A'RÂF SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile Sekiz âyet müstesna, Mekke'de inmiştir. Müstesna olan âyetler da: "Onlara deniz kıyısındaki o kasabanın durumunu da sor" (163. âyet)'den itibaren, "Hani Biz, dağı üzerlerine bir gölgelik gibi çekip kaldırmıştık..." (171. âyet) âyetine kadar olan âyetlerdir. Nesâî'nin, Âişe (radıyallahü anha)'dan rivâyet ettiğine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) akşam namazında el-A'raf Sûresi'ni iki rekâte bölerek okumuştur. Nesâî, Eititfıfı 67. Ebû Muhammed Abdulhak sahih olduğunu İfade etmiştir. 1Elif, lâm, Mîm, Sâd. Âyetin tefsiri için bak:2 2 Bu kendisiyle uyarman, mü’minlere de öğüt almaları için sana İndirilen bir kitaptır. Sakın ondan dolayı göğsünde bir sıkıntı olmasın. Yüce Allah'ın: "Elif, Lâm, Mîm, Sâd" şeklindeki Mukatta Harfler diye bilinen âyeti ile ilgili açıklamalar, daha önceden el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında (2/1-2. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Mübtedâ olarak mahallen merfu’dur. "(Bu) ... bir kitaptır" âyeti de onun haberidir. Sanki: "Elif, Lâm, Mîm, Sâd. Sana indirilen bir kitabın" harfleridir buyrulmuş gibidir. el-Kisâî de şöyle demektedir: Yani, "bu... bir kitaptır" takdirindedir. Yüce Allah'ın: "Sakın ondan dolayı göğsünde bir sıkıntı olmasın" âyeti ile İlgili açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız: 1. Tebliğden Sıkılmamak Gerekir: Yüce Allah'ın: "Sıkıntı", darlık anlamındadır. Yani, tebliğ dolayısıyla göğsün daralmasın. Çünkü, Hazret-i Peygamber'den şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Şüphesiz Allah bana Kureyş'i ateşe vermemi emretti. Rabbim dedim. O takdirde onlar başımı, ekmeği kırar gibi kırarlar." Bu ifadelerin yer aldığı hadisi Müslim rivâyet etmiştir, Müslim, Cennet 63; Müsned, IV, 162. el-Kiyâ der ki: Bu âyetin zahiri nehiy olmakla birlikte, ondan sıkıntının nefyedildiği anlamındadır. Yani, ona îman etmiyorlar diye göğsün daralmamalıdır. Çünkü, sana düşen tebliğden ibarettir. Sana onları uyarıp korkutmanın dışında îman etmelerinden yahut küfre sapmalarından ötürü bir şey düşmez. Yüce Allah'ın şu âyetten da bunu andırmaktadır: "Belki bu söze îman etmezler diye arkalarından üzülerek kendini helâk edeceksin" (el-Kehf, 18/6); "Îman etmiyorlar diye neredeyse kendini öldüreceksin." (eş-Şuara, 26/3) Mücahid ve Katade'nin görüşüne göre, burada "harec" şüphe anlamındadır. Bu şüphe küfür şüphesi değil, sadece kalbe gelen sıkıntının şüphesidir. Yüce Allah'ın şu âyeti de böyledir: "Yemin olsun ki, onların söylediklerinden göğsünün daraldığını da mutlaka bilip duruyoruz." (el-Hicr, 15/97) Hitab, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a olmakla bitlikte maksat onun ümmetidir, diye de açıklanmıştır. Ancak, bu şekilde olması uzak bir ihtimaldir. "Ondan"daki zamir, Kur'âna racidir. Uyarıp korkutmaya (inzâra) raci olduğu da söylenmiştir. Yani, Kitap sana, onunla uyarasın diye indirilmiştir. O bakımdan, göğsünde ondan dolayı her hangi bir stkıntı olmasın. Buna göre ifadede takdim ve tehir vardır. Buradaki zamirin, ifadenin gücünden anlaşılan yalanlamaya ıaci olduğu da söylenmiştir. Yani, onu yalanlayanların yalanlamasından ötürü göğsünde bir darlık olmasın. 2. Uyarı Kâfirlere, Öğüt de Mü’minleredir: Yüce Allah'ın: "Öğüt" kelimesinin, hem ref mahallinde, hem nasb, hem de cer mahallinde olması mümkündür. Ref mahallinde olması iki şekilde açıklanır. Basralılar der ki: Bu, bir mübteda takdirine göre merfu'dur. (Bu, mü’minlere bir öğüttür, anlamında olur). el-Kisâî der ki: "Kitab'a atfedilerek merfu'dur. (Yani, bu... bir kitaptır ve... mü’minlere bir öğüttür). Nasb mahallinde olması da iki şekilde açıklanır. Evvela mastar olabilir. Yani, "Sen onunla hatırlat" takdirinde olur. Basralılar da böyle açıklamışlardır. el-Kisâî de şöyle demektedir: Bu âyet "Onu indirdik"deki zamire atfedilmiştir. (Buna göre: ve mü’minlere öğüt olmak üzere indirilmiştir, anlamında olur). Mecrur olması da " Kendisiyle uyarman için" âyetinin mahalline atıfladır. (Yani: Kendisiyle uyarılan ve mü’minlere bir öğüt olması için..,) İnzâr (uyarıp korkutmak), kâfirler için sözkonusudur, öğüt (zikrâ) ise mü’minler için sözkonusudur. Çünkü ondan yararlananlar onlardır. 3Rabbinizden size indirilene uyun. O'ndan başka velilere uymayın. Ne kadar az öğüt alıyorsunuz! Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1. Rabbimizden İndirilenlerin Mahiyeti: Yüce Allah'ın: "Rabbinizden size indirilene uyun" âyeti ile kastedilenler Kitap ve sünnettir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadîr: "Peygamber size neyi verdiyse onu alın ve size neyi yasakladıysa ondan sakının." (el-Haşr, 59/7) Bir kesim de şöyle demektedir: Bu, hem Peygamber'i, hem de ümmetini kapsamına alan genel bir emirdir. Zahirinden anlaşıldığına göre bu, Hazret-i Peygamber dışında bütün insanlara yönelik bir emirdir. Yani sizler, İslâm'ın ve Kur'ân'ın dinine tabi olun. Onun helal kıldığını helal, haram kıldığını haram belleyin, emrine uyun, yasaklarından kaçının. Âyet-i kerîme nassın varlığı ile birlikte delilsiz görüşlere tabi olmayı terk etmeye delildir. Yüce Allah'ın: "O'ndan başka velilere uymayın" âyetindeki zamir, şanı yüce Rabbimize aittir. Yani, onunla birlikte başkasına ibadet etmeyin. Allah'ın dininden uzaklaşanları veli (dost, yardımcı, idareci) edinmeyin. Her kim izlenen bir yolu beğenir ve seçerse, o yolun izleyicileri onun velileridir. Mâlik b. Dinar'dan gelen rivâyete göre o; "Ondan başka velilere uymayın" âyetini okuyup O'ndan başka veli aramaya dahi kalkışmayın, diye açıklamıştır. “Veliler" kelimesinin gayr-ı munsarif oluş sebebi, onda te'nis (dişil) elifi bulunuşudur. Buradaki zamirin, yüce Allah'ın: "Rabbinizden size indirilene uyun" âyetindeki; 'a ait olduğu da söylenmiştir. (Size indirilenin dışında kalan velilere uymayın, anlamına gelir). "Ne kadar az öğüt alıyorsunuz" âyetindeki zaiddtir. Fiil ile birlikte bunun mastar anlamına geldiği de söylenmiştir. 4Nice yurtları helâk ettik. Geceleyin veya gündüzün uyurlarken azabımız onlara gelip çattı. Yüce Allah'ın: "Nice yurtları helâk ettik" âyetindeki "nice" anlamına gelen; çokluk ifade etmek içindir. Nitekim; " Nice"nin azlık ifade etmek için kullanıldığı gibi. Bu kelime burada mübtedâ olarak ref mahallindedir. "Helâk ettik" ise onun haberidir. Yani pek çok "karye (yurt)" -ki karye, insanların toplanma yerleri demektir- helâk ettik. "Nice" anlamındaki bu kelimenin, sonrasında bir fiil takdiri ile nasb mahallinde olması da mümkündür. Ondan önce fiil takdir edilmez. Çünkü kendisinden önceki ifadeler istifhamda amel etmez. Birinci görüşü yüce Allah'ın şu âyeti pekiştirmektedir: "Nûh'tan sonra nice nesilleri helâk ettik." (el-İsrâ, 17/17) Eğer; Helâk ettik" kendisinden sonra gelen zamiri nasbederek onunla iştigal etmemiş olsaydı, bu fiil dolayısıyla "Nice" kelimesi mahallen mansub olurdu. Bununla birlikte; Helâk ettik" kelimesinin "yurt" anlamındaki "karye" kelimesine sıfat olması da mümkündür. (O takdirde: Helâk ettiğimiz nice yurtlar... anlamında olur), "Nice" anlamındaki kelime de mana itibariyle helâk edilen yurdun kendisidir. Buna göre "yurt" anlamındaki kaıyeye sıfat getirildi mi "nice" anlamındaki kelimeye sıfat verilmiş olur. Buna da yüce Allah'ın şu âyeti delil teşkil etmektedir: " Göklerde... şefaatleri hiç bir şeye yaramayacak nice melek vardır..." (en-Necm, 53/26) Burada da zamir, " Nice" kelimesine mana itibariyle ait olmaktadır. Zira, bunun anlamı burada melekler ile ilgilidir. Bu takdire göre ondan sonra gelen bir fiil takdiri ile; " Nice" kelimesinin nasb mahallinde olması doğru olamaz. 5Onlara azabımız geldiğinde seslenişleri: "Biz gerçekten zâlimlermişiz" demelerinden başka bir şey olmadı. " Onlara azabımız geldiğinde" âyetinin "fe" harfi ile atf edilmiş olmasının açıklanması zordur. el-Ferrâ' der ki; "fe" harfi "vav" anlamındadır. O bakımdan burada bir tertib (sıralanış) gerekli değildir. Şöyle de açıklanmıştır: Nice helâk etmek istediğimiz, yurt vardır da onlara azabımız geldiğinde.... demektir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Kur'ân'ı okuduğun zaman, derhal o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın." (en-Nahl, 16/98) Şöyle de açıklanmıştır: Helâk ediş, kavmin bir bölümü hakkında sözkonusu olmuştur. Buna göre, ifadenin takdiri şöyle otur: Nice yurt vardır ki Biz, ora halkının bir bölümünü helâk ettik de onlara Bizim azabımız gelince bu sefer hepsini helâk ettik. Şöyle de denilmiştir: Yani, takdir ettiğimiz hükmümüzde, helâk ettiğimiz nice yurt vardır da bu sebepten Bizim azabımız onlara geldi. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Biz, oraya azap meleklerini göndermekle helâk ettik de o sebepten bizim azabımız -ki toptan helâk eden bir azaptır bu- onlara geldi. Âyet-i kerimedeki "el-Be's" kişinin bizzat kendisine gelen azap demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Yani Biz, o kasabaları helâk ettik. Ve Bizim onları helâk edişimiz şu şu vakitlerde olmuştu. Buna göre azâbın gelişi, helâk etmek demek olur. Daha önceden belirttiğimiz gibi be's'in helâk etmekten başka bir şey olduğu da söylenmiştir. Yine el-Ferrâ' şunu nakletmektedir: Her iki fiil de aynı anlamda olur veya aynı anlamda gibi olursa, hangisini istersen onu öne geçirebilirsin. Buna göre anlam şöyle olur: Nice yurt vardır ki, azabımız onlara geldi, Biz de onları helâk ettik... Yanaştı ve yaklaştı, yaklaştı ve yanaştı" demek gibi. Bana sövdü de kötü söz söyledi, bana kötü söz söyledi de sövdü," fiillerinde de olduğu gibi. Çünkü, bunların ikisi de aynı şeydir. Yüce Allah'ın şu âyeti de böyledir: "Kıyâmet yaklaştı ve ay yarıldı."' (el-Kamer, 54/1) Âyetin anlamı ise, -Allah'u a'lem- ay yarıldı da Kıyâmet yaklaştı şeklindedir, ki, ikisinin de ifade ettiği anlam birdir. Geceleyin" demektir. (Ev anlamına gelen): el-Beyt de burdan gelmektedir. Çünkü, gece orada geçirilir. Bunun fiil çekimi ve mastarları da; şeklinde gelir. Veya gündüzün uyurlarken" âyetinde; Veya"dan sonra bir "vav" daha gelmesi gerekmekle birlikte, iki "vav"ın yanyana gelmesini ağır bulduklarından dolayı ikincisini hazf etmişlerdir. Bu açıklama el-Ferrâ''ya aittir. ez-Zeccâc ise der ki: Böyle bir açıklama yanlıştır. Çünkü, aynı şeyin tekrarı yapılınca "vav"a ihtiyaç kalmaz. Meselâ "Zeyd binerek bana geldi, yahut o yürüyerek..." dediğiniz takdirde ayrıca "vav" getirmeye gerek yoktur. el-Mehdevî der ki: Burada İkinci bir "vav"ın gelmeyis sebebi, cümlede birincisine ait bir zamir oluşundan dolayıdır. O bakımdan bu "vav"a ihtiyaç kalmamıştır. Bu da ez-Zeccâc'ın açıklaması ile aynı anlamdadır. Burada "veya" şüphe için değil, tafsil içindir. Nitekim: "Sen, ister bana karşı insaftı ol, ister zalim, mutlaka sana ikram edeceğim" demeye, benzer. İşte bu "vav", nahivciler tarafından "vâvü’l-vakt" diye adlandırılır. "Gündüzün uyurlarken", günün ortasında uyuyup dinlenmeyi ifade eden ve "kaylûle" ile aynı anlama gelen; 'den gelmektedir. Bunun, uyuma söz konusu olmasa dahi, günün ortasında sıcağın arttığı sıradaki dinlenmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani: Onlar, ister gece, ister gündüz olsun, gaflette oldukları bir sırada azabımız onlara ansızın geldi. ("Sesleniş" diye meali verilen:) "da'vâ" dua etmek demektir. Yüce Allah'ın: "Dualarının sonu da..." (Yûnus, 10/10) âyeti de buradan gelmektedir. Nahivciler de; Allah'ım, sen bizi, Sana dua edenlerin, salih dualarına ortak kıl" diye bir ifade naklederler. "Da'va", iddia anlamına da kullanılır. Yani: Onlar, helâk edildikleri vakit, kendilerinin zalim olduklarını mutlaka ikrar edeceklerdir. Seslenişleri" lâfzı, in haberi olarak nasb mahallindedir. İsmi ise, (........): Demelerinden başka bir şey olmadı" âyetidir. Bu âyetin bir benzeri de: "Kavminin cevabı... demelerinden başka bir şey olmadı." (en-Neml, 27/56) âyetidir. Bununla birlikte "da'va" kelimesinin merfu' ve "Demelerinden"in de nasb mahallinde olması mümkündür. Yüce Allah'ın: "...döndürmeniz, iyilik değildir" (el-Bakara, 2/177) âyetinde İyilik" kelimesinin ref ile okunması halinde olduğu gibi. Yine yüce Allah'ın "Bundan sonra kötülük edenlerin akıbeti... yalanladılar diye kötü oldu" (er-Rûm, 30/10) âyetindeki; Akibetl" kelimesinin ref ile okunması da böyledir. 6Yemin olsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere de soracağız, gönderilen peygamberlere de soracağız. Âyetin tefsiri için bak:7 7 Ve Biz, onlara bilerek anlatacağız, Biz gaipler değiliz. Yüce Allah'ın: "Yemin olsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere de soracağız" âyeti, kâfirlerin hesaba çekileceklerine bir delildir. Yine Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyrulmaktadır: "Sonra da onların hesabı muhakkak Bize ait olacaktır." (el-Ğâşiye, 88/26) Kasas Sûresi'nde de şöyle buyrulmaktadır: "Günahkârlara günahlarından sorulmaz." (el-Kasas, 28/78) Azapta yerlerini aldıktan sonra onlara günahları sorulmuyacaktır, demektir. Çünkü, âhiretin değişik konumları vardır. Kimi yerlerde hesap için sorgulanacaklar, kimi yerlerde de kendilerine soru sorulmuyacaktır. Onlara soru sormak ise, yaptıklarını itiraf ettirmek, azarlama ve rüsvay etmek için olacaktır. Peygamberlere soru sormak ise, onların söylediklerini şahit göstermek ve açıkça ifade etmek içindir. Yani, kavimlerinin kendilerine ne şekilde cevap verdiklerini ortaya çıkarmak için olacaktır. Bu da -ileride görüleceği gibi- yüce Allah'ın: "Tâ ki, o doğru sözlü kimselere (peygamberlere), doğrulukları hakkında soru sorsun" (el-Ahzab, 33/8) âyetinin anlamını ifade etmektedir. Şöyle de açıklanmıştır: "Yemin olsun ki, kendilerine gönderilenlere de soracağiz." Yani, Biz (kendilerine risalet gönderilen) peygamberlere soracağız demektir. "Elçi olarak gönderilenlere de soracağız" da peygamberlere gönderilen meleklere soracağız, demektir. "Yemin olsun ki, soracağız" âyetindeki "lâm" harfi kasem içindir. Gerçek anlamı ise, te'kiddir. Yine: “Ve Biz onlara bilerek anlatacağız" âyetindeki "lâm" da böyledir. İbn Abbâs der ki: (Amel defterlerinde yazılanlar) onların aleyhlerine konuşacaktır. "Biz gaipler değiliz." Yani, onların amellerine şahit kimseleriz. Âyet-i kerîme, yüce Allah'ın, kendine has bir ilim ile âlim olduğuna delildir. 8O gün tartı haktır. Artık kimlerin terazileri ağır basarsa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir. Âyetin tefsiri için bak:9 9 Kimin de terazileri hafif gelirse, onlar da âyetlerimize zulmedegeldikleri için kendilerini zarara uğratmış kimselerdir. Yüce Allah'ın: "O gün, tartı haktır" âyeti mübtedâ ve haberdir, Bununla birlikte "Hak" kelimesinin tartının sıfatı, haberin ise, O gün" olması da mümkündür. (Buna göre âyet: Hak, tartı o gündür, anlamında olur.) Bununla birlikte mastar olarak nasbedilmesi de mümkündür. (İşte gerçek tartı o gün olacaktır, anlamında). Mizân'ın Ve Amellerin Tartılmasının Mahiyeti: Tartıdan kasıt, kutların amellerinin Mizan ile tartılmasıdır. İbn Ömer der ki: O gün kulların amel sahiteleri tartılacaktır. Sahih olan budur. İleride geleceği üzere haber de böylece vârid olmuştur. Şöyle de denilmiştir: Mîzan, kulların amellerinin içinde bulunduğu hitaptır. Mücahid ise, şöyle açıklamaktadır: Mizan, bizzat hasenatın ve seyyiatın kendileridir. Yine Mücahid'ten, ed-Dahhâk ve el-A'meş'den de şöyle açıkladıkları nakledilmiştir: Vezn (tartı) ve mizan (terazi), adaletle hüküm vermek anlamındadır. Burada tartının söz konusu edilmesi örnekleme yoluyladır. Nitekim: "Bu, şu ağırlıkta bir sözdür" demek de bu kabildendir. Yani, ona muâdil ve ona denk bir sözdür. Ortalıkta bir tartı söz konusu olmasa dahi böyle denilir. ez-Zeccâc der ki: Böyle bir açıklama dil açısından uygundur. Ancak, daha uygun olan, sahih senedlerde sözü geçen Mizana tabi olmak (yani, amellerin tartılacağını kabul etmek)'dir. el-Kuşeyrî der ki: ez-Zeccâc gerçekten güzel söylemiştir. Zira, Mizan bu şekilde te'vil edilecek olursa, o takdirde Sırat da gerçek din diye açıklansın, cennet ve cehennem de cesetler müstesna, sadece ruh Sarın karşı karşıya kalacağı haller diye açıklansın, şeytan ve cinler de kötü ahlâk, melekler ise övülmeye değer güçler olarak yorumlansın. Oysa, ilk asırda ümmet te'vile sapmaksızın bu ifadelerin zahirini kabul etme gereği üzerinde icma etmişlerdir. Onlar, te'vil yapılamayacağı hususunda icma ettikleri takdirde zahiri alıp kabul etmek gerekir ve bu zahir ifadeler, kesin naslar olurlar. İbn Fûrek der ki: Mu'tezile, "araz olan şeyler bizatihi var olamadıklarından dolayı tartılmaları da imkânsızdır" ilkesinden harekette Mizanı inkâr etmişlerdir. Kelamcılardan kimisi de şöyle demektedir: Yüce Allah, araz olan (sonradan olan, sıfatlar) şeyleri cisimlere dönüştürecek ve Kıyâmet gününde onları tartıya koyacaktır. Böyle bir açıklama ise bize göre sahih değildir. Sahih olan terazilerin üzerinde amellerin yazılı olduğu sahifelerle ağırlaşacağı veya hafif basacağıdır. Bu hususta bunun gerçekleşeceğini ifade eden haberler rivâyet edilmiştir. Söz konusu rivâyette şöyle denilmektedir; "Âdemoğullarından kimisinin mizanında haseneler nerdeyse hafif gelecekken, oraya üzerinde lâ ilahe illallah yazılı bir deri parçası konulacak ve o da ağır basacaktır" anlamındaki rivâyettir. Bilindiği gibi bu, içinde amellerin yazıldığı şeylerin tartılması ile alakalıdır. Bizzat amellerin kendisi ile değil. Şanı yüce Allah da Terazinin her iki kefesine de içinde amellerin yazılı olduğu sahifeleri koymak suretiyle dilediği takdirde Mizanı hafifletir, dilediği takdirde de ağırlaştırır. Müslim'in Sahih'inde Safvan b. Muhriz'den şöyle dediği nakledilmektedir: Bir adam İbn Ömer'e şöyle dedi: Sen, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ikili söyleşme (yani kıyâmet gününde yüce Allah'ın kulu ile konuşması) hakkında ne duydun? O da, ben onu şöyle buyururken dinledim diye cevap verdi: "Kıyâmet gününde mü’min, aziz ve celil olan Rabbine, Rabbi onun üzerine örtüsünü ve affını bırakıncaya kadar yakınlaştırılır. Ona günahlarını söyletir. Biliyor musun diye sorar, o da: Evet Rabbim biliyorum, der. (radıyallahü anhbbi) buyurur ki: Dünyada iken Ben senin bu günahını örtmüş idim. Bugün de onu sana bağışlıyorum. Sonra da ona hasenatının yazılı olduğu sahife verilir. Kâfirlerle münafıklara ise, herkesin önünde (duyacağı şekilde): İşte bunlar Allah'a karşı yalan uyduranlardır, denilir." Buhârî, Mezâlim 2, Tefsir 11. sûre 4, Edeb 60, Tevhid 36; Müslim, Tevbe 52; İbn Mâce, Mukaddime 13; Müsned, II, 74T 105. Hazret-i Peygamberin: "Ona hasenatının yazılı olduğu sahife verilir" ifadesi, amellerin sahifelere yazıldığı ve tartılacağına delildir. İbn Mâce de Abdullah b. Amr yoluyla gelen hadiste şöyle dediğini nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kıyâmet gününde, herkesin gözü önünde (duyacağı bir şekilde) ümmetimden bir kişi çağrılacak. Onun karşısına her birisi gözün uzanabildiği kadar uzanacak doksan dokuz kayıtlı sicil yayılacak. Sonra, şanı yüce ve mübarek olan Allah şöyle buyuracak: Bunlardan herhangi bir şeyi inkar ediyor musun?. O, hayır Rabbim diyecek. Yüce Allah soracak: Benim koruyucu yazıcılarım (meleklerim) sana zulmetti mi?. O, hayır diyecek, Sonra şöyle buyuracak: Senin ileri sürecek bir mazeretin var mı? Senin bir hasenen var mı? Adam, korkacak ve: Hayır diyecek. Bu sefer yüce Allah şöyle buyuracak. (Durum) sandığın gibi değil. Senin Bizim nezdimizde iyiliklerin var. Bugün senin aleyhine zulüm sözkonusu olmaz, denilecek ve ona, üzerinde: "Eşhedü en lâilahe illallah ve enne Muhammeden Abduhu ve Rasulühü" diye yazı bulunan bir belge çıkartılacak. O da, Rabbim bu kâğıt parçacığının bunca sicillere karşılık kıymeti ne olabilir ki? diyecek. Yüce Allah: Şüphesiz sana zulmedilmeyecek diye buyuracak ve bütün o siciller bir kefeye konulacak, (şehadet kelimesinin yazılı olduğu) o kâğıt parçası da diğer kefeye konulacak. Bütün o siciller (in bulunduğu kefe) havaya kalkarken, o kâğıt parçası ağır basacak." Tirmizî, Îman 17; İbn Mâce, Zühd 35; Müsned, II, 213. Tirmizî de: "Allah'ın adına karşı hiç bir şey ağır basmayacak" ziyadesini ekledikten sonra: Hasen, garip bir hadistir, demektedir. Tirmizî, Îman 17. İleride yüce Allah'ın izniyle el-Kehf Sûresi'nde (18/103-105. âyetler, 3. başlıkta) ve el-Enbiya Sûresi'nde (21/47. âyetin tefsirinde) bu hususa dair başka açıklamalar da gelecektir. Yüce Allah'ın: "Artık kimlerin terazileri ağır basarsa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir. Kimin de terazileri hafif gelirse, onlar da âyetlerimize zulmedegeldikleri için kendilerini zarara uğratmış kimselerdir" âyetinde geçen; " Terazileri" kelimesi; Terazi kelimesinin çoğuludur. Aslı ise şeklindedir. "Vav" harfi önceki harf esreli oluduğundan dolayı "ye"ye dönüştürülmüştür. Şöyle de denilmiştir: Amelde bulunan tek bir kişi için her birisinde bir çeşit amelinin tartılacağı birden çok mizanlarının (terazilerinin) olması da mümkündür. Her bir kişi için tek bir mizan olması da mümkündür ve bu husus, çoğul lâfzı kullanılarak dile getirilmiştir. Nitekim: Filan kişi Mekke'ye katırlar üzerinde yola çıktı, filan kişi Basra'ya gemilerle yola çıktı," demek bu kabildendir. Kur'ân-ı Kerîm'de de şöyle buyrulmuştur: "Nûh kavmi peygamberleri yalanladı" (eş-Şuara, 26/105); "Âd kavmi peygamberleri yalanladı." (eş-Şuara, 26/123) Oysa, (âyetlerle ilgili) iki te'vilden birisine göre bunların her birisine gönderilen peygamber bir tane idi. "Teraziler" kelimesinin aslında mizan kelimesinin değil de -tartılan anlamına gelen-; kelimesinin çoğulu olduğu da söylenmiştir. Buna göre "el-Mevazin" ile tartıya giren ameller kastedilmiştir. "Kiminde terazileri hafif gelirse" âyeti de bunun gibidir. İbn Abbâs da şöyle demektedir: "İyilikler ve kötülükler , dili ve iki kefesi bulunan bir terazide tartılacaklardır. Mü’min kimseye ameli en güzel şekilde getirilecek ve terazinin kefesine bırakılacak. Hasenatı da seyyiâtına (iyilikleri kötülüklerine) ağır basacaktır. İşte, yüce Allah'ın: "Artık kimlerin terazileri ağır basarsa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir" âyetinde kastedilen budur. Kâfirin ameli de en çirkin şekilde getirilir, mizanın kefesine bırakılır. Ve ağırlığı hafif basar, sonunda cehenneme düşer." İbn Abbâs'ın işaret ettiği bu husus, şu söylenenlere yakındır: Şanı yüce Allah, kulların amellerinden her bir bölümü bir cevher (öz) olarak yaratır. Bu özler tartılacaktır. Ancak, İbn Fürek ve başkaları bunu reddetmiştir. Nakledilen rivâyette ise şöyle denmektedir: Mü’minin hasenatı hafif geldiğinde, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) parmak kadar üzerinde yazı bulunan bir kâğıdı çıkartır ve onu kulun hasenatının bulunduğu terazinin sağ kefesine bırakır. Böylelikle hasenat ağır basar. O mü’min kul, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle der: Anam babam sana feda olsun ne kadar güzel bir yüzün var, ne kadar güzel bir yaratılışın var! Sen kimsin? Şöyle buyurur: "Ben senin peygamberin Muhammed'im." îşte bunlar da senin bana getirmiş olduğun salat ve selamlardır. İşte bunlara en çok ihtiyaç duyduğun bir zamanda onları sana geri ödüyorum." Uzunca rivâyetin sonlarındaki bir bölüm olarak: Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensâr, III, 421. Bunu, el-Kuşeyrî Tefsir'inde nakletmektedir. Onun da naklettiğine göre, hadiste geçen "bitâka" (üzerinde yazı bulunan küçük bir kâğıt parçası), Mısırlıların lehçesinde eşyaların numarasının yazılı olduğu bir parçadır. İbn Mâce der ki: Muhammed b. Yahya da der ki: Bitâka, üzerinde yazı bulunan küçük bir parça demektir. Mısırlılar bu parçaya bitâka derler. İbn Mâce, Zühd 35. Huzeyfe der ki: Kıyâmet gününde Mizanların başında duracak kişi Cebrâîl (aleyhisselâm)'dır. Yüce Allah şöyle buyuracaktır: "Ey Cebrâîl, aralarında amellerini taıt ve birindeki hakkı alıp (hak sahibi olan) öbürüne ver." Sonra şöyle dedi: Orada ne altın, ne de gümüş vardır. Eğer zalimin iyilikleri varsa, onun iyiliklerinden alınır, mazluma verilir. Şayet iyilikleri yoksa, mazlumun kötülüklerinden alınır, zalime yükletilir. Böylelikle adam üzerinde dağlan andıran yükler bulunduğu halde geri döner. Benzeri bir ifadeyi Ebû Hüreyre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den hadîs olarak nakletmektedir: Müslim. Birr 59; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyame. 2; Müsned, II, 303, 334, J72. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Şanı yüce Allah kıyâmet gününde "Ey Âdem, Mizanın yakınında Kürsİ'nin yanına çık git ve çocuklarının amellerinden önüne getirilecek olanlara bak. Her kimin hayrı şerrine bir tane ağırlığı kadar ağır basacak olursa, onun için cennet vardır. Kimin de şerri bir tane ağırlığınca hayrından ağır basarsa, ona da cehennem vardır. Tâ ki Sen, Benim zalimden başka hiç bir kimseye azap etmeyeceğimi bilesin." 10Yemin olsun ki Biz sizi, yeryüzünde yerleştirmiş ve size orada bir çok geçim vasıtaları yaratmışızdır. Ne kadar az şükredersiniz! Yani Biz, orayı sizin için karar kılacağınız bir yer ve bir döşek kıldık. Orada size geçim sebeplerini hazırladık. "Geçim vasıtaları" kelimesi 'in çoğuludur. Kendisi vasıtası ile yaşanılabilen yiyecek, içecek ve onunla hayatın var olabileceği şeyler demektir. Bu kökten geten mazi ve muzari fiiller ile mastarlar şöyledir: ez-Zeccâc der ki: MÂişet, kendisi vasıtası ile ayş'a (yani yaşamaya) ulaşılan şey demeklir. el-Ahfeş ve nahivcilerden çoğu kimsenin kanaatine göre ise, bu kelimenin asıl vezni; şeklindedir. el-A'rec de bu kelimeyi hemzeli olarak; diye okumuştur. Harice b. Mus'ab da Nat’den böylece rivâyet etmiştir. en-Nehhâs der ki; Hemzeli okuyuş lahndır, câiz değildir. Çünkü bunun tekili; olup, aslı şeklinde "ye" harfinin esreli okunuşudur. O bakımdan (çoğulu yapılırken) "ayn"dan sonra bir "vasıl elifi ilave edilmiştir. "Vasıl elifi de sakin olduğu gibi, ondan sonra gelen "ye" harfi de sakin olduğundan buna hareke vermek kaçınılmazdır. Zira, bu harflerden herhangi birisini hazfetmeye yol yoktur. "EliP'e ise hareke verilemez. O bakımdan çoğul olan "me'âiş" kelimesinin tekilinde "ye" harfine verilmesi gereken hareke verilmiştir. Ve böylelikle me'âiş haline gelmiştir. Bunun "vııv"U kelimelerden benzeri de: Minare, minareler, makam, makamlar" gibi kelimelerdir. Nitekim şair de şöyle demiştir: "Ve şüphesiz ben öyle konumlarda duran birisiyim ki, Ne Cerir, ne de Cerir'in efendisi bu gibi konumlarda duramamıştır." " Musibet, musibetler" da böyledir. Güzel olan söyleyiş budur. Şaz bir söyleyiş ise, Mesâib: Musibetler" şeklindedir. el-Ahfeş der ki; Burada mesâib şeklinde kullanışın câiz oluşu, bunun tekilinde de iliel harfinin bulunuşudur. ez-Zeccâc der ki: Ancak bu açıklama yanlıştır. Onun bu açıklamasına göre (makam kelimesinin) çoğulunu (mekavim şeklinde değil de): Mekaim diye yapılması gerekirdi. Fakat burada kabul edilmeye değer olan görüş, bu kelimenin de; Yastık kelimesinin hem "vâv" harfi ile hem de "hemze" ile söylenmesinin mümkün oluşuna benzediğidir. Şöyle de denilmiştir: "Me'âiş" kelimesinde "hemze"nin câiz olmayışı, tekili olan mÂişet'in "mefile" vezninde oluşu ve buradaki "ya" harfinin asli had' oluşundan dolayıdır. Bu gibi "yaların hemze ile okunuşu ise, "Medine, medain, sahife, sahaif, kerîme, keraim, vazife, vezaif gibi kelimelerde olduğu gibi, "ya" harfinin zaid olması halinde mümkündür. 11Yemin olsun ki, sizi yarattık. Sonra da size şekil verdik. Sonra da meleklere: "Âdem'e secde edin" dedik. İblis müstesna, hemen secde ettiler. O ise, secde edenlerden olmadı. Yüce Allah, nimet ve ihsanlarını söz konusu ettikten sonra, "Andolsunki sizi yarattık, sonra da size şekil verdik" âyeti ile insanın yaratılışına nasıl başladığını anlatmaktadır. "Yaratma"nın anlamı ile ilgili açıklamalar, daha önceden bir kaç yerde meselâ, (el-Bakara, 2/21. âyet ile 29. âyetin tefsirlerinde) geçmiş bulunmaktadır. "Sonra da size şekil verdik." Yani, Biz sizi nutfeler halinde yarattık, sonra da size şekil verdik. Sonra, işte Biz sizlere, meleklere Âdeme secde edin, dediğimizi haber verdik. İbn Abbâs, ed-Dahhak ve başkalarından nakledildiğine göre, âyetin anlamı şudur: Biz önce Âdem'i yarattık, sonra da sizi onun sırtında (çıkacak zürriyetler arasında) şekillendirdik. el-Ahfeş der ki: "Sonra", burada "vav" (ve bağlacı) anlamındadır. Şöyle de denilmiştir: Âyetin anlamı şöyledir: Yemin olsun ki, sizi yarattık. Yani, Âdem (aleyhisselâm)'i yarattık, sonra da meleklere Âdem'e secde edin dedik, sonra da size şekil verdik anlamında takdim ve telîir ile ifade edilmiştir. "Yemin olsun ki sizi yarattık" âyeti ile Âdem kastedilmektedir. Burada çoğul lâfzının zikredilmiş olması, onun insanların ilk atası oluşundan dolayıdır, diye açıklanmıştır. "Sonra da size şekil verdik" ifadesi de yine Âdem'e racidir. Nitekim: "Biz sizi öldürdük" ifadesinin, sizin efendinizi öldürdük anlamında kullanılması da böyledir. "Sonra da meleklere: 'Âdeme secde edin' dedik." Bu açıklamaya göre ise, takdim ve tehir söz konusu değildir. Bu açıklama da İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Yemin olsun ki sizi, yani Âdem ile Havva'yı yarattık. Âdem topraktan, Havva da onun kaburga kemiklerinden birisinden yaratıldı. Şekil vermek de bundan sonra sözkonusu oldu. Yemin olsun Biz, önce sizin ilk anne babanızı yarattık, sonra her ikisine de şekil verdik, demek olur. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Biz, Âdem'in sırtında (belinden gelecek zürriyet arasında) sizi yarattık. Sonra da sizden ahit aldığımız sırada size şekil verdik. Bu da Mücahid'in açıklaması olup ondan İbn Cüreyc ve İbn Ebî Necîh nakletmişlerdir. en-Nehhâs der ki: Bu, bu husustaki görüşlerin en güzelidir. Mücahid, Allah'ın o'nları Âdem'in sırtında yarattığı, sonra da onlardan ahid alınca onlara suret ve şekil verdiği, bundan sonra da Âdem'e secdenin sözkonusu olduğu görüşündedir. Yüce Allah'ın: "Hani Rabbin Âdem oğullarının sırtından (sulbünden)zürriyetlerini (çıkarıp) almış..." (el-A'raf, 7/172) âyeti ile: "O da onları küçük zerrecikler gibi çıkartıp onlardan ahid aldı" Müsned, I. 272. hadisi bu görüşü pekiştirmektedir. Şöyle de denilmiştir: Buradaki "sonra", haber vermek içindir ("vav" anlamında atıf için değildir). Yemin olsun ki Biz sizleri yarattık. Bu da Âdem'in sulbündeki yaratılış demektir. Sonra size şekil verdik. Yani, rahimlerde sizi şekillendirdik. en-Nehhâs der ki: Bu açıklama İbn Abbâs'tan sahih olarak nakledilmiştir. Derim ki: Bütün bu görüşlerin anlaşılması muhtemeldir. Aralarından sahih olan Allah'ın indirdiği Kur'ân-ı Kerîm'in desteklediği görüştür. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır "Yemin olsun ki Biz insanı, süzülmüş bir çamurdan yarattık." (el-Mu'minun, 23/12.) Burada kastedilen Âdem (aleyhisselâm)'dır. Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Ondan da zevcesini var eden..." (en-Nisâ, 4/1) Daha sonra yüce Allah: "Sonra onu" yani, onun soyunu ve zürriyetini "bir nutfe kılıp sağlam bir karargâhta yerleştirdik" (el-Mu'minun, 23/13) diye buyurmaktadır. Buna göre Âdem, çamurdan yaratılmış, sonra ona şekil verilip secde ile mükerrem kılınmıştır, Onun soyundan gelenler ise, rahimlerde ve babaların sulblerinde yaratıldıktan sonra annelerin rahimlerinde şekillendirilmişlerdir. Daha önce el-En'âm Sûresi'nin baş taraflarında (6/2. âyetin tefsirinde) her insanın bir nutfe ile bir topraktan yaratılmış olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Bunun üzerinde düşünmek gerekir. Burada da yüce Allah: "Sizi yarattık, sonra da size şekil verdik" diye buyurduğu gibi, el-Haşr Sûresi'nin sonlarında da: "O, öyle Allah'tır ki, yaratandır, yoktan var edendir, suret (şekil) verendir..." (el-Haşr, 59/24) diye buyurmakta ve suret, şekil vermeyi yaratmaktan sonra zikretmektedir, ileride yüce Allah'ın siniyle buna dair açıklamalar gelecektir. "Yemin olsun ki, sizi yarattık" âyetinin önce ruhları yarattık, sonra da bedenlere şekil verdik anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "İblis müstesna... O ise secde edenlerden olmadı" âyetinde istisna edilen, kendilerinden istisna olunanların cinsinden değildir. Bunun, cinsten istisna olduğu da söylenmiştir. Esasen ilim adamları, İblis meleklerden miydi, değil miydi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Nitekim daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/34. âyet, 5. başlıkta) açıklanmıştır. 12Buyû'rdu ki: "Ben sana emrettiğim halde seni secde etmekten alıkoyan nedir?" Dedi ki: "Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu da çamurdan yarattın." Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1. Emre Karşı Gelen Îblis'in Azarlanışı: Yüce Allah'ın: "Seni... alıkoyan nedir" âyetindeki mübtedâ olarak ref maballindedir. Yani, seni alıkoyan hangi şeydir? Bu azarlamak kastıyla yöneltilmiş bir sorudur. "Seni secde etmekten alıkoyan" âyeti de nasb mahallindedir. zaiddir. Sâd Sûresi'nde; "Seni secdeden ne alıkoydu?" (Sâd, 38/75) diye buyrulmaktadır. Şair de şöyle demektedir: "Cömertliği, reddetti cimriliği; o bakımdan "evet" sözünü alelacele söyleyiverdi, Ondan dilekte bulunana çokça verip hiç bir şey esirgemeyen bir delikanlı." Şair burada: Cömertliği, kabul etmedi cimriliği" demek islediğinden; edatını fazladan getirmiştir, Âyet-i kerimede bu edatın fazladan gelmediği de söylenmiştir. Çünkü "men' (alıkoymak)" ifadesinde bir çeşit söylemek ve dua anlamı da vardır. Sanki şöyle demiş gibidir: Sana secde etmemeni kim söyledi. Yahut, secde etmemeye seni çağıran kimdir, demiş gibidir. Nitekim: Ben sana bunu yapmamanı söylemiştim, demek de bu kabildendir. İfadede hazf olduğu da söylenmiştir, takdiri şöyledir: Seni itaat etmekten alıkoyan ve secde etmemeye götüren nedir? İlim adamları der ki: İblis'i secdeyi terke götüren büyüklenmek ve kıskançlıktır. Ona, secde etme emri verildiği sırada o bunu içinde gizlemişti. Çünkü ona Âdem'i yaratmadan önce secde etmesi emrini vermişti. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Ben çamurdan bir beşer yaratıcıyım demişti. Ben onu tamamlayıp içerisine ruhumdan, üflediğim vakit onun için secdeye kapanın." (Sâd, 38/71-72) Sanki, yüce Allah'ın; "Onun için secdeye kapanın" âyetinden dolayı o, çok büyük ölçüde etkilenmişti. Çünkü, "kapanmak"da kapanan için bir aşağılanma, kendisine kapanılan içinde bir şereflendirilme söz konusudur. Bu yüzden, o zamandan beri içinde, kendisine bu emri verecek olursa secde etmemeyi içine gizlemişti. Yüce Allah, Âdeme ruh üfleyince, melekler secdeye kapandılar. Kendisi ise aralarında ayakla durdu. Ayakta duruşuyla içinde saklamış olduğu secdeyi terk etmeyi açığa çıkarmış oldu. Yüce Allah da kendisine: "Seni secde etmekten alıkoyan nedir?" diye sordu. Yani, emrime itaatten seni alıkoyan ne oldu? Bunun üzerine İblis, içinde sakladığı sırrını açığa vurarak: "Ben ondan daha hayırlıyım" dedi. 2. Mutlak Emir Vücub İfade Eder; Yüce Allah'ın: "Ben sana emrettiğim halde" âyeti, fukahânın açıklamasına göre, "emir mutlak olarak ve herhangi bir karineye gerek olmaksızın vücubu gerektirir" şeklindeki kanaatlerine delâlet etmektedir. Çünkü burada yergi, şanı yüce Allah'ın meleklere: "Âdem'e secde edin" âyetindeki mutlak emrin terk edilmesine bağlı olarak sözkonusu edilmiştir ki, bu husus açıkça anlaşılmaktadır. Yüce Allah'ın: "Dedi ki; Ben ondan daha hayırlıyım" âyeti şu demektir: Beni ona secde etmekten alıkoyan, ona olan üstünlüğümdür. Bu, anlam itibariyle iblis'ten cevap mahiyetindedir. Nitekim: Bu ev kimindir? diye sorarsak, muhatabın bize, bu evin sahibi Zeyd'tir demesi de bu kabildendir. Bu, bizzat cevabın verilmesi gereken kendisi olmamakla birlikte, cevap anlamına raci bir sözdür. "Beni ateşten yarattın, onu da çamurdan yarattın." Böylelikle o, ateşin çamurdan daha üstün olduğu görüşüne sahip olmuştur. Buna sebep ise ateşin yükselmesi, yukarı doğru çıkması ve hafifliğidir. Ayrıca ateş, ışık saçan bir cevherdir. İbn Abbâs, el-Hasen ve İbn Sîrin der ki: İlk kıyas yapan İblistir ve yanlış kıyas yapmıştır. Buna göre her kim dinde yalnızca kendi görüşüne dayanarak kıyas yapacak olursa, Allah onu İblis ile birlikte koyar. İbn Sîrin der ki: Güneşe ve aya da ancak kıyaslar yapılarak ibadet olunmuştur. Hakimler şöyle demişlerdir: Allah'ın düşmanı, ateşin çamura üstünlüğünü iddia etmek bakımından hataya düşmüştür. Her ne kadar her ikisi de yaratılmış ve cansın olmak bakımından aynı derecede bulunsalar bile, çamur dört bakımdan ateşten daha üstündür: 1. Sağlamlık, sükûn, vakar, temkin, hilm, haya ve sabır çamurun özünden gelir. İşte kendisi için takdir olunmuş mutluluktan ayrı olarak, Âdem'i tevbeye, alçak gönüllülüğe, yalvarıp yakarmaya iten sebep budur. Bunun sonucunda mağfirete, seçilmişlîğe ve hidayete mazhar olmuştur. Hafiflik, serkeşlik, keskinlik, yükselmek ve kararsızlık da ateşin özündendir. İşte kendisi için takdir olunmuş bedbahtlıktan ayrı olarak, İblis'i büyüklenmeye ve bunda ısrar etmeye iten sebep budur. Bunun sonucunda ise o, helake, azaba, lanete ve bedbahtlığa hak kazanmıştır. Bu açıklamaları el-Kaffal yapmıştır. 2. Rivâyetler, cennetin toprağının hoş kokulu misk olduğunu Tirmizî, Cennet 2; Dârimî, Rikaak 100; Müsned, II, 305, 445. ifade etmekle birlikte, cennette ateş bulunduğunu, cehennemde de toprak bulunduğunu ifade etmemektedir. 3. Ateş azaba sebeptir. Ateş, Allah'ın düşmanlarına azabıdır. Toprak ise azaba sebep değildir. 4. Çamurun ateşe ihtiyacı yoktur. Ama ateşin bir mekâna ihtiyacı vardır, onun mekânı da topraktır. Bu hususta beşinci bir sebep daha zikredilebilir, o da toprağın hem secde yeri, hem de temizlenme aracı olduğudur. Sahih hadiste ifade edildiği gibi. Buhârî, Teyemmüm 1, Salât 56; Müslim, Mesacid 3-5; Ebû Dâvûd, Salât 24; Tirmizî, Mevâkıt 119: Siyer 5: Nesâî, Gusl 26; İbn Mâce, Tahâre 90. Ateş ise, korkutma ve azap aracıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte Allah bununla kullarını korkutuyor." ez-Zümer, 39/161 İbn Abbâs da der ki: İblis'e itaat kıyastan daha çok yakışırdı. Fakat o Rabbine isyan etti. Sırf kendi görüşünden hareketle İlk kıyas yapan kişi odur. Nassa muhalefet halinde kıyas reddolunur. İnsanlar, kıyas hakkında farklı görüşlere sahiptir. Onu kabul eden de vardır, reddeden de vardır. Kıyası kabul edenler; ashâb, tabiin, onlardan sonra gelenlerin çoğunluğudur. Bunlara göre kıyas ile teabbud aklen câiz ve şer'an de vaki olmuştur. Sahih olan görüş de budur. Şâfiîlerden el-Kaffâl ve Ebû'l-Huseyn el-Basrî ise, kıyas ile teabbudün aklen vacib olduğu görüşündedirler. en-Nazzâm ise, aklen de, şer'an de kıyas ile teabbudün imkânsız olduğu görüşündedir. Kimi Zahiriler de kıyası reddetmişlerdir. Ancak sahih olan birincisidir. Buhârî, "Kitabu'l-İ'tisam bi’l-Kitabi ve's-Sünneh" Buhârînin 96. Kitabı (bülümü)dır. diye bir bölüm açmıştır. Yani: Her hangi bir kimse için hükmün var olması halinde, kurtuluş ancak ya Allah'ın Kitabında, ya Peygamberinin sünnetinde ya da icmâdadır. Şayet hüküm bulunmayacak olursa kıyasa başvurulacaktır. O bakımdan (ismi geçen bölümün içerisinde) şu anlamda başlıklar açtığını görüyoruz: "Yüce Allah'ın hükümlerini beyan etmiş olduğu bilinen bir aslı (aynı şekilde beyan ettiği) mübeyyen bir asla -soranın kavratması kastıyla- benzetme yapan." Buhârî, İ'tisâm 12. bâb. Bundan sonra da şöyle bir başllık açmaktadır: "Deliller ile bilinen hükümler ve delaletin anlamı ile bunun açıklanması." Buhârî, İ'tisâm 24. bâb. Taberî der ki: İctihad İle Allah'ın Kitabı ve Peygamberinin sünnetinden istinbat ve ümmetin icmaı, hak ve vacip olandır. İlim ehli için yerine getirilmesi gereken farzdır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan de ashâb ve tabiin topluluklarından da haberler bu doğrultuda varid olmuştur. Ebû Temmâm el-Mâlikî der ki: Ümmet, icma ile kıyası kabul etmiştir. Bunun örneklerinden birisi de, onların, zekât hususunda, altm ve gümüşe kıyas yapılacağını icinâ' ile kabul etmiş olmalarıdır. Ebû Bekir (radıyallahü anh) da: Bana vermiş olduğunuz bu bey'ati geri alınız derken, Hazret-i Ali şu cevabı vermişti: Allah'a yemin ederiz ki, ne senin bey'atini geri alma isteğini kabul ederiz, ne de biz senden onu geri vermeni isteriz. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) seni dinimiz için beğenip seçmişken biz, dünyamız için mi seni beğenip seçmeyecekmişiz? Böylelikle Hazret-i Ali İmâmeti (devlet başkanlığını) namaza kıyas etmiş oluyordu. Ebû Bekir (es-Sıddîk) de zekâtı namaza kıyas ederek şöyle demişti: Allah'a yemin ederim, Allah'ın bir arada zikrettiği şeyler arasında Fark gözetmem. Hazret-i Alt de ashâb-ı kiramın huzurunda içki içen kimse hakkında kıyas yaparak hükmünü şöylece açıklamıştır: Sarhoş olduğu vakit hezeyan eder. Hezeyan etti mi iftira eder. O bakımdan içki İçene uygulanacak had de tıpkı iftira edenin haddi gibi olmalıdır. Hz Ömer de Ebû Mûsa el-Eş'ari'ye yazdığı bir mektupta şu ifadeleri zikretmektedir: "Kitap ve sünnette kendisi hakkında sana bir şey ulaşmamış olan ve kalbinde yer edip de karar veremediğin şeyleri iyice kavramaya dikkat et. Birbirinin misli olanı, birbirine benzeyenleri iyi bil. İşte o vakit işleri birbirine kıyas et. Yüce Allah'ın daha çok sevdiğine ve senin görüşüne göre hakka daha çok benzeyene yönel... "Bu ifadelerin yer aldığı bu mektubu Dârakutnî bütün uzunluğu ile kaydetmektedir. Dârakutnî, IV, 206-207. Hazret-i Ömer veba dolayısıyla Serğ (Şam bölgesinde, Tebuk yakınlarında bir yer)'den döndüğü sırada Ebû Ubeyde, Ömer (radıyallahü anh)'a şöyle demişti: Allah'ın kaderinden mi kaçıyoruz? Hazret-i Ömer: Evet, Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine kaçıyoruz, demişti. Sonra Hazret-i Ömer ona: Bana görüşünü söyle... Buhârî, Tıb 30; Müslim, S... 98. 100; Muvatta’', Medine 22-24; Müsned, I, 18, 194. diyerek onun kıyas yapmasını istemiş ve Muhacirlerle Ensarın huzurunda sorduğu sorulara benzer sorularla onunla görüş alış verişinde bulunmuştu. Bu kadarı ise delil olarak yeter. Bu anlamdaki rivâyetlerle Kur'ân âyetlerine gelince; bunlar da pek çoktur. İşte bütün bunlar kıyasın, dinin asıllarından bir asıl olduğuna, müslümanların korunmak için sığındıkları sığınaklardan birisi olduğuna bir delildir. Müctehidler ona başvurur, amel eden âlimler ona sığınır ve onun vasıtasıyla hükümler çıkartırlar. Delilin tâ kendisi olan cemaatin kabul ettiği görüş budur. Onlardan istisna teşkil ederek farklı görüşlere sahip olanlara da iltifat edilmez. Yerilen mücerred görüş ile yasaklanmış olan zorlama kıyasa gelince, bu da sözü geçen aşıtlardan herhangi birisinde bulunmayan kıyas çeşididir. Çünkü, böyle bir şey hem zandir, hem de şeytanın bir dürtmesidir. Şanı yüce Allah: "Bilmediğinin ardınca gitme" (el-îsra, 17/36) diye buyurmaktadır. Muhalif kanaati savunanların kıyası yermeye dair ileri sürdüğü zayıf hadislerle, gevşek, tutarsız haberler ise, bu kabilden şeriatte bilinen aslı bulunmayan ve yerilmiş kıyas hakkında kabul edilir. Bu bahse dair tamamlayıcı bilgiler usul (-i fıkıh) kitaplarındadır. 13Buyû'rdu ki: "Öyleyse hemen İn oradan. Artık orada kibirlenmek haddin değildir. Hemen çık git. Çünkü sen, aşağılıklardansın." "Buyû'rdu ki: Öyleyse hemen in oradan." Yani, semadan. “Artık orada kibirlenmek haddin değildir." Çünkü, orada kalmaya ehil olanlar, alçak gönüllü, büyüklenmeyen meleklerdir. "Hemen çık git. Çünkü sen aşağılıklardansın." Yani, en zelil olanlardansın. İşte bu, yüce Mevla'ya asi olanların zelil olduğuna delildir. Ebû Ravk ve el Becelî dediler ki: "Öyleyse hemen in oradan" âyeti, sahip olduğun bu suretin değişsin demektir. Çünkü o, kendisinin ateşten yaratılmış olduğunu ileri sürerek övünüp böbürlenmiştir. Yüzü karartılarak ve parlaklığı izale olunarak çirkinlestirildi. Şöyle de açıklanmıştır: "Öyleyse hemen in oradan" yani yerden, denizlerdeki adalara İntikal et. Nitekim "şu arzdan indik" denilince, bir başka mekâna intikal ettik, denmek istenir. Buna göre o, sanki yeıyüzünden denizlerdeki adalara sürülmüş ve onun otoriteleri orada gibi bir anlam çıkmaktadır. Ve buna göre o yere ancak hırsız gibi girer ve korku içerisinde bulunur. Oradan çıkıncaya kadar bu hali böylece devam eder. Ancak birinci görüş daha kuvvetlidir, buna dair açıklamalar da bundan önce el-Bakara Sûresi'nde (2/38. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 14"Bana diriltilecekleri güne kadar mühlet ver dedi. Âyetin tefsiri için bak:15 15 "Haydi öyle olsun. Sen mühlet verilmişlerdensin" buyurdu. İblis, öldükten sonra diriliş ve hesaba çekilme gününe kadar kendisine mühlet verilmesini, süre tanınmasını istedi. O, bununla ölmemeyi istemişti. Çünkü, öldükten sonra diriliş gününden sonra ölüm yoktur. Yüce Allah da ona: "Haydi öyle olsun, sen mühlet verilmişlerdensin" diye buyurdu. İbn Abbâs, es-Süddî ve başkaları derler ki; Ona, bütün mahlukatın öleceği vakit olan ilk defa Sura üfürülme vaktine kadar süre tanıdı. Ancak o, insanların âlemlerin Rabbinin huzuruna kalkacakları vakit olan ikinci üfürüşe kadar süre verilmesini istemişti. Yüce Allah onun isteğini kabul etmemişti. Öldükten sonra kimlerin diriltileceğinden daha önceden söz edilmemiş olmakla birlikte İblis: "Diriltilecekleri güne kadar" diye bir süreden sözetmişti. Buna sebep ise olayın Hazret-i Âdem ve onun soyundan gelenler hakkında oluşudur. Karine diriltilecek olanların da onlar olduğuna delâlet etmektedir. 16"Beni azgınlığa ittiğin için, ben de yemin olsun, Senin doğru yolunda onlara engel olacağım." Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. İblisin Azgınlığı Ve Küfrünün Mahiyeti: Yüce Allah'ın: "Beni azgınlığa İttiğin için" âyetinde geçen "azgınlık" anlamındaki "iğvâ", aşırı derecede sapıklık isteğinin kalbe yerleştirilmesi demektir. Kalbime yerleştirmiş olduğun sapıklık, inat ve istikbar arzusu sebebiyle... demektir Bu İblis'in küfrünün cehlî bir küfür olmayıp inadî ve istikbarî bir küfür oluşundan dolayıdır. Daha Önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/34. âyet, 6. başlık ve devamında) de buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Denildiğine göre buradaki ifade yemin anlamındadır. Yani, beni azgınlığa ittiğin için andederim ki, şüphesiz ben, onlara Senin doğru yolunu engelliyeceğim. Ya da, onların yolu üzerinde duracağım, demektir. Bunun bu anlamının delili de yüce Allah'ın Sâd Sûresi'nde naklettiği şu âyettir: "Dedi ki: İzzetin hakkı için hepsini muhakkak azdıracağım..." (Sâd, 38/82) Sanki İblis, kullara musallat olma manasını da taşıdığından dolayı Allah'ın kendisini azdırmasının kadrini büyük görerek, Allah'ın nezdindeki bu kadrini de ta'zim kastıyla bu azgınlığına yemin etmiş gibidir Bunun yemin değil de sebep anlamına geldiği de söylenmiştir ki, buna göre şöyle demiş gibi olur: Sen beni azdırdığın için... Bunun, beraberlik anlamını İfade ettiği de söylenmiştir. Yani: Senin beni azdırmanla birlikte... Soru anlamına geldiği de söylenmiştir. Sanki o, yüce Allah'a kendisini ne ile azdırdığını sormuş gibidir. Ancak, buna göre âyetin; Beni ne diye azdırdın? şeklinde "mim" harfinden sonra "elifsız olarak gelmesi gerekirdi. Anlamın, beni lânetlemen suretiyle beni helâk ettiğin için... şeklinde olduğu da söylenmiştir. Çünkü iğvâ, helâk etmek anlamına da gelir. Nitekim Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: "Onlar, yakında ğayy ile karşılaşacaklardır." (Meryem, 19/59) Yani, helâk olmakla karşı karşıya kalacaklardır. Sen beni saptırdığın için... anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü iğvâ, saptırmak ve uzaklaştırmak demektir. Bu açıklamayı da İbn Abbâs yapmıştır. Beni rahmetinden mahrum bırakarak hüsrana uğrattığın için, anlamında olduğu da söylenmiştir. Şairin şu mısraı da bu kabildendir. "Kim de ziyana uğrarsa, bu ziyanı dolayısıyla kınayıcısız kalmaz." İbnü'l-Arabî der ki: Bu kökten gelen fiiller, kişinin İşi aleyhine olarak bozulduğu yahut bizzat kendisi bozulduğu vakit kullanılır. İşte yüce Allah'ın: "Âdem Rabbine isyan etti ve (işi) bozuldu (ğavâ.)." (Tâ-Hâ, 20/121) Yani cennetteki yaşayışı bozuldu demektir. Deve yavrusunun, annesinin sütünü emip gelmesini sağlamadığı takdirde de; tabiri kullanılır. 2. Allah, Hidayetin De Dalâletin De Yaratıcısıdır: Ehl-i Sünnetin görüşüne göre yüce Allah, İblis'i dalâlete götürmüş ve onda küfrü yaratmıştır. O bakımdan burada iğvâ edilmesini yüce Allah'a nisbet etmiştir. Hakikat de budur. Çünkü malılukat arasında Allah'ın yaratmadığı hiç bir şey yoktur, Onun iradesinden sadır olmadık hiç bir şey yoktur. Ancak İmâmiye, Kaderiyye ve diğerleri, kendilerine süslü gösterdiği her hususta İblis'e itaat ettikleri halde, bu meselede ona itaat etmeyerek; "İblis hata etmiştir. Çünkü o, bu şekilde azdırılmayı Rabbine nisbet etmekle hataya ehil olmuştur, yüce Allah bundan münezzehtir" derler. Onlara şöyle denilir: İblis, her ne kadar hataya ehil birisi ise de, peki mükerrem ve masum bir peygamberin benzeri İfadeleri hakkında ne dersiniz? İşte Nûh (aleyhisselâm)'ın kavmine şöyle dediğini görüyoruz: "Eğer Allah sizi iğva etmek (saptırmak, ya da helâk etmek) isterse ben size öğüt vermek istesem bile bu öğüdüm size fayda vermez. O sizin Rabbinizdir ve nihayet yalnız O'na döndürüleceksiniz." (Hûd, 11/34) Rivâyet olunduğuna göre, Tavus'a, Mescid-i Haram'da bulunduğu sırada bir adam gelir. Bu kişinin Kaderiyyeden olduğu söylenmekle birlikte, ileri gelen fakihlerden idi. Tavus'un yanına oturdu, Tavus kendisine: Sen mi kalkarsın, yoksa kaldırılır mısın? Sen bunu fakih bir kişiye mi söylüyorsun denilince; Tavus şöyle dedi: İblis ondan daha fakih idi. Çünkü İblis: "Rabbim beni azgınlığa ittiğin için" dediği halde, bu adam: Kendi kendimi ben azdırıyorum, demektedir. 3. Îblis'in Doğru Yoldan Gitmek İsteyenlere Engel Olması: " de yemin olsun, senin doğru yolunda onlara engel" yani onları o yoldan alıkoymak ve batılı kendilerine süslü göstermek suretiyle, "engel olacağım." Bu da "beni azgınlığa İttiğin için" âyetindeki iğvâ ile ilgili olarak açıklanan üç anlama uygun olarak: Kendisi helâk olduğu gibi onlar da helâk olsun, yahut kendisi sapıttığı, gibi onlar da sapıncaya, yahut kendisi ziyana uğratıldığı gibi onlar da ziyana uğratılsın diye. Dosdoğru yol (es-Sıratu’l-Mustakim); cennete götüren yol demektir. "Senin yolunu" kelimesi veya edatının hazfedilmiş olmasına göre nasbedilmiştir. Nitekim Sîbeveyh: "Zeyd sırta ve karna vurdu," demek de böyledir. Ayrıca Sîbeveyh şu beyiti de nakletmektedir: "Yumuşaktır o (mızrak), elin sallamasıyla o da sallanıveriyor Hızlıca koşup giden tilkinin yolda kıvrılarak gidişi gibi." (Şair burada Kurtubi’nin İşaret ettiği harf-i cerleri kullanması gerektiği halde kullanmamıştır). 17"Sonra yine yemin olsun, önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım. Böylece çoğunu şükredenlerden bulamayacaksın." Şanı yüce Allah'ın: "Sonra yine yemin olsun önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım" âyetinin te'vili ile ilgili olarak yapılmış en güzel açıklamalardan birisi de şudur: Yani, yemin olsun onları haktan saptıracağım. Dünyaya rağbetlerini artıracak, ahiret hakkında da şüpheye düşmelerini sağlayacağım. İşte bu da sapıklığın en ileri derecesidir. Nitekim önceden de geçtiği üzere O: "Yemin olsun onları saptıracağım" (en-Nisa, 4/119) demişti. (Bk. aynı âyetin tefsirinde 1, 2 numaralı başlıklar ve devamı). Süfyan, Mansur'dan, O, el-Hakem b. Uteybe'den şöyle dediğini nakletmektedir: "Önlerinden" dünyalarından, "arkalarından" âhiretlerinden, "sağlarından" yani hasenatlarından, "sollarından" yani seyyiatlarından "onlara sokulacağım" demektir. en-Nehhâs da der ki: Bu güzel bir açıklamadır. Bunu daha da açıklayacak olursak: "Sonra yine yemin olsun önlerinden" yani, dünyada bulunan âyetleri, geçmiş ümmetlerin haberlerini yalanlayıncaya kadar dünyalarından, "arkalarından" yani, âhireti yalanlayıncaya kadar âhiretlerinden, "sağlarından" onların hasenatından ve dinleri ile ilgili çeşitli hususlardan -ki, yüce Allah'ın: "Gerçekten siz bize sağdan gelirdiniz" (es-Sâffat, 37/28) âyeti de buna delalet etmektedir-; "sollarından" yani, günahlarından. Yani, şehvetlerine tabi olmalarını sağlayarak -çünkü şehvetlerini onlara süslü gösteren odur- "onlara sokulacağım, böylece çoğunu şükredenlerden" yani, Seni tevhid eden, itaat eden ve şükürlerini açığa vuran kimselerden "bulamayacaksın." 18"Kınanmış ve küçültülmüş olarak çık oradan! Yemin ederim ki, onlardan kim sana uyarsa, cehennemi hep sizden dolduracağım" buyurdu. "Kınanmış ve küçültülmüş olarak çık oradan." Yani, cennetten. Kınanmış ve küçültülmüş olarak" âyetindeki; kınanmış olarak demektir. Bunun mastarı olan; Ayıp ve kusur" demektir. İbn Zeyd der ki; ile aynı şeydir. (Kınanmış anlamında). Aynı anlamda olmak üzere: "Onu kınadım, denilir. el-A'meş ise, bu kelimeyi; şeklinde okumuştur ki, anlamı birdir. Şu kadar var ki o, "hemze"yi (telaffuz etmeyerek) hafif okumuştur. Mücahid der ki: Mezmûn, sürgün edilmiş demektir. Her iki anlam da birbirine yakındır. Medhûr ise, uzaklaştırılmış, kovulmuş demektir. Bu açıklamalar da Mücahid ve başkalarından nakledilmiştir, asıl anlamı da itmektir. "Yemin ederim ki, onlardan sana kim uyarsa cehennemi hep sizden dolduracağım." âyetindeki: Yemin ederim ki... kim" ifadesinin başındaki "lâm" kasem içindir. Cevabı ise; Cehennemi... dolduracağım" ifadesidir. Birincisinin "te'kid lâm"ı, ikincisinin "kasem lâm"ı olduğu da söylenmiştir. Buna delil ise şudur: Kıraatin dışında bu türden olan birinci "lâm"ın hazf edilmesi mümkün olmakla birlikte, ikinci "lâm"ın hazfedilmesi mümkün değildir. İfadede şart ve ceza anlamı da vardır. Yani, sana kim tabi olursa Ben de onu azaplandıracağım, demektir. Âsım, Ebû Bekr b. Ayyâş'ın rivâyetine göre; şeklinde "lâm" harfini esreli olarak okumuştur. Ancak, bazı nahivciler bunu kabul etmezler. en-Nehhâs şöyle demektedir: Bu okuyuşun takdiri -doğrusunu en iyi bilen Allahtır- Sana tabi olduğundan dolayı... şeklindedir, "Senin için filana ikramda bulundum," demek gibi. Mana şöyle de olabilir: "Küçültülmek, sana tabi olacaklar içindir." "Hep sizden" âyetinin anlamı ise, yani sizden ve Âdemoğullarından demektir. Çünkü, Âdemoğullarından daha önceden: "Yemin olsun ki, sizi yarattık..." (el-A'raf, 7/11) âyeti ile söz edilmiş ve onlara hitap edilmiştir. 19"Ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleşin. İkiniz de dilediğiniz yerden yeyin. Yalnız bu ağaca yaklaşmayın. O zaman zâlimlerden olursunuz." Yüce Allah, İblisi semâdaki yerinden çıkarttıktan sonra Âdem'e: Sen ve Havva cennete yerleşin, diye hitab etti. Bu yerleşmenin ne anlama geldiğine dair açıklamalar, el-Bakara Sûresi'nde (2/35. âyet, 1. ve 2. başlıklar vd.) geçmiş bulunmaktadır. Burada ayrıca tekrara gerek yoktur, Yine "Yalnız bu ağaca yaklaşmayın" âyetine dair açıklamalar orada (2/35. âyet, 7 ve 8. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun. 20Derken şeytan kendilerine gizli bırakılmış avret yerlerini göstermek için onlara vesvese verdi ve: "Rabbiniz size bu ağacı ancak iki melek yahut ebedî kalanlardan olmayasınız diye yasakladı" dedi. Yüce Allah'ın: "Derken şeytan... onlara" ikisine "vesvese verdi" denildiğine göre o, yılanın kendisini içeri sokması suretiyle cennetin içinde bu vesveseyi onlara vermiştir. Kendisine bu hususta verilen imkân vasıtasıyla cennetin dışından bu vesveseyi verdiği de söylenmiştir. Yine bu husus, el-Bakara Sûresi'nde (2/36. âyet, 2. başlık vd) geçmiş bulunmaktadır. Vesvese, gizli ses, nefsin kendi kendisine tasarladıkları anlamına gelir. O bakımdan; "Nefsi kendisine vesvese verdi," denilir, Vesvâs ise, zelzâl gibi isimdir. Avcının, köpeklerin gizli fısıltılarına, süs, zinet eşyalarının seslerine de vesvâs denilir. Şair el-A'şâ der ki: "Ayrılıp gittiğinde zinetlerinin bir sesini işitirsin. (Ses çıkartan bir ağaççık olan) ışrik ağacının esen rüzgârla ses çıkarması gibi." Vesvâs, şeytanın bir ismidir. Nitekim yüce Allah: "O vesvese veren ve sinen. (şeytan)ın şerrinden..." (en-Nâs, 114/4) diye buyurmaktadır. "Kendilerine... göstermek için" yani, kendilerine açiğa çıkarmak için. Buradaki "lâm," "lâm-ı âkibet" (yani, sonunda meydana gelecek olan hususu ifade etmek için kullanılan lanı) diye bilinir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "...Sonunda onlara adavete ve hüzünlerine sebep olsun." (el-Kasas, 28/8) "Key lâm"ı (... diye, için anlamını veren lâm) olduğu da söylenmiştir. "Gizli bırakılmış" yani kendilerine gizii bırakılıp üstü örtülmüş demektir. Kur'ân'ın dışındaki kullanımlarda bu fiil; şeklinde Vakti tayin edilmiş, belirlenmiş gibi okunması da caizdir. Avret yerlerini." Ferce, "avret" deniliş sebebi, açılması sahibinin hoşuna gitmediğinden ötürüdür. Bu da avretin açılışının çirkin bir şey olduğunu göstermektedir. Denildiğine göre, avretleri başkalarına değit de kendilerine göründü. Üzederinde avretleri görünmeyecek şekilde çiçekler vardı. Ve bu çiçekler zail oldu. Üzerlerinde bir elbise bulunup sonradan bunun döküldüğü de söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ancak “İki melek... olmayasınız diye" âyetindeki nasb mahallindedir. Anlamı da; "Olmanız islenmediğinden... şeklinde olup, muzaf hazfedilmiştir. Basralıların görüşü budur. Kûfeliler ise; Olmayasınız diye" anlamındadır derler. Şöyle de açıklanmıştır: Hayır ve şerri bilen iki melek olmayasınız diye bu yasağı koymuştur. Denildiğine göre Âdem ebedi kalmak istedi. Çünkü o, meleklerin kıyâmet gününe kadar ötmeyeceklerini bilmiş idi. en-Nehhâs da der ki: Yüce Allah, meleklerin Kur'ân-ı Kerîm'de birden çok yerde bütün mahlukattan daha faziletli olduğunu açıklamıştır. İşte bu açıklamanın yapıldığı âyetlerden birisi de: "İki melek...olmayasınız diye" âyetinde yer almaktadır. Yüce Allah'ın; "Ben bir meleğim de demiyorum" (Hûd, 11/31); "Mukarreb meleklerde" (en-Nisa, 4/172) âyeti da bu kabildendir. el-Hasen der ki: Allah, melekleri suret, kanat ve mukerrem kılınmakla üstün tutmuştur. Başkaları da şöyle demektedir: Yüce Allah, itaatle ve masiyeti terketmekle onları üstün kılmıştır. İşte bundan dolayı her hususta üstünlük (daha fazla faziletli oluş) sözkonusu olmakladır. İbn Fûrek ise der ki: Bu âyet-i kerimede (buna dair) bir delil yoktur. Çünkü bu âyet ile yiyecek bir şeye arzu duymamaları bakımından iki melek olmalarını kastetmiş olması ihtimali de vardır, İbn Abbâs, ez-Zeccâc ve bir çok ilim adamının tercihine göre, mü’minler meleklerden üstündür. Buna dair açıklamalar, daha önce el-Bakara Sûresi'nde (el-Bakara, 2/33. âyet 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. el-Kelbî der ki: Cebrâîl, Mikâil, İsrafil ve ölüm meleği gibi meleklerden bir kesim müstesna mü’minler bütün mahlukattan üstün tutulmuşlardır. Çünkü bu melekler, Allah'ın rasullen (elçileri) arasındadırlar. Her bir kesim, şeriatte yer alan zahiri bir takım delillere yapışmıştır. Fazilet, şüphesiz Allah'ın elindedir. İbn Abbâs, " İki hükümdar" şeklinde-"lâm" harfini esreli olarak okumuştur. Bu aynı zamanda Yahya b. Ebi Kesir ve ed-Dahhâk’ın da kıraatidir. Ancak, Ebû Amr b. el-Ala, "lâm" harfinin esreli olarak okunuşunu kabul etmeyerek şöyle der: Âdem (aleyhisselâm)'dan önce herhangi bir melik (hükümdar) yoktu ki, her ikisi de iki tane melik olmamaktan çekinsinler. en-Nehhâss der ki: Bu kıraate göre "lâm" harfinin sakin okunması câiz olmakla birlikte, birinci kıraate göre -fethanın hafif oluşu dolayısıyla- câiz değildir. İbn Abbâs der ki: Mel'un, onlara mülk sahibi olmak cihetinden yaklaştı. Bundan dolayı: "Sana ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir mülkü göstereyim mi?" (Tâ-Hâ, 20/120) dedi. Ebû Ubeyd de Yahya b. Ebi Kesir'in (kendi kıraatine) "sonu gelmez bir mülke" anlamındaki âyetinin apaçık bir delil teşkil ettiğini ileri sürmekte ve: İnsanlar bu kıraati terk ettiğinden dolayı biz de bu kıraati terkettik, demektedir. en-Nehhâs der ki: (İki hükümdar anlamında) "lâm" harfinin esreli okunuşu şaz bir kıraattir, demektedir. Ebû Ubeyd'in bu açıklaması kabul edilmeyerek aşın bir hata olarak değerlendirilmiştir. Esasen Âdem (aleyhisselâm)'ın mülk taleb edenlerin nihai mülkü olan cennetin mülkünden daha lazla bir mülke ulaşabileceğini sanması düşünülebilir mi? Diğer taraftan "ve sonu gelmez bir mülk"ün cennetin mülkünde kalmak ve içinde ebedi olarak devam etmekten başka bir anlamı da olamaz. 21Ve: "Şüphesiz ben size öğüt verenlerdenim" diye her ikisine de yemin etti. Yüce Allah'ın: "Her ikisine de kasem etti", yemin etti anlamındadır. Şair der ki: "Allah adına olanca yemin etti ona; şüphesiz ki sîz Kovanından topladığımız vakit baldan da lezzetlisiniz." Burada görüldüğü gibi bu fiil, tek bir kişi olduğu halde vezninde kullanılmıştır. Bu'da vezin ancak karşılıklı iki kişinin bir işi yapması halinde kullanılır, diyenlerin görüşünü reddetmektedir. Buna dair açıklamalar da daha önce el-Mâide Sûresi'nde geçmiş bulunmaktadır. "Şüphesiz ben size öğüt verenlerdenim" ifadesinin takdiri: Şüphesiz ben size öğüt verenlerden bir öğütçüyüm, şeklindedir. Bu açıklamayı Hişam en-Nahvî yapmıştır. Buna benzer bir açıklama da önceden el-Bakara Sûresi'nde geçmiş bulunmakladır. İfade: Siz bana uyun, ben size doğruyu göstereceğim, anlamındadır. Bunu da Katade nakletmektedir. 22Nihayet ikisini de aldatarak aşağıya düşürdü. Ağacı tatdıklarında avret yerleri kendilerine göründü ve üzerlerine cennet yapraklarından üst üste koyarak örtmeye başladılar. Rabbleri her ikisine: "Ben size bu ağacı yasak etmedim mî ve size şeytan muhakkak sîzin apaçık bir düşmanınızdır demedim mi?" diye seslendi. Âyetin tefsiri için bak:24 23"Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer bize mağfiret ve rahmet etmezsen muhakkak ki zarara uğrayanlardan oluruz" dediler. Âyetin tefsiri için bak:24 24Buyû'rdu ki: "Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Siz, yer yüzünde bir süreye kadar yerleşip kalacak ve orada geçineceksiniz." Yüce Allah'ın: "Nihayet İkisini de aldatarak aşağıya düşürdü" Ebû Dâvûd, Edeb 5; Tirmizî, ... 41; Müsned, II. âyeti ikisini de helake götürdü, demektir, İbn Abbâs der ki: Onları yemin ile aldattı. Âdem ise, her hangi bir kimsenin Allah adına yalan yere yemin edeceğini sanmıyordu. Böylelikle verdiği vesvesesi ve yemini ile onları aldatmış oldu. Katade der ki: Onları aldatıncaya kadar onlara Allah adına yemin edip durdu. Kimi zaman mü’min Allah ile de aldaulabilir. İlim adamlarından birisi şöyle dermiş: Allah ile bizi aldatmaya kalkışan, sonunda bizi aldatır. Hazret-i Peygamberden gelen hadiste de şöyle buyrulmaktadır: "Mü’min çabuk kanar ve kerimdir. Facir ise hilekâr ve bayağıdır." Neftaveyh de bu hususu şöylece dile getirmektedir: "Şüphesiz kerim olanı istersen kandırabilirsin Bayağı olan kimsenin ise, tecrübeli olup aldatılmadığını görürsün." "İkisini de... aşağıya düşürdü." âyeti ile aynı kökten gelen: "Kovasını sarkıttı" anlamındadır. ise, çıkarttı manasınadır Bu kelimenin, onlara cüret kazandırdı demek olduğu da söylenmiştir. Yani. masiyete karşı onlara cüret verip cesaretlendirerek sonunda cennetten çıkmış oldular. Yüce Allah’ın: "Ağacı tattıklarında avret yerleri kendilerine göründü ve üzerlerine cennet yapraklarından üst üste koyarak Örtmeye başladılar" âyetine dair açıklamalarımızı da üç başlık halinde sunacağız: "Ağacı tattıklarında" yani ağaçtan yediklerinde, demektir. Bu ağacın hangisi olduğu hususu ile Âdem'in bu ağaçtan nasıl yediği ile ilgili farklı görüşler, el-Bakara Sûresi'nde (2/35. âyet, 7, başlık vd) geçmiş bulunmaktadır. "Avret yerleri kendilerine göründü." Önce Havva yedi, ona bîrşey olmadı. Âdem de yiyince bu sefer cezaya çarpıldılar. Çünkü, daha önce el-Bakara Sûresi'nde de (az önce işaret edilen yerler) geçtiği üzere nehiy her ikisi hakkında sözkonusu idi. İbn Abbâs der ki: Üzerlerinde elbise gibi duran beyaz çiçeği andıran örtü geri çekildi, el ve ayaklarda tırnaklara dönüştü. 2. Açılan Avretlerin Örtülmesi: "Başladılar" kelimesinin (mastarında) "fe" harfinin sakin olması da mümkündür. el-Ahreş ise, mazi ve muzari fiillerinin; şeklinde kullanıldığını nakletmektedir. Bu fiil işe başlamak anlamına gelir, Üst üste koyarak örtmeye..." âyetini el-Hasen, "hı" harfini esreli, "sad" harfini de şeddeli olarak okumuştur. Bunun aslı ise şeklinde olup, "te" harfi "hı" harfine idğam edilip iki sakin yan yana geldiğinden dolayı "hı" harfini esreli okumuştur. İbn Bureyde ve Yakub ise "hı" harfini üstün olarak okumuşlar ve "te" harfinin harekesini ona vermişlerdir. "Ye" harfi ötreli olarak; şeklinde; den gelmiş gibi de okunabilir. ez-Zührî ise şeklinde, den gelmiş olarak okumuştur. Her iki şekil de hemzeli veya şeddeli okuyuş ile nakledilmiştir. Âyet da: Örtünmek kastı ile yaprak koparıp üzerlerine yapıştırmaya başladılar, demek olur. Ayakkabıyı dikti," ifadesi de buradan gelmektedir. Ayakkabılara yama vuran kimseye de; denilir. ise, biz (ayakkabıyı dikmek için iğneye yol gösteren delici) anlamındadır. İbn Abbâs der ki: (Sözü geçen yaprak) incir yaprağıdır, rivâyet olunduğuna göre Âdem (aleyhisselâm)'ın avreti ortaya çıkınca cennet ağaçlarını dolaşıp, oradan avretini örtmek üzere bir yaprak almak istemiş, fakat cennet ağaçları onu azarlamıştı. Nihayet incir ağacı ona acıyarak ona bir yaprak vermişti. İşte "cennet yapraklarından üst üste koyarak örtmeye başladılar" âyetinde kastedilenler Âdem ile Havva'dır. Allah da incir ağacını tatlılık ve fayda bakımından zahiri ile batınını bir birine eşit kıldı ve her yıl ona iki defa meyve verme özelliğini kazandırarak mükâfatlandırdı. 3. Avreti Açmanın Çirkinliği Ve Tesettürün Güzelliği: Âyet-i kerimede avreti açmanın çirkin olduğuna ve Allah'ın avretlerini örtmeyi kendilerine vacip kıldığına delil vardır. İşte bundan dolayı onlar hemen avretlerini örtmeye koşmuşlardır. Cennette böyle bir emrin onlara verilmesine mani bir husus yoktur. Nitekim her ikisine de: "Yalnız bu ağaca yaklaşmayın" denilmişti. "el-Beyân" sahibi, Şâfiî'den şöyle dediğini nakletmektedir: Örtünmek için ağaç yaprağından başka hiçbir şey bulamayan bir kimsenin bununla örtünmesi gerekir. Çünkü, bu şekilde bir örtünme de mümkün olan ve dışa karşı bir örtmedir. Nitekim, Âdem de cennette böyle yapmıştı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah kendilerine: "Rabbleri her ikisine: Ben size bu ağacı yasak etmedim mi? Ve şeytan muhakkak sizin apaçık bir düşmanınızdır, demedim mi?" diye seslendi. "Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bize mağfiret ve rahmet etmezsen muhakkak ki zarara uğrayanlardan oluruz dediler" âyetine gelince; yani, yüce Allah onlara... ben size bu ağacı yasak etmedim mi diye buyurdu, onlar da; "Rabbimiz!" diye nida ettiler. Bu. izafet terkibi halindeki bir nidadır, aslı da "Ey Rabbimiz" şeklindedir. Buradaki Ey, nida edatının hazfinde ta'zim manası bulunduğu da söylenmiştir. Her İkisi de günahlarını itiraf ettiler ve tevbe ettiler. -Her ikisine de Allah'ın salât ve selâmı olsun-. Bu husus, el-Bakara Sûresi'nde (2/36. âyet ile 37. âyetin 2. başlık vd) geçmiş bulunuyor. Yüce Allah'ın: "Buyû'rdu ki:... inin" bu âyete dair açıklamalar da -âyetin sonuna kadar olanlar da dahil- önceden (el-Bakara, 2/36. âyette) geçmiş bulunmaktadır. 25"Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz, yine oradan çıkarılacaksınız" buyurdu. Buradaki bütün zamirler "yere" aittir, Âyet-i kerimenin başındaki; "Buyû'rdu" âyetinin başında "vav" gelmemiştir. Gelmesi de caizdir. Bu da: "Zeyd Amr'a şunu dedi, ona şunu dedi" demeye benzer. 26Ey Âdemoğulları, size avret yerlerinizi örtecek bir libâs ile giyip süsleneceğiniz bir elbise indirdik. Takva elbisesine gelince, o daha hayırlıdır. Bu, Allah'ın âyetlerindendir. Belki öğüt alırlar. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Ey Âdemoğulları size avret yerlerinizi örtecek bir libas... indirdik" âyeti ile ilgili olarak çoğu ilim adamı şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme, avreti örtmenin vücubuna delildir. Çünkü yüce Allah: "Avret yerlerinizi örtecek" diye buyurmaktadır. Kimisi de şöyle demektedir: Bu âyet-i kerimede onların sözünü ettikleri hususa delil teşkil edecek bir taraf yoktur. Aksine bunda sadece bununla Allah'ın bize nimet İhsan etmiş olduğuna delalet vardır, o kadar. Derim ki: Birinci görüş daha sahihtir. Avretin örtülmesi de bu nimetlerin bir parçasıdır. Böylelikle şanı yüce Allah, Âdemoğlunun zürriyetine avretlerini örtecek şeyleri yaratmış olduğunu beyan etmekte ve tesettürün emr olunduğuna delâlet etmektedir. Başkalarının görmesine karşı avretin örtülmesinin vücubu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Ancak, avretin ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Ebi Zi'b der ki: Avret, erkekte, fercin kendisidir. Yani kubül ve dübürdür, başka da yoktur. Bu aynı zamanda Davud'un, Zahirîlerin, İbn Ebi Able'nin ve Taberî'nin de görüşüdür. Çünkü yüce Allah: "Avret yerlerinizi örtecek"; "Avret yerleri kendilerine göründü" (el-A'râf, 7/22) diye buyurmuştur. Buhârî'de de Enes'ten şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hayber sokağında (bineğini) yürüttü -hadiste şunlar da zikredilmektedir:- Sonra elbisesini baldırından yukarıya doğru çekti. Halta (şu anda ben) Allah'ın Peygamberinin -Allah'ın salât ve selâmı üzerine olsun- baldırının beyazlığını görüyor gibiyim. Bukârî, Salât 12; Müslim, Nikâh 84, Cihâd 120; Müsned, III, 102. Mâlik der ki: Göbek çukuru avret değildir. Bununla birlikte erkeğin, hanımının huzurunda baldırım açmasını hoş görmüyorum. Ebû Hanîfe der ki: Dizkapağı avrettir. Bu, Atâ'nın da görüşüdür. Şâfiî de der ki: Ne göbek çukuru, ne de dizkapakları -sahih olan görüşe göre- avret değildir. Ebû Hâmid et-Tirmizî’nin naklettiğine göre ise, göbek çukuru hususunda Şâfiî'nin İki görüşü vardır. Mâlik'in delili Hazret-i Peygamber'in Cerhed'e: "Baldırını ört. Çünkü baldır avrettir" demiş olmasıdır." Tirmizî, Edeb 40; Ebû Dâvûd, ...... 1; Müsned, I, 478. 479. Buhârî, bu hadisi muallak olarak zikretmiş ve şöyle demiştir: Enes'in rivâyet ettiği hadis, sened itibariyle daha sağlamdır, Cerhed'in rivâyet ettiği hadis ise daha ihtiyatlıdır. Tâ ki, kişi (bu ihtiyata riâyet etmek suretiyle) fukâhanın ihtilâfından kurtulmuş olsun. Buhârî, Salat 12. Cerhed'in bu hadisi de Ebû Hanîfe'nin dediğinin hilâfına delil teşkil etmektedir. Rivâyete göre Ebû Hüreyre, el-Hasen b. Ali'nin göbek çukurunu öpmüş ve şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) seni nereden öpüyor idiyse ben de seni aynı yerden öpüyorum. Şayet göbek çukuru avret olsaydı, Ebû Hüreyre de orayı öpmezdi, el-Hasen de ona böyle bir İmkân tanımazdı. Hür kadına gelince; yüz ve eller müstesna her yeri avrettir. İlim ehlinin çoğunluğu da bu görüştedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur; "Her kim bir kadın ile evlenmek isterse, onun yüzüne ve ellerine baksın." Çünkü, ihramlı İken de açılması vacib olan azalar da bunlardır. Ebû Bekr b. Abdurrahman el-Haris b. Hişam der ki: Tırnağı da dahil olmak üzere kadının her şeyi avrettir. Ahmed b. Hanbel'den de buna yakın bir görüş nakledilmiştir. Ummu’l-Veled (efendisinden çocuğu bulunan cariye) hakkında ise el-Esrem şöyle demektedir: Ben Onun -yani Ahmed b. Hanbel'in- Um Veled'in nasıl namaz kılacağına dair sorulan soruya şu cevabı verdiğini duydum: Başını ve ayaklarını örter. Çünkü, öyle bir cariye satılamaz. Ve hür bir kadının namaz kıldığı gibi o da namaz kılar. Cariyeye gelince, onun da göğsünün alt tarafı avrettir. O, başını ve bileklerim açabilir. Erkek hükmünde olduğu söylendiği gibi, başını ve göğsünü açmasının mekruh olduğu da söylenmiştir. Hazret-i Ömer de cariyeleri başlarını öttükleri için vurur ve: Hür kadınlara benzemeyin, dermiş. Esbağ da der ki: Baldırı açılacak olursa, vakit çıkmarmşsa namazını iade etmesi gerekir. Ebû Bekr b. Abdurrahman el-Haris b. Hişam der ki: Cariyenin tırnağı da dahil olmak üzere her şeyi avrettir. Ancak bu, fukahanın görüşlerinin dışına çıkmaktır. Zira fuhaka, hür kadının farz namazı elleri ve yüzü açık olduğu halde kılabileceğini ve bu şekilde bunların yere değeceğini icma ile kabul etmişlerdir. Cariye hakkında hükmün böyle olması öncelikle sözkonusudur. Um Veled'in durumu ise, cariyeye nisbetle daha ağırdır. Küçük çocuğun ise, avretinin hürmeti yoktur. Küçük kız, göze gelecek ve arzulanacak bir hale geldi mi, avretini örter. Ebû Bekr b. Abdurrahman'ın delili yüce Allah'ın şu âyetidir: "Ey Peygamber, zevcelerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına de ki: Cilbablarını (dış elbiselerini) üzerlerine giyinsinler..." (el-Ahzab, 33/59) Bir diğer delili de Ummu Seleme yoluyla gelen şu Hadîs-i şerîftir: Ona: Kadın hangi elbiseler ile namaz kılar, diye sorulmuş, O da şu cevabı vermiştir: Kadın dış gömlek ile ayaklarının üst taraflarını dahi örten bürüyücü baş örtüsü içerisinde namaz kılar. Muvatta’', Salâtu'l-Cumua 36. Bu hadis, merfu' olarak da rivâyet edilmiştir. Fakat onu Ummu Seleme'den mevkuf olarak rivâyet edenler daha çok ve hıfz bakımından daha ileridirler. Bunlar arasında Mâlik, İbn İshak ve başkaları da vardır. Bk. İbn Abdi'l-Berr, el-lstiskâr, V, 441. Ebû Dâvûd der ki: Bu hadisi, Abdurrahman b. Abdullah b. Dinar, Muhammed b. Zeyd'den, o, annesinden, O da Ummu Seleme'den şöylece merfu' olarak rivâyet etmektedir: Ummu Seleme Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sordu... Ebû Dâvûd, Salât 83. Ebû Ömer der ki: Burada sözü edilen Abdurrahman, hadis âlimlerince zayıf bir ravi olarak kabul edilmiştir. Şu kadar var ki, Buhârî onun hadisinin bir bölümünü de rivâyet etmiştir. Ancak, bu husustaki icma, gelen bu rivâyetten daha güçlüdür. 2. İndirilen Libâs'ın Mahiyeti: Yüce Allah: "Size... bir libâs... indirdik" âyeti ile kastedilen pamuk ve ketenin bitmesini sağlayan, kendilerinden yün, kıl ve tüylerin alındığı davarların hayatta kalmasına neden olan yağmurdur. O halde bu âyet, ileride geleceği üzere yüce Allah'ın: "Ve sizin için davarlardan sekiz çift indirdi" (ez-Zümer, 39/6) âyeti gibi mecazî bir ifadedir. Şöyle de açıklanmıştır: Buradaki "indirme"den kasıt, Âdem ve Havva ile birlikte başkalarına bir örnek teşkil etmek üzere bir miktar elbisenin indirilmesidir. Saîd b. Cübeyr der ki: "Size... indirdik", sizin için yarattık demektir. Tıpkı -ileride de geleceği gibi- yüce Allah'ın: "Ve O sizin için davarlardan sekiz çift indirdi" (ez-Zümer, 39/61) âyetinin "yarattı" anlamına gelmesi gibi. Bunun: Biz size elbisenin ne şekilde yapılacağı ilhamını verdik, anlamına geldiği de söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Giyip süsleneceğiniz bir elbise" âyetini, Ebû Abdurrahman, el-Hasen ve el-Mufaddal ed-Dabbî'nin rivâyetine göre Âsım ile el-Hüseyn b. Ali el-Cu'rînin rivâyetine göre de Ebû Amr; şeklinde okumuşlardır. Ebû Ubeyd ise böyle bir kıraati sadece el-Hasen'den rivâyet etmiş ve anlamına dair bir açıklamada bulunmamıştır. Bu kelime; (........)'in çoğuludur. Bu da mal ve elbise kabilinden olan şeyler hakkında kullanılır. el-Ferrâ' der ki: (........) seklinde (........)'in kullanıldığı gibi kullanılır. " Kuş tüyü," Allah Teala'nın kuşu kendisi vasıtasıyla örttüğü şeyin adıdır. Bunun bolluk ve rahat geçim anlamına geldiği de söylenmiştir. Dil bilginlerinin çoğunluğunun kabul ettiği görüş, bu kelimenin insanı örten elbise veya geçim anlamında kullanıldığıdır. Sîbeveyh şu beyiti nakletmektedir: "Giyimim yahut geçimim sizdendir. Sevgim, (aklım, fikrim) sizinledir. Sizin (beni) ziyaretiniz nadiren olsa bile." Ebû Hatim de Ebû Ubeyde'den (...........) ifadesinin; "ona üzerindeki takım ve sair kılığı ile birlikte bir binek bağışladım" anlamında kullanıldığını nakletmektedir. Yüce Allah: "Takva elbisesine gelince, o daha hayalıdır" âyeti ile takvanın en hayırlı elbise olduğunu beyan etmektedir. Nitekim şair şöyle demektedir: "Eğer kişi takvadan bir elbise giyinmemiş ise O, çıplak gezer, dolaşır, giyinik olsa dahi Kişinin en hayırlı elbisesi Rabbine itaatidir. Hayır yoktur, Allah'a isyan edende." Kasım b. Mâlik, Avf b. Ma'bed el-Cuhenî'den: "Takva elbisesi" hayadır, dediğini nakletmektedir. İbn Abbâs da: "Takva elbesesi" amel-i salih demektir, diye açıklamıştır. Yine İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre, takva elbisesi, yüzde görünen (yüze yansıyan) güzel görünüş demektir. Yüce Allah'ın öğretip kendisiyle hidayete ulaştırdığı şey anlamına geldiği de söylenmiştir. Yine "takva elbisesi" giyimiyle yüce Allah'a karşı tevazu arz olunan ve onlarla Allah'a ibadet olunan yün ve kaba giyecekler, başkalarından hayırlıdır, diye de açıklanmıştır. Zeyd b. Ali de şöyle demiştir: "Takva elbisesi" zırh ve miğfer, bilekler ve bacaklardır. Savaşta bunlarla korunulur. Urve b. ez-Zübeyrde: "Takva elbisesî" Allah'a karşı duyulan haşyettir, demiştir. Şöyle de açıklanmıştır, takva elbisesi, Allah'ın emir ve yasakları hususunda Allah'a karşı takvalı olma duygusunu hissetmektir. Derim ki: Sahih olan da budur. İbn Abbâs ve Urve'nin görüşleri de bu anlama gelir. Zeyd b. Ali'nin açıklaması da güzeldir. Çünkü o, bu açıklamasıyla cihada teşvik etmektedir. İbn Zeyd ise bunun setr-i avret anlamına geldiğini söylemiştir, ancak bu açıklama tekrarın varlığı anlamına gelir. Zira daha önce yüce Allah: "Size avret yerlerinizi örtecek bir libas" ile "İndirdik" diye buyurmuştur, "Bu, kaba elbiseler giymektir ve böylesi alçak gönüllülüğe, kaba ve türlü eziyetler çekmeye daha yakınlaştırıcıdır" görüşüne gelince, bunlar mücerred iddiadan ibarettir. Çünkü, ileride de yüce Allah'ın izniyle görüleceği üzere, faziletli ilim adamları takvayı elde etmiş olmakla birlikte, ince ve yumuşak elbiseler giyerlerdi. Medineliler ve el-Kisâî; (........) şeklinde ilk geçen "(..........): Libas," elbise kelimesine atfen nasb ile okumuşlardır. Mukadder bir fiil ile nasbedildiği de söylenmiştir. Yani; "(.......): Ve takva elbisesini de indirdik." Diğerleri ise bunu mübtedâ olarak ref ile okumuşlardır. (.......): O, onun sıfatıdır; "(.......): Hayırlıdır" âyeti, mübtedanın haberidir. Yani, sizin bilmiş olduğunuz ve kendisine işaret olunan takva elbisesi, size indirmiş olduğumuz avretinizi örten elbiseden de, giyinip süsleneceğiniz diğer elbiselerden de daha hayırlıdır. O halde onu giyininiz. Bunun (elbise anlamındaki "libâs" kelimesinin); "(.......)" takdiri ile ref olunduğu da söylenmiştir. Yani o, takva libasıdır. Yani o, avreti örtmektir. İbn Zeyd'in açıklaması da bu esasa binaen anlaşdır. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Takva libasına gelince, işte o hayırlı olandır. Buna göre buradaki; "(.......) Şu," bu anlamındaki işaret zamiri; "(..........): O" zamiri anlamındadır. Ancak, ilk i'rab şekli, bu hususta yapılmış en güzel açıklamadır. el-A'meş ise "(..........): Takva elbisesi daha hayırlı olandır" şeklinde okumuş ve; (..........): O'yu okumamıştır. Ancak böyle bir kıraat Mushaf'ta yazılı olana muhaliftir. "Bu, Allah'ın âyetlerindendir." Yani O'nun yaratıcı olduğuna delil teşkil eden hususlardandır. Buradaki "(.......) Bu," ya sıfat olarak, yahut bedel olarak, veya atf-ı beyan olarak ref mahallindedir. 27Ey Âdemogulları! Şeytan, ana ve babalarınızı avret yerlerini kendilerine göstermek için üzerlerinden elbiselerini sıyırarak cennetten çıkmalarına sebep olduğu gibi, sakın sizi de fitneye düşürmesin. Çünkü o da kabilesi de sizi, sîzin kendilerini göremeyeceğiniz yerden görürler. Muhakkak Biz, şeytanları îman etmeyenlerin velileri kıldık. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Ey Âdemoğulları... sakın sizi de fitneye düşürmesin" âyeti, şeytan anne ve babanızı cennetten çıkartmak suretiyle fitneye düşürdüğü gibi, sizi de fitneye düşürerek dinden, uzaklaştırmasın, demektir. Baba," müzekker için, Anne" de müennes için kullanılır. Buna binaen anne-babayı anlatmak üzere; Ebeveyn" denilmiştir. "Elbiselerini sıyırarak..." ifadesi, hal olarak nasb mahallindedir. Bu Cennetten" üzerine vakıf yaptıktan sonra istinaf (yeni cümle başlangıcı) da olabilir. Kendilerine göstermek için" fiil t de "key lâm'ı" dolayısıyla nasb edilmiştir. “Çünkü o da kabilesi de sizi... görürler" âyetinde asıl şekil; Sizi görür," şeklinde iken, hemze tahfif edilmiş (yani med harfi içerisinde kaynaştırılmış) tir. “Kabilesi" de mahzuf bir isme atfedilmiştir ki, ondan önce geçen O zamiri de yapılan bu atfin güzel olması için gelmiş bir tek'iddir. Yüce Allah'ın: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette yerleşin" (el-A'raf, 7/19) âyetinde (sen zamirinin atıftan önce) zikredîldiği gibi. İşte bu da atıf yapmaksızın, " Ben ve Amr seni gördüm" şeklindeki kullanışın güzel olmadığını ve zamirin de açıktan söylenen gibi olduğunu göstermektedir. Yine bu âyette avretin örtülmesinin vacib oluşuna da delil vardır. Çünkü yüce Allah: "Üzerlerinden elbiselerini sıyıyarak..." diye buyurmaktadır. Başkaları da der ki: Bu âyette Hazret-i Âdem'in başına geldiği gibi, nimetin zeval bulmasından bir sakındırma vardır. Ancak bu görüş, Âdem'in şeriatinin bizim için de bağlayıcı olduğunun sabit olması halinde uygun bir açıklamadır. Oysa durum böyle değildir. 2. Cinlerin Ve İnsanların Birbirlerini Görmeleri: Yüce Allah'ın: "Çünkü o da kabilesi de sizi.. görürler" âyetindeki "kabilesi" onun askerleri demektir. Mücahid der ki: Bunlarla cinleri ve şeytanları kastetmektedir. İbn Zeyd ise, nesli anlamına gelir, demiştir. Onun kuşağı anlamına geldiği de söylenmiştir. "Sizîn kendilerini göremeyeceğiniz yerden" âyeti ile ilgili olarak bazı ilim adamları şöyle demişlerdir: Burada cinlerin görülmeyeceğine dair bir delil vardır. Çünkü yüce Allah: "Sizin kendilerini göremeyeceğiniz yerden" diye buyurmuştur. Görülmelerinin mümkün olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah onları göstermek isteyecek olursa, görülünceye kadar onların cisimlerini açığa çıkartır. en-Nehhâs der ki: "Sîzin kendilerini göremeyeceğiniz yerden" ifadesi cinlerin, bir peygamber zamanı olması müstesna, görülmeyeceklerine delildir. Peygamber zamanında görülmeleri ise, onun peygamberliğine delalet etmesi içindir. Çünkü yüce Allah onları içinde bulundukları hilkatleriyle görülmeyecek şekilde yaratmıştır. Ancak, aslî suretlerinden başka bir surete nakledildikleri vakit görülebilirler. Bu ise, ancak ve ancak peygamberler -Allah'ın salat ve selamı üzerlerine olsun- döneminde olabilen mucizelerdendir. el-Kuşeyrî der ki: Şanı yüce Allah, bugün için adetini Âdemoğullarının şeytanları göremeyecekleri şekilde icra etmektedir. Hazret-i Peygamberden de: "Şüphesiz şeytan Âdemoğlunun içinden kanın aktığı gibi akar" Buhârî, İ'tikâf 11, 12, Bed'ul’l-Halk 11, Ahkâm 21; Müslim, Selâm 23, 24; Ebû Dâvûd, Savm 78: Sünne 17, Edeb 81; İbn Mâce, Siyam 65; Dârimî, Rikaak 66; Müsned, III, 156. 235. 309, VI, 337. diye buyurduğu nakledilmektedir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "O (şeytan) ki, insanların göğüslerine vesvese verir." (en-Nâs, 114/5) Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz meleğin de -kalbe- bir telkini, şeytanın da bir telkini vardır. Meleğin telkini hayır vadetmek ve hakkı tasdik etmek hakkındadır. Şeytanın telkini ise, kötülük vadetmeye ve hakkı yalanlamaya dairdir." Tirmizî, Tefsir 2, sûre 36. Bu hadis, daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/268. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Görülmeleri ile ilgili sahih bir takım haberlerde gelmiş bulunmaktadır. Buhârî, Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini rivâyet ermektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), beni ramazan zekâtını korumakla görevlendirdi, diyerek uzunca bir olay nakletti ve orada hurmalardan alıp yiyen cinniyi yakaladığını, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da: "Dün senin esirin ne yaptı" diye kendisine sorduğunu nakletmektedir... Buhârî, Vekâlet 10. Bu hadis de el-Bakara Sûresi'nde (2/255. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Müslim'in Sahih’inde de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Allah'a yemin olsun, eğer kardeşim Süleyman'ın duası olmasaydı, Medinelilerin çocuklarının kendisiyle oynayacağı şekilde zincire vurulmuş haliyle sabahı edecekti" diye kendisine karşı çıkan ifrit hakkında açıklamalarda bulunduğu nakledilmektedir. Müslim. Mesâcid 40; Nesâî, Sehv 19; Müsned, III, 82; ayrıca bk.: Buhârî, Enbiyâ 40; Müslim, Mesâcid 39; Müsned, II, 298. İleride yüce Allah'ın izniyle Sâd Sûresi'nin tefsirinde (37/35. âyette) gelecektir, "Muhakkak Biz, şeytanları îman etmeyenlerin velileri kıldık." Yani, cezalarını artırmak için böyle yaptık ve haktan uzaklaşmak hususunda onları birbirine eşit kıldık. 28Onlar bir hayasızlık yapsalar: "Biz atalarımızı da bunun üzerinde bulduk, Allah da bize bunu emretti" derler. De ki: "Allah hiç bir zaman hayasızlığı emretmez. Bilmediğiniz şeyleri Allah'a karşı mı söylüyorsunuz?" Burada geçen "hayasızlık (el-Fâhişe.)", müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre, (cahiliye donemi Araplarının) Beytin etrafında çıplak olarak tavaf etmeleridir. el-Hasen ise bu şirk ve küfürdür, diye açıklamıştır. Onlar, bu yaptıklarına geçmişlerini taklit etmelerini ve Allah'ın da kendilerine bunu emretmiş olduğunu delil diye ileri sürüyorlardı. el-Hasen der ki: "Allah da bize bunu emretti." âyeti, onlar, eğer Allah bizim bu yaptığımızı hoş görmeseydi, bizim bu durumumuzu başka bir durumla değiştirmemizi sağlardı demişlerdi diye, açıklamıştır. "De ki: Allah hiç bir zaman hayasızlığı emretmez." Böylelikle onların kendiliklerinden yalan hüküm verdiklerini ve Allah'ın bu iddia ettikleri şeyleri kendilerine emretmiş olduğuna dair bir delillerinin bulunmadığını açıklamaktadır. Taklidin kötülüğü ve onların cahilce bir çok uygulamalarının kötülenmesi ile ilgili bir takım açıklamalar daha önceden de geçmiş idi. İşte bu da onlardan birisidir. 29De ki: "Rabbim adaleti emretti. Her secde yerinde yüzlerinizi doğrultun. Ve dininizi yalnız O'na halis kılarak ibadet edin. Sizi ilkin yarattığı gibi (yine O'na) döneceksiniz." Yüce Allah'ın: "De ki; Rabbim adaleti emretti" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs bunu, "lâ ilâhe illâlah"ı emretti diye açıklamıştır. Buradaki el-Kıst'ın adalet demek olduğu da söylenmiştir. Yani Rabbim adaleti emretmiştir, o halde O'na itaat ediniz. Buna göre ifadede bir hazf söz konusudur, "Her secde yerinde" yani, bulunduğunuz, her mescidde "yüzlerinizi doğrultun." Kıldığınız her namazda kıbleye dönerek O'na yönelin demektir. "Ve dininizi yalnız O'na halis kılarak" O'nu tevhid ederek ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmaksızın "ibadet edin. Sizi ilkin yarattığı gibi yine ( O'na) döneceksiniz." Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Yemin olsun sizi ilk defa yarattığımız gibi yapayalnız, teker teker huzurumuza geldiniz." (el-En'âm, 6/94) âyetidir ki, daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Gibi" deki "kâr nasb mahallindedir. Yani: Sizi ilkin yarattığı gibi döneceksiniz. Bu da, sizi ilk defa nasıl yaratmış ise, sizi tekrar yaratacaktır, anlamındadır. ez-Zeccâc der ki: Bu, makabline taalluk etmektedir. Yani, siz oradan çıkartılacaksınız. Nitekim sizi ilkin yarattığı gibi yine (O'na) döneceksiniz, demektir. 30O, bir kısmına hidayet verdi, bir kısmına da sapıklık hak oldu. Muhakkak onlar, Allah'ı bırakıp şeytanları kendilerine veliler edindiler. Üstelik doğru yolu bulduklarını da sanırlardı. "O, bir kısmına hidayet verdi" âyetindeki Bir kısmına" lâfzı, Döneceksiniz"dekî "siz" zamirinden hal olarak nasbedilmiştir. Yani, kimisi mutlu kimseler, diğerleri de bedbaht kimseler olmak üzere iki fırka halinde geri döneceksiniz. Bunu, Ubey'in; Siz, İki fırka halinde döneceksiniz. Fırkanın birisine hidayet vermiş, diğerine ise sapıktık hak olmuş olarak" şeklindeki el-Kisaîden nakledilen kıraati de pekiştirmektedir. Muhammed b. Kâ'b el-Kurazî de yüce Allah'ın: "O, bir kısmına hidayet verdi, bir kısmına da sapıklık hak oldu" âyeti hakkında şöyle demektedir: Allah, baştan beri sapıklık için yarattığı kimseyi de sonunda sapıklığa vardırır. İsterse o, hidayet bulmuşların amelleriyle amel etsin. Kimi de hidayet üzere yarattı ise, sonunda da onu hidayete ulaştırır. İsterse sapık kimselerin amelleriyle amel etsin. Allah, İblis'in hilkatini sapıklık üzere başlattı. O da meleklerle birlikte mutlu edici ameller isledi. Daha sonra yüce Allah, kendisini ilkin yarattığı şeye geri döndürdü. Ve: "Ve o, kâfirlerdendi" (el-Bakara, 2/33) diye buyurdu. İşte bu da Kaderiyye'ye ve ona tabi olanlara açık bir red mahiyetindedir. Bir kısmı" kelimesinin;Hidayet verdi" âyeti ile nasb edildiği de söylenmiştir. İkinci olarak gelen Bir kısmına da" şeklindeki ikinci kelimenin de hazfedilmiş bir fiil ile nasbedildiği söylenmiştir. Yani; Bir kısmını da saptırdı," takdirindedir. Sîbeveyh de şu iki beyiti nakletmektedir: "Silah taşıyamaz oldum ve devenin Ürküp kaçtığı vakit başını yakalayamaz (dizginlerini tutamaz) oldum Yanından geçtiğim vakit yalnız başıma, kurttan korkar oldum Hatta rüzgârlardan da yağmurlardan da korkuyorum." el-Ferrâ' der ki: Eğer bu, (Allah'ın kelâmı dışında benzer terkiblerde insan sözlerinde) merfu' da olsa, câiz olurdu. "Muhakkak onlar, Allah'ı bırakıp şeytanları kendilerine veliler edindiler" âyetinde geçen "Muhakkak onlar" ibaresini Îsa b. Ömer, hemzeyi üstün olarak; şeklinde; Çünkü onlar" anlamı şeklinde okumuştur. 31Ey Âdemoğulları! Her mescidde zinetinizi alın. Yeyin, için, israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez. Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: 1. Bu Ayette Hitap Bütün İnsanlaradır: Yüce Allah'ın: "Ey Âdemoğulları" hitabında, o dönemlerde Beytullahı çıplak olarak tavaf eden Araplar kastedilmekle birlikte, hitap, bütün insanlaradır. Ve bu âyet bundan dolayı namaz için yapılmış bütün mescidler hakkında umumidir. Çünkü, sebebin özelliği değil, hükmün umumiliği nazar-ı itibara alınır. İlim adamları arasında bununla tavafın kastedilmiş olacağını kabul etmeyenler de vardır. Çünkü tavaf yalnızca tek bir mescidde söz konusu olur. Bütün mescidler için söz konusu olan şey ise namazdır. Ancak bu, şeriatın maksatları kendisine gizli kalmış olan kimselerin söyliyeceği bir sözdür. Müslim'in Sahihinde İbn Abbâs'tan şöyle dediği nakledilmektedir: Kadın, çıplak olarak Beyt'i tavaf eder; bu arada: Kendisiyle tavaf edebileceği bir elbiseyi ödünç olarak kim verebilir, diye seslenir ve aldığı bu elbiseyi ferci üzerine koyar ve şöyle dermiş: "Bugün onun bir kısmı yahut tamamı görünüyor olabilir Ama ben ondan görünen kısmını kimseye helal kılmıyorum." Bunun üzerine şu: "Her mescidde zinetinizi alın" âyeti nâzil oldu. Müslim, Tefsir 25; Nesâî, Menasik 161. Burada sözü geçen kadın ise, Dubaa bint. Âmir b. Kurt'dur. Bunu, Kadı îyad ifade etmiştir. Yine Müslimin Sahih'inde Hişam b. Urve'den, o da babasından rivâyete göre, babası şöyle demiş: Araplar, el-Hums diye bilinenler müstesna Beyti hep çıplak tavaf ederlerdi. el-Hums diye bilinenler ise, Kureyş ve ondan gelenlerdir. Humsların, kendilerine elbise vermeleri hali müstesna Beyti çıplak olarak tavaf ederlerdi. Erkekler erkeklere, kadınlar da kadınlara elbise verirdi. Hums diye bilinenler ise, Müzdelifenin dışına çıkmazlar, diğer insanların hepsi ise, Arafat'da vakfe yaparlardı. Müslim, Hacc 152. Müslim'den başka eserlerde de şu zikredilmektedir: Ve biz, Harem ehliyiz. Araplardan herhangi bir kimsenin bizim elbisemiz dışında bir elbiseye bürünmüş olarak tavaf etmemesi, bizim topraklarımıza girdi mi, bizim yemeklerimizden başka bir yemek yememesi gerekir diyorlardı. Araplardan Mekke'de kendisine elbise verecek bir arkadaşı bulunmayan ve ücretle kiralayacak kadar maddi imkânı olmayan kimse, şu iki halden birisini yapmak zorundaydı. Ya Beyti çıplak olarak tavaf edecekti yahut da kendi elbiseleriyle tavaf edecekti. Tavaf ettiği elbiselerini de tavafını bitirdi mi, üzerinden çıkarıp atacak ve kimse de onlara dokunmayacaktı, Bu elbiseye de (çıkarılıp atılan anlamında): el-Lekâ denilirdi. Tavaf elbiseleri ile ilgili bolümü: Buhârî, Hacc 91. Araplardan birisi de şöyle demiş: "Benim ona yaptığım yeterdir: Üzerine hücum edip onu Kendisine yaklaşılmayan tavaf edenlerin önünde atılmış bir elbiseye dönüştürmüş olmam." İşte Araplar, yüce Allah Peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı gönderdiği vakte kadar bu tür bir cehalet, bid'at ve sapıklık üzere idiler. Yüce Allah da Peygamberine: "Ey Âdemoğulları, her mescidde zînetinizi alın" âyetini indirdi ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın müezzini de: "Şunu bilin ki, çıplak bir kimse Beyti tavaf etmeyecektir." Buhârî, Salah 10. Hacc 67, Cizye 16. Megazî 66, Tefsir 9. sûre 2, 3, 4; Müslim, Hacc 435; Ebû Dâvûd, Menâsik 66: Tirmizî. Hacc 44. Tefsir 9. sûre 6; Menâsik. Derim ki: Burada kasıt, namazdır diyenler, bunun da zineti ayakkabılardır, demişlerdir. Çünkü, Kürz b. Vebra, Atâ'dan, o, Ebû Hüreyre'den rivâyet ettiğine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir seferinde: "Namazın süsünü takınınız" diye buyurmuş. Ona, namazın süsü nedir diye sorulunca: "Ayakkabılarınızı giyinip onlarla namaz kiliniz" diye buyurmuştur. Suyûtî, ed'Durru'l-Mensur, III, 141. 2. Namazda Setr-i Avret: Âyet-i kerîme, önceden de geçtiği üzere avretin örtülmesinin vücubuna delildir. İlim ehlinin çoğunluğu (Cumhûr) da avretin örtülmesinin namazın farzlarından olduğu görüşündedir. el-Ebherî ise, o, genei olarak bütün hallerde farzdır. İnsanın namazda da namazın dışında da avretini insanlardan saklayıp örtmesi görevidir. Sahih olan görüş de budur. Çünkü, Hazret-i Peygamber, el-Misver b. Mahreme'ye şöyle demiştir: "Don, elbiseni al ve çıplak olarak yürümeyin." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir.' Müslim, Hayz 78; Ebû Dâvûd, Hamam 2. İsmail el-Kadî ise, setr-i avretin namazın sünnetlerinden olduğu görüşündedir. Buna, şunu delil göstermektedir: Eğer, setri avret namazda farz olsaydı, çıplak kimsenin namaz kalmasının câiz olmaması gerekirdi. Çünkü namazın farzlarından olan her şeyin güç yetirilebilmekle birlikle yerine getirilmesi yahut da olmadığı takdirde onun bedelinin yapılması gerekir, ya da tamamıyla sakil olur. Oysa setr-i avrette durum böyle değildir. İbnü'l-Arabî der ki: Setr-i avret, namazda bir farzdır. O bakımdan bir İmâm rükuda iken elbisesi düşüp de dübürü açılacak olsa, o da başını kaldırıp açılan yerini örtse bu onun için yeterlidir, görüşü İbn Kasım'a aittir. Sahnûn ise şöyle demektedir: Ona uyanlardan kim ona bakarsa, namazını iade eder. Yine Sahnûn'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir; İmâm da cemaat de namazlarını iade ederler. Çünkü setr-i avret namazın şartlarından bir şarttır. Açılacak olursa namaz batıl olur. Bu görüşünde asıl dayanağı ise taharettir (yani taharet gibi setr-i avreti de şart görmesidir). Kadı İbnü'l-Arabî der ki: Namazları batıl olmaz diyenler böyle bir şartın sözkonusu olmadığından dolayı bu görüşü benimsemiştir. Elbisesini alıp örtünse, namazı sahih olur, fakat ona bakanların namazı batıl olur, diyenlerin görüşüne gelince, bu silinmesi gereken bir sahife (iltifat edilmemesi gereken bir görüş) ve kendisiyle uğraşılması câiz olmayan bir kanaattir. Buhârî ve Nesâîde Amr b. Seleme'den şöyle dediği nakledilmektedir: Benim kavmim, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanından döndüklerinde dediler ki: Peygamber şöyle buyurdu: "Aranızda Kur'ân'ı en çok (ezbere) bileniniz size İmâmlık yapsın." Bunun üzerine beni çağırdılar, bana rükû ve sücudu öğrettiler. Ben de onlara namaz kıldırıyordum. Üzerimde sökük bir cübbe vardı. Babama: Oğlunun kıçını biz görmeyelim diye (onu, giydireceğin bir elbise ile) önemem misin?" Nesâî'nin lâfzı ile rivâyet bu şekildedir. Nesâî, Kıble 2. Ayrıca bk.: Buhârî, Meğâzî 53: Ebû Dâvûd, Salât 60; Müsned, V, 30, 71. Sehl b. Sa'd'dan da şöyle dediği sabit olmuştur: Erkekler, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın arkasında namaz kıldıklarında büründükleri elbiselerinin darlığından dolayı onları küçük çocuklar gibi boyunlarında düğüm yapıyorlardı. Birisi de şöyle dedi: Ey Kadınlar topluluğu, erkekler başlarını (secdeden) kaldırmadıkça, siz başlarınızı kaldırmayınız. Bunu da Buhârî, Nesâî ve Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Buhârî, Salât, Ezan 136, Müslim, Salat 133; Ebû Dâvûd, Salât 78: Nesâî, Kıble 16: Müsned, II, 433, V, 331. 3. Kişinin Kendi Avretini Görmesinin Hükmü: Kişinin kendi avretini görmesinin hükmü hususunda fukahanın farklı görüşleri vardır: Şâfiî der ki: Eğer elbise dar ise, onu ya ilikler ya da Üzerindeki gömleğin kenarları çekilip de yakası tarafından avreti görülmesin diye bir şeylerle iliştirir. Bunu yapmayacak olur da kendi avretini görecek olursa, namazı iade eder. Ahmed'in de görüşü budur. Mâlik ise, düğmeleri iliklenmeden ve üzerinde şalvar bulunmaksızın entari ile namaz kılmaya ruhsal vermiştir. Ebû Hanîfe ve Ebû Sevr'in görüşü de budur. Salim gömleğinin (entarisinin) düğmelerini iliklemeksizin namaz kılardı. Dâvûd et-Taî der ki: Eğer sakalı büyükse bunda bir mahzur yoktur. Bu anlamda bir görüşü el-Esrem, Ahmed'den nakletmektedir. Eğer kişi İmâm ise, ridasız (belden yukarısını örten elbise) namaz kılmamalıdır. Çünkü bu zinettendir. Ayakkabı ile namaz kılmanın da zinetten olduğu söylenmiştir. Bunu da Enes, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiş olmakla birlikte sahih değildir. Yine denildiğine göre, namazın zineli (süsü), rükûa giderken ve rükûdan kalkarken elleri kaldırmaktır. Ebû Ömer der ki: Her şeyin bir süsü vardır. Namazın süsü ise tekbir getirmek ve elleri kaldırmaktır. Ömer (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: Allah size bolluk vermiş ise siz de kendiniz için bolluk yapın. Bir adam elbiselerini giyinerek bir İzar (belden aşağısını örten elbise) ve bir rida ile (belden yukarısını örten elbise), bir izar ve bir gömlekle, bir izar ve bir cübbe ile, şalvar ve rida ile, şalvar ve gömlek ile, şalvar ve cübbe İle -zannederim: Yanın şalvar ve gömlek ile de dediğini zannediyorum- yarını şalvar ve rida ile, yarım şalvar ve cübbe ile (kılsın). Bunu da Buhârî ve Dârakutnî rivâyet etmiştir. Buhârîi, Salah 9; Dârakutnî, I 282. 4. Yemek, İçmek Ve İsraf Etmemek: Yüce Allah'ın: "Yeyin, için, israf etmeyin" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs şöyle demektedir: Yüce Allah bu âyet-i kerimede israf veya büyüklerime söz konusu olmadığı sürece yemeyi ve içmeyi helal kılmaktadır. İhtiyaç gereği olan miktar ise -ki bu da açlığı susturan ve susuzluğu gideren miktardır- aklen de şer'an de mendup (teşvik edilmiş) dır. Çünkü, bu kadarı ile nefis muhafaza edilir (hayatta kalınır) ve duyular korunabilir. Bundan dolayı şeriatte visal orucu yasağı varid olmuştur. Zira visal, (iftar ve sahur yemeksizin günlerce oruç tutmak) hem bedeni güçsüz bırakır, hem de nefsi öldürür. İbadet etmeye takat bırakmaz. Bu ise, şeriatin yasakladığı aklın da reddettiği birşeydir. Nefsini ihtiyaç duyduğu kadarından alıkoyan kimsenin iyilik namına bir payt olmayacağı gibi, zühtten de pay sahibi olduğu söylenemez. Çünkü, aciz bırakmak ve zayıf düşürmek suretiyle kendisini mahrum ettiği itaatleri işlemenin sevabı daha çok, ecri daha büyüktür. İhtiyaç miktarından fazlası( nı yeyip içmek) hususunda iki farklı görüş vardır. Bunun haram olduğu söylendiği gibi, mekruh olduğu da söylenmiştir. İbnü'l-Arabî der ki: Sahih olan da budur. Çünkü doyma miktarı beldeden beldeye, zamandan zamana, yaştan yaşa ve yiyecekten yiyeceğe farklı farklıdır. Şöyle de denilmiştir: Az yemenin pek çok faydaları vardır. Az yiyenin bedenen daha sıhhatli, hafızasının daha güzel, kavrayışının daha açık, uykusunun daha az ve daha çabuk haraket edebilen bir kişi olması, bunlar arasındadır. Çok yemek halinde ise, mide gereksiz şeylerle doldurulur ve lüzumsuz şişirilir. Çeşitli hastalıklar bundan ortaya çıkar. O bakımdan az yemenin gerektirdiğinden çok daha fazla ilaca ihtiyaç duyulur. Fakihlerden birisi: En büyük ilaç gıda miktarlarını aşmamaktır, demiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bu hususu tabiplerin sözlerine ihtiyaç bırakmayacak şekilde kalplere rahatlık veren bir ifadeyle şöylece dile getirmiştir: "Âdemoğlu karnından daha köıü bir kap doldulmuş değildir. Âdemoğluna sulbünü (iskeletini) ayakta tutacak bir kaç lokmacık yeter. Eğer mutlaka (çok yemesi) gerekiyorsa, (midesinin) üçte birini yemeğine, üçte birini içeceğine, üçte birini de nefesine ayırsın." Bunu Tirmizî, el-Mikdam b. Madîkerib yoluyla rivâyet etmiştir. Tirmizî, Zühd 47: İbn Mâce, Et’ime 50; Müsned, IV, 132, İlim adamlarımız der ki: Eğer Bokrat (Hipokrat) bu paylaştırmayı işitmiş olsaydı, bu hikmetten hayrete düşerdi. Nakledildiğine göre Harun er-Reşid'in oldukça maharetli hristiyan bir doktoru varmış. Bir gün Ali b. el-Hüseyn (b. Vâkid)'e şöyle sormuş: Sizin Kitabınızda tıp ilmî namına bir şey yoktur. Halbuki ilim iki türlüdür. Biri edyan (dinler) ilmi diğeri ebdan (bedenler) ilmi. Ona, Ali b. el-Hüseyin şu cevabı vermiş: Yüce Allah tıbbın tamamını Kitabımızda yer alan yarım âyette hülasa etmiştir. Hristiyan doktor bu hangisidir diye sorunca O, şu cevabı vermiş: Bu yarım ayet, yüce Allah'ın: "Yeyin, için, israf etmeyin" âyetidir. Hristiyan doktor şu cevabı vermiş: "Rasulünüzden tıbba dair bir şey nakledilmiyor." Bu sefer Ali b. el-Hüseyn şu cevabı vermiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da tıbbı bir kaç kelimede özetleyi vermiş. Bunlar hangileridir diye sorunca, Ali şu cevabı vermiş: "Mide hastalıkların yuvasıdır. Koruma, her türlü tedavinin başıdır. Sen, her bedene alıştırdığın kadarını ver." Bunun üzerine hristiyan şu cevabını vermiş: Kitabınız da Peygamberiniz de Calinos'a tıp diye bir şey bırakmamıştır. Derim ki: Denildiğine göre, hastanın tedavisi iki eşit bölüme ayrılır. Yarısı ilaçla tedavidir, yarısı da perhizdir. İkisi bir araya geldi mî, hasta kişi iyileşmiş ve sıhhatine kavuşmuş kabul edebilirsin. İkisinden biri tercih edilecek olursa, perhizin tercihi daha uygundur. Zira perhizi terk ile birlikte tedavinin bir faydası olmaz. Ama ilaç kullanmamakla birlikte perhiz faydalı olur. Nitekim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her türlü tedavinin esası perhizdir." Allahu a'lem bununla kastedilen her türlü ilaca ihtiyaç bırakmayacağıdır. O bakımdan şöyle denilmiştir: Hintlilerin bütün tedavileri perhizden ibarettir. Hasta olan kişi bir kaç gün süre ile yemekten, içmekten ve konuşmaktan uzak durur, sonunda iyileşip sağlığına kavuşur. 5. Az Yemek Ve İçmekle Yetinmek, Mü’minin Sıfatlarındandır: Müslim, İbn Ömer'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Kâfir kimse, yedi bağırsakla ver. Mü’min ise tek bir bağırsakta yer." Buhârî, Et'ime 12; Müslim, Eşribe 182 185; Tirmizî, .... 20; İbn Mâce, Et’ime 3; Dârimî, Et'ime 13; Muvatta’', Sifatun-Nebiy 9: Müsned, II, 21, 145, 257... İşte bu, Hazret-i Peygamberin dünyalıktan az ile yetinmeye, dünyada zühde ve yeteri kadarı ile kanaatkârlık etmeye bir teşviktir. Araplar, az yemekle övünür ve çok yemekten dolayı başkalarını yererlerdi. Nitekim şairlerinden birisi şöyle demektedir: "Aşırı gitmeyecek şekilde yiyecek olursa, közde kızartılmış bir ciğer parçacığı Yeter ona ve küçük bir bardak su ile kanar." Um Zer' de İbn Ebi Zer' hakkında şunları söylemektedir: "Ve onu oğlağın kolu doyurur. " Buhârî. Nikâh 82; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 92. Hatim et-Taî de çok yemeyi yererek şunları "söylemektedir: "Eğer sen karnına istediği şeyleri verecek olsan ve bir de fercine Her ikisi birlikte yerilme (sebebi)nin en sonuna kadar seni götürürler." el-Hattabî der ki: Hazret-i Peygamberin: "Mü’min tek bir bağırsakta yer" âyetinin anlamı: O, doymayacak kadar yer ve başkasını kendisine tercih ederek azığından başkasına birşeyler artırır, yediği kadarı ile de kanaat getirir, demektir. Bununla birlikte birinci açıklama şekli daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Hazret-i Peygamberin: "Kâfir ise yedi bağırsakta yer" âyetinin umum ifade etmediği söylenmiştir. Çünkü, şahit olunan durum, hadisin umum ifade ettiğini kabul etmemize engeldir. Çünkü, bir mü’minden daha az yiyen bir kâfir bulunabilir ve kâfir İslâm'a girdikten sonra da yemesinde artış ya da eksiliş olmayabilir. Bunun, muayyen bir kimseye işaret olduğu da söylenmiştir. Şöyle ki: el-Cahcah el-öıfarî, yahut Sümame b. Usâl, ya da Nadla b. Amr el-Gıfari, veya Basra b. Ebi Basra el-Ğifarî diye bilinen bir kâfir kişi (yahut böyle anılanlardan birisi) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a misafir olmuş. Yedi koyundan sağılan sütü içmiş. Sabah olunca İslâm'a girmiş, bu sefer tek bir koyundan sağılan sütü içmiş ve onu da bitirememiş. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hadisi irad buyurmuş. Buna göre Hazret-i Peygamber, şu (kâfir iken) demiş gibi olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Denildiğine göre kalbi tevhid nuru ile nurlamnca, bu sefer yemeğe, itaat edebilmek için gerekli gücü elde edebilecek vasıta gözüyle bakmaya başlar ve ondan ihtiyaç kadarını aldı. Küfür dolayısıyla kalbi karanlık iken, kâfirin yemesi İshal oluncaya kadar çokça otlayan bir hayvanın yemesi gibiydi. Sözü geçen bağırsakların hakikat anlamıyla kullanılıp kullanılmadığı hususunda da farklı görüşler vardır. Hakikat anlamında olup tıp ve teşrih (anatomi) bilginlerince bilinen isimleri olduğu söylendiği gibi, bunlar obur kimsenin kendileri sebebiyle yemek yediği yedi sebepten kinaye olduğu da söylenmiştir. Böyle bir kimse ihtiyaç duyduğu için, aldığı bir haber dolayısıyla, koku alması, görmesi, dokunması ve tatması dolayısıyla ve daha çok yiyeyim düşüncesiyle yer. Şöyle de açıklanmıştır: Bu, yedi bağırsağı olan kimsenin yediği kadar yemesi anlamındadır. Mü’min ise yemekten çabuk et çekmesi bakımından yalnızca tek bir bağırsağı olan kimse gibi yer. Böylelikle, kâfir ile yediği yedi bölümün yalnızca bir bölümünde ortak yer (yedide biri kadar yer), kâfir ise ondan yedi kat fazla yer, demektir. Bu hadiste geçen bağırsak mide anlamındadır. Bu husus açıklandıktan sonra şunu bil ki, insanın yemekten önce ve sonra ellerini yıkaması müstehapur. Çünkü, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Yemekten önce ve sonra abdest berekettir." Farklı lâfızlarla, aynı manada, Ebû Dâvûd, Et’ime 11; Tirmizî, Et’ime 39; Müsned, V, 441. Bu, Tevratta da böyledir. Bunu, Zâzan, Selman'dan rivâyet etmiştir. Mâlik ise, temiz elin yıkanmasını mekruh görürdü. Ancak, hadise uymak daha uygundur. Sıcak mıdır, soğuk mudur bilmeden bir yemek yememelidir. Çünkü, eğer yemek sıcaksa bundan eziyet duyar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Yemeği soğutunuz. Çünkü sıcak bereketsiz olur." Bu hadis de sahih bir hadistir' Hâlim, el-Müstedrek, IV, 118: el-Heyseıni, Mecmâu'z-Zevaid, V, 20. el-Bakara Sûresi'nde daha önce geçmişti. Yemeği koklamamak da adaptandır. Çünkü bu, hayvanların işidir. Bunun yerine canı çekerse ondan yer, hoşlanmasa onu bırakır. Aç gözlü sayılmasın diye de lokmalarını küçültür ve çokça çiğner. Başında "Bismillah" der, sonunda "elhamdülillah" der. Elhamdülillah derken onunla beraber oturanlar yemeklerini bitirmemişse sesini yükseltmez. Çünkü sesinin bu şekilde yükselmesi onların yemek yemelerine mani olabilir. Yemek adabı pek çoktur. Bunlar onların bir bölümüdür. Bir diğer bölümü de yüce Allah’ın izniyle Hûd Sûresi'nde (11/69. âyetin tefsirinde) gelecektir. İçmenin de bilinen bir takım adabı vardır. Bunlar, yaygın olduklarından dolayı onlardan söz etmiyoruz. Müslim'in Sahih'inde de İbn Ömer'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Sizden herhangi bir kimse yemek yiyecek olursa sağ eliyle yesin, İçecek olursa da sağ eliyle içsin, Çünkü şeytan sol eliyle yer ve sol eliyle içer. Müslim, Eşribe 105, 106); Ebû Dâvûd, Et’ime 19: Tirmizî, Et'ime 9: İbn Mâce, Et’ime 8; Dârimî, ...... 9; Muvatta’', Sıfatu'n-Nebiyy 6: Müsned, II, 325, 349 Yüce Allah'ın: "İsraf etmeyin" âyeti, çok yemek suretiyle israf etmeyin demektir. Buna göre israf çok içmekte de sözkonusu olur. Bunların fazlası mideye ağırlık verir, insanın Rabbine hizmetini aksatır. Nafile hayırlardan payına düşeni yerine getirmekten alıkoyur. Eğer bunu da aşarak üzerine vacib olanı yerine getirmekten engelleyecek noktaya gelirse, bu sefer bu fazla yeme ve içme ona haram olur. Yemesinde ve içmesinde israfa kaçmış olur. Esed b. Mûsa, Avn b. Ebi Cuhayfe'den, o da babasından (Ebû Cuhayfe'den) şöyle dediğini rivâyet etmektedir; Oldukça yağlı bir etle tirit yedim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a geğire geğire gittim. Şöyle buyurdu: "Ey Ebû Cuhayfe şu geğirmeni kes. Çünkü, dünyada insanlar arasında en çok doyan kimseler kıyâmet gününde en uzun aç kalacak kimselerdir." Tirmizî, Sıfatul-Kıyame 37: İbn Mâce, Et’ime 50. Bundan sonra Ebû Cuhayfe, dünyadan ayrılıncaya kadar karnım dolduracak kadar yemedi. Sabah (öğlen) yemek yedi mi akşam yemezdi, akşam yedi mi, sabah yemezdi. Derim ki: İşte Hazret-i Peygamberin: "Mü’min, tek bir bağırsakta yer" âyetinin anlamı bu olabilir. Yani, imanı tam olan, kâmil olan böyle yer demektir. Çünkü, müslümanlığı güzel olan, İmâm kemale eren -Ebû Cuhayfe gibi-bir kimse, sonunda karşılaşacağı ölümü ve ondan sonrasını düşünür. Bu, dehşetli hallerden korkup çekinmesine sebep olur, bütün armalarını yerine getirmesine engel teşkil eder. Doğrusun en iyi bilen Allah'tır. İbn Zeyd der ki: "İsraf etmeyin" âyeti, haram yemeyin demektir. Şöyle de denilmiştir: Canının çektiği her şeyi yemen israftandır. Bunu da Enes b. Mâlik Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiştir, İbn Mâce de bunu Sünen'inde kaydetmektedir. İbn Mâce, Et’ime 51. Yine şöyle denilmiştir: Doyduktan sonra yemek de israftandır. Bütün bunlar ise mahzurlu şeylerdir. Lokman oğluna şöyle demiştir: Yavrucuğum karnın tokken üstüne yemek yeme. Çünkü böyle bir şeyi köpeğe dahi atman, senin onu yemenden hayırlıdır. Semure b. Cundub, oğlunun ne yaptığını sormuş, ona: Dün tıka basa yedi, diye cevap vermişler. O, tıka basa mı yedi diye sorunca, evet dediler. Bu sefer şöyle dedi: Eğer ölmüş olsaydı onun cenaze namazını kılmazdım. Şöyle de açıklanmıştır: Cahiliye döneminde Araplar, haccettikleri günlerde yağlı yemezler ve az yemekle yeu'nider, çıplak olarak tavaf ederlerdi. İşle onlara: "Her mescidde zinetinizi alın, yeyin, için, israf etmeyin." yani, size haram kılınmamış şeyleri haram kılmak suretiyle israf ederek haddi aşmayın, denildi. 32De ki: "Allah'la kulları için çıkardığı zineti, temiz ve hoş rızıkları kim haram kılmıştır?" De ki: "Bunlar, dünya hayatında îman edenler içindir. Kıyâmet günü ise yalnız onlaradır." İşte Biz, âyetleri bilenler için böylece açıklarız. Bu âyete dair açıklamaSarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1. Allah'ın Lütfundan Yararlanmak: Yüce Allah: "Allah'ın kulları için çıkardığı zineti... kim haram kılmıştır" âyetinde, Allah'ın kendilerine haram kılmamış olduğu şeyleri kendiliklerinden haram kıldıklarını beyan etmektedir. Burada sözü geçen zinet, kişinin gücü yettiği takdirde güzel giyimdir. Bütün elbiselerin kastedildiği de söylenmiştir. Nitekim Hazret-i Ömer'den: "Allah size genişlik verdiği vakit, siz de genişlik gösteriniz..." dediği rivâyet edilmiştir ki, daha önce onun bu sözü geçmiş bulunmaktadır. İmâm Mâlik'in hocalarından Ali b. el-Huseyn b. Ali b. Ebî Tâlib'den (Allah hepsinden razı olsun) rivâyet olunduğuna göre o, elli dinar değerinde İpek ve yünden dokunmuş bir elbiseyi kış mevsiminde giycrmiş. Yaz geldi mi, o elbiseyi ya sadaka olarak verir, yahut satar değerini lasadduk edermiş. Yazın da Mısır'dan gelme ve "Mumaşşak" denilen, kırmızıya boyanmış (altlı üstlü) iki elbise giyer ve: "De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı zinetl, temiz ve hoş rızıkları kim haram kılmıştır" âyetini okurmuş. Durum böyle olduğuna göre âyet-i kerîme değerli elbiselerin giyilebileceğine, Cuma ve Bayramlarda insanlara karşı çıkılacağı vakitlerde, kardeşlerin ziyaretine gidileceği zamanlarda bunlarla süslenilebileceğine delalet etmektedir. Ebû'l-Âl-iyye der ki: Müslümanlar biribirleriyle ziyaretleştiklerinde güzel elbise giyerlerdi. Müslim'in Sahih'inde Ömer b. el-Hattâb'dan rivâyete göre o, mescidin kapısı önünde Siyerâ denilen (saf ipekten), kendisine sarınılarak örtünülen bir elbise görür. Ey Allah'ın Rasulü, bunu cuma günü ve huzuruna geldikleri vakit elçilere karşı giyinmek üzere satın alsan. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bunu ancak âhirette bir payı bulunmayan kimseler giyer." Buhârî, Îdeyn 1, Hibe 27, 29, Cihâd 177, Libâs 30, Edeb 66; Müslim, Libâs 6-9: Ebû Dâvûd, Libas 7: Nesâî; Salâtu'l-Îdeyn, 5; Müsned, II. 20, 39, 49... Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ömere güzel giyinme teklifine karşı değil, satılan bu elbisenin Siyarâ diye bilinen elbise oluşundan dolayı karşı çıkmıştır. Temim ed-Dâri de bin dirheme bir elbise almış ve bununla namaz kılarmış. Mâlik b. Dinar da kaliteli Aden elbiselerini giyermiş. Ahmed b. Hanbel'in elbisesi yaklaşık bir dinara satın alınırmış. Şimdi bunlar nerede, keten ve yün gibi kaba elbiseleri tercih edip bu sözü edilen tutumlardan yüz çeviren, onlara iltifat etmeyen ve: "Takva elbisesine gelince o daha hayırlıdır" (el-A'raf, 7/26) diyenler nerede. Heyhat! Acaba sözünü ettiğimiz bu kimseler takva elbisesini terketmiş kimseler miydi? Allah'a yemin ederim ki hayır, bilakis onlar, hem takva sahibi kimselerdi, hem bilgili ve akıllı kimselerdi. Onun dışında kalanlar ise kuru iddiaların sahibi kimselerdir. Kalplerinde takva namına birşey yoktur. Halid b. Şevzeb der ki: el-Hasen'a Ferkad'ın geldiği bir sırada yanlarında idim. el-Hasen, elbisesini alıp ona uzattı ve Ey Fureykad (Ferkadcik), Ey Um Fureykad'in oğlu, şüphesiz iyilik bu elbiseye bürünmekte değildir. İyilik kalbe yerleşen ve amelin tasdik ettiği şeydir. Maruf el-Kerhî'nin kardeşinin oğlu Ebû Muhammed, üzerinde yünden bir cübbe bulunduğu halde Ebû'l-Hasen b. Yesar'ın huzuruna girdi. Ebû'l-Hasen ona şöyle dedi: Ey Ebû Muhammed, sen kalbini mi yüne bürüdün, yoksa bedenini mi? Sen onun yerine kalbini yüne bürü ve isterse Kûhî (diye bilinen) Kuhistan'dan gelme elbiseleri üst üste giyin. Bir adam da eş-Şiblî'ye şöyle demiş: Arkadaşlarından bir topluluk geldi ve bunlar şu anda camide bulunuyorlar. O da yanlarına çıkıp gittiğinde üzerlerinde yamalı elbiselerin ve peşiemallerin olduğunu görünce, şu beyiti okumuş: "Çadırlara gelince, şüphesiz ki onların çadırları gibidir. Fakat gördüğüm kadarıyla mahallenin hanımları asıl hanımları değildir." Ebû'l-Ferec İbnü'l-Cevzî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demiş: Ben de peştemale bürünmeyi ve yamalı elbiseler giyinmeyi şu dört sebep dolayısıyla mekruh görüyorum: 1- Evvela bu, selef-i salibin giyindiği şeylerden değildi. Onlar, zaruret dolayısıyla elbiselerini yamalıyorlardı. 2- Böyle bir giyim fakirlik iddiasını ihtiva eder, Halbuki insan, Allah'ın üzerindeki nimetlerini göstermekle emrolunmuştur. 3- Güya zahidlik gösterisidir Oysa biz zahidliğimizi örtmekle emrolunduk. 4- Bu, şeriatten yana kayıp uzaklaşan kimselere bir benzeme isteğidir. Bir kavme benzemeye çalışan ise onlardandır. Taberî de der ki: Kıl yününden yapılmış elbiseleri giyinmeyi, pamuk ve ketenden -helalinden bunları giyinebilme imkânını bulabilmekle birlikte - yapılmış ebliseleri giyinmeye tercih edenler hata etmiştir. Aynı şekilde bakliyat ve mercimek yeyip bunu buğday ekmeğine tercih eden de, kadınlara karşı arzu duyar korkusuyla et yemeyi terk eden de hata etmiştir. Bişr b. el-Haris'e yün giyinmeye dair soru sorulmuş, böyle bir soru ona ağır gelmiş ve hoşlanmadığı yüzünden anlaşıldıktan sonra şöyle demiş: Şehirlerde yün giyinmektense ipek ve uspurlu elbiseleri giyinmeyi daha çok severim. Ebû'l-Ferec de der ki: Selef orta halli elbiseleri giyinirlerdi. Ne çok pahalı ve kaliteli, ne de oldukça kalitesizleri. En iyi elbiselerini de cuma, bayram ve kardeşlerle karşılaşacakları vakitlere ayırırlardı. Daha iyi olanı tercih etmek onlar tarafından çirkin bir şey olarak görülmüyordu. Kişiyi küçük düşüren elbiseye gelince, bu da zahidlik ve fakirlik izharı (gösterişi) ihtiva eder. Ve sanki Allah'tan bir şikâyet tavrı gibidir. Giyenin de küçük görülmesine sebep teşkil eder. Bütün bunlar ise mekruhtur ve yasak kılınmış şeylerdir. Birisi dese ki: Güzel elbise giyinmek nefsin bir isteğidir. Biz ise nefsimize karşı cihad etmekle emrolunduk. İnsanlara karşı da süslenmektir. Oysa biz fiillerimizi insanlar için değil Allah için yapmakla emrolunduk. Böyle bir itiraza verilecek cevap şudur: Nefsin arzuladığı her şey yerilecek türden değildir. Aynı şekilde insanlara karşı kendisiyle süslenilen her şey de mekruh değildir. Bunlardan, eğer şeriat yasaklamış ise yasaklanılır, yahut din hususunda bunlar riyakârlık olsun diye yapılırsa yasak kılınır. Şüphesiz insan, güzel görünmeyi arzu eder. Ve bu nefsin bir payıdır, bundan dolayı da kişi kınanmaz. Bundan dolayı kişi saçını tarar, aynaya bakar, sarığını düzeltir, elbisenin kaba gelen astarını iç tarafına, güzel görünen dış tarafını da dışa giyinir. Bütün bunlardan mekruh görünen veya yerilen her hangi bir şey yoktur. Mekhûl, Âişe (radıyallahü anha)'dan şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbından bir topluluk onu kapıda bekliyorlardı. O da yanlarına gitmek üzere dışarı çıktı. Evde içinde su bulunan bir deri kap (küçük bir kova) vardı. Suya bakarak sakalını ve saçlarını düzeltmeye başladı. Ben: Ey Allah'ın Rasulü sende mi bunu yapıyorsun diye sordum, şöyle buyurdu: "Evet, kişi kardeşlerinin yanına çıkacağı vakit kendisine bir çeki düzen versin. Şüphesiz Allah güzeldir, güzel olanı sever." Müslim'in Sahih'inde de İbn Mes'ûd'dan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Kalbinde zerre ağırlığı kadar kibir namına bir şey bulunan kişi cennete girmeyecektir." Bir adam dedi ki: Kişi, elbisesinin, ayakkabısının güzel olmasını ister. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Muhakkak Allah güzeldir, güzel olanı sever. Kibir de hakkı reddetmek ve insanlara yukardan bakıp onları küçük görmektir." Müslim, Îman 147; Tirmizî, Birr 61. Bu anlamda Hadîs-i şerîfler pek çoktur. Hepsi de temizliğe ve güzel görünüşe delalet etmektedir. Muhammed b. Sa'd şunu rivâyet etmektedir: Bize el-Fadl b. Dukeyn haber verdi, dedi ki: Bize, Mende!, Sevr'den anlattı, o, Halid b. Ma'dân'dan dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), tarak, ayna, yağ, misvak ve sürmesini yanına alarak yolculuk yapardı. İbn Cüreyc'den ise, "kendisiyle tarandığı fildişi tarak" dediği nakledilmektedir. İbn Sa'd der ki: Bize, Kabisa b. Ukbe haber vererek dedi ki: Bize, Süfyan anlattı, o, Rabi' b. Sabih'ten, o, Yezid er-Rukaşi'den, o, Enes b. Mâlik'ten dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) başına çokça yağ sürer ve sakalını su ile tarardı. Bize, Yezid b. Harun haber verdi, bize, Abbâd b. Mansur anlattı, Abbâd, ikrime'den, o, İbn Abbâs'tan dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın uyuduğu vakit hor bir gözüne üçer defa sürme çektiği bir sürmedanlığı vardı. İbn Sa'd, Tabakaat, I. 484. Yüce Allah'ın: "Temiz ve hoş rızıklar" âyetindeki; "(.......): Temiz ve hoş şeyler" kazanç ve tat itibariyle hoş ve temiz şeyler hakkında kullanılan umumî bir isimdir. İbn Abbâs ve Katade derler ki: Temiz ve hoş rızıklar ile cahiliyye dönemi insanlarının haram kıldıkları Bahîre, Sâibe, Vasile ve Hamlar kastedilmektedir. Bundan kastın, kendilerinden lezzet alınan bütün yiyecekler olduğu da söylenmiştir. Hoş ve temiz şeyleri terketmek ve lezzetlerden yüz çevirmek hususunda farklı görüşler vardır. Kimileri, böyle bir tutum Allah'a yakınlaştırıcı bir amel değildir. Çünkü, mubah olan şeylerin yapılması da terkedilmesi de müsallallahü aleyhi ve sellemidir, demişlerdir. Kimileri de böyle bir iş, bizatihi Allah'a yakınlaştırıcı değilse de dünyada zahidliğe, uzun emelli olmamaya ve dünya için kendisini külfete sokmayı terk etmeye götüren bir yoldur. Bu ise menduptur. Mendup olan bir amel de Allah'a yakınlaştırıcıdır, demişlerdir. Başkaları da şöyle demektedir: Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Eğer istesek, hiç şüphesiz közde et pişirebiliriz, ince ekmek ve kuru üzüm ile birlikte hardal bulundurabiliriz. Fakat ben, yüce Allah'ın bir takım kimseleri yererek: "Siz bütün hoş şeylerinizi dünya hayatınızda bitirdiniz" (el-Ahkaf, 46/20) diye buyurduğunu gördüm. Bir başka kesim de bütün bunların kendisini külfete sokarak bir araya getirilmesiyle, külfetsiz bir araya gelmeleri arasında fark gözetmişlerdir. Hocalarımızın hocası, Ebû'l-Hasen Ali b. el-Mufaddal el-Makdisî der ki: -yüce Allah'ın izniyle de sahih olan bu görüştür- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den hoş ve lezzetlidir diye her hangi bir yemeği yemediği asla nakledilmiş değildir. Bilakis o, helva, bal, kavun, taze hurma yer, bununla birlikte dünyanın zevk verici arzulanan şeyleriyle uğraşıp ahiret işlerinden alıkoyması dolayısıyla da bu maksatla külfete girmeyi hoş görmezdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Derim ki: Kimi sufiler, temiz ve lezzetli şeyleri yemeyi mekruh görmüş ve Ömer (radıyallahü anh)'ın şu sözünü delil göstermişlerdir: Et yemekten uzak durun. Çünkü, et de tıpkı şarabın alışkanlığı gibi bir alışkanlık yapar. Buna şöyle cevap verilir: Bu, dünyada nimetleri tercih edip, arzularının peşinden devamlı koşmayı, nefsi zevk aldığı şeylerden yana rahatlatmayı tercih edip ahireti unutarak dünyaya yöneleceğinden korktuğu kimseler hakkında söylenmiş bir sözdür. Bu bakımdan Ömer (radıyallahü anh), valilerine ve komutanlarına (amirlerine) şu şekilde mektup yazardı: Nimetlere gark olmaktan, Acemlilerin elbiselerini giyinmekten uzak durun. Bunun yerine sıkıntılı ve zahidane yaşayışı tercih edin. Ömer (radıyallahü anh) bu sözleriyle hiç bir zaman Allah'ın helal kıldığı şeyi haram kılmayı, yahut da ismi yüce ve mübarek Allah'ın mubah kıldığı bir şeyi yasaklamayı düşünmemiştir, Diğer taraftan yüce Allah'ın âyeti, uyulan ve dayanak alınan sözlerin en hayır)ısıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı zineti temiz ve hoş rızıkları kim haram kılmıştır?" Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Dünya ve ahirette en iyi katık ettir." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, V. 35. Hişam b. Urve'nin babasından, onun Âişe (radıyallahü anha) dan rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kavun ile taze hurmayı birlikte yer ve şöyle dermiş: "Bunun sıcağı bunun serinliğini, bunun serinliği de bunun sıcağını kırıyor." Ebû Dâvûd; Tirmizî, Et'ime 36; İbn Mâce, Et'ime 37. el-Mâide Sûresi'nde (5/87. âyet, 1, 2. başlıklar ve devamında) iyi olmayan yiyecekleri tercih edenlerin kanaatlerine redde dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet-i kerîme de, başka âyet-i kerimeler de bu kanaate sahip olanların kanaatlerini reddetmektedir. Allah'a hamd olsun. 4. Nimetler Mü’minler İçindir: Yüce Allah'ın: "De ki: Bunlar dünya hayatında Îman edenler İçindir." Yani, bu nimetler dünya hayatında yüce Allah'ı tevhid etmek ve O'nu tasdik etmek mukabilinde hakkı ile onlara aittir. Yüce Allah, nimet verir, rızık ihsan eder. Eğer, nimete tnazhar olan kişi O'nu tevhid eder ve tasdik ederse, nimetin hakkını yerine gelirmiş olur. Eğer küfre saparsa, bu sefer şeytanın kendisini etkilemesine imkân vermiş olur. Sahih hadiste şöyle buyrulmaktadır: "Allah'tan daha çok eziyete katlanan hiç bir kimse yoktur. O, insanlara afiyet verir, rızık ihsan eder, kendileri ise O'nun eşi ve çocuğu olduğu iddiasında bulunurlar. " Buhârî, Edeb 71. Tevhîd 3: Müslim, Sıfâtu'l-Miinâfikin 49, 50; Müsned, IV, 395, 401, 405. "Dünya hayatında..." âyetinde ifade tamam olmaktadır. O bakımdan daha sonra meriu' olarak "Yalnız" diye buyurmaktadır, Bu, İbn Abbâs ve Nafi'in kıraatidir. "Kıyâmet günü ise yalnız onlaradır." Yani, yüce Allah, hoş ve temiz rızıkları ahirette yalnızca îman edenlere verecektir. Dünyada bunlarda mü’minlere ortak oldukları gibi, ahirette de müşrikler, mü’minlere bu hoş ve temiz rızıklarda ortak olmayacaklardır. Âyetin ifade ettiği anlam şudur: Bu hoş ve temiz şeyler dünya hayatında başkalarının da kendilerine bunlarda ortak olması ile birlikte mü’minler içindir. Kıyâmet gününde ise yalnız onların olacaktır. Buna göre " Yalnız" kelimesi, hazfedilmiş bir mübtedanın haberi olarak yeni bir cümle başlangıcıdır, İbn Abbâs, ed-Dahhak, el-Hasen, Katade, es-Süddî, İbn Cüreyc ve İbn Zeyd'in görüşü budur. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Bu dünya hayatında var olan hoş ve temiz şeyler kıyâmet gününde, yalnızca dünya hayatında îman eden kimselere verilecektir. Bunun, yalnızca mü’minlere verilmesi ise, bu nimetler dolayısıyla cezalandırılmayacakları ve azap görmeyecekleri anlamındadır. Buna göre Dünya hayatında" ibaresi; Îman edenlere" taalluk etmektedir. Saîd b. Cübeyr'in açıklaması da buna işaret etmektedir. Diğerleri ise, "Yalnız" kelimesini hal olarak ve kat' ile okurlar. Çünkü, ifade ondan önce de tamam olmaktadır. Ancak, bu kıraate göre; "Dünya" kelimesi üzerinde vakıf câiz değildir. Çünkü, ondan sonra gelen ifadeler, "Îman edenler içindir" âyeti ile alakalı olup ondan haldir. Ve ifadenin takdiri de şöyle olur: De ki: O nimetler dünya hayatında mü’minler içindir, kıyâmet gününde de yalnızca has olmak üzere onlarındır. Bu şekildeki açıklamayı Ebû’l-Ali (el-Farisî) yapmıştır. Mübtedanın haberi ise Îman edenler içindir" âyetidir. Halde amel eden ise, ler içindir" âyetinde yer alan "lâm" harfindeki fiil anlamıdır. Sîbeveyh ise, zarfın Önceden geçmiş olması dolayısıyla mansub olduğu görüşünü tercih etmiştir. "İşte Biz âyetleri bilenler için böylece açıklarız." Yani, size helâl ve haramı geniş geniş açıkladığım gibi, ihtiyaç duyduğunuz her şeyi de size böylece açıklıyorum. 33De ki: "Rabbim, ancak hayasızlıkları, onların açık olanını, gizli olanını, bununla beraber günahı, haksız isyanı, Allah'a -hakkında asla bir delil İndirmediği- her hangi bir şeyi ortak koşmanızı ve Allah'a bilmediğiniz şeyleri isnad etmenizi haram kılmıştır." Bu âyete dair açıklamalarımızı tek başlık halinde sunacağız: Âyetin Nüzul Sebebi Ve Âyette Yasaklanan Hususlar: el-Kelbî der ki: Müslümanlar, elbiselere (yerine göre ihrama) bürünüp Beytullah'ı tavaf edince, müşrikler onları ayıpladılar. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Âyet-i kerimede geçen "el-Fevâhis. (hayasızlıklar)" açığa çıkanı ile gizlisiyle aşırı derecede çirkin olan işler demektir. Kavli b. Ubade, Zekeriya b. İshak'dan, o, İbn Ebi Necih'den, o da Mücahid'den şöyle dediğini nakletmektedir: "Açık olanını" âyetinden kasıt, cahiliye döneminde annelerle nikâhlanmaktır. "Gizli olanını" ile kasıt, da zinadır. Katade ise, gizli olanı ve açık olanı diye açıklamıştır. Ancak bu açıklama su götürür. Çünkü daha sonra yüce Allah, "günahı" (el-ism) ve "haksız İsyanı" (el-bağy) da zikretmiştir. Dolayısıyla "hayasızlıklar" ile bunların bir bölümünü kastettiği ortaya çıkmaktadır. Durum böyle olduğuna göre, "hayasızlıklar (el-Fevâhiş)"den kastın zina olduğu ortaya çıkar. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. "Bununla beraber günahı" âyeti hakkında el-Hasen der ki: Bundan kasıt içkidir. Nitekim şair şöyle demektedir: "Ben, ism'i (şarabı) içtim, ta ki aklım kayboluncaya kadar İşte ism (şarap) bu şekilde aklı alıp götürür." Bir. başka şair şöyle demektedir: "Açıkça içeriz ism'i (şarabı) büyük kâselerle Ve sen miski aramızda elden ele dolaşır görürsün." "İsyan (el-Bağy)": Zulüm ve zulümde haddi aşmaktır ki, buna dair açıklamalar daha önceden geçmiştir. Sa'leb de der ki: Bağy, kişinin bir başkasını ağzına dolayarak onun hakkında ileri geri konuşması ve hak olmayan şekilde ona haksızlık etmesidir. Ancak, haklı olarak ondan intikam alması hali bundan müstesnadır. Yüce Allah'ın burada günahı ve haksızlığı, hayasızlıkların kapsamında olmakla birlikte ayrıca zikretmesi ise, bunların günah olarak büyüklükleri ve çirkinlikleri dolayıstyladır. Onları ayrıca zikretmesi, durumlarını daha bir te'kid etmek ve onlardan vazgeçirme kastıyladır. Aynı şekilde; "Allah'a... ortak koşmanızı ve bilmediğiniz şeyleri isnad etmenizi" yasaklar da böyledir. Bu iki cümle ise, öncekilere ati" yoluyla nasb mahallindedir. Bir topluluk da "ism: günah" kelimesinin içki anlamına gelmesini kabul etmemektedir. el-Femt der ki: İsm (günah) haddi gerektirmeyen daha aşağı suçlar ve insanlara haksızlık yapmalarıdır. en-Nehhâs der ki: Günahın (el-ism) şarap anlamında kullanılması ise bilinen bir husus değildir. Günah, gerçek anlamı itibariyle bütün masiyetleri kapsamına alır. Şairin dediği gibi: "Gerçekten, ben, işin en doğrusunun Allah'tan korkmak (takva) olduğunu gördüm. En kötüsü ise günahtır (el-İsm)." İbn el-Arabî de bu anlama gelmesini kabul etmeyerek şöyle demektedir: Daha önce geçen beyitte bu anlama geldiğine dair bir delil yoktur Çünkü o, (isim kelimesi yerine) zenbi içtim. Yahut vizri içtim demiş olsaydı yine bu anlama gelecekti. Onun söylediği bu söz, zenbin ve vizrin şarabın isimlerinden biri olmasını gerektirmediği gibi, ism kelimesini kutlanması da böyledir. Bu şekilde açıklamalara iten ise, diti bilmemek ve manalarda delillendirme yolunu bilmemektir. Derim ki: Biz bu açıklamayı el-Hasen'den de nakletmiş idik. el-Cevherî ise "es-Sıhah"da şöyle demektedir: Harar (şarap), bazan ism diye de adlandırılır. Sonra da daha önce naklettiğimiz buna dair beyiti zikreder. el-Herevî ise, bu beyiti şarabın ismin kendisi olduğuna dair gerekçe olarak "el-Ğarib" adlı iki eserinde (Ğaribu'l-Kur'ân ve Garibu'l-Hadis'te) nakletmektedir. O bakımdan ism'in lügat itibariyle hem bütün masiyetler hakkında, hem de şarap hakkında kullanılması uzak bir ihtimal değildir. O takdirde bu kullanımda da bir çelişki yoktur. Bağy ise zulümde haddi aşmaktır. Fesadda haddi aşmak olduğu da söylenmiştir. 34Her ümmetin bir eceli vardır. O ecelleri gelince ne bir an geri bırakabilirler, ne de ileri alabilirler. Bu âyete dair açıklamalarımızı bir başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Her ümmetin bir eceli vardır." Yani, belirlenmiş bir süresi vardır. "O ecelleri gelince" yani, yüce Allah nezdinde bilinen vakitten gelince. İbn Sîrin, "ecel" kelimesini çoğul olarak; şeklinde ("onların ecelleri" anlamında) diye okumuştur. "Ne bir an geri bırakabilirler." O vakitten sonraya bir an dahi geri kalmazlar, bir an dahi öne geçmezler. Şu kadar var ki, burada (an anlamında) "saafin özel olarak anılması, zaman dilimlerinin en azına isim oluşundan dolayıdır. Bu kelime bir zaman zarfıdır. "Ne de ileri alabilirler." İşte bu âyet, maktulün ancak eceliyle öldürüldüğüne delildir. Ölüm eceli demek, ölüm vakti demektir. Borcun ecelinin, vadesinin geliş vakti anlamına geldiği gibi. Bir şey için kendisiyle vakit tayin olunan her şey, onun için bir eceldir. İnsanın eceli ise, şanı yüce Allah'ın, hayatta olan kişinin kaçınılmaz olarak öleceğini bildiği vakittir. Bu vakitten sonraya ölümünün ertelenmesi mümkün değildir. Ancak bu, Allah'ın buna güç yetiremediği bakımından anlaşılmamalıdır. Aralarından istisna teşkil edenler müstesna, Mu'tezile'nin büyük çoğunluğu şöyle demektedir: Maktul, kendisi için tesbit edilmiş eceliyle ölmez. Eğer öldürülmez ise hayatta kalmaya devam eder. Ancak bu görüş yanlıştır. Çünkü maktul, başkası kendisini öldürdü diye ölmez. Aksine, şanı yüce Allah maktule vurulması esnasında onun canını çıkarmasından ötürü Allah'ın fiilinden dolayı ölmektedir. Denilse k"if Eğer eceliyle ölüyor ise, ne diye onu vurup öldüreni de öldürüyor ve ona kısas uyguluyorsunuz? Böyle diyene şu şekilde cevap verilir: Tasarrufta bulunma hakkı olmayan bir işte tasarrufta bulunduğu ve haddini aştığı için onu öldürüyoruz. Yoksa, maktul Öldüğü ve canı çıktığı için değil, zira bu onun fiilinden dolayı olmaz. Eğer insanlar kısas olmaksızın başkalarina haksızlıkta bulunmakla başbaşa bırakılacak olursa, bu elbette fesada ve kulların helâk olmasına götürür, Bu da gayet açık bir husustur. 35Ey Âdemoğulları! Size içinizden âyetlerimi size anlatacak peygamberler gelince, artık kim sakınır ve düzeltirse, onlar için bir korku yoktur ve onlar üzülecek değillerdir. Âyetin tefsiri için bak:36 36Âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklük taslayanlar, İşte onlar ateşlik olanlardır. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar. Yüce Allah'ın: "Ey Âdem oğulları, size içinizden âyetlerimi size anlatacak peygamberler gelince" âyeti şarttır. Âyetin başına; (.......) geldiğinden dolayı fiilin sonuna te'kid için "nün" gelmiş bulunmaktadır. (........)'ın sıla olduğu da söylenmiştir. Yani, "eğer size... gelirse" anlamındadır, Yüce Allah bununla, peygamberlerin çağrılarını kabul etmeleri ihtimali daha yüksek olsun diye kendilerine kendi cinslerinden peygamberler gönderdiğini haber vermektedir. Kasas (anlatmak) ise, sözü ardı arkasına söylemek demektir. "Ayetlerimi" de farzlarımı ve hükümlerimi... anlamındadır. "Artık kim sakınır ve düzeltirse" âyeti de bir şarttır. Ondan sonra gelen ise onun cevabıdır. Aynı zamanda birinci şartın da cevabıdır. Yani, sizden kim benim ile kendisi arasındaki münasebetleri ıslah eder düzeltirse "onlar için bir korku yoktur ve onlar üzülecek değillerdir." Bu, mü’minlerin kıyâmet gününde korkmayacaklarının, üzülmeyeceklerinin ve her hangi bir korku ve dehşete kapılmayacaklarının delilidir. Şöyle de açıklanmıştır: Kıyâmet gününün dehşetli hallerinden etkilenebilirler. Fakat, neticede onlar güvenlik içerisinde olacaklardır. Âyet-i kerimede zikredilen: "Size... peygamberler gelince" âyetinin cevabının, ifadeden anlaşılan şeyler olduğu da söylenmiştir. Yani, bunun cevabı, onlara itaat edin ve "artık kim sakınır ve düzeltirse..." şeklindedir. Birinci görüş, ez-Zeccâc'ın görüşüdür. 37Allah'a karşı yalan uydurarak İftira edenden yahut O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Onların kitaptan nasipleri neyse kendilerine erişecektir. Nihayet ruhlarını almak için elçilerimiz onlara geldikleri vakit diyecekler ki: "Allah'ı bırakıp da tapınageldiğiniz şeyler nerede?" Onlar:"Gözümüzden kayboldular" diyecekler ve kendi aleyhlerine kâfir olduklarına dair şahidlik edeceklerdir. Yüce Allah'ın: "Allah'a karşı yalan uydurarak iftira edenden, yahut O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir?" âyetinin anlamı şudur: Allah'a karşı yalan uydurmaktan ve O'nun âyetlerini yalanlamaktan daha büyük ve çirkin hangi zulüm vardır? Daha sonra: "Onların kitaptan nasipleri neyse kendilerine erişecektir" diye buyurmaktadır. Yani, İbn Zeyd'den nakledildiğine göre, onlar için takdir edilip yazılmış bulunan rızık, ömür ve amel neyse onlara erişecekti. İbn Cübeyr ise, bedbahtlık ve mutluluk, İbn Abbâs, hayır ve şer türünden, el-Hasen ile Ebû Salih: Küfürleri miktarınca azap diye açıklamışlardır. Taberî'nin tercih ettiği görüşe göre de anlam şöyledir: Onlara ne yazılmışsa; yani hayır, şer, rızık, amel ve ecel türünden kendileri için ne takdir edilmişse onlara erişecektir. Bu da İbn Zeyd, İbn Abbâs ve İbn Cübeyr'den az önce nakledilenlere uygun bir açıklamadır. Daha sonra şöyle der: Nitekim bundan sonra yüce Allah: "Nihayet ruhlarını almak için elçilerimiz onlara geldikleri vakit" diye buyurmaktadır ki, ölüm meleğini elçilerini kastetmektedir. Burada sözü geçen "kitap"la Kur'ân-ı Kerîm'in kastedildiği de söylenmiştir. Çünkü, kâfirlerin görecekleri azap onda sözkonusu edilmiştir. "Kitap"ın Levh-i Mahfuz olduğu da söylenmiştir. el-Hasen b. Ali el-Hulvanî şunu nakletmektedir: Ali b. el-Medinî bana yazdırarak şöyle dedi: Ben, Abdurrahman b. Mehdi'ye kadere dair soru sordum, bana şöyle dedi: Her şey bir kader iledir. İtaat ve masiyet de bir kader iledir. Masiyetler kader ile değildir, diyenlerin iftirası çok büyüktür. Yine Ali der ki: Ayrıca Abdurrahman b. Mehdi bana şunları söyledi: İlim, kader ve kitap aynı şeylerdir. Daha sonra Abdurrahman b. Mebdi'nin bu söylediklerini Yahya b. Said'e arzettim de şöyle dedi: Bundan sonra artık ne az bir şey kalmıştır, ne de çok bir şey. Yahya b. Maîn rivâyetle der ki: Bize Mervan el-Fezarî anlattı, bize İsmail b. Semi' anlattı, o, Bukeyr er-Tavîl'den, o, Mücahid'den, o da İbn Abbâs'dan yüce Allah'ın: "Onların kitaptan nasipleri neyse kendilerine erişecektir" âyeti hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: Bazı kimseler kaçınılmaz olarak mutlaka bir takım amelleri yaparlar. Buradaki; Nihayet" gaye (son ve nihaî durumu) anlatmak için kullanılmamıştır. Aksine, onlara dair verilen bir haberin başlangıcıdır. el ve Sîbeveyh derler ki: Nihayet, yahut ve dikkat edin" kelimeleri, imale ile okunmazlar. Çünkü bunlar, harf (edat)'dırlar. Bu harfler İle "Gebe ve sarhoş kadın" gibi isimler arasında fark vardır. ez-Zeccâc der ki: Nihayet" edatı, Sarhoş, kadın kelimesine benzediğinden dolayı "ye" ile yazılır. Şayet Dikkat et" edatı "ye" ile yazılacak olursa; a'yaı benzerdi. Amma"nın "ye" ile yazılmayış sebebi ise, aslı )'nın eklenmiş olmasından dolayıdır. "Diyeceklerki: Allah'ı bırakıp da tapınageldiğini şeyler nerede?" Bu soru, azarlamak için sorulacaktır. Çağırdığınız" kelimesi tapındığınız, ibadet ettiğiniz anlamındadır. "Onlar gözümüzden kayboldular diyecekler." Yani, hakikat olmadıkları ortaya çıktı ve önümüzden çekilip gittiler. Denildiğine göre bu, ahirette meydana gelecektir. "Ve kendi aleyhlerine kâfir olduklarına dair şahitlik edeceklerdir." Kendi nefisleri aleyhine kâfir olduklarını ikrar ve itiraf edeceklerdir. 38Diyecek ki: "Cin ve insanlardan sizden önce geçmiş topluluklarla siz de ateşe girin." Her ümmet girdikçe kardeşine lanet edecek. Nihayet hepsi birbiri ardınca oraya girip toplandıkları zaman da sonrakileri öncekileri için: "Rabbimiz, işte bizi bunlar saptırdılar. Onun için bunlara ateş azabını İki kat ver" diyecekler. Buyû'racak ki: "Herkese iki kat vardır. Fakat siz bilmiyorsunuz." Yüce Allah'ın: "Diyecek ki Cin ve İnsanlardan, sizden geçmiş topluluklarla" beraber "siz de ateşe girin" âyetin; "...de da... ile, beraber" anlamındadır. Bu anlama gelmesine engel bir husus yoktur. Çünkü: Zeyd o kavim arasındadır" demek O kavimle beraberdir," anlamındadır. Edatın asıl anlamında kullanıldığı da söylenilmiştir. Yani Sîz de onların arasına katılın," anlamına gelir. Bu sözü söyleyecek olan yüce Allah'tır denilmiştir. Yani, yüce Allah onlara... girin, diyecektir. Bu sözleri cehennemin bekçisi Mâlik'in söyleyeceği de söylenmiştir. "Her ümmet girdikçe kardeşine lanet edecek." Yani, kendisinden önce cehenneme girmiş olana lanet edecek. O önce giren de sonra girenin dini ve inanç bakımından kardeşi demektir. "Nihayet hepsi birbiri ardınca oraya girip toplandıkları zaman," Bir araya geleceklerinde... Burada geçen; Birbiri ardınca toplandıkları" kelimesini, el-A'meş diye okumuştur ki, fiilin asıl şekli de budur. Daha sonra "te" ile "dal" birbirlerine idğam edilince, "vasıl elifi"ne gerek duyulduğundan başa bir "elif" getirilmiştir. el-Mehdevî, İbn Mes'ûd'un da bu şekilde okuduğunu nakletmektedir. en-Nehhâs der ki: İbn Mes'ûd: Nihayet... bir diğerine yetişeceği zaman" diye okumuştur. İsmet, Ebû Amr'dan; şeklinde iki sakini bir arada olmak üzere elifi de okuduğunu nakletmekte ve buna örnek olarak; Bunlar iki Abdullah'tır, malın üçte ikisi onundur, söyleyişlerinde "tesniye elifinin kullanılışını göstermektedir. Yine Ebû Amr'dan, şeklinde "vasıl elifini kat' ile okuduğu da rivâyet edilmiştir. O, üzerinde hatırlayıp öğüt almak için sekte yapmış da okumuş gibi görünüyor. Bu sektesi uzayınca, hemze ile başlıyormuş gibi "vasıl elifini kat' İle okudu. Şiirde de "vasıl elifi"nin kat' ile okunduğuna dair nakiller vardır. Şairin şu beyitinde oluduğu gibi: "Ey nefs, sabret. Çünkü her hayatta olan kavuşur Ve bir aradaki her iki kişi sonunda ayrılacaktır." Mücahid ile Humeyd b. Kays'dan da; şeklinde iki sakinin yan yana gelmesinden ötürü, ve yine "dal" harfinden sonra gelen "elifi de hazfederek okuduğu nakledilmiştir. Hepsi, hep birlikte" hal olarak nasbedilmiştir. "Sonrakileri öncekileri için... diyecekler." Yani, aralarından daha sonra girecek olan tabi olanlar, önce girmiş olan Önderlerine şöyle diyeceklerdir: "Rabbimiz, işte bizi bunlar saptırdılar. Onun için bunlara ateş azabını İki kat ver." Âyetin bu bölümünde yer alan; " Öncekileri için" âyetindeki "Lâm" harfi, diye bilinir. Çünkü, onlar kendilerinden öncekilere hitap etmeyecekler. Ama kendilerinden öncekileri hakkında: Rabbimiz, işte bizi bunlar saptırdılar, diyeceklerdir. (.......) ise, bir şeyin kendi mislinin bir veya birkaç kat fazlası olması demektir, İbn Mes'ûd'dan nakledildiğine göre, burada bu kelimeden kasıt yılanlar ve ejderhalardır. Bu âyetin bir benzeri de şu âyet-i kerimedir: "Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları en büyük lanetle lanetle." (el-Ahzab, 33/68) Buradaki "(.......): Kat kat fazlası" kelimesi ile ilgili ve buna bağlı olarak söz konusu olan hükümlere dair, daha doyurucu açıklamalar yüce Allah'ın izniyle bundan sonra gelecektir. "Buyû'racak ki: Herkese İki kat vardır." Yani, uyana da kendilerine uyulana da. "Fakat siz bilmiyorsunuz" âyetini; Fakat onlar bilmiyorlar" diye "ye" harfi ile okuyanlar da vardır. Yani, her bir kesim diğer kesimin durumunu bilmez. Zira, cehennemde bulunanların bir bölümü başkalarının azabının kendi azabından daha fazla olduğunu bilecek olursa, bu onlar için bir çeşit teselli olur. Fakat siz bilmiyorsunuz" şeklinde "te" ile okuyuşa göre anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Fakat siz ey muhataplar, onların nasıl bir azap ile karşılaştıklarını bilmemektesiniz. Anlamın şöyle olması da mümkündür: Ama siz ey dünya ehli, onların içinde bulunacakları azâbın miktarını bilmezsiniz. 39Öncekileri de sonrakilerine: "Sizin bize hiç bir üstünlüğünüz yoktu. O halde kazandıklarınıza karşılık azâbı tadın" diyecek. "Öncekileri de sonrakilerine: Sizin bize hiç bir üstünlüğünüz yoktu... diyecekler." Yani, siz de bizim gibi kâfir oldunuz ve bizim yaptığımız gibi yaptınız. O halde siz azâbın hafifletilmesini hak eden kimseler değilsiniz. "O halde kazandıklarınıza karşılık azâbı tadın." 40Âyetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı büyüklenenlere -hiç şüphesiz- gök kapıları açılmayacaktır. Onlar, deve, iğne deliğinden geçmedikçe, cennete giremezler. Biz, günahkârları böylece cezalandırırız. Âyetin tefsiri için bak:41 41Onlara cehennemden bir döşek vardır. Üstlerinde de örtüler. İşte Biz, zâlimleri böyle cezalandırırız. "Âyetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı büyüklenenlere -hiç şüphesiz-gök kapıları açılmayacaktır." Yani, gök kapılan onların ruhlarına açılmayacaktır. Bu hususta sahih bir takım haberler gelmiş olup biz bunları "et-Tezkire" adlı kitabımızda zikrettik. Bunlardan birisi de el-Berâ b. Âzib tarafından rivâyet edilen hadistir. Orada, kâfirin ruhunun kabzedilişi ile ilgili olarak şunlar söylenmektedir: "Ondan, yeryüzünde görülmüş en pis kokan leş gibi bir koku çıkar. (Görevli melekler) ruhunu alıp yukarı doğru çıkarlar. Meleklerden her bir topluluğun yanından geçtikleri her seferinde mutlaka melekler: Bu kötü ve pis ruh da ne oluyor, derler. Onlara, bu filan oğlu filandır diyerek, dünyada kendisine verilen isimlerin en çirkinini zikrederler. Nihayet o ruh ile dünya semasına ulaşırlar. Kapının açılmasını isterler. Fakat kapı onlara açılmaz," Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Onlara gök kapıları açılmayacaktır" âyetini okudu. Ebû Dâvûd, Sünne 23: Müsned, IV, 287, 295-296: Hâkim, el-Müstedrek, I, 37-38. Onlara dua ettikleri vakit sema kapılan açılmaz diye de açıklanmıştır. Bu açıklamayı Mücâhid ve en-Nehaî yapmışlardır. Onlara cennet kapıları açılmaz. Çünkü, cennet semadadır anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna da yüce Allah'ın: "Onlar, deve, iğne deliğinden geçmedikçe, cennete giremezler" âyeti delâlet etmektedir. Deve iğne deliğinden geçemeyeceğine göre, hiç bir şekilde cennete giremeyeceklerdir. İşte bu, onların affedilmelerinin sözkonusu olmadığına dair kat'i bir delildir. Hata etmeleri düşünülemeyen müslümanların icmaı da bu şekildedir: Şanı yüce Allah, onlara ve onlardan hiçbir kimseye mağfiret etmeyecektir. Kadı Ebû Bekr b. et-Tayyıb der ki: Eğer bir kimse: Bu hususta ümmetin icmat nasıl söz konusu olabilir? Çünkü, kelamcılardan bazı kimseler, yahudi ve hıristiyanlar arasından mukallid olanlar ile onların dışında kalan kâfirlerin mukallid olanları cehennemde olmayacaktır, demişlerdir diyecek olursa, ona şu şekilde cevap verilir: Bunlar, mukallid kimsenin haklarında bir şüphe söz konusu olduğu için kâfir olacağını kabul etmeyen bir topluluktur. Bunların iddialarına göre mukallid kişi kâfir değildir ve bununla birlikte o, cehennemde olmayacaktır. Mukallid bir kimsenin kâfir olup olmadığını bilmek ise, bu hususta varid olmuş haber ve tevkif (konu ile ilgili gelmiş rivâyetler) ile değil de konu üzerinde düşünmekle anlaşılır. Hamza ve el-Kisâî çoğul olan kelimeyi (ebvâb: kapılar) müzekker kabul ederek; " Açılmayacaktır" diye okumuşlardır. Geri kalanlar ise bunu müennes çoğul kabul ederek "te" harfi ile okumuşlardır. Nitekim yüce Allah: "Onlar için kapılar açılmış haldedir" (Sâd, 38/50) âyetinde de müennes olarak okunmuştur. "Kapılar" anlamındaki "el-Ebvâb" kelimesinin müenneslîği hakiki olmadığından ötürü, müzekker ve çoğul olarak gelmesi de câiz görülmüştür. Bu şekildeki okuyuş İbn Abbâs'ın kıraatidir. O da "ye" ile okumuştur. Ebû Arar, Hamza ve el-Kisâî ise, "açılmayacaktır" anlamındaki fiilin "te" harfini hem az, hem çokluk ifade etmek üzere şeddesiz okumuşlardır. Şeddeli okumak ise, hem çokluk, hem de ardı arkasına tekrar tekrar meydana gelmeyi ifade eder. Burada şeddeli okuyuş daha uygundur, çünkü bu okuyuş çokluğa daha çok delalet etmektedir. "el-Cemel" el-Ferrâ''nın açıklamasına göre erkek deve demektir. Abdullah b. Mes'ûd da kendisine cemelin ne olduğunu soran kimseye herkesin bildiği şeye dair kendisine soru soran bir kimseyi cahil bulmuş gibi "dişi devenin kocası" diye cevap vermiştir. Bu kelimenin çoğulu şeklinde gelir. Ancak, erkek deveye, dört yaşına vardığı vakit "cemel" denir. Abdullah b. Mes'ûd ise sarı deve iğne deliğinden geçmedikçe..." diye okumuştur. Bunu, Ebû Bekr el-Enbarî şöylece nakletmektedir: Bize babam anlattı, bize Nasr b. Davud anlattı, bize Ebû Ubeyd anlattı, bize Haccâc, İbn Cüreyc'den anlattı, o, İbn Kesîr'den, o, Mücahid'den dedi ki: Abdullah b. Mcs'ud'un kıraatinde... diyerek, bu kıraati zikretti. İbn Abbâs, "dm" harfini ötreli, "mim"i de şeddeli ve üstün olarak; diye okumuştur. Bu da el-Kals diye de bilinen gemi halatıdır. Bu, kalın iplerin bir araya gelmesi demektir ki, bunun müfredi; dir. Bu açıklamayı da Ahmed b. Yahya Sa'teb yapmıştır. Bunun, kınnaptan yapılmış kalın İp demek oluduğu da söylenmiştir. Hurma ağaçlarına tırmanmak için kullanılan halat olduğu da söylenmiştir. Yine İbn Abbâs ile Saîd b. Cübeyr'den "cim" harfi ötreli ve "mim" de şeddesiz olarak okudukları rivâyet edilmiştir. Bu da gemi halatı ve kalın ip demektir. Az önce belirttiğimiz gibi. Yine İbn Abbâs'tan bunu, "cim" ile "mim" harfini de ötreli olarak;'in çoğulu şeklinde okuduğu da rivâyet edilmiştir. " Arslan ve arslanlar" gibi. Çoğulunun, "mim" harfi sakin olarak okunması ise; " Arslan ve arslanlar" okunuşuna benzer. Ebû's-Simaf'den ise, "cim" harfi üstün, "mim" harfi sakin olarak nakledilmiştir. Bu, deve anlamındaki 'in tahfifi (yani mim'in fethalı değil de sakin olarak okunması )dır. (........)e gelince, İbn Abbâs ve başkalarından nakledildiğine göre iğne deliği demektir. Bedende bulunan bütün ufak deliMere de; denilir; bunun çoğulu da; şeklinde gelir. Ancak, öldürücü olan zehir anlamındaki 'ın çoğulu ...diye gelir. İbn Sîrin bu kelimeyi "sin" harfi ötreli olarak okumuştur. kendisiyle dikiş dikilen alel (iğne) demektir. Bunu anlatmak için; kelimeleri kullanılır. "İzar, mi'zar (belden aşağısını örten elbise) ve kina' ile mikna'" (örtü, peçe) gibi. "Örtüler"den kasıt onları örten ateşlerdir. "Biz, günahkârları böylece cezalandırırız" ile kastedilenler ise kâfirlerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 42Îman edip de salih ameller işleyenlere gelince ki Biz kimseye gücünden fazlasını yüklemeyiz- onlar cennetliklerdir. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar." Yüce Allah'ın: "Ki, Biz kimseye gücünden fazlasını yüklemeyiz" âyeti bir mu'tariza (ara) cümlesidir. Yani, îman edip salih amel işleyenlere gelince, onlar cennetliklerdir, onlar orada ebedî kalıcıdırlar. "Ki, Biz kimseye gücünden fazlasını yüklemeyiz" âyetinin anlamına gelince: Yani O, hiç bir kimseyi, hanımlarına bulduğundan ve imkânından fazlasını harcamakla yükümlü kılmamış; eline geçiremediği şeyleri harcamakla yükümlü tutmamıştır. Burada fiilden önce istitaatın varlığının sözkonusu olduğu anlatılmak İstenmemektedir. Bu açıklamayı da İbnu't-Tayyıb yapmıştır. Bu âyetin bir benzeri de yüce Allah'ın: "Allah hiç bir nefse ona verdiğinden başkasını yüklemez" (et-Talâk, 65/7) âyetidir. 43Biz, onların kalplerinde kin türünden ne varsa söküp atacağız. Altlarından ırmaklar akar. "Bizi buna ileten Allah'a hamd olsun. Allah bizi bu yola iletmesiydi kendiliğimizden bunu bulmuş olamazdık. Yemin olsun ki, Rabbimizin peygamberleri hakla gelmişti" derler. Onlara: "Yapmaya devam ettiklerinize karşılık mirasçısı kılındığınız cennet İşte budur" diye seslenilir. Şanı yüce Allah, cennet ehline vereceği nimetler arasında onların kalplerinden her türlü kini çekip alacağını da zikretmektedir. "Dışarı çıkarmak;" ise, kalplerde gizli bulunan kin demektir. Çoğulu şeklinde gelir. Yani Biz, cennette dünyada iken kalplerinde bulunan kin türünden ne varsa onu gidermiş olacağız. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Kin, cennetin kapısında develerin çöküş yeri gibi olacaktır. Allah onu mü’minlerin kalbinden almış olacaktır." Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ben, Osman, Talha ve ez-Zübeyr'in yüce Allah'ın haklarında: "Biz onların kalplerinde kin türünden ne varsa söküp atacağız" dediği kimselerden olacağımızı ümid ediyorum. Yine denildiğine göre, cennette kinin sökülüp atılması, mevkii itibariyle aralarındaki üstünlükten ötürü birbirlerini kıskanmayacakları anlamındadır. Bir başka açıklamaya göre bu durum, cennet içkisinden içmenin bir sonucudur. Bundan dolayı yüce Allah; "Ve Rabbleri onlara son derece temiz bir şarap içirecektir" (el-İnsan, 76/21) diye buyurmaktadır. Yani, kalplerde bulunan her türlü kötülüğü temizleyecektir. Nitekim ileride buna dair açıklamalar, el-İnsan Sûresi (işaret olunan âyet-i kerimede) ve ez-Zümer Sûresi'nde (39/73-75- âyetin tefsirlerinde) yüce Allah'ın izniyle gelecektir. "Bizi buna ileten Allah'a hamd olsun..." Yani, bize doğru yolu göstermesi, bizi hidayete iletmesi suretiyle bu mükâfata ulaştıran Allah'a hamd olsun. Bu da Kaderîye'nin görüşlerini reddetmektedir. "Allah bizi bu yola iletmeseydi kendiliğimizden bunu bulmuş olamazdık" âyetinde " ...mazdık" lâfzında İbn Âmir "vav" harfini düşürmüştür. Diğerleri ise bu "vav" harfini okumuşlardır, "Biz hidayet bulmuş...Maki "lâm", "kım-ı key" diye bilinir. Allah bizi bu yola iletmeseydi" âyeti rel' mahallindedir. " Onlara seslenilir" kelimesinin aslı, şeklindedir. ise, şeddelisinden tahfif edilmiş olarak nasb mahallindedir. " cennet(İniz) işte budur diye..." anlamındadır. Aynı zamanda bu, kendisine seslenilen şeyin açıklaması da olabilir. Çünkü nida, bir söz söylemektir. O takdirde i'rabta mahalli olmaz. Yani onlara: İşte sizin cennetiniz budur, denilir. Çünkü onlara bu cennet dünya hayatında iken vadolunmuş idi. Bunun da anlamı: Size daha önceden vadolunmuş bulunan sizin cennetiniz işte budur. Ya da bu sözler, kendilerine uzaktan cenneti görecekleri vakit ve cennete girmeden önce söylenecektir. "Yapmaya devam ettiklerinize karşdık mirasçısı kılındığınız cennet işte budur." Amellerinize mukabil ve Allah'ın rahmet ve lütfuyla kendilerine girdiğiniz ve böylelikle mirasçı kılındığınız cennet işte budur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bu büyük lütuf Allah'tandır." (en-Nisa, 4/70) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Onları kendinden bir rahmetin ve bir lütfün içine sokacak..." (en-Nisa, 4/175) Müslim'in Sahih'inde de şöyle bir hadis yer almaktadır: "Sizden hiçbir kimsenin ameli kendisini cennete asla sokamayacaktır." Sen de mi Ey Allah'ın Rasulü, demeleri üzerine şöyle buyurdu: "Ben dahi. Allah'ın kendinden bir rahmete ve bir lütfa beni kavuşturması hali müstesna," Buhârî, Rikaak 18. Mardâ 19; Müslim, Sıfâtu'l-Münafikîn 71-76, 78; İbn Mâce, Zühd 20; Dârimî Rikaak 2.4; Müsned, II, 235, 256, 264... Sahih’in dışındaki hadis kaynaklarında da şöyle denmektedir: "Cennet ve cehennemde konaklayacak yeri bulunmayan hiç bir kâfir ve hiç bir mü’min yoktur. Cennet ehli cennete, cehennem ehli de cehenneme girdikleri vakit, cennet, cehennemliklere kaldırılır. Onlar cennet içindeki konaklarına bakarlar. Kendilerine: Eğer Allah'a itaal ile amel etmiş olsaydınız, işte konaklayacağınız yerler buralardı, denilir. Sonra da şöyle denilir: Ey cennet ehli, dünyada iken yapageldikleriniz ile onların konaklarına mirasçı olunuz. Sonra da onların konakları cennet ehli arasında pay edilir." Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, III, 458. Derim ki: Müslim'in Sahih'inde de şöyle denmektedir: "Müslüman bir kimse öldü mü, mutlaka Allah onun yerine cehenneme bir yahudi yahut bir hristiyanı girdirir," Müslim, Tevbe 49. Bu da aynı şekilde bir mirastır. O, lütfüyla dilediği kimseye nimet verecektir, adaleti gereğince de dilediğini azaplandıracaktır. Özetle, cennete ve cennetteki mevkilere ancak Allah'ın rahmetiyle" erişilebilir. Cennetlikler, amelleriyle cennete girecek olsalar dahi, O'nun rahmetiyle oraya mirasçı olmuşlar ve O'nun rahmetiyle oraya girmiş olacaklardır. Zira onların amelleri de O'nun bir rahmeti ve onlara bir lütfudur. Mirasçısı kılındığınız" idğamsız olarak okunmuştur. Ayrıca "te" harfi (peltek)se harfine idğam edilerek de okunmuştur. 44Cennetlikler, cehennemliklere: "Rabbimizin bize vadettiğini hak bulduk. Siz de Rabbinizin vadettiğini gerçek buldunuz mu?" diye seslenirler. Onlar da: "Evet" derler. Bunun üzerine aralarında bir münadi: "Allah'ın laneti zulmedenlere olsun" diye seslenir. "Cennetlikler cehennemliklere..." diye seslenirler. Bu seslenişlerindeki sorulan azarlamak ve ayıplamak anlamındadır. "...bulduk" âyeti -bir önceki âyette geçen- "Sizin cennetiniz işte budur diye" âyeti gibidir. Yani biz, gerçek şu ki Rabbimizin bize vadettiğini hak olarak bulduk anlamındadır. Bunun da aynı nida olduğu söylenmiştir. "Bunun üzerine aralarında bir münadi... seslenir." Nida eder ve yüksek sesle söyler demektir. Meleklerden birisinin böyle sesleneceğine işaret olunmaktadır. "Aralarında" zarftır. el-A'meş ve el-Kisâî, "evet" anlamındaki kelimeyi "ayn" harfi esreli olarak; diye okumuşlardır. Bu söyleyişe göre "ayn" harfinin sakin olması da mümkündür. Mekkî der ki: Bu kelimeyi "ayn" harfi esreli olarak okuyan kimse, soruya cevap olarak kullanılan ve yine onun gibi söylenerek deve, inek ve koyun türü hakkında kullanılan 'ın arasındaki farka dikkat çekmek ister, Hazret-i Ömer'in soruya cevap olarak verilmesi halinde "ayn" harfinin üstün okunuşunu kabul etmediği ve; diye söyle dediği rivâyet edilmiştir. Vadetmek ve tasdik etmek anlamındaki" kelimenin iki ayrı söyleyişidir. Vadetmek anlamı, olumlu olarak soru sormak halinde sözkonusu olur. Meselâ, "Zeyd kalkacak mı? sorusuna diğerinin, evet" diye cevap vermesi gibi. Tasdik anlamı ise meydana gelmiş bir şey hakkında haber vermek halinde sözkonusudur. Mesela; şu şu oldu diye söyleyen birisine ötekinin; "Evet" demesi gibi. Olumsuz bir soruya, olumlu olarak cevap; "Diye" verilir. Meselâ, bir kimseye: Ben sana ikramda bulunmadım mı diye sorulacak olursa, olumlu olarak cevap; Evet (bulundun) şeklinde verilir. Buna göre; bu âyet-i kerimede görüldüğü gibi olumlu soruya cevap için kullanılır. ise, olumsuz soruya olumlu olarak cevap vermek için kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ben sizin Rabbiniz değilmiyim? Onlar da evet (radıyallahü anhbbimizsin)... demişlerdi." (el-A'raf, 7/72) el-Bezzî, İbn Âmir, Hamza ve el-Kisâî; "Muhakkak Allah'ın laneti..." diye okumuşlardır ki, asıl şekli böyledir. Diğerleri ise "nun" harfini şeddesiz olarak; ve "lanet" kelimesini de mübtedâ olarak merfu' okumuşlardır. Buna göre; her iki kıraate göre de cer harfinin ıskatı (düşürülmesi) ile nasb mahallindedir. Bununla birlikte "nun"un şeddesiz olarak okunması halinde i'rabtan mahallinin olmaması ve daha önce geçtiği gibi açıklayıcı (müfessire) olması da mümkündür, el-A'meş'in ise, "hemze"yi esreli olarak, "Muhakkak ki Allah'ın laneti" şeklinde okuduğu da nakledilmiştir. Bu ise, mahzuf "kale: dedi ki" takdirine binaen böyle okunur. Nitekim Kûfeliler de yüce Allah'ın şu âyetindeki (Ali İmrân, 3/39'daki) "hemze"yi bu şekilde esreli olarak okumuşlardır "O, mihrabta durmuş namaz kılarken melekler Ona şöyle seslendi: Muhakkak Allah..." Rivâyet edildiğine göre Tavus, Hişam b. Abdulmelik'in huzuruna girmiş ve ona şöyle demiş: Allah'tan kork ve o sesleniş gününden sakın. Hişam, kendisine: Sesleniş günü de ne oluyor? diye sorunca, Tavus ona: Yüce Allah'ın: "Bunun üzerine aralarında bir münadi: Allah'ın laneti zulmedenlerin üzerine olsun diye seslenir" âyetini okuyunca Hişam bayıldı. Tavus da şöyle dedi: Bugünün niteliği karşısındaki zillet bu olunca, ya bugünün gözle görüleceği vakit zillet nasıl olacak? 45Onlar ki, Allah yolundan alıkoyanlar, onu eğriltmek isteyenlerdi. Onlar, ahireti de inkâr ederlerdi. Yüce Allah'ın: "Onlar ki, Allah yolundan alıkoyanlar..." âyeti sıfat olmak Üzere; Zulmedenlere" ait bir sıfat olarak cer mahallindedir. Bununla birlikte; "Onlar," yahut; "Şunları kastediyorum ki" lâfızlarının takdiri ile ref veya nasb mahallinde olması da mümkündür. Yani: Dünya hayatında insanları İslâm'dan alıkoymaya devam edenler... Anlam, engel olmak, alıkoymak anlamını veren; dan gelmesi halinde böyle, yahut da kendilerini Allah'ın yolundan alıkoyanlar, yani yüz çevirenler anlamında da olabilir. Bu ise, "Yüz çevirme"den gelir. "Onu eğriltmek isteyenlerdi." Onun eğri olmasına çalışan, onu yeren ve böylelikle ona îman etmeyen kimselerdi. Benzer anlamdaki açıklamalar daha önceden (Âl-i İmrân, 3/99- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Onlar, âhireti de inkâr ederlerdi," Burada; "...lerdi" anlamındaki nakıs fiil hazfedilmiştir ki, bu çokça görülen bir şeydir. 46Onların ikisi arasında bir perde ve Â'râf üzerinde de her birini yüzlerinden tanıyan adamlar vardır. Cennet ehline: "Selâmun aleykum" diye seslenirler. Bunlar, henüz oraya girmeyen fakat girmeyi uman kimselerdir. "Onların İkisi arasında bir perde... vardır." Önceden her ikisinden de söz edildiği için cennet ile cehennem arasında bir engel, yani bir sur vardır demektir. Bu, yüce Allah'ın: "Aralarında kapısı olan bir duvar çekilmiş olacaktır" (el-Hadid, 57/13.) âyetinde sözü edilen surdur. "A'râf üzerinde" yani, A'raf’ın surları üzerinde "her birini yüzlerinden tanıyan adamlar vardır." Atın yelesi ve horozun ibiği anlamındaki; tabirleri de buradan gelmektedir. Abdullah b. Ebi Yezid, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir: A'raf, yüksek olan şey demektir. Mücahid de İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir: A'raf, horozun ibiği gibi yükseklikleri (burçları) bulunan bir surdur. Sözlükte A'raf, yüksekçe yer demektir. Ve bu, çoğuludur. Yahya b. Âdem der ki: Ben, el-Kisaî'ye A'rafın tekilini sordum, sustu. Bunun üzerine dedim ki: Bize İsrail anlattı, o, Cabir'den, o, Mücahid'den, o, İbn Abbâs'tan dedi ki: A'raf, horozun urfu (ibiği) gibi yüksekliği bulunan bir surdur. O da, Allah'a yemin ederim ki öyledir. Tekili budur. Yani "urf' ...diye gelir. Çoğulu da A'raf gelir. Ey köle, haydi kalem kâğıt getir, dedi ve bunu yazdı. Buradaki ifade, övgü sadedindedir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Öyle adamlar ki, onları ne ticaret, ne alış veriş Allah'ı anmaktan... oyalar." (en-Nûr, 24/37) İlim adamları, A'raf ta bulunanlar hakkında açıklamalarda bulunmuş ve bu konuda on ayrı görüş ortaya çıkmıştır: 1- Abdullah b. Mes'ûd, Huzeyfe b. el-Yeman, İbn Abbâs, en-Nehaî, ed-Dahhâk ve İbn Cübeyr derler ki: Bunlar, hasenatı ve seyyiâtı (iyilik ve kötülükleri) birbirlerine eşit gelecek bir topluluktur. İbn Atiyye der ki: Hayseme b. Süleyman'ın Müsned'inde (15. cüz'ün sonlarında), Cabir b. Abdullah'tan şöyle bir hadis kaydedilmektedir: Cabir dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Kıyâmet günü teraziler kurulur. İyilikler ve kötülükler tartılır. İyilikleri kötülüklerinden, bir bit sirkesi kadar ağır gelen kişi cennete girer. Kötülükleri de iyiliklerinden bir bit sirkesi kadar ağır gelen kişi de cehenneme girer." Ey Allah'ın Rasulü denildi, ya iyilik ve kötülükleri bir birine eşit olanın durumu ne olacak? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu; "İşte bunlar A'raftakilerdir. Cennete girmedikleri halde oraya girmeyi umanlardır. " Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, III, 463. 2- Mücahid der ki: Bunlar salih, fakih ve ilim adamı kimselerdir. 3- Bunların şehidler oldukları da söylenmiştir ki, bunu el-Mehdevî zikretmektedir. 4- el-Kuşeyrî der ki: Bunların, mü’minlerin faziletlileri ile şehidler oldukları söylenmiştir. Bunlar, kendileriyle uğraşmayı bir kenara bırakmış, insanların durumlarıyla ilgilenmeye kendilerini vermişlerdir. Cenehennem ashâbını görecekleri vakit, Allah'ın kendilerini cehenneme göndermesinden O'na sığınırlar. Çünkü, her şey Allah'ın kudreti içerisindedir. İnsanın bilgisinden farklı olan şey de O'nun kudreti dahilindedir. Cennetlikleri gördükleri vakit ise -ki, henüz oraya girmemiş olacaklar- oraya girmeyi ümit ederler. 5- Şûrahbil b. Sa'd der ki: Bunlar babalarına asi olarak Allah yolunda cihada çıkıp şehid olan kimselerdir. Taberî bu hususta Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bir hadis de zikretmektedir. Bunların, babalarına asi olmaları ile şehid düşmeleri denk gelecektir. 6- es-Sâ'lebî de senedini kaydederek İbn Abbâs'tan yüce Allah'ın: "A'râf üzerinde de... adamlar vardır" âyeti hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: A'raf, sıratın üzerinde yüksekçe bir yerdir. Orada Abbas, Hamza, Ali b. Ebî Tâlib ve Zülcenehayn olan Cafer (i Tayyar) olacaktır. (Allah onlardan razı olsun). Bunlar, kendilerini seven kimseleri yüzlerinin aklığı ile, kendilerine buğzedenleri de kara yüzlerinden tanıyacaklardır. 7- ez-Zehravî der ki: Bunlar kıyâmet gününde insanlar hakkında yaptıklarına dair şahidtik edecek adaletli kimselerdir ve bunlar her ümmette vardır. en-Nehhâs da bu görüşü tercih ederek şöyle demiştir: Bu, bu hususta söylenen sözlerin en güzelidir. Bunlar, cennet ile cehennem arasındaki surun üzerinde bulunacaklardır. 8- ez-Zeccâc, bunlar bir takım nebilerin kavmidirler, demiştir. 9- Denildiğine göre bunlar, dünya hayatında iken küçük günahları bulunan, fakat acı ve musibetlerle bu günahları keffaret olunmayan, bununla birlikte büyük günahları da olmadığından dolayı cennete girmeleri alıkonulan kimselerdir. Böylelikle bundan ötürü üzülsünler ve bu da onların işledikleri küçük günahların bir karşılığı olsun. Hatta Ebû Huzeyfe'nin mevlası Salim, A'raftakilerden olmayı temenni etmiştir. Çünkü onun görüşüne göre A'rafta bulunan kimseler küçük günah sahibi kimselerdir. 10- Bunların, zina mahsulü çocuklar oldukları da söylenmiştir. Bu görüşü el-Kuşeyrî, İbn Abbâs'tan nakletmiştir. Bundan başka bunların bu sur üzerinde görevli melekler oldukları da söylenmiştir. Bu melekler, cennet ve cehenneme girmelerinden önce kâfirlerle mü’minleri birbirlerinden ayırt ederler. Bu görüşü Ebû Midez zikretmiştir. Kendisine: "Adam" denilmez denilince, şu cevabı vermiş: Onlar (hakkında kullanılan zamir ve kipler) erkekler için kullanılanlardır. Dişiler için kullanılan zamir ve kipler onlar hakkında kullanılamaz. O bakımdan "adamlar" lâfzınında onlar hakkında kullanılmış olması uzak bir ihtimal görülemez. Nitekim yüce Allah'ın şu âyetinde de "adamlar" lâfzı cinler hakkında kullanılmıştır: "Doğrusu şu da var. İnsanlardan bazı adamlar, cinlerden bazı adamlara sığınırlardı..." (el-Cin, 72/6) İşte bu melekler mü’minleri de kâfirleri de alâmetleriyle tanırlar. Mü’minlere cennete girişlerinden önce cennete girecekleri müjdesini verirler. Mü’minler ise cennete girmemiş olmakla birlikte cennete girecekleri umudunu taşırlar. Cehennemlikleri görecekleri vakit de kendilerinin azaptan kurtulmaları için dua ederler. İbn Atiyye der ki: Âyet-i kerimeden anlaşıldığına göre A'raf üzerinde cennet ehlinden olmakla birlikte cennete girişleri gecikecek ve anlatılan şekliyle her iki kesimi görerek ibret alacak bir takım adamlar bulunacaktır. "Her birini yüzlerinden tanıyan adamlar" âyetine gelince, her birini alâmetleriyle tanıyan adamlar olacaktır, demektir. Bu ise, cennet ehli hakkında yüzlerin aklığı ve güzelliği, cehennem ehli hakkında da yüzlerin karanlığı ve çirkinliği ile buna benzer, bunların gidecekleri yer ile ötekilerinin gidecekleri yere dair bilgilerle tanınacaklardır. Derim ki: Konu ile ilgili rivâyetlerin ve açıklamaların birbirlerini tutmaması dolayısla kesin bir şey söylemeye imkân yoktur. Allah işlerin gerçeğini en iyi bilendir. Diğer taraftan şu açıklamalar da yapılmıştır: A'raf kelimesi urfun çoğuludur. Bu ise, yüksek ve yukarı her yerin adıdır. Çünkü, bu yüksekliği ile daha aşağıda olan yerlere nisbetle daha çok tanınır (A'refdir). İbn Abbâs der ki: A'raf, sırat üzerindeki yüksekçe burçlar demektir. A'raf’ın, Uhud dağı olduğu ve oraya konulacağı da söylenmiştir. İbn Atiyye der ki: ez-Zehravî'nin naklettiği bir hadise göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Uhud, bizi seven bizim de kendisini sevdiğimiz bir dağdır. O, kıyâmet gününde cennet ile cehennem arasında konulacak ve orada herkesi simalarından tanıyacak bir takım kimseler alıkonulacaktır. Bunlar, inşaallah cennet ehlindendirler." Safvan b. Süleym'den de bir başka hadis naklederek Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini zikretmektedir: "Muhakkak Uhud, cennetin rükünlerinden (esaslarından) birisinin üzerinde bulunacaktır." el-Heysemî, Mecmau'z Zevâid, IV, 13, Derim ki: Ebû Ömer de Enes b. Mâlik'den naklettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "Uhud, bizi seven ve bizim de kendisini sevdiğimiz bir dağdır. Ve şüphesiz ki o, cennetin tümsek bahçelerinden birisinin üzerinde olacaktır." İbn Mâce, Menâsik 104. A'raftakiler: "Cennet ehline..." cennetliklere: "Selamun aleykum" diye seslenirler. Yani onlara, selamun aleykum diyeceklerdir. Bunun, sizler cezadan esenliğe kavuştunuz, kurtuldunuz anlamında olduğu da söylenmiştir. "Bunlar henüz oraya girmeyen fakat girmeyi uman kimselerdir." Yani, A'raftakiler henüz cennete girmemiş olacaklardır. Bu açıklamaya göre "fakat girmeyi uman kimselerdir" âyeti, onlar oraya gireceklerini biliyorlar, anlamına gelir. Tama' (ummak)'ın bilmek (ilim) anlamına kullanılması, sözlükte bilinen bir husustur ki, bu açıklamayı en-Nehhâs zikretmektedir. Aynı zamanda bu, İbn Abbâs, İbn Mes'ûd ve başkalarının da görüşüdür. Ve bu görüşe göre burada kastedilen A'raftakiterdir. Ebû Miclez ise şöyle demektedir: Bunlardan kasıt, cennet ehlidir. Yani, A'raftakiler cennettekiler henüz cennete girmemiş olduklun halde onlara, selamun aleykum diyeceklerdir. Bununla birlikte A'raf'takilerin yanından geçen mü’minleri cennete girmek hususunda umutlandırırlar. Yüce Allah'ın: "Selamun aleykum" âyeti ile Henüz oraya girmeyen" kelimeleri üzerinde vakıf yapılır. Ondan sonra da; "Fakat girmeyi uman kimselerdir" âyeti ile başlanılır. Yani onlar, oraya girmeyi umut ederler anlamındadır. Bununla birlikte "Fakat girmeyi uman kimselerdir"in hal olması da mümkündür, o takdirde anlam şöyle olur: A'raf sahiplerinin yanından geçen mü’minler, orayı umdukları halde değil de ummadıkları halde oraya girmiş olacaklardır. Bu takdirde; "Henüz oraya girmeyen..." kelimesi üzerinde vakıf yapılmaz. 47Gözleri cehennemlikler tarafına çevrildiği zaman da: "Rabbimiz, bizi bu zâlimler topluluğu ile beraber bulundurma" diye dua ederler. Yüce Allah'ın: "Gözleri cehennemlikler tarafına çevrildiği zaman" buyuruğundaki;" Taraf kelimesi, karşı karşıya gelme ciheti demektir. Bu kelime gibi "tiFal" vezninde mastar olarak yalnızca iki kelime gelmiştir ki bunlar: kelimeleridir. Bu vezindeki diğer mastarlar ise üstün iledir. (........) gibi. Esreli olarak bu vezindeki isimler ise pek çoktur, kelimeleri gibi. "Diye dua ederler" âyetinde kastedilenler, A'raftakilerdir. Duaları da şöyle olacaktır: "Rabbimiz, bizi bu zâlimler topluluğu ile beraber bulundurma." Yüce Allah'tan kendilerini zâlimlerle birlikte bulundurmamasını istiyeceklerdir. Halbuki, Allah'ın onları zâlimlerle birlikte bulundurmayacağını da bilmektedirler. Böyle bir dua, Allah'ın huzurunda zilletlerini arzetmek için yapılacaktır. Nitekim, cennetliklerin yapacakları şu dua da buna benzemektedir: "Rabbimiz, nurumuzu bize tamamla..." (et-Tahrim, 66/8) Yine cennetlikler "Allah'a hamd olsun" diye dua edeceklerdir ki, bu da yüce Allah'a şükür olmak üzere yapılacak bir duadır. Ayrıca bu duayı yapmaktan dolayı da onlar bir zevk alacaklardır. 48A'râftakiler, yüzlerinden tanıdıkları bir takım adamlara seslenerek şöyle derler: "Çokluğunuzun da, büyüklenip durmanızın da size bir faydası olmadı. Âyetin tefsiri için bak:49 49"Kendilerini Allah'ın, rahmetine erdirmeyeceğine yemin ettiğiniz kimseler bunlar mıydı? İşte (onlara): Girin cennete! Size hiç bir korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz (denilmiştir)." Yüce Allah'ın: "Arâftakiler, yüzlerinden tanıdıkları bir takım adamlara" cehennemliklerden tanıdıkları bir takım kimselere "seslenerek şöyle derler: Çokluğunuzun da büyüklenip durmanızın da size bir faydası olmadı." Yani,' sizin dünyalığınızın çokluğu da, îmana karşı büyüklenmenizin de bir faydası olmadı. Bilal, Selman, Habbab ve benzerleri fakir mü’minlerden olan bir topluluğa işaret ile, dünyada iken "kendilerini Allah'm" âhirette "rahmetine erdirmeyeceğine yemin ettiğiniz kimseler bunlar mıydı?" Bu sözleriyle cehennemlikleri azarlayacaklardır. "İşte (onlara) girin cennete... (denilmiştir)" diye söylemek suretiyle kederleri ve hasretleri daha da artırılmış olacaktır. İkrime, "elif"siz olarak ve "dal" harfi de üstün olarak;"İşte cennete girdiler" diye okumuştur. Talha b. Mûsarrif ise, "hı" harfi esreli olarak mazi (ve meçhul) bir fiil olmak üzere; "Cennete girdirilmişlerdir," diye okumuştur. Âyet-i kerîme, A'raftakilerin melekler yahut peygamberler olduğuna delalet etmektedir. Çünkü, onların bu sözleri, yüce Allah'tan aldıkları bir haberi bildirmektir. Ancak, A'raftakileri günahkâr kimseler olarak kabul edenlerin görüşüne göre, Araftakilerin cehennemliklere söyleyecekleri sözler, "büyüklenip durmanızın da size bir faydası olmadı" ile sona ermekte, buna karşılık: "Kendilerini Allah'ın rahmetine erdirmeyeceğine..." âyeti ise, yüce Allah'ın, dünya hayatında söyledikleri sözler dolayısıyla cehennemliklere azar olmak üzere söyleyeceği sözler olacaktır. Bu görüş İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir, birinci görüş ise, el-Hasen'den rivâyet edilmiştir, Bunun, A'raftakiler üzerinde görevli bulunan meleklerin söyleyecekleri sözlerden olduğu da söylenilmiştir. Çünkü cehennemlikler, A'raftakilerin kendileriyle birlikte cehenneme gireceklerine dair yemin edecekler, melekler ise buna karşılık Araftakilere: "Haydi cennete girin. Sizin için bir korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz" diyeceklerdir. 50Cehennemlikler, cennetliklere: "Bize biraz su veya Allah'ın size İhsan ettiği rızıktan akıtın" diye seslenirler. Onlar İse: "Doğrusu Allah bunları kâfirlere haram kılınıştır" derler. Yüce Allah'ın: "Cehennemlikler, cennetliklere: Bîze biraz su veya Allah'ın size ihsan ettiği rızıktan akıtın diye seslenirler" âyetine dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Cehennemliklerin Kabul Edilmeyecek Olan Talepleri: Yüce Allah'ın: "Cehennemlikler... diye seslenirler" âyeti ile ilgili olarak şöyle denilmiştir: A'raftakiler cennete girdikten sonra cehennemlikler de umutlanarak şöyle diyeceklerdin Rabbimiz, cennette bizim akrabalarımız var. Onlarla görüşmek, onlarla konuşmak üzere bize izin ver. Cennetlikler ise, bunları yüzlerinin karalığından dolayı tanımayacaklar. Cehennemlikler: "Bize biraz su veya Allah'ın size ihsan ettiği rızıktan akıtın" diyecekler. Bu âyet da, Âdemoğlunun, azapta olsa dahi yemekten ve içmekten müstağni kalamayacağını açıklamaktadır, "Onlar ise: Doğrusu Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır, derler." Cennetteki yiyecek ve içecekleri kâfirlere haram kılmıştır, demektir. Âyet-i kerimede geçen; "kelimesinin mastarı olan "ifâda", genişlik vermek, bolluk vermek demektir. 2. İhtiyaç Sahiplerine Su Vermenin Fazileti: Bu âyet-i kerimede su ihtiyacını karşılamanın en faziletli ameller olduğuna delil vardır. İbn Abbâs'a hangi sadaka daha faziletlidir diye sorulmuş, o da: Su diye cevap vermiştir. Sîzler, cehennemliklerin cennetliklerden yardım isteyecekleri vakit: "Bize biraz su veya Allah'ın size ihsan ettiği rızıktan akıtın" diyeceklerini bilmiyor musunuz? Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre de Sa'd, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip şöyle sormuş: Sadakanın hangi türünü daha çok seversin? Hazret-i Peygamber: "Su" diye buyurmuş. Ebû Dâvûd, Zekat 41; İbn Mâce, Edeb 8. Bir rivâyette de: Bunun üzerine Sa'd bir kuyu kazarak: Bu da Sa'd'ın annesi için, demiş. Ebû Dâvûd, Zekat 41. Enes'den dedi ki: Sa'd dedi ki: Ey Allah'ın Rasulü, Sa'd'ın annesi sadakayı severdi. Onun yerine benim tasaddukta bulunmamın bir faydası olur mu? Hazret-i Peygamber: "Evet, sana suyu tavsiye ederim" diye buyurmuş. Nesâî, Vesayâ 9. Bir başka rivâyette de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Sa’d b. Ubede'ye annesinin adına su tasadduk etmesini emretmiştir. Ebû Dâvûd, Zekat 41. İşte bu, su tasadduk etmenin Allah nezdinde yaklaştırıcı ibadetlerin en büyüklerinden olduğunu göstermektedir: Kimin günahı çoğalırsa o, başkalarının su ihtiyacını karşılamaya baksın. Diğer taraftan yüce Allah'ın, köpeğe su verenin günahlarını bağışladığı rivâyette belirtilmiştir. Ya mü’min ve muvahhid bir kimseye su verip ihtiyacını karşılayarak canına can katan kişinin durumu ne olur! Buhârî'nin Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bir adam yolda yürürken oldukça susamış. Bunun üzerine bir kuyuya inerek oradan su içmiş, sonra çıkmış. Bu sefer susuzluktan toprak yiyen bir köpek görmüş: Benim susadığım gibi bu köpek de susamış diyerek (kuyuya İnmiş) ve ayakkabısına su doldurarak ağzına almış, sonra kuyudan çıkmış, köpeği sulamış. Allah da bu amelinden dolayı övmüş ve ona mağfiret buyurmuş." Ashâb: Ey Allah'ın Rasulü demiş. Bizim hayvanlara yaptıklarımızdan dolayı ecir almamız da sözkonusu mudur? Hazret-i Peygamber şu cevabı vermiş: "Ciğeri nemli (canlı) her bir varlığa yapılan iyilik dolayısıyla bir ecir vardır." Buhârî, Şirb ve M..... 9, Mezalim 23, Edeb 27; Müslim, Selâm 153; Ebû Dâvûd, Cihad 44; Muvatta’, Sıfatu'n-Nebiyy 23; Müsned, II, 375, 517. Bunun tam aksi bir rivâyet de Müslim tarafından nakledilmektedir. Abdullah b. Ömer'den rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bir kadın, ölünceye kadar hapsettiği bir kedi dolayısıyla azap görmüştür. Ve bundan dolayı cehenneme girmiştir. O kediyi hapsetti. Kendisi yiyecek ve içecek bir şey vermediği gibi yerin haşeratından yemek için onu serbest de bırakmadı." Buhârî, Bed'u’l-Halk 16, Enbiyâ 54, Şirb ve Musâkaat 9; Müslim, Kusûf 9-10, Birr 133-135, Tevbe 25; İbn Mâce, İkametu's-Salât 152, Zühd 30; Dârimî, Rikaak 93; Müsned, II, 159, 188.. Hazret-i Âişe'den rivâyet edilen hadise göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Müslüman bir kişiye kim suyun bulunduğu yerde bir içim su verecek olursa, âdeta bir köle azad etmiş gibi olur. Yine müslüman bir kimseye su bulunmayan bir yerde bir içim su verecek olursa, ona hayat vermiş gibi olur." Bu hadisi de İbn Mâce Sünen'inde rivâyet etmiştir. İbn Mâce, Rükün 16. 3. Mülkiyet Altına Alınmış Su: Havuz ve kırbasında bulunan suyun sahibi, başkalarına göre o suda daha bir hak sahibidir ve istediği kimselere bu suyu vermeyebilir, diyenler bu âyet-i kerimeyi delil göstermişlerdir. Çünkü cennetliklerin: "Doğrusu Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır" şeklindeki sözleri; sizin bunlarda bir hakkınız yoktur, anlamındadır. Buhârî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bu anlamda olmak üzere; "Havuz ve kırba sahibinin suyunda daha bir hak sahibi olduğu görüşünde olanlar" diye bir başlık açmakta ve bu başlık altında Ebû Hüreyre'nin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den naklettiği şu âyetini zikretmektedir: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, yabancı develer nasıl su havuzundan uzaklaştırılıyor ise, ben de Havuzumdan bir takım kimseleri öylece uzaklaştıracağım. " Buhârî, Şirb ve Musâkaat 10 Hadisi benzer ifadelerle ayrıca: Müslim, Tahâre 38, 39, Fedâil 38; İbn Mâce; Zühd 36; Müsned, II, 300, 408... de kaydetmektedir. el-Mühelleb der ki: Havuz sahibinin suyunda başkalarına göre daha bir hak sahibi olduğunda hiç bir görüş ayrılığı yoktur. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Şüphesiz bir takım kimseleri... Havuzumdan uzaklaştıracağım" diye buyurmuştur. 51Dinlerini bir eğlence ve bir oyun edinip de dünya hayatının kendilerini aldattığı kimseler, kendileri nasıl bir güne kavuşacaklarını unuttular. Onlar, âyetlerimizi nasıl bilerek İnkâr ettilerse, Biz de bugün onları öylece unuturuz. Bu âyet-i kerimedeki; "Kendileri" lâfzı, "kâflrlere'in sıfatı olarak cer mahallindedir. Uygun bir takdir ile ref veya nasb olması da mümkündür. Bu sözlerin, cennet ehlinin söyleyecekleri sözlerden olduğu da söylenmiştir. "Bugüne kavuşacaklarını nasıl unuttularsa... Biz de bugün onları öylece unuturuz." Yani onlar, bugün amel etmeyi terkedip nasıl yalanladılarsa, Biz de onları böylece cehennemde bırakırız. "Âyetlerimizi nasıl bilerek İnkâr ettilerse" âyeti de atfedilmiştir, Yani, bilerek nasıl inkâr ettilerse, Biz de onları böylece azapta bırakırız. 52Yemin olsun ki Biz onlara, îman edecek bir kavme hidayet ve rahmet olmak üzere, ilme dayanarak uzun uzadıya açıkladığımız bir Kitap getirmişizdir. "Yemin olsun ki Biz onlara... bir Kitap" yani Kur'ân-ı Kerîm "getirmişizdir" demektir. "Îman edecek bir kavme hidayet ve rahmet olmak üzere ilme dayanarak." Nezdimizden bilgiye istinaden; her hangi bir yanılma ve yanlışlık sözkonusu olmaksızın; uzun uzadıya açıkladığımız... üzerinde dikkatle düşünen kimsenin bilip öğreneceği şekilde açıkladığımız " bir Kitap getirmişizdir." Buradaki; "Uzun uzun açıkladığımız" âyetinin, kısım kısım anlamına geldiği de söylenmiştir. "Hidayet ve rahmet olmak üzere" âyetini ez-Zeccâc; Hidayete ileten ve rahmet özelliğini taşıyan diye açıklayarak, Kitabın bu özelliğini "Uzun uzadıya açıkladığımız" âyetindeki zamirden hal olarak kabul etmiştir. ez-Zeccâc der ki: Bunun, şeklinde, o bir hidayet ve bir rahmettir, anlamında olması da mümkündür. Denildiğine göre, "Bir kitap" dan bedel olmak üzere "Bir hidayet ve rahmet (olan bu kitap)" şeklinde olması da mümkündür. el-Kisâî ve el-Ferrâ' da derler ki: "Bir kitap"ın sıfatı olmak üzere "Hidayet ve rahmet" şeklinde esreli okuyuş da mümkündür. el-Ferrâ' ayrıca şöyle demektedir: Bu da yüce Allah'ın: "Ve bu, indirdiğimiz bir Kitaptır, mübarektir" (el-En'âm, 6/92) âyeti gibidir. "Îman edecek bir kavme" âyetinde özellikle îman edeceklerin zikredilmesi, ondan yararlanacak kimselerin onlar oluşundan dolayıdır. 53Onlar, zamanı gelince bildirdiklerinin gerçekleşmesinden başkasını mı bekliyorlar? O'nun bildirdiklerinin çıkacağı günde, evvelce O'nu unutanlar derler ki: "Gerçekten de Rabbimizin peygamberleri hakkı getirmişlerdi. Acaba şimdi bizim için şefaat edecek şefaatçiler bulunur mu? Yahut, işlediklerimizden başkalarını İşleyelim diye geri döndürülür müyüz?" Onlar, kendilerini gerçekten hüsrana uğratanlardır. Uydurageldikleri şeyler de kendilerinden uzaklaşarak kaybolup gitmişlerdir. Yüce Allah'ın: "Onlar, zamanı gelince bildirdiklerinin gerçekleşmesinden başkasını mı bekliyorlar?" âyetindeki "te'vîi" kelimesi, den türemiş bir kelime olarak hemzelidir. Medineliler ise, hemzeli kelimeleri hafifleterek okurlar. Âyet-i kerimedeki "nazar", intizar yani, beklemek anlamındadır. Bu da şu demektir. Onlar Kur'ân-ı Kerîm'de kendilerine vadolunan ceza ve hesaptan başkasını mı bekliyorlar? Buradaki in, kıyâmet gününe bakmak (o günü beklemek)'den geldiği de söylenmiştir. Buna göre "Onun bildirdiklerinin gerçekleşmesi" âyetindeki o zamiri Kitab'a raci olur. Kitabın bildirdiklerinin te'vili ise, yüce Allah'ın o Kitapta vadetmiş olduğu öldükten sonra diriliş ve hesaptır. Mücahid'e göre "onun te'vîli"nden yani bildirdiklerinin gerçekleşmesinden kasıt, cezasıdır. Bu da onların Kitabı yalanlamalarının cezası demektir. Katade ise bunun, akibeti anlamına geldiğini söylemiştir ki, bu açıklamalar birbirine yakın anlamlar ifade eder. "Onun bildirdiklerinin çıkacağı günde" yani, kıyâmet gününde bildirdiklerinin akibetleri görülüp ortaya çıkacağı vakit, anlamındadır. " Günde" kelimesi İse "Derler" ile nasbedilmiştir. Yani: O'nun bildirdikleri gerçekleşeceği gün gelmeden önce, O'nu unutanlar şöyle diyeceklerdir: "Gerçekten de Rabbimizin peygamberleri hakkı getirmişlerdi. Acaba şimdi bizim için şefaat edecek şefaatçiler bulunur mu?" Bu, temenni anlamını da taşıyan bir sorudur. "Şefaat edecek" kelimesi ise, sorunun cevabı olduğundan dolayı hazfolunmuştur. "Yahut... geri döndürülür müyüz." el-Ferrâ' derki: Âyet: Acaba geri döndürülür müyüz? anlamındadır. "İşlediklerimizden başkalarını işleyelim diye..." âyeti hakkında ez-Zeccâc der ki: "Geri döndürülür müyüz" anlamındaki fiil, manaya atfedilmiştir. Yani: Acaba herhangi bir kimse bize şefaat eder, yahut biz (dünyaya geri döndürülür müyüz) anlamındadır. İbn İshâk "Yahut... işleyelim diye geri döndürülür müyüz?" anlamındaki fiilleri nasb ile okumuştur. Anlamı ise: Ancak, geri döndürülür de işlediklerimizden başkalarını işlersek müstesna, anlamındadır. Nitekim şair şöyle demiştir: "Ona: Gözlerin ağlamasın dedim. Çünkü biz, ancak Ya bir mülkü ele geçirmeye çalışıyorum yahut ölür de mazur görülürüz." el-Hasen ise, her iki fiili de ref ile okumuştur, "Onlar kendilerini gerçekten hüsrana uğratanlardır." Yani, bir türlü kendilerine bir fayda sağlayamamışlardır. Kendisine fayda sağlayamamış herkes kendisini hüsrana uğratmış demektir. Nimetleri kaybettiler ve kendilerine sağlayabilecekleri paylardan mahrum kaldılar, diye de açıklanmıştır.
"Uydurageldiklerİ şeyler de kendilerinden uzaklaşarak kaybolup gitmişlerdir." Yani, Allah ile birlikte başka bir ilâh vardır şeklinde dünyada iken söyledikleri sözlerin batıl olduğu ortaya çıkmış olacaktır. 54Şüphesiz Rabbiniz, O Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra Arş'a istiva etti. Geceyi durmadan kovalayan gündüze O bürüyor. Güneşi, ayı ve yıldızları emriyle ram eden O'dur. İyi bilin ki, yaratma da emretme de yalnız O'nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın şanı ne yücedir! Yüce Allah: "Şüphesiz Rabbiniz O Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı" âyeti ile yoktan var etmek kudretine tek basına kendisinin sahip olduğunu beyan etmektedir. O halde, yalnızca O'na ibadet etmek gerekir. Altı kelimesinin aslı'dır. Araplar, "dal" harfini "sin" harfine idğam etmek isteyince, "te"nin mahrecinde bir araya geldikleri görüldüğünden, her ikisini de "te" olarak çıkarmışlardır. Şöyle de demek mümkündür: İki "sin'den birisinin yerine "te" getirilmiş ve bu da "dal" harfine idğam edilmiştir. Çünkü, bunun küçültme ismi; Altıda bircik" şeklinde, çoğulu ise, "Altılar" şeklinde gelir. Çoğul ve küçültme isimleri ise, Arapçada isimlerin asıl harflerini ortaya çıkartır. Yine Araplar: Altıncı derler. diyenler ise, "sin" yerine "te" getirmiş (ibdal etmiş) olurlar. "Yevm: Gün" kelimesi ise güneşin doğuşundan batış vaktine kadar olan süreyi ifade eder. Eğer güneş yoksa bu anlamda "yevm" de yok demektir. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî yapmış ve şöyle demiştir: "Altı gün'den kasıt, âhîret günlerinden altı gündür ki, her bir gün bin yıl demektir. Bu da göktedn ve yerin yaratılışının önemini ortaya koymak içindir. Dünya günlerinden altı gün olduğu da söylenmiştir. Mücâhid ve başkaları ise şöyle demişlerdir: Bu günlerin ilki pazar, sonuncusu ise cuma günüdür. Bu süreyi yüce Allah zikretmekle birlikte O, bunları bir anda dahi yaratmak dileseydi elbette bunu yapardı. Zira O, bunlara ol demeye ve bunları hemen var etmeye kadirdir. Fakat O, kullara yapacakları İşlerinde yumuşak davranmayı ve sağlam iş yapmayı öğretmek istemiştir. Diğer taraftan kudretinin, meleklere peyder pey zuhur etmesini dilemiştir. Bu ise: Melekleri göklerden ve yerden önce yaratmıştır, diyenlerin görüşüne göredir. Göklerin ve yerin altı günde yaratılmasındaki bir diğer hikmet de şudur; Her bir şeyin O'nun nezdinde bir süresi vardır. Ayrıca O, bununla isyankârları cezalandırmakta acele etmeyi terk ettiğini de açıklamaktadır. Çünkü O'nun nezdinde her bir şeyin bir vadesi vardır. Bu da yüce Allah'ın: "Biz, onlardan önce kuvvetçe kendilerinden daha çetin olan nice nesiller helâk ettik" (Kaf, 50/36) diye buyurmasından sonra: "Yemin olsun gökleri, yeri ve aralarında olanları Biz altı günde yarattık. Ve Bize bir yorgunluk da dokunmadı. O halde söylediklerine sabret..." (Kaf, 50/38-39) âyetini andırmaktadır. Yüce Allah'ın: "Sonra Arş'a İstiva etti" âyetine gelince, burada "istiva meselesi" söz konusudur, İlim adamlarının bu hususta uzun açıklamaları ve ifadeleri vardır. Bu husustaki ilim adamlarının görüşlerini de biz, "el-Kitabu'l-Esnâ fi Şerhi Esmâillahi'l-Büsnâ ve Sıfatihi el-Ulâ" adlı eserimizde açıklamış ve orada bu hususta ondört ayrı görüş olduğunu zikretmiştik. Mütekaddimîn ile müteahhirînin çoğunluğuna göre, şanı yüce Allah'ın, cihet ve mekan tutmaktan münezzeh olduğunu kabul etmek zorunlu olduğundan dolayı, yine buna bağlı olarak -mütekaddimîn bütün ilim adamlarına göre ve müteahhirînin önderlerine göre- O'nun, cihetten de tenzih edilmesi bir zorunluluktur. Onlara göre, yüce Allah "yukarı" cihetinde değildir. Zira, O'nun için özel bir cihetin varlığı kabul edilecek olursa, bu O'nun bir mekanda bulunması anlamına gelir. Mekân ve yer tutmak dolayısıyla yer tutan için hareket, değişmek ve hadis olmak sözkonusu olur. Bu, kelamcıların görüşüdür. Selef-i Salihin'in ilk dönemleri ise, Allah'ın bir cihette bulunuşunu nefyetmiyorlar ve bunu nefyettiklerini de ifade etmiyorlardı. Aksine, onlar da genel olarak herkes de yüce Allah'ın Kitab'ında bildirdiği, peygamberlerinin de haber verdiği şekilde O'na cihet isbat ediyorlardı; Selef-i Salihten her hangi bir kimse, Allah'ın Arş'ı üzerinde hakikaten istiva etmiş olduğunu inkâr etmiyordu. İstivâ'nın Arş'a tahsis ediliş sebebi İse, O'nun Allah'ın malılukatının en büyüğü olmasından ötürüdür. Şu kadar var ki, istivâ'nın keyfiyeti bilinmemektedir. Çünkü, bunun hakikatinin ne olduğu bilinmemiştir. Mâlik -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir: İstivâ'nın ne demek olduğu -sözlükte-bilinmektedir. Keyfiyet ise meçhuldür, buna dair soru sormak ise bid'attir. Ummu Seleme (radıyallahü anha) da böyle demiştir. Ve bu kadarı kâfidir. Kim bundan daha fazla bilgi edinmek istiyor ise, bu hususta ilim adamlarının eserlerinde açıklamanın yer aldığı bölümlere bakabilir. İstiva, Arap dilinde yüksek olmak, yükseklik ve istikrar bulmak demektir. el-Cevherî der ki: Eğrilikten istiva etti (düzeldi) ve bineğinin sırtı üzerinde istiva etti, yani kuruldu demektir. Semaya İstiva etmek ise, oraya yönelmek, orayı kastetmek demektir. Yine bu kelime, istila etmek, üstün ve galip gelmek anlamına da gelir. Şair der ki: "Bişr, Irak'a istiva etti (orayı istilâ etti, üstünlük sağladı); Kılıç kullanmaksızın ve kan dökmeksizin." "Adam istiva etti" ise, gençliğinin son noktasına vardı (olgunlaştı), demektir. İtidal noktasına gelmek hakkında da kullanılır. Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr ise, Ebû Ubeyde'den yüce Allah'ın: "Rahmân (olan Allah) Arş'a istiva etti" (Tâ-Hâ, 20/5) âyeti hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: Onun üzerine yükseldi, anlamındadır. Şair de şöyle demiştir: "Ve ben onları oldukça kurak, geniş bir düzlükteki suya götürdüm Yemanî yıldızı çıkmış da istiva etmiş bulunuyordu." Alabildiğine yükselmiş bulunuyordu, demektir. Derim ki: yüce Allah'ın yüksekliği, O'nun şan, sıfat ve melekûtunun yüksekliğinden ibarettir. Yani, celal özelliklerinin kendisi hakkında vacib olduğundan daha üstünde vâcib olduğu herhangi bir kimse yoktur. Kendisiyle yükseklikte oıtak olacak kimse de yoktur. Aksine O, mutlak olarak tek yüce olandır. "Arş'a" âyetindeki "arş" lâfzı, birden çok anlam hakkında kullanılan müşterek bir lâfızdır. el-Cevherî ve başkaları der ki: Arş: Hükümdarın tahtı demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de de şöyle buyurulmuştur: "Ona tahtını (arş) tanımıyacağı bir hale getirin" (en-Neml, 27/41); "Baba ve annesini tahtının (arşının) üzerine oturttu." (Yusuf, 12/10) Arş, aynı zamanda evin tavanı anlamına da gelir. Ayağın arşı ise, üst tarafındaki çıkıntı ve parmakların bulunduğu bolüm demektir. Arşu's-Simâk ise, el-Awâ' diye bilinen yıldız grubunun alt tarafındaki dört küçük yıldızdan ibarettir. Bunların, arştan yıldız grubunun kuyruk tarafı olduğu da söylenir. Kuyunun arşı ise, dip tarafından bir adam boyu kadar taşla örüldükten sonra, ahşab ile bükülmesi demektir. İşte bu ahşap bölümüne arş deniliyor. Çoğulu ise "urûş" ...diye gelir. Arş, Mekke'nin de bir adıdır. Yine arş, hükümdarlık ve saltanat anlamına da gelir. Filan kişinin mülkü, saltanatı ve kuvvetinin gittiğini anlatmak üzere de; tabiri kullanılır. Şair Züheyr de der ki: "Abse yetiştiniz fakat arşı (mülk ve saltanatı) elinden gitmişti. Zübyanlıların ise şerefi ve gücü de ortadan kalkmıştı." Arş, âyet-i kerimede mülk (ve egemenlik) anlamında da te'vil edilebilir. Yani, mülk O'ndan başka hiç bir kimse hakkında söz konusu değildir. Bu da güzel bir açıklama olmakla birlikte tartışılabilecek yanları vardır. Biz bunu, ismi geçen eserimizde konu ile ilgili ileri sürülmüş görüşler arasında açıkladık, yüce Allah'a hamd olsun. Yüce Allah'ın: "Geceyi durmadan kovalayan gündüze bürüyor." Yani, geceyi gündüzün üzerine bir örtü gibi bırakıyor. Bu da şu demektir: Gündüzün aydınlığını gideriyor. Böylelikle dünya hayatında gecenin gelişi ile hayat dosdoğru bir şekilde tamam olsun. Çünkü gece sükûn bulmak, dinlenmek içindir, gündüz de geçimi kazanmak içindir. Âyet-i kerimedeki; "Bürüyor" kelimesi, "şin" harfi şeddeli olarak da okunmuştur. Bunun bir benzeri de er-Ra'd Sûresi'ndedir. (Bk. 13/3- âyet). Bu şekildeki-kıraat ise, Ebû Bekr'in Âsım'dan rivâyet ettiği kıraat ile Hamza ve Kisaî'nin kıraatidir. Diğerleri ise bunu şeddesiz olarak okumuşlardır ki, bu da (........) şeklinde iki ayrı şivedir. Bununla birlikte kıraat âlimleri "Onu örttüğü şeylerle örttü" (en-Necm, 53/54) şeklinde şeddeli olarak icma ile okumuşlardır. Aynı şekilde; "Onları(n gözlerini de) örttük" (Yasin, 36/9) şeklinde icma ile okumuşlardır. O bakımdan her iki okuyuş da bir birine eşittir. Şu kadar var ki, şeddeli okuyuşta tekrarlama ve çok yapma anlamı vardır. Her ikisi de bir şeyi bir şeye bürümek manasına gelir. Bu âyet-i kerimede, gündüzün geceye girişi sozkonusu edilmeyerek, onlardan birisinin amlmasıyla yetinilerek diğeri zikredilmemiştir. Yüce Allah'ın: "Ve sizi sıcaktan koruyan elbiseler" (en-Nahl, 16/81) âyeti ile, "Hayır yalnız Senin elindedir" (Âl-i imran, 3/26) âyetinde olduğu gibi. Humeyd b. Kays ise, diye okumuştur ki, bu gündüz geceyi bürür (örter) demektir. "Durmadan kovalayan" aralıksız olarak onun arkasından giden, demektir. "Geceyi... gündüze bürüyor" anlamındaki âyet da hal olarak nasb mahallindedir. İfadenin takdiri de şöyledir: Yüce Allah, geceyi gündüze bürüyen olarak Arş'a istiva etmiştir. Aynı şekilde "durmadan kovalayan" âyeti de "gece"den haldir. Yani, geceyi gündüze birbirini kovalayarak bürür anlamındadır. Cümlenin, hal olmayıp yeni bir cümle olması ihtimali de vardır. "Durmadan" kelimesi, mukadder bir "kovalayan" lâfzından bedel, yahut onun bir sıfatı veya hazfedilmiş bir mastarın sıfatı da olabilir. Yani durmadan ve hızlıca kovalayan demektir. lâfzı acele, çabuk demektir. ise, hızlıca geri döndü, anlamına gelir. "Güneşi, ayı ve yıldızları emriyle ram eden O'dur." el-Ahfeş der ki: Bu âyet, "gökleri" kelimesine atfedilmiştir. Yani: Güneşi, ayı... emriyle ram edilmiş olarak yaratan O'dur, anlamına gelir. Abdullah b. Amir'den, "güneş, ay, yıldız" kelimeleri ile "ram edilmişler" anlamındaki kelimelerin, mübtedâ ve haber olmak üzere tümüyle merfu' okuduğu da rivâyet edilmiştir. (Bu durumda meal şöyle olur: Güneş, ay ve yıldızlar O'nun emriyle müsalıhar kılınmıştır). Yüce Allah'ın: "İyi bilin ki, yaratma da emretme de yalnız O'nundur" âyetine dair açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız: 1. Yaratmak Ve Emretmek Yalnız Allah'ındır: Allah, bu haberinde bize doğruyu söylemiştir. Yaratmak da yalnız O'nundur, emretmek de. O, bütün mahlukatı yarattı ve sevdiği, uygun gördüğü şeyleri onlara emir olarak verdi. Bu emir, aynı zamanda yasağı da vermesini gerektirmektedir. İbn Uyeyne der ki: Yaratma ile emretmek ayrı şeylerdir. Bunları bir ve aynı şey kabul eden kâfir olur. Çünkü, yaratmaktan kasıt, yaratılanlardır. Emretmek ise, mahluk olmayan O'nun kelamıdır ve bu da O'nun "ol" demesidir. Çünkü: "O, bir şeyi (yaratmak) diledi mi, O'nun emri sadece ona, "ol" demekten ibarettir, o da derhal oluverir." (Yasin, 36/82) Yüce Allah'ın, yaratmayı ve emretmeyi ayrı olarak zikretmesinde, Kur'ân'ın yaratılışını kabul edenlerin sözlerinin yanlış ve tutarsız olduğuna bir delil vardır. Zira, eğer emrin kendisi olan sözü mahluk olsaydı: "İyi bilin ki, yaratmak da, yaratmak da yalnız Onundur" demesi gerekirdi. Böyle bir ifade ise, abes, çirkin ve tutarsız bir ifadedir. Yüce Allah ise, faydasız söz söylemekten yüce ve münezzehtir. Buna, şanı yüce Rabbimizin şu âyeti da delil teşkil etmektedir; "Göklerin ve yerin O'nun emriyle durması da O'nun âyetlerindendir" (er-Rûm, 30/25); "Geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı da size müsahhar kıldı. Yıldızlar da O'nun emriyle boyun eğmişlerdir." (en-Nahl, 16/12.) Yüce Allah, bu buyruklarıyla bütün mahlukatın O'nun emriyle varlıklarını devam ettirdiklerini haber vermektedir. Eğer emir yaratılmış olsaydı, bu yaratılan emrin de O'nunla var olabileceği bir başka emre ihtiyacı olurdu. O emir de bir başka emre muhtaç olur ve bu sonsuza kadar böyle devam eder giderdi. Bu ise, imkânsız bir şeydir. Böylelikle yüce Allah'ın kelamı demek olan emrinin, kadim ve ezelî olduğu, mahluk olmadığı ortaya çıkmaktadır. O'nun emriyle mahlukatın var olması bu yolla mümkün olabilir. Yine buna yüce Allah'ın şu âyeti de delil teşkil etmektedir: "Biz, gökleri, yeri ve aralarındaki şeyleri ancak hak ile yarattı." (el-Hicr, 15/85) Şanı yüce Allah bu âyette gökleri ve yeri hak ile yani, hak olan sözü ile yarattığını haber vermektedir ki, bu da O'nun mükevvenata (ol emriyle var edilenlere) verdiği: kûn: ol âyetidir. Eğer, hakkın kendisi yaratılmış olsaydı, onunla mahrukatı yaratması mümkün olamaz, düşünülemezdi. Zira, mahlukat, mahluk ile yaratılamaz. Buna da yüce Allah'ın şu âyeti delalet etmektedir: "Yemin olsun ki, gönderilmiş kullarımız için şu sözümüz ezelden beri geçmiştir:..." (es-Saffat, 37/171); "Muhakkak ki, kendileri için tarafımızdan iyiliğin takdir edilmiş olduğu kimseler ondan uzaklaştırılmışlardır" (el-Enbiyâ, 21/101); "Fakat, Benden... sözü hak olmuştur." (es-Secde, 32/13) İşte bütün bunlar, ezelde bu husustaki "söz"ün(ün) geçmiş olduğuna bir işaret vardır. Bu da Allah'ın sözünün ezelden beri var olmasını gerektirmektedir. Bu nükte Allah'ın sözünün mahluk olduğunu kabul edenlerin görüşlerini reddetmek için yeterlidir. Bununla birlikte aksi kanaatte olanların görüşlerine delil gösterdikleri bir takım âyetler de vardır. Yüce Allah'ın: "Kendilerine Rabblerinden bir yeni zikir gelse..." (el-Enbiyâ, 21/2) âyeti ile yüce Allah'ın: "Allah'ın emri elbette yerine gelir" (el-Ahzâb, 33/37) ile, "Allah'ın emri mutlaka yerini bulan bir kaderdir" (el-Ahzâb, 33/38) âyeti ve benzerleri. Kadı Ebû Bekr der ki: Yüce Allah’ın: "Kendilerine Rabblerinden yeni bir zikir gelse" (el-Enbîyâ, 21/2) âyetinin anlamı, kendilerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan her hangi bir ümit, bir va'd ve bir korkutma gelecek olsa "mutlaka onu eğlenerek, alay ederek dinlerler." (el-Enbiyâ, 21/2) Çünkü, Peygamberlerin öğütleri ve sakındırmaları bir zikirdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sen onlara hatırlat (zekkir). Sen ancak bir hatırlatıcısın (müzekkir)." (el-Ğâşiye, 88/21) Yine konuşma esnasında filan kişi zikir meclisindedir tabiri kullanılır. Diğer taraftan yüce Allah'ın: "Allah'ın emri elbette yerine gelir âyeti ile Allah'ın emri mutlaka yerini bulan bir kaderdir." (el-Ahzâb, 33/37 ve 38) âyeti ile yüce Allah kâfirlerden alacağı intikamı ve onlara vereceği cezayı, bir de mü’minlere yardımını verdiği hüküm ve takdir etmiş olduğu fiillerini kastetmektedir. Nitekim yüce Allah'ın şu âyeti de bu kabildendir.: "Nihayet emrimiz gelip de..." (Hûd, 11/40) Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Halbuki Fir'avun'un emri hiç de doğru değildi." (Hûd, 11/97) Burada "emirden kasıt ise, onun hali, fiilleri ve izlediği yoldur. Şair de şöyle demektedir: "Onun kendine has bir emri (hali, durumu , yolu) vardır. Nihayet o, Ayaklarıyla barınmak üzere bir mer'aya geçti mi, orada yerleşir." 2. Emir İle İrade Arasındaki İlişki: Bu husus bu şekilde açıklığa kavuştuğuna göre şunu bil ki: "Emir"in irade ile hiç bir ilgisi yoktur. Mutezile ise, emir iradenin kendisidir, demektedir. Oysa bu doğru değildir. Aksine, yüce Allah, irade etmediği şeyi emreder, irade ettiği şeyi de yasaklar. Meselâ, Hazret-i İbrahime oğlunu boğazlamasını emrettiği halde, onun böyle bir işi fiilen gerçekleşmesini irade etmemişti. Peygamber'i Muhammed, (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ümmeti ile birlikte elli vakit namaz kılmasını emretmekle birlikte ondan yalnızca beş vakit namaz kılmasını murad etmişti. Yüce Allah: "Ve tâ ki, içinizden şehidler edinsin" (Âl-i İmrân, 3/140) âyeti ile Hazret-i Hamza'nın şehadetini murad ettiği halde, kâfirlerin onu öldürmesini nehyetmiş, böyle bir İşi yapmalarını emretmiş değildi. İşte bu husus gerçekten doğru ve bu konuda nefis bir açıklamadır, bunun üzerinde dikkatle düşünmek gerekir. Yüce Allah'ın: "Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın şanı ne yücedir" anlamındaki âyetinde geçen; Şanı ne yücedir!" âyeti, "bereket" kökünden; vezninde bir kelimedir ki, bereket, çokluk, genişlik ve bolluk demektir. Bu açıklamayı İbn Arefe yapmıştır. el-Ezherî der ki: "Tebâreke" yüce, azametli ve üstün anlamındadır. Bunun, O'nun ismi ile teberruk edilir ve O'nun isminin uğurundan faydalanılmaya çalışılır, anlamına geldiği de söylenmiştir. "Âlemlerin Rabbi"nin anlamına dair açıklamalar da el-Fâtiha Sûresi'nde (1/1. âyet, 6. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 55Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. -Gerçek şu ki O, haddi aşanları sevmez. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Rabbinize... dua edin" şeklindeki bu âyeti, dua etmemizi ve onunla Rabbimize ibadeti emretmektedir. Daha sonra yüce Rabbimiz bu emir ile güzel olan bir takım sıfatlara riâyeti de zikretmektedir ki, bunlar huşu (tevazu ile kalpten gelen bir boyun eğme ve boyun eğiş), ile tazarru (yalvarıp yakarmak) dır. "Gizlice" ifadesinin anlamı ise riyadan uzak kalabilmesi için insanın kendi içinden dua etmesi demektir. Yüce Allah bununla peygamberi Hazret-i Zekeriya'yı da Övmüş bulunmaktadır. Onun duasını haber verirken şöyle buyurmaktadır: "Hani o, Rabbine gizlice (dua ile) seslenmişti." (Meryem, 19/3) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in: "Zikrin hayırlısı gizli olan, rızkın hayırlısı da yeterli olandır" Beyhakî, Şuabu'l-lman, Beyrut 1410/1990, I, 406, 407. VII, 296. âyeti de buna benzemektedir. Şeriat şunu tesbit etmiştir ki: Farz olmayan hayırlı amellerde gizlilik, açıkça yapmaktan daha büyük ecir almaya sebeptir. Bu manadaki açıklamalar daha önce el-Bâkara Sûresi'nde (2/271. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. el-Hasen b. Ebi'l-Hasen der ki: Biz öyle kimselere yetiştik ki, yer yüzünde gizlice yapabilecekleri her hangi bir amel varsa, onu ebediyyen açıkça işlemezlerdi. Müslümanlar, alabildiğine dua ederler, fakat sesleri işîtilmezdi. Sadece kendileriyle Rabbleri arasında bir fısıltıları duyulurdu. Buna sebep ise, yüce Allah'ın: "Rabbinize yalvara yakara ve gizilce dua edin" âyetidir. Yine fiilinden razı olduğu salih bir kulundan söz ederek: "Hani o, Rabbine gizlice seslenmiş (dua etmişti)" (Meryem, 19/3) diye buyurmaktadır. Ebû Hanîfe'nin arkadaşları (mezhebine mensup ilim adamları) bunu "âmin" sözünü gizli söylemenin onu açıkça söylemekten evla olduğuna delil göstermişlerdir. Çünkü âmin de bir duadır. Bu husustaki açıklamalar ise, daha önce el-Fâtiha Sûresi'nde (Âmin bahsi 1 ve 2. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır. Müslim Ebû Mûsa'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bir yolculukta -bir rivâyette de bir gazada- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte idik. İnsanlar, yüksek sesle tekbir getirmeye başladılar. Bir rivâyette de şöyle denmektedir: Bir adam her bir tepeye çıktıkça lâ ilâhe illâlah demeye başladı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu: "Ey insanlar, kendinize acıyınız, aşırıya kaçmayınız. Çünkü sizler, ne sağır birisine, ne de gaip olan birisine dua ediyorsunuz. Siz, her şeyi çok iyi işiten ve size pek yakın olan ve sizinle birlikte olan birisine dua ediyorsunuz..." Buhârî, Cihad 131, Meğâzi 38, Deavât 50, Kader7, Tevhid 9; Müslim, Zikr 44, 45;Ebû Dâvûd, Vitr 26; Müsned, IV, 394, 402, 417-418. 2. Dua Esnasında Elleri Kaldırmak: İlim adamları, dua esnasında elleri kaldırmak hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Aralarında Cübeyr b. Mut'im, Said b. el-Müseyyeb ile Saîd b. Cübeyr'in de bulunduğu topluluk bunu mekruh görmüşlerdir, Şüreyh de ellerini kaldırmış birisini görmüş ve; Bu ellerinle sen kimi yakalamak istiyorsun anasız kalasıca! demiştir. Mesrûk da dua esnasında ellerini kaldıran bir topluluğa: Allah o elleri kessin! diye beddua etmiştir. Bunlar, bir ihtiyaç dolayısıyla Allah'a dua etmek halinde işaret parmağıyla işarette bulunmayı tercih etmişlerdir. Bu İhlasın kendisidir, derlerdi, Katade de parmağıyla işaret eder, ellerini kaldırmazdı. Atâ, Tavus, Mücahid ve başkaları da elleri kaldırmayı mekruh görmüşlerdir. Elleri kaldırmanın câiz olduğu da ashâb ve tabiinden bir gruptan rivâyet edilmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den de böyle bir rivâyet vardır ki, bunu da Buhârî’Zikretmektedir. Ebû Mûsa el-Eşarî der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dua etti, sonra ellerini kaldırdı. Ve ben, koltuk altlarının beyazlığını dahi gördüm. Buharî, Meğâzî 55; Deavât 23; Müslim, Fedâilus-Sahâbe 165 Bunun bir benzeri Enes'ten de rivâyet edilmiştir. Buhârî, İstiskâ 21, Deavât 23: Müslim, İstiskâ 5, 7; Nesâî, Istiskâ 9, 17. İbn Ömer de der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ellerini (dua esnasında) kaldırmış ve şöyle buyurmuştur: "Allah'ım, Halid'in yaptıklarından uzak olduğumu sana bildiririm." Buhârî, Ahkâm 35, Cizye 11, Meğâzi 58, Deavât 22; Nesâî, K..... 17; Müsned, II, 151. Müslim'in Sahihinde de Ömer b. el-Hattâb'tan şöyle dediği nakledilmektedir: Bedir gününde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) müşriklere baktı. Sayılan bin kişi idi. Ashâbı ise üçyüz onyedi kişi idiler. Bunun üzerine Allah'ın Peygamber’i ellerini uzatarak kıbleye yöneldi ve Rabbine dua etmeye başladı... diyerek, hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Müslim, Cihad 58; Tirmizî, Tefsir 8. sûre 3. Tirmizîde yine Hazret-i Ömer'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ellerini kaldırdı mı, onları yüzüne sürmeden aşağı indirmezdi. Tirmizî der ki: Bu, sahih, garip bir hadistir. Tirmizî, Dua 11. İbn Mâce'nin de Selman'dan, O'nun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivâyetine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Rabbiniz çokça haya eden ve kerem sahibi olandır. O, kulundan ellerini kendisine kaldırıp da onları bomboş geri çevirmekten -veya onları zarar etmiş halde- geri çevirmekten haya eder." Ebû Dâvûd, Vitr 23, Tirmizî, Dua 104; İbn Mâce, Dua 13; Müsned, V, 438. Birinci görüşün sahipleri, Müslim'in Umare b. Ruveybe yoluyla naklettiği şu hadisi delil gösterirler, Umare, Bişr b. Mervan'ı minber üzerinde ellerini kaldırmış halde görünce şöyle demiş: Allah bu iki eli çirkin etsin. Yemin olsun ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı gördüm de o, elleriyle şöyle yapmaktan fazla bir şey yapmıyordu, demiş ve işaret parmağı ile işaret etmişti. Müslim, Cumua 53; Müsned, IV, 166. Said b. Ebi Arube'nin Katade yoluyla rivâyet ettiği şu hadisi de delil gösterirler: Enes b. Mâlik, Katade'ye anlattığına göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) istiska (yağmur için dua) müstesna hiç bir duada ellerini kaldırmazdı. İstiska esnasında da ellerini koltuk altlarının beyazlığı görülünceye kadar kaldırırdı. Buhârî, istiskâ 22. Ancak birincisi, rivâyet yollan itibariyle Said b. Ebi Arube'nin hadisinden daha sağlam ve daha sahihtir. Çünkü, Said b. Ebi Arube'nin, Ömrünün sonlarına doğru hafızasında değişiklik meydana gelmişti. Diğer taraftan Şu'be, Katade'den yaptığı rivâyetinde de ona muhalefet etmiştir. Katade, Enes b. Mâlik’ten rivâyetle şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kottuk altlarının beyazı görülünceye kadar ellerini kaldırırdı. Buhârî, Deavât 23. Şöyle de denilmiştir: Müslümanların başına herhangi bir musibet gelmiş ise, ellerin kaldırılması o takdirde iyi ve güzeldir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) istiska (yağmur duasın)da ve Bedir gününde böyle yapmıştır. Derim ki: Dua ne şekilde kolayına gelirse güzeldir ve insanın Allah'a olan ihtiyacını, fakrını, O'nun önündeki zillet ve alçak gönüllülüğünü açığa vurması için istenmiş bir şeydir. Dilerse kıbleye yönelir ve ellerini kaldırırsa bu güzeldir. Dilerse bunu yapılayabilir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hadislerde varid olduğu üzere bunları yapmıştır. Yüce Allah da: "Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua ettin" diye buyurmuştur. Burada ellerini kaldırmak ve benzeri herhangi bir nitelik de varid olmamıştır. Bir başka yerde de "Onlar, ayakta iken, otururken... Allah'ı anarlar" (Âl-i İmrân, 3/191) diye buyurarak onları övmüş ve sözü geçen dışında herhangi bir hali şart koşmamıştır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Cuma günü irad ettiği hutbesinde kıbleye yönelmeksizin Allah'a dua etmiştir. Yüce Allah: "Gerçek şu ki O, haddi aşanları sevmez" âyeti ile duada haddi aşanları sevmeyeceğini anlatmak istemektedir. Lâfız her ne kadar umumî ise de buna işaret edilmektedir. Haddi aşan (el-Mu'tedî); haddi çiğneyen ve yasağı işleyen kimse demektir. Haddi aşma oranına göre bu hususta farklılık olabilir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "İleride duada haddi aşacak kavimler olacaktır." Bu hadisi, İbn Mâce, Ebû Bekr b. Ebi Şeybe'den şöylece rivâyet etmektedir: Bize, Affan anlattı, bize Hammâd b. Seleme anlattı. Bize, Said el-Cüreyrî haber verdi. O, Ebû Nuame'den naklettiğine göre Abdullah b. Muğaffel, oğlunun: Allah'ım, ben Senden cennete girdiğim vakit, sağ tarafındaki beyaz köşkü istiyorum, diye dua ettiğini duymuş, ona şöyle demiş: Yavrucuğum, sen Allah'tan cenneti iste ve cehennemden O'na sığın. Çünkü ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "İleride duada haddi aşacak bir topluluk olacaktır." İbn Mâce, Dua 12; Müsned, IV, 87, V, 55: ayrıca bk Ebû Davüd, Vitr 23; Müsned, I, 172, 183, IV, 86. Duada haddi aşmak birkaç türlü olabilir. Bunlardan bazıları: 1- Önceden de geçtiği gibi, çokça sesi yükseltmek ve bağırıp çağırarak dua etmek, 2- İnsanın kendisine bir peygamber mevkiinin verilmesini istemesi yahut imkânsız bir iş için dua etmesi ve buna benzer aşırı isteklerde bulunması, 3- Bir masiyet isteyerek, buna benzer bir talepte bulunarak dua etmesi, 4- Kitap ve Sünnette olmayan lâfızlarla dua edip asılsız ve hiçbir şekilde mesnet kabul edilemeyecek bir takım nüshalarda bulduğu kuru lâfızlar ve kafiyeli sözleri seçerek bunları şiar edinip Rasulünün kendileriyle dua ettiği lâfızları terk etmesi gibi. Bütün bunlar daha önce el-Bakara Sûresi'nde açıklanmış olduğu gibi, duanın kabul edilmesine engel teşkil eder. 56Yeryüzünde -orası ıslah edilmişken- fesat çıkarmayın, O'na korkarak ve umarak dua edin. Şüphesiz Allah'ın rahmeti iyi hareket edenlere yakındır. Yüce Allah'ın: "Yeryüzünde -orası ıslah edilmişken- fesat çıkarmayın" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı tek başlık halinde sunacağız: Şanı yüce Allah, az olsun çok olsun ıslahtan sonra az olsun her türlü fesadı yasaklamaktadır. Bu âyet, konu ile ilgili görüşler arasından sahih olana göre umum ifade eder. ed-Dahhâk der ki: Kaynar su ve pınarların yerin dibine geçmesini sağlamayın. Meyve veren ağacı zarar vermek kastıyla kesmeyin. Yine varid olduğuna göre, dinarların kenarlarını kesmek'de yer yüzünde fesat çıkarmanın bir bölümüdür. Şöyle de denilmiştir: Yöneticilerin, hakimlerin ticaret yapmaları da yeryüzünde fesat kabilindendir. el-Kuşeyrî der ki: Maksat, şirk koşmayın demektir. Bu, şirki, kan dökmeyi ve yer yüzünde her türlü kargaşayı yasaklamakta, yüce Allah yer yüzünün ıslah edilmesinden sonra ve Allah orayı peygamberlerini göndermek suretiyle ıslah edip şeriatı yerleştirip, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dini açıklık kazandıktan sonra seri hükümlere bağlı kalmayı da emretmektedir. İbn Atiye der ki: Bu görüşü ortaya koyan kişi, en büyük ıslahtan sonra en büyük fesadın ne olduğuna işaret etmiş ve bunu özellikle zikretmiştir. Derim ki: ed-Dahhâk'ın sözünü ettiği husus ise, urrumî şekliyle değildir. Şüphesiz ki bu, eğer mü’minlere zararlı olacaksa bir fesattır, Ancak, bunların zararları müşriklere dokunacaksa, böyle bir şey caizdir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir'deki kuyunun suyunu kapatmış, kâfirlerin ağaçlarını kesmiştir. İleride dinarların kenarlarını kesmeye dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Hûd Sûresi'nde (11/88. âyetin tefsirinde) gelecektir. "O'na korkarak ve umarak dua edin" âyetiyle yüce Allah, insana korku ve uyanık olmak, Allah'tan umut etmek halinde olmayı emretmektedir. Ta ki, insan için korku ve ümit, dosdoğru yolda götüren iki kanat gibi olsun. İnsan bunlardan yalnız birisine sahip olacak olursa, helâk olur gider. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kullarıma haber ver ki, muhakkak Ben, evet Ben gafur ve rahimim. Şüphesiz azabım da en acıklı azaptır" (el-Hicr, 15/49-50) buyurarak, hem umutlandırmakla, hem de korkutmaktadır. O bakımdan insan, Rabbinin azabından korkarak, sevabını da umarak dua eder. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Onlar, rağbet (umut) ederek ve korkarak Bize dua ediyorlardı." (el-Enbiya, 21/90) Bu âyete dair açıklamalar da ileride gelecektir. "Korku: Mavf", zararlarından yana emin olunamayan şeylerden ötürü duyulan dehşettir. Umut (âyette; tama', recâ') ise, sevilen şeyin gerçekleşmesini ummak ve beklemektir. Bu açıklamaları el-Kuşeyrî yapmıştır. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Hayat boyunca korkunun ümitten baskın gelmesi, ölüm esnasında ise ümidin baskın gelmesi gerekir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Sizden her hangi bir kimse ölümü esnasında mutlaka Allah hakkında hüsn-ü zan besleyerek ölsün." Bu hadis, sahih bir hadis olup Müslim tarafından rivâyet edilmiştir. Müslim, Cennet 81, 82: Ebû Dâvûd, Cenâiz 13: İbn Mâce, Zühd 14, Müsned, III, 293, 315... Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah'ın rahmeti iyi hareket edenlere yakındır" âyetine gelince, burada "yakın" anlamındaki; kelimesi (radıyallahü anhhmet kelimesinin sıfatı olarak) onun gibi müenneslik "te" si ile şeklinde gelmemiştir. Bu hususta yedi vecih sözkonusudur. Evvela rahmet ile ruhm aynı şeydir, rahmet, af ve ğufrân manasınadır. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmış, en-Nehhâs da tercih etmiştir. en-Nadr b. Şumeyl ise şöyle demektedir: Rahmet, mastardır. Mastarın ise müzekker olması gerekir. Nitekim yüce Allah'ın: "Her kime bir öğüt gelir de..." (el-Bakara, 2/2751) âyeti gibi. Bu da ez-Zeccâc'ın görüşüne yakındır. Çünkü, el-Bakara Sûresi'nin işaret edilen âyetinde geçen "mev'iza", vaaz anlamındadır. Rahmet ile ihsanı kastettiği de söylenmiştir. Diğer taraftan müennesliği hakiki olmayan kelimelerin müzekker gelmesi de caizdir. Bunu da el-Cevherî zikretmektedir. Bir başka görüşe göre, burada rahmetten kasıt yağmurdur. Bu açıklamayı da el-Ahfeş yapmıştır. O, şöyle der: Ayrıca, bazı müenneslerin müzekker yapıldığı gibi, bunun da müzekker olması mümkündür, deyip şu beyiti nakletmektedir: "Hiçbir bulut onun yağdırdığı yağmuru yağdırmamıştır. Ve hiç bir arazi de onun bitirdiği mahsulleri vermemiştir." Ebû Ubeyde de der ki: Burada; "Yakın" kelimesinin müzekker gelmesi, "mekân" kelimesinin müzekker oluşundan dolayıdır. Allah'ın rahmeti iyi hareket edenlere mekân olarak yakındır, anlamındadır. Ali b. Süleyman der ki: Böyle bir açıklama yanlıştır. Çünkü, eğer dediği gibi olsaydı, Kur'ân-ı Kerîm’de "yakın" anlamında kelimenin mansup olması gerekirdi. Nitekim "Zeyd sana yakındır," derken böyledir. Bunun, neseb kabul edilerek müzekker yapıldığı da söylenmiştir. Âdeta; "Muhakkak Allah'ın rahmeti...nin yakınlığı vardır," demiş gibidir. Nitekim "Boşanmış bir kadın ve ay hali bir kadın," denirken de (Kadına nisbet edilen bu halleri ifade eden kelimeler müenneslik "te"si almamıştır). el-Ferrâ' da der ki: "Karib: yakın" kelimesi, eğer mesafe anlamını taşıyorsa, müzekker de gelebilir, müennes de gelebilir. Eğer neseb anlamına geliyor ise, müennes kabul edilir ve bu hususta nahivciler arasında görüş ayrılığı yoktur. Nitekim; "Bu kadın benim yakınımdır," demek gibi, Bu açıklamayı da el-Cevherî yapmıştır. el-Cevherî'den bir başkası da el-Ferrâ''dan şöyle dediğini nakletmektedir: Neseb de; "Filanın yakını olan kadın," denilir, Neseb dışındaki ifadelerde ise, müzekker gelmesi de müennes gelmesi de mümkündür. Meselâ, Senin evin bize yakındır, filan kadın bize yakındır," demek gibi. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Ne bilirsin, belki de o saat (kıyâmet) yakın olacaktır." (el-Ahzâb, 33/63.) Onun lehine delil getirenler de şöyle derler: Arapların kullanışı da böyledir. Nitekim şair İmruu'l-Kays şöyle demektedir: "Vay onun haline, akşamı etti mi, ne Haşim yakınlardadır Ne de Yeşkûr'un kızı Besbâse." ez-Zeccâc der ki: Bu yanlıştır. Çünkü, müzekker ve müennes isimler (fiillerine göre müzekker veya müennes olurlar). 57Rahmetinin önünden rüzgârları müjde olmak üzere gönderen O'dur. Nihayet bunlar, ağır yüklü bulutları kaldırınca, Biz onları ölmüş bir yere süreriz ve ondan su indiririz. Derken, o su ile ürünün her türlüsünü çıkartırız. İşte Biz, Ölüleri de böyle çıkaracağız. (Bunları) iyi düşünüp ibret alırsınız diye (açıklıyoruz)." Yüce Allah'ın: "Rahmetinin önünden rüzgârları müjde olmak üzere gönderen O'dur" âyeti, daha önce geçen: "Geceyi durmadan kovalayan gündüze O bürüyor" (el-A'râf, 7/54) âyetine atfedilmiştir. Burada yüce Allah, nimetlerinden başka türlü bir nimet sözkonusu etmekte ve bu, O'nun vahdaniyetine delil teşkil etmekte, uluhiyetini ispatlamaktadır. Daha Önce el-Bakara Sûresi'nde "rüzgârlar"a dair açıklamalar, (2/164. âyet, 9. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Rüzgârlar" çokluk çoğuludur. ise, aynı kelimenin azlık ifade eden çoğuludur. "Rüzgâr"ın aslı ise; tır. Buna göre azlık bildiren çoğul şeklinin;şeklinde olduğunu söyleyenler hatalı bulunmuştur. " Müjde olmak üzere" kelimesinde yedi kıraat vardır: Haremeyn ehli ile Ebû Amr, bunu şeklinde "nun" ve "şîn" harfleri ötreli olmak üzere nisbet manasını verecek şekilde; 'in çoğulu olarak okumuşlardır. Biz rüzgârları yayıcılar olarak gönderdik, anlamına gelir. Bu da tekil ve çoğulu itibari İle; "Şahit ve tanıklar" kelimesini andırmaktadır. Bunun, 'in çoğulu olması da mümkündür. "Peygamber ve peygamberler" gibi. Bu kelime, değişik yerlerden esen rüzgâr demektir. Yine bu kelime, yayılan (rüzgârlar) anlamına da gelir. Yani: Rüzgârları yayılmış şekilde gönderen O'dur. el-Hasen ve Katade; şeklinde "nun" harfini ötreli, "şîn" harfini sakin ve den hafifletilmiş olarak okumuşlardır. " Kitaplar, Peygamberler" (derken), "te" ve "sin" harflerinin sakin okunması gibi. el-A'meş ve Hamza, şeklinde "nun" harfini üstün, "şin" harfini de sakin olarak mastar diye okumuştur. Bu mastarda da kendisinden önce gelen fiilin amel ettiğini kabul etmiştir. Bursa göre; "O, rüzgârları alabildiğine yayan" diye buyrulmuş gibi olmaktadır. Âdeta rüzgârlar katlayıp dürülmüş iken sonradan estirilmeleri esnasında yayılmışlar gibi bir anlam ifade eder. Bunun, "rüzgârlar" anlamındaki, 'den hal konumunda mastar olması da mümkündür. Şöyle buyrulmuş gibi olur: O, rüzgârları dirilticiler olarak gönderendir." Bu da …..: Allah ölüyü diriltti de o da dirildi ifadesinden gelir. Şöyle de denilmiştir. "Nun" harfi üstün olarak; şeklindeki söyleyiş, önceden de sözünü ettiğimiz şekilde katlamanın zıddı olan açıp yaymak anlamını veren; den gelmektedir. Âdeta rüzgâr esmediği vakit katlanmış ve dürülmüş bir halde iken, esince de bu katlanıp dürülmüş hali bozulup, açılıp yayılmış gibi olur. Ebû Ubeyd ise bunu, değişik yönlerde değılıp yayılmış diye açıklamıştır. Âsım ise bu kelimeyi; "Müjde olmak üzere" diye "be" harfini ötreli, "şin" harfini sakin ve sonu da tenvinli olarak; "Müjdeci"nin çoğulu diye okumuştur. Rüzgârlar yağmur müjdesini getirenlerdir, anlamına gelir. Bunun tanığı da yüce Allah'ın şu âyetidir: "Rüzgârları müjdeciler olarak göndermesi de O'nun âyetlerindendir" (er-Rûm, 30/46) Bu okuyuşla "şin" harfi aslında ötrelidir. Hafifletmek kastıyla sakin okunmuştur. "Peygamberler" gibi. Yine Âsım'dan "be" harfini üstün olarak okuduğu da rivâyet edilmiştir. en-Nehhâs der ki: Bu, diye de okunur. "Be" harfi üstün, "şin" harfi sakin okuyuşa göre anlamı ise müjde vermektir. İşte bunlar beş kıraat etmektedir. Muhammed b. el-Yemanî ise, diye okumuştur. Yedinci bir kıraat ise "be ve şin" harlı ötreli olmak üzere şeklindeki okuyuştur. Yüce Allah'ın: "Nihayet bunlar, ağır yüklü bulutlan kaldırınca..." âyetinde geçen ve "bulut" anlamındaki; kelimesi hem müzekker olarak hem de müennes olarak kullanılır. Çoğulu ile tekili arasında sonuna "be" (yuvarlak "te") alan bütün kelimeler de böyledir. Bunun, tekil bir kelime ile sıfatının yapılması da caizdir. Mesela: "Ağır bulutlar" denilerek ağır kelimesi tekil olarak da çoğul olarak da getirilebilir. Âyet da: Rüzgârlar su ile ağırlaşmış bulutları taşıyınca, anlamına gelir. "Biz onları" yani bulutları "ölmüş" yani, bitkisi kalmamış "biryere süreriz." Bunun; ölmüş bir yer için süreriz anlamına geldiği de söylenmiştir ki, o takdirde "Yer için, yere" kelimesinin başındaki "lâm" harfi mef'ûlü leh anlamını verir. "Yer" anlamındaki ise, yeryüzünde mamur olan yahut olmayan boş veya meskûn her yer demektir. "Yer" kelimesi tekildir. Çoğulu İse, şektinde gelir. ise, iz ve eser anlamındadır ki, çoğulu da; şeklinde gelir. Şair der ki; "Onun bıraktığı izleri eskime ve çürüme kuşattıktan sonra." Bu kelime, aynı zamanda deve kuşlarının kumda yumurtalarını bıraktıkları yer anlamına da gelir. O bakımdan; " O, deve kuşunun bıraktığı yumurtadan da zelildir." Yani, deve kuşunun bıraktığı yumurtasından daha aşağılıktır, tabiri kullanılır."Belde," yer anlamındadır. "Bu bizim beldemizdir" deyimi, burası bizim yerimiz, bizim kasabamız demeye benzer. Belde aynı zamanda ayın menzillerinden birisinin adıdır ki, bunlar yay burcunun altı tane yıldızı olup, güneş bu burca yılın en kısa günlerinde girer. Belde, aynı zamanda göğüs manasına da gelir. "Filanın beldesi geniştir" tabiri, filanın, kalbi, göğsü geniştir anlamındadır. Şair der ki: "O deve çöktürüldü de bir beldeyi (göğsünü) bir diğer beldeye (yere) koydu Orasının devenin böğürtüleri dışında sesleri pek azdır." Şair burada devenin çöküp göğsünü yere bıraktığını anlatmaktadır. Belde ve bulde iki kaş arasındaki tüysüz açıklık anlamına gelir. O halde bu iki kelime de müşterek lâfızlardandır. "Ve ondan su İndiririz" âyetindeki; "Ondan" lâfzının o beldeye suyu indiririz anlamını vermesi de mümkündür. Biz bulut ile su indiririz, anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü bulut, suyu indirmenin bir aracıdır. Anlamın (mealde olduğu gibi) Biz o buluttan suyu indirdik, şeklinde olması da muhtemeldir. Nitekim yüce Allah'ın "Allah'ın kulları ondan içerler" (el-İnsan, 76/6) âyetindeki "be" harfi de "den, dan" anlamını vermektedir. "Derken o su ile ürünün her türlüsünü çıkartırız. İşte Biz, ölüleri de böyle çıkaracağız. İyi düşünüp ibret alırsınız diye." Yani, bu şekilde bitkileri çıkarttığımız gibi, ölüleri de böylece dirilteceğiz. Beyhakî ve başkaları, Ebû Rezin el-Ukaylf den şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Ey Allah'ın Rasulü dedim, Allah mahlukatı nasıl tekrar diriltecektir ve yarattıkları arasında bunun delili ve belgesi nedir? Hazret-i Peygamber şu cevabı verdi: "Sen kavminin vadisinden kurakken geçmişken daha sonra oradan geçtiğinde yeşillenerek sarsıldığını hiç görmedin mi?" Evet gördüm, deyince; "İste Allah'ın yarattıklarında (öldükten sonra) dirilişin âyeti (belgesi) budur"diye buyurdu. Müsned, IV, 11. Benzetme yönünün şu olduğu da söylenmiştir: Ölülerin kabirlerinden diriltilmesi, yüce Allah'ın kabirleri üzerine yağdıracağı bir yağmur vasıtasıyla olacaktır. Bu yağmur sonucunda kabirleri üzerlerinden çatlayacak, sonra da ruhları kendilerine geri dönecektir. Müslim'in Sahih'inde de Abdullah b. Amr'ın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Sonra yüce Allah bir çisintîyi andıran bir yağmur gönderir -yahutta indirir diye buyurdu-. Bu yağmurdan insanların cesetleri bitip yeşerir. Sonra da: Ey insanlar haydi Rabbinizin huzuruna. Onları durdurunuz. Çünkü onlar sorguya çekileceklerdir, diye seslenilir," deyip hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir. Müslim, Fiten 116. Biz bu hadisin tamamını "et-Tezkire" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Cenab-ı Allaha hamd olsun. İşte bu husus, öldükten sonra dirilişe ve insanların tekrar yaratılacağına delildir. Bütün işler yalnız Allah'a döndürülür. 58İyi ve temiz ülkenin bitkisi Rabbinin izniyle çıkar. Kötü olan dan ise faydası pek az bir şeyden başkası çıkmaz. İşte Biz, âyetlerimizi şükreden bir topluluk için böylece türlü türlü ve tekrar tekrar açıklarız. Yüce Allah'ın: "İyi ve temiz ülkenin bitkisi Rabbinin izniyle çıkar. Kötü olandan ise faydası pek az bir şeyden başkası çıkmaz" âyetinde geçen iyi ve temiz ülkeden kasıt, iyi topraktır. Kötü olan ise, toprağında taş yahut diken bulunandır. Bu açıktama el-Hasen'den nakledilmiştir. Anlamının, bir benzetme olduğu da söylenmiştir. Şanı yüce Allah, kavrayışı çabuk olan kimseyi, iyi ve temiz toprağa, geç kavrayan kimseyi de kötü toprağa benzetmiştir ki, bu açıklama en-Nehhâs'tan nakledilmiştir. Bunun, kalplere dair bir örneklendirme olduğu da söylenmiştir. Kimi kalp verilen öğüt ve hatırlatmaları kabul eder. Kimi kalp de fasıktır. Böyle bir öğüt ve hatırlatmadan uzak durur. Yine bu açıklama el-Hasen'den nakledilmiştir. Katade ise şöyle demektedir: Allah'tan ecrini umarak ve nafile olarak amelde bulunan mü’mine ve ecrini Allah'tan ummayan münafıka dair bir örnektir. Nitekim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, eğer onlardan herhangi birisi yağlı bir kemik yahut da güzel iki koyun ayağını bulacağını bilse, mutlaka yatsı namazında hazır bulunurdu." Buhârî, Ezan 29, Ahkam 52; Nesâî, İmâme 49; Dârimî, Salât 19; Muvatta’', Salatu'l-Cemaa 3; Müsned, II, 244, 376, 416... "Faydası pek az bir şey" kelimesi hal olarak nasbedilmiştir, Hayır vermekten uzak duran, zor demektir. Bu da temsili bir ifadedir. Mücahid der ki: Yani, Âdemoğulları arasında iyi olan kimseler de vardır, kötü olan kimseler de vardır. Talha ise "kef" harfinin esreli okunuşu ağır olduğundan dolayı; diye okumuştur, İbn el-Kâkâ' ise, "kef" harfini üstün olarak; diye okumuştur. Bu da; "kötü olan" anlamında bir mastardır. Nitekim şair (bu anlamda kullanılmış mastara örnek olmak üzere) şöyle demiştir: "O ancak bir öne gidiş ile bir gerileyiştir." Bu kelimenin "kef" harfinin üstün okunuşu ile esreli okunuşunun aynı anlama geldiği ve bunun iki ayrı söyleyiş olduğu da söylenmiştir. "İşte Biz, âyetlerimizi şükreden bir topluluk için böylece türlü türlü ve tekrar tekrar açıklarız." Bu âyetleri diğer âyetleri de açıkladığımız gibi açıklarız. Âyetler'den kasıt, şirki çürütmeye dair belge ve delillerdir. İşte insanların gerek duyacakları her hususta âyetleri Biz böylece açıklarız. Özet olarak "şükreden topluluk"un zikredilmesi ise, bunlardan yararlananların onlar oluşundan ötürüdür. 59Yemin olsun Biz Nûh'u kavmine gönderdik de: "Ey kavmim, Allah'a ibadet edin. Sizin O'ndan başka hiç bir ilâhınız yoktur. Doğrusu ben, sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum" dedi. Yüce Allah, kemal seviyesinde yaratıcı ve kadir olduğunu beyan ettikten sonra; "Yemin olsun Biz Nûh'u kavmine gönderdik de: Ey kavmim, Allah'a İbadet edin..." âyeti ile geçmiş ümmetlerin kıssalarını ve bu kıssalardaki kafirleri sakındırıp uyarıcı hususları sözkonusu etmektedir. “Yemin olsun..." âyetindeki "lâm" harfi, yemine dikkati çeken ve te'kid için gelen "lâm"dır. “Dedi" âyetindeki "fa" harfi ise, ikinci hususun birincisinden sonra vukua geldiğine (yani, önce onun peygamber olarak gönderildiğine, sonra da kavmine Allah'a ibadet etmelerini emrettiğine) delâlet etmektedir. “Ey kavmim" ifadesi ise muzaf bir nidadır. Bunun aslı üzere; şeklinde okunması da mümkündür. Nûh (aleyhisselâm), Âdem (aleyhisselâm)'dan sonra yer yüzüne Allah'ın gönderdiği rasullerin ilkidir. O, kızlarla, kızkardeşlerle, hala ve teyzelerle evlenmenin haram olduğu hükmünü getirmiştir. en-Nehhâs der ki: "Nûh" adının munsarıf (çekimli fiil) olması üç harfli oluşundan dolayıdır. Ayrıca bu ismin; 'den türemiş olması da mümkündür. Bu anlamdaki açıklamalar, Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/33. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. Önceden yaptığımız bu açıklamalar, bunları tekrarlamaya gerek bırakmamaktadır. İbnü'l-Arabî der ki: Tarihçiler arasında Hazret-i İdris'in Hazret-i Nûh'tan önce olduğunu söyleyenler yanılmışlardır. Bunların yanılmış olduklarına delil ise, şu sahih hadistir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Âdem ile İdris'le İsra'da karşılaşmış, Hazret-i Âdem, Peygamber Efendimize: "Salih peygamber ve salih evlada merhaba" dediği halde, Hazret-i İdris de: "Salih peygamber ve salih kardeşe merhaba." İsra ve Mi'râc'a dair hadisler ileride el-İsrâ, 17/1. âyet, 4. başlıkta gelecektir. demiştir. Şayet İdris Hazret-i Nûh'un babası olsaydı: "Salih peygamber ve salih evlada merhaba!" demesi gerekirdi. Hazret-i İdris'in Ona "salih kardeş" demesi onun Nûh (aleyhisselâm) da nesebinin Hazret-i Peygamberle birleştiğini göstermektedir. Allah'ın salat ve selamı hepsine olsun. İnsaflı bir kimsenin artık bundan sonra söyleyecek her hangi bir sözü de olmaz. Kâdı Iyâd der ki: Burada da Hazret-i Nûh, Hazret-i İbrahim ve ….. gibi Hazret-i Peygamber'in ataları "merhaba salih evlada" dedikleri halde, Hazret-i İdris hakkında Hazret-i Mûsa, Hazret-i Îsa, Hazret-i Yusuf, Hazret-i Harun ve Hazret-i Yahya gibi "salih kardeşe merhaba" dediği rivâyet edilmiştir. İttifakla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın neseb itibariyle atası olmayan peygamberlerden söyledikleri de böyledir. el-Mâzerî der ki: Tarihçiler, Hazret-i İdris'in Nûh (ikisine de selam olsun)'un dedesi olduğunu zikretmektedirler. Hazret-i İdris'in peygamber olarak gönderildiğine dair delil ortaya konulacak olsa dahi, Onun Hazret-i Nûh'tan önce olduğuna dair neseb bilginlerinin söyledikleri sahih olamaz. Çünkü, Hazret-i Peygamber, Âdem soyundan gönderilmiş ilk Rasûlün Hazret-i Nûh olduğunu haber vermektedir. Şayet İdris'in peygamber olarak gönderildiğine dair delil ortaya konulamayacak olursa, o takdirde söyledikleri doğru ve Hazret-i İdris'in rasul olarak gönderilmeyip, sadece nebi bir peygamber olarak gönderildiği anlaşılabilir. Kâdı Iyâd der ki: Bu İki görüşü şöylece bir arada telif etmek mümkündür: Hadîs-i şerîfte de ifade edildiği gibi Hazret-i Nûh bizim peygamberimiz gibi bütün yeryüzü halkına peygamber olarak gönderilmiş ve bu onun bir özelliği olabilir. Diğer taraftan Hazret-i İdris ise, Mûsa, Hûd, Salih, Lût ve diğer peygamberler gibi yalnızca kendi kavmine peygamber olarak gönderilmiş olabilir. Bazıları da buna yüce Allah'ın şu âyetini delil göstermişlerdir: "Muhakkak İlyas da gönderilmiş peygamberlerdendir. O, kavmine (Allah'tan) korkmaz mısınız demişti." (es-Sâffat, 37/123-124) Çünkü İlyasın Hazret-i İdris'in kendisi olduğu da söylenmiştir. Ayrıca buradaki"İlyas" kelimesi, îdrâsîn diye de okunmuştur. Yine Kadı îyad der ki: Ben, Ebû'l-Hasan b. Battal'ın, Âdem'in rasul olmadığı kanaatine sahip olduğunu gördüm. Bundan maksat ise, yapılabilecek böyle bir itirazdan kurtulmaktır. Ebû Zerr'in rivâyet ettiği uzunca hadis ise, Hazret-i Âdem'in de Hazret-i İdris'in de birer rasul olduklarına delâlet etmektedir." Ebû Zerr (radıyallahü anh)'in rivâyet ettiği belirtilen bu hadis, Müsned, V, 178, 179, 265. İbn Atiyye de der ki: Bu görüşler şöylece telif edilebilir. Hazret-i Nûh'un, insanları ıslah, azap ve helâk edilmek suretiyle tehdit ve îmana çağırması şeklindeki davet için peygamber olarak gönderilmesi meşhur bir hadisedir. O halde bundan kasıt, onun bu nitelikle gönderilmiş ilk peygamber oluşudur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbn Abbâs'dan gelen rivâyete göre de: Nûh (aleyhisselâm) kırk yaşında iken peygamberlikle görevlendirilmiştir. el-Kelbî de der ki: Hazret-i Nûh, Âdem'den sekizyüz yıl sonra peygamber olarak gönderilmiştir. İbn Abbâs da şöyle demektedir: Hazret-i Nûh, kavmi arasında onları elli yıl eksiği ile bin yıl davete devam etti. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'in verdiği haber de böyledir. Tufandan sonra ise, insanlar çoğalıp etrafa yayılıncaya kadar altmış yıl süre yaşadı. Vehb b. Münebbih der ki: Nûh, elli yaşında İken peygamberlikle görevlendirildi. Amr b. Şeddâd der ki: Hazret-i Nûh, üçyüz elli yaşında iken peygamberlikle görevlendirildi. Tirmizî ve ondan başka bir çok hadis kitabında ise, elan mevcut bütün insanlar Nûh (aleyhisselâm)'ın zürriyetindendir, denilmektedir. en-Nekkâş, Süleyman b. Erkam'dan, O'nun da ez-Zührîden rivâyetine göre Araplar, Farslar, Rumlar, Şam (Suriye) halkı ve Yemenliler Hazret-i Nûh'un oğlu Şam'ın çocuklarıdırlar, Sind, Hind halkı, Zenciler, Habeşliler, Zut (Cet'tin Arapçalaşmış şekli olup bir Hint ırkıdır -Kamus-), Nube (Güney Sudan) ile Siyah derili herkes, Nûh'un oğlu Ham'in soyundandır. Türkler, Berberiler, Çin'in(ötesi, Ye'cûc ile Me'cuc ve Bulgarların (Sılav ırkı) hepsi ise, Nûh'un oğlu Yafes'in çocuklarıdırlar. Bütün insanlar Nûh'un zürriyetinden gelmektedir. Yüce Allah'ın: "Sizin O'ndan başka hiç bir ilahınız yoktur" âyetindeki "Ondan başka" âyeti, Nâfi', Ebû Amr, Âsım ve Hamza'nın kıraatine göre merfu'dur. Sizin O'nun dışında hiç bir İlâhınız yoktur anlamında olup, ilâh kelimesi mahallen ı'rabına göre sıfat yapılmıştır. "O Başka" kelimesinin, şeklindeki istisna edatı anlamında olduğu da söylenmiştir. Sizin, Allah'tan başka hiç bir ilahınız yoktur, demek olur. Ebû Amr der ki: Ben bu kelimenin cer ve nasb halinde okunduğunu bilmiyorum. el-Kisâî ise, mahallen i'rabını nazar-ı itibara alarak, onu cer ile okumuştur. İstisna olarak nasb okunması da câiz olmakla birlikte bu çokça görülen bir şekil değildir. Şu kadar var ki, el-Kisâî ile el-Ferrâ' Başka" anlamındaki bu kelimenin yerine; Ancak, müstesna" şeklindeki istisna edatının kullanılmasının güzel kaçtığı her yerde nasb ile okunmasını câiz kabul etmişlerdir. İfade ister tamam olsun, ister olmasın fark etmez. O baktmdan, el-Kisâî ile el-Ferrâ'; Senden başkası bana gelmedi" ifadesini uygun gördükleri gibi, el-Ferrâ' ayrıca şöyle demektedir: Bu, Üsdoğulları ile Kudaalıların bazılarının şivesidir. Daha-sonra da kanıt olmak üzere aşağıdaki beyiti zikretmektedir: "Onu su içmekten alıkoyan tek şey, bir güvercinin, Oldukça dalları bulunan ve uzun bir sedir ağacında seslenmiş olmasıdır." el-Kisâî ise şöyle demektedir Olumlu cümle olarak; Bana senden başkası geldi," ifadesi câiz değildir. Çünkü burada bunun yerine; istisna edatı kullanılamaz. en-Nehhâs ise şöyle demektedir: Basralılara göre eğer ifade tamam olmuyor ise 'ın nasbedilmesi câiz değildir. Onlara göre böyle bir şey, en çirkin lahnden (yanlışlıklardan)dır. 60Kavminden ileri gelenler de: "Şüphesiz biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz" dediler. "İleri gelenler: Mele’" kavmin eşrafı ve elebaşılarıdır. Buna dair açıklamalar, daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/246. âyetin tefsirinde.) geçmiş bulunmaktadır. (Dalalet: Sapıklık) ise, hak yoldan aynimak ve hak yoldan uzaklaşmak demektir. Biz, senin bizi bir tek ilâha ibadete çağırmanı haktan bir sapma olarak görüyoruz, demek istemişlerdi. 61Dedi ki: "Ey kavmim, bende hiç bir sapıklık yoktur. Fakat ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Âyetin tefsiri için bak:62 62"Rabbimin vahyettiklerini size tebliğ ediyorum. Sizin iyiliğinizi istiyorum ve ben Allah'tan sizin bilmediğinizi de biliyorum."
“Size tebliğ ediyorum" kelimesi, "lâm" harfî şeddeli olarak okunursa "tebliğ" den gelir. Şeddesiz okunursa da "iblâğ: ulaştırmak "da o gelir. Her iki kıraatin aynı anlama gelen iki farklı söyleyiş olup; Ona ikramda bulundu," kelimeleri gibi olduğu da söylenmiştir. "Sizin iyiliğinizi istiyorum" âyetindeki: Nush: Aldatmanın (ğışş'in) hilafına, karşılıklı ilişkide niyetin her lürlü fesad şaibesinden arınmış olması demektir. Bu fiilin, "lâm" ile geçiş yapması daha fasihtir. Nitekim yüce Allah'ın bu âyetinde de böyledir. Bunun ismi ise "nasihat" şeklinde gelir. "Nâsih" ise, nasihat veren anlamındadır. Çoğulu da "nusahâ" gelir. ise, kalbi temiz adam anlamında bir deyimdir. el-Esmaî der ki: Nâsih, bal ve benzeri saf katıksız şeyler demektir. "Nâsı"' gibi. Halis olan her şey aynı zamanda "nâsıh"tır. ise, filan kişi nasihala yöneldi, anlamındadır. Benim nasihatimi kabul et. Çünkü ben sana samimi olarak Öğüt verenim," denilir. Nâsih, aynı zamanda terzi anlamındadır. Nisah ise, dikişle kullanılan ince tel (biz) demektir. Nisâhâl da deriler anlamına getir, el A'şâ da şöyle demektedir: "O içki içenlerin hepsinin sarhoş olduğunu görürsün. Tıpkı, deve yavrularının ipleri (yahut da avlanmak istenen kuşların ağları) uzatıldığı gibi." Şairin kullandığı kelimesi, (......) ’ın bir başka söylenişidir. Bu ise, süt emen deve yavrusu demektir. Yine bu kelime bir kuşun da adıdır. Bu kelimenin (nasihatin) anlamına dair daha geniş açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle el-Tevbe Sûresi'nde (9/91-92. âyet, 1 ve 2. başlıklarında) gelecektir. 63"Sizi uyarmak için ve siz sakınasınız, bir de belki rahmet olunursunuz diye Rabbiniz tarafından İçinizden bir kişiye bir öğüt geldi diye şaştınız mı yoksa?" Âyetin tefsiri için bak:64 64Bunun üzerine onu yalanladılar. Biz de kendisini ve gemide onunla birlikte bulunanları kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayanları ise suda boğduk. Çünkü onlar kör bir kavim idiler. Yüce Allah'ın: "Şaştınız mı yoksa" âyetinde "vav" harfi atıf "vav"ı olduğundan dolayı fethalıdır. Başına ise takrir için (doğruyu söyletmek kastıyla) istifham hemzesi gelmiştir. Aslında "vav" harfi istifham harflerinin başına gelir. Ancak, gücü dolayısıyla soru hemzesi bundan müstesnadır. "İçinizden bir kişiye" yani, bir kişinin vasıtası ile tebliğ edilmek üzere "bir öğüt", Rabbinizden bir nasihat, vaaz "geldi diye şaştınız mı yoksa?" "Bir kişiye" deki ... a'nsn; Birlikte" anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani, içinizden bir kişi ile birlikte... demek olur. Anlamının: İçinizden bir kişiye, yani nesebini tanıdığınız, yani sizin cinsinizden olan bir kişiye Rabbinizden indirilmiş bir Öğüt geldi diye şaştınız mı yoksa? anlamında olduğu da söylenmiştir. Eğer o, bir melek olsaydı, belki cinsin farklılığı dolayısıyla tabiat itibariyle ondan uzaklaşmanız sözkonusu olurdu. " Gemi" kelimesi, tekit olarak da kullanılır, çoğul da kullanılır. Nitekim el-Bakara Süresi'nde (2/164. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Çünkü onlar kör bir kavim idiler." Yani, hakkı görmeyen kimseler idiler. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Allah'ı tanımak ve kudretini bilmekten yana kör idiler diye, açıklanmıştır. Bu iş hakkında kör bir adamdır" tabiri, bu işi bilmeyen cahii bir kimsedir, anlamına gelir. 65Âd (kavmin)'e de kardeşleri Hûd'u (gönderdik). O: "Ey kavmim, Allah'a ibadet ediniz. Ondan başka hiçbir İlâhınız yoktur. Hâlâ sakınmayacak mısınız?" dedi. Yüce Allah'ın: "Âd (kavmin )'e de kardeşleri Hûd'u (gönderdik)" âyeti şu demektir: Biz, Âd kavmine onların kardeşleri olan Hud'u peygamber olarak gönderdik. İbn Abbâs der ki; Bunun anlamı, babalarının oğlu olan kardeşleri şeklindedir. Kabile birliği bakımından kardeşlen diye açıklandığı gibi, babaları Âdem'in çocuklarından bir insan anlamında kardeşleri diye de açıklanmıştır. Ebû Dâvûd'un Mûsannef’inde ise kardeşleri Hûd, arkadaşları Hud demektir. Âd ise, Nûh'un oğlu Şam'ın soyundan gelen bir kavimdir. İbn İshâk der ki: Âd , 'Ûs'un oğlu, o, İrem'in, o, Salih'in, o, Erfahşed'in, o, Şam'ın, o Nûh'un oğludur. Hûd ise Abdullah'ın oğludur. O, Rebah'ın, o, el-Velûd'un, o, Âd'ın, o, 'Ûs'un o, İrem'in, o da Şam'ın, o da Nûh'un oğludur. Allah Hud'u Âd kavmine peygamber olarak göndermişti. Kavminin neseb itibariyle en iyisi, mevkii itibariyle en faziletlileri idi. "Âd" kelimesini munsarıf kabul etmeyenler, bunu kabilenin ismi olarak kabul ederler. Munsarıf olarak kabul edenler ise, kabilenin kolunun ismi olarak kabul ederler. Ebû Hatim ise der ki: Ubeyy ile İbn Mes'ûd'un kıraatinde: İlk Âd'i" kelimesini "dal" harfinden sonra "elir olmaksızın okumuşlardır. Hud kelimesi ise Arapça olmayan bir isim olmakla birlikte hafifliği dolayısıyla munsarıftır. Çünkü, üç harfli bir kelimedir. Diğer taraftan; Döndü, döner fiilinden türemiş Arapça bir isim olması da mümkündür. Nasb ile okunması ise bedel oluşundan delayıdır. Hazret-i Hud ile Hazret-i Nûh arasında, -müfessirlerin naklettiklerine göre- yedi tane ata vardır. Âd da, rivâyet olunduğuna göre on üç kabile idiler. Bunlar, Âl-ic diye bilinen kumluk bölgede yaşıyorlardı. Bunların bağları bahçeleri, ekinleri ve imarları vardı. Ülkeleri oldukça verimli idi. Allah onlara gazap ederek oraları çöle dönüştürdü. Rivâyete göre buralar Hadramut ile Yemen arasında idi. Putlara tapıyorlardı. Hud ise, kavmi helâk edildikten sonra kendisine îman edenlerle birlikte Mekke'ye gelerek, ölünceye kadar orada kaldı. 66Kavminin ileri gelenlerinden kâfir olanlar da: "Biz, senin aklında bir hafiflik görüyoruz. Ve gerçekten biz seni yalancılardan sanıyoruz" dediler. Âyetin tefsiri için bak:69 67"Ey kavmim, aklımda bir hafiflik yok. Fakat ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim" dedi. Âyetin tefsiri için bak:69 68"Rabbimin vahyettiklerini size tebliğ ediyorum. Ve ben size güvenilir bir nasihat ediciyim." 69"Sizi uyarmak için Rabbiniz tarafından içinizden bir adama bir öğüt geldi diye şaştınız mı yoksa? Düşünün ki O, sizi Nûh kavminden sonra halifeler kıldı. Yaratılış itibari ile size boy pos da verdi. O halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki, kurtuluşa eresiniz." "Biz senin aklında bir hafiflik görüyoruz," Yani, biz senin ahmak olduğun, aklında da hafiflik bulunduğu görüşündeyiz. Şair, der ki: "O kadınlar esen rüzgârların üst taraflarını salladığı Mızraklar gibi salına salına yürüdüler." Bu anlamda açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/13- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Gerek burada, gerekse de Hazret-i Nûh kıssasında geçen "görmek" ile ilgili olarak da: Burada görmekten kasıt, göz ile görmektir denildiği gibi, bununla zannı galip (ağır basan kanaat) demek olan görüşün kastedilmiş olması da mümkündür. Yüce Allah'ın: "Düşünün ki O sizi, Nûh kavminden sonra halifeler kıldı" âyetindeki "(........): Halifeler" kelimesi, "halife" kelimesinin müzekker olarak ve manaya göre yapılmış bir çoğuludur. "Halâif şeklindeki çoğul ise, lâfza göre yapılmış bir çoğuldur. Yüce Allah onlara, kendilerini Nûh kavminden sonra yeryüzünün sakinleri kıldığı için, lütfunu hatırlatmaktadır. "Yaratılış itibari ile size boy pos da verdi" âyetindaki (boy-pos) anlamına gelen; (.......) kelimesindeki "sin" harfinin "sad" harfi ile okunması da caizdir. Çünkü ondan sonra "ti" harfi gelmektedir. O, yaratılıştan sizi, uzun boylu ve iri cüsseli yapmıştır, demektir, İbn Abbâs der ki: Onların en uzun boyluları yüz arşın, en kısa boyluları ise aitmiş arşın idi. Bu şekildeki iri yan yaratılmış olmaları, atalarının yaratılışına uygun idi. Bunun, Hazret-i Nûh'un kavmine uygun bir yaratılış olduğu da söylenmiştir. Vehb b. Münebbih der ki: Onlardan herhangi birisinin başı, oldukça büyük bir kubbe (çadır) gibi idi. Adamın bir gözüne yırtıcı hayvanlar yavrulardı, Burun delikleri de böyleydi. Şehr b. Havsab, Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Âd kavminden bir adam taştan iki kapı kanadı yapardı. Eğer bu ümmetten beşyüz kişi onu kaldırmak için bir araya gelecek olsaydı buna güç yetiremezdi. Onlardan herhangi birisi ayağı ile yere vuracak olsaydı, ayağı yere geçerdi. "O halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın." Nimetler anlamına gelen; kelimesinin tekili şeklinde gelir. Tıpkı "Anlar, zamanlar," kelimesinin tekilinin; şeklinde gelmesi gibi. "...ki, kurtuluşa eresiniz." Burada kurtuluş anlamına gelen "felâh"a dair açıklamalar, daha önceden (el-Bakara, 2/5- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 70"Sen bize babalarımızın ibadet ettiklerini terkederek yalnız Allah'a ibadet edelim diye mi geldin? O halde doğru söyleyenlerden isen bizi kendisiyle tehdit ettiğin şeyi getir" dediler. Âyetin tefsiri için bak:72 71Dedi ki: "Gerçekten Rabbinizden size bir azap ve gazap gelecektir. Allah'ın haklarında hiç bir delil indirmediği, kendinizin ve atalarınızın taktığı bir takım adlar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Artık bekleyin. Şüphesiz ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim." Âyetin tefsiri için bak:72 72Bunun üzerine Biz, kendisini de onunla beraber olanları da tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayıp îman etmeyenlerin ise köklerini kestik. Kavmini kendisiyle korkutup sakındırmış olduğu azâbı istemeleri üzerine onlara: "Gerçekten Rabbinizden size bir azap ve gazap gelecektir" dedi. Burda "gelecektir" gelmesi hak ve vacib olmuştur, demektedir. "Ve hüküm geldi vaki oldu" ifadesi, vacib oldu anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Azâb onlara vaki olunca" (el-A'raf, 7/134) âyeti de böyledir, "onlara inince" anlamındadır. Yine: "Söz aleyhlerine gerçekleşince, Biz de onlara yerden bir dâbbe çıkartırız" (en-Neml, 27/82) âyetinde de böyledir. Âyet-i kerimede geçen; azap anlamındadır. Bu kelime ile küfrün aşırılığı sebebiyle kalbin perdelenmesinin kastedildiği de söylenilmiştir. "Allah'ın haklarında hiç bir delil indirmediği" yani, ibadetlerine dair hiç bir delilinizin bulunmadığı "... bir takım adlar hakkında mı benlinle tartışıyorsunuz?" Âyetle kastedilen tapındıkları putlardır. Putlarının da değişik isimleri vardı. Burada "isim", müsemmâ (ad olarak kullanıldığı şey) anlamındadır. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir: "Sizin, O'nu bırakıp da taptıklarınız kendinizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimlerden başkası değildir." (Yusuf, 12/40) Bu isimler ise, îz'den ve el-Eazz'dan, Uzza'nın kullanılması, Lat gibi isimlerin verilmesi kabilindendîr. Halbuki, bu putların izzetten (güç ve kuvvetten, şeref ve üstünlükten) ve ilahlıktan en ufak bir payları yoktur. "Kök" kelimesi, son ve kök manasına gelir ki, buna dair açıklamalar daha önceden (el-En'âm, 6/45. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yani onlardan geriye hiç bir şey kalmadı. 73Semûd kavmine de kardeşleri Salih'i (gönderdik). "Ey kavmim, Allah'a ibadet edin. Sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir mucize gelmiş bulunuyor. İşte size bir mucize olmak üzere Allah'ın dişi devesi. Onu bırakın, Allah'ın arzında otlasın. Ona kötülükle dokunmayın. Sonra sizi acıklı bir azap yakalar" dedi. Semûd, Âd'ın, o, İrem'in, o Şam'ın, o da Nûh'un oğludur. Cedis'in kardeşidir. Bunlar, oldukça bolluk içerisinde yaşıyorlardı. Fakat Allah'ın emrine muhalefet edip O'ndan başkasına ibadet ettiler, yeryüzünde fesat çıkardılar. Allah da onlara Hazret-i Salih'i peygamber olarak gönderdi. Hazret-i Salih, Ubeyd'in, o, Asafın, o, Kâşih'in, o, Ubeyd'in, o, Hâzcr'in, o da Semud'un oğludur. Bunlar, Arap bir kavim idiler. Hazret-i Salih, neseb itibariyle en soyluları, mevki İtibariyle en üstünleri idi. Onları saçları ağarıncaya kadar Allah'ın yoluna davet ettiği halde mustaz'af pek az kişi dışında onlardan kimse ona tabi olmadı. Semud kelimesinin munsarıf olmaması, bir kabile ismi olarak kullanılmasından dolayıdır. Ebû Hatim der ki: Bunun munsarıf olmayışı, Arapça olmayan bir isim olduğundan dolayıdır. en-Nehhâs, bu yanlıştır der. Çünkü bu kelime az su demek olan; 'den türemiştir. Kıraat âlimleri ise, " Haberiniz olsun ki Semud, Rabblerini inkâr ile kâfir oldular" (Hud, 11/68.) âyetini kabile ismi olmak üzere okumuşlardır. Semud kavminin meskenleri Hicaz İle Şam arasında Vadi'l-Kurâ'ya kadar uzanan bölgede Hicr denilen yerde idi. Bunlar, asıl itibariyle Hazret-i Nûh'un oğlu Şam'ın soyundan gelirler. Bu kavme Semud denilmesi ise, sularının azlığından dolayıdır. İleride yüce Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar, el-Hicr Sûresi'nde (15/80. âyet ve devamının tefsirinde) gelecektir. "İşte size bir mucize olmak üzere Allah'ın dişi devesi." Kendisinden mucize İstemeleri üzerine sert bir kayanın içinden onlara bir dişi deve çıkardı. Bu dişi deve bir gün tek başına vadinin bütün suyunu içer ve onun misli kadar da onlara süt verirdi. Bu sütten daha lezzetli ve daha tatlı bir süt asla içilmiş değildi. Bu devenin verdiği süt, çokluklarına rağmen ihtiyaçlarına yeterli geliyordu. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Su, bir gün onun ve belirli bir gün de sizindir." (eş-Şuarâ, 26/155.) Dişi devenin yüce Allah'a izafe edilmesi, yaratılmışın yaratıcıya izafe edilmesi açısındandır. Ayrıca bunda bir şereflendirme ve bir özellik verme anlamı da vardır. "Onu bırakın, Allah'ın arzında otlasın." Yani, onun rızkını vermek, ihtiyaçlarını karşılamak sizin işiniz değildir. (Bu, Allah'a aittir). 74"Hatırlayın ki O, Âd kavminden sonra sizi halifeler kılıp yer yüzüne yerleştirdi. Ovalarında köşkler yapıyor, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah'ın nimetlerini hatırlayın. Yeryüzünde fesatçılar olup taşkınlık yapmayın." Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: Salih'in Kavmi Semud'a Verilen İmkânlar: Yüce Allah'ın: "Sizi... yeryüzüne yerleştirdi" âyetinde hazfedilmiş bir ifade vardır. O, yeryüzünde sizi bir takım konaklara yerleştirdi demektir. "Ovalarında köşkler yapıyor" her yerde köşkler inşa ediyorsunuz, "dağlarında evler yontuyorsunuz." Ömürlerinin uzunluğu dolayısıyla dağlarda evler edinmişlerdi. Ömürleri tükenmeden önce yaptıkları binalar ve bunların çatıları çürüyüp gidiyordu, el-Hasen, "Yontuyorsunuz" kelimesini "ha"nın fethası ile okumuştur ki, bu da bir söyleyiştir. Bu kelimenin kökünde boğaz harflerinden bir harf bulunduğundan dolayı, mazi ve muzari vezinleri; şeklinde getir. 2. Bina Yapmanın Hükmüne Dair: Köşk ve buna benzer yüksek yapılı bina yapmayı câiz kabul edenler bu âyet-i kerîme ile yüce Allah'ın: "De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı zineti, temiz ve hoş rızıkları kim haram kılmıştır" (el-A'raf, 7/32) âyetini delil gösterirler. Nakledildiğine göre, Muhammed b. Sîrin'in bir oğlu bir ev yapmış ve bu uğurda oldukça fazla mal harcamıştı. Bu husus, Muhammed b. Sîrin'e nakledilince, şöyle dedi: Ben, kişinin kendisine fayda sağlayacak bir bina yapmasında bir mahzur olduğu görüşünde değilim. Diğer taraftan Hazret-i Peygamber'in de şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Allah, bir kula nimet ihsan edecek olursa, o nimetinin eserinin üzerinde görülmesini sever.” Ebû Dâvûd, Libâs 2- Tirmizî, Edeb 54. İşte, güzel bina yapmak, güzel elbise giyinmek de bu nimetin arasındadır. Nitekim bir kimse oldukça fazla bir mal vererek güzel bir cariye satın alacak olursa, bundan daha aşağısı da kendisi için yeterli olduğu halde böyle bir cariyeyi satın almasının câiz olduğu görülmektedir. Bina da böyledir. Başkaları ise bunu mekruh kabul ederler. Bunlar arasında Hasanu’l-Basri ve başkaları da vardır. Delil olarak da Hazret-i Peygamber'in: "Allah bir kul hakkında kötülük murad ederse, onun malını çamura ve kerpice harcatır." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV, 69. Bir başka rivâyette de Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Her kim kendisi için yeterli olandan fazlasını bina edecek olursa, kıyâmet gününde o binayı boynunda taşıyarak gelecektir. " el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV, 70. Derim ki: Ben de bu görüşteyim. Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Mü’min, herhangi bir infakta (harcamada) bulunacak olursa, onun bedelini vermek aziz ve celil olan Allah'a aittir. Ancak bina, yahut masiyete harcanan müstesna." Dârakutnî, Sünen, 111, 28. Bu hadisi Cabir b. Abdullah rivâyet etmiş olup, Dârakutnî de kitabında kaydetmiştir. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Âdemoğlu nun şu hususlar dışında her hangi bir hakkı yoktur: Kendisinde barınacağı bir ev, avretini örtecek bir elbise, katıksız kuru ekmek ve su." Bu hadisi de Tirmizî rivâyet etmiştir. Tirmizî, Zühd 30. 3. Allah'ın Nimetlerine Şükretmenin Gereği: "Artık Allah'ın nimetlerini hatırlayın." Bu, kâfirlere de nimet ihsan olunduğunun bir delilidir. Buna dair açıklamalar, daha önce Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/190-200. âyetlerin tefsiri, 18. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Yer yüzünde fesatçılar olup taşkınlık yapmayın." Bu âyete dair açıklamalar da daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/60. âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu anlamda iki ayrı söyleyiştir. el-A'meş ise, kelimesini "te" harfini esrelî olarak okumuş olup, bunu; den gelen bir kelime olarak kabul etmiş ve gelen bir kelime olarak almamıştır. 75Kavminden müstekbir olanların İleri gelenleri, kendilerince zayıf kabul ettiklerine (mustaz'aflara) yani, aralarından îman edenlere şöyle dediler: "Salih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz?" Onlar da: "Doğrusu biz, onunla gönderilene îman edenleriz" dediler. Âyetin tefsiri için bak:76 76O müstekbirler: "Doğrusu biz, şu sizin îman ettiğinizi inkâr edenleriz" dediler. Yüce Allah'ın: "Kavminden müstekbir olanların ileri gelenleri, kendilerince zayıf kabul ettiklerine, yani aralarından îman edenlere şöyle dediler" âyetinde ikincisi (yani, îman edenler), birincisin (yani kendilerince zayıf kabul ettikleri kimseler)'den bedeldir. Çünkü, zayıf kabul edilen mustaz'aflar mü’minlerin kendileridir. Bu da "bedelü'l-ba'z min el-kül" (yani, bir kısmın bütünden bedel yapılması) şeklinde bir bedeldir. 77Derken, o dişi deveyi kesip öldürdüler. Rabblerinin emrine karşı büyüklenerek İsyan ettiler ve: "Ey Salih, eğer sen gönderilmiş peygamberlerden isen, bizi tehdit edip durduğunu getir" dediler. Yüce Allah'ın: "O dişi deveyi kesip öldürdüler" âyetinde geçen; "el-Akr" yaralamak demektir. Bunun, ölüm ile sonuçlanacak bir şekilde etki bırakan türden bir organı kesmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Atın akr edilmesi, kılıçla ayaklarının vurulup kesilmesi demektir. Çoğul ismi; şeklinde gelir. ise, bineğin sırtında yara açılmasına sebep oldu demektir. Şair İmruu’l-Kays der ki: "Devenin sırtındaki semer hep birlikte bizi yana doğru eğdiğinde Bana dedi ki: Ey İmruu’l-Kays, devemi yaraladın haydi in." Burada "akr" kelimesi yaralamak, sırtını yaralamak anlamındadır. el-Kuşeyrî der ki: Akr, devenin arka ayaklarının diz kapakları bölümünün açılması demektir. Daha sonra devenin kesilmesine akr denilmiştir. Çünkü bu şekilde bir akr, çoğunlukla devenin kesilmesine sebep teşkil ediyordu. (Önce, arka ayaklarından birisinin dizi kesilerek kaçması önlenmeye çalışılıyordu.) Bu dişi deveyi kimin kestiği hususunda farklı görüşler vardır. Bunların en sahihi, Müslim'in Sahihinde yer alan Abdullah Zem'a yoluyla gelen hadistir. Abdullah dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hutbe irad etti ve dişi deveyi söz konusu ederek onu keseni de zikredip: "O vakit, onların en badbaht olanları, kavmi arasında Ebû Zem'a gibi kimsenin zarar veremediği güçlü, bununla birlikte de oldukça şer birisi onu öldürmek için kalkıp gitti..." diyerek, hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Buhârî, Tefsir 91. sûre 1; Müslim, Cennet 49; Tirmizî, Tefsir 91. sûre 1; Müsned, IV, 17. Adının Kudar b. Salif olduğu söylenmiştir. Yine denildiğine göre, bunların hükümdarları Melkâ adındaki bir kadın idi. İnsanlar Hazret-i Salih'e meyledince, onu kıskandı ve iki aşık dostu bulunan iki kadına şöyle dedi: Aşıklarınızın isteğini yerine getirmeyin. Onlardan dişi deveyi kesmelerini isteyin. Bunun üzerine o kadınlar da onun isteğini yerine getirdiler. Bu sefer dostları olan iki adam, dışarı çıkıp dişi deveyi dar bir boğazdan geçmek zorunda bıraktılar. Aralarından birisi o dişi deveye bir ok attı ve o deveyi öldürdüler. Dişi devenin yavrusu annesinin içinden çıkmış olduğu kayaya doğru geldi. Üç defa böğürdükten sonra kaya açıldı ve içine girdi. Denildiğine göre, ileride en-Neml Sûresi'nde (27/82. âyetin tefsirinde) geleceği üzere, âhir zamanda insanlara karşı (kıyâmet alâmeti olarak) çıkacak olan Dâbbe odur. İbn İshak der ki: Devenin yavrusunun arkasından dişi deveyi kesmiş olanlardan dört kişi gitti. Bunlar, Misda', onun kardeşi Zuab, arkasından gittiler. (Kurtubî diğerlerinin isimlerini zikretmemektedir). Misda' ona bir ok attı, bu ok yavrunun kalbine saplandı. Sonra, ayağından onu sürükleyerek annesinin yanına getirdi ve yavruyu da annesi ile birlikte yediler. Ancak, birinci görüş daha sahihtir. Çünkü Hazret-i Salih onlara şöyle demişti: Ömrünüzden üç gün kaldı. Bundan dolayı deve yavrusu da üç defa böğürdü. Şöyle de denilmiştir: Dişi deveyi kesen ile birlikte sekiz kişi daha vardı ki, bu sekiz kişi, yüce Allah'ın haklarında: "Şehirde ıslah etmez fakat fesat çıkartan dokuz kişi vardı" (en-Neml, 27/48) dediği kimselerdir. İleride buna dair açıklamalar en-Neml Sûresi'nde (zikredilen âyetin tefsirinde) gelecektir. Yüce Allah'ın: "Bunun üzerine arkadaşlarını çağırdılar, O da alacağını aldı ve dişi deveyi ayaklarını biçip öldürdü" (el-Kamer, 54/29) âyetinin anlattığı da budur. Dişi deveyi öldürmeden önce İçki içiyorlardı. İçkilerine su katmak için suya ihtiyaçları oldu. O gün ise dişi devenin süt verme günüydü. Aralarından birisi kalkıp, etrafını da gözetleyerek, artık bundan yana insanları rahatlatacağım, deyip dişi deveyi öldürdü. Yüce Allah'ın: "Derken, o dişi deveyi kesip öldürdüler. Rabblerinin emrine karşı büyüklenerek isyan ettiler" âyetinde geçen "Buyû'klenerek İsyan ettiler" kelimesi, büyüklendiler anlamınadır. Ayrıca itaat etmeyen kişinin durumunu anlatmak üzere -aynı kökten gelen-; fiili kullanılır, Oldukça karanlık geceye de; denilir. Bu açıklamalar el-Halil'den nakledilmiştir. "Ve: Ey Salih... bizi tehdit edip durduğunu" yani, bizi kendisiyle tehdit etmiş olduğun azâbı "getir dediler." 78Bunun üzerine şiddetli bir sarsıntı onları yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çökenler oldular. "Bunun üzerine şiddetli bir sarsıntı" yani oldukça büyük bir zelzele "onları yakalayıverdi." Burada sözü geçen sarsıntının, Hud Sûresi'nde yer alan Semud kıssasında sözü geçtiği üzere (bk. Hud, 11/67) ödlerini kopartan, oldukça şiddetli bir feryad olduğu da söylenmiştir. Orada onları yakalayanın sayha (şiddetli çığlık) olduğu belirtilmektedir. Âyet-i kerimede geçen; "Sarsıntı" kelimesi, titreyen ve sarsılan şey hakkında kullanılır. "Rüzgâr ağaçtan hareket ettirdi, salladı," anlamına gelir. Asıl anlamı ise sesle beraber hareket etmektir. Yüce Allah'ın: "O günde o sarsıcı sarsacaktır" (en-Nâziât, 79/6) âyetindeki "sarsıcı ve sarsacaktır" kelimeleri de aynı kökten gelmektedir. Şair de der ki: "Hacc'ın zamanının geldiğini Ve kavmin bineklerinin onları sarstığını göndüğüm vakit..." "Yurtlarında diz üstü çökenler oldular." Burada (yurt) anlamına gelen kelimesinin tekil olarak gelmesi, cins İsim olması dolayışıyladır ve çoğul anlamındadır. Bir başka yerde ise bu kelime çoğul olarak; "Yurtlarında" (Hud, 11/67) diye gelmiştir. "Diz üstü çökenler" yani, uçan kuşun çöktüğü gibi dizleri ve yüzleri üstü yere yapıştılar. Bunun da azâbın şiddetinden ötürü hareketsiz kalmaları demektir. Aslında "diz üstü çökmek" anlamına gelen; (.......) lâfzı tavşan ve benzeri hayvanlar hakkında kullanılır. Bunun ism-i mekânı da; (......) şeklinde gelir. Şair Züheyr der ki: "Orada inekler, ceylanlar ve onların yavruları ardı arkasına yürüyüp dururlar Ve çökmüş oldukları her yerden kalkar giderler," İnen yıldırım ile yandıkları ve bunun sonucunda ölüverdikleri de söylenmiştir. Bunlardan geriye yalnızca Allah'ın Harem bölgesinde bulunan bir kişi kalmıştı. O da Harem bölgesinden çıkınca, kavmine isabet eden ona da isabet etti. 79O da onlardan yüz çevirdi ve: "Ey Kavmim, gerçekten ben size Rabbimin risaletinî tebliğ ettim ve size içtenlikle öğüt verdim. Fakat siz, öğüt verenleri sevmezsiniz" dedi. "O da onlardan yüz çevirdi." Yani, onların îman edeceklerinden ümit kesince, yüz çevirdi: "Ve Ey Kavmim, gerçekten ben size Rabbimin risaletini tebliğ ettim ve size içtenlikle öğüt verdim" dedi. Bu sözü kavmine ölümlerinden önce söylemiş olması ihtimal dahilinde olduğu gibi, ölümlerinden sonra söylemiş olması da muhtemeldir. Tıpkı Hazret-i Peygamberin Bedir'de öldürülmüş müşriklere: "Rabbinizin vadettiğîni hak olarak buldunuz mu" demesi üzerine: Sen şu leşlerle mi konuşuyorsun denilince, Onun da: "Siz onlardan daha iyi işitiyor değilsiniz. Şu kadar var ki onlar cevap veremezler" Buhârî, Meğâzî 8; Müslim, Cennet 76, 77; Nesâî, Cenâiz 117; Müsned, III, 104. dediği gibi. Ancak, birincisi daha zahir (daha açıkça anlaşılan) dır. Buna da yüce Allah'ın: "Fakat siz Öğüt verenleri sevmezsiniz" yani, benim nasihatimi kabul etmediniz, öğüdümü dinlemediniz, sözü delâlet etmektedir. 80Lût'u da (kavmine gönderdik). Hanı o kavmine: "Sizden evvel âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasızlığı mı yapıyorsunuz" demişti. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Lût'u da (kavmine gönderdik). Hani o kavmine... demişti" âyetinde geçen "Lût" kelimesi ile ilgili olarak el-Ferrâ' şöyle demektedir: Lût kelimesi, Arapların "bu iş benim kalbime daha yatkın, daha sevgilidir" anlamındaki; ifadesinden türetilmiştir. en-Nehhâs ise şöyle demektedir: ez-Zeccâc dedi ki: Kimi nahivciler -Ferrâ'yı kastetmektedir- Lût kelimesinin çamur ile havuzu sıvamayı anlatan; "Çamurla sıvadım," tabirinden türemiş olabileceğini söylerler. Ancak, bu bir yanlışlıktır. Çünkü "İshâk" gibi; Arapça olmayan isimler Arapça köklü kelimelerden türetilmezler. İshâk'ın uzaklık anlamına gelen; 'dan türemiş olduğu söylenemez. "Lût" kelimesinin munsarıf olması ise hafifliğinden ötürüdür. Çünkü, bu kelime hem üç harflidir, hem de orta harfi sakindir. en-Nekkâş der ki: Lût, Arapça olmayan acemî isimlerdendir. Havuzu çamurla sıvadım" ile Bu bundan daha çok kalbime yatkındır," tabirleri ise doğru tabirlerdir. Şu kadar varki, İbrahim ve İshâk gibi Arapça olmayan bir isimdir. Sîbeveyh der ki: Nûh ve Lüt kelimeleri Arapça olmayan isimdirler. Şu kadar var ki, bu kelimeler hafif olduklarından ötürü munsarıfdırlar. Yüce Allah, Hazret-i Lût'u Sedum diye adlandırılan bir ümmete peygamber olarak göndermişti. Hazret-i Lût, Hazret-i İbrahim'in kardeşinin oğlu idi. Bu kelimenin âyet-i kerimede mansub gelmesi ise, ya daha önce (59- âyetinde başında) geçen; "Gönderdik" kelimesinden ötürüdür ve o takdirde bu kelime (o âyet-i kerimede yer alan "Nûh" kelimesine) atfedilmiş olur. Bununla birlikte; "An, hatırla" anlamındaki mukadder bir fiil ile nasbedilmiş olması da mümkündür. 2. Lût Kavminin Fiilini Yapanların Cezası: Yüce Allah'ın: "Sizden evvel âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasızlığı mı yapıyorsunuz" âyetinde kastedilen hayasızlık, erkeklere yaklaşmaktır. Yüce Allah'ın; "el-Fahişe: hayasızlık" İsmiyle bundan söz etmesi, bu işin de bir zina olduğunu açıklaması içindir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, gerçekten bir hayasızlık (radıyallahü anhhişe)dir." (el-İsra, 17/32.) İlim adamları bu işin haram olduğunu icma ile kabul etmekle birlikte bu işi yapana uygulanması gereken ceza hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik der ki: Böyle bir kimse, ister muhsan olsun, ister olmasın recmedilir. Aynı şekilde eğer ergenlik yaşına gelmişse, bu işin kendisine yapıldığı kişi de recmedilir. Yine Mâlik'in muhsan ise recmedilir, eğer muhsan değilse hapsedilip te'dip edilir dediği de rivâyet edilmiştir. Bu aynı zamanda Atâ, en-Nehaî, İbnü'l-Müseyyeb ve başkalarının da görüşüdür. Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Muhsan olan da, olmayan da tazir edilir. Bu görüş Mâlik'ten de rivâyet edilmiştir. Şâfiî ise, zinaya kıyas edilerek bu işi yapana zina cezası uygulanır demiştir. Mâlik, yüce Allah'ın: "Ve Biz, üzerlerine (Lût kavminin üzerine) balçıktan pişirilmiş bir taş yağmuru yağdırdık" (el-Hicr, 15/74) âyetini delil göstermektedir. Çünkü, bu şekilde üzerlerine taş yağdırılması, onların yaptıklarına bir ceza ve karşılık idi. Denilse ki: Şu iki sebep dolayısıyla bunun delil olacak bir tarafı yoktur: 1- Lût kavmi de diğer ümmetler gibi küfür ve yalanlamalarına karşılık olarak cezalandırıldılar, 2- Onların küçükleri de büyükleri de bu cezanın kapsamına girmişti. Bu ise, onlara verilen bu cezanın hadler kabilinden olmadığını göstermektedir. Böyle bir itiraza şu şekilde cevap verilir: Evvelâ, birinci itiraz yanlıştır. Çünkü, şanı yüce Allah, onların bir takım masiyetler işlediğini ve bu masiyetler dolayısıyla cezalandırdığını haber vermektedir ki, İşledikleri masiyetlerden birisi de bu idi. İkinci itiraz noktasına gelince; onların kimisi bu işi yapıyor, kimisi de bu işe rıza gösteriyordu. Buyû'k çoğunluk yapılan bu işe ses çıkarmadıklarından dolayı cezalandınlmış oldu. Bu yüce Allah'ın bir hikmeti ve kulları hakkında uyguladığı sünneti (kanunu) dır. Bundan sonra da bu işi yapanlara uygulanacak olan bu ceza emri, süreklilik kazanmış oldu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ebû Dâvûd, İbn Mâce, Tirmizî, Nesâî ve Dârakutnî'nin rivâyetine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kimi Lût kavminin işini işlerken görecek olursanız, yapanı da yapılanı da öldürünüz." Bu, Ebû Dâvûd ve İbn Mâce'nin lâfzıdır. Ebû Dâvûd, Hudud 28; Tirmizî, Hudud 24: İbn Mâce, Hudûd 12; Dârakutnî, III, 124. Tirmizî'de şu ifade de vardır: "... ister muhsan olsunlar, ister olmasınlar..." Bk. Tirmizî, Hudûd 24. Ebû Dâvûd ve Dârakutnî de İbn Abbâs'tan Lût kavminin amelini işlerken tesbit edilen, evli olmayan kişinin recm edileceğini belirttiği rivâyet edilmektedir. Ebû Dâvûd, Hudûd 28; Dârukutnî, III, 125. Ebû Bekr es-Sıddîk (radıyallahü anh)'dan da Lût kavminin işini yapması üzerine el-Fucâe diye birisini ateş ile yaktığı rivâyet edilmiştir. Aynı zamanda bu, Ali b. Ebî Tâlib'in de görüşüdür. Çünkü, Halid b. el-Velid, bu hususta Hazret-i Ebû Bekir'e mektup yazıp ne yapması gerektiğini sorunca, Ebû Bekr (radıyallahü anh), Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbını toplayıp bu hususta onlarla istişare etti. Hazret-i Ali şöyle dedi: Böyle bir günahı bir ümmet dışında herhangi bir ümmet işleyerek Allah'a asi olmuş değildir. Bu günahı işleyen ümmete de Allah bildiğiniz cezayı vermiştir. O bakımdan ben, bu işi yapanın ateş ile yakılması görüşündeyim. Bunun sonucunda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbı ateş ile yakılması gerektiği hususunda görüş birliğine vardılar. Hazret-i Ebû Bekir de Halid b. el-Velid'e, bu kişiyi ateş ile yakmasını emreden mektubunu yazdı, o da onu yaku. Daha sonra bu işi yapanları İbn ez-Zübeyr de (halifeliği döneminde) yaktı. Arkasından Hişam b. el-Velid de, daha sonra Irak'da Halid el-Kasrî de bu işi işleyenleri yakmışlardır. Rivâyet edildiğine göre, Abdullah b. ez-Zübeyr'in döneminde Lût kavminin amelini işlediğinden dolayı yedi kişi yakalanmıştı. Onların durumlarını soruşturduktan sonra aralarından dört tanesinin muhsan olduklarını tesbit etti. Emir vererek Haremin dışına çıkartılmalarını istedi. Ve ölünceye kadar taşlandılar. Üçüne de had cezası uyguladı. Yanında İbn Abbâs da, İbn Ömer de bulunduğu halde onun bu yaptığına karşı çıkmadılar. Şâfiî de bu görüştedir. İbnü'l-Arabî der ki: Mâlik'in kabul ettiği görüş daha doğrudur. Çünkü, bu görüş hem sened itibari ile daha sahihtir, hem de dayanak olarak daha güçlüdür. Hanefîler ise, delil olarak şunu söylerler: Zina'nın cezası bellidir. Bu masiyet, zinadan farklı olduğuna göre, haddi bakımından zina ile ortak olmaması gerekir. Onlar bu hususta şöyle bir hadis de rivâyet ederleri "Her kim had olmayan bir suça had uygulayacak olursa, haddi aşmış ve zulmetmiş olur.". Diğer taraftan bu, herhangi bir şeyin (akid ile) helal kılmanın, muhsan yapmanın da taalluk etmediği, mehri de gerektirmeyen, kendisi sebebiyle nesebin de sabit olmadığı bir ilişkidir. O bakımdan buna had taalluk etmez. Ancak Ebû Yûsuf ile Muhammed'e göre Lût kavminin amelini işleyenlere de had uygulanır, (el-İhtiyar, IV, 91). 3. Hayvan İle Cinsel İlişki Kurmanın Hükmü: Bir kimse bir hayvan ile cinsel ilişkide bulunacak olursa, onun da hayvanın da öldürülmeyeceği bildirilmiştir. Her ikisinin öldürüleceği de söylenilmiştir. Bunu, İbnü'l-Münzir, Ebû Seleme b. Abdurrahman'dan nakletmektedir. Bu hususta Ebû Dâvûd ve Dârakutnî'nin İbn Abbâs'tan rivâyet ettikleri bir hadis de vardır. Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim bir hayvana yaklaşacak olursa, onu da onunla birlikte o hayvanı da öldürünüz," Biz, İbn Abbâs'a: Peki hayvanın öldürülmesi neden diye sorunca, o şu cevabı verdi: Böyle demiş olmasının sebebi zannederim o hayvana bu iş yapılmış olduktan sonra etinin yenilmesini hoş görmediğinden ötürüdür. Ebû Dâvûd, Hudûd 29; Tirmizî, Hudûd 23; İbn Mâce, Hudûd 13. İbnü'l-Münzir der ki: Eğer hadis sabit ise, bu hadis gereğince görüş belirtmek İcabeder. Şayet sabit değilse, bu işi yapan kişi bunu yaptığından ötürü çokça Allah'tan mağfiret dilemelidir. Hakim onu tazir ile cezalandıracak olursa, bu da güzel bir şey olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Şöyle de denilmiştir: Hayvanın Öldürülmesi, olmadık şekilde çirkin bir yavru yavrulamaması içindir. Bu durumda böyle bir hayvanın öldürülmesi bu sebepten ötürü sünnetten gelen rivâyetle beraber bu husustaki maslahattan dolayı olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ebû Dâvûd, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet eder: Hayvan ile zina edene had yoktur. Ebû Dâvûd der ki: Atâ da böyle demiştir. el-Hakem ise şöyle demektedir: Görüşüme göre böyle bir kimseye celde vurulur, fakat had noktasına gelinmez. el-Hasen de bu kişi zina eden kişi ayarındadır, demiştir. Ebû Dâvûd, Hudûd 29; ayrıca bk. Tirmizî, Hudud 23. ez-Zuhrî der ki: Muhsan olsun olmasın ona yüz celde vurulur. Mâlik, es-Sevrî, Ahmed ve rey ashâbı ise, ona tazirde bulunulacağını söylemişlerdir. Atâ, en-Nehaî ve el-Hakem'den de bu görüş rivâyet edilmiştir. Şâfiî'den ise farklı rivâyetler gelmiştir. Böyle bir husus ise, bu konuda onun mezhebine daha uygundur. Cabir b. Zeyd der ki: Böyle birisine had uygulanır. Ancak, o hayvanın kendisine ait olması hali müstesna. 4. Bu İşi Dünya Tarihinde İlk Yapanlar Lût Kavmidir: Yüce Allah'ın: "Sizden evvel âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasızlığı mı yapıyorsunuz" âyetindeki edatı, cinsin istiğrakı (türün kapsamını anlatmak) içindir. Yani, Lût kavminden önce hiç bir toplumda bu iş görülmüş değildir. İnkarcılar ise, bu işin onlardan önce de yapıldığını ileri sürerlerse de doğru olan Kur'ân-ı Kerîm'in bildirdiğidir. en-Nakkâş'ın naklettiğine göre İblis, -Allah'ın laneti üzerine olsun- bu işi onlara kendisine yaptırmak suretiyle başlatmıştır. Bunun üzerine onlar birbirlerine yaklaşmaya başladılar. el-Hasen der ki: Onlar bu işi yabancılara yapıyorlardı. Bunu kendi aralarında biri diğerine yapmıyordu. İbn Mâce de Cabir b. Abdullah'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz ümmetim için en korktuğum şey Lût kavminin işini yapmaktı." Tirmizî, Hudûd 23; İbn Mâce, Hudûd 12; Müsned, III, 382. Muhammed b. Sîrin de der ki: Hayvanlar arasında Lût kavminin amelini yapan yalnızca domuz ve eşektir. 81"Çünkü siz, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Hayır, siz çok ileri giden bir kavimsiniz." Yüce Allah'ın: "Çünkü siz" âyetini, Nâfi' ile Hafs, bir haber kipi olarak esreli tek bir hemze ile okumuşlardır. O taktirde bu, daha önce söz geçen hayasızlığı açıklamak üzere varid olmuş bir âyet demek olur. O bakımdan bunun başına hemze getirmek güzel olmaz. Zira, getirilecek bir hemze (soru edatı, bundan sonra gelecek olan âyetler ile önce gelen âyetler arasındaki bağı kopartır.) Ancak, diğerleri, azarlamak anlamına gelecek şekilde istifham (soru) lâfzı üzere iki hemzeli okumuşlardır. Bunun güzel olması ise, ondan önceki âyetlerin da sonrakilerin de müstakil birer ifade olmalarıdır. Ebû Ubeyd, el-Kisâî ve başkaları birinci okuyuşu tercih etmişler ve yüce Allah'ın şu âyetini delil göstermişlerdir: "Sen Öldükten sonra onlar ebedi mi kalacaklar?" (el-Enbiyâ, 21/34) Bu âyette soru edatı başa gelmiş ve; Onlar mı..." diye buyurmamıştır. Yine: "Eğer o ölür veya öldürülürse ökçeleriniz üstünde geriye mi döneceksiniz" (Âl-i İmrân, 3/144) diye buyurmuş ve ... Dönecek misinizi"' diye buyurmamıştır. Ancak, böyle bir şey oldukça çirkin bir yanlışlıktır. Çünkü onlar, bunu söylerken birbirine benzemeyen iki şeyi birbirine benzetmiş olmaktadırlar. Zira, (bu son iki âyette) görülen şart ve cevabı tek bir şey gibidirler. Mübteda ve haber gibi. O bakımdan, bu İkisinde iki ayrı istifham olması câiz değildir. Mesela; Eğer sen ölürsen onlar mı..." demek doğru olmaz. Nitekim "Zeyd mi, gidiyor mu?" demenin doğru olmadığı gibi. Hazret-i Lût kıssasında ise iki cümle yer almaktadır. Dolayısı ile bunların her birisi için ayrı ayrı soru edatı getirme imkânı da vardır. el-Halil ve Sîbeveyh'in görüşü budur, en-Nehhâs, Mekkî ve başkaları da bu görüşü tercih etmişlerdir. "Şehvetle" kelimesi mastar olarak nasbedilmiştir. Yani siz, onları arzulayarak, şehvet duyarak mı istiyorsunuz? Bununla birlikte hal mahallinde mastar olması da mümkündür. "Hayır siz, çok ileri giden bir kavimsiniz" âyetine yüce Allah'ın: "Hayır siz, haddi aşan bir kavimsiniz" (eş-Şûrâ, 26/166) âyeti birbirine benzemektedir. Yani siz, şirkle birlikte bu hayasızlığı işlemekle çok aşırıya kaçmış oluyorsunuz. 82Kavminin cevabı yalnızca: "Çıkarın onları ülkenizden. Çünkü onlar, fazla temiz kalmak isteyen insanlarmış" demek oldu. Âyetin tefsiri için bak:83 83Bunun üzerine Biz de hem onu, hem ehlini kurtardık. Ancak karısı geride kalıp helâk edilenlerden oldu. Yüce Allah'ın: "Kavminin cevabı yalnızca; Çıkarın onları..." yani, Lût'u ve ona tabi olanlan. "Çünkü onlar, fazla temiz kalmak isteyen insanlarmış" âyeti, onlar bu işi yapmaktan uzak durmaya çalışan kimselermiş, demektir. "Adam temiz kalmaya çalıştı" ifadesi, günahtan kendisini sakındırdı anlamana gelir. Katade der ki: Allah'a yemin ederim onları, ayıp olmıyan bir şeyden dolayı ayıplamaya çalıştılar. "Geride kalıp helâk edilenlerden" yani, Allah'ın azâbı içerisinde kalanlardan "oldu." Bu açıklamayı İbn Abbâs ve Katade yapmıştır. tabiri, hem geçip gitti, hem kaldı anlamında kullanılan zıt anlamlı kelimelerdendir. Kimisi de geçip gitti anlamı, noktasız "ayn" ile kullanılması halindedir. Kaldı anlamı ise, noktalı "ğayn" İledir, demektedir. Bu açıklamayı da İbn Fâris, "el-Mücmet" adlı eserinde nakletmektedir, ez-Zeccâc ise, “Geride kalıp helâk edilenlerden" yani, kurtuluştan uzak kalan, kurtulanlar arasında hazır bulunmayanlardan oldu, demektir. Bunun, ömrünün uzunluğu dolayısıyla kalanlardan oldu, anlamına geldiği de söylenmiştir. en-Nehhâs der ki: Ebû Ubeyde buradaki âyetinin; o, ömrü oldukça uzun kimselerdendi, yani o, oldukça kocamış, yaşlanmıştı, anlamına geldiği kanaatindedir. Sözlükte ise bu kelime, çoğunlukla kalıcı, kalan anlamına kullanılır. Şair recez vezninde şöyle demektedir "Yüce ilahımız geçeni de kalanı (geleceği) de ona mağfiret ettiğinden beri Muhammed asla gevşeklik göstermedi." 84Onların üzerine bir yağmur yağdırdık. Günahkârların sonunun nasıl olduğuna bir bak! Hazret-i Lût, yüce Allah'ın da açıklamış olduğu gibi, gecenin bir bölümünde (el-Hicr, 15/65) aile halkı ile yola koyuldu. Daha sonra Hazret-i Cebrâîl aldığı emir üzerine kanadını şehirlerinin altından soktu, kökünden koparıp yukarı doğru kaldırdı. O kadar ki, semadakiler beldelerindeki horozların ötüşlerini, köpeklerin havlayışlarını işitti. Sonra da beldelerinin üst tarafları aşağıya gelecek şekilde yere yıktı ve üzerlerine pişmiş çamurdan taş yağmuru yağdırıldı. Denildiğine göre bu taş yağmuru onlardan şehirlerinde bulunmayanlar üzerine yağmıştı. Hazret-i Lût ile birlikte bulunan karısına da bir taş isabet edip onu öldürdü. Anlatıldığına göre Lût kavminin kasabaları dört tane idi. Bunların beş tane oldukları da söylenmiştir. İnsan sayıları ise dörtyüz bin idi. İleride -yüce Allah'ın izniyle- Hud Sûresi'nde (11/77. âyet ve devamında) Hazret-i Lût kıssası bundan daha geniş bir şekilde gelecektir. 85Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a ibadet edin. O'ndan başka hiç bir İlâhınız yoktur. Rabbinizden size apaçık bir belge gelmiştir. Artık ölçeği ve teraziyi tam tutun. İnsanların eşyasını eksik vermeyin. Islâh edildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Şayet inanan kimselerseniz, böylesi hakkınızda daha hayırlıdır. Bu âyetlere dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Medyene de..." âyetinde geçen Medyen'in bir belde, yahut bir bölge ismi olduğu söylendiği gibi, Bekr ve-Temim denildiği şekilde bir kabile ismi olduğu da söylenmiştir. Yine denildiğine göre, Medyenliler İbrahim el-Halil (aleyhisselâm)'ın oğlu Medyen'in soyundan gelenlerdir. Medyen'in bir adam ismi olduğu görüşünde olanlar, bu kelimeyi munsarıf kabul etmezler. Çünkü bu kelime, hem marife (özel isim), hem de acemi (Arapça olmayan) bir isimdir. Bunu bir kabile yahut bir yerin ismi olarak kabul edenlerin görüşüne göre de munsarıf olmaması daha uygundur. el-Mebdevî der ki: Medyen'in, Hazret-i Lût'un kızının oğlu olduğu da rivâyet edilmektedir. Mekkî de şöyle der: Medyen, Hazret-i Lût'un kızının kocası idi. Nesebi hususunda farklı görüşler vardır. Atâ, İbn İshâk ve başkaları derler ki; Şuayb, Mîkîl'in oğlu, o, Yeşcer'in oğlu, o, Medyen'in, o da İbrahim (aleyhisselâm)’ın oğludur. Süryanice ismi da Beyrut idi. Annesi ise Hazret-i Lût'ın kızı Mîkâîl idi. eş-Şarkî b. el-Kutanî'nin iddiasına göre ise Şuayb, Ayfa'nın oğlu, o, Yevbeb’in oğlu, o, Medyen'in, o da Hazret-i İbrahim'in oğludur. İbn Sem'an'ın iddiasına göre ise Şuayb, Cuzey'in oğlu, o,Yeşcer'in, o, Lâvi'nin, o, Yakub'un, o, İshak'ın, o da İbrahim'in oğludur. Şuayb kelimesi, veya 'in küçültme ismidir. Katade der ki: Şuayb, Yevbeb'in oğludur. Hazret-i Şuayb'ın, Safvan'ın oğlu, onun, Ayfa'nın, onun Sabit'in, onun Medyen'in, onun da İbrahim'in oğlu olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır Hazret-i Şuayb âma idi. Bundan dolayı kavmi kendisine: "Ve biz seni aramızda gerçekten zayıf görüyoruz" (Hûd, 11/91) demişlerdi. Kavmine güzel şekilde cevaplar vermesi dolayısıyla ona "peygamberlerin hatibi" denir. Kavmi, Allah'ı inkâr eden, ölçü ve tartılan eksik yapan bir topluluk idi. "Rabbinizden size apaçık bir belge" bir açıklama "gelmiştir." Bu ise Hazret-i Şuayb'ın peygamber olarak onlara gönderilmesi idi. Kur'ân-ı Kerîm'de Hazret-i Şuayb'a ait herhangi bir mucizeden söz edilmemiştir. el-Kisainin "Kasasu'l-Enbiya"da zikrettiği gibi, "apaçık belge"nin onun mucizesi olduğu da söylenmiştir. 2. İnsanların Eşyalarının Değerlerini Düşürmek: Yüce Allah'ın: "İnsanların eşyasını eksik vermeyin" âyetinde geçen "Eksik vermek, eksiltmek" demektir. Bu, mal tarda kusurlu olduğunu söylemek ve pek değerli ve rağbet edilen bir şey olmadığını ifade etmekle; yahut kıymeti hususunda aldatmak suretiyle; ölçü ve tartılarda ise, fazla ya da eksiltmek suretiyle hileler yapmakla olur. Bütün bunlar batıl yollarla malları yemek kabilindendir. Böyle bir iş; geçmiş ve önceki ümmetler arasında peygamberler aracılığıyla yasaklanmış bir husustur. (Allah'ın salat ve selamı hepsine olsun). Allah bize yeter ve O, ne güzel bir vekildir. "Islah edildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın" âyeti, "eksik vermeyin" âyetine atfedilmiş olup küçük büyük her türlü bozgunculuğu kapsamına alan bir ifadedir. İbn Abbâs der ki; Yüce Allah Hazret-i Şuayb'ı peygamber olarak göndermeden önce yeryüzünde türlü masiyetler işleniyor, haramlar helal belleniyor ve orada kanlar dökülüyordu. İşte, yeryüzünün fesadı, bozulması budur. Allah, Hazret-i Şuayb'ı peygamber olarak gönderip de kendilerini Allah'ın yoluna davet ettikten sonra yeryüzü salah buldu. Kavmine gönderilen her bir peygamber, kavminin salahı demektir. 86"Ve siz, öyle her yolun başında oturarak Allah'a îman edenleri tehdit edip ve eğriliğini arayarak Allah'ın yolundan alıkoymayın. Düşünün ki siz, vaktiyle çok az idiniz de sizi çoğalttı. Bir de fesat çıkaranların sonları nice olmuştur, bir bakın!" Âyetin tefsiri için bak:87 87"Şayet içinizden bir kısmı benimle gönderilene Îman etmiş, bir kısmı da îman etmemişse; Allah aranızda hükmünü verinceye kadar sabredin. O, hüküm koyanların en hayırlısıdır." 4. Allah'a Giden Yolları Engellemek: Yüce Allah'ın: "Ve siz öyle her yolun başında oturarak... Allah'ın yolundan alıkoymayın." Yüce Allah bu âyeti ile yollarda oturup Allah'a itaate götüren yoldan başkalarını alıkoymalarını yasaklamaktadır. Onlar, îman eden kimseleri işkenceye uğratmakta tehdit ediyorlardı. İlim adamları, onların yol başlarında oturmalarının anlamı ile ilgili olarak üç görüş ortaya atmışlardır. İbn Abbâs, Katade Mücahid ve es-Süddî der ki: Bunlar, Hazret-i Şuayb'ın bulunduğu yere çıkan yolların başında oturuyor, onun yanına gitmek isteyen kimseleri tehdit ederek alıkoyuyor ve: O bir yalancıdır, onun yanına gitme diyorlardı. Tıpkı Kureyş'in, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yaptığının aynısını yapıyorlardı. Âyetin zahirinden de anlaşılan budur. Ebû Hüreyre de şöyle demiştir: Bu, yol kesmeyi ve yolu kesilenlerin mallarını almayı yasaklamaktadır. Onlar, bu işi yapıyorlardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da şöyle dediği rivâyet olunmuştur: "İsrâya götürüldüğüm gece yol üzerinde bir kereste parçası gördüm. Onun yanından bir elbise geçecek olsa, mutlaka o elbiseyi parçalardı. Yanından geçen her şeyi de mutlaka delerdi. Ben: Bu ne oluyor, Ey Cebrâîl? diye sordum, şöyle buyurdu: Bu, senin ümmetinden yollarda oturup yollan kesen bir topluluğa dair misaldir. Daha sonra yüce Allah'ın; "Ve siz öyle her yolun başında oturarak... tehdit edip... Allah'ın yolundan alıkoymayın" âyetini okudu. Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, III. 503'ten anlaşıldığına göre, bunu sadece Taberî, rivâyet etmiş. Hırsızlara ve muhariplere (yol kesicilere) dair açıklamalar (el-Maîde, 5/33 34. âyetlerin tefsirlerinde) geçmiş bulunmaktadır. Cenabı Allah'a hamd olsun. Haksızca Alınan Vergiler Ve Vergilerin Tahsilini Vermek: Yine es-Süddî şöyle der; Bunlar (gümrük) vergi memurlan ve hakettiklerinden fazlasını alan kimselerdi. Günümüzde şu insanlardan şer'an almak hakları bulunmayan mali yükümlülükleri zorla, baskı ile alan şu vergi memurlan onlara benzer. Bunlar, ash itibari ile tazminat olarak verilmesi câiz olmayan zekât, miras, oyun ve eğlence yerlerini tazminat olarak (ihale yoluyla) verdiler, Çokça var olan ve diğer beldelerde de uygulamaya koyulan, bunun dışında yollarda bulunan görevliler de bu kabildendir. Bu ise, günahların en büyüğü, en çirkini ve en ağır olanıdır. Bu uygulamalar gasptır, zulümdür, insanlara baskıdır, münkeri yaygınlaştırmaktır, münker gereğince amel etmektir, bunu sürdürmektir, münkeri kabul etmektir. Bu işin (vebal itibariyle) en büyüğü ise, şeriatı ve hakimlik yapma işini de ihaleye (tadmine) çıkartmaktır. İnnâ lillah ve innâ ileylü râciun. İslâm'dan geriye yalnızca onun şekli kalmıştır. Dinden de yalnızca ismi kalmıştır. Bu açıklamayı ise, daha önce geçen ölçü ve tartılar ile ilgili bunları eksik yapmaya dair hususlarda mal ile ilgili varid olmuş nehiy de desteklemektedir. Yüce Allah'ın: "O'na (Allah'a) îman edenleri" âyetindeki zamirin yüce Allah'ın adına ait olması muhtemel olduğu gibi, yolda oturmaktan kastın, Hazret-i Şuayb'a gidenleri engellemek olduğu görüşünde olanlara göre zamirin Hazret-i Şuayb'a da ait olması, yola da ait olması mümkündür. " Eğriliğini" âyeti hakkında Ebû Ubeyde ve ez-Zeccâc şöyle demektedir: Manevi hususlara dair kullanılır? Bu kelimenin "ayn" harfi esreli, maddi hususlara dair kullanılacak olursa üsip okunur. Yüce Allah'ın: "Düşünün ki, siz vaktiyle çok az idiniz de sizi çoğalttı" yani sayınızı artırdı ve fakir iken sizi zengin kılarak servetinizi çoğalttı, demektir. Bu da önceleri fakir idiniz, sonraları sizi zengin etti anlamındadır. "Sabredin." Bu emir, küfür üzere kalmaya devam etmeye dair bir emir değildir, bir tehdittir. " Eğer içinizden bir kısmı... mişse" âyetinde fiil mana nazar-ı İtibara alınarak müzekker olmuştur. Eğer (faili olan "taife bir kısım") nazar-ı itibara alınacak olsaydı; lâfzının yerine şeklinde gelmesi gerekirdi. 88Kavminden büyüklük taslayan, İleri gelenler: "Ey Şuayb, seni ve , seninle beraber Îman edenleri muhakkak ülkemizden çıkaracağız yahut mutlaka bizim dinimize döneceksiniz" dediler. O: "Ya istemesek de mi?" dedi. Yüce Allah'ın: "Kavminden büyüklük taslayan, ileri gelenler: Ey Şuayb, seni ve seninle beraber Îman edenleri muhakkak ülkemizden çıkaracağız yahut mutlaka bizim dinimize döneceksiniz, dediler" âyetinin anlamı, daha önceden geçmiş bulunmaktadır. "Yahut mutlaka bizim dinimize döneceksiniz" sözleri, dinimize gelirsiniz, onu kabul edersiniz demektir. Şöyle de denilmiştir: Hazret-i Şuayb'a tabi olanlar, ona îman etmeden önce küfür üzere idiler. Yani önceden nasıl bizim dinimiz üzere idiyseniz, tekrar mutlaka bize döneceksiniz, anlamına gelir. ez-Zeccâc der ki: ("Geri dönmek" anlamına gelen) avdet'in, bir şeyi baştan yapmak anlamına gelmesi de mümkündür. Mesala, filan kişiden bana hoş olmayan bir şey avdet etti denilirken, geldi anlamı kastedilir. Velevki, ondan önce hoş olmayan bir şey gelmiş olmasın. Yani, ondan hoş olmayan bir şey bana ulaştı anlamındadır. Hazret-i Şuayb onlara: "Ya istemesek de mi?" diye cevap vermişti: Yani, biz istemeyecek olursak bizi buna mecbur mu edeceksiniz? Bu da bizi ya vatanımızdan çıkmak yahut dininize geri dönmek zorunda mı bırakacaksınız, anlamındadır. Bu da; eğer siz böyle bir şey yapacak olursanız, gerçekten çok büyük (ve kötü) bir iş yapmış olacaksınız, demektir. 89"Allah bizi ondan kurtardıktan sonra yine sizin dinînize geri dönersek, doğrusu Allah'a karşı yalan uydurmuş oluruz. Ona dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Meğer ki, Rabbimiz olan Allah dileye. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz, ancak Allah'a güvenip dayandık. Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında Sen hak ile hükmet. Sen hükmedenlerin en hayırlısısın." "Allah bizi ondan kurtardıktan sonra yine sizin dininize geri dönersek, doğrusu Allah'a karşı yalan uydurmuş oluruz." Bu sözleriyle, kendilerinin tekrar kavimlerinin dinlerine dönmekten yana ümitlerini kesmelerini söylemektedirler. "Ona dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Meğer ki Rabbimiz olan Allah dileye." Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: Yani bizim tekrar dininize geri dönüşümüz, ancak Allah'ın meşîetine bağlıdır. Daha sonra Ebû İshak şöyle der: Ehl-i sünnetin görüşü budur. Yani, bizim küfre dönüşümüz ancak Allah'ın böyle bir şeyi dilemesi halinde sözkonusu olur. Buna göre istisna munkatı'dır. Burada istisnanın yüce Allah'ın iradesine teslimiyet manasına geldiği de söylenmiştir. Nitekim bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır: "Benim muvaffakiyetim ancak Allah iledir" (Hud, 11/88). Buna delil, bundan sonra gelen âyetin: "Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır" şeklinde gelmesidir. Denildiğine göre bu, bir kimsenin: (Erkek) karga yumurtlayıncaya kadar seninle konuşmayacağım. Deve de iğne deliğinden geçinceye kadar seninle konuşmayacağım sözüne benzer. Çünkü karga hiç bir zaman yumurtlamaz, deve de iğne deliğine sığmaz. Yüce Allah'ın: "Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır" yani O, olmuşu da olacağı da bilir. "İlim" kelimesi, temyiz olarak nasb edilmiştir. "Ona dönmemiz bizim için olacak şey değildir" âyetinin, şu anlama geldiği söylenmiştir: Siz, bizimle birlikte bulunmaktan hoşlanmadığınıza göre, tekrar aynı kasabanıza dönmeyeceğiz, Bunun yerine biz, sizin kasabanızdan çıkacak ve başkasına hicret edeceğiz. "Meğer ki, Rabbimiz olan Allah dileye." Bizim ona dönüşümüzü isteye. Ancak böyle bir açıklama uzak bir İhtimaldir. Zira kasabaya dönüşü ifade etmek için âyet-i kerimedeki gibi "fi" harf-i cerri değil de, "lâm" harf-i çerri kullanılır. Yüce Allah'ın: "Biz ancak Allah'a güvenip dayandık" âyeti bizim dayanağımız ancak O'dur demektir. Buna dair açıklamalar, daha Önce bir kaç yerde geçmiş bulunmaktadır. (Bk. Âl-i İmrân, 3/122. âyetin tefsiri). "Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında Sen hak ile hükmet." Katade der ki: Yüce Allah onu iki ümmete, Medyen ahalisi ile Ashâbu'l-Eyke'ye peygamber olarak göndermişti. İbn Abbâs da şöyle demektedir: Hazret-i Şuayb çokça namaz kılan birisi idi. Kavminin küfür ve isyanlarında devam etmesi uzayıp gidince, onların da salah bulacağından ümit kesince, beddua ederek: "Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında Sen hak ile hükmet, Sen hükmedenlerin en hayırlısısın" diye dua etmiş, şanı yüce Allah da onun duasını kabul ederek kavmini büyük bir sarsıntı ile helâk etmişti. 90Kavminden kâfir olan ileri gelenler: "Şuayb'a uyarsanız, andolsunki, o takdirde muhakkak en büyük zarara uğramış kimseler olacaksınız" dediler. Âyetin tefsiri için bak:93 91Bunun üzerine şiddetli sarsıntı onları yakalayiverdi de yurtlarında diz üstü çökenler oldular. Âyetin tefsiri için bak:93 92Şuayb'ı yalanlayanlar, zaten orada oturmamış gibi oldular. Şuayb'ı yalanlayanlar, işte en büyük zarara uğrayanlar onlar oldular. Âyetin tefsiri için bak:93 93Bunun üzerine onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: "Kavmim, yemin olsun ben size Rabbimin vahiylerini tebliğ ettim. Ve size içtenlikle öğüt verdim. Şimdi kâfir bir topluma nasıl tasalanayım?" "Kavminden kâfîr olan ileri gelenler" kendilerinden daha aşağılarda bulunanlara: "Şuayb'a uyarsanız yemin olsun o takdirde muhakkak en büyük zarara uğramış kimseler olacaksınız" yani, helâk olacaksınız dediler. "Bunun üzerine şiddetli sarsıntı" yani, zelzele; yahut, denildiğine göre çığlık "onları yakalayıverdi de yurtlarına diz üstü çökenler oluverdiler." Ashâbu'l-Eyke ise, ileride geleceği üzere ez-Zulle (yani, içinde ateş bulunan ve üzerlerine ateş yağdıran bulut) azâbı ile helâk edildiler. (Bk. eş-Şuarâ, 26/189). "Şuayb'ı yalanlayanlar zaten orada oturmamış gibi oldular." el-Curcânî der ki: Bu âyetin yeni bir başlangıç ifadesi olduğu söylenmiştir. Yani, Şuayb'ı yalanlayan kimseler eskiden beri ölüp kalmış kimseler gibi oldular, anlamındadır. "İkamet ettiler," oturdular anlamındadır. Bir yerde ikameti anlatmak için; "Filan yerde ikamet ettim" denilir. "Bir yerde uzun süre kalmak" anlamına da gelir. ise, "konaklanılan yer" demektir. Çoğulu da; (.......) şeklinde gelir. Şair Lebid der ki: "Ve ben Dâhis (diye bilinen atın yarış için) koşmasından önce altı gün ikamet ettim. Eğer bu çok iddiacı nefsin ebediliği olsaydı." Hatim et-Taî de şöyle demiş. "Biz uzun bir zaman hem yoksul, hem zengin kalakaldık. Nitekim zamanın günleri arasında zor planı da var, kolay olanı da. Yumuşağıyla, sertiyle zamanın her türMıhalini kazandık. Ve zaman bize bu ikisinin bardağıyla hepsini içirdi. Fakat akrabaya karşı azgınlığımızı artırmadı Zenginliğimiz. Ne de fakirlik bizim şerefimizi küçülttü." "Şuayb'ı yalanlayanlar, işte en büyük zarara uğrayanlar onlar oldular." Bu, yeni bir hitap başlangıcıdır, hem yergi ve azarda ileri dereceyi ifade ediyor, ayrıca meselenin büyüklüğünü ve önemini tekrar dile getiriyor. Şuayb'ın kavmi: Kim, Şuayb'a uyarsa o da hüsrana uğramış olur. Dedikleri için yüce Allah asıl bu sözü söyleyenlerin hüsrana uğrayan kimseler olduklarını ifade buyurdu. "Şimdi kâfir bir topluma nasıl tasalanayım?" Ne diye üzüleyim? Üzüldüm," Üzülürüm, üzülüyorum" şeklinde gelir, mastarı; ism-i faili de "Üzülen" şeklinde gelir. 94Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek halkını, yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka fakirlik, sıkıntı ve hastalığa uğratmışızdır. Yüce Allah'ın: "Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek" âyetinde hazfedilmiş bazı ifadeler vardır. Bunlar da şöyledir: Oranın ahalisi de eğer peygamberleri yalanladı ise, mutlaka onları azap ile yakalayıverdik. "Halkını, yalvarıp yakarsınlar diye, mutlaka fakirlik, sıkıntı ve hastalığa uğratmışızdır." Bu âyetin benzerlerine dair açıklamalar, (el-Bakara, 21X11. âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 95Sonra bu sıkıntının yerini iyilikle değiştirdik. Nihayet çoğaldılar ve: "Atalarımıza da darlık ve genişlik dokunmuştur dediler. Bunun üzerine Biz de kendileri farkında olmadan onları ansızın yakalayıverdik. "Sonra bu sıkıntının yerini iyilikle değiştirdik" yani kuraklıklarını bolluk, verimlilik ile değiştirdik. "Nihayet çoğaldılar" âyetindeki; (.......) kelimesinin "çoğaldılar" anlamına geldiğine dair açıklama İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. İbn Zeyd ise; malları ve evlatları çoğaldı demektir, der. (......) kelimesi, zıt anlamlı kelimelerden olup hem çoğaldı, hem de izi silinip gitti, anlamına gelir. Şanı yüce Allah, bu âyetiyle bizlere, onları sıkıntı ile yakaladığını, bolluk da verdiğini fakat bu işlerinden vazgeçmeyip şükretmediklerini bildirmektedir. Ve "Atalarımıza da darlık ve genişlik dokunmuştur dediler" biz de onlar gibiyiz. "Bunun üzerine Biz de kendileri farkında olmadan" daha çok hasret çeksinler diye "onları ansızın yakalayıverdik." 96Eğer o ülke halkı îman edip de sakınmış olsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden nice bereketler açardık. Fakat onlar yalanladılar. Bunun için Biz de kazanmakta oldukları yüzünden onları yakalayıverdik. "Eğer o ülke halkı..." âyetinde geçen; kelimesi, "karye"nin çoğuludur. Şehire karye denilmesi, orada insanların toplanıp bir araya gelmelerinden dolayıdır. Bu da; "suyu bir araya topladım" anlamını ifade eden; tabirinden alınmıştır. el-Bakara Sûresi'nde (2/57. âyet, 2. başlıkta) buna dair yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. "Îman edip" tasdik edip "sakınmış" yani, şirkten korunmuş "olsalardı elbette üzerlerine gökten ve yerden nice bereketler açardık." Yağmur yağdırır, bitki bitirirdik. Bu ise daha önce kendilerinden söz edilen özel bir takım kavimler hakkında böyledir. Zira kimi zaman mü’minler geçim darlığı ile imtihan olunabilirler. Ve bu onların günahlan için bir keffaret olur. Nitekim Hazret-i Nûh'un kavmine şöyle dediği bize bildirilmiştir: "Arkasından dedim ki: Rabbinizden mağfiret isteyin. Çünkü O, çok mağfiret edicidir. Böylece üzerinize semâyı bol bol salıverir," (Nûh, 71/10-11) Hazret-i Hud'dan da şöyle dediğini haber vermektedir: "Ey kavmim, Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin ki, üstünüze gökten bol bol (yağmur) göndersin" (Hûd, 11/52). Böylelikle özel olarak onlara yağmur ve bolluk vadinde bulunmuştur. Bunun özel olduğuna da yüce Allah'ın: "Fakat onlar yalanladılar, bunun için Biz de kazanmakta oldukları yüzünden onları yakalayıverdik" âyeti delildir. Yani, peygamberleri yalanladılar. Mü’minler ise peygamberi tasdik ettiler, yalanlamadılar. 97Acaba o ülkeler halkı geceleyin uyurlarken azabımızın kendilerine geleceğinden emin mi oldular? Âyetin tefsiri için bak:98 98Yoksa o ülkelerin halkı kuşluk vaktinde oynarlarken de azabımızın kendilerine geleceğinden yana emin mi oldular? "Acaba o ülkeler halkı... emin mi oldular?" âyetindeki soru, inkâr için, "fe" harfi de atıf içindir. Bunun bir benzeri yüce Allah'ın: "Onlar, cahiliyenin hükmünü mü..." (el-Mâide,-5/50) âyetidir. "Ülkeler (el-Kura)"dan kasıt Mekke ve çevresidir. Çünkü onlar da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı yalanladılar. Bunun, bütün ülkeler (karyeler.) hakkında umumî olduğu da söylenmiştir. "Geceleyin uyurlarken azabımızın kendilerine geleceğinden emin mi oldular? Yoksa, o ülkelerin halkı... azabımızın kendilerine geleceğinden yana emin mi oldular?" âyetindeki ": yoksa; yahut" kelimesini, el-Haremî adındaki iki kişi ile İbn Âmir atıf için "vav" harfini ibaha (yani birinden biri) anlamını ifade etmek üzere böyle okumuşlardır. Yüce Allah'ın: "Onlardan hiç bir günahkâra veya nanköre itaat etme" (el-İnsan, 76/24) âyeti ile, ister el-Hasenle, İster İbn Sîrin ile otur ifadelerine benzer. Yani: Bunlar, bu cezalardan herhangi birisinden yana emin mi oldular demektir. Bunun da anlamı şudur: Eğer siz bunlardan herhangi birisinden yana emin olsanız dahi ötekinden emin olamazsınız. Bununla birlikte; 'in, iki şeyden birisi hakkında kullanılması da mümkündür. Mesela, ben Zeyd'i, yahut Amr'ı vurdum, demek gibi. Diğerleri ise, "vav" harfini üstün ve ondan sonra hemzeli olarak okumuşlardır. Böyle okuyanlar da "vav" harfini başına soru hemzesi girmiş atıf harfi olarak okurlar. Yüce Allah'ın şu: "Onlar, ne zaman bir ahidle bağlandılarsa... mı" (el-Bakara, 2/100) âyetine benzemektedir. Yüce Allah'ın: "Kuşluk vaktinde oynarlarken" âyetinin anlamına gelince, yani onlar kendilerine fayda vermeyen şeylerle meşgul iken demektir. Kendisine zarar veren ve fayda sağlamayan işlerle uğraşan herkese "oyun oynayan" denilir. Bu açıklamayı en-Nehhâs zikretmiştir. es-Sıhah'ta da şöyle denilmektedir: Oyun anlamındaki; bilinen bir şeydir. "Ayn" harfinin sakin olması da bu anlama gelir. ise, ardı arkasına oyun oynadı, demektir, çokça oynayan kişi anlamına gelir. ise, mastardır. (Çok oyun oynamak), Çokça oyun oynayan kıza da denilir. 99Yahut onlar, Allah'ın azabından emin mi oldular? Hüsranda olan kavimden başkası Allah'ın azabından emin olamaz. Yüce Allah'ın: "Yahut onlar Allah'ın azabından emin mi oldular" âyetindeki "Allah'ın mekri", onların mekrlerine (hile ve tuzaklarına) karşılık olarak Allah'ın onlara vereceği azap ve cezası demektir. Onun mekrinin, nimet ve sıhhat ile istidracı anlamına geldiği de söylenmiştir. 100Yeryüzüne sahiplerinden sonra varis olanlara, hâlâ şu belli olmadı mı: Eğer Biz dileseydik onları da günahlarından ötürü azaplandırır, kalplerini mühürlerdik de işitmez oluverirlerdi. Yüce Allah'ın: "Yeryüzüne,., varis olanlara" âyeti ile Mekke kafirleri ve çevresindekiler kastedilmektedir. "Hâlâ şu belli olmadı mı", yani bu husus onlara şu gerçeği açıkça göstermedi mi: "Eğer Biz dileseydik onları da günahlarından" küfürlerinden ve yalanlamalarından "ötürü azaplandırır" onları azap ile yakalar "kalplerini mühürlerdik." Yani Biz, kalplerini mühürleriz demektir. O halde bu yeni bir cümledir. Bunun, daha önce geçen "azaplandırır" fiiline atıf olduğu da söylenmiştir. Yani, (her iki fiil de muzari anlamım verecek şekilde) azaptandırırız ve mühürleriz anlamına getir. Bu durumda dili geçmiş olan (azaplandırırdık anlamındaki) fiil, (mühürleriz anlamındaki) geniş zaman fiili gibi kullanılmış olur. 101İşte o beldelerin haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz. Gerçekten peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişlerdi. Fakat daha önce yalanladıkları şeylere îman etmediler. İşte Allah, kâfirlerin kalplerini böyle mühürler. "İşte o beldelerin..." Yani, şu helâk ettiğimiz beldelerin. Bunlar, daha önce sözü edilen Nûh, Âd, Lût, Hud ve Şuayb beldeleridir. Biz o beldelerin "haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz." Yani, onlara dair haberlerin bir bölümünü sana okuyoruz. Bu anlatılanlar da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ve müslümanlara bir tesellidir. "Fakat, daha önce yalanladıkları şeylere Îman etmediler." Yani, bu kâfirler, eğer helâk ettikten sonra onları diriltmiş olsaydık, yine îman edecek değillerdi. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir: "Eğer geri döndürülürlerse, elbette nehy olundukları şeye yine geri dönerler." (el-En'âm, 6/28) İbn Abbâs ve er-Rabİ' de şöyle demektedirler: Yüce Allah, onlardan ahid aldığı gün, onların peygamberlere îman etmeyeceklerini biliyordu. "Daha önce yalanladıkları şeylere" âyeti ile kastedilen ise, onları Hazret-i Âdem'in sulbünden çıkartıp da kendilerinden ahid aldığı gün ister istemez îman etmeleri kastedilmektedir. es-Süddî der ki: Onlardan ahid alındığı gün istemeyerek Îman ettiler. Dolayısıyla onlar, şimdi hakikaten îman edecek değillerdir. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar kendilerine mucize gösterilmesini istediler. Bu mucizeleri gördüklerinde ise, mucizeyi görmeden önce yalanladıkları şeye Îman etmediler. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir; "Evvelce ona îman etmedikleri gibi..." (el-En'âm, 6/110) âyetidir. "İşte Allah kâfirlerin kalplerini böyle mühürler." Yani, sözü geçen bu kimselerin kalplerini mühürlediği gibi, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı inkâr eden kâfir olanların kalplerini de böylece mühürler. 102Onların çoğunda ahde vefa bulamadık. Onların çoğunu gerçekten fâsık kimseler bulduk. Yüce Allah'ın: "Onların çoğunda ahde vefa bulamadık" âyetinde yer alan; edatı fazladan gelmiştir (zaiddir). Ve bu, cins anlamına delalet eder. (Yani onlarda ahid namına bir şey bulmadık anlamına gelir). Eğer bu edat olmasaydı, bütün ahidler değil de tek bir ahde bağlılıkları görülmediği anlamı anlaşılabilirdi. İbn Abbâs şöyle demektedir: Yüce Allah bu âyeti ile Âdem'in zürriyeti olarak yaratıldıkları sırada ruhlardan alınan ahdi kastetmektedir. İşte bu ahdi bozan kimselere "ahdi yoktur" denilir. Yani, âdeta ahid vermemiş gibi davranır. el-Hasen der ki: Allah'ın Peygamberler ile kullarına ahdi O'na ibadet edip, O'na hiç bir şeyi ortak koşmamaları demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Bununla, kâfirlerin bir kaç kısma ayrıldıklarını kastetmektedir. Onların çoğunluğunun emanetlerine riâyetleri, ahde vefaları yoktur. Aralarından bazıları az olsalar dahî, kâfir olmakla birlikte emanete riâyet ederler. Bu açıklama Ebû Ubeyde'den rivâyet edilmiştir. 103Sonra onların ardından Mûsa'yı âyetlerimizle Flravun'a ve ileri gelenlerine gönderdik. Onlarsa bu âyetlere karşı zalimlik ettiler. Fesatçıların sonu nice oldu, bir bak! "Sonra onların" yani Nûh, Hûd, Salih, Lût ve Şuayb'ın "ardından Mûsa'yı" yani İmrân oğlu Mûsa'yı "âyetlerimizle" mucizelerimizle "Fir'avun'a ve ileri gelenlerine gönderdik. Onlarsa bu âyetlere karşı zalimlik ettiler." Yani, küfre saptılar ve bu âyetleri (mucizeleri) tasdik etmediler. Zulüm, bir şeyi konulmaması gereken, haketmediği yere koymak demektir. "Fesatçıların sonu nice oldu" işlerinin sonunda nereye vardılar; "bir bak!" 104Mûsa dedi ki: "Ey Fir'avun, ben şüphesiz ki âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim." Âyetin tefsiri için bak:106 105"Allah hakkında haktan başkasını söylememek bana bir borçtur. Gerçekten size Rabbinizden apaçık bir delil ile geldim. Artık İsralloğullarını benimle gönder." Âyetin tefsiri için bak:106 106Dedi ki: "Eğer sen bir âyet ile gelmişsen, haydi onu göster. Eğer doğru söyleyenlerden isen." Bana bir borçtur" anlamındadır. Bunu; diye okuyanların kıraatine göre de; haktan başkasını söylememeye özellikle gayret gösteren bir kimseyim, anlamına gelir. Abdullah (b. Mes'ûd) kıraatinde ise; Benim vazifem... söylememektir" şeklinde yı zikretmeksizin okumaktadır. Buradaki; " edatının "be" harf-i cerri gibi anlam verdiği söylenmiştir. Yani, ben söylememekle yükümlüyüm anlamına, gelir. Ubey ile el-A'meş'in kıraatinde ise; şeklindedir. Bu daYayla attım, ok attım," derken her iki harf-i cerrin de kullanılmasına benzer. Buna göre; kelimesi, üzerimdeki hak (vazife) budur, anlamına gelir. "Artık İsrailoğullarını benimle gönder" âyetinin anlamı onları serbest bırak demektir. Fir'avun, İsrailoğullarını ağır işlerde çalıştırırdı. 107Bunun üzerine asasını bıraktı, hemen apaçık bir ejderha oluverdi. "Bunun üzerine asasını bıraktı" âyetinde "bırakmak" anlamındaki "ilkaa" mastarı hem maddi şeyler hakkında kullanılır, hem de manevi şeyler hakkında kullanılır ki, buna dair açıklamalar daha önceden (Âl-i İmrân, 3/151. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır, " İri, büyük erkek yılan" demektir. Bu yılan çeşitlerinin en büyüğünü ifade eder. "Apaçık ise, onun yılan olduğunda en ufak bir karışıklık ve şüphe bulunmaması anlamını ifade eder. 108Elini çıkardı, ne görsünler, o, bakanlara bembeyaz parlıyordu. "Elini çıkardı" elini çıkarıp gösterdi. Elini gömleğinin yakasından, yahut da koltuğunun altından çıkardığı söylenmiştir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır: "Elini de yakana sok. Hastalıksız, parlak, bembeyaz çıkıverecektir." (en-Neml, 27/12). Yani, her hangi bir baraz hastalığı sözkonusu olmaksızın bembeyaz çıkacaktır. Hazret-i Mûsa, oldukça esmer idi, Çıkardıktan sonra elini tekrar gömleğinin yakasına sokunca yine eli eski rengini aldı. İbn Abbâs der ki: Hazret-i Mûsa'nın elinin arz ile sema arasını aydınlatan, yukarı doğru yükselen bir nuru vardı. Denildiğine göre, eli kâr gibi parıldayan bembeyaz bir halde çıkıyordu. Onu yakasına geri götürdü mü, vücudunun sair bölgeleri gibi oturdu. 109Fir'avun kavminden ileri gelenler: "Muhakkak bu, gayet bilgin bir sihirbazdır" dediler. "Gayet bilgin" sihiri çok İyi bilen demektir. 110"Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor." (Fir'avun sordu): "O halde ne buyurursunuz?" "Sizi yurdunuzdan çıkarmak" yani, Ey Kiptiler topluluğu, bu İsrailogullarını önünüze geçirmek suretiyle sizi mülkünüzden etmek İstiyor demektir. "O halde ne buyurursunuz?" Yani Fir'avun, o halde ne emredersiniz diye sordu. Bunun Fir'avun'un çevresindeki ileri gelenlerin söylediği sözlerden olduğu da söylenmiştir. Yani, çevresindeki ileri gelenler, sadece Fir'avun'a, ne buyurursunuz diye çoğul kipi ile -zorba ve başkanlara hitab ederken, bu husustaki görüşünüz nedir dercesine- soru sordular. Bununla birlikte bu sözü hem ona, hem de yakın arkadaşlarına söylemiş olmaları da mümkündür. “Ne?" sorusundaki ref mahallinde, da anlamında ve nasb mahallindedir. Bu iki bitişik edatın da aynı şey olmalarına rağmen Prabı böyledir. 111Dediler ki: "Onu ve kardeşini alıkoy. Şehirlere de toplayıcılar gönder de; Âyetin tefsiri için bak:112 112"Sana ne kadar bilgin sihirbaz varsa hepsini getirsinler." "Dediler ki: Onu ve kardeşini alıkoy" âyetindeki; "Onu alıkoy" kelimesini Medineliler, Âsım ve el-Kisâî (fiilin aslında bulunan "cim" harfinden sonraki) hemzeyi okumamışlardır. Ancak Verş ile el-Kisâî, "he" harfinin kesresini işba' ile okumuşlardır. Ebû Amr ise, ("cim" harfinden sonra) sakin bir hemze ile ve "he" harfini de ötreli olarak okumuştur. Bu İki okuyuş, iki ayrı söyleyiştir. Her iki şekilde Onu geciktirdim, alıkoydum" denilir. Onu erteledim, anlamındadır. Aynı şekilde İbn Kesîr, İbn Muhaysın ve Hişam da böyle okumuşlardır. Şu kadar var ki onlar, "he" harfinin üzerindeki ötreyi işba' ile okumuşlardır. Sair Kûfeliler ise, "he" harfini sakin olarak; diye okumuşlardır. el-Ferrâ' der ki: Bu, Arapların bir şivesidir. Onlar, eğer önceki harf harekeli ise, vasl halinde zamir olarak gelen "he" üzerinde vakıf yaparlar. İşte bu Talha'dır, bize doğru geliyor" demek gibi. Ancak Basralılar bunu kabul etmezler. Katade der ki: onu hapset, tut, alıkoy" demektir. İbn Abbâs ise, onu tehir et, geciktir anlamındadır, der. Bu kelimenin; 'dan geldiği de söylenmiştir. Yani, sen onu umutlandır, bırak umutlansın, anlamındadır. Bu görüşü en-Nehhâs, Muhammed b. Yezid'den nakletmektedir. Bu kelimenin "he" harfinin esreli okunuşu ise, itbâ' (Önceki "cim" harfine uydururak) ile okunur. Aslı üzere ötreli okunması da caizdir. Bununla birlikte sakin okunuşunun şiirde ancak istisnai olarak câiz olabilen bir lahin olduğu söylenmiştir. "Ve kardeşini" anlamındaki kelime, "onu alıkoy" anlamındaki kelimede yer alan zamire alfedilmiştir. "Toplayıcılar" kelimesi ise hal olarak nasb edilmiştir. "Sana getirsinler" fiili meczumdur. Çünkü, emrin cevabıdır. İşte bundan dolayı (vav harfinden sonra gelmesi gereken) "nûn" hazfedilmiştir. Âsım müstesna, Kûfeliler; "İleri derecede ne kadar sihirbaz varsa" diye okumuşlardır. Diğerleri ise; "Sihirbaz" diye okumuşlardır ki, anlam itibariyle birbirlerine yakındır. Ancak birinci okuyuşun vezni olan "fe'al" vezni anlam itibariyle daha ileri derecede mübalağa ifade eder. 113Sihirbazlar Fir'avun'a geldi. Dediler ki: "Eğer galip gelen biz olursak herhalde bize bir mükâfat var değil mi?" Âyetin tefsiri için bak:114 114"Evet, hem siz elbette yakınlaştırılmışlardan da olacaksınız" dedi. Yüce Allah'ın: "Sihirbazlar Fir'avun'a geldi" âyetinde, bu âyeti dinleyenin bilgisi dolayısıyla haberci gönderilmesi sözkonusu edilmemiştir. İbn Abdi'l-Hakem der ki: Bunlar, on iki nakib idiler. Her bir nakible birlikte de yirmi arif" vardı. Ve her bir afifin emri altında da bin sihirbaz vardı, Hepsinin başı İse Mukâtil b. Süleyman'ın görüşüne göre Şem'un adındaki birisi idi. İbn Cüreyc der ki: Bu sihirbazlar el-Arîş, Feyyûm ve İskenderiyye'den her bir şehirden üçte bir olmak üzere dokuzyüz kişi idiler. İbn İshâk ise şöyle demektedir: Bunlar onbeş bin sihirbaz idiler. Bu, İbn Vehb'den de böylece rivâyet edilmiştir. Sayılarının oniki bin kişi olduğu da söylenmiştir. İbnü'l-Münkedir ise, seksen bin kişi olduklarını söylemiştir. Ondört bin kişi oldukları söylendiği gibi, er-Rîf den, üçyüz bin sihirbaz, es-Said bölgesinden üçyüz bin sihirbaz, el-Feyyum ve çevresinden de üçyüz bin sihirbaz oldukları da söylenmiştir. Hepsinin yetmiş kişi oldukları söylendiği gibi, yetmiş üç kişi oldukları da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Rivâyet olunduğuna göre, sihirbazlarla birlikte üç yüz devenin taşıdığı ipler ve asalar da vardı. Hazret-i Mûsa'nın ejderhaya dönüşen asası bunların hepsini yutuvermişti. İbn Abbâs ve es-Süddî der ki: Ağzım açtığı vakit, bu ağız açıklığı seksen zirai bulurdu. Alt çenesi yerde, üst çenesi ise köşkün suruna kadar yükselirdi. Ağzının genişliğinin kırk zira olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Fir'avun'a, onu yutmak üzere gitmiş, o ise tahtından kendisini atarak, bu ejdarhadan kaçıp Hazret-i Mûsa'ya sığınmıştı. Hazret-i Mûsa da onu yakalamakla birlikte eski hali asaya dönüvermişti. Vehb der ki: Asa korkusundan yirmibeş bin kişi ölmüştü. "... Herhalde bize bir mükâfat var, değil mi dediler." Yani, bize bir takım ödüller ve mallar verilecek değil mi? Burada "fe" harfi getirilerek; Dediler," denilmemiştir, Çünkü, bununla Fir'avun'un yanına geldiklerinde bu sözleri söyledikten kastedilmiştir. Bu âyet, (soru edatsız olarak) Muhakkak bizim için... vardır" şeklinde haber kipi suretinde de okunmuştur. Bu, Nafi' ve İbn Kesîr'in kıraatidir. Bu sözleriyle Fir'avun'u, galip gelmeleri halinde kendilerine bir miktar mal vermekle mükellef tutmuş oldular. Fir'avun da kendilerine: "Evet, hem siz elbette yakınlaştırılmışlardan da olacaksınız" diye cevap verdi. Yani, bizim nezdimizde oldukça yüksek bir mevkiye çıkartılacak kimselerden olacaksınız diyerek, onlara istediklerinden fazlasını da vadetti. Denildiğine göre onlar, galip geldikleri takdirde kendi kanaatlerine göre kendilerine böyle bir mükâfat biçtiler. Yani, galip gelecek olursak bize bir mükâfat bir ücret verilmesi gerekir, diye düşündüler. Nâfi' ve İbn Kesîr dışındaki diğer kıraat âlimleri ise, Fir'avun'dan durumu öğrenmek anlamında istifham (soru) ile okumuşlardır. Yani, galip gelecek olurlarsa, Fir'avun kendilerine bir mükâfat verecek mi, vermeyecek mi diye sorup bu hususta Fir'avun'a karşı kesin bir ifade kullanmadılar. Bunun yerine ondan sadece böyle bir şey yapıp yapmayacağı hususunu öğrenmek istediler. O da onlara: Evet, galip geldiğiniz takdirde size hem mükâfat var, hem de yakınlaştırılmak, diye cevap verdi. 115"Ey Mûsa, sen mi ilk atacaksın, yoksa ilk atanlar biz mi olalım" dediler. Sihirbazlar, Hazret-i Mûsa'ya karşı, edebe riâyet ettiler. İşte bu da onların îman etmelerine sebep teşkil etmişti, Âyet-i kerimedeki; el-Kisâî ve el-Ferrâ''ya göre; ya bırakma işini sen yaparsın... anlamında olmak üzere nasb mahallindedir. Şairin şu mısraı da bu kabildendir: "(Yoksa) binmek (ini) dediler. Biz de, işte bu bizim adetimizdir, dedik." 116"Siz atın" dedi. Onlar bırakınca, insanların gözlerini büyülediler ve onlara korku saldılar. Ve böylece büyük bir sihir ortaya koydular. Âyetin tefsiri için bak:117 117Biz de Mûsa'ya: "Asanı bırak" diye vahyettik. Bir de ne görsünler! Onların uydurup düzdüklerini yakalayıp yutuyor. "Siz atın dedi" âyeti ile ilgili olarak, el-Ferrâ' ifadede hazf olduğunu söylemiştir. Âyetin manası şudur: Mûsa onlara dedi ki: Siz asla Rabbinize galip gelemeyecek, O'nun âyetlerini iptal edemeyeceksiniz, Bu ifade ise, İnsanların sözleri arasında benzeri getirilemeyecek ve buna güç yetiremeyecekleri Kur'ânın mucizevi ifadelerindendir. Kur'ân bir kaç kelime ile oldukça kapsamlı pek çok manayı ifade edebilmektedir. Bunun tehdit olduğu da söylenmiştir. Yani hayır, siz öncelikle atınız. Başınıza gelecek rezillik ve rüsvaylığı da göreceksiniz, demektir. Zira, Hazret-i Mûsa'nın büyü yapılmasını emretmesini kabul etmeye imkân yoktur. Şöyle de açıklanmıştır: Hazret-i Mûsa'nın onlara, bu işi yapmalarını emretmesi, onların yalancılıklarını ve gerçekleri değiştirip sulandırmalarını ortaya çıkarmak içindi. "Onlar, bırakınca" yani, iplerini ve asalarını yere atınca, "insanların gözlerini büyülediler." Yani, onların gözlerine hakikati olmayan hayeller gösterdiler ve gözlerinin sağlıklı bir şekilde idrak etmelerini önlediler. Bunu da gözbağcılık ve el çabukluğu gibi, görenlere gerçekleri sulandırarak hayal göstermeleri suretiyle yapmışlardı. Nitekim el-Bakara Sûresi'nde (2/102. âyet, 3. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. "Buyû'k bir sihir" âyetinin anlamı ise, onlara göre büyük bir sihir idi demektir. Çünkü, yaptıkları büyü gerçekten pek çok idi. Ama gerçekte büyük değildi. İbn Zeyd şöyle demektedir: Bu toplanma İskenderiye'de olmuştu. Yılanın kuyruğu ise, Buhayra'nsn ta arkasına kadar ulaşmıştı. Başkası ise şöyle demektedir: Yılan, ağzını açarak onların yere bıraktıkları ip ve sopalarını yutmaya başladı. Yine denildiğine göre, onların yere bıraktıkları, içinde civa bulunan ve deriden yapılmış bir takım iplerdi. Bu ipler harekete geçti ve bunlar yılandır, dediler. Hafs, "lâm" harfini sakin ve tahfif ile (şeddesiz olarak) okumuş ve böylelikle bunu; Yuttu, yutar"dan muzari bir fiil olarak kabul etmiştir. en-Nehhâs der ki: Bu kıraate göre; (.......) şeklinde okuyuş da caizdir. Çünkü bu da; dan gelmektedir. Diğerleri ise şeddeli ve "lâm" harfini üstün olarak okuyup 'in, geniş zaman fiili (muzari) diye okumuşlardır. Bir şeyi alıp yakalamayı yahut da yutmayı anlatmak kastı İle; O şeyi alıp yuttum," denilir. ise, "alır, yutar" şeklinde aynı anlama gelir. Ebû Hatim der ki: Bana kıraatlerin birisinde bunun; şeklinde "mim" harfi ile ve "kat“.....” harfi şeddeli olarak okunduğuna dair bilgi ulaşmış bulunuyor. Şair der ki: "Sen, Mûsa'nın asasısın ki, o Sihirbazın uydurduğu iftirayı alıp yutan." Bu beyit; şeklinde (âyet-i kerimenin lâfzında olduğu gibi) de rivâyet edilir.
"Uydurup düzdüklerini" yani, yalan olarak ortaya koyduklarını... Çünkü onlar ip getirmiş ve iplerin içerisine cıva yerleştirmişlerdi. Sonunda bu ipler hareket etmeye başlamıştı. 118İşte böylece hak yerini buldu. Onların yapmakta oldukları şeyler de boşa çıktı. Âyetin tefsiri için bak:122 119Artık oracıkta yenilmiş oldular, küçülmüşler olarak geri döndüler. Âyetin tefsiri için bak:122 120Sihirbazlar ise hep birden secdeye kapandılar. Âyetin tefsiri için bak:122 121Dediler ki: "Îman ettik âlemlerin Rabbine; Âyetin tefsiri için bak:122 122"Mûsa ve Harun'un Rabbine." "işte böylece hak yerini buldu" âyetini Mücahid, hak üstün geldi, açıkça ortaya çıktı diye açıklamıştır. "Küçülmüşler olarak geri döndüler" âyetindeki Küçülmüşler olarak" kelimesi, hal olarak nasbedilmiştir. Bunun fiili ise, şeklinde gelir. Yani, Fir'avun'un kavmi de Fir'avun da onlarla birlikte olmak üzere zelil düşmüşler, kahrolmuşlar ve yenik düşmüşler olarak geri döndüler. Sihirbazlar ise îman ettiler. 123Fir'avun: "Ben size İzin vermeden önce mi ona îman ettiniz? Bu, şüphe yok ki ahalisini oradan çıkarmanız için şehirde kurduğunuz gizli bir tuzaktır. Yakında bileceksiniz" dedi. Âyetin tefsiri için bak:125 124"Mutlaka ellerinizi, ayaklarınızı çaprazlama keseceğim. Sonra da muhakkak topunuzu astıracağım." Âyetin tefsiri için bak:125 125"Biz, muhakkak Rabbimize dönücüleriz" dediler. "Fir'avun: Ben size izin vermeden önce mi ona îman ettiniz... dedi-" Sözü ile sihirbazların yaptıklarını red ve İnkâr etmek istemişti. "Bu şüphe yok ki ahalisini oradan çıkarmanız için şehirde kurduğunuz gizli bir tuzaktır." Yani, bu hususta Mısır'ı elegeçirmeniz için sizinle onlar arasında bir anlaşma cereyan etmiştir. Şunu demek İstemişti: Siz bu işi, bu sahraya (düzlüğe) gelip ortaya çıkmadan önce Mısır şehrinde kendi aranızda kararlaştırmış idiniz. "Yakında bileceksiniz." Bu sözleriyle onları tehdit etmişti. İbn Abbâs der ki: İlk çarmıha gererek asan, sağ el ile sol ayak, sol el ile sağ ayak şeklinde çaprazlama el ve ayakları ilk kesen kişi Fir'avun'dur. Bu da el-Hasen'den nakledilmiştir. 126"Sen bizden ancak Rabbimizin âyetlerine, onlar bize geldiğinde îman ettik diye intikam alıyorsun. Ya Rab, üzerimize sabır yağdır ve müslümanlar olarak canımızı al." "Sen bizden ancak Rabbimizin âyetlerini., îman ettik diye intikam alıyorsun" âyetindeki: İntikam alıyorsun" kelimesini el-Hasen "kaf' harfini üstün olarak okumuştur. el-Ahfeş der ki: Bu bir söyleyiştir. Çünkü, Ben bu işi red ve inkâr ettim," denilir. Bu ifadelerin anlamı da şöyle olur: Sen ancak bizim Allah'a îman edişimizi çirkin görüyor, reddediyorsun. Halbuki o, hakkın kendisidir. "Onlar" yani, Rabbimizin âyet ve beyyineleri "bize geldiğinde" onlara "îman ettik diye" bizden "intikam alıyorsun." "Ya Rab, üzerimize sabır yağdır." Yani, el ve ayaklarımızı keseceği ve bizi asacağı vakit sabrı üzerimize bol bol dök. "Ve müslümanlar olarak canımızı al." Denildiğine göre Fir'avun, sihirbazları yakalayıp onları nehrin kenarında parçaladı. Sihirbazların imanı ile birlikte de Hazret-i Mûsa'ya altı yüz bin kişi îman etti. 127Fir'avun kavminden ileri gelenler şöyle dedi: "Mûsa ve kavmini yer yüzünde fesadçılık etsinler, seni ve ilâhlarını terketsinler diye mi bırakacaksın?" O da: "Oğullarını öldürür yalnız kadınlarını diri bırakırız. Şüphesiz biz, onların üzerinde kahredici güce sahibiz" dedi. Yüce Allah'ın: "Fir'avun kavminden ileri gelenler şöyle dedi: Mûsa ve kavmini yer yüzünde" tefrikaya düşürmeleri ve topluluğu dağıtmaları suretiyle "fesatçılık etsinler, seni ve ilâhlarını terketsinler diye mi bırakacaksın?" Bu âyette yer alan; "Seni... terketsinler" âyeti, "radıyallahü anh" harfi istifhamın cevabı olarak nasb ile okunmuştur. "Vav" ise, "fe" harfi yerine gelmiştir. "İlâhlarını" âyeti ile ilgili olarak da el-Hasen şöyle demektedir: Fir'avun, kendisi putlara tapıyordu. O, hem kendisi putlara tapıyor, hem de kendisine tapılıyordu. Süleyman et-Teymî der ki: Bana ulaştığına göre Fir'avun ineğe tapıyor idi. Yine et-Teymî der ki: Ben, el-Hasen'e: Acaba Fir'avun herhangi bir şeye ibadet ediyor muydu, diye sordum. O şöyle dedi: O, boynuna yerleştirmiş olduğu bir şeye tapıyordu. Denildiğine göre 'ın anlamı, ("senin ilahlarını" değil de) "sana itaati" şeklindedir. Nitekim yüce Allah'ın: "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini rabler edindiler" (et-Tevbe, 9/31) diye buyurulmuştur. Halbuki onlar, haham ve rahiplerine ibadet etmemişler, ama itaat etmişlerdi. O halde bu, bir örneklendirınedir. Nuaym b. Meysere şeklinde ref ile; : "Ve o seni terkeder" takdirinde okumuştur. el-Eşheb el-Ukaylî ise, ötrenin ağırlığı dolayısıyla ötrelisinden tahfif edilmiş olarak; şeklinde "radıyallahü anh" harfini sakin olarak okumuştur. Enes b. Mâlik ise, "radıyallahü anh" harfini ötreli ve başta muzaraat harfi "nun" olmak üzere; Seni terk edelim..." şeklinde; Mûsa'yı hayatta bırakacak olursa, ona ibadeti kendilerinin de terk edeceğini bildirmek anlamında okumuştur. Ali b. Ebî Tâlib, İbn Abbâs ve ed-Dahhâk ise, (…..şeklinde; "sana ibadeti" diye okumuşlardır. Bu okuyuşa göre ise, Fir'avun'a ibadet ediliyor, kendisi ise başkasına ibadet etmiyordu. Yani o, sana yaptığı ibadetini terk mi etsin, anlamındadır.) Ebû Bekr el-Enbarî de der ki: Bu kıraati benimseyenlerin görüşlerine göre Fir'avun: "Ben sizin en yüce rabbinizim" (en-Nâziât, 79/24) ile: "Sizin benden başka bir ilahınız olduğunu bilmiyorum" (el-Kasas, 28/38) deyince, kendisinin bir rabbi ve bir ilahesi (tanrıçası) olmasını reddediyordu. Bunun üzerine ona: Sem' de insanların sana ibadetlerini de terk etmesi anlamında, seni ve sana ibadeti terk etsin diye mi şeklinde ona cevap verilmişti. Ancak, önceden de geçtiği gibi, genel olarak kıraat, . İlahlarım şeklindedir. Bu ise, Fir'avun'un, kendisinin bir rabbi olduğunu bilmekle birlikte zahiren rububiyet iddiasında bulunmuş olması görüşüne dayanır. Bunun delili ise, ölümün yaklaşması esnasında; "İsrailoğullarının îman ettiklerinden başka bir ilâh olmadığına inandım" (Yûnus, 10/90) demiş olmasıdır. Ancak, onun için tevbe kapısının kapatılmasından sonra bu sözleri söylediği için kabul olun- Bu sözü söylemeden önce ise, onun, âlemlerin Rabbi dışında gizlice inandığı bir ilahı vardı. Bu açıklamaları el-Hasen ve başkaları yapmıştır. Ubey'in kıraatinde ise âyetin bu bölümü şu şekildedir: Mûsa'yı ve kavmini ibadeti terketmiş oldukları halde, yer yüzünde fesad çıkarsınlar terk edeceksin?" Ve senin tanrıçam" okuyuşu ile ilgili olarak şu açıklama yapılmıştır: O, bir ineğe tapıyordu. Bir ineğin güzel olduğunu gördü mü, hemen ona ibadet edilmesini emrederdi ve şöyle derdi: Ben hem sizin rabbinizim, hem de bunun Rabbiyim. İşte bundan dolayı yüce Allah: "Onlar için böğüren bir buzağı cesedi çıkardı" (Tâ-Hâ, 20/88) diye buyurmuştur. Bunu, İbn Abbâs ve es-Süddî zikretmişlerdir. ez-Zeccâc da der ki: Fir'avun'un küçük bir takım putları vardı. Kavmi, Fıravun'a yakınlaşmak kastı ile bu küçük putlara tapıyorlardı. O bakımdan ibadet ona nisbet edilmiş, bundan dolayı da o: "Ben sizin en yüce rabbinizim' demişti. İsmail b. İshâk da der ki: Fir'avun'un: "Ben sizin en yüce rabbinizim" demiş olması, onların Fir'avun'dan başka bir şeylere de İbadet ettiklerini göstermektedir. Şöyle de denilmiştir. İbn Abbâs'ın kıraatine göre "el-İlâhe"den kasıt Fir'avun'un tapındığı inektir. O, bununla güneşi kastetmiştir de, denilmiştir. Çünkü onun kavmi güneşe tapıyordu. Nitekim şair şöyle demiştir: "Ve güneş batmadan önce alelacele yola koyulduk," Fir'avun, daha sonra kavmine teselli vererek: "Oğullarını öldürürüz..." dedi. (..........): (Oğullarını) öldüreceğiz" şeklinde şeddesiz okuyuş, Nâfi' ve İbn Kesîr'in kıraatidir. Diğerleri ise çokluk anlamı ifade edecek şekilde şeddeli okumuşlardır. "Yalnız kadınlarını diri bırakırız." Yani, onların size zarar vereceklerinden korkmayınız. "Şüphesiz biz onların üzerinde kahredici güce sahibiz." Bu sözleriyle kavmine teselli verdi. Fir'avun'un, Mûsa'yı öldürürüz dememesi, onu öldüremeyeceğini bilmesinden dolayıdır. 128Mûsa kavmine: "Allah'tan yardım dileyin ve sabredin. Şüphesiz ki yer yüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğine onu miras verir. İyi âkibet ise takva sahiplerinin olacaktır" dedi. Said b. Cübeyr'den şöyle dediği nakledilmektedir. Fir'avun'un kalbi, Mûsa'nın korkusu ile dolup taşmıştı. O bakımdan Mûsa'yı gördü mü, bir eşek gibi küçük abdestini yapardı. Hazret-i Mûsa'nın kavmine Fir'avun'un bu söyledikleri ulaşınca, onlara: "Allah'tan yardım dileyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğine onu miras verir" diyerek onları Allah'ın kendilerine Mısır topraklarını miras vereceği hususunda umutlandırdı. "İyi akibet ise takva sahiplerinin olacaktır." Yani, cennet takvalılarındır, dedi. Her şeyin akibeti, o şeyin sonu demektir. Fakat bu kelime mutlak olarak kullanılacak olursa ve; akibet filanın oldu, denilecek olursa, örfen bunun hayırlı ve iyi akibet anlamı vardır. 129"Sen bize gelmezden evvel de, geldikten sonra da İşkenceye uğratıldık" dediler. Dedi ki: "Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı heîâk eder ve sizi yeryüzünde halîfeler kılar. O zaman da sizin nasıl davranacağınıza bakacaktır." "Sen bize gelmezden evvel” Yani, senin doğumun sırasında erkek çocukların öldürülmesi, kadınların da köleleştirilmesi suretiyle "geldikten sonra da İşkenceye uğratıldık, dediler." Şimdi de aynı ceza bize tekrar uygulanacak diyerek Fir'avun'un yaptığı tehdidi kastediyorlardı. Şöyle de açıklanmıştır: Daha önceden kendilerine yapılan işkenceler ve eziyetler İsrailoğullarını günün ortasına kadar (Kıplilerin çalıştırmaları) geri kalan bölümünde ise kendileri için kazansınlar diye serbest bırakmaları idi. Onun gelişinden sonraki eziyet ve işkence ise, yemeksiz ve bir şey içmeden gündüzün tamamı kendi işlerinde çalıştırmalarından ibarettir. Bu açıklamayı da Cuveybir yapmıştır. el-Hasen der ki: Önceki işkence de sonraki işkence de aynı şeydir, bu da onlardan cizye almaktan ibaretti. "Dedi ki: Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helâk eder. Ve sizi yeryüzünde halifeler kılar" âyetindeki: Umulur ki" ifadesi, Allah tarafından kendisi hakkında kullanıldığı takdirde vücub ifade eder, Yüce Allah onlara olan vadini yeniledi ve gerçekleştirdi. Mısır'da da Davud ile Süleyman (ikisine de selam olsun) dönemlerinde halife kılındılar. Beytülmakdis'i de -önceden de geçtiği gibi- Yuşa b. Nûn ile birlikte feth ettiler. Rivâyet edildiğine göre onlar bu sözlerini Hazret-i Mûsa onları Mısır'dan çıkartıp, arkalarından da Fir'avun onları takip edince, önlerinde deniz, arkalarında da Fir'avun'un bulunduğu sırada söylemişlerdi. Allah Fir'avun'u ve kavmini suda boğmak, kendilerini de kurtarmak suretiyle onlara olan vadini gerçekleştirdi. "O zaman da sizin nasıl davranacağınıza bakacaktır." Bu âyetin benzerleri daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Yani, karşılığı verilmesi gereken amellerde nasıl bulunacağınızı görecektir. Çünkü yüce Allah onlar hakkında bilgisine göre karşılık vermez. Onların yaptıklarına uygun olarak karşılık verir. 130Yemin olsun ki Biz, Fir'avun hanedanını belki düşünüp ibret alırlar diye yıllarca kuraklıkla ve ürün kıtlığı ile sıkıntıya düşürdük. Yüce Allah'ın: "Yemin olsun ki Biz, Fir'avun hanedanını... yıllarca kuraklıkla... sıkıntıya düşürdük" âyetinde onların kuraklığa maruz bırakıldıkları anlatılmaktadır. Hadîs-i şerîfte de: "Allah'ım, Sen bu yılları onlar hakkında Yusuf'un (döneminde görülen) kuraklık yılları gibi yıllar kıl” Buhârî, Ezan 128. İstiska 2, Cihad 98, Enbiyâ 19, Tefsir 3. sûre 9, 4. sûre 21, 44. sûre 2; Müslim, Mesacid, 294, 295, Sıfâtu'l-Münâfikîn 40: Ebû Dâvûd, Vitr 10; İbn Mâce, İkâmetu’s-Salat 145; Dârimî, Salât 216... diye buyurulduğu nakledilmektedir. Araplar arasında "yıllar" anlamına gelen; 'deki "nûn"u i'rab ile okuyanlar vardır. el-Ferrâ' da şu beyiti nakletmektedir: "Geçen yılların benden birşeyler aldıklarını görüyorum. Tıpkı hilalin gözükmediği gecelerde gecenin ondan birşeyler aldığı gibi." en-Nehhâs da der ki: Sîbeveyh ise bu beyiti, "nün" harfini üstün olarak nakletmektedir. Ancak o, burada başka türlüsü câiz olmayacak şekilde bir beyit nakletmiştir, Onun da son mısraı şöyledir: "Ve ben kırk yılı aşmış bulunuyorum." el-Ferrâ', Beniâmirlilerden, onların: "Ey filan, ben onun yanında yıllarca ikamet ettim," şeklinde bu kelimeyi munsarıf olarak kullandıklarını nakletmiştir. Devamla der ki: Temimoğulları ise bunu munsarıf kabul etmez ve: Ey filan, onun yılları geçti," derler. ise, Yılın çoğuludur. Burada ise, anlamında değil, kuraklık anlamındadır. Nitekim; Topluluk kuraklığa mübtelâ oldu," ifadesi buradan gelmektedir. Abdullah b. ez-Ziba'rî de şöyle demektedir: "O yücelerin Amrt (Peygamberimizin dedesi Abdulmuttalib'in babası Haşim b. Abdimenafı kastetmektedir) kavmine tirit hazırladı. Ve Mekke'nin yiğitleri kıtlık ve kuraklık içinde idiler." "İbret alırlar" yani, öğüt alırlar, kalpleri yumuşar "diye..." 131Fakat onlara İyilik geldiğinde: "Bu zaten bizim hakkımızdır" dediler. Eğer kendilerine bir fenalık gelirse, Mûsa ve beraberindekilerin uğursuzluğu olarak kabul ederlerdi İyi bilin ki, onların uğradığı uğursuzluk ancak Allah tarafındandır. Fakat onların çoğu bilmezler. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1. İnanmayanların Yanlış Değerlendirmelerine Bir Örnek: Yüce Allah'ın: "Fakat onlara bir iyilik geldiğinde" âyeti ile kastedilen, bolluk ve genişlik geldiğinde demektir. "Bu zaten bizim hakkımızdır." Yani bu bize biz onu hakettiğimiz için verildi, derler. "Eğer kendilerine bir fenalık gelirse" kıtlık, kuraklık ve hastalık isabet ederse demektir. Bu onların uğursuzluk diye adlandırdıkları şeydir ki, bir sonraki başlığın konusudur. "Mûsa ve beraberindekilerin uğursuzluğu olarak kabul ederlerdi." Yani, onun uğursuzluğu diye bilirler ve çekinirlerdi. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir: "Şayet onlara bir musibet dokunursa; 'bu sendendir' derler" (en-Nisa, 4/78). Buradaki; Uğursuzluğu olarak kabul ederler" kelimesinin aslı; şeklinde olup, "te" harfi "tı"ya idğam olunmuştur. Talha ise mazi bir fiil olarak, Uğursuzluğu olarak kabul ettiler, diye okumuştur. Bu fiil aslı itibariyle uğursuz kabul etmek ve bu maksatla kuşlan uçurtmak anlamını ifade eden; 'dan gelmektedir. Daha sonra bu kelimelerin kullanılışı gittikçe çoğaldı ve sonunda herhangi bir şeyi uğursuzluk kabul eden herkes hakkında; "Uğursuz kabul etti," fiili kullanılır oldu. Araplar, Yemen tarafından gelen kuşları uğur kabul eder, buna Sânih derlerdi. Buna karşılık Kuzey larafından geleni de uğursuzluk kabul ederler ve buna da el-Bârih derlerdi. Aynı şekilde karga sesini de uğursuz kabul eder ve bunu ayrılık diye yorumlarlardı. Kuşların biri birlerine karşılıklı olarak ötüşmelerini de bir takım hususlara delil kabul ediyorlar, alışılmadık vakitlerde çıkardıkları sesleri de benzeri şekilde yorumluyorlardı. Aynı şekilde ceylanların güneye yahut kuzeye doğru gidişlerini de te'vil ediyorlar ve ceylan kuzeye doğru gitti mi: "Artık kuzeye doğru gidenden sonra benim için, güneye doğru gelecek bulunur mu" derlerdi. Şu kadar var ki, onlara göre en güçlü yorum, bütün kuşlar hakkında meydana gelen bu uğur yorumları idi. O bakımdan bütün bu gibi açıklamalar hakkında kendileri (kuş kelimesi ile aynı kökten gelen) "tetayyur" ismini kullanırlardı. Arap olmayan kavimler de bazı şeyleri uğur ve uğursuzluk sayarlar. Mesela sabahleyin öğretmenine götürülen küçük bir çocuğu gördükleri vakit, bunu uğursuz kabul ettikleri halde, küçük bir çocuğun öğretmenin yanından evine dönüşünü görmeyi uğur kabul ediyorlardı. Su taşıyıcının sırtında oldukça dolu ve ağzı kapanmış bir kırba görmeyi uğursuzluk, buna karşılık bu su taşıyıcısının (sakanın) kırbasını boş ve ağzı açık olarak görmeyi de uğur kabul ediyorlardı. Sırtında ağır yük taşıyan hamalı ve ağır yük taşıyan bineği görmeyi uğursuzluk kabul ederler, buna karşılık yükünü sırtından bırakmış hamalı, sırtından yükü indirilen bineği görmeyi de uğur kabul ediyorlardı. İstâm ise, hangi kuş olursa olsun ve hangi halde öterse ötsün, kuşun işitilen sesinden dolayı uğura veya uğursuzluğa yorumlamayı yasaklamıştır. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Kuşları yumurtaları üzerinde bırakınız (onları ürkütmeyiniz)." Ebû Dâvûd, Edahî 21: Müsned, VI. 381. Çünkü cahiliye dönemi insanlarının pek çoğu bir ihtiyacını görmek istediği takdirde yuvasında bulunan kuşların yanına gider ve kuşları ürkütürdü. Sağ tarafa doğru uçacak olurlarsa o da işini görmeye giderdi. Bu da onlara göre Sânih (uğurlu) kabul edilirdi. Sol tarafa doğru uçarsa, işini görmeye gitmez, geri dönerdi. Bu da onlara göre Bârih (uğursuz) kabul edilirdi. İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); "kuşları yuvalarında yumurtaları üzerinde bırakınız (onları ürkütmeyiniz)" diye buyurarak bu işi yasaklamıştır. Hadîs-i şerîfte yuva anlamında bu kelime; şeklinde vasid olmakla birlikte Arapça bilginleri bunun; şeklinde kullanıldığını söylerler. İmriu’l-Kays der ki: "Ve henüz kuşlar yuvalarında iken bazan sabah erkenden çıkarım." (........) her türlü kuş yuvasının adıdır. İse, kuşun yumurta bıraktığı ve kuluçkaya oturduğu her yerdir. Bu da ağaç ve duvarlardaki çatlaklarda olur. Kuşun yumurtaları üzerine kuluçkaya oturmasını anlatmak üzere; denilir. Yine Araplar arasında kuşların uçuşunu uğur saymayı kabul etmeyen, buna hiçbir değer atfetmeyen kimseler de var ve bu işi yalanlayanları övenleri de vardır. Mesela el-Murakkas şöyle demektedir: "Yemin olsun ki, sabahleyin yola çıktım. Esasen ben Ne bir göçeğen kuşunun, ne de kara karganın yanına sabah gitmeyen birisiydim. Baktım ki, soldan gelenler sağdan gelenler gibidir, Sağdan gelenler de soldan gelenler gibidir." İkrime der ki: İbn Abbâs'ın yanında bulunuyordum. Öten bir kuş geçti. Orada bulunanlardan birisi: Hayırdır hayırdır deyince, İbn Abbâs şu cevabı verdi: Bu kuşun yanında ne hayır olur, ne de şer. İlim adamlarımız der ki: Kuşların çıkardıkları seslerin insanlar tarafından yorumlanan şeylerle hiç bir ilgisi yoktur. Gelecekte olacağa dair haber vermek şöyle dursun, olana dair bile bir bilgileri yoktur. İnsanlar arasında kuşların dilinden anlayan kimse de yoktur. Bundan tek istisna yüce Allah'ın bu hususta Hazret-i Süleyman'a özel olarak öğrettiğidir. O halde kuşların uçuşlarından uğur ya da uğursuzluğa dair sonuçlar çıkarmak batıl şeyler arasına katılır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Yalan rüya anlatan yahut kâhinlik yapan ya da kuşların uçuşundan uğursuzluk sonucu çıkartarak yolculuğundan geri dönen bizden değildir." Yakın lâfızlarla; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, V, 10i, 117. Ebû Dâvûd da Abdullah b. Mes'ûd'dan, o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "-Üç defa- kuşların uçuşundan uğur (ya da uğursuzluk) çıkartmak bir şirktir ve bizden değildir. Ancak... Fakat yüce Allah bunu tevekkül ile giderir. Ebû Dâvûd, Tıb 24; Tirmizî, Siyer 47; İbn Mâce, Tıb 43. Abdullah b. Amr b. el-Âs da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Kuşların, ihtiyacını görmekten geri döndürdüğü kimse şirk koşmuş olur." Peki Ey Allah'ın Rasulü, bunun keffareti ne olur diye sorulunca, şöyle buyurdu: "Böyle yapan bir kimse, şunları söyler: "Allah'ım, senin uğurundan başka uğur, senin hayrından başka bir hayır yoktur. Senden başka da bir ilâh yoktur" der, sonra da İhtiyacını görmeye gider." Müsned, I, 220. Bir diğer haberde de şöyle denilmektedir: "Sizden herhangi bir kimse böyle bir şey hissedecek olursa; "Allah'ım, iyilikleri ancak sen verirsin, kötülükleri ancak sen giderirsin. İtaate, güç ve serden korunmaya kuvvet ancak Sendendir" deyiversin. Sonra da yüce Allah'a tevekkül ederek işine gitsin. Şüphesiz ki Allah, bundan dolayı içinde duyduklarına karşı ona yeterli olacaktır ve yüce Allah onu düşündüren şeye karşı ona yetecektir. Ebû Dâvûd, Tıb 24. el-Mâide Sûresi'nde (5/3. âyet, 19. başlıkta) tefe'ül (uğura yormak) ne tetayyur (uğursuzluğa yormak) arasındaki farka dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. "İyi bilin ki onların uğradığı uğursuzluk, ancak Allah tarafındandır" âyetindeki; “Onların uğradığı uğursuzluk" kelimesini el-Hasen; Onların uğursuzlukları" şeklinde; 'in çoğulu olarak okumuştur. Onların leh ve aleyhlerine takdir edilen şeyler anlamındadır. "Fakat onların çoğu bilmezler" kendilerine isabet eden kıtlık ve türlü sıkıntıların, işledikleri günahlar sebebiyle -Mûsa ve kavmi tarafından değil de-Allah nezdinden geldiğini bilmemektedirler. 132Ve dediler ki: "Bizi büyülemek için her ne mucize getirirsen sana asla Îman edecek değiliz." Yüce Allah'ın: "Ve dediler ki: Bizi büyülemek için her ne mucize getirirsen..." Yani, Fir'avun'un kavmi, Hazret-i Mûsa'ya böyle dediler. "Her ne..." kelimesi, el-Halil'in dediğine göre aslında, 'den ibarettir. Birincisi şart içindir, ikincisi İse, şartın cevabını te'kid için fazladan gelir. Nitekim bu diğer harflerde (edatlarda) da fazladan getirilebilir. edatlarında olduğu gibi. Araplar lâfız itibariyle aynı olan iki harfi (edatı) bir arada kullanmak istemediklerinden dolayı birincisinin elifini "he"ye değiştirerek, diye kullandılar. el-Kisâî ise şöyle demektedir: Bunun aslı; dır. Yani bu işten vazgeç. Sen bize her ne mucize getirecek olursan... demektir. Bunun tek başına bağımsız bir kelime olduğu da söylenmiştir. Bu, şart edatı olarak kullanılır ve; 'in takdiri ile ondan sonra (cevap) cezmedilir. Bu âyette bunun cevabı ise, " Sana asla îman edecek değiliz" âyetidir. "Bizi büyülemek" yani bizi, izlemekte olduğumuz yoldan alıkoymak "için..." demektir. Bu kelimeye dair açıklamalar, daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/44. âyet, 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Denildiğine göre Hazret-i Mûsa, -sihirbazların secdeye kapanmalarından yüce Allah Fir'avun'u suda boğduğu vakte kadar- Kiptiler arasında yirmi yıl süre ile kaldı ve onlara mucizeler gösterip durdu. İşte onların bu sözleriyle kastettikleri bu mucizelerdir. 133Biz de onlara ayrı ayrı âyetler (mucizeler) olmak üzere, başlarına tufan, çekirge, haşerât, kurbağalar ve kan gönderdik. Fakat yine büyüklük tasladılar, Onlar günahkâr bir topluluk idiler. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1. Hazret-i Mûsa'nın Bu Mucizeleri Gösterdiği Süre: İsrail, Simak'den, o, Nevi" eş-Şamî'den şöyle dediğini rivâyet eder: Mûsa (aleyhisselâm), sihirbazları yenilgiye uğrattıktan sonra Fir'avun hanedanı arasında kırk yıl kaldı. Muhammed b. Osman b. Ebi Şeybe de Mincâb'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Yirmi yıl kaldı, onlara çekirge, haşerat, kurbağalar ve kan mucizelerini gösterdi. Yüce Allah'ın: "Tufan" âyetinden kasıt, aşırı yağmurdur. O kadar ki, yağmur içinde yüzer oldular. Mücahid ile Atâ da: Tufan'dan kasıt ölümdür, demişlerdir. el-Ahfeş der ki: Bunun tekili; kelimesidir. Şöyle de denilmiştir: Bu kelime "rüchân ve nuksân" gibi mastardır, bunun tekili aranmaz. en-Nehhâs da şöyle demektedir; Sözlükte tufan, ölüm yahut sel gibi öldürücü olan yani, insanların etrafını kuşatarak (tavaftan geliyor) onları helâk eden şey demektir. es-Süddî der ki: İsrailoğullarına tek damla su dahi isabet etmemişti. Buna karşılık, Kiptiler ayakta dikildikleri halde boğazlarına ulaşıncaya kadar evlerini su basmış ve bu halleri yedi gün devam etmişti. Kırk gün devam ettiği de söylenilmiştir. Bunun üzerine Kiptiler (Hazret-i Mûsa'ya); Rabbine bizim için dua et; bizim bu sıkıntımızı açıp gidersin, biz de sana îman edeceğiz, dediler. Hazret-i Mûsa da Rabbine dua etti, yüce Allah da tufanı üzerlerinden kaldırdığı halde yine îman etmediler. Yüce Allah, o yıl daha önce kendilerine vermediği şekilde ot ve ekin bitirdi. Bu sefer: O su bir nimet idi, dediler. Bu sefer Allah üzerlerine bilinen hayvan olan çekirgeleri gönderdi. (.......) çekirgeler demek olup, bunun tekili müzekker ve müennes için değişmemek üzere şeklînde gelir. Şayet erkeği dişisinden ayırd edilmek istenirse sıfat getirilerek; Erkek çekirge gördüm," denilir. Gönderilen bu çekirgeler onların ekin ve meyvelerini yeyip bitirdi. Hatta bu çekirgeler evlerinin çatılarını ve kapılarını dahi yeyip duruyorlardı. Buna karşılık bu çekirgelerden İsrailoğullarının evlerine hiçbir tane girmemişti. Çekirge bir araziye hücum edip orayı ifsad edecek olursa, öldürülmeleri hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Öldürülmeyecekleri denilmekle birlikte; bütün fukahâ öldürülürler derfıişlerdir. Öldürülmez diyenler şunu delil gösterirler: Çekirgeler Allah'ın mahlukatından büyük bir türdür. Ve bunlar Allah'ın rızkından yerler, onlar için sorumluluk yoktur. Yine bunlar: "Çekirgeleri öldürmeyin. Çünkü çekirgeler Allah'ın en büyük ordusudurlar" el-Heysemî, MecmauzZevâid, IV, 39. şeklindeki rivâyeti de delil gösterirler. Cumhûr ise, çekirgeleri bu halde öldürmeyip bırakmanın malları ifsad edeceğini delil göstermişlerdir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) müslüman bir kimse olsa bile bir başkasının malını almak isteyecek olursa, öldürülmesine ruhsat vermiştir. O halde çekirgeler de malı ifsad etmek isteyecek olurlarsa, onların öldürülmesinin câiz oluşu öncelikle söz konusudur. Nitekim fukaha, yılan ve akrebi öldürmenin câiz olduğunu da ittifakla kabul etmişlerdir. Çünkü yılan ve akrep insanlara eziyet verirler. Çekirgeler de aynı hükmü alır. İbn Mâce de Cabir ile Enes b. Mâlik'ten rivâyet ettiğine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) çekirgelere beddua ettiğinde şöyle buyururmuş: "Allah'ım, bunların büyüklerini helâk et, küçüklerini öldür. Yumurtalarını ifsad et, kökünü kes ve bizim mÂişet ve rızık kaynaklarımızı yemesinler diye ağızlarını tut. Sen duayı işitensin." Bir adam, Ey Allah'ın Rasulü, Allah'ın askerlerinden bir orduya köklerinin kesilmesi için nasıl beddua edersin deyince, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Çekirgeler denizde balığın aksırmasının sallallahü aleyhi ve sellemurduğudur." İbn Mâce, Sayd 9. Müslim'in Sahih'inde Abdullah b. Ebi Evfâ'dan şöyle dediği sabittir: Biz Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yedi defa gazada bulunduk, onunla beraber çekirge yiyorduk. Buhârî, Zebaih 13; Müslim, Sayd 52; Tirmizî, Et’ime 22; Nesâî, Sayd 37; Dârimî, Sayd 5; Müsned, IV, 353. 357, 380. İlim adamları, genel olarak çekirgenin yenilebileceği hususunda ihtilaf etmemişlerdir. Eğer canlı olarak yakalanacak olup da kafası kopartılacak olursa, helal olduğu ittifakla kabul edilmiştir. Böyle bir uygulama, çekirge için şer'i kesim seviyesindedir. Şu kadar var ki, çekirge avlanılacak olur ise, kendisi sebebiyle öleceği herhangi bir şeye ihtiyacı olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Genel olarak böyle birşeye ihtiyaç olmadığını ve nasıl ölürse ölsün yenilebileceğini kabul etmişlerdir. Fukahaya göre çekirgenin hükmü bu durumda balıkların hükmü gibidir. İbn Nâfi' ve Mutarrif bu görüşü benimsediği gibi, Mâlik ise ölümüne sebep teşkil edecek bir şeyin olmasının kaçınılmaz olduğu görüşündedir. Ölümüne sebep teşkil edecek olursa başlarının, ayaklarının, yahut kanatlarının kopartılması gibi. Yahut, ateşe atılması gibi. Çünkü çekirge Mâlik'egöre kara hayvanlarındandır. O bakımdan onun meytest (kendiliğinden ölmüş olanı) haramdır. el-Leys ise ölmüş çekirgeyi yemeyi mekruh kabul ederdi. Ancak canlı yakalandıktan sonra ölenin bu yakalanmasını şer’i kesim yerine geçer kabul ederdi. Said b. el-Müseyyeb de bu görüştedir. Dâıakutnî, İbn Ömer'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Bize iki meyte helal kılındı. Balık ile çekirge. Bir de iki kan: Karaciğer ve dalak." Dârakutnî, IV, 272; İbn Mâce, Et'ime 31; Müsned II. 97. İbn Mâce de şöyle demektedir: Bize Ahmed b. Menî' anlattı, bize Süfyan b. Uyeyne anlattı, o, Ebû Said'den naklettiğine göre Enes b. Mâlik'i şöyle buyururken dinlemiş: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın hanımları tabaklar üzerinde çekirge hediyeleşirlerdi. İbn Mâce, Sayd 9. Bunu İbnü'l-Münzir de zikretmektedir. 5. Çekirgeler Ve Diğer Canlıların Soylarının Tükenişi: Muhammed b. el-Münkedir, Cabir b. Abdullah'tan, o, Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'dan dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Şüphesiz Allah bin ümmet yaratmıştır. Bunların altıyüzü denizde, dört yüzü ise karadadır. Bu ümmetler arasında ilk helâk alacak olan ise çekirgelerdir. Çekirgeler helâk oldu mu, sair ümmetler de tıpkı kopan bir gerdanlığın dağılması gibi arka arkaya (diğer ümmetler de) helâk olurlar." et-Tirmizî el-Hakîm, Nevâdiru'l-Usûl, I, 542-543. Bunu et-Tirmizî el-Hakim, "Nevadiru'l-Usul"de zikreder ve şöyle der: Bu ümmetler arasında ilk helâk olacak olanın çekirgeler olmasının sebebi, onların Hazret-i Âdem'in çamurundan artan çamurdan yaratılmış olmalarıdır. Diğer ümmetler ise, insanların helâk oluşu sebebiyle helâk edilirler. Çünkü, diğer ümmetler Âdemoğullarına müsahhar olmak üzere yaratılmışlardır. et-Tirmizî el-Hakîm, a.g.e., I, 543. Tekrar Hazret-i Mûsa İle Kıptîlerin Kıssasına Dönelim: Şimdi yine Kıptîlerin kıssasına dönelim, Hazret-i Mûsa'ya, üzerlerinden çekirge azâbı kaldırılacak olursa îman edeceklerine dair söz verdiler. O da dua etti ve çekirgeler azâbı giderildi. Geriye ekinlerinden bir miktar kalmış bulunuyordu. Bunun üzerine: Kalanlar bize yeter dediler ve îman etmediler. Bu sefer yüce Allah üzerlerine haşerat (kummel) gönderdi. Kummel ise ed-Debbâ denilen hayvanların küçükleridir. Katade böyle açıklamıştır. ed-Debbâ ise, çekirgelerin uçmadan önceki adıdır. Uçmadan önceki çekirgeler, bir yerin bitkilerini yeyip bitirecek olurlarsadenilir. İbn Abbâs der ki: Kummel denilen şey, buğdayın güvelenmesî demektir. İbn Zeyd ise, bunlardan kasıt piredir demektedir. el-Hasen, kummel, küçük ve siyah bir haşerat çeşididir, demektedir. Ebû Ubeyde, kummel kene demektir diye açıklamıştır. Gönderilen bu haşerat onların canlı hayvanlarını ve ekinlerini yeyip bitirdi. Üzerlerinde çiçek hastalığı gibi derilerine yapışıp kaldı, onları uyutmadı, onlara rahat vermedi. Habib b. Ebi Sabit der ki: Âyette geçen kummelden kasıt, siyah hamam böcekleridir. Dilcilere göre ise kummel, bir çeşit kene demektir. Ebû'l-Hasen el-A'rabî el-Adevî der ki: Kummel, kene türünden küçük bir takım haşerattır. Ancak, keneden de küçüktürler. Bunun da tekili; şeklinde gelir. en-Nehhâs der ki: Bu açıklama, tefsir âlimlerinin söylediklerine ters düşmemektedir. Çünkü bütün bu çeşitlerin azâb otmak üzere üzerlerine gönderilmiş olmaları da mümkündür ve bütün bunların ortak özelliği de onlara eziyet vermekten ibarettir. Kimi müfessirlerin naklettiğine göre o günlerde Mısır'ın başkenti olan "Ayn-şems"de bir kum tepesi vardı. Hazret-i Mûsa asasıyla ona vurdu ve hepsi bit oldu. Kummel'in (bit anlamına gelen) karni ile aynı şey olduğu da söylenmiştir. Bunu da Atâ el-Horasanî ifade etmiştir. el-Hasen ise bu kelimeyi "kat" harfini üstün, "mim" harfini de sakin olarak; Bit" diye okumuştur. Bu sefer yine yalvarıp yakardılar, bu azap da üzerlerinden kaldırılınca yine îman etmediler. Arkasından yüce Allah üzerlerine kurbağalan gönderdi. Kurbağalar kelimesi kelimesinin çoğuludur. Bu da suda yaşayan ve bilinen bir hayvandır. Kurbağanın Öldürülmesinin Yasaklanışı: Kurbağanın öldürülmesine dair yasak varid olmuştur. Bunu, Ebû Dâvûd ve İbn Mâce sahih senedleriyle rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd bu hadisi Ahmed b. Hanbel'den, o, Abdurrezzak'tan... diye rivâyet etmiştir. İbn Mâce ise, Muhammed b. Yahya en-Neysaburi ez-Zühlî'den, o, Ebû Hüreyre'den şöylece rivâyet etmektedir: Ebû Hüreyre dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), göçeğen kuşunun, kurbağanın, karıncanın ve lıüdhüd kuşunun öldürülmesini yasaklamıştır. Ebû Dâvûd, Edeb 164, ("kurbağa" yerine "arı"); İbn Mâce, Sayd 10; Dârimî, Edahî 26, ("kurbağa yerine "arı"); Müsned, I, 332, 347, ("kurbağa yerine "arı"). Nesâî de Abdurrahman b. Osman'dan rivâyet ettiğine göre bir tabib Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda kurbağanın ilaçta kullanılacağından söz etmiş. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kurbağayı öldürmesini yasaklamıştır. Ebû Dâvûd, Edeb 165, Tıb 11; Nesâî, Sayd 36; Müsned, 111, 453, 499. Ebû Muhammed Abdulhak, bu hadisin sahih olduğunu ifade etmiştir. Ebû Hüreyre'den de dedi ki: Göçeğen kuşu, oruç tutan ilk kuştur. İbrahim (aleyhisselâm) da Şam bölgesinden Harem'e Beytullah'ı bina etmek üzere çıktığında onunla birlikte hızlıca esen rüzgar (es-Sekine) ile göçeğen kuşu vardı. Göçeğen kuşu, onun gideceği yere yol göstericiliğini yapıyordu. Sekine denilen hızlı esen rüzgâr ise Beytin yerini, miktarını ona işaret ediyordu. Hazret-i İbrahim Beytin yapılacağı yere varınca, sekine Beytin yapılacağı yere kondu ve: Ey İbrahim, benim bıraktığım gölge miktarınca sen binanı yap. et-Tirmizî el-Hakim, Nevâdiru'l-Usûl, I, 544. O bakımdan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) göçeğen kuşunun öldürülmesini yasakladı. Çünkü o, Hazret-i İbrahim'e Beytin yerini göstermişdi. Kurbağa ise, Hazret-i İbrahim'in ateşi üzerine su döküyordu. Fir'avun'a musallat olunca, kurbağa bütün yerleri kapladı. Tandıra geldiği vakit içinde alevli yanan ateş olduğu halde -yüce Allah'a itaat olmak üzere- kendisini ona attı. O bakımdan yüce Allah onun sesini tesbih kılmıştır. Denildiğine göre, bütün hayvanlar arasında en çok tesbih eden varlık odur. Abdullah b. Amr da şöyle demiştir: Kurbağayı öldürmeyiniz. Çünkü sizin o işittiğiniz sesleri bir tesbihtir. Rivâyete göre, Kıptîlerin yatakları, kaplan, yiyecekleri ve içecekleri hep kurbağa ile dolmuştu. Onlardan herhangi bir kimsenin sakalı üzerine kurbağalar otururdu. Konuşmaya başladı mı, kurbağa ağzının içine atlardı. Hazret-i Mûsa'ya şikâyet ederek: Tevbe edeceğiz dediler. Allah da onların üzerlerindeki bu azâbı giderince, yine küfürlerine geri döndüler. Bu sefer yüce Allah üzerlerine kan gönderdi. Nil, üzerlerine kan halinde aktı. İsrailoğullarından bir kimse ondan su aldığı halde, Kıptî su yerine kan alıyordu. İsrailoğullarına mensup birisi, Kıptî'nin ağzına su döktü mü hemen kana dönüşürdü. Kıptî ise, İsrailoğullarına mensup kişinin ağzına kan döktüğü halde o da tatlı su oluveriyordu. “Ayrı ayrı âyetler olmak üzere" yani, apaçık ve besbelli mucizeler olarak. Bu açıklama Mücahid'den nakledilmiştir. ez-Zeccâc der ki; Ayrı ayrı âyetler olmak üzere' hal olarak nasbedilmiştir. Rivâyet olunduğuna göre her iki mucize arasında sekiz gün vardı. Kırk gün olduğu, bir ay olduğu da söylenmiştir. Bundan dolayı; Ayrı ayrı" denilmiştir. "Fakat yine büyüklük tasladılar." Yüce Allah'a îman etmeyi kibirlerine yedirmediler, bir düşüklük kabul ettiler. 134Üzerlerine bu azâb çökünce: "Ey Mûsa, sana olan ahdi hürmetince bizim için Rabbine dua et! Şayet bu azâbı bizden kaldırırsan, yemin olsun sana îman edeceğiz ve İsrailoğullarını da mutlaka seninle birlikte göndereceğiz" dediler. "Üzerlerine bu azâb çökünce..." âyetindeki Azâb" kelimesi "râ" harfi ötreli olarak da okunmuştur. İki ayrı söyleyiştir. İbn Cübeyr der ki: Sözkonusu bu azâb, taun (veba) idi. Kıptîlerden bu azap dolayısıyla bir günde yetmişbin kişi öldü. Burada azaptan kastın, daha önce sözü geçen mucizeler olduğu da söylenmiştir. "Sana olan ahdi hürmetince" âyetindeki anlamındadır. Yani, sana tevdi ettiği ilim hürmetince, yahut da sana verdiği özellik ve buna bağlı olarak sana verdiği peygamberlik için... Bunun, ona bir yemin verdirmek anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani onun, sana olan ahdi hakkı için mutlaka bizim için dua etmelisin. Buna göre; sıla olur. "Şayet bu azâbı bizden kaldırırsan" bu azap üzerimizden kaldırılıncaya kadar ilahına dua etmen suretiyle bu azap üzerimizden kalkacak olursa, "yemin olsun sana îman edeceğiz." Getirdiklerinde seni tasdik edecek, doğrulayacağız. "Ve İsrailoğullarını da mutlaka seninle birlikte göndereceğiz, dediler." Önceden de geçtiği üzere İsrailoğullarını hizmetlerinde kullanıyorlardı. 135Biz, kendisine erişecekleri bir süreye kadar üzerlerinden azâbı giderince bir de bakarsın ki onlar ahidlerini bozmuşlar bile. Âyetin tefsiri için bak:136 136Artık Biz de âyetlerimizi yalanlamaları, onları umursamamaları yüzünden kendilerinden intikam aldık ve hepsini denizde boğduk. "Biz kendisine erişecekleri bir süreye kadar..." Yani, suda boğulmak için kendilerine tayin edilmiş vadeye kadar... "Bir de bakarsın ki onlar ahidlerini bozmuşlar bile." Yani, yerine getireceklerine dair verdikleri sözleri bile bozuyorlar. "Artık Biz de âyetlerimizi yalanlamaları, onları umursamamaları yüzünden kendilerinden intikam aldık ve hepsini denizde boğduk." Buradaki "onları umursamamaları" âyetindeki "o" zamiri intikam almaya aittir. (Onlar aldığımız intikamdan gafil idiler, anlamına gelir). Buna da yüce Allah'ın: "İntikam aldık" âyeti delil teşkil etmektedir. Zamirin "âyetlere" ait olduğu da söylenmiştir. Yani onlar, âyetlerimizden gafiller oluncaya kadar onlara itibar etmediler, onlardan ibret almadılar. 137Zaafa uğratılagelmiş kavmi de bereketlendirdiğimiz yerin doğularına da batılarına da mirasçı kıldık. Rabbinin İsrailoğullarına olan o pek güzel va'di sabretmelerinden ötürü bütünüyle yerini buldu. Fir'avun ve kavminin yapmakta ve yükseltmekte olduklarım ise darmadağın ettik. "Zaafa uğratılagelmiş" yani, hizmet işlerinde kullanılmak suretiyle zelil duruma düşürülmüş "kavmi de" İsrailoğullarını "yerin doğularına da batılarına da mirasçı kıldık." el-Kisâî ve el-Ferrâ', burada aslında Yerin doğularında da, batılarında da" anlamında olduğunu ve bundan; ...de..., da" edatı hazfedildiğinden dolayı bu iki kelimenin nasbedildiğini ileri sürmüşlerdir. Bununla birlikte zahir olan İsrailoğullarının Kiptîlere ait arza mirasçı oldukları anlaşılmaktadır O halde bu iki kelime (yani meşarik ve meğarib: Doğular ve batılar) mef'ûlün sarih olarak nasb edilmişlerdir. Nitekim Mala mirasçı oldum, malı ona miras bıraktım," denilir. (Mirasçı kılmak anlamındaki) i'iif hemze ziyadesi ile teaddi ettiğinden iki mef'ûlü nasbetmiştir. Buradaki "yer"den kasıt Şam ve Mısır topraklarıdır. Doğu ve batılarından kasıt ise, bu toprakların doğu ve batı yönlerinde bulunan yerlerdir. O bakımdan "yer" (elif-lâm ile) özel bir isim hatîne getirilmiştir. Bu açıklamalar, el-Hasen, Katade ve başkalarından nakledilmiştir. Buradaki "yer" ile bütün arzın kastedildiği de söylenmiştir. Çünkü, Hazret-i Dâvûd ile Hazret-i Süleyman da İsrailoğullarındandır ve bunlar bütün yeryüzüne malik olmuşlardı. "Bereketlendirdiğimiz" yani, kendisinden ekinler ve mahsuller bitirip nehirler akıttığımız yer demektir. "Rabbinin İsrailoğullarına olan o pek güzel va'di..." Bu âyet ile kast edilen vaad, yüce Allah'ın: "Biz ise, o arzda zayif düşürülenlere lütfetmek, onları önderler yapmak ve onları mirasçılar kılmak istiyorduk" (el-Kasas, 28/5) âyetinde sözü edilen vaaddir. "Sabretmelerinden ötürü" yani, gerek Fir'avun'un eziyetlerine, gerekse de Hazret-i Mûsa'ya îman etmelerinden sonra Allah'ın emrini yerine getirmeye sabretmelerinden ötürü (onlara olan va'di) "bütünüyle yerini buldu. Fir'avun ve kavminin yapmakta ve yükseltmekte olduklarını ise darmadağın ettik." Âyet-i kerimedeki; Yükseltirler" fiili, yüksek bina yapanı anlatmak için kullanılan; dendir. İbn Abbâs ve Mücahid derler ki: Yaptıkları köşk ve benzeri yüksek binaları "darmadağın ettik" demektir. el-Hasen der ki: Burada bu kelime asma ağaçlarını yükseltmek için çardak yapmak anlamındadır. İbn Âmir ile Âsım'dan rivâyetle Ebû Bekr; şeklinde "râ" harfini ötrelî olarak okumuşlardır. el-Kisâî der ki: Bu da Temimlilerin şivesidir. İbrahim b. Able ise, "râ" harlını şeddeli, "ya" harfi ötreli olarak; diye okumuştur. 138İsrailoğullarını denizden geçirdik. Kendilerine ait putlara tapagelen bir topluluğa rast geldiler. "Ey Mûsa, onların nasıl tanrıları varsa, sen de bize böyle bir tanrı yap" dediler. "Siz gerçekten cahillik eden bir topluluksunuz" dedi. "İsrailoğullarını denizden geçirdik. Kendilerine ait putlara tapagelen bir topluluğa rast geldiler" mealindeki âyette "tapagelen" anlamındaki; kelimesini Hanife ve el-Kisâî "keP harfini esreli olarak, diğerleri ise ötreli olarak okumuşlardır. Bir şey üzerinde devam etmek ve ondan ayrılmamak anlamındadır. Bu iki okuyuşa göre de fiilin mastarıvezninde gelir. Katade der ki: Bunlar, Lahm'e mensub bir kavim idiler ve er-Rikka'da yerleşmiş bulunuyorlardı. Bunların putlarının inek heykelleri şeklinde olduğu söylenmiştir. İşte bundan dolayı Samiri onlara bir buzağı heykeli yapmıştı. "Ey Mûsa, onların nasıl tanrıları varsa, sen de bize böyle bir tanrı yap, dediler." Onların söyledikleri bu söz, bedevî Arapların cahillerinin Zatu Envat diye bilinen ve her sene bir gün ta'zim edilen, kâfirlere ait yeşil bir ağaç gördükleri vakit, Ey Allah'ın Rasulü, bunların Zatu Envat'ları bulunduğu gibi, sen de bize böyle bir Zatu Envâl yap, demelerine benzemektedir. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber onlara şu cevabı vermişti: "Allahu ekber! Nefsim elinde olana yemin olsun ki, sizler de Mûsa'nın kavminin: "Onların nasıl tanrıları varsa, sen de bize böyle bir tanrı yap" dedikleri gibi söylediniz "Siz gerçekten cahillik eden bir topluluksunuz" demişti. Yemin olsun okun tüylerinin aynı hizada oluşu gibi sizden öncekilerin izledikleri yolları takib edeceksiniz. Hatta onlar bir kertenkele deliğine girecek olsalar dahi siz de o deliğe mutlaka gireceksiniz." Tirmizî, Fiten 18; Müsned, V, 218. Bu olay ise Hazret-i Peygamberin Huneyn'e çıkışı sırasında olmuştu. Nitekim yüce Allah'ın izniyle ileride buna dair açıklamalar et-Tevbe Sûresi'nde (9/25. âyet, 1. başlıkta) gelecektir. 139"Şüphesiz ki onların içinde bulundukları yok olmaya mahkûmdur ve yapmakta oldukları da bâtıldır." “Şüphesiz ki, onların içinde bulundukları yok olmaya mahkumdur" mealindeki âyette geçen; yani, helâk edilmeye, tüketilmeye mahkûmdur. Mastarı olan; Helâk olmak demektir. Kırılmış dökülmüş her bir kaba da; denildiği gibi, sonuç alınmayan başarısız iş hakkında da; denilir. Yani, ibadet eden de, kendisine İbadet olunan da helâk olmuşlar, demektir. "Bâtıldır” ise, yok olup gidecektir, darmadağın olacaktır, çözülecektir anlamındadır. "Yapmakta oldukları" âyetindeki; t ıyis ): Oldukları" lâfzı fazladan gelmiş bir sıladır. 140Dedi ki: "O sizi âlemlere üstün kılmışken, ben sizin için ilâh olarak Allah'tan başkasını mı arayacak mışım?" "Dedi ki: O sizi âlemlere" Çağdaşınız olan âlemlere "üstün kılmışken" diye açıklandığı gibi, düşmanlarınızı helâk etmek ile sizi âlemlere üstün kılmışken diye de açıklanmıştır. Ayrıca onlara özel olarak vermiş olduğu alamet ve mucizelerle (onları üstün kılmıştı, diye de açıklanmıştır). "Ben sizin için ilâh olarak Allah'tan başkasını mı arayacakmışım?" Yüce Allah'tan başka bir İlah mı isteyecekmişim? "Sizin için... arayacakmişım" anlamındaki; fiilin hem harf-i cersiz geçişi yapılabilir, hem de "lâm" harf-i cerri ile geçişi yapılabilir. 141Hani sizi, size işkencelerin en kötüsünü yapan, oğullarınızı öldüren, kızlarınızı da sağ bırakan Fir'avun hanedanından kurtarmıştık? Bu size Rabbinizden büyük bir imtihan (ve belâ) idi. Yüce Allah onlara olan lütuflarını hatırlatmaktadır. Bunun, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in çağında yaşayan yahudilere bir hitap olduğu da söylenmiştir. Daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/49- âyetin tefsirinde) açıklandığı üzere geçmişlerinizi (atalarınızı) kurtarmış olduğumuzu hatırlayın, demektir. 142Mûsa ile otuz gece sözleştik ve buna ayrıca on gece daha kattık. Böylelikle Rabbinin tayin buyurduğu vakit, kırk geceye tamamlandı. Mûsa, kardeşi Harun'a: "Kavmim içinde yerime geç. Islâh et, fesatçıların yoluna da uyma" dedi. Yüce Allah'ın: "Mûsa ile otuz gece sözleştik ve buna ayrıca on gece daha kattık. Böylelikle Rabbinin tayin buyurduğu vakit kırk geceye tamamlandı", âyetine dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Mûsa İle Sözleşilen Kırk Gece: Yüce Allah: "Mûsa ile otuz gece sözleştik" âyetinde, Hazret-i Mûsa'ya lütfettiği ikramlardan birisinin de bu olduğunu zikretmektedir. Hazret-i Mûsa'ya ikram olmak üzere onunla münacaat için sözleşmiş idi. "Ve buna ayrıca on gece daha kattık." İbn Abbâs, Mücahid, ve Mesrûk (Allah onlardan razı olsun) derler ki: Bu kırk gün, Zülkade ayı ile Zülhicce'nin (ilk) on günüdür. Ona bu ayı oruçta geçirmesini ve bu ayda tek başına ibadete çekilmesini emretmişti. Zülkade ayını oruçla geçiren Hazret-i Mûsa, ağzının kokusunun değiştiğini görünce, -denildiğine göre- keçi boynuzu çubuğu ile dişlerini fırçaladı. Melekler şöyle dediler; "Biz senin ağzından misk kokusunu alıyorduk. Sen ise dişlerini fırçalamakla bu kokuyu bozdun. O bakımdan ona Zülhicce ayından on gün daha ilave edildi. Yine denildiğine göre, dişlerini fırçalayınca yüce Allah kendisine şu şekilde vahyetti: "Ey Mûsa, ağzın önceki haline gelmedikçe seninle konuşmayacağım. Sen oruç tutanın (ağız) kokusunun, benim için misk kokusundan daha sevimli olduğunu bilmiyor musun" deyip on gün daha oruç tutmasını emretti. Yüce Allah'ın Mûsa (aleyhisselâm) ile konuşması, Hazret-i İsmail'in kurban edilmekten fidye ile kurtulduğu ve yüce Allah'ın Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın haccıni tamamlamasını mukadder kıldığı kurban bayramı sabalu olmuştu. "On" anlamındaki; kelimesinin sonundaki "he" (yuvarlak "te") nin hazfedilmesi, sayılanın müennes oluşundan dolayıdır. Otuz'a on ilave edilmesi halinde kırk ettiği bilindiği halde "böylelikle Rabbinin tayin buyurduğu vakit kırk geceye tamamlandı" âyetindeki faydaya gelince, burada maksadın Biz otuzu, otuzun kapsamındaki on gün ile tamamladığımız vehmi ortaya çıkmasın diyedir. Bununla tamamlayan on'un, otuzdan ayrı on gün olduğunu açıklamaktadır. Yüce Allah, el-Bakara Sûresi'nde (2/51. âyette) kırk gün dediği halde, burada otuz gün demektedir. O halde bu bir bedâ (bir hususu sonradan uygun görmek) olur, diye itiraz edilecek olursa, şöylece cevap verilir: Hayır, durum böyle değildir. Çünkü burada yüce Allah: Buna ayrıca on gece daha kattık diye buyurmaktadır. Kırk ile otuz ve on aynı şeylerdir, bunlar arasında farklılık yoktur. Yüce Allah, bu iki ifadeyi, birisinde meseleyi tafsilatlı olarak anlatmak üzere, diğerinde toplam olarak ifade etmek üzere kullanmıştır. Kırk diye buyurması, toplamını ifade etmektedir. Otuz diye buyurması ise, ardı arkasına bir ay ve buna ilave edilen on günün olduğunu anlatmak içindir. Bunların toplamı ise kırk gün eder. Nitekim şair şöyle demiştir: "On ve dört..." Bununla ayın dolunay olduğu gece olan ondördüncü günü kastetmektedir. Arap dilinde böyle bir kullanım mümkündür. 2. Vaadlerde Süre Tanımak Ve Kişinin Allah'a Karşı Özür Beyan Edebilme Hali: İlim adamlarımız der ki: Bu âyet-i kerîme, sözleşmelere süre tesbitinin eskiden beri süregelen bir âdeı, yüce Allah'ın da değişik hususlarda tesis ettiği eski bir gelenek olduğuna, ümmetler hakkında bu şekilde verdiği hükmü ve bu yolla da kendilerine yapılacak işlerde ağır ve teenni ile hareket etme miktarlarını bildirdiğine delâlet etmektedir. Yüce Allah'ın tesbit ettiği ilk süre ve vade, bütün mahrukatı içinde yaratmış olduğu altı günlük süredir: "Yemin olsun, göklerle yeri ve aralarında olanları Biz altı günde yarattık ve Bize bir yorgunluk dokunmadı." (Kaf, 50/38) Ayrıca bu sûrede daha önce geçmiş bulunan yüce Allah'ın: "Şüphesiz Rabbiniz O Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı..." (el-A'raf, 7/54) âyetini açıklarken, bunun anlamını da açıklamış bulunuyoruz. İbnü'l-Arabî der ki: Herhangi bir husus için bir vade tesbit edilecek olursa, o süre içerisinde tesbit edilen hususun yerine getirilmesine çalışılırken, bunu gerçekleştirme imkânı bulunmadan belirlenen vade gelmiş ise, bu serer konuyu daha iyi anlamayı sağlamak ve mazereti ortadan kaldırmak kastıyla süre arttırılır. Şanı yüce Allah, bu hususu Mûsa (aleyhisselâm)'a beyan etmiş, da otuz günlük bir süre tayin ettikten sonra kırk güne tamamlamak üzere sonradan on gün daha ilave etmiştir. Bundan dolayı Hazret-i Mûsa'nın kavmine dönüşü on gün gecikmiş oldu. Onlar, bu şekilde bir gecikmenin ve ertelemenin mümkün olabileceğine akıl erdiremediler. Sonunda şöyle dediler: Şüphesin Mûsa kayboldu, ya da unuttu. Bunun üzerine ona verdikleri sözlerini bozdular ve ondan sonra değişiklikler yaparak Allah'tan başka bir ilaha ibadet ettiler. İbn Abbâs, der ki: Mûsa (aleyhisselâm) kavmine şöyle demişti: Benim Rabbim kendisi ile karşılaşmak üzere bana otuz günlük bir süre vaad etti. Bu süre zarfında yerime Harun'u tayin ediyorum. Fakat Mûsa Rabbine kavuşmak üzere ayrıldığında Allah ona on gün daha ilave elli, İşte onların -ileride de açıklanacağı üzere- buzağıya tapınmak suretiyle fitneye düşmeleri Allah'ın ilave ettiği bu on gün İçerisinde olmuştu. Önceden belirlenen vadeye yapılacak fazlalık takdiri bir şekilde tesbit edilir. Tıpkı ilk vadenin takdiri olarak tesbit edildiği gibi. Böyle bir durum ise, ancak hakimin mesele ile alakalı hususları iyice tetkik etmesinden sonra ictihad ile mümkün olabiîir. Böyle bir hususla alakalı olan şeyler ise, zaman, durum ve iş gibi hususlardır. Mesela, ilave edilecek olan bu süre, yüce Allah'ın Mûsa (aleyhisselâm) için tayin ettiği gibi önceki sürenin üçte biri kadar olabilir. Şayet hakim, asıl olan vade ile fazlalığı tek bir sürede bir arada vermeyi uygun görürse bu da caizdir. Bununla birlikte bu süreden sonra insanların karşi karşıya kalabileceği bir takım mazeretleri de beklemek kaçınılmazdır. Bu açıklamaları İbnü'l-Arabî yapmıştır. Buhârî, Ebû Hüreyre'den, o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Yüce Allah, bir kişinin ecelini atmış yılı bulana kadar erteleyecek olursa, artık onun ileri sürecek bir mazereti kalmamış olur." Buhârî. Rikaak 5; Müsned, II. 275. 320. 417. Derim ki: Bu âyet hakimlerin aleyhlerine hüküm biçilenleri arka arkaya mazur görmeleri için asli bir delil teşkil etmektedir. Bu, mahlukata bir lütufdur. Onların başındaki yöneticilerin de hak ile hükümleri uygulamaları İçindir. İş hususunda mazur gördü." Yani, bu konuda ona gereken mübalâğayı gösterdi. Yani, daha ileri derecede mazur görülmesi mümkün olmayacak şekilde en ileri noktada ona bir sınır tanıdı demektir. Âdemoğullarına karşı ileri sürecekleri kabul edilebilir bir mazeret bırakmayan en büyük husus, Allah'ın onlara karşı delillerinin tamamlanması için peygamberler göndermiş olmasıdır: "Biz bir Rasul göndermedikçe de azâb ediciler değiliz." (el-İsra, 17/15) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Ve size korkutucu gelmedimi." (Fatır, 35/37) Bunların (yani rasuller ve korkutucuların) peygamberler olduğu belirtilmiştir. İbn Abbâs ise, (korkutucunun) ağaran saçlar olduğunu söylemiştir. Çünkü, saç ağarması olgunluk yaşında görülmeye başlanır ki, bu da çocukluk yaşından uzaklaşmanın bir alametidir. Hadîs-i şerîfin altmış yılı mazur görülebilecek sınır olarak tesbit etmesi, altmış yaşının abidlerin mücadele alanlarına yakın oluşundan dolayıdır. Ayrıca bu yaş, yüce Allah'a dönüşün, tevazu ve itaat ile O'na boyun eğip teslim oluşun da yaşıdır. Artık Ölümün ve Allah'a kavuşmanın gözetlendiği bir yaştır. Bu yaşa kadar İnsan ardı arkasına mazur görülür (ve artık ileri sürebileceği bir mazereti kalmaz). Kişinin ilk uyarılması Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) iledir, ikinci uyarılması saçlarının ağarması iledir. Bu da kırk yaşının tamamlanması esnasında olur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Nihayet o, kırk yaşına varınca dedi ki: Rabbim bana... verdiğin nimete şükretmemi... ilham et." (el-Ahkaf, 46/15) Yüce Allah da kırk yaşına ulaşan kimsenin, artık yüce Allah'ın hem kendisinin hem de anne-babasının üzerindeki nimetlerin kadrini bilmesi ve onlara şükretmesi gerektiğini belirtmektedir. Mâlik der ki: Ben, bizim şehrimizin ilim ehlini onlardan herhangi birisi kırk yaşına ulaşıncaya kadar dünyaya talip olup insanlarla oturup kalktıklarını gördüm. Bu kırk yaşı geldi mi, insanlardan uzaklaşırlardı. 3. Tarik (Gün. Olarak) Geceden Mi Başlar, Gündüzden Mi: Ayet-i kerîme, ayrıca larühin gündüzlerle değif de gecelerle tesbit edileceğine delâlet etmektedir. Çünkü yüce Allah: "Otuz gece" diye buyurmaktadır. Diğer taraftan geceler de aynı zamanda (kamerî) ayların da başlangıcıdır. Ashâb (radıyallahü anh) da geceleri esas alarak günlere dair haber verirlerdi. Hatta Ashâb-ı Kiram'ın: "Biz, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte beş (gün) oruç tuttuk" dedikleri dahi rivâyet edilmiştir. Arap olmayanlar ise bu hususta farklı hesap yaparlar. Onlar, hesaplarına güneşi esas aldıkları için gündüzlerle hesaplarını yaparlar. İbnü'l-Arabî der ki: Güneş ile hesap yapmak, menfeatler (mahsul ve benzerleri) içindir, ay ile hesap ise, menasik (oruç, hac ve zekât gibi) ibadetler içindir. Bundan dolayı yüce Allah: "Mûsa ile otuz gece sözleştik" diye buyurmaktadır. Arapça'da tarih kelimesi, ile hemzeli olarak; ile de "vav" harfi iki ayrı söyleyiş halinde kullanılır. Hazret-i Harun'un Hazret-i Mûsa'ya Vekâleti ile Hazret-i Ali'ye Halifelik Vasiyeti: "Mûsa, kardeşi Harun'a: Kavmim İçinde yerime geç... dedi" âyetinin anlamı şudur: Hazret-i Mûsa, yüce Allah ile münacaat için gidip bu süre zarfında kavmi arasında olmayacağı vakit, kardeşi Harun'a, sen benim vekilim ol demişti. Bu ise, niyabete (vekâlete) delil teşkil etmektedir. Müslim'in Sahih'inde şu rivâyet yer almaktadır: Sa'd b. Ebi Vakkas'dan dedi ki: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı, Ali'ye gazalardan birisinde kendisini yerine vekil tayin ettiği bir sırada şöyle buyururken dinledim: "Harun'un, Mûsa'nın yerine geçtiği gibi, sen de benim yerime geçmeye razı değil misin? Şu kadar var ki, benden sonra peygamber olmayacaktır." Buhârî, Fedâilu Ashâbi'n-Nebîyy 9. Meğari 78: Müslim, Fedailu's-Sahâbe 50, 31, 32; Tirmizî, Menâkıb 20; İbn Mâce, Mukaddime II, no; 121; Müsned, I, 170, 177, 179, 132. 184. 185, M, 32. Rafızî'ler, İmâmiyye ve Şia'nın diğer fırkaları, Peygamber (,sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hazret-i Alî'yi bütün ümmete halife tayin ettiğine dair bunu delil göstermişlerdir. Hatta İmâmiye -Allah müstehaklarını versin- ashâbı tekfir etmişlerdir. Çünkü, onlara göre Ashâb, Hazret-i Ali'nin halife tayin edildiğine dair bu nass ile ameli terk etmişler, kendileri İçtihatta bulunarak ondan başkasını halifeliğe getirmişlerdir. Aralarından, hakkını taleb etmediği için Hazret-i Ali'yi tekfir edenler dahi vardır. Bu gibi kimselerin kâfir olduklarında ve bu sözlerinde onlara tabi olanların da kâfir olduklarında hiç bir şüphe yoktur. Bunlar, hayatta iken bu şekilde bir halife tayin etmenin, müvekkilin azli, yahut ölümü ile sona eren bir vekâlet gibi olduğunu ve müvekkilin ölümünden sonra ise bunun devam etmesini gerektirmediğini bilmiyorlar. Bu durumda İmâmiye'nin de başkalarının da delil diye yapıştığı bu husus, delil olmaktan çıkar. Diğer taraftan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye İbn Um Mektum'u da, başkalarını da halife olarak tayin etmiştir. Ancak, böyle bir uygulamanın, kimsenin her zaman için halife olması gerektiği anlamına gelmediği ittifakla kabul edilmiştir. Diğer taraftan Harun (aleyhisselâm) Hazret-i Mûsa ile risaletin de ortak kılınmıştı. Dolayısıyla bunun, maksatlarına delil teşkil edebilecek bir tarafı da yoktur. Hidayete ulaşma başarısı Allah'tandır. "Islah et" âyeti, ıslah yapma emrini vermektedir. İbn Cüreyc der ki: Samirî'yi azarlaması ve onun yaptığını değiştirmeye çalışması da yapması gereken ıslahtan idi. Bunun, şu anlama geldiği de söylenmiştir: Yani sen, onlara yumuşak davran ve işlerini ıslah et, kendini de ıslah et. Yani, her bakımdan sen ıslah eden bir kimse ol. "Fesatçıların yoluna da uyma." isyan edenlerin yollarını izleme, zâlimlere yardımcı olma. 143Mûsa, tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi de onunla konuşunca dedi ki "Rabbim, bana kendini göster de Sana bakayım." Buyû'rdu ki: "Beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni görebileceksin." Rabbi o dağa tecelli edince, onu paramparça etti. Mûsa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: "Seni tenzih ederim. Sana tevbe ettim ve ben îman edenlerin İlkiyim." "Mûsa, tayin ettiğimiz vakitte" vadolunan vakitte "gelip Rabbi de onunla konuşunca" yani, arada herhangi bir vasıta bulunmaksızın kelâmını ona işittirince, "dedi ki: Rabbim bana kendini göster de Sana bakayım." Bu sözleriyle Hazret-i Mûsa, Allah'ı görme talebinde bulundu ve sözünü işitince, onu görmeye şevki arttı. Bunun üzerine yüce Allah: "Buyû'rdu ki: Beni asla göremezsin." Yani, Beni dünyada görmene imkan yoktur. Bu âyeti, Senin kudretine bakayım diye bana büyük bir âyet (alâmet ve mucize) göster, maksİsmi ile söylenmiş olduğuna yorumlamak imkânsızdır. Çünkü, Hazret-i Mûsa, "Sana" demiş, buna karşılık yüce Allah da: "Beni asla göremezsin" diye buyurmuştur. Şayet Hazret-i Mûsa, Allah'tan kendisine bir âyet göstermesini dilemiş olsaydı, diğer âyet ve mucizeleri ona verdiği gibi, elbette istediğini ona verirdi. Hazret-i Mûsa'nın da görmüş olduğu diğer âyetlerden dolayı bunları istemesini gerektirmeyecek kadar bir kanaati de zaten oluşmuş idi. O bakımdan böyle bir te'vil batıldır. "Fakat şu dağa bak. Eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni görebileçeksin-" Yüce Allah, Hazret-i Mûsa'ya kendi bünyesinden daha güçlü ve daha sağlam olan bir şeyi misal verdi. Yani, eğer dağ yerinde durur ve sarsılmazsa, Beni görebileceksin. Eğer yerinde durmazsa, şunu bil ki dağ Benim tecellimi kaldıramadığı gibi, sen de Beni görmeye takat gösteremeyeceksin. Kâdı Iyâd, Kadı Ebû Bekr b. et-Tayyib'den şu anlamda bir söz nakletmektedir: Hazret-i Mûsa, yüce Allah'ı gördü, bunun için yere baygın yığıldı. Dağ da Rabbini gördü. Bundan dolayı Allah'ın, dağ için yaratmış olduğu özel bir idrâk sebebiyle param parça dağıldı. Kadı Ebû Bekr b. et-Tayyib, bunu yüce Allah'ın: "Fakat şu dağa bak. Eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni görebileceksin" diye buyurduktan sonra: "Rabbi o dağa tecelli edince onu param parça etti, Mûsa da baygın düştü" diye buyurmasından çıkartmaktadır. Tecelli etmesi, görünmesi, ortaya çıkması demektir. Bu da "Gelini açığa çıkardım, görünmesini sağladım" tabirinden alınmıştır. Yine üzerindeki pası giderilerek ortaya çıkartılan kılıç hakkında da aynı fiil kullanılır ve her ikisinde de mastar şeklinde gelir. Bir şeyin tecelli etmesi, onun açığa çıkması demektir. Emri ve kudreti tecelli etti diye de açıklanmıştır. Bunu Kutrub ve başkaları söylemiştir. Medineliler ile Basralılar "param parça" anlamındaki; kelimesini "keP harfi şeddeli ve iki üstün ile okumuşlardır. Bu okuyuşun sıhhatine ise, "Ve yer dağılıp zerreler gibi parça parça olduğu zaman" (el-Fecr, 89/21) âyeti ile dağ anlamındaki kelimenin müzekker oluşu delil teşkil etmektedir. Kûfeliler ise, diye okumuşlardır. O, dağı hafif tümsek bir arazi gibi bir hale getirdi, demektir. Bu ise, dağ seviyesine ulaşamayan tümsek demektir. Bunun müzekkeri; şeklinde gelir, Çoğulu da; ...diye gelir. Tıpkı, Kırmızılar gibi. el-Kisâî der ki: diye nitelendirilen dağlar, enli olan dağlar demektir. Bunun da tekili şeklinde gelir. Kisaî'den başkaları ise, kelimesi. (.......)’ın çoğuludur ve bunlar da pek büyük olmayan çamurdan tümsekler demektir. ise, kumdan küçük tümsekler anlamına gelip fazlaca yüksek olmayan, yere yakın olan tümsekliklere denilir. ise, hörgücü olmayan dişi deve anlamına gelir. "Tefsir"de denildiğine göre, dağ yerin dibine geçti ve şu ana kadar yerin içine geçmeye devam etmektedir. İbn Abbâs der ki: Yüce Allah dağı toprak haline dönüştürdü. Atiyye el-Avfî de der ki: Bir yığın kum haline getirdi. "Mûsa da baygın düştü." Yani, İbn Abbâs, el-Hasen ve Katade'den nakledildiğine göre Mûsa bayıldı. Ölüverdiği de söylenmiştir. Adam baygın düştü demek olup, ism-i faili de şeklinde gelir. İsm-i failinin çoğulu şeklinde, ismi mef'ûlü ise ...diye gelir. Katade ve el-Kelbî der ki: Hazret-i Mûsa, Perşembe'ye rastlayan Arefe günü baygın düştü ve Cuma'ya rastlayan kurban bayramının birinci günü kendisine Tevrat verildi. "Ayılınca dedi ki: Seni tenzih ederim, Sana tevbe ettim." Mücahid der ki: Dünyada seni görmeyi istediğimden dolayı tevbe ettim, demektir. Şöyle de açıklanmıştır: O, izin istemeksizin böyle bir dilekte bulunmuştu. Bundan dolayı tevbe etti. Bir başka açıklamaya göre Hazret-i Mûsa bu sözlerini, âyetlerin (mucizelerin) ortaya çıkması üzerine yüce Allah'a dönmek ve O'na kalpten gelen bir saygı ile itaat ve boyun eğmek amacıyla söylemiştir. Ümmet ise, böyle bir tevbenin bir masiyetten ötürü olmadığını icma ile kabul etmiştir. Çünkü peygamberler masumdurlar. Diğer taraftan ehl-i sünnet ve’l-cemaatın görüşüne göre rü'yet (Allah'ın görülmesi) caizdir. Bid'atçilere göre ise, Hazret-i Mûsa böyle bir şeyin imkânsız olduğunu diğerlerine açıklamak kastı ile bu istekte bulunmuştur, Ancak, böyle bir istek tevbe etmeyi gerektirmez. O bakımdan tevbesi şöyle açıklanmıştır: Yani ben, Kıpti'yi öldürdüğüm için Sana tevbe ettim. Bu açıklamayı el-Kuşeyri zikretmiştir. el-En'âm Sûresi'nde (6/103. âyetin tefsirinde) ise Allah'ın görülmesinin câiz olduğuna dair açıklamalar geçmişti. Ali b. Mehdi et-Taberî de der ki: Eğer Mûsa'nın bu isteği İmkânsız bir şey olsaydı, Allah'ı tanımakla birlikte böyle bir şeye kalkışmazdı. Tıpkı Hazret-i Mûsa'nın yüce Allah'a, Rabbim Senin hanımın ve çocuğun var mı demesi câiz olmadığı gibi. İleride Kıyame Sûresi'nde (75/22-23. âyetin tefsirlerinde) Mu'tezile'nin görüşü ve onların bu görüşlerinin reddi yüce Allah'ın izniyle gelecektir. "Ve ben îman edenlerin ilkiyim." Kavmimden îman edenlerin ilkiyim diye açıklandığı gibi, İsrail oğullarıarasından bu çağda îman edenlerin ilkiyim diye de açıklanmıştır. Ayrıca bu husustaki ezelî va'din dolayısıyla dünyada görülmeyeceğine îman edenlerin ilkiyim, diye de açıklanmıştır. Ebû Hüreyre ve başkaları tarafından rivâyet edilen Hadîs-i şerîfe göre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Peygamberler arasında biri diğerinden hayırlıdır, demeyiniz. Şüphesiz ki insanlar kıyâmet gününde baygın düşecekler. Ben, başımı kaldıracağım da, Mûsa'nın Arşın ayaklarından birisini yakalamış olduğunu göreceğim. Bilemiyorum o da baygın düşenler arasında baygın düşmüş de benden önce mi kendisine gelmiş olacaktır, yoksa ilk baygınlığı dolayısı ile hesaba mı çekildi (biri ötekinin yerine mi sayıldı)" ya da: "İlk baygınlığı onun için yeterli mi geldi (bitemiyorum)." Buhârî, Husûmât 1; Müslim, Fedail 161, 162: Ebû Dâvûd; Müsned, III, 31. Ebû Bekr b. Ebi Şeybe de Kâ'b'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Şanı yüce Allah, sözünü ve görülmesini Muhammed ile Mûsa (ikisine de salât ve selam olsun) arasında pay etti. Mûsa yüce Allah ile iki defa konuştu, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) da yüce Allah'ı iki defa gördü. 144Buyû'rdu ki: "Ey Mûsa, seni risâletlerimle ve konuşmamla seçip insanlara üstün kıldım. Şimdi sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol." Yüce Allah'ın: "Buyû'rdu ki: Ey Mûsa, seni risaletlerimle ve konuşmamla seçip insanlara üstün kıldım" âyetinde geçen ve "üstün kılmak" anlamına gelen; seçmek anlamında olup burada seni daha faziletli kıldım demektir. Burada; "seni bütün mahrukata üstün kıldım" diye buyurûlmamıştır. Çünkü, bu seçip üstün kılmak kapsamında Hazret-i Mûsa ile konuşmuş olması da vardır. Oysa yüce Allah meleklerle de konuşmuş ve ondan başka peygamberler de göndermiştir. "İnsanlara" âyeti ile kendilerine peygamber gönderilen insanlar kast edilmektedir. "Risaletlerimle" kelimesini, Nafi' ve İbn Kesîr tekil olarak; "Risaletimle" şeklinde okumuşlardır. Diğerleri ise bunu çoğul okumuşlardır. "Rlsalet" kelimesi mastardır. Tekil olarak kullanılması da mümkündür. Bunu, çoğul olarak okuyanların kıraati, Hazret-i Mûsa'ya çeşitli risaletlerîn gelmiş olması ve türleri birbirinden farklı olması manasındadır. Türleri farklı olduğundan dolayı mastar olan bu kelime çoğul olarak zikredilmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Çünkü, seslerin en çirkini eşeklerin sesidir." (Lokman, 31/19) Burada "sesler" kelimesinin çoğul getirilmesi, ses türlerinin ve ses çıkartan varhkların farklı oluşundan dolayıdır. Diğer taraftan "eşek sesi" âyetinde, ses kelimesinin tekil gelmesi ise, yalnız bir ses türünü kastetmiş olduğundan dolayıdır. Bu âyet, Hazret-i Mûsa'nın kavminden herhangi bir kimsenin ve onunla birlikte münacaata girmiş yetmiş kişiden hiç bir kimsenin -el-Bakara Sûresi 'nde (2/55-56. âyet 1. başlıkta) açıkladığımız gibi- yüce Allah'la konuşmakta Hazret-i Mûsa'ya ortak olmadığını göstermektedir. "Şimdi sana verdiğimi al" âyeti, bu kanaate bir işarettir. Yani, sana verdiklerimle yetin. "Ve şükredenlerden ol." Sana olan ihsanımı, üzerindeki lütfumu açığa vuran kimselerden ol. Atın, verilen yemden daha fazla kilo aldığı görülecek olur ise, denilir. Şükreden, üzerindeki nimetin artması durumu ile karşı karşıya kalır. Nitekim yüce Allah: "Eğer şükrederseniz, elbette size (verdiğim nimetlerimi) artırırım" (İbrahim, 14/7) diye buyurmuştur. Rivâyete göre, Mûsa (aleyhisselâm) yüce Allah kendisiyle konuştuktan sonra kırk gün süreyle kendisini kim gördü ise, yüce Allah'ın nurundan ötürü ölüyordu. 145Bir de ona Levhalarda her bir şeye ait bir öğüt ve her şeye dair açıklamayı yazdık. "Haydi bunları kuvvetle al. Kavmine de bunları en güzel şekilde tutmalarını emret Yakında size fasıkların yurdunu göstereceğim.' Yüce Allah: "Bir de ona Levhalarda herşeye ait bir öğüt ve açıklamayı yazdık" âyetinde Tevrat'ı kastetmektedir. Haberde rivâyet olunduğuna gore Cebrâîl, Mûsa (aleyhisselâm)'ı kanİsmi ile yakalamış, Allah ona Tevrat Levhalarım yazdığında kalemin sesini duyabileceği bir yere kadar yükseltmiştir. Bunu Tirmizî el-Hakim zikretmektedir. Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensur, III. 548. Mücahid der ki: Levhalar, yeşil zümrütten idi. İbn Cübeyr kırmızı yakuttan, Ebû'l-Âl-iyye ise, zebercetten, el-Hasen semadan inmiş tahtadan idi, demişlerdir. Dümdüz, sert bir kayadan olduğu, Allah Teatanın bu kayayı Mûsa (aleyhisselâm)'ya yumuşattığı ve bunun üzerine Hazret-i Mûsa'nın bu levhaları eliyle kestikten sonra parmaklarıyla bunları çatlattığı, demirin Hazret-i Davud'a itaat ettiği gibi, Hazret-i Mûsa'ya itaat ettiği de söylenmiştir. Mukâtil der ki: Yani biz ona, tıpkı yüzükteki nakış gibi levhalarda (Tevrat’ı) yazdık. Rabi' b. Enes der ki: Tevrat, yetmiş deve yükü halinde nâzil oldu. Yüce Allah, Tevrat'ın yazılışını, şerefine işaret etmek üzere kendi nefsine izafe etmiştir. Zira Tevrat, Allah'ın emriyle yazılmıştır. Ki. Cebrâîl onu, zikri (Kur'ân-ı Kerîmi) kendisiyle yazmış olduğu kalemle yazdı. Mürekkebi ise, nûr nehrinden idî. Denildiğine göre Tevrat, Allah Tealanın Levhalarda izhar edip yarattığı yazı şeklinde idi. "Elvah: Levhaların tekili, "levhMir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bilakis o, çok şerefli bir Kur'ân'dır, Levh-i Mahfuzdadır," (el-Buruc, 86/21-22) Levh (parıldamak anlamına gelir), sanki kendisinde manaların parıldadığı şey gibi (olduğundan bu isim verilmiştir). Hazret-i Mûsa'ya verilen levhaların iki tane olduğu rivâyet edilmiştir. Çoğul gelmesi ise, ikinin de çoğul oluşundan ötürüdür. El ve ayakları büyük olan kimseye de "levhaları büyük adam" denilir. İbn Abbâs der ki: Levhaları Hazret-i Mûsa (gazabından ötürü) bıraktığı vakit kırıldılar. O bakımdan levhalar -altıda biri müstesna- göğe kaldırıldı. Bir görüşe göre geriye levhaların yedide biri kaldı, Yedide altısı da kaldırıldı. Kaldırılan bölümlerinde ise her şeye dair tafsilât vardı. Kalan bölümünde İse, hidayet ve rahmet olan şeyler kaldı. Hafız Ebû Nuaym, Amr b. Dinar'dan senedini kaydederek şöyle dediğini nakletmektedir: Bana ulaştığına göre Allah'ın peygamberi İmrân oğlu Mûsa kırk gün oruç tuttu. Levhaları bıraktığında levhalar kırıldı. Yine o kadar bir süre oruç tutunca Levhalar ona geri verildi. Yüce Allah'ın: "Her şeye ait..." âyetinin anlamı, dininde ihtiyaç duyduğu hükümler, helal ve haramın açıklamasına dair gerek duyulan her şey demektir. Bu açıklama, es-Sevri ve başkalarından nakledilmiştir. Bunun, umum maksadı güdülmeyip, şanının yüceliğine dikkat çekmek için zikredilen bir lâfız olduğu da söylenmiştir. Mesela, çarşıya gittim herşeyi satın aldım, denir. Filanın yanında herşey vardı, denir. Yüce Allah'ın: "O, herşeyi darmadağın (helâk) eder" (el-Ahkaf, 46/25); "Ve ona herşeyden verilmiş" (en-Neml, 27/23) âyetinde olduğu gibi. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmakladır. Her şeye ait öğüt ve herşeye dair açıklamayı yazdık." Yani, emrolundukları ahkâm ile ilgili herşeyi yazdık. Çünkü onların şeriatında icdhad yoktu. İctihad Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetine hastır. "Haydi bunları kuvvetle al." Bu âyette hazfedilmiş ifade vardır. Yani: Biz ona: Haydi bunları kuvvetle yani, tam bir gayret ve istekle al dedik, demektir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Size verdiğimizi kuvvetle alın" (el-Bakara, 2/63) âyetidir ki, daha önceden geçmiş bulunmaktadır. "Kavmine de bunları en güzel şekilde tutmalarını emret." Yani, onlara verilen emirler gereğince amel etsinler, yasakları terk etsinler, misal ve öğütler üzerinde İyiden iyiye düşünsünler. Yüce Allah'ın: "Rabbinizden size indirilenin en güzeline tabi olun" (ez-Zümer, 39/55) âyeti de bunu andırmaktadır. Bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadın "Onlar, sözü işitip de ere güzeline uyarlar..." (ez-Zümer, 39/18). Affetmek kısastan iyidir, sabretmek intikam almaktan güzeldir. Şöyle de açıklanmıştır: O hükümlerin en güzelleri farzlar ve nafilelerden aşağıları ise mubah olanlardır. "Yakında size fasıkların yurdunu göstereceğim," el-Kelbî der ki: Fâsıkların yurdundan kasıt, yolculuğa çıktıkları vakit Âd ve Semûd kavmi ile helâk olmuş nesillerin yurtlarının yakınlarından geçip uğramalarıdır. Bunun, cehennem olduğu da söylenmiştir. Bu açıklama el-Hasen ve Mücâhid'den nakledilmiştir. Yanı, siz bunu hatırınızdan çıkarmayın, unutmayın ve siz de bunlardan olmaktan sakının. Şöyle de açıklanmıştır: Burada yüce Allah Mısır'ı kastetmektedir. Yani Ben, sizlere Kıptîlerin yurdunu ve Fir'avun'un meskenlerini bomboş olarak göstereceğim. Bu açıklama da İbn Cübeyr'den nakledilmiştir. Katade der ki: Yani Ben sizlere, sizden önce zorbaların ve Amalikalıların yerleşmiş oldukları kâfirlerin konaklarını, bunlardan gereken şekilde ibret almanız için göstereceğim. Burada kastedilen yerler de Şam (Suriye) topraklarıdır. Bu son iki görüşe yüce Allah'ın şu âyeti delâlet etmektedir: "Zaafa uğratılagelmiş kavmi de... mirasçı kıldık" (el-A'raf, 7/137) âyeti ile: "Biz ise arzda mustaz'aflara (zayıf düşürülenlere) lütfetmek, onları önder yapmak ve onları varis kılmak istiyorduk." (el-Kasas, 28/5) Bu da daha önce açıklanmıştı. İbn Abbâs İle Kasame b. Züheyr; "Göstereceğim" kelimesini, "Sizi mirasçı kılacağım" diye okumuşlardır. Bu kıraatin anlamı ise açıktır. Sözü geçen "yurt"dan kastın, helâk demek olduğu, çoğulunun da; diye geldiği de söylenmiştir. Bu da yüce Allah'ın Fir'avun'u suda boğmasından sonra denize, "onların cesetlerini sahile bırak," diye vahyetmesi suretiyle gerçekleşmişti. Deniz de ilahi emrin gereğini yerine getirmişti, İsrailoğulları onlara bakmış ve böylelikle yüce Allah onlara fâsıkların helâk edilmelerini göstermiş oldu. 146Yeryüzünde haksızlıkla kibirlenenlere, âyetlerimden yüz çevirteceğim. Onlar her âyeti görseler bile yine de onlara Îman etmezler. Hidayet yolunu görseler onu bir yol edinmezler. Fakat, azgınlığın yolunu görseler, hemen onu yol edinirler. Bu, âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarındandır. Âyetin tefsiri için bak:147 147Âyetlerimizi ve âhirete kavuşmayı yalanlayanların bütün işler dikleri boşa gitmiştir. Onlar, yaptıklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklardı? "Yeryüzünde haksızlıkla kibirlendiler!, âyetlerimden yüz çevirteceğim" âyeti ile ilgili olarak, Katade şu açıklamayı yapmıştır: Onların Kitabımı anlamalarını engelleyeceğim. Süfyan b. Uyeyne de böyle açıklamıştır. Onları âyetlerime îman etmekten alıkoyacağım diye açıklandığı gibi, onları âyetlerimden yararlanmalarını engelleyeceğim, diye de açıklanmıştır. Bu ise, büyüklenmelerinin cezasıdır. "Onlar, sapıp eğrilince, Allah da onların kalplerini (haktan) çevirdi" (es-Saf, 61/5) âyeti de buna benzemektedir. Burada sözü geçen "âyetler”den kasıc, mucizeler ya da Allah tarafından indirilmiş kitaplardır. Bunlar, göklerin ve yerin yaratılışıdır, diye de açıklanmıştır. Yani Ben, onların göklerin ve yerin yaratılışından ibret almalarını engelleyeceğim, "Kibirlendiler" kendilerini insanların en faziletlisi olarak görenler demektir. Bu ise, batıl bir zandır. Bundan dolayı: "Haksızlıkla" diye buyurmuştur. Bu kibirleri dolayısıyla onlar, ne bir peygambere tabi oluyorlar, ne de o peygambere kulak veriyorlardı. "Onlar, her âyeti görseler bile yine de onlara Îman etmezler. Hidayet yolunu görseler onu bir yol edinmezler. Fakat azgınlığın yolunu görseler hemen onu yol edinirler” âyeti ile yüce Allah, bu büyüklük taslayan kimseleri kastetmektedir. Onların, doğru yolu terk edip sapıklık ve dalâlet yoluna uyan yani, küfrü din olarak edinen kimseler olduklarını haber vermektedir. Daha sonra yüce Allah bunun sebebini beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Bu, âyetlerimizi yalanlamalarından" yani, Benim onlara bunu yapmamın sebebi, onların yalanlamalarıdır "ve onlardan gafil olmalarındandır." Yani, onların hakkı gereği gibi düşünmeyi terk etmek suretiyle gafiller olmalarındandır. Bunun, onlar kendilerine verilen cezadan gafil idiler, anlamına gelmesi de muhtemeldir. Nitekim: "Filan kişi kendisine yapılmak istenen şeylerden ne kadar da gafildir!" denilmesi de buna benzemektedir. Mâlik b. Dinar "Görseler" kelimesini; şeklinde "ya" harfini her iki yerde de ötreli olarak okumuştur. Yani, onlara bu yol gösterilecek olursa... demek olur. Medineliler ile Basralılar, Hidayet, rüşt kelimesini "radıyallahü anh" harfini ötreli, "şin" harfini de sakin olarak okumuşlardır. Kûfeliler ise, Âsım müstesna; şeklinde "radıyallahü anh" ve "şin" harflerini üstün olarak okumuşlardır. Ebû Ubeyd der ki: Ebû Amr, rüşd ile reşed arasında ayırım gözetmiş ve rüşd salahda, reşed ise dinde sözkonusu olur, demiştir. en-Nehhâs der ki: Sîbeveyh rüşd ile reşed'in, "suht ile sehat" gibi aynı anlamı İfade ettiği görüşündedir. el-Kisâî de böyle demiştir. Ebû Amr'dan sahih olan görüş ise, Ebû Ubeyd'in dediğinden farklıdır. İsmail b. İshak der ki: Bize, Nasr b. Ali, babasından, o, Ebû Amr b. el-Alâ'dan şöyle dediğini nakletti: Eğer "rüşd" kelimesi âyetin ortasında yer alırsa, ("şin" harfi) sakin okunur. Şayet âyetin başında (sonunda) yer alırsaherekeliokunur. en-Nehhâs der ki: Âyetin başında (sonunda) ile şu âyeti ve benzerlerini kastetmektedir: "Ve işimizde bize bir muvaffakiyet ver" (Secde, 18/10). Bu iki şekil, ona göre aynı anlama gelen iki ayrı söyleyiştir. Şu kadar var ki, âyeı sonlarını üstün okuması, âyetler arasında uyum sağlasın diyedir. Bu fiil; şekillerinde kullanılabilir. Sîbeveyh ise, şeklindeki kullanılışı da nakletmektedir. Sözlükte rüşd ile reşed, insanın arzu ettiği şeyi elde edebilmesi demektir. Bu da hüsrana uğramanın zıddıdır. 148Mûsa'nın kavmi, onun ardından zinet eşyalarından böğürtüsü olan bir buzağı heykel(ini ilâh) edindiler. Onun, kendileriyle konuşamadığını, onlara bir yol da gösteremediğini görmediler mi onlar? Onu (ilâh) edindiler ve zâlimler oldular. "Mûsa'nın kavmi, onun ardından" yani, Mûsa'nın Tûr'a çıkışının arkasından "ziynet eşyalarından..." âyetindeki;" Ziynet eşyaları" kelimesinin bu şekilde okunuşu Medinelilerle Basralılara göredir. Âsım müstesna Kûfeliler ise, "ha" harfini esreli; diye okumuşlardır. Yakub, "ha" harfini üstün ve şeddesiz diye okumuştur. en-Nehhâs'der ki: " Süs" kelimesinin çoğulu, şeklinde gelir. Tıpkı, "Meme" kelimesinin çoğulunun, şeklinde gelişi gibi. Bunun aslı ise, şeklindedir. Daha sonra "vav" harfi "ye" harfine idğam olunduktan sonra "ya"ya yakınlığı dolayısıyla İâm" harfi esre olmuştur. "Ha" harfi de "lâm" harfinin esreli oluşu dolayısıyla esreli okunur. Ötreli okunuşu ise asla göredir. "Bir buzağı" kelimesi, mef'ûldür. " Heykel" kelimesi ise ona sıfat veya bedeldir. "Böğürtüsü" kelimesi ise mübteda olarak merfu'dur. Böğürmesini anlatmak üzere fiilî kullanılır. (.......) fiili de böyledir. Ancak, korkaklık ve zaaf göstermeyi anlatmak için ise, denilir. Buzağı kıssasında rivâyet olunduğuna göre Samiri'nin ismi, Mûsa b. Zafer olup, Samira diye bilinen bir kasabaya mensuptu. Erkek çocukların öldürüldüğü yıl dünyaya gelmişti. Annesi onu bir dağdaki mağarada saklamıştı. Hazret-i Cebrâîl onu beslemişti. İşte onun Hazret-i Cebrâîl'i tanıması bundan dolayı olmuştu. Hazret-i Cebrâîl, Fir'avun denize doğru ilerlesin diye erkek ata arzu duyan bir kısrak üzerinde denizi geçtiği sırada Samiri de onun kısrağının toynağının izinden bir avuç toprak almıştı. İşte, yüce Allah'ın: "Bunun üzerine o elçinin bastığı yerden bir avuç almıştım" (Tâ-Ha, 20/96) âyetinin anlamı budur. Hazret-i Mûsa kavmi ile otuz gün (ayrılmak üzere) şözleşmişti. Otuz gün geçtikten sonra otuz güne eklenen on günlük bir süre geçince Samiri İsrailoğullarına -ki, aralarında kendisine itaat olunan birisiydi- şunları söyledi: Beraberinizde Fir'avun hanedanından almış olduğunuz süs eşyaları vardır. -İsrailoğullarının süslendikleri ve bu maksatla da Kıptî'lerden süs eşyalarını ariyeten aldıkları bir bayramları vardı; işte bugün için ariyet olarak süs eşyaları almışlardı. Yüce Allah, İsrailoğullarını Mısır'dan çıkartıp Kıptîleri de suda boğunca, bu süsler ellerinde kalmıştı-. Samiri onlara şöyle demişti: Bunlar size haramdır, Yanınszda bulunanları getirin onları yakalım. Şöyle de denilmiştir: Bu süs eşyalarını, Fir'avun kavminin suda boğulmasından sonra almışlar, Hazret-i Harun da onlara şöyle demişti: Bu süs eşyaları bir ganimettir. Ganimet ise size helal olmaz. Bunun üzerine Hazret-i Harun bu süs eşyalarını kazdığı bir çukurda topladı. Samiri de bunları aldı. Bir başka görüşe göre, İsrailoğulları Mısır'dan çıkmak istedikleri gece bu süs eşyalarını ariyet olarak aldılar ve Kıptîlere bir düğünleri, yahut da bir toplantıları olduğu İzlenimini verdiler. Samiri ise, daha önce İsrailoğullarının: "Ey Mûsa, onların nasıl tanrıları varsa, sende bize böyle bir tanrı yap" (el-A'raf, 7/138) dediklerini işitmişti, O tanrılar ise inek surelinde idi. Samiri de onlara ses çıkarmayan bir buzağı heykeli yapmıştı. Şu kadar var ki onlar, ondan bir böğürtü sesi işitiyorlardı. Yüce Allah'ın bunu ete ve kemiğe, kana dönüştürdüğü de söylenmiştir. Yine denildiğine göre o, atın izinden almış olduğu bir avuç toprağı süs eşyalarının üzerine ateşe bırakınca, buzağının bir böğürtüsü oldu. Tek bir defa böğürdü, ikinci defa bir daha da böğürmedi. Bu sefer, etrafındakilere: "İşte bu, sizin de ilahınız, Mûsa'nın da ilâhıdır. O, unuttu" (Tâ-Hâ, 20/88) dedi. Yani o, ilâhını burada unuttu, gitti başka yerde arıyor, Bunu, kaybetmiş bulunuyor. Haydi gelin biz bu buzağıya tapalım, demek istemişti. Yüce Allah da Hazret-i Mûsa'ya münacaatı şuasında şöyle demişti: "Gerçekten Biz, kavmini fitneye düşürdük, Samirî de onları saptırdı." (Tâ-Hâ, 20/85) Bunun üzerine Hazret-i Mûsa şöyle dedi: Rabbim, bu Samiri süs eşyalarından onlara bir buzağı yaptı. Peki, ona bu cesedi kim verdi -bununla onun kana ve kemiğe dönüşmesini kastetmektedir- ve onun böğürmesini kim sağladı? Yüce Allah: Ben diye buyutımca, Hazret-i Mûsa şöyle dedi; İzzetin ve Celalin hakkı için onları Senden başka kimse saptırmadı. Bunun üzerine yüce Allah: Doğru söyledin ey hikmetlilerin hikmetlisi dedi. İşte yüce Allah'ın bize naklettiği Hazret-i Mûsa'nın söylediği: "Zaten o ancak senin fitnendir" (el-A'raf, 7/155) âyetinin anlamı budur. el-Kaftal der ki: Samiri, şöyle bir yola başvurmuştu: Buzağının içini boş bırakmıştı. Buzağı rüzgara karşı duruyordu. Sonunda böğürtüyü andıran bir ses çıkardı. Bununla da onlara Hazret-i Cebrâîl'in atının ayak izlerinden aldığı toprağı bırakınca cesedin bu hale geldiği vehmini verdi. Ancak bu, bir takım tutarsızlıklar ihtiva eden bir sözdür. Bunu el-Kuşeyrî ifade etmiştir. "Onun kendileriyle konuşamadığını, onlara bir yol da gösteremediğini görmediler mi onlar?" Yüce Allah, bu âyetiyle mabud'un kelam sıfatına sahib olması gerektiğini açıklamaktadır. Onlara bir yol gösteremeyişi de her hangi bir delil gösterememesi anlamındadır. "Onu" ilâh "edindiler ve zâlimler oldular." Yani, onu ilâh edinmek suretiyle kendilerine zulmettiler. Şöyle de açıklanmıştır: Buzağıyı ilâh kılmaları dolayısıyla zâlimler, yani müşrikler oldular. 149Buzağıya taptıklarına oldukça pişman olup, kendilerinin sapmış olduklarını görünce: "Yemin olsun eğer Rabbimiz bize acımaz, bizi bağışlamazsa herhalde en büyük ziyana uğrayanlardan olacağız" dediler. "Buzağıya taptıklarına oldukça pişman olup..." Bu pişmanlıkları, Mûsa'nın mikatten dönüşünden sonra olmuştu. Pişman olmuş ve şaşkınlık içerisinde bulunan kimsenin halini anlatmak üzere (burada da görüldüğü gibi kelime anlamı ile: "Eline düştü" demek olan); tabiri kullanılır. el-Ahfeş der ki: denildiği gibi; da denilebilir. Malum olarak; diye malum fiil kullananlara göre: Pişmanlık ortaya çıkınca anlamındadır. Bunu da el-Ezherî, en-Nehhâs ve başkaları söylemiştir. Pişmanlık (nedamet) kalpte olur. Ancak burada "yed: el" tabirinin kullanılması herhangi bir şeyi ele geçiren kimse hakkında: Filan şeyi eline geçirdi, denilmesinden dolayıdır. Çünkü çoğunlukla eşya ile el vasıtasıyla temasa geçilir. Mesela yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bu ellerinin önden görderdiği sebebiyledir." (el-Hac, 22/10) Aynı şekilde pişmanlık her ne kadar kalpte yer etse bile onun izleri bedende de görülür. Çünkü pişman olan bir kimse mesela, elini ısırır, bir elini diğerine vurur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bu uğurda harcadıkları dolayısıyla ellerini birbirine ovuşturmaya başladı." (el-Kehf, 18/42.) Yani, pişman oldu; "Ogün zalim ellerini ısırıp: Keşke peygamberle birlikte yol tutmuş olsaydım der." (el-Furkân, 25/27) Yani pişmanlıktan ötürü ellerini ısırır... demektir. Yine pişman kişi eliyle sakalını yakalar. Şöyle de açıklanmıştır: Bu tabir aslında ashâb alınmaktan gelmektedir. Bir kimse bir kimseyi vurur yahut yere yıkar, ondan sonra da onu ashâb almak yahutta kollarını bağlamak için ellerinden tutar, onu yere yıkar. Böylelikle yere yıkılan bir kişi, yere yıkanın eline düşmüş olur. "Kendilerinin sapmış olduklarını görünce." Yani, yüce Allah'a masiyel etmiş olduklarını anlayınca "yemin olsun eğer Rabbimiz bize acımaz bizi bağışlamazsa, herhalde en büyük zarara uğrayanlardan olacağız dediler." Böylelikle Allah'a kulluklarını itiraf etmeye, O'ndan mağfiret dilemeye koyuldular. Hamza ve el-Kisâî: "Yemin olsun eğer Rabbimiz bize acımaz, bizi bağışlamazsa" anlamındaki âyeti; şeklinde muhatap "te"si ile " Yemin olsun Ey Rabbimiz, eğer bizi bağışlamaz, bize mağfiret etmezsen anlamına gelecek şekilde" okumuşlardır. Bu ifadede Allah'a sığınmak, O'na yalvarıp yakarmak, O'ndan dilekte bulunup dua edişte niyaz etmek muhtevası vardır. Ey Rabbimiz" ifadesi ise, nida harfinin hazfı ile birlikte nasb mahallindedir. Ayrıca bu, (nida harfinin hazfedilmesi) dua ve boyun eğmek zilletini izhar etmek bakımından daha beliğ bir ifadedir. Hamza ile el-Kisaî'nin bu kıraati, yüce Allah'a karşı itaat ve yalvarıp yakarışı ortaya koyduğundan, daha uygun bir kıraattir. 150Mûsa kavmine öfkeli ve kederli dönünce dedi ki: "Siz bana halef olduktan sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrinin çabucak gelmesini istediniz ha!" Derken Levhaları bırakıverdi, kardeşinin başından yakalayıp onu kendine doğru çekmeye başladı. Dedi ki: "Ey anamın oğlu, bu kavim beni gerçekten zayıf buldular. Neredeyse beni öldüreceklerdi bile. Sen de bana düşmanları sevindirecek bir iş yapma. Ve beni o zâlimler güruhu ile bir tutma." Yüce Allah'ın: "Mûsa kavmine öfkeli ve kederli dönünce..." âyetindeki; "Öfkeli" kelimesi, munsarıl değildir. Çünkü bunun müennesi; ...diye gelir. Diğer taraftan bundaki "elif" ile "nun," Kırmızı lâfzında yer alan ve müenneslik bildiren elif ile hemze yerine geçmektedir. Bu kelime hal olarak nasbedilmiştir. "Kederli" ise, gazabın ileri derecesi demektir. Ebû'd-Derdâ der ki: Esef (keder), gazabın ötesinde ve ondan daha ağır bir durumdur. Esef duyan kişiye denilir. aynı zamanda oldukça kederli demektir. İbn Abbâs ile es-Süddî der ki: Mûsa, kavminin yaptığından ölürü oldukça üzülmüş halde döndü. Taberî der ki: Yüce Allah ona, İsrailoğullarının yanına dönmeden önce buzağı sebebiyle fitneye düşürüldüklerini haber verdi. İşte kızgın dönüşünün sebebi budur. İbnü'l-Arabî der ki: Mûsa (aleyhisselâm) insanlar arasında en çok kızan kişi idi. Bununla birlikte oldukça çabuk sakinleşir ve kızgınlığı geçerdi. Böylelikle bu hali diğerini telâfi ediyordu. İbnü'l-Kasım der ki: Ben, Mâlik'i şöyle derken dinledim: Mûsa (aleyhisselâm) kızdığı vakit, başlığından duman çıkar, bedenindeki tüyleri cübbesini yükseltirdi. Buna sebep İse, kızgınlığın kalpte alevlenen bir kor ateş oluşundan dolayıdır. İşte bundan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kızan kimseye yatmasını emretmiştir. Yine kızgınlığı geçmeyecek olursa yıkanmasını istemiştir. Bu kızgınlığını onun yatması dindirir, yıkanması da söndürür. Hazret-i Mûsa'nın çabuk kızması, ölüm meleğine tokal vurup gözünü çıkarmasına sebep teşkil etmişti. Hadis için Bk.: Buhârî, Cenâiz 69; Müslim, Fedail 157-153; Nesâî, Cenâiz 121: Müsned, II, 269, 315. el-Mâide Sûresi'nde (5/26. âyetin tefsirinde) bu hususta ilim adamlarının görüşleri de geçmiş bulunmaktadır. et-Tirmizî el-Hakîm de der ki: Hazret-i Mûsa'nın böyle bir davranışı uygun görmesi, kendisinin Kelîmullah oluşundan dolayıdır. O, âdeta kendisine karşı cüretkârca davranan yahut da onu rahatsız edecek bir şekilde kendisine el uzatan kimsenin bu davranışı ile çok büyük bir şekilde haddini aştığını kabul ediyordu. Nitekim, Hazret-i Mûsa'nın ölüm meleğine Ruhumu nereden alacaksın dediğini görmekteyiz. Ağızımdan mı, ben onunla Rabbimle münacaat ettim. Yoksa kulağımdan mı, halbuki ben kulağımla Rabbimin kelamını işittim. Yahut elimden mi, halbuki ben elimle Levhaları tuttum. Yoksa ayaklarımdan mı, ben ayaklarımın üzerinde O'nun huzurunda dikilip Tûr'da O'nunla konuştum. Yahut gözlerimden mi, yüzüm O'nun nurundan ötürü aydınlanmış bulunuyor. Bunun üzerine ölüm meleği Hazret-i Mûsa'ya çaresiz ve cevap veremeyecek bir halde geri dönmüştü. Ebû Dâvûd'un Sünen'inde de Ebû Zer'den şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize şöyle dedi: "Sizden herhangi bir kimse kızdı mı, eğer ayakta ise, otursun. Şayet kızgınlığı geçerse (mesele yok). Yoksa yatsın"' Ebû Dâvûd, Edeb 3. Yine Ebû Dâvûd, Ebû Vâil el-Kaas'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Urve b. Muhammed es-Sa'di'nin yanına girdik. Bir adam onunla konuştu ve onu kızdırdı. Kalktı, sonra da abdest alıp geri döndü ve şöyle dedi: Babam bana dedem Atiyye'den naklen şöyle dediğini anlattı: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz kızgınlık şeytandandır. Ve şüphesiz şeytan ateşten yaratılmıştır. Ateş ise ancak su ile söndürülür. Sizden herhangi bir kimse kızdı mı abdest alsın." Ebû Dâvûd, Edeb i: Müsned, IV, 226. Yüce Allah'ın: "Siz bana halef olduktan sonra arkamdan ne kötü İşler yapmışsınız" âyeti, Hazret-i Mûsa'nın, kavmini bu sözlerle yerdiğini ifade etmektedir. Yani siz benden sonra çok kötü bir iş yaptınız. Ona halel' oldu" tabiri, hem hoşuna gitmeyecek şekilde halef olmasını anlatmak hem de hayırlı bir şekilde ona halef olduğunu anlatmak için kullanılır. İşte bu sebep dolayısıyla; "Ayrılışından sonra ailesi ve kavmi arasında hayır veya şer (iyi veya kötü) bir şekilde ona halef oldu, denilir. "Rabbinizin emrinin çabuk gelmesini İstediniz ha!" Yani, siz Rabbinizin emri gelmeden önce birşeyler yaptınız ha! Acele (çabukluk) bir şeyi vaktinden önce yapmak demektir. Bu, yerilen bir huydur. Sür'at ise, bir işi ilk vaktinde yapmaktır. Bu da övülen bir iştir. Yakub der ki: tabiri, bir şeyi vaktinden önce yapmak hakkında kullanılır. ise, kişinin acele etmesini istedim; yani, onu acele davranmaya ittim, anlamına gelir. "Rabbinizin emri" ise, Rabbinizin tayin ettiği vakti demektir. Yani, O'nun tayin ettiği kırk günlük süreden önce mi hareket ettiniz? anlamına gelir. Bunun: Rabbinizin gazabının çabucak gelmesini mi istediniz? anlamına geldiği söylendiği gibi; Siz, Rabbinizden herhangi bir emir size gelmeden önce buzağıya ibadette acele mi ettiniz? anlamına geldiği de söylenmiştir. "Derken Levhaları bırakıverdi" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız: 1. Hazret-i Mûsa'nın Levhaları Bırakması: "Derkan Levhaları bırakıverdi." Yani o, kavminin buzağıya tapmakta olduklarını, kardeşinin de bu hususta onlara karşı İhmalkâr davrandığını görünce, kızgınlık ve kederinden Levhaları bıraktı, demektir. Bu açıklamayı Saîd b. Cübeyr yapmıştır. İşte bundan dolayı "haber almak görmek gibi değildir" denilmiştir. (Bununla Hazret-i Mûsa'ya, kavminin buzağıya tapma fitnesine düştüğünün önceden haber verildiği halde kızmamış olduğuna işaret etmek istemektedir). Katade'den gelen -eğer sahih ise ki, sahih de değildir- Hazret-i Mûsa'nın levhaları bırakması, Levhalarda ümmetine verilmemiş üstün bir faziletin Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetine verildiğini görmesinden ötürü idi, şeklindeki rivâyete iltifat edilmez. Çünkü bu Mûsa (aleyhisselâm)'a izafe edilmemesi gereken oldukça bayağı bir görüştür, İbn Abbâs (radıyallahü anh)'dan ise, Levhaların kırılmış olduklarına ve Levhalardan herşeye dair açıklamaların kaldırılıp geriye hidayet ve rahmetin kalmış olduğuna dair açıklaması önceden geçmişti. 2. Hazret-i Mûsa'nın Levhaları Bırakması, Semâ' Ve Vecde Delil Gösterilmez: Mutasallallahü aleyhi ve sellemvıf cahillerden kimisi bunu, sufilerin sema ve şarkılardan dolayı ileri derecede neşelendikleri vakit elbiselerini atmalarının câiz olduğuna delil göstermişlerdir. Diğer taraftan onlardan kimisi akit başındayken de elbiselerini alıvermektedir. Kimisi ise, önce elbiselerini parçalamakta sonra atmaktadır. Bu davranışlarının câiz oluşuna Hazret-i Mûsa'nın Levhaları bırakmasını delil gösteren bu kimseler derler ki: Bunlar gaybet halindedir. (Vecd içerisinde olup, akıllarım kaybetmişlerdir.) O bakımdan kınanmazlar. Çünkü Mûsa da kavminin buzağıya tapmasından dolayı kederin etkisi altına girince Levhaları attı ve kırdı. Halbuki yaptığını da bilemiyordu. Ebû'l-Ferec el-Cevzî der ki: Peki Hazret-i Mûsa'nın Levhaları bunları kırmak amacıyla attığı görüşünü kim doğru kabul eder? Kur'ân-ı Kerîm’de onun Levhaları bıraktığından söz edilmektedir. Bu Levhaların kırıldığını nerden biliyoruz? Kırıldı, diyelim. Peki, Hazret-i Mûsa'nın Levhaları kırmak maksadıyla onları bıraktığını nerden biliyoruz? Onun bu maksatla bıraktığını kabul edecek olsak dahi, Hazret-i Mûsa bu durumda gaybet halindeydi deriz. O kadar ki, önünde bir ateş denizi dahi bulunsaydı, ona bile dalardı. Ya bu gibi kimselerin şarkı ve semâ'ı başkalarından ayırt edebildikleri haldeyken ve eğer önlerinde bir kuyu olsa ondan kendilerini koruyabilecek durumda iken, gaybet halinde olduklarını kim doğru kabul edebilir? Hem peygamberlerin halleri bu gibi beyinsizlerin hallerine nasıl kıyas edilir? İbn Akit'e, bu gibi kimselerin vecde kapılıp elbiselerini parçalamalarının hükmü hakkında sorulmuş, şu cevabı vermiştir: Bu bir günahtır ve haramdır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da malların zayi edilmesini yasaklamıştır. Birisi ona: O'nlar yaptıklarına akıl erdiremeyecek haldedirler deyince, şu cevabı verdi: Eğer onlar sema'ın zevkinin etkisine girip bunun sonucunda akıllarının zail olacağını bile bile bu gibi yerlerde bulunacak olurlarsa, elbiselerini yırtmak ve buna benzer yaptıkları fesatlara kendilerini itmiş olduklarından ötürü günahkâr olurlar ve bu halleri dolayısıyla da şeriatın hitabı onlardan kalkmaz. Çünkü onlar, bu gibi yerlere gelmeden önce kendilerini bu hallere götürebilecek yerlerden uzak durmakla muhalab olunmuşlardır. Tıpkı sarhoşluk veren şeyi içmeleri kendilerine yasak kılındığı gibi. İşle tasallallahü aleyhi ve sellemvuf ehlinin -eğer doğru söylüyorlarsa- vecd ismini verdikleri bu neşve hali, tabiatların sarhoş olması halidir. Eğer bu halde olduklarını yalan yere iddia ediyorlarsa, ayık olmakla birlikte mallarını ifsad etmiş olurlar. Her iki durumda da günahtan kurtulamıyorlar. Şüphe bulunan yerlerden uzak durmak ise vacibtir. "Kardeşinin başından yakalayıp onu kendine doğru çekmeye başladı." Yani, onu sakalından ve perçeminden tutup kendisine doğru çekmeye başladı. Hazret-i Harun, Hazret-i Mûsa'dan -Allah'ın salat ve selamı ikisine de olsun- üç yaş daha büyüktü. İsrail oğulları da Hazret-i Harun'u Hazret-i Mûsa'dan daha çok severlerdi. Çünkü o, kızması dahi yumuşak bir kimse idi. Hazret-i Mûsa'nın kardeşinin başından yakalayıp kendisine doğru çekmesi ile ilgili olarak ilim adamlarının dört te'vili vardır: 1- Böyle bir davranış onlar arasında örf haline gelmişti. Nitekim Araplar, kardeşlerine ve arkadaşlarına İkram ve ta'zim olmak üzere biri diğerinin sakalını tutardı. Bu bakımdan bu davranış zelil düşürmek kastıyla olmamıştır. 2- Hazret-i Mûsa'nın Hazret-i Harun'u bu şekilde yakalayıp çekmesi, ona Levhaların üzerlerine indirilmiş olduğunu gizlice bildirmek içindi. Çünkü Levhalar Hazret-i Mûsa'ya bu münacaatı sırasında nâzil olmuş, o da Tevrat'tan önce bu Levhaları İsrailoğullarından gizlemek istemişti. Harun (aleyhisselâm) da kendisine: Beni başımdan da yakalama, sakalımdan da tutma, diyerek bu şekilde küçük düşürülmüş olduğu izlenimini İsrailoğullarına verip Hazret-i Mûsa'nın kendisine gizlice birşey söylemiş olduğu şüphesini uyandırmak istememişti. 3- Hazret-i Mûsa'nın kardeşine bunu yapması, Hazret-i Harun'un da buzağı hakkında yaptıkları şeylerde İsrailoğulları ile birlikte bir meyil taşıdığı düşüncesine sahip olmasından ötürü idi. 4- Hazret-i Mûsa, kardeşini durumunun ne olduğunu bilmek için böyle çekmişti. Hazret-i Harun ise, İsrailoğulları Hazret-i Mûsa kendisini küçük düşürdüğünü düşünmelerini istememişti. Böylelikle kardeşine buzağıya tapanların kendisini zayıf gördüklerini ve az kalsın onu öldüreceklerini açıkladı. Hazret-i Mûsa kardeşinin mazeretini işitince şöyle dedi: Rabbim, bana ve kardeşime mağfiret buyur. Yani, benim Levhaları bırakmama sebep olan kızgınlığımı bağışla, kardeşimi de bağışla. Çünkü o, Hazret-i Harun'un herhangi bir kusuru olmamakla birlikte, onların yaptıklarına gerekli tepkiyi göstermediğinden kusurlu davrandığını sanmıştı. Yani, eğer kardeşimin kusuru varsa ona da mağfiret buyur, onu da bağışla, demek istemiştir. el-Hasen der ki: Harun müstesna hepsi de buzağıya tapınmışlardı. Zira orada Mûsa ile Harun (ikisine de selam olsun) dışında mü’min bir kimse olsaydı, Hazret-i Mûsa Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla! demekle yetinmez, onların dışındaki diğer mü’minlere de dua ederdi. Şöyle de açıklanmıştır: O, kardeşine yaptığından ötürü kendisi için mağfiret dilemişti. Zira, Hazret-i Mûsa kardeşine bu işi kızdığından dolayı yapmıştı. Kızmasının sebebi ise, kardeşinin kendisine gelip ona meydana gelen olayları anlatmaması idi. Çünkü Hazret-i Mûsa o takdirde geri dönüp yaptıklarını düzeltme yoluna gidecekti. Bundan dolayı Hazret-i Mûsa şöyle demişti: "Onları sapıklıkta gördüğünde bana uymaktan (yahut arkamdan gelmekten) seni ne alıkoydu" (Tâ-Hâ, 20/92-93) demişti. Hazret-i Harun da öldürülmekten korktuğu için kaldığını açıklamıştı. Böylelikle âyet-i kerîme münkeri değiştirmeye kalkışmak halinde öldürüleceğinden korkan kimsenin susabileceğine delil teşkil etmektedir. Buna dair açıklamalar da daha önce Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/21-22. âyetlerin, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. İbnü'l-Arabî der ki: Bu âyet-i kerimede -bazı kimselerin yanlış iddiaları gibi- kızgınlığın ahkâmı değiştirmeyeceğine delil vardır. Mûsa (aleyhisselâm)'ın kızgınlığı, fiillerinde herhangi bir değişiklik yapmamıştır. Aksine onun fîilleri normal mecrasında akıp gitmiş, Levhaları bırakmış, kardeşine sitem etmiş, bir meleğe tokat vurmuştur.., el-Mehdevî der ki: Çünkü Hazret-i Mûsa'nın gazabı Allah içindi. İsrailoğullarına ses çıkarmayışı ise, birbirleriyle Savaşmalarından, parçalanıp dağılmalarından korkması idi. “Dedi ki: Ey anamın oğlu." Hazret-i Harun, Hazret-i Mûsa'nın anne baba bir kardeşi idi. Ancak, bu ifade yumuşatıcı ve kendisine şefkat etmesini sağlayıcı bir tabirdir. ez-Zeccâc der ki: Hazret-i Harun'un, Hazret-i Mûsa'nın anne bir kardeşi olduğu söylenmiştir. Âyet-i kerimedeki; Anam" kelimesi, hem "mim" harfi üstün olarak, hem de esreli olarak okunmuştur. Bunu üstün okuyan; "Anamın oğlu" kelimesini; "Onbeş" gibi tek bir isim olarak kabul etmiştir. Bu da: "Ey onbeş kişi geliniz" demek gibidir. "Mim" harfini esreli olarak okuyan kimse ise önce bu ismi mütekeltim zamirine muzaf yapmış, ondan sonra da izafet ya'sını hazfetmiş olur. Çünkü, nidanın hazf üzere mebni olduğu kabul edilmiştir. "Mim" harfinin esresinin kalması ise orada hazfedilmiş izafete delil teşkil etmesi içindir. Yüce Allah'ın: "Ey kullarım" (ez-Zumer, 39/10) âyeti gibidir. Nitekim bunun böyle olduğuna İbn es-Semeyka’nın; "Ey anamın oğlu" şeklinde aslına uygun olarak "ye" harfini tesbit ile okuyuşu delil teşkil etmektedir. el-Kisâî, el-Ferrâ' ve Ebû Ubeyd derler ki: "Mim" harfinin üstün olarak okunuşunun takdiri: "Ey anamın oğlu" şeklindedir. Basralılar ise bu yanlış bir görüştür, derler. Çünkü, "elif aslında hafif bir harftir, hazfedilmez. Fakat burada Hazret-i Mûsa, her iki ismi tek bir isim kılmıştır. el-Ahfeş ile Ebû Hatim ise; "h Ey anamın oğlu" şeklinde esreli okuyuş; "Ey kölemin oğlu gel," demeye benzer ki, bu şaz bir söyleyiştir, böyle bir okuyuş ise uzak bir ihtimaldir. Ancak, bu şekildeki okuyuş, izafeti sana (yani, mütekellimin kendisine) yapılan hallerde uygundur. Sana İzafe olunan şeye izafeye gelince; yufte Ey kölemin oğlu ve ey kardeşimin oğlu" denmesi uygundur. Arapların; "Ey anamın oğlu, ey amcamın oğlu," şeklindeki ifadeyi câiz görmeleri ise, çokça kuşanılmasından ötürüdür. ez-Zeccâc ile en-Nehhâs derler ki: Ancak bu kullanımın güzel ve uygun bir açıklaması vardır. Anne ile birlikte oğul ve amca ile birlikte oğul tabirinin kullanılması tek bir isim kabul edilir ve bir kimsenin; "Ey onbeş kişi geliniz," demesi gibidir. Burada; "Ey oğul, ey köle," kelimesinden "ya" harfi hazfedildiği gibi hazfedilmiştir. "Bu kavim beni gerçekten zayıf buldular." Beni güçsüz kabul ettiler ve beni zayıf" saydılar. "Neredeyse" azkalsın "beni öldüreceklerdi bile." Buradaki; Beni öldüreceklerdi" kelimesi, geniş zaman (muzari) fiil olduğundan dolayı iki "nun" iledir. Kur'ân'ın dışındaki söz ve konuşmalarda bu iki "nun"un idğam edilmesi caizdir. "Sen de bana düşmanları sevindirecek bir iş yapma" yani, bu sebeple onları sevindirme. ; gerek din, gerekse dünya hususlarında kardeşine isabet eden musibetler dolayısıyla sevinmeyi ifade eder. Bu haramdır ve yasak kılınmıştır. Hadîs-i şerîfte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu zikredilmektedir: "Sen, kardeşinin musibetine sevindiğini açığa vurma. O takdirde Allah ona afiyet verir ve seni de belâlara duçar kılar." Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyame 54. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da başına düşmanlarım sevindirecek iş gelmesinden dolayı Allah'a sığınır ve şöyle dua ederdi: "Allah'ım ben Senden kazanın kötüsünden, bedbahtlık veren şeylerin bana gelip yetişmesinden ve başıma gelen musibetlerden dolayı da düşmanlarımın sevinmesinden Sana sığınırım." Bu hadisi Buhârî ve başkaları rivâyet etmiştir. Buhârî, Kader 13; Müslim, Zikr 53; Nesâî, İstiâze 34, :15; Müsned, II, 246. Şair de şöyle demiştir: "Zaman bazı kimseler aleyhine musibetlerini çekecek olsa, Diğer başkalarının çevresine çöker. Bizim musibetlerimize sevinenlere de ki: Ayılın Musibetinize sevinenler de bizim karşılaştığımızın benzeriyle karşılaşacaklardır." -Bu kelimeyi- Mücahid ile Mâlik, şeklinde "te" harfini nasb ile ve "mim"i de üstün olarak okumuşlar ve "Düşmanlar" kelimesini ise meriu' olarak okumuşlardır. Yani: Sen bana kendisi sebebiyle düşmanlarımın sevineceği bir iş yapma. Yani, senin bana yapacağın bir iş dolayısıyla onlar sevinmesinler. Yine Mücahid'den; şeklinde "te" ve "mim" harfleri üstün ile; "Düşmanlar" kelimesini de nasb ile okumuştur. İbn Cinnî der ki: Yani, Rabbim, Sen düşmanları bana sevindirme, anlamına gelir. Bunun câiz oluşu, yüce Allah'ın: "Allah onlarla alay eder" (el-Bakara, 2/15) âyeti ve benzerlerinin de uygun oluşundan dolayıdır. Sonra da asıl maksada dönerek "düşmanlar" anlamındaki kelimeyi kendisiyle nasbettiği bir fiili takdir etmiştir. Âdeta: Başkalarını yani düşmanları bana gelecek musibetlerle sevindirme, demiş gibidir. Ebû Ubeyd der ki: Ben Humeyd'den; şeklinde "mim" harfini esreli olarak okuduğunu naklediyorum. en-Nehhâs der ki: Ancak bu okuyuşun açıklanabilir bir tarafı yoktur. Çünkü eğer bu fiil; den geliyor ise, ( ölü ) demesi gerekirdi. Eğer den geliyor ise, bu sefer -"te" harfi ötreli "mim" harfi de esreli olmak üzere-; demesi gerekirdi. Hazret-i Harun'un: "Ve beni o zâlimler güruhu ile bir tutma" ifadesine gelince, Mücahid der ki: Yani sen beni buzağıya tapanlarla bir kabul etme, demektir. 151Dedi ki: "Rabbim, beni de kardeşimi de bağışla. Bizi rahmetine al. Sen, rahmet edenlerin en merhametli olanısın." "Dedi ki: Rabbim! Benî de kardeşimi de bağışla, bîzl rahmetine al. Sen rahmet edenlerin en merhametli olanısın." Bu âyete dair açıklamalar ise daha önceden geçmiş bulunmaktadır. (Bk. el-Bakara, 2/286. âyet 9. başlık vd.) 152Şüphesiz, buzağıyı (tanrı) edinenlere Rablerinden bir gazap, dünya hayatında da bir horluk erişecektir. Biz, iftira edenleri işte böyle cezalandırırız. "şüphesiz buzağıyı (tanrı) edinenlere Rablerinden bir gazap" yani Allah'tan bir ceza, "dünya hayatında da bir horluk erişecektir." Çünkü onlar biribirlerini öldürmekle emrolunmuşlardı. Buradaki horluğun cizye ödemeleri anlamında olduğu da söylenmiştir. Ancak bu anlama gelmesi, uzak bir ihtimaldir. Çünkü cizye kendilerinden alınmamıştır. Onların soyundan gelenlerden alınmıştır. Diğer taraftan şöyle denilmektedir: Bu ifadeler de Hazret-i Mûsa'nın söylediği sözler arasındadır. Yüce Allah bunları onun sözleri olarak bize haber vermekte ve burada onun sözleri sona ermektedir. Daha sonra yüce Allah: "Biz iftira edenleri işte böyle cezalandırırız" diye buyurmaktadır. Hazret-i Mûsa'nın söylediği bu sözler, buzağıya tapanlar kendi kendilerini (birbirlerini) öldürmek suretiyle tevbe etmelerinden önce söylenmişti. Onlar tevbe edip, Allah da -el-Bakara Sûresi'nde (2/Ş4. âyetin tefsirinde) açıklaması geçtiği gibi- büyük çapta öldürmelerden sonra onları affedince, kendilerine aralarından öldürülenlerin şehid olduğunu, hayatta kalanların da günahlarının bağışlanmış olduğunu haber vermişti. Şöyle de denilmiştir: Aralarında kalplerine buzağının yani sevgisinin içirildiği ve tevbe etmeyen bir takım kimseler vardı. İşte yüce Allah'ın: "Şüphesiz buzağıyı (tanrı) edinenlere..." âyeti ile kastedilenler bunlardır. Yine denildiğine göre bu âyetle Hazret-i Mûsa'nın mikattan dönüşünden önce ölenler kastedilmektedir. Bununla çocuklarının kastedildiği de söylenmiştir. B' it.e, Kurayzalılar ile Nadiroğullarının başına gelen olayları işaret etmektedir. Yani, onların çocuklarına... (bir gazab ve dünyada bir horluk) erişecektir, demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Biz, iftira edenleri işte böyle cezalandırırız." Yani, bunlara yaptığımızın bir benzerini İftira edenlere yaparız. Mâlik b. Enes -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle der: Ne kadar bid'atçi varsa, mutlaka zilletin onun tepesinde olduğunu görürsün. Daha sonra yüce Allah'ın: "Şüphesiz buzağıyı (tanrı) edinenlere Rablerinden bir gazap... erişecektir" âyetinden itibaren "Biz, iftira edenleri işte böyle cezalandırırız." Yani, bid'atçileri böyle cezalandırırız, diye okuyup açıklamıştır. Denildiğine göre Hazret-i Mûsa, buzağıyı boğazlamakla emrolunmuş, onu kestiğinde de kanı akmış, daha sonra eline aldığı törpü ile onu törpüleyip kan ile birlikte denize atmıştı. Daha sonra da bu sudan içmelerini emretmişti. Buzağıya tapıp da sevgisi kalbine içirilmiş olanın bu hali, dudaklarında açığa çıkmıştı. Bununla buzağıya tapanları öğrenmiş oldu. Yine buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/93. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 153Kötülükler işleyip ondan sonra tevbe ve îman edenlere ise, şüphe yok ki Rabbin bunun ardından Gafûrdur, Rahîmdir. Sonra yüce Allah, şirk ve diğer günahlardan tevbe edenlerin tevbesini kabul buyuracağım haber vermektedir. Buna dair açıklamalar da önceden bir kaç yerde geçmiş bulunmaktadır. "Kötülükler" yani, küfür ve çeşitli masiyetler "işleyip ondan sonra" yani bunları işledikten sonra "tevbe ve îman edenlere ise, şüphesiz Rabbin bunun ardından" yani tevbe etmelerinden sonra "Gafûrdur, Rahîmdir." 154Mûsa'nın öfkesi susunca Levhaları aldı. Onlardaki yazıda Rablerinden korkanlara hidayet ve rahmet vardı. "Mûsa'nın öfkesi susunca" yani, öfkesi dinince demektir. Muaviye b. Kurra da burada "susunca" anlamına gelen; kelimesini "nun" ile, Dinince, sükûn bulunca" diye okumuştur. Sükût'un (susmanın) aslı zaten sükûp bulmak ve kendisini çekmek ve uzak durmak demektir. Meselâ " vadi üçgün aktı, sonra sükûn buldu" denilince, akması durdu demek olur. İkrime der ki: "Mûsa'dan gazabın susması" maklub ifadelerdendir. Yani, parmağı yüzüğe soktum ile yüzüğü parmağa soktum (taktım) ifadeleri gibidir. Yine başlığımı başıma soktum ile başımı başlığıma soktum, demek gibidir. "Levhaları aldı" yani, onları bıraktı. "Onlardaki yazıda Rablerinden korkanlara hidayet ve rahmet vardı." Sapıklıktan hidayet ve azaptan bir rahmet vardı, demektir. Neshi Bir kitapta bulunan yazıyı öbürüne aktarmak demektir. İkinci nüshanın kendisinden yazıldığı asla da, ondan yapılan kopyaya da nüsha denilir. Denildiğine göre Levhalar parçalanınca, Hazret-i Mûsa kırk gün oruç tuttu. Bu sefer, o Levhalar ona iki Levha İçerisinde geri verildi. Onlardan hiçbir şey de kaybolmadı. Bunu İbn Abbâs nakletmiştir. el-Kuşeyrî der ki: Buna göre "onlardaki yazıda (nüshada)" ifadesi şu anlama gelir: Kırılan levhalardan yeni levhalara kopya edilip istinsah edilenlerde bir hidayet ve bir rahmet vardır. Atâ ise, onlardan geri kalanlarda (bir hidayet ve bir rahmet vardır) diye açıklamıştır. Çünkü geriye bu Levhalardan yalnızca yedide biri kalmış, yedide altısı kaybolmuştu. Ancak, hudut ve ahkâma dair herhangi bir şey gitmemişti. "Onlardaki yazıda (nüshasında)" ifadesinin anlamının şu olduğu da söylenmiştir: Hazret-i Mûsa'ya Levhi Mahfuz'dan istinsah edilip yazılanda bir hidayet vardır. Şu anlama geldiği de söylenmiştir: Ona yazılan şeylerde bir hidayet ve bir rahmet vardır. O bakımdan, ayrıca kendisinden istinsah edilecek bir asla ihtiyaç yoktur. Bu da bir kimsenin: Filan kimsenin söylediklerini istinsah et, demeye benzer ki, bu onun söylediklerini kitabında kaydet, yaz anlamına gelir. "Rablerinden korkanlara hidayet ve rahmet vardı." "Rablerinden" kelimesindeki "lâm" harfi ile İlgili olarak üç görüş vardır: Kûfelilere göre bu zaiddir. el-Kisâî der ki: el-Ferezdak'dan dinleyenlerden birisi bana şunları söylediğini nakletmiştir: "Ona yüz dirhem nakit ödedim" ifadesi, "lâm"sız olarak; "Ona nakit ödedim," demekle aynı anlamdadır. Buradaki "lâm"ın "lâm-ı ecl (sebeplilik bildiren lâm)" olduğu da söylenmiştir. Yani, riyakârlık olsun ve başkaları duysun diye değil de Rableri için, Rablerinden korkan kimseler için... anlamındadır. Bu açıklama da el-AMeş'den nakledilmiştir. Muhammed b. Yezid ise der ki: Buradaki "lâm," bir mastara taalluk etmektedir. Yani: "Korkulan Rableri için olan kimselere..." demek olur. Şöyle de denilmiştir: Mef'ûl, korkanlara tabirindeki... lara anlamını veren ism-i mevsul önceden geçtiği için "lâm" harfinin gelmesi güzeldir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Eğer rüya yorumunu yapabiliyorsanız..." (Yusuf, 12/43) Burada ma'mul (olan "rüya" anlamındaki kelime) tekaddüm edince -ki bu da aynı zamanda mef'ûldür- fiilin ameli zayıfladığından dolayı geçişsiz fiil durumuna düşmüştür. (O bakımdan mef'ûlün başına "lâm" harfi gelmesi güzel düşmüştür.) 155Mûsa, tayin ettiğimiz vakit için kavminden yetmiş adam seçti. Onları o müthiş sarsıntı yakalayınca dedi ki: "Rabbim, eğer dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. İçimizdeki bir takım beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk mı edeceksin? Zaten o ancak Senin fitnendiir. Sen onunla kimi dilersen saptırır, kimi dilersen hidayete erdirirsin. Sen bizim velimizsin. O halde bizi bağışla, bize merhamet buyur. Çünkü Sen bağışlayanların en hayırlısısm." Yüce Allah'ın: "Mûsa, tayin ettiğimiz vakit için kavminden yetmiş adam seçti" âyetinde birisi; "(.......): Kavminden" kelimesi, diğeri de "Yetmiş" anlamındaki kelime olmak üzere iki mef'ûl vardır. Bunlardan birincisinden; "...den" anlamındaki edat hazfedilmiştir. Sîbeveyh şu beyitini nakletmektedir: "(Kışın) oldukça fırtınalı rüzgârlar estiği vakit, Cömertlik ve açık ellilikle (iyilikle) seçilen adamlar bizdendir." Bir çoban da bir adamı överken şunları söylemiştir: "Seni seçtim insanlar arasından huyları bozulduğu vakit Ve kendisinden birşeyler vermesi umulan artık cömertlikten vazgeçecek hale geldiğinde." Kurtubî bu iki beyiti de birinci mef'ûlün başında harf-i çerin hazfedilmiş olduğuna örnek olmak üzere göstermiştir). Çoban bu son beyitinde; "Seni insanlar arasından seçtim," demek istemektedir. "Seçti" kelimesinin asli; şeklindedir. Ancak, "ya" harfi hareke alıp ondan önceki harfin harekesi de fetha olduğundan dolayı "elife kalbedilmiştir. "Dedi ve sattı," fiilleri gibi. "Onları o müthiş sarsıntı yakalayınca" yani ölünce. Sarsıntı (er-Racfe), sözlükte şiddetli zelzele demektir. Ölünceye kadar zelzeleye uğratıldıkları da rivâyet edilmektedir. "Dedi ki: Rabbim, eğer dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin." Yani, öldürürdün. Nitekim yüce Allah (helâk kelimesini öldürmek anlamında kallanarak) söyle buyurmaktadır: "Eğer bir erkek ölür de..." (en-Nisa, 4/176). "Beni de" ifadesi ("onları" kelimesine) atfedilmiştir. Yani: Eğer Sen dilemiş olsaydın İsrailoğullarının gözü önünde -beni itham etmesinler diye- Mikat'a onlarla birlikte çıkmadan önce bizi Öldürebilirdin. Ebû Bekr b. Ebi Şeybe der ki: Bize Yahya b. Saîd el-Kattan anlattı. O, Süfyan'dan, o, Ebû İshâk'tan, o, Umame b. Abd'dan, o, Ali (radıyallahü anh)'dan dedi ki: Mûsa ile Harun -Allah'ın salat ve selamı ikisine de olsun- yola koyuldular. Onlarla birlikte -Harun'un iki oğlu olan Şebber ve Şebir de beraber gitmişti-. Üzerinde bir sedir bulunan bir dağa vardılar. Harun o sedirin üzerine çıkınca ruhu kabzedildi. Mûsa kavmine geri döndüğünde: Onu sen öldürdün dediler. Çünkü onun yumuşaklığı, onun güzel huyu dolayısıyla sen bizi kıskandın. -Böyle veya buna benzer bir söz söylediler-. Burada şüpheye düşen Süryan'dır, (Mûsa) bunun üzerine dedi ki: Onun iki oğlu benimle beraberken nasıl olur da onu ben öldürürüm? Sonra: Aranızdan dilediğinizi seçiniz dedi. Onlar da her Sıbt'dan on kişi seçtiler. Ali (radıyallahü anh) dedi ki: İşte yüce Allah'ın: "Mûsa, tayin ettiğimiz vakit için kavminden yetmiş adam seçti" âyetinde anlatılan budur. Bu yetmiş kişi Hazret-i Harun'un cesedinin yanına gidip, seni kim öldürdü Ey Harun, dediler. O, şöyle dedi. Kimse beni Öldürmedi, Allah benim canımı aldı. Bu sefer, Ey Mûsa, sana isyan edilmiyor (karşı çıkılmıyor) dediler. Bu sefer sarsıntı onları yakaladı, sağa sola gidip gelmeye başladılar. Hazret-i Mûsa da şöyle diyordu: "Eğer dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. İçimizdeki bir takım beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk mı edeceksin? Zaten o ancak Senin fîtnendir." Hazret-i Ali devamla dedi ki: Bunun üzerine Allah'a dua etti, Allah da onları diriltti ve onların hepsini peygamber kıldı. Şöyle de denilmiştir: Sarsıntının onları yakalamasının sebebi, "açıkça bize Allah'ı göster" demelerinden dolayı olmuştu. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hani: Ey Mûsa, biz Allah'ı apaçık görmedikçe sana asla îman etmeyiz demiştiniz? O anda siz bakıp dururken yıldırım sizi çarptı." (el-Bakara, 2/55) Nitekim bunun açıklaması el-Bakara Sûresi'nde (2/55. âyet, 3- başlık ve devamında) önceden geçmiş idi. İbn Abbâs ise derki: Sarsıntının onları yakalamasının sebebi, buzağıya tapınmasına razı olmamakla birlikte, tapanları engellemeye kalkışmamalarıdır. Şöyle de denilmiştir: Bu yetmiş kişi, açıkça bize Allah'ı göster diyenlerden başkalarıdır. Vehb de der ki: Bunlar ölmediler. Fakat heybetten dolayı sarsıntı onları aldı ve eklemleri neredeyse birbirlerinden kopacaktı. Mûsa (aleyhisselâm) da öleceklerinden korktu. Yine el-Bakara Sûresinde onların bir gün ve bir gece süreyle öldüklerine dair açıklaması da geçmiş idi. Onların sarsıntı ile alınmalarının sebebi hakkında bundan başka görüşler de ileri sürülmüştür. Hangisinin doğru olduğunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "Bizi helâk mı edeceksin" âyetindeki sorudan kasıt, calıt (inkâr)'dır. Yani sen, böyle bir şeyi yapmazsın. Arap dilinde bu gibi kullanımlar pek çoktur. Şayet bu sorudan maksat nefîy İse, o vakit olumluluk anlamı çıkar. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Siz, bineklere binenlerin en hayırlılara değil misiniz? Ve bütün âlemler arasında avuçlarının el ayaları en bol verenler?.." Bu sorunun, dua ve talep anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani, sen bizi helâk etme diye dua etmiş bu arada da kendisine izafette bulunmuştur. Oysa maksat, sarsıntıdan ölen kimselerdir. el-Müberred der ki: Sorudan kasıt, ta'zim kastıyla soru sormaktır. Yani: Bizi helâk etme! demek istemiş gibidir. Zaten Hazret-i Mûsa, Allah'ın hiçbir kimseyi başkasının günahı dolayısıyla helâk etmeyeceğini biliyordu. O bakımdan, onun bu sözü, Hazret-i Îsa'nın: "Şayet onlara azap edersen, şüphesiz ki onlar Senin kullarındır" (el-Mâide, 5/118) âyetine benzemektedir. Buradaki "beyinsizlerden kastın, o yetmiş kişi oldukları söylenmiştir. Yani: Sen bu beyinsizlerin "bize Allah'ı açıkça göster" dediklerinden ötürü İsrailoğullarını helâk eder misin? "Zaten o ancak Senin fitnendir." Yani bu, yalnız ve yalnız Senin sınaman, Senin denemendir. "Fitne"yi yüce Allah'a İzafe etmiş, kendisine izafe etmemistir, Nitekim Hazret-i İbrahim'in: "Ve ben hasta olduğum zaman bana O şifa verir" (eş-Şuara, 26/80) âyetinde hastalığı kendisine, şifayı da yüce Allah'a izafe etmesine benzemektedir. (Hazret-i Mûsa ile birlikte Hazret-i Hızır'ı aramaya giden) Yûşa da: "Onu (balığın durumunu sana) söylememi bana şeytandan başkası unutturmadı" (el-Kehf, 18/63) demiştir. Hazret-i Mûsa, bu sözleri söylemeyi yüce Allah'ın kendisine: "Gerçekten Biz kavmini senden sonra fitneye düşürdük" (Tâ-Hâ, 20/85) âyetinden anlamış idi. Hazret-i Mûsa kavmine geri dönüp böğüren buzağının kendisine ibadet edilmek üzere dikilmiş olduğunu görünce: "Zaten o ancak Senin fîtnendir. Sen onunla" yani o fitne sebebiyle "kimi dilersen saptırır, kimi dilersen hidayete erdirirsin" demişti. Bu da Kaderiyyenin görüşünü reddetmektedir. 156"Bize hem bu dünyada hem de âhirette iyilik yaz. Çünkü biz Sana döndük." Buyû'rdu ki; "Ben kimi dilersem onu azabıma uğratırım. Rahmetim ise herşeyi kuşatmıştır. Onu sakınanlara, zekâtı verenlere, bir de âyetlerimize îman edenlere, İşte onlara yazacağım." Yüce Allah'ın: "Bize hem bu dünyada hem de âhirette iyilik yaz." Yani, kendisi sebebiyle bilim için hasenatın yazılacağı salih ameller işleme başarısını (dünyada) ver. Âhirette de bunların mükâfatını bize ver. "Çünkü biz Sana döndük." Sana tevbe ettik. Bu şekildeki açıklamayı, Mücahid, Ebû'l-Âl-iyye ve Katade yapmıştır. "Dönmek," tevbe etmek demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/62. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Buyû'rdu ki: Ben kimi dilersem onu azabıma uğratırım." Yani, azabımı hakedenlere veririm. Bu da şu demektir: Bu sarsıntı ve yıldırım Benden gelen bir azaptır, kimi dilersem onu bu azaba çarptırırım. "Kimi dilersem" iradesinin, kimi saptırmayı dilersem... demek olduğu da söylenmiştir. "Rahmetim ise herşeyi kuşatmıştır" âyeti, rahmetin umumi olduğunu, yani sonsuz olduğunu anlatmaktadır. Bu da şu demektir: Rahmetime kim girerse girsin onu da kapsamına alır. Rahmetim onu kapsamaktan aciz değildir. Şöyle de açıklanmıştır: Benim rahmetim bütün mahlukatı kuşatmıştır. Öyle ki hayvanın bile bir merhameti, yavrusuna bir şefkati vardır. Müfessirler der ki: İblis de dahil olmak üzere her şey bu âyet-i kerîme dolayısıyla ümitvar olmuş, o da: Ben de bir şeyim demiştir: Bunun üzerine yüce Allah: "Onu sakınanlara... yazacağım" diye buyurdu. Yahudilerle hıristiyanlar: Diz de sakınanlarız deyince, yüce Allah (bir sonraki âyet-i kerimede geçtiği üzere): "Onlar ki... Ümmî Peygamber olan O Rasule uyarlar" diye buyurdu. Böylelikle âyet-i kerimenin baş tarafındaki umumu kapsayıcı özelliği, rahmet belli nitelikteki kimselere hasredilerek umum ifade etmekten çıkmakladır. Yüce Allah'a hamd olsun. Hammâd b. Seleme, Atâ b. es-Saib'den, o, Saîd b. Cübeyr'den, o, İbn Abbâs'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Allah rahmetini bu ümmete yazmıştır. 157"Onlar ki, yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de yazılı bulacakları, kendilerine iyiliği emreden, onları kötülüklerden alıkoyan, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri de haram kılan, sırtlarındaki ağır yükü ve üzerlerindeki zincirleri indiren ümmî peygamber olan o Rasûl'e uyarlar. Ona îman edenler, onu yüceltenler, ona yardım edenler ve onunla İndirilen nura tabi olanlar; İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir," Bu âyete dair açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız: 1. Yüce Allah'ın İsrailoğullarına Ve Bu Ümmete Lütufları: Yahya b. Ebi Kesir, Nevf el-Bikâlî el-Himyerî'den şöyle dediğini rivâyet eder: Mûsa (aleyhisselâm) Rabbi tarafından tayin edilen vakit için kavmi arasından yetmiş kişi seçince, yüce Allah Hazret-i Mûsa'ya şöyle buyurdu: Yeryüzünü size hem bir mescid, hem de bir temizlenme aracı kılayım. Namaz vaktine nerede erişirseniz orada namazınızı kılacaksınız. Ancak tuvalet, hamam veya kabir müstesnaleyhisselâmekîneti kalbinize yerleştireceğim. Tevrat'ı ezberden okumanızı sağlayacağım. Sizden, her bir erkek, her bir kadın, hür, köle, küçük büyük herkes ezberinden okuyacak. Hazret-i Mûsa bunları kavmine aktarınca şöyle dediler: Biz ancak havralarda namaz kılmak istiyoruz. Ayrıca sekineti (Allah'ın huzur ve sükûnunu) kalplerimizde taşıyamayız. O bakımdan, önceden olduğu gibi bunun tabutta kalmasını istiyoruz, Diğer taraftan Tevrat’ı ezberden okumaya gücümüz yetmez. Biz ancak bakarak Tevrat’ı okumak istiyoruz. Bunun üzerine yüce Allah: "Rahmetim ise herşeyi kuşatmıştır, onu sakınanlara... yazacağım" âyetinden itibaren "işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir" diye buyurdu ve bunları bu ümmete verdi. Bunun üzerine Hazret-i Mûsa şöyle dedi: Rabbim o halde beni o ümmetin peygamberi kıl. Yüce Allah, onların peygamberleri kendilerinden olacaktır, dedi. Bu sefer Hazret-i Mûsa, Rabbim beni onlardan kıl, dedi. Yüce Allah, onlara asla yetişemeyeceksin deyince, Hazret-i Mûsa şöyle dedi: Rabbim, ben İsrailoğullarının temsilci heyeti ile huzuruna geldim, bize vereceğin ikramı başkalarına verdin. Bunun üzerine yüce Allah; "Mûsa'nın kavminden de hakka yönelten ve gereğince adaletle hükmeden bir topluluk vardır" (el-A'raf, 7/159.) diye buyurdu, Hazret-i Mûsa da buna razı oldu. Nevf, devamla der ki: İşte bunun için İsrailoğulları heyetine yapacağı ikramı size veren Allah'a hamd edin. Ebû Nuaym da bu olayı, el-Evzaî'nin rivâyetinden şöylece nakletmektedir: Bize Yahya b. Ebi Amr es-Seybânî anlattı, dedi ki: Bana Nevf el-Bikâlî anlattı. O, bir öğüde başladı mı şöyle derdi: Siz daha gayb âlemindeyken sizi koruyan, hakettiğiniz paydan ayrıca sizin için birşeyler alan ve başkalarına verilecek olan ikramları size ayırana hamd etmez misiniz? Şöyle ki Mûsa (aleyhisselâm) İsrailoğulları heyeti ile gidince, Allah onlara şöyle buyurdu: Ben yer yüzünü size mescid kıldım. Orada nerede namaz kılarsanız namazınız kabul edilecektir. Ancak üç yer müstesna. Orada namaz kılan kimselerin namazını kabul etmeyeceğim. Bunlar kabristan, hamam ve tuvalettir. Onlar hayır, biz namazımızı yalnız havrada kılmak İstiyoruz, dediler. Bu sefer yüce Allah: Toprağı -su bulamadığınız takdirde- sizin için temizlenme aracı kıldım. Onlar yine hayır, sudan başkasını kabul etmiyoruz, dediler. Yine yüce Allah: Ben kişi tek başına namaz kılacak otursa, onun namazının kabul edileceğini size ikram ediyorum. Onlar yine hayır, cemaatla olmazsa olmasın, dediler. 2. Ümmî Peygamber Olan Rasul'e Uyanlar: "Ümmî Peygamber olan o Rasul'e uyarlar" anlamındaki bu lâfızlar, önceden de belirttiğimiz gibi, yüce Allah'ın: "Onu sakınanlara... yazacağım" âyetinde görülen yahudi ve hıristiyanların bu hükümde ortaklıklarını kapsam dışında bırakmaktadır. Böylelikle bu vaad, yalnızca Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmeti hakkında sözkonusu olmuştur. Bu açıklamayı İbn Abbâs, İbn Cübeyr ve başkaları yapmıştır. "Uyarlar" yani, şeriatinde, dininde ve getirdiği hususlarda ona uyarlar demektir. Rasul ile Nebi (peygamber) iki anlamı ifade eden iki ayrı isimdir. Rasul, Nebi'den daha özel (dar kapsamlı) dır. Rasul'ün (âyetin nazmında) önce zikredilmesi ise, risalete verilen önemden dolayıdır. Yoksa mana itibariyle nübüvvet önce gelir. Bundan dolayı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), el-Berâ (b. Âzib) Hazret-i Peygamberin (kendisine öğrettiği duayı tekrarlarken): "Ve gönderdiğin Rasulüne" deyince, Hazret-i Peygamber ona: "De ki: Rasul olarak gönderdiğin peygamberine îman ettim" diye düzeltmiştir. Bu hadisi Buhârî, Sahih'inde zikretmektedir. Buhârî, Vudu' 75, Deavat 6, 7. 9, Tevhîd 34; Müslim, Zikr 56, 57; Ebû Dâvûd, Edeb 98: Tirmizî, Deavât 16, 116; İbn Mâce, Dua 15; Dârimî, İstizan 51: Müsned, IV. 285, 290, 292, 296. Aynı şekilde (Berâ'nın ifade ettiği gibi): "Gönderdiğin Rasulüne" ifadesinde risalet kelimesi tekrar edilmektedir. Bu ise, aynı anlama gelir. O vakit bu aynı anlamı ifade eden haşv (gereksiz söz) olur. Oysa, Hazret-i Peygamberin düzelttiği şekilde: "Rasul olarak gönderdiğin peygamberine" ifadesi böyle değildir. Bunlarda tekrar sözkonusu olmamaktadır. O halde, her bir Rasul, Nebi'dir. Şu kadar var ki, her bir Nebi, Rasul değildir. Zira, Rasul ile nebi umumi bir husus olan "Nebe' (haber almak)" de ortaktırlar. Ancak hususi bir bakımdan da ayrıdırlar. Bu ise risalettir. Buna göre "Muhammed Allah tarafından gönderilmiş bir Rasul'dür" diyecek olursak, bu onun Allah'ın Nebisi ve Rasulü olduğu manasını ihtiva eder. Onun dışındaki diğer peygamberler -Allah'ın salat ve selamı üzerlerine olsun- de böyledir. Yüce Allah'ın zikrettiği "Ümmî" sıfatı, ümmî olan ümmete mensub olan demektir. Yani, asıl doğduğu hali üzere devam eden okumayı ve yazmayı öğrenmeyen ümmet anlamına gelir. Bu açıklamayı İbn Aziz yapmıştır. İbn Abbâs (radıyallahü anh) ise der ki: Sizin peygamberiniz ümmî idî. Ne okurdu, ne yazardı, ne de hesap yapardı. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Sen bundan önce hiç bir kitap okumuş değildin, sağ elinle de onu yazmamıştın." (el-Ankebut, 29/48) Sahih-(i Buhârî) de İbn Ömer'den rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuş: "Biz, ümmî bir ümmetiz. Ne yazarız, ne de hesap yaparız." Buhârî, Savm 13; Müslim, Siyam 15: Ebû Dâvûd, Savm A: Nesâî, Siyam 17: Müsned, II, 52, 122, 129. Şöyle de denilmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Um el-Kurâ (Şehirlerin anası) olan Mekke'ye nisbet edilerek Ummî denilmiştir. Bu açıklamayı en-Nehhâs kaydetmektedir. 4. Tevrat Ve İncil'de Hazret-i Peygamber'in Müjdelenmesi: Yüce Allah'ın: "Onlar ki, yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de yazdı bulacakları...ümmî peygamber olan o Rasûl'e uyarlar" âyeti ile ilgili olarak Buhârî şu rivâyeti kaydeder: Bize Muhammed b. Sinan anlattı, dedi ki; Bize, Fuleyh anlattı, dedi ki, bize Hilal anlattı. O, Atâ b. Yesar'dan (dedi ki): Abdullah b. Amr b. el-As ile karşılaştım, şöyle dedim: Bana Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Tevrat'taki niteliklerini bildir. O şöyle dedi: Bildireyim. Allah'a yemin ederim o, Tevrat'ta, Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan bazı sıfatları ile nitelendirilmiştir. "Ey Peygamber! Şüphe yok ki, Biz seni bir şahid, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik." (el-Ahzab, 33/45) Bir de ümmîlere bir koruyucu sığınak olarak sen benim kulum, Rasûlümsün. Ben sana el-Mütevekkil ismini verdim Sen, ne sert ne kabasın. Çarşı pazarlarda da bağırıp çağırmazsın. Kötülüğe kötülükle karşılık vermez, ama affeder ve bağışlar. Yüce Allah da onun vasıtasıyla "lâ ilâhe illâlah" demeleri suretiyle o eğri milleti doğrultmadıkça, onun vasıtasıyla kör bir takım gözleri, sağır bir takım kulakları ve Örtülü kalpleri açmadıkça canını almayacaktır. Buhârî, Buyu' 50, Tefsir, sûre 3; aynen bk. Tirmizî, Birr 69. Buhârî'den başka kitaplarda da şöyle denilmektedir: Ala dedi ki: Sonra ben Kâ'b ile karşılaştım, ona bu hususta soru sordum. Tek bir harf dahi ayırmadılaı'. Ancak, Kâ'b kendi şivesi ile; "Örtülü kalpler, sağır kulaklar ve kor gözler (kelimelerini değiştirerek)" söyledi. Müsned, II. 174. İbn Atiyye der ki: Zannederim bu ya bir vehm (radıyallahü anhvinin yanılması )dır, yahutta bunlar Arapçaya uymayan bir söyleyiştir. Kâ'b'dan da bunu şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Örtülü kalpler, sağır kulaklar ve kör gözler..." Taberî der ki: Bu, Himyerlilerin bir şivesidir. Ka'b ayrıca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın nitelikleri arasında şunu da zikretmektedir: Onun doğum yeri Mekke'dir. Hicret edeceği yer Tâbe'dir (Medine-i Münevvere'nin bir ismi). Mülkü Şam'dadır. Ümmeti hamd edenlerdir. Onlar, her halde ve her konumda Allah'a hamd ederler. Azalarını (abdest alarak) yıkarlar ve bacaklarının ortalarına kadar peştemallerini uzarlarını) bürünürler. Onlar, güneşe riayet ederler. Namaz vakti nerede girerse bir çöplükte olsa dahi orada namazlarını kılarlar. Onların Savaş esnasındaki saf saf dizilmeleri namazdaki dizilişleri gibidir. Daha sonra yüce Allah'ın: "Muhakkak Allah kendi yolunda birbirine kenetlenmiş bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever" (es-Saf, 61/4) âyetini okudu. 5. Hazret-i Peygamberin Emir Ve Yasaklarının Mahiyeti: "Kendilerine İyiliği emreden, onları kötülükten alıkoyan" bir Peygamber. Atâ der ki: "Kendilerine iyiliği emreden" yani putları bir kenara bırakmayı, ahlâkın üstün faziletlerini ve akrabalık bağlarını gözetmeyi "emr eden, onları kötülüklerden" putlara tapmaktan, akrabalık bağlarını kesmekten "alıkoyan" Peygamber demektir. 6. Temiz Şeyler (Tayyibât)'In Mahiyeti: Yüce Allah'ın: "Onlara temiz şeyleri helal..." âyeti ile ilgili olarak İmâm Mâlik'in mezhebine göre temiz şeyler (et-Tayyibât) helal kılmmış şeyler demektir. O, bu helal kılınmış şeyleri temiz olmakla nitelendirmiş gibidir. Zira bu kelime (et-Tayyib), övmeyi ve şerefli kılma anlamını ihtiva eder. "İşte pis (murdar) şeyler" hakkında da buna uygun, bunlar haram kılınmış şeylerdir, diyoruz. Bu bakımdan da İbn Abbâs şöyle demiştir: Pis şeyler (el-Habâis), domuz eti, faiz ve başka haramlardır. Buna göre İmâm Mâlik, yılan, akrep, domuzlan böceği ve buna benzer tiksinti veren şeyleri helal kabul etmiştir. Şâfiî'nin görüşüne göre ise, (Tayyibât) hoş ve temiz şeyler, tat bakımından bir nitelemedir. Şu kadar var ki, ona göre bu kelime umum üzere değildir. Zira bu şeküyle tad almaktan gelen umumi manası içki ve domuzun da helal kılınmasını gerektirir. Aksine o, bu kelimenin şeriatın helal kılmış olduğu şeylerle tahsis edildiği görüşündedir. Ona göre el-Habâis (pis ve murdar şeyler) şeriatın hükmü gereğince haram kılınanlar ile tiksinti duyulan şeyler hakkında umumi bir lâfızdır. Buna bağlı olarak akrep, domuzlan böceği, iri kertenkele ve bu kabilden olan haşerat haramdır. Diğer İlim adamları da bu iki görüşten birisini kabul etmişlerdir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/168. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 7. Son Peygamberin Şeriatinde Ağır Mükellefiyetlerin Kaldırılması: Yüce Allah'ın: "Sırtlarındakİ ağır yükü... indiren" âyetinde geçen, Ağır yük demektir. Bu açıklamayı Mücahid, Katade ve İbn Cübeyr yapmıştır. Aynı zamanda ahid anlamına da gelir,- Bu açıklamayı İbn Abbâs, ed-Dahhâk ve el-Hasen yapmışlardır. Bu âyet-i kerîme bu iki manayı da kapsamına almaktadır. Çünkü İsrail oğullarından ağır birtakım amelleri yerine getirmeye dair ahid alınmıştır. Yüce Allah Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı peygamber olarak göndermek üzere onlar üzerindeki bu ahdi ve o amellerin ağalığını kaldırmış oldu. Sidiğin yıkanmakla temizlenmesi, ganimetlerin helal kılınması, ay hali olan kadınla birlikte oturup kalkmanın, onunla beraber yemek yemenin, beraber yatmanın helâl kılınması gibi. Halbuki, İsrailoğullarından herhangi birisinin elbisesine sidik isabet edecek olursa onu makasla keserdi. Bu, "onlardan birisinin derisine isabet edecek olsa" diye de rivâyet edilmiştir. Ganimetleri bir araya toplayıp getirdikleri vakit ise, semadan onu yiyip bitiren bir ateş İnerdi. Kadın da ay hali oldu mu, ona yaklaşmazlardı. Ve buna benzer, sahih hadislerde ve başkalarında sabit olmuş diğer hususlar vardı. 8. Üzerlerindeki Zincirleri Îndiren Peygamber: Yüce Allah'ın: "Ve üzerlerindeki zincirleri indiren Ümmî Peygamber..." âyetinde geçen "zincirler (el-ağlâl.)", bu ağır yükleri anlatmak üzere İstiare yoluyla kullanılmış bir tabirdir. Bu ağır yüklerden birisi de Cumartesi günü çalışmayı terk etmek yükümlülüğü idi. Çünkü rivâyete göre Mûsa (aleyhisselâm) Cumartesi günü kamış taşıyan bir adam görmüş ve onun boynunu vurmuş. Müfessirlerin çoğunluğunun görüşü budur. İsrailoğulları arasında da diyet sözkonusu değildi. Sadece kısas vardı. Tevbelerine bir alamet olmak üzere de kendilerini öldürmeleri emrolmuştu. Ve buna benzer başka mükellefiyetler. İşte bütün bunlar "zincirlere, bukağılara" benzetilmiştir. Nitekim şair şöyle demektedir: "Artık iş eskisi gibi değil, Ey Mâlik'in annesi! Fakat zincirler boyunları kuşatmış bulunuyor. O genç delikanlı artık olgun yaşlı bir adam gibidir. Doğrunun dışında birşey söyleyemiyor. O bakımdan genç hanımlar böylelikle rahata kavuştu " Şair burada İslâm'ın hududunu ve onları aşarak harama geçmeyi engelleyen hükümlerini boynu çepeçevre kuşatan zincirlere benzetmektedir. Ebû Ahmad b. Cahş'ın, Ebû Süfyan'a söylediği şu beyit de bu kabildendir: "Haydi onu al git, onu al git Güvercinin boynu altındaki gerdanlık gibi, o da senin boynuna dolanmıştır." Yani, onun utancı senden ayrılmayacaktır. Nitekim bir şey, bir kimseden ayrılmayacak olursa; Filan şey filanı gerdanlık gibi boynunu kuşattı, denilir. 9. "Ağır Yük" Anlamındaki Kelimeye "Zincirler" Anlamındaki Kelimenin Atfedilmesi: Burada; "zincirler" anlamındaki "el-ağlâl" kelimesi çoğul olmakla birlikte tekil olan "el-Isr: Ağıryük"e nasıl atfedilebilmiştir denilecek olursa, buna cevap şudur: Isr, çokluk hakkında da kullanılabilen bir mastardır. Ayrıca İbn Âmir bu kelimeyi çoğul olarak; "Ağır yüklerini" diye;"Amellerini" kelimesi gibi okumuştur. Ayrıca günahı gerektirici işler farklı oldukları için bunu çoğul olarak okumuştur, Diğerleri ise bu kelimeyi tekil olarak okumuşlardır, çünkü lâfzı tekil olmakla birlikte kendi türünden hem az, hem çok hakkında kullanılabilen bir mastardır. Diğer taraftan yüce Allah'ın: "Bize ağır yük yükleme" (el-Bakara, 2/286) âyetindeki "Ur" kelimesinin tekil okunacağını icma ile kabul etmişlerdir. Aynı şekilde bu anlamda varid olan bütün kelimeler de bu türdendir. Meselâ: "Ve onların işitmelerine" (el-Bakara, 2/7); "Gözleri kendilerine dönmez" (İbrahim, 14/43) âyetindeki "göz" anlamındaki kelime ile; "Gizlice göz ucuyla baktıklarını..." (eş-Şûra, 42/45) âyetindeki bütün bu kelimeler (mastar, isimler) çoğul anlamındadır. 10. Peygambere Îman Edenler, Onu Yüceltenler, Ona Yardım Edenler... Yüce Allah'ın: "İşte ona îman edenler, onu yüceltenler" âyetindeki; Ona gereken saygıyı gösterip yardımcı olanlar demektir. el-Ahfeş der ki: el-Cahderi ve Îsa, bu kelimeyi şeddesiz olarak; diye okumuşlardır. Aynı şekilde; "Ve anlara kuvvetle yardım ederseniz" (el-Mâide, 5/12) kelimesi de böyle okunmuştur. Bu Kil; şeklinde kullanılır. "Onunla indirilen nûr'a" yani, Kur'ân-ı Kerîme. "Kurtuluş: felâh" ise, istenen şeyi elde etmek demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. 158De ki: "Ey İnsanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan, kendisinden başka hiç bir ilâh bulunmayan, hem dirilten, hem öldüren Allah'ın size, hepinize gönderdiği peygamberiyim. O halde Allah'a ve O'nun sözlerine Îman eden, ümmî peygamber olan Rasulüne Îman edin ve ona uyun ki, doğru yolu bulmuş olasınız." Nakledildiğine göre, Hazret-i Mûsa da, Hazret-i Îsa da Hazret-i Peygamberin geleceğini müjdelemişlerdir. Sonra da bizzat kendisinin: "Şüphesiz ben... Allah'ın size hepinize gönderdiği Peygamberiyim" demesini emretti. "O'nun sözlerine..." Allah'ın sözleri, Tevrat, İncil ve Kur'ân-ı Kerîm gibi kitaplarıdır. 159Mûsa'nın kavminden de hakka yönelten ve gereğince adaletle hükmeden bir topluluk vardır. "(İnsanları) hakka yönelten" âyeti, insanları hidayete davet eden kimseler anlamındadır, "Ve gereğince adaletle hükmeden" yani, verdikleri hükümlerde adaletli davranan demektir. "Tefsir"de şöyle denilmektedir: Bunlar, Kum nehri'nin ötelerinde Çin'in geri tarafında Allah'a hak ve adaletle ibadet eden bir topluluktur. Muhammed'e îman etmişler, Cumartesi'yi de terk etmişlerdir. Bizim kıblemize dönerek ibadet ederler. Ne bizden bir kimse onlara ulaşır, ne onlardan bize bir kimse. Rivâyet edildiğine göre, Mûsa (aleyhisselâm)'dan sonra ayrılıklar baş gösterince, onlardan hak ile insanları hidayete davet eden bir topluluk vardı. Bunlar, İsrailoğulları arasında kalmaya takat getiremediler. Nihayet Allah onları insanlardan ayrı, arzından bir tarafa çıkmalarını sağladı. Yerde onlara bir tünel açıldı. O tünelin içinde bir buçuk yıl kadar bir süre yol aldılar, nihayet Çin'in geri tarafında yeryüzüne çıktılar. İşte bunlar, şu ana kadar hak üzeredirler. İnsanlarla onlar arasında bir deniz vardır ki, bu deniz sebebiyle onlara ulaşılamamaktadır. Hazret-i Cebrâîl de Miraç gecesinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı onlara götürmüş, onlar da Hazret-i Peygamber'e îman etmiş, kendilerine Kur'ân'dan bazı sureleri öğretmiş ve şöyle sormuş: “Sizin herhangi bir ölçek ve teraziniz var mı?” Onlar: Hayır dediler. Hazret-i Peygamber: “Peki geçiminizi nerden sağlıyorsunuz” diye sorunca, biz ovaya çıkar ekin ekeriz. Ekini biçtik mi, onu orada bırakırız. Bizden herhangi bir kimsenin bir ihtiyacı olduğunda gider oradan ihtiyacı kadarını alır. Hazret-i Peygamber: “Peki kadınlarınız nerede” diye sorunca, onlar: Bizden ayrı bir yerdedirler. Bizden herhangi bir kimsenin hanımına ihtiyacı olursa, ihtiyacı olduğu vakit ona gider. “Peki sizden herhangi bir kimse konuşması esnasında yalan söyler mi” diye sorunca, şu cevabı verdiler: Bizden herhangi bir kişi bu İşi yapacak olursa, onu bir ateş gelip alır. Gökten inen bir ateş onu yakar. Yine Hazret-i Peygamber: “Ne diye evleriniz hep aynı yüksekliktedir”, diye sorunca, şu cevabı verdiler: Kimimiz, kimimizden daha yukarı çıkmasın (üstünlük sağlamasın) diye. Hazret-i Peygamber: “Peki kabirleriniz ne diye kapılarınızın önündedir”, diye sorunca; ölümü hatırlamaktan gafil olmayalım diye, cevap verdiler. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) İsra gecesi dünyaya dönünce kendisine: "Yarattıklarımızdan öyle bir ümmet vardır ki, hak ile yol gösterirler. Ve onunla adaletle hükmederler" (el-A'raf, 7/181) âyeti indirildi. Bununla Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetini kastetmektedir. Ve bu âyet-i kerîme ile yüce Allah, Hazret-i Mûsa'ya kavmine verdiği şeylerin aynısını Hazret-i Peygamber'in ümmetine de vermiş olduğunu kendisine bildirmektedir. Burada sözü geçenlerin kitap ehlinden Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman eden kimseler oldukları söylendiği gibi, bunların Hazret-i Mûsa'nın şeriatı nesh olmadan önce o şeriata sımsıkı sarılan, onda hiçbir değişiklik yapmayan ve peygamberleri öldürmeyen, İsrailoğullarına mensup bir topluluk oldukları da söylenmiştir. 160Biz onları on İki kola, ümmetlere ayırdık. Kavmi ondan su istedikleri zaman Mûsa'ya: "Asanı taşa vur" diye vahyettik de ondan on iki pınar kaynayıp aktı. Herkes su İçeceği yeri iyice belledi. Onları üzerlerinde bulutla gölgelendirdik. Onlara kudret helvasıyla bıldırcın indirdik. "Size verdiğimiz temiz ve güzel rızıktan yiyin" (dedik). Onlar bize zulmetmediler. Fakat kendi kendilerine zulmediyorlardı. Âyetin tefsiri için bak:162 161Bir zaman onlara: "Şu şehirde yerleşin. Orada dilediğiniz yerden yiyin ve: "Hıtta" deyin, şehrin kapısından da secde ederek girin ki, günahlarınızı bağışlayalım. Biz, İhsan edenlere daha da artıracağız" denilmişti. Âyetin tefsiri için bak:162 162Fakat İçlerinden o zulmedenler kendilerine söylenen sözü başka bir sözle değiştirdiler. Biz de zulümlerinden dolayı üzerlerine gökten bir azap indirdik. Yüce Allah: "Biz onları on iki kola, ümmetlere ayırdık" âyeti ile İsrailoğullarına ihsan etmiş olduğu nimetlerini saymaktadır. Her bir kolun (Sıbt'ın) İşi başkanları tarafından bilinebilmesi için onları kollara ayırdı. Böylelikle Hazret-i Mûsa'nın işi de kolaylaşmış oluyordu. Bir başka yerde de: "Biz, içlerinden on iki nakîb (temsilci) dikmiştik" (el-Mâide, 5/12) diye buyurmaktadır ki, bu âyete dair açıklamalar daha önceden (5/12. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Kol" anlamındaki "sıbt" kelimesi müzekker olduğu halde "On iki" sayısının müennes gelmesi, ondan sonra müennes olan; "Ümmetlere" kelimesinin gelmiş olmasındandır. O bakımdan bu sayıdaki müenneslik "ümmetler" içindir. Eğer, "sıbt" kelimesi müzekker olduğu için; Oniki kelimesi de müzekker olsaydı, el-Ferrâ''dan nakledildiğine göre bu da doğru olurdu. "Sıbtlar" ile kabileler ve fırkaları kastettiği, bunun için de sayının müennes olarak getirildiği de söylenmiştir. Nitekim şair de şöyle demiştir: "Şüphesiz Kureyş'in tamamı on batındır. Sen ise, onun on kabilesinden de uzaksın." Böylelikle şairin burada "batın"ın kabile ve kabilenin alt kolu "fasile: boy" olduğu kanaatine sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bundan dolayı (batın'a giden zamiri) müennes olarak zikretmiştir. Halbuki batın kelimesi müzekkerdir. Nitekim "esbat" kelimesinin de müzekker ve çoğul olduğu gibi. ez-Zeo câc der ki; Âyetin anlamı, biz onları on iki fırkaya böldük, şeklindedir. "Kol" kelimesi, "on iki"den bedeldir. "Ümmetler" kelimesi de "kol: esbat" in sıfatıdır. el-Mufaddai ise, Âsım'dan "ti" harfi şeddesiz olarak; "Onları ayırdık" diye okuduğunu rivâyet etmiştir, "Esbât: kollar" in Hazret-i İshak’ın soyundan gelenler arasındaki durumu İle Hazret-i İsmail'in soyundan gelenler arasındaki kabilelerin durumu aynı seviyededir. "Esbat" kelimesi "sıbrdan alınmadır. Sıbt ise, develere yem olarak verilen bir bitkidir. el-Bakara Sûresi'nde (2/136. âyetin tefsirinde") buna dair yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Ma'mer, Hemmam b. Münebbih'den, o, Ebû Hüreyre'den, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den yüce Allah'ın: "Fakat içlerinden zulmedenler kendilerine söylenen sözü başka bir sözle değiştirdiler" âyeti hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: "Onlar arpa içinde bir buğday tane (si.) dediler." Kendilerine: "O şehrin kapısından da secde ederek girin" denildiği halde onlar, kıçtan üstünde bağdaş kurarak girdiler. Buhârî, Tefsir 2. sflre 5; Müslim, Tefsir 1; Tirmizî, Tefsir 2. sûre 2 "Zulümlerinden dolayı" anlamındaki; deki fiil merfu'dur. Çünkü bu, müstakbel (geniş zamanlı müzari) bir fiildir ve nasb mahallindedir. ise, mastar anlamındadır. Zulümleri sebebiyle, zulümlerinden dolayı anlamına gelir. Bu âyet-i kerimenin anlamlan ve ihtiva ettiği hükümlere dair açıklamalar el-Bakara sûresinde (bk. 2/58. âyetin tefsiri) geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah'a hamd olsun. 163Onlara deniz kıyısındaki o kasabanın durumunu da sor. Hani onlar Cumartesi gününde haddi aşmışlardı. Çünkü Cumartesilerinde balıkları akın akın meydana çıkarak yanlarına geliyor, tatil yapmadıkları gün ise yanlarına gelmiyordu. İşte Biz, İtaatten çıktıklarından dolayı kendilerini böylece İmtihan ediyorduk. "Onlara deniz kıyısındaki o kasabanın durumunu da sor." Yani, o kasaba halkının durumu hakkında sor demektir. Kasaba halkını anlatmak üzere kasabayı zikretmiş olması, kasabanın onların kardıkları yer, yahutta bir araya toplanıp gelmelerine sebep olan yer oluşundan dolayıdır. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "İçinde bulunduğumuz o kasabaya da sor." (Yusuf, 12/82) âyeti İle "Sa'd b. Muaz'ın ölümü sebebiyle Arş sarsıldı" Buhârî, Menâkıbu'l-Ensar 12; Müslim, Fedâilus-Sahabe 123-125; Tirmizî, Menakıb 50; İbn Mâce, Mukaddime 11, had. no: 158; Müsned, 111, 234, 296. 316, 349, VI, 329. hadisidir. Bununla Hazret-i Peygamber arş ehli olan melekleri kastetmektedir. Onlar, Hazret-i Sa'd'ın kendilerine geleceği müjdesi ve buna sevindikleri için öyle ifade edilmiştir. Yani sen, sana komşuluk eden yahudilere geçmişlerine dair haberleri, onlardan maymunlara ve domuzlara dönüştürüldüklerine dair kimselerin haberlerini sor. Bu İse, onlara gerçeği söyletmek (takrir) ve azarlamak kastıyla yöneltilen bir sorudur. Bu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın doğruluğunun alameti idi. Çünkü yüce Allah onu, başkalarından bu gibi şeyleri öğrenmeksizin bu hususlar hakkında haberdar etmişti. Onlar şöyle diyorlardı: Biz, Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz. Çünkü bizler O'nun gerçek dostu İbrahim'in soyundan ve İsrail'in soyundan geliyoruz. Bunlar ise, Allah'ın İlk çocuklarıdır. (Bk. el-Mâide, 5/18. âyetin tefsiri) Allah ile konuşmuş Mûsa'nın soyundandır ve onun torunlarından olan Uzeyr'in soyundandır. Biz de onların çocuklarındanız. Bunun üzerine yüce Allah Peygamberine: Ey Muhammed, onlara o kasaba hakkında sor. Ben, o kasaba halkını günahları sebebiyle azaplandırmadım mı? Bu ise, onların sadece şeriatin fer'i hükümlerinden birisini değiştirmeleri sebebiyle olmuştu. Bu kasabanın hangisi olduğunu tayin hususunda farklı görüşler vardır. İbn Abbâs, İkrime ve es-Süddî, buranın Eyle olduğunu söylemişlerdir. Yine İbn Abbâs'tan buranın Eyle ile Tûr arasındaki Medyen olduğunu söylediği nakledilmiştir. ez-Zührî buranın Taberîye olduğunu ifade etmiştir. Katade ve Zeyd b. Eslem ise burası Şam kıyılarında bir yerde Medyen ile Aynun arasında Makna diye bilinen yerdir. Yahudiler bu kıssayı kendileri hakkında tahkir edici ve aşağılayıcı bir muhtevası bulunduğundan dolayı gizleyip dururlardı. "Deniz kıyısındaki o kasaba" yani, denize yakın bulunan o kasaba... Meselâ; tabiri, eve yakın idim demektir. “Hani onlar Cumartesi gününde haddi aşmışlardı." Yani, o günde balık avlamaları yasak kılındığı halde balık avlıyorlardı. "Yahudiler Cumartesi günü çalışmayı bıraktılar," denilir. (..........) ise, kişiyi -mesela- dilsizlik gibi bir hal aldı. "sükûn buldu, hareket etmedi" anlamına gelir. Cumartesi gününe eriştiler. Yahudiler Cumartesi'ye girdiler" tabirleri kullanılır. Sebt (Cumartesi) bilinen gündür. Kelime olarak da rahat etmek ve kesmekten gelir. Çoğulu ise, şekillerinde gelir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Kim Sebt (Cumartesi) günü hacamat yaptırır da ona bir baras (baraş) hastalığı isabet ederse, kendisinden başka kimseyi kınamasın." el-Hâkim, el-Müstedrek, IV, 409-410; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, V, 92. İlim adamlarımız der ki: Bunun böyle olmasının sebebi, kanın Cumartesi günü soğuk olmasından dolayıdır. Eğer sen kanı dışarı akıtmak için müdahalede bulunacak olursan, o da gereği gibi akmaz ve bu baras'a dönüşür. Cemaat "Haddi aşmışlardı" diye okumuşlardır. Ebû Nehîk İse, şeklinde "ye" harfi ötreli, "ayn" harfi esreli, "dal" harfini de şeddeli olarak okumuştur. Birinci kıraat; "Haddi aşmak"tan gelirken, ikinci kıraat; "gerekli hazırlığı yapmak"tan gelmektedir. Yani, balıkları yakalamak için gerekli araçları hazırlıyorlardı anlamına gelir. İbn es-Semeyka ise, "Sebt" kelimesini çoğul olarak; "Cumartesi günlerinde," diye okumuştur. "Çünkü Cumartesilerinde... balıkları yanlarına geliyor" âyetindeki "Cumartesileri" anlamına gelen; kelimesi, "Sebt" kelimesi çoğul yapılarak diye de okunmuştur. "Akın akın meydana çıkarak." Yani, su üzerinde oldukça fazla görünerek kalabalıklar halinde gelerek, demektir. el-Leys der ki; Başlarını yukarı doğru kaldırmış balıklar, anlamına gelir. Bunun şu anlama geldiği de söylenmiştir: Denizdeki balıklar, Cumartesi günleri denizden büyük kalabalıklar halinde geliyor ve Eyle kasabası bundan dolayı çokça kalabalıklaşıyordu. Yüce Allah, bunun üzerine bu balıkların Cumartesi günü avlanmayacağı ilhamını verdi. Çünkü yüce Allah yahudilere o gün balık avlamalarını yasaklamıştı. Şöyle de denilmiştir. Bu balıklar, onların kapılarına kadar başlarını yukarı doğru kaldırarak tıpkı beyaz kuşlar gibi akın akın geliyordu. -Bunu, müteahhir müfessirlerden bazıları böylece nakletmiştir.- Onlar da Cumartesi günü haddi aşarak bu günde balıkları alıp yakaladılar. Bu açıklamayı da el-Hasen yapmıştır. Batıkları Pazar günü aldıkları da söylenmiştir. İleride de açıklanacağı gibi daha sahih olan da budur. "Tatil yapmadıkları gün ise" balıkları "yanlarına gelmiyordu." Yani, Sebt yapmadıkları gün demektir. Sebt yapmak ise, Cumartesi gününü ta'zim etmek demektir. el-Hasen, "Tatil yapmadıkları gün" kelimesini "ye" harfini ötreli olarak; şeklinde okumuştur. Yani, Cumartesi gününe girmedikleri gün, anlamına gelir. Nitekim; ifadeleri Cuma gününe, öğlen vaktine, yeni aya girdik, anlamında kullanılır. "İşte Biz, itaatten çıktıklarından dolayı kendilerini böylece imtihan ediyorduk." Yani, ibadette onlara işi sıkı tutuyor ve onları deniyorduk. el-Huseyn b. el-Fadl'a şöyle sorulmuş: Siz, "helal, sana ancak seni hayatta tutacak kadarıyla gelir, haram ise sana hadsiz, hesapsız olarak gelir" anlamını Allah'ın Kitabında bulabiliyor musunuz? O, şu cevabı vermiş: Evet, ben bunu Davud ile Eylelilerin kıssasında buluyorum: "... çünkü Cumartesilerinde balıkları akın alan meydana çıkarak yanlarına geliyor, tatil yapmadıkları gün ise yanlarına gelmiyordu." Bu âyet-i kerîme ile ilgili kıssalar arasında rivâyet olunduğuna göre bu olay, Davud (aleyhisselâm) zamanında olmuştu. İblis de bunlara telkinde bulunarak şöyle demişti: Size bu balıkları Cumartesi günü yakalamanız yasaklandı. Bunun için siz havuzlar yapın. Bu sefer onlar da Cuma günü balıkları havuzlara sürüklüyorlar, orada kalıyorlar ve suyun azlığı dolayısıyla da oradan çıkmak imkanını bulamıyorlardı. Onlar da Pazar günü bu balıkları tutup çıkartıyorlardı. Eşheb, Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet eder: İbn Numan'ın iddiasına göre onlardan herhangi bir kimse ip alır, bu ipin ucuna iki uçlu bir düğüm atar, bu düğümü de balığın kuyruğuna atardı, ipin diğer ucu ise bir kazığa bağlı bulunurdu. O, ipi bu haliyle Pazar gününe kadar bırakırdı. Daha sonra bu işi yapanın başına herhangi bir bela gelmediğini görünce, diğer insanlar da bu şekilde davranmaya başladılar ve nihayet balık avı oldukça çoğaldı. Balıklar pazarlarda satılmaya ve haddi aşmış fasıldar açıktan açığa balık avlamaya başladı. İsrailoğullarından bir kesim kalkıp bu işten vazgeçmelerini istedi. Açıktan açığa bunu yasaklamaya çalıştılar ve bu işi yapanlardan uzaklaştılar. Denildiğine göre bu yasağın çiğnenmesine karşı çıkanlar, biz sizinle bir arada kalamayız, diyerek kasabayı bir duvarla ikiye ayırdılar. Bu yasağın çiğnenmesine karşı çıkanlar bir seferinde meclislerinde bulundukları sırada, yasağı çiğneyenlerden kimsenin dışarı çıkmadığını gördüler. Mutlaka bunların başına bir iş gelmiştir, diyerek duvara tırmanıp onlara baktılar, maymunlara dönüştürülmüş olduklarını gördüler. Kapıyı açıp yanlarına gittiler. Maymunlar insanlar arasından akrabalarını tanıdılar. Fakat insanlar, maymunlar arasındaki akrabalarını tanıyamadılar. Bu sefer her bir maymun insanlardan olan akrabasının yanına gidiyor, elbiselerini koklayıp ağlamaya başlıyordu. İnsanlar onlara: Biz size bu İşten vazgeçmenizi söylemiyor muyduk? diyorlar, maymunlar ise başlarını; evet anlamında hareket ettiriyorlardı. Katade der ki: Genç olanları maymunlara, yaşlıları da domuzlara dönüştürüldü. Aralarından yalnızca bu işten vazgeçmelerini isteyenler bu azaptan kurtuldular, diğerleri ise helâk edildiler. 164Hani içlerinden bir topluluk: "Allah'ın kendilerini helâk edeceği veya çetin bir azâb ile cezalandıracağı bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?" dediği zaman onlar: "Rabbinize karşı mazeret olsun ve belki bunlar da sakınırlar diye" demişlerdi. Bir görüşe göre: İsrailoğulları ancak iki kesime ayrılmış oldular. Buna göre yüce Allah'ın: "Hani içlerinden bir topluluk: Allah'ın kendilerini helâk edeceği veya çetin bir azâb ile azaplandıracağı bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz dediği zaman..." Yani, bu işi yapanlar öğüt verenlere öğütleri sırasında şöyle demişlerdi: “Eğer sizler, Allah'ın bizi helâk edeceğini biliyorsanız, bize ne diye öğüt veriyorsunuz?” Bunun üzerine Allah da onları maymunlara dönüştürmüştü. (Öğüt verenler ise): "Rabbinize karşı mazeret olsun ve belki bunlar da sakınırlar diye demişlerdi." Yani, öğüt verenler şu cevabı vermişlerdi: Bizim size öğüt verişimiz, Rabbinize karşı bizim için mazeret olsun diyedir. Yani, belki siz sakınırsınız diye size öğüt vermemiz bizim için bir görevdir. Taberî bu görüşü İbnü'l-Kelbî'den, senediyle nakletmektedir. (İkinci görüş:) Müfessirlerin Cumhûru (çoğunluğu) ise, şöyle demişlerdir: İsrailoğulları üç fırkaya ayrılmışlardı. Âyet-i kerimedeki zamirlerden zahiren anlaşılan da budur. Bu fırkanın birisi isyan etmiş ve balık avlamıştı. Bunlar da yaklaşık yetmiş kişi idiler. Bir kesim (ikinci) bu işi terketmelerini istemiş ve onlardan ayrılmıştı, bunlar da oniki bin kişi idiler. Diğer bir kesim (üçüncü grup: Çekimserler) ise, avlayanlardan ayrılmakla birlikte ne vazgeçmelerini istedi, ne de isyan etmişti. İşte bu üçüncü kesim, Öbürlerini yaptıklarından vazgeçirmeye çalışanlara; “sizler, -zann-ı- galibe ve yüce Allah'ın o dönemlerde isyan eden toplumlara yaptıklarından anlaşıldığına göre- Allah'ın helâk edeceği yahut azaba uğratacağı bir topluluğa -İsyan edenleri kastediyorlar- ne diye öğüt veriyorsunuz” demişlerdi. Bunun üzerine bu günahı işleyenleri vazgeçirmek isteyenler, şu cevabı vermişlerdi: “Bizim öğüt verişimizin sebebi, Allah'a karşı bizim mazeretimiz olması içindir ve belki de onlar bu işten sakınırlar, diyedir.” Eğer iki kesim olsalardı, bu işten vazgeçmelerini istiyen kesimin isyan eden kesime: "...ve olur ki, sakınırsınız" demeleri gerekirdi. Bundan sonra da şu hususta ihtilaf edilerek bir kesim şöyle demiştir: İsyan edenlere vazgeçmelerini söylemeyen, kendileri de isyan etmeyen kesim de, bu vazgeçirmeyi terkettiklerinden dolayı ceza olmak üzere isyan eden kesimle birlikte helâk edildiler. Bunu İbn Abbâs ifade etmiştir. Yine o, ben bunlara ne yapıldığını bilemiyorum, demiştir. Âyet-i kerimenin zahirinden de anlaşılan budur. (Âyet-i kerîme bunların akıbetinden söz etmemektedir). İkrime der ki: Ben, İbn Abbâs'a bunlara neler yapıldığını bilmiyorum deyince, şöyle dedim: Bu gibi kimselerin isyankârların yaptıklarından hoşlanmadıklarını, onlara muhalefet ettikleri, bunun için de: "Allah'ın kendilerini helâk edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz" dedikleri dikkat çekmiyor mu? Ben, bu hususta ona, bunların sonunda kurtulmuş olduklarını kabul ettirinceye kadar ısrarıma devam ettim, sonunda bana bir elbise hediye etti. Bu da el-Hasen'in görüşüdür. Yalnızca haddi aşan kesimin helâk edilmiş olduğuna delil teşkil eden âyetler arasında yüce Allah'ın: "Zulmedenleri de... yakaladık" (el-A'raf, 7/165) âyeti ile: "Yemin olsun sizden Cumartesi günü haddi aşanları bilmişsinizdir..." (el-Bakara, 2/65) âyeti delil teşkil etmektedir. Îsa ve Talha; "Bir mazeret olsun diye" şeklinde nasb ile okumuşlardır. el-Kisaî'ye göre bunun nasb oluşu iki sebeptendir: Birincisine göre mastar olarak nasbedilmiştir, ikincisine göre; takdiri ile nasbedilmiştir. Yani biz bunu mazeret olsun diye yaptık, anlamındadır. Aynı zamanda bu, Hafs'ın, Âsım'dan rivâyet ettiği kıraatidir. Diğerleri ise, bu kelimeyi ref ile okumuşlardır ki, tercih edilen de budur. Çünkü onlar, yaptıkları ve kınandıkları bir işten dolayı özür dilemek, mazur görülmek için özür beyan etmek istememişlerdi. Bunun yerine onlara, niye öğüt veriyorsunuz denilince, onlar da bizim öğüdümüz mazeret teşkil etsin diyedir, demişlerdi. Eğer bir kimse diğerine şu işten dolayı Allah'a da sana da özür beyan ediyorum, diyerek bununla da özür dilemeyi kastediyor ise, o takdirde bu kelime nasbedilir. Sîbeveyh’in görüşü budur. Âyet-i kerîme aynı zamanda Seddü'z-Zerai'nin kabul edileceğine delil teşkil etmektedir. el-Bakara Sûresi'nde (2/63. âyet, 3. başlıkta) ve oradaki açıklamalar arasında başka yaratıklara dönüştürülenlerin soylarının devam edip etmediğine dair açıklamalar geniş bir şekilde geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah'a hamd olsun. Yine Âl-i İmrân (3/21-22. âyet, 2. başlıkta) ile el-Mâide Sûresi"nde (5/79. âyette) iyiliği emredip münkerden alıkoymaya dair açıklamalar geçtiği gibi, en-Nisa Sûresi'nde de (4/140-141. âyetlerin tefsirinde) fesat ehlinden ayrılıp onlardan uzak durmaya, onlarla birlikte oturup kalkanların onlar gibi olacağına dair açıklamalar geçtiğinden, burada bu açıklamaları tekrarlamanın bir anlamı yoktur. 165Onlar, kendilerine verilen öğütleri unutunca Biz de kötülükten alıkoyanları kurtardık. Zulmedenleri de yapageldikleri fasiklıkları yüzünden şiddetli bir azapla yakaladık.
"Unutmak" hem yanılarak, hem de kasti olarak terkeden kimse hakkında kullandır. Çünkü yüce Allah: "Onlar kendilerine verilen öğütleri unutunca..." diye buyurmuştur ki, kasti olarak onu terkedince anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Onlar Allah'ı unuttu, O da kendilerini unuttu" (et-Tevbe, 9/67) âyeti de bu türdendir. "Şiddetli bir azapla" oldukça ağır ve celin bir azapla "yakaladık." "Şiddetli" kelimesinin onbir çeşit kıraati vardır: 1- Ebû Amr, Hamza ve el-Kisaî'nin "fail" vezninde; şeklindeki kıraatleri. 2- Mekkelilerin aynı vezinde ancak "be" harfi esreli olarak; şeklindeki kıraatleri. 3- Metlinelilerin; şeklinde "be" harfi esreli, "ya" sakin, ondan sonra da "sin" harfi çift esreli okuyuşları. Bu hususta da iki görüş vardır: el-Kisâî der ki: Bu kelimenin asli; şeklinde şeddesiz ve denizelidir, İki "ye" harfi yanyana geldikten sonra birileri hazfedilip ilk harf de esreli okunmuştur, Ekmek ve şehid demek gibi. Bunun "fi'l" vezni üzere; şeklinde olup ilk harfini esreli okuduktan sonra hemzeyi tahfif ile ve kesreyi de hazf ile okunduğunu kastettiği de söylenmiştir. Tıpkı; denildiği gibi. 4- el-Hasen'in kıraati. Buna göre "be" harfi esreli, ondan sonra sakin bir hemze, ondan sonra da üstün bir "sin" şeklindeki kıraatidir. 5- Ebû Abdurrahman el-Mukri') şeklinde "be" harfi üstün, hemze esreli, "sin" de iki esreli olarak okumuştur. 6- Yakub el-Kari' der ki: Bazı kıraat âlimlerinden; şeklinde "be" harfi üstün, hemzesi esreli, "sin" üstün olarak okudukları rivâyeti de gelmiştir. 7, 8, 9- el-A'meş'in kıraati ise, "fey'il" vezninde; şeklindedir. Yine ondan fay'al vezininde; şeklinde okuduğu rivâyet edildiği gibi, şeklinde "be" harfi üstün ve hemzesi şeddeli ve esreli okuduğu da rivâyet edilmiştir. el-A'meş'in bütün bu kıraatlerindeki "sin" harfi ise, iki esrelidir. 10- Nasr b. Âsım'ın; şeklinde "be" harfi üstün, "ye" harfi de şeddeli olup hemzesiz okuyuşu, 11- Yakub el-Kari, der ki: Bazı kıraat âlimlerinin; şeklinde "be" harfi esreli, ondan sonra sakin hemze ile, ondan sonra da üstün harekeli "ye" ile okuduklarına dair rivâyet de gelmiştir. İşte bunlar toplam onbir kıraattir. Bunları en-Nehhâs nakletmektedir. Ali b. Süleyman der ki: Araplar; Bayağı bir şey getirdi," derler. Buna göre; Bayağı, adi azap" demek olur. el-Hasen'in kıraatine gelince, Ebû Hatim bu kıraatin açıklanabilecek bir tarafı olmadığını iddia etmiş ve şöyle demiştir: Çünkü; denilemez ki, denilebilsin. en-Nehhâs ise şöyle demektedir: Ebû Hatim’in bu sözü merduttur. Çünkü nahivciler; "Şunu şunu yaparsan, o ne İyi ne güzeldir!" derler ve bununla da yaptığın o işin çok güzel olduğunu kastederler. el-Hasen'in kıraatine göre ise âyet, Onları öyle bir azap ile yakalarız ki, o ne kötü bir azaptır! takdirinde olur. 166Böylece onlar serkeşlik ederek kendilerine yasak kılananları yapmakta ısrar edince, kendilerine: "Allah'ın rahmetinden uzak, aşağılık maymunlar olun" dedik. "Böylece onlar serkeşlik ederek kendilerine yasak kılınanları yapmakta ısrar edince" yani, Allah'a isyanda haddi aşmayı sürdürünce "kendilerine: ...aşağılık maymunlar olun dedik." "Aşağılık...lar" kelimesi; Ben onu uzaklaştırdım, kovdum, o da uzaklaştı ifadesinden gelmektedir. Buna dair açıklamalar Bakara Sûresi'nde (2/65. âyet, 3. başlığın son taraflarında) geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet, masiyet işlemenin ilahî azaba ve intikama sebep teşkil ettiğini göstermektedir. Bunun da anlaşılmayacak kapalı bir tarafı yoktur Denildiğine göre, yüce Allah bu sözleri kendilerine işitebilecekleri bir sesle söyledi, onlar da böyle oluverdiler. Bir başka açıklamaya göre ise, âyet Biz onları maymunlar yaptık, anlamındadır. 167O vakit, Rabbin onlara: Kıyâmet gününe kadar üzerlerine mutlaka kendilerini en kötü azaba uğratacak kimseler göndereceğini bildirdi. Şüphe yok ki, Rabbin cezayı çabucak verendir. Ve muhakkak ki O, mağfiret ve rahmet edendir. Yani, yüce Allah, onların geçmişlerine şunu bildirmişti: Eğer buyruklarımı değiştirir ve ümmî peygambere Îman etmeyecek olurlarsa, Allah, üzerlerine kendilerine azap verecek kimseleri gönderecektir, Ebû Ali der ki: Med'li olarak; "Bildirdi," demektir. (Âyet-i kerimede "bildirdi" anlamındaki kelimeyle aynı kökten). Buna karşılık "zel" harfi şeddeli olarak; da, seslendi demektir. Bir kesim ise, şekillerinin ikisinin de "bildirdi" anlamına geldiğini söylemişlerdir. Tıpkı, "Kesin olarak inandı" demek gibi. Şair Züheyr de der ki: "Şöyle dedim: Şunu bil ki, avın gafil bir anı vardır. Eğer bu anı kaçırmayacak olursan, şüphesiz ki onu öldürürsün?" Bir başkası da şöyle demektedir: "Şunu bil ki, insanların en kötü kabilesi, aralarında ki parolaları (Bir deve çobanı ismi olan): Yesar diye Beslenilenlerdir." Burada; "Bil ki, Öğren ki" fiilleri; "Bil ki" İle aynı anlamdadır. "Kendilerini... uğratacak" tattıracak anlamında olup, buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/49. âyet, 7-8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Burada maksadın Buht Nassar olduğu, Araplar olduğu, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ümmeti olduğu söylenmiştir. Daha zahir (kuvvetli) olan görüş de bu sonuncusudur. Çünkü Kıyâmet gününe kadar kalacak olan ümmet onlardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbn Abbâs der ki: Burada "En kötü azap" dan kasıt cizyenin alınmasıdır. Onların maymun ve domuzlara dönüştürüldükleri ileri sürülerek onlardan cizye nasıl alınacak diye sorulacak olursa, şu şekilde cevap verilir: Cizye, onların çocuklarından ve soyundan gelenlerden alınacaktır. Onlar ise enzilletlikavim olan yahudilerdir. Saîd b. Cübeyr'den rivâyete göre, "en kötü azap"dan kasıt haraçtır. Hazret-i Mûsa'ya gelene kadar hiç bir peygamber haraç toplamış değildir. Haracı ilk olarak tesbit eden odur. Onüç yıl süreyle haraç topladı, sonra da bunu bıraktı. Daha sonra da haraç toplayan peygamber ise, bizim peygamberimizdir. 168Onları, yeryüzünde paramparça topluluklar halinde dağıttık. Onlardan kimi salihlerden oldu, kimi de bundan aşağıdadır. Belki dönerler diye de onları hem iyiliklerle, hem de kötülüklerle İmtihan ettik. "Onları yeryüzünde paramparça topluluklar halinde dağıttık." Yani Biz onları, ülkelere, değişik yerlere dağıttık. Bununla yüce Allah, işlerinin dağıtılmış olduğunu, onların sözbirliği ederek bir araya gelip birleşmelerinin sözkonusu olmadığını anlatmak istemiştir. “Onlardan kimi salihlerden oldu" âyeti mübtedâ olarak ref mahallindedir. Maksat, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman edenler, aralarından herhangi bir değişiklik yapmayanlar ve Hazret-i Mûsa'nın şeriatinin nesh edilmesinden önce ölenler kastedilmektedir. Yahut da, önceden de geçtiği üzere Çin'in öte tarafında bulunanlardır. "Onlardan kimi de bundan aşağıdadır" anlamındaki ise, zarf mahallinde mansubtur. en-Nehhâs der ki: Bunu ref ile okuyan kimse olduğunu bilmiyoruz. Maksat ise onların kâfir olanlarıdır, "Biz de belki dönerler" yani küfürlerinden vazgeçip geri dönerler "diye de onları hem iyiliklerle" bolluk ve afiyet ile "hem de kötülüklerle" yani, kuraklık, türlü zorluk ve sıkıntılarla "imtihan ettik." 169Onlardan sonra kötü kimseler gelip yerlerine geçti. Kitab'a da mirasçı oldular. Bu dünyanın değersiz malını alırlar (ve): "Bize ileride mağfiret olunur" diyorlardı. Kendilerine ona benzer değersiz bir meta gelirse, onu da alıyorlardı. Allah'a karşı haktan başkasını söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın teminatı alınmadı mı? Halbuki onda olanı durmadan okumuşlardı. Âhiret yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akletmeyecek misiniz? Yüce Allah: "Onlardan sonra kötü kimseler gelip yerlerine geçti" âyeti ile, yeryüzünde darmadağın ettiği kimselerin çocuklarını kastetmektedir. Ebû Hatim der ki: kelimesi, "lâm" harfi sakin olarak "çocuklar" anlamındadır. Tekili ve çoğulu arasında fark yoktur, "Lâm" harfi üstün olarak ) ise, "bedel, onun yerine geçen" demektir. İster çocuk olsun, ister yabancı olsun farketmez. İbnü'l-A'rabî' ise, şeklinde "lâm" harfi üstün olursa, başkalarının yerine geçenlerin salih olmaları halinde, sakin olursa ise, salih olmamaları halinde kullanılır, demiştir. Nebît der ki: "Kanatları altında yaşananlar geçip gittiler Bense, uyuz olmuşun derisini andıran sonrakiler arasında kaldım." Bayağı sözlere; denilmesi de buradan gelmektedir. Yine, kullanılagelen bir deyim olan; "Bin defa sustu, sonunda da bayağı bir söz söyledi," sözü de bu kabildendir. O halde, bu kelimenin "lâm" harfi sakin olursa, yermek anlamını, üstün olursa da övmek anlamını verir. Meşhur kullanım şekli de böyledir. Nitekim Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Bu ilmi sonradan gelenlerin her biri arasından o neslin âdil olanları taşır." Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, I, 140. Bu iki şeklin herbirinin diğeri yerine kullanıldığı da olur. (Meselâ) Hassan b. Sabit der ki: "Sana doğru atılan ilk adım bizim adımımızdır. Ve bizden sonra gelenlerimiz; Allah'a itaat yolunda ilklerimize tabidirler." Bir başkası da şöyle demektedir: "Biz öyle bir halef ile (sonradan gelenlerle) karşılaştık ki, onlar ne kötü haleftir! Yüzümüze kapısını kapattı, sonra da yemin etti. Kapıcı, yükü ağır geldi mi duran ve Tanıdığı kimseden başkasını içeri almayacak diye." Bu âyet-i kerimeden kasıt ise (sonra gelenlerin) yerilmesidir. Müfessirler, “kitaba da mirasçı oldular" (âyetiyle) kastedilenlerin yahudiler olduklarını söylemişlerdir. Bunlar, Allah'ın Kitabına mirasçı olup onu okudular, başkalarına Öğrettiler. Ancak, onu okuyup öğrenmelerine rağmen hükmüne muhalefet edip haram kıldığı şeyleri de işlediler. O bakımdan bu âyet onlar için bir azar ve bir sitem anlamındadır. "Bu dünyanın değersiz malını alırlar." Daha sonra yüce Allah, ileri derecedeki hırsları ve düşkünlükleri sebebiyle dünya metaından kendilerine arz olunan şeyleri aldıkların) haber vermekte ve "bize İleride mağfiret olunur diyorlar" deyip tevbe etmediklerini bildirmektedir. Bu âyet, onların tevbe etmeyen kimseler olduklarının delilidir. Yüce Allah'ın: "Kendilerine ona benzer değersiz bir meta gelirse, onu da alıyorlardı" âyetindeki "değersiz meta" anlamı verilen; kelimesi dünya metaı demek olup "radıyallahü anh" harfi üstün okunur. Sakin okunacak olursa, dirhem ve dinar dışında kalan mallara addır. Bu âyet-i kerimede rüşvet almaya ve haram kazanç yollarına işaret edilmektedir. Daha sonra yüce Allah onları "bize ileride mağfiret olunur" sözleriyle aldanışa düştüklerini ve onların ikinci defa imkân buldukları vakit aynı işi bir daha işlediklerini bildirerek yermektedir. Bu aldanışları sebebiyle kendilerine mağfiret olunacağını kati olarak kabul ettiler ve günahlarını ısrarla devam ettirdiler. Oysa "bize ileride mağfiret olunur" sözü ancak işlediği günahtan vazgeçen ve pişman olan kimsenin söyleyebileceği bir sözdür. Derim ki: Şanı yüce Allah'ın onlarda yerdiği bu nitelik bizde de vardır. Dârimî Ebû Muhammed senediyle şöyle bir rivâyet kaydetmektedir: Bize Muhammed b. el-Mubarek anlattı, bize Sadaka b. Halid anlattı. O, İbn Cabir'den, o da künyesi Ebû Amr olan bir şeyhten (hadis rivâyet eden ilim adamından) o da Muaz b. Cebel (radıyallahü anh)'dan dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm, bir elbisenin eskiyip artık birbirini tutmaz hale gelmesi gibi bir takım kimselerin kalplerinde eskiyecektir. Onlar bu kitabı okuyacaklar fakat, ona karşı ne bir istek duyacaklar, ne de bir lezzet alacaklar. Onlar, kurt kalpleri üzerine koyun postları giyerler. Amelleri hep umuttur. Amellerine (kabul edilir mi diye) hiç korku girmez. Eğer kusurlu hareket ederlerse, ileride mükemmeline ulaştırılırız derler. Eğer kötülük işlerlerse, ileride günahlarımız bağışlanacak derler. Çünkü biz, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmuyoruz. Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân 4. Kendilerine... gelirse" deki zamirin, Medine yahudilerine ait olduğu söylenmiştir. Yani, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde Yesrib'de (Medine'de) bulunan yahudilere onun gibi değersiz bir mal gelecek olursa, geçmişleri o malı nasıl aldılarsa, onlar da öylece alırlar, demektir. Bu âyetlerin: "Allah'a karşı haktan başkasını söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın teminatı alınmadı mı? Halbuki onda olanı durmadan okumuşlardı âhiret yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akletmeyecek misiniz?" bölümü ile ilgili açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız: 1. Tevratta Onlardan Alınan Söz: "Allah'a karşı haktan başkasını söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın teminatı alınmadı mı?" âyetinde kitaptan kasıt, Tevrattır. Bu ise, şeriat ve hükümlerde yalnızca hakka bağlı kalmanın ve hakimlerin rüşvet sebebiyle batıla yönelmemeleri gerektiğine dair hükmün ağırlığına işaret etmektedir. Derim ki: Hak âyetlerin bir gereği olarak, bunlar için bağlayıcı olan hükümler ile alınan bu sözlerin, -daha önce en-Nisâ Sûresi'nde (4/58. âyetin tefsirinde) açıklandığı gibi- bizim için de gerek Peygamberimizin lisanı ile gerek Rabbimizin kitabı ile bağlayıcı oldukları bildirilmiştir, Zaten bu hususta bütün şerîatler arasında herhangi bir ayrılık yoktur. Yüce Allah'a hamd olsun. 2. Adaletten Ayrılmanın Sebebi ve Rüşvet: "Halbuki onda olanı durmadan okumuşlardı." Ve üstelik aradan fazla bir zaman dahi geçmemişti. Ebû Abdurrahman; şeklinde okumuş ve "te" harfini "dal" harfine idğam etmiştir. İbn Zeyd der ki: Haklı olan, hakimlerine gelip rüşvet verirdi, onlar da Allah'ın Kitabını çıkartıp o kitap gereğince lehine hüküm verirlerdi. Haksız kişi de geldi mi, yine ondan rüşvet alırlar, bu sefer ona kendi elleriyle yazdıkları kitabı çıkartıp onun lehine hüküm verirlerdi. İbn Abbâs; "Allah'a karşı haktan başkasını söylemeyeceklerine dair" âyeti ile ilgili olarak şunları söylemektedir: Onlar, günahlarının bağışlanacağını kesin olarak söyledikleri sözleri ile batılı söylemiş oldular. İbn Zeyd der ki: Burada kasıt, -az önce de belirttiğimiz gibi- verdikleri hükümlerdeki batıllardır. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: "Onda olanı durmadan okumuşlardı" yani âyeti gereğince ameli ve onu anlamayı terketmek suretiyle onu silmişlerdi. Bu, Rüzgâr izi sildi" tabirinden alınmıştır derler. Yine silinip izi, eseri kalmayan çizgi, ev v.s. hakkında; İfadesinden alınmış olur. Bu anlam da yüce Allah'ın: "Kendilerine kitap verilenlerden bir kesim... Allah'ın kitabını arkalarına atmışlardı." (el-Bakara, 2/101); "Onlar ise onu sırtlarının arkasına attılar..." (Âl-i İmrân, 3/187) buyruklarına uygun düşmektedir. Nitekim el-Bakara Sûresi'nde (anılan âyetin tefsirinde) buna dair açıklamalar da geçmiş bulunmaktadır. 170Bir de kitaba sımsıkı sarılanlar ve namazı dosdoğru kılanlar (a gelince), şüphesiz Biz ıslah etmeye çalışanların mükâfatlarını zayi etmeyiz. "Bir de kitaba sımsıkı sarılanlar." Yani Tevrat'a, gereğince amel etmek suretiyle bağlı kalanlar... Ebû'l-Âl-iyye ve Ebû Bekr rivâyetinde Âsım; Sımada sarılanlar" kelimesini şeddesiz olarak; "Tutunanlar" şeklinde şeddesiz olarak "Tuttu, tutar"dan gelen bir fiil olarak okumuşlardır. Ancak, birinci okuyuş daha uygundur. Çünkü, o okuyuşta yüce Allah'ın Kitabına ve dinine sımsıkı sarılıp, bunun tekrar tekrar ve çoklukla yapıldığı anlamı vardır. Ve onlar bununla öğünmektedirler. Allah'ın Kitabı ve dinine sımsıkı yapışmak, bu İşi devamlı ve tekrar tekrar yapmayı gerektirir. Ka'b b. Züheyr der ki: "O bağlı kaldığını iddia ettiği ahde sarılması Ancak eleklerin suları tutması gibidir." Böylelikle, çokça ahidlerini bozma tabiatı dolayısıyla onu yermektedir. 171Hani Biz dağı üzerlerine gölge bırakan bir bulut gibi çekip kaldırmıştık da onu üstlerine düşecek sanmışlardı. "Size verdiğimizi kuvvetle alın. Onda olanı düşünün ki sakınırsınız" (demiştik). Yüce Allah'ın: "Hani Bîz dağı üzerlerine... çekip kaldırmıştık" âyetindeki "Çekip kaldırmıştık" lâfzı, yükseğe kaldırmıştık demektir. Buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/63. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Üzerlerine gölge bırakan bir bulut gibi." Sanki o, yüksekliği dolayısıyla üzerlerine gölge bırakan bir bulutu andırıyordu. "Size verdiğimizi kuvvetle" tam bir ciddiyet ve gayretle "alın... demiştik." Âyetin sonuna kadar olan bölümün tefsiri de daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/63. âyette) geçmiş bulunmaktadır. 172Hani Rabbin Âdem oğullarının sırtlarından zürriyetlerinİ almış ve onları kendilerine şahid tutup: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim" (diye buyurmuştu). Onlar da: "Evet, şahid olduk" demişlerdi Kıyâmet günü: "Bizim bundan haberimiz yoktu" demeyesiniz diye. Âyetin tefsiri için bak:174 173Yahut: "Daha önce sadece atalarımız Allah'a ortak koşmuşlardı. Biz de onlardan sonra gelen bir kuşaktık. Şimdi o batıla saplananların işledikleri yüzünden bizi helâk mı edeceksin?" demeyesiniz diye. Âyetin tefsiri için bak:174 174İşte biz âyetleri böyle açıklarız. Belki dönerler diye. Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: 1. Âdem Oğullarından Alınan Söz: Yüce Allah'ın: "Hani Rabbin... almış" yani sen, onlara daha önce sözü geçen indirilen kitaplarında yer alan sözleri hatırlatmakla birlikte, Âdem oğullarının zürriyetlerini çıkardığı gün kullardan almış olduğu sözleri de hatırlat... Bu âyet-i kerîme müşkil bir âyet-i kerimedir, ilim adamları bu âyetin te'vili ve ahkâmına dair açıklamalarda bulunmuşlardır. Biz de bu hususta tesbit edebildiklerimize uygun olarak onların söylediklerini aktaracağız. Kimisi şöyle demiştir: Âyetin anlamı şudur: Yüce Allah, Âdem oğullarının biri birlerinden gelecek olan zürriyetlerini onların sırtlarından çıkartmıştır. Bunlar, "onları kendilerine şahid tutup, ben sizin Rabbiniz değil miyim" âyetinin anlamı, onları yaratmakla kendi tevhidini onlara göstermiştir, derler. Çünkü, baliğ olan her bir kişi zorunlu olarak kendisinin bir tek Rabbinin olduğunu bilir. "Ben sizin Rabbiniz değil miyim" yani, onlara böyle dedi, demektir. Bu ise, onlara karşı şahid tutmak ve onların bunu ikrar etmeleri yerine geçmiştir. Yüce Allah gökler ve yer hakkında onların: "İsteyerek itaatle geldik, dediler" (Fussilet, 41/11) âyetinde olduğu gibi. el-Kaffal bu görüşü benimsemiş ve bu konuda uzun uzun açıklamalarda bulunmuştur. Şöyle de açıklanmıştır: Şanı yüce Allah bedenleri yaratmadan Önce ruhları çıkartmış ve bu ruhlarda kendisine hitap olunanı bilip öğreneceği marifeti de takdir buyurmuştu. Derim ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan nakledilen hadislerde dile getirilen, bu iki görüşten farklıdır. Buna göre yüce Allah, Âdem (aleyhisselâm)'ın sırtından ruhları da içinde olmak üzere bedenleri çıkartmıştır. Mâlik'in Muvatta’''ındaki rivâyetine göre Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'a şu: "Hani Rabbin Âdem oğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahid tutup: Ben sizin Rabbiniz değil miyim (diye buyurmuştu). Onlar da: Evet, şahid olduk demişlerdi. Kıyâmet günü: Bizim bundan haberimiz yoktu demeyesiniz diye" âyeti hakkında soru sorulmuş, Ömer (radıyallahü anh) da şöyle demiş: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bu âyet hakkında soru sorulurken işittim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Yüce Allah Âdem'i yarattı. Sonra sağıyla sırtını sıvazladı, ondan bir zürriyet çıkardı ve Ben bunları cennet için yarattım ve cennetliklerin ameliyle amel edecekler, diye buyurdu. Sonra bir daha sırtını sıvazladı, ondan bir zürriyet çıkardı ve şöyle buyurdu: Bunları da cehennem için yarattım ve bunlar da cehennemliklerin ameliyle amel edecekler," Bir adam kalkıp: O halde amelin faydası nedir? diye sorunca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah bir kulu cennet için yarattı mı, onun cennet ehlinin ameliyle amel etmesini ister. Sonunda o da cennet ehlinin amellerinden bir amel üzere ölür, Allah da onu cennete koyar. Bir kulu da cehennem için yarattı mı, onun da cehennem ehlinin ameliyle amel etmesini ister. Sonunda o da cehennemliklerin amellerinden bir amel Üzere ölür. Allah da onu cehenneme koyar. " Muvatta’'', Kader 2: Ebû Dâvûd, Sünne 16; Tirmizî, Tefsir 7. sûre 2; Müsned, I, 44-45; Ayrıca bk. I, 272, V, 135. Ebû Ömer(b. Abdi’l-Berr) der ki: Bu, isnadı munkatı' bir hadistir. Çünkü Müslim b. Yesar, Hazret-i Ömer ile karşılaşmamıştır. Yahya b. Maîm onun hakkında şöyle demiştir: Müslim b. Yesar kim olduğu bilinmeyen bir ravidir. Onunla Ömer (radıyallahü anh) arasında Nuaym b. Rabia vardır. Bunu da Nesâî zikretmiştir. Nuaym ise, ilim taşıdığı bilinen bir kimse değildir. Şu kadar var ki, bu hadisin anlamı çerçevesinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh), Abdullah b. Mes'ûd, Ali b. Ebî Tâlib, Ebû Hüreyre -Allah onlardan ve diğerlerinden razı olsun- yoluyla gelen rivâyet, pek çok sabit (sağlam) yolla sahih olarak gelmiştir. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, XXVI, 90-91. Tirmizî sahih olduğunu belirterek Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah Âdem'i yaratıp da onun sırtını sıvazlayınca sırtından kıyâmet gününe kadar onun zürriyetinden yaratacağı her bir can döküldü. Onlardan her birisinin gözleri arasında nurdan bir parlaklık yarattı. Sonra bunları Âdem'e arzetti. Dedi ki: Rabbim bunlar kimlerdir? Yüce Allah, bunlar zürriyetinden gelecek olanlardır diye buyurdu. Aralarından birisini gördü, gözleri arasındaki parlaklık hoşuna gitti. Rabbim bu kimdir? diye sorunca, bu adam, senin zürriyetinden gelecek sonraki ümmetlerden bir adamdır. Ona Davud denilir diye buyurdu. Hazret-i Âdem: Rabbim ömrünü kaç yıl olarak takdir buyurdun, diye sorunca; altmış yıl diye buyurdu. Hazret-i Âdem: Rabbim, ona benim ömrümden kırk yıl artır dedi. Âdem (aleyhisselâm)'ın ömrü sona erince, ona ölüm meleği geldi. Âdem: Henüz benim ömrümden daha kırk yıl kalmadı mı diye sorunca, melek: Sen bu kırk yılını oğlun Davud'a vermemiş miydin diye sordu. Ancak, Âdem böyle bir şeyi reddetti. Bunun üzerine zürriyetinden gelenler de inkâr eder oldular. Âdem'e de unutturuldu, bu sebepten zürriyeti de unutur kılındı." Tirminî, Tefsir 7. sûre 3; Müsned, I, 251-252, 299, 371. Tirmizî'den başkasında da şöyle denmektedir: İşte o vakit yazıcılar tutulmasını, şahid tutulmasını emretti. Bir başka rivâyette de şöyle denmektedir: Âdem, aralarında zayıf, zengin, fakir, zelil, müptela ve sağlıklı kimseler olduğunu görünce, ona dedi ki: Rabbim bu niye böyle, neden onların arasında eşitlik sağlamadın? Yüce Allah, bana şükredilsin istedim, diye buyurdu. Abdullah b. Amr da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Tarak ile nasıl başın saçları alınıyor (taranıyor) ise onlar da (Hazret-i Âdem'in zürriyeti de) sırtından böylece alındılar." Allah onlara Hazret-i Süleyman'ın gelişini bildirerek, diğer karıncalan uyaran karınca gibi akıllar verdi ve onlardan kendisinin Rableri olduğuna, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmadığına dair söz aldı. Onlar da bunu ikrar edip kabul ettiler. Yüce Allah kendilerine Peygamber göndereceğini bildirdi, böylelikle biri diğerine şahidlik etti. Ubey b. Kâ'b der ki: Onlara karşı yedi semavatı da şahid tuttu. Kıyâmet gününe kadar doğacak kim varsa, mutlaka ondan ahid alınmıştır. Âdem'in sırtından çıkartıldıkları vakit kendilerinden sözün alındığı yerin neresi olduğu hususunda dört farklı görüş vardır. İbn Abbâs der ki: Burası, Arefe yakınlarında bir vadi olan Na'man denilen"yerin iç tarafıdır. Müsned, 1, 272. Yine İbn Abbâs'tan bu yerin Hindistan'da bir bölge olan ve Hazret-i Âdem'in yere indiği yer olan Berahba olduğu da söylenmiştir. Yahya b. Selam ise der ki: İbn Abbâs bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demişti: Allah, Âdem'i Hindistan'a indirdi. Sonra sırtını sıvazlayıp ondan kıyâmet gününe kadar yaratacağı her bir canı çıkartıp şöyle buyurdu: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Onlar da: "Evet, şahid olduk" dediler. Yahya b. el-Hasen der ki: Sonra onları tekrar Âdem (aleyhisselâm)'in sulbüne geri iade etti. el-Kelbî ise, bu ahdin Mekke ile Taif arasında alındığını söylerken, es-Süddî de şöyle demiştir: Bu ahid, Âdem cennetten dünya semasına indirildiği vakit kendisinden alınmış idi. Yüce Allah onun sırtını sıvazlamış ve sırtının sağ tarafından inci gibi parıldayan beyaz bir zürriyet çıkartmıştı. Onlara "rahmetim üzere cennete giriniz" diye buyurmuştu. Sırtının sol tarafından da siyah bir zürriyet çıkartmış ve onlara; "siz de ateşe giriniz. Aldırış etmiyorum" diye buyurmuştu. İbn Cüreyc der ki: Cennet için yaratılmış her bir nefs, beyaz (ak.) çıktı, cehennem için yaratılmış her bir nefs ise siyah çıktı. İbnü'l-Arabî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: İnsanlar günah işlememiş oldukları halde azâb edilmeleri nasıl uygun düşer, yahut yüce Allah yapmalarını irade buyurduğu, haklarında yazdığı ve kendilerini ona sürüklediği şeyler sebebiyle onları nasıl cezalandırabilir denilecek olursa, biz de şöyle cevap veririz: Bunun imkânsız olduğu nereden anlaşılmaktadır. Aklen mi, şer'an mı? Çünkü, Rahîm ve hakim olan birimizin böyle bir şeyi yapması mümkün değildir denilse; biz de şöyle deriz: Çünkü, onun da üstünde ona emir veren bir amir, ona yasak koyan birisi vardır. Yüce Rabbimiz ise yaptıklarından dolayı sorumlu değildir. Asıl onlar sorulurlar. Diğer taraftan, yaratıkların yaratıcıya kıyas edilmeleri câiz değildir. Kullarının fiillerinin mutlak ilahın fiillerine göre yorumlanması da doğru değildir. Gerçekte bütün fiiller yüce Allah'ındır. Ve bütün yaratıklar yalnız O'nundur. O, onları nasıl dilerse öyle yöneltir. Ve aralarında dilediği şekilde hüküm vermiştir. Âdem oğlunu içinde hissettiği bu duyguya iten ise, fıtratındaki incelik, hemcinsine karşı duyduğu şefkat ile övülmekten ve methedilmekten hoşlanmasıdır. Zira, bundan dolayı bir takım menfaatler sağlayacağını umar. Şanı yüce Allah ise bütün bunlardan mukaddes ve münezzehtir. O bakımdan bu gibi şeyler kıyas alınarak O'nun hakkında kanaat belirtmek câiz olamaz. 3. Bu Âyetin Kapsamı Umumi mi, Hususi mi? Bu âyet-i kerîme hakkında hususi mi, yoksa umumi mi olduğu noktasında farklı görüşler vardır. Âyetin has olduğu söylenmiştir. Çünkü yüce Allah: "Âdem oğullarının sırtlarından" diye buyurmuştur. Böylelikle Hazret-i Âdem'in sulben çocuğu olanlar bu kapsamın dışına çıkmaktadır. Yüce Allah’ın: "Yahut daha önce sadece atalarımız Allah'a ortak koşmuşlardı" âyeti ile de müşrik ataları olmayan herkes bu kapsamın dışına çıkmaktadır. Şöyle de denilmiştir: Âyet-i kerîme, peygamberler vasıtasıyla kendilerinden ahid alınmış kimseler hakkında hastır. Bir başka görüşe göre de; hayır bu âyet-i kerîme bütün insanlar hakkında umumidir. Çünkü, herkes kendisinin önceleri küçük bir çocuk olduğunu, sonradan gıda ile beslenip büyütüldüğünü, yetiştirildiğini, kendisinin işlerini düzenleyen ve bir yaratıcısı olduğunu bilir. İşte: "Onları kendilerine şahid tutup..." âyetinin anlamı da budur. "Evet... demişlerdi" âyetinin anlamı ise, evet böyle bir şey onların bir görevidir; (yani, Allah'ın rububiyetînî kabul etmeleri gerekir) demektir. İnsanlar, şanı yüce Allah'ın Rabb olduğunu İtiraf edip de bunu unutmaları üzerine, peygamberleriyle onlara bu hususu hatırlattı ve bu hatırlatmayı da son olarak seçkin kullarının en faziletlisi ile gerçekleştirdi. Böylelikle onlara karşı delil gereği gibi ortaya konmuş olsun. Son peygamberine de şöyle emir buyurdu: "O halde sen onlara hatırlat. Sen ancak bir hatırlatıcısın. Üzerlerine musallat bir zorba değilsin." (el-Gâşiye, 88/21-22) Daha sonra da ona, üzerlerine otorite kurma imkânını verdi, ona saltanat bahşetti, yeryüzünde O'nun dinini hakim kıldı. et-Tartuşî der ki: İnsanlar dünya hayatlarında bu hususu hatırlamasalar dahî bu ahid insanlar için bağlayıcıdır. Tıpkı hanımını boşadığına dair tanıklık edildiği halde bunu unutan kimsenin bu talakının o kimse hakkında geçerli oluşu gibi. Küçükken ölen, ilk ahiddeki ikrarı dolayısıyla cennete girer, diyenler bu âyet-i kerimeyi delil göstermişlerdir. Ancak, akil baliğ olan kimseye bu ilk ahdin bir faydası olmaz. Bu görüşü benimseyen kimseler, müşriklerin çocukları da cennettedir, derler. Bu hususta sahih olan görüş de budur. Bununla birlikte konu ile ilgili rivâyetlerin farklılığı dolayısıyla mesele hakkında farklı görüşler ortaya atılmıştır. Sahih olan da bizim zikrettiğimizdir. İleride bu hususa dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Rum Sûresi'nde (30/30. âyet, 3. başlıkta) gelecektir. "et-Tezkire" adlı eserde de ele aldık. Allah'a hamd olsun. 5. Âdem Oğullarının Zürriyeti: Yüce Allah'ın: "Sırtlarından" kelimesi, yüce Allah'ın: "Âdem oğulları" âyetinden bedeliyu’l-İştimal'dir. Âyetin lâfızları zürriyet almanın Âdem oğullarından olmasını gerektirmektedir. Çünkü âyet-i kerimede lâfız itibariyle Hazret-i Âdem'den söz edilmemektedir. Buna göre bu söz dizisinin açıklaması şöyle olur: Hani Rabbin Âdem oğullarının sırtlarından zürriyetlerini almıştı. Âyet-i kerimede "Âdem'in sırtı"ndan söz edilmeyişi, hepsinin onun evlatları olduğunun ve ahid alındığı gün sırtından çıkartılmış olduklarının bilinmesinden dolayıdır. O bakımdan "Âdem oğullarından" ifadesi dolayısıyla ayrıca "Âdem"den söz etmeye gerek kalmamıştır. “Zürriyetlerini" kelimesini Kûfeliler ve İbn Kesîr, (zürriyet kelimesini) tekil olarak ve "te" harfini de üstün olarak okumuşlardır. "Zürriyet" kelimesi tek kişi hakkında da çoğul hakkında da kullanılabilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Rabbim bana nezdinden çok temiz bir zürriyet bağışla." (Âl-i İmrân, 3/38) Burada "zürriyet" kelimesi tekil için kullanılmıştır. Çünkü o, yüce Allah'tan kendisine bir çocuk bağışlanmasını dilemiş, Hazret-i Yahya'nın doğumu müjdesi kendisine verilmişti. Diğer taraftan kıraat âlimleri yüce Allah'ın: "Âdem'in zürriyetinden..." (Meryem, 19/58) âyetindeki "zürriyet" kelimesini icma ile tekil olarak okumuşlardır. Halbuki, Âdem'in zürriyetinden daha çok zürriyeti olan kimse yoktur. "Biz de onlardan sonra gelen bir kuşaktık (zürriyet idik)" (el-A'raf, 7/173.) âyetindeki "zürriyet" kelimesi ise çoğul için kullanılmıştır. Diğerleri ise çoğul olarak; diye okumuşlardır. Çünkü zürriyet tekil hakkında da kullanıldığından dolayı tekil için kullanılmayacak bir lâfız getirilmiş ve böylelikle kelimenin herhangi bir şekilde müşterek lâfız olmaktan kurtulup maksat olarak gözetilen manayı katıksız bir şekilde ifade edecek bir lâfız kullanılmıştır ki, bu da "zürriyet" kelimesinin çoğul olarak gelmesi ile olur. Çünkü Âdem oğullarının sırtlarından birbiriyle müntenasip birbirinin ardı arkasına ve sayılarını Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilemediği pek çok zürriyetler çıkartmıştır. İşte bu özelliği dolayısıyla buradaki "zürriyet" kelimesini çoğul olarak okumuşlardır. 6. Allah'ın Rububiyetini İkrar: el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Evet, kim bir kötülük işler de..." (el-Bakara, 2/81) âyetini açıklarken "Evet" âyeti ile ilgili yeterli izahlar verilmişti. Oradaki açıklamalara başvurulabilir. ile şekillerinde "Demeyesiniz diye" ile "Yahut... demeyesiniz diye" âyetlerini Ebû Amr her iki yerde de (te yerine) "ya" ile (demesinler diye anlamında) ve böylelikle bu iki fiildeki zamirleri de daha önce sözü geçen gaip lâfzı ile okumuştur. Daha önce sözü edilen lâfız ise, yüce Allah'ın: "Rabbin Âdem oğullarının sırtlarından zürriyetlerîni almış ve onları kendilerine şahid tutup..." âyetidir. Aynı şekilde "onlar da: Evet... demişlerdi" âyeti de gaib lâfzı ile gelmişlerdir. Daha sonra gelen: "Biz de onlardan sonra gelen bir kuşak (zürriyet) idik" âyeti de: "Belki... diye" âyeti de bu şekilde zaid olarak gelmiştir. O bakımdan Ebû Amr, buradaki iki fiili (demek fiillerini.) kendilerinden önceki lâfızlara da sonraki lâfızlara da uygun olarak gaib lâfzıyla okumuştur. Diğerleri ise bu iki fiili "te" harfi ile (demeyesiniz anlamında) okumuşlardır. Bunlar da daha önce yüce Allah'ın: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim" âyetindeki hitap lâfzına uygun okumuşlardır. Bu durumda "şahid olduk" ifadesi, meleklerin söylediği bir söz olur. İnsanlar: "Evet" deyince, melekler de: "şahid olduk...demeyesiniz diye" ile "yahut... demeyesiniz diye" demişlerdi. Şöyle de açıklanmıştır: Bunun anlamı şudur: Âdem oğullarının zürriyetleri "evet" demekle yüce Allah'ın Rububiyetini ikrar etmiş oldular. Bunun üzerine yüce Allah meleklere: Şahid olun diye buyurmuş, melekler de: Biz de sizin yüce Allah'ın Rububiyetini ikrar ettiğinize dair şahidlik ediyoruz, demeyesiniz diye... yahut demeyesiniz diye demişler. Bu açıklama, Mücahid, ed-Dahhak ve es-Süddî'nîn görüşüdür. İbn Abbâs ile Ubey b. Kâ'b da şöyle demişlerdir: "Şahid olduk" âyeti de Âdem oğullarının sözlerindendir. İfadenin anlamı şöyle olur: Biz, Senin Rabbîmiz ve ilahımız olduğuna şahidlik ediyoruz. Yine İbn Abbâs der ki: Yüce Allah, onların bir kısmını diğer bir kısmına karşı şahid tuttu. Buna göre; evet, biz birbirimize karşı şahidlik ettik dediler, demektir. Eğer "şahid olduk" ifadesi meleklerin söylediği söz ise, bu durumda; "Evet" kelimesi üzerinde vakıf yapılır. Şayet Âdem oğullarının sözlerinden ise, üzerinde vakıf yapmak güzel olmaz. Çünkü o takdirde; "... me..."; "Evef'den önce gelen; "Onları kendilerine şahid tutup..." âyetine tealluk eder ki, "bunu demesinler diye" anlamını verir. Mücahid, İbn Ömer'den, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Rabbin, Âdem oğullarının sırtlarından zürriyetferini tarağın baştan alınması gibi aldı ve onlara: Ben sizin Rabbiniz değil miyim diye sordu. Onlar da: Evet (radıyallahü anhbbimizsin) dediler. Bunun üzerine melekler: Biz de... demeyesiniz diye şahidlik ettik, dediler." Suyûtî, ed-Dürru’l-Mensur, III, 60. Yani, biz.., demeyesiniz diye size karşı yüce Allah'ın Rububiyetini ikrar ettiğinize dair şahidlik ettik demektir. İşte bu açıklama, "demek" fiillerinin "te" harfi ile (yani muhatap sigasıyla) okunmalarına delil teşkil etmektedir. Mekkî der ki: Anlamının doğruluğu dolayısıyla tercih edilen görüş de budur. Çünkü cemaat (büyük çoğunluk) bu şekilde okumuştur. Yüce Allah'ın: "Şahid olduk" âyetinin, Allah'ın da meleklerin de birlikte söyledikleri söz olduğu söylenmiştir. Yani, biz sizin Allah'ın rububiyetini ikrar ettiğinize şahidlik ettik. Bu açıklamayı Ebû Mâlik yapmıştır. Ayrıca es-Süddî'den de rivâyet edilmiştir. "Biz de onlardan sonra gelen bir kuşaktık" yani, onlara uyduk demektir. "Şimdi o batıla sapanların işledikleri yüzünden bizi helâk mı edeceksin" ifadesi ise, sen böyle yapmamalısın demek isteyeceklerdir, demektir. Şu kadar var ki, tevhid hususunda mukallid'in ileri sürebileceği bir mazereti olmaz. 175Sen onlara âyetlerimizi verdiğimiz halde, onlardan sıyrılıp çıkmış, derken şeytanın kendisine uydurduğu ve sonunda azgınlardan olmuş kimsenin haberini oku! Kitap ehli Tevrat'tan öğrendikleri bir kıssayı zikretmektedir. Burada kendisine "âyetlerin verildiği" kişinin tayini hususunda farklı görüşler vardır. İbn Mes'üd ile İbn Abbâs, bu kişinin Mûsa (aleyhisselâm) döneminde yaşamış ve İsrail oğullarından Bel'âm -Nâim de denilmektedir- b. Bâurâ olduğunu söylemişlerdir. Bu kişi baktığı vakit arşı görebilecek durumdaydı. İşte yüce Allah'ın: "Sen onlara âyetlerimizi verdiğimiz halde... kimsenin haberini oku" âyetinde kastedilen odur. Dikkat edilecek olursa "âyetimiz" denilmemiştir. Onun meclisinde söylediklerini yazan öğrencilere ait oniki bin mürekkep hokkası bulunurdu. Daha sonra bu kâinatın bir yaratıcısı olmadığına dair ilk kitap yazan kişi noktasına kadar geldi. Mâlik b. Dinar der ki: Bel'âm b. Bâurâ, îmana davet etmek üzere Medyen kıralına gönderildi. Medyen kıralı da ona birçok bağışlarda bulundu, iktalar verdi, onun dinine tabi olup, Hazret-i Mûsa'nın dinini de terk etti. işte bu âyet-i kerimeler onun hakkında nâzil olmuştu. el-Mu'temir b. Süleyman ise babasından şöyle dediğini nakletmektedir: Bel'âm'a peygamberlik verilmişti. Bel'âm duası kabul edilir bir kimse idi. Mûsa, zorbalarla döğüşmek üzere İsrailoğulları ile birlikte gelince, bu zorbalar Bel'âm b. Baura'dan Hazret-i Mûsa'ya beddua etmesini istediler. O da Hazret-i Mûsa'ya beddua etmek İsteyince, dili kendi adamlarına bedduaya döner oldu. Bu husus kendisine söylenince, bu sefer: Duyduğunuz sözlerden başkasını söylemeye gücüm yetmiyor dedi ve dili göğsüne kadar sarktı. Bunun üzerine: Artık dünya da ahiret de elimden gitti. Geriye hile, aldatma ve tuzaklardan başka elimde birşey kalmadı. Sizin için bazı hilekârlıklar yapacağım. Benim görüşüm odur ki, kızlarınız) onlara karşı çıkartınız. Şüphesiz Allah zinaya buğz eder. Eğer bu işi yapacak olurlarsa onlar da helâk olup giderler. Bel'âm'ın dediklerini yaptılar. İsrailoğulları zinaya başladı. Yüce Allah da üzerlerine taunu gönderdi. Onlardan yetmiş bin kişi Öldü. Bu rivâyeti tamamiyle es-Sa'lebî ve başkaları zikretmiş bulunmaktadır. Yine rivâyet edildiğine göre Bel'âm b. Bâurâ Hazret-i Mûsa'nın zorbaların şehrine girmemesi için dua etti. Onun duası kabul olundu ve Hazret-i Mûsa Tiîı'de kaldı. Bunun üzerine Hazret-i Mûsa şöyle dedi: Rabbim, biz hangi günah sebebiyle Tih'de kaldık? Yüce Allah, Bel'âm'ın bedduası sebebiyle deyince, Hazret-i Mûsa şöyle dedi: Rabbim, onun bana bedduasını kabul buyurduğun gibi benim de ona bedduamı kabul buyur. Sonra da Hazret-i Mûsa yüce Allah'ın ismi azam bilgisini ondan alması için dua etti. Yüce Allah da Bel’âm'ı içinde bulunduğu halden sıyırıp aldı. Ebû Hamid el-Ğazzâlî de "Minhâcü'l-Ârifin" adlı eserinin son bölümlerinde şöyle demektedir: Ariflerden kimisini şöyle derken dinledim: Peygamberlerden birisi, yüce Allah'a Bel'âm'ın durumu ve kendisine verilen bunca âyet ve kerametten sonra neden kovulduğunu sordu. Yüce Allah şöyle buyurdu: Bir gün dahi Bana verdiklerime karşılık şükretmedi. Eğer bütün bunlardan sonra bir defa olsun şükretmiş olsaydı ona verdiklerimi almazdım. İkrime de şöyle demektedir: Bel'am peygamber idi ve ona kitap verilmişti. Mücahid de şöyle demiştir: Bel'am'a peygamberlik verilmişti. Kavmi ona susması mukabilinde rüşvet vermişti. O da bu dediklerini yapmış ve bulundukları halde onları bırakmıştı. el-Maverdî ise şöyle demektedir: Ancak, bu doğru olamaz. Çünkü yüce Allah, taatini terkedip masiyetine yonelmeyeceğinİ bildiği kimselerden başkasını peygamber olarak seçmez, Abdullah b. Amr b. el-Âs ile Zeyd b. Eslem ise şöyle derler: Bu âyet-i kerîme Sakifli Umeyye b. Ebi's-Salt hakkında inmiştir. O, daha önce indirilmiş kitapları okumuş, yüce Allah'ın da o dönemlerde bir peygamber göndereceğini öğrenmiş, gönderilecek bu peygamberin kendisi olmasını temenni etmişti. Fakat yüce Allah Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı peygamber olarak gönderince onu kıskanmış ve onu inkâr etmişti. İşte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisi hakkında: "Şiiri ile îman etmiş, fakat kalbiyle kâfir olmuştur" Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in Bk. Müslim, Şiir 1; İbn Mâce. Edeb 41; Müsned, IV, 388, 389 dediği kişi odur. Said b. el-Müseyyeb de der ki: Bu âyet-i kerîme Ebû Âmir b. Sayfî hakkında nâzil olmuştur. Bu kişi cahiliye döneminde rahiplerin giyindikleri kıldan elbiseler giyerdi. Ancak, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın peygamberliğini inkâr etti. Şöyle ki; Medine'de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna girip şöyle dedi; Ey Muhammed, senin bu getirdiğin şey nedir? Hazret-i Peygamber: "Ben, İbrahim'in dinini, hanif dinini getirdim." O; ben de o din üzereyim deyince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Hayır, sen hanif dini üzere değilsin. Çünkü sen, ona o dinde olmayan şeyleri sokmuş bulunuyorsun." Bunun üzerine Ebû Âmir şöyle dedi: Bizden kim yalan söylüyorsa Allah onu kovalanmış, kovulmuş ve tek başına canını alsın. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Öyle olsun. Allah, bizden kim yalan söylüyorsa dediğin şekilde onun canını alsın." O, bu sözleri söylerken Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın Mekke'den çıkışına işaret etmek istiyordu. Ebû Âmir de Şam'a çıkıp gitti, Kayser'e uğrayıp, münafıklara da şunu yazdı: Haydi hazırlıklarınızı yapınız. Ben, Kayser'in yanından size Muhammed'i Medine'den çıkartmak üzere bir ordu ile geleceğim. Ancak, Şam'da tek başına Öldü. İşte: "Zarar vermek için... ve Allah'a ve Rasulüne harp açan kimseye de bekleyip gözetlemek için bir mescid edinenler..." (et-Tevbe, 9/107) âyeti onun hakkında nâzil olmuştur ki, ileride et-Tevbe Sûresi'nde (belirtilen âyetin tefsiri 1. başlıkta) gelecektir. İbn Abbâs da bir rivâyette şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme yaptığı takdirde kabul olunan, üç tane duası olan bir kimse hakkında nâzil olmuştur. Bu kişinin "el-Besus" adında bir hanımı vardı, bundan da bir oğlu olmuştu. Hanımı, senin kabul olunan üç duandan birisini bana ayır deyince, adam birisi senin için olsun, ne emredersin diye sorunca, hanımı şöyle demiş: Allah'a, beni, İsrailoğulları arasında en güzel kadın haline getirmesi için dua et, dedi. İsrailoğulları arasında kendisi kadar güzel bir kadın olmadığını anlayınca kocasından yüz çevirdi. O da bu sefer yüce Allah'a onu havlayan bir köpek haline dönüştürmesi için dua etti. Böylelikle o kadın hakkında iki duası gitti. Bunun üzerine kadının çocukları gelip şöyle dediler: Bizim bu işe tahammülümüz yok. Annemiz bir köpek oldu. Herkes ondan dolayı bizi ayıplamaktadır. Haydi, Allah'a önceki haline onu döndürmesi için dua et, dediler. O da dua etti, yine eski haline döndü. Böylelikle üç duası da o kadın hakkında gitmiş oldu. Ancak bilinci görüş daha meşhur ve çoğunluğun kabul ettiği görüştür. Ubade b. es-Samit der ki: Bu âyet-i kerîme Kureyş hakkında inmiştir. Allah, kendilerine Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a indirmiş olduğu âyetlerini verdiği halde, onlar o âyetlerden sıyrılıp çıktılar ve onları kabul etmediler. İbn Abbâs der ki: Bel’am, zorbaların şehrinden idi. Yemenli olduğu da söylenmiştir. "Onlardan sıyrılıp çıkmış" yanî, yüce Allah'ı bilmekten uzaklaşmıştı. Yani, Allah ondan bilmiş olduğu ilimleri çekip almıştı. Hadîs-i şerîfte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın söyle buyurduğu nakledilmektedir: "İlim iki türlüdür. Kimi ilim kalptedir. İşte fayda veren ilim odur. Kimi İlim de dil üzerindedir. İşte yüce Allah'ın Âdem oğluna karşı delili de budur." İşte, Bel'am ve benzerlerinin ilmi de bu kabildendir. Böyle bir ilimden Allah'a sığınır ve bize hakka ulaşma muvaffakiyetini ve tahkik üzere ölmeyi lütfetmesini dileriz. Sıyrılıp çıkmak (el-İnsilâlı); çıkmak anlamındadır. Yılan gömlek (deri) değiştirdiği vakit bu kökten gelen fiil kullanılır. Bunun, kalbedilmiş ifadelerden olduğu da söylenmiştir. Yani, âyetler ondan sıyrılıp çıkmıştır. "Şeytanın kendisine uydurduğu" yani, şeytanın kendisine eriştiği kimse demektir. Mesela; "Kavme yetiştim" anlamındadır, Bu âyetin yahudiler ve lı iristi yanlar hakkında indiği de söylenmiştir. Onlar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gelmesini bekleyip durdular, ama sonra onu inkâr ederek kâfir oldular. 176Eğer dileseydik, onu bunlar sebebiyle yükseltirdik. Fakat o yere mıhlandı ve hevasına uydu. Artık onun durumu, üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi haline bırakırsan da yine dilini uzatıp soluyan bir köpeğin durumuna benzer. İşte âyetlerimizi yalanlayan toplulukların durumu budur. Artık sen kıssayı anlat. Belki iyice düşünürler. Âyetin tefsiri için bak:177 177Âyetlerimizi yalanlayarak kendilerine zulmetmekte olanların durumu ne kötüdür! "Eğer dileseydik onu bunlar sebebiyle" yani, bu âyetlerle amel etmesi suretiyle "yükseltirdik." Burada kastedilen kişi Bel'am'dır. Yani, Biz dilemiş olsaydık isyan etmeden önce onun canını alır ve cennete yükseltirdik. "Fakat o, yere mıhlandı." İbn Cübeyr'le es-Süddî'den rivâyete göre yere meyletti. Mücahid ise, ona meylederek huzur buldu. Yani, yerin lezzetlerine meyletti, orada huzuru aradı. "Mıhlanmak" asıl anlamı itibariyle bir yerden ayrılmamak anlamındadır. Bir kimse bir yerde ikamet edip oradan ayrılmayacak olursa, denilir. Şair Züheyr der ki: el-Ğarkad'da bulunan ve senin uğradığın diyarlar kimlerindir? Suyun üzerinden aktığı yerinden ayrılmayan kalıcı sert taştaki yazı gibi." Sanki bu âyette kastedilen anlam: O, yerin lezzetlerine bağlandı da onlardan ayrılmadı şeklinde olduğundan "yere mıhlandı" ifadesi kullanıldı. Çünkü dünya metaı yerin üzerindedir. "Ve hevasına uydu" yani, şeytanın kendisine süslediklerinin ardından gitti. Onun hevâsmın kâfirlerle birlikte olduğu söylendiği gibi; hanımının rızasına uydu diye de açıklanmıştır. Çünkü hanımı birtakım malları elde etme arzusuna kapılmıştı. O bakımdan onu Hazret-i Mûsa'ya beddua etmeye mecbur etmişti. "Artık onun durumu... bir köpeğin durumuna benzer" âyeti müpteda ve haberdir. "Üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan" âyeti de şart ve cevaptır. Ve bu, hal mahallindedir. Yani o, dilini sarkıtarak soluyan köpeğe benzer. Âyetin anlamı şudur: O, tek bir isi devam ettirir, gider ve hiç-bir masiyetten korkup çekinmez. Bu durumuyla o, köpeğe benzer. Çünkü köpek, her halükârda dilini sarkıtıp solur. İster onu kov, ister kovma. O yine böyledir. İbn Cüreyc der ki: Köpek, yüreksiz bir hayvandır. Onun üzerine gitsen de dilini sarkıtıp solur, bıraksan da dilini sarkılıp solur. İşte hidayeti terk edenin hali de böyledir. O korkaktır, yüreksizdir. el-Kuteybî der ki: Dilini sarkıtıp soluyan herşey, ya çokça bitkin düştüğünden, yahut da susuz kaldığından dilini sarkıtıp solur. Ancak köpek böyle değildir. O, yorgun ve bitkin halde iken de dilini sarkıtıp solur, rahatken de, hasta iken de, sağlıklı iken de, suya kanmışken de, susuzken de hep böyle yapar. Allah onu âyetlerini yalanlayan kimselere misal vermiş ve şöyle buyurmuştur: Sen, böyle birisine öğüt versen de sapılır, onu bıraksan da sapıtır. O, tıpkı bıraktığın zaman da dilini sarkıtıp soluyan, kovaladığın zaman da dilini sarkıtıp soluyan köpek gibidir, yüce Allah'ın şu âyeti de bunu andırmaktadır: "Siz, bunları doğru yala çağırsanız size uymazlar. Onları çağırsanız da, susmuş olsanız da size karşı (tavırları) birdir." (el-A'raf, 7/193.) el-Cevherî der ki: Köpek, yorgunluktan, yahut susuzluktan dolayı dilini dışarı çıkartacak olursa, denilir. Aynı şekilde insan da yorgunluktan bitkin düştüğü vakit, onun hakkında da bu tabir kullanılır. Yüce Allah'ın: "Üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan" âyetine gelince; çünkü sen, köpeğe hamle yapacak olursan havlar ve geri dönüp kaçar. Onu bırakacak olursan, bu sefer o senin üzerine gelmeye kalkışır ve havlar. İster senin üzerine gelirken, ister senden kaçıp giderken kendisini yorar. Böyle bir durumda ise, susuzluktan dolayı dilini dışarı çıkartıp soluma hali onda görülür. et-Tirmizî el-Hakim de "Nevâdiru'l-Usul" adlı eserinde şöyle demektedir: Böyle bir kimsenin yırtıcı hayvanlar arasında köpeğe benzetiliş sebebi, köpeğin yüreksiz oluşundan dolayıdır. Onun dilini sarkıtarak soluması yüreksizliğindendir. Diğer yırtıcı hayvanlar böyle değildir. Bundan dolayı onlar solumazlar. Köpeğin bu haline gelince; Âdem (aleyhisselâm) yer yüzüne indirilince, düşman (şeytan) onun bu haline sevindi, Bunun üzerine yırtıcı hayvanlara gitti, o yırtıcı hayvanları Hazret-i Âdem'in üzerine kışkırttı. Köpek yırtıcı hayvanlar arasında onun arkasından en hızlı koşanlardan olmuştu. Bunun üzerine Hazret-i Cebrâîl, Medyen'de Hazret-i Mûsa'ya verilen ve Allah'ın Hazret-i Mûsa'ya Fir'avun ve ileri gelenlerine karşı bir mucize olarak verdiği asayı indirdi. Bu asada büyük bir güç yaratılmıştı. Asa, cennette bulunan Mersin ağacındandı. Hazret-i Cebrâîl bunu, o gün Hazret-i Âdem'e üzerine gelecek yırtıcı hayvanları onunla kovalamak üzere vermiş ve rivâyet olunduğuna göre ona, köpeğe yaklaşıp, elini başı üzerine koymasını emretmiş idi. İşte bundan dolayı köpek Hazret-i Âdem'e alışmış, fakat o asanın gücünden dolayı da yürekliliğini kaybetmişti. Elini başının üzerine koyduğundan dolayı günümüze kadar Hazret-i Âdem'e ve onun çocuklarına da alışmış ve böylelikle onun soyundan gelen Âdem oğullarının koruyucularından birisi olmuştu. Eğitilip avcılık öğretilecek olursa, o da eğitilir ve kendisine öğretilenleri öğrenir. İşte yüce Allah'ın: "Allah'ın size öğrettiklerinden kendilerine öğreterek yetiştirdiğiniz..." (el-Mâide, 5/4) âyetinde anlatılan budur. es-Süddî der ki: Bel'am, bundan sonra köpeğin dilini sarkıtıp soluması gibi dilini sarkıtıp solumaya başlamıştı. Te'vil ilmini bilenlerin çoğunun görüşüne göre bu misal, kendisine Kur'ân verildiği halde gereğince amel etmeyen herkes hakkında umumidir. Bunun her münafık hakkında olduğu söylenmiş ise de birinci görüş daha sahihtir. Mücahid, yüce Allah'ın: "Artık onun durumu üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi haline bırakırsan da dilini sarkıtıp soluyan bir köpeğin durumuna benzer" âyeti hakkında şöyle demiştir: Yanî sen, onun üzerine bineğinle, yahut ayağınla varacak olsan o dilini sarkıtıp solur, bırakacak olsan da aynı şekilde dilini sarkıtıp solur. İşte, Allah'ın Kitabını okuyup ondaki hükümler gereğince amel etmeyenin durumu da böyledir. Mücahid'den başkaları da der ki: Bu, en kötü bir benzetmedir. Çünkü o, böyle birisini hevasına kendisi adına hiç bir zararı önleyemiyecek bir tevbeyi sağlayamıyacak hale gelinceye kadar yenik düşmüştür, onu -üzerine ister varılsın, ister varılmasın- ebediyen dilini sarkıtıp soluyan bir köpeğe benzetmiştir. Böyle bir köpek, hiçbir şekilde dilini sarkıtıp solumaktan kendisini alıkoyamaz. Şöyle de denilmiştir: Korkmadığı kişiye öncelikle saldırıp korkutmak, fakat daha sonra da en değersiz bir şeyi ele geçirmesi karşılığında bu serkeşliğinin sükûn bulması köpeğin düyundandır. Allah, köpeği dine dair hususlarda rüşveti kabul ederek sonunda Rabbinin âyetlerinden sıyrılıp uzaklaşan kimseye bir misal olarak vermiştir. Buna göre âyet-i kerîme, üzerinde dikkatle düşünen kimseye şunu göstermektedir: Hiçbir kimsenin ne ameline, ne de ilmine aldanmaması gerekir. Zira kişi sonunun ne olacağını bilemez. Ayrıca bu âyet-i kerîme bir hakkı ortadan kaldırmak, yahut değiştirmek üzere rüşvet almanın yasaklığına delil teşkil etmektedir. Buna dair açıklamalar, el-Mâide Sûresi'nde (5/42. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Âyet-i kerîme, -açıkladığı bir delili bulunması hali dışında- alim bir kimsenin taklid edilmesini de yasaklamaktadır. Çünkü Şanı yüce Allah, böyle bir kimseye âyetlerini verdiği halde, onun bu âyetlerden sıynhp uzaklaştığını haber vermektedir. O bakımdan aynı durumun başkasının başına da gelebileceğinden korkulması ve hiçbir alimin, delilini açıklamadıkça sözünün kabul edilmemesi gerekir. Yüce Allah'ın: "İşte âyetlerimizi yalanlayan toplulukların durumu budur. Artık sen kıssayı anlat. Belki İyice düşünürler. Âyetlerimizi yalanlayarak kendilerine zulmetmekte olanların durumu ne kötüdür" âyeti da bütün kâfirlere dair verilmiş bir örnektir. Yüce Allah'ın: "Olanların durumu ne kötüdür" âyeti ile benzer olarak; o şey ne -çirkindir anlamında- ne kötüdür! denilir, Burada fiil lazımdır (geçişsizdir). Şeklinde de gelir. O vakit, bu haliyle de geçişli (müteaddi) olur. Yani, onların örnekleri ne kadar çirkin ve kötüdür. İfadenin takdiri ise, Bu kimselerin misali, misal olarak ne kötüdür! şeklinde olup, muzaf hazfedilmiş ve temyiz olmak üzere; Misali, durumu kelimesi de nasbeditmiştir. el-Ahfeş der ki: Burada mecazi olarak durum (mesel) kavmin kendisi gibi İfade edilmiştir. Halbuki; Kavim (mealde...lar) kelimesi mübtedâ olarak, yahut da bir mübtedâ takdiri ile merfu' olur. İfadenin takdiri de şöyle olun Örnek olarak kötü olan örnek, o topluluğun misalidir. Ebû Alî de bu ifadeyi şöyle takdir etmiştir: Örnek olarak o toplumun örneği ne kadar kötüdür! Âsım el-Cahderi ile el-A'meş, Kötü örnek o kavmin durumudur ki... diye; Örnek kelimesini, Ne kötüdür! dolayısıyla merfu' olarak okumuşlardı. 178Allah kime hidayet verirse o doğru yolu bulmuş olur. Kimi de saptırırsa onlar zarara uğrayanların ta kendileridirler. Bu âyetin anlamı daha önceden birkaç yerde geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet-i kerîme, Kaderiyye'nin görüşünü reddettiği gibi, "şanı yüce Allah bütün mükellefleri hidayete iletmiştir. Onun herhangi bir kimseyi saptırması câiz olamaz," diyenlerin görüşlerini de reddetmektedir. 179Yemin olsun ki Biz, cehennem için cin ve İnsanlardan çok kimseler yaratmışizdır. Onların kalpleri vardır, fakat bunlarla anlamazlar. Gözleri vardır, fakat bunlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat bunlarla işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta daha da sapıktırlar. Onlar, gafil olanların ta kendileridirler. Yüce Allah, adaletinin gereği olarak cehenneme gidecek bir takım insanlar yaratmış olduğunu haber vermekte, sonra da onların niteliklerini belirterek: "Onların kalpleri vardır fakat bunlarla anlamazlar" diye buyurmaktadır, Yani onlar, hiçbir şey anlamayan kimseler ayarındadırlar. Çünkü onlar, kalplerinden yararlanmamakladırlar, Akıllarıyla ne bir sevabı kavramakta, ne de cezadan korkmaktadırlar. "Gözleri vardır, fakat bunlarla" hidayeti "görmezler." "Kulakları vardır, fakat bunlarla" verilen öğütleri "işitmezler." Burada asıl maksat, el-Bakara Sûresi'nde de (2/18. ayetin tefsirinde) açıklamış olduğumuz gibi, bütünüyle bu duyu organlarının idrak etmediklerini anlatmak değildir. "Onlar, dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta daha da sapıktırlar." Çünkü, hayvanlar gibi, kendilerinin sevap kazanmalarına sebep teşkil edecek hiçbir yolu izlemiyorlar. Yani onların bütün çabalan yemek ve içmekten ibarettir. Onlar, hayvanlardan da sapıktırlar. Çünkü hayvanlar kendi faydalarına ve zararlarına olan şeyleri görür ve sahiplerinin arkasından giderler. Kendileri ise böyle değildirler. Atâ der ki: (Hayvanlar) Allah'ı tanır, kâfir ise Allah'ı tanımaz. Şöyle de açıklanmıştır: (Hayvanlar) yüce Allah'a İtaatkârdır. Kâfir ise yüce Allah'a itaatkâr değildir. "Onlar gafil olanların ta kendileridirler." Yani, onlar düşünmeyi terk ettiler, cennet ve cehennem hakkında düşünmekten yüz çevirdiler. 180En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na bunlarla dua edin. O'nun isimlerinde eğriliğe sapanları terkedin. Onlar, yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir. Yüce Allah'ın: "En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na bunlarla dua edin" âyetine dair açıklamalarımızı akı başlık halinde sunacağız: Yüce Allah: "En güzel isimler Allah'ındır, o halde O'na bunlarla dua edin" âyeti ile ibadeti yalnızca Allah'a halis kılmayı, müşrik ve inkarcılardan uzak durmayı emretmektedir. Mukâtil ve ondan başka bazı müfessirler şöyle demişlerdir: Bu ayet-i kerîme, namazı esnasında Ya Rahmân, Ya Rahîm diyen müslüman bir kişi hakkında nâzil olmuştur. Bunun üzerine Mekke müşriklerinden birisi şöyle demişti: Muhammed ve ashâbı, bir ve tek Rabbe ibadet ettiklerini iddia etmiyorlar mı? Bu adama ne oluyor ki, iki Rabbe dua ediyor. Bunun üzerine Şanı yüce Allah: "En güzel isimler Allah'ındır, o halde O'na bunlarla dua edin" âyetini indirdi. 2. Yüce Allah'ın En Güzel İsimleri (el-Esmau'l-Hüsna): Tirmizî ile İbnMace'nin Sünen'inde ve başkalarında Ebû Hüreyre'nin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan naklettiği hadis yer almaktadır. Bu hadiste Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın doksandokuz isminin bulunduğunu zikretmiştir. Bu kitaplarda yer alan rivâyetlerin birisinde bulunan bazı isimler diğerinde bulunmamaktadır. Tirmizî, Deavât 82; İbn Mâce, Dıw 105. Biz bu hususu "el-Kitabi'l-Esnâ fi Şerhi Esmaillahi'l Hüsnâ" adlı eserimizde açıkladık. İbn Atiyye, Tirmizî'nin rivâyet ettiği hadisi zikrettikten sonra şöyle demektedir: Bu hadis mütevatir değildir. Ebû Îsa (et-Tirmizî) onun hakkında: Bu, garip bir hadistir. Biz bunu ancak Safvan b. Salih yoluyla bilmekteyiz. O ise hadis ehline göre sika bir ravidir, demekle birlikte mütevatir değildir. Bu hadisin mütevatir olan bölümü Hazret-i Peygamberin: "Muhakkak Allah'ın doksan dokuz ismi, yani bir eksiği ile yüz ismi vardır. Kim bunları ezberleyip sayabilirse cennete girer." bölümüdür. Buhârî, Şurut 18, Deavat 68, Tevhid 12; Müslim, Zikr 5, 6; Tirmizî ve İbn Mâce , geçen yerler; Müsned, II, 258, 267, 314, 427, 499. 503, 516. Hadîs-i şerîfteki "bunları ezberleyip sayabilirse" anlamındaki; Bunları sayabilir ve ezberleyip belliyebilirse demektir. Biz, sözünü ettiğimiz kitapta açıkladığımız gibi, başka şekilde de açıklamalar yapılmıştır. Ayrıca orada Tirmizî'nin rivâyet ettiği hadisin sahih olduğunu belirtmiş ve bu isimler arasından hangisinin ittifakla Esma-i Hüsnâ'dan kabul edildiğini, hangisi hakkında görüş ayrılığı bulunduğunu önder İlim adamlarımızın kitaplarında tesbit edebildiğimiz kadarıyla ikiyüz isim civarında ismi sözkonusu ettik. Bu isimleri tayin etmeden önce de kitabın mukaddime bölümünde Esmai Hüsna'nın hükümlerine dair otuziki fasıl da açıkladık. Bu hususta bilgi sahibi olmak isteyenler, orada da aynı konuda yazılmış diğer kitaplarda gerekli bilgileri elde edebilirler. Doğruya muavaffak kılan Allahtır, O'ndan başka Rab yoktur. 3. İsim İle Müsemmâ Arasındaki İlişki: Bu konuda ilim adamları isim ile müsemma hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Biz, bu hususta ilim adamlarının görüşlerini "el-Kitabu'l-Esnâ" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. İbnü'l-Hassar der ki: Bu ayet-i kerîme de İsmin müsemma hakkında kullanıldığını gördüğümüz gibi; aynı şekilde ismin tesmiye (yani ad verme) hakkında da kullanıldığına işaret vardır. Çünkü yüce Allah'ın: "Allah'ındır" âyeti müsemmâ hakkında kullanılmıştır. Buna karşılık " İsimler" âyeti, "ism"in çoğulu olup tesmiyeler (adlar) hakkında kullanılmıştır. İşte bu da bizim söylediğimizin doğruluğuna delildir. Buna karşılık yüce Allah'ın "O'na bunlarla dua edin" âyetinde yer alan "O'na" zamiri, müsemma olan Şanı yüce Allah'a aittir ki, kendisine dua edilecek olan da O'dur. Buna karşılık "bunlarla" zamiri ise isimlere aittir. Bunlar da yüce Allah'a başkaları ile değil de kendileriyle zikredilerek dua edildiği isimlerdir. Arap dilinin gerektirdiği budur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Benim beş ismim vardır. Ben Muhammed'im ve Ahmed'im..." Buhârî, Menâkıb 17, Tefsir; Tirmizi, Meb 67: Muvatta’, Esmâu'n-Nebiyy V, Dârimî, Rikaak 59: Müsned. IV. 80, 84. hadisi de bu kabildendir. Daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/30. âyet 2. başlıkta) buna dair kısmen açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Hak ehlinin benimsediği görüşe göre isim, müsemmânın kendisidir. Yahut da ona taalluk eden bir sıfattır ve tesmiyenin kendisinden başkadır. İbnü’l-Arabî de yüce Allah'ın: "En güzel isimler Allah'ındır" âyetine dair açıklamalarda bulunurken şöyle demektedir: Bu hususta üç görüş vardır. Kimi ilim adamımız şöyle demiştir: Bu âyette ismin müsemmânın kendisi olduğuna delil vardır. Zira, ondan başkası olsaydı isimlerin yüce Allah'tan başkası hakkında da kullanılması gerekirdi. İkincisine gelince, başkaları da şöyle demektedir: Bundan kasıt, kullanılan isimlerdir. Yoksa, Şanı yüce Allah bir ve tektir, isimler ise çoğuldur. (Üçüncü görüş bu başlığın sonunda gelecektir). Derim ki: İbn Atiyye'nin, Tefsirinde naklettiğine göre âyet-i kerimedeki "isimler" te'vil (tefsir) âlimlerinin icmaı ile "adlandırmalar" anlamındadır. Başka anlam câiz değildir. Kadı Ebû Bekr ise "et-Temhid" adlı kitabında şöyle demektedir; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Allah'ın doksandokuz ismi vardır. Kim bunları ezberleyip bellerse cennete girer" âyetinin te'vili şöyledir: Yani yüce Allah'a ait doksandokuz isimlendirme vardır. Bu hususta görüş ayrılığı yoktur. Bunlar ise Şanı yüce Allah'ın çeşitli sıfatlara sahip oluşunu ortaya koyan ifadelerdir. Bu sıfatların kimisi bizatihi O'nun hakkıdır, kimisi ise, O’nun sahib olduğu bir sıfat dolayısıyla O'nun hakkıdır. Zatına ait isimlen ise, bizatihi O'nu ifade eder. O'na ait bir sıfata taalluk eden isimleri ise, O'nun isimleridir. Bunların bir kısmı da bizatihi sıfatlarıdır. Bir kısmı fiillerine ait sıfatlardır. İşte yüce Allah'ın; "En güzel İsimler Allah'ındır, o halde O'na bunlarla dua edin" yani, O'na verilen en güzel adlar O'nundur demektir. Üçüncü görüşe gelince; onlardan başka bir takım kimseler ise "en güzel sıfatlar Allah'ındır" diye açıklamışlardır. 4. Allah'ın İsimlerinin "En Güzel" Diye Nitelendirilmesinin Sebebi: Şanı yüce Allah'ın isimlerini "en güzel isimler" diye nitelendirmesi, bu isimlerin hem kulaklarda, hem de kalplerde güzel olmasından dolayıdır. Çimkü bu isimler O'nun tevhidine, lütf-u kerimine, cömertliğine, rahmetine, bol bol ihsanına delâlet etmektedir. "En güzel" kelimesi ise, Allah'ın isimlerine sıfat olarak gelmiş mastar bir kelimedir. Bununla birlikte; vezninde ın müennesi olarak kabul edilmesi de mümkündür. Nitekim, En büyük" kelimesinin; kelimesinin müennesi olduğu gibi. Bunların çoğulu ise, "En büyükler, en güzeller" şeklinde gelir, Birinci görüşe göre, akıl sahibi olmayan varlıkların sıfatında olduğu gibi, tekil olarak gelmiş olur. Nitekim yüce Allah'ın şu âyeti da böyledir: "...başka işler..." (Ta-Hâ, 20/18)" Ey dağlar, sizde onunla tesbih edin." (Sebe', 34/10") 5. Allah'ın En Güzel İsimleriyle (el-EsmâÜ'l-Hüsna) Allah'a Dua Etmek: "O halde O'na bunlarla dua edin." Yani, O'nun isimlerini anarak O'ndan istekte bulunun. Her bir isim zikredilerek ona uygun isteklerde bulunulur. Mesela, ey Rahîm, bana rahmet et. Ey Hakim, lehime hüküm ver. Ey Râzık (rızık veren) bana rızık ihsan et. Ey Hadi bana hidayet eyle. Ey Fettan benim lehime aç (hüküm ver). Ey Tevvab tevbemi kabul buyur. Ve buna benzer şekilde dua edilir. Dua ederken umumi kapsamlı bir ismi zikretmek istersek, ey Mâlik bana rahmet buyur, ey Aziz lehine hüküm ver, ey Latif bana rızık ver denilir. En geniş kapsamlı ismi zikrederek dua etmek istersek, ey Allah diye dua ederiz. Çünkü Allah lâfza-i celali bütün isimleri kapsar. Ancak, ey Rezzak bana hidayet ver denilmez. Şu kadar var ki, ey Rezzak derken bana hayırı nasib et maksİsmi ile söylenilebilir. İbnü'l-Arabî der ki: İşte duanı bu şekilde düzenle ki, sen İhlâs edicilerden olasın. el-Bakara Sûresi'nde (2/186. âyet, başlık ve devamında) duanın şartları ile, yine bu sûrede (7/55. ayetin tefsirinde) duaya dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmakladır. Cenab-ı Allah'a hamd olsun. 6. Yüce Allah'ın Diğer İsimleri: Kadı Ebû Bekr b. el-Arabi, bunların dışındaki isimleri de yüce Allah'ın isimleri arasında saymıştır. Mutimmu Nurihî (nurunun tamamlayıcısı), Hayru’l-Vârisîn (mirasçıların hayırlısı), Hayrul-Mâkirîn (tuzaklara en güzel şekilde karşılık veren), Rabiu Selase (üçün dördüncüsü), Sadisu Hamse (beşin altıncısı), et-Tayyib, el-Muallim ve buna benzer isimler. İbnü'l-Hassar der ki: Kadı Ebû Bekr Berracân'e uymuştur. Zira o, "en-Nazif'i ve buna benzer kitapta da sünnette de varid olmamış başka bir takım isimleri de Esma-i Hüsnâ arasında zikretmiştir. Derim ki: ibn Hassar'ın sözünü ettiği: "Kitapta da sünnette de varid olmamış" ifadesi tanışılır. Zira Müslim'in Sahih'inde et-Tayyib ismi varid olmuştur. Müslim, Zekât 65: Tirmizi, Tefsir 2. sûre 37. Edeb 41: Dârimî, Rikaak 9: Müsned, II: 328. Tirmizî de "en-Nazîf (temiz, pâk)" adım rivâyet etmiştir. Tirmizî, Edeb 42. İbn Abbâs da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın duası esnasında şu şekilde dua ettiğini rivâyet etmektedir: Rabbim, bana yardım et. Fakat bana karşı başkalarına yardım etme. Bana zafer ver, fakat bana karşı başkalarına zafer verme. Benim lehime mekreyle (başkalarının bana karşı hile ve tuzaklarını boşa çıkar), ama aleyhime mekr etme (başkalarının hile ve tuzaklarını hakkımda başarılı kılma)." Ayrıca Tirmizî bu hadis hakkında: Hasen, sahih bir hadistir der. Ebû Dâvûd, Vitr 25: Tirmizî, Deavat 102: İbn Mâce, Dua 2; Müsned, I, 227. Buna göre dua esnasında 'Ya hay rai makirin imkurlİ vela temkur aleyye... (ey başkalarıma hile ve tuzaklarını boşa çıkaranların en hayırlısı başkalarının bana hile ve tuzaklarını boşa çıkar, onların aleyhime kuracakları hile ve tuzakları başarılı kılma) diye dua etmek câiz olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır, Biz de "et-Tayyib ve en-NaziP isimlerini ve bunun dışında haberlerde hayırlı seleften nakledilmiş diğerlerini de (Hsmâ-i Hüsnâ'ya dair) kitabımızda zikretmiş bulunuyoruz. Ayrıca yüce Allah'a isim olarak verilmesi ve kendisiyle dua edilmesi câiz olan isimlerle, isim olarak verilmesi câiz olmakla birlikte onlar anılarak dua edilmesi câiz olmayanları, ayrıca hem İsim olarak verilmesi câiz olmayan, hem de zikredilerek dua edilmesi câiz olmayan isimleri de eş-Şeyh Ebû'l-Hasen el-Eş'arî'nin zikrettiklerine uygun olarak kaydettik. O eserimizde bütün bu hususlar yüce Allah’ın izniyle sizin için açık seçik ortaya çıkarıldı. Yüce Allah'ın: "O'nun isimlerinde eğriliğe sapanları terkedin. Onlar yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir" âyetine dair açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Eğriliğe sapanlar" kelimesindeki ilhâd, sapmak ve maksadı terketmek demektir, Mesela; Kişi dinde esas maksattan saptı, denilir. meyletmeyi ifade etmek için kullanılır. Kabirde lahd da buradan gelmektedir. Çünkü lahd, kabrin bir tarafında açılır. Bu kelime diye de okunmuştur. Bir önceki okuyuşla beraber iki ayrı söyleyişi ifade ederler. İlhâd (haktan eğriliğe sapmak) üç şekilde sözkonusu olur: 1- Müşriklerin yaptığı gibi Allah'ın isimlerinde değişiklik yapmak. Çünkü onlar, O'nun isimlerini alarak haktan meyledip bu isimleri putlarına ad olarak verdiler Mesela "el-Lât" kelimesini "Allah" lâfza-i celâlinden, "el-Uzzâ" ismini "el-Aziz" isminden, "Menât" ismini "el-Mennân"dan türetmişlerdir. Bu açıklamaları İbn Abbâs ve Katade yapmışlardır. 2- Bu isimlere fazlalıklar katmak suretiyle ilhâd. 3- Bu isimlerde noksanlıklar yapmak suretiyle ilhâd. Nitekim yüce Allah'ı isimlerinden başka isimlerle adlandırdıkları ve O'nu, fiillerinden olmayan bir takım fiillerle zikrettikleri, buna benzer O'na yakışmayan başka hususlar ile dualar uyduran cahillerin yaptıkları böyle bir ilhâddır. İbnü'l-Arabî der ki: Bunlardan alabildiğine sakınmak gerekir. Sizden herhangi bir kimse Allah'ın Kitabında ve beş hadis kitabında yer alan isimlerden başkasıyla asla dua etmesin. Sözkonusu bu beş kitap ise Buhârî, Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvûd ve Nesâîdir. İslâmın üzerinde yükseldiği kitaplar bunlardır. Mûsannef hadislerin aslını teşkil eden Mu vatta da bu hadis kitapların İçerisine girmiştir. Bunların dışındakileri bir kenara bırakın. Sizden herhangi bir kimse de asla: Ben şu şu duayı seçiyorum, demesin. Çünkü, şüphesiz Allah onun için dua şeklini de seçmiş ve bu hususta Rasulünü (Allah'ın salat ve selamı ona olsun) insanlara göndermiştir. 2. Allah'ın İsimlerine Birşeyler Katmanın ve Eksiltmenin Mahiyeti: Allah'ın isimlerine birşeyler ilave etmek teşbihe yönelmek, birşeyler eksiltmek İse Tatil'e yönelmektir. Şüphesiz müşebbihe (Allah'ı mahlukata benzetenler), yüce Allah'ı izin vermediği şekilde nitelemişlerdir. Muattile (tatil'e sapanlar) ise, Allah'ın kendisini vasfettiği sıfatları kabul etmemişlerdir. Bu bakımdan, Ebl-i Hak şöyle demişlerdir: Bizim dinimiz iki yol arasındaki bir yoldur. Ne teşbih, ne de tatil sözkonusudur. eş-Şeyh Ebû'l-Hasen el-Buşenci'ye tevhide dair soru sorulunca şu cevabı vermiş: Diğer zatlara asla benzemeyen, bununla birlikte sıfatları da tatil olunmayan bir zatı kabul etmektir. Yüce Allah'ın: "O'nun İsimlerinde eğriliğe sapanları terkedin" âyetinin anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir. Onları terk ediniz, onlarla tartışmayınız, onlarla görüşmeyiniz. Buna göre âyet-î kerîme kıtal emriyle nesh edilmiştir. Bu açıklamaları da İbn Zeyd yapmıştır. Bunun anlamının tehdit olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Yalnız olarak yarattığım kimseyi bana bırak!" (el-Müddessir, 74/11); "Bırak onları yesinler, faydalansınlar..." (el-Hicr, 15/3) Âyet-i kerimenin zahirinden anlaşılan da budur. Çünkü yüce Allah (bundan sonra): "Onlar, yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir" diye buyurmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 181Yarattıklarımızdan Öyle bir ümmet vardır ki, hakla yol gösterirler ve onunla adaletle hükmederler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da: "İşte onlar bu ümmettir" dediği; "Bu sizin İçindir. Allah, Mûsa'nın kavmine de onun benzerini vermişti" diye söylediği ve bu âyet-i kerimeyi okuyarak da: "Meryem oğlu Îsa ininceye kadar şüphesiz benim ümmetimden hak üzere bir topluluk bulunacaktır" dediği de rivâyet edilmiştir. Bu rivâyetler için bk. Suyûti, ed-Dürru'l-Mensûr, 617. Bu ümmet arasında Kıyâmete kadar hak üzere sebat gösterecek bir kesimin bulunacağını belirten sağlam rivâyetler için bk. Buhârî, İlm 13, Tevhid 29; Müslim, İmare 176; Ebû Dâvûd, Filen 1; İbn Mâce, Fiten 9; Müsned, IV, 10, V, 269, 278. Böylelikle bu âyet-i kerîme, Şanı yüce Allah'ın dünyayı hakka davet edecek davetçiler olmaksızın bırakmayacağına delildir. 182Âyetlerimizi yalanlayanları Biz bilmeyecekleri yönden derece derece helake yaklaştıracağız. Yüce Allah, âyetlerini yalanlayan kimseleri derece derece azaba yaklaştıracağını haber vermektedir. İbn Abbâs der ki: Bunlar, Mekkelilerdir. İstidrâc (derece derece azaba yaklaştırmak) ise, tedricî olarak, aşama aşama azâb ile yakalamaktır. Dere ise bir şeyi sarmak demektir. Bu anlamda; " Onu dercettim, yani sardım" denilir. Ölü kefenlerine dercediîdi (sarıldı) tabiri de buradan gelmektedir. Bunun (basamak anlamına gelen) "derece"den geldiği de söylenmiştir. Buna göre İstidrâc, maksada ulaşıncaya kadar basamak basamak çökertilmek anlamına gelir. ed-Dahhâk der ki: Onlar, bize karşı yeni bir masiyet işledikçe Biz de onlara yeni bir nimet veririz. Zunnun'a: Kulun kendisiyle aldatıldığı azamî şey nedir diye sorulunca, şu cevabı vermiş: Eltaf" ve kerametlerdir. Bundan dolayı yüce Allah: "Biz, bilmeyecekleri yönden derece derece helake yaklaştıracağız" diye buyurmuştur. Yani, Diz onlara nimetlerimizi bol bol verecek ve şükretmeyi onlara unutturacağız. Bu anlamda şu beyitleri de zikretmişlerdir: "Onlar güzelken sen de günler hakkında hüsn-ü zan besledin. Ve kaderin getireceği kötülüklerden korkmadm Seninle barışta geceler ve sen aldandın onlara Halbuki gecelerin parlaklığı ile birlikte keder ortaya çıkar." 183Ben onlara mühlet veririm. Muhakkak ki, Benim tuzağım pek çetindir. "Ben onlara muhlet veririm" yani, onların süresini uzatır, onlara süre tanır, onların cezalandırılmalarını ertelerim. "Muhakkak ki Benim tuzağım pek çetindir" güçlüdür ve sağlamdır. Çetin" kelimesinin aslı, den gelmektedir ki, bu da sırtta bulunan kaba ve kalın etlerdir. Denildiğine göre bu âyet-i kerîme Kureyşlilerden Peygamber ile alay eden kimseler hakkında inmiştir. Allah onlara bir süre mühlet verdikten sonra bir gecede hepsini kahredip helâk etti. Yüce Allah'ın: "Nihayet kendilerine verilenler ile sevinip şımardıklarında onları ansızın tutup yakalayıverdi." (el-En'âm, 6/44) âyete da buna benzemektedir. Bu âyete dair açıklamalar daha önceden geçmiş idi. 184Arkadaşlarında hiçbir deliliğin olmadığını düşünmediler mi? O, ancak apaçık bir uyarıcıdır. "Düşünmediler mi" yani, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendilerine getirdiği şeyler üzerinde düşünmediler mî? Burada vakıf yapmak güzeldir. Daha sonra yüce Allah: "Arkadaşlarında hiçbir deliliğin olmadığını..." diye buyurmaktadır. Bu ise onların: "Ey kendisine zikrin indirildiği kişi, mutlaka sen bir delisin" (el-Hicr, 15/6) şeklindeki sözlerine bir cevaptır. Denildiğine göre bu âyet-i kerimenin iniş sebebi şudur: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gece Safa tepesine çıkıp Kureyşlileri boy boy çağırdı. Onlara ey filan oğulları diye hitab ederek Allah'ın azâb ve cezasından sakınmalarını söyledi. Bunun üzerine onlardan birisi; Sizin bu arkadaşınız elbetteki bir delidir. O, sabaha kadar bağırıp durdu, demişti. 185Onlar göklerin ve yerin hükümdarlığına, Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye ve ecellerinin yakın olduğu İhtimaline hiç de bakmazlar mı? Artık bundan sonra hangi söze inanacaklar? Yüce Allah'ın; "Onlar göklerin ve yerin hükümdarlığına... hiç de bakmazlar mı?" âyetine dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Hiç de bakmazlar mı?" âyeti, el-Bakara Sûresi'nde de açıkladığımız gibi O'nun kudretinin kemalini bilmek için Allah'ın âyetleri üzerinde dikkatle düşünmekten yüzçevirmelerinin hayret edilecek bir tutum olduğunu ortaya koymaktadır. "Melekût: hükümdarlık" ise, mübalağa kiplerinden birisidir. Buyû'k mülk azametli mülk (ve hakimiyet) anlamındadır ki, buna dair açıklamalar daha önceden (el-En'âm 6/75) geçmiş bulunmaktadır. 2. Allah'a Taklidi Îman Etmenin Hükmü: Allah'ın âyetleri ürerinde düşünmenin ve Allahın yarattıklarından ibret almanın vacip olduğunu kabul edenler bu âyet ile bu âyete benzeyen yüce Allah'ın: "De ki: Göklerde ve yerde neler var bir bakın.," (Yûnus, 10/101); "Onlar üstlerindeki göğe onu nasıl bina ettiğimize bakmadılar mı..." (Kaf, 50/6); "Onlar devenin nasıl yaratıldığına bakmazlar mı?" (el-Gaşiye, 88/17); "Kendi nefislerinizde de (nice belgeler vardır) görmez misiniz?" (ez-Zariyet, 51/21) âyetlerini delil göstererek şöyle derler: Yüce Allah düşünmeyenleri yermekte ve onların sahib oldukları duyularla yararlanma imkanlarının bulunmadığını belirterek: "Onların kalpleri vardır fakat bunlarla anlamazlar..." (el-A'raf, 7/179) diye buyurmaktadır. Düşünmek ve istidlalde bulunmak mı Öncelikli bir görevdir, yoksa kalpte sahih olması için marifetin şart görülmediği, kalpte hasıl olan tasdik mi öncelikli bir görevdir? Bu hususta ilim adamları arasında görüş ayrılğı vardır, el-Kadi (el-Bakillanî) ve başkaları görevlerin ilkinin düşünmek ve istidlal olduğu görüşündedirler. Çünkü Şanı yüce Allah'ın bilmek zorunlu (ister istemez ve kendiliğinden hasıl olan) bir husus değildir. O, ancak düşünmek ve kendisini tanımak için ortaya koymuş olduğu delillerle, istidlal ile bilinir. Nitekim Buhârî de Kitabında şöyle bir başlık açmakla bu kanaatte olduğuna işaret etmiştir; "Aziz ve celil olan Allah'ın: "Onun için bilkİ Allahtan başka hiçbir ilâh yoktur" (Muhammed, 47/19) âyeti dolayısıyla ilmin, söz ve amelden önce geldiği. Buhârî, İlm 10. Kadı der ki: Her kim Allah'ı bilen birisi değilse o cahildir. Onu bilmeyen ise kâfirdir. İbn Rüşd "Mukaddimât"ında şöyle demektedir: Ancak bu husus (delillerden) acık seçik bir şekilde anlaşılan birşey değildir. Çünkü îman , kimi zaman yüce Allah'ın hidayet verdiği kimseler tarafından taklid yolu ile de elde edilebilir. Onun birden çok âyet-i kerimelerden birisi üzerinde ibretle düşünmeye irşad etmesi suretiyle ilk anda ibret alması ile de husule gelebilir. (İbn Rüşd) der ki: el-Bâcî, düşünmek ve istidlal bu konudaki görevlerin birincisidir diyenlere karşı bütün çağlar boyunca müslümanların, avam ve mukallit kimselere mü’min ismini vermiş otamalarını delil göstermiş ve şöyle demiştir: Eğer bu görüşü ileri sürenlerin kanaatleri doğru olsaydı, ancak düşünme ve istidlale dair bilgiye sahip olan kimselere mü’min demek doğru olabilirdi. Aynı şekilde eğer îman ancak düşünme ve istidlalden sonra sahih olsaydı, kâfirlerin de müslümanlar tarafından mağlup edildikten sonra müslümanlara sizin bizi öldürmeniz helal olamaz. Çünkü îman ancak düşünme ve istidlal ile sahih olacağı sizin dininizin bir parçasıdır. O halde düşünüp istidlal edinceye kadar bizi erteleyiniz, derlerdi. Bu ise, o kimseleri küfürleri üzere terketmek sonucunu ve düşünüp istidlal edinceye kadar öldürülmemeleri gereği neticesini verir. Derim ki: Bu hususta sahih olan budur. Nitekim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ben insanlarla lâ ilâhe illâlah deyinceye, bana ve benim getirdiklerime Îman edinceye kadar Savaşmakla emrolundum. Bunu yapacak olurlarsa benden kanlarını ve mallarım korumuş olurlar. Onun hakkı ile (sorumlu tutulmaları hali) müstesna. Hesaplarını görmek ise Allah'a aittir." Buhârî, Îman 17, Salât 28, Zekât 1, İ'tisâm 2, 28; Müslim, Îman 32-36; Ebû Dâvûd, Cihad 95; Tirmizî, Tefsir 88. süre; Nesâî, Zekat 3; İbn Mâce Fiten 1; Dârimî, Siyer 10; Müsned, IV, 8. İbnü’l-Munzir ise, "el-Işraf" adlı kitabında "imanın kemalinin niteliğine dair açıklamalar" diye bir başlık açmakta ve şöyle demektedir; İlim ehlinden olup kendisinden ilim bellenen herkes: Şahadet ederim ki, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Yine şahadet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve Rasulüdür. Muhammed'in getirdiği herşey haktır. Ve İslâm dinine muhalif hertürlü dinden uzak olduğumu bildiririm, diyen bir kâfirin "eğer aklı başında ve baliğ ise" müslüman olacağını icma ile kabul etmişlerdir. Artık bundan sonra dininden dönüp küfrünü açığa vuracak olur ise, mürtedde uygulanması gereken şeyler onun hakkında da uygulanması gerekli bir mürted olur. Ebû Hafs ez-Zincanî der ki: Hocamız Kadı Ebû Cafer Ahmed b. Muhammed es-Simmânî şöyle derdi: Görevlerin başı, Allah'a ve Rasulüne ve onun bütün getirdiklerine îman etmek, sonra da Şanı yüce Allah'ı bilip tanımaya götüren düşünme ve delillere bakıp araştırmadır. Buna göre onun kanaati açısından yüce Allah'a imanın vücubu Allah'ı bilmekten önce gelir. Devamla şöyle der: Doğruya daha yakın insanlar hakkında daha bir şefkatli olan görüş budur. Çünkü insanların çoğunluğu marifetin, düşünmenin ve istidlalin gerçeğini bilememektedirler. Eğer görevlerin ilki yüce Allah'ı bilip tanımaktır diyecek olsak, bu çok büyük kalabalıkları ve çok sayıda kimseyi tekfir etmeye götürür, cennete ancak belirli sayıdaki kimselerin girmesi sonucunu verir. Bu ise uzak bir ihtimaldir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) cennet ehlinin çoğunluğunun kendi ümmetinden olacağını kati olarak ifade etmiş, diğer bütün peygamberlerin ümmetlerinin tek bir saf, kendi ümmetinin ise seksen saf olacağını ifade etmiştir. Bu da gayet açıkça anlaşılan bir husustur. Bunun anlaşılmıyacak bir tarafı yoktur. Cenabı Allah'a hamd olsun. 3. Kelâmı Metodlarla Allahı Tanımak Zorunlu Değildir: Kelamcıların önce ve sonra gelenlerinin (mütekaddimûn ve müteahhirûnun) bazılarının kanaatine göre, yüce Allah'ı, kendilerinin ortaya koymuş olduğu yollar ve kaydettikleri araştırmalar yoluyla bilmeyen kimsenin imanı sahih değildir ve böyle bir kimse kâfirdir. Ancak bu görüşe göre müslümanların pek çoğunun tekfir edilmesi gerekir. Öncelikle de bunu diyen kişinin atalarının, geçmişlerinin ve komşularının da tekfir edilmesiyle işe başlamak gerekir. Bu kanaatte olan kimseler, kendilerine bu şekilde itiraz edenlere de: Cehennemliklerin çokluğu dolayısıyla beni ayıplama, diye veya buna benzer cevap vermişlerdir. Derim ki: Böyle bir görüş ancak Allah'ın Kitabı ve Peygamberinin sünnetini bilmeyen kimseden sadır olur. Çünkü bu sözü söyleyen kişi yüce Allah'ın geniş rahmetini kelamcılardan oldukça az bir azınlığa münhasır kılmış ve bunlar kendilerinin dışında kalan müslümanların genelini tekfir etme yoluna gitmişlerdir. Bu söz nerede, küçük abdestini bozmak için elbisesini bir kenara çekerek Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbı kendisini azarlayınca; Allah'ım bana ve Muhammed'e merhamet buyur, bizimle beraber de kimseye merhamet eyleme! diyen bedevi araba Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Yemin olsun sen geniş bir şeyi alabildiğine daralttın" sözü nerede? Ki, bunu Buhârî, Tirmizî ve onların dışındaki hadis İmâmları rivâyet etmişlerdir. Acaba bu bedevi Arap yüce Allah'ı delil, burhan, hüccet ve beyan yollarıyla mı tanımıştı. Halbuki onun rahmeti herşeyi kuşatmıştır. Bunun gibi kimseler hakkında ise mü’min oldukları şeklinde hüküm verilir. Hatta Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İslama giren çok kimsenin şehadet kelimesini sözlü olarak söylemesiyle yetinmiştir. Hatta bu hususta işaret ile dahi yetinmiştir. Nitekim o, siyahi cariyeye: "Allah nerede" diye sorunca, o da: Semada diye cevap vermişti. Bu sefer, ben kimim diye sorunca, o da sen Allah'ın Rasulüsün, diye cevap verince, Hazret-i Peygamber de: "Bunu azad et, çünkü bu mü’min bir cariyedir" demişti. Müslim, Mesâcid 33; Ebû Dâvûd, Salât 167, Eymân 16; Nesâî, Sehv 20; Dârimî, Nüzûr 10; Muvatta’', Itk 8, 9; Müsned, II, 291, III, 452, IV, 222, 388, 389, V, 447, 448, 44? Oysa, ortada düşünme ve istidlal diye birşey sözkonusu değildir. Aksine, Hazret-i Peygamber ilk andan itibaren böylelerinin îman sahibi olduklarına hüküm vermiştir. Delil ve marifet yerine getirilmemiş olsa bile. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 4. İbretle Bakmanın Meşru Çerçevesi: Aynı şekilde itikat konusunda tüysüz gençlerin ve kadınların güzel yüzlerine bakmak ve bunlardan ibret almak da sözkonusu edilemez. Ebû'l-Farac el-Cevzî der ki: Ebû't-Tayyib Tahir b. Abdullah et-Taberî dedi ki: Bu semâ' dinleyen kesim hakkında bana ulaştığına göre bunlar, semaa bir de tüysüzlerin yüzüne bakmayı ilave ederler. Kimi zaman bunların bu tüysüzleri çeşitli süs eşyalarıyla ve boyalı elbiselerle süsledikleri de olur. Bu yaptıkları ile bakmak ve ibret almak sureti ile Sani'in sanatına delil görüp imanlarını artırmak maksadını güttüklerini de ileri sürerler. Bu ise hevâya tabi oluşun, aklı aldatmanın ve ilme muhalefet etmenin en ileri derecesidir. Ebû'l-Farac der ki: İmâm Ebû’l-Vefa b. Akil de der ki: Allah ancak nefsin kendisine meyletmediği, hevanın da ondan dolayı herhangi bir pay sahibi olamadığı bir surete, hatta ve hatta şehvetin hiçbir şekilde karışmadığı ve beraberinde lezzetin bulunmadığı bir surete bakmayı helal kılmıştır. Bundan dolayı yüce Allah bir kadını Peygamber olarak göndermemiştir. Kadını hakim, İmâm ve müezzin kılmamıştır. Bütün bunların sebebi ise, kadının şehvet ve fitne sebebi oluşundan dolayıdır. Ben, güzel suretlerden ibretler çıkartıyorum, diyenin yalancı olduğunu kabul ederiz. Her kim kendisinin bizden farklı bir tabiata sahip olmak suretiyle ayrıcalıklı olduğunu söyleyecek olursa, onu yalanlarız. Bunlar, olsa olsa bu iddiada bulunanlara şeytanın aldatmalarından ibarettir. Kimi hikmet ehli şöyle der: Buyû'k âlemde her ne varsa, küçük âlemde de onun bir benzeri vardır. Bundan dolayı yüce Allah: "Şüphesiz biz insanı ahsen-i takvimde yarattık" (et-Tin, 95/4) diye buyurmuştur. Bir başka yerde de: "Kendi nefislerinizde de (nice âyetler vardır) görmez misiniz?" (ez-Zâriyât, 51/21) diye buyurmaktadır. Biz, (küçük ile büyük alem arasındaki) bu benzerliğin benzeşme yönünü el-En'âm Sûresi'nin baş tarafında (6/2. âyetin tefsirinde) açıklamış bulunuyoruz. Aklı başında bir kimsenin kendi nefsine bakması ve hızlıca atılan bir su olduğu dönemden itibaren dosdoğru mükemmel bir yaratık haline gelinceye kadarki yaratılışı üzerinde düşünmesi gerekir. Ona gıdalar ile destek verilmekte, merhamet ile terbiye edilip beslenip büyütülmekte, güçlerini elde edinceye ve en güçlü dönemine ulaştırılıncaya kadar yumuşak bir şekilde muhafaza edilmektedir. Aynı kişi bakıyoruz ki, ben ben... demeye kalkışıyor ve henüz anılmaya değer bir şey olmadığı bir zamanın üzerinden geçmiş olduğunu ve sonunda kabre gömüleceğini unutuveriyor. Eğer bu yaptıklarından dolayı hasret duyacaksa (ki duyacaktır) yazıklar olsun ona! Yüce Allah: "Yemin olsun ki Biz insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık. Sonra onu bir nutfe kılıp sağlam bir karargâhta yerleştirdik... Sonra da kıyâmet gününde elbette diriltileceksiniz" (el-Mu'minûn, 23/12-16) diye buyurmaktadır. O bakımdan o, kendisinin Rabbi bulunan mükellef bir kul olduğuna, kusurlu hareket edecek olursa azâb ile tehdit edilmiş bulunduğuna, eğer kendisine verilen emirleri yerine getirecek olursa da Allah'ın sevap ve mükâfatını umacağına ibretle bakıp düşünsün de Mevlasına ibadete yönelsin. Çünkü, her ne kadar o Mevlasını görmüyor ise de, O kendisini görmektedir. İnsanlardan da hiçbir şekilde korkmasın. Çünkü Allah'tan korkması daha uygundur. Allah'ın kullarından herhangi bir kimseye karşı büyüklenmesin. Unutmasın ki, kendisi birtakım pisliklerden oluşmaktadır. Pislikler ile dolup taşmaktadır. Ve neticede Rabbine itaat ederse cennete gidecektir, aksi takdirde ateşe. İbnü'l-Arabî der ki: Hocalarımız kişinin bu ilmî nitelikleri kendisinde toplayan şu hikmet dolu beyitler üzerinde dikkatte düşünmesini güzel görüyorlardı: "Ebediyyen pisliği kendisiyle birlikte oturup kalkan kimse Nasıl olur da büyüklenir, böbürlenir O, o pisliktendir, ona doğru gitmektedir. O pisliği onun hem kardeşi, hem onunla süt emenidir. Küçülterek kendisini helaya davet eder de O da ona boyun eğer." Yüce Allah'ın: "Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye" âyeti, kendisinden önceki âyete atfedilmiştir. Yani, yüce Allah'ın yaratmış olduğu şeylere bakmazlar mı? "Ve ecellerinin yakın olduğu İhtimaline..." Yani, yakınlaşmış olma ihtimali bulunan ecellerine de bakmazlar mı? Bu âyet da kendisinden önceki âyete atfedilmiş ve cer mahallindedir. İbn Abbâs der ki: Yüce Allah burada ecellerinin yaklaşmış olmasıyla Bedir günü ile Uhud gününü kastetmektedir. "Artık bundan sonra hangi söze inanacaklar?" Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın getirmiş olduğu Kur'ân'dan başka neyi tasdik edecekler? Buradaki "bu" anlamındaki zamirin "ecel"e ait olduğu da söylenmiştir. Yani: Onlar ecellerinin gelişinden sonra imanın fayda vermeyeceği zamanda artık hangi söze inanacaklardır? Çünkü âhiret teklif yurdu değildir. 186Allah kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek olmaz. Ve O, bunları taşkınlıkları İçinde şaşkın bir halde birakıverir. Yüce Allah onların yüz çevirmelerinin, Allah'ın onları saptırmış olmalarının sebebine bağlı olduğunu beyan etmektedir. Bu da Kaderiyye'nin görüşünü reddetmektedir. "Ve O, bunları taşkınlıkları içinde" anlamındaki; 'istinaf (yeni bir cümle başı) olarak ref mahallindedir. Yoktur "daki "fe" ile ondan sonraki âyetler mahalline hamledilerek cezm ile de okunmuştur. "Şaşkın bir halde" yani, hayretler içerisinde bırakır, şeklinde açıklandığı gibi onları tereddüt İçerisinde bırakır, diye de açıklanmıştır. el-Bakara Sûresi'nin baş tarafında (2/15. âyetin tefsirinde) yeteri kadar açıklanmış bulunmaktadır. 187Sana kıyâmetin ne zaman gelip çatacağını sorarlar. De ki: "Onun bilgisi yalnız Rabbimin yanındadır. Onun vaktini kendisinden başkası açıklayamaz. Göklerde ve yerde ağır basmıştır. O size ancak ansızın gelir." Sanki onu biliyormuşsun da onu sana sorarlar. De ki: "Onun ilmi ancak Allah nezdindedir. Fakat İnsanların çoğu bilmezler." Yüce Allah'ın: "Sana kıyâmetin ne zaman gelip çatacağını sorarlar" mealindeki âyette yer alan; "Ne zaman" kelimesi; zaman soru edatıdır. Recez vezninde şair şöyle demiştir: "Ne zaman ihtiyacımı göreceksin, ne zaman Bunun gerçekleştirilebileceği bir zaman, görmüyor musun?" Yahudiler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Eğer sen gerçekten bir peygamber isen bize kıyâmetin ne zaman kopacağını bildir, diyorlardı. Bunu, aşın inkârları dolayısıyla müşriklerin söylediği de rivâyet edilmektedir. "Gelip çatacağı" ise, Sîbeveyh'e göre mübteda olarak ref mahallindedir. Haberi ise, "(........): Ne zaman" lâfzıdır. Bu da fetha üzere mebni bir zarfdır. Mebni oluş sebebi ise istifham anlamı ihtiva etmesinden dolayıdır. "Gelip çatacağı" kelimesi, "mim" harfi ötreli olarak; 'dan gelmektedir ki, Allah onun için ne vakit tesbit etmiştir? anlamına gelir. Yani ne zaman sebat bulacak (gelip çatacak) dır. Bu da ne zaman vukua gelecektir, demektir. "Mim" harfi üstün okunursa; 'den gelir. Bu da sebat buldu ve durdu manalarına gelir. Nitekim "Yerlerinde sabit kazanlar..." (es-Sebe’, 34/13) âyetindeki "sabit" anlamında olan kelime de buradan gelmektedir. Katade de böyle açıklamıştır. "De ki onun bilgisi yalnız Rabbimin yanındadır" âyeti müpteda ve haberdir. Yani, ona dair bilgiyi kimse açıklamış değildir. Böylelikle kul, her zaman için dikkatli ve uyanık olsun diye. "Onun vaktini" yani zamanını "kendisinden başkası açıklayamaz" ortaya çıkaramaz. Âyet-i kerimedeki "açıklamak" anlamım veren; bir şeyi açığa çıkarmak, izhar etmek demektir. Bir kimsenin bana açıklayıp izah ettiği herhangi bir haberi anlatmak üzere; "Filan kişi haberi bana açıkladı, izhar etti," denilir. "Göklerde ve yerde ağır basmıştır" yani, ona dair bilgi, göklerde ve yerde bulunanlara gizli kalmıştır. Gizli kalan her bir bilgi kalbe ağır gelir. Şöyle de açıklanmıştır: O kıyâmetin gelişi, göklerde ve yerde bulunanlar için büyük bir iştir. Bu açıklama el-Hasen ve başkalarından nakledilmiştir. İbn Cüreyc ile es-Süddî derler ki: Onun nitelikleri (bir nüshaya göre; vukua gelmesi) göklerde ve yerde bulunanlar için çok büyük bir iştir. Katade ve başkaları da şöyle demektedir: Azameti dolayısıyla gökler ve yer o bilgiyi taşıyamaz. Çünkü, o takdirde sema çatlar, yıldızlar dağılır ve denizler de çekilirdi. Kıyâmete dair soru sormak, ağır bir şeydir, anlamına geldiği de söylenmiştir. "O size ancak ansızın gelir." Buradaki "ansızın" anlamındaki; kelimesi, hal mahallinde mastardır. "Sanki onu biliyormuşsun da onu sana sorarlar." Sanki sen onu biliyor ve ona dair sorunun cevabını bilen birisiymişsin de (onlar da sana soruyorlar) anlamındadır. İbn Faris der ki: (Âyet-i kerimede geçen) el-Hafiy, bir şeyi bilen kimse demektir. Aynı zamanda bu kelime soru sormakta ileriye giden, son noktaya kadar devam ettiren anlamına da gelir. el-A'şâ der ki: "Eğer benim hakkımda soru soracak olursan şunu bil ki, el-A'şâ hakkında nice soru soran kimse var ki, onun nerelere çıktığım çok iyi bilir," Meselâ; tabiri, hem soru sormakta, hem de istekte bulunmakta ileriye gitti, anlamına gelir. Soru soran, bilen anlamında ismi fail; ise ism-i faile çokluk anlamını kazandırır. Muhammed b. Yezid der ki: Yani onlar, sen onun (kıyâmet) hakkında ısrarla soru soran birisiymişsin gibi gelip sana soru soruyorlar. O, bu açıklamasıyla ifadede bir takdim ve tehir olmadığı kanaatine sahip olduğunu ortaya koymaktadır. İbn Abbâs ve başkaları ise şöyle derler: Buradaki ifadede bir takdim ve tehir vardır. Yani: Onlar sana kıyâmet hakkında, sen onların soru sormalarından, sana karşı iyi davranmalarından memnun oluyormuşçasına gelip soruyorlar. Çünkü onlar, şöyle demişlerdi: Bizimle senin aranda bir akrabalık vardır. Haydi bize gizliden gizliye şu kıyâmetin kopacağı vakti söyleyiver. "De ki: Onun İlmi ancak Allah'ın nezdindedir. Fakat İnsanların çoğu bilmezler." Burada "bilmezler" İfadesi, bir tekrar değildir. Çünkü, bundan önceki bilgi kıyâmetin kopuşu ile ilgili bilgiye dairdir, diğeri ise, kıyâmetin künhünü bilmeye dairdir. 188De ki: "Ben kendim için Allah'ın dilediğinden başka ne bir fayda sağlayabilirim, ne de bir zarar. Eğer, gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapardım. Bana hiçbir fenalık dokunmamıştır. Ben, ancak bir uyarıcı ve îman eden bir topluluğu müjdeleyenim." Yüce Allah'ın: "De ki: Ben, kendim için... ne bir fayda sağlayabilirim, ne de bir zarar." Yani, kendim için herhangi bir fayda sağlamak imkânına da sahip değilim, herhangi bir zaran önlemek imkânına da sahip değilim. Nasıl olur da kıyâmetin kopacağı saatin bilgisine sahip olabilirim ki? Şöyle de açıklanmıştır: Ben kendimi hidayete iletmek imkanına da sahip değilim, dalâleti önlemek imkanına da sahip değilim. "Allah'ın dilediğinden başka" anlamındaki istisna dolayısıyla nasb mahallindedir, Yani: Allah'ın dilediği kadar kendime fayda sağlayabilirim ve O'nun bana imkan verdiğine göre ben kötülüğü önleyebilirim. Sîbeveyh şu mısraı nakletmektedir: "(Bu zaman) insanlara neyi istiyorsa yapabiliyor." "Eğer gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır yapardım." Yani, eğer yüce Allah'ın bana bildirmeden Önce neyi istediğini bilmiş olsaydım, şüphesiz onu yapardım. Şöyle de açıklanmıştır: Eğer ben, Savaşta ne zaman zafere ulaşacağımı bilmiş olsaydım, o vakit Savaşır ve böylelikle yenik düşürülmezdim. İbn Abbâs da şöyle açıklamıştır: Eğer ben hangi yılın veriminin kıt olacağını bilseydim, bolluk zamanından bana yetecek kadarını hazırlardım. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Eğer ben hangi malın ticarette çok satılacağını bilmiş olsaydım, o malı alıcısının olmadığı zamanlarda satın alırdım. Bir başka görüşe göre de anlam şöyledir: Eğer ben ne zaman öleceğimi bilseydim, çokça salih amel işlerdim. Bu açıklama da el-Hasen ve İbn Cüreye'den nakledilmiştir. Bir diğer açıklamaya göre: Şayet ben gaybı bilmiş olsaydım, gayba dair bana ne sorulursa onu cevaplandırırdım. Bütün bu açıklamalar bu âyet ile murad edilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Bana hiç bir fenalık dokunmamıştır. Ben ancak bir uyarıcı ve îman eden bir topluluğu müjdeleyenim" anlamındaki âyet, yeni bir cümle (istinaf)'dır. Yani, bende delilik yoktur, Çünkü onlar Hazret-i Peygamberin deli olduğunu söylemişlerdi. Bu âyetin önceki âyet ile alakalı olduğu (istinaf olmadığı) da söylenmiştir. Yani: Eğer ben gaybı bilmiş olsaydım, bana hiçbir kötülük dokunmaz ve ben kendimi o kötülüklere karşı korurdum. Bu anlama yüce Allah'ın: "Ben ancak bir uyarıcı ve îman eden bir topluluğu müjdeleyenim" âyeti de delil teşkil etmektedir. 189Sizi tek bir candan yaratan, ondan da kendisinde sükûn bulsun diye eşini yaratan O'dur. Eşini örtüp bürüyünce hafif büyük yüklendi. Bununla gider gelirdi. Nihayet ağırlaşırca, her ikisi de Rableri olan Allah'a şöyle dua ettiler: "Eğer bize salih bir çocuk verirsen muhakak ki şükredenlerden oluruz." Âyetin tefsiri için bak:190 190Onlara salih bir evlat verince, kendilerine verdiği bu (çocuk) hakkında O'na ortaklar koşmaya başladılar. Allah onların ortak koştuklarından yücedir. Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Sizi tek bir candan yaratan... O'dur" âyetinde geçen "tek bir candan" kasıt müfessirlerin çoğunluğuna göre Hazret-i Âdem'dir. "Ondan da kendisinde sükûn bulsun" yani, onunla teselli bulsun, huzur bulsun "diye eşini yaratan" yani Havva'yı yaratan "O'dur." Bu yaratma cennette olmuştu. Daha sonra her İkisinin de cennetten indirilişinden sonra dünyada meydana gelen bir başka durumu sözkonusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Eşini örtüp bürüyünce." Bu ifade cimadan kinayedir. "(Eşi) hafif bir yük yüklendi." Karında yahut ağaç dalında bulunan her bir yükü anlatmak üzere "ha" harfi üstün olmak üzere; denilir. Eğer bu yük sırtın üzerinde, yahut başın üzerinde bulunacak olursa "ha" harfi esreli olur. Yakub ise, hurma ağacının meyve yükünü anlatmak için; şeklinde "ha" harfinin esreli okunacağını nakletmiştir. Ebû Said es-Sîrafîde der ki: Kadının "gebelik" yükü hakkında "ha" harfi hem esreli, hem üstün kullanılır. Bunun üstün okunuşu; kadının yükünün görünmeyişi dolayısıyladır. Esreli okunuşu da bineğin sırtındaki yük gibi ortaya çıktığı içindir. (......) aynı zamanda hamle yapmak, hücum etmek anlamındaki; 'ın da mastarıdır. "Bununla gider, gelirdi." Yani, taşıdığı meni ile gider gelirdi. Bu da bu hafif yük ile gider gelirdi anlamındadır. Yani, gider, gelir, döner, dolaşırdı. Ağırlaşıncaya kadar o yük dolayısıyla herhangi bir sıkıntı çekmezdi. Bu açıklamalar el-Hasen, Mücahid ve başkalarından nakledilmiştir. Şöyle de açıklanmıştır: Yani, onun hamileliği devam eder gider demektir. O takdirde bu maklub bir ifadedir. Nitekim; "Ben başlığı başıma geçirdim," demek de bunu benzer. Abdullah b. Ömer ise, "mim" harfinden sonra "elif ilavesiyle ve "radıyallahü anh" harfini de şeddesiz olarak; şeklinde gidip gelişi ve tasarrufu ifade eden fiilinden kabul etmiştir. İbn Abbâs ile Yahya b. Ya'mer ise; şeklinde şüphe ve tereddüt anlamındaki; gelen bir fiil olarak okumuşlardır. Yani, bu halinden şüpheye düşerek, acaba bu bir hamilelik midir, yoksa bir hastalık mıdır? Veya buna benzer kanaatlere sahip olarak tereddüde düştü, anlamındadır. 2. Hamileliğin Sebep Olduğu Bazı Endişeler: Yüce Allah'ın: "Nihayet ağırlaşırca" âyeti, taşıdığı yük ağır olunca demektir. Ağırlaşmaya başlayınca anlamına geldiği de söylenmiştir. "Her ikisi de Rableri olan Allah'a şöyle dua ettiler..." âyetinde yer alan; "Her ikisi de dua. ettiler" zamiri, Âdem ile Havva'ya aittir. Bu âyet-i kerîme ile İlgili kıssalarda gelen rivâyetler de bu görüşe göre anlaşılır. Buna göre Hazret-i Havva ilk hamile kaldığı sırada bunun ne olduğunu bilememiştir. Bu da; " (Hamile kaldığı şey hakkında) şüpheye düştü" şeklinde okuyanların kıraatini pekiştirir. Bundan dolayı da telaşlanraıştı. İblis onu etkilemenin de yolunu bulmuş oldu. el-Kelbî der ki: İblis, ilk hamile kaldığı sırada, ağırlaşmaya başiadığında Hazret-i Havva'ya bir adam suretinde görünüp: Bu karnındaki nedir? diye sormuş, o da: Bilmiyorum diye cevap verince; bu sefer İblis: Ben bunun bir hayvan olacağından korkarım, demiş. Havva bunu Hazret-i Âdem'e söyleyince, her ikisi de bundan dolayı bir üzüntüye boğuldular. Daha sonra İblis tekrar Hazret-i Havva'ya görünerek şöyle dedi: Bu doğacak kişinin Allah nezdinde bir yeri olacaktır. Eğer ben Allah'a dua edecek olursam sen de bir insan doğurursan ona benim adımı verecek misin? Havva: Evet deyince, bu sefer ben Allah'a dua edeceğim dedi. Hazret-i Havva doğum yaptığında İblis gelip: Ona benim adımı ver demişti. Bu sefer: Senin adın nedir diye sorunca, o da: Benim adım el-Haris'tir cevabını vermişti. Eğer ona gerçek adım söylemiş olsaydı, onu tanıyacaktı. Bunun üzerine Havva ona Abdulharis ismini verdi. Buna benzer zayıf hadisler Tirmizî ve başkalarında zikredilmektedir. Tirmizî, Tefsir 7. sûre 4. İsrailiyatta sağlam olmayan pek çok şeyler de vardır. Kalbi olan herhangi bir kimse bunlara itibar etmez. Çünkü Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havva'yı, O Allah ile çok aldatıcı (İblis) aldatmış ise de şunu bilmek gerekir ki, -bu hususlar satır satır yazıya geçirilmiş olmakla birlikte- mü’min aynı delikten iki defa sokulmaz. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "(İblis) onları iki defa aldattı. Bir defasında cennette, bir defasında da yeryüzünde aldatmıştır." Süyûtî, ed-Dürru'l'Mensur, III, 624. Bu görüş ise, es-Sülemi'nin (bundan sonra gelecek olan ve "... mı eş koşuyorlar" anlamındaki kelimenin) "te" harfi ile; "mı eş koşuyorsunuz?" (7/191) kıraati ile desteklenmiştir. "Salih bir çocuk" hilkati düzgün ve yerli yerinde bir çocuk demektir. "Onlara salih bir evlat verince kendilerine verdiği bu çocuk (hakkında) O'na ortak koşmaya başladılar." İlim adamları burada Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havva'ya izafe edilen şirki açıklamak hususunda farklı görüşlere sahiptir ki, bu da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir. 3. Bu Âyet-i Kerîmede Sozkonusu Edilen "Şirk'in Mahiyeti: Müfessirler derler ki; Burada sözü edilen şirk, sadece isim vermek ve sıfatta bir şirkti. Yoksa ibadet ve rububiyet hususunda bir şirk değildi. Meanî ehli derler ki: Âdem ile Havva çocuklarına "Abdulharis" ismini vermekle "el-Haris"in Rableri olduğu kanaatine sahip olmuş değillerdir. Onlar bu ismi vermekle Haris'in çocuğun kurtuluşuna sebep teşkil edeceği maksadını gütmüşlerdi. O bakımdan bir kimsenin kendisine misafirinin kölesi ismini verecek olur ise, misafiri kendisinin rabbi olduğu anlamında değil, ona itaat etmesi anlamında kullanılır. Nitekim Hatim şöyle demiştir: "Ve şüphesiz ki ben yanımda bulunduğu sürece misafirin abdiyim (kuluyum) Ve esasen kulların özelliklerinden bende bundan başka bir özellik de yoktur." Bir grup da bunu şöyle açıklamıştır: Buradaki ortak koşma, cins olarak Âdem oğullarına racidir ve Hazret-i Âdem'in zürriyetmden olan müşriklerin durumunu açıklamaktadır. Kabul edilmesi gereken görüş de budur. Buna göre "Ona ortaklar koşmaya başladılar" ifadesi, kâfir olan erkek koca ile dişi kastedilmektedir. Yani, bununla anlatılmak istenen kâfir olan İki cinstir. Buna da: "Allah onların ortak koştuklarından yücedir" âyetindeki ortak koşma fiilinin tesniye olarak değil de çoğul olarak gelmesi delil teşkil etmektedir ki, bu da güzel bir açıklamadır. Yüce Allah'ın: "Sizi tek bir candan" yani, tek bir şekil ve nitelikten "yaratan, ondan da" yani, onun cinsinden de "kendisinde sükûn bulsun diye eşini yaratan O'dur. Eşini örtüp bürüyünce" yani, her iki cins bir araya gelince demektir, Bu görüşe göre âyet-i kerimede Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havva'dan söz edilmemektedir. İşte karı kocaya salih, yani onların istedikleri gibi sağlıklı, eli ayağı düzgün bir çocuk verince, bu sefer onu İslâm fıtratından şirke yöneltirler. Nitekim müşriklerin yaptığı da budur. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmaktadır: "Her doğan mutlaka İslâm fıtratı -bir rivâyette de İslâm milleti (yani dini)- üzere doğar. (Sonra) anne ve babası onu yahudi, hiristiyan veya mecusi yaparlar. " Buhârî, Cenâiz 80, 93, Tefsir 30. sûre 1; Müslim, Kader 22, 25; Ebû Dâvûd, Sünne 17; Tirmizî, Kader 5; Muvatta’', Cenâiz 52; Müsned, II, 233, 275, 393, 410, 481. İkrime der ki: Âyet-i kerîme özel olarak Âdem hakkında değildir. Yüce Allah bu âyet-i kerimeyi Âdem'den sonra bütün insanlar hakkında umumi bir âyet olarak indirmiştir. el-Huseyn b. el-Fadl da der ki: Bu görüş nazar ehlinin daha çok hoşuna gider. Çünkü birinci görüşte yüce Allah'ın peygamberi Hazret-i Âdem'e çok büyük bir iş izafe edilmektedir. Medineliler ile Âsım ise, "Ortaklar" kelimesini tekil olarak; "Ortak" diye okumuşlardır. Ebû Amr ve diğer Kûfeliler İse, Ortak'ı "fualâ" veznine benzer olmak üzere çoğul okumuşlardır. el-Ahfeş Said ise birinci okuyuşu kabul etmez. Oysa bu muzafın hazfı takdirine göre sahih bir kıraattir. Yani; "Ona bunu ortak koştular" anlamında olur. Tıpkı yüce Allah'ın: "Ve o kasabaya sor" (Yusuf, 12/82) (âyetinin; o kasaba halkına sor anlamında) olduğu gibi. Buna göre bu tekil ile kıraat: Onlar O'na ortaklar koştular, şeklinde çoğul anlamına gelir. 4. Hamilelik Bir Hastalık mıdır ve Hamilelik Halindeki Mali Tasarrufların Hükmü: Âyet-i kerîme hamileliğin de bir hastalık olduğunu göstermektedir. İbnü'l-Kasım ve Yahya, Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet ederler: Hamileliğin ilk dönemi bir kolaylık ve bir sevinçtir. Son dönemi ise hastalıklardan bir hastalıktır. İşte Mâlik'in söylediği: "Hastalıklardan bir hastalıktır" ifadesi yüce Allah'ın: "Rableri olan Allah'a şöyle dua ettiler" âyetinden anlaşılmaktadır. Yine hamile kalan kadınlardaki bu durum müşahade ile görülüp tesbit edilebilen bir haldir. Bu işin büyüklüğü ve sıkıntıların ağırlığı dolayısıyla Hadîs-i şerîfte de varid olduğu gibi hamile kadının ölümü şehidlik olarak değerlendirilmiştir. Ebû Dâvûd, Cenâiz 11; Nesâî, Cenâiz 14, 112, Cihâd 36, 48; İbn Mâce, Cihad 17; Dârimî, Cihâd 22; Muvatta’', Cenâiz 36. Bu husus, âyet-i kerimenin zahirinden de sabit olduğuna göre, hamilenin durumu, fiilleri itibariyle hastanın durumu ile aynı olur. Çeşidi bölgelerdeki ilim adamlarına göre ise, hasta olan bir kişi eğer malından bağışta bulunacak ve bazılarını kayıracak olursa, bu tasarrufu mirasının üçte birinde geçerli olur. Ebû Hanîfe ve Şâfiî derler ki: Böyle bir hüküm, hamile hakkında doğum sancılarının başlamış olması halinde sözkonusu olur. Bundan önce ise, öyle bir hüküm sözkonusu olmaz. Onlar bu görüşlerine hamileliğin bir âdet olduğu ve çoğunlukla bunun selâmetle sonuçlandığını delil gösterirler. Biz ise deriz ki: Hastalıkların çoğunluğu da esenlikle sonuçlanır, diğer taraftan hasta olmayan da ölebilir. 5. Hamile ile İlgili Mahkeme Hükümleri ve Bâin Talakla Boşanmış Hamileye Ricat Yapmak: Mâlik der ki: Hamileliği üzerinden altı ay geçmiş olan bir kadının malı hakkındaki hükümleri ancak malının üçte birinde caizdir. Bir kimse hamile olan hanımını bâin bir talâk ile boşayacak olup da hamileliği üzerinden altı ay geçecek olursa ve kocası da ona ricatte bulunmak isterse böyle bir hakkı yoktur. Çünkü böyle bir kadın hastadır. Hasta bir kadını nikâhlamak ise sahih değildir. 6. Savaşa Katılanın Malî Tasarruflarının Hükmü: Yahya der ki: Mâlik'i, Savaşta bulunan kişi hakkında şöyle derken dinledim: Bir kimse safta Savaşmak üzere yürüyecek olur İse, onun kendi malı hakkında -üçte biri müstesna- tasarrufta bulunması câiz değildir. Böyle bir kimse hamile kadın ve ölmesinden korkulan hasta gibidir. Bu hali devam ettiği sürece de hükmü budur. Kısas uygulanmak için öldürülmek üzere hapsedilen kimsenin hükmü de bunun gibidir. Ancak bu hususta Ebû Hanîfe, Şâfiî ve başkaları farklı kanaate sahiptirler. İbnü'l-Arabî ise şöyle demektedir: Sen meseleyi gereği gibi kapsamlı bir şekilde kavrayacak olursan, öldürülmek üzere hapsedilen bir kimsenin halinin hastanın halinden daha ağır olduğunda şüphen kalmaz. Böyle bir şeyi kabul etmemek ise nazar (akli düşünme ve kıyas) açısından bir gaflettir. Çünkü ölümün sebebi her ikisi hakkında da mevcuttur. Nasıl ki hastalık ölüm için bir sebepse, yüce Allah da (Savaşın da bir sebep olduğunu beyan etmek üzere) şöyle buyurmaktadır: "Andolsunki siz, ölümle karşılaşmadan önce onu temenni ediyorsunuz. İşte siz bakıp dururken onu gördünüz." (Âl-i İmrân, 3/143) Şair Ruveyşed et-Taî de şöyle demektedir: "Ey bineğini ileri süren süvari! Sor Esedoğullarına; nedir bu bağırıp çağrışmalar? De ki onlara: Özür dilemek için çabuk davranın ve bir söz arayın ki, Sizi temize çıkaracak; çünkü ölümün kendisiyim ben." Savaşın ölüm sebeplerinden birisi olduğunun delilleri arasında yüce Allah'ın şu âyeti de zikredilebilir: "Hani onlar üstünüzden ve altınızdan gelmişlerdi. O zaman gözler yılıp yana kaymış, kalpler gırtlaklara kadar varmıştı..." (el-Ahzâb, 33/10-11) Şanı yüce Allah bu müthiş halde iken düşmanlara karşı mukavemet gösterip her iki kesimin birbirlerine yakınlaşmış olmalarını, kalplerin gırtlaklara kadar gelip dayanması, Allah hakkında kötü zanlar beslenmesi, kalplerin büyük bir sarsıntı geçirmesi noktasına geldiklerini haber verdiği halde, nasıl olur da Şâfiî ve Ebû Hanîfe böyle bir sıkıntılının ancak mübâreze (teke tek çarpışma) halinde sözkonusu olduğunu söyleyebilirler. Acaba hastanın durumu böyle şiddetli ve sıkıntılı mıdır? Bu hususta insaflı bir kimsenin hiçbir şüphesi olmaz. İtikadında sebat sahibi olan, Allah yolunda hakkıyla cihad eden, Allah Rasulüne O'nun âyet ve mucizelerine tanıklık eden kimseler hakkında böyle iken, ya bizim hakkımızda ne söylenebilir. 7. Dehşet ve Fırtına Zamanlarında Deniz Yolculuğu Yapanın Hükmü: İlim adamlarımız korkulu ve fırtınalı zamanlarında denizde yolculuk yapan kişinin hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Acaba böyle bir kimse sağlıklı kişi hükmünde midir, yoksa hamile kadın hükmünde midir? İbnü’l-Kasım der ki: Böyle bir kimsenin hükmü sağlıklı kimsenin hükmü gibidir. İbn Vehb ile Eşheb İse, böyle bir kimse hamileliği üzerinden altı ay geçmiş hamile kadın hükmündedir, Kadı Ebû Muhammed de der ki: İbn Vehb . ile Eşheb'in görüşleri kıyasa daha uygundur. Çünkü tıpkı hamilenin yükünün ağırlaşması gibi böyle bir halde de deniz yolculuğu insanın hayatı açısından tehlikeli bir haldir. İbnü'l-Arabî de şöyle demektedir: İbnü'l-Kasım deniz yolculuğu yapmadı. O, hatta denizde su üstünde birşey bile görmüş değildir. Şanı yüce Allah'ın biricik fail olduğunu, O'nunla birlikte hiçbir failin bulunmadığını kesinlikle bilip inanmak İsteyen, sebeplerin güçsüz olduğuna inanıp gerçek anlamda tevekkülü elde etmek, işlerini tam anlamıyla Allah'a havale etmek noktasına gelmek isteyen, denizde yolculuk yapsın. 191Kendileri yaratılmış oldukları halde hiçbir şey yaratmaya kudreti olmayanları mı eş koşuyorlar? "Kendileri yaratılmış oldukları halde" yani, putların kendileri Allah tarafından yaratılmışken "hiçbir şey yaratmaya kudreti olmayanları mı eş koşuyorlar?" Hiçbir şey yaratamayan şeylere mi tapıyorlar? Burada putlar hakkında (akıllı varlıklar için kullanılan çoğul şekli olan) "vav" ve "nun" ile çoğul yapılarak; Yaratılmış oldukları halde" diye kullanılması onlara tapınanların, putların fayda ya da zarar verebileceklerine inanmalarından Ötürüdür. Böylelikle putlar da insanlar gibi kabul edilmektedir. Nitekim yüce Allah'ın: "Ve hepsi de- bir yörüngede yüzerler" (Yasin, 36/40) âyeti ile;" Ey karıncalar yuvalarınıza girin" (en-Neml, 27/18) âyeti da bu şekildedir. 192Halbuki bunlar, kendilerine hiçbir şekilde yardım edemeyecekleri gibi kendi kendilerine bile yardım edemezler. "Halbuki bunlar" yani putlar "kendilerine hiçbir şekilde yardım edemeyecekleri gibi, kendi kendilerine bile yardım edemezler." Yani putlar ne başkalarına yardım edebilirler, ne de kendileri adına başkalarından intikam alabilirler. 193Siz bunları doğru yola çağırsanız size uymazlar. Onları çağırsanız da susmuş olsanız da size karşı birdir. Yüce Allah'ın: "Siz bunları doğru yola çağırsanız size uymazlar" âyeti ile ilgili olarak el-Ahfeş şunları söylemektedir: Yani siz, putları doğru yola, hidayete çağıracak olsanız onlar size uymazlar. "Onları çağırsanız da, susmuş olsanız da size karşı birdir" âyeti ile ilgili olarak Ahmed b. Yahya şöyle demektedir: Bu âyetin böyle gelmesi âyet sonu oluşundan dolayıdır. Yani, yüce Allah'ın: "Susmuş olsanız da" diye buyurup (aynı manada olmakla birlikte) bunun yerine: dememiş olmasını kastetmektedir. Çünkü Sîbeveyh'e göre bu iki kelime aynı anlama gelmektedir. Şöyle de açıklanmıştır: Âyet-i kerimeden maksat, yüce Allah'ın ilminde îman etmeyecekleri ezelden beri takdir edilmiş olanlardır. Burada; "Size uymazlar" kelimesi hem ("te" harfi) şeddeli hem de şeddesiz olarak okunmuştur, aynı anlama gelen İki ayrı söyleyiştir. Kimi dilciler ise şeddesiz olarak; kelimesi, arkasından gittiği halde ona yetişmedi, anlamındadır; şeddeli olarak; ise, arkasından gidip ona yetişmesini anlatmak için kullanılır demişlerdir. 194Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, şüphesiz sizin gibi kullardır. Şayet doğru iseniz haydi onları çağırın da size karşılık versinler. "Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, şüphesiz sizin gibi kullardır" âyeti ile putlara ibadet hususunda onlara karşı delil getirerek tartışmaktadır. "Taptıklarınız" anlamında olmakla birlikte, ilâh diye kendilerini çağırdığınız diye de açıklanmıştır. Putlara "kullar" diye ad verilmesi, onların da Allah'ın mülkiyetinde ve O'nun emirlerine boyun eğen varlıklar olduklarından dolayıdır. el-Hasen der ki: Yani, putlar da sizin gibi yaratılmışlardır. Müşrikler, putların fayda ve zarar verebileceklerine inandıklarından ötürü, yüce Allah, o putlan'da onların kanaatleri doğrultusunda insan farzederek: "Haydi onları çağırın" diye buyurmakta ve putlar hakkında kullanılması gereken dişi zamir değil de erkekler için kullanılan zamiri kullanmaktadır. Ayrıca onlar hakkında "kullar" tabirini kullandığı gibi " Şüphesiz... lar" diye erkekler için kullanılan ism-i mevsulu kullanmış, dişiler için öngörülen; ism-i mevsûlunu kullanmamıştır, "Onları çağırın" âyeti ise, haydi onlardan fayda verip zarar sağlamalarını isteyin, demektir. "Şayet doğru iseniz... size karşılık versinler." Putlara ibadetin fayda vereceği hususundaki iddianızda doğru iseniz, sizin İsteklerinizi kabul etsinler. İbn Abbâs der ki: "Onları çağırın" ifadesi, onlara ibadet edin anlamındadır. 195Onların kendileriyle yürüyecekleri ayakları mı var? Yoksa kendileriyle tuttukları elleri mi var? Yoksa kendileriyle gördükleri gözleri mi, yahut kendileriyle işittikleri kulakları mı var? De ki: "Ortaklarınızı çağırın, sonra bana tuzak kurun ve bana göz açtırmayın. Daha sonra yüce Allah, onları azarlayarak ve akıllarının bayağılığını ortaya koyarak şöyle buyurmaktadır: "Onların kendileriyle yürüyecekleri ayakları mı var? Yoksa kendileriyle tuttukları elleri mi var? Yoksa kendileriyle gördükleri gözleri mi, yahut kendileriyle işittikleri kulakları mı var..." Yani siz onlardan daha üstün olduğunuz halde nasıl olur da onlara ibadet ediyorsunuz? Bu ifadeden maksat onların cahilliklerini açığa vurmaktır. Çünkü mabud, azalara sahip olmakla vasfedilir. Saîd b. Cübeyr " Allah'ı bırakıp da taptıklarınız şüphesiz sizin gibi kullardır" âyetini " Allah'ı bırakıp taptıklarınız ancak sizin gibi kullardır" şeklinde; 'ın hemzesini esreli olarak -iki sakinin yanyana gelişinden dolayı- şeklinde, buna karşılık " Kullar" kelimesini tenvin ile; "sizin gibi" kelimesini de nasb ile okumuştur. Bu okuyuşa göre âyetin anlamı şöyle olur: Allah'tan başka kendilerine dua ettiğiniz putlar ancak sizin gibi kullardır. Yani onlar, taş ve keresteden ibarettir. Ve siz böyle yapmakla kendisinden daha üstün olduğunuz şeylere ibadet etmektesiniz. en-Nehhâs der ki: Ancak bu, şu üç sebepten dolayı okunmaması gereken bir kıraattir: 1- Evvela çok büyük çoğunluğun kıraatine muhaliftir. 2- Sîbeveyh, edatı gayet olumsuzluk edatının anlamı veriyor ise, haberini ref ile okumayı tercih eder ve şöyle der: Zeyd gitmiyor" Çünkü; 'in ameli zayıftır. da onun anlamında (olumsuzluk ifade eden) bir edattır. O takdirde ondan daha zayıf olur. 3- el-Kisâî, (........)'ın Arap dilinde ondan sonra olumlu bir İfade olmadıkça; olumsuz edatı anlamında hemen hemen kullanılmadığını ileri sürmüştür. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kâfirler ancak bir aldanış içerisindedirler." (el-Mülk, 67/20) "da size karşılık versinler" âyetinde aslolan ("fe" harfınden sonra gelen) "lâm" harfinin esreli gelmesidir. Ancak ağırlığı dolayısıyla esre hazfedilmiştir. Diğer taraftan ifadede de bir hazf olduğu söylenmiştir. Yani, eğer siz onların ilâh oldukları hususundaki iddianızda doğru söyleyen kimseler iseniz, sizin isteklerinize uyuncaya kadar haydi onlara dua edin, onlar da sizin isteklerinizi kabul etsinler, Ebû Cafer ve Şeybe "Yoksa kendileriyle tuttukları elleri mi var" âyetindeki "ti" harfini (esreli değil de) ötreli okumuşlardır. Bu da bir şivedir. El, ayak ve kulak ise, müennes kelimelerdir ve bunların küçültme isimleri sonlarına "he" (yuvarlak "te") getirilerek yapılır. Ancak; "El" kelimesinde küçültme ismi yapılırken bir "ya" ilave edilir, aslına döndürülerek iki "ya" da bir araya geldiğinden dolayı şeddeli olarak; "elceğiz" denilir. Yüce Allah'ın: "De ki: Ortaklarınızı" yani putlarındı "çağırın. Sonra bana" siz ve o putlar bir arada "tuzak kurun ve bana göz açtırmayın" yani beni hiç sonraya bırakmayın, ertelemeyin. "Bana tuzak kurun" kelimesinin aslı şeklindedir. "Nun" harfindeki esre, "ya" harfine delâlet ettiğinden dolayı hazfedilmiştir. " Ve bana göz açtırmayın" kelimesi de aynı şekildedir. “Tuzak" diye meali verilen "keyd" kelimesi hile anlamına geldiği gibi Savaş anlamına da gelir. Mesela; "Gazaya çıktı ama Savaşmadı," denilir. 196Şüphesiz benim velim, o Kitabı indiren Allah'tır ve O salihleri veli edinir. "Şüphesiz benim velim o Kitabı İndiren Allah'tır." Yani, bana yardım etmeyi, beni korumayı üzerine alan gerçek dostum Allah'tır. Birşeyin velisi, onu koruyan, ona gelecek zararı önleyen kimse demektir. "Kitap"dan kasıt ise Kur'ân-ı Kerîm'dir. "Ve O, salihleri veli edinir." Yani, onları koruyan O'dur. Müslim'in Sahih'inde Amr b. el-Âs'dan dedi ki: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı gizli değil de açıktan açığa yüksek sesle şöyle buyururken dinledim: "Haberiniz olsun ki, Ebû -filan kimseyi kastediyor- nın ailesi artık benim velilerim değildirler. Benim velim ancak Allah'tır ve salih mü’minlerdir." Buhârî, Edeb 14; Müslim, İmarı 336; Müsned, IV, 203. el-Ahfeş der ki: “Şüphesiz benim velim o kitabı indiren Allah'tır" âyeti, Şüphesiz Allah'ın velisi o Kitabı indirendir" diye de okunmuştur ki, burada Allah'ın velisi ile kastedilen Hazret-i Cebrâîl olur. en-Nehhâs der ki: Bu, Âsım el-Cahderî'nin kıraatidir. Ancak birinci kıraat daha açık anlaşılan bir kıraattir. Çünkü: "Ve O, salihleri veli edinir" âyeti ondan sonra gelmektedir. 197Sizin O'ndan başka taptıklarınızın, size de kendilerine de yardım etmeye güçleri yetmez. Âyetin tefsiri için bak:198 198Onları hidayete çağırsanız duymazlar. Onları sana bakarken görürsün, halbuki onlar görmezler. Yüce Allah: "Sizin O'ndan başka taptıklarınızın" İfadesinin burada tekrarlanması, onların tapındıkları şeylerin fayda sağlayamadığını, zarar veremediğini açıklamak içindir. "Onları hidayete çağırsanız" şart, "duymazlar" ise bu şartın cevabıdır. "Onları... görürsün" yeni bir cümledir. "Sana bakar" anlamındaki ifade de hal mahallindedir. Kastedilenler de putlardır. Bakmak (en-Nazar); kendisine bakılana doğru gözleri açmaktır. Yani sen onları sana bakarmış gibi görürsün. Bu putlar görmeyen cansızlar oldukları halde fiilin sonunda onlar için (akıllılar hakkında kullanılan) "vav" ile çoğul yapılarak haber veriliş sebebi ise, haberin aklı eren varlıkların yaptıkları fiillerden birisi kullanılarak zikredilişinden dolayıdır. Şöyle de açıklanmıştır: Bu putların mücevherattan yapılmış gözleri vardır. O bakımdan "onları sana bakar görürsün" diye buyurulmuştur. Burada kastedilenlerin müşrikler oldukları da söylenmiştir. Onların, görmediklerini haber vermek suretiyle görme organlarından yararlanmadıklarını anlatmaktadır. 199Sen, af yolunu tut. Urf ile emret, cahillerden de yüzçevir. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: Bu âyet-i kerîme üç kelimeden (emirden) meydana gelmektedir. Emir ve yasaklara dair şeriatın bütün kaidelerini İhtiva etmektedîr. Yüce Allah'ın: "Sen af yolunu tut" âyetinin kapsamına, akrabalık bağlarını kesenlerin bağlarını gözetmek, günah ve suç işleyenleri affetmek, mü’minlere karşı yumuşak davranmak ve buna benzer Allah'a itaat edenlerin ahlâkını kapsar.
"Urf ile emret" âyetinin kapsamına da akrabalık bağlarını gözetmek, helal ve haram hususunda Allah'tan korkmak, gözleri haramdan korumak, ebedilik yurduna da hazırlıklı olmak girmektedir. "Cahillerden de yüzçevir" âyeti ile ilme sarılma teşvik edilmekte, zâlimlerden yüzçevirip bayağı kimselerle tartışma seviyesine düşmemek, cahil ve ahmakların konumuna inmemek... ve buna benzer güzel ahlak ve doğru fiilleri de teşvik etmektedir. Derim ki: Bu hususların geniş bir şekilde açıklanmaya ihtiyacı vardır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunları Cabir b. Süleym'e topluca ifade etmiştir. Cabir b. Süleym Ebû Cüreyh der ki: Genç deveme bindim, sonra da Mekke'ye gittim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'i aradım. Mescid'in kapısında devemi çöktürdüm. Bana Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı gösterdiler. Üzerinde kırmızı yollu çizgileri bulunan yünden bir aba bulunduğu halde onu otururken buldum. Ey Allah'ın Rasulü selam sana dedim. O da: "Sana da selam" diye buyurdu. Dedim ki: Biz çöl halkı olan bir dereceye kadar da sert ve katı bir topluluğuz. O bakımdan Allah'ın bana kendileri vasıtasıyla fayda sağlayacağı bir takım sözler öğret. Hazret-i Peygamber bana üç defa: "Yaklaş" dedi, ben de yaklaştım. Şöyle buyurdu: "Az önce söylediğini bana bir daha tekrar et." Ben de ona söylediklerimi tekrarlayınca, şöyle buyurdu: "Allah'tan kork ve maruftan hiçbir şeyi hafif görme. Kardeşinin karşısına güler bir yüzle çıkman, kovandan su isteyenin kabına boşaltman, bir kimse sende olup olmadığını bir şeyi sözkonusu ederek, sana hakaret edecek olursa, sen ona kendisinde olduğunu bildiğin bir şeyi sözkonusu ederek hakaret etme. Şüphesiz bundan dolayı yüce Allah senin için bir ecir, ona bir vebal yazacaktır. Yüce Allah'ın sana ihsan etmiş olduğu hiçbir şeye de sövmemelisin." Ebû Cureyh der ki: Nefsim elinde olana yemin olsun ki artık bundan sonra ne bir koyuna, ne bir deveye sövdüm. Bunu Ebû Bekr el-Bezzâr Müsnedinde bu manada rivâyet etmiştir. Müsned, V, 63-64. Ebû Said el-Makburî babasından, o, Ebû Hüreyre'den rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz mallarınızı, bütün insanlara (onları memnun etmek için) yetiştiremezsiniz. Ama onları güzel yüzle karşılayabilir ve güzel ahlakla davranabilirsiniz." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VIII, 22. İbn ez-Zübeyr der ki: Allah bu âyet-i kerimeyi ancak insanların ahlakını güzelleştirmek için bildirmiştir. Buhârî de Hişam b. Urve'den, o, babasından, o da Abdullah b. ez-Zübeyr'den, yüce Allah'ın: "Sen af yolunu tut, urf ile emret" âyeti hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: Allah bu âyeti ancak insanların ahlâkına dair İndirmiştir. Buhârî, Tefsir 7. sûre 4. Süfyan b. Uyeyne de en-Nehaî'den şöyle dediğini nakleder: Cebrâîl, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a indi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Bu ne ey Cebrâîl" diye sorunca, o da şöyle dedi: "Ben de bilmiyorum, âlime sorayım." Bir rivâyette ise: "Ben de bilemiyorum, Rabbime sorayım" demiş. Bunun üzerine gidip bir süre sonra gelince şöyle demiş: "Şüphesiz yüce Allah sana, haksızlık edeni affetmeni, seni mahrum bırakana vermeni, seninle bağını koparanların bağını gözetmeni emretmektedir. " Müsned, IV, 148, 158. Ancak Cebrâîl ile konuşma bölümü yok. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Ukbe'ye doğrudan tavsiyeleri şeklinde. Şairlerden birisi de bu hususları nazım halinde şöylece dile getirmektedir: "Ahlâkın üstün değerleri üç hususta toplanır Bunlar kimde kemale ererse işte feta (merd) odur Mahrum bırakman gereken kimseye birşeyler vermen Bağını kesmen gerekeni gözetmen ve haksızlık edeni de affetmen." Cafer es-Sadık der ki: Yüce Allah Peygamberine, bu âyet-i kerimede ahlâkın üstün değerlerine bağlanmayı emretmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu âyet-i kerimeden daha çok ahlakın üstün değerlerini bir arada toplayıp ifade eden başka bir âyet-i kerîme yoktur. Nitekim Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Ben ancak ahlâkın üstün değerlerini tamamlamak üzere gönderildim." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, IX, 15. Şair de şöyle demektedir: "Bütün durumların sona erer ve biter Övülmen müstesna, o senin için kalmaya devam eder. Eğer ben bütün faziletler arasından istediğimi seçmekte muhayyer bırakılsam Ahlâkın üstün değerlerinden başkasını seçmem." Sehl b. Abdullah der ki: Yüce Allah Tûr-i Sina'da Hazret-i Mûsa'yla konuştu, Ona, sana neyi tavsiye etti diye sorulunca, dokuz şey dedi: Gizlide ve açıkta Allah'tan korkmak, hoşnutken de kızgınken de hak sözü söylemek, fakirken de zenginken de iktisadı elden bırakmamak, bir de bana benimle bağlarını koparanı gözetmemi, beni mahrum bırakana vermemi, bana haksızlık edeni bağışlamamı emrettiği gibi, konuşmamın zikir, susmamın fikir, bakmamın da ibret olmasını emretti. Derim ki: Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) dan da şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Rabbim bana dokuz şeyi emretti: Gizlilik halinde de, başkalarının önünde de ihlası elden bırakmamak. Kızgınken ve hoşnutken de adaletli davranmak, zenginlik halinde de fakirlik halinde de orta yolu (iktisadı) elden bırakmamak, bana zulmedeni affetmemi, benimle bağlarını koparanı gözetmemi, beni mahrum bırakana vermemi, ayrıca konuşmamın zikir, susmamın fikir, bakışımın da ibret olmasını emretti." Hazret-i Peygamberin: "Sen af yolunu tut" âyetinden kastedilenin zekât olduğu da söylenmiştir. Çünkü verilen zekât çok maldan az bir şeyi vermektir. Ancak böyle bir açıklamanın doğru olma ihtimali uzaktır. Çünkü "afv" kelimesi, izi silinip kayboldu, anlamına gelen den gelmektedir. Bununla birlikte Ondan afvi (arta kalanı) al, da denilir. Yani, onun elindekini eksiltme ve ona karşı müsamahalı davran demek olur. Ancak âyetin nüzul sebebi bu görüşü reddetmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah, Peygamberine, müşriklere karşı delil getirmeyi emrettikten sonra, ona ahlakın üstün değerlerini gösterdi. Çünkü bu güzel değerlere bağlılık, müşrikleri îmana çekmeye sebep teşkil eder. Yani sen, insanların ahlakları, huyları gereği yaptıkları davranışlarının kolayına gelenini kabul et, demektir. Mesela Hakkımı kolay ve rahat bir şekilde aldım denilir(ken, afv kelimesi kullanılır). Yüce Allah'ın: "Urf ile emret" âyetindeki "urf" kelimesi marufu emret anlamındadır. Îsa b. Ömer bunu, şeklinde iki ötre ile okumuştur. Bu da bir başka söyleyiştir. Urf, maruf ve arife ise akılların beğenip kabul ettiği, ruhların da huzur ve sükûn bulduğu bütün güzel hasletler demektir. Şair der ki: "Hayır işleyen onun karşılığını almaktan yana mahrum kalmaz. Maruf işlemek Allah nezdinde de insanlar arasında da boşa gitmez." Atâ; "Urf ile emret" âyetini, Lâ ilahe illallah'ı emret diye açıklamıştır. Yüce Allah'ın; "Cahillerden de yüz çevir" âyetinin anlamı şudur: Yani sen, onlara karşı delilini ortaya koyup kendilerine marufu emrettiğin takdirde buna rağmen sana karşı cahillik edecek olurlarsa, onlardan yüzçevir. Bu emirden maksat ise, Hazret-i Peygamberi onlara karşılıklı olarak cevap yetiştirmekten uzak tutarak (onların seviyelerine düşmekten) korumak ve onun kadrini de yükseltmek içindir. Ancak, bu âyet her ne kadar yüce Allah'ın Peygamberine yönelik ise de O, bütün insanlara bir edep öğretmektedir. İbn Zeyd ile Atâ derler ki: Bu âyet-i kerîme (cihadı emreden kılıç âyetiyle) nesh edilmiştir. Mücâhid ile Katade ise bu âyet muhkemdir demişlerdir. Sahih olan da budur. Çünkü Buhârî, Abdullah b. Abbas'tan şöyle dediğini rivâyet eder: Uyeyne b. Hısn Huzeyfe b. Bedr (Medine'ye gelip) kardeşinin oğlu el-Hurr b. Kays b. Hısn'a misafir oldu. (el-Hurr), Hazret-i Peygamberin yakın tuttuğu kimselerden idi. Kurra (Kur'ânı okuyup bellemiş olanlar) Hazret-i Ömer'in akdettiği meclislerin üyeleri ve danıştığı kimseler arasında idiler. Genç ya da yaşlı olsunlar farketmezdi. Uyeyne, kardeşinin oğluna şöyle dedi: Kardeşimin oğlu, senin bu emir nezdinde sözün geçer mi? Yanına girmek için ondan bana bir izin koparsan. Yeğeni: Yanına girmen için ondan sana izin isteyeceğim, deyip Uyeyne adına izin istedi. Uyeyne Hazret-i Ömer'in huzuruna girince şöyle dedi: Ey Hattab'ın oğlu, Allah'a yemin ederim ki sen bize çok vermiyorsun, aramızda da adaletle hükmetmiyorsun. Hazret-i Ömer bu işe çok kızdı. O İcadar ki üzerine atılmak istedi. Bu sefer el-Hurr şöyle dedi: Ey Mü’minlerin emiri, şüphesiz Allah Peygamberine: "Sen af yolunu tut, urf ile emret, cahillerden de yüzçevir" diye buyurmuştur. Şüphesiz ki bu da cahillerdendir. Bunun üzerine Allah'a yemin ederim Ömer'e karşı bu âyeti okuduktan sonra Ömer bundan ileriye gitmedi. O, yüce Allah'ın Kitabının çizdiği hudutta durur, ondan ileriye geçmezdi. Buhârî, Tefsir 7. sûre 5. Derim ki: Ömer (radıyallahü anh)'ın bu âyet-i kerimenin hükmüne boyun eğmesi, el-Hurr'un da bu âyet-i kerimeyi delil göstermesi, âyetin mensulı olmayıp muhkem olduğuna delalet etmektedir. Aynı şekilde el-Hasen b. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) da İleride açıklayacağınız hususa (el-Â'râf, 7/201. âyet, 2. başlıkta) bu âyet-i kerimeyi delil göstermiştir. Bununla birlikte yöneticiye karşı katı davranış eğer kasti yapılır ve onun hakkı olan şeyleri hafife almak kastıyla yapılacak olursa, bu şekilde davrananı tazir etme hakkı vardır. Şayet başka bir sebepten dolayı olursa adaletli halifenin yaptığı gibi, cezalandırmaktan yüzçevirmek, affedip bağışlamak gerekir. 200Sana şeytandan bir vesvese gelirse hemen Allah'a sığın. Çünkü O, herşeyi İşitendir, en iyi bilendir. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1. Şeytanın Vesveselerine Karşı Allah'a Sığınmak: Yüce Allah'ın: "Sen af yolunu tut" âyeti nâzil olunca, Hazret-i Peygamber: "Nasıl olur Rabbim ya gazab (kızgınlık)" diye sordu. Bunun üzerine; "Sana şeytandan bir vesvese gelirse..." âyeti nâzil oldu. “Sana bir vesvese gelirse..."; âyetinde sözü geçen: Şeytanın vesveseleri demektir. Bu kelime şekillerinde (aynı anlamda) kullanılır. Kışkırtıcılardan sakın, denilir. ez-Zeccâc der ki: en küçük harekete denir. Şeytandan gelen en küçük vesveseye de bu ad verilir. Said b. el-Müseyyeb der ki: Ben, Osman ve Ali'ye şahit oldum. İkisinin de arasında şeytandan gelen bir vesvese baş göstermişti. Onlardan biri diğerine (söylemedik) birşey bırakmadı. Aradan fazla zaman geçmeden herbiri diğerine mağfiret diledi. "Sana bir vesvese gelirse" yani, kızgınlık halinde helal olmayan bir şeye dair sana bir vesvese gelecek yahut arız olacak, isabet edecek olursa, "hemen Allah'a sığın." Yani, bu işten kurtuluşu Allah'tan iste. Şanı yüce Allah, vesveseyi kendisine sığınmak ve himayesini istemek suretiyle bertaraf etmeyi emretmektedir. En yüce örnek Allah'ındır. Çünkü, köpeklerden ancak köpeklerin Rabbine sığınılır. Seleften birisinin öğrencisine şöyle dediği nakledilir: Şeytan sana kötülükleri güzel gösterdiği ve onları işlemeye teşvik ettiği vakit ne yaparsın? O, ben de ona karşı direnirim, dedi. Peki bir daha gelirse? Öğrencisi yine ona karşı direnirim deyince, hocası ya bir daha gelirse, Öğrencisi yine: Ona karşı direnirim, dedi. Bu sefer hocası bu iş böylece uzayıp gider, diye cevap verdi. Şimdi bana söyle eğer bir sürü koyunun yanından geçersen onların koruyucusu olan köpek sana havlayacak ve yoldan geçmeni engelleyecek olursa ne yaparsın? Öğrencisi: Ona karşı direnir, gücüm yettiğince onu geri çevirmeye gayret ederim. Hocası: Bu iş uzun sürer. Bunun yerine sen, o koyunların sahibinin yardımını iste, o köpeği senden uzaklaştırsın, dedi. 2. Şeytanın Çeşitli Vesveseleri ve Bunlara Karşı Alınacak Tedbîrler: (........) kelimelerinin hepsi aynı anlamı vermekte (ve "vesvese" anlamına gelmekte) dir. Nitekim Yüce Allah (bu kelimeler ile aynı anlamı kastederek) şöyle buyurmaktadır:" Ve de ki: Rabbim, şeytanların vesveselerinden sana sığınırım" (el-Mu'minûn, 23/97); "Vesvese veren o sinsi şeytanın şerrinden..." (en-Nas, 114/4) 'ın asıl anlamı, fesat çıkartmaktır. Mesela; Aramızda fesat çıkardı, fesat soktu denilir. Yüce Allah'ın: "Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra..." (Yusuf, 12/100) yani, fesat çıkardıktan sonra... demektir. Bu kelimenin azdırmak ve kışkırtmak anlamına geldiği de söylenmiştir, bununla birlikte ifade edilen anlamlar birbirine yakındır. Derim ki: Bu âyetin bir benzeri de Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'den yer alan şu rivâyettir: Ebû Hüreyre dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Şeytan sizden herhangi bir kimseye gelir ve ona: Şunu şunu kim yarattı diye vesvese verir. Nihayet ona: Rabbini kim yarattı? diye vesvese verir. Bu noktaya ulaştı mı kişi Allah'a sığınsın (ıstiâze) ve bu işten kendisini uzak tutsun." Buhârî, Bed'ul-Halk 11; Müslim, Îman 214. Yine Müslim'de Abdullah b. Mes'ûd'tan şöyle dediği nakledilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a vesveseye dair soru sorulunca o da: "İşte katıksız îman odur" diye cevap vermiştir. Müslim, Îman 211; Müsned, W, 456 (Ebû Hüreyre'den), VI, 106, (Âişe -radıyallahü anhnhâ'dan) Ebû Hüreyre yoluyla gelen hadiste de şöyle denilmektedir: "İşte bu sarih (halis) imanın kendisidir." Müslim, Îman 209; Ebû Dâvûd, Edeb 109; Müsned, II, 397, 441. "Sarih" halis ve katıksız demektir. Ancak bunu zahiri üzere bilmemek gerekir. Zira, bizatihi vesvesenin imanın kendisi olması doğru olamaz. Çünkü îman bir yakındır. Burada işaret ancak ve ancak onların kalplerinde hissettikleri, içlerinden geçenler dolayısıyla Allah'ın kendilerini cezalandıracağından dolayı duydukları korkudur. Âdeta onların bundan dolayı korkmaları katıksız ve halis îman gibi ifade edilmiştir. Buna sebep ise imanlarının sıhhati ve bu vesvesenin bozuk bir şey olduğunu bilmeleridir. O bakımdan Hazret-i Peygamberin vesveseye îman ismini vermesi, o vesveseyi önleyip, ondan yüzçevirip reddedip kabul etmemenin, bundan dolayı tedirgin olmanın imandan sadır oluşu dolayısıyladır. Hazret-i Peygamberin istiâzeyi emretmesine gelince, bu vesveselerin şeytanın etkisiyle meydana gelişinden dolayıdır. Bundan vazgeçme emri, bu vesveseye meyledip ona iltifat etmekten vazgeçmek demektir. Îmanı sahih olup Rabbinin ve peygamberinin kendisine emrettiği şeyleri yerine getiren kimse bu emirlerden fayda görür, Allah da ona fayda sağlar. İçinden şüphenin geçtiği ve bu duyduğu şüphenin etkisi altında kalan, ondan sıyrılamayan kimseye karşı şüphesiz aklî delili açıkça ortaya koymak kaçınılmaz bir şeydir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da uyuz olmuş develerin (başkalarının da bulaştırabilme) şüphesine kapılan kimseye: "Hastalığın bu şekilde sirayeti sözkonusu değildir" diye cevap verdiğini görüyoruz. Bedevî, Hazret-i Peygamber'e: Develere ne oluyor ki, kumda önceleri ceylan gibi İken, aralarına uyuz deve girdi mi onların hepsi de uyuz olur diye sorunca, Hazret-i Peygamber kendisine: "Peki, ya ilk uyuz olana o hastalığı bulaştıran kim" Buhârî, Tıb 25, 53, 54; Müslim, Selâm 101; Ebû Dâvûd, Tıb 24; Müsned, II, 267, 327, 415. diyerek, onun duyduğu şüpheyi kökünden söküp attı. Şeytan, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbını kötülüğe teşvik edip saptırmaktan ümidini kesince, bu sefer bu gibi telkinlerle onları şaşırtarak vakitlerini geçirmeye kalkıştı. Vesveseler, saçma sapan, abuk sabuk düşünceler demektir. Ashâb-ı kiramın da kalpleri onun telkin ettiği bu vesveselerden nefret edip uzaklaştı ve bu vesveselerin kalplerine gelmesi onlara büyük bir iş gibi göründüğünden dolayı sahih hadiste de belirtildiği gibi Hazret-i Peygambere gelerek şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasulü, şüphesiz ki bizler, içimizde bizden herhangi bir kimsenin sözlü olarak ifade etmeyi çok büyük bir iş olarak gördüğü şeyler hissediyoruz. Hazret-i Peygamber: "Gerçekten bunu buldunuz mu?" diye sorunca, onlar: Evet dediler. Bu sefer Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "İşte bu sarih imandır." Bu da Kur'ân-ı Kerîm'in şu âyetinde ifade ettiği gibi, şeytana rağmen böyledir: "Şüphesiz Benim gerçek kullarımın üzerine senin herhangi bir tasallutta bulunmaya gücün yoktur." (el-İsra, 17/65) Gelip geçen ve yer etmeyen düşünceler ile şüphe sonucu meydana gelmeyen tereddütler ise yüzçevirmekle bertaraf edilecek şeylerdendir. Bu gibi şeyler hakkında da vesvese tabiri kullanılır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. el-Bakara Sûresi'nin son taraflarında da (2/285-286. âyet 1. başlık ve devamında) bu anlamda açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun. 201Takva sahiplerine şeytandan bir vesvese değdiğinde iyice düşünürler. Bakarsın ki onlar görüp bilmişler bile. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1. Şeytanın Vesveselerine Karşı Takva: Yüce Allah'ın: "Takva sahiplerine" âyeti ile kastedilenler şirk ve masiyetlerden sakınıp korunan kimselerdir. "Şeytandan bir vesvese değdiğinde" âyetinde vesvese anlamını veren kelimeyi, Basralılarla Mekkeliler; diye okumuşlardır. Medinelilerle Kûfelilerin kıraati ise; şeklindedir. Saîd b. Cübeyr'den de "ye" harfini şeddeli olarak okuduğu rivâyet edilmiştir. en-Nehhâs der ki: Arapça'da bu gibi kelimeler şeklindeşeddesizolarak ve; 'ın mastarı olmak üzere gelir. el-Kisâî ise şöyle demektedir: Bu dan muhaffef (yani, şeddeli olan "ye" harfi, şeddesiz sakin olarak) okunmuştur. Tıpkı-, "Ölü" kelimesinde olduğu gibi. en-Nehhâs ise der ki: Sözlükte (Kalbe gelen hayal yahutta uykuda görülen (rüya) demektir. ın anlamı da budur. Ebû Hatim de der ki: Ben, el-Esmaî'ye; 'ın anlamını sordum, o: Mastar vezinleri arasında;: Fey'il vezni yoktur dedi. en-Nehhâs der ki: Bu kelime mastar değildir. Ancak bu kelime; (..........) anlamındadır. Buna göre ifadenin anlamı şöyle olur: Masiyetlerden sakınanlara herhangi bir şey gelip değecek, kavuşacak olursa, onlar yüce Allah'ın kudreti ve üzerlerindeki nimetleri hakkında düşünerek o masiyeti İşlemeyi terkederler. (.......) kelimelerinin birbirinden ayrı anlamlar ifade ettiği de söylenmiştir. Birincisi hayal kurmak (hayal görülmek, tahayyül) anlamındadır, ikincisi ise bizzat şeytanın kendisi demektir. Birincisi "Hayal görüldü, görülür" den mastardır ve bu mastardan ism-i fail kullanılmaz. es-Süheylî der ki: Çünkü böyle bir şeyin hakikati yoktur. Bu tahayyül (yeni hayal kurmak) dır. Yüce Allah'ın: "Hemen onu Rabbin katından dolaşan bir belâ sardı da..." (el-Kalem, 68/19) âyetinde "dolaşan" anlamını veren; kelimesinin mastarı ise diye kullanılmaz. Çünkü bu, gerçek anlamıyla bir ism-i faildir. Bunun Cebrâîl olduğu da söylenmiştir. ez-Zeccâc der ki: -İnsan tarafından yapılan fiile işaret etmek üzere-Ben onların etrafını dolaştım, dolaşırım denilir. Buna karşılık -hayal gibi manevi şeyler hakkında ise-: Hayal dolaştı, dolaşır denilir. Şair Hassan (b. Sabit) der ki: "Sen bunu bırak da bana söyle yatsı vakti geçti mi, Benî uykusuz bırakan bir hayalin hakkından kim gelir?" Mücahid der ki: Kızgınlık demektir. Delilik, kızgınlık (gazap) ve vesveseye de "tayf" denilir. Çünkü bütün bunlar hayalin kalpten gelip geçmesi gibi şeytanın kalbe bıraktığı etki ve vesveseler kabilindendir. "Bakarsın ki onlar görüp bilmişler bile" yani, o kötülüğü işlemekten vazgeçmişler bile. Onlar, artık basiret sahibi olurlar, diye de açıklanmıştır. Saîd b. Cübeyr, "iyice düşünürler" anlamındaki kelimenin "zel" harfini şeddeli olarak; diye okumuş ise de Arapçada bunun açıklanabilir bir tarafı yoktur. Bu hususu en-Nehhâs nakletmektedir. 2. Cahillerden Yüzçevirmeye Örnek: İsam b. el-Mustalık der ki: Medine'ye girdim, el-Hasen b. Ali'yi (ikisine de selam olsun) gördüm. Onun güzel görünüşü, ağırbaşlılık ve vakarı beni hayrete düşürdü, hoşuma gitti. Ancak onun bu durumu, daha önce babasına karşı gizlemiş olduğu kinden dolayı kıskançlığımı alevlendirdi. Sen Ebû Talib'in oğlu (torunu) musun diye sordum, evet deyince, ona ve babasına alabildiğine sövüp saydım. Bana oldukça şefkatli ve acıyan bir şekilde baktı, sonra; Euzubillahi mineşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim, deyip: "Sen af yolunu tut. Urf ile emret. Cahillerden yüzçevir... bakarsınki onlar görüp bilmişler bile" âyetlerini okudu, sonra bana şöyle dedi: Yavaş ol. Benim için de kendin için de Allah'tan mağfiret dile. Çünkü sen bizden yardım dileyecek olsan biz sana yardımcı oluruz. Bizim seni misafir edip ağırlamanı istesen, seni ağırlarız. Bizden doğru yolu göstermemizi istesen biz de sana doğruyu gösteririz. İşlediğim kusurlar dolayısıyla pişmanlık duyduğumu yüzümden anlayınca şöyle dedi: "Bugün size serzeniş yoktur. Allah size mağfiret buyursun. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir." (Yusuf, 12/92). Sen, Şam halkından mısın diye sorunca, ben evet dedim. Bunun üzerine o da (şu mısra ile) cevap verdi: "Bu benim Ahzem' den beri bilip tanıdığım bir alışkanlıktır Hoş geldin sefalar getirdin. Allah sana afiyet versin, sana güç ve kuvvet versin. Hiç utanma. Ne ihtiyacın varsa bize söyle. Hatırına geleni söyle. Bizi düşündüğünden de daha iyi bulacaksın inşaallah. İsam dedi ki: Bunun üzerine yer bütün genişliğine rağmen bana dar geldi. Keşke yer yarılsaydı da içine girsem, diye temennide bulundum. Sonra da başkalarının arkasına saklanarak sıvışıp gittiğimde yeryüzünde ondan ve babasından daha çok sevdiğim kimse kalmamıştı. 202Kardeşleri ise onları sapıklığa sürükler. Sonra da ellerini yakalarından çekmez. "Kardeşleri ise onları sapıklığa sürükler, sonra da ellerini yakalarından çekmezler" âyetinin şu anlamda olduğu söylenmiştir: Şeytanların kardeşleri, insanların sapıkları arasında bulunan günankâr kimselerdir. Şeytanlar bunları sapıklık ve azgınlık içerisinde alabildiğine uzaklara götürürler. Şöyle de açıklanmıştır: Günahkârlara "şeytanın kardeşleri" denmesinin sebebi, onların telkinlerini kabul etmelerinden dolayıdır. Bundan önceki âyet-i kerimede de şeytandan söz edilmişti. Bu hususta yapılan en güzel açıklama budur. Bu, Katade, el-Hasen ve ed-Dahhâk'ın görüşüdür. "Ellerini yakalarından çekmezler" âyeti ise, tevbe etmezler, geri dönmezler demektir. ez-Zeccâc şöyle demektedir: İfadede takdim ve tehir vardır. Âyetin anlamı şöyledir: Sizin Allah'tan başka dua edip çağırdıklarınız size herhangi bir şekilde yardımcı olamazlar. Kendilerine de yardım edemezler. Onların kardeşleri ise, onlara sapıklıkta yardım ederler. Çünkü kâfirler şeytanların kardeşleridir. Âyetin anlamı da şöyledir; Mü'mtn bir kimseye şeytandan herhangi bir vesvese gelip dokunacak olursa, o da aradan fazla zaman geçmeden uyanır, kendisine gelir. Müşrikleri ise şeytanlar sapıklıkta alabildiğine uzaklara götürürler. "Ellerini yakalarından çekmezler" anlamındaki fiildeki zamirin her iki görüşe göre de kâfirlere raci olduğu söylendiği gibi, şeytana raci olması da mümkündür, denilmiştir. Katade der ki: Yani, sonra da onları bırakmazlar, onlara hiçbir şekilde acımazlar. Vazgeçmek; bir şeyi terketmek, onu bırakmak anlamındadır. Yani şeytanlar, kâfirleri sapıklık içerisinde uzun uzadıya bırakmaktan bir türlü ellerini geri çekmezler, vazgeçmezler. Yüce Allah'ın: "Sapıklığa" âyetinin, " Onları... sürükler" âyetine muttasıl olması mümkün olduğu gibi, "kardeşler" anlamındaki âyet ile ilişkili olması da mümkündür. Ğayy (mealde sapıklık) ise, cehalet ve bilgisizlik demektir. Nafi', "ya." harfini ötreli, "mim" harfini de esreli olarak; diye okumuştur. Diğerleri ise, "ya" harfini üstün, "mim" harfini de ötreli okumuşlardır. Bu iki okuyuş; dan iki ayrı söyleyiştir. Ancak bunun hemzesiz kullanılışı ise daha çoktur. Bu açıklamayı Mekkî yapmıştır. en-Nehhâs der ki: Arapça bilginlerinden bir topluluk Medinelilerin kıraatini kabul etmezler. Bunlardan birisi de Ebû Hatim ile Ebû Ubeyd'dir. Ebû Hatim der ki: Ben bunun açıklanabilir bir tarafı olduğunu bilmiyorum. Ancak ifadenin; onların sapıklıklarını artırırım anlamında olması hali müstesna. Aralarında Ebû Ubeyd'in de bulunduğu dil bilginlerinden bir topluluğun naklettiğine göre bir şey, bir başka şeyi kendisi ile çoğaltacak olursa bu fiil hemzesiz kutlanılır. Kendisinden başkası vasıtasıyla çoğaltacak olursa, o takdirde hemzeli olarak kullanılır. Yüce Allah'ın şu âyetinde görüldüğü gibi: "Rabbiniz nişanlı beşbin melek ile size yardım gönderecektir." (Âl-i İmrân, 3/125) Muhammed b. Yezid'den ise, Medinelilerin kıraatine delil göstermek üzere şöyle dediği nakledilmektedir: O şeyi ben ona süslü gösterdim ve o işi yapmaya onu davet ettim, denilir. Buna karşılık; İse, bu hususta ona görüşümle yahut başka bir yolla yardımcı oldum, demektir. Mekkî der ki: Ancak tercih edilen kıraat (bu âyet-i kerimede) baştaki "ye" harfinin üstün okunuşudur. Çünkü; Yardım ettim, fiili kötü şeyler hakkında Yardım ettim, şekli ise hayırlı şeyler hakkında kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve onları azgınlıklarında serserice dolaşmalarına mühlet verir." (el-Bakara, 2/15) İşte bu, bu kelimenin "ya" harfinin üstün ile okunuşunun daha kuvvetli olduğuna delalet etmektedir. Çünkü buradaki yardım (sürükleme) kötülüktedir. "Gay" ise, kötülüğün kendisidir. Zira cemaat (büyük çoğunluk) bunu böyle kabul etmektedir. Âsım el-Cahderî ise âyetin bu bölümünü; şeklinde okumuştur. Îsa b. Ömer "ellerini yakalarından çekmezler" anlamındaki fiili de; şeklinde "ya" harfi üstün ve "sad" harfi ötreli, "kaf" harfini de sakin olarak okurken, diğerleri onun aksine; diye okurlar ki, bu da iki ayrı söyleyiştir. Şair İmriu’l-Kays der ki: "Önceleri geri çekilmişken daha sonra sana karşı şevkim yükseldi." 203Onlara bir âyet getirmezsen: "Kendin onu uyduruverseydin ya" derler. De ki: "Ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım. Bu, Rabbinizden gelen, gözleri açan belgelerdir. îman eden bir topluluk için hidayet ve rahmettir." "Onlara" kendilerine karşı okuyacağın "bir âyet getirmezsen kendin onu uyduruverseydin ya" âyetindeki; "... seydin ya" edatı, anlamındadır. Bu anlamda ise ondan hemen sonra ya zahiren, ya da takdiri olarak bir fiilin gelmesi gerekir. Bu hususta yeterli açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/118. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Onu uyduruverseydin" yani, kendiliğinden uydursaydın. Bu âyet-i kerîme ile onlara âyetlerin yüce Allah nezdinden geldiğini bildirmektedir, O, onlara ancak Allah'ın kendisine İndirdiklerini okuduğunu ifade etmektedir. Aynı kökten gelen fiil; şeklînde; kişi kendi zihninde uydurup irticalen yaptığı konuşma hakkında kullanılır. "De ki: Ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım" yani ben, Allah nezdinden bana vahyolunana uyarım. Kendiliğimden uydurduğum şeylere değil "Bu, Rabbinizden gelen gözleri açan belgelerdir." Maksat, Kur'ân-ı Kerîmdir. "Besâir" kelimesi ise, basiretin çoğulu demek olup delâlet ve ibret demektir. Yani, benim sizi kendisi vasıtasıyla yüce Allah'ın yoluna ilettiğim bu Kitap, bir çok basiretler ihtiva eden bir Kitaptır. Yani, onun vasıtası ile gözler açılır, gerçekler görülür. ez-Zeccâc, "besâir"in yollar anlamına geldiğini söylemiştir. Besâir dinin yollan demektir. el-Cu'fî der ki: "Onlar basiretleri omuzları üstünde geri gittiler (yani, babalarının intikamını alamadılar). Benim basiretim ise, hızla koşan ve oldukça güçlü atlar koşturup getirmektedir. (Yani ben intikamımı aldım.)" "Hidayet" doğruluk ve açıklama demektir; "ve rahmettir" ve nimettir, anlamındadır. 204Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki merhamet olunasınız. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1. Ayetin Nüzul Sebebi ve Namazda Okunan Kur'ân'ı Dinlemek: Yüce Allah'ın: "Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun..." âyeti ile ilgili olarak şöyle denmiştir: Bu âyet namaz hakkında nâzil olmuştur. İbn Mes'ûd, Ebû Hüreyre, Cabir, ez-Zührî, Ubeydullah b. Umeyr, Atâ b. Ebi. Rebah ve Said b. el-Müseyyeb'den bu görüş rivâyet edilmiştir. Said der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) -Mekke'de iken- namaz kıldığı sırada müşrikler onun yanına gelir, biri diğerine şöyle derdi: "Bu Kur'ân'ı dinlemeyin ve hemen siz, o okunurken anlamsız sözler söyleyin..." (Fussilet, 41/26) derlerdi. Bunun üzerine yüce Allah onlara cevap olmak üzere: "Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun" âyetini indirdi. Şöyle de denilmiştir: Bu âyet-i kerîme hutbeyi dinlemek hakkında nâzil olmuştur. Bu görüşü de Saîd b. Cübeyr, Mücahid, Atâ, Amr b. Dinar, Zeyd b. Eslem, el-Kasım b. Muhaymere, Müslim b. Yesar, Şehr b. Havşeb ve Abdullah b. el-Mübarek ifade etmişlerdir, Ancak bu görüş zayıftır. Çünkü hutbede okunan Kur'ân-ı Kerîm miktarı azdır. Ve hutbenin tamamının dinlenmesi icabeder. Bunu da İbnü’l-Arabî ifade etmiştir. en-Nekkâş der ki: Âyet-i kerîme Mekke'de inmiştir, Mekke'de ise ne hutbe vardı, ne de Cuma namazı. Taberî de yine Saîd b. Cübeyr'den gelen rivâyete göre bu âyet-i kerîme Kurban bayramı, Ramazan bayramı ve Cuma günü (hutbelerini) dinlemek ile İmâmın açıktan Kur'ân okuduğu namazların dinlenmesi hakkındadır, o halde bu âyet umumidir. Sahih olan da budur. Çünkü bu açıklama gerek bu âyet-i kerimenin, gerek onun dışında sünnet-i seniyyenin dinlemeyi vacip kıldığı bütün hususları bir arada toplamaktadır. en-Nekkâş der ki: Tefsir âlimleri buradaki dinlemenin farz olan ve olmayan bütün namazlarda olduğunu kma ile kabul etmişlerdir. en-Nehhâs da şöyle demektedir: Dil bakımından bu dinlemenin her hususta olması gerekir. Ancak, bu hususta tahsis olduğuna dair herhangi bir delilin bulunması müstesnadır. ez-Zeccâc ise şöyle demektedir: Yüce Allah'ın; "Onu dinleyin ve susun" âyetinin gereğince amel edin ve onun hükümlerini aşmayın anlamına gelmesi de mümkündür. Çünkü susmak (insât), dinlemek üzere susmak, kulak kabartmak ve gereken saygıyı göstermek demektir. Bu fiil; şeklinde kullanılabildiği gibi, -hemze ziyadesi sözkonusu olmaksızın- şeklinde de kullanılır. Şair der ki: "tmam dedi ki: Efendimizin emrini yerine getirmeye bakın Biz de onun dediği gibi artık muhalefet etmedik ve susup dinledik," Susup onu dinlediler, şeklinde kullanılır. Şair de der ki: Hazamî konuştu mu susup onu dinleyin Çünkü söz diye Hazamı'nin dediğine denir, Bazıları da yüce Allah'ın: "Onu dinleyin ve susun" âyeti hakkında şöyle demişlerdir: Bu âyet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a has idi. Tâ ki onun ashâbı söylediklerini iyice anlayabilsinler. Derim ki: Bunun böyle olma ihtimali uzaktır, sahih olan âyetin umumi olduğu görüşüdür. Çünkü: "...ki merhamet olunasıniz" diye buyurulmaktadır. Ayrıca tahsis için bir delile de ihtiyaç vardır, Abdulcebbar b. Ahmed, "Fevâidu'l-Kur'ân" adlı eserinde şöyle demektedir: Müşrikler yüce Allah'ın da durumları hakkında bize bildirdiği gibi, inat olsun diye işi yokuşa sürmek kastıyla çokça gürültü ve patırtı çıkartıyorlardı: "O kâfirler dediler ki: Bu Kur'ân'ı dinlemeyin ve kemen o Kur'ân okunurken siz anlamsız sözler söyleyin, belki böylelikle galip gelirsiniz." (Fussilet, 41/26) Bunun üzerine yüce Allah da müslümanlara, vahyin eda edilmesi esnasında müşriklerin bu halinin tam aksine olmalarını ve Kur'ân'ı dinlemelerini emretmektedir. Bir başka yerde de cinleri methederken şöyle buyurmaktadır: "Hatırla ki cinlerden bir taifeyi Kur'ân'ı işitsinler diye sana doğru yöneltmiştik" (el-Ahkaf, 46/29), Muhammed b. el-Kâ'b el-Kurazî de der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namazda Kur'ân okuduğu sırada arkasında namaz kılanlar ona karşılık veriyorlardı. Kendisi bismillahirrahmanirrahim dedi mi, onlar da onun gibi tekrarlıyorlar, Fatîha'yı ve arkasından zamm-ı sûreyi bitinceye kadar böyle yapıyorlardı. Bu durum yüce Allah'ın kalmasını dilediği kadar bir süre böylece kaldı. Daha sonra da: "Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki, merhamet olunasınız" âyeti nâzil olunca, onlar da susup dinlediler. İşte bu da "insafın yani susup dinlemenin, daha önceden yaptıkları şekilde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yüksek sesle karşılık vermeyi terketmek ve böylece dinlemek anlamına geldiğini göstermektedir. Katade, bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demektedir: Ashâb namaz kılarken onlardan birileri gelir ve kaç rekat kıldınız, kaç rekat kaldı, diye sorardı. Bunun üzerine yüce Allah; "Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun..." âyetini indirdi. Yine Mücahid'den nakledildiğine göre, ashâb-ı kiram, önceleri namazda ihtiyaç-duydukları hususlarda konuşuyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah'ın: "...ki, merhamet olunasınız" âyeti nâzil oldu. Fâtiha sûresi tefsiri yapılırken cemaatin, İmâmın arkasında Kur'ân okuması ile ilgili görüş ayrılıklarına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. İleride yüce Allah'ın izniyle hutbenin hükmüne dair açıklamalar da el-Cuma Sûresi'nde (62/9. âyetin tefsirinde) gelecektir. 205Rabbinİ içinden, yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam an ve gafillerden olma! Yüce Allah'ın: "Rabbini İçinden, yalvararak ve korkarak... an" âyetinin bir benzeri de: "Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin" (el-A'raf, 7/55) âyetidir. Daha önceden geçmişti. Ebû Cafer en-Nehhâs der ki: Yüce Allah'ın: "Rabbini içinden... an" âyetinin dua hakkında olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Derim ki: İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre bu âyette geçen "anmak (zikir)" ile namazdaki kıraati kastettiğine dair bir rivâyet gelmiştir. Âyetin anlamının: Kur'ân-ı Kerîm'i üzerinde dikkatle dura dura ve düşünerek oku şeklinde olduğu da söylenmiştir. "Yalvararak" kelimesi mastardır. Hal mahallinde de olabilir. "Korkarak" ise ona atfedilmiştir. " Korku" kelimesinin çoğulu ise şeklinde gelir, çünkü bu da; "Korkmak, korku" anlamındadır. Bu açıklamayı en-Nehhâs zikretmiştir. 'ın aslı ise dır. Burada önceki harf esreli olduğu için "ye" harfi "vav"a dönüştürülmüştür. Mazi ve muzari çekimleri ile mastarları da şeklinde gelir. Müfred ism-i faili, şeklinde, çoğulu aslına uygun olarak; şeklinde gelmekle birlikte; şeklinde de telaffuz edilir. el-Ferrâ''nın da naklettiğine göre ise, yine 'in çoğulu şeklinde de gelir. el-Cevherî ise der ki: ile aynı şeydir. Çoğulu ise ...diye gelir ve bunun aslı ("ye" harfi değil) "vav"dır. "Yüksek olmayan bir sesle" yani, sözünü yüksekten daha aşağı bir sesle. Bu da kendine İşittirecek kadar anlamındadır. Nitekim bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "...ikisi ortası bir yol tut," (el-İsra, 17/110) Yüksek sesle söylemek ile gizli söylemek arasında bir yof tut, demektir. İşte bu, daha önce birden çok yerde de geçmiş olduğu gibi, yüksek sesle zikir yapmanın memnu' olduğunun delilidir. "sabah ve aksam (vakitlerinde)" âyeti ile ilgili olarak Katade ve İbn Zeyd şöyle demektedir: "Akşam vakitleri" demektir. ise, sabah anlamına gelen; 'ın çoğuludur. Ebû Miclez, şeklinde okumuştur. Bu ise, Akşam vaktine girdik" fiilinin mastarıdır. ise, 'ın çoğuludur. Tıpkı "Çadır için yere çakılan kazık, kazıklar" kelimesi gibi cem'ü’l-cem' (çoğulun çoğulu)dır. Bunun tekili ise, şeklinde olup bu, şeklinde çoğul yapılmıştır. Bu açıklamalar ez-Zeccâc'dan nakledilmiştir. el-Ahfeş ise derki: Akşam vakitleri kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Tıpkı "Sağ, sağlar" kelimesi gibi. el-Ferrâ' da der ki: kelimesi, "akşam vakti" anlamına gelen; kelimesinin çoğuludur. Bununla birlikte; tekil de olabilir. Şairin şu mısraında olduğu gibi: "Ve akşam vakti yaklaştığında ondan daha güzeli ile de değil..." el-Cevherî der ki: ikindiden sonra akşama kadar devam eden vakittir. Çoğulu ise, şeklinde gelir. Bu da dan çoğul yapılmış gibidir. Şair der ki: "Ömrüm hakkı için sen ahalisine ikramda bulunduğum evsin. Ve akşam vakitlerinde avlularında oturduğum." Bu kelime aynı şekilde; şeklinde de çoğul yapılır. Deve, develer gibi. Daha sonra bunun çoğul şeklini de küçültme ismi yaparak; demişler, arkasından "nün" harfini "lanı" ile ibdâl ederek; demişlerdir. Nâbiğa'nın şu beyiti de bu kabildendir: "Kısacık bir akşam vakti durdum orada ve sordum ona; Bana cevap vermekte güçlük çekti, o evde de kimse yoktu." el-Lihyanî de; "Onunla akşam vakti karşılaştım," şeklinde ifade kullanıldığını nakletmektedir. "Ve gafillerden olma." Yani, Allah'ı zikretmekten yana gaflete düşenlerden olma. 206Şüphe yok ki Rabbin nezdindekiler O'na ibadet etmekten asla büyüklenmezler. O'nu teşbih ederler ve yalnız O'na secde ederler. Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: 1. Meleklerin Mevkii ve Görevleri: Yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki, Rabbin nezdindekiler" âyeti ile melekleri kastettiği İcmâ ile kabul edilmiştir. Şanı yüce Allah her türlü mekândan münezzeh olduğu halde "Rabbin nezdindekiler" diye buyurması, meleklerin Allah'ın rahmetine yakınlıklarından ötürüdür. Allah'ın rahmetine yakın olan herbir şey de O'nun nezdinde demektir. Bu açıklama ez-Zeccâc'dan nakledilmiştir. Başkası ise şöyle demektedir: Böyle buyurması, onların Allah'tan başka hiçbir kimsenin hükmünün geçerli olmadığı bir yerde bulunmalarından dolayıdır. Onların, Allah'ın elçileri olduklarından dolayı bu tabir kullanıldığı da söylenmiştir. Nitekim: "Halife nezdinde büyük bir ordu vardır" denilmesi de bu türdendir. Yine şöyle açıklanmıştır: Bu ifade ile meleklerin yüksek şereflerine dikkat çekilmekte, onların oldukça üstün bir yerde bulunduktan anlatılmaktadır. O halde bu, onların mesafe yönüyle değil de üstünlük ve şeref itibariyle yakınlıklarını anlatan bir tabirdir. "O'nu teşbih ederler," O'nu ta'zim ederler, hertürlü kötülük ve çirkinlikten tenzih ederler. "Ve yalnız O'na secde ederler." Namaz kılarlar diye açıklandığı gibi, masiyet ehlinin hilâfına, O'na zilletle boyun eğerler, diye de açıklanmıştır. 2. Kur'ân-ı Kerîm'deki Secdeler (Tilavet Secdeleri): İlim adamlarının Cumhûruna göre, burası Kur'ân okuyan kimsenin secde etmesi gereken bir yerdir. Yine ilim adamları Kur'ân-ı Kerîm'deki secde âyetlerinin sayısında farklı görüşlere sahiptirler. Bu hususta belirtilen en yüksek secde sayısı onbeştir. Bunların birincisi, Â'raf Sûresi'nin son âyeti, sonuncusu da el-Alak Sûresi'nin sonuncu âyetidir. Aynı zamanda bu, İbn Habib'in bir rivâyette İbn Vehb'in ve İshak'ın da görüşüdür. İlim adamları arasında el-Hicr Sûresi'nde yer alam "Ve secde edenlerden ol" (el-Hicr, 15/98) âyetinde de secde olduğu görüşünde olanlar vardır. Nitekim ileride yüce Allah'ın İzniyle buna dair açıklamalar da (işaret edilen âyet 2. başlıkta.) gelecektir. Bu görüşe göre secde sayısı onaltı tane olur. Secdelerin sayısının ondört olduğu da söylenmiştir. Bunu, kendisinden gelen bir başka rivâyette İbn Vehb söylemiştir. O, el-Hac Sûresi'ndeki ikinci secdenin secde yeri olmadığı görüşündedir. Aynı zamanda bu rey sahiplerinin de görüşüdür, sahih olan da buranın secde yeri olmadığıdır. Çünkü, burada secdenin sabit olduğuna dair hadis sahih değildir Bunu, İbn Mâce ve Ebû Dâvûd, Sünen'lerinde, Abdi Külâloğullarından Abdullah b. Muneyn'den, o, Amr b. el-As'dan rivâyet ettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine Kur'ân-ı Kerîm'de, üçü Mufassal sûrelerde, ikisi de el-Hac Sûresi'nde olmak üzere, onbeş tane secde olduğunu okutmuştur. Ebû Dâvûd, Sücûdu'l-Kur'ân 1; İbn Mâce, İkametu's- Salât 71. Abdullah b. Muneyn'in rivâyeti ise delil gösterilmez. Bunu Ebû Muhammed Abdulhak ifade etmiştir. Yine Ebû Dâvûd, Ukbe b. Âmir'den naklettiği bir hadiste şöyle dediğini zikretmektedir: Ey Allah'ın Rasulü dedim, Hac Sûresi'nde iki secde mi var? O: "Evet, o secdeleri yapmayacak olan o âyetleri de okumasın." Ebû Dâvûd, Sucûdu’l-Kur'ân 1, Tirmizî, .... 54. Ancak bu hadisin senedinde de Abdullah b. Lehia vardır ki, o da oldukça zayıf bir ravidir. Şâfiî, el-Hac Sûresi'ndeki bu iki secdeyi kabul etmekle birlikte, Sâd Sûresi'nde secde bulunmadığı görüşündedir. Bir başka görüşe göre de onbir secde âyeti olduğu İfade edilmiştir. Bu görüşte olanlar, el-Hac Sûresi'ndeki ikinci secde âyeti ile, Mufassal bölümündeki üç âyetin secde âyeti olmadığı görüşündedirler. Mâlikî mezhebinde meşhur olan görüş budur. İbn Abbâs İle İbn Ömer ve diğerlerinden de bu görüş rivâyet edilmiştir. İbn Mâce'nin Sünen'indeki rivâyete göre Ebû'd-Derdâ şöyle demiş: Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte onbir tane secde yaptım ve bu secdeler arasında Mufassal bölümünde bir tane dahi yoktu. (Yaptığım secdeler şunlardır): el-Â'raf, er-Rad, en-Nahl, Beni İsrail (îsra), Meryem, el-Hac'da bir secde, el-Furkan, en-Neml Sûresi'nde Hazret-i Süleyman'dan söz eden bölüm, es-Secde Sûresi, Sad ve Hâ Mim'lerdeki Secde (Fussilet Sûresi). İbn Mâce, İkâmem's-Salât 71. Secde âyetlerinin on tane olduğu da söylenmiştir. Bu görüşte olanlar, Hac Sûresi'nin ikinci secdesi ile Sad Sûresi ve Mufassal bölümdeki üç secde âyetinde secde gerekmediğini belirtmişlerdir. Bu görüş, İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. Bir diğer görüşe göre bunlar dört tane secdedirler. Elif, Lârn, Mim Tenzil secdesi (Secde Sûresi), Hâ Mim tenzil (yani Fussilet) ile Necm ve Alak sûreleridir. Bu husustaki görüş ayrılığının sebebi ise, konu ile ilgili hadislerin ve uygulamaların naklîndekt farklılıklarda. Ayrıca, Kur'ân-ı Kerîm'de mücerred secde etme emri hususundaki görüş ayrılıklarıdır: Acaba buradaki emirden kasıt tilavet secdesini yapmak mıdır, yoksa namazda farz olan secde midir, şeklindeki ihtilaflardır. Tilavet secdesinin vücubu hususunda da fukahârun farklı görüşleri vardır. Mâlik ve Şâfiî vacip değildir derken, Ebû Hanîfe vaciptir demiştir. O, bu görüşü ileri sürerken, secde yapmaya dair verilen mutlak emrin vücup ifade ettiği ilkesini delil kabul etmekle birlikte Hazret-i Peygamberin şu âyetini da delil göstermektedir: "Âdem oğlu bir secde (âyeti) okuyup da secde edecek olursa, şeytan ağlayarak ve: "Vay benim halime" diyerek oradan uzaklaşır." -Ebû Kureyb yoluyla gelen rivâyette İse: "Vay benim halime" der:- Hazret-i Peygamber, İblis'in -Allah'ın laneti üzerine olsun- durumundan haber veren: "(İblis der ki:) Âdem oğluna secde etmesi emrolundu, o da secde etti. Onun için cennet vardır. Ben de secde etmekle emrolundum, fakat emre uymadım. Benim için de ateş (cehennem) vardır" Müslim, Îman 133; İbn Mâce, İkametus-Salat 70; Müsned, II, 443. âyetini delil göstermişlerdir. Bu hadisi de Müslim rivâyet etmiştir. Diğer taraftan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da secde âyetlerini okuduğu vakit secdelere dikkat ve itina gösterirdi. Bizim ilim adamlarımız ise, Buhârî'nin de rivâyet ettiği Hazret-i Ömer'in minber üzerinde secde âyetini okuyup da minberden inip secde etti, onunla birlikte cemaat de secde etti. Daha sonraki Cumada yine secde âyetini okudu, cemaat onunla birlikte secde etmek için hazırlanmışken, şöyle dedi: "Ey insanlar! Ağır olunuz. Allah bu secdeyi üzerimize farz olarak yazmadı. Bizim isteğimizle secde yapmamız hali müstesnadır" Buhârî, Sücûdu’l-Kur'ân 11. hadisini delil gösterirler. Bu alay Ensar ve Muhacirlerden oluşan ashâb-ı kiramın (Allah hepsinden razı olsun) huzurunda cereyan etmişti. Ancak, hiçbir kimse onun bu kanaatine karşı çıkmamıştı. O halde bu hususta icmâ olduğu sabittir. Hadîs-i şerîfte geçen (ve İblis'in dediği bildirilen): "Âdem oğlu secde etmekle emrolundu..," ifadesi ise, yapılması farz olan (vacip) sucuda dair haber vermekten ibarettir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın secdeye devam etmesi de tilavet secdesinin müstehab olduğuna delildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 4. Tilavet Secdesinin Şartlan; Kur'ân-ı Kerîm'deki tilavet secdesini yapabilmek için, namaz için de gerekli görülen ha desten taharet, necasetten taharet, niyet, istikbal-i kıble ve vakit gibi şartların gerekli olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Ancak Buhârî, İbn Ömer'den taharetsiz (abdestsiz) olmadığı halde de secde ettiğini nakletmektedir. Buhârî, Sücûdu'l-Kur'ân, 5. İbnü'l-Münzir de bu hususu en-Nehaî'den zikretmektedir. (Az önce belirtilen şartları öngören) Cumhûrun görüşüne göre ise, ayrıca iftitah tekbiri, iftitah tekbiri esnasında elleri kaldırmak, tekbir getirmek (ve böylece secdeye varmak) ve selam vermek gerekli olup olmadığı hususunda da farklı görüşler vardır. Şâfiî, Ahmed ve İshâk, secde için iftitah tekbiri getirilip ve tekbir sırasında da ellerin kaldırılacağı görüşündedir. İbn Ömer'den de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın secde ettiği vakit tekbir getirdiği, aynı şekilde başım secdeden kaldırdığı vakit de yine tekbir getirdiği rivâyet edilmiştir. Mâlikî mezhebinden meşhur olan görüşe göre ise, namaz esnasında tilavet secdesi yapacak olursa, secdeye giderken ve secdeden kalkarken tekbir getirir. Ancak, namazın dışında tilavet secdesi yapılacak olursa, tekbir getirilip getirilmeyeceği hususunda ondan farklı rivâyet gelmiştir. Tilavet secdesi için tekbir getirileceği görüşünü genel olarak bütün fukahâ kabul etmiştir. Cumhûra göre tilâvet secdesinde selam yoktur. Ancak, seleften bir topluluk ile İshâk, tilâvet secdesinin sonunda selam verileceği görüşündedirler. Bu görüşe göre, secdenin başında getirilen tekbirin ihram (iftitah) tekbiri olduğu ortaya çıkmaktadır. Selam verilmeyeceği görüşüne göre ise, ilk tekbir yalnızca secdeye varmak için alınan tekbir olur. Ancak birinci görüş daha uygundur. Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Namazın anahtarı abdest almak, onun tahrîmi (yani iftitahı) tekbir getirmek, tahlili (sona erdirilmesi) ise selâm vermektir." Ebû Dâvûd, Tahâre 31, Salât 73; Tirmizî, Tahâre 3; İbn Mâce, Tahâre 3, Dârimî, Vudû' 22; Müsned, I, 123, 129. Ayrıca secde de tekbiri bulunan bir ibadettir. O bakımdan bunun tahlilinin de olması gerekir. Tıpkı cenaze namazı gibi: Hatta onda selam olması daha da uygundur. Çünkü, tilavet secdesi bir fiildir. Cenaze namazı ise sözdür, İbnül-Arabî'nin tercih ettiği görüş de budur. Tilavet secdesinin sair vakitlerde mutlak olarak yapılacağı belirtilmiştir. Çünkü bu, sebebi bulunan bir namaz (gibi) dır. Şâfiî'nin ve bir gurup fukahanın görüşü budur. Sabah aydınlanmadikça yahut da ikindiden sonra güneş sararmadıkça secde yapılmayacağı da belirtilmiştir. Bir başka görüşe göre ise, sabahın farzından ve ikindinin farzından sonra secde yapılmaz denilmiştir. Sabah namazından sonra secde yapılır, ikindiden sonra yapılmaz da denilmiştir. Bu üç görüş de bizim mezhebimizdeki görüşlerdir. Konu ile ilgili görüş ayrılığının sebebi, secde âyetini okumanın sebep teşkil ettiği secde ve ikindinin farzı ile sabahın farzından sonra genel olarak namazı yasaklayan âyetler arasındaki çatışmadır. Diğer taraftan bu iki vakitte namazın yasaklanış sebebinin tesbiti hususundaki görüş ayrılıklarıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 6. Tilavet Secdesi Yaparken Söylenecek Sözler: Secdeye vardığı zaman, secde halinde "Allah'ım, bu secde dolayısıyla benim bir günahımı kaldır, ondan ötürü de bana bir ecir yaz ve bu secdemi benim için nezdinde bir mükâfat sebebi kıl" der. Bunu, İbn Abbâs, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiş olup, İbn Mâce de Sünen'inde zikretmiştir. İbn Mâce, İkamem's-Salât 70; Tirmizî, Cumua 55, Deavât 33. 7. Secde Âyetinin Namazda Okunması: Namaz esnasında secde âyetini okuyacak olursa, eğer kıldığı bu namaz nafile bir namaz ise ve tek başına bu namazı kılıyor yahut da cemaatte kılmakla birlikte cemaatin karıştırmayacağından emin olursa secde yapar. Şayet cemaatle namaz kılmakla birlikte karıştırılmayacağından emin değilse, (Mâlikî mezhebinde) açık ifadelerle nakledildiğine göre, bunun (secde yapmasının) câiz olduğudur. Secde etmeyeceği de söylenmiştir. Eğer kıldığı namaz farz namaz ise, Mâlik'ten meşhur olan görüşe göre bu namazda secdenin yapılmayacağı şeklindedir. Kıldığı bu namaz ister içten okunan bir namaz olsun, ister açıktan, ister cemaatle kılsın, ister tek kılsın farketmez. Bunun gerekçesi ise, farz namazdaki secde sayılarına bir fazlalık olacağıdır. Bu görüşün gerekçesi, cemaatin karıştırma ihtimalidir. Bundan ötürü secde etmez denilmiştir. Bu daha uygun görülmektedir. Bu görüşe göre tek başına namaz kılan ile cemaatın karıştırmayacağından emin olunan cemaatle kılınan namazlarda tilavet secdesinin yapılmasının bir sakıncası yoktur. 8. Secde Âyeti Okunduğunda Dinleyenin Hükmü: Buhârî’nin rivâyetine göre Ebû Rafi şöyle demektedir: Ebû Hüreyre ile birlikte yatsı namazını kıldım. "Gök yarıldığı zaman..." (el-İnşikak, 84/1) sûresini okudu ve secde etti. Ben, bu ne diye sordum, O: Ben, burada Ebû'l-Kasım (sallallahü aleyhi ve sellem)'in arkasında (namaz kılarken) secde ettim. Ona kavuşuncaya kadar secde etmeye devam edeceğim. Bu hadisi tek başına Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Sücûdu'l-Kur'ân 11; Müslim, Mesâcid 110, 111; Ebû Dâvûd, Sücûdu'l-Kurân 4; Nesâî, İftitâh 53; Müsned, II, 229, 459. Yine Buhârî’de şöyle denilmektedir; İmrân b. el-Husayn'a şöyle soruldu: Bir kimse Kur'ân dinlemek kastı olmadan secde âyetini işitse (secde etmesi gerekir mi.)? Şöyle dedi: Ya onun için oturacak olursa görüşün nedir? O, bununla başkasının okuduğu secde âyetini dinleyen için secdeyi vacip görmüyor gibiydi. Selman da dedi ki: Bizim maksadımız bu değildi. Hazret-i Osman da şöyle demiştir: Secde, ancak onu dinleyen kimseye düşer. ez-Zührî der ki: Kişi ancak abdestli iken secde eder. Sen, mukîm iken secde edecek olursan kıbleye yönel. Eğer binek üzerinde isen, yüzün hangi tarafa olursa Önemli değil. es-Saib de (maksadı Kur'ân okumak değil de birtakım haberleri anlatmak ve öğütler vermek olan) kıssa anlatıcısının secde âyetini okuması dolayısıyla secde etmezdi. Buhârî, Sücûdu'l-Kur'ân 10. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. |
﴾ 0 ﴿