ENFÂL SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile

(Medine'de İnmiştir, Yetmişbeş Âyettir).

el-Hasen, İkrime, Câbir ve Atâ'nın görüşüne göre Medine'de, Bedir'de nâzil olmuştur. İbn Abbâs da şöyle demiştir: Bu sûre, yüce Allah'ın:

"Hani bir zamanlar o kâfirler... senin için tuzak kuruyorlardı" (el-Enfal, 8/30) âyetinden itibaren yedi âyetin sonuna kadar devam eden yedi âyet müstesna Medine'de inmiştir.

1

Sana "enfâl"i soruyorlar. De ki: "Enfâl Allah'ın ve Rasûlünündür. O halde Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin. Eğer mü’minler iseniz Allah'a ve Rasûlüne itaat edin."

Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

1. Nüzul Sebebi:

Ubâde b. es-Sâmit, rivâyetle der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir'e çıktı. Orada düşmanla karşılaştılar. Allah düşmanı hezimete uğratınca, müslümanlardan bir gurup peşlerine takılıp onları(n arasından yakaladıklarını) öldürdüler. Bir kesim de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in etrafını çevirmişlerdi. Bir başka kesim ise karargâhın etrafını dolanmış ve talana koyulmuştu.

Allah, düşmanı uzaklaştırıp onları takip edenler döndüklerinde şöyle dediler: Nefel (ganimet) bizimdir. Çünkü düşmanı takip edenler bizler olduk. Allah bizim vasıtamızla onları uzaklaştırdı ve bozguna uğrattı.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın etrafını çevirenler de şöyle dedi: Bu ganimetteki hakkınız bizden fazla değildir. Bilakis bu ganimet bizimdir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a düşman ansızın herhangi bir zarar veremesin diye onun etrafını kuşatanlar bizler olduk.

Bu sefer askerlerin karargâhını arkadan dolananlar ve talanda bulunanlar da şöyle dediler: Siz ona bizden daha bir hak sahibi değilsiniz. O bizimdir. Çünkü onun etrafını kuşatan ve onu ele geçirenler bizler olduk.

Bunun üzerine yüce Allah:

"Sana enfali soruyorlar de ki: Enfâl Allah'ın ve Rasûlünündür. O halde Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin. Eğer mü’minler iseniz Allah'a ve Rasûlüne itaat edin" âyetini indirdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da aradan bir devenin iki sağımlığı arasındaki süre kadar bir zaman geçmeden ganimetleri aralarında paylaştırdı. Müsned, V, 324; el-Hâkim, el-Müstedrek, II, 326.

Ebû Ömer der ki: "Bir devenin iki sağımlığı arası kadar bir süre geçmeden ganimetleri paylaştırdı" ifadesi çabucak bu ganimetleri paylaştırdığını anlatmaktadır. Dil bilginleri derler ki: "(Bu rivâyette de geçen): el-Fuvâk" kelimesi, dişi devenin iki sağımlığı arasındaki süre demektir. Mesela, onu bir dişi devenin iki sağımlığı arası kadar bir süre (fuvâk.) bekledi, denilir. Yani, onu bu kadar bir süre bekledi anlamındadır. Araplar bu kelimeyi "fuvak ve favak" şeklinde "fe" harfini ötreli ve üstün olarak kullanırlar.

Bu durum yüce Allah'ın:

"Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, Rasulüne..." (el-Enfal, 8/41.) âyeti inmeden önce idi.

İlim adamlarına göre âyetin anlamı şöyle gibidir; Yani, bunlar hakkında hüküm vermek ve ganimet hususunda yüce Allah'a yakınlaştırıcı uygulamayı hükme bağlamak Allah'a ve Rasulüne aittir,

Muhammed b. İshâk der ki: Bana Abdurrahman b. el-Hâris ile arkadaşlarımızdan ondan başkaları Süleyman b. Mûsa el-Eşdak'dan anlattılar. Süleyman Mekhul'den, o, Ebû Umame el-Bahilî'den dedi ki: Ben Ubade b. es-Samk'e el-Enfal'e dair soru sordum, bana şöyle dedi: Biz, Bedir ashâbı hakkında enfal hakkında anlaşmazlığa düşüp de bu hususta kötü davranınca nâzil oldu. Allah onu elimizden aldı ve Rasulünün eline teslim etti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da onu eşit bir şekilde paylaştırdi. İşte Allah'tan korkmak (takva) ve Onun Rasulüne itaat etmek ile "aramızı düzeltmek" bu idi.

Sahih'de Sa'd b. Ebi Vakkas'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbı büyük bir ganimet ele geçirdi. Ganimetler arasında bir kılıç vardı. Onu alıp Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a götürerek şöyle dedim: Bu kılıcı bana nefel olarak (paylaştırılacak ganimetler arasına sokmadan) ver. Ben, durumunu bildiğin kimseyim, dedim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Onu aldığın yere geri götür" dedi. Onu aldığım yere alınan ganimetler arasına bırakmak üzere geri gittim, fakat bu sefer nefsim beni kınadı. Tekrar ona dönüp şöyle dedim. Onu bana ver. Bana karşı sesini yükselterek: "Onu aldığın yere geri götür" dedi. Ben de onu alınan ganimetler arasına geri bırakmak isteği ile döndüm. Tekrar nefsim beni kınadı, yine ona dönüp bunu bana ver, dedim: Yine bana yüksek bir sesle: "Onu aldığın yere geri götür" dedi. Bunun üzerine yüce Allah:

"Sana enfali soruyorlar." Bu sebebe göre: Ganimetler arasında paylaştırılınoyâ sokulmadan senden nefel istiyorlar anlamına gelir." âyetini indirdi, Müslim'in lâfzı ile hadis bu şekildedir. Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 43; aynı muhtevada değişik lâfızlarla: Müslim, Cihâd 34; Ebû Dâvûd, Cihad 145; Tirmizî, Tefsir 8. sûre 1; Müsned, I, 178, 181, 186.

Bu husustaki rivâyetler pek çoktur. Ancak bu zikrettiklerimiz yeterlidir. Hidayete erme başarısı Allah'tandır.

2. "Enfalin Anlamı:

"Enfâl"in tekili "fe" harfi harekeli olarak " nefel "dir. Şair der ki:

"Şüphesiz Rabbimizden korkmamız (takva), en hayırlı bir bağıştır (nefel)

Benim ağır hareket etmem de, acelem de Allah'ın izniyledir."

Burada şairin "nefel (bağış)"den kastı ganimettir, Nefl ise, yemin demektir. Nitekim; Yahudiler aralarından elli kişinin nefli (yemini) ile size karşı beri olsunlar (sorumluluktan kurtulsunlar)..." Buhârî, Diyât 22. hadisindeki "nefl" ifadesi de bu anlamdadır.

Nefl, nefyetmek, reddetmek manasına da gelir. Onun çocuğunu reddetti" anlamındaki hadiste geçen ifade de buradan gelmektedir. İbnu’l-Ashâb, en-Nihâye, V, 100.

Nefel (san yonca) ise bilinen bir bitkidir. Nefl ise farz olandan fazla yapılan nafile tatavvu demektir. Oğlun oğlu da "nafile" diye adlandırılır. Çünkü o da oğuldan ayrı bir ziyadedir.

Ganimete de "nafile" denilir. Çünkü ganimet, şanı yüce Allah'ın daha önceki ümmetlere haram kılındığı halde bu ümmete fazladan helal kıldığı şeyler arasındadır. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Benden önceki peygamberlere altı husus ile üstün kılındım..." (Bunlar arasından birisi de): "Ve ganimetler bana helal kılındı." Müslim, Mesâcid 5; Tirmizî, Siyer 5; Müsned, II, 412.

el-Enfâl ise ganimetlerin kendileridir. Antere der ki:

"Şüphesiz bizler Savaş kızıştı mı taşırız mızrakları

Ama enfâl'in paylaştırılması sırasında da iffetli davranırız."

Burada "enfâl"den kastı ganimetlerdir.

3. Enfâl (Ganimetten Ayrı Olarak Yapılacak Bağışlar) Nereden Verilir?

İlim adamları enfâlin nereden verileceği hususunda dört ayrı görüş ortaya atmışlardır:

1- Birinci görüşe göre enfâl, kâfirlerden müslümanlara istisnaî olarak gelen yahut da Savaşsız olarak ele geçirilen şeylerde sözkonusu olur.

2- Enfâl, ganimetin beşte birinden verilir.

3- Enfâl. beşte birin beşte birinden verilebilir.

4- Enfâl, İmâmın görüşüne uygun olarak ganimetin tümünden verilir.

Mâlik'in -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- görüşüne göre enfâl, İmâmın kendi içtihadına uygun olarak beşte birden yapacağı bağışlardır. Yoksa, ganimetin (gazilerin payı olan) beşte dördünden enfâl olarak kimseye birşey dağıtılamaz. Mâlik'in, ganimetin genelinden enfâlin verilmesini uygun görmeyişi, ganimete hak kazanan kimselerin muayyen kimseler oluşundan dolayıdır. Bunlar ise, at ve binek üzerinde Savaşanlardır. Beşte bir ise, İmâmın içtihadına uygun olarak paylaştırılır. Ve bu beşte birin hak sahipleri muayyen kimseler değildir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Allah'ın size feyy' olarak (ganimet olarak) verdiğinden benim hakkım ancak beşte birdir. Beşte bir ise size geri döndürülür,"' Ebû Dâvûd, Cihâd 121, 149; Nesâî, Kasmu’l-Fey' 6-8; Muvatta’', Cihâd 22; Müsned, IV, 128, V, 316, 319. Buna göre nafile olarak dağıtılacak şeylerin herhangi bir kimsenin hakkından olmasına imkân yoktur. Bu, ancak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hakkı olan beşte birden verilebilir. Mâliki mezhebinin bilinen görüşü budur. Yine ondan, enfâl olarak dağıtılacak şeylerin beşte birin beşte birinden olacağı görüşü de rivâyet edilmiştir. Bu aynı zamanda İbnü'l-Müseyyeb, Şâfiî ve Ebû Hanîfe'nin de görüşüdür.

Bu husustaki görüş ayrılığının sebebi, Mâlik tarafından rivâyet edilen İbn Ömer hadisidir. İbn Ömer dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Necid taraflarına bir seriyye gönderdi. Onlar da çok sayıda deve ganimet aldılar. (Seriyye'ye katılanların) payları, ya onikişer deve, yahut onbirer deve idi. Ayrıca onlara nafile olarak birer deve de verildi, Bunu Mâlik bu şekilde Yahya'nın ondan yaptığı rivâyette (onbir mi, oniki mi hususunda) şüphe ederek rivâyet etmiştir. Buhârî, Fnrdu'l-Htımus 15, MeğSzi 57; Müslim, Cihâd 35, 36; Ebû Ddvâd, Cihâd 145; Dârimî, Siyer 41; Muvatta’', Cihâd 15; Müsned, II, 10, 55, 62, 80, 151, 156. Ayrıca bu hususta Muvatta’''ın ravilerinden bir topluluk da Yahya'ya mütabaat etmişlerdir. Ancak el-Velid b. Müslim bu hadisi Mâlik'den, o, Nafi'den, o da İbn Ömer'den yoluyla rivâyet etmiş ve bu rivâyetinde şöyle demiştir: Onların herbirisine düşen pay oniki deve idi, ayrıca onlara nafile olarak birer deve de verildi. el-Velid b. Müslim rivâyetinde, (dağıtılan develerin sayısında) şüphe etmemektedir. Muvatta’', Cihâd 15.

Yine el-Velid b. Müslim ile el-Hakem b. Nafi’, Şuayb b. Ebi Hamza'dan, o, Nafi'den, o da İbn Ömer'den şöyle dediğini zikretmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizleri Necid taraflarına bir ordu ile birlikte gönderdi. -el-Velid'in rivâyetinde dörtbin kişilik bir ordu denilmektedir- Bu ordudan bir seriyye (askeri birlik ayrıca gönderildi. -el-Velid'in rWay=tinsl=, Ijeu tle t.vı scrlyyc acasmJa yıkanlardan idim, denilmektedir- Ordunun (herbirisine) düşen pay onikişer deve idi. Ayrıca seriyyeye katılanlara da birer deve verildi. Böylelikle onların payı onüç deveye çıkmış oldu. Bunu da Ebû Dâvûd zikretmektedir. Ebû Dâvûd, Cihâd 145. Yukarıda bu olayın yer aldığı kaynaklar arasında tereddütsüz olarak isabet eden payın onbir deve ile bir deve olduğunu, tereddüt ile onbir mi oniki mi olduğunu ve tereddütsüz olarak isabet eden payların oniki deve ve ek olarak birer deve verildiğini belirtenler vardır. Tereddüt edenler de genelde tabiin ve sonraki dönemlerdeki nıvilerdir. Ancak bütün rivâyetlerin ittifak ettikleri nokta; her birisine en az onbir deve ganimet payı, birer deve de nefl olarak verildiğidir.

İşte, nafile olarak verilecekler beşte birin genelinden verilir, diyenler bunu delil göstermişlerdir. Bunun açıklaması da şöyledir: Bu seriyyeye ayrılanlar eğer mesela on kişi olmuş olsalardı ve yüzelli deve ganimet alınmış olsaydı, bu ganimetin beşte biri olan otuz deve bir kenara ayrılır, geriye onlara yüzyirmi deve kalırdı. Bu yüzyirmi deve on kişiye pay edilecek olursa, onların herbirisine oniki deve isabet ederdi. Sonra da bunlara beşte birden ayrıca birer deve verilmiş oldu. Çünkü beşte bir olan otuz devenin bir daha beşte birini alacak olursak, sonuçta elimizde on deve kalmaz. Şimdi on kişiye isabet eden deve (ganimet + nafile olarak verilen deve) sayısını bilmiş olduğumuza göre, artık bunların yüz, bin veya daha fazla kişi olmaları halinde bunlara kaçar deve isabet etmesi gerektiğini de bilmiş oluruz.

Nafile olarak verilen develer, beşte birin beşte birindendir, diyenler de şunu delil gösterir: Alınan ganimetler arasında develerin dışında satılması mümkün elbiseler ve başka eşyalar da bulunabilir. Buna göre kendisine yetişmediği için deve verilemeyenlere devenin değeri bu diğer eşyalardan verilir,

Bu görüşü destekleyen hususlardan birisi de Müslim'in bu hadisin bazı rivâyet yollarında kaydettiği şu ifadelerdir: Ganimet olarak develer ve koyunlar aldık... Müslim, Cihâd 37.

Muhammed b. İshâk da bu hadiste şunu zikretmektedir: Kumandan, ganimet paylaştırılmadan önce onlara nafileler verdi. Bu ise, nafile olarak verilen payların ganimetin tümünden verilmiş olmasını gerektirmektedir. Ancak bu Mâlik’in görüşüne muhaliftir. Bunun, (İbn İshâk rivâyetinin) aksini rivâyet edenlerin görüşü ise daha uygundur, çünkü onlar, hafız kimselerdir. Bu açıklamaları Ebû Ömer -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- yapmıştır. İbn Abdi'l-Berr, el-îsciîkar, XIV, 101 vd.

Mekhul ve Evzaî der ki: Üçte birden fazla nafile olarak dağıtılamaz. İlim adamlarının Cumhûrunun görüşü de budur. Evzaî der ki: Eğer onlara üçte birden fazla nafile vereceğini vadetmiş ise, onlara verdiği sözde dursun ve bunu beşte birden versin. Şâfiî ise der ki: Nefel için İmâmın aşması sözkonusu olmayan bir sınır bulunmamaktadır.

4. Ordudan Ayrılan Askeri Birliğin Durumu:

el-Velid ile el-Hakem'in Şuayb'dan, onun Nafi'den, onun da İbn Ömer'den yoluyla rivâyet ettiği Hadîs-i şerîf şunu göstermektedir: Seriyye ordudan ayrılıp ganimet ele geçirecek olursa, diğer askerler de onların ganimetlerine ortaktır. Bu, Hadîs-i şerîfte Şuayb'ın Nafi'den gelen rivâyet yolundan başka bir yolda rivâyet edilmemiş bir mesele ve bir hükümdür. Bununla birlikte bu hususta ilim adamlarının görüş ayrılığı da yoktur. Cenab-ı Allah'a hamd olsun.

5. Savaştan Önce İmâmın Nefel Vaadi:

Savaştan Önce; "Kim kalenin şu kadar bir bölümünü yıksa onun için şu vardır. Kim filan yere ulaşırsa ona şu vardır. Kim filanın kafasını getirirse ona şu vardır. Kim bir ashâb getirirse ona şu vardır" diyerek mücahidleri Savaşa teşşu vardır. Kim bir ashâb getirirse ona şu vardır" diyerek mücahidleri Savaşa teşvik etmek kastıyla Savaştan önce İmâmın bu tür vaadlerde bulunmasının hükmü hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik'den, bunu mekruh gördüğüne ve bu, dünya için Savaşmaktır, dediğine ve bunu câiz görmediğine dair rivâyet gelmiştir. es-Sevrî ise der ki: Böyle bir şey caizdir ve bunda bir mahzur yoktur. Derim ki: Bu anlamda merfu' olarak İbn Abbâs yoluyla rivâyet ulaşmış bulunmaktadır. İbn Abbâs der ki: Bedir günü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Kim birisini öldürürse ona şu vardır. Kim bir ashâb alırsa ona da şu vardır..." diyerek hadisi uzun uzadiya nakletmiştir. Ebû Dâvûd, Cihâd 144.

İkrime'nin İbn Abbâs'tan rivâyetine göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kim şunu şunu yapar ve kim filan yere ulaşırsa ona şu vardır," Bunun üzerine gençler çabucak ileri atıldılar, yaşlılar ise sancaklarla beraber kaldılar. Onlara zafer müyesser olunca gençler gelip kendileri için verileceği vadolunan şeyleri istediler. Yaşlıların onlara: Onları siz kendi başınıza alıp gidemezsiniz. Çünkü biz arkadan sizi destekliyorduk demeleri üzerine yüce Allah:

"Ve aranızı düzeltin" âyetini indirdi. Ebû Dâvûd, Cihâd 144. Bunu, İsmail b. İshâk da zikretmiştir. Ömer b. el-Hattâb'dan da Şam'a gitmek istediği sırada kavmi arasından yanına gelen Cerir b. Abdullah el-Becelî'ye şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Kûfe'ye gidip zaptedilecek her bir araziden ve alınacak her bir ashâb kafilesinden (kumandanın hakkı olan) beşte birden ayrı olarak üçte bir almaya ne dersin? İbn Abdi’l-Berr, el-htUkâr, XIV, 107.

el-Evzaî, Mekhul, İbn Hayve ve onlardan başka Şam'ın fukaha topluluğu da bu görüştedirler. Onların görüşüne göre beşte bir ganimetin genelinden verilir, nefel ise beşte birden sonra ayrılır, ondan sonra da Savaşa katılanlar arasında ganimet paylaştırılır. İshâk, Ahmed ve Ebû Ubeyd de bu görüştedirler. Ebû Ubeyd der ki: İnsanlar bugün beşte biri ayrılmadıkça ganimetten nefel alınmayacağı görüşünü kabul etmişlerdir.

Mâlik ise şöyle der: İmâm'ın herhangi bir seriyyeye: Ne alırsanız üçte biri sizindir demesi câiz olmaz. Sulınûn der ki: Bununla baştan beri böyle bir şey yapması câiz olmaz demek istemektedir. Ama böyle birşey olursa geçerli olur ve geri kalanda da onların payları verilir. Yine Suhnûn der ki: İmâm (kumandan), bir seriyyeye: Sizin aldıklarınızdan beşte bir pay alınmayacaktır, diyecek olursa bu câiz olmaz. Böyle birşey olsa, onun bu dediği uygulamaya konulmaz. Çünkü bu şaz bir hükümdür ve buna geçerlilik kazandırılması câiz değildir.

6. Gazilere Nefel Olarak Neler Verilebilir:

Mâlik (Allah'ın rahmeti üzerine olsun), İmâmın ancak, sarık, at, kılıç gibi görünür şeyleri nefel olarak vermesini müstehab görmüş, bununla birlikte birtakım ilim adamları da İmâmın altın, gümüş, inci ve benzeri şeyleri nefel olarak vermesini kabul etmemişlerdir. Kimisi de nefel her şeyde caizdir demiştir. Hazret-i Ömer'in sözü ve âyet-i kerimenin muktezası dolayısı ile sahih olan da budur.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

7. Mü’min Olanlar Takvâlı Hareket Eder, Aralarını Düzeltir, Allah'a ve Rasûlüne İtaat Ederler;

Yüce Allah:

"O halde Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin" âyeti ile takvayı ve ıslâhı (arayı düzeltmeyi) emretmektedir. Yani, Allah'ım aramızı düzelt! diye dua etmek hususunda Allah'ın emri üzere birlik olun. Bir arada bulunacağınız halde olun (ayrılmayın).

İşte bu âyet, aralarında bir anlaşmazlığın yahut da nefislerde bir bencillik eğiliminin ortaya çıktığını açıkça göstermektedir. Nitekim Hadîs-i şerîfte de bu husus ifade edilmiştir.

Takvanın anlamına dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/2. âyetin son bölümü, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yani, söz ve davranışlarınızda Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin, ganimetler ve benzeri hususlarda

"eğer mü’minler iseniz Allah'a ve Rasûlüne İtaat edin." Yani, mü’minin izleyeceği yol, sözünü ettiğimiz hususlara gereği gibi riayet etmesidir.

Buradaki İn sebeplilik belirten; anlamında olduğu da söylenmiştir, O takdirde âyetin anlamı şöyle olur: "Mü’minler olduğunuz için Allah'a ve Rasûlüne İtaat edin...".

2

Gerçek mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri korkar. Âyetleri karşılarında okunduğu zaman (bu), onların imanını artırır. Ve onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler.

Yüce Allah'ın:

"Gerçek mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri korkar. Âyetleri karşılarında okunduğu zaman (bu), onların Îmanını artırır ve onlar, ancak Rablerine dayanıp güvenirler" âyetine dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1. Âyetin Anlamı ve "Korkmak" Fiilinin Arapça'da Kullanılışı:

İlim adamları der ki: Bu âyet-i kerîme Allah Rasulüne emretmiş olduğu şekilde o ganimetin paylaştırılması hususunda itaate bağlılığı teşvik etmektedir.

"Korkmak" demektir. Bu fiilin müstakbeli (geniş zamanı, muzari) dört şekilde kullanılır: "Korktu, korkar." Bunu Sîbeveyh nakletmiştir.

Mastarı şekillerinde gelir. İsm-i mekânı şeklindedir.

Bu fiilin muzari şeklini kullananlar "vav" harfini önceki harf üstün olduğundan dolayı "elife dönüştürmüşlerdir.

Kur'ân-ı Kerîm'de ise bu fiil "vav"lı olarak kullanılmıştır.

"Korkma dediler." (el-Hicr, 15/53) "Ye" harfini esreli olarak; diyenler ise Esedoğulları şivesine göre böyle kullanırlar. Çünkü Esedoğulları, Korkarım, korkarız, korkarsın," diyerek hep ilk harfini esreli okurlar. diyen ise, bu şiveye göre bunu mebni olarak kullanmakla birlikte onların; Bilir fiilinde "ye" harfini üstün okudukları gibi, burada da "ye" harfini üstün olarak okur. Çünkü bu fiilde "ye" harfi üzerinde esre ağır geldiğinden dolayı esreli okunmaz. Buna karşılık; de esreli gelişi "ye"lerden birinin okunuşunun, diğerinin okunuşunu kolaylaştırmasından dolayıdır. Bundan emir ise, "Kork" şeklinde gelir. Burada ise, "vav" harfi önceki harf esreli olduğundan dolayı "ye"ye dönüşmüştür. Buna karşılık mütekellim olarak; "Şüphesiz ben ondan korkanın," denilir. Müennes ism-i fail olarak; değil de "Korkan kadın" denilir.

Süfyan, es-Süddî'den, yüce Allah'ın:

"Allah anıldığı zaman kalpleri korkar" âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet eder: Böyle bir kimse bir haksızlıkta bulunmak istediğinde ona, Allah'tan kork denilir, o da bu haksızlığından vazgeçer ve kalbi korkar.

2. Allah'tan Korkmak îmanın Kuvvetindendir:

Yüce Allah bu âyet-i kerimede mü’minleri, güzel ismi anıldığı vakit korkmakla ve kalplerinin titremesiyle nitelendirmektedir. Buna sebep ise imanlarının kuvveti, Rablerinin emirlerine itaatleri ve âdeta kendilerini O'nun huzurundaymış gibi görmeleridir.

Bu âyetin bir benzeri de şu âyetlerdir:

"İtaatkâr ve alçak gönüllü olanları müjdele. Onlar ki, Allah anılsa kalpleri korku ile titrer,.," (el-Hac, 22/34-35) Bir başka yerde de şöyle denilmektedir:

"Bunlar gönülleri Allah'ın zikri ile huzura kavuşanlardır..." (er-Ra'd, 13/28). Bu ise, Allah'ı bilmenin kemaline ve kalbin sağlam bir şekilde güven duymasına bağlı bir şeydir.

Korkmak (vecel), Allah'ın azabından korkmak demektir. O bakımdan (korkmak ile kalbin huzur bulması arasında) bir çelişki sözkonusu değildir. Nitekim yüce Allah bu iki hususu da şu âyetinde bir arada zikretmektedir:

"Allah sözün en güzelini, müteşabih (birbirine benzer) ve tekrar tekrar okunan bir kitap halinde indirmiştir. Rablerinden korkanların derileri ondan dolayı ürperir. Sonra Allah'ın zikrine, derileri ve kalpleri yumuşar (huzur bulur)." (ez-Zümer, 39/23)

Yani, yüce Allah'a yakînleri bakımından -Allah'tan korkuyor olsalar dahi-ruhları huzur ve sükûn bulur. İşte bu, Allah'ı tanıyan, O'nun satvet ve cezasından korkanların halidir. Yoksa cahil avamın ve sıradan bîd'atçilerin yaptıkları şekilde bağırıp çağırmak, eşeklerin anırmasını andıran sesler çıkarmakla olmaz.

Bu gibi davranışları sürdüren, bunun vecd ve huşu' olduğunu iddia eden kimseye şöyle denir: Sen Allah'ı tanımak, O'ndan korkmak, O'nun celâl ve azametini bilmek noktasında hiçbir zaman ne Rasulün durumuna, ne ashâbının haline, eşit olamassın. Bununla birlikte onlar kendilerine öğüt verildiği hallerde Allah'tan gelen âyeti iyice kavramaya çalışıyorlar ve Allah'tan korkmaları dolayısıyla ağladıkları görülüyordu.

Bundan dolayı yüce Allah, adının aralısını, kitabının okunuşunu İşittikleri esnada marifet ehlinin hallerini nitelendirirken şöyle buyurmaktadır:

"Onlar, Peygambere indirileni dinledikleri vakit, hakkı bildiklerinden ötürü gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Derler ki: Rabbimiz, îman ettik. Artık bizi şahid olanlarla beraber yaz." (el-Mâide, 5/83) İşte onların hallerinin niteliği budur, söyledikleri aktarılan sözler de bunlardır. Bu şekilde hareket etmeyen, hiçbir zaman onların hidayet yollarını izlemiş, onların izinden gitmiş olamaz. Her kim sünnete bağlanacaksa, onların yolundan gitsin. Her kim de delillerin hallerine ve deliliğe kendisini kaptıracak olursa bilsin ki, o da onlardan daha bayağı, daha aşağılıktır. Esasen delilik de türlü türlüdür.

Müslim'in, Enes b. Mâlik'ten rivâyetine göre, insanlar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e onu usandıracak kadar çokça soru sordular. Birgün (evinden) çıktı ve minbere çıkıp şöyle dedi: "Haydi bana sorunuz. Bugün bana neye dair soru sorarsanız, ben bu yerimde bulunduğum sürece mutlaka onu size açıklayacağım." Hazır bulunanlar sustular ve bu işin artık gerçekleşmesi yaklaşmış bir halin (musibetin) öncesi olacağından çekindiler. Enes dedi ki: Sağıma soluma bakındım. Herkes elbisesini başına dolamış ağlıyordu... diye hadisin geri katan kısmını zikretmektedir. Buhârî, Fiten 15; Müslim, Fedâil 137; Müsned, III, 177.

Tirmizî de sahih olduğunu belirterek el-İrbâd b. Sâriye'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize, oldukça beliğ (etkileyici) bir öğütte bulundu. Ondan dolayı gözler yaşardı ve kalpler korku ile titredi... Ebû Dâvûd, SÜnne 5; Tirmizî, İlm 16; Müsned, IV, 126, 127.

Burada sahabi hiçbir şekilde "bağırıp çağırdık, kalkıp raksettik, raksederken ayaklarımızı vurduk, ayağa kalktık" demiyor.

3. Îmanın Artışı:

Yüce Allah'ın:

"Âyetleri karşılarında okunduğu zaman (bu), onların Îmanını artırır" âyeti, tasdiklerini artırır, demektir. Şu andaki îman , dünün imanına bir ziyadedir. İkinci ve üçüncü defa tasdik eden bir kimsenin bu yaptığı, daha önce geçenlere nisbette tasdikini bir artırmadır.

Şöyle de açıklanmıştır: Îman artışından kasıt, âyetlerin ve delillerin çokluğu ile kalpteki genişliğin artması demektir. Bu anlamdaki açıklamalar, daha önceden Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/173. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Ve onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler" âyetinde sözü edilen Allah'a güvenip dayanmak (tevekkül)'e dair açıklamalar da yine önceden Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/122. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

3

Onlar namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infak ederler.

"Onlar namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdîğimizdende infâk ederler" âyeti (ve açıklaması) da el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında (2/3. âyet, 4. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

4

İşte onlar gerçek mü’minlerin ta kendileridir. Onlar için Rableri katında dereceler, mağfiret ve bitmez tükenmez bir rızık vardır.

"İşte onlar, gerçek mü’minlerin ta kendileridir." Yani, gerek zahirleri, gerek batınları îman bakımından eşit olan kimselerdir. Bu açıklamaya delil şudur: Her bir hakkın hakikati vardır. Hazret-i Peygamber de Hârise'ye: "Şüphesiz ki her bir hakkın hakikati vardır" demiş ve: "Senin imanının hakikati nedir?" diye sormuştur. Ebû'd-Derdâ'dan rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöye buyurmuştur: "Her şeyin bir hakikati vardır. Hiç bir kul, kendisine isabet eden bir şeyin gelip çatmamasının; isabet etmeyen şeyin de kendisini gelip bulmamasının imkânsız olduğunu bilmeden imanın hakikatine erişmez." (Müsned, VI, 441-442; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 197de belirtildiğine göre bunu Taberani de el-Evsat'ta zikretmiş olup, senedindeki râvileri de sikadırlar.)

Bir adam da el-Hasen'e şöyle sormuş: Said'in babası sen mü’min misin? O da şu cevabı vermiş: Îman iki türlüdür. Eğer sen bana Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, cennete, cehenneme, öldükten sonra dirilişe ve hesaba imanı soruyor isen, ben bunlara îman eden bir kimseyim. Yok eğer şanı yüce Allah'ın:

"Gerçek mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri korkar...İşte onlar gerçek mü’minlerin ta kendileridir" âyeti hakkında soruyorsan, Allah'a yemin ederim ki, bilemiyorum ben onlardan mıyım, değil miyim?

Ebû Bekr el-Vâsitî de der ki: Her kim ben gerçekten Allah'a îman eden bir kimseyim diyecek olursa, ona şöyle denir: Hakikat gözle görmeye, muttali olmaya ve kuşatıcılığa işaret eder. Her kim bundan mahrum ise, artık bu husustaki iddiası da batıl olur. O bununla, ehl-i sünnetin şu görüşüne işaret etmek istiyor: Gerçek mü’min cennete gireceğine dair hüküm verilmiş olan mü’mindir. Bunu, şanı yüce Allah'ın hikmeti gereği gaybında gizlediği hikmeti arasından bir bilgi olarak Öğrenmemiş kimsenin, ben gerçekten mü’minim, şeklindeki iddiası doğru bir iddia değildir.

5

Nitekim Rabbin seni hak uğrunda evinden çıkardığında gerçekten mü’minler den bir kesim İsteksizdiler.

Yüce Allah'ın:

"Nitekim Rabbin seni hak uğrunda evinden çıkardığında..." âyeti ile ilgili olarak ez-Zeccâc şöyle demektedir:

"Nitekim" deki "kef" nasb mahallindedir.

Yani, Rabbin seni evinden hak ile çıkardığı gibi, enfâl de senin hakkında öylece sabittir. Bu da şu demektir: Rabbinin seni hak ile evinden çıkarması gibi enfal senin için bir hak olarak sabittir. Bu da şu anlama gelir: Sen, ganimetler hakkındaki emrini uygula ve onlar hoşlanmasalar dahi İstediğin kimseye nefel ver. Çünkü ashâb getiren herkese birşeyler verileceğini tesbit edince Resûlüllah'a ashâbtan bazıları şöyle demişlerdi: O takdirde insanların çoğu hiçbir şey almamış olur.

Buna göre buradaki "kef harfi dediğimiz gibi mahallen mansubtur. el-Ferrâ' da böyle demiştir. Ebû Ubeyde der ki: Buradaki "kef bir kasemdir. Yani seni... çıkartan hakkı için anlamındadır. Buna göre "kef" kasem "vav"ı anlamında; anlamındadır.

Said b. Mes'ade de şöyle demiştir: Âyetin anlamı şudur: İşte bunlar, Rabbinin seni hak uğrunda evinden çıkarması gibi gerçek mü’minlerdir. Yine Said der ki: Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: "Rabbin seni hak uğrunda nasılki evinden çıkartmış ise" artık siz de Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin, demektir.

İkrime der ki: Âyetin anlamı şudur: Rabbin seni... evinden çıkardığı gibi; siz de Allah'a ve Rasulüne itaat edin.

"Nitekim... çıkardığında" âyeti, yüce Allah'ın:

"Rableri katında dereceler... vardır" âyetine taalluk etmektedir. Yani: Onlar için Rableri nezdinde dereceler, bir mağfiret ve bitmez tükenmez bir rızık vardır. Allah'ın mü’minlere bu vaadi, âhirette gerçekleşecek bir haktır. Tıpkı Rabbinin seni evinden onun için vacip olan hak ile çıkartması ve böylelikle sana vaadini gerçekleştirmesi, düşmanına karşı seni muzaffer kılması ve sana sözünü yerine getirmesi gibi. Çünkü yüce Allah daha sonra şöyle buyurmaktadır:

"Hani Allah size o iki taifeden birinin sizin olacağını uadediyordu" (el-Enfal, 8/7), Allah, dünyada bu vadini nasıl gerçekleştirmiş, yerine getirmiş ise, âhirette de size vadettiklerini aynı şekilde yerine getirecek, gerçekleştirecektir. Bu, güzel bir açıklamadır, bunu en-Nehhâs zikretmiş ve tercih etmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: "Nitekim" deki "kef benzetme edatıdır. Ve bu da karşılık ifade etmek üzere zikredilmiştir. Mesela, bir kimsenin kölesine şöyle demesine benzer: Ben seni nasıl düşmanlarımın üzerine gönderdim, onların seni zayıf bulmaları üzerine benden yardım isteyince, ben de sana istediğin yardımı gönderip seni nasıl güçlendirdim ve senin bu eksik tarafını tamamladımsa, haydi şimdi sen de onları yakala ve onları şöyle şöyle cezalandır. Ve nasıl ki ben sana elbise giydirdim, ihtiyacın olan erzakını verdimse, haydi şunu şunu yap. Sana nasıl ihsanda bulundumsa, sen de bundan dolayı bana teşekkür et. İşte yüce Allah da burada şöyle buyurmaktadır: Rabbin seni evinden hak ile çıkartıp kendinden bir güvenlik olmak üzere sizi o uyuklama nasıl bürüdüyse -bu sözleriyle hem Hazret-i Peygamberi hem de onunla birlikte olanları kastetmektedir- ve nasıl sizi onunla tertemiz etmek için semadan su indirip yine semadan üzerinize peş peşe kafileler halinde melekler indirdiyse, haydi siz de onların boyunlarını vurun, onların her birinin parmaklarına darbeler indirin. Şöyle diyor gibidir: Ben sizin eksiklerinizi giderdim, meleklerle size yardım gönderdim. Haydi siz de onların bu belirttiğim yerlerine darbeler indirin. Bunlar ise öldürücü darbelerin ineceği yerlerdir. Tâ ki böylelikle Allah'ın muradı olan hakkı gerçekleştirmiş, batılı da ortadan kaldırmış olasınız. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Gerçekten, mü’minlerden bir kesim isteksizdiler." Yani, onlar Mekke'yi, mallarını ve yurtlarını terketmekte istekli değillerdi.

6

Hak apaçık meydana çıktıktan sonra, göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi, hakka dair seninle tartışıyorlardı.

"Hak apaçık meydana çıktıktan sonra... hakka dair seninle tartışıyorlardı." Tartışmalarına sebep şuydu: Hazret-i Peygamber onları kervanı karşılamaya teşvik ettiği sırada kervanı kaçırmalarından sonra, onlara Savaşmayı emrettiğinde beraberlerinde çokça hazırlık bulunmadığı için, bu iş onlara ağır gelmişti. Onlar da şöyle demişlerdi: Bize Savaş yapılacağını haber vermiş olsaydın, biz de bunun için gerekli hazırlığımızı yapardık.

Yüce Allah'ın:

"Hakka dair" âyetinin anlamı da Savaşa dair seninle tartışıyorlardı demek olur.

"Hak apaçık meydana çıktıktan sonra." Yani, onlar senin Allah izin vermedikçe herhangi bir emri vermeyeceğini anladıktan sonra diye açıklandığı gibi: Yüce Allah'ın, kendilerine, ya kervanı ele geçirmek yahut Mekkelilere karşı zafer kazanmayı vadetmiş olduğu açıkça ortaya çıktıktan sonra diye de açıklanmıştır. Şimdi kervan elden kaçmış olduğuna göre, o halde Mekke ehline karşı çıkmak ve onlara karşı muzaffer olmaktan başka bir yol kalmıyor.

Buna göre âyet-i kerimedeki bu üslûbun anlamı, onların bu tartışmalarını olumsuz karşılamaktır. Mekkelilerle karşılaşmaktan hoşlanmadıkları için de "göre göre" yani, bu işin kaçınılmaz olarak başlarına geleceğini bilerek "seninle tartışıyorlardı." Buradaki "görme"nin bilmek anlamına gelmesi, yüce Allah'ın şu âyetinde de yine "görme"nin bilmek anlamında kullanılmış olması gibidir:

"O günde kişi iki elinin, önden yolladığına bakacaktır..." (en-Nebe’, 78/40) Yani, neler işlemiş olduğunu bilecektir.

7

Hani Allah size o iki taifeden birinin sizin olacağını va'dediyordu. Siz ise kuvvet ve silahı bulunmayanın kendinizin olmasını arzu ediyordunuz. Allah da sözleriyle hakkı üstün kılmayı ve kâfirlerin arkasını kesmeyi istiyordu.

"Hani Allah size o iki taifeden birinin sizin olacağını va'dedîyordu" âyetinde,

"biri" anlamındaki; kelimesi, ikinci mef'ûl olarak nasb mahallindedir,

"O sizin... dir" âyeti de yine;

"Biri"nden bedel olmak üzere nasb mahallindedir.

"Siz ise kuvvet ve silahı bulunmayanın kendinizin olmasını arzu ediyordunuz" bunu seviyor ve istiyordunuz.

Ebû Ubeyde der ki:

"Kuvvet ve silahı bulunmayan" tabiri, keskin âletleri bulunmayan demektir. "Şevket" ise, silah demektir. Şevk (diken) ise, keskin ve sivri tarafı olan bitkiye denilir. "Silahı keskin adam" tabiri de buradan gelmektedir. Diğer taraftan bu tabir, kalbedilerek; "Silahı dikenli (keskin)" tabiri kullanılır,

Âyetin anlamı şudur: Yani siz, beraberinde silah bulunmayan ve kendisiyle Savaş yapılmayacak olan gurubu (kervanı) ele geçirmeyi arzu ediyordunuz. Bu açıklama ez-Zeccâc'dan nakledilmiştir.

"Allah ise sözleriyle hakkı üstün kılmayı..." yani, İslâm'ı muzaffer kılmayı

"istiyordu." Hak, ebediyyen haktır. Hak üstün kılınmayacak ve galip gelmeyecek olursa, batıla benzeyeceğinden, onun üstün kılınması hakkı hakk olarak ortaya çıkarmak ve bunu açıkça göstermek demektir.

"Sözleriyle" bunu yapması ise, bu konudaki va'di gereği gerçekleştirmesi demektir. Çünkü o, ed-Duhan Sûresi'nde Peygamberine şu vaadde bulunmuştur:

"Şiddetle yakalayacağımız gün, muhakkak ki Biz intikam alıcılarız." (ed-Duhan, 44/16) Ebû Cehil ve arkadaşlarından intikam alacağız, demektir. Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Çünkü onu bütün cinlere üstün kılacaktır." (es-Saf, 61/9)

Buradaki:

"Sözleriyle" âyetinin, size onlarla cihad etmenizi emretmek suretiyle... anlamına geldiği de söylenmiştir.

"Ve kâfirlerin arkasını kesmeyi" helâk ederek onları kökten yok etmeyi

"istiyordu."

8

Tâ ki, hakkı devamlı üstün kılsın, batılı yok etsin. Günahkârlar hoş görmese de.

"Tâ ki hakkı devamlı üstün kılsın." Yani, İslâm dinini galip ve aziz kılsın;

"batılı yok etsin." Küfrü ortadan kaldırsın. Batılın iptal edilmesi (yok edilmesi), onun ortadan kaldırılması demektir. Tıpkı, hakkın yerini bulmasının gerçekleştirilmesinin, onun üstün kılınması anlamına geldiği gibi,

"Bilakis Biz, hakkı batılın üzerine bırakırız da, hak onun beynini darmadağın eder. Bakarsın ki o, can çekişmektedir." (el-Enbiya, 21/18)

"Günahkârlar hoş görmese de."

9

Hani siz, Rabbinizden imdat istiyordunuz da: "Muhakkak Ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım ediyorum" diye duanıza karşılık vermişti.

10

Allah bunu, ancak bir müjde olsun ve o sayede kalpleriniz tümüyle rahatlasın diye yapmıştı. Yardım, yalnız Allah katındandır. Şüphe yok ki, Allah mutlak galiptir, Hakimdir.

Yüce Allah'ın:

"Hani siz, Rabbinizden yardım istiyordunuz..." âyetindeki yardım İsteme anlamını veren "istiğâse" yardım ve imdada yetişme isteğinde bulunmak demektir. "Adam imdat istedi" tabiri; " İmdat diye bağırdı" demektir. İsmi, şeklinde gelir. İmdat istemek, yardım talep etmek ise,"Benden yardım diledi," şeklinde kullanılır. Bunun da ismi; şeklinde gelir. Bu açıklamalar el-Cevherî'den nakledilmiştir.

Müslim, Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bedir günü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), müşriklere baktı. Bin kişi olduklarını gördü. Ashâbı ise üçyüzonyedi kişi idiler. Bunun üzerine Allah'ın Peygamberi (Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun) kıbleye yöneldi, sonra ellerini uzattı. Rabbine şöylece niyaz etmeye koyuldu:

"Allah'ım, bana va'dini gerçekleştir! Allah'ım bana va'dettiğini ver. Allah'ım, eğer sen İslâm ehlinden bu topluluğu helâk edecek olursan, yeryüzünde sana ibadet olunmayacaktır." O, kıbleye yönelmiş, ellerini uzatmış halde, Rabbine, -ridası omuzlarından düşünceye kadar- niyaza devam etti. Sonra Ebû Bekir yanına gitti, ridasını altp omuzlarına bıraktı. Arkasına durup şöyle dedi: Ey Allah'ın Peygamberi, Rabbine bu kadar seslenişin yeter. Şüphesiz ki O, sana verdiği sözünü gerçekleştirecektir. Bunun üzerine yüce Allah:

"Hani siz, Rabbinizden imdat İstiyordunuz da: Muhakkak Ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım ediyorum diye duanıza karşılık vermişti" âyetini indirdi ve Allah, melekleri yardımına gönderdi, diyerek hadisin geri kalan bölümlerini zikretti. Müslim, Cihâd 58; Tirmizî, Tefsir 8. süre 3; Müsned, I, 30, 32.

"Birbiri ardınca" anlamındaki kelimesini Nâfî' "dâl" harfini üstün olarak; diye okumuştur. Diğerleri ise "dal" harfini esreli olarak ism-i fail şeklinde okumuşlardır. Yani, birbiri ardınca, arka arkaya gelen guruplar demektir. Böylesi ise gözlere daha bir heybet ve korku verir.

"Dâl" harfinin üstün okunuşu İse, faili meçhul (ism-i mef'ûl) sîgasıdır. Yani, ardınızdan gönderilen melekler anlamındadır. Çünkü Bedir günü Savaşanların ardından bin tane melek gönderilmişti. Yani, bu bin melek, kâfirlere karşı onlara yardım etmek üzere indirilmişti. Bu kıraate göre bu kelime "bin"İn sıfatı olur. Bunun,

"Size... yardım ediyorum" âyetindeki mansub zamirden hal olduğu da söylenmiştir. Yani siz, birbirinizin ardınca Savaş halindeyken, size bin melek ile yardım edeceğim. Mücahidin kabul ettiği görüş budur.

Ebû Ubeyde'nin naklettiğine göre ile aynı anlamdadır. (İkisi de; arkamdan geldi, peşimden geldi anlamında). Ancak Ebû Ubeyd bunların aynı anlama gelmesini kabul etmemektedir. (Yani, birincisi arkamdan geldi, ikincisi ve hemze ziyadesi ile olanı ise, arkamdan gönderdi manasınadır). Çünkü yüce Allah:

"Arkasından onu râdife (ikinci üfürüş) izleyecek" (en-Naziât, 79/7) diye buyurmakta, buna karşılık; diye buyurmamaktadır. Buyû'rmadığını söylediği şekil ise hemze zîyacieli olan fiilden ism-i faildir. Bununla, heınzeli kullanılış ile hemzesiz kullanılış arasında anlam farklılığına işaret etmektedir.

en-Nehhâs, Mekkî ve başkaları derler ki: Burada "dal" harfinin esreli okunuşu daha uygundur. Çünkü te'vil bilginleri bu kıraate göre tefsir yapmaktadırlar. Yani melekler birbiri ardınca gelmişlerdir. Diğer taraftan bunda -Ebû Ubeyde'nin naklettiğine göre- "dal" harfinin üstün okunuşu manası da vardır. Bir başka sebep ise, kurra'nın çoğunlukla "dal" harfini esreli olarak okumuş olmalarıdır.

Sîbeveyh der ki: Kimi kıraat âlimi; şeklinde "radıyallahü anh" harfi üstün, "dal" harfini de şeddeli olarak okumuşken, kimileri de; şeklinde "radıyallahü anh" harfini esreli okumuşlardır. Başkaları da "radıyallahü anh" harfini ötreli olarak; diye okumuşlardır. Her üç kıraatte de "dal" harfi hem esreli, hem de şeddelidir.

Sîbeveyh'in bu açıklamasında belirttiği birinci kıraatin takdirine göre, kelimenin aslı; şeklinde olup, "te" harfi "dal" harfine idğam edilmiş, ondan sonra "dal" harfinin harekesi -iki sakin yanyana gelmesin diye- "radıyallahü anh" harfine verilmiştir. İkinci kıraatte ise "radıyallahü anh" harfi iki sakin yanyana geldiğinden dolayı esreli okunmuştur. Üçüncü kıraatte ise "radıyallahü anh" harfinin ötreli okunuşu, "mim" harfinin ötreli okunuşuna İttiba dolayısıyladır. "Ey filan geri çevir," demek gibi.

Cafer b. Muhammed ile Âsım el-Cahderî de "bin" anlamındaki kelimeyi şeklinde; binlerce anlamında;

"bin" anlamındaki; 'in çoğulu olarak okumuştur. Tıpkı; Fels kelimesinin çoğulunun; diye kullanılması gibi. Yine Cafer ile Âsım'dan bu kelimeyi; diye okudukları da rivâyet edilmiştir.

Âl-i İmrân Sûresi'nde meleklerin inişinden, onların alâmetlerinden ve Savaşlarından söz edilmişti (bk. 3/123-125. âyetler, 3- başlık ve devamında). Yine Âl-i İmrân Sûresi'nde yüce Allah'ın:

"Allah bunu ancak bir müjde olsun..." âyetinin anlamı da geçmiş bulunmaktadır. (Bk. 3/126. âyetin tefsiri). Maksat, gönderilen yardımdır. Bununla ard arda gönderilen meleklerin kastedilmesi de mümkündür.

"Yardım yalnız Allah katındandır." Şanı yüce Allah bununla zafer ve yardımın meleklerden değil, kendi katından geldiğine dikkat çekmektedir. Yani, eğer O'nun yardımı olmasaydı, meleklerin sayılarının çokluğunun faydası görülmezdi. Allah'tan gelen yardım ise, kılıçla değil hüccet ile olur.

11

Hani O, kendi katından bir emniyet olmak üzere sizi hafif bir uykuya büründürüyordu. Sizi onunla tertemiz yapmak, sizden şeytanın pisliğini gidermek, kalplerinizi pekiştirmek ve onunla ayaklara sebat vermek için de üstünüze gökten bir su indiriyordu.

Yüce Allah'ın:

"Hani O... sizi hafif bir uykuya büründürüyordu" âyetinde iki mef'ûl vardır. Bu da Medinelilerin kıraati olup fiilin yüce Allah'a izafe edilmesi dolayısıyla güzel bir kıraattir. Çünkü daha önce yüce Allah'ın ism-i şerifi: "Yardım yalnız Allah katındandır" âyetinde geçmiş bulunmaktadır. Ayrıca bundan sonra da; "Üstünüze... indiriyordu" âyeti geçmektedir. Burada da fiil yüce Allah'a izafe edilmektedir. Aynı şekilde uykuya büründürmek de ifadeler arasında uygunluk (müşâkelet) ortaya çıkması için yüce Allah'a izafe edilir.

İbn Kesîr ve Ebû Amr ise, fiili hafif uykuya izafe ederek; "O hafif uyku sizi bürüyordu," şeklinde okumuşlardır. Bu kıraatin delili ise,

"Bir emniyet ve bir uyuklama indirdi ki, içinizden bir kısmını örtüp bürüyordu" (Âl-i İmrân, 3/154) âyetidir.

Bu âyette

"bürümek" anlamını veren fiil, hem "ye" ile, hem de "te" ile okunmuştur. Bu okuyuşlara göre de fiil, ya uykuya veya güvenliğe izafe edilmiştir. Burada geçen güvenlik, bizzat hafif uykunun (ya da uyuklamanın) kendisidir. Yüce Allah, bu uyuklamanın müslümanları bürüyen şey olduğunu haber vermektedir. Diğerleri ise;

"Sizi... büründürüyordu" şeklinde "ğayn" harfini üstün, "şin" harfini de şeddeli okumuşlar,

"Hafif bir uykuya" kelimesini de nasb ile okumuşlardır. Bu da Nâfi'in kıraatinin manasına göre böyle okunur. Bu iki okuyuş; "Bürüdü ve büründürdü" anlamında iki ayrı söyleyiştir. Nitekim yüce Allah (bu iki söyleyişin her birine örnek olmak üzere) şöyle buyurmaktadır:

"Onları(n gözlerini) örttük (bağladık)" (Yasin, 36/9);

"Onu örttüğü şeyler ile örttü." (en-Necm, 53/54) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Sanki yüzleri... büründürülmüş gibidir." (Yûnus, 10/27) Mekkî de der ki: Burada tercih edilen görüş, "ya" harfinin ötreli ve şeddeli okunuşu, buna karşılık; Hafif bir uyku" kelimesinin nasb ile okunmasidır. Çünkü ondan sonra gelen ifade: "Kendi katından bir emniyet olmak üzere" şeklinde olup, Kendi kâtından" lâfzındaki zamir, Allah'a racidir. Hafif uykuyu onlara büründüren O'dur. Diğer taraftan çoğunluk da bu şekilde okumuştur. Bunun: Düşmandan yana size güvenlik olmak üzere; anlamına geldiği de söylenmiştir.

"Bir emniyet olmak üzere" âyeti mef'ûlün leh yahut mastardır. şeklindeki mastarların hepsinin anlamı (güvenlik, emniyet demek olup) aynıdır.

"Hafif uyku (veya uyuklama)", korkmayan ve güvenlik içerisinde bulunanın halidir, İşte bu hafif uyku da ertesi gün Savaşın yapılacağı gecede olmuştu. Önlerinde oldukça önemli bir husus bulunmakla birlikte uyumaları hayret verici birşeydi. Fakat Allah onların korkularını dindirmişti. Ali (radıyallahü anh)'dan, dedi ki: Bedir günü aramızda süvari olarak yalnızca el-Mikdad vardı. Onun da siyah beyaz bir atı vardı. Ben o Savaşta bulunan bizlerden, kimi gördümse hep uyuyorduk. Ancak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir ağacın altında sabaha kadar namaz kıldı ve ağladı. Bunu el-Beyhakî zikretmiştir. İbn Kesîr, II, 562'de Hafız EM Ya'lâ ta rafından kaydedildiğini bildirmektedir. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, VI, 69'dîi İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre su taşımak için kullanılan yüz deveden başka, iki atın bulunduğu ve bunlara sıra ile binildiği kaydedilmektedir.

el-Maverdî der ki: Bu gecede yüce Allah'ın onlara gelen uykuyu hatırlatarak minnette bulunması iki bakımdandır: Birisi onların ertesi gün Savaşın yapılacağı gecede dinlenmelerini sağlayarak onları güçlendirmesi, diğeri ise kalplerinden korkunun izale edilmesiyle onlara güvenlik sağlamasıdır. Nitekim şöyle denmektedir: Güvenlik, uyku getirir, korku ise uyutmaz.

Safların karşı karşıya geldiği sırada onları uykuya büründürdüğü de söylenmiştir. Buna benzer bir hususun, Uhud gününde sözkonusu olduğu Âl-i İmrân Sûresi'nde (Bk. 3/154. âyetin tefsiri) açıklanmıştı.

Yüce Allah'ın:

"Sîzi onunla tertemiz yapmak, sizden şeytanın pisliğini gidermek, kalplerinizi pekiştirmek ve onunla ayaklarınıza sebat vermek için de üstünüze gökten bir su indiriyordu" âyetinin zahirinden anlaşıldığına göre; Kur'ân-ı Kerîm bununla uyumanın yağmurdan önce olduğuna delâlet etmektedir.

İbn Ebi Necih ise der ki: Yağmur, uykudan önce olmuştu. ez-Zeccâc'ın naklettiğine göre, kâfirler Bedir günü mü’minlerden önce Bedir suyunun başına varmışlar ve orada konaklamışlardı. Mü’minler susuz kalmışlardı. Bu sefer korkuya kapıldılar, susuzluk çekmeye başladılar, cünüp oldular ve hatta bu şekilde namaz kıldılar. Kimileri kendi içinden şeytanın vesvesesinin etkisiyle şöyle demişti: Biz Allah'ın dostları olduğumuzu iddia ediyoruz. Resûlüllah da aramızda bulunmaktadır. Halbuki biz bu durumda, müşrikler ise suyun başında bulunuyorlar. Bunun üzerine yüce Allah, Bedir gecesi, Ramazanın onyedinci günü, vadiler sel olup taşıncaya kadar yağmur yağdırdı. Böylelikle hem su içtiler, hem temizlendiler, hem bineklerine de su verdiler. Kendileri ile müşrikler arasında bulunan kıraç ve kaypak arazi sertleşti ve bunun sonucunda müslümanların ayakları orada Savaş sırasında sağlam bastı.

Şöyle de denilmiştir: Bu haller, müslümanların Bedir'e ulaşmalarından önce olmuştu. Bu görüş daha sahihtir. İbn İshâk'ın Siret'inde ve başkalarının zikrettiği de budur. Kısaca olay şöyle olmuştu: İbn Abbâs der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Ebû Süfyan'ın Şam'dan dönmekte olduğu haberi ulaşınca, müslümanları onlara karşı çıkmaya teşvik edip şöyle dedi: "İşte beraberinde mallar bulunan Kureyş'in kervanı. Haydi onların önüne çıkınız. Olur ki Allah bu kervanın mallarını size nafile (ganimet) olarak İhsan eder." Bunun üzerine elini çabuk tutup hazırlanabilenler Hazret-i Peygamber ile yola koyuldu. Kimisi işi ağırdan tuttu ve onunla çıkmaktan hoşlanmadı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, kendisinin mazeretli olduğunu ortaya koyan hiçbir kimseye iltifat etmeksizin çabucak yola koyuldu. Bineği bulunmayanı da beklemedi. Böylelikle o, Muhacir ve Ensar'dan oluşan ashâbından üçyüz onüç kişi ile yola koyuldu.

Buhârî'de ise el-Berâ b. Âzib'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Muhacirler Bedir günü seksen küsur kişi, Ensar ise ikiyüzkırk küsur kişi idiler. Buhârî, Meğâzî 6.

Yine Buhârî, el-Bera'dan şöyle dediğini kaydetmektedir: Biz, kendi aramızda Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbının Talut ile birlikte nehri aşan adamlarının sayısınca, üçyüz on küsur kişi olduğunu söylerdik. Ki onunla birlikte mü’min olmayan kişi nehri geçmemişti. Buhârî, Meğâzî 6.

Beyhakî de Ebû Eyyub el-Ensarî'den şöyle dediğini kaydetmektedir: Biz, "Bedir'e" çıktık. Bir ya da iki gün yol aldıktan sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize sayımızı tesbit etmemizi emretti. Biz de onun emrini yerine getirdik, üçyüz onüç kişi olduğumuzu gördük. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sayımızı haber verince, o bundan dolayı sevindi, yüce Allah'a hamd edip: "Talut'un adamları sayısıncasınız" diye buyurdu. Bu anlamdaki birkaç rivâyeti Buhârî, Meğnzîö'da zikretmektedir.

İbn İshâk der ki: Herkes hep birlikte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın herhangi bir Savaş hali ile karşılaşmayacağını sanmıştı. O bakımdan bu işe hazırlananlar çok olmadı. Ebû Süfyan ise Hicaz bölgesine yaklaşınca, haberleri araştırmak üzere casuslar gönderir, karşılaştığı kafilelere insanların mallarına zarar gelir korkusuyla durumu soruştururdu. Nihayet kafilelerden birisinden: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) insanları size karşı çıkmak üzere sefere davet etti, diye bir haber aldı.

Bunun üzerine tedbir aldı ve Gıfarlı Damdam b. Amr'ı ücretle tutarak Mekke'ye gönderdi, Ona, Kureyşlilere gidip mallarını korumak üzere sefere çıkmalarını ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbı ile birlikte kervanın karşısına çıkmak istediğini bildirmesini istedi. Damdam, Ebû Süfyan'ın dediklerini yaptı. Mekkeliler de bin kişi veya o civarda Savaşçı ile yola çıktılar.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da ashâbı ile çıktı ve kendisine Kureyşlilerin kervanlarını korumak üzere Mekke'den çıktıklarına dair haber ulaştı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beraberindekilerle istişarede bulundu. Ebû Bekir kalktı, konuştu ve güzel konuştu. Daha sonra Ömer kalktı, o da konuştu, güzel şeyler söyledi.

Daha sonra el-Mikdad b. Amr ayağa kalkıp şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, Allah'ın sana emrettiği ne ise onun doğrultusunda yürü. Biz de seninle beraberiz. Allah'a yemin ederiz, İsrailoğullarının:

"Sen ve Rabbin gidiniz de ikiniz onlarla Savaşın. Biz de burada oturanlarız" (el-Mâide, 5/24) dedikleri gibi demeyiz. Şunu söyleriz: Sen ve Rabbin gidiniz, Savaşınız. Biz de sizinle birlikte Savaşacağız. Seni hak ile gönderen hakkı için eğer sen Berk el-Ğimâd'a -Habeşistan'daki bir şehiri kastediyor- yürüyecek olsan, şüphesiz biz de orada seninle birlikte çarpışırız.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bundan dolayı sevindi ve ona hayırla duada bulundu, sonra da şöyle buyurdu: "Ey insanlar bana görüşlerinizi belirtiniz." Bununla Ensar'ı kastediyordu. Çünkü-Ensar hazır bulunanların sayıca çoğunluğunu teşkil ediyordu ve Akabe'de Hazret-i Peygamberle bey'ati eştikleri sırada, Ey Allah'ın Rasulü demişlerdi. Şüphesiz bizler sen yurdumuza ulaşıncaya kadar başına geleceklerden kendimizi sorumlu tutmayız. Ama bize ulaştın mı, artık sen bizim himayemizdesin. Kendimizi, çoluk çocuğumuzu ve hanımlarımızı nasıl ve neden koruyor isek, seni de öylece koruyacağız.

İşte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ensar'ın Medine dışında kendisine yardım etmekle yükümlü olmadıkları görüşüne sahip olmalarından ve kendisinin de onları şehirleri dışında bir düşmana karşı götürme hakkına sahip olmadığı kanaatini taşıyacaklarından korkuyordu.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sözlerini söyleyince, Sa'd b. Muaz -Sa'd b. Ubade de denilmektedir, o gün her ikisinin de konuşmuş olmaları da mümkündür- şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, sanki sen bu sözlerinle biz Ensar topluluğunu kastediyor gibisin. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) "evet" diye buyurunca, Sa'd şunları söyledi:

Şüphesiz biz sana îman ettik. Sana uyduk. Allah sana neyi emrettiyse o yolda yürü. Seni hak ile gönderene yemin ederiz ki, eğer sen bizimle birlikte şu denize dalacak olursan ve sen de dalarsan şüphesiz seninle birlikte biz de ona dalarız.

Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah'ın bereketi üzere yola koyulunuz. Ben sanki ölü yıkılacak olanların yıkılacakları yerleri görür gibiyim."

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yola koyuldu ve Kureyşlilerden önce Bedir suyuna vardı. Allah'ın, Kureyşlilerin üzerine indirmiş olduğu büyük bir yağmur, onların daha önce Bedir suyuna varmalarını engelledi. Buna karşılık o yağmurdan müslümanlara ayakların gömüleceği kadar yumuşak olan vadinin kumlarını sadece sertleştiren ve böylelikle yürümelerini kolaylaştıran miktarı isabet etmişti.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir sulan arasında Medine'ye en yakın olan suyun yanı başında konakladı.

el-Hubab İbnü'l-Münzir b. Amr b. el-Cemuh, Hazret-i Peygamber'e bu hususta başka bir görüş sunarak ona şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, acaba bu Allah'ın sana konaklamanı emrettiği ve bizim daha ilerisine de geçemeyeceğimiz, yahut gerisinde de kalamayacağımız bir yer midir, yoksa bu konudaki görüşünüz Savaş ve Savaş taktiği gereği midir? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, bu husustaki görüşümüz, Savaş ve taktik gereği burada konakladık" deyince, el-Hubab şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, bu senin için uygun bir konaklama yeri değildir. Haydi bizi onlara en yakın suyun başına götür, oraya konaklayalım ve onun gerisinde kalan diğer kuyulan ise kapatalım. Sonra bizler bu suyun çevresinde bir havuz yapalım, o havuzu su ile dolduralım. Biz bu sudan içerken, onlar içecek su bulamasınlar.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun bu görüşünü güzef buldu ve dediği şekilde hareket etti. Daha sonra müslümanlarla Kureyşliler karşı karşıya geldiler, Allah Peygamberine ve müslümanlara zafer verdi. Müşriklerden yetmiş kişi öldürüldü, yetmiş kişi de ashâb alındı. Mü’minlerin onlardan intikamını aldı. Allah, hem Rasulünün göğsüne, hem de ashâbının göğsüne onlara karşı duydukları öfkeden dolayı su serpmiş oldu. İşte bu hususu dile getirmek üzere Hassan b. Sabit şu şiiri söylemiştir:

"Kum tepesi üzerindeki Zeynep yurdunu bilip tanıdım

Yeni, taze yaprak üzerindeki yazı hattı gibi;

Rüzgârlar onu evirip çeviriyor ve baharın

Bol bol yağmur yağdıran her bir bulutu

Artık orası yıkılıp döküldü ve o sevgili orada sakinken,

Şimdi orası harabeye döndü

Artık bırak hergün hatırlamayı da

O kederli kalbe hararetini geri ver

O kusuru bulunmayanı haber ver bana

Doğrulukla; yalancının haberi gibi olmasın

Bedir sabahı yüce Allah'ın yaptıklarını

Bizim için o müşriklerdeki hezimet payını

O sabah vakti ki, âdeta onların toplulukları

Batı tarafında temelleri ortaya çıkmış (binayı) andırıyordu

Biz de onları bizden bir toplulukla karşıladık

Orman arslanları gibi gencimizle, yaşlımızla

Muhammed'in önünde ona karşı destek verdiler

Düşmana karşı Savaşın kızgınlığında

Ellerinde ince keskin kılıçlar olup

Güçlü, şerefli ve deneyimli herkesle beraber

O şerefli ve asil Evsoğulları ile onları destekleyen

O sapasağlam dinde Neccar oğulları da

Ebû Cehl'in yanından yere yıkılmışken geçtik

Utbe'nin yanından da; onları toprak üzerinde bırakarak

Şeybe'yi de nesebleri sorulacak olursa,

Hatırı sayılır neseblere yiğitler arasında terkettik

Resûlüllah seslendi onlara, onları yığınlar halinde kuyuya attığımız vakit

Benim söylediğim sözün hak olduğunu görmediniz mi

Ve Allah'ın emri ta kalplere işler

Konuşamadılar, konuşsalardı diyeceklerdi ki:

İsabet ettin, sen gerçekten isabetli görüşün sahibiydin."

Burada açıklamamız gereken üç husus vardır:

1. Mahlukatın Şerefinin Kaynağı:

Mâlik der ki: Bana ulaştığına göre Cebrâîl (aleyhisselâm), Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sormuş: Aranızda Bedir'e katılanların durumu nedir? Hazret-i Peygamber: "Onlar bizim hayırlılarımızdır" diye cevap verince Cebrâîl: "Bizim aramızda da onlar böyledir" demiş. Buhârî, Meğâzî 12.

İşte bu, mahlukatın şerefinin bizzat kişilerin şahsı ile ilgili olmadığını, yapılan işlerle ilgili olduğunu göstermektedir. Meleklerin sürekli teşbihe devam etmek gibi şerefli davranışları vardır. Bizim de İtaatte ihlaslı davranmak suretiyle yaptığımız işlerimiz vardır.

İtaatlerin fazileti şeriatın onları faziletli diye cesbit etmesiyle ortaya çıkar. Bu itaatlerin en faziletlisi ise cihaddır. Cihadın en faziletlisi ise Bedir günüdür. Çünkü İslâm'ın yapısı onun üzerinde yükselmiştir.

2. Ganimet Elde Etmek Üzere Savaş Çağrısı:

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kervanı karşılamak üzere çağrıda bulunması, ganimet elde etmek kastıyla Savaşa çağırmanın câiz oluşuna delildir. Çünkü ganimet helal bir kazançtır. Bu da Mâlik'in, böyle bir şeyi mekruh görmesi şeklindeki kanaatini reddetmektedir. Çünkü Mâlik şöyle der: Bu maksatla yapılacak Savaş, dünyalık için bir Savaştır. Ayrıca, -ganimet için Savaşanınki değil de-Allah'ın ismi en üstün olsun diye Savaşanın Savaşı, Allah'ın yolundadır, şeklindeki Peygamberi âyet ile kastedilen şudur: Eğer böyle bir kimsenin maksadı yalnızca ganimet elde etmek olup dini hiçbir maksadı yoksa o ganimet için Savaşmış olur.

İkrime, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet eder: Bedir Savaşı sona erdikten sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, haydi artık kervana gidelim. Çünkü onu koruyacak birşey kalmadı, dediler. Bu sefer esirler arasında bulunan el-Abbas ona şöyle seslendi: Bu uygun birşey olmaz. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Neden"? diye sorunca, şöyle dedi: Çünkü Allah sana iki taifeden birisini vadetmişti. İşte Allah sana vadettiğini vermiş bulunuyor. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Doğru söyledin" diye buyurdu. Hazret-i Abbas ise bu bilgiyi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın konuşmalarından ve Bedir ile ilgili açıklamalardan öğrenmiş, konuşma esnasında bu hususu da işitmişti.

3. Ölümün Mahiyeti:

Müslim'in, Enes b. Mâlik yoluyla gelen rivâyetine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir'de (müşriklerden) öldürülenleri üç gün terkettikten sonra onların bulundukları yerde ayakta olduğu halde onlara seslenip şöyle dedi: "Ey Ebû Cehil b. Hişam, Ey Ümeyye b. Halef, Ey Utbe b. Rabia, Ey Şeybe b. Rabia, Rabbinizin size va'dettiğini gerçek olarak buldunuz değil mi? Şüphesiz ki ben, Rabbimin bana vadettiğinin gerçek olduğunu gördüm."

Hazret-i Ömer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sözünü işitince, Ey Allah'ın Rasulü dedi. Onlar nasıl işitebilirler ve onlar kokmuş leşler haline geldikten sonra nasıl cevap verebilirler?

Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim, sizler benim sözlerimi onlardan daha iyi işitiyor değilsiniz. Şu kadar var ki onlar cevap veremiyorlar."

Daha sonra Hazret-i Peygamberin emir vermesi üzerine sürüklendiler ve Bedir'deki kuyuya atıldılar. Müslim, Cennet 77; Nesâî, Cenâiz 117; Müsned, IH, 104, 219-220, 263.

Hazret-i Ömer'in "nasıl işitirler?" sözü, adet gereği böyle bir şeyi uzak gördüğünü ifade eder. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de ona, onların da tıpkı canlılar gibi işittiklerini söyledi. İşte bu, ölümün katıksız bir yokluk ve bir fena oluştan ibaret olmadığını, aksine ölümün sadece ruhun beden ile ilişkisinin kesilip ondan ayrılması ve ikisi arasına bir engel girerek bir hal değişikliği ve bir dünyadan öbür yurda geçiş olduğunu göstermektedir. Nitekim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz ki, ölü kabrine konulup, sahipleri onu bırakıp geriye döndüklerinde muhakkak o, onların ayak seslerini dahi işitir." Buhârî, Cenâiz 68, 87; Müslim, Cennet 70; Ebû Dâvûd, Cenâiz 74, Sürene 24; Nesâî, Cenâiz 108-110; Müsned, III, 126. Bu hadisi de Sahih(i Buhârî) rivâyet etmiştir.

Yüce Allah'ın:

"Onunla ayaklara sebat vermek" âyetindeki "o" zamiri, önceden de geçtiği üzere, ayakların gömüldüğü yumuşak kumlu vadinin sertleşmesini sağlayan suya attir. Bu zamirin, kalplerin pekiştirilmesine ait olduğu da söylenmiştir. Buna göre, ayaklara sebat verilmesi, Savaş mahallinde ilahi yardım ve zafer verilmesinden ibaret olur.

12

Hani Rabbin meleklere: "Şüphesiz Ben sizinle beraberim. Îman edenlere sebat verin. Ben, kâfirlerin kalplerine korku salacağım. Artık onların boyunlarının üstüne ve onların her parmağına vurun" diye vahyediyordun.

Yüce Allah'ın:

"Hani Rabbin meleklere: Şüphesiz Ben sizinle beraberim... diye vahyediyordu" âyetinde yer alan ve

"hani" anlamına gelen; edatındaki âmil (bir önceki âyette geçen);

"Sebat vermek" fiilidir. Yani Allah, o vakitte bunun ile ayaklara sebat veriyordu. Âmilinin; "Pekiştirmek için" fiili olduğu da söylenmiştir. Yani, "hani Rabbin... pekiştirmek için vahyediyordu" demek olur. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Sen, "Rabbinin meleklere, şüphesiz Ben sizinle beraberim, diye vahyedişini" hatırla anlamındaki ifade de nasb mahallinde olur. Âyetin manası İse, ben sizinle zafer ve yardımım ile birlikte beraberim şeklînde olur.

"Sizinle beraber," ifadesi, "ayn" harfi üstün olarak okunursa zarftır. "Ayn" harfini sakin olarak okuyanlara göre ise, bu bir harf (edat)tir.

"Îman edenlere sebat verin" yani, onlara yardım ve zafer müjdesini verin, yahut onlarla birlikte Savaşın veya Savaşmaksızın onlarla beraber hazır bulunun. Melek, bir adam suretinde safın önünde yürür ve: Yürüyün, şüphesiz Allah size yardım ve zafer verecektir, diyordu. Müslümanlar da onun kendilerinden olduğunu sarsıyorlardı.

Daha önce Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/323-125. âyetlerin tefsirinde) Meleklerin Bedir günü Savaştıklarına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. O günde ashâb-ı kiram, gözleriyle gördükleri bir vurucu olmaksızın, boyun bölgesinden kopan bir takım başlar görüyorlardı. Bazıları da sözü işitildiği halde şahıs olarak görülmeyen bir kişinin İlerle ey Hayzum! dediğini işitmişlerdi.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu şekilde sebat verme, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mü’minlere meleklerin yardım etmek üzere indiklerini zikretmesi suretinde olmuştu.

Yüce Allah'ın:

"Ben, kâfirlerin kalplerine korku salacağım" âyetine dair açıklamalar da daha önce Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/151. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır

"Artık onların boyunlarının üstüne... vurun." Bu, meleklere verilen bir emirdi. Mü’minlere verilen bir emir olduğu da söylenmiştir. Yani, siz boyunları vurunuz. Buradaki

"Üstüne" kelimesi zâiddir. Bunun zâid olduğunu el-Ahfeş, ed-Dahhâk ve Atiyye ifade etmişlerdir.

el-Mes'ûdî rivâyetiyle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki ben, Allah'ın azâbı ile azaplandırmak üzere gönderilmedim. Ben, boyunları vurmak ve düğüm bağını sıkı tutmak (ashâb almak) ile emrolundum."

Muhammed b. Yezid der ki: Bu görüş yanlıştır. Çünkü, "üstüne" kelimesi, belli bir anlam ifade etmektedir. Dolayısıyla bunun zaid gelmesi sözkonusu olamaz. Ancak, bunun anlamı şöyledir: Onlara, yüzlere ve yüze yakın bölgelere vurmaları mübalı kılınmıştır.

İbn Abbâs da der ki: Bundan kasıt, her tepe ve her kafayı vurun, demektir. Yani, boyun bölgesinden yukarıda olanları vurun ki, bunlar da başlardır. Bu açıklamayı da İkrime yapmıştır. Başa darbe vurmak ise daha etkileyicidir. Çünkü, en basit bir darbe beyine etki eder Bu kabilden bazı açıklamalar en-Nisa Sûresi'nde de geçmiş bulunmaktadır.

Ayrıca "Üstüne" kelimesi de zaid değildir. Bu açıklamaları, yüce Allah'ın:

"Eğer kadınlar ikiden fazla iseler..." (en-Nisa, 4/11; 9. başlık) âyetini açıklarken zikretmiş bulunuyoruz.

"Ve onların her parmağına vurun." ez-Zeccâc der ki: "Parmaklar" kelimesinin tekili; kelimesidir. Bu kelimenin buradaki anlamı parmak ve diğer azalardır. Bu kelime, Arapların bir yere ikâmet eden kişinin durumunu anlatmak üzere "Adam orada ikâmet etti," sözlerinden alınmıştır. Buna göre bu kelime, ikâmet ve hayat ile ilgili anlamları ifade etmek için kullanılır.

Şöyle de açıklanmıştır: Burada bu kelimeden maksat, el ve ayakların parmak uçlarıdır. Bu ise, harpte sebatı ve darbe indirilecek yeri anlatmaktadır. Birisinin parmak uçlarına darbe indirilecek olursa, bu sefer diğer organlardan farklı olarak bu darbeleri alan kimse Savaşamaz hale gelir. Şair Antere der ki:

"O, namus ve şerefimizi koruyan bir Savaş adamıydı

Ve sıkıntılı, zorlu zamanlarda herbir parmak ucuna darbe indirendi."

Bu kelimenin 'parmak" anlamını taşıdığını ortaya koyan beyitlerden birisi de yine Antere'nin şu heyetidir:

"Ölüm benim elimin emri altındadır.

Hint çeliğinden yapılmış kılıcım parmaklarına vardı mı.?"

Arapların şiirinde bu kelimenin "parmaklar" anlamına geldiğini ortaya koyan tanıklar pek çoktur. İbn Fâris der ki: Bu kelime parmaklar anlamındadır. Sair azalar demek olduğu da söylenmiştir. Bazılarının da naklettiğine göre bunlara bu ismin veriliş sebebi, insanın kendileri vasıtasıyla karar kılabildiği ve durabildiği hallerinin salahının bu organlara bağlı oluşundan dolayıdır. ed-Dahhâk da der ki: Bu kelime her bir eklem yeri hakkında kullanılır.

13

Bunun sebebi onların Allah'a ve Rasûlüne karşı gelmeleridir. Kim Allah'a ve Rasûlüne karşı gelirse, muhakkak Allah cezası çok şiddetli olandır.

Yüce Allah'ın:

"Bunun sebebi, onların, Allah'a ve Rasûlüne karsı gelmeleridir" âyetindeki; Bu", mübtedâ olarak ref mahallindedir. İfadenin takdirî de şudur: Bu işin sebebi... yahut da bu iş, işte böyledir.

"Allah'a... karşı gelmeleri", Allah'ın dostlarına karşı çıkmaları demektir. Karşı gelmek (şikak) ise, herkesin vadinin bir tarafında yer alması demektir. Buna dair açıklamalar, daha önceden (el-Bakara, 2/137. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

14

Bu, şimdiki azabınız. Onu tadın. Kâfirler için bir de ateş azâbı vardır.

"Bu, şimdiki azabınız. Onu tadın. Kâfirler için bir de ateş azâbı vardır."

ez-Zeccâc der ki: Bu... nız"; İş veya olay" kelimelerinin takdiri ile ref mahallindedir. Yani, sizin durumunuz işte budur, o halde onu tadınız. Bunun, "Tadın" dolayısıyla nasb mahallinde olması da münlkündür. Mesela, Zeyd'e vur," sözü de böyledir.

Bu ifadenin anlamı, kâfirlere azarda bulunmaktır.

"Ve muhakkak" Bu...nız'a atf ile ref mahallindedir.

el-Ferrâ' der ki: Bunun, Ve çünkü kâfirler için..." anlamında nasb mahallinde olması da mümkündür. Yine el-Ferrâ' der ki: Burada mahzuf olarak "Ve bilin ki muhakkak..." kâfirler için ifadesinin takdiri de mümkündür.

ez-Zeccâc der ki: Eğer burada "ve bilin ki" İfâdesinin takdiri câiz ise, elbette; "Zeyd gitmektedir, Amr da oturuyor;" demek câiz olurdu. Hatta mübteda olarak da; "(........): Zeyd gidiyor" (demek kastıyla) de denilebilirdi. Çünkü haber veren, bir işi bildiren, demektir. Ancak, böyle bir ifadenin kullanılabileceğini hiçbir nahivci söylememiştir.

15

Ey îman edenler, toplu bir halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman, onlara arkanızı dönmeyiniz.

16

Savaşmak için yahut yer tutmak veya başka bir bölüğe katılmak gayesiyle olmaksızın, o gün kim onlara arkasını dönüp kaçarsa, muhakkak o, Allah'ın gazabına uğramış olur. Onun yeri de cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

1. Savaştan Kaçmak:

-Mealde; "karşılaşma" anlamı verilen kelimesi, azar azar yaklaşmak demektir. Asıl anlamı, kalçalar üzerinde sürünmek demektir. Daha sonra Savaş esnasında bir başkasına doğru yürüyen herkese bu ad verilmeye başlanmıştır.

"Karşılıklı olarak birbirine yaklaşmak, yakınlaşmak" anlamına gelir. Mesela; "Düşman yaklaştı ve topluluklar yaklaştı" denilirken, biri diğerinin üzerine yürüdü denmek istenir Şiirde "zihaf da buradan gelmektedir. Zihaf ise, İki harf arasında bir harfin düşürülüp, o iki harfin birinin diğerine ulanması (yürütülmesi) anlamınadır.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır Birbirinize yaklaşıp birbirinizi görecek olursanız, artık onlardan kaçarak onlara arkalarınızı dönemezsiniz. Yüce Allah mü’minlere cihadı ve kâfirlerle Savaşı farz kıldığında bunu haram kıldı.

İbn Atiyye der ki: "Arkalar" kelimesi, -arka anlamına gelen-"dubur" kelimesinin çoğuludur. Bu âyet-i kerimede "dubur" kelimesinin kullanılması ileri derecede bir fesahati ortaya koymaktadır. Çünkü, burada kaçan için çok çirkin ve onun için yerilmeyi gerektiren bir ifade vardır.

2. Kâfirlerin Önünden Mü’minlerin Kaçmamalarının Şartları:

Aziz ve Celil olan Allah, bu âyet-i kerimede mü’minlere kâfirlerin önünden arkalarını dönüp kaçmamalarını emretmektedir. Bu emir ise, mü’minlerin karşısındaki düşman sayısının iki kat olmaması şeklinde nass ile bağlanan şart ile kayıtlıdır. Dolayısıyla mü’minlerden bir kesim, mü’minlerin iki katı bulunan bir müşrik topluluğu ile karşılaşacak olursa, farz olan onların önünden kaçmamaktır. İkiye karşı bir halinde kaçan kişi Savaş kaçkınıdır. Ancak, bire karşı üç halinde kaçan kişi Savaş kaçkını değildir ve tehdit, ona yönelik olmaz.

Savaştan kaçmak, Kur'ân-ı Kerîm'in zahiri gereğince ve İmâmların çoğunluğunun ittifakı ile helâk edici büyük bir günahtır. Onlardan bazıları da -birileri de "el-Vâdiha" da görüşünü ortaya koyan İbnü'l-Macişûn'dur- şöyle demektedir: Bu hususta düşman sayısının kaç kat fazla olduğu, güç ve hazırlık, gözönünde bulundurulur. Onların görüşlerine göre eğer müşriklerin sahip oldukları Savaş gücü ve kahramanlık, kendilerinin iki kat fazlası ise, yüz süvarinin yüz süvariden kaçması câiz olur. Cumhûrun görüşüne göre ise, yüz kişinin ancak ikiyüz kişiden fazla düşman ile karşılaşması halinde kaçmaları helaldir. Müslüman ne zamanki bire karşı ikiden fazla düşmanla karşılaşacak olsa, geri dönüp kaçması câiz olur. Bununla birlikte sabretmek daha güzeldir. Nitekim Mûte ordusu üçbin kişi oldukları halde, ikiyüzbin kişiye karşı sebat göstermişlerdi. Ve bu ikiyüzbin kişinin de yüzbini Bizanslı, diğer yüzbini ise Lalım ve Cüzam kabilelerinden Müsta'reb Araplardan oluşuyordu.

Derim ki: Endülüs fethi tarihinde de gerçekleştiği gibi Mûsa b. Nusayr'ın azadlısı Târık, binyediyüz kişi İle Endülüs'e çıktı. Bu, hicretin 93. yılı Receb ayında gerçekleşmişti. Tarık, Endülüs kralı Rozrik (Rodrik) ile yetmiş bin süvariden oluşan ordusuna karşı çıktı. Tarık üzerine yürüdü, ona karşı sabretti, Allah da o azgın hükümdar Rodrik'i bozguna uğrattı ve fetih gerçekleşti.

İbn Vehb der ki: Ben, Mâlik'e şöyle bir soru sorulurken dinledim: Müslümanlar sayıca az oldukları halde düşman ile karşılaşır, yahut da gözetleyicilikte bulundukları ve koruyuculuk yaptıkları sırada düşman üzerlerine gelecek olursa, az sayıdaki bu müslüman asker çarpışırlar mı, yoksa geri dönüp arkadaşlarına mı haber verirler? Şu cevabı verdi: Eğer onlara karşı Savaşabilecek kuvvetleri varsa onlarla Savaşsınlar. Aksi takdirde arkadaşlarına gidip onları durumdan haberdar ederler.

3. Savaştan Kaçma ile İlgili Görüş Ayrılıkları:

Savaş günü kaçışın, Bedir gününe has mı, yoksa kıyâmet gününe kadar yapılacak bütün Savaşlarda mı sözkonusu olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Ebû Said el-Hudrî'den gelen rivâyete göre bu hüküm Bedir gününe hastı. Nafi', el-Hasen, Katade, Yezid b. Ebi Habib ve ed-Dahhâk bu görüşte olduğu gibi Ebû Hanîfe de bu görüştedir. Bu görüşe göre hüküm Bedir'e katılanlara has idi. Onların geri çekilme hakları yoktu. Eğer geri çekilecek olsalardı, müşriklere katılmış olurlardı. Yeryüzünde o gün onlardan başka müslüman yoktu. Müslümanların da geri kaçıp katılacakları Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan başka herhangi bir gurupları da bulunmamaktadır. Ondan sonra ise, müslümanların biri diğerinin gurubu oldu. el-Kîyâ der ki: Ancak bu görüş, tartışılır bir görüştür. Çünkü, o sırada Medine'de Ensar'dan pek çok kimse vardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara çıkmalarını emretmediği gibi, onlar da Savaş olacağını zannetmemîşlerdi. Sadece kervana karşı çıkılacağını sanmışlardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da kendisiyle birlikte çabucak çıkabilenlerle çıktı.

İbn Abbâs ile diğer ilim adamlarından ise, âyet-i kerimenin kıyâmet gününe kadar baki olduğu şeklindeki görüşleri rivâyet edilmektedir. Birinci kesim, az önce aktardıklarımızı delil göstermekle birlikte yüce Allah'ın:

"O gün" kaydını da delil gösterir ve şöyle derler: İşte bu. Bedir gününe işaret etmektedir ve bu âyetin hükmü, zaaf ile ilgili âyetle (bk. 8/66. âyet) nesh olunmuştur. Geriye ise, Savaştan kaçmanın hükmü, büyük bir günah olarak kalmamış olur. Nitekim, Uhud günü Savaşçılar kaçmış, Allah da onları affetmiş, Huneyn günü de haklarında:

"Nihayet arkanızı dönüp gitmiştiniz" (et-Tevbe, 9/25) diye buyurmakta ve bundan dolayı herhangi bir azarlama sözkonusu olmamıştı.

İlim adamlarının Cumhûru ise şöyle demektedir: Bu âyet ile, yüce Allah'ın:

"Kâfirlerle karşılaştığınız zaman" âyetinin ihtiva ettiği Savaş gününe işaret edilmektedir. Âyetin hükmü ise kıyâmet gününe kadar bakidir. Ancak, yüce Allah'ın başka bir âyet-i kerimede açıklamış olduğu zaaf şartı aranır. Âyet-i kerimede nesh sözkonsu değildir. Buna delil de şudur: Âyet-i kerîme, Savaştan sonra Savaşın sona erip, o gün içindeki bütün olaylarla bitip geride kalmasından sonra inmiş olmasıdır. Mâlik, Şâfiî ve ilim adamlarının çoğunluğu bu görüştedir.

Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'den gelen rivâyete göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Helâk edici yedi büyük günahtan uzak durunuz... -bu hadiste- ve Savaş günü geri dönüp kaçmak" ifadesi de yer almaktadır. Buhârî, Vesâyâ 23, Hudûd 44; Müslim, Îman 145: Ebû Dâvûd, Vesâyâ 10; Nesâî, Vesâyâ 12; Müsned, II, 362. Bu, bu hususta açık bir nasstır. Uhud günü ise, insanlar kendilerinin iki katından da fazla olan düşmandan kaçmış oldukları halde yine de azarlanmışlardı. Huneyn günü aynı şekilde kaçanlar da -ileride açıklaması geleceği üzere- kalabalık düşmandan ötürü geri çekilmek zorunda kalmışlardı.

4. Savaştan Kaçanın Şahidliği ve Şerîatı Uygulamayan Yöneticilere Karşı Çıkmak:

İbnü'l-Kasım der ki: Savaştan kaçanın şahidliği câiz olmadığı gibi, İmâmları kaçacak olsa dahi onların kaçmaları câiz değildir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"O gün kim onlara arkasını çevirip kaçarsa." Yine der ki: Bununla birlikte iki katlarından daha fazla düşmanla karşılaşacak olurlarsa, kaçış câiz olur. Ancak bu, müslüman Savaşçıların sayısı onikibini bulmuyorsa böyledir. Eğer sayıları onikibini buluyor ise kaçmaları helal olamaz. İsterse müşriklerin sayısı iki katlarından fazla olsurı. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Onikibin (lik bir müslüman ordusu) asla azlıktan dolayı yenilmezler." Hadis, hemen sonro senediyle birlikte kaydedilecek ve kaynakları ilgili notta gösterilecektir. İlim ehlinin çoğunluğu bu sayıdaki orduyu âyeti kerimenin ifade ettiği umumi anlamın dışında kabul edip tahsis etmişlerdir.

Derim ki: Bunu, Ebû Bişr İle Ebû Seleme el-Âmilî rivâyet etmiştir ki, Ebû Seleme, el-Hakem b. Abdullah b. Huttâf diye bilinir ve o metruk bir ravidir. İkisi şöyle demişlerdir: Bize, ez-Zührî anlattı, O, Enes b. Mâlik'den, O, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan dedi ki: "Ey Eksem b. el-Cevn, sen kavminden başkalarıyla gazaya çık ki, huyun güzelleşsin ve arkadaşlarına ikramda bulunasın. Ey Eksem b. el-Cevn, yol arkadaşlarının hayırlısı dörttür. Gözcü birliğin hayırlıları kırktır. Seriyelerin hayırlıları dörtyüzdür. Orduların hayırlıları dörtbindir ve hiçbir zaman onikibin kişilik bir ordu azlıktan dolayı mağlup edilemez." İbn Mâce, Cihâd 25. Ebû Seleme'nin metruk bir ravî olup bu hadisinin bâtıl olduğu (İbn Hacer, Tehzibu't-Tehzib, XII, 130) bilhassa belirtilmiştir.

İmâm Mâlik'den de onun bu görüşte olduğuna delâlet eden rivâyetler nakledilmiştir. O da onun, el-Umari el-Âbid'e söylediği sözüdür. el-Umari, kendisine: Sen ahkâmı değiştiren ve onları tebdile uğratan kimselere karşı mücadele etmeyi terkedebilir misin? Mâlik, şu cevabı vermiştir: Eğer beraberimde onikibin kişi bulunuyor ise, bu hususta sana (yöneticilere karşı mücadeleyi terketmekte) genişlik yoktur.

5. Savaştan Kaçış Günahını İşleyenler:

Eğer Savaştan kaçarsa, yüce Allah'tan mağfiret dilemelidir. Tirmizî, Bilal b. Yesar b. Zeyd'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bana babam anlatti, o, dedem'den Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinlemiş: "Her kim; "Kendisinden başka ilâh bulunmayan, hayy ve kayyum olan Allah'tan mağfiret diler ve O'na tevbe ederim derse, Allah, Savaştan kaçmış olsa dahi orta mağfiret eder." Tirmizî der ki: Bu, garip bir hadis olup, biz bunu bu yoldan başka bir yoldan bilmiyoruz. Ebû Dâvûd, Vitr 26; Tirmizî, Deavât 117.

6. Savaş Taktiği Gereği Düşmanın Önünden Çekilmek:

Yüce Allah'ın:

"Savaşmak için, yahut yer tutmak veya başka bir bölüğe katılmak gayesiyle olmaksızın..." âyetinde sözü geçen ve "yer tutmak" ankmı verilen; kelimesi, bulunulan cihetten ayrılmak demektir. Buna göre Savaş taktiği gereği bir taraftan bir tarafa geçip yer değiştiren kişi bozguna uğrayıp kaçan bir kimse değildir. Aynı şekilde müslüman bir topluluğa katılarak onların yardımını alıp tekrar Savaşa katılmak niyetiyle yerinden ayrılan kimse de Savaş kaçkını değildir.

Ebû Dâvûd'un, Abdullah b. Ömer yoluyla kaydettiği rivâyetine göre, Abdullah b. Ömer Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın gönderdiği seriyye (askeri birliklerden birisi arasında bulunuyordu. Birlikte bulunanlar âdeta geri dönercesine bir tur attılar. Ben de bu şekilde tur atanlar arasında idim. Fakat, bir kenara ayrıldığımız vakit, bu sefer: Biz Savaştan kaçtık ve gazaba uğradık. Artık ne yapacağız dedik. Dedik ki: Haydi Medine'ye girelim, orada kendimize sağlam bir yer tutalım ve gittiğimiz vakit de kimse bizi görmesin. Bunun üzerine Medine'ye girdik. Kendi aramızda: Keşke Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna çıksak, dedik. Eğer kabul edilecek bir tevbemiz var ise, Medine'de kalmaya devam ederiz. Yok böyle birşey söz konusu olmayacaksa geri gideriz. (İbn Ömer devamla) der ki: Sabah namazından önce Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı gözetlemek üzere oturduk. Çıkıp gelince, ona doğru kalktık ve: Biz kaçanlarız, dedik. O, bize yönelerek: "Hayır, aksine siz, dönüp yeniden baskın yapmak üzere gerideki güçlere katılanlarsınız" dedi. Bu sefer ona yaklaştık ve elini öptük. O: "Ben, müslümanların kendisine sığınıp katıldıkları bölüğüyüm." Ebû Dâvûd, Cihâd 96; Tirmizî, Cihâd 36: Müsned, II, 58, 70, 99. 100, 111.

Sa'leb der ki: (Kendisine katıldıkları birlik anlamı verilen)

"el-akkârûn" geri dönenler demektir. Başkası da şöyle açıklamıştır: Savaş esnasında geri kaçıp sonra tekrar dönen kimseye böyle denilir.

Cerir ise, Mansur'dan, o, İbrahim'den şöyle dediğini nakletmektedir: Kadisiye'de bir adam geri dönüp kaçtı ve Medine'ye Hazret-i Ömer'in yanına vardı ve şöyle dedi: Ey mü’minlerin emiri, helâk oldum. Savaştan kaçtım. Hazret-i Ömer: Ben, kendisine sığınıp yardımını aldığın birliğinim, dedi.

Muhammed b. Şîrîn de der ki: Ebû Ubeyde öldürüldüğünde Ebû Ubeyde b. el-Cerrah, Savaşta öldürülmedi. Amevâs Taun diye bilinen veba salgını sırasında (h, 18 yılında) veba'dan şehid düşmüştür. (İbnu'S-Ashâb, Usdu'l-Gâbe, II, 24-26, V, 205-206) Buna göre Hazret-i Ömer bu sözlerini başka birisi hakkında söylemiş olmalıdır. öldürüldüğü haberi Hazret-i Ömer'e ulaşınca şöyle dedi: Eğer bana gelip sığınmış olsaydı, ben onun yardımcı ve destekçi birliği olurdum. Ben her müslümanın yardımcı ve destekçi birliğiyim.

Bu hadislere göre Savaştan kaçmak büyük günah olmamaktadır. Çünkü, burada yardımcı destek ve birlik Medine'dir, İmâmdır ve nerede olursa olsunlar müslüman cemattir.

Diğer görüşe göre ise, kaçış büyük bir günahtır. Çünkü, orada sözü geçen yardımcı kuvvetler, Savaş için hazır bulunan insanlar topluluğudur. Bu da Cumhûrun: Savaştan kaçış büyük bir günahtır, şeklindeki görüşüne göre böyledir. Onlar derler ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Hazret-i Ömer'in bu sözleri, mü’minleri korumak, onlar için İhtiyatlı olmak kabilindendi. Zira, o dönemde mü’minler, kendilerinden kat kat üstün güçlere karşı sebat gösteriyorlardı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bununla birlikte Hazret-i Peygamber'in: "Ve Savaş günü kaçmak" ifadesi yeterli olmalıdır.

7. Savaştan Kaçışın Uhrevî Cezası:

Yüce Allah'ın:

"O, Allah'ın gazabına uğramış olur." Yani, Allah'ın gazabını haketmiş olur.

"Uğramak" anlamı verilen, 'nın asıl anlamı dönmektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (2/61. âyetin tefsirinin sonlarına doğru) geçmiş bulunmaktadır.

"Onun yeri de cehennemdir." Yani, İkâmetgâhı. Bu da daha önceden birkaç yerde de geçtiği gibi ebedi kalışa delil teşkil etmemektedir. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan hayy ve kayyûm olan Allah'tan mağfiret dilerim, diyecek olursa, Savaştan kaçmış olsa dahi onun günahı bağışlanır." Az önce geçti. Kaynakları da arada gösterilmiştir.

17

Onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın. Ama ancak Allah attı. Mü’minleri kendi nezdinden güzel bir İmtihan ile denemek için (bunu yaptı). Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, herşeyi çok iyi bilendir.

Yüce Allah'ın:

"Onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü" âyeti ile Bedir günü kastedilmektedir. Rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbı, Bedir'den geri döndüklerinde herbiri kendisinin yaptıklarını sözkonusu etmeye başlayarak, ben şu kadar kişi öldürdüm, şunu yaptım, demeye koyuldu. İşte onların bu ifadelerinden karşılıklı övünme ve benzeri haller ortaya çıktı. Öldürenin de, herşeyi takdir edenin de yüce Allah olduğunu, kulun ise, bu işe yalnızca kesbi ve kastı ile katıldığını bildirmek üzere bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu âyet-i kerîme aynı zamanda kulların fiilleri kullar tarafından yaratılmaktadır, diyenlerin görüşlerini de reddetmektedir.

Şöyle de açıklanmıştır: Yani, onları siz öldürmediniz. Fakat Allah, onları sizin önünüze sürüklemek ve sonunda onlara karşı size imkân vermek suretiyle onları öldürdü. Bir diğer açıklama şekli de şöyle yapılmıştır: Fakat Allah size yardım olmak üzere göndermiş olduğu melekler vasıtasıyla onları öldürdü.

"Attığın zaman da sen atmadın" âyeti de onun gibidir.

"Ama ancak Allah attı." İlim adamları bu "atma" hususunda dört ayrı görüş ifade etmişlerdir:

1- Burada atış Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın Huneyn günü düşmanın yüzüne karşı atmış olduğu çakıl taşlarıdır. Bunu, İbn Vehb, Mâlik'ten rivâyet etmiştir. Mâlik der ki: O günde bu çakıl taşlarından kendisine isabet etmedik hiçbir kimse kalmadı. İbnü’l-Kasım da aynı şekilde Mâlik'ten böyle bir rivâyet nakletmektedir.

2- Bu atış, Uhud gününde Ubey b. Halefin boynuna bir harbe atıldığı zamanı kastetmektedir. Bunun üzerine Ubey, geri dönerek kaçmaya koyulmuştu. Müşrikler ona: Allah'a yemin olsun ki sende korkulacak bîrşey yok, dedikleri halde, o şöyle demişti: Allah'a yemin ederim, üzerime tükürecek olsa dahi elbette beni öldürecek. Çünkü o: Hayır, onu ben öldüreceğim dememiş miydin?

Ubey, Mekke'de iken, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı öldürmekle tehdit etmiş, bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine: "Hayır, seni ben öldüreceğim" demişti. Bunun üzerine o Allah düşmanı, Mekke'den dönüşü sırasında Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Şerif denilen yerde kendisine vurduğu bir darbe ile ölüp gitmişti.

Mûsa b. Ukbe, İbn Şihab'dan naklen şöyle der: Uhud gününde Ubey, atı üzerinde demirlerle örtülmüş (zırh giyinmiş) halde: Eğer Muhammed kurtulursa ben kurtulmayayım diyerek geldi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı öldürmek kastıyla üzerine bir hamle yaptı. Mûsa b. Ukbe der ki: Said b. el-Müseyyeb dedi ki: Mü’minlerden bir gurup yiğit, onun karşısına çıkınca, Resûlüllah'ın onlara verdiği emir üzere yolunu açtılar. Bu sefer, Mus'ab b. Umeyr, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı koruyarak onun karşısına çıktı. Mus'ab b. Umeyr şehid edildi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da Ubey b. Halefin miğfer ile zırhın arasında boğazını ortaya çıkartan bir boşluk gördü, elindeki harbesini ona sapladı. Ubey, atından düştü ve bu aldığı yaradan da kan çıkmadı. Said dedi ki: Kaburga kemiklerinden bir kemik de kırıldı. İşte yüce Allah'ın:

"Attığın zaman da sen atmadın. Ama, ancak Allah attı" âyeti bunun hakkında nâzil olmuştur. Ancak, bu açıklama zayıftır. Çünkü âyet-i kerîme Bedir Savaşı akabinde nâzil olmuştur.

3- Bundan kasıt, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın Hayber kalesine atmış olduğu oktur. Bu ok, İbn Ebi’l-Hukayk'a yatağı üzerinde bulunduğu halde isabet edinceye kadar havada yol aldı. Bu da tutarsız bir görüştür. Çünkü, Hayber'in fethi Uhud'dan çok sonra gerçekleşmiştir. Diğer taraftan İbn Ebi'l-Hukayk'ın öldürülüş şekli hakkındaki sahih rivâyet, onun başka bir şekilde öldürüldüğünü ortaya koymaktadır.

4- Âyet-i kerimenin sözkonusu eniği olay, Bedir günü cereyan etmiştir. Bunu da İbn İshâk ifade etmiştir. Daha sahih olan budur. Çünkü bu SÛRE Bedir'e dair bir suredir. Şöyle ki, Cebrâîl (aleyhisselâm), Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle demişti: "Bir avuç toprak al." Hazret-i Peygamber de bir avuç toprak alıp bunu yüzlerine karşı fırlattı. Hazret-i Peygamberin attığı bu bir avuç topraktan gözlerine, burun deliklerine, ağzına toprak isabet etmedik hiçbir müşrik kalmadı. İbn Abbâs da bunu ifade etmiştir, ileride gelecektir.

Sa'leb der ki: Sen, çakıl taşlarını "attığın zaman da" kalplerine o korku ve dehşeti "sen atmadın" ve böylelikle onlar bozguna uğradığında (onları sen bozguna uğratmadın). "Ama ancak Allah attı" yani, sana yardım eden, sana zafer veren O oldu. Araplar da; "Allah senin için atsın, ifadesini kullanırlar ve bununla Allah sana yardımcı olsun, sana zafer versin, senin lehine olacak işleri yapsın anlamını kastederler. Bunu, Ebû Ubeyde, "Kitabu'l-Mecâz" (Mecâzu'l-Kur'ân) adlı eserinde zikretmiştir.

Muhammed b. Yezid de der ki: Attığında sen kendi öz gücünle atmadın. Ama sen, Allah'ın gücü sayesinde attın, demektir.

"Mü’minlerİ kendi nezdinden güzel bir İmtihan ile denemek için (bunu yaptı)." Burada sözü geçen imtihan (belâ), nimet anlamındadır.

"Denemek için" anlamındaki fiilin başında "için" anlamına gelen "lâm" ise, hazfedilmiş bir ifadeye taalluk etmektedir, "Mü’minleri denemek için bunu yaptı," takdirindedir.

18

Sizin haliniz işte budur. Şüphesiz Allah kâfirlerin düzenini zayıflatandır.

"Sizin haliniz işte budur. Şüphesiz Allah, kâfirlerin düzenini zayıflatandır" âyeti Mekkeliler ve Medineliler ile Ebû Amr diye okurlar. Kûfeliler İse, "Kâfirlerin düzenini zayıflatandır" diye okumuşlardır. "Zayıflatan anlamındaki kelimedeki "he" harfinin şeddeli okunuşu, mübalağa anlamını verir, el-Hasen'den (vb diğer yedi kıraat İmâmından) da Kûfeliler gibi okudukları rivâyet edilmiştir. Yani, şüphesiz yüce Allah, darmadağın oluncaya, toplulukları dağılıncaya, buna bağlı olarak da zayıf düşünceye kadar onların kalplerine korku salacaktır. "Düzen" anlamı verilen

"el-Keyd": Hile, desise, tuzak gibi anlamlara gelir. Buna dair açıklamalar daha önceden (en-Nisa, 4/76. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

19

Eğer siz fetih istemekteyseniz, işte size o fetih gelmiştir. Eğer vazgeçerseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Yok tekrar dönerseniz, Biz de döneriz. Topluluğunuz çok da olsa size hiçbir faydası olmaz. Çünkü Allah mü’minlerle beraberdir.

Yüce Allah'ın:

"Eğer siz fetih istemekteyseniz, işte size o fetih gelmiştir" anlamındaki âyet, şart ve onun cevabını ilıtivâ etmektedir. Bu hususta Üç farklı görüş vardır:

1- Bu, kâfirlere bir hitaptı. Çünkü onlar, zafer ve fetih istemiş ve: Allah'ım, bizden akrabalık bağını daha çok kim kesiyor, kim ötekine daha çok zulmediyor ise, Sen onu yenik düşür, diye dua etmişlerdi. Bu açıklamayı el-Hasen, Mücahid ve başkaları yapmıştır. Onlar bu sözlerini kendi kervanlarına yardımcı olmak üzere Mekke'den çıkışları sırasında söylemişlerdi.

Bunu, Savaş esnasında Ebû Cehil'in söylediği de söylenmiştir. en-Nadr b. el-Haris ise şöyle demişti: Allah'ım, eğer bu Senin katından gelmiş bir hak ise, üzerimize ya gökten taş yağdır, yahut da bize acıklı bir azâb gönder, en- Nadr da Bedir'de öldürülenler arasında idi.

"Fetih İstemek (istiftâh)", yardım dilemek demektir. Yani, size işte fetih (yardım) gelmiştir. Fakat, bu yardım müslümanlara ve size karşı gelmişti. Yani, işte size gerçeği açıkça ortaya çıkartan ve sizin için hakkın ne olduğunu gösteren şey gelmiş bulunmaktadır, demek olur.

"Eğer vazgeçerseniz" yani, küfrü bırakacak olursanız,

"bu sizin için daha hayırlıdır. Yok tekrar dönerseniz" yani, tekrar böyle bir söz söyler ve Muhammed'le Savaşmaya devam ederseniz,

"Bizde döneriz." Mü’minlere yardım ederiz.

"Topluluğunuz" sayıca

"çok da olsa" çokluğunuzun

"size hiçbir faydası olmaz."

İkinci görüşe göre bu âyet mü’minlere bir hitaptır. Yani, eğer siz Allah'tan yardım istediyseniz, işte yardım size gelmiş bulunmaktadır.

"Eğer" size bu hususta izin verilmeden önce, ganimet ve ashâb almak gibi yaptığınız işlerin benzerine dönmeyip

"vazgeçerseniz, bu sizin k;İn daha hayırlıdır. Yok tekrar" benzeri bir işi yapacak olursanız,

"Biz de sizi" yine azarlamaya

"döneriz." Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı, aldığınıza karşılık herhalde size büyük bir azap dokunacaktı." (el-Enfal, 8/68)

Üçüncü görüş ise:

"Eğer siz fetih istemekteyseniz işte size o fetih gelmiştir" âyeti, mü’minlere, ondan sonrası ise kâfirlere hitabtır. Yani, eğer siz bir daha Savaşa dönecek olursanız, Biz de Bedir'de yaptıklarımızın benzerini yaparız, el-Kuşeyrî der ki: Fakat sahih olan bunun kâfirlere hitab olduğudur. Çünkü onlar, kervanlarının yardımına gitmek üzere yola çıktıklarında Kabe'nin örtülerine yapışarak şöyle demişlerdi: Allah'ım, bu iki kesimden hangisi daha hidayet üzere ise, bu iki dinden hangisi daha üsrün ise Sen ona yardım et.

el-Mehdevî der ki: Müşriklerin zafer ümidiyle, yani yardım talep kastıyla Kabe örtülerini beraberlerine alarak Bedir'e çıktıkları rivâyet edilmiştir.

Derim ki: Bu ifadeler arasında bir çelişki yoktur. Çünkü, Mekkeli müşriklerin her iki işi de yapmış olmaları muhtemeldir.

"Çünkü Allah mü’minlerle beraberdir" âyetindeki; "Çünkü, muhakkak" edatı, istinaf olmak üzere hemze esreli olarak okunur. Üstün olarak okunur ise, yüce Allah'ın:

"Şüphesiz ki Allah, kâfirlerin düzenini zayıflatandır" âyetine, yahut da:

"Şüphesiz ben sizinle beraberim" (el-Enfal, 8/14) âyetine atfedilmiş olur. Manası da, çünkü muhakkak Allah mü’minlerle beraberdir, takdirinde olur. Yani, Allah kime yardım ederse sayıca çok otsa dahi, hiçbir kesim onu yenik düşüremez.

20

Ey îman edenler, Allah'a ve Resûlüne itaat edin. İşitip durduğunuz halde ondan yüzçevirmeyin.

Yüce Allah'ın:

"Ey Îman edenler, Allah'a ve Resûlüne İtaat edin" âyeti, tasdik eden mü’minlere bir hitaptır. Münafıkları dışarıda tutup özel olarak mü’minlere hitab etmesi, onların şanını tebcil içindir, Allah onlara, bir daha kendisine ve Resûlüne itaat emrini yenilemekte ve yüz çevirmekten yasaklamaktadır. Cumhûrun görüşü budur.

Bir kesim, de şöyle demiştir: Bu âyet-i kerimede hitab münafıklaradır. Yani, ey yalnızca dilleriyle îman ettiklerini söyleyenler... demektir. İbn Atiyye der ki: Hitabın böyle olması, uzaktan uzağa muhtemeldir, lakin oldukça zayıftır. Çünkü şanı yüce Allah, bu âyet-i kerimede muhataplarını îman sahibi olmakla nitelendirmiştir. îman ise tasdik demektir. Münafıkların asgari bir şekilde dahi tasdik nitelikleri yoktur. Bundan uzak bir görüş de şöyle diyenlerin görüşüdür: Burada hitap, İsrail oğullarınadır. Ancak, âyet-i kerimede hitabın onlara olması ihtimali, oldukça uzaktır.

"ondan yüz çevîrmeyin" âyetindeki mastarı, yüz çevirmek demektir. Burada, ikisinden denilmeyerek "ondan" diye buyrulması, Allah'ın Resûlüne itaatin, Allah'a itaat olmasından dolayıdır. Bu da yüce Allah'ın şu âyetini andırmaktadır:

"Halbuki, Allah'ı ve Resulünü hoşnut etmek daha doğrudur." (et-Tevbe, 9/62).

"İşitip durduğunuz halde" anlamındaki âyet; hal mahallinde mübtedâ ve haberdir. Yani: Size karşı okunmakta bulunan Kur'ân-ı Kerîm'in bunca delil ve burhanlarını dinleyip durduğunuz halde, ondan yüzçevirmeyin anlamındadır.

21

Kendileri işitmedikleri halde "işittik" diyenler gibi de olmayın.

Yüce Allah'ın:

"Kendileri işitmedikleri halde

"işittik" diyenler gibi olmayın" âyeti yahudiler, münafıklar ya da müşrikler gibi olmayın, demektir. Bu âyette geçen "işitmek", kulakla işitmekten gelmektedir.

"Kendileri işitmedikleri halde" ile kastedilen, işittiklerini iyice düşünmeyen, onun hakkında tefekkür etmeyen kimselerdir. Böyleleri hiç işitmemiş ve haktan yüzçeviren kimse durumundadırlar. Yüce Allah mü’minlere onlar gibi olmalarını yasaklamaktadır.

Buna göre âyet-i kerîme, mü’min bir kimsenin; işittim ve itaat ettim demesinin, bu işitmesinin etkisi, bunları yerine getirmek suretiyle ortaya çıkmadıkça hiçbir fayda sağlamadığına delildir. Eğer, emirleri yerine getirmekte kusurlu hareket edip ifa etmez, buna karşılık yasaklara yönelip onları işleyecek olursa, böyle bir kimsenin âyeti işittiği sözkonusu olur mu? Bunun, itaati nasıl bir itaattir? Böyle bir kimse, o takdirde ancak imanını açığa vuran ve içten içe küfrünü gizleyen bir münafık seviyesinde olur. İşte yüce Allah'ın:

"Kendileri İşitmedikleri halde

"işittik" diyenler gibi de olmayın" âyeti de münafıkları, yahudileri, ya da müşrikleri az önce geçtiği üzere-kastetmektedir.

22

Çünkü, Allah katında yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü akıl etmeyen sağır ve dilsizlerdir.

Daha sonra şanı yüce Allah, kâfirlerin , yeryüzünde hareket eden varlıkların en kötüleri olduğunu haber vermektedir. Buhârî'de İbn Abbâs'tan:

"Çünkü Allah katında yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü akıl etmeyen sağır ve dilsizlerdir" âyeti hakkında şöyle dediği nakledilmektedir: Burada sözkonusu edilenler, Abdu'd-Dâroğullarından bir topluluktur. Buhârî, Tefsir 8. sûre 1.

"En kötü" ifadesi, aslında; şeklindedir. Ancak, kullanım çokluğu dolayısıyla baştaki hemze hazfedîlmiştir. "En hayırlı" kelimesi de böyle olup, bunun da aslı şeklindedir.

23

Eğer Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi elbette onlara işittirirdi. Şayet işittirmiş olsaydı, yine onlar muhakkak yüzçevirerek arkalarına döner giderlerdi.

Yüce Allah’ın:

"Eğer Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi elbette onlara İşittirirdi" âyeti, onlara delil ve belgeleri anlayıp kavramak ile sonuçlanan bir şekilde işittirirdi, diye açıklanmıştır. Ancak, yüce Allah, ezelden beri onların bedbahtlıklarını bilmiştir, (bundan dolayı onlara işittirmemiştir.)

“Şayet işittirmiş olsaydı" yani, eğer onlara bu delil ve belgeleri kavratmış olsaydı dahi, onların küfre sapacaklarına dair ezelî ilminden sonra artık onlar Îman etmeyeceklerdi.

Şu anlama geldiği de söylenmiştir: O takdirde onlara diriltilmelerini istedikleri ölülerin sözlerini işittirirdi. Çünkü onlar, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğine tanıklık etsinler diye Kusay b. Kilâb'ın ve diğerlerinin diriltilmesini istemişlerdi.

ez-Zeccâc der ki:

"Elbette onlara İşittirirdi" âyeti, onların istemiş oldukları herbir şeye (teklif ettikleri herbir mucizeye) dair bir cevaptır.

"Şayet işittirmiş olsaydı, yine onlar muhakkak yüzçevirerek arkalarına döner giderlerdi." Çünkü yüce Allah, onların îman etmeyeceklerini ezelden beri bilmektedir.

24

Ey îman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah ve Rasûlü'nün çağrısına uyun. Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Ve muhakkak O'nun huzurunda toplanacaksınız.

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1. Allah ve Rasûlü'nün Çağrısı:

Yüce Allah'ın:

"Ey îman edenler... Allah ve Rasûlü'nûn çağrısına uyun" âyetinin tasdik eden mü’minlere hitab olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. "Çağrıya uymak" anlamını veren "isticâbet", icabet ile aynı şeydir.

"Size hayat verecek" kelimesinin aslı; şeklinde olup ikinci "yâ" harfi üzerindeki ötre ağır geldiğinden dolayı hazfedilmiştir. Ancak burada (İki "ye"nin birbirine idğam edilmesi) câiz değildir.

Ebû Ubeyde der ki:

"Çağrısına uyun" yani, icabet edin, cevap verin, demektir. Şu kadar var ki, dildeki örfe göre; şekli, "lâm" harfi ile teaddi (geçiş) eder, ise "lâm"sız teaddi eder. Nitekim yüce Allah'ın şu âyeti böyledir;" Ey kavmimiz, Allah'ın davetçisinin çağrısına uyun." (el-Ahkaf, 46/31) Bununla birlikte "lâm"sız teaddi ettiği de olur. Buna şahit da şairin şu beyitidir:

“Ve bir çağıran çağırdı: Ey seslenişe karşılık veren kişi! diye

Ancak o vakit hiçbir karşılık veren olmadı."

Onun çağrısını kabul etti, isteğini yerine getirdi"; denilir. Bunun mastarı ismi de şeklinde gibi gelir, yine: "Kötü işitti, kötü cevap verdi" denilir. Bu kelimenin kullanılışı bu şekildedir. ise, karşılıklı konuşmak demektir. Yine O, cevabı güzel bir kimsedir" denilir.

"Size hayat verecek şeylere" âyeti

"Çağrısına uyun" âyetine tealluk etmektedir. Yani: Sizi çağırdığı vakit, size hayat verecek şeyler için O'nun çağrısına uyun, demektir. Buradaki "lâm" harfinin "e, a" anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani, size hayat verecek şeye uyun. Bu da, dininize hayat verecek ve size dininizi öğretecek şeylere uyun, anlamına gelir.

Yine bunun: Kendisi vasıtasıyla kalplerinizi diriltecek ve böylelikle kendisini tevhid etmenize sebep teşkil edecek şeylere uyun, anlamına geldiği de söylenmiştir. Buradaki "hayat verme" ifadesi istiaredir. Çünkü, buradaki hayat, küfrün ve cehaletin Ölümünden dirilişi kastetmektedir.

Mücahid ve Cumhûr şöyle demişlerdir: Yani sizler, Allah'a itaat çağrısına ve Kur'ân-ı Kerîm'in ihtiva ettiği emir ve yasaklara uyunuz. Çünkü ebedî hayat, sonu gelmez nimet bundadır.

Yüce Allah'ın:

"Size hayat verecek şeylere" âyetinde kastedilenin cihad olduğu da söylenmiştir. Çünkü cihad, zahiren hayatın sebebidir. Zira düşmana gaza yapılmayacak olursa, onlar müslümanlara gaza yapar. Düşmanın müslümanlara gaza yaparak üzerlerine gelmesi ise ölümdür. Cihadda ölmek ise ebedi hayattır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar Rabbleri katında diridirler..."(Âl-i İmrân, 3/169)

Doğrusu âyetin, Cumhûrun belirttiği gibi umum ifade ettiğidir.

2. Allah ve Rasûlünün Çağrışma Uymak Gereği:

Buhârî, Ebû Said el-Muallâ'dan, şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Mescidde namaz kılıyordum. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) beni çağırdı, ben onun çağrısına uyup gitmedim. Daha sonra yanına gittim ve: Ey Allah'ın Rasûlü, ben namaz kılıyordum, diyerek özür beyan ettim. Şöyle buyurdu: "Aziz ve celil olan Allah: "Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah ve Rasûlünün çağrısına uyun” demiyor mu?" dedi ve hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Buhârî, Tefsir 1. sûre 1, 8. süre 2, Fedâilu'l-Kur'ân 9; Ebû Dâvûd, Vitr 15; Nesâî, İftitâh 26; Dârimî, Salât 172, FedSilu’l-Kur'ân 12; Müsned, III, 450, IV, 211. Tirmizî, Fedâilu'l-Kur'ân l'de benzeri bir olayı Ubeyy b. Ka'b'ın başından geçmiş olarak kayd ettikten sonra; "Bu hususta Enes'ten ve Ebû Sâid b. el-Muallâ'dan gelmiş rivâyetler de vardır" diyerek bu hadise de işaret etmektedir. Sözkonusu bu Hadîs-i şerîf daha önce el-Fâtiha Sûresi'nde (1- bölüm, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Şâfiî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Bu Hadîs-i şerîf, namazda bulunan bir kimse, farz olan bir fiili işleyecek, yahut farz olan bir sözü söyleyecek olursa, namazının bozulmayacağına delil teşkil etmektedir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namazda dahi olsa çağrısına uyulmasını emretmektedir.

Derim ki: Yine bunda el-Evzaî’nin şu görüşünün lehine de delil vardır: Namaz kılan bir kimse, bir kuyuya düşmek üzere olan bir çocuğu görüp ona bağıracak ve yanına gidip onu azarlayacak olursa, bunda bir mahzur yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

3. Yüce Allah'ın Kalpler Üzerindeki Tasarrufu:

Yüce Allah'ın;

"Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer..." âyeti ile ilgili olarak şöyle denilmiştir. Yüce Allah'ın bu nassı, O'nun, kulları hakkında küfrü ve imanı hükmetmiş olmakla birlikte, kâfir kişi ile kendisine yerine getirmesini emretmiş olduğu îman arasına girip, bunun sonucunda kâfire îman etme kudretini vermediği takdirde o imanı kazanamayacağını, aksine, onun zıddı olan küfre güç ve kudret verdiğini ortaya koymaktadır. Aynı şekilde mü’min için de böyledir, onun ile küfür arasına engel olmaktadır. Bu nass ile şanı yüce Allah'ın, hayrı ve şerri, kulun bütün amelini yaratan olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. İşte Hazret-i Peygamberin: "Kalpleri evirip çeviren hakkı için hayır..." Buhârî. Kader 14, Tevhid 11; Tirmizî, Nüzûr 13; Nesâî, Eymân 1; Dârimî, Nüzûr 12; Muvatta’'; Nüzûr 15; Müsned, II, 26, 67, 68, 127. âyetinin anlamı budur. Yüce Allah'ın bu fiili, saptırdığı ve yardımından mahrum bıraktığı kimse hakkında adaletinin bir tecellisidir. Zira Allah, onlardan kendilerine vermekle yükümlü olduğu bir hakkı engellemiş olmuyor ki, O'nun adalet sıfatı zail olsun. O, kendilerine lütuf olarak vermek imkânına sahip olduğu birşeyi vermemiştir. Yoksa, kendisinin onlara vermesi gereken haklarını esirgemiş değildir.

es-Süddî der ki: Kişi ile kalbi arasına girer ve böylelikle kişi O'nun izni olmaksızın îman edemez. Yine O'nun izni, yani meşîeti olmaksızın küfre sapamaz. Kalp, düşüncenin mahallidir. Buna dair açıklamalar, daha önce el Bakara Sûresi'nde (2/7. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Kalp Allah'ın elindedir. O, ne zaman dilerse kalbi akletmesin diye kul ile kalbi arasına vereceği bir hastalık, yahut bir afet sebebiyle girer. Bunun da anlamı şudur: O halde, aklınızın zail olması ile buna imkân bulamayacak hale gelmeden önce Allah'ın ve Peygamberinin çağrısına uymakta elinizi çabuk tutunuz.

Mücahid de şöyle demektedir: Yani, Allah, kişi ile onun kalbi arasına yaptığını bilemeyecek hale gelene kadar girer. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm’de de şöyle buyurulmaktadır:

"Muhakkakki bunda, kalbi olan... kimse için elbette bir öğüt vardır." (Kaf, 50/37) Burada kalpten kasıt akıldır.

Şöyle de açıklanmıştır: Allah, kişi ile kalbi arasına ölüm ile girer ve bu durumda artık geçmiş olanlarını telafi etme imkânı kalmaz. Bir diğer açıklama da şöyledir: Müslümanlar, Bedir günü düşmanların çokluğundan korkuya kapıldı. Şanı yüce Allah, kişi ile kalbi arasına girdiğini ve bunu da onların korkularını güvenliğe değiştirmek suretiyle buna karşılık düşmanlarının güvenlik duygusunu da korkuya dönüştürmek suretiyle gerçekleştirdiğini onlara bildirdi.

Şöyle de açıklanmıştır. Yani, yüce Allah işleri bir halden bir başka hale evirip çevirir. Bu da kapsamlı bir açıklamadır.

Taberînin tercih ettiği açıklama şekli bunun, şanı yüce Allah'ın, kulların kalplerine kendisinin onlardan daha çok hâkim olduğunu ve dilediği takdirde kendileri ile kalpleri arasına girerek, yüce Allah'ın dilemesi müstesna insanın hiçbir şey idrâk etmesine imkân vermeyeceğini haber vermektedir.

"Ve muhakkak O'nun huzurunda toplanacaksınız" âyeti, önceki âyete atfedilmiştir. el-Ferrâ' der ki: Eğer bu âyet, istinaf (bir cümle başı) olarak okunursa; Ve muhakkak..." âyetindeki hemzenin esreli okunması gerekecektir. Ancak üstün okunuşu da doğrudur.

25

Bir de İçinizden yalnızca zulmedenlere erişmekle kalmayan bir fitneden sakının. Hem bilin ki Allah, şüphesiz azâbı çetin okadır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1. Kötülüklere Karşı Tepki Göstermemenin Cezası:

İbn Abbâs der ki: Yüce Allah mü’minlere, aralarında münkerin yayılmasını kabul etmemelerini emretmekte, aksi takdirde azâbın onların tamamını kuşatacağını bildirmektedir. ez-Zübeyr İbnü'l-Avvâm da bu âyeti böylece te'vil etmiştir. Çünkü o, Cemel olayı günü otuz altı yılında cereyan etmişti- şöyle demişti: Ben, bu âyet-i kerîme ile bizlerin kastedilmiş olduğunu ancak bugün öğrenmiş oldum. Ve ben, bu âyet-i kerimenin yalnızca o dönemde muhatap alman kimseler hakkında olduğunu zannediyordum. Hasan-ı Basrî, es-Süddî ve başkaları da âyeti böylece te'vil etmişlerdir. es-Süddî der ki: Bu âyet-i kerîme özel olarak Bedir'e katılanlar hakkında nâzil olmuştur. Cemel vakası günü fitne onlara isabet etti ve birbirleriyle çarpıştılar.

İbn Abbâs (radıyallahü anh) da der ki: Bu âyet-i kerîme Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbı hakkında nâzil olmuştur. İbn Abbâs devamla der ki: Yüce Allah mü’minlere kendi aralarında münkerin yaşamasını kabul etmemelerini emretmektedir. O takdirde Allah onların hepsini kuşatacak bir azap gönderir.

Huzeyfe b. el-Yeman'dan da şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ashâbımdan bir gurup arasında fitne başgösterecektir. Allah, bana olan sohbetleri sayesinde bunu kendilerine bağışlayacaktır. Fakat onlardan sonra bu hususta bazı kimseler onların izinden gideceklerdir, Allah ise bu sebepten dolayı onları ateşe koyacaktır."

Derim ki: Sahih hadislerin desteklemiş olduğu teviller işte bunlardır. Müslim'in Sahihinde Zeynep bint Cahş’dan gelen rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle sormuş: Ey Allah'ın Rasûlü, salih kimseler aramızda bulunduğu halde helâk edilir miyiz? Hazret-i Peygamber: "Evet, kötülük yaygınlaşacak olursa" diye cevap vermişti. Buhârî, Enbiyâ 7, Fiten 4, 28; Müslim, Fiten 1, 2; Tirmizî, Fiten 21, 23; İbn Mâce, Flten 9; Muvatta’', Kelâm 22; Müsned, VI, 428, 429.

Tirmîzînin Sahih (Sünen)'inde de "İnsanlar, zalimi görüp de elini (zulümden) alıkoymayacak olurlarsa, aradan fazla zaman geçmeden, Allah onların hepsini kendi nezdinden göndereceği bir azaba duçar eder." Tirmizî, Fiten 8, Tefsir 5. sûre 17; Ebû Dâvûd, Helakim 17; İbn Mâce, Fiten, 20; Müsned, I, 25" Bu Hadîs-i şerîfler daha önceden geçmiş idi.

Buhârî'nin Sahih'i ile Tirmizî'de en-Nu'man b. Beşir'den gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın hududu üzerinde duran (onları aşmayan) ile onların içine düşen (aşan)ın misali, bir gemi içinde (yerlerini) kur'a ile paylaşan bir topluluğun misaline benzer. Onlardan kimisine geminin üst tarafı, kimisine de alt tarafı düşer. Geminin alt tarafında kalanlar, su almak istediklerinde üstlerinde bulunanların yanından geçtikleri için aralarında şöyle derler: Eğer biz, kendi payımıza düşen bölümde bir delik açıp da yukarımızda duranlara eziyet vermesek (daha uygun olmaz mı)? Şayet (üsttekiler), onları istekleriyle başbaşa bırakacak olurlarsa hep birlikte helâk olurlar. Eğer onlara engel olurlarsa, onlar da berikiler de hep beraber kurtulurlar." Buhârî, Fiten 6; Tirmizî, Fiten 12; Müsned, IV, 268, 269, 270.

Bu Hadîs-i şerîften de belli kimsenin günahları sebebiyle herkesin azaba duçar edileceği anlaşılmaktadır. Yine bu Hadîs-i şerîften, emr bil maruf, nehy anil münkerin terkedilmesi dolayısıyla cezaya hak kazanılacağı da anlaşılmaktadır.

İlim adamlarımız derler ki: Fitne eğer yaygın bir etki gösterecek olursa herkes helâk olur. Bu ise masiyetlerin açıkça ortaya çıkması, münkerin yayılması ve bunların değiştirilmemesi halinde sözkonusu olur. Eğer, münker değiştirilmeyecek olursa, bu münkere kalpleriyle karşı çıkan mü’minlerin, o beldeden uzaklaşmaları ve oradan kaçmaları îcabeder. İşte, bizden önceki ümmetler hakkında da hüküm böyle idi. Nitekim, Cumartesi yasağını çiğneyenler ile ilgili kıssada da onlar, isyankârları terkedip onlardan ayrılmış ve; biz sizinle aynı yerde oturup kalkmayız, demişlerdi.

Selef -Allah onlardan razı olsun- de bu görüşü ifade etmişlerdir. İbn Vehb, Mâlik'den şöyle dediğini rivâyet eder: Münker'in açıkça işlendiği yerden hicret edilir ve orada kalınmaz. O, bu görüşüne açıktan açığa faiz işleyerek, altından bir maşrapanın gerçek ağırlığından daha fazla bir miktara satılışına cevaz vermesi üzerine Muaviye'nin bulunduğu bölgeden (Suriye'den) Ebû'd-Derdâ'nın çıkıp gitmesini Nesâî, Buyû’ 47; Muvatta’'', Buyû' 33- Muvatta’''Ğa kaydedildiği üzere olay kısaca şöyledir: Muâviye, belirtilen şekilde bir alış-verişi yapınca Ebû'd-Derda Allah Rasûlü’nün böyle bir alış-verişi yasaklamış olduğunu bildirir. Muaviye bunda bir sakınca olmadığını belirtir Ebû'd-Derdâ da ona: "Senin bulunduğun bir yerde ben olmam” diyerek, Hazret-i Ömer'e gider, durumu ona bildirir, Hazret-i Ömer de Muâviyeye bu tur bir alış-veriş yapmamasını söyler. delil göstermektedir. Bunu, Sahih de rivâyet etmiştir, Buhârî de İbn Ömer'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah bir kavme azap indirdi mi, azap, onlar arasında bulunanların hepsine isabet eder, sonra da amelleri üzere diriltilirler." Buhârî, Ficen 19; Müsned, II, 110.

İşte bu, umumi helakin kimisinin, mü’minler için bir arındırma ve temizlik, kimisinin de fasıklardan intikam için gönderildiğine delil teşkil etmektedir.

Müslim'in Abdullah b. ez-Zübeyr'den rivâyetine göre, Âişe (radıyallahü anhnhâ) şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) uykuda iken bazı organları hareket etti. Ben, ey Allah'ın Rasûlü! Uykunda daha önce yapmadığın bir şeyi yaptın dedim, şöyle buyurdu: "Hayret ettiğim şu ki, ümmetimden bir topluluk, Kureyş'ten bu Beyt'e sığınmış bir adamı almak için gelecekler. Nihayet el-Beydâ denilen yere vardıklarında onların hepsi yerin dibine geçirilmiş olacaklar." Bunun üzerine biz: Ey Allah'ın Rasûlü dedik. Yol dolayısıyla (çeşitli maksatlı) insanlar bir arada bulunabilir. Şöyle buyurdu: "Evet, aralarından bu işe bilerek gelenler var, mecbur kaldığı için gelenler var, yolcu olanlar var. Fakat onlar, tek bir kîşi imiş gibi helâk edilecekler, fakat değişik hallerde geleceklerdir. Yüce Allah onları niyetlerine göre diriltecektir." Buhârî, Buyû’ 49; Müslim, Fiten 4, 8; Ebû Dâvûd, Mehdi 11; Tirmizî, Fiten 10; İbn Mâce, Zühd 26; Müsned, VI, 105.

Denilse ki: Yüce Allah:

"Günah yükü taşıyan hiçbir kimse bir başkasının günahını yüklenmez" (el-En'âm, 6/164, Fatır, 35/18);

"Her bir kişi kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır" (el-Müddesir, 74/38);

"Kazandığı iyilikler onun lehine, yaptığı kötülükler de aleyhinedir" (el-Bakara, 2/286) diye buyurmuştur. Bunlar ise, herhangi bir kimsenin başka bir kimsenin günahından dolayı sorumlu tutulmamasıni, cezanın yalnızca günahkâr kimse ile ilgili olmasını gerektirmektedir.

Buna cevap şudur: İnsanlar, açıktan açığa münker İşleyecek olurlarsa, onu gören herkesin o münkeri değiştirmesi bir farzdır. Eğer buna ses çıkarmayacak olursa, hepsi de isyankâr olur. Birisi, o münker fiilî işlemekle, diğeri de ona razı olmakla. Yüce Allah ise, hükmü ve hikmeti gereği mûnkerin işlenmesine rıza göstereni bizzat onu işleyen gibi değerlendirmiştir. O bakımdan, münkere razı olan da işleyenin cezasına katılmış olur. Bu açıklamayı İbnü'l-Arabi yapmıştır. Bu ise, belirttiğimiz gibi Hadîs-i şerîflerin muhtevâsıdır.

Âyet-i kerimenin anlatmak istediği de şudur; Zalime isabet etmekle kalmayıp salih olana da olmayana da isabet eden bir fitneden korkunuz, çekininiz.

2. Mûnkerin İşlenmesi Dolayısıyla Azap Kimlere İsabet Eder:

Nahiv bilginleri

"Erişmekle kalmayan" âyetindeki "nûn" harfinin gelişini farklı şekilde açıklamışlardır. El Ferrâ der ki: Burdaki ifade, senin birisine; "Bineğin sırtından in, seni yere düşürmesin," demene benzemektedir. Buna göre bu, nehiy lâfzında emrin cevabıdır. Yani, eğer sen bineğin sırtından inersen, o da seni yere yıkmayacaktır. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Yuvalarınıza girin... sizi ;çiğneyip ezmesin." (en-Neml, 27/18) Yuvalarınıza girecek olursanız, o da sizi çiğneyip ezmez, demektir. Burada "nûn" ceza anlamı dolayısıyla gelmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu "nûn"un geliş sebebi, âyetin kasem gibi bir mana ifade edişi dolayısıyladır. Nûn ise, ancak nehiy fiili veya kasemin cevabı halinde gelir Ebû'l-Abbas el-Müberred de der ki: Bu âyet emirden sonra bir nehiydir, Yani, buradaki nehiy, zâlimlere yöneliktir. Bu da, siz zulme yaklaşmayınız anlamındadır. Sîbeveyh de; Seni burada kesinlikle görmemeliyim, ifadesinin kullanıldığını nakletmektedir. Yani Burada bulunma, demektir. Çünkü ben, burada kim varsa onu görürüm.

el-Cürcânî de der ki: Âyet, özel olarak zâlimlere isabet eden bir fitneden (azaptan) sakının, demektir. Buna göre "Erişmekle kalmayan" âyeti, nekireye sıfat mahallinde bir nehiydir ki, bunun da te'vili, zulmedenlere bu fitnenin isabet edeceğini haber vermek şeklindedir.

Ali, Zeyd b. Sabit, Ubey ve İbn Mes'ûd ise elif siz olarak ve “Zulmedenlere erişecek bir fitne..." anlamını verecek şekilde okumuşlardır, el-Mehdevî der ki: Bu şekildeki okuyuşun, elifli okuyuşundan elifin kasredilmiş ve; dan hazfedildiği gibi, bundan da hazf edilmiştir. O, mana itibariyle "Ama hayır, Allah'a yemin ederimki mutlaka yapacağım," ifadelerinde ve benzerlerinde olduğu gibi.

Aynı şekilde bunun cemaatin kıraatine muhalif bir kıraat olması da mümkündür, o takdirde mana: Bu fitne özel olarak zalim olanlara isabet eder, anlamını verir.

26

Şunu da hatırlayın ki, bir zamanlar yeryüzünde azlıktınız ve zayıf görülüyordunuz. İnsanların sîzi tutup kapmasından korkuyordunuz da O sizi barındırdı. Sîzi yardımıyla kuvvetlendirdi. Size en temiz ve en hoş şeylerden rızık verdi. Tâ ki şükredesiniz.

Yüce Allah'ın:

"Şunu da hatırlayın ki, bir zamanlar yeryüzünde" yani Mekke topraklarında

"azlıktınız." el-Kelbî der ki: Bu âyet-i kerîme Muhacirler hakkında nâzil olmuştur. Yani, hicretten Önce ve İslâm'ın ilk dönemlerindeki hallerini vasfetmektedir.

"Ve zayıf görülüyordunuz” âyeti de onların sıfatıdır.

"İnsanların" anlamındaki kelimesi, fail olarak merfu'dur.

"Sizi tutup kapmasından" da nasb mahallindedîr. "Tutup kapmak", sür'atle, hızlıca alıp yakalamak demektir.

"Korkuyordunuz" âyeti de onların nitelikleridir.

Katade ve İkrime der ki: Tutup kapılmaları sözkonusu edilenler, Kureyş müşrikleridir. Vehb b. Münebbih ise, İran ve Bizanslılardır diye açıklamıştır.

"O sizi barındırdı." İbn Abbâs der ki: Ensar'ın yanında barındırdı, demektir. es-Süddî ise Medine'de barındırdı diye açıklamıştır ki, anlam birdir.

Onu kendisine kattı, bağrına bastı, anlamındadır. "O, onun yanında barındı" manasına gelir.

"Sizi yardımıyla" desteği ile, bir görüşe göre Ensar ile, bir diğer görüşe göre ise, Bedir günü melekler ile

"kuvvetlendirdi" sizin gücünüze güç kattı.

"Size en temiz ve en hoş şeylerden” yani, ganimetleri

"rızık verdi, tâ ki şükredesiniz." Bunun anlamına dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/52. âyet, 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

27

Ey Îman edenler, Allah'a ve Rasûlü'ne hainlik etmeyin. Bile bile emanetlerinize de hainlik etmeyin.

Rivâyet edildiğine göre, bu âyet-i kerîme, Ebû Lubâbe b. Abdü'l-Münzir'in Kurayzaoğullarına kesileceklerini işaret edip bildirmesi üzerine nâzil olmuştur. Ebû Lubâbe der ki: Allah'a yemin ederim, ayaklarımı yerimden hareket ettirmeden ben Allah'a ve Rasûlüne hainlik ettiğimi anladım. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu âyet-i kerîme nâzil olunca, Ebû Lubabe Mescidin direklerinden birisine kendisini bağlayarak şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, ölünceye yahut da Allah tevbemi kabul edinceye kadar ne bir şey yiyeceğim, ne de birşey içeceğim. Buna dair haber meşhurdur. (Bk. et-Tevbe, 9/102. âyetin tefsiri)

İkrime'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Kurayzalıların (ahdi bozmaları) durumu ortaya çıkınca, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ali (radıyallahü anh)'ı, huzurunda bulunan diğer insanlarla birlikte gönderdi. Hazret-i Ali, Kurayzaoğullarının yanına varınca onlar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şahsiyetine dil uzattılar. Cebrâîl (aleyhisselâm) da siyah-beyaz bir at üzerinde geldi. Âişe (radıyallahü anha) dedi ki: Şu anda bile Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)Cebrâîl'in yüzündeki tozu silerken görür gibiyim. Dedim ki: Ey Allah'ın Rasûlü bu Dihye midir? Hazret-i Peygamber: "Hayır, bu Cebrâîl (aleyhisselâm)dır" dedi. (Cebrâîl) dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, Kurayzaoğullarının üzerine gitmekten seni alıkoyan nedir? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Onların kalelerinin hakkından ben nasıl gelebilirim?" deyince, Cebrâîl (aleyhisselâm) şöyle dedi: Ben, bu atımı onların üzerlerine (kalelerinden içeriye) süreceğim. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) eğersiz bir ata bindi. Ali (radıyallahü anh) onu görünce, Ey Allah'ın Rasûlü dedi. Onların üzerine gitmesen de olur. Çünkü, onlar sana dil uzatıyorlar. Bu sefer Hazret-i Peygamber: "Hayır, bu onlara bir selam vermek gibi olacaktır." Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) üzerlerine gidip şöyle dedi. "Ey maymun ve domuzların kardeşleri!" Onlar, Ey Ebû'l-Kasım sen çirkin söz söyleyen birisi değildin, dediler. Daha sonra da biz Muhammed'in vereceği hükme razı olarak inmeyiz, bunun yerine biz, Sa'd b. Muâz’ın vereceği hükme göre ineriz, dediler. Sa'd b. Muaz da bineğinin sırtından inip, haklarında "Savaşçılarının öldürülmesi, kadın ve çocuklarının da ashâb alınması" hükmünü verdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Seher vakti melek bana kapımı çalarak durumun bu şekilde olacağını bildirmişti" dedi. Onların bu durumları hakkında da:

"Ey îman edenler, Allah'a ve Rasûlü'ne hainlik etmeyin. Bile bile emanetlerinize de hainlik etmeyin" âyeti nâzil oldu. Bu âyet-i kerîme Ebû Lubabe hakkında nâzil olmuştu. Çünkü o, Kurayzaoğulları, biz Sa'd b. Muaz'ın hükmünü kabul ederek ineriz dediklerinde, o, kendilerine böyle birşey yapmayın, kesileceksiniz deyip boğazına işaret etmişti.

Bir diğer görüşe göre âyet-i kerîme, onların Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan herhangi bir şeyi işitip bunu müşriklere ulaştırmaları ve yaygınlaştırmaları üzerine nâzil olmuştur.

Bir başka görüşe göre, âyet-i kerîme ganimetlerden çalmak hakkında nâzil olmuştur. Bunun (hainliğin.) Allah'a nisbet edilmesi ise, ganimetlerin paylaştırılmasını emredenin O oluşundan dolayıdır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a nisbet edilmesi ise, yüce Allah'tan aldığı emre göre hareket eden ve bu paylaştırma işini gerçekleştirenin o olmasındandır.

Hıyanet, gadr etmek ve birşeyi saklayıp gizlemek demektir. Nitekim yüce Allah'ın:

"O, gözlerin hain bakışını bilir" (el-Mu'min, 40/19) âyetindeki "hain"lik de buradan gelmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmaktadır: "Allah'ım, ben açlıktan sana sığınırım. Çünkü o, kişi ile beraber oturup kalkanların en kötüsüdür. Hainlikten de sana sığınırım. Çünkü o, en kötü bir sırdaştır." Bu hadisi, Nesâî, Ebû Hüreyre'den gelen bir rivâyet olarak kaydetmiştir. Ebû Hüreyre: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle diyordu... deyip hadisi zikretmiştir. Ebû Dâvûd, Vitr 32; Nesâî, İstiaze 19, 20; İbn Mâce, Et'ime 53.

"Bile bile" yani, hainlikteki çirkinliği ve utancı bile bile. Bir diğer açıklamaya göre onun emanet olduğunu bile bile

"emanetlerinize de hainlik etmeyin."

Bu âyetteki

"hainlik etmeyin" anlamındaki; kelimesi, birinci

"hainlik etmeyin" emrine uygun olarak cezm mahallindedir. Cevap olarak cezm olması da mümkündür. Nitekim: “Balık yiyip, süt içme" demek gibi.

Emanetler ise, Allah'ın kullara emanet olarak verdiği amellerdir. Bunlara emanet deniliş sebebi ise, bu amellerin yapılması ile birlikte kişinin hakkının engellenmeyeceğinden yana kendisini emniyet içerisinde görmesinden dolayıdır ki, emanet kelimesi

"emn: güvenlik"den alınmadır. Emanetlerin, vedîaların ve buna benzer hususların edâ edilip sahiplerine teslim edilmesine dair açıklamalar, daha önce en-Nisa Sûresi'nde (4/58. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

28

Bilin ki, mallarınız da, evlatlarınız da ancak birer imtihandır. Ve muhakkak Allah katında büyük mükâfat vardır.

"Bilin ki, mallarınız da, evlatlarınız da ancak birer imtihandır" âyetine gelince, Ebû Lubâbe'nin Kurayzaoğulları arasında birtakım malları vardı, çocukları da aralarında bulunuyordu. İşte, onlara karşı onu yumuşak davranmaya iten durum da bu olmuştu. İşte bu âyet bu haline İşarettir.

"Birer İmtihandır" denemedir. Allah onları, malları ve çocukları ile denemişti.

"Ve muhakkak Allah katında büyük mükâfat vardır." O bakımdan siz de Allah'ın hakkını kendi hakkınıza tercih edin, O'na öncelik tanıyın.

29

Ey îman edenler, eğer Allah'tan korkarsanız, O size bir furkan verir. Kötülüklerinizi örter, size mağfiret eder. Allah büyük lütuf sahibidir.

Allah'tan korkma (takvâ)'nın anlamı ile ilgili açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Allah, onların kendisinden korkup korkmadıklarını bilendir. Burada şart lâfzının zikredilmesi, O'nun kullara, kulların birbirlerine hitab ettikleri uslub ile hitab etmesinden dolayıdır. Kul, Rabbinden korktu mu, -ki bu da O'nun emirlerine uymak, yasaklarından da kaçınmak suretiyle olur- haramlara düşmek korkusuyla da şüpheleri terk edip kalbini halis niyet ile doldurur, azalarını salih amellerle uğraştırır, amellerinde Allah'tan başkasını gözeterek gizli ve açık şirkin şaibelerinden korunur; mala karşı iffetini koruyarak dünyaya meyletmekten uzak durursa, Allah o kimse için hak ile batıl arasında bir furkan (onları biribirinden ayırt edebilecek bir kavrayış) ihsan eder ve ayrıca istediği hayırlardan ona rızıklar ihsan edip ona imkânlar verir.

İbn Vehb der ki: Ben, Mâlik'e, şanı yüce Allah'ın:

"Eğer Allah'tan korkarsanız, O size bir furkan verir" ne demektir? diye sordum, O, bir çıkış yolu gösterir diye açıkladı, sonra da yüce Allah'ın:

"Kim Allah'tan korkarsa ona bir çıkış yolu gösterir" (et-Talâk, 65/2) âyetini okudu.

İbnü'l-Kasım ve Eşheb de aynen onun gibi, Mâlik'ten bunu nakletmişlerdir. Mâlik'ten önce Mücahid de bunu böylece açıklamıştır. Şair de şöyle demektedir:

"Önceleri bu diyarda sakin iken yola koyulup uzaklaşmalarından sonra

Artık sen uzayıp giden bir kederden çıkış yolu bulamaz, kurtulamazsın."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Ölüm bani takıb edip duruyorken nasıl ebedî kalmayı umabilirim?

Ve ben, ölüm şarabını içmekten kendimi kurtaramam."

İbn İshâk der ki: Furkan, hak ile batılı birbirinden ayırd etmek demektir. İbn Zeyd de böyle açıklamıştır. Es Süddî bunu kurtuluş, el-Ferrâ' fetih ve zafer diye açıklamıştır.

Bunun, ahirette sözkonusu olacağı da söylenmiştir. Yani, Allah sizi cennete, kâfirleri de cehenneme sokmakla birbirinizden ayırmış olacaktır.

30

Hani o kâfirler seni tutup bağlamak yahut öldürmek yahut seni çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı kurarlarken, Allah da bunun karşılığında tuzak kuruyordu. Allah, tuzak kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır.

Bu âyetle, müşriklerin Daru'n-Nedve'de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a tuzak kurmak üzere yaptıkları toplantıyı haber vermektedir. Sonunda onu öldürmek üzere görüş birliğine vardılar. O bakımdan, geceleyin gözetlemeye koyulup, evinin kapısından çıktığı vakit onu öldürmek üzere gece boyunca gözetleyip durdular. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Ali b. Ebî Tâlib'e yatağında uyumasını emretti. O da yüce Allah'a gittiği yerin izini bulmamaları için dua etti, Allah da gözlerini görmez kıldı. Uyku onları bürümüşken çıkıp başlarına toprak saçıp gitti. Sabah olunca Alî, evden dışarı çıkıp evde kimse olmadığını onlara haber verince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı ellerinden kaçırmış olduklarını ve kurtulduğunu anladılar. Buna dair haber, siyer kitaplarında ve başka yerlerde meşhurdur.

"Seni tutup bağlamak" yani, seni alıkoymak, hapsetmek demektir. Bir kimseyi alıp koymayı ifade etmek üzere; "Ben onu hapsettim, alıkoydum" denilir. Katade de bunu, "seni bağlayarak alıkoymak" diye açıklamıştır. Yine ondan ve Abdullah b. Kesir'den, seni hapsetmek, hapse koymak diye açıkladıkları nakledilmiştir. Eban b. Tağlib ile Ebû Hatim der ki: Seni, ağır bir şekilde yaralayarak ve ileri derecede döverek yerinden kalkamaz hale getirmek için... diye açıklamıştır. Şair şöyle demektedir:

"Onlara, vay size, o elinizdeki sahifede ne yazmaktadır, dedim.

Dediler ki, halife ağrılarından yerinden kalkamaz oldu."

"Yahut seni çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı" cümlesi, bir öncekine atfedilmiştir.

"Onlar bu tuzağı kurarlarken" ise, yeni bir cümledir. ("Tuzak" anlamı verilen:) el-Mekr: İşi gizlice düzenlemek, düzen kurmak demektir.

"Allah tuzak kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır" âyeti de mübteda ve haberdir. Allah'ın tuzak kurması (mekri) ise, onların tuzak kurmalarına karşılık farketmeyecekleri bir şekilde azap ile onları cezalandırması demektir.

31

Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman: "İşittik, eğer dilersek, biz de bunun benzerini elbette söylerdik. Bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir" demişlerdi.

Bu âyet-i kerîme, en-Nadr b. el-Hâris hakkında nâzil olmuştur. O, Hîre'ye ticaret maksİsmi ile gitmiş, orada Kelile ve Dimne hikâyelerini Kisra ve Kayser ile ilgili anlatılanları satın almıştı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) geçmiş kavimlere dair haberleri kısa olarak okuyunca, en-Nadr da: İstesem elbette ben de bunun gibi söylerim demişti. Ancak onun bu ifadesi, yalan ve yüzsüzlüktü.

Şöyle de denilmiştir: Onlar, Mûsa (aleyhisselâm)'ın dönemindeki sihirbazların mucizesine benzer sihir yapacaklarını vehmettikleri gibi, Hazret-i Peygamberin getirdiği Kur'ân'in benzerini getireceklerini vehmetmişlerdi. Daha sonra bu işi yapmaya kalkıştıklarında acze düştüler ve inatla: Şüphesiz ki bu, öncekilerin efsaneleri, masallarıdır, demişlerdi. Bu türden açıklamalar daha önceden (el-En'âm, 6/25) geçmiş bulunmaktadır.

32

Hani bir zaman: "Ey Allah, eğer bu senin katından hakkın kendisi ise, durma bizim üzerimize taş yağdır. Yahut bize acıklı bir azâb gönder" demişlerdi.

"Bakk" kelimesinin nasb üzere okunması; "İdi" nin haberi olarak geldiğinden dolayıdır. Kendisi, kelimesi ise fasıl için girmiştir. O, hakkın kendisi... diye merfu' okunması da mümkündür.

"Senin katından." ez-Zeccâc der ki: Ben bunu (merfu' olarak) okuyanı bilmiyorum. Ancak, nahivciler arasında merfu okumanın câiz olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Şu kadar var ki, kıraatte sünnet esastır. Ve ancak kabul görmüş bir şekilde okunur.

Bu sözleri söyleyenin kim olduğu hususunda ise farklı görüşler vardır. Mücahid ile İbn Cübeyr, bu sözleri söyleyen en-Nadr b. el-Hâris'tir demişlerdir.

Enes b. Mâlik ise, bunu Ebû Cehil söylemiştir, demektedir. Bunu da Buhârî ve Müslim rivâyet etmektedir. Buhârî, Tefsir 8. sûre 3; Müslim, Sıfatu'l-Münâfikûn 37.

Şöyle demek de mümkündür: Onlar bu sözlerini içlerindeki bir şüphe dolayısıyla söylemiş olabilirler. Yahut bunu, inat olsun diye ve kendilerinin basiret üzere oldukları vehmini insanlara vermek kastıyla da söylemiş olabilirler. Sonra da bu istedikleri şey, Bedir günü başlarına gelmişti.

Nakledildiğine göre, yahudilerden birisi İbn Abbâs ile karşılaşmış, yahudi: Sen kimlerdensin diye sormuş, o da: Ben Kureyş'tenim deyince, yahudi: Sen: "Ey Allah, eğer bu senin katından hakkın kendisi ise.., diyen kavimden misin?. Ne diye onlar, onun yerine: Eğer bu senin katından gelen hakkın kendisi ise bizi ona hidayet eyle demediler, bu sözü söyleyen topluluk cahil midir? Bunun üzerine İbn Abbâs ona şöyle demiş: Sen de ey İsrailoğullarından olan kişi, daha Fir'avun ve kavminin boğulduğu denizden Mûsa ve kavminin kurtarılışından geçen kısa bir süre içerisinde henüz ayakları denizin ıslaklığından kurumamışken: "Ey Mûsa, onların nasıl tanrıları varsa, sen de bize böyle bir tanrı yap" diyen Mûsa'nın da kendilerine:

"Siz gerçekten cahillik eden bir topluluksunuz" (el-A'raf, 7/138) diye cevap verdiği bir kavimdensin. Bunun üzerine yahudi, verecek cevap bulamayarak baştnı önüne eğdi,

"Yağdır” anlamındaki âyette olduğu gibi kullanılışı, azâb hakkında, hemzesiz olarak kullanılışı ise rahmet hakkında kullanılır. Bu açıklama Ebû Ubeyde'den nakledilmiştir, benzeri açıklamalar önceden geçmişti.

33

Halbuki sen içlerinde İken Allah onlara azâb verecek değildir. Onlar istiğfar edip dururken de Allah onları azablandıracak değildir.

Ebû Cehil:

"Ey Allah, eğer bu senin katından hakkın kendisi ise..." (el-Enfâl 8/ 32) âyetinde geçen sözlerini söyleyince, bunun üzerine:

"Halbuki sen içlerinde iken Allah onlara azâb verecek değildir" âyeti indi. Müslim'in Sahihinde de bu böyledir. Müslim. Sıfâtu’l-Münâfikîn 37; Buhârî, Tefsir 8. sûre 3, 4; Tirmizî, 8. sûre 4.

İbn Abbâs der ki: Yüce Allah hiçbir kasaba halkını peygamberleri oradan çıkıp emrolundukları yere ulaşmadıkça azaba uğratmamıştır.

"Onlar istiğfar edip dururken de Allah onları azablandıracak değildir." İbn Abbâs der ki: Onlar, tavaf esnasında "senden mağfiretini dileriz" diyorlardı. Mağfiret dileği her ne kadar facir kimseler tarafından yapılsa dahi, onun vasıtası ile bir takım kötülükler ve zararlar bertaraf edilir.

Şöyle de açıklanmıştır: Burada mağfiret istemek, aralarında bulunan müslümanlar hakkındadır. Yani, Allah, aralarında müslüman olup mağfiret dileyen kimseler bulunduğu sürece onları azaplandıracak değildir. Müslümanlar aralarından çıktıktan sonra, Bedir gününde ve Başka zamanlarda onları azaba uğrattı. Bu açıklamaları ed-Dahhâk ve başkaları yapmıştır.

Şöyle de açıklanmıştır: Burada mağfiret dilemekten kasıt İslâm'dır. Yani:

"Onlar istiğfar edip dururken de" yani, onlar Allah'a teslim olup İslâm'a girecek olurlarsa

"Allah onları azaplandıracak değildir." Bu açıklamayı Mücahid ve İkrime yapmıştır. Bir diğer açıklamaya göre,

"onlar istiğfar edip dururken" yani, onların sulblerinde Allah'tan mağfiret isteyecek kimseler varken demektir. Bu da Mücahid'den rivâyet edilmiştir.

"Onlar istiğfar edip dururken", âyetinin, mağfiret isteyecek olurlarsa takdirinde olduğu da söylenmiştir. Yani, mağfiret isteyecek olurlarsa, onlara azâb edilmez. Bununla, onları mağfiret dilemeye davet etmektedir. Bu açıklamayı Katade ve İbn Zeyd yapmıştır.

el-Medain, bazı ilim adamından şöyle dediğini nakletmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde, Araplardan kendi nefsi aleyhine günahta ileri giden ve günah işlemekten çekinmeyen birisi vardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat edince, yünlü elbiseler giyindi ve işlediklerinden geri döndü. Dine bağlılığını ve ibadete yöneldiğini dışa vurmaya başladı. Ona: Eğer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatta iken sen bu şekilde yapmış olsaydın, o senin bu durumuna sevinirdi denilince, şu cevabı verdi: Benim iki emanım var idi. Onlardan birisi gitti, diğeri kaldı. Yüce Allah:

"Halbuki sen İçlerinde İken Allah onlara azâb verecek değildir" diye buyurmaktadır. İşte bu, iki emanın biri. İkincisi ise:

"Onlar İstiğfar edip dururken de Allah onları azaplandıracak değildir" âyetindeki Ebû Mûsâ (radıyallahü anh); "Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde iki eman vardı. Bunlardan biri kaldırıldı, diğeri kaldı" dedikten sonra bu âyetin mağfiret dilemek ile ilgili bölümünü okudu, (Müsned, IV, 403). emandır.

34

Onlar, Mescid-i Haram'dan alıkoyup durdukları halde Allah onlara ne diye azâb etmesin ki? Hem onlar, ona (hizmete) lâyık kimseler de değildirler. Ona gerçekten lâyık olanlar ancak takva sahipleridir. Fakat onların pekçoğu bilmez.

"... Allah onlara ne diye azâb etmesin ki" âyeti: Azâb edilmelerine engel ne ki? demektir. Yani onlar, pekçok çirkin işi ve azâbı gerektiren sebepleri İşlemeleri dolayısıyla azâbı haketmiş kimselerdir. Şu kadar var ki, herbir işin yazılı bir vadesi vardır. Allah, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in aralarından çıkıp gitmesinden sonra onları kılıç ile azaplandıracaktır. İşte yüce Allah'ın:

"İsteyen biri inecek azâbı istedi" (el-Mearic, 70/1.) âyeti, bunun hakkında nâzil olmuştur. el-Ahfeş der ki: ...me... deki; in zâid olduğunu söylemiştir. en-Nehhâs ise şöyle der: Eğer el-Ahfeş'in dediği gibi olsaydı, o takdirde; Onları azaplandırması..." anlamındaki âyetin da merfu' olması gerekirdi.

"Fakat onların pekçoğu" ona lâyık olanların müttakiler olduğunu

"bilmez."

35

Onların Beyt'in yanında duaları, ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan başka birşey değildi. Öyleyse, İnkârınızdan dolayı azâbı tadın.

36

O kâfirler, şüphesiz mallarını Allah yolundan alıkoymak için harcarlar. Yakında da onları harcayacaklar; sonra bu, onlara bir yürek acısı olacaktır. Sonra da yenilgiye uğrayacaklardır. Kâflr olanlar, toplanıp cehenneme sürüleceklerdir.

37

Allah, murdarı temizden ayırt etsin, murdarı birbiri üstüne koyup hepsini yığsın da onları cehenneme atsın diye. İşte onlar, zarara uğrayanların tâ kendileridir.

İbn Abbâs der ki: Kureyşliler, Beyt'i çıplak tavaf ederler, ıslık çalıp alkış tutarlardı. Bu, onların kanaatine göre bir ibadetti.

Âyet-i kerimede geçen; "ıslık çalmak, "Alkış tutmak" demektir. Bu açıklamayı Mücahid, es-Süddî ve İbn Ömer (radıyallahü anhüm) yapmışlardır. Antere'nin şu beyiti de bu kabildendir:

"Ve nice kadının kocasını yere yıkılmış bıraktım

Göğsünden boşanan kan, dudağı yarık devenin ağzından çıkardığı hırıltı gibi ıslıklı ses çıkartıyordu."

Seslice osuran bineğin durumunu anlatmak üzere kullanılan; tabiri de buradan gelmektedir. es-Süddî der ki: Islık çalmak demektir. Bu kelime Hicaz'da "el-Mükkâ" diye bilinen beyaz renkli bir kuşun ötüşünden hareketle bu manada kullanılır. Şair der ki:

"Eğer Mükkâ kuşu başka bir bahçede ötecek olursa,

Koyun sahipleri ve eşek sahiplerinin vay haline."

Katade der ki: "Elleri birbirine çırpmak" demektir. "Bağırmak, çağırmak" demektir.

Her iki açıklamaya göre de rakseden, ellerini çırpan, bağırıp çağıran cahil sufilerin yaptıkları reddedilmektedir. Bütün bunlar, aklı başında olan kimselerin kendilerini uzak tutmaya çalıştıkları bir münkerdir. Bu İşleri yapan kimseler, Beytullah'ın yanında müşriklerin yaptıklarına kendi davranışlarını benzetmiş olurlar.

İbn Cüreyc ve İbn Ebi Necîh, Mücahid'den şöyle dediğini nakletmektedirler: parmaklanın ağızlarına sokmalarıdır. ise, ıslık çalmak demektir. Onlar, bu şekilde hareket etmekle, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı namazdan alıkoymak, başka şeylerle uğraştırmak İstiyorlardı.

en-Nehhâs der ki: Bu kelimelerin sözlükte bilinen anlamlan, İbn Ömer'den rivâyet edilen şekildedir. Ebû Ubeyd ve başkalarının naklettiğine göre de ıslık çalmayı anlatmak üzere; fiili; el çırpmayı anlatmak için de; fiili kullanılır. Amr b. el-İtnabe'nin şu beyiti de bu kabildendir:

"Hepsi de bir gürültü ile bekleyip durdular

Beyt'in yanında el çırpmakla ve ıslık ile."

Saîd b. Cübeyr ve İbn Zeyd derler ki: Burada geçen ın anlamı, onların insanları Beytullah'tan alıkoymalarıdır. Buna göre ifadenin aslı; şeklinde olmalıdır ve burada iki "dardan birisi "ya"ya dönüşmüştür.

"Allah murdarı temizden ayırt etsin" ise, mü’mini kâfirden ayırt etsin anlamındadır, Bunun, her hususta, amellerde, harcamalarda ve bunun dışında kalan şeylerde umumî olduğu da söylenmiştir.

38

Sen o kâfirlere de ki: "Eğer vazgeçerlerse onlara geçmiş (günahları) mağfiret olunur. Eğer yine (şirke) dönerlerse, kendilerinden öncekilerin sünneti muhakkak devam etmiş olur."

Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

1. Îman, Küfrün Bağışlanmasına Sebeptir:

Yüce Allah:

"Sen, o kâfirlere de ki..." âyetiyle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a, kâfirlere bu anlamda sözler söylemesini emr etmektedir. Onlara, bu manayı bizzat bu sözlerle söylemiş olmasıyla başka ifadelerle dile getirmiş olması arasında bir fark yoktur. İbn Atiyye der ki: Eğer bu âyet, el-Kisaî'nin naklettiği şekilde Abdullah b. Mes'ûd'un Mushafında; "Sen o kâfirlere de ki: Eğer vazgeçerseniz size mağfiret olunur" şeklinde ise, hiç şüphesiz risalet görevini ancak muayyen olarak bu lâfızları onlara söylemekle yerine getirmiş olurdu. Bu lâfızların gerektirdiği budur.

2. Küfürden Mutlaka Vazgeçilmelidir:

"Eğer vazgeçerlerse" âyeti ile küfürden vazgeçerlerse demek istemektedir. İbn Atîyye der ki: Zaten küfürden mutlaka vazgeçmek gerekir. Bunun böyle olmasını gerektiren ise, bu şartın cevabım teşkil eden: "Onlara, geçmiş mağfiret olunur" âyetidir. Geçmişin mağfiret olması ise, ancak küfürden vazgeçen, küfrünü sona erdiren kişi hakkında sözkonusu olur. Şair Ebû Said Ahmed b. Muhammed ez-Zübeyri ne güzel söylemiş:

"Genç itiraf etti mi, artık affedilmeyi hakeder

Sonra da yapıp ettiklerinden vazgeçerse.

Çünkü şanı yüce Allah günahını itiraf eden kişi hakkında şöyle buyurmuş:

'Eğer vazgeçerlerse, onlara geçmiş mağfiret olunur.'

Müslim, Ebû Şumâse el-Mehrîfden şöyle dediğini rivâyet eder: Biz, ölüm döşeğinde Amr b. el-As'ın yanında bulunuyorduk. Uzunca ağladı... deyip hadisi nakletti. Sözü geçen bu hadiste şunlar da yer almaktadır: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bilmezmisin ki İslâm kendisinden öncekileri yıkar, hicret de kendisinden öncekileri yıkar, hac da kendisinden öncekileri yıkar... " Müslim, Îman 192; Müsned, IV, 199.

İbnü'l-Arabî der ki: Bu, şanı yüce Allah'ın, insanlara lütfedip ihsan buyurduğu bir rahmettir. Çünkü kâfirler küfrü, çeşitli cürümleri işliyorlar, masiyet ve günahları irtikâb ediyorlar. Eğer bu onların sorgulanmalarını gerektirecek olsaydı (tevbelerine rağmen)ebediyen tevbe etmezler ve hiçbir şekilde mağfirete dahil olamazlardı. Yüce Allah, yoluna dönmeleri halinde onların tevbelerini kolaylaştırmakta ve İslâm'a girmeleri sayesinde onlara mağfiretini bol bol ihsan etmekte, geçmişte yaptıklarını yıkıp yok etmektedir. Tâ ki bu onların dine girmelerine bir sebep teşkil etsin, müslümanların söyledikleri sözü kabul etmelerine teşvik edici olsun. Eğer onlar herhangi bir şekilde sorgulanacaklarını görecek olsalar, hiçbir zaman ne tevbe ederler, ne de İslâm'a girerler.

Müslim'in Sahihinde şöyle denilmektedir: Sizden öncekilerden birisi doksan dokuz kişi öldürmüş idi. Daha sonra tevbe etmesinin mümkün olup olmadığını sordu. Âbid birisinin yanına vardı, ona, tevbesinin mümkün olup olmadığını sordu. Hayır, senin tevben kabul olunamaz deyince, onu da öldürdü, böylelikle öldürdüğü kimselerin sayısı yüze tamamlamış oldu.,. Hadisin geri kaîan kısmı oradadır. Müslim, Tevbe 46; Buhârî, Enbiyâ 54.

Şimdi âbidin şu sözüne bakınız: Hayır senin tevben kabul olmaz Artık tevbesinin kabulünden ümidini kesmesine sebep teşkil edince, âbidi öldürdü. İşte bu, rahmetten ümit kesenin bir davranışıdır. O bakımdan nefret ettirmek, insanlar için ifsad edicidir. Kolaylaştırmak onlar için bir maslahattır.

İbn Abbâs (radıyallahü anh)'dan rivâyet olunduğuna göre ona, adam öldürmemiş bir kişi gelip de katilin tevbesi kabul olur mu diye sorarsa, hayır tevbesi kabul olunmaz, diyerek onu korkutmaya ve bu işten sakındırmaya çalışıyordu. Buna karşılık birisini öldürmüş bir kişi yanına gelip de katil kimsenin tevbesi kabul olur mu diye soracak olursa, ona kolaylık sağlamak ve onu ısındırmak için: Tevben kabul olunur derdi. Bu husus daha önceden geçmişti.

3. İslâm'a Giren Bir Kâfirin Kâfirken Yaptığı Tasarrufların Hükmü:

İbnü'l-Kasım ve İbn Vehb, Mâlikten, müşrik iken hanımını boşadıktan sonra İslâm'a giren kimsenin bu boşamasının hükümsüz olduğunu ifade ettiğini nakletmişlerdir. Aynı şekilde yemin edip yemininde durmayan ve sonra da İslâm'a girenin de bundan dolayı keftarette bulunması sözkonusu değildir. İşte bu gibi hususları yerine getirmesi gereken kimsenin günahı bağışlanır. Ama, bir müslümana iftira ettikten, yahut hırsızlık yaptıktan sonra İslâm'a girecek olsa, iftira ve hırsızlığı dolayısıyla ona had uygulanır. Şayet zina edip sonra İslâm'a girse, yahut müslüman bir kadına zorla tecavüz ettikten sonra İslâm'a girse, haddi sakıt olur.

Eşheb, Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet eder: Yüce Allah'ın önem verdiği İslâm'dan önce işlenen mal, kan veya benzeri herhangi bir hakka dair olandır. İbnü'l-Arabî der ki: İşte doğru olan da budur. Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi, yüce Allah'ın:

"Sen, o kâfirlere de ki: Eğer vazgeçerlerse, onlara geçmiş mağfiret olunur" âyeti ile, Hazret-i Peygamber'in: "İslâm kendisinden önceki şeyleri yıkar" âyeti ve buna dair açıkladığımız kolaylaştırma ve nefret ettirmeme hikmetleri bunun gerekçesidir.

Derim ki: Harbî olan kâfirin, kâfir iken ve daru'l-harpte yaptıklarının (cezasının) kaldırılacağı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Ama, bizim yurdumuza (dar-ı İslâm'a) eman ile girip müslüman bir kimseye iftirada bulunacak olursa, ona had uygulanır. Hırsızlık yapıp çalarsa, eli kesilir. Zımmi bir kimse de aynı şekilde iftirada bulunacak olursa, had olarak ona seksen sopa vurulur. Hırsızlık yaparsa eli kesilir, öldürürse, öldürülür. İslâm'a girmek İbnü’l-Kasım ve başkalarının rivâyetine göre- kâfir iken ahdi bozduğundan dolayı onun hiçbir cezasını kaldırmaz.

İbnü'l-Münzir der ki: Hıristiyan iken zina edip de müslümanların kabul ettiği şekilde hakkında şahidlik edilir de sonra İslâm'a giren hıristiyanın hükmü hususunda fukahânın farklı görüşleri vardır. Şâfiî'den, Irak'ta iken, rivâyet olunduğuna göre böyle bir hıristiyana had da uygulanmaz, sürgüne de gönderilmez. Çünkü, yüce Allah:

"Sen o kâfirlere deki: Eğer vazgeçerlerse, onlara geçmiş mağfitet olunur" diye buyurmaktadır.

İbnü'l-Münzir der ki: Bu, Mâlik'ten gelen rivâyete de uygun düşmektedir. Ebû Sevr de şöyle demektedir: Müslümanken, kâfir olduğu dönemde zina etmiş olduğunu ikrar edecek olursa, ona had uygulanır. el-Kûfî'den ise ona had uygulanmayacağı dediği nakledilmiştir.

4. Tekrar İslâm'a Giren Mürted'in İrtidat Halindeki Tasarruflarının Hükmü:

Mürted, İslâm'a girecek olursa, eğer bir takım namazları geçmiş, bir takım cinayetler işlemiş, bir takım mallar telef etmiş ise, denildiğine göre böyle birisinin hükmü, aslî kâfirin müslüman olması halindeki hükmü ile aynıdır. Mürtedken yapmış olduğu suçlardan herhangi birisi dolayısıyla sorumlu tutulmaz. Şâfiî, bu husustaki iki görüşünden birisinde şöyle der: İster Allah'ın, ister insanların bütün hakları ondan İstenir. Buna delil de, insanların haklarını ödemek zorunda olduğudur. O halde Allah'ın haklarını da yerine getirmesi icabeder.

Ebû Hanîfe der ki: Allah'a ait olan haklar sakıt olur, fakat insanlara ait olan haklar sakıt olmaz.

İbnü'l-Arabî der ki: Bizim mezhebimizin (Mâliki) ilim adamlarının görüşü de budur. Çünkü, yüce Allah kendi hakkından müstağnidir. Ona ihtiyacı yoktur. İnsanın ise hakkına ihtiyacı vardır. Nitekim çocuk, şanı yüce Allah'ın haklarını yerine getirmesi gerekli olmadığı halde insanların haklarını yerine getirmekte yükümlüdür. Yine bizim ilim adamlarımız derler ki: Yüce Allah'ın:

"Sen, o kâfirlere de ki: Eğer vazgeçerlerse onlara geçmiş mağfiret olunur" âyeti, yüce Allah'ın bütün hakları hakkında umumîdir.

5. Müslümanlarla Savaşa Geri Dönmenin Cezası:

Yüce Allah'ın:

"Eğer yine dönerlerse" âyeti ile Savaşa dönmeleri kastedilmektedir. Çünkü Döndü fiilî, mutlak olarak kullanılacak olur ise, İnsanın bırakmış olduğu önceki haline tekrar geri dönüşünü ihtiva eder. İbn Atiyye der ki: Bu âyet-i kerimede sözü geçen kâfirlerin zikrettiğimiz hallerine benzer olarak Savaşa dönmekten başka bir hallerini bulamamaktayız. Bu dönüşün küfür diye te'vil edilmesi mümkün değildir. Çünkü onlar zaten küfürden ayrılmış değillerdir. Bizim "dönmek" hakkında mutlak olarak kullanıldığı takdirde bu şekilde açıklama yapmamız, şundan dolayıdır: Bu kelime Arapçada nıübteda ve haberin başına da getirilebilir. O takdirde bu; "Oldu ve bitti" anlamını verir. Nitekim "Zeyd hükümdar oldu," denilmek istenir. Şair Umeyye b. Ebi's-Salt'ın şu beyiti de bu kabildendir:

"Bu üstün özellikler iki süt kabı değildir.

Su katılıp da daha sonra sidiklere dönüşmüş."

Bu beyitte kullanılan fiil, bundan Önce sözkonusu edilen bir duruma dönüşü ihtiva etmemektedir. O bakımdan bu fiil, haberi ile kayıtlıdır ve bundan başka türlü anlama gelmesi mümkün değildir. O halde bu fiilin anlamı, sonradan oldu, meydana geldi, şeklindedir.

Yüce Allah'ın:

"Öncekilerin sünneti muhakkak devam etmiş olur" âyeti geçmiş dönemlerde Allah'ın azâbı ile helâk edilmiş ümmetler örnek gösterilerek tehdidi ihtiva etmektedir.

39

Hiçbir fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla Savaşın. Eğer vazgeçerlerse, muhakkak Allah ne yaptıklarını iyice görmektedir.

40

Ve eğer yüz çevirirlerse, bilin ki Allah sizin mevlânızdır. O ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır!

Yüce Allah'ın:

"Hiçbir fitne kalmayıncaya kadar...onlarla Savaşınız" âyetinde sözü geçen

"fitne" küfür anlamındadır. Âyetin diğer bölümlerinin de anlamı ve lâfızlarına dair açıklamalar el-Bakara Sûresi'nde (2/193. âyette) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah'a hamd olsun.

41

Eğer Allah'a, Furkan günü olan iki ordunun birbirleriyle karşılaştıkları günde kulumuza indirdiğimize İnanmışsaniz, bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyhi beşte biri Allah'a, Rasûlüne, yalanlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir. Allah herşeye gücü yetendir.

Yüce Allah'ın:

"Eğer Allah'a... inanmışsanız bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi birşeyin beşte biri Allah'a, Rasûlüne, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı yirmi altı başlık Görüleceği gibi başlıklar yirmialtı değil, yirmibeştir. halinde ele alacağız:

1. Ganimet ve Fey':

Yüce Allah'ın:

"Bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin..."

âyetinde geçen ganimet, sözlükte kişinin ya da topluluğun bir çaba göstererek elde ettiği şey demektir. Şairin şu beyiti bu kabildendir:

"Uzak diyarlarda o kadar çok dolaşıp durdum ki sonunda

Ganimet diye geri dönmeye razı oldum."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Ganimet alınan günde ganimetten nasibi olan, nereye yönelirse yönelsin mutlaka onu alır,

Mahrum kalan da her halükârda mahrumdur."

"Mağnem" de "ganimet" ile aynı anlamdadır. "Kavim ganimet aldı, ganimet almak," denilir.

Şunu bil ki, yüce Allah'ın;

"Ganimet olarak aldığınız herhangi bir şey" âyetinde kast edilenin, müslümanların galip gelmek ve baskın suretiyle ele geçirdikleri, kâfirlerin malı olduğu üzerinde ittifak vardır. Ancak, sözlük anlamı, önceden de açıklamış olduğumuz üzere, böyle bir özel anlam ifade etmesini gerektirmemektedir. Ancak şer'i Örf, bu türden olan mal ile kayıtlamıştır. Şeriat, kâfirlerden bize ulaşan mallara iki isim vermektedir: Ganimet ve Fey’. Müslümanların çalışıp çabalayarak, at ve deve sürerek düşmanlarından elde ettikleri mala ganimet denilir. Bu isim, bu anlamdan ayrılmaz bir şekilde kullanılmaya devam etti ve nihayet bu bir örf oldu.

Fey' ise, dönmek anlamında olup den alınmıştır. Bu da Savaşsız, at ve deve sürmeksizin müslümanların eline geçen her türlü maldır. Arazilerden alınan haraç, başlardan alınan cizye ve ganimetlerin beştebiri İşte Süfyan es Sevrî ve Atâ b. es-Saib de buna benzer bir görüş ifade etmişlerdir. Bir diğer görüşe göre de ganimet ile fey' aynı şeylerdir. Her ikisinde de (beytül-malın payı olarak) beşte bir vardır. Bu görüş de Katade tarafından ifade edilmiştir. Bir diğer görüşe göre fey’, bir zorlama ve baskı olmaksızın müslümanların ellerine geçen her türlü mala denilir. Anlamlar birbirine yakındır.

2. Bu Âyeti Kerîme İle Sûrenin Başındaki Ganimet Âyeti:

Cumhûrun görüşüne göre bu âyet-i kerîme birincisini nesh etmektedir. İbn Abdi’l-berr ise, bu âyet-i kerîmenin, yüce Allah'ın:

"Sana enfâli soruyorlar" (el-Enfâl, 8/1) âyetinden sonra indiği, ganimetin beşte dördünü ileride açıklanacağı şekilde ganimet alanlar arasında paylaştırılacağı ve yüce Allah'ın:

"Sana enfâli soruyorlar" (el-Enfâl, 8/1.) âyetinin, sûrenin baş taraflarında geçtiği üzere- Bedir'e katılanların Bedir'de alınan ganimetler hususunda anlaşmazlıkları üzerine indiği hususunda icma olduğunu iddia etmiştir.

Derim ki: İbn Abdi’l-Berr’in bu söylediklerinin doğruluğuna delil teşkil eden hususlardan birisi de İsmail b. İshak'ın zikrettiğidir. İbn İshâk dedi ki: Bize Muhammed b. Kesir anlattı, dedi ki: Bize Süfyan anlattı, dedi ki: Bana Muhammed b. es-Saib anlattı, o, Ebû Salih'ten, o, İbn Abbâs'tan dedi ki; Bedir günü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her kim bir kişi öldürürse ona şu vardır, her kim bir kimseyi ashâb alırsa ona da şu vardır..." O gün ashâb yetmiş kişi öldürmüş, yetmiş kişi de ashâb almışlardı. Ebû'l-Yesar b. Amr iki ashâb getirdi. Ey Allah'ın Rasulü dedi, sen bize kim birisini öldürürse ona şu vardır, dedin. Ben de iki kişiyi ashâb alıp getirdim,

Sa'd ayağa kalkıp şöyle dedi: Bizi fazla ecir almaktan alıkoyan olmadığı gibi düşmandan da korkumuz olmadı. Ancak biz, müşriklerin bize dönüp saldırmaları korkusuyla bu şekilde davrandık, yerimizden ayrılmadık. Eğer sen bunlara (bu şekilde) verecek olursan, diğer ashâbına herhangi birşey kalmayacaktır. (İbn Abbâs devamla) dedi ki: Bunlar da birşeyler söylemeye, berikiler de birşeyler söylemeye koyuldular. Bunun üzerine:

"Sana enfâli soruyorlar. De ki: Enfal Allah'ın ve Rasûlünündür. O halde Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin..."(el-Enfâl, 8/1) âyeti nâzil oldu. Böylelikle ganimeti Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a teslim ettiler. Daha sonra da "...bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi birşeyin beşte biri Allah'a...aittir" âyeti nâzil oldu. Ebû. Dâvûd, Cihad 144-145 (yakın ifadelerle).

Bu âyetin mensuh olmayıp muhkem olduğu, ganimetin de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) 'a ait olup, ganimeti ele geçiren gaziler arasında paylaştırılmayacağı ve ondan sonra gelen İmâmların (islâm devlet başkanlarının) da aynı durumda oldukları da söylenmiştir. el-Mazeri, bunu mezhebimize mensub birçok ilim adamından böylece nakletmiş ve İmâmın ganimeti gazilere vermemek imkânına sahip olduklarını ifade etmişlerdir. Bunlar da Mekke'nin fethi ve Huneyn'de cereyan eden olayları delil gösterirler. Ebû Ubeyd de şöyle derdi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi kılıç zoruyla (anveten) fethetti, buna karşılık Mekke'lilere lütufta bulunup onları ashâb almadı, Mekke'yi sahiplerine geri iade ederek orayı paylaştırmadı. Ve Mekke'yi fatihlere rey' (ganimet) kılmadı. Bazı âlimler de Hazret-i Peygamber'den sonra gelen İmâmların (islâm devlet başkanları) için böyle bir uygulamada bulunmasının câiz olduğu görüşündedir.

Derim ki: Buna göre yüce Allah'ın:

"Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri..." âyeti, İmâma (beytülmale) ait beşte dördün,onun tasarrufunda bulunup dilerse bu beşte dördü alıkoyabileceği, dilerse de ganimet alanlar arasında paylaştırabileceği şeklinde anlaşılmalıdır. Ancak, sözünü ettiğimiz hususlar dolayısıyla bu görüşün ilmî hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü şanı yüce Allah, ganimeti ganimet alan (gazi)lere izafe ederek: "...bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi birşey..." diye buyurmakta, daha sonra da beşte birinin, Kitab-ı keriminde sözünü ettiği kimselere muayyen olarak dağıtılacağını zikretmekte, geri kafan beşte dördün paylaştırılması hususunu sözkonusu etmemektedir. Tıpkı yüce Allah'ın:

"Anne-babası ona mirasçı olursa, üçte biri annesinindir" (en-Nisa, 4/11) âyetinde üçte ikiyi söz konusu etmeyip, ittifakla malın üçte ikisinin babasına ait olacağının kabul edilmesi gibidir. İşte, beşte dördün de ganimet alanlara verileceği icma ile kabul edilmiştir. İbn el-Münzir, İbn Abdi’l-Berr, ed-Davudî ve yine el-Mazeri, Kâdı Iyâd ve İbnü’l-Arabi'nin zikrettiklerine göre bu böyledir.

Bu anlamda gelmiş haberler birbirini desteklemektedir. Bunların bir bölümü de ileride gelecektir. Bu durumda yüce Allah'ın:

"Sana enfâli soruyorlar"(el-Enfâl, 8/1) âyeti, İmâmın, ganimetin paylaştırmasından önce uygun göreceği maslahata göre dilediği kimselere nafile olarak vereceği şeyler hakkında demek olur.

Atâ ve el-Hasen derler ki: Bu âyet-i kerîme, müşriklerden müslümanların eline istisnai olarak geçen köle, cariye, binek gibi şeyler hakkında özel bir hüküm ihtiva etmektedir. Bu gibi şeyler hakkında İmâm istediği şekilde hüküm verebilir.

Âyet-i kerîme ile kastedilenlerin seriyyeler, yani seriyyelerde alınan ganimetler olduğu da söylenmiştir. İmâm dilerse bu ganimetleri beşte bir ve beşte dört diye taksim eder, dilerse bunların hepsini (seriyye'ye katılanlara) nafile olarak dağıtır. İbrahim en-Nehaî de, bir seriyye gönderip de ganimet elde eden küçük birlikler hakkında şunları söylemektedir: İmâm dilerse alınan bütün ganimetleri nafile olarak (gazilere) dağıtır, dilerse de beşte dördünü beytülmale (alır), geri kalanını gaziler arasında paylaştırır. Ebû Ömer bu görüşü Mekhûl ve Atâ'dan da nakletmîştir. Ali b. Sabit dedi ki: Ben, Mekhul ve Atâ'ya ele geçirdikleri ganimetleri kendilerine nafile olarak (tamamiyle.) veren, İmâmın durumunu sordum, böyle bir yetkileri vardır, dedi(ler). Ebû Ömer der ki; Bu görüşü kabul eden, şanı yüce Allah'ın:

"Sana enfali soruyorlar. De ki: Enfâl, Allah'ın ve Rasûlünündür" (el-Enfâl, 8/1) âyetini, bu peygambere ait olup, o bunu dilediği gibi dağıtır, tasarruf eder diye yorumlar ve bu âyet-i kerimenin yüce Allah'ın:

"...bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri... aittir" âyeti ile nesh edilmemiş olduğu görüşündedirler. "el-Kabes, fi Şerhi Muvatta’'-i Mâlik İbn Enes" adlı eserimizde açıklamış olduğumuz bundan başka görüşler de ileri sürülmüştür.

Bildiğim kadarıyla da yüce Allah'ın:

"Sana enfâli soruyorlar" (el-Enfâl, 8/1) âyetini Onun: "...bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a... aittir" âyetini nesh ettiğini herhangi bir ilim adamı ileri sürmemiştir. Aksine Cumhûr, bizim belirttiğimiz gibi yüce Allah'ın:

"...ganimet olarak aldığınız herhangi bir şey..." âyetinin nesh edici olduğu görüşündedirler. Bunlar aleyhine, yüce Allah'ın Kitabını tahrif ve tebdil ettiklerini düşünmek mümkün değildir.

Mekke'nin fethedilmesine gelince; ilim adamlarının Mekke'nin fethi hususundaki farklı görüşleri dolayısıyla bunun delil olabilecek bir taraff yoktur. Nitekim Ebû Ubeyd şöyle demiştir: Şu iki cihetten dolayı herhangi bir şehrin Mekke'ye benzediğini bilmiyoruz: Birincisi, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, yüce Allah, kendisinden başka hiçbir kimseye vermediği bir şekilde enfâli ve ganimetleri özel olarak tahsis etmişti. Çünkü yüce Allah'ın:

"Sana enfâli soruyorlar..." (el-Enfâl, 8/1) âyeti bunu gerektirmektedir. Burada bunun özel olarak ona verilmiş olduğunu görüyoruz. Diğer husus ise, şanı yüce Allah başka hiçbir şehre ait bulunmayan özel hükümler koymuştur.

Huneyn vakasına gelince, Ensar'ın: Ganimetleri Kureyş'e dağıtıyor, bizi de kanlarının damladığı kılıçlarımızla başbaşa bırakıyor demeleri üzerine ganimetler yerine şu sözleriyle başka bir ihsana nail olduklarını ifade etmiştir: "İnsanların dünyalık ile dönerken, siz evlerinize Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte dönmeye razı olmaz mısınız?" Bu hadisi Müslim ve başkaları rivâyet etmiştir. Buhârî, Menâkıbu'l-Ensar 1, Meğazî 56; Müslim, Zekât 133-135; Tirmizî, Menâkıb 65; Müsned, III, 57, 76 77, 89, 169, 188, 246, 249, 275, 280, IV, 42.

Böyle bir sözü ise ondan başka hiçbir kimse söylemek yetkisine sahip değildir. Bununla birlikte bizim İlim adamlarımızdan bazılarının da söyledikleri gibi bu gibi uygulamalar ona hastır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

3. Ganimetlerin Genelinden İstisnâ Edilen Şeyler:

Seleb ve Fethedilen Topraklar:

Yüce Allah'ın:

"...bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi birşey..."

âyetinin umumî olmadığı ve bunu hususileştiren bir takım durumların sözkonusu olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. İcma ile tahsis ettikleri hususların bazısı şu sözlerle ifade edilmiştir: Eğer İmâm böyle bir şey ilan edecek olursa, öldürülenin selebi (üzerindeki silah ve teçhizat) onu öldürene aittir. Ashâb alınanların durumu da böyledir. Bu hususta -ileride açıklanacağı üzere- İmâmın istediği görüşü seçebileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Yine arazi de bu ganimeti tahsis eden hususlardandır.

Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Ganimet olarak ele geçirdiğiniz altın, gümüş, sair mal, eşya ve ashâb aldığınız kadın ve çocukların beşte biri... Toprak bu âyetin umumu kapsamına girmemektedir. Çünkü Ebû Dâvûd, Ömer b. el-Hattâb'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Eğer sonradan gelecek olan insanlar olmasaydı, hangi kasabayı feth edersem mutlaka onu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hayber'i paylaştırdığı gibi paylaştmrdım." Buhârî, Fardu'l-Hıuns 9, Hars 14: Ebû Dâvûd, Hane 23-24.

Bu görüşün doğruluğunu ortaya koyan hususlardan birisi de Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın söylediği rivâyet edilen ve Sahihte yer alan şu âyet da vardır: "Irak, Kafizini ve Dirhemini engelledi. Şam da Muddunu ve Dinarım engelledi... " Müslim, Fiten 33; Ebû Dâvûd, Hnrâc 29; Müsned, II, 262.

Tahavi der ki: Buradaki "engelledi", engelliyecektir demektir. İşte bu da buranın ganimet alanlara ait olmayacağına delildir. Zira, ganimet sahiplerinin mülk edindikleri herhangi bir şeyde (devletin tahsil edeceği) ne bir kafîz, ne de dirhem sözkonusudur. Eğer toprak paylaştırılacak olsa, ganimet alanlardan sonra geleceklere herhangi birşey kalmazdı. Yüce Allah ise: "(Bu alınan fey') fakir muhacirler içindir" (el-Haşr, 59/7) âyetine atfederek:

"Onlardan sonra gelenler de..." (el-Haşr, 59/10) diye buyurmaktadır. (Tahavı devamla) der ki: Ancak bir yerden bir başka yere taşınabilen şeyler pay edilir.

Şâfiî de der ki: Daru’l-harp ahalisinden elde edilen ganimetlerden, az olsun çok olsun ev, toprak, eşya, ya da başka birşey olsun hep pay edilirler.

Bundan tek istisna, baliğ olmuş erkeklerdir, tamam, bunlar hakkında onları karşılıksız serbest bırakmak, öldürmek, ya da ashâb almak yollarından birisini seçmekte muhayyerdir. Onlardan alınan mallar ile ashâb edilen kadın ve çocuklar (sebi') ise ganimet gibi uygulamaya tabı tutulur.

Şâfiî bu görüşüne âyetin ifade ettiği umumî manayı delil göstermekte ve şöyle demektedir: Toprak da kaçınılmaz olarak ganimet alınan birşeydir, O halde toprağın da sair ganimetler gibi alınması gerekir. Nitekim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da Hayber'den kılıç zoruyla (anveten) fethettiği yerleri paylaştırmıştır. (Bu görüşü benimseyenler) derler ki: Eğer toprağın özel bir hükme sahip olduğu iddiası mümkün kabul edilecek olursa, toprağın dışındaki şeyler hakkında da aynı iddiada bulunmak mümkün olur. Böylelikle âyetin hükmü de ortadan kalkar. Haşr Sûresi'ndeki âyet-i kerimenin bu konuda detîl olacak bir tarafı yoktur. Çünkü o âyet-i kerîme fey' hakkındadır, ganimet hakkında değildir. Yüce Allah'ın:

"Onlardan sonra gelenler" âyeti ise, kendilerinden önce geçen mü’minlere duaya dair yeni bir ifadedir, başka bir manası yoktur.

(Bu görüşün sahipleri) derler ki: Hazret-i Ömer'in toprağı vakfa dönüştürmesi şu iki ihtimalden birisine bağlıdır: Ya o toprak ganimet olarak ele alınanlarca gönül hoşluğu ile verilmiştir, böylelikle bu uygulama helal olmuş, o da buna binaen vakfetmiştir. Nitekim Cerîr de Hazret-i Ömer'in orayı ganimet alan sahiplerinin gönüllerini hoş ettiğini rivâyet etmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hevazinlilerden ashâb alınan kadın ve çocuklar hakkında da bu uygulamayı yapmıştır. Hevazinliler kendisine geldiklerinde, ashâbını elinde bulunanlar gönül hoşluğu ile serbest bırakmalan için razı etti. Yahut da Hazret-i Ömer'in vakfettiği topraklar fey' olabilir, dolayısıyla bu durumda herhangi bir kimseyi razı etmeye de ihtiyaç yoktur.

Kûfeliler ise, İmâmı, fethedilen arazîyi paylaştırmak ile onu sahiplerinin elinde bırakıp araziden haraç alınmasını tesbit etmesi ve böylelikle de bu arazinin sahiplerinin sulh arazisi gibi mülk haline dönüşmesini seçmekte muhayyer olduğu görüşündedirler. Hocamız Ebû'l-Abbas -Allah ondan razı olsun- der ki: Bu görüş sanki iki delili bir arada telif eden ve iki görüş arasında orta yolu izleyen bir görüşe benzemektedir. İşte Ömer (radıyallahü anh)'ın kat'i olarak kavradığı, anladığı da budur. Bundan dolayı o: "Eğer sonradan gelecek insanlar olmasaydı..." diyerek, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu uygulamasının nesh edildiğini, yahut da bu âyetlerle onun uygulamasının tahsis edildiğini haber vermemiştir. Şu kadar var ki, Kûfeliler Hazret-i Ömer'in yaptıklarından fazla birşeyler ortaya koymuşlardır. Hazret-i Ömer sadece araziyi müslümanların menfaatlerine olacak şekilde vakfettiği halde, sulh ehline orayı mülk olarak vermemiştir. Ancak, İmâm dilerse o araziyi sulh ehline mülk olarak verebilir, diyenler onlardır.

4. Maktulün Selebi Ne Zaman Onu Öldüren Gazinin Hakkı Olur:

Mâlik, Ebû Hanîfe ve es-Sevrî, selebin katile ait olmadığı, onun ganimet hükmünde olduğu görüşündedirler. Ancak emir (kumandan): Kim birisini öldürürse selebi de ona ait olur diyecek olursa, o vakit katil, öldürdüğü kimse üzerindeki selebi (silah, binek ve sair teçhizatı) alabilir.

el-Leys, el-Evzaî, Şâfiî, İshâk, Ebû Sevr, Ebû Ubeyd, Taberî ve İbnü’l-Munzir derler ki: Durum ne olursa olsun, İmâm ister böyle birşey söylemiş olsun, ister söylememiş olsun, seleb öldürene aittir. Ancak Şâfiî -Allah ondan razı olsun- şöyle demektedir: Seleb, ancak öldürenin, üzerine gelen bir kimseyi öldürmesi halinde öldürene ait olur. Eğer öldürdüğü kişiyi kendisini bırakıp kaçarken öldürmüşse, selebi onun olmaz.

Şâfiî mezhebi mensublarından Ebû'l-Abbas b. Sureye der ki: "Her kim birisini öldürürse setebi ona aittir" Buhârî, Fardu'l-Hums 18, Meğâzî 54; Müslim, Cihâd 41; Ebû Dâvûd, Cihad 136; Tirmizî, Siyer 13; İbn Mâce, Cihad 29; Muvatta’'', Cihâd 18; Müsned, V, 12, 295, 306. Ancak İbn Mâce ile Müsned, V, 12'deki rivâyetlerin dışındakilerde; "...ve bunu dair bir de delil ortaya koyarsa..." kaydı da yer almaktadır. hadisi lâfzından anlaşılan umum anlamı üzere değildir. Çünkü ilim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Kim bir ashâb yahut bir kadın yada yaşlı birisini Öldürecek olursa, bunlardan herhangi birisinin selebi kendisinin olmaz. Aynı şekilde yaralanmış birisinin işini bitirenin, yahut elleri ya da ayakları kesilmiş birisini öldürenin durumu da böyledir. Geri kaçarken kendisini koruyamayan ve meydandan kaçan kişinin durumu da böyledir. Böyle bir kimse, elleri kolları bağlanmış kişi durumundadır. İşte Hadîs-i şerîften, öldürülmesinin, farklı bir anlamı olan yada öldürülmesinde fazilet bulunan bir husus dolayısıyla birisinin öldürülmesi halinde (selebin öldürene ait olduğunun) sözkonusu olduğu anlaşılmaktadır. Bu da kişinin üzerine gelmekte olan birisini öldürmesi halidir. Zira böyle bir Öldürme önemli bir yardım ve destektir. Ağır bir şekilde yaralanmış olanın işini bitirmek ise böyle değildir.

Taberî der ki; Seleb, katilin hakkıdır. Eğer meydan Savaşında olursa, ister onu üzerine gelirken, ister arkasını dönmüşken, isterse kaçarken, isterse teke tek çarpışırken öldürmüş olsun farketmez. Ancak, Abdurrezzak ile Muhammed b. Bekr'in İbn Cüreyc'den naklettikleri şu rivâyet bu görüşü reddetmektedir. İbn Cüreyc der ki: Ben, İbn Ömer'in azadlısı Nafi'i şöyle derken dinledim: Biz, müslümanlarla kâfirler birbirleriyle karşılaşacak olup da müslüman bir kimse kâfirlerden bir kişi öldürecek olursa, onun selebi müslümana aittir sözünü işitip duruyorduk. Ancak, Savaşın kızışma hali bundan müstesnadır. Çünkü böyle bir durumda kimin kimi öldürdüğü bilinemez. İşte bu rivâyetin zahiri Taberî’nin görüşünü reddetmektedir. Çünkü bu rivâyette selebin öldürene verilebilmesi için bunun özellikle meydandaki çarpışmada olmasını şart koşmaktadır. Ebû Sevr ve İbnü'l-Münzir derler ki: Seleb, ister karşılıklı meydan çarpışmasında olsun ister olmasın, ister üzerine gelirken olsun, ister geri dönerken, kaçarken, isterse de şiddetle üzerine giderken bütün hallerde öldürene aittir. Çünkü Hazret-i Peygamberin: "Kim birisini öldürürse selebi ona aittir" şeklindeki âyetinin umumî ifadesi bunu gerektirir.

Derim ki: Müslim, Seleme b. el-Ekva'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Hevazinlilere gazvede bulunduk. Bizler kuşluk vakti Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yemek yerken kırmızı bir deve üzerinde bir adam geldi, devesini çöktürdü. Sonra da eğerinin arka tarafındaki torbasından deriden bir ip çıkartarak onunla bağladı. Daha sonra yemek yiyenlerle birlikte oturup yemek yemeye koyuldu, etrafına bakmaya başladı. Bizim zayıf, develerimizin de çelimsiz olduğunu, kimimizin de piyade olduğunu gördü. Bir kişi yola çıktı mı çabucak giderdi. Bunun üzerine adam devesine gidip onun bağını çözdü, sonra devesini çöktürdü, üzerine kurulduktan sonra devesini harekete geçirdi. Deve hızlıca yürümeye koyuldu. Bu sefer bir başka adam siyaha yakın bir dişi deve üzerinde arkasından gitti. Seleme dedi ki: Ben de hızlıca dışarı çıktım. Nihayet dişi devenin baldırının yanına vardım, sonra yine ileri geçtim ve nihayet devenin baldırının yanına vardım. Bir daha ileri geçtim ve o kaçan devenin yularını yakalayarak onu çöktürdüm. Deve dizlerini yere koyunca kılıcımı çekip o adamın kafasını vurdum. Kafası da yere düştü. Sonra da devenin üzerinde yükü ve adamın silahı bulunduğu halde deveyi yularından çekip getirdim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve beraberindekiler beni karşılayarak: "Adamı kim öldürdü" diye sordu, onlar: İbnü'l-Ekva öldürdü dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: "Bütün selebi de onundur" diye buyurdu. Müslim, Cihad 45; Ebû Dâvûd, Cihad 100.

İşte görüldüğü gibi Seleme, adamı üzerine gelirken değil, kaçarken öldürdüğü halde Hazret-i Peygamber ona adamın selebini vermiş bulunmaktadır. Ayrıca bu Hadîs-i şerîfte Mâlik'in şu görüşünün lehine bir delil vardır: Selebe, öldüren ancak İmâmın İzniyle hak kazanır. Zira bizatihi öldürmesi sebebiyle bu selebin ona verilmesi vacib olsaydı, ayrıca bu sözünü tekrarlamasına gerek kalmazdı, Yine İmâm Mâlik'in delillerinden birisi de Ebû Bekr b. Ebi Şeybe'nin zikrettiği şu rivâyettir: Dedi ki: Bize Ebû'l-Ahvas anlattı, o, el-Esved b. Kays'dan, o, Bişr b. Alkame'den dedi ki: Kadisiye günü bir kişi ile teke tek çarpıştım. Onu öldürdüm ve selebini aldım. Bunun üzerine (kumandan olan) Sa'd (b. Ebi Vakkas)ın yanına vardım. Sa'd arkadaşlarına bir konuşma yaptıktan sonra şöyle dedi: İşte bu Bişr b. Alkame'nin ele geçirdiği selebidir. Bu, onikibin dirhemden daha hayırlıdır. Ve biz bunu ona nafile olarak verdik.

Eğer seleb, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vermiş olduğu hüküm gereği öldürenin hakkı olsaydı, ayrıca bu konuda meseleyi ictihİsimleriyla kendilerine izafe etmelerine gerek kalmazdı ve öldüren de onların emirlerine gerek olmaksızın o selebi alacaktı. Doğrusunu bilen Allah'tır.

Sahih'te de Muâz b. Amr b. el-Cemûh ile Muâz b. Afra'nın, Ebû Cehil'i öldürünceye kadar kılıçlarıyla darbeler indirdikleri bildirilmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gittikleri vakit, O: "Onu hanginiz öldürdü?" diye sorunca, onların herbirisi: Onu ben öldürdüm, dedi. Hazret-i Peygamber her İki kılıca da baktı ve: "İkiniz de onu öldürdünüz" diye buyurdu ve selebinin Muâz b. Amr b. el-Cemûh'a verilmesine hükmetti. Buhârî, Fardu'l-Hums 18; Müslim, Cihad 42; Müsned, I, 193.

İşte bu, selebin öldürenin hakkı olmadığının açık bir delilidir. Zira seleb öldürene ait olsaydı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) o selebi iki Muâz arasında paylaştıracaktı. Yine Sahih'te Avf b. Mâlik'ten şöyle dediği nakledilmektedir: Ben, Mute gazvesinde Zeyd b. Harise ile Savaşa çıkanlarla çıktım. Yemen'den gelen yardımcı kuvvetler arasından bir yardımcı da benimle birlikte yola çıktı... diyerek hadisi zikretti. Bu hadiste şunlar da yer almaktadır: Avf dedi ki: Ey Halid, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın selebin öldürene ait olduğu hükmünü verdiğini bilmiyor musun? O, evet; fakat ben bunun çok olduğunu gördüm, dedi. Müslim, Cihâd 44.

Bu hadisi Ebû Bekr el-Berkanî de Müslim'in rivâyet ettiği aynı sened ile rivâyet etmiş ve orada ayrıca şu açıklamayı da eklemiştir: Avf b. Mâlik dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) selebden beşte bir almıyordu. Gelen yardımcı kuvvetlerden birisi de Şam tarafındaki Mute gazvesinde onlarla birlikte idi. Karşı taraftan bir Bizanslı müslümanlar üzerine hızlıca gelmeye başladı. Kumral bir at ve altın yaldızlı bir eğer üzerinde kirlenmiş kuşaklı ve elinde altın işlemeli bir kılıç vardı. Müslümanların üzerine geliyordu. Yemen’den gelen yardımcı kuvvetlerden birisi onu güzel bir şekilde gözetlemeye koyuldu. Nihayet yanından geçince, atının bileğini kesti, o da yere düştü. Kılıcıyla tepesine dikilip onu öldürdü ve silahlarını aldı. Halid b. Velid, selebinin bir bölümünü ona verdi, bir bölümünü de alıkoydu. Avf dedi ki: Ben ona, hepsini ver, Sen Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı: "Seleb öldürene aittir" derken duymadın mı? dedim, o, evet dedi. Fakat ben bunları çok gördüm diye cevap verdi. Avf dedi ki: Birbirimize ileri geri söz söyledik. Nihayet ona: Yemin olsun, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a durumu bildireceğim, dedim.

Avf dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda bir araya gelince, Avf o durumu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a anlattı. Hazret-i Peygamber de: "Ne diye ona hepsini vermedin" diye sorunca, Halid, bana çok göründü dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: "Hadi onları o adama ver" diye buyurdu. Ben de kendisine, nasıl (Ey Halid) sana verdiğim sözü yerine getirdin mi? diye sordum. Bu sefer Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kızdı ve şöyle buyurdu: "Ey Halid, onu o kişiye verme. Siz, kumandanlarımla beni başbaşa bırakmayacak mısınız?" Ebû Dâvûd, Cihad 137; Müsned, IV, 26, 27, 28.

İşte bu, gayet açık bir şekilde öldüren kimsenin selebe, bizzat öldürmekle değil de İmâmın (devlet başkanı ya da kumandanın) görüş ve konuyu tetkiki sonucu hak kazandığına açık bir delildir.

Ahmed b. Hanbel der ki: Selebin öldürene ait olması, özellikle mübâreze (teke tek çarpışma) halinde sözkonusudur.

5. Selebden (Beytülmal'e) Beşte Bir Alınır mı:

İlim adamları, selebden beşte bir alınıp alınmayacağı hususunda farklı görüşlere sahiptir. Şâfiî der ki: Selebden beşte bir alınmaz. İshak da şöyle der: Eğer basit bir değeri varsa, öldürene aittir. Çok olursa beşte biri alınır. Nitekim Ömer b. el-Hattâb bunu el-Berâ b. Âzib'e, el-Merzuban ile teke tek çarpışıp öldürmesi üzerine uygulamıştır. Çünkü, onun kuşağının ve bileziklerinin değeri, otuz bin (dirhem) ederdi. O da bunun beşte birini aldı. Enes'in, el-Berâ b. Mâlik'ten naklettiğine göre o, müşriklerden bir kişiyi mübarezede (teke tek çarpışmada) öldürmesi dışında yüz müşrik öldürmüş idi. ez-Zare gazasına katılmaları sırasında da Zare Dihkanı (toprak ağası) çıkıp: Teke tek çarpışalım, dedi, Bunun üzerine el-Berâ karşısına çıktı. Karşılıklı olarak kılıç darbeleri oldu. Daha sonra birbirlerinin boyunlarına sarıldılar, el-Berâ onu çöktürdükten sonra göğsüne oturdu. Sonra da kılıcını alıp boğazını kesti. Onun silahını ve kuşağını alıp Hazret-i Ömer'e getirdi, Hazret-i Ömer silahı ona bağış olarak verdi. Kuşağına otuzbin (dirhem) değer biçti ve onun beşte birini alıp, bu büyükçe bir maldır, dedi.

el-Evzaî ve Mekhul derler ki: Seleb de bir ganimettir, onda da beşte bir vardır. Buna benzer bir görüş Ömer b. El Hattab'dan da rivâyet edilmiştir. Şâfiî'nin delili ise, Ebû Dâvûd'un Eşcalı, Avf b. Mâlik ile Halid b. el-Velid'den rivâyet ettiği, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Seleb öldürenindir" diye hüküm vermesi ve selebden beşte bir Ebû Dâvûd, Cihâd 138; Müsned, IV, 90, VI, 26. alınmamasıdır.

6. Seleb Öldürene Hangi Hallerde Verilir:

İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre seleb öldürene ancak onu öldürdüğüne dair delil getirmesi halinde verilir. Fukahânın çoğunluğu der ki: Ebû Katade hadisine göre tek bir şahid yeterlidir. Ya iki şahid, yahut da bir şahid ve bir yemin gerekir de denilmiştir.

el-Evzaî der ki: Sadece onu öldürdüğünü iddia etmesi ile öldürdüğünün selebi ona verilir. Selebine hak kazanmak için delil getirmesi şartı yoktur. Bununla birlikte eğer delil de getirilebilirse, aradaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak için daha uygundur. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Katade'ye öldürdüğü kimsenin selebini herhangi bir şahid ve yemin olmaksızın vermiştir. Tek bir kişinin şahidliği yeterli olmaz ve yalnızca ona bağlı kalınarak herhangi bir hüküm de verilmez de denilmiştir. el-Leys b. Sa'd bu görüştedir.

Derim ki: Hocamız Hafız el-Münzirî, eş-Şâfiî, Ebû Muhammed Abdu'l-A-zim'i şöyle derken dinledim: Hazret-i Peygamber ona (Ebû Katade'yi öldürdüğünün) selebini el-Esved b. Huzaî ile Abdullah b. Uneys'in şahidliğine dayanarak vermiştir. Buna göre bu husustaki anlaşmazlık ortadan kalkmakta, içinden çıkılamaz durum izale olunmakta ve hüküm de bu konuda diğerleriyle (şahadete dayalı meselelerle) uygun düşmektedir. Mâlikîlere gelince, onların görüşlerine göre İmâmın bu hususta herhangi bir delile gereği yoktur. Çünkü İmâm, böyle bir durumda kendiliğinden verecek olursa bu bir atiyye (bağış) dir. Eğer bunu vermek için şahidliği şart koşarsa bu hakka da sahiptir. Böyle bir şart koşmayacak olursa, şahidlik sözkonusu olmaksızın bu iddiada bulunana onu (maktulün selebini) vermesi câiz olur.

7. Selebin Mahiyeti:

İlim adamları selebin mahiyeti hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Silah ve Savaş için gerek duyulan herbir şeyin selebden sayıldığı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Üzerinde çarpışırken öldüğü atı da böyledir. Ahmed at hakkında, o selebden sayılmaz demiştir. Aynı şekilde para kesesinde yahut kuşağında dinarlar veya mücevherat, ya da buna benzer değerli eşya bulunacak olursa, bunların selebden sayılmadığı hususunda da görüş ayrılığı yoktur.

Savaş için süs eşyası olarak kullanılan şeyler hususunda, görüş ayrılıkları vardır. el-Evzaî der ki: Bütün bunlar selebdendir. Bir kesim bunların selebden olmadığını söylemiştir. Bu husus Suhnûn'dan Allah'ın rahmeti üzerine olsun- rivâyet edilmiştir. Şu kadar var ki, Suhnûn'a göre kuşak, selebden sayılır. İbn Habib el-Vazıka'da; bilezikler de selebdendir, demiştir.

8. Âyet-i Kerîme Nesh Edici Hüküm Taşıyor mu?

Yüce Allah'ın:

"Beşte biri Allah'a... aittir" âyeti ile ilgili olarak Ebû Ubeyd şöyle demektedir: Bu, şanı yüce Allah'ın, sûrenin baş taraflarında yer alan:

"De ki: Enfal, Allah'ın ve Rasulünündür" (el-Enfâl, 8/1) âyetini nesh etmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir'den alınan ganimetlerin beşte birini almamıştı. İşte bu âyet ile Hazret-i Peygamberin ganimetlerin beşte birini almama hükmünü nesh etmektedir. Şu kadar var ki, Ali (radıyallahü anh)ın Sahihi Müslim'de yer alan şu İfadesinde Hazret-i Peygamberin ganimetin beşte birini aldığı açıkça anlaşılmaktadır: "Bedir günü alınan ganimetlerden benim payıma yaşlı bir dişi deve düşmüştü. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) o günde bana beşte birden de bir yaşlı dişi deve daha vermişti..." Buhârî, Buyû’ 28, Fardu'l-Hums 1. Meğazî 12; Müslim, Eşribe 2. Eğer bu, böyle olmuş ise; Ebû Ubeyd'in görüşü reddolunur.

İbn Atiyye der ki: Hazret-i Ali'nin sözünü ettiği beşte birden kendisine verilen yaşlı dişi devenin, Bedir ile Uhud arasında cereyan eden gazvelerden birisinden verilmiş olma ihtimali vardır. Çünkü, Süleymoğulları gazvesi, Mustalıkoğulları gazvesi ile Zu Emer gazvesi ve Buhran gazveleri bu arada cereyan etmiş, bunlarda herhangi bir çarpışma olduğu da bilinmemektedir. Bununla birlikte bunlardan birtakım ganimetler alınmış olması imkânı da vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Derim ki: Ancak İbn Atiyye'nin bu açıklamasını, Hazret-i Ali'nin kullandığı "o günde" lâfzı reddetmektedir. Ancak, eğer Bedir gazvesinde beşte bir alınmamış ise, Hazret-i Ali'nin aldığı bu yaşlı dişi devenin, Abdullah b. Cahş Seriyyesinde ele geçirilen ganimetlerin beşte birinden olması ihtimali bulunabilir. Çünkü, İslâm tarihinde alman ilk ganimet odur. Yine İslâm tarihinde İlk beşte bir de o ganimetlerden ayrılmıştır. Daha sonra Kuran-ı Kerîmin: "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a... aittir" âyeti inmiştir. Böyle bir açıklama birinci açıklamadan daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

9. Ganimetin Beşte Biri:

Yüce Allah'ın:

"Ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin" anlamındaki âyette yer alan ve "herhangi bir şey" anlamı verilen; ism-i mevsulu, anlamında olup, (İsm-i mevsule ait olan) "he" zamiri hazfedilmiştir. "Ganimet aldığınız şey (ler)" demektir. Birinci nin başına "fe" harfinin gelmesi ise, ifadede "mücazat" anlamının bulunması dolayısıyladır. İkinci birincisini tekid içindir. Bununla birlikte ikincisinin esreli okunuşu da caizdir. Ve bu, Ebû Amr'dan rivâyet edilmiştir.

el-Hasen (İbnü'l-Hanefîyye diye bilinen Muhammed b. Ali'nin oğludur) der ki: İşte bu, (... Allah'a aittir, Allah'ındır) âyeti, Allah'ın sözünün anahtarıdır. Dünya da âhiret de esasen yalnız Allah'ındır. Bunu en-Nesâî zikretmiştir. Nesâî, Kasmu'l-Fey" 11. Yüce Allah, fey'de ve ganimetin beşte biri hakkında öncelikle kendi ismini zikretmesi, bunların en şerefli kazanç yollan oluşundan dolayıdır. Sadakayı (zekâtı) kendisine nisbet etmeyişi ise, insanların mallarının kiri oluşundan dolayıdır.

10. Beşte Birin Taksim Ediliş Şekli:

İlim adamları, ganimetin beşte birinin ne şekilde taksim edileceği hususunda altı farklı görüş ortaya atmışlardır:

1- Bir kesimin görüşüne göre ganimetin beşte biri altıya bölünür. Bunun altıda biri Kâ'be'ye harcanır. İşte Allah'ın olan pay odur. İkincisi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a aittir. Üçüncüsü akrabalara, dördüncüsü yetimlere, beşincisi yoksullara, altıncısı da yolculara aittir. Bu görüşü benimseyenlerden birisi de şöyle demiştir: Allah'a ait olan pay muhtaçlara verilir.

2- Ebû'l-Âl-iyye ile er-Rabi şöyle derler: Ganimet beşe bölünür. Bunun bir payı ayrılır, geri kalan beşte dördü ilgililere paylaştırılır. Bundan sonra elini bir kenara ayırdığı beşte bire atar. Eline ne geçirirse onu Kâ'be'ye ayırır. Daha sonra da ayırmış olduğu payın geri kalanını beşe böler. Birisi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, birisi akrabalarının, birisi yetimlerin, birisi yoksulların, birisi de yolcuların olmak üzere paylaştırılır.

3- el-Minhal b. Amr der ki: Abdullah b. Muhammed b. Alî ile, Ali b. el-Huseyn'e hums'a dair soru sordum, o bizimdir dedi (ler). Ben Ali'ye dedim ki: Yüce Allah:

"Yetimler, yoksullar ve yolcular" diye buyuruyor. O: Bunlar bizim yetimlerimiz ve bizim yoksullarımızda, dedi.

4- Şâfiî, beşte bir beşe bölünür, der. Onun görüşüne göre Allah'a ve Rasulüne ait olan pay birdir. Bu da mü’minlerin ihtiyaçlarına harcanır. Beşte birin geri kalan beşte dördü ise, âyet-i kerimede sözü geçen sınıflara harcanır.

5- Ebû Hanîfe der ki: Üçe bölünür. Yetimler, yoksullar ve yolcular. Ona göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vefatıyla kendi özpayının hükmü kalktığı gibi onun akrabalarının da payının hükmü kalkmıştır Hanefîlerin bu husustaki diğer görüşleri ile dayandıkları deliller için -meselâ- bk. el-ihtiyâr, IV, 131-132. Haneliler derler ki: Beşte birden, işe köprülerin tamir edilmesi, mescidlerin inşası, hakim ve askerlerin maaşları vermekle başlanır. Buna yakın bir görüş, Şâfiî'den de rivâyet edilmiştir.

6- Mâlik der ki: Bu, İmâmın görüş ve içtihadına havale edilmiştir. O, belli bir miktar ile tayini sözkonusu olmaksızın, beşte birden bir bölüm alır, yine İçtihadına göre o paydan yakın akrabaya birşeyler verir, geri kalanını da müslümanların maslahatına olan işlere harcar. Dört halife de böyle demiş ve böyle uygulamışlardır. Hazret-i Peygamber'in: "Allah'ın size vermiş olduğu ganimetlerden beşte birden başka bir payım yoktur. Zaten beşte bir de size geri dönmektedir" Ebû Dâvûd, Cihâd 121,149; Nesâî, Kasmu’l-Fey’ 5; Muvatta’'', Cihâd 22; Müsned, 7V, 128, V, 316, 319, 326. âyeti buna delildir.

Hazret-i Peygamber bu beşte biri ne beşe, ne de üçe bölmüştür. Âyet-i kerimede sözü geçenler ise, onlara dikkat çekmek kastıyla anılmışlardır. Zira bunlar, kendilerine ödeme yapılanların en önemlileridir. ez-Zeccâc, Mâlik'in lehine delil getirerek şöyle demektedir: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: İnfak edeceğiniz hayır, anne ve babanın, akrabaların, yetimlerin, yoksulların ve yolda kalmışlarındır.,." (el-Bakara, 2/2150 Bir kimse eğer başkasını uygun görecek otursa, burada anılanların dışında kalanlara da infak etmesinin câiz olduğu icma ile kabul edilmiştir. Nesâî, Atâ'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Allah'ın beşte biri ile Rasulünün beşte biri aynı şeydir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu paydan yolda kalmışların ihtiyaçlarını karşılar, bu paydan bağışlarda bulunur, bunu dilediği yere harcar ve bunda dilediği gibi tasarrufta Nesâî, Kasmu’l-Fey' 10. bulunurdu.

11. Akrabaların Payı:

Yüce Allah'ın:

"Yakınlara (akrabalara)" anlamındaki deki "lâm", hakkedişin ve mülk edinmenin açıklanması kastıyla getirilen "lâm" değildir. Bu "lâm" harcama yerini ve mahalli beyan etmek içindir. Buna delil de Müslim'in kaydettiği şu rivâyettir: el-Fadl b. Abbas ile Rabia b. Abdulmuttalib Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna geldi. Onlardan birisi dedi ki; Ey Allah'ın Rasûlü, sen insanların en iyisi ve akrabalık bağını en çok gözetenlerisin. Bizler, evlenme çağına geldik. Sana bizi zekâtların toplanması için görevlendiresin diye geldik. Diğer insanlar sana nasıl getirip tahsil ettikleri zekâtı ödüyorlarsa biz de ödeyeceğiz ve onlar nasıl bir pay alıyorlarsa biz de o payı elde edeceğiz. Peygamber uzunca sustu. Nihayet biz onunla konuşmak istedik. Bu arada Hazret-i Zeyneb bizlere perde arkasından onunla konuşmayın, diye işaret ediyordu. Sonra şöyle buyurdu: "Sadaka (zekât) Muhammed'in yakın akrabalarına helâl değildir. Çünkü zekât, ancak insanların (mallarının) kiridir. Bana Mahmiye'yi -ganimetlerin beşte biri üzerinde görevli idi- ve Nevfel b. el-Haris b. Abdulmuttalib'i çağırın." Her ikisi de yanına gelince, Hazret-i Peygamber Mahmiye'ye şöyle dedi: "-el-Fadl b. Abbas'ı kastederek- sen bu gence kızını nikâhla" dedi, o da kızını ona nikâhladı. Nevfel b. el-Haris'e de: "-Rabia b. Abdulmuttalib'i kastederek sen de bu gence kızını ver" diye buyurdu. Mahmiye'ye de: "Her ikisi adına beşte birden şu kadar şu kadar mehir ver." Müslim, Zekat 167; Ebû Dâvûd, Haraç 20; Müsned, IV, 166.

Yine Hazret-i Peygamber: "Allah'ın size vermiş olduğu ganimetlerden bana düşen pay beşte birden başkası değildir. O beşte bir de size geri döndürülür" diye buyurmuştur. Hazret-i Peygamber de kimi zaman bunun tamamını, kimi zaman bir bölümünü verdiği gibi, müellefe-i kulübe (kalpleri İslâm'a ısındırılacaklara) da ondan vermiştir. Halbuki, bunlar yüce Allah'ın kendilerine pay verilecekler arasında zikredilmiş değillerdi. İşte bu da bizim sözünü ettiğimiz görüşün lehine delildir. Başarıya ulaştıran Allah'tır.

12. Zevi'l-Kurbû (Hazret-i Peygamberin Akrabaları) ile İlgili Görüşler:

İlim adamları, âyet-i kerimede geçen, yakın akrabaların kimlikleri hususunda üç ayrı görüşe sahiptirler:

1- Birinci görüşe göre bunlar, bütün Kureyş kabilesidir. Seleften birisi böyle demiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Safa tepesine çıktığında şöyle seslenmeye koyulmuştu. "Ey filanoğulları, Ey Abdimenafoğulları, Ey Abdulmuttaliboğulları, Ey Kâ'boğulları, Ey Murreoğulları, Ey Abdişemsoğulları, haydi kendinizi cehennem ateşinden kurtarın" demişti. Bu Hadîs-i şerîf ileride eş-Şuara Sûresi'nde (26/214. âyetin tefsirinde) gelecektir. Müslim, Îman 348; Tirmizî, Tefsir 26, sûre 2; Nesâî, Vesayâ 6; Müsned, II, 333, 360, 519.

2- Şâfiî, Ahmed, Ebû Sevr, Mücahid, Katade, İbn Cüreyc ve Müslim b. Halid derler ki: Bu akrabalardan kasıt, Haşimoğulları ile Abdulmuttaliboğullarıdır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) akrabaların payını Haşimoğulları ile Abdulmuttaliboğulları arasında paylaştırmış ve: 'Bunlar, ne cahiliye döneminde, ne İslâm döneminde benden ayrılmadılar. Haşimoğulları ile Muttaliboğulları aynı şeylerdir" deyip, parmaklarını birbirine geçirdi. Bunu da Nesâî ve Buhârî rivâyet etmiştir. Nesâî, Kasmu’l-Fey' 5, 6; Müsned, IV, 81; Buhârî, Faidu'l-Humus 17. Buhârî der ki: el-Leys dedi ki: Bana Yûnus anlattı ve şunu ilave etti: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ne Abdişemsoğullarına, ne de Nevfeloğullarına herhangi bir pay ayırmadı. Buhârî, Meğâzî 38.

İbn İshâk der ki: Abdişems, Haşim ve Muttalib anne bir kardeştirler. Anneleri ise Murre kızı Âtike'dir. Nevfel de baba bir kardeşleri idi.

Nesâî der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yakın akrabalarına pay ayırmıştır. Bunlar ise Haşimoğulları ile Muttaliboğullarıdır. Nesâî, Kasmu’l-Fey’ 5.

Aralarında zengin de fakir de vardı. Aralarından yalnızca fakire verilir, zengine verilmez de denilmiştir. Yetimler ve yolcular gibi. Bana göre doğruya daha yakın olan görüş de budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Yine küçük, büyük, erkek, dişi arasında da fark gözetilmez. Çünkü yüce Allah bu payı onlara vermiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da bunu onlar arasında pay etmiştir. Hadîs-i şerîfte Hazret-i Peygamberin onların kimini kimine üstün tuttuğuna dair da bir işaret yoktur.

3- Akrabalar özel olarak Haşimoğullarıdır. Bu görüş de Mücahid ile Ali b. el-Hüseyn'in görüşüdür. Aynı zamanda Mâlik, es-Sevrî, el-Evzaî ve başkaları da bu görüştedirler.

13. Gazilerin Ganimetten Payları: Beşte Dört:

Yüce Allah, ganimetlerin beşte birinin paylaştırılmasını açıklayıp geri kalan beşte dördünü sözkonusu etmemesi, bu beşte dördün, ganimeti alanların mülkü olduğuna delildir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bunu şu hadisiyle açıklamış bulunmaktadır: "Herhangi bir kasaba (halkı) Allah'a ve Rasûlüne isyan edecek olursa, şüphesiz onun beşte biri Allah'a ve Rasûlüne aittir. Ondan sonra o, sizindir." Müslim, Cihad 47; Ebû Dâvûd, Harâc 29; Müsned, II, 317.

Bu ise, ümmet arasında da, İmâmlar arasında da -İbnü'l-Arabî'nin Ahkâm (u'l-Kur'ân) adlı eserinde de başkalarının da naklettiklerine göre- görüş ayrılığı bulunmayan bir husustur. Şu kadar var ki, eğer İmâm (İslâm devlet başkanı), esirleri karşılıksız serbest bırakma görüşünü benimserse bunu yapabilir ve esirler üzerinde ganimet alanların hakları ortadan kalkar. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Sümame b. Usal'e ve başkalarına böyle bir uygulamada bulunmuş ve şöyle buyurmuştur: "Eğer el-Mut'im b. Adiy hayatta olup da sonra bu Bedir esirlerini kastederek- pisler hakkında benimle konuşacak (onları serbest bırakmamı isteyecek) olsaydı, ben de onları ona bırakırdım" diye buyurmuştur. Bu hadisi Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Fardu'l-Hums 16; Ebû Dâvûd, Cihâd 120: Müsned, IV 80. Çünkü Hazret-i Peygamber (Kureyşlilerin müslümanlara Mekke'de iken boykot ilan ettiklerini belirten ve bunu) boykotu kaldırması hususunda onun yaptıklarını mükâfatlandırmak istemişti.

İmâm, bütün esirleri öldürmek hakkına da sahiptir. Nitekim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) esirler arasından Ukbe b. Ebi Muayt'ı öldürmüştür. en-Nadr b. el-Haris'i de aynı şekilde es-Safra (Bedir'e yakın bir yer) de öldürmüştür. Bu hususta görüş ayrılığı da yoktur.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın da diğer ganimet alanlar gibi ganimetten bir payı vardı. Savaşta bulunsun yahut bulunmasın o bu payım alırdı. Ayrıca safîy diye bilinen ganimetten kendisi için seçtiği bir payı da vardı. Bir kılıç, bir ok, bir hizmetçi veya bir binek seçerdi. Nitekim Huyey'in kızı Hazret-i Safiyye de Hayber ganimetleri arasından seçtiği idi. Zülfükâr diye bilinen kılıcı da ganimetler arasından seçtiklerindendi.

Bu; onun vefatı ile sona ermiş bir paydır. Ancak, Ebû Sevr'in görüşüne göre bu pay, İmâmın payı olarak kalmaya devam etmektedir. O bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın payını harcadığı yere harcar. Böyle bir payın Hazret-i Peygamber'e verilişindeki hikmet ise şudur: Cahiliye dönemi insanları ganimetin dörtte birinin kumandana ait olduğu görüşünde idiler. Öyle ki, şairlerinden birisi şöyle demektedir:

"Ondan (ganimetten) dörtte bir de senindir, seçtiklerin (safiy)de senindir.

Sen nasıl istersen öyle hüküm verebilirsin.

Yolda orduların karşılaşmasından önce ele geçirdiklerin de senindir,

Paylaştırma sonucu geriye kalıp da paylaştırılması mümkün olmayan

(deve ve at gibi şeyler) da senindir."

Bir başkası da:

"Kabileler arasında hatırı sayılır ve güçlü kişi olup,

Orduların (ganimetlerinin) dörtte birini alan o kişi bizdendir."

Ordunun dörtte biri (el-mirbâ") ise, ganimetin dörtte birini almak demektir. el-Esmaî der ki: Cahiliyye döneminde kumandana ganimetlerin dörtte bîri verilirken, İslâm'da beşte bir ayrılmıştır. Cahiliye döneminde kumandan herhangi bir şeriat ve dinî Uükme dayanmaksızın ganimetin dörtte birini alır, yine ganimetten istediğini seçer, istediğini seçtikten sonra da dilediği şeyde istediği gibi hüküm verirdi. Artık bunlardan istisna olarak kalan ve geriye artan ev eşyası ve diğer mallar da ona ait olurdu. Şanı yüce Allah ise:

"Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a... aittir" âyeti ile dininin sağlam hükmünü ortaya koymuş, safiy (ganimetten belli birşeyi seçme) payını Peygambere tanımış, ancak cahilivye'nin (ganimetlere dair) diğer hükümlerini kaldırmıştır.

Âmir es-Şa'bî der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, safiy diye bilinen bir payı vardı. Dilerse bir köle, bir cariye, yahut da bir at alabilirdi. Ve o bunu, beşte bir ayrılmadan önce seçerdi. Bunu Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Harâc 21.

Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği hadiste de şöyle dediği nakledilmektedir: "Ey filan, ben sana ikramda bulunmadım mı, ben seni önder kılmadım mı, seni evlendirmedim mi, atları, develeri sana müsahhar kılmadım mı, ben senin başkanlık yapmana, ganimetlerin dörtte birini almana imkân vermedim mi..." şeklindeki ifadelerin geçtiği hadisi de Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Zühd 16.

Buradaki "dörtte birini almak"dan kasıt, kavminin eline geçirdiği ganimet ve kazançların dörtte birini almaktır.

Şâfiî mezhebine mensub bazı ilim adamı, beşte birin beşte birinin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ait olduğu ve Hazret-i Peygamberin bunu çocuklarının ve hanımlarının ihtiyaçlarını karşılamak için harcadığı, yine bir yıllık İhtiyacını da bundan ayırıp sakladığı, geri kalanları ise, Savaş için at ve silahlara harcadığı görüşündedir. Ancak, Hazret-i Ömer'in rivâyet ettiği şu husus bu kanaati reddetmektedir: Nadiroğullarından alınan mallar, yüce Allah'ın, müslümanlar tarafından onların üzerine herhangi bir at ve deve sürülmeksizin Rasûlüne vermiş olduğu feylerden (ganimetlerden) idi. Bu ganimetler, özel olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ait idi. Bu feyden bir yıllık harcamalarını ayırırdı. Geri kalanı ise, Savaş için ata ve silaha, Allah yolunda Savaş hazırlığı olmak üzere harcardı. Bunu Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Cihâd 30; Müslim, Cihâd 48; Nesâî, Kasmu’l-Fey’ 8; Müsned, I, 25, 48. Ayrıca Hazret-i Peygamber: "Beşte bir ise size geri döner" diye buyurmuştur.

14. Piyade İle Süvarinin Ganimetten Payları:

Yüce Allah'ın Kitab'ında süvarinin piyadeden daha fazla pay alacağına delâlet eden bir âyet yoktur. Aksine paylarının eşit olduğu hükmünü ihtiva eder. Çünkü yüce Allah, ganimetlerin beşte dördünü Savaşçılara ayırmış ve özel olarak ne piyadeyi, ne de süvariyi sözkonusu etmiştir. Şayet Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan varid haberler olmasaydı, süvarinin payı da piyadeninki gibi, köleninki de hürünki gibi, çocuğun da baliğ olan gibi olurdu.

Gerçek şu ki, ilim adamları beşte dördün paylaştırılması hususunda farklı görüşlere sahiptir. İbnü'l-Münzir'in ifade ettiğine göre, genel olarak ilim ehlinin kabul ettiği görüş, süvariye iki pay, piyadeye de bir pay verileceği şeklindedir. Bu görüşü kabul edenler arasında Mâlik b. Enes ile Medine ehlinden ona tabi olanlar da vardır. El Evzaî ve ona muvafakat eden Şamlı ilim adamları da bu görüştedirler. es-Sevrî ile İrak âlimlerinden ona muvafakat edenlerin görüşü de budur. Bu, el-Leys b. Sa'd'ın ve ona uyan Mısırlı ilim adamlarının da görüşüdür. Şâfiî ve arkadaşları da bu görüştedirler. Ahmed b. Hanbel, İshâk, Ebû Sevr, Yakub (Ebû Yûsuf) ve Muhammed de bu görüştedirler.

İbnü'l-Münzir der ki: Biz, bu hususta en-Nu'man (b. Sabit, Ebû Hanîfe)'den başka muhalefet eden bir kimse olduğunu bilmiyoruz. O, bu hususta hem sünnete göre izlenen yola, hem de geçmişte de sonrasında da ilim ehlinin büyük çoğunluğunun kabul ettiği kanaate muhalefet ederek süvariye de ancak tek pay verilir, demiştir. Bk. el-İhtiyar, IV, 129-130.

Derim ki: Onu (İbnü’l-Münzir'i), Ahmed b. Hanbel'in kanaati hakkında yanılgıya düşüren husus, İbn Ömer'in Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın atlıya iki, piyadeye de bir pay verdiği şeklindeki hadisidir. Bunu Dârakutnî rivâyet ettikten sonra şöyle der: er-Remâdî dedi ki: İbn Numeyr böyle diyor. en-Neysaburî bize dedi ki: Bu, bana göre İbn Ebi Şeybe'nin, yahut da er-Remâdî'nin bir yanılmasıdır. Çünkü, Ahmed b. Hanbel ile Abdurrahman b. Bişr ve başkaları bu hadisi İbn Ömer'den (Dârakutnî'de İbn Numeyr'den) bundan farklı bir şekilde rivâyet etmişlerdir. O da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın, birisi süvarinin kendisine, ikisi de atına ait olmak üzere süvariye toplam üç pay verdiği şeklindedir. Dârakutnî, IV, 106. Abdurrahman b. Bişr, Abdullah b. Numeyr'den, o, Ubeydullah b. Umeyr'den, o, Nafi den, o da İbn Ömer'den böylece rivâyet etmiştir (diyerek) hadisi zikreder.

Buhârî'nin Sahih'inde İbn Ömer'den rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ata iki pay ve atın sahibine de bir pay vermiştir. Buhârî, Cihad 51, Meğazî 38: Müslim, Cihâd 57; Ebû Dâvûd, Cihad 143; Tirmizî, Siyer 6; İbn Mâce, Cihâd 36; Dârimî, Siyer 33; Muvatta’', Cihâd 21; Müsned, II, 2, 62, 72. 80. Bu ise açık bir nastır.

Dârakutnî, ez-Zübeyr'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir günü bana dört pay verdi. İkisini atıma, bircini bana, birisini de akrabaların payından olmak üzere anneme bir pay verdi. Bir rivâyette de: Annesine de akrabalar payından olmak üzere bir pay verdi, denilmektedir. Dârakutnî, IV, 109-111.

Yine Dârakutnî, Beşir b. Amr b. Muhsan'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) iki atıma dört pay, bana da bir pay verdi, böylelikle ben beş pay almış oldum. Dârakutnî, IV, 104. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihad 143.

Bu paylaştırma şeklinin kararının, İmâmın yetkisinde olduğu ve onun uygun gördüğünü uygulamaya koyacağı da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

15. Birden Fazla Atı Bulunan Süvarinin Ganimetteki Payı:

Süvariye piyadeden tek bir at payından fazla pay verilmez. Şâfiî bu görüştedir. Ebû Hanîfe ise der ki: Birden çok ata da pay verilir. Çünkü böylesi daha çok yorucudur ve daha fazla fayda sağlayıcıdır. Ancak bu, Ebû Yûsufun görüşüdür. Ebû Hanîfe ile Muhammedin görüşüne göre ancak tek ata pay verilir. (Bk el-İhtiyâr. IV, 130; ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî, 1, 463). Mezhebimiz ilim adamlarından İbnü’l-Cehm de bu görüştedir. Sulınûn da bunu İbn Vehb'den rivâyet etmiştir.

Ancak bizim delilimiz şudur: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan, bir attan fazlasına pay verileceğine dair bir rivâyet gelmemiştir. Ondan sonraki İmâmlar (radıyallahü anhşid halifeler )'den de böyle bir rivâyet gelmiş değildir. Zira, düşman ile ancak tek bir at sırtında Savaşılır. Bundan fazla olursa, bu bir refahtır ve fazladan bir araç hazırlamaktır. Bunun da payların artışına bir etkisi olmaz. Bir kimsenin beraberinde fazladan kılıçların yahut mızrakların olması gibi ayrıca, üçüncü ve dördüncü at için de pay verilmeyeceği nazarı itibara alınmalıdır. Süleyman b. Mûsa'dan ise, birden çok atı bulunan kimsenin her bir atma bir pay verileceği şeklinde bir rivâyet nakledilmiştir.

16. Ganimetten Pay Verilecek Atın Niteliği:

İleri atılması ve geri çekilmesi özellikleri dolayısıyla ancak asil atlara pay verilir. Onun gibi olabilen beygir ve melez atların durumu da böyledir. Ancak bu şekilde olmayan atlara herhangi bir pay verilmez.

Şöyle de denilmiştir: Eğer bu atların kullanılmasını İmâm uygun görürse, onlara da pay verilir. Çünkü, bunlardan yararlanmak yerine göre değişir. Melez atlarla beygirler dağ yollan ve dağlar gibi sarp yerlere uygundur. Asil atlar ise hücum ve geri çekilmenin sözkonusu olduğu yerlere elverişlidir. O bakımdan bu, İmâmın görüşüne bağlıdır.

Asil atlar Arap atı, melez ve beygirler ise Bizans atlarıdır.

17. Zayıf Atın Hükmü:

İlim adamlarımız, zayıf atın hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Eşheb ile İbn Nâfi' böyle bir ata pay verilmez, derler. Çünkü, böyle bir atın sırtında Savaşmaya imkân yoktur. O bakımdan, böyle bir at, hasta düşmüş, güçsüz kalmış ata benzer.

Bir görüşe göre de iyileşmesi umulduğundan dolayı ona pay verilir, denilmiştir. Eğer, kendisinden yararlanilamıyacak şekilde zayıf ve çelimsiz ise, hasta ata pay verilmediği gibi ona da pay verilmez.

Atın toynağındaki hafif rahatsızlık ile buna benzer attan maksat olarak gözetilen faydanın elde edilmesini engellemeyen rahatsızlıkları bulunan atlara ise pay verilir. Ariyet olarak ve ücretle tutulan ata da pay ayrılır. Gasbedilen atın durumu da böyledir. Böyle bir atın payı sahibine ait olur.

Atlar, gemilerde bulunsa ve ganimet, denizdeki çarpışma sonucu alınacak olsa dahi atlar paya hak kazanırlar. Çünkü bu şekildeki atlar karaya inmek için hazırlanmıştır.

18. Orduya Ücretli İş Yapmak Üzere Katılıp Savaş Kastı İle Bulunmayanların Hükmü:

Geçim kastıyla ücret almak için ordu ile birlikte bulunan ücretle çalışanlar ve çeşitli sanat erbabı gibi kimselerin ganimetlerde bir hakkı yoktur. Çünkü bunlar, Savaşmak kastı gütmedikleri gibi, mücahid olarak da çıkmamışlardır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Ganimet vak'ada hazır bulunanların hakkıdır" şeklinde Buhârî tarafından rivâyet edilen âyeti Buhârî, Fardu’l-Hums 9- babın başlığı olarak. dolayısıyla bunlara pay verileceği de söylenmiştir.

Ancak, bu âyette bu görüşe delil olacak bir taraf yoktur, Çünkü, Hadîs-i şerîf fiilen çarpışan ve çarpışmak kastıyla Savaşa çıkan kimselerin durumunu açıklamak üzere varid olmuştur. Esasen yüce Allah'ın müslümanları Savaşanlar ile geçim için Savaşanlar diye ayırıp birbirini ayrı ve her birisinin kendi durumuna uygun hükmü bulunan iki kesim diye sözkonusu ederek şöyle buyurmuş olması bu hususta delil olarak yeter:

"Sizden hastalananlar olacağını, diğer bir kısmının da Allah'ın lütfundan arıyarak yeryüzünde yol tepeceklerini, bir başka kısmının da Allah yolunda çarpışacaklarını Allah bilmiştir," (el-Müzemmil, 73/20)

Şu kadar var ki, bu gibi kimseler eğer Savaşa katılacak olurlarsa onların geçim için ücretli olarak çıkmış olmalarının kendilerine bir zaran yoktur. Çünkü, ganimetten pay hakediş sebepleri ortaya çıkmış olur.

Eşheb şöyle den Çarpışacak olsa dahi böylelerinden herhangi bir kimse ganimetten pay almaya hak kazanmaz. İbnü'l-Kassar da ücretle çalışmak üzere gelen hakkında böyle demiştir. Çarpışacak olsa dahi ona pay verilmez. Ancak, Seleme b. el-Ekva' yoluyla rivâyet edilen hadis bu görüşü reddetmektedir. Seleme şöyle demektedir: Talha b. Ubeydullah'ın ücretlisi olarak çalışıyordum. Atını suluyor, onu kaşağılıyor, Talha'ya hizmet ediyor ve onun yemeğinden yiyordum... Bu hadiste şu ifadeler de yer almaktadır: Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana İki pay verdi. Hem süvari payını, hem de piyade payını. Her iki payı bir arada bana vermiş oldu, Bu hadisi de Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Cihâd 32. İbnü'l-Kassar ve onunla aynı görüşü paylaşanlar Abdurrahman b. Avf'ın naklettiği ve Abdurrezzak'ın zikrettiği hadisi delil gösterirler. O hadiste şöyle denmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Abdurrahman'a dedi ki: "Bu üç dinar onun dünya işinde de ahiret işinde de bu Savaşından elde edeceği kısmeti ve payıdır."

19. Köle ve Kadınların Ganimetten Payları:

Köle ve kadınların paylarına gelince; "el-Kitab"dakİ görüşe göre bunlara ne pay verilir, ne de az dahi olsa herhangi bir şey (radıyallahü anhdh). Bunlara az miktarda birşeyler (radıyallahü anhdh) verileceği de söylenmiştir. İlim adamlarının çoğunluğu (Cumhûr) bu görüştedir.

el-Evzaî ise der ki: Kadın çarpışacak olursa ona pay verilir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Hayber günü kadınlara pay verdiğini de iddia eder ve der ki: Müslümanlar bizde (bizim bölgemizde) bu görüşü kabul etmişlerdir. Bizim mezhebimiz âlimlerinden (Mâliki mezhebinden) İbn Habib de bu görüşe meyletmiştir. Müslim, İbn Abbâs'dan rivâyet ettiğine göre İbn Abbâs’ın (Haricilerin başı olan) Necde (b. Amir el-Hanefî)'ye yazdığı mektubunda şu ifadeler de yer almaktadır: Bana Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kadınları da beraberinde gazaya götürdüğünü soruyorsun. O, kadınları da beraberinde gazaya götürüyor, kadınlar yaralıları tedavi ediyor, bununla birlikte ganimetten onlara birşeyler de veriliyordu. Onlara tam bir pay ayrılmazdı. Müslim, Cihâd 137; Ebû Dâvûd, Cihâd 141; Tirmizî, Siyer 8.

Çocuklara gelince, eğer çocuk Savaşabilecek güçte ise, bize göre bu hususta üç görüş vardır; Bir görüşe göre pay verilir, diğer bir görüşe göre ise baliğ oluncaya kadar ona pay verilmez. Buna gerekçe ise İbn Ömer yoluyla rivâyet edilen hadistir. Ebû Hanîfe ve Şâfiî de bu görüştedir.

Üçüncü görüş ise, Savaşması halinde ona pay verilmesi, Savaşmaması halinde pay verilmemesi şeklinde ayırım gözeten görüştür.

Doğrusu, birinci görüştür. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kurayzaoğulları (esirleri) hakkında eteğinde tüy bitmiş kimselerin öldürülmesini, tüy bitmemiş kimselerin ise serbest bırakılmasını emretmiş idi. Bu ise, Savaşa güç yetirebilme hususunu nazarı itibara almaktır. Yoksa baliğ olmayı değil.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr), "elîsti'ab" adlı eserinde Semura b. Cündub'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Ensar'dan çocuklar arz olunur, o da onlardan yetişmiş olanlarını Savaşa katardı. Bir yıl ben de ona arz edildim de bir başka çocuğu Savaşa kattı, beni de geri çevirdi. Bu sefer ben, Ey Allah'ın Rasûlü, onu Savaşçılar arasına kattın, beni ise geri çevirdin. Eğer benimle güreşecek olursa ben onu yere yıkarım, dedim. Bunun üzerine o çocuk benimle güreşti, ben de onu yere yıktım. Bunun üzerine beni de Savaşçılar arasına kattı. İbn Hacer, el-lsâbe, III, 150.

Kölelere gelince, onlara da pay verilmez, ancak onlara az bir şeyler (radıyallahü anhdh) verilir.

20. "İmâmın İzni ile Savaşa Katılan Kâfirin Ganimetten Pay Alması:

Kâfir, İmâmın izni ile Savaşta bulunup çarpışacak olursa, bizim mezhebimize göre ona pay verilmesi hususunda üç farklı görüş vardır: Bir görüşe göre ona pay verilir, bir diğer görüşe göre pay verilmez. Mâlik ve İbnü'l-Kasım bu görüştedir. İbn Habib de ayrıca, kâfirlerin hiçbir payı yoktur, ilavesinde bulunur. Üçüncü görüş olan Suhnûn'un görüşüne gelince, duruma göre hükümler arasında fark gözetir. Eğer müslümanlar kâfirin yardımına muhtaç değilseler kâfire pay verilmez. Şayet onun yardımına ihtiyaç duyacak olurlarsa, ona pay verilir. Çarpışmayacak olursa herhangi bir şey de haketmez. Hürlerle birlikte kölelerin durumu da böyledir.

es-Sevrî ile el-Evzaî derler ki: Zimmet ehlinin yardımı alınacak olursa onlara da pay verilir. Ebû Hanîfe ve arkadaşları ise, onlara pay verilmez, onlara az birşeyler (radıyallahü anhdh) verilir, derler.

Şâfiî -Allah ondan razı olsun- da şöyle demektedir: İmâm (İslâm devlet başkanı) muayyen olarak sahibi bulunmayan bir maldan ödenmek üzere onları ücretle tutar. Eğer bunu yapmayacak olursa, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in payından onlara verir. Bir başka yerde ise şöyle demektedir: Müşrikler, müslümanlarla birlikte Savaşacak olurlarsa, onlara az birşey (radıyallahü anhdh) verilir,

Ebû Ömer der ki: Herkes kölenin -ki, emanı câiz olan kimselerdendir- eğer Savaşacak olursa, ona pay verilmeyeceğini, buna karşılık ona az birşey verileceğini ittifakla kabul etmiştir. Kâfire hiçbir şekilde pay verilmemesi ise buna göre öncelikle sözkonusudur.

21. Köle ve Zımmilerin Daru'l-Harp Ehlinden Aldıkları:

Köle ve zımmİ kimseler, hırsız olarak daru’l-harp ahalisinin malından birşeyler alacak olurlarsa, bu aldıkları kendilerinindir, bundan beşte bir alınmaz. Zira yüce Allah'ın:

"...bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi birşeyin beşte biri Allah'a... aittir" âyetinin genel kapsamı içerisine ne erkeklerinden, ne de kadınlardan herhangi bir kimse girmemektedir. Kâfirlere ge-Hnce, onların bu hususta herhangi bir ilgilerinin bulunmadığı konusunda görüş ayrılığı yoktur. Sulınûn der ki: Kölenin ele geçirdiklerinin beşte biri alınmaz. İbnü'l-Kasım ise beşte biri alınır, der. Zira, efendisinin kendisine Savaşmak üzere izin vermesi ve din için çarpışması mümkündür. Kâfir ise böyle değildir, Eşheb ise "Kitabı Muhammed"Ğe şöyle demektedir: Köle ve zımmi ordudan ayrılıp ganimet ele geçirecek olurlarsa, ele geçirdikleri bu ganimet prduya ait olur, onların bunda bir payları olmaz.

22. Ganimetten Pay Haketmenin Sebebi:

Ganimetten pay haketmenin sebebi, önceden de geçtiği gibi, müslümanlara yardımcı olmak maksadıyla Savaşta hazır bulunmaktır. Eğer Savaşın sonlarında bulunacak olursa, yine ganimete hak kazanır. Çarpışmanın sona ermesinden sonra gelirse haketmez. Geri çekilmek suretiyle Savaşta bulunmayacak olursa, yine ganimete hak kazanmaz. Eğer geri çekilmekle bir başka birliğe katılma maksadını güderse, ganimetteki hakkı düşmez. Buhârî ve Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Eban b. Said'i Medine'den Necid taraflarına bir seriyye başında kumandan olarak göndermişti. Eban b. Said ve arkadaşları Hayber'in rethedilişinden sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna geldiler. Atlarının yularları hurma lifindendi. Eban, Ey Allah'ın Rasûlü, bize de pay ver dedi. Ebû Hüreyre dedi ki: Ben; onlara pay verme Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Bunun üzerine Eban şöyle dedi: Ey Sibr (Arabistan kirazı) ağacının başından yuvarlanıp gelen dağ kedisi, sen mi bunu söylüyorsun? Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Otur ey Eban" diye buyurdu ve onlara ganimetten bir pay Buhârî, Meğâzî 38; Ebû Dâvûd, Cihad 140. vermedi.

23. Mazereti Dolayısıyla Savaşta Bulunmayanın Hükmü:

Savaşta bulunmak maksadıyla çıkmakla birlikte hastalık gibi bir mazereti kendisini engellediğinden dolayı Savaşa çıkamayan kimse hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır, Böyle birisine ganimetten pay verilip verilmeyeceği hususunda üç görüş vardır: Üçüncü görüşe göre -ki meşhur olan görüş odur- ayırım gözetilir. Bu üçüncü görüşe göre eğer Savaşta hazır bulunmamak Savaştan önce ve düşmanların arazisine girişten sonra olmuşsa, buna pay verilir. Daha sahih olan görüş budur. Bunu İbnu'l-Arabî ifade etmiştir.

Eğer düşman arazisine girişten önce mazereti dolayısıyla ayrılırsa da ganimet verilir. Mesela kumandan ordu menfeatine bir iş için ordudan alıp gönderir de bu işini görmesi, fiili Savaşta hazır bulunmaktan kendisini alıkoyarsa böyle birisine pay verilir. Bu açıklamayı İbnu’l-Mevvaz yapmıştır. İbn Vehb ile İbn Nâfi de bunu Mâlik'ten rivâyet etmişlerdir.

Böyle birisine pay verilmeyip, aksine ona basit bir miktar (radıyallahü anhdh) verileceği de rivâyet edilmiştir. Çünkü, kendisi sebebiyle ganimet payını hakettiği sebep ortada yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

Eşheb ise der ki: (Müslüman ordu ile birlikte bulunup) demirden zincirlere bağlı bulunsa dahi esire pay verilir. Ancak, sahih olan ona pay verilmeyeceğidir. Çünkü o (ashâb), Savaş ile mülkiyeti hak edilmiş bir mülktür. Savaşta bulunmayan, yahut da hasta olarak bulunan kimse İse, Savaşa katılmamış gibidir.

24. Hangi Hallerde Fiilen Savaşa Katılmayanlara Ganimetten Pay Verilir:

Mutlak olarak Savaşta hazır bulunmayanlara ganimetten pay verilmez. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da Hayber günü müstesna, Savaşa katılmayan kimseye ganimetten pay vermiş değildir. Yalnız Hayber günü alman ganimetlerden Hudeybiye'de bulunan sahabilere Hayber'de bulunsun bulunmasın paylarını vermiştir, Buna sebep ise yüce Allah'ın:

"Allah size alacağınız çok ganimetler vadetti" (el-Feth, 48/20) âyetidir. Bu açıklamayı Mûsa b. Ukbe yapmıştır. Ayrıca seleften bir topluluktan da bu görüş rivâyet edilmiştir.

Bedir günü ise Bedir'e katılmayan Hazret-i Osman ile Said b. Zeyd ve Talha (radıyallahü anhüm)'a da ganimetten pay ayırmıştı. Bu sebepten onlar da Bedir'de hazır bulunanlar gibidir.

Hazret-i Osman'ın Bedir'den geri kalış sebebi, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emri üzere kızı Hazret-i Rukiyye'nin hastalığı dolayısıyla yanında kalması idi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Osman'a hem ganimetten payını vermiştir, hem de mükâiaatını alacağını ifade etmiştir. O bakımdan, Hazret-i Osman da Bedirde fiilen hazır bulunanlar gibi idi.

Talha b. Ubeydullah ise, ticaret maksadıyla Şam'da (Suriye taraflarında) bulunuyordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da ona ganimetten payını verdiği gibi, mükâfaatı hakettiğini de belirtmiştir. Bundan dolayı o da Bedir'e katılanlardan sayılır.

Said b. Zeyd de yine Şam taraflarında olduğu için Bedir’e katılmamıştı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona da ganimetten payını verdiği gibi, mükâfaatı hakettiğini de belirtmiştir. Bundan dolayı o da Bedir'e katılanlar arasında sayılır,

İbnü'l-Arabî der ki: Hudeybiye'de bulunanlara Hayber (ganimetlerinden) pay verilmesine gelince; bu, şanı yüce Allah'ın verdiği bir söz gereği idi. Allah onlara özel olarak bu sözü vermişti. O bakımdan başkaları bu hususta onlara ortak olamaz. Osman, Said ve Talha (radıyallahü anhüm)’a gelince, Hazret-i Peygamber'in bunlara beşte birden pay vermiş olması ihtimali de vardır. Çünkü ümmet, herhangi bir mazeret dolayısıyla Savaştan geri kalan kimseye pay verilmeyeceği hususu üzerinde icma etmiştir.

Derim ki: Zahiren görülen o ki, bu, Hazret-i Osman, Talha ve Said'e has bir özelliktir. Başkaları bu konuda onlara kıyas edilemez. Onların payları da beşte birden değil de, Bedir'e fiilen katılanlar gibi ganimetin kendisinden idi. Hadislerden zahir olarak anlaşılan budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Buhârî İbn Ömer'den şöyle dediğini rivâyet eder: Osman (radıyallahü anh)'ın Bedir'de hazır bulunmayışının sebebi şudur. O, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kızı ile evli idi ve hasta idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Senin için Bedir'de hazır bulunan bir kimsenin hem ecri, hem de ganimetten payı vardır" diye Buhârî, Fardu’l-Hums 14, Fedailu Ashâbi'n-Nebiyy 7, Meğâzî 19; Tirmizî, Menâkıb 18. buyurmuştu.

25. Allah'ın Hükmünü Kabul Etmek ve Îman:

Yüce Allah'ın:

"Eğer Allah'a... inanmışsanız" âyeti ile ilgili olarak ez-Zeccâc bir kesimden naklederek şöyle demektedir: Bunun anlamı şudur: Eğer siz inanmış iseniz, bilin ki muhakkak Allah sizin mevlânızdır. Buna göre, buradaki şart, yüce Allah'ın bu va'di ile ilgilidir. Bir başka kesim ise şöyle demektedir: Şart, yüce Allah'ın:

"Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin..." âyeti ile alakalıdır.

İbn Atiyye der ki: Sahih olan da budur. Çünkü yüce Allah'ın:

"Bilin ki" âyeti, ganimetlere dair emrine teslimiyet göstermek ve kayıtsız şartsız bağlanmak emrini ihtiva etmektedir. Bu anlama göre şart, "bilin ki..." âyetine taalluk eder. Yani, eğer sizler Allah'a îman eden kimseler iseniz, ganimetin paylaştırılması ile ilgili Allah'ın size bildirmiş olduğu hususlarda onun emrine uyunuz ve teslimiyet gösteriniz.

Yüce Allah'ın:

"Furkan günü olan İki ordunun" âyetindeki Allah'ın hizbi (taraftarları) ile şeytan hizbinin "karşılaştıkları günde kulumuza indirdiğimize İnanmışsanız..." âyetinde yer alan "indirdiğimize" kelimesi "Allah'a" lâfzına atfedilmiş ve cer mahallindedir. "Furkan günü" ise, hak ile batılı birbirinden ayırdığım gün demektir ki, bu da Bedir günüdür. "Allah herşeye gücü yetendir."

42

Hani siz, vadinin yakın kenarında idiniz. Onlar ise en uzak kıyısında idiler. Kervan ise sizden daha aşağıda idi Eğer onlarla buluşmak üzere sözleşmiş olsaydınız, muhakkak vakit tayininde anlaşmazlığa düşerdiniz. Fakat Allah gerçekleşmesi gereken bir emri yerine getirmek için (sizi bir araya getirdi). Tâ ki, helâk olan kişi apaçık bir delil üzere helâk olsun. Hayatta kalan kişi de apaçık bir delil üzere yaşasın. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitendir, herşeyi bilendir.

"Hani siz, vadinin yakın kenarında idiniz. Onlar ise en uzak kıyısında idiler" âyetinin anlamı şudur: İşte siz, bu halde iken biz de kulumuza hükümlerimizi indirmiştik. Yahut anlam: Siz, vadinin yakın kenarında olduğunuz zamanı hatırlayınız... şeklinde de olabilir.

"Vadinin kıyısı" demektir. “Ayn" harfi ötreli ve esreli olarak da okunmuştur. Ötreli okuyuşa göre çoğulu; şeklinde gelir, esreli okuyuşa göre ise çoğulu; şeklinde gelir.

"Yakın" kelimesi nin müennesidir.

"En uzak" kelimesi ise 'ın müennesi olup bunlar sırasıyla, "Yaklaştı, yaklaşır" ile Uzaklaştı, uzaklaşırdan gelmektedir.

"En uzak" anlamındaki kelimenin aslı "vav"lı olmakla birlikte; şeklinde söylendiği de olur. "Vav"lı söyleyişi Hicazlıların söyleyişidir.

"Vadinin yakın'ı Medine tarafında bulunuyordu. Uzak kıyısı ise Mekke tarafında idi. Yani sizler, vadinin Medine'ye yakın olan kıyısında konaklamış, düşmanınız ise uzak olan tarafında konaklamış bulunuyordu.

"Kervan îse sizden daha aşağıda idi." Maksat Ebû Süfyan'ın ve diğerlerinin kervanıdır. Bu kervan, içinde bulunan mallarla deniz kıyısında ve onlardan daha aşağılarda bir yerde idi,

Bir diğer görüşe göre buradaki kervandan kasıt, onların (müslümanların) eşyalarını taşıyan develerdi. Bunlar, şanı yüce Allah'ın onlara muvafakiyeti dolayısı ile, kervana gelebilecek herhangi bir zarardan emin bulundukları bir yerde idiler. Yüce Allah, böylelikle onlara üzerindeki nimetlerini hatırlatmaktadır.

"Kervan" kelimesi mübtedâdır.

"Sizden daha aşağıda idi" ise, haber mevkiinde zarftır. Sizden daha aşağı bir yerde bulunuyordu demektir. el-Ahfeş, el-Kisâî ve el-Ferrâ' da; Kervan ise sizden daha aşağıda idi" ifadesinin Kervan mevki olarak sizden daha aşağılarda bir yerdeydi anlamına geleceğini kabul etmişlerdir.

Deveye binenler, kervan" kelimesi; 'in çoğuludur. Araplar, ancak deveye binmiş topluluğa bu ismi verirler. İbn es-Sikkît ve dil bilginlerinin çoğunluğu, ancak deveye binmiş kimse ve kişilere denildiğini nakletmişlerdir. Atâ yahut başka herhangi bir bineğe binmiş olan kimseye ise, denilmez. ancak develere binmiş kimseler hakkında kullanılır. Bu açıklamalar İbn Fâris'ten nakledilmiştir.

"Eğer onlarla buluşmak üzere sözleşmiş olsaydınız, muhakkak vakit tayininde anlaşmazlığa düşerdiniz." Yani onların çokluğu, sizin de azlığınız dolayısıyla böyle bir ittifak ve sözleşme sözkonusu olmamıştı. Çünkü sizler, onların çokluğunu bilseydiniz, elbette geri kalırdınız. Yüce Allah ise bu şekilde sizleri karşı karşıya getirdi.

"Fakat Allah" mü’minleri zafere kavuşturmak ve dini galip kılmak gibi

"gerçekleşmesi gereken bir emri yerine getirmek için (sizi bir araya getirdi)."

"Yerine getirmek için" âyetindeki "lâm" harfi, hazfedilmiş bir fiile taalluk etmektedir. Yani, Allah böyle bir işi gerçekleştirmek için onları bir araya topladı, demektir. Daha sonra İam"ı tekrar ederek

"Ta ki... helâk olsun" diye buyurdu. Yani, onları belli birisi gerçekleştirmek için bir araya topladı.

"Tâ ki, helâk olan kişi" âyetindeki;

"Kişi" ref (özne olarak) mahallindedir.

"Hayatta kalan" da

"helâk olan kişi" üzerine atf ile nasb mahallindedir.

"Apaçık bir delil (beyyine)" ise, belge ve burhan ortaya koymaktır. Yani, ölen kimse kendisinin gördüğü apaçık bir delil,'müşahade ettiği ibret ve bunun sonucunda da ona karşı kesin olarak delil ortaya konulmuş halde ölsün, hayatta kalan da aynı şekilde hayatta kalsın. İbn İshâk der ki: Tâ ki, kendisine karşı delil ortaya konulup ileri sürecek mazereti kalmadıktan sonra kâfir olan kâfir olsun ve yine aynı esaslar üzere îman eden de îman etsin.

"Hayatta kalan" ifadesi, aslına uygun olarak diye İki yâ" ile de okunmuştur, şeddeli bir "yâ" ile de okunmuştur. Asla göre iki "yâ" ile okuyuş, Medinelilerin, el-Bezzî ve Ebû Bekr'in kıraatidir. (Şeddeli tek "yâ" ile okuyuş.) diğerlerinin kıraatidir. Ebû Ubeyd'in tercih ettiği kıraat de budur. Çünkü, Mushafta böylece yazılmıştır.

43

Hani Allah onları rüyanda sana az göstermişti. Eğer onları sana çok gösterseydi, elbette korkuya kapılacaktınız ve İş hakkında çekîşecektiniz. Ama Allah kurtardı. Şüphesiz O, kalplerde olanı hakkıyla bilendir.

Mücahid der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyasında onların çok az olduklarını görmüştü Bunu ashâbına anlattı, böylelikle Allah onlara sebat verdi.

Bir görüşe göre de: "Rüya'dan kasıt, uykunun mahalli olan gözdür. Bu da; senin uyku mahallin olan gözünde göstermişti, takdirindedir ki, bu takdiri ifadeler hazfedilmiştir. Bu açıklamar el-Hasen'den nakledilmiştir. Ez Zeccâc der ki: Bu güzel bir açıklama olmakla birlikte, birinci açıklama Arapça kurallarına daha uygundur. Çünkü, (bir sonraki âyette) şöyle buyurulmaktadır:

"Hani siz, karşılaştığınız zaman onları gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu." (el-Enfâl, 8/44) İşte bu, burada karşılaşma esnasındaki görmenin sözkonusu edildiğini, öbürünün ise rüyadaki görmeyi sözkonusu ettiğini göstermektedir.

"Elbette korkuya kapılacaktınız" yani, Savaştan korkardınız.

"Ve iş hakkında çekilecektiniz" anlaşmazlığa düşecektiniz.

"Ama Allah kurtardı." Sizi ayrılığa düşmekten korudu. İbn Abbâs ise, korkaklıktan korudu, diye açıklamaktadır. Her ikisinden de korudu anlamına gelme ihtimali de vardır. "Kurtardı" anlamındaki; kelimesi, zafer ile müslümanların işini tamama erdirdi diye de açıklanmıştır.

44

Hani siz, karşılaştığınız zaman onları gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Tâ ki, Allah, gerçekleşmesi gereken bir emri yerine getirsin. Bütün işler ancak Allah'a döndürülür.

"Hani siz, karşılaştığınız zaman onları gözlerinize az gösteriyordu" âyetinde sözü edilen bu durum, uyanıkken gösterme durumudur. Bununla birlikte eğer; uykudan kasıt, uykunun ortaya çıktığı yer olan gözdür, denilecek olursa, birinci göstermenin de uyanıkken gösterme diye anlaşılması mümkündür. Buna göre birinci (bir önceki âyetteki) gösterme. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’a has bir gösterme olur, burada sözü edilen ise herkes hakkında sözkonusu olur.

İbn Mes'ûd der ki: Bedir günü yanımda bulunan bir kimseye ne dersin, yetmiş kişi varlar mı diye sordum, o, yüz kişiye yakındırlar, dedi. Biz, bir kişi ashâb aldık ve kaç kişi idiniz diye sorduk, bin kişi idik diye cevap verdi.

"Sizi de onların gözlerinde azaltıyordu." Bu da Savaşın başlangıcında olmuştu. Öyle ki, Ebû Cehil o gün: Bunlar, bir deve eti yemekle doyacak sayıdadırlar. Haydi onları bir defada yakalayiverin ve iplere bağlayın, demişti. Savaşa başlamaları ile birlikte müslümanlar gözlerinde büyüdü ve sayıları çok görünmeye başladı. Nitekim, Âl-i İmrân Sûresi'nde de açıklandığı üzere;

"Onlar, öbürlerini gözleriyle kendilerinin iki katı olarak görüyorlardı" (Âl-i İmrân, 3/13) diye buyurmaktadır.

"Tâ ki, Allah, gerçekleşmesi gereken bir emri yerine getirsin." Yüce Allah, bu âyeti burada da tekrarlamaktadır. Çünkü, (42. âyet-i kerimede geçen) birincisinde anlam, karşılaşma ile ilgilidir. İkincisinde ise, müşriklerin öldürülmesi ve dinin üstün kılınması ile ilgilidir. Bu da müslümanlar üzerindeki nimeti tamamlamaktır. "Bütün işler ancak Allah'a döndürülür." Yani, bütün işler sonunda O'na döner ve O'na varır.

45

Ey îman edenler! Bir topluluk ile karşılaşırsanız sebat edin. Allah'ı da çokça anın ki, felâh bulasınız.

"Ey Îman edenler! Bir topluluk" bir cemaat

"İle karşılaşırsanız sebat edin." Kâfirlerle çarpışma esnasında sebat edip direnç göstermek emredilmektedir, Nitekim, bir önceki âyet-i kerimede de kâfirlerin önünden kaçmak yasaklanmaktadır. Buna göre, emir ve yasak aynı anlamı ihtiva etmektedir. Bu ise, düşmana karşı durmak ve ona karşı yiğitçe direnmeyi te'kiddir.

"Allah'ı da çokça anın ki felâh bulasınız." İlim adamlarının burada sözü geçen Allah'ı anmak (zikir) ile ilgili üç görüşü vardır:

1- Kalplerinizin korkuya kapılması esnasında Allah'ı anınız. Çünkü sıkıntılı hallerde O'nu anmak, sebata yardımcıdır,

2- Kalplerinizle sebat edin, dillerinizle O'nu anın. Çünkü kalp, düşmanla çarpışmak esnasında rahat olmaz, dil de ızdırap duyar. Yüce Allah, kendisini anmayı emrederek kalbin yakîn üzere, dilin de zikir üzere sebat göstermesini ve Talut ile birlikte bulunan Savaşçıların söyledikleri şu sözleri söylemelerini istemektedir:

"Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, ayaklarımıza sebat ver. Kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et. "(el-Bakara, 2/250) Bu durum ise, ancak yüce Allah'ı güçlü bir şekilde tanımak ve keskin bir basîrete sahip almak hali ile ortaya çıkar. İşte, insanlar arasında övülen kahramanlık da budur.

3- Canlarınızı satın almış olması ve canlarınıza vermiş olduğu değerler hususunda Allah'ın size olan sözlerini hatırlayın.

Derim ki: Daha zahir olan, dilin kalbe uygun düşen zikridir. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî der ki: Herhangi bir kimseye Allah'ı zikretmeyi terk hususunda ruhsat verilecek olsaydı, elbette Zekeriyâ'ya ruhsat verilirdi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Senin alametin işaretle hariç insanlarla üç gün konuşamamandır. Rabbini çokça zikret..." (Âl-i İmrân, 3/41) Aynı şekilde Savaşta bulunan kimseye de ruhsat vermesi gerekirdi. Oysa yüce Allah:

"Bir topluluk ile karşılaşırsanız sebat edin, Allah'ı da çokça anın..." diye buyurmaktadır,

Katade der ki: Yüce Allah kılıçlarla vuruşma esnasında zikrin en hatıra gelmeyeceği bir yerde kullarına kendisini anmalarını emretmiştir. Bu zikrin ise hafi (gizli) olması gerekir. Çünkü, Savaş esnasında sesi yükseltmek, eğer zikreden tek bir kişi ise, bayağı bir iş ve mekruhtur. Eğer hamle esnasında ve hepbirlikte yapılacak olursa, güzeldir. Çünkü bu, düşmanların gücünü dağıtır.

Ebû Dâvûd, Kays b. Ubad'dan şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbı Savaş esnasında ses çıkarmayı hoş görmüyorlardı. Ebû Dâvûd. Cihad 102. Ebû Burde de babasından, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan buna benzer bir rivâyet nakletmektedir. Ebû Dâvûd, Cihad 102.

İbn Abbâs der ki: Savaş esnasında ağzı burnu kapatmak mekruhtur. İbn Atiyye de der ki: Murabıtlar bu şekilde kendilerini korumakla birlikte Savaş esnasında ağız ve yüzlerini örtmeyi terk etmek suretiyle Allahu alem buna uymuş olmalıdırlar.

46

Allah'a ve Rasûlüne İtaat edin. Birbirimizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız, gücünüz gider. Bir de sabredin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.

"Allah'a ve Rasûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin" anlamındaki bu âyet, onlara yapılan tavsiyelere devam ve Bedir ile ilgili hususlardaki anlaşmazlıktan ve birbirleriyle çekişmeleri konusunda yaptıklarının engellenmesi mahiyetindedir.

"Sonra korkuya kapılırsınız" kelimesi, nehyin cevabı olarak başına gelen "fe" harfi ile nasb mahallindedir. Sîbeveyh ise, burada "fe" harfinin hazfedilmesi ve meczum gelmesini uygun kabul etmezken, el-Kisâî bunu uygun görmektedir. Bu kelimeşeklinde, "şin" harfi esreli olarak okunmuş ise de böyle bir kullanış bilinmemektedir.

"Gücünüz gider” kelimesindeki "rüzgâr" anlamındaki rih, güç ve yardım demek olduğundan, gücünüz ve yardımınız, zaferiniz gider, anlamındadır. Nitekim bir kimse bir işte galip ise; denilir. Şair der ki:

"Senin rüzgârların estiğinde (zafer elde ettiğinde) onu ganimet bil!

Çünkü dalgalanan herbir şeyin bir de durulması vardır."

Katade ve İbn Zeyd der ki: Esip kâfirlerin yüzüne çarpan bir rüzgâr olmadan hiçbir zafer elde edilmemiştir. Nitekim Hazret-i Peygamberin: "Bana doğu tarafından esen (sabâ) rüzgârı ile yardım edildi. Âd kavmi ise, batıdan esen rüzgâr (debûr) ile helâk edildi" Buhârî, İstiskaa 26, Meğazî 29, Bed’ul-Halk 5; Müslim, Salâtu'l-lstiskaa 17; Müsned, I, 223, 228... âyeti de bu kabildendir. el-Hakem der ki: Burada "gücünüz (rüzgârınız) gider" âyeti, doğudan esen (sabâ) rüzgârı gider demektir. Zira Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve onun ümmeti bu rüzgâr ile yardıma mazhar olmuştur. Mücahid de der ki: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbının, Uhud günü onunla çekişmeleri üzerine güçleri kaybolmuştur.

"Bir de sabredin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir" âyeti, sabrı emretmektedir. Sabır ise her durumda özellikle Savaş halinde övülen bir özelliktir. Bu da yüce Allah'ın:

"Ey îman edenler, bir topluluk ile karşılaşırsanız sebat edin" (el-Enfal, 8/45) âyetine benzemektedir.

47

Yurtlarından çalım satarak İnsanlara gösteriş yaparak çıkan ve Allah yolundan alıkoyanlar gibi olmayın. Allah yaptıklarını çepeçevre kuşatandır.

Bu âyetinde yüce Allah, Bedir günü kervanın yardımına gitmek üzere çıkan Ebû Cehil ve arkadaşlarını kastetmektedir. Bunlar, cariyeler, şarkıcılar ve çalgı aletleri ile birlikte çıkmışlardı. el-Cuhfe'ye vardıkları sırada Ebû Cehil'in arkadaşı olan Kinaneli HuM, oğullarından birisi ile Ebû Cehil'e bazı hediyeler göndermiş ve: Dilersen sana Savaşçılarla yardım edeyim, dilersen de kavmimden çabucak yola koyulabilecek kimselerle bizzat senin yardımına geleyim, demişti. Ebû Cehil şu cevabı vermişti: Eğer Muhammed'in iddia ettiği gibi biz Allah ile Savaşıyor isek, Allah'a yemin olsun ki, bizim Allah'a karşı koyacak gücümüz olmaz. Eğer insanlarla Savaşacak olursak, Allah'a andolsunki, insanlara gücümüz yeter. Allah'a yemin olsun, Bedir'e varıp orada şAraplar içmedikçe, cariyeler bize çalgılar çalmadıkça Muhammed ile Savaşmaktan dönmeyeceğiz. Çünkü Bedir, Arap panayırlarından bir panayır, pazarlarından bir pazardır. Böylelikle Araplar, bizim bu çıkışımızı işitsin ve ebediyete kadar bizden korkup çekinsin. Sonra Bedir'e geldiler. Fakat başlarına gelen geldi ve helâk oldular.

Çalım satmak, sözlükte yüce Allah'ın nimetleriyle sahip olduğu gücü ve ihsan etmiş olduğu afiyeti, masiyetlere karşı güç kazanmak için kullanmak demektir. Bu kelime burada hal mevkiinde mastardır. Yani onlar, azgınlaşmış halde gösteriş yapanlar ve Allah'ın yolundan alıkoyanlar olarak çıkmışlardı, demektir. Onların alıkoymaları, insanları saptırmaları demektir.

48

Hani şeytan onlara yaptıklarını süslemiş ve şöyle demişti: "Bugün İnsanlardan sizi yenebilecek yoktur. Ben de muhakkak sizin yardımcınızım." İki ordu birbirini görünce, iki topuğu üstüne gerisin geri kaçarak: "Benim sizinle hiçbir ilişkim yok. Gerçekten ben sizin göremeyeceğinizi görüyorum. Ben, muhakkak Allah'tan korkarım. Allah, cezası çok şiddetli olandır" demişti.

Rivâyete göre şeytan o gün onlara, Sürâka b. Mâlik b. Cu'şum suretinde görünmüştü. Sürâka ise Bekr b. Kinaneoğullarından idi. Kureyşliler, Bekr oğullarının arka taraflarından gelip kendilerine saldıracağından korkuyorlardı. Çünkü, Bekroğullarından birini öldürmüşlerdi. Şeytan onlara görününce:

"Bugün insanlardan sizi yenebilecek yoktur” şeklinde âyet-i kerimedeki sözlerini söyledi. ed-Dahhak der ki: Bedir günü İblis onlara sancağı ve askerleriyle geldi. Kalplerine asla yenilmeyecekleri ve atalarının dini üzerine çarpıştıkları telkinlerini verdi.

İbn Abbâs'tan da şöyle dediği nakledilmektedir: Yüce Allah, Peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ve mü’minlere bin melek yardımcı göndermiş idi. Cebrâîl (aleyhisselâm.) beşyüz melek ile bir kanatta, Mikail de beşyüz melek ile öbür kanatta idi. İblis de Mudlicoğullarından bir takım kimseler suretinde, beraberinde sancak bulunduğu halde şeytanlardan bir ordu ile geldi. Şeytan, Sürâka b. Mâlik b. Cu'şum suretinde idi. Müşriklere:

"Bugün İnsanlardan sizi yenecek kimse yoktur," demişti.

Taraflar saf tutunca, Ebû Cehil: Allah'ım, bizim hangimiz hakka daha yakınsa Sen ona zafer ver demişti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da elini kaldırıp şöyle dua etmişti: "Rabbim eğer Sen bu topluluğu helâk edecek olursan, yeryüzünde ebediyen Sana ibadet olunmayacaktır."

Cebrâîl: "Bir avuç toprak al" deyince, Hazret-i Peygamber bir avuç toprak alarak yüzlerine doğru fırlattı. Gözüne, burnuna, ağzına bu topraktan isabet etmedik bir müşrik kalmadı. Geri dönerek kaçtılar. Cebrâîl (aleyhisselâm) da İblis'in üzerine gitti. İblis, onu gördüğünde, eli müşriklerden birisinin elinde idi. Hemen elini ondan çekti ve taraftarlarıyla birlikte arkasını dönüp kaçtı. Adam ona: Ey Sürâka, bize yardım edeceğini iddia etmiyor muydun? deyince, şeytan şöyle dedi: "Ben sizden uzağım. Ben sizin görmediğiniz şeyleri görüyorum." Bunu Beyhakî ve başkaları zikretmektedir.

Mâlik'in Muvatta’''ında da İbrahim b. Ebi Able'den, o, Talha b. Ubeydullah b. Kerîz'den naklettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şeytan, arafe günü kendisini küçük, hakir, kovulmuş ve öfkeli gördüğü kadar hiçbir gün görmüş değildir. Bunun sebebi ise, ilahi rahmetin sağanak sağanak inişini, Allah'ın da büyük günahları bağışlamasını görmesinden başkası değildir. Bundan tek istisna Bedir günü gördükleridir." Ey Allah'ın Rasulü, Bedir günü ne gördü ki? denilince, şöyle buyurdu: "O, Cebrâîli, melekleri Savaş için düzene koyarken gördü." Muvatta’'', Hacc 245.

"Gerisin geri kaçtı"; Süleym şivesinde geri döndü demektir. Bu açıklama Müerric ve başkalarından nakledilmiştir. Şair de şöyle demektedir:

"Gerisin geri dönüp kaçmak şeref değildir,

Hiç şüphesiz şeref, mızrak ve okların üzerine gitmektir."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Geride kalanların dönüp kaçmalarının kendilerine bir faydası olmaz.

Önden gidenlere de ileri atılmaları zarar vermedi."

Ancak, burada geri dönüp kaçmak değil, bırakıp kaçmak kastedilmektedir. Nitekim Hazret-i Peygamber: "Şeytan, ezanı işitti mi, seslice yellenerek arkasını döner kaçar" Buhârî, Ezan 4, el-Amel fl's-Salat 18, Sehv 6, Bed'u’l-Halk 11; Müslim, Salât 19, Mesücid 83; Ebû Dâvûd, Salât 11, 174; Muvatta’'', Nida 6; Müsned, II, 313, 398, 460... diye buyurmaktadır.

"Ben muhakkak Allah'tan korkarım." Denildiğine göre İblis, Bedir günü kendisine mühlet verilen gün olacağından korktu. Bir diğer görüşe göre İblis:

"Ben muhakkak Allah'tan korkarım" derken yalan söylemişti. Ama yardım edecek gücü olmadığını da bilmişti.

Himaye eden, yardımcı, komşu kelimesinin çoğulu; şeklinde gelir. Bunun azlık çoğulu ise; şeklindedir.

49

O zaman münafıklarla kalplerinde hastalık olanlar: "Bunları dinleri aldattı" diyordu. Halbuki kim Allah'a dayanıp güvenirse, hiç şüphesiz Allah, mutlak galiptir, Hakimdir.

Denildiğine göre münafıklardan kasıt, îman ettiklerini açığa vurmakla birlikte küfürlerini gizleyen kimselerdir. Kalplerinde hastalık bulunanlar ise, münafıklardan ayrı şüphe içerisinde bulunanlardır. Çünkü bunlar henüz İslâm'a yeni girmiş ve nisbeten kalplerinde zaaf bulunan kimselerdi. Savaşa çıkmaları ve iki saftın karşı karşıya gelmesi esnasında "bunları dinleri aldattı" demişlerdi.

Bir diğer görüşe göre ise, burada münafıklar da kalplerinde hastalık bulunanlar da aynı kimselerdir. Daha uygun olanı da budur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onlar ki, gayba inanırlar" dedikten sonra:

"Onlar, sana indirilene îman ederler" (el-Bakara, 2/3-4) diye buyurmaktadır. Halbuki, bunların ikisi de aynıdır.

50

Meleklerin, o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura ve: "O yakıcı azâbı tadın” diye diye canlarını alırken bir görseydin.

Denildiğine göre, bununla yüce Allah, Bedir günü öldürülmeyip geriye kalan kimseleri kastetmektedir. Bir diğer görüşe göre bu, Bedir günü öldürülen kâfirler hakkındadır.

"...Se, ...sa" şart edatının cevabı muhzuftur. Takdiri de: ... görseydin, sen çok büyük bir iş görmüş olacaktın, şeklindedir. Mücahid ve Saîd b. Cübeyr'e göre,

"Yüzlerine ve arkalarına” âyetindeki "arkalarından kasıt, kinaye yoluyla onların kıçlarıdır. el-Hasen'e göre ise sırtlarıdır.

"Vura vura” anlamındaki kelime de hal mevkiindedir. el-Hasen ayrıca şöyle demektedir: Bir adam, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Ey Allah'ın Rasulü dedi. Ben, Ebû Cehil’in sırtında ayakkabı bağı gibi birşey gördüm. Hazret-i Peygamber: "İşte o, meleklerin vurmasıdır" buyurdu.

Şöyle de denilmiştir: Buradaki vurmak ölüm esnasında olur. Kıyâmet gününde ateşe götürülecekleri vakit olması da muhtemeldir.

"O yakıcı azâbı tadın" âyeti ile ilgili olarak el-Ferrâ' şöyle demektedir: Yani,

"melekler... tadın, derler" takdirinde olup, bu "derler" fiili hazfedilmiştir.

el-Hasen der ki: Bu söz kıyâmet günü söylenecektir. Cehennem bekçileri onlara: Yakıcı (ateş) azâbı(m) tadın diyeceklerdir. Rivâyete göre, kimi tefsirlerde şöyle kaydedilmektedir: Melekler ile birlikte demirden tokmaklar vardı. Onlar, darbe indirdiler mi, yaralarında ateş alev alırdı. İşte yüce Allah'ın:

"O yakıcı azâbı tadın" âyeti ile anlatılan budur.

Tatmak: zevk" hem hissen, hem de manen olur. Bu tabir ibtilâ ve deneme yerine de kullanılır. Mesela; Bu ata bin ve onu tat (dene)" denildiği gibi, "Filana bak ve onun yanında bulunanın tadına bak (dene, sına)" da denilir. Şair eş-Şemmâh da bir atı vasfederken şöyle demektedir:

"Tadına baktı. O da ona bir parça yumuşaklık gösterdi o kadar.

Bununla birlikte ona ok batırılacak olsa, bunu engeller."

(Yani, bu atın huyu yerine göre yumuşak, yerine göre serttir).

Bu kelime aslında ağız yoluyla tatmaktan gelmektedir.

51

"Bu, ellerinizin daha önce yaptıkları yüzündendir. Ve hiç şüphesiz Allah'ın kullarına zulmedici olmadığındandır."

"Bu" ref mahallindedir. Durum işte böyledir, anlamındadır. Yahut da

"bu" sizin cezanız,

"ellerinizin daha önce yaptıkları" kazandığı günahları

"yüzündendir ve hiç şüphesiz Allah'ın kullarına zulmedici olmadığındandır." Çünkü, yüce Allah doğru yolu açıklamış ve peygamberler göndermişti. Ne diye muhalefet ettiniz?

" ... ve hiç şüphesiz" "Yaptıkları şeyler"e atf ile cer mahallindedir. Bununla birlikte; anlamında, "be" hazfedilmiş olarak nasb mahallinde de kabul edilebilir. Yahut da;

"Ve bu hiç şüphesiz Allah'ın..." anlamında da olabilir, Bu" edatına atf-ı nesak olarak ref mahallinde de olabilir.

52

Tıpkı Fir'avun hanedanı ile onlardan öncekilerin gidişi gibi. Onlar Allah'ın âyetlerini inkâr etmişlerdi de, Allah da kendilerini günahları sebebiyle yakalamıştı. Şüphesiz ki Allah güçlüdür, cezası çetin olandır.

"Gidiş", âdet demektir. Buna dair açıklamalar Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/11. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yani, ruhlarının kabzedilmesi ile, kabirlerde bunlara azâb etmekteki âdet, Fir'avun hanedanınınki gibidir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Fir'avun hanedanı suda boğulmak suretiyle cezalandırıldığı gibi, bunlar da öldürülmek ve çoluk çocukları ashâb alınmakla cezalandırıldılar. Yani, bunlara azap etmekteki âdet, Fir'avun hanedanına yapılanı andırmaktadır.

53

Bunun sebebi şudur: Bir kavim nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirici değildir. Ve şüphesiz ki Allah herşeyi İşitendir, bilendir.

Bu âyet, (azap için) gerekçe mahiyetindedir. Yani, bu şekilde cezalandırma, onların Allah'ın nimetini değiştirmeleri, tebdil etmeleridir. Kureyş içine Allah'ın nimeti; verimlilik ve bolluktur; güvenlik ve afiyettir:

"Görmedilermi ki Biz onlara güvenilir bir haram (belde) kıldık. Bununla birlikte onların etrafındaki insanlarda kapılıp alınmaktadırlar..." (el-Ankebût, 29/67) es-Süddî der ki: Allah'ın onlara nimeti Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Ancak onu inkâr ettiler. O bakımdan o da Medine'ye göç etti, ilâhî ceza da müşrikleri buldu.

54

Tıpkı Fir'avun hanedanı ile onlardan öncekilerin gidişi gibi. Onlar, Rabblerinin âyetlerini yalanlamışlardı. Biz de günahları yüzünden onları helâk etmiş, Fir'avun hanedanını da suda boğmuştuk. Hepsi de zâlimdiler.

Bu âyet bir tekrar değildir. Çünkü, birincisi yalanlamaktaki âdet ve gidişi anlatmakta, ikincisi ise değiştirmekteki âdeti dile getirmektedir. Âyetin geri kalan bölümleri ise açıktır.

55

Yeryüzünde yürüyen canlıların Allah katında en kötüsü kâfirlerdir. Artık onlar îman etmezler.

"Yeryüzünde yürüyen" hareket eden "canlıların" canlı varlıkların arasından

"Allah katında" Allah'ın ilim ve hükmü gereğince

"en kötüsü kâfirlerdir. Artık onlar Îman etmezler." Yüce Allah'ın:

"Çünkü Allah katında yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü, akıl etmeyen sağır ve dilsizlerdir" (el-Enfal, 8/22) âyeti de buna benzemektedir.

56

Onlar, kendilerinden birtakım kimselerle antlaşma yaptığın her seferinde, ardından ahidlerini bozanlardır. Onlar sakınmazlar da.

Daha sonra yüce Allah bunların niteliklerini de belirterek şöyle buyurmaktadır:

"Onlar, kendilerinden birtakım kimselerle antlaşma yaptığın her seferinde, ardından ahidlerini bozanlardır. Onlar sakınmazlar da." Yani, İntikâm alınacağından korkmazlar da.

"(..........): Kendilerinden" âyetindeki, "...den" anlamını veren; teb'îz (kısmîlik) içindir. Çünkü antlaşma onların ileri gelenleri ile yapılır ve onlar da bunu bozarlar.

Burada kastedilenler, Mücahid ve başkalarının görüşüne göre Kurayza ve Nadiroğullarıdır. Bunlar, antlaşmayı bozarak Mekke müşriklerine silah yardımında bulundular. Sonra da özür beyan ederek; unuttuk dediler. Hazret-i Peygamber onlarla ikinci bir defa daha antlaşma yaptı, bunu da Hendek günü bozdular.

57

Eğer bunları Savaşta yakalarsan, onlara yaptıklarınla arkalarındakileri dağıt da ibret alsınlar.

Bu âyet, şart ve onun cevabını ihtiva etmektedir. Başa geldiğinden te'kid için "nün" gelmiştir. Basra'lı nahivcilerin görüşü budur. Kûfeliler ise şöyle derler: Şeddeli ve şeddesiz "nûn" ile birlikte şart ve ceza cümlesinde fiilde yer alır. Böylelikle şartın cevabı olan ceza ve muhayyerliğin arasındaki fark ortaya çıkmış olur. "Bunları yakalarsan'ın anlamı ise, onları ashâb edip bağlayacak olursan, yahut da onları kendilerine güç yetirip yenik düşürecek ve zaaf hallerinde bulacak olursan... demektir. Bu anlam, lâfızdan anlaşılan manadır. Çünkü, burada "Savaşta" ifadesi de yer almaktadır.

Kimileri de şöyle açıklamıştır: Onlara rastlar ve onlarla karşılaşırsan... Nitekim; "Onu buldum" demektir. ise, ele geçirmek istediği ve yapmak İstediği şeyi çabucak gerçekleştiren kişi demektir. Ancak, açıklamış olduğumuz gibi, âyet-i kerimeye uygun düşmesi dolayısıyla birinci görüş daha uygundur. Bir kimse ile rastlaşan kişinin galip gelerek, bu suretle başkalarını dağıtması mümkün olabileceği gibi, galip gelemeyebilir de. sözlükte, içi boş mızrağın ve benzeri şeylerin kendisi ile bağlandığı bağ demektir. Nâbiğa'nın şu beyiti de bu anlamdadır:

"Sen, Kuaynlıları (yardıma) çağırıyorsun.

Halbuki onlara vurulan zincirler,

Mızrakların ucuna bağlanmış bağlar gibi (bileklerinde) iz bırakmıştır."

"Onlara yaptıklarınla arkalarındakileri dağıt." Saîd b. Cübeyr der ki: Yani, onlara yaptıklarınla arkalarında bulunanları korkutup uyar. Ebû Ubeyd der ki: Bu kelime, Kureyşlilerin kullandıkları bir kelime olup onlara yaptıklarını başkaları da işitsin demektir. ed-Dahhak, onları ibretli bir şekilde cezalandır diye açıklarken, ez-Zeccâc da, onları öldür ki, geriye kalanları bundan dolayı darmadağın olsunlar, diye açıklamıştır.

Sözlükte "Dağıtmak ve ayırıp birbirinden uzaklaştırmak" demektir. Mesela ifadesi, onları yerlerinden kopardım ve ayrılmak zorunda bırakacak şekilde fılanoğulları oradan kovdum, demektir. Tek kişi hakkında da aynı anlamda kullanılır. Mesela, "Ben onu vatanından ve akrabalarından ayrı ve uzak koydum," demek olur. Huzeyllilerden bir şair de şöyle demektedir:

"Hergün (Mekke'nin) vadilerinde dolaşıp dururum (Beyinsizleri yakalamakla görevli)

Hakim (adlı kişi) beni duyar da beni uzaklaştırıp kovar korkusuyla."

Sahibinden ayrılıp uzaklaşması halinde, deve ve binek için kullanılan, tabiri de buradan gelmektedir. Âyet-i kerimedeki; "Kimse, kimseler," anlamındadır. Bu açıklamayı el-Kisâî yapmıştır.

İbn Mes'ûd'dan da bu kelimeyi noktalı "zel" ile; ( vü) şeklinde okuduğu rivâyet edilmiştir ki, (dâl ile okunuşu ile birlikte) iki ayrı söyleyiştir. Kutrub ise şöyle demektedir: "Zel" İle okuyuş, ibretli bir şekilde cezalandırmak. "Dâl" ile okuyuş ise, darmadağın etmek demektir. Bu açıklamayı da es-Sa'lebî nakletmiştir. el-Mehdevî ise der ki: "Zel" ile okuyuşun açıklanabilir bir tarafı yoktur. Ancak birbirlerine yakınlıkları dolayısıyla "dâl" harfinin yerine kullanılmış olması hali müstesna. Çünkü dilde, "zel" harfi ile bu kelimenin kullanıldığı bilinmemektedir,

"Arkalarındakiler" anlamındaki kelime; "Arkalarından" (anlamında) "mim ile fe" harfi esreli olarak da okunmuştur. "... da ibret alsınlar." Yani, senin onlara vermiş olduğun sözü hatırlasınlar.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu, dağıtılan kimselerin arkalarında bulunanlar ile alakalıdır. Çünkü, öldürülen kimsenin herhangi bir şekilde ibret alması sözkonusu olmayacağına göre anlamı, o halde sen bunlara yaptıklarınla onlar gibi davranan ve gerilerinde bulunan kimseleri dağıt, demektir.

58

Eğer bir kavmin hainliğinden endişeye düşersen, sen adalet üzere kendilerine antlaşmalarını bozduğunu bildir. Çünkü Allah hainlik edenleri sevmez.

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1. Âyetin Nüzul Sebebi:

"Eğer bir kavmin hainliğinden" onların aldatacaklarından ve ahîdlerini bozacaklarından

"endişeye düşersen, adalet üzere kendilerine antlaşmalarını bozduğunu bildir."

Bu âyet-i kerîme Kurayzaoğulları ile Nadiroğulları hakkında inmiştir. Taberî bunu Mücahid'den nakletmektedir.

İbn Atiyye de der ki: Kur'ân-ı Kerîm’in lâfızlarından anlaşılan şu ki, Kurayzaoğulları hakkındaki açıklamalar, yüce Allah'ın:

"... arkalarındakileri dağıt da ibret alsınlar" âyeti ile sona ermiştir. Bundan sonra şanı yüce Allah, bu âyet-i kerîme ile, gelecekte hainlik edeceğinden korkacağı kimselere yapacağı uygulamalar hakkında emir vermektedir. İşte bu gibi kimseler hakkında bu âyet-i kerimenin hükmü gereğince uygulama yapılacaktır. Kurayzaoğulları ise, öyle hainliklerinden endişe edilecek durumda değillerdi. Onların hainlikleri açık ve bilinen bir husustu.

2. Hainliğin Belirtileri ve Antlaşmayı Bozmak:

İbnü'l-Arabî der ki: Hainlikten korkmak halinde ahdin bozulması nasıl câiz olabilir? Halbuki korkmak zandır, yakin ile birlikte bulunması sözkonusu değildir. Yakin olan antlaşma, hainlik zannı ile birlikte nasıl ortadan kalkar, denilecek olursa, buna iki şekilde cevap verilebilir:

1- Recâ (ummak), yüce Allah'ın:

"Size ne oluyor da Allah'tan gelecek bir azâbı ummuyorsunuz?" (Nûh, 71/13) âyetinde olduğu gibi, kesin bilgi manasına kullanıldığı gibi, "korkmak" da kafi bilgi (yakin) anlamında kullanılmıştır.

2- Hainliğin etkileri ortaya çıkıp bunun da delilleri ispatlanacak olursa, artık antlaşmayı devam ettirmek, yok oluşa götürmemek için onu bozmak icabeder. Böyle bir durumda zaruretten ötürü kafi olarak bilinen şeyi (antlaşmayı) hükümsüz kılmak caizdir. Şayet (antlaşmanın) kafi olarak bozulduğu bilinecek olursa, zaten onlara bunun bildirilmesine de gerek kalmaz. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'nin fethi sırasında Mekke halkının ahdi bozdukları yaygın bir şekilde anlaşılıp bilinmesi sonucunda, onlara ahidlerini bozduğunu bildirmeksizin üzerlerine yürümüştür.

Atmak ve reddetmek demektir. (Mealde: Atmak anlamı ile karşılanmıştır.) el-Ezherî der ki: Sen bir kavim ile antlaşma yapıp da onların antlaşmayı bozduklarıni bilecek olursan, onlara antlaşmayı ve banşı bozduğunu bildirmeden önce, onlara herhangi bir hücum tertipleme. Böylelikle her iki taraf antlaşmanın bozulduğu hususunda birbirine eşit olsunlar. Bu eşitlikten sonra onlara hücum edebilirsin.

en-Nehhâs da der ki: Bu, kısalığına rağmen pek çok anlam ihtiva etmesi açısından insanların sözleri arasında benzeri bulunmayan Kur'ân-ı Kerîm'in mucize ifadelerindendir. Âyetin anlamı şudur: Seninle kendileri arasında bir antlaşma bulunan bir topluluğun hainlik edeceğinden korkacak olursan, onlara antlaşmalarını geri at. Yani onlara, antlaşmanızı yüzünüze çarpıyorum. Ben sizinle Savaşacağım, de. Böylelikle onlar bunu bilsinler ve bu husustaki bilgi bakımından onlar da seninle eşit olsunlar. Onlar, sana güvenip seninle aralarında bir antlaşma varken onlarla Savaşma. Çünkü bu bir hainlik ve ahdi bozmak olur. Daha sonra yüce Allah bunu:

"Çünkü Allah hainlik edenleri sevmez" âyeti ile beyan etmektedir.

Derim ki: el-Ezherî ile en-Nehhâs'ın sözünü ettiği antlaşmanın bozulduğunu bilmekle birlikte antlaşmanın bozulduğunu bildirme gereğini Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın Mekke fethindeki uygulamaları reddetmektedir. Çünkü onlar antlaşmayı bozunca, Hazret-i Peygamber onlara bu hususta herhangi bir bilgi tevcih etmeyip aksine: "Allah'ım, benim haberimi onlara ulaştırma" diye dua etmiş ve onlara gaza düzenlemiştir. Âyetin anlamı da budur. Çünkü onlar tarafından bilerek antlaşmanın bozulup sona erdirilmesi ile onların da antlaşmayı bozduklarına dair bilgileri olmakta ve bu hususta onlarla eşit olunmaktadır. Eğer onlar, antlaşmayı bozduklarını bilmiyor iseler, o takdirde (habersiz hücum) helal değildir, câiz de olmaz.

Tirmizî ve Ebû Dâvûd, Süleym b. Âmir’den şöyle dediğini rivâyet ederler: Muaviye ile Bizanslılar arasında bir antlaşma vardı. O da antlaşma süresi dolar dolmaz onlara gaza yapmak için sınırlarına yakın olmak kastıyla şehirlerine yakın yerde yürürdü. Adamın birisi bir Arap atı veya bir kadana üzerinde: Allahu ekber Allahu ekber alide vefa gerekir, bozmaktan sakınmak gerekir, diyerek ona geldi. Dönüp baktıklarında gelenin Amr b. Anbase olduğunu anladılar. Muaviye ona bir elçi göndererek durumu ona sorunca şöyle dedi: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kimin kendisiyle başka bir kavim arasında bir antlaşma varsa, o antlaşmanın süresi dolmadan yahut da eşit bir şekilde onlara antlaşmayı bozduğunu bildirmeden herhangi bir düğümü bağlamasın ve çözmesin." Bunun üzerine Muaviye, beraberindekilerle geri döndü. Tirmizî der ki: Bu, hasen, sahih bir hadistir. Ebû Dâvûd, Cihâd, 152; Tirmizî, Siyer 27; Müsned, IV, 111, 113, 386. Ancak belirtilen kaynaklarda sahabî'nin ismi Amr b. Anbese değil, Amr b. Abse'dir. Doğrusu da budur.

"Adalet" ise eşitlik ve dengelilik (itidal) demektir. Recez vezninde şair şöyle demektedir:

"Ahidleri bozan düşmanların yüzlerini vur

Tâ ki, sana âdil bir şekilde karşılık versinler."

el-Kisâî der ki:

"adalet" demektir. Bu kelime orta, düzlük, (vasat) anlamına da gelebilir. Yüce Allah'ın: "Cehennemin ortasında" (es-Sâffât, 37/55) âyetinde de bu anlamdadır. Hassan'ın şu beyiti de bu türdendir;

"Vay Peygamberin ashâbı ve onun yakınlarına

Lahdin ortasında üzerinin kapatılmasından sonra!"

el-Ferrâ' der ki:

"Adalet üzere kendilerine antlaşmalarını bozduğunu bildir" âyetinin, gizlice değil, açıkça bildir, anlamına geldiği de söylenmektedir.

3. Hainliğin Ağır Vebali ve Yöneticilerin Hainliği:

Müslim, Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Hainlik eden herbir kimse için Kıyâmet gününde hainliği miktarınca onun için yükseltilecek bir sancağı olacaktır. Şunu bilin ki, kamu emirinden daha büyük hainlik edecek bir hain bulunmaz." Müslim, Cihad 16; Müsned, II, 70, (İbn Ömer'den), III, 46, 61, 70.

İlim adamlarımız Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- derler ki; İmâmın (devlet başkanının) hainliğinin, diğerlerine göre daha büyük ve daha çirkin olmasına sebep, onun hainliğinin sebep olduğu fesattan dolayıdır. Çünkü, yöneticiler hainlik edecek, sözlerinde durmayacak ve bu durumlan da bilinmekle birlikte, onlar ahdi bozduklarını âdil bir şekilde bildirmeyecek olurlarsa, düşman hiçbir şekilde onlarla yapılan herhangi bir antlaşma ya da barışa güvenmez. O bakımdan düşmanın silah gücü artar, vereceği zarar da büyür.

Ayrıca böyle bir şey, insanların İslâm'a girmekten uzak durmalarına ve müslüman yöneticilerin de yerilmesine sebep teşkil eder. Ancak, düşmanın herhangi bir antlaşması bulunmuyor ise, ona karşı hertürlü hileye başvurmak ve ona karşı hertürlü aldatmanın yapılması gerekir. İşte Hazret-i Peygamberin: "Harp hiledir" Buhârî, Cihad 157, Menakıb 25, İstitübeti'l-Mürteddin 6; Müslim, Zekât 153, Cihâd 17, 18; Ebû Dâvûd, Cihad 92, Sünne 28; Tirmizî, Cihaâd 5; İbn Mâce, Cihad 28; Müsned, I, 81, 90..., 312, 314, III, 224, 297, 308, VI, 387, 459. âyeti buna göre yorumlanmalıdır.

İlim adamları, antlaşmasını bozan İmâm ile birlikte cihad edilip edilmeyeceği hususunda İki farklı görüşe sahiptirler. Çoğunluk (başka türlü) emanete ve benzeri şeylere hainlik eden ve fasıkın hilafına; böyle bir kimse ile cihada çıkılmayacağı kanaatindedir. Kimisi de böyle birisi ile cihada çıkılacağı görüşündedir. Her iki görüş de bizim mezhebimizde (Mâliki mezhebinde) kabul görmüştür.

59

O İnkâr edenler öne geçtiklerini asla sanmasınlar. Onlar, asla âciz bırakamazlar.

Yüce Allah:

"O İnkâr edenler öne geçtiklerini asla sanmasınlar." Yani, Bedir vakasında ölümden kurtulanlar, hayatta kalarak kurtulacaklarını zannetmesinler, diye buyurduktan sonra:

"Onlar asla aciz bırakamazlar" diye buyurmaktadır. Yani, Allah onlara karşı sana zafer verinceye kadar dünyada onlar aciz bırakamazlar. Bunun, ahirette aciz bırakmayı kastettiği de söylenmiştir. Bu, el-Hasen'in görüşüdür.

İbn Âmir, Hafs ve Hamza

"Asla sanmasınlar" şeklinde "ye" ile okumuşlardır. Diğerleri ise öznenin zamiri fiilde olmak üzere "te" ile okumuşlardır. (O takdirde mana: Sanmayasın, şeklinde olur). Buna karşılık

"O inkâr edenler" de birinci mef'ûl,

"Öne geçtiklerini" de ikinci mefu olur. (Bu okuyuşa göte mana şöyle olur: Sen, o kâfirlerin öne geçtiklerini asla sanmayasın.)

"Ye" ile okuyuşa gelince, aralarında Ebû Hatim'in de bulunduğu nahivcilerden bir topluluk, bu şekilde okuyuşun helal olmayacak kadar bir lahn (yanlışlık) olduğunu ve i'rabı bilen, yahut ona bildirilen kimsenin bu şekilde okuyamayacağını iddia etmişlerdir.

Ebû Hatim der ki; Çünkü,"Sanmasınlar" fiili, tek bir mef'ûlle gelmez. Onun İki mef'ûle ihtiyacı vardır.

en-Nehhâs ise şöyle demektedir: Bu, oldukça ağır bir iddiadır. Bu şekilde okuyuş caizdir ve anlam şöyle olur: "Onlardan geride kalanlar o kâfirlerin öne geçtiklerini asla sanmasınlar." Bu durumda zamir, daha önce geçen (âyet-i kerimede kendilerinden sözedilenler)e ait olur. Şu kadar varki, "te" ile okuyuş daha anlaşılır bir okuyuştur, el-Mehdevî der ki: "Ye" ile okuyanın kıraatinin şu anlama gelme ihtimali vardır: Bu fiilde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ait bir zamir vardır, buna karşılık bu fiil için gerekli iki mef'ûl olur. (Buna göre anlam şöyledir: Peygamber, kâfirlerin ileri geçtiklerini sanmasın). Bununla birlikte; "İnkâr edenler"in fail, birinci mef'ûlün de hazfedilmiş olması mümkündür. Buna göre anlam şöyle olur: Kâfirler, kendilerini ileri geçtiler diye sanmasınlar. (Meal de buna yakındır).

Mekkî de der ki; Bununla;" Öne geçtikleri" ile; takdiri de mümkündür. O vakit bu, iki mef'ûl yerini tutar, İfadenin takdiri şöyle olur: O inkâr edenler, öne geçtiler diye asla sanmasınlar. Bu da yüce Allah'ın:

"İnsanlar... bırakılacaklarını mı sandılar?" (el-Ankebut, 29/2) âyetinde yer alan (........)e benzer. Burada; iki mef'ûlün yerini tutmaktadır.

İbn Âmir şeklinde "hemze"yi üstün olarak okumuştur. Ancak, Ebû Hatim ile Ebû Ubeyd bu kıraati uzak bir İhtimal olarak kabul etmiştir. Ebû Ubeyd der ki: Bunun, bu şekilde okunması, ancak anlamın; "O inkâr edenlerin muhakkak aciz bırakmayacaklarını sanmayasin" şeklinde olması halinde mümkün olur. (Bu ise mana bakımından imkânsızdır, biraz sonra açıklaması gelecektir).

en-Nehhâs der ki: Ebû Ubeyd'in sözünü ettiği bu açıklama, Basralı nahivcilere göre mümkün değildir. Çünkü "Ben Zeyd'i çıkmaktadır sandım" şeklindeki bir kullanım ancak hemzenin esreli okunması halinde câiz olabilir. Bunun bu şekilde kullanılmasının mümkün olmaması, mübteda mahallinde oluşundan dolayıdır. Nitekim; "Zeyd'in babasını çıkıyor sandım," denilebilir. Eğer hemze üstün okunacak olursa, bu sefer anlamı, “Ben, Zeyd'in çıkışını zannettim" şeklinde olur ki, böyle bir mana imkânsızdır. Diğer taraftan Ebû Ubeyd'in söylediğinin sağlıklı bir anlam ifade etmesi de sözkonusu değildir. O bakımdan bu şekilde bir açıklama uzak bir ihtimaldir. Şu kadar var ki, olumsuzluk edatını zaid kabul etmesi hali müstesnadır. Şanı yüce Allah'ın Kitabında yer alan bir harfin kabul edilmesi gerekli bir yeli olmaksızın böyle gelişi güzel açıklamaya konu edilmesi de mümkün değildir. Bunun anlamının; "Çünkü onlar âciz bırakamazlar" şeklinde olması halinde kıraat uygun ve güzel bir kıraat olur.

Mekkî der ki: Kâfirlerin bizzat kendileri kurtuldular diye sanmasınlar. Çünkü onlar, asla aciz bırakamazlar. Yani, kurtulamazlar, demektir. Buna göre; (.......) başına gelmesi gereken "lâm" harfinin hazfı sebebiyle nasb mahallindedir. Ya da ( ît) ile birlikte olması halinde "lâm" harfi çokça hazfedildiğinden dolayı amel ettiği kabul edilerek, cer mahallinde kabul edilir. Böyle bir açıklama el-Halil ve el-Kisaî'den de rivâyet edilmektedir.

Diğerleri ise, yeni bir cümle başı ve öncekinden ayrı olarak; in hemzesini esreli olarak okumuşlardır ki, tercih olunan da budur, çünkü hem bu okuyuşta te'kid anlamı vardır, hem de cemaat (büyük çoğunluk) bu şekilde okumuştur, İbn Muhaysın'dan "cim" harfi şeddeli ve "nun" harfi esreli olarak; Beni hiçbir şekilde âciz bırakamazlar," şeklinde okuduğu da rivâyet edilmiştir. en-Nehhâs der ki: Bu, iki bakımdan hatadır. Evvela, "Onu âciz bıraktı," ifadesinin anlamı; onu ve işini zayıf düşürdü, şeklindedir Diğeri ise, o takdirde burada tek "nun" değil, iki "nun"un gelmesi gerekirdi. "Onu âciz bıraktı" fiili ise, önüne geçti ve kedisine güç yetiremeyecek şekilde onu geride bıraktı, manasınadır.

60

Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki, bununla Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizlerin bilmeyip de Allah'ın bildiği diğerlerini korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız, size eksiksiz ödenir ve size asla zulmedilmez.

Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:

1. Düşmana Karşı Güç Hazırlamak:

Yüce Allah'ın:

"Sizde onlara karşı hazırlayın" âyeti ile mü’minlere takvaya öncelik tanımayı te'kid ettikten sonra, düşmanlara karşı güç hazırlamayı emretmektedir. Şüphesiz ki, yüce Allah dileseydi sözle, yüzlerine tükürmekle, bir avuç toprakla -Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yaptığı gibi- onları bozguna uğratırdı. Ancak O, ezelî ilmi ve geçerli olan hükmü gereğince, insanların kimisini kimisi ile sınamak istemiştir.

Arkadaşın için hayır türünden, düşmanın için de şer türünden her neyi hazırlarsan, işte o senin hazırladığın şeyler arasında yer alır. İbn Abbâs der ki: Buradaki "güç"ten kasıt, silah ve yaylardır. Müslim'in Sahih'inde de Ukbe b. Âmir’den şöyle dediği nakledilmektedir: Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı minber üzerinde şöyle buyururken dinledim: "Onlara gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın. Şunu bilin ki kuvvet atmaktır, şunu bilin ki kuvvet atmaktır, şunu bilin ki kuvvet atmaktır." Müslim, İmâre 167; Ebû Dâvûd, Cihad 23; Tirmizî, Tefsir 8. sûre 5; İbn Afâee, Cihâd 19; Dârimî, Cihâd 14: Müsned, IV 157.

İşte bu, Ebû Ali Sumâme b. Şufeyy el-Hemedâni’nin, Ukbe'den rivâyet ettiği açık bir nastır. Onun (Ebû Ali'nin) Sahih-i Müslim'de bundan başka bir rivâyeti yoktur.

Atmaya dair yine Ukbe'den bir başka hadis de şöyledir: Ukbe dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Sizin tarafınızdan bir takım bölgelerin fethedilmesi (ni Allah size) müyesser kılınacaktır. Allah size (ihtiyaçlarınızın karşılanmasında) kâfi gelir. O bakımdan, sizden herhangi bir kimse okları ile oyalanmaktan acze düşürmesin." Müslim, İmâre 168; Tirmizî, Tefsir 8. sûre 5; Müsned, IV, 157. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Kişinin kendisi ile oyalandığı herbir şey batıldır. Yayıyla ok atması, atını eğitmesi ve hanımı ile oynaşması müstesna. Çünkü bunlar hak cümlesindendir." Ebû Dâvûd, Cihâd 23; Tirmizî, Feda İhı’l-Cihâd 11; Nem, Cihâd 8; İbn Mâce, Cihâd 19; Dârimî, Cihâd 14; Müsned, IV, 144, 148.

Bunun anlamı doğrusunu en iyi Allah bilir ya- şöyledir: Kişinin dünyada olsun, âhiretinde olsun kendisine herhangi bir fayda sağlamayan kendisini oyalayan her birşey batıldır, böyle bir şeyden yüzçevirmek daha uygundur. Bu üç hususla, kişi hernekadar onlarla oyalanmak ve hoşça vakit geçirmek için uğraşırsa da bunların faydalı olabilecek şeylerle İlişkileri dolayısıyla bunlar haktır. Yayıyla ok atmak ve atını eğitmek, Savaşa yardımcı olan hususlardandır. Kişinin hanımı ile oynaşması ise Allah'ı tevhid edip Allah'a ibadet edecek bir çocuğun doğmasına sebep teşkil edebilir. İşte bundan dolayı bu üç husus hak şeyler arasında yer alır. Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî'nin Sünen'lerinde de Ukbe b. Âmir'den, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Şüphesiz ki yüce Allah tek bir ok sebebiyle üç kişiyi cennetine koyar. Onu yaparken hayrı Allah'tan uman ok yapıcısına, onu atana ve atılan oku hedeften alıp getirene (ya da, atıcıya atmak üzere ok uzatana)." Ebû Dâvûd, Cihâd 23; Tirmizî, Fedâîlul-Cihad 11; Nesâî, Cihâd 8; İbn Mâce, Cihâd 19; Dârîmî, Cihâd 14; Müsned, IV, 144, 148.

Ok atmanın fazileti büyük, müslümanlara faydası pek çoktur. Kâfirlere karşı zararı da oldukça ağırdır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ey İsmailoğulları ok atınız. Çünkü şüphesiz atanız (İsmail -aleyhisselâm-) ok atıcısı idi." Buhârî, Cihâd 78, Enbiyâ 12, Menâkıb 4; İbn Mâce, Cihad 19; Müsned, I, 364, IV, 50.

Atâ binmeyi ve silahlan kullanmayı öğrenmek farz-ı kifayedir, farz-ı ayn olabileceği zamanlar da olur.

2. Cihad için At Beslemek:

Yüce Allah'ın:

"Bağlanıp beslenen atlar" âyetini, el-Hasen, Amr b. Dinar ve Ebû Havye "ve" ile "be" harflerini ötreli olarak; şeklinde; "Bağ" kelimesinin çoğulu olarak okumuşlardır. Ebû Hatim, İbn Zeyd'din naklen der ki: Bağlanıp beslenen at, beş ve daha fazlası hakkında kullanılır. Bunun çoğulu da; şeklinde gelir. Bağlanıp beslenen atlar demektir. Bundan fiil ve mastar şeklinde gelir. "İrtibat" da bu köktendir. İse, atların düşmana karşı gözetlemek üzere hazır bulundurulmasıdır. Şair der ki:

"Yüce Allah Savaşta düşmanları için onların bağlanıp beslenmelerini emretti.

Şüphesiz Allah en hayırlı başarılar ihsan edendir."

Mekhûl b. Abdullah da der ki:

"Sen, asil atları bağlayıp beslemek, onları tutmak sebebiyle kınıyorsun

Halbuki Allah, bunu Peygamber Muhammed'e tavsiye etmiştir."

At beslemenin fazileti büyük ve bu İşin şerefi de yüksektir. Urve el-Bârikînin cihad için hazırlanmış yetmiş tane atı vardı. Bunların dişilerini (kısraklarını) beslemek ise müstehaptır. Bunu İkrime ve bir topluluk ifade etmiştir. Doğrudur. Çünkü, kısrağın karnı hazine, sırtı da kuvvettir. Hazret-i Cebrâîl'in atı da dişi idi. Hadis İmâmları, Ebû Hüreyre'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet ederler: "At üç kişi içindir. Birisi için ecir, birisi için örtü ve birisi için de vebal yüküdür." Buhârî, Cihâd 48, Mûsakaat 12, Menâkıb 28, Tefsir 99. sûre 1, İ'tisâın 24; Müslim, Zekât 24, 25; Tirmizî, Cihâd 10; Nesâî, Hayl 1; İbn Mâce, Cihâd 14; Muvatta’'', Cihâd 3; Müsned, I, 295, II, 262, 283.

Bu hadiste Hazret-i Peygamber özel olarak erkek ya da dişiden söz etmemektedir. Bu atların daha asil olanının ecri de daha büyük, faydası da daha çoktur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a da: (Azad edilmek istenen) kölelerin hangileri daha faziletlidir diye sorunca, Hazret-i Peygamber de: "Değerce daha pahalı, sahipleri nezdinde de daha nefis kabul edilenleridir" Buhârî, İtk 2; İbn Mâce, Itk 4; Muvatta’'', İtk 15; Müsned, II, 383, V, 150, 171, 265. diye buyurmuştur,

Nesâî de Ebû Vehb el-Cüşemî'den ki sahabedendir şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Peygamberlerin isimlerini isim olarak alınız. Aziz ve celil olan Allah nezdinde isimlerin en sevileni ise Abdullah ile Abdurrahmandır. Atları bağlayıp besleyiniz, alınlarını ve sağrılarını sıvazlayınız. Onların boyunlarına (nazara karşı) yay asmayınız. Rengi siyaha çalan kırmızı, alnında beyazlık bulunan, ayakları da beyaz olan yahut da kırmızı, alnında beyazlık ve ayakları beyaz olan, ya da siyah, alnı beyaz ve ayakları beyaz at sahibi olmaya bakın." Ebû Dâvûd, Cihâd 45 (kısmen); Nesâî, Hayl 73; Müsned, IV, 345.

Tirmizî’nin de Ebû Katade'den rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Atların hayırlıları siyah renkli, alnında az bir beyazlık, burnunda ve üst dudağında da beyazlık bulunan, sonra alnında az beyazlık ve sağ ayağı müstesna diğer ayaklarında beyazlık bulunan attır. Eğer siyah at olmazsa, hiç olmazsa bu özellikte siyaha çalan kırmızı renkli at olsun." Tirmizî, Cihâd 20; İbn Mâce, Cihâd 14. Bunu Dârimî de Ebû Katade'den rivâyet etmektedir. Buna göre bir adam Ey Allah'ın Rasûlü diye sormuş. Ben bir at atmak istiyorum. Hangisini satın alayım. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Siyah renkli, burnunda ve üst dudağında beyazlık bulunan, sağ ön ayağı beyaz olmayıp, diğerleri beyaz olanını al. Yahut da bu özellikte siyaha çalan kırmızı at al. Hem ganimet elde edersin, hem esenliğe kavuşursun." Dârimî, Cihâd 35.

Hazret-i Peygamber, atın sağ arka ayağı ile sol ön ayağında, yahut da sağ ön ayağı ile sol arka ayağında beyazlığın bulunmasını mekruh görürdü. Bunu da Müslim Ebû Hüreyre'den rivâyet etmiştir. Müslim, İmâre 101, 102; Nesâî, Hay! 4; Müsned II, 250. Hazret-i Ali'nin oğlu Hazret-i Hüseyn'in -Allah ikisinden de razı olsun- üzerinde öldürüldüğü atın bu şekilde olduğu nakledilmektedir.

3. Savaşta Atın Önemi:

Yüce Allah'ın:

"Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet... hazırlayın" âyeti yeterli idi. Neden özellikle (hadiste Hazret-i Peygamber) atıcılıktan (Kur'ân'da yüce Allah) attan bahsetmiştir? denilecek olursa, şöyle cevap verilir: Çünkü at, Savaşların esası, perçemlerine hayrın düğümlenmiş olduğu en önemli silahıdır. Atlar en büyük güç, en sağlam hazırlık ve silahtır süvarilerin kaleleridir. Onlar sırtında Savaş alanında gidilip gelinir. Yüce Allah şerefine işaret etmek üzere özel olarak onu zikretmiş, onun değerini artırmak kastı ile de Savaş alanlarında çıkarttığı toza yemin ederek:

"Harıl harıl koşan atlara" (el-Âdiyât, 100/1) diye buyurmuştur. Oklar da Savaş esnasında kullanılan en etkili araç, düşmana en ağır kayıplar verdiren ve canları en çok çıkartabilen silahlar olduğundan dolayı, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)da özellikle ok atmaya dikkat çekmiş ve onların önemine işaret etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Cebrâîle ve Mikaile..." (el-Bakara, 2/98) âyeti de (bu yönüyle) buna benzemektedir, bu kabilden âyetler pek çoktur.

4. At ve Silahların Vakfedilmesi;

Mezhebimize mensub kimi İlim adamımız, bu âyet-i kerimeyi, at ve silahı vakfetmenin câiz oluşuna, düşmanlara karşı bir hazırlık olmak üzere bunlar için gerekli barınak ve görevlilerini edinmeye delil göstermişlerdir.

İlim adamları, at ve deve gibi hayvanların vakfedilmesinin câiz olup olmadığı hususunda iki farklı görüşe sahiptir. Bir görüşe göre câiz değildir, Ebû Hanif'e bu görüştedir. Bir görüşe göre de sahihtir. Şâfiî de bu görüştedir. Bu âyet-i kerîme dolayısıyla daha sahih olan görüş budur. Yine İbn Ömer'in, Allah yolunda bindiği at ile Hazret-i Peygamber'in Halid'e dair söylediği: "Halid'e gelince; siz, Halid'e zulmediyorsunuz. Çünkü o, zırhlarını bütün Savaş araç, gereçlerini ve bineklerini Allah yolunda vakfetmiş bulunuyor" Buhârî, Cihâd 89, Zekât 49; Müslim, Zekât 11; Ebû Dâvûd, Zekât 22; Nesâî, Zekât 15; Müsned, II, 322. hadisi dolayısıyla bunun câiz olacağını kabul eden görüş daha doğrudur.

Diğer taraftan bir kadının bir deveyi Allah yolunda vakfettiği, kocası da haccetmek isteyince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a durumu sorunca, Hazret-i Peygamber'in: "O deveyi üzerinde haccetmek üzere ona ver. Çünkü hac da Allah yolunda yapılan işlerdendir" diye buyurması da Ebû Dâvûd, Menâsik 79. Ancak devesini vakfeden şahıs, Ebû Ma'kil'dir, hanımı değildir. Hanımı, kocası Ebû Ma'kil'den kendisini hacca götürmesini isteyince, imkânı olmadığını söylemiş. Devesini ona hatırlatınca, Ebû Ma'kil onu vakfettiğini söylemiş. bunu göstermektedir. Çünkü bunlar, Allah'a yakınlaştırıcı birer surette kendilerinden yararlanılan bir maldu. O bakımdan diğer taşınmazlar gibi bunların da vakfedilmeleri caizdir. Es Süheylî, bu âyet-i kerimeyi açıklarken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın atlarının ve Savaş araçlarının İsimlerim da zikretmektedir. Bunları öğrenmek isteyen onun; "İ’lâm Arapça baskıyı hazırlayanın notuna göre kitabın tam ismi: "et-Ta'rifve'l-İ'lâmfimâ Ubhime fî'l-Kur'âni mine'l-Esmail-A'lâm" olup Kahire kütüphanesinde "232 ve 439 Tefsir" de kayıtlı bir yazmadır. adlı eserinde bunları bulabilir.

5. Kalplerine Korku Salınacak Düşmanlar:

"Bununla Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı" yani, bu şekilde hazırlık yapmakla Allah'ın düşmanlarını, sizin de yahudilerden, Kureyşlilerden, Arap kâfirlerinden düşmanlarınızı "ve bunlardan başka" es-Süddî'nin açıklamasına göre Fars ve Bizanslılardan

"diğerlerini korkutasınız."

"Bunlardan başka" âyeti ile cinlerin kastedildiği de söylenmiştir. Taberî'nin tercihi budur. Bundan kastın, düşmanlıkları bilinmeyen herkes olduğu da söylenmiştir. es-Süheytî der ki: Bunların Kurayzalılar oldukları söylendiği gibi, bunlar, cinlerdendir de denilmiştir. Başka şeyler de söylenmiştir. Ancak, bunlar hakkında herhangi birşey söylemeye gerek yoktur. Çünkü yüce Allah:

"Ve bunlardan başka sizlerin bilmeyîp de Allah'ın bildiği" diye buyurmaktadır. Nasıl herhangi bir kimse onları bildiğini iddia edebilir? Böyle bir iddia, ancak bu hususta Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelmiş bir hadise dayanılarak yapılırsa doğru olur. Bu ayet hakkında, "bunlar cinlerdir" demek de işte böyle bir İddiadır. Diğer taraftan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz içinde asil bir atın bulunduğu bir evde, şeytan herhangi bir kimsenin aklını etkileyemez" diye buyurmuştur. İbn Kesîr, IV, 26'da bu hadisi kaydettikten sonra; "Bu hadis fflünkesîrdir, senedi de metni de sahih değildir" demektedir.

Burada asîl at (atik) denilmesi, asıl Arap atının melez olmamasından dolayıdır. Bu Hadîs-i şerîfi el-Haris b. Ebi Usame, İbnu’l-Muleykî'den, o, babasından, o dedesinden, o da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan senediyle rivâyet etmiştir. Yine rivâyet olunduğuna göre cinler, içinde atın bulunduğu bir eve yaklaşamazlar ve atın kişnemesinden ürküp kaçarlar.

6. Allah Yolunda Harcamanın Mükâfatı:

"Allah yolunda ne harcarsanız" sadaka olarak ne verirseniz; kendinize yahut atlarınıza ne harcarsanız diye de açıklanmıştır,

"size eksiksiz ödenir" âhirette bir iyilik on misliyle ve yediyüz katına kadar ve daha pekçok kat fazlası ile mükâfat görecektir.

"Ve size asla zulmedilmez."

61

Onlar barışa yanaşırlarsa, sen de ona yanaş. Ve Allah'a güvenip dayan. Çünkü O, her şeyi işitendir, bilendir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1. Barışa Meyletmek:

Yüce Allah:

"Onlar barışa yanaşırlarsa, sende ona yanaş" âyetinde,

"ona" anlamındaki; de zamirin müennes gelmesi,

"barış" anlamındaki (.......) kelimesinin de müennes oluşundan dolayıdır. Buradaki müennesliğin "meyletmek işi" dolayısıyla sözkonusu olması da mümkündür. ise, meyletmek demektir.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Eğer onlar -yani, kendilerine antlaşmalarını bozduğunu bildirdiğin kimseler- barışa meyledecek olurlarsa, sen de ona meylet. "Biri diğerine meyletti," demektir. Kaburga kemikleri de bağırsaklar üzerinde eğimli bir şekilde bulundukları için onlara; denilmesi de bundan dolayıdır. Develer yürüyüş esnasında boyunları eğildiği vakit; denilir. Şair Zu'r-Rimme der ki:

"Deve üzerinde ölecek olursa canını diriltirim onun

Seni anmak suretiyle ve o, kolaylıkla yürüyen beyaz develerin göğüsleri yere doğru eğilmişken."

Şair Nâbiğa da şöyle demektedir:

"Ve iki ordu karşılaştıkları vakitte onun ordusunun

İlk galip geleceğine inandıkları halde aşağı doğru meyledenler."

Şair burada (meyledenlerle) kuşları kastetmektedir. Gece bastırıp ayaklarını kazıklar gibi yere doğru meylettirmeye başlaması halinde de, denilir.

(.......) ile aynı şey olup sulh, banş demektir. el-A'meş, Ebû Bekr, İbn Muhaysın ve el-Mufaddal bu kelimeyi "sin" harfi esreli olarak diye okumuşlardır. Bunun anlamı ile ilgili yeterli açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/208. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Selam, barış kelimesi, kökünden geliyor olabilir.

Cumhûr

"Sen de yanaş" kelimesini "nün" harfi üstün olarak okumuşlar ve Temimlilerin şivesi böyledir. el-Eşheb el-Ukayli ise bunu "nun" harfini ötreli olarak okumuş olup Kayslılar böyle kullanırlar. İbn Cinnî der ki: Bu söyleyiş kıyasa uygun olandır.

2. Âyet-i Kerîme Nesh Olmuş mudur ve Barış Teklifi:

Bu âyet-i kerimenin nesh olup olmadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Katade ve İkrime der ki: Bu âyet yüce Allah'ın:

"Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz" (et-Tevbe, 9/5) ile;

"Bütün müşriklerle Savaşınız" (et-Tevbe,9/36) âyetleri ile nesh edilmiştir. Katade ve İkrime ayrıca derler ki: Berae (et-Tevbe) Sûresi, "lâ ilahe İllallah" demedikçe müşriklerle yapılmış hertürlü barış antlaşmasını nesh etmiştir. İbn Abbâs der ki: Bu âyet:

"Bu sebeple gevşeklik göstermeyin ve sizler üstün iken barışa çağırmayın" (Muhammed, 47/35) âyeti ile nesh edilmiştir.

Ancak bunun mensuh olmadığı da söylenmiştir. Aksine, yüce Allah bununla cizye alınabilecek kimselerden cizyeyi kabul etmesini kastetmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbı da Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) döneminde de, ondan sonra gelen yöneticiler döneminde de onlardan aldıkları cizye karşılığında Arap olmayan birçok ülke halkıyla barış antlaşması yapmış ve onları kendi hallerine bırakmışlardır, Oysa onları toptan imha edebilecek güçleri de vardı. Aynı şekilde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da çeşitli belde ahalileri ile ödeyecekleri bir mal mukabilinde barış yapmıştır. Hayber bunlardandır. O, Hayberlileri mağlup ettikten sonra onları Hayber'de çalışmak ve mahsullerinin yarısını ödemek üzere Hayber'de bırakmıştır.

İbn İshak der ki: Mücahid, bu âyet-i kerîme ile Kurayzaoğulları kastedilmiştir der. Çünkü, onlardan cizye kabul edilir. Müşriklerden ise herhangi birşey kabul edilmez. es-Süddî ve İbn Zeyd de şöyle derler: Âyetin anlamı şöyledir: Eğer onlar seni barış yapmaya çağıracak olurlarsa, onların bu isteklerini kabul et. Ve âyette nesih sözkonusu değildir.

İbnü'l-Arabî der ki: İşte bu durumda buna karşı verilecek olan cevap da farklı olur. Zaten yüce Allah:

"Bu sebeple gevşeklik göstermeyin. Sizler üstün iken barışa çağırmayın. Allah sizinledir" (Muhammed, 47/35) diye buyurmaktadır. Müslümanlar, eğer güç, kuvvet ve kendilerini sallallahü aleyhi ve sellemunacak duruma sahip olup sayıca kalabalık ve çetin Savaş gücüne sahip bulunuyorlarsa, barış sözkonusu olmaz. Nitekim şair şöyle demektedir:

"Atlar mızraklarla dürtülüp öldürülmedikçe,

Kelleler de keskin kılıçlarla vurulmadıkça barış olamaz."

Şayet barışta elde edecekleri herhangi bir menfaat, yahut bertaraf edecekleri bir zarar dolayısıyla müslümanların maslahatı varsa, müslümanların buna ihtiyaç duymaları halinde, barış isteğinde öncelikle bulunmalarında da bir mahzur yoktur. Nitekim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) daha sonra bozdukları bir takım şartlar üzere Hayberlilerle barış yapmıştır. Onlar, şartlarını bozunca, barışları da bozulmuş oldu. (Mahşîb. Amr) ed-Damrî, Düme'li Ukeydir (b. Abdul Melik) ve Necranlılarla da barış yaptığı gibi, Kureyşlilerle de onlar antlaşmayı bozuncaya kadar on yıllık bir süreyle bir ateşkes antlaşması yapmıştı. Halifeler de, ashâb-ı kiram da bizim açıkladığımız bu yolu izlemeye devam ettiler, anlattığımız bu yollan füten uygulamaya koydular.

el-Kuşeyrî der ki: Eğer güçlü olan taraf müslümanlar ise, yapılan ateşkes antlaşmasının bir seneyi bulmaması gerekir. Şayet güçlü olan taraf kâfirler ise, o takdirde on yıllık bir süreyle onlarla ateşkes antlaşması yapılabilir, daha fazlası câiz değildir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da Mekkelilerle on yıllık bir süreyle barış antlaşması yapmıştı.

İbnü'l-Münzir der ki: İlim adamları Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Mekkeliler arasında Hudeybiye barışında yapılan Savaşmama süresi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Urve, bu süre dört yıldı derken, İbn Cüreyc üç yıldı demektedir. İbn İshâk ise on yıldı der. Şâfiî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Müşriklerle -Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hudeybiye yılında yaptığına banşa uygun olarak- on yıldan fazla ateşkes antlaşması yapmak câiz değildir. Eğer, müşriklerle bundan fazla bir süre barış antlaşması yapılacak olursa, bu antlaşma hükümsüzdür. Çünkü, aslolan îman edinceye, ya da cizyeyi ödeyinceye kadar müşriklerle Savaşmanın farz olduğudur.

İbn Habib de Mâlik (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Müşriklerle, bir yıllığına, iki yıllığına, üç yıllığına ve belirli bir süre söz konusu olmaksızın ateşkes antlaşmaları caizdir. el-Mühelleb der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zahiri itibariyle müslümanların aleyhine bir gevşeklik arzeden bu antlaşmayı yapmasının sebebi, Mekke'ye doğru gitmek isterken, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın devesini yüce Allah'ın yol almaktan alıkoyup çökmesinden dolayıdır. Nitekim Hazret-i Peygamber de Buhârî’nin el-Misver b. Mahreme yoluyla rivâyet ettiği hadisine göre: "Fili ilerlemekten alıkoyan bunu da alıkoydu" Buhârî, Şürût 15; Ebû Dâvûd, Cihâd 156; Müsned, IV, 323, 329. diye buyurmuştur.

İmâm, eğer bunu uygun bir yol olarak görecek olursa, müşriklerle onlardan herhangi bir mal alınmaksızın barış ve ateşkes antlaşmasının yapılacağına da delil teşkil etmektedir. Müslümanların ihtiyaç duymaları halinde düşmana verecekleri bir mal karşılığında barış akdi yapmak da caizdir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Uyeyne b. Hısn el-Fezarî ve Haris b. Avf el-Murrî ile Ahzab (Hendek) günü onlara Medine mahsullerinin üçte birini vermek karşılığında beraberlerinde bulunan Gatafanlılarla çekilip Kureyşi yardımsız bırakmaları ve kavimlerini alarak geri dönmelerini teklif etmişti. Hazret-i Peygamber bu sözleri onlara gönüllerini hoş etmek ve konuyu düşünmeleri için söylemişti. Bu bir ahid değildi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu ikisinin de böyle bir şeyi kabul ettiklerini ve buna razı olduklarını görünce, Sa'd b. Muaz ile Sa'd b. Ubade ile danıştı, onlar: da Ey Allah'ın Rasûlü dediler, bu senin arzuladığın ve senin için yapacağımız bir iş midir yoksa Allah'ın sana emrettiği, bizim de dinleyip itaat etmemiz gereken bir husus mudur, yoksa senin bizim lehimize yapmak istediğin bir iş midir? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, ben bu işi sizin lehinize yapmak istiyorum. Çünkü, Araplar hepbirlikte size karşı sözbirliği halinde ve âdeta tek yaydan size ok atmaktadırlar." Bunun üzerine Sa'd b. Muaz ona şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'a yemin ederim, bizler de bunlar da şirk üzere idik, putlara tapıyor, Allah'a ibadet etmiyor, O'nu tanımıyorduk. Fakat bir gün olsun ya satın almak yahut da misafir olarak ağırlanmaları hali dışında, bizden tek bir hurma elde edebilecekleri umuduna kapılmadılar. Şimdi Allah bizi İslamla şereflendirmiş, ona iletmiş, seninle de bizi aziz kılmışken mi onlara mallarımızı vereceğiz? Allah'a yemin olsun ki, Allah bizimle onlar arasında hükmünü verinceye kadar kılıçtan başka onlara verecek birşeyimiz yoktur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bundan çok memnun oldu ve: "Madem böyle İstiyorsunuz, böyle olsun" diye buyurdu. Uyeyne ile el-Haris'e de: "Haydi gidiniz, bizim size kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yoktur" diye buyurdu. Sa'd (antlaşmanın yazılacağı) sahifeyi aldı, üzerinde lâ ilâhe illâlah şehâdetinden başka birşey yoktu ve bunu Bk. İbn Sa'd Tabakat II, 73. sildi.

62

Eğer seni aldatmak İsterlerse, muhakkak Allah sana yeter. O, seni yardımıyla ve mü’minlerle destekleyendir;

63

Ve gönüllerini kaynaştırandır. Sen, yeryüzünde olan herşeyi toptan harcasaydın yine de kalplerini kaynaştıramazdın. Fakat Allah aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, Azizdir, Hakimdir.

"Eğer seni" sana barışa yanaşmak istediklerini izhar etmekle birlikte içlerinde ahdi bozmak ve hainlik etmeyi de gizlemek suretiyle

"aldatmak isterlerse" yine de barışa meylet. Onların kötü niyetlerinin sana bir zararı olmaz. Çünkü,

"muhakkak Allah sana yeter." Yani O, sana onlara karşı yeterli gelmeyi ve seni korumayı üzerine almıştır. Şair der ki:

"Savaş başgösterince birlik dağılıp parçalanırsa

Sana da Dahhâk'e de keskin bir Hint kılıcı yeter."

"O seni yardımıyla ve mü’minlerle destekleyendir." Yani, Bedir günü yardımıyla seni güçlendirendir. en-Nu'man b. Beşir, "mü’minler" âyetinin Ensar hakkında indiğini ifade etmiştir.

"Ve gönüllerini kaynaştırandır" yani, Evs ve Hazreclilerin kalplerini bir araya getirendir.

Araplar arasında İleri derecede kabilecilik taassubuna rağmen kalplerin birbirlerine kaynaştırılması, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğinin belgelerinden ve mucizelerindendi. Çünkü, onlardan birisine bir tokat dahi vurulacak olsa, onun kısasını yapıncaya kadar çarpışır dururlardı. Allah'ın yarattıkları arasında en ileri derecede taassuba sahip kimselerdi. Allah îman ile kalplerini birbirine kaynaştırdı. Öyle ki, kişi din sebebiyle babasıyla, kardeşiyle Savaştı. Burada Muhacirlerle Ensar'ın birbirine kaynaştırılmasının söylendiği de söylenmiştir. Her iki açıklamanın da manası birbirine yakındır.

64

Ey Peygamber, sana da sana uyan mü’minlere de Allah yeter.

Burada tekrar yoktur, Çünkü bir önceki âyet-i kerimede: "Eğer seni aldatmak isterlerse muhakkak Allah sana yeter" diye buyurulmuştur. Bu âyet-i kerimede ise, özel olarak Allah'ın yettiği sözkonusu edilmektedir.

"Ey Peygamber sana da... Allah yeter" âyetinde genellik kastedilmiştir. Her halükârda Allah sana yeter, demektir.

İbn Abbâs der ki: Bu âyet-i kerîme Ömer (radıyallahü anh)'ın müslüman olması hakkında inmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte otuzüç erkek ve altı kadın İslama girmişti. Ömer (radıyallahü anh) müslürnan olmakla kırk kişi oldular, Âyet-i kerîme Mekke'de inmiştir, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emriyle Medine'de İnmiş bir sûrede yazılmıştır. Bu rivâyeti el-Kuşeyrî zikretmektedir.

Derim ki: İbn Abbâs'ın, Ömer (radıyallahü anh)'ın müslüman oluşu ife ilgili olarak söyledikleri ile Sîrette nakledilenler arasında fark vardır. Abdullah b. Mes'ûd'dan şöyle dediği nakledilmektedir. Ömer müslüman oluncaya kadar Kâ'be'nin yakınında namaz kılamıyorduk: Ömer İslâm'a girince, o da onunla birlikte biz de Kâ'be'nin yakınında namaz kılıncaya kadar, Kureyşle çarpışıp durdu. Ömer'in İslâm'a girişi ise, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbından bir grubun Habeşistan'a hicret etmek üzere Mekke'den çıkışından sonra olmuştur. İbn İshâk der ki: Müslümanlar arasından Habeşistan'a hicret edip oraya ulaşanların toplam sayısı -küçük yaşta beraberlerinde aldıkları ve orada doğan çocukları müstesna- seksenüç erkek idiler. -Ammar b. Yasir onlardan sayılırsa bu rakamı bulurlar. Çünkü onun Habeşistan'a hicret edenler arasında olup olmadığı hususunda onun (İbn İshak'ın) şüphesi vardır.

el-Kelbî de der ki: Âyet-i kerîme Bedir gazvesinde Savaştan önce el-Beyda denilen yerde inmiştir.

Yüce Allah'ın:

"Sana da sana uyan mü’minlere de" âyeti ile ilgili olarak şöyle denilmiştir: Yani, Allah sana yeter. Ve aynı zamanda Muhacirlerle Ensar sana yeter. Bir diğer görüşe göre mana şudur: Allah hem sana yeter, hem de sana uyanlara yeter. Bu açıklamayı da eş-Şâbî ve İbn Zeyd yapmıştır. Birinci açıklama el-Hasen'den nakledilmiştir, en-Nehhâs ve başkaları da bunu tercih etmişlerdir. Buna göre "...onlar." Birinci görüşe göre yüce Allah'ın ismine atfedilerek ref’ mahallindedir. Yani, Allah ve sana uyan mü’minler sana yeter demektir.

İkinci görüşe göre ise takdir vardır. (Yani, O sana uyanlara da yeter, anlamına gelecek şekilde "yeter", kelimesini karşılayan bir takdire gidilir), Hazret-i Peygamber'in şu ifadesi de buna benzemektedir: "Ona karşı Allah bana yeter ve Kayleoğullarına da (Allah yeter)."

Şöyle de denilmiştir: Âyetin: "Sana uyan mü’minlere" gelince Allah onlara yeter şeklinde de olabilir. Bu durumda "Allah onlara yeter" anlamındaki haber takdir edilir. Diğer taraftan Vin nasb mahallinde ve: "Allah sana da yeter, sana uyanlara da yeter" anlamında olması da mümkündür.

65

Ey Peygamber, mü’minleri Savaşa teşvik et. Sizden sabırlı yirmi kişî bulunursa ikiyüz kişiye galip gelirler. Sizden yüz kişi olursa kâfirlerden bin kişiyi mağlup eder. Çünkü onlar anlamaz bir topluluktur.

66

Şimdi Allah, zaafınız olduğunu bildiğinden sizden (yükü) hafifletti. O halde, eğer sizden sabırlı yüz kişi olursa, ikiyüz kişiyi yenerler. Eğer sizden bin kişi olursa, Allah'ın izniyle ütibine galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.

"Ey Peygamber, mü’minleri Savaşa teşvik et” âyetinde; "Teşvik et, arzu uyandır", anlamındadır. "İşi şevkle yaptı, devam etti" gibi aynı anlamlan ifade eder. (........) ise, helâk olma kertesine gelmiş kişi demektir.

Nitekim yüce Allah:

"Sonunda eriyip gideceksin" (Yusuf, 12/85) yani, kederinden eriyip gideceksin, böylelikle helâk olmak noktasına gelecek ve sonunda helâk olanlardan olacaksın demektir.

"Sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, İkiyüz kişiye galip gelirler." Lâfız itibariyle haber cümlesi olmakla birlikte muhtevası içerisinde şarta bağlı bir vaad vardır. Çünkü âyetin anlamı şudur: Eğer sizden sabırlı yirmi kişi sabredecek olurlarsa, ikiyüz kişiye galip gelirler."Yirmi, otuz ve kırk" sayılarının her birisi bu sayıları anlatmak üzere çoğul şeklinde kullanılmış birer isimdirler. Bu isimlerin herbirisi (sonlarındaki çoğul takısı itibariyle), "Filistin" kelimesi gibi kullanılırlar.

Denilse ki: Yirmi kelimesinin İlk harfi esreli olmakla birlikte ondan sonra gelen; Otuz ve seksene kadar olan ondalıklı sayıların ilk harfleri; Altmış müstesna niçin üstün gelmiştir?

Sîbeveyh'e göre bunun cevabı şudur: Yirmi kelimesinin On kelimesine göre konumu; İki kelimesinin Bir kelimesine göre olan konumuna benzer. O bakımdan iki anlamına gelen kelimenin ilk harfinin esreli geldiği gibi "yirmi" anlamındaki kelimenin ilk harfi de esreli gelmiştir. Buna delil ise Arapların; Altmış, doksan diyerek ilk harflerini esreli okumalarıdır. Nitekim bunların birerlileri olan Altı ve dokuz İsimleri de böyledir.

Ebû Dâvûd, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Yüce Allah'ın:

"Sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa ikiyüz kişiye galip gelirler" âyeti nâzil olup, yüce Allah bir kişinin on kişiden kaçmamasını farz kılınca, mü’minlere bu ağır geldi. Daha sonra, hafifletici âyet gelerek:

"Şimdi Allah... sizden (yükü) hafifletti" buyurdu. (Hadisin ravilerinden) Ebû Tevbe,

"Sizden sabırlı yüz kişi otursa, ikiyüz kişiyi yenerler" âyetine kadar okudu. Şanı yüce Allah, sayı bakımından hafifletince, onlardan hafiflettiği kadarıyla da sabırdan azalttı. Buhârî, Tefsir 8. sûre 7; Ebû Dâvûd, Cihâd 96.

İbnü'l-Arabî der ki: Bazıları bu husus Bedir günü olmuştu ve neshedildi, derler. Ancak bu görüşü söylemek hatalıdır. Hiç bir zaman müşriklerin bu kadar kat kâr fazlasıyla müslümanlara karşı saf tuttuklarına dair bir nakil gelmiş değildir, Ancak, yüce Allah önceleri bunu onlara farz kıldı ve bu farz kılışı da siz ne için çarpıştığınızın farkındasınız. Bu ise sevap ve mükâfaattır. Onlar ise ne için çarpıştıklarını bilmiyorlar, gerekçesine bağlamıştır.

Derim ki: İbn Abbâs'ın naklettiği Hadîs-i şerîf de önce bunun farz olduğuna delildir. Sonra bu onlara ağır gelince, farz, bir kişinin iki kişiye karşı sebat göstermesi noktasına indirildi. Allah onların yüklerini hafifletti ve yüz kişinin ikiyüz kişiden kaçmaması hükmünü farz kıldı. Bu görüşe göre âyette nesh değil, hafifletme vardır; bu açıklama da güzel bir açıklamadır. Kadı İbnü't-Tayyib de, eğer hükmün bir kısmı yahut niteliklerinin bir kısmı nesh edilecek yahut da sayısı değiştirilecek olursa, onun nesh olduğunu söylemek caizdir, demektedir. Çünkü, ikinci durum birincisinin aynısı değildir, ondan başkasıdır. Bu hususta bir takım görüş ayrılıklarını da zikretmiştir.

67

Yeryüzünde çokça Savaşıp zaferler kazanıncaya kadar esirler alması hiçbir peygambere yaraşmaz. Sizler geçici dünya malını arzu ediyorsunuz. Halbuki Allah âhiretî ister. Allah Azizdir, Ha kîmdir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

1. Esirin Anlamı:

"Esirler" kelimesi "esîr" kelimesinin çoğuludur. Yine esîrin çoğulu olarak "usârâ" ve "esârâ" da kullanılır. Ancak bu son şekil o kadar iyi bir kullanım değildir. Araplar "isâr" diye bilinen deriden kesilmiş iplerle esiri bağlarlardı. O bakımdan bir kimse isârâ bağlanmayacak olsa dahi alınıp yakalanan herkese esîr denilmiştir. El A'şâ der ki:.

"Şiir, beytine öyle bağladı ki beni

Yükün önündeki ve terkiye binen kadının tuttuğu

İsar ile bağlayanların eşeği(n yükünü) bağladığı gibi."

Bu beyit ve buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/85. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Ebû Amr b. el-Alâ der ki: "Esra: esirler" yakalayanlar yanında zincire vurulmamış, bağlanmamış kimselerdir. Usârâ ise bağlanmış kimselerdir. Ebû Hatim de bu açıklamayı Araplardan işittiğini nakletmektedir.

2. Âyetin Nüzul Sebebi, Bedir'de Alınan Esirlere Yapılan Uygulamalar:

Bu âyet-i kerîme yüce Allah tarafından Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbına serzenişte bulunmak üzere Bedir günü indirilmiştir. Âyetin manası şudur: Kâfirler öldürülüp de iyice zayıf düşürülmeksizin Peygamber'in ashâb almasına sebeb olan böyle bir davranışa girmemeniz gerekirdi. Yüce Allah'ın:

"Sizler geçici dünya malını arzu ediyorsunuz" âyeti onların durumunu haber vermektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İse Savaş esnasında Savaşçıların hayatta bırakılmasını emretmediği gibi, dünya malını hiçbir şekilde de arzu etmedi. Bunu ancak Savaşa fiilen katılanların çoğunluğu yapmıştı. O halde azarlama ve sitem Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a fidyenin alınması görüşünü açıklayanlar sebebiyle yöneltilmişti. Müfessirlerin çoğunun görüşü budur ve başka görüşler de doğru değildir. Âyet-i kerimede Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözkonusu edilmesi ise, Savaş meydanında bulunduğu gölgelikte ashâb almayı gördüğünde yasaklamayışından dolayıdır. Çünkü, Sa'd b. Muâz, Ömer b. el-Hattâb ve Abdullah b. Revâha ashâb almaktan hoşlanmamalardı. Ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ani bir durumla karşılaşması ve zaferin gerçekleşmesi ile uğraşması dolayısıyla ashâb alınanların hayatta bırakılmasını yasaklamamıştı. İşte bundan dolayı bu âyet-i kerîme İndiği sırada o ve Ebû Bekir ağlamışlardı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Müslim'de yer alan ve baştaraflan Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/123-125. âyetler 1. başlıkta) geçen Ömer b. el-Hattâb'ın rivâyet ettiği hadisin geri kalan bölümlerinde şöyle denilmektedir: Ebû Zümeyl dedi ki: İbn Abbâs dedi ki: Esirleri alıp bağladıklarında Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Bekir ve Ömer'e: "Bu esirler hakkındaki görüşünüz nedir?" diye sordu. Hazret-i Ebû Bekir: Ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Bunlar amca çocuklarımız, aşiretimizin çocuklarıdır. Onlardan fidye almanı uygun görüyorum. Bu bizim için kâfirlere karşı da bir güç sebebi olur. Uraulurki Allah onları İslama hidayet eder. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ey Hattab'ın oğlu senin görüşün nedir?" diye sorunca, ben, (Ömer b. el-Hattâb) dedim ki: Allah'a yemin ederim ki hayır, ben Ebû Bekir'in görüşünde değilim. Ben, bize boyunlarını vurma imkânını vermen görüşündeyim, Ali'ye imkân ver Akil'in boynunu vursun. Bana da imkân ver filanın -Ömer'in bir akrabasının ismini vererek boynunu vurayım. Şüphesiz bunlar kâfirlerin önderleri ve elebaşlandır, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Bekir'in dediğini beğendi, benim dediğimi uygun görmedi. Ertesi gün geldiğimde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) İle Ebû Bekir oturmuş ağlıyorlardı. Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Bana bildir sen ve arkadaşın ne diye ağlıyorsunuz? Eğer ben de ağlıya bil irs em ağlarım. Ağlayamayacak olursam, siz ağladığınız için ağlar gibi yaparım. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Senin arkadaşların bana bunlardan fidye almayı teklif ettikleri için ağlıyorum. Bana bunların azapları şu ağaçtan daha yakın bir yerde gösterildi," Hazret-i Peygamber bu sırada kendisine yakın bir ağacı kastetmişti. Aziz ve celil olan Allah da: "Yeryüzünde çokça Savaşıp zaferler kazanıncaya kadar esirler alması hiç bir peygambere yaraşmaz" âyetinden itibaren: "Artık elde ettiğiniz ganimetten helal ve hoş yiyin" âyetine kadar olan bölümleri indirdi ve böylelikle ganimetleri onlara helal kıldı. Müslim, Cihâd 58; Müsned, I, 31, 32, 33; ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 121; Tirmizî, Tefsir 8. sûre 3, 6.

Yezid b. Harun rivâyetle dedi ki: Bize Yahya haber verdi, dedi ki: Bize Ebû Muaviye, el-A'meş'ten anlattı. O, Amr b. Murre'den, o, Ebû Ubeyde'den, o, Abdullah'tan dedi ki: Bedir günü esirler getirildiğinde aralarında Hazret-i Abbas da vardı, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bu esirler hakkındaki görüşünüz nedir?" diye sordu. Ebû Bekir şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, bunlar senin kavmin, senin akrabalarındır. Onları hayatta tut. Olur ki Allah onlara tevbe etmeyi müyesser kılar. Ömer şöyle dedi: Bunlar seni yalanladı. Seni (yurdundan) çıkardı. Seninle çarpıştılar. Onları önüne kat ve boyunlarını vur. Abdullah b. Revâha da şöyle dedi: Odunu bol bir vadi bul ve onlar içindeyken onu ateşe ver.

Hazret-i Abbas bunları işitiyordu. Şöyle dedi: Sen akrabalık bağını kopardın. Derken, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara hiçbir cevap vermeden içeri girdi. Bazıları Ebû Bekr (radıyallahü anh)'ın görüşünü kabul edecek derken, bazıları da Ömer'in dediğini kabul edecek dedi, başkaları da Abdullah b. Revâha'nın dediğini kabul edecek dedi,

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dışarı çıktı ve şöyle buyurdu: "Allah bir takım kimselerin kalplerini kendi rızası için sütten daha yumuşak oluncaya kadar yumuşatır. Yine kendi rızası için bir takım kimselerin kalplerini taştan daha katı olacak kadar katılaştırır. Senin örneğin Ey Ebû Bekir: "Kim bana uyarsa, şüphesiz ki o bendendir. Kim de bana karşı gelirse şüphesiz ki Sen çok bağışlayansın, Rahîmsin" (İbrahim, 14/36) diyen ibrahim'e benzersin. Yine, Ey Ebû Bekir sen: "Şayet onları azâb edersen, şüphesiz ki onlar Senin kullarındır. Eğer onlara mağfiret buyurursan, şüphesiz ki Sen Azizsin, Hakimsin" (el-Mâide, 5/118) diyen Îsa'ya benzersin. Sen de Ey Ömer: "Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden dönüp dolaşacak kimse bırakma" (Nûh, 71/26) diyen Nûh'a benzersin. Yine, Ey Ömer sen, "Rabbimiz, mallarını yok et. Kalplerini şiddetle mühürle ve sık. Çünkü onlar, o can yakıcı azâbı görünceye kadar îman etmeyeceklerdir" (Yûnus, 10/88) diyen Mûsa'ya benzersin. Siz, maddi bakımdan ihtiyaç içerisindesiniz. O bakımdan hiçbir kimse fidye ödemeden kurtulamayacaktır, yahut da boynu vurulacaktır." Bunun üzerine Abdullah (b. Mes'ûd) dedi ki: Süheyl b. Beydâ müstesna olsun. Çünkü ben onun İslamdan söz ettiğini işitmiştim. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ses çıkarmadı. (Abdullah b. Mes'ûd) dedi ki: O gün, semadan üzerime taş düşeceğinden korktuğum kadar başka birgün korkmuş değilim. Şanı yüce Allah da:

"Yer yüzünde çokça Savaşıp zaferler kazanıncaya kadar esirler alması hiçbir peygambere yaraşmaz" âyetinden itibaren sonraki iki âyetin sonuna kadar olan bölümü indirdi. Tirmizî, Tefsir 8. sûre 6; Müsned, I, 383, 384. (2) Ebû Dâvûd, Cihad 121.

Bir rivâyette de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Hattab'ın oğluna muhalefet ettiğimiz için nerdeyse bize azap isabet edecekti. Ve eğer azap inmiş olsaydı, Ömer müstesna hiç kimse kurtulamayacaktı."

Ebû Dâvûd da Hazret-i Ömer'in şöyle dediğini rivâyet eder: Bedir günü -Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kastederek- fidye alınca, yüce Allah da:

"Yeryüzünde çokça Savaşıp zaferler kazanıncaya kadar esirler alması hiçbir peygambere yaraşmaz... aldığınıza -yani fidyeye- karşılık herhalde size büyük bir azap dokunacaktı" âyetine kadar olan bölümleri indirdi. Daha sonra da ganimetleri helal kıldı. Tirmizî, Siyer 18.

el-Kuşeyrî'nin naklettiğine göre Sa'd b. Muâz şöyle demiş; Ey Allah'ın Rasûlü, bu, bizim müşriklerle ilk Savaşımızda1. O bakımdan onları alabildiğine öldürmenizi ben daha çok arzu ederdim.

Âyet-i kerimede işaret olunan Mücâhid ve başkaları tarafından çok kişinin öldürülmesi diye açıklanmıştır. Yani, müşrikleri öldürmekte İleri gitmek demektir. Araplar da bir kimse herhangi bir işte aşırıya kaçacak olursa; "Filan kişi bu işte aşırıya gitti, mübalağa gösterdi," denilir. Kimisi de bunu onları kahredip onlardan çok kişi öldürmedikçe... diye de açıklamıştır. el-Mufaddal da şöyle bir beyit nakleder:

"Kuşluk namazını kılar, fakat ömrü billah ibadet etmez;

Küfrü itibariyle Fir'avun'un küfrünü de aşmış, geride bırakmıştır."

"(Mealde:) çokça Savaşıp zaferler kazanıncaya kadar" onlara karşı imkân elde edinceye kadar, diye de açıklanmıştır. Bunun, güç kuvvet sahibi oluncaya kadar, anlamına geldiği de söylenmiştir.

Şanı yüce Allah, Bedir'de fidye karşılığında kurtulan esirlerin öldürülmelerinin, onlardan fidye almaktan daha uygun olduğunu bildirmektedir. İbn Abbâs (radıyallahü anh) der ki: Bu, Bedir günü olmuştu ve o günde müslümanlar sayıca azdı. Müslümanlar sayıca çoğalıp güçleri artınca, aziz ve celil olan Allah, bundan sonra esirler hakkında:

"Sonra ya (onları) karşılıksız serbest bırakın, yahut fidye (alın)" (Muhammed, 47/4) âyetini indirdi. İleride yüce Allah'ın izniyle Kıtal (Muhammed) Sûresi'nde açıklaması gelecektir.

Şöyle de denilmiştir: Bunlara sitem edilmesinin sebebi, Bedir olayının Kureyş'in elebaşları, eşraf), ileri gelenleri ve malları hakkında öldürmek, ashâb almak ve mülk edinmek şeklindeki tasarrufların oldukça büyük ve önemli oluşundan dolayıdır. Bütün bunlar gerçekten büyük bir öneme sahipti. O bakımdan onların vahyi beklemeleri, acele etmemeleri uygun düşerdi. Acele edip beklemedikleri için onlara yöneltilen sitemler yöneltildi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

3. Hazret-i Peygamberin. Esirleri Öldürmekle Fidye Almak Arasında Ashâbı Kiramı Muhayyer Bıraktığına Dair Rivâyet:

Taberî ve başkaları senedini kaydederek Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ashâb-ı kirama: "Dilerseniz esirlerin fidyesini alırsınız, buna karşılık onların sayısı olan yetmiş kişi de sizden Savaşta öldürülür, dilerseniz de onlar öldürülür ve siz de esenliğe kavuşursunuz" dediği, onların da: Fidye alalım, bizden de yetmiş kişi şehid olsun dediklerini bildirmektedir. Abd b. Humeyd de senedini kaydederek, Hazret-i Cebrâîl'in Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a insanları bu şekilde muhayyer bırakması emri ile vahiy indirdiğini nakletmektedir. Buna dair açıklamalar, Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/165. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Abîde es-Selmânî der ki: Onlar, her iki hususta da hayırlı olanı istediler ve Uhud günü onlardan yetmiş kişi öldürüldü. Ancak burada açıklanması gereken bir husus ortaya çıkmaktadır ki, o da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir:

4. Hem Muhayyerlik, Hem Azar Birlikte Düşünülebilir mi;

Eğer: Onlar bu şekilde muhayyer bırakılmışsa nasıl olur da yüce Allah'ın:

"Herhalde büyük bir azap dokunacaktı" diye azarda bulunuldu? denilecek olursa, şöyle cevap verilir: Azar, önce onların fidye almaktaki hırsları dolayısıyla yapıldı. Bundan sonra ise, muhayyer bırakıldılar. Buna delil teşkil eden hususlardan birisi de şudur: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ukbe b. Ebi Muayt'ın öldürülmesini emredince, el-Mikdad: O benim esirimdir Ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Mus'ab b. Umeyr de kardeşini ashâb alan kişiye: Onu sıkı tut. Çünkü onun zengin bir annesi vardır, demişti. Buna benzer başlarından geçen birtakım olaylar ve fidye almaya dair tutkunluklarını ifade eden başka hususlar da vardı. Esirler ele geçirilip Medine'ye götürülüp Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem); Nadr, Ukbe ve diğerlerine ölüm cezasını uygulayıp diğer esirler hakkında ise ashâbın görüşlerini isteyince, yüce Allah da onları muhayyer bırakan hükmünü indirdi. îşte o vakit Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ashâbı ile istişare etti. Hazret-i Ömer, Öldürülmeleri şeklindeki ilk görüşünde ısrar etti, Ebû Bekir (radıyallahü anh) da fidye olarak alınacak mallarla müslümanların güçlenmesinde maslahat olduğu görüşünü ortaya koydu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da Ebû Bekir'in görüşüne meyletti. Her iki görüş de muhayyer bırakıldıktan sonraki bir içtihaddır. İşte bundan sonra da onlara ağır gelecek herhangi bir hüküm inmemiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

5. Bedir Günü Alınan Esirler, Öldürülen Müşrikler ve Müslümanlardan Düşen Şehîdler:

İbn Vehb dedi ki: Mâlik dedi ki: Bedir'de müşrik esirler alınmıştı. İşte bundan dolayı yüce Allah;

"Yeryüzünde çok Savaşıp zaferler, kazanıncaya kadar esirler alması hiçbir Peygambere yaraşmaz" âyetini indirdi. O gün alınan bu esirler müşrik idiler, fidye verip geri döndüler. Eğer müslüman olsalardı, Medine'de kalır ve geri dönmezlerdi. Onlardan öldürülenlerin sayısı kırkdört idi. Bir o kadar da onlardan ashâb alınmıştı, Şehidlerin sayısı ise azdı.

el-Amr b. el-Alâ der ki: Öldürülenler yetmiş kişi idiler. Ashâb alınanlar da o kadardı. İbn Abbâs, İbnü’l-Müseyyeb ve başkalan da böyle demişlerdir. Müslim'in Sahih'inde de belirtildiği gibi sahih olan da budur. O gün müslümanlar yetmiş kişi öldürmüş ve yetmiş kişi de ashâb almışlardı. Müslim, Cihâd 58.

el-Beyhakî'nin naklettiğine göre şöyle demişlerdi: Başlarında Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın azadlısı Şükran bulunduğu halde esirler getirildi. İsmen sayıları bilinenler kırk dokuz kişidir. Aslında ise yetmiş kişidirler. Bu hususta görüş birliği vardır ve bunda bir şüphe yoktur.

İbnü'l-Arabî der ki: Mâlik'in "müşrik idiler" demesi, müfessirlerin Hazret-i Abbas'in Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, Ben müslümanun dediğini rivâyet etmelerinden ötürüdür. Bir rivâyette de esirler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a biz sana îman ettik, demişlerdir. İşte Mâlik bütün bunları zayıf bir görüş olarak kabul etmekte ve bu görüşü çürütmek için onların Mekke'ye geri dönüşlerini delil göstermektedir. Buna ayrıca onların Uhud gazvesinde bulunduklarını da ilave edelim.

Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr der ki: Hazret-i Abbas'ın İslama girdiği vakit hususunda (ilim adamları) farklı görüşlere sahiptirler. Onun, Bedir gününden önce İslama girdiği söylenmiştir. Bundan dolayı Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim Abbas'ı görecek olursa onu öldürmesin. Çünkü o istemeyerek Savaşa çıkartılmıştır." İbn Abbâs'tan rivâyete göre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir günü şöyle buyurmuştu: "Şüphesiz Haşimoğullarından ve diğerlerinden bir takım kimseler bizimle Savaşmaya ihtiyaçları olmaksızın, istemeyerek (müşriklerle birlikte) Savaşa çıkartıldılar. Sizden her kim Haşimoğullarından herhangi bir kimse ile karşılaşacak olursa onu öldürmesin. Kim Ebû'l-Bahterî ile karşılaşırsa onu öldürmesin, kim Abbas ile karşılaşırsa onu öldürmesin. Çünkü Abbas istemeyerek ordu ile birlikte çıkartılmıştır" deyip hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir. Hazret-i Abbas'ın Bedir günü ashâb alındığı vakit İslama girdiği de söylenmiştir, Hayber günü İslama girdiği de bildirilmiştir. Hazret-i Abbas Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a müşriklere dair haberleri yazılı olarak bildirir ve hicret etmeyi arzu ederdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da kendisine: "Sen Mekke'de kalmaya devam et. Senin orada kalman bizim için daha faydalıdır" diye yazdığı da İbnu’l-Ashâb, Usdu’l-Ğabe, III, 60 vd.; İbn Hacer, el-babe, III, 511-512. nakledilmektedir.

68

Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı, aktığınıza karşılık herhalde size büyük bir azap dokunacaktı.

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1. Allah'ın Geçmiş Yazısı:

"Eğer Allah'ın" herhangi bir kavmi, kendilerine sakınacakları şeyleri açıklamadıkça azap etmeyeceği hususuna dair

"geçmiş bir yazısı olmasaydı..."

Bu âyette sözü geçen

"Allah'ın geçmiş yazısı" hakkında insanlar farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunların en sahih olanı, ganimetlerin helal kılınacağına dair geçmiş hüküm, şeklindeki görüştür. Çünkü ganimetler bizden öncekilere haram kılınmıştı. Bedir gününde ise, Savaşa katılanlar ganimet toplamakta acele davrandılar. Bunun üzerine yüce Allah da:

"Eğer Allah'ın" ganimetleri helal kılmaya dair

"geçmiş bir yazısı olmasaydı..." âyetini indirdi.

Ebû Dâvûd et-Tayalisî, Müsned'inde şu rivâyeti kaydetmektedir: Bize, Sellâm, el-A'meş'ten anlattı, o, Ebû Salih'ten, o, Ebû Hüreyre'den dedi ki: Bedir gününde (Savaşa katılan) insanlar ganimet elde etmekte ellerini çabuk tuttular ve ganimeti ele geçirdiler. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Şüphesiz ganimetler sizden başka başıkara hiçbir kimseye (insana) helal değildi." (Sizden önce) bir peygamber ve ashâbı her hangi bir ganimet ele geçirecek olurlarsa, onu bir araya toplarlar ve semâdan bir ateş iner, onu yakardı. Bunun üzerine yüce Allah (bu ümmete):

"Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı" âyetinden itibaren iki âyetin sonuna kadar olan bölümünü indirdi. Ahmed Abdurrahman el-Benna, Minhatu'l-Ma'büd fi tertibi Müsnedi't-Teyâlist Ebû Dâvûd, II, 19; Tirmizî, Tefsir 8. sûre 7; Müsned, II, 252. Bu hadisi Tirmizî de rivâyet etmiş olup hasen, sahih bir hadistir demiştir. Tirmizî, Tefsir S. sûre 7.

Mücahid ve el-Hasen de bu şekilde açıklamışlardır. Yine onlardan gelen rivâyette Mücahid ve el-Hasen ile Saîd b. Cübeyr de şöyle demiştir: Burada sözü geçen "geçmiş yazı", yüce Allah'ın, Bedir'e katılanların geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamış olmasıdır.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: "Geçmiş yazı"dan kasıt, şanı yüce Allah'ın, muayyen olarak bu günahlarını affetmesidir. Ancak bunun genel kapsamlı olması daha sahihtir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedîr'e katılanlar hakkında söylediği: "Yüce Allah'ın Bedir ehline muttali olarak: Dilediğinizi yapınız. Ben size bağışladım demediğini ne biliyorsun?" âyeti bunu gerektirmektedir. Bu hadisi de Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Cihad 141, Meğazî, 9, 46, Tefsir 60, sûre 1, Edeb 74, Îstit3beuri-Musteddin 9; Müslim, Fedâilu's-Sahabe 161; Ebû Dâvûd, Cihad 98; Tirmizî, Tefsir 60, sûre 1; Dârimî, Rikaak 48; Müsned, I, 80, 105, 331, II, 109, III, 350.

"Geçmiş yazı"nın, yüce Allah'ın, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) aralarında bulunduğu sürece onlara azâb etmeyeceği hükmü olduğu da söylendiği gibi bunun, kastı olarak işlemedikçe bir kimsenin bilmeksizin işlediği bir günah dolayısıyla ona azâb etmemesi olduğu da söylenmiştir. Bir diğer kesim de şöyle demektedir: Geçmiş yazıdan kasıt, yüce Allah'ın, büyük günahlardan sakınılması suretiyle küçük günahları sileceğine dair hükmüdür.

Taberî de bütün bu hususların âyetin lâfzının kapsamı içerisinde olup lâfzın bunların hepsini kapsadığı görüşünü benimsemiş ve herhangi bir hususun bu âyette kastedildiğini tayin etme yoluna gitmemiştir.

2. Kişinin Kanaati İle Allah'ın Hükmü:

İbnü'l-Arabî der ki: Bu âyet-i kerimede şuna delil vardır: Eğer bu, yüce Allah'ın ilminde kendisi için helal olan bir şeyin haram olduğuna inanıp o işi yapacak otursa, ondan dolayı bir ceza sözkonusu değildir. Mesela oruçlu bir kimse, bugün benim sefere çıkacağım gündür. O halde şimdiden orucumu açayım. Yahut da kadın, bugün ben ay hali olacağım, şimdiden oruç açayım deyip bu şekilde oruçlarını açacak olurlarsa ve gerçekten de oruç açmayı gerekli kılan yolculuk ve ay hali vukua gelirse, Mâlikî mezhebinde meşhur olan görüşe göre bundan dolayı keffaret gerekir. Şâfiî de bu görüştedir. Ebû Hanîfe ise buna keffaret yoktur, der. Mezhebimizdeki diğer rivâyet de budur.

Birinci rivâyetin açıklaması şöyledir: Oruç açmayı mubah kılan hususun ortaya çıkması, çiğnenmesi haram olan bir hususun cezasına mazeret teşkil etmez. Tıpkı bir kimsenin önce bir kadın ile zina etmesi, sonra da o kadını nikâhlaması gibidir. İkinci rivâyet de şöyle açıklanır: O günün (oruç tutmanın bozulması şeklindeki) hurumiyeti yüce Allah nezdinde sözkonusu değildir. Dolayısıyla bu (zahiri) hurumiyetin çiğnenmesi, yüce Allah'ın ilminde öyle bir hurumiyetinin olmaması haline rastgelmiştir. Bu da bir kimse; bu senin hanımındır denilerek, kendisi kendi hanımı olduğuna inanmamakla birlikte bu kadın ile ilişki kuracak olursa, onun gerçekten onun hanımı olduğunu anlaması haline benzer. Daha sahih olan görüş de budur.

Birinci gerekçe ise, böyle bir hüküm vermeyi gerektirmez. Çünkü şanı yüce Allah'ın ilmi ile bizim ilmimiz o hususun haramlığı hakkında uyum halindedir. Diğer meselede ise, bizim ilmimiz İle Allah'ın ilmi farklı farklıdır. O bakımdan hükme esas yüce Allah'ın İlmidir. Nitekim: "Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı, aldığınıza karşılık herhalde size büyük bir azap dokunacaktı" diye buyurmaktadır.

69

Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve hoş yiyin ve Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah günahları bağışlayandır, çokça rahmet edendir.

Bu âyetin zahiri, ganimetin tamamının ganimeti ele geçirenlere ait olmasını ve onların ganimette eşit şekilde ortak olmalarım gerektirmektedir. Ancak, yüce Allah'ın:

"Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a... aittir" (el-Enfal, 8/41) âyet-i kerimesi, ganimetin beşte birini ayırıp sözü geçen yerlere harcamanın vücubunu açıklamaktadır. Bu hususa dair yeterli açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.

70

Ey Peygamber, elinizdeki esirlere de ki "Eğer Allah'ın ilmine göre kalplerinizde bir hayır varsa O, size, sizden alınandan daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Allah günahları bağışlayandır. Çokça rahmet edendir."

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1. Esirlerden Alınan Fidye:

Yüce Allah'ın:

"Ey Peygamber, elinizdeki esirlere de ki:..." âyetindeki hitabının, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ve ashâbına olduğu söylendiği gibi, yalnızca Peygambere olduğu da söylenmiştir.

İbn Abbâs (radıyallahü anh) dedi ki: Bu âyet-i kerimede sözü geçen esirler, Abbas ve arkadaştandır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Biz senin getirdiğine îman ettik. Senin, Allah'ın Rasûlü olduğuna da şahidlik ediyoruz. Yemin olsun ki, kavmine karşı senin lehine samimi davranacağız, demişlerdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.

Böyle bir iddianın tutarsızlığına dair İmâm Mâlik'in görüşü önceden geçmiş bulunmaktadır. Ebû Dâvûd'un Mûsannef inde İbn Abbâs (radıyallahü anh)'dan rivâyete göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir günü cahiliye mensubu insanların fidyesini dörtyüz (dirhem) olarak tesbit etmişti. Ebû Dâvûd, Cihâd 121.

İbn İshak'dan: Kureyşliler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a esirlerinin fidye karşılığı serbest bırakılması için haber gönderdi. O gün herbir esiri akrabaları onların (müslümanların razı) olacakları bir fidye karşılığında serbest bıraktı, Hazret-i Abbas, Ey Allah'ın Rasûlü ben müslümandım, dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu: "Senin müslüman olup olmadığını en iyi bilen Allah'tır. Eğer dediğin gibi ise, Allah bunun karşılığını sana verecektir. Ancak, zahiren senin durumunda görülen, bizim aleyhimize olduğundur. Haydi kendinin ve iki kardeşinin oğulları Nevfel b. el-Haris b. Abdulmuttalib ile Akil b. Ebi Talib'in ve senin antlaşmalm olan Haris b. Fihroğullarına mensub Utbe b. Amr'ın da fidyelerini öde." Hazret-i Abbas, Ey Allah'ın Rasûlü bende bu kadar fidye ödeyecek para yok deyince, şöyle buyurdu; "Um el-Fadl ile birlikte gömüp sakladığın mal nerede? Sen ona şöyle demiştin: Eğer bu yolculuğumda bana birşey olursa, işte bu mal çocuklarım Fadl'a, Abdullah'a ve Kusem'e kalsın, demiştin." Hazret-i Abbas, Ey Allah'ın Rasûlü, gerçekten ben, senin Allah'ın Rasûlü olduğunu biliyorum. Şüphesiz ki bu, benden ve Um el-Fadl'dan başka kimsenin bilmediği bir husustur. Haydi Ey Allah'ın Rasûlü, beraberinde bulunan ve ganimet olarak benden aldığınız yirmi Ukiyelik malımdan bunu düş deyince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Hayır o, Allah'ın senden bize vermiş olduğu bir şeydir." Bunun üzerine Hazret-i Abbas fidye ödeyerek kendisini, iki yeğenini ve antlaşmalısını kurtardı. Yüce Allah da onun hakkında:

"Ey Peygamber, elinizdeki esirlere de ki..." âyetini indirdi. İbn İshak (devamla) der ki: Esirler arasında fidyesi en çok olan kişi Abdulmuttalib'in oğlu Abbas'dı. Çünkü varlıklı bir kimse idi. O, kendisini yüz Ukiyye altın fidye vererek kurtarmıştı. Bk. İbn İshâk, Sire, Konya 1401/1981, s, 287; Tahkik Muhammed Hamidullah; Ebû Hatlın el-Bustî ea-Siretu'n-Nebeviyye, Beyrut 1407/1987, s. 184; el-Vâkidî, Eshâbu Nuzûli'l-Kur'ân, s.245; Suyutî, ed-Dürru'l-Mensur, III, 111-112. Buhârî'de de şöyle denilmektedir: Mûsa b. Ukbe dedi ki: İbn Şihab dedi ki: Bana Enes b. Mâlik'in anlattığına göre, Ensardan bir takım kimseler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan izin alarak şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasûlü bize izin verde ki, kardeşimizin oğlu Abbas'ın fidyesini almayalım. Hazret-i Peygamber: "Hayır, Allah'a yemin ederim bir dirhem dahi bırakmayacaksınız" diye buyurdu. Buhârî, Meğazî 12, Cihâd 172, Itk 11.

en-Nekkâş ve başkalarının naklettiklerine göre, Bedir esirlerinden herbirisinin fidyesi kırk Ukiyye idi. Ancak Abbas müstesna. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştu: " Abbas'tan fidyeyi iki kat alınız." Ayrıca, iki yeğeni Akil b. Ebi Talib ile Nevfel b. el-Haris'in fidyelerini ödemekle de mükellef tutmuştu, o da bu iki kişi adına seksen Ukiyye, kendisi adına da seksen Ukiyye ödemiş, ayrıca Savaş esnasında da ondan yirmi Ukiyye ganimet alınmıştı. Bunun böyle olmasının sebebine gelince; O, Bedir'e katılan Savaşçıların yemeğini karşılamayı taahhüd eden on kişiden birisi idi. Bedir günü yemek yedirme sırası kendisine gelmişti. Yemek yedirmeden önce taraflar Savaşa tutuştu, beraberinde yirmi Ukiyye kalmış, Savaş sırasında da bu miktar ondan ganimet olarak alınmıştı. Böylelikle o gün Hazret-i Abbas'tan toplam yüzseksen Ukiyye alınmış oldu. Bunun üzerine Hazret-i Abbas Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle demişti: Yemin olsun ki, sen beni öyle bir halde bıraktın ki hayatım boyunca Kureyşlilere el açıp dileneceğim. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Hanımın Um el-Fadl'ın yanında bıraktığın altınlar nerede?" Hazret-i Abbas: Ne altınından söz ediyorsun deyince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sen hanımına şöyle demiştin: Bu seferimde başıma ne geleceğini bilemiyorum. Şayet başıma birşey gelirse bu altınlar senin ve çocuklarının olsun, demiştin." Hazret-i Abbas: Kardeşimin oğlu, bunu sana kim haber verdi deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bana Allah haber verdi" diye buyurdu. Hazret-i Abbas bu sefer şöyle dedi: Şahadet ederim ki sen doğru söylüyorsun. Ben, ancak bugün senin Allah'ın Rasûlü olduğunu öğrendim. Ve bildim ki, bu gibi şeyleri ancak gizlilikleri bilen kimse sana bildirebilir. Şahadet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur ve sen O'nun kulu ve Rasûlüsün. O'nun dışındakilerin hepsini inkâr ediyorum. Hazret-i Abbas, yeğenlerine de emir verdi, onlar da müslüman oldular. Yüce Allah:

"Ey Peygamber, elinizdeki esirlere de ki..." âyetini indirdi. Hazret-i Abbas'ı ashâb alan kişi Selimeoğullarından Ebû'l-Yesel Kâ'b b. Amr idi. Ebû'l-Yesâr kısa boylu, Hazret-i Abbas ise uzun boylu ve iri yan idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Abbas'ı ashâb olarak getirince ona: "Yemin olsun ona karşı sana bir melek yardımcı olmuştur" diye buyurdu.

2. Bedir Esirlerinden Alınanlar ve Kalplerinde Hayır Bulunanlara Verilen Mükâfat:

"Eğer Allah'ın ilmine göre kalplerinizde bir hayır" yani, İslâm varsa,

"O sizden alınandan" yani verdiğiniz fidyeden

"daha hayırlısını size verir." Bu verilecek daha hayırlı şeyin dünyada verileceği söylendiği gibi, âhirette verileceği de söylenmiştir.

Müslim'in Sahih'indeki rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Bahreyn'den bir miktar mal gelince, Hazret-i Abbas ona şöyle demişti: Ben (Bedir'de) hem kendimin hem de Akil'in fidyesini verdim. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ona: "Al" diye buyurdu. O da elbisesini açtı ve taşıyabileceği kadarını aldı. Buhârî, Salat 42, Cikâd 172, Cizye 4. Hadis kısaca böyledir. Sahih'in dışındaki kaynaklarda da şöyle denilmektedir: Bunun üzerine Hazret-i Abbas Ona: Bu, vaktiyle benden alınandan daha hayırlıdır. Ayrıca ben, Allah'ın bana mağfiret edeceğini de umuyorum. Hazret-i Abbas dedi ki: Bana Zemzem kuyusunu verdi. Buna karşılık bütün Mekke'lilerin malı benim olsun istemem.

Taberî de Hazret-i Abbas'a varan senediyle, onun şöyle dediğini nakleder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a müslüman olduğumu bildirip fidyemin ödenmesinden önce benden ganimet olarak alınan yirmi Ukiyye'yi hesabımdan düşmesini isteyip de o: "Hayır o, ganimettir" deyip kabul etmemesi üzerine bu âyet-i kerîme benim hakkımda nâzil oldu. O yirmi Ukiyye yerine, yüce Allah bana, hepsi de benim malımla ticaret yapan yirmi köle ihsan etti. Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, III, 112.

Peygamber Efendimizin Kızı Hazret-i Zeyneb'in Hicreti:

Ebû Dâvûd'un Mûsannef'inde Âişe (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Mekkeliler esirlerini fidye karşılığı kurtarmak üzere mal gönderince, Zeyneb de (ashâb düşen kocası) Ebû'l-Âs'ın fidyesi olmak üzere bir miktar mal göndermişti. Bu mal arasında Hadice'ye ait ve kızı Zeyneb'i Ebul-Âs'a gelin olarak gönderince ona hediye etmiş olduğu bir gerdanlığı da göndermişti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu gerdanlığı görünce oldukça duygulandı ve şöyle buyurdu: "Eğer uygun görürseniz Zeyneb'in esirini serbest bırakınız ve gönderdiği bu malını da ona geri veriniz." Onlar da; Peki dediler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Ebû'l-Âs'dan kendisine gelmek üzere kızı Zeyneb'i serbest bırakmasına dair söz almıştı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Zeyd b. Harise ile Ensardan bir kişiyi göndermiş ve: "Zeyneb yanınıza gelinceye kadar siz de (Mekke yakınlarındaki) Ye'cec vadisinde bulununuz. Onu alıp buraya getiriniz." Ebû Dâvûd, Cihâd 121.

İbn İshak dedi ki: Bu, Bedirden bir ay sonra olmuştu. Abdullah b. Ebi Bekr dedi ki: Bana Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kızı Zeyneb'den nakledildiğine göre o şöyle demiş: Ebû'l-Âs Mekke'ye gelince bana, hazırlan babanın yanına git, dedi. Bunun üzerine ben de hazırlığımı yapmak üzere çıktım. Utbe kızı Hind karşıma çıktı bana: Muhammed'in kızı dedi. Senin babana gitmek istediğine dair bir haber ulaştı bana sahi mi? Ben ona: Öyle bir isteğim yok dedim. O: Öyle olsun amca kızı. Böyle birşey yapma. Ben, varlıklı bir kadınım. Senin gerek duyacağın mallarım var. Eğer istediğin herhangi bir mal varsa, onu sana satarım. Yahut da herhangi bir harcamaya ihtiyacın varsa sana borç verebilirim. Zaten erkekler arasına giren şeyler kadınlar arasında görülmemelidir, dedi. Hazret-i Zeyneb dedi ki: Allah'a yemin ederim, görüşüme göre o bu sözlerini ancak gereğini yapmak kastıyla söylemişti. O bakımdan, ben de ondan korktum ve niyetimi gizleyerek: Hayır böyle birşey de istemiyorum, dedim.

Nihayet Zeyneb (radıyallahü anha) hazırlıklarını bitirince, bineğine bindi ve kayınpederi Kinane b. er-Rabî, gündüzün onun devesini çekerek yola koyuldu. Mekkeliler bunu haber aldılar. Hebbar b. el-Esved ile Fihroğullarından Nafv b. Abdulkays onu takibe çıktılar. Hazret-i Zeyneb'in yanına ilk yaklaşan kişi Hebbar oldu. Hebbar, mızrağıyla hevdecinde bulunan Hazret-i Zeyneb'i korkuttu.

Kinane b. er-Rabi' diz çöktü ve oklarını saçarak yayını alıp: Allah'a yemin ederim ki, bana kim yaklaşırsa ona bir ok saplayacağım dedi. Bu sefer Ebû Süfyan, Kureyşlilerin ileri gelenleri ile birlikte yanına gelip şöyle dedi: Be adam, bize ok atmaktan vazgeç ki, seninle konuşabilelim. Ebû Süfyan, yanına gelip durdu ve şöyle dedi: Sen kötü bir şey yapmış değilsin. Fakat herkesin gözü önünde bu kadını alıp çıktın. Bedir'de başımıza gelen musibeti biliyorsun. Bu sefer Araplar senin herkesin gözü önünde aramızdan o adamın kızını alıp çıktığın için bizim zaafa düştüğümüzü, gevşediğimizi söyleyip duracaklar. O bakımdan sen bu kadını geri getir, birkaç gün onunla beraber Mekke'de kal. Sonra da geceleyin kimsenin farketmeyeceği bir şekilde gizlice onu al ve babasına gönder. Yemin olsun ki, onun babasının yanına gitmemesine bizim ihtiyacımız yok. Fakat şu anda da başımıza gelen bu musibetten dolayı bu yolla intikam almak istiyor değiliz.

Kinane, Ebû Süfyan'ın dediğini yaptı. İki veya üç gün geçtikten sonra, gizlice Hazret-i Zeyneb'i Mekke'nin dışına çıkardı. Hazret-i Zeyneb de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına vardı. Naklettiklerine göre, Hazret-i Zeyneb, Hebbar b. Um Dirhem kendisini korkutunca, dehşetinden dolayı karnındaki yavrusunu düşürmüştü.

71

Şayet sana hainlik etmek isterlerse, onlar zaten daha evvel Allah'a hainlik etmişlerdi de O da bundan ötürü onlara karşı (sana) İmkân vermişti. Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.

3. Kâfirin İslâm'a Girmesi Hangi Şartlarda Kabul Edilir:

İbnü'l-Arabî der ki: Müşriklerden bazı kimseler ashâb alınınca, onların bir kısmı İslam olduklarını söylediler, ancak bu konuda herhangi bir kararlılık da ortaya koymadıkları gibi, İslâm'ı kabul ettiklerini kafi bir şekilde de itiraf etmemişlerdi. Muhtemeldir ki onlar bu davranışlarıyla müslümanlara yaklaşmak, müşriklerden de uzaklaşmamak istemişlerdi. Bizim (Mâliki mezhebine mensub) ilim adamlarımız derler ki: Kâfir, kalbinde ve dilinde imanı zikretmekle birlikte bu hususta azimli olduğunu ortaya koymayacak olursa mü’min olmaz. Ancak, benzeri bir durum mü’minden görülecek olursa, mü’min kâfir olur. Kişinin önlemeye gücü bulunmayan vesvese türünden olan şeyler müstesnadır. Çünkü Allah, böyle bir vesveseyi affetmiş ve onu hükümsüz bırakmıştır. Yüce Allah da Rasûlüne (Bedir esirlerinin) gerçek yüzlerini beyan ederek:

"Şayet sana hainlik etmek İsterlerse..." diye buyurmuştur. Yani, eğer onlar müslüman olduklarına dair bu sözleriyle sana hainlik etmek ve seni aldatmak istemişlerse

"onlar zaten daha evvel" küfürleri, sana tuzak kurmaları ve seninle Savaşmalan suretiyle,

"Allah'a hainlik etmişlerdi." Şayet onlar bu sözlerini hayır yapmak (îman etmek) suretiyle söylemişlerse, Allah bunu biliyor ve onların bu hayırlarını kabul edecektir. Onlardan alınandan daha hayırlısını kendilerine verecektir ve bundan önceki küfürlerini, hainliklerini ve hilelerini de onlara bağışlıyacaktır.

 

": Hainlik"in çoğulu şeklinde gelir. Ancak, bunun; şeklinde çoğul yapılması gerekirdi. Çünkü bu kelime, aslen "vav"lıdır. Şu kadar var ki, onlar bu kelime ile ": Kötü maksat" kelimesinin çoğulu arasında fark gözetmek istediklerinden böyle demişlerdir. Ayrıca ": Hain" kelimesinin çoğulu;) şekillerinde gelir.

72

Îman edip hicret eden, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenlerle (onları) barındırıp yardım edenler, işte onlar birbirlerinin velileridirler. Îman edip de hicret etmeyenler ise, hicret edene kadar sizin onlarla hiçbir velayetiniz yoktur. Eğer onlar din hususunda sizden yardım İsterlerse, size yardım etmek düşer. Ancak sizinle aralarında muahede bulunan bir kavme karşı değil. Allah yaptıklarınızı görendir.

Bu âyetlere dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

1. Îman Edenler ve Etmeyenlerin Birbirlerine Karşı Durumları:

Yüce Allah:

"Îman edip hicret eden..." âyeti ile sûreyi veli edinme (dost edinme)yi söz konusu ederek sona erdirmektedir ki, herbir kesim, yardımını isteyeceği velisinin kim olduğunu bilsin diye.

Hicret ve cihadın sözlük ve terim anlamlarına dair açıklamalar daha Önceden (el-Bakara, 2/217-218. âyetler, 12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"Barındırıp yardım edenler" âyeti de bir Öncekine atfedilmiştir. Bunlar ise hicret edenlerden önce (Medine'yi) yurt edinen ve îman eden Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ve Muhacirlerin kendilerine katıldığı Ensar'dır.

"İşte onlar" anlamındaki âyet, mübtedâ olarak merfu'dur.

"Birbirlerinin" anlamındaki âyet da İkinci mübtedadır,

"velileridirler" ise, onun haberidir. Bu âyetlerin tümü (yani, işte onlardan itibaren) de; "( ol ): Muhakkak ki"nin haberidirler.

İbn Âbbas;

"Birbirlerinin velileridirler" âyetini mirasta birbirlerinin velîleridirler, diye açıklamıştır. Önceleri hicret sebebiyle birbirlerine mirasçı olurlardı. Îman edip hicret etmeyen kimse hicret edene mirasçı olamıyordu. Yüce Allah bunu:

"Akrabalar Allah'ın Kitabınca birbirlerine daha yakındırlar" âyeti ile nesh etti. Bunu Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Feraiz 16; Buhârî, Tefsir 4. sûre 7. Böylelikle miras mü’minler arasından akraba olanlara verilmiş oldu. İki ayrı din mensubu ise birbirinden herhangi bir miras alamazlar. Daha sonra da Hazret-i Peygamberin bundan önce miras âyetlerine dair açıklamalarda geçtiği üzere: "Farz hisseleri sahiplerine veriniz" diye buyurdu. Buhârî, Ferâiz 5, 7, 9, 15; Müslim, Ferâiz 2, 3; Tirmizî, Feraiz 8; Dârimî, Ferâiz 28, Burada nesh olmadığı bunun, yardımcı olmak ve destek vermek manasına olduğu da söylenmiştir. Nitekim daha önce, en-Nisa Sûresi'nde (4/11-14. âyetler, 6. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"Îman edip de" anlamındaki âyet mübtedâdır.

"... sizin onlarla hiçbir velayetiniz yoktur" ise onun haberidir. Yahya b. Vessâb, el-A'meş ve Hamza, "vav" harfini esreli olarak; Onlarla velayet..." şeklinde okumuştur. Bunun bir söyleyiş olduğu söylendiği gibi, bir şeye yakın ve bitişik olmak anlamına gelen; 'den geldiği de söylenmiştir. Mesela ": Velayeti (dostluğu ve yakınlığı) apaçık bir dost" denilir. Ancak burada "velayet" kelimesinde "vav" harfinin üstün olması daha açık ve daha güzeldir. Çünkü buradaki anlamı yardımcı olmak ve neseb bağı ile bağlanmak şeklindedir. Aynı şekilde "vilâyet ve velayet", emirlik, yöneticilik anlamına da kullanılır.

2. Din Hususunda Yardım Etmek:

"Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse..." âyeti ile yüce Allah şunu kastetmektedir: Eğer daru'l harpte kalıp hicret etmeyen bu mü’minler kendilerini kurtarmanız için asker, yahut malî bakımdan yardımcı olmak üzere çağrıda bulunacak olurlarsa, siz de onlara yardımcı olunuz. Bu sizin için bir farzdır, onları yardımsız bırakmamalısınız. Ancak, onlar sizden, sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan kâfir bir kavim aleyhine yardım isteyecek olurlarsa, o kâfirlere karşı onlara yardımcı olmayın ve süresi bitinceye kadar da antlaşmayı bozmayın.

İbnü'l-Arabî der ki: Ancak, o sizden yardım isteyen mü’minler ashâb ve mustaz'af kimselerse, şüphesiz ki onlarla dostluk hâlâ dimdik ayaktadır, onlara yardımcı olmak vacibtir. Eğer gücümüz buna yeterli ise onları kurtarmak maksadıyla cihada çıkmadık kırpan tek bir gözümüz kalmayıncaya, yahut da hiçbir kimsenin elinde tek bir dirhem kalmamacasına onları esaretten kurtarmak için bütün malımızı harcayıncaya kadar onlara yardımcı olmamız vaciptir, onlar ile aramızdaki dostluk bağı dimdik ayaktadır. Mâlik de, bütün ilim adamları da böyle derler. Ellerinde hazinelerle servet bulunmakla, ihtiyaç fazlası malları olmakla, güçleri, sayılan, kudretleri ve Savaşma güçleri yeterli olmakla birlikte, kardeşlerini düşmanlarının esaretinde bırakmalarından ötürü, insanların karşı karşıya bulundukları bu musibetler dolayısıyla inna lillah ve innâ ileyhi raciun'dan başka birşey diyemiyoruz.

ez-Zeccâc der ki: " Size yardım etmek düşer" âyetinin "radıyallahü anh" harfini yardıma teşvik (iğra) manası vermek üzere nasb ile okunması da mümkündür.

73

Kâflr olanlar da birbirinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesad olur.

3. Kâfirler de Birbirlerinin Dostudurlar:

Yüce Allah:

"Kâfir olanlar da birbirlerinin dostudur" âyeti ile kâfirlerle mü’minler arasındaki dostluk (velayet) bağını kopararak mü’minleri birbirlerinin velileri, kâfirleri de birbirlerinin velileri olarak tesbit etmiştir. Bunlar, dinleri gereği birbirlerine yardımcı olurlar ve akidelerine uygun olarak ilişkilere girerler.

Müslüman bir erkek kardeşi bulunan kâfir bir kadın hakkında ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: Böyle bir erkek bu kâfir kızkardeşini başkasıyla evlendirmez. Çünkü aralarında velayet bağı yoktur. O kızı onun dinine mensub olanlar evlendirir. Tıpkı müslüman bir kadını nasıl müslüman bir yakını evlendirebiliyorsa, kâfir bir kadını da ancak ona yakın kâfir bir erkek yahut bir papaz -evlendireceği kişi müslüman olsa dahi- evlendirebilir. Ancak bu kadın azad edilmiş bir cariye ise bundan müstesnadır. Eğer azad edilmemiş olan kâfir kadın müslüman birisi tarafından evlendirilmiş ise, bu akdi feshedilir. Hiristiyan yapmış ise ona dokunulmaz. Ancak, Esbağ hayır, müslümanın akdi daha evlâ ve daha üstün olduğundan dolayı feshedilmez, demektedir.

4. Eğer Böyle Yapmazsanız...

"Eğer siz bunu yapmazsanız..." âyetindeki zamir, mirasçılığa ve bu husustaki kaidelere bağlılığa aittir. Yani eğer önceden miras aldıkları gibi bu şekilde birbirlerine miras almalarına imkân vermeyecek olursanız... demektir. Bu açıklama İbn Zeyd'e aittir. Zamirin karşılıklı yardımlaşma, destek verme, dayanışma ve elbirlik olmaya ait olduğu da söylenmiştir.

İbn Cüreyc ve başkaları derler ki: İşte bu yapılmayacak olursa, pek yakında bundan dolayı bir fitne başgösterir. O halde bu, birincisinden daha kesin ve pekiştirilmiş bir ifadedir. Tirmizî de Abdullah b. Müslim b. Hürmüz'den, o, Ubeyd'in oğulları Muhammed ve Sa'd'dan, onlar, Ebû Hatim el-Muzenî'den şöyle dediğini nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; "Dinine bağlılığını ve ahlâkını beğendiğiniz bir kimse size (kızınıza talib olarak) gelecek olursa, ona nikâhlayınız. Böyle yapmayacak olursanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat başgösterir." Ey Allah'ın Rasûlü, ya onda (bazı kusurlar) bulunursa? Hazret-i Peygamber: "Dinine bağlılığını ve ahlakını beğeneceğiniz bir kimse size gelecek olursa, ona nikâhlayınız" diye üç defa tekrarladı. Tirmizî: Bu garip bir hadistir, dedi. Tirmizî, Nikâh 3.

Zamirin, yüce Allah'ın:

"Ancak sizinle aralarında muahede bulunan bir kavme karşı değil" âyetinin ihtiva ettiği ahid ve antlaşmaları korumaya ait olduğu da söylenmiştir. İşte böyle bir şey yapılmayacak olursa, bu fitnenin tâ kendisidir. Zamirin, din hususunda müslümanlara yardımcı olmaya ait olduğu da söylenmiştir. Bu da bu husustaki ikinci görüşle aynı anlama gelir.

İbn İshak der ki: Yüce Allah, Muhacirlerle Ensarı yalnızca onları din hususunda birbirlerine veli (yardımcı ve destek) olmaya ehil kimseler olarak tayin etmiş, kâfirleri de birbirlerinin velileri olarak tesbit etmiştir. Daha sonra yüce Allah:

"Eğer siz bunu yapmazsanız" diye buyurmaktadır ki bu da, mü’minleri bir kenara bırakarak kâfiri veli edinmesiyle olur.

"Yeryüzünde bir fitne" yani, Savaş sebebiyle mihnete duçar olmak; onunla birlikte ortaya çıkan talan, sürgün ve esaretler başgösterir

"ve büyük bir fesat olur." Buyû'k fesat ise şirkin ortaya çıkması, üstün gelmesidir.

el-Kisâî der ki: Yüce Allah'ın: ". Bir fitne...olur" âyetinin sizin bu yaptığınız o vakit bir fitne ve büyük bir fesat olur, anlamında nasb ile gelmesi de mümkündür.

74

Îman edip de hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenlerle barındırıp yardım edenler, işte gerçek mü’min olanlar bunlardır. Onlar için mağfiret ve bitmez tükenmez bir rızık vardır.

"İşte gerçek mü’minler olanlar bunlardır" âyetindeki

": Gerçek" kelimesi mastardır. Yani işte onlar hicret ve yardımcı olmak suretiyle imanlarını gerçekleştirmiş kimselerdir. Allah da:

"Onlar için mağfiret ve bitmez tükenmez bir rızık vardır." Yani cennette çok büyük bir mükâfat vardır; müjdesi ile onların imanlarının gerçek olduğunu, gerçekten bir îmana sahib olduklarını ifade buyurmaktadır.

75

Sonraları îman ve hicret edip de sizinle beraber cihad edenlere gelince, onlar da sizdendir. Akrabalar, Allah'ın Kitabınca birbirlerine daha yakındırlar. Şüphesiz Allah herşeyi hakkıyla bilendir.

5. Hudeybiye'den Sonra Îman Edip Hicret Edenler:

"Sonraları Îman ve hicret edip de..." âyeti ile Hudeybiye'den ve Rıdvan bey'atinden sonra îman edip hicret edenleri kastetmektedir. Çünkü bu tarihten sonra yapılan hicret, ilk hicretten rütbe itibariyle daha aşağıdadır. İkinci hicret ise, hakkında barışın bulunduğu, artık Savaş ağırlıklarının bırakıldığı, yaklaşık iki yıl kadar devam eden bir süredir. Bundan sonra ise Mekke fethedilmiştir. Bundan dolayı Hazret-i Peygamber: "Fetih'den sonra hicret yoktur" Buhârî, Sayd 10, Cihâd 1, 27, 194, Menâkıbu'l-EnsSr 45, Meğâzî 53; Müslim, İmâre 85; Tirmizî, Siyer 33; Nesâî, Bey'at 15; Müsned, I, 226, 2!S6..., II, 215, III, 22, 401..., V, 71, 187, VI, 466. diye buyurmuştur.

(Yüce Allah) böylelikle daha sonraları îman edip hicret edenlerin de onlara katılmış olacaklarını beyan etmektedir.

"Sizdendir" de, yardımlaşmak ve veli olmak bakımından sizin gibidirler, demektir.

6. Akrabaların Mirasçılığı:

 

": Akrabalar" anlamındaki âyet mübtedadır. Rahîm, akrabalık bağı müennestir. Çoğulu şeklinde gelir. Burada kastedilenler, erkeğin ölene akrabalık nisbetinde araya kadın girmeyen kişi demek olan babası, oğulları, babası dolayısıyla akrabaları gibi (akrabaların kastedildiği) asabelerdir. Asabe: Akrabalıklarının ölene ulaşınnsında arada dişi bulunmayan ölenin erkek akrabalarına denir (Dr. ez-Zuhaylî, el-Fıkku'l-İslâmi, VIII, 332) Burada geçen "Rahîm" kalimesiyle asabenin kastedildiğini açıklayan hususlardan birisi de Arapların ": Seni akrabalık bağı bağladı," ifadelerinde anne vasıtasıyla akrabalığı kast etmemeleridir. en-Nadr b. el-Haris'în kızkardeşi -ki, İbn Hişam böyle demiştir.- es Süheylî ise der ki: Doğrusu, bunun Nadr'ın kızkardeşi değil, kızı olduğudur. ed-Delâü'de de böyle zikredilmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in onun babasını Safra denilen yerde öldürtmesi üzerine yazdığı mersiyesinde şunları söylemektedir:

"Ey deve binicisi, şüphesiz ki Üseyl denilen yere

Başarılı olasın dilerim- beşinci günün sabahında varacağımızı zannederim.

Merhun ınüfessirimiz bu mersiyenin on beyitini kaydetmiş bulunmaktadır. Biz ilk beyit ve konu ile doğrudan ilgisi bulunan diğer altı beyit ile yetiniyoruz.

"Ey kavmi arasında en hayırlı ve şerefli akraba olan

Ve şeref ve kereminde köklü olan Muhammed,

Eğer karşılıksız salıverseydin bir zararın olmazdı.

Kişi bazan öfke ve kinine rağmen serbest bırakabilir lutf ile

Şayet fidye kabul etseydin, elbette fidyesini verirdim

Fidye olarak verilen ve harcanan en değerli şeyleri vererek

Nadr, senin ashâb aldığın akrabaların en yakınıdır.

Eğer azad sözkonusu olsaydı, azadı en çok hak edendi.

Fakat babalarının çocuklarının kılıçları üzerine inip kalkıyordu

İşte orada parçalanan Allah'ın takdir ettiği Rahîm (asabe akrabalıkları) vardı

Elleri bağlı yorgun bir şekilde ölüme sürükleniyordu

Zincire vurulmuş bir ashâb olarak bağlanmış kişinin yürüyüşüyle."

7. Zevi'l-Erhâm Diye Bilinen Akrabaların Mirasçılıkları:

Selef de onlardan sonra gelenler de Zevi'l-Erhâm diye bilinen Allah'ın Kitabında payları bulunmayıp asabe de olmayan ölünün akrabalarının mirasçılıkları hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bunlar da kız çocukların çocukları, kız kardeşlerin çocukları, erkek kardeşin kızları, hala, teyze, babanın anne bir kardeşi olan amca, baba tarafından anne bir dede, anne anne ve bunlar vasıtasıyla akrabalar Zevi'l-Erhâm'dırlar.

Kimileri Zevi'l-Erhâm'dan farz (belli) hissesi bulunmayan kimse mirasçı olamaz demektedir. Bu görüş, Ebû Bekr es-Sıddik, Zeyd b. Sabit ve İbn Ömer'den rivâyet edilmiştir. Hazret-i Ali'den gelen bir rivâyet de böyledir. Medînelilerin görüşü de budur. Bu, Mekhul ve el-Evzaî'den de rivâyet edilmiş olup, Şâfiî -Allah ondan razı olsun- de böyle demiştir.

Buna karşılık Ömer b. el-Hattâb, İbn Mes'ûd, Muâz, Ebû'd-Derdâ, Âişe ve bir rivâyete göre de Hazret-i Ali, mirasçı olacaklarını söylemişlerdir. Kûfelilerin, Ahmed ve İshâk'ın görüşü de budur. Bunlar, âyet-i kerimeyi delil göstererek şöyle derler: Zevil-Erham denilen bu akrabalarda biri akrabalık, diğeri de müslümanlık olmak üzere iki sebep toplanmış bulunmaktadır. Dolayısıyla bunlar, mirasçılığın sebeplerinden birisi olan İslâmın dışında bir sebebi bulunmayanlara göre önceliklidirler.

Birincilerin buna cevabı şöyledir: Bu âyet-i kerîme mücmel ve toplayıcı bir âyet-i kerimedir. Yakın ya da uzak olsun, her bir akraba bu ayetin zahirinden anlaşılmaktadır. Mirasa dair âyet-i kerimeler ise müfessirdir. Müfessir (açıklayıcı) olan âyet-i kerimeler ise mücmel ve mübeyyen hakkında hüküm verirler. Derler ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) velayı mirasçı olmanın sabit bir sebebi kabul etmiş ve mevlayı (bir kimseyi kölelikten azad edeni) bu hususta asebe gibi değerlendirerek: "Velâ azad eden kimseye aittir" Hadis, el-Mâide, 5/103. âyet, 7. başlığın sonlarında geçmişti. Kaynakları için oraya bakılabilir. diye buyurmuş, velâ hakkının satılmasını hibe yoluyla bağışlanmasını da yasaklamıştır.

Diğerleri ise Ebû Dâvûd ve Dârakutnî'nin el-Mikdâm'dan yaptıkları şu rivâyeti delil gösterirler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kim bakıma muhtaç birisini terkedecek olursa, o(nun bakımı) bana aittir. -Bazan da: Allah'a ve Rasûlüne aittir diye buyurmuştur-, kim de bir mal bırakacak olursa, o da mirasçılarına aittir. Ben, mirasçısı olmayanın mirasçısıyım. Onun yerine diyet öderim, onun mirasını alırım. Dayı da mirasçı olmayanın mirasçısıdır, onun yerine diyet öder ve ona mirasçı olur." Ebû Dâvûd, Ferâiz 8; İbn Mâce, Ferâiz 9; Dârakutnî, IV, 85-86.

Dârakutnî de Tavus'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Âişe (radıyallahü anhnhâ) dedi ki: "Allah, mevlâsı olmayanın mevtastdır. Dayı da mirasçı olmayanın mirasçısıdır." Dârakutnî, IV, 85. Bu hadis, mevkuldur (Hazret-i Peygambere nîsbet edilmemektedir). Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan rivâyet edildiğine göre de, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Dayı mirasçıdır" diye buyurmuştur. "Dayı, mirasçısı olmayanın mirasçısıdır" şeklinde; Dârakutnî, IV7 86.

Yine Ebû Hüreyre'den şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’a, hala ve teyzenin mirası hususunda soru soruldu, o da: "Bilemiyorum, bana Cebrâîl gelinceye kadar (birşey diyemem)" diye buyurdu. Daha sonra da şöyle buyurdu; "Hala teyzenin mirasına dair soru soran nerede?" Bunun üzerine adam gelince, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Cebrâîl bana, ikisine mirastan birşey olmadığını bildirdi." Dârakutnî dedi ki: Bu hadisi Muhammed b. Amr'dan müsned olarak yalnızca Mes'ade, rivâyet etmiştir ve zayıf bir ravidir. Doğrusu bu hadisin mürsel olduğudur. Dârakutnî, IV. 99.

Şa'bî'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ziyâd b. Ebi Süfyan, yanında oturan birisine dedi ki: Ömer'in hala ve teyze (nin mirasçılığı) hususunda nasıl hüküm verdiğini biliyor musun? Adam: Hayır deyince, o şöyle dedi: Ben, Ömer'in bu ikisi (nin mirası) hususunda nasıl hüküm verdiğini Allah'ın yarattıkları arasında en iyi bilenim. O, teyzeyi anne gibi, halayı da baba gibi değerlendirmişti.

el-Enr'âl Sûresi'nin tefsiri burada sona ermektedir. Cenab-ı Allah'a hamd olsun.

0 ﴿