TEVBE (BERÂE) SÛRESİ(Medine'de İnmiştir. Yûzyirmidokuz Âyettir) Sûre'nin Medine'de indiği hususunda görüş birliği vardır. 1Müşriklerden antlaşma Yaptıklarınıza Allah ve Rasûlü tarafından ilişkilerin kesildiğine dair bir uyarıdır (bu). Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: Bu sûrenin isimleri hakkında Saîd b. Cübeyr dedi ki: İbn Abbâs (radıyallahü anh)'a Berae Sûresi'ne dair soru sordum, şöyle dedi: O, el-Fâdiha (iç yüzleri açıklayıp rezîl eden) dır. (Rezil etmedik) kimse bırakmayacak diye korkuya kapılacağımız derecede: "Onlardan,., onlardan..." diye âyetler inip durdu. el-Kuşeyrî Ebû Nasr Abdurrahim der ki: Bu sûre Tebuk gazvesi hakkında ve bu gazveden sonra inmiştir. Onun baş tarafında kâfirlerin ahidleri onlara geri atılmaktadır (bozulmaktadır). Yine bu sûrede münafıkların sırlan açığa çıkartılmaktadır. O bakımdan bu sûre el-Fâdiha ve el-Buhûs diye adlandırılır. Çünkü bu, münafıkların sırlarını ve gizliliklerini açığa çıkarmaktadır. Ayrıca bu sûre el-Müba'sıre diye de adlandırılır. Ba'sere ise araştırmak, ortaya çıkarmak anlamına gelir. 2. Bu Sürenin Baş Tarafında Besmelenin Bulunmayış Sebebi: İlim adamları, bu sûrenin baş tarafında besmelenin bulunmayış sebebi hususunda beş ayrı görüş ileri sürmüşlerdir: 1- Araplar cahiliyye döneminde, eğer kendileriyle bir kavim arasında bir antlaşma bulunup da onlar bu antlaşmayı bozmak İstediklerinde kavme, besmele yazmaksızın bir mektup yazımlan adetleri idi. İşte et-Tevbe Sûresi de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile müşrikler arasındaki antlaşmayı bozmak üzere nâzil olunca, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sûreyi Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) ile birlikte gönderdi. O da bu sûreyi hac mevsiminde Araplara okudu. Arapların ahdî bozarken besmele okumamak şeklindeki uygulanagelen adetlerine uygun olarak o da besmele okumadı. 2- Nesâî rivâyetle der ki: Bize Ahmed anlattı dedi ki, bize Muhammed b. el-Müsenna, Yahya b. Said'den anlattı, Yahya dedi ki: Bize Avf anlattı dedi ki: Bize Yezid el-Rukaşi Bu râvî'nin Yezîd er-Rukaşî değil de Yezîd el-Fârisî olması gerekliğine dair Tirmizî, Tefsir 9. sûre 1. başlığın sonunda gerekli açıklamaları yapmış bulunmaktadır anlattı dedi ki: Bize İbn Abbâs dedi ki: Ben, Osman'a şöyle dedim: el-Enfal Sûresi Mesânî'den Berae (Tevbe) Sûresi de Miûndan olduğu halde onları arka arkaya yazmaya; Bismillahirrahmanirrahim satırını da yazmayarak bu sûreyi yedi uzun SÛRE.(es-Sebu't-Tivâl) arasına yazmaya sizi iten sebep nedir? Osman dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a birşey nâzil oldu mu, nezdinde bulunan yazıcılardan birisini çağırır ve: "Siz bunu şu şu hususun sözkonusu edildiği sûreye koyunuz" diye buyururdu. Ona, birden çok âyet-i kerîme nâzil de olur ve yine: "Bu âyetleri içinde şu şu hususların sözkonusu edildiği sûreye koyun" derdi. el-Enfal Sûresi de (Medine'de hicretten sonra) ilk nâzil olanlardandı. Berae (et-Tevbe) ise Kur'ânın son nâzil olan sûrelerindendir. Bunun sözkonusu ettiği hususlar, öbürünün sözkonusu ettiği hususları andırıyordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise bize, onun Ötekinden olduğunu açıklamaksızın vefat etti. Ben de onun (Tevbe'nin) ondan (el-Enfal'den) olduğunu zannettim. İşte bundan dolayı her iki sureyi yan yana getirdim ve aralarına Bismillahirrahmanirrahim satırını yazmadım. Bu hadisi, Ebû Îsa et-Tirmizî de rivâyet etmiş olup: Bu hasen bir hadistir, demiştir. Tirmizî, Tefsir 9. sûre 1. 3- Üçüncü görüş, yine Osman (radıyallahü anh)'dan rivâyet edilmiştir. Mâlik de, İbn Vehb, İbnü'l-Kasım ve İbn Abdi'l Hakem'in rivâyetine göre şöyle demiştir: Bu sûrenin baş tarafları (vahiyle) kaldırılınca, Bismillahirrahmanirrahim de onlarla birlikte kaldırıldı. Bu görüş, ayrıca İbn Aclân'dan rivâyet edilmiştir. Ona göre Tevbe Sûresi, Bakara Sûresi kadar veya ona yakındı. Onun bir bölümü gittiğinden dolayı, her iki sûre arasına Bismillahirrahmanirrahim yazılmadı. Saîd b. Cübeyr de der ki: Tevbe Sûresi, Bakara Sûresi gibi idi. 4- Hârice, Ebû İsmet ve başkalarının görüşü olup şöyle demişlerdir: Hazret-i Osman'ın halifeliği döneminde mushafı yazdıklarında Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbı arasında görüş ayrılığı ortaya çıktı. Kimileri, Berae ve Enfal tek bir sûredir derken, kimileri bunlar iki ayrı sûredir dedi. Bunlar iki ayrı sûredir, diyenlerin görüşü dolayısıyla iki SÛRE arasında bir boşluk bırakıldı ve bunlar tek bir sûredir diyenlerin görüşü dolayısıyla da Bismillahirrahmanirrahim yazılmadı. Böylelikle her iki kesim de buna razı oldu ve her iki kesimin de mushafta delilleri tesbit edilmiş oldu. 5- Abdullah b. Abbas dedi ki: Ali b. Ebî Tâlib'e: Niçin Tevbe Sûresi'nde Bismillahirrahmanirrahim yazılmadı diye sordum, şu cevabı verdi: Çünkü, Bismillahirrahmanirrahim bir emandır. Tevbe ise kılıç (Savaş emri) ile nâzil olmuştur. Onda eman diye birşey yoktur. Bu manada bir açıklama el-Müberred'den rivâyet edilmiştir. O da şöyle der: Bundan dolayı ikisi bir arada olmaz, Çünkü "Bismillahirrahmanirrahim" bir rahmettir. Tevbe Sûresi ise gazab olarak nâzil olmuştur. Süfyan'dan da benzeri bir görüş rivâyet edilmiştir. Süfyan b. Uyeyne der ki: Bu sûrenin baş tarafına Bismillahirrahmanirrahim'in yazılmayış sebebi, besmelenin rahmet oluşundan dolayıdır. Rahmet ise bir emandır. Bu sûre ise münafıklar hakkında ve kılıç ile inmiştir. Münafıkların ise emanı yoktur. Besmelenin yazılmayış sebebi hususunda sahih olan Hazret-i Cebrâîl'in bu sûre ile birlikte besmeleyi indirmemiş olmasıdır. Bunu da el-Kuşeyrî söylemiştir. Hazret-i Osman'ın, "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize, bunun ondan olduğunu beyan etmeden vefat etti" sözleri ise, bütün sûrelerin Hazret-i Peygamberin sözleri ve açıklamaları ile düzenlenmiş olduğunu, sadece Berae (Tevbe) Sûresi'nin ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu husustaki açık âyeti olmaksızın Enfal'e katıldığını göstermektedir. Buna sebep ise bu hususu açıklayamadan vefat etmesidir. Ayrıca bu İki sûre, iki yakın arkadaş diye adlandırılırdı. O bakımdan, bu iki sûrenin bir arada zikredilmeleri ve birinin diğerinden sonra gelmesi icabetmektedir. Çünkü, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) daha ayakta İken bu iki sûre bir arada ve birbirinden ayrılmamak niteliğine sahipti. 3. Enfâl ile Tevbe Sûresi Hakkındaki Bu Uygulama Kıyasa da Bir Delildir: İbn Arabî der ki: İşte bu, kıyasın dinde aslî bir delil olduğunun delilidir, Nitekim Hazret-i Osman ile ashâbın ileri gelenlerinin, nassın bulunmaması esnasında benzerliği esas alarak kıyasa başvurduklarını ve Tevbe Sûresi'nin konusu ile Enfal Sûresi'nin konusunun benzer olduğunu gördüklerinden, Tevbe Sûresi'ni Enfal'den sonra koymayı uygun gördüklerini görüyoruz. Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'in tertibinde bile kıyasın dahlinin bulunduğunu açıklamış olduğuna göre, sair ahkâma dair başka ne düşünülebilir? 4. Berae: İlişkilerin Kesilmesi: Yüce Allah'ın: ": İlişkilerin kesildiği" âyeti, şu hallerde kullanılır: Bir kimse birşeyi kendisinden izale edip uzaklaştıracak ve onunla kendisi arasındaki sebep ve bağlantıları koparacak -olursa, şeyden beri oldum, ben ondan uzağım," denilir. Bu kelime burada gizli bir mübtedânın haberi olmak üzere ref mahallindedir. Bunun da takdiri: Bu... ilişkilerin kesildiği... dir" şeklindedir. Mübtedâ olarak merfu' kabul edilmesi de mümkündür. Haberi de, yüce Allah'ın: ... larınıza(dır)" buyruğundadır. Nekire (belirtisiz.) bir ismin mübtedâ olarak gelmesi, bunun vasfedilmiş olmasından dolayıdır. Böylelikle bu kelime de bir dereceye kadar marıfe olmuş olur ve ona dair haber vermek mümkün olur. Îsa b. Ömer ise bu kelimeyi, şeklinde nasb ile ve; ": İlişkilerin kopuşuna riayet ediniz" takdiri üzere okumuştur ve bunda İğrâ (teşvik) manası vardır. "Berâe" kelimesi, "şenâe ve denâe" kelimeleri gibi "feâle" veznindedir. 5. Hazret-i Peygamber, Kamuyu İlgilendiren Tasarruflarda Ashâbın Tümünü Temsil Ediyordu: "Müşriklerden antlaşma yaptıklarınıza..." âyeti, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendileriyle antlaşma yaptığı kimseler demektir. Çünkü, antlaşma akidlerini yapan kendisi idi. Ashâbının tümü de buna razı idiler. Böylelikle bizzat kendileri akid yapmış ve antlaşmış gibi oluyorlardı. O bakımdan bu antlaşma akdi de onlara nisbet edilmiştir. Aynı şekilde kâfirlerin ileri gelenlerinin kavimleri hakkında ve onlar adına yaptıkları akidler de onlara nisbet edilir, onlara mahsub edilir ve bu akid gereğince sorumlu tutulurlar. Zira başka türlüsü de mümkün değildir. Çünkü, bu hususta ayrı ayrı hepsinin rızasının alınmasına imkân yoktur. Buna göre İmâm (devlet başkanı), uygun göreceği bir maslahat dolayısıyla herhangi bir hususta akid yapacak olursa, bu bütün reâyâ için bağlayıcı olur. 2Yeryüzünde dört ay rahat rahat dolaşın. Biliniz ki biz Allah'ı âciz bırakamazsınız ve herhalde Allah kâfirleri rüsvay edendir. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Antlaşmaların Bozulacağı Vakit Başlayıncaya Kadar: "Rahat rahat dolaşın" âyeti ile yüce Allah haberden hitaba geçmektedir. Yani onlara de ki: Yeryüzünde gidin, gelin, yol alın, Müslümanlardan herhangi bir kimsenin size karşı Savaş açmasından, mallarınızı alacağından, sizi öldürmesinden, ashâb etmesinden korkmaksızın güvenlik içerisinde gidiniz geliniz, demektir."Filan kişi arzda güvenlik içerisinde dolaştı," denilir. Yere genişçe yayılmış akan su hakkında; tabiri de buradan gelmektedir. Şair Tarafe b. el-Abd'in şu beyiti de bu kabildendir: "Ben senden böyle bir şeyden korkmuş olsaydım, bana zarar veremezdin Sen, önümde atlar koşup gidiyor görmedikçe." 2. Tanınan Süre İle İlgili Görüşler ve Tebûk Gazvesini Hazırlayan Olaylar: İlim adamları tanınan sürenin keyfiyeti ile Allah'ın ve Rasûlünün kendilerinden ilişkilerini kestiklerinin kim oldukları hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Muhammed b. İshak ve başkaları derler ki: Bunlar, müşriklerden iki ayrı guruptur. Bunlardan birisinin antlaşma süresi dört aydan daha az idi. Bunlara tam dört ay mühlet verildi. Diğerlerinin ise antlaşmalarının belli bir süreleri yoktu. Bunların da antlaşmaları durumlarını düşünüp değerlendirmeleri için dört ay ile sınırlandırıldı. Artık bundan sonra bu gibi kimseler Allah'a, Rasûlüne ve mü’minlere karşı Savaş açmış kimseler kabul edilecekti. Bulundukları yerlerde öldürülecek veya ashâb alınacaktı. Tevbe etmesi müstesna. Bu sürenin başlangıcı ise, hacc-ı ekber günü idi. Sona ereceği tarih ise Rabiu'l-âhir ayının onu idi. Herhangi bir antlaşmaya taraf olmayanlara gelince, bunların da süresi haram ayların bitmesi ile sona erecekti. Bu da yirmisi Zülhicce'den olmak üzere Muharrem ay'ı ile birlikte elli günlük bir süre idi. el-Kelbî der ki: Dört aylık süre, kendileri ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) arasında dört aydan daha aşağı bir süre antlaşma bulunan kimseler içindi. Antlaşma süreleri dört aydan fazla olanlara gelince, yüce Allah'ın, Rasûlüne; "O halde onların süreleri bitinceye kadar akidlerini tamamlayın" (et-Tevbe, 9/4) âyetinde sürelerini tamamlamasını emrettiği kimselerdir. Taberî ve başkalarının tercih ettiği de budur. Muhammed. b. İshâk, Mücahid ve başkaları da şunu nakletmektedirler: Bu âyet-i kerîme Mekkeliler hakkında inmiştir. Şöyle ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hudeybiye yılı Kureyşliler ile on yıl süreyle Savaşmamak üzere barış yapmıştı. Bu süre içerisinde insanlar güvenlik altında bulunacak, birbirlerine ilişmeyeceklerdi. Buna bağlı olarak Huzaalılar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın tarafında, Bekroğulları ise Kureyş tarafında antlaşmada yer aldılar. Bekroğulları Huzaalılara saldırıda bulunarak ahidlerini bozdular. Buna sebep ise, İslâmdan bir süre önce Bekroğullarının Huzaa'dan almak istedikleri bir kan davalarının bulunması idi. Hudeybiye günü yapılan barış antlaşması ile insanlar birbirlerine karşı güven duydular. İşte, kan davalarının sahibi bulunan Bekroğullarından Deyloğulları bu fırsatı ganimet bilerek Huzaalıların gafletlerinden yararlanmak ve böylelikle Huzaalıların öldürmüş olduğu el-Esved b. Rezn oğullarının intikamını almak istediler. Bunun için Deyloğullarından Nevfel b. Muaviye, Bekroğullarının Abdumenaf kolundan kendisine itaat edenlerle birlikte yola çıktılar ve geceleyin Huzaalılara baskın düzenleyerek onlarla Savaştılar. Kureyşliler de Bekroğullarına silah yardımında bulundular. Hatta Kureyşten bazı kimseler bizzat onlara yardımcı oldu. Huzaalılar da meşhur olduğu ve (ilgili kaynaklarda) yazılı olduğu üzere Harem bölgesine çekildiler. Yapılan bu iş, Hudeybiye günü barışını bozmaktı. O bakımdan, Huzaalı Amr b. Salim ile Budeyl b. Verta, bir gurup Huzaalı ile birlikte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna gittiler ve Bekroğulları ile Kureyşlilerin başlarına getirdikleri bu musibete karşı Hazret-i Peygamber'den yardım istediler. Amr b. Salim Hazret-i Peygambere şu şiiri okudu: "Rabbim, ben Muhammed'e bizim atamızın ve onun atasının, eskiden beri devam eden antlaşmasını hatırlatıyorum. Bize baba oldun sen, biz de evlat durumundaydık Orada teslim olmuştuk ve itatten el çekmemiştik Yardıma koş, Allah sana hidayet veresice, güçlü bir yardıma Ve çağır Allah'ın kullarını yardım için gelsinler Aralarında kılıcını kınından sıyırmış Resûlüllah da olsun, Güneş gibi yükselip duran o bembeyaz yüzlü Eğer onu küçük düşürücü bir iş yapılırsa hemen suratı asılır Köpürerek akan coşkun deniz gibi büyük bir ordu arasında Gerçek şu ki, Kureyşliler sana verdikleri sözü bozdular Ve seninle pekiştirdikleri ahidlerini nakzettiler Senin kimseyi (yardıma) çağırmayacağını zannettiler Onlar ise en zelil ve sayıları en az olanlardır Biz Vetir denilen suyumuzun kenarında gece uyurken bize baskın düzenlediler Rükû ederken, secdelerde iken bizi öldürdüler." Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu; "Eğer Kâ'boğullarına yardım etmeyecek olursam, ben de yardımsız kalayım." Daha sonra bir buluta bakarak şöyle dedi: "Şüphesiz ki bu bulut, Kâ'boğullarının zaferini müjdeliyor." Kâ'boğullarından kastı ise Huzaalılardır. Ayrıca Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Budeyl b. Verka ile beraberindekilere de şöyle dedi: "Şüphesiz, Ebû Süfyan kısa bir süre sonra yeniden akdi bağlamak ve barış süresini artırmak için gelecektir. Fakat maksadını gerçekleştiremeden geri dönecektir." Gerçekten de Kureyş, yaptıklarına pişman oldu. Ebû Süfyan akdi devam ettirmek, barış süresini daha da artırmak üzere Medine'ye çıkıp geldi. Tıpkı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın haber verdiği gibi. Ancak bilindiği gibi arzusunu gerçekleştiremeden geri döndü. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da Mekke üzerine yürümek üzere hazırlandı, Allah da Mekke fethini müyesser kıldı. Bu ise hicretin sekizinci yılında oldu. Hevazinliler, Mekke'nin fethedildiği haberini alınca, Mâlik b. Avf en-Nasrî -Huneyn gazası ile ilgili bilinen ünlü haberlerde belirtildiği üzre- Hevazinlileri bir araya getirdi. -İleride bu hususta kısmen açıklamalar gelecektir- Ve müslümanlar kâfirlere karşı muzaffer oldular, yardıma mazhar oldular. Hevazin vak'ası, Huneyn günü hicretin sekizinci yılı Şevval ayının başında olmuştu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da ganimet olarak alınan matları ve kadınları Taife varıncaya kadar paylaştırmadı. Taiflileri yirmi küsur gün muhasara etti. Başka süreler de söylenmiştir. Onlara karşı mancınıklar yaptı ve mancınıklarla -bu gaza ile ilgili bilindiği gibi- atış yaptı. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ci'rane'ye gitti ve bu hususta bilinen haberlerde belirtildiği üzere Huneyn ganimetlerini paylaştırdı. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) geri döndü ve beraberindekiler de (yerlerine gitmek üzere) dağıldılar. O yi), insanların hac yönetimini Attab b. Esid yaptı. İslâm tarihinde haccı yöneten İlk hac emiri odur. Müşrikler de kendi ibadet anlayışlarına göre haccettiler. Attab b. Esid hayırlı, faziletli ve vera sahibi bir zat idi. Kâ'b b. Züheyr b. Ebi Sülma da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna gelip onu övdü ve onun başı ucunda: "Suâd'dan ayrıldım o sebepten kalbim bugün üzgün ve kırgındır" diye başlayan kasidesini sonuna kadar okudu. Bu kasidesinde Muhacirleri sözkonusu etti, onlardan da övgüyle sözetti. Bundan önceleri ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı yeren şiirleri ezberlenmiş idi. Ensar, kendilerinden söz etmediği için onu ayıplayınca, bu sefer, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda Ensardan övgüyle sözettiği (ve şu mealdeki) kasidesini şöylece okudu: "Hayatın keremiyle sevinmek isteyen, kimse, Ensarın sâlimlerinden bir süvari topluluğu arasında yer alır Onlar babadan oğula üstün değerleri miras aldılar Şüphesiz onlar hayırlı olanlardır ve hayırlıların oğullarıdır Uzun mızraklar ellerinde kısacık gibi gelir Kor gibi kızarmış gözlerle bakarlar Fakat görmeleri zayıf değildir Canlarını Peygamberlerine satmışlardır onlar Onun için Savaş alanında hücum ve baskın günlerinde Kâfirlerden ellerine geçirdikleri kimselerin kanlarıyla Temizlenir onlar ve bunu kendileri için bir ibadet bilirler Arslanı bol Hafiye vadisinde bulunan kalın enseli Yırtıcı arslanların alıştıkları gibi bunlar da (insan öldürmeye) alışmışlardır Konaklayacak olursan engellerler senin kendilerine ulaşmanı Ve sen dağ keçilerinin tırmandıkları sarp tepeler yanında kendini bulursun Onlar Bedir günü Ali (b. Bekr b. Vâil veya bir başkası)'ye öyle bir darbe indirdiler ki, Bütün Nizârlılar onun etkisi dolayısıyla boyun eğdiler Eğer herkes benim onlara dair bildiklerimin tümünü bilseydi Elbette benimle tartışanlar da beni tasdik ederdi Bunlar öyle bir toplulukturlar ki, yıldızlar yağmur yağdırmazsa onlar Gelip kendilerine konuk olan yolculara ikramda kusur etmezler." Resûlüllah Taif dönüşünden sonra Medine'de Zülhicce, Muharrem, Safer, Rabiülevvel, Rabiülahir, Cumadelula ve Cumadelahire ayları kaldı, hicretin dokuzuncu yılı Recep ayında ise, müslümanlarla birlikte Bizanslılarla Savaşa yani Tebuk gazvesine çıktı. Bu da onun son gazvesi idi. İbn Cüreyc, Mücahid'den naklen dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebuk'den dönünce haccetmek istedi, sonra da şöyle dedi: "Şüphesiz Beyte, Beyti tavaf etmek üzere çıplak müşrikler gelir. Ben böyle bir şey kaldınlmadan haccetmeyi arzu etmiyorum." Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir'i hac emiri olarak gönderdi. Onunla birlikte de hacca katılanlara karşı okumak üzere Berae Sûresi'nin baş tarafından kırk âyet gönderdi. Hazret-i Ebû Bekir yola çıktıktan sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ali'yi çağırarak: "Sen de Tevbe Sûresi'nin baş tarafından şu hususları anlatan âyeti al ve bir araya gelip toplanacakları vakit herkese karşı bunları İlan et" diye buyurdu. Hazret-i Ali de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in el-Adbâ diye bilinen dişi devesi üzerinde yola çıktı ve sonunda Zül-Huleyfe denilen yerde Ebû Bekir -Allah ikisinden de razı olsun-'e ulaştı. Hazret-i Ebû Bekir onu görünce: Emir olarak mı geldin, yoksa memur olarak mı dedi. Hazret-i Ali hayır, memur olarak geldim dedi ve hep birlikte yola koyuldular. Hazret-i Ebû Bekir daha önce cahiliyye döneminde vakfe yaptıkları yerlerde onlara hac yaptırdı. Nesâî'nin kitabında (Süneninde) Hazret-i Cabir'den şöyle dediği nakledilmektedir: Ali (radıyallahü anh) da insanlara karşı Tevbe Sûresi'ni terviye (Zülhicce'nin sekizinci) gününden bir gün Önce, Arefe gününde ve Nahr gününde (Kurban bayramı birinci gününde) Ebû Bekir'in hutbesi sona erdikten sonra üç gün boyunca sonuna kadar okudu. Birinci Nefr günü olunca, Ebû Bekir kalktı, insanlara hutbe irad etti. Nasıl Nefr edeceklerini ve nasıl taş atacaklarını onlara anlattı, hac ibadetlerini onlara öğretti. Yine hutbesini bitirince Ali kalktı ve insanlara karşı Tevbe Sûresi'ni(n bu bölümlerini) sonuna kadar okudu. Nesâî, Mendik 187 (yakın lâfızlarla). Süleyman b. Mûsa da dedi ki: Ebû Bekir Arefe'de hutbe okuyunca şöyle dedi: Kalk ey Alî, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mesajının gereğini yerine getir. Hazret-i Ali de kalktı ve bunu yaptı. Sonra benim içime, herkesin Ebû Bekir'in hutbesinde hazır bulunmadığı kanaati doğdu. O bakımdan, Kurban Bayramı birinci günü çadırları tek tek dolaşmaya başladım. Tirmizî de Zeyd b. Yusey’den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ben, Ali'ye, hacda seninle gönderilen şey neydi diye sordum o, benimle dört şey gönderildi, dedi: "Beytullahı çıplak bir kimse tavaf edemeyecek, her kiminle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) arasında bir antlaşma varsa o, süresi sona erinceye kadar geçerlidir. Kimin bir antlaşması yoksa da onun süresi dört aydır. Cennete ancak müslüman bir can girecektir. Artık bu yıldan sonra müslümanlarla müşrikler (hacda) bir arada bulunmayacaklardır." Tirmizî der ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Bunu Nesâî de rivâyet etmiş ve şu ifadeleri zikretmiştir: Ve dedi ki: Sesim kisılıncaya kadar seslenip duruyordum." Tirmizî. Hacc 44; Nesâî, Menâsik 161; Dârimî, Menüsik 74; Müsned II, 299. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) dedi ki: Ali (radıyallahü anh) her ahid sahibinin ahdinin bozulduğunu anlatmak, artık bu yıldan sonra hiçbir müşrik haccedemeyecek ve Beytullahı çıplak tavaf edemeyecek diye ilan etmek üzere gitmişti. O yıl yani, hicretin dokuzuncu yılı haccını, Ebû Bekir (radıyallahü anh) idare etti. Daha sonraki sene Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'den haccını yaptı ki, bundan başka hac yapmadı. Onun bu haccı da Zülhicce ayına tesadüf etmiş ve: "Şüphesiz zaman ilk haline dönüp gelmiş bulunuyor" diye buyurmuştu. Buhârî, Tefsir 9. sûre 8, Bed'ul-Halk 2, Meğazî 77, Edâhî 5, Tevhîd 24; Müslim, Kasâme 29; Ebû Dâvûd, Menâsik 67; Müsned, V, 37, 73. Nitekim ileride buna dair açıklamalar Nesi' (ayların ertelenmesi) âyetinin (9/37. âyetin) tefsirinde gelecektir. Hac, kıyâmet gününe kadar Zülhicce ayında böylelikle yerleşmiş oldu. Mücâhid nakleder ki: Hazret-i Ebû Bekir ise dokuzuncu yıl Zülkade ayında haccetmişti. İbnü'l-Arabî der ki: Tevbe Sûresi'nin Hazret-i Ali'ye verilişindeki hikmet şudur: Tevbe Sûresi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın akdetmiş olduğu ahidleri bozmayı ihtiva ediyordu. Arapların uygulamasına göre, akdi ancak yapan kişi, yahut da onun ehl-i beytinden olan bir kişi bozabilirdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da kesin bir delil ile Arapların dil uzatmalarını önlemek istemiş ve ahdi bozmak üzere kendi aile halkından, Haşimoğull arından amcasının oğlunu göndermişti ki, kimsenin bu konuda söyleyecek bir sözü kalmasın. ez-Zeccâc da bu manada bir açıklamada bulunmuştur. 3. Müşrikler İle Antlaşmaların Bozulması: İlim adamları derler ki: Âyet-i kerîme, bizimle müşrikler arasındaki antlaşmayı bozmanın câiz olduğu hükmünü ihtiva etmektedir. Bunun da iki hali vardır: Birisi, bizimle onlar arasındaki antlaşma süresinin sona ermesi hali, bu durumda onlara Savaş ilan edebiliriz. Savaş ilan ettiğimizi bildirmek ise ihtiyaridir. İkincisi ise, onların ahidlerini bozacaklarından korkarsak, önceden geçtiği üzere biz de onlara ahidlerini bozduğumuzu bildiririz. İbn Abbâs der ki: Âyet-i kerîme nesh olunmuştur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) önce ahid yaptı, fakat ona Savaşma emri verilince bu ahdi bozduğunu bildirdi. 3Ve (bu) hacc-ı ekber günü Allah ve Rasulünden İnsanlara, Allah ve Rasûlünün, müşriklerden uzak olduklarına dair bir İlândır. Eğer tevbe ederseniz, o sizin için daha hayırlıdır. Yok, eğer yüz çevirirseniz, iyi bilin ki, siz Allah'ı âciz bırakamazsınız. O kâfirlere can yakıcı bir azâbı müjdele. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Hacc-ı Ekber Günü insanlara Yapılan İlan: Yüce Allah'ın: "Bir ilândır" âyetindeki ilan anlamını veren kelîmesinin sözlük anlamının "bildirmek" olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bu kelime de sûrenin ilk kelimesi olan; "İlişkilerin kesilmesi" kelimesine atfedilmiştir. "İnsanlara" kelimesi, burada bütün insanları kapsamaktadır. "Hacc-ı ekber günü" anlamındaki ifade zarftır. Bunun âmili de "bir İlândır" anlamındaki kelimedir. Her ne kadar "bir ilândır" anlamındaki kelime yüce Allah'ın: "Allah...dan" âyetiyle vasfedilmiş ise de fiil kokusu varlığını sürdürmektedir ve bu kadarı da zarflarda âmil olur. Bir diğer görüşe göre bundaki âmil, "Küsvay eden" kelimesi olup, "bir ilandır" anlamındaki kelime ise, sıfat alarak fiil hükmünden çıktığından dolayı amel etmesi sahih değildir. İlim adamları "hacc-ı ekber" hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bu, Arefe günüdür denilmiştir. Bu görüş, Hazret-i Ömer, Osman, İbn Abbâs, Tavus ve Mücahid'den rivâyet edilmiştir, Ebû Hanîfe'nin görüşü de budur, Şâfiî de bu görüşü kabul etmiştir. Hazret-i Ali, yine İbn Abbâs, İbn Mes'ûd, İbn Ebi Evfâ, el-Muğîre b. Şu'be'ye göre ise, kurban bayramının birinci günüdür. Taberî de bunu tercih etmiştir. İbn Ömer'in rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) haccını yaptığı sırada kurban bayramı günü durarak şöyle dedi: "Bugün hangi gündür?" Yanında bulunanlar: Bugün Nahr (kurban bayramının birinci günü, kurban kesme) günüdür, dediler. Hazret-i Peygamber de: "Bu haccı ekber günüdür" diye buyurdu. Bunu da Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Buhârî, Hacc 132; Ebû Dâvûd. Menâsik 66: İbn Mâce Menasik 76. Buhârî Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ebû Bekr es-Sıddik (radıyallahü anh) kurban bayramının birinci günü Mina'da ilan yapacak kimseler arasında beni gönderdi: Artık bu yıldan sonra hiçbir müşrik haccetmeyecektir ve çıplak bir kimse de Beytullahı tavaf edemeyecektir. Haccı ekber günü de Nahr günü (kurban bayramının birinci günü)dür. Burada (en büyük anlamına gelen) ekber deniliş sebebi, insanların el-Haccu’l-Asğar (küçük hac) demelerinden ötürüdür. Ebû Bekir de o yıl, insanlara antlaşmalarının bozulduğunu ilan etti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın haccettiği Veda Haccı senesi de hiçbir müşrik hac yapmadı. Buhârî, Cizye 16, Tefsir 9. sûre 4. İbn Ebi Evfâ da der ki: Kurban kesme günü (yevmü'n-nahr) hacc-ı ekber günüdür. O günde (kurbanların) kanı akıtılır, saç kesilir, o günde kirler giderilir ve (ihram dolayısıyla) haram olan şeyler o günde helal olur. Mâlik'in kabul ettiği görüş de budur. Çünkü, kurban kesme günü olan Nahr gününde haccın tamamı vardır. Zira hac için vakfe de onun (dokuzu ona bağlayan günün) gecesi yapılır. Taş atmak, kurban kesmek, tıraş olmak ve rükün tavafı da onuncu günün sabahı yapılır. Birinci görüşü kabul edenler, Mahreme yoluyla rivâyet edilen, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Hacc-ı ekber günü Arefe günüdür" şeklinde rivâyet ettiği hadisini delil gösterirler. Bu hadisi İsmail el-Kadî rivâyet etmiştir. es-Sevrî ve İbn Cüreyc derler ki: Hacc-ı ekber, Minâ'da kalınan bütün günlerdir. Bu da Sıffin günü, Cemel günü, Buas günü demeye benzer. Bu ifadelerle ise, bizzat gün değil, bu olayların meydana geldiği zaman ve süre kast edilir. Mücahid'den gelen rivâyete göre ise hacc-ı ekber, hacc-ı kıran demektir, haccı asğar (küçük hac) ise, hacc-ı ifrad demektir. Ancak, bunun âyet ile hiçbir ilgisi yoktur. Yine Mücahid ve Atâ'dan şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Hacc-ı ekber, Arefe'de vakfe yapılan hacdır. Asğar ise umredir. Yine Mücahid'den gelen rivâyete göre hacc-ı ekber, bütün hac günleridir. el-Hasen ile Abdullah b. el-Haris b. Nevfel de derler ki: Ona, hacc-ı ekber günü adının veriliş sebebi, o yıl müslümanlarla müşriklerin birlikte haccetmeleri ve o günde yahu di, hıristiyan ve mecusîye mensub kimselerin bayramlarının da o güne denk düşmesinden dolayıdır. İbn Atiyye ise şöyle demektedir: Böyle bir güne yüce Allah'ın bundan ötürü hacc-ı ekber diye nitelendirmesi zayıf bir iddiadır. Yine el-Hasen'den şöyle dediği nakledilmektedir: Bugüne, "ekber" sıfatının verilmesi, o günde Ebû Bekir'in haccetmesi ve antlaşmaların bozulduğunun ilan edilmesinden ötürüdür. Bunun, el-Hasen'in görüşü olma ihtimali daha kuvvetlidir. İbn Sırın de der ki: Hacc-ı ekber günü, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Veda Haccını yaptığı ve onunla birlikte o günde diğer ümmetlerin de haccettiği gündür. 3. Allah da, Rasûlü de Müşriklerden Uzaktır: Yüce Allah'ın: "Allah ve Rasûlünün, müşriklerden uzak olduklarına dair..." âyetindeki; edatı nasb mahallinde ve takdirindedir. Bunu esreli okuyanlara göre ifade; Dedi ki: Muhakkak Allah... diye, takdir ile okur. “Uzaktır" ifadesi de 'in haberidir. "Rasûlü" lâfzı, "Allah" lâfzının mahalline (merfu olarak) atfedilmiştir. Bununla birlikte "Uzaktır" kelimesindeki merfu' zamire de atfedilebilir. Her ikisi de güzeldir. Çünkü ifadeler arasında uzaklık vardır. Bununla birlikte haberi hazfedilmiş bir mübteda da kabul edilebilir. İfadenin takdiri de:Ve Rasûlü de onlardan uzaktır" şeklinde olur, Şeklinde nasb ile okuyanlara -ki el-Hasen ve bankasıdır- gelince; bunlar da "Allah" ism-i celâlinin lâfzına (mansub olduğundan) atf ile okumuşlardır. Şaz kıraatlerde ise "ve O'nun Rasûlünün hakkı için..." takdirinde yemin olmak üzere; şeklinde de okunmuştur. Bu kıraat el-Hasen'den de rivâyet edilmiştir. Bu okuyuşa dair Hazret-i Ömer'in başından geçen bir olay kitabın baş taraflarında (Kur'ânın i'rabı ile ilgili açıklamaların verildiği bölümde) geçmiş bulunmaktadır. "Eğer" şirkten "tevbe ederseniz, o sizin için daha hayırlıdır" daha faydalıdır. "Yok eğer" îman etmekten "yüzçevirirseniz, iyi bilinki siz, Allah'ı aciz bırakamazsınız" O'ndan kurtulamazsınız. Çünkü O, şüphesiz sizi kuşatandır ve cezasını size indirendir. 4Muahede yaptığınız müşrikler arasından, sonra size karşı bir eksiklik yapmamış, aleyhinizde kimseye yardım etmemiş olanlar müstesnadır. O halde, onların süreleri bitinceye kadar ahidlerini tamamlayın. Şüphesiz Allah sakınanları sever. "Muahede yaptığınız müşrikler arasından... olanlar müstesnadır" anlamındaki âyet, muttasıl istisna olarak nasb mahallindedir. -Ahidleri süresi içerisinde bulunan, kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz kimseler müstesna olmak üzere- Allah, müşriklerden uzaktır, demektir. İstisnanın munkatı' olduğu da söylenmiştir. Yani, Allah o müşriklerden uzaktır. Amma, kendileriyle ahidleşip de ahidleri üzere sebat gösterenlere ahidlerini tamamlayınız, demek olur. "Sonra size karşı bir eksiklik yapmamış" âyeti, kendileriyle antlaşma yapılmış olanların kimisinin ahdini bozduğuna, kimisinin de ahdine bağlı kalmaya devam ettiğine delildir. Şanı yüce Allah Peygamberine, ahdine aykırı davrananların antlaşmalarını bozmasını, ahdine bağlı kalan kimselerin de bu antlaşmaların süresi bitene kadar antlaşmaya bağlı kalmasını emretti. "Sonra size karşı bir eksiklik yapmamış" iradesi de antlaşmadaki şartlardan herhangi bir şeyi eksiltmemiş anlamındadır. "Aleyhinize kimseye karşı yardım etmemiş" kimseye destek vermemiş "olanlar müstesnadır." İkrime ile Atâ b. Yesar, "Sonra size karşı bir eksiklik yapmamış" âyetini şeklinde muzafın hazfedildiği kabul edilerek noktalı "dâd" ile okumuşlardır ki, bu ifadenin de takdiri: "Sonra ahidlerini bozmamış iseler," şeklinde olur. Bu özelliğin, sadece Damraoğullarının kastedildiği özel bir hüküm olduğu da söylenmektedir. Daha sonra yüce Allah: "O halde, onların sureleri bitinceye kadar ahidlerini tamamlayın" diye buyurmaktadır ki, bu süre dört aydan fazla olsa bile tamamlayın, anlamındadır. 5O haram aylar çıkınca, artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün. Onları yakalayın. Onları alıkoyun. Onların bütün geçit yerlerini tutun. Eğer, tevbe edip namaz kılar ve zekât verirlerse, yollarını serbest bırakın. Gerçekten Allah Gafûrdur, Rahîmdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: 1. Bu Âyette Haram Aylar'dan Kasıt: "O haram aylar çıkınca" anlamındaki âyette, kelimesi, çıktı anlamına gelir. Mesela, bir ayın son günlerine doğru geldiğini ifade etmek üzere kişi; Aydan çıktım, der. "Aydan çıkarsın," yani ayı bitiriyorsun, demek olur. Şair de der ki: "Aydan çıktım mı, hemen onun gibi bir aya girerim Kurtubide birinci mısra'tun sonunda yer alan: "kablehu: ondan önce" kelimesi, Lisânu'l Arab(II,25)’da; "Mislehû: Onun gibi" şeklindedir. Anlam itibariyle böyle olması daha uygun görüldüğünden tercüme de ona göre yapılmıştır. Benim aylardan çıkışım ve aylara girişim katil olarak (bana) yeterlidir. "Ay çıktı (bitti)," demektir, ifadesi ise, gündüz gelecek geceden sıyrıldı, çıktı anlamındadır. ise, kadın manto (ve benzeri üst giyeceğini) üzerinden çıkardı, demektir. Kur'ân-ı Kerîm’de de: " Onlar için bir âyet de gecedir. Ondan gündüzü soyup çıkarım" (Yâsîn, 36/37) diye buyurulmaktadır. ise, meyvesi henüz daha yeşilken etrafa dağılan hurma ağacı, demektir. (Bu âyet-i kerimede geçen) "haram aylar" ile ilgili ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır. Bilinen ve üçü arka arkaya (Zülkade, Zilhicce ve Muharrem) biri de tek (Recep) olmak üzere dört haram aydır denildiği gibi, el-Asam da şöyle demiştir: Bununla, kendileriyle herhangi bir antlaşma akdi bulunmayan müşrikler kastedilmiştir. İşte, yüce Allah bu âyette bu haram aylar çıkıncaya kadar onlarla Savaşmaktan uzak durmayı emretmektedir ki, bu da İbn Abbâs'ın naklettiğine göre elli günlük bir süredir. Çünkü, Kurban bayramı birinci günü bu husus ilan edilmişti. Bu görüş daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Bunların, antlaşmalara tanınan dört aylık süre olduğu da söylenmiştir. Bu görüşü de Mücahid, İbn İshak, İbn Zeyd ve Amr b. Şuayb ileri sürmüşlerdir. Haram aylardan kastın, hürmetleri bulunan aylar olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah bu aylarda mü’minlere, müşriklerin kanını dökmeyi ve hayırlı bir maksat ile olması müstesna, onlara herhangi bir şekilde taaruzda bulunmayı haram kılmış idi. 2. "Müşrikleri Öldürün" Emrinin Mahiyeti: Yüce Allah'ın: "Artık o müşrikleri... öldürün" âyeti, bütün müşrikler hakkında umumi olmakla birlikte sünnet, bunlar arasından daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/190. âyet 1. başlıkta) açıklaması geçtiği üzere kadın, rahip, çocuk ve benzeri kimseleri tahsis etmiş (bu genel hükmün dışında bırakmış)tır. Nitekim yüce Allah kitap ehli hakkında da: "Cizye verinceye kadar..." (et-Tevbe, 9/29) diye buyurmaktadır. Ancak "müşrikler" lâfzının kitap ehlini kapsamına almaması da mümkündür. Bu da cizyenin puta tapanlardan ve diğerlerinden -ileride açıklanacağı üzere- alınmamasını gerektirir. Şunu bilmeli ki, yüce Allah'ın: "Müşrikleri öldürün" âyetindeki mutlak ifade, herhangi surette olursa olsun onları öldürmenin câiz olmasını gerektirmektedir. Ancak, Hazret-i Peygamberden müsleyi yasaklayan haberler varid olmuştur. Bununla birlikte Ebû Bekr es-Sıddik (radıyallahü anh)'ın irtidad edenleri ateşle yakması, taşla öldürmesi, dağların tepelerinden atması, başaşağı kuyulara atması şeklindeki öldürmelerine de âyetin umumi ifadesini kendisine delil almış olabilir. Aynı şekilde Ali (radıyallahü anh)'ın, irtidat eden birtakım kimseleri yakarak öldürmesini de bu görüşe meyletmesi ve lâfzın genel oluşuna dayanarak bunu yapmış olması ihtimali de vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 3. Müşriklerin Bulundukları Yerde Öldürülmelerinden İstisnalar: "O müşrikleri nerede bulursanız..." âyeti, her yer hakkında umumidir. Ebû Hanîfe -Allah ondan razı olsun- ise, daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/191-192. âyetler, 3. başlıkta) geçtiği üzere Mescid-i Haramı istisna etmiştir, Bununla birlikte (hükmün mensuh olup olmadığı hususunda) ilim adamları arasında görüş ayrılığı vardır. el-Hüseyn b. el-Fadl der ki: Bu âyet-i kerîme, Kur'ân-ı Kerîm’de yüzçevirmekten ve düşmanların eziyetlerine sabredip katlanmaktan söz eden bütün âyetleri nesh etmiştir. ed-Dahhâk, es-Süddî ve Atâ da şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın; "Bundan sonra ister karşılıksız serbest bırakın, ister fidye alın" (Muhammed, 47/4) âyeti ile nesh edilmiştir ve hiçbir ashâb eli kolu bağlı öldürülmez demişlerdir. Ashâb ya karşılıksız serbest bırakılır, yahut fidye karşılığında bırakılır. Mücahid ve Katade ise derler ki; Bilakis bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın: "Bundan sonra ister karşılıksız serbest bırakın, ister fidye alın" (Muhammed, 47/4) âyetini neshetmekte ve müşrik olan esirler hakkında öldürülmelerinden başka bir uygulama câiz bulunmamakladır. İbn Zeyd her iki âyet de muhkemdir demektedir ki, doğru olan da budur. Çünkü, karşılıksız serbest bırakmak, öldürmek ve fidye almak, müşriklerle yaptığı İlk Savaş olan -önceden de geçtiği üzere- Bedir gününden itibaren uyguladığı hükümler olagelmiştir. Yüce Allah'ın: "Onları yakalayın" âyeti de buna delildir. Yakalamak ise ashâb almaktır. Ashâb almak da, İmâmın uygun göreceği tercihe göre ya öldürmek için, yahut fidye almak için veya karşılıksız bırakmak için olur. "Onları alıkoyun" âyeti ise, sizin topraklarınızda tasarrufta bulunmalarını ve yanlarınıza girmelerini engelleyin; ancak, siz onlara izin verirseniz eman ile yanınıza girebilirler, demektir. 4. Müşriklerin Geçit Yerlerini Tutmak: "...onların bütün geçit yerlerini tutun" âyetinde geçen ve "geçit yeri" diye meali verilen; kelimesi, kendisinde düşmanın gözetlendiği yer, demektir. "Filanı gözetledim, gözetlemekteyim," denilir. Âyet, onların gözetlenebilecekleri ve gafil yakalanabilecekleri yerlerde onlar için oturun (pusu kurun) demektir. Âmir b. et-Tufeyl der ki: "Ben kesin olarak biliyorum ve hiç de unuttuğumu sanmayın: Genç delikanlıyı ölümün gözetleyip durduğunu," Şair Adiy de şöyle demektedir: "Ey Âzile, (hanımının ismi) şüphesiz ki bilgisizlik genç olanın zevkin (e düşkünlüğün) den ötürüdür Ve hiç şüphesiz nefisler için ölümler gözetlemededir." Bu âyette davette bulunmadan önce müşrikleri gatîl avlamanın câiz olduğuna delil vardır, ": Bütün" kelimesi zarf olarak nasbedilmiştir. ez-Zeccâc'ın tercihi de budur. Mesela; "Bir yolda gittim denildiği" gibi, "Her yolda gittim" denilir (ve "bütün, her" anlamındaki kelime nasbedilir). Yahut da bu kelime cer eden kelimenin düşürülmesinden ötürü de mansub gelmiş olabilir, İfadenin takdiri şöyle olur: "Bütün geçit yerlerinde, üzerinde gözetlemede bulunun" demek olur. Böylelikle ": Geçit yerleri" kelimesi geçtikleri yolun ismi kabul edilir. Ebû Ali ise, ez-Zeccâc'ı , "yol" kelimesini zarf kabul etmekte hatalı bulur ve şöyle den Yol, ev ve mescid gibi özel bir yerin adıdır. Dolayısı ile semaî olarak hazfın varid olduğu haller müstesna, bundan cer harfinin hazfedilmesi câiz olamaz. Nitekim Sîbeveyh "Şam'a girdim, eve girdim" şeklindeki kullanışları nakletmektedir. Şu mısra da buna benzemektedir: "Tilkinin yolda sallanarak koşması gibi..." 5. Müşriklerle Savaşmanın Hedefi: "Eğer tevbe edip" yani, şirkten vazgeçip "namaz kılar ve zekât verirlerse, yollarını serbest bırakın" âyet-i kerimesi üzerinde dikkatle durup düşünmek gerekir. Çünkü yüce Allah önce öldürülme sebeplerini şirke bağlamakta, daha sonra da: "Eğer tevbe edip..." diye buyurmaktadır. Asıl kaide de şudur: Öldürme, eğer şirk dolayısıyla sözkonusu ise, şirkin zevali ile bu emir de zail olur. Bu da namazın kılınmasını, zekâtın verilmesini gözönünde bulundurmaksızın mücerred tevbe etmekle öldürme emrinin ortadan kalkmasını gerektirir. İşte bundan dolayı, namaz vaktinden ve zekât verme zamanından önce mücerred tevbe etmek dolayısıyla öldürme hükmü de ortadan kalkmıştır. Bu ise, bu yönüyle gayet açıkça anlaşılan bir konudur. Şu kadar var ki: Şanı yüce Allah, tevbe etmekle birlikte iki şart daha sözkonusu etmiştir ki, bunları boşa çıkarmanın imkânı yoktur. Hazret-i Peygamberin şu âyeti de buna benzemektedir; "Ben insanlarla lâ ilahe illallah deyinceye, namaz kılıncaya ve zekât verinceye kadar Savaşmakla emrolundum. Onlar bunu yapacak olurlarsa, benden kanlarını da mallarını da korumuş olurlar. Onun hakkı ile olması hali müstesna hesapları ise Allah'a aittir." Buhârî, îman 17, Salat 28, Zekât 1, İ'tisâan 2, 28; Müslim, Îman 32-36; Ebû Dâvûd, Cihâd 95; Tirmizî, Tefsir 88. sûre; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10; Müsned, IV, 8. Ebû Bekr es-Sıddik (radıyallahü anh) da şöyle buyurmuştur: "Allah'a yemin ederim, namaz ile zekât arasında ayırım gözetenlerle mutlaka Savaşacağım. Çünkü zekât malın hakkıdır." İbn Abbâs da: Allah Ebû Bekir'e rahmet eylesin. O, ne kadar da fakih bir kimse idi demiştir. İbnü'l Arabî der ki: Böylelikle Kur'ân ve Sünnet aynı gerçekleri dile getirmiş olmaktadır. Namazı ve sair farzları helal kabul ederek terkedenin kâfir olduğu hususunda müslümanlar arasında görüş ayrılığı yoktur. Sünnetleri önemsemeyerek terkeden de fasık olur. Nafileleri terkeden için ise bir vebal yoktur. Ancak, nafilenin faziletini inkâr ederse kâfir olur. Çünkü o, bu tutumu ile Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın getirip haber verdiği bir hususu reddetmiş olmaktadır. Ancak farz olduğunu inkâr etmeksizin ve terkini de helal kabul etmeksizin namazı terkeden kimsenin hükmü hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Yûnus b. Abdulalâ dedi ki: Ben, İbn Vehb'i şöyle derken dinledim: Mâlik dedi ki: Allah'a îman edip, rasûlleri tasdik eden, fakat namaz kılmayı kabul etmeyen kimse öldürülür. Ebû Sevr de; Şâfiî mezhebinin bütün âlimleri bu görüştedir, der. Hammâd b. Zeyd, Mekhul ve Veki'in görüşü de budur. Ebû Hanîfe der ki: Böyle bir kimse hapse atılır, dövülür ama öldürülmez. Bu, İbn Şihab'ın da görüşüdür. Davud b. Ali de bu görüştedir. Bunların delilleri arasında Hazret-i Peygamberin şu âyeti de vardır: "Ben insanlarla lâ ilâhe illâlah deyinceye kadar Savaşmakla emrolundum. Bunu diyecek olurlarsa, -onun hakkı ile olması müstesna- benden kanlarını ve mallarını korumuş olurlar." Buhârî, îman 17, İ'tisâm 28; Müslim, îman 34-36; Tirmizî, îman 1, Tefsir 88. sûre; Nesâî, Cihâd 1, Tahrîmu'd-Dem 1; İbn Mâce, Fiten 1... Bu görüşü kabul edenler derler ki: Onun hakkı ise, Hazret-i Peygamberin bir başka hadisinde şöylece dile getirilmiştir: "Müslüman bir kimsenin kanı ancak üç şeyden birisiyle helal olur: Îmandan sonra kâfir olmak, yahut muhsan olduktan sonra zina etmek, ya da bir başka nefse karşılık olmaksızın birisini öldürmek." Buhârî, Diyat 6; Müslim, Kasâme 25, 26; Ebû Dâvûd, Hudûd 1; Tirmizî, Hudûd 1.5, Diyât 10; Nesâî, Kasâme 6,14, Tahrîmu'd-Dem 5, 11, 14; İbn Mâce, Hudûd 1; Dârimî, Sîyer U; Müsned, 1, 61, 63... Ashâb-ı kiram ve tabiinden bir topluluğun görüşüne göre kasti olarak ve özrü bulunmaksızın vakti çıkıncaya kadar tek bir namazı terkeden ve onu eda etmeyi de kaza etmeyi de kabul etmeyip namaz kılmam, diyen bir kimsenin kâfir olduğu, kanının da malının da helal olduğu, müslüman mirasçılarının ondan miras alamayacağı ve tevbe etmesinin de istenmeyeceği görüşündedirler. Eğer (kendiliğinden) tevbe ederse mesele yok. Aksi takdirde öldürülür. Ve malının hükmü de mürtedin malı ile aynıdır. Bu, aynı zamanda İshak'ın da görüşüdür. İshak der ki: İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şu günümüze kadar ilim ehlinin görüşü böyledir. İbn Huveyzimendad der ki: Bizim mezhep âlimlerimiz, namazı terkeden kişinin ne vakit öldürüleceği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi, namazın kılınması için uygun görülen vaktinin sonunda öldürülür derken, kimisi de zaruret vaktinin sonuna kadar bırakılır demişlerdir. Bu konuda sahih olan görüş budur. Bu zaruret vakti de şöyledir: İkindi namazı vaktinden güneşin batacağı zamana kadar dört rekat kılabilecek bir süre, yatsı namazının çıkış vakti olan gecenin bitimine dört rekat kala, sabah namazı vaktinin bitimi olan güneşin doğuşundan önce iki rekat kılacak kadar bir zamandır. İshak der ki: Vaktin gitmesinden maksat ise, öğle namazını güneşin batışına, akşam namazını da tan yerinin ağarması vaktine kadar ertelemesi demektir. 6. Gerçek Tevbe Ne İle Anlaşılır: Bu âyet-i kerîme "tevbe ettim" diyen kimsenin, fiilleri arasına tevbenin muhakkak olduğunu ortaya koyan hususlar da eklenmedikçe, bu sözüyle yetinilmeyeceğine delildir. Çünkü yüce Allah burada tevbe etmekle birlikte namaz kılmayı ve zekât vermeyi de şart koşmaktadır ki, bunların yerine getirilmesiyle tevbenin gerçekten yapıldığı ortaya çıksın. Faizi yasaklayan âyet-i kerimede de: "Şayet tevbe ederseniz ana mallarınız sizindir" (el-Bakara, 2/279) diye buyurmaktadır. Bir başka yerde de: "Tevbe edenler, ıslah edenler ve açıklayanlar müstesna..." (el-Bakara, 2/160) diye buyurmaktadır, el-Bakara Sûresi'nde bu anlamdaki açıklamalar (2/160. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 6Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse ona eman ver. Tâ ki Allah'ın kelâmını dinlesin. Sonra onu emin olacağı yere kadar ulaştır. Bu, onların bilmeyen bir kavim olduklarından dolayı böyledir. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: "Eğer" sana kendileriyle Savaşma emrini vermiş olduğum "müşriklerden biri senden eman dilerse" âyetinde geçen ve "senden eman dilerse" anlamındaki; kelimesi, senin himayeni isterse; yani, senin emânını ve senin korumam isterse, Kur'ân-ı Kerîmi dinleyebilmesi için onun hükümlerini, emir ve yasaklarını anlayabilmesi için böyle bir istekte bulunursa) sen de ona eman ver, demektir. Eğer, bir emri kabul ederse, bu güzel bir şeydir. Şayet kabul etmeyecek olursa, sen de onu güvenlik duyacağı yere geri götür. Bu, hakkında görüş ayrılığı bulunmayan bir husustur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Mâlik der ki: Harbî bir kişi müslümanların ülkesine giden yolda bulunup da: Ben eman istemek üzere geldim diyecek olursa, bu gibi haller şüpheli hususlardan olduğu için görüşüme göre bu durumdaki bir kimse güven duyabileceği bir yere geri götürülür. İbnü'l-Kasım da şöyle der: Bizim kıyılarımıza ticaret maksadıyla gelmiş görünen ve: Ben malımı satıncaya kadar ticaret yapmak üzere gelen kimselere dokunmadığınızı zannediyorum, diyen kimsenin durumu da böyledir. Âyet-i kerimenin zahiri ise, Kur'ân-ı Kerîmi dinlemek ve İslâm üzerinde düşünmek isteyen kimseler hakkındadır. Bunun dışındaki maksatlar için eman vermek ise, müslümanların maslahatı ile ilgili ve onlara fayda sağlayan hususların gereği gibi tetkik edilmesi ile ilgilidir. İlim adamlarının tümüne göre sultanın (İslâm devlet yöneticisinin) verdiği eman caizdir. Çünkü İmâm, müslümanların lehine olan menfaat ve maslahatlara bakmak için öne geçirilir. O, menfaatlerin sağlanması, zararların önlenmesi konusunda herkesin vekilidir. Halifeden başkasının eman vermesi hususunda ise ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Hür bir kimsenin verdiği eman, bütün ilim adamlarına göre geçerlidir. Ancak İbn Habib şöyle demektedir: İmâm, verilen bu emanı gözden geçirir. Kölenin de, Mâlikî mezhebinde meşhur olan görüşe göre eman vermek yetkisi vardır. Şâfiî, Şâfiî mezhebi âlimleri, Ahmed, İshâk, Evzaî, Sevrî, Ebû Sevr, Davud ve (Hanefîlerden) Muhammed b. el-Hasen de bu görüştedirler. Ebû Hanîfe'nin görüşüne göre ise, kölenin eman vermek yetkisi yoktur. Bizim (Mâlikî mezhebi) ilim adamlarımızın ikinci görüşü de budur. Ancak, birinci görüş daha sahihtir. Çünkü Peygamber şöyle buyurmuştur: "Müslümanların kanları birbirine denktir. Onların en aşağı olanları dahi zimmetlerini yerine getirmeye çalışır. " Ebû Dâvûd, Cihad 147, Diyât 11; Nesâî, Kasâme 10: İbn Mâce, Diyat 31; Müsned, 1,119, 122, II 180, 192, 211, 215. İlim adamlarımız derler ki: Hazret-i Peygamber: "En aşağıları" dediğine göre, kölenin de emanı caizdir. Hür kadının eman verebilmesi ise daha bir uygundur. "Köleye (ganimetten) pay verilmez" diye gösterilecek gerekçe ise muteber değildir. Abdulmelik b. el-Macişûn der ki: İmâmın geçerli kabul etmesi hali müstesna, kadının emanı câiz değildir. O, bu görüşüyle Cumhûrdan ayrı istisnai bir kanaat ortaya koymuş olmaktadır. Çocuğa gelince, eğer Savaşabilecek güçte ise, onun emanı da geçerlidir. Çünkü o da Savaşçılar arasındadır ve koruyucu kesim arasına girmektedir. ed-Dahhak ve es-Süddî ise, bu âyet-i kerimenin, yüce Allah'ın: "Müşrikleri öldürün" âyeti ile nesh olduğu kanaatindedirler. el-Hasen ise şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme kıyâmet gününe kadar muhkem ve uygulanabilecek bir âyettir. Mücahid de bu görüştedir. Bu âyet-i kerimenin hükmünün müşrikler için tayin edilen dört aylık süre boyunca geçerli olduğu da söylenmiştir. Ancak bu görüşün hiç bir kıymeti yoktur. Saîd b. Cübeyr der ki: Müşriklerden bir kişi Ali b. Ebî Tâlib'in yanına gelerek şöyle dedi: Bizden herhangi bir kimse bu dört ayın bitişinden sonra Muhammed'in yanına gelip de Allah'ın kelamını işitmek isterse veya bir ihtiyâcı dolayısıyla gelirse öldürülür mü? Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh): Hayır dedi. Çünkü şanı yüce Allah: "Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse ona eman ver. Tâ ki Allah'ın kelamını dinlesin" diye buyurmuştur. Doğru olan da budur ve âyet-i kerîme muhkemdir. 3. Şart Edatlarıyla İlgili Bir Açıklama: Yüce Allah'ın: " Eğer... biri" âyetindeki; Biri kelimesi, daha sonra gelen ("Senden eman dilerse" anlamındaki) fiil gibi bir fiil takdiri ile ref edilmiştir. Böyle bir açıklama, şart edatı için güzeldir, ancak diğer kardeşlerinde (şart edatlarında) çirkindir. Sîbeveyh'in benimsediği görüş de, bu edat ile diğerleri arasında fark gözetmek şeklindedir. Çünkü bu, şart edatlarının anası olduğundan onun böyle bir özelliği vardır. Diğer taraftan böyle bir özellik diğer edatlarda yoktur. Ancak, Muhammed b. Yezid şöyle demektedir: Sîbeveyh'in: "Çünkü böyle bir özellik diğer edatlarda yoktur" demesi yanlıştır. Zira, bu edat, kimi zaman; anlamında olup, kimi zaman da şeddelisinden hafifletilmiş olur. Diğer şart edatları ise böyle değildir. Sîbeveyh şu beyiti örnek olarak zikretmektedir: "Benim nefis ve değerli şeyleri tüketmemden ötürü sızlanma Fakat ben ölüp gidersem, işte o vakit ağlayıp sızla." 4. Allah'ın Okunan Kelâmı İşitilir: İlim adamlarımız derler ki: Yüce Allah'ın: "Tâ ki Allah'ın kelâmını dinlesin" âyetinde, şanı yüce Allah'ın kelâmının okuyucu tarafından okunması halinde işitildiğine delildir. Şeyh Ebû'l-Hasen (el-Eş'arî), Kadı Ebû Bekr (el-Bakıllânî) ile Ebû'l-Abbas el-Kalanisî, İbn Mücahid, Ebû İshak el-İsferayinî ve başkaları bu görüştedir. Çünkü yüce Allah: "Tâ ki Allah'ın kelâmını dinlesin" âyeti ile kendi kelâmının Kur'ân okuyan kimsenin okuması esnasında işitilen bir kelâm olduğunu açıkça ifade etmektedir. Ayrıca müslümanlar, bir kimse mesela Fâtihatü'l-Kitabı veya herhangi bir sûreyi okuyacak olursa, "Allah'ın kelâmını dinledik işittik" demek üzerinde icma etmiş olmaları ve Allah'ın kelâmının okunmasıyla mesela İmriu'l-Kays'ın şiirinin okunması arasında fark gözetmekte icma etmiş olmaları da buna delildir. el-Bakara Sûresi'nde de (2/75. ayetin tefsirinde) Allah'ın kelâmının anlamı, O'nun kelâmının harfe ve sese muhtaç olmadığına dair açıklamalar da geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah'a hamd olsun. 7Mescid-i Haram'ın yanında ahidleştikleriniz dışında müşriklerin Allah katında ve Rasûlü yanında nasıl bir ahdi olabilir? O halde onlar size karşı ahidlerinde doğru davrandıkları sürece siz de onlara doğrulukla davranın. Şüphesiz ki Allah sakınanları sever. Yüce Allah'ın: "Mescid-i Haram'ın yanında ahidleştikleriniz dışında, müşriklerin Allah katında ve Rasûlü yanında nasıl bir ahdi olabilir?" âyetindeki "nasıl" anlamına gelen; kelimesi burada hayret bildirmek içindir. Tıpkı, filan kişi nasıl olur da beni geçer? demeye benzer. Yani, onun beni geçmemesi gerekirdi. "Ahid" kelimesi de; "Olur" kelimesinin ismidir, âyet-i kerimede hazfedilmiş takdiri ifade vardır. Yani: Ahdi bozmayı içlerinde saklı tutmakla birlikte müşriklerin nasıl bir ahdi olabilir? demektir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Siz bana ölümün ancak şehirlerde (meskûn yerlerde) olduğunu söylemiştiniz. İşte bu ikisi düz bir ova ve kum tepesidir; nasıl olur?" ez-Zeccâc'dan nakledildiğine göre burada ifadenin takdiri bu kişi (burada) nasıl ölmüştür? şeklindedir. Âyetin şu anlamda olduğu da söylenmiştir: Müşriklerin Allah katında yarın azabından emin olmalarına sebep olacak, Rasûlü nezdinde de dünya azabından kendisi sebebiyle emin olmalarını sağlayacak bir ahidleri nasıl olabilir? Daha sonra yüce Allah: "Mescid-i Haram'ın yanında ahidleştiklerinin dışında..." diye bir istisna yapmaktadır. Muhammed b. İshak der ki: Bunlar Bekroğullarıdır. Yani, ancak şu ahidlerini bozmayan, sözlerine aykırı davranmayan kimselerin ahdi olabilir. "O halde onlar size karşı doğru davrandıkları sürece siz de onlara doğrulukla davranın" âyetinin anlamı şudur: Onlar size verdikleri sözlerine bağlı kalmaya devam ettikleri sürece siz de aynı şekilde sözlerinize bağlı kalmaya devam edin. İbn Zeyd der ki: Ancak onlar ahidlerine bağlı kalmadılar, o bakımdan onlara da dört aylık bir süre tayin etti. Ahdi bulunmayanlara gelince, tevbe etmeleri dışında gördükleri yerde onlarla Savaştılar. 8Nasıl olabilir ki? Size karşı üstünlük sağlarlarsa hakkınızda hiçbir yemin ve hiçbir ahid gözetmezler. Dilleriyle sizi hoşnut etmeye çalışırlar. Kalpleri İse İsteksizdir. Onların çoğu fasık kimselerdir. Yüce Allah: "Nasıl olabilir ki? Size karşı üstünlük sağlarlarsa..." âyeti ile yaptıkları işlerin kötülükleriyle birlikte onların herhangi bir ahidlerinin olmasının hayret edilecek birşey olduğunu tekrar etmektedir. Yani, eğer onlar size üstün gelecek olurlarsa, sizin hakkınızda hiçbir yemin ve hiçbir ahdi gözetmedikleri halde, onların nasıl bir ahdi olabilir? "Üstünlük sağlama"yı anlatmak üzere; " Filan kimseye üstünlük sağladım," yani ona galip geldim, denilir. ise, evin üstüne çıktım, demektir. Yüce Allah'ın: "Artık onu aşmaya güç yetiremediler" (el-Kehf, 18/97) yani, üzerine çıkamadılar âyeti de buradan gelmektedir. "Hakkınızda hiçbir yemin ve hiçbir ahid gözetmezler" âyetindeki "Gözetmezler, korumazlar, riayet etmezler" demektir. (Aynı kökten gelen): Rakîb kelimesi koruyan demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (en-Nisâ, 4/1. âyet, 6. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. " Yemin", Mücâhid ve İbn Zeyd'e göre ahid demektir. Yine Mücahid'den bunun yüce Allah'ın isimlerinden birisi olduğu rivâyet edilmiştir. İbn Abbâs ve Dahhâk ise bunu "yakınlık" diye açıklamış, el-Hasen himaye, Katade de bir antlaşma diye açıklamışlardır. ise, ahid demektir. Ebû Ubeyde bunu yemin diye açıklamıştır. Yine Ebû Ubeyde'den nakledildiğine göre; Ahid, "zimmet" ise himaye ve taahlıüd anlamındadır. el-Ezherî der ki: Bu, Allah'ın İbranice bir ismidir. Bunun aslı ise parıldamak anlamına gelen; 'dan gelmektedir. Arı ve saf olup parıldayan bir şey hakkında; "Rengi parıldadı, parıldar" denilir. Bunun aslı itibariyle keskinlik anlamından geldiği ve harbeyi anlatmak üzere kullanılan; de buradan geldiği de söylenmiştir. Keskin işiten hassas kulak anlamına gelen; da buradan gelmektedir. Nitekim şair Tarafe b. el-Abd, devesinin kulağının keskin ve hassas duymasını ve kulaklarını dikmesini anlatırken şöyle demektedir: "Havmel tepesinde tek başına, bulunan bir koyunun (burada maksat yaban öküzüdür) iki kulağı gibi; Keskin duyan, dikilen ve onlardan asaletini anladığım." Ahid, himaye ve akrabalığa "il" denilecek olursa, bunun anlamı şudur: İşte kulak o tarafa doğru yönlendirilir. Yani, kulak bunları iyice duymaya gayret eder. Ahde "il" denilmesinin sebebi ise, arılığı, temizliği ve üstünlüğünden dolayıdır. Cem-i kıllet'i şeklinde gelir. Çokluk çoğulu ise; diye yapılır. el-Cevherî ve başkaları derler ki: Esreli olarak "el-il" yüce Allah'ın adıdır. Yine, ahid ve yakınlık anlamına da gelir. Hassan der ki: "Yemin olsun ki senin Kureyş'e olan akrabalığın Dişi deve yavrusunun deve kuşu yavrusuna akrabalığı gibidir." Yüce Allah'ın; âyeti burada "ahid" anlamındadır. Bu ise, riayet edilmemesi halinde günahkar olmayı gerektiren, saygı duyulması gereken herbir şey demektir. İbn Abbâs, ed-Dahhâk ve İbn Zeyd: Zimmet, ahid demektir demişlerdir. "İl" kelimesini ahid diye anlamlandıranlara göre, buradaki lâfızların farklılığı dolayısıyla aynı anlam tekrarlanmış olur. Ebû Ubeyde ve Ma'mer, buradaki zimmet, zimmet altına girmek, ahid altına girmek demektir, derler. Ebû Ubeyd ise şöyle der: Zimmet, Hazret-i Peygamber'in: "Onların en aşağıdakileri de zimmetlerini yerine getirmeye çalışır" ifadesinde eman anlamındadır. Bu kelimenin (zimmet'in) çoğulu ise; şeklinde gelir. "Zel" harfi üstün olarak ise, suyu az kuyu demek olup, çoğulu, şeklinde gelir. Şair Zu'r-Rimme der ki: "Öyle Himyer'e mensub develer üzerinde ki, sanki onların gözleri (yorgunluk ve bitkinlikten dolayı) Suları oldukça fazla çekildiği için suları az kuyu gibidir." Zimmet ehli ise akid yapan ve kendileriyle akid yapılanlardır. "Dilleriyle sizi hoşnut etmeye çalışırlar." Yani, zahiren razı eden şeyleri dilleriyle söylerler "Kalpleri ise İsteksizdir, onların çoğu fasık kimselerdir." Yani, ahdi bozan kimselerdir, Her kâfir fasıktır. Fakat burada özellikle, çirkin işleri açıktan açığa işleyen ve ahdi bozanlarını kastetmektedir. 9Onlar, Allah'ın âyetlerini az bir bedel karşılığında sattılar ve O'nun yolundan alıkoydular. Yapageldikleri gerçekten ne kötüdür! Bununla, müşriklerin Ebû Süfyan'ın kendilerine ikram ettiği bir yemek karşılığında ahidlerini bozduklarını kastetmektedir. Bunu Mücahid dile getirmiştir. Onların Kur'ân-ı Kerîmi dünya metâına değiştirdikleri de söylenmiştir. "Ve onun yolundan alıkoydular" yani, yüz çevirdiler. Bu anlamıyla Yüzçevirmekten gelir, veya; 'den geldiği kabul edilerek Allah'ın yolundan alıkoydular, engellediler, demek olur. 10Onlar, hiçbir mü’min hakkında hiçbir yemin ve hiçbir abid gözetmezler. İşte onlar, haddi aşanların tâ kendileridir. en-Nehhâs der ki: Bu bir tekrar değildir. Çünkü birincisi bütün müşrikler hakkındadır, ikincisi ise özel olarak yahudiler hakkındadır. Buna delil ise, (bir önceki âyet-ı kerimede geçen): "Allah'ın âyetlerini az bir bedel karşılığında sattılar" âyetidir. Bununla yahudileri kastetmektedir. Onlar, yüce Allah'ın delillerini ve açıklamalarını, başkanlık isteği ve herhangi bir husustaki tamahkârlıklarına karşılık verdiler. "İşte onlar haddi aşanların tâ kendileridir." Yani, ahidlerini bozmak suretiyle helal sınırını aşarak harama düşenlerdir. 11Eğer tevbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse, artık dinde kardeşlerinizdir. Biz, bilen bir kavme âyetleri uzun uzadiya açıklarız. "Eğer tevbe eder yani, şirkten vazgeçip İslâm'ın hükümlerine bağlanacak olurlarsa "...artık dinde kardeşlerinizdir. Sizin kardeşleriniz olurlar. İbn Abbâs der ki: Bu âyet-i kerîme kıble ehlinin kanlarının (haksız yere dökülmesini) haram kılmaktadır. Bu anlamdaki açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. İbn Zeyd der ki: Yüce Allah namaz ve zekâtı farz kılmış ve bunlar arasında ayırım gözetilmesini de, zekât vermeden namazı da kabul etmemiştir. İbn Mes'ûd der ki: Size namaz kılmak ve zekât vermek emrolundu. Zekât vermeyenin namazı yoktur. Hadîs-i şerîfte de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Yüce Allah: "Allah'a itaat edin ve Rasûlüne de itaat edin" diye buyurduğu halde bir kimse ben Allah'a itaat ederim ama Rasûlüne itaat etmem derse, yüce Allah: "Namazı kılın, zekâtı verin" diye buyurduğu halde, bir kimse ben namazı kılarım ama zekât vermem derse, yine aziz ve celil olan Allah: "Bana ve ana-babana şükret" diye buyurduğu halde, Allah'a şükretmek ile ana-babasına şükretmek arasında ayırım gözetmek suretiyle üç şeyi birbirinden ayrı gören kimseyi Allah da Kıyâmet gününde kendisiyle rahmeti arasına ayrılık koyar. " Kaynağını tesbir edemedik. "Biz, bilen bir kavme âyetleri uzun uzadıya açıklarız", beyan ederiz. Özellikle "bilen"lerin sözkonusu edilmesi ise, bu âyetlerden asıl yararlananların onlar oluşundan dolayıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 12Eğer ahidlerinden sonra yeminlerini bozarlar da dininize dil uzatırlarsa, küfrün önderlerini hemen öldürün. Çünkü onların yeminleri yoktur. Olur ki vazgeçerler. Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: 1. Ahidlerinden Dönüp Dine Dil Uzatanlar: "Eğer... bozarlarsa" âyetindeki: "Nakzetmek, bozmak" demektir. Bu kelime aslında eğilip büküldükten sonra çözülen herşey hakkında kullanılır. Yemin ve ahidler hakkında bu tabir istiare yoluyla kullanılır. Şair der ki: "Eğer yemin etse de yüzçevirip uzaklaşması ahdini bozmaz onun Çünkü parmak uçları kınalı olanın yemini yoktur." Burada yemin'den kasıt ahiddir. Dininize dil uzatırlarsa" ahidlerini bozmak, Savaş açmak ve buna benzer müşrik kimsenin yaptığı başka herhangi bir iş yapmak suretiyle... "Dil uzatmak" demek olan "ta'n" mızrakla dürtmek demek olduğu gibi, kötü sözle dil uzatmak anlamında da kullanılır. Her iki anlam için kullanılmakla birlikte her İkisinde de muzar'i şeklinde "ayın" harfi ötreli olarak gelir. Bununla birlikte "ayn" harfi ötreli kullanılırsa mızrakla yara açmak, dürtmek, üstün olarak kullanılırsa, dil ile yaralamak, dil uzatmak manasına kullanılacağı da söylenilmiştir. Burada bu kelime istiare yoluyla kullanılmıştır. Hazret-i Peygamber'in, Usame'yi kumandan tayin ettiği esnada söylediği şu âyetler da bu türdendir: "Eğer siz onun kumandanlığına dil uzatıyorsanız, gerçek şu ki daha önce babasının kumandanlığına da dil uzatmış idiniz. Allah'a yemin ederim ki gerçekten o kumandanlığa lâyık bir kimse idi." Bu hadisi Sahih (-i Buhârî) rivâyet Buhârî, Eymân 2, Fedâilu's-Sahâbe 17, Meğazî 43, 87; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 63, 64; Tirmizî, Menâkıb 39; Müsned, II, 20, B9, 106, 110. etmiştir. 2. Dine Dil Uzatanların Hükmü: Kimi ilim adamları, bu âyet-i kerimeyi dine dil uzatan ve ondan kötü bir şekilde söz eden herkesin öldürülmesinin vücubuna delil göstermişlerdir. Çünkü, böyle bir kimse kâfir olur. Dil uzatmak (ta'n etmek) ise, dine yakışık olmayan şeyleri nisbet etmek yahut da dinden olan herhangi bir şeyi hafife alarak itiraz etmek demektir. Çünkü, dinin esaslarının sağlıklı olduğu, şer'î hükümlerinin de doğruluğu kat'î delil ile sabit olmuştur. İbnü’l-Münzir der ki: Bütün ilim ehli kimseler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a söven kimsenin öldürüleceğini kabul etmişlerdir. Bu görüşte olanlar arasında Mâlik, Leys, Ahmed ve İshâk da vardır. Şâfiî'nin görüşü de budur. En Nu'man (b. Sabit, Ebû Hanîfe) dan da şöyle dediği nakledilmektedir: -İleride de geleceği üzere- zimmet ehlinden olup da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e söven kimse öldürülmez. Ancak, rivâyet edildiğine göre Ali (radıyallahü anh)'nin meclisinde birisi: Kâ'b b. el-Eşref ancak haksızca ve ahde aykırı olarak öldürüldü demiş, Hazret-i Ali de o kimsenin boynunun vurulmasını emretmiştir. Muaviye'nin bulunduğu mecliste bir başka kişi böyle söylemiş, bunun üzerine Muhammed b. Mesleme ayağa kalkarak: Böyle bir söz senin meclisinde söyleniyor ve sen susuyorsun ha! Allah'a yemin ederim seninle aynı çatı altında asla bulunmam ve yemin olsun onunla başbaşa kalacak olursam mutlaka onu öldürürüm. (Mâlikî mezhebine mensub) ilim adamlarımız derler ki: Böyle bir kimse eğer hainlik etmeyi, ahdi bozmayı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a nisbet etmiş ise, tevbe etmesi istenmeksizin öldürülür. İşte Hazret-i Ali ile Muhammed b. Mesleme'nin -Allah İkisinden razı olsun- böyle bir sözü söyleyenin maksadını böylece anlamışlardır. Çünkü böyle bir ifade zındıklıktır. Eğer bu sözü söyleyen kimse ahde aykırı davranmayı; onlar, önce ona eman verdiler, sonra ona verdikleri sözde durmadılar diyerek fiilen Öldürenlere nisbet edecek olursa, böyle bir nisbet de katıksız bir yalan ve iftira olur. Çünkü, onların Kâ'b b. el-Eşrefe söyledikleri sözlerinde ona eman verdiklerine ve bunu açıkça ifade ettiklerine delâlet eden bir söz yoktur. Eğer böyle bir şey söylemiş olsalardı bile onların bu sözleri eman olmazdı. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları ona eman versinler diye değil, öldürsünler diye göndermişti. Ve Muhammed b. Mesleme'ye (uygun göreceği) sözleri söyleme izni de vermişti. Buna göre böyle bir şeyi bizzat onu öldürenlere nisbet edenin sözleri üzerinde düşünmek gerekir ve (öldürülmeleri gerektiği hususunda) tereddüt sözkonusudur. Bunun sebebi ise şudur: Acaba, sözlerinde durmamayı onu öldürenlere nisbet etmek aynı zamanda ahde hainlik etmeyi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a nisbet etme sonucunu da beraberinde getirir mi? Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da ya onların fiillerini doğru bulmuş ve yaptıklarına razı olmuştur, o bakımdan da o bu sözde durmayışı, ahde ihanet etmeyi rıza ile karşılamış demektir. Bunu (bu anlamıyla) açıkça ifade eden bir kimse öldürülür. Ya da onların sözlerinde durmayışlarını söylemek, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da ahdini bozması anlamına gelmez denilir, bu durumdaki bir kimse de öldürülmez. Böyle bir kimsenin öldürülmeyeceğini kabul etsek dahi, bu sözü söyleyenin ibretli bir şekilde cezalandınlması, hapis cezasına çarptırılması, ağır bir şekilde dövülmesi ve büyük bir ölçüde de tahkir edilmesi kaçınılmaz birşeydir. 3. Dine Dil Uzatan Zımmînin Durumu: Zımmî dine dil uzatacak olursa, Mâliki mezhebinde meşhur olan görüşe göre ahdi bozulur. Çünkü yüce Allah: "Eğer ahidlerinden sonra yeminlerini bozarlar da..." diye buyurmakta ve o takdirde onların Öldürülmelerini ve onlarla Savaşılmasını emretmektedir. Şâfiî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- nin görüşü de budur. Ebû Hanîfe ise böyle bir kimse hakkında şöyle der: Tevbe etmesi istenir. Mücerred olarak dil uzatması sebebiyle -beraberinde ahdini bozması sözkonusu olmadığı sürece- ahdini bozmuş olmaz. Çünkü yüce Allah iki şarta bağlı olarak öldürülmelerini emretmektedir: Biri onların ahidlerini bozmaları, diğeri ise dine dil uzatmalarıdır, Biz deriz ki: Eğer onlar ahidlerine aykın uygulamalarda bulunacak olurlarsa ahidleri bozulmuş olur. (Âyet-i kerimede) her iki hususun sözkonusu edilmesi ise, böyle bir kimsenin öldürülmesi için her iki hususun ayrı ayrı ortaya konulmasına bağlı kalmasını gerektirmez. Çünkü ahdî bozmak, aklen de şer'an de tek başına onları öldürmeyi mubah kılmaya yeterlidir. Bize göre âyet-i kerimenin takdirî ifadesi şöyledir: Eğer onlar ahidlerini bozarlarsa onlarla Savaşmak helal olur. Eğer ahidlerini bozmaksızın ahidlerine bağlı kalmakla birlikte dine dil uzatacak olurlarsa, yine onlarla Savaşmak helal olur. Rivâyet olunduğuna göre Hazret-i Ömer'in huzurunda, üzerinde müslüman bir kadının bulunduğu bir bineği dürttüğü ve bunun üzerine o bineğin huylanıp kadını yere düşürdüğü, buna bağlı olarak avretinin açıldığını dava etmeleri üzerine, Hazret-i Ömer aynı yerde o zımmînin asılmasını emretmiştir. 4. Akdini Bozan Zımmî'nin Hükmü: Zımmî, müslümanlara karşı Savaşacak olursa, ahdi bozulur, mah ve çocukları da onunla birlikte müslümanlara fey' (ganimet) olur. Muhammed b. Mesleme ise der ki: Onun ahdini bozmasından dolayı çocuğu sorumlu tutulmaz. Çünkü o, ahdini tek başına bozmuştur. Yine Muhammed b. Mesleme der ki: Malı alınır. Bu şekildeki açıklama Muhammed b. Mesleme'ye yakıştırılamayan bir çelişkidir. Çünkü, zımnimin malının ve çocuklarının himaye altına alınmasına sebep onun ahdidir. Eğer malının elden gitmesini gerektiren bir durum ortaya çıkarsa, çocuğunun da etinden alınması sonucunu verir. Eşheb der ki: Zımmî ahdini bozacak olursa, o yine ahdi üzere kalır. Ve ebediyen köleliğe dönmesi sözkonusu değildir. Ancak bu, hayret edilecek bir husustur. Sanki o, bu görüşü ile ahdi maddi bir olay olarak kabul etmiş gibidir. Halbuki ahdin gereğini yerine getirmek mantıki bir husustur ve müslümanlar bu ahdin gereğini yerine getirmeyi üzerlerine almışlardır. Kendisi bu ahdî bozacak olursa, bu da diğer akidler gibi bozulmuş olur. 5. Hazret-i Peygambere Söven, Dil Uzatan Zimmet Ehlinin Hükmü: İlim adamlarının çoğunluğu, zimmet ehlinden olup da Peygamber efendimize söven, yahut üstü kapalı ifadelerle ona dil uzatan veya onun değerini hafife alan, yahut da Hazret-i Peygamber'e, kâfir olmasını gerektiren şekilden başka türlüsüyle nitelendiren kimsenin öldürüleceği görüşündedir. Çünkü biz ona zimmetin gereği olan himayemizi veya onunla ahidleşmeyi bu esas üzere yapmış değiliz. Şu kadar var ki, Ebû Hanîfe, es-Sevrî ve Kûfelilerden onlara tabi olanlar şöyle demişlerdir: Böyle bir kimse öldürülmez. Çünkü onun içinde bulunduğu şirk hali bundan daha büyüktür. Ancak bu davranışından ötürü te'dip ve ta'zir edilir. Ona karşı delil İse, yüce Allah'ın: "Eğer ahidlerinden sonra yeminlerini bozarlar da..." âyetidir. Bazı âlimler de bu görüşe karşı Hazret-i Peygamberin, antlaşmalı olmakla birlikte Kâ'b b. el-Eşref in öldürülmesi emrini vermesini delil göstermişlerdir. Hazret-i Ebû Bekir de arkadaşlarından birisine öfkelenince Ebû Berze, bunun boynunu vurmayayım mı diye sorunca, Hazret-i Ebû Bekir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan başka herhangi bir kimse için böyle bir şey sözkonusu değildir, diye cevap vermiştir. Ebû Dâvûd, Hudud 2; Nesâî, Tahrîmu'd-Dem 16, 17. Dârakutnî de İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Kör bir adamın bir cariyesi vardı. O cariyesinden iki inciyi andıran iki oğlu vardı. Bu cariye Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a söver ve ona dil uzatırdı. Adam ise bu işten vazgeçmesini söylüyor fakat cariye bundan vazgeçmiyordu. Bundan dolayı azarlıyor, bu işe son vermesini istiyor, fakat yine son vermiyordu. Gecenin birinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı diline dolayınca, efendisi dayanamayarak kalkıp bir kazma aldı ve onu karnına sapladı. Vücudunun öbür tarafından çıkartıncaya kadar da üzerine dayanıp durdu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bunun üzerine: "Dikkat edin ve şahid olun ki, onun kanı hederdir." Ebû Dâvûd, Hudud 2: Nesâî, Tahrimud-Dem 16: Dârakutnî, III, 112. Yine İbn Abbâs'tan gelen bir diğer rivâyette de şöyle denilmektedir: ...Onu öldürdü. Sabah olunca bu husus Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a anlatılınca, o ama adam kalkıp şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü onu ö'düren benim. Bu kadın sana sövüyor ve sana dil uzatıyordu. Ben bu işten vazgeçmesini söylüyor, fakat o vaz geçmiyordu. Bundan dolayı onu azarlıyor ve son vermesini istiyor, fakat bir türlü dinlemiyordu. Benim ondan iki inciyi andıran iki oğlum da var. Bana karşı da çok yumuşaktı. Dün de sana sövmeye, sana dil uzatmaya başlayınca onu öldürdüm. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Haberiniz olsun ve şahid olun ki, onun kanı hederdir." Dârakutnî, III, 113. 6. Zımmî Hazret-i Peygambere Sövüp de Ölümden Korkarak Müslüman Olduğunu İddia Ederse: Bir zımmî Hazret-i Peygamber'e sövdükten sonra öldürülmekten korktuğu için müslüman olduğunu İzhar edecek olursa, onun İslâm'a girmesi öldürülme cezasını kaldırır, denilmiştir. Mâliki mezhebinde meşhur olan görüş budur. Çünkü İslâm kendisinden öncekileri ortadan kaldırır. Ancak, müslüman bir kimse Hazret-i Peygamber'e sövüp de daha sonra tevbe edecek olursa, hükmü böyle değildir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sen o kâfirlere de ki: Eğer vazgeçerlerse, onlara geçmiş mağfiret olunur." (el-Enfal, 8/38) İslâma girişinin öldürülme cezasını ortadan kaldırmayacağı da söylenmiştir el-Utbiyye'den Mâlik'in görüşü bu şekilde nakledilmiştir, Çünkü bunu yapmakla Hazret-i Peygamberin hakkını çiğnemiş, saygınlığına riayet etmemiş, Hazret-i Peygamberi küçültmek ve ona kötülük etmek kastı ile böyle davrandığından, Peygamberin bu haklarını çiğnediğinden Ötürü öldürülmesi vacibtir. Dolayısıyla onun İslâm'a dönüşü, bu cezasını ortadan kaldırmaz ve böyle bir kimse müslümandan daha İyi bir durumda olamaz. Yüce Allah'ın; "Küfrün önderlerini hemen öldürün" âyetindeki "önderler" anlamına gelen; kelimesi, 'in çoğuludur. Bununla kastedilen bazı ilim adamlarının görüşüne göre Ebû Cehil, Utbe, Şeybe ve Umeyye b. Halef gibi Kureyş'in ileri gelenleridir. Ancak bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu âyet-i kerîme Tevbe Sûresi'ndedir. Ve bu âyet-i kerîme nâzil olup da insanlara karşı okunduğunda yüce Allah, Kureyş'in güç kaynaklarının kökünü kurutmuştu. Geriye onlardan kalanlar ya müslümandı, ya banş yapmış kimselerdi. Buna göre "Küfrün Önderlerini hemen öldürün" âyeti ile kastedilenlerin ahdi bozmaya, dine dil uzatmaya kalkışan her bir kimsenin, küfürde bir esas ve bir lider olacağı anlamına gelmesi muhtemeldir. Yine bu âyette "ileri gelenler" ile onların başkanlarının kastedilmiş olması ve onlarla çarpışmak, onlara uyanlarla çarpışmaktır; onların herhangi bir saygınlıkları sözkonusu değildir, anlamına gelmesi de muhtemeldir. Bu kelimenin çoğulu aslında şeklinde gelmeli idi. "Misal ve misaller" kelimesinde olduğu gibi. Ancak, "mim" harfleri birbirlerine idğam edildikten sonra birinci "mim"in harekesi birinci hemzeye verilerek İki (harekeli hemze) ard arda gelmektedir. O bakımdan ikinci hemze yerine de "ye" getirilmiştir. el-Ahfeş'in iddiasına göre bundan dolayı "ye"li olarak; "Bu, bundan daha öndedir," denilir. el-Mâzinî ise, (aynı anlamda) "vav" ile denildiği iddiasındadır. Hamza ise bu kelimeyi; şeklinde okumuştur. Ancak, nahivcilerin çoğunluğu bunun bir lahn olduğu kanaatindedir. Arapça baskıyı hazırlayanın kaydettiğine göre bu hususta Ebû Hayyün şöyle demektedir: "... Basra'lı nahivcilerin başı Ebû Amr b. el-Alâ, Mekke'nin kurrâsı İbn Kesîr ve Medine'nin kurrası Nâfi' bu şekilde okumuşken, bunun bir lahn olduğu nasıl söylenebilir?" Ayrıca bk. Âlusî, Ruhu'l-Meanî, X, 59. Çünkü bu, aynı kelimede iki hemzeyi bir arada söylemektir. "Çünkü onların yeminleri yoktur" yani onların ahidleri olmaz. Bu da onların samimi olarak yerine getirecekleri doğrulukla bağlanacakları ahidleri yoktur, demektir. İbn Âmir "yeminler" anlamına gelen: kelimesini hemze esreli olarak "îman "dan gelecek şekilde;okumuştur. (Onların îmanları yoktur, anlamına gelir). Yani onların İslâmları yoktur, demektir. Bununla birlikte bunun, korkunun zıddı olan emniyetten gelen; "Ona eman verdim"den gelme ihtimali de vardır. Buna göre onlara eman verilmez, onlar himaye altına alınmazlar manasına gelir. İşte bundan dolayı "Küfrün önderlerini hemen öldürün" diye buyurmaktadır. "Olur ki vazgeçerler" olur ki şirkten vazgeçerler, demektir. el-Kelbî der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hudeybiye'de iken Mekkelilerle antlaşma yaptı. Onlar da onu Beyt’i ziyaretten alıkoydular. Sonra da geri dönmesi şartıyla onunla barış yaptılar ve Allah'ın dilediği kadar bir süre böylece kaldılar. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın antlaşmasına dahil bulunan Huzaalılar, Kinânelilere mensup Umeyyeoğulları ile Savaştılar. Umeyyeoğulları kendi antlaşmalılarına silah ve yiyecek yardımında bulundular. Huzaalılar da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yardım istediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da -önceden geçtiği üzere- yaptığı antlaşmada tarafında yer alanlara yardımcı olunmasını emretti. Buhârî'de Zeyd b. Vehb'den şöyle dediği nakledilmektedir: Biz Huzeyfe'nin yanında bulunuyor idik şöyle dedi: Bu âyet-i kerimenin -bununla: "Küfrün önderlerini hemen öldürün. Çünkü onların yeminleri yoktur" ayetini kastederek- sözünü ettiklerinden yalnızca üç kişi kaldı. Münafıklardan da sadece dört kişi kalmış bulunuyor. Bir bedevi Arap şöyle dedi: Siz Muhammed'in ashâbı, bizim ne demek olduklarını bilemediğimiz birtakım haberler veriyorsunuz. Yalnızca dört münafık kaldığını iddia ediyorsunuz. Peki şu bizim evlerimizi basıp içindekileri alanların, bizim değerli eşyalarımızı çalanların durumu nedir? Huzeyfe şöyle dedi: Onlar fasık kimselerdir. Evet, onlardan sadece dört kişi kalmış bulunuyor. Bunlardan birisi ise eğer soğuk su içecek olsa, o soğuk suyun soğukluğunun farkına varmayacak kadar kocamış bir yaşlıdır. Buhârî, Tefsir 9. sûre 5. "Olur ki vazgeçerler" yani, küfürlerine, batıllarına, müslümanlara eziyet vermelerine bir son verirler. Bu ise onlarla Savaşma maksadının bizimle Savaşmaktan vazgeçerek dinimize girmek suretiyle zararlarını önlemek olmasını gerektirmektedir. 13Yeminlerini bozan, o Peygamberi sürüp çıkarmaya kalkışan ve bununla beraber ilk olarak sizinle kendileri (Savaşmaya) başlayan bir kavim ile Savaşmaz mısınız? Onlardan korkuyor musunuz? Eğer mü’min kimseler iseniz asıl korkmanız gereken Allah'tır. "Yeminlerini bozan... bir kavim ile Savaşmaz mısınız?" âyeti, bir azar olmakla birlikte Savaşa teşvik anlamı da vardır. Önceden de belirttiğimiz gibi Mekke kâfirleri hakkında nâzil olmuştu. "O peygamberi sürüp çıkarmaya kalkışan" yani, onun Mekke'den çıkmasına onlar sebep teşkil etmişlerdi. Bundan dolayı onun çıkartılması kendilerine nisbet edilmiştir. Şöyle de açıklanmıştır. Onlar, ahidlerini bozduklarından dolayı Mekkelilerle Savaşmak üzere Hazret-i Peygamberin Medine'nin dışına çıkmasına sebep oldular. Bu açıklama el-Hasen'den nakledilmiştir. "Bununla beraber ilk olarak sizinle kendileri" Savaşmaya "başlayan bir kavim..." Yani, onlar ahidlerini bozdular ve Huzaalılara karşı Bekroğullarına yardımcı oldular. Şöyle de açıklanmıştın Bedir günü sizinle İlk olarak onlar Savaştılar. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kervanı ele geçirmek için çıkmıştı. Mekkeliler kervanlarını kurtarınca geri dönebilirlerdi. Ama, önceden de geçtiği gibi bunu yapmayarak, mutlaka Bedir'e varıp orada şarap içmekte direttiler. "Eğer mü’min kimseler iseniz, asıl korkmanız gereken Allah'tır." Yani, onlarla Savaşmaktan ötürü hoşunuza gitmeyecek" şeylerle karşılaşmaktan korkmaktan çok onlarla Savaşı terketmeniz dolayısıyla Allah'ın cezasından korkmalısınız. Şöyle de açıklanmıştır: Onların Allah Rasûlünü çıkarmalarından kasıt, Onu hac yapmaktan, umre yapmaktan, tavaf etmekten alıkoymalarıdır. İşte onların Savaşa ilk başlayan taraf olmaları bu demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 14Onlarla Savaşın ki, Allah ellerinizle onları azaplandırsın. Onları rezil etsin. Size onlara karşı zafer versin ve (bununla) mü’min bir topluluğun gönüllerine şifa versin; 15Kalplerindeki gazabı gidersin. Allah dilediğine tevbe nasib eder. Allah hakkıyla bilendir, Hakimdir. "Onlarla Savaşın" âyeti bir emirdir; "ki, Allah... onları azaplandırsın" âyeti de onun cevabıdır. Şartın cevabı anlamında olmak üzere meczum gelmiştir. İfadenin takdiri şöyledir: Eğer onlarla Savaşırsanız Allah ellerinizle onları azaplandırır, onları rezil eder, size, onlara karşı zafer verir ve mü’min bir topluluğun gönüllerine de şifa verir. "Kalplerindeki gadabı gidersin" âyeti ise, onların gazap ve öfkelerinin ileri dereceye ulaşmış olduğunu göstermektedir. Mücahid der ki: Bu âyetle, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın tarafında antlaşmada yer alan Huzâ’ah’lar kastetmektedir. İfadelerde cümlecikler hep birbirine atfedilmiştir. Ve hepsinde de birincisinden kat' ile (yeni cümlecikler halinde) ref caizdir. Bununla birlikte;takdiri ile nasbedilmeleri de caizdir. Kûfelilerce "sarf" diye bilinen şey budur. Şairin şu beyitlerinde olduğu gibi: "Şayet Ebû Kabus ölecek olursa ölür İnsanların baharı da, haram ayı da Ve ondan sonra biz sarılırız hörgücü bulunmayan Sırtı alınmış, horgüçsüz bir hayatın kuyruklarına." Buradaki; "Sarılırız" kelimesini istersek üstün ile okuyabiliriz, istersek mansub olarak okuyabiliriz. Yüce Allah'ın: "Ve mü’min bir topluluğun gönüllerine şife versin" âyeti ile kastedilenler, Mücahid'den naklettiğimize göre Huzaaoğullarıdır. Çünkü Kureyşliler onlara karşı Bekroğullarına yardımcı olmuştu. Huzaalılar ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın tarafında antlaşmada yer almışlardı. Bekroğullarına mensub birisi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı hicveden bir şiir söylemişti, Bunun üzerine Huzaalılardan birisi ona: Eğer bu şiiri bir daha okuyacak olursan, senin ağzını kırarım. Bekroğullarına mensub kişi bu şiiri bir daha okuyunca, gerçekten ağzını kırdı ve aralarında çarpışma başgösterdi. Huzaalılardan bazılarını öldürdüler. Bunun üzerine Huzaalı Amr b. Salim, bir kaç kişiyle birlikte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzuruna gitti ve ona durumunu haber verdi. Hazret-i Peygamber, mü’minlerin annelerinden Meymune'nin odasına girip: "Üzerime su dökün" diye buyurdu ve yıkanmaya başladı. Yıkanırken de: "Eğer Kâ'b oğullarına (ki bunlar Amr b. Salim'in kavmi olan Huzaalıların bir koludur) yardım etmeyecek olursam, yardım görmeyeyim" diye buyurdu. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) gerekli hazırlıkların yapılmasını ve Mekke'ye çıkılmasını emretti, bunun sonucunda da Mekke fethedildi. "Allah dilediğine tevbe nasib eder" âyetindeki "Tevbe nasib eder" kelimesinde kıraat yeni bir cümle (istinaf) olmak üzere ref iledir. Çünkü bu, önceki ifadeler türünden değildir. Bundan dolayı cezm ile diye buyurmamıştır. Diğer taraftan onlarla Savaşmak, onların Allah tarafından tevbelerinin kabul edilmesini de gerektirmez. Aksine onlarla Savaşmak, onların azâb edilmelerini, rezil edilmelerini, mü’min bir topluluğun gönüllerinin bulmasını, onların kalplerindeki öfkenin gitmesini gerektirir. Bunun bir benzeri de: "Allah dilerse kalbinin üzerini mühürler" âyetinde ifade tamam olduktan sonra: "Allah batılı mahveder" (eş-Şûrâ, 42/24) diye buyurmasıdır. Allah'ın tevbelerini kabul ettiği kemseler ise, Ebû Süfyan, Ebû Cehil'in oğlu İkrime, Süleym b. Ebi Amr gibileridir. Bunlar İslâm'a girdiler. İbn Ebi İshak ise bu ("terbe nasib eder" anlamındaki) lâfzı, şeklinde nasb ile okumuştur. (Allah dilediğine tevbe nasib etsin diye, anlamına gelir). Aynı şekilde Îsa es-Sekafî ve el-A'rec'den de böyle okudukları rivâyet edilmiştir. Bu okuyuşa göre ise, tevbelerinin kabulü de şartın cevabı kapsamına girer. Çünkü anlam: "Eğer onlarla Savaşırsanız Allah onları azaplandırır..." şeklindedir. Buna atfedilenlerin manası da şöyle olur. Bundan sonra da eğer onlarla Savaşırsanız "Allah da onların tevbelerini kabul eder" diye buyurmaktadır. Böylelikle sizin ellerinizle azaplandırılmaları, gönüllerinize şifa vermesi, kalplerinizin öfkesinin giderilmesi ve tevbenizin kabul edilmesi lütufları hep birlikte size verilmiş olur. Ancak, burada bu fiilin, "tevbe nasib eder" anlamındaki fiilin merfu' olarak okunması daha güzeldir. Çünkü Savaş tevbe etmenin sebebi değildir. Zira, şanı yüce Allah'ın, tevbesini kabul etmek istediği herhangi bir kimse için tevbe, her halükârda Savaş olmaksızın da mümkün olabilir. 16Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri, Allah'tan, Rasulünden ve mü’minlerden başkasını dost ve sırdaş dinmeyenleri ayırt etmeksizin bırakılıverileceğinizi mi sandınız. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. "Yoksa siz... mi sandınız?" âyeti ile bir konudan bir başka konuya geçilmektedir. "Bırakılıverileceğinizi" anlamındaki âyet, Sîbeveyh'in görüşüne göre iki mef'ûl yerini tutmaktadır. el-Müberred'e göre ise ikinci merul hazfedilmiştir. Âyetin anlamı şudur: Sizler, mü’min ile münaiıkın kendisi sebebiyle mükâfat veya cezayı hak edeceği şekilde ortaya çıkarılmasını sağlayacak ibtilâlara maruz kalmadan bırakılacağınızı mı zannediyorsunuz? Bu anlamdaki açıklamalar, bundan önce birkaç yerde de geçmiş bulunmaktadır. "Ayırdetmeksizin" âyeti, ile zâid olsa da- cezm edilmiştir. Çünkü bu, Sîbeveyh'e göre -önceden de (Âl-i İmrân, 3/142. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere- "Yapmıştır," sözüne (olumsuz olarak) cevap teşkil eder. "Mim" harfinin esreli olması ise, (bundan sonraki lafzatullah'ın ilk harfinin sakin olması sebebiyle) iki sakinin bir araya gelmesidir. "Dost ve sırdaş" kelimesi içli dışlı, iç içe gibi anlamlara gelir ve girmek demek olan-,'den gelmektedir. Vahşi hayvanların içine girdiği inlere; denilmesi de buradan gelmektedir. Yani: Allah'ı ve Rasûlünü (ve mü’minleri) bırakarak başkalarına sevgi duyup onlarla içli dışlı olmayın. Ebû Ubeyde der ki: Kendisinden olmayan bir şeyin içine soktuğun her bir şeye; denilir. Bir kimse bir topluluğun kendisinden olmamakla birlikte aralarında bulunursa o kimseye de bu isim verilir. İbn Zeyd der ki: Bu kelime (velîce), sonradan bir şeyin içerisine giren demektir. Çoğulu da-, şeklinde gelir. Kişinin sırdaşlan diğer insanlar arasında onun özel yakınları ve İşinin içyüzünü bilen kimseleri demektir. Bu durumda; "O benim sırdaşımdır, onlar benim sırdaşımdır," denilerek kelimenin tekili de çoğulu da aynı kullanılabilir. Nitekim Eban b. Tağlib -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demişitir: "Kaçkınlara, hadlerini aşanlara ve şüpheli işler peşinde olanlara O ne kötü bir sığınak ve barınaktır!" Bu kelimenin;" Sırdaş" anlamına geldiği de söylenmiştir ki, manası birdir. Bu âyetin bir benzeri de yüce Allah'ın: "Ey îman edenler, sizden başkalarını sırdaş edinmeyin" (Âl-i İmrân, 3/118) âyetidir. el-Ferrâ' der ki: (Bu âyet-i kerimede geçen) velîce (dost ve sırdaş) onların müşriklerden kendilerine sırlarını açıkladıkları, durumlarını bildirdikleri ve müşriklerden edindikleri sırdaşları demektir. 17Müşriklerin kendi küfürlerine kendileri şahid İken Allah'ın mescidlerini imar etme hakları yoktur. Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir ve onlar ebediyyen ateşte kalacaklardır. "Müşriklerin... Allah'ın mescidlerini imar etme hakları yoktur" âyetinde ki " İmar etme...leri" cümlesi,)'nin ismi olarak ref mahallindedir. "Kendileri şahid iken" kelimesi de haldir. İlim adamları bu âyetin te'vili hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir görüşe göre artık onların Mescid-i Harama gelmelerinin engellenmesi kararından sonra haccetme yetki ve imkânları yoktur. Sidâne, Sikâye ve Rifâde gibi görevler de müşrikler elinde bulunuyordu. Bu âyetle onların bu görevleri yerine getirmeye ehil olmadıklarını buna ehil olanların mü’minler olduklarını açıklamaktadır. Bir diğer görüşe göre Hazret-i Abbas Bedir'de ashâb alınıp da kâfir olması, akrabalık bağlarını koparması sebebiyle ayıplanınca şöyle cevap vermiş: Sizler bizim kötülüklerimizi sözkonusu ediyor, iyiliklerimizi hiç anmıyorsunuz. Hz- Ali, iyilikleriniz de mi var? diye sorunca, Hazret-i Abbas: Evet demiş. Şüphesiz bizler Mescid-i Haramı imar ediyor, Kâ'be'nin örtülerini hazırlıyor, hacılara su veriyor ve esirleri esirlikten kurtarıyoruz. Bu âyet-i kerîme onun bu sözlerini reddetmek üzere indi. Suyûtî, ed-Durrul-Mensûr, IV, 145-146. O halde müslürnanların mescidlerle ilgili hükümlerin gereğini yerine getirmeyi ve müşriklerin mescidlere girmelerini engellemeleri gerekir. Genel olarak bütün kıraat âlimleri; "İmar etmeleri" şeklinde "ye" harfini üstün, "mim" harfini de ötreli olarak okumuşlardır. İbn es-Semeyka ise bunu "ye" harfini ötreli ve "mim"i de esreli olarak okumuştur. Yani, onların mescidleri mamur hale getirmeleri ve imarına yardımcı olmaları hakkı yoktur. Buna karşılık; Allah'ın mescidini" şeklinde tekil olarak da okunmuştur. Mescid-i Haramı imar etme hakları yoktur, demek olur. Bu, İbn Abbâs, Saîd b. Cübeyr, Atâ b. Ebi Rebah, Mücahid, İbn Kesîr, Ebû Amr, İbn Muhaysın ve Yakub'un kıraatidir. Diğerleri ise genel olarak bütün mescidler anlamını verecek şekilde; diye okumuşlardır, Ebû Ubeyd'in tercihi de budur. Çünkü bu daha umumî bir ifadedir. Özel olan da umumî ifadenin kapsamına girer. Bununla birlikte çoğul anlamına gelen kıraat ile özel olarak Mescid-i Haram'ın kast edilmesi ihtimali de vardır. Bu da (kullanılan isimleri) cins isimleri olması halinde mümkün olan bir kullanım şeklidir. Nitekim bir kimse sadece belli bir ata binmekle birlikte (cins İsmi kastedilerek): Filan kişi atlara biner, demek de bu kabildendir. Çoğul kıraati daha doğrudur, çünkü bunun her iki anlama gelme ihtimali de vardır. Diğer taraftarı (bir sonraki âyet-i kerimede gelecek olan): "Allah'ın mescidlerini ancak... imar eder" âyetinde "mescidler" anlamında çoğul olarak icma ile okunmuştur. Bu açıklamayı da en-Nehhâs yapmıştır, el-Hasen der ki: Maksat Mescid-i Haram olmakla birlikte "mescidler" diye buyurması, bütün mescidlerin kıblesinin ve önderinin Mescid-i Haram oluşundan dolayıdır. "Şâhidler iken" âyeti ile; "Kendileri şahidler iken" kastedildiği söylenmiştir. O bakımdan; zikredilmeyince, "şahidler" anlamındaki kelime de nasb olarak gelmiştir. İbn Abbâs der ki: Onların kendileri hakkında kâfir olduklarına dair şalûdlikleri, yaratılmış olduklarını kabul etmekle birlikte kendi putlarına secde etmeleridir. es-Süddî der ki: Onların kâfir olduklarına dair şahidlikleri şudur: Hristiyana dinin nedir diye sorduğun vakit o, ben bir hristiyanim, yahudiye aynı soruyu sorarsan ben yahudiyim, sabüye aynı soruyu sorarsan ben de sabiyim, müşrike senin dinin ne diye sorulunca da ben müşrikim demesi şeklindedir. "Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir ve onlar ebediyyen ateşte kalacaklardır" âyetinin anlamına dair açıklamalar da Önceden geçmiş bulunmaktadır. 18Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe Îman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler İmar eder. İşte bunların doğru yola ermişlerden olmaları umulur. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Allah'ın Mescidlerini Kimler îmar Eder: Yüce Allah'ın: "Allah'ın mescidlerini ancak... imar eder" âyeti mescidleri imar edenlerin mü’min olduklarına dair tanıklık etmenin sağlıklı ve doğru olduğuna delildir. Çünkü yüce Attan imanı buna bağlı kılmış ve bu işe devam etmenin mü’minlerin işi olduğunu haber vermiştir, Seleften birisi şöyle demiştir: Eğer bir kimsenin mescidi imar ettiğini görürseniz, onun hakkında hüsn-ü zan besleyiniz. Tirmizî de Ebû Said el-Hudrî'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Siz, bir adamın mescidlere gelmek itiyadında olduğunu görürseniz, onun îman sahibi olduğuna tanıklık ediniz." Çünkü yüce Allah: "Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe îman eden... kimseler imar eder" diye buyurmuştur. Bir rivâyette de: "Mescide mutad vakitlerinde gidip gelmeyi itiyat haline getirmişse" şeklindedir. Tirmizî, bu hasen garip bir hadistir, der. Tirmizî, Tefsir 9. sûre 9: İbn Mâce, Mesâcid 19: Dârimî, Salât 23; Müsned, III, 68, 76. İbnü'l-Arabî der ki: Bu husus zahiren bir kimsenin salahı hakkındadır. Yoksa, şahidliklerde bulunacak alanlarla ilgili değildir. Çünkü şahidliklerin bu hususu bilenlerce özel halleri vardır. Şahidin kimisi zeki, kavrayışlı ve bildiği hususu hem inancıyla, hem haber olarak bildirmesiyle gerçek manada elde eder, bilir öğrenir. Kimisi de gafildir (çoğu şeyin farkına varmaz). Bunların herbirisi kendi lâyık olduğu şekilde değerlendirilir ve niteliklerine göre takdir edilir. 2. Allah'tan Başkasından Korkmamak: Yüce Allah'ın: "Allah'tan başkasından korkmayan kimseler" âyeti ile ilgili olarak, Allah'tan başkasından da korkmayan hiçbir mü’min yoktur. Mü’minler de Peygamberler de kendilerinin dışında kalan düşmanlardan korkagelmişlerdir, denilecek olursa ona şöyle cevap verilir: Yani, bir kimse kendisine ibadet olunanlar arasında Allah'tan başkasından korkmuyorsa demektir. Çünkü müşrikler putlara tapınıyor, onlardan korkuyor ve onlardan birşeyler umuyorlardı. İkinci bir cevap: Yani din hususunda Allah'tan başka kimseden korkmazsa, demektir. 3. Peygambere îman : Âyet-i kerimede mescidlerde namaz kılmak suretiyle onları temizlemek ve onların tamiri gerektiren yerlerini düzeltmek suretiyle mescidleri imar edenlerin ve Allah'a îman edenlerin mü’min olacakları sözkonusu edilmekle birlikte, Allah Rasûlüne Îman etmekten ve ona îman etmeyenin imanından sözedilmemektedir diye sorulursa, böylesine şu şekilde cevap verilir: Resûlüllahı (sallallahü aleyhi ve sellem) sözü edilen namaz kılmak ve diğer hususlar delâlet etmektedir. Çünkü bunlar onun getirdiği şeyler arasındadır. Namazın kılınması, zekâtın verilmesi ancak Rasûle îman eden bir kişi tarafından yapılırsa sahih olur. İşte bundan dolayı Rasûl ayrıca sözkonusu edilmemiştir.
"Umulur" kelimesi, İbn Abbâs ve diğerlerinden nakledildiğine göre Allah için vücup ifade eder. Bunun, böyle kimselere yaraşan budur, anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani, işte böylelerinin "doğru yola ermişlerden olmaları" yakışır, anlamındadır. 19Siz, hacılara su vermeyi ve Mescidi Haramın tamirini Allah'a ve âhiret gönüne inanan, Allah yolunda cihad eden (in ameli) İle bir mi tuttunuz? Bunlar, Allah nezdinde bir olamazlar. Allah zulmedenler topluluğunu bidayete erdirmez. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık Ancak, başlıklar iki değil, yalnızca bir başlıktır. halinde sunacağız: 1. Îman ve Cihad ile Diğer Ameller: Yüce Allah'ın: " Siz, hacılara su vermeyi... mi tuttunuz" ifadesinin Arapça'da takdiri şu şekildedir: Siz, hacılara su veren Sikâye sahiplerini yahut hacıların su ihtiyacını karşılayan kimseleri, Allah'a îman eden ve O'nun yolunda cihad eden kimselerle bir mi tuttunuz? Bununla birlikte hazfın "Îman eden" âyetinde takdir edilmesi de mümkündür. Yani, siz hacılara su verme işini îman eden kimsenin ameli ile bir mi tuttunuz. Takdirin şöyle olduğu da söylenmiştir: Bunların amelini îman eden kimsenin imanı ile bir mi tuttunuz? Sikâye, "siâye ve himaye" gibi bir mastardır. İsmin anlamı bilindiğinden dolayı mastar onun yerine kullanılmıştır. Nitekim; cömertlik ancak Hatem'dir, şiir ancak Züheyr'dir demek de buna benzer. Mescid-i Haram'ın imar edilmesi ifadesi de: "O kasabaya sor" (Yusuf, 12/82) âyeti gibidir. Ebû Vecze ise "Hacılara su verenleri ve Mescid-i Haramı imar edenleri... birmi tuttunuz" diye okumuştur. Buradaki Su verenler kelimesi, in çoğuludur. Bunun aslı ise; şeklinde "fu'le" veznindedir. İşte bu türden illetli olan kelimelerin çoğulu hep böyle yapılır. Hakim, hakimler, unutan, unutanlar kelimelerinde olduğu gibi. Eğer bu kelime illetli olmayacak olursa, şeklinde çoğulu yapılır. Aylarda nesi' (erteleme işi) yapan kimseler için; Nesi'ci ve nesi'ciler gibi. İbn ez-Zübeyr ve Saîd b. Cübeyr de bu kelimeleri bu şekilde; " Su verenler, imar edenler" diye okumuştur. Ancak İbn Cübeyr, "İmar edenler" anlamındaki kelimenin aslen tenvinli olması kanaatiyle; Mescid kelimesini nasb ile okumuştur. ed-Dahhak ise der ki: " Hacılara su vermek" kelimesinin "sin" harfinin ötreli okunması da bir şivedir. "el-Haac" kelimesi ise "hacılar" anlamındaki el-Hüccâc"ın cins ismidir, Mescid-i Haram'ın imar edilmesi, onu koruyup gözetmek ve onun görülmesi gereken İşlerini yerine getirmektir. Bu âyet-i kerimenin zahiri, müşriklerden hacılara su vermek ve Mescid-i Haramı imar etmekle övünen kimselerin iddialarını -es-Süddînin de belirttiği gibi- iptal etmekte, boşa çıkarmaktadır. es-Süddî der ki: Hazret-i Abbas hacılara su vermekle, Şeybe Mescid-i Haramı İmar etmekle övününce , Hazret-i Ali de İslâm ve cihadla övündü. Yüce Allah Hazret-i Ali'yi tasdik etti, onları da yalanladı. Küfür ile birlikte Mescid-i Haramın imarının sözkonusu olmayacağını, onun imarının ancak îman , ibadet ve Allah'a itaati gerektiren işleri yerine getirmekle olacağını haber verdi. Bu ise apaçık bir husustur ve bunun anlaşılmayacak bir tarafı yoktur. Şöyle de denilmektedir: Müşrikler yahudilere, bizler, hacılara su veren, Mescid-i Haramı imar eden kimseleriz. Biz mi daha faziletli ve üstünüz, yoksa Muhammed ve ashâbı mı? diye sordular. Yahudiler de kendilerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem);a olan inatları yüzünden: Siz daha faziletlisiniz diye cevap verdiler. Burada anlaşılması zor bir durum ortaya çıkmaktadır ki, o Müslim'in Sahih'inde yer alan en-Nu'man b. Beşir'in şöyle dediğine dair rivâyetidir: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın minberinin yanında bulunuyordum. Bir adam: Ben İslâm'a girdikten sonra bir de hacılara su verecek olursam, artık ne amelde bulunursam bulunayım aldırış etmem. Diğeri şöyle dedi: Ben de İslâm'a girdikten sonra Mescid-i Haramı bir tamir edersem, artık ne yaparsam yapayım umurumda değil. Bir diğeri de şöyle dedir Allah yolunda cihad bu söylediklerinizden daha üstündür. Ömer (radıyallahü anh) onları azarlayarak şöyle dedi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın minberi yanında -o gün bir Cuma günüydü- seslerinizi yükseltmeyiniz. Fakat cuma namazı kılındıktan sonra ben, (Hazret-i Peygamberin huzuruna) girerim ve hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz bu hususta onun görüşünü sorarım. Bunun üzerine yüce Allah: "Siz, hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haramın tamirini Allah'a ve âhiret gününe İnanan... İle bir mi tuttunuz" âyeti sonuna kadar nâzil oldu. Müslim. İmâre 111; Müsned, IV, 269. Hadisin bu rivâyeti, âyet-i kerimenin, müslümanların bu amellerin hangisinin daha faziletli olduğu hususunda ayrılığa düşmeleri üzerine inmesini gerektirmektedir. Böyle bir durumda İse, âyet-i kerimenin sonunda: "Allah zulmedenler topluluğunu hidayete erdirmez" demesi uygun düşmez. İşte burada anlaşılması zor bir durum ortaya çıkmaktadır. Bu da şöyle bir açıklamayla ortadan kaldırılabilir: Bazı raviler, yüce Allah'ın: "Bunun üzerine Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi" âyetini kullanmakta işi sıkı tutmamışlardır. Hazret-i Peygamber bu âyet-i kerimeyi Hazret-i Ömer'e soru sorması üzerine okuyunca, bunu rivâyet eden kişi âyetin o anda indiğini zannetmiştir. Hazret-i Peygamber ise bu âyet-i kerimeyi cihadın, Hazret-i Ömer'in tartışırken sözlerini işittiği o kimselerin söylediklerinden daha faziletli olduğuna delil göstermiş, Hazret-i Ömer onların görüşleri hakkında Hazret-i Peygamberin kanaatini sorunca, o da yüce Allah'ın daha önce indirmiş olduğu bu âyet-i kerimeyi ona okumuştur. Bu âyet bizzat o kimseler hakkında nâzil olduğu için değil. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Denilse ki: Buna göre kâfirler hakkında indirilen bir âyeti müslümanlar hakkında delil göstermek câiz olur. Oysa onların hükümlerinin farklı olduğu bilinen bir husustur. Buna şöyle cevap verilir: Yüce Allah'ın, müşrikler hakkında indirdiklerinden müslümanlara uyan bir takım hükümler çıkartmak uzak bir ihtimal olarak görül memelidir. Nitekim Hazret-i Ömer şöyle demiştir: İstesek közde kuzular etler kızartıp pişiririz ve tabakların biri konur biri kaldırılır. Fakat bizler yüce Allah'ın: "Siz bütün hoş şeylerinizi dünya hayatınızda bitirdiniz ve onlarla faydalandınız" (el-Ahkaf, 44/20) âyetini dinlemiş bulunuyoruz. Bu âyet-i kerîme ise kâfirler hakkında açık bir nastır. Bununla birlikte Hazret-i Ömer bu âyet-i kerimeden kendi hallerine uygun düşecek şekilde bir azar manası ihtiva ettiğini de anlamıştır. Ashâb-ı kiramdan da herhangi bir kimse onun bu anlayışına karşı tepki göstermemiştir. İşte bu âyet-i kerimenin de bu türden olması mümkündür. Gerçekten bu açıklama nefis bir açıklamadır ve bu yolla anlaşılması zor ve içinden çıkılamaz durum ortadan kalkmakta, kapalılık diye birşey kalmamaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 20Îman edip de hicret edenlerin, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenlerin Allah katında dereceleri daha büyüktür. İşte umduklarını elde edenler de onların ta kendileridir. Yüce Allah'ın: " Îman eden... ler" âyeti, mübtedâ olarak ref mahallindedir. Haberi ise "Allah katında dereceleri daha büyüktür" anlamındaki âyettir. " Derece ise, beyân (temyîz) olarak nasb edilmiştir. Yani onlar hacılara su vermek ve Mescid-i Haramı imar etmekle övünenlerden daha üstün derecededirler. Kâfirlerin Allah nezdinde bir dereceleri yoktur ki, mü’minin derecesi daha büyüktür, demek sözkonusu olabilsin. Maksat, onların Mescidi imar etmek ve hacılara su vermek sebebiyle kendilerinin bir dereceye ve üstünlüğe sahip olduklarını varsaydıklarıdır. Yüce Allah da -onların bu varsayımları yanlış ve hata olmakla birlikte- kendilerince zannettikleri kanaate uygun olarak onlara hitap etmiştir. Nitekim yüce Allah'ın: "O günde cennetliklerin karargâhları daha hayırlıdır..." (el-Furkan, 25/24) âyetine benzemektedir. (Yani, bundan cehennemliklerin karargâhlarında da hayır olduğu manası anlaşılmaz). "Dereceleri daha büyüktür" âyetinin, derece sahibi olan herkesten daha büyüktür, anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani, en üstün meziyet ve mertebe onların olacaktır. "İşte umduklarını" böylelikle "elde edenler de onların tâ kendileridir." 21Rabbleri onları katından bir rahmet, hoşnutluk, içlerinde kendilerine ait tükenmez nimetler bulunan cennetler ile müjdeler. 22Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar. Muhakkak ki Allah katında büyük bir mükâfat vardır. "Rableri onları... müjdeler." Yani, dünyada kendilerine, âhirette kendileri için hazırlanmış bulunan pek büyük mükâfatı ve kalıcı nimetleri bildirir. "Nimetler (naim)" ise, rahat ve yumuşak yaşayış demektir. "Ebediyyen kalıcıdırlar" anlamındaki; hal olarak nasbedilmîştir. Hulûd (ebedi kafiş ) ise devamlı ikamet etmek demektir. "Muhakkak ki Allah katında büyük bir mükâfat vardır." Yani, yüce Allah lütuf ve ihsan yurdunda onlar için bu mükâfatları hazırlamıştır. 23Ey Îman edenler! Eğer küfrü Îmandan sevimli bulurlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veli edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, onlar zâlimlerin tâ kendileridirler. Bu, âyet-i kerimenin zahirinden anlaşıldığına göre bütün mü’minlere yönelik bir hitaptır. Ve âyet-i kerimenin mü’minlerle kâfirler arasındaki velayet (dostluk) bağını koparmak bakımından Kıyâmete kadar hükmü bakidir. Bir kesime göre bu âyet-i kerîme, hicrete ve küfür diyarını (orada kalmayı) redde teşvik sadedinde nâzil olmuştur. Buna göre hitab Mekke'de ve Mekke dışında (henüz dar-ı İslâm kapsamına girmemiş) Arap topraklarında yaşayan mü’minlere bir hitaptır. Onlara babalarını ve kardeşlerini veli edinerek kâfirlerin topraklarında kalmaya devam ederek onlara tabi olmamaları emredilmektedir. "Eğer küfrü imandan sevimli bulurlarsa" yani, küfrü sevecek olurlarsa. İşte böylelerine itaat etmeyin ve onlara özel bir konum vermeyin. Yüce Allah.'ın özellikle babaları ve kardeşleri sözkonusu etmesi, bunlardan daha yakın bir akrabanın bulunmayışından dolayıdır. Yüce Allah; "Ey îman edenler, yahudi ve hıristiyanları veli edinmeyin" (el-Mâide, 5/51) âyetinde, diğer insanları veli edinmeyi reddettiği gibi, bu yakın akrabalar arasında da (îman bağı olmadığı takdirde) dostluk ve velilik bağını reddetmektedir. Böylelikle asıl yakınlığın, akrabalığın, bedeni yakınlık ve akrabalık değil de din akrabalığı olduğunu beyan etmektedir. Sufîlerin okudukları şu beyitler de bu kabildendir: "Diyorlar ki bana, işte sevdiklerinin yurduna yaklaştık. Sense hâlâ kederlisin. Şüphesiz ki bu şaşılacak bir şey! Dedim ki: Yurdun yakın olmasının faydası ne; Eğer kalpler arasında bir yakınlık yoksa? Yurdu uzak nice kimse vardır ki, muradına ermiştir ve bir başkası ise Hemen yanı başındaki komşusu olduğu halde kederinden ölmüştür," Bu âyet-i kerimede "çocuklar" sözkonusu edilmemiştir. Çünkü İnsanların çoğunluğunda görülen durum şu ki, çocuklar da babalarına tabidirler. İyilik yapmak ve hibe gibi bağışlarda bulunmak İse, veli edinmekten istisna edilmiştir. Nitekim Hazret-i Esma; Ey Allah'ın Rasûlü, annem müşrik olarak (kendisine iyilik yapmamı) umarak yanıma geldi. Ben, onun yakınlığını gözeteyim mi? diye sormuş, Hazret-i Peygamber de: "Annene yakınlık göster" diye buyurmuştur. Bu hadisi de Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Hibe 29, Cizye 18, Edeb 8; Müslim, Zekât 50; Ebû Davüd, Zekât 34; Müsned, VI, 344, 347, 355. "İçinizden kim onları veli edinirse, onlar zâlimlerin tâ kendileridir." İbn Abbâs der ki: O da onlar gibi bir müşrik olur. Çünkü, kim şirke razı olursa o da müşriktir. 24De ki: "Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, elinize geçirdiğiniz mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden meskenler, size Allah'tan, Rasûlünden ve O'nun yolundaki cihaddan daha sevimli ise, o halde Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Mekke'den Medine'ye hicret etme emri verilince, kişi babasına, baba oğluna, kardeş kardeşine, koca hanımına: Bize hicret etme emri verildi, demeye başladı. Onlardan kimisi hicret etmekte elini çabuk tuttu. Kimisi hicret etmeyi kabul etmeyerek şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, eğer hicret yurduna çıkıp gitmeyecek olursanız size hiçbir faydam dokunmaz ve size en ufak bir şey harcamam. Kimisine de hanımı ve çocuğu asılıp duruyor, ona Allah aşkına gitme, biz senden sonra kaybolur gideriz diyordu, Onlardan kimisi rikkate gelir, bundan dolayı hicret etmekten vazgeçer onlarla birlikte kalırdı. Bunun üzerine: "Ey îman edenler! Eğer küfrü Îmandan sevimli bulurlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veli edinmeyin" âyeti nâzil oldu. Yani, eğer onlar Mekke'de küfür üzere kalmayı Allah'a Îman edip Medine'ye hicret etmeye tercih edecek olurlarsa, onları veli edinmeyin demek istemektedir. "İçinizden", bu âyet-i kerimenin nüzulünden sonra "kim onları veli edinirse onlar zâlimlerin tâ kendileridirler." Daha sonra da geri kalarak hicret etmeyenler hakkında da: "De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz" âyeti indi. Aşiret, on ve daha fazla bir topluluk gibi bir topluluğun tek bir akde bağlı bulunan cemaat demektir. Belli bir şey etrafında toplanmak demek olan "muaşeret" de buradan gelmektedir. "Elinize geçirdiğiniz mallar" Mekke'de kazanmış olduğunuz mallar demektir. Bu kelime aslında birşeyi bir yerden kesip başka bir yere alıp götürmek hakkında kullanılır. "Durgunluğa uğramasından korktuğunuz ticaret... Allah'tan... daha sevimli ise..." İbnü'l-Mübarek der ki: Durgunluğa uğramasından korkulan ticaret, evde kalan ve onlara talip bulunmayan kızlar ve kızçocuklar demektir. Nitekim şair şöyle demektir: "Fakirlikten dolayı kavimleri arasında durgun kaldılar (onlara talip çıkmadı). Benim de orada kalışım (ya da; konumum) o kızların durgunluklarını (onlara talip çıkmayışım) daha da arttırdı." "Ve hoşunuza giden meskenler" orada yaşamaktan hoşlanacağınız evler "size, Allah'tan... daha sevimli ise..." bunları, Allah yolunda ve Medine'de bulunan Rasûlüne hicret etmekten daha çok seviyorsanız... demektir. "Daha sevimli" kelimesi, "... idi." nin haberidir. Kur'ân-ı Kerîm dışındaki konuşmalarda mübtedâ ve haber cümlesi olarak; ‘in merfu' olması mümkündür. Bu durumda (........)'in ismi de onda mahzuf kabul edilir. Şair Sîbeveyh şöyle bir beyit nakletmektedir: "Ben öldüm mü insanlar iki grup olur: (Biri) sevinir, Diğeri ise yaptıklarımdan övgü ile söz eder." Yine şöyle bir beyit nakletmektedir: "Ona ulaşacak olsam odur derdimin şifası Fakat o, derdin şifasını karşılıksız bağışlayan birisi değildir." Âyet-i kerimede Allah ve Rasûlünü sevmenin vücubuna delil vardır. Zaten bu hususta ümmet arasında hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Onlara duyulan sevginin her sevilenden önce geldiği hususunda da görüş ayrılığı yoktur. Yüce Allah'ı ve O'nun Rasûlünü sevmenin anlamına dair açıklamalar daha önceden (Âl-i İmrân, 3/31) âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "... ve O'nun yolundaki cihaddan... bekleyedurun" âyeti, emir kipidir, fakat tehdit anlamını ihtiva etmektedir. Bekleyin, demektir, "Allah'ın emri gelinceye kadar" Allah'ın Savaş emri ve Mekke'nin fethi gerçekleşinceye kadar demektir, bu açıklama Mücahid'den nakledilmiştir, el-Hasen ise: Dünyada ya da âhirette gelecek bir cezayı bekleyin diye açıklamıştır. "Ve Onun yolundaki cihaddan" âyetinde cihadın faziletine, onun nefsin rahatına, nefsin aile ve mala bağlılığına tercih edileceğine delil vardır. Sûrenin son taraflarında cihadın faziletine dair açıklamalar gelecektir, en-Nisa Sûresi'nde (4/100. âyetin tefsirinde) hicretin hükümlerine dair yeteri kadar açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun. Sahih hadiste de şöyle buyrulmaktadır: "Şüphesiz ki şeytan Âdemoğluna karşı üç yerde oturmuş (pusu kurmuş)dur. Ona karşı İslâm'a giden yolda oturmuş ve ona: Niçin kendi dinini ve atalarının dinini bırakıyorsun? demiştir. Kişi ona muhalefet ederek İslâm'a girer. Yine şeytan ona karşı hicrete giden yolda oturur ve ona: Malını ve aileni mî bırakacaksın, der. Kişi ona muhalefet eder ve hicret ettikten sonra bu sefer cihada giden yolda ona karşı oturur ve ona şöyle den Sen cihad edeceksin ve öldürüleceksin. Hanımını başkası nikâhlayacak, malın ise paylaştırılacak. Kişi bu hususta da ona muhalefet eder ve cihad ederse, artık Allah'ın onu cennetine koyması Allah üzerindeki bir hakkıdır." Bu hadisi Nesâî Sebere b. Ebi Fâkih yoluyla rivâyet etmiştir. Sebere dedi ki: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Muhakkak şeytan..." deyip hadisi nakletmektedir. Nesâî, Cihâd 19; Müsned, III, 483. Buhârî: "(Sebere b. Ebi Fâkih değil de) Sebere b. el-Fâkih diye ismini anmakta ve bu hususta herhangi bir görüş ayrılığını sözkonusu etmemektedir. Müsned, III, 483'te: "Sebre b. Ebî Fâkih" diye; Tirmizî, Tahâre 23'te: "İbnu'l-Fâkih" diye kaydetmektedir, İbn Hacer, Tekzib, III, 393'te: "İbnu'l-Fakih, İbn Ebi'l-Fakih, İbnu'l-Fükihe ve İbn Ebi'l-Fâkihe" şekillerinin zikredilmiş olduğunu belirtmektedir İbn Ebi Adiy de der ki: İbnü'l-Fakih de İbn Ebi Fakih de denilmektedir. 25Yemin olsun ki, Allah bir çok yerde ve Huneyn gününde size yardım etmiştir. Hani çokluğunuz sizi böbürlendirmişti de bunun size hiçbir faydası olmamıştı. Yeryüzü genişliğine rağmen başınıza dar gelmişti. Nihayet arkanızı çevirip gitmiştiniz. Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: 1. Huneyn Gazvesi ve Allah'ın Yardımı: Yüce Allah 'in: "Andolsunkl Allah bir çok yerde... bize yardım etmiştir" âyeti ile ilgili olarak şunları nakledelim: Hevazinlilere Mekke'nin fethedildiği haberi ulaşınca, Nasr b. Mâlikoğullarına mensup olan ve ordu kumandanlığı elinde bulunan Mâlik b. Avf en-Nasrî, Hevazinlilerî bir araya topladı. Kâfirlerle birlikte mallarını, davarlarını, kadın ve çocuklarını da Savaş alanına sürdü. Bununla askerlerin kendilerini daha iyi koruyacaklarını ve böyle bir durumda Savaş esnasında daha bir güç ve gayrete geleceklerini zannetmişti. el-Hasen ve Mücahide göre sekizbin kişi idiler. Hevazin ve Sakiflilerin (toplamı) dörtbin kişi oldukları da söylenmiştir. Hevazinlilerin başında Mâlik b. Avı, Sakiflilerin başında ise Kinâne b. Abd bulunuyordu. Hep birlikte Evtâs denilen (ve Huneyn vakasının cereyan ettiği) yere konakladılar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da Eslemli Abdullah b. Ebi Hadred'i gözcü olarak göndermişti. Abdullah, Hazret-i Peygambere geri dönerek gördüklerini haber verdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da üzerlerine yürümeyi kararlaştırdı. Safvan b. Umeyye b. Halef el-Cumahî'den, bir görüşe göre yüz, bir diğer görüşe göre de dortyüz zırh emanet aldı. Rabia el Mahzûmî'den otuz ya da kırkbin (dirhem) borç aldı. Dönüşünde de o borçlarını ona ödedi. Daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle dedi: "Allah aileni de malını da mübarek kılsın. Borcun karşılığı vaktinde ve eksiksiz olarak ödenmesi ve bundan dolayı da övgü (teşekkür) dür." Bu hadîsi İbn Mâce Sünen'inde rivâyet etmiştir. Nesâî, Buyû’ 97; İbn Mâce, Sadakat 16; Müsned, IV, 36. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), onbini Medine'den kendisi ile birlikte gelenlerden, iki bini de Mekke'nin fethi günü müslüman olanlardan olmak üzere - ki bunlara Tulakâ denilir- toplam oniki bin müslüman ile yolda Süleym, Kilaboğulları, Abs ve Zübyanlı bedevilerden kendilerine katılanlarla birlikte yola çıktı. Mekke'ye Attâb b. Esid'i vali olarak tayin etti. Hazret-i Peygamberin Evtas'a gidişi esnasında bedevi Arapların cahilleri yeşil bir ağaç gördüler. Cahiliye döneminde onların Zâtu Envât diye adlandırılan meşhur bir ağaçları vardı. Kâfirler yılın belli bir gününde o ağacın yanına gider onu tazim ederlerdi. İşte bu cahil bedeviler: Ey Allah'ın Rasûlü, bunların Zatu Envatları olduğu gibi sen de bize böyle bir Zatu Envât yap dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Allahu ekber, nefsim elinde olana yemin ederim ki, Mûsa'nın kavminin ona: Onların ilahları olduğu gibi sen de bize bir ilâh yap dedikleri gibi dediniz, O da kendilerine: Şüphesiz siz cahillik eden bir kavimsiniz, demişti. İki okun tüyleri nasıl aynı hizada iseler, yemin ederim ki, siz de öylece sizden öncekilerin yollarını izleyeceksiniz. Hatta onlar bir keler deliğine girecek olsalar, siz de ondan gireceksiniz." Tirmizî, Fiten 18; Müsned, V, 218. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Huneyn vadisine varıncaya kadar yola devam etti. Huneyn, Tihame bölgesi vadilerinden birisidir. Hevazinliler vadinin her iki yanında pusuya yatmışlardı. Sabahın yeni aydınlandığı bir sırada Hevazinliler, tek bir kişiymişçesine müslümanlara bir hamle yaptılar. Müslümanların büyük bir çoğunluğu geri çekildi ve kimse kimseye dikkat edemez oldu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve beraberinde Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ömer, ayrıca Ehl-i Beytinden de Hazret-i Ali ile Hazret-i Abbas, Ebû Süfyan b. el-Haris b. Abdulfnuttalib ve onun oğlu Cafer ile Usame b. Zeyd, Eymen b. Ubeyd -ki bu Huneyn günü şehid düşmüş olup Um Eymen'in oğludur- Rabia b. El Haris ve el-Fadl b. Abbas da beraberinde sebat gösterdiler. Cafer b. Ebi Süfyan yerine Kuşem b. el-Abbas da zikredilmiştir İşte bu on kişi Hazret-i Peygamberin yanından ayrılmadılar. Bundan dolayı Hazret-i Abbas şöyle demiştir: "Savaşta Allah Rasûlüne yardım ettik, dokuz kişi Onun yanından kaçıp dağılanlar da kaçıp gitti Onuncumuz ise takdir gereği ölümle buluştu Allah yolunda kendisine isabet eden sebebiyle hiç sızlanmaksızın." Sebat edip dağılmayanlar arasında beline bir kuşak bağlamış, Ebû Talha'ya ait bir deveyi yakalamış, elinde de bir hançer bulunduğu halde Um Suleym de vardı. Ne Resûlüllah, ne de bu sözü geçenlerden herhangi bir kimse geri çekilmedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Düldül adındaki beyaz katın üzerinde idi. Müslim'in Sahih'inde Enes'den rivâyete göre Hazret-i Abbas şöyle demiş: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın katınnın dizginlerini yakalamış, hızlanmasını istemediğimden engellemeye çalışıyordum. Ebû Süfyan da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın (katırının) dizginlerini yakalamıştı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ey Abbas, Ey (altında Rıdvan bey'atinin yapıldığı) Semura ağacı altında bey'at edenler! diye seslen" diye buyurdu. Bunun üzerine Hazret-i Abbas -ki, sesi gür birisi idi. Sesinin gürlüğünden ötürü bir gün Mekke'ye baskın yapılmış ve sabah baskını diye seslenmiş, sesini işiten hamile her kadın karnındaki yavrusunu düşürmüştü- dedi ki: Ben de sesimin çıkabildiği kadar; Nerede Semura ağacı altında bey'at edenler diye seslendim. Allah'a yemin ederim, benim sesimi işittikleri vakit, onların gelişleri âdeta bir ineğin yavrularına gelişi gibi idi. Hep birlikte: Lebbeyk lebbeyk dediler. Ve sonra da kâfirlerle birlikte Savaşa tutuştular... Hadisin devamında şu ifadeler de vardı; Sonra, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) birkaç çakıl taşı aldı ve onları kâfirlerin yüzlerine doğru fırlattı. Daha sonra da: "Muhammed'in Rabbi hakkı için onlar bozguna uğradılar" diye buyurdu. (Hazret-i Abbas devamla) buyurdu ki: Ben, Savası seyretmeye koyuldum, gördüğüm kadarıyla eski halinde devam ediyordu. Fakat onlara çakıl taslarını atması ile birlikte onların keskin silahlarının körelmiş olduğunu (yani güçlerinin zayıfladığını) ve artık geri çekildiklerini gördüm. Müslim, Cihâd 76; Müsned. I, 207. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Müşriklerden İslâm'a girip Huneyn'de hazır bulunup sonradan müslüman olmuş birisinden çeşitli yollardan rivâyetimize göre -Huneyn'e dair kendisine soru sorulması üzerine- bu kişi şöyle demiştir: Müslümanlarla karşılaştık. Çabucak onları geri çekilmek zorunda bıraktık ve beyaz bir katır üzerine binmiş bir adamın yanına varıncaya kadar onların arkasından gittik. O bizi görünce, bizi şiddetle azarladı ve öfkeyle bağırdı. Sonra da avucuna birkaç çakıl ve biraz toprak alıp onu attı ve: "Yüzler çirkinleşsin, tanınmaz olsun" diye buyurdu. O çakıl ve topraktan kendisine birşeyler girmedik bir göz kalmadı; topuklarımızın üzerinde gerisin geri dönmekten kendimizi alamadık. Saîd b. Cübeyr de der ki: Bize, Huneyn günü müşrikler arasında bulunan bir adam anlatarak dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbı ile karşılaştığımızda, önümüzde bir koyun sağacak kadar bir süre dahi duramadılar. Nihayet beyaz katır üzerinde bulunan adamın yanına vardık. -Bununla Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kastetmektedir- Beyaz ve güzel yüzlü yiğitler karşımıza çıktılar, bizlere: Yüzler tanınmaz hale gelsin, çirkinleşsin, geri dönün, dediler. Biz de geri döndük, onlar ise âdeta omuzlarımıza binmişlerdi. İşte o vakit olan oldu. Bununla melekleri kastetmektedir. Derim ki: rivâyetler arasında herhangi bir tearuz (çatışma) sözkonusu değildir. Çünkü, "yüzler tanınmaz hale gelsin" ifadesinin hem Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından, hem de melekler tarafından söylenmiş olması İhtimali vardır. Ve bu, meleklerin Huneyn günü çarpıştıklarının da delilidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ali (radıyallahü anh), Huneyn günü kendi eliyle kırk kişi öldürdü. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da (yani bu gazada) dört bin kişiyi -altıbin kişi de denilmiştir- ashâb aldı ve miktarları bilinmeyecek kadar çok ganimetler dışında oniki bin de deve ganimet aldı. 2. Seleb, Devlet Başkanının Raiyyesinden Ödünç Alması, Esirler, Ganimetler: İlim adamları bu gaza ile ilgili olarak derler ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kim üzerinde onu öldürdüğüne dair bir delili bulunmak suretiyle birisini öldürdüğünü ispatlarsa, o öldürdüğü kişinin selebi öldürene aittir" diye buyurmuştur. Bu hadis, daha önce, el-Enfal, 8/41. ayet 4. başlıkta geçmişti. Kaynaklar için oraya bakılabilir. el-Enfal Sûresi'nde (8/41. âyet, 4. başlıkta) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. İbnu'l-Arabî der ki: İşte bu incelik ve başka özellikleri dolayısıyla Kur'ân ahkâmına dair eser yazan ilim adamları bu âyet-i kerimeyi ahkâm âyetleri arasında zikretmişlerdir. Derim ki: Yine Huneyn gazvesinde Hazret-i Peygamberin uygulamalarından, ariyet olarak silah almanın ve eğer benzeri bir İş için ariyet alınması alışılan bir şey ise, o yolda o ariyet alınan şeyden faydalanmanın câiz olduğu, İmâmın böyle bir şeye ihtiyaç duyması halinde borç alıp bunu bilahare sahibine geri vermesinin câiz olduğu da anlaşılmaktadır. Safvan'dan, ariyet alma ile ilgili hadis bu konuda aslî bir dayanaktır. Yine bu gazada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "(Ashâb olarak alınan) hamile herhangi bir kadın doğum yapmadıkça hamile olmayan da bir defa ay hali olmadıkça onunla ilişki kurulmaması" emrini vermiştir. Ebû Dâvûd, Nikâh 44; Tirmizî, Siyer 15; Dârimî, Talâk 18; Müsned, III, 62, 87. İşte bu da kadının için ashâb alınmasının, -nikâhlı ise-, nikâhını hükümsüz kıldığının delilidir. Buna dair yeterli açıklamalar daha önce en-Nisa Sûresi'nde (4/24. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Mâlikin rivâyet ettiği hadise göre Safvan kâfir olduğu halde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte gazaya çıkmış ve o, Huneyn ve Taifde hazır bulunmuştu. Hanımı da o sırada müslüman olmuştu... Muvatta’'", Nikâh 44. Mâlik der ki: Ancak bu, (Safvân, gazaya çıkışı) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emri ile olmamıştı. Ben -hizmetçi ya da deniz tayfası olmaları hali müstesna- müşriklere karşı müşriklerin yardımının alınabileceği görüşünde değilim. Ebû Hanîfe, Şâfiî, es-Sevrî ve el-Evzaî de derler ki: Eğer galip gelen İslâm'ın hükmü ise bunda bir mahzur yoktur. Üstün gelen şirkin hükmü ise, onların yardımını almak mekruhtur. Bunlara (ganimetten) pay verilmesine dair açıklamalar da el-Enfal Sûresinde (8/41. âyet, 20. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Huneyn gününde" âyetinde sözü edilen "Huneyn", Mekke ile Taif arasında bir vadidir. Bu kelime burada müzekker bir isim olduğundan dolayı munsarıf gelmiştir. Kur’ân'ın kullanımı bu şekildedir. Araplar arasında bunu o yerin ismi kabul ederek munsarıf olarak kullanmayanlar da vardır. Şair şöyle demiş: "Peygamberlerine yardım ettiler ve onun gücüne güç kattılar, Huneyn'de. O kahramanların güçlerinin zayıfladığı günde." Âyet-i kerimede geçen ve "gün" anlamına gelen; kelimesi ise, zarftır. Burada bu kelime: "Ve O Huneyn gününde size yardım etti" anlamında olmak üzere nasb edilmiştir. el-Ferrâ' der ki Burada el-Ferrâ''nin ifadeleri pek sağlıklı bir şekilde nakledilmemiş. Bu ifadeler aynen, en-Nehhâs, Î'rabu'l-Kur'ân, II, ll'den nakledilmiştir. el-Ferrö; bu kelimenin gayr-i munsarıf olduğunu söylerken, gerekçe olarak, ortada bulunan eliften ve sonra ikişer harfin bulunmasını göstermekte ve buna: Mesürid: mescidler, temâsfl; tünsâtlcr gibi kelimeleri örnek göstermekte ve açıklamalarını sürdürmektedir. Bk. el-Ferrâ', Meâni'l-Kur'ân, I, 428.: "Yer (ler) de" kelimesinin munsarif olmayışı, bu kelimenin tekil halinde benzerinin bulunmaması ve bunun da çoğulunun olmaması dolayısıyladır. Şu kadar var ki şair kimi zaman mecbur kalarak bunun çoğulunu getirebilir. Fakat şiirde kullanılabilen herbir şeyin normal konuşmada kullanılması doğru olmayabilir. Daha sonra da (buna şu mısraı) Örnek gösterir: "Onlar (o atlar dizginlerinin) demirlerini çiğnemeye çalışıyorlar." en-Nehhâs der ki: Ben Ebû İshâk'ın bu ifadelerden hayrete düştüğünü ve şöyle dediğini gördüm: el-Ferrâ' bu hususta el-Halil'in görüşünü benimsemiş ve bu konuda hata etmiştir. Çünkü, el-Halil bu hususta şöyle demektedir: Bunun munsarıf olmayışı tekiller arasında benzerî bulunmayan bir çoğul oluşundan ve cem'i teksir (kırık çoğul) ile çoğul yapılmayışından dolayıdır, "Elif" ve "te" ile çoğul yapılmasının ise bir mahzuru yoktur. "Hani çokluğunuz sizi böbürlendirmişti de..." âyeti ile ilgili olarak denildiğine göre, oniki bin kişi idiler, onbirbin beşyüz kişi oldukları söylendiği gibi onalti bin kişi oldukları da söylenmiştir. Onlardan kimileri: Bugün sayıca az olduğumuzdan dolayı asla yenik düşmeyiz, demişlerdi. Bu sözleri dolayısıyla ilâhî yardımdan mahrum bırakıldılar. Bunun sonucunda açıkladığımız şekilde işin başında bir bozgun yaşandı ve bu, geri döndükleri zamana kadar devam eni. Sonunda resullerin efendisinin bereketiyle yardım ve zafer müslümanların oldu. İşte yüce Allah bu âyet-i kerimede galibiyetin çoklukla değil, ancak Allah'ın yardımı ile gerçekleşeceğini açıklamaktadır. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Ve eğer sizi yardımsız bırakırsa O'ndan başka size yardım edecek kimdir?" (Âl-i İmrân, 3/160). 5. Başlarına Dar Gelen Yeryüzü; "...Yeryüzü genişliğine rağmen başınıza dar gelmişti" yani, korkudan dolayı bu hale düşmüştünüz. Nitekim şair şöyle demektedir: "Korku içerisinde ve takip edilen bir kimse için uçsuz bucaksız olduğu halde Allah'ın toprakları; âdeta bir avcının ipi kadar bir yerdir." " Genişlik" demektir. Bu kökten olmak üzere; "Filanın kalbi geniştir," denilir. "Ra" harfi üstün olarak; ise geniş olan demektir. Bu sekile uygun olarak. Geniş yurt ve geniş arazi," Geniş oldu, geniş olur, geniş olmak"; denilir. "Rağmen" kelimesindeki “be" harfinin "beraber" anlamına gelen; ile aynı anlamda olduğu söylendiği gibi; Rağmen anlamına geldiği de söylenmiştir. Bunun, Genişliği ile anlamında olup, nin mastariye olduğu da söylenmiştir. 6. Savaşın Başlangıcında Müslümanların Geri Çekilmeleri: Müslim, Ebû İshâk'tan şöyle dediğini rivâyet eder: Bir adam el-Berâ (b. Âzib)'in yanına gelerek şöyle dedi: Ey Umâre'nin babası, Huneyn günü geri kaçunız mıydı? O, şöyle dedi: Şehadet ederim ki, Allah'ın Peygamberi -Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun- asla geri çekilmedi. Fakat şu kadar var ki, insanlar arasında aceleci olanlar ile pek silahı bulunmayan kimseler, Hevazinlilerden şu kabilenin karşısına çıktılar. Hevazinliler İse İyi ok atan bir kavimdiler. Âdeta bir çekirge sürüsünü andırıyorlardı. Bundan dolayı (müslümanların arasında bulunanlar) geri çekildiler. Sonra da o geri çekilenler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına -Ebû Süfyan onun katırının dizginlerini tutmuş olduğu halde- geri döndüler. Hazret-i Peygamber katırından indi, dua etti ve Allah'tan yardım dileyerek: "Ben Peygamberim, bunda yalan yoktur. Ben, Abdulmuttalib'in oğlu (torunu) yum. Allah'ım, yardımını bize indir." el-Berâ der ki: Allah'a yemin ederim biz, Savaş kızıştığında onunla -Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ı kastediyor- (onu siper edinerek) korunurduk. Aramızdan (bize göre) onunla aynı hizada duran kişiyi kahraman kabul Müslim, Cihad 79, ayrıca bk. 78, 80, 81; Buhârî, Meğazî, 54 (kısmen). ederdik. 26Sonra Allah, Rasulüne ve mü’minlere sekînetini indirmiş, görmediğiniz ordular da indirmiş ve kâfirleri azaplandırmıştı. Kâfirlerin cezası İşte budur. 27Sonra Allah, bunun ardından dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah bağışlayıcıdır, rahmet edicidir. 7. Bozgundan Sonra Gelen Allah'ın Sekineti; "Sonra Allah, Rasûlûne ve mü’minlere sekinetini indirmiş,.." Yani, Allah onların üzerlerine kendilerine sükûn verecek, korkularını giderecek şeyi indirmiş ve nihayet geri dönüp kaçtıktan sonra müşriklerle Savaşma cesaretini bulmuşlardı. "Görmediğiniz ordular da indirmiş", âyetinde kasıt meleklerdir. Melekler, mü’minlerin kalplerine bıraktıkları düşünceler ve sebat ile mü’minleri güçlendiriyor, kâfirleri de kendilerini göremedikleri bir yerden korkutarak ve Savaşsız olarak zayıf düşülüyorlardı. Çünkü melekler Bedir günü dışında herhangi bir Savaşta fiilen çarpışmamışlardır. Rivâyete göre Nasroğullarından bir adam, Savaştan sonra mü’minfere şöyle demiş: O ablak atlar ve üzerlerindeki beyaz adamlar nerede? Biz onlar arasında ancak bir ben'i andırıyorduk. Ve biz ancak onların elleriyle öldürüldük. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’a bu hususu haber verdiklerinde: O da: "Onlar meleklerdi" diye buyurdu. "Ve kâfirleri” kılıçlarınızla "azaplandırmıştım. Kafirlerin cezası İşte budur. Sonra Allah bunun ardından dilediğinin tevbesini kabul eder." Yani, (müşrikler arasından) bozguna uğrayıp kaçanların tevbesini kabul ederek İslâm'a hidayet bulmalarını sağlar. Huneyn'de kumandan olan Mâlik b. Avf en-Nasrî ve kavminden onunla birlikte İslâm'a girenler gibi. 8. Huneyn Esirlerine ve Ganimetlerine Yapılan Uygulamalar: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Huneyn'de alınan ganimetleri cirâne denilen yerde paylaştırdıktan sonra Hevazinlilerin heyeti ona, kendilerine lütuf ve ihsanda bulunulmasını da arzu ederek, müslüman olarak geldiler ve: Ey Allah'ın Rasûlü, dediler. Şüphesiz ki sen, insanların en hayırlısı, en iyisisin. Bizim çocuklarımızı, kadınlarımızı, mallarımızı almış bulunuyorsun. Hazret-i Peygamber onlara şöyle dedi: "Ben sizin gelmenizi bekledim (yahut halinize acıdım). Paylaştırma işi bitmiş bulunuyor. Benim yanımda da şu gördüğünüz kimseler var. Şüphesiz en iyi söz doğru olanıdır. Siz, ya çoluk çocuğunuzu seçiniz, yahut da mallarınızı." Onlar: Bize göre akrabalık bağına denk hiçbirşey yoktur, dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber hutbe İrad etmek üzere kalkıp şöyle dedi: "Bunlar, İslâm'a girmiş olarak bize geldiler. Biz de onları serbest bıraktık. Onlar ise akrabalığa denk hiçbirşey olmayacağını söylediler. Ve böylelikle çoluk çocuklarının kendilerine geri verilmesine razı oldular. Bana, Abdulmuttaliboğullarına ve Haşimoğullarına düşen ne varsa hepsi onlarındır." Bunun üzerine Muhacirler ve Ensar da: Bize de ne düşmüşse, o da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'indir dediler, el-Akra' b. Habis ile Uyeyne b. Hısn da kendi kavimleri arasında kavimlerinin paylarından kendilerine düşenlerden herhangi bir şeyi Hevazinlilere geri vermek istemediler. el-Abbas b. Mirdas es-Sülemî de aynı şekilde payına düşenleri geri vermek istemeyip, Akra' ile Uyeyne'nin kavimlerinin desteklerini aldığı gibi, kavminin kendisine de yardımcı olacağını umud etti. Ancak, Süleymoğulları bunu kabul etmeyerek şöyle dediler: Hayır, bize düşen ne varsa o da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ındır dediler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu: "Sizden kim elinde bulunanları geri vermek hususunda cimrilik ederse, şüphesiz ki biz ona onun yerini tutacak şeyler veririz" diye buyurdu. Böylelikle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hevazinlilere kadın ve çocuklarını geri verdi, gönül hoşluğuyla payından vazgeçmek istemeyen kimselere de razı olacakları şekilde yerlerini tutacak başka şeyler verdi. Katade der ki: Bize nakledildiğine göre, Sa'doğullarından Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a süt emzirmîş olan süt annesi, Huneyn günü yanına gelerek Huneyn esirlerini serbest bırakmasını istedi. Hazret-i Peygamberde şöyle buyurdu: "Ben ancak onlardan payıma düşene sahibim. Sen bana yarın gel ve insanlar yanımda iken benden isteğini tekrarla. Ben sana kendi payımı vercek olursam, diğerleri de (sana) kendi paylarını verirler." Ertesi gün Hazret-i Peygamberin yanına geldi. Hazret-i Peygamber elbisesini ona yaydı ve üzerine oturttu. Daha sonra süt annesi ondan isteğini tekrarladı, o da kendi payını ona bağışladı. însanlar bunu görünce, onlar da kendi paylarını ona verdiler. Said b. el-Müseyyeb'in söylediğine göre, Hevazinlilerden ashâb olarak alınan kadın ve çocukların sayısı altibin kişi idi. Dörtbin kişi de denilmiştir. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Bunlar arasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın süt kardeşi Şeyma da vardı. Şeyma, Sa'd b. Bekroğullarından el-Haris b. Abdülüzza ile, yine Sa'doğullarından Halime'nin kızıdır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona ikramda bulunmuş, bağışlarda bulunmuş ve iyilik yapmıştı. Şeyma da kabul ettiği dini ve Allah'ın kendisine ihsan etmiş olduğu bu bağışlardan dolayı sevinçli olarak yurduna döndü. İbn Abbâs der ki: Evtas günü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kadının koşuşup bağırdığını, feryad ettiğini, biryerde karar kılamadığını gördü. Onun halini sordu, kendisine çocuğunu kaybetti denildi. Daha sonra aynı kadını çocuğunu bulmuş öperken ve bağrına basarken gördü. O kadını çağırdı ve arkadaşlarına sordu: "Hiç bu kadın kendi çocuğunu ateşe atar mı?" Hayır dediler. Bu sefer Hazret-i Peygamber: "Niye?" diye buyurunca onlar, çocuğuna olan şefkatinden ötürü dediler. Hazret-i Peygamber de: "Allah bu kadından daha çok size merhametlidir" diye cevap verdi. Müslim de bu hadisi bu manada rivâyet etmiştir. Buhârî, Edeb 18, Müslim, Tevbe 22. Yüce Allah'a hamd olsun. 28Ey Îman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra artık onlar Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten korkarsanız, Allah dilerse sizi yakında kendi lutfundan zenginleştirir. Şüphesiz Allah herşeyi bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir. Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: 1. Müşriklerin Pisliği ve İslâm'a Giren Kâfirin Gusletme Gereği: Yüce Allah'ın: "Ey îman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir" âyeti, mübtedâ ve haberdir. İlim adamları müşriklerin "pislikle nitelendirilmesinin anlamı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Katade, Ma'mer b. Raşid ve başkaları, çünkü o cünüptür. Zira onun cünüplükten yıkanması yıkanma değildir, derler. İbn Abbâs ve başkaları da derler ki: Hayır, onu pis yapan şirkin kendisidir. Hasan-ı Basrî de der ki: Bir müşrikle tokalaşan bir kimse abdest alsın. Bütün görüşler, kâfirin müslüman olması halinde gusletmesinin vacip olması gerektiği doğrultusundadır. Ancak, İbn Abdilhakem vacib değildir, demektedir. Çünkü îslâm kendisinden önce olan şeyleri yıkar. Ahmed ve Ebû Sevr de, İslâm'a giren kâfirin gusletmesinin vacîb olduğunu kabul ederler. Şâfiî ise; vacib olmayıp gusletmesini daha güzel görürüm, demiştir. İbnü’l-Kasım'ın da buna yakın bir görüşü vardır. Mâlik'in de bir görüşüne göre, kâfir gusletmeyi bilmez, demiştir. Onun bu görüşünü İbn Vehb ve İbn Ebi Üveys nakletmişterdir. Sümame ve Kays b. Âsım yoluyla gelen hadis ise bu görüşleri reddetmektedir. Bu iki hadisi de Ebû Hatim el-Bustî, Müsned'inin Sahih’in de İbn Hibbân'ın sahih hadisleri toplamak gayesiyle telif ettiği, "et-Tekâsîmu ve’l-Envâ" adlı eseri. (el-Kettanî, er-Risâletu'l-Mustatrefe, s,20) rivâyet etmiştir. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün Sümâme'nin yolundan geçmiş, o da İslâm'a girmiş. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber onu Ebû Talha'nın bahçesine göndererek gusletmesini emretmiş. O da gusledip iki rekat namaz kılmış. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Arkadaşınızın İslâm'ı gerçekten güzelleşmiş bulunuyor" diye buyurmuş. Müslim de bu hadisi bu manada rivâyet etmiştir. Orada şu ifadeler de yer almaktadır: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Sumâme'yi karşılıksız serbest bırakınca, mescide yakın hurma ağaçlarının bulunduğu bir yere gitmiş ve gusletmiştir. Buhârî, Salat 76, Meğâzî 70; Müslim, Cihad 59; Ebû Dâvûd, Cihâd 114; Nesâî, Tahâre 127; Müsned, II, 246, 304, 452. Ayrıca Kays b. Âsım'a da sidir katılmış su ile gusletmesini emretmiştir. Eğer kâfirin İslâm'a girişi, ergenleşmesinden önce ise, gusletmesi müstehaptır. Buluğa erdikten sonra müslüman olursa, yıkanırken cünüplükten dolayı gusletmeye niyet etmesi gerekir. Bizim ilim adamlarımızın görüşü budur, mezhebimizden anlaşılan da budur. Bununla birlikte, İbn Kasım, kâfir bir kimsenin kalbiyle İslâm'a inanacak olursa, diliyle açıktan şehadet kelimesini getirmeden önce gusletmesini câiz kabul etmektedir. Ancak bu, kıyas bakımından zayıf ve rivâyete muhalif bir görüştür. Çünkü herhangi bir kimse sözü ifade etmedikçe yalnızca niyetle müslüman olmaz. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat'ın îmana dair görüşü budur: Îman, dil ile söylenen bir söz, kalp ile tasdiktir, amel ile de parlaklığı artar. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Güzel söz yalnız O'na yükselir, onu da salik amel yükseltir". (Fâtır, 35/10). 2. Müşrikler Mescidi Haram'a Yaklaşamazlar: "Onun için... artık onlar mescidi harama yaklaşmasınlar" âyetindeki yaklaşmasınlar" bir nehiy (yasak) dır. Bundan dolayı fiilin sonundan "nun" harfi hazfedilmiştir. "Mescid-i Haram" ise, bütün Harem bölgesi hakkında kullanılır. Atâ'nın görüşü de budur. Buna göre müşrik olan bir kimseye bütün Harem bölgesine girme imkânı verilmesi haram olur. Onlardan bir elçi bize gelecek olursa, İmâm onun söylediklerini işitmek üzere Harem dışındaki bölgeye çıkar. Müşrik bir kişi eğer gizlenerek Harem bölgesine girecek ve orada ölecek olursa, kabri açılır ve kemikleri o bölgenin dışına çıkartılır. Çünkü onların orayı vatan edinmek hakları da yoktur, oradan geçiş yapma imkânları da yoktur. Mekke, Medine, Yemame, Yemen ve Yemen'deki kasabalar olarak bilinen Ceziretü'l-Arab'a gelince, Mâlik der ki: Bütün bu yerlerden İslâm'dan başka bir dine sahip olan herkes çıkartılır. Bununla birlikte yolculuk kastıyla buralarda gidip gelmelerine engel olunmaz. Şâfiî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- de böyle demektedir. Ancak o, Yemen'i bundan istisna etmiştir. Onlara, böyle bir durumda Ömer (radıyallahü anh)'in onları sürgüne gönderdiği vakit tayin ettiği gibi üç günlük bir süre tayin edilir. Ölülerini orada gömemezler ve Harem bölgesinin dışına çıkmak zorunda bırakılırlar. 3. Kâfirlerin Mescidlere ve Özel Olarak Mescid-i Haram'a Girmelerinin Hükmü: İlim adamları, kâfirlerin mescidlere ve Mescid-i Harama girmeleri hususunda beş ayrı görüşe sahiptirler. Medineliler derler ki: 'Âyet-i kerîme hem diğer müşrikler hakkında, hem diğer mescidler hakkında umumîdir. Nitekim Ömer b. Abdülaziz de valilerine bu doğrultuda talimat yazmış ve yazdığı mektubunda da bu âyet-i kerimeyi (gerekçe olarak) zikretmiştir. Ayrıca bunu, yüce Allah'ın: "Allah'ın yükseltilmelerine ve oralarda kendi adının yadolunmasına izin vermiş olduğu evlerde..." (en-Nûr, 24/36) âyeti de bunu desteklemektedir. Kâfirlerin mescidlere girmeleri ise onların yükseltilmelerine aykırıdır. Müslim'in Sahih'inde ve başkalarında da şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz ki bu mescidler küçük abdest bozmaya ve pislik bırakmaya uygun değildir..." Müslim,Tahâre 100;Müsned,III,191. Kâfir ise bunlardan uzak kalamaz. Yine Hazret-i Peygamber: "Ben, ay hali olan bir kadına ve cünüp olan kimseye mescid (e girmey)i helal kılmam" Ebû Dâvûd, Tahâre 92; İbn Mâce, Tahâre 126. diye buyurmuştur. Kâfir ise cünüptür. Yüce Allah: "Müşrikler ancak bir pisliktir" âyetinde, müşrike "pislik (neces)" ismini vermektedir. O bakımdan müşrik bir kimsenin ya bizzat necis olmasısöz konusudur, yahut hüküm İtibariyle uzaklaştırılması gerekir. Hangisi olursa olsun, müşrikin mescidden uzak tutulması icabeder. Çünkü uzaklaştırılmasının illeti (gerekçesi) olan pislik (necislik), müşriklerde bulunan bir özelliktir. Hürmet (onların oraya girmelerinin yasaklığı ve saygınlık) da mescidde bulunan bir özelliktir. (Pis olmak anlamına gelen) "neces" kelimesinin hem tekili hem çoğulu, hem müennesi hem de müzekkeri aynı gelir. Tesniyesi ve çoğulu yoktur, çünkü mastardır. "Nun" harfi esreli, "cim" harfi de sakin olmak üzere "nics" ise, ancak onunla beraber "rics" kelimesi kullanılırsa kullanılır. Tek başına kullanılacak olursa, "nun" harfi üstün ve "cim" harfi esreli "necis", yahut da "cim" harfi ötreli olmak üzere "necüs" denilir. Şâfiî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Âyet-i kerîme diğermescidlerhakkında umumî ve Mescid-i Haram hakkında da hususîdir. Müşriklerin diğer mescidlere girmelerine engel olunmaz. Bu görüşü ile yahudi ve hıristiyan kimsenin sair mescidlere girmesini mübalı kılmaktadır. İbnü'l-Arabî der ki: Bu, onun yalnızca âyetin zahirinden anlaşılan çerçevesinde donuklaştığını göstermektedir. Çünkü yüce Allah'ın: "Müşrikler ancak bir pisliktir" âyeti, illetin müşrik olmak ve necis olmak olduğuna dikkat çekmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) müşrik olduğu halde Sumâme'yi mescide bağlamıştır denilecek olursa, böyle diyene şu cevap verilir: Bizim ilim adamlarımız, bu hadis hakkında -sahih olmakla birlikte- birkaç türlü cevap vermişlerdir ki, bunlardan birisi şudur: Bu olay âyet-i kerimenin nüzulünden önce olmuştur. İkinci cevap: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Sumâme'nin müslüman olduğunu bildiğinden dolayı onu oraya bağlamıştır, Üçüncü cevap: Bu husus muayyen bir meseledir. O bakımdan bizim sözünü ettiğimiz delillerin bu gerekçe ile reddedilmemesi gerekir. Çünkü bu genel bir kaidenin hükmü hakkında sadece kayıtlayıcı bir özelliğe sahiptir. Şöyle de denilebilir: Hazret-i Peygamberin onu mescide bağlaması, müslümanların güzel bir şekilde namaz kıldıklarını ve namaz için toplandıklarını, onların mesciddeki oturuşlarındaki güzel adaplarını görüp bunlarla islâm'a ısınması ve müslüman olması içindi. Nitekim de böyle olmuştur. Şöyle demek de mümkündün Onların böyle bir kimseyi mescidin dışında bağlıyabilecekleri bir yerleri yoktu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ebû Hanîfe ve arkadaşları ise derler ki: Yahudilerle Hıristiyanların Mescid-i Harama da başkasına da girmelerine engel olunmaz. Mescid-i Haram'a yalnızca müşrikler ve puta tapıcıların girmeleri engellenilir. Ancak zikrettiğimiz âyet-i kerîme ve diğer hususlar bu görüşü reddetmektedir. el-Kiyâ et-Taberî der ki: Zınımi bir kimsenin Ebû Hanîfe'ye göre ihtiyacı bulunmaksızın diğer mescidlere girmesi caizdir. Şâfiî de; bu hususta ihtiyaç nazarı itibara alınır, der. İhtiyaç duyulması halinde Mescid-i Harama girmek de câiz olur. Atâ b. Ebi Rebah der ki: Bütün Harem bölgesi kıbledir ve mesciddir. O bakımdan müşriklerin Harem bölgesinin içerisine girmelerine engel olunur. Çünkü yüce Allah: "Bir gece kulunu Mescidi Haramdan... götürenin şanı ne yücedir" (el-İsra, 17/1) diye buyurmaktadır. Hazret-i Peygamberin İsra'ya götürülmesi ise Um Hâni'nin evinden gerçekleşmişti. Katade der ki: Mescid-i Haram'a hiçbir müşrik yaklaşamaz. Ancak cizye ödeyen bir kimse, yahut müslümana ait kâfir bir köle olması hali müstesnadır. İsmail b. İshâk şu rivâyeti nakleder: Bize, Yahya b. Abdulhamid anlattı dedi ki: Bize, Şureyk, Eş'as'dan anlattı, o, el-Hasen'den, ö, Cabir'den, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan buyurdu ki: "Mescid'e hiçbir müşrik yaklaşamaz. Bir köle yahut bir cariye olması müstesnadır. O vakit ihtiyacı dolayısıyla oraya girebilir." el-Heysemî, Mecmau'z Zevâid, IV, 10'da: Hazret-i Câbir, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dün şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Bu Mescidimize İçinde bulunduğumuz bu yıldan sonra ancak Kitap Ehli ve onların hizmetçileri -bir rivâyette: . ..ve sizin hizmetçileriniz- girebilir." Bu iıadisi Ahmed (b. Hanbel) rivâyet etmiş olup senedinde Eş'as b. Sevvâr denilen şahıs vardır. Bir parça zayıftır. Güvenilir olduğu da söylenmiştir. Cabir b. Abdullah da bu görüştedir: O der ki: İfadenin geneli müşriklerin Mescid-i Haram'a yaklaşmasını engellemektedir. Ancak, köle ve cariye hakkında tahsis edilmiştir. 4. Mescide Girmelerinin Yasaklanışı: "Onun için bu yıllarından sonra" âyeti ile ilgili olarak iki görüş vardır: Bir görüş; sözü geçen yılın Hazret-i Ebû Bekir'in hac emirliği yaptığı dokuzuncu yıldır, ikinci görüş ise, onuncu yıldır. Bu görüşü Katade ifade etmiştir. İbnü'l-Arabî der ki: Nassın muktezâsından anlaşılan ve sahih olan görüş budur. Bunun dokuzuncu yıl olduğunun söylenmesi hayret edilecek bir şeydir. Çünkü, bu ilanın yapıldığı yıldır dokuzuncu yıl. Bir kimsenin kölesi onun evine bir gün girecek olup da efendisi ona: Sen bugünden sonra bu eve girme, diyecek olursa, elbetteki maksat eve girdiği o gün değildir (ondan sonraki gündür). 5. Müşriklerin Mescid-i Haram'a Gelişlerinin Yasaklanışı Fakirliğe Sebep Olarak Görülmemelidir: "Eğer fakirlikten korkarsanız" âyeti ile ilgili olarak Amr b. Fâid der ki: Mana; Fakirlikten korkmuş bulunuyorsunuz, şeklindedir. Ancak, bu yanlış bir açıklamadır. Çünkü ifadenin anlamı; Eğer ile çok açık bir şekilde ortadadır. Müslümanlar müşrikleri hacca gelmekten alıkoyunca -ki, müşrikler yiyecek ve ticaret malları getirir gelirlerdi- şeytan mü’minlerin kalplerine fakirlik korkusunu saldı ve: Peki nereden yaşayıp geçineceğiz dediler. Yüce Allah onlara lütfuyla kendilerini zengin edeceği vaadinde bulundu. ed-Dahhâk der ki:,Yüce Allah onlara; "Allah'a ve ahiret gününe îman etmeyen... lerle kendi elleriyle cizye verinceye kadar Savaşınız" (et-Tevbe, 9/29) ayeti ile zimmet ehlinden cizye alma kapısını açtı. İkrime de der ki: Yüce Allah bol bol yağmur yağdırmak, bol bitki ve toprağı verimlendirmekle onları zengin kıldı. Böylelikle (Yemen topraklarından olan) Tebale ve Cureş, bol mahsul vermeye başladı. Bunlar, Mekke'ye yiyecek şeyleri, yağlan ve pek çok malları taşıyıp getirdiler. Necid, San'a ve bunların dışında kalan Araplar İslâm'a girdiler ve böylelikle hacları ve ticaretleri de kesintisiz olarak devam edip durdu. Yüce Allah da cihadla ve diğer ümmetlere karşı galibiyet vermek suretiyle kendi lütfuyla onları zengin kıldı. Fakirlik demektir. Bir kimse fakir düştü mü, denilir. Şair de der ki: "Fakir bilemez ne saman zengin olacağım, Zengin de bilemez ne zaman fakir düşeceğini." Alkame ve İbn Mes'ûd'un ashâbından bir başkası; Fakir düşmek şeklinde okumuşturki bu da mastardır, Öğlen vakti dinlenmek, uykuya çekilmek demek olan; ile "Afiyet" kelimeleri gibi. Bununla birlikte "fakir düşmek halinden,.," takdirinde hazfedilmiş bir kelimenin sıfatı olma ihtimali de vardır. Burada bu kelime zor ve sıkıntılı hal anlamına gelir. İşte bu kökten; "İş bana zor ve ağır geldi, gelir" denilmektedir. Taberî de, bir kimse fakir düştü mü, denildiğini nakletmektedir. 6. Rızık ve Rızkı Elde Etmenin Sebepleri: Bu âyet-i kerimede kalbin rızık hususunda sebeplere taalluk etmesinin câiz olduğuna ve bunun tevekküle aykırı olmadığına delil vardır. Her ne kadar rızık takdir edilmiş ve Allah'ın emir ve paylaştırması yerini bulacak ise de, Allah rızkı hikmete mebni sebeplere bağlı kılmıştır. Böylelikle yüce Allah sebeplere taalluk eden kalpler ile rabblerin Rabbine tevekkül eden kalpleri birbirinden ayırt etsin. Sebebin, tevekküle aykırı düşmediğine dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Eğer siz Allah'a hakkı ile tevekkül edecek olsaydınız, tıpkı sabahleyin kursağı boş ve aç gidip de akşamleyin kursağını doldurmuş halde dönen kuşları rızıklandırdığı gibi sîzi de rızıklandırırdı." Bu hadisi Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî'de tesbit edemedik. Tirmizî, Zühd 33; İbn Mâce, Zühd U; Müsned, I, 30, 52. Hazret-i Peygamber bu hadisi ile rızık talebi hususunda sabah gidip öğleden sonra çıkışın gerçek tevekküle aykırı düşmediğini haber vermektedir. İbnü'l-Arabi der ki: Fakat sufi şeyhler derler ki: Kişi ancak itaatler hususunda sabah ve akşam yola koyulur. İşte asıl rızkın gelmesini sağlayan sebep budur. Derler ki: Buna delil şu iki husustur: Birincisi, yüce Allah'ın: "Sen aile halkına namazı emret, kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemeyiz, sana rızkı Biz veririz" (Tâ-Hâ, 20/132) âyetidir. İkincisi de, yüce Allah'ın: "Güzel söz O'na yükselir, onu da salih amel yükseltir" (Fatır, 35/10) âyetidir. Yüce Allah'ın rızkını, mahalli olan semadan inmesini sağlayan ancak yukarı doğru yükselen şeydir. Bu da hoş zikir ve salih ameldir. Yoksa, yeryüzünde çalışıp çabalamak değildir. Çünkü yeryüzünde rızık diye birşey yoktur. Sahih olan ise, âyetlerin zahirini kavrayan fukahâya göre sünnetin sağlamca ortaya koyduğu husustur. O da dünyevî sebepler gereğince ekip biçmek, pazarlarda ticaret yapmak, malların bakımı, geliştirilmesi, mahsul elde etmeyi sağlayan şekliyle ziraatle uğraşmak gibi yollardır. Ashâb-ı kiram da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) aralarında bulunduğu halde bu şekilde hareket ederdi. Ebû'l-Hasen b. Battal der ki: Şanı yüce Allah kullarına kazandıkları şeylerin hoş ve temiz olanlarından infak etmelerini bir çok âyet-i kerîme ile emretmiştir. Ve şöyle buyurmuştur: "Kim mecbur kalırsa, saldırmamak ve haddi aşmamak şartıyla (yerse) onun üzerine günah yoktur", (el-Bakara, 2/173) Bu âyetiyle darda kalan bir kimseye kazanmakla ve kendisi ile gıdalanmakla emretmiş olduğu helal gıdayı bulamaması halinde, haram olan gıdayı ona helal kılmakta, semadan üzerine yiyecek birşeylerin inmesini beklemesini emretme enektedir. Eğer gıdasını sağlayacağı şeyleri aramak hususunda çalışıp çabalamayı terkedecek olursa, hiç şüphesiz kendisinin katili olur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da yiyecek birşey bulamadığından dolayı açlıktan kıvranır, bununla birlikte üzerine gökten yiyecek birşey inmezdi. O, kendi aile halkı için bir yıllık yiyeceklerini alıkoyardi. Allah fetihleri müesser kılıncaya kadar bu böyle devam etti. Enes b. Mâlik'in rivâyetine göre, bir adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına deve ile gelerek, Ey Allah'ın Rasûlü diye sordu. Onu bağlayıp mı tevekkül edeyim, yoksa serbest bırakıp mı tevekkül edeyim? Hazret-i Peygamber ona: "Onu bağla ve öylece tevekkül et" diye cevap vermiştir. Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 60. Derim ki: Sufle ehli mescidde oturup, ziraatle uğraşmayan, ticaret de yapmayan, kazançları olmayan, malları bulunmayan fakir kimseler olduklarından dolayı bu görüşü savunanların Suffe ehlini kendilerine delil gösterecekleri bir tarafları yoktur. Çünkü Suffe ehli, beldelerin kendilerine dar gelmesi esnasında İslâm'ın misafirleri idiler. Bununla birlikte gündüzün odun toplar, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın evine su taşır, geceleyin Kur'ân okur ve namaz da kılarlardı. Buhârî ve başkaları onları bu şekilde anlatmaktadır. Buhârî, Mevâkît 41. Dolayısıyla onlar, rızkın sebeplerine yapışan kimselerdi. Hazret-i Peygamber'e bir hediye geldi mi, onlarla beraber yerdi. Eğer gelen bir sadaka ise, kendisi ona el sürmez, onlara verirdi. Fetihler çoğalıp İslâm yayılınca da -Ebû Hüreyre ve başkaları gibi- Suffe'nin dışına çıktılar, emirlik, kumandanlık yaptılar. Yerlerinde oturmadılar. Diğer taraftan kendileri vasıtasıyla rızkın talep edildiği sebepler (yollar) akı türlüdür denilmiştir: 1- Bunların en üstünü, Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kazanç şeklidir. O şöyle buyurmuştur: "Benim rızkım mızrağımın gölgesi altına yerleştirildi, Zillet ve küçülmüşlük de emrime muhalefet olana yazıldı." Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiş ve sahih olduğunu ifade etmiştir. Buhârî, Cîhad 88; Müsned, II, 50, 92. Tirmizî'de tesbit edemedik. Yüce Allah, böylelikle Peygamberinin rızkını -faziletli olması dolayısıyla- kendi kazancına bağlı kılmış ve özel olarak ona kazanç türlerinin en faziletlisini ihsan etmiştir ki, bu da düşmana galip gelmek ve onu yenik düşürmek suretiyle rızkı almak şeklidir. Çünkü bu yol, en şerefli bir yoldur. 2- Kişinin kendi el emeğinden yemesi: Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kişinin yediği en hoş şey, elinin emeğinden (yediği) dir. Ve şüphesiz Allah'ın Peygamberi Dâvud kendi el emeğinden yerdi." Bu hadisi de Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Buyû' 15. Sadece elinin emeğinden yediğini belirten bölümü: Enbiyâ 37; Müsned, II, 314. Kur'ân-ı Kerîm’de de (Hazret-i Dâvud hakkında) şöyle buyurulmaktadır: "Biz ona sizin için giyecek (zırh) yapmak sanatını öğrettik." (el-Enbiya, 21/80) Hazret-i Îsa'nın da annesinin eğirdiği yünün gelirinden yediği rivâyet edilmektedir. 3- Ticaret. Bu da ashâb-i kiramın çoğunun yaptığı işti. Özellikle de Muhacirlerin (Allah hepsinden razı olsun). Kur'ân-ı Kerîm ticaretin önemine birden çok yerde delâlet etmektedir. 4- Ziraat ve ağaç dikmek. Biz buna dair açıklamalarımızı el-Bakara Sûresi'nde (2/205. âyetin tefsirinde) açıklamış bulunuyoruz. 5- Kur'ân okutmak, Kur'ân öğretmek ve Kur'ân ile tedavi (rukye) buna dair açıklamalar da Fâtiha Sûresi'nde (Fazileti ve İsimleri bölümü, 4. başlıkta.) geçmiş bulunmaktadır. 6- Muhtaç düşmesi halinde ödemek suretiyle borç almak. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Kim ödemek isteğiyle başkalarından mal alırsa Allah ona ödetir. Kim de o malı telef etmek niyetiyle alırsa, Allah da onu telef eder." Bu hadisi Buhârî, Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan rivâyet Buhârî, Zekât 18, İstikraz 2; İbn Mâce, Sadakat 11; Müsned, II. 361, 417. etmektedir. 7. Herşey Allah'ın Dilemesiyle Olur: "Allah dilerse" âyeti, rızkın çalışıp çabalamakla olmadığına, ancak Allah'ın lütfuyla olduğuna delildir, Allah rızkı kulları arasında paylaştırır. Bu da yüce Allah'ın: "Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında Biz pay ettik" (ez-Zuhruf, 43/32) âyetinden açıkça anlaşılmaktadır. 29Kendilerine kitap verilmiş olanlardan Allah'a ve âhiret gününe Îman etmeyen, Allah'ın ve Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din olarak kabul etmeyenlerle kendi elleriyle küçülmüşler olarak cizye verinceye kadar Savaşınız. Bu âyete dair açıklamalarımızı onbeş başlık halinde sunacağız: "... Allah'a ve âhiret gününe îman etmeyen...lerle Savaşınız." Yüce Allah kâfirlerin Mescid-i Harama yaklaşmalarını haram kılınca, müslümanlar müşriklerin beraberlerinde getirdikleri ticaretin kesilmesi dolayısıyla içlerinde bir sıkıntı duydular. Bunun üzerine önceden de geçtiği gibi yüce Allah: "Eğer fakirlikten korkarsanız..." (et-Tevbe, 9/28) diye buyurdu. Daha sonra da bu âyet-i kerîme ile yüce Allah cizye almayı helal kıldı. Bundan önce ise cizye alınmıyordu. Yüce Allah cizyeyi, müşriklerin hac mevsiminde ticaret mallarını getirerek gelmelerini engellemesinin bir ödünü kıldı ve yüce Allah: "Allah'a ve âhiret gününe îman etmeyen...lerle Savaşınız" diye buyurdu. Bu âyetiyle yüce Allah, hep birlikte bu ortak niteliğe sahip olduklarından dolayı bütün kâfirlerle Savaşmayı emrederken, kitaplarına ikram ve tevhidi, peygamberleri, şeriatleri, dinleri, özellikle de Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a dair bilgileri, onun dinini ve ümmetini bilmeleri dolayısıyla da kitap ehlini de zikretmiştir. Ancak, kitap ehli Hazret-i Peygamberi İnkâr edip de onlara karşı getirilen deliller kesinleşip işledikleri cürüm de daha bir büyüyünce, Önce onların yerlerine dikkat çekti; daha sonra da onlarla Savaşmanın nihaî sınırını tesbit etti. Bu da öldürülme yerine cizye vermektir. Sahih olan açıklama budur. İbnü'l-Arabî der ki: Ben, Ebû’l-Veta Ali b. Akil'i tartışma meclisinde bu âyet-i kerimeyi okuyup onu delil gösterirken dinledim, Dedi ki: "Savaşınız" âyeti, onların cezalandırılmasına dair bir emirdir. Daha sonra da "îman etmeyen" diye buyurmaktadır. Bu da onların cezalandırılmasını gerektirten günahı beyan eder. "Ve âhiret gününe" ifadesi ise, itikad noktasında günahlarının tekidini ifade eder. Bundan sonra da: "Allah'ın ve Rasulünün haram kıldığını haram saymayan" âyeti ile ameli bakımdan ona muhalefet hususunda günahlarının daha da çok olduğunu ifade eder. Arkasından: "Ve hak dinini din olarak kabul etmeyenler" ifadesi de sapmak, inatlaşmak ve İslâm'a boyun eğememekle masiyetlerini daha da katmerleştirdiklerini ifade eder. "Kendilerine kitap verilmiş olanlardan" âyeti ise, onlara karşı delili te'kid etmektedir. Çünkü onlar, yanlarındaki Tevrat ve İncilde Hazret-i Peygamber'in niteliklerini yazılı buluyorlardı. Daha sonra da "kendi elleriyle küçülmüşler olarak cizyeyi verinceye kadar" âyeti ile de bu cezalandırmanın uzanacağı nihaî hedefi açıklamakta ve kendisi sebebiyle bu cezanın kalkacağı bedelin ne olduğunu tayin etmektedir. İlim adamları cizyenin kimden alınacağı hususunda farklı görüşlere sahiptir. Şâfiî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Cizye bu âyet-i kerîme dolayısıyla ister Arap olsunlar ister olmasınlar özel olarak ancak kitap ehlinden kabul edilir, başkalarından kabul edilmez. Çünkü, özellikle anılanlar onlardır. Dolayısıyla hüküm onlardan başkalarına değil de yalnızca onlara yöneliktir.' Zira yüce Allah: "Artık o müşrikleri nerede bulursanız Öldürün" (et-Tevbe, 9/5) diye buyurmakta ve kitap ehli hakkında dediği gibi "cizyeyi verinceye kadar" diye buyurmamaktadır. Yine Şâfiî der ki: Sünnetteki delil gereği cizye mecusîlerden de kabul edilir. Ahmed ve Ebû Sevr de bu görüştedir. es-Sevrî, Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının görüşü de budur. el-Evzaî de der ki: Cizye puta tapan, ateşe tapan yahut inkâr eden veya yalanlayan herkesten alınır. Mâlik'in mezhebi de budur. O, İster Arap olsun ister olmasın, ister Tağlibli, ister Kureyşli olsun mürted müstesna, kim olursa olsun bütün şirk ve inkâr türlerine mensup herkesten cizye alınacağı görüşünde idi. İbnü'l-Kasım, Esheb ve Suhnûn şöyle derler: Cizye, Arap mecusilerinden ve bütün milletlerden alınır, Araplardan olup puta tapanlara gelince, Allah onlar hakkında cizye hükmünü koymamıştır. Yeryüzünde onlardan kimsenin kalmaması hükmü vardır. Onların Önünde ya Savaşmak veya İslâm'a girmekten başka yol yoktur. İbnü'l-Kasım'ın, -Mâlik'in dediği gibi- onlardan cizye alınır diye bir görüşü de bulunmaktadır. Bu görüş, İbnü'l-Cellâb'ın "et-Tefrfinde yer almaktadır ki, böyle bir hüküm ihtimalidir. Nass (yani İbnü'l-Kasım'ın açıkça ifade ettiği bir görüş) değildir. İbn Vehb der ki: Cizye, Arap mecusîlerinden kabul edilmez ama, Arapların dışındaki mecusîlerden kabul edilir. Çünkü Araplar arasında mecusî kalmamıştır. Hepsi İslâm'a girmiştir. Onlardan müslüman olmayan bir kimse bulunacak olursa o mürteddir. İslâm'a girmeyecek olursa, her halükârda öldürülür ve onlardan cizye kabul edilmez. İbnü’l-Cehm de der ki: İslâm dışında hangi dine bağlı olursa olsun herkesten cizye kabul edilir. Ancak, icma ile kabul edildiği üzere Kureyş kâfirleri müstesnadır. Bunun gerekçesi ile ilgili olarak şunu nakletmektedir; Bu, onların zillet ve küçülmüşlükten korunmaları için bir ikramdır. Buna sebep de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a olan yakınlıklarıdır. Başkası da şöyle demektedir: Hayır, bunun sebebi, bütün Kureyşlilerin Mekke'nin fethedildiği gün İslâm'a girmiş olmalarıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Mecusiler hakkında İbnü'l-Münzir şöyle demektedir: Ben, mecusilerden cizye alınacağı hususunda görüş ayrılığı olduğunu bilmiyorum. Muvatta’''da şöyle denilmektedir: Mâlik, Cafer b. Muhammed'den, onun, babasından rivâyetine göre Ömer b. el-Hattâb mecusilerin durumlarını sözkonusu ederek şöyle demiştir: Bunlara nasıl bir uygulama yapacağımı bilemiyorum. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf şöyle dedi: Ben şahidlik ederim ki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Siz, onlara kitap ehline yaptığınız uygulamayı yapınız." Muvatta’'', Zekât 42. Aynen bk. Buhârî, Cizye 1; Tirmizî, Siyer 31: Muvatta’'' Zekât 41. Ebû Ömer (b. Abdİ’l-Berr) der ki: O, özel olarak cizye hususunda bu uygulamayı yapınız, demektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Onlara kitap ehline yaptığınız uygulamayı yapınız" âyeti onların kitab ehli olmadıklarının delilidir. Zaten fukahânın Cumhûru da bu görüştedir. Şâfiî'den bunların, önceleri kitab ehli iken sonradan değişiklikler yaptıklarını İfade ettiği rivâyet edilmiştir. Zannederim o, bu kanaatine Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan zayıf bir yolla gelen rivâyete dayanmaktadır. Bu rivâyet, dönüp dolaşıp Ebû Said el-Bakkal'e ulaşmaktadır. Bunu da Abdurrezzak ve başkaları zikretmiştir. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, IX, 292-296. İbn Atiyye der ki: Rivâyet edildiğine göre, mecusiler arasında ismi Ziradüşt (Zerdüşt) olan bir peygamber gönderilmiş imiş. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Şanı yüce Allah Kitab-ı Kerîminde onlardan alınacak cizyenin miktarını sözkonusu etmemektedir. İlim adamları onlardan alınacak cizye miktarı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Atâ b. Ebi Eebâh der ki: Cizye ile ilgili belirlenmiş bir süre yoktur. Bu, onlarla yapılan antlaşmaya göre tesbit edilir. Yahya b. Âdem, Ebû Ubeyd ve Taberî de böyle derler. Ancak Taberî şunu da ekler: Bunun asgarisi bir dinardır, azamisinin sınırı yoktur. Delil olarak Sahih sahiplerinin, Amr b. Avf'dan naklettikleri şu rivâyeti kaydederler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Bahreynliler ile cizye ödemeleri şartıyla barış yaptı. Buhârî, Cizye 1, Meğâzî 12, Rikaak 7; Müslim, Sulh 6; İbn Mâce Fiten 18; Müsned, IV, 137, 327. Şâfiî der ki: Hür ve baliğ olan zengin ve fakirlerden birer dinar alınır ve ondan hiçbir şey eksiltilmez. Şâfiî Ebû Dâvûd ve başkalarının Muâz yoluyla kaydettikleri şu rivâyeti delil göstermektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Muaz'ı Yemen'e göndermiş ve ona, ergenlik çağına gelmiş olan herkesten cizye olarak bir dinar almasını emretmiştir. Ebû Dâvûd, Zekât 5, Harac 30; Tirmizî, Zekât 5; Nesâî, Zekât 8; İbn Mâce, Zekât 12;Müsned, V, 230, 233, 247 Şâfiî der ki: Yüce Allah'ın muradını Allah adına beyan eden odur (Hazret-i Peygamberdir). Ebû Sevr'in görüşü de budur. Yine Şâfiî der ki: Eğer onlarla bir dinardan fazlasını ödemek şartıyla barış yapılırsa bu da caizdir. Kendiliklerinden gönül hoşnutluklarıyla fazlasını da verecek olurlarsa, bu da kabul edilir. Eğer üç gün süre ile misafir ağırlamaları şartı ile onlarla barış yapılırsa, bu da caizdir. Şu şartla ki, misafirlerin ağırlanması esnasında verilecek ekmek, arpa, (yem olarak) saman, ve katık belli olup orta hallinin ve varlıklının bunlardan neleri karşılayacağı, konaklama yeri, sıcak ve soğuğa karşı barınma gibi hususların belirtilmiş olması da gerekmektedir. İbnü'l-Kasım, Eşheb ve Muhammed b. el-Haris b. Zenceveyh'in kendişinden yaptıkları rivâyete göre Mâlik, der ki: Cizye, (para birimleri) altın olan kimseler için dört dinar, gümüş kullananlar için kırk dirhemdir. Mecusi dahi olsa zengin ile fakir arasında fark yoktur. Hazret-i Ömer'in tesbit ettiği miktardan ne fazla alınır, ne de daha aşağı. Onlardan bundan başkası alınmaz. Şöyle de denilmiştir: Ödeme gücü olmayanın yükü, İmâmın uygun göreceği miktarda hafifletilir. İbnü'l-Kasım da der ki: Ödeme zorluğu dolayısı ile Hazret-i Ömer'in tesbitinden daha aşağı düşürülmeyeceği gibi, zenginlik dolayısıyla da ondan fazlası istenmez. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Zimmet ehli fakirlerinden bir dirhem dahi olsa ödeyebilecekleri miktar alınır Daha sonra Mâlik de bu görüşe dönmüştür. Ebû Hanîfe, arkadaşları, Muhammed b. el-Hasen ve Ahmed b. Hanbel derler ki: Cizye, (fakire) oniki, (orta halliye) yirmidört ve (zengine) kırk (dirhem) dir. es-Sevrî der ki: Bu hususta Ömer b. el-Hattâb'dan farklı tesbitler gelmiştir. Eğer (cizye verenler) zimmet ehli kimseler ise, yönetici bunlardan dilediğini alıp uygulayabilir. Şayet kendileriyle barış yapılan kimseler iseler, barış şartları ne ise o kadar alınır, ondan başka birşey alınamaz. 5. Savaşabilecek Kimseler Cizye İle Yükümlüdür: İlim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun derler ki: Kur'ân-ı Kerîm'in delâlet ettiği husus şu ki: Cizye, Savaşabilecek erkeklerden alınır. Çünkü yüce Allah: "... kimselerle kendi elleriyle... cizye verinceye kadar Savaşınız" diye buyurmuştur. İşte bu, cizyenin Savaşabilecek kimseler tarafından ödenmesinin vacip olmasını gerektirir. Savaşçı dahi olsa kölenin cizye ödemekle yükümlü olmadığına delâlet eder. Çünkü kölenin özel bir mah yoktur. Zira yüce Allah: "Verinceye kadar" diye buyurmaktadır, Mah olmayan için de "verinceye kadar" denilemez. İşte bu, cizye ancak baliğ olmuş hür erkeklerin başlarına konulacak bir mükellefiyet olduğuna dair ilim adamlarının icma ile kabul ettikleri bir husustur, Savaşma gücüne sahip olanlar bunlardır. Kadınlar, çocuklar, köleler, deliler ve yaşlılar değildir. Rahipler hususunda ise görüş ayrılığı vardır. İbn Vehb, Mâlik'den, rahiplerden cizye alınmayacağını söylediğini rivâyet eder. Mutarrif ile İbnü’l-Mâcişûn ise şöyle derler: Bu hüküm, cizye mükellefiyetinin getirilmesinden sonra rahipliğe yönelmemesi halinde böyledir. Eğer cizye mükellefiyeti konulduktan sonra rahipliğe yönelecek olursa, rahiplik yapması cizyesini kaldırmaz. 6. Cizye Ödeyenler Üzerinde Başka Mükellefiyet Varmıdır: Cizye ödemekle yükümlü olanlar cizyeyi ödeyecek olurlarsa, onların mahsullerinden, ticaretlerinden, ekinlerinden cizye dışında başka bir şey alınmaz, Ancak, kendileriyle barış antlaşması yapılıp da yerlerinde bırakıldıkları yurtlarından başka yerlerde ticaret yapmaları hali müstesnadır. Şayet bırakıldıkları yurtlarından başka yerlere ticaret maksadıyla çıkıp gidecek olurlarsa, ticaret mallarını satıp o malın bedelini kabz ettikleri takdirde onlardan öşür (onda bir) alınır. İsterse yıl içinde defalarca alış-veriş yapmış olsunlar. Bundan özel olarak Medine ve Mekke'ye buğday ve zeytin yağı gibi temel yiyecekleri götürmeleri müstesnadır. Bu durumda onlardan Ömer (radıyallahü anh)'ın uygulamasına uygun olarak onda birin yarısı alınır. Medine âlimlerinden, zimmet ehlinden ticaretlerinden yılda ancak bir defa -tıpkı müslümanlardan alındığı gibi- öşür alınacağı görüşünde olanlar da vardır. Bu ise, Ömer b. Abdulaziz ile fukahânın İmâmlarından bir topluluğun görüşüdür. Birincisi ise Mâlik ve arkadaşlarının görüşüdür. 7. Cizye Ödeyenlerin Cizye Karşılığında Sahip Oldukları Haklar: Cizye ödemekle yükümlü olanlar kendilerine tayin edilen, yahut da üzerinde banş yaptıkları cizyelerini ödeyecek olurlarsa, kendileri bütün mallarıyla, şAraplarını sakladıkları ve açıkça müslümanlara satmadıkları sürece bağlarıyla başbaşa bırakılırlar. Ancak, müslümanların pazarlarında şarap ve domuzlarını açıkça satmalarına engel olunur. Böyle bir şeyi açık yapacak olurlarsa, aleyhlerine olmak üzere şArapları dökülür, açıktan domuzlarını çıkaranlar da tehdit edilir. Eğer şAraplarını açığa çıkarmadıkları halde, müslüman bir kişi şAraplarını dökecek olursa, haksızlık yapmış olur ve bunun tazminatını ödemesi gerekir. Tazminat ödemesi gerekmez de denilmiştir. Şayet şAraplarını gasp edecek olursa, onu geri vermesi icabeder. Kendi aralarındaki hükümlerde ve faizli ticaret yapmalarına itiraz olunmaz. Şayet İslâm mahkemelerine başvuracak olurlarsa, hakim muhayyerdir. Dilerse aralarında Allah'ın İndirdiğine uygun olarak hükmeder, dilerse yüzçevirir. Durum ne olursa olsun haksızlık konularında (mezâlim) aralarında hükmeder ve zayıfların lehine olan hakkı güçlü olanlarından alır. Çünkü bu, onları savunmak kabilindendir, denilmiştir. İmâmın onları savunmak kastıyla düşmanlarına karşı Savaşması ve düşmanlarına karşı Savaşırken yardımlarını alması görevidir. Fey'de bir payları yoktur. Üzerinde anlaşarak barış yaptıkları kiliselerine yeni bir ilave yapamazlar. Bununla birlikte çürüyen taraflarını tamir etmelerine engel olunmaz. Ancak, onlardan başka mabed yapma imkânları yoktur. Müslümanlardan ayırt edilmelerini sağlayacak şekilde elbise, kılık ve kıyafete bürünürler. Müslümanlara benzemelerine de engel olunur. Herhangi bir zimmet akidleri bulunmayan düşman çocuklarının onlardan alınmasında bir beis yoktur. Cizyesini ödemekte aşın inatlaşan, işi düşmanlığa götüren olursa, bu düşmanlığından dolayı te'dib edilir ve küçülmüş olarak ondan cizye alınır. İlim adamları cizyenin neye karşılık olarak vacib olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Mâlikî mezhebi âlimleri derler ki; Cizye, küfür sebebiyle öldürülmekten bedel olarak vaciptir. Şâfiî der ki: Cizye, canın korunması ve yurdunda kalmasının bedeli olarak vaciptir. Bu görüş ayrılığının faydasına gelince: Bizler, cizye öldürülmeye bedel olarak ödenmesi gerekir, görüşünü kabul edersek, bir kimse müslüman oldu mu, artık geçmiş dolayısıyla ödemesi gereken cizye yükümlülüğü kalkar. İsterse senenin tamamlanmasından bir gün önce yahut sonra müslüman olmuş olsun. Mâlik'e göre hüküm böyledir. Şafirye göre cizye, zimmette karar kılan bir borçtur. Müslüman olmak onu ortadan kaldırmaz. Tıpkı bir evin kirası gibidir. Bazı Hanefî âlimleri de bizim (Mâliki mezhebinin) görüşümüzü benimsemişler; bazıları da şöyle demişlerdir: Cizye, müslümanlara yardım ve cihada bedel olarak ödenmesi gerekir. Kadı Ebû Zeyd bu görüşü tercih etmiş ve bu meselede Allah'ın sırrının bu olduğunu iddia etmiştir. Ancak Mâlik'in görüşü daha sahihtir. Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Müslümana cizye (ödemek) yoktur." Ebû Dâvûd, Harâc 32; Tirmizî, Zekât 11; Müsned, I. 223. 285. Süfyan der ki: Bunun anlamı şudur: Zımmi, cizye ödemesi kendisine vacib olduktan sonra İslâm'a girecek olursa, cizye yükümlülüğü kalkar. Bu hadisi de Tirmizî ve Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Harâc 32. İlim adamlarımız der ki: Yüce Allah'ın: "Kendi elleriyle küçülmüşler olarak cizye verinceye kadar" âyeti buna delildir. Çünkü İslâm olmakla bu özellik de ortadan kalkar. Müslüman olmaları halinde kendi elleriyle ve küçülmüşler olarak cizyeyi ödemeyecekleri hususunda görüş ayrılığı yoktur. Şâfiî İse, İslâm'a girdikten sonra yüce Allah'ın buyurduğu şekle uygun olarak kabul etmemektedir. Bunun yerine o, (müslüman olmadan önce ödemesi gereken) cizye bir borçtur. Önceki bir sebep dolayısıyla cizye ona vacip olmuştur, der. Bu da, yurdunda kalması, yahut da öldürülme kötülüğünden korunmasıdır. Dolayısıyla bu cizye, sair bütün borçlar gibidir. 9. Ahidlerini ve Cizye Ödeme Taahhütlerini Yerine Getirmeyenlere Yapılacak Uygulama: Bir belde yahut bir kale halkı ile antlaşma yaptıktan sonra antlaşmalarını bozar ve ödemeleri gereken cizye ve sair yükümlülüklerini yerine getirmeyip kendilerine zulmolunmadığı halde İslâm'ın hükmünü kabul etmeyecek olurlarsa, İmâm da onlara haksızlık yapmayan birisi ise, müslümanların, İmâmları ile birlikte onlar üzerine gitmeleri ve onlarla Savaşmaları icabeder. Eğer çarpışır ve yenik düşürecek olurlarsa, onlar hakkında verilecek hüküm dar-ı harpdekiler hakkında verilecek hükümle aynıdır. Onların da, kadınlarının da fey olarak alınacağı ve beşte birin alınmasından sonra beşte dördünün gazilere dağıtılmasının) sözkonusu olmayacağı da söylenmiştir, bu da bu konudaki bir görüştür. 10. Cizye Ödemekle Yükümlü Olanlar Hırsızlık Yapıp Yol Kesecek Olurlarsa: Eğer bunlar, hırsızlık yapmak ve yol kesmek üzere ortaya çıkacak olurlarsa, cizye ödemeyi reddetmemeleri şartıyla müslüman muharibler (yol kesiciler) durumundadırlar. Şayet haksızlığa uğradıklarını ifade ederek çıkacak olurlarsa (itaatin dışına çıkarlarsa) durumlarına bakılır ve tekrar zimmet akdine geri döndürülür ve onlara zulmedenlerden hakları alınır. Kendileri hür oldukları halde onlardan herhangi bir kimse de köle yapılmaz. Eğer bir kısmı ahidlerini bozacak, bir kısmı bozmayacak olursa, ahdini bozmayan ahdi üzere kalmaya devam eder ve başkası bozdu diye diğeri sorumlu tutulmaz. Onların ahidlerine bağlılıkları ise, ahidlerini bozanlara karşı tepki göstermelerinden anlaşılır. "'Cizye" kelimesi, kendisine yapılan iyiliklere karşı mükâfatlandırmak için kullanılan; fiilinden "file" vezninde bir kelimedir. Sanki onlar cizyeyi kendilerine bağışlanan güvenliğe bir karşılık olarak vermiş gibi oluyorlar. İşte bu anlamda olmak üzere şair şöyle demektedir: "Ya sana karşılık verir, yahut senden övgüyle sözeller. Ve hiç şüphesiz Yaptıklarından dolayı seni öven kimse de sana mükâfat ve karşılık vermiş gibidir." 12. Cizye Ödemeyenin Cezası Var mı?: Müslim, Hişam b. Hakim b. Hizam'dan rivâyetine göre Hişam Şam'da çiftçilerden güneşte bekletilmiş -bir rivâyete göre de başlarına da zeytinyağı dökülmüş- bir grubun yanından geçer ve: Bunların hali nedir diye sorunca (ilgili kişi): Cizyeden dolayı alıkonulmaktadırlar diye cevap verir. Hişam: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Muhakkak Allah dünyada insanları azaplandıranları azaplandırır." Bir rivâyette de şöyle denmektedir: O gün onların Filistin'deki emiri Umeyr b. Sa'd idi. Onun yanına girip bu hadisi ona nakledince, Umeyr de emir vererek serbest bırakıldılar. Müslim, Birr 117-119; Müsned, 111, 403, 404. Bizim (mezhebimize mensup) ilim adamlarımız derler ki: İmkân buldukları halde cizyeyi ödemeyecek olurlarsa cezai andın İmaları caizdir. Ancak ödeyemeyecekleri anlaşılmakla birlikte cezalandırılmaları helal değildir. Çünkü, cizye ödeyemeyecek hale düşenden cizye kalkar. Zengin olanlar da fakirler yerine ödemekle mükellef tutulmaz. Ebû Dâvûd, Safvan b. Süleym'den, o, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın birkaç sahabisinin oğullarından, onlar da babalarından rivâyet ettiklerine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kim bir antlaşmalıya zulmeder, yahut ona hakkını eksik verir, yahut takatından fazlasıyla mükellef tutar, ya da gönül hoşluğuyla olmaksızın ondan herhangi birşey alacak olursa, o kişiye karşı kıyâmet gününde ben davacı olurum." Ebû Dâvûd, Harac 31. 13. Elleriyle Cizye Ödemenin Mahiyeti: Yüce Allah'ın: "Kendi elleriyle" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs şöyle demektedir: Onu ödemek için başkasına vekâlet vermeksizin bizzat kendisi öder. Ebû’l-Bahteri de Selman'dan: Yerilmiş kimseler olarak diye açıkladığını rivâyet etmektedir. Ma'mer de Katade'den: Kahredilmiş olarak dediğini rivâyet etmektedir. "Kendi elleriyle" ifadesinin, sizin onlara nimet ve lütfunuz dolayısıyla diye de açıklanmıştır. Çünkü, onlardan cizye alınacak olursa, onlara nimet ve ihsanda bulunulmuş olur. İkrime der ki: Antlaşmalı cizyeyi ayakta öder, alan da oturmuş olarak alır. Saîd b. Cübeyr de böyle demiştir. İbnü'l-Arabî şöyle demektedir: Böyle bir açıklama yüce Allah'ın: "Kendi elleriyle" ifadesinden değil de "küçülmüşler olarak" ifadesinden çikartılabilir. 14. Cizyeyi Veren El İle İnfak Eden El Arasındaki Fark: Hadis İmâmlarının Abdullah b. Ömer'den rivâyet ettiklerine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yukardaki el aşağıdaki elden hayırlıdır. Yukardaki el İnfak eden eldir. Aşağıdaki de dilenen eldir. " Buhârî, Zekat 18; Müslim, Zekât 94; Ebû Dâvûd, Zekat 28; Nesâî, Zekât 52; Dârimî, Zekât 22; Muvatta’', Sadaka 8; Müsned, II, 67, 98. Hazret-i Peygamberin: "Yukarıdaki el veren eldir" dedidiği de rivâyet edilmiştir. Nesâî, Zekat 51; Dârimî, Zekât 22; Müsned, II 226, IV, 64, V, 377. Hazret-i Peygamber böylelikle sadakada veren eli yukardaki üstün el olarak tayin etmiş, cizyede ise veren el aşağıdaki el durumuna düşmüştür. Onu alan ise yukardaki eldir. Zira yükselten de alçaltan da yüce Allah'tır. O, dilediğini yükseltir, dilediğini alçaltır. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. 15. Cizyeye Tabi Araziden Haraç Alınması: Habib b. Ebi Sabit'ten rivâyet edilir ki: İbn Abbâs'a bir adam gelerek şöyle dedi: Haraca tabi arazinin sahipleri haracını ödemekten acze düştüler. Ben o araziyi imar etsem, eksem ve haracını ödesem (nasıl olur)? İbn Abbâs: Hayır, yapma dedi. Bir başka kişi gelerek ona aynı şeyi söyledi, ona da: Hayır, dedi. Ve yüce Allah'ın: "Allah'a ve âhiret gününe îman ... etmeyenlerle kendi elleriyle küçülmüşler olarak cizye verinceye kadar Savaşınız" âyetini okudu ve dedi ki: Sizden herhangi biriniz, onların boynunda bulunan küçülmüştük tasmasını alıp çıkartarak kendi boynuna dolamayı nasıl kabul edebilir? Küleyb b. Vail de der ki: Ben İbn Ömer'e, bir arazi satın aldım dedim. O da, satın almak güzel birşeydir dedi. Bu sefer, ben herbir ceribe (48 sa) karşılık bir dirhem ve bir kafiz (Ölçek) buğday (haraç olarak) ödüyorum deyince, küçüklük tasmasını boynuna dolama, dedi. Meymun b. Mihran da İbn Ömer (radıyallahü anh) den şöyle dediğini rivâyet eder: Hepsi de beş dirhem cizyeye tabi bir arazinin benim olmasını ve buna karşılık kendimin küçülmüşlüğünü kabul etmiş olmam, asla beni memnun etmez. 30Yahudiler: "Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Hristiyanlar da: "Mesih Allah'ın oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarında dolaşan sözleridir ki, daha önce kâfirlerin söyledikleri sözlerine benzetiyorlar. Allah kahretsin onları! Nasıl da döndürülüyorlar? Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: Âsım ve el-Kisâî " Uzeyr Allah'ın oğludur" âyetindeki, "Uzeyr" kelimesini tenvinli olarak okumuşlardır. Buna göre "oğul" anlamındaki kelime, mübtedâ olan "Uzeyr"in haberi olmaktadır, "Uzeyr" kelimesi ister Arapça olsun, ister olmasın munsarıf bir kelimedir. İbn Kesîr, Nafv, Ebû Amr ve İbn Âmir ise iki sakinin bir arada bulunması dolayısıyla tenvinsiz olarak; diye okumuşlardır. Aynı şekilde "De ki: O, Allah'dır, birdir ve tekdir. Allah'dır Samed'dir" (el-İhlas, 112/1-2) şeklindeki kıraat de bu kabildendir. Ebû Ali der ki: Bu, şiirde pek çok görülür. Taberî bu hususta şu mısraları nakleder: "Sen benim kumandana karşı çok iyi olduğumu göreceksin Mızrağı ise çokça saplayan ve hücum edip duran Gutayf es-Sülemî ise kaçıp gittiğinde." 2. Yahudilerin Asılsız İddiaları ve Dinlerinin Tahrifi: "Yahudiler: Uzeyr Allah'ın oğludur dediler" âyeti hususî mana ifade ettiği halde umumî olarak varid olmuş bir lâfızdır. Çünkü bu sözü bütün yahudiler söylemezler. Bu da yüce Allah'ın: "Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar kendilerine... dediklerinde"(Âl-i İmrân, 3/173) âyetine benzer. Halbuki bu sözleri bütün insanlar söylememişlerdir. Şöyle de açıklanmıştır: Yahudilerden, söyledikleri nakledilen bu sözü söyleyen asıl kişiler Sellâm b. Mişkem, Nu'man b. Ebi Evfa, Şâs b. Kays ve Mâlik b. es-Sayfdır. Onlar bu sözlerini Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’a söylemişlerdi. en-Nekkâş der ki: Şimdi bu iddiada bulunan bir yahudi kalmamıştır. Onlar geçip gittiler. Herhangi bir kişi bir toplum arasında böyle bir söz söyleyecek olursa, bu sözün çirkinliği o sözü söyleyenin aralarındaki Önemli yeri dolayısıyla bütün toplumu bağlayıcı olur. Her zaman için ileri gelenlerin söyledikleri sözler insanlar arasında dinlenir ve delil diye gösterilir. İşte bu bakımdan bir topluluğun ileri gelen, aklıbaşında kabul ettikleri kimselerinin söylediği sözü söylemesi, tekrarlaması uygun görülmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Rivâyet edildiğine göre bu sözün sebebi şudur: Yahudiler, Mûsa (aleyhisselâm)'dan sonra peygamberleri öldürdüler. Allah da aralarından Tevrat’ı kaldırdı ve kalplerinden sildi. Uzeyr de yeryüzünde seyahat etmek üzere yurdundan dışarı çıktı. Hazret-i Cebrâîl ona gelerek: "Nereye gidiyorsun?" diye sordu. O da İlim tahsil etmek istiyorum deyince, Hazret-i Cebrâîl ona bütün Tevrat’ı öğretti. Uzeyr, Tevrat ile İsrailoğullarının yanına geldi ve onlara Tevrat’ı öğretti. Yüce Allah'ın, Tevrat’ı Uzeyr'e, bir ikram ve lütuf olmak üzere ezberlettiği de söylenmiştir. O, İsrailoğullarına: Allah bana Tevrat’ı öğretti deyince, ondan Tevrat’ı öğrenmeye başladılar. Tevrat ise gömülmüş bulunuyordu. Tevrat’ı, ilim adamları fitne, sürgün ve hastalık gibi Buhtnassar'ın onları öldürmesi gibi türlü musibetlerle karşı karşıya kalmaları sırasında gömmüşlerdi. Daha sonra bu gömülen Tevrat bulununca, sözü geçen Tevrat’ın Uzeyr'in okuduğu Tevrat'a olduğu görüldü. İşte bu sefer saptılar ve şöyle dediler: Şüphesiz böyle bir şey Uzeyr'e ancak o Allah'ın oğlu olduğu için verilmiş ve mümkün olabilmiştir. Bunu Taberî nakletmektedir. Hristiyanların: Mesih Allah'ın oğludur sözlerinin zahirinden anlaşıldığına göre onlar bu sözleriyle -Arapların melekler hakkında söyledikleri gibi-soydan gelen bir oğulluğu kastettikleridir. Aynı şekilde ed-Dahhâk, Taberî ve diğerlerinin açıklamalan da bunu gerektirmektedir, Böyle bir iddia küfrün en çirkin şeklidir. Ebû'l-Meâlî der ki: Hristiyanlar, Hazret-i Mesih'in bir ilâh olduğunu ve onun bir ilahın oğlu olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. İbn Atiyye der ki: Denildiğine göre onların kimisi, Hazret-i Mesih'in oğulluğunun, bir şefkat ve merhamet oğulluğu (bu manada oğulluk) olduğuna İnanmaktadırlar. Böyle bir manaya da herhangi bir şekilde oğulluk tabirinin kullanılması helal olamaz ve bu da küfürdür. 3. Başkasının Küfrü Gerektiren Söz ve Görüşlerini Nakletmek: İbnü'l-Arabî der ki: Bu âyet, şanı yüce Rabbimizin ilâhî sözünden, bir kimsenin ibtidâen söylemesi câiz olmayan ve başkasına ait küfür sözünü haber vermesinde kendisi için bir vebal olmadığının delilidir. Çünkü bu sözü böyle bir şeyi çok büyük bir İddia olarak gördüğü için ve reddetmek kastıyla ifade etmiştir. Rabbimiz dilese elbette kimse bu sözü söylemez. Yüce Allah insanların böyle bir sözü söylemelerine imkân verdiğine göre, kalben ve dil ile O'nu İnkâr etmek, delil ve belge ile de reddetmek kastı bu gibi sözlerin söylendiğinin haber verilmesine izin vermiş demektir. "Bu, onların ağızlarında dolaşan sözleridir" âyeti ile ilgili olarak bunun ("ağızlarıyla" ifadesinin gelmesi) te'kid anlamına olduğu söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Elleriyle kitabı yazıp..." (el-Bakara, 2/79); "Ve iki kanadıyla uçan herbir kuş" (el-En'am, 6/38); "Artık sûr'a tek bir üfürüş üfürüldüğü zaman..." (el-Hâkka, 69/13) Bu âyetlerin benzeri (te'kidlerin yer aldığı âyetler) pek çoktur. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Onların söyledikleri bu söz, mantıksız bir iddia ve herhangi bir açıklayıcı delil ve belgesi bulunmayan bir söz olduğundan, yalnızca ağızda gevelenip doğru bir anlam ihtiva etmeyen soyut bir iddia olduğundan dolayı böyle denilmiştir. Çünkü onlar aynı zamanda yüce Allah'ın bir eş edinmediğini de kabul etmektedirler. Onun evladı olduğunu nasıl ileri sürebilirler? O halde bu, yalnızca dilleriyle söyledikleri yalan bir sözdür. Ve bu sözleri delillerle desteklenen ve belgelerle ortaya konulan doğru sözlerin tam aksinedir. Meâni'l-Kur'ân'a dair eser yazanlar derler ki: Yüce Allah eğer ağızlar ve dillerle birlikte bir söz söylendiğini zikredecek olursa, mutlaka o söz yalan ve iftiradır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Onlar, kalplerinde bulunmayanı ağızlarıyla söylerler" (Âl-i İmrân, 3/167); "Bu, ağızlarından çıkan ne büyük bir sözdür. Onlar ancak yalan söylerler" (el-Kehf, 18/15); "Onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylerler." (el-Feth,48/11). 5. Yahudi ve Hristiyanların Bu İddiaları Kendilerinden Önceki Kâfirlerin iddialarına Benzemektedir: "Daha önce kâfirlerin söyledikleri sözlerine benzetiyorlar" buyruğundakî; "Benzetiyorlar" anlamındadır. Arapların; ifadesini, ay hali olmayan yahut da memeleri bulunmayan dişi hakkında kullanmaları, bu yönüyle o kadının, erkeklere benzemesinden dolayıdır. "Kâfirlerin söyledikleri sözleri" hususunda da İlim adamlarının üç görüşü vardır: 1- Putperestlerin Lat, Uzza ve diğer üçüncüleri olan Menat sözleridir, 2- Kâfirlerin: Melekler Allah'ın kızlarıdır, şeklindeki sözleri, 3- Kendilerinden önce geçenlerin söyledikleri sözler. Onlar, batılda öncekilerini taklid ettiler ve küfür yolunda onlara uydular. Yüce Allah'ın kendileri hakkında: "Biz, atalarımızı bir din üzere bulduk..." (ez-Zuhruf,43/22 ve 23. âyetler) âyeti ile onlara dair verdiği haberde olduğu gibi. 6. "Benzemek" Anlamındaki Kelimenin Sözlük Açıklaması: İlim adamları; kelimesinde med olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Vellâd der ki: "….Ay hali olmayan kadın" demektir, hemzelidir ve med yoktur. Kimi nahivciler bunu med ile okurlar. Bu kişi de Sîbeveyh'dir. O bu kelimeyi medli olarak; vezninde kabul eder ve bundaki hemze fazladandır. Çünkü Araplar bu kelimeyi çoğul olarak kullandıklarında; Ay hali olmayan kadınlar, derler ve hemzeyi hazf ederler. Ebû'l-Hasen dedi ki: en-Necîremî bana dedi ki: kelimesi med ile ve sonunda "he" ile kullanılır. O, böylelikle müennesliğin iki alametini de bir arada kullanmış olmaktadır. Bunu da Ebû Amr eş-Şeybanî'den naklen "en-Nevadir"de zikretmekte ve şu mısraı da kaydetmektedir: "Ay hali olmayan veya süt vermeyen deveyi boğazlayan..." İbn Atiyye der ki: "Benzetiyorlar" diyenin ifadesi, Arapların "Ay hali olmayan kadın" diye sözlerinden alındığını söyleyen kişinin sözü yanlıştır. Bunu Ebû’l-Ali ifade etmiştir. Çünkü; "Benzetti" sözündeki hemze, kelimenin aslındandir. Buna karşılık kadınlar hakkında kullanılan; nitelemesinde ise, Kırmızı kelimesinde olduğu gibi zâiddir. Yüce Allah'ın: "Allah kahretsin onları nasıl da döndürülüyorlar." âyeti, Allah onlara lanet etsin, demektir. Bununla da yahudi ve hristîyanları kastetmektedir. Laneti ifade etmek için kahretmek (anlamı verilen: Allah öldürsün onları) ifadesinin kullanılması, lanete uğrayanın öldürülmüş kimse gibi oluşundan dolayıdır. İbn Cüreyc der ki; "Allah kahretsin onları" ifadesi taaccüb anlamındadır, İbn Abbâs da der ki: Kur'ân-ı Kerîm'de kati (öldürmek) diye geçen her bir ifade lânetlemek anlamındadır. Ebân b. Tağlib'in şu beyiti de bu türdendir: "Allah kahretsin onu, o beni kınıyor. Halbuki biliyor ki: Kötülüğüm de banadır, ıslâhım da banadır," en-Nekkaş ise, "Allah kahretsin" kelimesinin aslında beddua olduğunu nakletmektedir. Daha sonra Araplar bunu çok çok kullanır oldular ve nihayet -beddua maksadıyla- hayırda da serde de hayret ettikleri hususlar (teaccüb) hakkında kullanır oldular. el-Esmaî de şöyle bir beyit nakletmektedir: "Allah kahredesice o Leyla'yı, hayret! Nasıl beğeniyor beni? Bense ona hiç aldırış etmediğimi bildiriyorum insanlara." 31Onlar, Allah'ı bırakıp âlimlerini, rahiplerini, Meryem oğlu Mesih'i rabbler edindiler. Halbuki onlar, bir tek ilâha İbadet etmekten başkasıyla emr olunmamışlardı. O'ndan başka ilâh yoktur. O, bunların ortak koştukları herşeyden münezzehtir. "Onlar, Allah'ı bırakıp âlimlerini, rahiplerini, Meryem oğlu Mesih'i rabbler edindiler" âyetinde geçen (ye âlimler diye meali verilen): "el-Ahbâr" kelimesi,'in çoğuludur. Bu ise, güzel söz söyleyen, düzenleyen ve güzel açıklamalarda bulunmak suretiyle sözlerini yerli yerince oturtan kimse demektir. Türlü süslerle süslenmiş elbise," ifadesi de buradan gelmektedir. Bu kelimenin tekilinin "ha" harfi esreli olarak; şeklinde olduğu söylenmiştir. Müfessirler ise, bu harfi fethalı okurlar. Dilciler ise esreli okurlar. Yûnus der ki: Ben bu kelimeyi hep "ha" harfi esrelî olarak işitmişimdir. Buna delil ise, Arapların "âlimin mürekkebini" kastetmek üzere demeleridir. Daha sonra bu kelimenin kullanılışı çoğalarak sonunda mürekkebe de; demeye başladılar. el-Ferrâ' der ki: Bu kelimenin "ha" harfinin esreli okunuşu da üstün okunuşu da iki ayrı söyleyişdir. İbn es-Sikkît der ki: Esreli söyleyiş mürekkeb, üstünlü söyleyiş ise âlim anlamındadır. "Ruhban: Rahipler" kelimesi ise; Korkmak'tan alınma "râhib" kelimesinin çoğuludur. Râhib ise, Allah korkusunun bir kimseyi, insanları gözönünde bulundurmaksızın Allah'a halis niyet ile yönelmeye ittiği ve zamanını O'na ayıran, amelini O'na yapan ve O'nunla ünsiyet bulan kimse demektir. "Onlar, Allah'ı bırakıp... rabbler edindiler" âyeti ile ilgili olarak Meâni'l-Kur'ân'a dair eser yazanlar derler ki: Onlar, âlimlerini ve rahiplerini her hususta itaat ettiklerinden dolayı rabbler konumuna çıkardılar. Nitekim yüce Allah'ın: "Üfleyin, dedi. Nihayet onu bir ateş haline getirince..." (el-Kehf, 18/96) âyeti de bu kabildendir ki, ateş gibi yakınca demektir. Abdullah b. el-Mübarek der ki: "Peki ya dini hükümdarlar ile Kötü âlimler ve rahiplerden (âbid ve sofulardan) başkası mı ifsad etti ki?" el-A'meş ile Süfyan, Hubeyb b. Ebi Sabit'ten, o da Ebû’l-Bahterî'den rivâyetle derler ki: Huzeyfe'ye, aziz ve celil olan Allah'ın: "Onlar Allah'ı bırakıp âlimlerini, rahiplerini... rabbler edindiler" âyeti hakkında onlara ibadet ettiler mi diye sorulunca o da şöyle demişti: Hayır, fakat bunlar ötekilere haramı helal kıldılar, ötekiler de onu helal bellediler. Onlara, helali da haram kıldılar, onlar da onu haram diye bellediler. Tirmizî de Adiy b. Hatim'den şöyle dediğini rivâyet eder: Boynumda altından bir haç bulunduğu halde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna vardım, şöyle buyurdu: "Bu da ne oluyor Ey Adiy? Şu putu üzerinden at." Onu, et-Tevbe Sûresi'nde: "Onlar Allah'ı bırakıp âlimlerini, rahiplerini, Meryem oğlu Mesih'i rabbler edindiler" âyetini okurken dinledim, sonra şöyle buyurdu: "Onlar bunlara ibadet etmiyorlardı. Fakat kendilerine bir şeyi helal kıldıkları vakit onu helal belliyorlar ve bir şeyi haram kıldıkları vakit de onu haram belliyorlardı." Tirmizî dedi ki: Bu, garip bir hadistir. Ancak, Abdusselam b. Harb yoluyla bilinmektedir. Gutayf b. A'yen ise, hadis rivâyetiyle bilinen birisi değildir. Tirmizî, Tefsir 9. SÛRE 10. "Meryem oğlu Mesih" âyetinde geçen "Mesih" kelimesinin türeyişi ile ilgili açıklamalar Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/45- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Mesih: Alından akan ter demektir. Sonraki (müteahhir) şairlerden birisi şu beyitlerinde bu hususu güzelce dile getirmiştir: "(Şimdi) sevin, yakında hüzünlere alışacaksın Haşre ve Mizana şahit olacağında Ve alnından mesih (ter) akıp gittiğinde Yerde akıp giden su arkları gibi." en-Nisa Sûresinde (4/171. âyette) Hazret-i Mesih'in annesi Hazret-i Meryem'e izafe edilmesinin anlamına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. 32Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki Allah kendi nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı değildir. Kâfirler hoş görmese de. "Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler" Onun tevhidine dair delâlet ve belgelerini yok etmek isterler demektir. Yüce Allah burada belge ve delilleri, taşıdıkları açıklamaları dolayısıyla nûr gibi değerlendirmiştir. Anlamın, İslâm nurunu söndürmek istiyorlar, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Yani onlar, yalanlamaları ile Allah'ın nurunu söndürmek, dindirmek isterler. "Ağızlar" anlamındaki; kelimesi asıl tekili olan; ‘ın çoğuludur. Çünkü, " Ağız" kelimesi aslında; şeklindedir. "Havuz ve havuzlar" kelimesinde olduğu gibi. "Halbuki Allah kendi nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı değildir" anlamındaki âyette nefy edatı bulunmamakla birlikte; "Başka" edatı nasıl girmiştir? Oysa Arapçada şeklinde (ve Zeyd'den başka kimseyi vurmadım anlamında) bir kullanım doğru değildir. el-Ferrâ' buradaki; edatının ifadede bir çeşit red ve inkâr bulunduğu için girdiği iddiasındadır. ez-Zeccâc şöyle der: İnkâr ve gerçeklik bildirmenin çeşitli bölümleri olmaz. İnkâr (câhd) edatları 'dır. Bunların ayrıca lafzen söylenen herhangi bir parça ya da bölümleri yoktur. Eğer durum onun kastettiği gibi olsaydı ": Zeyd'den başka kimseden tiksinmedim," demek mümkün olurdu. Ancak, böyle bir itiraza uygun cevap şu olabilir: Araplar ile birlikte bazı lâfızları da hazfederler. Burada ifadenin takdiri şöyledir: ): Allah nurunu tamamlamaktan başka hiçbir şeye razı olmaz." Adiy b. Süleyman da der ki: Böyle bir takdirin; Razı değildir fiilinde câiz olması, bunun men yahut imtina anlamını taşımasından dolayıdır. O bakımdan nefye benzemektedir. en-Nehhâs der ki: Bu da güzel bir açıklamadır. Nitekim şair şöyle demektedir: "Benim ondan başka bir annem var mı ki, ben onu terkedecek olursam Allah benim, onun oğlu olmamdan başka bir şeyi de kabul etmiyor." 33O dini bütün dinlere üstün kılmak için Rasülünü hidayetle ve hak din ile gönderen O'dur. Müşrikler hoş görmese de. "O, dini bütün dinlere" belge ve deliller ile "üstün kılmak için Rasûlünü" Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kastediyor "hidayetle" yani, (hakkı batıldan ayıran) furkan ile "ve hak din ile gönderen O'dur." Yüce Allah dinin şer'i hükümlerini hiçbir şey gizli kalmayacak şekilde açıklamış bulunmaktadır. Bu açıklama İbn Abbâs ve başkalarından nakledilmiştir. "Üstün kılmak için" ifadesinin İslâm dinini diğer bütün dinlere üstün kılmak için anlamında olduğu söylenmiştir. Ebû Hüreyre ve ed-Dahhak derler ki: Bu Îsa (aleyhisselâm)'ın nüzulü sırasında olacaktır. es-Süddî de der ki: Bu, Mehdi'nin çıkışı sırasında gerçekleşecektir. İslâm'a girmedik, yahut cizye ödemedik hiçbir kimse kalmayacaktır. Mehdinin, Hazret-i Îsa'dan ibaret olduğu da söylenmiştir ki, bu doğru değildir. Çünkü sahih haberler, Mehdi'nin Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın soyundan geldiğine dair tevatür derecesine ulaşmıştır. Dolayısıyla onun Hazret-i Îsa olduğunu söylemek mümkün değildir. "Îsa'dan başka Mehdi yoktur" şeklinde hadis diye gelen rivâyet ise sahih değildir. el-Beyhakî "Kitabu'l-Basi ve'n-Nuşûr" adlı eserinde şöyle demektedir: Çünkü bu hadisi rivâyet eden Muhammed b. Halid el-Cenedî'dir ki, meçhul bir ravidir. Bu, Eban b. Ebi Ayyaş'dan rivâyet eder, o da metruk bir ravidir. Eban da el-Hasen'den, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan diye rivâyet eder ki, bu rivâyet munkatı'dır. Bundan önceki hadisler ise, Mehdi'nin çıkacağını açıkça ifade etmekte ve Mehdi'nin Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın soyundan geleceğini beyan etmektedirler ki, senet itibariyle daha sahihtirler. Derim ki: Biz bu hususu, daha geniş açıklamalar da katarak "et-Tezkire" adlı eserimizde zikrettik ve orada Mehdi'ye dair haberleri yeterince naklettik. Yüce Allah'a hamd olsun. "O dini bütün dinlere üstün kılmak için" âyeti ile Arap yarımadasında üstün kılmayı kastettiği de söylenmiştir ki, bunu da gerçekleştirmiş bulunmaktadır. 34Ey Îman edenler! Doğrusu hahamların ve rahiplerin birçoğa insanların mallarını batıl yollarla yerler ve Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü yığıp biriktiren ve onları Allah yolunda infak etmeyenlere gelince, onlara acıklı bir azâbı müjdele! Bu âyete dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız: 1. İnsanların Mallarını Haksız Yollarla Yiyenler ve Allah'ın Yolundan Alıkoyanlar: "...doğrusu... insanların mallarını batıl yollarla yerler" âyetinde yer alan; " Doğrusu yerler" âyetinin başında "lâm"; veznindeki fiilin başına (te'kid için) gelmiştir. Bu "lâm"; mazi fiillerin başına girmez. Çünkü, şeklindeki rauzari fiilin başına gelince, fiilin anlamını hale tahsis eder. Bk. el'Mu'cemu'l-Vasît, II, 809. (Hahamlar diye meali verilen): Ahbâr, yahudi âlimlerinin adıdır. Rahipler ise hristiyanlar arasında kendilerini ibadete çokça veren, ibadette gayretkeş kimseler demektir. "Batıl yollarla" da şöyle açıklanmıştır: Bunlar kendilerine tabi olanların mallarından kilise, havra ve buna benzer şeyler adına birtakım vergiler ve miktarı belli ödemeler tahsil ederlerdi. Onlar, bu gibi şeylere harcamalarda bulunmanın şeriatın bir parçası ve yüce Allah'a yakınlaştırıcı bir iş olduğu vehmini veriyorlardı. Oysa, bu arada onlar bu malları kendilerine alıkoyarlardı. Selman-ı Farisî'nin hazinesini (ölümünden sonra) çıkartmış olduğu rahibe dair anlattıkları buna örnektir. Hazret-i Selman’ın bu anlattıklarını İbn İshak, "Siyerimde nakletmektedir. Bu uzunca kıssayı Ahmed b. Hanbel Müsned, V, 441 vd. nakletmektedir. Bir diğer görüşe göre rahipler ve hahamlar kendilerine uyanların gelirlerinden ve mallarından, dini korumak ve şeriatın gereklerini yerine getirmek ismi altında birtakım vergiler tahsil ederlerdi. Bir başka görüşe göre -bugün pekçok yönetici ve hakimin de yaptığı gibi- insanlar arasında hüküm verirken rüşvet aldıkları kastedilmektedir. Esasen "batıl yollarla" İfadesi bütün bu hususları ihtiva etmektedir. "Ve Allah yolundan alıkoyarlar." Yani, kendi dinlerine mensup olan kimselerin İslâm dinine girmelerine, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a tabi olmalarına engel olurlar. 2. Yığıp Biriktirmenin (Kem) Mahiyeti: "Altın ve gümüş'ii yığıp biriktiren...lere gelince" âyetinde geçen (ye yığıp biriktirmek anlamına gelen) kenz: Sözlükte altın ve gümüşe has olmamak üzere yığıp biriktirmek, toplamak anlamına gelir. Nitekim Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmaktadır: "Ben size, kişinin alıp saklayacağı (kenz yapacağı) en hayırlı şeyi bildireyim mi? O, saliha kadındır." Bu hadîs, 7. başlıkta tamamiyle kaydedilecektir. Kaynakları için oraya bakılabilir. Burada; "kişinin kendisine katacağı ve yanında alıkoyacağı" manasınadır. Şair de der ki; "Bütün hazineden azık diye bir şey vermedi. Birkaç iplik ve eski püskü kumaş dışında." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Ben onların aç olanlarına yanımda buğday yığını bulunuyorken (kenz edilmişken) Onlara ak günlük bitkisinin ununu dahi yedirecek olursam bir hayır görmeyeyim." Şair burada şunu görmek istiyor: Kendisi misafir olarak konakladığı bir kavim ona bu ak günlük denen bitki ununu ikram etmişlerdi. Aynı kimseler ona misafir olunca, yukarda geçen beyitini söyledi. (Âyet-i kerimede) özel olarak altın ve gümüşün anılmasına sebep, diğer mallardan farklı olarak görünmeyen ve muttali olunmayan mallar olduğundan dolayıdır. Taberî der ki: Kenz, üst üste yığılıp toplanmış herşey demektir. İster yerin altında olsun, ister üstünde olsun farketmez. Altına, (gitmek) kökünden türeyen: Zeheb denilmesinin sebebi, geçip gitmesinden dolayıdır. Gümüş'e (ayrılıp dağılan anlamındaki fiil kökünden gelen) Ftdda denilmesinin sebebi ise, birbirinden ayrılıp dağılmasıdır. Nitekim yüce Allah'ın şu âyetinde de aynı kökten gelen fiiller kullanılmıştır: "Ona doğru dağıldılar" (el-Cuma, 62/11); " Elbette onlarda etrafından dağılırlardı." (Âl-i İmrân, 3/159) Bu anlamdaki açıklamalar daha önce Âl-i İmrân Sûresi'nde (az önce değinilen âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır: 3. Altın ve Gümüşü Yığanlarla Kastedilenler: Ashâbı-ı Kiram, bu âyet-i kerîme ile kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Muaviye, bu âyet ile kastedilenlerin kitab ehli olduğu görüşündedir. el-Hasan da bu kanaattedir. Çünkü yüce Allah'ın: "Altın ve gümüşü yığıp biriktirenler" âyeti: "Doğrusu hahamların ve rahiplerin bir çoğu İnsanların mallarını batıl yollarla yerler" âyetinden sonra zikredilmiştir. Ebû Zer ve başkaları ise şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme ile maksat hem kitap ehlidir, hem de onlar gibi olan onların dışındaki müslümanlardır. Doğrusu olan da budur. Çünkü özel olarak kitab ehlini kastetseydi sadece; Ve yığar ve biriktirirler der, ayrıca bundan önce; -lar, ler demezdi. Burada yüce Allah bu şekilde cümle başına getirdiğine göre cümlenin cümleye atıf olduğunu beyan eden bir başka hususu açıklamaya başlamış olmaktadır. Buna göre "altın ve gümüşü yığıp biriktirenler" anlamındaki ifade yeni bir cümledir ve mübtedâ olarak merfu'dur. es-Süddî der ki: Bununla yüce Allah ehl-i kıbleyi kastetmektedir. İşte bunlar bu husustaki üç görüştür. Ashâb-ı kiramın kabul ettikleri görüşe göre, onlar kâfirlerin şeriatın fer'î hükümlerine de muhatap oldukları kanaatinde idiler. Buhârî, Zeyd b. Vehb'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: (Medine yakınlarında bir yer olan) Rebeze'den geçtim. Ebû Zer ile karşılaştım. Ona; Seni buraya gelip konaklamaya iten ne? diye sordum, şöyle dedi: Ben Şam'da bulunuyordum. Ben ile Muâviye "Altın ve gömüşü yığıp biriktiren ve onları Allah yolunda infak etmeyenlere gelince" âyeti hakkında görüş ayrılığına düştük. Muaviye: Bu kitab ehli hakkında inmiştir dedi. Ben: Hem bizim hem onlar hakkında inmiştir dedim. Bu hususta benimle onun arasında (bazı) tatsızlıklar ortaya çıktı. Osman'a mektup yazarak beni şikayet etti. Osman da bana: Medine'ye gel diye mektup yazdı. Medine'ye geldim. İnsanlar bundan önce âdeta beni hiç görmemişler gibi etrafımda çokça toplandı. Bundan Osman'a söz edince o, istersen bir kenara çekilebilir, Medine'ye yakın bir yerde yerleşebilirsin, dedi. İşte beni buraya gelip konaklamaya iten sebep budur. Ve eğer bana Habeşli birisi emir tayin edilecek olsa dahi elbette dinler ve itaat Buhârî, Zekat 4, Tefsir 9. sûre 6. ederim. İbn Huveyzimendad der ki: Bu âyet-i kerîme ayn (nakit olmayan külçe) altın ve gümüşün zekâtını ihtiva etmektedir. Bunlarda zekâtın vacib olması için hür olmak, müslüman olmak, havi (nisab üzerinden sene geçmiş olmak) ve borçlar çıktıktan sonra nisab miktarını bulmak şeklinde dört şart aranır. Nisab ya ikiyüz dirhem yahut yirmi dinardır. Yahut da bunlardan birisinin nisabı diğerinden tamamlanabilir. O takdirde de her birinden kırkta bir (rubu’l-uşr) zekât verir. Hür olmayı da şart koşmamızın sebebi, kölenin mülkiyetinin nakıs olmasından dolayıdır. Müslüman olmanın şart olduğunu söylememize gelince, zekâtın bir temizlik olmasından dolayıdır. Kâfir İse (kâfir olarak) temizlenmez. Ayrıca yüce Allah da: "Namazı kılın zekâtı verin" (el-Bakara, 2/43) diye buyurmaktadır. Bununla da namaz kılma emrine muhatap olan kimseler zekât verme emrine muhatap alınmıştır. Sene geçmesi (havi) şartına gelince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Üzerinden bir sene geçmedikçe hiçbir malda zekât yoktur" Ebû Dâvûd, Zekât 5; Tirmizî, Zekât 10; İbn Mâce, Zekât 5; Müsned. I, 148. diye buyurmuş olmasından ötürüdür. Nisabın şart olarak tesbit edilmesinin sebebine gelince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "îkiyüz dirhemden daha azında zekât yoktur, yirmi dinardan daha azında zekât yoktur" Kurtubî'nin kaydettiği şekliyle tek bir rivâyet halinde olmayıp altının zekâtına dair bölümü ile gümüşün zekâtına dair böKlınti ayrı rivâyetler halinde olmak üzere: Ebû Dâvûd, Zekât 5; Tirmizî, Zekât 3; İbn Mâce, Zeküt 4; Nesâî, Zekât 18. diye buyurmuş olmasıdır. Senenin başında nisabın tam olması yeterli olmayıp, sene sonunda da nisabın bulunması gözönünde bulundurulur. Çünkü fukahâ, karın da asıl mal hükmünde olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. Ayrıca bir kimsenin ikiyüz dirhemi bulunup da onlarla ticaret yapar, sene sonunda bin dirheme ulaşacak olursa o, bin dirhemin zekâtını öder. Ayrıca elde ettiği kârın başladığı tarihten itibaren yeni bir yıl hesabına girmez. Durum böyle olduğuna göre, kârın hükmü de (ana sermayenin hükmünden) farklı olmaz. Bu kâr ister nisab miktarı olan bir sermayeden elde edilmiş olsun, ister nisabdan daha aşağı bir miktardan elde edilmiş olsun fark etmez. Yine fukahâ, bir kimsenin (kırk koyunu bulunup da) sene başında koyunlar yavrulamaya başladıktan sonra birisi müstesna anneler öldüğü halde, eğer kuzular nisabı tamamlayabiliyor iseler bunların zekâtının verileceğini ittifakla kabul etmişlerdir. 5. Zekatı Verilen Mala Kem Denilebilir mi: İlim adamları, zekâtı eda edilen mala kenz denilip denilmeyeceği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir grup denilir demişlerdir. Bu görüşü, Ebû'd-Duhâ, Ca'de b. Hubeyre'den, o, Ali (radıyallahü anh)'dan rivâyet etmiştir. Hazret-i Ali söyle den Dört bin ve daha aşağısı (ihtiyaç olan) nafakadır. Bundan yukarısı ise zekâtı ödenmiş olsa dahi bir kenzdir. Ancak, Hazret-i Ali'den bu rivâyet sahih değildir. Bir başka kesim de şöyle demektedir: İster kendisinden ister bir başka maldan zekâtım ödemiş olduğun herbir şey kenz değildir. İbn Ömer der ki: Zekâtı verilen şey, yedi kat yerin dibinde olsa dahi kenz sayılmaz. Zekâtı ödenmeyen bir şey ise, yerin üstünde dahi olsa kenzdir. Benzer bir ifade Cabir'den de rivâyet edilmiştir, sahih olan görüş budur. Buhârî de Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah bir kimseye bir mal verip de onun zekâtını ödemeyecek olursa, kıyâmet günü o mal kendisine gözleri üzerinde iki siyah ben bulunan çıplak başlı bir ejderha suretinde gösterilir ve bu ejderha onun boynuna dolanır. Sonra onu iki çenesiyle yakalar, sonra da: Ben senin malınım, ben senin hazinenim, der." Daha sonra da (Hazret-i Peygamber): "Allah'ın lütfundan kendilerine verdiği şeylerde cimrilik gösterenler... sanmasınlar" (Âl-i İmrân, 3/180) âyetini okudu. Buhârî, Zekât 3, Telsîr 3. sîıre 14; Nesâî, Zekat 20; Müsned, II, 355- Aynı hadisin Abdullah b. Mes'ûd'dan rivâyeti: Nesâî, Zekât 2; İbn Mâce, Zekât 2; Müsned, I, 377; yakın lâfızlarla İbn Ömer'den rivâyeti: Nesâî, Zekât 20; Müsned, II, 98, 137, 156. Yine Buhârî'de Ebû Zer'den şöyle dediği nakledilmektedir: Ben, onun -Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kastediyor- yanına vardım, şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim -ya da kendisinden başka ilâh olmayan hakkı için dedi, yahut da yemin ettiği şekilde yemin ettikten sonra (şöyle buyurdu)-: Herhangi bir kimsenin (zekâtı ve vermesi gereken) develeri yahut ineği, ya da koyunu bulunur da bunların hakkını ödemeyecek olursa, mutlaka bunlar kıyâmet günü olabildiğince büyük ve olabildiğince semiz olarak getirilir ve bu hayvanlar onu ayaklarıyla çiğner, boynuzlarıyla toslar. Onların sonuncuları da geçip gittikten sonra tekrar birincileri ona geri getirilir. Ve bu, insanlar arasında hükmedilinceye kadar böylece devam eder." Buhârî, Zekât 43; Müslim, Zekât 30; Nesâî, Zekât 2, 11; İbn Mâce, Zekât 29, Başka saha bilerden gelen benzer rivâyetler: Buhârî, Zekât 3; Müslim, Zekat 26, 27; Ebû Dâvûd, Zekât 32; Nesâî, Zekât 9; Dârimî, Zekât 3. İşte bu iki hadisin de hitab delili, söylediğimizin doğruluğuna delâlet etmektedir. İbn Ömer de Buhârî'nin Sahih'inde bu manayı açıkça ifade etmiştir. Bir bedevi Arap ona: Bana yüce Allah'ın: "Altın ve gümüşü yığıp biriktirenlere..." âyeti hakkında haber ver deyince, İbn Ömer şöyle der: Her kim bunları yığıp biriktirir ve zekâtını ödemeyecek olursa vay onun haline! Bu husus, zekât emri indirilmeden Önce idi. Zekât emri indirildikten sonra Allah zekâtı mallar için bir temizleme aracı kıldı. Buhârî, Zekât 4. Tefsir 9. sûre 7. Kenzin, ihtiyaçtan arta kalan olduğu da söylenmiştir, bu görüş de Ebû Zer'den rivâyet edilmiştir. Onun görüşü olarak nakledilen hususlardan birisi budur ve bu onun, işi oldukça sıkı tutan görüşlerinden birisi olup tek başına benimsediği görüşler arasında yer alır. Allah ondan razı olsun. Derim ki: Bu hususta Ebû Zer'den rivâyet edilen görüşlerin toplamı bu âyet-i kerimenin ihtiyacın ileri derecede olduğu, muhacirlerin zayıf, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın da onlara yardım elini uzatarak ihtiyaçlarını yeteri kadar karşılamak imkânını bulamadığı, beytülmalde ihtiyaçlarını karşılayacak kadar malın olmadığı, sıkıntılı kıtlık yıllarının ardı arkasına üzerlerine hücum ettiği zamanlardaki durumu dile getiriyor olabilir. İşte bu durumda ihtiyaçları dışındaki malları alıkoymaları yasaklandı. Böyle bir zamanda ise altın ve gümüşün saklanması câiz değildir. Yüce Allah, müslümanlara fetihleri müyesser kılıp, onlara maddi imkânlar açısından genişlik verince, Hazret-i Peygamber ikiyüz dirhemde beş dirhem, yirmi dinarda yarım dinarın zekât olarak verilmesini emretti, hepsinin verilmesini emretmedi. Bu hususta da malın nernâ bulabileceği süreyi nazarı itibara aldı. Böylelikle Hazret-i Peygamber bu hususta gerekli beyanı yapmış oldu. Kenz'in, esirin kurtarılması, açın yedirilmesi ve benzeri haklar gibi arizî hakları ödenmeyen mal olduğu da söylenmiştir. Kenz, sözlükte altın ve gümüş türünden toplanan şeylerdir. Onların dışında kalan mallar ise kıyasen onlara hamledilir diye de açıklanmıştır. Bir diğer açıklamaya göre süs eşyası olmamak şartıyla toplanan altın ve gümüşe denilir. Çünkü süs eşyasının edinilmesinde izin vardır ve bunda hak (zekât) yoktur.-Doğrusu ise bizim baş tarafta yaptığımız açıklamalardır ve sözlükte de şer'an de bütün bunlara kenz adının verileceğidir. Doğrsunu en iyi bilen Allah'tır. İlim adamları süs eşyasının zekâtı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik, arkadaşları, Ahmed, İshak, Ebû Sevr ve Ebû Ubeyd, süs eşyasında zekât olmadığı görüşündedirler. Irakta bulunduğu sırada Şâfiî de bu görüşteydi. Fakat daha sonra Mısır'a geldiğinde bu konuda hüküm vermekten kaçınarak: Bu hususta Allah'tan istiharede bulunacağım, demişti. es-Sevrî, Ebû Hanîfe, arkadaşları ve el-Evzaî derler ki: Bütün bunlarda zekât vardır. Birinci görüşün sahipleri şu sözleriyle delil getirirler: Ticaret mallarında nema maksadı zekâtın farz olmasına sebeptir. Yoksa mal olarak bunlar zekâtın farz kılınmasına konu değildir. Altın ve gümüşün, süs eşyası ve ticaret maksadıyla değil de kişinin kendisi için alıp saklaması altın ve gümüşteki nema kastını ortadan kaldırır ve bu da zekâtı düşürür. Ebû Hanîfe ise, altın ve gümüşte zekâtın farz olduğunu belirten umumî lâfızları delil göstererek, süs eşyası olarak kullanılması ile başka türlü kullanılması arasında fark gözetmemiştir, el-Leys b. Sa'd ise bu hususta ayrım gözeterek bu yolla zekâttan kaçmak kastıyla süs eşyası olarak yapılan altın ve gümüşün zekâtının ödenmesini farz kabul etmiş, süs eşyası olarak fiilen ve başkasına da ariyet olarak verilenlerin zekâtının verilmeyeceğini kabul etmiştir. Mâliki mezhebinde süs eşyası ile ilgili etraflı açıklamalar vardır, bu husustaki açıklamalar furu'a (fıkıha) dair kitaplarda yer almaktadır. Ebû Dâvûd, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet eder: Şu: "Altın ve gümüşü yığıp biriktirenler..." âyeti nâzil olunca, müslümanlara ağır geldi, Ömer, bu sıkıntınızı ben gidereceğim, diyerek kalkıp gitti. Ey Allah'ın Peygamberi dedi, bu âyet-i kerîme (nin ihtiva ettiği hüküm) ashâbına ağır geldi. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah, zekâtı ancak mallarınızın geri kalan bölümleri temizlensin, diye farz kılmıştır. Mirası da mallarınız sizden sonrakilere kalsın diye farz kılmıştır." Bunun üzerine Ömer tekbir getirdi. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle buyurdu: "Sana kişinin alıkoyacağı en hayırlı şeyin ne olduğunu haber vereyim mi? O, saliha bir kadındır. Ona baktığı vakit onu sürura garkeder. Ona emrederse kendisine itaat eder. Yanında bulunmazsa onun namusunu korur," Ebû Dâvûd, Zekât 32. Tirmizî ve başkalarının da Sevban'dan rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbı (kendi aralarında) şöyle dediler: Yüce Allah altını ve gümüşü yermiş bulunuyor. Hangi malın hayırlı olduğunu bîlsek de onu kazanıp edinsek. Bunun üzerine Ömer şöyle dedi: Sizin için Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ben sorayım dedi ve sordu. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurdu: "Zikreden bir dil, şükreden bir kalp ve kişiye dini hususunda yardımcı olan bir zevce," Tirmizî dedi ki: Bu, hasen bir Tirmizî, Tefsir 9. sûre 9; İbn Mâce, Nikâh 5. hadistir. 8. Allah Yolunda İnfak Edilmeyen: "Ve onları Allah yolunda infak etmeyenlere..." âyetinde (kullanılan zamir tekil olup) o ikisini infak etmeyenler diye buyurulmaması ile ilgili olarak altı türlü cevap verilmiştir: 1- İbnü'l-Enbarî der ki: Yüce Allah bu âyette tekil zamir kullanmakla, daha çok kullanılan ve daha genel bir şekilde tedavülde bulunan gümüşü kastetmektedir. Yüce Allah'ın şu âyetinde de zamir böyledir: "Sabır ile ve namazla yardım isteyin. Muhakki O... pek büyüktür." (el-Bakara, 2/45) Burada zamir namaza aittir. Çünkü namaz daha umumîdir. Yüce Allah'ın: "Onlar bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman seni ayakta bırakıp ona doğru yöneldiler." (el-Cuma, 62/14.) Burada da zamir, daha önemli olduğundan dolayı ticarete aittir ve eğlenceye zamir gönderilmemiştir. Birçok müfessir bu görüştedir. Bazıları ise bu görüşü kabul etmeyerek şöyle der: Bu âyet-i kerîme buna benzememektedir. Çünkü burdaki "veya" ticareti eğlenceden ayırmış bulunmaktadır. Dolayısıyla sonradan gelen zamirin bunlardan birisine raci olması güzel düşmektedir. 2- Birinci görüşün tam aksi kanaat. O da "ve onu infak etmeyenler" anlamındaki âyette yer alan zamirin altına gitmesi, ikincisinin de ona atfedilmiş olması şeklindedir. "Altın" anlamındaki kelimeyi Araplar müennes olarak kullanır ve;" O kırmızı altındır," derler. Araplar müzekker olarak kullandığı gibi, müennes olarak kullanmaları daha yaygındır. 3- Zamir, kenze aittir görüşü, 4- Zamir, biriktirilip yığılan mallara aittir görüşü, 5- Zamirin zekâta ait olduğunu kabul eden görüş. Buna göre ifadenin takdirî anlamı: Ve yığıp biriktirdikleri malların zekâtını vermeyenler, şeklinde olur. 6- Mana anlaşıldığı takdirde diğerine zamir gönderilmeksizin bunların yalnızca bir tanesine ait olan zamirle yetinildiğine dair görüş. Arapların konuşmasında bu şekilde kullanım pek çoktur. Sîbeveyh, (buna örnek olmak üzere) şu beyiti nakletmektedir: "Biz, yanımızda bulunandan sen de yanında bulunandan razısın Görüş(lerimiz ise) farklı farklıdır." Burada görüldüğü gibi "razıyız" dememiştir. Bir başka şair de şöyle demektedir: "Benim de babamın da uzak olduğum bir hususta bana iftirada bulundu. O bana (anlaşmazlığımıza konu olan) kuyudan dolayı iftira etti." Burada şair, "ikimizin uzak olduğu" demiyerek tekil kullanmakla yetinmiştir. Hassan b. Sabit (radıyallahü anh)'ın şu beyiti de bu türdendir: "Şüphesiz ki delikanlılık çağı ile siyah saçlıların Yerini bir başkası (ağırbaşlılık) tutmadıkça delilik olur." Buradaki: yuâsu" kelimesi, beyitin Lisanu'l-Arab, III, 29’daki şekli olan: "yuadu" (yani "sâd" yerine “dâd” harfi) imlasına göre tercüme edilmiştir. Görüldüğü gibi şair burada Fiili İkisinin yerini,., tutmadıkça şeklinde Dolayısıyla burada sondaki eliften önce "ye" harfi olmamalı, "sâd" harfi de “dad" olmalıdır. tesniye olarak kullanmamıştır. 9. Mal Biriktirmeden Masiyet Uğrunda Malını Harcayan Kimsenin Hükmü: Malını yığıp biriktirmemekle birlikte Allah yolunda infak etmeyerek masiyetler uğrunda harcayan kimsenin azap tehdidi bakımından hükmü, biriktirip Allah yolunda infak etmeyenin hükmü gibi midir diye sorulacak olursa, sorana şöyle cevap verilir: Böylesinin tehdidi daha ağırdır. Çünkü malını masiyet yolunda saçıp sallallahü aleyhi ve sellemuran bir kimse bu yolda harcaması bir de o haramı işlemesi bakımından iki cihetten isyan etmiş olur. İçki satın alıp içmek gibi. Eğer işlediği masiyet kendisini aşıp başkasına da zarar veriyorsa, birçok yönden isyan olur. Bir müslümanın öldürülmesi, yahut malının alınması ve bunun dışında herhangi bir yolla zulme uğramasına yardımcı olmak gibi. Malını yığıp biriktiren ise iki bakımdan Allah'a isyan eder. Bunların biri zekâtı vermemek, diğeri ise malını alıkoymaktan ibarettir. Kimi zaman sadece malın alıkonulması bile nazarı itibara alınabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. 10. Malını Allah Yolunda İnfak Etmeyenlerin Cezası: "... Onlara acıklı bir azâbı müjdele" âyetinin anlamı daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bu azâbı şu hadisiyle açıklamaktadır: "Mallarını biriktirenlere böğürlerinden çıkacak şekilde sırtlarının dağlanacağı, alınlarından da çıkacak şekilde kafalarının arka taraflarının da dağlanacağı müjdesini ver." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Bunu, Ebû Zer şöylece rivâyet etmektedir: "Mal yığıp biriktirenlere, onlardan herhangi birisinin memesi ucuna konulup ve sonunda omuzlarının başından çıkacak, yine onlardan herhangi birisinin omuzlan başına konulup da nihayet memelerinin ucundan çıkacak ve bunun sonunda kişiyi alabildiğine sarsacak cehennem ateşinde kızdırılmış taşların müjdesini ver..." Buhârî, Zekât 4; Müslim, Zekât 34,35; Müsned, V, 169 (az farkta). İlim adamlarımız derler ki: Kızdırılmış taşların meme ucundan girip omuz başlarından çıkması, onun kalbini ve içini de azaplandırmak içindir. Çünkü o, dünyada iken çok maldan dolayı seviç ve neşe ile dolup taşmıştı. Âhirette de buna karşılık keder ve azap ile cezalandırılacaktır. 11. Asıl Tehdit, Allah Yolunda Malın înfak Edilmemesine Yöneliktir: İlim adamlarımız derler ki: Âyetin zahiri malını yığıp biriktirmekle birlikte Allah yolunda infak etmeyenin tehdidi ile ilgilidir. Ve bu infak etmemek farz olan infakı da onun dışındaki infakları da kapsar. Şu kadar var ki, yığıp biriktirme niteliğinin nazarı itibara alınmaması gerekir. Çünkü malını yığıp biriktirmemekle birlikte Allah yolunda infakı engelleyenin de böyle olması kaçınılmazdır. Şu kadar var ki, malını yerin altında saklayıp gizleyen kimse, örfen farz olan infakları engelleyen kimse olduğundan dolayı, burada da tehdit Özellikle böylesine yöneltilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 35O gün bunlar cehennem ateşinde kızdırılacak, o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtlan bunlarla dağlanacak. "İşte bu, kendiniz için toplayıp sakladıklarınız. Öyleyse sakladığınız şeyleri(n acısını) tadın" (denecek). Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: "O gün bunlar cehennem ateşinde kızdırılacak" âyetindeki; "O gün," zarftır. İfade, bunların kızdınlacağı günde onlara azâb edilecek takdirindedir. Bunun: "Bunların kızdınlacağı o gün ile onları müjdele" takdirinde olması doğru değildir. Çünkü müjde o sırada olmayacaktır. " Ateşte demiri kızdırdım," yani "onu kızdırmak kastıyla ateş yaktım" denilir. Ancak, "Onu (demiri) kızdırdım" tabiri kullanılmaz, "Üzerine (ateşi) kızdırdım" da denilmez. Burada; Bunlar (kızdırılacak) denilmektedir. Çünkü, harf-i cerri, "kızdırmak" anlamının sılası kabul edilmiştir. da ateş yakıp kızdırmak demektir. Yani, bunların üzerine ateş yakılacak ve bu yakılan şeylerle onlar dağlanacaklardır, demektir. "Dağlamak;" kızgın demiri ve ateşi deri yanıncaya kadar organa yapıştırmak demektir. İse, "alın" anlamına gelen;'ın çoğuludur. Alın kaşların üzerinden başın tepesi (nasiye) nin başlangıcına kadar olan yerin adıdır. "Filanın karşısına onunla çıktım ve alnına onu vurdum," manalarına gelir. "Böğürler" anlamındaki kelimesi de; kelimesinin çoğuludur. Dağlamanın yüzde yapılması daha yaygın ve daha çirkindir. Ancak böğürde yapılan dağlama, daha ızdırap verici ve daha ağrıtıcıdır. Bundan dolayı diğer dağlanacak organlar arasında özellikle bunları sözkonusu etmiştir. Sufilere mensup ilim adamları derler ki: Bunlar, mal ve mevki talebinde bulundukları için Allah yüzlerini hakir düşürecektir. Kendileriyle oturup kalkan fakirlere yüzlerini ve yanlarını çevirdikleri için de böğürleri dağlanacaktır. Mallarına güvenip dayanarak sırtlarını onlara dayadıklarından dolayı da sırtlan dağlanacaktır. Zahid ilim adamları da şöyle demişlerdir: Özellikle bu organların söz konusu edilmesi, zenginin fakiri gördüğü vakit kaşlarını çatıp yüzünü ekşitmesinden dolayıdır. Nitekim şair şöyle demektedir: "Yezid beni görmezlikten geliyor. Gözlerini bana karşı çatıp kapatmış gibidir. O bir birbirine çatılan gözlerinin arası açılmasın Ve benimle karşılaştığın her seferinde burnun yere sürtülsün." Fakir, böyle bir zenginden bir şey istedi mi, ona yanını döner, daha çok isteyecek olur da israr edecek olursa, sırtını döner. İşte yüce Allahmasiyetindurumuna göre cezayı da tesbit etmiştir. Yığıp biriktirilen mallarla dağlamanın keyfiyeti ile ilgili rivâyetlerde farklı açıklamalar bulunmaktadır. Müslim'in Sahih'inde Ebû Zer'den naklettiğimiz rivâyete göre orada taşların kızdırılacağı sözkonusu edilmişti. et-Tevbe, 9/34. ayet, 10. başlık. Yine Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği hadiste Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Altın ve gümüş sahibi olup da ondan hakkını ödemeyen her bir kimse mutlaka kıyâmet günü olduğunda ona ateşte kızdırılmış büyük madeni parçalar getirilir, cehennem ateşinde bu parçalar kızdırılır ve bunlarla böğrü, alnı ve sırtı dağlanır. Soğudukça bunlar tekrar kızdırılır ve bu, süresi elli bin yıl kadar olan bir günde kullar arasında hüküm verilinceye ve cennete mi, yoksa cehennem ateşine mi gideceğini görünceye kadar devam eder..." Müslim, Zekât 24, 26. Buhârî'de de önceden geçtiği gibi, böyle bir kimsenin biriktirip yığdığı malları ona bir ejderha halinde gösterilecektir. et-Tevbe, 9/34. âyet, 5. başlık. Sahih'in dışındaki kitaplarda ise Abdullah b. Mes'ûd'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Kimin malı olup da zekâtını ödemeyecek olursa, kıyâmet gününde o malı başı tüysüz bir ejderha halinde boynuna dolanır ve bu ejderha başını sokar. Bir önceki notta belirtilen yer. Derim ki: Bunun değişik yerlerde olması muhtemeldir. Kimi yerde mal o kimseye bir ejderha gibi gösterilir, kimi yerde kızdırılmış demir parçası şeklinde olur, kimi yerde de kızdırılmış taş parçalan olur. Değişen sadece niteliklerdir, fakat hepsinde cisim olmak özelliği ortaktır. Çünkü, ejderha da cisimdir, mal da cisimdir. Bu temsil, Hazret-i Peygamberin: "Ölüm beyaz bir koç gibi getirilir... " Buhârî, Tefsir 19. sûre 1; Müslim, Cennet 40; Tirmizî, Sıfau'l-Cenne 20, Tefsir 19 SÛRE 2; Müsned, II, 377,111, 9. hadisindeki ifadesinden farklı olarak hakikat manasınadır. Çünkü, ölümün koç suretinde görülmesi bir başka haldir. Şanı yüce Allah da dilediğini yapar. Özellikle ejderhanın sözkonusu edilmesi ise, insanların ikinci düşmanının o oluşundan dolayıdır. Yılanların ejderha türü, süvarinin de piyadenin de üzerine giden yılan türüdür. Bu tür, kuyruğu üzerine dikilir, kimi zaman süvarinin yüksekliğine kadar da ulaşır ve genelde bu tür çöllerde bulunur. Bunun iri yılan demek olduğu da söylenmiştir. el-Lihyânî der ki: Bir yılana; denilir. Üç tane olursa (çoğul): denilir, tesniyesi de; şeklinde gelir. Yılanların başları tüysüz olanına "akra" denilir. Çünkü bu gibi yılanların zehirden dolayı başında tüy kalmaz ve beyaz bir renk alırlar. Muvatta’''da ise bu tür ejderhanın iki tane ben gibi noktasının olduğu da sözkonusu edilmektedir. Muvatta’', Zekât 22; Buhârî, Zekât 3, Tefsir 3. süre 14; Nesâî, Zekat 20; Müsned, II, 98,137, 156... "O Yani, çenelerinde köpüğü andıran şişkin iki noktası vardır demektir. Bu da kızması ve çokça konuşması halinde insanın ağzında da görülen bir husustur. Mesela şair Cerir'in kızı Um Ğaylân der ki: Kimi zaman ağzım köpürüp şişinceye kadar babama şiir okuduğum olurdu. Burada ağzının köpürmesi anlamını ifade eden fiil ile hadiste yılanın niteliği ile ilgili geçen "iki ben" diye tercüme edilen kelime aynı kökten gelmektedir. Bu, zehiri oldukça fazla yılana misal olarak verilmektedir. İşte mal, bu tür bir hayvan gibi müşahhas olarak gösterilir ve bu mal, sahibine kızıp köpürmüş bir şekilde karşısına çıkar. İbn Dureyd ise bu kelimeyi (zebîbe kelimesini) gözlerinin üzerinde siyah iki nokta diye açıklamaktadır. Bir rivâyette de: Malı kendisine bir ejderha gibi gösterilir. Bu ejderha onun arkasına takılır, onu kaçmak zorunda bırakır, nihayet elini ona uzatır, erkek devenin ağzıyla çekip koparması gibi hemen onu çiğneyiverir. İbn Mes'ûd da der ki: Allah'a yemin ederim Allah, mal yığıp biriktirmesi sebebiyle herhangi bir kimseyi azaplandırırken bir dirhem bir dirheme, bir dinar bir dinara değecek şekilde azaplandırmaz. Aksine, herbir dirhem ve herbir dinar başlı başına üzerinde konuluncaya kadar derisi genişletilir. Böyle bir azap, -hadislerde de vârid olduğu gibi- kâfir hakkında sözkonusudur, mü’min hakkında değildir. Doğrusunu da en iyi bilen Allah'tır. Taberî, Ebû Umame el-Bahili’ye ulaşan bir senedle şöyle dediğini nakletmektedir: Suffa ehlinden bir kişi vefat etti, onun elbisesinde bir dinar bulundu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Bu bir dağlamadır" diye buyurdu. Daha sonra bir diğeri öldü, onun iki dinarı bulundu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Bu da iki dağlamadır" diye buyurdu. Taberî, Câmiu'l-Beyân, X, 119. Bunun böyle olmasının sebebi ise, bu iki zatın ya yanlarında altın bulunmakla birlikte sadaka ile geçinmelerinden dolayıdır, yahut da böyle bir hüküm İslam'ın ilk dönemlerinde idi. Daha sonra şeriat, hakkının eda edilmesi ile birlikte malın alıkonulabileceği hükmünü getirdi. Eğer malın alıkonulması yasak olsaydı, hakkının yerine getirilmesi için tamamını ödemek gerekecekti. Oysa ümmet arasında böyle bir hükmü öngören hiçbir kimse yoktur. Zaten ashâbı kiramın -Allah hepsinden razı olsun- durumu ve onların mal sahibi olmaları bu konuda yeterli bir gerekçedir. Ebû Zer'den nakledilen yaklaşıma gelince, bu onun özel bir mezhebi (görüşü )dür. -Allah ondan razı olsun-. Mûsa b. Ubeyde, İmrân b. Ebi Enes'den, o, Mâlik b. Evs b. el-Hadesan'dan, o, Ebû Zer'den, o da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Herkim bir alacaklısı için hazırlamadığı halde ve Allah yolunda da infak etmeyecek olursa, bir dinar yahut bir dirhem yahut külçe altın ya da gümüş toplayacak olursa, şüphesiz ki o, kıyâmet gününde kendisi ile dağlanacağı bir biriktirme (kenz)dir." Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, IV, 181. Derim ki: Bu, Ebû Zer'e yakışan ve görüş olarak ifade etmesi ona uygun düşen bir husustur. İhtiyaçtan arta kalan ise, eğer Allah yolunda harcamak üzere hazırlanmış ise ona kenz denilmez. Ebû Umame de der ki: Herkim geriye beyaz (gümüş) yahut sarı (altın) bırakacak olursa, ister günahı bağışlanmış olsun ister bağışlanmamış olsun onlarla dağla nacaktır. Şunu bilin ki, rauhakkak kılıcın süsü de bu kabildendir. Sevban'ın rivâyetine göre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Bir kimse yanında kırmızı (altın.) yahut beyaz (gümüş) bulunduğu halde ölecek olursa, mutlaka Allah herbir kırata mukabil onun yerine kendisi ile tepeden tırnağına kadar dağlanacağı büyük demir parçalan yaratır. Bundan sonra İse, ona ya mağfiret olunur, yahut azap edilir. " Suyûti, a.g.e., IV, 180, 181. Derim ki: Bu ise, bundan önce bu âyet-i kerîme ile ilgili olarak yaptığımız açıklamaların da delaleti ile zekâtı ödenmeyen mallar hakkında kabul edilir. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Yanında zekâtlarını ödemediği kırmızı yahut beyaz varsa... Yine Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan gelen şu rivâyet de böyledir: "Her kim onbîn (dirhem) bırakacak olur ise, kıyâmet gününde bunların sahibinin kendileriyle azaplanacağı büyük demir parçaları haline getirilirler..." Bu ise -konu ile ilgili hadisler arasında çelişki olmaması için- zekâtı ödenmeyecek olursa kaydıyla anlaşılmalıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 4. Yığıp Biriktirmenin Cezası Çekilecektir: "İşte bu, kendiniz için toplayıp sakladıklarınız." Yani onlara, işte bu, kendiniz için saklayıp topladıklarınızda, denilecektir anlamındadır ve burada "denilecektir" fiili hazfedilmiştir. "Öyleyse sakladığınız şeyleri" saklayageldiğiniz şeylerin azabını "tadın." 36Gerçekten Allah yanında gökleri ve yeri yarattığı günden beri ayların sayısı Allah'ın Kitabında onikidir. Onlardan dördü haram aylardır. İşte en doğru din budur. O halde bunlarda nefislerinize zulmetmeyiniz. Bununla beraber müşrikler sizinle nasıl topluca Savaşırlarsa siz de onlarla topluca Savaşın. Bilin ki Allah, sakınanlarla beraberdir. Yüce Allah'ın bu âyetinin: "Gerçekten Allah yanında gökleri ve yeri yarattığı günden beri ayların sayısı Allah'ın Kitabında onikidir. Onlardan dördü haram aylardır. İşte en doğru din budur. O halde bunlarda nefislerinize zulmetmeyiniz" bölümü ile ilgili açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: 1. Allah Nezdinde ve Allah'ın Kitabında Ayların Sayısı: "Gerçekten... ayların sayısı" anlamındaki âyette yer alan "aylar" anlamını veren; kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Bir kimse kardeşine; " Aylar boyunca seninle konuşmayacağım" deyip, bu hususta yemin ederse, bir sene boyunca onunla konuşmamalıdır. Kimi ilim adamı bunu böyle açıklamıştır. Ebediyyen onunla konuşamayacağı da söylenmiştir. İbnü'l-Arabî der ki: Benim görüşüme göre eğer belli bir niyeti yoksa, bu şekildeki yemini üç ay süreyle konuşmamasını gerektirir. Çünkü, çoğulu şeklînde gelen veveznindeki kelimelerin de tekili olduğu kiplerde asgari çoğul miktarı üçtür. "Allah yanında" ise, Allah'ın hükmü gereğince ve Levh-i Mahfuz'da yazdığına göre "Oniki aydır." Burada "oniki" anlamına gelen kelimenin benzeri sayılardan farklı olarak i'rabk gelmesi, bunda i'raba delâlet eden harfin bulunmasıdır. "On" anlamındaki; kelimesini genel olarak kıraat âlimleri "ayn" ve "sin" harflerini üstün okumakla birlikte, Ebû Cafer bu kelimeyi "şin" harfini sakin olarak okumuştur. "Allah'ın Kitabında" âyeti ile kastedilen ise Levh-i Mahfuz'dur. "Allah'ın yanında" diye buyrulduktan sonra bunun tekrar edilmesi ise, pek çok şeyin "Allah'ın yanında" olmakla nitelendirilmesi ile birlikte bunların "Allah'ın Kitabında yazılı" olduklarının söylenemeyişinden dolayıdır. Yüce Allah'ın: "Muhakkak saatin ilmi Allah'ın yanındadır" (Lukman, 31/34) âyeti gibi. 2. Göklerin ve Yerin Yaratılışı ile Zaman: "Gökleri ve yeri yarattığı günden beri" diye buyurması, O'nun kaza ve kaderinin bundan önce olduğunu beyan etmek ve şanı yüce Allah'ın bu ayları vaz edip gökleri ve yeri yarattığı günde bunları tertip ettiği şekil Üzere onlara isimlerini verdiğini, bunu da indirmiş olduğu kitaplarında peygamberlerine indirdiği vahiylerde bildirdiğini beyan etmek İçindir. İşte yüce Allah'ın: "Gerçekten Allah yanında... ayların sayısı... onikidir" âyetinin anlamı budur. Bu ayların hükmü önceki gibi kalıcıdır. Müşriklerin bu ayların isimlerini değiştirmeleri, ve bazılarını ismen öne geçirmeleri bunların gerçek sıralarını değiştirmemiştir. Çünkü bundan maksat, bu hususta yüce Allah'ın emrine uymak ve cahiliye dönemi insanlarının uyguladıkları ayların isimlerini, takdim ve tehirlerini reddetmektir. Onların düzenledikleri şekle göre isimlere bağlı gördükleri hükümleri kabul etmemektir. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber Veda Haccındaki hutbesinde ileride açıklanacağı üzere şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar! Şüphesiz ki zaman artık Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü haline dönmüş bulunmaktadır." et-Tevbe, 9/2, ayet, 2. kaşlığın sonlarında zikredilen bu hadisin kaynakları da orada gösterilmiştir. Cahiliyye dönemi insanlarının Muharrem ayını Saf er, Safer ayını da Muharrem yapmaları, yüce Allah'ın asıl nitelediği şekli değiştirebilecek bir özellikte değildir. "Gönde" kelimesinde amel eden; Allah'ın Kitabında" ifadesindeki mastardır. Bununla da yüce Allah "kitaplar" kelimesinin tekilini kastetmiyor. Çünkü maddi (ayni.) şeyler (in isimleri) zarflarda amel etmez. İfadenin takdiri ise şöyledir: "Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günde yazdıklarında..." Sayı anlamına gelen mastara taalluk etmektedir ve onda amel eden de budur. " Allah'ın kitabında" âyetindeki cer harfi, hazfedilmiş bir kelimeye taalluk etmektedir. Bu, aynı zamanda "oniki” anlamındaki ifadenin de sıfatıdır. İfadenin takdiri de şu anlamdadır: Allah'ın Kitabında sayıları tesbit edilmiş yahut yazılmış oniki aydır. Bu cer harfinin "sayı" anlamındaki kelimeye taalluku câiz değildir. Çünkü o takdirde sıla ile;Gerçekten, muhakkak kelimesinin haberinin sılası ile mevsulü birbirinden ayrılmış olur. 3. İslâm'ın Ahkâmı ve Takvim İlişkisi: Bu âyet-i kerîme ibadet ve diğer ahkâmın -oniki aydan fazla çekmeyen yılların bulunduğu takvimler kullanan Arap olmayanların, Bizanslılar ve Kıpti'lerin kullandıkları aylar değil de- Arapların bildikleri ay ve senelere bağlı olması gerektiğini göstermektedir. Buna sebep ise, Arapların takvimi ile diğerlerinin takvimi arasındaki sayısal farklılıktır. Arap olmayanların takvimlerine göre kimi aylar otuz günden fazla çeker, kimisi otuz günden az çeker. Arabî aylar ise, kimi aylar otuz günden az çekse bile otuz günü aşanları olmaz. Diğer taraftan otuz günden az çekenin de muayyen ve belirli ayları yoktur. Eksiklik ve tamam oluş açısından arabî aylar arasındaki farklılık, ayın burçla rdaki seyrinin farklılığına göre ortaya çıkar. Yüce Allah'ın: "Onlardan dördü haram aylardır" âyetinde geçen "haram aylar"; Zülkade, Zülhicce, Muharrem ile Cumadelahire ve Şaban arasında yer alan Recep ayıdır. Bu da Mudarlıların Recebi diye bilinir. Ona Mudarlıların Recebi denilmesinin sebebi ise, Rabia b. Nizar soyundan gelenlerin Ramazan ayını haram ay kabul edip ona Receb demeleri; buna karşılık Mudarlılar'ın bizzat Receb'in kendisini haram ay kabul etmeleri idi. Bundan dolayı Hazret-i Peygamber de bu hususta: "...Cumade ile Şaban arasındaki Recep..." Buhârî, Bedu-l Halk 2, Meğazî 77, Tefsir 9. sûre 8, Edâhî 5, Tevhîd 24; Müslim, Kasâme 29; Ebû Dâvûd, Menasik 67; Müsned, V, 37. diye buyurarak, Receb'in ismi hususundaki farklılıkları yaptığı açıklama ile ortadan kaldırmış oldu. Araplar, bu ayda mızrak ve oklarının sivri uçlarım çekip çıkardıkları için Receb'e, "münsılü'l esinne" ismini da veriyorlardı. Buhârî, Ebû Recâ el-Utaridî'den -ki, ismi İmrân b. Milhân'dı, bir görüşe göre İmrân b. Teym de denilmiştir- şöyle dediğini nakletmektedir: Biz taşa tapardık. Taptığımız taştan daha iyi bir taş bulduk mu, onu alır diğerini bırakırdık. Şayet taş bulamayacak olursak, bu sefer bir avuç toprağı bir araya getirir, sonra koyunu getirir o toprak üzerine sütünü sağar, sonra da onun etrafında dolaşırdık. Recep ayı girdi mi biz de (işte") münsılü'l-esînne (diye bilinen ay) girdi, der ve ucunda sivritilmiş demir bulunan ne kadar mızrak ve ok varsa, demirlerini alır ve onu bir tarafa Buhârî, Meğâzî 70. atardık. "İşte en doğru din budur" Yani, doğru hesap ve tam eksiksiz sayı budur. Ali b. Ebi Talha, İbn Abbâs'tan: "İşte en doğru din" ifadesinin, en doğru hüküm, anlamına geldiğini rivâyet etmektedir. Mukâtil ise işte hak ve gerçek budur diye açıklamıştır. İbn Atiyye der ki: Kanaatimce daha doğru olan buradaki "din" kelimesinin en meşhur ve yaygın anlamıyla kullanılmış olduğudur. Yani işte en doğru şeriat ve itaat şekli budur, demektir. "En doğru" kelimesi gelen dimdik ayakta duran ve dosdoğru olan anlamındadır. Bu da; Efendi kelimesinin; kipinden gelmesi gibidir ki, bunun aslı; şeklindedir. (Vav ya'ya kalbedilerek, ya şeddeli olmuştur). "O halde bunlarda nefislerinize zulmetmeyiniz" ifadesi, İbn Abbâs'ın görüşüne göre (yalnız haram aylara değil) bütün aylara dairdir. Kimisinin görüşüne göre ise bu, özel olarak haram aylar hakkındadır. Çünkü ifadenin onlara ait olması daha yakın bir ihtimaldir ve bu aylarda yapılan zulmün daha bir büyük olması gibi bir meziyetleri de vardır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık haccda kötü söz söylemek, fasıklık ve tartışma olmaz." (el-Bakara, 2/197) Bu, zulmün -ileride açıklayacağımız üzere- bunun dışında kalan günlerde câiz olduğu anlamına gelmez. Diğer taraftan buradaki "zulm"ün anlamı ile ilgili olarak iki ayrı görüş vardır: Bir görüşe göre Savaşmak suretiyle bu aylarda siz kendinize zulmetmeyiniz demektir. Daha sonra bütün aylarda Savaşmak mubah kılınmak suretiyle bu hüküm nesh edilmiştir. Bu açıklamayı Katade, Atâ el-Horasanî, ez-Zührî, Süfyan es-Sevrî yapmışlardır. İbn Cüreyc der ki: Atâ b. Ebi Rebah, Allah adına yemin ederek, insanların Harem bölgesinde de Haram aylarda da kendileriyle Savaşılmadığı sürece Savaşmaları helal değildi. Daha sonra bu hüküm hesh olundu (dedi). Doğrusu ise birinci görüştür. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Huneyn'de Hevazinlilere, Taif de de Sakiflilere gaza tertiplemiş, Taiflileri Şevval ve Zülkade'nin bir bölümü süresince muhasara altında tutmuştur. Bu hususa dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/217. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. İkinci görüşe göre de, siz günah işlemek suretiyle bu aylarda kendinize zulmetmeyiniz, demektir. Çünkü yüce Allah bir yönüyle herhangi bir şeyin azametini ortaya koyacak olursa, onun bir yönüyle hürmeti, saygınlığı bulunur. İki yönüyle yahut da bir çok yönüyle o şeyi ta'zim edecek olursa, bu sefer onun hürmeti (saygınlığı) birden çok olur. Bu durumda kötü amelin cezası katlandığı gibi, salih amelin mükâfatı da katlanır. Mesela Haram beldede ve Haram ayda Allah'a itaat eden bir kimsenin alacağı mükâfaat haram olmayan ay ve beldelerde aynı itaati yapanın alacağı mükâfat gibi değildir. Diğer taraftan haram olmayan ayda ve haram olan beldede Allah'a itaat eden bir kimsenin alacağı mükâfat ise, haram olmayan ay ve beldede Allah'a itaat edenin alacağı mükâfat ile aynı değildir. İşte yüce Allah şu âyetiyle bu hususa işaret etmektedir: "Ey peygamber hanımları, sizden kim apaçık bir hayasızlık işlerse onun azâbı kat kat arttırılır." (el-Ahzab, 33/30). 7. Haram Ayda Hata Yoluyla Başkasını Öldürenin Cezası Ağırlaştırılır mı?: İşte bu özellik dolayısıyla ilim adamları, Haram ayda hataen başkasını öldüren kimsenin ödeyeceği diyetin ağırlaştırılıp ağırlaştırılmayacağı hususunda farklı görüşlere sahip olmuşlardır. el-Evzaî der ki: Bize ulaşan haberlere göre, gerek Haram ayda gerek Haram beldede işlenen cinayetin diyeti ağırlaşünlır ve böyle bir kişi tam diyet ile birlikte üçte bir diyet ile cezalandırılır. Şiblı-i amd (kasta benzer) öldürmelerde ise, develerin yaşlan artırılır. Şâfiî der ki: Haram ayda Haram beldede ve zevi'l-erhamın öldürülmeleri yahut da yaralanmaları halinde diyet ağırlaşünlır. el-Kasım b. Muhammed'den Salim b. Abdullah, İbn Şihab ve Eban b. Osman'dan da: Haram ayda yahut da haram beldede başkasını öldüren bir kimsenin ödeyeceği diyet, üçte bir oranında artırılır, demişlerdir. Bu görüş, Osman b. Affan (radıyallahü anh)’dan da rivâyet edilmiştir. Mâlik, Ebû Hanîfe, onların arkadaşları ve İbn Ebi Leyla ise şöyle demektedirler: Harem bölgesinde de dışında da öldürmenin cezası aynıdır. Haram ayda da başka aylarda da öldürmenin cezası aynıdır. Bu, tabiinden bir topluluğun da kabul ettiği görüştür, sahih olan da budur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), sünnetiyle diyetleri tesbit etmiş ve bu hususta Harem bölgesi İle Haram ayından ayrıca söz etmemiştir. Diğer taraftan ilim adamları Haram ayda olsun başka ayda olsun başkasını öldürenin keffâretinin aynı olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Kıyas diyetin de böyle olmasını gerektirmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 8. Yüce Allah'ın Özellikle Haram Ayları Sözkonusu Etmesinin Hikmeti: Zulüm her nekadar her zaman için yasak ise de yüce Allah'ın özellikle dört haram ayı sözkonusu ederek bu aylarda zulmü yasaklaması, bu ayların şerefine dikkat çekmek içindir. Nitekim yüce Allah'ın: "Artık haccda kötü söz söylemek, fâsıklık ve tartışma olmaz" 2/197 âyeti de böyledir. Te'vil ehli (âlimleri) nin çoğu bu görüştedir. Yani, siz bu dört ayda kendinize zulmetmeyiniz denmektedir. Hammâd b. Seleme, Ali b. Zeyd'den, o, Yusuf b. Mihran dan, o da İbn Abbâs'dan: "O halde bunlarda nefislerinize zulmetmeyiniz" âyeti ile ilgili olarak oniki ayda kendinize zulmetmeyiniz diye açıkladığını rivâyet etmiştir. Kays b. Müslim de el-Hasen'den, o, Muhammed b. el-Hanefîye'den: Bütün aylarda (kendinize zulmetmeyiniz) dediğini rivâyet etmektedir. Birinci görüşe uygun olarak şöyle bir soru (ikinci görüşe itiraz olarak) sorulabilir: O halde neden -"aylar"a ait olan zamir-: şeklinde gelmiş de; şeklinde gelmemiştir? Çünkü, Araplar üçten ona kadar sayılardaki şeylere ait olan zamirler için; derler. Ondan sonrası için ise, zamirlerini kullanırlar, böylelikle çok sayıda olanın az sayıda olandan ayırd edilmesini sağlarlar. Âyette zamirin bu şekilde kullanılmış olması, -dil açısından- dön ay olan Haram Aylar'ın öncelikli olarak kastedildiğinin delilidir. el-Ferrâ' ve en-Nehhâs buna böylece işaret etmektedirler. el-Ferrâ'. her iki kullanım şeklinin de yer değiştirebileceğini ayrıca belirtmektedir. (el-Ferrâ', Me'ani'l-Kur'ân, I, 435; en-Nehhâs, Î'râbu'l-Kur'ân, II, 16). el-Kisaî'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ben, Arapların bu işlerine gerçekten hayret ediyorum. Yine Araplar (bir ayın) ondan daha az geçen günlerini anlatmak üzere; şeklinde fiil ve zamiri kullanırken, ondan fazla günler için de; kullanırlar. Yüce Allah bir takım zamanların saygınlığını diğerlerinden niye daha azametli kılmıştır? denilemez. Böyle bir soruya şu şekilde cevap veririz: Her şeyi yaratan yüce Allah dilediğini yapar. Dilediğine fazilet ve üstünlüğü tahsis eder. O'nun fiillerinin illeti (sebep ve gerekçesi) aranmaz. O'nun iradesine de sınır konulamaz. Aksine O, hikmeti gereği dilediğini yapar. Kimi zaman bu hikmet, tarafımızdan açıkça görülebilir, kimi zaman da bize gizli kalabilir. Âyetin: "Bununla beraber müşrikler sizinle nasıl topluca Savaşırlarsa, siz de onlarla topluca Savaşın" bölümü ile İlgili açıklamalarımızı tek bir başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Savaşın" âyeti, Savaşma emrini vermektedir. kelimesi ise "topluca" anlamına gelir. Bu da hal konumunda bir mastardır. Yani, onları kuşatmışlar olarak ve toplu olarak onlarla Savaşın demektir. ez-Zeccâc der ki:"Allah ona afiyet verdi, Allah onu cezalandırdı," şeklindeki mastarlar da bu kabildendir. Bunların tesniyesi ve çoğulu yapılmaz. "Genel olarak, özel olarak," ifadeleri de böyledir, Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Önceleri bu âyet-i kerîme cihadı farz-ı ayn olarak herkese yönelik bir emir diye İfade etti, daha sonra bu husus nesh edilerek cihad farz-ı kifaye oldu. İbn Atiyye der ki: Bu ilim adamının söylediğine gelince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın getirdiği şeriatın, bütün ümmeti Savaşa çıkmakla yükümlü kıldığına dair hiçbir şey bilinmemektedir. Aksine bu âyet-i kerîme kâfirlerle Savaşmayı, onlara karşı bölük bölük çarpışmayı ve sözbirliği etmeyi teşvik etmektedir. Daha sonra yüce Allah bu emri: "Müşrikler sizinle nasıl topluca Savaşırlarsa" âyeti ile kayıtlamaktadır. Buna göre onların bize karşı Savaşmaları ve toplanmalarına göre bizim de onlara karşı bir araya gelip toplanmamız farz olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 37Nesi‘ ancak küfürde bir artıştır. Kâfirler onunla şaşırtılır. Onu bir yıl helâl, bir yıl haram sayarlar ki, Allah'ın haram kıldığına sayıca uysunlar da Allah'ın haram ettiğini helâl kılmış olsunlar. Amellerinin kötülüğü onlara süslenip güzel gösterildi Allah, kâfirler topluluğunu asla hidayete erdirmez. "Nesi’ küfürde bir artıştır" âyetini (kıraat) okuduğunu İmâmların(ın) çoğunluğu böylece okurlar. en-Nehhâs der ki: Bildiğimiz kadarıyla "Nesî’ ancak..." ifadesini Nâfi'in hemzesiz olarak okuduğunu Verş'den başka rivâyet eden bir kimse yoktur. Bu kelime tehir etmek anlamında; " Onu erteledi," kökünden türetilmiştir. Bu İki kullanılışı da el-Kisâî nakletmektedir. el-Cevherî der ki: Isfesî' mef'ûl anlamında "fail" vezninde gelen bir kelimedir. Bu, " Bir şeyi erteledim" fiilinden alınmıştır. Ertelenen şeye de; denilir. Daha sonra bu kelime "maktul" kelimesinin "katîl"e dönüştürüldüğü gibi, "nesî"e dönüştürülmüştür. Tekili "Erteleyen" şeklinde gelir, çoğulu da; şeklindedir. Tâsık" kelimesinin çoğulunun; şeklinde geldiği gibi. Taberî der ki: Hemzeli olarak; Nesî' kelimesi, ziyade etmek, eklemek anlamına gelir. Bir şeye ziyade ve eklemede bulunmayı anlatmak üzere; fiili kullanılır. Yine devamla der ki: Bu kelimenin hemzesiz kullanılması ancak "nisyan: unutmak" dan gelmesi halinde sözkonusu olur. Nitekim yüce Allah: "(.......): Onlar Allah'ı unuttular, O da onları unuttu" (et-Tevbe, 9/67) diye buyurmaktadır; dedikten sonra Nafî'in kıraatini de reddetmekte ve şunu delil göstermektedir: Hemze'li kelime cer harfi ile teaddi (mefûle geçiş) eder. Mesela; "Allah ecelini geciktirsin (geçinden versin)" denilir ki bu da; " Allah ecelini uzatsın," demeye benzer. Hazret-i Peygamberin: "Kim rızkının genişletilmesine, ecelinin ertelenmesine sevinirse, akrabalık bağını gözetsin" Buhârî, Buyû' 13, Edeb 12; Müslim, Birr 20, 21; Ebû Dâvûd, Zekât 45. âyetinde olduğu gibi. el-Ezherî de der ki: Bir şeyi erteledim, denilir. Bunun mastarı ise şekillerinde gelir. (İkincisi) ise, gerçek mastar yerine konulmuş bir isimdir. Arapların Nesi' (Ayları erteleme) Uygulaması: Araplar Muharrem ayında Savaşı haram kabul ediyorlardı. Muharrem ayında Savaşmak ihtiyacını duyacak olurlarsa, onun yerine Safer ayını haram ay kabul eder ve Muharrem ayında Savaşırlardı. Buna sebep ise şudur: Araplar Savaş ve talanla uğraşan kimselerdi. Ardı arkasına baskın ve talan yapmadan üç ay beklemek onlara ağır gelirdi ve şöyle derlerdi: Eğer üç ay arka arkaya biz hiçbir baskın ve talan yapmaksızın (ye bunun sonucunda) bir şeyler elde etmeksizin geçirecek olursak, hiç şüphesiz telef olur gideriz. O bakımdan, Mina'dan ayrıldıkları vakit Kinaneoğullarından Fukaymoğullarına mensup ve el-Kalemmes diye bilinen birisi kalkar ve: Ben hükmüne karşı itiraz olunmayan birisiyim derdi. Bu sefer onlar da: Bize (haram ayı) bir ay ertele derlerdi. Yani, bu Muharrem ayının haramlığını ertele ve bunu Safer ayına koy derler, o da bunun üzerine Muharrem ayını kendilerine haram olmaktan çıkartır, helal kılardı. Onlar böylelikle bir ay yerine başka bir ayı değiştiriyorlardı, nihayet bu haram kılma işi yılın bütün aylarını dönüp dolaştı. İslâm hakim olduğunda ise, Muharrem, yüce Allah'ın o ayı yerleşmiş olduğu asıl yerine dönmüş oluyordu. İşte Hazret-i Peygamber'in: "Şüphesiz ki zaman Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü haline dönmüş bulunuyor" Bu hadis ve kaynakları daha önceden et-Tevbe, 9/2. ayet 2. başlığın sonlarında geçmişti. âyetinin anlamı budur. Mücahid der ki: Müşrikler her ayda iki yıl (üst üste) haccederlerdi. (Yani, hacları iki yıl üst üste aynı aya denk düşerdi). Zülhicce ayında üst üste iki yıl haccettiler. Daha sonra Muharrem ayında üst üste iki yıl haccettiler. Daha sonra Safer ayında üst üste iki yıl haccettiler. Ve bu böylece bütün aylarda devam edip gitti. Nihayet Hazret-i Ebû Bekir'in Veda haccından önceki haccı, hicretin dokuzuncu yılı Zülkade ayına tesadüf etti. Sonra da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ertesi sene Veda haccını yaptı ve bu da Zülhicce ayına denk geldi. İşte Hazret-i Peygamberin hutbesinde söylediği: "Şüphesiz zaman... eski haline dönmüştür" ifadesi buna işaretti. Hazret-i Peygamber bununla, artık hac aylarının aslî yerlerini bulduklarını ve haccın böylelikle Zülhicce'ye denk geldiğini ve nesî'in de batıl olduğunu kastetmişti. Üçüncü bir görüş: İyas b. Muaviye der ki: Müşrikler seneyi oniki ay onbeş gün olarak hesab ediyorlardı. O bakımdan hac kimi zaman Ramazan ayına, kimi zaman Zülkade ayma denk düşerdi. Yıla eklenen onbeş günün bir sonucu olarak ayların yerleri dönüp dolaşıyor, böylelikle senenin her ayına hac tesadüf ediyordu. Ebû Bekr (radıyallahü anh) hicretin dokuzuncu yılında bu dönmenin bir sonucu olarak Zülkade ayında haccetmiş oldu. Peygamber o sene haccetmemişti. Ertesi sene Hazret-i Peygamberin haccı Zülhicce'nin onuna tesadüf etti, bu da hilalin hareketine uygun düştü. Bu görüş Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın: "Zaman... eski haline dönmüş bulunuyor" ifadesine en yakın açıklamadır. Yani, hac zamanı yüce Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü aslî vaktine ezelî ilminde tesbit etmiş olduğu ve hükmünü vermiş olduğu meşruiyetinin aslî vaktine dönmüş oldu, demektir. Daha sonra Hazret-i Peygamber, "bir yıl oniki aydır" diyerek yıla kendi uydurma hükümleri gereğince eklemiş oldukları onbeş günlük fazlalığı reddetti. Böylelikle aslî vakit tesbit edilmiş ve cahili hüküm iptal edilmiş oldu. İmâm el-Mazerî de el-Hârizmî'den şöyle dediğini nakletmektedir: Allah güneşi ilk yarattığında hareketini oğlak burcunda takdir etti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın işaret etmiş olduğu zaman da güneşin bu oğlak burcuna girişine denk düşmüştü. Ancak, böyle bir ifadeyi kabul etmek bu hususta nakli gerektirir. Çünkü bu gibi sonuçlara ancak peygamberlerden gelen nakillerle ulaşmak mümkündür. Buna dair bu konuda onlardan gelmiş sahih bir nakil yoktur. Böyle bir iddiada bulunan kimsenin bunun senedini ortaya koyması gerekir. Diğer taraftan aklen onun dediğinden başka bir husus da mümkündür. O da, yüce Allah'ın güneşi burçlardan önce yaratmasıdır. Yine yüce Allah'ın bütün bunları (güneşi ve burçları) bir defada yaratmış olması da mümkündür. Diğer taraftan güneş ve ay senesinin hesabını yapan ilim adamları bu hususta çalışmalar yaptılar ve Hazret-i Peygamber'in: "Artık zaman... eski haline dönmüştür" sözünü söylediği vakit güneşin balık burcunda olduğunu tesbit etmişlerdir. Balık burcu ile oğlak burcu arasında yirmi derecelik bir fark vardır. Aradaki farkın on derece olduğunu söyleyenler de vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Te'vil âlimleri İlk nesî' uygulamasını yapanın kim olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbâs, Katade ve ed-Dahhâk der ki: Bunlar, Mâlik b. Kinane'nin oğulları idiler ve üç kişiydiler. Cuveybir ise ed-Dahhâk'den, o, İbn Abbâs'tan rivâyetine göre bu uygulamayı ilk yapan kişi Amr b. Luhay b. Kamia b. Hindif’tir. el-Kelbî der ki: Bu uygulamayı yapan ilk kişi, Kinaneoğullarından Nuaym b. Sa'lebe diye bilinen bir kişidir. Bundan sonra ise Cunade b. Avf diye bilinen bir kişi bu uygulamayı yaptı ki, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yetiştiği kişi budur. ez-Zührî ise der ki: Bu işi ilk yapanlar Kinaneoğullarına mensup Fukaymoğullarından kimseler bu işi yaptılar ki, el-Kalemmes diye anılan kişi onlardandır. Bunun da asıl ismi Huzeyfe b. Ubeyd'dir. Bir rivâyette ise Mâlik b. Kinane'dir. Nesî' işini üstlenen kişi, Arapların onu başkanlık makamına getirmeleri dolayısıyla "reislik" makamını da elde ederdi. İşte şairleri bu hususta şöyle demektedir: "Ayı erteleyen (nesi' yapan) el-Kalemmes de bizdendir." el-Kumeyt de şöyle demektedir: "Biz, Maadlilere karşı nesî' yapan kimseler değil miyiz ki, Helal olan ayları haram kılarak?" Araplarda Görülen Bazı Küfür Şekilleri: "Küfürde bir artıştır" âyeti, Arapların çeşitli küfür türlerini kendilerinde toplamakla birlikte, yaptıkları böyle bir işin mahiyetini de açıklamaktadır. Çünkü Araplar, yaratıcının varlığını inkâr ederek: "Rahmân da neymiş?" (el-Furkan, 25/60) demişlerdi. Bu âyete dair açıklama şekillerinin en sahih olanına göre, bu sözleriyle yaratıcının varlığını inkâr ettiklerini anlatmak istemiş olduklarıdır. Öldükten sonra dirilişi de inkâr ederek: "Çürümüş iken kemikleri kim diriltecek" (Yasin, 36/78) demişler, peygamberlerin gönderilişini de inkâr ederek: "Biz aramızdan tek bir insana mı tabi olacağız" (el-Kamer, 54/24) demişlerdi. Böylelikle helâl ve haram kılma yetkisinin kendi ellerinde olduğu iddiasında bulunmuş ve arzularının doğrultusunda kanaat belirterek kendiliklerinden dinde olmayan böyle bir uygulamayı ortaya koymuşlar, bunun sonucunda da Allah'ın haram kıldığı bir şeyi helâl kılmışlardı. Oysa müşrikler hoş görmeşeler dahi Allah'ın hükümlerini hiç kimse değiştiremez. Yüce Allah'ın: "Kâfirler onunla şaşırtılır. Onu bir yıl helâl, bir yıl haram sayarlar ki, Allah'ın haram kıldığına sayıca uysunlar da Allah'ın haram ettiğini helâl kılınış olsunlar. Amellerinin kötülüğü onlara süslenip güzel gösterildi. Allah, kâfirler topluluğunu asla hidayete erdirmez." âyetindeki: " Şaşırtılır" kelimesinde üç farklı kıraat vardır. Haremeyn ehli (Mekkelilerle Medineliler) ve Ebû Amr, bunu şeklinde okumuşlardır. (Buna göre meal şöyle olur: Kâfirler onunla şaşırırlar). Kûfeliler ise meçhul tül olarak; diye okumuşlardır. (Âsım'ın kıraati böyledir), el-Hasen ve Ebû Recâ ise, diye okumuşlardır. (Buna göre de meal şöyle olur: Kâfirler onunla şaşırtırlar). Her üç kıraatin her biri ayrı bir mana ifade eder. Ancak, üçüncü kıraatten mef'ûl hazfedilmiştir ki, takdiri şöyledir: Kâfirler bununla kendilerinden bu nesî'i kabul edenleri şaşırtırlar. Buna göre de "... ler," mahallinde (özne) olur. Bununla birlikte zamirin yüce Allah'a raci olması da mümkündür. İfadenin takdiri de şöyle olur: Allah bununla kâfirleri şaşırtır. Bu da yüce Allah'ın: "O, dilediğini saptırır, şaşırtır" (Fatır, 35/8) âyeti ile âyetin sonundaki: "Allah, kâfirler topluluğunu asla hidayete erdirmez" âyetine benzer. İkinci kıraatin anlamı olan: "Kâfirler onunla şaşırtılır" kıraati ile kastedilenler, kendileri için bu hesabın yapılmış olduğu kimselerdir. Bu kıraati, Ebû Ubeyd yüce Allah'ın: "Amellerinin kötülüğü onlara süslenip güzel gösterildi" âyeti dolayısıyla tercih etmiştir. Birinci kıraati ise Ebû Hatim tercih etmiştir. Çünkü onlar, nesi' dolayısıyla şaşırıp sapmış kimselerdi. Zira onlar bu nesî'în hesabını yapıyorlar ve bunun sonucunda da sapıyorlardı. " Onu... helâl sayarlardı" ifadesindeki zamir "nesi" uygulamasına aittir. Ebû Recâ'dan -birinci okuyuşa göre bu kelimeyi şeklinde "ye" ve "dâd" harfleri üstün olarak okuduğu da rivâyet edilmiştir ki, bu da bir söyleyiştir. " Ki... uysunlar" fiili, "lâm-ı key" ile nasbedilmistir. Yani, buna uygun düşsünler diye, demektir. Çünkü; " Bir topluluk şunun üzerinde sözbirliği ettiler, ittifak ettiler, uydular, toplandılar" anlamına gelir. Yani onlar, bir haram ayı helâl kıldılar mı, mutlaka haram ayların sayısı dön kalsın diye bir başka ayı haram kılıyorlardı. Doğru olan açıklama şekli budur. Yoksa onların haram ayların sayısını beşe çıkardıklarına dair yapılan açıklamalar değildir. Katade der ki: Onlar, Safer'i de haram aylar arasına kattılar ve haram oluşu bakımından onu Muharremle birlikte ele aldılar. Kutrub ve Taberî de bunu ondan nakletmektedir. Buna göre ise "nesi"' fazladan bir artış, bir ilave anlamına gelir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 38Ey îman edenler! Size ne oldu ki: "Allah yolunda topluca Savaşa çıkın" denildiği zaman ağırlaşıp yere çakıldınız. Âhirete karşılık dünya hayatına mı razı oldunuz? Fakat dünya hayatının faydası âhirete göre pek azdır. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: " Size ne oldu ki" âyetindeki; "Ne..." edatı, takrir ve azar anlamını ifade eden bir soru edatıdır. İfade; Sizi şu işten alıkoyan nedir? takdirindedir. Nitekim; "Ne diye filandan yüzçeviriyorsun?" ifadesi de buna benzemektedir. Bu âyet-i kerimenin Tebük gazvesinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan geri kalanların tutumlan dolayısıyla serzenişte bulunmak için nâzil olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Tebûk gazvesi Mekke'nin fethinden bir yıl sonra, hicretin dokuzuncu yılında olmuştur. Yüce Allah'ın izniyle sûrenin sonunda bu gazveye dair açıklamalar gelecektir. " (Savaşa) çıkmak," kelimesi bir yerden bir yere meydana gelen bir iş dolayısıyla hızlıca İntikal etmek, yer değiştirmek demektir. İnsan hakkında; "O işi yapmak için çıktı, çıkar" denilir. ise, bu işi yapan bir topluluk için kullanılan çoğul bir isimdir. Yüce Allah'ın: " Arkalarını dönüp giderler..." (el-İsra, 17/46) âyeti de buradan gelmektedir. Binek hakkında ise, muzari fiilinde "fe" harfi hem ötreli ve hem de esreli olmak üzere;"Ürküp kaçtı, kaçar" denilir. Bunun mastarı da; şeklinde gelir. ise isimdir. da hacılar Mina'dan ayrıldı, demek olup, mastarı da; şeklinde gelir. 2. Dünya Ahirete Tercih Edilmemeli: Yüce Allah'ın: "Ağırlaşıp yere çakıldınız" âyeti ile ilgili olarak müfessirler şöyle demişlerdir: Yani, siz yerin nimetlerine meylederek ağırlaştınız. Veya (cihada çıkmayarak) bulunduğunuz yerde ikamet etmeye meyledip ağırlaştınız demektir. Bu âyet, cihada çıkmak için eli çabuk tutmayarak oturmaktan dolayı bir serzeniş ve sitem, cihadı terketmeye karşı da bir azardır. Bu ibare; "Yere mıhlandı, çakıldı" ifadesine yakın bir tabirdir. 'ın aslı, şeklindedir. Burada aralarındaki yakınlık dolayısıyla "te" harfi peltek "se" harfine idğam edilmiştir. Ayrıca sakin harfle başlayan bir kelimenin telaffuzu mümkün olmadığından dolayı başına "elif” geçirilmesine gerek görülmüştür. "Toplandılar" (el-A'raf, 7/38); " Anlaşmazlığa düştünüz" (el-Bakara, 2/72); "Uğursuz bulduk" (en Neml, 27/47); "Süslendi" (Yûnus, 10/24) âyetten da bu türdendir. el-Kisâî de şöyle bir beyit nakletmektedir: "Yanında yatana kendisini kokladı mı verir serin (letici) ağzını Ard arda öptü mü, o tadı hoş olan (ağzın)ı." el-A'meş ise, bunu aslî şekilde; diye okumuştur ki, bunu el-Mehdevî nakletmiştir. Tebûk gazvesi, (Resûlüllah sallallahu aleyhivesellem) insanları o gazveye katılmak için çağırdığı sırada İleri derecede sıcakların başlayıp, meyvelerin olgunlaştığı ve gölgelerin serin geldiği bir döneme rastlamıştı. Nitekim ileride geleceği üzere sahih hadiste de böyle ifade edilmiştir. O bakımdan tembellik insanları istila etti, onlar da oturdular ve ağırlaştılar. Yüce Allah da bu âyetiyle onları azarladı, dünyayı âhirete tercih ettiklerinden ötürü onları ayıpladı: "Âhirete karşılık dünya hayatına mı razı oldunuz?" Yani, âhirete bedel dünyaya mı kandınız. İfadenin takdiri şöyledir: Siz, ahiret nimetlerinin yerine dünya nimetlerine mi razı oldunuz? Bu bakımdan âyetteki; Bedel (karşılık, yerine) anlamını ihtiva etmektedir. Yüce Allah'ın: "Eğer dileseydik sizin yerinize melekler getirirdik de yeryüzünde (size) halef olurlardı" (ez-Zuhruf, 43/60) âyeti de bu türdendir ki, burada da bu edat; sizin yerinize size bedel anlamını vermektedir. Şair de şöyle demektedir: "Keşke Zemzem suyu yerine havalandırılmak için bir çubuğa asılmış bir tulumda Geceboyu bekleyen soğuk bir içim suyumuz olsaydı." Bu beyitteki bu harfi cer de bedel yerine karşılık anlamını vermektedir. Yüce Allah bu âyeti ile âhiretteki rahata dünya rahatını tercih etmelerinden ötürü sitem etmektedir. Zira âhiret rahatı ancak dünyadaki yorgunlukla elde edilebilir. Hazret-i Peygamber de binek üzerinde tavaf etmiş bulunan Hazret-i Âişe'ye: "Alacağın ecir, yorgunluğun kadardır" diye buyurmuştur. Bu hadisi Buhârî rivâyet Buhârî, Umre 8; Müslim, Hacc 126; Müsned, VI, 43. etmiştir. 39Eğer topluca cihada çıkmazsanız Allah sizi can yakıcı bir azapla azaplandırır; yerinize başka bir kavmi getirir ve siz O'na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah herşeye gücü yetendir. Bu âyete dair açıklamalarımız tek başlık altında yapılacaktır: Cihada Çıkmamaya Karşı İlâhî Tehdit: " Eğer topluca cihada çıkmazsanız" âyeti bir şarttır. Bundan dolayı fiilin sonunda "nun" hazfedilmiştir. Cevabı ise "Sizi... azaplandırır" âyetidir. "Yerinize başka bir kavmi getirir" âyeti de topluca cihada çıkmayı terketmek halinde ağır bir tehdit ve pekiştirilmiş bir korkutmadır. İbnü'l-Arabî der ki: Fıkıh usulünde tahkik edilerek ifade edilmiş hususlardan birisi de şudur: Emir vârid olduğu takdirde onun vârid olması, o fiilin yerine getirilmesi gereğinden fazla bir şey ifade etmez. Emri terk halinde ceza ise, bizzat emrin kendisinden de anlaşılmaz ve emir ifadesi de bu ceza ve tehdidi gerektirmez. Ceza, ancak ona dair haber vermekle anlaşılır. Bir kimsenin: -Bu âyet-i kerimede varid olduğu gibi- eğer bu işi yapmayacak olursan, ben de sana bu şekilde azâb ederim, demesi gibi. İşte bu âyetin muktezası gereğince cihad için ve yüce Allah'ın sözü en üstün olsun diye kâfirlerle çarpışmak üzere topluca çıkmak gerekmektedir. Ebû Dâvûd, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Eğer topluca cihada çıkmazsaoız Allah sizi can yakıcı bir azapla azaplandırır" diye başlayan âyet-i kerîme ile "gerek Medine'lilerin..." diye başlayan âyeti ile "... yapmakta olduklarının en güzeliyle kendilerini mükâfatlandırsın" (et-Tevbe, 9/120-121) âyetlerini, bundan sonra gelen: "Mü’minlerin topluca (Savaşa) çıkmaları gerekmez" (et-Tevbe, 9/122) âyeti nesh etmiştir. Ebû Dâvûd, Cihad 18. Bu aynı zamanda ed-Dahhâk, el-Hasen ve İkrime'nin de görüşüdür. "Sizi... azaplandırır" âyeti ile ilgili olarak, İbn Abbâs: Bu, onlara yağmur yağdırılmaması ile gerçekleşmiştir, demektedir. İbnü'l-Arabî der ki: Eğer bu sözü söylediği ondan sahih olarak nakledilmiş ise elbette ki o, bu sözü neye dayanarak söylediğini daha iyi bilir. Yoksa, can yakıcı azâb dünyada düşmanın istilâsı, âhirette de ateş ile gerçekleşir. Derim ki: İbn Abbâs'ın bu sözünü İmâm Ebû Dâvûd Sünen'inde İbn Nufey'den şöylece nakletmektedir: İbn Abbâs'a: "Eğer topluca cihada çıkmazsanız Allah sizi can yakıcı bir azapla azaplandırır" ayeti hakkında soruldu, şöyle dedi: Onlara yağmur yağdırmadı. İşte bu onların azâbı olmuştur. Ebû Dâvûd, Cihad 18. İmâm Ebû Muhammed b. Atiyye de bunu İbn Abbâs'tan (Hazret-i Peygamber'e) merfuen şöylece nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kabilelerden birisinin Savaşa çıkmalarım istedi, o kabile oturup çıkmadı. Allah da yağmur yağdırmayarak azaplandırdı. "Elim" can yakan demek olup, buna dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. "Yerinize başka bir kavmi getirir" âyeti, yüce Allah'ın, Rasûlünün kendilerinden Savaşa çıkmalarını istemesi halinde -oturmayacak bir başka kavmi onların yerine getireceğine dair bir tehdittir. Bunların, Farisiler oldukları söylendiği gibi, Yemenliler oldukları da söylenmiştir. "Ve siz O'na hiçbir zarar veremezsiniz" âyeti bir atıftır. "O" anlamındaki zamir de yüce Allah'a aittir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ait olduğu da söylenmiştir. Hoşlanmadığını açığa vurmak suretiyle cihada çıkmayıp oturmak herkes için haramdır. Hoşlanmaksızın oturup çıkmamak ise, eğer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın cihada çıkmalarını tayin ettiği kimseler tarafından olursa, bunların ağırlaşıp yere çakılmaları haramdır. Şayet bu iki husus da sözkonusu değilse, o takdirde cihada çıkma farzı, farzı kifaye olur. Bunu el-Kuşeyrî nakletmektedir. Şöyle de denilmiştir: Bu âyet-i kerimeden maksat, İhtiyaç halinde, kâfirlerin galip gelmeleri ve güçlerinin pekişmesi esnasında topluca Savaşa çıkmanın vacip olduğunu ortaya koymaktır. Âyet-i kerimenin zahiri İse, bunun Savaşa çağırma halinde böyle olduğunu göstermektedir. Buna göre âyetin müşriklerin galip gelmeleri vaktine yorumlanması uygun görünmemektedir. Çünkü böyle bir durumda cihadın vücubu, yalnızca cihada çıkma çağrısıyla farz olmaz, zira o takdirde cihad farz-ı ayn olur. Bu husus bu şekilde sabit olduğuna göre, cihad çağrısı ve cihada çıkma isteğinin önceden vacip olmayan bir şeyi vacip kılmasını kabul etme ihtimalini uzak kılmaktadır. Ancak İmâm, belli bir kavmi muayyen olarak cihada çağırır ve çıkmalarını isteyecek olursa, o takdirde böyle bir tayin ile birlikte ağırlaşıp çıkmamaları hakları yoktur. İmâmın bu tayini sebebiyle cihada çıkmak, o tayin ettiği kimseler için farz olur. Bu ise, cihadın bizzat kendi hükmünden ötürü değil, İmâma itaatin gerekli oluşundan dolayı böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 40Eğer siz ona yardım etmezseniz, Allah ona yardım etmiştir. Hani kâfirler onu çıkardıklarında o, ikinin ikincisinden İbaretti. O zaman onlar mağaradaydılar, O vakit arkadaşına: "Tasalanma, hiç şüphe yok ki Allah bizimle beraberdir" diyordu. Allah ona sekînetini indirmiş, onu göremediğiniz ordularla desteklemiş, kâfirlerin sözünü alçaltmıştır. Allah'ın kelimesi ise o, en yüce olandır. Allah Azizdir, Hâkimdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız: 1. Peygambere Yardım: Yüce Allah: "Eğer siz ona yardım etmezseniz" yani Tebûk gazvesinde onunla birlikte Savaşa çıkmak suretiyle ona yardımcı olmazsanız... Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebuk'den geri döndükten sonra Allah onlara böylece sitem etti. en-Nakkaş der ki: Bu, Tevbe Sûresi'nde nâzil olan İlk âyet-i kerimedir. Âyetin anlamı da şudur: Eğer siz ona yardımı bırakacak olursanız, Allah onun işini üstlenir. Çünkü Allah beraberindekilerin sayısı az olduğu yerlerde bile ona yardım etmiş, galip getirmek ve ona güç verip aziz kılmak suretiyle düşmanına karşı muzaffer kılmıştır. Şöyle de açıklanmıştır: Allah, mağarada arkadaşı vasıtasıyla arkadaşının ona dostluğu ve ünsıyetiyle, boynu üzerinde onu taşımasıyla, ona vefa göstermesiyle, kendi canını ona siper ederek korumasıyla, malı ile onu gözetmesi suretiyle ona (Peygamberine) yardım etmiştir. el-Leys b. Sa'd da der ki: Peygamberlerin Ebû Bekr es-Sıddîk gibi bir arkadaşları olmamıştır. Süfyan b. Uyeyne de şöyle der: Ebû Bekir, bu âyet-i kerîme ile yüce Allah'ın: "Eğer siz ona yardım etmezseniz..." âyetindeki sitemin dışına çıkmaktadır. 2. Hazret-i Peygamberin Hicret Etmekle Karşı Karşıya Kalması ve Zorlamanın Cezası: Yüce Allah: "Hani kâfirler onu çıkardıklarında..." âyetinde bizzat Hazret-i Peygamberin kaçarak kendisini kurtarmak zorunda kalışına işaret edilmektedir. Zira, onun Mekke'den çıkışı, onların Hazret-i Peygamberi buna mecbur etmelerinin bir sonucu idi. Nihayet o da Mekke'den çıkmak zorunda kalmıştı. Bundan dolayı fiil onlara nisbet edilmiş ve bu husustaki hüküm de onlar hakkında dile getirilmiştir. Başkasını öldürmek üzere birisini zorlayan kişi, öldürülür ve zorlama sonucu telef olan malın da tazminatını zorlayan kişi öder. Buna sebep ise zorlayanın katili de malı telef edeni de öldürmeye ve telefe zorlayıp mecbur etmesidir. Yüce Allah'ın: " İkinin İkincisi" yani, iki kişiden birisiydi demektir. Bu da "üçün üçüncüsü ve dördün dördüncüsü" demeye benzer. Lâfızlar değişerek üçün dördüncüsü ve dördün beşincisi denilecek olursa anlam üçü kendisi de katılarak dört, dördü de beş yaptı demek olur. Bu ifade hal olarak nasb edilmiştir. Onlar onu Ebû Bekir müstesna- bütün insanlardan ayrı ve tek başına çıkmak zorunda bıraktılar. Bunda âmil "Allah ona yardım etmiştir" âyetidir. Yani yüce Allah, tek başına olduğu halde de ona yardım etmiştir, iki kişiden birisi olarak da ona yardım etmiştir, Ali b. Süleyman da der ki: İfadenin takdiri: O, ikinin ikincisi olarak çıktı, şeklindedir. Yüce Allah'ın: "Ve Allah sizi yerden bitki gibi bitirmiştir" (Nûh,71/17) âyetini andırmaktadır. İnsanların büyük çoğunluğu "ye" harfini nasb ile; İkincisi" diye okumuşlardır. Ebû Hatim, bundan başka bir şekilde okunduğu bilinmemektedir, der. Bir kesim İse "ye" harfini sakin (harekesiz, med harfi olarak) diye de okumuşlardır. İbn Cinni der ki: Bu okuyuşu Ebû Amr b. el-Alâ nakletmiştir. Bu da "ye" harfini elife benzeterek sakin (harekesiz) diye okumak şeklinde izah edilebilir. İbn Atiyye der ki: Bu; "Faizden arta kalanı..." (el-Bakara, 2/278) âyetindeki uye"nin harf-i med olarak (harekesiz) okunmasına ve Cerir'in şu beyitindekİ kullanımına benzemektedir: "O halifedir, o halde onun sizin için beğendiğine razı olunuz; O kararı(nı) yerine getirendir, onun hükmünde haksızlık yoktur." 4. Hazret-i Peygamberin Hicreti: "O zaman onlar mağaradaydılar" âyetinde geçen mağara (el-Gar), dağdaki bir oyuk demektir. Bununla da Sevr mağarası kastedilmektedir. Kureyşliler müslümanların Medine'ye gittiklerini görünce, bu artık tahammül olunamayacak kadar büyük bir kötülüktür dediler, bunun için de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı öldürmeye karar verdiler. Geceleyin evinin etrafını sardılar ve çıktığı takdirde onu öldürmek kastıyla gece boyunca evinin kapısını gözetleyip durdular. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'e yatağında uyumasını emretti, yüce Allah'a da izini görmemeleri için dua etti. Allah gözlerini bağladı ve uykunun onları bürümüş olduğu bir halde iken evden dışarı çıkti. Başlarına toprak saçtp ayrılıp gitti. Sabah olduğunda Ali (radıyallahü anh) yanlarına çıkti, evde hiç kimsenin bulunmadığını onlara bildirdi. Böylelikle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın geçip kurtulmuş olduğunu öğrenmiş oldular. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da Ebû Bekr es-Sıddîk ile hicret için sözleşmiş idi. Her ikisi de develerini Abdullah b. Erkat'a -b. Ureykıt da denilmektedir- teslim etmişlerdi. Abdullah o sırada kâfir idi. Fakat her ikisi de ona güvenmişlerdi. Abdullah bir yol rehberi idi. Kendilerine Medine yolunu göstermesi için onu ücretle kiralamışlardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Cumahoğullarının bulunduğu yerde bulunan Ebû Bekir'in evinin arka tarafındaki bir pencereden çıktı ve her ikisi de Sevr dağındaki mağaraya doğru yol aldılar. Hazret-i Ebû Bekir, oğlu Abdullah'a insanların neler konuştuğuna kulak kabartmasını emretti, azadıtsı Âmir b. Fuheyre'ye koyunlarını otlatarak geceleyin onların yakınlarına gelmesini ve böylelikle ihtiyaç duydukları (içeceklerini) koyunlarından almalarını sağlamasını emr etti. Daha sonra yollarına koyulup mağaraya gittiler. Ebû Bekr es-Sıddîk'in kızı Hazret-i Esma onlara yiyecek, Hazret-i Ebû Bekr'in oğlu Abdullah da onlara haber getiriyordu. Her ikisinden sonra da Âmir b. Fuheyre koyunları ile geliyor ve kendisinden önce gelenlerin izlerini tanınmaz hale getiriyordu. Kureyşliler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı bulamayınca, bu sefer iz sürmedeki becerisi bilinen birisi vasıtasıyla onu takibe koyuldular. Nihayet gelip mağaranın ağzında durdu ve: İz burada sona ermektedir deyince, örümceğin mağaranın ağzında ağ örmüş olduğunu gördüler. İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bundan dolayı örümceğin Öldürülmesini yasakladı. Onu takib edenler örümceği, ağını dokumuş olduğunu görünce, mağaranın içinde hiçbir kimse bulunmadığına kanaat getirdiler. Bunun üzerine geri dönerek Hazret-i Peygamberi kendilerine getirecek olana yüz deve verme vadinde bulundular. Buna dair haber de meşhurdur, bilinmektedir. Süraka b. Mâlik b. Cu'şum'un bu husustaki kıssası zikrolunagelmiştir. Ebû'd-Derdâ ile Sevbân -Allah ikisinden de razı olsun- 'in rivâyet ettikleri hadisde şöyle denilmektedir: Aziz ve celil olan Allah bir güvercine emretti, o da örümcek ağı üzerinde yumurtladı ve yumurtaları üzerinde oturmaya başladı. Kâfirlerin güvercini görmeleri, mağaradan geri dönmelerine sebep Hicrete dair sahih rivâyetlerin önemü bir bölümünü bir arada görmek ve bunlarla burada anlatılanlar ile benzeri diğer rivâyetler arasında bir karşılaştırma yapmak üzere; özellikle: Buhârî, Menakıbu'l-Ensar 45'e başvurulabilir. oldu. 5. Hicretteki Uygulamalardan Çıkartılan Bazı Hükümler: Buhârî, Âişe (radıyallahü anhnhâ)'dan şöyle dediğini nakleder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Ebû Bekir Deyloğullarından oldukça maharetli bir kılavuzu ücretle tuttular. Bu kişi o sırada Kureyş kâfirlerinin dini üzere idi. Develerini ona bıraktılar ve üç gün sonra Sevr dağındaki mağarada buluşmak üzere sözleştiler. O da üçüncü günün sabahında develerini alarak bulundukları yere gitti. Onlar, onlarla birlikte Âmir b. Fuheyre ve Deyloğullarından olan kılavuzla birlikte yola koyuldular ve Sahil diye bilinen yerin yolundan onları götürdü. Buhârî, İcâr 3, 4, Menakıbu'l-Ensâr 45. el-Mühelleb der ki: Bu olaydaki fıkhı inceliklerden birisi de şirk ehline eğer vefa gösterecekleri ve insafı elden bırakmayacakları bilinirse, sır ve mal emanet edileceğinin anlaşılmasıdır. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Mekke'den çıkışı esnasında bu müşriğe güvenerek sırnnı ve iki deveyi emanet etmişti. İbrt Münzir der ki: Bu uygulamadan müslümanların yol göstermek için kâfirleri ücretle tutabileceklerine delil vardır. Buhârî de şöyle bir başlık açmıştır: "Zaruret esnasında yahut müslüman bir kimse bulunmazsa müşriklerin ücretle tutulmaları bahsi." Buhârî, İcare 3. (Buhârî sarihlerinden olan) İbn Battal der ki: Buhârî bu başlıkta: "... yahut müslüman bir kimse bulunmazsa..." demesi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Hayberlilerle Hayber topraklarında mahsulün yarısı karşılığında çalışmaları için anlaşmış olduğundan dolayıdır. Çünkü o sırada müslümanlardan arazi işlemek hususunda onların yerini tutacak kimse bulunamamıştı. Bu, İslâm güçleninceye ve onlara ihtiyaç kalmayıncaya kadar devam etti, sonra da Hazret-i Ömer onları Hayber'den sürdü. Genel olarak fukahâ zaruret halinde ve zaruret dışındaki hallerde de müslüman olmayanların ücretle çalıştırılmasını câiz kabul ederler. Yine bu uygulamadan, iki kişinin tek bir kişiyi kendileri için tek ve belli bir işi yapmak üzere ücretle tutacakları da anlaşılmaktadır. Bir diğer husus da şudur: Düşmandan korkulduğu için dinini korumak maksadıyla kaçmanın câiz olduğuna, mağara ve benzeri yerlerde gizlenmenin câiz olduğuna delil vardır. İnsanın Allah'a tevekkül ve teslimiyet iddiasıyla kendi elleriyle düşmanın eline bırakmaması gerektiğine de delil vardır. Zaten yüce Rabbimiz dileseydi müşriklere rağmen yine onu korurdu. Fakat Allah'ın gerek peygamberleri hakkında, gerek başkaları hakkında sünneti budur. Allah'ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın. İşte böyle bir tedbiri kabul etmeyenlerin ve her kim Allah ile birlikte Allah'tan başkasından korkarsa bu onun tevekkülünde bir eksikliktir ve kadere îman etmemiş olur, diyenlerin görüşlerinin yanlışlığının en açık bir delilidir. Bütün bunlar âyetin manasından anlaşılan hususlardır. Hamd, Allah'a mahsustur, hidayet O'ndandır. 6. Hazret-i Ebû Bekirin Fazileti: "O vakit, arkadaşına: Tasalanma, hiç şüphe yok ki Allah bizimle beraberdir, diyordu" âyetinin yer aldığı bu âyet-i kerîme Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh)'ın faziletlerini de ihtiva etmektedir. Esbağ ve Ebû Zeyd, İbnü’l-Kasım'dan, o, Mâlik'ten; "O ikinin ikincisinden ibaretti. O zaman onlar mağaradaydılar. O vakit arkadaşına: 'Tasalanma hiç şüphe yok ki Allah bizimle beraberdir' diyordu" âyetinde kastedilen Ebû Bekir es-Sıddîk'tir dediğini rivâyet ederler. Şanı yüce Allah, Hazret-i Ebû Bekir'in Hazret-i Peygambere bu sözleri gerçekten söylediğini ortaya koymakta ve Kitab-ı Kerîminde onun Hazret-i peygamberin sahabisi (arkadaşı) olduğu niteliğini tesbit etmektedir. Kimi ilim adamı şöyle demektedir: Kim Hazret-i Ömer, Osman veya sahabeden herhangi bir kimsenin Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın arkadaşı olduğunu inkâr ederse, şüphesiz ki o yalancı ve bid'atçi bir kimsedir. Ancak kim Ebû Bekir (radıyallahü anh)'ın Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın arkadaşı olduğunu inkâr edecek olursa o kâfirdir, çünkü Kur'ân nassını reddetmiş olur. "Hiç şüphe yok ki Allah bizimle beraberdir" âyeti O, yardımı, riayeti, koruması ve bizi gözetlemesiyle birlikte bizimle beraberdir demektir. Tirmizî ile el-Haris b. Ebi Usame rivâyetle şöyle derler: Bize Affân anlattı dedi ki, bize Hemmâm anlattı dedi ki, bize Sabit, Enes'den haber verdi: Ebû Bekir kendisine anlatarak şöyle dedi: Biz, mağarada bulunuyorken ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle dedim: Onlardan birisi ayaklarına bakacak olursa (eğilip baksalar) bizi ayaklarının dibinde görecektir. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Ey Ebû Bekir, üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkındaki kanaatin nedir." Buhârî, Tefsir 9- sûre 9; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 1; Tirmizî, Tefsir 9. sûre 11; Müsned, 1, 4. (Haris) el-Muhasibî der ki: Yani, yardım ve savunma ile onlarla birlikte idi. Yoksa: "Üç kişinin gizli fısıldanmaları olmasın ki, muhakkak O da onların dördüncüleri olmasın" (el-Mücadele, 58/7) âyetinde ifade ettiği gibi bütün insanlarla birlikte olduğu şeklindeki umumî bir beraberlik türünden değildir. Bu âyet, yüce Allah'ın genel manada kâfirleri de mü’minleri de gördüğünü, onların sözlerini işittiğini ifade etmektedir. 7. Hazret-i Ebû Bekir'in Söylediği Sözlerin Mahiyeti: İbnü'l-Arabî der ki: İmâmiye Allah müstehaklarını versin- şöyle demektedirler: Ebû Bekir'in mağaradaki üzüntüsü onun cahillik ve noksanlığına, kalbinin zayıflığına ve ahmaklığına delildir. İlim adamlarımız da buna şöyle cevap vermişlerdir: Onun üzüldüğünün söz konusu edilmesi bir eksiklik değildir. Nitekim Hazret-i İbrahim hakkında: "Onların bu hallerinden hoşlanmadı ve kalbine bir korku girdi. Onlar: Korkma, dediler" (Hud, 11/70) âyeti ile Hazret-i İbrahim'in bir eksik yanını ortaya koymadığı gibi, Hazret-i Mûsa hakkında: "Mûsa içinde gizli bir korku buldu. Biz, korkma... dedik" (Tâ-Hâ, 20/67-68); Hazret-i Lut hakkında da: "Korkma ve üzülme. Muhakkak Biz seni ve aile halkını kurtaracağız" (el-Ankebût, 29/33) âyetinde de onların eksik görülmesini gerektiren bir taraf yoktur. İşte bu büyük ve yüce peygamberlerin de içten içe böyle bir korku hissettikleri, Fakat takiye yaptıkları (bu korkularını dışa vurmadıkları) nass ile sabit olmaktadır. Onların böyle bir şey duymuş olmaları yerilmelerine sebep değildir, onlar için eksik görülmelerini gerektiren bir vasıf da değildir. Ebû Bekir hakkında da aynı şey sözkonusudur. Diğer taraftan böyle bir korkunun Hazret-i Ebû Bekir'de bulunmuş olması muhtemeldir. Çünkü o şöyle demişti: Eğer onlardan birisi ayağının dibine bakacak olsa mutlaka bizi görürdü. Bu iddiaya ikinci bir cevap da şöyle verilir: Hazret-i Ebû Bekir'in tasalanması Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e herhangi bir zarar ulaşabilmesi ihtimalinden korkmasından ötürü idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) henüz o sırada (düşmanlarından gelecek zarara karşı) masun (koruma altında) değildi. Çünkü: "Allah insanlara karşı seni korur" (el-Mâide, 5/67) âyeti Medine'de inmiştir. 8. Allah'ın Beraberliği ile İlgili Hazret-i Mûsa ile Hazret-i Peygamberin Söylediklerinin Karşılaştırılması: İbnü'l-Arabî der ki: Ebû'l-Fedâil el-Muaddel bize dedi ki: Bize, Cemâlü'l-İslâm Ebû'l-Kasım şöyle dedi: Mûsa (aleyhisselâm): "Asla, muhakkak Rabbim benimle beraberdir. Bana doğru yolu gösterecektir" (eş-Şuara, 26/62) dedi. Buna karşılık Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında da: "Tasalanma, hiç şüphe yok ki Allah bizimle beraberdir" dediğini bize aktardı. Allah'ın yalnızca Hazret-i Mûsa ile beraberliği sözkonusu edildiğinden, ondan sonra arkadaşları irtidat etti. O, Rabbinin yanından geri döndüğünde onların buzağıya tapmakta olduklarını gördü. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında ise: "Tasalanma, hiç şüphe yok ki Allah bizimle beraberdir" diye buyurduğu için de Hazret-i Ebû Bekir hayatı boyunca hidayet üzere muvahhid, alim (hakkı bilen) imanında kat'i kararlı, emri yerine getiren bir kimse kalmaya devam etti ve bu konuda ona en ufak bir sarsıntı yol bulamadı. 9. Hazret-i Peygamber'den Sonra Halifelik: Tirmizî, Nubayt b. Şûrayt yoluyla, o, Salim b. Ubeyd'den -ki, ashâbdandır- şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bayıldı... İbn Mâce, İkametu's-Salât 142. Hadiste şu ifadeler de yer almaktadır. Muhacirler toplanıp istişare etmeye koyuldular ve şöyle dediler: Haydi hep birlikte kardeşlerimiz Ensar'a gidelim. Bu işe bizimle birlikte onları da dahil edelim. Ensar: Bizden bir emir, sizden bir emir olsun, dediler. Bu sefer Ömer (radıyallahü anh) şöyle dedi: Kimin bu üç özellik gibi bir özelliği vardır ki: "O, ikinin ikincisinden ibaretti. O zaman onlar mağaradaydılar. O vakit arkadaşı da: 'Tasalanma, hiç şüphe yok ki Allah bizimle beraberdir' diyordu." Peki bu iki kişi kimlerdi? Daha sonra Hazret-i Ömer elini uzatıp ona (Hazret-i Ebû Bekir'e) bey'at eni. Diğer insanlar da ona güzel bir şekilde bey'at ettiler. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, V, 182. el-Heysemî, hadisin sonunda şunları söylemektedir: "İbn Mâce, bu hadisin bir bölümünü rivâyet etmiştir. Hadisi (bütünüyle) Taberanî rivâyet etmiş olup, senedindeki râviler (sika) güvenilir kimselerdir." Ayrıca bk. Buhârî. Fedâilu Ashâbi'n-Nebiyy 2-5; Nesâî, fmmne 1; Müsned, I, 21. Derim ki: İşte bundan dolayı bazı ilim adamları şöyle demişlerdir: Yüce Allah'ın: "O, ikinin ikincisinden ibaretti. O zaman onlar mağaradaydılar" âyetinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan sonra halifenin Ebû Bekir es-Sıddîk olduğuna delâlet eden bir husus vardır. Çünkü halife her zaman için ancak ikinci olan kişidir. Ben, hocamız İmâm Ebû'l-Abbas Ahmed b. Ömer'i şöyle derken dinledim: Ebû Bekir es-Sıddîk'a ikinin İkincisi unvanının verilmesine hak kazanması, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu işi ilk olarak yerine getirdiği gibi, ondan sonra Ebû Bekir'in bu işin sorumluluklarım üstlenip yerine getirmesinden dolayıdır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettikten sonra bütün Araplar irtidat etti, islâm ancak Medine, Mekke ve (Bahreyn'de bir yer olan) Cuvâsa denilen yerde hakim kalabildi. Ebû Bekir, insanları İslâm'a, davet etmeye ve tıpkı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yaptığı gibi dine girmek hususunda onlarla çarpışmaya koyuldu. İşte bu bakımdan ona "ikinin İkincisi" denilmesine hak kazandı. Derim ki: Sünnet-i seniyyede zahiri itibariyle onun Hazret-i Peygamberden sonraki halîfe olacağına delâlet eden sahih hadisler de vârid olmuştur. Zaten bu hususla icma da gerçekleşmiş ve onun halifeliğine muhalefet eden hiçbir kimse kalmamıştır. Onun halifeliğine dil uzatanın hatalı olduğu ve fasıklığı katidir. Acaba kâfir olur mu, olmaz mı? Bu konuda görüş ayrılığı vardır. Zahir görünen onun kâfir olacağıdır. Bu anlamda yüce Allah'ın İzniyle el-Feth Sûresi'nde, (48/27-28. âyetler, 5. başlıkta) bu hususa dair daha geniş açıklamalar gelecektir. Kitap, sünnet ve ümmetin ilim adamlarının sözlerinden kati olarak anlaşılan, kalplerin ve gönüllerin îman etmesi gereken husus, Ebû Bekir es-Sıddîk'ın bütün ashâbtan daha faziletli olduğudur. Bu konuda ne Şianın söylediklerine, ne de bid'at ehlinin söylediklerine aldırış edilmez. Çünkü onların arasında ashâbı tekfir edenler vardır. Böylelerinin boyunları vurulur. Kimisi de bidatçi ve fasık kabul edilir, sözleri de makbul değildir. Ebû Bekir es-Sıddîk'ten sonra Ömer el-Faruk, ondan sonra da Osman (radıyallahü anh)'ın halifeliği sözkonusudur. Buhârî, İbn Ömer'den şöyle dediğini rivâyet eder,: Bizler, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde insanların arasında kimin hayırlı olduğunu görüşürdük. Önce Ebû Bekir'i en hayırlılar arasında kabul eder, sonra Ömer, sonra Osman gelir derdik. Buhârî, Fedâilu's-Sahâbe 4. Selef ehlinin İmâmlarının, Hazret-i Osman ile Hazret-i Ali'nin hangisinin daha faziletli olduğu hususunda farklı görüşleri vardır. Onların çoğunluğu (Cumhûr) Hazret-i Osman'ın önce geldiğini kabul eder. Mâlik'ten ise bu hususta görüş beyan etmekten kaçındığı rivâyet edilmektedir. Yine ondan, bu hususta Cumhûrun kanaatine döndüğü de rivâyet edilir. Yüce Allah'ın izniyle daha sahih olan görüş budur. 10. Allah'ın İndirdiği Sekinet (Huzur ve Sükun): "Allah ona sekinetini indirmiş..." âyeti ile ilgili iki görüş vardır. Birincisine göre bu sekînet Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a indirilmiştir. İkincisine göre ise Hazret-i Ebû Bekir'e. İbnü'l-Arabî der ki: İlim adamlarımız daha kuvvetli olan görüş budur derler. Çünkü Hazret-i Ebû Bekir kendilerini izleyenlerin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir zarar vereceklerinden korkmuştu. Allah da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i güvenliği altına alıp Ebû Bekir'e sekînetini indirmiş, buna bağlı olarak tedirginliği sükûn bulmuş, korkusu gitmiş ve güvenliğe erişmişti. Şanı yüce Allah orada bir ot bitiriverdi ve bir güvercine de yuva yapma ilhamını verdi. Örümceğe de ilham vererek onun üzerine bir ağ dokudu. Maddeten ve zahiren bu askerler ne kadar zayıf, fakat batınen ve mana itibariyle ne kadar güçlüdürler. İşte bu bakımdan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ömer'e, Hazret-i Ebû Bekir ile tartışması üzerine şöyle buyurmuştur: "Benim bu arkadaşımı bana bırakmayacak mısınız? Bütün insanlar yalan söyledin, dediler Ebû Bekir ise: Doğru söyledin dedi." Bu hadisi Ebû'd-Derdâ rivâyet Buhârî, Tefsir 7. sûre 3. Fedailu Ahsâbi'n-Nebiyy 5. etmiştir. 11. Hicretteki İlâhi Yardım ve Allah'ın Dininin Üstünlüğü: "Onu göremediğiniz ordularla desteklemiş" âyetinde kastedilenler meleklerden ordulardır. Yüce Allah'ın: "Onu desteklemiş" âyetindeki zamir de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a aittir. İki zamir (yani bu ve bundan önceki-, "ona sekînetini" âyetindeki zamir) ayrı yerlere racidir. Bu, gerek Kuran-ı Kerîm’de, gerek de Arapçada çokça kullanılan bir husustur. "Kâfirlerin sözünü alçaltmıştır” yani, şirk sözünü aşağılamıştı. "Allah'ın kelimesi ise o en yüce olandır" âyetindeki "Allah'ın kelimesi"nden kastın:"Lâ ilahe illallah" olduğu söylendiği gibi, zafer vadi olduğu da söylenmiştir. el-A'meş ve Yakub; "Allah'ın kelimesi" âyetindeki "yuvarlak te"yi nasb ile okumuş ve âmili" Kılmıştır" diye takdir etmiştir. Diğerleri ise istinaf (yeni bir cümle) olmak üzere ref ile okumuşlardır. el-Ferrâ' nasb ile kıraatin uzak bir ihtimal olduğunu iddia ederek şöyle demiştir: Çünkü kişi "Filan kişi babasının kölesini azad etti" der, buna karşılık; "Filanın babasının kölesini azad etti)," demez. Ebû Hatim de buna yakın bir ifade kullanmıştır. (el-Ferrâ') devamla der ki: Bu durumda (yani nasb olsaydı): "Onun kelimesi ise o en yüce olandır" demek gerekirdi. en-Nehhâs der ki: el-Ferrâ''nin sözünü ettiği bu husus âyet-i kerimeye benzememektedir. Ama ona Sîbeveyh'in naklettiği gu beyit benzemektedir: "Görmüyorum ölümü, ölümü birşeyin geçtiğini ölüm varlık sahibinin de fakirin de hevesini kursağında bırakmıştır." Bu ifade güzeldir, bunda anlaşılmayacak bir taraf yoktur. Şu kadar var ki mahir nahivciler şöyle derler: Böyle bir durumda zamir kullanmayarak ismin tekrar edilmesinin bir faydası vardır. O da bu isimde tazim manası bulunmasıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yer kendine ait şiddetli bir sarsıntı ile sarsıldığı zaman. Ve yer içindeki ağırlıklarını dışarıya çıkardığında..." (ez-Zilzal, 99/1-2) Bunda da anlaşılmayacak birşey yoktur. "Kelime"nin çoğulu;(.....) şeklinde gelir. Temimliler ise bunu; şeklinde "kef" harfi esreli olarak kullanırlar. el-Ferrâ' kelimenin şekillerinde olmak Üzere; üç ayrı söylenişinin olduğunu nakletmektedir. Tıpkı; Karaciğer ve altınpara gibi. aynı şekilde bir kasidenin tamamı anlamına da gelir. Bu açıklamaları da el-Cevherî yapmıştır. 41Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak Savaşa çıkın. Ve Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: 1. et-Tevbe Sûresi'nden İlk Nâzil Olan Bölümler: Süfyan, Husayn b. Abdurrahman'dan, o, Ebû Mâlik el-Gıfarî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir; Tevbe Sûresi'nden ilk nâzil olan; "Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak Savaşa çıkın" âyetidir. Ebû'd-Duha da böyle demiştir. (Ayrıca) dedi ki: Sonra onun ilk bölümleri, daha sonra da sonraki bölümleri nâzil oldu. 2. Savaşa "Ağırlıklı ve Ağırlıksız Çıkma"nın Anlamı: Yüce Allah'ın: "Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak Savaşa çıkın" âyetindeki;" Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak" ifadesi hal olarak nasb edilmiştir. Bunun açıklaması ile ilgili on görüş vardır: 1- İbn Abbâs'dan nakledildiğine göre, yüce Allah'ın: "Küçük küçük birlikler halinde Savaşa çıkın" (en-Nisa, 4/71) âyetini birbirinden ayrı askeri birlikler halinde Savaşa çıkın diye açıklamıştır. 2- Yine İbn Abbâs ve Katade'den gönül hoşluğuyla isteyerek ve İstemiyerek diye açıkladıkları rivâyet edilmiştir. 3- Ağırlıksızdan kasıt zengin, "ağırlıklı"dan kasıt da fakirdir, denilmiştir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. 4- "Ağırlıksız"dan kasıt genç, "ağırlıklıdan kasıt da yaşlıdır. Bu açıklamayı da el-Hasen yapmıştır. 5- Zeyd b. Ali ve el-Hasen b. Uteybe meşgaleniz bulunsun yahut bulunmasın diye açıklamışlardır. 6- Ağırlıklıdan kasıt bakmakla yükümlü olduğu çoluk-çocuğu bulunan, ağırlıksız da çoluk çocuğu bulunmayan kimse demektir. Bu açıklamayı da Zeyd b. Eslem yapmıştır. 7- Ağırlıklıdan kasıt, bir kimsenin bırakmak istemediği ve bırakması halinde de zarar göreceği varlığı bulunan, ağırlıksızdan kasıt ise böyle bir varlığı bulunmayan kimse demektir. Bu açıklamayı da ibn Zeyd yapmıştır. 8- Ağırlıksızdan kasıt piyadeler, ağırlıklıdan kasıt da süvarilerdir. Bu açıklamayı da el-Evzaî yapmıştır. 9- Ağırlıksızdan kasıt, ordunun öncü birlikleri olarak Savaşa öncelikle katılanlar, ağırlıklılardan kasıt ise ordunun tamamıdır. 10- Ağırlıksızdan kasıt kahraman kimse, ağırlıklıdan kasıt ise korkak kimsedir. Bu açıklamayı da en-Nekkâş nakletmiştir. Âyet-i kerimenin anlamı ile ilgili doğru açıklama da şudur: İnsanlar toptan Savaşmakla emr olunmuşlardır. Yani, Savaş kastı ile hareket size ister ağır gelsin, ister hafif gelsin topluca Savaşa çıkınız demektir. Rivâyete göre İbn Um Mektum Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna gelmiş ve: Benim Savaşa çıkmak görevim var mıdır diye sorunca, Hazret-i Peygamber de: "Evet" diye buyurdu. Daha sonra da yüce Allah'ın: "Ama'ya (Savaşa çıkmamak hususunda) vebal yoktur" (el-Feth, 48/17) âyeti nâzil oldu. Bütün bu açıklamalar aslında; "ağırlıklı ve ağırlıksız oluş" hususunda örnek sunmak kabilindedir. Bu âyet-i kerimenin hükmü hususunda farklı görüşler vardır. Bunun, yüce Allah'ın: "Zayıflara, hastalara... bir günah yoktur" (et-Tevbe, 9/91) âyeti ile nesh olduğu söylendiği gibi, bu âyet-î kerimeyi nesh edenin: "Onların herbir topluluğundan bir kesim de... kalmalı değil miydi" (et-Tevbe, 9/122) âyeti olduğu da söylenmiştir. Ancak, doğrusu bu âyet-i kerimenin nesh olmadığıdır. İbn Abbâs, Ebû Talha'dan yüce Allah'ın: "Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak Savaşa çıkın" âyeti hakkında; genç ve yaşlılar olarak çıkın. Allah bu hususta hiçbir kimsenin mazeretini kabul etmemiştir; dediğini rivâyet etmektedir. Bunun üzerine Şam'a çıkıp gitmiş ve vefat edinceye kadar cihad etmişti. Yüce Allah ondan razı olsun. Hammâd da Sabit ile Ali b. Zeyd'den, o, Enes'den rivâyet ettiğine göre Ebû Talha, Tevbe Sûresi'ni okumaya başlamış ve şu: "Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak Savaşa çıkın" âyetine gelince, ey oğullarım, demiş. Haydi beni Savaşa çıkmak üzere donatın, beni donatın, demiş. Oğulları ona: Allah sana merhamet ihsan etsin. Sen Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte vefat edinceye kadar gazada bulundun. Ebû Bekir ile vefat edinceye kadar, Ömer'le de vefat edinceye kadar gazada bulundun. Senin yerine biz gazaya gideriz, dediyseler de o: Hayır beni donatınız, demişti. Bunun üzerine bir deniz Savaşına katıldı ve denizde öldü. Kendisini gömecekleri bir adaya ancak yedi gün sonra ulaşabildiler. Onu orada defnettiler. Cesedinde hiçbir değişiklik olmamıştı. Tahen de Hıms'da el-Mikdâd b. el-Esved’i sarraflardan birisinin sandığı (kasası) üzerinde oturmuş ve şişmanlığından dolayı da bu kasanın üzerinden taşmış olduğu halde, Savaş için hazırlanırken gören kimselerden isnadını kaydederek; ona: Allah senin mazeretin dolayısıyla Savaşa katılmamana izin vermiştir, denilince o: "Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak Savaşa çıkın" âyetinin içinde yer aldığı, Savaşa akan birliklerin sözkonusu edildiği sûreyi okumuş bulunuyorum, diye cevap vermişti. ez-Zührî de der ki: Said b. el-Müseyyeb gözlerinden birisi kör olduğu halde gazaya çıktı. Kendisine: Sen hastasın denilince, o da şöyle cevap vermişti: Allah ağırlıklı olanın da ağırlıksız olanın da Savaşa çıkmasını istedi. Savaşmak imkânını bulamasam dahi, müslümanların sayısını artırırım, geride bırakacakları eşyalarını korurum. Yine rivâyet olunduğuna göre Savaşçılardan birisi, Şam'daki gazalardan birisinde bir adamın yaşlılıktan ötürü kaşlarının gözleri üzerine çöktüğünü görmüş, ona: Amcacığım Allah seni mazur görmüştür deyince, ona: Yeğenim, biz ağırlıklı ve ağırlıksız olarak Savaşa çıkmakla emrolunduk, diye cevap vermiştir. İbn Um Mektum -Allah ondan razı olsun; ki ismi Amr'dır- Uhud günü şöyle demişti: Ben, gözü görmeyen bir kimseyim. O bakımdan sancağı bana testim ediniz. Çünkü sancağı taşıyan geri dönecek ve kaçacak olursa ordu da bozguna uğrar. Ben ise kimin kılıcıyla üzerime geldiğinin farkına varamam. O bakımdan da yerimden ayrılmam. Ancak, önce de Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/152. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere müslümanların sancağını ogün Mus'ab b. Umeyr almıştı. İşte bu ve buna benzer ashâb-ı kiram ve tabiînden gelen rivâyetler dolayısıyla bu âyet hakkında nesh iddiasının sahih olamayacağını söyledik. Diğer taraftan herkesin Savaşa çıkmasını gerektiren bir durumun varlığı da sözkonusu olabilir ki, bunu da bir sonraki başlıkta ele alacağız. Topyekûn Savaş düşmanın İslâm topraklarının bir bölümüne galip gelmesi, yahut da müslüman topraklarının içlerine girmesi suretiyle cihadın farz-ı ayn olması halinde sözkonusu olur. Bu durum ortaya çıkacak olursa, o bölgede yaşayan ağırlıklı ağırlıksız, genç yaşlı herkesin kendi gücü oranında Savaşa çıkması vacib (farz) olur. Babası bulunan kimsenin babasından izin almasına gerek olmaksızın çıkar, babası olmayan da Savaşa çıkar. Çıkmaya gücü yeten ister Savaşabilecek kimse olsun, isterse Savaşçıların sayısını artırmak şeklinde olsun hiçbir kimse Savaştan geri kalamaz. Eğer o bölge halkı düşmanlarına karşı koymaktan âciz düşecek olurlarsa onlara yakın ve komşu olanların da o belde halkının yükümlülüğünün aynısı ile Savaşa çıkmaları gerekir. Ve bu husus onların düşmana karşı durabilecek ve kendilerini sallallahü aleyhi ve sellemunabilecek hale geldiklerini bilinceye kadar böylece devam eder. Düşmanlarına karşı zayıf olduklarını bilen ve kendilerine yetişip de onları kurtarabilme imkânını elde edeceğini zanneden herkesin de onlarla birlikte Savaşmak üzere yanlarına gitmesi gerekir. Çünkü bütün müslümanlar kendilerinin dışında kalanlara karşı tek bir eldirler. Düşmanın girip istila ettiği bölge halkı düşmana karşı gerekli savunmayı yapabilip düşmanı safdışı bıraktığı takdirde, bu cihad farzı da diğerlerinden sakıt olur. Eğer düşman dar-ı İslama yaklaşıp da oraya girmeyecek olursa, yine o bölge müslümanlarının düşmana karşı çıkmaları gerekir. Tâ ki Allah'ın dini üstün gelsin, İslâm diyan korunsun, himaye edilmesi gerekenler himaye edilsin ve düşman küçük düşürülsün. Bu hususta hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Cihadın vacib olan bir diğer şekli de şudur: İslâm devlet başkanı olan İmâmın, her yıl bir defa düşmanın üzerine bir bölümü gaza yapmak üzere göndermesi farzdır. Bunlarla kendisi de ya bizzat çıkar yahut güvendiği kimseyi onlarla beraber gönderir. Bunu da onları İslâm'a davet etmek ve İslâm'a girmelerini teşvik etmek için yapar, onların eziyetlerini önlemek, onlar üzerinde Allah'ın dininin üstünlüğünü sağlamak kastıyla yapar. Bu da İslâm'a girinceye, yahut da elleriyle cizyeyi verecekleri vakte kadar böylece devam eder. Kimi cihad şekli de nafiledir. Bu da İmâmın ardı arkasına değişik kesimleri Savaşa göndermesi ve düşmanın gafil oldukları vakitlerde ve fırsat bulunacağı zamanlarda askerî birlikler göndermesi, saldırılarından korkulan yerlerde ribatlar ile onları gözetlemesi ve İslâm'ın gücünü izhar etmesi şeklindedir. Herkes görevini gereği gibi yerine getirmeyecek olursa, tek bir kişi ne yapar şeklindeki sorunun cevabı da bir sonraki başlıktadır. 5. Bir Kişinin Tek Başına Yerine Getirebileceği Yükümlülükler: Böyle bir soruya şu şekilde cevap verilir: Bu durumda kişi tek başına bir esirin fidyesini ödeyerek onu esirlikten kurtarır. Çünkü o, (müslüman) bir esirin fidyesini ödeyecek olursa, o tek kişi hakkında müslümanlar topluluğu arasında bir ferd olarak ödemesi gereken miktardan daha fazlasını ödemiş olur. Çünkü bütün zenginler esirlerin fidyesini aralarında paylaştıracak olurlarsa, onlardan herbirisinin ödeyeceği miktar bir dirhemi bile bulmaz. Yine böyle bir kişi bu durumda eğer gücü yetiyorsa bizzat gazaya çıkar. Aksi takdirde bir gaziyi donatır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim bir gaziyi donatırsa bizzat gazaya çıkmış gibidir. Her kim o gazinin aile halkını hayır ile gözetir (işlerini görür) ise o da gaza etmiş olur." Buhârî, Cihâd 38: Müslim, İmâre 135, 136; Ebû Dâvûd, Cihâd 20; Tirmizî, Fedâilu'l-Cihad 6; Nesâî, Cihâd, 44; Müsned, IV, 17, V, 193, 234. Bu hadisi sahih kaynaklar rivâyet etmişlerdir. Bunun böyle olmasının sebebi onun tek başına (bundan daha ileri) bir fayda sağlayamaması ve malının da (bütün ihtiyaçlara) yeterli gelememesidir. 6. Kâfirlerin Elindeki Esirlere ve Kâfirlerin İstilâsına Karşı Müslümanların Yükümlülüğü: Rivâyet edildiğine göre, hükümdarlardan birisi hiç bir esiri hapse atmamak üzere kâfirlerle antlaşmiş idi. Müslümanlardan bir kişi de kâfirlerin yurdundan içeri girmiş idi. Kapısı kilitlenmiş bir evin yanından geçerken bir kadın ona: Ben burada esirim, sen benim durumumu ilgili arkadaşına bildir diye seslenmiş. Bu adam o hükümdar ile bir araya gelip de ona yemek ikram edip karşılıklı konuştukları bir sırada nihayet bu ashâb edilen ve azap gören kadının durumunu anlam. Adam sözlerini tamamlar tamamlamaz hükümdar ayakları üzerine dikildi ve derhal gazaya çıktı. Sözü geçen o sınırdaki şehrin üzerine yürüdü, ashâb kadını kurtardı ve o yeri ele geçirdi -Allah ondan razı olsun-. Bu olayı İbnü'l-Arabî zikrettikten sonra şunları da söylemektedir: Düşman -Allah onun belini kırsın- 527 yılında bizim şehrimize hücum etti. Yurdumuzu istila etti, hayırlılarımızı ashâb aldı. Kalabalığının çokluğundan dolayı herkesi dehşete düşüren büyük sayıdaki askerleriyle ülkemizin tâ ortasına kadar geldi. Her ne kadar sayısının ne olduğu bildirilmediyse de sayılan çoktu. Ben, valiye de onun yönetimi altında bulunanlara da şöyle dedim: İşte Allah'ın düşmanı artık tuzağa ve ağa düşmüş bulunuyor. Haydi sizin de bir bereketiniz görülsün ve siz de sizin için mutlaka yerine getirilmesi gereken dinin yardımına koşmanız için sizde bir hareket olsun. Bütün insanlar hiçbir yerde hiçbir kimse kalmamak üzere düşmana karşı çıksın ve etralî iyice kuşatılsın. Allah bu konuda size kolaylık verecek olursa, kaçınılmaz olarak düşman helâk edilecektir. Ancak günahlar galip geldi ve masiyetlerle kalpler titredi. Her bir kişi komşusunun tuzağa düşürülmekte olduğunu görse dahi kendi inine çekilen bir tilki oluverdi. İnnâ lillah ve innâ ileyhi raciûn. Allah bize yeter, O ne güzel vekildir! "Ve Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin" âyeti ise, cihad emrini vermektedir. Cihad ise (çaba, gayret anlamına gelen): Cehd'den türemiştir. Ebû Dâvûd, Enes'den rivâyet ettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Müşriklerle mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad ediniz." Ebû Dâvûd, Cîhad 18; Nesâî, Cihad 1; Dârimî, Cihâd 38; Müsned III, 124, 153, 251; ayrıca bk. Müsned, III, 456, VI, 387. İşte bu, cihadın Allah nezdindeki en mükemmel ve en faydalı şeklini açıklamaktadır. Bununla Hazret-i Peygamber en mükemmel nitelikleriyle cihada teşvikte bulunmaktadır. Mallarla cihadı öncelikle sözkonusu etmiştir. Çünkü cihad için gerekli hazırlıklar sırasında ilk harcanan, feda edilen şey odur. O bakımdan Hazret-i Peygamber bu cihad işinde sıralamayı göz önünde bulundurarak bu sıra ile sözkonusu etmiştir. 42Eğer yakın bir menfaat, orta yollu bir yolculuk olsaydı, elbette arkandan gelirlerdi. Fakat, bu kadar uzun bir mesafeyi katetmek onlara ağır geldi. "Gücümüz yetseydi herhalde biz de sizinle beraber çıkardık" diye Allah'a yemin edeceklerdir. Kendilerini helake sürüklüyorlar. Onların muhakkak yalancı olduklarını Allah biliyor. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebûk gazvesinden döndükten sonra Allah bir takım kimselerin münafıklıklarını ortaya koydu. “Menfaat" dünya menfaatlerinden kişinin karşısına çıkan, arız olan şeyler demektir. Bunun anlamı, yakın bir mesafede elde edilecek ganimet... demektir. Yüce Allah, eğer onlar bir ganimet elde etmek için çağırılacak olsatardı mutlaka peygamberine tabi olacaklarını haber vermektedir. "Bir menfaat" kelimesi, "...di" kelimesinin haberi, "Yakın" da bu menfaatin sıfatıdır. "Orta yollu bir yolculuk" ifadesi ona atfedilmiştir....dı'nın isminin hazfedilmesi ise ifadenin ona delâlet etmesinden dolayıdır. İfadenin takdiri de şöyledir: Eğer davet olundukları (ki bu sözü geçen kâne: ...dı'nın ismidir) yakın bir menfaat ve orta yollu bir yolculuk -yani, yollan bilinen ve kolay bir yolculuk- olsaydı, elbette senin arkandan gelirlerdi. Burada belirttiğimiz gibi zamir ile kastedilenler münafıklardır. Çünkü onlar da Savaşa çıkmak emrine muhatap olan topluluk arasında idiler. Arap dilinde böyle bir kullanım vardır. Araplar önce bir topluluğu sözkonusu ederler, sonra da o topluluğun bir bölümüne ait zamir kullanırlar. Nitekim yüce Allah'ın: "Aranızdan ona uğramayacak hiçbir kimse yoktur" (Meryem, 19/71) âyetinde zamir ile kastedilenin kıyâmet olduğu söylenmiştir. Daha sonra yüce Allah: "Bundan sonra sakınanları kurtarırız. Zâlimleri orada dizleri üzerine çökmüş olarak terkederiz" (Meryem, 19/72) diye buyurmaktadır. Burada da yüce Allah "orada" ile cehennemi kastetmektedir. Sünnet-i seniyyeden mana itibariyle bu âyet-i kerimenin bir benzeri de Hazret-i Peygamberin: "Onlardan herhangi bir kimse yağlı bir kemik yahut da güzel iki koyun ayağı (paçası) bulacağını bilse, hiç şüphesiz yatsı namazında hazır bulunurdu" Buhârî, Ezan 29, Ahkâm 52; Muslin. Mesacid 251; Nesâî, İmâme 49; Dârimî, Salât 19; Muvatta’'', Salâtu'l-Cemâa 3; Müsned 244, 376... âyetidir. Şunu söylemek istiyor: Eğer onlardan herhangi birisi peşinen ele geçireceği ve hazırda bulunan bir şey bulunduğunu bitecek olsa, bu maksatla şüphesiz mescide gelirdi. "Fakat bu kadar uzun bir mesafeyi katetmek onlara ağır geldi." Ebû Libeyde ve başkaları, "uzun mesafe" anlamındaki "eş-Şukka" kelimesinin uzak bir yere yolculuk yapmak demek olduğunu nakletmişlerdir. Bütün bunlarla kastedilen Tebûk gazvesidir. el-Kisaî'nin naklettiğine göre bu kelime, "şukka" ve "şikka" şekillerinde de kullanılır. el-Cevherî der ki: Ötreli olarak "şukka" söyleyişi elbiseler hakkında kullanılır Yine aynı kelime uzak yolculuk demektir. Kimi zaman bu kelime "şikka" şeklinde de kullanılır. Bu kullanılış tahta yahut kereste gibi şeylerden çıkan ince parçalar, kıymıklar anlamında da kullanılır. Kızmış bir kimse için;"( izi, o)Alabildiğine kızdı ve ondan bir şikka (kızgınlık alevi) uçtu" denilir. "Gücümüz yetseydi" yani, eğer bizim de binek ve mal sahibi olabilecek kadar elverişli durumumuz olsaydı "herhalde biz de sizinle beraber çıkardık diye Allah'a yemin edeceklerdir." Burada sözü geçen "güçyetirme"nin bir benzeri de şu âyette yer almaktadır: "Ona bir yol bulabilenlerin Beyt'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır." (Âl-i İmrân, 3/97) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu açıklayarak: "(Güç yetirebilmek) azık ve binektir" diye buyurmuştur. Tirmizî, Hacc 4, Tefsir 3. sûre 6, 63. sûre 5; İbn Mâce, Menasik 6. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. "Kendilerini" yalan ve münafıklıkla "helake sürüklüyorlar." Bu şekilde mazeret göstermelerinde "onların muhakkak yalancı olduklarını Allah biliyor." 43Allah affetsin seni. Doğru söyleyenler senin için belli oluncaya ve sen yalancıları bilinceye kadar niçin onlara İzin verdin? Yüce Allah'ın; "Allah affetsin seni... niçin onlara izin verdin" âyetinin yeni bir söz başlangıcı olduğu söylenmiştir. "Allah seni ıslah etsin, seni aziz kılsın, sana rahmet buyursun. Şu şu oldu" demeye benzer. Bu açıklamaya göre yüce Allah'ın: "Allah affetsin seni" anlamındaki; âyeti üzerinde vakıf (durak) yapmak güzel olur. Bunu Mekkî, el-Mehdevî ve en-Nehhâs nakletmiştir. Yüce Allah, Hazret-i Peygamber'e korku ve sabırsızlıktan dolayı kalbi rahatsızlanmasın diye günahını sözkonusu etmeden affettiğini haber vermektedir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir; Onlara izin vermekten ötürü günahını Allah affetmiştir. O takdirde bu âyet üzerinde vakfetmek güzel olmaz. Bunu da el-Mehdevî nakletmiş, en-Nehhâs da bunu tercih etmiştir. Burada sözü geçen "izin" ile ilgili iki görüş ileri sürülmüştür. Birinci görüşe göre seninle birlikte Savaşa çıkmaları hususunda "niçin onlara izin verdin" demektir. Çünkü onların gerekli hazırlıkları yapmaksızın ve samimi bir niyetleri bulunmaksızın Savaşa çıkışları bir bozgunculuk (fesat )dır. İkinci görüşe göre ise, onlar bir takım mazeretler ileri sürünce, oturmaları için "niçin onlara izin verdin" anlamındadır. Bu iki açıklamayı el-Kuşeyrî sözkonusu ettikten sonra şöyle der: Bu, oldukça lütufkârane bir sitemdir. Çünkü "Allah affetsin seni" diyerek başlamıştır. Hazret-i Peygamber de bu hususta nâzil olmuş bir vahiy bulunmaksızın onlara izin vermişti. Katade ve Amr b. Meymun derler ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) emrolunmaksızın iki iş yapmıştır: Birisi kendisiyle birlikte Savaşa çıkmayıp geride kalmaları için münafıklardan bir kesime izin vermesi, halbuki vahiy olmaksızın herhangi bir iş yapmaması gerekirdi. Diğeri ise, (Bedir) esirlerinden fidye almasıdır. İşte Kur'ân-ı Kerîm'in ilgili âyetinde duyduğunuz şekilde bundan dolayı Allah ona serzenişte bulunmuştur. Bazı âlimler de şöyle demektedirler: Hazret-i Peygamberin acele edip yaptığı bu işler, evlâ olanı terketmekten ibaretti. O bakımdan yüce Allah sitem şeklindeki hitaptan önce onu affettiğini belirtmektedir. "Doğru söyleyenler senin için belli oluncaya ve sen yalancıları bilinceye kadar..." âyeti de, ileri sürdüğü mazeretinde doğru söyleyen ile münafıklık edeni birbirinden ayırt edinceye ve açıkça ortaya çıkıncaya kadar...demektir. İbn Abbâs der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) o gün münafıkları şahıslarıyla tanımıyordu. et-Tevbe Sûresi'nin nüzulünden sonra şahıslarıyla onları tanımış oldu. Mücahid der ki: Bunlar: Cihada çıkmayı; oturmak hususunda izin istiyelim. Bize izin verirse otururuz. İzin vermeyecek olsa bile yine otururuz, diyen kimselerdi . Katade de der ki: Yüce Allah bu âyet-i kerimeyi en-Nûr Sûresi'nde yer alan: "Bazı işleri için senden izin istediklerinde onlardan kime istersen izin ver" (en-Nûr, 24/62) âyeti ile nesh etmiştir. Bunu en-Nehhâs, "Meâni'l-Kur'ân" adlı eserinde zikretmektedir. 44Allah'a ve âhiret gününe Îman edenler mallarıyla, canlarıyla cihad etme(me) konusunda senden izin İstemezler. Allah takva sahiplerini çok iyi bilendir. "Allah'a ve âhiret gününe îman edenler" oturmak ve cihada çıkmamak hususunda "...senden İzin istemezler." Aksine bunlar, kendilerine herhangi bir hususu emredecek olursan, hemen onu yerine getirmeye çalışırlar. 45Ancak Allah'a ve âhiret gününe îman etmeyen, kalpleri şüpheye düşüp de kendileri şüphelerinin İçinde bocalayıp duran kimseler senden izin isterler. İşte böyle bir zamanda mazereti bulunmaksızın Savaşa çıkmamak üzere izin istemek, münafıklığın alâmetlerinden idi. Bundan dolayı yüce Allah: "Ancak Allah'a ve âhiret gününe îman etmeyen, kalpleri şüpheye düşüp de kendileri şüphelerinin İçinde bocalayıp duran kimseler senden İzin İsterler" diye buyurmaktadır. Ebû Dâvûd, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet eder: "Allah'a ve âhiret gününe îman edenler... senden izin İstemezler" âyetini, en-Nûr Sûresi'nde yer alan: "Mü’minler ancak o kimselerdir ki onlar Allah'a ve Resülüne îman ederler... Muhakkak Allah mağfiret edendir, Rahîmdir" (en-Nûr, 24/62) âyeti nesh etmiştir. Ebû Dâvûd, Cihad 159. "Cihad etme(me)" âyeti, ez-Zeccâc'a göre takdiri ile nasb mahallindedir. (Bu takdire göre anlam: Cihad etme(me) hususunda senden izin istemezler, şeklinde olur). İfadenin takdirinin: "Cihad etmekten hoşlanmadıkları için..." şeklinde olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: " Allah yanılırsınız (yanılmayasınız) diye size açıklıyor" (en-Nisa, 4/176) âyeti gibi. "Kalpleri" din hususunda "şüpheye düşüp de kendileri şüphelerinin İçinde bocalayıp duran" yani, şüpheleri içinde gidip gelen, kararsız kalan "kimseler senden izin isterler." 46Eğer onlar çıkmak İsteselerdi elbet bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların çıkmalarını çirkin gördü de kendilerini alıkoydu ve: "Oturanlarla beraber oturun" denildi. "Eğer onlar çıkmak isteselerdi elbet bunun için bir hazırlık yaparlardı" yani, cihada çıkmak isteselerdi yolculuk için gerekli hazırlıkları yaparlardı. İşte onların hazırlık yapmayışlan Savaştan geri kalmak istediklerinin delilidir. "Fakat Allah onların" seninle birlikte cihada "çıkmalarını çirkin gördü de kendilerini" seninle birlikte çıkmaktan "alıkoydu" ve onların, senin yardımına koşmalarına fırsat vermedi. Çünkü onlar şöyle demişlerdi: Eğer oturmak için bize izin vermeyecek olursa, biz de mü’minler aleyhine başkalarını kışkırtır ve fesat çıkartırız. Buna da bundan sonra: "Eğer onlar sizinle birlikte çıksalardı, sizde şer ve fesadı artırmaktan başka birşey yapmazlar... de" (et-Tevbe, 9/47) âyeti delil teşkil etmektedir. "Ve; Oturanlarla beraber oturun, denildi." Bir görüşe göre bu onların birbirlerine söyledikleri bir sözdür. Diğer bir görüşe göre ise bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın sözlerindendir. O takdirde bu daha önce kendisinden söz edilen Hazret-i Peygamberin verdiği izin demek olur. Bir diğer görüşe göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sözü onlara kızgınlıkla söylemiş, onlar da lâfzın zahirini kabul ederek: Peygamber bize izin vermiş bulunuyor, demişlerdi. Bir diğer görüşe göre bu, onların Savaşa çıkmayıp yardımdan uzak kalmalarını ifade eder. Yani, yüce Allah onların kalplerine oturma duygusunu yerleştirdi. "Oturanlarla beraber" âyeti ise, hastalık sahibi, kör, kötürüm, kadın ve çocuklarla beraber oturun, demektir. 47Eğer onlar aranızda çıksalardı, sizde şer ve fesadı artırmaktan başka bir şey yapmazlar, aranıza fitne sokmak kastıyla muhakkak koşarlardı. Aranızda onlara kulak verecekler de vardır. Allah zâlimleri çok iyi bilendir. "Eğer onlar aranızda çıksalardı, sizde şer ve fesadı artırmaktan başka bir şey yapmazlar... di" buyuruğu münafıkların geride kalıp mü’minlerle birlikte çıkmamaları dolayısıyla mü’minlere bir tesellidir. "Şer ve fesad; bozgunculuk, laf taşımak (koğuculuk) ve ayrılıklar tohumunu ekip yalan şayialar çıkartmak" demektir. Bu kelime burada munkatı' bir istisnadır. Yani, onlar sizin gücünüzü artırmazlardı. Bunun yerine şer ve fesat çıkartmaya çalışırlardı, demektir. Bir diğer açıklamaya göre mana şudur: Onlar, İçinde bulundukları mütereddit görüşleriyle sizin ancak şer ve fesadınızı artırırlardı. O takdirde istisna munkatı' olmaz. "Aranıza fitne sokmak kastıyla muhakkak koşarlardı" yani, aranızı bozmak için çabucak harekete geçerlerdi. "Koşmak, hızlıca yürümek" demektir. Nitekim recez vezninde şair şöyle demektedir: "Keşke onda ben bir genç delikanlı olsaydım Ve orada hızlıca koşup gidip gelseydim." Deve koşup ve hızlıca yürüyüp yol aldığı vakit denilir. Bunun " Onu bıraktım" demektir. (........) ın kısmen hızlı yürümeyi ifade eden; şeklindeki yürüyüş olduğu da söylenmiştir. "Aranıza" kelimesinin "ara" anlamına gelen; ise; iki şey arasındaki aralık demektir. Bunun çoğulu, şeklinde gelir ki bu da saflar arasındaki aralık ve boşluk manasına gelir. Yani onlar (sizinle birlikte çıkmış olsalardı) laf alıp götürmek ve aranızı bozmak suretiyle sizi birbirinizden uzaklaştırırlardı. "Aranıza fitne sokmak kastıyla" anlamındaki âyet ikinci bir mef'ûldür. Yani onlar sizin fitneye düşmenizi de arzu ediyorlardı. Bu da aranızın bozulmasını ve bir birinize karşı kışkırtmayı istiyorlardı, demektir. Burada sözü geçen "fîtne"nin şirk manasına geldiği de söylenmiştir. "Aranızda onlara kulak verecekler de vardır." Yani, aranızda sizden haberler alıp onlara taşıyacak casuslar vardır. Katade: Aranızda onların sözlerini kabul ile karşılayan, onlara itaat eden kimseler vardır diye açıklamıştır. en-Nehhâs der ki: Birinci görüş daha uygundur. Çünkü, "Kulak verenin iki anlamından daha çok kullanılan manası, sözü işiten, ona kulak veren kimse demektir. Yüce Allah'ın: "Yalana çokça kulak verenler" el-Mâide, 5/42.1 âyeti de buna benzemektedir. İkinci görüşün işaret ettiği manayı İfade etmek için İse, hemen hemen; "Dinleyen" kelimesinden başkası kullanılmaz. 48Yemin olsun ki, onlar bundan önce de fitne aramışlar, sana karşı bir takım ister çevirmişlerdi. Nihayet hak geldi ve onlar İstemedikleri halde Allah'ın emri üstün geldi. "Yemin olsun ki, onlar bundan önce de fitne aramışlar..." Yani, onlar durumları açığa çıkmadan ve gizledikleri hususlara ve ileride yapacakları şeylere dair vahiy inmeden önce de fesat çıkarmak ve kötülük yapmak istemişlerdi. İbn Cüreyc der ki: Bu âyetiyle yüce Allah münafıklardan oniki kişiyi kastetmektedir. Bunlar Akabe gecesi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)Ve suikast yaparak öldürmek için Seniyetü’l-Vedâ denilen yerde pusu kurmuşlardı. "Sana karşı da birtakım işler çevirmişlerdi." Yani onlar, senin getirdiğin valiyi çürütmek hususunda çeşitli görüşler ortaya atmış, işler çevirmişlerdi. "Nihayet hak geldi ve onlar istemedikleri halde Allah'ın emri" yani O'nun dini "üstün geldi." 49Onlardan bazdan da: "Bana İzin ver, beni fitneye düşürme derler. Bilin ki onlar, zaten fitnenin ortasına düşmüşlerdir. Şüphe yok ki cehennem kâfirleri çepeçevre kuşatıcıdır. "Onlardan bazıları da: Bana izin ver...derler" âyetindeki "İzin ver" emir fiili; İzin verdi, verir'den emirdir. Bu fiilden emir yapılacak olursa, başa esreli bir hemze ve ondan sonra da fiilin "fâ"sı (birinci harfi olan hemze) gelir. Ancak iki hemze bir arada bulunmayacağından makabli de esreli olduğundan dolayı, ikinci hemze "ye" harfi ile ibdaledilerek denilir. Ancak bu emir vasıl ile okunucak olursa, iki hemzenin bir arada bulunmasını engelleyen illet ortadan kalkar ve bu sefer ikinci hemze vasıl ile okunur. Bundan sonra da hemze telaffuz edilerek; "Onlardan bazıları das Bana izin ver... derler" diye okunur. Verş ise Nafi'den: "Onlardan bazdan da: Bana izin ver... derler" diye okuduğunu rivâyet etmektedir. Böylelikle hemzeyi sakin değil de "vav" olarak harf-i medmiş gibi okur. en-Nehhâs der ki: "Filana izin ver, sonra ona izin ver" denilecek olursa, her ikisindeki "izin ver" anlamındaki kelimelerin yazılışlarında "zel" harfinden önce hemze ve "ye" vardır. Şayet; "Filana izin ver ve başkasına izin ver," denilecek olursa, bu sefer ikincisinde "ye" getirilmez. "Vav" yerine "fe" harfi kullanılacak olursa yine böyledir. "Sonra" ile "vav" arasındaki farka gelince; "sonra" anlamındaki kelime üzerinde vakıf yapılabilir ve diğer kelimelerden ayrı okunabilir. "Vav" İle "fe" harfleri üzerinde ise ne vakıf yapılabilir, ne de ayrı yazılabilirler. Muhammed b. İshak der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebûk'e çıkmak istediğinde, Selemeoğullarından el-Ced b. Kays'a şöyle demişti: "Ey Ced, Rumlar ile Savaşıp da onlardan odalık cariyeler ve hizmetçiler edinmeye ne dersin?" el-Ced şu cevabı verir: Kavmim, benim kadınlara ne kadar düşkün olduğumu bilirler. Ben, Sanoğullarının (Rumların) kadınlarını görecek olursam, onlara karşı kendimi tutamayacağımdan korkarım. Sen beni fitneye düşürme de, oturmak üzere bana izin ver. Buna karşılık malımla sana yardımcı olacağını. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ondan yüzçevirip: "Haydi sana izin verdim" diye buyurdu. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Aynı manada yakın bir rivâyet; Taberenî. el-Mu'cemu'l-Evsat, VI, 281. Onların yüzlerinin güzelliği dolayısıyla sen benî fitneye düşürme demek istemişti. Oysa, onun münafıklıktan başkaca bir rahatsızlığı yoktu. el-Mehdevî der ki: San (el-Asfar), Habeşlilerden bir adamdır. Bunun, çağlarında kendilerinden daha güzel hiçbir kimsenin bulunmadığı kızları vardı. Ve o sırada o kişi, Rum diyarında bulunuyordu. Bir diğer görüşe göre onlara bu ismin veriliş sebebi, Haberlilerin Rumlara galip gelmiş olmalarıdır. Onlardan kız çocukları olmuş, bu kız çocukları ise Rumların beyaz tenlerinden, Habeşlilerin de siyah tenlerinden etkilenerek kırmızı ve sarı karışımı bir ten renkleri olmuştu. İbn Atiyye der ki: İbn İshak’ın bu görüşünde nisbeten bir gevşeklik vardır. Taberî de isnadını kaydederek Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu kaydetmektedir: "Haydi gazaya çıkınız. San'nın kız çocuklarını ganimet alacaksınız." Bunun üzerine el-Ced ona: Sen bize izin ver de, kadınlar sebebiyle bizi fitneye düşürme. Bu ise, birincisinden daha farklı bir açıklamadır. Münafıklığa ve Resûlüllah'a karşı çıkmaya daha yakışan hal budur. Bu âyeti kerîme nâzil olunca, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Selemeoğullarına -ki, el-Ced de onlardan birisiydi- şöyle demişti: "Sizin efendiniz kimdir ey Selemeoğulları?" Onlar: Efendimiz Ced b. Kays'dır. Şu kadar var ki o, hem cimri hem korkaktır, demişlerdi. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştu: "Peki, cimrilikten daha kötü ve büyük bir kusur ne olabilir? Hayır, sizin efendiniz o beyaz tenli delikanlı olan Bişr b. el-Berâ b. Ma'rûr'dur." İbnu’l-Ashâb, Usdu'l-Ğabe, I, 218. Ensar'dan Hassan b. Sabit de Bişr b. el-Berâ hakkında şunları söylemiştir; "Cömertliği dolayısıyla Bişr b. el-Berâ önder kılındı Gerçekten Bişr b. el-Berâ önder kılınmaya lâyıktır Bir heyet ona geldi mi, bütün malını harcar da Bunu alın der, ben yarın yine döneceğim (aynı şeyleri yapacağım), der." "Bilin ki onlar, zaten fitnenin ortasına düşmüşlerdir." Yani, günah ve masiyetin ta içine düşmüşlerdir. Bu da münafıklık ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan geri kalmaktır. "Şüphe yok ki cehennem kafirleri çepeçevre kuşatıcıdır." Onlar cehennem ateşine doğru yol alıyorlar. O, onları kuşatacaktır. 50Eğer sana bir iyilik isabet ederse bu onların hoşuna gitmez. Şayet sana bir musibet erişirse: "Biz daha önce tedbirimizi almışız" derler ve sevinçle dönüp giderler. "Eğer sana bir İyilik isabet ederse bu onların hoşuna gitmez." Anlamındaki âyet, şart ve cevabını birlikte ifade etmektedir. Aynı şekilde: "Şayet sana bir musibet erişirse, biz daha önce tedbirimizi almışız derler ve sevinçle geri dönerler" âyeti de bu şekildedir. "Ve..." den sonrası da ikinci şart cümlesine atfedilmiştir. Âyet-i kerimede geçen: "İyflilrden kasıt, ganimet ve zaferdir. "Musibet’ten kasıt ise yenilgiye uğramaktır. "Biz daha önce tedbirimizi almışızdır" şeklindeki sözleri ise, kendimiz için gerekli ihtiyatî tedbirleri aldık ve bu konuda kararımızı verdik. O bakımdan Savaşa çıkmayacağız, demektir. "Ve sevinçle dönüp giderler" bu yaptıklarını beğenerek, imandan yüzçevirir giderler. 51De ki Allah'ın bizim için yazdığından başkası asla bize isabet etmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için mü’minler yalnız Allah'a güvenip dayanmalıdır." "De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası asla bize isabet etmez." Bir görüşe göre Levh-i Mahfuz'da yazılanlar; bir diğer görüşe göre, O'nun bize Kitabında; biz ya zafer kazanır ve bu zafer bizim için güzel olur, yahut da öldürülür şehid düşeriz, bu da bizim için daha büyük bir güzellik olur diye haber vermiş olduğundan başka bir şey olmaz, demektir. Yani, herşey ilâhî kaza ve takdir iledir. Nitekim el-A'raf Sûresi'nde (7/37. âyetin tefsirinde) ilim, kader ve kitabın aynı şeyler olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. "O, bizim mevlâmızdır" bize yardım edecek olandır. Tevekkül ise; işi O'na havale etmektir. Cumhûr; şeklinde; ile nasb ile okurlar. Ebû Ubeyde Araplar arasında bu edat dolayısıyla muzari fiili cezm ile okuyanlar bulunduğunu nakletmektedir. Talha b. Mûsarrif bunu; "Bize İsabet eder mi" diye okunmuştur. Rey Kadısı A'yen'den, Onun bunu: "De ki... asla bize isabet etmez" şeklinde "nun" harfini şeddeli olarak okuduğu da nakledilmiştir ki, böyle bir okuyuş lahn'dir. Çünkü haber olan bir ifade "nün" ile tekid edilmez. Şayet bu Talha'nın kıraatinde olsaydı câiz olurdu. Nitekim yüce Allah: "Hilesi kızgınlık duyduğu şeyi giderir mi..." (el-Hacc, 22/15) diye buyurmuştur. 52De ki: "Bize İki güzel şeyin birinden başkasının gelmesini mi gözetir durursunuz? Halbuki biz, Allah'ın size kendi katından yahut bizim ellerimizle bir azap getireceğini bekliyoruz. Öyleyse bekleyiniz. Muhakkak biz de sizinle beraber bekleyenleriz." "De ki; Bize... mi gözetir durursunuz" âyetini, Kûfeliler "lâm" harfini "te" ile idğâm ederek okurlar, Marife "lâm"ının (ismi belirtici lâm) İse, (bu gibi harflerden önce gelirse) İdğamdan başka türlü okunması câiz değildir. Nitekim yüce Allah'ın: "Tevbe edenler" (et-Tevbe, 9/112) âyetinde de böyledir. Çünkü Arapçada marife lâm'ı çokça kullanılır. Ancak yüce Allah'ın;" De ki: Geliniz" (el-En'âm, 6/151) âyetinde lâm'ın "te" harfine idğam edilmesi câiz değildir. Çünkü: "De ki" fiili illetli bir fiildir, İdğam yapmak suretiyle ondaki bu illeti ikiye çıkarmazlar. "Beklemek" demektir. Mesela; " ifadesi, yiyeceği, pahalanıncaya kadar bekledi," bekletti, anlamına gelir. “Güzel şey" kelimesi, "En güzel"in müennesidir. hem tekil, hem çoğul olarak kullanılır. Bu kelime, ancak harf-i tarifli olarak kullandır. O bakımdan "güzel bir kadın gördüm" anlamında; denilmez. "İki güzel şey"den kasıt ise, ganimet ve şehadetür. Bu açıklama İbn Abbâs, Mücahid ve başkalarından nakledilmiştir. İfadede lâfız soru şeklinde olmakla birlikte azarlamak anlamındadır. "Halbuki biz, Allah'ın size kendi katından yahut bizim ellerimizle bir azap getireceğini bekliyoruz" yani sizden önceki ümmetlere isabet eden cezalar gibi sizi helâk edecek bir cezayı katından üzerinize göndermesini, yahut da bize sizinle Savaşmak üzere izin vermesini bekliyoruz. "Öyleyse bekleyiniz" ifadesi ise bir tehdittir. Yani, şeytanın size olan vaadlerini bekleyiniz. Biz de Allah'ın bize vaadlerini beklemekteyiz. 53De ki: "İsteyerek veya islemeyerek harcayın. Sizden asla kabul olunmayacaktır. Çünkü siz, fasıklık eden bir kavim oldunuz." Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1. Âyetin Nüzul Sebebi ve Anlamı: İbn Abbâs der ki: Bu âyet-i kerîme Oturmak üzere bana izin ver, işte malım onunla sana yardımcı olayım, diyen el-Ced b. Kays hakkında nâzil olmuştur. Yüce Allah'ın: "Harcayın (infak edin)" âyeti bir emirdir. Ancak şart ve cevap manasına gelmektedir. Araplar böyle bir durumda ifadeyi bu şekilde kullanır ve "veya (ev)" edatını kullanır. Nitekim şair şöyle demiştir: "Bize iyilik veya kötülük yap. Tarafımızdan kınanmazsın sen. Ve eğer uzaklaşıp gidersen dahi senden uzaklaşılmaz." Yani, sen kötülük veya iyilik yapsan da biz senin bildiğin durumdayız. Âyetin anlamı şudur: Siz, isteyerek yahut istemeyerek harcayacak olsanız dahi bu harcamalarınız kabul olunmayacaktır. Sonra Allah onların harcamalarının niçin kendilerinden kabul olunmayacağını beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Harcamalarının onlardan kabul edilmesini engelleyen sadece şudur: Onlar Allah'ı ve Rasulünü inkâr etmişlerdir." (et-Tevbe, 9/54) İşte bu, kâfirlerin dünyadaki iyi işlerinin ahirette faydasını göremeyeceklerinin en açık delillerinden birisidir ki, bu da bir sonraki başlığımızın konusudur: 2. Kâfirlerin Dünya Hayatındaki İyiliklerinin Ahirette Karşılığı Yoktur: Kâfirin işleri, eğer akrabalık bağlarını gözetmek, yoksulun ihtiyacını karşılamak, darda kalmış olanın sıkıntısını gidermek gibi iyilik türlerinden olursa, bunların sevabını almaz ve ahirette bunlardan faydalanmaz. Şu kadar var ki, bu iyilikleri karşılığında ona dünyada ihsanda bulunulur. Bunun delili ise Müslim'in Âişe (radıyallahü anha)'dan şöyle dediğine dair rivâyetidir: Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. İbn Cud'an, cahiliye döneminde akrabalık bağını gözetir, yoksula yemek yedirirdi. Bunun kendisine bir faydası olacak mı? Peygamber şöyle buyurdu: "Bunun kendisine faydası olmayacak. Çünkü o, birgün olsun: Rabbim, din (kıyâmet) günü günahımı bana bağışla dememiştir." Müslim, Îman 365; Müsned, VI, 93. Enes (radıyallahü anh)'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz Allah hiçbir mü’mine (mükâfatı eksik verilmek suretiyle) bir iyiliğinde dahi zulmetmez. Dünyada da onun karşılığı ona verilir. Ahirette de ondan dolayı ona mükâfat verilir. Kâfire gelince o, dünyada Allah için yapmış olduğu İyilikler karşılığında ona yemek yedirilir (ihsanda bulunulur). Nihayet âhirete gittiğinde, onun karşılığını görebileceği herhangi bir iyiliği kalmamış olur," Müslim, Sifâtu'l-Münafikın 56; Müsned, III, 123, 283. İşte bu, (bu hususta) açık bir nastır. Diğer taraftan şöyle de denilmiştir: Acaba bu doğru vaad gereğince, kâfirin, bu dünya hayatında iyiliklerine karşılık yedirilip ona bağışta bulunması muhakkak ve kaçınılmaz bir şey midir? Yoksa bu, şanı yüce Allah'ın: "... Biz de burada dilediğimize dileyeceğimiz şeyi çabucak veririz" (el-İsra, 17/18) âyetinde sözü geçen Allah'ın dileği (meşîeti) ile mi kayıtlıdır? İkincisi bu husustaki iki görüşün sahih olanıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Kâfirin yaptığına "hasene: güzellik, iyilik" denilmesi ise, kâfirin bu husustaki zanni dolayısıyladır. Yoksa onun Allah'a yakınlaşmak üzere yapacağı herhangi bir ameli sahih değildir. Çünkü Allah'a yakınlaştırıcı amelin sahih olmasının şartı olan îman bulunmamaktadır. Ya da buna "hasene" deniliş sebebi, mü’minin hasenesine şekil itibariyle benzediğinden dolayıdır. Görüldüğü gibi bu hususta da iki görüş vardır. 3. Müslüman Olmadan Önce İyilik Yapanın İyiliklerinin Durumu: Denilse ki; Müslim'de, Hakîm b. Hizâm'dan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü, ben cahiliye döneminde iken ibadet kastıyla verdiğim sadaka yahut köle azad etmek veya akrabalık bağını gözetmek gibi bir takım hususlarda (benim için) ecir var mıdır, ne dersin? diye sorunca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Sen, geçmişinde yapmış olduğun hayırlar üzere İslâm'a girdin." Buhârî, Zekât .24, Buyû’ 100, Itk 12, Edeb 16; Müslim, Îman 194, 195; Müsned, III, 402. Buna şu cevabı veririz: Hazret-i Peygamberin: "Sen, geçmişte yaptığın hayırlar üzere İslama girdin" ifadesi konu ile ilgili aslî delillerin zahirine uygun değildir. Çünkü kâfirin yüce Allah'a yakınlaşmak kastı ile yapacağı ibadetler sahih olamaz ki bu İtaati dolayısıyla sevap alması sözkonusu olsun. Çünkü Allah'a yakınlaşmak kastıyla itaatte bulunacak kimsenin kendisine yakınlaşmak istediği yüce Zatı bilip tanıması şarttır. Böyle bir şart bulunmayacak olursa, şarta bağlı olarak öngörülen hususun sıhhati de sözkonusu olamaz. Buna göre hadisteki mana şöyle olur: Eğer sen cahiliye döneminde güzel bir takım huylar kazanmış isen, bu huyların İslâmda da sana güzel alışkanlıklar kazandırmıştır. Çünkü Hakîm (radıyallahü anh) altmışı cahiliye döneminde, altmışı da müslüman olmak üzere yüzyirmi yıl yaşamıştı. Cahiliye döneminde yüz köle azad etmiş, yüz kişiyi de deve sırtında taşımış idi. İslâm'da da aynı işleri yaptı. Bu, açıkça anlaşılan bir husustur. Şöyle de açıklanmıştır: Kâfir iken işlemiş olduğu günahları müslüman olmak suretiyle düştüğü gibi, müslüman olması dolayısıyla (müşrik iken) yaptıklarına karşılık Allah'ın onu mükâfatlandırması Allah'ın lütfu keremi açısından uzak bir İhtimal olarak görülemez. Asıl mükâfatını görmeyecek kişi, müslüman da olmayan, tevbe de etmeyen ve kâfir olarak ölen kişidir. Hadisin zarihinden anlaşılan da budur, yüce Allah'ın izniyle sahih olan görüş de bu olmalıdır. Daha önce yapmış olduğu hayırlardan sonra müslüman olup da müslüman olarak ölen kimsenin önceden yapmış olduğu hayırların mükâfatını, almaması ile ilgili olarak îman şartının bulunmadığını söylemek, hiçbir şekilde değişmesi sözkonusu olmayan akli bir şart değildir. Şanı yüce Allah güzel bir şekilde İslâm'a bağlanan bir kimsenin (müslüman olmadan önceki) amelini boşa çıkarmayacak kadar kerimdir. Nitekim, el-Harbî de bu hadisi bu anlamda yorumlayarak şöyle demiştir: "Sen, geçmişte yaptıkların üzere müslüman oldun." Yani, bundan önce işlemiş oluduğun hayırlı amellerinin mükâfatı sana verilecektir. Nitekim bir kimseye: Sen bin dirhem üzere İslâm'a girdin, denileceği vakit, o bin dirhemi kendi payına eline geçirmiş olmak üzere İslâm'a girdiği anlaşılır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Denilse ki: Müslim, Hazret-i Abbas'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü dedim, Ebû Talib seni korur, sana yardımcı olurdu. Bunun ona faydası oldu mu? Hazret-i Peygamber: "Evet" diye buyurdu. "Ben onu her tarafını kaplayan bir şekilde ateş içerisinde buldum da onu topuklarına kadar ateşin ulaştığı bir yere çıkardım." Müslim, Îman 358. Buna şöyle denilir: Kâfirin işlemiş olduğu hayırlar sebebiyle azabının bir bölümünün hafifletilmesi uzak bir ihtimal değildir. Ancak bu, Ebû Talib hakkında varid olduğu şekilde ayrıca bir şefaatte bulunulmasını da gerektirmektedir. Kur'ân-ı Kerîm: "Artık şefaat edenlerin şefaati onlara fayda vermez" (el-Müddesir, 74/48) âyeti ile onun dışındakilerin durumu hakkında haber vermektedir. Yine kâfirler hakkında: "Bizim bir şefaatçimiz yoktur ve candan, hiçbir dostumuz da" (eş-Şuara, 26/100-101) diyecekleri de bize haber verilmektedir. Müslim de, Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda amcası Ebû Talib sözkonusu edilince şöyle buyurdu: "Kıyâmet gününde belki benim şefaatimin ona bir faydası olur da bu sebepten ötürü topuklarına kadar ulaşacak bir ateşe konulur ve bundan beyni kaynar." Buhârî, Menakıbu'l-Ensâr 40; Müslim, îman 360; Müsned, III, 50, 55. Hazret-i Abbas'ın rivâyet ettiği hadiste de: "... ve eğer ben olmasaydım hiç şüphesiz ateşin en aşağı basamağında olurdu" dediği de kaydedilmektedir. Buhârî, Menakbu'l-Ensâr 40T Edeb 115; Müslim, Îman 357; Müsned, I, 206, 210. Yüce Allah'ın: "Çünkü siz, fâsıklık eden bir kavim oldunuz" kâfirler oldunuz, demektir. 54Harcamalarının onlardan kabul edilmesini engelleyen sadece şudur: Onlar Allah'ı ve Rasûlünü İnkâr etmişlerdir. Namaza ancak üşene üşene gelirler. İnfaklarını da mutlaka isteksiz yaparlar. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Amellerin Kabul Edilmesi ve Küfür: Yüce Allah'ın: "Harcamalarının onlardan kabul edilmesini engelleyen sadece şudur: Onlar..." âyetindeki; yani "kabul edilmesini" terkibindeki: "...me..." nasb mahallindedir. İstisna edatından sonra gelen; ise ref mahallindedir. Âyetin anlamı da şöyle olur: Onlardan yaptıkları harcamaların kabul edilmesini engelleyen tek husus, onların kâfir oluşlarıdır. Kûfeliler "Onlardan kabul edilmesini" âyetini ("te" harfi ile değil de) "ye" ile okumuşlardır. Çünkü "harcamalar" (anlamındaki "nefakat") ile infak (harcamak), aynı şeydir. Yüce Allah'ın: "Namaza ancak üşene üşene gelirler" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs şöyle demiştir: Böyle bir kimse cemaat arasında bulunursa namaz kılar, tek başına kalırsa namaz kılmaz. Böyle bir kişi namaz dolayısıyla bir mükâfat ummayan, onu terk etmekten ötürü de bir ceza göreceğinden korkmayan bir kimsedir. Münafıklık kaçınılmaz olarak ibadette bir tembelliğe götürür. en-Nisâ Sûresi'nde (4/142. âyetin tefsirinde) bütün bu hususlara dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Orada bütün tafsilatıyla el-Alâ hadisini de zikretmiş bulunuyoruz. Bk. Müslim, Mesacid 195; Ebû Dâvûd, Salât, 5; Tirmizî, Salât 6; Nesâî, Mevâkît, 9; Muvatta’', Kur'ân 46; Müsned, III, 149. Cenab-ı Allah'a hamd olsun. "İnfaklarını da mutlaka İsteksiz yaparlar." Çünkü onlar bu infaklarını bir borç yükü diye sayarlar, infakta bulunmamayı da bir ganimet bellerler. Durum böyle olduğuna göre, onların bu harcamaları asla makbul olamaz ve önceden de geçtiği üzere bunlardan dolayı onlara sevap verilmez. 55Artık onların malları da, evlatları da seni imrendirmesin. Doğrusu Allah, bunlar yüzünden dünya hayatında onları azaba uğratmayı ve canlarının kâfirler olarak güçlükle çıkmasını ister. Yani bizim onlara verdiklerimiz hoşuna gitmesin. Onlara da meyletme. Çünkü bu bir istidrâcdır. "Allah bunlar yüzünden... onları azaba uğratmayı... ister." el-Hasen der ki: Yanı, onları zekât vermek zorunda bırakmak ve Allah yolunda infaka mecbur etmek suretiyle onları azaplandırır, demektedir. Taberî'nin tercih ettiği görüş de budur. İbn Abbâs ve Katade: İfadede takdim ve tehir vardır, derler. Yani, dünya hayatında onların malları da evlatları da seni imrendirmesin. Çünkü Allah bunlar sebebiyle ahirette onları azaplandırmak ister. Arapça bilginlerinin çoğunluğunun görüşü budur. Bunu da en-Nehhâs nakletmiştir. Mal toplamak uğrunda çalışıp didinmek suretiyle onları azaplandırır diye de açıklanmıştır. Bu açıklamaya ve el-Hasen'in görüşüne göre ise ifadede takdim ve tehir diye birşey yoktur ve bu güzel bir açıklamadır. Bir diğer görüşe göre mana şöyledir: Onların malları da çocukları da seni imrendirmesin. Allah, münafık olduklarından ötürü dünya hayatında onları azaplandırmak ister. Çünkü onlar, istemeyerek, hoşlanmayarak infakta bulunurlar. Bundan ötürü de yaptıkları harcamalar onlar için bir azap sebebidir. "Ve canlarının kâfirler olarak güçlükle çıkmasını İster" âyeti, yüce Allah'ın onların kâfirler olarak ölmelerini murad ettiği ve bunu önceden takdir ettiği hususunda açık bir nasstır. 56Onlar muhakkak sizden olduklarına dair Allah'a yemin ederler. Halbuki onlar sizden değildirler. Fakat onlar korkak bir topluluktur. "Onlar muhakkak sizden olduklarına dair Allah'a yemin ederler." yüce Allah, mü’min olduklarına dair yemin etmelerinin münafıkların huyundan olduğunu açıklamaktadır. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Münafıklar sana geldiklerinde: Biz şehadet ederiz ki muhakkak sen Allah'ın Resûlüsün, dediler..." (el-Münâfikûn, 63/1) âyeti de buna benzemektedir. "Onlar korkak bir topluluktur." Hallerinin açığa çıkıp da bundan Ötürü öldürülmekten korkarlar, anlamındadır. 57Eğer sığınacak bir yer yahut mağaralar veya sokulacak bir delik bulsalardı, serkeş bir at gibi süratle o tarafa yönelirlerdi. "Eğer sığınacak bir yer... bulsalardı" âyetinde vakıf böylece (yani tenvinli olan hemze elif gibi okunarak) yapılır. Yazıda birisi hemze diğeri ise tenvinden bedel olarak iki elif ile yazılır. " Bir cüzü gördüm" ifadesi de böyledir. "Sığınacak bir yer" Katade ve başkalarından nakledildiğine göre kale diye açıklanmıştır. İbn Abbâs, korunulacak ve himaye olunacak yer; diye açıklamıştır ki, bunlar aynı şeylerdir. "Ona sığındım" demektir. Mastarı İse, şeklinde gelir, da aynı şekilde ona sığındım, anlamındadır. Yine kelimeleri de; sığınak ve sığınılan yer, demektir. (........) ise, ikrah, zorlamak, mecbur etmek manalarına gelir. "Onu o şeye mecbur ettim," anlamına gelir. "İşimi Allah'a havale ettim," anlamındadır. Amr b. Lece et-Temimî (doğrusu baskıya hazırlıyanın da ifade ettiği gibi et-Teynrfdir) ise şair birisidir. Bu açıklamaları el-Cevherî'den aktardık. "Yahut mağaralar" kelimesi, "mağara" kelimesinin çoğulu olup, bu da, Çok yağmur ihsan etti, eder, fiilinden türemektedir. el-Ahfeş, bunun; kipi ile (aynı anlama gelir) gelmiş olması da mümkündür, demektedir. Şairin şu mısraında olduğu gibi: "Akşamı ettiğimiz vakit de sabahladığımız vakit de Allah'a, hamd olsun." İbn Abbâs der ki: Mağaralardan kasıt, içe doğru büyük oyuklar ve sirdaplardır ki, bunlar içlerinde gizlenilip saklanılan yerlerdir, Su yerin dibine çekildi, pınar yerin dibine çekildi," fiilleri de buradan gelmektedir. "Veya sokulacak bir delik" kelimesi, "Girmekken "müfteal" vezninde kullanılan bir kelimedir. İçine girmek suretiyle gizlenilip saklanılan yer demektir. Bunu (aynı manada olmakla birlikte) tekrarlaması, lâfzın farklılığından ötürüdür. en-Nehhâs der ki: Bu kelimenin asli; şeklindedir, "te" harfi "dal" harfine dönüşmüştür. Çünkü "dal" cehri bir harf, "te" ise mehmustur ve her ikisinin de mahreci birdir. Bir görüşe göre de bir kelimenin aslı; şeklinde veznindedir. Nitekim Ubey'in kıraatinde; şeklindedir ki, bunun manası; ardı arkasına girmek demektir. Yani kendileri ile birlikte girecek bir topluluk bulsalardı... anlamına gelir. el-Mehdevî derki: Bu şekilde kelime, Girişi zorla yapma pahasına da olsa gerçekleştirmek anlamını ifade eder. Yine Ubey'den bu kelimeyi; (Suâli) şeklinde 'den gelen bir ism-i mekân olarak okuduğu da rivâyet edilmiştir ki, bu şaz bir rivâyettir. Çünkü bu kelimenin sülâsisi Sîbeveyh ve onun görüşünü benimseyenlere göre müteaddİ değildir. el-Hasen, İbn Ebi İshak ve İbn Muhaysin ise bu kelimeyi, şeklinde "mim" harfini üstün, "dal" harfini de sakin olarak okumuşlardır. ez-Zeccâc der ki: Bu kelime "mim" harfi ötreli, "dal" harfi de sakin olmak üzere;şeklinde de okunur. İbn Muhaysın'ın kıraati; Girdi, girer fiilinden, diğerinin kıraati ise; Girdirdi, girdirir Fiilinden ismi mepul yapılmıştır. (Mimli) mastarı mekan ve zaman isimleri de aynı şekilde gelir. Nitekim Sîbeveyh şöyle bir mısra nakletmektedir: "ibn Hemmam'ın Has'amlılar üzerine baskını gibi." Katade, Îsa ve el-A'meş'ten "dal ve hı" harflerini şeddeli;şeklinde okudukları da rivâyet edilmiştir. Cumhûr "dal" harfini şeddeli olarak okumuştur. Yani, içine kendilerini sokacakları bir yer bulsalardı, demektir. İşte bu kelime ile ilgili altı farklı kıraat. "... Serkeş bir at gibi" yani, sür'atle ve hiçbir kimse onları geri çeviremeyecek bir surette "o tarafa yönelirlerdi" oraya doğru giderlerdi. "Serkeşlik ederek" ifadesi dizginlerin alıkoymaması halinde at hakkında kullanılan;O den gelmektedir. Şair der ki: "Binicisini hızla götürür, serkeş bir attır o. Ve o atın hızlıca koşusu Ateşte yakılan hurma dallarının çıkardığı sese benzer." (Âyet-i kerimenin) anlamı şudur: Eğer onlar, sözü geçen bu şeylerden herhangi birisini bulacak olsalardı, müslümanlardan kaçarak hızlıca oraya arkalarını döner, giderlerdi. 58Bazıları da sadakalar hususunda sana dil uzatırlar. Çünkü eğer kendilerine onlardan verilirse hoşnut olurlar. Şayet onlardan kendilerine verilmezse hemen kızarlar. "Bazıları da sadakalar hususunda sana dil uzatırlar." Katâde'den gelen açıklamaya göre senin aleyhine konuşur, tenkit ederler. el-Hasen seni ayıplarlar diye açıklamıştır. Mücahid de: Gelir senden ister ve bu konuda seni sınai, demiştir. en-Nehhâs der ki: Dil bilginlerince kabul edilen görüş Katâde ile el-Hasen'in açıklamasıdır. Çünkü bir kimseyi ayıpladığı vakit; "Onu ayıpladı, ayıplar" denilir. Sözlükte ise bu, gizlice ayıplamak anlamına gelir. el-Cevherî der ki: Lemz, ayıp demektir. Aslı ise kaş-göz ile işarette bulunmak için kullanılır. Bu fiilin muzarii; "Onu ayıpladı, ayıplar," şeklinde "mim" harfi hem esreli hem ötreli kullanılır, her iki şekilde de bu kelime okunmuştur. ise, çokça ayıplayan kişi demektir. Yine bu fiil bir kimseyi itip onu vurmayı anlatmak için de kullanılır. (.......) da aynı anlama gelir. O bakımdan; da çokça ayıplayan kişi demektir. aynı anlamı verir. Yine şeklinde çok ayıplayan erkek, çok ayıplayan kadın diye kullanılır, "Onu itti ve vurdu" anlamındadır. Şöyle de açıklanmıştır: Lemz, yüze karşı yapılan ayıplama, hemz ise bir kimsenin gıyabında, görmediği yerde ayıplanması demektir. Şanı yüce Allah, münafıklardan bir topluluğu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı sadakaları tevzi ve dağıtması hususunda ayıplamakla ve kendilerine de birşeyler versin diye kendilerini fakir olduğunu ileri sürmekle vasfetmektedir. Ebû Said el-Hudrî der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir malı paylaştırmakta iken, Hârici asıllı olan Hurkus b. Zuheyr onun yanına geldi. -Ki, buna Temimli Zul Huveysira da denilir.- Bu adam: Ey Allah'ın Rasûlü adaletli ol, deyince, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Yazıklar olsun sana, ben âdil olmazsam kim âdil olur ki." Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu, sahih bir hadis olup bu mana ile Müslim tarafından rivâyet edilmiştir. Buhârî, Menâkıb 25, Edeb 95; Müslim, Zekat 142, 148; Müsned, II, 219, III, 56, 65. İşte bu esnada Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) şöyle buyurmuştur: Bırak beni ey Allah'ın Rasûlü de, şu münafığı öldüreyim. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "İnsanların benim arkadaşlarımı öldürttüğümden söz etmelerinden Allah'a sığınırım. Şüphesiz ki bu ve onun arkadaşları Kur'ân okurlar ama Kur'ân gırtlaklarından aşağıya inmez. Onlar ondan okun hedefini delip geçtiği gibi sıyrılıp çıkarlar." 59Keşke onlar Allah'ın ve Rasûlünün kendilerine verdiğine razı olsalardı da: "Allah bize yeter, yakında bize lütuf ve kereminden Allah da verecektir Rasûlü de. Biz, ancak Allah'tan umara" deselerdi. Yüce Allah'ın: "Keşke onlar Allah'ın ve Rasulünnn kendilerine verdiğine razı olsalardı..." âyetindeki;"Keşke..." nin cevabı hazf edilmiştir. İfade: Onlar için daha hayırlı olurdu, takdirindedir. 60Sadakalar; ancak fakirlere, yoksullara, onu toplamakla görevlendirilenlere, kalpleri (İslâm'a) alıştırılmak istenenlere, kölelere, borçlulara, Allah yolunda harcamaya ve yolculara -Allah'tan bir farz olarak- mahsustur. Allah her şeyi bilendir, Hakimdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı otuz başlık halinde sunacağız: "Sadakalar ancak fakirlere... mahsustur." Bu âyetle yüce Allah bir takım İnsanlara kendisinden bir nimet olmak üzere mal ihsan etmekle özel bir lütufta bulunmuştur. Onlara vermiş olduğu bu nimetin şükrünü de malı bulunmayan kimselere ödemek üzere belli bir pay olarak çıkartıp vermelerini takdir buyurmuştur. Bunu da yüce Allah: "Yeryüzünde rızkı Allah'a ait olmayan hiçbir canlı yoktur" (Hud, 11/6) âyetinde teminat altına aldığı hususu kendisine vekaleten yerine getirsinler diye emir buyurmaktadır. 2. Zekâtta Hakkı Bulunan Sınıfların Hepsine Zekât Vermek Gerekir: Yüce Allah'ın: "Fakirlere... mahsustur" âyeti, sadakaların (zekâtların) harcama yerlerini açıklamaktadır ki, zekât onların dışındakilere harcanmasın. Buna riayet edildiği taktirde zekâta hak sahibi olanlara vermekte muhayyerlik sözkonusudur. Mâlik, Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının görüşü budur. Bu (yani: "Fakirlere ... mahsustur" anlamındaki âyet; "Eğer bineğin kapı da evindir" demeye benzer. Şâfiî ise: Buradaki lâm temlik lamıdır demektedir. Kişinin: "Mal, Zeyd, Amr ve Bekr'e aittir," demeye benzer. Böyle bir durumda sözü geçen kimseler arasında eşitliğin sağlanması kaçınılmazdır. Şâfiî ve arkadaştan derler ki: Bu da bir kimsenin muayyen sınıflara veya muayyen bir topluluğa vasiyet etmesine benzer. Onlar bu konuda âyeti kerimenin başında yer alan. Ancak lâfzını delil gösterirler. Bu lâfız ise sadakaların (zekâtın) bu sekiz sınıfa münhasıran verilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Ayrıca onlar bu görüşlerini Ziyad b. el-Hâris es-Sudaî tarafından rivâyet edilen hadisle de desteklerler. Ziyad dedi ki: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna -benim kavmim üzerine bir ordu göndermekte iken- vardım ve: Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Ordunu gönderme, alıkoy. Onların müslüman olmalarını ve sana itaatlerini ben sağlayabilirim. Sonra da kavmime bir mektup yazdım, onların İslâm'a girdikleri ve itaatle boyun eğdiklerine dair haber geldi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ey kavmi arasında kendisine itaat olunan Sudakların kardeşi..." Ben dedim ki: Hayır, asıl Allah onlara lütfetti ve onları hidayete iletti. Daha sonra Hazret-i Peygamberin yanına bir adam gelerek sadakalara dair ona soru sordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle dedi: "Allah, sadakalar hususunda ne bir peygamberin, ne de ondan başkasının hükmüne razı olmadı. O bakımdan O, sadakayı sekiz bölüme ayırdı. Eğer sen bu bölümlerden birisine mensup bir kimse isen sana veririm." Bu hadisi Ebû Dâvûd ve Dârakutnî rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Zekât 23; Dârakutnî, II, 137. Lâfız da Dârakutnînindir. Zeynü'l-Abidin'den nakledildiğine göre o şöyle demiş: Şanı yüce Allah, zekât olarak ödenecek miktarı ve bu sınıflara ne kadar yeterli geleceğini öğretmiş ve bunu onların tümü için bir hak olarak tesbit etmiştir. Kim onların bu haklarını engelleyecek olursa, işte o, rızıkları hususunda onlara zulmeden birisidir. Bizim (Mâlikî mezhebimize mensub) ilim adamlarımız, yüce Allah'ın: "Sadakalarınızı açıkça verirseniz o ne güzeldir. Şayet onları gizler de fakirlere verirseniz, bu da sizin için daha hayırlıdır" (el-Bakara, 2/271) âyetine sarılmışlardır. Sadaka Kur'ân-i Kerîm'de mutlak olarak kullanıldığı takdirde farz olan sadakayı ifade eder. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Ben, sadakayı zenginlerinizden alıp fakirlerinize geri vermekle emrolundum." “... Onlara, mallarında zenginlerinden alınıp fakirlerine verilen bir sadaka (zekât) bulunduğunu bildir” anlamındaki hadisin bir bölümü olmak üzere: Buhârî, Zekât 1, 41, 63, Meğâzî, 60; Müslim, Îman 29, 31; Ebû Dâvûd, Zekât 5; Tirmizî, Zekât 6; Nesâî, Zekât, 1, 46; İbn Mâce, Zekat 1; Dârimî, Zekat 1; Müsned, I, 233. Bu gerek Kur'ân'da, gerekse sünnette sadakanın verilmesi emredilen sekiz sınıftan sadece birisinin sözkonusu edilmesine dair açık bir nastır. Nitekim Ömer b. el-Hattâb, Ali, İbn Abbâs ve Huzeyfe'nin görüşleri de budur. Topluca bütün tabiin de bu görüşte olup şöyle demişlerdir: Zekâtın sekiz stnıfa verilmesi de caizdir, bunlardan herhangi birisine ödeyecek olsan bu da caizdir. el-Minhâl b. Amr da, Zir b. Hubeyş'den, o, Huzeyfe'den şanı yüce Allah'ın: "Sadakalar ancak fakirlere, yoksullara... mahsustur" âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet eder: Sen, sadakanı bunlardan hangisine verirsen senin için yeterli olur. Said b. Cubeyr, İbn Abbâs'tan yüce Allah'ın "Sadakalar, ancak fakirlere, yoksullara... mahsustur" âyeti hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: Zekâtını bunlardan hangisine verirsen, senin için yeterlidir. el-Hasen, İbrahim ve başkalarının görüşü de budur. Elkiya et-Taberî der ki: Hatta Mâlik bu hususta icma olduğunu dahi iddia eder. Derim ki: Bununla ashâb-ı kiramın İcmaını kasteder. Çünkü Ebû Ömer (b. Abdi'l-Berr)'in dediğine göre bu hususta ashâb-ı kiram arasında onlara (az önce sözleri edilen Ömer b. el-Hattâb, Ali, İbn Abbâs ve Huzeyfe'ye) muhalefet eden kimse olduğu bilinmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. İbnü'l-Arabî der ki: Bu hususta bizimle onlar arasında ayırıcı hükme ölçü kabul ettiğimiz husus şu ki: Ümmet, ittifakla şunu kabul etmiştir: Eğer her bir sınıfa kendi payı verilecek olursa, bu payın genel olarak bütün sınıfa dağıtılması vacib değildir. Aynı şekilde bütün sınıflara zekât vermek de bunun gibidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 3. Takir ile Yoksul (Miskin) Arasındaki Fark: Gerek dil bilginlerinin, gerek fukahânın fakir ile miskîn arasındaki fark hususunda dokuz ayrı görüşü vardır. Yakub b. es-Sikkît, el-Kutebî ve Yûnus b. Habib, fakirin yoksuldan daha iyi hallice olduğu görüşündedirler. Derler ki: Fakir, kendisine kısmen yeterli olabilecek ve kendisini ayakta tutabilecek bir şeylere sahip olan kişidir. Miskîn (yoksul) ise hiçbir şeye sahib olmayandır. Delil olarak da bir çobanın şu beyitini gösterirler: "Fakire gelince, onun sağmal devesi çoluk çocuğunun ihtiyacına denk düşüp de Geriye kendisine hiçbir deve kalmayandır." Dil bilgini ve hadis ehlinden bir topluluk da bu görüştedir ki, Ebû Hanîfe ile Kadı Abdulvehhab bunlar arasındadır. . Beyitte geçen "denk düşmek" tabiri, mesela, filanın sağmal devesi çoluk çocuğuna denktir, denilince, onun verdiği süt ihtiyaçlarına yetecek kadardır, fazlası yoktur, demek olur. Bu açıklama el-Cevherî den nakledilmiştir. Başkaları da bunun aksini söyleyerek yoksulu fakirden daha iyi hallice kabul ederler. Bunlar da yüce Allah'ın: "Gemiye gelince o, denizde çalışan yoksullara ait idi" (el-Kehf, 18/79) âyetini delil gösterirler. Yüce Allah bu âyetinde yoksulların denizdeki gemilerden birisine sahip olduklarını haber vermektedir. Kimi zaman böyle bir gemi çokça miktardaki mala dahi eşit olabilir. Bu görüşün sahipleri, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın fakirlikten Allah'a sığındığına dair rivâyet edilen duası ile de görüşlerini desteklerler. Yine Hazret-i Peygamber'in şöyle dediği de rivâyet edilmiştir: "Allah'ım beni miskin (yoksul) olarak yaşat ve miskin olarak canımı al." Tîrmîzi, Zühd 37; İbn Mâce Zühd 7. Hadis ile ilgili mülahazalar için bk. İbn Mâce, belirtilen hadîsin akabindeki "Zevaid" notları. Şayet miskinin durumu fakirden daha kötü olsaydı, bu iki rivâyet arasında çelişki olurdu. Zira Hazret-i Peygamberin fakirlikten Allah'a sığınmakla birlikte ondan daha kötü bir hale sahib olmayı dilemesine imkân yoktur. Nitekim yüce Allah onun duasını kabul buyurmuş ve yüce Allah'ın kendisine rey olarak vermiş olduğu bir miktar mala sahib olduğu halde ruhunu kabzetmiştir. Ancak beraberinde bütün ihtiyaçlarına yetecek kadar mal da yoktu. İşte bundan dolayı zırhını rehin bırakmıştı. Bu görüşün sahipleri derler ki: Bir çobanın söylediği nakledilen beyitin, bu hususta delil olacak bir tarafı yoktur. Çünkü çoban sadece fakir bir kimsenin belli bir durumda sütünü sağacağı bir devesinin bulunduğundan söz etmektedir. Derler ki: Fakirin Arap dilindeki anlamı fakirliğin sıkıntı ve zorluğundan dolayı sırtındaki fakra'ları (yani omurları) alınmış kimse demektir. Bundan daha zor ve sıkıntılı bir hal ise bulunamaz. Şanı yüce Allah: "Yeryüzünde dolaşmaya gücü yetmeyen..." (el-Bakara, 2/273) âyeti ile onlara dair haber vermektedir. Bu görüşün sahipleri şairin şu beyitini de delil gösterirler: "(Lukman b. Âd'ın) kartallarının sonuncusu lübed (kartallar)ın uçuştuklarını görünce, O da kanatlarında uçuşu sağlayan ön tereklerini, uçamayan omurgasız kuş gibi kaldırdı." Yani, uçmaya gücü yetmeyen, bundan dolayı da omurgası kopmuş ve yere yapışmış bir kuş gibi oldu, demek istemektedir. el-Esmaî ve başkalan da bu görüşü benimsemiş olup, Tahavî de bunu Kûfelilerin görüşü olarak nakletmektedir. Şâfiî'nin iki görüşünden birisi de, mezhebine mensup âlimlerin çoğunluğunun görüşü de budur. Yine Şâfiî'nin bir başka görüşü daha vardır ki, buna göre fakir ile miskin aynı şeydir, isim itibariyle ayrı olsalar bile mana bakımından aralarında fark yoktur. İşte bu da üçüncü bir görüştür. İbnü'l-Kasım ve Mâlik'in sair arkadaşları (mezhebinin ileri gelen âlimleri) de bu görüştedir. Ebû Yûsuf da bu görüşü benimsemiştir. Derim ki: Lâfzın zahiri miskinin fakirden farklı olduğunu ve her ikisinin ayrı bir sınıf olduğunu, ancak sınıflardan birisinin diğerinden daha ileri derecede İhtiyaç sahibi olduğunu ortaya koymaktadır. İşte bu bakımdan onları tek bir sınıf olarak kabul edenin görüşü de doğruya yakın görünmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bununla birlikte yüce Allah'ın: "Gemiye gelince o, yoksulların idi..." (el-Kehf, 18/79) âyetinin delil olacak bir tarafı yoktur. Zira bu geminin yoksulla'r tarafından ücretle kiralanan bir gemi olma ihtimali de vardır. Nitekim bir kimse bir evde yaşıyor ise, ev başkasına ait olsa dahi (yaşıyanın ismi belirtilerek); bu filanın evidir denilmektedir. Şanı yüce Allah da cehennemliklerin halini anlatırken: "Onların demirden gürzleri de vardır" (el-Hac, 22/21) buyurarak bu gürzleri cehennemliklere izafe etmiştir. Yine yüce Allah: "Beyinsizlere mallarınızı vermeyiniz" (en-Nisa, 4/5) diye buyurmaktadır. Hz, Peygamber de: "Her kim malı bulunan bir köleyi satarsa..." Kölenin şahsî malı olamayacağından, bara da mnl, mecazen köleye İzafe edilmiştir, demek istemektedir. Hadisin devamında: "...o mal, onu satana aittir" denilmektedir. Buhârî, Mûsakaat 17; Müslim, Buyû' 80; Ebû Dâvûd, Buyû’ 42; Tirmizî, Buyû’ 25; Nesâî, Buyû' 76; İbn Mâce, Ticarat 31; Dârimî, Buyû’ 27; Muvatta’'', Buyi 2; Müsned, II, 9, 78, 82, III, 301, 310, V, 326. diye buyurmaktadır. Bu şekilde bir şey bizzat o kimseye ait olmamakla birlikte o şeyin ona izafe edildiği ifadeler gerçekten çoktur. Mesela "evin kapısı, bineğin semeri, atın eğeri" ve benzeri ifadeler de bu kabildendir. Diğer taraftan bu gibi kimselere merhamet ve onlara karşı atifeti celbetmek kastıyla miskinler adının verilmiş olması da mümkündür. Nitekim herhangi bir musibet ile sınanan veya bir belaya itilmiş olan kimseye de miskin denilir. Hadîs-i şerîfte de: "Ateş ehlinin miskinleri" ifadesi geçmektedir. Şair de şöyle der: "Sevgi ehlinin miskinlerinin kabirleri üzerinde dahi Kabirler arasında zillet toprakları vardır." Hazret-i Peygamber'in: "Allah'ım, beni miskin olarak yaşat" hadisindeki ifadelere dair açıklamalara gelince; bu hadisi Enes rivâyet etmiş olup, onların açıkladığı anlama gelmez. Buradaki anlam; herhangi bir tekebbürün, büyüklenmenin, kibir, azgınlık ve haksızlığın sözkonusu olmadığı, Allah'a karşı alçak gönüllülüğü ifade etmektir. Nitekim Ebû'l-Atahiyye şu beyitlerinde bu hususu çok güzel dile getirmiştir: "Eğer sen bütün kavmin en şereflisini görmek istersen Yoksul (miskin) kimse kılığına bürünmüş bir hükümdara bak İşte böylesinin Allah'a rağbeti çok büyüktür Ve işte böylesi hem dünya hem din için uygundur." Buna göre burada maksat dilencilik yapan miskin değildir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dilencilik yapmayı hoş görmemiş ve yasaklamıştır. Nitekim onun önünden yoldan çekilip yol vermeyi kabul etmeyen siyah bir kadın hakkında: "Onu bırakınız, çünkü o zorba bir kadındır" el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, I, 99. diye buyurmuştur. Şanı yüce Allah'ın: "Allah yolunda kendilerini vakfetmiş, yeryüzünde dolaşmaya gücü yetmeyen... fakirler içindir" (el-Bakara, 2/273) âyetine gelince; burada da böylelerinin bazı şeylere sahip olmalarına mani yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Mâlik ve Şâfiî mezhebine mensup ilim adamlarının benimsedikleri görüş olan yoksul ile fakir aynı şeylerdir, şeklindeki görüşleri güzeldir. Yine Mâlik'in, "İbn Suhnûn'un Kitabı"nda kullandığı ifade de buna yakındır. O, şöyle demektedir: Fakir, iffetli davranan muhtaç kimsedir, miskin ise dilenen kişidir. Bu görüş İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiş, ez-Zührî de bu görüşü ifade etmiştir. İbn Şaban da bu görüşü tercih etmiştir ki, dördüncü görüş de budur. Beşinci görüşe gelince; Muhammed b. Mesleme dedi ki: Fakir, meskeni ve hizmetçisi bulunan ve bundan daha aşağı durumda bulunan kimsedir. Miskin ise, hiç malı olmayan kimse demektir. Derim ki: Ancak bu görüş Müslim'in Sahih'inde yer alan ve Abdullah b. Amr'dan gelen görüşün aksinedir. Birisi Abdullah'a: Biz Muhacirlerin fakirlerinden değil miyiz diye sorunca, Abdullah ona şöyle demiş: Kendisine sığınacağın bir hanımın var mı? O, evet deyince bu sefer: Peki, içinde barınacağın bir meskenin var mı diye sormuş, yine evet deyince Abdullah: Sen zenginlerdensin diye cevap vermiş. Adam, benim bir de hizmetçim var deyince Abdullah: O halde sen hükümdarlardansın diye cevap vermiş. Müslim, Zühd 37. Altıncı görüş: İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Fakirler, Muhacirler arasından idi, miskinler ise hicret etmeyen bedevi Araplar arasındaki yoksullardı. ed-Dahhâk da bu görüştedir. Yedinci görüşe göre ise miskîn, dilenmese dahi boyun eğen, zillet gösteren kimsedir. Fakir ise tahammül eden, gizlice verilen bir şeyi kabul etmekle birlikte boyun eğmeyen kimsedir. Bu açıklamayı da Ubeydullah b. El Hasen yapmıştır. Sekizinci bir görüşü de Mücahid, İkrime ve ez-Zührî ifade etmiş olup, buna göre miskinler, dilencilik yapmak üzere kapı kapı dolaşan kimselerdir. Fakirler ise, müslümanların fakirleri, muhtaçlarıdır. Yine İkrime'nin ifade ettiği dokuzuncu bir görüşe göre; fakirler müslümanların fakirleri, miskinler de ehli-i kitabın yoksullarıdır. İleride bu görüş de gelecektir. 4. Fakir ve Miskinlerin Kimlikleri İle İlgili Görüş Ayrılığının Sonucu: Fakir ile miskin aynı sınıf mıdır yoksa birden çok sınıfı mı temsil ederler hususundaki görüş ayrılığının etkisi, malının üçte birini filana, fakir ve miskinlere vasiyet eden kimsenin durumunda da ortaya çıkar. Bunların ikisini tek bir sınıf kabul edenlerin görüşüne göre filan kimseye üçte birin yarısı verilir, fakir ve miskinlere de üçte birin geri kalan yarısı verilir. Bunlar İki ayrı sınıftır, diyenlerin görüşüne göre ise, ölenin vasiyet ettiği üçte birlik mal, aralarında üçe taksim edilir. 5. Zekât Almayı Câiz Kılan Fakirlik Sınırı: İlim adamları, zekât almayı câiz kılan fakirlik sınırı hususunda farklı görüşlere sahip olmakla birlikte kendilerinden ilim bellenen- çoğunluğun icmaına göre; ihtiyaç duyduğu evi ve hizmetçisi bulunan kimsenin zekât alabileceğini ve verenin de böylesine zekât verebileceğini kabul etmişlerdir. Mâlik şöyle derdi: Eğer evin ve hizmetçinin bedelinde bunlardan ihtiyaç duyduğu miktardan fazla bir değer söz konusu değil ise, zekât alması câiz olur. Aksi takdirde alamaz. Bu görüşünü İbnü'l-Münzir nakletmektedir. Nehaî ve es-Sevrî de Mâlik'in görüşünü kabul etmişlerdir. Ebû Hanîfe der ki: Yirmi dinarı yahut ikiyüz dirhemi bulunan kimse zekâttan birşey alamaz. O, Hazret-i Peygamberin: "Ben, sadakayı (zekatı) zenginlerinizden alıp fakirlerinize vermekle emrolundum" Az önce 2. başlıkta geçmişti. İlgili nota bakınız. âyeti dolayısıyla nisabı göz önünde bulundurmuştur ki, bu da gayet açıkça anlaşılan bir görüştür. Muğîre de bunu Mâlik'ten rivâyet etmiştir. es-Sevrî, Ahmed, İshak ve başkaları da şöyle demişlerdir: Elli dirhemi yahut o değerde altını bulunan bir kimse zekât alamaz. Zekât verilecek kimseye de -borca batmış olması hali müstesna- elli dirhemden fazla bir şey verilmez. Bu görüşü Ahmed ve İshak ifade etmiştir. Bu görüşün delili ise Dârakutnî'nin Abdullah b. Mes'ûd'dan rivâyet ettiği şu Hadîs-i şerîftir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Elli dirhemi bulunan bir kimseye sadaka (zekât) alması helal olmaz." Hadisin isnadında Abdurrahman b. İshak adındaki ravi zayıftır. Ondan hadisi rivâyet eden Bekir b. Huneys de zayıf bir ravidir. Dârakutnî, II. 121. Ayrıca bunu, Hakim b. Zübeyr, Muhammed b. Abdurrahman b. Yezid'den, o babasından, o, Abdullah'tan, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan buna yakın ifadelerle rivâyet etmiş ve "...elli dirhemi olan.," diye buyurmuştur. Hakim b. Cübeyr de zayıf bir ravidir, Şu'be ve başkaları ondan hadis almamışlardır. Bunu da Dârakutnî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- ifade etmiştir. Dârakutnî, II, 122. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Bu hadis Hakim b. Cübeyr etrafında dönüp dolaşmaktadır ki, o da metruk bir ravidir. Ali ile Abdullah'tan da şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Sadaka (zekât) almak, elli dirhemi yahut o değerde altını bulunan kimseye helal değildir. Bunu da Dârakutnî zikretmektedir. Aynı yer. Hasan-ı Basrî de der ki: Kırk dirhemi olan kimse zekât almaz. Vakidî, bunu Mâlik'den de rivâyet etmiştir. Bu görüşün delili ise, Dârakutnî'nin Abdullah b. Mes'ûd'dan şöyle dediğine dair yaptığı rivâyettir: Ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim kendisi zenginken insanlardan dilenecek olursa, kıyâmet gününde yüzü yaralı berefi olduğu halde gelecektir." Ey Allah'ın Rasûlü! kişinin zenginliği ne demektir diye sorunca: "Kırk dirhem" diye buyurdu. Dârakutnî, II, 122; Nesâî, Zekat 87'de: "Elli dirhem..," Mâlik'in, Zeyd b. Eslem'den, o, Atâ b. Yesar'dan, o, Esadoğullarından birisinden rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Sizden her kimin bir ukiye veya ona denk bir malı bulunduğu halde dilencilik yapacak olursa, o kimse muhtaç olmaksızın dilencilik yapmış demektir. Ukiye ise kırk dirhemdir." Yakın ifadelerle: Müsned, IV. 36: Beyhakî, Sünen, VII. 38, 39- Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Zekât 24.. Mâlik'ten meşhur olan görüş ise, İbnü'l-Kasım'dan kendisinin yaptığı rivâyettir. Buna göre Mâlik'e: Kırk dirhemi bulunan bir kimseye zekâttan bir şey verilir mi diye sormuş, o da: Evet diye cevap vermiş. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Sözkonusu edilen birinci kişinin malını güzel kullanan ve kazanabilecek güce sahip olan kişi olması, ikincisinin ise kazanamayacak kadar güçsüz yahut da çok çoluk çocuğu bulunan kişi hakkında olması da mümkündür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Şâfiî ve Ebû Sevr derler ki: İnsanlara muhtaç olmayacak kadar kazanabilecek güce ve meslek icra edebilmekle birlikte de bedenî gücü yerinde ve güzel tasarrufta bulunan malını yerli yerince kullanabilen) bir kimseye sadaka (zekât) vermek haramdır. Buna Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu hadisini delil gösterirler: "Zengin bir kimseye de güçlü kuvvetli ve azası yerinde olan kimseye de sadaka helal değildir." Abdullah b. Ömer'in rivâyet ettiği bu hadisi Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Dârakutnî eserlerinde kaydetmişlerdir. Ebû Dâvûd, Zekât 24; Tirmizî, Zekât 23: Dârakutnî, II, 119- Ancak, hadisi nakleden sahabi Abdullah b. Ömer değil, Abdullah b. Amr'dır. Hazret-i Cabir de şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir miktar zekât malı geldi. İnsanlar üst üste yığıldılar. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Gerçek şu ki zekâtın ne bir zengine verilmesi uygundur, ne sağlıklı bir kimseye, ne de çalışabilecek durumda olana." Bunu da Dârakutnî rivâyet etmiştir. Dârakutnî, II. 119. Ebû Dâvûd da Ubeydullah b. Adiy b. el-Hıyar'dan şöyle dediğini rivâyet eder: Bana, Veda haccında zekâtı paylaştırırken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gidip ondan kendilerine de birşeyler vermesini isteyen iki kişinin haber verdiğine göre: (Peygamber) tepeden tırnağa bizi süzdü. İkimizin de gücünü kuvvetini yerinde görünce: "İsterseniz size verebilirim. Ancak, ne zenginin ne de kazanabilecek güçlü bir kimsenin bunda bir payı vardır" diye buyurdu. Ebû Dâvûd, Zekât 24; Dârakutnî, II, 119. Çünkü böyle bir kimse, başkasının sahip olduğu malı sebebiyle zengin sayılması gibi, kazancıyla zengin demektir. O bakımdan bunların herbirisinin de ayrıca dilenmeye ihtiyacı kalmamıştır. İbn Huveyzimendad da bu görüştedir ve bunu Mâliki mezhebinin benimsenen görüşü olarak nakletmiştir. Şu kadar var ki, böyle bir şeye iltifat etmemek gerekir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zekâtı fakirlere verir idi. Zekâtın yalnızca çalışamayacak derecedeki kötürümlere münhasır kabul edilmesi batıl bir görüştür. Ebû Îsa et-Tirmizî Camiinde (Sünen'inde) der ki: Kişi güçlü ve muhtaç olup bir şeyi de bulunmuyorsa ona sadaka verilecek olursa ilim ehline göre bu sadaka (zekât) veren kimse için yeterli olur. Kimi ilim adamma göre bu hadis, (gücü kuvveti yerinde olmakla birlikte) dilenmek ile ilgilidir. Tirmizî, Zekât 23. el-Kiya et-Taberî der ki: Zahir bunun câiz olmasını gerektirir. Çünkü böyle bir kimse güçlü kuvvetli olmasına, bedenen sağlıklı olmasına rağmen fakirdir. Ebû Hanîfe ve arkadaşları da bu görüştedirler. Ubeydullah b. El Hasen der ki: Kendisine yetecek kadar malı ve bir senelik ihtiyacını karşılayacak bir malı bulunmayan kimseye zekât verilebilir. Bu husustaki delili İbn Şihab'ın Mâlik b. Evs b. el-Hadesan'dan, onun, Ömer b. el-Hattâb'dan yaptığı şu rivâyettir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah'ın kendisine fey' olarak verdiği mallardan bir yıllık ihtiyacını alıkordu. Ondan sonra arta kalanını ata ve silaha ayırırdı. Bununla birlikte (ona hitaben) yüce Allah: "Seni fakir bulup zengin kılmadı mı?" (ed-Duhâ, 93/8) diye buyurmaktadır. Bazı âlimler de şöyle demektedirler: Herkes sadakadan kendisi için mutlak olarak ihtiyaç duyduğu şeyleri alabilir. Bir başka kesim de şöyle demektedir: Yanında bir günlük akşam yemeği bulunan kimse zengindir. Bu görüş Hazret-i Ali'den de rivâyet edilmiştir. Ayrıca bu kanaatin sahipleri Hazret-i Ali'nin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet ettiği şu âyetini da delil göstermişlerdir: "Her kim zengin olmakla birlikte birşeyler dilenecek olursa, bununla cehennem ateşinde kızdırılmış taşlarının çoğalmasını istemiş olur." Ashâb: Ey Allah'ın Rasûlü zenginlik nedir diye sorunca, O da: "Bir gecelik akşam yemeği" diye buyurmuştur. Bu hadisi Dârakutnî rivâyet etmiş ve şöyle demiştir: Bunun isnadında Amr b. Halid vardır ki, o metruk bir ravidir. Dârakutnî, II, 121. Bunu, Ebû Dâvûd da Sehl b. El Hanzaliye'den, o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiştir ki, bu rivâyette şu ifadeler de vardır: "Her kim yanında kendisini zengin kılacak olan bir miktar bulunduğu halde dilenecek olursa o, cehennem ateşini çoğaltmak isteyen birisi demektir." en-Nüfeylî, bir başka yerde de: "Cehennem'in kor ateşini..." demiştir. Ashâb: Ey Allah'ın Rasûlü, kişiyi ihtiyaçtan kurtarıp zengin kılan nedir? -en-Nüfeyli ise bir başka yerde: Dilenmenin söz konusu olmadiğ) zenginlik nedir?- diye sordular, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Sabah ve akşam ona yiyecek olarak yetecek miktardır." en-Nüfeylî, bir başka yerde şöyle buyurduğunu kaydeder: "Bir gün ve bir gece, yahut bir gece ve bir gün onu doyuracak kadar bir şeylerinin olmasıdır." Ebû Dâvûd, Zekat 24. Dârakutnî, II, 121. (2) Ebû Dâvûd, Zekat 24. Derim ki: İşte zekât almayı câiz kılan fakirliğin açıklanmasına dair gelen görüşler bunlardır. "Fakirler" lâfzının mutlak kullanılışı, yalnızca müslümanlara tahsis edilip ehl-i zimmetin dışarda kalmasını gerektirmemektedir. Şu kadar var ki, sadakaların (zekâtın) müslüman zenginlerden alınıp onların fakirlerine verileceğine dair haberler birbirini destekleyici mahiyette gelmiştir. İkrime der ki: Fakirler müslümanların fakirleridir, miskinler ise kitap ehlinin fakirleridir. Ebû Bekr el-Absî der ki: Ömer b. el-Hattâb, gözleri görmeyen ve Medine kapısında bir kenara bırakılmış zimmi bir kimseyi görünce, ona: Bu halin ne diye sorunca adam: Cizye uğrunda beni ücretle çalıştırdılar. Nihayet gözlerim görmez olunca, beni bıraktılar ve bana birşeyler getirecek hiçbir kimsem de yok. Bu sefer Hazret-i Ömer: Durum böyle ise sana âdil davranilmış olmaz, dedikten sonra, onun gıdasını karşılayacak ve halini düzeltecek kadarının verilmesini emrettikten sonra şöyle dedi: Bu, yüce Allah'ın haklarında: "Sadakalar ancak fakirlere ve yoksullara... mahsustur" buyurduğu kimselerdendir. Bunlar ise kitap ehlinin kötürüm düşmüş olanlarıdır. Şanı yüce Allah: "Sadakalar ancak fakirlere yoksullara... mahsustur" diye buyurup da çoğul bir isme karşılık çoğul bir ismi sözkonusu etti ki, burada çoğul ismin birisi sadakalardır, diğeri ise bunların harcama yerleridir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bunu beyan ederek: Muâz b. Cebel'e, -Yemen'e gönderdiğinde- şöyle talimat vermiştir: "Onlara, Allah'ın üzerlerine zenginlerinden alınıp fakirlerine verilen bir sadakayı farz kıldığını da haber ver." 2. başlıkta ilgili nouı bakınız. Böylelikle Hazret-i Peygamber her bir belde ahalisine oranın zekâtını tahsis etmiştir. Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre Ziyad, ya da emirlerden birisi, İmrân b. Husayn'ı zekât tahsili için göndermişti. Geri döndüğünde bu emir İmrân'a: Mal nerede diye sormuş, o da; Sen, mal için mi beni gönderdin? Biz, o mah Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın döneminde iken aldığımız yerlerden aldık ve yine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın döneminde iken harcadığımız bir yerde harcadık. Ebû Dâvûd, Zekât 23; İbn Mâce, Zekât 14. Dârakutnî ve Tirmizî'nin rivâyetine göre; Avn b. Ebi Cuheyfe, babasından şöyle dediğini rivâyet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın gönderdiği zekat toplama memuru bizim yanımıza geldi. Zekatı zenginlerimizden aldı, fakirlerimiz arasında dağıttı. Ben de yetim bir çocuk idim. Bana zekat mallarından genç bir dişi deve verdi. Tirmizî der ki: Bu hususta İbn Abbâs'tan da rivâyet edilen bir hadis vardır. İbn Ebi Cuheyfe'nin yoluyla gelen hadis hasen bir Tîrmizi, Zekat 21. hadistir. İlim adamları zekâtın tahsil edildiği yerden bir başka yere taşınması hususunda Üç farklı görüşe sahiptirler: Birinci görüşe göre zekat, tahsil edildiği yerden taşınmaz. Bunu Suhnûn ve İbnü'l-Kasım ifade etmişlerdir ki, daha önce belirttiğimiz gerekçe dolayısıyla sahih olan görüş budur. Yine İbnü'l-Kasım der ki: Eğer bir zaruret dolayısıyla bir bölümü başka bir yere aktarılacak olursa görüşüme göre bu da doğrudur. Suhnûn'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: İmâm'a: Ülkenin herhangi bir yerinde ileri derecede ihtiyaç bulunduğuna dair bir haber ulaşacak olursa, bu ihtiyaç sebebiyle tahsil edilmesi hakkedilen sadakanın bir bölümünü ihtiyacın bulunduğu yere taşıması câiz olur. Çünkü ihtiyaç ortaya çıkacak olursa, ihtiyaç sahiplerinin muhtaç olmayanlardan öne geçirilmesi gerekir. Zaten "müslüman müslümanın kardeşidir. Onu (tehlikeye ve düşmana) teslim etmez, ona zulmetmez." Buhârî, Mezâlim 3, İkrah 7; Müslim, Birr 58; Ebû Dâvûd, Edeb 38; Tirmizî, Hudûd 3; Müsned, II, 91. İkinci görüşe göre zekat tahsil edildiği yerden başka bir yere taşınabilir. Mâlik de bu görüştedir. Bu görüşün delili ise rivâyet edilen şu Hadîs-i şerîftir: Muâz (radıyallahü anh) Yemenlilere şöyle demiş: Siz bana hamîs (beş arşın uzunluğundaki kumaş) yahut da lebîs (denilen giyilen elbise) getirin, onları sizden zekât olarak mısır ve arpa yerine alayım. Çünkü böylesi hem sizin için daha kolay, Iıem de Medine'de bulunan muhacirler için daha faydalıdır." Bu hadisi de Dârakutnî ve başkaları rivâyet etmiştir. Dârakutnî, II, 100. Dârnkutnî, hadisin akabinde: "Bu hadis mürseldir, Tâvûs, Muâz b. Cebel'e yetişmemiştir' demektedir. Hamîs, müşterek (birden çok mana hakkında kullanılabilen) bir lâfızdır. Burada, uzunluğu beş arşın gelen elbiselik kumaş demektir. Denildiğine göre bu kumaşa bu ismin veriliş sebebi, onu ilk dokuyanın Yemen kırallarından birisi olan "el-Hıms" oluşu dolayısıyladır. Bunu İbn Faris "el-Mücmel"de, el-Cevherî ve başkaları da nakletmişlerdir. Bu hadiste iki hususa delil vardır: Birincisi, bizim sözünü ettiğimiz, zekatın Yemen'den Medine'ye taşınarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zekatı paylaştırmayı gerçekleştirmesidir, bunu da yüce Allah'ın: "Sadakalar ancak fakirlere... mahsustur" âyeti desteklemekte ve bu âyette bir beldedeki fakirler ile diğerindeki fakirler arasında herhangi bir ayrım gözetilmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. İkincisi ise, zekâtta kıymetin alınması hususu: Zekâtta, zekât olarak verilmesi gereken aynî malın kıymetinin verilmesi hususunda İmâm Mâlik'ten farklı rivâyetler gelmiştir. Bir seferinde bunu câiz kabul ederken, bir diğer seferinde bunun câiz olmadığını söylemiştir. Câiz oluşunun gerekçesi -ki bu, Ebû Hanîfe'nin de görüşüdür- sözünü ettiğimiz bu Hadîs-i şerîftir. Buhârî'nin Sahih'inde de Enes yoluyla gelen hadiste Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Her kimin yanındaki develerin zekatı bir cezea'yı (beş yaşına basmış dişi deve) bulur da yanında cezea bulunmamakla birlikte, hikka (dört yaşında dişi deve) bulunuyor ise, ondan bu cezea alınır. Bununla birlikte kolayına gelen iki koyun, yahut yirmi dirhem daha (aradaki yaş farkı olarak) alınır.." Buhârî, Zekât 37: Ebû Dâvûd, Zekât 5; Nesâî, Zekât 5, 10; İbn Mâce, Zekât 10. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Bugün için onları (fakirleri) dilencilik yapmak ihtiyacından kurtarın." Dârakutnî, II, 153. Bununla, Ramazan bayramı birinci günü (verilen fıtır sadakasını) kastetmektedir. Hazret-i Peygamber bu âyeti ile fakirlerin ihtiyaçları karşılanmak suretiyle dilencilik yapma ihtiyacından kurtarılmasını istemektedir. Buna göre onların ihtiyaçlarını kapatan herbir şeyi vermek câiz olur. Yüce Allah da: "Mallarından bir sadaka al..." (et-Tevbe, 9/103) diye buyurmakta ve bunlar arasında herhangi bir tahsise gitmemektedir. Bununla birlikte Ebû Hanîfe, zekatın bedeli olarak bir evde oturmanın verilemeyeceği görüşündedir. Mesela bir kimsenin beş dirhem zekat vermesi gerekirken, bir aylığına bir fakiri sahip olduğu evinde bedelsiz iskan ettirirse bu (zekat olarak) câiz olmaz. Çünkü o, bedelsiz iskan etmek bir mal değildir, der. (Mâliki) mezhebinin kuvvetli görülen görüşü olan "değerlerin zekat olarak verilmesi câiz değildir" şeklindeki görüşüne gelince, buna da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın su âyeti gerekçe gösterilmektedir: "Beş devede bir koyun, kırk koyunda da bir koyun (zekat vardır)." Buhârî, Zekat 38: Ebû Dâvûd, Zekat 5; Nesâî, Zekât, 5. 10; İbn Mâce, Zekât 10. Hazret-i Peygamber burada açıkça "koyun" verileceğini ifade etmiştir. Eğer koyun verilmeyecek olursa, emroluna-m yerine getirmiş olmaz. Emrolunan yerine getirilmeyecek olursa da o emri yerine getirmek yükümlülüğü baki kalmaya devam eder. Üçüncü görüşe göre de, fakir ve yoksulların payları, (zekatın tahsil edildiği) o yerde paylaştırılır. Diğer paylar ise İmâmın içtihadına uygun olarak bir yerden başka bir yere aktarılır. Ancak birinci görüş sahih olan görüştür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 7. Zekâtın Thhsil Edildiği Yer Malın Bulunduğu Yer midir, Yoksa Mükellefin Bulunduğu Yer midir? Zekâtın tahsil edildiği yeri tesbit etmekte muteber olan, senenin bitimi esnasında malın bulunduğu yer midir ve bu durumda zekât orada mı dağıtılır, yoksa muhatap malın maliki olduğu için malikin bulunduğu yer midir? Bu konuda İki görüş vardır. Ebû Abdullah, Muhammed b. Huveyzimendad, Ahkâm (el-Kur'ân) adlı eserinde ikinci görüşü tercih eder ve şöyle der: Çünkü zekâtı vermek emrine muhatap olan insandır. Dolayısıyla mat ona tabi olur. O bakımdan muhatabın bulunduğu yere göre hükmün verilmesi icabeder. Tıpkı yolcu gibi. Yolcu, kendi beldesinde zengin, fakat bir başka yerde fakir olabilir. O bakımdan onun bulunduğu yere göre hüküm verilir. Bir kimse, nıüslüman fakir diye birisine zekât verecek olsa, daha sonra onun bir köleye yahut bir kâfire veya bir zengine zekât verdiği açığa çıkacak olursa, hükmün ne olacağına dair İmâm Mâlik'ten farklı rivâyetler gelmiştir. Bir seferinde: Bu zekâtı yeterlidir derken, bir başka seferinde: Yeterli değildir demiştir. Daha sahih kabul edilen ve yeterli olduğuna dair görüşünün açıklaması şöyledir Müslim, Ebû Hüreyre'den, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet eder: "Bir adam: Ben bu gece bir sadaka vereceğim, demiş ve sadakasını alıp çıkmış. Zaniye bir kadının eline vermiş. Sabah olunca insanlar: Bu gece zaniye bir kadına sadaka verildi diye konuşur olmuşlar. Adam da; Allah'ım, bir zaniye'ye (sadaka) verdiğimden dolayı Sana hamd olsun. Yine: Sadaka vereceğim demiş. Sadakasını alıp çıkmış ve onu zengin bir kimsenin eline bırakmış. Sabah olunca insanlar: Zengin bir kimseye sadaka verilmiş diye konuşmaya başlamışlar. Yine adam, Allah'ım zengin bir kimse(ye verdiğim sadaka) dolayısıyla Sana hamd ederim. Mutlaka bir sadaka daha vereceğim diyerek sadakasını alıp çıkmış, bu sefer de o sadakayı bir hırsızın eline bırakmış. Sabah olunca insanlar: Bir hırsıza sadaka verilmiş diye konuşmaya başlamışlar. Adam: Allah'ım, zanıye bir kadına, bir zengine, bir hırsıza (yerdiğim sadaka) dolayısıyla Sana hamd ederim. Ona gelinerek şöyle denilmiş: Verdiğin sadaka kabul olundu, Zaniye kadın olur ki bu sadaka dolayısıyla zinadan uzak kalır, iffetini korur. Zengin de olur ki ibret alır da Allah'ın kendisine verdiklerinden infak eder. Hırsız da olur ki bu sadaka sebebiyle iffetli davranarak hırsızlığından uzak kalır." Müslim, Zekât 78; Nesâî, Zekât 47; Müsned, II, 322, 350. Yine rivâyet edildiğine göre, adamın birisi malının zekatını ayırıp babasına vermiş. Sabah olunca durumu öğrenmiş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sorunca ona şöyle buyurmuş: "Sana hem verdiğin zekâtının ecri, hem de akrabalık bağını gözetme ecri yazıldı. O bakımdan senin iki ecrin vardır." Zekât âyetinin ihtiva ettiği anlam açısından da konuya bakılacak olursa, zekât veren kimseye zekât vereceği kişiyi tesbit için içtihatta bulunması uygun görülmüş, buna müsaade edilmiştir. Zekat veren ictihad edip zekat almaya ehil olduğunu zannettiği kimseye verecek olursa, yerine getirmekle yükümlü olduğu görevini ifa etmiş olur. Bu şekilde verilen bir zekatın yeterli olmayacağına dair görüşüne gelince; bu da şöyle açıklanır: O, bu durumda zekatını zekat almaya hak eden bir kimseye vermemiştir. Onun bu davranışı kastî yapılan bir fiile benzer. Ayrıca malî tazminatlar hususunda kasıt ile hata arasında bir fark yoktur. Bundan dolayı miskinler aleyhine telef etmiş olduğu bu malın tazminatını ödemesi icabeder ki, onların hakları böylelikle onlara ulaştırılmış olsun. 8. Vaktinde Verilen Zekât ile Sonra Verilen Zekâtın Telef Olmasının Hükmü: Bir kimse zekatını vaktinde çıkartıp bir kenara ayırsa ve kendisinin bir kusuru bulunmaksızın telef olursa, tazminatını ödemez. Çünkü bu durumda o, fakirlerin vekili durumundadır. Eğer vaktinden bir süre sonra çıkartıp bu çıkarttığı zekat malı telef olursa, tazminatını öder. Çünkü zekatı vaktinden sonraya bırakmıştır. Böylelikle zekat artık onun zimmetine taalluk etmiş olur. Tazminatım ödemesinin sebebi işte budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 9. Zekâtın İslâm Devlet Başkanına Verilmesi ve Kişinin Kendisi Tarafından Bizzat Ödenmesi: Eğer Îman (İslâm Devlet Başkanı) zekâtı alıp harcamakta adaletli davranıyor ise, mal sahibinin ister nakit parada, ister başkalarında olsun zekâtı bizzat hak sahiplerine vermeyi üstlenmesi câiz değildir. Nakit paranın zekâtını, sahiplerine zekât verecek kişi ödeyebilir de denilmiştir. İbnu'l-Macişun der ki: Bu, zekâtın özel olarak fakir ve yoksullara (miskinlere) verilmesi halinde caizdir. Şayet zekâtın bunların dışındaki sınıflara harcanmasına ihtiyaç varsa, o kimselere İmâmdan başka hiçbir kimse zekât dağıtmaz. Bu bölümün diğer meseleleri oldukça fazladır. Ana konularım bu açıkladıklarımız teşkil etmektedir. Yüce Allah: "Onu toplamakla görevlendirilenlere" âyeti ile İmâmın bu konuda vekâlet vermek suretiyle zekât tahsil etmek üzere gönderdiği zekât toplayıcılarını kastetmektedir. Buhârî, Ebû Humeyd es-Sâidî'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Esd (Ezd de denilir) tilerden, İbn el-Lutbiyye diye bilinen bir kimseyi Süleymoğullarının zekatını toplamak üzere gönderdi. Dönüp geldiğinde Hazret-i Peygamber onunla hesaplaştı. Buhârî, Hibe 17, Hiyel 15, Ahkâm 24, 41, Eyınan 3; Müslim, tınâre 26, 27; Ebû Dâvûd, Harâc 11; Dârimî, Zekât 31. Siyer 52; Müsned, V, 423. İlim adamları zekat tahsildarlarının alacakları miktar hususunda üç farklı görüş ileri sürmüşlerdir. Mücahid ve Şâfiî, alacakları miktar sekizde birdir, derler. İbn Ömer ve Mâlik ise, onlara yaptıkları iş kadar ücret verilir, demişlerdir. Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının görüşü de budur. Derler ki: Böyle bir kimse, fakirlerin maslahatı için başka işlerini bırakmış kendisini bu işe vermiştir. O bakımdan böyle bir kimseye ve onun yardımcılarına yetecek miktarı (ücreti) vermek, onlar için tahakkuk eder. Nitekim kadın, kocasının hakkı dolayısıyla başka şeylerle uğraşmadığından dolayı onun ve ona tabi olan bir veya iki hizmetçinin nafakasını karşılamak kocaya ait olur. Bunun sekizde bir diye miktarı tesbit edilemez. Aksine bu konuda -sekizde bir veya daiıa çok olsun- yeterli alacak miktar muteberdir. Tıpkı hakimin alacağı maaş gibi. Ancak günümüzde yardımcılara da yetecek miktar muteber değildir; çünkü bu katıksız bir israf haline dönüşmüştür. Üçüncü görüşe göre iser beytü'l-malden ücrederi ödenir. İbnü'l-Arabî der ki: Bu, İbn Ebi Uveys ile Dâvûd b. Said b. Zenbua'nın, Mâlik b. Enes'den yaptıkları rivâyete göre sahih bir görüş olmakla birlikte, delil İtibariyle zayıftır. Çünkü şanı yüce Allah nas ile onların paylarını bize bildirmiş bulunmaktadır. Mantikî kıyaslarla bu nassı nasıl bir kenara bırakabiliriz? Doğru olan onlara verilecek ücret miktarında İctihad yapılabileceğidir. Çünkü önceden de geçtiği üzere, zekâtta hak sahibi sınıfların sayılmasına dair ilâhî beyan, zekât verileceklerin açıklanması içindir. Zekâttan, hak edilen miktarın tesbiti kastıyla değildir. Zekât tahsildarının Haşimoğullarından olması halinde fukahânın görüşleri farklıdır. Ebû Hanîfe, Hazret-i Peygamberin: "Şüphesiz ki sadaka (zekat) Muhammed âline helâl değildir. Çünkü o, insanların pislikleridir" Müslim, Zekât 167,168; Ebû Dâvûd, Harfe 20; Nesâî, Zekât 95. Kasınıı'L-Fey" 15; Muoatta', Sadaka 13; Müsned, VI, 66. hadisi dolayısıyla bunu câiz kabul etmez. Çünkü bu da bir bakıma bir sadakadır. Çünkü tahsildara verilen ücret sadakanın bir bölümüdür. O bakımdan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın akrabalarını, insanların mallarının kirlerini temizleyen bu bölümden tenzih etmek ve onların şereflerini her bakımdan korumak kastıyla bu ücret de her yönüyle sadaka gibi kabul edilir. Mâlik ve Şâfiî ise, Haşiraoğullarına mensup birisinin zekat tahsildarlığı yapmasını câiz kabul ederler ve böylesine yaptığı işin ücreti verilir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ali b. Ebî Tâlib'i zekat tahsildarı olarak gönderdiği gibi, Yemen'e de zekat tahsildarı olarak onu göndermiştir. Haşimoğullarından da bir topluluğu bu maksatla görevlendirdiği gibi, ondan sonraki halifeler de aynı şekilde onları görevlendirmişlerdir. Çünkü bu maksatla görevlendirilen bir kimse mubah olan bir işi yapmak üzere ücretle tutulan birisidir. Dolayısıyla bu hususta diğer sebepleri de nazar-ı İtibara alarak Haşimî olan ile olmayanın eşit tutulması gerekmektedir. Haneliler ise derler ki: Hazret-i Ali ile ilgili olarak nakledilen hadiste Hazret-i Ali'ye zekâttan bir pay verildiğine dair bir irade yoktur. Eğer (Haşimoğullarına mensup olan) o kimseye zekatın dışındaki bir maldan ücret verilirse bu câiz olur. Bu görüş Mâlik'ten de rivâyet edilmiştir. 11. Zekat Tahsildarlığı Dışındaki Dini Görevler ve Bunlar için Ücret Almak: Yüce Allah'ın: "Onu toplamakla görevlendirilenlere" âyeti, zekât toplamak, kâtiplik, kassam (şayi' hisseli malları paylaştıran), âşir (ticaret mallarından öşür alan kimse) ve bunların dışında kalan farz-ı kifaye kabilinden olan İşleri yapan her bir kimsenin bu işine karşılık ücret almasının câiz olduğuna delil teşkil etmektedir. Namaz kıldırmak için İmâmlık da bu kabildendir. Çünkü namaz, her ne kadar bütün mükelleflere yönelik bir emir ise de onlardan birisinin İmâmlık yapmak üzere öne geçirilmesi farz-ı kifayedir. O bakımdan ona karşılık ücret almanın caizliği hususunda şüphe bulunmamaktadır. İşte bu bahsin asıl delili de budur. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Hanımlarımın nafakasından ve âmillerimin ücretlerinden sonra artıp geride bıraktığım ne varsa sadakadır" Buhârî, Vesâyâ 32, Fardu'l-Huıns 3, Ferâiz 3; Müslim, Cihâd 55; Muvatta’'', Kekim 28; Müsned, II, 242, 376, 464. âyeti ile buna işaret etmektedir. Bu açıklamaları İbnü'l-Arabî yapmıştır. 12. Kalpleri Alıştırılmak İstenenler: "Kalpleri alıştırılmak İstenenlerden zekâtın paylaştırılmasının sözkonusu edildiği bu âyetteki: "Kalpleri alıştırılmak istenenlere..." âyetinden başka bir yerde Kur'ân-ı Kerîm'de, söz edilmemektedir. Kalpleri İslâm'a alıştırılmak istenenler, İslâm'ın ilk dönemlerinde müslüman olduğunu açığa vuranlar arasından yakînlerinin zayıflığı dolayısıyla zekattan kendilerine bir pay verilmek suretiyle İslâm'a ısındırılmak İstenen bir kesim idi. ez-Zührî der ki: Kalpleri alıştırılmak istenenler, zengin dahi olsa İslâm'a giren yahudi veya hristiyan kimselere denilir. Müteahhir âlimlerden kimisi de şöyle demektedir: Bunların nitelikleri hususunda görüş ayrılığı vardır. Bunlar, İslâm'a alıştırılıp ısındırılmak maksadıyla kendilerine birşeyler verilen kâfirlerden bir gruptur. Ve bunlar, genelde baskı ve kılıç zoruyla müslüman olmamakla birlikte, bağış ve ihsanlarla İslâm'a giren gençlerdi, denildiği gibi, şöyle de denilmiştir: Bunlar, zahiren İslâm'a girmiş, fakat kalplerinde kesin kanaat hasıl olmamış bir topluluktur. İslâm kalplerinde iyice yer etsin diye kendilerine (zekâttan) bir miktar verilen bir topluluktur. Bir diğer görüşe göre bunlar, kendilerine tabi olunan müşriklerin büyükleridirler. Onlara uyan kimselerin İslâm'a ısındırılmaları kastıyla onlara birşeyler verilirdi. (Bu, müteahhir ilim adamı) der ki: Bu görüşler birbirlerine yakındır. Hepsinden maksat da, müslümanlığı gerçek anlamıyla ancak kendisine yapılacak bağış ile iyice yerleşen kimselere birşeyler vermektir. Bu, sanki bir çeşit cihadı andırmaktadır, Müşrikler de üç sınıftır. Bir bölüm, kendisine karşı delil ortaya konulması suretiyle, bir bölüm yenik düşürülmek ve kahredilmek suretiyle, bir bölümü de kendisine iyilik yapılması ile şirkinden döner. Müslümanların işlerine nezaret eden İmâm İse, her bir bölüme karşı o kimsenin küfürden kurtarılması ve kurtuluşuna sebep teşkil edecek uygulamada bulunur. Müslim'in Sahih'inde Enes'den rivâyet edildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ensar'a şöyle demişti: "Ben, henüz küfürden yeni çıkmış bir takım kimselere onları (kalplerini İslâm'a) ısındırmak kastıyla birşeyler veriyorum..." Buhârî, Fardu'l-Hums 19, Meğdzî 56; Müslim, Zekât 132; Müsned, III, 166. İbn İshak der ki: Hazret-i Peygamber bunlara, hem kendilerini İslâm'a alıştırmak, hem de kavimlerinin de onlar vasıtasıyla İslâm'a alışmasını sağlamak kastıyla birşeyler vermişti. Bunlar şerefli, soylu kimseler idi. (Mesela), Ebû Süfyan b. Harb'e yüz deve, oğluna yüz deve, Hakîm b. Hizâm'a yüz deve, el-Hâris b. Hişam'a yüz deve, Süheyl b. Amr'a yüz deve, Huveytıb b. Abdİ-luzza'ya yüz deve, Safvan b. Ümeyye'ye yüz deve vermiştir. Aynı şekilde Mâlik b. Afv ile el-Alâ b. Cariye'ye de yüz deve vermiştir. İşte bunlar (kendilerine yüz deve verilen) "Ashâbu’l-Miîn" diye anılan kimselerdir. Kureyşten bir takım kimselere de yüz deveden daha az bağışta bulunmuştur ki, Mahreme b. Nevfel ez-Zührî, Umeyr b. Vehb et-Cumahî, Hişam b. Amr el-Âmirî bunlardandır. İbn İshak (devamla) der ki: Bunlara ne kadar verdiğini bilemiyorum. Said b. Yerbu'a elli deve, Abbas b. Mirdas es-Sülemî'ye de az sayıda develer vermişti. Bundan dolayı öfkelenen Abbas, bu hususta şu (anlamdaki) şiiri söylemişti: "Geniş ve sert yerde, taylar üzerinde hücumun ile telâfi ettiğin bir talandı. Ve ben, kavmi uyumasınlar diye uyandırırdım; insanlar uyuduğunda uyumadım. Benim talanım ile (atım) el-Ubeyd'in (sırtındaki) talan; Uyeyne ile el-Akra arasında pay edildi. Ve ben Savaşta korkusuzca hücum eden bir kimse idim. Ama ne bana birşey verildi, ne de benden birşey alındı. Ancak bana küçük birkaç deve verildi, dört ayağı sayısınca. Ne Hısn, ne Habis toplanma yerinde (babam) Mirdas'a üstün değillerdi. Hem ben, onlardan herhangi birisinden de aşağı değildim. Ve bugün sen kimi alçaltırsan artık bir daha o kimse yüceltilemez." Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Gidin de onun bana karşı uzayan dilini kesiniz" diye buyurdu. Nîsbeten daha kısa rivâyet için bk. Müslim, Zekat 137. Bunun üzerine hoşnut olana kadar ona da bağışta bulunuldu. Bu, onun dilinin kesilmesi demekti. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Kalpleri İslâm'a alıştırılmak istenenler arasında en-Nudayr b. el-Hâris b. Alkame b. Kelede’de zikredilmiştir. Bu ise, Bedir'de öldürülen en-Nadr b. el-Haris'in kardeşidir. Başkaları ise onu Habeşistan'a hicret eden kimseler arasında zikretmişlerdir. Eğer Nudayr, Habeşistan'a hicret eden kimseler arasında ise, kalbi İslâm'a alıştırılacak kimselerden olmasına imkan yoktur. Habeşistan'a hicret eden kimse ilk muhacirlerden olup imanın kalbinde sağlam yer ettiği ve imanı uğrunda çarpışan kimselerdendir. Böyle bir kimse imanı kalbinde sağlam yer etsin diye alıştırılacak kimselerden olamaz. Ebû Ömer (b. Abdİ’l-Berr) der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Mâlik b. Avf b. Sa'd b. Yerbû' en-Nasrî'yi Kays kabilelerinden olup, kavminden müslüman olan kimselerin zekatını toplamak üzere gönderdi ve Şakulilere baskın yapmasını emretti. O da emredileni yaptı ve onları oldukça sıkıştırdı. Kalpleri İslâm'a ısındırılanlar da güzel bir şekilde İslâm'a bağlandılar. Ancak, Uyeyne b. Hısn bu hususta zan altında kalmaya devam etti. Diğer kalpleri İslâm'a alıştırılanlar arasında fazilet bakımından farklılıklar vardır. Onlardan kimisi hayırlı ve fazileti ittifakla kabul edilmiş üstün bir kimsedir. Haris b. Hişam, Hakîm b. Hizam, İkrime b. Ebi Cehil ve Süheyl b. Amr gibileri. Kimileri de bunlardan daha aşağı derecededirler. Zaten yüce Allah peygamberleri de, diğer mü’min kullarını da kimini kiminden üstün kılmıştır. O, bunların halini en iyi bilendir. Mâlik der ki: Bana ulaştığına göre Hakim b. Hizam daha sonraları kalbi İslâm'a alıştırılmak istenenlerden birisi olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisine, verdiklerini çıkartıp sadaka olarak dağıtmıştır. Derim ki: Hakim b. Hizam ile Huveytıb b. Abduluzza'nın her birisi yüzyirmi yıl yaşadı. Bunların altmış yılını cahiliye döneminde, altmış yılını da İslâm döneminde yaşadılar. Ben, İmâm hocamız hafız Ebû Muhammed Abdulazim'i şöyle derken dinledim: Ashâb-ı Kiramdan iki kişi vardır ki bunlar, cabiliye döneminde altmış yıl, İslâm olarak da altmış yıl yaşamışlar ve Medine'de hicretin 54. yılında vefat etmişlerdir. Bunlardan birisi Hakîm b. Hizam'dır. Hakîm b. Hizam, fil yılından onüç yıl önce Kâ'benin içinde dünyaya gelmiştir. İkincisi ise Ensardan Hassan b. Sabit b. el-Münzir b. el-Haram'dır. Bunu, ayrıca Ebû Ömer ile Osman eş-Şehrezurî "Kitabu Marifeti Envai İlmi'l-Hadis" (İbn Salaiı Mukaddimesi diye bilinir) adlı eserinde de zikretmekte ve bundan başka kimseyi sözkonusu etmemektedirler. Huvaytıb (b. Abduluzza)'yı, Ebû'l-Ferec el-Cevzî "el-Vefâ fi Şerefi'l-Mustafâ" adlı eserinde zikrettiği gibi; Ebû Ömer de Huvaytıb'ı "Kitabu's-Sakabe (el-İstîâb)" adlı eserinde zikrederek altmış yaşında iken müslüman olduğunu ve yüzyirmi yaşında vefat ettiğini nakletmektedir. Ayrıca Ebû Ömer, Abdurrahman b. Avfın kardeşi Hamnen b. Avfin da müslüman olarak altmış yıl, daha önce cahiliye döneminde de (müslüman elmadan önce) altmış yıl yaşadığını sözkonusu eder. Kalpleri İslâm'a alıştırılmak istenenler arasında Muaviye ile babası Ebû Süfyan b. Harb da sayılmıştır. Muaviye'nin onlardan sayılması uzak bir ihtimaldir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu vahiy kâtipliği, valiyin okunması için emin görmüş ve onunla oturup kalkmış iken nasıl onlar arasında sayılabilir ki? Hazret-i Ebû Bekir'in halifeliği dönemindeki hali ise bundan daha ünlü ve daha açıktır. Babasının, kalbi İslâm'a alıştırılmak İstenenlerden olduğunda söylenecek bir söz yoktur. Kalpleri İslâm'a alıştırılacak kimselerin sayıları hususunda farklı kanaatler vardır. Özetle bunların hepsi mü'mtn idiler ve az önce de geçtiği gibi aralarında kâfir bir kimse yoktu. Yüce Allah en iyi bilen ve hükmü en sağlam olandır. 13. Kalpleri Alıştırılmak İstenenler Sınıfı Kalıcı mıdır? İlim adamları, bu sınıfa mensupların kalıcılığı hususunda farklı görüşlere sahiptir. Ömer, el-Hasen, eş-Şâfiî ve başkaları: İslâm'ın güçlenmesi ve üstünlük sağlaması ile bu kesimin ardı arkası kesilmiştir, derler. Mâlik'in ve rey sahiplerinin meşhur görüşü de budur. Hanefî âlimlerinden bazısı da şöyle demektedir: Allah İslâm'ı ve müslümanları aziz kılmış, buna karşılık kâfirlerin de -Allah'ın laneti üzerlerine olsun- ardı arkasını kesmiştir. Sahabe-i kiram da -Allah hepsinden razı olsun- Ebû Bekir (radıyallahü anh)'ın halifeliği döneminde bu kesime mensup kimselerin paylarını düştüğü hususunda icma etmişlerdir. Biraz sonra bizzat merhum Kurtubî'nin ifadelerinde de geleceği üzere; meşhur olan bu icmâ'ın Ebû Bekir (radıyallahü anh) döneminde değil. Ömer (radıyallahü anh) döneminde gerçekleştiğidir. İlim adamlarından bir grup da şöyle demektedir: Bu sınıf kalıcıdır. Çünkü İmâm kimi zaman bazı kimseleri İslâm'a alıştırıp ısındırmak ihtiyacını duyabilir. Hazret-i Ömer'in, onların payını sona erdirmesi dinin güçlenmiş olduğunu görmesinden dolayıdır. "Yûnus der ki: Ben, ez-Zührî'ye bunlara dair sordum da şöyle dedi: Ben bu hususta bir nesh olduğunu bilmiyorum. Ebû Cafer en-Nehhâs da der ki: Buna göre bu hüküm onlar hakkında sabittir. Eğer herhangi bir kimsenin kalbinin ısındın imasına gerek duyulur ve ondan yana müslümanlara bir zarar gelmesinden korkulur yahut daha sonra İslâm'a güzelce bağlanacağı umut edilirse ona da bîrşeyler verilir. Kadı Abdu’l-Vehhâb der ki: Bazı zamanlarda onlara gerek duyulacak olursa zekâttan onlara pay verilir. Kadı İbnü'l-Arabî de der ki: Benim görüşüme göre eğer İslâm güç kazanmışsa bu pay sahipleri de yok kabul edilir. Şayet onlara gerek duyulursa o takdirde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın bunlara verdiği gibi payları verilir. Çünkü es-Sahih (Müslim) de Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "İslâm garip başladı ve başladığı gibi (garip olarak) avdet edecektir." Müslim, İmân 232; Tirmizî, Îman 13; İbn Mâce, Kiten 15; Dârimî, Rikaak 42: Müsned, 1, 184, 398. II, 389, IV, 7,3. 14. Kalpleri İslâm'a Alıştırılmak îstenenlere Pay Verilmeyecek Olursa... Kalpleri İslâm'a ısındırılacak olanlara paylarının verilmeyeceğini kabul edersek, şu husus ortaya çıkar: Onların payları ya diğer sınıflara, yahut İmâmın uygun göreceği yere verilir. ez-Zührî, paylarının yarısı mescidleri imar edenlere verilir demektedir. İşte sözü geçen bu sekiz sınıfın zekâtın harcanacağı sınıflar olduğunu, yoksa eşit oranda pay sahibi olmadıklarını ortaya koymaktadır. Eğer bu sınıflar eşit pay sahibi olsalardı, (İslâm'a alıştırılmak istenenlerin) düşmesi suretiyle paylarının da düşmesi ve kendilerinden başka kimselere verilmemesi gerekirdi. Nitekim bir kimse muayyen bir topluluğa vasiyette bulunacak olup da onlardan herhangi birisi ölecek olursa, onun payı aralarından kalanlara geri dönmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "Kölelere" âyeti, kölelerin azad edilmesine... anlamındadır. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve İbn Ömer yapmışlardır ki, Mâlik'in ve diğerlerinin de görüşü budur. Buna göre İmâmın, zekât malından müslümanlar adına azad etmek üzere bir takım köleler satın alması caizdir. Bu kölelerin velâ hakkı müslüman cemaata ait olur. Eğer zekâtı ödeyecek kişinin kendisi köleleri satın alıp azad ederse bu da câiz olur. Mâlik'in mezhebinden çıkartılan sonuç budur. Bu görüş, İbn Abbâs ve el-Hasen'den rivâyet edilmiştir. Ahmed, İshak ve Ebû Ubeyd de bu görüştedir. Ebû Sevr şöyle demektedir: Zekâtı ödeyecek kişi velâ bağının kendisine ait olması menfaatini sağlamak suretiyle tek bir köle dahi satın alamaz. Şâfiî'nin, rey ashâbının ve İmâm Mâlik'ten bir rivâyete göre Mâlik'in de görüşü budur. Sahih olan birinci görüştür. Çünkü yüce Allah: "Kölelere" diye buyurmaktadır. Kölelere zekâttan bir pay olduğuna göre, zekât verecek şahsın bir köle satın alıp azad etme hakkı da vardır. Bir kimsenin (zekâttaki) Allah yolunda payından (olmak üzere) bir at satın alıp onun üzerinde yük taşıyabileceği hususunda ilim ehli arasında görüş ayrılığı yoktur. Bir kimsenin zekâttan bütünüyfe bir at satın alma hakkı olduğuna göre, bütünüyle bir köle satın alabilmesi de câiz olur ve bunlar arasında bir fark yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 16. Zekât Malından Satın Alman Kölenin Velâ Hakkı Kime Aittir: Yüce Allah'ın: "Kölelere" âyeti velâ hususunda aslî bir delildir. Mâlik der ki: Burada sözkonusu edilen azad edilip de velâ hakkı müslümanlara ait olan köledir. İmâm tarafından böyle bir köle azad edilecek olursa yine hüküm böyledir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); velâ hakkının satışını da hibe edilmesini de yasaklamıştır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Velâ, neseb bağı gibi bir bağdır. Ne satılır, ne de hibe edilir." et-Taberârıî, el-Mu'temu'l-Evsal, II, 189. Ayrıca bk. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV, 231; el-Azîzi, es-Sirâcu'l-Munlr Şerku't-Câmİ'i's-Sağir, III, 414. Bir başka hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "Velâ (hakkı) azad edene aittir." el-Mâide, 5/103. âyet, 7. başlık sonlarında da geçmiş bulunan bu hadisin kaynakları orada gösterilmişti. Kaynaklar için oraya bakılabilir. Kadınlar da velâ hakkından herhangi bir şeyi miras alamazlar. Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kadınlar velâdan hiçbir şeyi miras alamazlar. Ancak, kendilerinin azad ettikleri yahut da kendilerinin azad ettiklerinin azad ettikleri (kimselerin velâsı) müstesnadır." Dârimî, Ferâiz 52; hadis olarak değil; Tâvûs, el-Hasen ve benzerlerinin sözü olarak. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Hamza'nın kızına velâ hakkına sahip olduğu bir kimsenin (azadlısının) mirasının, yarısını azad ettiği bu kölenin kızına da öbür yarısını vermiştir. İbn Mâce, Perâiz 7: Dârimî, Ferniz 31. Azad eden kimse eğer erkek ve kız çocuklar bırakacak olursa, vela hakkı çocukları arasında sadece erkeklere ait olur. Bu, ashâb-ı kiramın icma ile kabul ettiği bir husustur. Velâ, ancak katıksız asabe yoluyla miras alınır. Kadınlar için ise asabelik sözkonusu değildir, O bakımdan kadınlar velâ yoluyla hiçbir şeyi miras alamazlar. Bu meseleyi kavrayan hakka isabet eder. 17. Mükâteb'e Zekâttan Yardım Edilebilir mi? Mükâteb'e zekâttan yardım edilir mi hususunda, farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre yardım edilmez. Bu görüş Mâlik'ten rivâyet edilmiştir. Çünkü yüce Allah'ın: "Rakabe: Köle"yi sözkonusu etmesi, onun tam anlamıyla köle azad etmeyi kastettiğini göstermektedir. Mükâteb ise, aslında üzerinde borç olarak bulunan mükâtebe bedeli dolayısıyla "borçluların kapsamı içerisine girmektedir. O "köleler" kapsamına görmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yine Mâlik'ten, Medineliler İle Ziyad'ın, ondan rivâyetine göre şöyle dediği nakledilmiştir: Mükâteb olan kimseye kitabet bedelinin son taksidinde onu azad etmesini sağlayacak şekilde yardım olunur. Yüce Allah'ın: "Kölelere" âyetinin te'vili hususunda ilim adamlarının çoğunluğu da bu görüştedir. İbn Vehb, Şâfiî, Leys, Nehaîve başkaları da bu görüştedirler. Ali b. Mûsa el-Kummî el-Hanefî, "Ahkâm"ında (Ahkâmu’l-Kur'ân adlı eserinde) şunu nakletmektedir: İlim adamları mükâteb'in kastedildiği hususunda icma etmişler, ancak köle azad edilmesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. el-Kiyâ et-Taberî ise şöyle demektedir: (el-Kummî) bunun men'i hususunda açıkladığı bir şekilde sözkonusu ederek şöyle demektedir: Köle azad etmek bir mülkiyeti iptal etmektir. Temlik değildir, Mükâteb'e verilen mal ise bir temliktir. Temlik sözkonusu olmadıkça da yerini- bulmaması sadakanın (zekâtın) özelliklerindendir, O, bu görüşünü sununla da pekiştirmektedir: Bir kimse, zekâttan borca batmış kimsenin adına onun isteği olmaksızın borcunu ödemek üzere bir miktar verecek olursa, temlik olmadığından dolayı bu geçerli olmaz. O halde köle azad etmekte zekât diye verilecek malm zekat olmaması öncelikle sözkonusudur. Köle azadı hususunda şunu da zikreder: Bir kimse (zekât malıyla) köle azad etmek suretiyle velâ faydasını kendisine sağlamış olur. Mükâtebe vermesi halinde ise böyle birşey tahakkuk etmez. Yine onun naklettiğine göre bir kimse eğer kölenin bedelini kölenin kendisine ödeyecek olursa, köle bu bedele malik olamaz. Şayet efendisine bu bedeli ödeyecek olursa, bu sefer köle azad etmeyi de ona temlik etmiş olur. Eğer satın alıp azad etmekten sonra bu miktarı ödeyecek olursa, bu durumda da bir borcu ödemiş olur. Bunların hiçbirisi zekâtta yerini bulamazlar. Derim ki: Bizim sözünü ettiğimiz hem köle azad etmenin, hem de mükâtebe yardımcı olmanın câiz oluşuna açıkça delâlet eden bir Hadîs-i şerîf varid olmuştur ki, bunu Dârakutnî, el-Berâ'dan rivâyet etmiştir. el-Berâ dedi ki: Bir adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’a gelip şöyle dedi: Beni cennete yakınlaştıracak, cehennemden de uzaklaştıracak bir ameli bana göster. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Yemin olsun ki, her ne kadar sözlerin kısa ise de sorduğunun kapsamı oldukça geniştir. O halde sen canlı olan (köle) yi azad et ve Rakabeyi (kölelikten) kurtar." Bunun üzerine adam şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, bunlar aynı şeyler değil midir? Hazret-i Peygamber: "Hayır, canlı olanı azad etmek senin bir köleyi tek başına hürriyetine kavuşturmandır. Köleyi kurtarmak ise, onun bedelinin ödenmesinde (mükâtebesinde) yardımcı olmandır" diye buyurdu. Sonra da hadisin geri kalan bölümünü Dârakutnî, II, 135. nakletti. 18. Zekât Malından Esirler Kurtarılabilir mi?: Zekat malından esirlerin kurtarılması hususunda (fukahânın) farklı görüşleri vardır. Esbağ, câiz değildir demektedir. İbnü’l-Kasım’ın görüşü de budur. İbn Habib ise caizdir, der. Çünkü ashâb de kölelik yoluyla mülk edinilmiş bir kimsedir. Böylelikle ashâb, kölelikten hürriyete kavuşturulmuş olur. Hatta bu, bizim elimizde bulunan kölelerin kurtarılmasından daha yerinde ve daha hakka uygundur. Çünkü müslüman bir köleyi müslüman bir kimsenin köleliğinden kurtarmak için zekattan bir pay ayırmak ibadet ve câiz olduğuna göre, müslüman bir kimseyi kâfire kölelik ve zilleti altından kurtarmak için zekat malının verilmesi daha uygun ve daha bir lâyıktır. Yüce Allah'ın: "Borçlulara" âyetinde sözü edilenler, borcun altına girmiş ve yanlarında bu borçlarını ödeyecek malları bulunmayan kimseler demektir. Bu hususta herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Ancak, bir kimse günahkârlık uğrunda borca girmiş ise, ona tevbe edinceye kadar zekâttan da birşey verilmez, başka bir mal da verilmez. Yalnızca, malı bulunmakla birlikte borcu malının tamamını kuşatmış (ye aşmış) olan kimseye borcunu ödeyecek miktar verilir. Eğer hiçbir malı bulunmamakla birlikte borcu bulunan bir kimse ise, böyle bir kişi hem fakirdir, hem borçludur. Ona, bu ikî niteliği dolayısıyla da zekat verilir. Müslim, Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın döneminde bir adamın satın aldığı mahsullere bir felâket geldi, o bakımdan borcu çoğaldı. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ona tasaddukta bulununuz" diye buyurdu. İnsanlar ona tasaddukta bulundu, fakat verilen bu sadakalar borcunu ödeyecek miktara ulaşmadı. Bu sefer Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun alacaklılarına: "Artık bulduğunuzu alınız ve sizin bundan başka alacak birşeyiniz yoktur"' diye Müslim, Müsâkaat 19; Ebû Dâvûd, BuyıT 58; Tirmizî, Zekât 24; Nesâî, Buyır 30, 95; İbn Mâce, Ahkâm 25; Müsned, III, 36. buyurdu. Arayı düzeltmek ve iyilik maksadıyla, bir takım yükümlülükler altına girmiş kimseye eğer bu yükümlülükleri ödemesi İcab etmiş olup ödemek durumunda olduğu bu malî yükümlülükler onun servetinin tümünü alıp götürüyor ise, buna da tıpkı borçlu gibi zekâttan yüklendiği bu yükümlülükleri ödeyecek kadan -zengin dahi olsa verilebilir. Bu, Şâfiî'nin, arkadaşlarının, Ahmed b. Hanbel'in ve diğerlerinin de görüşüdür. Bu görüşü kabul edenler Kabîsa b. Muhârik'in hadisini delil gösterirler. Kabîsa der ki: Ben kefalet yoluyla bir maddi yükümlülüğün altına girdim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gidip bu hususta ondan yardım İstedim, şöyle buyurdu: "Zekât (malları) bize gelinceye kadar dur da sana ondan verilmesi için emir verelim. -Sonra şöyle buyurdu-: Ey Kabîsa, dilenmek ancak üç kişiden birisi ise bir kimseye helâl olur; Eğer bir kişi başkaları adına kefil olup maddî bir yük altına girmiş ise, bunu elde edinceye kadar o kimse için dilenmek helâl olur. Daha sonra dilenmeyi bırakır. (İkincisi), malının tümünü götüren bir musibete duçar olan kimseye de hayatını ayakta tutacak kadar -veya: MÂişetini gediğini kapatacak kadar diye buyurdu- bir miktar elde edinceye kadar dilenmesi helâl olur. (Üçüncüsü), kavminden akıl sahibi kimselerden üç kişi kalkıp da: Filan kişiye gerçekten yoksulluk isabet etti, diyecek kadar fakir düşen bir adama da dilenmek helâl olur. Bunun da mÂişetini ayakta tutacak miktarı elde edinceye -yahut da geçiminin gediğini kapatacak miktarını elde edinceye kadar diye buyurdu- kadar dilenmesi helâl olur. Bunların dışındaki dilencilik ise ey Kabîsa, kişinin haram olarak yediği bir haramdır." Müslim, Zekât 109; Ebû Dâvûd, Zekât 26; Nesâî, Zekât 80, 86; Dârimî, Zekât 37; Müsned, V, 60. Hazret-i Peygamber'in: "Sonra bu dilencilikten vazgeçer" ifadesi, böyle bir dilenmede bulunacak olunan zengin oluşuna delildir. Çünkü fakir, dilenmekten vazgeçmekle yükümlü değildir, doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Yine Hazret-i Peygamber'den şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir; "Dilencilik (bir kimseye) ancak üç kişiden birisi olması halinde helal olur. Kişiyi yerde süründürecek kadar fakir düşmüş, yahut aşın derecede borç sahibi veya can acıtacak bir kanın sahibi (kısas uygulanmaması için diyet ödemek zorunda bulunan) kimse." Ebû Dâvûd, Zekât 26; Tirmizî, Zekât 23; İbn Mâce, Ticârat 25: Müsned, III 114, 127. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Zekât, hiçbir zengine helal değildir. Ancak, beş kişi müstesna,.." diye buyurduğuna dair rivâyet edilen hadis de ileride Ebû Dâvûd, Zekât 25; İbn Mâce, Zekât 27; Muvatta’'', Zekât 29. gelecektir. 21. Zekâttan Ölenin Borçları ödenir mi?: Zekattan, ölmüş kimsenin borçlarının ödenip ödenmeyeceği hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler. Ebû Hanîfe der ki: Ölen bir kimsenin borcu zekâttan ödenmez. İbnü'l-Mevvâz'ın görüşü de budur. Yine Ebû Hanîfe der ki: Üzerinde keffaret borcu ve buna benzer yüce Allah'ın haklarından bir hak bulunan kimseye de zekâttan verilmez. Çünkü, ancak ödememesi halinde hapsedilmesini gerektirecek bir borcu bulunan kimseye "borçlu" denilir. Bizim mezhebimize mensup ilim adamlarımız ve diğerleri derler ki: Ölenin borcu zekâttan ödenir. Çünkü böyle bir kimse de borçlulardandır. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Ben, her mü’mine kendi öz canından daha yakınım. Kim bir mal bırakacak olursa, o onun aile halkına attir. Kim de bir borç yahut bakıma muhtaç çoluk çocuk bırakacak olursa, onun yükümlülüklerini yerine getirmek benim isimdir, bunları ödemek benim üzerimde bir haktır." Aynı manada, az farklılıklarla: Buhârî, Ferâiz 15, Nafakat 15, Tefsir 33. süre 1; Müslim, Cumıa 43, Ferâiz 14-17; Ebû Dâvûd, Haraç 15; Tirmizî, Feraiz 1; İbn Mâce, Mukaddime 7, Siidakat 13; Dârimî, BuyıT 54; Müsned, II, 287, 318, 335, 356, 464, III, 338, 371. Yüce Allah'ın: "Allah yolunda" âyetinde kastedilenler, gaziler ile ribat yerleridir. Bunlara, zengin veya fakir olsunlar gazalarında yapacakları harcamalar verilir. İlim adamlarının çoğunluğunun görüşü budur. Mâlik'in Allah'ın rahmeti üzerine olsun mezhebinden anlaşılan da budur. İbn Ömer der ki: Burada kastedilenler, hacılar ve umre ziyaretini yapanlardır. Ahmed ve İshak'dan rivâyete göre onlar; "Allah'ın yolu"ndan kasıt hacdır demişlerdir. Buhârî'de de şöyle denilmektedir: Ebû Lâs'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zekât develeri üzerinde hacca gitmek üzere bizi taşıdı. Buhârî, Zekât 49; Müsned, IV, 221. Yine İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre kişi, malının zekâtından köle azad eder, haccedilmesi için de verir. Buhârî, Zekât 49. Ebû Muhammed Abdulğani el-Hahz rivâyetle dedi ki: Bize, Muhammed b. Muhammed el-Hayyaş anlattı, bize Ebû Ğassan Mâlik b. Yahya anlattı, bize Yezid b. Harun anlattı, bize Mehdi b. Meyraun, Muhammed b. Ebi Yakub'dan haber verdi. Muhammed, Abdurrahman b. Ebi Nu'm'dan -ki, künyesi Ebû'l-Hakem'dir- dedi ki: Abdullah b. Ömer ile oturuyordum. Huzuruna bir kadın gelerek ona şöyle dedi: Abdurrahman'ın babası, benim kocam malını Allah yolunda harcansın diye vasiyet etti. İbn Ömer şöyle dedi: Malı dediği şekilde Allah yolunda harcansın. Ben ona şöyle dedim: Sen, bu kadına soru sorduğu hususta ancak kederini artırmış oldun. Şöyle dedi: Ey Abdurrahman b. Ebi Nu'm, sen bana ne dememi emrederdin? Ben, ona bu malı şu Savaşa çıkıyorum deyip de yeryüzünde fesat çıkartan ve yol kesen askerlere vermesini mi emredeydim? Bu sefer ben, şöyle dedim: Peki, ya bu kadına ne yapmasını emredersin? Dedi ki: Ben ona, o malı salih bir topluluğa Allah'ın Haram Beytine haccedenlere vermesini emrediyorum. Çünkü onlar Rahmân olan Allah'ın kafilesidirler. Onlar Rahmân'ın kafilesidirler, onlar Rahmân'ın kafîlesidirler. Onlar asla şeytanın kafilesi gibi olmazlar. O, bu sözlerini üç defa tekrarladı. Ben ona: Abdurrahman'ın babası dedim, ya şeytanın kafilesi ne oluyor? Şöyle dedi: Bunlar şu emirlerin huzuruna girip de onlara insanlar arasında karışıklık çıkarmak kastıyla söz ulaştıran, müslümanlar arasında yalancılığı götürüp getiren, bundan dolayı da kendilerine hediyeler ve bağışlar verilen kimselerdir. Muhammed b. Abdilhakem dedi ki: Savaş araç ve gereçleri, silah ve kendisine ihtiyaç duyulan araçlar, İslâm diyarından düşmanın püskürtülmesi için gerekli şeylere zekâttan verilir. Çünkü bütün bunlar gaza yoluna ve onun faydasına yapılan harcamalardır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da alevlenen intikam ve kötülüğü söndürmek maksadıyla Sehl b. Ebi Hasme musibeti dolayısıyla yüz dişi deve vermişti. Derim ki: Bu hadisi Ebû Dâvûd, Beşir b. Yesar'dan rivâyet etmektedir. Buna göre Sehl b. Ebi Hasme diye anılan Ensardan birisi, kendisine şunu haber vermiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona (Sehl'e.) zekât develerinden yüz deveyi diyet olarak ödemiş. Yani, Ensar'dan olup Hayber'de öldürülen kişinin diyeti olarak bunu vermiş. Buhârî, Diyât 22; Müslim, Kasame 5; Ebû Dâvûd, Diyât 9; Nesâî, Kasâme 3, 4. Îsa b. Dinar dedi ki: Allah yolunda gaza edip de gazası esnasında muhtaç düşmüş, zenginliği ve varlığı yanında bulunmayan bir gazinin zekât alması helâldir Ancak gaziler arasında olup malı da beraberinde bulunan kimseye zekât almak helâl olmaz. Gaziler arasından ancak malı yanında-bulunmayan (zengin) kimselerin zekât almaları helal olur. Şâfiî, Ahmed, İshak ve ilim adamlarının çoğunluğunun görüşü budur. Ebû Hanîfe ve iki arkadaşı (Ebû Yûsuf ve Muhammed) derler ki: Gaziye ancak fakir ve (ya) malına ulaşamayacak halde (zengin) olduğu takdirde zekattan verilir. Ancak bu, nassa, ziyade (fazladan hüküm eklemek) dir. Ebû Hanîfe'ye göre ise, nassa fazlalık neshdir. Nesh ise ancak ya Kur'ân ile veya mütevatir bir haberle olur, Burada ise böyle birşey yoktur. Sahih sünnette bunun aksi rivâyet edilmektedir. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Zekat, zengine helal değildir. Ancak şu beş kişiye müstesna: Allah yolunda gazaya çıkmış, yahut zekât toplamakla görevli oları, yahut borca batmış, yahut zekât olarak verilen bir şeyi malıyla satın almış bir kimseye, yahut bir kimsenin yoksul bir komşusu bulunup da o da o yoksul komşusuna sadaka verdikten sonra, yoksul (komşusun)dan hediye alan zengin kimse." Bu hadisi Mâlik, mürsel olarak Zeyd b. Eslem'den, o da Atâ b. Yesar yoluyla rivâyet etmiştir. Ma'mer ise bunu Zeyd b. Eslem'den, o, Atâ b. Yesar'dan, o da Ebû Said el-Hudrî'den, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yoluyla merfu' olarak rivâyet etmektedir. Baştarafı 20. başlığın sonlarında zikredilen bu hadisin kaynakları orada gösterilmişti. O halde bu Hadîs-i şerîf âyetin anlamını tefsir etmekte ve bazı zenginler için zekât almanın câiz olduğunu açıklamaktadır. Yine bu hadis, Hazret-i Peygamber'in: "Zekât zengin bir kimseye de, azaları (gücü kuvveti) yerli yerinde olan kimseye de helal değildir" Ebû Dâvûd, Zekât 24; Tirmizî, Zekât 23; Dârakutnî, II, 119. hadisini de açıklamaktadır. Çünkü Hazret-i Peygamber'in bu âyeti mücmeldir ve ifade ettiği umumi manası üzere değildir. Diğer hadiste sözü geçen "beş zengin kişi" ile ilgili hadis buna delildir. İbnü'l-Kasım şöyle derdi: Zengin bir kimsenin cihad için kullanmak üzere zekâttan alıp da bunu Allah yolunda harcaması câiz değildir. Bu ancak fakir kimse için câiz olur. Yine İbnü'l-Kasım der ki: Borç yükü altında bulunan kimsenin de kendi malını koruyacak şekilde (kendi malından borcunu ödememek için) zekâttan bir pay alması ve zekâttan aldığı bu pay ile ona ihtiyacı yokken- borcunu ödemeye kalkışması câiz değildir. Gazi, Savaşta İken zengin olmakla birlikte malı yanında bulunmuyor ise, muhtaç düşecek olursa, zekâttan herhangi bir şey almaz, bunun yerine borçlanır. Ülkesine ulaştı mı bu borcunu kendi malından Öder, Bütün bu hususları İbn Habib, İbnü'l-Kasım'dan nakletmekte ve İbn Nâfi' İle başkalarının bu hususta ona muhalefet ettiğini iddia etmektedir. Ebû Zeyd ve başkaları ise İbnü’l-Kasım'dan şöyle dediğini rivâyet ederler: Gazi, ülkesinde zengin olup beraberinde de gazasında kendisine yetecek kadar malı bulunuyor olsa dahi, ona zekâttan bir pay verilir. Sahih olan da budur, çünkü: "Sadaka beş kişi müstesna hiçbir zengine helal değildir..." anlamındaki hadisin zahiri bunu göstermektedir. İbn Vehb'in Mâlik'ten rivâyetine göre, zekâttan gazilere ve ribat yerlerine bir miktar verilir. Bunlar ister fakir ister zengin olsunlar farketmez. "Yolcular" (anlamı verilen terkip, asıl itibariyle "yol oğlu" anlamındadır) âyetinde geçen "es-Sebîl" yol demektir. Yolcu'nun yola (oğul tabiriyle) nisbet edilmesinin sebebi, onun yoldan ayrılmayışı ve yolun üzerinden geçişinden ötürüdür. Nitekim şair de şöyle demiştir: "Sevgiye dair sorarsanız bana; sevgi benim, Sevginin oğlu da benim, sevginin kardeşi de, babası da benim." Yolcudan maksat, yolculuğu esnasında ülkesinden, yerleşik bulunduğu yerden ve malından uzak kalıp ona ulaşamayacak durumda olan kişidir. Böyle birisine ülkesinde zengin dahi olsa zekâttan bir pay verilir; bu durumdaki kişi, borç almak suretiyle kendisini yükümlülük altına sokmakla mükellef değildir. Mâlik, "İbn Suhnûn'un Kitab'ında. der ki: Eğer kendisine borç verecek kişiyi bulacak olursa, ona zekâttan pay verilmez. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Çünkü yüce Allah'ın minnet ve lütfunu bulmuş iken böyle bir kimsenin başka herhangi birisinin minneti altına girme sorumluluğu yoktur. Eğer zekât almaya muhtaç etmeyecek kadar bir malı varsa, yolcu olması sebebiyle zekât almasının cevazı hususunda iki rivâyet vardır. Meşhur olan rivâyete göre ona zekâttan birşey verilmez. Şayet alacak olursa, kendi ülkesine ulaştığı takdirde onu geri ödemekle ve başkasına tasadduk etmekle yükümlü değildir. 24. Zekât Düşenlerden Olduğunu İddia Edenin Bu İddiası Kabul Edilir mi?: Bir kimse gelip de zekât almaya hak kazandırıcı niteliklerden birisine sahip olduğunu iddia ederse, onun bu iddiası kabul edilir mi, yoksa ona: Söylediğini ispatla mı denilir? Borçlu olduğunu iddia edenin bu iddiasını ispatlaması kaçınılmaz birşeydîr. Diğer niteliklere gelince; halinin zahiri o kimsenin durumuna tanıklık eder ve zahir halinin tanıklığı ile yetinilir. Buna delil ise, sahih hadis kitapları sahiplerinin rivâyet ettikleri iki Hadîs-i şerîftir. Kur'ân'ın zahirinden de anlaşılan budur. Müslim'in rivâyetine göre Cerir, babasının şöyle dediğini nakleder: Sabahın erken saatlerinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda idik. Ayakkabıları bulunmayan, siyah beyaz çizgili elbiseleri yahut abaları yırtarak kafalarından geçirip giyinmiş, kılıçlar kuşanmış bir topluluk gördük. Bunların büyük bir çoğunluğu hatta hepsi Mudar'dan idi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlarda gördüğü bu fakirlikten dolayı yüzünün şekli değişti. İçeri girdi, sonra çıktı, Bilal'e emir vermesi üzerine Bilal ezan okudu, kamet getirdi ve namaz kıl(ın)dı. Sonra hutbe irad edip şöyle buyurdu: "Ey insanlar, sizi tek bir candan... yaratan Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah üzerinizde tam bir gözetleyicidir" (en-Nisa, 4/1) âyeti ile el-Haşr Süresindeki: "... Allah'tan korkun ve herkes yarın için ne hazırladığına bir baksın" (el-Haşr, 59/18) âyetini okudu. Kimisi dinarından, kimisi dirheminden, kimisi elbisesinden, kimisi sahip olduğu bir sa' buğdaydan sadaka versin -Nihayet; Velevki bir hurmanın yarısı kadar- diye buyurdu. Ensardan bir kişi, nerdeyse taşıyamıyacağı, hatta taşımaktan acze düştüğü bir kese getirdi. Daha sonra ardı arkasına insanlar (getirmeye) devam ettiler. Sonunda yiyecek ve giyecek iki yığın gördüm. Nihayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yüzünün altın gibi parıldadığını gördüm. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her kim İslâm'da güzel bir yol açarsa, ona onun ecri ve ondan sonra onunla da amel edenlerin ecri -ecirlerinden birşey eksiltilmeksizin- vardır. Herkim İslâm'da kötü bir yol açarsa, o kimseye o yolun vebali ve ondan sonra da onunla amel edenlerin vebali -onlardan hiçbir kimsenin vebalinden de birşey eksiltilmeksizin- vardır." Müslim, Zekat 69; Müsned, IV, 358-359, 361. Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber onların hallerinin zahiri ile yetinerek sadaka vermeye teşvik etti, onlardan buna dair herhangi bir delil istemedi. Yanlarında bir mal var mıdır yok mudur diye de soruşturmadı. Abraş, kel ve kör'e dair Müslim'in ve başkalarının rivâyet ettiği hadis de buna benzemektedir. Sözü geçen bu hadisin lâfzı şöyledir: Ebû Hüreyre'den rivâyet edildiğine göre o, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinlemiştir: "İsrailoğulları arasında bir abraş, bir kel ve bir kör vardı. Allah, onları sınamak istedi. Onlara bir melek gönderdi. Melek abraş'ın yanına vardı ve ona, en çok sevdiğin şey nedir diye sordu, o da: Güzel bir ten rengi, güzel bir ten ve insanların benden tiksinmelerine sebep olan bu halimin giderilmesi. Melek, onu bir sıvazladı ve onun bu tiksinti veren hali gidiverdi, ona güzel bir ten regi, güzel bir ten verildi. Melek ona: Ençok sevdiğin mal hangisidir diye sorunca, o da, deve -veya inek türü- dedi. (Şüphe hadis ravilerinden İshak'a aittir). Ancak ya abraş veya kel, onlardan birisi deve, diğeri de inek dedi.- Bunun üzerine o kimseye on aylık hamile bir dişi deve verildi, Allah-bu devede sana bereket ihsan etsin, dedi. Daha sonra (melek), kel'in yanına gitti, Ençok sevdiğin nedir diye sorunca kel: Güzel bir saç ve insanların benden tiksinmelerine sebep olan bu halimin benden gitmesidir. Melek onu bir sıvazladı ve onun bu hali gitti, ona güzel bir saç verildi. (Melek) dedi ki: Ençok hangi malı seversin? O, ineği deyince, ona gebe bir inek verildi. Allah bunu sana mübarek kılsın, dedi. Sonra âmâ'ya gitti. Ençok sevdiğin şey nedir diye sorunca âmâ, Allah'ın görmemi bana geri vermesi ve böylelikle insanları görmektir deyince, onu bir sıvazladı, Allah da ona görmesini iade etti. Ona, en sevdiğin mal hangisidir diye sorunca, koyun dedi. Bunun üzerine ona doğumu yakın bir koyun verildi. Önceki iki kişinin deve ve ineği yavruladı, berikinin koyunu da doğurdu. Birinin bir vadi dolusu devesi, diğerinin bir vadi dolusu ineği, diğerinin de bir vadi dolusu koyunları oldu. Daha sonra o melek abraş'a eski suret ve kılığında gelerek; ben yoksul bir adamım. Yolculuğum esnasında bütün çarelerim tükendi. Artık bugün ancak Allah sayesinde ve senin yardımın ile yerime ulaşabilirim. Senden, sana şu güzel rengi, şu güzel teni ve şu malı verenin hakkı için bu yolculuğumda üzerine binerek yerime ulaştıracak bir deve istiyorum deyince, abraş ona: Haklar çoktur diye cevap verdi. Melek ona, ben seni tanıyor gibiyim. Sen daha önce insanların kendisinden tiksindiği abraş ve fakir bir kişi iken Allah sana (daha sonra bunca malı) vermişti değil mi? Abraş, hayır ben bu malı babadan, atadan miras aldım, dedi. Bu sefer melek, eğer yalan söylüyor isen Allah seni önceki haline döndürsün dedi. Daha sonra kel adamın yanına eski suretinde giderek ona da öncekine söylediğinin benzerini söyledi, o da öncekinin verdiği cevabı buna verdi, bu sefer melek: Eğer yalan söylüyor isen Allah seni önceki haline döndürsün, dedi. Nihayet âmâ'ya önceki suret ve şeklinde gitti ve: Ben yoksul bir adamım. Yolda kaldım. Bu yolculuğumda bütün çarelerim tükendi. Bugün yerime ancak Allah'ın lütfuyla, ondan sonra da senin yardımınla ulaşabilirim. Sana görmeni geri verenin hakkı için senden bu yolculuğumda beni yerime ulaştıracak bir koyun istiyorum, dedi. Kör dedi ki: Ben de önceleri kördüm. Allah bana görmemi geri verdi. İstediğini al, istediğini bırak. Allah'a yemin ederim,bugün ne alırsan Allah için ondan dolayı sana zorluk çıkarmayacağım. Bu sefer melek ona: Malım tut. Sizler sınandınız. Senden razı olundu, iki arkadaşına ise gazap edildi diye cevap verdi." Buhârî, Enbiyâ 51; Müslim, Zühd 10. İşte bu, fakirliğinden ayrı olarak çoluk çocuk sahibi olduğunu veya başka bir durumda olduğunu iddia edecek olursa, onun bu hali -güç yetirilirse durumu açığa çıkartılır diyenlerin aksine- açığa çıkartılmaya çalışılmaz. Çünkü hadiste: "Ben yoksul bir adamım ve yolcuyum, senden bir koyun istiyorum" denilmekte, buna karşılık yolcu olduğunu ispatlamakla onu mükellef tuttuğundan söz edilmemektedir. Ancak mükâteb olduğunu iddia eden bir kimseden, mükâteb olduğunu ispatlaması istenir. Çünkü, hürriyeti tesbit edilinceye kadar kölede aslolan köleliktir. 25. Zekâtın Verilemeyeceği Kimseler: Kişinin nafakalarım sağlamakla yükümlü olduğu kimselere zekâttan birşeyler vermesi câiz değildir. Nafakalarını sağlamakla yükümlü olduğu kimseler; anne-baba, çocuk ve hanımıdır. Eğer İmâm bir adamın zekâtını, adamın kendi çocuğuna, babasına ve zevcesine verecek olursa câiz olur. Ancak, kişinin bunu bizzat kendisinin vermesi câiz değildir. Çünkü kişi, bu şekilde bir ödemede bulunmakla kendisi üzerinde farz olan bir şeyi ıskat etmiş olur. Ebû Hanîfe der ki: Kişi zekâtını, oğlunun oğluna da, kızının kızına da veremez. Yine kendisiyle mükâtebede bulunmuş kölesine de, müdebberine de, umm veledine de, yarısını azad etmiş olduğu köleye de zekâttan bir şey veremez. Çünkü kişi, fakirin ihtiyacını gidermek suretiyle malı Allah için çıkartıp vermekle emrolunmuştur. Mülkiyeti altında bulunan bu tür kimseler ile kendisi arasında ortak menfaatler vardır. İşte bundan dolayı bunların birbirleri lehine şahidlikleri de kabul edilmez. (Ebû Hanîfe) der ki: Mükâtep, üzerinde ödemekle yükümlü olduğu bir dirhem kaldığı sürece bir köledir. Çünkü bunu Ödemekten aciz kalabilir, o durumda mükâtebin kazancı efendisinin olur. Ebû Hanîfe'ye göre bir bölümü azad edilmiş olan köle de mükâtep seviyesindedir. İki arkadaşı Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ise, üzerinde borç bulunan bir hür durumundadır, o bakımdan ona zekât verilmesi câiz olur. 26, Nafakalarını Sağlamakla Yükümlü Olmadığı Yakınlara Zekât Vermek: Zekâtını nafakalarını sağlamakla yükümlü olmadığı kimselere verenin durumu hakkında farklı görüşler vardır. Kimisi bunu câiz kabul ederken, kimisi bunu mekruh görmektedir. Mâlik, minnet altında kalma korkusu vardır, demiştir. Mutarrıf in de şöyle dediği nakledilmektedir: Ben Mâlik'i, zekâtını yakın akrabalarına verirken gördüm. Vakidî de der ki: Mâlik dedi ki: Zekâtını verdiğin en faziletli yer, bakmakla yükümlü olmadığın akrabalarındır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de Abdullah b. Mes'ûd'un hanımına şöyle demiştir: "(Kocana vermek suretiyle) senin için biri akrabalık dolayısıyla ecir, diğeri de sadaka ecri olmak üzere iki ecir vardır." Buhârî, Zekât 48; Müslim, Zekât 45-47; Nesâî, Zekât 82; İbn Mâce, Zekât 24; Dârimî, Zekat 23; Müsned, III, 502, vî, 363. Ancak, ilim adamları, kadının zekâtını kocasına vermesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Habib'ten, nakledildiğine göre o, hanımının kendisine verdikleri ile hanımının nafakasını denkleştirmeye çalışırdı. Ebû Hanîfe, bu câiz olmaz derken, iki arkadaşı ona muhalefet ederek: Caizdir demişlerdir. Daha sahih olan da budur. Çünkü, sabit olduğuna göre Abdullah (b. Mes'ûd) in hanımı Zeyneb, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a giderek şöyle demiştir: Ben kocama sadaka vermek istiyorum bu benim için geçerli olur mu? Hazret-i Peygamber de şöyle buyurdu: "Evet, senin için biri sadaka ecri, diğeri de akrabalık ecri olmak üzere iki ecir vardır." Bir önceki rivâyete dair nota bakınız. Bir önceki rivâyete dair nota bakınız. Sadaka mutlak olarak zikredildiği takdirde zekât anlaşılır. Çünkü hanımın üzerinde kocası lehine nafaka mükellefiyeti yoktur, O bakımdan kocası hanımı için yabancı durumundadır. Ebû Hanîfe, görüşüne gerekçe göstererek şöyle der: Mülkiyet menfaatleri ikisi arasında ortaktır. Öyle ki, onlardan birinin diğeri lehine şahitliği kabul edilmez. Hadis, nafile sadaka hakkında yorumlanmalıdır. Şâfiî, Ebû Sevr ve Eşheb bunu şu şartla câiz kabul ederler: Eğer koca ondan aldığını hanımı lehine yerine getirmekle yükümlü olduğu mükellefiyetler alanında harcamayıp kendisinin nafakasını ve giyimini karşılamak üzere harcar, hanımına da kendi malından infak ederse, olur. 27. Hak Sahiplerine Verilecek Zekât Miktarı Ne Olmalıdır?: Yine fukahâ (zekât almak hakkına sahip olanlara) ne miktarda verileceği hususunda farklı görüşlere sahiptir. Borçlu olan kimseye borcu kadarı verilir, fakir ve yoksula da kendilerine ve aile fertlerine yetecek kadarı verilir. Bunlara nisab miktarı, yahut ondan daha az miktarın verilmesinin cevazı hususunda farklı görüşler vardır. Bu farklı görüşlerin esasını ise, daha önce geçen zekât almayı câiz kılan fakirlik sının ile ilgili görüş ayrılığı teşkil eder. Ali b. Ziyad ve İbn Nâfi'in rivâyetlerine göre bu hususta bir sınır yoktur. Bu, verilecek miktar valinin içtihadına göre tesbit edilir. Kimi zaman yoksullar azalabilir ve zekât artabilir. O takdirde fakire bir yıllık geçimini karşılayacak kadar verilir. Muğire'nin rivâyetine göre ise fakire nisabdan daha aşağı miktar verilir ve hiçbir zaman nisab miktarına ulaşılmaz. Müteahhir âlimlerden kimisi de şöyle der: Eğer bir şehirde birisi nakit, diğeri de ziraat mahsulleri olmak üzere iki ayrı zekât varsa, fakire, öbürünün zekât vaktine kadar kendisini ulaştıracak bir miktar verilir. İbnü'l-Arabî der ki: Benim görüşüme göre fakire nisab miktarı verilir. İsterse o şehirde iki veya daha fazla tür zekât alınmış olsun. Çünkü maksat zengin oluncaya kadar fakiri ihtiyaçtan kurtarmaktır. O bu miktarı aldıktan sonra diğer zekât gelecek olur da yanında kendisine yetecek kadar bir miktar varsa, bu sefer onu başkası alır. Derim ki: Nisab miktarının verilmesi hususunda rey ashâbının görüşü de budur. Ancak Ebû Hanîfe, câiz görmekle birlikte, bunun mekruh olduğu görüşündedir. Ebû Yûsuf ise mutlak olarak câiz kabul eder ve şöyle der: Çünkü onun aldığı zekât miktarının bir bölümü şu andaki ihtiyacı içindir. Dolayısıyla şu andaki ihtiyacından arta kalan miktar da (nisab olan) ikiyüz dirhemden daha aşağıdadır. Eğer bir defada ikiyüz dirhemden fazla fakire verecek olursa, bu sefer şu an için duyduğu ihtiyaç miktarından arta kalan ikiyüz dirhem kadar olur, bundan dolayı bu kadar bir miktarı vermek câiz olmaz. Hanefî âlimlerin müteahhirleri arasında şöyle diyenler de vardır: Eğer böyle bir kimsenin geçindirmekle yükümlü olduğu aile efradı yoksa, borcu da bulunmuyorsa hüküm böyledir. Eğer üzerinde borcu varsa, borcunu ödemesi halinde elinde ikiyüz dirhemden az bir miktar kalacaksa ona ikiyüz dirhem ya da daha fazla vermekte bir mahzur yoktur. Şayet geçindirmekle yükümlü olduğu aile efradı varsa, verilen miktar aile efradına paylaştırılması halinde herbirisine ikiyüz dirhemden daha aşağı bir miktar isabet edecek kadar vermesinde bir mahzur yoktur. Çünkü böyle birisine tasaddukta bulunmak, hem ona, hem de aile halkına tasaddukta bulunmak demektir. Bu da güzel bir görüştür. 28. Zekât Alacak Fakirlerin Nitelikleri: Şunu bil ki, yüce Allah'ın: "...Fakirlere..." âyeti mutlaktır. Bunda herhangi bir şart veya bir kayıt bulunmamaktadır. Aksine bu âyette Haşimoğullarından olsunlar olmasınlar bütün fakirlere zekât vermenin câiz olduğuna delâlet vardır. Ancak, sünnet-i seniyye birtakım şartların nazar-ı itibara alınacağı doğrultusunda varid olmuştur. Bu şartlardan birisi, bu fakirlerin Haşimoğullarından olmaması ve sadaka (zekât) verenin nafakasını sağlamakla yükümlü bulunmadığı kimselerden olmasıdır. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Üçüncü bir şart ise sadaka alacak kimsenin kazanabilecek güce sahip olmaması şeklindedir. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Sadaka (zekât), zengin ve azaları (gücü kuvveti) yerinde herhangi bir kimseye helal değildir" Bu hadis daha önce 5. ve 22. başlıklarda geçmiş, kaynakları da orada gösterilmişti. diye buyurmuştur. Buna dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. Yine, İslâm âlimleri arasında farz sadakanın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "e de, Hafimoğullarına da, onların mevlalarına da helal olmadığı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Ebû Yûsuf tan ise, Haşimoğullarından birisinin sadakası (zekâtı) nın, yine Haşimoğullarına mensup bir başka kimseye verilmesinin câiz olduğuna dair bir görüş rivâyet edilmiştir ki, bunu el-Kiyâ et-Taberî nakletmektedir. el-Kiya et-Taberî, Ahkâmu'l-Kur'ân, III, 209. Ancak, el-îktiyar, 1, 121'de bu görüşün, Ebû Hanîfe'ye aîı olduğu ve Ebû Yûsuf’un bu hususta ona muhalefet ettiği belirtilmektedir. Kimi ilim adamı garip bir istisna teşkil ederek şöyle der: Haşimoğullarının mevlalarına hiçbir sadaka türü haram değildir. Ancak bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sabit olana muhaliftir. Çünkü o, mevlâsı Ebû Rafı': "Bir kavmin mevlası (azadlı kölesi) onlardandır" Ebû Dâvûd, Zekât 29; Tirmizî, Zeküt 25; Nesâî, Zekât 97; Dârimî, Siyer 82; Müsned, III, 448, IV, 340, VI, 8, 10, 390. diye buyurmuştur. 29. Haşimoğullarına Nafile Sadaka Verilebilir mi?: Haşimoğullarına nafile sadaka vermenin cevazı hususunda da ilim adamları arasında görüş ayrılığı vardır. İlim ehlinin çoğunlukla kabul ettiği sahih olan görüşe göre nafile sadakanın Haşimoğullarına ve onların mevlâlarına verilmesinde bir mahzur yoktur. Çünkü Hazret-i Ali, Hazret-i Abbas ve Hazret-i Fatıma Allah onlardan razı olsun-Haşimoğullarından bir grup kimseye sadaka vermişler, onlar lehine vakıflar yapmışlardır. Onların yaptıkları vakıf sadakaları ise bilinmektedir ve meşhurdur. İbnü'l-Macişun ile Mutarrif, Esbağ ve İbn Habib derler ki: Haşimoğullarına farz sadakadan da, nafile sadakan da birşey verilmez. İbnü'l-Kasım ise şöyle demektedir: Haşimoğullarına nafile sadaka verilebilir. Yine İbnü’l-Kasim der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den gelen: "Sadaka Muhammed'in âline helal değildir" Buhârî, Zekat 57; Müslim, Zekât 167; Nesâî, Zekât 7, 95; Muvatta’', Sadaka 13. şeklindeki hadis, sadece zekât hakkındadır, nafile sadaka ile ilgili değildir. İbn Huveyzimendad da bu görüşü tercih etmiş, Ebû Yûsuf ve Muhammed de bu görüşü benimsemişlerdir. İbn Kasım der ki: Onların mevtalarına (azad ettiklerine) her iki sadaka türünden de verilebilir. Mâlik de “el Vâdiha" şöyle demektedir Muhammed âline nafile sadaka verilmez. İbnü’l-Kasım der ki: Mâlik'e, ya onların mevlalarına (verilir mi?) diye sorulunca, ben mevlalardan kastın ne olduğunu bilmiyorum, diye cevap verdi. Bu sefer ben ona, Hazret-i Peygamber'in: "Bir kavmin mevlası onlardandır" âyetini ona karşı delil gösterince, bu sefer (bana: yine Hazret-i Peygamber): "Bir kavmin kızkardeşi de onlardandır" diye buyurmuştur dedi. Esbağ dedi ki: Ancak bu, iyilik ve hürmet konusunda böyledir. 30. Bu Şekilde Harcama Allah'ın Farz Emridir: "Allah'tan bir farz olarak" âyeti Sîbeveyh'e göre mastar olarak nasb edilmiştir. Yani; "Allah sadakaları kafi bir şekilde (böylece) farz kılmıştır," anlamındadır. Bununla birlikte el-Kisaî'nin görüşüne göre kat1 ile (önceki kelime üzerinde durak yapmak sureti ile) ref edilmesi de caizdir. Yani; bunlar farzdır, anlamında olur. ez-Zeccâc der ki: Ben bu âyetin bu şekilde (ref’ ile) okunduğuna dair bir şey bilmiyorum. Derim ki: İbrahim b. Ebi Able bunu haber yaparak böylece okumuştur. Nitekim; "Zeyd ancak dışarı çıkmakta olandır," demek de buna benzemektedir. 61Peygambere eziyet eden ve: "O bir kulaktır" diyenler de onlardandır. De ki; "O sizin için hayırlı bir kulaktır. Allah'a İnanır ve mü’minler’in sözüne inanır. O, İçinizden îman edenler için de bir rahmettir." Allah'ın Rasulünü incitenler için can yakıcı bir azap vardır. Yüce Allah münafıklar arasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)i incitecek sözler söyleyerek ileri geri konuşup dillerini uzatan ve: Eğer bu konuda bana sitem edecek olursa ben ona böyle bir şey söylemedim diye yemin ederim, o da bunu kabul eder. Çünkü o her söyleneni dinleyen bir kulaktır, diye düşünen kimseler olduğunu beyan etmektedir. el-Cevherî der ki; Bir kimse her söyleyenin sözünü dinliyor ise ona; "Kulak kesilen bir adam" denilir. Tekil ve çoğulu aynıdır. Ali b. Ebi Talha, İbn Abbâs'tan yüce Allah'ın: "O bir kulaktır" âyeti hakkında: Söyleyeni dinleyen ve kabul eden kimse demektir, diye açıkladığını rivâyet eder. Bu âyet-i kerîme Attâb b. Kuşeyr hakkında inmiştir. O: Muhammed ancak kendisine söylenen herşeyi kabul eden bir kulaktır, demişti. Bir başka görüşe göre bu kişi Nebtel b. el-Hâris'tir. Bu açıklamayı de İbn İshak yapmıştır. Nebtel iri yarı, saçı sakalı birbirine karışmış, esmer, gözleri kızıl, yanaklarının siyahlığına kırmızılık karışmış acaib hilkatli birisiydi. Kendisi hakkında Hazret-i Peygamberin: "Bir şeytanı görmek isteyen kimse Nebtel b. el-Hâris'e baksın" diye buyurduğu kişi de odur. el-Vâhidî, Esbâbu Nuzûli'l-Kur'ân, s.254; Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensur, IV, 227. Kulak" kelimesi, "zel" harfi ötreli de sakin de okunmuştur. "De ki: O, sizin için hayırlı bir kulaktır" âyeti o, sizin için hayırlı bir kulaktır, kötü bir kulak değildir, demektir. Yani o, sizin için hayırlı olanı işitir, kötü olanı işitmez. Bu âyet; el-Hasen ve Ebû Bekr'in rivâyetine göre Âsım tarafından; şeklinde ötreli ve tenvinli olarak okunmuştur. Diğerleri ise, İzafet ile (yani "nun" harfi tek ötreli, ondan sonraki kelime ise iki esreli) okunmuştur. Hamza ise, ("mü’minlere inanır" anlamındaki âyetten sonra gelen): "bir rahmet" kelimesini esreli okumuştur. (Bu kıraate dair açıklamalar biraz sonra gelecektir). Diğerleri ise bu kelimeyi; "Bir kulaktır" âyetine atfederek ref ile okumuşlardır. İfadenin takdiri ise şöyle olur: O, sizin için hayırlı bir kulaktır ve bir rahmettir. Yani o, hayırlı şeyleri işitendir. Şer şeyleri işiten değildir. Bu da şu demektir. O, sevdiği (bir diğer nüshadaki kelimeye göre: İşitilmesi gereken) şeyi işitir ve o bir rahmettir. Ancak, "rahmet" kelimesinin esreli okunuşuna (ki, Hamza 'nın kıraatidir) göre ise bu kelime; "Hayır" kelimesine atfederek okunmuştur. en-Nehhâs der ki: Bu, Arap dili bilginlerine göre açıklanma ihtimali uzak bir okuyuştur. Çünkü, her iki isim arasında uzaklık meydana gelmiştir. Esreli okuyuşta ise bu oldukça çirkindir. el-Mehdevî der ki: "Rahmet" kelimesi "hayırlı" kelimesine atf ile esreli okunur. Yani: O, hayırlı şeyleri işiten bir kulaktır ve rahmet olan şeyleri işitendir, demek olur. Çünkü rahmet de hayır kapsamı içeresindedir. "Rahmet" kelimesinin, "mü’minler" kelimesine atfedilmesi doğru olamaz. Çünkü bu: O, Allah'a da inanır, mü’minlere de inanır (güvenir), anlamındadır. Buna göre Kûfelilerin görüşüne göre, "mü’minler" anlamındaki kelimenin başındaki "radıyallahü anh" zaiddir. Yüce Allah'ın: "Onlar Rabblerinden korkarlar" (el-A'raf, 7/154) âyetinde de böyledir, ("Rabbleri" kelimesinin başındaki "lâm" zaiddir). Ebû Ali de der ki: Bu, yüce Allah'ın: "O size ulaşmış bulunuyor" (en-Neml, 27/72) âyetindeki gibidir. el-Müberred'e göre ise bu lâm, fiilin kendisine delâlet ettiği bir mastara taalluk etmektedir ki, ifadenin takdiri: O, kâfirleri değil de mü’minleri tasdik eder, anlamında olmak üzere; şeklindedir. Mana nazar-ı itibara alınarak lâm getirilmiş olabilir. Çünkü; İnanır" kelimesi, "Doğrular, tasdik eder"; anlamındadır. Burada da yüce Allah'ın: "Önündekini tasdik edici" (el-Bakara, 2/97; Âl-i İmrân, 3/3) âyetinde olduğu gibi, "lâm" ile teaddi etmiştir (geçişli fiil haline gelmiştir). 62Sizi hoşnut etmek için huzurunuzda Allah'a yemin ederler. Halbuki daha doğru olan, Allah'ı ve Rasûlünü hoşnut etmeleridir; eğer mü’min iseler. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: Rivâyete göre aralarında el-Cülâs b. Süveyd ile Vedîa b. Sâbit'in bulunduğu münafıklardan bir topluluk bir arada bulunuyordu. Yanlarında Ensar'dan Âmir b. Kays adında bir genç çocuk da vardı. Onu önemsemediler, ileri geri konuştular ve şöyle dediler: Eğer Muhammed'in dediği gerçekse biz elbette eşeklerden daha kötü bir durumdayız. Genç delikanlı buna kızdı ve: Allah'a yemin olsun ki onun söylediği gerçektir ve siz de eşeklerden daha kötüsünüz dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de onların söylediklerini bildirdi. Münafıklar ise Âmir’in yalan söylediğine dair yemin ettiler. Amir ise, hayır yalancılar onlardır, dedi ve buna dair yemin edip; Allah'ım, bizi birbirimizden ayrılmadan doğru söyleyenin doğruluğunu, yalan söyleyenin de yalancılığını ortaya çıkar, dedi. Bunun üzerine şanı yüce Allah: "Sizi hoşnut etmek için huzurunuzda Allah'a yemin ederler" âyetinin da yer aldığı bu âyet-i kerimeyi el-Vâhidî, a.g.e., s.254-255; buna yakın başka bir rivâyet; Süyûtî, a.g.e., I, 228. indirdi. 2. Allah ve Rasûlünü Razı Etmek: Yüce Allah'ın: "Halbuki, daha doğru olan Allah'ı ve Rasûlünü hoşnut etmeleridir" âyeti mübtedâ ve haberdir. Sîbeveyh'in görüşüne göre ifadenin takdiri, "Daha doğru olan Allah'ı hoşnut etmeleridir, yine daha doğru olan O'nun Rasûlünü hoşnut etmeleridir" şeklinde olup, daha sonra hazfedilmiştir. Nitekim şairlerden birisi şöyle demiştir: "Biz yanımızdakine, sen de yanımdakine razısın. Görüş (lerimiz) ise farklıdır." Muhammed b. Yezid der ki: İfadede herhangi bir hazf yoktur. İfadenin takdiri; "Daha doğru olan Allah'ı razı etmeleridir, Rasûlünü de" şeklinde olup takdim ve tehir vardır. el-Ferrâ' der ki: İfadenin anlamı, "daha doğru olan ise Rasûlünü razı etmeleridir" şeklindedir. "Allah" lâfzı ise bir söz başlangıcıdır. Nitekim, Allah dilerse ve sen dilersen ifadesi de böyledir. en-Nehhâs ise der ki: Sîbeveyh'in görüşü bunların en uygun olanıdır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den: "Allah dilerse ve sen dilersen" demenin nehy edildiği sahih rivâyetle sabit olmuştur. Herhangi bir ifadenin eğer manası da doğru ise, hiçbir ifadede ne takdim, ne de tehir takdirine gidilmez. Derim ki: Şöyle de denilmiştir: Şanı yüce Allah, rızasını Rasûlünün rızası ile iç içe kılmıştır. Nitekim O'nun: "Rasûle itaat eden Allah'a itaat etmiş olur" (en-Nisâ, 4/80) âyeti de bunu göstermektedir. er-Rabi' b. Haysem, bu âyet-i kerimeyi okudu mu durur, sonra da şöyle dermiş: Öyle bir âyet ki, hem ne âyet! Allah bu işi ona havale etti ve o bize hayırdan başka birşey emretmez. 3. Yemin Edenin Yeminini Kabul Etme Gereği: (Mezhebimize mensup.) ilim adamlarımız derler ki: Bu âyet-i kerîme, yemin edenin yeminini -kendisine yemin edilen kişinin razı olma yükümlülüğü bulunmasa dahi- kabul etmenin gerektiğini ihtiva etmektedir. Yemin, davacının bir hakkıdır. Yine âyet-i kerîme, daha önceden de geçtiği üzere yeminin yüce Allah'ın adına yapılması gerektiğini de ihtiva etmektedir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yemin eden ya Allah adına yemin etsin, yahut sussun. Buraya kadar: Buhârî, Şehâcföt 26, Edeb 74, Eymân 4; Müslim, Eyman 3; Dârimî, Nüzür 6; Muvatta’'', Nüüftr 14; Müsned, II, 7, 11. Kendisine yemin edilen kişi de tasdik etsin." Yeminlere ve yeminlerden istisna yapmaya (inşaallah demeye) dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Mâide Sûresi'nde (5/89. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 63Hâlâ bilmezler mi ki, kim Allah'a ve Rasûlüne karşı sınır mücadelesine kalkışırsa ona içinde ebedi kalacağı cehennem ateşi vardır. En büyük rüsvaylık işte budur. Yüce Allah'ın: "Hâlâ bilmezler mi ki" âyetinde kastedilenler münafıklardır. İbn Hürmüz ile el-Hasen ise bunu muhatap kipi olarak; "Bilmez (mi) siniz?" diye okumuşlardır. lâfzı, Bil(mez)ler" ile nasb mahallindedir. "He" zamiri ise söylenen söze ait bir zamirdir. "Kim Allah'a... karşı sınır mücadelisine kalkışırsa" âyeti mübtedâ olarak ref mahallindedir. "Sınır mücadelesine kalkışmak" ise, "Ayrılık" kelimesinde olduğu gibi birisinin bir sınırda, diğerinin de bir sınırda kalması, bulunması demektir. Mesela, Filan filana karşı sınır mücadelesine girişti," ifadesi kullanılır ve bir kimsenin kendisine ait olmayan bir sınır içerisinde bulunması başka sınıra düşmesi anlamı kastedilir. "Ona... cehennem ateşi vardır" âyeti ile ilgili olarak şöyle denmektedir: Şart cünlesinde "fe" harfinden sonra gelen (cevap cümlesi) mübtedâ kabul edilir. O bakımdan, burada hemze esreli olarak; denilmesi gerekirdi. el-Halil ve Sîbeveyh de burada esreli olarak okunmasını câiz kabul etmişlerdir. Sîbeveyh, bu da güzeldir der ve şu beyitleri (şahit olarak) nakleder: "Uğrayanların azlığı dolayısıyla (tadı) değişen suları bilirim hâlâ da. Uzun süre yol aldıklarından dolayı yorgun düşmüş develer hızla yol alırlar. Şüphesiz binek develerim uzun süre konup göçmekten usanırlarsa da Ben yine de bu işten sonunda payımı elde etmek için muhakkak ısrarla yoluma devam ederim." Şu kadar var ki, genelde herkes; şeklinde hemzeyi üstün ile okumaktadırlar. Yine el-Halil ve Sîbeveyh şöyle demektedirler: (âyet-i kerimedeki) ikinci (........); birincisinden bedeldir. El Müberred, bu görüşün makbul olmadığını, doğru olanın ise el-Cermî'nin açıklaması olduğunu iddia ederek şöyle der: İkincisi, araya uzunca ifadeler gelmiş olduğu için te'kid maksadıyla tekrar edilmiştir. Bunun benzeri yüce Allah'ın şu âyetleridir: "Ve âhirette de en büyük hüsrana uğrayacaklar onlardır" (en-Neml, 27/5). Yüce Allah'ın şu âyeti de böyledir: " Sonra ikisinin de akibetleri muhakkak ikisi de orada ebedi olmak üzere ateşin içinde kalmalarıdır." (el-Haşr,59/17) el-Ahreş der ki: Bu âyette âyetin anlamı böyle bir kimseye ateşin vacip olacağıdır. el-Müberred bunu kabul etmeyerek şöyle der: Bu bir hatadır. Çünkü şeddeli ve üstün olan; mübtedâ olarak kullanılıp haber hazfedilmez, Ali b. Süleyman da der ki: Mana; Vacip olan onun için cehennem ateşi olduğudur, şeklindedir. Buna göre ikincisi, mahzut bir mübtedânsn haberidir. Ytne şöyle denilmiştir: İfade; Onun için ona muhakkak cehennem ateşi vardır, takdirindedir. Buna göre; (öl) edatı, "fe" ile arasında mecrur olan ismin takdiri üzere ref mahallındedir. 64Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine açıkça haber verecek bir sûrenin tepelerine indirilmesinden çekiniyorlar. De ki: "Siz alay edin bakalım! Şüphesiz Allah çekindiğinizi açığa çıkarandır." Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Münafıklar... çekiniyorlar" âyeti bir haberdir, emir değildir. Bunun haber olduğuna bundan sonra gelen: "Şüphesiz Allah çekindiğinizi açığa çıkarandır" âyeti delildir. Çünkü onlar inâdî olarak küfre sapmışlardı. es-Süddî der ki: Kimi münafıkların: Allah'a yemin ederim, hakkımızda bizi rezil edecek bir şeyler inmesindense öne çıkan lıp bana yüz sopa vurulmasını daha çok arzu ederim, demesi üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. el-Vâhıdî, Esbâbu Nuzûli'l-Kur'ân, s.255 "Çekiniyorlar" buna karşı kendilerini korumaya çalışıyorlar, anlamındadır. ez-Zeccâc dedi ki: Âyetin anlamı, çekinsinler şeklinde olup emirdir. Nitekim (emir vermek kastı ile): Bunu yapar, demek de buna benzemektedir. Yüce Allah'ın: "Tepelerine indirilmesinden..." âyetindeki; "(........): ... me..." nasb mahallinde olup "indirilmesinden" anlamını kazandırmaktadır. Sîbeveyh'in görüşüne göre ise bu edatın;" den"in hazfine göre cer mahallinde olması da mümkündür. Ayrıca; "Çekinirler" fiilinin mefûlü olarak nasb mahallinde olması da mümkündür. Çünkü Sîbeveyh Zeyd'den çekindim," tabirinin kullanılmasını uygun görmekte ve (bu kullanılışa örnek olmak üzere de) şöyle bir beyit nakletmektedir: "Zarar vermeyecek işlerden çekinmekte, bununla birlikte güven duymaktadır Kendisini kaderlerden korumayacak şeylerde." Ancak el-Müberred bunu câiz kabul etmemektedir. Çünkü "çekinmek" kişinin tavırlarında görülen bir iştir. "Tepelerine" ifadesinin anlamı, mü’minler üzerine demektir. "Bir sûre'den kasıt ise münafıklar hakkında mü’minlere münafıkların gülünçlüklerini, kötülüklerini ve ayıplarını anlatacak bir sûre indirilmesinden çekinirler, demektir. İşte bundan dolayı bu sûreye, sûrenin tefsirinin baş taraflarında da geçtiği gibi "el-Fâdıha (iç yüzleri açıklayan, rezil eden)" "el-Musîre (açıklayan, yayan" ve "el-Muba'sire (araştıran)" adlan verilmiştir. el-Hasen der ki: Müslümanlar bu sûreyi "el-Haffâre (kazıcı)" diye de adlandırırlardı. Çünkü bu sûre münafıkların kalplerinde bulunanları kazıyarak ortaya çıkarmıştır. Yüce Allah'ın: "De ki: Siz alay edin bakalım" âyeti korkutma ve tehdit ihtiva eden bir emirdir. 'Şüphesiz Allah çekindiğinizi açığa çıkarandır" sîzin açığa çıkmasından korkup çekindiğiniz şeyi ortaya çıkarandır. İbn Abbâs der ki: Allah münafıkların isimlerini de indirdi. Bunlar yetmiş kişi idiler. Daha sonra bu isimler O'nun refet ve rahmetinin bir tecellisi olarak Kur'ân-ı Rerîm'den nesh edildi. Çünkü onların çocukları müslüman idi ve insanlar birbirlerini ayıplayabiliyorlardı. Buna göre yüce Allah; "Şüphesiz Allah çekindiğnizi açığa çıkarandır" âyetinde sözünü ettiği vaadini gerçekleştirmiştir. Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah'ın açığa çıkarması, Peygamberine onların hallerini ve isimlerini bildirmesi sureti ile olmuştur. Yoksa onların İsimlerinı Kur'ân-ı Kerîm'de İndirmesi şeklinde değil. Zaten yüce Allah bir başka yerde: "Sen onları muhakkak söyleyişlerinden de bilirsin" (Muhammed, 47/30) diye buyurmaktadır. Bu ise bir çeşit ilhamdır. Münafıklar arasında tereddüt içerisinde bulunan ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ı yalanlamak ya da onu tasdik etmek hususunda kesin bir kanaate varmayan kimseler de vardı. Aralarında onun doğruluğunu bildikleri halde îman etmeyip inatlaşanlar da vardı. 65Yemin olsun onlara soracak olsan elbette şöyle diyeceklerdir: "Biz sadece şakalaşıp eğleniyorduk" De ki: "Allah İle, O'nun âyetleri ile ve Rasûlü ile mi alay ediyordunuz?" Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: Bu âyet-i kerîme Tebûk gazvesi hakkında inmiştir. Taberî ve başkaları Katade'den şöyle dediğini naklederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebuk gazvesinde yolda giderken münafıklardan bir kesim de önünde yol alıyorlar ve şöyle diyorlardı: Şu Şam (Suriye) Saraylarını fethedecek ve sanoğullarının (Bizanslıların) kalelerini zaptedecek kimseye bir bakın! Yüce Allah kalplerinde olanı ve aralarında konuştuklarını Peygamberine haber verince şöyle buyurdu: "Şu önden gidenleri ben yanlarına gelinceye kadar alıkoyun," Daha sonra yanlarına varıp: "Siz şöyle şöyle dediniz" diye söyleyince yemin ederek: "Biz ancak şakalaşıyor ve eğleniyorduk" dediler ve bununla söylediklerinde ciddi olmadıklarım anlatmak istediler. Taberî, Abdullah b. Ömer'den şöyle dediğini nakleder: Ben bu sözü söyleyen kişi olan ve Rebia b. Sabit'i Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın devesine asılarak onunla beraber sürüklenip dururken, taşlar sebebiyle yolun şurasına burasına değip, bu arada da: Biz sadece şakalaşıyor ve eğleniyorduk derken gördüm. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise: "Allah İle, O'nun âyetlerlyle ve Rasûlü ile mi alay ediyordunuz?" diyordu. en-Nekkaş ise, Hazret-i Peygamberin devesine bu şekilde asılan kişinin Abdullah b. Ubeyy b. Selûl olduğunu nakletmektedir. el-Kuşeyrî de İbn Ömer'den böylece nakletmektedir. İbn Atiyye der ki: Bu bir yanlışlıktır. Çünkü Abdullah b. Ubeyy Tebuk'e katılmamıştır. el-Kuşeyrî ayrıca der ki: Hazret-i Peygamberin bu sözlerini Vedia b. Sâbit'e söylediği de ifade edilmiştir. Vedîa münafıklardan idi ve Tebûk gazvesine katılmıştır. (Mealde) şakalaşmak anlamı verilen: aslında, suya dalmak demektir. Daha sonra kendisinde itham ve eziyet verici ifadeler bulunan herşey hakkında kullanılır olmuştur. 2. Küfür Sözü Şaka da Söylense, Ciddi de Söylense Hüküm Aynıdır: Kadı Ebû Bekr b. el-Arabi der ki: Onların bu söyledikleri sözler ciddi de olabilirdi, şaka da olabilirdi. Ancak ne olursa olsun bu sözler küfürdür. Çünkü küfür sözleri şaka yollu söylemenin de küfür olduğu hususunda ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur. Tahkik, ilim ve hakkın; şaka ve ciddiyetsizlik ise batıl ve cehaletin kardeşidir. İlim adamlarımız derler ki: (Bu konuda isterseniz) yüce Allah'ın: "Sen bizi ataya mı alıyorsun dediler. O: Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım, dedi" (el-Bakara, 2/67) âyetine bakabilirsiniz. 3. Şaka ve Ciddiyetsizliğin Çeşitli Hükümlere Etkisi: İlim adamları şakanın, alış-veriş, nikâh ve boşama gibi sair hükümlerde etkisi hususunda üç ayrı görüş ortaya atmışlardır. Bir görüşe göre kayıtsız ve şartsız olarak şaka yollu söylenen bu sözler bu hükümlerde bağlayıcı değildir. İkinci görüş, mutlak olarak bağlayıcıdır. Üçüncü görüş ise, alış-veriş ile diğer hükümler arasında fark gözeten görüştür. Buna göre nikâh ve talakta bağlayıcıdır. Bu, talâk hususunda tek bir görüş olarak Şâfiî'nin görüşüdür, alış-verişte ise şakanın bağlayıcı bir hükmü yoktur. Mâlik ise, "Muhammed'in Kitab"ında şöyle demektedir: Şaka ve eğlenen kimsenin nikâhı bağlayıcıdır. Ebû Zeyd, İbnü’l-Kasmı'dan "el-Utebiye"de bağlayıcı olmadığını nakletmektedir. Ali b. Ziyad ise, bu durumda nikâh önce de olsa, sonra da (farkedilse) fesh edilir. Şakalaşan kimsenin satışı hususunda Şâfiî'nin iki görüşü vardır. Bizim (Mâlikî) mezhebimizin ilim adamlarının görüşlerinden de bu şekilde iki görüş çıkartılabilir. İbnü'l-Münzir ise, boşamanın ciddisinin de şakasının da aynı olduğu hususunda icma bulunduğunu nakletmektedir. Mezhebimize mensup müteahhir bazı ilim adamı da şöyle demiştir Her iki taraf da nikâhta olsun alış-verişte olsun şaka yollu söylediklerini ittifakla belirtirlerse bağlayıcı olmaz. Ancak, bu konuda aralarında ayrılık doğarsa, ciddi olduğu şaka olduğu iddiasına baskın kabul edilir. Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Dârakutnî, Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet ederler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Üç şey vardır ki bunların ciddisi de ciddidir, şakaları da ciddidir: Nikâh, boşama ve ricat." Tirmizî der ki: Bu, hasen, garip bir hadistir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashâbından olsun, diğerlerinden olsun, İlim ehlince uygulama da buna göredir. Ebû Dâvûd, Talâk 9; Tirmizî, Talâk 9; İbn Afdce, Talâk 13; Dârakutnî, III, 256, IV, 19. Derim ki: Evet, hadiste bu şekilde: "...ric'at" ifadesi de geçmektedir. Mâlik’in Muvatta’'ı'nda ise Yahya b. Saıd'den, o, Said b. el-Müseyyeb'den şöyle dediği nakledilmektedir: "Üç şey vardır ki, bunlarda oyun olmaz. Nikâh, talâk ve köle azad etmek." Muvutta, Nikâh 56. Ali b. Ebî Tâlib, Abdullah b. Mes'ûd ve Ebû'd-Derdâ'dan da böyle rivâyet edilmiş ve onların hepsi şöyle demişlerdir: Üç şey vardır ki bunlarda eğlenme de olmaz, geri dönüş de olmaz. Eğlensin diye de bunları yapan, ciddi olarak da bunları yapan (aynı durumdadır): Nikâh, talâk ve köle azad etmek. Said b. el-Müseyyeb'den, Hazret-i Ömer'in şöyle dediğini nakletmektedir: Dört şey vardır ki bunlar herkesin hakkında câiz (geçerli )dirler: Köle azadı, boşama, nikâh ve adaklar. Dahhak'dan da şöyle dediği nakledilmektedir: Üç şey vardır ki, bunlarda oyun olmaz. Nikâh, boşama ve Bk. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, XVI, 377-378. adaklar. 66Özür dilemeyin. Siz îman ettikten sonra gerçekten kâfir oldunuz. İçinizden bir grubu affetsek bile, günahkâr kimseler oldukları için diğer bir grubu azaplandıracağız. Yüce Allah'ın: "Özür dilemeyin. Siz, îman ettikten sonra gerçekten kâfir oldunuz" âyeti azar olmak üzere söylenmiş bir sözdür. Şöyle buyurulmuş gibidir: Fayda vermeyecek bir iş yapmaya kalkışmayın. Bundan sonra haklarında kâfir oldukları ve günahlarından dolayı özür dilemenin Fayda sağlamayacağı hükmü verilmektedir. "Özür diledi" ifadesi, mazereti oldu anlamınadır. Şair Lebîd şöyle der: "Tam bir yıl ağlayan bir kimse, artık özür dilemiş (mazereti kabul edilmiş) olur." Özür dilemek (i'tizâr) ise, (kalpte) duyulan olumsuz duyguların izlerini, etkilerini silmek demektir. Mesela; "Evlerin izleri silindi, gitti," denilir. İ'tizar da silinip gitmek manasınadır. Şair der ki: "Yoksa sen, el-Vedkâ (denilen yer, ya da kum tepesin) de alışageldiğin İzlerin silinip gittiği yerin alametlerini biliyor muydun?" İbnü'l-A'râbî der ki: Bu kelimenin asıl anlamı kesmektir. Ona, itizar ettim demek, onun kalbinde bulunan (bana karşı) olumsuz duygulan kestim, sona erdirdim demektir. Sünnet edildiği vakit çocuktan kesilen et parçacığına; denilmesi de buradan geldiği gibi, kız çocuğunun sünnet edilmesi halinde kesilen et parçacığına da; Yüce Allah'ın: "İçinizden bir grubu affetsek bile günahkâr kimseler oldukları için diğer bir grubu azaplandıracağız" âyeti ile ilgili olarak denildiğine göre bunlar üç kişi idiler. İkisi alay etmiş, bir diğeri de gülmüştü. Af olunan kişi, gülen ve herhangi bir söz söylemeyen kişi idi. "Grup" (anlamı verilen: taife), topluluk, cemaat demektir. Bir kişiye de mana itibariyle "taife" denilebilir. İbn'ul-Enbârî der ki: Bazan çoğul anlam ifade eden bir lâfız tek kişi hakkında da kullanılır. Mesela: "Filan kişi katırlarla çıktı," demek gibi. Yine der ki: "Taife" kelimesi ile tek kişi kastedilecek olursa, sonundaki "yuvarlak te"nin mübalağa için gelmesi de mümkündür. Affedilen kişinin ismi hakkında farklı görüşler vardır İbn İshak adının, Mahşî b. Humeyyir olduğunu söylerken, İbn Hişam, adının İbn Mahşî olduğu söylenmektedir, der. Halife b. Hayyât ise "Tarihimde bunun ismi, Muhâşin b. Humevyir'dir demektedir. İbn Abdi’l-Berr ise, Muhâşin el-Himyerî olduğunu zikrederken, es-Süheylî ise, Muhaşşin b. Humeyyir olduğunu belirtmektedir. Hepsi de bu kişinin Yemame'de şehid düştüğünü naklederler. Bu kişi tevbe etmiş ve ona Abdurrahman ismi verilmişti. O da şehid olarak öldürülüp, kabrinin nerede olduğunun bilinmemesi için Allah'a dua etmişti. Bunun, o vakit münafık mı, yahut müslüman mı olduğu hususunda da farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre önce münafıktı, daha sonra samimi bir şekilde tevbe etti. Bir diğer görüşe göre ise müslümandi. Ancak, münafıkların sözlerini işitince bundan dolayı gülmüş, münkerlerini değiştirmemişti. 67Münafık erkeklerle münafık kadınlar da birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder iyilikten alıkoyarlar, ellerini de siki tutarlar. Onlar, Allah'ı unuttular, O da onları unuttu. Şüphesiz münafıklar fasıkların tâ kendileridirler. Yüce Allah'ın: "Münafık erkeklerle münafık kadınlar" (mealindeki) âyeti mübtedâdır. "Birbirleri" ikinci mübtedâdır, bedel de olabilir. Haberi ise; "...lerindendir" âyetidir. "Birbirlerindendir" âyeti, onların dinden çıkması aynı şey gibidir, anlamındadır. ez-Zeccâc der ki: Bu yüce Allah'ın: "Onlar muhakkak sizden olduklarına dair Allah'a yemin ederler" (et-Tevbe, 9/56) âyeti ile ilişkilidir. Yani, onlar mü’minlerden değildirler. Aksine, birbirlerindendirler. Bu da onların münkeri emredip maruftan alıkoymak hususunda birbirlerine benzedikleri anlamına gelir. Ellerini sıkı tutmaları ise, onların cihadı terk etmeleri ve yerine getirmeleri gereken haklar hususunda cimrilik etmeleri demektir. Burada "unutmak" terketmek anlamındadır. Yani, onlar Allah'ın kendilerine verdiği emirleri terkettîler, O da şüpheleri içerisinde kendilerini terkedip bıraktı. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar, yüce Allah'ın emirlerini âdeta unutulmuş hale gelinceye kadar terkedip durdular. O da onları sevap ve mükâfatından unutulmuşlar seviyesine düşürdü. Katade der ki: "Onları unuttu", hayırdan onları mahrum bıraktı anlamındadır. Kötülükten ise onları unutmadı. (Kötülük işlemeye devam ettiler). Fısk, itaat ve dinin dışına çıkmak anlamındadır ki, buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/26'da) geçmiş bulunmaktadır. 68Allah, erkek münafıklara da, kadın münafıklara da, kâfirlere de orada ebediyyen kalıcılar olmak üzere cehennem ateşini va'detti. Bu onlara yeter. Allah onlara lanet etmiştir. Onlara bitip tükenmeyen bir azap vardır. "Allah, erkek münafıklara da... va'detti." Va'dedilen şey, hayır ise; Allah va'detti, denilir. Eğer bir kötülük ise, (isim ve mastarı): ) şeklinde gelir. "Ebediyyen kalıcılar olmak üzere" âyeti hal olarak nasb edilmiştir. Âmili ise mahzufdur. Orayı ebedi kalıcılar olma"k üzere boylarlar," demektir. "Bu onlara yeter" âyeti mübtedâ ve haberdir. Yani bu, (cehennem ateşi ve azap) onların amellerinin karşılığı olmak üzere yeterlidir. "Lanet (edilmek)", uzak düşmek demektir. Yani, Allah'ın rahmetinden uzak düşmüşlerdir anlamında olup, lanete dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/88. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Onlara bitip tükenmeyen" devamlı ve kalıcı "bir azap vardır." 69Siz de kendinizden öncekiler gibisiniz. Onlar sizden daha güçlü idi Malları ve evladan da daha çoktu. Onlar payları kadar faydalandılar. Sizden öncekiler kendi payları kadar faydalandıkları gibi, siz de payınız kadar faydalandınız ve onlar daldıkları gibi siz de daldınız. Onlar, dünyada da âhirette de amelleri boşa gitmiş olanlardır. Zarara uğrayanların tâ kendileri de işte bunlardır. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1- Siz de Kendinizden Öncekiler Gibisiniz: Yüce Allah'ın: "Sîz de kendinizden öncekiler gibisiniz" âyeti ile İlgili olarak ez-Zeccâc der ki: Buradaki "kef" (gibi anlamındaki edat), nasb mahallindedir. Yanı, yüce Allah onlardan öncekilere cehennem ateşini va'dettiğî gibi diğer kâfirlere de cehennem ateşini va'detmiştir. Şöyle de denilmiştir: Âyet, siz münkeri emredip maruftan alıkoymak hususunda sizden öncekilerin yaptıkları gibi yaptınız, şeklindedir ve burada muzaf hazmedilmiştir. Bir diğer açıklama da şöyledir: Siz de sizden öncekiler gibisiniz. Buna göre buradaki benzetme edatı ref mahallindedîr. Çünkü hazfedilmiş bir mübtedânın haberidir. "O: Daha güçlü" kelimesinin munsarıf olmayışı; vezninde sıfat-ı müşebbehe olduğundan dolayıdır. Bu kelimenin aslı şeklindedir. Yani onlar, sizden daha çetin bir güce sahip oldukları halde, yüce Allah'ın azabını kaldırmak imkân ve fırsatını bulamamışlardı. 2- Muhammed Ümmeti ve Önceki Ümmetler: Said (b. el-Müseyyeb), Ebû Hüreyre'den, o, Peygamber (,sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Sizden önceki ümmetlerin gittikleri yolda siz de arşın arşın, karış karış, kulaç kulaç gideceksiniz. Öyle ki, onlardan herhangi bir kimse bir keler deliğine dahi girecek olsa, şüphesiz siz de oraya gireceksiniz." Ebû Hüreyre dedi ki: Dilerseniz Kur'ân-ı Kerîmedeki şu âyeti okuyunuz: "Siz de kendinizden öncekiler gibisiniz. Onlar sizden daha güçlü idi. Malları ve evlatları da daha çoktu. Dolar payları kadar faydalandılar." Ebû Hüreyre der ki: Buradaki "pay"dan kasıt dindir. "Sizden öncekiler kendi payları kadar faydalandıkları gibi, siz de payınız kadar faydalandınız" âyetini âyeti bitirinceye kadar okudu. (Ashâb) dediler ki: Ey Allah'ın Peygamberi, yahudi ve hristiyanların yaptıklarını mı yapacağız? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Zaten insan diye onlardan başka kim var?" Taberî, Câmiu'l-Beyân, X, 176. Yine Sahih'te de Ebû Hüreyre'den Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Sizden öncekilerin yollarını karış karış, arşın arşın izleyeceksiniz. Hatta onlar keler deliğine girecek olsalar siz de oradan gireceksiniz." Ey Allah'ın Rasûlü, yahudi ve hıristiyanların mı? dediler, Hazret-i Peygamber: "Ya başka kim olabilir?" diye buyurdu. Buhârî, Enbiyâ 50, t'tisâm 14; Müslim, İlm 6; İbn Mâce, Filen 17; Müsned, II, 325, 327, 336..., III, 84, 89, 94. İbn Abbâs da dedi ki: Bu gece düne ne kadar da benziyor! İşte şu İsrailoğullarına benzedik çıktık. İbn Mes'ûd'dan da buna benzer bir söz nakledilmiştir. Yüce Allah'ın: "Onlar payları kadar faydalandılar." Yani, kendilerinden öncekilerin yaptıkları gibi onlar da dinlerinden paylarına düşen ile yararlandılar. "... Siz de daldınız" ifadesi ile de gaib zamirden hitap sigasına geçilmektedir, "Daldıkları gibi" yani, onların dalışları gibi daldınız. "Gibi" anlamını veren "kef" ise, hazfedilmiş bir mastara sıfat olarak nasb mahallindedir. Yani, siz de dalanların dalışı gibi daldınız demektir. ise, Kim, kimse gibi nakıs bir isimdir ve bu hem tekil, hem de çoğul hakkında kullanılır. el-Bakara Sûresi'nde (2/17. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Suya daldım, dalarım" denilir. Dalınan yere de denilir. Bu da insanların gerek piyade, gerekse binekli olarak katettikleri yer demektir. Çoğulu ise, şekillerinde gelir. Bu açıklama Ebû Zeyd'den nakledilmiştir. "Bineğini suya daldırdım," ise, "binekleri suya daldı" demektir. "Zorlu, sıkıntılı işlere daldım," demektir. kılıcını sapladığı kimsenin içinde hareket ettirdi," manasına gelir, "Kanında daldırdı" ifadesi mübalağa olarak kullanılır. İçecek şeylerin yayılması için kullanılan aracın adıdır. "İçeceği çalkaladım," ifadesi de buradan gelmektedir. Karşılıklı olarak konuşup söze dalmayı anlatmak üzere de; tabirleri kullanılır. Buna göre ifadenin anlamı şudur: Siz de oyun ve eğlence ile dünyevî işler arasına dalıp gittiniz. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın işini yalanlamaya daldınız diye de açıklanmıştır. "Onlar... amelleri" yani, hasenatları "boşa gitmiş" batıl olmuş "olanlardır." Buna dair açıklamalar daha önceden (2/217. âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Zarara uğrayanların tâ kendileri de işte bunlardır." Buna dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara, 2/28. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 70Onlara kendilerinden öncekilerin, Nûh, Âd, Semud kavimlerinin, İbrahim kavminin, Medyen ashâbının, Mu'tefikelerin haberi gelmedi mi? Peygamberleri onlara apaçık mucizelerle gelmişlerdi. Allah onlara zulmediyor değildi. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı. "Onlara kendilerinden öncekilerin... haberi gelmedi mi?" Buradaki soru, takrir (gerçeği söyletmek) ve sakındırmak anlamındadır. Yani onlar, bizim daha önceden kâfirleri helâk ettiğimizi işitmediler mi? "Nûh, Âd, Semud kavimlerinin" âyeti "ler" anlamını veren; den bedeldir. "İbrahim kavminin" yani, Kenan oğlu Nemrud'un ve kavminin; "Medyen ashâbının" Medyen, Hazret-i Şuayb'ın yaşadığı şehrin ismi idi. Medyenliler Yevmu'z-Zulle azâbı ile helâk edildiler. "Mu'tefikelerin" denildiğine göre bununla Lût kavmi kastedilmektedir. Çünkü, onların yaşadıkları yer kendileri de içlerinde olduğu halde alt üst oldu. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Bir görüşe göre de "Mu'tefikeler" helâk edilen herkes demektir. Mesela, dünya başlarına yıkıldı, demeye benzer. "Peygamberleri onlara apaçık mucizelerle gelmişlerdi." Burada (sözügeçen kavimlere gönderilen) bütün peygamberler kastedilmektedir. Bir görüşe göre de, Mu'tefikelere peygamberleri gelmişti, diye de açıklanmıştır. Buna göre onların peygamberleri yalnız başına Hazret-i Lût'tur. Ancak, her bir kasabaya bir peygamber gönderilmiştir. Mu'tefikeler ise üç kasaba idi. Dört olduğu da söylenmiştir. Bir başka yerde tekil olarak yalnızca "el-Mu'tefike" (en-Necm, 53/53) şeklindeki âyeti ise, cinsi anlatmak için gelmiştir. Bir diğer görüşe göre "peygamberler” ile tek bir peygamber kastedilmiştir. Yüce Allah'ın: "Ey Peygamberler, hoş ve temiz şeylerden yeyiniz" (el-Mu'minun, 23/51) âyetinde olduğu gibi. Oysa, Hazret-i Peygamber asrında ondan başka bir peygamber yoktu. Derim ki: Ancak, bu görüş tartışılır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den gelen sahih hadiste şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Allah, Peygamberlere verdiği emrin aynısı ile mü’minlere hitab etmiştir." Müslim, Zekât 65; Tirmizî, Tefsir 2. sûre 37; Dârimî, Rikaak 9: Müsned, II, 328. Bu hadis, bunun böyle olmadığına işaret etmektedir ki, bu da el-Bakara Sûresi'nde (2/172, ayetin tefsirinde) geçmiş idi. O halde kastedilenler bütün peygamberlerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "Allah onlara zulmediyor değildi." Yani, Allah kendilerine bir peygamber göndermedikçe onları helâk etmedi. "Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı." Ancak onlar, kendilerine karşı deliller ortaya konulmasından sonra kendi kendilerine zulmettiler. 71Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar birbirlerinin velileridir. Bunlar iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar. Namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler. Allah'a ve Rasulüne de itaat ederler. İşte Allah bunlara rahmet edecektir, şüphesiz Allah Azizdir. Hakimdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağiz; 1. Mü’minlerin Veliliği: "Birbirlerinin velileridirler" yani, candan sevgi, muhabbet, birbirlerine atıfetleri bakımından kalpleri birlik içerisindedir. Münafıklar hakkında ise: "Birbirlerindendirler" ifadesi kullanılmıştır. Çünkü onların kalpleri ayrılık içerisindedirler. Fakat hüküm itibariyle biri diğerine katılır. 2. İyiliği Emredip Kötülükten Alıkoymak: "Bunlar, İyiliği emreder." Yüce Allah'a ibadeti, O'nu tevhid etmeyi ve buna bağlı olan diğer bütün hususları emrederler. "Kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar." Putlara tapmaktan ve buna bağlı olan her husustan vazgeçirmeye çalışırlar. Taberî, Ebû'l-Âl-iyye'den şöyle dediğini nakleder: Kur'ân-ı Kerîm’de yüce Allah'ın sözünü ettiği bütün iyiliği emi edip, münkerden alıkoymaya dair âyetlerin hepsi putlara ve şeytanlara ibadeti yasaklamak anlamındadır. İyiliğin emredilip münkerden alıkonulması ile ilgili açıklamalar daha önce el-Mâide Sûresi (5/79. âyetin tefsirinde) ile Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/21-22. ayetlerin tefsiri, 2. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun. 3. Namazın Kılınması: Yüce Allah'ın: "Namazı dosdoğru kılarlar" âyetine dair açıklamalar, Bakara Sûresi'nin baş tarafında (el-Bakara,2/3. âyet, 4. başlıkta) daha Önceden geçmiş bulunmaktadır. İbn Abbâs der ki: Burada kastedilenler beş vakit namazdır. Buna göre sözü edilen zekât da farz zekât demektir. İbn Atiyye der ki: Bana göre nafilelerle övgü, daha beliğ (ileri derecede) dir. Zira nafileleri yerine getiren bir kimsenin tarzlan yerine getirmesi öncelikle söz konusudur. 4. Allah'a ve Rasûlüne İtaat Edenler: "Allah'a" farz kıldığı hususlarda "Rasûlüne de" kendileri için sünnet kıldıklarında "itaat ederler." Yüce Allah'ın: "İşte Allah bunlara rahmet edecektir" âyetindeki "sin" harfi, va'dolunan bu rahmetin gerçekleşeceği vaktin bir süresi bulunduğunu belirtmektedir ki, ruhlar bu va'di umarak nimetlensin. Şanı yüce Allah'ın lütfü, bu va'din yerine getirilmesinin teminatıdır. 72Allah mü’min erkeklere de mü’min kadınlara da -içlerinde ebediyyen kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler va'detti. Bir de Adn cennetlerinde hoş meskenler... Allah'ın rızası ise hepsinden daha büyüktür. En büyük kurtuluş İşte budur. "Allah, mü’min erkeklere de mü’min kadınlara da -içlerinde ebediyyen kalmak üzere- altından" yani, ağaçlarının ve köşklerinin altından "ırmaklar akan cennetler" bahçeler "va'detti." el-Bakara Sûresi'nde (2/25. ayetin tefsirinde) bu nehirlerin yataksız olarak, fakat zapturapt altında aktıklarına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. "Bir de Adn cennetlerinde" yani, ebedî ikâmet yurtlarında "hoş meskenler." Kokuları beşyüz yıllık mesafeden alınan zebercet, inci ve yakuttan köşkler... "Adn" İkâmet etmek anlamında olup, bir yerde ikâmet etti demek üzere denilir. "Maden (ma'din diye söylenir)" da buradan gelmektedir. Atâ el-Horasanî der ki: "Adn cennetleri" cennetin iç tarafıdır. Bunun tavanı İse Rahmân'ın Arşıdır. İbn Mes'ûd der ki: Adn cenneti cennetin iç tarafı yani, en mükemmel orta yeridir. el-Hasen der ki: Adn cenneti, altından bir köşktür. Oraya ancak bir peygamber, yahut sıddîk veya şehid, ya da adaletli bir hükümdar girebilir. Buna benzer bir görüş de ed-Dahhak'tan nakledilmiştir. Mukâtil ile el-Kelbî derler ki: Adn, cennetteki en üstün basamaktır. Tesnim pınan oradadır. Diğer cennetler ise onun etrafını çevrelemişlerdir. Bu cennet, Allah tarafından yaratıldığı günden itibaren peygamberler, sıddîkler, şehidler, salihler ve Allah'ın dilediği kimseler içine girecekleri vakte kadar örtülü kalacaktır. "Allah'ın rızası ise hepsinden daha büyüktür" yani bütün bunlardan daha büyüktür, "en büyük kurtuluş işte budur." 73Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et ve onlara sert ol! Yerleri cehennemdir onların. O, ne kotu bir dönüş yeridir! Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1. Kâfirlere Karşı Cihad: Yüce Allah'ın: "Ey Peygamber! Kâfirlere... karşı cihad et" âyetinde hitap Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'edir. Ondan sonra ümmeti de bu hitabın kapsamına girmektedir. Maksat, mü’minlerle birlikte kâfirlere karşı cihad et, şeklindedir diye de açıklanmıştır. İbn Abbâs der ki: Hazret-i Peygamber kâfirlere karşı kılıçla, münafıklara karşı dil ile İleri derecede azar ve sert sözler söylemek suretiyle cihad etmekle emrolunmuştur. İbn Mes'ûd'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Münafıklara karşı elinle cihad et, gücün yetmezse dilinle. Buna da gücün yetmezse, onlara karşı sen de surat as, yüzünü ekşit. el-Hasen der ki: Onlara hadleri uygulamak suretiyle ve dil ile münafıklarla cihad et, Katade de bu görüşü tercih etmiştir. Çünkü münafıklar hadleri gerektirici suçlan en çok işleyen kimselerdi. İbnü'l-Arabî der ki: Dil ile delili ortaya koymak, daimi bir hükümdür. Hadler ile ilgili ifadeye gelince, hadleri gerektiren işleri işleyenlerin çoğunlukla onlar olduğu iddiası delilsiz bir iddiadır. Günah işleyen asi, münafık değildir. Münafık, kalbinde nifakı gizleyen kimsedir ve onunla münafık olunur. Yoksa, zahiren organların yaptıklarıyla münafık olunmaz. Kendilerine had uygulananlara dair bize ulaşan haberlerden, bu suçlan işleyenlerin münafık kimseler olmadıkları anlaşılmaktadır. 2. Münafıklara Karşı Sert Davranmak: "Ve onlara sert ol" âyetindeki;"(.......) Sertlik" kelimesi re'fet (yumuşak kalpliliksin zıddıdır. Sertlik, bir işi bir kimsenin başına getirmek esnasında kalbin katılığı demektir. Bu ise dille olmaz. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi birinizin cariyesi zina edecek olursa, ona had vursun fakat hiçbir şekilde (ondan sonra) artık bunu yüzüne vurmak suretiyle onu azarlamasın." Buhârî, Buyû’ 66, 110, Itk 17, Hudûd 35, 36; Müslim, Hudûd 30-32; Ebû Dâvûd, Hudûd 32; Tirmizî, Hudûd 8; İbn Mâce, Hudûd 14; Dârimî, Hudûd 18; Muvatta’', Hudûd 14; Müsned, II, 249, 494, IV, 116, 117, 343, VI, 65. Yüce Allah'ın: "Şayet kaba, katı kalpli olsaydın, elbette onlar da etrafından dağılırlardı" (Âl-i İmrân, 3/159) âyeti de bu anlamı ortaya koymaktadır. Kadınların Hazret-i Ömer'e söyledikleri: "Sen Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan daha sert ve daha katısın" Buhârî, Bed'u’l-Halk 11, Fedâilıt Ashâbi'n-Nebiyy 6, Edeb 66; Müslim, be 22; Müsned, I, 171, 182. İfadeleri de bu kabildendir. "Sertlik (ğılza)"nın anlamı ise, kalp katılığı demektir. Bu, ise yüce Allah'ın; "Mü’minlerden sana tabi olanlara da kanatlarını indir" (eş-Şuara, 26/215) âyeti ile: "Onlara rahmet ile tevazu kanadını indir" (el-İsra, 17/24) âyetinde, sözü edilen yumuşak davranmanın zıddıdır. Bu âyet-i kerîme daha önce inmiş bulunan affetmek, sulh ve bağışlamak gibi bütün hükümleri nesh etmiştir. 74"Söylemediler" diye Allah'a yemin ederler. Şüphe yok ki, o küfür sözünü söylediler. Onlar, müslümanlıklarından sonra kâfir oldular ve başaramadıkları bir işe de yeltendiler. Halbuki, intikam almaya kalkışmaları için Allah'ın ve Peygamberinin onları lütfuyla zenginleştirmiş olmasından başka bir sebep de yoktur. Eğer tevbe ederlerse onlar için hayırlı olur. Eğer yüzçevirirlerse, Allah onları dünyada da ânirette de pek acıklı bir azaba uğratır. Onların yeryüzünde ne bir velileri vardır, ne de bir yardımcıları. Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: 1. Ayetin Nüzul Sebebi ve Münafıkların Yalancılıkları: Yüce Allah'ın: "Söylemediler diye Allah'a yemin ederler" diye başlayan âyet-i kerimesinin, el-Culâs b. Suveyd b. es-Sabit ile Vedia b. Sabit hakkında nâzil olduğu rivâyet edilmiştir. Bunlar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında ileri geri konuşmuş ve: Allah'a yemin olsun eğer Muhammed bizim efendilerimiz ve hayırlılarımız olan diğer kardeşlerimiz hakkında söylediklerinde doğru ise, hiç şüphesiz biz de eşeklerden de daha kötüyüz, demişlerdi. Âmir b. Kays kendisine: Evet, Allah'a yemin ederim Muhammed hem doğrudur, hem doğruluğu tasdik edilmiştir. Şüphe yok ki sen de eşekten daha da kötü bir durumdasın, diyerek bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bildirir. el-Culâs, gelip Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın minberi yanı başında Âmir'in gerçekten yalancı olduğuna dair yemin etti, Âmir ise el Culâs'ın bu sözü gerçekten söylediğine yemin etti ve: Allah'ım, doğru söyleyen Peygamberine (bu hususta) birşeyler bildir, diye dua etmesi üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Onu işitenin Âsım b. Adiy olduğu da söylenmiştir, Huzeyfe olduğu da söylenmiştir. İbn İshak’ın dediğine göre ise, onun bu sözlerini asıl işiten kimsenin Umeyr b. Sa'd adındaki üvey oğlu olduğu da söylenmiştir. Ondan başkaları ise adının Mûsab olduğunu söylerler. Bunun pzerine el-Culâs, durumunu haber vermesin diye onu öldürmek istemişti. İşte: "Ve başaramadıkları bir işe de yeltendiler" âyeti onun hakkında nâzil olmuştur. Mücahid der ki: Arkadaşı, el-Culâs'a: Ben senin bu söylediklerini Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bildireceğim deyince, el Culâs onu öldürmek istediyse de daha sonra başaramadı, bu işi yapamadı. İşte yüce Allah'ın: "Ve başaramadıkları bir İşe de yeltendiler" âyeti ile buna işaret edilmektedir. Şöyle de denilmiştir: Bu âyet-i kerîme Abdullah b. Ubey hakkında indirilmiştir, O, Gıfarlılardan birisinin, Cüheynelilerden bir adam ile kavga etmekte olduğunu görmüş. Cüheyneliler Ensar ile antlaşmalı idiler. Ğıfarlılardan olan kişi Cüheynelilerden olan kişiye karşı üstünlük sağlayınca, İbn Ubey: Ey Evs ve Hazrecoğulları! Kardeşinize yardım edin. Allah'a yemin olsun ki, bizim misalimiz ile Muhammed’in misali ancak: "Köpeğini besle ki seni yesin" diyenin sözüne benzemektedir. Yemin olsun bizler Medine'ye dönecek olursak hiç şüphesiz daha aziz olan, oradan zelil olanı çıkartacaktır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu husus haber verilince, Abdullah b. Ubeyy yanına gelmiş ve böyle bir söz söylemediğine dair yemin etmişti. Bunu da Katâde söylemiştir. Bir üçüncü görüşe göre ise (söylediklerine işaret edilen) söz, bütün münafıklarırf söyledikleri bir sözdür. Bunu da el-Hasen ifade etmiştir. İbnü’l-Arabî der ki: Sahih olan da budur. Çünkü, söyledikleri belirtilen söze dair ifade geneldir ve bu ifadenin ihtiva ettiği anlam özel olarak bir kişi hakkında da, hepsi hakkında da fiilen vardır. Bunun da özetle İfade ettiği mana, bütün münafıkların Hazret-i Peygamber hakkında onun peygamber olmadığına inanmalarından ibarettir. 2. Münafıkların Söyledikleri Küfrü Gerektirici Sözler; Yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki, o küfür sözünü söylediler" âyeti ile ilgili olarak en-Nekkaş şöyle demektedir: Onlar Allah'ın va'detmiş olduğu feth (zafer)li yalanladıkları kastedilmektedir. Bir diğer görüşe göre, "küfür sözü"nden kasıt, el-Culâs'ın söylediği: Eğer Muhammed'in getirdiği bir gerçekse, şüphesiz biz eşeklerden daha kötü bir durumdayız, sözleri ile Abdullah b. Ubey'in: Yemin olsun Medine'ye dönecek olursak daha aziz olan oradan daha zelil olanı çıkartacaktır, sözleridir, el-Kuşeyrî der ki: Küfür sözünden kasıt: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e sövmek ve İslâm'a da dil uzatmaktır. "Onlar müslümanlıklarından sonra kâfir oldular." Yani, müslüman olduklarına dair hüküm verildikten sonra kâfir oldular. İşte bu da münafıkların kâfir olduklarına bir delildir. Yüce Allah'ın: "Bu, onların îman etmeleri, sonra da kâfir olmaları sebebiyle böyledir" (el-Münafikun, 63/3) âyetinde de buna dair kati bir delil vardır. Yine âyet-i kerîme; Îman, namazdaki söz ve fiiller dışında ancak: Lâ ilahe illallah sözü ile gerçekleşiyor ise de küfrün tasdik ve kesin bilgi ile çelişen her bir şey ile sözkonusu olduğuna da delil teşkil etmektedir, İshak b. Raheveyh der ki: Gerçekten ilim adamları diğer şer'i hükümler hususunda icma etmedikleri bir konuda, namaz hususunda icma etmişlerdir. Çünkü onlar icma ile şöyle derler: Bir kimsenin kâfir olduğu bilinse, sonra da aynı kişinin birçok defa namaz kıldığı sabit oluncaya kadar namaz kılmakta olduğunu görseler, bununla birlikte onun diliyle (îman ettiğine dair) ikrarını bilemeyecek olsalar dahi, o kimsenin imanına hüküm verilir, ancak oruç tutması ve zekât vermesi halinde onun hakkında benzeri bir hüküm verilemez. 3. Münafıkların Yeltendikleri ve Başaramadıkları İş: Yüce Allah'ın; "Ve başaramadıkları bir işe de yeltendiler" âyeti ile münafıkların Tebûk gazvesinde Akabe'den geçtikleri gecede onu öldürmek istemelerini kastetmektedir. Sayıları oniki kişi idi. Bu olaya dair etraflı bir rivâyet için bk: Müsned, IV, 453-454. Bu kişilerin isimleri de, el-Heysemî, Mecmau'z Zevâid, I, lll'de zikredilmektedir. Huzeyfe der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onların hepsini tek tek sayarak isimlerini söyledi. Ben: Onlara birilerini gönderip öldürmeyecek misin deyince, şöyle buyurdu: "Arapların, arkadaşlarını ele geçirip onlara üstünlük sağladı da onları Öldürmeye kalkıştı, demelerinden hoşlanmıyorum. Aksine, Allah'ın bunları ed-Dubeyle ile cezalandırması onlara yetecektir." Ey Allah'ın Rasûlü, ed-Dubeyle nedir? diye sorulunca şöyle buyurdu: "O, cehennemden bir ateş alevidir ki, onu onlardan birisinin kalbini ciğerlerine bağlayan damarı üzerine koyar ve nihayet onun canı çıkar." Nitekim böyle de oldu. Bu hadîsi bu manada Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Sıfatu'l-Münâfîkîn 9-11; Müsned, IV, 320. Bir diğer görüşe göre onlar, İbn Ubey'in etrafında (hükümdarları yapmak suretiyle) birleşmek ve toplanmak kastıyla İbn Ubey'ye tac giydirmek istemişlerdi. Bu hususun da sözkonusu edildiği uzunca hadis için bk. Buhârî, Tefsir 3. sûre 15, Merdâ 15, Edeb 115, İsti'zân 20; Müslim, Cihad 116; Müsned, V, 203. Bu hususta Mücahid'in görüşü az önce geçmiş bulunmaktadır. 4. Münafıkların Nankörlüğü: Yüce Allah'ın: "Halbuki, intikam almaya kalkışmaları için, Allah'ın ve Peygamberinin onları lütfuyla zenginleştirmiş olmasından başka bir sebep de yoktur." Yani, onların intikam almalarını gerektirecek bir durum bulunmamaktadır. Nitekim Nâbiğa (buna benzer bir ifadeyle) şöyle demektedir: "Onlardaki kusur, sadece ellerindeki kılıçların Ordularla çarpışmalarından dolayı körelmiş olmasından ibarettir." "İntikam almak” anlamındaki fiilin, mazi ve muzari kullanılışları: şeklindedir. Şair (mazisinin aynü'l-fiilinin esreli kullanılışına örnek olarak) şöyle demektedir: "Onların Ümeyyeoğullarından intikam almalarının tek sebebi, Ümeyyeoğullarının kızdıkları, öfkelendikleri vakit yumuşaklıkla (Mimle) mukabele etmelerinden başkası değildir." Şair Züheyr de şöyle demektedir; "Ertelenir, bir kitaba konulur ve saklanır Hesap gününe yahut da âcil olarak intikam alınır." Züheyr'in bu beyitindeki bu fiil, "kaf" harfi esreli olarak da üstün olarak da nakledilmektedir. en-Nehaî der ki: Onlar bir diyet talep ediyorlardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da bu diyetin onlara ödenmesi doğrultusunda hüküm verdi, ancak onlar buna ihtiyaçlarının olmadığını izhar ettiler. İkrime de bu miktarın oniki bin (dirhem) olduğunu zikretmektedir. Şöyle de denilmektedir: Öldürülen kişi de el-Culâs'ın azadh kölesi idi. el-Kelbî der ki: Onlar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Medine'ye gelişinden önce geçim darlığı içerisinde idiler. Atâ binemiyor, ganimet elde edemiyorlardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onların yanlarına (Medine'ye) gelince, ganimetlerle zengin oldular. İşte "kendisine iyilik yaptığın kimsenin sana yapacağı kötülükten kork" anlamındaki darb-ı mesel oldukça ünlüdür. el-Kuşeyrî Ebû Nasr der ki: el-Becelî'ye, yüce Allah'ın Kitabında: "Kendisine iyilik yaptığın kimsenin kötülüğünden kork" âyetini bulabiliyor musun? diye sorulmuş, O da: "Halbuki intikam almaya kalkışmaları için Allah'ın ve Peygamberin onları lütfuyla zenginleştirmesinden başka bir sebep de yoktur" âyetini okudu. 5. Tevbedeki Hayır ile Münafık ve Zındığın Tevbesi: Yüce Allah'ın: "Eğer tevbe ederlerse onlar için hayırlı olur" âyeti ile ilgili olarak rivâyet edildiğine göre, bu âyet-i kerîme nâzil olunca, el-Culâs ayağa kalkıp mağfiret diledi ve tevbe etti. İşte bu, küfrü gizleyip imanını açığa vuran kâfirin tevbe etmesinin geçerli olacağına delil teşkil etmektedir. Fukahanın zındık diye adlandırdığı kişi de budur. Ancak bu hususta ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Şâfiî tevbesi kabul edilir derken, Mâlik zındıkın tevbesi bilinemez. Çünkü o, imanını açığa vururken küfrünü gizlemektedir. Onun mü’min olduğu ise söylediği sözle bilinmektedir. İşte şimdi de her vakit de böyle yapılmaktadır. Zındık, açığa vurduğunun zıddını içinde gizlemekle birlikte, ben mü’minin der. Ele geçirildiği vakit de tevbe ettim der ve gerçek halinde herhangi bir değişiklik olmaz. Eğer zındıklığı tesbit edilmeden önce, kendiliğinden bize tevbe ederek gelecek olursa, tevbesi kabul edilir, âyet-i kerimede kastedilen de budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 6. Yüzçevirenlerin Dünya ve Âhiretteki Cezaları: "Eğer yüz çevirirlerse" yani, îman ve tevbe etmekten yüzçevirecek olurlarsa, "Allah onları dünyada da" öldürülmek suretiyle "âhirette de" cehennem ateşinde "pek acıklı bir azaba uğratır. Onların yeryüzünde ne bir velileri" yani, azaplarını engelleyebilecek kimseleri "vardır, ne de bir yardımcıları." Bu hususa dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara, 2/48. âyet, 6. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. 75İçlerinden kimi de Allah'a şöyle söz vermişti: "Eğer bize lütfündan ihsan ederse yemin olsun ki sadaka vereceğiz ve muhakkak ki, salihlerden olacağız." Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: 1. Âyetlerin Nüzul Sebebi: Yüce Allah'ın: "İçlerinden kimi de Allah'a şöyle söz vermişti..." ile ilgili olarak Katade şöyle demektedir: Burada sözü edilen kişi Ensardan birisidir. O şöyle demişti: Allah bana rızık olarak birşeyler verecek olursa, hiç şüphesiz ondaki Allah hakkını ödeyeceğim ve tasaddukta bulunacağım. Allah ona bu dediği şeyi verince, bu sefer Kitab-ı Kerîminde size okunan bu âyetlerde belirtilen işleri yaptı. O bakımdan yalan söylemekten kaçınınız. Çünkü yalan günahkârlığa götürür. Ali b. Yezid, el-Kasım'dan, o, Ebû Umame el-Bâhilîden rivâyet ettiğine göre Sa'lebe b. Hatıb el-Ensarî Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e dedi ki: Allah'a dua et de bana mal rızık versin, ihsan etsin. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Yapma ey Sa'lebe! Şükrünü edâ edebileceğin az bir mal, (şükrünün) altından kalkamayacağın çok (mal) dan hayırlıdır." İkinci bir defa gelerek yine Peygambere isteğini tekrarlayınca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah'ın Peygamberi gibi olmaya razı değil misin? Ben, dağların benimle birlikte altın olup yol almasını isteyecek olsam, hiç şüphesiz öylece yol alırlardı." Sa'lebe şöyle dedi: Seni hak ile gönderen adına yemin ederim ki, eğer sen Allah'a dua edip de O da rızık olarak bana mal ihsan edecek olursa, hiç şüphesiz her hak sahibine hakkını vereceğim. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona dua etti. O da koyun satın aldı. Solucan ve kurtların çoğalması gibi çoğaldılar. Medine ona dar geldi. Bu sefer Medine'nin dışına çıktı, Medine vadilerinden birisine yerleşti. Artık sadece öğle ve ikindi namazlarını cemaatle kılabiliyordu. Diğerlerini ise terk etti. Zamanla koyunları daha bir artıp çoğaldı, bu sefer Peygamber ve cemaati -Cuma namazı müstesna- büsbütün terketti. Koyunları artmaya devam etti, nihayet Cuma'yı da terketti. Bu sefer, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) üç defa: "Yazıklar sana ey Sa'lebe" diye buyurdu. Daha sonra yüce Allah'ın: "Mallarından bir sadaka al ki..." (et-Tevbe, 9/103) ayeti nâzil oldu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da zekât toplamak üzere iki kişiyi gönderdi. Onlara: "Sa'lebe'ye ve -Süleymoğullarından bir adamın ismini vererek- filana uğrayın ve onların sadakalarını (zekâtlarını) alın" dedi. Bu iki görevli Sa'lebe'ye gittiler. Ona, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın gönderdiği mektubu okuttular. Bu sefer O: Bu ancak cizyenin bir benzeridir. İşinizi gidin görün, bitirdikten sonra bana uğrayın dedi... ve hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Bu ise bilinen ünlü bir olaydır. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 31-32; hadisin sonunda: "Ravileri arasında Ali b. Yezid el-Elhânî vardır ve metruk bir râvidir" kaydıyla. Sa'lebe'nin zenginlik sebebinin bir amcası oğluna mirasçı olması olduğu da söylenmiştir. İbn Abdi’l-Berr der ki: Denildiğine göre, yüce Allah'ın: "İçlerinden kimi de Allah'a şöyle söz vermişti" âyeti, Sa'lebe b. Hatıb hakkında -zekat vermemesi üzerine- İnmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ancak, Bedir'de hazır bulunanlar hakkında söylediği nakledilen hadis ile âyet-i kerimede yer alan: "O da huzuruna çıkacakları güne kadar kalplerine bir nifak sokarak onları cezalandırdı" âyetinin birlikte anlaşılması zordur. Derim ki: İbn Abbâs'tan âyetin nüzul sebebine dair şu da nakledilmektedir: Hatıb b. Ebi Beltea'nın, Şam'da bulunan (ticaret) malının ulaşması gecikince, Ensar'ın bulunduğu toplantılardan birisinde: Eğer o malım kurtulursa ben onun bir bölümünü sadaka olarak dağıtacağım, ve akrabalık bağını gözeteceğim, dedi. Ancak, malı kurtulunca bu konuda cimrilik göstermesi üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Derim ki: Sa'lebe (b. Hâtıb) Bedir'e katılmış ve Ensar'a mensup bir kimsedir. Allah'ın da Rasûlünün de -el-Mümtehine Sûresi'nin baş taraflarında açıklanacağı üzere Orada ve sözü edilen olayda adıgeçen kişi Sa'lebe değil, Hatıb b. Ebî Beltea'dır. Salebe b. Hâtıb’ın Bedir'e katılmış ve Ensârdan olduğu bildirilmektedir. İbn Hacer, Bedir'e katılıp Uhud'da şehid olan Sa'lebe ile; bu üyelin kendisi hakkında nâzil olduğu belirtilen Sa'lebe'nin ayrı şahsiyetler olduğunu açıkça ifade etmektedir, (İbn Hacer, el-leâbe, I, 516-517). mü’min olduklarına dair lehlerine şahidlik ettiği kimselerdendir. O halde, ona dair gelen bu rivâyet sahih değildir. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Hakkında âyetin indirildiği ve zekât vermeyen Sa'lebe ile ilgili olarak açıklamalarda bulunanların bu açıklamalarının sahih olmama ihtimali de vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. ed-Dahhak der ki: Âyet-i kerîme münafıklardan Nebtel b. el-Hâris, el-Ced b. Kays ve Muattib b. Kuşeyr gibi bir takım kimseler hakkında inmiştir. Derim ki: Âyetin onlar hakkında indiğine dair bu açıklama daha uygun görünmektedir. Şu kadar var ki: Yüce Allah'ın: “Bir nifak sokarak onları cezalandırdı" âyeti, Allah'a ahid verenin, bundan önce münafık olmadığını göstermektedir. Ancak bunun anlamının: Allah, onların münafıklıklarını daha bir artırdı ve ölene kadar münafıklık üzere kalmaya devam ettiler, şeklinde olması hali müstesnadır. İşte ileride geleceği üzere yüce Allah'ın: "Huzuruna çıkacakları güne kadar" âyeti ile anlatılan da budur. 2. Allah 'a Söz Verenler: (Mezhebimize mensup) ilim adamlarımız derler ki: Yüce Allah: "İçlerinden kimi de Allah'a şöyle söz vermişti..." âyeti, bu söz veren kimselerin diliyle söz verip, kalbiyle ona inanmadığı ihtimali olduğu gibi, hem diliyle, hem kalbiyle Allah'a söz vermiş olup daha sonra sonunun kötü gelmiş olma ihtimali de vardır. Çünkü ameller sonları ile değerlendirilir, günler de âkibetleriyle. (Âyetin başındakı): " ...den" lâfzı mübtedâ olarak ref mahallindedir, haberi ise mecrûr ifade içindedir. "Yemin" lâfzı, Hadîs-i şerîfte de varid olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'in zahirinde ise, ancak bağlanmak ve hükmünü yerine getirmek kastıyla yemin lâfzı kullanılmıştır. Manayı te'kid için yemine gelince, buna "lâm" harfi delâlet etmektedir. Burada, birinci kasem, ikincisi de cevabın başına gelen "lâm" olmak üzere iki "lâm" vardır. Her ikisi de te'kid içindir. Nahivcilerden kimisi bu iki "lâm" da kasem "lâm'ı dır demekte ise de, birinci görüş daha kuvvetlidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 3. Yalnız Kişi için Bağlayıcı Olan Hükümler Neye Göre Verilir: Ahdetmek, boşamak ve kişinin tek başına kendisini ilgilendiren ve bu hususta başkasına İhtiyacı bulunmayan her bir hükümde, kişinin maksadı onun için bağlayıcı kabul edilir. İsterse bunu diliyle telaffuz etmesin. Bunu İlim adamlarımız ifade etmiştir. Şâfiî ve Ebû Hanîfe ise derler ki: Bir kimse bir şeyi söylemedikçe onun ile ilgili hiçbir hüküm hiçbir kimse için bağlayıcı olmaz. İlim adamlarımızın diğer görüşü de budur. İbnü'l-Arabî der ki: Bizim benimsediğimiz görüşün sıhhatinin delili, Eşheb'in, Mâlik'ten yaptığı şu rivâyettir: Mâlik'e: Bir kimse kalbiyle hanımını boşamayı niyet edip diliyle bunu telafuz etmeyecek olursa ne olur, diye sorulmuş, O da: Bu talakı gerçekleşir, onun için bağlayıcıdır. Tıpkı kişinin kalbiyle mü’min ve kalbiyle kâfir olması gibi bağlayıcıdır, demiştir. (Devamla) İbnü’l-Arabî der ki: İşte bu harikulade bir aslî delildir ve bu delile göre şöyle demek gerekir: Kişiyi bağlayıcı olması için kişinin başka bir kimseye ihtiyaç duymadığı herbir akid, aleyhine mücerred niyetiyle gerçekleşir. Bunun aslî dayanağı da îman ve küfürdür. Derim ki: İkinci görüşün delili ise, Müslim'in Ebû Hüreyre'den şöyle dediğine dair rivâyet edilen hadistir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Muhakkak Allah İçlerinden geçirdiklerini -işlemedikçe, yahut da onu sözlü olarak ifade etmedikçe ümmetime bağışlamıştır." Buhârî, Uk 6, Talük 11, Eymân 15; Müslim, İınnn 201, 202; Ebû Dâvûd. Talâk 15; Tirmizî, Talâk 8; Nesâî, Talâk 22; İbn Mâce, Talük 14. 16; Müsned, II, 425, 474... Bu hadisi Tirmizî de rivâyet etmiş ve: Hasen, sahih bir hadistir, demiştir. İlim ehlince amel de buna göredir. Bir kimse kendi içinden hanımını boşamayı geçirecek olsa, onu sözlü olarak söylemediği sürece bu hiçbir şey ifade etmez, Tirmizî, Talâk 8. demektedir. Ebû Ömer (b. Abdi'l-Berr) der ki: Kalbiyle boşama kararını verip de diliyle bunu söylemeyenin bu durumu hiçbir şey ifade etmez. Mâlik'ten daha meşhur olan görüş budur. Bununla birlikte ondan, kalbiyle boşamayı niyet etmesi halinde bağlayıcı olduğunu söylediği de rivâyet edilmiştir. Nitekim bir kimsenin diliyle söylemeyecek olsa dahi kalbiyle kâfir olması gibi. Ancak, gerek kıyas bakımından, gerekse rivâyet yolu bakımından birinci görüş daha sahihtir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah, ümmetime içlerinden geçirdikleri vesveseleri, onu dille söylemedikleri yahut elle işlemedikleri sürece affetmiştir." 4. Geleceğe Dair Temenniler: Bir kimse geleceğe dair bir adakta bulunacak olursa, adağı yerine getirmenin vücubu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bunu yerine getirmemek bir masiyettir. Eğer yemin ise yeminin gereğini yerine getirmek, ittifakla vacib değildir. Şu kadar var ki, şu hususa dikkat edilmelidir. Eğer kişi farz-ı ayn olarak zekât vermesi gerekmeyen bir fakir ise, Allah'tan zekât düşecek kadar bir mal isterse ve kendisine farz olanı eda edeceğini ahd ederse, Allah ona bu isteğini verince de söylediği ahd ile üstlenmeksizin dahi Ödemesi gereken asıl yükümlülüğü yerine getirmeyi terk etmesi halinde (vebal sözkonusudur). Şu kadar var ki: Onu asıl aldatan şey, hakları eda etmek kastıyla mal talebinde bulunması oldu. Çünkü, onun Allah'tan bu talebi halis bir niyet ile değildi. Yahut da belli bir niyetle bu taleple bulunmakla birlikte, hakkında bedbahtlığın yazılmış ve takdir edilmiş olduğu bir istekti bu. Böyle bir halden Allah'a sığınırız. Derim ki: Hazret-i Peygamberin: "Sizden herhangi bir kimse temennide bulunacak olursa, temennisine dikkatle baksın. Çünkü o, yüce Allah'ın gaybında temenni ettiği şeyden kendisi hakkında neler yazıldığını bilemez" Müsned, II, 357, 387; el-Heysemî, Mecmau'z-Zeoâid, X, 151'de diyor ki: İmâm Ahmed'in Müsned’inde yer alan rivâyetin ravileri sahih ricalidir' âyetinde kasıt, temennisinin akıbetidir. Çünkü nice temenni vardır ki, ona aldanılır, fitneye düşürülür, yahut da kişi bundan dolayı azgınlaşır ve dünyada da ahirette de helâk olmaya sebep teşkil eder. Çünkü dünya işlerinin akıbetleri müphemdir, gaileleri tehlikelidir. Dinî ve uhrevî temennilere gelince, bunların temennisi akibeti itibariyle övülmeye değerdir, bunlar teşvik edilmiştir ve bunlar mendup görülmüştür. 5. Temenni Yoluyla Adakta Bulunmanın Hükmü: Yüce Allah'ın: "Eğer bize lütfundan ihsan ederse, yemin olsun ki sadaka vereceğiz" âyeti: Şuna şuna malik olursam o sadaka olsun, diyen bir kimsenin bu sözünü yerine getirmekle yükümlü olduğuna delildir. Ebû Hanîfe de bu görüştedir. Şâfiî böyle diyenin bu sözü o kimse için bağlayıcı değildir, der. Boşamadaki görüş ayrılığı da bu şekildedir, köle azad etmekte de böyledir. Ahmed b. Hanbel der ki: Böyle bir temennide bulunmak, köle azad etmekte bağlayıcıdır, talakda bağlayıcı değildir. Çünkü köle azad etmek Allah'a yakınlaştırıcı bir ibadettir ve Allah'a yakınlaştırıcı ibadetler adakta bulunmak suretiyle kişinin zimmetinde sabit olur (kişiye borç olur). Talâk ise böyle değildir, o, belli bir husustaki bir tasarruftur, böyle bir şey zimmette sabit olmaz (borç olmaz). Şâfiî, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve diğerlerinin rivâyet ettikleri şu hadisi delil göstermektedir: Amr b. Şuayb'dan, o, babasından, o, dedesinden dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Âdemoğlunun malik olmadığı bir şey hakkında adakta bulunması da sözkonusu değildir, malik olmadığı şeyi azad etmesi de sözkonusu değildir, malik olmadığı bir şeyde boşama hakkı da yoktur." Lâfız Tirmizînin olup şöyle demektedir: Bu hususta Ali, Muaz, Cabir, İbn Abbâs ve Âişe'den de gelen rivâyetler vardır. Abdullah b. Amr'ın hadisi ise hasen bir hadistir ve bu, bu hususta rivâyet edilen en güzel rivâyettir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ashâbından ve diğerlerinden ilim ehlinin çoğunluğunun görüşü de budur. İbnü'l-Arabî der ki: Bu hususta Şâfiî mezhebine mensup İlim adamları, sahih olmayan ve delil olmaya elverişli bulunmayan pek çok hadisler kaydederler. Geriye bu ayetin zahirinden başka birşey (delil olarak) kalmamaktadır. 76Ama kendilerine lütfündan ihsan edince de cimrilik edip yüzçevirerek gerisin geriye döndüler. 6. Allah'ın Lütfuna Rağmen Cimrilik Edenler: "O da kendilerine lütfundan ihsan edince" bağışlayıp verince "de" sadaka vermek, malı hayır yollarında infak etmek, daha önceki taahhütlerini ve ileri sürdükleri yükümlülüklerini yerine getirmek hususunda "cimrilik edip yüzcevirerek gerisin geriye döndüler." Tirmizî, Talâk 6; Ebû Dâvûd, Talnk 7; ayrıca bk. Buhârî, Edeb 44; Müslim, Îman 176; Tirmizî, Nuzûr 3, Îman 16; İbn Mâce, Talnk 17; Müsned, IV, 33. Yani, İslâm'dan yüzçevirdiklerini açığa vurarak Allah'a itaat etmeyip gerisin geri döndüler. Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/180. âyet 1. başlık ve devamında) cimriliğe dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. 77Nihayet Allah'a verdikleri sözlerini tutmadıkları ve yalan söyleyegeldikleri için, O da huzuruna çıkacakları güne kadar kalplerine bir nifak sokarak onları cezalandırdı. 7. Allah'a Verilen Sözde Durmamanın Cezası: "Bir nifak sokarak onları cezalandırdı" âyetinde iki mef'ûl vardır. Yüce Allah kalplerine bir nifak sokarak onları cezalandırdı, demektir. Bir görüşe göre de cimrilik akabinde kalplerine bir nifak sokarak ceza görmelerine sebep teşkil etti, demektir. İşte bundan dolayı "Lütfundan... cimrilik edince" diye buyurmuştur. "Huzuruna çıkacakları güne kadar" âyeti cer mahallindedir. Yani, onlar cimriliklerinin cezasını görecekleri güne kadar kalplerine bir nifak sokarak onları cezalandırdı. Cimriliklerinin cezasını görecekleri gün şeklindeki bu açıklama: Yarın sen amelini göreceksin, onunla karşılaşacaksın, demeye benzer. "Huzuruna çıkacakları güne kadar" âyetinin, Allah'ın huzuruna çıkacakları güne kadar anlamına geldiği de söylenmiştir. İşte bu âyette, sözü edilen kimsenin münafık olarak öldüğüne delil vardır. Ancak, bu âyetin hakkında indirildiği kimsenin Sa'lebe veya Hatıb olma ihtimali uzaktır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ömer'e şöyle demişti: "Allah'ın Bedir ehline, muttali olarak dilediğinizi yapınız. Ben size (günahlarınızı bağışladım) demediğini nereden bilirsin?" Daha önce el-gnfai, fi/68, flyet 1. başlığın sonlarında geçen bu hadisin kaynakları için oraya bakılabilir. Sa'lebe de, Hatıb da Bedir'de hazır bulunan ve bu gazada şahit olanlardandı. "Nihayet Allah'a verdikleri sözlerini tutmadıkları ve yalan söyleye geldikleri için O da... onları cezalandırdı." Onların yalan söylemeleri, sözlerini bozmaları ve yerine getireceklerini taahhüt ettikleri hususları terk etmeleri şeklinde ortaya çıkmıştı. 8. Münafıklık ve Çeşitleri: "Nifak" kalpte olursa küfürdür. Eğer amellerde olursa masiyettir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Dört şey var ki, onlar kimde bulunursa, o kişi katıksız münafık olur. Kimde bunlardan bir tanesi bulunacak olursa, onu terkedinceye kadar o kimsede münafıklıktan bir haslet (özellik) bulunur: Kendisine birşey emanet verilirse hainlik eder, konuştuğu zaman yalan söyler, ahidleştiği zaman ahdinde durmaz ve tartıştığı zaman da haddi aşar, kötü söz söyler." Bu hadisi Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Îman 24, Mezâlim 17, Cizye 17; Müslim. Îman 106; Ebû Dâvûd, Siinne 15; Nesâî, Îman 20; Tirmizî, Îman 14; Müsned, II, 189, 198. Bu kelimenin türeyişi ile açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/10. ayetin tefsirinde) geçtiğinden burada onları tekrarlamanın bir anlamı yoktur. İlim adamları bu hadisin te'vili hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir kesim şöyle demektedir: Bu hüküm yalan olduğunu bilerek bir söz söyleyen, kendisine bağlı kalması gerektiğine inanmaksızın ahidleşen ve zamanı gelince hainlik etmek için emaneti bekleten kimse hakkında sözkonusudur. Bu görüşün sahipleri senet itibariyle zayıf bir hadis olan şu rivâyete dayanırlar: Ali b. Ebî Tâlib, Ebû Bekir ve Ömer'le (Allah hepsinden razı olsun) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanından kederli bir şekilde çıkarken karşılaşmış. Hazret-i Ali: Ne diye sîzi böyle kederli görüyorum diye sorunca, Onlar da: Münafıkların nitelikleriyle ilgili olarak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan işittiğimiz bir hadisten dolayı. (Hadis şudur): "(Münafık) konuştuğu zaman yalan söyler, ahidleştiği zaman bozar, kendisine bir şey emanet edilirse hainlik eder, söz verirse sözünde durmaz." Hazret-i Ali: Peki buna dair ona birşey sormadınız mı, diye sorunca, Onlar: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)1 dan çekindik, dediler. Hazret-i Ali: O halde ben ona soracağım, demiş ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna girerek şöyle sormuş: Ey Allah'ın Rasûlü, Ebû Bekir ve Ömer yanından üzüntülü bir şekilde çıktılar. 'Daha sonra da söylediklerini nakletmiş. Bunun üzerine (Hazret-i Peygamber) şöyle buyurmuş: "Ben onlara bir hadis söyledim, ama onların anladıklarını kastetmedim. Ancak münafık kendi kendisine yalan söylediğini bile bile konuştuğu vakit yalan söyleyen, söz verdiğinde kendi kendisine bu sözünde durmayacağını telkin eden, kendisine emanet bırakıldığında içten içe bu emanete hainlik edeceğini kararlaştıran kimsedir." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, I, 108, "senedinde: ...Ebû'n-Nu'mân, Ebû Vakkas'ın.,. diye zikredilen iki râvî, -Tirmizî'nin dediğine göre- meçhuldür (hadis kivisi olarak bilinmemektedirler); diğer râvilerin ise sika (güvenilir) oldukları bildirilmistir" kaydıyla. İbnül-Arabî der ki: Bu İşleri kasti olarak işleyenin kâfir olmayacağına dair açık deliller vardır. Kişi, ancak Allah'a, sıfatlarına dair hususlardaki bilgisizliği, yahut da O'nu yalanlaması ile ilgili bir itikad ile kâfir olur. Şanı yüce Allah ise cahillerin inanışlarından ve sapıkların sapmalarından yücedir, münezzehtir. Bir başka kesim şöyle demektedir: Bu husus Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın dönemindeki münafıklara hastır. Onlar, bu konuda Mukâtil b. Hayyân'ın, Saîd b. Cübeyr'den, onun, İbn Ömer ile İbn Abbâs'tan şöyle dediklerine dair rivâyetini delil gösterirler. İbn Ömer ile İbn Abbâs dediler ki: Bir grup ashâb ile birlikte varıp dediler ki: Ey Allah'ın Rasûlü, sen şöyle buyurdun: "Üç haslet vardır ki, onlar kimde bulunursa o kişi ister oruç tutsun, namaz kılsın ve mü’min olduğunu iddia etsin yine münafıktır: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünde durmaz, kendisine bir emanet verildiği zaman hainlik eder. Ve her kimde bu hasletlerden birisi bulunursa, o kimsede münafıklığın üçte biri var demektir." Biz bunlardan, yahut bunlardan birisinden kendimizi kurtaramayacağımız yahut da insanların çoğunun bunlardan uzak kalamayacağı kanaatindeyiz. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) güldü ve şöyle buyurdu: "Sizin bunlarla ne ilginiz var ki? Ben bu özellikleri, yüce Allah'ın Kitabında münafıkları tahsis ettiği gibi münafıklara has olarak söyledim. Benim, konuştuğu zaman yalan söyler, şeklindeki ifadem, yüce Allah'ın: "Münafıklar sana geldiklerinde..." (el-Münafîkun, 63/1) âyeti gibidir. Siz böyle misiniz?" Biz: Hayır deyince şöyle buyurdu: "Bundan dolayı o halde korkmayınız. Siz bundan uzaksınız. Benim, söz verdiği zaman sözünde durmaz şeklindeki ifademe gelince; bu da yüce Allah'ın bana indirmiş olduğu şu âyetlerdedır: "İçlerinden kimi de Allah'a şöyle söz vermişti: Eğer bize lütfundan ihsan ederse..." -diyerek üç âyeti okudu- "Siz böyle misiniz?" diye sordu, biz: Hayır dedik. Allah'a hamd olsun ki, eğer herhangi bir hususa dair Allah'a söz verecek olursak, onu yerine getiririz. Şöyle buyurdu: "O halde sizin için korkacak birşey yok, siz bundan uzaksınız. Ona bir şey emanet edilirse hainlik eder şeklindeki sözüme gelince; bu da yüce Allah'ın bana İndirmiş olduğu şu âyette dile getirilmektedir: "Muhakkak Biz emaneti göklerle yere ve dağlara arzettik de..." (el-Ahzab, 33/72) Buna göre her kişiye dîn emanet olarak verilmiştir. Mü’min kişi gizlide de açıkta da cünüplükten yıkanır. Münafık ise bu işi ancak açıktan açığa yapar. Siz böyle misiniz?" Biz; Hayır dedik. Şöyle buyurdu: "O halde sizin için korkacak birşey yok, siz bundan uzaksınız." İbnul-Arabî, Ahkamu'l-Kur'ân, II, 985-986'cto bu rivâyeti "Mescid-i Aksâ'da Ebîl Bekr el-Fihrî'nin kendisine naklettiğini" belirttikten sonra zikretmekte ve sonunda: "Bu, senedi meçhul bir hadistir..." kaydını koy ma kındır. Tabiinden ve İmâmlardan pek çok kimse bu görüştedir. Bir başka kesim şöyle demektedir: Bu hüküm, bu tür hasletlerin çoğunlukla kendisine galip geldiği kimseler hakkındadır. Buhârî ve ondan başka diğer ilim adamlarının görüşlerinden anlaşıldığına göre, kıyâmet gününe kadar bu kötü hasletlere sahip olan bir kimse münafıktır. İbnü'l-Arabî der ki: Benim görüşüme göre, bir kimseye masiyetler galip gelecek olsa bu, onun itikadını etkilemediği sürece kâfir olmaz. (Mezhebimize mensup) ilim adamlarımız derler ki: Hazret-i Yusuf'un kardeşleri babalarına söz verdiler, fakat verdikleri sözde durmadılar. Ona birşeyler söyleyip aldattılar, yalan söylediler. Hazret-i Yusuf'u onlara emanet etti, ama o emanete hainlik ettiler, bununla birlikte münafık olmadılar. Atâ b. Ebi Rebah der ki: Yusuf'un kardeşleri bütün bu işleri yaptıkları halde münafık olmadılar, aksine peygamber oldular. el-Hasen b. Ebi'l-Hasen el-Basrî der ki: Münafıklık iki türlüdür: Yalan ile yapılan münafıklık ve amelî münafıklık. Yalan ile yapılan münafıklık Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde idi. Amelî münafıklığın ise kıyâmet gününe kadar sonu gelmeyecektir, Buhârî de Huzeyfe'den, münafıklığın Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın döneminde olduğu, bugün ise ancak ve ancak imandan sonra küfre düşmenin sözkonusu olduğunu İfade ettiğini rivâyet etmektedir. Buhârî, Fiten 21. 78Onlar, gizlediklerini de fısıltılarını da Allah'ın muhakkak bildiğini, Allah'ın bütün gaybları çok iyi bildiğini bilmezler mi? Yüce Allah'ın: "Onlar, gizlediklerini de fısıltılarını da Allah’ın muhakkak bildiğini... bilmezler mi?" şeklindeki bu âyeti bir azardır. O, bu durumlarını bildiğine göre, onları pek yakında cezalandıracaktır. 79Mü’minlerden nafile bağışlarda bulunanları, kaş-göz işaretleriyle ayiplayanlarla, güçlerinin yetebildiğinden başkasını bulamayan kimselerle eğlenenleri Allah maskaraya çevirir ve onlar için pek acıklı bir azap vardır. Yüce Allah'ın: "Mü’minlerden nafile bağışlarda bulunanları, kaş göz İşaretleriyle ayıplayanlar..." şeklindeki bu âyeti de münafıkların nitelikleri arasındadır. Katade der ki: "Ayıplayanlar" demektir. Şöyle ki, Abdurrahman b. Avf malının yarısını sadaka olarak vermişti. Onun malının toplamı sekizbin idi, o bunun dört binini sadaka olarak vermişti. Kimileri: Ne kadar büyük bir riyakâr? demişlerdi. Bunun üzerine yüce Allah: "Mü’minlerden nafile bağışlarda bulunanları kaş-göz işaretleriyle ayıplayanlar..." âyetini indirdi. Ensardan bir kişi de hurma yığınının yarısını getirip verdi, bu sefer: Allah'ın buna hiç mi hiç ihtiyacı yok, dediler. Bunun üzerine yüce Allah: "Güçlerinin yetebildiğinden başkasını bulamayan kimselerle..." âyetini indirdi. Müslim'in de rivâyetine göre Ebû Mes'ûd şöyle demiştir: Biz sadaka vermekle emrolunduk. Sırtımızda yük taşır (ve böylelikle sadaka verirdik). Ebû Akil yarım sa’ sadaka verdi. Bir başka kişi ise ondan biraz daha fazlasını getirdi. Bunun üzerine münafıklar: Şüphesiz ki Allah'ın bunun sadakasına bir ihtiyacı yoktur, öbürü ise bu işi ancak riyakârlık olsun diye yapmıştır, dedi. Bunun üzerine yüce Allah: "Mü’minlerden nafile bağışlarda bulunanları, kaş-göz işaretleriyle ayıplayanlarla, güçlerinin yetebildiğinden başkasını bulamayan kimselerle eğlenenleri..." âyetini indirdi. Buhârî, Zekat 10; Müslim, Zekât 72. Burada (gücünün yetebildiğinden başkasını bulamayandan) kasıt Ebû A-kil'dir ki, ismi el-Habhâb idi. "el-Cühd" (Mealde: Gücün yetebildiği), kıt kanaat geçinenin yetindiği az şey demektir. Cühd ile cehd aynı anlamdadır ki, buna dair açıklamalar daha önceden (el-En'âm, 6/109. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Kaş-göz İşaretleriyle ayıplayanlar," ayıplayan, kusur bulan kimseler demektir ki, yine buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. "(.......): Nafile bağışlarda bulunanlar" kelimesinin asli; şeklinde olup, "te" harfi "ti" harfine idğam edilmiştir. Bunlar haklarında vacib olmaksızın herhangi bir işi teberru (bağış) yoluyla yapan kimselerdi. (Âyet-i kerimenin ortasındaki): "ler, lar, kimseler" ise, Mü’minler" kelimesine atf ile cer mahallindedir. Bunun, (sılası ile) tamamlanmadan önce İsm-i mevsul vaatfedilmesi câiz değildir. "Eğlenenler" kelimesi ise, daha önceden geçen "ayıplayanlar" anlamındaki kelimeye atfedilmiştir. "Allah -onları- maskaraya çevirir" âyeti ise mübtedanın haberidir ve bu onlar için bir bedduadır. İbn Abbâs der ki: Bu, haberdir. Yani, onlar cehenneme gidecekleri için onlarla alay eder. Allah'ın maskaraya çevirip alay etmesi ise, eğlenmelerine karşılık onları cezalandırması anlamındadır. Bu hususa dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/212. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 80Onlar için ister mağfiret dile, ister mağfiret dileme. Onlar için yetmiş defa mağfiret dilesen de yine Allah onları kesinlikle bağışlamayacaktır. Bunun sebebi, Allah'ı ve Peygamberini İnkâr etmeleridir. Allah fasıklar topluluğuna hidâyet vermez. Yüce Allah'ın: "Onlar için ister mağfiret dile..." âyetine dair açıklamalar, yüce Rabbimizin: "Onlardan ölen hiçbir kimsenin namazını asla kılma..." (et-Tevbe, 9/84) âyetini tefsir ederken gelecektir. 81Allah'ın Rasûlüne muhalefet için geri kalanlar, oturmalarına sevindiler. Allah yolanda mallarıyla, canlarıyla cihad etmekten hoşlanmadılar ve: "Bu sıcakta Savaşa çıkmayın" dediler. De ki: "Cehennem ateşi daha sıcaktır." Keşke bilselerdi. Yüce Allah'ın: "Muhalefet için geri kalanlar, oturmalarına" oturmalarından ötürü "sevindiler" Oturdu, oturmak, demektir. (.......) ise, başkası onu oturttu, anlamına gelir. Bu açıklamaları el-Cevherî'den naklettik. "Geri bırakılan, terk edilen" manasınadır. Yani Allah onları geri bıraktı ve onların çıkmalarına engel oldu, çıkmalarım önledi demektir. Yahut da Resûlüllah ve mü’minler, onların cihada gitmek hususunda ağırdan aldıklarını bilmeleri üzerine onları geri bıraktılar, şeklinde iki türlü açıklanmıştır. Bu husus Tebûk gazvesinde olmuştur. "Allah'ın Rasulüne muhalefet için" âyetindeki; "Muhalefet için" kelimesi, mef'ûlün leh'dir. Mastar da kabul edilebilir. Bu anlamdaki âyeti, "Allah Rasûlünün arkasında (kalanlar)" şeklindeki okuyuştan maksat, cihaddan geri kalmaktır. "Bu sıcakta Savaşa çıkmayın dediler." Yani, biri ötekine bunları söyledi. Ey Muhammed! Onlara "De ki: Cehennem ateşi daha sıcaktır. Keşke bilselerdi." Bu âyet, mübtedâ ile haberdir. "Daha sıcaktır" âyetindeki "Sıcak," temyiz olarak nasb edilmiştir. Âyet Allah'ın emrini terk eden böyle bir ateşe maruz kalır, anlamındadır. 82Artık onlar kazandıklarının bir cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1. Ağlanası Hallerine Gülenler: "Artık onlar... az gülsünler" âyeti bir emirdir. Tehdit anlamını ihtiva etmektedir. Yoksa, gülmeleri doğrultusunda bir emir değildir. Âslolan; "Gülsünler" âyetindeki "lâm" harfinin esreli olmasıdır. Ancak, ağırlığı dolayısıyla hazfedilmiştir. el-Hasen der ki: "Artık onlar" dünya hayatında "az gülsünler", cehennemde de "çok ağlasınlar." Buradaki emrin haber anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani onlar, pek az güleceklerdir ve çokça ağlayacaklardır. "Cezası olarak" âyeti mef'ûlün lehdir. Yani, yaptıklarına ceza olsun diye öyle yapsınlar. 2. Ağlamak ve Gülmek: İnsanlar arasında esasen salih bir kul olmakta birlikte aşırı korkusundan ötürü kendi kanaatince halinîn kötülüğü sebebiyle ve nefsine olan ihtİmâmı (kötü halinden kederlenmesi)'den dolayı gülmeyenler vardı. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmaktadır: "Allah'a yemin ederim, eğer bildiklerimi bilseydiniz şüphesiz pek az gülerdiniz ve çokça ağlardınız. Yollara dökülüp yüce Allah'a yüksek sesle feryad ile dua ederdiniz. Keşke koparılan bir ağaç olsaydım, diye temenni ederim." Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiştir. Tirmizî, Zühd 9: İbn Mâce, Zühd 19; Müsned, V, 173. Tirmizî, hadisin sonunda: "Bu hadisin başka bir rivâyetinde-, -Keşke koparılan bir ağaç olsaydım...- sözlerini söyleyenin Ebû Zerr olduğu bildirilmektedir" dediği gibi; Müsned'de: "Ebû Zer dedi ki: Keşke koparılan bir ağaç olsaydım..." denilmektedir. Hasan-ı Basrî -Allah ondan razı olsun- kederin kendisine galip geldiği kimselerdendi. O bakımdan gülmezdi. İbn Şîrîn ise güler ve el-Hasen'e karşı: Güldüren ve ağlatan Allah'tır, diye delil getirirmiş. Ashâb-ı kiram da gülerdi. Şu kadar var ki, çokça gülmek ve kişiyi etkisi altına alacak kadar sık sık gülmeye devam etmek yerilmiş ve nehyedilmiştir. Böylesi, beyinsizlerin ve işi gücü olmayanların davranış türleri arasındadır. Varid olan haberde ise; "çokça gülmenin kalbi öldürdüğü" belirtilmiştir. Tirmizî, Zühd 2; İbn Mâce, Zühd 19, 24; Müsned, II, 310. Allah korkusundan, azabının dehşetinden ve çetin cezasından dolayı ağlamak ise övülmüş bir şeydir. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ağlayın, ağlayamayacak olsanız dahi ağlasın (veya ağlar gibi yapın). Çünkü cehennem ehli, yüzleri âdeta dere yatakları imişçesine gözyaşları akıncaya kadar ağlayıp dururlar. Nihayet gözyaşları kesilince, bu sefer kanlar akmaya başlar ve gözler İrinle dolar. Eğer onların akıntısına gemiler yüzdürülecek olursa, hiç şüphesiz o yaşlarda gemiler dahi yüzer." Bu hadisi İbnü’l-Mübarek, Enes yoluyla rivâyet etmiştir. İbn Mâce de rivâyet ibn Mâce. Zühd 19; "... ağlasın …….yapını" bölümüne kadar. etmiştir. 83Eğer Allah seni onlardan bir topluluğun yanına döndürür de çıkmak için senden izin isterlerse de ki: "Siz, ebediyyen benimle beraber asla çıkmayacaksınız. Ve benimle beraber hiçbir düşmanla asla Savaşmayacaksınız. Çünkü siz ilkinden oturmaya razı oldunuz. Artık siz geri kalanlarla beraber oturun." Yüce Allah'ın: "Eğer Allah seni onlardan" yani münafıklardan "bir topluluğun yanına döndürür de..." âyetinde; "bir topluluğun (taife)" diye buyurması, Medine'de kalıp çıkmayanların tamamının münafık olmayışlarından dolayıdır. Aksine, aralarında mazereti uygun görülenler de vardı, hiçbir mazereti bulunmadığı halde daha sonra affa mazhar olan ve tevbeleri kabul olunan kimseler de vardı. Geride kalan üç kişi gibi. İleride buna dair açıklamalar gelecektir. "Çıkmak için senden izin İsterlerse de ki: Siz ebedîyyen benimle beraber asla çıkmayacaksınız." Yani, senin ebediyyen onlarla birlikte olmaman suretiyle Allah onları cezalandırdı. Bu da Fetih Sûresi'nde yüce Allah'ın: "De ki: Siz asla peşimizden gelemezsiniz" (el-Feth, 48/15) âyetine benzemektedir. "Geri kalanlar" kelimesi in çoğuludur. Âdeta çıkanların yerine geride kalıp onlara halef olanlarmış gibi değerlendirilmiş görülüyorlar. İbn Abbâs der ki: "Geri kalanlar" münafıklardan geri kalan kimseler demektir. el-Hasen der ki: Kadın ve güçsüz erkeklerle beraber kalınız, demektir. Tağlib yoluyla müzekker çoğul yapılmıştır. Fesad çıkartanlarla birlikte oturun, anlamında olduğu da söylenmiştir ki, bu da Arapların, ailesi hakkında kötü uygulamaları bulunan kimse hakkında: "Filan kişi aile halkına kötülük yapan bir kimsedir" şeklindeki ifadelerinden alınmıştır. Burada da bu kelime; "Oruçlunun ağız kokusunun değişmesi" tabirinden ve kabında uzun süre kaldığından dolayı bozulan süt için kullanılan; "Süt bozuldu, kesildi" iradesinden alınmadır. Buna göre bu âyet, siz fesat çıkartanlarla beraber oturun, anlamına gelir. Bu da gazalara Savaşçıların maneviyatını bozan kimselerin götürülmesinin câiz olmadığına delildir. 84Onlardan ölen hiçbir kimsenin namazını asla kılma. Kabrinin başında da durma. Çünkü onlar, Allah'ı ve Rasûlünü İnkar ettiler ve fasıklar olarak öldüler. Bu âyete dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız: 1. Âyetin Nüzul Sebebi: Bu âyet-i kerimenin Abdullah b. Ubeyy b. Selûl ve Hazret-i Peygamberin onun cenaze namazını kıldırması üzerine nâzil olduğu rivâyet edilmiştir. Bu husus Buhârî ve Müslim'in Sahih'lerinde ve başka kaynaklarda da sabittir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın onun cenaze namazını kıldırdığı ve bu âyet-i kerimenin de bundan sonra indiğine dair rivâyetler birbirini pekiştirmektedir. Enes b. Mâlik'ten rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun cenaze namazını kıldırmak üzere öne geçince, Hazret-i Cebrâîl'in ona gelerek elbisesini çekip ona: "Onlardan Ölen hiçbir kimsenin namazını asla kılma" âyetini okuması üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bundan vazgeçip namazını kıldırmadığı da ifade edilmiştir. Ancak, bu hususta sabit rivâyetler bunun aksini ortaya koymaktadır. Buhârî'de, İbn Abbâs'tan şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun namazını kıldırdı, sonra bitirip ayrıldı. Aradan ancak az bir süre geçmişti ki, Berae (Tevbe) Sûresindeki: "Onlardan Ölen hiçbir kimsenin namazını asla kılma" (diye başlayan) iki âyet-i kerîme nâzil oldu. Buhârî, Tefsir 9. sûre 12. Buna yakın bir rivâyeti de Müslim, İbn Ömer yoluyla kaydetmektedir: İbn Ömer der ki: Abdullah b. Ubeyy b. Selul ölünce, oğlu Abdullah Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip babasını kefenlemek üzere Hazret-i Peygamber'den gömleğini vermesini istedi, Hazret-i Peygamber ona gömleğini verdikten sonra namazını kıldırmasını istedi. Bunun Üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namazını kıldırmak üzere kalktı, Hazret-i Ömer'in kalkıp Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı elbisesinden yakalayarak, ey Allah'ın Rasûlü, Allah sana ona namaz kılmayı yasaklamışken namazını mı kılacaksın? demesi üzerine, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Gerçek şu ki, Allah beni muhayyer bırakmış ve: "Onlar için ister mağfiret dile, ister mağfiret dileme. Onlar için yetmiş defa mağfiret dilesen de..." (et-Tevbe, 9/80) diye buyurmuştur. Yetmiş kereden daha fazla da mağfiret dileyeceğim." Hazret-i Ömer: Ama o münafıktı, dedi, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun namazını kıldırdı. Yüce Allah bunun üzerine: "Onlardan ölen hiçbir kimsenin namazını asla kılma, kabrinin başında da durma" âyetini indirdi. Hazret-i Peygamber de onların (münafıkların) cenaze namazını kılmayı terk etti. Buhârî, Cenâiz 23, 85, Tefeir 9. sûre 12,13; Libâs 8; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 25, Sıfatu'l-Münafikun 3; Tirmizî, Tefsir 9. sûre 12, 13; Nesâî, Cenâiz 40, 69; İbn Mâce, Cenâiz 31; Müsned, I, 16, II 18. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Hazret-i Peygamberin, Abdullah b. Ubeyy'in cenaze namazım kıldırması, onun müslüman olduğunu zahiren, lâfzıyla ifade etmesine bağlı idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu yasak kılınınca, bir daha böyle bir şey yapmadı. 2. Bu Âyet İnmeden Hazret-i Ömer Münafıkların Cenaze Namazının Yasaklandığı Hükmünü Nereden Çıkarmıştı: Henüz cenaze namazlarının kildırılmasına dair yasak İnmemişken Hazret-i Ömer: Allah sana onun namazını kıldırmayı yasakladığı halde mi namazını kılacaksın, sorusunu neye dayanarak sormuştur? diye sorana şöyle cevap verilir: Bunun, Hazret-i Ömer'in kalbine doğduğu ihtimali vardır. Yine bunun, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in bu hususta Hazret-i Ömer'in lehine şahitlik ettiği ilham ve sezgi kabilinden olması da muhtemeldir. Zaten Kur'ân-ı Kerîm'in zaman zaman Hazret-i Ömer'in maksadına uygun hükümlerle indiği de olmuştur. Nitekim Hazret-i Ömer: Üç hususta Rabbime muvafakat ettim -bir rivâyette de dört hususta denilmiştir- dediği kaydedilmektedir ki, bu husus daha önce el-Bakara Sûresinde 125. âyetin: 'Siz de İbrahim'in makamından bir namazgah edinin" bölümünün 2. başlığında. geçmiş bulunmaktadır. İşte bu da o kabilden olabilir. Yine Hazret-i Ömer'in bunu, yüce Allah'ın: "Onlar için ister mağfiret dile, ister mağfiret dileme" âyetinden anlamış olma ihtimali de vardır. Çünkü, Buhârî ve Müslim'in hadisinin de gösterdiği gibi bu hususta daha önceden bir nehiy varid olmuş bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Derim ki: Hazret-i Ömer'in bunu yüce Allah'ın: "Müşriklere, Peygamber'in af, mü’minlerin de mağfiret dilemeleri olur şey değildir" (et-Tevbe, 9/113) âyetinden anlamış olması ihtimali de vardır. Çünkü, bu âyet-i kerîme Mekke'de inmişti. Buna dair açıklamalar da ileride gelecektir. 3. Mağfiret Dileğinin Kâfir ve Münafıklara Faydası Yoktur: Yüce Allah'ın: "Onlar için ister mağfiret dile..." (et-Tevbe, 9/80) ayetinde Yüce Allah, Hazret-i Peygamber kendileri için mağfiret dileyecek olsa ve bu mağfiretini çokça yapacak olsa bile, bunun kendilerine hiçbir fayda sağlamayacağını beyan etmektedir. Ancak el-Kuşeyrî: Hazret-i Peygamber'in: "Yetmiş kereden de daha fazla mağfiret dileyeceğim" dediği rivâyet olunan İfade sabit değildir, demektedir. Derim ki: İbn Ömer'in hadisi ile İbn Abbâs'ın hadisinde sabit olan ifadeler bunun aksini ortaya koymaktadır. İbn Ömer yoluyla gelen hadiste: "Yetmiş defadan fazla mağfiret dileyeceğim" âyeti, İbn Abbâs yoluyla rivâyet edilen hadiste de: "Eğer ben yetmişden fazla mağfiret dilediğim takdirde onlara mağfiret edeceğini bilseydim, o sayıdan daha fazla mağfiret dilerdim" dediği kaydedilmektedir. Buhârî, Tefsir 9- sûre 12. (İbn Ömer) dedi ki: Sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namazını kıldırdı. Bunu Buhârî rivâyet Buhârî, Tefsir 9. sûre 12, 13. Ayrıca bk. daha önce hadis ile ilgili gösterilen yerler. etmiştir. 4. Hazret-i Peygamber Mağfiret Dilemekte Muhayyer miydi?: İlim adamları, yüce Allah'ın: "Onlar için ister mağfiret dile..." âyetinin, bağışlanmalarının ümid edilemeyeceği anlamına mı, yoksa muhayyerlik anlamına mı geldiği hususunda farklı açıklamalarda bulunmuşlardır. Bir kesim der ki: Bundan maksat, mağfiret olunacaklarından ümit kesmektir. Buna delil de Yüce Allah'ın: "Allah onları kesinlikle bağışlamayacaktır" âyetidir. "Yetmiş"in söz konusu edilmesi ise, fiilen meydana gelmiş olana bir uygunluktur. Yahut da nihaî maksadı ve çokluğu anlatmak üzere kullanmayı (Arapların) adet edindikleri bir rakam olduğu için kullanılmıştır. O bakımdan, Araplardan herhangi bir kimse: Ben, onunla yetmiş yıl konuşmayacağım diyecek olsa bu, onlara göre, onunla ebediyyen konuşmayacağım anlamınadır. Yüce Allah'ın şu âyeti de nihaî durumu anlatmak için kullanılmıştır: "Sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire vurun." (el-Hakka, 69/32) Hazret-i Peygamberin şu âyeti de böyledir: "Kim Allah yolunda bir gün oruç tutacak olursa, Allah o kimsenin yüzünü cehennemden yetmiş yıl uzak tutar." Buhârî, Cihad 56: Müslim, Siynm 167, 168; Tirmizî, Cihad 3; Nesâî. Siyâın 44, 45; İbn Mâce, Siyfim .14; Dârimî, Cihâd 10; Müsned, II, 357, III, 26, 45, 59 Bir diğer kesim de şöyle demektedir: Bu âyet, muhayyerlik ifade eder ve istersen onlara mağfiret dileyebilirsin, istersen mağfiret dilemezsin, anlamındadır. el-Hasen, Katade ve Urve bunlardandır. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber İbn Ubey'in namazını kıldırmak isteyince Hazret-i Ömer ona: Filan günü şunu şunu söyleyen Allah düşmanının namazını mı kıldıracaksın, demiş, Hazret-i Peygamber de: "Muhayyer bırakıldım, ben de bir tercihte bulundum" diye buyurmuştur. Buhârî, Cenâiz, 85, Tefsir 9. sûre 12; Tirmizî, Tefsir 9. sûre 12, 13; Nesâî, Çeriniz 69; Müsned, I. 16. Bunlar derler ki: Daha sonra yüce Allah'ın: "Onlar için mağfiret dilesen de dilemesen de haklarında birdir" (el-Münafikûn, 63/6) âyeti inerek bu muhayyerliği nesh etmiştir. "Çünkü onlar, Allah'ı ve Rasulünü inkâr ettiler." Yani Allah, kâfir olmaları sebebiyle onlara mağfiret etmeyecektir. 5. Peygamber de Mü’minler de Müşriklere Mağfiret Dileyemezler: Yüce Allah'ın: "Müşriklere, Peygamberin de mü’minlerin de mağfiret dilemeleri olur şey değildir..." (et-Tevbe, 9/113) âyetine gelince, bu âyet-i kerîme ileride de açıklanacağı üzere, Ebû Talib'in ölümü üzerine Mekke'de İnmiştir. İşte bu âyetten kâfir olarak ölen kimselere mağfiret dilemenin yasak olduğu anlaşılmaktadır. Bu da Hazret-i Peygamber’in: "Allah beni muhayyer bıraktı" ifadesi ile belirttiği şekilde muhayyerlik anlamını çıkardığı âyet-i kerîmeden öncedir. Ancak bunun böyle olmasının açıklanması da zordur. O bakımdan şöyle denmiştir: Hazret-i Peygamberin amcasına mağfiret dilemesinden kastı, kabul olunma ümidi olan ve mağfirete nail oluncaya kadar bir mağfiret dileğinde bulunmaktan ibaretti. İşte bu maksatla da Hazret-i Peygamber, Rabbinden annesine bu şekilde mağfiret dilemeye İzin vermesini istemiş, ancak yüce Allah ona böyle bir İzin vermemiştir. Hazret-i Peygamber'in muhayyer bırakıldığı münafıklara mağfiret dilemeye gelince bu, faydası olmayacak ve dil ile yapılacak bir istiğfardan ibaretti. Bunun, ifade ettiği azami mana kendileri için mağfiret istenenin yakınlarından hayatta olan bazı kimselerin gönüllerini hoş etmekten ibarettir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 6. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) 'ın Gömleğini Abdullah için Vermesi: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın gömleğini Abdullah için vermesinin sebebi hususunda farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre Hazret-i Peygamberin gömleğini veriş sebebi şudur: Abdullah, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın amcası Hazret-i Abbas'a Bedir günü kendi gömleğini vermişti. Şöyle ki, Hazret-i Abbas, önceden de geçtiği üzere Bedir günü ashâb alınınca, elbisesi alınmış, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onu bu haliyle gördüğünden ona acımıştı. Ona verilmek üzere bir gömlek istediyse de ona uygun gelecek büyüklükte Abdullah'ın gömleğinden başka bir gömlek bulunamadı. Çünkü, boylan birbirlerine yakındı. İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e kendi gömleğini vermek suretiyle dünya hayatında kendisindeki bir hakkı kaldırmak istemişti. Tâ ki, âhirette onunla mükâfat olarak karşılığını vermesi gereken bir iyiliği bulunduğu halde karşılaşmasın. Şöyle de açıklanmıştır: Hazret-i Peygamber onun oğluna ikramda bulunmak, ihtiyacını iyilikle karşılamak ve gönlünü hoş etmek için gömleğini vermiştir. Ancak, birinci görüş daha sahih olup, Buhârî bunu Câbir b. Abdullah'tan rivâyet etmiştir. Cabir (radıyallahü anh) dedi ki: Bedir gününde esirler getirildi. Abbas da üzerinde elbise (gömlek) olmadığı halde esirler arasında getirilince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun için bir gömlek istedi. Abdullah b. Ubey'in gömleğinin ona uygun geldiğini gördüler. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) o gömleği ona (Hazret-i Abbas'a) verdi. İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendi gömleğini ona (Abdullah b. Ubey'e) bunun için çıkarıp verdi. Buhârî, Cihâd 142. Hadîs-i şerîfte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir; "Benim bu gömleğimin Allah'a karşı ona hiçbir faydası olmaz. Bununla birlikte benim bu işim dolayısıyla kavmimden bin kişinin İslâm'a gireceğini ümid ederim." Evet, bazı rivâyetlerde "kavmimden" denilmekte, bununla da Araplar arasındaki münafıkları kastetmektedir. Sahih olan ise, Hazret-i Peygamber'in: "Onun kavminden bir takım kimseler" dediğidir. el-Vahidî, Eabâbu Nuzûli'l-Kur'ân, s. 262. İbn İshak'ın "Meğazi"si ile kimi tefsir kitaplarında da şöyle denmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu davranışı dolayısıyla Hazreclilerden bin kişi müslüman olup tevbe etti. 7. Kâfir ve Münafık'ın Namazı Asla Kılınmaz: Yüce Allah: "Onlardan öten hiçbir kimsenin namazını asla kılma" diye buyurduğundan dolayı, ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: Kâfirlerin namazını kılmamak hususunda bu açık. bir nasstır. Ancak, mü’minlerin namazının kılınması gerektiğine dair bunda bir delil yoktur. Mü’minlerin cenaze namazını kılmanın vücubunun bu nassın mefhumundan çıkartılıp çıkartılmayacağı hususunda iki farklı görüş vardır. Bir görüşe göre bu hüküm çıkartılabtlir. Çünkü, yüce Allah kâfirlerin namazlarının kılınmayış illetini küfürleri olarak göstermiştir. Zira yüce Allah: "Çünkü onlar Allah'ı ve Rasûlünü İnkâr ettiler" diye buyurmaktadır. Küfür sözkonusu olmadığı takdirde ise namazlarının kılınması icabeder. Bu da yüce Allah'ın: "Hayır, muhakkak ki onlar, o günde Rabblerinden elbette perdelenmiş olacaklardır" (el Mutaffifin, 83/15) âyeti gibidir ki, burada kâfirler kastedilmektedir. Bu da kâfirlerin dışında olanların, yüce Allah'ı göreceklerine delildir ki, bunlar mü’minlerdir. İşte bu âyet buna benzemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yahut da mü’minlerin cenaze namazının kılınmasına dair delil, bu âyetin dışındaki bir âyetten çıkartılabilir ki, bunlar da bu konuda vârid olmuş hadisler ile ümmetin icmaldir. Bu konudaki görüş ayrılığının menşei ise, hitap delilini kabul edip etmemektir. Müslim, Cabir b. Abdullah'tan şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bir kardeşiniz ölmüş bulunuyor. Haydi kalkın onun (cenaze) namazını kılın." Bunun üzerine biz de kalktık ve iki saf halinde dizildik. Buhârî, Menâkıbu'l-Ensftr 38; Müslim, Çeriniz 66; Nesâî, Cenâiz 72; İbn Mâm, Cenâiz 33; Müsned, III, 374, IV, 431. Burada kastedilen kişi Necaşi'dir. Ebû Hüreyre'den rivâyete göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), insanlara Necaşî'nin vefat ettiği günü vefat haberini verdi, Onlarla birlikte namazgaha çıktı ve dört tekbir alarak (cenaze namazını) kıldı. Buhârî, Cenâiz 4, 61, 65, Menakıbul-Ensar 38; Müslim, Cemiz 62-64; Ebû Dâvûd, Cenâiz 58: Nesâî, Cenâiz 27, 72, 76, 103; İbn Mâce, Cenâiz 33; Muvatta’', Cenâiz 14; Müsned, II, 281, 438, 439. Müslümanlar, müslümanların cenaze namazlarını kılmayı terk etmenin câiz olmadığı hususunda icma etmişlerdir, ister büyük günah İşleyenlerden olsunlar, ister salih kimseler olsunlar. Bunu da Yüce Peygamber'lerinin söz ve davranışlarından miras olarak devralmışlardır. Yüce Allah'a hamd olsun. İlim adamları önceden geçtiği gibi- şehidin cenaze namazı ile bid'at ehli ve bâğîlerin cenaze namazının kılınması hususundaki görüş ayrılığı müstesna, bu konuda ittifak etmişlerdir. 8. Cenaze Namazında Getirilecek Tekbir Sayısı: İlim adamlarının çoğunluğu (Cumhûr), tekbirlerin dört olduğu görüşündedir. İbn Şîrîn der ki: Tekbir üç tane idi. Daha sonra ona bir tane eklediler. Bir başka kesim de (İmâm) beş defa tekbir getirir derler. Bu görüş, İbn Mes'ûd ve Zeyd b. Erkam'dan rivâyet edilmiştir. Hazret-i Ali'den ise, altı tane olduğu rivâyeti vardır. İbn Abbâs, Enes b. Mâlik ve Cabir b. Zeyd'den, tekbirlerin üç olduğu rivâyet edilmiştir. Ancak, dayanak kabul edilen görüşe göre tekbirler dört tanedir. Dârakutnî'nin Ubey b. Kâ'b'dan rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Melekler Âdem'in (cenaze) namazım kıldılar ve üzerine dört tekbir getirip: İşte ey Âdemoğulları sizin sünnetiniz budur, " Dârakutnî, II, 71. dediler. 9. Cenaze Namazında Kıraat: Mâlik'in mezhebinde meşhur olan görüşe göre bu namazda kıraat yoktur. Ebû Hanîfe ve es-Sevrî de bu görüştedirler. Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ölüye namaz kıldığınızda ona ihlâs ve samimiyetle dua ediniz." Bu hadisi, Ebû Dâvûd, Ebû Hüreyre yoluyla rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Cenâiz 56; İbn Mâce, Cenâiz 23. Şâfiî, Ahmed, İshak, Muhammed b. Mesleme (mezhebimize mensub) ilim adamlarımızdan Eşheb ile Dâvud (ez-Zahirî), Fâtihanın okunacağı görüşündedirler. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Fâtihatü'l-Kitab okunmaksızın namaz olmaz" diye buyurmuştur. Bu görüş sahipleri, bu hadisi umumu üzere kabul etmişlerdir. Ayrıca, Buhârî nin İbn Abbâs'tan rivâyetini delil gösterirler. Bu rivâyete göre İbn Abbâs bir cenaze namazını kılmış ve Fâtihatü'l-Kitab'ı okuyup şöyle demiş: Bunun sünnet olduğunu bilesiniz diye okudum. Buhârî, Cenâiz 66; Nesâî, Cenâiz 77. Nesâî de Ebû Umame yoluyla gelen hadiste şöyle dediğini nakleder: Cenazelere kılanan namazda sünnet olan birinci tekbirden sonra gizlice Ummu'l-Kur'ân'ı (Fâtiha'yı) okuması, sonra da üç tekbir getirmesi, son tekbirden sonra da selam vermesidir." Muhammed b. Nasr el-Mervezî de yine Ebû Umame'den şöyle dediğini zikreder: Cenazeler üzerine namazda sünnet olan önce tekbîr getirmen, sonra da Ummu'l-Kur'ân'ı okumandır. Daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e salât ve selâm getirirsin. Sonra da ölüye ihlasla dua edersin. Ancak birinci tekbiri getirdikten sonra Kur'ân okunur, ondan sonra ise selam verilir. Hocamız Ebû'l-Abbas der ki: Bu iki hadis de sahihtir ve bu iki hadis de usul (hadis usulü) âlimlerince müsned hadis gibi değerlendirilmiştir. Bununla birlikte Ebû Umame hadisi gereğince uygulama (amel) daha uygundur. Zira o hadiste hem Hazret-i Peygamberin: "Fâtihatu'l-Kitab'sız namaz olmaz" hadisi ile hem de ölüye ihlasla dua bir arada yapılmış olur. Cenaze namazında Fâtiha Sûresi'nin okunması ise duaya bir başlangıçtan ibarettir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 10. Cenaze Namazı Kıldıran İmâmın Duracağı Yer: Cenaze namazını kıldıran İmâmın, erkeğin başı hizasında, kadının da göbeği hizasında durması sünnettir. Çünkü, Ebû Dâvûd'un Hazret-i Enes'den yaptığı rivâyet bunu gerektirmektedir. Enes (radıyallahü anh) bir cenaze namazını kıldırdıktan sonra, kendisine el-Âla b. Ziyad şöyle sormuş: Ey Ebû Hamza, Resûlüllah senin bu kıldığın namaz gibi mi cenaze namazlarını kıldırıyordu? Dört tekbir alıyor ve erkeğin başı hizasında, kadının da göbeği hizasında mı duruyordu? Enes, evet diye cevap vermişti. Ebû Dâvûd, Cenâiz 53; Tirmizî, Cenâiz 45; İbn Mâce, Cenâiz 21. Bu hadisi, Müslim de Semura b. Cündub'dan rivâyet etmiştir, Semura dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) lohusa olarak vefat eden Um Kâ'b'ın cenaze namazını kıldırdığı sırada ben de Peygamberin arkasında namaz kıldım. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun cenaze namazını kıldırmak üzere ortasına doğru Müslim, Cenâiz 87. 88; Nesâî, Hayız 25, Cenâiz 73 durmuştu. 11. Ölenin Kabri Başında Durmak: Yüce Allah'ın: "Kabrinin başında da durma" âyeti ile ilgili olarak şunları belirtelim: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), -"et Tezkire" adlı eserimizde de belirttiğimiz gibi (yüce Allah'a hamd olsun)- ölü defnedildikten sonra kabri başında durur ve sebat bulması için ona dua ederdi. 85Malları da evlâtları da İmrendirmesin seni. Allah onları dünyada bunlar sebebiyle ancak bir azaba çarptırmayı ve canlarının kâfir oldukları halde güçlükle çıkmasını ister. Yüce Allah bu âyeti te'kid olmak üzere bir daha tekrarlamıştır. Buna dair açıklamalar daha önceden (et Tevbe, 9/55. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 86"Allah'a Îman edin, Resulü ile birlikte cihâd edin" diye bir sûre İndirildiği zaman, içlerinden güç yetirenler senden izin İsterler ve: "Bizi bırak da oturanlarla birlikte kalalım" derler, Mü’minler, Savaş çağrısına çabucak cevap verip uydular, münafıklar ise gerekçeler uydurdular. Buna göre bu emir mü’minlere imanlarının devam etmesi, münafıklara da îmana girmeleri için verilmiştir. "Diye" nasb mahallinde olup, "Îman edin... diye" anlamındadır. "Güçyetiren" zengin demektir ki, buna dair açıklamatar daha önceden (en-Nisâ, 4/25. âyci, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Özel olarak bunları zikretmesi ise, güç yetircmeyen varlıktı kimselerin ayrıca izin istemeye ihtiyaçtan olmadığından dolayıdır. Çünkü, bu gibi kimseler zaten mazurdur "Bizi bırak da oturanlarla" yani, Savaşa çıkmaktan yana âciz olanlarla "birlikte kalalım, derler." 87Geri kalanlarla birlikte olmaya razı oldular. Kalplerine de mühür vuruldu. Artık onlar anlamazlar. 88Fakat Peygamber ve beraberindeki mü’minler mallarıyla ve canlarıyla cihâd ettiler. İşte onlar için hayırlar vardır ve onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir. 89Allah onlara altından nehirler akan cennetler hazırlamıştır. Orada ebediyyen kalıcıdırlar. İşte en büyük kurtuluş budur. Yüce Allah'ın: "Geri kalanlarla birlikte olmaya razı oldular" âyetindeki "geri kalanlar" anlamındaki; kelimesi, nin çoğuludur. Yani onlar, kadınlarla, çocuklarla ve özür sahibi erkeklerle birlikte kalmaya razı oldular. Önceden de geçtiği gibi, eğer erkekte asalet yoksa, ona; da, da denilir. Mesela, eğer bir kimse aile halkından daha aşağı bir mertebede ise," Filan kişi aile halkından geride kalan bir kimsedir," denilir. en-Nehhâs der ki: Bu kelimenin aslı, uzun süre kaldığından dolayı ekşiyen süt için kullanılan: den alınmadır. ise, oruçlunun ağzının kokusu değişti, demektir. "Filan kişi kötü bir haleftir", ifadesi de buradan gelmektedir. Şu kadar var ki, "fevâü" şeklindeki çoğul, "faile" veznindeki kelimeler içindir. Hiçbir zaman "fail" veznindeki bir kelime sıfat olarak "fevâil" şeklinde -şiir müstesna- getirilmez. Ancak, "Haris ve hâlik: süvari ve helâk olan" kelimeleri böyle değildir. (Yani bunların çoğulu fevâü vezninde gelir). Yüce Allah'ın, mücahidlerin (mükâfatının) niteliği ile ilgili olarak: "İşte onlar için hayırlar vardır" âyetindeki "hayırlar"in güzel kadınlar olduğu söylenmiştir. Bu görüş el-Hasen'den rivâyet edilmiştir. Buna dair delili ise yüce Allah'ın: "İçlerinde güzel yüzlü, güzel huylu (kadın)lar vardır" (er-Rahmân, 55/70) âyetidir. Nitekim; "O kadınların en hayırlısıdır," denilir. (Hayırlı anlamındaki kelimenin) aslı ise; şeklinde olup şeddesi hafifletilmiştir. "Kolay" kelimesi gibi. Bunun 'ın çoğulu olduğu da söylenmişrk. Buna göre âyetin anlamı şöyledir: Mücahidler için dünyanın da âhiretin de pek çok faydaları vardır. "Kurtuluş (felâh)"ın anlamına dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/5'te) geçmiş bulunmaktadır. "Cennetler" bahçeler demektir, yine buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/25'te) geçmiş bulunmaktadır. 90Bedevilerden özür beyan edenler, kendilerine izin verilsin diye geldiler. Allah'a ve Rasülüne yalan söyleyenler de oturup kaldılar. İçlerinden kâfir olanlara da pek acıklı bir azap çarpacaktır. Yüce Allah'ın: "Bedevilerden özür beyan edenler... geldiler" âyetindeki "özür beyan edenler" anlamına gelen kelimeyi, el-A'rec ile ed-Dahhâk; şeklinde ("zel" harfi) şeddeslz olarak okumuşlardır. Ebû Kureyb bunu Ebû Bekir'den, o, Âsım'dan diye bu şe'kilde okuduğunu rivâyet ettiği gibi, kıraat sahipleri de bunu İbn Abbâs'tan böyle okuduğunu rivâyet ederler. el-Cevherî der ki: İbn Abbâs "Özür beyan edenler" şeklinde şeddesiz olarak ve; den gelen bir kelime gibi okumuş ve Allah'a yemin olsun ki, bu şekilde indirilmiştir, dermiş. en-Nehhâs der ki: Şu kadar var ki, bu rivâyet el-Kelbî etrafında dönüp dolaşır. Ve bu, den gelmektedir ki, sözü de buradan gelmektedir. Yani, sana öncelikle gelip de seni uyaran kişi artık mazeret hususunda alabildiğine ileri gitmiş anlamındadır. Şeddeli olarak; şeklindeki okuyuş ile İlgili de iki görüş vardır. Birincisine göre özür beyan eden kimse haklı olur, bu durumda özür sahibi olduğundan, özür beyan eden kişi demektir. Bu açıklamaya göre de kelimenin aslı; şeklindedir. Ancak, "te" harfi "zel" harfine dönüştürülüp ona îdğam olunmuş, "te" harfinin harekesi de "ayn" harfine verilmiştir. Nitekim "Çekişirler" (Yâsîn, 36/49) kelimesinin "hı" harfi üstün olarak okunduğu gibi. Bununla birlikte iki sakin bir arada bulunduğu için "ayn" harfinin esreli okunması da "mim" harfine tabi kılınarak ötreli okunması da mümkündür. Bunu, el-Cevherî ve en-Nehhâs zikretmişlerdir. Şu kadar var ki en Nehhâs bunu el-Ahfeş, el-Ferrâ', Ebû Hatim ve Ebû Ubeyd'den nakletmektedir. Bunun aslının; şeklinde olmakla birlikte "te" harfinin "zel" harfine idğam edilmiş olması ve özür sahibi olan kimseler anlamına gelmesi de mümkündür. Nitekim Lebid şöyle demiştir: "Bir yılın sonuna kadar (ağlayın) sonra üzerinize olsun selâm ismi. Kim tam bir yıl ağlayacak olursa, artık o, özrünü de ortaya koymuş olur." Diğer görüşe göre bu şekilde Özür beyan eden kişi haksız kimse olur, o da özrü, mazereti bulunmadığı halde (yalan yere) özür beyan eden kişi demektir. el-Cevherî der ki: Böyle bir kimsenin; "Özür beyan edici olması," yalan yere bir işi yapan kimseleri anlatmak için kullanılan; veznine göre kullanılmış olur. Çünkü böyle bir kimse hasta olmadığı halde hasta olduğunu ve kusurlu hareket ederek özürsüz mazeret beyan eden kimse demektir. el-Cevherî'den başkaları da şöyle demektedir: ifadesi filan kişi o işte kusurlu davrandı ve bu hususta üzerine düşeni sonuna kadar yerine getirmedi, demektir. Buna göre anlam, onlar yalan yere özür beyan ettiler, şeklinde olur. el-Cevherî der ki: İbn Abbâs: Allah, yalan yere özür beyan eden muazzirleri (lanetlesin). Âdeta ona göre şeddeli olarak "munzzir" gerçekte hiçbir özrü bulunmaksızın yalan yere mazereti olduğunu izhar eden kimse imiş gibi anlıyor gibidir. en-Nehhâs der ki: Ebû'l-Abbas Muhammed b. Yezid der ki: Buradaki "el-Muazzirûn" kelimesinin, aslında "el Mu'tezirûn" şeklinde olması mümkün değildir ve bu kelimede idğam da câiz olmaz, çünkü o takdirde anlam karışıklığı olur. İsmail b. İshak da el-Hatil ve Sîbeveyh'in görüşlerine göre burada idğamın uzak bir ihtimal olduğunu nakletmektedir. Diğer taraftan, ifadelerin akışı onların mazeretleri bulunmayan ve yerilen kimseler olduğunu göstermektedir. (İsmail b. İshak) der ki: Çünkü onlar, kendilerine izin verilsin diye gelmişlerdi. Eğer bunlar gerçekten zayıf, hasta ve harcayacak birşey bulamayan kimselerden olsalardı, İzin istemeye gerek duymazlardı. en-Nehhâs der ki: "Mazeret, mazeret beyan etmek ve mazeretini açıklayıp mazur görülmek istemek" aynı kökten, aynı şeyden gelirler, bu da zor ve yerine getirilmesi müteazzir (âdeta imkânsız) olan şeyler demektir. Araplar ise, "Filana yapacaklarımdan ötürü beni kim mazur görür?" derler ki, bunun anlamı şudur: O, öyle büyük bir iş yaptı ki, bundan dolayı benim kendisini cezalandırmamı haketmiştir. İnsanlar ise onun bu yaptığını bilmiyor. Ben onu cezalandıracak olursam, kim beni mazur görür, mazeretimi kabul eder? ("Zel" harfinin) şeddesiz okunuşu ile ilgili olarak İbn Abbâs der ki: Bunlar bir özür sebebiyle Savaştan geri kalıp Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de kendilerine verdiği kimselerdir. Bir diğer görüşe göre bunlar, Âmir b. et-Tufeyl'in adamlarıdırlar, şöyle demişlerdi: Ey Allah'ın Rasûlü, biz sizinle birlikte gaza yapacak olursak, Tay kabilesinin bedevileri hanımlarımıza, çocuklarımıza ve davarlarımıza baskın düzenleyecekler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber onların bu özürlerini kabul etmişti. Şeddeli kıraate dair ikinci görüşe göre ise, burada sözü edilenler Gıfarh bir topluluk idiler. Bunlar, gelip özür beyan etmişlerdi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, onların haksız olduklarını bildiği için onların bu mazeretlerini kabul etmemişti. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bir topluluk ise, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karşı cüretkârca davranarak açıkladıkları bir mazeret bulunmaksızın oturup cihâda çıkmamışlardı. Bunlar, yüce Allah'ın kendilerinden: "Allah'a ve Rasûlüne yalan söyleyenler de oturup kaldılar" âyeti ile haber verdiği kimselerdir. Bunların yalan söylemelerinden kasıt ise, "biz mü’minleriz" sözleridir. "İzin verilsin diye" âyeti ise, "lâm-ı key" ile nasb edilmiştir. 91Allah'a ve Rasûlüne karşı samimi olmak şartı ile zayıflara, hastalara ve harcayacak birşey bulamayanlara bir günah yoktur. İyilik edenlerin aleyhine bir yol yoktur. Allah, bağışlayandır, Rahîmdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: 1. Acizlik Halinde Mükellefiyetin Düşmesi: Yüce Allah'ın: "... zayıflara... bir günah yoktur" âyet-i kerimesi, teklifin âciz olandan sakıt olacağı hususunda aslî bir dayanaktır. Herhangi bir şeyi yerine getirmekten acze düşen her kişiden o şey düşer. Bu, kimi zaman fiil olarak onun bedelinin yerine getirilmesi şeklinde olur, kimi zaman da ödeme şeklinde bedele dönüşür. Güç bakımından âciz olmak ile mal yönünden âciz olmak arasında da fark yoktur. Bu âyetin bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir: "Allah, hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez." (el-Bakara, 2/1861 Diğer benzeri de şu âyettir: "Gözleri görmeyene günah yoktur, topala günah yoktur, hastaya günah yoktur..." (el-Feth, 48/17) Ebû Dâvûd'un Enes'den gelen bir rivâyetine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Medine'de öyle bir takım kimseleri geri bıraktınız ki, siz ne kadar yol aldıysanız, neyi harcadıysanız, ne kadar vadi katettiyseniz, mutlaka onlar onda sizinle birliktedirler," Ey Allah'ın Rasûlü, dediler, Medine'de bulunduktan halde nasıl bizimle beraber olabilirler? Hazret-i Peygamber: "Mazeretleri onları alıkoydu" Buhârî, Cihad 35, Meğâzî 81; Müslim, İmâre 159; Ebû Dâvûd, Cihâd 19; İbn Mâce, Cihad 6; Müsned, III, 103, 160, 182, 214, 300, 341, ….. hastalık onları alıkoydu." diye buyurdu. Böylelikle bu âyet-i kerîme, zikrettiğiniz benzeri diğer âyetlerle birlikte özür sahibi olanlar aleyhine yol ve vebal olmadığım beyan etmektedir. Bunlar ise, kötürümlük, kocamışlık, körlük, topallık gibi özür sahibi oldukları bilinen ile harcayacakları birşey bulamayan kimselerdir. İşte yüce Allah böyleleri için günah olmadığını ifade buyurmaktadır. "Allah'a ve Rasûlüne karşı samimi olmak şartı ile." Yani, hakkı bildikleri, hakkın dostlarını sevdikleri, düşmanlarına da buğzettikleri takdirde. İlim adamları derler ki: Cenab-ı Hak, mazereti bulunanları mazur görmekle birlikte onların kalpleri buna tahammül edemedi. İbn Um Mektum, Uhud'a çıktı ve kendisine sancağın verilmesini istedi. Ancak sancağı Mus'ab b. Umeyr almıştı. Kâfirlerden birisi geldi, Mus'ab'ın sancağı tutan eline vurdu ve kesti. Diğer eliyle onu yakaladı. Öbür eline de vurdu, bu sefer göğsü arasına sıkıştırıp yakaladı ve: "Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan evvel nice peygamberler gelip geçmiştir" (Âl-i İmrân, 3/144) âyetini okudu. İşte onların kararlılıkları ve gayretleri böyle idi. Cenab-ı Hak İse: "Gözü görmeyene günah yoktur" diye buyurmaktadır. İşte bu, birincisi (İbn Um Mektum) hakkındadır. Yine yüce Allah: "Topala da günah yoktur" diye buyurmuştur Ensar'ın nakiblerinden Amr b. el-Cemûh topaldı, o, ordunun ilk saflarında idi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine: "Allah senin özür sahibi olduğunu belirtmiş (mazeretini kabul buyurmuştur)" deyince, şu cevabı vermişti: Allah'a yemin ederim, bu topallığımla yürüyüp cennette iz yapacağım. İbnu'l-Esîr, Usdu'l-Ğabe, III. 705. Sûrenin baş taraflarında bunların benzerlerine dair yaptığımız diğer açıklamalar da buna eklenebilir. Abdullah b. Mes'ûd da der ki: Yemin olsun kişi, koltuğuna giren iki kişi tarafından sürüklenerek getirilir ve nihayet safta Müslim, Mesacid 257; (Abdullah b. Mes'ûd’un cemaatle namaza devamı teşvik edici ifadelerinden ). durduruldu. 2. Samimi Olmak (Nasihat): Yüce Allah'ın: "Samimi olmak şartı ile" anlamındaki âyetinde geçen "nush," yapılan işin hertürlü aldatmadan uzak ve arınmış olması demektir. Nasûh tevbe tabiri de buradan gelmektedir. Neftaveyh der ki: Bir şeyin nush bulması, onun halis, arı, duru olması demektir. Bir kimsenin birisine nush ile söz söylemesi, ona samimi ve ihlâslı olarak söz söylemesi demektir. Müslim'in Sahih'inde Temim ed-Dârî'den nakledildiğine göre. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): -Üç defa- "Din nasihattir" diye buyurmuştur. Biz: Kime diye sorduk, O: "Allah'a, Kitabına, Rasûlüne, müslümanların yöneticilerine ve hepsine" diye buyurdu. Buhârî, Îman 42 (bab başlığında); Müslim, Îman 95; Ebû Dâvûd, Edeb 59; Tirmizî, Birr 17; Nesâî, Bey'at 31; Dârimî, Rikaak 41; Müsned, t, 351, II, 297, IV, 102-103. İlim adamları der ki: Allah'a nasihat, vahdaniyetine itikadda ihlaslı olmak, O'nu uluhiyet sıfatları ile nitelemek, her türlü eksikliklerden O'nu tenzih etmek, O'nun sevdiği şeyleri yapma arzusunu taşımak ve O'nu gazaplandıran şeylerden uzak kalmak demektir. Rasûlüne nasihat ise, Peygamberliğini tasdik etmek, emir ve yasaklarında ona itaate bağlı kalmak, onu dost edinenleri dost bilip ona düşmanlık edenlere düşmanlık etmek, ona gereken saygı ve ta'zimi göstermek, onu ve âl-i beytini sevmek, onu ve onun sünnetini ta'zim etmek, vefatından sonra özel olarak araştırarak sünnetini ihya etmek, sünnetinin inceliklerini bilmek (tefakkuh), onu savunmak, onu yaymak, ümmetine davet etmek, onun üstün ve yüce ahlakıyla ahlâklanmaktır. Allah'ın Kitabına nasihat ise; onu okumak, o Kitabın bilgisini edinmek (tefakkuh), savunmak, onu öğretmek, ona gereken ikram ve saygıyı göstermek, öngördüğü ahlâk ile ahlaklanmaktır. Müslüman yöneticilere nasihat ise; onlara karşı hurucu terketrnek, onlara hakkı göstermek, müslümanların gözlerinden kaçan işlerine, ihmal ettikleri işlerine dikkatlerini çekmek, onlara itaate devam edip yerine getirilmesi gereken haklarını ifa etmek demektir. Genel olarak bütün müslümanlara nasihat ise, onlara düşmanlık beslemeyi terk edip onları doğruya iletmek, salih olanlarım sevmek, hepsine dua etmek ve hepsi için hayır dileklerde bulunmaktır. Sahih hadiste de şöyle buyrulmaktadır: "Birbirlerini sevmelerinde karşılıklı merhametlerinde ve birbirlerine atıfetlerinde mü’minlerin misali bir vücuda benzer. Onun bir organı rahatsızlandı mı, vücudun diğer kesimleri de uykusuzlukla ve ateşinin yükselmesiyle ona " Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66: Müsned, IV, 268, 276, 278. katılır. 3. İyi Davrananların Aleyhine Yol Yoktur: Yüce Allah’ın: "İyilik edenlerin aleyhine bir yol yoktur" anlamındaki âyetinde yer alan; "Bir yol" ifadesi ın ismi olarak ref mahallindedir. Onları cezalandırmaya bir yol yoktur, demektir. Bu âyet-i kerîme iyi davranan her kimsenin cezasının kaldırılması hususunda aslî bir dayanaktır. Bundan dolayı (Mezhebimize mensup) ilim adamlarımıza göre, elini kesen bir kimseye kısas uygulayıp da kısas uygulananın ölümü ile sonuçlanırsa, kısas uygulayanın diyet ödemesi gerekmez. Çünkü o, kendisine haksız tecavüzde bulunana kısas uygulamakla iyi davranmıştır. (Kötü bir iş yapmış değildir) Ebû Hanîfe ise diyet ödemesi gerekir, der. Aynı şekilde bir kimseye ait bir erkek deve, birisi üzerine saldırıp hücum ettiğinde nefsini müdafaa ederken deveyi öldürürse, tazminat ödemesi gerekmez. Şâfiî de bu görüştedir. Ebû Hanîfe İse, deve sahibine o devenin kıymetini Ödemesi gerekir, demektedir. İbnü'l-Arabî der ki: İşte bütün şer'î meselelerde de görüş bu şekildedir. 92Bir de sana kendilerine binek temin etmen için gelip de: "Size bir binek bulamıyorum" dediğin zaman, harcayacak birşey bulamadıklarından üzülerek gözleri yaş döke döke geri dönen kimselere de (bir vebal yoktur). 4. Kendilerine Binek Bulunamadığı ve Cihâdın Masraflarını Karşılayamadığı için Cihâda Çıkamayanlar: Yüce Allah'ın: "Bir de sana kendilerine binek temin etmen için gelip de..." âyeti, rivâyet edildiğine göre İrbâd b. Sâriye hakkında İnmiştir. Âiz b. Amr hakkında indiği söylendiği gibi, Mukarrin'in oğulları hakkında indiği de söylenmiştir. Müfessirlerin çoğunluğu da bu görüştedir. Mukarrin'in yedi oğlu vardı. Hepsi de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbından idiler. Ashâb arasında onların dışında yedi kardeş kimse yoktur. Bunlar ise en-Nu'man, Ma'kil, Akil, Suveyd ve Sinan ve isimleri belirtilmeyen bir yedinci kişi daha. Bunlar, Mukarrin'in oğulları olup Müzeyneli yedi kardeştirler. Hepsi de hicret etmiş, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sohbetinde bulunmuşlardır. İbn Abdi’l-Berr ve bir topluluğun naklettiğine göre, bu şerefli özelliği onlarla birlikte paylaşan başka bir kimse yoktur. Hepsinin Hendek gazvesinde bulundukları da söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre, bu ayet-i kerîme çeşitli kabile kollarına mensup yedi kişi hakkında inmiştir. Bunlar,"el Bekkâun (ağlayanlar, ağlayıcılar)" diye bilinen kişilerdir. Tebûk gazvesinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kendilerine binek temin etsin diye gelmişlerdi de, Hazret-i Peygamber onları taşıyacak binek temin edememişti. Bunun üzerine onlar da "harcayacak birşey bulamadıklarından üzülerek, gözleri yaş döke döke" geri dönmüşlerdi. O bakımdan onlara "ağlayıcılar" ismi verilmişti. Bunlar ise Amr b. Avfoğullarından Salim b. Umeyr, Hariseoğullarından Ulbe b. Zeyd, Mazin b. en-Neccaroğullarından Ebû Leyla Abdurrahman b. Kâ'b, Selemeoğullarından Amr b. el-Humam, Müzeynelilerden Abdullah b. el-Muğaffel -bunun Abdullah b. Amr el-Müzenî olduğu da söylenmiştir- Vakifoğullarından Herami b. Abdullah, Fezarelilerden İrbâd b. Sâriye'dirler. Ebû Ömer (b. Abdî’l-Berr) "ed-Dürer" adlı eserinde isimlerini böyle vermektedir. Bununla birlikte isimleri hususunda farklı görüşler vardır, el-Kuşeyrî der ki; Bunlar, Makil b. Yesar, Sahr b. Hansa, Ensardan Abdullah b. Kâ'b, Salim b. Umeyr, Sa'lebe b. Ganeme ve Abdullah b. Muğaffel ile bir diğer kişiden ibarettir. Bunlar gelip: Ey Allah'ın Peygamberi demişlerdi. Bizi, seninle birlikte gazaya çıkmak üzere çağırdın. O bakımdan sen bizi develerin üzerinde ve atların sırtında taşı, biz de seninle birlikte gaza edelim. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: "Size bir binek bulamıyorum" deyince, ağlayarak geri dönmüşlerdi. İbn Abbâs ise der ki: Hazret-i Peygamberden kendilerine binek temin etmesini istediler. Yolun uzaklığı dolayısıyla her bir kişinin, birisine binmek, diğeri üzerinde de su ve azığım taşımak maksadıyla iki deveye İhtiyacı vardı. el-Hasen der ki: Âyet-i kerîme, Ebû Mûsa ve arkadaşları hakkında inmiştir. Bunlar kendilerine binek temin etmek üzere Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldiler. Bu gelişleri Hazret-i Peygamberin kızgın olduğu bir zamana rastlamıştı. O: "Allah'a yemin olsun ki, ne sizi taşıyacak binek veririm, ne de sizi taşıyacak binek bulabilirim" bunun üzerine ağlayarak geri döndüler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onları geri çağırdı ve kendilerine üç ile on yaş arasında bir deve verdi. Ebû Mûsa: Ey Allah'ın Rasûlü, sen yemin etmedin mi deyince, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Şüphe yok ki ben Allah'ın izniyle herhangi bir hususa yemin eder de, ondan başkasının o yemin ettiğim şeyden hayırlı olduğunu görürsem mutlaka hayırlı olanı yaparım ve yeminimin keffaretini yerine getiririm." Buhârî, Ey mân 1, Keffârât 9; Müslim, Eyman 7, 10; Ebû Dâvûd, Eyman 14; Nesâî, Eymân 15, İbn Mâce, Keffârâı 7; Müsned, IV, 398. Derim ki: Bu, sahih bir hadis olup, Buhârî de, Müslim de bu hadisi hem lâfzıyla, hem manasıyla rivâyet etmişlerdir. Müslim'de şöyle de denilmektedir: Peygamber bizi çağırttı ve bize hörgüçleri beyaz beş tane üç ile on yaş arasında deve verilmesini emr etti. Hadisin sonunda da: "Haydi gidiniz, Allah size binek buldu" diye buyurduğu belirtilmektedir. Müslim, Eymân 8, 9. Yine el-Hasen ile Bekr b. Abdullah şöyle derler: âyet-i kerîme Müzeyneli Abdullah b. Muğaffel hakkında inmiştir. Abdullah, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelip, kendisinden binek istedi. el-Cürcanî der ki: Bir de sana kendilerine binek temin etmen için gelip; size bir binek bulamıyorum, dediğin kimseler aleyhine bir yol yoktur, takdirindedir. Buna göre bu, mübtedâ olup, "vav"sız olarak makabline atfedilmiş, cevabı ise: "Gözleri yaş döke döke geri döndüler" takdirindedir. "Gözleri yaş döke döke" cümlesi ise, hal olarak nasb mahallindedir. "Üzülerek" anlamındaki ise, mastardır. "Bulamadıkları" lâfzı, tüt,) ile nasb edilmiştir. en-Nehhâs der ki: el-Ferrâ' dedi ki: Bunun; "Bulamamaları" şeklinde olması da mümkündür. Bu durumda o, edatını anlamında (olumsuz, nefiy edatı) olarak kabul etmektedir. Basralılara göre ise;" Onlar bulamıyorlar diye" anlamındadır. 5. Cihâd Masrafı Bulamayan Kimsenin Durumu: İlim adamlarının çoğunluğu, çıkacağı gazada harcamalarını karşılayacak mal bulamayan kimsenin gazaya çıkmasının vacib olmadığı görüşündedir. (Mezhebimize mensup) İlim adamlarımız da derler ki: Eğer böyle bir kimsenin dilenmek adeti varsa, onun hacca gitmesi mükellefiyeti vardır. Ve adeti üzere yola çıkar. Çünkü onun halinde, eğer bir değişiklik olmayacaksa, bu farz hüküm masrafını karşılayabilecek durumda olana nasıl yönelikse, ona da öylece yöneliktir. 6. Hal Karinesi: Yüce Allah'ın: "Üzülerek gözleri yaş döke döke..." âyetinde halin karinesine delil olabilecek bir taraf vardır. Diğer taraftan kimi hal karinesi kesin bir bilgi ifade eder, kimisi ise muhtemel ve tereddüt doğurur. Birincisine örnek: Bir kimse yüksek sesle feryad getirilen, yüzlerin tırmalanıp yırtıldığı, saçların tıraş edildiği, aşırı derecede seslerin yükseltildiği, yakaların yırtıldığı bir evin yanından geçip de ev sahibinin öldüğüne dair ifadeler kullanıldığını da işitirse, bu durumda o evin sahibinin öldüğü bilinir. İkincisine örnek ise, yöneticilerin kapılarında yetimlerin göz yaşı dökmeleridir. Şanı yüce Allah, Yusuf (aleyhisselâm)ın kardeşlerinin durumunu haber verirken: "Akşam ağlaya ağlaya babalarına geldiler" (Yusuf, 12/16.) diye buyurmakta ve durumlarım haber vermektedir. Halbuki onlar yalancı idiler. Yine yüce Allah onların durumlarını: "Üstüne yalancıktan kanlı gömleğini getirdiler" (Yusuf, 12/18) diye haber vermektedir. Bununla birlikte bütün bunlar çoğunlukla delil olarak kullanılabilen karinelerdir. Hallerin zahirlerine ve çoğunlukla delâletlerine binaen şahidlikler de bu karinelere binaen kabul veya red edilir. Şair de der ki: "Gözyaşları yanakların üzerinde birbirine karıştı mı, Gerçekten ağlayan ile ağlar gibi yapan açıkça belli olur." Bu hususa dair açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle Yusuf Sûresi'nde yeterince gelecektir. 93Yol, ancak zengin oldukları halde senden İzin İsteyenlerin aleyhinedir. Onlar geri kalanlarla beraber olmaya razı oldular. Allah da kalplerini mühürledi. Bunun için onlar bilmezler. "Yol" yani cezalandırma ve günah kazanmak "ancak zengin oldukları halde senden İzin isteyenlerin aleyhinedir." Burada maksat münafıklardır. Bir daha onların sözkonusu edilmeleri kötü fiillerinden sakındırmanın te'kid edilmesi içindir. 94Kendilerine döndüğünüz vakit size özür beyan edeceklerdir. De ki: "Özür dilemeyin, size kesinlikle inanmayız. Allah bize, size dair haberler vermiştir. Allah ve Rasûlü sizin davranışınızı görecek, sonra görüneni de görünmeyeni de bilene döndürüleceksiniz. O da size yaptıklarınızı haber verecektir." "Kendilerine döndüğünüz vakit size özür beyan edeceklerdir." Burada sözü edilenler münafıklardır. "Size kesinlikle inanmayız" söylediklerinizin doğru olduğunu kabul etmeyiz. "Allah bize, size dair haber vermiştir." Yani, sizin iç durumlarınızı bize bildirmiştir. "Allah ve Rasûlü" bundan böyle yeniden yapacağınız işlerinizi "görecek, sonra görüneni de görünmeyeni de bilene döndürüleceksiniz, O da size yaptıklarınızı haber verecektir." Yani, amellerinizin karşılığını size verecektir. Bütün bunlara dair yeterli açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. 95Yanlarına döndüğünüzde onlardan yüzçevirmeniz için önünüzde Allah'a yemin edeceklerdir. O halde siz de onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardırlar. Kazandıklarının cezası olarak varacakları yer de cehennemdir. Tebûk'ten "yanlarına döndüğünüzde onlardan vazgeçmeniz için" yani, onları kınamayıp affetmeniz için, "önünüzde Allah'a yemin edeceklerdir." Burada neye dair yemin edecekleri hazleditmiştir. Yani onlar, sizinle birlikte Savaşa çıkacak gücü bulamadıklarına dair yemin edeceklerdir. İbn Abbâs der ki: "O halde siz de onlardan yüz çevirin" âyeti onlarla konuşmayın demektir. Nitekim haberde Hazret-i Peygamberin Tebûk'ten döndükten sonra: "Onlarla oturup kalkmayın ve onlarla konuşmayın" dediği nakledilmektedir. "Çünkü onlar murdardırlar." Yani, onların yaptıktan işler pisliktir, murdarlıktır. İfadenin takdiri de şöyledir: Onlar pislik yapan kimselerdir. Yani, yaptıkları işler oldukça çirkindir. "Kazandıklarının cezası olarak varacakları yer de cehennemdir." Yani, onların varıp konaklayacakları yer orasıdır. el-Cevherî der ki: Varılacak yer (me'vâ.) gece veya gündüz kendisine vanlan, sığınılan her yere denilir. "Filan kişi evine sığındı, sığınır" denilir. Yüce Allah'ın: "Ben, beni sudan koruyacak bir dağa sığınırım." (Hud, 11/43) "Ben onu barındırdım," demektir. Bir kimseyi yanında barındırmak halinde de; "Onu barındırdım," denilir. Buna göre; vezinleri, aynı anlamı verir ki, bu açıklamalar da Ebû Zeyd'den nakledilmiştir. şeklinde "vav" harfinin esreli okunuşu, özel olarak develerin barınağı hakkında kullandır. Ve bu kullanış istisnai (şaz)dır. 96Kendilerinden hoşnut olmanız için size yemin ederler. Siz onlardan hoşnut olsanız da, şüphesiz Allah, o fâsıklar topluluğun dan hoşnut olmaz. Abdullah b. Ubey, artık bundan sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'den geri kalmayacağına dair yemin etti ve kendisinden hoşnut olmasını, razı olmasını istedi. 97Bedeviler küfür ve nifak bakımından daha beterdir. Allah'ın Rasûlüne İndirdiklerinin şınırlarını bilmemeye de daha lâyıktırlar. Allah herşeyi bilendir, Hakimdir. Yüce Allah’ın: "Bedeviler küfür ve nifek bakımından daha beterdir" anlamındaki âyetine dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1. Bedeviler ve Bilgisizlik: Aziz ve celil olan Allah, Medine'deki münafıkların hallerini sözkonusu ettikten sonra, Medine'nin dışında ve uzaklarında bulunan bedevileri zikretmektedir. Onların küfürlerinin daha ağır olduğunu ifade etmektedir. Katade der ki: Çünkü bedevilerin sünnete dair bilgisizlikleri daha ileri derecededir. Bir diğer açıklama da şöyledir: Çünkü onların kalpleri daha katı, sözleri daha sert, tabiatları daha kaba, Kur'ân-ı Kerîm'i dinlemekten daha bir uzaktırlar. Bundan dolayı yüce Allah onların hakkında: "...bilmemeye de daha lâyıktırlar." Bu onların haline daha uygundur, diye buyurmaktadır. "memeye" deki idğam olunmuş edatı, "be" harfi hazfedilmek suretiyle nasb mahallindedir. Mesela; "Sen ...yapmaya lâyıksın," denilirken, "be" harfi hazfedilerek; "Yapmaya" da denilebilir. Bu şekilde "be" harfi hazfedilecek olursa, ancak; ile kullanılabilir. Şayet "be" harfi getirilirse bu edattan başkası da kullanılabilir. Mesela; "Sen kalkmaya lâyıksın," denildiği gibi şeklinde (aynı anlamda olmak üzere) de denilir. Eğer, denilecek olursa, bu yanlış olur. Bunun ile kullanılmasının uygun düşmesi bu edatın istikbale delâlet etmesi dolayısıyla âdeta mahzuf olanın yerini tutuyor gibi olmasından ötürüdür. "Allah'ın Rasûlüne İndirdiklerinin sınırlarını", şeriatın farz hükümlerini "bilmemeye de daha lâyıktırlar." Şöyle de açıklanmıştır: Az düşünüp az tefekkür ettikleri için Allah'ın Rububiyetine ve peygamberleri göndermesine dair delil ve belgelerini bilmemeye daha lâyıktırlar, diye de açıklanmıştır. 2. Bedevilerin Özel Halleri Dolayısıyla Haklarındaki Özel Hükümler: Durumun böyle olması ve bu onların diğerlerine göre, kâmil mertebeden daha eksik ve daha aşağıda bulunmalarına delâlet etmesi dolayısıyla bu konuda üç hüküm söz konusu olmaktadır: 1- Fey' ve ganimette onların bir hakkı yoktur. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Sahih-i Müslim'de yer alan Büreyde yoluyla gelen hadisinde şöyle dediği kaydedilmektedir: "Sonra onları kendi yurtlarından muhacirlerin kaldıkları yurda geçmeye davet et ve kendilerine eğer bunu yapacak olurlarsa, muhacirler lehine olan şeylerin onların da lehine olacağını, muhacirler aleyhine olan şeylerin onların da aleyhine olacağını haber ver. Eğer yurtlarından ayrılmayı kabul etmeyecek olurlarsa, o takdirde onların müslümanların bedevileri hükmünde olacaklarını bildir. Onlar hakkında da mü’minlere uygulanan Allah'ın hükmü uygulanacaktır. Ama, ganimet ve feyde müslümanlarla birlikte cihâd etmeleri müstesna- hiçbir payları olmayacaktır." Müslim, Cihâd 3; Ebû Dâvûd, Cihad 82; Tirmzi, Siyer 47; İbn Mâce, Cihâd 38; Dârimî, Siyer 8; Müsned, V, 352, 358. 2- Çölde yaşayanların şehirlerde ikâmet edenler hakkındaki şahidliklerinin kabul edilmemesi. Çünkü bu şahidlikte itham altında bulunmaları sözkomısudur. Ebû Hanîfe ise onların şahidliklerini câiz kabul eder ve şöyle der: Çünkü, hertürlü itham ihtimaline riâyet olunamaz. Ayrıca ona göre müslümanların bütünü adalet sıfatına sahiptirler. Şâfiî ise, bedevi adalet sahibi ve durumundan razı olunan bir kimse ise câiz kabul etmiştir. Daha önce el-Bakara Sûresi'nde açıkladığımız gerekçeler dolayısıyla (bk. 2/282. âyet, 30. başlık ve devamı) sahih olan da budur. Burada yüce Allah bedevileri üç vasıf ile nitelendirmiştir: Birisi küfür ve münafıklık, ikincisi onların yaptıkları harcamaları ağır bir borç yükü olarak kabul etmeleri ve başınıza musibetlerin gelmesini gözetleyip durmaları, üçüncüsü ise Allah'a ve âhiret gününe îman etmekle birlikte yaptıktan infak ve harcamaları Allah nezdinde yakınlaştıncı bir ibadet, Peygamberin dualarına mazhar olmak için bir sebep kabul etmek. (bk. 99- âyet) İşte bu nitelikte olan bir kimsenin şahidliğinin kabul edilmemesi ve ikinci ile birinci niteliklere sahip olanlar gibi değerlendirilmesi ihtimali çok uzaktır. Hatta böyle bir şey batıldır. Buna dair açıklamalar daha önce en-Nisa Sûresi'nde (en-Nisa, 4/135- âyet, 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 3- Sünnete dair bilgisizlikleri, cuma'yı kılmayışlan dolayısıyla şehirlerde ikâmet edenlere namaz kıldırmalan, İmâmlık yapmaları yasak kabul edilmiştir. Ebû Miclez, bedevi'nin İmâmlık yapmasını mekruh kabul eder. Mâlik der ki: Cemaatin arasında en iyi Kur'ân okuyan o olsa dahi İmâm olamaz. Süfyan es-Sevrî, Şâfiî, İshak ve rey sahipleri ise şöyle derler: Bedevinin arkasında kılınan namaz caizdir. İbnü'l Münzir ise namazın sınırlarını dosdoğru yerine getirmesi halinde bu görüşün tercih edileceğini belirtmiştir. Yüce Allah'ın: "Daha beterdir" kelimesinin aslı; şeklindedir ki, buna dair açıklamalar önceden geçmiştir. "Küfür... bakımından" ise, temyiz olarak nasb edilmiştir. "Nifak bakımından" anlamındaki kelime de ona atfedilmiştir. "Daha lâyıktırlar" kelimesi ise, "daha beterdir" anlamındaki kelimeye atfedilmiştir. "Filan buna lâyıktır;" " Sen de bu İşi yapmaya lâyıksın," denilir. Çoğulu ise, şeklinde, gelir. Bunun asil ise, duvarın inşaatı yapılmak suretiyle yükseltilmesi anlamını veren; den gelmektedir. Buna göre; "O buna daha lâyıktır" demek, buna daha yakındır, böyle bir şey daha çok onun hakkıdır, demek olur. "... bedeviler... bilmemeye de daha lâyıktırlar." Araplar, insanların bir koludur. Arap'a nisbet "arabî" şeklinde gelir ki, şehirlerde yaşıyanlara Arap denilir. "el-A'râb: bedeviler" ise, özel olarak Arapların çöllerde sakin olanlarına, orada yaşayanlarına denilir. Fasih şiirlerde "eâ-rib" kelimesi kullanılmıştır. "el-A'râb"ın nisbeti "a'râbî" şeklinde gelir. Çünkü, bu kelimenin tekili yoktur. "el-Enbât" kelimesinin "nebat"ın çoğulu olduğu gibi; "A'râb" kelimesi "arab"ın çoğulu değildir. "Arab" bir cins isimdir. " Arab-ı Âribe" ise, katıksız Araplar demektir. Bu kelime (Âribe) Arap lâfzından alınmış ve onunla te'kid edilmiştir. Nitekim; "Kapkaranlık bir gece" demek de böyledir. (Arab-ı Âribe yerine) Arab-ı Arbâ dedikleri de olabilir. "Tearrub" ise Araba benzemek demektir. "Hicretten sonra tearrub" ise bedeviliğe geri dönmek anlamındadır. Arab'ı Müsta'ribe ise halis Arap olmayanlara denilir. Mütearribe de böyledir. Arabiyye ise Arap dilinin adıdır. "Ya'rub b. Kahtan" ise Arapça konuşan ilk kişidir, Bu da bütün Yemenlilerin ilk atasıdır. Urb ile arab aynı şeydir. Tıpkı ucm ile acem'in aynı şey olması gibi. "Urayb" ise "ararb" isminin küçültülmüşüdür. Şair şöyle demektedir: "Çekirge ve kertenkelelerin yumurtaları Urayb(Arab)'ın yiyeceğidir Fakat acemlilerin canları onu çekemez." Burada şairin, Arapların küçültme ismini kullanması onları ta'zim içindir. Nitekim (el-Hubab b. el-Münzir)'ın söylediği şu sözlerdeki küçültmeler de bu kabildendir: "Ben, uyuz develerin kendisine sürtünerek kaşıntı ihtiyaçlarını giderdikleri direkçiği, hurma ağaçlarını dik tutmak için inşa edilen destekçiğiyim" (derken de kendisinin bu işlere ehil kimse olduğunu ta'zim yoluyla ifade etmek istemiştir). Bütün bu açıklamalar el Cevherî'den nakledilmektedir. el-Kuşeyrî'nin naklettiğine göre de, "arabî'nin çoğulu "arab" şeklinde, "a'râbî"nin çoğulu ise "a'râb" ve "eârib" şeklinde gelir. Bedevi Arab'a "ey a'râbî" denildiğinde sevinir. Ancak, bedevi olmayan araba ey "a'râbî" denilirse kızar, öfkelenir. Muhacirler ile Ensar ise Araptır, a'râb değildir. Araplara bu ismin veriliş sebebi Hazret-i İsmailin soyundan gelenlerin "Arabe" denilen yerden neş'et etmeleridir. Burası Tihame'nin bir bölgesidir, oraya nisbet edilmişlerdir. Kureyşliler de " Arabe" de İkâmet etmişlerdir, bu da Mekke'dir. Daha sonra diğer Araplar, Arap Yarımadasında (Ceziretü'l-Arap'da) yayıldılar. 98Bedevilerden öyle kimseler de vardır ki, infak ettiğini zorla ödenmiş bir borç sayar ve başınıza musibetler gelmesini bekler dururlar. En kötü belâ kendi başlarına olsun. Allah herşeyi İşitendir, bilendir. "Bedevilerden öyle kimseler de vardır ki... sayar" anlamındaki âyette; "Kimse" kelimesi mübtedâ olarak ref mahallindedir. "İnfak ettiğini zorla ödenmiş bir borç" âyeti de iki mef'ûldür. İfade; "İnfak ettiği o şeyi" takdirindedir. İsmin uzaması dolayısıyla sonundaki "ne" harfi hazf edilmiştir. "Zorla ödenmiş bir borç" İse, borç ve ziyan anlamındadır. Asıl anlamı ise bir şeyin gerekli olması (yükümlülük), demektir. "Çünkü gerçekten O'nun azâbı kesin bir helâk oluştur." (el-Furkân, 25/65) Yani, gerekli ve yakayı bırakmayan bir helâk olur. Buradaki âyet da şu anlamdadır: Onlar cihâd uğrunda yaptıkları harcamaları ve verdikleri sadakalan sevap ummadıkları bir zarar, bir yükümlülük olarak verirler. "Ve basınıza musibetler gelmesini bekler dururlar." Bekleyip durmak anlamındaki "et-Tarabbus"a dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara, 2/227. âyet, 16. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Musibetler" anlamındaki "ed-devâir" ise, "dâire"nin çoğuludur. Bu ise, nimetten belaya dönen hal demektir. Yani, bunlar yaptıkları infak ile ilgili cahilce anlayışa, kötü niyet ve kötü bir kalbe sahiptirler. "En kötü belâ kendi başlarına olsun" anlamındaki; âyetini İbn Kesîr ve Ebû Amr, burada da el-Feth Sûresi'ndeki benzeri âyette da "sin" harfini ötreli olarak okumuşlardır. Diğerleri ise üstün ile okumuşlardır. Bütün kıraat âlimleri icma ile " Senin baban kötü bir adam değildi" (Meryem, 19/28) âyetinde "sin" harfini üstün olarak okumuşlardır. Üstün ile ötreli okuyuş arasındaki farka gelince; ötreli okuyuşa göre anlamı, hoş olmayan, hoşlanılmayan şey demektir. el-Ahfeş der ki: Yani, hezimet ve kötülük musibeti üzerlerine olsun demek olur. el-Ferrâ' ise, azap ve belâ musibetleri üzerlerine olsun, diye açıklamıştır. Ahfeş ve el-Ferrâ' derler ki: Ötreli olarak; Kötü adam kastıyla denilmesi câiz değildir. Tıpkı "o azâb ve kötülük adamıdır" anlamında demlemeyeceği gibi. Muhammed b. Yezid'den de şöyle dediği nakledilmektedir: "Sin" harfinin üstün ile okunması, bayağılık, adilik, aşağılık demektir. Sîbeveyh der ki: "Doğru bir adama uğradım" ifadesi, salih bir kimseye uğradım anlamındadır. Yoksa buradaki doğruluk, doğru sözlü demek değildir. Eğer buradaki doğruluk doğru sözlülükten gelmiş olsaydı o takdirde; Doğru dürüst bir elbise gördüm, demek mümkün olmazdı. kötü bir adama uğradım ifadesi, "Ona kötülük yaptım" ifadesindeki "kötülük"ten gelmemektedir. Bunun anlamı ben fesat bir adama uğradım, şeklindedir. el-Ferrâ' der ki: "Sin" harfi üstün ile bu kelime den mastardır. Başkaları ise, bunun fiilinin; şeklinde geldiğini söylerler. "Sin" harfinin ötreli söylenişi ise mastar değil, isimdir. Bu (âyetin bu bölümü), "belâ ve hoşlanılmayan şeylerin musibeti üzerlerine olsun" demeye benzer. 99Bedevilerden öyleleri de vardır ki, Allah'a ve âhiret gününe îman eder. İnfak ettiğini Allah'a yakınlıklara ve Peygamberin dualarına vesile edinir. İyi bilin ki bu, onlar için gerçekten bir yakınlıktır. Allah onları rahmetine alacaktır. Şüphesiz ki Allah mağfiret edendir, rahmet edendir. "Bedevilerden öyleleri de vardır ki, Allah'a ve ahiret gününe îman eder" tasdik eder. Burada kastedilenler, Müzeynelilerden olan Mukarrinoğullarıdır. Bunu el-Mehdevî nakletmektedir. "Yakınlıklar” kelimesi "yakınlık" anlamındaki "kurbetln çoğuludur. Kurbet ise kendisi vasıtasıyla yüce Allah'a yakınlaşılan şeydir. Çoğulu; şekillerinde gelir ki, bunu da en-Nehhâs nakletmektedir. Ötreli olarak; kelimesi, kendisi İle Allah'a yakınlaşılan şeydir. "Yüce Allah'a bir kurban sundum," ifadesi buradan gelmektedir. "KaP harfi esreli olarak; "Kırba" ise, içine su konulan kab demektir. Çoğulun asgari sayısı için çoğul şekilleri; şeklinde, daha fazlası için de; şeklinde gelir. "Fi'le" veznindeki bütün isimler de böyledir. Mesela, fibre ve fikra gibi. Bu durumda (ismin ikinci harfi demek olan) "ayn" üstün de esreli de sakin de okunabilir. Bunu da el-Cevherî nakletmektedir, Nitekim Verş'in rivâyetine göre, Nafi', bu kelimeyi "radıyallahü anh" harfi ötreli olarak; diye okumuştur ki, aslolan da odur. Diğerleri ise bunu "radıyallahü anh" harfini tahfif ile sakin okumuşlardır. "Kitaplar, rasûller" gibi. Bununla birlikte çoğulu olan-, da bir görüş ayrılığı yoktur. İbn Sa'dan'ın naklettiğine göre, Yezid b. el-Ka'kâ’da; İyi bilin ki bu onlar için gerçekten bir yakınlıktır" diye okumuştur. "Peygamberin dualarına vesile..." onun mağfiret dilemesine ve dua etmesine bir vesile demektir. "Salât" kelimesi, çeşitli anlamlarda kullanılır. Yüce Allah'ın salâtı, O'nun rahmet ihsanı, hayır ve bereket ihsanı demektir. Nitekim yüce Allah: "O, size salât getirendir, melekleri de" (el-Ahzâb, 33/43) diye buyurmaktadır. Meleklerin salâtı ise dua etmeleridir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in salâtı da bu şekildedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlara dua da et. Senin duan şüphesizonlara huzur ve güvendir." (et-Tevbe, 9/103) Burada dua anlamında "salât" kelimesi kullanılmıştır. Yani, senin onlara yapacağın dua, onlar için sebat bulma ve itminana ermeye sebeptir. "İyi bilin ki, bu onlar için gerçekten bir yakınlıktır." Yani, onların yaptıkları harcamalar kendilerini Allah'ın rahmetine yakınlaşır. 100İleriye geçen Muhacir ve Ensar ile onlara güzellikle uyanlardan Allah razı olmuştur. Onlar da O'ndan hoşnut olmuşlardır. Bunlar için orada ebediyyen kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu, en büyük kurtuluştur. Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: 1. Ashâb-ı Kiram ve Ensar: Yüce Allah, bedevî Arapların çeşitlerini sözkonusu ettikten sonra Muhacirlerle Ensarı sözkonusu etmekte ve onlar arasından kimisinin erken hicret ettiğini, kimilerinin de onlara tabi olduğunu açıklayıp onlardan övgüyle söz etmektedir. Ashâb-ı Kiram'ın tabaka ve sınıflarının sayısı hususunda farklı görüşler vardır. Bizler, bu konuda yüce Allah'ın izniyle bir dereceye kadar açıklamalarda bulunacak ve buradaki maksadı bir dereceye kadar açıklamaya çalışacağız: Ömer b. el-Hattâb'ın, "Ensar" anlamındaki kelimeyi; İleriye geçenler" kelimesine atf ile ötreli okuduğu rivâyet edilmiştir. Buna göre bu bölüme kadar âyetin anlamı şöyle olur: Muhacirlerden ileriye geçenler ile Ensar ve onlara güzellikle uyanlar... el-Ahfeş ise der ki: Uygun okuma şekli, bu kelimenin esreli okunmasıdır. Çünkü, "ileriye geçenler" hem Ensardan, hem de Muhacirlerdendir. "Ensar", İslâmî bir adlandırmadır. Enes b. Mâlik'e şöyle sorulmuş: İnsanların sîzlere "Ensar" demesine ne dersin? Bu, Allah'ın size vermiş olduğu bir isim midir, yoksa cahiliye döneminde de bu isimle anılıyor muydunuz? Şu cevabı vermiş: Hayır o, Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'de bize verdiği bir isimdir. Bu rivâyeti Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) "el-İstizkâr" adlı eserinde nakletmektedir. 2. Ensar ve Muhacirler Arasından İleriye Geçenlerin Üstünlüğü: Kur'ân-ı Kerîm, Muhacirlerle Ensardan İleriye geçen (Önce müslüman olan)ların üstünlüğünü açık nass ile tesbit etmiştir. Bunlar ise, Said b. el-Müseyyeb ile bir kesimin görüşüne göre her iki kıbleye doğru namaz kılabilen kimselerdir. Şâfiî mezhebine mensub ilim adamlarının görüşüne göre ise bunlar, Rıdvan Bey'ati olarak bilinen Hudeybiye'deki bey'atta hazır bulunanlardır. en-Nehaî de bu görüştedir. Muhammed b. Kâ'b ile Atâ b. Yesar'dan nakledilen görüşe göre ise bunlar Bedir'e katılanlardır. Bununla birlikte kıblenin değiştirilmesinden önce hicret edenlerin ilk muhacirler arasında sayılacağını ittifakla kabul etmişler ve bu konuda aralarında görüş ayrılığı yoktur. Ashâbın en faziletlilerine gelince, bu da bir sonraki başlığın konusudur. 3. Ashâbın Fazilet Dereceleri: Ebû Mansur el-Bağdadî et-Temimî der ki: Bizim mezhebimize mensub ilim adamları, ashâbın en faziletlilerinin dört raşid halife, daha sonra da sayıları ona tamamlayan diğer altı kişi, sonra Bedir'e katılanlar, sonra Uhud'a katılanlar, sonra da Hudeybiye'de Rıdvan Bey'atine katılanlar olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. 4. İslâm'a İlk Girenler: Ashâb-ı kiram arasında kimin İslâm'a ilk girdiği hususuna gelince; Mücahid, eş-Şa'bi'den şöyle dediğini rivâyet eder: Ben, İbn Abbâs'a İnsanlar arasında ilk müslüman kişi kimdir diye sordum. O, Ebû Bekir'dir dedi, Sen, Hassan'in şu beyitlerini hiç İşitmedin mi: "Güvenilir bir kardeşten hüznünü harekete geçiren bir şey hatırladığında Kardeşin Ebû Bekir'in neler yaptığını an. O ki, Peygamberden sonra insanların en hayırlıları, en takvalısı, en âdil olanı idi Ve yüklendiğini en mükemmel şekilde ifa edenleridir. İkincisi hemen ondan sonra gelen ve hazır bulunduğu ve yaptığı işler övülen, insanlar arasında da peygamberleri ilk tasdik edendir." Ebû'l-Ferec el-Cevzî de, Yusuf b. Yakub b. el-Macişun'dan şöyle dediğini nakleder: Ben, babama, hocamız Muhammed b. el-Munkedir'e, Rabia b. Abdurrahman'a, Salih b. Keysan'a, Sa'd b. İbrahim'e, Osman b. Muhammed el-Mımesî'ye yetiştim. Bunların hepsi de ilk İslâm'a giren kişinin Ebû Bekir olduğunda şüphe ve tereddüt etmiyorlardı. Bu aynı zamanda İbn Abbâs, Hassan, Hazret-i Ebû Bekir'in kızı Esma'nın da görüşüdür. İbrahim en-Nehaî de bu görüştedir. Bir diğer görüşe göre İslâm'a giren ilk kişi Hazret-i Ali'dir. Bu görüş, Zeyd b. Erkam'dan, Ebû Zer'den, el-Mikdad ve diğerlerinden de rivâyet edilmiştir, el-Hakim Ebû Abdullah der ki: Ben, tarih ile ilgilenen ilim adamları arasında İslâm'a giren ilk kişinin Ali olduğu hususunda bir görüş ayrılığı olduğunu bilmiyorum. Yine denildiğine göre İslâm'a giren ilk kişi Zeyd b. Hârise'dir. Ma'mer de buna benzer bir görüşü ez-Zührî den nakletmektedir. Bu aynı zamanda Süleyman b. Yesar, Urve b. ez-Zübeyr ve İmrân b. Ebi Enes'in de görüşüdür. Bir başka görüşe göre İslama ilk giren kişi mü’minlerin annesi Hadice (radıyallahü anha)'dır. Bu görüş ez-Zührîden de çeşitli yollardan rivâyet edilmiştir. Aynı zamanda bu, Katade'nin, Muhammed b. ishak b. Yesar'in ve bir topluluğun da görüşüdür. Yine bu görüş İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. Müfessir es-Sa'lebî de İslâm'a ilk giren kişinin Hazret-i Hadice olduğu hususunda ilim adamlarının ittifak ettiklerini ve Hazret-i Hadice'den sonra kimin İslâm'a girdiği hususunda görüş ayrılıklarının bulunduğunu iddia etmektedir. İshâk b. İbrahim b. Rahaveyh el Hanzalî ise, bütün bu konudaki haberleri telif eder ve şöyle derdi: Yetişkin erkeklerden İslâm'a giren ilk kişi Ebû Bekir, kadınlardan Hadice, genç çocuklardan Ali, azad edilmiş kölelerden Zeyd b. Harise ve kölelerden Bilal'dır. Doğrusunu en iyi bilen de Allah'tır. Muhammed b. Sa'd der ki: Bana Mus'ab b. Sabit haber verdi, dedi ki: Bana, Ebû'l-Esved, Muhammed b. Abdurrahman b. Nevfel anlatarak dedi ki: ez-Zübeyrin İslâm'a girmesi Ebû Bekir'den sonra olmuştur. ez-Zübeyr, dördüncü veya beşinci kişi idi. el-Leys b. Sa'd da der ki; Bana Ebû'l-Esved anlatarak dedi ki: ez-Zübeyr sekiz yaşındayken İslâm'a girdi. Hazret-i Ali'nin de yedi yaşındayken İslâm'a girdiği rivâyet olunur, on yaşında iken müslüman olduğu da söylenir. 5. Sahabe Kime Denir: Hadis ehlinin metodundan anlaşıldığına göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı gören her bir müslüman onun ashâbı ndandır. Buhârî Sahihi'nde der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sohbetinde bulunan, yahut da onu gören müslüman, Hazret-i Peygamber'in ashâbmdandır. Buhârî, Fedailu Ashâbi’n-Nebiyy 1. Said b. el-Müseyyeb'den rivâyet edildiğine göre o, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bir veya iki yıl ikâmet etmeyen, onunla beraber bir ya da iki gazaya katılmayan kimseleri sahabi saymıyordu. Eğer bu sözü söylediği Said b. El Müseyyeb'den sahih olarak sabit ise; mesela, Cerir b. Abdullah el-Becelî'yi, yahut da bizim ashâb-ı kiramdan sayıldığı hususunda herhangi bir görüş ayrılığı bulunduğunu bilmediğimiz kimselerde öngördüğü şartı zahiren taşımamak noktasında Cerir ile ortak tarafı bulunan kimseleri ashâb arasında saymaması gerekir. 6. Muhacirlerden İlk Müslüman Olanlar ve Hazret-i Ebû Bekir: Muhacirlerden öne geçen müslümanların ilkinin Ebû Bekir es-Sıddîk olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. İbn Arabi der ki: Öne geçmek üç şeyde olur. Birisi nitelikle, bu imandır diğeri zaman, üçüncüsü mekan İle. Bu şekillerin en üstünü ise nitelikler ile önde olmaktır. Buna delil de Hazret-i Peygamber'in Sahih'teki şu hadistir: "Biz sonra gelenler, ilk (ve önde) olanlarız. Ancak onlara bizden önce kitap verilmiş, bize de onlardan sonra kitap verilmiştir. İşte onların hakkında ihtilafa düştükleri gün bu gündür. Allah hidâyeti ile bize bu günü gösterdi. Yahudilerdn haftalık bayram günü) yarındır. Hristiyanlarınki ise yarından sonradır." Buhârî, Cumua 1, 12, Enbiyâ 54; Müslim, Cumua 19-21; Nesâî, Cumua 1; Müsned, 11. 236, 243, 249, 274... Böylelikle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zaman itibari ile bizden önce geçen ümmetlerden îman ve yüce Allah'ın emrine uymak, O'na itaat etmek, O'nun emrine teslimiyet gösterip yükümlülüklerine razı olmak, görevlerini taşımak sureti ile onları geçtiğimizi haber vermektedir. Biz bunların hiçbirisine itiraz etmiyor ve onun emri varken başka bir tercihe yonelmiyoruz. Kendi görüşümüze dayanarak -Kitap ehlinin yaptığı gibi- onun şeriatını değiştirmiyoruz. Bu ise yüce Allah'ın verdiği hükmü isabet ettirmeye muvaffak kılması, razı olduğu şeyleri yapabilmeyi kolaylaştırması ile olmuştur. Esasen Allah bizi hidâyete iletmese idi bizim kendiliğimizden hidâyet bulmamız mümkün olmazdı. 7. Âyetin Belirlediği Üstünlüğün Kapsamı: İbn Huveyzimendâd der ki: Bu âyet-i kerîme erken İslâm'a girip ileri geçenlerin bu üstün meziyetlerinin şeriatta üstün bir meziyet olarak kabul edilen, ilim, din, kahramanlık gibi meziyetlerden; ya da bunların dışında kalan mali bağış ve ikramlardaki ileri mertebede oluş ile elde edilen her bir üstünlükten daha ileri olduğu gerçeğini ihtiva etmektedir. Mali atiyye ve ikram meselesinde Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ömer arasında görüş ayrılığı vardı. İlim adamları da İslâm'a önce giren ve ileri geçenlerin atiyye hususunda diğerlerine üstün kılınması noktasında farklı görüşlere sahiptirler. Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh)'dan rivâyet edildiğine göre o İslâm'ı öncelikle girmeyi göz önünde bulundurmak sureti ile verilecek atiyyelerde insanlar arasında farklılık gözetileceği görüşünde değildi. Hazret-i Ömer ise ona şöyle derdi: Sen önce İslâm'a girip ileri geçme sıfatına sahip olan kimseleri böyle olmayan kimseler gibi mi değerlendireceksin? Hazret-i Ebû Bekir ise ona şu cevabı vermişti: Onlar Allah için amellerini işlediler. Ecirlerini vermek de Allah'a aittir. Hazret-i Ömer de halifeliği döneminde önceleri aralarında fark gözetirken daha sonra vefatı esnasında şöyle demiştir: Yarına kadar yaşayacak olursak hiç şüphesiz insanların en alt tabakasında bulunanlarını yukarıda olanları ile aynı seviyeye getireceğim. Ancak gece vefat etti. Bu konuda görüş ayrılığı günümüze kadar devam edegelmiştir. Bu âyetlerin "Bir de onlara güzellikle uyanlardan Allah razı olmuştur" bölümü ile ilgili açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız: 1. İleriye Geçenler ve Onlara Güzel Bir Şekilde Uyanlar: Hazret-i Ömer -önceden de geçtiği gibi- VeEnsar" kelimesini ref ile okumuş, "onlar" kelimesini de "Ensar'a sıfat olmak üzere "vav"sız okumuştur. Buna göre anlam şöyle olur; İleriye geçen Muhucirler ile onlara güzellikle uyan Ensardan Allah razı olmuştur. Ancak Zeyd b. Sabit ona doğru şeklini söyleyince Hazret-i Ömer, Ubey bin Ka'b'a başvurmuş, Ubey de Zeyd'in doğru söylediğini belirtince Hazret-i Ömer ona durup şöyle demiş: Biz yükseltildiğimiz bu yüce mevkiye herhangi bir kimsenin bize ortak olacağı görüşünde değildim. Bunun üzerine Ubey ona şöyle demişti: Ben bunun doğrulayıcı ifadelerini Allah'ın Kitabında görüp tesbit edebiliyorum. Cuma Sûresi'nin baş taraflarında: "Ve onlardan henüz kendilerine kavuşmamış olanlara da" (el-Cumua, 62/3) el-Haşr Sûresi'nde: "Onlardan sonra gelenler derler ki: Rabbimiz bizi ve bizden önce îman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle" (el-Haşr, 59/10) âyetinde el-Enfal Sûresi'nde de yüce Allah'ın: "Sonraları îman ve hicret edip de sizinle beraber cihâd edenlere gelince onlar da sizdendir" (el-Enfal, 8/75) âyetinde buluyorum, Kıraat bu suretle (Hazret-i Ömer için de) "vav" ile sabit olmuş oldu. Yüce Allah'ın: "Güzellikle" âyeti onların söz ve fiillerinden neye tabi olacaklarım beyan etmektedir. Bu uymamn, onlardan sadır olan yanılma ve kaymalarda sözkonusu olmayacağını göstermektedir. Çünkü onlar -Allah onlardan razı olsun- masum değillerdi. 2. Tabiin ve Mertebeleri: İlim adamları tabiîn ve mertebeleri konusunda farklı görüşlere sahiptir. Hafız el-Hatib (el-Bağdadî) der ki: Tabii sahabe ile sohbet ve arkadaşlığı bulunandır. Tabiînden tek bir kişiye tâbi' ve tabiî denir. el-Hakim Ebû Addullah ve başkalarının ifadeleri ise tabiînden sayılmak için sahabeden (hadis) dinlemiş olmasının yahut da -örfen sohbet ve arkadaşlık olmasa bile- onunla karşılaşmış olmasının yeterli olacağı intibaını vermektedir. Şöyle de denilmiştir: Tabiîn ismi Hudeybiye'den sonra İslâm'a giren kimseler hakkında kullanılır. Halid b. Velid, Âmr b. el-Âs ile onlara yakın (bir süre sonra) İslâm'a giren Mekke Fethi günü müslüman olan kimseler gibi. Çünkü Abdurrahman b. Avfın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e Halid b. Velid'i şikâyet etmesi üzerine Hazret-i Peygamber'in Halid'e şöyle dediği sabittir: "Ashâbımı bana bırakınız, nefsim elinde olana yemin ederim ki sizden herhangi bir kimse her gün Uhud Dağı kadar altın infak edecek olursa onlardan birisinin infak ettiği bir müd kadarına hatta onun yarısına bile ulaşamaz." Buhârî, Fedâilu AsMbi'n-Nebiyy 5; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 221-222; Ebû Dâvûd, Sünne 10; Tirmizî, Menâkıb 58; İbn Mâce, Mukaddime 11; Müsned, III, 11, 54, (yakın ifadelerle). Hayret edilecek bir husus da şudur ki; el-Hâkim Ebû Abdullah, tabiînden kardeş olanları sözkonusu ettiğinde Muzeyneli Mukarrin'in oğullarından olan Numan ve Suveyd'i de tabiîn arasında zikretmektedir. el-Hâkim, Ma'rifetu Ulûmi'l-Hadis, Beyrut 1400/1980, s. 154. Halbuki bunların ikisi de bilinen iki sahabedir ve ashâb arasında anılmaktadırlar. Önceden de geçtiği üzere her ikisi de Hendek gazasında bulunmuşlardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Tabiînin en büyükleri, Medinelilerden olup "fukahai seb'a (yedi fakih)" diye bilinen kimselerdir. Bunlar ise Said bin el-Müseyyeb, el Kasım bin Muhammed, Urve bin ez-Zübeyr, Hârice bin Zeyd, Ebû Seleme bin Abdurrahman, Abdullah bin Utbe bin Mes'ûd ve Süleyman bin Yesar'dır. Yüce zatlardan birisi de bunların yedisini tek bir beyitte nazım halinde bir araya getirip şöyle demiştir: "İşte onların isimlerini (benden) öğren. (Bunlar) Ubeydullah (bin Abdullah bin Utbe), Urve, Kasım, Said, Ebû Bekr (bin Abdurrahman), Süleyman ve Harice'dirler." Ahmed bin Hanbel dedi ki: Tabiînin en faziletlisi Said bin el Müseyyebdir. Ona; ya Alkame ile el-Esved? denilince, o da; Said bin el Müseyyeb, Alkame ve el-Esved'dir, diye cevap verdi. Yine ondan şöyle bir bilgi nakledilmektedir: Tabiînin en faziletlisi Kays, Ebû Osman, Alkame ve Mesrûk'tur. Bunlar faziletliler ve tabiînin ileri gelenlerinden idiler. Yine şöyle demiştir: Atâ Mekke'nin müftüsü, el-Hasen Basra'nın müftüsü idiler. İnsanlar bu ikisinden çokça naklettiler, demiş ancak neleri naklettiklerini müphem bırakmıştır. Ebû Bekr bin Ebi Davud'dan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Tabiînin hanımlardan efendileri Sîrîn'in kızı Hafsa ile Abdurrahman'ın kızı Amre'dir Üçüncüleri ise -ancak onlar gibi değil- Umed-Derda (es-Suğrâ ed Dımeşkîye'dir). Yine el-Hakim Ebû Abdullah'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bir tabaka da vardır ki tabiînden sayılmakla birlikte bunlardan herhangi birisinin ashâbdan hadis dinledikleri sahih olarak sabit olmamıştır. İbrahim bin Suveyd en-Nehaî -ki fakih İbrahim bin Yezid en-Nehaî değildir. - Bukeyr bin Ebi Sumeyt, Bukeyr bin Abdullah el-Eşec bunlar arasındadır. Bunlardan başka kimseleri de zikrettikten sonra şöyle der: Yine insanlar arasında ashâb ile karşılaşmış olmakla birlikte- tabünlerin tabiileri arasında sayılan bir tabaka daha vardır ki Abdullah bin Ömer ile Enes ile karşılaşmış, Ebû'z-Zinâd Abdullah bin Zekrân İle Abdullah bin Ömer ile Cabir bin Abdullah'ın yanına götürülmüş, Hişam bin Urve ile Enes bin Mâlik'e yetişmiş bulunan Mûsa bin Ukbe ve Halid bin Said'in kızı Um Halid gibileri bunlardandır. Yine tabiîn arasında "el Muhadramûn" diye adlandırılan bir tabaka daha vardır ki bunlar hem cahiliye dönemine yetişmiş, hem Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatta iken yaşamış ve İslâm'a girmiş bulunmakla birlikte, Hazret-i Peygamber ile sohbetleri bulunmayanlardır. Bu kelimenin tekili "muhadram" şeklinde gelir. Muhadram ise Hazret-i Peygamber’in sohbetini ve başka hususları idrak etmiş benzerlerinden ayrı bir kenarda kalmış kimse anlamına gelir. Müslim bunları sözkonusu ederek sayılarını yirmiye ulaştırmıştır. Ebû Amr eş-Şeybanî, Kindeli Suveyd bin Gafele, Amr bin Me'mun el-Evdî, Ebû Osman en Nehdi, Abdulhayr bin Yezid el Hayranı -Hayran Hemdanlıların bir koludur Abdurrahman bin Mul1, Ebû'l-Halal el-Atekî, Rabia bin Zürâre... bunlar arasındadır. el-Hâkim, Ma'rifetu. Ulûmi'l-Hadis, s.41 vd. Müslim'in anmadığı kimseler arasında Ebû Müslim el-Havlânî, Abdullah bin Süved ile el-Ahnef bin Kays da vardır. İşte bu açıklamalarımız, Kur'ân-ı Kerîmin faziletlerini açıkça ifade ettiği ashâb-ı kiram ile tabiîni tanımaya dair bir nebze bilgidir. Önceden de geçtiği üzere bize yüce Allah'ın: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. " (Ali İmrân, 3/110) âyeti ile: "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık."(el-Bakara, 2/143) âyeti yeterlidir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Keşke kardeşlerinizi görmüş olsaydık diye candan arzu ederdim..." Müslim, Tahâre 39; Nesâî, Tahâre 110; İbn Mâce, Zühd 36; Muvatta’', Tahâre 28; Müsned, II, 300, 408. Hazret-i Peygamber bu hadisinde bizleri de kardeşleri kılmaktadır. Eğer biz Allah'tan korkar, O'nun izini takib edersek Allah bizi onunla birlikte olacakların zümresi arasında haşreder. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın ve âlinin hakkı için, bizi onun yolundan, onun dininden ayırmasın! 101Çevrenizdeki bedevilerden münafık olanlar vardır; Medine ahalisinden de. Onlar nifakı âdet edinmiş kimselerdir. Sen onları bilmezsin. Onları Biz biliriz. Biz onları iki kere azaba uğratacağız. Sonra da büyük bir azaba döndürüleceklerdir. Yüce Allah'ın: "Çevrenizdeki bedevilerden münafık olanlar vardır" anlamındaki âyet, mubtedâ ve haberdir. Münafık bir topluluk vardır, demektir. Muzeyne, Cuheyne, Eşlem, Gitar ve Eşcâ' kabilelerini kastetmektedir. "Medine ahalisinden de. Onlar nifakı âdet edinmiş kimselerdir." Yani münafıklığı âdet edinmiş bir topluluk bulunmaktadır. Burada sözü geçen "âdet edinmiş kimseler vardır" anlamındaki ifadenin "münafık olanlar'ın sıfatı olduğu da söylenmiştir. Bu durumda ifadede takdim ve tehir var demek olur ki anlam da şöyle olur: Çevrenizdeki bedevilerden münafıklığı adet edinmişler vardır, Medine ahalisinden de böyleleri vardır. "Âdet edinmiş kimseler" İbn Zeyd'den nakledildiğine göre münafıklık üzere kalmış ve tevbe etmemiş kimseler demektir. Başkası ise münafıklıkta ısrar etmiş ve başka bir şeyi kabul etmemiş kimseler anlamındadır, derler. Her iki mana da birbirine yakındır. Kelime asıl itibari ile yumuşaklık, dokunmak ve başka şeylerden soyutlanmak anlamındadır. Sanki onlar her şeyden soyutlanarak münafıklığa girmiş gibidirler. Üzerinde bitki yeşermemiş bulunan: "Yumuşak kum" ifadesi ile üzerinde yaprak bulunmayan dal demek olan; ifadesi de buradan gelmektedir. "Bileğinin arka tarafında sarkan tüyleri bulunmayan at;" ise: Tüysüz oğlan demektir. Ancak tüysüz cariye denilmez. Yapının (sıva bölümünün) düzeltilmesi demektir. Nitekim yüce Allah'ın; "İyice düzeltilmiş" (en-Neml, 27/44) âyeti de buradan gelmektedir. ise, daldaki yaprakların solması demektir. Mazi, muzari ve mastarları da; şeklinde gelir. "Sen onları bilmezsin, onları Biz biliriz." Bu da önceden de geçtiği gibi yüce Allah'ın: "Sizlerin bilmeyip de Allah'ın bildiği..." (el-Enfal, 8/60) âyetine benzemektedir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Ey Muhammed, sen onların işlerinin akıbetini bilemezsin. Bu akıbetlerini bilmek yalnızca Bize hastır. Bu ise herhangi bir kimse hakkında (muayyen-olarak) cennetlik veya cehennemlik olduğuna hüküm vermeye engeldir. "Biz onları İki kere azaba uğratacağız. Sonra da büyük bir azaba döndürüleceklerdir" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs şöyle demektedir: Dünya hayatında hastalıklarla, âhirette de azaba uğratmakla (onları iki kere azablandıracağız). Çünkü mü’minin hastalanması günahları için bir keffarettir. Kafirin hastalanması ise bir cezadır. Birinci cezanın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in -ileride münafıklara dair açıklamalarda geleceği üzere- iç yüzlerine muttali olmak sureti ile rezil olmaları, ikincisinin ise kabir azâbı olduğu da söylenmiştir. el-Hasen ve Katade derler ki: İki azaptan kasıt dünya azâbı ile kabir azabıdır. İbn Zeyd der ki: Birincisi mal ve evlâtlarında karşılaştıkları musibetler, ikincisi de kabir azabıdır. Mücahid der ki: Biri açlık, diğeri öldürülmektir, el-Ferrâ' ise; öldürülmek ve kabir azabıdır, der. Bir başka görüşe göre ashâb edilmeleri ve öldürülmeleridir. Bir diğer görüşe göre birinci azap mallarından zekat alınıp onlara hadlerin uygulanması, ikincisi kabir azabıdır. Yine denildiğine göre iki azabtan birisi, yüce Allah'ın: "Artık onların maları da evlâtları da seni imrendirmesin. Doğrusu Allah bunlar yüzünden dünya hayatında onlun azaba uğratmayı ister... "(et-Tevbe, 9/55 ve 85) âyetindeki azaptır. Âyet-i kerimeden maksat, azâbın peşi peşine geleceğini yahut da onlara verilecek azâbın kat kat olacağını anlatmaktır. 102Diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler. Onlar salih ameli başka bir kötü amele karıştırmışlardır. Olur ki Allah, onların tevbelerini kabul eder. Muhakkak Allah mağfiret ve rahmet edendir. Gerek Medine ahalisinden gerekse çevrenizde bulunanlardan günahlarını itiraf eden bir topluluk olduğu gibi Allah'ın haklarında vereceği hükmü bekleyen ve haklarında dilediği şekilde hüküm vereceği bir başka topluluk daha vardır. Birinci kesimin münafık olmakla birlikte münafıklığı adet edinmemiş kimselerden olması da mümkündür. Mü’min olmaları da mümkündür. İbn Abbâs der ki: Bu âyet-i kerîme Tebûk gazvesinden geri kalan on kişi hakkında inmiştir. Bunların yedisi kendilerini Mescidin direklerine bağlamışlardı. Katade de buna yakın bir görüş ifade etmiş ve şöyle demiştir: Yüce Allah'ın: "Mallarından bir sadaka al..." (et-Tevbe, 9/103) âyeti de bunlar hakkında inmiştir. Bunu da el Mehdevî nakletmektedir. Zeyd bin Eşlem, bunlar sekiz kişi idi, der. Altı kişi oldukları, beş kişi oldukları da söylenmiştir. Mücahid ise der ki: Âyet-i kerîme yalnızca Ensardan Ebû Lübâbe hakkında, onun Kurayzaoğulları ile başından geçen olay ile ilgili olarak inmiştir. Şöyle ki: Kurayzaoğulları Ebû Lübâbe ile Allah ve Rasûlünün hükmünü kabul ederek kalelerinden inmeleri hususunda konuşmuşlar, o da inip bu hükmü kabul ettikleri taktirde, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in kendilerini keseceğini anlatmak kastı ile boğazına işaret etmişti. Bu durumu açığa çıkınca tevbe edip pişman olmuş, kendisini Mescidin direklerinden birisine bağlamış ve Allah kendisini affedinceye yahut bu halde ölünceye kadar yemek yememek, bir şey içmemek üzere yemin etmişti. Yüce Allah onu affedinceye kadar bu şekilde devam etti ve bu âyet-i kerîme indi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de çözülmesi için emir verdi. Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, IV, 276. Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, IV, 276. Bunu Taberî Mücahid'den naklettiği gibi İbn İshak da "Sîretî'nde daha kapsamlı olarak nakletmiştir. Eşheb Mâlik'den naklen der ki: Yüce Allah'ın: "Diğer bir kısmı da..." âyeti Ebû Lübâbe ve arkadaşları hakkında inmiştir. O bu günahı işledikten sonrası Ey Allah'ın Rasûlü, malımdan sıyrılıp senin yakınında kalayım mı? deyince Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, malının üçte birini tasadduk etmen senin için yeterlidir." Çünkü yüce Allah: "Mallarından bir sadaka al ki bununla kendilerini temizleyip arındırmış olasın." (et-Tevbe, 9/103) buyurmuştur. Bunu İbn Kasım ve İbn Vehb, Mâlik'den rivâyet etmişlerdir. Cumhûrun görüşüne göre ise âyet-i kerîme Tebuk gazvesinden geri kalan kimseler hakkında inmiştir. Bunlar da Ebû Lübabe'nin yaptığı gibi kendilerini direklere bağlamış, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendilerini çözmedikçe ve kendilerinden razı olmadıkça hiçbir şekilde kendilerini serbest bırakmayacaklarına dair Allah'a alıd etmişlerdi. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştu: "Ben de onları serbest bırakmakla emrolunmadığım sürece onları serbest bırakmayacağıma, onların özürlerini kabul etmeyeceğime Allah adına yemin ederim. Onlar benden yüz çevirdiler, müslümanlarla birlikte gazaya çıkmayıp geri kıldılar." Bunun üzerine yüce Allah bu âyeti kerimeyi indirdi. Ayet inince Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara haber gönderip onları serbest bıraktı ve onların mazeretlerini de kabul etti. Serbest bırakıldıklarında: Ey Allah'ın Rasûlü dediler işte senden geri kalmamıza sebeb teşkil eden bizim mallarımız. Bizim adımıza sen bu malları tasadduk et, bizi temizle, bizim için de mağfiret dile. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: "Ben mallarınızdan herhangi bir şey almakla emrolunmadım." deyince yüce Allah da: "Mallarından bir sadaka al ..." âyetini indirdi. Suyûtî, a.g,e. IV, 275. Suyûtî, a.g,e. IV, 275. İbn Abbâs der ki: Bunlar on kişi idiler. Ebû Lübâbe de onlardan birisi idi. Hazret-i Peygamber mallarının üçte birini almıştı. Bu da işledikleri günahlara bir keffâret oldu. Onların işledikleri kötü iş, bu görüşü benimseyenlerin ittifakı ile gazadan geri kalmaktan ibaretti. Ancak amellerine kattıkları salih amelîn ne olduğu hususunda ise görüş ayrılıkları vardır. Taberî ve başkaları der ki: Bu salih amel günahlarını itiraf etmeleri, tevbe edip pişmanlık duymalarıdır. Bir diğer görüşe göre İşledikleri salih amel, onların Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a arkasından yetişmeleri ve kendilerini Mescidin direklerine bağlayarak: Allah bizim mazeretimizi kabul ettiğine dair hüküm indirmedikçe hanımlarımıza ve çocuklarımıza asla yaklaşmayacağız, demeleridir. Bir diğer kesim ise şöyle demektedir: Onların işledikleri salih amel, daha önce Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte gazaya katılmış olmalarıdır. Bu âyet-i kerîme her ne kadar bedeviler hakkında inmiş ise de salih olan ve olmayan amelleri bulunan ve kıyâmet gününe kadar gelecek olan herkes hakkında umumidir. Bu âyet-i kerîme ümit vericidir. Taberî, Haccac bin Ebi Zeyneb'den şöyle dediğini nakleder: Ben Ebû Osman'ı şöyle derken dinledim: Kur'ân-ı Kerîm'de bana göre bu ümmet için yüce Allah'ın: "Diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler, onlar salih ameli başka bir kötü amel ile karıştırmışlardır..." âyetinden daha ümit verici bir âyet-i kerîme yoktur. Buhârî'de yer alan rivâyete göre Semura bin Cundub şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize dedi ki: "Bu gece bana iki kişi geldi. Beni alıp götürdüler. Hep birlikte bir kerpici altın, bir diğeri gümüşten yapılmış bir şehire vardık. Karşımıza hilkatlerinin yarısı senin görmüş olduğun en güzel şekilde diğer yanları ise görmüş olduğun en çirkin şekilde insanlar çıktı. Beni alıp götüren bu iki kişi onlara şöyle dediler: Haydi gidiniz, kendinizi o nehre bırakınız. Onlar da gidip kendilerini o nehre attıktan sonra yanımıza geri döndüler, o kötü görüntüleri gitmişti. En güzel bir surete sahip olmuşlardı. Beni alıp götüren iki kişi bana şöyle dediler: İşte bu Adn cenneti, şu gördüğün de senin gelip konaklayacağın yerindir. (Sonra) dediler ki: Yanları oldukça güzel öbür yanları ise çirkin olan kimselere gelince; (onlar dünyada iken) salih amele başka kötü amel karıştırmış olup da Allah'ın kendilerini af edeceği kimselerdir. Buhârî, Tefsir-9. sûre 15, Tabir 48; Müsned, V, 8-9. Beyhakî er-Rabî bin Enes yolu ile gelen hadiste Ebû Hüreyre'den o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den rivâyet ettiği İsra hadisinde Hazret-i Peygamberin: "Sonra beni semaya çıkardılar..." dedikten sonra hadisin geri kalan bölümlerini kaydetti ve nihayet Hazret-i Peygamber'in yedinci semaya yükselişini sözkonusu edip (oradakiler): "Allah böyle bir kardeşe ve böyle bir halefe hayırlı uzun ömürler versin. O ne güzel bir kardeş, ne güzel bir halef ve ne güzel bir gelişle gelmiştir" dediler. O sırada cennetin kapısının yanında bir kürsüye oturmuş saçına beyazlık karışmış birisi ile karşılaştı. Yanında yüzleri beyaz bir topluluk ile tenlerinde bir parça karışıklık bulunan siyah yüzlü bir diğer topluluk vardı. Bir nehire gidip orada yıkandılar. Renkleri bir parça açılmış olarak o nehirden çıktılar. Sonra bir diğer nehre gittiler, orada yıkandılar. Yine renkleri bir parça açılmış olarak oradan çıktılar. Sonra üçüncü bir nehire girdiler, renkleri diğerlerinin renkleri gibi arınmış halde oradan da çıktılar ve diğer arkadaşlarının yanına oturdular. (Hazret-i Peygamber) Ey Cebrâîl! Bu beyaz yüzlü olanlar ile renkleri nisbeten değişik olup nehre girdikten sonra renkleri tamamen arınmış olarak çıkanlar kimlerdir, diye sordu. (Cebrâîl) şöyle dedi: Bu senin atan İbrahim'dir. O yeryüzünde saçtan ağaran ilk kimsedir. Şu yüzleri beyaz olan kimseler ise imanlarına zulüm karıştırmamış olan kimselerdir. Şu renkleri nisbeten karışık olanlar ise salih amellerine başka kötü amel karıştırıp sonra tevbe edenler ve Allah'ın da tevbelerini kabul ettiği kimselerdir. Birinci nehir, Allah'ın rahmeti, ikinci nehir, Allah'ın nimeti, üçüncü nehir ise Rablerinin kendilerine içirdiği tertemiz içkidir..." diyerek hadisin geri kalan bölümünü zikretti. "Başka bir kötü..." âyetindeki "vav" harfinin "be: İle" anlamına geldiği söylendiği gibi; İle, beraber" anlamına geldiği de söylenmiştir. Mesela; "Su, tahta ile birbirine eşitlendi, aynı seviyeye geldi," demeye benzer. Ancak Kûfeliler bunu kabul etmeyip şöyle derler: Çünkü burada "tahta"nın"su"dan Önce zikredilmesi câiz değildir. Âyet-i kerimede; "Başka" kelimesinin ise diğerinden önce zikredilmesi mümkündür. O halde bu ifade; "Suyu süte (süt İle) karıştırdım," demeye benzer. 103Mallarından bir sadaka al ki bununla kendilerini temizleyip arındırmış olasın. Onlara dua da et. Senin duan şüphesiz onlara huzur ve güvendir. Allah hakkıyla işitendir, bilendir. Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: 1. Hazret-i Peygamberin Almakla Emrolunduğu Sadaka ve Kur'ân'da Hitap Üslûpları: Yüce Allah'ın: "Mallarından bir sadaka al" âyetinde almakla emrolunduğu bu sadakanın mahiyeti hususunda farklı görüşler vardır. Bunun farz olan sadaka (zekât) olduğu söylenmiştir. Cuveybir bunu İbn Abbâs'dan nakletmektedir. Aynı zamanda bu el-Kuşeyrî'nin naklettiğine göre İkrime'nin de görüşüdür. Bu emrin, âyetin hakkında nâzil olduğu kimselere has olduğu da söylenmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunların mallarının üçte birini almıştı. Bunun ise farz olan zekat ile hiçbir ilgisi yoktur. Bundan dolayı İmâm Mâlik şöyle demektedir: Bir kimse malının tümünü tasadduk edeceğini söylerse onun üçte birini vermesi yeterli olur. O bunu söylerken Ebû Lübâbe hadisini delil alır. Birinci görüşe göre bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e hitab olup âyetin zahiri gereğince yalnız ona yöneliktir ve ondan başka herhangi bir kimse de sadaka almaz. Buna göre Hazret-i Peygamber'in vefatı ile bu emrin sakıt olması ve zeval bulması gerekir. Nitekim Hazret-i Ebû Bekir'e zekât vermeyenler de buna delil olarak sanlmış ve: O verdiğimiz zekâta karşılık olarak bizim temizlenip arınmamızı diliyor, bize dua ediyordu. Başkasından ise böyle bir şey alamıyoruz, demişlerdi. Bu görüşte olanlardan bir şair de şöyle demiştir: "O aramızda bulunduğu sürece Allah Resulüne itaat ettik Hayret edilecek bir şeydir, Ebû Bekir'in mülkü (krallığı) ne oluyor ki Onların sizden isteyip de sizin vermediğiniz şey Şüphesiz ki hurmaya benzer, hatta ellerindeki hurmadan da tatlıdır. Bir gücümüz bulunduğu sürece vermeyeceğiz onlara Bizler zorlukta da kolaylıkta da sıkıntılara karşı (yardımlaşan) şereflileriz." İşte bunlar Hazret-i Ebû Bekir'e karşı çıkanlar arasında yolları en doğru (!) olan kesimdir. İşte bunlar hakkında Hazret-i Ebû Bekir şöyle demişti: Allah'a yemin ederim ki namaz ile zekat arasında ayırım gözetenler ile Savaşacağım. Buhârî, Zekât 1, İ'tisâm 2; Müslim, Îman 32; Ebû Dâvûd Zekât 1; Tirmizî, Îman 1; Nesâî, Zekat 3; Müsned, I, 19. İbnu'l-Arabî der ki: Onların, bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e yönelik bir hitaptır. Dolayısı ile ondan başkası onun gibi olamaz, sözlerine gelince, bu Kur'ân-ı Kerîm'i bilmeyen, şeriatın hangi kaynaktan, nasıl alınacağından gafil olan ve din ile oynayan kimselerin sözüdür. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'deki hitap tek bir şekilde varid olmuş değildir. Çeşitli şekillerde varid olmuştur. Onun varid oluşunun da çeşitli anlamlan vardır. Kimi hitap bütün ümmete yöneliktir. Yüce Allah'ın: "Ey îman edenler, namaza kalkacağınız zaman..." (el-Mâide, 5/6) âyeti ile: "Ey îman edenler! Oruç... sizin üzerinize de yazıldı." (el-Bakara, 2/183) âyeti gibi. Kimisi de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e has bir hitap olup ne lâfzan ne de manen bu hitaba ondan başka herhangi bir kimse ortak edilmemektedir. Yüce Allah'ın; "Gecenin bir kısmında da sana has nafile olmak üzere onunla (Kuran ile) gece namazı kıl" (el-İsra, 17/79) âyeti ile "yalnız sana has olmak üzere" el-Ahzab, 33/501 âyetinde olduğu gibi. Kimi hitap da lâfzan Peygambere has olmakla birlikte, manen ve fiilen bütün ümmet ona ortak edilmiştir. Yüce Allah'ın: "Güneşin batmasından, gecenin karanlığına kadar namazı dosdoğru kıl." (el-İsra, 17/78) âyeti ile: "Kur'ân'ı okuyacağın zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın" (en-Nahl, 16/98) ile: "Sen de aralarında bulunup da onlara namaz kıldırdığında..." (en-Nisa, 4/102) âyeti gibi. Buna göre üzerinden güneşin kaydığı her bir kimse namaz kılmak emrine muhataptır. Aynı şekilde Kur'ân okuyacak herkes de istiâze getirmek emrine muhataptır. Yine korku içerisinde bulunan herkes, belirtilen şekilde namaz kılar. Yüce Allah'ın: "Mallarından bir sadaka al ki bununla kendilerini temizleyip arındırmış olasın" âyeti de işte bu kabildendir. Yine yüce Allah'ın: "Ey Peygamber! Allah'tan kork" ( el-Ahzab, 33/1.) âyeti İle: "Ey Peygamber! Kadınları boşattığınız zaman..."(et-Talâk, 65/1) âyeti da bu türdendir. 2. "Mal’ın Kapsamına Giren Şeyler: Yüce Allah'ın: "Mallarından" âyetinde geçen "mal" kelimesi ile ilgili olarak kimi Araplar - ki bunlar Derslilerdir - malın sadece elbise, eşya ve ticaret malları olduğu görüşündedirler. Bunlara göre altına mal ismi verilemez. Bu anlamdaki bir açıklama sabit sünnette İmâm Mâlikin Sevr bin Zeyd ed-Deyli'den, onun İbn Mutf'in azadlısı Ebû’l-Gays Salim'den, onun da Ebû Hüreyre'den şöyle dediğine dair rivâyetinde geçmektedir: "Hayber yılı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte çıktık. Biz ganimet olarak ne altın, ne gümüş ele geçirdik. Ancak mal olarak elbise ve eşya ganimet aldık" diye hadisi nakletmektedir. Buhârî, Megâzî 38, Eyman 33; Müslim, Îman 183; Nesâî, Eyman 38; Muvatta’', Cihad 25. Başkaları ise mal diye sadece altın ve gümüşe denildiği görüşündedir. Özel olarak deve türüne mal denildiği de söylenmiştir. Arapların: "Mal devedir," iradeleri de buradan gelmektedir. Bütün davarların mal kapsamına girdiği de söylenmiştir. İbnu’l-Enbârî, Ahmed bin Yahya Saleb en-Nahvi'den şöyle dediğini nakleder: Altın ve gümüş türünden zekatın verilmesini gerektirecek miktara ulaşmayan hiçbir şey mal değildir. Daha sonra şu beyiti nakleder: "Allah'a yemin ederim ki hiçbir davarım hiçbir zaman Zekât sınırına ulaşmadı; ne devem, ne de başka bir malım." Ebû Ömer (b. Abdi'l-Berr) der ki: Arap dilinden anlaşılan ve bilinen o ki; mal olarak ödenilen ve mülkiyete geçirilen her bir şeye "mal" denilir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Âdemoğlu, malım malım malım, der. Halbuki malından ona ait olan şey, yeyip tükettiği yahut giyinip eksilttiği yahut sadaka vererek (ecrinin âhirete) ulaştığı şeyden başkası yoktur." Müslim, Zühd 4; Müsned, II, 368, 412. Aynı anlamda, ancak gâib kipiyle değil de muhatab kipiyle: Müslim, Zühd 3; Tirmizî, Zühd 31, Tefsir 102. sûre 1; Nesâî, Vesâyâ 1; Müsned, IV, 24, 26. Ebû Katade de dedi ki: Bana zırhı verdi, ben de onunla Selemeoğulları arasında bulunan bir kaç hurma ağacı satın aldım. İşte benim müslüman olarak edindiğim ilk mal budur. Buhârî, Buyû' 37, Meazî 54, Ahkâm 21, Faidu'l-Hııımıs 18; Müslim, Cihad 41; Ebû Dâvûd, Cihad 136; Muvattâ. Cihad 18. Kim malının tümünün sadakasına dair yemin edecek olursa o, her tür malı hakkında kapsayıcı bir yemin olur. Bunda zekâtın vacib olduğu türden olması ile olmaması arasında fark yoktur. Ancak, muayyen bir şeye niyet edecek olursa, o takdirde yemini niyetine göredir. Böyle bir yemin yalnızca zekâta tabi olan mallar hakkında sözkonusudur, da denilmiştir. Mülk edinilen herşeye "mal" ismi verileceğine dair husus herkes tarafından bilinmekte, dil de buna tanıklık etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 3. Malda Zekâtın Düşmesi için Aranan Şartlar: Yüce Allah'ın: "Mallarından bir sadaka al" âyetindeki emir mutlaktır. Ne alınanda, ne de kendisinden alınacak olanda belli bir şart ile kayıtlı değildir. Ayrıca, alınacak miktar ile kendisinden alınacak olanın kimliği de açıklanmamıştır. Bütün bunlara dair açıklamalar -belirteceğimiz üzere- sünnet ve icmâ'da vârid olmuştur. Zekât bütün mallardan alınır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) davarlarda, tahıllarda, altın ve gümüşte zekâtın farz olduğunu belirtmiştir ki, bu hususta hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Ancak, fukahâ bunların dışında kalan at vs. ticaret malları konusunda farklı görüşlere sahiptir. İleride -yüce Allah'ın izniyle- en-Nahl Sûresi'nin tefsirinde ata (16/7. âyet, 7. başlıkta) ve bala (16/70. âyet, 8. başlıkta) dair açıklamalar gelecektir. Hadis İmâmları, Ebû Said'den, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedirler: "Hurma olarak beş vesk'den daha aşağısında, gümüş olarak beş ukiye'den aşağısında, deve olarak da beş deveden aşağısında zekât yoktur." Daha önce el-Bakara, 2/267. âyet 4. başlıkla ve el-En'âm. 6/141. ayet 6. başlıkta geçmiş bulunan bu hadisin kıymıkları da orada gösterilmiştir. el-En'âm Sûresi'nde tahılların ve yerden biten ürünlerin zekâtına dair yeterli açıklamalar (6/141. âyet, 5. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Madenlerdeki zekâta dair açıklamalar ise, el-Bakara Sûresi'nde (2/267. âyet, 4-6. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır. Süs eşyalarının zekâtına dair açıklamalar da bu sûrede geçmiştir. İlim adamları, bir ukiyye'nin kırk dirhem olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Buna göre hür müslüman bir kimse, sikke halinde ikiyüz dirhem gümüşe malik olursa -ki, Hadîs-i şerîfte nass ile tesbit edilmiş beş ukiyye ile aynıdır- ve bunun üzerinden tam bir yıl süre geçecek olursa, müslüman kimsenin bunun sadakasını (zekâtını.) vermesi icabeder. Bu ise, onda birin çeyreği (kırkta bir) olmak üzere beş dirhemdir. Üzerinden bir sene geçme şartı İse Hazret-i Peygamberin: "Üzerinden bir sene geçmedikçe malda zekat yoktur" hadisi dolayısıyladır ki, bunu da Tirmizî rivâyet etmiştir. Bu hadis daha önce, et-Tevbe, 9/34. ayet, 4. başlıkta geçmiş ve kaynakları da orada gösterilmişti. İkiyüz dirhemden fazla miktardaki gümüşte ise, her bir miktarında bu hesaba göre verilir. Az yada çok olsun onda birinin çeyreği (kırkta bir) verilir. Mâlik, Ebi Leys, Şâfiî, Ebû Hanîfe'nin arkadaşlarının çoğunluğu, İbn Ebi Leyla, es-Sevrî, el-Evzaî, Ahmed b. Hanbel, Ebû Sevr, İshak ve Ebû Ubeyd'in görüşü budur. Aynı zamanda bu Hazret-i Ali ve İbn Ömer'den de rivâyet edilen görüştür. Bir diğer kesim ise şöyle demektedir: İkiyüz dirhemden fazlasına kırk dirheme ulaşmadıkça zekât düşmez. Kırka ulaştı mı, o takdirde onun öşrünün çeyreği (kırkta biri) olan bir dirhem daha zekât verilir. Said b. el Müseyyeb'in, el-Hasen, Atâ, Tavus, Şâfiî, ez-Zührî, Mekhul, Amr b. Dinar ve Ebû Hanîfe'nin görüşü de budur. 4. Altının Zekâtı: Altının zekâtına gelince; ilim adamlarının Cumhûruna göre altın ikiyüz dirhem değerinde olan yirmi dinara ulaşıp ve onu aştı mı Hazret-i Ali yoluyla gelen hadise göre zekâtının ödenmesi vacib olur. Bu hadisi Tirmizî, Damra ve el'Haris'ten, onlar da Hazret-i Ali'den, diye rivâyet etmişlerdir. Tirmizî dedi ki: Ben, Muhammed b. İsmail'e bu hadis hakkında sordum, şöyle dedi: Her ikisi de bana göre Ebû İshak yoluyla sahihtir. Bu hadisin her ikisinden de gelmiş olması ihtimali vardır. Tirmizî, Zekât 3; Ebû Dâvûd, Zekat 5; İbn Mâce, Zekât 4; Nesâî, Zekât 18. el-Bacî "el-Münteka" adlı eserinde şöyle demektedir: Bu hadisin isnadı pek o kadar güçlü değildir. Şu kadar var ki, İlim adamlarının ittifakla kabul etmesi, ifade ettiği hükmün sıhhatine delildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. el-Hasen ve es-Sevrîden -ki, Davud b. Ali mezhebine mensub bazılan da bu görüşü benimsemişlerdir- rivâyet edildiğine göre, kırk dinara ulaşmadıkça altında zekat yoktur. Ancak, Hazret-i Ali yoluyla gelen hadis ile İbn Ömer ve Hazret-i Âişe'nin rivâyet ettikleri hadis bu görüşü reddetmektedir. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) her yirmi dinar (altın) dan, yarım dinar ve her kırk dinardan da birer dinar zekat alırdı. Ebû Dâvûd, Zekât 5; Tirmizî, Zekât 3; İbn Mâce, Zekât 4, Dârimî, Zekât 11. İşte -sözü edilenler müstesna- ilim ehlinin cemaat halinde kabul ettiği görüş budur. 5. Davarların Zekâtı: Ümmet, beş deveden aşağısı için zekât sözkonusu olmadığını ittifakla kabul etmiştir. Beş deveye ulaştı mı, bir koyun zekat düşer. Koyun tabiri ise, keçi türünü de kapsar. İlim adamları, aynı şekilde beş devede yalnızca bir koyun zekat düştüğünü ittifakla kabul etmiş ve develerin verilmesi farz olan zekat miktarının o kadar olduğunu belirtmişlerdir. Davarların zekatı, Ebû Bekir es-Sıddîk'ın, Enes b. Mâlik'i Bahreyn'e gönderdiği zaman yazdığı mektubunda açıklanmıştır. Bunu Buhârî, Ebû Dâvûd, Dârakutnî, Nesâî, İbn Mâce ve başkaları da rivâyet etmiştir ki, bu mektuptaki bütün açıklamalarda İttifak vardır. Buhârî, Zekât 38; Ebû Dâvûd, Zekât 5; Nesâî, Zekât 5; İbn Mâce, Zekât 6; Dârakutnî, II, 113-114. Bu mektuptaki görüş ayrılığı iki yerdedir. Birisi, develerin zekatı ile ilgilidir, develerin sayısı yüzyirmi biri buldu mu, Mâlik der ki: Zekât toplayan muhayyerdir. İsterse üç tane iki yaşını bitirmiş, üç yaşına basmış dişi deve, isterse de üç yaşını bitirmiş, dört yaşına basmış iki dişi deve alır. İbnü'l-Kasım der ki: İbn Şihab dedi ki: Develerin sayısı yüzyirmi biri buldu mu, iki yaşını bitirip üç yaşına basmış üç dişi deve zekat düşer. Yüzotuza kadar zekat budur. Yüzotuzu buldu mu, o takdirde bir tane üç yaşını bitirip dördüne basmış dişi deve, iki tane de iki yaşını bitirip üç yaşına basmış dişi deve zekat verilir. İbnü'l-Kasım der ki: Benim de görüşüm İbn Şihab'ın görüşüne uygundur. İbn Habib ise, Abdulaziz b. Seleme ile, Abdulaziz b. Ebi Hazım'ın ve İbn Dinar'ın, Mâlik'in görüşünde olduklarını zikretmektedir. Görüş ayrılığı bulunan ikinci yer ise, koyunların zekalı ile ilgilidir. Şöyle ki: Koyunların sayısı üçyüz biri aştı mı, el-Hasen b. Salih b. Hay'e göre dört koyun zekat düşer. Dörtyüz bir koyunu buldu mu, beş koyun zekat düşer ve bu şekilde her yüz koyun arttıkça bir koyun daha zekat verilir. İbrahim en-Nehaî'den de buna benzer bir görüş nakledilmiştir. Cumhûr ise şöyle demektedir: İkiyüzbir koyunda üç koyun zekat düşer. Bundan sonra dörtyüzü buluncaya kadar başka bir şey düşmez. Dörtyüz oldu mu, dört koyun zekat verilir. Bundan sonra da herbir yüz koyun için bir zekat verilir. Bu konuda icma ve ittifak vardır. İbn Abdi’l-Berr der ki: Bu, İbnü’l-Münzir'in yanıldığı ve bu hususta ilim adamlarının görüşlerini yanlış olarak naklettiği ve pek çok karıştırıp çokça hata ettiği bir meseledir. 6. Sığır Türünün Zekatı: Buhârî ve Müslim Sahihlerinde, ineklerin zekatına dair etraflı açıklamalardan söz etmezler. Ancak, buna dair hadisi Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, Dârakutnî ve Muvatta’''ında Mâlik rivâyet etmiştir ki, bu hadislerin kimisi mürsel, maktu' ve mevkuftur. Bir önceki notta gösterilen yerlerden bnşkn: Muvatta’', Zekât 23T Tirmizî, Zekât 5. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Bu hadisi bazıları Tavus ve Muaz'dan rivâyet etmişlerdir. Şu kadar var ki, hadisi mürsel olarak rivâyet edenler, onu müsned olarak rivâyet edenlerden daha sağlam ravilerdir. Hadisi müsned olarak rivâyet edenler arasında Bakiyye, el-Mes'ûdi'den, o, el-Hakem'den, o da Tavus yoluyla rivâyet edenler vardır. Ancak, hadis âlimleri Bakiyye'nin sika ravilerden tek başına yaptığı rivâyetlerin durumu hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Yine bu hadisi, el-Hasen b. Umare, el-Hakem'den, tıpkı Bakiye'nin, el-Mes'ûdi'den, onun el-Hakem'den rivâyet ettiği gibi rivâyet etmiştir. Ancak, el-Hasen b. Umare'nin zayıf olduğu hadis âlimlerince ittifakla kabul edilmiştir. Yine bu haber muttasıl, sahih ve sabit bir isnad ile Tavus yolundan başka bir yolla da rivâyet edilmiştir. Bunu da Abdurrezzak zikrederek şöyle der: Bize, Ma'mer ve es-Sevrî, el-A'meş'den haber verdi. el-A'meş, Ebû Vâil'den, o, Mesrûk'tan, o, Muaz b. Cebel'den dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) beni Yemen'e gönderdi... "Hazret-i Peygamber ona: Her otuz sığır için bir yaşında (erkek ya da dişi) bir sığır almasını ve kırk sığır için ise, iki yaşını bitirmiş, üçe basmış bir inek almasını emretti, (cizye olarak da) ergenlik yaşına gelmiş herbir erkek için bir dinar yahut da ona eş değerde meâfır diye bilinen Yemen kumaşı almasını emretmiştir." Bu hadisi Dârakutnî ve Ebû Îsa et-Tirmizî zikretmiş olup, Tirmizî sahih olduğunu belirtmiştir. Ebû Dâvûd, Zekât 5; Tirmizî, Zekât 5; Nesâî, Zekât 8; İbn Mâce, Zekât 12. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: İneklerin zekatı hususunda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ashâbından nakledilenin Muaz b. Cebel'in dediği şekilde olduğu noktasında ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur: Otuz inek için bir yaşında bir inek, kırk inek için ise iki yaşını bitirip üç yaşına basmış bir inek zekat olarak alınır. Ancak, Said b. el-Müseyyeb ile Ebû Kilâbe, ez-Zührî ve Katade'den gelen bir rivâyet böyle değildir. Onların görüşüne göre, otuzu buluncaya kadar her bir beş inek için bir koyun zekatın verilmesi icabeder. İşte ana meseleleriyle zekat ile İlgili açıklamaların özeti bundan ibarettir. Etraflı açıklamalar ise fıkıh kitaplarındadır. İleride yüce Allah'ın izniyle Sâd Sûresi'nde (38/24. âyet, 13. başlıkta) karışık türden davarlara dair açıklamalar gelecektir. 7. Îmanın Alâmeti Olan Sadaka: "Sadaka" kelimesi (doğruluk, samimiyet anlamına gelen) "Sıdk"dan alınmadır. Çünkü sadaka, kişinin imanının sıhhatine ve batınının da zahirini doğruladığına, sadaka veren kimsenin ise mü’minlerden nafile tasadduklarda bulunan kimseleri kaş-göz ile işaret edip alay eden münafıklardan olmadığına delildir. "Bununla kendilerini temizleyip arındırmış olasın" âyeti muhatabın durumunu belirten iki haldir. İfadenin takdiri şöyle olur. O sadakayı onlardan, onunla kendileri için temizleyici ve arındırıcı olman üzere al. Bununla birlikte bunun "sadaka"ya ait iki sıfat kabul edilmesi de mümkündür. Yani, onları temizleyen ve arındıran bir sadaka al. Bu durumda "onları arındırmış olasın"ın faili muhatap olur. "Onunla'daki zamir de nekire olarak mevsuf gelmiş bulunan (sadaka kelimesin)e ait olur. en-Nehhâs ve Mekkî ise "Kendilerini temizleyip" ifadesinin "sadaka "nın sıfatı olduğunu, buna karşılık " Bununla kendilerini... arındırmış olasın" ifadesinin de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ait olan "al" emrindeki zamirden hal olduğunu nakletmektedirler. Bu açıklamaya göre âyetin bu bölümünün meali şöyle olur- Onlardan kendilerini temizleyecek ve senin, onunla kendilerini arındıracağın bir sadaka al. Bununla birlikte bunun, "sadakamdan hal olma ihtimali de vardır. Ancak, bu zayıftır; çünkü nekire (olan) bir kelimeden (sadaka) hal alır. Hale göre anlamı da şöyle olur: Onlardan kendilerini temizleyecek ve onunla kendilerini arındırın olmak üzere bir sadaka al. ez-Zeccâc da der ki: En güzeli, hitabın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olmasıdır. Yani, sen bununla kendilerini arındırıp temizleyeceğin bir sadaka al; demek olur. Yani, (sadaka kelimesi üzerinde durularak) vakıf yapılır ve ondan sonraki kelime ile istinaf yapılır (başlanır). Bununla birlikte "kendilerini temizleyip..." anlamındaki âyetin, emrin cevabı olarak cezm okunması da caizdir. Yani: Eğer onların mallarından bir sadaka alırsan, bununla kendilerini arındırmış ve temizlemiş olursun. İmruu'l-Kays'ın şu mısraı da bu türdendir: "Durun ki, sevgiliyi ve onun yurdunu anıp ağlayalım." el-Hasen ise, "Kendilerini temizleyip" âyetini, "ti" harfini sakin olarak okumuştur. Bu ise, "Temiz oldu ve onu ben temizledim," şeklinde hemzeli kullanıştan menkul olur. "Göründü, ortaya çıktı, ben onu ortaya çıkardım," fiilleri gibi. 8. Sadaka Verenlere Dua Gereği: Yüce Allah'ın: "Onlara dua da et" âyeti, sadakaları alan her bir İmâmın, (İslâm Devlet Başkanının) sadaka verene malının bereketlenmesi için dua etmesi gereğini belirten aslî bir dayanaktır. Müslim'in rivâyetine göre, Abdullah b. Ebi Evfa şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kavim sadakalarını getirdiler mi: "Allah'ım onlara salât eyle (radıyallahü anhhmet buyur)" derdi. İbn Ebi Evla da zekatını ona getirince, Hazret-i Peygamber; "Allah'ım, Ebû Evfa'nın âline salât getir (radıyallahü anhhmet buyur)" dedi. Buhârî, Zekât 64, Deavât 19, 33; Müslim, Zekât 176: Ebû Dâvûd, Zekât 7; Nesâî, Zekât 13; İbn Mâce, Zekât 8: Müsned, IV, 353. 354, 355, 381, 383. Bir kesim bu görüşte olduğu gibi, bir başka kesim ise, bunun yüce Allah'ın: "Onlardan ölen hiçbir kimsenin namazını asla kılma (onlara salât getirme, dua etme)" (et-Tevbe, 9/84) âyeti ile nesh edildiği görüşündedir. Bunlar derler ki: Özel olarak yalnızca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e salât getirilir, ondan başkasına salât getirmek câiz değildir. Çünkü bu özellik yalnız ona verilmiştir. Bunlar, ayrıca yüce Allah'ın şu âyetini da delil gösterirler: "Peygamberin duasını aranızda birbirinize yaptığınız dua gibi bellemeyin" (en-Nûr, 24/63) Ayrıca Abdullah b. Abbas'ın söylediği şu sözlerini de delil gösterirler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den başka hiçbir kimseye salavat getirilmez. Ancak, birinci görüş daha bir sahihtir. Çünkü hitap -önceden de geçtiği gibi- yalnızca Hazret-i Peygambere münhasır değildir. Bundan sonraki âyette de bu husus gelecektir. O halde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e uymak, onu örnek almak gerekir. Çünkü bir kimse bu şekilde dua edince, yüce Allah'ın: "Onlara dua da et. Senin duan şüphesiz onlara huzur ve güvendir" âyetine uymaktadır. Yani, onlar sadakalarını getirip sana verdiklerinde onlara dua edecek olursan, bu onların kalplerine huzur ve sükûn verir ve bundan dolayı da sevinirler. Cabir b. Abdullah'ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bana geldi, ben de hanımıma şöyle dedim: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) den bir şey istemeyesin. Hanımım: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yanımızdan çıkıp gidecek ve biz ondan birşey istemeyeceğiz ha! dedi ve: Ey Allah'ın Rasûlü, kocama dua et, dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu: "Allah sana da kocana da salât etsin (radıyallahü anhhmet buyursun)." Ebû Dâvûd, Vitr 28. Ebû Dâvûd, Vitr 28. Buradaki "salât", rahmet etmek ve rahmet dilemek demektir. en-Nehhâs der ki: Bildiğimiz kadarıyla bütün dil bilginleri "şatafın Arapça'da dua anlamına geldiğini nakletmişlerdir. Cenazelere salât da buradan gelmektedir. Hafs, Hamza ve el-Kisâî, tekil olarak; "Şüphesiz senin duan" diye okumuşlardır, diğerleri ise çoğul okumuşlardır. Şanı yüce Allah'ın: "Namazın mı sana emrediyor?" (Hud, 11/87) âyetinde de aynı kıraat farklılığı vardır. "Huzur ve güven” anlamındaki kelime "kef" harfi sakin olarak da okunmuştur. Katade der ki: Bu "onlar için bir vakardır" anlamına gelir. "KeP harfinin üstün okunuşu ise, ruhların kendisiyle sükûn bulduğu kalplerin de huzur ve güvene erdiği şey demektir. 104Onlar, Allah'ın kullarından tevbeyl kabul etmekte, sadakaları alanın ancak kendisi olduğunu ve muhakkak tevbeleri kabul edenin, Rahîm olanın yalnız O olduğunu bilmediler mi? Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1. Âyetin Nüzul Sebebi ve "Silmeyenler'in Kimlikleri: Denildiğine göre, Savaştan geri kalanlar arasından tevbe etmeyenler şöyle demişti: Bunlar dün bizimle birlikte idi. Onlarla konuşulmuyor, onlarla oturulup kalkılmıyordu. Şimdi onlara ne oldu ki, bizden farklı olarak sahip oldukları bu özellik nedendir? Bunun üzerine: "... bilmediler mi?" âyeti nâzil oldu. Buna göre "bilmediler" Şilindeki zamir, Savaşa çıkmayıp geri kalan ve tevbe etmeyen kimselere aittir. Bu anlamdaki açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır. Bu zamirin tevbe edip kendilerini direklere bağlayan kimselere ait olma ihtimali de vardır. Buna karşılık yüce Allah'ın: "O" zamiri bu işleri yalnızca şanı yüce Allah'ın yapması dolayısıyla te'kid içindir. Bunu şöylece açıklayabiliriz: "Şayet, Allah'ın tevbeleri kabul eden olduğunu..." denilmiş olsaydı, Rasûlünün kabulünün de Allah'ın kabulü anlamına gelme ihtimali olurdu. Âyet-i kerîme böylelikle hiçbir peygamberin ve hiç bir meleğin bu konuma asla ulaşamayacağını da beyan etmektedir. 2. Sadakaları da Tövbeleri de Kabul Eden Allah'tır: "Sadakaları alanın ancak kendisi olduğunu..." âyeti sadakaları alıp kabul edenin onların mükâfatını verenin ve hakkın yüce Allah'ın hakkı olduğunu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu hususta bir aracı olup, vefat etmesi halinde onun yerine geçen görevlinin ondan sonraki aracı olduğunun, yüce Allah'ın ölmeyen, diri olduğunun açık delilidir. Bu aynı zamanda yüce Allah'ın: "Mallarından bir sadaka al" âyetinin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e münhasır olmadığını da açıkça ortaya koymaktadır. Tirmizî'nin Ebû Hüreyre'den rivâyetine göre o şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz Allah sadakayı kabul eder, onu sağına alır ve o sadakayı sizden herhangi biriniz için, sizden herhangi bir kimsenin kendi tayını besleyip büyütmesi gibi besleyip büyütür. Öyleki, sonunda bir lokma bile Uhud dağı gibi olur. Bunu doğrulayan ise, Allah'ın Kitabındaki: "O, kullarından tevbeyi kabul eden, sadakaları alanın kendisidir. "Allah faizin bereketini giderir, sadakaları ise kat kat artırır" (Tirmizî.) dedi ki: Bu, hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, Zekât 28. Müslim'in Sahihinde de şöyle denilmektedir: "Herhangi bir kimse helal bir kazançtan bir hurma dahi sadaka verecek olursa, mutlaka Allah onu sağına alır. -Bir rivâyette:- Ve bu sadaka Rahmân'in avucunda dağdan daha büyük oluncaya kadar gelişip büyür." Buhârî, Zekât 8; Müslim, Zekât 63; Tirmizî, Zekât 28. Yine Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Şüphesiz ki sadaka dilencinin avucuna düşmeden önce Rahmân'ın avucuna düşer. el-Heysemî, Mecmau't-Zevâid, III, 111. Hadisin bundan sonraki bölümleri, anlam itibariyle az Önceki rivâyetlerde dile getirilmiştir. O da sizden herhangi bir kimse kendi tayını, yahut da deve yavrusunu besleyip büyüttüğü gibi artırıp durur. Allah dilediğine kat kat artırır." İlim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- bu hadislerin te'vili olarak şöyle demişlerdir: Bu ifade sadakanın kabulü ve ona mükâfat verilmeşinden kinayedir. Nitekim şanı yüce Allah, zat-ı mukaddesi'nden kuluna atıfet yoluyle "Ey Âdem oğlu, ben hastalandım sen beni ziyaret etmedin" Müslim, Bin 43. hadisinde "hasta" diye söz etmiştir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/143. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Özellikle sağ'ın ve avuç'un söz konusu edilmesine gelince, bir şeyi kabul eden her bir kimse o şeyi avucuyla ve sağıyla alır, ya da ona verilirken, bunlara bırakılır. Burada da İnsanların alışageldikleri bir ifade kullanılmıştır. Aziz ve celil olan Allah ise azalardan münezzehtir. Zaten, Arapçada da "yemin; sağ" azadan başka bir anlamda da kullanılmıştır. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Bir şan ve şeref için bir sancak yükseldi mî, Arâbe bunu sağı ile abverir." O, şan ve şerefe ehil kimsedir, demektir. Burada şair, organ olarak sağ eli kastetmemektedir. Çünkü, şan ve şeref bir manadır. Dolayısıyla şan ve şeref sancağını alacak olan yemin (sağ) de manevi bir şey olmalıdır. İşte yüce Allah'ın zatı hakkında da "sağ" böyledir. "Rahmân’ın avucunda gelişip büyür" İfadesinin şu anlama geldiği de söylenmiştir: Bundan kasıt, amellerin tartılacağı Mizan'in kefesidir. O takdirde bu, muzafın hazf edilmesi kabilinden bir ifade olur ve şöyle buyurulmuş gibidir: Rahmân'ın mizanının kefesinde artar ve büyür. Mâlik, es-Sevrî ve İbnü'l-Mübarek'ten bu ve benzeri hadislerin te'vilinde şöyle dedikleri rivâyet edilmektedir: Bunları keyfiyetsiz olarak kabul ediniz. Bu ifadeleri Tirmizî ve başkaları nakletmiştir. Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat'ten ilim ehlinin bu konudaki görüşleri işte Tirmizî, Zekat 28; 662 no'lu hadisin akabindeki ta'liki. böyledir. 105De ki: 'Haydi amel edin. Allah, Rasûlü ve mü’minler de İşlediğinizi görecektir. Siz, görüneni de görünmeyeni de bilene döndürüleceksiniz. O da size yaptıklarınızı haber verecektir." Yüce Allah'ın: "De ki; Haydi amel edin" âyeti herkese yönelik bir hitaptır. "Allah, Rasul ve mü’minler de İşlediğinizi görecektir." Yani Allah'ın onları amellerinize muttali kılması suretiyle yaptıklarınızı görecektir. Nakledilen haberde şöyle denilmektedir: 'Eğer ki bir kimse, hiçbir kapısı ve menfezi bulunmayan bir kaya içerisinde bir amelde bulunacak olur ise, ne olursa olsun mutlaka onun ameli insanların karşısına " Müsned, III, 28. çıkacaktır. 106Diğer bir kısım da Allah'ın emrine bırakılmışlardır. Allah onları ya azaba uğratacak, yahut tevbelerini kabul edecektir. Allah her şeyi bilendir, Hakimdir. Bu âyet-i kerîme, tevbeleri kabul olunan üç kişi hakkında inmiştir. Bunlar, Vakıfoğullarından Hilâl b. Umeyye, Kâ'b b. Mâlik ve Amroğullarından Murâre b. er-Rabi'dir. Murâre b. Rub'î de denilmiştir. Bunu el-Mehdevî nakletmiştir. Bu üç kişi -ileride de onlardan söz edileceği gibi- imkânları bulunduğu halde Tebûk'ten geri kalmışlardı. Âyetin takdiri şöyledir: Onlardan işi Allah'ın emrine bırakılmış ertelenmiş kimseler de vardır. "Onu erteledim, sonraya bıraktım," demektir. Bu kökten "Murcie" diye bir fırka ismi da gelmektedir, Çünkü onlar ameli tehir etmişlerdir. Hamza ve el-Kisâî, hemzesiz olarak; diye okumuşlardır. Bunun: Onu erteledim, anlamındaki den geldiği söylenmiştir. el-Müberred şöyle demektedir: Onu erteledim anlamında; denilmez. Ancak, bu ifade ummak anlamına gelen: O'den gelmiş olmalıdır. "Allah onları ya azaba uğratacak, yahut tevbeletini kabul edecektir" âyetindeki "Ya, ya da, yahut" Arapçada iki işten birisi için kullanılır. Şanı yüce Allah da işlerin âkibetinin ne olacağını elbetteki bilendir. Fakat burada kullara onların bildikleri üslûp ile hitap edilmiştir. Yani, size göre onların durumu (iyi şeyler) ümit etmek şeklinde olsun. Çünkü kullar için bundan fazla yapabilecekleri bir şey yoktur. 107(Münafıklar arasında) zarar vermek, inkâr etmek, mü’minler arasına ayrılık sokmak için ve -daha evvel Allah'a ve Rasulüne Savaş açan kimselere- beklemek ve gözetlemek yeri olmak üzere bir mescid edinenler ve: "İyilikten başka birşey kastetmedik" diye yemin edenler (vardır). Halbuki Allah, onların muhakkak yalancı olduklarına şahidlik eder. Bu âyete dair açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız 1. Dırar Mescidi ve Âyetin Nüzul Sebebi: Yüce Allah'ın: "Bir mescid edinenler" âyeti, önceki âyete atfedilmiştir. Yani, onlardan bir mescid edinenler vardır, takdirindedir. Böylelikle cümle, cümleye atfedilmiş olmaktadır. Mübteda olarak merfu' kabul edilmesi de mümkündür. Haberi de hazfedilmiştir. Haber, "şüphesiz ki onlar azâb edileceklerdir" ve benzeri bir ifade ile takdir olunabilir. "Vav'sız olarak; "ler" şeklinde okuyanlara gelince; -ki, Medinelilerin okuyuşudur- bunlara göre âyet mübtedâ olarak merfu'dur. Haberi ise (bir sonraki âyette gelen): "Durma" anlamındaki âyettir. İfadenin takdiri şöyle olur: Bir mescid edinenlerin o mescidinde ebediyyen (namaza) durma. Yani, onların mescidlerinde namaz kılma. Bu açıklamayı el-Kisâî yapmıştır. en-Nehhâs ise şöyle demiştir: O takdirde mübtedanın haberi: "... kurdukları bina kalplerinde daimi bir kuşku kaynağı olmaya devam edecektir" (et-Tevbe, 9/110) âyetidir. Haberin -az önce geçtiği gibi- "azâb olunurlar" ve benzeri bir ifade olabileceği de söylenmiştir. Âyet-i kerîme, rivâyet edildiğine göre, Ebû Âmir er-Râhib hakkında inmiştir. Çünkü sözü geçen bu kişi, Bizans Kayser'inin yanına gitmiş, orada hristiyanlığı kabul etmiş, Kayser de, kendilerine pek yakında yanlarına geleceğine dair söz vermişti. Bunun üzerine onlar da orada Kayser'in gelişini gözetleyip beklemek üzere Mescid-i Dırar'ı inşa ettiler. Bu açıklamaları İbn Abbâs, Mücâhid, Katade ve başkaları yapmıştır. Daha önce el-A'raf Sûresi'nde (7/175. âyetin tefsirinde) onun kıssası geçmiş bulunmaktadır. Tefsir âlimleri derler ki: Amr b. Avfoğulları Kubâ Mescidini inşa ettiler ve Hazret-i Peygamberden yanlarına gelmesi ricasında bulundular. O da onlara gelip Küba'da namaz kıldı. Kardeşleri öunm b. Avfoğulları onları kıskanarak: Biz de bir mescid yapacağız ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e haber gönderip, kardeşlerimizin mescidinde namaz kıldığı gibi bizim de mescidimizde namaz kılmak üzere gelmesini rica edeceğiz. Daha sonra da Ebû Âmir, Şam'dan geldiği takdirde bu mescidde namaz kıldırır diyerek Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e gittiler. O sırada Hazret-i Peygamber Tebûk'e çıkmak üzere hazırlık yapıyordu. Hazret-i Peygamber'e, Ey Allah'ın Rasûlü! dediler. Biz, ihtiyacı olan hastalar ve yağmurlu geceler için bir mescid inşa ettik. Bizim için gelip orada namaz kılmanı ve mübarek olması için dua etmeni arzuluyoruz. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Şimdi ben yola çıkmak üzereyim ve meşgul bir haldeyim. Dönecek olursak, size gelir ve sizin için orada namaz kılarız." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebuk'ten döndüğünde yanına geldiler. Kendileri de mescidi bitirmiş bulunuyorlardı. Orada Cuma, Cumartesi ve Pazar günü de namaz kılmışlardı. Hazret-i Peygamber yanlarına gitmek maksadıyla giymek üzere gömleğinin getirilmesini istedi. Bu sefer Mescid-i Dırar'ın durumunu bildiren Kur'ânî âyetler nâzil oldu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, Mâlik b. ed-Duhşum, Ma’n b. Adiy, Âmir b. es-Seken ile Hazret-i Hamza'yı Öldürmüş olan Vahşi'yi çağırarak şöyle dedi: "Halkı zalim olan şu mescide gidin; onu yıkın ve yakın." Onlar da hemen yola koyuldular. Mâlik b. ed-Duhşum evinden bir miktar alevli ateş aldı. Hep birlikte gidip mescidi yaktılar, yıktılar. Bu mescidi inşa edenler oniki kişi idiler: Amr b. Avfoğullarından birisi olan Ubeyd b. Zeydoğullarından Hizam b. Hâlid -ki, Dırar Mescidi onun evine ait arsada yapılmıştı-, Muattib b. Kuşeyr, Ebû Hubeybe b. el-Ezar, Amr b. Avfoğullarından Sehl b. Huneyfin kardeşi Abbâd b. Huneyf, Câriye b. Âmir, onun iki oğlu Mucemmi' ve Zeyd, Nebtel b. el-Hâris, Bahzec, Becâd b. Osman ve Vedia b. Sabit. Salebe b. Hatıb da aralarında zikrolunmaktadır. Ancak, Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr der ki: Bu tartışılır. Çünkü bu kişi Bedirde hazır bulunmuş bir kimsedir. İkrime der ki: Ömer b. el-Hattâb, bunlardan birisine: Sen bu mescidin yapımında nasıl bir yardımda bulundun diye sormuş, o da: O mescidin yapımında benim de bir direkle yardımım oldu, diye cevap vermişti. Bunun üzerine Hazret-i Ömer kendisine: Sana ben de onu müjdeliyorum ki o, boynunda cehennem ateşinden bir direk olacaktır. 2. Zarar Kastı: Yüce Allah'ın: "Zarar vermek... için" âyeti mastar olup mefûlün leh'tir. "İnkâr etmek, mü’minler arasına ayrılık sokmak için ve beklemek ve gözetlemek yeri olmak üzere" anlamındaki âyetler da hep ona atfedilmiştir. Te'vil âlimleri derler ki: Maksat, mescidle zarar vermektir. Yoksa mescidin kendisinin zararı olmaz. Zarar, o mescidin sahipleri tarafından sözkonusu olur. Dârakutnî, Ebû Said el-Hudrî"den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Zarar da yoktur, zarara zararla karşılık vermek de yoktur. Kim zarar vermek isterse, Allah onunla (o kimseye) zarar verir Her kim de zorluk çıkartırsa, Allah da ona zorluk çıkartır." Dârakutnî, III, 77, IV, 227-228. Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Zarar: Senin için faydalı olup, komşuna Zararlı olan şeydir. Zarara karşılık vermek (zirar) ise, senin için faydalı olmamakla birlikte komşuna zararlı olan şeydir. Her ikisinin aynı anlamda olduğu da söylenmiştir. Hazret-i Peygamber, te'kid olmak üzere her iki kelimeyi kullanmıştır, da denilmiştir. 3. Zararları Dokunan Mescidlerin Hükmü: (Mezhebimize mensup) ilim adamlarımız derler ki: Bir mescidin yakınında bir başka mescidin yapılması câiz değildir. İlk mescidin cemaatinin o mescidi terkedip ilk yapılanın boş kalmaması için ikinci yapılan mescidin yıkılması ve yapılmasının engellenmesi gerekir. Ancak, mahalle büyük olup mahalle halkına tek bir mescid yeterli gelmiyor ise, o takdirde bir mescid daha yapılabilir. Aynı şekilde şöyle de derler: Tek bir şehirde iki, üç... caminin de yapılmaması gerekir. İkincisinin engellenmesi icabeder. Bu ikinci camide cuma namazı kılanın cuması olmaz. Zaten Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Dırar Mescidini yakmış ve yıkmıştır. Taberî, senedini kaydederek, Şakîk'den şunu nakleder: O, Ğadiraoğulları mescidinde namaz kılmak üzere gelmiş, namazın kılınmış olduğunu görünce ona, filan oğullarına ait mescidde henüz namaz kılınmadı denilince, hayır ben o mescidde namaz kılmak istemiyorum. Çünkü o mescid zarar vermek esâsı üzere bina edilmiştir diye cevap vermiştir. İlim adamlarımız der ki: Zarar vermek, yahut riyakârlık ve desinler diye yapılan herbir mescid Dırar Mescidi hükmünde olup onda namaz kılmak câiz değildir. en-Nekkâş der ki: Buna göre, kilise ve benzeri bir yerde namaz kılmamak gerekir. Çünkü, kilise baştan beri kötü bir maksatla bina edilmiştir. Derim ki: Böyle bir hükme varmak gerekmez. Çünkü, kilisenin yapılmasından kasıt başkasına zarar vermek değildir. Her ne kadar asıl itibariyle kötü bir maksat ile yapılmış ise de, hristiyanların kilise yapmaları, yahudilerin havra yapmaları, kendi kanaatlerince -bizim mescidimiz gibi- ibadet edecekleri bir yerleri olsun diyedir. O bakımdan, bu iki maksat arasında fark vardır. İlim adamları da bir kilise ya da bir havrada temiz bir yer üzerinde namaz kılan bir kimsenin kıldığı bu namazının geçerli ve câiz olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Buhârî'nin bildirdiğine göre, İbn Abbâs içinde heykel bulunmaması şartıyla havrada namaz kılardı. Buhârî, Sattı 54. Ebû Dâvûd da, Osman b. Ebi'l-Âs'dan, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisine, Taif Mescidini putlarının bulunduğu yere bina etmesini emrettiğini Ebû Dâvûd, Salât 12; İbn Mâce, Mescid 3. nakletmektedir. 4. Zalime İmâmlık Yapanın Arkasında Namaz Kılmak; İlim adamları derler ki: Zalimin İmâmlığını yapan kimsenin arkasında namaz kılınmaz. Ancak, mazeretinin açıkça ortaya çıkması yahut tevbe etme hali müstesnadır. Çünkü, Kubâ mescidini İnşa edenler olan Amr b. Avfoğulları, Ömer b. el-Hattâb'dan halifeliği döneminde Mücemmi' b. Cariye'nin, kendi mescidlerinde kendilerine namaz kıldırmak üzere İzin vermesini istediler. Hazret-i Ömer: Hayır, böyle bir şeyin en ufak bir faydası da olmaz. O, Mescid-i Dırar'ın İmâmı değil miydi? Mücemmi', şöyle dedi: Ey mü’minlerin emiri hakkımda hüküm vermekte acele etme. Allah'a yemin ederim ben onların içinde neler gizlediklerini bilmeksizin o mescidde namaz kıldım. Eğer ne gizlediklerini bilseydim, o mescidde onlara namaz kıldırmazdım. Ben, Kur'ân okuyabilen genç bir delikanlı idim. Onlar ise, cahiliyeleri üzere yaşamış yaşlı başlı insanlardı. Kur'ân-ı Kerîm’den hiçbir şey okuyamıyorlardı. O sebepten ben namaz kıldırdım, ancak yaptığımın günah olduğunu da zannetmiyorum. Zaten onların içlerinde ne olduğunu da bilmiyordum. Ömer (radıyallahü anh), onun mazeretini kabul edip söylediğinin doğruluğuna kanaat getirdi ve Kubâ mescidinde namaz kıldırmasını emretti. 5. Başkalarına Zararlı Olan Tasarrufların Hükmü: İlim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- derler ki: İbadet için yapılan ve şeriatın yapımına teşvik ederek hakkında: "Bir kekliğin kalabileceği bir yer kadar dahi olsa, her kim Allah için bir mescid bina edecek olursa, Allah da o kimseye cennette bir ev yapar" İbn Mâce, Mesâcid 1; Müsned, I, 241. dediği mescid bile başkasına zarar verecek durumda ise, yıkılıp ortadan kaldırıldığına göre, ya onun dışındaki şeyler hakkındaki kanaat ne olabilir! Böylelerinin İse, öncekine zarar verilmemesi için ortadan kaldırılması, yıkılması, öncelikle daha bir uygundur. Mesela, bir kimse başkasına zarar verecek türden bir fırın, yahut bir değirmen inşa edecek, yahut bir kuyu veya başka bir şey kazacak olursa, bu durumdadır. Bu konudaki çeşitli meselelerin ölçüsü, temel kaidesi şudur: Kardeşine zarar gelmesine sebep teşkil eden kişi, (o tasarrufundan) engellenilir. Eğer, malında hak sahibi olduğu bir tasarrufu sebebiyle kardeşine zarar verip böylelikle komşusuna, yahut komşusundan başkasına zarar verirse, yaptığı o işe bakılır. Eğer o işin terkedilmesinin zararı işi yapana verdiği zarardan daha büyük ise, bu sefer iki zarardan daha büyük olan ve aslî kaynaklarda haramlığı daha büyük olan zarar ortadan kaldırılır. Mesela, bir kimse evinde kardeşinin evini görmesini sağlayacak bir pencere açacak olursa, o kardeşinin evinde de aile ve hanımlar da bulunuyorsa, -kadınlar da evlerinde kimi elbiselerini üzerlerinden atıp ihtiyaçlarını görmek için bazı yerlerini açtıklarına göre ve bilindiği gibi avretlere muttali olmak haram olup bu konuda nehiy varid olduğundan ötürü- avretlere muttali olmanın haramlığı sebebiyle, ilim adamları bu şekilde kendi evinden açmış olduğu ve kendisi için fayda ve rahatlık bulunan, kapatılması aleyhine zarar ihtiva eden o kapı ve pencereyi, kapatması gerektiği görüşündedirler. Çünkü onlar, bununla iki zarardan daha büyük olanı ortadan kaldırmak maksadındadırlar. Zira, bu iki zarardan birisini ortadan kaldırmak mutlaka gereklidir. İşte bu gibi konularda hüküm -ŞafiTye ve onun görüşünü kabul edenlerin aksine- bu şekildedir. Şâfiî mezhebine mensup ilim adamları derler ki; Bir kimse kendi mülkünde bir kuyu açsa, bir diğeri de kendi mülkünde, birinci kuyunun suyunu kendisine doğru çekecek bir başka kuyu kazacak olursa, ikinci kuyu da caizdir. Çünkü bunların her birisi kendi mülkünde kuyu kazmıştır ve bundan dolayı engellenilmez. Yine, onlara göre şu durum da bunun bir benzeridir: Bir kimse, komşusunun kuyusunun yakınında kuyusunun suyunu bozacak şekilde tuvalet açacak olursa, kuyu sahibi ona engel olamaz. Çünkü, tuvalet açan da kendi mülkünde tasarrufta bulunmuştur. Oysa, Kur'ân ve Sünnet bu görüşü reddetmektedir. Başarı Allah'tandır. Yine bu kabilden ilim adamlarının yasakladığı bir başka zarar türü daha vardır. Fırın ve hamam dumanları, sallallahü aleyhi ve sellemrulan harman tozu, düzlüklerde yayılmış çöplerden oluşan kurtlar ve buna benzer şeylerin açıkça zararı görülen ve devam etmesinden korkulanların zararları kesilir. Elbiselerin tozunun silkelenmesi, hasırların kapıların önünde silkelenmesi gibi kısa bir süre devam edecek şeylere gelince; bu gibi şeylerden insanların müstağni kalmalarına imkân yoktur. Ve ayrıca bundan dolayı herhangi bir şeye de hak kazanılmış olmaz. Bu gibi hususlarda zararı önlemeye kalkışmak, kısa bir süre buna sabretmekten, daha büyük ve daha fazla bir zarar gerektirir. Diğer taraftan, sünnetteki edebe göre kişi, komşusuna eziyet etmemekle, ona iyilikte bulunmakla yükümlü olduğu gibi, gücü yettiğince eziyetine de katlanıp sabretmesi gerekir. 6. Bu Kabilden Bir Mesele: Bu türden meselelerin kapsamına girenlerden birisi de İsmail b. Ebî Uveys'in, Mâlik'ten naklen zikrettiği şu husustur: Mâlik'e, cin çarpmasına uğramış bir kadın hakkında soru sorulmuş. Bu kadına kocası yaklaşıp cünup oldu mu, yahut da kocası ona yaklaşacak olursa, bu cin çarpmasının etkisi daha çok artarmış. Mâlik şöyle demiş: Kocasının, bu kadına yaklaşabileceği görüşünde değilim. Ayrıca, hakimin kadın ile kocası arasına girmesini (kocasının ona yaklaşmamasını sağlaması) gerektiği görüşündeyim. 7. Dırâr Mescidi Sahiplerinin. İnkârı: Dırâr mescidini yapanların, ne Kubâ mescidinin, ne de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mescidinin hürmetine (saygınlığına) itikadlan bulunmadığından ve bu saygınlığa olan inancı inkâr etmiş olduklarından dolayı yüce Allah: "İnkar etmek..." diye buyurmuştur. Bu açıklamayı İbnü'l-Arabî yapmıştır. Bir diğer görüş de şöyledir: "İnkâr etmek" den kasıt, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i ve onun getirdiklerini inkâr etmektir. Bu açıklamayı da el-Kuşeyrî ve başkaları yapmıştır. 8. Mü’minler Arasına Ayrılık Sokmak: Yüce Allah'ın: "Mü’minler arasına ayrılık sokmak için..." Yani onlar, bu yolla mü’minlerin birliğini dağıtmak, parçalamak istiyorlardı. Böylelikle, bazı kimselerin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte cihada çıkmamalarını sağlamak istemişlerdi, İşte bu durum, cemaatin öngörülmesinin en büyük maksadı ve en belirgin gayesinin kalpleri birbirine kaynaştırıp ısındırmak ve itaat üzere sözbirliğini sağlayıp, dinin gerektirdiği uygulamaları yerine getirmek suretiyle, insanlar arasındaki hakların ve saygınlıkların korunmasını gerçekleştirmek olduğunu göstermektedir. Tâ ki, insanlar birbirleriyle içli dışlı olmak suretiyle birbiriyle kaynaşsınlar ve kalpler kinlerin pisliklerinden arınmış olsunlar. 9. Aynı Mescidde iki Ayrı İmâmla Cemaat Yapmak: Mâlik, -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bu âyet-i kerimeden çok ince anlayış ile bir meselenin farkına vararak, -diğer ilim adamlarından farklı bir şekilde- şöyle demiştir: Bir mescidde iki ayrı İmâmla iki ayrı cemaat, namaz kılamazlar. Şâfiî'den de bunun olamayacağına dair bir görüş rivâyet edilmiştir. Çünkü böyle bir uygulama, sözbirîiğini dağıtır ve birlik hikmetini ortadan kaldırıp şöyle söylemeye kadar bizi götürür: Herhangi bir kimse cemaatten ayrılıp tek başına kalmak istiyor ise, bu mazurdur. O da tek başına cemaatini teşkil eder ve kendisini İmâm olarak öne geçirir. Bunun sonucunda ise ayrılıklar ortaya çıkar ve düzenlilik hali ortadan kalkar. İşte bu görüşü benimsemeyenler, bu inceliği farkedememişlerdir. İbnü'l-Arabî der ki: İşte Mâlik'in diğer ilim adamlarına karşı durumu hep bu idi. Hikmeti bilmekte, onun ayağı daha bir sağlam basardı. Şeriatin kafi noktalarını tesbit etmekte daha ileri derecede bilgi sahibi idi. 10. Allah'a ve Rasûlüne Karşı Savaş Açanlara Yardımcı Olanlar: Yüce Allah'ın: "Daha evvel Allah'a ve Rasûlüne Savaş açan kimselere, beklemek ve gözetlemek yeri olmak üzere..." âyetinde kastedilen kişi Rahip Ebû Amir'dir. Ona Rahip adının veriliş sebebi, kendisini ibadete vermiş olması ve ilim araştıran bir kimse olmasından dolayıydı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu konudaki duası sebebiyle, Kennesrîn denilen yerde kâfir olarak ölmüştü. Çünkü o, Peygmaber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle demişti: Seninle çarpışan ne kadar kavim görürsem, mutlaka ben de onlarla birlikte sana karşı Savaşacağım. Hazret-i Peygamberle bu şekilde Savaşmasını Huneyn gününe kadar sürdürmeye devam etti. Hevazinliler Huneyn günü bozguna uğrayınca yardım istemek üzere Bizanslılara gitti. Münafıklara da gönderdiği haberde şunları söyledi: Gücünüz yettiği kadar güç ve silah hazırlığı yapın ve bir mescid inşa edin. Ben şimdi Kayser'in yanına gidiyorum, Bizanstan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)i Medine'den çıkarmak üzere bir ordu ile geleceğim. Bunun üzerine onlar da Dırar Mescidini inşa etmişlerdi. Sözü geçen Ebû Âmir, melekler tarafından (Uhud günü) yıkanılan Hanzala'nın babasıdır. "Beklemek ve gözetlemek (irsâd)": Beklemek demektir. "Şunu rasat ettim, tabiri, o şey ile onu bekleyip gözetlemek üzere hazırladım," anlamına gelir. Ebû Zeyd der ki: "Onu bekleyip gözetledim" ifadesi, hayırlı işler hakkında kullanılır. Ancak, "Onu gözetledim, ifadesi ise kötü şeyler için kullanılır. İbnü'l-Arâbı der ki: Hayır, sadece denilir ve bunun anlamı da gözetledim, bekledim şeklindedir. Yüce Allah'ın: "Daha evvel.." ifadesi ile Dırâr Mescidinin inşa edilmesinden evvelki vakti kastedilmektedir. "Ve: İyilikten başka birşey kastetmedik diye yemin edenler (vardır)." Yani biz, bu mescidi inşa etmekle ancak güzel bir iş yapmak istedik. Yani bunun sebebi, kendilerinin söyledikleri gibi hasta ve gidemeyecek kadar başka işler görme ihtiyacı bulunan müslüman kimselere şefkatleri idi. Bu ise, fiillerin maksat ve İradelere göre farklılık göstereceğini göstermektedir. Bundan dolayı yüce Allah: "Ve: İyilikten başka bir şey kastetmedik, diye yemin edenler (vardır)" diye buyurmaktadır. "Halbuki Allah, onların muhakkak yalancı olduklarına şahidlik eder." Yani O, hakkında yemin ettikleri şey hususunda kalplerinin ne kötü şeyler gizlediklerini ve yalan söylemekte olduklarını çok iyi bilir. 108Onun içerisinde hiçbir vakit durma. İlk gününden temeli takva üzerine kurulan mescid, içinde durmana elbette daha lâyıktır. Orada tertemiz olmayı arzu eden erkekler vardır. Allah da temizlenenleri sever. Bu âyete dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız: 1. Dırar Mescidinde Namaz Kılmak Yasaktır: Yüce Allah: "Onun içerisinde hiçbir vakit durma" âyeti ile Dırar Mescidini kast etmektedir. Yani, orada namaz kılmak kastıyla durma. Çünkü namaz, bazan "kıyam: ayakta durmak" ile de ifade olunur. Mesela, filan kişi gece boyunca kalkar denilirken, namaz kılar denmek istenir. Nitekim; "Kim (ecrine) İnanarak ve "mükâfatını" alacağını ümid ederek Ramazanı kıyam ile geçirirse (teravih namazını kılarsa), geçmiş küçük günâhları ona bağışlanır" şeklindeki sahih hadiste de bu şekilde kullanılmıştır. Bunu da Buhârî, Ebû Hüreyre'den, o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den buyurdu ki... diye nakletmiştir." Buhârî, Îman 27, 28; Müslim, Salatu'l-Musâfirîn 173; Ebû Dâvûd, Şehru Ramadan 1; Tirmizî. Savm 83; Nesâî, Siyam 40. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, bu âyet-i kerîme nâzil olduktan sonra bu mescidin bulunduğu yoldan dahi geçmediği ve o mescidin yerinin leşlerin, pisliklerin ve çöplerin atıldığı bir çöplük olarak kullanılmasını emrettiği rivâyet edilmektedir. 2. Usul-ü Ftkık Açısından Zaman Zarfı ve "Ebediyyen" Kelimesi: Yüce Allah'ın: "(........): Hiç bir vakit" ifadesi, bir zaman zarfıdır. Zaman zarfı da iki kısımdır. Biri "gün" gibi miktarı belli zarf, diğeri ise "hîn, vakt" gibi zamanı müphem olan zarf. "Ebediyyen" de bu kısımdandır, "Dehr (zaman)" da böyledir. Burada fıkıh usulünün konusuna giren bir mesele sözkonusu olmaktadır. O da şudur: "Ebediyyen" kelimesi her ne kadar müphem (belirsiz) bir zarf ise de bunda umum ifade eden bir anlam yoktur. Ancak bu kelime nefiy için kullanılan "la" (olumsuzluk edatı) ile birlikte kullanılırsa, umum ifade eder. Mesela, "Durma!" denilecek olsa, mutlak olarak durmamak yeterli olurdu. Ama, "ebed: hiç bir vakit, ebediyyen" lâfzı kullanıldığından dolayı, hiçbir vakit ve hiçbir zaman durma denilmiş gibidir. Olumlu cümledeki belirtisiz ifade ise, eğer meydana gelmiş bir olayın haberi olarak kullanılırsa, bunun da umumi bir manası olmaz. İşte, dil bilginleri bunun farkına varmış, islâm fukahası da bu doğrultuda hükümlerini vererek şöyle demişlerdir: Bir kimse hanımına sen ebediyyen boşsun, diyecek olursa, bir talâk ile boş olur. 3. Mescid Kurmaktan Maksat: "İlk gününden takva temeli üzerine kurulan" yani, takva üzere duvarları inşa edilmiş, temelleri yükseltilmiş "mescid" demektir. "Temel," binanın esası demektir. "Esas" da böyledir. ise, aynı kelimenin ortada harfi medsiz şeklidir.'in çoğulu, şeklinde gelir. "Bekçi ve bekçiler" gibi. Buna karşılık; şeklinin çoğulu ise, şeklinde gelir. "Ense kökü, ense kökleri" gibi. Buna karşılık in çoğulu şeklinde gelir, Sebep ve sebepler" gibi. "Binanın temelini kurdum," ifadesinin mastarı da şeklinde gelir, Arapların "Bu çok eskiden beri böyle idi" cümlesindeki (eskilik manasını ifade eden ve temel manasına da gelen kelime) hemzesi hem ötreli, hem üstün, hem de esreli olarak üç ayrı şekilde söylenebilir ki, bu, işin başından beri çok eskiden beri böyleydi, anlamına gelir. "Mescid"in başındaki "lâm", kasem "lâm"ıdır. İbtidâ "lâm"ı olduğu da söylenmiştir. Mesela, Elbetteki Zeyd insanlar arasında davranışı en güzel olanıdır" demeye benzer ki bu, anlamın te'kid edilmesini gerektirir. "Temeli takva üzerine kurulan" ifadesi ise, "mescid"in sıfatıdır. "Daha lâyıktır" anlamındaki ifade mübteda olan "mescid"in haberidir. Burada "takvâ"nın anlamı, kendileri vasıtası ile cezalandırılmaktan korunulan hasletler, özelliklerdir. Takva kelimesi, vezninde olup, buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/2. âyet, "takva sahipleri için bir hidâyettir" bölümü ile İlgili açıklamaların 4. başlığında) geçmiş bulunmaktadır. 4. Takva Mescidinden Maksat Nedir ve O Mescid Sahiplerinin Özellikleri: İlim adamları, temeli takva üzerine kurulan mescidin hangisi olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi, Kubâ Mescididir demiştir ki, bu görüş İbn Abbâs, ed-Dahhâk ve el-Hasen'den rivâyet edilmiştir. Bu görüşün sahipleri: "Ük gününden" ifadesini delil alırlar. Kubâ Mescidinin ise Medine'deki ilk günde temeli atılmıştı. Kubâ mescidi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidinden önce bina edilmişti. Bunu İbn Ömer, İbnül-Müseyyeb ve İbn Vehb, Eşheb ve İbnü'l-Kasım'ın kendisinden rivâyetlerine göre Mâlik demiştir. Tirmizî de Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İlk gününden beri temeli takva üzerine kurulan mescid hususunda iki kişi tartıştılar. Birisi o, Kubâ mescididir derken, diğeri ise o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mescididir deyince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "O, benim bu mescidimdir" diye buyurdu. (Tirmizî) dedi ki: Bu sahih bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 9- sûre 14; Nesâî, Mesücid 8; Müsned, III, 8, 23, 89, 91. Ancak, birinci görüş konuya daha uygun düşmektedir. Çünkü, yüce Allah'ın: "Orada" âyeti bunu gerektirmektedir. Zarf ifade eden zamir ise, tertemiz olmayı arzu eden erkeklerin varlığı ile ilgilidir. Bu ise, Kubâ mescididir. Buna delil de Ebû Hüreyre'nin şöyle dediğine dair hadistir: Şu: "Orada tertemiz olmayı arzu eden erkekler vardır. Allah da temizlenenleri sever âyeti, Küba Mescidi ehli hakkında inmiştir. Çünkü onlar su ile istinca ederlerdi. İşte bu âyet-i kerîme onlar hakkında inmiştir. Ebû Dâvûd, Tahâre 23; Tirmizî, Tefsir 9. stire 15; İbn Mâce, Tahâre 28; Müsned, VI, 6. en-Nehaî der ki: Burada kastedilenler Kubâ Mescidi ehlidir. Allah onlar hakkında âyetini indirmiştir. Katade dedi ki: Bu âyet-i kerîme inince Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kübalılara şöyle demişti: "Şanı yüce Allah temizlenmek hususunda sizden güzel bir şekilde ve övgüyle söz etti. Siz ne yapıyorsunuz?" Onlar, biz önden ve arkadan çıkan pisliğin izlerini su ile yıkıyoruz. Bunu da Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Müsned, III, 422. Dârakutnî de Talha bin Nâfİ' den şöyle dediğini rivâyet eder: Bana Ensardan olan Ebû Eyyub, Cabir bin Abdullah ve Enes bin Mâlik, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şu: "Orada tertemiz olmayı arzu eden erkekler vardır. Allah da temizlenenleri sever" âyeti hakkında şöyle buyurduğunu naklettiler: "Ey Ensar topluluğu! Allah temizlenmek hususunda sizden övgü ve hayırla söz etti. Sizin bu temizlenmeniz nasıldır?" Onlar, Ey Allah'ın Rasûlü, biz namaz için abdest alır, cünüblükten dolayı da guslederiz. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bununla birlikte başka bir şey de yapıyor musunuz?" Onlar: Hayır, şu kadar var ki bizden herhangi bir kimse tuvaletten çıktıktan sonra yine de su ile istinca yapmayı hoş ve güzel görür. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: "İşte bu övgüye sebeb odur. Siz buna devam ediniz" diye buyurdu. Dârakutnî, 1, 62, III, 60. İşte bu hadis âyet-i kerimede sözü geçen mescidin Kubâ Mescidi olmasını gerektirmektedir. Şu kadar var ki Ebû Said el-Hudrî'nin hadisinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu mescidin kendi mescidi olduğunu açıkça ifade etmiştir. O halde buna rağmen herhangi bir akıl yürütmeye gerek, yoktur. Yine Ebû Kaf1 rivâyetle dedi ki: Bize Ebû Usame anlattı dedi ki, bize Salih bin Hayyana dedi ki, bize "Allah'ın yücelmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde..." (en-Nûr, 24/36) âyeti hakkında dedi ki: Bunlar dört mesciddir ki dördünü de Peygamberden başka kimse bina etmiş değildir: Kabe, onu İbrahim ve İsmail -ikisine de selam olsun- diğeri Eriha'daki ev yani Beytul Makdis, bunu da Dâvûd ve Süleyman -ikisine de selam olsun- bina ettiler. Diğerleri ise Medine Mescidi ile Kubâ Mescididir ki, bunların ikisini de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bina etmiş olup takva üzere tesis olunmuşlardır. 5. " ...den, dan" ile İlgili bir Açıklama: Yüce Allah'ın: "İlk gününden" âyetindeki: "den," nahivcilere göre; "... den beri"nin karşılığıdır. İkincisi zaman için tıpkı birincisinin mekan için,kullanılışı gibi kullanılır. Bu âyette bunun; "... den beri" anlamında kullanıldığı da söylenmiştir ki takdiri şöyle olur: Bina edilmesine başlandığı ilk gününden beri... Anlamın; "Tesis edildiği ilk gününden beri" şeklinde olduğu ve; "Tesis etti" şeklindeki fiilinin başına geldiği de söylenmiştir. Şairin şu beyîtinde olduğu gibi: "(Semud kavminin evleri) Hicran üst taraflarındaki nice yurtlar vardır ki, Bunlar uzun yıllardan ve uzun zamandan beri bomboş, ıpıssız kalmışlardır." Yani, "Uzun zaman geçtiğinden, uzun yıllar geçtiğinden beri" takdirindedir. Böyle bir takdire gitmeyi gerektiren nahivcilerin kabul ettikleri şu esas kaidedir: ...den, dan edatı, zaman isimlerinin başına gelmez. Zaman isimlerinin başına; getirilir. O bakımdan; "Ben onu bir aydan yahut bir yıldan veya bir günden beri görmedim;" denilir, fakat bunun yerine; " ...den" denilmez. Eğer bu harf-i cer zaman bildiren ismin başına kullanılacak olursa o vakit ona uygun düşecek bir takdire gidilir. Bu beytin takdirinde zikrettiğimiz gibi. Bu açıklamaları İbn Atiyye yapmaktadır. Ancak bana göre bu âyet-i kerimede takdire gitmeye ihtiyaç duymamak da uygundur. Burada; "...den" kelimesinin; "İlk" kelimesini cer etmesi uygundur. Çünkü bu da bir başlangıç anlamını ihtiva etmektedir. Çünkü burada; "İlk gününün başlangıcından beri..." denilmiş gibidir. 6. İçinde Namaza Durulmaya Layık Olan Mescid; "İçinde durmana elbette daha lâyıktır" âyeti nasb mahallindedir. "Daha lâyıktır" âyeti "Layık" kelimesinden "ePatu" vezninde ism-i tafdilidir. Bu kip, ancak aralarında ortak bir özellik bulunmakla birlikte, birinin diğerinden ortak oldukları o noktada manen daha üstün bir meziyeti bulunan iki şey için kullanılır. Dırâr Mescidi her ne kadar hakkı ve liyakati bulunmayan batıl bir mescid ise de onu bina edenlerin inançları açısından liyakat noktasında diğer mescidlerle ortaklığı vardır. Yahut da o mescidde mescid olmasından ötürü namaz kılmanın câiz olduğuna inanan kimseler açısından böyle bir liyakati söz korlusu idi. Fakat bu iki inanıştan birisi Allah nezdinde batınen batıl idi. Diğeri ise batınen de zahiren de hak idi. Yüce Allah'ın şu âyeti de bu kabildendir: "O günde cennetliklerin kalacakları yer daha hayırlı ve dinlenecekleri yer daha güzeldir," (el-Furkan, 25/24) Bilindiği gibi hayırlı oluş cehennemden uzaktır. Ancak her bir kesim inanışına göre hayır üzere olduğunu kabul eder ve her bir kesim sonunda varacağı yerin de hayırlı olduğuna inanır. Çünkü her bir kesim elinde bulunandan dolayı sevinç içerisindedir. Bu tür ifadeler hiçbir zaman "bal sirkeden tatlıdır" türünden olamaz. Çünkü bal her ne kadar tatlı ise de insan yapısına uygun düşen her şey de bir bakıma tatlıdır. Nitekim insanlardan kimisinin ayrı ayrı olmaları halinde de sirkeyi baldan önde tuttuğu, bunların başkaları ile karışık bulunmaları halinde de (sirkenin karıştığı şeyi) öncelediği görülebilmektedir. 7. Liyakatli Mescid: Burada mescid'den kasıt Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in mescididir, diyenlere göre "içinde durmana elbette daha lâyıktır" âyetinde yer alan: "İçinde" zamir Mescid-i Nebeviye ait olur. 'Orada... erkekler vardır" ifadesindeki zamir de aynı şekilde ona ait olur. Buradaki mescidden kasıt Kubâ Mescididir, diyenlerin görüşüne göre ise -az önce geçen, görüş ayrılıklarına uygun olarak- her ikisinde de zamir Kubâ Mescidine ait olur. 8. Tahâret ve Temizliğin Önemi: Şanı yüce Allah, bu âyet-i kerimede tahareti seven ve temizliği üstün tutan kimselerden Övgü ile söz etmektedir. Temizlik insanî bir özellik, taharet şer'î bir görevdir. Tirmizî'de Âişe - yüce Allah ondan razı olsun - den şöyle dediği nakledilmektedir. Kocalarınıza su ile temizlenmelerini emrediniz. Ben onlardan utanıyorum. (Tirmizî) dedi ki: Bu sahih bir hadistir. Tirmizî, Tahüre 15. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın istinca maksİsmi ile beraberine su alıp götürdüğü sabittir. O istinca için taşlan necaseti azaltmak maksİsmi ile, suyu da iyice temizlenmek maksİsmi ile kullanırdı. İbn Arabî der ki: Kayrevân âlimleri abdest aldıkları yerlerde toprak içerisinde taşlar bulundurur ve önce bu taşlar ile temizlenir, daha sonra da su ile istinca ederlerdi. 9. Necasetten Temizlenmek: Necasetin çıkış yerinden necasetin temizlenmesi için öngörülen, onu hafifletmektir. Vücudun sair yerlerindeki necaset ile elbisedeki necasetin ise temizlenmesi gerekir. Bu, yüce Allah'ın suyun bulunup bulunmaması halinde kullarına bağışladığı bir ruhsattır. Ancak istisna olarak İbn Habib şöyle demektedir: Def-i hacette ancak su bulunmaması halinde taşla temizlenir. Şu kadar var ki suyun bulunması ile birlikte taşlarla temizlenmeye dair sabit haberler, onun bu görüşünü red etmektedir. 10. Beden ve Elbiseden Necasetin Temizlenmesi: Bu hususlarda ilim adamları -aşırı olmadığı sürece pirelerin bıraktıkları kan izlerinin affedilip nazar-ı itibara alınmayacağı hususu üzerinde tema etmiş olmalarına rağmen- beden ve elbiselerden necasetin izalesi hususunda üç farklı görüş ileri sürmüşlerdir: Birinci görüşe göre, necasetin İzale edilmesi, yerine getirilmesi farz gibi bir vâcibtir. İster bilsin, ister bilmesin necis bir elbise ile namaz kılanın namazı câiz olmaz. Bu görüş, İbn Abbâs, el-Hasen ve İbn Sîrîn'den rivâyet edilmiştir, Şâfiî, Ahmed ve Ebû Sevr'in görüşü de budur. İbn Vehb de bu görüşü Mâlik'den rivâyet etmiştir. Mâliki mezhebine mensup Ebû'l-Ferec'in ve Taberî'nin de görüşü budur. Şu kadar var ki Taberî şöyle der: Eğer necaset bir dirhem kadarını bulursa namazı tekrar iade eder. Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf'un da dirhem miktarını göz önünde bulundurmak bakımından -ki, bu da dübür halkasına kıyasen ifade edilmiştir- bu görüştedirler. Bir diğer kesim ise şöyle demektedir: Necasetin elbise ve bedenden izale edilmesi sünnet ile vaciptir. Buradaki vücup, sünnetin bir vücubudur, farz manasına bir vücup değildir. Bunlar derler ki: Bir kimse (bilmeden) necis bir elbise ile namaz kılacak olursa, vakit içerisinde namazını iade eder. Eğer vakit çıkacak olursa ona birşey düşmez. Bu, Mâlik'in ve mezhebinin ileri gelen ilim adamlarının görüşüdür. Ancak, Ebû'l-Ferec ile İbn Vehb'in Mâlik'ten yaptığı rivâyet bundan müstesnadır. Az miktardaki kan ile ilgili olarak da Mâlik şöyle demektedir: Az miktardaki kan dolayısıyla namaz ne vakit içinde, ne de vakit çıktıktan sonra iade olunmaz. Ancak, az miktardaki sidik ve kaba pislikten dolayı iade olunur. Bütün bu hususlarda Leys'in görüşü de Mâlik'in görüşü gibidir. İbnü'l-Kasım ise Mâlik'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Unutma halinde değil de, hatırlama halinde necasetin izale edilmesi icabeder. Bu ise İbnü'l-Kasım'in fert (Mâlik'ten tek başına) olarak yaptığı rivâyetlerindendir. Birinci görüş ise -inşaallah- daha bir sahihtir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) iki kabrin yanından geçmiş ve şöyle buyurmuştur: "Bunların ikisi de azap görmektedirler. Fakat bunlar büyük bir günahdan dolayı azap görmüyorlar. Onlardan birisi laf götürüp getirirdi, diğeri ise sidiğinden korunmuyordu." Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivâyet etmîştir. Buhârî, Vudû' 55, 56, Cenâiz 81, 88, Edeb 46, 49; Müslim, Tahâre 111; Ebû Dâvûd, Tahâre 53, 88; Nesâî, Cenâiz 116; İbn Mâce, Tahâre 26. Delil olarak da bu kadarı yeter. Bu hadis ileride el-İsra Sûresi'nde (17/44. âyetin tefsirinde)de gelecektir. İlim adamları derler ki: Bir insan ancak vacibi terkettiğinden dolayı azâb görür: Bu da açıkça bilinen bir husustur. Ebû Bekr b. Ebi Şeybe, Ebû Hüreyre'den rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle buyurmuştur: "Kabir azabının büyük çoğunluğu sidikten dolayıdır." İbn Mâce, Tahâre 26; Nesâî, Sehv 88; Müsned, il, 326, 388, 389, VI, 61. Diğer görüşün sahipleri ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, Cebrâîl (aleyhisselâm) kendisine, ayakkabılarında bir pislik olduğunu haber verince, ayakkabılarını çıkartmasını delil göstermişlerdir ki, bu hadisi Ebû Dâvûd ve başkaları Ebû Dâvûd, Salât 88; Dârimî, Salâc 103; Müsned, III, 20, 92. Ebû Said el-Hudrî'den rivâyet etmişlerdir. Yüce Allah'ın İzniyle bu da ileride Tâhâ Sûresi'nde (20/12. âyet, 2. başlıkta) gelecektir. Derler ki: Hazret-i Peygamber'in daha önce kıldığı rekâtleri iade etmeyişi, necasetin izale edilmesinin sünnet olduğuna ve bu haldeki namazının da sahih olduğuna delildir. Daha kâmil bir namaz maksİsmi ile de vakit içerisinde bulunduğu sürece iade eder (uygundur). Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 11. Necasetin İzale Edilmesinde Azhk-Çokluk Ölçüsü: Kadı Ebû Bekr b. el-Arabî der ki: Çok ile az arasındaki farkın bir dirhem miktarı ile tesbit edilmesine -ki, bununla dinar gibi yuvarlak ve onun miktarındaki büyük dirhemleri kastetmektedir- ve bunu kaba necasetin çıkış yerine kıyasen tesbit etmeye gelince, bu iki açıdan tutarsızdır. Evvelâ bu gibi miktarlar kıyas ile tesbit edilemez. O bakımdan böyle bir takdir kabul olunmaz. İkinci olarak, kaba pisliğin çıkış yerinde öngörülen bu hafifletme ve müsamaha zaruret dolayısıyla bir ruhsattır. İhtiyaçlar ve ruhsatlar ise kıyas için ölçü alınamaz. Çünkü bunlar, esasen kıyas dışıdırlar. Dolayısıyla bunlar kıyasa konu edilemezler. 109Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasını yıkılmaya yüz tutmuş bir yarın kenarına kurup da onunla birlikte kendisi de cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi? Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız; 1. "Tesis Etmek: Kurmak" ile İlgili Açıklamalar: Yüce Allah'ın: "Binasını... kuran kimse mi" âyeti temellendiren kimse mi demektir. Bu ise takrir anlamında bir istifhamdır. Buradaki; Kimse," anlamındadır ve mübtedâ olarak ref mahallindedir. Haberi ise, "Hayırlıdır" kelimesidir. Nafi', İbn Âmir ve bir topluluk, her iki yerde de; "Binası... kurulan" şeklinde; "Kurulan" fiilini meçhul ve; "Binası" lâfzını bunun nâib-i faili olarak merfu' okumuşlardır. İbn Kesîr, Ebû Amr, Hamza, el-Kisâî ve bir topluluk ise, "Binasını kuran" şeklinde malum bir fiil ve "binasını" anlamındaki kelimeyi de nasb ile mef'ûlü olarak -her iki yerde de böylece- okumuşlardır ki, bu şekilde okuyanların çokluğu ve failin de zikredilmiş olması sebebiyle Ebû Ubeyd’in tercih ettiği kıraat şekli de budur. Nasr b. Âsım b. Ali ise, şeklinde ref’ ile ise esreli olarak okumuştur. (Binasının temelleri... kimse mi?... anlamında). Yine ondan gelen bir rivâyete göre; şeklinde (binasının temeli... anlamında), ondan gelen bir başka rivâyete göre ise; şeklinde cer ile (binasının temeli... anlamında) diye okumuştur. Maksat ise önceden de geçtiği gibi binanın esasları demektir. Ebû Hatim, altıncı bir kıraat şekli nakletmektedir ki, o da; şeklindedir. (Binasının temelleri... kimse mi?). en Nehhâs der ki: Burada kelime; Temel'in çoğuludur. Nitekim; "Ayakkabı, ayakkabılar" denilir. Çoğulun da çoğulu İse, şeklinde gelir, (ayakkabı anlamına gelen kelimenin, çoğulun çoğulunun): şeklinde gelmesi gibi. Şair de şöyle demektedir: "Artık hükümdarlık Abbas oğullarından Behlül(gil)ler arasında temelleri sağlamlaşmış hale geldi." 2. 'Yıkılmaya Yüz Tutmuş Bir Yar' Âyetinin Kelime Anlamları: "Allah korkusu üzerine" âyetini Îsa b. Ömer -Sîbeveyh'in naklettiğine göre- tenvin ile okumuştur. (Takva kelimesinin sonundaki) elif, ilhak elifi diye bilinir."Ardı arkasına" kelimesini tenvinli okurum kıraatindeki "elif"e benzer. Şair de der ki: "O, (öküz) alka ve mukûr (süpürge otunu andıran bir çeşit bitki ile diğeri ise yaz-kış yaprağını dökmeyen bir çeşit çöl ağacı)dan otlamaktadır." Ancak Sîbeveyh, tenvinli okuyuşun açıklanamayacağını belirtir ve: Bunun açıklamasının ne türlü olacağını bilemiyorum, der. "Kenarına" kelimesindeki; kelimesi, kenar ve sınır anlamındadır ki, buna dair yeterli açıklamalar Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/103. âyetin tefsirinin sonlarına doğru) geçmiş bulunmaktadır. "Yar" kelimesi, "radıyallahü anh" harlı ötreli olarak okunmuştur. Ebû Bekir ve Hamza İse "radıyallahü anh" harfini sakin olarak okumuşlardır. Bundan kasıt esası, temeli olmayan şey demektir. "Cüruf" aslında sellerin vadilerden taşıyıp getirdiği şeylerdir. Bunlar ise suyun kazıdığı yan bölümleridir. Bunun aslı ise, bir şeyi kökünden söküp alıp götürmek demek olan; gelmektedir. "Yıkılmaya yüz tutmuş" yıkılmak üzere demektir. -Aynı kökten olmak üzere-: "Bina yıkıldı," denilir. -Âyet-i kerimedeki bu kelimenin- aslı: Yıkılmaya yüz tutan şeklindedir. Bu kelime (Ortadaki) "ye" harfi kalbedilerek sona bırakılan "maklub" kelimelerdendir. O bakımdan; şekillerinde kullanılabilir. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır. Bir şeyi etrafında döndürmek anlamını veren; "Bir şeyi etrafında döndürdü"dekı fiilin ism-i faili de; şeklinde gelir ki, bu da; demektir. Nitekim Arapların "silah kuşanmış olan" anlamını ifade etmek üzere ile demeleri de bu şekildedir. el-Accâc der ki: "Onunla hurma ağaçlarının etrafını ve nehir kıyılarındaki ubrî (arabistan kirazı) ağaçlarını dolanır." Ebû Hâtim'in iddiasına göre ise, bu kelimenin asli şeklindedir. Daha sonra da; diye söylenir. Tıpkı; "Oruçlu" kelimesindeki gibi. Bundan sonra bu da kalbedilerek; denilir. el-Kisaî'nin iddiasına göre ise bu kelime, hem "vavî", hem de "yaî" olup; şekli de; şekli de kullanılır. Derim ki: İşte bundan dolayı bu kelime hem imale ile hem de üstün olarak okunur. 3. İki Ayrı Maksatla Bina Yapanların Misali: Yüce Allah'ın: "Onunla birlikte kendisi de cehennem ateşine yuvarlanan kimse" anlamındaki âyette, "yuvarlanan" kelimesinin faili "yar" anlamındaki "cüruf" kelimesidir. Şöyle buyurulmuş gibidir: O yıkılmaya yüz tutmuş yar, o bina ile birlikte cehennem ateşine yuvarlanan (bina) gibi midir? Çünkü "yar" anlamındaki kelime müzekkerdir. Bununla birlikte, buradaki zamirin binayı yapan kişiye ait olan; "Kimse'ye ait olması da mümkündür. Buna göre İfadenin takdiri şöyle olur; Binasını takva esası üzere kurmayan kimse (cehennem ateşine) yıkılır, gider. Bu âyet-i kerîme onlara dair verilmiş bir misaldir. Yanı, binasını İslâm esası üzere kuran mı hayırlıdır, yoksa binasını şirk ve münafıklık esası üzere kuran kimse mî? Ayrıca bununla, kâfirin kurduğu binanın, beraberindekilerle birlikte cehenneme yuvarlanan, cehennem kıyısındaki bir yarın üzerine yapılan binaya benzediğini de açıklamaktadır. "kenar, kıyı" demektir, " Filan şeye yaklaştı, kenarına geldi," anlamındadır. 4. Takva Niyeti ile Yapılan. Hayırlı İşler: Bu âyet-i kerimede yüce Allah'ın takvası niyeti ile, O'nun, yüce zatının rızası kastı ile, başlanılan her bir işin kalıcı olduğuna ve bu işin sahibinin mutlu olup amelinin yüce Allah'a yükselip O'nun katına çıkartılacağına delil vardır. İşte yüce Allah, bu şekillerden birisine dair: "Celal ve ikram sahibi Rabbinin zatı ise kalıcıdır" (el Rahmân, 55/27) âyeti ile haber verdiği gibi yine, yüce Allah'ın izniyle ileride de açıklaması geleceği gibi; "Baki kalacak olan salih amellerdir"(el-Kehf, 18/46) âyeti bunu haber vermektedir. 5. Bu Âyeti Kerîmedeki Temsil Hakikat mıdır, Mecazi midir?: İlim adamları, yüce Allah'ın: "Onunla birlikte kendisi de cehennem ateşine yuvarlanan kimse" âyetindeki temsilin hakikat mi, yoksa mecaz mı olduğu hususunda iki ayrı görüş belirtmişlerdir? Birinci görüşe göre bu bir hakikattir ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de o mescidi yıkmak üzere görevlendirdikleri tarafından mescid yıkıldığında, oradan bir duman yükseldiği görülmüştür. Bu açıklama Saîd b. Cübeyr'den rivâyetle gelmiştir. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Bir kişi onun içerisine hurma dallarından bir dal sokup çıkarttı mı, o hurma dalı simsiyah ve yanmış olarak çıkardı. Tefsir âlimlerinin naklettiğine göre, yıkıldığı yerde hafrîyat yapılıyor ve harfiyat yapılan yerden duman çıkıyordu. Âsım b. Ebi'n-Necud, Zir b. Hubey'ten, o, İbn Mes'ûd'dan rivâyetine göre İbn Mes'ûd şöyle demiştir: O mescid yeryüzünde bir cehennem idi. Daha sonra da: "Onunla birlikte kendisi de cehennem ateşine yuvarlanan kimse nü..." âyetini okudu. Cabir b. Abdullah da dedi ki: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in döneminde onun yerinden duman çıktığım görmüşümdür. İkinci görüşe göre ise bu bir mecazdır. Yani o bina cehennem ateşinde yerini almıştır. Sanki o bina cehenneme yıkılıp gitmiş ve ona yuvarlanmış gibidir. Bu da yüce Allah'ın: "Artık varacağı yer Hâviyedir" (el-Kâria, 102/9) âyeti gibidir. Ancak zahir olan birincisidir, zira bunda açıklanamayacak imkansız bir taraf yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 110Kalpleri parça parça olmadıkça kurdukları bina kalplerinde daimi bir kuşku kaynağı olmaya devam edecektir. Allah, hakkı ile bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir. "... Kurdukları bina kalplerinde daimi bir kuşku kaynağı olmaya devam edecektir." Yani kurdukları Dırar Mescidinin binası her zaman için kalplerinde şüphe ve münafıklığın kaynağını teşkil edecektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs, Katade ve ed-Dahhak yapmışlardır. Şair Nâbiğa der ki: "Yemin ettim, artık senin nefsin için kuşkuyu gerektirecek bir şey bırakmadım Ve kişinin Allah'dan kurtulup gidebileceği bir yeri de yoktur." el-Kelbî "kuşku” kelimesini hasret ve pişmanlık olarak açıklamıştır. Çünkü onlar Dırar Mescidini yaptıklarından ötürü pişmanlık duymuşlardı. es-Süddi, Habib ve el-Müberred bunu kalpteki rahatsız edici bir ağrı, kin ve öfke diye açıklamıştır. Bu durumları "kalpleri parça parça olmadıkça..." devam edecektir. İbn Abbâs der ki: Yani kalpleri parçalanıp ölünceye kadar sürüp gidecektir. Yüce Allah'ın: "Kalbinin damarını elbette koparırdık" (el-Hâkka, 69/46) âyetini andırmaktadır. Çünkü bu kalp damarının kopması ile hayat da sona erer. Katade, ed-Dahhak ve Mücahid de böyle açıklamışlardır. Süfyan, tevbe edecekleri vakte kadar... diye açıklamıştır. İkrime: Kabirlerinde kalpleri paramparça oluncaya kadar devam edecektir, diye açıklamaktadır. Abdullah bin Mes'ûd'un arkadaşları (kendilerine Kur'ân öğrettiği öğrencileri) bu âyeti; "Kalpleri paramparça olsa dahi... kalplerinde daimi bir kuşku kaynağı..." diye okurlardı. el-Hasen, Yakub ve Ebû Hatim ise nihaî noktayı ifade edecek şekilde;"Parça parça oluncaya kadar" diye okurlarmış. Yani onlar ölüp de bu konuda kesin inanca sahip oluncaya ve her şeyi ayan beyan görünceye kadar şüphe içinde kalmaya devam edeceklerdir. Kıraat âlimleri, "Parça parça oluncaya" âyetini farklı okumuşlardır. Cumhûr, "te" harfini ötreli, "kal“.....” üstün, "tı"yı da şeddeli olarak meçhul fiil şeklinde; "Parça parça edilmedikçe" diye okumuşlardır. İbn. Âmir, Hamza, Hafs ve Yakûb da "te" harfini üstün okumaları müstesna böyle okumuşlardır. Yakûb ve Ebû Abdurrahman'dan ise, "kaf" harfini şeddesîz meçhul bir fiil olarak; "Koparılmadıkça" diye okumuş oldukları rivâyet edilmiştir. Şibi ve İbn Kesîr'den ise, "Sen koparmadıkça" şeklinde "kaf harfini şeddesiz, "Kalplerini" şeklinde de üstün olarak okumuşlardır. Yani, bizzat sen kalplerini koparmadıkça anlamındadır. Abdullah b. Mes'ûd'un, arkadaşlarının ne şekilde okuduklarını da az önce zikretmiş bulunuyoruz. "Allah hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir" âyetine dair açıklamalar ise daha önceden (el Bakara, 2/32. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 111Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını -onlara cenneti vermek karşılığında- satın almıştır. Onlar Allah yolunda Savaşır, öldürür ve öldürülürler. Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'ân'da yerine getirmeyi taahhüt ettiği hak bir vaaddır. Allah'tan daha çok ahdini kim yerine getirebilir ki? O halde yapmış olduğunuz bu alış verişe sevinin. En büyük kurtuluş işte budur. Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: 1. Mü’minlerin Satışları: Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını... satın almıştır" âyetinin temsilî bir ifade olduğu söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "İşte onlar hidâyet karşılığında sapıklığı satın almış olanlardır " (el Bakara, 2/16) âyeti gibi. Âyet-i kerîme büyük Akabe Bey'ati diye de bilinen İkinci Akabe Bey'ati hakkında inmiştir. Ensar'dan bu bey'ate katılan erkeklerin sayısının 70 dolaylarında olduğu bey'at budur. Aralarında yaşça en küçükleri Ukbe b. Amr idi. Bunlar, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında Akabe denilen yerde bir araya gelmişlerdi. Abdullah b. Revaha'nın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: Rabbin için de kendin için de dilediğin şartı koş, demesi üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştu: "Rabbim için, O'na ibadet etmenizi, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamanızı şart koşuyorum. Kendim için de beni, kendinizi ve matlarınızı neye karşı ve nasıl koruyor iseniz öylece korumanızı şart koşuyorum." Bunun üzerine bey'ate katılanlar: Bunu yerine getirecek olursak bize ne var? diye sordular, Hazret-i Peygamber: "Cennet" diye buyurunca, böyle bir alış veriş kârlıdır. Biz ne bu alış verişten döneriz, ne de dönme teklifini kabul ederiz, demeleri üzerine: "Şüphesiz Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını -onlara cenneti vermek karşılığında- satın almıştır" âyeti nâzil oldu. el-Vahidî, Esbâbu Nüzuli'l-Kur'ân., s. 266; Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensur, IV, 294. Diğer taraftan bu âyet-i kerîme onlardan sonra kıyâmet gününe kadar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetinden Allah yolunda cihad eden her bir mücahid hakkında da umumîdir. 2. Efendi ile Köle Arasındaki Ticari Muameleler: Bu âyet-i kerîme efendinin kölesi ile ticari muameleye girmesinin câiz olduğuna delildir. Her ne kadar her şey efendinin ise de, efendi eğer kölesine bazı şeyleri mülk olarak verecek olursa, ona mülk olarak verdiği o şeylerde onunla böyle bir muameleye girmiş olur. Diğer taraftan efendi ile köle arasında, efendi ile başkası arasında câiz olmayan birçok işlemler de câiz olur. Çünkü, kölenin sahip olduğu mal da efendisine aittir ve o bu malı köleden geri çekip alabilir. 3. İnsanlar Arasındaki Alış-Veriş İle Allah ve Kulları Arasındaki Alış-Veriş'in Farkı: İnsanlar arasındaki alış-verişin esas şekli, kendi ellerinden çıkardıkları şeye karşılık ya kendileri için daha faydalı olan şeyleri yahut fayda itibariyle ellerinden çıkardıkları şeye denk olan şeyleri almaktır. Yüce Allah ise, kullarından canlarını ve mallarını kendi İtaati uğrunda feda etmelerini, rızası yolunda bunları tüketmelerini istemek ve karşılığında da bunu yerine getirdikleri takdirde onlara cenneti vermek suretiyle satın almıştır. Bu ise, kullar tarafından verilenlerle kıyas edilemeyecek, boy ölçüşemeyecek kadar büyük bir bedeldir. Şanı yüce Allah bu âyeti onların-alış-veriş işlemlerinde örflerinden bildikleri bir mecazi üslûpla dile getirmektedir. Kula düşen canını ve malını teslim etmektir. Buna karşılık Allah da onlara mükâfat verecek, nimetlere nail kılacaktır. İşte yüce Allah buna "satın alma" ismini vermiştir, el-Hasen rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki, her iyiliğin üstünde bir başka iyilik vardır. Tâ ki, kul kanını feda edinceye kadar, Artık bunu da yaptı mı, bunun ötesinde bir iyilik olamaz," Şair de iyiliğin anlamına dair şunları söylemektedir: "Su ihsan ederek cömertlik yapmak, elbette lütufkârca bir cömertliktir. Cömertçe canını feda etmek ise cömertliğin en ileri derecesidir." Şair el-Esmaî de Caferi Sadık (radıyallahü anh)'a ait şu beyitleri okumuştur: "Bütün yaratıklar arasında karşılığı bulunamayan O değerli canımı Rabbime satıyorum. İşte onunla cennetler satın alınır. Ben onu satarsam Başka bir şey karşılığında, şüphesiz ki bu bir aldanıştır. Eğer elde ettiğim bir dünyalık karşılığında canım gidecek olursa, Hiç şüphesiz canım da boşa gitmiş, onun karşılığı da boşa gitmiş olur." Yine el-Hasen der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Şüphesiz Allah mü’minlerden canlarını ve mallarım... satın almıştır" âyetini okurken, bedevî bir Arap yanından geçmiş ve: Bu kimin sözüdür diye sormuş, Hazret-i Peygamber, "Allah'ın sözüdür" diye buyurunca, bedevi şöyle demiş: Allah'a yemin ederim ki bu çok kârlı bir alış veriştir. Biz ne bu alış-verişten geçeriz, ne geçme teklifini kabul ederiz. Bunun üzerine gazaya çıkmış ve şehid düşmüş. 4. Yüce Allah'ın, Çocuklardan Satın Aldığı Şeyler: İlim adamları derler ki: Yüce Allah, baliğ ve mükellef mü’minlerden (canlarını ve mallarını) satın aldığı gibi, çocuklardan da acı ve hastalıklarını satın almıştır. Çünkü bunlarda batiğ olan kimseler için bir maslahat ve ibret alınacak taraflar vardır. Buyû'klerin, çocukların acı çekmeleri esnasında olduğu kadar hiçbir sebepten ötürü salahları daha çok ve fesatları daha az olmaz; anne ve babının, çocuklarının çektikleri acı dolayısıyla Üzülüp kederlenmeleri, çocuklarının terbiye ve bakımı ile ilgili yaptıkları dolayısıyla elde ettikleri sevap, hiçbir şeyde hemen hemen bu kadar büyük olamaz. Diğer taraftan, yüce Allah, vefat ettikten sonra bu çocuklara da bunların bedellerini ihsan eder. Hayatımızda, bir kimsenin bir inşaat yapması ve toprak taşıması için birisini ücretle tutması buna benzer bir örnektir. Halbuki bütün bunlar o kişi için bir eziyettir. Fakat böyle birisinin yaptığı işteki maslahat ve karşılığında alacağı ücret dolayısıyla caizdir. 5. Savaşın Maksadı Nedir: Yüce Allah'ın: "Onlar Allah yolunda Savaşır" âyeti, ne için ve ne maksatla Savaşılması gerektiğini açıklamaktadır ki, buna dair açıklama daha önceden geçmiş bulunuyor. "Ölüdürür ve öldürülürler" anlamındaki; âyetini, en-Nehaî, el-A'meş, Hamza, el-Kisâî ve Halef binayı mef'ûl (meçhul) şeklindeki fiili, binay-ı malum'a takdim ile okurlar. (Yani, öldürülür ve öldürürler şeklinde) okumuşlardır. İmâmul Kays'ın şu sözleri de bu türdendir: "Eğer diz bizi öldürürdeniz, biz de sizi öldürürüz..." Yani, sizler bizden bazılarını öldürecek olursanız, bizim bir kısmımız da sizi öldürür. Diğerleri ise malum fiili meçhule takdim ederek okumuşlardır. 6. Allah Mücahidlere Bu Sözü Ne Zamandan Beri Bildirmiştir: Yüce Allah'ın: "Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'ân'da yerine getirmeyi taahhüt ettiği hak bir vaaddir" âyeti ile yüce Allah bize bu vaadinin bu kitaplarda yer aldığını, cihadın ve düşmanlara karşı direnmenin aslında Mûsa (aleyhisselâm) döneminden beri böylece devam ettiğini haber vermektedir. "Vaad" ile "Hak" kelimeleri te'kid edici iki mastardır. 7. Allah'dan Daha Çok Sözüne Kim Bağlı Kalabilir? Yüce Allah'ın: "Allah'tan daha çok va'dinî kim yerine getirebilir ki?" âyeti Allah'dan daha çok ahdine bağlı kalabilecek, ahdini yerine getirebilecek hiçbir kimse yoktur, anlamındadır. Bu âyet aynı zamanda verilen sözde durmayı, yapılan tehdidi yerine getirmeyi de ihtiva etmekle birlikte, yüce yaratıcının bütün bunları herkesi kapsayacak, şekilde yerine getireceği manasını da ihtiva etmektedir. O, herkese verdiği vaadini yerine getirir, ancak vaadi (tehdidi) bir takım günahkârlara, bir takım günahlara ve bazı hallere mahsustur. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden (en-Nisâ, 4/93. âyet, 7. başlıkta) yeterince geçmiş bulunmaktadır. 8. Müjdeler Bu Alışverişi Gerçekleştirenlere: "O halde yapmış olduğunuz bu alışverişe sevinin!" Bundan dolayı sevindiğinizi açıklayın, dışa vurun. Sevinmek (beşaret); sevincin tenin üzerinde görülmesinin sağlanması demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/25. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. el-Hasen der ki: Allah'a yemin olsun ki bu alışverişin kapsamına girmeyen yeryüzünde hiçbir mü’min yoktur. "En büyük kurtuluş işte budur." Cennette kavuşmak, orada kalmaktır. 112(Onlar) tevbe edenler, İbadet edenler, hamd edenler, seyahat edenler, rükû ve sücud edenler, iyiliği emredenler, kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlardır. Ve mü’minleri müjdele! Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Gerçek Mü’minlerin Vasıfları: "Tevbe edenler, ibadet edenler" âyetinde sözü edilen tevbe edenler, yüce Allah'a masiyet şeklindeki yerilmiş hallerinden, övülmüş bulunan Allah'a itaat haline dönenler demektir. Tâib (tevbe eden), dönen demektir. İtaate dönen ise, masiyetten dönenden daha faziletlidir Çünkü, itaate dönen kişi böylelikle her iki özelliği de bir arada gerçekleştirmiş olur. "İbadet edenler" itaatleriyle yüce Allah'ın rızasını gözeten itaatkârlar; "hamd edenler" her durumda Allah’a hamd eden, O'nun nimetlerini O'na itaat uğrunda harcayan, O'nun hüküm ve kazasına razı olan kimselerdir. "Seyahat edenler." İbn Mes'ûd, İbn Abbâs ve başkalarından nakledildiğine göre oruç tutanlar demektir. Yüce Allah'ın: "İbadet eden, seyahat eden (oruç tutan)... eşler" (et-Tahrim, 66/5) âyeti de bu kabildendir. Süfyan bin Uyeyne de der ki: Oruç tutana "seyahat eden" denilmesinin sebebi onun, yiyecek, içecek ve cinsel ilişki gibi bütün lezzet alınan şeyleri terk etmesinden dolayıdır. Ebû Talib de bir beyitte şöyle demiştir: "Rableri için bir damla (su) dahi tatmadan seyahat edenler (oruç tutanlar) için Ve amellerde bulunan zikreden (kadınlar) için?" Bir başka şair de şöyle demektedir: "İyilik edendir o; gece gündüz hep namaz kılar, Seyahat ederek (oruç tutarak) Allah'ı çokça zikreder durur." Hazret-i Âişe'den: "Bu ümmetin seyahati oruç tutmaktır" dediği rivâyet edilmiştir ki; Taberî bunu senedi ile zikretmektedir. Ebû Hüreyre ise bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den merfu bir hadis olarak rivâyet etmiştir. Buna göre Hazret-i Peygamber: "Ümmetimin seyahati oruç tutmaktır" diye buyurmuştur. Bu anlamdaki rivâyetler için bk.: Suyûtî, ed-Dürru'l Mensûr, IV, 297-298. ez-Zeccâc der ki: el-Hasen'in görüşüne göre "seyahat edenler" farz orucunu tutanlar demektir. Oruçlarını devamlı sürdürenlendir diye de açıklanmıştır. Atâ ise der ki; seyahat edenlerden kasıt, cihad edenlerdir. Ebû Umame'nin rivâyetine göre de bir adam Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)den seyahat etmek için izin istemiş, Hazret-i Peygamber de: "Ümmetimin seyahati Allah yolunda cihad etmektir" diye buyurmuştur. Ebû Dâvûd, Cihâd 6; Beyhakî, Şuabu'l-lman, IV, 14 Beynu 1410/1990. Ebû Muhammed Abdülhak bu hadisi sahih olduğunu belirtmiştir. Ebû Muhammed Abdulhalık b. Abdurrahman b. Abdullah... "İbnu'l-Harrât" diye bilinir. Fnkîh, hafız ve hadis, illetleri ve ricali hususlarında oldukça bilgili idi. Pek çok eseri yanında "el-Cem'Beyne's-Sahihayn" adlı bir eseri de vardır. H. 581 ya da 582 yılında Becâye'de vefat etmiştir, (el-Kettânî, er-Risûletu'l-lfustatrefe, s. 173). Seyahat edenlerin hicret edenler olduğu da söylenmiştir ki bu görüş Abdurrahman bin Zeyd'in görüşüdür. İkrime'nin görüsüne göre; bunlar hadis ve ilim talebi için yolculuk yapanlardır. Bir diğer görüşe göre "seyahat edenler"den kasıt Rabblerinin tevhidi, melekutu, O'nun yaratmış olduğu tevhid ve tazimine delâlet eden ibret ve alametler üzerinde tefekkür edenlerdir. Bunu da en-Nekkaş nakletmektedir. Nakledildiğine göre çokça ibadet edenlerden birisi gece namazı kılmak için abdest almak üzere su kabını almış, parmağını kabın kulbuna sokmuş ve tan yeri ağarıncaya kadar oturup düşünüp durmuş. Bu husus kendisine sorulunca şöyle demiş: Parmağımı kabın kulbuna soktum, yüce Allah'ın: "O zaman boyunlarında tasmalar ve zincirler bulunacak..." (el-Mü’min, 40/71) âyetini hatırladım ve ben bu tasmaların bana nasıl vurulacağını hatırladım, gece boyunca hep bu halde devam ettim. Derim ki: ("Seyahat" kelimesinin kökünü teşkif eden) "sin," "ye" ve "ha" harfleri bu görüşlerin doğruluğuna delildir. Çünkü "seyahat" asıl anlamı itibari ile suyun akıp gittiği gibi, yer üzerinde gitmek demektir. Oruç tutan bir kimse, yemek ve benzeri şeyleri terk etmek sureti ile itaate devam eden bir kimsedir. O da bu yönüyle seyahat eden kişi durumundadır. Tefekkür eden kimseler de tefekkür ettikleri hususlar üzerinde kalpleri dolaşır, durur. Hadîs-i şerîfde de şöyle buyurulmuştur: "Muhakkak Allah'ın ufuklarda seyahat eden, yürüyen melekleri vardır. Bu kadarıyla ve uzunca bir hadisin itk cümlesi olarak Tirmizî, Deavât 129; Müsned, II, 251. Bunlar bana ümmetimin salât (ve selâmlar)ını tebliğ ederler." Nesâî, Sehv 46; Dârimî, Rikaak 58; Müsned, 1, 387, 441, 452. Buradaki "seyahat edenler" anlamındaki kelime "yüksek sesle seslenenler" anlamını verecek şekilde "sad" harfi ile; (.......) diye de rivâyet edilmektedir. "Rükû ve sûcud edenler" yani gerek farz namazlarda ve gerek diğerlerinde rüku ve secdeye kapananlar "iyiliği emredenler" yani sünnet-i seniyyenin gereğini emredenler, imanı emredenler diye de açıklanmıştır. "Kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar" buradaki kötülükten kastın bid'at olduğu söylendiği gibi, küfür olduğu da söylenmiştir. Buradaki iyilik ve kötülüğün (maruf ve münkerin) her türlü İyilik ve kötülük hakkında umumî ardamı ile kullanıldığı da söylenmiştir. "Ve Allah'ın sınırlarını koruyanlardır." Yani, Allah'ın emirlerini yerine getiren ve O'nun yasaklarından uzak duran, kaçınanlardır. 2. Bu Âyet-i Kerîmenin Önceki Âyetle İlişkisi: Te'vil ehli (tefsir bilginleri) bu âyet-i kerîme hakkında bundan önceki âyetle mi ilişkilidir, yoksa başlı başına bir hüküm mü İhtiva etmektedir hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir topluluk; birinci âyet-i kerîme başlı başına ve bağımsız bir âyettir. Dolayısıyla orada sözü geçen alış-verişin kapsamına Allah'ın ismi en üstün olsun diye Allah yolunda çarpışan her bir muvahhid -bu ikinci âyet-î kerimedeki niteliklere, yahut da onların çoğunluğuna sahip olmasa dahi- girer, demektedirler. İkinci kesimin görüşüne göre ise, buradaki nitelikler alış-veriş kapsamındaki şartlar belirtilmek üzere gelmiştir ve her iki âyet bir biriyle ilişkilidir. Dolayısıyla ancak bu niteliklere sahip olup, canlarını Allah yolunda feda eden mü’minler böyle bir alış veriş kapsamına girebilirler. Bu açıklamayı ed-Dahhâk yapmıştır. İbn Atiyye der ki: Bu görüş, bir zora koşmadır ve daraltmadır İlim adamlarının görüşlerinin ve şeriatın gereğine göre âyet-i kerimenin anlamı (bu ikinci âyet-i kerimede geçeni niteliklerin, kâmil mü’minlerin nitelikleri olduğu şeklindedir. Şanı yüce Allah, tevhid ehli bu nitelikleri en üstün mertebeye ulaşıncaya kadar, elde etmek için birbirleriyle yarışsınlar diye sözkonusu etmiştir. ez-Zeccâc der ki: Benim görüşüme göre yüce Allah'ın: "Tevbe edenler, İbadet edenler" âyeti mübtedâ olarak ref edilmiştir ve haberi de gizlidir. Yani, "tevbe edenler, İbadet edenler..." -âyetin sonuna kadar belirtilen niteliklere sahip olanlar- için de aynı şekilde cennet vardır, fiilen cihad etmeseler dahi. Şu kadar var ki, bunların cihad etmemek noktasında herhangi bir inatları ve cihadı kasti olarak terketmemeleri de şarttır. Çünkü, müslümanların bir bölümünün cihad etmeleri yeterli olabilir ve diğerlerinin cihadına gerek bırakmayabilir. el-Kuşeyrî de bu görüşü tercih etmiş olup bu güzel bir görüştür, demiştir. Çünkü (bu bir önceki âyette anılan) yüce Allah'ın; "Şüphesiz Allah mü’minlerden... satın almıştır" (et-Tevbe, 9/111) âyetinde sözü geçen mü’minlerin nitelikleri olsaydı, bu vaadin yalnızca mücahidlere has olması gerekirdi. Tefsirini yapmakta olduğumuz âyet-i kerîme Abdullah b. Mes'ûd'un Mushafî'nda: "Tevbe edenler, ibadet edenler..." şeklinde olup bundan sonraki sıfatlar da böyledir. Bu da iki türlü açıklanabilir. Birincisine göre bu, bir önceki âyet-i kerimede geçen mü’minlerin sıfatı olarak i'rabda mü’minlerin i'rabına tabi kılınmıştır. (Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: O mü’minler ki, tevbe edenler, ibadet edenler...dir). İkinci açıklamaya göre, övgü olmak üzere nasb edilmiştir. (Yani: İşte o tevbe edenler, ibadet edenler... gerçekten övülmeye değer kimselerdir). 3. "Kötülükten Vazgeçirmeye Çalışanlar" Anlamındaki Âyetten Önce Gelen "Vav": İlim adamları, yüce Allah'ın: "Kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar" âyetindeki "vav"ın gelişi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. (Çünkü, sıfatlar arasına vav girmemelidir). Bir görüşe göre, buradaki "vav", yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi, "kötülükten vazgeçirmeye çalışanların niteliği başına getirilmiştir. (Yani, bu da bir sıfattır): "Ha, Mim. Kitabın indirilmesi, hükmünde galip, en iyi bilen Allah'tandır. O, günahları bağışlayan ve tevbeleri kabul eden... dır" (el-Mu'min, 40/1-3). İşte yüce Allah bu âyeti kerimede de mü’minlerin niteliklerinin bir bölümünü "vav" getirerek, bir bölümünü de getirmeksizin zikretmiştir. Bu ise Arap dilinde uygun ve alışılmış bir şeydir. Bu gibi hususlarda "vav" harfinin niçin geldiğinin hikmeti ve gerekçesi araştırılmaz. Bir diğer görüşe göre, kötülükten alıkoymaya çalışan kimsenin, iyiliği emreden kimse ile birlikte sözkonusu edilişi dolayısıyla araya "vav" harfi gelmiştir. Hemen hemen bunlardan birisi tek başına zikredilmiyor gibidir. "Dullar ve bakireler" (et-Tahrim, 66/5) âyeti de böyledir. Bundan sonra gelen "ve Allah'ın şuurlarını koruyanlar" anlamındaki âyetin başına da "vav" harfinin gelmesi ise, "vav" ile atfedilen kelimeye yakın olmasından dolayıdır. Bu "vav"ın zâid olduğu da söylenmiştir, ancak bu görüş zayıftır ve bir anlam ifade etmez. Bir diğer görüşe göre buradaki "vav," "vav-ı semâniye" (zikredilen yedi şeyden sonra sekizincinin başına getirilen "vav") olduğu da söylenmiştir. Çünkü, Araplara göre yedi, tam ve sahih bir sayıdır. Yüce Allah'ın: "Dullar ve bakireler" anlamındaki âyet ile, "ve kapılan açılacağında" (ez-Zümer, 39/73) ile: "Yedidir ve sekizincileri köpekleridir diyecekler" (el-Kehf, 18/22) âyetinde de böyledir. İbn Haleveyh bunu, Ebû Ali el Farisî ile münazarasında yüce Allah'ın: "Ve kapıları açılacağında" âyetindeki "vav"ın anlamına dair açıklamalarında zikretmiş, ancak Ebû Ali bunu kabul etmemiştir. İbn Atiyye der ki: Bana babam -Allah ondan razı olsun- nahiv alimi üstad -gözleri görmeyen- Ebû Abdullah el-Malâkî (Malakal)den -ki, Gırnata’yı yurt edinip, orada İbn Habus döneminde Kur'ân okutmuş bir kimsedir- şöyle dediğini anlattı: Bu, kimi Arap kabilelerinin fasih bir şivesidir. Bunlar, saydıkları vakit bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi ve sekiz, dokuz, on... diye sayarlar. Evet, bunların lehçeleri böyledir. Bunların lehçelerinde sekizinci bir şey sözkonusu edildi mi, araya “vav" koyarlar. Derim ki: Bu Kureyş'in de şivesidir. İleride buna dair açıklamalar ve bunun tenkidi -yüce Allah'ın izniyle- el Kehf Sûresi'nde (18/22. âyetin tefsirinde) ve yine -yüce Allah'ın izniyle- ez-Zümer Sûresi'nde (30/75- âyetin tefsirinde) gelecektir. 113O çılgın ateşlikler oldukları açıkça ortaya çıktıktan sonra akrabaları dahi olsalar, müşriklere Peygamberin de mü’minlerin de mağfiret dilemeleri olur şey değildir. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Nüzul Sebebi: Müslim, Said b. el-Müseyyeb'den rivâyetine göre o, babasından şöyle dediğini nakletmektedir: Ebû Talibin vefatı yaklaşınca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına geldi. Yanında, Ebû Cehil ile Abdullah b. Ebi Umeyye b. El Muğire'nın de bulunduğunu gördü. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Amcacığım, lâilâhe illallah de. Bu kelime sayesinde ben Allah nezdinde senin lehine şahidlikte bulunabilirim." Bunun üzerine Ebû Cehil ile Abdullah b. Ebi Umeyye şöyle dediler: Ey Ebû Talib, sen Abdulmuttalib'in dininden yüz mü çevireceksin. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise bu sözleri söylemesi için ona tevhid kelimesini teklife devam ediyor ve bu sözlerini tekrar edip duruyordu. Bu, Ebû Talib'in onlara kendisinin Abdulmuttalib'in dini üzere olduğunu söylediği son sözlerine kadar devam etti ve lâ ilahe illallah demeyi kabul etmedi. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bense Allah adına yemin ederim ki, sana mağfiret dilemek bana yasaklanmadıkça, senin için mağfiret dilemeye devam edeceğim." Bunun üzerine yüce Allah da: "O çılgın ateşlikler oldukları açıkça ortaya çıktıktan sonra akrabaları dahi olsalar müşriklere Peygamberin de mü’minlerin de mağfiret dilemeleri olur şey değildir" âyetini indirdi. Ayrıca yüce Allah, Ebû Talib hakkında bir âyet indirerek Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hitaben şöyle buyurdu: "Muhakkak ki sen, sevdiğini hidâyete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğine hidâyet verir ve O, hidâyet bulanları daha iyi bilir." (el-Kasas: 28/56). Buhârî, Cenâiz 81, Menâlabu'l-Ensâr 40, Tefsir 9- sûre 16, 28, sûre 1; Müslim, Îman 39; Nesâî, Cenâiz 102. Buna göre bu âyet-i kerîme, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in amcası için mağfiret dilemesini nesh etmektedir. Çünkü Hazret-i Peygamber, Sahih'in dışındaki kitaplarda rivâyet edildiğine göre, ölümünden sonra amcası için mağfiret dilemiştir. el-Huseyn b. el-Fadl der ki: Bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü sûre, Kur'ân-ı Kerîm’den son nâzil olan bölümlerdendir. Ebû Talib ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'de iken İslâmın ilk dönemlerinde vefat etmiştir. 2. Kâfirlerle İlişki ve Onlara Mağfiret Dilemek: Bu âyet-i kerîme, hayatta olanlarıyla, ölmüşleriyle kâfirler ile dostluk ifişkilerinin kesilmesi gereğini ihtiva etmektedir. Çünkü yüce Allah, mü’minlere, müşrikler için mağfiret dileme hakkını vermemektedir. Buna göre müşrik bir kimseye mağfiret talebinde bulunmak câiz olmayan şeylerdendir. Denilse ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Uhud günü küçük azı dişini kırıp yüzünü yaraladıkları esnada "Allah'ım, kavmime mağfiret buyur. Çünkü onlar bilmiyorlar" demiştir. Peki, Hazret-i Peygamberin bu yaptıkları ile yüce Allah'ın Rasûlüne ve mü’minlere, müşriklere mağfiret istemelerini yasaklamasını bir arada nasıl bağdaştıracağız? Böyle diyene şöyle cevap verilir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in söylediği nakledilen bu söz, kendisinden önce geçen peygamberlerden bir nakil şeklindedir. Buna delil de Müslim'in, Abdullah (b. Mes'ûd) dan şöyle dediğine dair rivâyetidir: Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e kavmi tarafından kendisine vurulup da yüzünden kanları silerken ve bu arada: "Rabbim, kavmime mağfiret buyur. Çünkü onlar bilmiyorlar" diyen bir peygamberin durumunu naklederken onu görür gibiyim. Buhârî, Enbiyâ 54, İstitâbem'l-Mürteddîn 5; Müslim, Cihad 105; İbn Mâce, Filen 23; Müsned, 1, 380, 427, 432, 441. Buhârîde de şöyle denilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisinden önce kavmi tarafından başı yaralanmış bir peygamberden sözetti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun haberini anlatmaya koyuldu ve onun: "Allah'ım, kavmime mağfiret buyur, çünkü onlar bilmiyorlar" dediğini nakletti. Buhârî, belirtilen yerler; Müsned, I, 453, 456-457. Derim ki: İşte bu, Hazret-i Peygamber'in kendisinden önceki peygamberlerden birisini anlattığı hususunda açık bir ifadedir. Yoksa, bazılarının zannettiği gibi bunu Hazret-i Peygamber kendi durumunu anlatmak için zikretmiş değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İleride, yüce Allah'ın izniyle Hûd Sûresi'nde (11/44. âyetin tefsirinde) açıklaması da geleceği üzere, Hazret-i Peygamberin hakkında bu olayı zikrettiği kişi, Nûh (aleyhisselâm)'dır. Âyet-i kerimede geçen mağfiret dilemek ile cenaze namazının kastedildiği de söylenmiştir. Bir ilim adamı şöyle demiştir: Zinadan hamile kalmış Habeşli bir kadın dahi olsa, kıble ehlinden herhangi bir kimsenin cenaze namazını terk etmem. Çünkü ben, yüce Allah'ın: "Müşriklere, Peygamberinde mü’minlerin de mağfiret dilemeleri olur şey değildir" âyeti ile müşrikler dışında herhangi bir kimseye duayı (ve cenaze namazını kılmayı) yasakladığını duymuş değilim. Atâ b. Ebi Rebah der ki: Müşriklere dua etmeyi yasaklayan âyet-i kerîme ve burada mağfiret dilemeyi yasaklayan âyet-i kerîme ile kastedilen şey (cenaze) namazıdır. Üçüncü bir cevap da şöyledir: Hayatta bulunanlara mağfiret dilemek caizdir. Çünkü, onların îman etmeleri umulur. Güzel sözlerle onların kalplerini ısındırmak ve dine girmeye onları şevklendirmek mümkündür. Pek çok ilim adamı da şöyle demektedir: Kişinin, hayatta bulundukları sürece, kâfir anne ve babasına dua etmesinde, onlar için mağfiret dilemesinde bir mahzur yoktur. Ancak, ölenden ümit tamamıyla kesilmiş olduğundan ona dua edilmez. İbn Abbâs der ki: Müslümanlar, ölmüşlerine mağfiret diliyorlardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu, bu sefer onlara mağfiret dilemekten uzak durdular. Ancak, ölecekleri vakte kadar hayatta olanlar için mağfiret dilemelerini de yasaklamadı. 3. "Olacak Şey Değildir", "Olmaz" Anlamındaki Âyetin Kur'ân-ı Kerîm'de Kullanılışı: Meâni'l-Kur'ân'a dair eser yazanlar derler ki; "Olacak şey değildir, olmaz" terkibi, Kur'ân-ı Kerîm'de iki anlamda kullanılır. Birincisi; yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi nefiy anlamı: "Onların ağaçlarını bitirmek sizin için mümkün olmaz" (en-Neml, 27/60); "Allah'ın izni olmadıkça hiç bir kimse ölmez." (Âl-i İmrân, 3/145) Diğeri İse, yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi nehiy anlamıdır: "Sizin, Allah'ın Rasûlüne eziyet vermeniz de... olacak bir şey değildir" (el-Ahzab, 33/53.) ile: "Müşriklere, Peygamberin de mü’minlerin de mağfiret dilemeleri olur şey değildir." 114İbrahim'in babasına mağfiret dilemesi, ancak ona verdiği bir sözden dolayı idi. Ama, onun Allah'ın düşmanı olduğu açıkça kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı. Şüphesiz İbrahim çokça yalvarıp yakaran ve gerçekten yumuşak huylu idi. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Âyetin Nüzul Sebebi ve Hazret-i ibrahim'in Babasına Mağfiret Dileme Sözü: Nesâî'nin rivâyetine göre Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Ben, birisinin -müşrik oldukları halde- anne babasına mağfiret dilemekte olduğunu duyunca ona, her ikisi de müşrik oldukları halde onlara mağfiret mi diliyorsun diye sordum. O bana: İbrahim (aleyhisselâm) babasına mağfiret dilememiş miydi? dedi. Bunun üzerine ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gittim ve ona bunu sordum. "İbrahim'in babasına mağfiret dilemesi ancak ona verdiği bir sözden dolayı idi" âyeti indi. Nesâî, Cenâiz 102; Tirmizî, Tefsir 9. süre 16; Müsned, I, 99, 130-131. Âyetin anlamı şudur: Ey mü’minler, İbrahim el-Halil (sallallahü aleyhi ve sellem)'in babası için mağfiret dilemesinde lehinize delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü onun bu isteği ancak vermiş olduğu bir sözden ötürü idi. İbn Abbâs der ki: Hazret-i İbrahim'in babası, kendisine Allah'a îman edeceğine ve putları terk edeceğine dair söz vermişti. Ancak, babası küfür üzere ölünce, artık onun Allah'ın bir düşmanı olduğunu kesinlikle bildi ve ona dua etmeyi terk etti. Buna göre yüce Allah'ın: "Ona" âyetindeki zamir, Hazret-i İbrahim'e; söz veren kişi ise onun babasıdır. Söz verenin Hazret-i İbrahim olduğu da söylenmiştir. Yani, Hazret-i İbrahim babasına, kendisine mağfiret dileyeceğine dair söz vermişti. Ancakf müşrik olarak ölünce ondan uzaklaştı. Bu söz verişine ise, yüce Allah'ın: "Rabbimden senin için mağfiret isteyeceğim" et-Tevbe, 9/471 âyeti de delil teşkil etmektedir. Kadı Ebû Bekir b. el-Arabî der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Talib'e mağfiret dilemek hususunda yüce Allah'ın: "Senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim" âyetine dayanmıştı. Yüce Allah ise ona, Hazret-i İbrahimin babasına mağfiret dilemesinin, onun kâfir olduğu açıkça ortaya çıkmadan önce babasına verdiği bir söz dolayısıyla olduğunu haber verdi. Hazret-i İbrahim, babasının açıkça küfrünü anlayınca, ondan uzaklaştı. O halde sen Ey Muhammed! Amcanın kâfir olarak öldüğünü gördükten sonra nasıl olur da ona mağfiret dileyebilirsin! 2. Ölüm Esnasındaki Durumunun Zahirine Göre Kişi Hakkında Hüküm Verilebilir Ölüm esnasında kişinin durumunun zahirine göre hüküm verilir. Eğer îman üzere ölürse, onun lehine böylece hüküm verilir. Şayet küfür üzere ölürse, yine onun hakkında böylece hüküm verilir. Rabbin ise onun içyüzünü en iyi bilendir. Şu kadar var ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e amcası Hazret-i Abbas: Ey Allah'ın Rasûlü! amcana herhangi bir faydan oldu mu diye sorunca, Hazret-i Peygamber, "evet" demişti.. Buhârî, Edeb 115, Rikaak 51; Müslim, Îman 357, 358, 360; Müsned, I, 206, 207, III, 50, Burada sözü geçen şefaat (faydalı oluş) ise, "et-Tezkire” adlı eserimizde de açıkladığımız gibi, cehennemden çıkışa dair değil, azâbın hafifletilmesine dairdir. 3. "Evvâk: Yalvarıp Yakaran" ile İlgili İlim Adamlarının Açıklamaları: İlim adamları, "evvâh" kelimesinin anlamı ile ilgili farklı onbeş görüş ileri sürmüşlerdir; 1- Çokça dua eden kimse. Bu görüşü İbn Mes'ûd ve Ubeyd b. Umeyr ifade etmişlerdir. 2- Allah'ın kullarına karşı çokça merhametli olan kimse. Bunu da el-Hasen ve Katade ifade etmiştir. İbn Mes'ûd'dan da rivâyet edilmekle birlikte, birinci görüşün İbn Mes'ûd'a ait olduğu senet bakımından daha sahihtir. Bu açıklamayı da en-Nehhâs yapmıştır. 3- Kesin inanç ve yakîn sahibi. Bunu da, Atâ ve İkrime ifade etmiş olup ayrıca Ebû Zabyân bunu İbn Abbâs'dan da rivâyet etmiştir. 4- Habeşçe'de mü’min demektir. Bunu da İbn Abbâs söylemiştir. 5- Kimsesiz, ıssız, kurak yerlerde Allah'ı anıp teşbih eden kimse demektir. Bunu el-Kelbî ve Said b. El Müseyyeb söylemişlerdir. 6- Yüce Allah'ı çokça zikreden kimse. Bunu Ukbe b. Âmir söylemiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzurunda, yüce Allah'ı çokça zikredip, çokça teşbih eden bir kimseden söz edilince, Hazret-i Peygamber: "Şüphesiz ki o, çok evvâh bir kimsedir" diye buyurmuştur. Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensur, IV, 305. 7- Evvâh, çokça Kur'ân-ı Kerîm okuyan kimse demektir. Bu da İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir. Derim ki; Bütün bu görüşler, birbiriyle iç içedir. Kur'ân tilaveti ise bütün bunları kapsar. 8- Evvâh, çokça âh eden kimsedir. Bu açıklamayı Ebû Zer yapmıştır. İbrahim (aleyhisselâm) da: "Âh demenin fayda vermeyeceği bir vakit gelmeden önce cehennem ateşinden âh" derdi. Ebû Zer der ki: Bir adam Beytullahı çokça tavaf eder ve dua ettiği sırada âh, âh dermiş. Ebû Zer bu adamı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şikâyet edince, Hazret-i Peygamber: "Bırak onu çünkü o, çok evvâh bir kimsedir" diye buyurmuştur. Bir gece dışarı çıktığımda, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in o adamı geceleyin -beraberinde bir kandil bulunduğu halde- defnettiğini gördüm. Aynı yer. 9- Evvâh, fakih (dinde inceliğine bilgi sahibi, ince kavrayışlı) kimse demektir. Bu açıklamayı da Mücahid ve en-Nehaî yapmıştır. 10- Huşu duyan, yalvarıp yakaran kimse demektir. Bunu da Abdullah b. Şeddâd b. el-Had , Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivâyet etmiştir. Enes de der ki: Bir kadın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzurunda hoşuna gitmeyecek bir söz söyledi. Hazret-i Ömer bu şekilde konuşmaktan onu alıkoyunca, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bırakın o kadını. Çünkü o evvâh bir kadındır." Ey Allah'ın Rasûlü evvâh ne demektir diye sorunca, Hazret-i Peygamber: "O, hâşia (huşu duyan) bir kadındır" diye cevap verdi. Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, IV, 305, yakın bir rivâyet. 11- Evvâh, hatırladığında, günahlarından dolayı mağfiret dileyen kimse demektir. Bunu da Ebû Eyyûb söylemiştir. 12- Günahlarından dolayı çokça âh eden kimse demektir. Bu açıklamayı da el-Ferrâ' yapmıştır. 13- Hayır yaptığı bilinen kimse demektir. Bunu da Saîd b. Cübeyr söylemiştir. 14- Çok şefkatli kimse demektir, Bu açıklamayı da Abdulaziz b. Yahya yapmıştır. Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh) da şefkat ve ince kalpliliği dolayısıyla "ev-vâh" diye adlandırılırdı. 15- Evvâh, yüce Allah'ın hoşlanmadığı herşeyden dönen, vazgeçen kimse demektir. Bu açıklamayı da Atâ yapmıştır. Bu kelimenin aslı, "teevvüh; âh edip inlemek" den gelmektedir ki, bu da ızdıraplıca uzun nefes alındığı vakit göğüsten geldiği işitilen ses demektir. Kâ'b dedi ki: İbrahim (aleyhisselâm) ateşi hatırladı mı, âh ederdi. el-Cevherî der ki: Arapların bir şeyden şikâyet ettikleri vakit, bu işten "âh" demeleri bir ızdırap çekme ifadesidir. Şair der ki: "Onu hatırladığım her seferinde âh (ederim), onu hatırlamamdan ötürü Ve (yine âh) aramızdaki yer ve gök kadar uzaklıktan dolayı." Kimi zaman aradaki "vav"ı da "elife kalbederek; (evvih değil de): Bu işten âh derler. Bazen de "vav" harfini şeddeli ve esreli, "he" harfini de sakin olarak: Bu işten evvih derler. Kimi zaman da "vav" harfini şeddeli söylemekle birlikte "he" harfini hazfederek: Bu işten evve derler. Bazıları da hem hemzeyi med ile "vav" harfini şeddeli üstün ile, "he" harfini de sakin olarak; şikâyet ederken, sesi uzatmak kastıyla şeklinde söylerler. Kimi zaman araya bir "te" harfini de sokarak; (iyi) da dedikleri olur. Bu durumda hemzeyi medli okudukları da olur, medsiz okudukları da. Bir kimsenin âh demesini anlatmak üzere; fiili ve mastarları kullanılır. İsmi ise, şeklinde hemzenin meddi ile söylenir. Şair el-Mûsakkib el-Abdî der ki: "Ben geceleyin ona (deveme) yük vurmak üzere kalktım mı, Çok üzüntülü, kederli adamın âh demesi gibi âh edip inler." Halîm (yumuşak huylu) ise, hilmi çok kimse demektir. Bu ise, günahları bağışlayıp eziyetlere kadanan kimse demektir. Bir diğer açıklamaya göre, Allah için olması hali müstesna hiçbir kimseyi cezalandırmayan ve yine Allah için olması hali müstesna hiçbir kimseden intikam almayan kimse demektir. İbrahim (aleyhisselâm) da işte böyle idi. O, namaza kalktı mı, iki millik bir mesafeden kalbinin çarpıntı sesleri işitilirdi. 115Allah bir kavme hidayet verdikten sonra, sakınacakları şeyleri kendilerine apaçık bildirmedikçe onları saptırmaz. Şüphesiz Allah, her şeyi çok İyi bilendir. 116Şüphesiz, göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Diriltir ve öldürür. Sizin Allah'tan başka ne bir veliniz, ne de bir yardımcınız vardır. "Allah bir kavme hidayet verdikten sonra... onları saptırmaz." Yani, Allah bir kavme sakınacaktan şeyleri gereği gibi açıklamadıkça ve onlara hidayeti beyan ettikten sonra, onlar takvayı terketmedikleri sürece kalplerine sapıklığı bırakacak değildir. Böyle yaptıkları vakit saptırılmayı hakederler. Derim ki: İşte bu âyette masiyetlerin İşlenip masiyet perdeleri yırtılıp çiğnenmesinin sapıklığa, helake sebep teşkil ettiğine, doğruluk ve hidayetin terkedilmesine bir basamak olduğuna en açık bir delil vardır. Şanı yüce Allah'tan doğruluk üzere sebatı, hakka muvaffakiyeti ve dosdoğru yürümeyi lütfuyla bağışlamasını dileriz. Ebû Amr b. el-Alâ -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- yüce Allah'ı: "Sakınacakları şeyleri kendilerine apaçık bildirmedikçe" âyeti hakkında şöyle demektedir: Yani, emri onlara karşı delil ortaya koymadıkça... demektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz saman, onun nimet ve refahtan şımarmış elebaşılarına emrederiz de orada fasıklık ederler"(el-İsra, 17/16) Mücahid der ki: "Sakınacakları şeyleri kendilerine apaçık bildirmedikçe" yani, İbrahim'in durumunu, özellikle müşriklere mağfiret dilememeleri gerektiğini bildirip, onlara genel olarak da itaat ve masiyeti beyan etmedikçe demektir. Rivâyet olunduğuna göre, İçkiyi haram kılan âyet nâzil olup da bu konuda İş sıkı tutulunca, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, içki içtiği halde ölüp gidenlerin durumunu sordular. Bunun üzerine yüce Allah: "Allah bir kavme hidayet verdikten sonra sakınacakları şeyleri kendilerine apaçık bildirmedikçe onları saptırmaz" âyetini indirdi. İşte bu âyet-i kerîme ile -önceden de geçüği gibi (el-Fâtiha Sûresi, 30. başlık ile, el-Bakara, 2/7. âyet, 3. bastıkta)- hidayet ve imanlarını kendilerinin yarattıklarını ileri süren Mu'tezile ve aynı görüşü ileri süren diğer fırkaların kanaatleri açık bir şekilde reddedilmektedir. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah herşeyi çok iyi bilendir. Şüphesiz göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Diriltir ve öldürür. Sizin Allah'tan başka ne bir veliniz, ne de bir yardımcınız vardır" âyetinin anlamına dair açıklamalar ise birden çok yerde önceden geçmiş bulunmaktadır. (Mesela, bk. el-Bakara, 2/28, 29. âyet 10. başlık ve 107. âyet). 117Yemin olsun ki Allah, Peygamberini de, İçlerinden bir grubun gönülleri az kalsın eğrilmek üzere İken dar zamanda ona tabi olan Muhacirlerle Ensarı da tevbeye muvaffak etti. Sonra onların bu tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, onlara çok rahmet edendir, onları çok bağışlayandır. Tirmizî rivâyetle der ki: Bize, Abd b. Humeyd anlattı, bize Abdurrezzak anlattı, bize Ma'mer, ez-Zührî’den haber verdi. O, Abdurrahman b. Kâ'b b. Ma-Hk'ten, o, babası (Kâ'b) dan dedi ki: Bedir dışında Tebûk gazvesi olana kadar ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in katıldığı hiçbir gazadan geri kalmış değilim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir'e katılmadık hiçbir kimseye de serzenişte bulunmadı. Çünkü o, kervanı yakalamak için (Medine'den) çıkmış Kureyşlîler de kervanlarının yardımına koşmak üzere (Mekke'den) çıkmıştı. Ve -yüce Allah'ın da buyurduğu gibi- önceden bir sözleşme olmaksızın birbirleriyle karşılaşmışlardı. Yemin ederim ki, insanlar arasında (ki kanaate göre) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in katıldığı en şerefli vak'a Bedir'dir. Oysa ben onunla İslâm üzere ahidleştiğimiz vakit Akabe gecesindeki bey'atim yerine Bedirde bulunmuş olmayı tercih etmem. Bundan sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan Tebuk gazvesine kadar hiç bir gazada geri kalmadım. Tebuk ise, Hazret-i Peygamberin yaptığı son gazası idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, yola koyulacağını ilan etti... diye hadisi uzun uzadı ya naklettikten sonra şunları söyler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına gittim. Etrafında müslümanlar olduğu halde mescidde oturuyordu. Yüzü ay gibi aydınlıktı. Aydınlık saçıyordu. Bir işe sevindi mi, yüzü aydınlanırdı. Varıp huzurunda önünde oturdum; "Müjde sana ey Kâ'b b. Mâlik! Annenin seni doğurduğu günden bu yana senin için en hayırlı gün (bu gündür)." Ey Allah'ın Peygamberi dedim, bu (tevbemin kabulü) Allah nezdinden mi, yoksa senden mi? "Hayır, Allah nezdindendir" diye buyurdu, sonra da şu: "Andolsunkİ Allah, Peygamberini de, içlerinden... ona tabi olan Muhacirlerle Ensarı da tevbeye muvaffak etti.., Şüphesiz Allah tevbeyi kabul edendir, hakkıyla merhamet edendir" âyetini okudu. (Kâ'b b. Mâlik devamla) yine: "Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun" (et-Tevbe, 9/119) âyeti de hakkımızda indirilmiştir; diyerek hadisin geri kalan bölümünü zikretti. İleride yüce Allah'ın izniyle tevbeleri kabul olunan üç kişinin kıssasına dair Müslim'in Sahih'inden aktaracağımız rivâyetle bu hadis tamamiyle gelecektir. Hadis, bir sonraki âyetin tefsirinde tamamiyle zikredilecek: kaynaktan da orada gösterilecektir. Yüce Allah'ın Peygamberden, Muhacirlerden ve Ensardan kabul ettiği bu tevbe hususunda İlim adamlarının farklı görüşleri vardır. İbn Abbâs der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in tevbesinin kabulü, münafıklara, cihada çıkmayıp oturmalarına izin vermesinden dolayı olmuştu. Buna delil, yüce Allah'ın: "Allah affetsin seni... Niçin onlara izin verdin" (et-Tevbe, 9/43) âyetidir. Mü’minleri ise, bazılarının Hazret-i Peygamber'den geri kalıp Savaşa çıkmamaya kalplerinin meyletmeleri dolayısıyla affetmişti. Bir diğer görüşe göre yüce Allah'ın tevbelerini kabul etmesi, onları zorluğun sıkıntılarından kurtarmasıdır. Bunun, onları düşmanların musibetlerine sevinmesinden kurtarması şeklinde ortaya çıktığı da söylenmiştir. Her ne kadar örfen tevbe bu anlama gelmiyor ise de, bundan tevbe diye söz edilmesi, bunda bir bakıma tevbedeki niteliğin bulunmasından dolayıdır ki, bu da ilk hale dönüştür. Meâni âlimleri de derler ki: Burada tevbede Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözkonusu edilmesi, tevbe etmelerine sebep o olduğundan dolayıdır. Yüce Allah'ın: "Bilin ki... beşte biri Allah'a, Rasûlüne... aittir" (el-Enfâl, 8/41) âyetinde olduğu gibi. Yüce Allah'ın: "Dar zamanda ona tabi olan" yani, darlık vaktinde (saatü'l-usra) ona uyan kimseler demektir. Maksat ise o gazanın sürdüğü bütün vakitlerdir. Muayyen bir süreyi kastetmemektedir. Denildiğine göre darlık anı (saatü’l-usra), o gazada karşı karşıya kaldıkları en zorlu ve sıkıntılı vakitlerdir. O sıra zorluk, darlık; işin zorluğu demektir. Hazret-i Cabir der ki: Binek zorluğu, azık zorluğu ve su zorluğu aleyhlerine bir arada toplanmıştı. el-Hasen der ki: Müslümanların zorluk ve sıkıntıları öyle bir noktaya gelmişti ki, tek bir deveye birkaç kişi kendi aralarında nöbetleşe biniyorlardı. Azıkları ise, kurtlu hurma, acımış arpa, kokmuş iç yağı idi. Üç ile dokuz arası bir topluluk Savaşa çıktıkları halde, beraberlerinde ancak ortaklaşa paylaşabilecekleri birkaç hurmadan başka bir şey yoktu. Onlardan herhangi birisi acıktı mı, bir hurmayı alır ve tadını alıncaya kadar dişleri arasında çiğner, sonra da onu arkadaşına verirdi. Arkasından üzerine bir yudum su içerdi. Bu şekilde son fertlerine kadar böylece devam ederlerdi. Ve nihayet hurmadan çekirdeği kalıncaya kadar bunu sürdürürlerdi. Samimiyet ve yakinleri üzere herhangi bir değişiklik olmaksızın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yollarına devam ettiler. Allah onlardan razı olsun. Ömer (radıyallahü anh), kendisine bu darlık anı hakkında soru sorulduğunda şöyle demiştir: Oldukça sıcak bir mevsimde yola çıktık. Son derece susamış olduğumuz halde bir yerde konakladık. Âdeta susuzluktan boynumuz kopacak zannetmiştik. Öyle ki, kişi devesini keser, işkembesindeki pisliklerini sıkarak, sıktığı suyunu içer, geri kalanını da serinlemek üzere göğsüne bastırırdı. Hazret-i Ebû Bekir dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, Allah, dua ettiğin vakit sana hayır vermeyi îtiyat edinmiştir. Haydi bizim için dua ediver. Hazret-i Peygamber: "Böyle bir şey yapmamı ister misin"? deyince, Hazret-i Ebû Bekir'in: Evet demesi üzerine ellerini kaldırdı. Ellerini geri çevirmeden gökte bulut belirdi, sonra da yağmur yağdı. Beraberlerindeki kapları doldurdular. Sonra geri dönüp baktığımızda yağan yağmurun askeri karargahın dışına taşmadığını gördük. Suyûti, ed-Dürru'l-Mensûr, IV. 308. Ebû Hüreyre ve Müslim ve Müsned'de; "Veya Ebû Sâid şüphe eden A'meş'dir..." şeklinde. Ebû Said de rivâyetle dediler ki: Tebuk gazvesinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte idik. İnsanlar açlık musibetiyle karşı karşıya kaldılar ve: Ey Allah'ın Rasûlü, dediler. Bize izin versen de develerimizi kesip etlerini yesek ve yağlarından faydalansak. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Yapınız" diye buyurdu. Hazret-i Ömer gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü! Böyle bir şey yapacak olurlarsa bineklerimiz azalır. Fakat, sen onlardan fazla azıklarını getirmelerini iste. O azıklar üzerinde Allah'ın bereket ihsan etmesi için dua et. Olur ki Allah böylelikle bunda bir bereket ihsan eder. Hazret-i Peygamber "Olur" diye buyurdu. Daha sonra deriden bir sofra getirilmesini istedi, (getirildi ve yayıldı). Sonra da artan azıkların getirilmesini istedi. Kimisi bir avuç mısır, kimisi bir avuç hurma, bir diğeri bir ekmek parçası getirip koydu. Nihayet o sofra üzerinde az miktarda bir şey toplandı. Ebû Hüreyre dedi ki: Ben onun ne kadar olduğunu tahmin etmek istedim; yere oturan bir keçinin oturduğu kadar bir yer doldurduğunu gördüm. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona bereket İhsan edilmesi için dua etti, sonra da: "Haydi kaplarınızı doldurun" diye buyurdu. Kaplarına doldurmaya başladılar, nihayet -kendisinden başka ilâh olmayan Allah hakkı için yemin ederim ki, karargâhta doldurulmadık hiç bir kap kalmadı, bulunanlar da doyuncaya kadar yemek yediler. Geriye bir miktar birşeyler arttı, bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Şehadet ederim ki, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur ve şüphesiz ki ben Allah'ın Rasûlüyüm. Eğer ki bir kul bunlar hakkında şüphe etmeksizin bu iki şehadet ile Allah'ın huzuruna çıkarsa, asla o, cennet(e girmek) den alıkonulmayacaktır." Bu hadisi Müslim Sahihinde bu lâfız ve manası ile rivâyet etmiştir. Müslim, Îman 45; Müsned, III, 11. Yüce Allah'a hamd olsun. İbn Arefe dedi ki: Tebuk ordusuna "Ceyşu’l-Usra: Zorluk Ordusu" denilmesinin sebebi, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın insanları Savaşa sıcakların arttığı bir dönemde çağırmış olmasıdır, Bu sebepten, bu çağrı onlara ağır ve zor gelmişti. Hurmaların satılacağı zamandı. Zorluk ordusunun gösterilen bir örnek (darb-ı mesel) haline getirilmesi ise, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın daha önceden benzer sayıda bir orduyla birlikte gazaya çıkmamış olmasıdır. Çünkü Bedir günü beraberindekiler 310 küsur kişi idiler. Uhud günü 700, Hayber günü 1500, Mekke'nin fethedildiği günü 10.000, Huneyn günü 12.000 kişi idiler. Tebuk gazvesinde ordusunun sayısı ise 30.000 hatta daha fazla idi. Ve bu Hazret-i Peygamberin katıldığı son gazve olmuştu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Recep ayında gazaya çıkmış, Şaban ayı ile Ramazandan bir kaç gün Tebuk'ta kaldıktan sonra etrafa birçok seriyeler göndermiş ve bir çok kavimle cizye ödemeleri şartıyla barış yapmıştı. Bu gazada Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ali'yi yerine Medine'de vekil bırakmıştı. Bunun üzerine münafıklar da: Ona buğzettiği için onu geride bıraktı. Bunun üzerine Hazret-i Ali, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ardından çıkıp gitmiş ve ona (söylediklerini) haber vermişti: Bunun üzerine Hazret-i Peygamber de: "Harun'un, Mûsa'nın nezdindeki bir mevkii gibi, senin de bana göre böyle bir mevkide olmaya razı olmaz mısın?" Buhârî, Fedâilu Asbâbi'n-Nebiyy 9, Meğafili 78; Müslim, Ferfâilu's-Sahâbe 30-32; Tirmizî, Menakıb 20; İbn Mâce, Mukaddime İ4; Müsned, I, 170, 177, 179, 182, 184, 185, III, 32. Böylelikle Hazret-i Peygamber, kendi emri ile Hazret-i Ali'nin Medine'de kalmasının ecir bakımından kendisiyle birlikte çıkmasına eş olduğunu da beyan etmiş oldu. Çünkü bütün mesele, Şâri'in emrine uygun hareket etmektir. Bu gazaya Tebuk gazvesi deniliş sebebi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı ashâbından bir topluluğun kuruyup sertleşmiş bir kumu ellerindeki çubuklarla kazıdıklarını gördü. Yani, o kazıdıkları yere kaplarını sokuyor ve ordan su çıksın diye hareket ettiriyorlardı. Hazret-i Peygamber onlara: "Hâlâ onu karıştırıp duruyorsunuz" demesi üzerine bu gazveye "Tebuk Gazvesi" ismi verilmiştir. Yüce Allah’ın: "içlerinden bir grubun gönülleri az kalsın eğrilmek üzere iken" âyetinde geçen "Gönüller" kelimesi, Sîbeveyh'e göre, "Eğrilmek" Nâfi'in kıraati buradaki gibi -te" iledir. lâfzı ile ref edilmiştir. kelimesinde de; -di, idi'ye benzetilerek söz hazfedilebilir. Çünkü, bu kelimede de de olduğu gibi, beraberinde haber de gelir. Bununla birlikte, bunun; ile merfu olması da mümkündür. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: "İçlerinden bir kesimin gönülleri az kalsın eğrilmek üzere iken..." el-A'meş, Hamza ve Hafs ise, "Eğrilmek" kelimesini "ye" ile okumuşlardır. Ebû Hatim ise, (kalpler kelimesi çoğul olduğundan, Arapçada da çoğul manen müennes sayıldığından, ona ait fiilin de "ye" ile değil "te" ile gelmesi gerektiğinden); şeklinde "ye" ile okuyanın "kalpler" anlamındaki kelimeyi; ile ref etmesinin câiz olmayacağını iddia etmiştir. en-Nehhâs ise der ki: Ebû Hâtim'in câiz görmediği şey, çoğulun tnüzekker kabul edilmesi esasına göre, başkalarınca caizdir. Nitekim el-Ferrâ' da; Ülkeler geniş oldu" şeklinde Hicazlıların kullanımlarını nakletmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de benzeri kullanımlara örnekler ve bu husustaki açıklamalar ıçm tak.: el-Ferri, Meâıti'l Kur'ân, I, 454. "Eğritme"nin anlamı hususunda farklı görüşler vardır. Kalplerin, aşırı yorgunluktan, meşakkat ve sıkıntıdan telef olmak üzere İken anlamına geldiği söylendiği gibi, İbn Abbâs yardımcı olmak ve korumak hususunda nerdeyse haktan sapmak üzere anlamına geldiğini söylemiştir. Bir diğer görüşe göre ise, onlardan bir kesim geri kalmak ve isyan etmeyi kararlaştırmışken, daha sonra ona kavuştular, demektir. Bir diğer açıklamaya göre onlar içten içe ona kavuşmayı kararlaştırdılar, Allah da onların tevbelerini kabul etti ve kavuşmalarını emretti. Yüce Allah'ın: "Sonra onların bu tevbelerini kabul buyurdu" âyetinde geçen onların tevbelerini kabul buyurması denildiğine göre, kalplerine -eğrilip sapmasın diye- rahmetiyle yetişmesidir. İşte, yüce Allah'ın telef noktasına geldikleri vakit gerçek dostlarına uygulaması budur. Onlar, helâk olmaya nefislerini alıştırdıklarında, cömertlik bulutlarından üzerlerine yağmur yağdırır ve kalplerini canlandırır. Bu manada birkaç beyit nakledilmektedir: "Umudum Sendendir ve ben Senden bir başka Rab bilmiyorum. İstediklerimin az bir bölümünün dahi kendisinden, umulup bekleneceği Yeryüzünde insanların sıkıntıları artacak olup da onlar Senden yardım dileyip hep birlikte yüksek sesle dua edecek olurlarsa Ve Sen kulları korkuyla, açlıkla sınayıp da, Onlar da günah üzere ısrar edip bir türlü günahtan vazgeçmeyecek olurlarsa, Yine de benim Senden başka sığınağım olmaz ey Rabbim, Ve kesinlikle inanırım ki ben, ancak Senin lütfunla kurtulabilirim." Geri kalan üç kişi hakkında da: "Sonra tevbe etsinler diye onlarıtevbeyemuvaffak buyurdu" diye buyurmaktadır. Denildiğine göre: "Sonra onların tevbelerini kabul buyurdu" âyetinin anlamı şudur: Tevbe etsinler diye onları tevbeye muvaffak kıldı. Anlamın, tevbelerini kabul etti şeklinde olduğu da söylenmiştir. Yani, tevbe etsinler diye onlara geniş bir mülılet verdi ve cezalarım vermekte acele etmedi. Bir başka görüşe göre, tevbe üzerinde sebat etsinler diye tevbelerini kabul etti anlamındadır. Bir diğer görüşe göre de anlam; kendilerinden razı olma haline geri dönsünler, diye tevbelerini kabul etti şeklindedir. Özetle, yüce Allah ezeli ilminde onlar lehine tevbe edeceklerine dair hüküm vermemiş olsaydı, tevbe edemeyeceklerdi. Bunun delili ise, Hazret-i Peygamberin: "Siz amel ediniz. Çünkü, herkese kendisi için yaratılmış olan neyse o, kolaylaştırılır." Buhârî, Tefsir 92. sûre 3-5. 7, Edeb 120, Kader 4T Tevhîd 54; Müslim, Kader 6-10; Ebû Dâvûd, Sünne 16; Tirmizî, Kader 3, Tefsir 11. sûre 3; İbn Mâce, Mukaddime 10, Ticarât 2; Müsned, I, 6, 29..., II, 52, 77, 111, 293, IV, 67, 431. 118Geri bırakılan üç kişinin de (tevbesini kabul buyurdu). Öyle ki, yeryüzü bunca genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah'tan -yine O'ndan-başka sığınacak hiçbir yer olmadığını anlamışlardı. Sonra tevbe etsinler diye onları tevbeye muvaffak buyurdu. Şüphesiz Allah, tevbeyi kabul edendir, hakkıyla merhamet edendir. "Geri Bırakılma"nın Anlamı: Yüce Allah'ın: "Geri bırakılan üç kişinin de" âyeti, Mücâhid ve Ebû Mâlik'ten nakledildiğine göre, "tevbeden geri bırakılan üç kişi" diye açıklanmıştır. Katade ise, "Tebuk gazvesinden geri bırakılan üç kişi" diye açıklamıştır. Muhammed b. Zeyd'den de "geri bırakılanın, terkedilen anlamına geldiğini söylediği nakledilmiştir. Çünkü, "filanı geri bıraktım", onu terk ettim ve benim giriştiğim işe onu katmayarak onu oturur halde bırakıp ondan ayrıldım, demektir. İkrime b. Halid bu anlamdaki kelimeyi, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın ardında geri kalanlar anlamında; diye okumuştur. Cafer b. Muhammed'den, onun bu kelimeyi; "Muhalefet edenler..." diye okuduğu rivâyet edilmiştir. "Geri bırakılanın, münafıklardan farklı olarak sonraya bırakılan, tehir edilen ve haklarında herhangi bir hüküm verilmeyen kimseler anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü, münafıkların tevbeleri kabul edilmemişti. Diğer bazı kimseler ise özür beyan etmiş ve bu özürleri de kabul edilmişti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise bu üç kişiyi haklarında Kur'ân-ı Kerîm âyeti inene kadar ertelemişti, Müslim, Buhârî ve diğerlerinin rivâyetleri gereğince doğrusu da budur. Lâfız Müslim'in olmak üzere Kâ'b (b. Mâlik) dedi ki: Biz, yani bu üç kişi kendisine yemin ettiklerinde mazeretlerini kabul edip kendilerine bey'at edip mağfiret olunmalarını istediği o kimselerden geriye bırakılmıştık. Ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da işimizi, Allah hakkımızda hüküm verinceye kadar ertelemişti. İşte bundan dolayı yüce Allah: "Geri bırakılan uç kişinin de..." diye buyurmuştur. Yoksa, şanı yüce Allah'ın sözünü ettiği geri bırakılışımız, gazadan geri kalıbımız değildir. Buradaki geri kalış, onun (Hazret-i Peygamberin) bizi geriye bırakması ve bizim işimizi kendisine yemin edip mazeret beyan eden ve bu mazeretlerini kabul ettiği kimselerden sonraya bırakmasından dolayıdır. Hadis biraz sonra bütünüyle kaydedilecek ve kaynakları gösterilecektir. Hadis biraz sonra bütünüyle kaydedilecek ve kaynakları gösterilecektir. Bu uzunca bir hadistir, bizim buraya aldığımız, bu hadisin son bölümüdür. "Geri Bırakılanların Kimlikleri: Geri bırakılan üç kişi ise, Kâ'b b. Mâlik, Âmiroğullarından Murare b. Rabia ile Vakıfoğuflarından Hilâl b. Umeyye'dir. Hepsi de Ensardan idiler. Buhârî ve Müslim onlara dair hadisi rivâyet etmişlerdir. Müslim dedi ki; ... Kâ'b b. Mâlik'den, dedi ki: Tebuk gazvesi müstesna, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in katıldığı hiçbir gazveden geri kalmadım. Şu kadar var ki, ben Bedir gazvesinden de geri kalmış idim. Ama, Peygamber o gazada kendisinden geri kalan hiçbir kimseye serzenişte bulunmadı. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve müslümanlar Kureyş’in kervanını ele geçirmek kastıyla çıkmışlardı. Nihayet Allah, onları ve düşmanlarını (önceden) herhangi bir sözleşme olmaksızın bir araya getirdi. Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte İslâm üzere ahidleştiğimiz vakit Akabe gecesinde hazır bulundum. Bunun yerine Bedir'de hazır bulunmuş olmayı tercih etmem. Her ne kadar Bedir insanlar arasında ondan daha meşhur ise de. Tebuk gazvesinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan geri kaldığım sırada durumuma dair haberin bir bölümü şöyledir: O gazvede Peygamber'den geri kaldığım vakte kadar hiçbir zaman daha güçlü ve daha bolluk içinde olmamıştım. Allah'a yemin ederim, ondan önce hiçbir zaman bir arada iki bineğim olmamıştı. Fakat aynı anda iki bineğim vardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) oldukça sıcak bir dönemde gazaya çıkmıştı. Önünde katedilecek uzun bir mesafe ve yollar vardı. Üzerine gittiği düşman sayıca çok fazla idi. O bakımdan, gazalarına gereği gibi hazırlansınlar diye müslümanlara durumlarını açıkça ifade etti ve nereye gitmek istediğini onlara bildirdi. Müslümanlar, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte pek çoktular. Herhangi bir belleyicinin -divan defterlerinin (tutanaklarının)- defteri onları bir arada yazabilmiş değildir. Kâ'b dedi ki: Geri kalmak isteyip de -hakkında yüce Allah'tan bir vahiy inmediği sürece- bu işin Hazret-i Peygamber'e gizli kalacağını sanmayan kişi çok azdı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) meyvelerin olgunlaştığı, gölgelerin hoş olduğu bir zamanda bu gazaya çıktı. Bense, bu gibi şeylere bir parça düşkün bir kimse idim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve onunla beraber müslümanlar bu gaza için hazırlıklarını yaptılar. Ben de onlarla birlikte hazırlık yapmak üzere gitmek istedimse de hiçbir İş göremedim. Kendi kendime: İstersem ben bunu yapabilirim, diyordum. Ancak, benim işi bu şekilde ağırdan alışım devam edip gitti. Nihayet insanlar ciddiyetle işe koyuldular. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve beraberinde müslümanlar gazaya çıktılar, ben ise kendim için hiçbir hazırlık yapmadan duruyordum. Sonra bir sabah erkenden gittim, yine hiçbir şey yapmaksızın geri döndüm. Benim bu işi ağırdan alışım devam edip durdu, nihayet onlar sür'atle yola koyuldular ve gaziler yol alıp ilerlediler. Bineğime binip onlara yetişmek istedim, keşke yapabilseydim. Sonra bu da benim için mukadder olmadı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın çıkışından sonra, insanlar arasına çıktığım da ben, ya münafık olduğu hususunda hakkında ciddi şüpheler bulunan, yahut Allah'ın mazur gördüğü zayıf kabul ettiği kimselerden başka benim gibi geri kalmış hiçbir kimse görmeyişim beni üzüyordu, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebuk'e ulaşıncaya kadar beni anmadı. Tebuk'de ashâbı arasında otururken: "Kâ'b b. Mâlik ne yaptı acaba?" diye sordu, Selemeoğullarından bir kişi: Ey Allah'ın Rasûlü dedi, onu iki elbisesi ve bu elbiselerin kenarlarına bakması kendisini alıkoydu. (Kendisini beğendiğini, güzel elbiselere kendisini kaptırdığını kastediyor). Ancak, Muaz b. Cebel ona: Ne kadar kötü dedin diye karşılık verdi. Allah'a yemin ederim, ey Allah'ın Rasûlü, biz onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sustu. Bu halde iken serapta hareket eden beyaz elbiselere bürünmüş bir adam gördü. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ebû Hayseme olasın" diye buyurdu. Gerçekten de Ensardan Ebû Hayseme olduğunu gördüler. İşte, bir avuç hurma tasadduk ettiği için münafıkların kendisini ayıpladıkları kişi odur. Kâ'b b. Mâlik (devamla) dedi ki: Nihayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Tebuk'ten geri döndüğü haberini alınca, aşırı üzüntüm beni istila etti. Söyleyeceğim yalanları hatırımdan geçirmeye ve: Yarın ben onun gazabından nasıl kurtulabilirim demeye koyuldum, bu hususta akrabalarımdan görüşü sağlam herkesten yardım istiyordum. Bana: Artık Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) geliyor ve oldukça yaklaştı denilince, batıl kanaatler benden uzaklaştı ve ondan hiçbir şekilde (yalan söylemekle) kurtulamayacağımı kesinlikle anladım. O bakımdan, ona doğru söylemeyi kararlaştırdım. Nihayet, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sabah vakti (Medine'ye) girdi. Yolculuktan geldi mi, önce mescide uğrar, orada iki rekât namaz kılar, sonra insanlar (dinlemek) için otururdu. Bu şekilde oturunca, geri kalanlar da yanına gelmeye başladılar, ona Özür beyan etmeye ve yemin etmeye koyuldular. Seksen küsur kişi idiler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onların açıkladıklarını kabul etti, onlara bey'at etti, onlar için mağfiret diledi ve içyüzlerini de Allah'a havale etti. Nihayet ben de yanına vardım. Ona selam verdiğimde öfkeli birisinin edasıyla tebessüm etti, sonra: "Gel" diye buyurdu. Önünde oturuncaya kadar yürüdüm, bana: "Seni geri bırakan sebep nedir? Daha önceden bineğini satın almamış mıydın" diye sordu. Ben: Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Allah'a yemin ederim ki, eğer dünya ehlinden senden başka birisinin huzurunda otursaydım; zannederim ileri süreceğim bir mazeret ile onun gazabından kendimi kurtarabilirdim. Çünkü bana güzel söz söyleyebilme yeteneği ve tartışabilme gücü verilmiş bulunuyor. Fakat, Allah'a yemin ederim, şuna inanıyorum ki, eğer bugün sana, senin benden razı olmanı sağlayacak yalan bir söz söyleyecek olursam, aradan fazla zaman geçmeksizin Allah senin bana gazaplanmanı sağlayabilir. Ve yemin olsun sana, bana karşı olumsuz duygular beslemene sebep teşkil edecek doğru bir söz söyleyecek olursam, inanıyorum ki, bu hususta Allah bana güzel bir sonuç ihsan edecektir. Allah'a yemin ederim, hiçbir mazeretim yoktu. Allah'a yemin ederim, senden geri kaldığım zamandan daha güçlü, daha rahat imkânlara önceden sahip olmamıştım. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Buna gelince, bu doğru söyledi. Haydi, Allah hakkında hüküm verinceye kadar kalk, git." Bunun üzerine kalktım. Selemeoğullarından bazıları da kalkıp arkamdan geldiler ve bana şöyle dediler: Allah'a yemin ederiz, biz bundan önce senin bir günah işlediğini bilmiyoruz. Bu geri kalanların Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a mazeret olarak bildirdikleri şekilde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a özür beyan etmekten âciz (mi oldun)? Çünkü, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın senin için mağfiret dilemesi, işlediğin günaha karşılık sana yeterdi. (Kâ'b devamla) dedi ki: Allah'a yemin ederim beni o kadar azarladılar ki, sonunda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a geri dönüp kendimi yalanlamak istedim. Sonra onlara: Peki, benim bu durumum gibisini benden başkasında da gördünüz mü? diye sordum. Onlar, evet dediler. Seninle birlikte iki kişi daha senin dediğin gibi dediler. Onlara da sana söylenenin benzeri sözler söylendi. Ben: Bunlar kimdir diye sorunca bana, bunlar Murare b. Rabia el-Âmiri ile Hilâl b. Umeyye el-Vakifî'dir dediler. Böylelikle bana Bedir'e katılmış salih iki kişinin ismini söylemiş oldular. Bunların benim gibi olmaları bana yeterdi. Bu ikisinin ismini bana söyleyince, ben de çekip gittim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) müslümanlara kendisinden geri kalanlar arasından bu üç kişi olan bizlerle konuşmayı yasakladı. O bakımdan insanlar bizden uzak durdular. Bize karşı tutumları değişti. O kadar ki, ben kendi içimde yeri tanımaz oldum. (Yer benim için değişti). Bildiğim yer değildi artık. Bu şekilde elli gün kaldık. Benim İki arkadaşım ise, evlerine çekildiler, evlerine oturup ağlamaya koyuldular. Bense aralarında en genç ve en güçlüleri idim. Dışarı çıkar, namaza iştirak eder, çarşılarda dolaşırdım, ama kimse benimle konuşmuyordu. Namazdan sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) oturduğu yerde kalkmadan yanına gider, ona selam verirdim ve kendi kendime selamımı almak içim Acaba dudaklarını kıpırdattı mı, kıpırdatmadı mı diye sorardım. Daha sonra, yakın bir yerde namaz kılar, gizliden gizliye ona bakardım. Namazıma yöneldimi, bana bakıyor, ben ona doğru baktım mı benden yüzünü çeviriyordu. Nihayet müslümanların benden bu uzaklaşmaları bana uzun gelmeye başladı. Yolda yürürdüm ve nihayet Ebû Katade'nin bahçe duvarından aştım. Amcam oğlu idi. İnsanlar arasında en sevdiğim kişiydi. Ona selam verdim. Allah'a yemin ederim selamımı almadı. Ona: Ey Ebû Katade dedim, Allah adına sana yemin veriyorum. Benim, Allah'ı ve Rasûlünü sevdiğimi bilmiyor musun? Ebû Katade susuyordu. Tekrar ona aynı şekilde yemin verdim, yine sustu. Yine ona yemin verdim, bu sefer Allah ve Rasûlü daha iyi bilir dedi. Gözlerimden yaşlar boşaldı. Geri dönüp yine duvarı aştım (ve gittim). Medine çarşısında yürürken, Medine'de satmak üzere buğday getirenlerden Şam halkından Nabatlı birisinin: Kâ'b b. Mâlik'i bana kim gösterebilir, dediğini gördüm. Bu sefer, insanlar işaretle beni onlara göstermeye başladılar. Nihayet yanıma geldi. Bana, Gassan hükümdarından bir mektup uzattı. Okur-yazar birisiydim. O mektubu okudum, şu ifadeleri gördüm: İmdi bize ulaştığına göre, senin arkadaşın senden darılmış. Halbuki Allah seni aşağılanacağın, hakkının kaybolacağı bir yerde bırakmamıştır. O bakımdan sen bize dön, biz seni gereği gibi gözetiriz. Ben, bunları okuyunca kendi kendime şöyle dedim: Bu da aynı şekilde belanın bir parçasıdır. Hemen o mektubu alıp bir tandıra yöneldim ve mektubu tandırda yakıverdim. Nihayet elli günün kırkı geçti. Vahiy gecikmişti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın elçisinin yanıma geldiğini gördüm. Bana dedi ki; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımından uzak durmanı sana emrediyor. Ben, onu boşayayım mı, yoksa ne yapayım deyince, hayır dedi. Ondan uzak dur, ona yaklaşma. Diğer iki arkadaşıma da benzeri bir haber göndermişti. Ben de hanımıma: Ailenin yanına git ve Allah bu hususta hükmünü verinceye kadar onların yanında kal. (Ka'b b. Mâlik devamla) dedi ki: Hilâl b. Umeyye'nin hanımı, bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna gidip ona şöyle demiş: Ey Allah'ın Rasûlü, Hilâl b. Umeyye hizmetçisi bulunmayan, bakıma muhtaç yaşlı birisidir. Benim kendisine hizmet etmemi hoş karşılar mısın? Peygamber: "Olur, fakat o sana hiçbir şekilde yaklaşmasın" diye buyurmuş. Hanımı da şu cevabı vermiş: Allah'a yemin ederim onda hiçbir şeye karşı bir arzu yok. Allah'a yemin ederim, onun bu durumu ortaya çıktığından bugüne kadar ağlayıp duruyor. (Kâ'b b. Mâlik devamla) dedi ki: Yakınlarımdan birisi: Sen de hanımın hususunda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan izin istesen. Çünkü, Hilâl b. Umeyye'nin hanımına, Hilâl’e hizmet etmesi için izin vermiş. Ben, hanımım için bu hususta Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan izin istemeyeceğim, dedim. Hem ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan hanımımın hizmeti için izin İsteyecek olursam -ki, ben genç bir adamım- ne diyeceğini de bilmiyorum. Bu şekilde on gün daha geçti. Böylelikle bizimle konuşmanın yasaklandığından bu yana elli gün tamamlanmış oldu. Daha sonra ellinci günün sabahı, sabah namazını odalarımızdan birisinin damında kılıyorken, yüce Allah'ın, hakkımızda söz ettiği şekilde, nefsimin daraldığı, bütün genişliği ile yeryüzünün üzerime dar geldiği bir halde oturmakta iken, Sel' tepesine çıkmış birisinin, sesinin çıkabildiği kadar şöyle bağırdığını işittim: Ey Kâ'b b. Mâlik, müjdeler olsun sana. Bunun üzerine secdeye kapandım ve kurtuluşumuzun geldiğini anladım. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) insanlara sabah namazını kıldıktan sonra Allah'ın tevbemizi kabul ettiğini ilan etmişti. Bunun üzerine insanlar bizi müjdelemeye koyuldular. Diğer iki arkadaşımın yanına da müjdeciler gitti. Bir adam da at üstünde koşturarak bana doğru geldi. Eslemlilerden birisi de bana doğru koşup (Sel) tepesine çıktı. O bakımdan, ses attan daha hızlı gelmişti. Sesini işittiğim kişi bana müjde vermek üzere yanıma geldiğinde, bu müjdesi dolayısıyla elbisemi çıkartıp ona verdim. Allah'a yemin ederim, o gün için üzerimdeki elbiselerden başka bir elbiseye sahip değildim. Ariyeten başkasından alt ve üst elbise istedim, onları giyindim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a doğru yola koyuldum. Kafileler halinde insanlar beni karşılıyor, tevbemin kabulü dolayısıyla beni tebrik ediyorlar ve şöyle diyorlardı: Allah'ın tevbeni kabul etmesi mübarek olsun senin için. Nihayet mescide girdim, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı etrafında ashâbı ile birlikte mescidde oturur buldum. Talha b. Ubeydullah koşarak yanıma geldi, benimle tokalaşarak beni tebrik etti. Allah'a yemin ederim, Muhacirlerden ondan başka bir kimse ayağa kalkmadı. -Kâ'b, Talha'nın bu davranışını hiçbir zaman unutmadı. - (Devamla) Kâ'b dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sevinçten yüzü parıldıyor iken ona selam verdim. O da şöyle buyurdu: "Annenin seni doğurduğu günden bu yana geçirdiğin en hayırlı gün bugündür. Müjde sana," Ben: Ey Allah'ın Rasûlü, bu (tevbemizîn kabulü) Allah nezdinden mi geldi, yoksa senden mi? diye sordum. Peygamber: "Hayır, Allah nezdinden" diye buyurdu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sevindiği vakit yüzü âdeta bir ay parçasıymış gibi aydınlanırdı. Biz bunu farkedebiliyorduk. Önüne, huzuruna oturduğumda, ey Allah'ın Rasûlü dedim. Allah'ın tevbemi kabul etmesi lütfü dolayısıyla malımı Allah'a ve Rasülüne sadaka olarak bağışlamak istiyorum. Ancak, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Hayır, malının bir bölümünü kendin için alıkoy. Böylesi senin için daha hayırlıdır." Bu sefer ben, Hayber'deki payımı alıkoyuyorum, dedim. Ayrıca şunları söyledim: Ey Allah'ın Rasûlü! şüphesiz Allah beni doğrulukla kurtardı. Tevbemin bir gereği olarak da hayatta kaldığım sürece doğru olmayan bir söz söylemeyeceğim. (Kâ'b devamla) dedi ki: Allah'a yemin ederim, ben bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a söylediğim günden bu güne kadar yüce Allah'ın, müslümanlardan hiçbir kimseyi beni kendisiyle lütuflandırdığından daha güzeliyle doğruluk sebebiyle lütuflandırmış olduğunu bilmiyorum. Allah'a yemin ederim, bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a söylediğim günden bu yana bir defa olsun yalan söylemek kastım olmadı. (Ömrümün geri kalan bölümünde de) Allah'ın benî koruyacağını ümid ederim. Aziz ve celil olan Allah da; "Yemin olsun ki, Allah Peygamberini de, içlerinden bir grubun gönülleri az kalsın eğrilmek üzere iken dar zamanda ona tabi olan Muhacirlerle Ensarı da tevbeye muvaffak etti Çünkü O, onlara çok rahmet edendir, çok bağışlayandır. Geri bırakılan üç kişinin de. Öyle ki, yeryüzü bunca genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı... Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun." (et-Tevbe, 9/117-119) Kâ'b dedi ki: Allah'a yemin ederim, Allah beni İslâm'a hidayet ettiğinden bu yana bana göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a doğru söyleyip ona yalan söylememekten daha büyük bir nimet ihsan etmiş değildir. Ben de ona yatan söylemiş olsaydım, yalan söyleyenlerin helâk olduğu gibi helâk olup gitmiştim. Çünkü Allah, vahiy nâzil olduğunda yalan söyleyen kimseler için her hangi bir kimseye söylediği sözün en kötüsünü, ağırını söylemiş ve şöyle buyurmuştu: "Yanlarına döndüğünüzde onlardan vazgeçmeniz için önünüzde Allah'a yemin edeceklerdir. O halde siz de onlardan yüzçevirin. Çünkü onlar murdardırlar. Kazandıklarının cezası olarak varacakları yer de cehennemdir. Kendilerinden hoşnut olmanız için size yemin ederler. Siz onlardan hoşnut olsanız da şüphesiz Allah o fasıklar topluluğundan hoşnut olmaz." (et-Tevbe, 9/95-96) Kâ'b dedi ki: Biz, bu üç kişi, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yemin edip onun da kendilerine bey'at ettiği, kendileri için mağfiret dilediği o kimselerden geriye bırakılmış ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizim işimizi, Allah hakkımızda hüküm verinceye kadar sonraya ertelemişti. işte bundan dolap aziz ve celil olan Allah: "Geri bırakılan üç kişinin de..." diye buyurdu. Yoksa, yüce Allah'ın sözünü ettiği geri bırakılmamız bizim gazadan geri bırakılışımız değildir. Bu, sadece durumumuzu Hazret-i Peygamber'e yemin edip özür beyan eden ve Peygamberin de onun mazeretini kabul ettiği kimselere göre işimizi sonraya ertelemesinden ibaretti. Buhârî, Meğâzî 79; Müslim., Tevbe 53; Müsned, III, 456-459, VI, 386-389. Buhârî, Meğâzî 79; Müslim., Tevbe 53; Müsned, III, 456-459, VI, 386-389. "Öyle ki yer yüzü bunca genişliğine rağmen onlara dar gelmiş" âyetindeki: Bunca genişliğine rağmen" anlamındadır. "Geniş ev" denilir, mastar içindir. Yani, yeryüzü genişliği ile birlikte onlara dar gelmişti. Çünkü, müslümanlar darılmış, onlarla herhangi bir muamelede bulunulmuyor, konuşulmuyordu. Bu âyette tevbe edinceye kadar, masiyet işleyenlerden dargın kalına(bile)ceğine delil vardır. "Vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı." Yani, üzüntü ve yalnızlıktan dolayı ashâb-ı kiramdan gördükleri dargınca muameleden dolayı kalpleri alabildiğine daralmış, vicdanları sıkılmıştı. "Nihayet Allah'tan, -yine Ondan- başka sığınacak hiçbir yer olmadığını anlamışlardı." Yani, affedilmeleri ve tevbelerinin kabulü hususunda O'ndan başka hiçbir sığınaklarının olmadığına kesinlikle inanmışlardı. Ebû Bekr el-Verrâk der ki: Nasûh tevbe, bütün genişliğine rağmen yeryüzünün tevbe edene dar gelmesi ve kişinin bizzat kendi vicdanının da kendisini alabildiğine sıkacak hale gelmesidir. Tıpkı Kâ'b'ın ve iki arkadaşının tevbesi gibi. "Sonra, tevbe etsinler diye onları tevbeye muvaffak buyurdu. Şüphesiz Allah, tevbeyi kabul edendir, hakkıyla merhamet edendir." Yüce Allah, böylelikle tevbelerinin, önce kendisi tarafından kabul edildiğini belirtmiş olmaktadır. Ebû Zeyd dedi ki: Yüce Allah için yapılan dört işte başlangıcın benden olacağını zannederek halaya düştüm. Ben (önce), benim kendisini sevdiğimi zannettim, bir de baktım ki, O beni sevmiş bile. Yüce Allah: "Kendisinin onları seveceği, onların da kendisini seveceği..."(el-Mâide, 5/54) Benim önce O'ndan razı (lütfundan hoşnut) olacağımı zannediyordum, baktım ki O, benden razı olmuş bile. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah onlardan razı olmuştur, onlarda O'ndan hoşnut olmuşlardır." (el-Beyyine, 98/8) Yine ben, (öncelikle) benim O'nu anacağımı sandım, bakıyorum ki, O beni anmış bile. İşte yüce Allah: "Allah'ın zikretmesi ise elbette en büyüktür" (el-Ankebut, 29/45). Yine ben, (öncelikle) tevbe edenin ben olduğumu zannediyordum, bakıyorumki O, benim tevbemi kabul etmiş bile. Nitekim yüce Allah: "Sonra tevbe etsinler diye onları tevbeye muvaffak buyurdu" diye buyurmaktadır. Âyetin: Tevbe üzere sebat etsinler diye onları tevbeye iletti anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Ey îman edenler, îman edin (imanınız üzere sebat gösterin)" (en-Nisa, 4/136) diye buyurmaktadır. Şöyle açıklanmıştır: Allah onlara genişlik ve mühlet verdi, başkalarına yaptığı gibi onları cezalandırmakta acele etmedi. (Günah dolayısıyla cezalandırmakta acele etmesi hususunda örnek olmak üzere) yüce Allah'ın şu âyeti gösterilebilir: "Yahudilere zulümleri sebebiyle kendilerine helâl kılınmış olan pek çok şeyi yasakladık." (el-Nisâ, 4/160). 119Ey îman edenler! Allah'tan korkun ve sâdıklarla beraber olun. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1. Sâdıklarla Beraber Olmak Emri: Yüce Allah'ın: "Ve sâdıklarla beraber olun" âyetinde yer alan sadakat ehli kimselerle birlikte olma emri, doğru söylemenin faydalarını gördüğü ve böylelikle onları münafıkların konumlarından uzaklaşmalarına sebep teşkil eden üç kişinin kıssasından sonra gerçekten güzel bir emirdir. Mutarrif der ki: Mâlik b. Enes'i şöyle derken dinledim: Yalan söylemeyen, doğru sözlü olup da aklından gereği gibi yararlandırılmayan ve başkalarına isabet eden kocamışlık ve bunaklık musibetlerinden korunmayan kişiler çok azdır. Burada sözü geçen "mu'minler" ile "sâdıklar"dan kastın kimler olduğu hususunda değişik görüşler vardır. Bu âyetin bütün mü’minlere bir hitab olduğu söylenmiştir. Yani, Allah'ın emirlerine aykırı davranmaktan sakının ve "sâdıklarla beraber olun." Yani, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte gazaya çıkanlarla birlikte olun, münafıklarla beraber değil. Yani siz, sâdıkların izledikleri yolu tutun, onların gittikleri yoldan gidin. Bir diğer görüşe göre sâdıklardan kasıt, peygamberlerdir. Yani, salih ameller işlemek suretiyle cennette onlarla birlikte olun. Bir başka görüşe göre sâdıklardan kasıt, yüce Allah'ın: "Yüzlerinizi doğu ve batıya döndürmeniz iyilik demek değildir... Sadakat gösterenler işte bunlardır" (el-Bakara, 2/177) âyetinde kastedilen kimselerdir, denilmiştir. Bir diğer görüşe göre ise, sâdıklar verdikleri söz ve ahidleri yerine getirenlerdir. Bunun böyle olması ise yüce Allah'ın: "Mü’minler arasında Allah'a verdikleri sözde doğrulukla sebat gösteren nice yiğitler vardır." (el-Ahzab, 33/23) Bunların Muhacirler olduğu da söylenmiştir. Çünkü, Hazret-i Ebû Bekir Sakîfe günü (halife olarak seçildiği günde) şöyle demişti: Şüphesiz Allah bizi "sadıklar" diye adlandırarak: "Yurtlarından ve mallarından çıkartılıp uzaklaştırılmış olan... fakir muhacirler içindir. İşte onlar sâdıkların tâ kendileridir. " (el-Haşr, 59/8) Sonra da sizleri "Onlardan evvel Medine'yi yurt edinip îmana sahip olanlar ise..." (el-Haşr, 59/9) âyetinde ise, sizleri de felâha erenler, kurtulanlar diye adlandırmıştır. Bir diğer görüşe göre, sâdıklardan kasıt, iç ve dışları birbirinin aynı olan kimselerdir. İbnü'l-Arabî der ki: Bu, gerçek açıklamadır ve varılması istenen nihai gayedir. Çünkü bu sıfat sayesinde akidede münafıklık, davranışta da akideye aykırı hareket etmek ortadan kalkar. Bu niteliğe sahip olan kimseye sıddîk denilir. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve onlardan sonra gelenler de kendi mevkii ve dönemlerine göre (bu mertebede) yerlerini almışlardır. Burada sadıklardan kasıt el-Bakara Sûresi'nde kastedilenlerdir, diyenlerin görüşüne gelince; o âyette sözü edilen işler, sıdkın büyük bir bölümünü ihtiva eder. Sonra da daha az bir bölümünü ihtiva eden hususlar ardından gelir ki bu da, el-Ahzab Sûresi'ndeki âyetin ihtiva ettiği manadır. Hazret-i Ebû Bekir'in tefsirine gelince, o da bu konudaki bütün görüşleri kapsayan bir açıklamadır. Çünkü, sadıklığın bütün nitelikleri onlarda bulunmaktaydı. 2. Allah'ın Âyetlerini Akledip Anlayanlar Doğruluktan Ayrılmamalıdır: Allah'ın âyetlerini anlayıp. O'nun hükümlerini akıllarıyla kavrayanların, sözlerinde doğruluktan, amellerinde ihlâstan, hallerinde de temiz ve arılıktan ayrılmamaları gerekir. Bu şekilde hareket eden bir kimse, iyilere katılır ve bağışlayıcı olan Rabbin rızasına ulaşır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Doğruluğa sımsıkı sarılınız. Çünkü doğruluk iyiliğe (birr'e) iletir. İyilik ise, hiç şüphesiz cennete götürür, Kişi doğruluğa devam edip doğruluğu araştırır ve bunu sürdürür, nihayet Allah nezdinde sıddîk (dosdoğru) diye yazılır." Yalan ise bunun tam zıddıdır. Hazret-i Peygamber (hadisinin devamında) şöyle buyurmaktadır: "Yalandan da çokça sakının. Çünkü yalan günaha götürür ve şüphesiz ki günah da cehenneme götürür. Kişi yalan söylemeye, yalanı söylemek için araştırıp bulmaya devam eder durur da, nihayet Allah nezdinde yalancı diye yazılır." Bu hadisi Müslim rivâyet etmektedir. Müslim, Birr 105; Ebû. Dâvûd, Edeb 80; Tirmizî, Birr 46; Müsned, I, 384, 432. Yalan utanılacak bir şeydir. Yalancıların ellerinden şahidlik hakkı alınmıştır. Hazret-i Peygamber, bir kişinin şahidliğini söylediği bir yalan sebebiyle kabul etmemiştir. Ma'mer der ki: Bu kişinin Allah'a mı, yoksa Rasûlüne mi, yoksa insanlardan herhangi birisine mi yalan söylemiş olduğunu bilemiyorum. Şureyk b. Abdullah'a da şöyle sorulmuş: Ey Abdullah'ın babası! Kastî olarak yalan söyleyen bir adamın yalan söylediğini işitirsem arkasında namaz kılayım mı? O: Hayır diye cevap vermiştir. İbn Mes'ûd'dan dedi ki: Ne ciddilikte, ne de şakacıkta yalan uygun bir şey değildir. Ve sizden herhangi bir kimse de bir şeye söz verdikten sonra onu yerine getirmemezlik etmesin. Arzu ederseniz, yüce Allah'ın: "Ey Îman edenler! Allah'tan korkun ve sâdıklarla beraber olun" âyetini okuyunuz. Ne dersiniz, hiç yalan söylemeye dair bir ruhsat olduğunu görüyor musunuz? Mâlik de der ki: Bir kimse Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hadisini naklederken doğru söylese bile insanlar ile konuştuğunda yalan söyleyen kimsenin naklettiği haber kabul olunmaz. Ondan başkaları ise böyle birisinin hadisinin kabul edileceğini söylemiştir. Doğrusu ise, yalan söyleyen bir kimsenin -belirttiğimiz gerekçeler dolayısıyla- ne şehadeti, ne de rivâyet ettiği haberi kabul olunmaz. Çünkü, verilen haberin kabul edilmesi büyük bir mertebedir ve üstün bir mevkidir. Böyle bir mertebe, ancak güzel hasletleri kemal noktasına erişmiş bir kimse için sözkonusu olabilir. Yalancılıktan da daha kötü bir haslet olamaz. Çünkü yalancılık, kişinin velayet haklarını kaybettirip yapılan şahadetleri boşa çıkartır. 120Gerek Medinelilerin, gerek çevresinde bulunan bedevilerin Allah'ın Rasûlünden geri kalmaları, kendi nefislerini ona tercih etmeleri yaraşmaz. Çünkü Allah yolunda susuzluk, yorgunluk, açlık çekmeleri, kâfirleri kızdıracak bir yere ayak basmaları, bir düşmana karşı zafere ulaşmaları karşılığında mutlaka kendilerine salih bir amel yazılır. Şüphesiz Allah, iyi hareket edenleri mükâfatsız bırakmaz. 121Onlar, küçük büyük ne infak ederlerse, her bir vadiyi aştıklarında muhakkak bu onlara yazılmıştır ki, Allah yapmakta olduklarının en güzeliyle kendilerini mükâfatlandırsın. Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: 1. Resûlüllah'tan Geri Kalmak: "Gerek Medinelilerin, gerek çevresinde bulunan bedevilerin Allah'ın Rasûlünden geri kalmaları... yaraşmaz" âyeti zahiri itibariyle haber, ancak emir manasındadir. Yüce Allah'ın: "Sizin Allah'ın Rasûlüne eziyet vermeniz de... olacak bir şey değildir" (el-Ahzab, 33/53) âyeti gibi. Daha önceden de geçmişti. "Geri kalmaları" âyeti; in ismi olarak ref mahallindedir. Bu âyet, Medineliler ve onlara komşu bulunan Muzeyne, Cuheyne, Eşca', Gıfar ve Eşlem gibi diğer Arap kabilelerine mensup mü’minlere Tebuk gazvesinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan geri kalmaları dolayısıyla yöneltilmiş bir sitemdir. Âyetin anlamı şudur: Sözü geçen bu kimselerin geri kalmaları uygun bir şey değildir. Çünkü, özellikle bunların Savaşa çıkmaları gerekirdi. Bunlar başkalarından farklı idi. Başkalarının Savaşa çıkmaları -kimisinin görüşüne göre- istenmemişti. Bununla birlikte Savaşa çıkma isteğinin, bütün müslümanlara yönelik olma ihtimali ile birlikte özellikle yakın olmaları ve Medine'ye komşuluktan dolayısıyla, başkalarına göre bu emri öncelikle yerine getirmeleri gerektiğinden, özellikle onlara sitem edilmiştir. 2. Kimse Kendisini Allah Rasûlüne Tercih Edemez: Yüce Allah'ın: "Kendi nefislerini ona tercih etmeleri yaraşmaz." Yani, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) zorluk ve meşakkat içinde iken, kişi kendisi için rahatı ve kolaylığı tercih edemez. Âyette geçen "tercih etme" anlamını ifade eden fiilin kullanımına işaretle-; "Şundan yüz çevirdim." Yani, kendimi ondan daha üstün gördüm, diye kullanılır. 3. Allah Yolundaki Her Sıkıntı Salih Bir Amel Değerindedir: Yüce Allah'ın: "Çünkü Allah yolunda" Allah'a itaat uğrunda "susuzluk" yani, susamaları, susuzluk çekmeleri. Ubeyd b. Umeyr "susuzluk" anlamındaki kelimesini med ile; diye okumuştur. Bu ikisi; Hata, yanılma kelimesinde olduğu gibi iki ayrı söyleyiştir. "Yorgunluk" da öncekine atfedilmiştir, buradaki ise te'kid için fazladan gelmiştir. Aynı şekilde "Açlık çekmeleri" kelimesinde de böyledir. Bu kelime aslında karnın zayıflaması ve içe çekilmesi anlamındadır. Mesela, "Karnı zayıf, küçük erkek, karnı zayıf, küçük kadın" ifadeleri de buradan gelmektedir ki, bu konudaki açıklamalar daha önceden (el-Mâide, 5/3- ayet, 26. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Kâfirleri kızdıracak bir yere" bir bölgeye, bir araziye "ayak basmaları" yani, oraya ayak baslıkları için ayak basmalarından ötürü... "Kâfirleri kızdıracak" anlamındaki âyet, ayak basılan yere sıfat olduğundan dolayı nasb mahallindedir. "Bir düşmana karşı zafere ulaşmaları." Yani, düşmanı öldürerek veya yenik düşürmek suretiyle bir üstünlük elde etmeleri... Aslında; "Bir şeye nail oldum, nail olurum" ifadesi, onu elde ettim, ele geçirdim manasınadır. (Mealde: Ulaşmak diye karşılanmıştır). el-Kisâî der ki: Bu ifade Arapların "Bu, kendisinden bir şeyler elde edilen bir iştir," ifadelerinden alınmadır. Yoksa, elden ele almak, (tenâvül)den değildir. Çünkü "tenâvül" kelimesi, "Ona bağışı verdim," tabirinden gelmektedir. Başkası şöyle demektedir: "Bağışı aldım, alınırı" fiili "vav'lıdır. İse, "ya"hdır. O bakımdan; "Onu elde ettim, ben onu elde edenim," denilir. "Her bir vadiyi aştıklarında." Araplar, kıyasa uygun olmayarak "vadi" kelimesinin tekil ve çoğulunu diye kullanırlar. en-Nehhâs der ki: Bildiğim kadarıyla tekili "fail" vezninde olmakla birlikte, çoğulu "ef ile" şeklinde gelen başka bir kelime yoktur. Halbuki kıyasa göre bu kelimenin çoğulunun; şeklinde gelmeli idi. Onlar, tek bir vav'ı dahi telaffuzu ağır bulduklarından, burada iki vav'ı bir arada zikretmeyi ağır bulmuşlardır. O kadar ki onlar, "(.......): Belirli vakti geldiğinde" kelimesindeki "hemze"yi "vav" yerine kullanmışlardır. el-Halil ile Sîbeveyh ise, bir erkek ismi olan "Vâsıl" ismini küçültme isim olarak; diye kullanıldığım nakletmektedir ki, bunu başka bir isimde kullanmazlar. el-Ferrâ' ise, "vadi" kelimesinin çoğulunun; şeklinde kullanıldığım nakletmektedir. Derim ki: Kelimenin, diye de çoğulu yapılmıştır. Nitekim şair Cerir şöyle demektedir: "Vadilerin parlaklığı arasında artık kendisinden hayır gelmez (kısır) bir harebeyi tanıdım. Sen bu harabelerden ayrılalı uzun bir zaman geçti." "Mutlaka kendilerine salih bir amel yazılır." İbn Abbâs der ki: Allah yolunda yaşadıkları her bir korku karşılığında yetmiş bin hasene mükâfatları vardır. Sahih hadiste de şöyle buyurulmaktadır: "At üç türlüdür... -hadiste şu ifadeler de yer almaktadır-: Sahibi için ecir olan ata gelince; bir kimse eğer onu Allah yolunda ve İslâm ehli için bir otlak veya bir bahçede bağlarsa, onun o otlak yahut bahçeden yedikleri karşılığında yediklerinin sayısı kadar ona hasenat yazılır. Onun pislikleri ve sidikleri sayısınca da ona hasenat yazılır." Buhârî, Cihad 48, Musâkaac 12, Menakıb 28, Tefsir 99. Sûre 1. hismn 24; Müslim, Zekât 24; İbn Mâce, Cihâd 14: Muvattâ, Cihâd 3; Müsmd, 1, 395, II, 262, 383, V, 381, Bu mükâfat, atlar yerinde iken böyle. Ya atlar sırtında düşman arazilerine girilecek olursa, mücahidlerin ecri ne olur? 4. Mücahidin Ganimete Hak Kazanması: Kimi ilim adamı, bu âyet-i kerîmeyi düşman topraklarına girmekle ve düşman topraklarında bulunmakla ganimete hak kazanılacağına delil göstermişlerdir. Artık bundan sonra vefat ederse o ganimetteki payını alır. Bu, Eşheb ve Abdulmelik'in görüşüdür. Şâfiî'nin iki görüşünden birisi de budur. Mâlik ve İbnül-Kasım ise şöyle derler: Onun alacak bir payı olmaz. Çünkü yüce Allah, bu âyet-i kerîmede sadece ecri sözkonusu etmekte, ganimetteki payı sözkonusu etmemektedir. Derim ki: Birinci görüş daha sahihtir. Çünkü yüce Allah, kâfirlerin arazilerine girmeyi, onların mallarından birşeyler ele geçirmek ve onları yurtlarından çıkarmak ayarında değerlendirmiştir. İşte, onları öfkelendiren ve onları zelil kılan da budur. O bakımdan, böyle birşey bizzat ganimet elde etmek, düşmanı öldürmek ve ashâb etmek ayarındadır. Durum böyle olduğuna göre ganimete, fiilen ele geçirmesiyle değil de bizzat düşman topraklarına girmekle hak kazanılır. Bundan dolayı Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Bir kavim kendi yurtlarında iken yurtları çiğnenecek olursa mutlaka zelil olurlar. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 5. Âyet Muhkem midir, Mensuh mudur? Bu âyet-i kerîmenin, yüce Allah'ın: "Mü’minlerin topluca (Savaşa) çıkmaları gerekmez" (et-Tevbe, 9/122) âyeti ile nesh olduğu ve bu hükmünün müslümanlar sayıca azken sözkonusu olduğu, sayıları çoğaldığında ise hükmünün nesh edilip, Allah'ın, dileyen kimseye geri kalmayı mubah kıldığı söylenmiştir ki, bu görüş İbn Zeyd'in görüşüdür. Mücahid dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir grubu insanlara (dini) öğretmeleri için çöllere göndermişti. Bu âyet-i kerîme nâzil olunca, korkup geri döndüler, bunun Üzerine yüce Allah da-: "Mü’minlerin topluca (Savaşa) çıkmaları gerekmez" âyetini indirdi. Katade dedi ki: Bu husus, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e has idi. Hazret-i Peygamber bizzat gazaya çıktı mı, herhangi bir kimsenin özürsüz olarak ondan geri kalma hakkı yoktur. Onun dışındaki diğer yönetici ve devlet başkanlarına gelince; dileyen müslümanın, -eğer insanların ona ihtiyaçları yoksa, bir zaruret de bulunmuyorsa- ondan geri kalma hakkı vardır. Üçüncü bir görüşe göre âyet-i kerîme muhkemdir. el-Velid b. Müslim dedi ki: Ben, el-Evzaî, İbnü'l-Mübârek, el Fezârî, es-Sebi'î, Said b. Abdulaziz'i bu âyet-i kerîme hakkında onun bu ümmetin ilki için olduğu gibi, sonradan gelecekleri için de böyle olduğunu söylerken dinlemişi mdir. Derim ki: Katade'nin görüşü güzeldir. Buna delil de Tebuk gazvesidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 6. Cihada Çıkmanın Fazileti ve Mazereti Dolayısıyla Çıkamayanların Mükâfaatı: Ebû Dâvûd'un, Enes b. Mâlik'ten rivâyetine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yemin olsun, siz Medine'de öyle kimseleri geride bıraktınız ki, ne kadar yol aldıysanız, ne kadar harcamanız olduysa ve hangi vadiyi katettiyseniz mutlaka onlar da bunda sizinle birliktedirler." Ey Allah'ın Rasûlü! Onlar Medine'de oldukları halde nasıl olur da bizimle birlikte olabilirler? dediler. Hazret-i Peygamber: "Mazeretleri onları alıkoydu" dedi. Buhârî, Cihad 35, Meğâzî 81; Ebû Dâvûd, Cihad 19; İbn Mâce, Cihad 6; Müsned, III, 103, 160, 182. 214. Müslim de bunu Hazret-i Cabir yoluyla rivâyet etmiştir. Câbir dedi ki: Bir gazada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte idik. Şöyle buyurdu: "Hiç şüphesiz Medine'de bir takım kimseler vardır ki, ne kadar yol aldıysanız, hangi vadiyi katettiyseniz, mutlaka onlar sizinle beraberdirler. Hastalıkları onları (sizinle birlikte) çıkmaktan alıkoydu." Müslim. İmâre 159; İbn Mâce, Cihâd 6; Müsned, III, 300, 341. Böylece Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mazereti bulunanlara, gücü yerinde ve fiilen amelde bulunanlara hakkında sözkonusu olan ecrin benzeri ecir verileceğini bildirdi. Kimisi de şöyle demiştir: Özürü bulunan kimsenin mükâfatı katlandırılmaz. Ancak, fiilen katılanın ecri kat kat verilir. İbnü'l-Arabî der ki: Bu, yüce Allah'a karşı delilsiz bir hüküm vermedir, onun geniş rahmetini daraltmadır. Kimi insanlar İse, bu hususta şüpheli bir ifade kullanarak şöyle demişlerdir. Son cümle İbnu'l-Ariıbî, Akkâmul-Kur'ân, fi, 1029'daki ifade şekli esas alınarak tercüme edilmiştir. Bunlara da kat kat ecir verileceği kesindir. Ancak, bizler herhangi bir yerde kat kat mükâfat verileceğini kesin söyleyemeyiz. Çünkü bu, niyetlerin miktarına bağlı bir husustur. Bu da ğaybî bir meseledir. Kafi olarak söylenebilen şu ki, ortada kat kat ecrin verileceği doğrudur, yüce Rabbimiz ise kimin bunu hakettiğini en iyi bilendir. Derim ki: Hadis ve âyetlerden zahiren anlaşılan, ecir bakımından eşitlik olduğudur. Bunlardan birisi de Hazret-i Peygamber'in: "Her kim bir hayır gösterirse, ona da bizzat o hayrı işleyenin ecri gibi ecir verilir" Müslim, İmâre 133; Ebû Dâvûd, Edeb 115; Tirmizî, İlim 14; Müsned, IV, 120, V, 274. hadisi ile: "Kim abdest alır da namaz kılmak üzere çıkar da, insanların namazı kılıp bitirmiş olduklarını görürse, Allah o kimseye o namazı kılan ve cemaate katılanların ecrini verir" Ebû Dâvûd, Salât 50; Nesâî hurime 52; Müsned. II, 380. âyetten gibi. Yüce Allah'ın: "Kim Allah'a ve Rasûlüne hicret maksadıyla evinden çıkar da sonra ölüm kendisine erişirse, onun mükâfatı Allah'a ait olur" (en-Nisa, 4/100) âyetinin zahiri de bunu gerektirmektedir. Samimi niyetin amellerin esası oluşu da buna delildir. Eğer, itaat olan bir işi yapmak için samimi bir niyete sahip olur da, bu niyet sahibi herhangi bir engel dolayısıyla o itaati işlemekten acze düşerse, aciz düşen kimsenin alacağı ecrin, bizzat o işi yapmaya gücü yeten ve yapanın ecrine eşit olması ve hatta ondan da fazla olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır" el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 1, 61, 109. diye buyurmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 122Mü’minlerin (Savaşa) topluca çıkmaları gerekmez. Onların her bir topluluğundan bir kesim de dinde fakîh olmak ve kendilerine döndükleri zaman kavimlerini uyarmak üzere (geri) kalmalı değil miydi? Olur ki sakınırlar diye. Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: 1. Cihadın Farz-ı Kifâye Olması: Yüce Allah'ın: "Mü’minlerin topluca... gerekmez" âyeti, -önceden geçtiği üzere-, cihadın muayyen olarak herkese (farz-ı ayn) bir yükümlülük olmadığını, farz-ı kifaye olduğunu gösterir. Çünkü herkes cihada çıkacak olursa, geriye kalan çoluk-çocuk zayi olur. O bakımdan, onlardan bir grup cihada çıksın, diğer bir bölüm çıkmayıp dinde fıkıh (derinlemesine bilgi) sahibi olsun ve çoluk-çocuğu korusun. Nihayet Savaşa çıkanlar geri döndüklerinde çıkmayıp yerlerinde kalanlar öğrenmiş olduktan şer'i hükümleri onlara öğretsinler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e onların yokluğunda yeni inen âyeti bildirsinler. Bu âyet-i kerîme, yüce Allah'ın: "Eğer topluca cihada çıkmazsanız" (et-Tevbe, 9/39) âyeti ile ondan önceki âyeti -Mücahid ve İbn Zeyd'in görüşlerine göre- nesh edicidir. Bu âyet-i kerîme, ilim talebinin vücubu hususunda aslî bir delildir. Çünkü âyetin anlamı şudur: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) cihada çıkmayıp ikâmet ediyorken, mü’minlerin topluca cihada çıkmaları ve onu yalnız başına bırakmaları olacak şey değildir. "Onların, her bir topluluğundan bir kesim de... kalmalı değil miydi." Hepsinin Savaşa çıkmasının gerekmediğini öğrenmelerinden sonra, bir kesim Savaşa çıkıp, bir diğer kesim de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İle birlikte dini ondan öğrenip gerekli bilgileri elde etmek üzere geri kalmalı değil miydi? Savaşa çıkanlar da kendilerine geri dönecek olurlarsa, Peygamber'den işitip öğrenmiş oldukları şeyleri onlara bildirmelidir. İşte bu âyette Kitap ve sünnet bilgisini elde etmenin vücubuna delil vardır. Yine bu bilginin farz-ı ayn değil de farz-ı kifaye olduğu da anlaşılmaktadır. Ayrıca yüce Allah'ın: "Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun" (el-Enbiya, 21/7) âyeti de buna delildir. Bu âyetin kapsamına Kitabı ve sünneti bilmeyenler girmektedir. 3. "Taife (Kesim)"e Dair Açıklamalar: Yüce Allah'ın: "Onların her bir topluluğundan bir kesim de... kalmalı değil miydi?" el-Ahfeş'e göre: Niye kalmadı anlamındadır. Sözlükte "taife (kesim)" ise, topluluk demektir. Bu, kimi zaman iki kişiye varıncaya kadar az sayıdaki topluluk hakkında da kullanılabilir, tek kişi için de kullanıldığı olur. Yüce Allah'ın: "İçinizden bir grubu (taifeyi) affetsek bile... diğer bir grubu azaplandıracağız" (et-Tevbe, 9/66) âyetinde geçen "taife" ile tek kişi kastedildiğini daha önceden açıklamış idik. Bu âyette ise, hiç şüphesiz "taife" kelimesi ile, biri aklî, diğeri lügavî gerekçe olmak üzere iki sebepten ötürü topluluk kastedilmiştir, Aklî delil şudur. İlim, çoğunlukla tek bir kişiyle elde edilemez. Din açısından ise, yüce Allah'ın: "Dinde fakih olmaları ve kendilerine döndükleri zaman kavimlerini uyarmak üzere" âyetinde zamir çoğul gelmiştir. İbnü’l-Arabî der ki: Kadı Ebû Bekr ile ondan önce eş-Şeyh Ebû'l-Hasen'in görüşüne göre burada "taife"den kasıt tek kişidir. Onlar, bu hususta ise, haber-i vahid ile amelin vücubunu delil ve dayanak olarak kabul ederler. Bu doğrudur. Ancak, "taife" kelimesinin tek kişi hakkında kullanıldığı açısından değil, tek bir kişinin verdiği haber olsun, birçok kişinin verdiği haber olsun, ona haber-i vahid denilmesi açısından doğru olabilir. Çünkü, haber-i vahidin mukabili olan "tevatür" rivâyetindeki sayı münhasır değildir. Derim ki: Tek bir kimseye de "taife" denilebileceğine dair en açık delillerden birisi de yüce Allah'ın: "Eğer mü’minlerden iki taife birbirleriyle çarpışırlarsa" (el-Hucûrât, 49/9) âyetinde iki kişinin kastedilmesidir. Buna delil ise yine yüce Allah'ın, (daha sonra gelen): "O halde iki kardeşinizin arasını düzeltin" (el-Hucurat, 49/10) âyetidir. Görüldüğü gibi burada da tesniye lâfzı gelmiştir. Buna karşılık 'çarpışırlarsa" âyetindeki zamir her ne kadar çoğul ise de, ilim adamlarının konu ile ilgili iki görüşlerinden birisine göre çoğulun asgari sınırı İkidir. 4. Dinde Fakih Olmak için Kalanlar ve Uyaranlar: Yüce Allah'ın: "Dinde fakih olmaları" âyetindeki zamir ile, "uyarmaları" âyetindeki zamir, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte ikamet edenlere aittir. Bu açıklamayı Katade ve Mücahid yapmıştır. el-Hasen ise, bu zamirler cihada çıkan kesime aittir, demektedir, Taberî de bu görüşü tercih etmiştir. Buna göre, "dinde fakih olmak" âyetinin anlamı ise, yüce Allah'ın kendilerine göstereceği mü’minlere karşı zafer ve dinin ilahi yardıma mazhar olması dolayısıyla basiretlerinin açılması ve yakinlerinin yükselmesi demektir. "Kendilerine döndükleri zaman kavimlerini uyarmak üzere" yani, cihaddan döndüklerinde kavimlerinden kâfir olanları uyarmak üzere... demektir. Onlara, yüce Allah'ın Peygamberine ve mü’minlere zafer verdiğini haber versinler ve müşrik olan kavimlerinin, mü’minlere karşı Savaşabilecek güçlerinin bulunmadığını bildirsinler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı çarpışabilecek imkânı bulamayacaklarını bildirsinler. Aksi takdirde bunların başına da benzerleri olan diğer kâfirlerin başına gelen musibetlerin geleceğini söylesinler. Derim ki: Mücâhid ve Katade'nin görüşü daha bir açıktır. Yani, seriyyelerle birlikte çıkmayıp Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte geri kalan kesim, dini iyice öğrensin. Bu ise, ilim talebine vücub ve bağlayıcılık söz konusu olmaksızın bir teşvik ve bu konuda gayrete getirmeyi gerektirmektedir. Çünkü ilim talebi, söz gücüyle olmaz. İlim talebi delilleri ile birlikte gerçekleşmelidir. Bu görüşü Ebû Bekr b. el-Arabî dile getirmiştir. İlim talebi iki kısma ayrılır. Namaz, zekât ve oruç gibi farz-ı ayn olanlar. Derim ki: İşte Hazret-i Peygamber'den rivâyet edilen: "İlim talebi farzdır" âyeti bu hususu ifade etmektedir. Abdulkuddus b. Habib rivâyet eder: Ebû Said el-Vuhâzî, Hammâd b. Ebi Süleyman'dan, o, İbrahim en-Nehaî'den dedi ki: Ben, Enes b. Mâlik’i şöyle derken dinledim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "İlim talebi her müslümana farzdır." İbrahim dedi ki: Ben, Enes b. Mâlik'ten bu hadisten başkasını dinlemedim. İbn Mâce, Mukaddime 17. İbn Mâce, Mukaddime 17. İkinci tür ilim ise, farz-ı kifaye ilimdir. Hakların elde edilmesi İbnül-Arabî, Akkâmu'l-Kuran, II. 1031. sahifede "elde edilmesi" anininim verdiğimiz tahsil kelimesi yerine korunması, sağlama alınması anlamını veren "tahsîn" kelimesi yer almaktadır. Hadlerin uygulanması, davacılar arasında hüküm verilmesi ve benzeri hususlar.., Çünkü bütün insanların bunları öğrenmeleri uygun düşmez. O takdirde halleri, düzenleri bozulur, aynı şekilde gazaya giden seriyelerin de durumu bozulur, eksilir. Yahut da geçimleri tamamen âtıl hale gelir, Böylelikle bu iki hâli muayyen olarak yerine getirilmesi sözkonusu olmakla birlikte, her birisini belli kimseler tayin edilmeksizin bazı kimselerin yerine getirmesi kesinleşmiş olmaktadır. Bu ise, yüce Allah'ın ezelî kudret ve sözü gereğince kullarına kolaylaştırması ve aralarında rahmet ve hikmeti paylaştırmasına göre ortaya çıkar. 6. İlim Taleb Etmenin Faziletine Dair: İlim talebi büyük bir fazilet, şerefli bir mertebedir. Hiçbir amel ona denk düşmez. Tirmizî, Ebû'd-Derdâ yoluyla gelen hadisde şöyle dediğini rivâyet eder: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'i şöyle buyururken dinledim: "Kim bir yolu ilim aramak kastıyla izleyecek olursa, Allah da o kimseyi cennete götüren bir yolda yürütür. Şüphesiz ki melekler, ilim talep edene razı olduklarından dolayı kanatlarını yerlere sererler. Ve şüphesiz alim kimseye göklerde bulunanlar, yerde bulunanlar ve hatta suyun içindeki balıklar dahi mağfiret dilerler. Ve şüphesiz âlimin âbide olan fazileti, ondördündeki ayın diğer yıldızlara olan fazileti gibidir. Gerçek şu ki, ilim adamları peygamberlerin mirasçılarıdır. Şüphesiz peygamberler ne bir dinar, ne de bir dirhem miras bırakmışlardır. Onlar, ancak ilmi miras bırakmışlardır. Her kim onu alırsa hiç şüphesiz çok büyük bir pay almış olur." Ebû Dâvûd, İlim 1, Tirmizî, İlim 19; İbn Mâce, Mukaddime 17; Dârimî, Mukaddime 32 h. no: 349; Müsned, V, 196. Dârimî Ebû Muhammed de Müsned'inde şöyle demektedir: Bize, Ebû'l-Muğire anlattı, bize el-Evzaî, el-Hasen'den anlattı, (el-Hasen) dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a İsrailoğulları arasında bulunan ve birisi farz namazları kıldıktan sonra oturup insanlara hayrı öğreten alim kişi ile, diğeri de gündüzün oruç tutup geceleyin namaz kılan kişi hakkında bunların hangisi daha faziletlidir diye soru sordular. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şu farz namazı kılıp sonra da insanlara hayrı öğretmek üzere oturan âlimin, gündüzün oruç tutan ve geceleyin namaz kılan abide fazileti, benim, sizin en aşağı mertebe bulunanınıza üstünlüğüm gibidir." Dârimî, Mukaddime 32, h. no: 347. Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr de bunu "Beyânü’l-İlm" adlı eserinde senediyle Ebû Said el-Hudrî'den rivâyet etmektedir. O, dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Âl-imin âbide üstünlüğü, benim ümmetime üstünlüğüm gibidir." İbn Abbâs da dedi ki: Cihadın en faziletlisi içinde Kur'ân-ı Kerîm'in, fıkhın ve sünnetin öğretildiği bir mescid bina edeninkidir. Bunu, Şureyk, Leys b. Ebi Süleym'den, o, Yahya b. Ebi Kesir'den, o, Ali el-Ezdî'den rivâyet etmiştir. Ali dedi ki: Cihada gitmek istedim. İbn Abbâs bana şöyle dedi: Senin için cihaddan daha hayırlı olan bir şeyi sana göstereyim mi? Bir mescide gidersin, orada Kur'ân okutursun ve fıkıh öğretirsin. er-Rabi’ de dedi ki: Ben, Şâfiî'yi şöyle derken dinledim: İlim talep etmek nafile namazdan daha üstün bir vecibedir. Hazret-i Peygamberin: "Şüphesiz ki, melekler kanatlarını yerlere koyarlar" şeklinde hadiste yer alan âyetinin iki anlama gelme ihtimali vardır. Birincisine göre melekler, o kimseye şefkat ve merhamet duyarlar. Nitekim yüce Allah, çocuklara, anne-babaya iyilik yapmalarını emrettiği âyetinde şöyle buyurmuştur: "Merhametinden dolayı onlara alçak gönüllülük kanadını indir." (el-İsra, 17/24) Yani, onlara karşı alçak gönüllü davran. İkinci açıklama şekline göre ise; kanatların yere konulmasından maksat, yola açılması, yayılmasıdır. Çünkü bazı rivâyetlerde: "Ve şüphesiz ki melekler kanatlarını yayarlar" denilmektedir. Yani melekler, ilim talibini, yüce Allah'ın rızası için uygun şekilde ilim tahsil ettiğini görüp de diğer halleri de ilim talebindeki haline benziyor ise, bu yolculuğunda kanatlarını onun için yere yayarlar ve onu kanatları üzerinde taşırlar. Bunun sonucunda da ilim taleb eden kişi esenliğe kavuşur, Eğer yürüyor ise yorgunluk, bitkinlik duymaz. Uzak yollar ona yakın gelir. Normal yolculara isabet eden hastalık, malın gitmesi, yolu kaybetmek gibi türlü zararlar onu gelip bulmaz. Bu kabilden açıklamalar kısmen de olsa, daha önce Âl-i İmrân Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Allah... açıkladı" (Âl-i İmrân, 3/18) âyetini açıklarken geçmiş bulunmaktadır. İmrân b. Husayn dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ümmetimden bir kesim, kıyâmet kopuncaya kadar hak üzere üstün kalmaya devam edeceklerdir." Buhârî, Fardu'l-Humus 7, Menakıb 28, İ'tisam 10, Tevhîd 29; Müslim, Îman 247, İmare 170-175; Ebû Dâvûd, Cihad 4, Filen 1; Tirmizî, Fiteo 51; İbn Mâce, Mukaddime 1; Dârimî, Cihâd 39; Müsnd, IV, 93, 99, 104..., V, 269, 278, 279. Yezid b. Harun dedi ki: Eğer burada sözü geçenler hadis sahipleri (hadis ilmini tahsil edenler) değil iseler, bunların kim olduklarını bilemiyorum. Derim ki: Âyetin yorumu ile ilgili olarak (Hadîs-i şerîfte kendilerinden söz edilen kimselerin) hadis ile uğraşan ilim adamları olduklarına dair Abdurrezzak'ın bu görüşünü es-Sa'lebî nakletmektedir: Ben de, İbn Ebi Hucce diye bilinen hocamız, üstad, kıraat alimi, nahiv bilgini, muhaddis, Kurtubalı Ebû Cafer Ahmed b. Muhammed b. Muhammed el-Kaysî'yi, Hazret-i Peygamber'in: "Garb ehli kıyâmet kopacağı vakte kadar hak üzere galip ve muzaffer kimseler olmaya devam edeceklerdir" âyetinin açıklanması ile ilgili olarak; "bunlar ilim adamlarıdır” dediğini dinledim. (Bunu açıklamak sadedinde) dedi ki: Çünkü, "garb" kelimesi müşterek bir lâfızdır. Hem büyük kova anlamında kullanılır, hem de güneşin batış yeri için kutlanılır. Ayrıca, taşan gözyaşı anlamında da kullanılır. Buna göre: "Garb ehli... devam edecektir" ifadesi; Allah'ı bilmekten ve O'nun hükümlerini bilmekten dolayı, O'nun korkusundan ötürü göz yaşlan taşıp duranlar muzaffer ve üstün gelmeye devam edeceklerdir, demektir. Yüce Allah da: "Kulları arasında Allah'tan ancak âlimler korkar" (Fâtır, 35/28) diye buyurmaktadır. Derim ki: Bu yorumu, Hazret-i Peygamber'in Müslim'in Sahih'inde yer alan şu âyeti de desteklemektedir: "Allah kimin hakkında hayır dilerse onu dinde fakih (derin bilgi sahibi) yapar. Müslümanlardan bir kesim kıyâmet gününe kadar hak üzere çarpışmaya ve kendilerine düşmanlık edenlere karşı muzaffer kalmaya devam edeceklerdir." Bir önceki notta işaret edilen yerlerin bir çoğunda bu iki husus aynı rivâyette sözkonusu edilmektedir. Bu hadisin ifade dizisinin zahirinden anlaşıldığına göre, onun başı sonu ile irtibatlıdır. Yani hak üzere kalmaya devam edecek olan kesim, dinde fıkıh (derin bilgi) sahibi olanlar ve btı yolda çaba harcayanlardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 123Ey Îman edenler! Kâfirlerden size yakın olanlarla Savaşın. Onlar sizde büyük bir azim ve şiddet bulsunlar. Bilin ki Allah, muhakkak takva sahipleriyle beraberdir. Bu âyete dair açıklamalarımız, tek başlık halinde sunacağız: Şanı yüce Allah, mü’minlere ne şekilde cihad edeceklerini göstermekte ve düşmanlarından yakınlık sırasına göre başlamaları gerektiğini bildirmektedir. Bundan dolayı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) önce (cihada) Araplarla başladı. Araplarla Savaşı bitirdikten sonra bu sefer Şam (Suriye) topraklarında egemenliği bulunan Bizanslılara yöneldi. el-Hasen der ki: Bu âyet-i kerîme, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) müşriklerle Savaş ile emrolunmadan önce indirilmiştir. İşte bu âyet, (müşriklerden yalnız) İslâm'ın kabul edileceği belirtilen hükümlerden önceki tedricî hükümlerden birisidir. İbn Zeyd der ki: İndirildiği dönemde bu âyet-i kerîme ile kastedilenler Araplardır. Araplarla Savaş sona erdikten sonra, Bizanslılarla diğerleri hakkında: "... Allah'a ve âhiret gününe îman ... etmeyenlerle Savaşınız" (et-Tevbe, 9/29) âyeti nâzil oldu. İbn Ömer'den, bununla kastedilenlerin Deylemliler olduğunu söylediği rivâyet edilmiştir. Yine ondan gelen rivâyete göre, Önce kimlerle Savaşa başlamak gerekir. Bizanslılarla mı, yoksa Deylemlilerle mi? diye sorulmuş; İbn Ömer: Bizanslılarla diye cevap vermiş. el-Hasen der ki: Burada kastedilen Deylemlilerle, Türklerle ve Bizanslılarla Savaşmaktır. Katade der ki: Bu âyet, yakınlık sırasına göre kâfirlerle Savaşmak hususunda umumî bir âyettir. Derim ki: Katade'nin görüşü âyetin zahirine uygun olan görüştür. İbnü'l-Arabî de, İbn Ömer'in dediği şekilde Deylemlilerden önce Bizanslılarla Savaşılması görüşünü şu üç sebep dolayısıyla tercih etmiştir. Birincisine göre; Bizanslılar Kitap ehlidir. O bakımdan, bunlara karşı delil (diğerlerine oranla) daha çoktur ve daha kesindir. İkinci olarak, onlar bize -yani Medinelilere- daha yakındırlar. Üçüncüsü ise, peygamberlerin yurtları onların toprakları içerisinde daha çoktur. Bu yurtların ellerinden kurtarılması daha bir vaciptir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Onlar sizde büyük bir azim ve şiddet bulsunlar." Yani, çetinlik, güç ve hamiyet bulsunlar. el-Fadl, el-A'meş ve Âsım'dan, "Azim ve şiddet" kelimesini "gayrı" harfi üstün ve "lâm" harfini de sakin olarak okuduklarını rivâyet etmektedir. el-Ferrâ' der ki: Hicazlıların ve Esedoğullarının şivesi, "ğayn" harfi üstün şeklindedir. Temimoğulları ise ğayn harfini ötreli olarak kullanırlar. 124Bir sûre indirildiği zaman İçlerinden bazıları "Bu hanginizin imanını artırdı" derler. Îman etmiş olanlara gelince; daima onların imanını artırmıştır ve onlar birbirleriyle müjdeleşirler. “Zaman" âyetindeki; sıla (zâid)dir. Âyet-i kerîmeyle kastedilenler münafıklardır. "Hanginizin imanını artırdı?" âyeti ile ilgili olarak: Daha önce Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/173- âyetin tefsirinde) imanın artışı ve eksilişi ile ilgili açıklamalar geçtiği gibi yine bu kitabımızın Mukaddimesinde "sûre"nin anlamına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Bunları burada tekrarlamanın bir anlamı yoktur. el-Hasen, Ömer b. Abdulaziz'e yazdığı bir mektubunda şunları söylemektedir: "Şüphesiz ki imanın birtakım sünnetleri ve farzları vardır. Kim bunları tamamlayacak olursa onunla imanı kemale ermiş olur. Kim de bunları tamamlayamazsa imanı tamamlamamış olur." Ömer b. Abdulaziz der ki: "Eğer yaşayacak olursam ben bunları sizlere açıklayacağım. Şayet ölürsem, zaten benim sizin arkadaşlığınıza aşırı bir tutkum da yoktur." Bunu Buhârî nakletmektedir." Buhârî, Îman de belirtildiğine göre; burada inerimin Kurtubinin, Hasan-ı Basrî'ye nisbet ettiği sözler de, Ömer b. Abdulaziz'in Adib b. Adiy'e yazdığı mektubunda geçmektedir. Buhârî, Îman de belirtildiğine göre; burada inerimin Kurtubinin, Hasan-ı Basrî'ye nisbet ettiği sözler de, Ömer b. Abdulaziz'in Adib b. Adiy'e yazdığı mektubunda geçmektedir. İbnü'l-Mübarek der ki: Ben, imanın arttığını söylemekten başka bir çıkar yol bulamadım. Aksi takdirde Kur'ân'ı reddetmiş olurum. 125Kalplerinde hastalık bulunanlara gelince, onların murdarlıklarına murdarlık katıp arttırdı ve onlar kâfir olarak ölüp gittiler. "Kalplerinde hastalık bulunanlara gelince" yani, şüphe, tereddüt ve münafıklık bulunanlara gelince... Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/10, âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Onların murdarlıklarına murdarlık katıp artırdı." Şüphelerine şüphe, küfürlerine küfür. Mukâtil ise günahlarına günah... diye açıklamıştır ki, anlamlar birbirlerine yakındır. 126Görmüyorlar nu ki onlar her yıl ya bir veya İki kere deneniyorlar? Sonra tevbe de etmiyorlar, İbret de almıyorlar. Yüce Allah'ın; "Görmüyorlar nu ki, onlar her yıl ya bir veya iki kere deneniyorlar" âyetindeki: genel olarak "görmüyorlar mı" anlamında, münafıklara dair haber olmak üzere "ye" ile okunmuştur. Hamza ve Ya'kub ise, münafıklara dair haber ve mü’minlere de hitab olmak üzere "te" ile ("görmüyor musunuz" anlamında) okumuşlardır. el-A'meş ise,"Görmediler mi" diye Talha b. Mûsarrif ise; "Görmüyor musun" diye okumuşlardır ki, bu sonuncusu İbn Mes'ûdun kıraati olup, hitap Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yönelik olmak üzere böyle okumuşlardır. "Deneniyorlar" âyetini Taberî: Sınanıyorlar diye açıklamıştır. Mücahid de kıtlık ve sıkıntı ile, darlık ile diye açıklamıştır. Atiyye: Hastalıklar ve çeşitli ağrılarla diye açıklamıştır ki, buradaki hastalık ve ağalardan kasıt, ölümün habercileridir. Katade, el-Hasen ve Mücahid de der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte gazaya ve cihada çıkmakla ve Allah'ın vadetmiş olduğu zaferleri de görmekle; diye açıklamışlardır. "Sonra" bunun için tevbe de etmiyorlar, ibret de almıyorlar. 127Bir sûre indirilince de birbirlerine bakarlar ve: "Sizi kimse görüyor mu?" (derler) ve sonra sıvışıp giderler. Allah onların kalplerini ters çevirmiştir. Çünkü onlar anlamayan bir toplulukturlar. "Bir sûre indirilince de birbirlerine bakarlar" anlamındaki âyette yer alan; sıladır (yani, zaiddir). Burada kastedilenler münafıklardır. Yani, onlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân okumakta iken huzuruna gelip de ona indirdiği âyetler arasında içyüzlerini açıklayan, yahut da birilerinin içyüzlerini açıklayan bir âyet indirilecek olursa, bunun doğruluğunu ifade eder anlamda korku ile biri diğerine bakar ve: "Siz, bunu konuştuğunuz vakit sizi görüp de bunu Muhammed'e aktaran bir kimse oldu mu" derler. Ancak, onların bu tutumları Hazret-i Peygamberin peygamberliği konusundaki cehaletlerinden ve yüce Allah'ın, onu gaybından dilediği şeylere muttali kıldığından habersizliklerinden dolayıdır. Bir görüşe göre buradaki "bakarlar" ifadesi bu âyet-i kerîmede; haber verirler anlamındadır. Taberî, birisinden, buradaki "bakar" fiilinin bu âyet-i kerîmede "dedi" yerinde kullanıldığını söylediğini nakletmektedir. "Sonra sıvışıp giderler." Yani, hidayet yolundan uzaklaşır, ayrılır giderler. Çünkü onlara, gizledikleri sırları açıklanıp, başkalarının bilmediği işleri kendilerine bildirilecek olursa, kaçınılmaz olarak hayrete düşer, ne yapacaklarını bilmezler; durup düşünürler. Şayet doğruyu anlayacak olurlarsa işte o vakit îman ettikleri zannolunabilir. Çünkü, onların küfür üzere karar verdikleri ve ondan kendilerini kurtaramadıkları vakit, âdeta sağlıklı düşünme ve hidayet bulma ihtimallerinin bulunduğu o halden yüzçevirmiş gibi olurlar ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kıraatini, okuduğu şeyler üzerinde dikkatle düşünen, Allah'ın âyetleri hakkında ibretle tefekkür eden kimselerin işiteceği şekilde işitmemiş olurlar: "Şüphesiz, Allah katında yeryüzünde canlıların en kötüsü akıl etmeyen sağır ve dilsizlerdir" (el-Enfâl, 8/22); "Onlar Kukanı iyiden iyiye düşünmezler mi? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?" (Muhammed, 47/24) Yüce Allah'ın: "Allah onların kalplerini ters çevirmiştir" âyetine dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Allah Kalplerini Ters Çevirmiştir: Yüce Allah'ın: "Allah onların kalplerini ters çevirmiştir" âyeti, onlara bir bedduadır. Onlara bunu söyleyiniz. Onunla birlikte yaptıklarının bir cezası olmak Üzere kalplerinin hayırdan çevrilmiş olduğunu haber vermek anlamında olması da mümkündür. Bu, beddua olarak kullanılan bir ifadedir. Yüce Allah'ın: "Allah kahretsin, onları" (et-Tevbe, 9/30) âyeti gibidir, "Çünkü onlar" âyetindeki "be" harfi "ters çevirilmiştir" anlamındaki fiile bir sıladır. 2. "İnsirâfın Dönmek Anlamında Kullanılması: İbn Abbâs dedi ki: Namazdan döndük (insarafnâ) denilmesi mekruhtur. Çünkü; bir topluluk insiraf ettiler (döndüler), Allah da onların kalplerini ters çevirdi. O bakımdan siz, bunun yerine namazı kıldık, ifa ettik (kadaynâ) deyiniz. Bunu Taberî, İbn Abbâs'tan senediyle rivâyet etmiştir. İbnü'l-Arabî der ki: Ancak onun bu sözü söylediği tartışılır. Sahih olduğunu da zannetmiyoruz. Çünkü, ifadenin düzeninin şöyle olması gerekirdi: Her hangi bir kimse namazdan insiraf ettik, demesin. Çünkü, bir topluluk hakkında: "Sonra sıvışıp giderler, Allah onların kalplerini ters çevirmiştir" diye buyrulmuştur. Bize, Vaiz Muhammed b. Abdulmelik el-Büstî haber verdi, bize Ebû’l-Fadl el-Cevherî, kendisine kendisinden işitildiği belirtilerek şöyle de demiş olduğunu bildirdi: Biz bir cenazede bulunuyorduk. Cenazenin geldiğini haber veren kişi, Allah'ın rahmeti üzerinize olsun çekiliniz (insa-rifû) dedi. Bu sefer kendisi şöyle dedi: Kimse "insarifu" demesin. Çünkü, yüce Allah yerdiği bir kavim hakkında (aynı fiili kullanarak): "Sonra sıvışıp giderler (insarafû), Allah onların kalplerini ters çevirmiştir" diye buyurmaktadır. O bakımdan bunun yerine Allah'ın rahmeti üzerinize olsun, geri çekiliniz (inkalibû) deyiniz. Çünkü yüce Allah övdüğü bir topluluk hakkında da (aynı fiili kullanarak) şöyle buyurmaktadır: "Sonra da kendilerine hiç bir zarar dokunmaksızın Allah'tan bir nimet ve bolluk ile döndüler (inkalabû)." (Âl-i İmrân, 3/174). 3. Kalpler Üzerinde Tasarruf Sahibi Olan Allah'tır: Yüce Allah bu âyet-i kerîmede kalpleri evirip çevirenin, kalpleri döndürenin kendisi olduğunu haber vermektedir. Bu ise, insanların kalpleri ve azaları kendi ellerindedir ve kendi hükümleri altındadır, diye inanan Kaderiyye'nin görüşünü reddetmektedir. Çünkü onların kanaatine göre onlar, kalplerinde ve organlarında kendi meşietleriyle tasarrufta bulunurlar, kendi irade ve ihtiyarlarıyla onlara hüküm geçirirler. Bundan dolayı Mâlik, Eşheb'in kendisinden rivâyetine göre şöyle demiştir: Bu âyet Kaderiyyenin görüşüne ne kadar açık bir red teşkil etmektedir: "Kalpleri parça parça olmadıkça, kurdukları bina kalplerinde daimi bir kuşku kaynağı olmaya devam edecektir." (et-Tevbe, 9/110) Yüce Allah'ın Hazret-i Nûh'a şu âyeti de böyledir: "Gerçek şu ki, kavminden daha evvel îman etmiş olanlardan başkası asla îman etmiyecektir." (Hûd, 11/36) İşte bu, ebediyyen olmaz, geri dönülmez ve zeval bulmaz, bir durumdur. 128Yemin olsun ki içinizden size öyle bir peygamber gelmiştir ki, sîzin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir. Size çok düşkündür. Mü’minlere oldukça şefkatli ve merhametlidir. Bu iki âyet-i kerîme, Ubey b. Kâ'b'ın dediğine göre, semâdan en son inen âyetlerdir. Saîd b. Cübeyr'in görüşüne göre ise, Kur'ân-ı Kerîm'den en son nâzil olan âyet, önceden de geçtiği gibi: "Bir de, Allah'a döndürüleceğiniz günden korkunuz" (el-Bakara, 2/281) âyetidir. Buna göre Ubey'in bu görüşünün, "Bir de Allah'a döndürüleceğiniz bir günden korkunuz" (el-Bakara, 2/281) âyetinden sonra Kur'ân-ı Kerîmin en son inen âyeti bunlardır, anlamına gelme ihtimali vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Cumhûrun görüşüne göre bu âyetlerde hitab Araplaradır. Bu da, bu hususta onların üzerindeki nimetlerin sayılıp dökülmesi şeklindedir. Zira, peygamberleri onların dilleriyle ve anlayacakları bir lisan ile geldiği gibi, zaman durdukça da onunla müşerref kılınmışlardır. ez-Zeccâc der ki: Bu âyet bütün dünyaya yönelik bir hitaptır. Yani, yemin olsun sizlere insanlardan bir peygamber gelmiştir. Ancak birinci görüş daha doğrudur. İbn Abbâs der ki; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile, nesebi itibariyle akrabalığı bulunmayan hiçbir Arap kabilesi yoktur. O bakımdan şöyle buyurulmuş gibidir: Ey Araplar topluluğu! Yemin olsun sizlere İsmailoğullarından bir peygamber gelmiştir. Ancak, ikinci görüş delili ortaya koymak-açisından daha bir pekiştiricidir. Yani siz, onun dediklerini anlayasınız ve onu önder kabul edip arkasından gidesiniz diye, sizin gibi bir insandır. "İçinizden" âyeti, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nesebinin övülmesini ve onun, Arapların özünden ve katıksız Araplardan olmasını gerektirmektedir. Müslim'in Sahihinde Vasile b. el-Eska'dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Muhakkak Allah, İsmailin soyundan Kinane'yi seçti, Kinane'den de Kureyş'i seçti, Kureyş'ten de Haşimoğullarını seçti. Haşimoğulları arasından da beni seçti." Müslim, Fedâil 1; Tirmizî, Menakıb 1; Müsned, IV, 107. Yine Hazret-i Peygamber'den şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Ben, nikâhlı, meşru evlilikten doğdum. Ben zinadan değilim." el-Heysemî. Mecmau'z-Zevâid, VIII, 214. Yani, Hazret-i Peygamberin Âdem (aleyhisselâm)'e kadar uzanan soyunda nikâh ile evliliğin bulunmadığı bir nesil yoktur. Ve onun soyunda zina mahsulü hiçbir kimse bulunmamaktadır. Abdullah b. Kusayt el-Mekkî; İçinizden" anlamındaki kelimeyi; Enneleslerinizden değerlilerinizden anlamında "fe" harfini üstün olarak okumuştur. Ayrıca bu kıraat, hem Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den, hem de Fatıma (radıyallahü anha)'dan rivâyet edilmiştir, Yani size, en şerefliniz ve en faziletlileriniz arasından bir peygamber gelmiştir. Bu da, bir şey oldukça rağbet duyulan ise hakkında kullanılan: "Nefis bir şey" ifadesinden alınmadır. Bu âyetin; aranızda en itaatkâr kimse anlamına geldiği de söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir" âyeti, sizin, zorluklarla, meşakkatlerle karşılaşmanız ona ağır gelir, demektir. “Zorluk ve meşakkat" anlamındadır. Bu da, Arapların bir tepenin, zor ve helâk edici olması halinde kullandıkları: "Zorlu tepe" ifadelerinden gelmektedir. İbnü'l-Enbarî der ki: ın astl anlamı, zorluk, sıkıntı vermek demektir. O bakımdan Araplar, "Filan kişi filana zorluk çıkartır," dediklerinde işi sıkı tutar ve ona yerine getirilmesi zor gelen bir takım şeyleri yerine getirmeye mecbur tutar, demek isterler. Buna dair açıklamalar da daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/220. âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"Uğramama" âyetindeki; mastar içindir. Bu da; "Pek ağır gelir," şeklindeki mukaddem haberin mübtedâsıdır. Bununla birlikte; "Sıkıntıya uğramanız" in, “Pek ağır gelir" in faili ve aynı zamanda bunun "Resûl"un sıfatı olması da mümkündür. Bu, daha da doğrudur. "Size çok düşkündür" ile "Şefkatli ve merhametlidir" anlamındaki âyetler da aynı şekilde sıfat olarak merfu'durlar. el-Ferrâ' der ki: "Sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir, size çok düşkün olan, mü’minlere oldukça şefkatli ve merhametli olandır" diye hal olarak nasb ile okunması da caizdir. Ebû Cafer en-Nehhâs der ki: Âyetin anlamı ile İlgili olarak Arap diline uygun söylenmiş en güzel söz şudur: Bize Ahmed b. Muhammed el-Evdî anlattı, dedi ki: Bize, Abdullah b. Muhammed el-Huzaî anlattı, dedi ki: Ben, Amr b. Ali'yi şöyle derken dinledim: Ben, Abdullah b. Dâvud el-Hureybî'yi, şanı yüce Allah'ın: "Yemin olsun ki, içinizden size öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir" âyeti hakkında şöyle derken dinledim: Yani, sizin cehenneme girmeniz ona pek ağır gelir. "Size çok düşkündür", sizin cennete girmenizi çok ister, demektir. Bir diğer görüşe göre de, sizin îman etmenizi çok ister anlamındadır. el-Ferrâ''ya göre: Cehenneme girmenizi hiç istemez, demektir. Bir şeye düşkünlük göstermek (hırs) ise, onun kaybolmasını, telef olmasını hiçbir şekilde istememek demektir. "Mü’minlere oldukça şefkatli ve merhametlidir." Şefkatli (radıyallahü anhûf), radıyallahü anh'fet ve şefkatte ileri derecede giden kimse demektir. "Şefkatli ve merhametli (radıyallahü anhûfun rahîm)"a dair açıklamalar, el-Bakara Sûresi'nde daha önceden (2/143. âyetin tefsirinde) yeteri kadar geçmiş bulunmaktadır. el-Huseyn b. el-Fadl da der ki: Yüce Allah kendi isimlerinden iki ismini -herhangi bir peygambere-Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dışında kimseye vermiş değildir. O, Hazret-i Peygamber hakkında: "Mü’minlere oldukça şefkatli ve merhametlidir" diye buyurduğu gibi, kendi zatı hakkında da: "Gerçekten Allah, insanlara çok şefkatli, çok merhametlidir" (el-Bakara, 2/143) diye buyurmuştur. Abdulaziz b. Yahya der ki: Âyet-i kerîmenin söz dizisi şöyledir: Yemin olsun ki size, kendi içinizden aziz (oldukça değerli, şerefli), mü’minlere karşı oldukça düşkün, şefkatli ve merhametli, sizden başka hiçbir şeyin kendisini ilgilendirmediği ve size zor gelen işlerden dolayı sıkıntıya uğramanız kendisine pek ağır gelen bir rasûl gelmiştir. Sizin için şefaatte bulunacak olan odur, O bakımdan onun sîreti üzere devam ettiğiniz sürece hiçbir şey için üzülmeyiniz. Zira o, sizin cennete girmenizden başka hiçbir şeye razı olmaz. 129Eğer yüzçevirirlerse de ki: "Bana Allah yeter. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Ben ancak O'na güvenip dayandım. O, ulu Arş'ın Rabbıdır." Yüce Allah'ın: "Eğer yüz çevirirlerse, de ki: Bana Allah yeter." Yani, ey Muhammed! Yüce Allah'ın, kendilerine lütfedip dile getirmiş olduğu bu nimetlerden sonra kâfirler yüzçevirecek olurlarsa, bana Allah yeter, de. Yani, sizin bu inkârınıza karşı O, bana kâfidir. "O'ndan başka hiçbir İlah yoktur, ben ancak O'na güvenip dayandım." Bütün işlerimi O'na ısmarladım, havale ettim. "O, ulu arşın Rabbidir." Yüce Allah'ın özellikle arşı sözkonusu etmesi, yaratıklarının en büyüğünün arş olduğundan dolayıdır. Arş, zikredildiği takdirde, onun dışındaki bütün yaratıklar da onun kapsamına girer. "Ulu” anlamındaki; kelimesini genellikle "Arş"ın sıfatı olarak esreli okumuşlardır. "Rabb"in sıfatı olarak ref ile de okunmuştur ki, bu okuyuş İbn Kesîr'den rivâyet edilmiştir, İbn Muhaysın'ın kıraati de böyledir. (Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: O, arşın Rabbidir, uludur). Ebû Dâvûd'un Kitab'ında da Ebû'd-Derdâ'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bir kimse sabahı ettiğinde ve akşamı ettiğinde yedişer defa; Bana Allah yeter, O'ndan başka hiçbir İlah yoktur, ben ancak O'na güvenip dayandım, O, ulu Arşın Rabbidir" diyecek olursa, ister bu sözleri söylerken doğru söylemiş olsun, ister yalan söylemiş olsun, onu kederlendiren her şeye karşı Allah ona yeter. Ebû Dâvûd, Edeb 100. "Nevâdiru'l-Usurde de Bureyde'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim her namazın akabinde on kelime söyleyecek olursa, bu sözler dolayısıyla Allah'ın kendisine yeterli geldiğini ve Allah'ın ona, bunlardan dolayı mükâfat verdiğini görecektir. Bu on kelimenin beşi dünya için, beşi âhiret içindir: "Dinim için hasbiyallah (Allah bana yeter), dünyam için hasbiyallah, beni üzen şeye karşı hasbiyallah, bana haksızlık edene karşı hasbiyallah, bana kıskançlık edene karşı hasbiyallah, bana kötü tuzak kurana karşı hasbiyallah, ölüm esnasında hasbiyallah, kabirde sorgulanma esnasında hasbiyallah, Mizan esnasında hasbiyallah, Sırat esnasında hasbiyallah, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur, ben ancak O'na güvenip dayandım ve dönüşüm yalnız O'nadır." en-Nakkâş da Ubey b. Kâ'b'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Şanı yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm’den en son indirdiği âyetler şu iki âyet-i kerîmedir: " Yemin olsun ki içinizden size öyle bir peygamber gelmiştir ki..." diye başlayan, sûrenin sonuna kadar devam eden âyetlerdir. Bunu önceden de açıklamış idik. Yusuf b. Mihran'ın İbn Abbâs'tan rivâyetine göre ise, Kur'ân-ı Kerîm’den en son nâzil olan âyet: " Yemin olsun ki İçinizden size öyle bir peygamber gelmiştir ki..." âyeti ile bu âyet-i kerîmedir. Bunu da el-Maverdî nakletmektedir. Biz ise, İbn Abbâs'dan, el-Bakara Sûresi'nde belirttiğimiz gibi buna muhalif olan bir görüşü daha önceden nakletmiş idik ki, o daha sahihtir. Mukâtil der ki: Bu âyetler daha önceden Mekke'de inmiş idi. Ancak, bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü sûre Medine'de inmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yahya b. Ca'de der ki: Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) iki kişi o hususta şahidlik etmedikçe, her hangi bir ayeti Mushafta tesbit etmezdi. Ensardan bir kişi Tevbe Sûresinin sonundaki: " Yemin olsun ki İçinizden size öyle bir peygamber gelmiştir ki..." diye başlayan iki âyetin, Kur'ân'dan olduğunu bildirdi. Hazret-i Ömer: Allah'a yemin ederim ki, bunlara dair ben senden başka bir delil istemeyeceğim. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gerçekten böyle idi, deyip bunları da kaydettirdi. İlim adamlarımız derler ki: Burada sözü geçen kişi Huzeyme b. Sabit'tir. Ömer (radıyallahü anh)'ın bu iki âyeti yalnızca onun şahidliği ile tesbit etmeyi kabul etmesi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in niteliğine dair bu âyetlerdeki ifadelerin sahih olduğuna dair delilin ortada oluşundan dolayıdır. Hazret-i Peygamberin böyle oluşu bir başka şahid getirmeye ihtiyaç bırakmayacak kadar güçlü bir karinedir. Ve bu âyet el-Ahzab Sûresi'nde yer alan: "Mü’minler arasında Allah'a verdiği sözde içtenlikle sebat gösteren nice yiğitler vardır" (el-Ahzab, 33/23) âyetinden farklıdır. Çünkü o âyet-i kerîme, hem Zeyd, hem de Huzeyfe'nin şahidliği ile sabit olmuştur. Çünkü onlar, her ikisi de bu âyet-i kerîmeyi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan işitmişlerdi. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce bu kitabın (tefsirin) Mukaddime'sinde geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun. |
﴾ 0 ﴿