60Sadakalar; ancak fakirlere, yoksullara, onu toplamakla görevlendirilenlere, kalpleri (İslâm'a) alıştırılmak istenenlere, kölelere, borçlulara, Allah yolunda harcamaya ve yolculara -Allah'tan bir farz olarak- mahsustur. Allah her şeyi bilendir, Hakimdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı otuz başlık halinde sunacağız: "Sadakalar ancak fakirlere... mahsustur." Bu âyetle yüce Allah bir takım İnsanlara kendisinden bir nimet olmak üzere mal ihsan etmekle özel bir lütufta bulunmuştur. Onlara vermiş olduğu bu nimetin şükrünü de malı bulunmayan kimselere ödemek üzere belli bir pay olarak çıkartıp vermelerini takdir buyurmuştur. Bunu da yüce Allah: "Yeryüzünde rızkı Allah'a ait olmayan hiçbir canlı yoktur" (Hud, 11/6) âyetinde teminat altına aldığı hususu kendisine vekaleten yerine getirsinler diye emir buyurmaktadır. 2. Zekâtta Hakkı Bulunan Sınıfların Hepsine Zekât Vermek Gerekir: Yüce Allah'ın: "Fakirlere... mahsustur" âyeti, sadakaların (zekâtların) harcama yerlerini açıklamaktadır ki, zekât onların dışındakilere harcanmasın. Buna riayet edildiği taktirde zekâta hak sahibi olanlara vermekte muhayyerlik sözkonusudur. Mâlik, Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının görüşü budur. Bu (yani: "Fakirlere ... mahsustur" anlamındaki âyet; "Eğer bineğin kapı da evindir" demeye benzer. Şâfiî ise: Buradaki lâm temlik lamıdır demektedir. Kişinin: "Mal, Zeyd, Amr ve Bekr'e aittir," demeye benzer. Böyle bir durumda sözü geçen kimseler arasında eşitliğin sağlanması kaçınılmazdır. Şâfiî ve arkadaştan derler ki: Bu da bir kimsenin muayyen sınıflara veya muayyen bir topluluğa vasiyet etmesine benzer. Onlar bu konuda âyeti kerimenin başında yer alan. Ancak lâfzını delil gösterirler. Bu lâfız ise sadakaların (zekâtın) bu sekiz sınıfa münhasıran verilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Ayrıca onlar bu görüşlerini Ziyad b. el-Hâris es-Sudaî tarafından rivâyet edilen hadisle de desteklerler. Ziyad dedi ki: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna -benim kavmim üzerine bir ordu göndermekte iken- vardım ve: Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Ordunu gönderme, alıkoy. Onların müslüman olmalarını ve sana itaatlerini ben sağlayabilirim. Sonra da kavmime bir mektup yazdım, onların İslâm'a girdikleri ve itaatle boyun eğdiklerine dair haber geldi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ey kavmi arasında kendisine itaat olunan Sudakların kardeşi..." Ben dedim ki: Hayır, asıl Allah onlara lütfetti ve onları hidayete iletti. Daha sonra Hazret-i Peygamberin yanına bir adam gelerek sadakalara dair ona soru sordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle dedi: "Allah, sadakalar hususunda ne bir peygamberin, ne de ondan başkasının hükmüne razı olmadı. O bakımdan O, sadakayı sekiz bölüme ayırdı. Eğer sen bu bölümlerden birisine mensup bir kimse isen sana veririm." Bu hadisi Ebû Dâvûd ve Dârakutnî rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Zekât 23; Dârakutnî, II, 137. Lâfız da Dârakutnînindir. Zeynü'l-Abidin'den nakledildiğine göre o şöyle demiş: Şanı yüce Allah, zekât olarak ödenecek miktarı ve bu sınıflara ne kadar yeterli geleceğini öğretmiş ve bunu onların tümü için bir hak olarak tesbit etmiştir. Kim onların bu haklarını engelleyecek olursa, işte o, rızıkları hususunda onlara zulmeden birisidir. Bizim (Mâlikî mezhebimize mensub) ilim adamlarımız, yüce Allah'ın: "Sadakalarınızı açıkça verirseniz o ne güzeldir. Şayet onları gizler de fakirlere verirseniz, bu da sizin için daha hayırlıdır" (el-Bakara, 2/271) âyetine sarılmışlardır. Sadaka Kur'ân-i Kerîm'de mutlak olarak kullanıldığı takdirde farz olan sadakayı ifade eder. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Ben, sadakayı zenginlerinizden alıp fakirlerinize geri vermekle emrolundum." “... Onlara, mallarında zenginlerinden alınıp fakirlerine verilen bir sadaka (zekât) bulunduğunu bildir” anlamındaki hadisin bir bölümü olmak üzere: Buhârî, Zekât 1, 41, 63, Meğâzî, 60; Müslim, Îman 29, 31; Ebû Dâvûd, Zekât 5; Tirmizî, Zekât 6; Nesâî, Zekât, 1, 46; İbn Mâce, Zekat 1; Dârimî, Zekat 1; Müsned, I, 233. Bu gerek Kur'ân'da, gerekse sünnette sadakanın verilmesi emredilen sekiz sınıftan sadece birisinin sözkonusu edilmesine dair açık bir nastır. Nitekim Ömer b. el-Hattâb, Ali, İbn Abbâs ve Huzeyfe'nin görüşleri de budur. Topluca bütün tabiin de bu görüşte olup şöyle demişlerdir: Zekâtın sekiz stnıfa verilmesi de caizdir, bunlardan herhangi birisine ödeyecek olsan bu da caizdir. el-Minhâl b. Amr da, Zir b. Hubeyş'den, o, Huzeyfe'den şanı yüce Allah'ın: "Sadakalar ancak fakirlere, yoksullara... mahsustur" âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet eder: Sen, sadakanı bunlardan hangisine verirsen senin için yeterli olur. Said b. Cubeyr, İbn Abbâs'tan yüce Allah'ın "Sadakalar, ancak fakirlere, yoksullara... mahsustur" âyeti hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: Zekâtını bunlardan hangisine verirsen, senin için yeterlidir. el-Hasen, İbrahim ve başkalarının görüşü de budur. Elkiya et-Taberî der ki: Hatta Mâlik bu hususta icma olduğunu dahi iddia eder. Derim ki: Bununla ashâb-ı kiramın İcmaını kasteder. Çünkü Ebû Ömer (b. Abdi'l-Berr)'in dediğine göre bu hususta ashâb-ı kiram arasında onlara (az önce sözleri edilen Ömer b. el-Hattâb, Ali, İbn Abbâs ve Huzeyfe'ye) muhalefet eden kimse olduğu bilinmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. İbnü'l-Arabî der ki: Bu hususta bizimle onlar arasında ayırıcı hükme ölçü kabul ettiğimiz husus şu ki: Ümmet, ittifakla şunu kabul etmiştir: Eğer her bir sınıfa kendi payı verilecek olursa, bu payın genel olarak bütün sınıfa dağıtılması vacib değildir. Aynı şekilde bütün sınıflara zekât vermek de bunun gibidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 3. Takir ile Yoksul (Miskin) Arasındaki Fark: Gerek dil bilginlerinin, gerek fukahânın fakir ile miskîn arasındaki fark hususunda dokuz ayrı görüşü vardır. Yakub b. es-Sikkît, el-Kutebî ve Yûnus b. Habib, fakirin yoksuldan daha iyi hallice olduğu görüşündedirler. Derler ki: Fakir, kendisine kısmen yeterli olabilecek ve kendisini ayakta tutabilecek bir şeylere sahip olan kişidir. Miskîn (yoksul) ise hiçbir şeye sahib olmayandır. Delil olarak da bir çobanın şu beyitini gösterirler: "Fakire gelince, onun sağmal devesi çoluk çocuğunun ihtiyacına denk düşüp de Geriye kendisine hiçbir deve kalmayandır." Dil bilgini ve hadis ehlinden bir topluluk da bu görüştedir ki, Ebû Hanîfe ile Kadı Abdulvehhab bunlar arasındadır. . Beyitte geçen "denk düşmek" tabiri, mesela, filanın sağmal devesi çoluk çocuğuna denktir, denilince, onun verdiği süt ihtiyaçlarına yetecek kadardır, fazlası yoktur, demek olur. Bu açıklama el-Cevherî den nakledilmiştir. Başkaları da bunun aksini söyleyerek yoksulu fakirden daha iyi hallice kabul ederler. Bunlar da yüce Allah'ın: "Gemiye gelince o, denizde çalışan yoksullara ait idi" (el-Kehf, 18/79) âyetini delil gösterirler. Yüce Allah bu âyetinde yoksulların denizdeki gemilerden birisine sahip olduklarını haber vermektedir. Kimi zaman böyle bir gemi çokça miktardaki mala dahi eşit olabilir. Bu görüşün sahipleri, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın fakirlikten Allah'a sığındığına dair rivâyet edilen duası ile de görüşlerini desteklerler. Yine Hazret-i Peygamber'in şöyle dediği de rivâyet edilmiştir: "Allah'ım beni miskin (yoksul) olarak yaşat ve miskin olarak canımı al." Tîrmîzi, Zühd 37; İbn Mâce Zühd 7. Hadis ile ilgili mülahazalar için bk. İbn Mâce, belirtilen hadîsin akabindeki "Zevaid" notları. Şayet miskinin durumu fakirden daha kötü olsaydı, bu iki rivâyet arasında çelişki olurdu. Zira Hazret-i Peygamberin fakirlikten Allah'a sığınmakla birlikte ondan daha kötü bir hale sahib olmayı dilemesine imkân yoktur. Nitekim yüce Allah onun duasını kabul buyurmuş ve yüce Allah'ın kendisine rey olarak vermiş olduğu bir miktar mala sahib olduğu halde ruhunu kabzetmiştir. Ancak beraberinde bütün ihtiyaçlarına yetecek kadar mal da yoktu. İşte bundan dolayı zırhını rehin bırakmıştı. Bu görüşün sahipleri derler ki: Bir çobanın söylediği nakledilen beyitin, bu hususta delil olacak bir tarafı yoktur. Çünkü çoban sadece fakir bir kimsenin belli bir durumda sütünü sağacağı bir devesinin bulunduğundan söz etmektedir. Derler ki: Fakirin Arap dilindeki anlamı fakirliğin sıkıntı ve zorluğundan dolayı sırtındaki fakra'ları (yani omurları) alınmış kimse demektir. Bundan daha zor ve sıkıntılı bir hal ise bulunamaz. Şanı yüce Allah: "Yeryüzünde dolaşmaya gücü yetmeyen..." (el-Bakara, 2/273) âyeti ile onlara dair haber vermektedir. Bu görüşün sahipleri şairin şu beyitini de delil gösterirler: "(Lukman b. Âd'ın) kartallarının sonuncusu lübed (kartallar)ın uçuştuklarını görünce, O da kanatlarında uçuşu sağlayan ön tereklerini, uçamayan omurgasız kuş gibi kaldırdı." Yani, uçmaya gücü yetmeyen, bundan dolayı da omurgası kopmuş ve yere yapışmış bir kuş gibi oldu, demek istemektedir. el-Esmaî ve başkalan da bu görüşü benimsemiş olup, Tahavî de bunu Kûfelilerin görüşü olarak nakletmektedir. Şâfiî'nin iki görüşünden birisi de, mezhebine mensup âlimlerin çoğunluğunun görüşü de budur. Yine Şâfiî'nin bir başka görüşü daha vardır ki, buna göre fakir ile miskin aynı şeydir, isim itibariyle ayrı olsalar bile mana bakımından aralarında fark yoktur. İşte bu da üçüncü bir görüştür. İbnü'l-Kasım ve Mâlik'in sair arkadaşları (mezhebinin ileri gelen âlimleri) de bu görüştedir. Ebû Yûsuf da bu görüşü benimsemiştir. Derim ki: Lâfzın zahiri miskinin fakirden farklı olduğunu ve her ikisinin ayrı bir sınıf olduğunu, ancak sınıflardan birisinin diğerinden daha ileri derecede İhtiyaç sahibi olduğunu ortaya koymaktadır. İşte bu bakımdan onları tek bir sınıf olarak kabul edenin görüşü de doğruya yakın görünmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bununla birlikte yüce Allah'ın: "Gemiye gelince o, yoksulların idi..." (el-Kehf, 18/79) âyetinin delil olacak bir tarafı yoktur. Zira bu geminin yoksulla'r tarafından ücretle kiralanan bir gemi olma ihtimali de vardır. Nitekim bir kimse bir evde yaşıyor ise, ev başkasına ait olsa dahi (yaşıyanın ismi belirtilerek); bu filanın evidir denilmektedir. Şanı yüce Allah da cehennemliklerin halini anlatırken: "Onların demirden gürzleri de vardır" (el-Hac, 22/21) buyurarak bu gürzleri cehennemliklere izafe etmiştir. Yine yüce Allah: "Beyinsizlere mallarınızı vermeyiniz" (en-Nisa, 4/5) diye buyurmaktadır. Hz, Peygamber de: "Her kim malı bulunan bir köleyi satarsa..." Kölenin şahsî malı olamayacağından, bara da mnl, mecazen köleye İzafe edilmiştir, demek istemektedir. Hadisin devamında: "...o mal, onu satana aittir" denilmektedir. Buhârî, Mûsakaat 17; Müslim, Buyû' 80; Ebû Dâvûd, Buyû’ 42; Tirmizî, Buyû’ 25; Nesâî, Buyû' 76; İbn Mâce, Ticarat 31; Dârimî, Buyû’ 27; Muvatta’'', Buyi 2; Müsned, II, 9, 78, 82, III, 301, 310, V, 326. diye buyurmaktadır. Bu şekilde bir şey bizzat o kimseye ait olmamakla birlikte o şeyin ona izafe edildiği ifadeler gerçekten çoktur. Mesela "evin kapısı, bineğin semeri, atın eğeri" ve benzeri ifadeler de bu kabildendir. Diğer taraftan bu gibi kimselere merhamet ve onlara karşı atifeti celbetmek kastıyla miskinler adının verilmiş olması da mümkündür. Nitekim herhangi bir musibet ile sınanan veya bir belaya itilmiş olan kimseye de miskin denilir. Hadîs-i şerîfte de: "Ateş ehlinin miskinleri" ifadesi geçmektedir. Şair de şöyle der: "Sevgi ehlinin miskinlerinin kabirleri üzerinde dahi Kabirler arasında zillet toprakları vardır." Hazret-i Peygamber'in: "Allah'ım, beni miskin olarak yaşat" hadisindeki ifadelere dair açıklamalara gelince; bu hadisi Enes rivâyet etmiş olup, onların açıkladığı anlama gelmez. Buradaki anlam; herhangi bir tekebbürün, büyüklenmenin, kibir, azgınlık ve haksızlığın sözkonusu olmadığı, Allah'a karşı alçak gönüllülüğü ifade etmektir. Nitekim Ebû'l-Atahiyye şu beyitlerinde bu hususu çok güzel dile getirmiştir: "Eğer sen bütün kavmin en şereflisini görmek istersen Yoksul (miskin) kimse kılığına bürünmüş bir hükümdara bak İşte böylesinin Allah'a rağbeti çok büyüktür Ve işte böylesi hem dünya hem din için uygundur." Buna göre burada maksat dilencilik yapan miskin değildir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dilencilik yapmayı hoş görmemiş ve yasaklamıştır. Nitekim onun önünden yoldan çekilip yol vermeyi kabul etmeyen siyah bir kadın hakkında: "Onu bırakınız, çünkü o zorba bir kadındır" el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, I, 99. diye buyurmuştur. Şanı yüce Allah'ın: "Allah yolunda kendilerini vakfetmiş, yeryüzünde dolaşmaya gücü yetmeyen... fakirler içindir" (el-Bakara, 2/273) âyetine gelince; burada da böylelerinin bazı şeylere sahip olmalarına mani yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Mâlik ve Şâfiî mezhebine mensup ilim adamlarının benimsedikleri görüş olan yoksul ile fakir aynı şeylerdir, şeklindeki görüşleri güzeldir. Yine Mâlik'in, "İbn Suhnûn'un Kitabı"nda kullandığı ifade de buna yakındır. O, şöyle demektedir: Fakir, iffetli davranan muhtaç kimsedir, miskin ise dilenen kişidir. Bu görüş İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiş, ez-Zührî de bu görüşü ifade etmiştir. İbn Şaban da bu görüşü tercih etmiştir ki, dördüncü görüş de budur. Beşinci görüşe gelince; Muhammed b. Mesleme dedi ki: Fakir, meskeni ve hizmetçisi bulunan ve bundan daha aşağı durumda bulunan kimsedir. Miskin ise, hiç malı olmayan kimse demektir. Derim ki: Ancak bu görüş Müslim'in Sahih'inde yer alan ve Abdullah b. Amr'dan gelen görüşün aksinedir. Birisi Abdullah'a: Biz Muhacirlerin fakirlerinden değil miyiz diye sorunca, Abdullah ona şöyle demiş: Kendisine sığınacağın bir hanımın var mı? O, evet deyince bu sefer: Peki, içinde barınacağın bir meskenin var mı diye sormuş, yine evet deyince Abdullah: Sen zenginlerdensin diye cevap vermiş. Adam, benim bir de hizmetçim var deyince Abdullah: O halde sen hükümdarlardansın diye cevap vermiş. Müslim, Zühd 37. Altıncı görüş: İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Fakirler, Muhacirler arasından idi, miskinler ise hicret etmeyen bedevi Araplar arasındaki yoksullardı. ed-Dahhâk da bu görüştedir. Yedinci görüşe göre ise miskîn, dilenmese dahi boyun eğen, zillet gösteren kimsedir. Fakir ise tahammül eden, gizlice verilen bir şeyi kabul etmekle birlikte boyun eğmeyen kimsedir. Bu açıklamayı da Ubeydullah b. El Hasen yapmıştır. Sekizinci bir görüşü de Mücahid, İkrime ve ez-Zührî ifade etmiş olup, buna göre miskinler, dilencilik yapmak üzere kapı kapı dolaşan kimselerdir. Fakirler ise, müslümanların fakirleri, muhtaçlarıdır. Yine İkrime'nin ifade ettiği dokuzuncu bir görüşe göre; fakirler müslümanların fakirleri, miskinler de ehli-i kitabın yoksullarıdır. İleride bu görüş de gelecektir. 4. Fakir ve Miskinlerin Kimlikleri İle İlgili Görüş Ayrılığının Sonucu: Fakir ile miskin aynı sınıf mıdır yoksa birden çok sınıfı mı temsil ederler hususundaki görüş ayrılığının etkisi, malının üçte birini filana, fakir ve miskinlere vasiyet eden kimsenin durumunda da ortaya çıkar. Bunların ikisini tek bir sınıf kabul edenlerin görüşüne göre filan kimseye üçte birin yarısı verilir, fakir ve miskinlere de üçte birin geri kalan yarısı verilir. Bunlar İki ayrı sınıftır, diyenlerin görüşüne göre ise, ölenin vasiyet ettiği üçte birlik mal, aralarında üçe taksim edilir. 5. Zekât Almayı Câiz Kılan Fakirlik Sınırı: İlim adamları, zekât almayı câiz kılan fakirlik sınırı hususunda farklı görüşlere sahip olmakla birlikte kendilerinden ilim bellenen- çoğunluğun icmaına göre; ihtiyaç duyduğu evi ve hizmetçisi bulunan kimsenin zekât alabileceğini ve verenin de böylesine zekât verebileceğini kabul etmişlerdir. Mâlik şöyle derdi: Eğer evin ve hizmetçinin bedelinde bunlardan ihtiyaç duyduğu miktardan fazla bir değer söz konusu değil ise, zekât alması câiz olur. Aksi takdirde alamaz. Bu görüşünü İbnü'l-Münzir nakletmektedir. Nehaî ve es-Sevrî de Mâlik'in görüşünü kabul etmişlerdir. Ebû Hanîfe der ki: Yirmi dinarı yahut ikiyüz dirhemi bulunan kimse zekâttan birşey alamaz. O, Hazret-i Peygamberin: "Ben, sadakayı (zekatı) zenginlerinizden alıp fakirlerinize vermekle emrolundum" Az önce 2. başlıkta geçmişti. İlgili nota bakınız. âyeti dolayısıyla nisabı göz önünde bulundurmuştur ki, bu da gayet açıkça anlaşılan bir görüştür. Muğîre de bunu Mâlik'ten rivâyet etmiştir. es-Sevrî, Ahmed, İshak ve başkaları da şöyle demişlerdir: Elli dirhemi yahut o değerde altını bulunan bir kimse zekât alamaz. Zekât verilecek kimseye de -borca batmış olması hali müstesna- elli dirhemden fazla bir şey verilmez. Bu görüşü Ahmed ve İshak ifade etmiştir. Bu görüşün delili ise Dârakutnî'nin Abdullah b. Mes'ûd'dan rivâyet ettiği şu Hadîs-i şerîftir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Elli dirhemi bulunan bir kimseye sadaka (zekât) alması helal olmaz." Hadisin isnadında Abdurrahman b. İshak adındaki ravi zayıftır. Ondan hadisi rivâyet eden Bekir b. Huneys de zayıf bir ravidir. Dârakutnî, II. 121. Ayrıca bunu, Hakim b. Zübeyr, Muhammed b. Abdurrahman b. Yezid'den, o babasından, o, Abdullah'tan, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan buna yakın ifadelerle rivâyet etmiş ve "...elli dirhemi olan.," diye buyurmuştur. Hakim b. Cübeyr de zayıf bir ravidir, Şu'be ve başkaları ondan hadis almamışlardır. Bunu da Dârakutnî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- ifade etmiştir. Dârakutnî, II, 122. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Bu hadis Hakim b. Cübeyr etrafında dönüp dolaşmaktadır ki, o da metruk bir ravidir. Ali ile Abdullah'tan da şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Sadaka (zekât) almak, elli dirhemi yahut o değerde altını bulunan kimseye helal değildir. Bunu da Dârakutnî zikretmektedir. Aynı yer. Hasan-ı Basrî de der ki: Kırk dirhemi olan kimse zekât almaz. Vakidî, bunu Mâlik'den de rivâyet etmiştir. Bu görüşün delili ise, Dârakutnî'nin Abdullah b. Mes'ûd'dan şöyle dediğine dair yaptığı rivâyettir: Ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim kendisi zenginken insanlardan dilenecek olursa, kıyâmet gününde yüzü yaralı berefi olduğu halde gelecektir." Ey Allah'ın Rasûlü! kişinin zenginliği ne demektir diye sorunca: "Kırk dirhem" diye buyurdu. Dârakutnî, II, 122; Nesâî, Zekat 87'de: "Elli dirhem..," Mâlik'in, Zeyd b. Eslem'den, o, Atâ b. Yesar'dan, o, Esadoğullarından birisinden rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Sizden her kimin bir ukiye veya ona denk bir malı bulunduğu halde dilencilik yapacak olursa, o kimse muhtaç olmaksızın dilencilik yapmış demektir. Ukiye ise kırk dirhemdir." Yakın ifadelerle: Müsned, IV. 36: Beyhakî, Sünen, VII. 38, 39- Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Zekât 24.. Mâlik'ten meşhur olan görüş ise, İbnü'l-Kasım'dan kendisinin yaptığı rivâyettir. Buna göre Mâlik'e: Kırk dirhemi bulunan bir kimseye zekâttan bir şey verilir mi diye sormuş, o da: Evet diye cevap vermiş. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Sözkonusu edilen birinci kişinin malını güzel kullanan ve kazanabilecek güce sahip olan kişi olması, ikincisinin ise kazanamayacak kadar güçsüz yahut da çok çoluk çocuğu bulunan kişi hakkında olması da mümkündür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Şâfiî ve Ebû Sevr derler ki: İnsanlara muhtaç olmayacak kadar kazanabilecek güce ve meslek icra edebilmekle birlikte de bedenî gücü yerinde ve güzel tasarrufta bulunan malını yerli yerince kullanabilen) bir kimseye sadaka (zekât) vermek haramdır. Buna Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu hadisini delil gösterirler: "Zengin bir kimseye de güçlü kuvvetli ve azası yerinde olan kimseye de sadaka helal değildir." Abdullah b. Ömer'in rivâyet ettiği bu hadisi Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Dârakutnî eserlerinde kaydetmişlerdir. Ebû Dâvûd, Zekât 24; Tirmizî, Zekât 23: Dârakutnî, II, 119- Ancak, hadisi nakleden sahabi Abdullah b. Ömer değil, Abdullah b. Amr'dır. Hazret-i Cabir de şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir miktar zekât malı geldi. İnsanlar üst üste yığıldılar. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Gerçek şu ki zekâtın ne bir zengine verilmesi uygundur, ne sağlıklı bir kimseye, ne de çalışabilecek durumda olana." Bunu da Dârakutnî rivâyet etmiştir. Dârakutnî, II. 119. Ebû Dâvûd da Ubeydullah b. Adiy b. el-Hıyar'dan şöyle dediğini rivâyet eder: Bana, Veda haccında zekâtı paylaştırırken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gidip ondan kendilerine de birşeyler vermesini isteyen iki kişinin haber verdiğine göre: (Peygamber) tepeden tırnağa bizi süzdü. İkimizin de gücünü kuvvetini yerinde görünce: "İsterseniz size verebilirim. Ancak, ne zenginin ne de kazanabilecek güçlü bir kimsenin bunda bir payı vardır" diye buyurdu. Ebû Dâvûd, Zekât 24; Dârakutnî, II, 119. Çünkü böyle bir kimse, başkasının sahip olduğu malı sebebiyle zengin sayılması gibi, kazancıyla zengin demektir. O bakımdan bunların herbirisinin de ayrıca dilenmeye ihtiyacı kalmamıştır. İbn Huveyzimendad da bu görüştedir ve bunu Mâliki mezhebinin benimsenen görüşü olarak nakletmiştir. Şu kadar var ki, böyle bir şeye iltifat etmemek gerekir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zekâtı fakirlere verir idi. Zekâtın yalnızca çalışamayacak derecedeki kötürümlere münhasır kabul edilmesi batıl bir görüştür. Ebû Îsa et-Tirmizî Camiinde (Sünen'inde) der ki: Kişi güçlü ve muhtaç olup bir şeyi de bulunmuyorsa ona sadaka verilecek olursa ilim ehline göre bu sadaka (zekât) veren kimse için yeterli olur. Kimi ilim adamma göre bu hadis, (gücü kuvveti yerinde olmakla birlikte) dilenmek ile ilgilidir. Tirmizî, Zekât 23. el-Kiya et-Taberî der ki: Zahir bunun câiz olmasını gerektirir. Çünkü böyle bir kimse güçlü kuvvetli olmasına, bedenen sağlıklı olmasına rağmen fakirdir. Ebû Hanîfe ve arkadaşları da bu görüştedirler. Ubeydullah b. El Hasen der ki: Kendisine yetecek kadar malı ve bir senelik ihtiyacını karşılayacak bir malı bulunmayan kimseye zekât verilebilir. Bu husustaki delili İbn Şihab'ın Mâlik b. Evs b. el-Hadesan'dan, onun, Ömer b. el-Hattâb'dan yaptığı şu rivâyettir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah'ın kendisine fey' olarak verdiği mallardan bir yıllık ihtiyacını alıkordu. Ondan sonra arta kalanını ata ve silaha ayırırdı. Bununla birlikte (ona hitaben) yüce Allah: "Seni fakir bulup zengin kılmadı mı?" (ed-Duhâ, 93/8) diye buyurmaktadır. Bazı âlimler de şöyle demektedirler: Herkes sadakadan kendisi için mutlak olarak ihtiyaç duyduğu şeyleri alabilir. Bir başka kesim de şöyle demektedir: Yanında bir günlük akşam yemeği bulunan kimse zengindir. Bu görüş Hazret-i Ali'den de rivâyet edilmiştir. Ayrıca bu kanaatin sahipleri Hazret-i Ali'nin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet ettiği şu âyetini da delil göstermişlerdir: "Her kim zengin olmakla birlikte birşeyler dilenecek olursa, bununla cehennem ateşinde kızdırılmış taşlarının çoğalmasını istemiş olur." Ashâb: Ey Allah'ın Rasûlü zenginlik nedir diye sorunca, O da: "Bir gecelik akşam yemeği" diye buyurmuştur. Bu hadisi Dârakutnî rivâyet etmiş ve şöyle demiştir: Bunun isnadında Amr b. Halid vardır ki, o metruk bir ravidir. Dârakutnî, II, 121. Bunu, Ebû Dâvûd da Sehl b. El Hanzaliye'den, o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiştir ki, bu rivâyette şu ifadeler de vardır: "Her kim yanında kendisini zengin kılacak olan bir miktar bulunduğu halde dilenecek olursa o, cehennem ateşini çoğaltmak isteyen birisi demektir." en-Nüfeylî, bir başka yerde de: "Cehennem'in kor ateşini..." demiştir. Ashâb: Ey Allah'ın Rasûlü, kişiyi ihtiyaçtan kurtarıp zengin kılan nedir? -en-Nüfeyli ise bir başka yerde: Dilenmenin söz konusu olmadiğ) zenginlik nedir?- diye sordular, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Sabah ve akşam ona yiyecek olarak yetecek miktardır." en-Nüfeylî, bir başka yerde şöyle buyurduğunu kaydeder: "Bir gün ve bir gece, yahut bir gece ve bir gün onu doyuracak kadar bir şeylerinin olmasıdır." Ebû Dâvûd, Zekat 24. Dârakutnî, II, 121. (2) Ebû Dâvûd, Zekat 24. Derim ki: İşte zekât almayı câiz kılan fakirliğin açıklanmasına dair gelen görüşler bunlardır. "Fakirler" lâfzının mutlak kullanılışı, yalnızca müslümanlara tahsis edilip ehl-i zimmetin dışarda kalmasını gerektirmemektedir. Şu kadar var ki, sadakaların (zekâtın) müslüman zenginlerden alınıp onların fakirlerine verileceğine dair haberler birbirini destekleyici mahiyette gelmiştir. İkrime der ki: Fakirler müslümanların fakirleridir, miskinler ise kitap ehlinin fakirleridir. Ebû Bekr el-Absî der ki: Ömer b. el-Hattâb, gözleri görmeyen ve Medine kapısında bir kenara bırakılmış zimmi bir kimseyi görünce, ona: Bu halin ne diye sorunca adam: Cizye uğrunda beni ücretle çalıştırdılar. Nihayet gözlerim görmez olunca, beni bıraktılar ve bana birşeyler getirecek hiçbir kimsem de yok. Bu sefer Hazret-i Ömer: Durum böyle ise sana âdil davranilmış olmaz, dedikten sonra, onun gıdasını karşılayacak ve halini düzeltecek kadarının verilmesini emrettikten sonra şöyle dedi: Bu, yüce Allah'ın haklarında: "Sadakalar ancak fakirlere ve yoksullara... mahsustur" buyurduğu kimselerdendir. Bunlar ise kitap ehlinin kötürüm düşmüş olanlarıdır. Şanı yüce Allah: "Sadakalar ancak fakirlere yoksullara... mahsustur" diye buyurup da çoğul bir isme karşılık çoğul bir ismi sözkonusu etti ki, burada çoğul ismin birisi sadakalardır, diğeri ise bunların harcama yerleridir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bunu beyan ederek: Muâz b. Cebel'e, -Yemen'e gönderdiğinde- şöyle talimat vermiştir: "Onlara, Allah'ın üzerlerine zenginlerinden alınıp fakirlerine verilen bir sadakayı farz kıldığını da haber ver." 2. başlıkta ilgili nouı bakınız. Böylelikle Hazret-i Peygamber her bir belde ahalisine oranın zekâtını tahsis etmiştir. Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre Ziyad, ya da emirlerden birisi, İmrân b. Husayn'ı zekât tahsili için göndermişti. Geri döndüğünde bu emir İmrân'a: Mal nerede diye sormuş, o da; Sen, mal için mi beni gönderdin? Biz, o mah Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın döneminde iken aldığımız yerlerden aldık ve yine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın döneminde iken harcadığımız bir yerde harcadık. Ebû Dâvûd, Zekât 23; İbn Mâce, Zekât 14. Dârakutnî ve Tirmizî'nin rivâyetine göre; Avn b. Ebi Cuheyfe, babasından şöyle dediğini rivâyet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın gönderdiği zekat toplama memuru bizim yanımıza geldi. Zekatı zenginlerimizden aldı, fakirlerimiz arasında dağıttı. Ben de yetim bir çocuk idim. Bana zekat mallarından genç bir dişi deve verdi. Tirmizî der ki: Bu hususta İbn Abbâs'tan da rivâyet edilen bir hadis vardır. İbn Ebi Cuheyfe'nin yoluyla gelen hadis hasen bir Tîrmizi, Zekat 21. hadistir. İlim adamları zekâtın tahsil edildiği yerden bir başka yere taşınması hususunda Üç farklı görüşe sahiptirler: Birinci görüşe göre zekat, tahsil edildiği yerden taşınmaz. Bunu Suhnûn ve İbnü'l-Kasım ifade etmişlerdir ki, daha önce belirttiğimiz gerekçe dolayısıyla sahih olan görüş budur. Yine İbnü'l-Kasım der ki: Eğer bir zaruret dolayısıyla bir bölümü başka bir yere aktarılacak olursa görüşüme göre bu da doğrudur. Suhnûn'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: İmâm'a: Ülkenin herhangi bir yerinde ileri derecede ihtiyaç bulunduğuna dair bir haber ulaşacak olursa, bu ihtiyaç sebebiyle tahsil edilmesi hakkedilen sadakanın bir bölümünü ihtiyacın bulunduğu yere taşıması câiz olur. Çünkü ihtiyaç ortaya çıkacak olursa, ihtiyaç sahiplerinin muhtaç olmayanlardan öne geçirilmesi gerekir. Zaten "müslüman müslümanın kardeşidir. Onu (tehlikeye ve düşmana) teslim etmez, ona zulmetmez." Buhârî, Mezâlim 3, İkrah 7; Müslim, Birr 58; Ebû Dâvûd, Edeb 38; Tirmizî, Hudûd 3; Müsned, II, 91. İkinci görüşe göre zekat tahsil edildiği yerden başka bir yere taşınabilir. Mâlik de bu görüştedir. Bu görüşün delili ise rivâyet edilen şu Hadîs-i şerîftir: Muâz (radıyallahü anh) Yemenlilere şöyle demiş: Siz bana hamîs (beş arşın uzunluğundaki kumaş) yahut da lebîs (denilen giyilen elbise) getirin, onları sizden zekât olarak mısır ve arpa yerine alayım. Çünkü böylesi hem sizin için daha kolay, Iıem de Medine'de bulunan muhacirler için daha faydalıdır." Bu hadisi de Dârakutnî ve başkaları rivâyet etmiştir. Dârakutnî, II, 100. Dârnkutnî, hadisin akabinde: "Bu hadis mürseldir, Tâvûs, Muâz b. Cebel'e yetişmemiştir' demektedir. Hamîs, müşterek (birden çok mana hakkında kullanılabilen) bir lâfızdır. Burada, uzunluğu beş arşın gelen elbiselik kumaş demektir. Denildiğine göre bu kumaşa bu ismin veriliş sebebi, onu ilk dokuyanın Yemen kırallarından birisi olan "el-Hıms" oluşu dolayısıyladır. Bunu İbn Faris "el-Mücmel"de, el-Cevherî ve başkaları da nakletmişlerdir. Bu hadiste iki hususa delil vardır: Birincisi, bizim sözünü ettiğimiz, zekatın Yemen'den Medine'ye taşınarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zekatı paylaştırmayı gerçekleştirmesidir, bunu da yüce Allah'ın: "Sadakalar ancak fakirlere... mahsustur" âyeti desteklemekte ve bu âyette bir beldedeki fakirler ile diğerindeki fakirler arasında herhangi bir ayrım gözetilmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. İkincisi ise, zekâtta kıymetin alınması hususu: Zekâtta, zekât olarak verilmesi gereken aynî malın kıymetinin verilmesi hususunda İmâm Mâlik'ten farklı rivâyetler gelmiştir. Bir seferinde bunu câiz kabul ederken, bir diğer seferinde bunun câiz olmadığını söylemiştir. Câiz oluşunun gerekçesi -ki bu, Ebû Hanîfe'nin de görüşüdür- sözünü ettiğimiz bu Hadîs-i şerîftir. Buhârî'nin Sahih'inde de Enes yoluyla gelen hadiste Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Her kimin yanındaki develerin zekatı bir cezea'yı (beş yaşına basmış dişi deve) bulur da yanında cezea bulunmamakla birlikte, hikka (dört yaşında dişi deve) bulunuyor ise, ondan bu cezea alınır. Bununla birlikte kolayına gelen iki koyun, yahut yirmi dirhem daha (aradaki yaş farkı olarak) alınır.." Buhârî, Zekât 37: Ebû Dâvûd, Zekât 5; Nesâî, Zekât 5, 10; İbn Mâce, Zekât 10. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Bugün için onları (fakirleri) dilencilik yapmak ihtiyacından kurtarın." Dârakutnî, II, 153. Bununla, Ramazan bayramı birinci günü (verilen fıtır sadakasını) kastetmektedir. Hazret-i Peygamber bu âyeti ile fakirlerin ihtiyaçları karşılanmak suretiyle dilencilik yapma ihtiyacından kurtarılmasını istemektedir. Buna göre onların ihtiyaçlarını kapatan herbir şeyi vermek câiz olur. Yüce Allah da: "Mallarından bir sadaka al..." (et-Tevbe, 9/103) diye buyurmakta ve bunlar arasında herhangi bir tahsise gitmemektedir. Bununla birlikte Ebû Hanîfe, zekatın bedeli olarak bir evde oturmanın verilemeyeceği görüşündedir. Mesela bir kimsenin beş dirhem zekat vermesi gerekirken, bir aylığına bir fakiri sahip olduğu evinde bedelsiz iskan ettirirse bu (zekat olarak) câiz olmaz. Çünkü o, bedelsiz iskan etmek bir mal değildir, der. (Mâliki) mezhebinin kuvvetli görülen görüşü olan "değerlerin zekat olarak verilmesi câiz değildir" şeklindeki görüşüne gelince, buna da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın su âyeti gerekçe gösterilmektedir: "Beş devede bir koyun, kırk koyunda da bir koyun (zekat vardır)." Buhârî, Zekat 38: Ebû Dâvûd, Zekat 5; Nesâî, Zekât, 5. 10; İbn Mâce, Zekât 10. Hazret-i Peygamber burada açıkça "koyun" verileceğini ifade etmiştir. Eğer koyun verilmeyecek olursa, emroluna-m yerine getirmiş olmaz. Emrolunan yerine getirilmeyecek olursa da o emri yerine getirmek yükümlülüğü baki kalmaya devam eder. Üçüncü görüşe göre de, fakir ve yoksulların payları, (zekatın tahsil edildiği) o yerde paylaştırılır. Diğer paylar ise İmâmın içtihadına uygun olarak bir yerden başka bir yere aktarılır. Ancak birinci görüş sahih olan görüştür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 7. Zekâtın Thhsil Edildiği Yer Malın Bulunduğu Yer midir, Yoksa Mükellefin Bulunduğu Yer midir? Zekâtın tahsil edildiği yeri tesbit etmekte muteber olan, senenin bitimi esnasında malın bulunduğu yer midir ve bu durumda zekât orada mı dağıtılır, yoksa muhatap malın maliki olduğu için malikin bulunduğu yer midir? Bu konuda İki görüş vardır. Ebû Abdullah, Muhammed b. Huveyzimendad, Ahkâm (el-Kur'ân) adlı eserinde ikinci görüşü tercih eder ve şöyle der: Çünkü zekâtı vermek emrine muhatap olan insandır. Dolayısıyla mat ona tabi olur. O bakımdan muhatabın bulunduğu yere göre hükmün verilmesi icabeder. Tıpkı yolcu gibi. Yolcu, kendi beldesinde zengin, fakat bir başka yerde fakir olabilir. O bakımdan onun bulunduğu yere göre hüküm verilir. Bir kimse, nıüslüman fakir diye birisine zekât verecek olsa, daha sonra onun bir köleye yahut bir kâfire veya bir zengine zekât verdiği açığa çıkacak olursa, hükmün ne olacağına dair İmâm Mâlik'ten farklı rivâyetler gelmiştir. Bir seferinde: Bu zekâtı yeterlidir derken, bir başka seferinde: Yeterli değildir demiştir. Daha sahih kabul edilen ve yeterli olduğuna dair görüşünün açıklaması şöyledir Müslim, Ebû Hüreyre'den, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet eder: "Bir adam: Ben bu gece bir sadaka vereceğim, demiş ve sadakasını alıp çıkmış. Zaniye bir kadının eline vermiş. Sabah olunca insanlar: Bu gece zaniye bir kadına sadaka verildi diye konuşur olmuşlar. Adam da; Allah'ım, bir zaniye'ye (sadaka) verdiğimden dolayı Sana hamd olsun. Yine: Sadaka vereceğim demiş. Sadakasını alıp çıkmış ve onu zengin bir kimsenin eline bırakmış. Sabah olunca insanlar: Zengin bir kimseye sadaka verilmiş diye konuşmaya başlamışlar. Yine adam, Allah'ım zengin bir kimse(ye verdiğim sadaka) dolayısıyla Sana hamd ederim. Mutlaka bir sadaka daha vereceğim diyerek sadakasını alıp çıkmış, bu sefer de o sadakayı bir hırsızın eline bırakmış. Sabah olunca insanlar: Bir hırsıza sadaka verilmiş diye konuşmaya başlamışlar. Adam: Allah'ım, zanıye bir kadına, bir zengine, bir hırsıza (yerdiğim sadaka) dolayısıyla Sana hamd ederim. Ona gelinerek şöyle denilmiş: Verdiğin sadaka kabul olundu, Zaniye kadın olur ki bu sadaka dolayısıyla zinadan uzak kalır, iffetini korur. Zengin de olur ki ibret alır da Allah'ın kendisine verdiklerinden infak eder. Hırsız da olur ki bu sadaka sebebiyle iffetli davranarak hırsızlığından uzak kalır." Müslim, Zekât 78; Nesâî, Zekât 47; Müsned, II, 322, 350. Yine rivâyet edildiğine göre, adamın birisi malının zekatını ayırıp babasına vermiş. Sabah olunca durumu öğrenmiş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sorunca ona şöyle buyurmuş: "Sana hem verdiğin zekâtının ecri, hem de akrabalık bağını gözetme ecri yazıldı. O bakımdan senin iki ecrin vardır." Zekât âyetinin ihtiva ettiği anlam açısından da konuya bakılacak olursa, zekât veren kimseye zekât vereceği kişiyi tesbit için içtihatta bulunması uygun görülmüş, buna müsaade edilmiştir. Zekat veren ictihad edip zekat almaya ehil olduğunu zannettiği kimseye verecek olursa, yerine getirmekle yükümlü olduğu görevini ifa etmiş olur. Bu şekilde verilen bir zekatın yeterli olmayacağına dair görüşüne gelince; bu da şöyle açıklanır: O, bu durumda zekatını zekat almaya hak eden bir kimseye vermemiştir. Onun bu davranışı kastî yapılan bir fiile benzer. Ayrıca malî tazminatlar hususunda kasıt ile hata arasında bir fark yoktur. Bundan dolayı miskinler aleyhine telef etmiş olduğu bu malın tazminatını ödemesi icabeder ki, onların hakları böylelikle onlara ulaştırılmış olsun. 8. Vaktinde Verilen Zekât ile Sonra Verilen Zekâtın Telef Olmasının Hükmü: Bir kimse zekatını vaktinde çıkartıp bir kenara ayırsa ve kendisinin bir kusuru bulunmaksızın telef olursa, tazminatını ödemez. Çünkü bu durumda o, fakirlerin vekili durumundadır. Eğer vaktinden bir süre sonra çıkartıp bu çıkarttığı zekat malı telef olursa, tazminatını öder. Çünkü zekatı vaktinden sonraya bırakmıştır. Böylelikle zekat artık onun zimmetine taalluk etmiş olur. Tazminatım ödemesinin sebebi işte budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 9. Zekâtın İslâm Devlet Başkanına Verilmesi ve Kişinin Kendisi Tarafından Bizzat Ödenmesi: Eğer Îman (İslâm Devlet Başkanı) zekâtı alıp harcamakta adaletli davranıyor ise, mal sahibinin ister nakit parada, ister başkalarında olsun zekâtı bizzat hak sahiplerine vermeyi üstlenmesi câiz değildir. Nakit paranın zekâtını, sahiplerine zekât verecek kişi ödeyebilir de denilmiştir. İbnu'l-Macişun der ki: Bu, zekâtın özel olarak fakir ve yoksullara (miskinlere) verilmesi halinde caizdir. Şayet zekâtın bunların dışındaki sınıflara harcanmasına ihtiyaç varsa, o kimselere İmâmdan başka hiçbir kimse zekât dağıtmaz. Bu bölümün diğer meseleleri oldukça fazladır. Ana konularım bu açıkladıklarımız teşkil etmektedir. Yüce Allah: "Onu toplamakla görevlendirilenlere" âyeti ile İmâmın bu konuda vekâlet vermek suretiyle zekât tahsil etmek üzere gönderdiği zekât toplayıcılarını kastetmektedir. Buhârî, Ebû Humeyd es-Sâidî'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Esd (Ezd de denilir) tilerden, İbn el-Lutbiyye diye bilinen bir kimseyi Süleymoğullarının zekatını toplamak üzere gönderdi. Dönüp geldiğinde Hazret-i Peygamber onunla hesaplaştı. Buhârî, Hibe 17, Hiyel 15, Ahkâm 24, 41, Eyınan 3; Müslim, tınâre 26, 27; Ebû Dâvûd, Harâc 11; Dârimî, Zekât 31. Siyer 52; Müsned, V, 423. İlim adamları zekat tahsildarlarının alacakları miktar hususunda üç farklı görüş ileri sürmüşlerdir. Mücahid ve Şâfiî, alacakları miktar sekizde birdir, derler. İbn Ömer ve Mâlik ise, onlara yaptıkları iş kadar ücret verilir, demişlerdir. Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının görüşü de budur. Derler ki: Böyle bir kimse, fakirlerin maslahatı için başka işlerini bırakmış kendisini bu işe vermiştir. O bakımdan böyle bir kimseye ve onun yardımcılarına yetecek miktarı (ücreti) vermek, onlar için tahakkuk eder. Nitekim kadın, kocasının hakkı dolayısıyla başka şeylerle uğraşmadığından dolayı onun ve ona tabi olan bir veya iki hizmetçinin nafakasını karşılamak kocaya ait olur. Bunun sekizde bir diye miktarı tesbit edilemez. Aksine bu konuda -sekizde bir veya daiıa çok olsun- yeterli alacak miktar muteberdir. Tıpkı hakimin alacağı maaş gibi. Ancak günümüzde yardımcılara da yetecek miktar muteber değildir; çünkü bu katıksız bir israf haline dönüşmüştür. Üçüncü görüşe göre iser beytü'l-malden ücrederi ödenir. İbnü'l-Arabî der ki: Bu, İbn Ebi Uveys ile Dâvûd b. Said b. Zenbua'nın, Mâlik b. Enes'den yaptıkları rivâyete göre sahih bir görüş olmakla birlikte, delil İtibariyle zayıftır. Çünkü şanı yüce Allah nas ile onların paylarını bize bildirmiş bulunmaktadır. Mantikî kıyaslarla bu nassı nasıl bir kenara bırakabiliriz? Doğru olan onlara verilecek ücret miktarında İctihad yapılabileceğidir. Çünkü önceden de geçtiği üzere, zekâtta hak sahibi sınıfların sayılmasına dair ilâhî beyan, zekât verileceklerin açıklanması içindir. Zekâttan, hak edilen miktarın tesbiti kastıyla değildir. Zekât tahsildarının Haşimoğullarından olması halinde fukahânın görüşleri farklıdır. Ebû Hanîfe, Hazret-i Peygamberin: "Şüphesiz ki sadaka (zekat) Muhammed âline helâl değildir. Çünkü o, insanların pislikleridir" Müslim, Zekât 167,168; Ebû Dâvûd, Harfe 20; Nesâî, Zekât 95. Kasınıı'L-Fey" 15; Muoatta', Sadaka 13; Müsned, VI, 66. hadisi dolayısıyla bunu câiz kabul etmez. Çünkü bu da bir bakıma bir sadakadır. Çünkü tahsildara verilen ücret sadakanın bir bölümüdür. O bakımdan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın akrabalarını, insanların mallarının kirlerini temizleyen bu bölümden tenzih etmek ve onların şereflerini her bakımdan korumak kastıyla bu ücret de her yönüyle sadaka gibi kabul edilir. Mâlik ve Şâfiî ise, Haşiraoğullarına mensup birisinin zekat tahsildarlığı yapmasını câiz kabul ederler ve böylesine yaptığı işin ücreti verilir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ali b. Ebî Tâlib'i zekat tahsildarı olarak gönderdiği gibi, Yemen'e de zekat tahsildarı olarak onu göndermiştir. Haşimoğullarından da bir topluluğu bu maksatla görevlendirdiği gibi, ondan sonraki halifeler de aynı şekilde onları görevlendirmişlerdir. Çünkü bu maksatla görevlendirilen bir kimse mubah olan bir işi yapmak üzere ücretle tutulan birisidir. Dolayısıyla bu hususta diğer sebepleri de nazar-ı İtibara alarak Haşimî olan ile olmayanın eşit tutulması gerekmektedir. Haneliler ise derler ki: Hazret-i Ali ile ilgili olarak nakledilen hadiste Hazret-i Ali'ye zekâttan bir pay verildiğine dair bir irade yoktur. Eğer (Haşimoğullarına mensup olan) o kimseye zekatın dışındaki bir maldan ücret verilirse bu câiz olur. Bu görüş Mâlik'ten de rivâyet edilmiştir. 11. Zekat Tahsildarlığı Dışındaki Dini Görevler ve Bunlar için Ücret Almak: Yüce Allah'ın: "Onu toplamakla görevlendirilenlere" âyeti, zekât toplamak, kâtiplik, kassam (şayi' hisseli malları paylaştıran), âşir (ticaret mallarından öşür alan kimse) ve bunların dışında kalan farz-ı kifaye kabilinden olan İşleri yapan her bir kimsenin bu işine karşılık ücret almasının câiz olduğuna delil teşkil etmektedir. Namaz kıldırmak için İmâmlık da bu kabildendir. Çünkü namaz, her ne kadar bütün mükelleflere yönelik bir emir ise de onlardan birisinin İmâmlık yapmak üzere öne geçirilmesi farz-ı kifayedir. O bakımdan ona karşılık ücret almanın caizliği hususunda şüphe bulunmamaktadır. İşte bu bahsin asıl delili de budur. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Hanımlarımın nafakasından ve âmillerimin ücretlerinden sonra artıp geride bıraktığım ne varsa sadakadır" Buhârî, Vesâyâ 32, Fardu'l-Huıns 3, Ferâiz 3; Müslim, Cihâd 55; Muvatta’'', Kekim 28; Müsned, II, 242, 376, 464. âyeti ile buna işaret etmektedir. Bu açıklamaları İbnü'l-Arabî yapmıştır. 12. Kalpleri Alıştırılmak İstenenler: "Kalpleri alıştırılmak İstenenlerden zekâtın paylaştırılmasının sözkonusu edildiği bu âyetteki: "Kalpleri alıştırılmak istenenlere..." âyetinden başka bir yerde Kur'ân-ı Kerîm'de, söz edilmemektedir. Kalpleri İslâm'a alıştırılmak istenenler, İslâm'ın ilk dönemlerinde müslüman olduğunu açığa vuranlar arasından yakînlerinin zayıflığı dolayısıyla zekattan kendilerine bir pay verilmek suretiyle İslâm'a ısındırılmak İstenen bir kesim idi. ez-Zührî der ki: Kalpleri alıştırılmak istenenler, zengin dahi olsa İslâm'a giren yahudi veya hristiyan kimselere denilir. Müteahhir âlimlerden kimisi de şöyle demektedir: Bunların nitelikleri hususunda görüş ayrılığı vardır. Bunlar, İslâm'a alıştırılıp ısındırılmak maksadıyla kendilerine birşeyler verilen kâfirlerden bir gruptur. Ve bunlar, genelde baskı ve kılıç zoruyla müslüman olmamakla birlikte, bağış ve ihsanlarla İslâm'a giren gençlerdi, denildiği gibi, şöyle de denilmiştir: Bunlar, zahiren İslâm'a girmiş, fakat kalplerinde kesin kanaat hasıl olmamış bir topluluktur. İslâm kalplerinde iyice yer etsin diye kendilerine (zekâttan) bir miktar verilen bir topluluktur. Bir diğer görüşe göre bunlar, kendilerine tabi olunan müşriklerin büyükleridirler. Onlara uyan kimselerin İslâm'a ısındırılmaları kastıyla onlara birşeyler verilirdi. (Bu, müteahhir ilim adamı) der ki: Bu görüşler birbirlerine yakındır. Hepsinden maksat da, müslümanlığı gerçek anlamıyla ancak kendisine yapılacak bağış ile iyice yerleşen kimselere birşeyler vermektir. Bu, sanki bir çeşit cihadı andırmaktadır, Müşrikler de üç sınıftır. Bir bölüm, kendisine karşı delil ortaya konulması suretiyle, bir bölüm yenik düşürülmek ve kahredilmek suretiyle, bir bölümü de kendisine iyilik yapılması ile şirkinden döner. Müslümanların işlerine nezaret eden İmâm İse, her bir bölüme karşı o kimsenin küfürden kurtarılması ve kurtuluşuna sebep teşkil edecek uygulamada bulunur. Müslim'in Sahih'inde Enes'den rivâyet edildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ensar'a şöyle demişti: "Ben, henüz küfürden yeni çıkmış bir takım kimselere onları (kalplerini İslâm'a) ısındırmak kastıyla birşeyler veriyorum..." Buhârî, Fardu'l-Hums 19, Meğdzî 56; Müslim, Zekât 132; Müsned, III, 166. İbn İshak der ki: Hazret-i Peygamber bunlara, hem kendilerini İslâm'a alıştırmak, hem de kavimlerinin de onlar vasıtasıyla İslâm'a alışmasını sağlamak kastıyla birşeyler vermişti. Bunlar şerefli, soylu kimseler idi. (Mesela), Ebû Süfyan b. Harb'e yüz deve, oğluna yüz deve, Hakîm b. Hizâm'a yüz deve, el-Hâris b. Hişam'a yüz deve, Süheyl b. Amr'a yüz deve, Huveytıb b. Abdİ-luzza'ya yüz deve, Safvan b. Ümeyye'ye yüz deve vermiştir. Aynı şekilde Mâlik b. Afv ile el-Alâ b. Cariye'ye de yüz deve vermiştir. İşte bunlar (kendilerine yüz deve verilen) "Ashâbu’l-Miîn" diye anılan kimselerdir. Kureyşten bir takım kimselere de yüz deveden daha az bağışta bulunmuştur ki, Mahreme b. Nevfel ez-Zührî, Umeyr b. Vehb et-Cumahî, Hişam b. Amr el-Âmirî bunlardandır. İbn İshak (devamla) der ki: Bunlara ne kadar verdiğini bilemiyorum. Said b. Yerbu'a elli deve, Abbas b. Mirdas es-Sülemî'ye de az sayıda develer vermişti. Bundan dolayı öfkelenen Abbas, bu hususta şu (anlamdaki) şiiri söylemişti: "Geniş ve sert yerde, taylar üzerinde hücumun ile telâfi ettiğin bir talandı. Ve ben, kavmi uyumasınlar diye uyandırırdım; insanlar uyuduğunda uyumadım. Benim talanım ile (atım) el-Ubeyd'in (sırtındaki) talan; Uyeyne ile el-Akra arasında pay edildi. Ve ben Savaşta korkusuzca hücum eden bir kimse idim. Ama ne bana birşey verildi, ne de benden birşey alındı. Ancak bana küçük birkaç deve verildi, dört ayağı sayısınca. Ne Hısn, ne Habis toplanma yerinde (babam) Mirdas'a üstün değillerdi. Hem ben, onlardan herhangi birisinden de aşağı değildim. Ve bugün sen kimi alçaltırsan artık bir daha o kimse yüceltilemez." Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Gidin de onun bana karşı uzayan dilini kesiniz" diye buyurdu. Nîsbeten daha kısa rivâyet için bk. Müslim, Zekat 137. Bunun üzerine hoşnut olana kadar ona da bağışta bulunuldu. Bu, onun dilinin kesilmesi demekti. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Kalpleri İslâm'a alıştırılmak istenenler arasında en-Nudayr b. el-Hâris b. Alkame b. Kelede’de zikredilmiştir. Bu ise, Bedir'de öldürülen en-Nadr b. el-Haris'in kardeşidir. Başkaları ise onu Habeşistan'a hicret eden kimseler arasında zikretmişlerdir. Eğer Nudayr, Habeşistan'a hicret eden kimseler arasında ise, kalbi İslâm'a alıştırılacak kimselerden olmasına imkan yoktur. Habeşistan'a hicret eden kimse ilk muhacirlerden olup imanın kalbinde sağlam yer ettiği ve imanı uğrunda çarpışan kimselerdendir. Böyle bir kimse imanı kalbinde sağlam yer etsin diye alıştırılacak kimselerden olamaz. Ebû Ömer (b. Abdİ’l-Berr) der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Mâlik b. Avf b. Sa'd b. Yerbû' en-Nasrî'yi Kays kabilelerinden olup, kavminden müslüman olan kimselerin zekatını toplamak üzere gönderdi ve Şakulilere baskın yapmasını emretti. O da emredileni yaptı ve onları oldukça sıkıştırdı. Kalpleri İslâm'a ısındırılanlar da güzel bir şekilde İslâm'a bağlandılar. Ancak, Uyeyne b. Hısn bu hususta zan altında kalmaya devam etti. Diğer kalpleri İslâm'a alıştırılanlar arasında fazilet bakımından farklılıklar vardır. Onlardan kimisi hayırlı ve fazileti ittifakla kabul edilmiş üstün bir kimsedir. Haris b. Hişam, Hakîm b. Hizam, İkrime b. Ebi Cehil ve Süheyl b. Amr gibileri. Kimileri de bunlardan daha aşağı derecededirler. Zaten yüce Allah peygamberleri de, diğer mü’min kullarını da kimini kiminden üstün kılmıştır. O, bunların halini en iyi bilendir. Mâlik der ki: Bana ulaştığına göre Hakim b. Hizam daha sonraları kalbi İslâm'a alıştırılmak istenenlerden birisi olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisine, verdiklerini çıkartıp sadaka olarak dağıtmıştır. Derim ki: Hakim b. Hizam ile Huveytıb b. Abduluzza'nın her birisi yüzyirmi yıl yaşadı. Bunların altmış yılını cahiliye döneminde, altmış yılını da İslâm döneminde yaşadılar. Ben, İmâm hocamız hafız Ebû Muhammed Abdulazim'i şöyle derken dinledim: Ashâb-ı Kiramdan iki kişi vardır ki bunlar, cabiliye döneminde altmış yıl, İslâm olarak da altmış yıl yaşamışlar ve Medine'de hicretin 54. yılında vefat etmişlerdir. Bunlardan birisi Hakîm b. Hizam'dır. Hakîm b. Hizam, fil yılından onüç yıl önce Kâ'benin içinde dünyaya gelmiştir. İkincisi ise Ensardan Hassan b. Sabit b. el-Münzir b. el-Haram'dır. Bunu, ayrıca Ebû Ömer ile Osman eş-Şehrezurî "Kitabu Marifeti Envai İlmi'l-Hadis" (İbn Salaiı Mukaddimesi diye bilinir) adlı eserinde de zikretmekte ve bundan başka kimseyi sözkonusu etmemektedirler. Huvaytıb (b. Abduluzza)'yı, Ebû'l-Ferec el-Cevzî "el-Vefâ fi Şerefi'l-Mustafâ" adlı eserinde zikrettiği gibi; Ebû Ömer de Huvaytıb'ı "Kitabu's-Sakabe (el-İstîâb)" adlı eserinde zikrederek altmış yaşında iken müslüman olduğunu ve yüzyirmi yaşında vefat ettiğini nakletmektedir. Ayrıca Ebû Ömer, Abdurrahman b. Avfın kardeşi Hamnen b. Avfin da müslüman olarak altmış yıl, daha önce cahiliye döneminde de (müslüman elmadan önce) altmış yıl yaşadığını sözkonusu eder. Kalpleri İslâm'a alıştırılmak istenenler arasında Muaviye ile babası Ebû Süfyan b. Harb da sayılmıştır. Muaviye'nin onlardan sayılması uzak bir ihtimaldir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu vahiy kâtipliği, valiyin okunması için emin görmüş ve onunla oturup kalkmış iken nasıl onlar arasında sayılabilir ki? Hazret-i Ebû Bekir'in halifeliği dönemindeki hali ise bundan daha ünlü ve daha açıktır. Babasının, kalbi İslâm'a alıştırılmak İstenenlerden olduğunda söylenecek bir söz yoktur. Kalpleri İslâm'a alıştırılacak kimselerin sayıları hususunda farklı kanaatler vardır. Özetle bunların hepsi mü'mtn idiler ve az önce de geçtiği gibi aralarında kâfir bir kimse yoktu. Yüce Allah en iyi bilen ve hükmü en sağlam olandır. 13. Kalpleri Alıştırılmak İstenenler Sınıfı Kalıcı mıdır? İlim adamları, bu sınıfa mensupların kalıcılığı hususunda farklı görüşlere sahiptir. Ömer, el-Hasen, eş-Şâfiî ve başkaları: İslâm'ın güçlenmesi ve üstünlük sağlaması ile bu kesimin ardı arkası kesilmiştir, derler. Mâlik'in ve rey sahiplerinin meşhur görüşü de budur. Hanefî âlimlerinden bazısı da şöyle demektedir: Allah İslâm'ı ve müslümanları aziz kılmış, buna karşılık kâfirlerin de -Allah'ın laneti üzerlerine olsun- ardı arkasını kesmiştir. Sahabe-i kiram da -Allah hepsinden razı olsun- Ebû Bekir (radıyallahü anh)'ın halifeliği döneminde bu kesime mensup kimselerin paylarını düştüğü hususunda icma etmişlerdir. Biraz sonra bizzat merhum Kurtubî'nin ifadelerinde de geleceği üzere; meşhur olan bu icmâ'ın Ebû Bekir (radıyallahü anh) döneminde değil. Ömer (radıyallahü anh) döneminde gerçekleştiğidir. İlim adamlarından bir grup da şöyle demektedir: Bu sınıf kalıcıdır. Çünkü İmâm kimi zaman bazı kimseleri İslâm'a alıştırıp ısındırmak ihtiyacını duyabilir. Hazret-i Ömer'in, onların payını sona erdirmesi dinin güçlenmiş olduğunu görmesinden dolayıdır. "Yûnus der ki: Ben, ez-Zührî'ye bunlara dair sordum da şöyle dedi: Ben bu hususta bir nesh olduğunu bilmiyorum. Ebû Cafer en-Nehhâs da der ki: Buna göre bu hüküm onlar hakkında sabittir. Eğer herhangi bir kimsenin kalbinin ısındın imasına gerek duyulur ve ondan yana müslümanlara bir zarar gelmesinden korkulur yahut daha sonra İslâm'a güzelce bağlanacağı umut edilirse ona da bîrşeyler verilir. Kadı Abdu’l-Vehhâb der ki: Bazı zamanlarda onlara gerek duyulacak olursa zekâttan onlara pay verilir. Kadı İbnü'l-Arabî de der ki: Benim görüşüme göre eğer İslâm güç kazanmışsa bu pay sahipleri de yok kabul edilir. Şayet onlara gerek duyulursa o takdirde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın bunlara verdiği gibi payları verilir. Çünkü es-Sahih (Müslim) de Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "İslâm garip başladı ve başladığı gibi (garip olarak) avdet edecektir." Müslim, İmân 232; Tirmizî, Îman 13; İbn Mâce, Kiten 15; Dârimî, Rikaak 42: Müsned, 1, 184, 398. II, 389, IV, 7,3. 14. Kalpleri İslâm'a Alıştırılmak îstenenlere Pay Verilmeyecek Olursa... Kalpleri İslâm'a ısındırılacak olanlara paylarının verilmeyeceğini kabul edersek, şu husus ortaya çıkar: Onların payları ya diğer sınıflara, yahut İmâmın uygun göreceği yere verilir. ez-Zührî, paylarının yarısı mescidleri imar edenlere verilir demektedir. İşte sözü geçen bu sekiz sınıfın zekâtın harcanacağı sınıflar olduğunu, yoksa eşit oranda pay sahibi olmadıklarını ortaya koymaktadır. Eğer bu sınıflar eşit pay sahibi olsalardı, (İslâm'a alıştırılmak istenenlerin) düşmesi suretiyle paylarının da düşmesi ve kendilerinden başka kimselere verilmemesi gerekirdi. Nitekim bir kimse muayyen bir topluluğa vasiyette bulunacak olup da onlardan herhangi birisi ölecek olursa, onun payı aralarından kalanlara geri dönmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "Kölelere" âyeti, kölelerin azad edilmesine... anlamındadır. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve İbn Ömer yapmışlardır ki, Mâlik'in ve diğerlerinin de görüşü budur. Buna göre İmâmın, zekât malından müslümanlar adına azad etmek üzere bir takım köleler satın alması caizdir. Bu kölelerin velâ hakkı müslüman cemaata ait olur. Eğer zekâtı ödeyecek kişinin kendisi köleleri satın alıp azad ederse bu da câiz olur. Mâlik'in mezhebinden çıkartılan sonuç budur. Bu görüş, İbn Abbâs ve el-Hasen'den rivâyet edilmiştir. Ahmed, İshak ve Ebû Ubeyd de bu görüştedir. Ebû Sevr şöyle demektedir: Zekâtı ödeyecek kişi velâ bağının kendisine ait olması menfaatini sağlamak suretiyle tek bir köle dahi satın alamaz. Şâfiî'nin, rey ashâbının ve İmâm Mâlik'ten bir rivâyete göre Mâlik'in de görüşü budur. Sahih olan birinci görüştür. Çünkü yüce Allah: "Kölelere" diye buyurmaktadır. Kölelere zekâttan bir pay olduğuna göre, zekât verecek şahsın bir köle satın alıp azad etme hakkı da vardır. Bir kimsenin (zekâttaki) Allah yolunda payından (olmak üzere) bir at satın alıp onun üzerinde yük taşıyabileceği hususunda ilim ehli arasında görüş ayrılığı yoktur. Bir kimsenin zekâttan bütünüyfe bir at satın alma hakkı olduğuna göre, bütünüyle bir köle satın alabilmesi de câiz olur ve bunlar arasında bir fark yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 16. Zekât Malından Satın Alman Kölenin Velâ Hakkı Kime Aittir: Yüce Allah'ın: "Kölelere" âyeti velâ hususunda aslî bir delildir. Mâlik der ki: Burada sözkonusu edilen azad edilip de velâ hakkı müslümanlara ait olan köledir. İmâm tarafından böyle bir köle azad edilecek olursa yine hüküm böyledir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); velâ hakkının satışını da hibe edilmesini de yasaklamıştır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Velâ, neseb bağı gibi bir bağdır. Ne satılır, ne de hibe edilir." et-Taberârıî, el-Mu'temu'l-Evsal, II, 189. Ayrıca bk. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV, 231; el-Azîzi, es-Sirâcu'l-Munlr Şerku't-Câmİ'i's-Sağir, III, 414. Bir başka hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "Velâ (hakkı) azad edene aittir." el-Mâide, 5/103. âyet, 7. başlık sonlarında da geçmiş bulunan bu hadisin kaynakları orada gösterilmişti. Kaynaklar için oraya bakılabilir. Kadınlar da velâ hakkından herhangi bir şeyi miras alamazlar. Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kadınlar velâdan hiçbir şeyi miras alamazlar. Ancak, kendilerinin azad ettikleri yahut da kendilerinin azad ettiklerinin azad ettikleri (kimselerin velâsı) müstesnadır." Dârimî, Ferâiz 52; hadis olarak değil; Tâvûs, el-Hasen ve benzerlerinin sözü olarak. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Hamza'nın kızına velâ hakkına sahip olduğu bir kimsenin (azadlısının) mirasının, yarısını azad ettiği bu kölenin kızına da öbür yarısını vermiştir. İbn Mâce, Perâiz 7: Dârimî, Ferniz 31. Azad eden kimse eğer erkek ve kız çocuklar bırakacak olursa, vela hakkı çocukları arasında sadece erkeklere ait olur. Bu, ashâb-ı kiramın icma ile kabul ettiği bir husustur. Velâ, ancak katıksız asabe yoluyla miras alınır. Kadınlar için ise asabelik sözkonusu değildir, O bakımdan kadınlar velâ yoluyla hiçbir şeyi miras alamazlar. Bu meseleyi kavrayan hakka isabet eder. 17. Mükâteb'e Zekâttan Yardım Edilebilir mi? Mükâteb'e zekâttan yardım edilir mi hususunda, farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre yardım edilmez. Bu görüş Mâlik'ten rivâyet edilmiştir. Çünkü yüce Allah'ın: "Rakabe: Köle"yi sözkonusu etmesi, onun tam anlamıyla köle azad etmeyi kastettiğini göstermektedir. Mükâteb ise, aslında üzerinde borç olarak bulunan mükâtebe bedeli dolayısıyla "borçluların kapsamı içerisine girmektedir. O "köleler" kapsamına görmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yine Mâlik'ten, Medineliler İle Ziyad'ın, ondan rivâyetine göre şöyle dediği nakledilmiştir: Mükâteb olan kimseye kitabet bedelinin son taksidinde onu azad etmesini sağlayacak şekilde yardım olunur. Yüce Allah'ın: "Kölelere" âyetinin te'vili hususunda ilim adamlarının çoğunluğu da bu görüştedir. İbn Vehb, Şâfiî, Leys, Nehaîve başkaları da bu görüştedirler. Ali b. Mûsa el-Kummî el-Hanefî, "Ahkâm"ında (Ahkâmu’l-Kur'ân adlı eserinde) şunu nakletmektedir: İlim adamları mükâteb'in kastedildiği hususunda icma etmişler, ancak köle azad edilmesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. el-Kiyâ et-Taberî ise şöyle demektedir: (el-Kummî) bunun men'i hususunda açıkladığı bir şekilde sözkonusu ederek şöyle demektedir: Köle azad etmek bir mülkiyeti iptal etmektir. Temlik değildir, Mükâteb'e verilen mal ise bir temliktir. Temlik sözkonusu olmadıkça da yerini- bulmaması sadakanın (zekâtın) özelliklerindendir, O, bu görüşünü sununla da pekiştirmektedir: Bir kimse, zekâttan borca batmış kimsenin adına onun isteği olmaksızın borcunu ödemek üzere bir miktar verecek olursa, temlik olmadığından dolayı bu geçerli olmaz. O halde köle azad etmekte zekât diye verilecek malm zekat olmaması öncelikle sözkonusudur. Köle azadı hususunda şunu da zikreder: Bir kimse (zekât malıyla) köle azad etmek suretiyle velâ faydasını kendisine sağlamış olur. Mükâtebe vermesi halinde ise böyle birşey tahakkuk etmez. Yine onun naklettiğine göre bir kimse eğer kölenin bedelini kölenin kendisine ödeyecek olursa, köle bu bedele malik olamaz. Şayet efendisine bu bedeli ödeyecek olursa, bu sefer köle azad etmeyi de ona temlik etmiş olur. Eğer satın alıp azad etmekten sonra bu miktarı ödeyecek olursa, bu durumda da bir borcu ödemiş olur. Bunların hiçbirisi zekâtta yerini bulamazlar. Derim ki: Bizim sözünü ettiğimiz hem köle azad etmenin, hem de mükâtebe yardımcı olmanın câiz oluşuna açıkça delâlet eden bir Hadîs-i şerîf varid olmuştur ki, bunu Dârakutnî, el-Berâ'dan rivâyet etmiştir. el-Berâ dedi ki: Bir adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’a gelip şöyle dedi: Beni cennete yakınlaştıracak, cehennemden de uzaklaştıracak bir ameli bana göster. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Yemin olsun ki, her ne kadar sözlerin kısa ise de sorduğunun kapsamı oldukça geniştir. O halde sen canlı olan (köle) yi azad et ve Rakabeyi (kölelikten) kurtar." Bunun üzerine adam şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, bunlar aynı şeyler değil midir? Hazret-i Peygamber: "Hayır, canlı olanı azad etmek senin bir köleyi tek başına hürriyetine kavuşturmandır. Köleyi kurtarmak ise, onun bedelinin ödenmesinde (mükâtebesinde) yardımcı olmandır" diye buyurdu. Sonra da hadisin geri kalan bölümünü Dârakutnî, II, 135. nakletti. 18. Zekât Malından Esirler Kurtarılabilir mi?: Zekat malından esirlerin kurtarılması hususunda (fukahânın) farklı görüşleri vardır. Esbağ, câiz değildir demektedir. İbnü’l-Kasım’ın görüşü de budur. İbn Habib ise caizdir, der. Çünkü ashâb de kölelik yoluyla mülk edinilmiş bir kimsedir. Böylelikle ashâb, kölelikten hürriyete kavuşturulmuş olur. Hatta bu, bizim elimizde bulunan kölelerin kurtarılmasından daha yerinde ve daha hakka uygundur. Çünkü müslüman bir köleyi müslüman bir kimsenin köleliğinden kurtarmak için zekattan bir pay ayırmak ibadet ve câiz olduğuna göre, müslüman bir kimseyi kâfire kölelik ve zilleti altından kurtarmak için zekat malının verilmesi daha uygun ve daha bir lâyıktır. Yüce Allah'ın: "Borçlulara" âyetinde sözü edilenler, borcun altına girmiş ve yanlarında bu borçlarını ödeyecek malları bulunmayan kimseler demektir. Bu hususta herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Ancak, bir kimse günahkârlık uğrunda borca girmiş ise, ona tevbe edinceye kadar zekâttan da birşey verilmez, başka bir mal da verilmez. Yalnızca, malı bulunmakla birlikte borcu malının tamamını kuşatmış (ye aşmış) olan kimseye borcunu ödeyecek miktar verilir. Eğer hiçbir malı bulunmamakla birlikte borcu bulunan bir kimse ise, böyle bir kişi hem fakirdir, hem borçludur. Ona, bu ikî niteliği dolayısıyla da zekat verilir. Müslim, Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın döneminde bir adamın satın aldığı mahsullere bir felâket geldi, o bakımdan borcu çoğaldı. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ona tasaddukta bulununuz" diye buyurdu. İnsanlar ona tasaddukta bulundu, fakat verilen bu sadakalar borcunu ödeyecek miktara ulaşmadı. Bu sefer Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun alacaklılarına: "Artık bulduğunuzu alınız ve sizin bundan başka alacak birşeyiniz yoktur"' diye Müslim, Müsâkaat 19; Ebû Dâvûd, BuyıT 58; Tirmizî, Zekât 24; Nesâî, Buyır 30, 95; İbn Mâce, Ahkâm 25; Müsned, III, 36. buyurdu. Arayı düzeltmek ve iyilik maksadıyla, bir takım yükümlülükler altına girmiş kimseye eğer bu yükümlülükleri ödemesi İcab etmiş olup ödemek durumunda olduğu bu malî yükümlülükler onun servetinin tümünü alıp götürüyor ise, buna da tıpkı borçlu gibi zekâttan yüklendiği bu yükümlülükleri ödeyecek kadan -zengin dahi olsa verilebilir. Bu, Şâfiî'nin, arkadaşlarının, Ahmed b. Hanbel'in ve diğerlerinin de görüşüdür. Bu görüşü kabul edenler Kabîsa b. Muhârik'in hadisini delil gösterirler. Kabîsa der ki: Ben kefalet yoluyla bir maddi yükümlülüğün altına girdim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gidip bu hususta ondan yardım İstedim, şöyle buyurdu: "Zekât (malları) bize gelinceye kadar dur da sana ondan verilmesi için emir verelim. -Sonra şöyle buyurdu-: Ey Kabîsa, dilenmek ancak üç kişiden birisi ise bir kimseye helâl olur; Eğer bir kişi başkaları adına kefil olup maddî bir yük altına girmiş ise, bunu elde edinceye kadar o kimse için dilenmek helâl olur. Daha sonra dilenmeyi bırakır. (İkincisi), malının tümünü götüren bir musibete duçar olan kimseye de hayatını ayakta tutacak kadar -veya: MÂişetini gediğini kapatacak kadar diye buyurdu- bir miktar elde edinceye kadar dilenmesi helâl olur. (Üçüncüsü), kavminden akıl sahibi kimselerden üç kişi kalkıp da: Filan kişiye gerçekten yoksulluk isabet etti, diyecek kadar fakir düşen bir adama da dilenmek helâl olur. Bunun da mÂişetini ayakta tutacak miktarı elde edinceye -yahut da geçiminin gediğini kapatacak miktarını elde edinceye kadar diye buyurdu- kadar dilenmesi helâl olur. Bunların dışındaki dilencilik ise ey Kabîsa, kişinin haram olarak yediği bir haramdır." Müslim, Zekât 109; Ebû Dâvûd, Zekât 26; Nesâî, Zekât 80, 86; Dârimî, Zekât 37; Müsned, V, 60. Hazret-i Peygamber'in: "Sonra bu dilencilikten vazgeçer" ifadesi, böyle bir dilenmede bulunacak olunan zengin oluşuna delildir. Çünkü fakir, dilenmekten vazgeçmekle yükümlü değildir, doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Yine Hazret-i Peygamber'den şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir; "Dilencilik (bir kimseye) ancak üç kişiden birisi olması halinde helal olur. Kişiyi yerde süründürecek kadar fakir düşmüş, yahut aşın derecede borç sahibi veya can acıtacak bir kanın sahibi (kısas uygulanmaması için diyet ödemek zorunda bulunan) kimse." Ebû Dâvûd, Zekât 26; Tirmizî, Zekât 23; İbn Mâce, Ticârat 25: Müsned, III 114, 127. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Zekât, hiçbir zengine helal değildir. Ancak, beş kişi müstesna,.." diye buyurduğuna dair rivâyet edilen hadis de ileride Ebû Dâvûd, Zekât 25; İbn Mâce, Zekât 27; Muvatta’'', Zekât 29. gelecektir. 21. Zekâttan Ölenin Borçları ödenir mi?: Zekattan, ölmüş kimsenin borçlarının ödenip ödenmeyeceği hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler. Ebû Hanîfe der ki: Ölen bir kimsenin borcu zekâttan ödenmez. İbnü'l-Mevvâz'ın görüşü de budur. Yine Ebû Hanîfe der ki: Üzerinde keffaret borcu ve buna benzer yüce Allah'ın haklarından bir hak bulunan kimseye de zekâttan verilmez. Çünkü, ancak ödememesi halinde hapsedilmesini gerektirecek bir borcu bulunan kimseye "borçlu" denilir. Bizim mezhebimize mensup ilim adamlarımız ve diğerleri derler ki: Ölenin borcu zekâttan ödenir. Çünkü böyle bir kimse de borçlulardandır. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Ben, her mü’mine kendi öz canından daha yakınım. Kim bir mal bırakacak olursa, o onun aile halkına attir. Kim de bir borç yahut bakıma muhtaç çoluk çocuk bırakacak olursa, onun yükümlülüklerini yerine getirmek benim isimdir, bunları ödemek benim üzerimde bir haktır." Aynı manada, az farklılıklarla: Buhârî, Ferâiz 15, Nafakat 15, Tefsir 33. süre 1; Müslim, Cumıa 43, Ferâiz 14-17; Ebû Dâvûd, Haraç 15; Tirmizî, Feraiz 1; İbn Mâce, Mukaddime 7, Siidakat 13; Dârimî, BuyıT 54; Müsned, II, 287, 318, 335, 356, 464, III, 338, 371. Yüce Allah'ın: "Allah yolunda" âyetinde kastedilenler, gaziler ile ribat yerleridir. Bunlara, zengin veya fakir olsunlar gazalarında yapacakları harcamalar verilir. İlim adamlarının çoğunluğunun görüşü budur. Mâlik'in Allah'ın rahmeti üzerine olsun mezhebinden anlaşılan da budur. İbn Ömer der ki: Burada kastedilenler, hacılar ve umre ziyaretini yapanlardır. Ahmed ve İshak'dan rivâyete göre onlar; "Allah'ın yolu"ndan kasıt hacdır demişlerdir. Buhârî'de de şöyle denilmektedir: Ebû Lâs'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zekât develeri üzerinde hacca gitmek üzere bizi taşıdı. Buhârî, Zekât 49; Müsned, IV, 221. Yine İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre kişi, malının zekâtından köle azad eder, haccedilmesi için de verir. Buhârî, Zekât 49. Ebû Muhammed Abdulğani el-Hahz rivâyetle dedi ki: Bize, Muhammed b. Muhammed el-Hayyaş anlattı, bize Ebû Ğassan Mâlik b. Yahya anlattı, bize Yezid b. Harun anlattı, bize Mehdi b. Meyraun, Muhammed b. Ebi Yakub'dan haber verdi. Muhammed, Abdurrahman b. Ebi Nu'm'dan -ki, künyesi Ebû'l-Hakem'dir- dedi ki: Abdullah b. Ömer ile oturuyordum. Huzuruna bir kadın gelerek ona şöyle dedi: Abdurrahman'ın babası, benim kocam malını Allah yolunda harcansın diye vasiyet etti. İbn Ömer şöyle dedi: Malı dediği şekilde Allah yolunda harcansın. Ben ona şöyle dedim: Sen, bu kadına soru sorduğu hususta ancak kederini artırmış oldun. Şöyle dedi: Ey Abdurrahman b. Ebi Nu'm, sen bana ne dememi emrederdin? Ben, ona bu malı şu Savaşa çıkıyorum deyip de yeryüzünde fesat çıkartan ve yol kesen askerlere vermesini mi emredeydim? Bu sefer ben, şöyle dedim: Peki, ya bu kadına ne yapmasını emredersin? Dedi ki: Ben ona, o malı salih bir topluluğa Allah'ın Haram Beytine haccedenlere vermesini emrediyorum. Çünkü onlar Rahmân olan Allah'ın kafilesidirler. Onlar Rahmân'ın kafilesidirler, onlar Rahmân'ın kafîlesidirler. Onlar asla şeytanın kafilesi gibi olmazlar. O, bu sözlerini üç defa tekrarladı. Ben ona: Abdurrahman'ın babası dedim, ya şeytanın kafilesi ne oluyor? Şöyle dedi: Bunlar şu emirlerin huzuruna girip de onlara insanlar arasında karışıklık çıkarmak kastıyla söz ulaştıran, müslümanlar arasında yalancılığı götürüp getiren, bundan dolayı da kendilerine hediyeler ve bağışlar verilen kimselerdir. Muhammed b. Abdilhakem dedi ki: Savaş araç ve gereçleri, silah ve kendisine ihtiyaç duyulan araçlar, İslâm diyarından düşmanın püskürtülmesi için gerekli şeylere zekâttan verilir. Çünkü bütün bunlar gaza yoluna ve onun faydasına yapılan harcamalardır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da alevlenen intikam ve kötülüğü söndürmek maksadıyla Sehl b. Ebi Hasme musibeti dolayısıyla yüz dişi deve vermişti. Derim ki: Bu hadisi Ebû Dâvûd, Beşir b. Yesar'dan rivâyet etmektedir. Buna göre Sehl b. Ebi Hasme diye anılan Ensardan birisi, kendisine şunu haber vermiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona (Sehl'e.) zekât develerinden yüz deveyi diyet olarak ödemiş. Yani, Ensar'dan olup Hayber'de öldürülen kişinin diyeti olarak bunu vermiş. Buhârî, Diyât 22; Müslim, Kasame 5; Ebû Dâvûd, Diyât 9; Nesâî, Kasâme 3, 4. Îsa b. Dinar dedi ki: Allah yolunda gaza edip de gazası esnasında muhtaç düşmüş, zenginliği ve varlığı yanında bulunmayan bir gazinin zekât alması helâldir Ancak gaziler arasında olup malı da beraberinde bulunan kimseye zekât almak helâl olmaz. Gaziler arasından ancak malı yanında-bulunmayan (zengin) kimselerin zekât almaları helal olur. Şâfiî, Ahmed, İshak ve ilim adamlarının çoğunluğunun görüşü budur. Ebû Hanîfe ve iki arkadaşı (Ebû Yûsuf ve Muhammed) derler ki: Gaziye ancak fakir ve (ya) malına ulaşamayacak halde (zengin) olduğu takdirde zekattan verilir. Ancak bu, nassa, ziyade (fazladan hüküm eklemek) dir. Ebû Hanîfe'ye göre ise, nassa fazlalık neshdir. Nesh ise ancak ya Kur'ân ile veya mütevatir bir haberle olur, Burada ise böyle birşey yoktur. Sahih sünnette bunun aksi rivâyet edilmektedir. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Zekat, zengine helal değildir. Ancak şu beş kişiye müstesna: Allah yolunda gazaya çıkmış, yahut zekât toplamakla görevli oları, yahut borca batmış, yahut zekât olarak verilen bir şeyi malıyla satın almış bir kimseye, yahut bir kimsenin yoksul bir komşusu bulunup da o da o yoksul komşusuna sadaka verdikten sonra, yoksul (komşusun)dan hediye alan zengin kimse." Bu hadisi Mâlik, mürsel olarak Zeyd b. Eslem'den, o da Atâ b. Yesar yoluyla rivâyet etmiştir. Ma'mer ise bunu Zeyd b. Eslem'den, o, Atâ b. Yesar'dan, o da Ebû Said el-Hudrî'den, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yoluyla merfu' olarak rivâyet etmektedir. Baştarafı 20. başlığın sonlarında zikredilen bu hadisin kaynakları orada gösterilmişti. O halde bu Hadîs-i şerîf âyetin anlamını tefsir etmekte ve bazı zenginler için zekât almanın câiz olduğunu açıklamaktadır. Yine bu hadis, Hazret-i Peygamber'in: "Zekât zengin bir kimseye de, azaları (gücü kuvveti) yerli yerinde olan kimseye de helal değildir" Ebû Dâvûd, Zekât 24; Tirmizî, Zekât 23; Dârakutnî, II, 119. hadisini de açıklamaktadır. Çünkü Hazret-i Peygamber'in bu âyeti mücmeldir ve ifade ettiği umumi manası üzere değildir. Diğer hadiste sözü geçen "beş zengin kişi" ile ilgili hadis buna delildir. İbnü'l-Kasım şöyle derdi: Zengin bir kimsenin cihad için kullanmak üzere zekâttan alıp da bunu Allah yolunda harcaması câiz değildir. Bu ancak fakir kimse için câiz olur. Yine İbnü'l-Kasım der ki: Borç yükü altında bulunan kimsenin de kendi malını koruyacak şekilde (kendi malından borcunu ödememek için) zekâttan bir pay alması ve zekâttan aldığı bu pay ile ona ihtiyacı yokken- borcunu ödemeye kalkışması câiz değildir. Gazi, Savaşta İken zengin olmakla birlikte malı yanında bulunmuyor ise, muhtaç düşecek olursa, zekâttan herhangi bir şey almaz, bunun yerine borçlanır. Ülkesine ulaştı mı bu borcunu kendi malından Öder, Bütün bu hususları İbn Habib, İbnü'l-Kasım'dan nakletmekte ve İbn Nâfi' İle başkalarının bu hususta ona muhalefet ettiğini iddia etmektedir. Ebû Zeyd ve başkaları ise İbnü’l-Kasım'dan şöyle dediğini rivâyet ederler: Gazi, ülkesinde zengin olup beraberinde de gazasında kendisine yetecek kadar malı bulunuyor olsa dahi, ona zekâttan bir pay verilir. Sahih olan da budur, çünkü: "Sadaka beş kişi müstesna hiçbir zengine helal değildir..." anlamındaki hadisin zahiri bunu göstermektedir. İbn Vehb'in Mâlik'ten rivâyetine göre, zekâttan gazilere ve ribat yerlerine bir miktar verilir. Bunlar ister fakir ister zengin olsunlar farketmez. "Yolcular" (anlamı verilen terkip, asıl itibariyle "yol oğlu" anlamındadır) âyetinde geçen "es-Sebîl" yol demektir. Yolcu'nun yola (oğul tabiriyle) nisbet edilmesinin sebebi, onun yoldan ayrılmayışı ve yolun üzerinden geçişinden ötürüdür. Nitekim şair de şöyle demiştir: "Sevgiye dair sorarsanız bana; sevgi benim, Sevginin oğlu da benim, sevginin kardeşi de, babası da benim." Yolcudan maksat, yolculuğu esnasında ülkesinden, yerleşik bulunduğu yerden ve malından uzak kalıp ona ulaşamayacak durumda olan kişidir. Böyle birisine ülkesinde zengin dahi olsa zekâttan bir pay verilir; bu durumdaki kişi, borç almak suretiyle kendisini yükümlülük altına sokmakla mükellef değildir. Mâlik, "İbn Suhnûn'un Kitab'ında. der ki: Eğer kendisine borç verecek kişiyi bulacak olursa, ona zekâttan pay verilmez. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Çünkü yüce Allah'ın minnet ve lütfunu bulmuş iken böyle bir kimsenin başka herhangi birisinin minneti altına girme sorumluluğu yoktur. Eğer zekât almaya muhtaç etmeyecek kadar bir malı varsa, yolcu olması sebebiyle zekât almasının cevazı hususunda iki rivâyet vardır. Meşhur olan rivâyete göre ona zekâttan birşey verilmez. Şayet alacak olursa, kendi ülkesine ulaştığı takdirde onu geri ödemekle ve başkasına tasadduk etmekle yükümlü değildir. 24. Zekât Düşenlerden Olduğunu İddia Edenin Bu İddiası Kabul Edilir mi?: Bir kimse gelip de zekât almaya hak kazandırıcı niteliklerden birisine sahip olduğunu iddia ederse, onun bu iddiası kabul edilir mi, yoksa ona: Söylediğini ispatla mı denilir? Borçlu olduğunu iddia edenin bu iddiasını ispatlaması kaçınılmaz birşeydîr. Diğer niteliklere gelince; halinin zahiri o kimsenin durumuna tanıklık eder ve zahir halinin tanıklığı ile yetinilir. Buna delil ise, sahih hadis kitapları sahiplerinin rivâyet ettikleri iki Hadîs-i şerîftir. Kur'ân'ın zahirinden de anlaşılan budur. Müslim'in rivâyetine göre Cerir, babasının şöyle dediğini nakleder: Sabahın erken saatlerinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda idik. Ayakkabıları bulunmayan, siyah beyaz çizgili elbiseleri yahut abaları yırtarak kafalarından geçirip giyinmiş, kılıçlar kuşanmış bir topluluk gördük. Bunların büyük bir çoğunluğu hatta hepsi Mudar'dan idi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlarda gördüğü bu fakirlikten dolayı yüzünün şekli değişti. İçeri girdi, sonra çıktı, Bilal'e emir vermesi üzerine Bilal ezan okudu, kamet getirdi ve namaz kıl(ın)dı. Sonra hutbe irad edip şöyle buyurdu: "Ey insanlar, sizi tek bir candan... yaratan Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah üzerinizde tam bir gözetleyicidir" (en-Nisa, 4/1) âyeti ile el-Haşr Süresindeki: "... Allah'tan korkun ve herkes yarın için ne hazırladığına bir baksın" (el-Haşr, 59/18) âyetini okudu. Kimisi dinarından, kimisi dirheminden, kimisi elbisesinden, kimisi sahip olduğu bir sa' buğdaydan sadaka versin -Nihayet; Velevki bir hurmanın yarısı kadar- diye buyurdu. Ensardan bir kişi, nerdeyse taşıyamıyacağı, hatta taşımaktan acze düştüğü bir kese getirdi. Daha sonra ardı arkasına insanlar (getirmeye) devam ettiler. Sonunda yiyecek ve giyecek iki yığın gördüm. Nihayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yüzünün altın gibi parıldadığını gördüm. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her kim İslâm'da güzel bir yol açarsa, ona onun ecri ve ondan sonra onunla da amel edenlerin ecri -ecirlerinden birşey eksiltilmeksizin- vardır. Herkim İslâm'da kötü bir yol açarsa, o kimseye o yolun vebali ve ondan sonra da onunla amel edenlerin vebali -onlardan hiçbir kimsenin vebalinden de birşey eksiltilmeksizin- vardır." Müslim, Zekat 69; Müsned, IV, 358-359, 361. Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber onların hallerinin zahiri ile yetinerek sadaka vermeye teşvik etti, onlardan buna dair herhangi bir delil istemedi. Yanlarında bir mal var mıdır yok mudur diye de soruşturmadı. Abraş, kel ve kör'e dair Müslim'in ve başkalarının rivâyet ettiği hadis de buna benzemektedir. Sözü geçen bu hadisin lâfzı şöyledir: Ebû Hüreyre'den rivâyet edildiğine göre o, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinlemiştir: "İsrailoğulları arasında bir abraş, bir kel ve bir kör vardı. Allah, onları sınamak istedi. Onlara bir melek gönderdi. Melek abraş'ın yanına vardı ve ona, en çok sevdiğin şey nedir diye sordu, o da: Güzel bir ten rengi, güzel bir ten ve insanların benden tiksinmelerine sebep olan bu halimin giderilmesi. Melek, onu bir sıvazladı ve onun bu tiksinti veren hali gidiverdi, ona güzel bir ten regi, güzel bir ten verildi. Melek ona: Ençok sevdiğin mal hangisidir diye sorunca, o da, deve -veya inek türü- dedi. (Şüphe hadis ravilerinden İshak'a aittir). Ancak ya abraş veya kel, onlardan birisi deve, diğeri de inek dedi.- Bunun üzerine o kimseye on aylık hamile bir dişi deve verildi, Allah-bu devede sana bereket ihsan etsin, dedi. Daha sonra (melek), kel'in yanına gitti, Ençok sevdiğin nedir diye sorunca kel: Güzel bir saç ve insanların benden tiksinmelerine sebep olan bu halimin benden gitmesidir. Melek onu bir sıvazladı ve onun bu hali gitti, ona güzel bir saç verildi. (Melek) dedi ki: Ençok hangi malı seversin? O, ineği deyince, ona gebe bir inek verildi. Allah bunu sana mübarek kılsın, dedi. Sonra âmâ'ya gitti. Ençok sevdiğin şey nedir diye sorunca âmâ, Allah'ın görmemi bana geri vermesi ve böylelikle insanları görmektir deyince, onu bir sıvazladı, Allah da ona görmesini iade etti. Ona, en sevdiğin mal hangisidir diye sorunca, koyun dedi. Bunun üzerine ona doğumu yakın bir koyun verildi. Önceki iki kişinin deve ve ineği yavruladı, berikinin koyunu da doğurdu. Birinin bir vadi dolusu devesi, diğerinin bir vadi dolusu ineği, diğerinin de bir vadi dolusu koyunları oldu. Daha sonra o melek abraş'a eski suret ve kılığında gelerek; ben yoksul bir adamım. Yolculuğum esnasında bütün çarelerim tükendi. Artık bugün ancak Allah sayesinde ve senin yardımın ile yerime ulaşabilirim. Senden, sana şu güzel rengi, şu güzel teni ve şu malı verenin hakkı için bu yolculuğumda üzerine binerek yerime ulaştıracak bir deve istiyorum deyince, abraş ona: Haklar çoktur diye cevap verdi. Melek ona, ben seni tanıyor gibiyim. Sen daha önce insanların kendisinden tiksindiği abraş ve fakir bir kişi iken Allah sana (daha sonra bunca malı) vermişti değil mi? Abraş, hayır ben bu malı babadan, atadan miras aldım, dedi. Bu sefer melek, eğer yalan söylüyor isen Allah seni önceki haline döndürsün dedi. Daha sonra kel adamın yanına eski suretinde giderek ona da öncekine söylediğinin benzerini söyledi, o da öncekinin verdiği cevabı buna verdi, bu sefer melek: Eğer yalan söylüyor isen Allah seni önceki haline döndürsün, dedi. Nihayet âmâ'ya önceki suret ve şeklinde gitti ve: Ben yoksul bir adamım. Yolda kaldım. Bu yolculuğumda bütün çarelerim tükendi. Bugün yerime ancak Allah'ın lütfuyla, ondan sonra da senin yardımınla ulaşabilirim. Sana görmeni geri verenin hakkı için senden bu yolculuğumda beni yerime ulaştıracak bir koyun istiyorum, dedi. Kör dedi ki: Ben de önceleri kördüm. Allah bana görmemi geri verdi. İstediğini al, istediğini bırak. Allah'a yemin ederim,bugün ne alırsan Allah için ondan dolayı sana zorluk çıkarmayacağım. Bu sefer melek ona: Malım tut. Sizler sınandınız. Senden razı olundu, iki arkadaşına ise gazap edildi diye cevap verdi." Buhârî, Enbiyâ 51; Müslim, Zühd 10. İşte bu, fakirliğinden ayrı olarak çoluk çocuk sahibi olduğunu veya başka bir durumda olduğunu iddia edecek olursa, onun bu hali -güç yetirilirse durumu açığa çıkartılır diyenlerin aksine- açığa çıkartılmaya çalışılmaz. Çünkü hadiste: "Ben yoksul bir adamım ve yolcuyum, senden bir koyun istiyorum" denilmekte, buna karşılık yolcu olduğunu ispatlamakla onu mükellef tuttuğundan söz edilmemektedir. Ancak mükâteb olduğunu iddia eden bir kimseden, mükâteb olduğunu ispatlaması istenir. Çünkü, hürriyeti tesbit edilinceye kadar kölede aslolan köleliktir. 25. Zekâtın Verilemeyeceği Kimseler: Kişinin nafakalarım sağlamakla yükümlü olduğu kimselere zekâttan birşeyler vermesi câiz değildir. Nafakalarını sağlamakla yükümlü olduğu kimseler; anne-baba, çocuk ve hanımıdır. Eğer İmâm bir adamın zekâtını, adamın kendi çocuğuna, babasına ve zevcesine verecek olursa câiz olur. Ancak, kişinin bunu bizzat kendisinin vermesi câiz değildir. Çünkü kişi, bu şekilde bir ödemede bulunmakla kendisi üzerinde farz olan bir şeyi ıskat etmiş olur. Ebû Hanîfe der ki: Kişi zekâtını, oğlunun oğluna da, kızının kızına da veremez. Yine kendisiyle mükâtebede bulunmuş kölesine de, müdebberine de, umm veledine de, yarısını azad etmiş olduğu köleye de zekâttan bir şey veremez. Çünkü kişi, fakirin ihtiyacını gidermek suretiyle malı Allah için çıkartıp vermekle emrolunmuştur. Mülkiyeti altında bulunan bu tür kimseler ile kendisi arasında ortak menfaatler vardır. İşte bundan dolayı bunların birbirleri lehine şahidlikleri de kabul edilmez. (Ebû Hanîfe) der ki: Mükâtep, üzerinde ödemekle yükümlü olduğu bir dirhem kaldığı sürece bir köledir. Çünkü bunu Ödemekten aciz kalabilir, o durumda mükâtebin kazancı efendisinin olur. Ebû Hanîfe'ye göre bir bölümü azad edilmiş olan köle de mükâtep seviyesindedir. İki arkadaşı Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ise, üzerinde borç bulunan bir hür durumundadır, o bakımdan ona zekât verilmesi câiz olur. 26, Nafakalarını Sağlamakla Yükümlü Olmadığı Yakınlara Zekât Vermek: Zekâtını nafakalarını sağlamakla yükümlü olmadığı kimselere verenin durumu hakkında farklı görüşler vardır. Kimisi bunu câiz kabul ederken, kimisi bunu mekruh görmektedir. Mâlik, minnet altında kalma korkusu vardır, demiştir. Mutarrıf in de şöyle dediği nakledilmektedir: Ben Mâlik'i, zekâtını yakın akrabalarına verirken gördüm. Vakidî de der ki: Mâlik dedi ki: Zekâtını verdiğin en faziletli yer, bakmakla yükümlü olmadığın akrabalarındır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de Abdullah b. Mes'ûd'un hanımına şöyle demiştir: "(Kocana vermek suretiyle) senin için biri akrabalık dolayısıyla ecir, diğeri de sadaka ecri olmak üzere iki ecir vardır." Buhârî, Zekât 48; Müslim, Zekât 45-47; Nesâî, Zekât 82; İbn Mâce, Zekât 24; Dârimî, Zekat 23; Müsned, III, 502, vî, 363. Ancak, ilim adamları, kadının zekâtını kocasına vermesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Habib'ten, nakledildiğine göre o, hanımının kendisine verdikleri ile hanımının nafakasını denkleştirmeye çalışırdı. Ebû Hanîfe, bu câiz olmaz derken, iki arkadaşı ona muhalefet ederek: Caizdir demişlerdir. Daha sahih olan da budur. Çünkü, sabit olduğuna göre Abdullah (b. Mes'ûd) in hanımı Zeyneb, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a giderek şöyle demiştir: Ben kocama sadaka vermek istiyorum bu benim için geçerli olur mu? Hazret-i Peygamber de şöyle buyurdu: "Evet, senin için biri sadaka ecri, diğeri de akrabalık ecri olmak üzere iki ecir vardır." Bir önceki rivâyete dair nota bakınız. Bir önceki rivâyete dair nota bakınız. Sadaka mutlak olarak zikredildiği takdirde zekât anlaşılır. Çünkü hanımın üzerinde kocası lehine nafaka mükellefiyeti yoktur, O bakımdan kocası hanımı için yabancı durumundadır. Ebû Hanîfe, görüşüne gerekçe göstererek şöyle der: Mülkiyet menfaatleri ikisi arasında ortaktır. Öyle ki, onlardan birinin diğeri lehine şahitliği kabul edilmez. Hadis, nafile sadaka hakkında yorumlanmalıdır. Şâfiî, Ebû Sevr ve Eşheb bunu şu şartla câiz kabul ederler: Eğer koca ondan aldığını hanımı lehine yerine getirmekle yükümlü olduğu mükellefiyetler alanında harcamayıp kendisinin nafakasını ve giyimini karşılamak üzere harcar, hanımına da kendi malından infak ederse, olur. 27. Hak Sahiplerine Verilecek Zekât Miktarı Ne Olmalıdır?: Yine fukahâ (zekât almak hakkına sahip olanlara) ne miktarda verileceği hususunda farklı görüşlere sahiptir. Borçlu olan kimseye borcu kadarı verilir, fakir ve yoksula da kendilerine ve aile fertlerine yetecek kadarı verilir. Bunlara nisab miktarı, yahut ondan daha az miktarın verilmesinin cevazı hususunda farklı görüşler vardır. Bu farklı görüşlerin esasını ise, daha önce geçen zekât almayı câiz kılan fakirlik sının ile ilgili görüş ayrılığı teşkil eder. Ali b. Ziyad ve İbn Nâfi'in rivâyetlerine göre bu hususta bir sınır yoktur. Bu, verilecek miktar valinin içtihadına göre tesbit edilir. Kimi zaman yoksullar azalabilir ve zekât artabilir. O takdirde fakire bir yıllık geçimini karşılayacak kadar verilir. Muğire'nin rivâyetine göre ise fakire nisabdan daha aşağı miktar verilir ve hiçbir zaman nisab miktarına ulaşılmaz. Müteahhir âlimlerden kimisi de şöyle der: Eğer bir şehirde birisi nakit, diğeri de ziraat mahsulleri olmak üzere iki ayrı zekât varsa, fakire, öbürünün zekât vaktine kadar kendisini ulaştıracak bir miktar verilir. İbnü'l-Arabî der ki: Benim görüşüme göre fakire nisab miktarı verilir. İsterse o şehirde iki veya daha fazla tür zekât alınmış olsun. Çünkü maksat zengin oluncaya kadar fakiri ihtiyaçtan kurtarmaktır. O bu miktarı aldıktan sonra diğer zekât gelecek olur da yanında kendisine yetecek kadar bir miktar varsa, bu sefer onu başkası alır. Derim ki: Nisab miktarının verilmesi hususunda rey ashâbının görüşü de budur. Ancak Ebû Hanîfe, câiz görmekle birlikte, bunun mekruh olduğu görüşündedir. Ebû Yûsuf ise mutlak olarak câiz kabul eder ve şöyle der: Çünkü onun aldığı zekât miktarının bir bölümü şu andaki ihtiyacı içindir. Dolayısıyla şu andaki ihtiyacından arta kalan miktar da (nisab olan) ikiyüz dirhemden daha aşağıdadır. Eğer bir defada ikiyüz dirhemden fazla fakire verecek olursa, bu sefer şu an için duyduğu ihtiyaç miktarından arta kalan ikiyüz dirhem kadar olur, bundan dolayı bu kadar bir miktarı vermek câiz olmaz. Hanefî âlimlerin müteahhirleri arasında şöyle diyenler de vardır: Eğer böyle bir kimsenin geçindirmekle yükümlü olduğu aile efradı yoksa, borcu da bulunmuyorsa hüküm böyledir. Eğer üzerinde borcu varsa, borcunu ödemesi halinde elinde ikiyüz dirhemden az bir miktar kalacaksa ona ikiyüz dirhem ya da daha fazla vermekte bir mahzur yoktur. Şayet geçindirmekle yükümlü olduğu aile efradı varsa, verilen miktar aile efradına paylaştırılması halinde herbirisine ikiyüz dirhemden daha aşağı bir miktar isabet edecek kadar vermesinde bir mahzur yoktur. Çünkü böyle birisine tasaddukta bulunmak, hem ona, hem de aile halkına tasaddukta bulunmak demektir. Bu da güzel bir görüştür. 28. Zekât Alacak Fakirlerin Nitelikleri: Şunu bil ki, yüce Allah'ın: "...Fakirlere..." âyeti mutlaktır. Bunda herhangi bir şart veya bir kayıt bulunmamaktadır. Aksine bu âyette Haşimoğullarından olsunlar olmasınlar bütün fakirlere zekât vermenin câiz olduğuna delâlet vardır. Ancak, sünnet-i seniyye birtakım şartların nazar-ı itibara alınacağı doğrultusunda varid olmuştur. Bu şartlardan birisi, bu fakirlerin Haşimoğullarından olmaması ve sadaka (zekât) verenin nafakasını sağlamakla yükümlü bulunmadığı kimselerden olmasıdır. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Üçüncü bir şart ise sadaka alacak kimsenin kazanabilecek güce sahip olmaması şeklindedir. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Sadaka (zekât), zengin ve azaları (gücü kuvveti) yerinde herhangi bir kimseye helal değildir" Bu hadis daha önce 5. ve 22. başlıklarda geçmiş, kaynakları da orada gösterilmişti. diye buyurmuştur. Buna dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. Yine, İslâm âlimleri arasında farz sadakanın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "e de, Hafimoğullarına da, onların mevlalarına da helal olmadığı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Ebû Yûsuf tan ise, Haşimoğullarından birisinin sadakası (zekâtı) nın, yine Haşimoğullarına mensup bir başka kimseye verilmesinin câiz olduğuna dair bir görüş rivâyet edilmiştir ki, bunu el-Kiyâ et-Taberî nakletmektedir. el-Kiya et-Taberî, Ahkâmu'l-Kur'ân, III, 209. Ancak, el-îktiyar, 1, 121'de bu görüşün, Ebû Hanîfe'ye aîı olduğu ve Ebû Yûsuf’un bu hususta ona muhalefet ettiği belirtilmektedir. Kimi ilim adamı garip bir istisna teşkil ederek şöyle der: Haşimoğullarının mevlalarına hiçbir sadaka türü haram değildir. Ancak bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sabit olana muhaliftir. Çünkü o, mevlâsı Ebû Rafı': "Bir kavmin mevlası (azadlı kölesi) onlardandır" Ebû Dâvûd, Zekât 29; Tirmizî, Zeküt 25; Nesâî, Zekât 97; Dârimî, Siyer 82; Müsned, III, 448, IV, 340, VI, 8, 10, 390. diye buyurmuştur. 29. Haşimoğullarına Nafile Sadaka Verilebilir mi?: Haşimoğullarına nafile sadaka vermenin cevazı hususunda da ilim adamları arasında görüş ayrılığı vardır. İlim ehlinin çoğunlukla kabul ettiği sahih olan görüşe göre nafile sadakanın Haşimoğullarına ve onların mevlâlarına verilmesinde bir mahzur yoktur. Çünkü Hazret-i Ali, Hazret-i Abbas ve Hazret-i Fatıma Allah onlardan razı olsun-Haşimoğullarından bir grup kimseye sadaka vermişler, onlar lehine vakıflar yapmışlardır. Onların yaptıkları vakıf sadakaları ise bilinmektedir ve meşhurdur. İbnü'l-Macişun ile Mutarrif, Esbağ ve İbn Habib derler ki: Haşimoğullarına farz sadakadan da, nafile sadakan da birşey verilmez. İbnü'l-Kasım ise şöyle demektedir: Haşimoğullarına nafile sadaka verilebilir. Yine İbnü’l-Kasim der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den gelen: "Sadaka Muhammed'in âline helal değildir" Buhârî, Zekat 57; Müslim, Zekât 167; Nesâî, Zekât 7, 95; Muvatta’', Sadaka 13. şeklindeki hadis, sadece zekât hakkındadır, nafile sadaka ile ilgili değildir. İbn Huveyzimendad da bu görüşü tercih etmiş, Ebû Yûsuf ve Muhammed de bu görüşü benimsemişlerdir. İbn Kasım der ki: Onların mevtalarına (azad ettiklerine) her iki sadaka türünden de verilebilir. Mâlik de “el Vâdiha" şöyle demektedir Muhammed âline nafile sadaka verilmez. İbnü’l-Kasım der ki: Mâlik'e, ya onların mevlalarına (verilir mi?) diye sorulunca, ben mevlalardan kastın ne olduğunu bilmiyorum, diye cevap verdi. Bu sefer ben ona, Hazret-i Peygamber'in: "Bir kavmin mevlası onlardandır" âyetini ona karşı delil gösterince, bu sefer (bana: yine Hazret-i Peygamber): "Bir kavmin kızkardeşi de onlardandır" diye buyurmuştur dedi. Esbağ dedi ki: Ancak bu, iyilik ve hürmet konusunda böyledir. 30. Bu Şekilde Harcama Allah'ın Farz Emridir: "Allah'tan bir farz olarak" âyeti Sîbeveyh'e göre mastar olarak nasb edilmiştir. Yani; "Allah sadakaları kafi bir şekilde (böylece) farz kılmıştır," anlamındadır. Bununla birlikte el-Kisaî'nin görüşüne göre kat1 ile (önceki kelime üzerinde durak yapmak sureti ile) ref edilmesi de caizdir. Yani; bunlar farzdır, anlamında olur. ez-Zeccâc der ki: Ben bu âyetin bu şekilde (ref’ ile) okunduğuna dair bir şey bilmiyorum. Derim ki: İbrahim b. Ebi Able bunu haber yaparak böylece okumuştur. Nitekim; "Zeyd ancak dışarı çıkmakta olandır," demek de buna benzemektedir. |
﴾ 60 ﴿