YÛNUS SÛRESİ(Mekke'de İnmiştir, Yüzdokuz Âyettir). Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile Yûnus (aleyhisselâm) Sûresi el-Hasen, İkrime, Atâ ve Cabir'in görüşlerine göre Mekke'de inmiştir, İbn Abbâs ise der ki: Yüce Allah'ın: "Eğer sana indirdiğimizden şüphede isen..." (Yûnus, 10/94) âyetinden itibaren üç âyet müstesnadır. Mukâtil ise der ki: İki âyet müstesna, Mekke'de inmiştir. "Eğer sana indirdiğimizden şüphede işere..." (Yûnus, 10/94) âyeti Medine'de inmiştir. el-Kelbî der ki: Sûre Mekke'de inmiştir. Ancak, yüce Allah'ın: "Aralarından ona inanan kimseler de vardır, ona îman etmeyen kimseler de vardır," (Yûnus, 10/40) âyeti müstesnadır. Bu, Medine'de yahudiler hakkında inmiştir. Bir kesim de şöyle demiştir: Sûrenin baş tarafından kırk âyet kadarlık bir bölümü Mekke'de, geri kalanı da Medine'de İnmiştir. 1Elif, lâm, râ. İşte bunlar hikmet dolu kitabın âyetleridir. "Elif, Lâm, Râ" âyeti ile ilgili olarak en-Nehhâs dedi ki: Ebû Cafer Ahmed b. Şuayb b. Ali b. el-Hüseyn b. Hureys'e "kıraat ile" dedi ki: Bize, Ali b. el-Hüseyn babasından haber verdi. Babasının Yezid'den naklettiğine göre, İkrime ona İbn Abbâs'tan naklen dedi ki: Elif, Lâm Ra ile Hâ, Mîm ve Nûn "er-Rahmân" isminin değişik yerlere dağılmış harfleridir. Ben bunu, el-A'meş'e naklettim de o: Sende buna benzer bilgiler var da bana niye haber vermiyorsun? dedi, Yine İbn Abbâs'tan şöyle dediği nakledilmektedir. "Elif, Lâm, Râ": "Ben Allah'ım, görürüm," demektir. En Nehhâs der ki: Ben, Ebû İshâk'ın bu görüşe meylettiğini gördüm. Çünkü Sîbeveyh buna benzer bir görüşü Araplardan nakleder ve şöyle bir beyit zikreder: "Eğer sen bir hayır yaparsan, ben sana hayırlar yaparım. Ve eğer bir kötülük yaparsan, fâ (yani ben de kötülük yaparım). Bununla birlikte ben hiçbir zaman şerri istemem. Ancak sen, te, (yani sen kötülük istersen, ben de isterim)." el-Hasen ve İkrime der ki: "Elif, Lâm, Râ" bir yemindir. Said de Katade'den neklen dedi ki: Elif, Lâm, Râ, Sûrenin adıdır. Yine dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm’deki bütün hece harfleri de böyledir. Mücahid der ki: Bunlar sûrelerin başlangıçlarını teşkil ederler. Muhammed b. Yezid de der ki: Bunlar, bir uyandırlar. Hece harfleri de böyledir. "Elif, Lâm, Râ" imâle yapılmaksızın okunduğu gibi, harf (edat) olan-, ye benzemesin diye imâle ile de okunmuştur. Yüce Allah'ın: "İşte bunlar hikmet dolu kitabın âyetleridir" âyeti mübteda ve haberdir. Yani, işte bu sözü edilen âyetler, hikmet dolu kitabın âyetleridir. Mücahid ve Katade dedi ki: Bununla Tevrat’ı, İncili ve daha önce indirilmiş diğer kitapları kastetmiştir. Çünkü "İşte bunlar" ifadesi gaip ve dişi olan şeylere işarettir. Bir diğer görüşe göre burada; "İşte bunlar" Bunlar anlamındadır. Yani, bunlar hikmet dolu kitabın âyetleridir. El A'şâ'nın şu beyiti de bu türdendir: "İşte benim atlarım ve işte develerim. Onlar sarıdırlar, yavruları ise (simsiyah) kuru üzüm gibidirler." Maksat, Kur'ân-ı Kerîm'dir. Bu açıklama doğruya daha yakındır. Çünkü, bundan önce Kur'ân'dan önce inmiş kitaplardan söz edilmiş değildir. Diğer taraftan "Hakîm: hikmet dolu" Kur'ânın nitelikleri arasındadır. Buna delil de yüce Allah'ın: "Elif, Lâm, Râ. Bu, âyetleri muhkem kılınmış... bir kitaptır" (Hûd, 11/1) âyetidir. el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında (2/1-2. âyetlerin tefsirinde) bu anlamdaki açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Hakîm (hikmet), helal, haram, hadler ve hükümler ile muhkem kılınmış demektir. Bu açıklamayı Ebû Ubeyde ve başkaları yapmıştır. Hakîm'in, hâkim anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani O, helal ve harama dair hükümler hakkında hüküm koyandır, insanlar arasında da hak ile hükmedendir. Bu âyet "fail" anlamında "fail" veznindedir. Buna delil de yüce Allah'ın: "Beraberlerinde insanların anlaşmazlığa düştüğü şeyler hakkında aralarında hükmetmek için de hak ile kitabı indirdi."(el-Bakara, 2/213) "Hakîm"in, içinde hüküm konulmuş bulunan, anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani, yüce Allah, o kitapta adaletle, iyilikle, akrabaya birşeyler vermekle hükmettiği gibi, haksızlıklardan, kötülüklerden yasaklayan hükmü de koymuştur. Ayrıca kendisine itaat edenlere cenneti, isyan edenlere de cehennemi vereceğine dair hükmünü de koymuştur. Buna göre "Hakim" âyeti "mefûl" anlamında "fail" vezninde bir kelimedir. Bu açıklamayı da el Hasen ve başkaları yapmıştır. Mukâtil der ki: "Hakim", batıla karşı sağlamca korunmuş, yalanı bulunmayan, kendisinde ihtilaf ve tutarsızlık bulunmayan Icitap demektir. Bu da "mef al" anlamında "faîl" vezninde bir kelime olur. el-A'şa'nın, daha önce söylemiş olduğu bir kasidesini sözkonusu ederken söylediği şu beyit de bu türdendir: "Benzeri görülmedik ve son derece sağlam söylenmiş (hakime) bir kaside olup hükümdarlara ulaşır Bunu kim söyledi? denilsin diye ben onu söyledim." 2İçlerinden bir adama: "İnsanları uyar, îman edenlere Rabbleri katında kendileri İçin muhakkak bir "kadem-i sıdk” olduğunu müjdele" diye vahiy göndermemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi ki, o kâfirler: "Şüphesiz bu, apaçık bir sihirbazdır" dediler? Yüce Allah'ın: "İnsanlar İçin şaşılacak bir şey mi ki?" âyeti takrir ve azar anlamını taşıyan bir istifham (soru)dır. "Şaşılacak bir şey" kelimesi; in haberi, ismi de "Vahiy göndermemeli" âyeti olup ref mahallindedir. Yani, bizim vahiy göndermemiz insanlar için şaşılacak bir şey midir? Abdullah (b. Mes'ûd)'in kıraatinde "şaşılacak bir şey" anlamındaki kelime; şeklinde ve nin ismidir. Haberi ise; “Vahiy göndermemiz" âyetidir. "İçlerinden bir adama" âyetindeki "adam" anlamındaki kelime, "cim" harfi ötreli değil de sakin olarak; şeklinde de okunmuştur. Âyetin nüzul sebebine gelince, İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre, kâfirler, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderildiğinde şöyle demişlerdi: Allah, elçisi bir insan olmayacak kadar büyüktür. Yine onlar: Peki, Allah Ebû Talib'in yetiminden başka elçi gönderecek kimse bulmadı mı? Bunun üzerine: "İnsanlar için" yani, Mekkeliler için "şaşılacak bir şey mi ki?" âyeti nazil oldu. Bir diğer görüşe göre onlar, öldükten sonra dirilişin söz konusu edilmesini hayretle karşılamışlardı. (Bunun üzerine bu âyetler indirildi). Yüce Allah'ın: "İnsanları uyar, îman edenlere... müjdele" anlamındaki âyet ise, cer edatının düşürülmesi ile nasb mahallindedir ki, bu da; "İnsanları uyar demek suretiyle" anlamındadır. "Kendileri için muhakkak bir kadem-i sıdk olduğunu" anlamındaki; âyet da böyledir. Uyarma (bk. el-Bakara, 2/6. âyet), müjdelemek (bk. el-Bakara 2/25. âyet, 1. başlıkta) ve bunun dışındaki âyetin diğer lâfızlarına ait açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. Ancak "kadem-i sıdk"ın anlamı hususunda farklı görüşler vardır. İbn Abbâs der ki: "Kadem-i sıdk" doğruluk mevkii demektir. Bunun delili de yüce Allah'ın: "Rabbim, beni doğruluk (sıdk) girdirişi ile girdir... ver" (el-İsra, 17/80) âyetidir. Yine İbn Abbâs'tan rivâyete göre kadem-i sıdk, dünyada iken işledikleri amelleri dolayısıyla onlara verilecek güzel mükâfat demektir. Ondan gelen bir başka rivâyete göre ise "kadem-i sıdk", ilk zikirde (Levh-i Mahfuzda) mutlu olacaklarına dair eskiden beri haklarında verilmiş hüküm demektir, Mücahid de böyle açıklamıştır. ez-Zeccâc ise, üstün ve yüksek derece diye açıklamıştır. Şair Zu'r-Rimme der ki: "Sizin insanların inkâr etmediği üstün bir mevkiniz vardır. Ve denizi bile örtmüştür bu üstün mevkiniz, yüce şerefiniz ile beraberdir." Katade, "eskiden beri doğruluk" diye açıklamıştır. er-Rabi' ise, doğru ve gerçek bir mükâfat, Atâ, sıddıklık makamı, Yeman ise, doğru bir îman diye açıklamıştır. Bu, meleklerin duası diye açıklandığı gibi, önden gönderdikleri (kendilerinden önce vefat eden) salih evlat diye de açıklanmıştır. el-Maverdî der ki: Doğru ve samimi, itaate uygun, doğru mükâfatın verilmesi demektir. el-Hasen ve yine Katade derler ki: Kadem-i sıdk, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Çünkü o, isteği yerine getirilecek ve onlardan önce varacak bir şefaatçidir. Nitekim Hazret-i Peygamber: "Ben, sizden önce Havz'a varmış olacağım" Buhârî, Rikaak 53, Fiten 1; Müslim, Tahâre 39, İmâre 10, Fedail 25-26...; İbn Mâce, Fiten 5, Zühd 36, Menâsik 76; Müsned, I, 257, 384..., II, 408, III, 18, 62..., V, 41, 86... diye buyurmuştur. Hazret-i Peygambere sorulan bir soru üzerine de: "O, sizin benim vesilem ile Rabbinizden isteyeceğiniz sefa atimdir" diye buyurmuştur. Tirmizî el-Hakîm der ki: Hazret-i Peygamberi Makam-ı Mahmud'da öne geçirmiştir. (İşte Kademi sıdk budur). Yine el-Hasen'den dedi ki: Bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vefatı musibetiyle karşı karşıya kalmaları demektir. Abdulaziz b. Yahya da der ki: "Kadem-i sıdk", yüce Allah'ın: "Şüphesiz kendileri için daha önceden tarafımızdan iyilik takdir edilmiş olanlar, işte onlar oradan (cehennemden) uzaklaştırılmışlardır" (el-Enbiya, 21/101) âyetinde dile getirilmiştir. Mukâtil ise der ki: Kadem-i sıdk'tan kasıt, onların dünyada iken işledikleri güzel amellerdir. Taberî de bu görüşü tercih etmiştir. Şair el-Vaddâh der ki: "Arş'ın sahibi için namaz kıl da tökezleme ve ayakların kayma gününde Seni kurtaracak bir kadem (salih ameller) edin." Kadem-i sıdk'ın, yüce Allah'ın, kabirden haşredilip cennete girdirme hususunda bu ümmeti takdim etmesi (öne geçirmesi) olduğu da söylenmiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Biz, dünyada (zaman itibariyle) sonrakileriz, kıyâmet gününde ise, diğer bütün yaratıklar arasında öncelikle kendileri hakkında hüküm verilecek ilkleriz." Müslim, Cumua 22; Nesâî, Cumua 1. Bu ifadenin gerçek mahiyeti, onun salih amel hususunda çalışıp çabalamayı kinaye yoluyla ifade etmesinden ibarettir. Nasıl ki nimet kastıyla "yed: el" tabiri, övgü kastıyla da "lisan; dil" tabiri kullanılıyor ise, salih amel de "kadem" ile ifade edilmiştir. Şair Hassan (b. Sabit) şöyle demektedir: "Sana doğru üstün kadem bizimdir. Arkamızdan gelenler ise, Allah'a itaat hususunda ilk olanlarımıza tabidir." Şair, bununla ihlâsla itaatteki önceliği kastetmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ebû Ubeyde ve el-Kisaî der ki: İster hayır, ister serde öncelikli olan herkesi anlatmak için Araplar "kadem" ifadesini kullanırlar. Mesela; filan kişinin İslâmda kademi vardır, filan kişinin benim nezdimde kadem-i sıdk'ı vardır, kadem-i şerri ve kadem-i hayrı vardır, denilir. Bu "kadem" kelimesi müennestir, müzekker olarak kullanıldığı da olur. Mesela; "kadem-i hasen" denildiği gibi, (müennes olduğuna alamet olmak üzere, sıfatı da müennes getirilmek suretiyle): "Kadem-i saliha" da denilir. İbnü'l-Arabî ise der ki: Kadem, şerefte tekaddüm (öne geçmek) demektir. Şair el-Accâc der ki: "Avvamoğulları el-Hakem hanedanının önünden çekildiler. Ve hükümdarlığı şeref sahibi bir hükümdara bıraktılar.” Sahih hadislerde de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Benim beş ismim var. Ben, Muhammed'im, Ahmed'im, Allah'ın kendisi vasıtasıyla küfrü imha ettiği Mâliyim, insanların da kademim üzere haşrolunacağı Hâşir'im ve ben, Âkib'im." Buhârî, Menakıb 17, Tefsir 61. şiire 1; Tirmizî, Edeb 67; Muvatta’, Esınatı'n-Nebiyy 1; Müsned, IV, 80, 81, 84. Bununla Hazret-i Peygamber, kendisinin peygamberlerin sonuncusu olduğunu kastetmektedir ki, nitekim yüce Allah: "Ve "Hâtemü'n-Nebiyyîn: Peygamberlerin Sonuncusu" (el Ahzab, 33/40) diye buyurmuştur. Yüce Allah’ın: "O kâfirler: Şüphesiz bu apaçık bir sihirbazdır, dediler" âyetindeki; "Sihirbaz" kelimesini İbn Muhaysın, İbn Kesîr, Küfeliler, Âsım, Hamza, el-Kisaî, Halef ve el-A'meş Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sıfat olarak okumuşlardır. Diğerleri ise, Kur'ân-ı Kerîm'e sıfat olmak üzere; "Bir sihirdir" diye okumuşlardır. Sihr'in anlamına dair açıklamalar ise daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/102. âyet, 3. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. 3Şüphesiz ki sizin Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arş üzerinde hükümran olan, işleri yerli yerince yöneten Allah'tır. O'nun izni olmadıkça hiçbir kimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur. O halde O'na İbadet edin. Artık iyice düşünmez misiniz? "Şüphesiz ki sizin Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arş üzerinde hükümran olan" âyetine dair açıklamalar daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/54. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "İşleri yerli yerince yöneten Allah'tır" âyeti hakkında Mücahid dedi ki: İşler hakkında hüküm ve kazasını veren ve takdir eden yalnızca Odur. İbn Abbâs da der ki: Yarattıklarının yönetiminde hiçbir kimse O'na ortak değildir. İşlere dair emirleri gönderen O'dur diye açıklandığı gibi, emirlerini İndiren O'dur diye de açıklanmıştır. Emirlerini verir ve yerine getirir, diye de açıklanmıştır. Anlamlar birbirlerine yakındır. Hazret-i Cebrâîl vahiy işiyle, Mikâil yağış İle, İsrafil Sûr ile, Azrail de ruhların kabzedilmesiyle görevlidir. "Tedbîr: Yerli yerince yönetmek"in hakikat anlamı, işleri sonuçlarının hükümlerine uygun olarak hakettikleri mertebelere indirmek, hakettikleri yere koymak demektir. Bu kelimenin türediği kök; dir. "İş (emr)" ise, işler türünün cins ismidir. "Onun izni olmadıkça hiçbir kimse şefaatçi olamaz" âyetindeki; "Hiç bir kimse şefaatçi olamaz" âyeti ref mahallindedir ve -harf-i cersiz kullanılmış gibi-anlamındadır. "Şefaat"in anlamına dair açıklamalar daha önceden Bakara Sûresi'nde (2/255. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Peygamber olsun, başkası olsun, yüce Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kimse şefaatte bulunamaz. İşte bu, kâfirlerin Allah'tan başka ibadet ettikleri varlıklar hakkında söyledikleri: "Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir" (Yûnus, 10/18) şeklindekî sollerini reddetmektedir. Yüce Allah, kendisinin izni olmaksızın hiçbir kimsenin hiç bir kimseye şefaat edemeyeceğini onlara bildirmektedir. Peki, akılsız putların şefaati nasıl umulabilir? "İşte Rabbiniz olan Allah budur." Yani, göklerin ve yerin yaratılması gibi bütün bu şeyleri yaratan, yapan, kendisinden başka hiçbir Rab bulunmayan Rabbiniz O'dur, başkası olamaz. "O halde O'na İbadet edin." O'nu tevhid edin ve ibadeti yalnızca O'na halis kılın. "Artık iyice düşünmez misiniz?" Bütün bunlar O'nun yarattığını düşünerek, bunları O'nun Rububiyetine delil görmez misiniz? 4Hepinizin dönüşü ancak O’nadır. Bu, Allah'ın hak va'didir. İlkin yaratan şüphesiz O'dur. Sonra da îman edip salih amel İşleyenleri adaletiyle mükâfatlandırmak için yaratmayı tekrarlayacak olandır. Kâfirlere gelince; onlara kâfir olmalarından ötürü kaynar sudan bir içecek ve acıklı bir azap vardır. "Hepinizin dönüşü ancak O'nadır" anlamındaki âyette yer alan; "Dönüşünüz yalnız O'nadır" âyeti, mübteda olarak merfu'dur. "Topluca (mealde; hepiniz)" ise, hal olarak nasb edilmiştir. "Allah'a dönüş" Onun, amellere vereceği karşılığı görmek için dönüş demektir. "Bu, Allah'ın hak va'didir" âyetinde iki mastar vardır. Âyetin anlamı da şöyledir: Allah bunu kafi olarak vadetti ve bunu gerçek bir vaad olarak gerçekleştirdi. Bu, gerçek vaadin gerçekleşmemesi söz konusu değildir. İbrahim b. Ebi Able ise, yeni bir cümle (istinaf) olmak üzere; Allah'ın vadi haktır, diye okumuştur. "İlkin" topraktan "yaratan şüphesiz O'dur. Sonra da... yaratmayı tekrarlayacak olandır." Yani, yarattıklarını kendisine tekrar geri döndürecektir. Mücahid der ki: O, insanı önce yaratır, sonra Öldürür, sonra da Ba's için onu tekrar diriltir. Yahut da onu önce sudan yaratır, sonra onu bir halden başka bir hale çevirir. Yezid b. El Ka'kâl; "Şüphesiz O" anlamındaki âyetinde hemzeyi üstün olarak okumuştur. O takdirde şüphesiz, nasb mahallinde olur. Yani, Allah size îlkin yaratanın O olduğunu... va'detmiştir demek olur. Bununla birlikte ifadenin; "Çünkü O" takdirinde olması da mümkündür, yani çünkü O, İlkin yaratandır demek olur. Nitekim telbiyede; denilmesi de bu şekildedir. O takdirde anlamı; "hamd ve nimet yalnız senindir” diye buyur Allah'ım," demek olur. Ancak, esreli okuyuş daha güzeldir. Bununla birlikte el-Ferrâ' şeklindeki üstün okuyuşun, ref mahallinde olacağını da kabul etmiştir ki, o takdirde bu isim olur. Ahmed b. Yahya der ki: O vakit ifadenin takdiri "Onun ilkin yaratması bir gerçektir," şeklinde olur. Yüce Allah'ın: "Îman edip salih ameller İşleyenleri adaletiyle mükâfatlandırmak için yaratmayı tekrarlayacak olandır. Kâfirlere gelince onlara, kâfir olmalarından ötürü" yani, küfürleri sebebiyle "kaynar sudan bir içecek" yani, sıcaklığı son dereceye ulaşmış sudan bir içecek... "Hamim" ile "hamime: Son derece sıcak" demek olup aynı anlamdadırlar. "Suyu ısıttım, ısıtırım," denilir, ısıtılmış olan suya da "hamim" denilir. O halde bu, mef'ûl anlamında "fail" vezninde bir kelimedir. Araplara göre ısıtılmış, ısısı yükseltilmiş her şeye "hamım" denilir. "... ve acıklı bir azap vardır." Acısı kalplerine kadar ulaşacak acıtıcı, ızdırap verici bir azap vardır. Kureyşlilerin büyük bir çoğunluğu kendilerini yaratanların Allah olduğunu itiraf ve kabul ediyorlardı. O bakımdan yüce Allah bununla kendilerine karşı delil getirerek şöyle buyurmaktadır: İlk olarak yaratmaya gücü yeten, yok ettikten sonra yahut da parçalarının darmadağın edilişinden sonra onu tekrar yaratmaya da güç yetirir. 5Güneşi ışık saçıcı, ayı nurlu yaratan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz İçin ona konak yerleri belirleyen O'dur. Allah bunları ancak hak ile yaratmıştır. O, bilen bir topluluk için âyetleri geniş geniş açıklar. Yüce Allah'ın: "Güneşi ışık saçıcı... yaratan... O'dur" âyetin da (güneş ve ışık kelimeleri) iki mef'ûldür. Yani, güneşi ışık saçıcı olarak yaratan demektir ki, burada ışık (anlamındaki ziya) kelimesi mastar olduğundan dolayı müennes gelmemiştir. Yahut da "ışıklı" anlamında olduğundan dolayı böyle gelmiştir. "Ayı nurlu" anlamındaki âyet da güneşe atfedilmiştir. Yani, nûr saçıcı yahut nuru bulunan demektir. Ziya (ışık), eşyayı aydınlatan şey demektir. Nûr ise, başka şeyleri açığa çıkarırken kendisi saklanan demektir. Çünkü nûr kelimesi ile "nar: ateş" aynı kökten gelmektedir. "Ziya" kelimesi, "ışık" anlamındaki "dav" kelimesinin çoğuludur. Nitekim siyât ve hiyâd kelimelerinin "sallallahü aleyhi ve sellemt ve havd: kamçı ve havuz" kelimelerinin çoğulu olmaları gibi. Kunbul İbn Kesîr'den "ye" harfini hemze olarak; diye okumuşsa da, bunun uygun bir açıklaması yapılamaz. Çünkü bu kelimenin (ziya kelimesinin) "ye" harfi üstün bir "vav"dır ve aynü'l-fiil'dir. Bunun aslı ise; şeklinde olup "vav" harfi kalbedilerek "ya" yapılmıştır. Tıpkı "siyam (oruç tutmak)" ve "kıyam (namaz kılmak, ayakta durmak)" kelimelerinde olduğu gibi. el-Mehdevî der ki: Hemzeli olarak, diye okuyuş maklubtur. Burada "eliften sonraki "hemze" öne geçirilerek böylelikle "hemze" "eliften önce yer almış ve bu kelime; haline gelmiştir. Daha sonra "ye" harfi de zaid bir "eliften sonra geldiğinden dolayı "hemze'ye kalbedilmiştir. Denildiğine göre güneş ve ayın ön yüzleri yedi semavattakiler için aydınlık saçar, arka yüzleri ise, yedi arzın sakinlerini aydınlatır. "Ona konak yerleri belirleyen" yani, ay'ı konakları bulunan bir cisim olarak yaratan, yahut da ona konaklar takdir eden, demektir. Diğer taraftan burada kastın, her ikisi için de konak yerleri belirleyen anlamında olduğu da söylenmiştir. Tekil gelmesi ise, îcâz (kısa ifade ihtisar) içindir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onlar bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman... ona doğru yöneldiler." (el-Cum'a, 62/11) (İkisine diye tesniye zamiri kullanmamıştır). Şair de şöyle demektedir: "Biz, yanımızdakine sen de yanındakine razısın. Görüşlerimiz ise ayrı ayrıdır. Bir diğer görüşe göre de buradaki haber sadece ay hakkındadır. Zira muamelat ve benzeri işlemlerde esas kabul edilen aylar, onun ile hesap edilir. Nitekim daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/189. âyet, 2. başlık ve devamında) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Yâsîn Sûresi'nde de: "Aya gelince, Biz onun için de konaklar takdir ve tayin ettik" (Yâsîn, 36/39) diye buyurulmaktadır. Yani, bir aydaki gün sayısına göre konaklar takdir ettik demektir ki, bunlar da yirmisekiz konak yeridir. İki gün ise, eksik kaldığı ve kaybolup görünmediği gün içindir. Orada buna dair açıklamalar gelecektir. "Yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için." İbn Abbâs der ki: Eğer yüce Allah, birisi gündüz, diğeri gece için iki ayrı güneş yaratmış olsaydı ve her ikisinde de karanlık ve gece bulunmasaydı, yılların sayısı ve ayların hesabı bilinemeyecekti. "Yıllar" anlamındaki "es-Sinîn"in tekili "sene"dir. Araplardan çoğulunu; şeklinde getirenler de vardır, diyenler de vardır. "Sene"nin küçültme ismi ise; şekillerinde gelir. "Allah bunları ancak hak ile yaratmıştır." Yani yüce Allah bunları bu şekilde yaratmakla, hikmetli yaratmak ve doğruluktan, sanat ve hikmetini açığa çıkartmaktan, kudret ve ilmine delil teşkil etmelerinden ve her bir nefis kazandığının karşılığını görmesinden başka bir şeyi murad etmemiştir. İşte hak budur. "O, bîlen bir topluluk için âyetleri geniş geniş açıklar." Âyetlerin geniş geniş açıklanması (tafsil edilmesi), yüce Allah'ın kudretine bunlar delil görülsün diye beyân edilmeleri demektir. Çünkü gecenin karanlık özelliği, gündüzün de aydınlık özelliği bizzat onların böyle bir şeyi hakettiklerinden dolayı, ya da boyte olmaları Allah'a vacip kılındığından dolayı değildir. İşte insanların yüce Allah'ın kendine has bir irade ile murid (irade sahibi) olduğuna bunları delil görmeleri için bu böyledir. İbn Kesîr, Ebû Amr, Hafs ve Yakub, "Geniş geniş açıklar" âyetini "ye" ile okumuşlardır. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim de bu okuyuşu tercih etmişlerdir. Çünkü bundan önce yüce Allah: "Allah bunları ancak hak ile yaratmıştır" diye buyurmaktadır. Daha sonra da: "Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde..." diye buyurmaktadır ki, burada da aynı şekilde ona uygun gelmiştir. İbn es-Sümeykâ' ise meçhul fiil olarak "te" harfini ötreli "sad" harfini üstün; şeklinde; "Âyetler" kelimesini de ötreli olarak okumuştur. (Anlamı şöyle olur: Âyetler geniş geniş açıklanır). Diğerleri ise tazim "nun"u ile; Geniş geniş açıklarız, diye okumuşlardır. 6Şüphesiz gece ve gündüzün değişip durmasında, Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde sakınacak bir topluluk için nice âyetler vardır. el-Bakara Sûresinde (2/164. âyet, özellike 14. başlıkta) ve diğer yerlerde bunun anlamına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. Denildiğine göre bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi şudur: Mekkeliler kendilerine bir âyet (belge, mucize) gösterilmesini istediler. Onları Allah'ın yarattıkları üzerinde dikkatle düşünmeye, üzerlerinde ibretle tefekküre havale etti. Bunu İbn Abbâs ifade etmiştir. "Sakınacak bir topluluk" yani şirkten korunacak bir topluluk "için." Şirk koşup da bunları delil görmeyenlere gelince, âyetlerin onlar için âyet özelliği yoktur. 7Muhakkak ki Bize kavuşacaklarını ummayanlar, dünya hayatı ile yetinip ona bağlananlar ve âyetlerimizden habersiz bulunanlar! 8İşte onların kazandıkları yüzünden varacakları yer ateştir. Yüce Allah'ın: "Muhakkak ki Bize kavuşacaklarını ummayanlar" âyetinde yer alan; "Umanlar" korkanlar anlamındadır. Şairin şu beyti de bu kabildendir: "Arılar onu soktuğunda sokmalarından korkmaz o Ondan sonra anların kovanlarında bal yapan işçi arılar gelirler." Buradaki; in: Umanlar anlamında olduğu da söylenmiştir. Bir başka şairin şu beyitinde bu anlamda kullanılmıştır: "Mervanoğulları benim dinleyip itaat edeceğimi mi umuyorlar? Halbuki benim kavmim Ttemimdir ve uçsuz bucaksız düzlük araziler arkamdadır." Buna göre burada "recâ" korkmak ve ummak anlamına gelir. Yani onlar hiçbir cezadan korkmaz ve hiçbir mükâfat da ummazlar. Ceza ve mükâfata kavuşmanın, yüce Allah'a kavuşmak diye ifade edilmesi, her ikisinin de önemini göstermek içindir. Şöyle de açıklanmıştır: "Kavuşmak" zahirdeki anlamı ile kullanılmıştır, bu da görmek demektir, yani onlar, bizi göreceklerini ummayanlardır. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Reca, ancak inkâr ve red ile birlikte kullanılırsa korkmak anlamım verir. Yüce Allah'ın: "Size ne oluyor ki Allah'ın azametinden hiç korkmuyorsunuz?" (Nûh, 71/11) Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Mananın kendisine delâlet ettiği her yerde kendi anlamı ile kullanılır. "Dünya hayatı ile yetinip" yani âhiret yerine bedel olarak onunla yetinen ve yalnız dünya için çalışıp "ona bağlananlar" dünya dolayısıyla şımarıp sevinenler ve ona meyledenler... "Bağlandı, tatmin oldu, meyletti"nin asli; şeklindedir. Mastar ismi de; şeklinde gelir. Buradaki "mim" "hemze"den Öne alınmış ve ona "nûn" ile vasıl "elifi ilave edilmiştir. Bu açıklamayı el-Gaznevî nakletmektedir. "Ve âyetlerimizden habersiz bulunanlar" yani bizim delillerimizden gereği gibi ibret almayanlar, üzerlerinde düşünmeyenler "İşte onların kazandıkları yüzünden" küfür ve yalanlamaları sebebi ile "varacakları yer" kalacakları ve barınacakları yer "ateştir." 9Îman edip salih amel İşleyenlere gelince; Îmanları sebebi İle Rabbleri onları doğru yola iletir. Nimet dolu cennetlerde altlarında ırmaklar akar. "Îman edip" tasdik edip "salih amel işleyenlere gelince; Îmanları sebebi ile Rabblerî onları doğru yola iletir." Yani, onların hidayetlerini daha da artırır. Yüce Allah'ın: "Hidayet bulanların ise hidayetlerini artırmıştır" (Muhammed, 47/17) âyeti gibi. Buradaki "îmanları sebebiyle Rabbleri onları doğru yola iletir" buyru ğunun, altlarından ırmakların akacağı yere iletir, anlamında olduğu da söylenmiştir. Ebû Ravk der ki: Îmanları sebebiyle Rableri onları cennete iletir demektir. Atiyye ise: "Rabblerinin onları iletmesi" onları mükâfatlandırması, amellerinin karşılığını vermesi demektir. Mücahid de der ki: "Rabbleri onları... iletir" yani. Sırat üzerinde nûr vermek suretiyle onları cennete iletir; Onlara aydınlığında yürüyecekleri bir nûr yaratır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den de bu görüşü pekiştirecek şekilde şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Mü’minin ameli kendisini en güzel bir şekilde karşılar, onu teselli eder ve onu iletir. Kâfiri ise ameli en çirkin şekliyle karşılar, onu vahşette bırakır ve saptırır." Bk. Suyûtî, ed-Durru'l-Mensu, IV. 344 345. Hadisin manası böyledir. İbn Cüreyc de der ki: Allah onların amellerini kendilerini doğruya iletecek şekilde kılar. el-Hasen ise, onları etmesi, onlara rahmetini ihsan etmesi demektir, diye açıklamaktadır. “Altlarından ırmaklar akar" âyetinde hazfedilmiş bir "vav" olduğu söylenmiştir ki, bu da; ve altlarından... akar," takdirindedir. Yani, bahçelerinin ağaçları altından akar. Oturdukları tahtların altından akar, diye de açıklanmıştır. Böylesi ise, tenezzüh ve etrafı seyretmek için daha güzel ve mükemmel bir durumdur. 10Oradaki duaları: "Allah'ım, seni tenzih ederiz" sözüdür. Oradaki tahiyyetleri ise selâmdır. Dualarının sonu da: "Elhamdülillahi rabbil âlemîn"dir.” Yüce Allah'ın: "Oradaki duaları: Allah'ım seni tenzih ederiz, sözüdür" âyetindeki; "Duaları" demektir. "Dava" kelimesi ise, "Dua etti, eder, çağırdı, çağırır" kelimesinin mastarıdır. Tıpkı "şekva" kelimesinin; "Şikayet etti, eder"in mastarı olduğu gibi. Yani, onların cennetteki duaları: "Allah'ım Seni tenzih ederiz" sözüdür. Şöyle de açıklanmıştır: Bir istekte bulunmak istedikleri vakit, bu isteklerini teşbih lâfzı ile birlikte zikrederler ve hamd ile nihayete erdirirler. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar, hizmetçilere diledikleri şeyleri getirmeleri için seslenirler, sonra da Allah'ı teşbih ederler. Bir diğer açıklama da şöyledir: Buradaki dua temenni anlamındadır. Nitekim yüce Allah: "Orada size dava ettiğiniz her şey vardır" (Fussilet, 41/31) diye buyurmaktadır. Temenni edip dilediğiniz her şey vardır, demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "Oradaki tahiyyetleri ise selâmdır" âyetine gelince, Allah'ın onlara tahiyyeleri yahut meleğin tahiyyesi, ya da birbirlerine tahiyyeleri selam diye verilir. en-Nisa Sûresi'nde (4/86. âyet, 1. başlık ve devamında) tahiyye (selam)’ın anlamına dair yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır, yüce Allah'a hamd olsun. Yüce Allah'ın: "Dualarının sonu da: Elhamdülillahi rabbi'lâlemîn'dir" âyetine dair açıklamalarımızı da dört başlık halinde sunacağız: 1. Cennetliklerin Dileklerinin Başı ve Sonu: Denildiğine göre, cennet ehlinin gözleri Önünden kuş geçip de canları onu çekecek olursa, "Allah'ım, Seni tenzih ederiz" derler, melek canlarının çektiğini onlara getiriverir. Yedikten sonra da yüce Allah'a hamd ederler. Buna göre onların istekleri teşbih lâfzı ile, isteklerinin sonu ise hamd lâfzı ile gerçekleşecektir. Ebû Ubeyd, bu âyette; in şeddesiz okunarak ve ondan sonraki kelimenin de ref’ edilişinden başka bir şekil nakletmeyerek şöyle demektedir: Onların (kıraat âlimlerinin) bunu tercih ettiklerini ve bunun ile yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah'ın laneti..." (en-Neml, 24/7) ile: "Şüphesiz Allah'ın gazabı..." (en-Nûr, 24/9) buyrukları arasında fark gözetmişlerdir. Çünkü bu âyet-i kerimede yüce Allah'a "elhamdülillah" denilmesinin anlatımı kastedilmektedir. en-Nehhâs der ki: el-Halil ve Sîbeveyh'in görüşüne göre, buradaki ( öt) şeddelisinden hafifletilmiştir. Anlamı ise, "O, elhamdülillah,..dır" şeklindedir. Muhammed b. Yezid de der ki: Bununla birlikte; "Muhakkak hamd Allah'ındır," şeklindeki okuyuş da caizdir. Ve bu, şeddelisinin hafifletilmiş olanıdır. Ancak, "hamd" kelimesinin merfu olması kıyasa daha uygundur. en-Nehhâs der ki: Ebû Hatim'in naklettiğine göre Bilâl b. Ebi Burde âyetin bu bölümünü; "Dualarının sonu da muhakkak elhamdülillahi rabbilâlemîn"dir dîye okumuştur. Derim ki: Bu aynı zamanda İbn Muhaysın'ın kıraatidir. Bunu el-Gaznevî nakletmektedir. Çünkü el-Gaznevî İbn Muhaysın'dan nakleder. 2. Teşbih, Hamd ve Tehlil de Bir Duadır: Teşbih, hamd ve tehlil de dua diye adlandırılabilir. Müslim ve Buhârî'nin, İbn Abbâs'dan rivâyetlerine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sıkıntılı hallerinde şöyle derdi: "Azîm ve Halîm olan Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Büyük Arşın Rabbi Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur, Göklerin Rabbi, yerin Rabbi ve şerefli Arşın Rabbi olan Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur." Buhâri, Deavat 27: Tevhîd 23, Müslim, Zikr 83; Tirmizî, Deavât 39; İbn Mâce, Dun 17; Müsned, I. 228: 254, 339, 356. Taberî der ki: Selef, bu duayı yapar ve buna "sıkıntı (kerb)" duası ismini verirlerdi, İbn Uyeyne'ye buna dair soru sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: Sen, yüce Allah'ın şöyle buyurduğunu bilmiyor musun: "Kulumun beni övüp durması, eğer onu meşgul edip benden istekte bulunmasına fırsat vermeyecek olursa dilekte bulunanlara verdiklerimin en üstününü veririm." Tirmizî, Fedâilu’l-Kuran 25; Dârimi, Fedâilu'l-Kur'ân 6. Bu hususta tartışmayı sonuca bağlayan ve -dua anlamını hiçbir şekilde ihtiva etmemekle beraber yalnızca yüce Allah'ın tazimi ve O'nun övgüsü olmakla birlikte- Ona "dua" adının verileceğini belirten delil, Nesâî'nin naklettiği şu rivâyettir: Sa'd b. Ebi Vakkas'dan, dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Zünnûn (balık sahibi, Yûnus (aleyhisselâm)'in balığın karnında dua ettiği esnadaki duası şuydu: "Senden başka hiçbir ilâh yoktur, seni noksanlıklardan tenzih ederim. Şüphesiz ben zâlimlerdendim. Herhangi bir hususta bir müslüman bunlarla dua edecek olursa, mutlaka onun duası kabul olunur." Tirmizî, Deavât 81; Müsned, I, 170. 3. Yeyip İçmenin Sünnetlerinden: Yemek yiyen ve bir şeyler içen bir kimsenin -cennet ehline uyarak- başlarken Allah'ın adım anması, bitirirken de O'na hamd etmesi sünnettir. Müslim'in Sahihinde de Enes b. Malik'ten şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz Allah kulun bir şey yiyip de bundan dolayı kendisine hamd etmesinden, yahut bir şey içip de kendisine hamd etmesinden hoşnut kalır." Müslim, Zikr 89; Tirmizî, Et'ime 18: Müsned, III, 100. 117. Dua eden bir kimsenin, duasının sonunda cennetliklerin söylediği gibi : "Dualarının sonu da: Elhamdülillahi rabbilâlemîn'dir" diyerek âlemlerin Rabbi Allah'a hamd etmesi müstehaptır. Yine, es-Sâffat Sûresi'nin sonunu (yani, 37/180-182. âyetleri) okuması da güzeldir. Çünkü bu âyetler, Şanı yüce Allah'ın, kendisine nisbet edilen şeylerden tenzih edilmesini, peygamberlere selam getirmeyi ve âlemlerin Rabbi Allah'a hamd ile bitirmeyi ihtiva etmektedir. 11Eğer Allah, insanlara -hayrı çabukça İstedikleri gibi- şerri de çabucak veriverseydi, elbette onların ecellerine hükmedilirdi. İşte Biz, Size kavuşmayı ummayanları azgınlıkları içinde bırakırız. Onlar da şaşkın şaşkın dolaşıp dururlar. Yüce Allah'ın: "Eğer Allah, insanlara -hayrı çabukça istedikleri gibi- şerri de çabucak veriverseydi, elbette onların eceline hükmedilirdi" âyetine dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. İnsanların Hikmetsizce İstekleri: Yüce Allah'ın: "Eğer Allah İnsanlara... şerri de çabucak veriverseydi" âyetinin şu anlama geldiği söylenmiştir: Eğer Allah, mükâfat ve hayrı çabucak istedikleri gibi, insanlara cezalarını da çabucak vermiş olsaydı, mutlaka ölürlerdi. Çünkü insanlar, dünyada güçsüz olarak yaratılmışlardır. Kıyâmet gününde böyle olmayacaklardır. Çünkü kıyâmet gününde onlar ebedi kalmak için yaratılacaklardır. Şöyle de açıklanmıştır: Yani, yüce Allah hayır isteklerinin kabul edilmesi hususunda hayrın yerine getirildiği gibi, hoşlarına gitmeyen şeylerin de yerine getirilmesi hususunda insanlara aynı uygulamayı yapmış olsaydı, mutlaka onları helâk ederdi. İşte: "Elbette onların ecellerine hükmedilirdi" âyetinin anlamı budur. Bunun, kâfirler hakkında özel olduğu da söylenmiştir. Yani, eğer Allah kâfire dünya hayatında mal ve çocuk gibi acilen vermiş olduğu hayırlar gibi, küfrünün de azabını çabucak verecek olursa, âhiret azabının çabuklaştırılması için hemen onun eceline de hüküm verirdi. Bu açıklamayı İbn İshak yapmıştır. Mukâtil der ki: Burada maksat, en-Nadr b. el-Hâris'in söylediği şu sözlerdir: Allah'ım, eğer bu senin nezdînden gelen hak ise, sen üzerimize semadan taş yağdır. İşte Allah, onların bu isteklerini çabucak vermiş olsaydı, mutlaka helâk olurlardı. Mücahid de der ki: Bu âyet-i kerîme, öfkelenip kızdığı vakit, kendisine, malına veya çocuklarına beddua ederek; Allah'ım onu helâk et, Allah'ım bunu ona mübarek kılma, ona lanet et, yahut buna benzer yaptığı beddualardır. Şayet hayır duası kabul olunduğu gibi bu bedduası da kabul edilecek olursa, şüphesiz onların ecelleri de sona erdirilirdi. Buna göre âyet-i kerîme kötü bir huyu yermek için inmiştir. Bu da kimi insanlarda bulunan bir huydur. Onlar, hayır için dua ederler ve çabucak isteklerinin verilmesini isterler. Kimi zaman da kötü huylan, kötü şeylerde beddua etmeye de onları iter. İşte bu bedduaları çabucak kabul edilecek olursa, hiç şüphesiz helâk olurlar. Bu tür duaların (bedduaların) kabulü hususunda farklı görüşler vardır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle buyurduğu rivâyet edilir: "Aziz ve celil olan Allah'tan seven bir kimsenin sevdiğine yaptığı (bed) duayı kabul etmemesini istedim." Mevzu bir hadistir. Bk.: İbnu'l-Cevzî, el-Mevzûât, III, 172-173. Şehr b. Havşeb dedi ki: Kitaplardan birisinde okuduğuma göre Allah, kulun üzerinde görevli olan meleklere şöyle der: Kızgınlığı esnasında kulum aleyhine hiçbir şey yazmayınız. Bu, yüce Allah'ın o kimseye bir lütfudur. Kimisi de şöyle demektedir: Böyle bir (bed) duanın kabul edildiği de olur. Bu görüşün sahibi, Müslim'in Sahih'inde sonlarda rivâyet ettiği Hazret-i Cabir yoluyla gelen hadisi delil gösterir. Cabir dedi ki: Batn-ı Buvât Gazvesinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yol aldık. Hazret-i Peygamber, Cüheyneti el-Mecdî b. Amr'i takib ediyor (yakalamak istiyor) du. Bizden beş, altı, yedi kişi tek bir deveye sıra ile biniyorduk. Ensardan birisinin bir deveye binme sırası gelince, o deveyi çöktürdü ve bindi. Sonra da deveyi kaldırıp yürütmek isteyince, deve bir süre yerinden kıpırdamadı. Ona, haydi yürü, Allah'ın laneti üzerine olsun, deyince; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Devesine lanet eden bu kişi de kim?" dedi, adam: Benim Ey Allah'ın Rasûlü deyince, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Haydi o deveden in. Bizimle birlikte lanete uğramış bir deve ile bulunma. Kendi aleyhinize, çocuklarınızın aleyhine, mallarınızın aleyhine (bed)dua etmeyin. Olur ki, o esnada Allah'ın istenilen şeyleri verdiği bir ana denk düşersiniz de sizin de bu isteğiniz kabul olunur." Müslim, Zühd 74. Müslim'in kitabından başka yerdeki rivâyete göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir seferde bulunuyorken, adamın biri devesine lanet okudu, Hazret-i Peygamber: "Devesine lanet okuyan kişi nerede?" diye buyurdu, adam: Benim Ey Allah'ın Rasûlü, deyince, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "O deveni kendinden uzaklaştır. Çünkü hakkında yaptığın (bed)duan kabul olundu." Müsned, II. 428. (Aynı manada, yakın lâfızlarla). Bunu, el-Halîmî "Minhacü'd-din" adlı eserinde nakletmektedir. "Eğer Allah... çabucak veriverseydî" âyeti ile ilgili olarak ilim adamları derler ki: Ta'cîl (çabucak vermek) Allah'tan, isti'cât ise (çabucak verilmesini istemek) kuldandır. Ebû Ali der ki: Bunların ikisi de Allah'tandır. (Yani, bu âyette her iki fiilin de faili Allah'tır) ve iradede hazf vardır. Yani, Eğer Allah insanlara kötülüğü onların hayrı çabucak istemeleri gibi- acilen verseydi..." demektir. Daha sonra "acilen" anlamındaki kelime hazfedilerek onun sıfatı yerine geçmiş, sonra sıfatı da hazfedildikten sonra muzafun ileyhi (çabukça istedikleri) onun yerine geçirilmiştir. el-Halil ve Sîbeveyh'in görüşü budur. el-Ahreş ile el-Ferrâ''nın görüşlerine göre ise, "Çabukça istedikleri gibi" anlamında olup, "keP harfi hazfedildikten sonra nasb edilmiştir. el-Fenâ der ki: Bu, bir kimsenin; " Zeyd'e senin vuruşun gibi vurdum" demesine benzer. Bu da: "Senin vuruşun gibi" takdirinde olup "ket"" edatı hazf edilmiştir. İbn Âmir ise, Elbette ecellerine hükmederdi" diye okumuştur ki, bu da güzel bir kıraattir. Çünkü bu da: "Eğer Allah insanlara şerri de çabucak veriverseydi" âyetine bitişik gelmektedir. "Bize kavuşmayı ummayanları azgınlıkları içerisinde bırakırız." Yani, Allah onlara kötülükleri çabucak vermez. Olur ki onlardan tevbe edenler bulunur veya onların soylarından mü’min bir kimse gelebilir. "Onlar da şaşkın şaşkın dolaşıp dururlar." Hayretler içerisinde kalırlar. Tuğyan (azgınlık), yükselmek ve yukarı doğru çıkmak demektir. Buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/15. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Şöyle de denilmiştir: Bu âyet-i kerimeden kasıt Mekkelilerdir. Önceden de geçtiği üzere bu âyet-i kerîme onların: "Ey Allah, eğer bu, Senin katından hakkın kendisi ise..." (el-Enfâl, 8/32) demeleri üzerine inmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 12İnsana bir sıkıntı gelip çattığında, yanı üzereyken, otururken veya ayakta iken Bize dua eder. Fakat Biz, onun sıkıntısını giderdiğimiz zaman, sanki kendisine dokunan bir sıkıntı için Bizi çağırmamış gibi geçer gider. İşte haddi aşanlara İsledikleri böylece süslü gösterilir. "İnsana bir sıkıntı gelip çattığında yanı üzereyken" âyetinde sözü edilen' "insan"dan kastın, kâfir olduğu söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre ondan kasıt, müşrik olan Ebû Huzeyfe b. el-Muğire'dir. Ona darlık, sıkıntı ve zorluklar isabet edince, "yanı üzereyken" yani, yanı üzere yatıyorken "otururken veya ayakta iken Bize dua eder." Burada bütün hallerinde dua ettiği kastedilmektedir. Çünkü insan, genelde bu üç halden birisinde bulunur. Kimisi de şöyle demektedir: Önce yanı üzere olandan söz etmesi, çoğunlukla darlık ve sıkıntı içerisinde bulunan kişinin bu halde daha ağır bir durumda oluşundan dolayıdır. O bakımdan bu durumdaki kişi daha fazla dua eder, duadaki gayreti daha ileridir. Bundan sonra oturan, ondan sonra da ayakta bulunan gelir. "Biz onun sıkıntısını giderdiğimiz zaman" bu sefer küfrü üzere devam eder, şükretmez ve öğüt almaz. Derim ki: Bu, muvahhid fakat iyiliklerine de günah karıştıran çoğu kimsenin niteliğidir. Böyle bir kimse sıhhatine kavuştu mu, Önceki masiyetlerini işlemeye devam eder, gider. O bakımdan âyet-i kerîme kâfir olanı da olmayanı da kapsamına alır. "Sanki... Bizi çağırmamış gibi geçer gider." el-Ahfeş der ki: Buradaki; kelimesi şeddeli; in kendisidir, "nûn"un şeddesi kaldırılarak sakin okunmuştur. " Sanki o..." anlamındadır. Daha sonra el-Ahfeş şu beyiti nakleder: "Vay, demek malı olan sevilir Fakir düşen de darlık içindekinin yaşayışı ile yaşar gibidir." "İşte haddi aşanlara işledikleri böylece süslü gösterilir." Yani, belâ esnasında dua, rahatlık esnasında da yüzçevirmek bu kişiye nasıl süslü gösterildi ise, müşriklere de küfür ve masiyet türünden amelleri böylece süslü gösterilir. Bu süslü göstermenin Allah tarafından yapılması da mümkündür, şeytan tarafından süslü gösterilmesi de mümkündür. Şeytanın saptırması ise, küfre davet etmesi, çağırmasıdır. 13Yemin olsun ki Biz, sizden önceki nesilleri peygamberleri kendilerine apaçık deliller getirdikleri halde zulmettikleri ve Îman etmeyecekleri için helâk ettik. İşte Biz, günahkârlar topluluğunu böyle cezalandırırız. "Yemin olsun ki Biz, sizden Önceki nesilleri peygamberleri kendilerine apaçık deliller" açık seçik mucizeler ve apaydınlık burhanlar "getirdikleri halde zulmettikleri" yani, kâfir oldukları ve şirk koştukları "ve îman etmeyecekleri için helâk ettik." Bu âyette önceki nesillerden kasıt, Mekkelilerden önceki geçmiş ümmetlerdir. Biz onları helâk ettik. Çünkü onların îman etmeyeceklerini Biz biliyorduk. Yüce Allah, böylelikle geçmiş ümmetlerin azaba uğratılmasıyla Mekken in kâh'rlerini korkutmaktadır. Yani Biz, bunları da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı yalanladıkları için helâk etmeye güç yetirenleriz. Ancak anılarında îman edecek kimseler olduğunu, yahut da soylarından îman edecek kimse geleceğini bildiğimiz için onlara mühlet veriyoruz. Bu âyet-i kerîme hidayet ve imanın (kullar tarafından) yaratıldığını söyleyen sapıkların kanaatlerini reddetmektedir. Yüce Allah'ın: "Îman etmeyecekleri" âyetinin şu anlama geldiği de söylenmiştir: Yani, yüce Allah kalplerini mühürlemek suretiyle küfürlerine karşılık onları cezalandırdı. Buna yüce Allah'ın: "İşte Biz günahkarlar topluluğunu böyle cezalandırırız" buyurması da delil teşkil etmektedir. 14Sonra nasıl işler yapacağınızı görelim diye arkalarından sizi yeryüzünde halifeler yaptık. Yüce Allah'ın: "Sonra... sizi... halifeler yaptık" âyetinde iki mef'ûl vardır. "Halifeler (el-Halâif)" kelimesi "halîfe'nin çoğuludur. el-En'âm Sûresi'nin sonlarında (6/165) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Yani Biz, onlardan sonra sizi yeryüzünün sakinleri kıldık. "Arkalarından" helâk edilen nesillerden sonra demektir. “Görelim diye" fiili, "lâm-ı key" ile nasbedilmiştk. Bunun benzerleri önceden geçmiş bulunmaktadır. Yani, kendileri sebebiyle sevap ve cezayı hakedeceğiniz şeyleri yapasınız diye, demektir. Ancak Allah, onların yapacaklarını ezelden beri gaybında bilegelmiştir. Şöyle de açıklanmıştır; Adaletini ortaya çıkarmak kastıyla O, sizlere deneyen sınayan kimsenin davrandığı gibi davranır. Bir diğer görüşe göre buradaki "görmek" peygamberlere raddir. Yani, bizim peygamberlerimiz ve gerçek dostlarımız amellerinizin nasıl olduğunu görsünler diye böyle yaptık. “Nasıl" kelimesi, yüce Allah'ın: "Yapacağınız" âyeti ile nasbedilmiştîr. Çünkü, İstifham sözün başına gelir, o bakımdan onda makabli (önceki ifadeler) amel Bundan dolayı onda amel eden, ondan önceki: "Görelim" anlamındaki Fiil olamaz, demek istemektedir. etmez. 15Âyetlerimiz onlara apaçık deliller halinde okunduğu zaman Bize kavuşmayı ummayanlar: "Ya bundan başka bir Kur'ân getir, yahut onu değiştir" dediler. De ki: "Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak bir şey değil. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Şayet Rabbime isyan edersem, şüphesiz büyük bir günün azabından korkarım." Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Âhirete Îman Etmeyenlerin Kur'ân'a Karşı Takındıkları Tavır: "Âyetlerimiz onlara apaçık deliller halinde okunduğu zaman" âyetindeki; “Apaçık deliller halinde" kelimesi, hal olarak nasbedilmiştir. Yani, herhangi bir karışıklık ve anlaşmazlıkları sözkonusu olmaksızın açık seçik olarak "okunduğu zaman, bize kavuşmayı ummayanlar" yani, öldükten sonra diriliş ve hesaba çekilme gününden korkmayıp, hayırlı amelleri karşılığında mükâfat alacağını ummayanlar... demektir. Katade der ki: Bununla Mekke müşrikleri kastedilmektedir. "Ya bundan başka bir Kur'ân getir, yahut onu değiştir, dediler." Kur'ân’ın tebdili (yani değiştirilmesi) ile ondan başkasının getirilmesi arasındaki fark şudur: Değiştirilmesi halinde öncekinin değiştirilenle birlikte olması mümkün değildir. Başkasının getirilmesi halinde ise, onunla beraber olması da mümkündür. Onların bu sözleri üç şekilde açıklanmıştır: 1 - Onlar Hazret-i Peygamberden vaadi tehdide, tehdidi de vaade, helâli harama, haramı da helale değiştirilmesini istediler. Bu açıklamayı İbn Cerir et-Taberî yapmıştır. 2- Kur'ân-ı Kerîm’de yer alan putlarını ayıplaması ve akıllarını hatife aldığını belirten hususları kaldırmasını istediler. Bu açıklamayı İbn İshak yapmıştır. 3- Hazret-i Peygamberden, Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan öldükten sonra diriliş ve amellerinden dolayı hesaba çekilme ile ilgili açıklamaları kaldırmasını istediler. Bu açıklamayı da ez-Zeccâc yapmıştır. 2. Peygamber ve Kur'ân,: "De ki; Onu kendiliğimden değiştirmem benim İçin olacak bir şey değil." Yani, ey Muhammed! De ki, ben onu nasıl red ve yalanlama ile ona karşılık veremiyor isem, onu kendiliğimden değiştirebilecek gücüm de yoktur. "Ben ancak bana vahyolunana uyarım." Ben, ancak size okumakta olduğum vaadlere, tehditlere, haramlara, helallere, emir ve yasaklara uyarım. Kitabın (Kur'ân'ın") sünnet ile nesh edilmesini kabul etmeyenler bu âyeti delil gösterebilirler. Çünkü, yüce Allah: "De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değil" diye buyurmaktadır. Ancak bu âyetin bu maksada delil teşkil etme ihtimali oldukça uzaktır. Çünkü, âyet-i kerîme müşriklerin, söz dizisi (nazmı) itibariyle Kur'ân gibi birisini getirmesini istemeleri hususunda varid olmuştur. Hazret-i Peygamberin ise bunu yapabilecek gücü yoktur. Ve onlar, Hazret-i Peygamberden lâfzı olduğu gibi kalmakla birlikte, sadece hükmünü değiştirmesini istememişlerdi. Diğer taraftan Hazret-i Peygamberin, eğer söyledikleri bir vahiy ise; o da kendiliğinden söylenmiş bir söz olamaz. Aksine, o da Allah nezdindendir. "Şayet Rabbime isyan edersem" yani, Kur'ân-ı Kerîm'in değiştirilmesi, tağyir edilmesi, yahut da gereğince amelin terkedilmesi hususunda Rabbime muhalefet edecek olursam, "şüphesiz büyük bir günün" yani kıyâmet gününün "azabından korkarım." 16De ki: "Eğer Allah dileseydi onu size okumazdım ve onu size bildirmezdi. Ben, bundan önce aranızda bir ömür geçirdim. Hâlâ akıllanmaz mısınız?" "De ki: Eğer Allah dileseydi onu size okumazdım ve onu size bildirmezdi." Yani, Allah dileseydi beni size peygamber göndermez, ben de size Kur'ânı okumazdım. Allah da Kur’ânı size bildirmez ve onun haberini size vermezdi. "Onu size bildirmezdi" anlamındaki; fiili kullanılarak: "Bir şeyi bildim, Allah onu bana bildirdi, onu bildim," denilir. "Dirâyefde bir çeşit aldanma anlamı vardır. Mesela, "Adamı aldattım," ifadesi buradan gelmektedir. Bundan dolayı yüce Allah hakkında "dârî (dirayet eden)" tabiri kullanılmaz. Diğer taraftan bu hususta (yani, bunun Allah'ın isimleri arasında olduğu hususunda.) rivâyet de yoktur. İbn Kesîr; "Mutlaka onu size bildirirdi" anlamında "lâm" ile "hemze" arasında "elif olmaksızın okumuştur. Yani: Şayet Allah dilemiş olsaydı, ben onu size okumaksızın dahi O size onu bildirirdi. Bu durumda buradaki "lâm", ef ale (o yaptı) veznindeki "hemze"nin başına gelmiş bir te'kid lâm'ıdır. İbn Abbâs ve el-Hasen ise, "Ben onu size bildirmezdim" anlamında "ya"yi, -Akiloğullarınin ağzına uygun olarak- elife dönüştürmek suretiyle okumuşlardır. Şair der ki: "Şunu bil ki, Yemameliler Taylılara bir Savaş ilan etti. Alnında beyazlık bulunan atların perçemleri gibi." Ebû Hatim der ki: el-Esmaî'yi şöyle derken dinledim: Ben, Ebû Amr b. el-Alâ’ya sordum: el-Hasen'in; şeklindeki kıraatinin açıklanabilir bir tarafı var mıdır? O, hayır dedi. "Ömrün hakkı için yemin ederim. Yer yüzünde develeri önüne katıp sürükleyen Bir Kayslı bulunduğu surece fakirlikten korkmayacağım." Bir başka şair de şöyle demektedir: Ebû Ubeyd de der ki: el-Hasen'in bu şekildeki okuyuşunun yanlış olduğunu söylemekten başka açıklanabilir bir tarafı yoktur. en-Nehhâs der ki: Ebû Ubeyd'in; "açıklanabilir bir tarafı yoktur" sözü, Allah'ın izniyle yanlıştır. Çünkü, "bildim" anlamında;denilir ve; "başkasına bildirdim," anlamında da; denilir. Yine "def ettim, sallallahü aleyhi ve sellemdım" anlamında; denilir. O halde, yanlışlık bu iki farklı fiilin kullanımı hakkında sözkonusudur. Ebû Hatim der ki: Zannederim el-Hasen bu kıraati ile el-Haris b. Kâ'boğullarının söyleyişine uygun olarak "ye" harfinin yerine "elif" kullanmıştır. Çünkü onlar, kendisinden önceki harf fethalı olduğu takdirde "ye" harfinin yerine "elif" kullanırlar. Yüce Allah'ın: "Bunlar ancak iki sihirbazdır" (Tâhâ, 20/63) âyeti gibi. el-Mehdevî der ki: diye okuyanların kıraati şöyle açıklanır: Hemzenin aslı "ye"dır. Buna göre bu kelimenin asli; "Size bildirdim" şeklindedir. Burada "ye" harfi -sakin olmakla birlikte- "elife kalbedilmiştir. Nitekim -ümit kesmiş anlamında ın yerine, in de in yerine kullanılması gibi. Daha sonra; -âlim anlamında- yerine ve -yüzük anlamında- ın yerine diye kullananların şivesine uygun olarak "elif" "hemze"ye çevrilmiştir, en-Nehhâs der ki: Bu bir yanlışhktır. Çünkü, el-Hasen'den gelen rivâyet "hemze'li olarak; şeklindedir. Ebû Hatim ve başkaları ise, bunun hemzesiz olduğunu söylemişlerdir. Bununla birlikte defettim, sallallahü aleyhi ve sellemdım anlamında fiilinden gelmesi de mümkündür. Yani, ben size (yaptıklarınızı bir kenara) iterek, Kur'ân'ı inkârı terketmentzi de size emretmedim, demek olur. "Ben, bundan önce aranızda bir ömür geçirdim" âyetindeki "Bir ömür" kelimesi, zarftır. Yani, aranızda bir süre yaşadım. Bu da kırk yıllık bir süredir. "Ondan önce"; Kur'ân'dan önce demektir. Siz benim doğru sözlü ve emin bir kimse olduğumu biliyorsunuz. Okuyup yazmadığımı da biliyorsunuz. Bundan sonra ben sizlere mucizeler getirdim. "Hâlâ akıllanmaz mısınız?" Bunun benim tarafımdan değil de ancak Allah'dan geldiğini aklınızla kavramayacak mısınız? “ondan önce aranızda bir ömür geçirdim" âyetinin şu anlama geldiği de söylenmiştir: Ben, gençliğim boyunca aranızda, Allah'a hiç bir şekilde İsyan etmeksizin yaşadım. Siz, kırk yaşıma gelmiş bulunduğum bu sırada mı benden Allah'ın emrine muhalefet etmemi ve bana indirilmiş bulunanları değiştirmemi istiyorsunuz? Katade der ki: Hazret-i Peygamber, aralarında kırk yıl yaşadıktan sonra, iki yıl süreyle peygamberlerin gördüğü şekilde "peygamberi rüya" görmeye devam etti. 62 yaşında iken de vefat etti. 17Allah'a iftira ederek yalan uydurandan, yahut âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Muhakkak ki günahkarlar iflah olmazlar. Bu, inkâr anlamında bir istifhamdır. Yani, Allah'a yalan uydurandan, O'nun sözlerini değiştirerek Allah'ın indirmediği şeyleri onlara katandan daha zalim hiçbir kimse olamaz. Aynı şekilde, bu Kur'ân-ı Kerîmi inkâr edip Allah'a yalan uydurduğunuz ve: Bu O'nun sözü değildir, dediğiniz takdirde de sizden daha zalim hiç bir kimse olamaz. Bu ise, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın onlara söylemekle emrolunduğu sözlerdendir. Bu şekilde emrolunduğu sözlerden değil de, yüce Allah'ın âyeti olarak yeni bir konu olduğu da söylenmiştir. Yine denildiğine göre iftira eden kişi ile müşrikler, Allah'ın âyetlerini yalanlayanlar ile kitap ehli kastedilmiştir. "Muhakkak ki günahkârlar iflah olmazlar." 18Onlar, Allah'ı bırakıp kendilerine ne bir zarar, ne de bir fayda vermeyecek olan şeylere taparlar. Bir de: "Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir" derler. De ki "Siz, Allah'a, göklerde ve yerde bilmeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?" Hâşa O, ortak tutmakta oldukları her şeyden münezzeh ve yücedir. "Onlar, Allah'ı bırakıp kendilerine ne bir zarar, ne de bir fayda vermeyecek olan şeylere taparlar" âyeti ile putlar kastedilmektedir. "Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir, derler." Bu onların bilgisizliklerinin nihai derecesini ortaya koymaktadır. Çünkü onlar, âhiretteki dönüşlerinde halihazırda hiçbir fayda ve zararı sözkonusu olmayan bir takım varlıklardan şefaat ummaktadırlar. "Bizim şefaatçilerimizdir" âyetinin, onlar, dünya hayatındaki geçimimizin düzeltilmesi hususunda Allah nezdinde bize şefaat etmektedirler, anlamında olduğu da söylenmiştir. "De ki: Siz, Allah'a, göklerde ve yerde bilmeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?" âyetinde "haber veriyorsunuz" anlamındaki; kelimesini genel olarak kıraat âlimleri "be" harfini şeddeli olarak okumuşlardır. Ancak, Ebû's-Semmâl el-Adevî bunu, "Haber verdi, verir"den gelen bir fiil olarak şeddesiz okumuştur. Genel olarak diğer kıraat âlimlerinin okuyuşu ise; den gelmektedir ki, her ikisi de aynı manayı vermektedir. Şanı yüce Allah'ın şu âyetinde ise bu iki kip de bir arada kullanılmıştır: " Bunu sana kim haber verdi, dedi. O, her şeyi en iyi bilen, her şeyden haberdar olan bana haber verdi, dedi." (et-Tahrîm, 66/3). Burada âyetin anlamı şu demektir: Yani siz, yüce Allah'a, mülkünde bir ortağı, yahut da O'nun izni olmaksızın nezdinde bir şefaatçi bulunduğunu mu haber vermektesiniz? Oysa O, göklerde olsun, yerde olsun kendisinin bir ortağı olduğunu bilmemektedir. Zira ortağı yoktur. O'nun için böyle bir şeyi bilmemektedir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir: "Siz yer yüzünde O'na bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?" (er-Ra'd, 13/33). Daha sonra yüce Allah zalim ortağı bulunmaktan (şirkten) tenzih ve takdis ederek şöyle buyurmaktadır: "Hâşâ, O, ortak tutmakta oldukları her şeyden münezzeh ve yücedir." Yani O, ortağı bulunmaktan büyüktür, münezzehtir. Şöyle de açıklanmıştır: Yani onlar, işitmeyen, görmeyen ve hiçbir şeyi diğerinden ayırd edemeyen varlıklara tapınmaktadırlar ve: "Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir" demektedirler. Peki, sizler şanı yüce Allah'a bilmediği bir şeyi haber verebilecek durumda mısınız? Hâşa O, onların ortak koşmalarından yücedir, münezzehtir. "Ortak tutmakta oldukları" anlamındaki kelimeyi, Hamza ile el-Kisaî, "te" ile okumuştur. (Yani, ortak tutmakta olduklarınız, anlamına gelir). Ebû Ubeyd’in tercih ettiği kıraat da budur, diğerleri ise bunu "ye" ile okurlar. 19İnsanlar ancak tek bir ümmetti. Sonradan ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, anlaşmazlığa düştükleri şeylere dair aralarında hüküm verilmiş olurdu. Bu âyete dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/213. âyetin tefsirinde) geçtiğinden ötürü burada o açıklamaları tekrarlamanın bir anlamı yoktur. ez-Zeccâc der ki: Burada "insanlar”dan kasıt Araplardır, Onlar şirk üzere idiler. Burada kastedilenlerin îslâm fıtratı üzere doğan her çocuk olduğu da söylenmiştir, buluğa erdikten sonra bunlar ayrılığa düşerler. "Eğer Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı anlaşmazlığa düştükleri şeylere dair aralarında hüküm verilmiş olurdu." Bu âyette kaza ve kadere işaret edilmektedir. Yani, şayet yüce Allah önceden kıyâmet gününden önce mükâfat ve cezayı vermek suretiyle hakkında anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hüküm vermeyeceğine dair hükmetmemiş olsaydı, elbette dünya hayatında aralarında hüküm verirdi. Ve amelleri sebebiyle mü’minleri cennete girdirir, küfürleri sebebiyle de kâfirleri cehenneme atardı. Fakat, şanı yüce Allah bütün insanların neler yapacağını bilmekle birlikte önceden beri belli bir eceli tayin etmiş ve bunun için vade olarak kıyâmet gününü tesbit etmiştir. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır. Ebû Ravk der ki: "Aralarında hüküm verilmiş olurdu" kıyâmeti kopartırdı, anlamındadır. Onları helâk eder ve işlerini bitirir, diye de açıklanmıştır. el-Kelbî der ki: Buradaki "söz; kelime"den kasıt şudur: Şanı yüce Allah bu ümmeti son ümmet olarak sonraya bırakmıştır. O bakımdan, kıyâmet gününe kadar dünyada bir azap ile onları helâk etmeyecektir. Eğer bu erteleme olmasaydı, ya azâbın inmesiyle, yahut da kıyâmetin kopartılmasıyla aralarında hüküm verilecekti. Âyet-i kerîme, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e kendisini inkâr edenlerin azabının ertelenmesi hususunda bir tesellidir. Burada "geçmişteki söz" âyeti, ona karşı bir delil getirmedikçe hiçbir kimseyi sorumlu tutmayacağı anlamına gelir ki, bu da peygamberlerin gönderilmesidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz, bir rasûl göndermedikçe de azâb ediciler değiliz." (el-İsra, 17/15.) Âyet-i kerimede sözü edilen "söz"in, Hadîs-i şerîfteki: "Rahmetim gazabı mı geçmiştir" Buhârî, Tevlıîd 15, 22, Bed'u'l-Halk 1; Müslim, Tevbe 14-16, Deavât 99; İbn Mâce 13, Zühd 35. âyetine işaret olduğu da söylenmiştir. İşte bu olmasaydı hiçbir şekilde isyankârları tevbe etsinler diye ertelemezdim. Îsa, "Hüküm verilmiş olurdu" anlamındaki âyeti, "kaf harfi üstün olarak okumuştur (...hüküm vermiş olurdu, anlamına gelir). 20"Ona Rabbinden bir âyet indirilmeli değil miydi" derler. De ki: "Gayb ancak Allah'ındır. O halde bekleyedurun. Ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim." Bu âyette söz konusu edilenler Mekkelilerdir. Yani, ona şu âyetten yani mucizeden başka bir mucize indirilmeli değil miydi? Başka bir mucize verilsin de dağlan bizim için altına dönüştürsün, onun da altından bir evi bulunsun, atalarımızdan ölmüş olanları karşımıza diriltsin. ed-Dahhâk der ki: Onun da Mûsa'nın asası gibi bir asası bulunsun (demek istemişlerdi). "De ki: Gayb ancak Allah'ındır." Yani, ey Muhammed! De ki, âyetin (mucizenin) inişi gaybdır. "O halde bekleyedurun" gözetleyin, "ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim." Böyle bir mucizenin inişini gözetleyenlerdenim. Şöyle de açıklanmıştır: Haklı olanı haksız olana karşı muzaffer kılması suretiyle Allah'ın aramızdaki hükmünü bekleyin. 21İnsanlara, kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra bir rahmet tattırmamızın ardından bakarsın ki onların, âyetlerimiz hakkında bir tuzakları olur. De ki: "Allah'ın karşılık vermesi daha çabuktur Elçilerimiz kurduğunuz tuzakları hiç şüphesiz yazıyorlar." Bu âyette "İnsanlar" ile kastedilenler Mekke kâfirleridir. "Kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra bir rahmet tattırmamızın ardından..." sıkıntıdan sonra rahatlık, kıtlık ve kuraklıktan sonra bolluk, diye açıklanmıştır. "Tattırmamızın ardından bakarsınkî onların âyetlerimiz hakkında bir tuzakları olur." Alay ederler ve yalanlarlar. Yüce Allah'ın: "Tattırmamızın ardından" anlamındaki âyetin cevabı, el-Halil ve Sîbeveyh'in görüşüne göre, "bakarsın ki onların..." âyetidir. "De ki: Allah'ın karşılık vermesi daha çabuktur" âyetindeki: "De ki; Allah'ın... daha çabuktur" anlamındaki ifadeler mübteda ve haberdir. "Karşılık vermesi" ise beyan (temyiz) olarak nasbedilmiştir. Yani, Allah'ın tuzaklarına karşılık onları cezalandırması daha bir çabuktur. Bu da şu demektir: Onlara gelecek olan azap, kurdukları tuzaklardan daha hızlı ve çabuk bir şekilde onları helâk edecektir. "Elçilerimiz kurduğunuz tuzakları hiç şüphesiz yazıyorlar." Yani, bizim Hafaza Meleklerimiz sizin peygamberlere karşı kurduğunuz tuzakları yazmaktadırlar. Kıraat âlimleri genel olarak "te" harfi ile muhatap kipi şeklinde "Kurduğunuz tuzaklar" diye okumuşlardır. Ancak Ruveys'in rivâyetine göre Yakub ile Harun el-Atekî'nin rivâyetine göre Ebû Amr bunu, "ye" ile (kurdukları tuzakları anlamında) diye okumuşlardır. Buna sebep (delil) İse, yüce Allah'ın: "Onların âyetlerimiz hakkında bir tuzakları olur" anlamındaki âyettir. Denildiğine göre, Ebû Süfyan, senin bedduan sebebiyle bize yağmur yağmaz oldu. Eğer bize yağmur yağdırılmasını (ister ve) sağlarsan, biz de seni tasdik ederiz, demişti. Hazret-i Peygamber'in duası üzerine yağmur yağdığı halde îman etmediler. İşte onların "tuzaklarından kasıt budur. 22Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur. Hatta siz, gemilerde buluduğunuz zaman, onlar da İçindekileri güzel bir rüzgâr ile götürüp kendileri de bununla sevindikleri sırada o gemilere şiddetli bir fırtına gelip çatar. Her taraftan da şiddetli dalgalar onlara hücum etmeye başlayıp kendilerinin çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları bir sırada dinlerini yalnızca Allah'a hâlis kılanlar olarak Ona şöyle dua ederler: "Yemin olsun ki, eğer bizi bundan kurtarırsan muhakkak şükredicilerden oluruz." 23Fakat onları kurtarınca hemen arkasından yeryüzünde haksız yere taşkınlıklarda bulunurlar. Ey insanlar! Sizin taşkınlığınız ancak kendi aleyhinizedir. Yapabileceğiniz dünya hayatından faydalanmaktan ibarettir. Nihayet dönüşünüz ancak Bizedir. Yaptıklarınızı size bildireceğiz. "Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur. Hatta siz, gemilerde bulunduğunuz zaman, onlar da İçindekileri güzel bir rüzgâr ile götürüp..." Yani, karada canlı binekler üzerinde, denizde de gemiler üzerinde sizi taşıyan O'dur, el-Kelbî der ki: Yolculuğunuz esnasında sizi koruyan O'dur. Âyet-i kerîme insanların canlı hayvanlara binerek ve denizde yolculuk yaparak mevcut hallerindeki nimetlerini saymayı ihtiva etmektedir. Denizde yolculuk yapmaya dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde 2/164. âyet, 3 ve 4. başlıklarda geçmiş bulunmaktadır. Genel olarak kıraat âlimleri "Sizi... gezdiren" diye okumuşlardır. İbn Âmir İse, "sizi etrafa dağıtan ve yayan" anlamında olmak üzere "nûn" ve "şîn" harfi ile şeklinde okumuştur. "Gemi" anlamındaki kelimesi ise hem tekil olarak, hem de çoğul olarak böylece kullanılır, müzekkeri ve müennesi de böyledir. Yine buna dair açıklamalar daha önce (el-Bakara, 2/164. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Onlar da içindekileri... götürüp" âyeti ise, hitaptan gaibe geçiştir. Bu şekildeki bir anlatım, hem Kur'ân-ı Kerîm’de, hem de Arap şiirlerinde pek çoktur. Şair Nâbiğa der ki: "Ey el-Alyâ ve es-Sened'de (yahut da vadinin dağa doğru yüksekçe bölümündeki) Meyye diyarı! Artık bomboş kalmıştır ve onun üzerinden (bu haliyle) çok uzun bir zaman geçmiştir." İbnü'l-Enbarî der ki: Dilde gaibe hitaptan, yüz yüze hitaba geçiş de caizdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve Rabbleri onlara son derece temiz bir şarap içirmiştir. İşte bu, gerçekten sizin için bir mükâfattır, yaptıklarınızın karşılığını da fazlasıyla görmüşsünüzdür." (el-İnsan, 76/21-22) Görüldüğü gibi burada önce gaibten söz edilmiş, ondan sonra da karşılıklı olarak hitap zikredilmiştir. "Güzel bir rüzgâr ile götürüp, kendileri de bununla sevindikleri sırada..." Bu hususa dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/164. âyet 9. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. "O gemilere şiddetli bir fırtına gelip çatar" âyetindeki; "Onlara gelip çatar"daki zamir gemilere aittir. "Güzel rüzgâr"a ait olduğu da söylenmiştir, şiddetli rüzgâr demektir. " Rüzgâr esti" denilir, ism-i failleri ise; şeklinde gelir. Şair de der ki: "Nihayet beraberinde yağmur da getiren, toprak üzerindeki her şeyi yerinden oynatan Şiddetli bir rüzgâr esip de yüksek sesli gök gürültüsü de (işitilince)." Yüce Allah'ın: "Şiddetli" diye müzekker olarak buyurması, "rüzgâr" anlamındaki "rîh" kelimesinin de müzekker olmasından dolayıdır. Şiddetli fırtına ve rüzgâra aynı zamanda; da denilir, ikisi de aynı şeydir. "Güzel rüzgâr" ise, ne şiddetli ve hızlı ne de ağır esene denir. (Mutedil rüzgâr). "Her taraftan da şiddetli dalgalar onlara hücum etmeye başlayıp" âyetinde geçen "dalga" yükselen su demektir. "Kendilerinin çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları" yani, belânın etraflarını tümüyle kuşattığına inandıkları.., Çünkü Arapçada bir bela ve musibete düşen kimse hakkında; "Etrafı kuşatıldı, sarıldı" denilir. Âdeta bü bela onu çepeçevre kuşatmış gibi kabul edilir. Bu ifadenin de aslı surdan gelmektedir: Düşman bir yerin etrafını çevreleyip kuşatacak olursa, orada bulunan ahaliyi yok eder... İşte böyle bir sırada "dinlerini yalnızca Allah'a halis kılanlar olarak O'na şöyle dua ederler..." Yalnızca O'na dua eder ve daha önce taptıklarını bir kenara bırakırlar, terkederler. İşte bu âyette insanların sıkıntılı zamanlarında Allah'a dönmek fıtratı üzere yaratıldıklarının, sıkıntı içerisinde bulunan kimsenin -kâfir dahi olsa duasının kabul olunduğunun delilidir. Çünkü, bütün sebepler ortadan kalmış ve kişi rabler Rabbi bir ve tek olana dönmüş olur. Nitekim yüce Allah'ın izniyle ileride buna dair açıklamalar en Neml Sûresi'nde (27/62-64. âyetlerin tefsirinde) gelecektir. Kimi müfessir de şöyle demiştir: Onlar, bu dualarında Arap olmayanların dilinde: Ey Hay, ey Kayyum anlamına gelen "Âhiyâ Şerahiyâ" isimleri ile dua etmişlerdir. Bu âyet-i kerîme mutlak olarak denizde yolculuk yapılabileceğine delil teşkil etmektedir. Sünnet-i seniyyede de Ebû Hüreyre yoluyla gelen bir hadis vardır ki, o hadiste şu ifadeler yer alır: Biz denize biniyor ve beraberimizde az su taşıyoruz... Ebû Dâvûd, Tahâre 41; Tirmizî, Tahâre 52; Nesâî, Tahâre 47, 52; İbn Mâce, Tahâre 38; Dârimî, Vudu 53; Muvatta’, Tahâre 12. Enes yoluyla gelen Um Haram ile ilgili hadiste de Savaş esnasında denizde yolculuk yapmanın câiz olucuna delil vardır. Bu anlamdaki yeterli açıklamalar önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/164. âyet, 4 ve 5. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun. el-A'raf Sûresi'nin sonlarında da denizin coşup dalgalanması esnasında denize binenin hükmüne dair açıklamalar geçmiş idi. Böyle bir kimsenin durumu sağlıklı bir kimsenin durumu gibi midir, yoksa hacr altında bulunan kimsenin durumu gibi midir; açıklamıştık. Buna dair açıklamaları oradan takip edebilirsiniz. (Bk. el-A'raf, 7/189 190. âyet, 7. başlık). "Yemin olsun ki, eğer bizi bundan kurtarırsan" bizi bu şiddetli hallerden ve dehşetlerden kurtarırsan... el-Kelbî ise, bu fırtınadan kurtarırsan diye açıklamıştır. "Muhakkak şükredicilerden oluruz." Kurtarma nimetine karşılık sana itaat ile amel ederiz. “Fakat onları" bu fırtınalardan, tehlikelerden "kurtarınca, hemen arkasından yeryüzünde haksız yere taşkınlıklarda bulunurlar." Yani, yeryüzünde fesat çıkartırlar, masiyet işlerler. "Taşkınlık: bağy" fesat ve şirk demektir. Bu kelime de kötüye giden yaranın etrafa yayılmasından alınmıştır. Asıl anlamı İse, talepte bulunma demektir. Yani, fesat çıkartmak suretiyle üstünlük kurmaya, yükselmeye çalışırlar anlamına gelir. "Haksız yere" ise, yalanlamak suretiyle anlamındadır. Nitekim, bir kadın kocasından başkalarıyla oturup kalktığı vakit kullanılan; "Kadın fahişe oldu" tabiri de buradan gelmektedir. "Ey İnsanlar! Sizin taşkınlığınız ancak kendi aleyhinizedir." Bunun vebali size aittir. İfade burada tamam olmaktadır. Daha sonra yüce Allah yeni bir cümle (ibtidâ) olarak şöyle buyurmaktadır: "Yapabileceğiniz dünya hayatından faydalanmaktan ibarettir." Yani, hepsi bu dünya hayatının taydaşıdır. Bunun ise kalıcılığı yoktur. Âsıra'ın kıraati, "ayn" harfi üstün şeklindedir. Buna biraz sonra işaret edilecektir. en-Nehhâs der ki: "Sizin taşkınlığınız" âyeti, mübtedâ olarak merfu'dur. Haberi ise, "dünya hayatından fayadalanmaktan ibarettir" anlamındaki âyettir. "Kendi aleyhinizedir" anlamındaki âyet ise, "taşkınlığınız" fiilinin ihtiva ettiği mananın mef'ûlüdür. Bununla birlikte haberinin "kendi aleyhinizedir" anlamındaki ifadenin olması da mümkündür, o takdirde mübtedâ mahzuf demektir. Yani, bu dünya hayatından faydalanmaktır. Bu iki anlam arasında ince bir fark vardır. Şöyle ki: "Faydalanma" anlamındaki "meta" kelimesi, şayet "sizin taşkınlığınız" âyetinin haberi kabul edilirse, anlam şöyle olur: Sizin birbirinize karşı yaptığınız taşkınlık (kendi aleyhinizedir). Bu da yüce Allah'ın: "Kendi kendinize (yani birbirinize) selam, veriniz" (en-Nûr, 24/61) âyetine benzer. Aynı şekilde: "Yemin olsun ki, size kendi nefislerinizden (içinizden, aranızdan) bir peygamber gelmiştir ki..." (et-Tevbe, 9/128) âyeti da böyledir. Eğer haber, "ancak kendi aleyhinizedir" âyeti kabul edilirse, o takdirde mana şöyle olur: Sizin bozgunculuğunuzun zararı size döner. Yüce Allah'ın: "Ve eğer kötülük yaparsanız, kendinize yaparsınız" (el İsra, 17/7) âyeti gibi. Süfyan b. Uyeyne'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: yüce Allah bu âyeti ile azgınlığın dünya hayatının bir metaı olduğunu kastetmektedir. Yani, azgınlığın cezası, dünya hayatında o azgınlığı yapana acilen verilir. Nitekim: "Azgınlık yok oluştur" ifadesi de bu anlamdadır. İbn Ebi İshak; "faydalanmak" anlamındaki "meta" âyetini mastar olmak üzere; diye okumuştur ki, bu da; "Nihayet bütün yapabileceğiniz dünya hayatının metaı ile faydalanmaktan ibarettir," demek olur. Yahut da; anlamında cer harfinin kaldırılması dolayısıyla nasb edilmiştir. (Dünya hayatının metaı gelip geçici olduğundan dolayı azgınlığınız kendi aleyhinizedir, demektir). Yahut da hal olarak mef'ûl anlamında olmak üzere mastardır. Yani, siz ancak dünya hayatından faydalananlar olarak (birbirinize karşı azgınlık edersiniz). Ya da zarf olarak nasb edilmiştir. Yani, siz ancak dünya hayatında faydalanırsınız, anlamında olur. Zarfın car ve mecrurun ve halin taalluk ettiği yer ise, "taşkınlık" daki fiil manasıdır. "Ancak kendi aleyhinizedir" anlamındaki âyet da bu mananın mefûlü olur. 24Dünya hayatı gökten indirdiğimiz bir su gibidir. Sonra ona yeryüzünde insanların ve hayvanların yediği bitkiler karışmıştır. Nihayet yeryüzü çeşit çeşit zînetini takınıp süslendiği, sahipleri de bunları elde etmeye güç yetireceklerini sandıkları bir sırada, geceleyin veya gündüzün emrimiz ona geliverir de, orayı sanki dün yerinde yokmuş gibi kökünden koparılıp biçilmiş bir hale getiriveririz. İşte Biz, düşünen bir topluluğa âyetleri böylece açıklarız. "Dünya hayatı gökten indirdiğimiz bir su gibidir..." âyetinin ifade ettiği mana, benzetme ve temsildir. Yani, fena bulması sonunun gelmesi, öneminin azlığı ve ondan alınan zevkin kısa süreli oluşu itibariyle dünya hayatı bir suya benzer. Buna göre; "Bir su gibidir" ifadesi takdirindedir. O bakımdan, "kef" ref mahallindedir. Bu benzetme ile ilgili daha geniş açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle el-Kehf Sûresi'nde (18/45. âyetin tefsirinde) gelecektir. "Gökten indirdiğimiz" anlamındaki âyet da "bir su"nun sıfatıdır. "... karışmıştır." Nafi'den, onun "karışmıştır" anlamındaki; kelimesi üzerinde vakıf yaptığı rivâyet edilmiştir. Yani, yere karışmış bir su gibidir, demek olur. Daha sonra da; "Ona... yer yüzündeki bitkiler (karışmıştır)" takdirindeki, âyeti ile başlayarak okur Yani, o suya yeryüzünün bitkileri karışıp yeryüzü de çeşitli bitkiler bitirmiştir. Buna göre "bitkiler" anlamındaki "nebat" kelimesi mübtedâ olur. "Karışmıştır" anlamındaki kelime üzerinde vakıf yapmayanların görüşüne göre ise, "nebat" kelimesi "karışmıştır" anlamındaki fiil dolayısıyla (fail olarak) merfu'dur. Bu da bitkinin yağmura karıştığı anlamına gelir. Yani, o bitki yağmuru emmiş, böylelikle nemlenerek güzelleşmiş ve yeşermiş olur. "İhtilât: Karışmak" ise, bir şeyin içice girmesi demektir. "İnsanların" tane, meyve ve bakliyat türünden "ve hayvanların" ot, saman ve arpa türünden "yediği bitkiler karışmıştır. Nihayet yeryüzü çeşit çeşit zilletini takınıp süslendiği..." yani, güzelliğine bürünüp -ki, "Zuhruf (zinet)" güzelliğin mükemmelliği demektir. O bakımdan altına da "zuhruf' denilmiştir- tanelerle, meyvelerle ve çiçeklerle de süslendiği zaman... "Süslendi" kelimesinin aslı dir. Burada "te" harfi "ze" harfine idğam edildikten sonra vasıl için de "eliF getirilmiştir. Çünkü idğam yapılan harf birincileri sakin olan İki harf durumunda olur. Sakin harf ile de başlamaya imkân yoktur. İbn Mes'ûd İle Ubey b. Kâ'b ise bunu aslına uygun olarak; diye okumuşlardır. el-Hasen, el A'rec ve Ebû'l-Aliye ise; diye okumuşlardır ki, zinetlerini üzerine aldı, takındı anlamına gelir. Bu da çeşitli mahsul ve ekinleri bitirdi anlamındadır. Bu kıraatleriyle fiili aslı üzere okumuş olurlar. Eğer i'lâl yapacak olsalardı diye okumulan gerekirdi. Avf b. Ebi Cemile el-A'râbî der ki: Hocalarımız; diye okumuşlardır ki, bu da veznindedir. el-Mukaddemî’nin rivâyetinde ise, şeklindedir ki, bunun da aslı şeklidir. Buna uygun vezindeki kelime ise olup idğam bundan sonra yapılmıştır. en-Nehaî ve Katade ise, diye, gibi okumuşlardır. Ebû Osman en Nehdî ise şeklinde, gibi okumuştur. Yine Ebû Osman'dan nakledildiğine göre o, bu kelimeyi şeklinde gibi okumuştur. Ondan bu kelimeyi şeklinde hemzeli olarak okuduğu da rivâyet edilmiştir ki, böylelikle ondan üç ayrı kıraat rivâyet edilmiş olmaktadır. "Sahipleri de bunları elde etmeye" yani bu ekinleri biçmeye, bunlardan yararlanmaya "güç yetireceklerini sandıkları" inandıkları "bir sırada..." yüce Allah bu âyetinde yerden haber vermekle birlikte asıl maksat, onun bitirdiği bitkilerdir. Bu şekilde yerden haber vermesi ise, zaten bunun böyle olduğunun anlaşılmasıdır ve esasen bitkinin de yerden çıkmasıdır. Şöyle de açıklanmıştır: Buradaki "(Onun) sahipleri" ifadesindeki zamir, elde edilen mahsullere aittir denildiği gibi, "süse" aittir de denilmiştir. "Geceleyin veya gündüzün" ifadeleri iki zarftır, "emrimiz" azabımız, yahut da onların helâk ve telef edilmesine dair emrimiz, demektir. "Ona geliverir de orayı sanki dün yerinde yokmuş gibi" sanki dün hiç mamur değilmişçesine "kökünden koparılıp biçilmiş" üzerinde hiçbir şey bulunmayan bitkileri koparılmış ekinleri biçilmiş "bir hale getiriveririz." "Orayı... biçilmiş bir hale getiriveririz" anlamındaki; ifadesinde "orayı" ile "biçilmiş bir hale getiriveririz" anlamındaki kelimeler iki mef'ûldür. Ayrıca: "Biçilmiş" kelimesinin müennes değil de müzekker gelmesi, "mef'ûl" anlamında "fail" vezninde oluşundan dolayıdır. Ebû Ubeyd der ki: Bu, kökünden koparılmış ekine denilir. "Yokmuş" yani, önceden güzel bir mahsul olarak yokmuş... demektir ki, bu da bir yerde ikamet etmek, orayı imar etmek demek olan den gelmektedir, ise, sözlükte insanların mamur ettiği, konakladığı yerler demektir. Katade, bu âyeti sanki bu nimetler olmamış gibi; diye açıklamıştır. Şair Lebîd de (bu kökten gelen kelimeyi kullanarak) şöyle demektedir: "Dâhis (adındaki atın) koşmasından önce ben bir süre orada kaldım (orayı imar ettim); Tartışmayı çok seven o nefsin ebediliği olsaydı keşke." Genel olarak bu kelime "arz: yer, yeryüzü" kelimesinin müennesliği dolayısı ile şeklinde "te” ile okunmuştur. Katade ise bunu; şeklinde "ye" ile okumuştur ki, bu "zuhruf; zinefe ait olur. Yani nasil ki bu zinet yani ekin yok olup gidiyorsa, bu dünya da böylece yok olup gider. "İşte biz" Allah'ın âyetleri üzerinde "düşünen bir topluluğa âyetleri böylece açıklarız" beyan ederiz. 25Allah İse Dâru's-Selâm'a çağırır ve O, dilediğini dosdoğru yola iletir. Yüce Allah bu yurdun, yani dünya yurdunun niteliklerini sözkonusu ettikten sonra "Allah İse Dâru's-Selâm'a çağırır" âyeti ile âhiretin niteliklerini belirterek şöyle buyurmaktadır: Allah sizi dünyalık toplamaya çağırmıyor. Aksine O, selâm yurduna, yani cennete ulaşmanız için sizleri İtaat etmeye çağırıyor. Katade ve el-Hasen derler ki: es-Selâm, yüce Allah'ın adıdır. "es-Selâm yurdu" ise cennet demektir. Cennete "selâm yurdu" adının verilmesi, oraya girenin her türlü afet ve musibetten selamete ermesinden ötürüdür. "es Selâm" Şanı yüce Allah'ın isimlerindendir. Biz bunu "el-Kitabü'l-Esnâ fi Şerhi Esmaillaki'l-Hüsnâ" adlı eserimizde açıklamış bulunuyoruz. İleride yüce Allah'ın izniyle el-Haşr Sûresi'nde (59/23- âyetin tefsirinde) gelecektir. Şöyle de açıklanmıştır: Yani, yüce Allah selâmet (esenlik) yurduna çağırır. "Selâm" ile "selâmet" kelimeleri tıpkı "radâ ve radâat: süt emmek" kelimelerinde olduğu gibi aynı anlama gelirler. Bu açıklamaları ez-Zeccâc yapmıştır. Şair de şöyle demektedir: "Bekr’in anası selâmet ile selâm verir. Peki, senin için kavminden sonra selâm (yani esenlik) sözkonusu olur mu?" Şöyle de açıklanmıştır: Bununla; yüce Allah tahiyyet (selamlaşma) yurduna çağırır, demek istemiştir. Çünkü, bu şekilde kendilerine selam verilenler yüce Allah'tan tahiyyet ve selama nail olurlar. Aynı şekilde onlara melekler tarafından da selam verilir. el-Hasen der ki: Selam, hiçbir şekilde cennet ehlinden kesilmez, o onların tahiyyeleridir. Nitekim yüce Allah: "Oradaki tahiyyeleri (selamlaşmaları) ise selamdır" (Yûnus, 10/10) diye buyurmaktadır. Yahya b. Muaz da şöyle demektedir: Ey Âdemoğlu, Allah seni Dâru's-selâm'a çağırmaktadır. O bakımdan sen O'nun bu çağrısına nereden cevap vereceğine dikkat et. Eğer yaşadığın dünyadan ona cevap verir çağrısına uyarsan, o selam yurduna girersin. Şayet kabrinden o çağrıya cevap verecek olursan, oraya girmekten alıkonulursun. İbn Abbâs da der ki: Cennetler yedi tanedir: Daru'l-Celal, Daru's-Selam, Adn Cenneti, Me'vâ Cenneti, Huld Cenneti, Firdevs Cenneti ve Naim Cenneti. "Ve O, dilediğini dosdoğru yola İletir." yüce Allah, delilini açıkça ortaya koymak için davetini herkese (umumi) yapmış, insanlara muhtaç olmadığından dolayı da hidayetini özel olarak ihsan etmiştir. "Dosdoğru yol (es-Sıratu'l-Müstekîm)"ın, Allah'ın Kitabı olduğu söylenmiştir. Bunu Ali b. Ebî Tâlib Hazret-i Peygamber'den rivâyetle şöyle demektedir: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Sırat-ı Müstakim yüce Allah'ın Kitabıdır." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VI, 326. İslâm olduğu da söylenmiştir. Bunu da en-Nevvâs b. Sem'ân, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiştir. Sırat-ı Mustakîm'in hak olduğu da söylenmiştir ki, bu da Katade ve Mücâhid'in görüşüdür. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ve ondan sonra gelen iki arkadaşı Ebû Bekir ve Ömer'in olduğu da söylenmiştir. Câbir b. Abdullah şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün çıkıp şöyle dedi: "Rüyamda Cebrâîl başımın yanında, Mikâil de ayaklarımın yanında gibi gördüm. Onlardan biri diğerine; şuna dair bir misal ver, dedi. O da ona dedi ki: İşit, kulakları iyi işitesice, aklet, kalbi iyi belleyesice. Senin ve ümmetinin misali, bir ev bina etmek üzere bir arsanın etrafını çeviren, sonra da orada bir ev inşa eden bir hükümdara benzer. Daha sonra bu hükümdar bu evde bir ziyafet verir. Arkasından insanları bu ziyafeti yemeye davet etmek üzere bir elçi gönderir. İnsanlardan kimisi bu elçinin çağrısını kabul eder, kimisi de onu terk eder. İşte bu misalde "hükümdar"dan kasıt Allah'tır. Etrafı çevrilen yerden kasıt İslâm'dır. İçindeki evden kasıt cennettir. Ve sen ey Muhammed, sözü edilen elçisin. Senin çağrını kabul eden İslâm'a girer. İslâm'a giren de cennete girer. Cennete giren kişi ise oradaki yiyeceklerden yer," Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ve O, dilediğini dosdoğru yola iletir" âyetini okudu." Buhârî, İ'tisâm 2; Tirmizî, Edeb 76; Dârimî, Mukaddime 2. Daha sonra Katade ve Mücahid de "Allah ise Dâru's-Selâma çağırır..." diye başlayan âyeti okudular. İşte bu âyet-i kerîme Kaderiyye'nin görüşlerini red hususunda apaçık bir delildir. Çünkü onlar, Allah bütün insanları Sıran Müstakime iletmiştir, derler. Halbuki yüce Allah: "Ve O, dilediğini dosdoğru yola (Sırat-ı Müstakime) İletir" diye buyurmaktadır. Kaderiyye böylelikle, Kur'ân naslarını, Allah'a karşı gelerek, reddetmiş olmaktadır. 26İhsanda bulunanlara daha güzeli ve daha da fazlası vardır. Yüzlerine ne bir toz bulaşır, ne de horluk kaplar. Onlar cennetliklerdir. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar. "İhsanda bulunanlara daha güzeli ve daha da fazlası vardır" âyeti ile ilgili olarak Enes (radıyallahü anh) yoluyla gelen hadiste şöyle dediği rivâyet edilmektedir; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yüce Allah'ın: "Daha da fazlası vardır" âyeti hakkında sorulunca şöyle buyurdu: "Dünya hayatında iken güzel amellerde bulunanlara el-Hüsnâ (daha güzel olan) vardır ki, o da cennettir. Bir de onlara daha fazlası da vardır ki, o da kerim olan Allah'ın yüzüne bakmaktır." Suyûtî, ed-Durru'l-Mensur, IV, 357. Bu, aynı zamanda Ebû Bekir es-Sıddîk ile, bir rivâyette Ali b. Ebî Tâlib'in de görüşüdür, Huzeyfe, Ubade b. es-Sâmit, Ka'b b. Ucre, Ebû Mûsa, Suhayb ve bir rivâyette İbn Abbâs'ın da görüşüdür. Aynı zamanda tabiinden bir topluluk da bu görüştedir, bu hususta doğru olan görüş de budur. Müslim, Sahih'inde Suhayb'dan, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Cennetlikler cennete girdikten sonra, şanı yüce ve mübarek olan Allah şöyle buyuracak: Size daha fazlasını vermemi istediğiniz bir şey var mıdır? Onlar, yüzlerimizi ağartmadın mı, bizi cennete koymadın mı, cehennem ateşinden korumadın mı? diyecekler. Bunun üzerine yüce Allah hicabı açar. Onlara aziz ve celil olan Rabblerine bakmaktan daha çok sevdikleri bir şey verilmiş olmayacaktır. -Bir rivâyette de şöyle denmektedir: Sonra da:- "İhsanda bulunanlara daha güzeli've daha fazlası vardır" âyetini okudu. Müslim, Îman 297, 298. Bu hadisi Nesâî de Suhayb'den şöylece rivâyet etmektedir: Suhayb dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle denildi: Bu: "İhsanda bulunanlara daha güzeli ve daha fazlası vardır" âyeti (ne demektir)? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Cennetlikler cennete, cehennemlikler de cehenneme girdikten sonra bir münadi şöyle seslenir: Ey cennet ahalisi, size Allah nezdinde verilmiş bir söz vardır. O size vermiş olduğu bu sözünü yerine getirmek istiyor. Onlar, şöyle diyecekler: O, yüzlerimizi ağartmadı mı, mizanlarımızı (iyiliklerimizi) ağırlaştırmadı mı, bizi cehennem ateşinden korumadı mı? (Hazret-i Peygamber devamla) buyurdu ki: Bunun üzerine yüce Allah hicabı açar, onlar da O'na bakarlar. Allah'a yemin ederim, Allah onlara kendisine bakmaktan daha çok sevdikleri ve daha çok gözlerini aydınlatıcı hiçbir şey vermiş değildir." Tirmizî, Sıfatu'l-Cenne 16, Tefsir 10. sûre 1; İbn Mâce, Mukaddime 13; Müsned, IV, 333. Bu hadisi İbnü'l-Mübârek de "Dekâik" ( veya "Rekaik" ) adlı eserinde Ebû Mûsa el-Eş'arî'den mevkut olarak rivâyet etmiştir. Biz bu hadisi "et-Tezkire" adlı eserimizde zikrettik. Orada "hicabın açılmasının" ne anlama geldiğini de anlattık. Yüce Allah'a hamd olsun. Tirmizî el-Hakîm Ebû Abdullah -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- da şöyle rivâyet etmektedir: Bize Ali b. Hucr anlattı. Bize, el-Velid b. Müslim, Züheyr'den anlattı. Züheyr, Ebul-Âliyye'den, o, Ubeyy b. Kâ'b'dan dedi ki: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, Allah'ın Kitabındaki "ziyade; daha fazla" hakkında soru sordum. Birisi, yüce Allah'ın: "İhsanda bulunanlara daha güzeli ve daha fazlası vardır" âyetidir. O: "Maksat Rahmân'ın yüzüne bakmaktır" diye buyurdu. Bir de yüce Allah'ın: "Biz onu yüzbin veya daha fazlasına gönderdik" (es-Sâffat, 37/147) âyeti hakkında sordum, O: "Yirmi bin kişi daha fazla idiler" diye buyurdu. Buradaki "daha fazlası"ndan kastın, bir hasenenin on katına ve bundan daha fazla katlara yükseltilmesi olduğu da söylenmiştir. Bu görüş İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir: Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Daha fazlasından kasıt, dörtbin kapısı bulunan tek bir inciden bir köşktür. Mücahid de "güzellikken kasıt iyiliğe karşı aynı iyiliğin verilmesidir. Fazlasından kasıt ise Allah'tan bir mağfiret ve bir rızadır, Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem dedi ki: Daha güzel (el-hüsnâ)dan kasıt cennettir. Daha fazlası'ndan kasıt ise yüce Allah'ın dünyada iken'lütfundan verdikleri ve kıyâmet gününde de kendileri sebebi ile hesaba çekmeyeceği nimetlerdir. Abdurrahman b. Sâbât da der ki: Güzellikten kasıt müjde, daha fazlasından kasıt ise kerim olan Allah'ın yüzüne bakmaktır. Nitekim yüce Allah söyle buyurmaktadır: "O günde yüzler var ki apaydınlıktır, Rabblerine bakıcıdırlar." (el-Kıyame, 75/22-23.) Yezid b. Şecere de der ki: Fazlalıktan kasıt, bir bulutun cennet ehlinin üzerinden geçip onlara daha önce hiç görmedikleri, oldukça nadir şeyler yağdırması ve arkasından da: Ey cennetlikler size neyi yağdırmamı istersiniz diye sormasıdır. Her ne isterlerse o bulut mutlaka onlara o istediklerini yağdırır. Bir diğer açıklamaya göre fazlalıktan kasıt, üzerlerinden dünya günlerinden bir günlük bir süre geçti mi, mutlaka onların evlerini yetmişbin melek tavaf eder. Her bir melek ile birlikte diğerinde bulunmayan ve Allah nezdin den gönderilmiş hediyeler vardır. O hediyelerin benzerini hiç bir şekilde görmemişlerdir. Lütfü oldukça geniş, her şeyi bilen, gani, her türlü hamde lâyık, yüce, büyük, aziz, kadir, berr, rahim, müdebbir, hakîm, latîf, kerîm olan ve kudretinin yettiği şeylerin sonu gelmeyen yüce Allah'ın şanı ne yücedir! Her türlü eksiklikten münezzehtir, "İhsanda bulunanlar"dan kastın insanlarla giriştikleri ilişkilerde iyi davrananlar olduğu; "daha güzel" den kastın ise, onların yapacakları şefaat olduğu, "daha fazlasının ise, şanı yüce Allah'ın şefaatleri için onlara izin verip bu şefaatlerini kabul etmesi olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Yüzlerine ne bir toz bulaşır, ne de" cehennemliklere eriştiği gibi "horluk kaplar" âyetinde geçen "Kaplar" anlamındaki nın ulaşmak, bulaşmak anlamına geldiği söylenmiştir. Genç bir çocuk erginlik çağına gelip, erkekler satma yaklaştığında ona da "mürailik" denilmesi de buradan gelmektedir. Bunun, üstüne çıkmak, örtmek anlamına geldiği de söylenmiştir ki, bu anlamlar birbirlerine yakındır. Âyet şu demektir: Onlar, Allah'ın huzuruna haşredilip toplandıklarında onları her hangi bir toz kaplamaz ve hiç bir zillet, horluk onları bürümez. Ebû Ubeyde, Ferezdak'a ait şöyle bir beyit okumuştur: "O, hükümdarlık elbisesine (heybetine) bürünerek taçlanmıştır. Ve onun arkasından Bir dalga(yı andıran ordu) gelmektedir. Onun da üstünde sancakları ve tozları görürsün." el-Hasen; şeklinde "te" harfini (üstün yerine) sakin okumuştur, hepsi aynı anlamda olup "toz" demektir. Bunu da en-Nehhâs ifade etmiştir. in tekili ise, kelimesidir. "Bunları da siyak bir toz kaplayacaktır" (Abese, 80/41) âyeti da buradan gelmektedir ki, üzerlerinde öyle bir toz bulunacaktır, demektir. Bu kelimenin keder, üzüntü, gam ve saklanmak, gizlenmek anlamına geldiği de söylenmiştir. İbn Abbâs ise bunun yüzlerin siyahlığı demek olduğunu söylemiştir. İbn Bahr ise, bu, ateşin dumanıdır demektedir. Nitekim; Tencerenin çıkardığı duman (buhar) ifadesi de buradan gelmektedir. İbn Ebi Leylâ der ki: Bu, (onlara toz bulaşmaması) aziz ve celil olan Rabblerine bakmaktan uzak kalmaları demektir. Derim ki: Ancak bu açıklama su götürür. Çünkü aziz ve celil olan Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz kendileri için daha önceden tarafımızdan İyilik takdir edilmiş olanlar, işte onlar oradan (cehennemden) uzaklaştırılmışlardır... En büyük korku onları üzmez..." (el-Enbiya, 21/101-103) Birden çok âyet-i kerimede de: "Onlar için korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir." (Mesela, el-Bakara, 2/62) diye buyurmaktadır. Yine bir başka âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak; Rabbimiz Allah'tır deyip sonra dosdoğru olanların üzerine melekler: “Korkmayın, üzülmeyin ve size va'doluhan cennetle sevinin” diye inerler." (Fussilet, 41/30) İşte bu umumî bir hükümdür. Şanı yüce Allah'ın lütfü ile hiçbir yerde değişikliğe uğramayacaktır. Ne Allah'ın görülmesinden önce, ne de daha sonra iyilik yapan kimsenin yüzü üzüntü ve kederden ötürü karararak değişikliğe uğramayacaktır, cehennem dumanından olsun, başka bir şeyden olsun her hangi bir şey onu bürümeyecektir. "Yüzleri ağaranlara gelince; onlar Allah'ın rahmetindedirler. Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar." (Âl-i İmrân, 3/107). 27Günahlar kazanmış olanlara gelince; bir günahın cezası benzeriyledir. Onları bir horluk kaplayacaktır. Onları Allah'tan kurtaracak bir kimse de yoktur. Yüzleri karanlık gecenin parçalarıyla bürünmüş gibidir. İşte bunlar da ateşliktirler. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar. "Günahlar kazanmış" türlü masiyetleri işlemiş, şirk koşmuş -diye de açıklanmıştır- "olanlara gelince; bir günahın cezası benzeriyledir." Buradaki "ceza" kelimesi mübteda olarak merf'udur. Haberi İse "benzeriyledir" anlamındaki; kelimesidir. İbn Keysân der ki: Buradaki "be" harfi zaiddir. Bir günahın cezası onun gibidir, anlamındadır. Bir diğer görüşe göre buradaki "be" mabadı (sonrası) ile birlikte haberi teşkil etmektedir. Ve bu harf-i cer, yerine geçtiği hazfedilmiş bir kelimeye müteallaktır ki, bu da "Bir günahın cezası onun benzeri olan bir günahtır," şeklindedir. Bununla birlikte bu harf-i cenin "ceza" kelimesine tealluk etmesi de mümkündür. Buna göre ifadenin takdiri; "Bir günahın misliyle cezalandırılması olacaktır" şeklinde olup mübtedanın haberi sonradan hazfedilmiştir. Yine "ceza" kelimesinin; "Onlara bir kötülüğün cezası... verilecektir," takdirinde merfu olması da mümkündür. O takdirde bu, yüce Allah'ın: "(Onlar) sayısınca başka günlerden..." (el-Bakara, 2/184) âyetine benzer. Yani, üzerinde... sayısınca vardır, demek olur. Buna benzer diğer âyetler da böyledir. Buna göre "be" harfi hazfedilmiş bir kelimeye tealluk eder. Şöyle buyurulmuş gibidir: "Onlar için bir kötülüğe karşı onun misli ile sabit bir ceza vardır." Yahut da burada "be" tekid için de gelmiş olabilir, zâid de olabilir. Bu şekildeki "benzerlik ve misliyefin anlamına gelince; onlara verilecek olan ceza, günahlarının benzeri, günahlarının misli kabilinden olacaktır. Yani, onlara zulmedilmeyecektir. Şanı yüce, kadir ve mübarek olan Rabbin fiili hiç bir illete bağlı görülemez. "Onları bir horluk kaplayacaktır" yani, onları bir aşağılık ve bir rüsvaylık kaplayacaktır, "onları Allah'tan" O'nun azabından "kurtaracak bir kimse" bu azaplarını engelleyecek veya bertaraf edecek "bir kimse de yoktur. Yüzleri karanlık gecenin parçalarıyla bürünmüş" bu parçalar yüzlerine giydirilmiş "gibidir." "Parçalar" anlamındaki kelimesi, ın çoğuludur. Buna göre "karanlık" anlamındaki kelime de "gece" anlamındaki kelimeden haldir. Yani, onların yüzleri karanlık haldeki gecenin parçalarıyla bürünmüş gibidir. el-Kisaî, bu kelimeyi "ti" harfini sakin olarak; şeklinde okumuştur. Bu okuyuşa göre "Karanlık" kelimesi sıfattır. Bununla birlikte "gece" anlamındaki kelimeden hal olması da mümkündür. "Parça" ise, bir şeyden koparılıp düşen bölüm demektir. İbnü's-Sikkît der ki: Parça fkıt'a) gecenin bir bölümü anlamındadır. Yüce Allah'ın izniyle bu kelimeye dair açıklamalar Hûd Sûresi'nde (11/81. âyetin tefsirinde) gelecektir. 28O günde hepsini haşredecek, sonra da şirk koşanlara: "Siz de Allah'a eş koştuklarınız da durun yerinizde" diyeceğiz. Sonra aralarını ayıracağız. O zaman eş koştukları da; "Siz, bize tapmıyordunuz" derler. "O günde hepsini haşredecek" hepsini toplayacak -haşr toplamak demektir- "sonra da şirk koşanlara-...." yani, Allah ile birlikte ortak edinenlere: "Siz de Allah'a eş koştuklarınız da durun yerinizde" yani, yerinizden ayrılmayın, olduğunuz yerde durun, başka bir yere gitmeyin "diyeceğiz." Bu bir tehdittir. "Sonra aralarını ayıracağız." Yani, dünyada iken aralarında bulunan bağlantı ve ilişkileri koparacak, uzaklaştıracağız. "Onu ayırdım, o da ayrıldı," denilir. "Fa'ale" veznindedir. Çünkü bunun mastarı; şeklinde gelir. Eğer bunun vezni "fey'ale" olsaydı, mastarının; diye gelmesi gerekirdi. ise, ayrılmak demektir, "Allah ondan ayrıldı," anlamına gelir. Tezâyül de karşılıklı olarak ayrılmak anlamını ifade eder. el-Ferrâ' der ki: Kimisi bunu; diye okumuştur. Mesela; "Ondan ayrılmam," denilir. Ancak, ayrı bir manaya gelir ki bu, ben o işi görmem, yerine getirmem, demek olur. "O zaman eş koştukları... derler." Burada "eş koşulanlar" ile melekler kast edilmektedir. Şeytanların kastedildiği söylendiği gibi, putların kastedildiği de söylenmiştir. Yüce Allah putları konuşturacak ve böylelikle aralarında bu konuşma geçecektir. Çünkü onlar kendilerine itaat ettikleri şeytanlar ile tapındıkları putların, kendilerine ibadet etmelerini emrettiklerini iddia edecekler ve; siz bize emretmedıkçe biz size ibadet etmedik, diyeceklerdir. Mücahid der ki: yüce Allah, putları konuşturacak ve putlar da: Sizin bize ibadet ettiğinizi biz farketmiyorduk, ayrıca size, bize ibadet etmenizi de emretmedik, diyeceklerdir. Eğer ortak koşulanların şeytanlar olduğu kabul edilirse, şeytanlar bu sözleri dehşetle söyleyeceklerdir. Yahut da yalan ve kurtulmak için hile ve çare aramak kastıyla söyleyeceklerdir, anlamına gelir. Yarın (kıyâmet gününde) bu gibi şeyler cereyan edecektir. Arada tanışmalar olsa bile. 29"Bizimle sizin aranızda şâhid olarak Allah yeter. Şüphesiz biz, sizin tapınmanızdan habersizdik bile." "Bizimle sizin aranızda şahid olarak Allah yeter" âyetinde; "Şâhid olarak" kelimesi mef'ûldür. Yani, Allah'ın şahidlik etmesi yeterlidir, demektir. Temyiz de olabilir. Anlamı şöyle olur: Eğer biz size böyle bir şeyi emretmiş, yahut da sizin böyle bir iş yapmanıza razı olmuş isek, bizimle sizin aranızda onun şahidlik etmesi ile yetiniriz. "Şüphesiz biz, sizin tapınmanızdan habersizdik bile." Bizler, sizin tapınmanızdan haberdar değildik. Bundan haberimiz yoktu. Ne işitir, ne görür, ne de aklımız ererdi. Çünkü biz cansız, ruhsuz varlıklardık. 30Orada herkes önceden ne gönderdiyse onun imtihanını verecek. Hepsi, gerçek mevtaları olan Allah'a döndürülmüş olacak, uydurmakta oldukları da önlerinden kaybolup gidecektir. Yüce Allah'ın: "Orada" zarf olarak nasb mahallindedir. O zamanda anlamındadır. "Herkes önceden ne gönderdiyse onun imtihanını verecek" âyetindeki; kelimesi "tadar" demektir. (Mealde "İmtihanı verecek") el-Kelbî bilir, Mücahid ise ondan sınanır, imtihan verir anlamına gelir, demiştir. Yani, her bir kimse İşlemiş olduklarının, önceden yaptıklarının karşılığını görecektir, demek olur. Kabul eder, teslim eder anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani, iradeleri dışında hepsi de rab edindiklerinin kendilerine karşı haklı olduklarını teslim ve İtiraf ederler, demektir. Hamza ve el-Kisaî bu kelimeyi; diye okumuşlardır ki, her bir nefis kendi aleyhine yazılmış olan kibatı okuyacaktır, manasına gelir. Bunun, ona tabi olur, arkasından gider anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani, her bir nefis dünyada iken önceden yaptıklarının ardından gidecektir, manasındadır. Bu açıklamayı da es-Süddî yapmıştır. Şairin şu beyiti de bu türdendir: "Şüphesiz ki, şüpheli şüphelinin arkasından gider Tıpkı kurdu başka kurdun arkasından gider gördüğün gibi." Yüce Allah'ın: "Hepsi gerçek mevtaları olan Allah'a döndürülmüş olacak..." buyruğurvdaki "gerçek" anlamındaki "el-Hakk" kelimesi, "mevlâ" kelimesinden bedel veya sıfat olarak esreli gelmiştir. Üç bakımdan bu kelimenin nasb ile okunması da mümkündür. Birincisi: "Hepsi gerçekten döndürülmüş olacaklar," takdirinde olur, diğer taraftan bu ifade; "Hak olan mevlalandır, Ondan başka taptıkları değildir," takdirinde olur, üçüncü takdire göre ise; "Onlar" mevtalarını; hakk olan mevtalarını kastediyorum; takdirinde olur. Bununla birlikte "el-Hakk" kelimesi merfu' olmakla birlikte, burada geçen mana -önceki kelimeden kat' ile mübteda ve haber olmak üzere- "Mevlaları hak olandır. Ondan başka ortak koştukları değil;" şeklinde olur. Şanı yüce Allah, kendi zatını "gerçek, hak" ile vasfetmiştir. Çünkü, hak O'ndan gelir. Nitekim adalet de O'ndan geldiği için kendi zatını adaletle de vasfetmiştir. Her bir adalet ve her bir gerçek O'nun tarafından gelir, demektir. İbn Abbâs da der ki: Bu, mevlâları hak ile onların amellerinin karşılığını verir, anlamındadır.
"Uydurmakta oldukları da önlerinden kaybolup gidecektir" yani, yok olacaktır, batıl olduğu ortaya çıkacaktır.
"Uydurmakta oldukları" ref mahallinde ve mastar anlamındadır. Yani, onların uydurmaları, uydurdukları şeyler demektir. Şayet "gerçek mevlâları olan Allah'a" nasıl döndürülmüş olacaklar? Halbuki, yüce Allah başka yerde kâfirlerin mevlâlarının olmadığım haber vermektedir diye sorulursa, şöyle cevap verilir: Allah'ın, onların mevlâları olması, yardım ve destek konusunda yanlarında olması anlamına değildir. Buradaki anlamıyla "onların mevlâları" olması onlara rızık ve nimetler ihsan etmesi yönüyledir. 31De ki: "Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? Yahut o gözlere ve kulaklara mâlik olan kimdir? Ölüden diriyi çıkaran ve diriden ölüyü çıkaran kimdir? İşleri yerli yerince kim yönetiyor?" Hemen: "Allah" diyeceklerdir. De ki "O halde korkmaz mısınız?" Bu anlatımdan kasıt, müşriklerin kanaatlerini reddetmek, onlara karşı delili ortaya koymaktır. Bunu onlardan kim itiraf ederse, artık onlara karşı delil açıkça ortaya konmuş olur. İtiraf etmeyenlere ise, bu göklerin ve yerin bir yaratıcısının bulunmasının kaçınılmaz olduğu tesbit edilmiş olur. Zaten bu konuda aklı bulunan hiçbir kimse tartışmaz, tereddüt etmez. Çünkü bunun böyle olduğu neredeyse kesin bir bilgi (zorunluluk) seviyesindedir. "Size gökten" yağmur ile "ve yerden" bitkiler ile "rızık veren kimdir? Yahut o gözlere ve kulaklara malik olan kimdir?" Yani, onları var eden ve sizin için onları yaratan kimdir? "Ölüden diriyi" yani, yerden bitkiyi, nutfeden insanı, taneden başağı, yumurtadan kuşu, kâfirden mü’mini "çıkaran ve... kimdir. İşleri yerli yerince kim yönetiyor?" İşleri kim takdir eder, kim hükme bağlar. "Hemen: Allah diyeceklerdir." Çünkü onlar Allah'ın yaratsa olduğuna İnanırlardı. Yahut da: Eğer düşünür ve insan elden bırakmazlarsa, bunları yapan Allah'tır diyeceklerdir. O halde sen de ey Muhammed, onlara "de ki: O halde korkmaz mısınız?" Yani, Allah'ın cezasından dünyada ve âhirette sizden intikam alacağından korkmaz mısınız. 32İşte gerçek Rabbiniz olan Allah budur. Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne var? O halde nasıl olur da döndürülüyorsunuz? Yüce Allah'ın: "İşte gerçek Rabbiniz olan Allah budur. Artık haktan sonra sapıldıktan başka ne var?" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: "İşte gerçek Rabbiniz olan Allah budur." Yani, bütün bu işleri yapan gerçek Rabbiniz olan Allah'tır. Yoksa O'nunla birlikte koştuğunuz ortaklar değildir. "Artık haktan sonra" âyetindeki; sıladır. Hak ilâha ibadetin terk edilmesinden sonra geriye sapıklıktan başka bir şey kalmaz, demektir. Mütekaddim âlimlerden birisi şöyle demiştir: Bu âyetin zahiri Allah'tan başkasına ibadetin sapıklık olduğunu göstermektedir. Çünkü âyetin başı: "İşte gerçek Rabbiniz olan Allah budur" şeklinde, sonu ise: "Artık haktan sonra sapıldıktan başka ne var" şeklindedir. Bu ise, îman ve küfürde böyledir. Amellerde böyle değildir. Kimisi de şöyle demiştir: Küfür, hakkın üzerinin örtülmesi demektir. Hakkın dışında olan her şey de bu kabildendir. Buna göre haram bir sapıklık, mubah hidayettir. Çünkü helal kıtan da haram kılan da Allah'tır. Birinci açıklama (bu âyetin nazmı gereğince) daha uygundur. Çünkü, önce: "De ki: Size gökten ve yerden rızık veren kimdir?" (Yûnus, 10/31) diye sorulduktan sonra: "İşte gerçek Rabbiniz olanan Allah budur" diye buyurulmuştur. Yani, sizi rızıktandıran ve bütün bunları yapan sizin "gerçek Rabbinizdir." Bu da ulühiyet O'nun hakkıdır ve O'na ibadet etmek gerekir, demektir. Durum böyle olduğuna göre, ulûhiyyet ve ibadette başkalarını O'na ortak koşmak sapıklıktır ve hak olmayan bir iştir. 2. Îman Meselelerinde Yalnızca Hak ve Batıl Vardır: İlim adamlarımız derler ki: Bu âyet-i kerîme, yüce Allah'ı tevhidin kendisi olan bu meselede hak ile batıl arasında üçüncü bir durum olmadığını hükme bağlamaktadır. Benzeri bütün meselelerde de durum böyledir. Bunlar ise, hakkın yalnızca bir tarafta bulunduğu usûl (inanç esasları) meseleleridir. Zira bu gibi meselelerde söylenecek sözler, bir zatın varlığının nasıt olduğunun anlatılması ile ilgilidir. Yüce Allah'ın haklarında: "Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik" (el-Mâide, 5/48) diye buyurduğu fer'î meselelerden farklıdır. Yine Hazret-i Peygamber'in: "Helal apaçıktır, haram da apaçıktır. Bunların ikisi arasında benzeşen (hangisinden olduğu kesinlikle ilk anda tayin edilemeyen) hususlar da vardır" Buhârî, Îman 39; Müslim, Mûsakat 107; Ebû Dâvûd, Buyû’ 3; Tirmizî, Buyû’ 1; Nesâî, Buyû’ 2, Kudât 11, Eşribe 50; İbn Mâce, Filen 14; Bârinû, Buyu’; Müsned, IV, 267, 269, 270, 271, 275. âyetinde sözünü ettiği fer'î meselelerden de farklıdır, Fer'î meselelere dair açıklamalar, kabul edilen ve hakkında ihtilaf olunmayan bir zatın varlığı ile ilgili olmaktan çok, sonradan meydana gelmiş bir takım hükümler hakkındadır ki, görüş ayrılığı bunlarla ilgili hükümler çerçevesinde ortaya çıkar. Âişe (radıyallahü anha)'dan sabit olduğuna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) geceleyin namaz İçin kalktığında: "Allah'ım, hamd yalnız Sanadır" derdi. Yine bu hadiste şöyle dua ettiği de nakledilmektedir: "Hak olan Sensin, vaadin de haktır, sözün de haktır, Sana kavuşmak da haktır, cennet de haktır, cehennem de haktır, kıyâmet de haktır, peygamberler de haktır, Muhammed de haktır..." Buhâri, Teheccüd 1, Deavât 10, Tevhîd 8, 24, 35; Müslim, Salâtu’l-Müsafirîn 199; Ebû Dâvûd, Salât 119; Tirmizî, Deavât 29; Nesâî, Kıyâmu’l-Leyl 9; İbn Mâce, İkametu's-Salât 180: Dârimi, Salât 169: Muvatta’, Kuran 34; Müsned, I, 358. Buhâri, Teheccüd 1, Deavât 10, Tevhîd 8, 24, 35; Müslim, Salâtu’l-Müsafirîn 199; Ebû Dâvûd, Salât 119; Tirmizî, Deavât 29; Nesâî, Kıyâmu’l-Leyl 9; İbn Mâce, İkametu's-Salât 180: Dârimi, Salât 169: Muvatta’, Kuran 34; Müsned, I, 358. Hazret-i Peygamberin: "Hak olan Sensin" ifadesi, Vâcibu'l-Vücud olan sensin, demektir. Çünkü, bunun aslı bir şeyin hak olmasından yani, sabit olmasından, vacib olmasından gelmektedir. Yüce Allah'ın bu şekilde hak olmakla vasfedilmesine gelince; O, kendi zatı dolayısıyla vardır. O'ndan önce yokluk olmaması ve hiç bir şekilde de yok olmayacağından dolayıdır. O'nun dışında kendisi hakkında bu ismin kullanıldığı bütün varlıkların öncesinde ise yokluk vardır. (Yani, olmadıkları bir zaman vardır). Ve bilahare yok olmaları da mümkündür. Ayrıca bunların varoluşları da kendiliklerinden değil, onları vareden dolayısıyladır. İşte bundan dolayı bu anlamı dile getiren sözler, şairlerin söylediği en doğru söz olmuştur ve bu da Lebîd'in şu sözüyle ifade edilmiştir: "Şunu bil ki, Allah'ın dışındaki her şey bâtıldır (yok olacaktır)." Yüce Allah'ın; "O'nun zatından başka her şey helâk olacaktır. Hüküm yalnız O'nundur ve yalnız O'na döndürüleceksiniz." (el-Kasas, 28/88). 4. Hak İle Sapıklık Arasındaki Zıtlık: Hakkın zıddının sapıklık (dalâlet) olması, hem sözlük itibariyle hem de şer'an bilinen bir husustur. Bu âyet-i kerimede olduğu gibi. Aynı şekilde hakkın zıddının "bâtıl" oluşu da hem sözlükten hem de şeriatten bilinen bir husustur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Çünkü Allah hakkın tâ kendisidir. O'ndan başka taptıkları ise bizatihi bâtıldır." (el-Hac, 22/62) Sapıklığın (dalâletin) gerçek mahiyeti haktan uzaklaşmak, ayrılıp gitmektir. Bu kelime "yolun kaybedilmesi" anlamına gelen; den alınmıştır. Bu da yolun bulunduğu yerden sapmak, oradan uzaklaşmak anlamınadır. İbn Arefe der ki; Araplara göre dalâlet, maksada uygun olmayan yolu izlemek demektir. İşte bu manada; Yoldan saptı" denilir. Bir şeyi kaybeden kişi hakkında da; "O şeyi kaybetti" denilir. Şeriatte ise dalâlet, amellerde değilde yalnızca itikadda doğruluktan sapmaktan ibarettir. Karşılığında gaflet bulunmakla birlikte, hidayetin yokluğu ile beraber bilgisizlik ya da şüphe bulunmuyor ise, şanı yüce Hakk'ın bilinmemesi anlamında kullanılması da "dalâlet" kelimesinin kullanılısındaki ender rastlanılan hususlardandır. Nitekim, ilim adamları: "Seni şaşkın bulmuşken doğru yola iletmedi mi?" (ed-Duhâ, 93/7). Buradaki "dâll (sapmış, sapkın)" kelimesi, âyet ile ilgili yorumlardan birisine göre gafil ve şaşkın demektîr. Nitekim yüce Allah'ın şu âyeti da bunu tahkik etmektedir: "Kitabında imanın da ne olduğunu bilmezdin." (eş-Şûrâ, 42/52). 5. Satranç ve Benzeri Oyunlar ile İlgili îmam Malik'in Görüşü: Abdulhah b. Abdilhakem ile Eşheb, Malik'ten, yüce Allah'ın: "Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne var" âyeti ile ilgili olarak şöyle dediğini nakletmektedirler: Satranç ve zar oyunları da sapıklıktandır. Yûnus da İbn Vehb'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Malik'e, hanımı ile ondörtlü oynayanın durumu hakkında sorulmuş, Malik de: Bu hoşuma gitmez, Mü’minlerin işinden de değildir. Çünkü yüce Allah: "Artık haktan sonra sapıldıktan başka ne var" diye buyurmaktadır, diye cevap vermiştir. Yine Yûnus, Eşheb'den şöyle dediğini rivâyet eder: Malik'e, satranç oynamaya dair soru sorulmuş, o da: Onda bir hayır yoktur, o bir şey değildir, o batıldandır, esasen bütün oyunlar batıldandır, o bakımdan aklı başında bulunan bir kimsenin sahip olduğu sakalın ve ağaran saçlarının kendisini batıldan uzak tutması, alıkoyması gerekir, demiştir. ez-Zührî'ye de satranca dair soru sorulunca: O batıldandır, ben onu sevmiyorum, diye cevap vermiştir. 6. Satranç Vebenzeri Oyunların -Kumar Olmaması Şartıyla- Hükümleri: Kumar yoluyla olmaması şartıyla satranç ve benzeri oyunların caizliği hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Satranç ile ilgili olarak Malik'in ve fukahânin Cumhûrunun görüşlerinden çıkartılan sonuç şudur: Bunlarla kumar oynamayan ve kendi evinde ayda yılda bir defa, gizlice çoluk çocuğuyla birlikte oynayan, kimse tarafından görülmeyen ve bilinmeyen bir kimsenin bu oyunu affa mazhar olur, onun için haram da değildir, mekruh da değildir. Ancak, gece gündüz bu oyunları adet edinir ve bu oyunları oynamakla şöhret kazanırsa, bu kimsenin mertliği kalmaz, adaleti kalmaz ve şahidliği reddedilir, Şâfiî mezhebindeki görüşe gelince; Şâfiî mezhebi âlimlerine göre zar ve satranç oynayan bir kimsenin şahidliği eğer bütün arkadaşları arasında adaletli bir kimse ise, onun herhangi bir beyinsizliği (sefihliği) ortaya çıkmayıp, ondan şüphelenmeyi gerektiren bir durum ve büyük bir günah işlemediği sürece- kabul edilir. Bu oyunlarla kumar oynaması hali müstesnadır. Eğer bu oyunları oynarken kumara düşerse ve onun bu durumu da bilinirse, artık adaleti ortadan kalkar ve malı batıl bir yolla yediği için de kendisini sefihler arasına katmış olur. Ebû Hanîfe de der ki: Satranç, zar, ondörtlü ile oynamak ve her türlü oyun mekruhtur. Eğer bu oyunlarla oynayanın büyük günahı açıkça görülmemiş, iyi tarafları ise kötü taraflarından daha fazla ise, -Hanefilere göre- şehâdeti kabul olunur. İbnül-Arabî dedi ki: Şâfiîler derler ki: Satranç zardan farklıdır. Çünkü satrançta insanın kavrayışı açılır, zihni çalıştırılır ve aklî melekeleri kullanılır. Zar ise aldatıcı bir kumardır. Bu, tıpkı fal oklarıyla kısmet aramakta olduğu gibidir; atılan zarla kişinin karşısına ne çıkacağı bilinmez. 7. Önceki İslâm Önderlerinin Satranç ve Zar ile İlgili Görüşleri: İlim adamlarımız derler ki: Zar, şimşir ağacından ve fil kemiğinden içi doldurulmuş parçalardır. Satranç taşlan da böyledir. Çünkü satranç da onun sütü ile beslenmiş kardeşi gibidir. Batıl ve Kiâb diye bilinen şey de zardır, yine cahiliye döneminde Erun ve Nerdeşir diye bilinir. Müslim'in Sahi la'inde, Süleyman b. Büreyde'den, o, babasından, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle dediği kaydedilmektedir: "Her kim zar ile oynarsa, elini domuz etine ve kanına bandırmış gibidir." Müslim, Şi'r 10; Ebû Dâvûd, Edeb 56; İbn Mâce, Edeb 43; Müsned, V, 357, 361. İlim adamlarımız derler ki: Bu, şu demektir: Zar oynayan kişi yemek maksadıyla hazırlasın diye elini domuzun etine daldıran kişiye benzer. Domuz etinde böyle bir uygulama ise haramdır, câiz değildir. Bunu Hazret-i Peygamberin: "Zar oynayan kişi Allah'a ve Rasûlüne isyan etmiş olur" hadisi de açıklamaktadır. Bu hadisi de Malik ve başkaları, Ebû Mûsa el-Eş'ari'den rivâyet etmiş olup sahih bir hadistir. Ebû Dâvûd, Edeb 56; İbn Mâce, Edeb 43; Muvatta’, Rüya 6; Müsned, IV, 394, 397, 400. Hadis bütünüyle zar oyununu haram kılmaktadır. Satranç da böyledir. Bunda her hangi bir zaman veya herhangi bir halin istisnası sözkonusu değildir. Hazret-i Peygamber, bu işi yapan kimsenin Allah'a ve Rasûlüne isyan ettiğini haber vermektedir. Şu kadar var ki, yasak kılınan zar oyununun kumar şeklindeki oyun olma ihtimali vardır. Zira, tabiinden, kumar olmaksızın satranç oynamanın câiz olduğuna dair rivâyetler vardır. O bakımdan bu rivâyetin ister kumar şeklinde olsun, İster olmasın genel olarak bütün oyunlar hakkında kabul edilmesi yüce Allah'ın izniyle daha uygun ve daha ihtiyatlıdır. Ebû Abdullah el-Halimî, "Minhacü'd-Din" adlı eserinde şöyle demektedir: Satranç ile ilgili gelen rivâyetlerden birisi de tıpkı zar hakkında gelen rivâyet gibi bir Hadîs-i şerîftir. Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Satranç ile oynayan Allah'a ve Rasûlüne asi olur." Hadis olarak değil de Ashâb ve Tabiin'den gelen benzer ifadeler için bk. Beyhaki, Şuabu'l-îman,V, 241-242. Ali (radıyallahü anh)'den de rivâyete göre o, satranç oynamakta olan Temimoğullarından bir grubun bulunduğu meclisin yanından geçer. Başlarında durarak onlara şöyle der: "Allah'a yemin ederim, siz bundan başka bir şey için yaratıldınız. Allah'a yemin ederim, eğer bunun uygulanacak bir sünnet olacağından korkmasaydım, bunları tutup yüzlerinize vururdum." Yine Hazret-i Ali'den gelen rivâyete göre o, satranç oynamakta olan bir topluluğun yanından geçmiş ve: Şu kendileri Önünde eğildiğiniz heykeller de ne oluyor? Sizden herhangi bir kimsenin sönünceye kadar bir kor ateşi avuçlaması bu satrançlara ellerini değdirmesinden daha hayırlıdır, demiştir. İbn Ömer'e de satranç hakkında sorulmuş ve şöyle demiş: Satranç zardan da kötüdür. Ebû Mûsa el-Eş'arî der ki: Günahkârdan başkası satranç oynamaz. Ebû Cafer'e satranç hakkında soru sorulunca o: Bu Mecusi oyunundan bize bahsetmeyiniz, demiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den gelen uzunca bir hadiste de şöyle denilmektedir: "... şüphesiz zar, satranç, ceviz, aşık kemikleri ile oynayana Allah gazap eder. Oynayanları seyretmek için zar ve satranç oynayanların yanına oturan kimsenin bütün hasenatı silinir, Allah'ın kendisine gazap ettiği kimselerden olur." bk.: Ebû Dâvûd, Hâteın 3; Nesâî, Zinet 17; Müsned, 1, 380, 397, 439. IV. 392. İşte bütün bu rivâyetler kumarsız dahi olsa bunlarla oynamanın haram kılındığına delil teşkil etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ayrıca el-Mâide Sûresi'nde (5/90-92. âyetler, 12. başlık) bunların içki ile birlikte söz konusu edildiklerinden dolayı haramlıkta içki gibi olduklarına dair açıklamalar daha önceden geçmiş idi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbnü'l-Arabî, "el-Kabes" adlı eserinde şunları söylemektedir: Bu (satrancı) Şâfiî câiz kabul etmektedir. Kimi Şâfiî âlimleri şunları söyleyecek noktaya kadar gelmiştir: Satranç oynamak menduptur. O kadar ki, bunu okullarda öğretmeye dahi koyuldular. Eğer öğrenci okumaktan yorulacak olursa mescidde satranç oynayıverir. Ashab ve tabiinden de satranç oynadıkları isnadında bulundular. Oysa hiçbir zaman böyle bir şey olmamıştır. Allah'a yemin ederim ki, takva sahibi bir kimsenin eli satranca değmiş değildir. Yine onlar, satranç zihni çalıştırır, derler. Oysa görülenler onların bu iddialarının doğru olmadığını ortaya koymaktadır. Zihni çalışan hiç bir kimsenin satrançta oldukça ileri dereceye vardığı görülmemiştir. Ben, İmâm Ebû’l-Fadl Atâ el-Makdist'yi münazara esnasında Mescid-i Aksa'da şöyle derken dinledim: O (satranç) Savaşı öğretir. Ancak, et-Tartuşî ona şöyle dedi: Aksine Savaşı idareyi bozar. Çünkü Savaştan maksat hükümdarı ele geçirmek, onu öldürmektir. Satranç oynayan bir kimse ise: Şah kendini koru denir. Bu da, hükümdarı önümden çek, anlamına gelir. Onun böyle demesi üzerine hazır bulunanlar kahkahayı bastılar. Malik, kimi zaman bu konuda işi oldukça sıkı tutmuş ve satrancın haram olduğunu söyleyerek, satranç hakkında: "Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne var" ifadelerini kullanmış, kimi zaman da az miktarda satranç oynamayı, kısa süreyle onunla vakit geçirmeyi önemsememiştir. Ancak birinci görüş daha sahihtir, doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Birisi dese ki: Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'dan rivâyete göre, O'na satranç hakkında soru sorulmuş, o da: Satranç nedir diye sorunca, kendisine şöyle denilmiş: Bir kadının bir oğlu varmış, bu hükümdarmış. Savaşta arkadaşları kurtulduğu halde kendisi isabet almış. Bunun üzerine kadın şöyle demiş: Böyle bir şey nasıl olur? Bana gözlerimle görecek şekilde gösteriniz. Bunun üzerine ona satranç taşları yapılmış. Kadın bunları görünce, bunlarla teselli olurmuş. Daha sonra da Ömer (radıyallahü anh)'e satrancın nasıl bir oyun olduğunu anlatmışlar, o da şöyle demiş: Savaş aletleri türünden olan şeylerde bir mahzur yoktur. İşte böyle diyene şu şekilde cevap verilir: Bunda delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü Hazret-i Ömer: Satranç oynamakta bir mahzur yoktur, dememiş. O, sadece: Savaş aleti olan şeylerle oynamakta bir beis yoktur demiştir. Onun bu sözleri sarfetmesinin sebebi ise sadece satranç ile oynamanın Savaş sebeplerini, yollarını bilmeye yardımcı olan şeylerden olduğu şüphesi uyandırılmasından dolayıdır. Ona bu sözler söylenip, o da satrancı gereği gibi bilmediğinden dolayı: Savaş aletleri tülünden olan şeylerle oynamakta bir beis yoktur; eğer sizin dediğiniz gibi ise, onda bir mahzur yoktur, demiştir. Yine ashab-ı kiramdan satrancı yasaklamadıklarına dair gelen rivâyetler de böyledir. Bu gibi rivâyetler o kimselerin satrancı oyalayıcı ve boşuna vakti harcayıcı bir şey olmadığını sanmalarına yorumlanır. Satrançtan kastın Savaş bilgisi ve Savaştaki çarpışma maksadı güdüldüğünü kabul etmelerine, yahut da bu konuda senedi ile birlikte rivâyet edilen haberlerin onlara ulaşmadığına hükmedilir. el-Halimî der ki: Şayet haber sahih olarak varid olmuşsa, artık buna rağmen kimsenin ileri sürebileceği bir delili olmaz. Çünkü, nastaki delil herkese karşıdır, herkesi bağlayıcıdır. 8. Kumara Giden Kapıların Kapatılması: İbn Vehb, senedini de kaydederek Abdullah b. Ömer, Kücce denilen bir oyun oynamakta olan çocukların yanından geçerken, -Kücce, çocukların kendileriyle oynadıkları çakıl taşları bulunan bir çukurdur- bu çukuru kapatır ve bu şekilde oynamalarını yasaklar. el-Herevî de "kefile cim" babında İbn Abbâs'tan nakledilen: Çocukların Kücce oyunları dahil, her şeyde kumar vardır, sözünü açıklarken şunları söylemektedir: İbnü'l-A'râbî dedi ki: Kücce, küçük çocuğun bir bez parçası alarak onu âdeta bir küre gibi yuvarlamasıdır. Sonra bununla kumar oynarlar. Gerek Abdullah b. Abbas ile ilgili rivâyet, gerek "Kücce'ye dair açıklamalar; İbnu'l-Esir, en-Nihâye fi Ğaribi'l-Hadis, IV, 154. "O halde nasıl olur da döndürülüyorsunuz?" Yani, sizler hiçbir şekilde rızık vermeyen, diriltmeyen ve öldürmeyen şeylere ibadete nasıl olur da akıllarınızı yönlendirebiliyorsunuz. 33İşte Rabbinin şu sözü o fâsıklar için şöylece sabit olmuştur: "Gerçekten onlar Îman etmezler." Yüce Allah'ın: "İşte Rabbinin şu sözü" yani hükmü, kazası ve ezelî ilmi "o fâsıklar için" yani itaatin dışına çıkıp kâfir olan ve yalanlayanlar için "şöylece sabit olmuştur: Gerçekten onlar îman etmezler." Yani, tasdik edilmesi gereken şeyleri tasdik etmezler. Bu âyette Kaderiyye'ye karşı en yeterli ve kesin delil vardır. Nâfi' ve İbn Âmir, burada ve sûrenin sonunda "İşte Rabbinin şu sözü" âyetindeki "söz" anlamındaki "kelime'yi "sözler" anlamına gelecek şekilde; diye okumuşlardır. Ayrıca el-Mü’min Sûresi'nde (40/6. âyette) de yani bu üç yerde de çoğul olarak okumuşlardır. Diğerleri ise tekil olarak okumuşlardır. "Gerçekten" nasb mahallindedir. Yani; "Çünkü gerçekten onlar... demek olur." ez-Zeccâc der ki: "Siz'den bedel olmak üzere ref mahallinde olması da mümkündür. el-Ferrâ'' der ki: Yeni bir cümle (isti'naf) olmak üzere; "Şüphesiz onlar..." şeklinde olması da mümkündür. 34De ki: "Ortak koştuklarınızdan ilkin yaratıp da sonra onu iade edecek kimse var mıdır?" De ki: "İlkin yaratan sonra onu iade eden Allah'tır. O halde nasıl döndürülüyorsunuz?" "De ki: Ortak koştuklarınızdan" yani, ilâh ve mabud edindiklerinizden "İlkin yaratıp da sonra onu İade edecek kimse var mıdır?" Yani, ey Muhammed! Azarlamak ve söyletmek (takrir) yoluyla onlara böyle de. Sana doğru cevap verirlerse mesele yok. Aksi takdirde "de ki: İlkin yaratıp sonra onu iade eden Allah'tır." Bunu O'ndan başka yapabilecek kimse yoktur. "O halde nasıl döndürülüyorsunuz?" Nasıl haktan batıla döndürülüyor ve yönetiyorsunuz? 35De ki: "Ortak koştuklarınızdan hakkı gösterecek bir kimse var mıdır?" De ki: "Hakkı gösterecek Allah'tır. Acaba hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı? Ne oluyor size, nasıl hükmediyorsunuz?" "De ki: Ortak koştuklarınızdan hakkı gösterecek bir kimse var mıdır?" âyetinde geçen: "gösterecek" anlamındaki lafızla ayni kökten: "Onu yola iletti, ona yolu gösterdi" denilir. Hideyet'e (yol göstermeye) dair açıklamalar daha önceden (el-Fâtiha, 6. âyetin tefsiri ile el-Bakara, 2/2. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yani, sizin koştuğunuz ortaklar arasından İslâm dinine doğru iletecek bir kimse var mı? Onlar: Hayır diyecek olurlarsa, -ki, böyle demeleri kaçınılmazdır- sen de onlara "de ki: Hakkı gösterecek Allah'tır." Sonra onlara, azarlayan ve gerçeği söyleten bir üslûpla de ki: "Acaba hakka ileten mi," hakkı gösteren mi -ki O da şanı yüce ve eksikliklerden münezzeh olan Allah'tır- "uyulmaya daha lâyıktır, yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı?" Bununla hiçbir kimseyi doğru yola iletemeyen, kendileri taşınmadıkça kendiliklerinden yürüyemeyen, başka yere konulmadıkça yönlerini değiştiremeyen putları kastetmektedir. Şair de der ki: "Gencin kendisiyle yaşadığı bir aklı vardır Ayağı, bacaklarını nereye götürürse oraya (gider)." Burada kendileri doğruya iletilmedikçe kendi kendilerini dahi doğruya iletemeyen başkan ve saptırıcıların kastedildiği de söylenmiştir. "Kendi kendine doğru yolu buldu" lâfzında altı ayrı kıraat vardır: 1- Verş dışında Medineliler bu kelimeyi "ye" harfini üstün, "he" harfini sakin, "dal" harfini de şeddeli olarak; şeklinde okumuşlar ve böylelikle yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi kıraatlerinde sakin iki harfi bir araya getirmişlerdir: "Aşırı gitmeyin" (en-Nisa, 4/154) ile "Çekişirler..."(Yasin, 36/49) en-Nehhâs der ki: İki sakin harfi bir arada hiçbir kimse telaffuz edemez. Muhammed b. Yezid de der ki: Bu şekilde okumaya çalışan bir kimsenin esreye doğru hafif bir hareke vermesi kaçınılmazdır. Sîbeveyh ise harekeyi bu şekilde çıkartmayı "İlıtilâsu'l-Hareke" diye adlandırır, 2- Ebû Amr ile bir rivâyete göre Kâlûn ihfa ve ihtilastaki' İhfa Sözlükte örtmek ve gizlemek anlamına gelir. Terim olarak: İhfâ harflerinden önce geten tenvîn veya sakin "nûrTıı, izhâr ile idğâm arasında şeddeden uzak, gunnesi baki kalmakla beraber okunmaya denir. İhtilas: Bir şeyi çubuk yapmak, beyaz ile siyahı karıştırmak demektir. Terim animin: a) Harfin harekesini hafif bir ses ile okumak; b.) Harekenin ekserisini telaffuz etmek; c) Harekenin üçte birini söyleyip üçte birini terketıneye denir. (Yrd. Doç. Dr. Nihat Temel. Kıraat ve Tecvid Istılahları, İstanbul 1997, s. 72). mezhebine uygun olarak fetha ile sükûn arasında okumuşlardır. 3- İbn Âmir, İbn Kesîr, Verş ve İbn Muhaysın, "ye" harfini üstün, "he" harfini üstün, "dal" harfini de şeddeli olarak, diye okumuşlardır. en-Nehhâs der ki: Böyle bir kıraat Arapçada açık ve belirgin bir kıraattir. Bu kıraatte asıl; şeklinde olup, "te" harfi "dal" harfine idğam edilmiş ve harekesi "he"ye kalbedilmiştir. 4- Hafs, Yakub ve Ebû Bekr'den rivâyetle el-A'meş, İbn Kesîr gibi okumuşlardır. Ancak bunlar, "he" harfini esreli okurlar ve şöyle derler: Çünkücezimliolan bir harfi harekelemek zorunluluğu ortaya çıkarsa, esre ile harekelenir. Ebû Hatim der ki: Bu, aşağı Mudarlıların şivesidir, 5- Ebû Bekir, Âsım'dan, "ye" ve "he" harfini esreli, "dal" harfini de şeddeli olarak; diye okumuştur. Bunun böyle olması ise, daha önce el-Bakara Sûresi'nde "Kapıp alıverir" (el-Bakara, 2/20) âyetinde geçtiği gibi esreyi esreye tabi kılmaktan ötürüdür. Bunun; "Yardım dileriz" (el-Fâtiha, 1/5) ile; "Bize ateş asla dokunmaz" (el Bakara, 2/80) ve benzeri şekilde okuyanların şivesi olduğu da söylenmiştir. Ancak Sîbeveyh, şeklinde "ye" ile okuyuşta esreyi câiz kabul etmemekle birlikte; ile ve şeklindeki okuyuşları câiz kabul eder ve şöyle der: Çünkü "ye" harfinde esre ağır gelir. 6- Hamza, el-Kisaî, Halef, Yahya b. Vessâb ve el-A'meş ise "ye" harfini üstün, "he" harfini sakin, "dal" harfini de şeddesiz olarak; şekîtnde; "iletti, iletirMen gelen bir kelime olarak okumuşlardır, en-Nehhâs der ki: Her ne kadar bu okuyuşun doğruluğu uzak bir ihtimal ise de bunun Arapça'da iki türlü açıklaması vardır. Bu iki açıklamadan birisi şudur; el-Kisaîve el-Ferrâ'; "İletir" kelimesi; "Hidayet bulur" ile aynı anlama gelir. Ancak Ebû'l-Abbas dedi ki: Bu ikisinin aynı anlama geldiği bilinen bir şey değildir. Bunun yerine ifade: "Yoksa başkasına hidayet veremeyen mi?" takdirinde olup burada sona ermektedir. Daha sonra yeni bir cümle ile: "Kendisine hidayet verilmedikçe" diye istisna yapılmaktadır, Yani, ama kendisinin hidayete iletilmeye ihtiyacı vardır, demektir. O halde bu mankatı' bir istisna olup; "Filan ki"şi başkasına işittiremez. Ancak, kendisine işittirilmesî hali müstesna." Yani, kendisinin işitdrilmeye ihtiyacı vardır, anlamındadır, Ebû İshak da der ki: "Ne oluyor size" ifadesi tam bir İfadedir. Yani: Siz ne diye putlara ibadet ediyorsunuz, bundan ne bekliyorsunuz demektir. Sonra da onlara: "Nasıl hükmediyorsunuz" diye sorulmaktadır. Kendiniz hakkında nasıl böyle bir hüküm verebiliyorsunuz, apaçık batıl olan böyle bir şey hakkında nasıl bu hükmü verebiliyorsunuz? Kendilerine birşeyler yapılmadıkça bizzat kendilerine hiçbir fayda sağlayamayan putlara tapıyorsunuz. Ve dilediğini yapan Allah'a İbadeti terk ediyorsunuz? Buna göre: "nasıl" âyeti; "Hükmediyorsunuz" fiili ile nasb mahallindedir. 36Onların çoğu zandan başkasına uymazlar. Zan İse, hiç şüphesiz hak olan hiçbir şeyin yerini tutmaz. Şüphesiz ki Allah yaptıklarını çok iyi bilendir. "Onların çoğu zandan başkasına uymazlar." Bununla, aralarından başkanlık konumunda olanları kastetmektedir. Yani onlar, putların ilahi ığı ve şefaat edecekleri konusunda ancak temelsiz sezgilerine ve tahminlerine uymaktadırlar. Bu konuda ellerinde herhangi bir delil yoktur. Onlara uyanlar ise kendilerini taklid ederek uymaktadırlar. "Zan ise, hiç şüphesiz hak olan hiç bir şeyin yerini tutmaz." Yani, Allah'ın azabına karşı hiç bir fayda sağlamaz. Buna göre buradaki "hak" Allah'tır. Burada "hak"in yakîn anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani zan hiç bir zaman yakîn (kesin bilgi ve kanaat) gibi olamaz. Bu âyet-i kerimede itikadi konularda zan ile yetinilemeyeceğine delil vardır. "Şüphesiz ki Allah" küfür ve yalanlama kabilinden "yaptıklarını çok iyi bilendir.” Bu ifade de tehdit anlamını taşımaktadır. 37Bu Kur'ân’ın Allah'tan başkası tarafından uydurulması olacak bir şey değildir. Fakat o, kendisinden öncekileri doğrulamakta ve kitabı açıklamaktadır. Onda şüphe yoktur. O âlemlerin Rabbindendir. "Bu Kur'ân'ın Allah'tan başkası tarafından uydurulması olacak bir şey değildir" âyetindeki; ………edatı fiiliyle birlikte (uydurulma anlamında) mastardır. Yani: Bu Kur'ân bir uydurma (iftira) değildir. Bu şekilde mastar kullanımı; "Filan kişi binmeyi sever," demeye benzer. Bu açıklamayı el-Kisaî yapmıştır. el-Ferrâ' ise der ki: Âyetin anlamı şudur: Bu Kur'ân'ın uydurulmasına gerek yoktur, ona böyle bir şey yakışmaz. Yüce Allah'ın şu âyetlerini ve benzerlerini andırmaktadır! "Bir peygamber için hainlik etmek olur şey değildir" (Âl-i İmrân, 3/161) ile: "Mü’minlerin topluca (Savaşa) çıkmaları gerekmez." (et-Tevbe, 9/122) Buradaki “en”, "lâm" anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna göre ifade; "Bu Kur'ân'ın uydurulmasına gerek yoktur," takdirindedir. Bunun anlamında; yani "bu Kur'ân uydurul(a)maz" anlamında olduğu da söylenmiştir. Bir başka görüşe göre anlam şöyledir. Her hangi bir kimsenin, Allah nezdinden olmayarak böyle bir Kur'ân getirip sonra da bunu yüce Allah'a nisbet etmesi yapılabilecek bir şey değildir. Çünkü Kur'ân'ın nitelikleri, manası ve söz dizisi dolayısıyla i'câz niteliği vardır. "Fakat o kendisinden öncekileri doğrulamakta" âyeti hakkında el-Kisaî, el-Ferrâ' ve Muhammed b. Sa'dân derler ki: İfadenin takdiri; "Ama o... doğrulamaktadır" şeklindedir. Onlara göre; "Ama o, doğrulama... dır" anlamında ref mahallinde olması da caizdir. "Kendisinden öncekinden kasıt ise Tevrat, İncil ve diğer semavi kitaplardır. Çünkü bütün bu kitaplar onun geleceğini müjdelemiştir. O da bu müjdeleme hususunda, tevhide, ve kıyâmete îmana davet hususlarında onları tasdik ederek gelmiştir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Ancak, bu Kur'ân, Kur'ân’ın önündeki peygamberi yani, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i doğrulamaktadır. Çünkü onlar, Hazret-i Peygamberden Kur'ân'ı dinlemeden önce onu görmüş, tanımışlardı. "Açıklamaktadır" ifadesi "doğrulamak" ile sözü geçen iki açıklamaya göre nasb ile ve ref ile okunur. Tafsil (açıklama) tebiiğ yani, beyân etmek demektir. Bu da; Allah'ın önceden gönderdiği kitaplarında bulunanları açıklıyor, beyan ediyor anlamına gelir. "Kitap" ise, bir cins ismidir. Şöyle de açıklanmıştır. Kitabın açıklanmasından kasıt, Kur'ân-ı Kerîm'de beyan edilen ahkâmdır. "Onda şüphe yoktur" âyetindeki o zamiri, Kur'ân'a aittir. Yani, bu Kur'ân'ın yüce Allah tarafından indirildiği hususunda hiç bir şüphe yoktur. 38Yoksa onlar; "Onu kendiliğinden uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Öyleyse siz de onun benzeri bir sûre getirin. Bana Allah'tan başka kimi çağırabilecekseniz çağırın. Eğer doğru söyleyenler iseniz." "Yoksa onlar onu kendiliğinden uydurdu mu diyorlar" âyetindeki; “Yoksa?" istifham (soru) hemzesi mahallindedir. Çünkü bu, kendisinden önceki âyetler ile muttasıl (bağlantılı) dır. Bunun; "O Hayır" ile soru hemzesi takdirinde olan munkatf olduğu da söylenmiştir. Bu da yüce Allah'ın: "Elif, Lâm, Mîm. Kitabın indirilmesi -ki onda şüphe yoktur- âlemlerin Rabbindendir. Yoksa onlar: Onu kendiliğinden uydurdu mu derler" (es-Secde, 32/13) âyetindeki; "Yoksa" İle başlayan ifade, hayır onlar onu kendiliğinden uydurdu mu derler- anlamındadır, Ebû Ubeyde ise, burada; "Yoksa" adetanın "vav" anlamına geldiğini söylemiştir. Buna göre, "ve onlar onu kendiliğinden uydurdu diyorlar" anlamına gelir. Burada "mim" harfinin sıla (zaid bir ulama harfi) olduğu ve takdirinin: "Onu kendiliğinden uydurdu mu diyorlar?" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Yani, Muhammed Kur'ân'ı kendiliğinden mi uydurdu demek İstiyorlar. Bu takdire göre de buradaki soru, onları azarlamak anlamına gelmektedir. "De ki: Öyle ise siz de onun benzeri bir sûre getirin." Bu ifadenin anlamı onlara karşı delil getirmektir. Bundan önceki âyet-i kerîme, Kur'ân-ı Kerîm'in Allah nezdinden geldiğine delil teşkil etmektedir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm kendisinden önceki kitapları doğrulamakta ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) herhangi bir kimseden Öğrenim görmemiş olmakla birlikte; önceki kitaplara uygun düşmektedir. Bu âyet-i kerîme de, eğer Kur'ân uydurulmuş bir kitap ise ona benzer bir sûre getirmelerini istemektedir. Bu Kitabın mukaddimesinde (Kur'ân'ın i'caz'ı ile ilgili bölümde) Kur'ân'in i'cazına ve onun bir mucize oluşuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah'a hamd olsun. 39Hayır, onlar İlmini kavrayamadıkları ve te'vili kendilerine henüz gelmedik bir şeyi yalanladılar. Onlardan önce gelenler de böyle yalanladılar. Zâlimlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak! "Hayır, onlar İlmini kavrayamadıkları... bir şeyi yalanladılar." Yani, onlar Kur'ân'ın anlamlarını ve yorumunu açıklamalarını bilmedikleri ha ide Kur'ân'ı yalanladılar. Halbuki, onlar bunları soru sorarak öğrenmekle yükümlü idiler. İşte bu, Kur'ân'ın te'vili üzerinde tetkiklerde bulunmanın gerektiğine delildir. Yüce Allah'ın: "Ve te'vili kendilerine henüz gelmedik bir şeyi yalanladılar" âyetine gelince; yani onlara, azâbın indirilmesi şeklindeki yalanlamalarının akıbetinin hakikati henüz gelmemiştir. Yahut, onlar, Kur'ân-ı Kerîm’de sözü edilen öldükten sonra diriliş, cennet ve cehennem gibi hususları yalanladılar. Bunun ise te'vili yani, Kitab-ı Kerîm’de kendilerine vadolunan şeylerin hakikati henüz gelmemiş bulunuyor. Bu açıklamayı ed Dahhâk yapmıştır. el-Hüseyn b. el-Fadl'a: Kur'ân-ı Kerîm'de: Kişi bilmediğinin düşmanıdır sözünün anlamını veren bir âyet biliyor musun denilince O, evet. Bunu İki yerde tesbit edebiliyoruz diye cevap vermiş: "Hayır, onlar ilmini kavrayamadıkları... bir şeyi yalanladılar" âyeti ile: "Onunla hidayet bulmadıkları için de: Bu eski bir uydurmadır, diyeceklerdir" (el-Ahkâf, 46/11) âyetinde. "Onlardan önce gelenler de böyle yalanladılar." Bununla gelip geçmiş ümmetleri kastetmektedir. Yani, o geçmiş ümmetlerin izledikleri yol da bu idi. Buna göre-, "Böyle" deki "kel"" benzetme edatı nasb mahallindedir. "Zâlimlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak" onların helâk ile, azâb ile yakalanışlarının nasıl olduğuna bir bak, demektir. 40Aralarından ona inanan kimseler de vardır, ona îman etmeyenler de vardır. Rabbin fesatçıları en iyi bilendir. "Aralarından ona inanan kimseler de vardır" âyeti ile denildiğine göre maksat Mekkelilerdir. Yani, onlar arasında yalanlamaları uzun bir süre devam edecek olsa dahi, gelecekte bu Kur'ân-ı Kerîm'e îman edecekler çıkacaktır. Çünkü yüce Allah ezelî ilminde onların mutlu kimselerden olacağını bilmektedir. "Kimse" kelimesi, mübtedâ olarak merfu'dur. Haberi ise mecrur zamirde ("ona" kelimesinde)dir. Aynı şekilde "Ona îman etmeyenler de vardır" âyetinde de böyledir. Yani, onlardan kimisi de ölünceye kadar küfıü üzere ısrar edecektir, devam edecektir. Ebû Talib, Ebû Leheb ve benzerleri gibi. Bundan maksadın kitab ehli olduğu söylendiği gibi, bütün kâfirler hakkında umumî olduğu da söylenmiştir ki, doğru olan da budur. "Ona" daki zamirin Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olduğu da söylenmiştir. Şanı yüce Allah böylelikle aralarından îman edecek kimseler bulunduğundan dolayı cezalandırılmalarını ertelemiş olduğunu bildirmektedir. "Rabbin fesatçıları" yani küfrü üzere kimlerin ısrar edeceğini "en iyi bilendir." Bu âyet onlara bir tehdittir. 41Onlar seni yalanlarlarsa de ki: "Benim yaptığım bana aittir, sizin yaptığınız ise size aittir. Benim yaptıklarımdan siz uzaksınız, sizin yaptıklarınızdan da ben uzağım." Yüce Allah'ın: "Onlar seni yalanlarsa de ki: Benim yaptığım bana aittir" anlamındaki âyet mübtedâ olarak merfu'dur. Yani, tebliğ, inzâr ve yüce Allah'a itaat şeklindeki amellerimin sevabı bana aittir. “Sizin yaptığınız size aittir." İşlediğiniz şirkin cezasını siz çekeceksiniz. "Benim yaptıklarımdan siz uzaksınız, sizin yaptıklarınızdan da ben uzağım." Bu âyet da ona benzemektedir. Yanı, kimse diğerinin günahından dolayı sorumlu tutulmayacaktır. Bu âyet-i kerîme Mücahid, el-Kelbî, Mukalil ve İbn Zeyd'in görüşlerine göre (cihadı emreden) kılıç âyeti ile nesh olmuştur. 42Onlardan sana kulak verenler de vardır. Fakat sağırlara -üstelik akıl da erdiremiyorlarsa- sen mi duyuracaksın? 43Aralarından sana bakanlar da vardır. Fakat basiretleri olmasa dahi körlere doğru yolu sen gösterebilir misin? Yüce Allah: "Onlardan sana kulak verenler de vardır" yani, zahiren sana kulak veriyor görünenler vardır. Halbuki onların kalpleri yüce Peygamberin söylediği haktan ve okuduğu Kur'ân-ı Kerîm'den hiçbir şey anlamamaktadır. Bundan dolayı; "Fakat sağırlara -üstelik akıl da erdiremiyorlarsa- sen mi duyuracaksın" diye buyurmaktadır. Yani böylelerine sen duyaramazsın. Bu âyet, zahiri itibariyle soru ise de nefiy anlamı vardır. Böylelikle kalpleri mühürlendiği ve kalplerine mühür basıldığı için onları sağırlar gibi değerlendirmiştir. Yani sen, yüce Allah'ın, hidayeti dinlemekten yana sağır bıraktığı kimseleri doğru yola iletemezsin. Aynı şekilde: "Aralarından sana bakanlar da vardır. Fakat basiretleri olmasa dahi körlere doğru yolu sen gösterebilir misin?" âyetinin anlamı da bunun gibidir. Şani yüce Allah, kendi tevfiki ve hidayeti olmaksızın hiç bir kimsenin îmana muvaffak olamayacağını haber vermektedir. İşte bu âyet ve bunun benzeri olan diğer âyetler, -bundan önce birden çok yerde geçtiği gibi- Kaderiyye'nin görüşlerini reddetmektedir. "Kulak verenler” anlamındaki âyeti; “Kimse, kimseler" edatının anlamı gözönünde bulundurularak çoğul gelmiştir. Buna karşılık "bakan" anlamındaki; fiilinin tekil gelmesi ise, bu edatın lâfzına uygun olarak tekil gelmiştir. Âyet-i kerimeden maksat Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in teselli edilmesidir. Yani, sen nasıl ki sağır bir kimseye işittiremiyor ve nasıl ki kör olan bir kimseye yolunu görmesini sağlayacak gözler yaratamıyor isen, aynı şekilde Allah'ın haklarında îman etmeyeceklerine dair hüküm vermiş olduğu bu gibi kimseleri de îmana muvaffak kılamazsın. "Sana bakanlar" ise, sana uzun uzun bakıp duranlar demektir. Yüce Allah'ın şu âyetine benzemektedir: "Ölümden üstüne baygınlık çökmüş kimse gibi gözleri dönmüş halde sana bakıp durduklarını görürsün." (el Ahzâb, 33/19) Bu âyet-i kerimenin alay eden kimseler hakkında indiği de söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 44Şüphesiz Allah İnsanlara en ufak şey kadar dahi zulmetmez. Fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler. Yüce Allah, bedbaht olanları sözkonusu ettikten sonra onlara zulmetmeyeceğini belirtmektedir. Onlar hakkında bedbahtlığın takdir edilmiş olması kalplerinin hakkı işitip basiretlerinin körelmesinin, O'nun kendilerine bir zulmü olmadığını açıklamaktadır. Çünkü bu, O'nun kendi mülkünde dilediği gibi tasarrufudur. O, bütün fiillerinde âdildir. “Fakat insanlar" küfür, masiyet ve kendilerini yaratanın emirlerine muhalefet etmek suretiyle "kendi kendilerine zulmederler." Hamza ve el-Kisaî, " Fakat" kelimesini "nun" harfi şeddesiz ve sakin olarak okumuş, "İnsanlar" kelimesini ise merfu' olarak okumuştur. en-Nehhâs der ki: Ferrâ'nın da aralarında bulunduğu nahivcilerden bir topluluk, Arapların, eğer "vav" ile birlikte kullanacak olurlarsa, "nûn"u şeddeli okumayı tercih ettiklerini, "vav"sız kullanacak olurlarsa şeddesiz okurları tercih ettiklerini söylemektedirler. Buna şu sözleriyle de gerekçe gösterirler: Çünkü bu edat "vav" sız olarak gelecek olursa; Hayır, bilakis'e benzer. O bakımdan bu edattan sonra gelenler de; den sonra gelenlere benzesin diye "nûn"u şeddesiz okumuşlardır. "Vav" ile kullanacak olurlarsa bu sefer den farklı olduğundan, "nün" harfini şeddeli okurlar ve bunu ismi nasbeden bir edat kabul ederler. Zira aslında bu, başına "lâm" ve "kef" harfi ilave edilmiş ve tek bir harf haline getirilmiş den ibarettir. el-Ferrâ' ayrıca şu mısraı da nakletmektedir: "Fakat ben onun sevgisinden dolayı yıkıldım, tükendim." Görüldüğü gibi şair burada (haberin başına) "lâm" getirmiş bulunmaktadır, çünkü buradaki "lâkin" astındadır. 45Onları haşredeceği o günde sanki gündüzün ancak bir saati kadar eğlenmişler gibi (gelecek); birbirlerini tanıyacaklar. Allah'a kavuşmayı yalanlamış bulunanlar, hem büyük bir zarara uğramışlardır, hem de doğru yolu bulamamışlardır. "Onları haşredeceği o günde sanki gündüzün ancak bir saati kadar eğlenmişler gibi (gelecek)" âyetindeki; Sanki" edatı, "Sanki onlar" anlamında olup zamiri hazfedilmiş ve "nun"'şeddesiz gelmiştir. Yani onlar kabirlerinde ancak bir saat kadar kısa bir süre kalmışlar gibi gelecek onlara. Yani onlar, öldükten sonra dirilişin dehşetli hallerini göreceklerinden, kabirlerinde kaldıkları uzun süreyi oldukça kısa bulacaklar. Buna delil de onların: "Bir gün, yahut bir günün bir bölümü kadar eğlendik" (el-Mu'minûn, 23/113) diyeceklerine dair verilmiş bulunan haberdir. Şöyle de açıklanmıştır: Dünyadaki kalış sürelerinin kısa gelmesi, daha sonra karşılarına çıkacak olan şeylerin dehşetinden dolayıdır. Yoksa, kabirde kalacakları süreyi kısa bulacaklar anlamında değildir. İbn Abbâs der ki: Onlar, ebedî kalmaya karşılık ömürlerinin uzunluğunu kısacık bir an gibi göreceklerdir. "Birbirlerini tanıyacaklar" anlamındaki âyet, "O Onları haşredeceği" âyetindeki "he ve mim" (onlar) zamirinden hal olmak üzere nasb mahallindedir. Buna göre anlam şöyle olur: Birbirlerini tanıdıkları halele onları haşredeceği o günde... Bununla birlikte bu âyetin munkatı', (öncekiyle ilişkisi olmayan yeni) bir cümle olması da mümkündür. Âdeta "onlar birbirlerini tanıyacaklar" denilmiş gibidir. (Meal de böyledir). el-Kelbî der ki: Kabirlerinden çıkacakları vakit, dünyada birbirlerini tanıdıkları gibi tanıyacaklar. Bu tanışma ise birbirlerini azarlamak ve rezil rüsvay etmek şeklinde olacaktır. Biri diğerine: Beni sen saptırdın, sen azdırdın, küfre sen götürdün diyecekler. Yoksa bu tanışma birbirlerine karşı şefkat, merhamet ve sevgi şeklindeki bir tanışma olmayacaktır. Daha sonra kıyâmet gününün dehşetlerini görecekleri vakit aralarındaki bu tanışma da yüce Allah'ın şu âyetinde ifade edildiği gibi, kesilecektir: "Ve gerçek hiçbir dost, dostunu sormayacak." (el Meâric, 70/10) Şöyle de denilmiştir: Geriye sadece azarlamak kastıyla bir tanışma kalacaktır. Doğru olan da yüce Allah'ın şu âyeti dolayısıyla budur: "Sen, o zâlimleri Rabbleri huzurunda durdurulmuş... görsen. Biz de o kâfirlerin boyunlarına tasmalar koyarız..." (Sebe', 34/31-33); "Her ümmet girdikçe kardeşine lanet edecek" (el-A'raf, 7/38) âyeti ile: "Rabbimiz, gerçekten biz, yöneticilerimize ve büyüklerimize itaat ettik" (el-Ahzab, 33/67) âyetleri de bunu ifade etmektedir. Yüce Allah'ın: "Ve gerçek hiçbir dost, dostunu sormayacak” (el-Meâric, 70/10) âyeti ile "Sur'a ûfürüldüğü o günde aralarında akrabalık bağı olmayacaktır" (el-Mu'minûn, 23/101) âyetlerinin anlamı ise, kimse kimseye rahmet ve şefkati dolayısıyla soru sormayacaktır, anlamındadır. Doğrusunu en iyi bilen de Allah'tır. Şöyle de denilmiştir: Kıyâmetin değişik konumlan ve halleri vardır. Yine denildiğine göre, "birbirlerini tanıyacaklar" ifadesi, birbirlerine soru soracaklar anlamındadır. Yani, siz ne kadar süreyle kaldınız diye karşılıklı soru soracaklar. Yüce Allah'ın: "Birbirlerine dönerek karşılıklı soru sorarlar" (et-Tûr, 52/55) âyetinde olduğu gibi. Bu açıklama da güzel bir açıklamadır. ed-Dâhhak der ki: Burada sözü edilen mü’minlerin şefkat yoluyla birbirlerini tanımalarıdır. Kâfirler arasında ise şefkat olmayacaktır. Yüce Allah'ın: "Aralarında akrabalık bağı olmayacaktır" (el-Mu'minûn, 23/101) âyetinde olduğu gibi. Ancak, birinci görüş daha kuvvetli görünmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Allah'a" yaptıkları Allah'ın huzurunda onlara sunulmak suretiyle "kavuşmayı yalanlamış bulunanlar hem en büyük zarara uğramışlardır..." Şöyle de açıklanmıştır: Öldükten sonra dirilişe ve amel defterlerinin verileceğine dair delilin ortaya konulusundan sonra bu âyetin yüce Allah tarafından verilen bir haber olması da mümkündür. Yani onlar, cennet mükâfaatını elde edememiş ve hüsrana uğramış kimselerdir. Şöyle de açıklanmıştır; Bunlar yüce Allah'ın huzuruna çıkacakları vakit, hüsrana uğrayacaklardır. Çünkü hüsran, artık vazgeçme umudunun kalmadığı, tevbenîn fayda vermeyeceği o halde ortaya çıkar. en-Nehhâs der ki: Onların birbirlerini tanımalarının bu sözü söyleyecekleri anlamına gelmesi de mümkündür. "... hem de doğru yolu bulamamışlardır" âyetiyle, onların doğru yolu bulamayanlardan olmaları Allah'ın ilminde böyle oldukları anlatılmaktadır. 46Onlara va'dettiğimizin bir kısmını sana göstersek, yahut senin ruhunu alsak da yine onların dönüşü Bize olacaktır. Hem Allah ne yapacaklarını görüp gözetendir. Yüce Allah'ın: "Onlara vadettiğimizin bir kısmını" yani, sen hayatta iken dinini muzaffer kılmak suretiyle "sana göstersek" ifadesi şarttır. Müfessirler derler ki: Onlara vadolunanların bir kısmı, Bedir'de onların bir kısmının öldürülmesi, öbür kısmının da esir alınması idi. "Yahut senin ruhunu alsak da" anlamındaki âyet, "sana göstersek"e atfedilmiştir. Yani, bundan önce senin ruhunu alacak olursa, "yine onların dönüşü Bize olacaktır." Bu da şarün cevabıdır. Maksat, eğer Biz acilen onlardan intikam almasak, elbette sonradan zamanı gelince onlardan intikam alacağızdır. "Hem Allah ne yapacaklarını" sana karşı Savaşmaları, seni yalanlamaları gibi işlerini "görüp gözetendir." Kendisi onların yaptıklarına tanıktır, ayrıca bu konuda başkalarının tanıklığına ihtiyacı yoktur. Şayet "Hem Allah... görüp gözetendir" âyetinin, Allah orada ne yapacaklarını... anlamında olduğu söylenecek olursa, bu da uygun bir açıklama olur. 47Her ümmetin bir peygamberi vardır. Rasûlleri geldiği zaman aralarında adaletle hükmedilir ve onlara zulmedilmez. Yüce Allah'ın: "Her ümmetin bir peygamberi vardır. Rasûlleri geldiği zaman aralarında adaletle hükmedilir" âyetinin anlamı şudur: Her bir ümmetin kendilerine karşı şahidlik edecek bir peygamberi vardır. Kıyâmet gününde peygamberleri geldiğinde aralarında hüküm verilecektir. Yüce Allah'ın: "Her ümmetten birer şahid getirip de... halleri nice olur" (en-Nisa, 4/41) âyetinde olduğu gibi. İbn Abbâs der ki: Yarın kâfirler, kendilerine peygamberlerin gelişini İnkâr edecekler. Bunun üzerine peygamber getirilerek: Ben size Rabbimin risaletini tebliğ ettim, diyecektir. İşte o vakit haklarında azap edilmeleri hükmü verilecektir. Buna delil de, yüce Allah'ın: "Peygamberde size karşı şahid olsun diye..." (el-Bakara, 2/143) âyetidir. Âyetin anlamı şöyle de olabilir: Onlar, dünya hayatında kendilerine bir peygamber gönderilmedikçe azaba uğratılmazlar, Îman eden umduğunu elde eder ve kurtulur, îman etmeyen ise helâk olur ve azap edilir. Buna delil de yüce Allah'ın: "Biz bir peygamber göndermedikçe azap ediciler değiliz" (el-İsrâ, 17/15) âyetidir. Âyet-i kerimede geçen "el-Kıst" adalet demektir. "Ve onlara zulmedilmez" yani, günahları olmaksızın onlara azap edilmez, onlara karşı delil getirilmeksizin de sorumlu tutulmazlar. 48"Eğer doğru söyleyenler iseniz, bu vaad ne zaman (gerçekleşek)?" derler. Bu âyet ile Mekke kâfirleri kastedilmektedir. Çünkü onlar, oldukça İleri derecede inkâr etmişler ve azâbın da çabucak gelmesini istemişlerdir. Yani, Muhammed'in bize vadedip tehdit ettiği ceza ne zamandır, yahut kıyâmet ne zaman gelecektir? Bu âyetin, peygamberlerini yalanlayan her ümmet hakkında umumî olduğu da söylenmiştir. 49De ki: "Allah'ın dilediğinden başka kendime ne zarar verebilirim, ne de bir fayda sağlayabilirim. Her ümmetin bir eceli vardır. Artık ecelleri geldiği zaman ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler." Yüce Allah'ın: "De ki: Allah'ın dilediğinden başka kendime ne bir zarar verebilirim, ne de bir fayda sağlayabilirim" âyeti şuna işarettir: Mekkeli kâfirler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’den azâbın çabucak gelmesini isteyince, yüce Allah ona şöyle buyurdu: "Ya Muhammed, onlara de ki: Ben, ne bir zarar verebilirim, ne de bir fayda sağlayabilirim." Yani, bu kendini hakkında böyle olduğu gibi, başkası için de böyledir. "Allah'ın dilediğinden başka" eğer öyle bir şeye güç yetirebilir veya sahip olabilirsem, bu ancak Allah'ın dilediği ile olabilir. Durum bu olduğuna göre, sizin çabucak gelmesini istediğiniz şeyi ben nasıl yerine getirebilirim ki? O halde bunları benden acele istemeyiniz. Hem "her ümmetin bir eceli vardır" yani, onların helâk ve azap edilmeleri için yüce Allah'ın indinde belli bir vakit vardır. "Artık ecelleri" yani, ecellerinin süresinin sona ermesi vakti "geldiği zaman ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler." Yani, dünyada bir an dahi gecikerek kalma imkânını bulamazlar, onlar öne geçerek bu süreyi erteleyemezler. 50De ki; "Ya O’nun azâbı geceleyin veya gündüzün size gelip çatarsa, söyleyin bana günahkârlar onun nesini acele isterler?" "De ki: Ya O'nun azâbı geceleyin veya gündüzün sîze gelip çatarsa" âyetinde iki zarf (geceleyin ve gündüzün) vardır. Bu, onların: "Bu vaad ne zaman?" şeklindeki sorularının cevabıdır. Onların, azâbı çabucak istemek şeklindeki görüşlerinin, akılsızca bir iş olduğunu ortaya koymaktadır. Yani, azap size gelecek olursa, sizin bundan sağlayacağınız bir fayda yoktur. Ve o takdirde imanın da size faydası olmayacaktır. "O günahkârlar onun nesini acele isterler?" Bu, bir soru olmakla birlikte azap ile korkutma ve azâbın büyüklüğü anlatılmak istenmektedir. Yani sizin o çabucak gelmesini istediğiniz şey ne büyük bir şeydir! Nitekim, bir kimse âkibeti vahim bir işin gelmesini isteyecek olursa: Sen kendine karşı ne yapıyorsun böyle! denilir. Yüce Allah'ın: "Onun" âyetindeki zamir, azaba aittir denildiği gibi, şanı yüce Allah'a ait olduğu da söylenmiştir. (O takdirde anlam: O'ndan neyi acele isterler anlamında olur). en-Nehhâs der ki: Eğer "onun" âyetindeki zamir azaba ait kabul edilirse, o takdirde; "Nesini” hakkında iki takdir yapılabilir. Birincisine göre; "Ne" mübtedâ olarak ref mahallinde; da; O kimse ki, o ki anlamındadır ve bu; ın haberi olup, aid hazfedilmiş olur. Diğer bir takdire göre ise; "Nesini" lâfzının mübteda olarak ref mahallinde tek bir İsim olması, haberin de cümlenin muhtevasında bulunması sözkonusu olur. Bu açıklamayı ez Zeccâc yapmıştır. Ayrıca: "Onun" ifadesindeki zamirin yüce Allah'ın ismine ait olduğu kabul edilirse, o takdirde; " Ne" ile tek bir kelime olur ve; "Çabucak gelmesini ister" ile nasb mahallinde olur. Yani: Günahkârlar Allah'tan o azâbın nesinin çabucak gelmesini isterler? demek olur. 51Vuku bulduktan sonra mı Ona îman edeceksiniz? Şimdi mi, hani siz onun mutlaka çabucak gelmesini isteyip duruyordunuz? Yüce Allah'ın: "Vuku bulduktan sonra mı O'na îman edeceksiniz" anlamındaki âyette bir hazf vardır ki, ifadenin takdiri şöyledir: Sizler, azâbın üzerinize inmesinden yana güvenlik altında mısınız? Sonra azap gelip sizi bulduğunda: Şimdi mi ona inandınız, denilir. Denildiğine göre bu, meleklerin onlarla alay olmak üzere söyleyecekleri sözlerdendir. Bunun, yüce Allah'ın söyleyeceği sözlerden olduğu da söylenmiştir. “Sonra’nın başına soru için "elifin gelmesinin anlamı, onlara söyletmek ve azarlamaktır. Böylelikle bu, ikinci cümlenin anlamının, birincisinden sonra gerçekleşeceğine delalet etmesi İstenmiştir. Şöyle de denilmiştir: Buradaki; "Sonra" edatı, peltek "se"nin üstün okunuşu ile; "Orada" anlamındadır. O takdirde bu, bir zarf olur. Yani, orada mı... demek olur. Taberî'nin kabul ettiği görüş budur. O takdirde bunda soru anlamı olmaz. (Yani: Orada vuku bulduktan sonra O'na îman edeceksiniz, demek olur). "(........): Şimdİ'nin aslının; Vakti geldi, gibi mebni bir fiil olduğu söylenmiştir. Başındaki "elif" ve "lâm" ise onu isme dönüştürmek için gelmiştir. el-Halil der ki: Bu kelimenin mebni olması, iki sakinin yan yana gelmesinden dolayıdır. Baştaki "elif" ve "lâm" ise, an ve zamana işaret içindir. Şimdi (an) ise, iki zamanın arasındaki sınırdır. "Hani siz onun", yani azâbın "mutlaka çabucak gelmesini isteyip duruyordunuz." 52Sonra zulmedenlere: "Şu sürekli azâbı tadın" denilecek. "Ne kazandıysanız ondan başkası ile mi cezalandırılacaksınız?" "Sonra zulmedenlere... denilecek." Yani, cehennem bekçileri onlara: "Şu sürekli" yani, kesintisiz "azâbı tadın" diyeceklerdir. "Ne kazandıysânız ondan başkası ile mi" yani, küfrünüzün cezasından başkası ile mi "cezalandırılacaksınız?" 53"O gerçek midir?" diye senden haber almak isterler. De ki: "Evet, Rabbim hakkı için elbette o haktır ve siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz." Yüce Allah'ın: "... senden haber almak İsterler" yani, ey Muhhammed! Azâbın geleceği ve kıyâmetin kopacağına dair "o gerçek midir?" diye senden haber almak isterler, "Gerçek midir" mübtedâdır. "O" ise haber yerini almıştır. Sîbeveyh'in görüşü budur. Bununla birlikte "O" anlamındaki zamirin mübteda, "gerçek midir" anlamındaki ifadenin de onun haberi olması da mümkündür. "De ki: Evet" âyetindeki: "Evet" kelimesi, "Evet" anlamında tahkik, gerçeklik ve te'kid için kullanılan bir lafızdır "Rabbim hakkı İçin" âyeti da bir yemindir. "O elbette haktır" ise yeminin cevabıdır, Yani, o gerçekleşecektir ve bunda hiç bir şüphe yoktur. "Ve siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz" O'nun azabından ve cezalandırmasından kurtulamazsınız. 54Zulmeden herkes, eğer yeryüzünde bulunan her şeye sahip olsaydı, elbette onu fidye olarak verirdi. Azâbı gördüklerinde pişmanlıklarını gizlerler. Aralarında adaletle hükmolunup kendilerine asla zulmedilmez. "Zulmeden herkes" yani, şirk koşup inkâr eden herkes "eğer yeryüzünde bulunan her şeye" malik olup, "sahip olsaydı, elbette onu" Allah'ın azabından kurtulmak kastıyla "fidye olarak verirdi." Bu, böyle bir şey olsa dahi bu fidyenin ondan kabul olunmayacağı anlamındadır. Nitekim: "Şüphesiz kâfir olanlar ve kâfir olarak ölenlerin hiç birinden yeryüzü dolusu altını fidye olarak verse dahi asla kabul olunmaz..." (Âl-i-İmrân, 3/91) âyeti daha önce geçmiş bulunmaktadır. "Azâbı gördüklerinde pişmanlıklarını gizlerler." Yani, onların başkanları, ileri gelenleri, kendilerine uyanlardan pişmanlıklarını gizleyecekler, saklamaya çalışacaklardır. Bu ise, ateş ile yakılmalarından önce olacaktır. Ancak, ateşe atılacaklarında sun'i ve yapmacık tavırları sergilemek imkânını bulamayacaklardır. Buna delil de ateşte söyleyecekleri belirtilen: "Rabbimiz, bedbahtlığımız bize galip geldi" (el-Mu'minûn, 23/106) âyetidir. Bu âyette onların hallerini gizlemeyecekleri beyan buyurulmaktadır. Buradaki; "Gizlerler" kelimesinin açığa vururlar anlamında olup, bu kelimenin zıd anlamlılardan olduğu da söylenmiştir. Buna delil ise, âhiretin metanet gösterecek ve kişinin kendisini sabır ve tahammüle zorlayacağı yer olmayacağıdır. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar, bu şekildeki hasret duyuşlarının acısını tâ kalplerinde hissedeceklerdir. Çünkü duyulan böyle bir pişmanlığın açığa vurulmasına imkân olmayacaktır. Nitekim şair Küseyyir de şöyle demektedir: "O münadinin ayrılıp gitmiş develerin geri getirilmesi için Seslendiği gün ben de pişmanlığımı gizledim." el-Müberred, bununla ilgili üçüncü bir açıklama zikretmektedir. Yani, "Pişmanlık onların yüzlerinin çizgilerinde görüldü." Buradaki çizgilerden kasıt, alındaki kırışıklardır. Tekili; şeklinde gelir. Nedamet: Pişmanlık ise, bir şeyin meydana gelmesi, yahut elden kaçması dolayısıyla duyulan hasrettir. Kelimenin asıl anlamı bir şeyle birlikte bulunmak, ondan ayrılmamaktır. Nitekim "nedîm" kelimesi de buradan gelmektedir. Çünkü nedîm, bir kimsenin meclisinden ayrılmayan kişidir. "Filan kişi oldukça pişmandır," anlamındadır, "(fiili): Bir şey için pişmanlık duymak, üzülmek" manasına gelir. Bir şeye nadim olmak, nedamet duymak ise ona ihtİmâm göstermek, ondan dolayı pişmanlık duymak demektir. el-Cevherî der ki: Üzüntü ve pişmanlık anlamına gelir. "Dâl" harfi esreli olarak; Kederlendi, üzüldü demektir. Bu bakımdan (anlamı pekiştirmek üzere de); "Pişman, üzüntülü ve kederli kişi," denilir. Burada bu ikinci kelimenin itba' (müstakil anlamı olmamakla birlikte birincisinin anlamını pekiştirmek için gelen sesçe ona yakın bir kelime) olduğu da söylenmiştir. Mesela; " Onun bundan başka bir üzüntüsü bir kederi yoktur," demek gibi. "pişmanlık" kelimesinin ın maklûbu olduğu da söylenmiştir. Bu ise bir şeyin yanında bulunmak, ondan ayrılmamak demektir. "Filan kişi şarap düşkünüdür," tabiri de buradan gelmektedir. "Ahırdan toplanan üstüste yığılıp kat kat olarak sertleşen idrar ve kerme" demektir. Bu ismin verilişi onun o yerde kalması ve ordan ayrılmamasından dolayıdır. "Kalpten bir türlü çıkmayan kin" anlamındadır, çoğulu; şeklinde gelir. "Mim" harfi esreli olarak; "Kalplerinde kin yer etti," denilir. "Filâna kin besledim," demektir. "Aralarında" yani, başkanlar ile onlara uyanlar arasında "adaletle hükmolunup kendilerine asla zulmedilmez." 55İyi bilin ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Şunu da iyi bilin ki, şüphesiz Allah'ın va'di haktır. Fakat onların çoğu bilmezler. "İyi bilin ki, dikkat edin ki..." …..edatı, sözün başına getirilen ve dinleyenin dikkat etmesini isteyen bir kelimedir. Size söyleyeceğim sözlere dikkat edin, demektir. "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Şunu da iyi bilin ki, şüphesiz Allah'ta va'di haktır." Göklerin ve yerin mülkü, egemenlik ve tasarrufu yalnız O'nundur. O bakımdan, vadettiğini yerine getirmesine hiçbir kimse engel olamaz. "Fakat insanların çoğu" bunu "bilmezler." 56O, hem diriltir, hem öldürür ve siz O'na döndürüleceksiniz." Âyetin anlamı gayet açıktır ve buna benzer âyetler da önceden geçmiş bulunmaktadır. 57Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, kalplerde olanlara bir şifa, mü’minler İçin de bir hidayet ve rahmet gelmiştir. "Ey İnsanlar" yani, ey Kureyşliler! "Size Rabbinizden bir Öğüt" yani, içinde türlü öğütler ve hikmetler bulunan Kur'ân-ı Kerîm "kalplerde olanlara" kalplerde bulunan şüphe, nifak, ayrılık ve muhalefetlere karşı "bir şifa, mü’minler içinde bir hidayet" ona tabi olanlar için doğruya İleten özellik "ve rahmet" yani, bir nimet "gelmiştir." Özellikle "mü’minler için” denilerek mü’minlerin sözkonusu edilmesi, imandan yararlanan kimselerin onlar oluşundan dolayıdır. Buradaki bütün nitelikler Kur'ân-ı Kerîm’in nitelikleridir. Sıfat olmakla birlikte bunların "vav" harfi ile birbirlerine affedilmeleri ise, medhin te'kid edilmesi içindir. Nitekim şair de (sıfatlar arasına "vav" getirmek suretiyle) şöyle demektedir: "O efendi, o oldukça gayretli hükümdar Ve Savaşın kızıştığı zamanlarda birliğin aralarına..." 58De ki: "Allah'ın lütfu ve rahmetiyle ve yalnız bunlar ile sevinsinler. Bu, onların topladıklarından daha hayırlıdır." "De ki: Allah'ın lütfü ve rahmetiyle..." Ebû Said el-Hudrî ve İbn Abbâs (radıyallahü anhüma) derler ki: Allah'ın lütfü Kur'ân’ı Kerîm'dir, rahmeti ise İslâm'dır. Yine onlardan gelen rivâyete göre, Allah'ın lütfü Kur'ân-ı Kerîm, rahmeti ise, sizi Kur'ân ehlinden kılmış olmasıdır, demişlerdir. el-Hasen, ed-Dahhâk, Mücahid ve Katade derler ki: Allah'ın lütfü îman , rahmeti Kur'ân-ı Kerîmdir. Yani, birinci görüşün tam aksini ifade etmişlerdir. Bundan başka açıklamalar da yapılmıştır. "Ve yalnız bunlar ile sevinsinler." Bu da lütuf ve rahmete işarettir. Araplar, işaret zamirini hem tekil, hem ikil, hem de çoğul için kullanırlar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den ise, "Yalnız bununla sevininiz" diye "te" ile okuduğu da rivâyet edilmiştir. Bu ise, Yezid b. el-Ka'kâ', Yakub ve diğerlerinin kıraatidir. Hadîs-i şerîfte "(namazda) saflardaki yerlerinizi alınız" "Ebû Hüreyre'den: Resûlüllah için (namazı kıldırsın diye) namaza kamet getirilir, insanlar da saflarda yerlerini alırlardı." (Müslim, Mesâcid 159). denilmektedir. "Sevinç (ferah)," sevilen şeyin İdrâk edilmesi dolayısıyla kalpteki bir lezzettir. Bazı yerlerde sevinç, yerilmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Sevinme (şımarma), çünkü Allah sevinenleri (şımaranları) sevmez" (el-Kasas, 28/76); "Çünkü o, sevinendir (şımarandır), böbürlenendir." (Hûd, 11/10) Ancak burada "sevinen" kelimesi mutlak olarak zikredilmiştir. "Sevinç" eğer bir kayıt ile beraber zikredilirse bu yermek kastıyla kullanılmış olmaz. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın lütfundan kendilerine verdiğiyle hepsi de sevinç içindedirler," (Âl-i İmrân, 3/170) Burada da şanı yüce Allah: "Yalnız bunlar ile sevinsinler" diye buyurmaktadır. Yani, Kur'ân ve İslâm ile sevinsinler, diyerek bir kayıt getirmektedir. Harun dedi ki: Ubeyy'in kıraati; "Yalnız bunlarla sevininiz" şeklindedir. Ebû Dâvûd, el-Hurüf 12, 13. en-Nehhâs der ki: Emir yapma yolu, bunun "lâm" ile olmasıdır. Tıpkı nehiy ile beraber bir nehiy harfi bulunduğu gibi, emirle birlikte de böylelikle cezm edici bir harf bulunmuş olur. Ancak Araplar, muhataba hitap etmekle yetinerek, muhataba emir verdiklerinde bu emir harfini hazfederler. Kimi zaman bu asıl kaideye uygun olarak "lâm" harfini getirerek emir verdikleri de olur. İşte (\yjiAi\iiila): Bununla sevininiz" kıraati de bu türdendir. "Bu, onların" dünya hayatında "topladıklarından daha hayırlıdır." "Topladıkları” ile "Sevinsinler" fiillerinin ikisinde de genellikle "ye" harfi ile okunmuştur. Ancak, İbn Âmir'den, "Sevinsinler" fiilini "ye" ile, buna karşılık; "Topladığınız" fiilini ise kâfirlere hıtab olmak üzere "te" ile okuduğu rivâyet edilmiştir. el-Hasen'den ise, birincisini "te" ile; "Topladıklan" fitlini de "ye" ile olmak üzere İbn Âmir'in tam aksi şekilde okuduğu da rivâyet edilmiştir, Ebân Enes'ten, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Allah kimi İslâm'a hidayet eder, ona Kur'ân'ı öğretir de sonra bu kimse fakirlikten şikayetçi olursa, Allah, huzuruna çıkacağı güne kadar fakirliği onun alnının ortasına yerleştirir." Daha sonra Hazret-i Peygamber: "Deki: Allah'ın lütfü ve rahmetiyle ve yalnız bunlar ile sevinsinler. Bu onların topladıklarından daha hayırlıdır" âyetini Suyûti, ed'Durru'l-Mensûr, IV, 368. okudu. 59De ki: "Allah'ın size indirdiği ve kendisinden bir kısmını haram ve helâl yaptığınız rızıktan ne haber?" De ki: "Allah mı size izin verdi, yoksa Allah'a mı İftira ediyorsunuz?" Yüce Allah'ın: "De ki: Allah'ın sîze indirdiği ve kendisinden bir kısmını haram ve helâl yaptığınız rızıktan ne haber" âyetine dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1. Helâl ve Haram Allah'ın Emriyledir: Yüce Allah: "De ki: Allah'ın size indirdiği... rızıktan ne haber" âyeti ile yüce Allah Mekke kâfirlerine hitap etmektedir. "Şey, ne" lâfzı, "Görüşünüz nedir, ne haber?" fiiliyle nasb mahallindedir. ez-Zeccâc ise, "İndirdiği" fiiliyle nasb mahallindedir, demektedir. Buradaki "indirdi" İse, yarattı anlamındadır. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmuştur: "Sizin için davarlardan sekiz çift indirdi" (ez-Zümer, 39/6); "Ayrıca kendisinde hem çetin bir güç, hem de insanlar için faydalar bulunan demiri de İndirdi." (el-Hadid, 57/25). Görüldüğü gibi "yaratma"nın "indirme" ile ifade edilmesi de mümkündür. Çünkü yeryüzünde rızık türünden bulunan her bir şey, elbette semadan inen yağmur ile meydana gelir. "Kendisinden bir kısmını haram ve helal yaptığınız..." âyeti hakkında Mücahid der ki: Bu, Bahire, Sâibe, Vasile ve Hâm gibi (bk. el-En'âm, 6/103) davarların haram olduklarına dair verdikleri hükümdür. ed-Dahhâk ise, burada kastedilen yüce Allah'ın: "Onlar, Allah'a yarattığı ekin ve davarlardan bir pay ayırdılar da..." (el-En'âm, 6/136) âyetinde kastedilenlerdir, demektedir. "De ki" helal ve haram kılmak hususunda "Allah mı size izin verdi, yoksa Allah'a İftira mı ediyorsunuz" âyetinde kasıt, onların: Bize bunu emreden Allah'tır, şeklindeki sözleridir. "Yoksa" kelimesi, "Hayır" anlamına gelmektedir. 2. Bu Âyet Kıyasın Reddedilmesine Delil Olabilir mi? Kıyası kabul etmeyenler bu âyeti delil gösterirler. Ancak, bunun delil olması uzak bir ihtimaldir. Çünkü kıyas, yüce Allah'ın, kullanmamızı kabul ettiği bir delildir. O bakımdan, helal ve haram kılmak, yüce Allah'ın hükme delâlet edecek şekilde koymuş olduğu bir delilin varlığı halinde sozkonusu olabilir. Eğer kıyas ile yüce Allah'ın koymuş olduğu herhangi bir delile muhalif hükme varılacak olursa, o takdirde bu, asıl maksadın dışına çıkmak ve başka bir delile başvurmak olur. 60Allah'a karşı yalan uyduranlar kıyâmet gününde ne zannederler? Şüphesiz ki Allah insanlara lütufkârdır. Fakat onların çoğu şükretmezler. Yüce Allah’ın: "Allah'a karşı yalan uyduranlar kıyâmet gününü ne zannederler" âyetindeki; "Gün" kelimesi, zarf olarak veya "zan ederler" ile nasb edilmiştir. Tıpkı Zeyd hakkındaki zannın nedir? ifadesinde olduğu gibi. Âyet, onlar, Allah'ın kendilerini, yaptıkları dolayısıyla sorgulamayacağını mı zannederler? anlamındadır. "Şüphesiz ki Allah insanlara lütufkârdir." Yani, onların azabını ertelemek ve mühlet vermekle onlara lütufta bulunmaktadır. Bununla güvenilir bir Harem bölgede kılmakta olduklarından dolayı Mekkelilerin kastedildiği de söylenmiştir. "Fakat onların" yani kâfirlerin "çoğu şükretmezler." Allah'ın nimetlerine de, azâbın kendilerinden tehir edilmesine de şükretmezler. Buradaki "şükretmezler"in, O'nu tevhid etmezler anlamında olduğu da söylenmiştir. 61Herhangi bir işte bulunsan, ona dair Kur'ân'dan bir şey okusan ve siz her ne yaparsanız yapınız, o işe daldığınızda Biz mutlaka üzerinize şahidiz. Yerde olsun, gökte olsun zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden gizli kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü de muhakkak apaçık bir kitaptadır. Yüce Allah'ın: "Her hangi bir işte bulunsan" âyetindeki; …….edatı olumsuzluk bildirir. Yani, hangi işte olursan ol. Bu da şu demektir: İster ibadet türünden, ister başka türden her ne durumda olursan ol, yüce Rabbin mutlaka seni görür. "İş" kelimesi, hal, durum gibi anlamlara gelip, çoğulu; şeklindedir. el-Ahfeş der ki: Araplar, ben onun yaptığı işi yapmadım, anlamında: derler. "Ona dair Kur’ân'dan bir şey okusan" âyeti ile ilgili olarak el-Ferrâ' ve ez-Zeccâc derler ki: "Ona dair" deki zamir, "iş"e aittir. Yani, her hangi bir iş yapıp ondan dolayı bir Kur'ânî hüküm sana okunup ve böylelikle hükmünün nasıl olduğu bilinirse, yahut da onun hakkında tilavet olunacak bir Kur'ânî âyet inecek olursa... demektir. Taberî der ki: "Ona dair" yüce Allah'ın Kitabına dair, O'nun Kitabından demektir. İkinci defa "Kur'ân'dan" buyurulmak suretiyle bunun tekrar edilmesi ise, tefhim (şanını yüceltmek, yüceliğine dikkat çekmek) İçindir. Yüce Allah'ın: "Muhakkak Ben... olan Allah'ım" (el-Kasas, 28/30) âyetinde olduğu gibi. "Ve siz, her ne yaparsanız yapınız" âyeti ile de hem Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, hem de onun ümmetine hitap edilmektedir. "Her hangi bir işte bulunsan" âyeti da ona hitap olmakla birlikte maksat, o ve ümmetidir. Nitekim kimi zaman Rasûle hitab edilmekle birlikte, kendisiyle birlikte ona tabi olanlar da kastedildiği olur. Burada Kureyş kâfirlerinin kastedildiği de söylenmiştir. "O İşe daldığınızda" yani o işi yapmaya başladığınızda -görüldüğü gibi buradaki zamir "iş"e aittir- "Biz mutlaka üzerinize şahidiz" yani, o yaptığınız işi biliyoruz. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir: "Üç kişi fısıldaşmayıversin muhakkak O, onların dördüncüleridir."(el-Mücadele, 58/7) "O işe daldığınızda" ile aynı kökten olmak üzere; "Filan kişi söze, işe daldı, başladı" denilir. Çobanın birisi şöyle demiş: "el-Hakîl denilen yerde (veya bitkiyi) otladıkları Zu’l-Ebâtın'dan itibaren Gevişlerini yuttuktan sonra yollarına koyuldular. İbn Abbâs der ki: "O işe daldığınızda" o işi yaptığınızda demektir. el-Ahfeş'e göre; onunla ilgili olarak konuştuğunuzda, anlamına gelir. İbn Zeyd ise, o işe daldığınızda anlamındadır, der. İbn Keysan, sözü yaygınlaştırdığınızda diye açıklamıştır. ed-Dahhâk der ki: "O" zamiri Kur'ân'a aittir. Yani siz, Kur'ân ile ilgili olarak yalanları yaydığınızda... anlamındadır. "Yerde olsun, gökte olsun zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden gizli kalmaz." İbn Abbâs der ki: O'ndan gaip olmaz, kaçmaz. Ebû Ravk, O'ndan uzak düşmez, İbn Keysan, O'ndan kaçmaz diye açıklamışlardır. el-Kisaî ise, "Gizli kalır" fiilini Kur'ân-ı Kerîm’in neresinde geçerse geçsin "ze" harfini esreli olarak okurken, diğerleri ötreli okumuşlardır. Her ikisi de fasih söyleyişlerdir fiili gibi. "Ağırlığınca" kelimesindeki; …….edatı burada sıla (zaid ve ulama edatı) olarak gelmiştir. Yani, senin Rabbinden "zerre" ağırlığı kadar bir şey dahi kaybolmaz. Zerre ise, oldukça küçük kırmızı renkli bir karıncacıktır. en-Nisa Sûresi'nde (4/40. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Yerde olsun, gökte olsun... bundan daha küçüğü ve daha büyüğü de muhakkak apaçık bir kitaptadır" âyetinde isimler, "ağırlığınca" anlamındaki kelimeye atfedilmiştir. "Zerre"ye atf da olabilir. Yakub ve Hamza; Daha küçüğü" kelimesi ile; "Daha büyüğü" kelimelerindeki "ra" harflerini "mıskal: ağırlığınca" kelimesinin mahalline acf ile merfu okumuşlardır. Çünkü ……edatı, te'kid için fazladan gelmiştir. ez-Zeccâc ise, mübtedâ olarak merfu olması da mümkündür, demiştir. Haberi İse "muhakkak apaçık bir kitaptadır" anlamındaki âyettir. Bu kitaptan kasıt ise, yüce Allah'ın bu işi bilmesi ile birlikte Levh-i Mahfuzdur. el-Curcânî der ki: Buradaki; "Muhakkak" kelimesi, "nesak vav'ı" anlamındadır. Yani, "Ve elbette o apaçık bir kitaptadır," takdirindedir. Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Çünkü Benim katımda Rasûller korkmaz. Zulmedenler müstesna." (en-Neml, 27/10-11) "Ve zulmedenlere gelince" takdirindedir. Yüce Allah'ın: "Ta ki insanların size karşı bir delilleri kalmasın. Aralarından zulmedenler müstesna" (el-Bakara, 2/150) âyeti ise, "... ve onlardan zulmedenlere gelince"; takdirindedir. Buna göre burada; istisna edatı "nesak vav'ı" anlamındadır. Bu edattan sonra ise, hazfedilmiş “o" zamiri vardır. Yüce Allah'ın: "Ve hıtta deyiniz" (el-Bakara, 2/58) âyeti; Oo(sözünüz) hıtta'dır, takdirindedir. Yine; "Üçtür demeyiniz" (en-Nisa, 4/171) da, onlar üçtür demeyiniz, takdirindedir. Âyetin açıkladığımız bölümünün bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir: "Bir yaprak düşmeye görsün mutlaka onu bilir. Yeryüzünün karanlıklarında tek bir tane (bile olsa) onu bilir. Yaş ve kuru müstesna olmamak üzere hepsi muhakkak apaçık bir kitaptadır" (el-En'âm, 6/59) Burada; Müstesna olmamak üzere hepsi muhakkak apaçık bir kitaptadır" âyetinde geçen istisna edatından sonra; O(nların hepsi) zamiri takdirî olarak vardır. 62Haberiniz olsun ki, Allah'ın velilerine hiç bir korku yoktur, onlar kederlenecek de değillerdir. "Haberiniz olsun ki Allah'ın velilerine" âhirette "hiçbir korku yoktur, onlar" dünya ellerinden çıktığı İçin "kederlenecek de değillerdir." Buradaki "onlara hiç bir korku yoktur, onlar kederlenecek de değillerdir" âyetinin şu anlama geldiği de söylenmiştir: Yüce Allah'ın dost edindiği, kendisini korumayı ve himayeyi üzerine aldığı ve razı olduğu kimse, kıyâmet gününde korkmaz ve üzülmez. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz kendileri için daha önceden tarafımızdan iyilik takdir edilmiş olanlar, işte onlar oradan" yani cehennemden "uzaklaştırılmışlardır... En büyük korku onları kederlendirmez." (el-Enbiyâ, 21/101-103) Saîd b. Cübeyr'in rivâyetine göre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’a: Allah'ın velileri kimlerdir? diye sorulmuş, o da: "Görüldüklerinde Allah'ın hatırlandığı kimselerdir" diye cevap vermiştir. Bu rivâyet mitseldir. Bu ve bu anlamda mürsel ve merfu diğer rivâyetler için bk.: Süyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, IV, 370-371. Esma binli Yezîd'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah buyurdu ki; "Size en hayırlılarınızı haber vereyim mi?" Buyur, ey Allah'ın Rasûlü, dediler "(Onlar) görüldüklerinde Allah'ın hatırlanmasına sebeb olan kimselerdir." İbn Mâce, Zühd 4; Müsned, VI, 459). Bu âyet-i kerîme hakkında Ömer b. el-Hattâb da şöyle demektedir: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Allah'ın kulları arasında Öyle kimseler vardır ki, onlar ne peygamberdir, ne de şehiddirler. Fakat peygamberler de, şehidler de kıyâmet gününde yüce Allah'ın nezdindeki üstün mevkiileri dolayısıyla onlara gıpta ederler." Ey Allah'ın Rasûlü! Bize onların kim olduklarını ve amellerinin ne olduğunu bildir, denildi. Belki böylelikle onları severiz. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Bunlar, aralarındaki akrabalık bağları ve alış veriş ettikleri mallar olmamakla birlikte Allah için bir birbirlerini seven kimselerdir. Allah'a yemin ederim, onların yüzleri bir nûr (gibi)dur. Ve şüphesiz onlar nurdan minberler üzerinde olacaklardır. İnsanlar korktuklarında onlar korkmayacak, insanlar kederlendiklerinde onlar kederlenmeyeceklerdir." Daha sonra Hazret-i Peygamber: "Haberiniz olsun ki, Allah'ın velilerine hiç bir korku yoktur, onlar kederlenecek de değillerdir" âyetini okudu. Beyhakî, Şuabul-hnan, VI 486. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) da dedi ki: Allah'ın velileri, uykusuzluktan yüzleri sararmış, ibret almaktan gözleri kamaşmış, açlıktan karınları nerdeyse sırtlarına yapışmış, susuzluktan da dudakları kırışmış kimselerdir. "Onlar İçin hiç bir korku yoktur" âyetinden kasıt, geriye bıraktıkları zürriyetleri hususunda (korkmayacaklarıdır). Çünkü, yüce Allah onlara riâyet eder. "Onlar kederlenecek de değillerdir." Yüce Allah, gerek dünyalarında, gerekse âhiretlerinde onlara dünyalıklarının karşılığını vereceğinden dolayı kederlenmezler. Çünkü onların gerçek dostları ve yardımcıları O'dur. 63Onlar îman edip takvâlı davrananlardır. İşte bu da yüce Allah'ın dostlarının, velilerinin niteliğidir. Buna göre; "Onlar" kelimesi, ın ismi olan "Velilerin bedeli olarak nasb mahallindedir. Bununla birlikte: "Yani" takdiri dolayısıyla da nasb mahallinde kabul edilebilir. Bunun mübtedâ olduğu, haberinin ise, (bir sonraki âyetteki): "Onlar için dünya hayatında da âhirette de müjde vardır" âyeti olduğu da söylenmiştir. O takdirde bu âyet-i kerîme bir önceki âyet-i kerîme ile alakalı olmamaktadır. "Takvâlı davranmaları"rıdan kasıt ise şirk ve masiyetten sakınmalarıdır. 64Onlar için dünya hayatında da âhirette de müjde vardır. Allah'ın sözlerinde asla değişiklik olmaz. İşte bu, en büyük kurtuluşun tâ kendisidir. "Onlar için dünya hayatında da... müjde vardır" âyeti ile ilgili olarak Ebû'd-Derdâ'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bu âyet hakkında sordum, şöyle buyurdu: "İndirildiğinden bu yana buna dair senden başka bana soru soran olmadı. Buradaki "müjde"den kasıt, müslümanın gördüğü, yahut ona gösterilen salih (gerçek çıkan) rüyadır." Bu hadisi Tirmizî, Câmi'i' nde rivâyet edilmiştir. Tirmizî, Ruyâ 3, Tefsir 10. sûre 2; İbn Mâce, Ta'bîru'l-Ru'ya 1; Dârimî, Ru'yâ 1; Müsned, VI, 445. ez-Zührî, Atâ ve Katade de şöyle derler: Buradaki müjdeden kasıt, meleklerin Ölüm esnasında dünyada iken mü’mine verdikleri müjdedir. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den de şöyle dediği nakledilmektedir: Mü’min kulun canının çıkmasına yakın bir zamanda ölüm meleği gelir ve şöyle der: "Ey Allah'ın velisi, sana selam olsun, Allah sana selam gönderdi" der, sonra da Muhammed b. Ka'b, şu: "Onlar ki, melekler hoş ve temiz olarak ruhlarını alırken: Selam size... derler" (Nahl, 16/32) âyetini okudu. Bunu, İbnü'l-Mübârek zikretmektedir. Katade ve ed-Dahhak da derler ki: Bu müjdeden kasıt, ölmeden önce nereye gideceğini bilmesidir. el-Hasen ise şöyle der: Bu, yüce Allah'ın, Kitab-ı Kerîminde kendilerine cennetine ve bol mükâfaatına dair vermiş olduğu müjdedir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbleri onları katından bir rahmet, hoşnutluk... ile müjdeler" (et-Tevbe, 9/21); "Îman edip salih amel işleyenlere de şunu müjdele; gerçekten onlar için... cennetler vardır" (el-Bakara, 2/25); "Ve size va'dolunan cennet müjdesiyle sevinin..." (Fussilet, 41/30) İşte bundan dolayı: "Allah'ın sözlerinde asla değişiklik olmaz" diye buyurulmaktadır ki, va'dinden caymaz demektir. Çünkü O, vaadlerini sözleriyle dile getirir. "Âhirette de" âyeti ile kabirlerinden çıktıklarında cennetlik olduklarına dair müjde verilir, anlamına geldiği söylendiği gibi, ruh cesetten çıktığı vakit, Allah'ın rıza ve hoşnutluğu ile müjdelenirler, dîye de açıklanmıştır. Ebû İshâk es-Sa'lebî nakleder: Ben, Ebû Bekr Muhammed b. Abdullah el-Cevzakî'yi şöyle derken dinledim: Hafız Ebû Abdullah'ı, rüyamda üzerinde Taylasandan bir kaftan ve sarık sarınmış olduğu halde bir katıra binmiş olarak gördüm. Ona selam verip: Hoş geldin dedim. Bizler hâlâ seni anmaya, senin güzelliklerini zikretmeye devam edip duruyoruz. O da: Biz de hâlâ seni anmaya, senin güzelliklerini zikretmeye devam edip duruyoruz, dedi Yüce Allah: "Onlar İçin dünya hayatında da âhirette de müjde vardır" diye buyurmaktadır. Buradaki müjdeden kasıt, güzel şekilde övülerek kendisinden söz edilmesidir, deyip eliyle işarette bulundu: "Allah'ın sözlerinde asla değişiklik olmaz" yani, O'nun va'dinden cayma olmaz. Haberlerinde değiştirme olmaz, anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani, verdiği haberleri herhangi bir şey ile nesh etmez ve O'nun haberleri ancak haber verdiği şekilde gerçekleşir. "İşte bu, en büyük kurtuluşun tâ kendisidir." Yani, Allah'ın velilerinin, gerçek dostlarının vardığı sonuç, büyük kurtuluşun tâ kendisidir. 65Onların söyledikleri seni üzmesin. Çünkü izzet bütünüyle yalnız Allah'ındır. O, hakkıyla işitendir, bilendir. "Onların söyledikleri seni üzmesin." Burada ifade tamam olmaktadır. Yani, onların iftiraları ve seni yalanlamaları seni üzmesin. Daha sonra yeni bir cümle ile: "Çünkü İzzet bütünüyle yalnız Allah'ındır" diye buyrulmaktadır. İzzet, yani eksiksiz güç ve kuvvet, kapsamlı galibiyet ve eksiksiz kudret yalnız Allah'ındır demektir, Senin yardımcın, senin zafere kavuşmanı sağlıyacak ve seni koruyacak olan O'dur. "Bütünüyle" ifadesi hal olarak nasb edilmiştir. Yüce Allah'ın: "İzzet Allah'ındır, Rasûlünündür ve îman edenlerindir" (el-Münafikun, 63/18) âyeti buna aykırı değildir. Çünkü her türlü İzzet yine bütünüyle Allah iledir. Dolayısıyla izzet, bütünüyle Allah'ındır. Nitekim yüce Allah: "İzzet sahibi olan Rabbin onların niteleyegeldiklerinden münezzehtir" (es-Sâffât, 37/180) diye buyurmaktadır. "O hakkıyla işitendir, bilendir." Onların sözlerini ve seslerini işiten, bütün amellerini ve davranışlarını ve her türlü hareketlerini çok iyi bilendir. 66İyi bilin ki, göklerde kim var, yerde kim varsa şüphesiz Allah'ındır. Allah'tan başkasına tapanlar dahi Allah'a koştukları ortaklara uymuyorlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve ancak yalan söylerler. "İyi bilin ki, göklerde kim var, yerde kim varsa, şüphesiz Allah'ındır." Yani, onlar hakkında dilediği şekilde hüküm verir ve onlar hakkında dilediğini yapar. O, her türlü eksiklikten münezzehtir. "Allah'tan başkasına tapanlar dahi, Allah'a koştukları ortaklara uymuyorlar" âyetinde ki; nefy içindir. Yani onlar, gerçekte Allah'a ortak olan kimselere uymuyorlar. Bilakis onların şefaal edeceklerini, yahut faydalı olacaklarını sanıyorlar. Bu edatın istifham için olduğu da söylenmiştir. Yani, -onların yaptıkları işin çirkinliğini ortaya koymak üzere- Allah'tan başka ortak koşanlar neye tabi oluyorlar? anlamındadır. Daha sonra bu soruya şöylece cevap vermektedir: "Onlar, ancak zanna uyarlar ve ancak yalan söylerler." Yani, ancak kendiliklerinden bir şeyler uyduruyor ve yalan söylüyorlar. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. (Bk. el-En'âm, 6/116). 67Geceyi içinde dinlenmeniz için, gündüzü ise aydınlık olarak yaratan O'dur. Şüphe yok ki bunda kulak verecek bir topluluk için âyetler vardır. "Geceyi içinde dinlenmeniz İçin, gündüzü ise aydınlık olarak yaratan O'dur." Bu âyeti ile yüce Allah, hiç bir şeye gücü yetmeyenlere değil de, geceyi ve gündüzü yaratmaya kadir olana ibadet etmek gerektiğini açıklamaktadır. "İçinde dinlenmeniz için" yani, eşlerinizle, çocuklarınızla yorgunluğunuz ve bitkinliğiniz gitsin diye geceyi yaratan O'dur, demektir. Sükûn (dinlenme); hareket ve çalkantıdan uzak kalmak demektir. "Gündüzün aydınlık olması" ise, ihtiyaçlarınızı karşılamak imkânını bulmanız için aydınlık kılınması demektir. (......) aslında "gören" demektir. Gündüzün, içinde eşyanın görünebildiği zamandır. Burada yüce Allah'ın; "Gören" olarak (mealde: aydınlık olarak) diye buyurması ise, Arapların; Ayakta gece ve oruçlu gün yani, namaz kılanan gece, oruç tutulan gündüzl ifadelerindeki adetleri üzere mecaz ve ifadenin genişletilmesi sözkonusudur. Cerir de şöyle demiştir: "Ey Um Ğaylan, gece boyunca yol aldık diye kınadın bizi. Ve sen uyudun. Halbuki binek (sırtında olan)'in gecesi uyumuyor. (Yani, binek sırtında olan geceyi uykusuz geçiriyor)." Kutrub der ki: "Gece karardı" denilir. Yani, gece karanlık oldu. "Gündüz aydınlandı" ve "gördü" denilirken de; gündüzün aydınlığı oldu ve gündüzün ortalık görünebilir hale geldi, denilmek istenir. "Şüphe yok ki bunda, kulak verecek" yani, ibret alacak şekilde dinleyecek "bir topluluk için âyetler" alâmetler, delâlet ve belgeler "vardır." 68"Allah evlat edindi" dediler. O, bundan münezzehtir. O, hiç bir şeye muhtaç olmayandır. Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Elinizde buna dair hiç bir delil yoktur. Allah'a karşı bilmeyeceğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz? "Allah evlat edindi, dediler" âyeti ile kâfirleri kastetmektedir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el Bakara, 2/116. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. “O bundan münezzehtir." Yüce Allah burada kendi zatını eş, çocuk, ortak ve denklerinin olmasından tenzih etmektedir. "O, hiçbir şeye muhtaç olmayandır. Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur." Daha sonra da yüce Allahı (bu âyetlerle) mutlak olarak hiç bir şeye muhtaç olmadığını, göklerde ve yerde bulunan her şeyin gerek mülkiyeti, gerek yaratması ve gerek de kullukları itibariyle yalnızca kendisine ait olduklarını haber vermektedir: "Göklerde ve yerde kim varsa hepsi Rahmân'ın huzuruna ancak kul olarak gelecektir." (Meryem, 19/93) "Elinizde buna dair hiç bir delil yoktur." Yani, yanınızda buna dair her hangi bir deliliniz bulunmamaktadır. "Allah'a karsı" Ona çocuk nisbet etmek gibi "bilmeyeceğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?" Çünkü çocuk aynı cinsten olmayı ve babaya benzemeyi gerektirir. Şanı yüce Allah ise hiçbir şeye benzemez ve hiç bir şey ile aynı cinsten değildir. 69De ki: "Allah'a karşı yalan söyleyip iftira edenler asla kurtulamayacaklardır." "De ki: Allah'a karşı yalan söyleyip" yalan uydurup "iftira edenler asla kurtulamayacaklardır." Hiç bir zaman kurtuluşa eremeyecekler, güvenlik duyamayacaklardır, ifade burada tamam olmaktadır. 70Dünyada bir süre faydalanmadan sonra dönüşleri ancak Bize olacaktır. Sonra da inkâr ettikleri için onlara en şiddetli azâbı tattıracağız. "Dünyada bir süre faydalanmadan sonra." Bu, bir süre faydalanmadır, demektir. Yahut da onların bu hali, dünyadaki faydalanmadan ibarettir. Bu açıklamayı el-Kisaî yapmıştır. el-Ahfeş de der ki: Onlar için dünyada bir faydalanma vardır. Ebû İshak da şöyle demektedir: Kur'ân-ı Kerîm'in dışında benzer ifadeler kullanılacak olursa, Bir faydalanma ile faydalanırlar, anlamında, kelimesinin mansub okunması câiz olur. "Sonra dönüşleri ancak Bize olacaktır. Sonra da İnkâr ettikleri için" küfre saptıklarından ölürü "onlara en şiddetli" en ağır "azâbı tattıracağız." 71Onlara Nûh'un haberini de oku. Hani o, kavmine şöyle demişti: "Ey kavmim! Eğer aranızda kalmam ve Allah'ın âyetleriyle öğüt verişim size ağır geliyorsa -ki, ben ancak Allah'a dayanıp güvenirim- haydi İşinizi sağlam tutun, ortaklarınızı da çağırın. Sonra işiniz size hiç bir tasa vermesin. Sonra da mühlet vermeksizin bana hükmünüzü uygulayın." Yüce Allah; "Onlara Nûh'un haberini de oku" âyetiyle Hazret-i Peygamber'e, daha öncekilerin kıssalarım onlara hatırlatıp küfürleri dolayısıyla karşılaşacakları can yakıcı azap ile onları korkutmasını emretmektedir. "Oku" fiilinin sonundaki "vav" harfinin hazfedilmesi, emir olduğundan dolayıdır. Onlara karşı Nûh'un haberini oku, demektir. "Hani o, kavmine şöyle demişti" âyetindeki; "Hani” nasb mahallindedir. "Ey kavmim... eğer size ağır geliyorsa" yani, sizin için büyük bir iş ise ve bu size ağır bir yük gibi görünüyor ise demektir. "Aranızda kalmam" anlamındaki kelime kelimesi "mim" harfi üstün olarak okunursa kalman yer demektir. Ötreli okunursa, kalma süresi anlamındadır. Bildiğim kadarıyla "mim" harfini ötreli okuyan yoktur. Yani, eğer benim aranızda kalışım uzun bir süreden beri devam edip gidiyor ise ve benim sizlere "Allah'ın âyetleriyle öğüt verişim" sizi korkutmam "size ağır geliyorsa" ve siz de beni öldürmeyi, beni kovmayı kararlaştırmış iseniz... "... Ki ben ancak Allah'a dayanıp güvenirim" âyeti, şartın cevabıdır. Hazret-i Nûh her durumda yüce Allah'a tevekkül ederdi. Ancak, özellikle bu konuda Allah'a tevekkül ettiğini beyan etmesi, kavminin kendisine yapmak istediklerine karşı Allah'ın kendisine yeterli geleceğini bilmeleri içindi. Yani, eğer siz, bana yardım etmeyecek olursanız, hiç şüphesiz ben bana yardım edecek olana güvenip dayanırım. "Haydi İşinizi sağlam tutun, ortaklarınızı da çağırın" âyetindeki; "Sağlam tutun" anlamındaki emri genel olarak elifi kat' ile okumuşlardır. Buna karşılık "Ortaklarınızı” kelimesini de nasb ile okumuşlardır. Âsırn el-Cahderî ise, "elifi vasıl ve "mim"i de üstün olarak; şeklinde; Topladı, toplar fiilinden gelen bir kelime olarak okumuş, "ortaklarınızı" anlamındaki kelimeyi de nasb ile okumuştur. (Buna göre meali: Bütün yapacaklarınızı ve ortaklarınızı bir araya getirip toplayın, şeklinde olabilir). el-Hasen, İbn Ebi İshak ve Yakub İse; "Sağlam tutun" kelimesindeki hemzeyi kat' hemzesi, " Ortaklarınız" kelimesini de ref ile okumuşlardır." Biraz sonrn üçüncü kınat ile ilgili açıklamalarda da belirtileceği gibi bu kıraate göre de anlam şöyle olur: "Siz de işinizi sağlam tutun, ortaklarınız da sizinle birlikte böyle yapsın." Birinci okuyuş, bir şeyi kararlaştırmak anlamına gelen; den gelmektedir. el-Ferrâ' der ki: Bu, bir şeyi hazırlamak anlamındadır. el-Müerric de, bir işi kararlagtırdım anlamını kastederek; kullanımı; şeklindeki ifadeden daha fasihtir, der. Daha sonra el-Müerric şu beyitt nakletmektedir: Ah! Keşke -ki, temennilerin faydası olmaz- bir gün olsun İşimi kararlaştırmış olarak sabah (oraya) varabilecek miyim?" en-Nehhâs der ki: "Ortaklar" anlamındaki kelimenin, bu kıraate göre nasb ile okunması üç türlü açıklanabilir. El Kisaî ve el-Ferrâ' derler ki: Bu, ortaklarınızı da size yardım etsinler diye çağırınız, anlamındadır. el-Kisaî ve el Ferrâ'ya göre de: "Ortaklarınızı" anlamındaki kelimenin nasb ile okunması, "çağırınız" anlamındaki fiili takdir dolayısıyladır. Muhammed b. Yezid de der ki: Bu, manaya yani, -"işinizi" anlamındaki kelimenin mansub olması dolayısıyla atfedilmişim Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Keşke Savaş esnasında senin kocan Bir kılıç ve mızrak kuşanmış olarak (katılsa)." Oysa mızrağın kuşanmasından söz edilemez. Ancak, mızrak da kılıç gibi taşındığından, (onun gibi manaya atfedilerek nasb ile gelmiştir). Ebû İshâk ez-Zeccâc da der ki: Âyetin anlamı size yardım etmeleri için ortaklarınızla beraber gelin (yani, mef'ûlü maah) anlamındadır. Nitekim: "Su ile (kuyunun ağzındaki) kereste birbirine kavuştu (oraya kadar yükseldi)" demek de bu kabildendir. İkinci okuyuşa göre ise; yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi, "Toplamaktan gelmektedir: "Fir'avun dönüp hilesini topladı, sonra geldi." (Tâhâ, 20/60) Ebû Muâz der ki: Bununla birlikte ile ın aynı anlamda olması da mümkündür. Bu kıraate göre; "Ortaklarınızı" isminin; " İşinizi" kelimesine atfedilmiş olması, ya da; "İşinizi kararlaştırıp ve ortaklarınızı da topluca çağırın biraraya getirin" anlamında olması da mümkündür. Arzu edilirse "beraber" anlamında, (mef'ûlü maah olarak) nasb edildiği de kabul edilebilir. Ebû Cafer en-Nehhâs der ki: Ben, Ebû İshâk'ı, "Zeyd ve (onunla beraber) Amr kalktı" kullanımını câiz gördüğünü dinledim. Üçüncü kıraat ise; "ortaklarınız" anlamındaki kelime, "sağlam tutun, kararlaştırın" anlamındaki merfu' zamire atfedilmiş kabul edilir. Bunun güzel görünmesi, ifadenin uzamasından dolayıdır. en-Nehhâs ve başkaları derler ki: Böyle bir kıraatin uygunluğu uzak bir ihtimaldir. Çünkü, eğer "ortaklarınız" anlamındaki kelime merfu' olsaydı, hemzenin "vav" üzerinde yazılması gerekirdi. Halbuki, yüce Allah'ın: "Ortaklarınızı" âyetinde "vav" harfinin varlığı, mushaflarda görülebilmiş değildir. Aynı şekilde onların ortak koştukları şeyler putlardır. Putlar ise hiçbir şey yapamaz ve bir eylemde bulunamaz ki, birşeyler kararlaştırabilsinler. el-Mehdevî der ki: "Ortaklar" anlamındaki kelimenin, mübteda olarak ref edilip, haberinin de mahzuf olması da mümkündür. Yani, sizin ortaklarınız da işlerini sağlam tutsun, kararlaştırsınlar. İşitmedikleri, görmedikleri ve hiç bir şeyi ayırdedemedikleri halde böyle bir eylemin ortaklara nisbet edilmesi ise, onlara tapanlara bir azar olsun diyedir. "Sonra İşiniz size hiç bir tasa vermesin" anlamındaki âyette, 'in ismi ve haberi de birlikte gelmiştir. ile aynı anlamdadır. Ve "örtmek" manasına gelir ki, Arapların: "Hilal (bulut ve benzeri şeyler arkasında) gizlendi" tabirlerinden alınmıştır. Buna göre anlam şöyle olur: İşiniz de sizin için gayet açıklık kazansın ve bu konuda dilediğinizi yapabilecek imkânı bulmalısınız. Yapacağı kendisi için belirgin olmayan ve istediğini yapma gücünü bulamayan kimseler gibi olmayınız. Nitekim şair Tarafe şöyle demektedir: "Ömrün hakkı için yapacağım iş benim için kapalı ve belirsiz değildir. Ve benim gecem de gündüzüm de ebedi değildir." ez-Zeccâc der ki: Burada; "Tasa verici" demektir. kelimeleri, yine tasa anlamını veren; kelimeleri gibidir. Şöyle de denilmiştir Bu kelime, kederlenmeyi, tasalanmayı gerektiren sıkıntılı iş demektir. Böyle bir durumda kişi bu lasa ve kederini giderecek herhangi bir kurtuluş yolunu göremez. "Sihah" da da;"Tasa" kelimesi -yine aynı anlamdaki- kelimesiyle açıklanmıştır. Şair el-Accâc da der ki: "İnsanların -açılıp giderilmediği takdirde tasaya boğuldukları- Bir tasanın kendilerini bürüdüğü vakit insanlara bir şahit olsan." “Müphem, karışık iş" anlamında kullanılır. Yüce Allah da: "Sonra işiniz size hiç bir tasa vermesin" veya -sonra sizin işiniz size göre açıklık kazansın, netlik kazansın diye anlam kazanır- diye buyurmaktadır. Ebû Ubeyde der ki: Bu kelime mecazen karanlık ve darlık anlamındadır. Aynı şekilde yağ tulumunun ve benzeri şeylerin dibi manasına da gelir. Başkalan ise şöyle demektedir: Bütün bu kelimelerin hepsinin türediği kök, -bulut anlamındaki- kelimesidir. "Sonra da mühlet vermeksizin bana hükmünüzü uygulayın" âyetindeki; "Hüküm uygulayın, hükmedin" ifadesindeki hemze vasıl hemzesi olup, "Hükmetti, hükmeder" fiilinden gelmektedir. el-Ahfeş ve el-Kisaî der ki: Bu, "Ona şu kesin emri hüküm olarak verdik" (el-Hicr, 15/66) âyetine benzemektedir ki, yani Biz bu emri ona ulaştırdık, ona tebliğ ettik demekdir. İbn Abbâs'tan İse "sonra da mühlet vermeksizin bana hükmünüzü uygulayın" âyeti hakkında şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bana yapacağınızı yapın ve beni hiçbir şekilde de ertelemeyin. en-Nehhâs der ki: Bu, dil bakımından doğru bir açıklamadır. Nitekim, geçip gitti anlamında; "Ölü geçip gitti, işi bitti" ifadesi de buradan gelmektedir. Hazret-i Nûh'un, kavmine bu hususu, onların kendisine bir kötülük yapmak kastıyla ulaşamayacaklarını bildirmektedir ki, bu da peygamberliğin mucizeleri arasındadır. el-Ferrâ'; kimi kıraat âlimlerinin "kat1 hemzesi" ve "fe" harfi; diye okuduklarını nakletmektedir ki, bana yönelin demektir. Mesela; "Hilafet filana teveccüh etti" denildiği gibi; "Bana ağrılar geldi" de denilir. Bu âyet, şanı yüce Allah'ın, yüce Peygamberinin Allah'ın yardım ve zaferine tam bir güven beslediğini ve onların girişebilecekleri tuzaklarından korkmadığını haber vermektedir. Ayrıca, Hazret-i Nûh onların da putlarının da hiçbir şekilde fayda sağlamaya da, zarar vermeye de güçlerinin yetmeyeceğini bildiğini göstermektedir. Diğer taraftan, son Peygamber Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de bir teselli, kalbini de pekiştirici bir âyettir. 72"Eğer yuzçevirirseniz, zaten ben sizden bir ücret de istemedim. Benim ecrimi ancak Allah verecektir. Bana müslümanlardan olmam emrolundu." "Eğer yüzçevirirseniz" size getirdiklerime iltifat etmeyecek olursanız, "zaten ben sizden bir ücret de İstemedim." Sizin bu durumunuz hiç şüphesiz benim buna karşılık sizden bir ücret isteyip de beni mükâfatlandırmanızın size ağır gelmesinden dolayı değildir, "Benim" yüce Allah'ın risaletini tebliğ dolayısıyla "ecrimi ancak Allah verecektir. Bana müslümanlardan olmam" yani, yüce Allah'ı tevhid edenlerden olmam "emrolundu." "Benim ecrim" kelimesi nerede geçerse, Medineliler, Ebû Amr, İbn Âmir ve Hafs "ye" harfini üstün ile okurlar, diğerleri ise sakin (yani, harf-i med) olarak okumuşlardır. 73Yine onu yalanladılar. Biz de onu ve onunla birlikte gemide bulunanları kurtardık ve onları halifeler kıldık. Âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Uyarılanların sonunun nasıl olduğuna bir bak! "Yine onu" yani, Nûh'u "yalanladılar. Biz de onu ve onunla birlikte" mü’min olanlardan "gemide bulunanları" ileride gemi ile ilgili açıklamalar gelecektir- "kurtardık ve onları halifeler kıldık." Yani, yeryüzünün sakinleri ve suda boğulanlara halef olanlar kıldık. "Âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Uyarılanların sonunun nasıl olduğuna bir bak!" Yani, Peygamberlerin kendilerini uyardığı, fakat îman etmeyen kimselerin, sonunda ne hale düştüklerini bir gör! 74Sonra onun arkasından kendi kavimlerine nice peygamberler gönderdik de onlara apaçık belgelerle geldiler. Fakat önceden yalanladıkları şeye Îman etmediler. İşte Biz de haddi aşanların kalpleri üzerine böyle mühür basarız. "Sonra onun arkasından" Nûh'tan sonra "kendi kavimlerine" Hûd, Salih, İbrahim, Lût, Şuayb ve diğerleri gibi "nice peygamberler gönderdik de, onlara apaçık belgelerle" mucizelerle "geldiler. Fakat, önceden yalanladıkları şeye îman etmediler." İfadenin takdiri önceden Nûh kavminin yalanladıkları şeye Îman etmediler şeklindedir. Hazret-i Âdem'in sulbünden çıkartıldıkları günden Önce yalanlamış oldukları şeye îman etmediler, diye de açıklanmıştır. Çünkü, her ne kadar o sırada hepsi de "belâ: Evet Rabbimizsin" demiş idiyse de aralarında kalbiyle bunu yalanlayan kimseler de vardı. en-Nehhâs der ki: Bu hususta yapılmış en güzel açıklamalardan birisi de; bunun, muayyen bir kavim için söylendiği şeklindedir. Mesela: "O inkâr edenleri uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir."(el-Bakara, 2/6) âyeti gibi. "İşte Biz de haddi aşanların" küfür ve yalanlamakta hadlerini aşarak îman etmeyenlerin "kalpleri üzerine böyle mühür basarız." Bu da, önceden de (çeşitli vesilelerle) belirtildiği gibi, Kaderiyye mezhebinin bu konudaki görüşlerini reddetmektedir. 75Sonra bunların ardından da Mûsa'yı ve Harun'u âyetlerimizle Fir'avun'a ve onun (kavminin) İleri gelenlerine gönderdik. Fakat onlar büyüklük tasladılar, onlar zaten günahkâr bir kavim idiler. "Sonra bunların ardından" yani, bu peygamberler ve ümmetlerden sonra "Mûsa'yı ve Harun'u âyetlerimizle" bununla, Hazret-i Mûsa'ya verilen dokuz mucizeyi kastetmektedir ki, bunlara dair açıklamalar, daha önceden geçmişti. (Bk. el-Bakara, 2/92; el-A'raf, 7/133, ayrıca bk. el-İsra, 17/101) "Fir'avun'a ve onun (kavminin) İleri gelenlerine" kavminin eşrafına "gönderdik, fakat onlar" hakka karşı "büyüklük tasladılar. Onlar zaten günahkâr" yani müşrik "bir kavim idiler." 76Tarafımızdan kendilerine hak geldiği zaman: "Herhalde bu apaçık bir sihirdir" dediler. 77Mûsâ: "Size gelince; hakka böyle (mi) dersiniz? Bu sihir midir? Halbuki sihirbazlar kurtuluşa eremezler" dedi. “Tarafımızdan kendilerine" Fir'avun ve kavmine "hak geldiği zaman: Herhalde bu apaçık bir sihirdir, dediler." Onlar, mucizeleri sihir diye yorumladılar. Bunun üzerine Hazret-i Mûsa kendilerine söylediği: "Size gelince, hakka (böyle) mi dersiniz? Bu sihir midir?" âyetinde hazf olduğu söylenmiştir. Anlamı şudur: Siz hakka; bu bir sihirdir mi dersiniz? Buna göre; "... mi dersiniz" ifadesi, onların tutumlarını inkâr anlamında bir sorudur. Onların söyledikleri söz olan "bu bir sihirdir" ifadesi de hazf edilmiştir. Daha sonra Hazret-i Mûsa tarafından yeni bir inkâr kastıyla soru gelmekte ve Hazret-i Mûsa'nın: "Bu sihir midir?" dediği bize nakledilmektedir. Böylelikle Hazret-i Mûsa, Fir'avun'a ve onun ileri gelenlerine yaptıklarını inkâr kastı ile ikinci söyledikleri sözlerle yetinip birinci sözlerini hazfetmiştir. el-Ahfeş der ki: "Bu sihir midir?" ifadesi, aslında onların sözlerini nakletmek içindir. Çünkü onlar, "bu sihir midir?" diye sormuşlar, bunun üzerine kendilerine: Siz, hak size gelince bu sihir midir? dersiniz diye cevap verildi. Bu açıklama el-Hasen'den de rivâyet edilmiştir. "Sihirbazlar kurtuluşa eremezler." Yani, sihir yapan kurtulamaz, iflah olamaz. 78Dediler ki: "Sen bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuzdan döndürmek ve yeryüzünde de büyüklük ikinizin olsun diye mi bize geldin(niz)? Biz size inanmıyoruz." "Dediler ki: Sen bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuzdan" putlara tapmaktan "döndürmek" bizim yüzümüzü başka tarafa çevirmek, başka yöne yönelmemizi sağlamak.., için "mî bize geldin?" Birisini başka bir tarafa yönlendirdiği zaman; "Onu yönlendirdi, döndürdü, döndürür" denilir. Şair de der ki: "Kabilenin bulunduğu tarafa doğru dönüp durdum, öyle ki kendimi Dönüp kulak vermekten dolayı boynumu ve boynumun yan tarafındaki damarımın ağrıdığını gördüm." Bir kimsenin yönelmiş olduğu cihetten vazgeçip başka bir tarafa yönelmesi anlamındaki; "(......): Yöneldi" ifadesi de buradan gelmektedir. "... ve yeryüzünde" yani Mısır topraklarında "de büyüklük" azamet, hükümdarlık ve saltanat "İkinizin olsun diye mi bize geldi(niz)?" Mülke ve hükümdarlığa da; büyüklük (kibriyâ) denilir. Çünkü dünyada elde edilmesi İstenen şeylerin en büyüğü hükümdarlıktır. "Biz size inanmıyoruz." İbn Mes'ûd, el-Hasen ve başkaları "Olsun... diye" kelimesini "te" harfi yerine "ye" İle okumuşlardır. Çünkü "kibriyâ: Büyüktük" kelimesi hakiki müennes değildir. Ayrıca, (nakıs fiil ile onun ismi arasına) başka bir kelime ile fasıla da girilmiş bulunmaktadır. Nitekim Sibevyh de; "Bugün hakimin huzuruna iki kadın geldi" diye (fiilde te'nîs alameti olmaksszın) bir kullanım nakletmektedir. 79Fir'avun: "Bütün bilgin sihirbazları bana getirin" dedi. Fir'avun bu sözlerini asa, yed'i beyzâ mucizelerini görüp de bunların sihir olduğuna inanması üzerine söylemişti. Hamza, el-Kisaî, İbn Vessâb ve el-A'meş: Sihirbaz kelimesini mübalağa sigası olarak; "İleri derecede sihirbaz" diye okumuşlardır ki, el-A'raf Sûresi'nde (7/112. âyetin tefsirinde) bu iki kıraate dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. 80Nihayet sihirbazlar gelince, Mûsa onlara: "Atacağınızı atın" dedi. Yani, beraberinizde bulunan iplerinizi, asalarınızı yere bırakın. Yine el-A'raf Sûresi'nde (7/104. âyet ve devamının tefsirinde) buna dair yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. 81Onlar atınca Mûsa dedi ki: "Sizin bu yaptığınız sihirdir. Şüphesiz Allah onu boşa çıkaracaktır. Elbette Allah, o bozguncuların işini düzeltmez." "Onlar atınca, Mûsa dedi ki: Sizin bu yaptığınız sihirdir" anlamındaki âyette mübtedâ olarak ref mahallinde olur. Buna karşılık; "Bu yaptığınız" ise, haberidir. İfadenin takdiri de: Bu yaptığınız nedir? şeklindedir. Bu da onların sihir yapmaları üzerine onları azarlamak ve küçümsemek kastıyla yöneltilmiş bir soru olur. Ebû Amr'ın kıraatine göre şeklinde mübtedânın hazfine göre soru iledir. İfadenin takdiri, sizin bu yaptığınız sihir midir? şeklinde olur. Bununla birlikte bunun mübtedâ olup haberinin mahzuf olması da mümkündür, o takdirde ifade: Sizin yaptığınız sihirdir, anlamında olur. İstifham (soru) kabul edenlere göre; ism-i mevsul anlamında değildir, çünkü haberi yoktur. Diğerleri ise, "Büyü" kelimesini haber olarak okumuşlardır. Bu okuyuşun delili ise İbn Mes'ûd'un " Sizin bu yaptığınız bir sihirdir" şeklindeki kıraati ile Ubey'in; "Sizin bu yaptığınız (getirdiğiniz) bir sihirdir" kıraatidir. Buna göre burada; İsm-i mevsul anlamında; "Yaptığınız" onun sılası olur. da mübtedâ olarak ref mahallinde; "sihirdir" anlamındaki kelime de mübtedânın haberidir. Eğer İsm-i mevsul kabul edilirse, nasb mahallinde olmaz. Çünkü sıla hiç bir zaman ism-i mevsulda amel etmez. Bununla birlikte el-Ferrâ'; "Sihir" kelimesinin; "Yaptığınız" lâfzı ile nasb edilmesini uygun kabul eder ve; şart edatı olur. "Yaptığınız" lâfzı şart edatı ile cezm mahallinde ve şartın cevabının başına gelen "fe" da mahzuf olur. İfadenin takdirî de: "Muhakkak Allah onu iptal edecektir" şeklindedir. Bununla birlikte;"Sihir" kelimesinin mastar olarak nasb okunması da mümkündür, " Sizin yaptığınız bir sihirdir" takdirinde olup, daha sonra fazladan bu kelimenin başına "elif" ile "lâm" getirilmiştir. Bu takdire göre ise, "fe"nin hazfine ihtiyaç yoktur, en-Nehhâs da bu görüşü tercih etmiş ve şöyle demiştir: Şartın cevabının başındaki "fe"nin hazfedil meşini ancak şiir zarureti dolayısıyla olması müstesna, nahivcilerin çoğu uygun kabul etmezler. Şairin şu mısraında olduğu gibi: "Her kim iyilikler işlerse, Allah da onların karşılığını verecektir." Hatta kimi nahivciler şöyle demektedir: "Fe" harfinin hazfedilmesi hiçbir şekilde câiz değildir. Ben, Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: Bana Muhammed b. Yezid anlattı, dedi ki: Bana el-Mâzinî anlattı, dedi ki; ben el-Esmaî'yi Şöyle derken dinledim: Bu beyiti nahivciler değişikliğe uğratmışlardır. Aslında bu beyitin rivâyeti: "Her kim hayır yaparsa, Rahmân olan Allah onu mükâfatlandırır" şeklindedir. Ali b. Süleyman'ı da şöyle derken dinledim: Şartın cevabının başındaki "fe" harfinin hazfedilmesi caizdir. Buna delil de yüce Allah'ın şu âyetleridir: "Size isabet eden her musibet ellerinizle kazandıklarınız sebebi iledir" (eş-Şûrâ, 42/30) âyetinde yer alan; "Sebebiyle" diye başlayan cevap cümlesinin başındaki "fe" harfi olmaksızın; diye de okunmuş olup bu iki kıraat de bilinen meşhur iki kıraattir. "Elbette Allah, o bozguncularla İşini düzeltmez" yani, onların sihir yapmalarını düzlüğe çıkarmaz. İbn Abbâs der ki: Her kim geceleyin yatağına çekildikten sonra şu: "Sizin bu yaptığınız sihirdir. Şüphesiz Allah, onu boşa çıkaracaktır. Elbette Allah o bozguncuların işini düzeltmez" âyetini okuyacak olursa, hiç bir sihirbazın hilesinin ona zararı olmaz. Büyülenmiş bir kimsenin üzerine yazılacak olursa da mutlaka Allah, o kimseden sinirin şerrini defeder. 82Allah kelimeleriyle hakkı ortaya koyup gerçekleştirecektir. Günahkârların hoşuna gitmese de. "Allah kelimeleriyle" âyeti, hüccetleri ve belgeleriyle; gerçek kullarına yardım vaadleriyle diye de açıklanmıştır. "Hakkı ortaya koyup" beyan edip açıklayıp "gerçekleştirecektir." Fir'avun hanedanından olan "günahkârların hoşuna gitmese de." 83Mûsa'ya, kavminden bir takım gençler dışında kimse Îman etmedi. Bunlar, Fir'avunun ve ileri gelenlerinin kendilerini fitneye düşürmelerinden korkuyorlardı. Çünkü Fir'avun yeryüzünde gerçekten yücelik taslayan bir kişi idi. Ve o, gerçekten haddi aşanlardandı. "Mûsa'ya kavminden bir takım gençler dışında kimse îman etmedi" âyetindeki "Kavminden"deki "ne" zamiri Mûsa'ya aittir. Mücahid dedi ki: Yani, onun kavminden hiç kimse îman etmedi. Ona, ancak Mûsa'nın kendilerine peygamber olarak gönderildiği İsrailoğullarının çocukları îman etti. Aradan geçen uzun zaman süresi içerisinde ilk muhataplar olan babalar ölüp gitmiş, geriye çocukları kalmış, onlar da îman etmişti. Taberî'nin tercih ettiği görüş de budur. Zürriyet (mealde; gençler), insanın soyundan gelenlerdir. Bazan bunlar çoğalabilirler. Şöyle de denilmiştir: Zürriyet'ten kast, İsrailoğullarından îman edenlerdir. İbn Abbâs da der ki: Sayılan altıyüzbin kişi idi. Şöyle ki: Yakub (aleyhisselâm) yetmiş iki kişi ile birlikte Mısır'a girmişti. Bunlar çoğalarak sonunda altıyüzbin kişi oldular. Yine İbn Abbâs der ki: "Kavminden" âyetinden kasıt, Fir'avun'un kavmidir. Nitekim, Fir'avun hanedanından Îman eden kişi, Fir'avun'un hazinadarı, onun hanımı, kızı Mâşita ve hazinedarının hanımı bu îman edenler arasındadır. Bunların babaları Kıptîlerden, anneleri İsrailoğullarından bir takım kimseler oldukları da söylenmiştir. İşte bundan dolayı Yemen ve Arap topraklarında dünyaya gelen Farsların çocuklarına "ebnâ" denildiği gibi, bunlara da "zürriyet" ismi verilmişti. Bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır. Buna göre "kavminden" ifadesindeki zamir, anneler yoluyla akrabalık sebebiyle Mûsa'ya ve eğer bunlar Kıptîlerden iseler, Fir'avun'a racidir. "Bunlar, Fir'avun'un ve ileri gelenlerinin kendilerini fitneye düşürmelerinden korkuyorlardı." Fir'avun'dan korkmalarının sebebi, onların üzerinde oldukça zorbalıkla musallat oluşundan dolayı idi. Burada; "(Onların.) İleri gelenlerinin" denilerek "onun ileri gelenleri (melei)" denilmeyişinin sebebi ile ilgili olarak altı çeşit cevap verilmiştir: 1- Fir'avun, zorba bir kimse olduğundan dolayı ondan çok sayıda kimselerin yaptıkları iş gibi haber verilmiştir. 2- Fir'avun, söz konusu edildiğinde, beraberinde başkalarının da olduğu bilinir. O bakımdan zamir hem Fir'avun'a hem de onun beraberindekilere aittir. Bu, el-Ferrâ''nın konu ile ilgili iki görüşünden birisidir. 3- Fir'avun adının topluluk hakkında da kullanılması. Semûd gibi. 4- İfadenin takdirinin şöyle olması: Fir'avun hanedanından korkuyorlardı... O takdirde bu, "o kasabaya sor" (Yusuf, 12/82) âyetinde ve benzerlerinde olduğu gibi muzafın hazfedilmesi tütündendir. Bu da el-Ferrâ''nın ikinci görüşüdür. Sîbeveyh ve el-Halil'in görüşüne göre ise böyle bir cevap yanlıştır. Çünkü onlara göre; Hind'in kölesini kastederek; "Hind kalktı" demek mümkün değildir. 5- el-Ahfeş Said'in görüşü; buradaki zamirin zürriyete ait olduğu şeklindedir. Yani, o gençlerin ileri gelenlerinin (kendilerini fitneye düşürmelerinden korkuyorlardı) demek olur ki, Taberî'nin tercihi de budur. 6-Zamirin "Mûsa'nın kavmi"ne ait olması. (Yani, Mûsa'nın kavminden îman eden birtakım gençler, kavimlerinin ileri gelenlerinin kendilerini fitneye düşürmelerinden korkuyorlardı, demek olur.) en-Nehhâs der ki: Bu cevap sanki bunların en beliğ olanları gibidir. "Kendilerini fitneye düşürmesinden" fiilindeki zamirin tekil gelmesi, Fir'avun'un durumunu haber vermek üzere tekil gelmiştir. Yani Fir'avun, uyguladığı cezalarla onları dinlerinden döndürmeye çalışırdı. Ve aynı zamanda bu, bedeli istimal olarak cer mahaîlindedir. Bununla birlikte; "Korku..." ile nasb mahallinde olması da mümkündür, "Fir'avun" kelimesinin munsarıf olmayışı hem Arapça olmayan bir isim oluşundan, hem de marife (özel isim) oluşundan dolayıdır. "Çünkü Fir'avun yeryüzünde gerçekten yücelik taslayan azgın ve mütekebbir bir kişi idi. Ve o, gerçekten haddi aşanlardandı." Küfürde oldukça ileri gidenlerdendi. Çünkü Fir'avun, bir kul iken rububiyet iddiasında bulunmuştu. 84Mûsa: "Ey kavmim! Eğer siz Allah'a Îman etmiş ve O'na teslim olmuşsanız, artık O'na güvenip dayanın" dedi. "Mûsa: Ey kavmim, eğer siz Allah'a îman etmiş" yani, Onu tasdik etmiş "ve O'na teslim olmuşsanız" burada şartı te'kid için tekrarlamıştır, "artık O'na güvenip dayanın" yalnız O'na itimad edin "dedi." Böylelikle imanın kemalinin işi tamamiyle Allah'a havale etmekle mümkün olacağını beyan etmektedir. 85Onlar da şöyle dediler: "Biz yalnız Allah'a güvenip dayandık. Ey Rabbimiz! Bizi o zâlimler topluluğunun fitnesine uğratma!" "Onlar da şöyle dediler: Biz yalnız Allah'a güvenip dayandık" işlerimizi O'na havale edip teslim ettik. O'nun kaza ve kaderine razı olduk ve O'nun emrine boyun eğdik. "Ey Rabbimiz, bizi o zâlimler topluluğunun fitnesine uğratma" yani, onları bize muzaffer kılma. Çünkü, o takdirde bu, bizim dinimiz dolayısıyla fitneye (azap ve işkenceye) uğramamıza sebep olacaktır. Ya da onlar aracılığıyla bizleri azap etmek suretiyle imtihan etme. Mücahid der ki: Düşmanlarımızın eliyle bizi helâk etme ve senin tarafından gelecek bir azap ile bizi azaplandırma, anlamındadır. O takdirde düşmanlarımız da: Eğer bunlar hak üzere olsalardı, biz onlara musallat edilmezdik, derler ve böylelikle onlar fitneye düşerler. Ebû Miclez ve Ebû'd-Duhâ derler ki: Sen, onları bize karşı muzaffer kılma. O takdirde kendilerinin bizden hayırlı oldukları kanaatine kapılacaklar ve azgınlıklarını daha da artıracaklardır. 86"Ve rahmetinle bizi o kâfirler topluluğundan kurtar." "Ve rahmetinle bizi o kâfirler topluluğundan" Fir'avundan ve onun kavminden "kurtar." Kurtuluşumuzu böylelikle gerçekleştir. Çünkü, Fir'avun ve kavmi, İsrailoğullarını ağır işleri yerine getirmekle yükümlü tutuyorlardı. 87Mûsa'ya ve kardeşine söyle vahyettik: "Mısır'da kavminize evler hazırlayın, o evlerinizi namazgah yapın ve namazı dosdoğru kılın. (Ey Mûsa) mü’minleri de müjdele!" Yüce Allah'ın: "Mûsa'ya ve kardeşine şöyle vahyettik: Mısır'da kavminize evler hazırlayın" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: "Mûsa'ya ve kardeşine şöyle vahyettik: Mısır'da kavminize evler hazırlayın" evler edinin demektir. Bu anlamda; " Zeyd'i bir yerde yerleştirdim" şeklinde kullanıldığı gibi; diye de kullanılır. (......) ise, yerleşilen ve orada devamlı kalınan yer demektir. Allah onu bir yere yerleştirdi, ifadesi de buradan gelmektedir. Yani, onu o yere yerleştirdi, iskan ettirdi anlamındadır. "Bana kasten yalan uyduran kimse cehennemde oturacağı yeri fiilen yerleşmiş bellesin” Bu hadisin kaynaklarda geçtiği yerlerin bazıları: Buhârî, İlim 38, Enbiyâ 50, Edeb 109; Müslim, Zühd 72; Ebû Dâvûd, İlim 4; Tirmizî, Fiten 70; İbn Mâce, Mukaddime 4; Dârimî, Mukaddime 25, 46... hadisindeki ("yerleşmiş bellesin" anlamı verilen) kelime de buradan gelmektedir. Şair recez vezninde şöyle demektedir: "Biz, Adnanoğullarıyız, hiç şüphesiz Şeref aramızda yer etmiştir ve hükümdarlık da." Bu âyet-i kerimede Mısır'dan kasıt, Mücahid'in görüşüne göre İskenderiye şehridir. Dahhâk ise şöyle demiştir: Bundan kasıt, Mısır diye adlandırılan şehirdir. Mısır ise, deniz ile Asuvan arasındaki bölgenin adıdır. İskenderiye de Mısır topraklarının bir parçasıdır. 2. İsrailoğullarının Evlerini Namazgah Edinmeleri ve Nafile Namazlar: Yüce Allah'ın: "O evlerinizi namazgah yapın" âyeti ile ilgili olarak, müfessirlerin çoğunluğu şöyle demişlerdir: İsrailoğulları, ancak kendi mescid ve mabedlerinde namaz kılarlardı. Mescidleri de açıkça ortalıkta görülüyordu. Hazret-i Mûsa peygamber olarak gönderilince, Fir'avun emir vererek İsrailoğullarının bütün mescidleri tahrip edildi ve namaz kılmaları yasaklandı. Yüce Allah da Hazret-i Mûsa ve Hazret-i Harun'a, İsrailoğullarına Mısır'da bir takım evler yani mescidler seçip edinin diye emir verdi. Yoksa bununla mesken olarak kullandıkları evleri kastetmemektedir. İbrahim, İbn Zeyd, er-Rabi', Ebû Malik, İbn Abbâs ve diğerlerinin görüşü budur. İbn Abbâs ve Saîd b. Cübeyr'den rivâyete göre de mana şudur: Sizler, evlerinizi birbirlerine bakacak şekilde karşılıklı yapınız. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Yani, mescidlerinizı kıbleye dönük yapınız, demektir. Kıble, denildiğine göre Beytü'l-Makdis'tir. Beytü'l-Makdis bugüne kadar yahudilerin kıblesidir. Bu açıklamayı İbn Bahr yapmıştır. Kıblelerinin Kabe olduğu da söylenmiştir. İbn Abbâs'tan şöyle dediği nakledilmektedir: Kabe, Mûsa ve beraberindekilerin kıblesi idi. İşte bu, namazda kıbleye dönmenin, Hazret-i Mûsa'nın da şeriatının bir hükmü olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda bu namaz için taharet, setr-i avret ve kıbleye dönmek de şart idi. Çünkü bunların şart olması, mükelleflerin daha ileri derecede olmasını ve ibadetin daha kapsamlı bir halde yapılmasını gerektirir. Burada maksadın, güvenlik duymanız için evlerinizde gizlice namaz kılın, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu da, Fir'avun'un kendilerini korkutması sırasında olmuştu. Onlar, sabretmek, evlerini mescidler edinmek ve böylece de namazı kılmakla emrolundular. Allah'ın vaadi gerçekleşinceye kadar dua etmeleri de istendi. İşte yüce Allah'ın: "Mûsa kavmine: Allah'tan yardım dileyin ve sabredin..."(el-A'raf, 7/128) âyetinde kastedilen de budur. Güvenlik içinde oldukları sürece ancak mabed ve havralarında namaz kılmaları dini inançlarının bir gereği idi. Ancak, tehlikelerden korunmaları halinde evlerinde namaz kılmalarına İzin verildi. İbnü'l-Arabî der ki: Birincisi, iki görüşün daha kuvvetli olanıdır. Çünkü ikincisi sadece bir iddiadır. Derim ki: İbnül-Arabi'nin "İkinci görüşün bir iddia olduğu" şeklindeki görüşü doğrudur. Çünkü sahih hadiste Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Yeryüzü bana hem mescid, hem de (teyemmüm ile) temizlenme aracı kılındı" diye buyurduğu sabittir. Buhârî, Teyemmüm 1, Salât 56, Ğusl 26; Müslim, Mesâcid 3; Nesâî, Ğusl 26; Dârimî, Salât 111, Siyer 28; Müsned, III, 304. Bu ise, diğer peygamberler arasında Hazret-i Peygamber'e özel olarak verilen hususlardandır. Biz de yüce Allah'a hamd olsun, mescidlerde de namaz kılabiliyoruz, evlerde de. Namaz vakti nerede girerse orada kılarız. Şu kadar var ki, nafile namazların evlerde kılınması mescidlerde kılınmasından daha faziletlidir. Hatta Cuma namazından önce kılanan ve sonra kılınan namazlar da böyledir. Farz namazlardan önce ve sonra kılınan (radıyallahü anhvâtib sünnetler) da böyledir. Çünkü, nafile namazlarda riyakârlık sözkonusu olabilir. Farz namazlarda ise riyakârlık husule gelmez. Bir amel riyadan ne kadar arınabilirse, elbette şanı yüce Allah nezdinde daha ağır basar ve Allah'a daha çok yaklaştıncıdır. Müslim, Abdullah b. Şakik'den şöyle dediğini rivâyet eder: Ben, Âişe'ye, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kıldığı nafile namazları hakkında sordum, şöyle buyurdu: "Evimde öğle namazından önce dört rek'at kılardı. Sonra çıkar, cemaate namaz kıldırırdı. Sonra (evime) girer, iki rek'at namaz kılardı. Cemaate akşam namazını kıldırdıktan sonra (eve) girer, iki rek'at kılardı. Sonra, cemaate yatsıyı kıldırır ve (arkasından) evime girer ve iki rek'at namaz kılardı..." Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 105; Ebû Dâvûd, Tatavvu' 1; Tirmizî, Salât 208 (Ebû Seleme'den, Âişe'den); Müsned, VI, 30. Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 105; Ebû Dâvûd, Tatavvu' 1; Tirmizî, Salât 208 (Ebû Seleme'den, Âişe'den); Müsned, VI, 30. İbn Ömer'den de şöyle dediği nakledilmektedir: Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İle birlikte öğle namazından önce iki, ondan sonrasında da iki, akşam namazından sonra da iki rek'at kıldım. Akşam, Yatsı ve Cuma namazlarına gelince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte evinde kıldım. Buhârî, Teheccüd 25; Müslim, Salatu'l-Müsafirm 104. Ebû Dâvûd da Ka'b b. Ucre'den rivâyet ettiğine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Eşheloğulları mescidine varmış ve orada akşam namazını kıldıktan sonra namazlarını bitirdiklerini görünce, namazdan sonra onların yine namaz kıldıklarını görünce, bu sefer: "Bu kıldığınız namazlar evlerin namazlarıdır (evlerde kılınması gerekir)" diye Ebû Dâvûd, Tatavvu' 15. buyurmuştur. Bu kabilden olmak üzere ilim adamları Ramazanda kılınan teravih hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Acaba teravih namazının evde kılınması mı daha faziletlidir, mescidde kılınması mı? Malik, gücü yeten kimse için teravihin evde kılınmasının daha faziletli olduğu görüşündedir, Ebû Yûsuf ile Şâfiî mezhebine mensup kimi ilim adamı bu görüştedir. İbn Abdilhakem, Ahmed, Şâfiî mezhebine mensup diğer bazı ilim adamları ise, teravihin cemaatle kılınmasının daha faziletli olduğu görüşündedirler. el-Leys der ki: İnsanlar, teravihi hep evlerinde kılsalar ve hiç bir kimse mescidde kılmayacak olursa, bunun için mescide çıkmaları gerekmez. Malik'in ve onun görüşünü kabul edenlerin lehine delil, Hazret-i Peygamber'in Zeyd b. Sabit yoluyla rivâyet edilen hadisindeki şu âyetidir: "Evlerinizde namaz kılmaya bakınız. Çünkü, farz namaz müstesna, kişinin kıldığı en hayırlı namaz, evindeki namazdır." Bu hadisi Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Ezan 81, İtisâın 3; Müslim, Salâtul-Müsâfirîn 213; İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 186; Muvatta’, Salatul-Cemaa 4; Müsned, V, 182. Muhalif kanaate sahip olanlar ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in teravih namazını mescidde kıldırmış olduğunu ve daha sonra ise, bu namaza devam etmekten kendisini alıkoyanın, bu namazın kendilerine farz kılınması korkusu olduğunu söylediğini Buhâri, Ezan 81, İ'tisâm 3; Müsned, V, 182: Muvatta’, es-Salâtu fi Ramadân 1. belirtirler. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber onlara: "Evlerinizde namaz kılmaya bakınız" diye buyurmuştur. Diğer taraftan ashab-ı kiram, ayrıca dağınık bir şekilde teravih namazını mescidlerde kılıyorlardı, Nihayet Hazret-i Ömer, bu dağınık cemaatleri tek bir İmâm ile birlikte kılmak üzere bir araya getirdi, Buhârî, Salatu'l-Teravih 1; Muvattâ, es-Salâtu Fi Ramadân 3. böylelikle iş bu şekilde karar kıldı ve sünnet olarak böylece sabit oldu. 4. Tehlikeden Korkan Kimse Cemaate Gitmemekte Mazur Görülebilir mi?: Eğer bizler, İsrailoğullarının kendilerine gelebilecek tehlikelerden korkmaları üzerine evlerinde namaz kılmalarının mubah kılındığı görüşünü kabul edecek olursak, bu şuna delil gösterilebilir: Korku ve buna benzer mazeretleri bulunan bir kimsenin cemaate katılmayı, Cuma namazlarına gitmeyi terk etmesi caizdir, Bu şekilde katılmayışı kendisine mubah kılan mazereti ise, cemaate katılmasını engelleyen hastalık, yahut ileri derecedeki korku, ya da aleyhinde mahkeme hükmü gereğince alınması gereken bir hak bulunmaksızın, zalim yöneticinin ondan mal veya bedeni ile kendisine zulmedeceğinden korkan kimsenin hali de bu tür mazeretler arasındadır. Çamurla birlikte aşın yağmur kesilmeyecek olursa, o da bir özürdür. Ölümü yaklaştığı görülen yakın bir arkadaşının eğer bakacak kimsesi bulunmuyorsa, bu da cemaate katılmamak için bir özürdür. Nitekim İbn Ömer böyle yapmıştır. Yüce Allah'ın: "Mü’minleri de müjdele" âyetinde, hitabın Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yönelik olduğu söylendiği gibi, Mûsa (aleyhisselâm.)'a yönelik olduğu da söylenmiştir, daha kuvvetli olan görüş budur. Yani, ey Mûsa! İsrailoğullarına, Allah'ın kendilerini, düşmanlarına karşı muzaffer kılacağına dair müjde ver! 88Mûsa: Rabbimiz dedi, gerçekten sen, Fir'avun ve ileri gelenlerine dünya hayatında bir zînet ve mallar verdin. Rabbimiz, senin yolundan saptırsınlar diye (mi)? Rabbimiz, mallarını yok et, kalplerini mühürle! Çünkü, onlar can yakıcı azâbı görmedikçe îman etmeyeceklerdir." Yüce Allah'ın: "Mûsa, Rabbimiz dedi, gerçekten sen, Fir'avun ve İleri gelenlerine dünya hayatında bir zînet ve mallar verdin." Yani, dünya malını çokça verdin, Mısır'daki Fustat'tan itibaren Habeşistan'a kadar uzanan bölgede altın, gümüş, zeberced, zümrüt ve yakut madenlerinin bulunduğu pek çok dağlar, onların egemenlik alanları içerisindeydi. Yüce Allah'ın: "Rabbimiz, senin yolundan saptırsınlar diye (mi)?" âyetindeki "Sapsınlar diye" kelimesindeki "lâm" harfi ile ilgili olarak farklı görüşler vardır: Bu husustaki en sahih görüş -ki, el-Halil ve Sîbeveyh'in görüşüdür- sonuç ve nihayette varılacak nokta (akibet ve sayrüret) "lâm"ı olduğu görüşüdür. Rivâyette şöyle denilmektedir: Yüce Allah'ın her gün şöyle seslenen bir meleği vardır: "Sonunda ölmek için doğunuz, sonunda yıkılsın diye bina ediniz." Beykakî, Şuabu'l-îman, VII, 396. Yani, onların sonunda varacaktan nokta, sapıklık olduğundan ötürü, o mal kendilerine âdeta sapıp (başkalarını da saptırsınlar) diye verilmiş gibi olur. Bunun, "lâm-ı key" olduğu da söylenmiştir. Yani sen, bu malı onlara sapsınlar, azgınlık etsinler ve büyüklensinler diye verdin. Bir diğer görüşe göre bu, "ecl" (sebeplilik) "lâm"ıdır. Yani sen, onlara bu malları senden yüz çevirdikleri için verdin. O bakımdan, senin onlardan yüz çevirmenden korkmamaktadırlar. Bir kesim de anlamın şöyle olduğunu iddia etmiştir: "Sen, bu malı onlara sapmasınlar diye verdin." Burada yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi; olumsuzluk edatı hazfedilmiştir: "Yanılırsınız diye Allah size açıklıyor" (en-Nisa, 4/176) anlamı ise... yanılmayasınız diye... şeklindedir. en-Nehhâs der ki: Zahiren bu cevap güzeldir. Fakat Araplar bu olumsuzluk edatını ancak fiile mastar manasını veren ile birlikte kullanılması halinde hazfederler. Bu şekilde cevap veren kimse, yüce Allah'ın bu âyetini örnek göstermekle yanlışlık etmiştir. Buradaki "lâm" harfinin dua için olduğu da söylenmiştir. Yani, sen onları yolundan sapmaları ile imtihan et, belaya uğrat. Çünkü, bundan sonra: "Rabbimiz, mallarını yok et, kalplerini mühürle" diye buyurulmaktadır. Bir diğer görüşe göre fiil mastar manasınadır. Yani, onlar saptırmalarını yapssnlar diye... anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Onlardan yüz çevirmeniz için..." (et-Tevbe, 9/95) âyetinde olduğu gibi. Kûfeliler İse, "ye" harfini ötreli olarak; "Saptırsınlar diye" şeklinde, "Saptırmak" mastarından gelen bir fiil olarak; diğerleri ise, "sapsınlar" anlamına gelecek şekilde üstün ile okumuşlardır. "Rabbimiz, mallarını yok et" yani, mallarını yok etmek suretiyle küfürlerinin cezasını onlara ver. ez-Zeccâc der ki: "Bir şeyi yok etmek, onu gerçek şeklinden farklı hale getirmek, gidermek" demektir. İbn Abbâs ve Muhammed b. Ka'b derler ki: Malları (altınları) ve dirhemleri (gümüşleri) sağlam para imiş gibi gerçek şekillerinde bütün, üçte bir ve yarım birimler halinde ve para şeklinde darbedilmiş olarak taşlara dönüştürüldü, Bu şekilde Allah'ın yok etmediği, başka sekile dönüştürmediği hiç bir madenleri kalmadı. Ondan sonra da hiç kimse bu madenlerden yararlanamadı. Katade der ki: Bize ulaştığına göre malları da, ekinleri de taş kesildi. Mücahid ve Atiyye der ki: Allah onların mallarını yok etti ve görülmez oldular. Mesela, "Yere çekilmiş pınar" denildiği gibi bir yerin izi kalmayıp tamamıyla yok olduğunu ifade etmek için de; denilir, İbn Zeyd de der ki: Dinarları, dirhemleri, ev eşyaları ve sahip oldukları her şey taş kesildi. Muhammed b. Ka'b der ki: Bir kimse hanımı ile yatağında iken taş oluverirdi. Yine der ki: Ömer b. Abdulaziz bana bu hususu sordu da ben bunu ona naklettim. Bunun üzerine Mısır'da böyle bir musibete uğramış bir malın getirilmesini emretti. O çuvalın içerisinden meyve, dirhem ve dinarları taşlaşmış olarak çıkardı. es-Süddî der ki: Bu, Hazret-i Mûsa'ya verilmiş dokuz mucizeden birisi idi. Hazret-i Peygamber'e kadar sağlam bir senetle ulaşmayan bu gibi haberlerin sıhhat derecesi belli değildir. Esasen bu gibi teferruatın bu ilSlıî âyetlerin anlaşılmasına bir katkısının olduğu'da söylenemez. "Kalplerini mühürle!" İbn Abbâs der ki: Yani, onların îman etmelerini engelle! Bir diğer açıklamaya göre, kalplerini katılaştır ve mühürle ki, îman edecek şekilde onlara genişlik gelmesin. Her ikisinin de anlamı birdir. "Çünkü onlar... îman etmeyeceklerdir." Bu âyetin, "saptırsınlar diye" âyetine atfedildiği söylenmiştir. Yani sen, onlara bu nimetleri saptırsınlar ve îman etmesinler diye mi verdin? Bu açıklamayı ez-Zeccâc ve el-Müberred yapmıştır. Bu görüşe göre burada (bed')dua anlamı yoktur. Buna karşılık "Rabbimiz... yok et... mühürle" duaları mutariza (ara) cümlesidir. el-Ferrâ', el-Kisaî ve Ebû Ubeyde ise der ki: Bu da bir (bed)dua cümlesidir ve onlara göre bu cümle de mahallen meczumdur. Yani, "Allah'ım, îman etmesinler!" demek olur. el-A'şâ'nın şu beyiti de bu kabildendir: "Birbirine yaklaşan o iki gözünün arası bir türlü açılmasın (sıkıntıdan kurtulamayasın) Ve benimle ancak burnun yere sürtülmüş olarak karşılaşasın." Buna karşılık "sapsınlar" anlamındaki ifadenin (bed)dua olduğunu -yani, sen onları sapıklıkla imtihan et anlamında olduğunu- söyleyenler şöyle derler: Buna göre "îman etmeyeceklerdir (etmesinler)" anlamındaki cümle de buna atfedilmiştir. Bir diğer görüşe göre bu cümle emrin cevabı olduğundan dolayı nasb mahallindedir. Yani sen onların kalplerini mühürle! Çünkü onlar îman etmeyeceklerdir. Bu da el-Ahteş ve yine el-Ferrâ''nın görüşüdür. el-Ferrâ' şu beyiti de nakleder: "Ey Devem, geniş adımlarla ve hızlıca yürü Süleyman (b. Abdülmelik)'a doğru ki, (vereceği bağışlarla) rahat edip dinlenelim." Buna göre "nun" harfinin hazfedilmesi nasb mahallinde oluşundan dolayıdır. "Can yakıcı azâbı görmedikçe" ile ilgili olarak, İbn Abbâs bu azâbın suda boğulmak olduğunu söylemektedir. Kimileri bu âyet-i kerimenin müşkil olduğunu kabul ederek şöyle der: Hazret-i Mûsa nasıl olur da onlara beddua eder? Halbuki peygamberler kavimlerinin îman etmelerini sağlamakla görevliydiler. Buna şöyle cevap verilmiştir: Yüce Allah'ın İzniyle olmadıkça ve artık aralarında îman edecek kimsenin olmadığı, sulblerinden de îman edecek kimsenin gelmeyeceği bildirilmedikçe beddua etmesi câiz değildir. Buna delil de yüce Allah'ın: Nûh (aleyhisselâm)'a söylediği şu âyetlerdir: "Nûh'a şöyle vahyolundu: Kavminden daha evvel îman etmiş olanlardan başkası asla îman etmeyecektir." (Hûd, 11/36) Bunun üzerine Hazret-i Nûh, kavmi hakkında şöyle beddua etmişti: "Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden dönüp dolaşan bir kimse bırakma." (Nûh, 71/26) Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 89Buyurdu ki: "ikinizin de duası kabul olundu. O halde dosdoğru yürümeye devam edin, sakın bilmezlerin yoluna uymayın!" Yüce Allah'ın: "Buyurdu ki: İkinizin de duası kabul olundu" âyeti ile ilgili olarak Ebû'l-Âl-iyye şöyle demektedir: Mûsa dua etti, Harun da âmin dedi. Böylelikle Hazret-i Mûsa'nın yaptığı duaya amin diyen Hazret-i Harun'dan da, "dua eden kişi" olarak sözedilmiştir. Yapılan duaya amin demek de bir duadır. Rabbim, benim duamı kabul buyur, demektir. Hazret-i Harun'un da Hazret-i Mûsa ile birlikte dua ettiği de söylenmiştir. Meânî (el-Kur'âni)ye dair eser yazanlar derler ki: Arapların, tek kişiye iki kişi imiş gibi hitap ettikleri de olur. Şair der ki: "Arkadaşlarıma dedim ki: Onu kökten koparmakta bizi Aceleye getirmeyiniz (bunun yerine) yavşan otu topla." Bu açıklama ise, "âmin" demenin bir dua olmadığı ve Harun'un da dua etmediği görüşüne göredir. en-Nehhâs der ki: Ben, Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: Her ikisinin de dua ettiklerinin delili, Hazret-i Mûsa'nın "Rabbiniz" demesi ve sadece "Rabbim" dememesidir. Ali ve es-Sülemî, "Dualarınız" diye duanın çoğulu ile okumuşlardır. İbnü'l-Semeyka' ise, yüce Allah'ın zatından haber vermesi şeklinde; "(.........): İkinizin de duasını kabul ettim" okumuş ve dolayısıyla "dua" kelimesini de mansub okumuştur. Fâtiha Sûresi'nin sonlarında "âmin" demekle ilgili yeterli açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Amin, Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile, Hazret-i Harun ve Hazret-i Mûsa'ya özel olarak verilmiş özelliklerdendir. Rivâyete göre Enes b. Malik şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah benim ümmetime kendilerinden önce daha başka hiç bir kimseye vermediği üç şey vermiştir. Bunlar; cennetliklerin tahiyyesi (selamlaşma lâfzı) olan es-Selam (u aleykûm), melekler gibi saf saf dizilmek ve âmin demektir. Bundan tek istisna Mûsa ile Harun'un yaptıkları duaya amin demiş olmalarıdır." Bunu, Tirmizî el-Hakîm "Nevâdiru'l-Usul" adlı eserinde zikretmektedir. Fâtiha Sûresi'nde de (âmin bahsinde) geçmiş bulunmaktadır. "O halde dosdoğru yürümeye devam edin." el-Ferrâ' ve başkları derler ki: Bu, onların şimdiye kadar olduğu gibi, işleri üzere dosdoğru yürümelerine, Fir'avun ve kavmini îmana davet, etmek şeklindeki çağrılan üzerinde sebat etmelerine ve bunu dualarının kabul edileceği vakit gerçekleşinceye kadar sürdürmelerine dair bir emirdir. Muhammed b. Ali ve İbn Cüreyc de derler ki: Bu duanın kabulünden sonra Fir'avun ve kavmi kırk yıl kaldılar, sonra helâk edildiler. Buradaki "dosdoğru yürümeye devam edin" emrinin, bu dua üzere devam edin, anlamına geldiği de söylenmiştir. Dua üzere dosdoğru devam etmek ise, maksadın gerçekleşmesi hususunda aceleciliği terk etmektir. Aceleciliğin kalpten gitmesi, ancak ve ancak kalpte huzur ve sükûnun dosdoğru bir şekilde yerleşmesiyle mümkün olur. Böyle bir huzur ve sükûn (sekinet) ancak gaypten hasıl olan her şeye güzel bir şekilde razı olmakla gerçekleşir. "Sakın bilmezlerin yoluna uymayın" âyetindeki "sakın uymayın" anlamına gelen; kelimesinin sonundaki "nun", nehiy olarak cezm mahallinde "nun" harfi şeddeli okunur. İkinci "nun" ise, te'kid içindir. İki sakin bir araya geldiğinden dolayı "nun" hareke almıştır, bu harekenin esre olması ise, bu "nun"un tesniye "nun"unu andırmasından dolayıdır. İbn Zekvân nefîy olarak "nun"u şeddesiz okumuştur. Bunun "dosdoğru yürüyün" emrinden hal olduğu da söylenmiştir. Yani, bilmeyenlerin yoluna uymaksızın dosdoğru yürüyün, demek olur. Âyet: Sizler, benim vadimin ve tehdidimin gerçek mahiyetini bilmeyen kimselerin yolunu izlemeyin, demektir. 90İsraîloğullarını denizden geçirdik. Hemen Fir'avun, askerleriyle beraber haddi aşarak ve zulmederek arkalarına düştü. Nihayet boğulacağı anda şöyle dedi: "İsrailoğullarının Îman ettikleri İlândan başka bir ilâh olmadığına İnandım. Ben de müslümanlardanım." Yüce Allah'ın: "İsrailoğullarını denizden geçirdik" âyeti ile ilgili açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde "Bir vakit sizin için denizi yarıp sizi kurtarmış..." (el-Bakara, 2/50) âyetini açıklarken geçmiş bulunmaktadır. el-Hasen: "Geçirdik" kelimesini şeklinde (cim'den sonra "elipsiz ve "vav" harfini şeddeli olarak) okumuştur ki, bunlar iki ayrı söyleyiştir. "Hemen Fir'avun askerleriyle beraber... arkalarına düştü." Bir kimse diğerine yetişip ona kavuştuğu zaman aynı anlamda olmak üzere; denilir. "Te" harfi şeddeli olmak üzere; ise, arkasından yol aldı, onu izledi demektir. El Esmaî der ki: "Ona yetişti" tabiri ona kavuşup varması halinde kullanılır. "Te" harfi şeddeli olarak okunursa, arkasından onu izledi, demek olup yetişmesi veya yetişmemesi gözönünde bulundurulmaz. Ebû Zeyd de böyle demiştir. Katade ise, bu kelimeyi şeklinde "te" harfini şeddeli olarak "onları izledi" anlamında okumuştur. şeklinde vasıl elifi ile; "belli bir işte ona uydu, anlamında olduğu söylenmiştir. şeklinder " hayır olsun şer olsun kat' "elifi ile; "arkasından (başkasını) gönderdi" anlamına gelir. Ebû Amr'ın görüşü budur. Bu iki kullanımın aynı manaya geldiği de söylenmiştir, Hazret-i Mûsa, İsrail oğulları ile birlikte -ki, sayıları altıyüz yirmibin idi- Mısır'ın dışına çıktılar. Fir'avun ise, sabah erkenden iki milyon altıyüz bin kişi ile birlikte Hazret-i Mûsa'nın arkasına düştü. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/50. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Haddi aşarak" kelimesi, hal olarak nasb edilmiştir. "Ve zulmederek" de ona atfedilmiştir. Yani, haddi aşan, zulmeden, haksızlık eder bir halde arkalarına düştü, demek olur. fiili tıpkı Gazaya gitti, gider fiili gibi, (sonu vav'lı)dır. el-Hasen ise, "ayn" ve "dal" harfini ötreli, "vav" harfini de şeddeli olarak; diye ve: Yükseldi, yükselir, fiilînin kullanılışı gibi okumuştur. Müfessirler derler ki: "Haddi aşarak" kelimesi, sözlerde haksız yere üstünlüğü sağlamak isteyerek; "Zulmederek" ise, davranışı ile bunu yapmak isteyerek... anlamındadır. Bu açıklamaya göre bu kelimeler mef'ûlün leh olarak nasb edilmişlerdir. "Nihayet boğulacağı anda" yani, boğulma noktasına vardığında "şöyle dedi; İsrailoğullarının îman ettikleri İlândan başka bir ilâhın olmadığına inandım" bunu tasdik ettim. Aslında demektir. Cer harfi hazfedildiğinden dolayı "inandım" fiili teaddi ederek "elif -nûn"un hemzesi nasbedilmiştir. Esreli olarak da okunmuştur. Yani, "ben îman ettim" İfadesinden sonra yeni bir cümle başlamış olur. (Anlamı da şöyle olur: Şuna inandım ki, İsrailoğullarının îman ettikleri İlahtan başka bir ilâh yoktur) Ebû Hatim ise, buradaki "demek"den türeyen fiilin hazfedildiğini iddia eder. Yani; "İnandım ve dedim ki: Şüphesiz..." takdirindedir. Böyle bir durumda imanın faydası olmaz. İlahi azâbın görülmesinden önce yapılan tevbe makbuldür. Ancak bundan sonra ve bu hal ile iç içe olduktan sonra yapılacak tevbe kabul edilmez. Nitekim Nisa Sûresi'nde (4/17 18. âyetler, 3. başlıkta) açıklaması önceden geçmişti. Denildiğine göre, Fir'avun siyah bir at üzerinde idi. Denize girmekten korktu. Fir'avun'un ordusunda kısrak bulunmuyordu. O bakımdan, Hazret-i Cebrâîl, Haman suretinde bir kısrak üzerinde geldi ve ona: İleri atıl dedi. Arkasından denize daldı. Fir'avun'un atı da bu kısrağın arkasından gitti. Mikâil ise arkalarından onları ileri doğru sürüklüyordu. Kimse onlardan geri kalmadı. Son fertleri de denize dalıp ilk baştakiler karaya çıkmak noktasına geldiklerinde, deniz üzerlerine kapandı. Boğucu sular Fir'avun'un ağzına kadar geldiğinde, "İsrailoğullarının da kendisine îman ettiğine ben de îman ettim" demekteyken, Hazret-i Cebrâîl onun ağzına denizin çamurlarını doldurdu. Tirmizî'nin İbn Abbâs'tan rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah Fir'avunu suda boğduğu sırada o: İsrailoğullarının kendisine îman ettiğinden başka bir ilâh olmadığına îman ettim, dedi. Cebrâîl dedi ki; Ey Muhammed! Ben, rahmetin ona yetişeceği korkusuyla denizin çamurundan alıp da onun ağzına nasıl koyduğumu bir görseydin." Ebû Îsa et-Tirmizî dedi ki: Bu, hasen bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 10. sûre 4; Müsned, I, 245, 309. Dilcilerin açıklamasına göre: "Denizin çamuru, denizin dibinde bulunan siyah çamur" demektir. Yine İbn Abbâs'ın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivâyetine göre, Hazret-i Peygamber şunu zikretmiştir: "Fir'avun'un lâ ilahe illallah demesi ve Allah'ın ona rahmet etmesi korkusu ile Cebrâîl Fir'avun'un ağzına çamur doldurmaya başladı..." (Tirmizî) dedi ki: Bu, hasen, garip, sahih bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 10. sûre 5: Müsned, I, 240, 340. Tirmizî, Tefsir 10. sûre 5: Müsned, I, 240, 340. Avn b. Abdullah dedi ki: Bana ulaştığına göre Cebrâîl, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle dedi: İblis, benim Fir'avundan daha çok nefret ettiğim bir kimseyi doğurmuş değildir. Çünkü, o boğulmaya yaklaştığında, "inandım" dedi. Ben de, onun bunu söyleyerek merhamete nail olacağından korktum, o bakımdan bir miktar toprak veya çamur alıp ağzına doldurdum. Şöyle de açıklanmıştır: Ona bu şekilde davranılmasının sebebi, yaptıklarının büyüklüğüne ceza olsun diyedir. Ka'b el-Ahbâr da der ki: Allah Fir'avun döneminde Mısır'daki Nil nehrinin akmasını durdurdu. Kiptiler ona: Sen bizim rabbimiz isen haydi bizim için suyu akıt, dediler. Bunun üzerine Fir'avun atına bindi. Bütün kumandanlarına da ayrı ayrı binmelerini emretti. Kumandanları da derecelerine göre yerlerini alıp durdular. Kendisi görünmeyecek bir yere kadar gittikten sonra bineğinden indi. Başka elbiseler giyindi, secdeye varıp yüce Allah'a yalvarıp yakardı. Allah da Nil nehrini akıttı. Bu sefer Fir'avun, henüz yalnızken Hazret-i Cebrâîl, görüş soran bir kişi kılığında yanına vardı ve şöyle dedi: Bir kimsenin nimetinde yetişip büyüyen ve kendisinden başka hiçbir kimsesi bulunmayan bir kölesi varsa ve bu köle efendisinin nimetlerine karşı nankörlük edip hakkını tanıma, ondan ayrı ve ona karşı efendilik iddiasında bulunursa, böyle birisinin hükmü nedir, emir bu konuda ne der? Bu sefer, Fir'avun ona şunu yazdı; Ebû'l-Abbas el-Velid b. Mus'ab b. er-Reyyân der ki: Böyle birisinin cezası, denizde suda boğulmasıdır. Hazret-i Cebrâîl, onun bu yazısını aldı, gitti, Fir'avun boğulacak noktaya gelince, Cebrâîl (aleyhisselâm) ona el yazısıyla yazdığı bu hükmü uzattı. Bu açıklamalar daha önce el-Bakara Sürçsi'nde (2/50. âyetin tefsirinde) Abdullah b. Amr b. el-Âs ile İbn Abbâs'tan senedi ile nakledilmiş idi. Bu olay, yine el-Bakara Sûresi'nde açıklandığı üzere, Aşure gününde cereyan etmişti. Burada tekrarlamanın bir anlamı yoktur. "Ben de müslümanlardanım" yani, emre uymak ve itaat etmek suretiyle teslimiyet arzeden ve Allah'ı tevhid edenlerdenim. 91Şimdi mi? Halbuki bundan önce sen İsyan etmiş ve fesatçılardan olmuştun. Bu âyetin, yüce Allah'ın sözü olduğu söylendiği gibi, Cebrâîl'in Fir'avun'a söylediği sözdür, Mikail'in söylediği sözdür, yahut da onların dışında melekler tarafından söylenen bir sözdür, de denilmiştir. Fir'avun'un kendi kendisine söylediği sözü olduğu da söylenmiştir. O bunu, diliyle söylememişti de bu kanaat, kalbinden geçmiş ve bunu kendi kendisine söylemişti. Ancak, o bu sözünü pişmanlığın fayda vermeyeceği bir sırada içinden geçirmişti. Yüce Allah'ın: "Biz size ancak Allah'ın rızası için yediriyoruz" (el-İnsan, 76/9) âyeti buna benzemektedir. Yüce Allah, onlar sözlü olarak bu sözleri söylediler diye değil, kalplerinden bunu geçirdiklerinden ötürü onlardan övgüyle söz etmiştir. Esasen gerçek anlamda söz, kalbin içinden geçirdiği sözdür. 92Bugün sadece senin bedenini kurtaracağız. Senden sonrakilere ibret olasın diye. İnsanların birçoğu, şüphesiz âyetlerimizden gafildirler. "Bugün sadece senin bedenini kurtaracağız." Yani, Biz seni yerin yüksekçe bir tarafına bırakacağız. Çünkü, İsrailoğulları Fir'avun'un suda boğulduğuna inanmayıp, o boğulmayacak kadar büyüktür, diyorlardı. Yüce Allah da onu gözleriyle görecekleri şekilde denizden yüksekçe bir toprak parçası üzerine bıraktı. Burada merhum müfessirimiz kontunuzla ilgisini kuramadığımız Evs b. Hacer'in yağan bir yağmuru anlatan bir beyitini kaydetmektedir. Bundan dolayı biz de bunu zikretmeye gerek görmüyoruz. el-Yezidî ve İbn es-Semeyka' ise, "Seni... kurtaracağız" anlamındaki kelimeyi; "Seni bir kenara bırakacağız" anlamında "ha" harfi ile okumuşlardır. Alkame de bu kıraati İbn Mes'ûd'dan nakletmektedir. Yani sen, denizin bir kıyısında bırakılacaksın. İbn Cüreyc der ki: İsrailoğulları onu görecek şekilde Fir'avun deniz kıyısına atıldı. Bir öküzmüş gibi kısa boylu ve kırmızı tenli idi. Alkame ise, Abdullah (b. Mes'ûd)'dan; "Seni nidan (dua etmen) sebebiyle (kurtaracağız)" anlamında okuduğunu nakletmektedir. Ebû Bekr el-Enbarî der ki: Böyle bir okuyuş Mushaf’ımızın (noktasız) yazılışına muhalif değildir. Çünkü bu kelime "dal" harfinden sonra "ye" ve "kaf ile yazılır. Zira "zulumât" ile "semâvât" kelimelerinden elif düştüğü gibi, Mushafın hattının sıralanışında bu kelimeden de "elif" düşer. Bu şekilde "elif hazf edildikten sonra "Senin bedenini" kelimesinin yazılışı ile; "Yalvarışın, duan,.." in yazılışı arasında fark kalmaz. Bununla birlikte böyle bir kıraat şazz olduğundan ve genel olarak müslümanların kabul ettiği kıraate muhalif olduğundan dolayı benimsenmemiştir. Çünkü kıraat, sonrakilerin öncekilerden alıp bellediği bir yoldur. Ayrıca, İbn Mes'ûd'dan rivâyet edilen bu kıraatin anlamının yorumlanmasında bizim kıraate göre eksiklik vardır. Zira bu kıraatte Fir'avun'un zırhı ile alakalı açıklamalara yer yoktur. Bu zırh ile ilgili rivâyetler ise birbirini pekiştirmektedir. Şöyle ki: İsrailoğulları Fir'avun'un boğulması hususunda ayrılığa düşmüş, yüce Allah'tan boğulmuş haliyle onu kendilerine göstermesini istemişlerdi. Bunun üzerine Fir'avun bedeni ile yüksekçe bir yere bırakılmıştı. Savaşlarda giyindiği zırhı da üzerinde idi. İbn Abbâs ve Muhammed b. Ka'b el-Kurazî derler ki: Giyindiği zırh, güzel bir şekilde dizilmiş inciden idi. Altından olduğu da söylenmiştir ve- Fir'avun bu zırhı ile tanınırdı. Demirden olduğu da söylenmiştir. Demirden olduğunu Ebû Sahr söylemiştir. "Beden," aynı zamanda kısa zırh anlamına da gelir. Nitekim Ebû Ubeyde, el A'şa'ya ait şöyle bir beyit nakletmektedir: "Ve su birikintisini andıran güzelce işlenmiş bir zırh ki, Bedenin (zırhın) yakasının, üstünde de demirden bir miğferi var." Amr b. Ma'dîkerib'e ait şu beyiti de nakletmektedir: "Ve kadınları oldukça geniş sağlamca dokunmuş, vücudu tamamıyla örten Zırhlarla da bedenlerle (yarım kısa zırhlarla) da gittiler." Ka'b b. Malik de şöyle demektedir: "Sen, orada bedenleri (yarım zırhları) kahramanlar üzerinde vücutları örtmüş görürsün Ve oldukça sağlam (derilerden yapılan Yemen) zırhlarını da." Burada geçen "el-Yeleb", Yemen zırhlan demektir. Bu zırhlar, birbiri üstüne dikilen derilerden yapılırdı. Cins ismi olup, tekili "Yelebe"dir. Amr. b. Külsûm da şöyle demektedir: "Miğferler var üzerimizde ve Yemen'in Yeleb'leri de. Bir de dümdüz kılıçlar ile bükülü kılıçlar." "Senin bedenini" Mücahid tarafından ruhsuz olarak cesedini... diye açıklanmıştır. el-Ahfeş der ki: Bundan kastın, seni zırhınla birlikte kurtaracağız demek olduğuna dair görüşün hiç bir kıymeti yoktur. Ebû Bekr (el-Enbarî) der ki: İsrailoğulları, yüce Allah'tan Fir'avunu boğulmuş olarak görmek için yalvardıklarında, Allah onu kendilerine göstermiş, onlar da Fir'avun'u ruhsuz bir cesed halinde görmüşlerdi. İsrailoğulları onu bu haliyle görünce: Evet ey Mûsa, bu boğulmuş haliyle Fir'avun'dur, dediler. Böylelikle şüphe kalplerinden uzaklaştı ve deniz önceden olduğu gibi Fir'avunu tekrar yuttu. Buna göre "bugün sadece senin bedenini kurtaracağız" ifadesinin iki anlama gelme ihtimali olmaktadır. Birincisine göre seni, yüksekçe bir yere bırakacağız, demektir. İkincisine göre ise, ruhsuz haliyle cesedini açığa çıkarıp göstereceğiz demektir. Şâz kıraat olan "nidan, duan sebebiyle" anlamındaki kıraatin anlamı ise, o da cemaatin kıraatine racidir. Çünkü buradaki "nida" iki şekilde açıklanır. Birincisine göre; Biz seni tevbeni ihtiva eden sözün sebebiyle ve tevbe kapısı kapatıldıktan sonra ve tevbenin kabulü geçtikten sonra söylediğini: "İsrail oğullarının îman ettikleri ilahtan başka bir ilahın olmadığına inandım. Ben de müslümanlardanım" (Yûnus, 10/90) sözün sebebiyle seni yüksekçe bir yere bırakacağız anlamındadır. Diğer açıklamaya göre; bugün, Biz seni, "ben sizin en yüce rabbinizim" diye seslendiğin için, denizin görünmez yerlerinden seni bir kenara çıkartacağız. Buna göre, o daha önce seslenip de iftirada bulunduğu, kendisinin de yalan söylediğini, âciz olduğunu ve böyle bir şeyi hak etmediğini bildiği halde; kudret ve emir iddiasında bulunarak geçmişteki küfrü dolayısıyla, âlemlerin Rabbi Allah tarafından cezalandırılmak üzere bedeniyle kurtarılmış oldu. Ebû Bekr el-Enbarî der ki: Bizim kıraatimiz şaz kıraatin ihtiva ettiği manaları ihtiva ettiği gibi; onun ihtiva etmediği manaları da fazladan ihtiva eder. "Senden sonrakilere bir ibret olasın diye" yani, İsrailoğullarına ve Fir'avun kavminden boğulmayıp kendisine bu haberin henüz ulaşmadığı geriye kalan kimselere bir ibret olasın diye, demektir. "İnsanların bir çoğu şüphesiz âyetlerimizden gafildirler." Âyetlerimizin üzerinde dikkatle düşünmekten, gereği gibi tefekkür etmekten yüz çeviricidirler. "Senden sonrakilere, arkanda kalanlara" âyeti, şeklinde "lâm" harfi üstün olarak da okunmuştur. Senden sonra, senin yaşadığın topraklarda sana halef olacak kimselere... anlamındadır. Ali b. Ebî Tâlib ise, bunu "kaf" harfi İte; "Seni yaratana" diye okumuştur. Seni yaratanın yaratıcılığına bir alâmet olasın, diye demek olur. 93Yemin olsun ki Biz, İsrailoğullarını gerçekten çok güzel bir yere yerleştirdik. Onları hoş ve temiz şeylerle rızıklandırdık. Kendilerine ilim gelinceye kadar anlaşmazlığa düşmediler. Muhakkak ki Rabbin, anlaşmazlığa düştükleri şeyler hakkında kıyâmet günü aralarında hüküm verecektir. "Yemin olsun ki Biz, İsrailoğullarıru çok güzel bir yere yerleştirdik" âyetindeki "Mubevve'e sıdk" övülmeye değer, seçkin ve üstün mevki demek olup, bununla Mısır kastedilmektedir. Ürdün ve Filistin olduğu da söylenmiştir. ed-Dahhâk ise Mısır ve Şam bölgeleridir, demektedir. "Onları hoş ve temiz şeylerle" meyve ve diğer mahsullerle "rızıklandırdık." İbn Abbâs der ki: Kurayza ve Nadiroğulları ile, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in çağdaşı olan İsrailoğulları kastedilmektedir. Bunlar, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e (önceleri) îman ederler ve onun ortaya çıkmasını beklerlerdi. Fakat peygamber olarak ortaya çıkınca onu kıskandılar. İşte bundan dolayı "kendilerine ilim gelinceye kadar" yani, Kur'ân ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gelinceye kadar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliği hususunda "anlaşmazlığa düşmediler." Burada "ilim" malum (bilinen şey) anlamındadır. Çünkü onlar, Hazret-i Peygamber çıkmadan Önce de onun peygamber olduğunu biliyorlardı. Bu açıklamayı İbn Cerir et-Taberî yapmıştır. "Muhakkak ki Rabbin" dünya hayatında iken "anlaşmazlığa düştükleri şeyler hakkında kıyâmet günü aralarında hüküm verecektir." Aralarında hüküm verecek ve haklıyla haksızı ayırt edecektir. Böylelikle itaat edeni mükâfatlandıracak, isyankârlık edeni de cezalandıracaktır. 94Eğer sana indirdiğimizden şüphede İsen, senden önce Kitabı okuyanlara sor. Yemin olsun ki, hak sana Rabbinden gelmiştir. O halde sakın şüphe edenlerden olma! 95Sakın Allah'ın âyetlerini yalanlayanlardan olma! Sonra zarara uğramışlardan olursun. Yüce Allah'ın: "Eğer sana indirdiğimizden şüphede isen" âyeti, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitap olmakla birlikte maksat, ondan başkalarıdır. Yani, sen bu hususta şüphe içerisinde değilsin amma senden başkaları şüphe içindedir. Ebû Ömer Muhammed b. Abdulvahid ez-Zâhid der ki: Ben, iki İmâm Sa'leb ve el-Müberred'i şöyle derken dinledim: "Eğer sana İndirdiğimizden şüphede isen" âyetinin anlamı şudur: Ey Muhammed! Kâfir kimseye de ki: Eğer bizim sana indirdiğimizden şüphede isen "senden önce kitabı okuyanlara sor." Ey puta tapan, eğer Kur'ân-ı Kerîm'den'yana şüphede isen, Yahudilerden İslâm'a girenlere sor. Yani, Abdullah b. Selâm ve benzerlerine. Çünkü puta tapanlar, kitap sahipleri olduklarından ötürü yahudilerin kendilerinden daha bilgili olduğunu kabul ediyorlardı. Böylelikle Hazret-i Peygamber, puta tapanlardan kendilerinden daha bilgili olduklarını kabul ettikleri kimselere sormalarını emretti: Allah, Mûsa'dan sonra bir peygamber gönderecek mi, göndermeyecek mi diye. el-Kurtubî de der ki: Bu, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kafi olarak yalanlamamakla birlikte onu tasdik de etmeyen, bu hususta şüphe ve tereddüt içerisinde bulunan kimselere bir hitaptır. Bu hitaptan kastın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in olduğu, başkasının kastedilmediği de söylenmiştir. Yani: Eğer bizim sana verdiğimiz haberlere dair sana herhangi bir şüphe gelir de, bu hususta kitap ehline soracak olursan, onlar senin şüpheni giderirler. Buradaki "şüphe"nin, göğsün daralması anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani, eğer bunların küfür ve inkârlarından dolayı göğsün daralıyor ise, sabret ve senden önce kitap okuyanlara sor. Onlar sana, senden önceki peygamberlerin kavimlerinin eziyet ve işkencelerine sabrettiklerini ve sonunda İşlerinin nasıl bir güzel akibetle sonuçlandığını bildireceklerdir. Şüphe (şek), sözlükte asıl anlamı itibariyle darlık demektir. Meselâ, Elbiseyi şek etti denirken, tıpkı bir kabı andıracak hale gelsin diye onu bir şeylerle birbirine kattı, ekledi anlamındadır. Aynı şekilde bağlı örtü (sofra) da böyledir. Bunun bağları torba gibi büzülünceye kadar uzatılıp çekilir. O bakımdan şek (şüphe) de kalbi sıkar ve daralıncaya kadar onu sıkıştırır. el-Hüseyn b. el-Fadl da der ki: Şart edatı ile birlikte (yani cevabın başına gelen) "fe" harfi, ne fiilin yapılmasını gerektirir, ne de yapıldığını. Buna delil de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu âyet-i kerimenin inmesi üzerine şöyle dediğine dair nakledilen rivâyettir: "Allah'a yemin ederim ki, ben asla şüphe etmem..." Süyûtî, ed-Dürru’l-Memûr, IV, 389. Daha sonra yeni bir cümle ile şöyle buyurulmaktadır: "Yemin olsun ki, hak sana Rabbinden gelmiştir, o halde sakın şüphe edenlerden" yani, şüphe ve tereddüte düşenlerden "olmaleyhisselâmakın Allah'ın âyetlerini yalanlayanlardan da olmaleyhisselâmonra zarara uğramışlardan olursun." Bu iki âyet-i kerimede de hîtab Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olmakla birlikte maksat ondan başkalarıdır. 96Doğrusu üzerlerine Rabbinin sözü hak olmuş bulunanlar Îman etmezler; Yüce Allah'ın: "Doğrusu üzerlerine Rabbinin sözü hak olmuş bulunanlar îman etmezler" âyetine dair açıklamalar, bu sûrede (10/33. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Katade der ki: Masiyetleri sebebiyle Allah'ın gazabı ve Öfkesi üzerlerine hak olanlar îman etmezler. 97Onlara her türlü âyet gelse bile; acıklı azâbı görecekleri ana kadar. "Onlara her türlü âyet gelse bile." Buradaki; "Her" kelimesinin müennes kabul edilmesi mana ciheti iledir ki, "Bütün âyetler kendilerine gelse bile" anlamındadır. "Acıklı azâbı görecekleri ana kadar." İşte o vakit îman ederler ama, imanlarının kendilerine bir faydası olma? 98Îman edip de Îmanı kendisine fayda sağlayan bir ülke olsaydı ya. Yûnus'un kavmi bundan müstesnadır. Onlar, Îman edince üzerlerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabını kaldırıp giderdik ve onları bir süreye kadar faydalandırdık. "Îman edip de imanı kendisine fayda sağlayan bir ülke olsaydı ya" mealindeki âyette yer alan; "Olsaydı ya" kelimesi, el-Ahfeş ve el-Kisaî'ye göre; "Niye olmadı, olmalı değil miydi" anlamına gelir. Ubey ile İbn Mes'ûd'un Mushaf'larında ise bu kelime; şeklindedir. "Olmasaydı" edatının sözlükte asa anlamı, bir şeye teşvik etmek, yahut da başkasının meydana gelmesi ve varlığı dolayısıyla bir işin meydana gelip var olmasının imkânsızlığını ortaya koymaktır. Âyet-i kerimenin manasından anlaşılan, önce ülkeler halkının îman etmediklerini, daha sonra da Yûnus kavminin bunlardan istisna edildiğidir. Lâfız itibariyle bu istisna munkatı'dır. Ancak, mana itibariyle muttasıldır. Çünkü ifadenin takdiri şöyledir: Yûnus'un kavmi müstesna, hiç bir kasaba halkı îman etmemiştir. Buradaki;"Kavmi" kelimesinin mansub olması uygun olan tek şekildir. Nitekim Sîbeveyh de bu gibi kelimeleri "ancak mansub gelebilenler" bahsine konu etmiştir. en-Nehhâs der ki: "Yûnus'un kavmi müstesna" âyeti(nda kavm kelimesi.) mansuptur. Çünkü bu önceki türden olmayan bir istisna (munkatr) dır. Bu da; "Ama Yûnus kavmi (îman etti)" demektir. el-Kisaî, el-Ahfeş ve el Ferrâ'nın görüşü budur. Bununla birlikte şeklinde ref ile gelmesi de caizdir. Ref okunuşu ile ilgili olarak yapılan açıklamaların en güzeli, Ebû İshâk ez-Zeccâc'ın yaptığı şu açıklamadır: Bu durumda mana; "Yûnus'un kavminden başka (îman edip de imanı kendisine fayda sağlayan bir ülke olsaydı ya)!" şeklindedir. Burada istisna edatı getirilince, bu edattan sonra gelen isim; edatının i'rabını almış oldu. Nitekim şair şöyle demiştir: "Her kardeşten, kardeşi mutlaka ayrılır. Babanın ömrü hakkı için ferkadân (kutup yıldızı ve onun yanındaki diğer bir yıldız) müstesna." Hazret-i Yûnus'un kavminin kıssası ile ilgili olarak bir grup müfessirden nakledildiğine göre, onlar Musul topraklarından sayılan Ninova'da yaşıyorlar ve putlara tapıyorlardı. Yüce Allah kendilerine, onları İslâm'a ve batıl inançlarını terk etmeye davet etmek üzere Yûnus (aleyhisselâm.)’ı gönderdi. Ancak onlar bu çağırıyı kabul etmediler. Denildiğine göre, Hazret-i Yûnus dokuz yıl süreyle onları îmana davet etti, sonunda îman edeceklerinden ümidini kesti. Kendisine; azâbın üç güne kadar bir sabah vakti onları gelip bulacağını haber ver, denildi. O da bu emri yerine getirdi. Bu sefer kavmi: Bu yalan söylemeyen bir kimsedir. Onu gözetleyiniz. Eğer sizinle birlikte kalmaya devam ederse, aranızda durursa, sizin İçin de korkulacak bir şey yoktur. Şayet sizi bırakıp giderse, işte bu kesinlikle azap gelecek demektir, dediler. Dediği günün gecesi gelince. Yûnus (aleyhisselâm) azığını hazırladı ve yanlarından çıkıp gitti. Sabah olduğunda Hazret-i Yûnus'u bulamadılar. Bunun üzerine tevbe ettiler, Allah'a dua ettiler. Kıldan yapılmış elbiseler giyindiler, insan olsun hayvan olsun, annelerle yavrularını birbirinden ayırdılar. Ve bu hallerinde hak sahiplerine haklarını geri verdiler. Herkes başkasına ait hakkı veriverdi. İbn Mes'ûd der ki: O kadar ki, adam başkasına ak taşı evinin temelinde kullanmış olduğu halde, o taşı gider yerinden söker ve sahibine geri iade ederdi. İbn Abbâs'ın rivâyetine göre onlar, azap kendilerine üçte iki millik bir mesafe kadar yaklaşmışken bile bunu yapıyorlardı. Bir mil kadar bir mesafe diye de rivâyet edilmiştir. Yine İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre, içinde kırmızılık bulunan bir bulut onları örttü. Sıcağını omuzları arasında duyacakları bir noktaya kadar onlara yaklaşmaya devam etti. İbn Cübeyr der ki: Bir kumaş parçası nasıl kabri örtüp kapatıyor ise, azap da onları öylece örttü. Tevbeleri gerçekleşince, Allah da üzerlerinden azâbı kaldırdı, Taberî der ki: Yüce Allah, Hazret-i Yûnus kavmine azâbı görmelerinden sonra tevbelerinin kabul edilmesi şeklinde bir özellik tanımıştır. Bu durum, müfessirlerden bir gruptan da nakledilmiştir. ez-Zeccâc der ki: Azap onlara gelmedi, ancak onlar azaba delâlet eden alâmeti gördüler. Eğer azâbın kendisini görmüş olsalardı, imanın onlara bir faydası olmazdı. Derim ki: ez-Zeccâc'ın bu görüşü güzel bir görüştür. Çünkü, beraberinde tevbenin fayda vermeyeceği bir şekildeki azâbı görmek, -Fir'avun kıssasında olduğu gibi- azap ile içice gelmek halidir. Bundan dolayı Fir'avun kıssasının kabinde Hazret-i Yûnus kavminin kıssası gelmiştir. Çünkü Fir'avun azâbı gördüğünde îman etmişti, bunun ise ona bir faydası olmadı. Yûnus kavmi ise, bundan önce tevbe ettiler. Bu görüşü, Hazret-i Peygamberin şu âyeti da desteklemektedir: "Kul, canı boğazına gelmedikçe Allah tevbesini kabul eder." Tirmizî, Deavât 98; İbn Mâce, Zühd 30; Müsned, II, 132, 153, lll, 425, V, 362. Canın boğaza gelmesi (gargara) ise, artık ölüm ile içli dışlı olma halidir. Bundan önce ise öyle değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu açıklamamız ile aynı manadaki açıklamalar İbn Mes'ûd'dan da rivâyet edilmiştir. Buna göre, Hazret-i Yûnus, kavmini üç güne kadar azâbın geleceği ile tehdit edince, yanlarından çıkıp gitti. Sabahı ettiklerinde onu bulamadılar. Bunun üzerine tevbe ettiler, annelerle yavruları birbirlerinden ayırdılar. İşte bu da onların tevbelerinin, azâbın alâmetini görmelerinden önce olduğunun delilidir. İleride de yüce Allah'ın izniyle es-Sâffât Sûresi'nde (37/139-144. âyetlerin tefsirinde) bu husustaki rivâyetler senetleriyle ve gerekli açıklamalarıyla gelecektir. Buna göre "... üzerlerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabını kaldırıp giderdik" âyetinin anlamı, Yûnus (aleyhisselâm)'ın üzerlerine ineceğini söyleyip tehdit ettiği azâbı kaldırdık, demektir. Yoksa onu gözleriyle ve artık karşılarında gövdesi belirmiş olarak gördüler, anlamında değildir. Bu açıklamaya göre âyetin anlaşılmayacak bir tarafı (işgali) kalmaz. Tearuz (konuyla ilgili hükümler ile bu özel mesele arasında çatışma) da olmaz. Onlara ait özel bir durumun varlığından da söz edilemez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Özetle söylenecek olursa, Ninovalılar Allah'ın indinde mutlulardan idiler. Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Elbetteki tedbir kaderi önlemez ama şüphesiz ki dua kaderi geri çevirir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yûnus'un kavmi bundan müstesnadır. Bunlar îman edince üzerlerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabını kaldırıp giderdik." Ali (radıyallahü anh) der ki: Bu, Aşure günü olmuştu. "Ve onları bir süreye kadar faydalandırdık." Onlar için tayin edilen vadeye kadar faydalandırdık, diye açıklanmıştır ki, bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır. Cennete veya cehenneme gidecekleri vakte kadar onları faydalandırdık, diye de açıklanmıştır ki, bu açıklamayı da İbn Abbâs yapmıştır. 99Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi elbette toptan îman ederlerdi. Böyle iken sen îman etsinler dîye İnsanları zorlayıp duracak mısın? "Eğer Rabbin dlleseydi yeryüzünde bulunanların hepsi elbette toptan îman ederlerdi." Yani, onları ister istemez îmana mecbur ederdi. "...ların hepsi" kelimesi, "... an..."ı te'kid içindir. "Toptan" kelimesi de Sîbeveyh'e göre hal olarak nasbedilmiştir. el-Ahfeş de şöyle demiştir: Burada yüce Allah'ın "hepsi"den sonra, bir de "toptan" âyetini getirmiş olması tekid içindir. Bu yönüyle yüce Allah'ın: "İki ilâh edinmeyin" (en-Nahl, 16/51) âyeti gibidir. "Böyle iken sen, îman etsinler diye insanları zorlayıp duracak mısın?" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün insanların îman etmelerini şiddetle arzu ederdi. Yüce Allah ise Levh-i Mahfuzda mutlu olduğu tesbit edilenler dışında kalanların îman etmeyeceğini ona haber verdi. Aynı şekilde Levh-i Mahfuzda bedbaht olacakları tesbit edilmişlerin dışındakilerin de sapmayacağını haber verdi. Bir görüşe göre burada "insanlar"dan kasıt Ebû Talib'dir. Bu görüş de aynı şekilde İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. 100Allah'ın İzni olmadan hiç bir kimsenin îman etmesi mümkün değildir. Rics'î akıl etmeyenlerin üzerine bırakır. "Allah'ın izni olmadan hiç bir kimsenin îman etmesi mümkün değildir" âyetindeki; nefiy edatıdır. Yani, Allah'ın kazası, kaderi, meşîet ve iradesi olmaksızın hiç bir kimse îman edemez. "Rics'i bırakır" anlamındaki; el-Hasen, Ebû Bekir ve el-Mufaddal ta'zim "nun"u ile; Bırakırız" diye okumuşlardır. "Rics" azap demek olup "ra" harfi esreli de okunur, ötreli (rucs) de okunur. "Akıl etmeyenlerin" yani, yüce Allah'ın emir ve yasaklarına akıl erdirmeyenlerin "üzerine bırakır." 101De ki "Göklerde ve yerde neler var, bir bakın." O âyetler ve korkutmalar Îman etmeyecek bir topluluğa fayda vermez. Yüce Allah'ın: "De ki: Göklerde ve yerde neler var bir bakın" âyeti, kâfirlere ibret almaları ve kemal derecesinde yaratıcı ve kadim olan Allah'a delâlet eden yarattıkları üzerinde dikkatle düşünmelerine dair bir emirdir. Bu anlamdaki açıklamalar birden çok yerde daha önceden yeterince yapılmış bulunmaktadır. (Mesela, bk. el-A'raf, 7/185) "... fayda vermez" anlamındaki âyette yer alan; nefîy içindir. Asla fayda vermez, demektir. İstifham için olduğu da söylenmiştir. Buna göre ifade: Ne fayda verir ki, takdirindedir. "O âyetler" yani, delâletler "ve korkutmalar" peygamberler demektir. Buna göre "en-Nuzur" kelimesi, "nezir"in çoğuludur. Bu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) demektir. "Îman etmeyecek bir topluluğa" kaydı, yüce Allah'ın ilminde îman etmeyeceği bilinen topluluğa bir fayda vermez, anlamındadır. 102Onlar, kendilerinden önce geçmiş olanların günleri gibisinden başkasını mı bekliyorlar? De ki "Haydi bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim." "Onlar, kendilerinden önce geçmiş olanların günleri gibisinden başkasını mı bekliyorlar?" Buradaki "günler" olaylar, vakıalar demektir. Mesela, filan kişi Arap günlerini bilen birisidir derken, onların başlarından geçen (önemli) olayları bilir demektir. Katade der ki: Allah'ın, Nûh, Âd ve Semud kavimleri ile diğerlerinin başına getirdiği vakıaları, olayları demektir. Araplar da hem azaba, hem de nimetlere "eyyam: günler" ismini verirler. Yüce Allah'ın: "Ve onlara Allah'ın günlerini hatırlat" (İbrahim, 14/5) âyeti gibi. Hayır ve şer türünden kişinin başından geçen her şeye "günler" denilir. "Haydi bekleyin" âyeti bir tehdittir. "Ben de sizinle beraber" yani, "Rabbimin vadini bekleyenlerdenim." 103Sonunda Biz, peygamberlerimizi de aynı şekilde îman edenleri de kurtarırız. Mü’minleri kurtarmamız üzerimize bir haktır. "Sonunda Biz, peygamberlerimizi ve aynı şekilde îman edenleri de kurtarırız" âyeti şu demektir: Biz, bir kavmin üzerine bir azap indirecek olursak, aralarından peygamberleri ve mü’minleri çıkartırız. Tâ ki; Sonra (mealde; sonunda) âyeti şunu biliniz ki Biz peygamberlerimizi... kurtarırız, anlamındadır. "... üzerimize bir haktır" bu bizim görevimizdir. Çünkü, şanı yüce Allah bunu böylece haber vermektedir ve O'nun haberinde muhalefet olmaz, aynen gerçekleşir. Yakub; " Sonunda kurtarırız" şeklinde ikinci "nun"u sakin olarak okumuştur. el-Kisaî, Hafs ve Yakub ise, "Mü’minleri kurtarır" de ikinci "nun"u şeddesiz okumuşlardır. Diğerleri ise şeddeli okumuşlardır. Bunların ikisi de fasih birer söyleyiştir: "Kurtardı, kurtarır, kurtarış, kurtarma," şeklinde aynı anlamındadır. 104De ki: "Ey insanlar, eğer benim dinimden bir şüphe içinde iseniz, ben sizin Allah'tan başka taptıklarınıza tapmam. Ancak, canınızı alacak olan Allah'a ibadet ederim. Ben, mü’minlerden olmakla emredilmişimdir." "De ki: Ey İnsanlar!" âyetinde Mekke kâfirlerini kastediyor. "Eğer benim dinimden" benim, sizi kendisine davet etmiş olduğum İslâm dininden yana "bir şüphe içinde iseniz" ondan yana herhangi bir şüphe ve tereddüdünüz varsa "ben sizin Allah'tan başka taptıklarınıza" aklı olmayan putlarınıza "tapmam. Ancak canınızı alacak olan" sîzi öldüren, ruhlarınızı kabz eden "Allah'a İbadet ederim. Ben, mü’minlerden" yani, Rabblerinin âyetlerini doğrulayanlardan "olmakla emredilmişimdir." 105Ve: "Yüzünü dine hanîf olarak döndür, sakın müşriklerden olma! diye (emrolundum). 106"Allah'tan başka sana faydası da olmayan, zarar da veremeyen şeylere de ibadet etme. Eğer böyle yaparsan, o takdirde şüphesiz ki sen, zâlimlerden olursun." "Ve: Yüzünü dine... döndür diye" âyetindeki; Diye âyeti, "Olmakla (emrolundum)" âyetine atfedilmiştir. Yani bana, mü’minlerden ol ve yüzünü döndür diye emir verildi. İbn Abbâs der ki: "Yüz" den amelindir. "Kendini" diye de açıklanmıştır. Yani, dinden sana emrolunanlara yönelerek dosdoğru bu yolda devam et, demektir. "Hanîf olarak" her türlü sapık dinden uzaklaşarak hak din üzere dosdoğru yürüyerek anlamındadır. Nitekim, Hamza b. Abdulmuttalib (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Şirkten hanif dine doğru kalbimi hidayete Erdirmesi üzerine yüce Allah'a hamd ettim." el-En'âm Sûresi'nde (7/28. âyetin tefsirinde) bu kelimenin türeyişi ile ilgili açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. (Ayrıca bk. el-Bakara, 2/135. âyetin tefsin) yüce Allah'a hamd olsun. "Sakın müşriklerden olma!" Bana, Allah'a ortak koşma da denildi. Hitap ona yönelik olmakla birlikte maksat ondan başkalarıdır. Aynı şekilde, "Allah'tan başka... ibadet etme" âyeti da böyledir. "Allah'tan başka" ibadet ettiğin takdirde "sana faydası da olmayan" kendisine isyan etmen halinde ise "zarar da veremeyen şeylere de ibadet etme. Eğer böyle yaparsan" yani, Allah'tan başkasına taparsan, "o takdirde şüphesiz ki sen zâlimlerden" yani, ibadeti olması gereken yerden başka bir yere koyanlardan "olursun." 107Allah sana bir sıkıntı dokundurursa, onu Ondan başka hiçbir kimse gideremez. Sana bir hayır dilerse, O'nun lütfunu geri çevirecek hiçbir kimse yoktur. O, bunu kullarından dilediğine eriştirir. O, mağfiret edendir, rahmet edendir. "Allah sana bir sıkıntı dokundurursa" yani, sana bir sıkıntı isabet ettirirse "onu, O'ndan başka hiçbir kimse gideremez" önleyemez. "Sana bir hayır dilerse" eğer sana bir bolluk ve bir nimet eriştirirse "O'nun lütfunu geri çevirecek hiç bir kimse yoktur. O, bunu" yani, dilediği her bir hayır veya kötülüğü "kullarından dilediğine eriştirir. O," kullarının büyük ve küçük günahlarını "mağfiret edendir" âhirette gerçek dostlarına "rahmet edendir." 108De ki: "Ey İnsanlar! Şüphe yok ki size Rabbinizden hak gelmiştir. Artık kim hidayet bulursa o ancak kendi faydasına olmak üzere hidayete ermiş olur. Kim saparsa, yalnız kendi zararına sapmış olur. Ben başınıza bir bekçi de değilim." "De ki: Ey insanlar! şüphe yok ki size, Rabbinizden hak" yani Kur'ân-ı Kerîm;'Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) diye de açıklanmıştır, "gelmiştir. Artık kim hidayet bulursa" Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i tasdik edip getirdiklerine îman ederse, "o, ancak kendi faydasına olmak üzere" yani, kendisini kurtarmak için "hidayete ermiş olur. Kim saparsa" Allah Rasulünü, Kur'ân'ı terkeder, put ve heykellere tabi olursa, "yalnız kendi zararına sapmış olur." Yani, bunun vebali, yükü onun üzerinedir. "Ben, başınıza bir bekçi de değilim." Ben, sizin amellerinizi koruyan, tesbit eden bir kimse değilim. Ben sadece bir Rasulüm. İbn Abbâs der ki: Kılıç âyeti bu âyeti nesh etmiştir. 109Sana vahyolunana uy ve Allah hükmedinceye kadar sabret. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır. "Sana vahyolunana uy ve Allah hükmedinceye kadar sabret!" Âyetinin Savaş âyeti ile nesh edildiği söylendiği gibi, nesh edilmiş bir âyet olmayıp, İtaati sürdürmek ve masiyetten uzak kalmaya devam etmek suretiyle sabret, anlamında olduğu da söylenmiştir. İbn Abbâs der ki: Bu âyet-i kerîme nazil olunca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ensarı -onlarla beraber Ensardan olmayanları toplamaksızın- bir araya getirdi ve şöyle dedi: "Hiç şüphesiz siz, benden sonra başkalarının (sizlere) tercih edildiğini göreceksiniz. Havz etrafında benimle karşılaşacağınız vakte kadar sabrediniz.” Buhârî Şirb 14, 15 Menakıbu'l-Ensâr 8, Fardu'l-Humus 19, Cizye 4, Meğâzî 56, Fiten 2; Müslim, Zekât 132, 139; Tirmizî, Fiten 25; Nesâî, Âdâbu'l-Kudât 4; Müsned, III, 166, 167, 171, 224. Enes (radıyallahü anh)'den de buna benzer bir rivâyet nakledilmiştir. Daha sonra Enes şöyle demiştir: Ancak, sabretmediler. Enes'ten gelen rivâyette: "Ancak biz sabretmedik" ifadesinin geçtiği yerler: Buhârî, Fardul Humus 19; Müslim, Zekât 132; Müsned, III, 166, 167 Halbuki yüce Allah kendisine emrettiği sabrı emrettiği gibi, kendilerine sabırlı olmalarını emretmişti, İşte Abdurrahman b. Hassan, bu hususta şu beyitleri söylemiştir: "Mü’minlerin emiri Muaviye b. Harb'e şu sözlerimi ilet: Biz, sabredenleriz ve Teğâbun (aldanma) günü ile davalaşma gününe kadar size mühlet verenleriz." "O, hükmedenlerin en hayırlısıdır" âyeti mübtedâ ve haberdir. Zira, yüce Allah zaten haktan başkası ile hüküm vermez. Yûnus Sûresi(nin tefsiri) burada sona ermektedir. Yalnızca yüce Allah'a hamd ederiz. |
﴾ 0 ﴿