HÛD SÛRESİ(Mekke'de İnmiştir, Yüzyirmiüç Âyettir) Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile. El-Hasen, İkrime, Atâ ve Câbir'in görüşlerine göre Mekke'de inmiştir. İbn Abbâs ve Katâde ise tek bir âyet-i kerîme müstesnadır, (Medine'de inmiştir), demişlerdir. Bu da yüce Allah'ın: "Gündüzün iki tarafında... dosdoğru namaz kıl." (Hûd, 11/114) âyetidir. Ebû Muhammed ed-Dârimî, Müsned'inde senedini kaydederek Ka'b'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Cuma günü Hûd Sûre'sinİ okuyunuz." Dârimi, Fedâilu'l-Kur'ân 17. Tirmizî de kaydettiği bir rivâyetinde İbn Abbâs'tan şöyle dediğini zikreder: Ebû Bekir (radıyallahü anh): Ey Allah'ın Rasûlü! Saçların ağardı, dedi. Hazret-i Peygamber bunun üzerine: "Beni Hûd, Vâkıâ, Murselât, Amme yetesâelûn (Nebe) ve İze'ş-şemsu kuvvirat (Tekvîr) sûreleri ihtiyarlattı." (Tirmizî) der ki; Bu hasen, garib bir hadistir. Bunun bir bölümü mürsel olacak da rivâyet edilmiştir. Tirmizî, Tefsir 56. sûre 6. Ayrıca bunu Tirmizî el-Hakîm Ebû Abdillah, "Nevâdiru'l-Usûl" adlı eserinde şöylece rivâyet etmektedir: Bize Süfyan b. Veki' anlattı, dedi ki: Bize Muhammed b. Bişr anlattı. O Ali b. Salih'den, o Ebû İshak'tan, o Ebû Cuhayfe'den naklen dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Saçlarının ağardığını görüyoruz, dediler. O: "Beni Hûd ve kardeşleri (benzeri diğer sûreler) yaşlandırdı." Ebû Abdullah dedi ki: Korku saçları ağartır, çünkü korku kişiyi dehşete düşürür ve vücuttaki nemi kurutur. Her bir kılın dibinde bir su menbaı vardır ve insan oradan terler. İşte korku bu kılların dibindeki yaşlılığı kurutacak olursa, bu menba'lar da kurur. Bunun sonucunda da saç da kurur ve ağarır. Nitekim ekin sulandığı takdirde yeşildir, onun su alma imkanı ortadan kalktı mı kurur ve sararır. Yaşlanan bir kimsenin saçının ağarmasına sebeb de vücudundaki nemin gitmesi, derisinin kurumasıdır. İşte insan nefsi de Allah'ın tehdidi ve Allah'tan gelen haberlerde söz konusu edilen dehşetli hallerin etkisi ile dehşete düşer, solar ve bu tehdit ile bildirilen bu dehşetli haberler onun suyunu kurutur. İşte saçların ağarması da bundan ötürüdür. Nitekim yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Çocukların saçlarını ağartacak bir günden kendinizi nasıl koruyacaksınız." (el-Müzzemmil, 73/17) Çocukların saçları o günün dehşetinden dolayı ağaracaktır. et-Tirmizî el-Hakîm, Nevâdiru'l-Usâl, II, 97. Hûd Sûresi geçmiş ümmetleri, bu ümmetlerin dünyada iken başlarına gelen ilahi azabları söz konusu etmektedir. Yakın sahibi kimseler bu sûreyi okudukları takdirde kalpleri yüce Allah'ın mutlak egemenliği, saltanatı, düşmanlarını azâb ile yakalama anlarını görür gibi olur. Bu yakın sahibi kimselerin korkularından Ölmeleri dahi hayretle karşılanacak bir durum değildir. Ancak şanı yüce ve mübarek olan Allah bu gibi zamanlarda onlara lutfu ile muamele eder ki, O'nun kelamını okuyabilsinler. Bu sûrenin benzeri ve yine bu kabilden olan el-Hâkka, el-Meâriç, et-Tekvîr, el-Kariâ gibi sûrelere gelince, bu sûrelerin okunması sonucunda ariflerin kalpleri yüce Allah'ın mutlak egemenliği, saltanatı ve azâb ile yakalamasını açıkça görürler. O bakımdan nefisler dehşete düşer ve bundan ötürü saçlar ağarır. Tirmizî Hakîm. a.g.e., II, 97-98. Derim ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in Hûd Sûresi'nde yer alan ve saçlarını ağartan âyet, İleride yüce Allah'ın izniyle geleceği gibi: "Artık... emrolunduğun gibi dosdoğru ol" (Hûd, 11/112) âyetidir. Yezîd b. Ebân dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı rüyada gördüm, ona Hûd Sûre'sini okudum. Bitirdiğimde: "Ey Yezîd! Haydi bunu okudun, ya ağlamak nerede?" diye buyurdu. İlim adamlarımız derler ki: Ebû Ca'fer en-Nehhâs dedi ki: " Bu Hûd (Sûre'si)dir" denilir. Bu kelime sûre ismi olarak özel isim ve tenvin'siz zikredilir, çünkü bir kimse bir kadına "Zeyd" adım verecek olursa bu kelime de munsarıf olmaz. el-Halîl ve Sîbeveyh'in görüşü budur. Îsa b. Ömer ise şöyle der: Burada "Hûd" kelimesi, sûrenin ismi olmak üzere tenvin ile okunabilir, Aynı şekilde bir kimse, bir kadına "Zeyd" ismini verecek olsa da durum böyledir, çünkü bu kelimenin orta harfi sakin olduğundan dolayı kelimenin söylenişi hafif olur ve munsarıf gelir. Eğer "sûre" kelimesi hazfedilecek olursa, bütün nahivcilerin görüşüne göre kelime munsartf okunur. "Hûd Sûresi" kastı ile "bu Hûd'dur" denilecek olursa, (tenvin'li gelir.) Sîbeveyh der ki: Buna delil de bir kimsenin; "Bu er-Rahmân (Sûresi)dir" demesidir. Eğer bununla "bu er-Rahmân Sûresi'dir" kastedilmiyor ise böyle bir ifade elbette ki kullanılamaz. 1Elif, Lâm, Râ, Bu, âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da Hakim ve Habîr olan Allah tarafından geniş geniş açıklanmış bir kitaptır. Yüce Allah'ın: "Elif, Lâm, Râ" âyeti ile ilgili açıklamalar daha önceden (Yûnus, 10/1. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "(Bu) âyetleri sağlamlaştırılmış... bir kitaptır" âyetinde "âyetleri sağlamlaştırılmış" anlamındaki ifade "bir kitab'ın sıfatı olarak ref mahallindedir. "Âyetleri sağlamlaştırılmış" âyetinin anlamına dair yapılmış en güzel açıklama, Katade'nin şu sözleridir: Yani, bütün âyetleri muhkem kılınmıştır. Bunlarda herhangi bir tutarsızlık da yoktur, bir batıl da yoktur. Muhkem kılmak (ihkâm) sözde tutarsızlığa meydan bırakmamaktır. Bu da şu demektir: O'nun âyetleri hiçbir çelişki ve tutarsızlığın söz konusu olmayacağı bir şekilde sapasağlam bir surette dizilmiştir. İbn Abbâs da der ki: Âyetlerinin muhkem kılınması, Tevrat ve İncil'den farklı olarak başka bir kitab tarafından neshedilmeyişleri demektir. Bu açıklamaya göre âyetin anlamı şöyle olur: Bu Kitabın bir takım âyetleri nesh olmayan, kendisi nesh edici olmak suretiyle muhkem kılınmış, sağlamlaştırılmıştır. Nitekim buna dair açıklamalar daha önceden (Al-i İmrân, 3/7. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Arapça da cins ismi bazen tür hakkında da kullanılabilir. O bakımdan -yemeğinin bir bölümü kastedilmek suretiyle: Ben Zeyd'in yemeğini yedim, denilir el-Hasen ve Ebû'l-Âl-iyye de "âyetleri sağlamlaştırılmış (muhkem kılınmış)" emir ve nehy ile sağlamlaştırılmış demektir, diye açıklamışlardır. "Sonra da Hakîm" yani bütün işlerini sağlam yapan "ve Habîr" olmuş ve olmamış herbir şeyden haberdar "olan Allah tarafından" nezdinden "geniş geniş açıklanmış bir Kitabtır." Açıklamaları ise vaad, tehdit, sevab ve ceza ile ilgilidir. Kalâde der ki: Allah, bu âyetleri batıla karşı muhkem kılıp sağlamlaştırmış, sonra da helal ve haram hükümlerini bildirerek bunları geniş geniş açıklamıştır. Mücahid der ki: Âyetleri bütünüyle muhkem kılınıp sağlamlaştırıldıktan sonra herbir âyet tevhide, nübüvvete, öldükten sonra dirilişe ve diğer hususlara dair gerek duyulan bütün delilleri söz konusu ederek açıklanmıştır. Şöyle de açıklanmıştır: Âyetler önce Levh-i Malıfûz'da bir araya getirildikten sonra Hazret-i Peygamber'e indirilmesi bölüm bölüm olmuştur. "Geniş geniş açıklanmış" ifadesinin, üzerinde dikkatle düşünülsün diye kısım kısım indirilmiştir, anlamında olduğu da söylenmiştir. İkrime; "Geniş geniş açıklanmış" ifadesini şeddesiz olarak ve "âyetleri hak ile hüküm bildirmiş" anlamında; diye okumuştur. 2"Allah'tan başkasına ibadet etmeyesiniz’ diye. şüphesiz ben size, O’nun tarafından (gönderilmiş) bir uyarıcı ve bir müjde vericiyim. "Allah'tan başkasına ibadet etmeyesiniz diye" âyetinde yer alan ın, el-Kisaî ve el-Ferrâ' demek olduğunu söylemişlerdir. Yani bu âyet-i kerîmeler sağlamlaştırılmış, sonra da Allah'tan başkasına ibadet etmeyesiniz emrini bildirerek geniş geniş açıklanmıştır. ez-Zeccâc ise bunun; anlamında olduğunu söylemiştir, yani bu âyetler önce sağlamlaştırılmış sonra da Allah'tan başkasına ibadet etmeyesiniz diye geniş geniş açıklanmıştır. Denildiğine göre yüce Allah, Peygamberine insanlara Allah'tan başkasına ibadet etmeyiniz demesini emretmiştir. "Şüphesiz ben size, O'nun tarafından" yani Allah tarafından "bir uyarıcı" yani azabıyla korkutan ve kendisine isyan edenlere karşı satvetini hatırlatıp, uyaran "bir nezîr"im. "Ve" kendisine itaat edenlerden de razı olacağını ve cennetine koyacağını müjdeleyen "bir müjde vericiyim (beşir)," Bir görüşe göre de bu âyet, başından sonuna kadar yüce Allah'ın kullarına söylediği âyetidir. (Yani Peygamber’in söylemekle emrolunduğu âyetler değildir.) Bu da şu demektir: Allah'tan başkasına ibadet etmeyiniz. Ben bundan dolayı sizi uyarıp, korkutan birisiyim. Yani Allah sizi kendisinden başkasına ibadet etmemenizi bildirerek, korkutup uyarmaktadır. Bu da yüce Allah'ın: "Allah size kendisinden sakınmanızı emreder"(Âl-i İmrân, 3/30) âyetini andırmaktadır. 3"Bir de Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra, O'na tevbe edin ki belli bir süreye kadar sizi güzel bir şekilde faydalandırsın ve her fazilet sahibine kendi lûtfunu versin. Eğer yüzçevirirseniz, muhakkak ben sizin için büyük bir günün azabından korkarım. "Bir de Rabbinizden mağfiret dileyin" âyeti bir öncekine atfedilmiştir. "Sonra O'na tevbe edin" yani itaat ve ibadet ile O'na dönün. el-Ferrâ' der ki: Burada; "Sonra" edatı "vav, ve" anlamındadır. Yani: "Ve O'na tevbe edin" demektir. Çünkü Allah'tan mağfiret dilemek tevbenin bizatihi kendisidir, tevbe mağfiret dilemekle aynı şeydir. Şöyle de açıklanmıştır: Geçmiş günahlarınızdan ötürü, O'ndan mağfiret dileyin ve ne zaman olursa olsun yeni yaptığınız günahlardan dolayı da O'na tevbe edin. Salihlerden birisi şöyle demiştir: Günahtan vazgeçmeksizin mağfiret dilemek, yalancıların tevbesidir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/135. âyet,1. aşlıkta) yeteri kadar geçmiş bulunmaktadır. Yine el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Allah'ın âyetlerini alaya almayın" (el-Bakara, 2/231) âyetini açıklarken (4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Şöyle de açıklanmıştır: Önce mağfiret dilemenin söz konusu edilmesi, asıl maksadın mağfiret (günahların bağışlanması) oluşundan dolayıdır. Tevbe ise mağfirete sebebtir, o bakımdan mağfiret öncelikle istenmesi gereken bir husustur, fakat ona sebeb tevbe olduğundan dolayı, sonra gerçekleşen bir şeydir. Âyetin-, küçük günahlarınızdan ötürü O'ndan mağfiret isteyin, büyük günahlarınızdan da O'na tevbe edin, anlamına gelmesi ihtimali de vardır. "... ki belli bir süreye kadar sizi güzel bir şekilde faydalandırsın." İşte mağfiret dilemenin ve tevbenin meyvesi budur. Yani geniş rızık, rahat geçim gibi çeşitli faydalarla sizleri yararlandırır, sizden önce helâk ettiği kavimlere yaptığı gibi azâb ile kökten sizi imha etmez. Bir görüşe göre "sizi faydalandırması" size uzun ömür vermesi anlamındadır. Çünkü bu "faydalandırma"nın, yani "imtâ"ın asıl anlamı uzun süre vermek demektir. Nitekim; "Allah seni uzun süreli faydalı kılsın" ifadesi de buradan gelmektedir. Sehl b. Abdullah der ki: Güzel bir şekilde faydalanmak, mahlukatı terkedip Hakk'a yönelmek demektir. Bunun mevcuda kanî olup yetinmek ve ele geçirilmeyene de üzülmeyi terketmek anlamında olduğu da söylenmiştir. "Belli bir süreye kadar" ifadesi ölüm, kıyâmet ve cennete girmek ile de açıklanmıştır. Bu görüşe göre güzel bir şekilde faydalanmak, kabir ve buna benzer kıyâmetin dehşetli ve sıkıntılı halleri arasında yer alan, hoşa gitmeyen ve kendisinden korkulan herbir husustan korunmak demektir. Birinci görüş ise daha kuvvetlidir, çünkü yüce Allah yine bu sûrede şöyle buyurmaktadır: "Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra, O'na tevbe edin ki üzerinize gökten bol bol yağmur göndersin, gücünüze güç katsın." (Hûd,11/52) Bu ise ölüm ile sona eren bir durumdur. İşte burada sözü edilen "belli bir süre" de budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Mukâtil der ki: Ancak kavmi bu emre uymayı kabul etmedi. Bundan dolayı da Allah Rasûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara beddua etti. O bakımdan yedi yıl kıtlık belasına duçar oldular ve sonunda yakılmış kemikleri, pislikleri, leşleri, köpekleri yemek zorunda kaldılar. "...ve her fazilet sahibine kendi lutfunu versin." Yani salih amellerden herbir amel işleyen herkese amelinin karşılığını versin. Şöyle de açıklanmıştır: İyilikleri, kötülüklerden daha üstün gelen herkese "lutfunu" yani cenneti versin demektir, çünkü cennet Allah'ın lutr'udur. Buna göre yüce Allah'ın: "Kendi lutfunu" âyetindeki zamir yüce Allah'a raci'dir Mücahid de der ki: Buradaki Allah'ın lutfundan kasıt, insanın Allah'tan ecrini bekleyerek, diliyle söylediği sözü, el yahut ayağıyla işlediği bir ameli yahut ta malından nafile olarak tasadduk ettiği şeydir. İşte bunlar Allah'ın lutfudur ve Allah, îman eden kimseye bunu(n karşılığını) verir (mükâfatlandırır.) Ancak kişi kâfir ise onun bu yaptıklarını kabul etmez. "Eğer yüzçevirirseniz muhakkak ben sizin için büyük bir günün azabından korkarım." Büyük günden kasıt kıyâmet günüdür, Bu gündeki dehşetler dolayısıyla bugün büyük bir gündür. Büyük günün Bedir günü ve benzeri diğer günler olduğu da söylenmiştir. "Yüz çevirirseniz" fiilinin mazi (di'li geçmiş) bir fiil olması da mümkündür. O takdirde; eğer onlar yüz çevirirlerse sen de onlara, ben sizin için büyük bir günün azabından korkarım de, demek olur. 4"Dönüşünüz ancak Allah'adır. O, herşeye gücü yetendir." İki "te"den birisi hazfedilmiş muzari bir fiil olması da mümkündür. O takdirde mana şöyle olur: Onlara de ki: Eğer siz yüz çevirecek olursanız, muhakkak ben sizin için büyük bir günün azabından korkarım. "Dönüşünüz ancak Allah'adır." Yani ölümden sonra dönüşünüz yalnız O'na olacaktır. "O" mükâfat ve cezalandırmak türünden "her şeye gücü yetendir." 5Bilin ki onlar (içlerindekini) Ondan gizlemek için göğüslerini dürüp bükerler. Elbiseleriyle örtündükleri zaman, onların gizlediklerini de açığa vurduklarım da bilir. Çünkü O, kalplerin Özünde olanı çok iyi bilendir. Yüce Allah: "Bilin ki onlar (içlerindekini) ondan gizlemek İçin göğüslerini dürüp, bükerler" âyetinde müşriklerin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e ve mü’minlere düşmanlıklarını, onların bu hallerinin de Allah'tan saklı kalacağını sandıklarım haber vermektedir. "Göğüslerini dürüp, bükerler" ifadesi Müslümanlara karşı duydukları düşmanlık üzere dürüp bükerler anlamındadır. Buna göre bu ifadede hazfedilmiş takdirî "müslümanların düşmanlıkları" tabiri vardır. İbn Abbâs der ki: Onlar kalplerinde bulunan kin ve düşmanlığı saklar ve buna muhalif şeyleri açığa vururlardı. Âyet-i kerîme el-Ahnes b. Şerîk hakkında inmiştir. Bu kişi tatlı sözlü ve güzel konuşan birisi idi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karşı hoşuna gidecek şeyler yapar, buna rağmen kalbinde kötü maksatlar gizlerdi. Mücahid der ki: "Göğüslerini dürüp bükerler." Şüphe ve tereddüt saklarlar, demektir. el-Hasen der ki: Onlar göğüslerinin içerisinde küfrü saklarlar, demektir. Âyet-i kerîmenin münafıklardan birisi hakkında indiği de söylenmiştir. Bu kişi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisini görüp de îmana davet etmesin diye Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in yanından geçti mî göğsünü döndürür, sırtını çevirir, başını önüne eğer, yüzünü örterdi. Bu anlamdaki bir açıklama Abdullah b. Şeddâd'dan da nakledilmiştir. Buna göre "ondan" âyetindeki zamir Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e ait olur. Şöyle de denilmiştir: Münafıklar biz kapılarımızı kilitleyip, elbiselerimize büründüğümüz, kalplerimizde Muhammed'e düşmanlığı sakladığımız takdirde bizim bu durumumuzu kim bilecektir, dediler. Bunun üzerine bu âyeti kerîme nazil oldu. Bir diğer açıklamaya göre müslümanlardan bazıları bedenlerini açmamak ve örtmek suretiyle Allah'a ibadet ettiklerini kabul ediyorlardı. Yüce Allah bununla gerçek ibadetin onların kalblerindeki itikad olduğunu, açığa vurdukları söz ve amel olduğunu beyan etmektedir. İbn Cerîr, Muhammed b. Abbad b. Ca'fer'den şunu rivâyet eder: Ben İbn Abbâs (radıyallahü anh)ı şöyle derken dinledim: "Bilin ki O'ndan gizlemek için göğüsleri dürülüp, bükülür" diye okudu ve dedi ki: Bunlar hanımlarıyla cima' etmez ve üstleri açık olan binalarda def-i hacet'te bulunmazlardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Muhammed b. Abbâd'dan başkaları İbn Abbâs'dan; şeklinde "vav"dan sonra "nun" harfi olmaksızın okuduğunu rivâyet etmişlerdir. Gerek bu kıraatin, gerek diğer iki kıraatin anlamı birbirine yakındır. Çünkü göğüsler, sahibleri tarafından bükülmedikçe, kendiliğinden bükülmezler. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar, müslümanları tenkid hususunda birbirlerine gizlice söz söylemek maksadıyla eğilir, abanırdı. O kadar cehalette ileri gittiler ki bu davranışlarını Allah'tan saklayacakları vehmine kapıldılar. İşte 'O'ndan gizlemek İçin" ifadesi, bu davranışlarını Muhammed'den ya da yüce Allah'tan saklamak için böyle yapıyorlardı, demektir. "Elbiseleriyle örtündükleri zaman" elbiseleriyle başlarını örttükleri zaman... demektir. Katâde der ki: Kulun en gizli saklı olacağı hal sırtını eğip bükmesi, elbisesine bürünmesi ve kederini içinde saklı tutması halidir. 6Yeryüzünde yürüyüp de rızkı Allah'a ait olmayan hiçbir canlı yoktur. Onların durdukları yerlerini de, emanet edildikleri yerlerini de O bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır. "Yeryüzünde yürüyüp de rızkı Allah'a ait olmayan hiçbir canlı yoktur" anlamındaki âyette yer alan; nefy edatıdır. ise zâid'tir. " Canlı" kelimesi ise ref mahallindedir. İfadenin takdiri; "Hiçbir canlı yoktur" şeklindedir. "Rızkı Allah'a ait olmayan" ifadesindeki "...a ait"; "...dan" demektir. Rızkı Allah tarafından verilmeyen... anlamına gelir. Mücahîd'in şu açıklaması buna delil teşkil etmektedir: Bu canlıya rszık türünden gelen herbir şey Allah'tan gelir. "Allah'a ait" tabiri rızkın lütfü ile Allah'a ait olduğunu, yoksa böyle bir şeyin O'nun hakkında vücub ifade etmediğini gösterir. Bir diğer açıklamaya göre bu, O'nun tarafından verilmiş hak bir va'd (söz)dir. Bu hususa dair açıklamalar en-Nisâ Sûresi'nde (4/70. âyet, 3. başlıkta) geçmiş ve yüce Allah'ın hakkında herhangi bir vücubun söz konusu olmadığı belirtilmiştir. "Rızkı" kelimesi mübtedâ olarak merfu'dur. Kûfelilere göre ise sıfat olduğu için ref' edilmiştir. Âyet-i kerîme, zahirî itibariyle umum ifade etmekle birlikte, manası hususîdir, çünkü canlılardan pek çoğu rızıklanmadan önce helâk olup giderler. Bütün canlılar hakkında umumî olduğu da söylenmiştir. Çünkü kendisi ile yaşayıp geçinebileceği bir rızık verilmeyen her canlıya aslında ruhu rızık olarak verilmiştir. Âyet-i kerîmenin bundan önceki âyetler ile ilgisi şöyledir Şanı yüce Allah, herkesin rızkını kendisinin verdiğini ve o kişinin beslenip gelişmesinden gafil olmadığını haber vermektedir. Peki ey kâfirler! Sizi rızıklandıran O iken, sizin halleriniz O'na nasıl gizli kalabilir? Dâbbe (canlı): Debelenen, hareket eden herbir canlı, hayvan demektir. Rızık; Gerçek anlamı ile canlının kendisiyle gıdalandığı şey demektir. Bu suretle canlı ruhunu (canını) muhafaza edebilir ve bedeni gelişir. "Rızk"ın mâlik olmak anlamına gelmesi mümkün değildir, çünkü hayvanlara rızık verilmekle birlikte hayvanların kendi yiyeceklerinin maliki olmakla nitelendirilmesi doğru olamaz. Aynı şekilde bebeklere de rızık olarak süt verilir ve memedeki sütün bebeğin mülkiyelinde olduğu söylenemez. Nitekim yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Rızkınız... da semâdadır." (ez-Zâriyât, 51/22) Ancak bizim semâda mülkiyetimiz altında olan herhangi bir şey bulunmamaktadır. Çünkü rızık, eğer mülk olan bir şey olsaydi, insanın başkasının mülkü oları bir şeyden yemesi halinde başkasının rızkından yemiş olması gerekirdi. Buna ise imkan yoktur, çünkü kul ancak kendi rızkını yiyebilir. Zaten el-Bakara Sûresi'nde de (2/3. âyet, 22. başlıkta) bu hususa dair açıklamalar geçmiş bulunmakladır. Yüce Allah'a hamdolsun. Birisine: Sen nerden yersin? diye sorulmuş, o da şu cevabı vermiş: Değirmeni yaratan, orada öğütülen unu da getirir. Ağızları halkeden kimse, azıkları yaratan da O'dur, Ebû Useyd'e sorulmuş: Nereden yersin? O: Subhanallah, Allah-u Hkber diye hayretini bildirmiş (ve şöyle demiş): Şüphesiz Allah köpeğe dahi rızık verir. Ebû Useyd'e mi rızık vermeyecek? Hatim el-Asamm'e: Nerden yersin? diye sorulmuş. O, Allah'tan (gelenden) diye cevap vermiş. Kendisine: Allah sema'dan üzerine dinar ve dirhem mi indiriyor? diye sorulmuş. Bu sefer: Sema'dan başka mahlukat O'nun değil midir? Ey adam! Şu yerde O'nundur, sema da O'nundur. Eğer O, benim rızkımı sema'dan vermeyecek olursa, şüphesiz rızkımı bana yerden gönderir. Daha sonra da (şu anlamdaki) beyitleri okur: "Zorlukta da, kolaylıkta da bütün bu mahrukatı da beni de rızıklandıran Allah olduğuna göre, nasıl olur da fakir düşmekten korkarım? O ki bütün mahlukatın rızkını vermeyi tekeffül etmiştir. Çöldeki kertenkelenin de, denizdeki balığın da." Tirmizî el-Hakîm, "Nevadiru'l-Usul”de senedini kaydederek Zeyd b. Eslemden şöyle dediğini nakleder: Eş 'atîlerden olan Ebû Mûsa, Ebû Malik ve Ebû Âmir kendi kabilelerinden bir grup ile birlikte hicret edip, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın huzuruna geldiklerinde azıkları da bitip tükenmişti. Aralarından birisini azık istemek üzere Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’a gönderdiler. Bu kişi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in kapısına ulaştığında şu: "Yeryüzünde yürüyüp de rızkı Allah'a ait olmayan hiçbir canlı yoktur. Onların durdukları yerlerini de, emanet edildikleri yerlerini de O bilir" âyetini okuduğunu işitti. Bu sefer adam şöyle dedi: Şüphesiz ki Eş'arîler, Allah için diğer canlı varlıklardan daha değersiz değildirler Bu düşünce ile geri döndü ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın huzuruna girmedi. Arkadaşlarına şöyle dedi. Müjdeler olsun sizlere ki, sizin imdadınıza yetişildi. Onlar da bu adamın Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile konuştuğunu ve Hazret-i Peygamber'in ona söz verdiğini zannediyorlardı. Bu halde bulundukları sırada içi ekmek ve et dolu bir kabı iki kişinin taşıyarak getirdiğini gördüler. Diledikleri kadar o kaptan yediler, daha sonra biri diğerine: Keşke biz bu yiyeceği, o da ihtiyacını gidersin diye Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a geri göndersek, dedi ve bu iki adama şöyle dediler: Haydi bu yemeği Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a geri götürün, çünkü bizler bundan ihtiyacımızı karşıladık. Sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a varıp, şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasûlü! Bize göndermiş olduğun o yiyecekten daha bol ve daha lezzetlisini görmedik. Hazret-i Peygamber: "Ben size yiyecek bir şey göndermedim ki" dedi. Ona kendi arkadaşlarını gönderdiklerini bildirince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da ona durumu sordu, bu kişi de yaptığını ve arkadaşlarına söylediklerini bildirince Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bu Allah'ın size rızık olarak verdiği bir şeydir" diye buyurdu. el-Hakîm Nevâdiru'l-Usul II, 176-177. "Onların durdukları yerlerini" yani yeryüzünde barındıkları yerlerini "de emanet edildikleri yerlerini de O bilir." Ölüp de defnedildikleri yerlerini de bilir, anlamındadır. Bu açıklamayı Miksem, İbn Abbâs (radıyallahü anh)dan nakletmiştir. er-Rabi' b. Enes de şöyle demektedir: "Durdukları yerleri" nden kasıt hayatta kaldıkları günleri, "emanet edildikleri yerler" den kasıt ise öldükleri yerler ve öldükten sonra diriltil ecekleri yerler demektir. Saîd b. Cübeyr İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir: "Durdukları yerler" den kasıt rahimdeki kalışları "emanet edildikleri yerler" den kasıt sulblerdeki kalışlarıdır. "Onların durdukları yerler" den kasıt cennet veya cehennemde durdukları yerler "emanet edildikleri yerler" den kasıt ise kabirdeki yerleridir, diye de açıklanmıştır. Buna da yüce Allah'ın cennet ve cehennemliklerin haline dair şu âyeti delil teşkil etmektedir: "O ne güzel karargâh ve ikamet yeridir." (el-Furkan, 25/76); "Gerçekten o, ne kötü bir durak ve ne kötü bir yerdir." (el-Furkan, 25/66) "Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır." Levh-i Mahruz'dadır. 7Arşı su üstünde iken -hanginizin daha güzel bir amelde bulunacağını ortaya çıkarmak için- gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. Yemin olsun ki; "Ölümden sonra muhakkak diriltileceksiniz" diyecek olsan, kâfirler mutlaka: "Bu ancak apaçık bir sihirdir" derler. Yüce Allah’ın: "Gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur" âyetine dair açıklamalar daha önceden el-Arâf Sûresi'nde (7/54. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. "Arşı su üstünde iken" âyetinde yüce Allah, ve suyun yaratılışının, yerin ve semanın yaratılışından önce olduğunu beyan etmektedir. Ka'b der ki: Allah yeşil bir yakut tanesi yarattı. Heybeliyle ona nazar etti, yüce Allah'ın korkusundan titreyen bir suya dönüştü, İşte -hareketsiz olsa dahi- şu ana kadar suyun titremesinin sebebi budur. Daha sonra yüce Allah rüzgarı halketti ve suyu da rüzgarın sırtına yerleştirdi. Arkasından da arşı suyun üzerine koydu. Saîd b. Cübeyr'in, İbn Abbâs'dan naklettiğine göre ona yüce Allah'ın: "Arşı su üstünde İken" âyeti hakkında, peki su neyin üstünde idi? diye sorulunca, o da: Su da rüzgarın üstünde idi, diye cevap vermiştir. Hâkim,el-Müstedrek, II, 341. Benzer ve kısmen diğer rivâyetler ve yerleri için bk. Süyûtî, ed-Durru’ Mensûr, IV. 403-404 Buhârî de İmrân b. Husayn'dan şöyle dediğini rivâyet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in yanında idim. Yanına Temimoğulları'ndan bir topluluk geldi. Hazret-i Peygamber onlara: "Ey Temimoğulları! Müjdeyi kabul ettiniz" diye buyurdu. Onlar da: Madem bize müjde verdin. Haydi bize ihsanda bulun, dediler ve bunu iki defa tekrarladılar. Bu sefer Yemen halkından bir takım kimseler girdi, Hazret-i Peygamber onlara da: "Ey Yemen halkı! madem Temimogulları onu kabul etmediler. O halde sîzler müjdeye karşılık verin (onu kabul edin)" diye buyurdu. Onlar da, kabul ettik. Biz dinde bilgi sahibi olmak (tetakkuh) için geldik ve sana bu işin önceki halini sormaya geldik. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Allah vardı, O'ndan başka hiçbir şey yoktu. Arş'ı da su üstünde idi. Daha sonra gökleri ve yeri yarattı ve Zikirde (Levh-i Mahfuz'da) herşeyi yazdı." Daha sonra yanıma bir adam gelip şöyle dedi: Ey İmrân! Haydi dişi devene yetiş, çünkü o çekip, gitti. Ben de devemi yakalamak üzere çıktım, baktığımda âdeta seraba karışmış gibiydi. Allah'a yemin ederim, devemin kaybolup gitmesini ve yerimden kalkmamış olmayı çok arzu ederdim. Buhâri, Bedu’l-Halk I, Tevhîd 22; Müsned, IV, 431-432: Yemenlilerin sorularına kadar Buhâri, Meğâzî 67, 74: Tirmizî, Menâkıb 73; Müsned, IV, 426, 433, 136. "Hanginizin daha güzel bir amelde bulunacağını ortaya çıkarmak için" âyeti şu demektir: Allah bunu kudretinin kemaline, öldükten sonra dirilişe delil getirmek ve gereken şekilde ibret almak suretiyle kullarım denemek için yaratmıştır. Katâde der ki: "Hanginizin daha güzel bir amelde bulunacağını ortaya çıkarmak için" âyeti, hanginizin aklının daha mükemmel olduğunu ortaya çıkarmak için, demektir. el-Hasen ve Süfyan-ı Sevrî derler ki: Hanginiz dünyada daha zahid (dünyaya daha az rağbet eden)dir diye... Nakledildiğine göre Hazret-i Îsa uyuyan bir adamın yanından geçmiş ve ona; Ey uyuyan! Kalk da İbadet et, demiş. Adam: Ey Ruhullah! Ben İbadetimi yaptım, diye cevap verince; Hazret-i Îsa ona: İbadet olarak ne yaptın? diye sorunca, bu sefer: Ben dünyayı, dünya ehline bıraktım, diye cevap vermiş. Bu sefer Hazret-i Îsa: Uyu sen âbidleri de geçtin, demiş. ed-Dahhâk der ki: Hanginizin daha çok şükredeceğini ortaya çıkarmak için... Mukâtil : Hanginizin Allah'tan daha çok korktuğunu, müttakî olduğunu ortaya çıkarmak için... İbn Abbâs: Hanginizin daha çok Allah'a itaat ile amel edeceğini ortaya çıkarmak için... diye açıklamışlardır, İbn Ömer'den rivâyete göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); "Hanginizin daha güzel bir amelde bulunacağını..." âyetini okuyup: "Hanginizin aklı daha güzel, Allah’ın haram kıldığı şeylerden daha çok çekinen, Allah'a itaate elini çabuk tutan kim olduğunu ortaya çıkarmak için" diye açıklamıştır. Suyûtı ed-Durru'l-Mensûr, IV, 404. Böylelikle bu husustaki bütün görüşleri de bir arada ifade etmiş olmaktadır. İleride yine bu kabilden açıklamalar yüce Allah’ın izniyle Kehf Sûresi'nde (18/7. âyet, 2. başlıkta) gelecektir. "Ortaya çıkarmak (denemek, ibtilâ.)" in anlamına dair açıklamalar da önceden geçmiş bulunmaktadır. "Yemin olsun ki: Ölümden sonra muhakkak diriltileceksiniz diyecek olsan" yani Ey Muhammed! Öldükten sonra dirilişe delil getirecek olsan, kâfi der mutlaka,., derler. Eğer sen bunları müşriklere zikredecek olursan hiç şüphesiz onlar da: Bu bir sihirdir, diyeceklerdir. "Yemin olsun ki... muhakkak sizler... diyecek olsan" âyetindeki; ….. hemzesinin esreli gelmesi "demek" fiilinden sonra geldiğinden dolayıdır. Sîbeveyh bunun üstün okunduğunu da nakletmiştir. "Kâfirler mutlaka... derler" âyetindeki "Mutlaka derler" deki (ikinci) "tâm"ın üstün okunması, zamiri bulunmayan mütekaddim bir fiil olduğundan dolayıdır. Bundan sonrafki âyette) ise bu fiilin "lâm"ı ötreli olarak gelecektir, çünkü onda zamir vardır. "Bir sihir" batıl bir aldanış demektir. Çünkü onlara göre de sihir batıl bir işti. Hamzâ ve el-Kisaî ise; "Bu ancak apaçık bir sihirbazdır" diye okumuşlardır ki burada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) söz konusu edilmektedir. 8Yemin olsun ki, eğer azâbı sayılı bir vakte kadar üzerlerinden geciktirirsek, onlar mutlaka: "Bunu alıkoyan nedir?" derler. Haberiniz olsun ki, bunlara azâbın geleceği gün kendilerinden geri döndürülecek değildir. Alay etmekte oldukları şey de onları çepeçevre kuşatacaktır. " Yemin olsun ki eğer azâbı sayılı bir vakte kadar üzerlerinden geciktirirsek" âyetinde yer alan: "Yemin olsun ki eğer" ifadesindeki "lâm" harfi kasem (yemin) içindir, cevabı ise "mutlaka... derler" âyetidir. "Bir ümmete kadar" ifadesi ise sayısı belli bir vadeye ve bilinen bir zamana kadar anlamındadır. Buna göre burada "ümmet" süre demektir. İbn Abbâs, Mücahid, Katâde ve müfessirlerin büyük çoğunluğu böyle açıklamışlardır. "Ümmet" aslında cemaat ve topluluk demektir. Zaman ve yılların "ümmet" diye ifade edilmesi, ümmet denilen cemaatin bu süreler içerisinde var oluşlarından ötürüdür. Buradaki ifadede muzafın hazfedildiği de söylenmiştir. Yani aralarında îman edecek kimse bulunmadığından dolayı helâk edilmeyi hakedecek olan bir ümmetin geleceği bir zamana kadar geciktirirsek... yahut aralarında îman edenlerin de bulunduğu bir ümmetin sonunun gelip artık bunlardan sonra da îman edecek kimsenin kalmayacağı bir ümmetin geleceği vakte kadar geciktirirsek... demektir. Ümmet, müşterek bir isimdir. Bunun sekiz çeşit anlamı olduğu söylenmiştir. 1) Ümmet, cemaat ve topluluk anlamına gelir. Yüce Allah'ın; "Üst tarafında (davarlarını) sulayan bir grub insan (ümmet) buldu." (el-Kasas, 28/23) 2) Yine ümmet peygamberlere tabi olmak anlamındadır, 3) Kendisine uyulacak şekilde bir çok hayırları nefsinde toplayan kişiye de ümmet denilir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Gerçekten İbrahim başlı başına bir ümmetti, Allah'a itaatkârdı, hanifdi." (en-Nahl, 16/120) 4) Yine ümmet, din ve şeriat manasına da gelir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Biz atalarımızı bir din (ümmet) üzere bulduk." (ez-Zuhruf, 43/22-23) 5) Ümmet, süre ve zaman anlamına da gelir. Yüce Allah'ın: "Andolsunki eğer azâbı sayılı bir vakte (ümmet) kadar üzerlerinden geciktirirsek..." âyetinde olduğu gibi. Yüce Allah'ın: "Uzun bir süre (ümmet) sonra tavsiyesini hatırladı." (Yusuf, 12/45) âyetinde de böyledir. Ümmet, boy-pos anlamına da gelir ki bu da insanın boyu ve yüksekliği demektir. Nitekim bu kabilden olmak üzere; filan kişinin ümmeti (yani boyu) güzeldir, denilir. 7) Ümmet, bir dine bir kimsenin tek başına müntesib olması ve bu konuda kendisi ile bu inancı paylaşan başka bir ortağının bulunmaması anlamına da gelir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Zeyd b. Amr b. Nufeyl tek başına bir ümmet olarak diriltilecektir." Müsned, 1. 189-39O. 8) Ümmet, aynı zamanda um (ana) anlamına da gelir. Nitekim; "Bu Zeyd'in ümmetidir" ifadesi, bu Zeyd'in anasıdır, anlamındadır. "Mutlaka: Bunu alıkoyan" azâbı engelleyen "nedir? derler." Bu sözlerini ya gecikmesi dolayısıyla azâbın geleceğini yalanlamak kastıyla yahut ta çabuk gelmesini isteyerek ve alay olsun diye söylemişlerdir. Yani peki bu azâbın gelişini engelleyen nedir? demek olur. "ttaberiniz olsun ki bunlara azâbın geleceği gün kendilerinden geri döndürülecek değildir." Burada söz konusu edilen azâb, müşriklerin Bedirde öldürülmeleri, Hazret-i Cebrâîl'in de ileride (el-Hicr, 15/94-95) geleceği üzere alay edenleri öldürmesidir. "Alay etmekte oldukları şey" yani alay etmelerinin cezası -ki muzâf hazfedilmiştir."de onları çepeçevre kuşatacaktır" onların başlarına inmiş ve onları kuşatmış olacaktır. 9İnsana nezdimizden bir rahmet tattırıp da sonra bunu kendisinden alıversek, muhakkak o ümidini kesmiş bir nankör olur. Yüce Allah'ın: "İnsana nezdimizden bir rahmet tattırıp da" âyetindeki "İnsan" bütün kâfirler hakkında kullanılan yaygın bir cins isimdir. Burada "insan" ile Velid b. Muğire'nin kastedildiği ve âyetin onun hakkında indiği de söylenmiştir, Âyetin Mahzumlu Abdullah b. Ebi Ümeyye hakkında indiği de söylenmiştir. "Rahmet" nimet demektir. "Sonra bunu kendisinden alıversek" onu vermiş olduğumuz bu nimetten mahrum ediversek "muhakkak o" rahmetten yana “ümidini kesmiş" nimetleri de inkâr eden "bir nankör olur." Bu şekildeki açıklamayı İbnu'l-Arabî yapmıştır. en-Nehhâs der ki: "Ümidini kesmiş" ifadesi, "Ümit kesti, keser"den gelmektedir. Sîbeveyh ise bu fiilin; şeklinde, babından olduğunu nakletmektedir ki "sanır, nimet gördü-görür, ümit kesti-keser" fiilleri de bu türdendir. Kimisi de "Ümit kesü-keser" şeklindeki kullanımın Arap dilinde binmediğini; bu vezinde yalnızca bu dört fiilin salim harflerden meydana gelip vezninde kullanıldığını söylemişlerdir. Ayrıca bunların birisi de Inilaflıdır ki o da; ile şeklinde mübalağa İçin ve çokluk ifade etmek üzere; "Çok böbürlenen" gibidir. 10Ve şayet kendisine dokunan bir sıkıntıdan Sonra ona bir nimet tattırsak, elbette ki: "Kötülükler benden uzaklaşıp gitti" der. Çünkü o şımarıktır, böbürlenendir. "Ve şayet kendisine dokunan bir sıkıntıdan" sıkıntı, fakirlik ve darlıktan "sonra ona bir nimet" sağlık, bolluk ve rızıkta bir genişlik "tattırsak elbette ki; Kötülükler" yani kişinin hoşuna gitmeyen sıkıntı ve fakirlik gibi hususlar "benden uzaklaşıp, gitti der. Çünkü o şımarıktır, böbürlenendir." Yani eriştiği genişlik ve bollukla sevinir, böbürlenir. Yüce Allah'a şükür borcu olduğunu unutur. Mesela bir kimse böbürlendiği vakit; Böbürlenen adam" denilir. ise mübalağa içindir. Kıraat alimi Yakûb der ki: Medine ehlinden bazıları "re" harfini ötreli olarak; diye okumuşlardır. Nitekim; "Zeki, sakınan, tetikte bulunan ve olayların içyüzünü kavrayan adam" anlamındaki kullanımlar da bu türdendir. Bununla birlikte damme ve esrenin ağırlığı dolayısıyla (orta harfin) sakin söylenmesi her iki söyleyişte de mümkündür. 11Sabredip, salih amellerde bulunanlar müstesnadır. İşte onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır. "Sabredip salih amellerde bulunanlar müstesnadır" âyeti ile mü’minler kastedilmektedir. Yüce Allah onları zorlu ve sıkıntılı hallere karşı sabırlı olmakla övmektedir, Bu âyet nasb mahallindedir. el-Ahfeş der ki: Bu birinci türden olmayan (munkatı') bir istisnadır. Yani nimet ve sıkıntı hallerinde sabreden ve salih ameller işleyenler böyle değildir. el-Ferrâ' ise şöyle demektedir: Bu âyet: "İnsana nezdimizden... tattırıp da" âyetinden istisnadır. Çünkü "insan", nâs (insanlar) anlamındadır. "Nâs" ise kâfiri de mü’mini de kapsamına alır. O halde buradaki istisna muttasıl bir istinâdır. Bu açıklama güzel bir açıklamadır. "İşte onlara mağfiret... vardır" âyeti mübtedâ ve haberdir. "Ve büyük bir mükâfat" ifadesinde ise "mükâfat" anlamındaki (fecr) kelimesi atfedilmiştir, "büyük" de onun (fecr'in) sıfatıdır. 12Şimdi sen: "Ona bir hazine indirilmeli, yahut onunla beraber bir de bir melek gelmeli değil miydi?" demeleri yüzünden sana vahyolunandan bir kısmını terketmek isteyecek misin ve bundan dolayı göğsün daralacak mı? Sen ancak bir uyarıcısın. Allah, herşeye vekildir. "Şimdi sen... sana vahyolunandan bir kısmını terketmek İsteyecek misin?" Yani olur ki sen onlardan gördüğün bu aşın inkâr ve yalanlama dolayısıyla, üzerinde bulunduğun haktan kısmen de olsa seni kaydıracaklarını zannedebilirsin, demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar: "Ona bir hazine indirilmeli, yahut onunla beraber bir de melek gelmeli değil miydi?" deyince, o da onların ilahlarına dil uzatmayı terketmeyi içten içe kararlaştırdı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme İndi. Buna göre âyet, istifham (soru) anlamındadır. Yani onların senden böyle bir istekte bulunmalarına uygun olarak ilahlarına dil uzatmayı ihtiva eden sözleri söylemeyi terk mi edeceksin? Böylelikle tebliğinde nihaî noktaya varma emri de daha bir pekiştirilmiş olmaktadır. Yüce Allah'ın: "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et" (el-Mâide, 5/67) âyetinde olduğu gibi. Âyetin, böyle bir şeyin (yani terketme) ihtimalinin uzaklığı söz konusu olmakla birlikte nery anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani sen, asla böyle bir şeyi yapmazsın. Aksine sen, sana indirilenlerin tümünü onlara tebliğ edersin. Çünkü Mekke müşrikleri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle demişlerdi: Şayet sen bize ilahlarımıza dil uzatılmayan bir kitab getirecek olursan, hiç şüphesiz biz de sana uyarız. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onların ilahlarına dil uzatmaktan vazgeçmek isteyince bu âyet-i kerîme nazil oldu. "Ve bundan dolayı göğsün daralacak mı?" âyeti "terketmek isteyecek misin?" anlamındaki âyete atredilmiştir." Göğsün" anlamındaki kelime de bundan dolayı merfu'dur. "Bundan dolayı"daki "he" zamiri ise ya "şey" anlamındaki e, ya da "bir kısmını" anlamındaki kelimeye, yahut "tebliğe", yahutta "yalanlama"ya raci'dir. Yüce Allah'ın; "Daralacak" diye buyurup da Dardır, daralmaktadır," diye buyurmamast bundan önce gelen; "Terketmek isteyecek" kelimesine şekil itibariyle benzesin diyedir. Diğer sebeb ise; "Daralacak (daralan)" sıfatı arızîdir, gelip geçer. "Dardır," sıfatı ise daha bir kalıcıdır. "demeleri" anlamındaki ifade nasb mahallindedir. Bu da demelerinden hoşlanmadığın için yahut demesinler diye takdirindedir. Yüce Allah'ın: "Allah, yanılırsınız diye size açıklıyor." (en-Nisa, 4/176) âyetinde olduğu gibi ki, bu da "yanılmayasınız diye" demektir. Yahut burada "böyle demeleri yüzünden, dediklerinden ötürü " anlamında olması da mümkündür. "Ona bir hazine indirilmeli, yahut onunla beraber" onun söylediklerini doğrulayacak "bir de bir melek gelmeli değil miydi?" Bu sözleri Mahzumlu Abdullah b. Ebi Ümeyye b. el-Muğire söylemişti. Şanı yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: Ey Muhammed: "Sen ancak bir uyarıcısın." Senin görevin onları uyarmaktan ibarettir. Yoksa onların getirmeni isteyip teklif ettileri âyetleri (ve mucizeleri) getirmek değildir. "Allah ise herşeye vekildir." Herşeyi gözeten, koruyan ve herşeye şahit olandır. 13Yoksa: "Onu kendisi uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Öyleyse haydi siz de onun gibi uydurma on sûre getirin. Allah'tan başka kime gücünüz yetiyorsa, onları da çağırın. Eğer doğru söyleyenler İseniz." "Yoksa onu kendisi uydurdu mu, diyorlar?" âyetindeki "Yoksa"; "Hayır," anlamındadır. Buna dair açıklamalar daha önceden Yûnus Sûresi'nde (10/38. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yani; Ey Muhammed! Sen bu Kur'ân sayesinde onların senin peygamberliğine karşı ileri sürdükleri delil çürütmüş ve ortaya attıkları problemleri çözmüş, bu Kur'ân ile onlara karşı susturucu bir delil getirmiş bulunuyorsun. Şayet onlar; bu Kur'ân'ı sen uydurdun diyorlarsa, haydi kendi kanaatlerine uygun olarak uydurulmuş, benzeri bir kitab getirsinler. "Allah'tan başka" yani kâhinleri ve yardımcı olacak olanları "kime gücünüz yetiyorsa, onları da çağırın." 14Eğer bunun üzerine size cevap vermezlerse, bilin ki; demek o ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir ve gerçekten Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Artık müslüman oluyor musunuz? "Eğer bunun üzerine size cevap vermezlerse" yani onlara bu meydan okuyuşunuzda size cevap veremeyip buna imkân bulamayacak olurlarsa, o halde onlara karşı delil gereği gibi ortaya konulmuş demektir. Çünkü söz ustaları, belagat sahipleri ve di Ti kullananlar onlardır. "Bilin ki demek o, ancak Allah'ın İlmiyle indirilmiştir" ve böylelikle Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)in doğru söylediğini de bilin. "Ve" ayrıca bilin ki "gerçekten O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Artık müslüman oluyor musunuz?" Burada sonu emir anlamındadır. Bu âyetin anlamına ve Kur'ân-ı Kerîm'in mucize olduğuna dair açıklamalar bu kitabın (tefsirin) mukaddimesinde geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah'a hamdolsun. "De ki: Öyleyse... getirin" âyeti ve ondan sonrasında hitab bir kişiye (Hazret-i Peygamber'e) yönelik olmakla birlikte; "eğer... size cevab vermezlerse" âyetinde "sana" denilmeyişiyle ile ilgili olarak şu açıklama yapılmıştır: Bu ifade tekil olan muhatabtan ta'zim ve tefhim kastı ile çoğula tahvil (iltifat) yapılmıştır. Nitekim başkan olana kimi zaman çoğul kipleri ile hîtab edildiği de olur. Bununla birlikte "size"deki zamir ile "bilin"deki zamir bütün herkese aittir. Herkes bilsin ki bu Kitab "ancak Allah'ın ilmiyle İndirilmiştir" demektir. Bu açıklamayı da Mücâhid yapmıştır. "Size" ile "bîlin"deki çoğul zamirlerin müşriklere ait olduğu da söylenmiştir ki anlamı şöyle olur: Eğer size yardımcı olsunlar diye çağırdığınız varlıklar sizin isteğinizi yerine getirmeyib siz de Kur'ân'ın bir benzerini ortaya koyamayacak olursanız o takdirde "bilin ki o ancak Allah'ın ilmiyle İndirilmiştir." Ayrıca "size"deki zamirin hem Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e, hem mü’minlere ait olduğu "bilin"deki zamirin ise müşriklere ait olduğu da söylenmiştir. 15Kim dünya hayatını ve onun süsünü arzu ederse, onlara amellerinin karşılığım orada tamamen öderiz. Onlar bu hususta zarara uğratılmazlar. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Kim... ederse" âyetindeki; zaiddir. Bundan dolayı şartın cevabı cezm olarak; "Onlara... tamamen Öderiz" diye buyurulmuştur. Bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır. ez-Zeccâc ise der ki: "Kim... ederse" âyeti şart olarak cezm mahallindedir. Cevabı ise "onlara... tamamen öderiz" âyetidir. Yani takdirindedir. Burada birinci fiil (şart fiili) lâfzı itibariyle mazidir, ikinci (cevab) fiil ise muzaridir. Nitekim Züheyr'in şu beyitinde de böyledir: "Kim ölümün sebeplerinden korkarsa hiç şüphesiz karşılaşır onlarla Velev ki semanın yollarına merdivenle tırmanacak olsa bile." Bu âyetin açıklaması hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bunun kâfirler hakkında indiği söylenmiştir. ed-Dahhâk'ın görüşü budur, en-Nehhâs da bunu tercih etmiştir. Buna delil de bir sonraki âyet-i kerîmede geçen: "İşte onlar âhire ve ateşten başka birşeyleri olmayacak kimselerdir" âyetidir. Yani aralarından herhangi bir kimse akrabalık bağım gözetse veya sadaka verecek olsa, Biz dünya hayatında ona bunların mükâfatını bedeninin sağlığıyla, bol rızık ile veririz. Fakat böyle bir kimsenin âhirette karşılığını görecek bir İyiliği bulunmaz. Bu manadaki açıklamalar yeteri kadar daha önce et-Tevbe Sûresi'nde (9/53- âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet-i kerîme ile mü’minlerin kastedildiği de söylenmiştir. Yani her kim ameliyle dünya mükâfatını elde etmek isterse, mükâfatı ona peşinen verilir ve dünyada onun mükâfatı hiçbir şekilde eksik verilmez. Ancak âhirette onun için azâb vardır, Zira o, o ameliyle yalnızca dünyayı kastetmiştir. Bu da Hazret-i Peygamber'in: "Ameller ancak niyetlere göredir" Çokça meşhur olan ve daha önce de defalarca yer aldığı kaynaklarımı işaret edilen bu hadîsin geçtiği bazı yerler: Buhâri, Bedul-Vahy 1, Îman 41; Müslim, İmâre 155; Ebû Dâvûd, Talâk 11; Tirmizî, Fedâu'l-Cihâd 16; Nesâî, Tuhâre 59; İbn Mâce, Zühd 26; Müsned. I, 25, 43. âyetine benzemektedir. Kişiye maksadına uygun karşılıklar verilir ve kalbinin niyetine göre ona mukabelede bulunulur. Bu ise bütün dinlerin ümmetleri arasında ittifakla kabul olunmuş bir husustur. Bu âyetin amellerinde riyakârlık yapan kimseler hakkında olduğu da söylenmiştir. Nitekim nakledilen haberde riyakâr kimselere şöyle denileceği belirtilmektedir: "Siz oruç tuttunuz, namaz kıldınız, zekât verdiniz, cihad ettiniz, Kur'ân okudunuz. (Ancak): Bunları yapan kimselersiniz, denilsin diye yaptınız ve bunlar da (hakkınızda) söylenmiş bulunmaktadır. Daha sonra şöyle buyurulmaktadın "İşte ateşin üzerlerine ilk alevlendirileceği kimseler bunlardır." Bu hadisi Ebû Hüreyre rivâyet ettikten sonra, şiddetlice ağladı ve şöyle dedi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) doğru söylemiştir. Nitekim yüce Allah da: Kim dünya hayatını ve onun süsünü arzu ederse..." âyeti ile başlayan iki âyet-i kerîmeyi okudu. Bu hadisi Müslim, Sahih'inde bu manada rivâyet eniği gibi, Tirmizî de rivâyet etmiştir. Müslim, İmâre 152; Tirmizî, Zühd 48. Âyet-i kerîmenin ameliyle Allah'tan başkasını niyet eden herkes hakkınca umumî olduğu da söylenmiştir. Bu kimse aslen ister mü’min olsun, ister olmasın farketmez. Bu görüş Mücahid ve Meymun b. Mihran’ın görüşüdür. Muaviye -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- de bu kanaattedir. Meymun b. Mihran der ki: İyilik işleyip de onun mükâfatı kendisine tastamam ödenmeyen hiçbir kimse olmaz, Eğer bu kimse ihlâs sahibi müslüman bir kişi ise dünyada da, âhirette de onun bu iyiliğinin karşılığı ona ödenir. Şayet kâfir ise yalnızca dünyada iyiliğinin karşılığı ona ödenir. Şöyle de denilmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte katıldığı gazası da dünyalık elde etmek isteyene bu amelinin karşılığı eksiksiz verilir. Yani ona bu gazasının mükâfatı tastamam verilir ve ondan hiçbir şey eksiltilmez. Bu ise âyeti tahsis etmektir, ancak bunun umum ifade ettiği görüşü daha doğrudur. Kimi ilim adamı der ki: Bu âyet-i kerîmenin anlamı Hazret-i Peygamber'in: "Ameller ancak niyetlere göredir" âyeti ile aynıdır. Ayrıca bu âyet-i kerîme şuna da delildir Bir kimse Ramazan ayında, Ramazan kastı ile olmaksızın oruç tutarsa, onun tuttuğu bu oruç Ramazan için geçerli olmaz. Yine âyet-i kerîme şunu göstermektedir. Bir kimse serinlemek ve temizlenmek kastıyla abdest alacak olursa, namaz için Allah'a yaklaşmak maksadıyla alınmış bir abdest yerine geçmez. İşte bu husus, bu kabilden olan bütün ameller için de böyledir. 3- Âyet-i Kerîme'nin Kapsamı (Mutlak mı, Mukayyed mi?) İlim adamlarının çoğunluğu bu âyet-i kerîmenin mutlak olduğu görüşündedir. Aynı şekilde Şûra Sûresi 'nde yer alan: "Kim âhiret ekinini isterse, onun ekinini arttırırız. Kim de dünya ekinini isterse, kendisine ondan bir şeyler veririz." (eş-Şûrâ, 42/20.) âyeti ile; "Kim dünya nimetlerini dilerse, ona ondan veririz" (Âl-i İmrân, 3/145) âyetini ise İsra Sûresi'nde yer alan şu âyet-i kerîme kayıtlamakta ve açıklık getirmektedir: "Kim bu dünyayı isterse, Biz de burada istediğimiz kimseye dilediğimizi çabucak veririz." (el-İsra, 17/18) âyetinden itibaren "...alıkonmuş değildir." (el-İsra, 17/21) âyetine kadar olan âyetler, buna kayıt getirmektedir. Böylelikle yüce Allah şunu haber vermektedir: Kul niyet eder ve irade eder, şanı yüce Allah da dilediğini hükmeder. ed-Dahhâk, İbn Abbâs (radıyallahü anh)dan. yüce Allah'ın: "Kim dünya hayatını... arzu ederse" âyetinin yüce Allah’ın: "Kim bu dünyayı isterse..." âyeti ile nesh olduğunu söylediğini rivâyet etmektedir. Ancak sahih olan bizim zikrettiğimizdir ve bunun (âyetlerden birisinin) mutlak (diğerinin) ise kayıtlayıcı olduğu şeklindedir. Nitekim yüce Allah'ın: "Kullarım sana Beni sorarlarsa, işte muhakkak Ben pek yakınım, Bana dua ettiğinde dua edenlerin duasına karşılık verir, kabul ederim." (el-Bakara, 2/186) âyeti da buna benzemektedir. Bu âyetin zahiri dua eden herkesin, duasının her zaman ve her durumda kabul edileceğini haber vermektir. Oysa durum böyle değildir, çünkü yüce Allah: "O da dilerse yalvardığınız şeyi giderir" (el-En'âm, 6/41) âyeti bunu gerektirmektedir. Haberlerde nesh câiz değildir. Çünkü aklen vacib olan şeylerin değişmesi de imkansızdır, yüce Allah'ın yalan bir şeyi bildirmesi de imkansızdır. Şer'î hükümlere dair verilen haberlerde ise, konu ile ilgili fıkıh usulü kitaplarında açıklandığı şeküdeki görüş ayrılıkları çerçevesinde caizdir. İleride buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Nahl Sûresi'nde (16/67. âyetin tefsirinde) gelecektir. 16İşte onlar, âhirette ateşten başka bir şeyleri olmayacak kimselerdir. Orada İşledikleri şeyler boşa gitmiştir. Zaten yapageldikleri hep bâtıldır. "İşte onlar, âhirette ateşten başka bir şeyleri olmayacak kimselerdir" âyetinde ebediliğe işaret vardır. Mü’min ise cehennemde ebedîyyen bırakılmaz. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Doğrusu Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını da dilediğine bağışlar." (en-Nisa, 4/48 ve 116) O bakımdan bu âyet ameli ile riyakârlık yapan kimsenin küfür üzere vefat etmesi şeklinde anlaşılmalıdır. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Böyleleri için sayısı belli günlerim yalnız ateş azâbı olacaktır. Sonra da bunlar (mü’min olduklarından) ya şeraite nail olarak çıkartılacaklardır, yahut ta kabza Buhârî, Tevhid 24; Müslim, Îman 302; Müsned, III, 94’de yer alan Ebû Said el-Hudri yoluyla gelen uzunca bir hadise işaret etmektedir. Hadis, -kısara- Kıyâmet gününde yüce Allah'ın görüleceğini, Arafat'taki şefaatleri, cehennemde bulunan îman ehlinin cenneti gönneleri için yapılacnk şefaatleri ve nihayet yüce Allah'ın cehennemde geriye kalan îman ehlinden olanları "bir ya da iki kabza (avuç)" ile nlıp çıkartacağını ifade etmektedir. ile çıkartılacaklardır. Ancak âyet-i kerîme böylelerinin imansız olarak ölmeleri ile tehdit edilmelerini gerektirmektedir. Daha önce geçen hadiste ise küfür, Özellikle de riya kasredilmektedir. Zira bundan önce Nisa Sûresi'nde (4/142. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere riya da bir şirktir İleride Kehf Sûresi'nin sonunda (18/110. âyetin tefsirinde) da gelecektir. "Zaten yapageldikleri hep bâtıldır" anlamındaki âyet mübtedâ ve haberdir. Ebû Hatim der ki: "Yaptıkları" lâfzının sonundaki "he" hazfedilmiştir. en-Nehhâs da der ki: Böylesinin hazfe ihtiyacı yoktur, çünkü bu mastar anlamındadır. Yani; "Ve onun ameli de batıldır" takdirindedir. Ubeyy ile Abdullah'ın kıraatinde ise; "Yapageldikleri de bâtıldı" şeklindedir. O takdirde zâid olur, yani: "Ve zaten onlar batıl işleyip dururlardı" takdirindedir. 17Rabbinden apaçık bir delil üzerinde bulunup da onu yine kendinden bir şahid takib eden, daha önce Mûsa'nın bir önder ve rahmet olan kitabı (ile tasdik edilmiş) bulunan kimse (gibi) İşte bunlar ona îman ederler. Artık bu gruplardan kim onu tanımazsa bilsin ki ona vaadedilen yer ateştir. O halde bundan asla şüphen olmasın. Çünkü o, Rabbinden gelen haktır. Fakat insanların çoğu îman etmezler. Yüce Allah'ın: "Rabbinden apaçık bir delil üzerinde bulunup da..." anlamındaki âyet mübtedâdır, haberi ise hazfedilmiştir. Yani Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e uymak hususunda Rabbinden gelen apaçık bir delil üzerinde olan ve beraberinde hakkı apaçık kendisi vasıtasıyla görebileceği üstünlük de bulunan kimse, dünya hayatını ve süsünü isteyen kimse gibi midir? Bu şekildeki açıklama Ali b. el-Hüseyn ile el-Hasen b. Ebi'l-Hasen'den nakledilmiştir. Aynı şekilde İbn Zeyd de şöyle demektedir: Apaçık delil üzere bulunan kişi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)e tabi olan kişidir. "Onu da yine kendinden bir şahid takip eden" âyeti ise Allah'tan bir şahit... demek olup, bu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dir. Yüce Allah'ın: "Rabbinden apaçık bir delil üzerinde bulunup da" âyeti ile kastedilenin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu söylenmiştir. Buradaki ifade, yüce Allah'ın: "... ve bundan dolayı göğsün daralacak mı?" (Hûd, 11/12) âyeti ile alakalıdır. Yani beraberinde Allah'tan gelmiş bir beyan, Kur'ân gibi bir'mucize -ileride geleceği üzere- Cebrâîl gibi bir şahit bulunup da bundan önceki kitapların kendisini müjdelediği bir kimsenin -Allah'ın kendisini düşmanına teslim etmeyeceğini kesin olarak biliyorken- tebliğden ötürü hiç kalbinde darlık olur mu? Bu durumda "Rabbinden" âyetindeki zamir de; "Onu yine kendinden bir şahid takip eden" âyetindeki zamirler de Hazret-i Peygamber'e ait olur. İkrime ise İbn Abbâs'tan burada kastedilenin Cebrâîl olduğunu rivâyet etmektedir. Mücâhid ve en-Nehaî'nin görüşü de budur. Buna karşılık 'kendinden"deki zamir yüce Allah'a aittir. Yani yüce Allah'tan gelen bir şahidin takip ettiği o delil ve beyan..., demektir. Mücahîd de der ki: Şahit'len kasıt Hazret-i Peygamber'i koruyan ve onu doğrultan, Allah taralından görevlendirilmiş melektir. Hasan-ı Basrî ve Katâde ise derler ki: Şahit Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın dilidir. Muhammed b. Ali b. el-Hanefiyye der ki: Ben babama şahit sen misin? diye sordum. O, o şahid ben olayım diye çok arzu ederdim, fakat o Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın dilidir. Şahidin Ali b. Ebî Tâlib olduğu da söylenmiştir. İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir; Şahit Ali b. Ebî Tâlib'dir. Yine Hazret-i Ali'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Hakkında bir ya da iki âyetin inmediği Kureyşli hiçbir adam yoktur. Birisi ona ya senin hakkında ne nazil oldu? diye sorunca, Hazret-i Ali: "Onu yine kendinden bir şahit takip eden" âyeti indi, dedi. Buraya kadar kaydedilen rivâyetler ve diğerleri için bk. Suyûtî, ed-Durru'l Mensur, IV, 409 vd. Şahidin, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın suretinin, yüzünün ve güzel özelliklerinin olduğu da söylenmiştir. Çünkü fazilet ve akıl sahibi bir kimse Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e baktı mı onun Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğunu bilirdi. Buna göre buradaki "o" zamiri -İbn Zeyd ve diğerlerinin görüşüne göre- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e raci'dir. Şahidin, söz dizisi (nazmı) ve belağati, tekbir lafızda bir çok anlamları ihva etmesi bakımından Kur'ân-ı Kerîm olduğu da söylenmiştir. Bu görüş de Huseyn b. el-Fadl'a aittir. Buna göre "kendinden" deki zamir Kur'ân-ı Kerîm'e aittir. el-Ferrâ' da der ki: Kimi ilim adamı şöyle demiştir: "Onu yine kendinden bir şahit takip eden" İncil demektir, her ne kadar İnciî, Kur'ân'dan önce ise de tasdik hususunda o Kur'ân'ı takib etmektedir. "Kendinden"deki zamir ise yüce Allah'a aittir. Şöyle de denilmiştir: Apaçık delil (beyyine) kalpleri aydınlatan Allah'ın marifetidir. Onu takib eden şahit ise insanın dimağında yerleştirilmiş ve nuru ile insanın kalbine aydınlık veren akıldır. "Daha önce" ise İncil'den önce demektir. "Mûsa'nın bir önder ve rahmet olan kitabı" anlamındaki âyette yer alan; "Mûsa'nın kitabı," mübtedâ olarak ref edilmiştir. Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: Âyetin anlamı şudur: Onu da, ondan önce gelen Mûsa’nın kitabı takib eder. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nitelikleri Hazret-i Mûsa'nın kitabında da belirtilmiştir: "Onlar ki yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de yazılı bulacakları... ümmî peygamber olan o Rasûle uyarlar." (el-A'râf, 7/157) Ebû Halim ise yüce Allah'ın: "Daha önce Mûsa'nın... kitabı" anlamındaki âyetini, kimi ilim adamının: "şeklinde "kitab" kelimesini nasb ile okuduğunu nakletmektedir. el-Mehdevî ise bunu el-Kelbî'den nakleder. Buna göre "kitab" kelimesi; "Onu... takib edendeki zamire atfedilmiş olur. Yani: Mûsa'nın kitabını da Cebrâîl (aleyhisselâm) okumuş idi. İbn Abbâs (radıyallahü anh) da böyle demiştir. Bu da ondan önce Cebrâîl, Mûsa'nın kitabını, Mûsa'ya okumuştu demek olur. Yine İbn Abbâs'ın bu görüşüne göre; "Kitab" kelimesinin mertü okunması da mümkündür, o takdirde mana da şöyle olur: Ondan önce ise Mûsa'nın kitabı da böyle idi. Yani Cebrâîl, Kur'ân'ı Muhammed'e okuduğu gibi, Mûsa'ya da (Tevrat'ı) okumuştu, "Bir önder" kelimesi hal olarak nasb edilmiştir, "Ve rahmet" de ona atfedilmiştir. "İşte bunlar ona îman ederler" âyetinde işaret İsrailoğullarınadır. Yani İsrailoğulları Tevrat'ta yer alan senin peygamberliğinle ilgili müjdeye îman ederler. Seni ancak bu sonrakiler inkâr ederler, İşte kendilerine cehennem vaadedilenler bunlardır. Bu açıklamayı da el-Kuşeyrî nakletmiştir. "Ona'daki zamirin Kur'ân'a ait olması da, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e ait, olması da mümkündür. "Artık bu gruplardan" yani -Katâde'den rivâyete göre- bütün din mensublarından "kim onu" Kur'ân-ı Kerîm'i veya Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "tanımazsa bilsin ki ona vaadedilen yer ateştir." Saîd b. Cübeyr de aynı şekilde "gruplar (el-ahzâb)" ile bütün din mensublarının kastedildiğini söylemiştir. Çünkü bunlar kendi aralarında gruplaşanı k Laraftadık ederler. Burada "gruplar'dan kastın Kureyş ve onların antlaşmakları olduğu da söylenmiştir. " Ona vaadedilen yer ateştir" âyeti, böyleleri cehennem ehlindendir, demektir. Şair Hassan (b. Sabit) der ki: "Kuşluk vakti siz onları ölüm havuzlarına doğru götürdünüz, Onlara vaadedilen yer ateştir, ölüm de karşılarındadır onların." Müslim'in, Sahih'inde Ebû Yûnus yoluyla gelen hadiste Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Muhammed'in nefsi elinde olana yemin ederim ki, bu ümmetten (tebliğe muhatab olan ümmetten) herhangi bir kimse; yahudi veya hristiyan olsun, beni (peygamberliğimi) işitip de sonra benimle gönderilene îman etmeksizin ölürse, hiç şüphesiz cehennemliklerden olur." Müslim, Îman 240. "O halde bundan" yani Kur'ân'dan "asla şüphen olmasın" tereddüt içerisinde olmayasın. "Çünkü o Rabbinden gelen haktır.” Yani Kur'ân-ı Kerîm Allah'tan gelmiştir. Bu açıklamayı Mukâtil yapmıştır. el-Kelbî de der ki: Yani sen kâfirin cehennemde olacağından yana hiçbir şüphe ve tereddüt içerisinde olmayasın. "Çünkü o... haktır" yani söylenen bu hak söz; mutlaka gerçekleşecek olandır. Hitab her ne kadar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e ise de maksat bütün mükelleflerdir. 18Allah'a karşı yalan uydurarak iftira edenden daha zalim kim olabilir? Bunlar Rabblerine arzolunurlar. Şahitler de: "İşte Rabblerine karşı yalan söyleyenler bunlardır derler. Haberiniz olsun ki Allah'ın laneti zâlimlerin üzerinedir. "Allah'a karşı yalan uydurarak iftira edenden daha zalim kim olabilir?" Kendilerine bunlardan daha ileri derecede zulmeden hiçbir kimse yoktur, demektir. Çünkü bunlar, Allah'a karşı yalan iftira etmiş, uydurmuşlar ve Allah'ın sözünü başkasına izafe etmişlerdir. O'nun ortağı ve evi ismi olduğunu delilsiz iddia etmişler, putlar için de: Bunlar Allah nezdinde şefaatçilerimizdir, demişlerdir. "Bunlar Rabblerine arzolunurlar" yani Rabbleri amellerinden dolayı onları hesaba çeker; "şahitler de... derler." Şahitlerden kasıt ise Mücahid ve başkalarından nakledildiğine göre Hafaza melekleridir. Süfyan der ki: Ben el A'meş'e "şahitler" hakkında soru sordum da o: Meleklerdir, dedi. ed-Dahhâk ise şahitler peygamberler ve rasûllerdir, der. Delili de yüce Allah'ın: "Her ümmetten birer şahit getirip, bunlara karşı da seni şahit getireceğimiz zaman halleri nice olur" (en-Nisa, 4/41.) âyetidir. Şahitlerin İlahî mesajları tebliğ eden (sahiplerine ulaştıran) melekler, peygamberler ve âlimler oldukları da söylenmiştir. Katade der ki: Bununla yüce Allah, bütün mahlukatı kastetmiştir. Müslim'in, Sahih'inde yer alan Safran b. Muhriz'in, İbn Ömer'den, onun da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den naklettiği Hadîs-i şerîfte Hazret-i Peygamberin şu beyanları da yer almaktadır: "... Kâfirlerle münafıklara gelince, bütün İnsanların önünde onlara: İşte bunlar, Allah'a karşı yalan uyduranlardır, diye seslenilir." Buhâri, Mezâlim 2, Tefsir 11. sûre 4; Müslim, Tevbe 52: İbn Mâce, Mukaddime 13: Müsned, II, 74, 105. "Haberiniz olsun ki Allah'ın laneti zâlimlerin üzerinedir." Allah'ın, rahmetinden uzaklaştırması, gazabı ve (Allah'tan) uzak tutması, ibadeti asıl olması gereken yerden başka yere koyanların üzerinedir, 19O zâlimler ki Allah yolundan alıkoyarlar ve onu eğriltmek İsterler. Onlar âhireti inkâr edenlerin de tâ kendileridirler. "O zâlimler ki Allah'ın yolundan alıkoyarlar" âyetindeki: "O...ler ki" ism-i mevsûl'unun "zâlimler"e sıfat olarak cer mahallinde olması mümkün olduğu gibi, ref" mahallinde olması da mümkündür. Yani onlar öyle kimselerdir ki... demek olur. Bunun yüce Allah'tan yeni bir hitab (mübtedâ) olduğu da söylenmiştir. Yani hem kendilerini, hem de başkalarını îman ve itaatten alıkoyanlar, işte onlardır. "Ve onu eğriltmek isterler." Yani masiyet ve şirke götürmek suretiyle o yoldan insanları uzaklaştırırlar. "Onlar âhireti inkâr edenlerinde tâ kendileridirler" âyetinde: "Onlar... ler" lâfzının tekrarlanması le'kid içindir. 20Onlar yeryüzünde âciz bırakabilecek değillerdir. Kendilerinin Allah'tan başka hiçbir velileri de yoktur. Onlara azâb kat kat verilecektir. Onların hem İşitmeye güçleri yetmezdi, hem de görmezlerdi. "Onlar yeryüzünde âciz bırakabilecek değillerdir." Allah'ın azabından kurtulamazlar. İbn Abbâs dedi ki: Benim yeryüzüne emir verip de onları yerin dibine geçirmesini emretmekten yana onlar Beni âciz bırakamazlar. "Kendilerinin Allah'tan başka hiçbir velileri" yani yardımcıları "de yoktur." "Velileri" âyetinin başındaki, fazlalıktır. Ayrıca nın, anlamında ism-i mevsûl olduğu da söylenmiştir. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: İşte onlar âciz bırakabilecekler değildi. Ne kendileri, ne de Allah'tan başka dost edindikleri kimseler. Aynı zamanda bu, İbn Abbâs (radıyallahü anh)ın da görüşüdür. "Onlara azâb kat kat verilecektir.” Yanı azabları küfür ve masiyetlerine göre verilecektir. "Onların hem İşitmeye güçleri yetmezdi" âyetindeki ……edatı; "İşitmeye güçleri yettiği için (ve işitmediklerinden dolayı)" takdiri ile nasb mahallindedir. "Hem de görmezlerdi." Yani onlar bu güçlerini hakkı dinlemek, işitmek ve onu görmek uğrunda kullanmadılar. Araplar ona yaptığının karşılığını verdim, anlamında hem hem de: derler. Kimi zaman bu "be" harf-i cerr'ini zikrederler, kimi zaman hazfederler. Sîbeveyh de şu beyiti nakletmektedir: "Sana ben hayrı emrettim, sen de emrolunduğun şeyi yap, Ben seni, zaten taşınır taşınmaz pek çok mal sahibi olarak bıraktım." Bu âyetteki ın zarf olması ve şu anlamı vermesi de mümkündür: Azâb ebedî olarak onlara kat kat verilir. Yani onların işitip görebildikleri süre boyunca onların azablan kat kat verilecektir. Şanı yüce Allah da cehennemde onları ebediyyen buna güç yetirir halde bırakacaktır. Yine bu edatın ;rabtan mahalli olmaksızın nef'y edatı olması da mümkündür. Çünkü ondan önce ifade tamam olmuş bulunmaktadır ve "azâb" kelimesi üzerinde vakıf, anlamın anlaşılması İçin yeterlidir. Buna göre de mana şöyle olur: Onlar dünyada iken yararlanabilecekleri şekilde işitemiyorlardı Ve hidayet bulan bir kimsenin gördüğü şekilde görmüyorlardı. el-Ferrâ' der ki: Onlar işitemiyorlardı, çünkü Allah levh-i Mahfuz'da onları sapıklar arasında yazmıştı. ez-Zeccâc der ki: Buna sebep Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e duydukları kin ve besledikleri düşmanlıkları idi. Bundan dolayı ondan hiçbir şey işitemiyor ve hiçbir şey anlayamıyorlardı. en-Nehhâs da der ki: Böyle bir anlatım Arap dilinde bilinen bir şeydir. Mesela; filan kişi -eğer bu iş kendisine ağır geliyor ise- filâna bakamıyor bile, denilir. 21İşte bunlar kendi kendilerine yazık edenlerdir. Uydurmakta oldukları şeyler de önlerinden kaybolup gitti. 22Şüphesiz onlar âhirette en çok zarara uğrayacak kimselerdir. "İşte bunlar kendi kendilerine yazık edenlerdir" âyeti mübtedâ ve haberdir. "Uydurmakta oldukları şeyler de önlerinden kaybolup gitti." Yani uydurdukları şeyleri kaybettiler, önlerinden yok olup gittiler. Yüce Allah'ın; "Şüphesiz" âyeti ile ilgili olarak ilim adamlarının bir kaç görüsü vardır. el-Halîl ve Sîbeveyh bunun "gerçek şu ki" anlamında olduğunu söylemişlerdir. Buna göre onlar; ile yi bir arada tek bir kelime olarak; yi ise burada ref mahallinde kabul ederler. el-Ferrâ' ve Muhammed b. Yezîd'in görüşü de budur. Bunu da en Nehhâs nakletmektedir. el-Mehdevî der ki: Yine el-Halîl'den nakledildiğine göre, bu tabir "mutlaka ve kaçınılmaz olarak" anlamlarına gelir. el-Ferrâ'’nın da görüşü budur. Bunu da es-Sa'lebî nakletmektedir. ez-Zeccâc ise der ki: Burada nefy edatıdır ve bu da onların; putların kendilerine fayda sağlayacağı şeklindeki görüşlerini reddetmektedir. Anlam şöyle gibidir: Hayır, böyle bir şeyin onlara faydası olmayacaktır. Buna karşılık ise kesbetdi, kazandı anlamındadır. Böyle bir fiil onlara hüsranı kazandırdı, onları zarara soktu, demek olur. "Kesbetti" fiilinin faili ise mahzuftur. ise, fiili ile nasbedilmiştir. Nitekim; " Senin Zeyd'den uzak kalışın, onun sana kızgınlığını çekti, kesbettirdi" demeye benzer. Şair de der ki: "Biz onun başını bir hurma kütüğünün tepesine diktik, Ellerinin kazandıkları sebebiyle; biz haksızlık etmedik." el-Kisaî ise; "bu, onların ...larına mani olmadı, engellemedi" anlamındadır, der. Bunun; "Kat'î olarak hiçbir kimse ortaya koyamadı" anlamına geldiği ve çokça kullanım dolayısıyla failin hazfedildiği de söylenmiştir. ise kat' (kat'î olarak ortaya koymak, kesmek) anlamlarına gelir. Mesela; "Hurma ağaçlarından hurmayı devşirdi, kopardı" denilir. Bu işi yapana da ism-i fail olarak; denilir, bunun çoğulu da şeklinde gelir. "Bu devşirme zamanıdır" anlamındadır. "Koyunun yününü kırptım" demektir, "Ondan bir miktar kırptım, aldım" manasınadır. Tıpkı; "Bir şeyi kestim," fiiline benzemektedir. Bundan sonra Kurtubî, ayeti kerimede lâfzan geçmeyen ve anlam itibariyle ona benzeyen "ece-le-me" fiilinin çeşitli kullanımlarına dair iki satırlık bir açıklamayı el-Cevherî'den naklen kaydetmektedir. Doğrudan âyetin hıfzı ile ilgisi olmadığından tercümeye gerek görmedik. Bu açıklamaları el-Cevherî yapmaktadır, en-Nehhâs der ki: el-Kisaî bu terkibin dört türlü kullanıldığını iddia etmektedir. şeklindeki üç türlü kullanımı zikrettikten sonra der ki: Fezârelilerden bir kesim de sondaki "mim"i kullanmaksızın; şeklinde kullanırlar. El Ferrâ ise bu hususta iki ayrı söyleyiş daha nakledip şöyle der: Âmiroğulları; derler. Araplardan bir grup da; şeklinde "cim" harfini ötreli olarak kullanırlar. 23Muhakkak îman edip salih ameller İşleyenler ve Rabblerine İtaat ve tevazu ile bağlananlar, işte onlar cennetlik olanlardır. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır. Yüce Allah'ın: "Muhakkak îman . edip..." âyetinde; "...lef" " Muhakkak"ın ismidir. "Îman edenler" ise, onun sıla'sidir. Yani tasdik edenler, doğrulayanlar demektir. "Salih ameller işleyenler ve Rabblerine taat ve tevazu ile bağlananlar" anlamındaki âyet ise sılaya attedilmiştir. İbn Abbâs der ki: "Taat ve tevazu ile bağlananlar, dönenler, yönelenler" demektir. Mücahid, itaat edenler, Katâde ise alçak gönüllülükle boyun eğerler; Mukâtil ihiasla itaatte bulunurlar, diye açıklamışlardır. el-Hasen de der ki: Âyette geçen; Kalpte sebat bulan korku dolayısıyla tevazu ile boyun eğmek" demektir. Bu kelime aslında düzlük anlamındadır. Onunla aynı kökten gelen ise "geniş ve düz arazi" anlamındadır. Buna göre "ihbât" huşu ve itmi'nan yahut yüce Allah'a bu şekilde doğruluk üzere devam eden yüce Allah'a dönüş demektir. "Rabblerine" âyeti ile ilgili olarak el-Ferrâ' bunun; ile aynı anlama geldiğini söyler. Bununla birlikte; onlar bu şekildeki itaat ve tevazularını Rabblerine yöneltmişlerdir (yani itaat ve tevazu ile Rabblerine yönelmişlerdir) anlamında olması da muhtemeldir. "İşte onlar" anlamındaki âyet ta, in haberidir. 24Bu iki kesimin hali kör ve sağırla, gören ve işitenin haline benzer. Örnek olarak ikisi eşit olurlar mı? Hâlâ iyice düşünmez misiniz? "Bu iki kesimin hali" anlamındaki âyet mübtedâdır. Haberi ise "kör ve sağırla..." âyeti ve ondan sonraki âyetlerdir. el-Ahfeş der ki: Kör ve ...işitenin misali gibidir, anlamındadır. en-Nehhâs der ki: İfadenin takdiri şöyledir: Kâfir kesimin misali kör ve sağır gibidir. Mü’min kesimin misali ise işiten ve gören gibidir. Bundan dolayı "örnek olarak ikisi eşit olurlar mı?" dîye buyurmaktadır. Böylelikle burada iki kesimin eşitsizliğinden söz edildiği ortaya çıkmaktadır. Bu anlamdaki bir açıklama Katade'den ve başkalarından da rivâyet edilmiştir. Ed Dahhâk der ki: Kör ve sağır kâfirin misali, işiten ve gören de mü’minin misalidir. Şu anlamda olduğu da söylenmiştir: Hiç kör ile gören ve hiç sağır ile işiten eşit olur mu? "örnek olarak" lâfzı temyiz olarak nasbedilmiştir. "Hâlâ" bu iki örnek ve nitelikleri hakkında "İyice düşünmez" ve bunlar üzerinde dikkatle durmaz "mısınız?" 25Yemin olsun Biz, Nûh'u kavmine göndermiştik: "Şüphesiz ki ben sizin İçin apaçık bir uyarıcıyım. "Yemin olsun Biz, Nûh'u kavmine göndermiştik." Yüce Allah önceki peygamberlerin kıssalarını Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e hatırlatmaktadır. Bu da onun kâfirlerin eziyetlerine karşı -Allah onların eziyetlerini ondan bertaraf edeceği vakte kadar- sabra devam etmesine dikkatini çekmek içindir. "Şüphesiz ki ben" âyeti onlara: Şüphesiz ki ben ... dedi demektir. Çünkü "irsal (elçi, peygamber göndermek") de "demek" anlamı vardır. İbn Kesîr, Ebû Amr ve el-Kisaî "hemze"yi üstün olarak; diye okumuşlardır. Yani; Biz, onu şüphesiz ki ben sîze apaçık bir uyanayım, demek üzere gönderdik anlamını verir. Burada, denilmeyişinin sebebi ise ansalımın gaibten, Hazret-i Nûh'un kavmine hitaba yönelmesinden dolayıdır. Nitekim yüce Âllalv. "Bir de ona levhalarda herşeye ait bir öğüt ve herşeye dair açıklamayı yazdık" diye buyurduktan sonra: "Haydi bunları kuvvetle al" el A'raf, 7/145) buyurması da bu türdendir. 26"Allah'tan başkasına ibadet etmeyin. Gerçekten ben sizin için acıklı bir günün azabından korkuyorum" demişti. "Allah'tan başkasına İbadet etmeyin." Yani putları bırakın, artık onlara tapmayın. Yalnızca Allah'a itaat edin. " Şüphesiz ki ben" ifadesinde "hemze"yi esreli olarak okuyan, geçen emri ifadede ara cümlesi olarak kabul eder. Biz onu Allah'tan başkasına ibadet etmeyin, desin diye gönderdik, anlamındadır. "Gerçekten ben sizin için acıklı bir günün azabından korkuyorum, demişti." 27Bunun üzerine kavminden kâfirlerin İleri gelenleri dediler ki: "Biz senin ancak kendimiz gibi bir İnsan olduğunu görüyoruz ve içimizden ancak ayak takımı kimselerin işin başından, düşünmeden sana tabi olduklarını görüyoruz. Sizin bize karşı üstün bir tarafınızı da görmüyoruz. Hatta biz sizi yalancı sanıyoruz." Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız. 1- İleri Gelenlerin Tavırları; Yüce Allah'ın: "Bunun üzerine kavminden kâfirlerin ileri gelenleri dediler ki" âyetindeki "ileri gelenler" anlamı verilen "el-mele'" ile ilgili olarak Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: Bunlardan kasıt başkanlar ve ele başılardır, Yani bunlar söyledikleriyle dolup, taşan kimseler demektir. Bu husus gerek Bakara Sûresi'nde (2/246. âyetin tefsirinde), gerekse de başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. "Biz seni ancak kendimiz gibi bir İnsan" Âdemoğullarından birisi "olduğunu görüyoruz." Bu âyetteki; "Kendimiz gibi," ifadesi hal olarak nasbedilmiştir. Bu kelime marifeye izafe edilmiştir. İzafe olunan kelime ise nekredir ve takdiri olarak tenvînli kabul edilir. Şairin şu mısraında olduğu gibi: "Kadınlar arasında senin gibi rahat geçime aldanmış niceleri vardır ki.,." 2. Büyüklük Taslayan İleri Gelenlerin Îman Edenlere Dair Yanlış Değerlendirmeleri: Yüce Allah'ın: "Ve içimizden ancak ayak takımı kimselerin.., sana tabi olduklarını görüyoruz" âyetindeki; "Ayak takımı" kelimesi in çoğuludur. Bu da; in çoğuludur. Tıpkı; "Köpek, köpekler ve pek çok köpekler" lâfzındaki gibi. Bu kelimenin; in çoğulu olduğu da söylenmiştir. Tıpkı; "Kara yılanlar" kelimesinin; "Kara yılan"ın çoğulu olduğu gibi. ise adi, bayağı aşağılık kimse anlamına gelir. Onlar bu sözleriyle sana bizim değersizlerimiz, ayak takımımız ve seviyesi düşük kimselerimiz tabi oldular, demek istemişlerdir. ez-Zeccâc derki: Onlar bu kimselerin dokumacı olduğunu ifade ederek küçük görmüşlerdi. Halbuki icra edilen mesleklerin dine bağlılıkta hiçbir etkisinin olmadığını bilmediler. en-Nehhâs der ki; Buradaki ayak takımından kasıt fakir ve yüksek mevki sahibi olmayan, meslekleri düşük olan kimselerdir. Hadîs-i şerîfte ise "onlar dokumacı ve hacamatçı kimseler idiler" Hadis olarak tesbit edemedik. denilmektedir. Bu ifadeleri onların cahilliklerini ortaya koyuyordu, çünkü onlar bu sözleriyle hiç de ayıp ve kusur olmayan bir şeyi peygamber için ayıplayıcı bir husus olarak görmüşlerdi. Zira peygamberlerin -Allah'ın salat ve selamlan üzerlerine olsun- görevi apaçık delil, belge ve mucizeleri getirmektir. Yoksa onlar şekil ve konumlan değiştirmekle yükümlü değildiler. Ayrıca peygamberler bütün insanlara gönderilir. O bakımdan eğer insanlar arasında aşağı kabul edilenler İslâm'a girecek olurlarsa, bundan dolayı peygamberler için eksiklik söz konusu olmaz. Zira peygamberler insanlar arasından İslâm'a giren herkesin müslüman olduğunu kabul etmekle yükümlü idiler. Derim ki: Burada sözü edilen "ayak takımı" kimseler fakirler ve güçsüzlerdir. Nitekim Herakliyus, Ebû Süfyan'a şöyle sormuştu: İnsanların eşrafı mı ona uyuyor, yoksa zayıfları mı? Ebû Süfyan; Hayır zayıfları deyince, Herakliyus: İşte peygamberlere tabi olanlar bunlardır..." demişti.' Herakliyus'un Hazret-i Peygamber'in İslâm'a davet eden mektubunu alması üzerine, oralarda bulunan Ebû Süfyan'a sorduğu pek çok soruyu ve Ebû Süfyan’ın verdiği cevaplan ihtiva eden bu hadis için bk. Buhâri, Bed'u’l-Vahy 6, Cihâd 102, Tefsir 3. süre 4; Müslim, Cihad 14: Müsned, I, 262, III, 441. İlim adamlarımız derler ki: Bu şekildeki tepkinin sebebi başkanlık duygusunun soyluları kuşatmış olması ve bundan uzaklaşmanın zorluğu, başkanına itaat ve boyun eğmeyi de gururlarına yedirmeyişleriydi. Fakir kimseler için ise bu engeller yoktur, o bakımdan fakir kimse bu çağrıyı kabul edip itaate girmekte elini çabuk tutar. Dünyada insanların çoğunlukla görülen hali de işte budur. 3- Gerçek "Ayak Takımı ve Aşağılık Kimseler" İlim adamları gerçekten "aşağılık" kimselerin tayini hususunda farklı görüşlere sahibtirler. İbn Mübarek'in, Süfyan'dan naklettiğine göre ayak takımı kimseler değişik eğlencelerle emîr ve prensleri karşılayan, hakimlerin ve sultanların kapılarına giderek onların şahitiîklerini İsteyen kimselerdir. Sa'leb, İbnu'l-Arabî'den şöyle dediğini nakletmektedir: Ayak takımı, aşağılık kimseler dinlerini feda ederek, dünyalık yiyen kimselerdir. Bu sefer ona: Peki aşağılıkların da aşağılığı olan kimseler kimlerdir? denilince şu cevabı verir: Onlar da başkalarının dünyalarını, kendi dinlerini ifsad ederek düzelten kimselerdir. Ali (radıyallahü anh)a aşağılık ve ayak takımı kimselere dair soru sorulunca, şu cevabt verir: Bunlar bir araya gelip toplandıkları vakit kalabalıklarıyla üstünlük sağlayan kimselerdir. Dağıldıkları vakit ise hiçbir şekilde tanınmayanlardır. Malik b. Enes (radıyallahü anh)'e de: Ayak takımı kimseler kimlerdir? diye sorulunca, o da: Ashab-ı Kiram'a şovenlerdir, cevabını verir. İbn Abbâs (radıyallahü anh)dan rivâyete göre, aşağılık kimseler dokumacılar ve hacamat yapanlardır. Yahya b. Eksem der ki: Araplardan olmayan debbağ ve Gerek buradaki gerekse biraz sonra gelecek olan rivâyette ve benzerlerinde sözkonusu edilen sosyal mevki ve konulara göre şahıslar hakkındaki değerlendirmeler; İslâm'ın, üstünlüğün biricik ölçüsü olarak takvayı kabul eden ilkesiyle bağdaşına maktadır. Bu gibi yargılan, zaınan ve mekânla sınırlı bir takım değerlendirme ve itibarlar olarak düşünmek gerekir. Bunların îslâıriî bir değerlendirme olarak algılanmalarına imkan yoktur. çöpçülerdir. 4. Câhili Konumlara itibar Edişin Sonucu: Yanlış Değerlendirmeler: Bir kadın kocasına: Ey aşağılık kişi diyecek olsa, koca da: Eğer ben aşağılık kimselerden isem, sen de benden boş ol dese, en-Nekkaş’ın naklettiğine göre böyle bir kişi Tirmizî'ye gelib: Hanımım bana ey aşağılık kişi, dedi. Ben de: Eğer ben aşağılık bir kişi isem sen de benden boş ol, diye cevab verdim deyince, Tirmizî ona: Sanatın ne? diye sormuş, o da: Balıkçıyım, deyince Tirmizî ona; Allah'a yemin olsun öylesin, Allah'a yemin olsun öylesin, dîye cevab vermiş. Derim ki: Ancak İbnu'l-Mübarek'in, Süfyan'dan naklettiğine göre hanımı ondan boş olmaz. Malik'in görüşüne göre de böyledir. Bedevi bir kimsenin oğlu ise, ona herhangi bir şey düşmez. Yüce Allah'ın: "İşin başından düşünmeden" ifadesi zahiren, görünürdeki halleri anlamındadır. Onların bâtınları ise böyle değildir, demektir. Nitekim bir şey açığa çıkıp göründüğü zaman; fiili kullanılır. Şair şöyle demektedir: "İşte bugün bakanlara göründükleri zaman..." Düzlük, çöl araziye de, açıkça ortada göründüğünden dolayı "bâdiye" denilir. " Şu işi yapmam görüşüne sahib oldum." Yani öncekinden farklı bir görüşüm ortaya çîktı, demektir. el-Ezherî der ki: Bu ifadenin manası; gördüğümüz kadarıyla durum böyledir, demektir. Bununla birlikte; "İşin başından düşünmeden," ifadesinin; Başladı, başlar"dan gelmesi ve hemzesinin hazfedilmiş olması da mümkündür Nitekim Ebû Amr hemzeyi tahkik ile diye okumuştur ki, bu da işin başından, düşünmeden görüş sahibi olmak demektir. Yani onlar daha görür görmez sana tabi oldular, halbuki iyice düşünecek ve dikkat edecek olsalardı, sana uymazlardı. Ancak burada bunun hemzeli okunuşuyla, hemzenin terkedilmcsi hallerinde anlam farkı olmaz. İlk kelimenin nasb ile okunması ise yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi; " de, da" edatının hazfı dolayısıyladır: "Mûsa kavminden... seçti." (el-A'raf, 7/155) âyetinde olduğu gibi. "Sizin bize karşı üstün bir tarafınızı da görmüyoruz." Yani sizin ona uyma suretiyle bize üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bü da, onların Hazret-i Nûh'un peygamberliğini inkâr ettikleri anlamındadır. "Hatta biz sizi yalancı sanıyoruz." Burada hitap Hazret-i Nûh'a ve onunla birlikte îman edenleredir. 28Dedi ki: "Ey kavmim! Bana haber verin. Şayet ben Rabbimden apaçık bir delil üzerinde isem ve O bana katından bir rahmet vermiş, bunlar size gizli kalmışsa; siz onu istemediğiniz halde, onu size zorla mı kabul ettireceğiz? "Dedi ki; Ey kavmim! Bana haber verin. Şayet ben Rabbimden apaçık bir delil" -Ebû İmrân el-Cûnî'nin dediğine göre- kesin bir bilgi (yakîn.) "üzerinde isem..." Buradaki delilin mucize anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-En'âm Sûresinde (6/57. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Ve O, bana katından bir rahmet" İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre nübüvvet ve risalet "vermiş..." Çünkü nübüvvet ve risalet insanlara bir rahmettir. Bunun kesin delil ve burhanlarla Allah'a iletmek ve hidayet anlamında olduğu söylendiği gibi, îman ve İslâm diye de açıklanmıştır. "Bunlar size gizli kalmışsa" yani risalet ve hidayet sizin için gözlerinizin körlüğü sebebiyle anlaşılmamış ve bunları kavrayamamış iseniz... demektir. Mesela; "Filan şey benim için muamma oldu (gizli, saklı kaldı)" İfadesi; onu anlayamadım, kavrayamadım demektir. Burada âyetin; ... ve eğer siz bu rahmeti farkedememiş, anlayamamış İseniz.,, demektir. İfadenin maklub olduğu da söylenmiştir. Çünkü rahmetin muamma olması söz konusu değildir. Ona karşı kör olunduğu için görülmemesi söz konusudur. Bu da bir kimsenin... başımı fes'e soktum ve ayakkabı ayağıma girdi, demek kabilindendir. el-A'meş, Hamza ve el-Kisaî "ayn" harfini ötreli, "mim" harfini şeddeli olarak meçhul' bir fiil şeklinde; "Gizli bırakılmışı sa).' diye okumuşlardır. Bu da Allah bu rahmeti sizin için muamma haline getirmiş, siz onu görememişseniz demek olur. Nitekim Ubeyy'in kıraatinde de; "Allah onu sizin için muammalaştırmış ise..." şeklindedir ki bu kıraati el-Maverdî nakletmektedir. "Siz onu istemediğiniz halde onu size zorla mı kabul ettireceğiz?" Âyetindeki "onu" zamirinden kastın "Allah'tan başka ilâh olmadığY'na dair şehadet olduğu söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre zamir, rahmete rad'dir. Bunun "apaçık delil"e raci olduğu da söylenmiştir. Yani biz sizi onu kabul etmeye zorlayalım ve ben sizi onu kabul etmeye mecbur edeyim mi? demektir. Bu ise inkâr anlamını taşıyan bir istifhamdır. Yani ben sizi bunu bilip kabul etmek zorunda bırakamam, buna mecbur etmeye imkânım yoktur. Nûh (aleyhisselâm) bu sözleriyle onlara cevab vermek İstemiştir. el-Kisaî ve el-Ferrâ'' "Onu size zorla mı kabul ettireceğiz?" âyetinin birinci "mim'inin tahfif için sakin okunduğunu nakletmişlerdir. Sîbeveyh bu gibi okuyuşları câiz kabul eder ve buna dair şu beyiti örnek olarak gösterir: "Artık ben bugün (şarabı) içiyorum; bundan dolayı da Allah'a karşı Günahkâr olduğumu da kabul etmiyorum, çağırılmadığım halde onu içen birisi de değilim." en-Nehhâs der ki: Yûnus'un görüşüne göre Kur'ân-ı Kerîm'in dışında şeklinde kullanılması da mümkündür. Bu durumda zamir de açıkça zikredilmiş gibi olur ve: "Biz sizi buna mecbur mu edeceğiz?" demeye benzer. "Siz onu istemediğiniz halde..." Yani siz onu istemezken, onu kabul etmeniz söz konusu olamaz. Katâde der ki: Allah'a yemin ederim ki eğer Allah'ın peygamberi Nûh (aleyhisselâm) güç yetirebilseydi, onları bunu kabul etmeye zorlar ve mecbur ederdi. Fakat onun böyle bir imkanı yoktu. 29"Ey kavmim! Buna karşı sizden hiçbir mal istemiyorum. Benini ecrimi vermek ancak Allah'a aittir. Ben mü’minleri kovacak da değilim. Çünkü onlar Rabblerine kavuşacaklardır. Ne var ki ben sizi cahillik eden bir kavim görüyorum. "Ey kavmim! Buna karşı" yani tebliğ için, Allah'a çağırmak ve îmana davet etmek için "sizden hiçbir mal" herhangi bir ücret "istemiyorum" ki bu size ağır gelsin. "Benim ecrimi vermek" yani risaleti tebliğ dolayısıyla beni mükâfatlandırmak "ancak Allah'a aittir. Ben mü’minleri kovacak da değilim." Çünkü kavmi kendisinden îman eden ve kendilerine göre ayak takımı sayılan kimseleri yanından kovup uzaklaştırmasını İstemişti. Tıpkı Kureyşlilerin, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den -el-En'âm Sûresi'nde (6/52. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere- fakir ve köleleri kovmasını istedikleri gibi. Hazret-i Nûh da kavminin bu isteklerine: "Ben mü’minleri kovacak da değilim. Çünkü onlar Rabblerine kavuşacaklardır" diye cevap vermişti. O bu sözlerini yüce Allah'ın huzuruna çıkmanın büyük ve azametli bir iş olduğunu anlatmak maksadıyla da, bu işin Allah'ın huzurunda kendisinden davacı olmalarını gerektirecek bir iş olduğunu anlatmak kasdıyla da söylemiş olabilir. Yani eğer ben böyle bir şey yapacak olursam, Allah huzurunda onlar benden davacı olurlar. Îmanlarına karşılık onları mükâfatlandıracak, onları kovan kimseyi de cezalandıracak, anlamındadır. "Ne var ki ben" sizin onları bayağı kimseler görmeniz ve benden onları kovmamı istemenizden ötürü "sizi cahillik eden bir kavim görüyorum." 30"Ey kavmim! Ben onları kovarsam, Allah'a karşı bana kim yardım eder? Hiç düşünmez misiniz? "Ey kavmim! Ben onları" îman ettikleri için "kovarsam Allah'a karşı bana kim yardım eder!" el-Ferrâ': Allah'ın azabından beni kim koruyabilir, demektir diye açıklamıştır. "Hiç düşünmez misiniz?" âyetinde "te" harfi "zel" harfine (Nâfi'in kıraatinde) idğâm ile okunmuştur. Bu "te" harfinin hazfedilerek, diye okunması da caizdir. 31"Ben size: Allah'ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. Muhakkak ben bir meleğim de demiyorum. Bununla beraber gözlerinizin hor gördüğü kimselere; Allah asla bir iyilik vermeyecektir de demiyorum. Allah nefislerinde olanı en iyi bilendir. O takdirde ben şüphesiz zâlimlerden olurum." "Ben size: Allah'ın hazineleri yanımdadır demiyorum. Gaybı da bilmiyorum." Hazret-i Nûh, Allah'ın huzurunda tezellül ve tevazuunu haber vermekte, Allah'ın hazinelerinden sahip olmadığı şeylere sahib olduğu iddiasında olmadığını ifade etmektedir. Bu hazineler, Allah'ın kullarından dilediği kimselere nimetler ihsan etmesidir. Gayb'ı bilmediğini de söylemektedir, çünkü gaybi yüce Allah'tan başkası bilemez. "Muhakkak ben bir meleğim de demiyorum." Yani ben insanlar arasında melek konumunda birisi olduğumu da söylemiyorum. İlim adamları derler ki: Bu sözlerin ifade ettiği anlam, meleklerin peygamberlerden daha faziletli olduğu şeklindedir. Çünkü melekler Allah'a itaate kesintisin olarak devam ederler, kıyâmete kadar da ibadetleri aralıksız olarak sürecektir. Allah'ın salat ve selamlan hepsine olsun. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/33. âyet, 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Bununla beraber gözlerinizin hor gördüğü kimselere Allah asla bir iyilik vermeyecektir, de demiyorum" âyetindeki: "Hor gördüğü" tabiri, gözlerinizle hakir gördüğünüz ve kendilerinden İstiskal ettiğiniz kimseler demektir. Bu kelimenin aslı; "Kendilerini hor gördüğü" şeklinde olup, (kendileri anlamındaki) "he" ve "mim" zamiri -ismin uzunluğu dolayısıyla (yani gözlerinizin hor gördüğü kimseler ibaresinden)- hazfedilmiştir. Ayrıca buradaki "te" harfi "dâl" harfine dönüştürülmüştür (ibdâl). Çünkü bunun aslı; şeklindedir, fakat "ze': harfinden sonra gelen "te" harfi "dal'e ibdal edilir. Çünkü "ze" harfi cehridir, harfi de hems sıfatına sahibtir. O bakımdan "te" harfi yerine onunla aynı mahreçten gelen cehri bir harf getirilmiştir. Bir kimseyi ayıplamak halinde; "Onu ayıpladım" denilir. Hakir görmek halinde ise; ifadesi kullanılır. el-Ferrâ' da şöyle bir beyit nakleder: "Dostu onu uzak tutar, onu hakir görür. Hanımı; küçük görür de onu azarlar." " ... Onlara asla bir iyilik vermeyecektir de demiyorum." Yani sizin onları hakir görmenizden ötürü onların ecirleri boşa çıkmaz veya sevablan eksilmez. "Allah nefislerinde olanı en iyi bilendir." Buna göre onlara karşılık verecek ve onları sorumlu tutacaktır. "O takdirde ben şüphesiz zâlimlerden olurum." Yani eğer ben onlara az önce sözü geçen şeyleri söyleyecek olursam, zâlimlerden olurum. Burada; …….edatı cümle ortasında geldiği için amel etmemiştir (amelden mulğâdır). 32Dediler ki: "Ey Nûh! Bizimle gerçekten mücadele ettin. Bizimle olan bu mücadeleni çok uzattın. Şimdi eğer doğru söyleyenlerden isen, bizi kendisiyle tehdit edip durduğunu bize getir." "Dediler ki: Ey Nûh! Bizimle gerçekten mücadele ettin. Bîzimle olan bu mücadeleni çok uzattın." Yani bizimle tartışıp durdun, bu tartışmanı uzattın ve bu konuda ileri gittin. Arap dilinde "cedel" tartışmada aşırıya gitmek anlamındadır ve bu kelime ileri derecede eğerek bükmek anlamındaki; den türetilmiştir. Kartala da kuşlar arasındaki gücü dolayısıyla (aynı kökten gelen): "Ecdel" denilir. Bu anlamdaki açıklamalar el-En'âm Sûresi'nde (6/121. âyet, 4. başlıkta) daha doyurucu bir şekilde geçmiş bulunmaktadır. İbn Abbâs ise; "Bizimle olan bu mücadeleni çok uzattın" anlamındaki âyeti "dal" harfinden sonra "elif" olmaksızın okumuştur. Bunu da en-Nehhâs nakletmektedir. Dini hususlarda cedel övülmüş bir iştir. İşte bundan dolayı Hazret-i Nûh vs. peygamberler hak ortaya çıkıp üstün gelinceye kadar kavimleriyle tartışmışlardır. Bu hakkı kabul eden başarılı olur ve kurtuluşa erer, reddeden de zarar eder, hüsrana uğrar. Hak uğrunda olmayıp batıl hak suretinde görünsün diye yapılan tartışma ise yerilmiştir ve böyle bir tartışmacı dünyada da, âhirette de kınanır. "Şimdi eğer" söylediklerinde "doğru söyleyenlerden isen bizi kendisiyle tehdit edip durduğunu" azâbı "bize getir." 33Dedi ki: "Dilerse onu size ancak Allah getirir. Siz âciz bırakabilecekler değilsiniz." "Dedi ki: Dilerse onu size ancak Allah getirir." Yani O, sizi helâk etmeyi dilerse azaplandırır; "siz âciz bırakabilecekler" yani azâb etmek istediği takdirde azabından kurtulabilecekler "değilsiniz." Bu, siz çokluğunuzla galib gelebilecekler değilsiniz, diye de açıklanmıştır. Çünkü çoklukları gözlerinde büyümüştü. İleride de geleceği üzere dağıyla, ovasıyla yeryüzünü doldurmuş bulunuyorlardı. 34"Eğer Allah sizi saptırmak isterse, ben size öğüt vermek İstesem bile bu öğüdüm size fayda vermez. O, sizin Rabbinizdir ve nihayet ancak O'na döndürüleceksiniz." "Eğer Allah sizi saptırmak" dalâlette bırakmak "isterse, ben size öğüt vermek istesem bile bu öğüdüm" benini size tebliğim ve îman etmeniz için gayret göstermem "size fayda vermez." Çünkü sîz öğüt kabul etmiyorsunuz. Öğüt (nush)un sözlük anlamına dair açıklamalar daha Önce et-Tevbe Sûresi'nde (9/91-92. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Eğer Allah sizi saptırmak İsterse" ifadesi Mutezile, Kaderiyye ve onlara uygun kanaat belirtenlerin görüşlerinin bâtıl olduğunu ortaya koyan delillerdendir. Çünkü onlar yüce Allah'ın isyankarın isyan etmesini, kâfirin de küfre sapmasını, azgın ve sapığın azıp sapmasını irade etmediğini, kulun bunları yapmakla birlikte Allah'ın bunları iradesiyle istemediğini iddia etmişlerdir. İşte yüce Allah: "Eğer Allah sizi saptırmak isterse" âyeti ile onların bu kanaatlerini reddetmektedir. Bu türden açıklamalar daha önce el-Fâtiha Sûresi'nde (4. bölüm, 31. başlıkta) ve başka yerlerde (mesela, Al-i İmrân, 3/8. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Böylelikle onlar A'raf Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Beni azgınlığa İttiğin için..." (el-A'raf, 7/16) âyetinde ifade ettiği azdırması hususunu açıklarken belirttiğimiz gibi lanetli hoçalan İblis'i de yalanlamış oldular. İşte bu yanlış görüş sahiplerinin Nûh (aleyhisselâm)ın: "Eğer Allah sizi saptırmak isterse..." âyetinden kendilerini kurtarmalarına imkan yoktur. Çünkü bu âyette onların saptırılıp azdırılmaları şanı yüce Allah'a İzafe edilmektedir. Çünkü hidayete ileten de, saptıran da O'dur. O, inkarcı ve zâlimlerin söylediklerinden oldukça yüce ve büyüktür. "sizi saptırmak..." âyetinin sizi helâk etmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü sapıklık sonunda helake götürür. Taberî ise bunu azabıyla sizi helâk etmek isterse... diye açıklamıştır. Tayy kabilesinden; Filan kişi hastalandı" diye bu kelimeyi kullandıklarını ve; un onu helâk ettim, anlamına geldiği de nakledilmiştir. Yüce Allah'ın: "İşte onlar gayy ile karşılaşacaklardır (helâk olacaklardır)." (Meryem, 19/59) âyeti da buradan gelmektedir. "O sizin Rabbinizdir" yani sapıklığa götüren ve azdıran da O'dur, hidayete ileten de O'dur. "Ve nihayet ancak O'na döndürüleceksiniz" âyeti da bir tehdittir. 35Yoksa: "Onu kendiliğinden uydurdu" mu? derler. De ki: "Eğer ben onu kendim uydurduysam günahı bana aittir ve ben de sizin kazanmakta olduğunuz günahlardan uzağım." "Yoksa: Onu kendiliğinden uydurdu mu? derler." Bununla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ı kastetmektedirler. Yani Kur'ân'ı ve Nûh ile kavmine dair haber verdiği şeyleri kendiliğinden uydurdu, dediler. Bu açıklamayı Mukâtil yapmıştır. İbn Abbâs da der ki: Bu sözler Hazret-i Nûh'un kavmi ile konuşmasının bir bölümüdür. Bu görüş daha bir kuvvetlidir. Çünkü bu âyetten önce de sonra da sadece Hazret-i Nûh ve kavminden söz edilmektedir. Buna göre buradaki hitab onların Hazret-i Nûh'a söyledikleridir ve cevap da Hazret-i Nûh'un onlara verdiği bir cevaptır: "De ki: Eğer onu ben kendim uydurduysam" yani vahiy ve risaleti kendim ortaya atmış isem "günahı bana aittir." Benim bu günahımın cezasını ben çekeceğim, şayet söylediklerimde haklı isem o vakit beni yalanlamanızın cezasını da siz çekeceksiniz. "Günah kazanmak" "Günah kazandı"nın mastarıdır ki, bu da günah ve kötülük işlemek demektir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Benim işlediğim suçumun ve yaptıklarımın cezası bana aittir. en-Nehhâs ve başkalarından nakledildiğine göre de; ile aynı anlamdadır. Nitekim şair şöyle demektedir: "Elimin işlediği ve dilimin cinayeti dolayısıyla aşiretim tarafından Kovulmuş ve cürmüm karşılığında rehin alınmışım." Hemzeyi üstün olarak; şeklindeki okuyuşa göre ise bu kelime; Suç, günah, cürüm" kelimesinin çoğuludur. Bunu da yine en-Nehhâs zikretmiştir, "Ben de sizin kazanmakta olduğunuz" küfür ve beni yalanlama kabilinden "günahlardan uzağım." 36Nûh'a şöyle vahyolundu: "Kavminden daha evvel îman etmiş olanlardan başkası asla îman etmeyecektir. O halde işlediklerine tasalanma. "Nûh'a şöyle vahyolundu: Kavminden daha evvel îman etmiş olanlardan başkası asla îman etmeyecektir" anlamındaki âyette yer alan; "Şöyle," ifadesi meçhul fiilin nâib-i faili olarak ref' mahallindedir. Bununla birlikte nasb mahallinde olması ve ifadenin; takdirinde olması da mümkündür. "îman etmiş" âyeti ise; "Îman et(mey)ecek..." ile nasb mahallindedir. Âyet, onların îman edeceklerinden yana Hazret-i Nûh'un ümidini kesmek, küfürlerinin de devam edeceğini ve böylelikle onlara yapılan azâb tehdidinin gerçekleşeceğini anlatmaktadır. ed-Dahhâk der ki; Nûh (aleyhisselâm)a bu husus haber verilince, onlara beddua ederek; "Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden dönüp dolaşan bir kimse bırakma!" (Nûh, 71/26) âyetini ve bir sonraki âyetteki sözlerini söyledi. Denildiğine göre; Nûh (aleyhisselâm) kavminden birisi çocuğunu taşıyıp giderken, çocuk Hazret-i Nûh'u görünce babasına; Bana bir taş ver, demiş. Babasının verdiği taşı Nûh (aleyhisselâm)a atmış ve onun bir tarafını kanatmıştı. Bunun üzerine yüce Allah da kendisine: "Kavminden daha evvel îman etmiş olanlardan başkası asla Îman etmeyecektir" âyetini vahyetti. "O halde işlediklerine tasalanma" yani onların helâk olacaklarından ötürü üzülme, kederlenme. Âyet-i kerîmedeki "tasalanma" emrinin mastarı olan; "Hüzün ve keder" demektir. Şairin şu beyiti de bu kabildendir: "Nice yakın dost yahut candan arkadaşımın musibeti ile karşı karşıya kaldım, Bununla birlikte hiç üzülmedim; fakat onun o musibeti çok büyük bir şeydi." Bir kimse hoşlanmayacağı bir şeyle karşı karşıya kalacak olursa; denilir. de zillet ve boyun eğmek haliyle birlikte üzüntü ve keder demektir. 37"Gözlerimizin önünde ve vahyimizle gemiyi yap. Zulmedenler hakkında da Bana bir şey söyleme. Çünkü onlar suda boğulacaklardır." "Gözlerimizin önünde ve vahyimizle" sen ve seninle birlikte îman edenlerin binmeleri için "gemiyi yap. Gözlerimizin önünde" Bizim görmemiz ve nezaretimiz altında demektir. er-Rabî' b. Enes der ki: Seni, görenleri ve gözetip koruyanın gözetimi altında yap, demektir. İbn Abbâs (radıyallahü anh): Bizim seni korumamız altında... diye açıklamıştır, anlam birdir. Burada görmek "göz" ile ifade edilmiştir. Çünkü görmek gözle gerçekleşir. "Gözlerimiz" şeklindeki çoğul ise, çoğul anlamı vermek için değil azamet ;indir. Nitekim yüce Allah başka yerlerde bu kabilden olmak üzere şöyle buyurmaktadır: "Ne güzel güç yetirenleriz Biz." (el-Mürselât, 77/23); "Ne güzel döşeyicileriz Biz." (ez-Zâriyât, 51/48); "Muhakkak Biz genişleticileriz." (ez-Zâriyât, 51/47.) Bu ve başka âyetlerdekî "gözler'in, "göz" anlamına raci olması da mümkündür. Yüce Allah'ın: "Benim gözümün üzerinde (gözetimim altında) yetiştirilesin diye" (Tâhâ, 20/39) âyetinde olduğu gibi. Bütün bunlar idrâk ve kuşatıcılığı ifade eder, çünkü şanı yüce Allah duyu organlarından, teşbih ve keyfiyetlendirmeden yüce ve münezzehtir. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. "Gözlerimizin önünde" âyetinin, seni korumak ve sana yardımcı olmak üzere gözetleyici olarak görevlendirdiğimiz meleklerimizin gözleri ününde anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu durumda çoğul ifadesi gerçek anlamı ile kullanılmış olur. Yine "gözlerimizin önünde âyeti bilgimiz altında diye de açıklanmıştır ki; bu açıklamayı Mukâtil yapmıştır. ed-Dahiıâk ve Süfyan ise "emrimizle" diye açıklamışlardır. Bunun vahyimizle demek olduğu söylendiği gibi, bu gemiyi yapabilmen için bizim sana yardımımızla... anlamına geldiği de söylenmiştir. "Vahyimizle" âyeti, Bizim onu yapman üzere sana verdiğimiz vahye binaen yap, demektir. "Zulmedenler hakkında da Bana bir şey söyleme! Çünkü onlar suda boğulacaklardır." Yani sakın onlara mühlet verilmesini isteme, zira Ben onları suda boğacağım. 38Gemiyi yaparken, kavminin İleri gelenlerinden yanına uğrayan oldukça onunla alay ediyorlardı. Dedi ki: "Eğer bizimle alay ederseniz, siz alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz. "Gemiyi yaparken" gemiyi yapmaya koyulduğunda, demektir. Zeyd b. Eslem dedi ki: Nûh (aleyhisselâm) yüzyıl süreyle ağaç dikip kesmeye ve kurutmaya devam etti. Yüzyıl süreyle de gemiyi inşa etti. İbnu'l-Kasım, İbn Eşres'den, o Malik'ten şöyle dediğini rivâyet eder: Bana ulaştığına göre Nûh kavmi yeryüzünü; dağlar ve ovalara varıncaya kadar doldurdular. Dağdakiler öbürlerinin yanına inemiyorlar, düzlüktekiler de öbürlerinin yanına çıkamıyorlardı. Bunun üzerine Nûh (aleyhisselâm) gemiyi yapmak maksadıyla yüzyıl süreyle ağaç dikip durdu. Daha sonra bu ağaçları toplayıp kuruttu. Bu da yüzyıl sürdü. Kavmi ise onunla alay ediyorlardı. Alay edişlerinin sebebi ise yaptığı bu işlerdi. Sonunda Allah'ın onlar hakkındaki hükmü gerçekleşti. Amr b. el-Haris'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Nûh, gemisini Dimaşk topraklarında yaptı. Kerestesini de Lübnan dağlarından kesti. Kadı Ebû Bekr b. el-Arabî der ki: Şanı yüce Allah sulblerdeki ve rahimlerdeki mü’minleri kurtarınca ona: "Kavminden daha evvel îman etmiş olanlardan başkası asla îman etmeyecektir. Artık gemiyi yap" diye variyetti. Hazret-i Nûh: Rabbim ben marangoz değilim deyince, bunun üzerine yüce Allah: "Hayır sen bunu yaparsın, çünkü bu Benim gözetimim altında olacaktır" diye buyurdu. Bunun üzerine Nûh (aleyhisselâm) eline keseri aldı, eli yanlış bir iş yapmaz oldu. Kavmi yanından geçip giderken: Şu peygamber olduğunu iddia eden kişi bu sefer de marangoz oldu, demeye koyuldular, Nûh (aleyhisselâm) gemiyi kırk yılda yaptı. es-Sa'lebî ve Ebû Nasr el-Kuşeyrî, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet ederler: Nûh (aleyhisselâm) gemiyi iki yılda yaptı. es-Sa'lebî şunu da ilave eder: Çünkü Hazret-i Nûh geminin nasıl yapıldığını bilmiyordu. Yüce Allah kendisine gemiyi kuşun göğüs kafesi gibi yap, diye vah yetti. Ka'b der ki: Gemiyi otuz yılda inşa etti. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. el-Mehdevî der ki: Haberde rivâyet edildiğine göre melekler ona gemiyi nasıl yapacağını öğretiyorlardı. Geminin eni ve boyu hususunda farklı görüşler vardır. İbn Abbâs (radıyallahü anh)dan gelen rivâyete göre uzunluğu üçyüz, eni de elli zira, kalınlığı ise otuz zira idi. Gemi tik ağacındandı. es-Sa'lebî, Katâde ve İkrime de aynı şekilde boyu otuz zira'dı, demişlerdir. Zira' ise, omuzdan parmak ucuna kadar olan mesafedir. Bunu da Selman el-Farisî söylemiştir. Hasan-ı Basrî de der ki: Geminin uzunluğu bin ikiyüz zira, eni ise altıyüz zira'dı. es-Sa'lebî bunu "Kitabu'l-Arâis" adlı eserinde nakletmektedir. Ali b. Zeyd, Yusuf b. Mihran'dan, o İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Havariler Îsa (aleyhisselâm)a dediler ki: Nûh'un gemisini görmüş birisinin diriltilmesini dilesen de o da bize gemiden söz etse. Hazret-i Îsa havarileri ile birlikte topraktan bir yığının yanına varıncaya kadar yola koyuldu, O topraktan bir avuç aldı ve: Bunun ne olduğunu biliyor musunuz? diye sordu. Onlar, Allah ve Rasûlü daha iyi bilir dediler. Bunun üzerine Hazret-i Îsa: Bu Nûh'un oğlu Hâm'ın topuğudur, dedi. Hazret-i Îsa asasıyla toprağa vurdu ve: Allah'ın izniyle ayağa kalk, dedi. Ansızın başından toprakları silkeleyerek ayağa kalktığında saçlarının ağarmış olduğunu gördüler, Hazret-i Îsa ona: Sen bu şekilde mi öldün? diye sorunca, o: Hayır ben genç yaştayken ölmüştüm, fakat kıyâmetin koptuğunu zannettim. İşte bundan dolayı saçlarım ağardı, dedi. Hazret-i Îsa ona: Bize Nûh (aleyhisselâm)ın gemisi hakkında bilgi ver, deyince şunları söyledi: Boyu bin ikiyüz zira' idi, eniyse altıyüz zira'di. Üç kattı, katın birinde karada yaşayan hayvanlar ile yabani hayvanlar vardı. Birisinde insanlar, diğerinde de kuşlar vardı,.. Bu şekilde ileride yüce Allah'ın izniyle nakledileceği üzere haberin geri kalan bölümlerini de zikretti. en-Nekkaş'ın naklettiğine göre de el-Kelbî der ki: Geminin dört zira' kadarlık bir bölümü suya gömülmüştü. Üç kapısı vardı, kapının birisinde yırtıcı hayvanlar ve kuşlar. Birisinde yabani hayvanlar, diğerinde ise erkeklerle kadınlar vardı. İbn Abbâs der ki: Nûh (aleyhisselâm) gemiyi üç büyük bölmeye ayırmıştı. Alt bölmesini vahşi hayvanlarla yırtıcı hayvanlara ve diğer kara hayvanlarına, orta bölmeyi yiyecek ve içeceğe ayırmıştı. Kendisi ise en üst bölmeye binmişti. Âdem (aleyhisselâm)ın cesedini de erkeklerle kadınlar arasında enine yatırmış idi. Daha sonra onu Beytu'l-Makdis'e defnetti. İblis de geminin arka tarafında onlarla beraberdi. Denildiğine göre yılan ile akrep gemiye binmek üzere geldiler. Hazret-i Nûh onlara: Ben sizi gemiye almıyorum çünkü sizler zarar ve belalara sebepsiniz, deyince bu iki hayvan şöyle dediler: Sen bizi gemiye al, biz de sana seni anan hiçbir kimseye zarar vermeyeceğimize dair teminat veriyoruz. O bakımdan yılan ve akrebin zararından korkan bir kimse yüce Allah'ın: "Âlemler içerisinde Nûh'a selâm olsun" (es-Sâffât, 37/79) âyetini okuyacak olursa, akrebin de, yılanın da o kimseye zararı olmaz. Bunu da el-Kuşeyrî ve başkaları zikretmektedir. Hafız b. Asakir, "Tarih Dimaşkrde merfu olarak Ebû Umame'den şu hadisi nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim akşamı ettiğinde "sallallahu alâ Nûh'in ve alâ Nûh'in es-selâm" diyecek olursa o gece hiçbir akreb onu sokmaz." Yüce Allah'ın; "Her seferinde (mealde: "Oldukça") zarftır. "Kavminin ileri gelenlerinden yanına uğrayan oldukça onunla alay ediyorlardı." âyeti ile ilgili olarak el-Ahfeş ve el-Kisaî derler ki: "Onunla alay ettim" anlamında olmak üzere hem denilir, hem de denilir. Onların Hazret-i Nûh ile alay etmeleri hususunda iki görüş vardır. Birincisine göre onlar Hazret-i Nûh'un gemisini karada yaptığını görüyorlar ve bundan dolayı onunla alay ederek; Ey Nûh! Sen peygamberlikten sonra marangozluğa mı başladın? diyorlardı. İkinci görüşe göre onlar Bz, Nûh'un gemiyi yaptığını görmekle birlikte daha önce gemi yapımım görmediklerinden, Ey Nûh! ne yapıyorsun? diye sordular. O da: Su üzerinde yürüyecek bir ev yapıyorum, demişti, Onun bu cevabından hayrete düşüp onunla alay etmeye başladılar. İbn Abbâs der ki: Tufandan önce yeryüzünde nehir de yoktu, deniz de yoktu, Bundan dolayı onunla alay ettiler. İşte bu denizlerin suları o tufandan geriye kalan sulardır. "Dedi ki Eğer" bugün gemiyi yaparken, bizim yaptığımız bu işten ötürü "bizimle alay ederseniz, siz alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz." Boğulma esnasında sizinle alay edeceğiz, demektir. Burada "alay etmek"ten kasıt, onların cahilliklerini yüzlerine vurmaktır. Anlamı da şudur: Eğer siz bizi cahil kabul ediyorsanız, sizin bizleri cahil gördüğünüz gibi sizi cahil görmekteyiz. 39"Artık kendisini rezil edecek azâbın kime gelip çatacağını ve kalıcı azâbın da kimin başına ineceğini yakında bileceksiniz." "Artık kendisini rezil edecek azâbın kime gelip çatacağını... bileceksiniz" âyeti bir tehdittir. Buradaki; "Kim" edatı; "Bileceksiniz" fiilinin muttasıl ismidir. Burada; "Bilirsiniz" fiili bir mef'ûle geçiş yapan türdendir, yani siz azâbın kime geleceğini bileceksiniz. Bununla birlikte; "Kimin" soru edatı olması da mümkündür; azâbın hangimize geleceğini bileceksiniz anlamında olur. Bu edatın mübteda olarak ref mahallinde Kime geleceğini" lâfzının haber; "Kendisini rezil edecek" kelimesinin de "azâb"ın sıfatı olduğu da söylenmiştir. el-Kisaî'nin de naklettiğine göre Hicazlılardan bir takım kimseler; "Bileceksiniz" (şeklinde "vav"dan sonra "fe" harfi getirmeksizin) kullanırlar. Yine el-Kisaî deı ki: "Bileceksiniz" diyenler ise hem "vav"ı hem de "fe"yi birlikte düşürmüş olurlar. Kûfeliler de; şeklinde bir kullanım naklederler. Ancak Basralılar; (uzak gelecekte.) yapacaksın ile; (yakın gelecekte) yapacaksın kullanımlarından başkasını bilmezler ve onlara göre bunlar İki ayrı kullanım olup birinin diğeriyle ilgisi yoktur. "Ve kalıcı azâbın" daimi azâbın -ahiret azabını kastediyor-" kimin başına İneceğini" kimin hakkında vacib olup kimin üzerine ineceğini "bileceksiniz." 40Nihayet emrimiz gelip de tandır kaynayınca dedik ki: "Her birinden çifter çifter ve -aleyhinde söz geçmiş olanlar hariç- aile efradını ve îman edenleri (geminin) İçine yükle. Zaten onunla birlikte ancak çok az kimse îman etmişti. "Nihayet emrimiz gelip de tandır kaynayınca..." âyetindeki "tandır (tennûr)" hakkında yedi ayrı görüş vardır: 1- Bundan kasıt yeryüzüdür. Çünkü Araplar yeryüzüne de "tennûr" derler Bu görüş İbn Abbâs, İkrime, ez-Zührî ve İbn Uyeyne'ye aittir. Şöyle ki: Hazret-i Nûh'a; Sen suyu yeryüzünde gördün mü beraberindekilerle birlikte gemiye bin, denilmişti. 2- Bu içinde ekmek pişirilen tandırdır ve bu taştan yapılmış idi. Bu tandır Hazret-i Havva'ya aitti, sonunda Hazret-i Nûh'a kalmıştı. Ona: Suyun tandırdan kaynayıp coştuğunu görecek olursan sen ve arkadaşların gemiye bin, denilmişti. Allah da suyu tandırdan kaynatmış ve Hazret-i Nûh'un hanımı durumu öğrenib: Ey Nûh! Tandırın suyu kaynadı, deyince o da: Rabbimin va'di hak olarak geldi, demişti. el-Hasen’in görüşü bu olduğu gibi, Mücahid de bu görüşledir. Atiyye bu görüşü İbn Abbâs'tan nakletmiştir. 3- Tandırdan kasıt suyun gemide toplandığı bir yerdir. Bu da el-Hasen'den nakledilmiş bir görüştür. 4- Bundan kasıt tan yerinin ağarması ve sabahın aydınlığının çıkmasıdır. Bu da Arapların; "Tan, aydınlattı" ifadesinden alınmıştır. Bu açıklamayı Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) yapmıştır. 5- Bundan kasıt Küfe mescididir. Bunu da Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) ifade etmiştir. Mücahid de böyle demiştir. Mücâhid der ki: Tandırın bir tarafı Kûfe'de idi, yine Mücahid der ki: Hazret-i Nûh gemiyi Küfe mescidinin iç tarafında yaptı. Tandır da, Kinde'ye bitişik tarafın içinin sağ cihetinde idi. Suyun tandırdan kaynayıp coşması da Hazret-i Nûh için bir alâmet, kavminin de helâk edileceğine bir delil idi. Şair Umeyye de der ki: "Ve derken tandırları kaynadı ve su ile coştu, Dağların üstüne çıkıncaya kadar yükseldi." 6- Tandırdan kasıt, yeryüzünün yüksek yerleri ve tümseklikleridir. Bu da Katâde'nin görüşüdür. 7- Tandır, el-Cezire'deki Aynu Verde diye bilinen pınardır. Bu görüşü de İkrime rivâyet etmiştir. Mukâtil de der ki: Bu tandır Hazret-i Âdem'in tandırı idi. Şam taraflarında "Aynu Verde" denilen bir yerde idi. Yine İbn Abbâs der ki: Âdem'in tandırı Hindistan'da idi. en-Nehhâs der ki: Bütün bu görüşler birbirleriyle çelişmemektedir, çünkü şanı yüce Allah bize suyun hem gökten, hem de yerden geldiğini haber vererek şöyle buyurmaktadır: "Biz de sağanak sağanak suyla göğün kapılarını açtık, yerden de kaynaklar fışkırttık..." (el-Kamer, 54/11-12) Bütün bu görüşlerin ortak noktası bunun tufanın alâmeti oluşudur. Feveran ise galeyan (kaynayıp, coşmak) demektir. "Tennûr" aslında Arapça olmayan bir isimdir. Araplar bunu Arapçalaştırmalardır. Binası; veznidir, çünkü bunun aslıdır, Arapçada ise "râ"dan önce "nûn"un geldiği kelime yoktur. "Tandır kaynayınca" tabiri azâbın yaklaştığının temsilî ifadesidir. Bu da Arapların Savaşın kızışması esnasında: "Tandır ısındı, kızdı" demelerine benzer. Çünkü kelimesi "tandır" demektir. Yine bir kavmin giriştiği Savaş kızışacak olursa; "O kavmin tenceresi taştı" anlamındaki tabir kullanılır. Nitekim şair de şöyle demiştir: "Siz tencerenizi içi bomboş bıraktınız, Onların tencereleri ise kızmış ve taşmaktadır." "Dedik ki: Herbirinden çifter çifter... içine yükle." Bununla erkek ve dişi kastedilmektedir. Böylelikle tufandan sonra neslin devamı sağlanmış oldu. Hafs "herbirinden çifter çifter" âyetindeki; "(.......); Her" kelimesini tenvinli olarak okumuştur. Yani herbir şeyden çifter çifter taşı demektir. Her iki kıraatin de ifade ettiği anlam birdir: Bu da herbir şey ile birlikte mutlaka kendisine muhtaç olacağı diğer bir şeyi de birlikte almayı ihtiva eder. Arapça da eğer birşey diğeri olmaksızın olmuyor ise bu türdeki her iki şey hakkında "bu ikisi çifttir" denilir. Yine Araplar bu çiftlerin herbinsine de (çift anlanftnı da veren): "zevç" ismini verirler. Bir kimsenin iki tane ayakkabısı varsa, onun iki çift (iki tek) ayakkabısı var, denilir. Aynı şekilde onun yanında iki çift (biri erkek, biri dişi) güvercin var ve üzerinde iki çift bağ var (sağlı sollu bağ var) denilir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Ve o erkek ve dişiden ibaret olan iki çifti yaratmıştır." (en-Necm, 53/45) Kadın için; o erkeğin zevci (kelime olarak çifti yani eşi) denildiği gibi, erkek hakkında da; o kadının zevcidir, denilir. Bazen iki şeye de "ikisi bir çifttir" denildiği de olur. Kimi zaman "iki çift (zevcân)" ifadesi iki tür, iki sınıf anlamında da kullanılır ve herbir türe de çift (zevç) denilebilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve her çeşit (zevç) güzel bitkiden bitirir." (el-Hac, 22/5) Bu da her çeşit ve her türden anlamındadır. Şair el-A'şâ da der ki: "Ebû Kudâme'nin giyindiği her çift (tür) ipek de Onunla birlikte ona hediye edilmiştir." Burada tür ve çeşit kastetmektedir. "Herbirinden çifter çifter" anlamındaki âyet da "yükle" anlamındaki fiil ile nasb mahallindedir. "İki" anlamındaki kelime de te'kid için gelmiştir. " ...Ve -aleyhinde söz geçmiş olanlar hariç- aile efradını" da taşı. Buradaki;...anlar, istisna olarak nasb mahallindedir. "Aleyhinde söz geçmek" ise helâk edileceğine dair hüküm verilmiş olmak demektir. Bunlar da oğlu Kenan ile hanımı Vâile'dirler, ikisi de kâfir idiler. "Ve îman edenleri" ed-Dahhâk ile İbn Cüreyc derler ki: Yani bana îman edenleri yahut seni tasdik eden kimseleri taşı demektir. Buna göre burada da; "...enler," de; "... yükle" fiili ile nasb mahallindedir. "Zaten onunla birlikte ancak çok az kimse îman etmişti." İbn Abbâs (radıyallahü anh) der ki: Hazret-i Nûh'un kavminden seksen kişi îman etmişti, Bunların Üç tanesi oğlu idi: Sânı, Hânı ve Yâfes. Bunlarla birlikte üç de gelini îman etmişti. Bunlar gemiden çıktıklarında bugün Musul taraflarında "Karyetu's-Semaîn" (seksen kişinin kasabası) diye bilinen bir kasaba inşa ettiler. Haberde nakledildiğine göre gemide seksen kişi vardı. Bunlar arasında Hazret-i Nûh ile boğularak cezalandırılandan başka bir hanımı, üç oğlu ve bunların zevceleri de vardı. Katâde, el-Hakem b. Uyeyne, İbn Cüreyc ve Muhammed b. Ka'b'ın görüşü de budur. Hâm gemide iken hanımına yaklaştı. Bunun üzerine Hazret-i Nûh da yüce Allah'a nutfesini değişikliğe uğratması için dua etti, böylelikle siyahiler ondan doğmuş oldu. Atâ dedi ki: Nûh (aleyhisselâm), Hâm'a: Çocuklarının saçlan kulaklarından aşağıya inmesin, nerede olurlarsa Sâm ve Yâfes'in çocuklarına köle olsunlar, diye beddua etti. el-A'meş: (Gemidekiler) yedi kişi idiler. Nûh, üç oğlu ve üç gelini, diyerek, Nûh'un hanımını saymamıştır. İbn İshâk dedi ki: Hanımları hariç on kişi idiler. Nûh, oğulları Sâm, Hâm ve Yâfes ile ona îman etmiş altı kişi ile bunların hepsinin hanımları. Çok az" lâfzı, "îman etmişti" fiiliyle ref edilmiştir, Müstesnâ olarak nasbi câiz değildir. Çünkü ondan önce ifade lamam olmamaktadır. Ancak ile edatlarının birlikte kullanılmasının faydası şudur: Eğer: Onunla şu şu îman etti, denilecek olursa, başkaları da îman etmiş olabilir. Bu iki edat zikredilerek istisna yapılacak olursa, istisna edatından sonra anılanların îman ettikleri, başkalarının Îman etmedikleri anlaşılmış olur. 41Dedi ki: "Binin içerisine! Onun akması da, durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz Rabbim günahları bağışlayandır, Rahîmdir." "Dedi ki; Binin içerisine" Bu, gemiye binmek için verilmiş bir emirdi. Bu emrin yüce Allah'tan verilmiş olma ihtimali olduğu gibi, Hazret-i Nûh'un kavmine verdiği emir olma ihtimali de vardır. Binmek (rukûb) bir şeyin sırtına, üstüne çıkmak demektir. Mesela; " Borç ona bindi (borca batü)" denilir. Bu itadede hazf vardır, yani siz suya gömülen gemiye binin, demektir. Anlamın ona binin şeklinde olduğu ve" İçerisi..." lâfzının ise te'kid için geldiği de söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Eğer rüya yorumunu biliyorsanız..." (Yusuf, 12/43) âyetinde olduğu gibi. (Burada "rüya" lâfzının başına gelen "lâm" harf-i cerrinin te'kid için geldiğini söylemek istiyor). Buradaki; "İçerisi" edatının faydası da şudur: Onlar geminin sırtında değil de içerisinde yer almakta emrolunmuşlardı. İkrime der ki: Nûh (aleyhisselâm) gemiye Eeceb ayının onuncu günü bindi ve gemi Cûdî dağı üzerinde 10 Muharrem (Âşurâ) günü durdu. Böylelikle altı ay tamam olmaktadır. Katâde de bu görüştedir. Ayrıca o, işte o gün Âşurâ günüdür, dîye ilavede bulunur. Hazret-i Nûh da beraberinde bulunanlara dedi ki: Aranızdan oruçlu bulunanlar, oruçlarını tamamlasınlar, oruçlu olmayanlar da bugün oruç tutsunlar. Taberî ayrıca bu hususta Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den naklen bir hadis zikretmektedir. Buna göre Nûh (aleyhisselâm) Receb ayının birinci günü gemiye bindi ve bütün ayı oruçla geçirdi. Gemi, Âşurâ gününe kadar suyun üzerinde akıp, durdu. İşte Âşurâ günü gemi Cûdî dağı üzerinde demir attı. Nûh (aleyhisselâm) ve beraberindekiler de o günü oruç tuttular. Yine Taberî, İbn İshak'tan, Hazret-i Nûh'un allı ay süreyle su üzerinde kaldığını ve Beytullah'ın yanından geçerek etrafında yedi (şavt) tavaf ettiğini ve yüce Allah'ın o sırada Beyt'i suyun üstüne çıkartmış olduğunu ve su altında kalmamış olduğunu, bundan sonra gemisinin Yemen'e kadar gittikten sonra Cûdî'ye geri dönüp, Cûdî üzerinde durduğunu ifade eden rivâyeti de zikretmektedir. “Onun akması da, durması da Allah'ın adıyladır" âyetini Haremeyn ehli ile Basralılar her iki kelimenin de "mim" harflerini -istisna (şâz) teşkil edenler dışında- ötreli okumuşlardır ve bunun anlamı, onun akıtılması da, durdurulması da Allah'ın İsmi iledir, şeklindedir. Buna göre "akması ve durması" anlamındaki kelimeler mübledâ olarak ref mahallindedirler. Nasb mahallinde olmaları ve takdirin şu şekilde olması da caizdir: "Akacağı vakit Allah'ın İsmi ile (akar)." Bu durumda "vakit" kelimesi hazfedilmiş ve bunun yerine; "Akması" kelimesi getirilmiştir. el-Ameş, Hamzâ ve el-Kisaî "mim" harfini ötreli olarak; "Onun akması Allah'ın adıyladır" şeklinde; "Durması" kelimesini ise "mim" harfini ötreli olarak okumuşlardır. Yahya b. Îsa, el-A'meş'ten, o Yahya b. Vessab'dan; şeklinde her iki kelimenin de "mim" harfini üstün olarak okuduğunu rivâyet etmektedir ki; bu okuyuşa göre birincisi: Aktı, akar’dan mastar, diğeri İse; "Durdu, demirledi" kelimesinden mastar okumuştur. Buna karşılık Mücahid, Süleyman b. Cundub, Âsım el-Cahderî ve Ebû Recâ el-Utaridî ise; "Onu akıtan ve durduran Allah'ın adıyla" şeklinde cer mahallinde "Allah" lâfzının sıfatı olarak okumuşlardır. Bununla birlikte bu isimlerin bir mübtedâ takdiri ile ref mahallinde, yani; "Onu akıtan da, durduran da O'dur" anlamında olması mümkündür. Hal olarak nasb olması da mümkündür. ed-Dahhâk der ki: Nûh (aleyhisselâm) "akması Allah'ın İsmi iledir" dedi mi gemi akar giderdi. "Durması Allah İsmi iledir" dedi mi de dururdu. Mervan b. Salim, Talha b. Ubeydullah b. Kerîz'den, o el-Huseyn b. Ali'den, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Ümmetimin gemiye binmeleri halindeki emânları: "Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile! Onlar Allah'ı gereği gibi takdir edemediler. Halbuki kıyâmet gününde arz bütünü ile O'nun kabzasındadır. Gökler de O'nun sağ eli ile dürülmüş olacaktır. O şirk koştuklarından münezzehtir ve çok yücedir," (ez-Zümer, 39/67); "Onun akması da, durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz Rabbim günahları bağışlayandır, Rahîm'dir" (sözlerini söylemeleri)dir. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 132. İşte bu âyet-i kerîme de herbir işin başında besmeleyi zikretmeye dair bir delildir. Nitekim biz bunu daha Önce Besmele ile ilgili yaptığımız açıklamalarda beyan etmiş bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun. "Şüphesiz Rabbim günahları bağışlayandır, Rahîm'dir." Yani gemiye bi nenlerin günahlarım bağışlar, onlara çok merhametlidir. İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Hayvanların dışkıları ve pislikler çoğalınca yüce Allah Nûh (aleyhisselâm)a: Filin kuyruğuna bastır diye vahyetti. Ondan biri erkek, biri dişi bir çift domuz düştü ve bunlar da dışkılara yöneldiler. Nûh, kendi kendine: Şu domuzun kuyruğuna bastırsam dedi ve dediğini yaptı. Bu sefer ondan biri erkek, biri dişi bir çift fare çıktı. Bu fareler gemiye düşünce, gemiyi ve iplerini, eşyaları ve azıkları kemirmeye başladılar. Öyle ki geminin halatlarının kopacağından korktular. Şanı yüce Allah bu sefer Hazret-i Nûh'a: Arslanın alnını sıvazla, diye vahyetti. Hazret-i Nûh, alnını sıvazladıktan sonra bu sefer ordan iki kedi çıktı ve bunlar da fareleri yemeye koyuldular. Hazret-i Nûh, arslanı gemiye yüklediğinde: Rabbim ben buna nereden yiyecek bulacağım, demişti. Bu sefer yüce Allah: Ben onu meşgul edeceğim, diye buyurdu ve arslan hummaya tutuldu. O bakımdan arslan her zaman hummalı (yüksek ateşli)dir. İbn Abbâs der ki: Hazret-i Nûh'un gemiye aldığı hayvanların ilki ördek, sonuncusu ise eşek'tir. İblis de eşeğin kuyruğuna yapıştı ve o sırada eşeğin ön ayakları geminin içinde, arka ayakları ise geminin dışıtıda idi. Eşek yerinde kıpırdanıp duruyor ve içeri giremiyordu. Hazret-i Nûh yüksek sesle ona, ne oluyor sana, girsene! diye bağırınca yine eşek yerinde debelenmeye başladı. Yine: Ne oluyor sana? girsene, beraberinde şeytan dahi olsa gir, dedi ve bu son sözleri ağzından kaçırmış oldu. Böylelikle eşek de girdi, beraberinde şeytan da girmiş oldu. Daha sonra Hazret-i Nûh) şeytan'in gemide şarkı söylediğini görünce ona, ey lanetli! Seni evime sokan ne oldu? deyince, Hazret-i Nûh'a: Sen bana izin verdin, diyerek durumu anlattı. Hazret-i Nûh da ona: Kalk ve buradan çık git, deyince, şeytan: Senin de beni gemide, seninle beraber taşımaktan başka yolun yok. İşte bu iddiaya göre iblis de gemide bulunuyor idi. Nûh (aleyhisselâm) ile birlikte birisi güneşin yerine, diğeri de ayın yerine olmak üzere parıldayan iki boncuk vardı, İbn Abbâs der ki; Bunlardan birisi gündüzün aydınlığı gibi beyaz, diğeri ise gecenin karanlığı gibi siyahtı. O bu boncuklar vasıtasıyla namaz vakitlerini tesbit edebiliyordu. Akşam olduğunda siyah boncuğun siyahlığı, beyazınkini bastırırdı. Sabah olduğunda ise beyaz boncuğun aydınlığı, diğerinin siyahlığını bastırırdı ve bu da gece ile gündüzün saatleri miktarına göre oluyordu. Bu anlatılanların senet itibariyle güvenilir olduklarını söylemeye imkân olmadığı gibi âyetin anlaşılmasında olumlu herhangi bir payları da yoktur. 42O içindekilerle beraber dağlar gibi dalgalar arasından akıp giderken, Nûh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna seslendi: "Oğlum, gel bizimle birlikte sen de bin. Kâfirlerle beraber olma!" "O İçindekilerle beraber dağlar gibi dalgalar arasından akıp giderken",âyetindeki; "Dalgalar" kelimesi; in çoğuludur. Dalga; şiddetli rüzgarın esmesi esnasında yükselen suyun bir bölümüne denilir. Âyetteki "kef" harfi benzetme edatıdır. Bu edat da "dalgalar"ın sıfatı olarak cer mahallindedir. Tefsirlerde nakledildiğine göre su, herbir şeyin üzerinden onbeş zira yükselmiş idi. "Nûh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna seslendi.” Denildiğine göre oğlunun ismi Kenan olup, kâfir idi. Admın Yâm olduğu da söylenmiştir. Sîbeveyh’in görüşüne göre "Nûh... oğluna seslendi" anlamındaki âyette yer alan; Oğluna" kelimesinden (sonraki zamirinde yazılmayıp med olarak okunan) "vav" hazfedilebilir. Sîbeveyh buna Örnek olmak üzere de şu mısraı kaydeder: "O avamca şiir söyleyip söylediği bu şiir develere şarkı söyleyenin sesini andıran gibidir." "Nûh ... olan oğluna seslendi şeklindeki kıraat ise şâz bir kıraattir, bununla birlikte bu Ali b. Ebî Tâlib den ve Urve b. ez-Zübeyr'den de rivâyet edilmiştir. Ebû Hatim ise bu kıraatin. O kadının oğlu, kasdı ile câiz olacağını ve tıpkı; "O erkeğin oğiu" derken "vav" halledildiği gibi, bundan da "elifin hazfedildiğini iddia etmiştir. en-Nehhâs ise der ki: Ebû Hâdm'in bu açıklaması, Sîbeveyh'in görüşüne göre câiz değildir. Çünkü "elif" söylenişi hafif bir harf olduğundan hazfedilmesi câiz olmaz, "vav"ın ise sakil (ağır) olduğundan hazli caizdir. "Ayrı bir yere çekilmiş olan" yani babasının dininden uzak bulunan, bir açıklamaya göre gemiden uzakta olan. Diğer bir açıklamaya göre; Nûh (aleyhisselâm) oğlunun kâfir olduğunu bilmiyordu, mü’min olduğunu zannederek onu çağırmış ve bundan dolayı ona: "Kâfirlerle beraber olma" demişti -ki ileride gelecektir,- Hazret-i Nûh'un bu seslenişi, kavminin suda boğulacaklarına inanmalarından ve artık kurtuluştan ümitlerinin kesildiğini görmelerinden önce olmuştu. Tandırdan suyun ilk kaynadığı ve Hazret-i Nûh'un tufan alâmetim ilk gördüğü sırada olmuştu. Âsım: " Oğlum gel, bizimle birlikte sen de bin" âyetinde ki "ya" harfini üstün, diğerleri ise esreli okumuştur, "Ey oğulcağızım" kelimesinin aslında üç "ya"lı olması gerekiyor. Birisi küçültme "ya"sı, diğeri fiilin aslındaki "ya" diğeri de izafet "ya"sı. Küçültme "ya"sı lâm el-fiil'in (son harfin) "ya"sına idğam edildikten sonra izafet "ya"sından ötürü de lâm el-fiil esreli gelmiş ve tenvin mahallinde olduğundan, "ya" da burada hem kendisinin, hem de ondan sonraki kelimenin "ra" harfinin sakin oluşundan dolayı hazfedilmiştir. İşte "ya" harfini esreli okuyanların kıraatinin asıl şekli budur. Fethah okuyanların kıraatinin aslı da budur. Çünkü bu şekilde okuyanlar izafet için kullanılan 'ya" harfini, "elifin söylenişinin hafifliği dolayısıyla "elife kalb etmişler. Bundan sonra da hazfedilen harfin yerine geldiği için "ya" da hem kendisinin hem de ondan sonraki "ra" harfinin sakin oluşundan ötürü "elif" hazfedilmiştir. en-Nehhâs der ki: Âsım'ın kıraati, açıklanması zor bir kıraattir, Ebû Hatim de der ki: O bununla; "Ey oğulcağızım," şeklindeki kıraati ve ondan sonraki (sondaki "lıe" harfinin) hazfini kastetmektedir. Yine en-Nehhâs der ki: Ben Ali b. Süleyman'ın böyle bir kıraatin câiz olmadığı görüşünde olduğunu gördüm. Çünkü "elif hafif bir harftir. Ebû Ca'fer en-Nehhâs der ki: Ben nahivcilerden bu şekildeki bir telaffuzu Ebû İshak'ın dışında câiz gören bir kimse olduğunu bilmiyorum. Çünkü o iki cihetten üstün, iki cihetten de esreli okunabileceğini ileri sürmüştür. Üstün okuyuş "elifin "ya" harfine bedel gelişine göredir. Nitekim yüce Allah, şöyle söyleneceğini bize haber vermektedir: " Eyvah bana..." (el-Furkan, 25/28) Şair de bu şekilde kullanmıştır: "Onun sırtına vurulan yükten hayret doğrusu." (Ebû İshak) bununla; söyleyişini kastetmektedir. Bundan sonra ise iki sakinin arka arkaya gelişinden dolayı, "elif" hazfedilmiştir. Nitekim lesniye olarak; "iki Abdullah bana geldi" demek de bu kabildendir. İkinci açıklama şekli ise, nida hazf mahalli olduğundan dolayı '"elifin hazfedildiği şeklindeki açıklamadır. Esreli okuyuşa gelince, nida dolayısıyla sondaki "ya" harfi hazfedilir. İkinci açıklaması da iki sakinin arka arkaya gelişinden dolayı, son "ya" harfinin hazfedilişi şeklindedir. 43O dedi ki: "Ben, beni sudan koruyacak bir dağa sığınırım." Dedi ki: "Bugün -rahmet ettiği kimselerden başka- Allah'ın emrinden kurtaracak hiçbir koruyucu yoktur." Derken ikisinin arasına dalgalar girdi. Böylelikle o, suda boğulanlardan oldu. "O dedi ki Ben beni sudan koruyacak" ve boğulmamı önleyecek, engelleyecek "bir dağa sığınırım." Oraya gider ve orada yerimi alırım. "Dedi ki: Bugün -rahmet ettiği kimselerden başka- Allah'ın emrinden kurtaracak hiçbir koruyucu" Allah'ın azabını önleyecek hiçbir engelleyici "yoktur." Çünkü bugün azâbın, kâfirlere hak olduğu bir gündür. "Koruyucu" kelimesi ondan önceki "lâ" edatının tebrie (cinsi nefy) için gelmesi dolayısıyla nasbedilmiştir. Bununla birlikte; "Yoktur" anlamında olması da mümkündür. "Rahmet ettiği kimselerden başka" ifadesi de birinci türden olmayan (munkatı) bir istisna olarak nasb mahallindedir, Allah'ın rahmetine mazhar kıldığı kimseyi Allah korur, demek olur. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır. Bununla birlikte; "Koruyucumun, "Korunmuş anlamında olması suretiyle ref mahallinde olması da mümkündür. Nitekim; "Atılıp, dökülen bir su" (et-Târık, 86/6) âyetinde olduğu gibi, kelime ismi fail olmakla birlikte, ism-i mef'ûl anlamındadır. Buna göre ise istisna muttasıl olur. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Yerinden kalkması zor, sözü de anlaşılmıyor. Bununla birlikte kalbim ona meyledicidir." Burada da "fâtin (meyledici)", ism-i mef'ûl olarak "meftun (meyletmiş)" anlamındadır. Bir başka şair de şöyle demektedir; "Sen yüksek ahlâki değerlere ulaşmaktan vazgeç. Onları elde etmek için Yerinden kalkma(na gerek yoktur) otur, çünkü sen yedir(il)en ve giydir(il)ensin." Görüldüğü gibi burada da (ism-i mef'ûl anlamında) yedirilen ve giydirilensin demektir. en-Nehhâs der ki: Bu hususta yapılan en güzel açıklamalardan birisi de; Kimse," kelimesinin: Bugün Allah'ın emrinden ancak rahmet edici, yani Allah koruyabilir, başka kimse koruyamaz, anlamında ref mahallinde olmasıdır. Taberî'nin tercih ettiği görüş de budur. Bunun güzel görünme sebebi ise, buradaki "koruyucu" kelimesinin "korunan" anlamında (ism-i mef'ûl) kabul edilmeyip aslî babından başka bir baba nakledilmeyişidir. Aynı şekilde; "Başka" anlamındaki istisna edatının da; "Ama, lakin" anlamına nakledilmeyişidir. "Derken İkisinin" yani Hazret-i Nûh ile oğlunun "arasına dalgalar girdi. Böylelikle o, suda boğulanlardan oldu." Denildiğine göre oğlu bir ata binmiş ve bundan dolayı bayağı böbürlenmiş idi. Suyun yaklaşmakta olduğunu görünce, bu sefer; Babacığım! Tandır kaynayıp coştu demiş, babası da kendisine: "Oğlum gel, bizimle birlikte sen de bin" demiş, fakat daha cevabı tamamlanmadan, gelen büyük bir daiga oğlunu atıyla birlikte içine alıvermiş, böylelikle Hazret-i Nûh ile oğlu arasına dalga girdikten sonra oğlu da boğulup gitmişti. Yine denildiğine göre o, kendisi için suya karşı korunmak üzere camdan bir oda yapmıştı. Tandır kaynayınca, bu odasının içine girib içerden üzerine kilitlemiş idi. O odası içerisinde büyük ve küçük abdestîni bunlarla boğuluncaya kadar yapıp, durdu. Ancak âyet-i kerîmenin lâfzından anlaşıldığı kadarıyla boğulması gelen dalga ile olmuştur. Sığındığı dağın Turu Sina olduğu söylenmiştir. 44"Ey arz! Suyunu yut! Ey gök! Sen de tut!" denildi. Su kesildi, İş olup bitirildi ve Cûdî üzerinde oturdu. "O zâlimler topluluğu uzak olsunlar" denildi. "Ey arz! Suyunu yutl Ey gök! Sen de tut, denildi." Buradaki ifade mecazi bir ifadedir. Çünkü arz da, sema da cansızdır. Arzı ve semayı idrak ve ayırdetme gücüne sahip kıldığı da söylenmiştir. Bunun mecazi bir ifade olduğunu söyleyenler şöyle derler: Eğer Arapların da, Arap olmayanların da dilleri araştırılacak olursa, güzel söz dizisi, ifadelerinin belağati ve kapsadığı anlamları itibariyle bu âyetin bir benzeri bulunamaz. Rivâyette denildiğine göre yüce Allah bir ya da iki yıl boyunca yeryüzünü yağmursuz bırakmaz. Semadan ne kadar su (yağmur) indiyse, mutlaka bu işle görevli meleğin koruması (ve tesbiti) ile inmiştir. Tufan yağmurları ve suları bundan müstesnadır. Çünkü tufanda meleğin koruyup tesbit etmediği kadar sular çıktı. İşte yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki su haddini aştığı sırada sizleri gemide Biz taşıdık" (el-Hâkka, 69/11) âyeti bunu anlatmaktadır. Gemi, içindekilerle birlikte tufan bitinceye kadar suyun üzerinde akıp gitti. Daha sonra yüce Allah, gökten boşanan suya kesilmesini, yere de suyunu yutmasını emretti. " Suyu yuttu, yutar" ifadesinde fiilin ikinci harfi hem mazi, hem muzaride üstündür, " Engelledi, engeller" fiilinde olduğu gibi, "Hamdetti, hamdeder" fiilinde olduğu gibi, mazide ikinci harfi esre'li, muzaride de üstün kullanıldığı da olur. Bunlar iki ayrı söyleyiş olup her ikisini de el-Kisaî ve el-Ferrâ' nakletmişlerdir. Aynı kökten gelen; Suyu içen, yutan yer demektir. İbnu'l-Arabî der ki: Yerin ve göğün suları ilâhî ilimde takdir edilmiş bir noktada birbirine karıştı, kavuştu. Yerdeki su ile gökten inen su bir araya geldikten sonra yüce Allah gökten inene çekilmeyi emretti, O bakımdan yeryüzü ondan bir damla dahi emmedi. Yere de yalnızca kendisinden çıkan suları yutmasını emretti. İşte yüce Allah'ın: "Ey Arz! Suyunu yut. Ey gök! Sen de tut (geri kalanı al) denildi" âyetinde anlatılan budur. Yüce Allah'ın her iki suyu birbirinden ayırtettiği de söylenmiştir. Yerin suyunu Allah yere emir vererek yuttu, gökten gelen su da denizleri meydana getirdi. "Su kesildi" yani eksildi; "Eksildi" ile; " Onu ben eksilttim" şeklinde (hem lazım, hem müteaddi olarak) kullanılır. Nitekim; Eksildi ve başkası onu eksiltti" de denilir. "Kesildi," fiilinin harfi ötreli (yani "ya" harfin üzerinde esrenin işmâmı ile) okunması da mümkündür. "İş olup bitti." Yani sağlam bir şekilde bitirildi. Bu da Nûh kavminin bütünüyle ve kesin bir şekilde helâk edildiği anlamına gelir. Denildiğine göre yüce Allah, tufandan kırk yıl öncesinden kadınlarını kısırlaştırdı. O bakımdan helâk edilenler arasında küçük (mükellef olmayan kimse) yoktu. Ancak sahih olan, çocukların da tufan ile helâk edildiğidir, tıpkı kuşların ve yırtıcı hayvanların helâk edildiği gibi. Suda boğulmak, çocuklar, hayvanlar ve kuşlar için bir ceza değildi. Onlar ecelleriyle ölmüş oldular. Yine nakledildiğine göre su yollarda çoğalıp, artınca bir çocuğun annesi, çocuğunun boğulacağından korktu. Yavrusunu oldukça seviyordu, çocuğunu alıp dağa çıktı. Dağın üçte birine ulaştığında,-su da ona yaklaşmaya başladı. Yine dağın üçte ikisine kadar tırmandı, su orada da ona yetişince, dağın tepesine kadar çıktı. Su kadının boynuna ulaşınca, elleriyle oğlunu havaya kaldırdı ve nihayet su onu alıp gitti. İşte, şayet Allah onlardan herhangi bir kimseyi rahmetine kavuşturacak olsaydı, bu çocuğun annesine rahmet eder, tufandan kurtarırdı." Hâkim, el-Müstedrek, II, 342. Ancak hadis ile ilgili olarak et-Telhîs"den naklen:"İsnadı karanlıktır (muzlim), (râvilerinden) Mûsâ (b. Ya'kub.) ise pek güvenilir bir râvi değildir" denilmektedir. Ve Cûdî üzerinde durdu. O zâlimler topluluğu uzak olsunlar denildi." Yani onlar helâk olsunlar denildi. Cûdî; Musul yakınlarında bir dağdır. Muharrem ayının onuncu günü olan Âşurâ günü o dağın üzerinde durdu. O bakımdan Nûh (aleyhisselâm) o günü oruç tuttu, beraberinde bulunan herkese de vahşi hayvanlara, kuşlara ve diğer canlılara da emir vererek o günü yüce Allah'a şükür olmak üzere- oruçla geçirdiler. Bu husus daha önceden de geçmişti. Bugünün, cuma günü olduğu da söylenmiştir. Rivâyet olunduğuna göre yüce Allah dağlara: Geminin dağlardan birisi üzerine duracağını vahyetti. Bu dağların herbirisi yüksekliğini düşünerek umutlandı. Cûdî dağı ise yüce Allah'a tevazu olmak üzere öyle bir umuda kapılmadı. O bakımdan gemi de onun üzerine durdu ve geminin tahtaları, direkleri o dağın üzerinde kaldı. Hadîs-i şerîfte de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Yemin olsun ki bu gemiden, bu ümmetin ilklerinin yetiştiği (yetişeceği) bir şeyler geriye kalmış bulunuyor." Süyûrî, ed-Durru'l-Mensâr, IV, 437'de belirtildiğine göre; İbn Ebî Hatim ve Ebû'ş-Şeyh, Katâde'den şöyle dediğini nakletmektedirler: "Yüce Allah bu ümmetin ilkleri tarafından görülünceye kadar o geminin (kalıntılarının) Cezire topraklarında bulunan Cûdî dağı üzerinde kalmasını sağladı. Halbuki ondan sonra nice gemi yapılmış ve yok olup gitmiştir." Mücahid der ki: Dağlar yüksekliklerine ve yüceliklerine kanarak, suyun altında kalmayacaklarını zannettiler. Ancak su dağların üzerinden onbeş zira kadar yükseldi. Cûdî dağı ise yüce Allah'ın emrine karşı alçak gönüllülük ve tevazu gösterdi. O bakımdan orası suyun altında kalmadı ve gemi onun üzerinde durdu. "Cûdî" kelimesinin her dağın ismi olduğu da söylenmiştir. Nitekim Zeyd b. Amr b. Nufeyl'in şu beyiti de bu türdendir: "Tenzih ederim O'nu, sonra yine yalnız O'na ait olmak üzere tenzih ederim, Bizden önce de zaten Cûdî (dağlar) ve yerdeki diğer yükseklikler de tesbih etmişlerdi." Cûdî'nin cennet dağlarından bir dağ olduğu için, geminin onun üzerinde durduğu da söylenmiştir. Şanı yüce Allah'ın üç kişi ile üç dağa ikramda bulunduğu söylenmiştir: Hazret-i Nûh ile Cûdî'ye, Hazret-i Mûsa ile Turu Sina'ya, Muhammed ile de Hira dağına (Allah'ın salât ve selâmlan hepsine olsun) Alçak gönüllülük ve büyüklük taslamak: Cûdî dağı alçak gönüllülük gösterip, boyun eğince Allah ona üstünlük verdi. Başkası da kendisini yüksek görüp, üstünlük taslayınca zelil oldu. İşte yüce Allah'ın yarattıkları arasındaki sünneti (kanunu) budur. Tevazu ile boyun eğeni yükseltir, üstünlük taslayanı da alçaltın Şu beyiti söyleyen ne güzel demiş: "Boyunlarımız Senin önünde itaatle eğilecek olup, zilletini arzederse, İşte bizim aziz oluşumuz da onların zelilliklerini ortaya koymalarındadır." Buhârî ve Müslim'in, Sahihlerinde kaydedildiğine göre Enes b. Malik şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in "el-Adbâ" adında bir dişi devesi vardı ki bu deve bir türlü gecikmiyordu. Bedevi bir Arap altı yaşına henüz basmamış erkek bir deve ile geldi. İşte bu deve Hazret-i Peygamber'in dişi devesini (yarışta) geride bıraktı. Bu durum müslümanlara ağır geldi ve el-Adbâ yarışta geçildi, dediler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu: "Dünyadan herhangi bir şeyi yükseltti mi, mutlaka onu alcaltmak Allah'ın üzerindeki bir haktır (O'nun kanunudur)." Buhâri, Cihâd 59, Rikaak 38; Ebû Dâvûd, Edeb 8; Nesâî, Hayl 14; Müned, III, 103, 253. Müslim'de tesbit edemedik. Yine Müslim, Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)dan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şu âyetini kaydetmektedir: "Sadaka hiçbir malı eksiltmez. Affeden kulunun da Allah mutlaka izzetini arttırır. Allah İçin alçak gönüllülük gösteren bir kimseyi de Allah mutlaka yükseltir. " Müslim, Birr 69; Tirmizî, Birr 82; Dârimi, Zekât 35; Muvatta’, Sadaka 12; Müsned, II, 386. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Yüce Allah bana: "Sizden herhangi bir kimse bir diğerine haksızlık etmeyecek ve kimse kimseye karşı övünmeyecek noktaya gelinceye kadar birbirinize alçak gönüllü olunuz, diye vahyetti." Bu hadisi de Buhârî rivâyet Müslim, Cennet 64; Ebû Dâvûd, Edeb 40; İbn Mâce, Zühd 16, 23. etmiştir. Hazret-i Nûh ve Gemisi İle İlgili Bazı Bilgiler: Burada Hazret-i Nûh'un kavmi ile başından geçen kıssanın bir bölümünü ve gemi ile ilgili bazı açıklamaları söz konusu edelim. Bu hususta burada Kur'ân'dan hareketle verilen bilgileri istisna edecek olursak; diğer teferruatın sağlam bir dayanağının olmadığını hatırlatalım. Hafız İbn Asâkir, Tarih'inde (Tarihu Dimaşk), el-Hasen'den şöyle dediğini nakletmektedir; Nûh (aleyhisselâm) yüce Allah'ın yeryüzündeki insanlara gönderdiği ilk rasûldür. İşte yüce Allah'ın: "Yemin olsun Biz Nûh'u kavmine gönderdik. O da onlar arasında elli yıl eksik olmak üzere bin. yıl kaldı..." (el-Ankebût, 29/14) âyeti buna işaret etmektedir. Kavminin işledikleri masiyetler alabildiğine çoğalmış, aralarındaki zorbaların sayısı artmış ve azdıkça azmışlardı. Hazret-i Nûh da gece gündüz, gizli açık onları davet eder dururdu. Oldukça sabırlı ve tahammüfkâr birisi idi. Peygamberlerden hiçbir kimse Hazret-i Nûh'un karşılaştıklarından daha ağırı ile karşılaşmış değildir. Kavmi yanına girer ve yere yığılıncaya kadar onun boğazını sıkar, dururlardı. Meclislerde onu döverler ve kovulurdu. Bununla birlikte kendisine bunları yapanlara beddua etmez, aksine onları hak dine davet eder ve: "Rabbim, kavmime mağfiret buyur, çünkü onlar bilmiyorlar" derdi. Ancak onun bu yaptıkları kavminin kendisinden kaçıp, uzaklaşmalarından başka bir şeylerini artırmıyordu. Hatta onlardan birisiyle konuşacak olursa, o kişi elbisesi ile başını sarar, sarmalar, kulaklarını da sözlerinden hiçbir şey işitmesin diye parmaklarıyla tıkardı. İşte yüce Allah'ın: "Gerçekten ben onlara kendilerine mağfiret etmen için ne zaman davette bulunduysam, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler..." (Nûh, 71/7) âyetinde anlatılan budur. Mücahid ve Ubeyd b. Umeyr derler ki: Hazret-i Nûh'u kavmi baygın düşünceye kadar döver dururlardı. Ayılıp kendisine geldiğinde ise: "Rabbim, kavmime mağfiret buyur, çünkü onlar bilmiyorlar" derdi. İbn Abbâs der ki: Hazret-i Nûh kavmi tarafından dövülür, sonra da bir keçeye sarılarak öldü düşüncesi ile evine bırakılırdı. Sonra yine dışarı çıkar, onları davet ederdi. Nihayet kavminin Îman edeceğinden ümidini kestiği bir sırada, bir adam asasına yaslanarak, oğluyla birlikte yanına geldi ve oğluna şöyle dedi: Oğulcağızım! Şu yaşlıya dikkatle bak, sakın seni aldatmasın. Oğlu: Babacığım! Sen bana asayı ver dedi. Babası ona asayı verince, o da asayı aldıktan sonra beni yere bırak dedi. Babası onu yere bıraktıktan sonra, asa ile Hazret-i Nûh'un üzerine yürüdü ve ona vurup ve başını yaraladı, başından kanlar aktı. Bunun üzerine Hazret-i Nûh şöyle dedi: "Rabbim, kullarının bana neler yaptığını görüyorsun. Eğer Senin kulların hakkında dilediğin bir hayır var ise onlara hidayet ver, eğer dileğin bundan başkası ise hükmünü verinceye kadar da bana sabır ver. Zaten, Sen hüküm verenlerin en hayırlısısın." Yüce Allah ona indirdiği vahyiyle artık kavminin îman etmeyeceğini belirtip Îmanlarından yana ümidini kesti. Ne erkeklerin sulblerinde, ne de kadınların rahminde îman edecek kimse kalmadığını bildirdi ve buyurdu ki: "Nûh'a şöyle vahyolundu: Kavminden daha evvel îman etmiş olanlardan başkası asla îman etmeyecektir. O halde işlediklerine tasalanma." Yani onlara üzülme "gözümüzün önünde ve vahyimizle gemiyi yap." (Hûd, 11/36-37) Hazret-i Nûh: Peki Rabbim gemiyi yapmak için kereste nerede? deyince, yüce Allah ona, ağaç dik, diye emir verdi. O da yirmiyıl süreyle tik ağaçlarını dikü. Davet etmekten uzak durdu, onlar da onunla alay etmekten uzak durdular. Çünkü onunla alay edip dururlardı. Ağaçlar yetişince Rabbinin ona emir vermesi üzerine ağaçları kesip kuruttu ve şöyle dedi: Peki Rabbim ben bu evi (gemiyi) nasıl yapacağım? Yüce Allah ona: Sen bu evi (gemiyi) üç şekle benzeterek yap. Başı horoz başı gibi olsun, teknesi kuşun göğüs kafesi gibi olsun, kuyruğu da horozun kuyruğuna benzesin. Bu gemiyi kat kat yap ve yan taraflarında kapıları olsun. Ondan sonra demir çivilerle bu kapıları kapat. Yüce Allah Hazret-i Cebrâîl'i göndererek, ona gemiyi nasıl yapacağını öğretti. Hazret-i Nûh'un eli en ufak bir yanlışlık yapmaz oldu. İbn Abbâs dedi ki: Nûh (aleyhisselâm)ın evi Dimaşk'ta idi. Gemisini Lübnan'dan getirdiği kerestelerden, Zemzem kuyusu ile Rükün ile Makam arasında inşa etti. Gemi tamamlanınca yırtıcı hayvanları ve yerdeki diğer canlıları birinci kapıdan aldı. Yabani hayvanlar ile kuşları ikinci kapıdan aldı ve kapıları üzerlerine kapattı. Âdem oğullarından kırk erkek ve kırk kadını da üst kapıdan alarak, kapıyı da üzerlerine kapattı. Küçük çocukları da zayıflıkları dolayısıyla, hayvanların onları ezmemesi için güçsüzlükleri dolayısıyla kendisiyle beraber üst kapıdan aldı. ez-Zührî dedi ki: Yüce Allah bir rüzgar gönderdi ve bu rüzgar, yırtıcı hayvanlardan, kuşlardan, vahşi hayvanlardan ve diğerlerinden herbir çiftten birisini ona taşıyıp getirdi. Cafer b. Muhammed dedi ki: Yüce Allah, Hazret-i Cebrâîl'i gönderdi, o da bu canlıları toplayıp bir araya getirdi. Eliyle bir çiftin üzerine vuruyor ve böylelikle sağ eli erkeğin, sol eli de dişinin üzerine konuyor ve bunları alıp gemiye koyuyordu. Zeyd b. Sabit dedi ki: Teke gemiye girmekte Hazret-i Nûh'a zorluk çıkardı. O da eliyle kuyruğundan İtti, işte o zamandan bu yana keçinin kuyruğu yukarı doğru bükük olarak kaldı ve edeb yeri açığa çıkmış oldu. Koyun da gelip gemiden içeriye girdi, Hazret-i Nûh da eliyle kuyruğunu sıvazladığından dolayı edeb yeri örtülmüş oldu. İshak dedi ki: İlim ehlinden bir kişinin bize haber verdiğine göre; Hazret-i Nûh gemidekileri, gemiye yerleştirdi ve o gemiye her türden çifter çifter koydu. Hüdhüd kuşundan da bir çift taşıdı. Dişi hüdlıüd kuşu yer görünmeden önce öldü. Erkek hüdhüd ona bir yer bulsun diye dünyayı dolaştırdı, ne çamur, ne de toprak bulamadı. Rabbi rahmetiyle onu korudu ve kafasının arka tarafında ona bir kabir kazıdı ve onu oraya gömdü. İşte hüdhüdun kafasının arka tarafında çıkıntı şeklindeki tüyler o kabrin yeridir. Bundan dolayı hüdhüdlerin kafalarında böyle bir çıkıntı vardır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Nûh gemiye beraberinde bütün ağaçlardan almıştı. Acve (denilen hurma ağacı) da cennetten olup, gemide Nûh ile birlikte idi." "Kitabu'l-Arus"un sahibinin ve başkalarının naklettiğine göre Nûh (aleyhisselâm) yeryüzünün durumuna dair kendisine bilgi getirmek üzere birisini görevli göndermek isteyince, tavuk ben gideyim dedi. Hazret-i Nûh, o tavuğu alıp kanatlarını mühürledi ve ona şöyle dedi: Sen benim mührümle mühürlüsün,ebediyyenuçamazsın. Seninle benim ümmetim istifade etsin. Bunun üzerine kargayı gönderdi, karga bir leşe kondu ve orada kaldı, dönüşü gecikti. Hazret-i Nûh da kargaya lanet etti, işte bundan dolayı karga hem Harem bölgesinde hem de Harem bölgesinin dışında öldürülür. Hazret-i Nûh kargaya korkak olsun diye beddua etti. Bundan dolayı karga evcil değildir. Daha sonra güvercini gönderdi, güvercin duracak bir yer bulamadı. Sina topraklarında bir ağaca kondu ve bir zeytin yaprağı taşıdı, Nûh (aleyhisselâm)ın yanına geri döndü, böylelikle Hazret-i Nûh güvercinin yere konamadığını anladı. Bundan sonra onu bir daha gönderdi. Bu sefer güvercin Harem bölgesi vadilerinden birisine kondu. Kabe'nin bulunduğu yerlerde suyun çekilmiş olduğu görüldü. Oranın çamurları kırmızı renkli idi, o bakımdan güvercinin iki ayağı da bu çamur ile renklendi. Sonradan Nûh (aleyhisselâm)a gelerek, sana vereceğim müjde karşılığında benim boynuma gerdanlık bağışlaman, ayaklarımın kınalanması ve Harem bölgesinde yerleşmem olsun. Hazret-i Nûh da eliyle boynunu sıvazladı, boynu etrafında gerdanlık oluştu; ayaklarında da ona kırmızılık bağışladı, ona ve zürriyetine mübarek olması için dua etti. es-Sa'lebînin naklettiğine göre Hazret-i Nûh kargadan sonra sülünü göndermişti. Sülün de tavuk türundendi, ona: Sakın ha özür beyan etmeyesin, demişti. Sülün yeşilliğe ve seyredilecek manzaralara kendisini kaptırdı, kıyâmet gününe kadar da onun yavrularını yanına rehin aldı. 45Nûh, Rabbine nida edip dedi ki: "Rabbim, benim oğlum da şüphesiz benini aile halkımdandır. Senin va'din ise elbette haktır ve sen hâkimler hâkimisin." Bu âyetlere dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1- Allah'ın Va'di Hak'tır ve O Hâkimler Hâkimidir: "Nûh, Rabbine nida edip" dua edip "dedi ki: Rabbim, benim oğlum da şüphesiz benim aile halkımdandır." Yani kendilerini boğulmaktan koruyacağını va'detmiş olduğun aile halkımdandır. Buna göre ifadede hazfedilmiş sözler vardır. "Senin va'din ise elbette haktır." Doğrudur, gerçektir. İlim adamlarımız derler ki: Hazret-i Nûh'un, Rabbine oğluna dair soru sorması, yüce Allah'ın: "Aile efradını.,." âyeti dolayısı iledir; buna karşılık "aleyhinde söz geçmiş olanlar hariç" âyetini göz önüne getirmemiş,ti. Hazret-i Nûh'un kanaatine göre, oğlu kendi aile efradından olduğundan ötürü o da: "Rabbim, benim oğlum da şüphesiz benim aile halkımdandır" demişti. Bunun böyle olduğuna delil, Hazret-i Nûh'un oğluna söylediği: "Kâfirlerle beraber olma!" Yani sen kendilerinden olmadığın kimseler arasında bulunma, şeklindeki sözleridir. Çünkü Hazret-i Nûlı, oğlunun mü’min olduğunu zannediyordu, yoksa Hazret-i Nûh bu kanaatte olmasaydı, Rabbine: "Benim oğlum da şüphesiz benim aile halkımdandır" demezdi. Zira Hazret-i Nûh'un önce kâfirlerin helâk edilmelerini isteyip de daha sonra onlardan birilerinin kurtarılmasını istemesi imkansız bir şeydir. Oğlu kâfir olduğunu gizliyor ve mü’min olduğunu izhar ediyordu. Şanı yüce Allah da Hazret-i Nûh'a tek başına kendisinin bilmiş olduğu gaybî bir hususu haber verdi. Yani, Ben senin oğlunun bilmediğin bir halini biliyorum. el-Hasen de der ki: Oğlu münafık'tı. İşte bundan dolayı Hazret-i Nûh ona (kendileriyle birlikte gemiye binmesi için.) seslenmeyi helal görmüştü. Yine el-Hasen'den nakledildiğine göre bu, onun üvey oğlu idi. Buna delil de Hazret-i Ali'nin: "Ve Nûh, hanımının oğluna seslendi" şeklindeki kıraattir. "Ve sen hâkimler hâkimisin." anlamındaki âyet mübtedâ ve haber'dir. Yani sen kimilerinin kurtuluşuna, kimilerinin de suda boğulmalarına hükmettin. 46Buyurdu ki: "Ey Nûh! O senin ailenden değildir. Çünkü o salih olmayan bir ameldir. Öyleyse bilmediğin bir şeyi Benden İsteme. Ben cahillerden olmayasın diye, sana öğüt veriyorum." 2- Îman Bağı ve Neseb Bağı: Yüce Allah'ın: "Buyurdu ki: Ey Nûh! O senin ailenden değildir." Yani o, Benim kendilerini kurtarmayı vaadettiğim aile halkından değildir. Bu açıklamayı Saîd b. Cübeyr yapmıştır. Cumhûr der ki: O senin dinine mensub kimselerden ve aranızda velayet (dostluk, yardımlaşma, dayanışma) bağı bulunan kimselerden değildir, demektir. Buna göre âyette hazfedilmiş bir muzaf vardır. Bu da, din bağının hüküm itibariyle, neseb bağının hükmünden daha güçlü olduğunun delilidir. "Çünkü o salih olmayan bir ameldir" âyetini İbn Abbâs, Urve, İkrime, Ya'kub ve el-Kisaî; "O salih olmayan bir amel işlemiştir" diye okumuşlardır ki, o salih olmayan küfür ve yalanlama işini işlemiştir, demektir. Ebû Ubeyd de bu kıraati tercih etmiştir. Diğerleri ise; "Bir ameldir" diye okumuşlardır. Yani senin oğlun salih olmayan bir amel sahibidir, anlamında olup muzaf hazfedilmiştir. Bunu da ez-Zeccâc ve başkaları ifade etmiştir. ez-Zeccâc şu beyîti de buna örnek göstermektedir: "Otladıkça, otlar nihayet fark etti mi Artık o (kararsızca) gider ve gelir." Burada da artık o gidiş ve geliş sahibi olur, takdirinde muzafın hazfi söz konusudur. Gerek bu görüş, gerek bundan önceki görüş aynı manaya gelir. Bununla birlikte "he" zamirinin Hazret-i Nûh'un isteğine raci olması da mümkündür. Yani senin Benden onu kurtarmamı istemen, salih olmayan bir ameldir. Bu açıklamayı da Katâde yapmıştır. el-Hasen de der ki: Salih olmayan amel demek, onun kendi yatağında doğmakla birlikte oğlu olmaması demektir. Çünkü o, sahih nikâhla doğmuş bir çocuk değildi. Mücahid de bu görüşü ifade etmiştir. Katâde der ki: Ben el-Hasen'e onun hakkında soru sordum da o: Allah'a yemin ederim ki o, Nûh'un oğlu değildi, dedi. Ben bu sefer, şüphesiz ki Allah onun oğlu hakkında: "Benim oğlum da şüphesiz benim aile halkımdandır" dediğini haber vermektedir, deyince el-Hasen: O bendendir, demedi. İşte bu onun hanımının bir başka kocadan doğma oğlu olduğuna işarettir. Bu sefer ben ona: Yüce Allah onun: "Benim oğlum da şüphesiz benim aile halkımdandır" dediğini naklettiği gibi "Nûh oğluna seslendi..." şeklindeki âyeti da vardır. Ayrıca iki kitab ehli (yahudilerle, hristiyanlar) da onun oğlu olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu sefer el-Hasen şöyle dedi: Dinini kitab ehlinden kim öğrenmeye kalkışabilir ki? Onlar yalan söylüyorlar Daha sonra da: "İkisi de kocalarına hainlik ettiler" (et-Tahrîm, 66/10) âyetini okudu. İbn Cüreyc ise der ki: Ona, onun kendi oğlu olduğunu zannederek seslendi. Halbuki o, annesi Hazret-i Nûh'un nikâhı altında iken dünyaya gelmişti. Annesi bu konuda daha önce Hazret-i Nûh'a ihanet etmişti. İşte bundan dolayı yüce Allah: "İkisi de onlara ihanet etmişlerdi" diye buyurmuştur. Ancak İbn Abbâs şöyle demektedir: Hiçbir zaman, hiçbir peygamberin hanımı zina etmiş değildir. O, Hazret-i Nûh'un kendi sulbünden gelme oğlu idi. ed-Dahhâk, İkrime, Saîd b. Cübeyr, Meymun b. Mihran ve başkaları da aynı şekilde onun Hazret-i Nûh'un sulben oğlu olduğunu söylemişlerdir. Said b. Cubeyr'e Hazret-i Nûh: "Benim oğlum da şüphesiz benim aile halkımdandır" demişti. Gerçekten o, onun aile halkından mı idi, onun öz oğlu mu idi? Saîd b. Cübeyr uzun uzun Allah'ı tesbih etti, sonra da la ilahe İllallah dedi. Yüce Allah, Muhammed'e Nûh'un oğlu olduğunu anlatıyor, sense onun oğlu olmadığını söylüyorsun. Evet, onun oğlu idi, fakat niyet, amel ve din bakımından ona muhalif idi. Bundan dolayı yüce Allah: "Ey Nûh! O senin ailenden değildir" diye buyurmuştu. İşte bu görüşü benimseyenlerin üstün değerleri dolayısıyla yüce Allah'ın izniyle bu hususta sahih olan görüş budur. Yüce Allah'ın: "O senin ailenden değildir" âyeti ise onun Hazret-i Nûh'un öz oğlu olmadığı anlamına gelmemektedir. Ayrıca: "İkisi de onlara hainlik ettiler" (Tahrim, 66/10) âyeti dinde onlara hainlik ettiler demektir, yoksa ahlâkî bakımdan bir hainlik ettikleri anlamına gelmez. Çünkü Hazret-i Nûh'un hanımı insanlara kocasının deli olduğunu söylüyordu. Şöyle ki: Hazret-i Nûh'a hanımı, Rabbin sana yardım etmeyecek mi? diye sormuş. O da, evet edecek demişti. Hanımı, ne zaman diye sorunca, o da; Tandır kaynadığında, demişti. Bu sefer evden dışarı çıkıp kavmine şöyle demişti: Ey kavmim! Allah'a yemin ederim ki bu delidir. Rabbinin kendisine şu tandırdan su kaynamadıkça yardım etmeyeceğini iddia etmektedir. İşte Hazret-i Nûh'un hanımının hainliği bu idi. Diğerinin (Hazret-i Lut'un hanımının) hainliğine gelince, o da ileride yüce Allah'ın izniyle geleceği üzere Hazret-i Lut'a gelen misafirleri haber veriyordu. Şöyle de denilmiştir, "çocuk"a "amel" denilebilir. Nitekim şu hadiste belirtildiği gibi onlara "kesb: kazanç" da denilebilir: "Sizin çocuklarınız kesbinizden (kazancınızdan) sayılır." Bu anlamdaki hadisler için bk.: Ebû Davûd, Buyû’ 77; Nesâî, Buyû’ 1; İbn Mâce, Ticârât 1; Dârimî, Buyu V 6, Müsned, II, 179, VI, 31, Al, 127, 162, 173, 193, 202, 220 Bunu da el-Kuşeyrî nakletmektedir. 3- Salih Babaların Kötü Evlatları ve "Aile Halkı"nın Kapsamı: Bu âyet-i kerîmede babalar salih kimseler olsalar dahi, çocuklarının fasit olmalarına karşılık insanlara bir teselli vardır. Rivâyet olunduğuna göre Malik b. Enes'in oğlu yukandan beraberinde üzerini örttüğü güvercin ile birlikte inmiş. Malik insanların bunu anladığını fark edince şöyle demiş: Asıl edeb, Allah'ın verdiği edebtir. Babaların, annelerin verdiği edeb değil. Asıl hayır Allah'ın ihsan ettiği hayırdır, babaların ve annelerin hayrı değil. Yine bu âyet-i kerîmede hem sözlük-anlamı itibariyle, hem de şer'ân oğlun aile halkından olduğuna, evin ehlinden olduğuna delil vardır. Buna göre birkimse; ehline vasiyette bulunacak olursa, oğlu ve evinde barınan ve geçimlerini sağladığı kimseler de girer. Nitekim şanı yüce Allah bir başka âyet-i kerîmede de şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun ki Nûh Biz'e seslenmişti. Biz ne güzel karşılık verenleriz! Ve Biz onu ve ehlini büyük gamdan kurtardık." (es-Saffat, 37/75-76.) Bu âyette onun evinde, hanesinde bulunan herkesi Nûh'un ehli olarak adlandırmaktadır. Âyet-i kerîme el-Hasen, Mücahid ve aynı kanaati paylaşan diğerlerinin görüşlerine göre çocuk, annesinin nikâhı altında bulunduğu babaya ait olduğunun delilidir. Bundan dolayı Hazret-i Nûh da zahiren annesinin nikâhı altında bulunduğu gerçeğinin zahirine göre o sözleri söylemişti. Süfyan b. Uyeyne de Amr b. Dinar'dan naklettiğine göre Amr, Ubeyd b. Umeyr'i şöyle derken dinlemiş: Biz Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın Nûh (aleyhisselâm)ın oğlu dolayısıyla çocuğun annesinin nikâhı altında bulunduğu babaya ait olduğu hükmünü verdiği görüşündeyiz. Bunu Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr), "et-Temhid" adlı eserinde nakletmektedir. Sahih hadiste de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Çocuk, annesi kimin nikâhı altında ise o babaya aittir. Zina edene ise hüsrana uğramışlık (hacer; taş) vardır." Hadis kaynaklarında pek çok yerde geçen bu hadisin kaydedildiği bazı yerler: Buhârî, Meğâzi 53, Hudûd 23, Ahkâm 29; Müslim, Radâ' 36, 37; Ebû Dâvûd, Talâk 34; Tirmizî, Radâ' 8, Vesâyâ 5; Nesâî, Talâk 48... Buradaki "taş"dan kastın recm olduğu da söylenmiştir. Urve b. ez-Zübeyr ise; " Ve Nûh o kadının (hanımının) oğluna seslendi" diye okumuştur, Bu ise daha önce gerek ondan, gerekse Ali (radıyallahü anh)dan nakledilen kıraatin açıklamasıdır. el-Hasen ve Mücahid'in de konu ile ilgili görüşlerine delildir. Şu kadar var ki bu şaz bir kıraattir, bundan dolayı biz ittifakla kabul olunmuş kıraati terkedemeyiz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 5- Allah'ın Öğütlerine Kulak Vermek: "Ben, cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum." Yani, Ben sana böyle bir soru sormayı yasaklıyorum, seni cahillerden olmayasın yahut cahillerden olmanı yani günahkârlardan olmanı- istemediğim için seni sakındırıyorum. Nitekim yüce Allah'ını "Bunun gibisine ebediyyen dönmeyesiniz diye Allah size öğüt verir" (en-Nûr, 24/17) âyeti da bu türdendir. Yani Allah sizi bundan sakındırır ve benzerini bir daha tekrarlamanızı size yasaklar. Âyetin, Ben seni cahillerden olmayacak kadar üstün tutuyorum, anlamında olduğu da söylenmiştir. İbnu'l-Arabî der ki: Bu ise Allah'ın Hazret-i Nûh'a verdiği fazladan bir lütuf olup onu cahillerin makamından yükseklere çıkarttığı ve yine âlim ve ariflerin makamına yükselttiği bir öğüttür. 47Dedi ki: "Rabbim, ben bilmediğim şeyi Senden İstemekten Sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve merhamet etmez isen, en büyük zarara uğrayanlardan olurum." Bunun üzerine Hazret-i Nûh: "Dedi ki: Rabbim, ben bilmediğim şeyi Sen'den İstemekten, Sana sığınırım" İşte peygamberlerin günahları bu türdendir. Yüce Allah onun bu şekilde alçak gönüllülüğünü ve zilletini arzetmesini mükâfatsız bırakmasın. "Eğer beni bağışlamaz" Sen'den böyle bir istekte bulunmaktan ötürü kusurumu affetmez "ve" tevbemi kabul etmek suretiyle de "bana merhamet etmez İsen" amelleri bakımından "en büyük zarara uğrayanlardan olurum." Bunun üzerine yüce Allah ona: "Ey Nûh! Bizim katımızdan selametle in!" diye buyurdu. 48Denildi ki: "Ey Nûh! Bizim katımızdan selâmetle İn. Sana ve seninle beraber bulunan ümmetlere de hayır ve bereketler olsun. Diğer ümmetler de vardır ki, Biz onları da faydalandıracağız, sonra onlara Bizden can yakıcı bir azâb dokunacaktır." "Denildi ki: Ey Nûh! Bizim katımızdan selametle in." Yani melekler veya yüce Allah ona: Gemiden yeryüzüne yahut dağdan yere in. Çünkü artık yer suyu yutmuş ve kurumuş bulunuyor. "Katımızdan selametle": tarafımızdan esenlik ve güvenlikle "tahiyye (selâm)" ile in, diye de açıklanmıştır. "Sana ve seninle beraber bulunan ümmetlere de hayır ve bereketler olsun" âyetindeki "bereketler" sabit nimetler demektir. Bu kelime devenin çökmesi demek olan; dan türetilmiştir, bu ise devenin sağlamca yerine çökmesi ve kalması anlamındadır. Nitekim suyun içinde durduğu havuza; denilmesi de buradan gelmektedir. İbn Abbâs (radıyallahü anh) dedi ki: Nûh (aleyhisselâm), küçük (ikinci) Âdem'dir. Şu andaki bütün İnsanlar onun soyundan gelmişlerdir. Gemide -önceden de geçtiğine göre- Katâde ve aynı kanaatte olan diğerlerinin görüşlerine göre, onunla birlikte bulunan bütün erkek ve kadınlar, onun zürriyetinden idi. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de de: "Onun zürriyetini de sonradan geriye kalanların tâ kendileri kıldık." (es-Sâffât, 37/77) diye buyurulmaktadır. "Ve seninle beraber bulunan diğer ümmetlere de" âyetinin kapsamına kıyâmet gününe kadar gelecek bütün mü’minlerin girdiği söylenmiştir. "Diğer ümmetler de vardır ki, Biz onları da faydalandıracağız. Sonra onlara Bizden can yakıcı bir azâb dokunacaktır" âyetinin kapsamına da kıyâmet gününe kadar gelecek bütün kâfirler dahildir. Bu görüş Muhammed b. Ka'b'tan rivâyet edilmiştir. Buna göre ifadenin takdiri şöyledir: Seninle birlikte bulunan ümmetlerin zürriyetlerine de, hayır ve bereketler olsun,kendilerini faydalandıracağımız ümmetlerin zürriyetlerine de. " Kimselerden"deki t in teb'îz (kısmilik bildirmek) için olduğu söylendiği gibi, cinsin beyanı için de olabilir. "Diğer ümmetler de vardır ki Biz onları faydalandıracağız" âyetindeki; "Ümmetler," kelimesinin merfu olarak gelmesi; "Diğer bir takım ümmetler de vardır ki" anlamına geldiğindendir. el-Ahfeş Said der ki: Bu, bir kimsenin: " Amr oturuyor iken Zeyd ile konuştum" demek kabilindendir. el-Ferrâ' ise kıraat dışında (günlük konuşmada); şeklindeki okuyuşu câiz kabul eder ve bu; " Biz bir takım ümmetleri de faydalandıracağız" takdirindedir, der....e'nin; "Ümmetler" ile tekrar edilmesi daha Önce geçen; "Sana" kelimesindeki mecrur olan "kef" zamirine atfedildiğinden dolayıdır. Mecrur olan zamire ise Sîbeveyh ve diğerlerinin görüşlerine göre ancak cer edatının tekrarlanması halinde atıf yapılabilir, Buna dair açıklamalar daha önceden; "Kendisi adına birbirinizden dileklerde bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık bağını kesmekten de sakının" (en-Nisâ, 4/1) âyetindeki son kelimenin esreli okunuşu ile ilgili açıklamalarda bulunurken yeterince geçmiş bulunmaktadır. (Bk. en-Nisa, 4/1, 2. başlık) Yüce Allah'ın: "Selametle" kelimesinin başındaki "be" harf-i cerri mahzuf bir kelimeye müteallaktır, çünkü bu hal mevkiindedir. Yani; " Sana selam(et) verilmiş olarak in" demektir. "Katımızdan" ise yine hazfedilmiş bir kelimeye müteallak ve cer mahallindedir, çünkü "hayır ve bereketler" anlamındaki kelimenin sıfatıdır. "Ve... ümmetlere de" ise daha önce geçen "sana" kelimesinin taalluk ettiği yere müteallaktır. Çünkü bu kelime de kendisine atıf yapılan zamire iade edilmiştir. Buna karşılık; " Seninle beraber... bulunanlardan" âyetindeki cer harfi ise mahzuf bir kelimeye taalluk eder, çünkü bu da "ümmetler"in sıfatı olarak cer mahallindedir. "Seninle beraber" de mahzuf bir fiile taalluk eder. Çünkü bu; " ...an" ism-i mevsutünün sılasıdır. Bu da, " Seninle beraber gemide karar kılan" yahut "seninle beraber îman eden" veya "seninle birlikte gemiye binen..." takdirindedir. 49Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onları bundan evvel ne sen biliyordun, ne de kavmin. O halde sabret, akıbet hiç şüphesiz takva sahiplerinindir. "Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir" âyeti; bu haberler sana vahyettiğimiz... anlamındadır. Bir başka yerde burada kullanılan bu işaret ismi mürred, müennes ve uzak içindir. Bir başka yerde ise uzak, müfred ve müzekker ism-i işaret olan; kullanılmaktadır. (Bk. Al-i İmrân, 3/44; Yusuf, 12/120) Bu da, bu haber ve kıssalar senin için gayb olan haberlerdendir. "Sana vahyettiğimiz" onlara vakıf olasın, bilesin diye bildirdiğimiz kıssalardır ki "onları bundan evvel ne sen biliyordun, ne de kavmin." Yani onlar Tufana dair bir şey bilmiyorlardı. Şimdi mecusiler Tufanın gerçekleştiğini kabul etmemektedirler. "Bundan evvel" anlamındaki ifade ise haberdir. Yani bunlar senin için de, kavmin içiri de bilinmeyen şeylerdi. "O halde sabret!" Risalet görevini yerine getirmenin zorluklarına ve kavminin eziyetlerine, Nûh'un sabrettiği gibi sen de sabret. Bu âyet ile her ne kadar genel çerçevesiyle Tufana dair bir şeyler İşitmiş iseler de onların Hazret-i Nûh'un oğlunun kıssasını bilmediklerini kastettiği de söylenmiştir. "O halde sabret!" Yani ey Muhammed! Sen Allah'ın emrini yerine getirmek, O'nun risaletini tebliğ etmek üzere ve kâfir Araplardan gördüğün eziyetlere -Nûh'un, kavminin eziyetlerine sabrettiği gibi- sen de sabret. "Akıbet" dünyada zafer elde etmek, âhirette de kurtuluşa ermek suretiyle "hiç şüphesiz" şirkten ve masiyetlerden korunan "takva sahiplerinindir." 50Âd(kavmin)e de kardeşleri Hûd'u gönderdik, "Ey kavmim!” dedi. Allah'a ibadet edin. Sizin, Ondan başka hiçbir ilâhınız yok. Siz ancak yalan uyduranlarsınız. "Âd (kavmin)e de kardeşleri Hûd'u gönderdik." Yani; ve Âd kavmine... peygamber gönderdik, demektir. Bu daha önce geçen: "Yemin olsun Biz Nûh'u kavmine göndermiştik."( Hûd, 11/25) âyetine atfedilmiştir. Hazret-i Hûd'dan "kardeşleri" diye söz edilmesi, onlardan olmasından dolayıdır. O zaman kabile onlar için müşterek bir topluluktu. Nitekim (Arap kabilesi olan) Temimlilerden olan bir kimseye: Ey Temim'in kardeşi, denilir. Bir diğer görüşe göre ona "kardeşleri" denilmesinin sebebi onlar Âdemoğullarından olduğu gibi, onun da Âdemoğullarından birisi oluşundan dolayıdır. Bu hususa dair açıklamalar bundan önce el-A'raf Sûresi'nde (7/65. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Âd kavmi puta lapan kimselerdi, İki ayrı Âd kavmi olduğu da söylenmiştir, birinci Âd ve ikinci Âd olmak üzere. Hazret-i Hûd'un kendilerine peygamber olarak gönderildiği Âd kavmi birincileridir, diğeri ise Şeddad ile Lokman'ın aralarında bulunduğu Âd kavmidir ki bunlar da yüce Allah'ın; "Ve direkler sahibi İrem'e" (el-Fecr, 89/7) âyetinde söz konusu edilenlerdir. "Âd" aslında bir adamın adıdır, daha sonra nesebleri ondan gelen kavmin ismi olarak devam etti. "Ey kavmim! dedi. Allah'a ibadet edin. Sizin, O'ndan başka hiçbir ilâhınız yok" âyetindeki; "Ondan başka" kelimesinin "ra" harfi ondan önceki lâfza uygun olarak okunursa esreli okunur. Ref ile okunması ise mahallen merfû' olmasından dolayıdır. Nasb ile okunması ise istisna oluşundan dolayıdır. "Siz ancak yalan uyduranlarsınız." Yani siz, O'ndan başka bir ilâh edinmek suretiyle ancak yüce Allah'a karşı yalan söyleyen kimselersiniz. 51"Ey kavmim! Ben buna karşılık sizden hiçbir ücret İstemiyorum. Benim mükâfatım ancak Beni yaratana aittir. Hâlâ akıllanmayacak mısınız? "Ey kavmim! Ben buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım ancak beni yaratana aittir." Bunun anlamına dair açıklamalar daha önceden geçmiştir. "Beni yaratan" anlamındaki "fıtrat" kökünden gelen kelime, beni ilkin yaratan, yoktan var eden demektir. Çünkü fıtrat, yoktan var etmek anlamındadır. "Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" Peygamberleri yalanladıkları için Nûh kavminin başlarından geçenleri düşünerek aklınızı başınıza almayacak mısınız? 52"Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra, O'na tevbe edin ki, üzerinize gökten bol bol yağmur göndersin. Gücünüze güç katsın. Günah İşleyip durarak yüz çevirmeyin." "Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra, O'na tevbe edin." Buna dair açıklamalar da sûrenin baş tarafında geçmiş bulunuyor. “ki üzerinize gökten bol bol yağmur göndersin” âyetindeki; "Göndersin," fiilinin cezmedilmesi emrin cevabı olduğundan ve ceza (şartın cevabı) anlamını da ihtiva ettiğinden dolayıdır. "Bol bol" ise hal olarak nasbedilmiştir. Çokluk anlamını taşır, yani gökten üzerinize peşi peşine, ardı arkasına yağmur göndersin. Araplar; vezni ile birlikte "ne" zamirini hazfederler. Bu vezindeki kelimeler ise çoğunlukla; vezninden getirilir. Burada ise vezninden gelmiştir, çünkü bu kelime; "Sema bol bol yağdırdı, yağdırır ve o bol bol yağdırandır" tabirinden gelmektedir. Hûd yani Âd kavmi bağ, bahçe, ekin ve imarda ileri gitmişlerdi. Yurtları Şam ile Yemen arasındaki kumluk bölgelerdedir. Nitekim daha önce el-A'raf Sûresi'nde (7/65-69) geçmiş bulunmaktadır. "Gücünüze güç katsın" âyetindeki; "...nüze katsın," lâfzı "göndersin" anlamındaki fiile atfedilmiştir. Mücahid dedi ki: Gücünüze güç katması, kuvvetinizi daha da arttırması demektir. Dahhâk ise bolluk ve veriminizi daha da arttırsın, diye açıklamıştır. Ali b. Îsa ise sizi daha bir izzet (güç, kuvvet) sahibi yapsın demektir. İkrime ise çocuklarınızı daha da arttırsın diye açıklamıştır. Denildiğine göre yüce Allah, onlara yağmur yağdırmadı ve annelerin rahimlerini kısırlaştırdı, üç yıl süreyle çocukları dünyaya gelmedi. Hûd (aleyhisselâm) onlara, eğer îman ederseniz Allah tekrar yurdunuzu canlandırır, size mal ve evlat ihsan eder, dedi. İşte sözü geçen kuvvet budur. ez-Zeccâc der ki: Nimetlerle gücünüzü arttırır, anlamındadır. "Günah işleyip durarak yüz çevirmeyin" yani benim size kendisine davet ettiğim şeyden yüz çevirmeyin, küfür üzere devam etmeyin. 53Dediler ki: "Ey Hûd! Sen bize apaçık bir belge getirmedin. Biz sen söyledin diye, tanrılarımızı terkedecek de değiliz, sana inanacak da değiliz. "Dediler ki: Ey Hûd! Sen bize apaçık bir belge" açık ve kesin bir delil "getirmedin. Biz... sana da İnanacak değiliz" sözleri ise, onların küfür üzere ısrar ettiklerini ortaya koymaktadır. 54"Biz ancak şunu deriz: İlâhlarımızdan biri seni fena çarpmış." Dedi ki: "Gerçekten ben Allah'ı şahid gösteriyorum. Siz de şahid olun ki ben sizin Allah'ı bırakıp O'na ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım. "Biz ancak şunu deriz: İlâhlarımızdan" yani putlarımızdan "biri seni fena çarpmış." Yani -İbn Abbâs ve diğerlerinden nakledildiğine göre- senin putlarımıza sövmen dolayısıyla onlar seni çarpmış ve sen de delirmiş bulunuyorsun. " Seni çarpmış" ifadesi; " İş onu kuşattı, ona isabet etti" tabirinden gelmektedir. Yüce Allah'ın: "Ve ondan dilenen ve dilenmeyen fakirlere yedirin." (el-Hac, 22/36) âyetindeki; " Dilenmeyen fakir" kelimesi de aynı kökten gelmektedir. "Dedi ki: Gerçekten ben Allah'ı" kendime "şahid gösteriyorum. Siz de şahit olun" sizi de şahit gösteriyorum. Bu ise onların şahitlik etme ehliyetine sahip olduklarından dolayı değildir. Ancak bu onlara doğruyu söyletmenin nihaî ifadesidir, yani bilin ki "sizin Allah'ı bırakıp, O'na ortak tuttuğunuz şeylerden" sizin taptığınız putlara ibadet etmekten "uzağım." 55Artık hepiniz bana tuzak kurun. Bundan sonra bana bir mühlet de vermeyin. "Artık hepiniz bana tuzak kurun." Sizler de, putlarınız da bana düşmanlık etmek ve bana zarar vermek İçin tuzaklarınızı kurun. "Bundan sonra bana bir mühlet de vermeyin." Beni ertelemeyin. Düşmanlarının çokluğuna rağmen onun böyle bir söz söylemesi yüce Allah'ın yardımına tam anlamıyla güvendiğini göstermektedir. Bu da peygamberliğin mudzelerindendir. Çünkü peygamberin tek başına kavmine: "Artık hepiniz bana tuzak kurun" demesi bir mucizedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de Kureyş'e böyle demişti. Nûh (aleyhisselâm) da kendi kavmine: "Haydi işinizi sağlam tutun ve ortaklarınızı da çağırın." (Yûnus, 10/71) demişti. 56"Şüphesiz ki ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a güvenip dayandım. Hareket eden ne kadar canlı varsa, hepsinin alnından tutan Odur. Benim Rabbim gerçekten dosdoğru bir yol üzeredir." "Şüphesiz ki ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a güvenip, dayandım." Ben O'nun hükmüne razıyım ve O'nun yardımına güveniyorum. Yeryüzerinde "hareket eden" debelenen "ne kadar canlı varsa" -bu âyet mübtedâ olarak ref mahallindedir- "hepsinin alnından tutan O'dur." Yani onları dilediği gibi çekip çevirir, dilediğinden onları alıkoyan Yani siz bana zarar veremezsiniz. Canlı olan herbir varlığa; (.......) denilir. Sonundaki "he" yuvarlak te) mübalağa içindir. el-Ferrâ' der ki: Âyet bütün canlıların mutlak maliki ve onlara güç yetiren kadir olan O'dur, demektir. el-Kutebî der ki: Bütün canlıları emri altında tutan, onları kahredecek güce sahip olan O'dur, demektir. Çünkü bir kimsenin alnından yakaladın mı onu emrine mahkûm ettin, kahrettin demektir. ed-Dahhâk der ki: Bütün canlıları dirilten, sonra da öldüren O'dur. Anlamlar birbirine yakındır. Nâsiye ise başın ön tarafında saçın kesildiği yer demektir. ise; idamın alnını (perçemini) uzattım, anlamındadır. İbn Cüreyc der ki: Özellike Nâsiye'nin kullanılma sebebi Arapların bunu bir kimseyi zillet ve boyun eğmekle nitelendirmek istedikleri vakit kullanmalarından ve: "Filanın alnı ancak fitanın elindedir" yani o kimseye itaat eder ve dilediği gibi yönlendirir, demelerindendir. Yine Araplar birisini esir alıp serbest bırakmak ve karşılıksız salıvermek istediklerinde ona karşı öğünmek için alnındaki perçemini keserlerdi. Böylelikle dillerinde bilip tanıdıktan bir üslupla onlara hitab etti. Tirmizî el-Hakîm, "Nevâdiru'l-Usul" adlı eserinde der ki: Yüce Allah'ın: "Hareket eden ne kadar canlı varsa, hepsinin alnından tutan O'dur" âyetinin bize göre açıklaması şöyledir: Şanı yüce Allah, kulların amellerinin miktarını takdir buyurdu, sonra bunlara nazar etti, sonra da yaratıklarını yaram. Onları yaratmadan önce onların yapacakları herbir işi gördü. Daha sonra onları halkedince işte bu bakışının nurunu alınlarına yerleştirdi. İşte alınlarında bulunan nûr (ve alınlarından tutulması) budur. Bu da kaderin tesbit edildiği günde haklarında takdir edilmiş bulunan amellerine doğru onları çeker. Yüce Allah ise kaderi gökleri ve yeri yaratmadan ellibin yıl önce yaratmıştır. Bunu Abdullah b. Amr b. el-Âs rivâyet etmiştir. Abdullah dedi ki: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı şöyle buyururken dinledim: "Allah kaderleri gökleri ve yeri yaratmadan ellibin yıl önce takdir etti." Müslim, Kader 16; Tirmizî, Kader 18; Müsned, II, 169. İşte bundan dolayı peygamberler güçlüdürler ve bundan dolayı azim sahibi kimseler olmuşlardır. Çünkü onlar alınlardaki nurları farketmişler ve Allah'ın bütün yaratıklarının bunurlarauygun olarak ilahi nazarın haklarında takdir ettiği amellere göre hareket ettiklerine inandılar. Bu hususta dikkat bakımından en ileri paya sahip olan peygamberler, azim sahibi olmakta en güçlü olanlarıdır. Bundan dolayı Hûd peygamber: "Artık hepiniz bana tuzak kurun, bundan sonra bana bir mühlet de vermeyin. Şüphesiz ki ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a güvenip dayandım. Hareket eden ne kadar canlı varsa hepsinin alnından tutan O'dur" demedikçe iferi bir güce sahib olamadı. Alna "nâsiye" denilmesi amellerin, gaybın gaybından hükme (nass'a) bağlanıp ortaya çıkması ve böylelikle kaderler arasında nassa bağlanmış (mansus) olmasından ötürüdür. Yaratıcının nazarı bütün mahlukatın kaderine uygun hareketlerine nüfuz etmiştir. Daha sonra o yeryüzünde canlı olarak hareket eden herbir canlının hareketlerini gözlerinin arasında alnına yerleştirmiştir. İşte insanın vücudundaki bu yere "nâsiye" ismi verilmiştir. Çünkü alın kulların takdir edilen hareketlerini nass ile ortaya koymaktadır. O halde "nâsiye" yüce Allah'ın yaratmadan önce nazar ettiği hareketlerin nassa bağlanmış olmasından alınan bir kelimedir. Nitekim yüce Allah, Ebû Cehl'in alnını da "o yalancı ve günahkâr alnı" (el-Alak, 96/16) diye nitelendirmektedir. Bununla yüce Allah, cehennemdeki bütün alınların yalancı ve günahkâr olduğunu da haber vermektedir. Ancak yapılan bu yoruma göre "nâsiye"nin yalana ve günaha nisbet edilmesine imkan olmaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Benim Rabbim gerçekten dosdoğru bir yol üzeredir." en-Nehhâs der ki: Sözlükte sırat (dosdoğru yol); açık seçik yol demektir. Âyetin anlamı da şudur: Şanı yüce Allah herşeye kadir olmakla birlikte, O ancak hakka uygun olarak alıp yakalar, sorumlu tutar. Âyetin anlamının şu olduğu da söylenmiştir: ö'nun tedbirinde hiçbir gedik yoktur, O'nun yaratmasında hiçbir tutarsızlık yoktur. O, bundan münezzehtir. 57"Eğer siz yüz çevirirseniz; işte ben, benimle size gönderileni size tebliğ ettim. Rabbim sizin yerinize başka bir kavim getirir ve sîz ona hiçbir zarar veremezsiniz. Şüphesiz ki Rabbim herşeyîn üstünde gözetleyicidir." "Eğer siz yüz çevirirseniz" anlamındaki âyet, cezm mahallinde olduğundan dolayı; "Yüz çevirirseniz" fiilinin sonundaki "nun" hazfedilmiştir. Aslı ise; olup iki "te" arka arkaya geldiğinden birisi hazfedilmiştir. "İşte ben, benimle size gönderileni size tebliğ ettim." Yani size açıkladım. "Rabbim sizin yerinize başka bir kavim getirir." Sizi helâk eder ve O'na sizden daha çok itaatkâr olan, O'nu tevhid edip ibadet eden kimseleri yaratır. "Rabbim... başka bir kavim getirir" âyetinin öncekilerle ilgili olmadığından dolayı, fiil merfu gelmiştir. Ya da yüce Allah'ın: " Size tebliğ ettim" âyetinde "fa"dan sonra gelen fiile atfedilmiştir. Hafs'dan, da Âsım'dan da cezm ile; " Başka... getirir" diye ve bunun "fV'nın ve ondan sonrasının mahallen i'rabı olan cezme hamlederek okuduğu rivâyet edilmiştir. Yüce Allah'ın: " O bunları taşkınlıkları içinde şaşkın bir halde bırakıverir" (el-A'raf, 7/186) âyetinde "ra" harfinin sakin okunması da böyledir. "Ve siz" Yüz çevirmek ve çağrıyı kabul etmemek suretiyle, O'na hiçbir zarar veremezsiniz. "Şüphesiz ki Rabbim, herşeyin üstünde gözetleyicidir." Yani O, herşeyi tesbit eden, gözetleyendir. Buradaki; "üstünde" kelimesi, "lâm" manasınadır. O beni, bana yapmak istediğiniz kötülüklere karşı koruyacaktır, demektir. 58Emrimiz gelince Hûd'u da beraberindeki mü’minleri de rahmetimizle kurtuluşa erdirdik. Onları çok ağır bir azaptan da kurtardık. "Emrimiz" yani Âd kavmini helâk edecek azabımız "gelince Hûd'u da beraberindeki mü’minleri de rahmetimizle kurtuluşa erdirdik." Çünkü yüce Allah'ın rahmeti olmaksızın salih amelleri bulunsa dahi hiçbir kimse kurtulamaz. Müslim'in ve Buhârî'nin, Sahihleri ile başkalarında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Sizden hiçbir kimseyi kendi ameli kurtaramaz." Ashâb: Seni de mi? Ey Allah'ın Rasûlü deyince, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'ın beni kendi katından bir rahmete bandırması müstesna beni dahi." Buhârî, Rikaak 18, Merdâ 19; Müslim, Sıfâtu'l-Münafıkîn 71-73..; İbn Mâce, Zühd 20; Dârimi, Rikaak 24; Müsned, II, 235, 256..., III, 52, 327, 362, VI, 125. "Rahmetimizle" âyeti biz onlara hidayeti açıklamak suretiyle demektir ki bu da rahmetin kendisidir, diye de açıklanmıştır. Bunlar dörtbin kişi idiler, üçbin kişi oldukları da söylenmiştir. "Onları çok ağır bir azaptan" kıyâmet gününün azabından "da kurtardık.” Buradaki azâbın yüce Allah'ın Zâriyât Sûresi'nde ve başka yerlerde söz konusu ettiği şekilde "kısır rüzgar" olduğu da söylenmiştir ki, ileride gelecektir. el-Kuşeyrî Ebû Nasr der ki: Peygamberin ümmetine tehdit ile bildirdiği azâb geldiği takdirde, Allah o azaptan peygamberi ve onunla birlikte îman edenleri kurtarır. Evet, ama bununla birlikte yüce Allah'ın herhangi bir peygamberi ve onun kavmini de bir belâ ile sınaması mümkündür. O takdirde bu kâfirler için bir ceza -eğer peygamberin onları geleceğiyle tehdit ettiği bir şey değil ise- mü’minler için de günahlarından arınma sebebi olur. 59İşte Âd kavmi Rabblerinin âyetlerini bilerek inkâr ettiler. Peygamberlerine âsi oldular, her inatçı zorbanın emri ardınca gittiler. "İşte Âd kavmi" anlamındaki âyet mübtedâ ve haberdir. el-Kisaî'nin naklettiğine göre; Araplar arasından "Âd" kelimesini munsarıf kabul etmeyerek bir kabile ismi kabul edenlerin olduğu da söylenmiştir. "Rabblerinin âyetlerini bilerek İnkâr ettiler" yani mucizeleri yalanladılar ve kabul etmediler. "Peygamberlerine asi oldular." Burada yalnızca Hazret-i Hûd'a asi oldukları kastedilmektedir, çünkü onlara Hazret-i Hûd'dan başka bir peygamber gönderilmiş değildi. Yüce Allah'ın şu âyeti da bunu andırmaktadır: "Ey peygamberler! Temiz olan şeylerden yiyin." (el-Mu'minûn, 23/51) Bununla yalnızca Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) kastedilmektedir, çünkü onun döneminde ondan başka bir peygamber yoktur. Burada "peygamberlerin çoğul gelmesi, tek bir peygamberi yalanlayanın bütün peygamberleri inkâr etmesi anlamına gelmesinden dolayıdır. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar, Hazret-i Hûd'a ve ondan önceki peygamberlere de âsi oldular. Öyle ki onlara bin tane peygamber gönderilecek olsaydı bile, yine onların hepsini inkâr ederlerdi. "Her inatçı zorbanın emri ardınca gittiler." Onların aşağı tabakada olanları, başkan ve liderlerine uydular. Âyet-i kerîme'deki "cebbar (zorba)" mütekkebbir demektir. "İnatçı (anîd)" ise hakkı kabul etmeyen, hakka boyun eğmeyen azgın kimse demektir. Ebû Ubeyd der ki: Anîd, anûd, ânid ve muânid; ayrılık çıkartarak karşı çıkan kimse demektir. İşte kanı durmadan akan damara "ânid" denilmesi de bundan dolayıdır. Şair de recez vezninde şöyle demiştir: "Ben oldukça yaşlı bir kimseyim, baş eğmeyen, başkalarına katılmayan, inatçı develerin hakkından gelemem." 60Bu dünyada da, kıyâmet gününde de onlara lanet arkalarından yetiştirildi. Haberiniz olsun ki Âd kavmi Rabblerini İnkâr ettiler ve yine haberiniz olsun ki Hûd'un kavmi olan Âd (ilâhî rahmetten ) uzak düştü. "Bu dünyada da, kıyâmet gününde de onlara lanet arkalarından yetiştirildi." Dünyada lanet arkalarından onlara yetiştirildiği gibi, âhirette de bu şekilde lanet onlara yetiştirilecektir. O bakımdan ifadenin tamamlanması "Kıyâmet gününde de" âyeti ile olmaktadır. "Haberiniz olsun ki Âd kavmi, Rabblerini inkâr ettiler." el-Ferrâ' der ki: Yani Rabblerinin nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Yine el-Ferrâ' der ki: Bu tabir: "Onu inkâr ettim" şekillerinde kullanılır. Tıpkı " Ona şükrettim, kelimesinde olduğu gibi. "Ve yine haberiniz olsun ki Hûd'un kavmi olan Âd (ilâhî rahmetten) uzak düştü." Yani onlar hâlâ Allah'ın rahmetinden uzak tutulmaya devam etmektedir. Helâk olmak ve hayırdan uzak kalmak demektir. Geri kalmak ve uzaklaşmak halinde; şeklinde kullanılır. Helâk olmayı anlatmak üzere de; denilir. Şair der ki: "Düşmanlar için zehir ve develer için (misafirlere onları ikram etmek ve Savaşlara devamlı katılmak suretiyle) afet olan Kavmim uzak düşmesin (helâk olmasın.)" Şair Nâbiğa da şöyle demektedir: "Sakın uzak düşme, çünkü Ölüm suya götüren bir yoldur, Her kişinin içinde bulunduğu hal mutlaka son bulur." 61Semûd kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik. Dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a ibadet edin. Sizin, O'ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. O, sizi yerden yaratıp sizi orada bir ömür boyu yaşattı. O halde, O'ndan mağfiret dileyin. Sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz ki Rabbim çok yakındır, duaları kabul edendir." Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1- Semûd Kavmi ve Hazret-i Salih: "Semûd kavmine de" neseb itibariyle "kardeşleri Salih'i" peygamber olarak "gönderdik." Yahya b. Vessâb Kur'ân'da geçtiği her yerde şeklinde "dal" harfini tenvinli olarak okumuştur. el-Hasen'den de böyle rivâyet edilmiştir. Diğer kıraat âlimleri ise bu kelimeyi kimi yerde munsarıf, kimi yerde de gayr-ı munsarıf olarak farklı şekillerde okumuşlardır. Ebû Ubeyde'nin iddiasına göre; eğer büyük çoğunluğa muhalefet söz konusu olmasaydı, uygun şekil munsarıf olmamasıdır. Zira bu kelime çoğunlukla müennes kabul edilir. en-Nehhâs der ki: Ebû Ubeyde'nin söylediği bunun çoğunlukla müennes olduğu şeklindeki sözü kabul edilemez. Çünkü Semûd'un bir hay (kabile kolu) olduğu söylendiği gibi, kabile olduğu da söylenir ve çoğunlukla kabile olarak kullanılmaz. Aksine durum Sîbeveyh'in görüşüne göre Ebû Ubeyde'nin dediğinin tam zıttınadır. Yine Sîbeveyh'e göre "filân oğulları" diye ifade edilemeyen topluluklara ad olan kelimelerin munsarıf olması daha güzeldir. Kureyş, Sakîf ve benzeri kelimeler gibi. İşle Semûd kelimesi de böyledir. Bunun sebebine gelince; aslolan müzekkerlik olduğuna göre, eğer hem müzekker, hem müennes olarak da kullanılabiliyor ise aslolan daha hafif ve daha uygundur. Bununla birlikte müenneslik de güzeldir ve oldukça iyidir. Nitekim Sîbeveyh bu gibi isimlerin müennes olarak kullanılmasına örnek olmak üzere şöyle bir beyit nakletmektedir: "el-Velid cömertliğiyim bütün cömertleri geride bıraktı, Böylelikle Kureyş'in zorlu meselelerle karşı karşıya kalmasını önledi ve Kureyş'in efendisi oldu." Burada Kureyş kelimesi ile kabile anlamını kastettiğinden onu munsarıf olarak kullanmamıştır. 2- İnsanın Yeryüzünde Yaratılış Gayesi: "Dedi ki: Ey Kavmim! Allah'a ibadet edin. Sizin, Ondan başka hiçbir ilâhınız yoktur." Buna benzer âyetler daha önceden geçmiş bulunmaktadır. "O, sizi yerden yaratıp..." Yani sizin yaratılışını yerden başlattı. Çünkü daha Önce el-Bakara Sûresi (2/31. âyetin tefsiri ile el-En'âm Sûresi, 6/2. âyetin tef'siri)nde geçtiği üzere A'dem'i topraktan yaratmıştır. Onlar da Âdem'den gelmişlerdir. Bunun, sizi yeryüzünde yarattı, anlamında olduğu da söylenmiştir. "O"ndan başka kelimesindeki "ile" Harfini ondan sonra gelen; "O" zamirinin, "he" harfini idrâc ile okuma esnasında "vav" harfini hazfedenlerin şivesi müstesna idgam edilmesi câiz değildir. "... Sizi orada bir ömür boyu yaşattı." Yani sizi orayı imar edenler ve orada sakin olup yerleşenler kıldı. Mücahid der ki: âyeti "sizi orada ömür boyu yaşattı," demektir ve bu da; "Filan kişi evini filana ömür boyu yerleşmek üzere verdi" tabirinden ve evin o kimse için "umrâ" diye adlandırılmasından alınmıştır. Katâde de sizi orada yerleştirdi, diye açıklamıştır. Bu iki görüşe göre; Yapılmasını istedi" anlamındaki vezin; " Yaptı" anlamında kullanılmış olur. Tıpkı; veznindeki (ve vezne göre; duasının kabul olunmasını İstedi, anlamında olması gereken bu kelimenin) duasını kabul etti, anlamını veren; anlamında kullanılması gibidir. ed-Dahhâk der ki: Bu ömürlerinizi uzattı, anlamındadır. Ömürleri ise üçyüz ile bin yıl arasında idi. İbn Abbâsr Sizi orada yaşattı, Zeyd b. Eslem: Size mesken inşa etmek, ağaç dikmek gibi, orada ihtiyaç duyacağınız bayındırlık faaliyetlerini yapmanızı emretti, diye açıklamıştır. Âyetin size orada ekin ekmek, ağaç dikmek, su kanalları açmak ve buna benzer bayındırlık faaliyetlerini yapmak ilhamını verdi, anlamında olduğu da söylenmiştir. 3- Mutlak Talebin İfade Ettiği Hüküm: İbnu'l-Arabî der ki: Şâfiî mezhebi âlimlerinden birisi der ki: "İmarı taleb etmek" demektir. Yüce Allah'ın mutlak talebi (isteği) ise vücub fide eder. Kadı Ebû Bekr ( İbnu’l Arabî) der ki: Arab dilinde vezninûeki emir bir kaç anlamda kullanılır. Bunlardan birisi fiilin yerine getirilmesini istemek anlamındadır. Mesela; " Ben ondan taşımasını istedim" inlamındadır. Yine bu vezin inandım, inancım odur ki anlamını da verir. Bu işin kolay olduğuna inandım" yahut "onu kolay gördüm" anlamındadır. "Onun büyük bir iş olduğuna inandım ve böyle gördüm" anlamına gelir. Yine bu vezin böyle buldum, bana böyle geldi anlamını da verir. Mesela; " Ben onu kolay buldum, bana kolay geldi" demek olur. Yaptı, anlamı da bu veznin anlamlarından birisidir. Mesela; "Bir yerde karar kıldı, istikrar buldu" gibi. Nitekim kimi ilim adamlarının kanaatine göre; " Alay ederler" fiilinin de bu türden olduğunu söylemişlerdir. Fiili de aynı anlamdadır. Buna göre yüce Allah'ın, âyeti, sizi orayı İmar etmek İçin yarattı, demektir ve bu onu böyle buldum, böylesi kolayıma geldi kullanımlarının anlamında değildir. Çünkü yaratıcı hakkında bu veznin, bu anlama gelmesine imkan yoktur. O halde bu anlam yaratma ile alakalı olmalıdır. Çünkü asil anlam ifade etmesi o zaman mümkün olur. Kimi zaman da herhangi bir husus mecazi olarak onun ifade ettiği anlam ile de dile getirilir. O bakımdan burada yüce Allah tarafından oranın imar edilmesi için bir taleb olduğunu söylemek doğru olamaz. Çünkü bu lâfzın onun hakkında bu anlamda kullanılması mümkün değildir. Ancak bununla birlikte şöyle demek doğru olabilir: Yüce Allah orayı imar etmek çağrısını yöneltti ve bu çağrısı da "istif âl" vezninde gerçekleşti, o bakımdan bu kip eğer emir ise daha aşağı mertebede olandan sözlü olarak o fiilin yapılması için bir çağrıdır. Eğer mertebesi daha aşağı olandan daha yukarıda bulunana bu fiilin yapılmasının istenmesi şeklinde ise buna da rağbet (dilek) denilir. Derim ki: ( İbnu'l Arabî) burada; " Yapılmasını istedi" vezninin; "Yaptı" anlamına geldiğinden söz etmemiştir. Nitekim yüce Allah'ın; "Ateş yakmak istedi" anlamındaki veznin;" Ateş yaktı" anlamında kullanılmış olması buna bir örnektir. Biz bunu daha önceden (el-Bakara, 2/17) açıklamış bulunuyoruz. Bu da bundan sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir. 4- Umrâ (Bir Meskenin Menfaatini Ömür Boyu Birisine Bağışlamak) İle İlgili Görüşler: Bu âyette iskân (süknâ) ve umrâya dair delil de görülebilir, el-Bakara Sûresi'nde (2/35. âyet, 2. başlıkta) süknâ ve rukbâya dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Umrâ ile ilgili olarak ilim adamlarının üç ayrı görüşü vardır: 1- Rakabe'nin menfaatlerinin kendisine umrâ olarak verildiği kişinin ömrü süresince temlik edilmesidir. Eğer soyundan geleceklerden ayrıca söz edilmemiş olup da kendisine umrâ verilen kişi öiecek olursa, o malın rakabesi verene yahut onun mirasçılarına geri döner. el-Kasım b. Muhammed, Yezid b. Kusayt ve el-Leys b. Sa'd'ın görüşü budur. Malik'in meşhur görüşü de budur, Şâfiî'nin görüşlerinden birisi de budur. el-Bakara Sûresi'nde bu görüşün delili geçmiş bulunuyor. 2- İkinci görüşe göre umrâ hem malın rakabesinî, hem de menfaatlerini temlik etmektir ve bu bir daha bağışlayana geri dönmesi söz konusu olmayan bir hibedir. Bu da Ebû Hanîfe, Şâfiî ve arkadaşları ile es-Sevrî, el-Hasen b. Hayy, Ahmed b. Hanbel, İbn Şubrume ve Ebû Ubeydin de görüşleridir. Bunlar derler ki: Bir kimse, birisine herhangi bir şeyi hayatı boyunca umrâ olarak verecek olursa, bu hayatı boyunca o kişiye ait olur, vefatından sonra da onun mirasçılarına geçer, çünkü o bu yolla o malın rakabesini de temlik etmiştir. Buna karşılık, bunu veren kişinin, verdiği kimsenin hayatta kalması ve ömrünün devam etmesi şartını zikretmiş olması ise batıldır. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Umrâ câiz (geçerli)dir" Buhâri, Hibe 32; Müslim, Hibât 30, 32; Ebû Dâvûd, Buyû’ 85, 87; Tirmizî, Ahkâm 15, 16; Nesâî, Rukbâ 2, Umrâ 1, 2, 4; İbn Mâce, Hibat 4; Müsned, I, 250, II, 347, 429, 468, 489, III, 297, 303..., IV. 99, V, 8, 13. "Ve umrâ kime hibe edilmiş ise onundur" Müslim, Hibât 25; Ebû Dâvûd, Buyu V 85: Nesâi, Umrâ 4; Müsned, III, 304, 393. Yakın ifadelerle aynı anlamda: Buhârî, Hibe 32. dîye buyurmuştur. 3- Bir kimse; "ömrün boyunca senin olsun" deyip de ondan sonra gelecek kimseleri söz konusu etmezse birinci görüş gibi olur. Şayet: "sana ve soyundan gelenlere" diyecek olursa, ikinci görüş gibi hüküm alır. ez-Zührî, Ebû Sevr, Ebû Seleme b. Abdu'r-Rahmân, İbn Ebi Zi'b bu görüştedirler. Malik'ten de bu görüş rivâyet edilmiştir. Muvatta’'dan anlaşılana göre kuvvetli görüşü budur. Gerek ondan, gerekse mezhebine mensub ilim adamlarından bilinen ise; umrâ olarak verilen malın umrâ verene şayet hayatta ise ve kendisine umrâ verilenin soyu münkariz olursa, geri döneceği şeklindedir. Eğer umrâ veren hayatta değil ise o takdirde mirasçılarından hayatta olana ve insanlar arasında ondan miras alma hakkına en çok sahib olana geri döner. Malik'e ve mezhebine mensub ilim adamlarına göre "umrâ" lâfzı ile kendisine umrâ verilen kişi hiçbir şeyin rakabesine malik olamaz. O bu sözle yalnızca menfaate malik olur. Yine Malik vakıf ile ilgili olarak da şöyle demiştir: Bir kimse birisine ve onun soyundan gelenlere vakıf yapacak olursa, artık vakfettiği o şey kendisine geri dönmez. Şayet muayyen bir kimseye hayatta kaldığı sürece bir vakıf yapacak olursa, o vakıf sonradan ona döner. Kıyasen umrâ da böyledir, Muvatta’'ın zahirinden anlaşılan (kuvvetli) görüş de budur. Müslim'in, Sahih'inde de Cabir b. Abdullah'tan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Herhangi bir kimse bir başka kimseye hem ona, hem de soyundan geleceklere umrâ verip de: Ben bunu hem sana, hem de sizden birileri kaldığı sürece soyundan gelecek olanlara verdim, diyecek olursa bu mal verdiği kimseye ait olur ve artık o hakkında mirası paylaştırmanın söz konusu olacağı bir bağışta bulunduğundan dolayı, o mal bir daha sahibine geri dönmez." Buhâri, Hibat 24; Müslim, Hibât 20. 22; Ebû Dâvud, Buyu 86; Tirmizî, Ahkam 15;Nesâi,Rukba 2,Umrâ 3,Muvatta’,Akdiye 43; Müsned, III,294. Yine Hazret-i Cabir'den şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın câiz (geçerli) kıldığı umrâ kişinin: Bu senin ve senin soyundan geleceklerindir, dediği umrâ şeklidir. Şayet sen hayatta olduğun sürece senindir, diyecek olursa o takdirde o (mal) sahibine geri döner. Ma'mer dedi ki: ez-Zührî de buna göre fetva verirdi. Müslim, Hibât 23; Ebû Dâvûd, Buyû’ 86: Müsned, III, 294. Derim ki: Kur'ân-ı Kerîm’in (ilgili âyetlerinin) ihtiva ettiği anlam, ikinci görüş sahiblerinin kanaatine paraleldir. Çünkü şanı yüce Allah: "Orada sizi bir ömür yaşattı" diye buyurmuştur. Yani size orada yaşamak üzere Ömür verdi. Buna göre; salih olan insan orada salîh amel ile hayatı süresince orayı imar etti, ölümden sonra da güzel bir şekilde anılmak ve güzel şekilde övülmek ile bunu devam ettirdi. Facir kişi de bunun aksinedir, dünya her ikisinin de hayatta iken de, ölümlerinden sonra da içinde bulundukları bir mekândır. Güzel övgü de sonradan gelen zürriyet gibidir de denilebilir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de de şöyle buyurulmaktadır: "Sonraki (Ümmetler arasında bana bir lisan-ı sıdk bağışla." (eş-Şuarâ, 26/84) Burada "lisan-ı sıdk" ise güzel şekilde övülmek demektir. Bunun Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu da söylenmiştir. Bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır: "Zürriyetini de sürekli baki kalanların tâ kendileri kıldık." (es-Saffat, 37/77); "Onu ve İshak'ı mübarek kıldık. O ikisinin soyundan da ihsan edici de vardır, nefsine apaçık zulmedici de vardır." (es-Sâffât, 37/113) 5- Allah'tan Mağfiret Dilemek ve O'na Tevbe Etmek Gereği: "O halde, O'ndan mağfiret dileyin." Putlara tapmaktan dolayı, O'nun sizi bağışlamasını dileyin. "Sonra O'na tevbe edin." O'na ibadete geri dönün "Şüphesiz ki Rabbim çok yakındır, duaları kabul edendir." Yani kendisine dua edenlerin dualarını kabulü geciktirmez. Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Bana dua ettiğinde dua edenlerin duasına karşılık verir, kabul ederim." (el-Bakara, 2/186) âyetini açıklarken (1, 2 ve 3. başlıklarda) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. 62Dediler ki: "Ey Salih! Sen bundan evvel aramızda ümit beslenen bir kimseydin. Şimdi bizİ atalarımızın taptığı şeylere tapmamızdan vazgeçirmek mi istiyorsun? Senin bizi davet ettiğinden, gerçekten tereddüde düşüren bir şüphe içindeyiz." "Dediler ki: Ey Salih! Sen bundan evvel aramızda ümit beslenen bir kimseydin." Bundan önce, yani peygamberliğini kabule davet edişinden önce senin aramızda bir lider, önder olacağını ümit ederdik. Denildiğine göre; Hazret-i Salih onların ilâhlarım ayıplıyor ve onları çirkin ve bayağı olduklarını söyleyerek tahkir ediyordu. Onlarsa Hazret-i Salih'in dinlerine geri döneceğini umuyorlardı. Kendilerini Allah'a davet etmeye başlayınca, bu sefer: Senden yana umudumuz kesildi, dediler. "Şimdi bizi atalarımızın taptığı şeylere tapmamızdan vazgeçirmek mi istiyorsun?" Buradaki istifhamın (sorunun) anlamı inkârdır. (Yani onun bu tavrını reddetmektir). " Tapmamız" âyeti, " Tapmamızdan" anlamında olduğundan ötürü-, mastar anlamı veren-: harf-i cerrin düşürülmesi dolayısıyla nasb mahallindedir. "Senin bizi davet ettiğinden gerçekten tereddüde düşüren bir şüphe içindeyiz" âyetinde hitab Hazret-i Salih'edir, Bu âyetteki; "Gerçekten biz" İbrahim Sûresi'nde; (İbrahim, 14/9.) şeklindedir. Asıl şekli de; dir. Üç tane "nun" ağır geldiğinden dolayı (İbrahim Sûresi'ndekinden) üçüncü "nun" düşürülmüştür. Buna karşılık: "Bizi davet ettiğin" âyeti İbrahim Sûresi'nde ise; "Bizi davet ettiğiniz..." şeklindedir. (İbrahim, 14/9) Çünkü orada hitab (bir peygambere değil) birden çok peygambere yöneliktir. -Allah'ın salat ve selamı üzerlerine olsun.- "Tereddüde düşüren..." ifadesi, tereddüde düşmesini gerektiren bir işi bir kimseye yaptığın takdirde kullanılan; den gelmektedir. Şair el-Hüzelî de şöyle demektedir: "Ben ona uzun bir süre görünmedikten sonra gelecek olursam, Omuzumu koklar, elbisemi şiddetlice çekerdi. Sanki ben ona şüphe ve tereddüde düşmesini gerektirecek bir şey yapmış gibi olurdum." 63Dedi ki: "Ey kavmim! Ne dersiniz? Ben Rabbimden gelen apaçık bir delile sahipken ve O kendinden bana bir rahmet vermişken, O'na İsyan edersem, Allah'a karşı bana kim yardım eder? Halbuki sizin bana zarardan başka bir katkınız olmaz. "Dedi ki: Ey kavmim! Ne dersiniz? Ben Rabbimden gelen apaçık bir delile sahipken ve O kendinden bana bir rahmet vermişken" âyetinin anlamına dair açıklamalar daha önce Hazret-i Nûh'un zikredilen sözlerinde geçmiş bulunmaktadır. "Allah'a karşı bana kim yardım eder?" Bu nefy anlamında bir istifhamdır. Yani ben O'na isyan edecek olursam, kimse beni O'nun azabından kurtaramaz. "Halbuki sizin bana zarardan başka bir katkınız olmaz." Beni saptırmaktan ve hayırdan uzaklaştırmaktan başka bana bir şey veremezsiniz. Bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır. Gerçekte ise zarara uğratmak kendileri hakkında söz konusu idî, Hazret-i Salih hakkında değil. Onlara şöyle demiş gibiydi: Bana değil de kendinizin zararını arttırmaktan başka bir şey yapmıyorsunuz. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Bana karşı atalarınızın dinini gerekçe göstermeniz suretiyle sadece benim sizin hüsrana uğradığınıza dair basiretimi arttırmış, pekiştirmiş oluyorsunuz. Bu açıklama İbn Abbâs'dan nakledilmiştir. 64"Ey kavmim! İşte size bir âyet olmak üzere Allah'ın dişi devesi... Artık onu bırakın da Allah'ın arzında otlasın. Ona kötü bir maksatla dokunmayın, sonra sizi yakın bir azâb yakalar." "Ey kavmim! İşte size... Allah'ın dişi devesi" anlamındaki âyet mübtedâ ve haberdir. "Bir âyet olmak üzere" anlamındaki âyet ise hal olarak nasbedilmistir. Bundaki âmil ise ya işaret etmenin ihtiva ettiği anlamdır, yahut ta "İşte" işaret ismindeki dikkat çekmedir. "Allah'ın dişi devesi" denilmesinin sebebi ise onların isteklerine uygun olarak o devenin bir dağdan çıkartılmasî idi. Bu gerçekleştiği takdirde îman edeceklerini söylemişlerdi. Denildiğine göre o deveyi Hicr taraflarında el-Kâsibe diye bilinen ve tek başına orada bulunan dümdüz bir kayadan çıkartmıştı. İsteklerine uygun olarak o dişi deve kayadan çıktıktan sonra, Allah'ın peygamberi Hazret-i Salih onlara: "İşte size bir âyet olmak üzere Allah'ın dişi devesi" demişti. "Artık onu bırakın da Allah'ın arzında otlasın" âyeti emir ve cevabını İhtiva etmektedir, "Onu bırakın" fiilinden "nun"un hazfedilmesi emir oluşundan dolayıdır. Bu fiil şeklinde mazi olarak; ism-i faili de; şeklinde ancak şaz kullanılır. Nahivcilerin ise bu hususta iki görüşü vardır. Sîbeveyh der ki; "Terkettİ," fiili ile ona gerek duymadılar. Başkaları ise şöyle demektedir: "Vav" ağır olduğundan, dilde ise "vav"siz aynı anlamı taşıyan başka bir fiil bulunduğundan bu şeklini kullanmadılar. Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: Hat ve isti'nâf olmak üzere; " Otlasın" fiilinin merfu gelmesi caizdir, "Ona kötü bir maksatla" el-Ferrâ''ya göre onu kesmek suretiyle "dokunmayın. " Buradaki; " Ona dokunmayın" fiili nehy dolayısıyla cezmedilmiştir. "Sonra sizi yakın" yani onu kesmenize zaman itibariyle yakın "bir azâb yakalar." Âyet da nehyin cevabıdır. 65Derken onu ayaklarını keserek öldürdüler. Bunun üzerine dedi ki: "Yurdunuzda üç gün daha yaşayın. İşte bu, yalanı olmayan bir tehdittir." "Derken onu ayaklarını keserek öldürdüler. Bunun üzerine dedi ki: Yurdunuzda üç gün daha yaşayın" âyetine dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- Azâbın Gelişine Kalan Süre: Yüce Allah'ın: "Derken onu ayaklarını keserek öldürdüler" âyetinde işaret edilen öldürme onların bazıları tarafından yapılmış olduğu halde diğerlerinin bu işe rızaları dolayısıyla bu fiil hepsine izafe edilmiştir. Bu dişi devenin kesilerek öldürülmesine dair açıklamalar daha önce el-A'raf Sûre’sinde (7/77-79. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yine ileride diğer açıklamalar da gelecektir. "Bunun üzerine dedi ki: Yurdunuzda" yani yaşadığınız ülke ve topraklarınızda "üç gün daha yaşayın." Hazret-i Salih onlara: Azap'tan önce yüce Allah'ın nimetlerinden faydalanın, dedi. Buradaki: "...da" âyeti ile kasıt yaşadıkları yurtlarıdır. Eğer evlerini kastetmiş olsaydı, bu kelimenin çoğul olarak; Evlerinizde" demesi gerekirdi. Şöyle de açıklanmıştır: Sizden herbiriniz kendi evinde ve meskeninde faydalansın, demektir. Yüce Allah'ın: "Sonra sizi bir bebek olarak çıkarandır." (el-Mu'min, 40/67) âyetine benzer. Yani sizden herbirinizi bebek olarak çıkarandır. Burada hayatta kalmanın (yaşayıp yararlanmak anlamına gelen) temettü' ile ifade edilmesi, ölenin herhangi bir şekilde (dünyadaki) bir şeyden lezzet alamaması ve yararlanamaması dolayısıyladır. Deveyi çarşamba günü kesip öldürdüler. Perşembe, cuma ve cumartesi günü yurtlarında yaşamaya devam ettiler, pazar günü de azâb onlara geldi. Üç gün hayatta kalmalarının sebebi ise daha önce el-A'raf Sûresi'nde geçtiği üzere, dişi devenin yavrusunun üç defa böğürmüş olmasıdır. Birinci günde renkleri sarardı, ikincisinde kırmızıya dönüştü, üçüncüsünde karardılar, dördüncü günde de helâk oldular. Nitekim el-A'raf Sûresi'nde de geçmişti. 2- Azâbın Geleceği Süre İle Seferi Sayılma Süresi: İlim adamlarımız, yüce Allah'ın Salih kavminden azâbı üç gün süreyle ertelemesini, misafirin eğer dört günlük bir ikameti niyet etmeyecek olur ise kısaltarak, kılacağına delil göstermişlerdir. Çünkü üç günlük süre etme hükmünün dışında kalmaktadır. Bu husustaki ilim adamlarının i -eslerine dair açıklamalar daha önce Nisa Sûresi'nde (4/101. âyet, 6. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "İşte bu, yalanı olmayan" yani yalan olmayan, bir diğer açıklamaya göre ise hakkında yalan bulunmayan "bir tehdittir." 66Emrimiz gelince, Salih'i ve onunla beraber olan mü’minleri tarafımızdan bir rahmet ile ve o günün rüsvaylığından kurtardık. Şüphesiz senin Rabbin çok güçlüdür, mutlak galib olandır. "Emrimiz" azabımız "gelince Salih'i ve onunla beraber olan mü’minleri tarafımızdan bir rahmet ile" buna dair açıklamalar az önce geçti "o gönün rüsvaylığından kurtardık." Yani onları o günün rüsvaylığından da, o günün zillet ve rezilliğinden de kurtardık. Buradaki "ve" atıf edatının zaid olduğu, buna göre; Biz onları o günün rüsvaylığından kurtardık, anlamına geldiği de söylenmiştir. Ancak Sîbeveyh ile Basralılara göre bu edatın fazladan getirilmesi câiz değildir. Kûfelilere göre ise "vav" atıf edatının yalnızca -bu âyet-i kerîmede olduğu gibi edatları ile birlikte fazladan getirilmesi mümkündür. Nafî ve el-Kisaî; O gün" kelimesinin "mim" harfini üstün ile okurken, diğerleri ise bu harfi esreli olarak; Gün" kelimesini; " O" kelimesine izafe ile okumuşlardır. Ebû Hatim dedi ki: Ebû Zeyd'in bize Ebû Amr'dan naklettiğine göre Ebû Amr; " Ve o günün rüsvaylığından" âyetinde "ya" harflerini birbirine idgam ederek ve izafe de yaparak; "O günün" kelimesindeki "mim"i de esre ile okumuştur. en-Nehhâs der ki: Sîbeveyh ve bu gibi hususlarda görüşü ona yakın Ebû Amr vb nahivcilerin rivâyet ettikleri şekil burada ihfâ yapılacağı şeklindedir. İdgam ise câiz değildir, çünkü o takdirde iki sakin arka arkaya gelmiş olur ve bu durumda "ze" harfinin esreli okunması da câiz değildir. 67O zulmedenleri ise korkunç bir ses yakaladı da yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar. "O zulmedenleri ise korkunç bir ses yakaladı." Yani dördüncü günde onlara korkunç bir ses geldi ve hepsi öldüler. Burada "yakaladı" fiilinin müzekker geliş sebebi "korkunç ses" anlamına gelen; şeklindeki müennes ismin de, onun müzekkeri olan:in aynı şey oluşlarından dolayıdır. Bu korkunç sesin Hazret-i Cebrâîl'in sayhası olduğu söylendiği gibi, şöyle de açıklanmıştır: İçinde her türlü yıldırımı taşıyan semadan gelen korkunç bir ses ile yerde sesi olan her şeyin gelip onları yakaladı ve korkudan ödleri kopup öldüler. Yüce Allah burada "o zulmedenleri ise korkunç bir ses yakaladı" diye buyururken el-A'raf Sûresinde; "Şiddetli bir sarsıntı onları yakalayıverdi." (el-A'raf, 7/78) diye buyurulmaktadır. Buna dair açıklamalar orada geçmiş bulunuyor. Tefsir(e dair rivâyetler)de açıklandığına göre; Hazret-i Salih'in kavmi azâbın geleceğine kesin olarak inandıklarında: Bu azâb size ansızın gelecek olursa, ne yapacaksınız, ne duruyorsunuz? diyenlere: Peki ne yapalım? dediler. Sonunda kılıçlarını, mızraklarını diğer Savaş araçlarını aldılar. Denildiğine göre onikibin kabile idiler. Herbir kabilede de onikibîn Savaşçı vardı. Dağ ve 71 ulardaki yolların ağızlarında azâb ile karşılaşacakları zannıyla durdular. Yüce Allah güneş ile görevli meleğe, güneşin sıcağı ile onları azaplandırmasını vahyetti. Güneşi başlarına oldukça yakınlaştırdı ve elleri kızardı, dilleri susuzluktan dolayı göğüslerine kadar sarktı. Beraberlerindeki bütün hayvanlar Öldü. Su kaynadığından dolayı pınarlarından coşarak taşmaya ve göğe doğru yükselmeye başladı. O su aşırı sıcak olduğundan dolayı neye değiyorsa onu helâk ediyordu. Bu halde devam edip durdular. Yüce Allah ölüm meleğine de güneş batıncaya kadar onları azablandırmak için ruhlarını kabzetmemesi emrini verdi. Nihayet onlara gelen çığlık ile helâk edildiler "da yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar." Yüzleri üstü düştüler, yere düşen kuş gibi toprağa yapıştılar. 68Sanki orada kalmamışlardı. Haberiniz olsun ki Semûd kavmi Rabblerini İnkâr ettiler. Yine haberiniz olsun ki, Semûd kavmi (ilâhi rahmetten) uzak düştüler. " ... Haberiniz olsun ki Semûd kavmi Rabblerini İnkar ettiler. Yine haberiniz olsun ki Semûd kavmi (ilâhî rahmetten) uzak düştüler" âyetinin anlamı daha önceden geçmiş bulunmaktadır. 69Yemin olsun ki elçilerimiz İbrahim'e müjde ile gelip: "Selâm" dediler. O da: "Selâm" dedi ve vakit geçirmeden kızartılmış bir buzağıyı getirdi. "Yemin olsun ki elçilerimiz İbrahim'e müjde ile gelip..." Âyeti ile anlatılan; Lût (aleyhisselâm)ın kıssasıdır. Lût (aleyhisselâm), İbrahim (aleyhisselâm)ın öz amcasının oğludur. Lût kavminin kasabaları Şam yakınlarında idi. Hazret-i İbrahim de Filistin topraklarında bulunuyordu. Yüce Allah melekleri Lût kavmini azablandırmak üzere gönderdiğinde Hazret-i İbrahim'e uğrayıp yanında misafir oldular. Hazret-i İbrahim yanında konaklayan herkese çok güze) ikramlarda bulunur, ağırlardı. Onlar Hazret-i İbrahim'i müjdelemek için uğramışlardı. O ise melekleri misafir sandı. Gelen bu melekler Cebrâîl, Mikail ve İsrafil (aleyhimusselâm)dılar. Bunu İbn Abbâs ifade etmiştir. ed-Dahhâk dokuz kişi idiler derken, es-Süddî bunlar güzel yüzlü, görülmemiş güzellikte, pırıl pırıl aydınlık şimali, genç delikanlılar suretinde onbir melek idiler, der. "Müjde ile" âyetinden kasıt bir görüşe göre çocuk müjdesiyle, bir diğer görüşe göre Lût kavminin helâk edilmesi müjdesiyle gelmişlerdi. Bir diğer görüşe göre ise onlar Hazret-i İbrahim'e kendilerinin Allah'ın elçileri oldukları ve kendisi için korkulacak bir şey olmadığı müjdesini vermişler ve "selam dediler." di. Bu âyette "selâm" anlamındaki: kelimesinin nasbedilmesi, fiilin bu söz üzerinde vukua gelmesinden dolayıdır. Nitekim: "Hayır dediler" ifadesinde de böyledir. Taberî'nin tercih ettiği görüş budur. (Buna benzer olan) yüce Allah'ın: "Sayıları üçtür, diyecekler" (el-Kehf, 18/22) âyetindeki "üç" anlamındaki kelime isimdir. Makûl (söylenen) bir söz değildir. Bununla birlikte "selâm dediler, o da selâm dedi" âyetindeki her iki "selâm" kelimesi nasb da edilse, ref de edilse Arapça'da caizdir (mümkündür, açıklanabilir). "Selam dediler" âyetindeki "selâm" lâfzının mastar olarak nasbedildiği söylendiği gibi bunun: O onunla doğru olan bir söz ile konuşmaya başladılar, anlamına geldiği de söylenmiştir. Nitekim yüce Allah: "Cahiller onlara hitab ettiklerinde onlar "selam” derler" (el-Furkan, 23/63') âyetinde "doğru söz söylerler" demektir. Buna göre "selâm" lafa, onların söyledikleri sözün anlamım ifade eder, lafzen bunu söyledikleri manasına gelmez. Bu anlamdaki bir açıklamayı İbnu'l-Arabî yapmış ve bunu tercih ederek şunları söylemiştir: Nitekim şanı yüce Allah lâfzı zikretmek dilediğinde onu aynen söyler ve meleklerin söyleyeceklerini haber verdiği şu sözleri nakledip: "Sabrettiğiniz şeylere karşılık selâm sizlere" (er-Rad, 13/24); "Selâm olsun üzerinize, tertemiz geldiniz." (ez-Zümer, 39/73) diye buyurmaktadır. (Bu iki âyette de "selam" lâfızları merfu gelmiştir.) Meleklerin Hazret-i İbrahim'e dua ettikleri ve; " Selâmete kavuştun" anlamında olduğu da söylenmiştir. "O da: selâm, dedi" âyetindeki "selâm" lâfzının merfu olarak gelmesi İki türlü açıklanabilir: 1- Bir mübtedâ mukadder olarak vardır, bu da; " O selindir, benim işim selâmdır" takdirindedir. 2- Diğeri ise eğer "selâm" tahiyye (selâm verme) anlamına kabul edilecek olursa" Size selâm olsun" takdirinde olup haber hazfedilmiştir. "Selâm" lâfzının nekrâ (belirtisiz) gelmesi ise çokça kullanılmasından dolayıdır. Nasıl ki "Allahumme" sözünden elİmâm hazfedilerek; " Allah'ım" deniliyor ise, burada da "selâm" lâfzının başından çokça kullanım dolayısı ile elif-lamın hazfedilerek nekrâ olarak gelmesi câiz olmuştur. Buradaki "selâm" lâfzı şeklinde de okunmuştur. el-Ferrâ' der ki; "silm" ile selâm" aynı anlamdadır, tıpkı "hill" ile "helâl" kelimeleri gibi. "Ve vakit geçirmeden kızartılmış bir buzağıyı getirdi" âyeti ile ilgi li açıklamalarımızı ondört başlık halinde Görüleceği üzere yapılacak açıklamalar yalnızca 69. âyetin bu bölümü ile ilgili olmayıp 70 ve 71, âyet-i kerimelere dair açıklamaları da kapsamaktadır. sunacağız: Yüce Allah'ın: "Ve vakit geçirmeden... getirdi." anlamındaki âyette yer alan; …..edatı, anlamındadır. Bunu ileri gelen nahivciler söylemişler ve İbnu'l-Arabî nakletmiştir. İfade; " ...getirinceye kadar fazla zaman geçirmedi" takdirindedir. ın harfi cerrin düşmesiyle nasb mahallinde olduğu ve takdirin; şeklinde yani bir buzağı getirmekte gecikmedi, anlamında olduğu da söylenmiştir. Cer harfi hazfedildikten sonra (........) de nasb mahallinde kalmış oldu. " Geçirdi" fiilinde Hazret-i İbrahim adının zamiri vardır: " ...me..." de nefy edatıdır. Bu açıklamayı da Sîbeveyh yapmıştır. el-Ferrâ' ise şöyle açıklamıştır: Onun... gelmesi gecikmedi (anlamında) demektir. Buna göre; ref mahallindedir ve: " Geçirdi" fiilinde zamir yoktur ise nefy edatıdır. Bununla birlikte nın, anlamında ism-i mevsul; " Geçirdi" fiilinde Hazret-i İbrahim'e ait zamir ve: "Getirme" fiili ise ın haberi olabilir. Yani İbrahim'in vakit geçirmesine sebeb olan husus, onun kızarmış bir buzağı getirmesi idi. "Kızarmış" demektir. Kendisine ateş değmeksizin, taşların hararetiyle kızartılmış olana bu ismin verildiği de söylenmiştir. "Koyunu kızarttım ve onu iyice pişirmesi için üzerine kızdınlmış taşlar koydum" demektir. Bu şekilde kızartılmış olan koyuna da; denilir. At için kullanılan; ise atın bir ya da iki tur dolaştırıldıktan sonra iyice terlemesi için güneşte üzerine eğer takımlarını ve çullan koymaktır. Bu durumdaki ata; denilir. Eğer terlemeyecek olursa; denilir "Hanez" ise Medine'ye yakın bir yerin adıdır. Bu kelimenin "kızartılmış" değil de suda haşlanmış anlamına geldiği de söylenmiştir. İbn Abbâs ve başkaları ise bunu "iyice pişmiş" diye açıklamışlardır. Kelime "fail" vezninde olmakla birlikte; "Kızartılmış" anlamındadır. Hazret-i İbrahim'in bir buzağıyı pişirerek getiriş sebebi ise, malının çoğunluğunu inek türünün teşkil etmesi idi. Bu âyet-i kerimede misafir ağırlama âdabı arasında ev sahibinin misafirine bir şeyler ikram etmeyi çabuklaştırarak derhal kolay ve mevcut olanı takdim etmesi gerektiğine, daha sonra eğer imkanı varsa başka şeyleri getirmesine, kendisine zarar verecek kadar kendisini külfete sokmaması gerektiğine işaret edilmektedir. Misafir ağırlamak üstün alıMkî meziyetlerden, İslâm'ın âdabından, Peygamber ve salihlerin huylarındandır. Hazret-i İbrahim el-Bakara Sûresi'nde (2/124. âyet, 3. başlık ve devamında) geçtiği üzere ilk misafir ağırlayan kişidir. Muvatta’, Sıfatu'n-Nebiyy 4. Genel olarak ilim ehlinin kabul ettiğine göre misafir ağırlamak vacib değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "(Meşru) misafirlik üç gündür, İkram süresi bir gün ve bir gecedir. Artık bundan sonrası sadakadır. " Buhârî, Edeb 31, 85, Rikaa 23; Müslim, Lukata 14, 15; Ebû Dâvûd, Et'ime 5; Tirmizî, Birr 43, İbn Mâce, Edeb 5; Dûrimi, Et'ime 11; Muvatta’', Sıfatu'n-Nebiyy 22; Müsned, III, 37, 64, 76, VI, 385, 386 Buradaki "ikram süresi (hadiste caize)"; İhsan, atiyye ve asıl hükmü mendubluk olan hak gözetme (sıla) demektir. Yine Hazret-i Peygamber: "Allah'a ve âhiret gününe Îman eden kimse komşusuna İkramda bulunsun. Allah'a ve âhiret gününe îman eden kimse misafirine ikramda bulunsun." Buhâri, Edeb 31. 85, Rikaa 23; Müslim, Îman 74, 77, Lukata 14; Ebû Dâvûd, Et'ime 5; Tirmizî, Birr 43, Sıfatu'l-Kıyâme 50; Dârimî, Et’ime 11; Muvatta’, Sıfatu'n-Nebiyy 22; Müsned, II, 174, 267, 269.., III, 76, IV, 31, V, 412, VI, 69, 384, 385. diye buyurmaktadır. Komşuya ikram icma ile vacib (farz) değildir, misafir ağırlamak ta onun gibidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. el-Leys (b. Sa'd) ise Hazret-i Peygamber'in "Misafirin bir gece (ağırlanma)sı bir haktır" Ebû Dâvûd, Eti’me 5; İbn Mâce, Edeb 5; Müsned, IV, 130, 132, 133. âyetine ve buna benzer diğer hadislere istinaden misafir ağırlamanın vacib olduğu görüşündedir. Bu hususta bizim İşaret ettiğimiz kadaile yetinelim. Doğru yola muvaffak kılan Allah'tır. İbnu'l-Arabî der ki: Bazıları şöyle der: Misafir ağırlamak İslâm'ın ilk dönemlerinde vacib iken sonradan neshedilmiştir. Ancak bu görüş zayıftır, çünkü vacib olduğuna dair rivâyet sabit olmamıştır. Neshedîci hüküm de vad değildir. (İbnu'l-Arabî) Ebû Said el-Hudrî'nin hadis İmâmları tarafından rivâyet edilen hadisini de zikreder ki bu hadiste şu ifadeler de yer almaktadır: "Biz onlardan bizi misafir etmelerini (ağırlamalarını) istedik. Onlar ise bizi misafir etmek istemediler. Daha sonra kabilenin başkanı (bir yılan ya da akrep tarafından) sokuldu..." ifadeleri yer almaktadır. Buhâri, İcare 16, Tıb, 39; Ebû Dâvûd, Buyû 37, Tıb 19; Tirmizî, Tıb 20; Müsned, III. 2,10. Devamla (İbnu’l-Araf) der ki: İşte bu hadisin zahiri şunu göstermektedir: Eğer misafir ağırlamak bir hak olsaydı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları ağırlamayı kabul etmeyenleri kınar ve elbette bu hususu (kendisine bunu nakledenlere) beyan ederdi. 3- Misafir Ağırlamak Yükümlülüğünün Muhatabları: İlim adamları misafir ağırlamakla kimlerin muhatap oldukları hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Şâfiî ile Muhammed b. Abdi'l-Hakem misafir ağırlamakla muhatap olanların hem şehirlerde, hem de çöllerde yaşayan göçebeler olduğu görüşündedir. Malik ise der ki: Şehirlerde yerleşik olarak yaşayanların misafir ağırlamak yükümlülükleri yoktur. Suhnûn der ki: Misafir ağırlamak köylerde yaşayanların vazifesidir. Şehirlerde ise yolcuların konaklayabileceği hanlar vardır. Bu İki lugati (söyleyişi) Sahibu’l-Ayn (Halil b. Ahmed ve başkaları) zikretmişlerdir. Tire arasındaki bu ifadelerin konu ile herhangi bir ilgisi olmadığı açıktır. Nitekim Arapça yayına hazırlayanın da işaret ettiği gibi, bu ifadeler yalnızca bir nüshada yer almaktadır. Bu görüşün sahibleri İbn Ömer'in rivâyet ettiği şu hadisi de delil gösterirler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Misafir ağırlamak çölde yaşayan (göçebeler)ın görevidir. Yoksa şehirlerde yaşayanlara (görev) değildir." Ancak bu sahih olmayan bir hadistir. Çünkü Abdu'r-Rezzak'ın kardeşinin oğlu olan İbrahim'in rivâyet ettiği hadisler metruktür ve İbrahim'in yalancı olduğu söylenir. Bu da onun tek başına (münferiden) rivâyet ettiği hadislerdendir ve bu hadisin. onun tarafından uydurulduğu söylenmiştir. Bu açıklamaları Ebû Ömer b. Abdi'l-Berr yapmıştır. İbnu'l-Arabî der ki: Ziyafet (misafir ağırlamak) gerçekten farz-ı kifayedir. İnsanlar arasında bunun -kasaba ve kentlerden farklı olarak- yiyecek ve barınacak yer bulunmayan köylerde vacib olduğunu söyleyenler vardır. Çünkü kasaba ve kentler barınacak yerlerle, yiyeceklerle dolup taşar. Şüphesiz ki misafir değerlidir ve misafir ağırlamakta üstün bir ahlâkî meziyettir. Eğer misafir yabancı bir kimse ise onu ağırlamak bir farzdır. İbnu'l-Arabî der ki: Bizim (mezhebimiz) ilim adamlarından birisi der ki: Hazret-i İbrahim'in ağırlaması basit ve az bir şeyle olmuştu ama, seven sevdiğinin bu davranışını teşekkürle karşıladı. Halbuki böyle bir kanaat kat'î olan bir hususta zanna dayanarak hüküm vermektir, naklin bulunduğu bir yerde kıyasa dayanarak hüküm vermektir. Bu kişi böyle bir ağırlamanın basit ve önemsiz olduğunu nerden bildi? Aksine müfessirler meleklerin Cebrâîl, Mikail ve İsrafil olmak üzere (Allah'ın salat ve selamı üzerlerine olsun) üç kişi olduklarını nakletmişlerdir. Üç kişiye bir buzağı büyük bir ikramdır. Görüşe dayanarak Allah'ın Kitabı bu şekilde nasıl açıklanır? Bu yüce Allah'ın emanetinin hoş olmayan yerilmiş şekildeki tefsiridir. Artık bu işten kaçınınız. Çünkü bu işin yanlışlığını öğrenmiş bulunuyorsunuz. Misafire yemek sunulduğu vakit yemek yemekte elini çabuk tutması sünnettir. Çünkü misafire ikram ve değer ona çabucak bir şeyler sunmak ile ortaya çıkar. Ev sahibine ikram ve değer ise yapılan bu ikramı kabul etmekte elini çabuk tutmaktır. Gelen misafirler ellerini yemeye uzatmayınca, Hazret-i İbrahim onlardan çekindi. Çünkü onlar bu şekilde davranmakla adetin dışına çıkmış, sünnete muhalefet etmiş oluyorlardı. Hazret-i İbrahim kötü bir maksatlarının olduğundan çekindi. Rivâyet olunduğuna göre onlar ellerinde bulunan uçsuz ve temrensiz ok çubuğunu andıran ince çubuklarla ete uzanıyorlar, fakat elleri ete ulaşmıyordu. Hazret-i İbrahim onların bu durumlarını görünce "onlardan çekindi ve kalbine bir korku girdi." Yani içinde bu korkuyu saklı tuttu, hissetti diye de açıklanmıştır. Girdi, sakladı, hissetti" fiilinin mastarı olan; "Girmek" anlamındadır. Nitekim şair şöyle demektedir: "Postacı (atı) dört nalla koşturarak bana bir mektub getirdi, Kalbime, getirdiği o mektubtan dolayı katlanamayacağım bir sabırsızlık (korka) girdi." (........) kelimesi ise "korku" demektir. O dönemin insanları misafirin yemeklerini yemediğini gördüklerinde, onun hakkında iyi düşünmezlerdi. O bakımdan melekler Hazret-i İbrahim'e: "Korkma! Biz Lût kavmi için gönderildik, dediler." 6- Ev Sahibinin Misafirinin Yemek Yemesini İzlemesi: Yemenin âdabından birisi de misafir ağırlayanın misafirinin yeyip yemediğine bakmasıdır. Ancak bunun keskin bakışlarla değil de göz ucuyla ve farkettirmeden olması gerekir. Rivâyet olunduğuna göre Bedevi bir Arap, Süleyman b. Abdu’l-Melik ile birlikte yemek yerken, Süleyman, Bedevi'nin ağzına götürdüğü lokmasında bir kıl olduğunu görünce ona, şu kılı lokmandan al demiş. Bu sefer, Bedevi: Lokmamdaki kıfı görecek kadar bana bakıyorsun, öyle mi? Allah'a yemin ederim, seninle birlikte yemek yemem, deyip kalkmış. Derim ki: Bu olayın Süleyman'ın başından değil de, Hişam b. Abdu’l-Melik'in başından geçtiği de nakledilmiştir. Bedevi Arabın da, yanından şu beyiti söyleyerek çıktığı bildirilmiştir: "Hiç şüphesiz ölüm, yemek yiyenin elindeki lokmasına bakıp duran Cimri birisini ziyaret etmekten hayırlıdır." 7- Hazret-i İbrahim'in Çekinmesi: 70Ellerinin buna uzanmadığını görünce, onlardan çekindi ve kalbine bir korku girdi. Onlar: "Korkma! Biz Lût kavmi için gönderildik" dediler. "Ellerinin buna uzanmadığını görünce onlardan çekindi" âyetindeki; "Onlardan çekindi" fiili bir kimseyi alışıla gelmişin dışında bir halde bulmak, görmek anlamında; "Seni alışmadığım bir şekilde gördüm" denilir. Şair de şu beyitinde İki kutlanış şeklini bir arada şöylece kullanmaktadır: "O beni tanımazlıktan geldi ve bende alışkın olmadığını belirttiği şeyler Arasında, saçlarımın ağarması ile dökülmesinden başkası yoktur." Gözlerle görülen şeyler hakkında; kalb ile görülen şeyler hakkında şeklinin kullanıldığı da söylenmiştir. 8- Hazret-i İbrahim'in Hanımı: 71Eşi de ayaktaydı, güldü. Biz de ona İshak'ı ve İshak'ın ardından Ya'kûb'u müjdeledik. "Eşi de ayaktaydı" anlamındaki âyet, mübtedâ ve haberdir. Yani melekleri görebileceği bir şekilde ayakta bulunuyordu. Perde arkasında olduğu da söylenmişti. Bir diğer görüşe göre Hazret-i İbrahim oturmakta iken, meleklere hizmet ediyordu. Muhammed b. İshak ayakta namaz kılıyordu, diye açıklamıştır. Abdullah b. Mes'ûd'un kıraatinde ise; "Kendisi oturuyorken eşi de ayaktaydı" şeklindedir. Yüce Allah'ın: "Güldü" âyeti ile ilgili olarak Mücahid ve İkrime; müjdenin tahakkuku için ay halinden kesilmiş iken, ay hali oldu diye, açıklamışlardır Dilbilginleri ise bunun, bu anlama geldiği konusuyla ilgili olarak şu beyiti naklederler: "Ben zevceme temiz iken yaklaşırım, Ay hali olduğu gün(ler)de ise ondan uzak kalırım." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Düz karalar üzerinde tavşanların ay hali (kanı), Düşmanla karşılaşma günü karından çıkan kana benzer." Araplar tavşan ay hali olduğu vakit;" Tavşan ay hali oldu" derler. İbn Abbâs (radıyallahü anh)dan ve İkrime'den bu ifadenin, Arapların meyvenin olgunlaşmadan önceki kabuğunun çatlaması halini ifade etmek üzere kullanılan; tabirlerinden alındığını söyledikleri rivâyet edilmiştir. Bazı dilciler ise Arapçada bu kökün ay hali olmak anlamına geldiğini kabul etmezler. Cumhûr ise der ki: Burada bildiğimiz "gülmek" kastedilmektedir. Ancak bunun mahiyeti hakkında farklı görüşler vardır. Bunun hayret ve şaşkınlık ifade eden gülmek olduğu söylenmiştir. Şair Ebû Zueyb der ki: "Öyle bir karışım getirdi ki insanlar onun benzerini görmemişlerdir, O hayret edilecek bir şeydir; şu kadar var ki arıların yaptığıdır o." Mukâtil de der ki: Hazret-i İbrahim, misafirlerine hizmet ederken ve ihtişamıyla ortada iken üç kişiden korkması ve titremesine gülmüştü, çünkü Hazret-i İbrahim tek başına yüz kişiye bedel kabul ediliyordu. Yine (Mukâtil ) der ki: Sözlükte bu kelimenin ay hali anlamına gelmesi uygun değildir. Ebû Ubeyd ve el-Ferrâ' da bu anlamı kabul etmezler. el-Ferrâ' der ki: Ben bu kelimenin bu anlamını güvenilir birisinden işitmiş değilim. Bu olsa olsa bir kinaye olabilir. Rivâyet edildiğine göre melekler buzağıyı elleriyle sıvazlamışlar, bunun üzerine de yerinden kalkıp annesinin yanına varmış. İşte Hazret-i İbrahim'in hanımı Sara bunu görünce gülmüş, melekler de ona Hazret-i İshak müjdesini vermişlerdi. Yine anlatıldığına göre Hazret-i İbrahim misafirlerine ikramda bulunmak istediğinde Hazret-i Sara'yı da onlara hizmet etmek üzere ayakta tutardı. İşte yüce Allah'ın: "Eşi de ayaktaydı" yani onlara hizmet etmek maksadıyla ayakta gider gelirdi, âyeti bunu anlatmaktadır. Şöyle de açıklanmaktadır: Hanımı Hazret-i İbrahim'in korkusu dolayısıyla ayakta duruyordu. Meleklerin; "korkma!" demelerinden ötürü de güvenlik altında olması sebebiyle sevincinden güldü. el-Ferrâ' ise der ki: Bu ifadede bir takdim ve te'hir vardır. Âyetin anlamı şudur: Biz ona İshak’ı müjdeledik, o da bundan dolayı güldü. Yani yaşlanmış iken doğacak çocuğundan ötürü sevinerek güldü, demektir. Bunların hangisinin doğru olduğunu en iyi bilen Allah'tır. en-Nehhâs der ki: Bu konuda pek çok görüş vardır. Bunların en uygun olanı şudur: Melekler yemekten yemeyip Hazret-i İbrahim de onlardan çekinip korkunca, ona: Korkma dediler ve kendilerinin Allah'ın elçisi olduklarını haber verdiler. Hazret-i İbrahim de bunun üzerine sevindi, hanımı da onun sevindiğine sevinerek güldü. Şöyle de açıklanmıştır: Hanımı Hazret-i İbrahim'e: Ben bu kavme bir azâb ineceğini zannediyorum, demişti. O bakımdan Lût'u yanına al' Elçiler hanımının dediği azâb ile gelince, buna sevinerek güldü. en-Nehhâs der ki: Bu açıklama eğer senedi sahih ise güzel bir açıklamadır. "Gülmek" dişlerin açığa çıkmasıdır. Bununla birlikte yüze bir aydınlık gelmesi, parıldaması şeklinde de olabilir. Mesela; filan kişiyi gülerken gördüm, denirken yüzünü parıldar gördüm anlamındadır. Yine gülen bir bahçeye yolum uğradı, derken parlak ve alımlı bir bahçeye yolum uğradı, ance Allah bulutu gönderir ve gülmenin en güzel şekliyle güler" Müsned, V, 435 denilmektedir. Bu hadiste Hazret-i Peygamber bulutun şimşek dolayısıyla açılmasını "gülmek" diye ifade etmiştir ki bu, İstiare yollu bir ifadedir. Mekke kurrasından Muhammed b. Ziyad el-A'rabî adındaki birisinin: "Güldü" âyetini "ha" harfi üstün olarak okuduğu rivâyet edilmiştir. el-Mehdevî ise derki: Bu fiilin "ha" harfinin üstün okunuşu bilinen bir şekil değildir. Fiilin mazi ve muzâri' şeklinde gelirken, mastarı da; şeklinde dört türlü gelir. Bir gülüş demektir. Küseyyir'in şu mısraı da bu şekildedir: "Onun bir defa gülüşüne mal ve servetler esir olur." Bu açıklamayı da el-Cevherî yapmıştır. 10- Hanımın Misafirlere Hizmet Etmesi: Müslim, Sehl b. Sa'd'dan şöyle dediğini rivâyet eder: Ebû Üseyd es-Sâidî düğününde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı davet etti. O gün hanımı gelin olduğu halde onlara hizmet etti. Sehl dedi ki: (Hanımımın) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a ne içecek ikram ettiğini biliyor musunuz? Geceden büyükçe bir kaba bir kaç hurmayı onun için ıslatmiştı. Yemeğini yedikten sonra ona bu ıslattığı hurmaların suyunu içmek üzere, ikram etti." Buhârî, Nikâh 71, 77, 78, Eşribe 7, Eymân 21; Müslim, Eşribe 86; İbn Mâce, Nikâh 24; Müsned, III, 498. Bu hadisi Buhârî de rivâyet etmiş olup bu hadisin yer aldığı babın başlığı şöyledir: "Kadının düğünde erkeklere karşı (hizmet için) ayakta durması ve bizzat onlara hizmet etmesi, " Buhârî, Nikâh 77. İlim adamlarımız derler ki: Bu hadisten gelinin düğününde kocasına ve kocasının arkadaşlarına hizmet etmesinin câiz olduğu hükmü anlaşılmaktadır. Yine bu hadisten erkeğin hanımını salih olan kardeşlerinin önüne çıkartmasında ve onlara hizmet etmesinde bir mahzur olmadığı da anlaşılmaktadır. Bununla birlikte (hadiste geçen olayın) hicab (kadın ile erkekler arasında perde gerilmesini emreden) âyetinin inmesinden önce olma ihtimali de vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 11- Melek'lerin Yemekten Yememelerinin Hikmeti: Taberi’nin naklettiğine göre İbrahim (aleyhisselâm) buzağıyı meleklerin önlerine sürünce, onlar: Biz bedelini ödemedikçe bir şey yemeyiz, dediler. Hazret-i İbrahim de onlara: Bunun bedeli başında Allah'ın ismini anmanız, sonunda da Allah'a hamdetmenizdir, dedi. Hazret-i Cebrâîl arkadaşlarına; Allah'ın bunu halil edinmesi gerçekten yerindedir, dedi. İlim adamlarımız derler ki: Meleklerin yemeyiş sebepleri, meleklerin yemek yemeyen yaratıklar olmalarından dolayıdır. Bununla birlikte yüce Allah meleklere İnsan şekline bürunmelerini kolaylaştırdığı, onlara bir beden ve bir şekil verdiği gibi, yemek yemelerini de kolaylaştırabilirdi. Şu kadar var ki, ilim adamlarının görüşlerine göre yüce Allah melekleri insan suretinde gönderdi. Hazret-i İbrahim de onları ağırlamak için özel bir gayret harcadı. Nihayet onların yemek yemekten uzak durduklarını görünce korkuya kapıldı, bu sefer de ansızın ona (çocuğu olacağı) müjdesi geldi. İşte bu olay yemeğin başında Allah'ın ismini anmanın, sonunda da Allah'a hamdetmenin bizden önceki ümmetlerde de meşru olduğunun delilidir. İsrâiliyât'ta nakledildiğine göre İbrahim (aleyhisselâm) tek başına yemek yemezdi, yemeği hazır oldu mu kendisiyle birlikte yemek yiyecek birisini bulmak üzere birisine görev verirdi. Bir gün bir adam buldu, yemeğe onunla birlikte oturunca Hazret-i İbrahim ona, Allah'ın ismini an, dedi. Adam: Ben Allah'ı tanımıyorum deyince, Hazret-i İbrahim ona, yemeğimi bırak ve çık git, dedi. Adam çıkıp, gittikten sonra Hazret-i Cebrâîl inip ona şöyle dedi: Allah buyuruyor ki: Ömrü boyunca kâfir olmasına rağmen Allah o adama rızık veriyor, sen ise bir lokma yemesin diye cimrilik gösterdin. Hazret-i İbrahim elbisesini sürüyerek, korku içerisinde dışarıya çıktı ve: Ey adam dön dedi. Bu sefer adam, herhangi bir sebeb yokken beni niye geri çağırdığını bana söylemesen geri dönmeyeceğim, dedi. Bunun üzerine Hazret-i İbrahim ona durumu anlattı, adam da: Bu oldukça kerim bir Rabb'tır, o halde Îman ettim, dedi ve Hazret-i İbrahim'in evine girdi, Allah'ın ismini anarak mü’min olarak yemeğini yedi. "Biz de ona İshak'ı" Hazret-i İbrahim'in Hacer'den İsmail adındaki oğlu dünyaya gelince, Sara da oğlu olmasını temenni etti. Ancak yaşı ilerlemiş olduğundan dolayı ümidini kesmişti. Bu sefer ona peygamber olacak ve peygamber babası olacak bir çocuk müjdesini verdi. İşte bu, aynı zamanda onun hem oğlunu, hem de torununu göreceği müjdesi idi. 14- Hazret-i İshak'ın Oğlu Hazret-i Ya'kub: "Ve İshak'ın ardından Ya'kub'u müjdeledik" âyetindeki "Ya'kub" kelimesini Hamza ve Abdullah b. Âmir nasb ile diğerleri ise ref ile okumuşlardır. Ref ile okuyuş; onun İshak'ın ardından Ya'kub (adındaki torunu) dünyaya gelecektir, anlamındadır. Bununla birlikte; "...dan" da amel eden fiil ile merfû' olması da mümkündür, anlamı; "Ve onun için İshak'ın ardından da Ya'kub(un) sabit oldu (olacağı müjdesi verildi)." Mübtedâ olarak merfû' olması da mümkündür ve bu durumda hal mahallinde olur, yani ona İshak'ı ve onun da mukabili olarak Ya'kub'u müjdelediler, demektir. Nasb ile okunması ise "Biz ona İshak'ın ardından Ya'kub'u bağışladık" anlamındadır. el-Kisaî, el-Ahfeş ve Ebû Hatim; "Ya'kub" lâfzının; " Ve Biz ona İshak'ın ardından Ya'kub'u da müjdeledik" şeklinde cer mahallinde olmasını da câiz kabul ederler. el-Ferrâ' der ki: Harf-i cerri tekrarlamadan cer ile okunması câiz değildir. Sîbeveyh der ki: Sen eğer: "Ben önceki gün Zeyd'e, dün de Amr'a uğradım," şeklindeki bir kullanım oldukça çirkindir. Çünkü bu ifadede mecrur ile onu mecrura ortak eden "vav"ın arasını -câr ile mecrûrun arasını ayırdığı gibi- ayırmış oluyorsun. Çünkü câr ile mecrûr birbirinden ayrılmadığı gibi mecrur ile "vav" arasına da bir şey girmemelidir. (Burada ise "dün" anlamındaki kelime "vav" ile mecrûr arasına girmiş bulunmaktadır). 72Dedi ki: "Vay halime! Ben kocamış bir kadın ve bu eşim de bir İhtiyar iken, ben mi doğuracak mışım? Doğrusu bu pek şaşılacak bir şey!" Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: " Vay halime!" âyeti ile ilgili olarak ez-Zeccâc şöyle demektedir: Bu kelimenin aslı şeklinde olup "elif, "ya"dan bedel olarak gelmiştir. Çünkü elif esreli "ya"dan daha hafif söylenir. Hazret-i Sara bu sözüyle kendisi hakkında "veyl" diye bedduayı kastetmiş değildir. Bu söz hayret edecekleri bir İşle karşılaştıkları vakit kadınların kolaylıkla dillerinden kaçırıverdikleri bir sözdür. Hazret-i Sara, kocası yaşlı olduğu halde çocuk doğurması, alışılmışın dışında olduğundan dolayı hayret etmişti. Alışılmışın dışındaki olaylar da hayretle karşılanır, garib karşılanır. "Ben mi doğuracak mışım?" ifadesi teaccüb anlamında bir sorudur. “Ben kocamış bir kadın iken" oldukça yaşlı bir kadın iken, demektir. " Yaşım ilerledi, yaşlandım" demektir. Yine; " Acuze, yaşlı kadın" da denilir. "Cim" harfi esreli olarak; O ifadesi kadının kalçalarının büyüklüğünü anlatmak için kullanılır. Kalça anlamına da "ayn" harfi ötreli ve üstün olarak; denilir. Mücahid der ki: O vakit Hazret-i Sara doksandokuz yaşında idi. İbn İshak da doksan yaşında idi, demektedir. Bundan başka görüşler de vardır. 2- Yaşlı Koca Hazret-i İbrahim: "Şu eşim" kocam "de bir İhtiyar iken..." âyetindeki; "Bir ihtiyar iken" kelimesi hal olarak nasbedilmiştir. Âmili ise tenbih veya işarettir. " Şu eşim" anlamındaki ifade ise mübtedâ ve haberdir. el-Ahfeş der ki: İbn Mes'ûd ile Ubeyy b. Ka'b'ın kıraatinde; "Şu kocam da yaşlıdır" şeklindedir. en-Nehhâs der ki: Nasıl ki; "Bu Zeyd(dir), ayaktadır" diyebiliyorsak ve burada "Zeyd" kelimesi "bu" kelimesinden bedel oluyor ve "ayaktadır" anlamındaki kelime mübtedânın haberi ise aynı şekilde "bu" anlamındaki kelimenin mübtedâ "Zeyd(dir) ayaktadır" anlamındaki kelimelerin iki ayrı haber olmaları da mümkündür. Sîbeveyh de; "Bu tatlıdır, ekşidir" tabirinin kullanıldığını nakletmektedir. Denildiğine göre; Hazret-i İbrahim de yüzyirmi yaşında idi. Onun yüz yaşında olduğu da söylenmiştir. Mücahid'in görüşüne göre Hazret-i Sara'dan sadece bir yaş büyük idi. Denildiğine göre Hazret-i Sara'nın "ve şu eşim de bir ihtiyar İken" sözleri ile kendisine yaklaşmadığını üstü kapalı ifade etmiştir. Hazret-i İbrahim'in hanımı olan Hazret-i Sara, Hârân'ın kızıdır. Hârân, Nâhûr'un oğlu, o Şârû'un, o Arğû'nun, o da Fâliğ'in oğludur. Sara, Hazret-i İbrahim'in amcasının kızıdır. "Doğrusu bu pek şaşılacak bir şeyi" Yani sizin bana verdiğiniz bu müjde şaşılacak, hayret edilecek bir şeydir. 73Dediler ki: "Allah'ın İşine mi şaşıyorsun? Allah'ın rahmet ve bereketleri sizin üzerinize olsun ey hane halkı! Şüphe yok ki O, Hamîd'dir, Mecîd'dir. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: Hazret-i Sara, "ben kocamış bir kadın ve şu eşim de bir ihtiyar iken" diyerek hayrete düşünce, melekler de onun, Allah'ın işine hayret etmesini kabul etmeyerek "dediler ki: Allah'ın işine mi şaşıyorsun?" Yani Allah'ın hüküm, kaza ve kaderine mi şaşıyorsun? Allah'ın size bir evlat ihsan etmesinden dolayı hayreti gerektiren bir şey yoktur. Onlara ihsan edilecek evladın ismi da İshak idi. İşte bir çok ilim adamı bu âyet-i kerîmeyi Hazret-i İsmail'in boğazlanması istenen evlat olduğuna ve Hazret-i İshak'tan yaşça daha büyük olduğuna delil göstermişlerdir. Çünkü burada Hazret-i Sara'ya, Hazret-i İshak'ın Ya'kub adındaki oğlu dünyaya gelinceye kadar yaşayacağı müjdesi verilmiştir. İleride buna dair açıklamalar gelecektir. Yüce Allah'ın izniyle Sâffât Sûresi'nde (37/102 ve devamı âyetlerin tefsiri, 1. başlıkta) buna dair açıklamalar gelecektir. 2- Allah'ın Rahmetine Mazhar Bir Hane Halkı: "Allah'ın rahmeti ve bereketleri" anlamındaki âyet mübtedâ, haberi ise "sizin üzerinize olsun" âyetidir, Sîbeveyh; "Sizin üzerinize olsun" âyetinin "kep" harfinin "ya" harfine bitişik olması dolayısıyla esreli okunduğunu nakletmektedir. Bu ifade acaba haber midir, yoksa bir dua mıdır? Bunun bir haber olması daha uygundur. Çünkü haber olması rahmet ve bereketin onlar hakkında fiilen hasıl olmasını gerektirir. Yani Allah, rahmet ve bereketlerini size ulaştırmış bulunuyor ey hane halkı, demek olur. Dua olması ise henüz husule gelmemiş, fakat meydana gelmesi umulan bir şey olmasını gerektirir. "Ey hane halkı"nın nasb ile gelmesi ise ihtisas (özellikle sizin üzerinize olsun, anlamını verecek şekilde) olması dolayisıyladır. Sîbeveyh'in görüşü budur. Bunun nida olarak nasbedildiği de söylenmiştir. 3- Kişinin Hanımı da Kendi Ehli Beyt'indendir: Bu âyet-i kerîme kişinin hanımının kendi hane halkından, ehl-i beytinden olduğu anlamını vermektedir. Bu da peygamberlerin hanımlarının kendi ehl-i beytlerinden olduğunu göstermektedir. Buna göre Âişe (radıyallahü anha) ve mü’minlerin diğer anneleri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in ehl-i beyti arasındadır ve yüce Allah'ın haklarında: "Ve sizi tam anlamıyla temizlemek ister" (el-Ahzab, 33/33) buyurduğu kimselerdendir ki İleride buna dair açıklamalar (el-Ahzâb, 33/34. âyet, 1. başlıkta) gelecektir. 4- Selâm Verirken Kullanılacak Lâfızlar: Bu âyet-î kerîme, aynı şekilde selâmın "ve berekatuhu: bereketleri" ifadesi ile sona ermesi gerektiğinin delilidir. Nitekim yüce Allah salih kulları hakkında da: "Allah'ın rahmet ve bereketleri sizin üzerinize olsun, ey hane halkı" verdiği haberde de böyledir. Bereket, artış ve çoğalış demektir. Bütün peygamber ve rasûllerin Hz İbrahim ile Hazret-i Sara'nın soyundan gelmesi de bu bereketlerdendir. Malik'in, Vehb b. Keysan Ebû Nuaym'dan, onun Muhammed b. Amr b. Atâ'dan rivâyetine göre Muhammed b. Amr şöyle demiş: Abdullah b. Abbas'ın yanında oturuyor iken huzuruna Yemenlilerden bir adam gelip; "es-selâmu aleyke ve rahmetullahi ve berekatuhu"" dedikten sonra bununla beraber bir şey daha ilave etti. İbn Abbâs o sırada gözlerini kaybetmiş idi-: "Bu kim?" diye sorunca, ona: "Bu senin yanına gidip gelen Yemenli kişidir," diyerek o kimseyi İbn Abbâs'a tanıttılar. İbn Abbâs şöyle dedi; "Selâm "berekef'e kadardır. " Yine Ali (radıyallahü anh)dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Mcscid'e girdim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in ashabından bir grub ile birlikte olduğunu gördüm. Ben es-selâmu aleyküm dedim. Hazret-i Peygamber: "Yirmisi benim, onu da senin olmak üzere ve aleyke's-selâmu ve rahmetullah" diye buyurdu. İkinci bir defa daha yanına girdim. Bu sefer: es-selâmu aleykum ve rahmetullahi dedim. Hazret-i Peygamber bu sefer: "Otuzu benim, yirmisi de senin olmak üzere ve aleyke's-selâmu ve rahmetullahi ve berakâtuhû" diye buyurdu. Üçüncü defa girdim yine, es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berakatuhu deyince, bu sefer Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Ve aleyke's-selâmu ve rahmetullahi ve berakatuhu. Otuzu benim, otuzu senin; selâmda da sen ve ben birbirimize eşit (paya sahib)iz" dedi. Yakın manadaki iki hadis için bk.: Ebû Dâvûd, Edeb 131; Tirmizî, İsti’zan 2; Dârımî, İsti'zân 12: Müsned, IV, 439-440 "Şüphe yok ki O, Hamîd'dir, Mecîd'dir." Yani kendisine çokça hamd olunandır, şanı çok yücedir. Bu iki ismi de "el-Esmâu'l-Husnâ" adlı eserimizde açıklamış bulunuyoruz. 74İbrahim'in korkusu gidip kendisine müjde gelince, Lût kavmi hakkında bizimle tartışmaya koyuldu. "İbrahim'in korkusu gidip..." âyetindeki; kelimesi "korku" demektir. Bir şeyden korkan için; "Şundan korktu" denilir. Şair Nâbiğa da der ki: "Köpekler sahibi (avcı)nın sesinden korkarak öyle bir gece geçirdi ki, Korkudan ve soğuktan başına gelenler düşmanlarının hoşuna gitti." "Kendisine müjde gelince" yani Hazret-i İshak ve ardından Ya'kub'un geleceği müjdesi gelince... Katâde der ki: Ona Lût kavminin azâbı için geldikleri ve kendisinin korkmaması gerektiği müjdesini verdiler. "Bizimle" yani gönderdiğimiz elçilerimizle "tartışmaya koyuldu." Burada yüce Allah'ın tartışmayı kendisine izafe etmesi meleklerin Allah'ın emriyle inmiş olmalarından dolayıdır. Bu tartışmayı Humeyd b. Hilâl, Cundub'dan, o Huzeyfe'den rivâyet etmiştir. Şöyle ki: Melekler: "Muhakkak ki biz şu kasaba halkını helâk edeceğiz. Çünkü oranın halkı zâlimler oldular" (el-Ankebut, 29/31) deyince, Hazret-i İbrahim onlara şöyle dedi: O kasabada eğer elli müslüman kişi var ise onları helâk edecek misiniz? Onlar, hayır deyince, bu sefer ya kırk kişi varsa? diye sordu. Onlar yine hayır. Otuz kişi varsa? yine hayır, yirmi kişi varsa? yine hayır, dediler. Bu sefer ya orada on kişi -veya beş kişi, şüphe Humeyd'dendir- varsa? deyince, onlar yine: Hayır dediler. -Katâde de buna yakın bir söz söylemiştir.- (Humeyd) dedi ki: Bu sefer İbrahim (aleyhisselâm) şöyle dedi: Aralarında on tane müslüman bulunmayan bir kavimde hayır yok demektir. Yine denildiğine göre Hazret-i İbrahim şunları da söylemişti: Eğer aralarında müslüman bir kimse var ise o kasabayı helâk eder misiniz? deyince onlar hayır dediler. Bunun üzerine Hazret-i İbrahim şöyle dedi: "Ama orada Lût da var. Dediler ki; Biz orada olanları daha iyi biliriz. Biz onu ve -karısı dışında- aile halkını elbette kurtaracağız. Çünkü o kadın geride kalacaklardandır, dediler." (el-Ankebût, 29/32) Abdu'r-Rahmân b. Semura der ki: Lût kavmi dörtyüzbin kişi idiler. İbn Cüreyc der ki: Lût kavmi kasabalarında dörtmilyon kişi vardı. el-Ahfeş ve el-Kisaî'nin kanaatine göre; " Bizimle tartışmaya koyuldu" ifadesi;"Bizimle tartıştı" yerine kullanılmıştır. en-Nehhâs da der ki: cevabının mazi fiil ile gelmesi gerektiğinden dolayı muzari fiili onun yerine kullanılmış kabul etmiştir. Nitekim şartın da muzari fiil ile gelmesi gerekmekle birlikte, mazi fiili onun yerine kullanmıştır. Bu hususta bir başka şekilde de cevap verilebilir, " Bizimle tartışmaya koyuldu" âyeti hal konumundadır, yani bizimle tartışmaya koyularak... demek olur. Bu da el-Ferrâ''nın görüşüdür. 75Çünkü İbrahim gerçekten yumuşak huylu, yufka yürekli, kendisini tamamen Allah'a vermiş bir kimse idi. "Çünkü İbrahim gerçekten yumuşak huylu, yufka yürekli, kendisini tamamen Allah'a vermiş bir kimse idi." et-Tevbe Sûresi'nde (9/114. âyet, 3. başlıkta) "evvâh ve halim (yumuşak huylu, yufka yürekli)" kelimelerinin anlamlarına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır." "Kendisini tamamen Allah'a vermiş kimse (münîb)" ise dönen kimse demektir. Hazret-i İbrahim bütün işlerinde yüce Allah'a raci olan, kendisini O'na teslim eden bir kimse idi. "el-Evvâh"ın, Lût kavminin kaybetmiş olduğu îman fırsatı dolayısıyla esef ve kederinden ah vah eden kimse, anlamına geldiği de söylenmiştir. 76"Ey İbrahim! Bundan vazgeç! Çünkü Rabbinin emri gelmiştir. Onlara reddolunmayacak bir azâb gelip çatacaktır." "Ey İbrahim! Bundan vazgeç" yani Lût kavmi hakkında tartışmayı bırak. "Çünkü Rabbinin emri" onlar hakkındaki azâbı "gelmiştir. Onlara reddolunmayacak" onlardan hiçbir şekilde geri çevrilemeyecek, önü alınamayacak "bir azâb gelip, çatacaktır." 77Elçilerimiz Lût'a geldikleri vakit, o bunlar yüzünden kaygıya düştü; onlar sebebiyle göğsü daraldı ve: "İşte bu çok zor bir gündür" dedi. "Elçilerimiz Lüt'a geldikleri vakit o bunlar yüzünden kaygıya düştü." Melekler Hazret-i İbrahim'in yanından çıkıp gittiklerinde -Hazret-i İbrahim'in bulunduğu yer ile Hazret-i Lût'un kasabası arasında dört fersahlık bir mesafe vardı- su almak isteyen Hazret-i Lût'un iki kızı melekleri gördüler ve bunların oldukça güzel bir görünüşe sahib olduklarım farkettiler. Bunlara: Sizin durumunuz nedir ve nerden geliyorsunuz? diye sordular. Melekler: Filan yerden geliyoruz ve şu sehire gitmek istiyoruz, dediler. Hazret-i Lût'un kızları; O şehrin halkı hayasızlık işleyen kimselerdir, dediler. Bu sefer melekler, peki o şehirde bizi misafir edecek kimse var mı? diye sorunca, kızlan var dediler. Şu yaşlı adam diyerek, Hazret-i Lût'u işaret ettiler. Hazret-i Lût onların kılık kıyafetlerini görünce kavminin bunlara kötülük yapacağından korktu ve; "O bunlar yükünden kaygıya düştü." Yani onların gelişlerinden hoşlanmadı. Hoşlanmadı, hoşlanmaz" fiili lâzımı (geçişsizedir. Aynı şekilde; "O'ndan hoşlanmadı, hoşlanmaz" seklinde müteaddi (geçişli) de olur. Arzu edilirse (mazi fiilinde) "sin" harfi öfreli de okunabilir, çünkü aslı ötredirve bu kelimenin aslı "Onlardan dolayı hoşlanmadı" şeklinde; den gelmekte olup "vav"ın harekesi "sin"e verildikten son ra "vav" harfi de "ya" harfine kalbedilmiştir. Şayet hemze hafif okunarak harekesi "ya"ya verilecek olur ise hemzesiz olarak diye okunur. Şaz bir söyleyiş olarak da ("ya" harfi') şeddeli de okunur. "Onlar sebebiyle göğsü daraldı." Onların gelişlerinden ötürü içine bir sıkıntı düştü ve bu işten hoşlanmadı. Takati kalmadı ve kendisini sıkıntı bastı, diye de açıklanmıştır. Bu kelimenin aslı, devenin atabildiği kadar geniş adımlan ile ileriye doğru yürümekten alınmadır. İşte adımını atabildiğinden daha fazlasına zorlanacak olursa, bunu yapamaz, daralır ve buna güç yetiremeyerek boynunu ileriye doğru uzatır. Buna göre; "Kulacın daralması" (şeklinde kelime anlamlı tabir), güç yetirememek, sıkılmak anlamında bir tabirdir. Bu tabirin, kişinin kusmasını önleyememesi anlamındaki; den geldiği de söylenmiştir. Yani o, hoşuna gitmeyen bir işi içinde saklamakta güçlük çekti; onların güzelliklerini görünce kavminin de aşıklığını bildiğinden ötürü bundan rahatsız oldu, sıkıldı. "Ve: İşte bu çok zor bir gündür, dedi." Kötülükleri itibariyle zorlu bir gündür. Şair der ki: "Ve şüphesiz ki sen Bekr b. Vâil (kabilesin)i razı etmeyecek olursan (Onların yüzünden) sen Irak'ta çok zorlu bir günle karşılaşırsın." Bir başka şair de şöyle demektedir. "Bu öyle zorlu bir gündür ki, kahramanları bile üstüste zorlar durur, Çok güçlü bir kimsenin palamut ağacı dallarını üstüste koyup zorluca kendisine çekmesi gibi." Teksîr (çokluk) anlamını vermek üzere de; denilir. Yari hoş olmayan ve şerrin bir arada toplandığı gün, yer demektir. Kötülükle dolup taşmayı diye ifade ederler. İşte söz birliği etmiş, kendi aralarında ittifak etmiş kimselere; denilmesi de buradan gelmektedir. Kişinin asabesi ise, onunla aynı nesebi paylaşan kimseler demektir. Filan için taassub gösterdim, tabiri ise ben onun bir asabesiymişim gibi oldum demektir. "Ma'sûb kişi"de hilkati güzel, tam kişi demektir. 78Kavmi kendisine doğru çabucak, itişe kakışa geldiler. Onlar zaten daha önce kötü işler işlemeye alışmışlardı. Dedi ki: "Ey kavmim! İşte kızlarım. Onlar sizin İçin daha temizdirler. Artık Allah'tan korkun, beni misafirlerimin yanında küçük düşürmeyin. İçinizde aklı başında bir adam yok mu sîzin?" "Kavmi kendisine doğru çabucak itişe kakışa geldiler." Anlamındaki ifade hal mevkiindedir. "Hızlıca geldiler" demektir. el-Kisaî, el-Ferrâ' ve onların dışındaki dil bilginleri derler ki: Bu ifade ancak bir çeşit titreme ile birlikte hızlıca koşmak hakkında kullanılır. Mesela, O tabiri kişi soğuk, kızgınlık veya sıtma gibi bir sebebten ötürü titreyerek hızlıca koştu, anlamındadır. Bunun ism-i faili de; şeklinde gelir. Mühelhil der ki: "Onlar esir edilmiş olarak ve titreyerek hızlıca geldiler, Biz onların burunlarını sürte sürte çekip getiriyorduk," Bir başka şair de şöyle demektedir: "Ona doğru acele ederek ve hızlıca koşuşanlar (geldiler,)" "Filan kişi o işe düşkün oldu, Zeyd titredi ve filan kişi güzel bir görünüşe sahib oldu" tabirlerine (kelime şekli ve kullanımı itibariyle) benzer. Bu kelimeler ancak bu şekilde kullanılır. O hırsından dolayı titremeye başladı, anlamına geldiği de söylenmiştir. Buna göre "Hızlıca ve onun yanına gitmek üzere çabucak koşuşarak (ona gittiler)" demek olur. Birinci açıklamayı yapanlar şöyle derler: Bu kelime ancak hızlandı, hızla geldi anlamında; şeklinde; adam hızlandı, diye ve meçhul bir fiil lâfzı ile kullanılır. İbnu'l-Kutiyye der ki: " Arkadan sürüldü, sürüklendi ve acele etmesi istendi" anlamındadır. el-Herevî der ki: Çabucak gelmesi için teşvik edildi, istendi" denilir. İbn Abbâs, Katâde ve es-Süddî ise bunu koşarak geldiler; ed-Dahhâk koşa koşa geldiler; İbn Uyeyne arkadan itiliyorlarmışcasına geldiler diye açıklamışlardır. Şimr b. Atiyye der ki: Bu koşmak ile yürümek arasındaki (koşar gibi) yürüyüş demektir. el-Hasen ise, bu iki yürüme şekli arasında bir yürümedir (orta yollu yürüme). Anlamlar birbirlerine yakındır. Rivâyet olunduğuna göre çabucak gelişlerinin sebebi şudur: Hazret-i Lûı'un kâfir olan eşi misafirleri ve onların güzelliklerini, endamlarını görünce, evinden dışarı çıktı ve kavminin oturduğu meclislerine yardı. Onlara şöyle dedi: Bu gece Lût'un benzersiz güzellikte misafirleri geldi. Onlar şöyle şöyle idiler... İşte bunun üzerine Hazret-i Lût'un kavmi yanına koşarcasına geldiler. Nakledildiğine göre elçiler, Hazret-i Lût'un bulunduğu şehire ulaştıklarında, onu tarlasında çalışırken buldular. Başka bir görüşe göre kızını Sedum nehrinden su alırken gördüler. Ona kendilerini misafir edip, ağırlayacak bir kimse göstermesini söylediler. Kızı onların güzel endamlarını görünce Lût kavminden onlara kötülük gelmesinden korktu ve: Olduğunuz yerde durunuz, deyip babasına gitti; durumu haber verdi. Hazret-i Lût yanlarına geldiğinde ona, bu gece bizi misafir etmeni istiyoruz dediler. O da kendilerine: Bu kavmin neler yaptığını hiç duymadınız mı? dedi. Onlar ne yapıyorlar? diye sorunca, Hazret-i Lût şöyle dedi: Allah adına şahitlik ederim ki bunlar yeryüzünde en kötü kavimdirler. Şanı yüce Allah da meleklerine şöyle emretmiş idi: Lût onların aleyhine dört defa şahitlik etmedikçe o kavmi azaplandırmayınız. Hazret-i Lût bu sözü söyleyince, Hazret-i Cebrâîl de arkadaşlarına: Bu bir, dedi. Daha sonra karşılıklı olarak konuşmaları devam etti ve nihayet Hazret-i Lût'un kavmi aleyhine şahitliği dördü buldu. Sonra da ge tenlerle birlikte şehre girdi. "Onlar zaten daha önce" yani elçilerin gelişinden önce; Hazret-i Lût'un gelişinden önce diye de açıklanmıştır; "kötü İşler işlemeğe alışmışlardı." Yani onlar erkeklere yaklaşmayı adet haline getirmişlerdi. Kavmi Hazret-i Lût'un yanına gelip misafirlerine yönelmek istediklerinde Hazret-i Lût önlerine misafirlerini savunmak üzere kalkıp dikildi ve: "Ey kavmim! İşte kızlarım" dedi. Bu âyet mübtedâ ve haberdir. Hazret-i Lût'un: "İşte kızlarım" şeklindeki sözlerinin anlamı ile ilgili farklı görüşler vardır: Denildiğine göre Hazret-i Lût'un üç öz kızı vardı. Bunların iki tane olduğu, İsimlerinın da Zîtâ ve Zaûrâ oldukları da söylenmiştir. Yine denildiğine göre Lût kavminin itaat ettikleri iki ileri gelenleri vardı. Hazret-i Lût onlara kızlarım vermek istedi. Yine bir diğer açıklamaya göre Hazret-i Lût böyle bir durumda onları nikâhlanarak evlenmeye teşvik etti. O zamanın şeriatlerinde kâfir bir erkeğin, mü’min bir kadın ile evlenmesi câiz idi, İslam'ın ilk dönemlerinde de bu caizdi, sonradan nesh edildi. Nitekim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kızını Utbe b. Ebi Leheb'e, diğerini de Ebû'l-As b. er-Rebi' ile peygamber olmadan önce evlendirmiş idi. Bu İkisi de kâfir idiler. Aralarında Mücahid ve Saîd b. Cübeyr'in de bulunduğu bir topluluk ise derler ki: Hazret-i Lût: "İşte kızlarım" diyerek bütün kadınlara işaret etmiştir. Çünkü bir kavmin peygamberi onların babası gibidir. Bu görüşü İbn Mes'ûd'un; (el-Ahzâb, 33/6)dakİ: "Peygamber mü’minler için kendi öz canlarından önce gelir. Onun zevceleri de analarıdır" âyetini "ve o onların babasıdır" şeklindeki okuyuşu desteklemektedir. Bir başka kesim şöyle demektedir: Hazret-i Lût'un bu sözü bir savunma idi. Onu fiilen gerçekleştirmek istemiş değildi. Bu görüş Ebû Ubeyde'den rivâyet edilmiştir. Nitekim başkasının malını yemekten alıkonmak istenen kimseye: Domuz senin için bundan daha helaldir, denilmesi de buna benzemektedir. İkrime de der ki: Hazret-i Lût ne kendi kızlarını, ne de ümmetinin kızlarını nikâhlamalarını teklif etmiş değildi. O bu sözlerini sadece çekip gitsinler diye söylemişti. "Onlar sizin için daha temizdirler" anlamındaki âyet, mübtedâ ve haberdir. Yani ben sizi onlarla evlendireyim, bu sizin yapmak istediğinizden sizin için daha çok temizdir, yani daha bir helâldir. Temizlenmek (tetalıhur) ise helâl olmayan şeyden uzak durmak demektir. İbn Abbâs der ki: Kavimlerinin ileri gelenleri, başkanları Hazret-i Lût'dan kızlarını istemişler, o da onlara henüz cevab vermemişti. İşte o gün kızlarını feda ederek, misafirlerini kurtarmak istemişti. Diğer taraftan; " Buhârî, Cihâd 164, Meğâzî 17; Müsned, I, 288, 463, IV, 293. Daha temizdir" ifadesindeki "hemze" tafdil için değildir ki, erkeklere yaklaşmanın bir temizlik olduğu vehmi söz konusu olsun. Aksine buradaki ifade şunu andırır: Allah daha büyük, daha yüce ve daha celildir. Her ne kadar bu ifade tafdil için değilse de (kipi böyledir) ve bu kullanım şekli, Arap diline uygun ve yaygındır. Şanı yüce Allah'a karşı hiçbir kimse büyüklük yarışına giremez ki, yüce Allah ondan daha büyük olsun. Nitekim Ebû Süfyan b. Harb, Uhud günü şöyle demişti: Yücel ey hubel, yücel ey hubel! Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de Hazret-i Ömer'e şöyle demişti: "De ki: Allah en yüce ve en üstün olandır." İmâd: Nahiv ilminde "fasl zamiri'diye de bilinir. İkisi de marife olarak gelen mübtedâ ile haberi birbirinden ayırmak maksadıyla araya getirilen munfasıl ref zamirine denilir. R. eş-Şertinî, Mebâdiu'l-Arabiyye, IV, 206 207; A, Gani ed-Dahr, Mu'cemu'l-Kavâidi'l-Arabiyye, s. 294-295. Hubel ise hiçbir zaman ne yüce, ne üstün olmuştur. "Onlar daha temizdirler" âyeti genel olarak "ra" harfi ötreli olarak okunmuştur. Ancak el-Hasen ile Îsa b. Amr hal olarak nasb ile okumuşlar ve: "Onlar" anlamındaki zamiri de imad(1) kabul etmişlerdir, el-Halil, Sîbeveyh ve el-Ahfeş ise burada bu zamirin İmad olmasını uygun görmezler. Bunun İmad olması ancak ifadenin kendisinden sonra gelen sözlerle tamam olması halinde söz konusudur. "Zeyd işte o senin kardeşindir" İfadesi türünde olur. Bununla "kardeş" anlamındaki kelimenin sıfat olmadığı gösterilmek istenir. ez-Zeccâc der ki: Ayrıca bununla; in habere ihtiyacı olduğunu belirtmiş olmaktadır. Başkası ise şöyle demektedir; Bununla haberin marife yahut marife seviyesinde bir isim olduğunu gösterir. Yüce Allah'ın: "Artık Allah'tan korkun. Beni misafirlerimin yanında küçük düşürmeyin" âyeti, onlara karşı beni hakir ve zelil düşürmeyin, demektir. Hassan’ın şu beyitleri de bu türdendir: "Ey Uteyb b. Malik, rezil etsin seni Rabbim, Ve ölümden önce seni bir yıldırım ile alıp götürsün. Sen, -kılıçlarla parçalanasıca- o sağ elini onu Öldürmek kastıyla uzattın da ağzını kanattın." Bununla birlikte bu kelimenin utanmak ve haya etmek anlamına gelen; dan gelmesi de mümkündür. Nitekim şair Zu'r-Rime de şöyle demektedir: "(Kumdaki) ipi andıran kıvrım tarafından yaptığı hücumundan sonra Onu bulan öfke ile karışık- bir utanılacak şeydir.' Bir başka şair de şöyle demektedir: "Rüzgar üzerindeki carı vücuduna yapıştıracak yahut ta süsleri Boynundan uzaklaşacak olursa, utanma beyaz (tenli )lerden," "Misafir" kelimesi ise aynı zamanda ikil ve çoğul için de bu şekilde kullanılır. Çünkü kelime aslı İtibariyle mastardır. Nitekim şair de şöyle demektedir: "Zaman durdukça misafir için kassabın palasını, eksik etmesin Halbuki misafir ziyaretçilerin en çok hak sahibidir." Bununla birlikte bu kelimenin tesniye ve çoğulu da yapılabilir. Ancak birinci şekil daha çok kullanılır. Mesela; " Oruçlu, oruçsuz ve ziyaretçi adamlar" demek (bu kelimeler mastar olduğu İçin tesniye ve çoğulda değişmemesi) bunun gibidir, "Kişi utandı" demektir. Rezil ve rüsvay oldu anlamında ise; şeklinde gelir. Bu iki anlamda ise müzari de aynı şekilde diye kullanılır. Daha sonra Hazret-i Lût onları: "İçinizde aklı başında bir adam yok mu sizin?" diye azarladı. Yani aranızda iyiliği emredip, münkerden alıkoyacak güçlü bir kimse yok mu? Buradaki, "Aklı başında" kelimesinin doğru hareket eden anlamında olduğu söylendiği gibi, salih ya da ıslah edici bir kimse anlamında olduğu da söylenmiştir. İbn Abbâs der ki: Burada "reşîd"den kasıt mü’min demektir. Ebû Malik ise münkerden alıkoyan kimse diye açıklamıştır. Reşid'in reşed anlamında olduğu da söylenmiştir. Reşed ve reşâd hidayet ve İstikamet demektir. Yine bu kelimenin mürşid (hakkı gösteren, ona yönelten) anlamında olması da mümkündür. "Haklım" kelimesinin muhkim (işi sağlam ve hikmetli yapan) anlamında kullanılması gibi. 79Dediler ki: "Bizim senin kızlarında hiçbir hakkımızın olmadığını elbette sen de bilirsin. Sen hiç şüphesiz bizim ne istediğimizi de bilirsin." "Dediler ki: Bizim senin kızlarında hiçbir hakkımızın olmadığını elbette sen de bilirsin." Rivâyete göre Hazret-i Lût'un kavmine mensub bazı kimseler Hazret-i Lût'un kızlarına talib olmuşlardı. Onların hükümlerine göre bir kimse bir kadına talib olup da ona verilmeyecek olursa, o kadın ona ebediyyen helâl olmaz. İşte yüce Allah'ın: "Dediler ki: Bizim senin kızlarında hiçbir hakkımızın olmadığını elbette sen de bilirsin" âyeti buna işaret etmektedir. Böyle bir özelliğin söz konusu olması bir tarafa, ifade şu demektir: Bizim kazlarınla herhangi bir ilişkimiz, onlarla ilgili bir talebimiz yoktur. Biz onları almak kastıyla da gelmedik ve esasen bizim böyle bir istekte bulunma adetimiz de yoktur. "Sen hiç şüphesiz bizim ne istediğimizi de bilirsin" sözleriyle de misafirlere işaret etmişlerdi. 80Dedi ki: "Keşke size yetecek bir gücüm olsaydı, yahut güçlü bir yere sığınabilseydim." "Dedi ki: Keşke size yetecek bir gücüm olsaydı." Hazret-i Lût onların bu azgınlıklarında devam edip gittiklerini görüp onlara karşı zayıf düştüğünü, onları Savaya, defetmeye gücünün yetmediğini görünce, onları geri püskürtmek için bir yardımcı bulsam diye temennide bulundu ve yüce Allah'a karşı zilletini bildirdi ve bu musibetten dolayı âdeta bir feryad suretinde: "Keşke size yetecek bir gücüm olsaydı" yani yardımcılarım ve destekçilerim bulunsaydı diye temenni etti. İbn Abbâs der ki: Bununla oğulları olsaydı, temennisinde bulunmuştu. "Keşke size yetecek bir gücüm olsaydı" âyetindeki mukadder bir fiil ile ref mahallindedir ve bu ifadenin takdiri: Olsaydı, bulunsaydı" takdirindedir. Bu takdir aynı şekilde ın, " Keşke"den sonra geldiği bütün terkiblerde söz konusudur. Temenninin cevabı ise hazf edilmiştir, Yani buna gücüm olsaydı, fesat ehlini bu gücümle geri çevirir, püskürtür, istediklerini gerçekleştirmelerine engel olurdum. "Yahut güçlü bir yere sığınabilseydim" oraya katılabilseydim ve iltica edebilseydim. " Yahut... sığınabilseydim” ifadesi " Güç, kelimesine ati ile mansub olarak okunmuştur. Sanki: Keşke size yetecek bir gücüm olsaydı, yahutta güçlü bir yere sığınabilme imkanını bulsaydım" demiş gibidir ki bu da; takdirindedir. Buna göre bu "sığınabilseydim" kelimesi, takdirinde ve bu edatın mahzuf olarak varlığı kabul edilerek nasb edilmiş gibidir. Hazret-i Lût'un "güçlü yer'den kastı aşiret ve çokluk ile güç ve kuvvet sahibi olmak idi. Onların yaptıkları çirkinlikler Allah'ın nezdindekileri bilmekle birlikte ona bu sözü söyletecek dereceye ulaşmıştı. Rivâyet edildiğine göre melekler Hazret-i Lût bu sözleri söyleyince, bu sözleri ona yakıştıramamış ve: Şüphesiz senin sığındığın yer çok güçlüdür, demişler. Buhârî’de de Ebû Hüreyre'den rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah Lût'a rahmetini ihsan eylesin. Yemin olsun o gerçekten güçlü bir yere sığınmıştı zaten." Söz konusu bu hadis daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/260/âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Buhârî, Enbiyâ 11, 19, Tefsir 12. sûre 5; Müslim, Îman 238; Tirmizî, Tefsir 12. sûre 1; Müsned, II, 322, 326, 346, 384, 389, 416. Bu hadisi Tirmizî de rivâyet etmiş ve şu ilaveyi de kaydetmiştir: "Ondan sonra yüce Allah ne kadar peygamber gönderdiyse, onu kavminden büyük bir kalabalık arasında göndermiştir." Muhammed b. Amr dedi ki: Kalabalıktan kasıt çokluk ve onu koruyacak kimselerdir. Hadîs hasen bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 12. sûre 1. Rivâyet edildiğine göre Lût (aleyhisselâm)a kavmi baskın çıkıp tuttuğu kapıyı kırmak isterlerken, elçi olarak gelmiş olan melekler ona : Kapının arkasından kenara çekil, dediler. Kenara çekilince kapı açıldı, Hazret-i Cebrâîl kanadıyla onlara bir darbe indirdi. Gözleri silme kör oldu ve gerisin geri: Bizi kurtaracak yok mu diyerek kaçtşıp gittiler. Yüce Allah da bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun onlar misafirlerine dahi kötülük yapmak istediler de gözlerini silme kör ettik." (el-Kamer, 54/37) İbn Abbâs ve tefsir bilginleri derler ki: Hazret-i Lüt evinin kapısını yanında melekler olduğu halde arkadan kilitledi ve kapının arkasından kavmiyle tartışıyor ve onlara yalvarıyordu. Onlar ise duvarı aşmanın yollarını arıyorlardı. Melekler Hazret-i Lût'un kendileri için bu kadar yorulup çabaladığını, ızdırap çektiğini görünce: Ey Lût hiç şüphesiz senin sığındığın yer çok güçlüdür ve onlara geri çevirilemeyecek bir azâb gelecektir. Bizler de senin Rabbinin elçileriyiz, haydi kapıyı aç, bizi onlarla başbaşa bırak, dediler. Hazret-i Lût kapıyı açtı. Hazret-i Cebrâîl de önceden geçtiği üzere kanadıyla onlara bir darbe indirdi. Bir diğer görüşe göre Hazret-i Cebrâîl yerden bir miktar toprak alarak yüzlerine serpti. Allah bu topraktan bir miktarı uzak olanın da, yakın olanın da gözlerine ulaştırdı ve bu da onların gözlerini silme kör etti. Yollarını tanıyamaz oldular, evlerine gidemediler. Bu sefer kurtuluş, kurtuluş diye bağırmaya başladılar. "Lût'un kavmi arasında öyle kimseler vardır ki bunlar yeryüzünde bulunanların en ileri derecedeki büyücüleridir. Onlar bize büyü yaptılar ve gözlerimizi kör ettiler" deyip arkasından: Ey Lût, hele olduğun gibi kal da sabah olunca sana neler yapacağımızı göreceksin, diye tehdit etmeye koyuldular. 81Dediler ki: "Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla ulaşamazlar. Sen bir ara geceleyin aile efradınla yürü, git. İçinizden -zevcen hariç- hiçbir kimse geriye bakmasın. Çünkü onlara isabet eden ona da isabet edecektir. Onlara va'dolunan vakit sabahtır. Sabah da yakın değil mi?" "Dediler ki: Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz." Melekler Hazret-i Lût'un üzüntü, ızdırab ve misafirlerini savunmasını görünce, ona kendilerini tanıttılar. Hazret-i Lût onların elçi olarak geldiklerini öğrenince, kavminin içeri girmesine fırsat tanıdı. Hazret-i Cebrâîl elini gözlerinin üzerinden geçirmekle birlikte kör oldular, ellerinden tutar tutmaz elleri kuruyuverdi. "Onlar sana" hoşuna gitmeyecek; zarar verecek seki İde "asla ulaşamazlar. Sen bir ara geceleyin aile efradınla yürü." "Yürü," kelimesi hemzenin vaslı ile de kat'ı ile de okunmuştur ki ikisi de fasihtir. Nitekim yüce Allah (vasl ile) şöyle buyurmaktadır: "Yürüyüp, gittiği zaman da geceye yemin olsun." (el-Fecr, 89/4.) Bir başka yerde de (kat' ile) şöyle buyurmaktadır: "Geceleyin yürüten... münezzehtir."(el-İsra, 17/1) Şair en-Nâbiğa da her iki söyleyişi (bir beyitte) bir arada şöylece kullanmaktadır: "Kuzey tarafından el-Cevzâ (ikizler) burcundan üzerine Dolu yağdıran bir bulut (geceleyin) yürüyüp geldi." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Geceleyin çıkıp yürümezken, yanına çıkıp gelen ve perdesi Arkasında saklı bulunan o genç ve güzeli selâmla." Hemze kat' ile "şeklinde kullanılırsa; "gecenin başındaki yürü" anlamında olduğu; "ın, "gecenin son vakitlerinde yürüdü," anlamına geldiği de söylenmiştir. Gündüz yürümesi hakkında ise sadece; kullanılır. Şair Lebid der ki: "Kişi geceleyin yürüdü mü kendisinin bir iş gördüğünü zanneder, Halbuki kişi yaşadıkça zaten amelde bulunur." Şair Abdullah b. Revâha da şöyle demektedir: "Sabah olunca insanlar artık geceleyin yürüyüşten övgüyle söz ederler ve Uyku ile uyuklamanın gizleyip sakladığı şeyler üzerlerinden açılır gider." "Bir ara, geceleyin" ifadesi ile ilgili olarak İbn Abbâs gecenin bir bölümünde,' ed-Dahhâk ise gecenin geri kalan bölümünde, Katâde gecenin ilk bölümleri geçip gittikten sonra, el-Ahfeş ise gecenin bir bölümünün bir miktarından sonra, İbnu'l-A'râbî geceden bir süre geçtikten sonra diye açıklamışlardır. Gece karanlığında diye açıklandığı gibi, geceleyin etraf sakinleştikten sonra ve gecenin ilk üçle bir veya dörtte biri geçtikten sonra diye de açıklanmıştır, Bunların hepsi birbirine yakın manalardır. Bunun gecenin yarısı demek olduğu da söylenmiştir. Bu da bir bütünün iki parçaya (kıtaya) bölünmesinden alınmış bir tabirdir. Şairin beyiti de bu türdendir: "Ve bir kadın ki gece ortasında, tümseğin orta yerinde Bir erkek için ağıt yakar." "Geceleyin yürümek" ancak geceleyin söz konusu olduğuna göre "bir ara, geceleyin" ifadesine ne gerek var? diye sorulsa; cevabı şudur: Eğer "bir ara, geceleyin" denilmeyecek olsaydı, gecenin ilk bölümünde yola çıkın anlamına gelmesi de mümkün olurdu. "İçinizden hiçbir kimse geriye bakmasın." Sizden kimse arkasına dönüp bakmasın. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır, İbn Abbâs ise: Sizden kimse geriye kalmasın, diye açıklamıştır. Alı b. Îsa da şöyle demiştir: Sizden herhangi bir kimse kendisini geriye bıraktıracak şekilde bir mal veya bir eşya ile uğraşmasın. “Zevcen hariç" âyeti nasb ile okunur ve manası açık ve vazıh kıraat budur. Yani; "zevcen hariç, aile halkınla geceleyin yola çık" demektir. İbn Mes'ûd'un kıraatinde de bu anlamı verecek şekildedir: "Zevcen hariç aile efradınla yürü." O halde bu, aile efradı (anlamındaki "el-ehl" kelimesi)nden istisnadır. Bu açıklamaya göre Hazret-i Lût hanımını kendisiyle beraber yola çıkarmamıştır. Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Ancak karısı geride kalıp helâk edilenlerden oldu." (el-A'raf, 7/83) Bu da karısının geride kalanlar arasında olduğu anlamındadır. Ancak, Ebû Amr ve İbn Kesîr "hiçbir kimse" anlamındaki kelimeden bedel olmak üzere; "zevzen hariç" anlamındaki âyeti diye (te harfi ötreli) okumuşlardır. Ancak aralarında Ebû Ubeyd'in de bulunduğu bir topluluk; bu kıraati uygun görmezler. Ebû Ubeyd der ki: Böyle bir kıraat ancak; " Geriye dönüp bakar" fiilinin ref ile okunması halinde doğru olabilir ve bu durumda da sıfat olur. Çünkü o takdirde mana, kadına geriye dönüp bakması mubah olur şeklinde olur ki, mana bu değildir. en-Nehhâs da der ki: Ebû Ubeyd ve diğerlerinin -Arap dili konusunda önemli bir yer ve değere sahip olmakla birlikte- Ebû Amr gibi birisine böyle bir hücumda bulunmaması gerekirdi, çünkü bunun bedel olarak ref ile okunmasının da doğru ve anlaşılabilir bir manası vardır, Bu okuyuşun açıklaması ise Muhammed b. el-Velid'ın, Muhammed b. Yezid'den naklettiğine göre; kişinin perdedarına: Filan kişi dışarı çıkmasın, demesine benzer. Burada nehy lâfzı filan içindir anlamı muhatab ile ilgilidir. Yani onun dışarı çıkmasına izin verme, demektir. Bu da senin birisine; Zeyd dışında hiçbir kimse kalkmasın, demene benzer ki bunun anlamı şöyle olur: Zeyd dışında diğersrinin kalkmalarını yasakla. İşte burada da nehy Hazret-i Lût'a yönelik, lâfzı baştasına aittir. Şöyle buyurulmuş gibidir: Onlardan herhangi bir kimsenin geri dönüp bakmasını yasakla, senin zevcen hariç (onun geri dönüp takmasını yasaklama). Bununla birlikte istisnanın geri dönüp bakma nehyinden yapılmış olması da mümkündür. Çünkü o (nehy) da tam bir ifadedir. Şu demek olur: Sizden herhangi bir kimse geri dönüp bakmasın, zevcen hariç. O geri dönüp basacak ve helâk olacaktır. Hazret-i Lût onu da yanına almıştı, beraberinde geceleyin yola çıkanlara geri dönüp bakmamalarını söylemişti. Gerçekten onlardan zevcesi dışında hiç kimse geri dönüp bakmadı. Çünkü hanımı gelen azâbın sonucu yıkılış sesini işitince geri dönüp baktı ve: Vay kavmimin başına gelenlere, dedi. Bir taş ona isabet etti ve öldü. "Çünkü onlara İsabet eden" azâb "ona da isabet edecektir." "Çünkü"deki zamir, bu işe ve duruma racidir (şan zamiridir). Yani mesele, durum ve olay şu ki; onlara isabet eden ona da isabet edecektir, anlamındadır. "Onlara va'dolnnan vakit sabahtır." Melekler: "Muhakkak ki biz şu kasaba halkını helâk edeceğiz" (el-Ankebut, 29/31) deyince Hazret-i Lût, derhal derhal deyiverdi ve kavmine olan kin ve öfkesi dolayısıyla azâbı çabucak getirmelerini istedi. Onlar ise: "Onlara va'dolunan vakit sabahtır. Sabah da yakın değil mi?" dediler. Îsa b. Ömer: "Sabah" kelimesini "be" harfini de ötreli olarak okumuştur ki, bu da bir şivedir. Sabahleyin nefisler daha bir dinlenmiş ve rahat, insanlar daha bir kendilerinde olduklarından helâk edilmeleri için sabah vaktinin tayin edilmiş olması ihtimali de vardır. Bazı tefsir âlimleri derler ki: Hazret-i Lût tanyerinin ağardığı sırada beraberinde yalnızca iki kızı ile birlikte çıktı. Melekler de ona şöyle demişti: "Allah bu kasabayı helâk etmek üzere; sesleri gök gürültüsünü andıran, şimşeği gözü alıp kapan ve muazzam yıldırımları bulunan melekler görevlendirmiştir. Biz bu meleklere Lût'un kasabadan dışarı çıkacağını söyledik ve onlara onu rahatsız edecek bir şey yapmayın, dedik. Lût'un alâmeti ise geri donmemesidir. Kızları da geri dönmeyecektir. O bakımdan göreceğin şeyler seni dehşete düşürmesin." Bunun üzerine Hazret-i Lût kasabadan dışarı çıktı ve yüce Allah onun için kurtuluncaya ve Hazret-i İbrahim'in yanına varıncaya kadar anında yeri onun için katladı (mesafeleri kısa zamanda katetmesini Bir kavmi helâk etmekle görevli meleklerin, helâk edilecekle edilmeyecek olanı birbirinden ayırd edebilecek bir durunda olacaktan tabiîdir. Dolayısıyla böyle bir tanıtmaya ayrıca gerek yoktur. sağladı.) 82Emrimiz geldiği zaman oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine pişirilmiş balçıktan birbiri ardınca taşlar yağdırdık. "Emrimiz" yani azabımız "geldiği zaman oranın altını üstüne getirdik." Cebrâîl (aleyhisselâm) kanadını Lût kavminin şehirlerinin altına soktu -ki bunlar beş şehir idi: En büyükleri olan Sedûrn, Âmurâ (Goraora), Dâdumâ, Daûha ve Katem'dirler.- Yerin dibinden bu şehirleri İçindekilerle beraber semaya yaklaştıracak kadar yükseltti. Öyle ki semadakiler eşeklerinin anırmalarını, horozlarının ötmelerini dahi işitti; fakat bu yükseliş esnasında herhangi bir testilerinin suyu dökülmediği gibi, hiçbir kaplan da kırılmadı. Sonra da tepeleri üzeri yıkıldılar ve arkasından Allah onlara taş yağdırdı. Mukâtil der ki: Dört tanesi helâk edildi ve Daûha şehri kurtuldu. Bundan başka şeyler de söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Ve üzerlerine pişirilmiş balçıktan... taşlar yağdırdık" âyetinde onların yaptıkları işi yapanın cezasının recin edilmek (taşlanmak) olduğuna delil vardır. Bu husus ise daha Önce el-A'raf Sûresi'nde (7/80. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Tefsire dair açıklamalar da şöyle denilmektedir: Yağdırmak fiili azâb hakkında kullanılırsa, "Yağdırdık" şeklinde, rahmet hakkında kullanılırsa; şeklinde kullanılır. Arapçada ise gökten yağmur yağdı, demek için her iki şekil de kullanılır. Bu açıklamayı da el-Herevî nakletmiştir. Âyet-i kerîmedeki "siccÜ: Pişirilmiş balçık"ın mahiyeti hakkında farklı görüşler vardır. en-Nehhâs der ki: Siccîl çetin ve çok demektir. Siccîl ve siccîn kelimelerinde lâm ve nun iki kardeş harftir. Ebû Lîbeyde der ki: Siccîl, çetin demektir. Daha sonra da şu mısraı nakleder: "Kahramanların birbirlerine tavsiye ettikleri oldukça şiddetli ve çetin bir vuruş." Ancak Abdullah b. Müslim onun bu görüşünü reddederek şöyle der: Bu şiirde geçen kelime "siccîn"dir. Diğeri ise "siccîF'dir, nasıl bunu şahit diye gösterebilir? en-Nehhâs der ki: Bu cevab bağlayıcı bir cevab değildir. Çünkü Ebû Ubeyde'nin kanaatine göre "lâm" harfi, birinin diğerine (mahreç itibariyle) yakınlığı dolayısıyla, "nûn"un yerine kullanılabilir. Ebû Ubeyde'nin görüşü bir başka açıdan reddolunur, o da şudur: Eğer onun dediği gibi olsaydı, âyette; şeklinde gelmesi gerekirdi. Çünkü Arapça'da; Çetinden taşlar tabiri kullanılmaz. Çünkü burada "çetin, sert" anlamındaki "şedîd" kelimesi bir sıfattır. Ebû Ubeyde ise değirmen taşlarına "siccîl" denilebileceğini el-Ferrâ''dan nakletmektedir. Yine Muhammed b. el-Cehm, el-Ferrâ''dan "siccîl" değirmen taşı kadar sert olacak noktaya gelince kadar pişirilen çamurdur, dediğini nakletmişîir. Aralarında İbn Abbâs, Saîd b. Cübeyr ve İbn İshak'ın da bulunduğu bir kesim ise şöyle demektedir: Siccîl, Arapça olmayan Arapçalaştırılmış bir kelimedir. Bunun aslı ise "sene ve cîl"dir. "Cim" yerine "kep" kullanılarak "senk ve kîl" de denilir. Bu iki kelime Farsça'da taş ve çamur anlamına kullanılan iki kelimedir. Araplar bunları Arapçalaştırarak tek bir isim yapmışlardır. Bu kelimenin Arapça olduğu da söylenmiştir. Katâde ve İkrime der ki: Siccîl, çamur demektir. Buna delil ise yüce Allah'ın: "Üzerlerine çamurdan taşlar atalım, diye" (ez-Zâriyât, 51/33) âyetidir. (Burada siccîl yerine çamur anlamına gelen "tîn" kelimesi kullanılmıştır). el-Hasen der ki: Taşlar asıl itibariyle çamur idi, sonradan katılaşünhp sertleştirildi. Araplara göre siccîl sert ve katı olan herseye denilir. ed-Dahhâk der ki: O bununla kireci kastetmektedir. İbn Zeyd de şöyle der: Bu, kireç gibi bir hal alıncaya kadar pişirilen çamurdur. Yine ondan nakledildiğine göre siccîl dünya semasının adıdır. es-Sa'lebî de bunu Ebû'l-Aliye'den nakletmektedir. İbn Atiyye ise şöyle der: Ancak bu zayıf bir görüştür. Bu görüşü yüce Allah'ın bunu: "Birbiri ardınca" ile nitelendirilmiş olması reddetmektedir. Yine İkrime'den nakledildiğine göre siccîl sema ile arz arasında havada asıiı bulunan bir denizdir. İşte bu taşlar oradan yağmıştır. Bir diğer görüşe göre, siccîl semadaki dağlardır. İşte yüce Allah'ın şu âyetinde bu dağlara işaret edilmektedir: "Ve gökten içinde dolu bulunan bazı dağlardan (dolu) indirir." (en-Nûr, 24/43) Yine denildiğine göre; bu onlara isabet etmesi haklarında yazılıp takdir edilmiş (tescil edilmiş) şeylerdendir. Bu anlamıyla o "siccîl" ile aynı manaya gelir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Siccın'in ne olduğunu sana ne bildirdi? O yazılmış birkitaptır." (el-Mutaffifin, 83/8-9) Bu açıklamayı da ez-Zeccâc yapmış ve tercih etmiştir. Diğer görüşe göre "siccîl" onu serbest bıraktım, anlamındaki; fiilinden gelme "fi'îl" vezninde bir kelimedir. Bu taşlar, âdeta üzerlerine salınmış olduğu için bu ismi almışlardır. Bir diğer görüşe göre bu kelime, "birisine bir şey vermek" anlamındaki; den gelmektedir. Buna göre bu onlara verilmiş bir azâb gibi bir anlam taşıdığından bu isim kullanılmıştır. Nitekim şair de şöyle demektedir: "Kim benimle verme(kle öğünmek) yarışına girerse, Kovasını ağzına kadar dolduran şerefli birisiyle verme yarışına girer." Meanî ehli (Meâni’l-Kur'ân diye kitap yazanlar) derler ki: Siccil de, siccîn de sert ve sağlam taş ile ileri derecede dövmek anlamındadır. Nitekim İbn Mukbil der ki: "Kahramanların birbirine tavsiye ettikleri oldukça çetin bir vuruşla Miğferlere açık ve belli darbeler vuran piyade Savaşçılar." "Birbiri ardınca" âyetini İbn Abbâs, biri diğerinin ardında diye açıklarken, Katâde biri diğerinin üstüne bindirilmiş diye açıklamıştır. er-Rabî’ der ki: Tek bir cesetmiş gibî bir hal alıncaya kadar üstüste yığılmış demektir. İkrime ise dizilmiş diye açıklamıştır. Kimisi de üstüste iyice yığılmış, bastırılmış (birbirine kaynaştırılmış) diye de açıklamıştır ki; bunlar birbirine yakın manalardır. Mesela eşyayı ve kerpiçleri üstüste koymayı anlatmak üzere; denilir. Bu şekilde yerleştirilmiş olanlara da; "Üstüste dizilmiş, birbiri ardınca" denilir. Şair de der ki: "Ve onu (Buyu) kapının önündeki eşiklere sonra da ev eşyalarının yanına ulaştırıncaya kadar götürdü (ulaşmasını sağladı)." Ebû Bekr el-Hüzelî der ki: Bu kelime "hazırlanmış" anlamındadır. Yani bu şekildeki çamurdan pişirilmiş taşlar yüce Allah'ın, zulme sapmış düşmanları için hazırlamış olduğu taşlardandır. 83Rabbinin yanında hep İşaretlenmişlerdi. Bu, zâlimlerden uzak değildir. "Rabbinin katında hep işaretlenmişlerdi" alâmetlendirilmişlerdi. " mühürü andıran işaretler vardı. Şöyle de açıklanmıştır: Herbir taşın üzerinde isabet ettiği şalısın ismi yazılı idi. Bu taşlar yeryüzündeki taşlara benzemiyordu, el-Ferrâ' da derki: Bu taşların beyaza çalan siyah ve kırmızı çizgilerle alametli olduğunu iddia etmislerdir. İşte taşların İşaretlenmiş olmaları bu imiş. Ka'b da der ki: Bu taşlar beyaz ve kırmızı renk ile alâmetli idiler. Şair de der ki: "O Allah'ın kendisine güzellik verdiği genç bir delikanlıdır Ve ona bakanın sevince gark olduğu bir siması vardır." "Hep işaretlenmişlerdi." ifadesi taşların sıfatlarındandır. Buna karşılık "pişirilmiş" ifadesi ise "balçık'ın sıfatıdır. Yüce Allah'ın: "Rabbinin katında" âyeti bu taşların yeryüzü taşlarından olmadığına delildir. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır. "Bu, zâlimlerden uzak değildir." Lût kavmini kastetmektedir. Yani bu taşlar zâlimlere isabet etti, onlardan uzağa düşmedi. Mücahid de şöyle demiştir: Bu âyetle yüce Allah Kureyşlileri korkutmaktadır. Yani bu taşlar, ey Muhammed, senin kavminin zâlimlerinden uzakta değildir. Katade ve İkrime de şöyle demişlerdir: Bununla, bu ümmetin zâlimlerini kastetmektedir. Allah'a yemin ederim ki, bundan sonra Allah hiçbir zalimi bu taşlardan himaye altına almış değildir. Rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Ümmetimin sonları arasında erkekleri erkeklerle, kadınları da kadınlarla yetinen kimseler olacaktır. Eğer böyle bir şey olursa o takdirde onlar için Lût kavminin azabını, Allah'ın üzerlerine pişmiş çamurdan taş yağdırma azabını gözetleyiniz," Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın: "Bu zâlimlerden uzak değildir." âyetini okudu. Bu ve bundan sonraki rivâyete mana itibariyle yakın bir rivâyet, Hatib el-Bağdâdi ile İbn Asâkir'e atfen, Kenzu'l-Ummâl, XIV, 226 no: 38500de geçmekte; ancak ravilerinden ikisinin metruk raviler olduğu belirtilmektedir. (Kurtubî, Daru'l-Hadis baskısı, IX, 87. not 8). Hazret-i Peygamberden gelen bir başka rivâyette de şöyle buyurulmaktadır: "Bu ümmet kadınlara arkalarından yaklaşmayı helal kabul edecekleri gibi, erkeklere de arkadan yaklaşmayı helâl 'kabul edecek hale gelmedikçe gece ve gündüz bitmeyecektir (dünyanın sonu gelmeyecektir). O zaman bu ümmetten bir takım kimselere Rabbinden taşlar isabet edecektir." Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Bu şehirler zâlimlerden uzak yerlerde değildir. Bu şehirler Şam ile Medine arasında bir yerdedir. "Uzak" anlamındaki kelimenin müzekker olarak gelmesi de "uzak bir yerde" anlamındadır. Yağdırılan taşlar ile ilgili olarak da iki görüş vardır: Bir görüşe göre bu taşlar Hazret-i Cebrâîl şehirleri yükselttiğinde şehirler üzerine yağdırılmıştı, diğer bir görüşe göre bu taşlar şehir ahalisinden olup o şehirin dışında bulunan ve şehirde olmayan kimseler üzerine yağdırılmıştır. 84Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a ibadet edin. Ondan başka hiçbir İlâhınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın. Ben sîzi gerçekten bir hayır içinde görüyorum ve ben sizin için çepeçevre kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum." "Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı" peygamber olarak gönderdik. Medyen, Hazret-i Şuayb'ın kavmidir. Onlara bu ismin verilişi hususunda iki görüş vardır. Birincisine göre Medyenliler İbrahim'in oğlu Medyen'in soyundan gelenlerdir. O bakımdan Medyenoğulları kastıyla, Medyen denilmiştir. Mudaroğulları kastedilerek, Mudar denilmesi gibi. ikinci görüşe göre Medyen şehirlerinin adıdır, o şehre nisbet edilerek anılmışlardır. en-Nehhâs der ki: "Medyen" kelimesi munsarıf değildir. Çünkü bir şehir ismidir. Bu anlamdaki açıklamalar daha geniş bir şekilde el-A'raf Sûresi'nde (7/85-87. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Dedi ki; Ey kavmim! Allah'a ibadet edin. Ondan başka hiçbir ilahınız yoktur" âyetinin benzeri (Hûd, 11/61'de) az önce geçti. "Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın." Medyenliler kâfir olmakla birlikte, ölçü ve tartıyı eksik yapan kimselerdi. Yiyecek satmak üzere onlara gelen birisi oldu mu onu fazla ölçekle alırlardı. Ona bir şey verecek olurlarsa, ellerinden geldiği kadar ona fazla vermemeye çalışırlar, hatta zulüm dahi ederlerdi. Onlardan bir kimse yiyecek (buğday) almak üzere geldi mi, ona eksik ölçekle satarlardı ve ellerinden geldiği kadar da ona az vermeye çalışırlardı. Şirkten vazgeçerek, îman etmeleri ve eksik ölçüp tartmak yasak edilerek tam ölçüp vermeleri emrolundu. "Ben sizi gerçekten bir hayır" yani geniş bir rızık ve pek çok nimetler içerisinde el-Hasen der ki: Fiyatları oldukça ucuzdu, demiştir- "görüyorum ve ben sizin için çepeçevre kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum." Burada günü kuşatıcı olmakla nitelendirilmekte birlikte, o günün onları kuşatıcı olduğunu anlatmak istemiştir. Çünkü azâb günü onları kuşatacak olursa, azâb onların etrafını çevirmiş demek olur. Mesela sıcağı şiddetti kastıyla, şiddetli bir gün demek gibi. Onlara gelen bu azâbın ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre bu, âhiretteki ateş azabıdır. Bir diğer görüşe göre dünyada topluca helâk edilme azabıdır. Bunun fiyatların pahalılaşması şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu anlamda bir açıklama İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir. Hadîs-i şerîfte de Hazret-i Peygamber'den şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Bir kavim ölçü ve tartılarda açıkça eksiklik yapmaya başladı mı mutlaka Allah da onlara kıtlık ve pahalılık belâsını verir," Abdullah b. Ömer'in rivâyet ettiği ümmetin mübtelâ olacağı bir takım hususlar ile bunlara karşılık görecekleri cezaları bildiren hadisin bir bölümü şöyledir: ...eksik ölçüp tarttıkları taktirde mutlaka kıtlık, geçim zorluğu ve sultanın (yöneticilerin) onlara zulmü musibeti ile karşı karşıya bırakılırlar."İbn Mâce, Fiten 22 Bu hadis daha önceden de geçmiş bulunmaktadır. 85"Ey kavmim! Ölçü ve tartıyı adaletle, tastamam yerine getirin. İnsanlara eşyalarını eksik vermeyin. Yeryüzünde fesadçılar olarak kötülük yapmayın." "Ey kavmim! Ölçü ve tartıyı adaletle tastamam yerine getirin." Eksik ölçüp tartmayı yasakladıktan sonra, tamam ölçüp tartmayı emretmesi te'kid içindir. " Tamam yapmak, eksiksiz yapmak" demektir, ise adaletle, hak ile demektir. Maksad, herkesin hakettiği payı gereği gibi almasıdır. Yoksa ölçülen ve tartılan şeyin (ölçek ve tartıda) tamamlanmasını kastetmemektedir. Çünkü burada ölçü ile ve tartı ile tam verin, dememiştir. Aksine bu âyetle ölçüyü alışılmış ve bilinen miktarından, hacminden daha eksik yapmayın, demektedir. Aynı şekilde kullanılan tartı ve ağırlıklar da böyle olmalıdır. "İnsanlara eşyalarını eksik vermeyin." Hakettiklerinden daha az bir şey vermeyin, haklarını eksiltmeyin. "Yeryüzünde fesadçılar olarak kötülük yapmayın" âyetiyle yüce Allah ölçü ve tartılarda hainlik etmenin yeryüzünde fesat çıkarmakta aşırıya gitmek olduğunu beyan etmektedir ki, bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/85- âyetin tefsiri ve devamında) daha da fazlası ile geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah'a hamdolsun. 86"Eğer mü’min iseniz Allah'ın bıraktığı sizin için daha hayırlıdır. Yoksa ben üzerinizde koruyucu değilim." "Eğer mü’min kimseler iseniz, Allah'ın bıraktığı sizin için daha hayırlıdır." Yani hakları adaletle, tastamam verdikten sonra Allah'ın sizin için geriye bıraktığı daha bir bereketlidir ve akıbeti daha bir övülecek şeydir. Bu yönüyle bunlar sizin zorbalık yaparak, haksızlık ederek ölçü ve tartılarr'eksik yapıp kendiniz için bir şeyler arttırmanızdan daha üstündür. Bu anlamdaki açıklamayı Taberî ve başkaları yapmıştır. Mücahid de der ki: "Allah'ın bıraktığı sizin İçin daha hayırlıdır" âyetinden kasıt, Allah'a itaat etmenizdir. er-Rabî' der ki: Allah'ın tavsiyesi (emri) sizin için daha hayırlıdır, demektir. el-Ferrâ' İse: Allah'ın gözetimi, İbn Zeyd Allah'ın rahmeti... diye açıklarken Katâde ve el-Hasen de; sizin Rabbinizden alacağınız pay (mükâfatınız) sizin için daha hayırlıdır, diye açıklamışlardır. İbn Abbâs da: Allah'ın rızkı sizin için daha hayırlıdır, diye açıklamıştır. "Eğer mü’min kimseler iseniz" anlamındaki âyet şarttır. Çünkü onlar bunun doğruluğunu ancak mü’min olmaları şartıyla anlayabilirler, bilebilirler. Şöyle de açıklanmıştır: Onların Allah'ın kendilerinin yaratıcısı olduğunu itiraf edenler olmaları da muhtemeldir. Bundan dolayı onlara bu şekilde hitab etmiştir. "Yoksa ben üzerinizde koruyucu değilim-" Yani ölçüp tarttığınız vakit sizi gözetlemek imkânım yoktur. Yani ben yapmış olduğunuz herbir muameleye tanıklık etmek imkânına sahip değilim ki herkesin hakkını eksiksiz ve tam olarak verip vermediğinizden dolayı sizleri sorgulayabileyim. Şöyle de açıklanmıştır: Masiyetleriniz sebebiyle üzerinizdeki Allah'ın nimetlerinin zeval bulmasına karşı, benim sizi koruyabilme İmkânım olamaz. 87Dediler ki: "Ey Şuayb! Bize babalarımızın tapındıklarından yahut kendi mallarımızda dilediğimiz gibi tasarruf etmekten vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? Çünkü sen muhakkak yumuşak huylu ve aklı başında bir kimsesin." "Dediler ki: Ey Şuayb! Bize babalarımızın tapındıklarından... vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?" âyetindeki "Namazın mı?" âyeti, "Namazların mı?" şeklinde çoğul olarak da okunmuştur, " Terketmemizi" ifadesindeki (mastar anlamı veren edat) nasb mahallindedir. el-Kisaî de der ki: Bu hazfedilmiş "be" harf-i cerri ile cer mahallindedir. Rivâyet edildiğine göre Şuayb (aleyhisselâm) çokça namaz kılar, farzı ile, nafilesiyle ibadete çokça ve dikkatle devam eder ve şöyle derdi: Şüphesiz ki namaz hayasızlıktan ve münkerden alık oyar. Onlara bu şekilde (iyilikleri) emredip (kötülüklerden) yasaklayınca devamlı çokça namaz kıldığını gördüklerinden onu ayıplamaya, onunla alay etmeye ve yüce Allah'ın söylediklerini haber verdiği sözleri söylemeye koyuldular. Bir açıklamaya göre buradaki "namaz" okumak anlamındadır. Bunu da es-Süfyan, el-A'meş'ten nakletmiştir. Yani senin okudukların mı sana bunları emretmektedir? Böylelikle bu görüşüyle onların kâfir olduklarını kastetmektedir. el-Hasen de der ki: Allah ne kadar peygamber gönderdiyse, mutlaka ona namazı ve zekâtı farz kılmıştır. "Yahut kendi mallarımızda dilediğimiz gibi tasarruf etmekten vazgeçmemizi..." el-Ferrâ''nın iddiasına göre ifadenin takdiri: Yahut seh bize mallarımızda dilediğimiz gibi tasarruf etmemizi mi yasaklıyorsun? şeklindedir. es-Sülemî ve ed-Dahhâk b. Kays da; "Yahut kendi mallarımızda senin dilediğin gibi tasarruf etmeni (sana namazın mı emrediyor?)" şeklinde her iki fiili de "(muhatab) te"si ile okumuşlardır. Bu da: Ey Şuayb! Senin dilediğini yapmanı... takdirindedir. en-Nehhâs ise der ki: Bu kıraate göre; "Yahut ... me..." ifadesi birinci; "...me..." ye atfeditmiştir. Zeyd b. Eslem'in de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Hazret-i Şuayb'ın kavmine yasaklamış olduğu şeyler arasında dirhemlerin kenarlarını kesmek de vardı. Yine denildiğine göre: "Yahut kendi mallarımızda dilediğimiz gibi tasarruf etmekten vazgeçmemizi..." âyetinin anlamı şudur: Biz kendi aramızda eksik vermek konusunda karşılıklı razı olursak, sen ne diye bize bunu yasaklıyorsun, bundan vazgeçmemizi İstiyorsun? "Çünkü sen muhakkak yumuşak huylu ve aklı başında bir kimsesin." Bu sözleriyle; kendi kanaatine göre sen kendinin böyle olduğunu zannediyorsun, demek istemişlerdi. Ebû Cehil'in vasfı ile ilgili olarak Kur'ân-ı Kerîm'deki şu âyet da bu yönüyle buna benzemektedir: "Tat bakalım, çünkü sen güçlü ve değerli imişsin." (ed-Duhân, 44/49) yani kendi iddiana göre sen böylesin! Bir diğer görüşe göre onlar bu sözlerini Hazret-i Şuayb ile alay etmek, eğlenmek için söylemişlerdir. Bu açıklamayı da Katâde yapmıştır. Arapların Habeşli bir kimseye Ebû'l-Beyda (beyazın babası) demeleri, beyaz olan bir kimseye de siyahın babası demeleri bu kabildendir. İşte cehennem bekçilerinin Ebû Cehil'e: "Tat bakalım, çünkü sen güçlü ve değerli imişsin" (ed-Duhân, 44/49) şeklindeki sözleri de böyledir. Süfyan b. Uyeyne der ki: Araplar uğur ve tefe'ül (iyi şeylerle karşılaşmak umudu) olsun diye herhangi bir şeyi kendi zıttı ile nitelendirebilirler. Nitekim zehirli bir hayvan tarafından sokulmuş bir kimseye "selim" denildiği gibi, geniş ve düzlük araziye "mefaze (çabucak geçilebilecek yer)" demeleri de bu kabildendir. Bir diğer açıklamaya göre; Hazret-i Şuayb'ın kavmi sövmek ve tahkir etmek kastıyla, tariz olsun diye bu ifadeleri kullanmışlardır. Bu da bu konudaki açıklamaların en güzelidir. Ondan önceki âyetler da bu açıklamanın doğruluğuna delildir. Yani şüphesiz ki sen gerçekten yumuşak huylu, aklı başında bir kimsesin. Nasıl olur da atalarımızın taptıklarını terketmemizi, onlara tapmaktan vazgeçmemizi emredebilirsin? Bu açıklamaların doğruluğuna yüce Allah'ın: "Bize babalarımızın tapındıklarından... vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?" sözleri delildir. Onlar Hazret-i Şuayb'ın çokça namaz kılıp ibadet ettiğini ve onun yumuşak huylu ve aklı başında birisi olmakla birlikte, kendilerine atalarının taptıklarını terk etmelerini emretmesini uygun göremediler. Bundan sonraki âyetler da buna delil teşkil etmektedir; "Dedi ki: Ey kavmim! Şayet ben Rabbimden gelen apaçık bir belgeye sahipsem ve O bana kendisinden güzel bir rızık ihsan etmiş ise (buna) ne dersiniz?" Yani bu durumda ben size sapıklıktan vazgeçmenizi söylemeyecek miyim? İşte bütün bunlar onların bu sözleri hakikat anlamına söylediklerini ve onun hakkındaki kanaatlerinin bu olduğunu göstermektedir. Kurayzaoğullarına mensub yahudilere, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Ey maymun'a dönüştürülmüş olanların kardeşleri" dediğinde onların: Ey Muhammed! Biz senin cahillik eden bir kimse olduğunu bilmiyorduk, demeleri de buna benzemektedir. Paralarda Hile ve Değerlerini Düşürecek İşlemler Yapmak: Tefsir âlimleri derler ki: Hazret-i Şuayb'in kavmine yasaklayıp vazgeçmelerini istediği ve kendilerinin de o işi yaptıkları için azaba uğradıkları amellerden birisi de dinar ve dirhemlerin kenarlarını kesmektir. Onlar o kesilen bölümler kendilerinde kalsın diye sağlam dirhemlerin kenarlarını kesiyor, koparıyorlardı. Sağlam dirhem ve dinarları sayarak işlem yapıyor, kenarları kesilmiş dirhemleri ise tartı ile işleme konu ediyorlardı. Tartıda da ayrıca hile yapıyorlar, tartılarını az gösteriyorlardı. İbn Vehb dedi ki: Malik dedi ki: Bunlar dinar ve dirhemleri kırıyorlardı. Said b. el-Müseyyeb, Zeyd b. Eslem ve bunlara benzer mütekaddimin tefsir âlimlerinden bir grup da böyle açıklamışlardır. Bu şekilde paralan kırmak ise büyük bir günahtır. Ebû Dâvûd'un kitabında (Sünen'inde) Alkame b. Abdullah'tan, o babasından şöyle dediğini nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) müslümanların aralarında kullandıkları geçerli sikkelerin gerektirici bir sebep olmadıkça Ebû Dâvûd, Buyû’ 48; İbn Mâce, Ticârât 52; Müsned, III, 419. kırılmalarını nehyetmiştir. 'Gerektirici bir sebeb" ayarının kalitesinde şüphe edilmesi gibi... bir sebeb; diye açıklanmıştır. Çünkü eğer bu sikkeler sağlam ise bunların maksatları tahakkuk eder ve faydaları da gerçekleşir. Bu dirhemler kırılacak olursa, sıradan bir mal olur ve sikke olarak kullanılmalarından beklenen fayda ortadan kalkar. Bu da insanlara zararlı olur. İşte bundan dolayı bu iş haram kılınmıştır. Yüce Allah'ın: "O şehirde yeryüzünde bozgunculuk yapan fakat ıslah etmeyen dokuz kişi vardı," (en-Neml, 27/48.) âyetin te'vili ile ilgili olarak bu kimselerin dirhemleri kırdıkları şeklinde açıklanmıştır. Bu açıklamayı Zeyd b. Eslem yapmıştır. Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr der ki: İlim adamlarının söylediklerine göre Medine'de Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den sonra Kur'ân'ın te'vili (açıklaması, tefsiri) hususunda Zeyd b. Eslem'den daha âlim bir kimse yoktu. Esbağ dedi ki; Abdu'r-Rahmân b. el-Kasım b. Halid b. Cünâde Zeyd b. el-Haris el-Rutakî'nin azadası dedi ki: Sikkeleri kıranın şehadeti kabul olunmaz. Bu konuda bilgisiz olduğunu mazeret olarak ileri sürse dahi kabul edilmez. Çünkü bu, mazeretin kabul olunacağı bir yer değildir. İbnu'l-Arabîderki: Böyle birisinin şehadetiniri kabul olunmaması, bunun büyük bir günah işlediğinden ötürüdür. Büyük günahlar ise küçük günahlardan farklı olarak- kişinin adalet sıfatını kaldırır. Bu konuda bilgisizliğin mazeret olarak kabul edilmemesine gelince, bu hiçbir kimseye gizli kalmayan apaçık bir husus olduğundan dolayıdır. Çünkü mazeret ancak kişinin doğru söylediğinin açık olması yahut ta doğru söyleyip söylemediğinin belli olmaması ve bu hususu Allah'ın kuldan daha iyi bilmesine havale edilmesi halinde Malik'in dediği gibi- kabul edilir. Sikkeleri Kırarak, Paranın Değerini Düşürerek Fesat Çıkartma ve Cezası: Bu davranış masiyet ve şehadetin kabul edilmemesine sebep teşkil eden bir fesat (bozgunculuk) olduğuna göre; bu İşi yapan kimseler cezalandırılır. İbn Müseyyeb kendisine sopa vurulmuş bir adamın yanından geçer ve: Bu neden böyledir? diye sorar. Adamın birisi: Bu adam. dinar ve dirhemleri keser deyince, İbnu'l-Müseyyeb, ona sopa vurulmasına karşı çıkmayarak: Bu yeryüzünde fesat çıkarmak kabilindendir, der. Buna benzer bir olay Süfyan'dan da nakledilmektedir: Ebû Abdu'r-Rahmân en-Necibî de der ki: Medine valisi olduğu sıralarda Ömer b: Abdulaziz'in yanında oturuyor idim. Dirhemleri kesen bir adam getirildi. Bu hususta ona karşı şahitlik de edilmişti. Ömer ona sopa vurdu, saçlarını traş etti ve şehirde dolaştırılarak teşhir edilmesini emretti. Bu işi yapacak kişiye de: İşte dirhemleri kesenin cezası budur, diye yüksek sesle bağırmasını emretti. Daha sonra da bu adamın kendisine geri getirilmesini söyledi ve dedi ki: Elini kesmekten beni alıkoyan tek şey bugünden önce benzer bir durumla karşı karşıya kalmamış oluşumdur. Artık bu hususta sen böyle bir işi yapmış oldun ve öne geçmiş oldun. Bundan sonra isteyen (bu tür işleri yapan kimselerin) elini kessin. Kadı Ebû Bekr b. el-Arabî der ki: Böyle bir kimsenin kamçı vurularak tedib edilmesi hususunda söylenecek bir söz yoktur. Saçının traş edilmesini de Ömer b. Abdulaziz uygulamış bulunuyor. İnsanlar arasında hüküm verdiğim günlerde ben hem dövüyor, hem de saçlarını traş ediyordum. Saçlarını Eraş etme cezasını da, saçını masiyet işlemek konusunda kendisine yardımcı bir unsur ve fesadı işlerken saçını güzelleşme yolu olarak gören kimselere uyguluyordum. İşte masiyete götüren her yolda yapılmast gereken uygulama da budur, eğer bedene etki etmiyor ise o unsur kesilmelidir. Bu işi yapanın elinin kesilmesine gelince, Ömer bunu hırsızlık ile ilgili hükümlerden çıkarmıştır. Çünkü dirhemlerin etrafını kesip kırpmak onları kırmaktan farklı bir şeydir. Çünkü dirhemi kırmak onun niteliğini değiştirmektir, kenarlarını kırpıp kesmek ise miktarını eksiltmektir. O halde böyle bir iş, gizli bir şekilde başkasına ait bir malı almak demektir. Eğer: Malın korunması, elin kesilmesi için asıldır, denilecek olursa, şu cevabı veririz: Ömer'in bu sikkelerin insanlar arasında dinar veya dirhem olarak ayırıcı bir konumda olmak üzere hazırlanmalarını, onların korunmaları olarak değerlendirmiş olması ihtimali vardır. Herbir şeyin korunması ise kendi durumuna göre değişir. Diğer taraftan İbn ez-Zübeyr bunu uygulamaya koymuş ve dinar ve dirhemlerin etrafını kırptığı için bir adamın elini kesmiştir. Maliki mezhebine mensub ilim adamlarımız derler ki: Dinar ve dirhemler, üzerlerinde Allah'ın adının bulunduğu, Allah'ın mühürleridir. Eğer tefsir âlimlerinin görüşlerine göre Allah'ın mührünü kıran kimsenin eli kesilir, denilecek olursa bu İşi yapan gerçekten buna lâyıktır. Yahut ta bir kimse üzerinde sultanın mührü bulunan bir şeyi kırsa te'dib edilir. Allah'ın mührü sayesinde ise ihtiyaçlar karşılanır. Dolayısıyla ceza bakımından bu iki mührü kırmak eşit olamaz. İbnu'l-Arabî der ki: Benim görüşüme göre dirhemlerin kırılması dolayısıyla değil de etraflarının kesilmesi dolayısıyla el kesme cezası uygulanır ve ben bunu hakimlik yaptığım günlerde uyguluyor idim. Şu kadar var ki etrafım cahillerle dolup taşıyordu, ancak sapık kıskançların söyleyecekleri sözler dolayısıyla, korkuya da kapılmadım. Hak ehlinden bunu uygulama imkânını bulan herhangi bir kimse Allah rızası için, ecrini Allah'tan bekleyerek bunu uygulamalıdır. 88Dedi ki "Ey kavmim! Şayet ben Rabbimden gelen apaçık bir belgeye sahipsem ve O bana kendisinden güzel bir rızık ihsan etmiş ise ne dersiniz? Size yasakladığım şeylere kendim uymayarak, size (emrettiklerime) aykırı davranmak istemiyorum. Ben gücümün yettiği kadar ıslahtan başkasını İstemem. Benim başarım ancak Allah iledir, ben yalnız O'na güvenip dayandım ve yalnız O'na dönerim." "Dedi ki: Ey kavmim! Şayet ben Rabbimden gelen apaçık bir belgeye sahipsem" -buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunuyor. "ve, O bana kendisinden güzel" yani geniş ve helal "bir rızık ihsan etmiş ise ne dersiniz?" İbn Abbâs ve başkalarının dediklerine göre Şuayb (aleyhisselâm)ın malı pek çoktu. Şöyle de açıklanmıştır: Hazret-i Şuayb, bununla hidayet, ilahi tevfik, ilim ve marifeti kastetmiş idi ve ifadede hazfedilmiş sözler vardır. Bu da bizim zikrettiğimiz husustur. Yani buna rağmen ben sizi sapıklıklardan vazgeçirmeye çalışmayacak mıyım? Anlamın şu olduğu da söylenmiştir: "Şayet ben Rabbimden gelen apaçık bir belgeye sahipsem" ben yine sapıklığa mı tabi olacağım? Şu anlamda olduğu da söylenmiştir. "Şayet ben Rabbimden gelen apaçık bir belgeye sahipsem" siz yine bana insanların eşyalarını eksik vermek, hakettiklerinden daha az vermek suretiyle isyankarlık etmemi mi emredeceksiniz? Allah beni buna muhtaç bırakmamışken, bunu yapmamı mı istersiniz? "Size yasakladığım şeylere kendim uymayarak size aykırı davranmak istemiyorum.” Ben size emrettiğim bir şeyi terketmediğim gibi, yasakladığım bir şeyi de kendim işleyemem. "Ben gücümün yettiği kadar ıslahtan başkasını istemem." Ben ıslâhtan başka bir iş yapmak istemem. Yani adaletli davranarak dünyanızı ıslah etmenizi, ibadetlerle âhiretinizi ıslah etmenizi istiyorum. Hazret-i Şuayb'ın "gücümün yettiği kadar" demesi; güç yetirmenin -iradeden ayrı olarak- fiilin şartları arasında yer aldığından dolayıdır. "Gücümün yettiği kadar" ifadesindeki; mastariyedir. Yani ben ancak gayret ve gücüm ile ıslahı istiyorum, ondan başka bir isteğim yoktur. "Benim başarım" yani doğruyu bulmam, çünkü başarı (tevfik) doğruluk (rüşt) demektir. "ancak Allah iledir. Ben yalnız O'na güvenip dayandım ve yalnız O'na dönerim." Başıma gelen bütün musibetlerden dolayı yine O'na dönerim. Âhirette dönüşüm O'na olacaktır, diye açıklandığı gibi; dönüş (inâbe) dua etmek demektir, diye de açıklanmıştır ki; buna göre; ben yalnız O'na dua ederim, demek olur. 89"Ey kavmim! Bana muhalefetiniz sakın Nûh kavminin veya Hûd kavminin yahut Salih kavminin başlarına gelen musibetin bir benzerinin başınıza gelmesine sebeb olmasın. Lût kavmi de sizden uzak değildir." "Ey kavmim! ...mıza ... sebeb olmasın" âyetindeki; "...mıza ... sebeb olmasın" kelimesini Yahya b. Vessâb; " Günah işlemenize..." diye okumuştur. " Bana muhalefetiniz" ref mahallindedir. " Başınıza gelmesi" ise nasb mahallindedir. Buna göre; "ey kavmim! bana muhalefetiniz ... başınıza gelmesine sebeb olmasın" âyeti şu demektir: Bana düşmanlık etmeniz, sizi imanı terketmeye götürmesin. O takdirde sizden önceki kâfirlere gelen musibet de gelir, sizi bulur. Bu açıklamayı el-Hasen ve Katâde yapmıştır. Şöyle de açıklanmıştır: Bana muhalefetiniz sizden öncekilere isabet ettiği gibi size de azâbın isabet etmesine sebeb olmasın. Bu açıklamayı da ez-Zeccâc yapmıştır. Başına gelir, sebeb olur, sizi... götürür, iter'in anlamı Mâide Sûresi'nde (5/2. ayet, 12. başlıkta); şikâk (ayrılık, muhalefetsin anlamı da el-Bakara Sûresi'nde (2/137. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Burada "şikâk" düşmanlık anlamındadır, bunu es-Süddî ifade etmiştir. el-Ahtal'ın şu beyitinde de bu anlamdadır: "Benim bu mesajımı var mı bildirecek (onlara): Siz düşmanlığın tadını nasıl buldunuz?" Hasan-ı Basrî de burada bu kelimeyi; "bana zarar vermek isteğiniz" diye açıklamıştır. Katâde ise, benden ayrılmanız diye açıklamıştır. "Lût kavmi de sizden uzak değildir." Çünkü Şuayb kavmi ile Lût kavminin helaki; arasında az bir zaman geçmişti. Şöyle de açıklanmıştır: Lût kavminin yurdu sizden uzak bir yerde değildir. İşte bundan dolayı "uzak" anlamındaki kelime tekil gelmiştir. el-Kisaî de der ki: Bu onların yurdu, sizin yurdunuz içindedir demektir, diye açıklamıştır. 90"Rabbinizden mağfiret dileyin ve sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz Rabbim rahmet edicidir, çok sevendir." "Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra O'na tevbe edin" âyeti daha önceden geçmiş idi. "Şüphesiz Rabbim rahmet edicidir, çok sevendir." Bunlar yüce Allah'ın isimlerinden iki isimdir. Biz bunları "et Esna fi Şerhi'l Esmai'l-Hüsnâ" adlı kitabımızda açıklamış bulunuyoruz. el-Cevherî der ki: Bir kimseyi sevdiğimiz zaman; deriz. "el-Vedûd" ise seven kimse demektir. "Ved, vid, vud ve meveddet" sevgi demektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den rivâyet edildiğine göre Hazret-i Şuayb söz konusu edildiği zaman: "İşte o peygamberlerin hatibidir" Hâkim, el-Müstedrek, II, 568. demiştir. 91Dediler ki: "Ey Şuayb! Biz senin söylediklerinden bir çoğunu anlamıyoruz. Hem biz seni aramızda gerçekten güçsüz görüyoruz. Eğer senin aşiretin olmasaydı, seni taşa tutardık. Zaten sen, bizim İçin değerli bir kimse değilsin." "Dediler ki: Ey Şuayb! Biz senin söylediklerinden bir çoğunu anlamıyoruz." Çünkü sen bizi Öldükten sonra diriliş, amellerden dolayı hesaba çekilmek gibi gayb olan bir takım hususları kabul etmeye çağırıyorsun ve alışkın olmadığımız şeylerle bize öğüt veriyorsun. Şöyle de denilmiştir: Onlar bu sözleri onu dinlemekten yüz çevirmek, onun sözlerini de küçümsemek kastıyla söylemişlerdi. Bir şeyin anlaşıldığı, kavranıldığı vakit; "Anladı, anlar" denilir. el-Kisaî'nin naklettiğine göre de bir kimse fakîh olduğu vakit de; denilir. "Hem biz seni aramızda gerçekten güçsüz görüyoruz." Hazret-i Şuayb'ın gözlerinin görmediği söylenmiştir. Bunu Saîd b. Cübeyr ve Katide söylemiştir. Bir diğer görüşe göre de görmesi zayıf idi. Bunu da es-Sevrî söylemiştir. en-Nehhâs ondan, Saîd b. Cübeyr ve Katâde'nin kanaatinin bir benzerini de nakletmiştir. en-Nehhâs der ki: Dilcilerin naklettiğine göre Himyerliler gözü görmeyen kimseye "zayıf" derler, yani gözleri görmediği için zayıf düşmüş demektir. Nitekim gözleri görmeyen bir kimseye "darîr" da denilir, gözlerinin görmeyişi sebebiyle zarar görmüş kimse demektir. Aynı şekilde görmeyene "mekfûf" da derler. Çünkü gözleri görmediği için görmesi kef edilmiş (alıkonulmuş, önlenmiş) kimsedir. el-Hasen ise; burada "zayıf değersiz anlamındadır. Bedenen zayıf diye de açıklanmıştır ki bunu da Ali b. Îsa nakletmiştir. es-Süddî: Tek başına, yardımcıları ve bize muhalefet etmeye gücü yetecek kadar destekçileri olmayan kişi, anlamına geldiğini söylemiştir. Bir diğer açıklamaya göre dünya maslahatlarını ve dünyadaki insanların idaresini az bilen kimse demektir. "Güçsüz" anlamındaki kelime de hal olarak nasbedilmiştir. "Eğer senin aşiretin olmasaydı" anlamındaki; "Senin aşiretin" kelimesi mübtedâ olarak refedilmiştir. Aşiret (radıyallahü anhht) ise kişinin kendilerine dayandığı ve kendileri dolayısıyla güç kazandığı yakınlarıdır. Cerboa'nın yuvasına "râhita" denilmesi de buradan gelmektedir. Çünkü o bu yuva ile kendisini güvenlik altına alır ve yavrularını orada saklar. "Seni taşa tutardık." Taşlayarak, Öldürürdük, çünkü onun kavmi birisini öldürmek İstediklerinde ona taş atarlardı. Hazret-i Şuayb'in aşireti de ona bunu söyleyenlerin dinlerine bağlı idi. Bir başka görüşe göre "seni taşa tutardık." Sana hakaret ederdik, ağır söz söylerdik anlamına gelir. el-Ca'dî'nin şu beyitinde de bu anlamdadır. "Acı sözlerle birbirimize hakaret edip durduk, o kadar ki Yarışta at başı giden iki at gibi oluruz." "Recin (taşa tutmak)" aynı zamanda lânetlemek anlamındadır. eş-Şeytanu'r-Racim (lanetlenmiş, kovulmuş) şeytan ifadesi de buradan gelmektedir. "Zaten sen bizim için değerli bir kimse değilsin." Yani sen bize karşı galip gelen, bizi yenik düşürecek ve korunabilecek olan bir kimse değilsin. 92Dedi ki: "Ey kavmim! Size göre benim aşiretim Allah'tan daha değerli midir ki onu arkanıza atılmış, önemsenmeyen bir şey edindiniz. Şüphe yok ki Rabbim, yaptıklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır." "Dedi ki: Ey kavmim! Size göre benim aşiretim Allah'tan daha değerli midir ki?" anlamındaki âyetle; "Benim aşiretim... mi?" âyeti mübtedâ olarak merfudur. Yani sizin kalplerinizde benim aşiretim, sizin mutlak malik ve sahibiniz olan Allah'tan daha büyük ve daha üstün müdür? ki "onu arkanıza atılmış, önemsenmeyen bir şey edindiniz?" Size getirmiş olduğum Allah'ın emirlerini arkanıza atıverdiniz ve kavmimden korkarak beni öldürmekten vazgeçtiniz? Bir kimse hakkında işlenen kusur ve eksikliği ifade etmek için; "Onun işini arkaya attım" anlamındaki tabir kullanılır ki buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/100. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Şüphe yok ki Rabbim yaptıklarınızı" küfür, inkâr ve masiyetlerinizi "çepeçevre kuşatıcıdır." Çok iyi bilendir, koruyucudur, yani hıfz ve tesbit edendir, diye de açıklanmıştır. 93"Ey kavmim! Elinizden geleni yapın. Muhakkak ben de yapacağım. Yakında kendisini rüsvay edecek azâbın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. Gözetleyin gerçekten ben de sizinle beraber gözetleyiclyim." "Ey kavmim! Elinizden geleni yapın. Muhakkak ben de yapacağım. Yakında... bileceksiniz." Bu ifadeler tehdittir. Buna dair açıklamalar da daha önce el-En'âm Sûresi'nde (6/135- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Kendisini rüsvay edecek azâbın kime geleceğini" bu azâbın kimi helâk edeceğini "ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz." Bu âyetteki birinci "Kim" kelimesi nasb mahallindedir. Yüce Allah'ın: "Kimin ıslah ettiğini, kimin de fesat yaptığını bilir." (el-Bakara, 2/220) âyetine benzemektedir. İkinci "kim" lâfzı da O'na atfedilmiştir. "Kimin yalancı olduğunu" anlamındaki âyeti, aramızdan kimin yalan söylediğini de bileceksiniz, diye de açıklanmıştır. Bunun (nasb değil de) ref' mahallinde olduğu ve takdirinin şöyle olduğu da söylenmiştir: Ve O, yalan söyleyeni rüsvay edecektir. Takdiri şöyledir de denilmiştir: Yalancı olan ise yalan söylediğini bilecek ve yaptığı bu işin vebalini tadacaktır. el-Ferrâ''nın iddia ettiğine göre Araplar; Kim kalktı, kim kalkar, kalkmış olan kimdir? diye kullandıklar; halde-; "Kimin yalancı olduğunu" ifadesinde "O" zamirini fazladan getirmelerinin sebebi, bu cümlenin fiil cümlesi yerini tutması içindir. en-Nehhâs da der ki: Şairin şu sözü onun bu dediğinin aksine delil teşkil etmektedir: "Ondan uzak kaldığıma -kitab hakkı için- artık tahammülümün kalmadığını Süreyya'ya bildirmek üzere bana elçilik yapacak kimdir?" "Gözetleyin gerçekten ben de sizinle beraber gözetleyiciyim." Siz azâbı ve ilâhî gazabı bekleye durun, ben de ilâhî yardım ve rahmeti beklemekteyim. 94Emrimiz gelince, Şuayb'ı ve beraberindeki mü’minleri nezdimizden bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise o korkunç ses yakalayiverdi de yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar. "Emrimiz gelince..." Denildiğine göre Hazret-i Cebrâîl öyle bir çığlık bastı ki, derhal ruhları cesetlerinden çıkıverdi. "Şuayb'ı ve beraberindeki mü’minleri nezdimizden bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise o korkunç ses" yani Cebrâîl'in çığlığı "yakalayıverdi." Buradaki "yakalayıverdi" anlamındaki; fiilinin müennes gelmesi, "sayha: korkunç ses, çığlık" lâfzının müennes olmasından dolayıdır. Hazret-i Salih kıssasında ise: "O zulmedenleri ise o korkunç ses yakaladı" (Hûd, 11/67.) âyetinde ise fiil; "Çığlık basmak, feryad etmek" anlamına göre müzekker gelmiştir. İbn Abbâs der ki: Yüce Allah, Hazret-i Salih ile Hazret-i'Şuayb kavimleri dışında iki ayrı ümmeti aynı azâb ile helâk etmiş değildir. Allah bu iki kavmi de çığlık ile helâk etmiştir. Şu kadar var ki Salih kavmini çığlık alt taraflarından, Şuayb kavmim ise çığlık üst taraflarından yakalamıştır "de yurtlarında diz üstü çöküp, kaldılar." 95Sanki orada yaşamış değillerdi. Haberiniz olsun ki Semûd kavmi, Allah'ın rahmetinden nasıl uzaklaştıysa, Medyen kavmi de öylece uzaklaştı. "Sanki orada yaşamış değillerdi. Haberiniz olsun ki Semûd kavmi Allah'ın rahmetinden nasıl uzaklaştıysa, Medyen kavmi de öylece uzaklaştı." Bu âyetin anlamı az önce geçti. el-Kisaî'nin naklettiğine göre Ebû Abdu'r-Rahmân es-Sülemî; "Uzaklaştı," fiilini "ayn" harfi ötreli olarak okumuştur. en-Nehhâs ise şöyle demektedir: Dilde bilinen bu fiilin helâk olmak anlamında: şeklinde kullanılacağıdır. el-Mehdevî der ki: Burada "ayn" harfini ötreli okuyanların okuyuşu aslında hem hayır, hem şer hakkında kullanılabilen bir şive olup bunun mastarı Ancak "ayn" harfinin esreli söylenişi sadece kötülüğü anlatmak için kullanılır ve denilir. Buna göre çoğunluğun kıraatine göre "uzak olmak" lanet anlamındadır. Anlam itibariyle ikisinin de birbirlerine yakın olması dolayısıyla her iki kullanışın anlamı da aynı olabilir. Böylelikle bu, manaları yakın olması hasebiyle mastarı lâfzından başka şekilde gelen kelimelerden birisi olur. 96Yemin olsun ki Biz Mûsa'yı âyetlerimizle ve apaçık bir delille gönderdik; "Yemin olsun ki Biz Mûsa'yı âyetlerimizle" Tevrat ile -mucizeler ile diye de açıklanmıştır- "ve apaçık bir delille" açık seçik belge ile yani asa ile "gönderdik." Yüce Allah'ın insanlara karşı delil ortaya koymak ve (İnkarcıların ileri sürebilecekleri) her türlü gerekçeyi de ortadan kaldırmak için peygamberleri biri diğeri ardınca gönderdiğini beyan etmektedir. "Delil" anlamındaki "sultan" kelimesinin anlamı ve türediği kökü ile ilgili açıklamalar daha önce Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/151- âyetin tefsirinde) geçtiğinden dolayı, burada tekrarlamanın bir anlamı yoktur. 97Fir'avun'a ve ileri gelenlerine. Onlar yine Fir'avun'un emrine uydular. Halbuki Fir'avun'un emri hiç de doğru değildi. "Fir'avun'a ve ileri gelenlerine. Onlar yine Fir'avun'un emrine uydular." Onun durumunu, onun halini, izlediği yolu takib ettiler. Hatta onu ilâh edindiler ve yüce Allah'ın emrine muhalefet ettiler. "Halbuki Fir'avun'un emri hiç de doğru değildi." Doğruya götüren, doğru bir iş değildi. "Reşid"in hayra götüren, hayra İrşad eden anlamında olduğu da söylenmiştir. 98O kıyâmet günü kavminin önüne düşecek ve onları ateşe sürüklemiş olacaktır. O varacakları yer ne kötü yerdir! "O, kıyâmet günü kavminin önüne düşecek." Yani o başkanları olduğundan dolayı, cehennemde onların önüne düşecektir. Bir kimsenin başkalarının önüne geçmesini anlatmak üzere; " Onların önüne geçti, geçer" denilir. "Ve onları ateşe sürüklemiş olacaktır." Onları ateşe sokmuş olacaktır Burada âyet mazi lâfzı ile zikredilmiş, mana ise, gelecekte onları ateşe sokacağı şeklindedir. Meydana geleceği muhakkak olan bir şey ise olmuş gibidir. İşte bundan dolayı; muzari yerine mazi fiil kullanılabilir. "O varacakları yer ne kötü yerdir!" Girecekleri yer çok kötü bir yerdir. Burada; " Ne kötü!" ifadesinin müzekker olmasının sebebi bu kötülüğün; "Varılacak yer"e, raci olmasından dolayıdır. Bu da konuşma esnasında; "Senin evin ne güzel bir evdir" demek gibidir. "el-Mevrûd: Varılacak yer" aslında kendisine ulaşılan su ve gidilip varılan yer demektir ve "(ismı.) mef'ûl" anlamındadır. 99Bunda da, kıyâmet gününde de onlara lanet arkalarından yetiştirildi. Yapılan bu bağış, ne kötü bir bağıştır! "Bunda" yani bu dünyada "da kıyâmet gününde de onlara lanet arkalarından yetiştirildi." Yani hem bu dünya hayatında onlara lanet yetiştirildi, hem de kıyâmet gününde onlara lanet yetiştirilmiş olacaktır. Yine bu anlamdaki açıklamalar önceden geçmiş bulunmakladır. "O varacakları yer ne kötü yerdir!" el-Kisaî ve Ebû Ubeyde'nin naklettiğine göre; "Ona yardım ettim, ona bağış olarak verdim" demektir. Bağış (atiyye)in ismi ise; şeklinde gelir. Yani onlara verilen bu bağış ve onlara yapılan bu yardım ne kadar kötüdür! Bu kelime aynı zamanda "büyükçe kap" anlamına da gelir. Bunu el-Cevherî ifade etmiştir. Âyet "Kendisine bağış yapilanın bağışı ne kötü bir bağıştır!" şeklindedir. el-Maverdî'nin naklettiğine göre; şeklinde "ra" harfi üstün olarak okunursa, büyükçe kap, esreli olarak okunursa, o kaptaki içecek şey anlamındadır. Bunu el-Esmaî'den nakletmektedir. Buna göre bu ifade ile sanki onlara cehennemde içirilecek şeylerin kötülüğü anlatılmış gibidir. Yine bu kelimenin fazlalık anlamında olduğu da söylenmiştir, yani o Fir'avun ve beraberindekiler suda boğulduktan sonra, onlara ayrıca verilecek olan ateş (azâbı) ne kadar da kötüdür! Bu açıklamayı da el-Kelbî yapmıştır. 100İşte bunlar o ülkelere ait haberlerdendir. Onları sana kıssa olarak anlatıyoruz. Onlardan kimi hâlâ ayakta duruyor, kimi de biçilmiştir. "İşte bunlar ülkelere ait haberlerdendir. Onları sana kıssa olarak anlatıyoruz." Âyetindeki: " İşte bunlar" mukadder bir mübtedânın haberi olarak ref mahallindedir. Yani işte durum böyledir, takdirindedir. Mübtedâ olarak merfu da kabul edilebilir. Daha Önce geçmiş ülkelere ait bu haberleri Biz sana okuyoruz, takdirinde olur. "Onlardan kimi hâlâ duruyur, kimi de biçilmiştir." Katâde der ki: "Hâlâ duran" duvarları, çatıları üstüne çökmüş ve böylece iz bırakmış olan yerler, "biçilmiş" olanlar ise hiçbir izi kalmamış olanlardır. Şöyle de açıklanmıştır: "Hâlâ duranlar" mamur halde bulunanlardır, "biçilmiş" olanlar ise harabe halinde bulunanlardır. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Mücahid de der ki: "Hâlâ duran" duvarları çatıları üstüne çökmüş olanlar, "biçilmiş olanlar" ise kökten imha edilmiş olanlardır. Bununla ekin gibi biçilmiş olanları kastetmektedir. Şair der ki: "Ölümün aralarındaki paylaştırmasında insanlar, Kimisi hâlâ ayakta duran, kimisi de biçilmiş bulunan ekin gibidir." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Bizler ancak taze ekine benzeriz, Ne zaman, olgunlaşırsa, onu biçen gelir (onu biçer)." el-Ahfeş Said de der ki: Buradaki "biçilmiş" anlamında ve "faîl" veznindeki: kelimesi mefûl vezninde "biçilmiş" demektir. Bunun çoğulu da; gelir. " Hastalar" kelimesi gibi. Yine el-Ahfeş der ki: Bu kelime akıi sahibi varlıklar hakkında çoğul olarak: şeklinde gelir, tıpkı "Maktul ve maktuller" gibi. 101Biz, onlara zulmetmedik, fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler. Rabbinin emri gelince, Allah'ı bırakıp da tapındıkları ilâhları onlara bir fayda sağlamadı. Zarara uğratmaktan başka bir şeylerini de arttırmadılar "Biz onlara zulmetmedik." Sözlükte zulüm bir şeyi asıl konulması gereken yerinden başka bir yere koymak demektir. el-Bakara Sûresi'nde (2/35. âyet, 13. başlıkta) yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. "Fakat onlar" küfür ve masiyetlerle "kendi nefislerine zulmettiler." Sîbeveyh'in naklettiğine göre; "Ona zulmetti" denilebilir. "Rabbinin emri gelince, Allah'ı bırakıp da tapındıkları ilâhları onlara bir fayda sağlamadı." Yani ibadet ettikleri ilâhları azaplarından herhangi bir şeyi önleyemedi. "Zarara uğratmaktan başka bir şeylerini de arttırmadılar." Bu âyetteki kelimesini Mücahid ve Katâde "zarara uğratmak" diye açıklamışlardır. Şair Lebid de şöyle demektedir: "Artık çürüyüp gittim. Zaten her yeni şeye sahip olan sonunda Çürümeye gider. İşte zarara uğratmak da budur." (Aynı kökten gelen) "et-tebâb" ise helâk ve hüsran demektir. Bu âyette hazfedilmiş sözler de vardır. Yani onların putlara ibadet etmeleri... başka şeylerini arttırmadılar, demektir. Muzaf hazfedilmiştir, bu da şu demektir: Onların o putlara tapmaları, kendilerine âhiret mükâfatını kaybettirmiştir. 102Zulüm yapan ülkeleri yakaladığında Rabbinin yakalayısı işte böyledir. Şüphesiz, O'nun yakalayışı pek acıklı, pek şiddetlidir. "Zulüm yapan ülkeleri yakaladığında, Rabbininyakalayışı işte böyledir." Yani yüce Allah, Nûh, Âd ve Semûd kavminin kasabalarını azâb ile yakaladığı gibi, işte bütün zalim kasabaları da böylece yakalar. Âsım el-Cahderî ile Talha b. Mûsarrif; "Yakaladığında, yakalayışı işte böyledir" âyetini: " Yakaladığında Rabbin böyle yakaladı" şeklinde okumuşlardır. Yine el-Cahderî'den: "Rabbinin yakalayışı İşte böyledir" bölümünü cemaat gibi okuduğu nakledilmekle birlikte "ülkeleri yakaladığında" anlamındaki âyeti da; şeklinde okuduğu da nakledilmiştir. el-Mehdevî der ki: "Yakaladığında Rabbinin yakalayışı işte böyledir" şeklindeki okuyuş, yüce Allah'ın geçmiş ümmetleri helâk etmekteki adeti ile ilgili haber vermek anlamındadır ve şu demektir: İşte Rabbin helâk edilen ümmetlerden azâb ile yakaladığını, yakaladığı vakit bu şekilde yakalar, Cemaatin kıraatine göre ise "yakalayış" anlamındaki kelime mastar kabul edilmiştir ve anlam şöyle olur: İşte Rabbin helâk ettiği kimseleri azâb ile yakaladığı vakit, O'nun yakalaması böyledir. Çünkü (cemaatin kıraati dışındaki kıraatte) "elif" siz olarak; şeklindeki okuyuş, mazi içindir, yani ülkeleri yakaladığında demektir. Buna karşılık (cemaatin kıraatindeki; ise gelecek (muzari) için kullanılır. "Zulüm yapan ülkeler" ise halkı zalim olan ülkeler demektir ve muzaf hazfedilmiştir. Yüce Allah'ın: "O kasabaya sor" (Yusuf:, 12/82) âyetinde olduğu gibidir. "Şüphesiz O'nun yakalayışı pek acıklı, pek şiddetlidir." O'nun müşrikleri cezalandırması çok acı, çok ıstırab verici ve çok ağırdır. Müslim'in Salih'i ile Tîrmîzî'de Ebû Mûsa yoluyla gelen hadise göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki Allah zalime mühlet verir, ama sonunda onu yakaladı mı bir daha da bırakmaz." Sonra da: Zulüm yapan ülkeleri yakaladığında Rabbinin yakalayışı işte böyledir..." âyetini okudu. Ebû Îsa (et-Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih, garib bir Buhârî, Tefsir 11. sûre 5; Müslim, Birr 61; Tirmizî, Tefsir 11. sûre 2; İbn Mâce, Fiten 22. hadistir. 103Bunda âhiret azabından korkanlar için elbette bir İbret vardır. O, kendisinde bütün insanların toplanacakları bir gündür, o şahit olunacak bir gündür. "Bunda âhiret azabından korkanlar için elbette bir ibret" bir alamet ve bir öğüt "vardır. O, kendisinde bütün insanların toplanacakları bir gündür" âyetinde geçen; ve O,... bir gündür" mübtedâ ve haberdir. "Toplanacakları" da bu günün sıfatlarından birisidir. "Butun insanlar" ise meçhul fîilî olan "toplanacakları" anlamındaki fiilin nâibi faili (sözde öznesi)dir. Bundan dolayı -günün sıfatı olan-; " Toplanacakları" kelimesi çoğul olarak değil de tekil olarak gelmiştir. Şayet "insanlar" kelimesinin mübtedâ olarak meıfu kabul edildiği "kendisinde... toplanacakları" anlamındaki da haber kabul edecek olursak, bu takdire göre de çoğul olarak kullanılmaz. Çünkü; "Kendisinde" ifadesi fail yerini tutmaktadır. Toplamak ise hasretmek, bir araya getirmek demektir. Yani insanlar o günde toplanacak, haşredileceklerdir. "O şahit olunacak bir gündür." O günde iyi kimse de, facir kimse de şahit olacak, hazır bulunacaktır. Sema ehli de o günde hazır bulunacaklardır. Kıyâmetin isimlerinden iki isim olan (yevmu'n-mecmü ve yevmu'n-meşhûd) isimlerini diğer isimlerle birlikte "et-Tezk ire "adlı eserimizde söz konusu ettik ve bunlara dair açıklamalarda bulunduk. Yüce Allah'a hamdolsun. 104Biz, onu ancak sayısı belli bir zamana kadar geciktiririz. "Biz onu" o günü "ancak sayısı belli" yani önceden Bizim tarafımızdan hükme bağlanmış ve Bizce sayısı bilinen "bir zamana kadar geciktiririz." 105O gün gelince, Allah'ın izni olmaksızın hiçbir kimse söz söyleyemez. Onlardan kimisi bedbaht, kimisi bahtiyardır. "O gün gelince" âyeti diye de okunmuştur. Çünkü "ya" harfinden önce esre var ise "ya" hazfedilir. Mesela; " Bilmiyorum" denilir (ve "ya" hazfedilir.) Bunu da el-Kuşeyrî nakletmektedir. en-Nehhâs ise der ki: Medineliler Ebû Amr ve el-Kisaî idrac halinde (okuyup geçerken) "ya"yı (med ile) okurlar; vakf halinde ise hazfederler. Rivâyete göre de Ubeyy ve İbn Mes'ûd vakıf halinde de, vasıl halinde de "yalı olarak okumuşlardır. el-A'meş ve Hamza ise vakf halinde de, vasl halinde de "ya"sız okumuşlardır. Ebû Ca'fer en-Nehhâs der ki: Bu yerde uygun olan üzerinde vakıf yapmamak ve bunun "ya" okunarak vasl yapılmasıdır. Çünkü bir grup nahiv bilgini şöyle demişlerdir: "Ya" (böyle bir yerde) hazfedilmez ve cezm edatı ("ya"nın hazfı cezm alâmeti olduğundan) olmaksızın herhangi bir kelime cezmedilmez. "Ya"sız vakıf yapmaya gelince, bu konuda el-Kisaî'nin bir görüşü vardır ve o şöyle der: Çünkü salim olan fiil üzere meczûtn imiş gibi vakıf yapılır, o bakımdan tıpkı (salim fiildeki) ötrenin hazf edildiği gibi burada da "ya" harfi hazfedilir. Hamza'nın kıraatine gelince, Ebû Ubeyd vasl ve vakf hallerinde de "ya"nın hazfedilmesi lehine iki şekilde gerekçe göstermiştir: 1- O Hazret-i Osman (radıyallahü anh')ın Mushafı olduğu söylenen İmâm Mushaf da bu kelimeyi "ya "sız olarak gördüğünü iddia etmiştir. 2- Bunun Huzeyllilerin şivesi olduğunu nakletmekte ve buna göre Huzeylliler: " Bilmiyorum" derfken sondaki "ya" harfini hazfetmektedirler). en-Nehhâs der ki: Ebû Ubeyd'in, Osman (radıyallahü anh)a Mushafını delil göstermesi, çoğu İlim adamlarının reddettikleri bir görüştür. Çünkü Malik b. Enes Allah'ın rahmeti üzerine olsun der ki: Ben Osman (radıyallahü anh)ın Mushaf'ını soruşturdum, bana: O artık yok, dediler. Ebû Ubeyd'in, Huzeyllilerin "bilmiyorum" derken "ya" harfini hazfetmelerini delil göstermesine gelince, bunda da delil olacak taraf yoktur. Çünkü böyle bir hazfi eski nahivciler nakletmişler ve bunun gerekçesini de söz konusu etmekle birlikte, bunun kıyasa esas alınamayacağını da ifade etmişlerdir. el-Ferrâ' da "ya" harfinin hazfı ile ilgili olarak şöyle bir beyit nakletmektedir: "İki avucun bir avuç gibidir, cömertliğinden dolayı bir dirhem dahi Tutmaz, diğeri ise kılıçla kan verir" Burada "verir" anlamındaki: fiilinin sonundaki "ya" harfi hazfedilmiştir. Sîbeveyh ve el-Halil'in de naklettiklerine göre Araplar; "Bitmiyorum" diyerek "ya" harfini hazfederve sonundaki esre ile yetinirler. Ancak onların iddiasına göre bu, kullanımın çokluğundan dolayıdır. ez-Zeccâc ise der ki: Nahiv bakımından daha uygun olan "ya" harfinin de zikredilmesidir. Benim uygun gördüğüm görüş de Mushaf'a ve kıraat âlimlerinin icmaina tabi olmaktır. Çünkü kıraat uyulması gereken bir sünnettir ve buna uygun olarak Arap dilinde de kullanımlar görülmüştür. "Allah'ın izni olmaksızın hiçbir kimse söz söyleyemez" âyetindeki: " Söz söyleyemezin asli; şeklindedir. Hafif olsun diye iki "te"den birisi hazf edilmiştir. Ayrıca bu âyette hazfedilmiş ifadeler de vardır. Yani o gün hiçbir kimse, hakkında izin verilmiş güzel sözden başka hiçbir söz söyleyemez ve konuşamaz. Çünkü o günde çirkin sözü terketmeye mecbur edileceklerdir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Hiçbir kimse Allah'ın izni ile olmaksızın ne bir delil söyleyerek konuşacak, ne de şefaat maksadıyla konuşacaktır. Yine denildiğine göre; insanların, Allah'ın huzurunda, O'nun izni ile olmaksızın konuşmaktan men olunacakları bir vakit vardır. Bu âyet-i kerîme dinde inkâra sapmak isteyen kimselerin hakkında soru sordukları en çok âyetlerden birisidir. Bunlar derler ki: Neden: "Allah'ın izni olmaksızın hiçbir kimse söz söyleyemez" diye buyururken başka bir yerde: "Bu, onların konuşamayacakları bir gündür. Onlara izinde verilmeyecek ki özür dilesinler." (el-Murselât, 77/35-36) Kıyâmetin söz konusu edildiği bir başka yerde ise: "Onlardan bir kısmı diğer bir kısmına yönelip, biri diğerine soru sorarlar." (es-Sâffât, 11/21) Yine bir başka yerde şöyle denilmektedir: "O gün gelen herkes kendi nefsi için mücâdele edecek," (en-Nahl, 16/111) Bir başka yerde: "Ve durdurun onları, çünkü onlar sorgulanacaklardır." (es-Saffat, 37/24) denildiği halde; bir diğer yerde de: "O günde ne insana, ne cinne günahı sorulmayacak" (er-Rahmân, 55/39) denilmektedir? Cevab az önce sözünü ettiğimiz husustur. Yani onlar kendileri lehine kabul edilebilecek bir delili söyleyemeyecekler, aksine günahlarını ikrar ile birbirlerini kınayarak ve günahları biri diğerine atarak konuşacaklardır. Kendileri lehine kabul olunabilecek bir delil söyleyerek konuşmaya gelince, bu söz konusu olmayacaktır. Ru da sizinle çokça konuşmakla birlikte konuşmasında en ufak bir delil olmayan kimseye: Sen bir şey söylemiş değilsin, sen hiçbir şey demedin, demeye benzer. Buna göre delilsiz konuşan bir kimseden hiçbir şey konuşmairuş diye söz edilir. Bir kesim de şöyle demektedir; Kıyâmet günü çok uzun bir gündür. Onun değişik yerleri, halleri ve konumlan vardır. Kimisinde konuşmaktan men olunurlar, kimisinde de konuşmaları serbest bırakılır. İşte bu da O'nun izni olmaksızın hiçbir kimsenin konuşmayacağının delilidir, "Onlardan kimisi bedbaht, kimisi bahtiyardır." O nefislerden yahut ta o insanlardan kimisi bedbaht kimisi bahtiyardır, demektir. Zaten yüce Allah bütün bu insanları: "O kendisinde bütün insanların toplanacakları bir gündür" diye zikretmiş bulunmaktadır. Bedbaht (şakiy), bedbaht olacağı yazılmış kimsedir, bahtiyar (muttu, saîd) ise hakkında mutlu olacağı yazılmış olandır. Nitekim şair Lebid de şöyle demektedir: "Onlardan kimisi mutludur, payını alır. Kimisi de bedbahttır (dar) geçime kanaat etmektedir." Tirmizî’nin rivâyetine göre İbn Ömer, (babası) Ömer b. el-Hattâb'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Şu: "Onlardan kimisi bedbaht, kimisi bahtiyardır" âyeti nazil olunca Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a şöyle sordum: O halde ey Allah'ın Peygamberi! Ne diye amel ediyoruz? Yapıp bitirilmiş bir şeye rağmen mi? Yoksa henüz yapıp bitirilmemiş bir husus mu var? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Bilakis, yapıp bitirilmiş ve kâlemlerin yazıp bitirdiği bir şeye rağmen ey Ömer! Ancak herkes ne için yaratılmışsa, o ona kolaylaştırır," (Tirmizî) dedi ki: Bu, bu yolla hasen, garib bir hadistir ve biz bunu ancak Abdullah b. Ömer rivâyetiyle biliyoruz. Tirmizî, Tefsir 11. sûre 3;ayrıca A'raf Sûresi'nde belirtilen yerde hadisin gösterilen kaynaklaklarında benzeri başka rivâyetler de vardır. Bu hadis daha önce de el-A'raf Sûresi'nde (7/172-174'ün tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 106Bedbaht olanlar ateşdedirler. Onlar orada yüksek hırıltılarla ve İnleyerek solurlar. "Bedbaht olanlar" mübtedâdır, "ateştedirler" haber mahallindedir. Aynı şekilde "onlar orada yüksek hırıltılarla ve inleyerek solurlar" anlamındaki âyet ta böyledir. Ebû'l-Âl-iyye dedi ki: "Yüksek hırıltı," (zefir); göğüsten gelen solumadır. " İnleyerek soluma (şehîk)" ise, boğazdan gelir. Yine ondan bunun zıttı açıklama da nakledilmiştir. ez-Zeccâc ise der ki: Yüksek hırıltı (zefir), şiddetlice inlemekten dolayıdır. İnleyerek soluma (şehîk) ise oldukça yüksek inlemekten dolayıdır. Yine der ki: Kûfeli ve Basralı dilbüginlerinin iddia ettiklerine göre "zefîr (yüksek hırıltı)" eşeğin anırmaya başladığı zaman ki sesidir. İnleyerek solumak (şehîk) ise eşeğin anırırken sonlardaki sesi gibidir. İbn Abbâs (radıyallahü anh) da bunun aksini söyleyerek der ki: Zefir yüksek ve şiddetli ses, şehîk ise cılız ve zayıf ses demektir. ed-Dahhâk ve Mukâtil de derler ki: Zefir eşeğin anırmasının başlangıcına, şehîk ise sesi kesildiği zaman anırmanın sonlarına benzer. Şair de der ki: "Karın boşluğunda sesin hırıltısı geldi veya sesi (anırması) kesildi. Öyle ki: Bu anıran birisi idi, ama ne anırdı, denilir." Bir başka açıklamaya göre zefir, kişinin içinin gamla dolup taşmış olduğu halde nefesini dışarıya vermesidir. Şehîk ise nefesi geri almaktır. Bir başka açıklamaya göre zefîr aşırı kederden dolayı nefesi evirip çevirmektir. Bu da sırtın üzerinde ağır yük taşımak demek olan "ez-zefr"den alınmadır. Şehîk ise uzayıp giden nefes demektir ve bu da yüksek anlamına gelen "şâhik(a) dağ" ifadesinden alınmadır. (Kısacası) zefîr de şehîk de üzüntülü ve kederlilerin çıkardığı seslerdendir. 107Onlar gökler ve yer ayakta durdukça orada ebediyyen kalıcıdırlar. Rabbinin dilediği kadarı müstesna. Şüphesiz Rabbin dilediğini yapandır. "Onlar gök ve yer ayakta durdukça orada ebediyyen kalıcıdırlar" âyetindeki: "Ayakta durdukça," lâfzı zarf olarak nasb mahal-Ündedir. Yani gökler ve yer devam ettikçe, demektir. İfadenin takdiri ise devam ettikleri süre boyunca, şeklindedir. Bunun te'vilî hususunda farklı görüşler vardır. Aralarında ed-Dahhâk'ın da bulunduğu bir kesime göre şu demektir: Cennet ve cehennemin seraâvâtı ve arzı devam ettikleri sürece... Semâ başının üstünde bulunan ve seni gölgelendiren herşeyin adıdır. Arz ise ayağın ile üzerine bastığın yerdir. Kur'ân-ı Kerîm'de de şöyle buyurulmaktadır: "Cennetten dilediğimiz yere konmak üzere, arzı bize miras veren Allah'a hamdolsun."(ez-Zümer, 39/74) Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah burada bildiğimiz dünya semâ ve arzını kastetmiş ve bunu Arapların bir şeyin devam etmesi ve ebediliğine dair haber vermek şeklindeki adetlerine göre ifade kullanmıştır. Nitekim Arapların; sonu gelmeksizin uzun bir vakit anlatmak istediklerinde kullandıkları ifadelerden olan: Gece kararıp etrafı örttüğü yahut bir sel akıp gittiği, ya da gece gündüz değişip durduğu, güvercinler ötüştüğü, gökler ve yer devam ettiği sürece... ve buna benzer deyimleri bu kabildendir. Yüce Allah da bununla onlara kâfirlerin bu azâb içerisinde ebedî bırakılacaklarını anlatmaktadır. Her ne kadar göklerin ve yerin zeval bulacağını, başka yerde haber vermiş olsa bile (burada Arapların anlatım üslûblarına uygun ifade kullanılmıştır). İbn Abbâs'tan da nakledildiğine göre yaratılmış bütün eşyanın ash Arş'ın nurundandır. Gökler ve yer de âhirette bu alındıkları nura geri döndürüleceklerdir. Dolayısı ile gökler ve yer Arş'ın nurunda ebedî ve daimîdirler. "Rabbinin dilediği kadarı müstesna" anlamındaki âyet nasb mahallindedir. Çünkü bu birinci türden (müstesna minh'in türünden) olmayan (munkatı') bir istisnadır. Bu hususta on farklı görüş vardır: 1- Bu istisna yüce Allah'ın: "Ateştedirler" âyetinden istisna edilmiştir. Şöyle buyurulmuş gibidir: Rabbinin, bazılarını buradan (ateşten) geri bırakmayı diledikleri müstesna. Bu Ebû Nadra'nın. Ebû Said el-Hudrî ve Câbir (radıyallahü anh)dan naklettiği bir görüştür. Burada (akıl sahipleri için kullanılan):in kullanılmaması maksadın şahislar değil sayı olmasından dolayıdır. Bu da; "Size helal olan" (en-Nisa, 4/3) âyetine benzemektedir. Ebû Nadra'dan, o Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)dan (dedi ki): "Allah'ın -masiyet ile bedbaht olsalar dahi- cehenneme sokmak istemediği kimseler müstesnadır" demektir. 2- Buradaki İstisna mü’min, günahkâr kimselerin belli bir süre cehennemde kaldıktan sonra çıkartılmaları hakkındadır. Buna göre yüce Allah'ın: "Bedbaht olanlar" âyeti kâfirler ve günahkârlar hakkında umumidir. İsüsnâ da "ebediyyen kalıcıdırlar" âyetinden yapılmış olur. Bunu da Katâde, ed-Dahhâk, Ebû Sinan ve başkaları ifade etmişlerdir, Enes b. Malik yoluyla gelen sahih hadiste de şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bir takım insanlar cehenneme gireceklerdir. Nihayet bunlar ateşte yanıp kömür gibi olacaklarında oradan çıkartılırlar ve cennete girerler. Bu sefer: İşte bunlar cehennemilerdir, denilir." Müsned, III, 144. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden en-Nisâ Sûresi'nde (4/93- âyet, 7. başlıkta) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. 3- İstisna yüksek hırıltılarla ve inleyerek solumadan yapılmıştır. Yani Rabbinin sözünü etmediği azâb çeşitleri arasından olmak üzere onların yüksek hırıltılarla ve inleyerek solumaları vardır. Cennet ehlinin de aynı şekilde sözünü ettiği ve etmediği pek çok nimetleri vardır. Bu açıklamayı İbnu’l-Enbarî nakletmektedir. 4- İbn Mes'ûd dedi ki: "Onlar gökler ve yer ayakta durdukça orada ebediyyen kalıcıdırlar" yani orada ölmezler ve oradan çıkamazlar. "Rabbinin dilediği kadarı müstesnadır." Bu ise ateşe emir verip ateşin onları yiyip bitirmesi, sonra da onları yeniden yaratması demektir. Derim ki: Bu görüş özel olarak kâfir hakkındadır ve istisna da yenilmeleri ve yeniden yaratılmaları hususunda ondan (kâfirin kendisinden) yapılmıştır. 5- Buradaki; "Müstesna" istisna edatı olan; "Dışında, hariç" anlamında olmasıdır. Konuşma esnasında benimle beraber Zeyd dışında kimse yoktur, benim senin üzerinde önceden alacağım olan bin dirhem dışında, iki bin dirhemim daha vardır, demek gibi. Buna göre anlam şöyledir denilmiştir: Rabbinin dilediği ebedilikten ayrı olarak, gökler ve yer ayakta kaldıkları sürece... 6- Bu, "çıkartılmak"tan yapılan bir istisnadır. Kendisi ise onları oradan çıkartmak istemez. Mesela, bir kimse belli bir fiili yapmaya devam edip bunun üzerinde ısrar etmekte iken, ben bu işi -başkasını yapmayı istemem müstesna- yapmak istiyorum, demesine benzer. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Elbetteki O, onları oradan çıkartmayı dilese çıkartır, fakat onlara kendilerinin orada ebediyyen kalacaklarını bildirmiştir. Bu iki görüşü de ez-Zeccâc dilbilginlerinden nakledip der ki: Meâni (el-Kur'ân'a) dair eser yazan kimselerin bu konuda iki görüşü daha vardır. Bu iki görüşten birisine göre: "Onlar gökler ve yer ayakta durdukça orada ebediyyen kalıcıdırlar. Rabbinin dilediği kadarı müstesna" âyetindeki istisna onların kabirlerinin başında duracakları ve hesaba çekilecekleri, dünyada, berzah âleminde kaldıkları süre ile hesab için duracakları süredir. 7- Diğer bir görüşe göre ise buradaki istisna, nimet ve azaba yapılacak fazlalık hakkındadır. İfadenin takdiri de şöyle olur: "Onlar gökler ve yer ayakta durdukça orada ebediyyen kalıcıdırlar. Rabbinin dilediği kadar müstesna" Rabbinin nimet ehline arttırmayı dilediği nimet kadar ile cehennemliklere arttırmayı dilediği azâb miktarı müstesna. Derim ki: Buna göre ebediliğin artunlmasındaki istisna, dünyada bildiğimiz gök ve yerin kalıcılık süresine yapılacak ziyade ile ilgilidir. Bu görüşü et-Tirmizî el-Hakîm, Ebû Abdullah Muhammed b. Ali tercih etmiştir. Yani onlar orada göklerin ve yerin devam edeceği kadar ebedî kalacaklardır. Bu ise âlemin devam edeceği süredir. Göğün ve yerin de değişikliğe uğrayacakları bir vakitleri vardır ki o da yüce Allah'ın şu âyetinde söz konusu edilmektedir: "O gün yer başka bir yerle değiştirilecektir." (İbrahim, 14/48) Şanı yüce Allah, Âdemoğullarını yaratmış ve onlarla alışverişe girmiştir. Canlarını ve mallarını kendilerinden cennet karşılığında satın almıştır. İşte misak (ahitleşme) günü bu esasa göre onlarla alışveriş yapmıştır. Bu sözünü yerine getirene cennet vardır. Kendisini esarete teslim eden ise, göklerin ve yerin devamı süresince cehennemde ebedi kalır. Çünkü gökler ve yer böyle bir alışveriş muamelesi dolayısıyla devam ederler. Cennet ehli için de bu kadar miktar cennette ebedilik vardır. İşte bu muamelenin gerektirdiği süre sona erdi mi hepsi de artık Allah'ın meşîetine tabi olurlar. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Biz göklerle yeri ve ikisinin arasında olanları oynayalım diye yaratmadık. Biz onları ancak hak ile yarattık." (ed-Duhân, 44/38-39) Böylelikle her iki yurdun sakinleri göklerin ve yerin devamı miktarınca orada ebediyyen bırakılırlar. İşte bu miktar rububiyetin azamet hakkıdır. Daha sonra yüce Allah Ehadiyyet hakkı dolayısıyla her iki yurdun sakinleri için de ebediliği vacib kılar. Buna göre kim Allah'ın Ehadiyyetini muvahhid olarak Allah'ın huzuruna çıkacak olursa, kendi yurdunda (cennette) ebedi kalır. Her kim de Allah'ın Ehadiyetine bir başka ilahı şirk koşarak Allah'ın huzuruna varırsa, o da cehennem hapsinde ebediyyen kalacaktır. Böylelikle yüce Allah kalacakları ebedî sürenin miktarını da bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: "Rabbinin dilediği kadarı müstesnadır." Yani hiçbir şekilde sonu gelmeyeceğinden ötürü kalblerin takdir etmekten aciz kalacağı uzunca bir süre "azabta kalacaklardır." O halde cennetliklerin de, cehennemliklerin de her iki yurtta ebedi kalışları onların itikİsimleri sebebiyledir. 8- Şöyle de denilmiştir: Buradaki; "Müstesnadır" iradesi "vav" anlamındadır. Bunu da el-Ferrâ' ve kimi nazar (kelâm) âlimleri söylemişlerdir ki, bu da sekizinci görüştür. Anlamı da şöyle olur: Dünyadaki göklerin ve yerin devamı süresine, Allah'ın dilediği kadar ebedilik süresi de vardır. Nitekim, yüce Allah'ın: "Zulmedenler müstesna." (el-Bakara, 2/150) âyeti ile ilgili olarak; "... ve zulmedenler de" anlamında olduğu söylenmiştir. Şair de şöyle demektedir: "Her kardeş, kardeşinden ayrılacaktır; babanın ömrü hakkı için; Ve illa ki kutup yıldızları da," "Ve kutub yıldızları da ayrılacaklardır" anlamındadır. Ebû Muhammed Mekkî de der ki: Bu açıklama şekli yani İstisna edatının "vav" anlamına gelmesi Basralılara göre uzak bir ihtimaldir. Zaten buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/150. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 9- Anlamın; Rabbinin dilediği gibi... şeklinde olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Babalarınızın nikâhladığı kadınları nikâhlamayın. Ancak geçmiş olan müstesna" (en-Nisa, 4/22) âyeti, bu da geçmişte olduğu gibi... anlamındadır ki, dokuzuncu görüş de budur. 10- Yüce Allah'ın: "Rabbinin dilediği kadarı müstesnadır" âyeti şeriatın benzeri herbir sözde kullanmayı teşvik eltiği İstisna kabilindendir. Bu da yüce Allah'ın şu âyeti gibidir: "Allah'ın izniyle elbette Mescid-i Haram'a korkusuzca, emniyetle... gireceksiniz." (el-Feth, 48/22) Buradaki bu istisna (inşaallah demek) Allah tarafından vaadedildiği için vacip olan bir şey hakkında kullanılmıştır. Böyle bir istisna da aynı şekilde şart hükmündedir. Şöyle buyurulmuş gibidir: Şayet Rabbin dilerse... demek olup, bu gibi istisna ne muttasıl, ne de munkatı' olmakla nitelendirilebilir. Bunu da şanı yüce Allah'ın şu âyeti desteklemekte ve güçlendirmektedir: " ... Bu arkası kesilmeyen bir bağıştır." Buna yakın bir açıklama da Ebû Ubeyd'den nakledilmektedir. O der ki: Yüce Allah'ın meşîeti önceden beri her iki kesimin, herbirisi kendi yurtlarında ebedî kalacakları şeklinde vukua geldi ve istisna lâfzı da vaki oldu. Ancak ebedilik hususundaki azimet bundan öncedir. Bu da şanı yüce Allah'ın: "Elbette Mescid-i Haram'a -inşaallah- korkusuzca, emniyetle... gireceksiniz." (el-Feth, 48/27) âyetindeki istisna gibidir. Yüce Allah ise onların kesin olarak gireceklerini bilmiştir, o bakımdan her iki yerde de kendi ihtiyarı (seçim ve tercihi) İle istisnanın gereklerini yerine getirmemiştir. Zira ezelden beri O'nun meşîeti her iki yurtta (cennet ve cehennemde) de ebedî kalmayı ve Mescid-i Haram'a da girmeyi kararlaştırmıştır. Buna benzer bir açıklama el-Ferrâ''dan da nakledilmektedir. 11- Onbirinci olarak zikredilecek bir görüş daha vardır ki, o da şudur: Bedbaht olanlar bahtiyarların kendileri, bahtiyar olanlar da bizzat bedbahtların kendileridir, başkaları değildir ve her iki yerde de istisna onlara râcidir. Şöyle açıklayabiliriz: İstisna edatından sonraki; “Şey", " Kimseler" anlamındadır. Şanı yüce Allah cehenneme girip de orada ebedî kalacak olanlar arasından Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetinden olup sahip oldukları îman dolayısıyla cehennemden çıkartılacak kimseleri istisna etmiştir. Cennete girip de orada ebediyyen kalacak olan kimselerden de, cennete girmeden önce günahları dolayısıyla cehenneme girecek, sonra da oradan çıkıp cennete gidecek olan kimselerdir. İşte ikinci istisnanın söz konusu edildiği kimseler de bunlar (cennete sonradan girecek olanlar)dır. Yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir; "Bedbaht olanlar ateştedirler. Onlar orada yüksek hırıltılarla ve İnleyerek solurlar. Onlar gökler ve yer ayakta durdukça orada ebediyyen kalıcıdırlar. Rabbinin dilediği kadarı müstesna" yani Rabbinin orada ebedî bırakmak istemediği kadarı müstesna. Bunlar ise Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ümmeti arasından îmanları ile ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)in şefaati ile cehennemden çıkarılacak olanlardır, işte onlar cehenneme girmeleri dolayısıyla bedbaht kimseler diye adlandırılırlar, cennete girecekleri için de bahtiyar kimseler diye adlandırılırlar. Nitekim ed-Dahhâk, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bahtiyar olanlar cehenneme girmekle bedbaht olurlar, daha sonra ise cehennemden çıkıp cennete girmeleri suretiyle bahtiyar olacaklardır. 108O bahtiyar olanlara gelince, onlar da cennettedirler. Gökler ve yer ayakta durduğu müddetçe, orada ebediyyen kalıcıdırlar. Rabbinin dilediği kadarı müstesnadır. Bu arkası kesilmeyen bir bağıştır. "O bahtiyar olanlara gelince" anlamındaki âyet el-A'meş, Hafs, Hamza ve el-Kisaî tarafından "sin" harfi ötreli olarak; diye okunmuştur. Ebû Amr ise der ki: Bu kelimenin "sin" harfi üstün olarak; şeklinde olduğunun delili, birincisinin; "Bedbaht olanlar" ifadesinin; şeklinde gelmemiş olmasıdır. en-Nehhâs ise der ki: Ben Ali b. Süleyman'ın, el-Kisaî'nin Arapçayı çok iyi bilen birisi olmakla birlikte; şeklindeki kıraatinden hayret ettiğini gördüm. Çünkü böyle bir kıraat câiz olmayacak kadar ileri derecede bir lahn'dır. Ancak; "Filan bahtiyar oldu ve filanı Allah bahtiyar etti" denilir. Buradaki; "Bahtiyar edildi" fiili, " Hastalandırıldı" fiili gibidir. Ancak el-Kisaî, Arapların "mesud: bahtiyar" şeklindeki kullanışları deli) göstermekle birlikte, bunun delil olacak bir tarafı yoktur. Çünkü aslında; "Kendisinde bahtiyar olunan bir yer" diye kullanılır, daha sonra burada; "Kendisinde" kelimesi hazfedilir ve o mekân ism-i mef'ûl ile adlandırılır. el-Mehdevî ise der ki: Buradaki;" Bahtiyar olanlar" lâfzında "sin"i ötreli olarak okuyanların okuyuşu Arapların; Bahtiyar edilmiş kimse" sözlerine hamledilir (o manada anlaşılır). Ancak bu oldukça az ve istisnai bir kullanım şeklidir. Zira -Allah onu bahtiyar etti, anlamına değil de, denilir. es-Sa'lebî de der ki: şeklinde, "sin" harfi ötreli olarak; kendilerine mutluluk, bahtiyarlık rızık olarak verildi, anlamındadır. Aynı şekilde İle, aynı anlamda olduğu söylenmiştir. Bunun dışındaki diğer kıraat âlimleri şeklinde "sin" harfini üstün olarak ve kıyas ile okumuşlardır. Bu kıraati de Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim tercih etmişlerdir. el-Cevherî der ki: Saadet (bahtiyarlık), şekavet (bedbahtlık)dan farklıdır. Çünkü "ayn" harfi esreli olarak; Kişi mutlu oldu" ve; " O mutludur" denilir. Tıpkı; "Esenliğe kavuştu ve o esenliğe kavuşmuştur" demeye benzer. "Sin" harfi ötreli olarak; " Mutlu edildi, bahtiyar kılındı" ve; "O bahtiyardır" denilir. Ancak bu şekildeki kullanımdan hareketle aynı anlamda, denilmez. Araplar sanki; ile buna ihtiyaç duymamışlar gibidir. el-Kuşeyrî Ebû Nasr Abdu'r-Rahîm der ki: Nitekim; "Allah onu bahtiyar kıldı, o bahtiyardır," şeklindeki kullanım vârid olduğu gibi -aynı anlamda olmak üzere kullanımı da varid olmuştur. Bu da Kûfelilerin görüşünü pekiştirmektedir. Sîbeveyh de der ki: -Filan bahtiyar edildi anlamında-: denilmez. Nitekim -filan bedbaht kılındı anlamında-: da denilmez. Çünkü bu fiiller teaddî etmeyen (mef'ûle geçişi olmayan) fiillerdendir. "Bu arkası kesilmeyen bir bağıştır" âyetindeki, kelimesi, kesilmeyen anlamında olup; "Kesti, keser" anlamındaki fiilden türetümiştir. en-Nâbiğa der ki: "(O kılıçlar) iki kat dokunmuş Yemen'in Selûkî diye bilinen zırhlarını dahi koparır. Ve enlice taşlarında, ateş böceklerinin karanlıktaki kıvılcımları gibi kıvılcım saçar." 109O halde bunların tapmakta oldukları şeylerden hiç şüphen olmasın. Onlar ancak evvelce babalarının tapındıkları gibi, tapınıyorlar. Biz de onların paylarını muhakkak eksiksiz verecek olanlarız. "O halde bunların tapmakta oldukları şeylerden" İlâhlarının batıl olduğundan yana "hiç şüphen olmasın." Bu âyetteki; "...n olmasın" anlamındaki fiil, nehy dolayısıyla cezmedilmiştir. Çokça kullanım dolayısıyla da "nun" hazfedilmiştir. Bu âyet ile ilgili daha güzel bir açıklama da şöyledir: Ey Muhammed! Sen şüphe eden herkese de ki: "Bunların tapmakta oldukları şeylerden hiç şüphen olmasın ki Allah onlara, bunlara tapmalarını emretmiş değildir. Onlar bu putlara atalarının tapındıkları gibi, atalarını taklit ederek tapmaktadırlar." "Biz de onların paylarını muhakkak eksiksiz verecek olanlarız" âyeti ile İlgili üç görüş vardır: 1- "Payları"ndan kasıt rızıklandır. Bu açıklamayı Ebû'l-Aliye yapmıştır. 2- Kasıt azaptan paylarıdır. Bu açıklama İbn Zeyd'e aittir. 3- Kasıt onlara va'dolunan hayır ya da şer türünden şeylerdir. Bu açıklamayı da İbn Abbâs (radıyallahü anh) yapmıştır. 110Yemin olsun Biz, Mûsa'ya o kitabı verdik de hakkında ayrılığa düşüldü. Eğer Rabbinden bir söz geçmemiş olsaydı, elbette aralarında hüküm verilmiş olurdu. Halbuki muhakkak onlar bundan yana tereddüde düşüren bir kuşku içindedirler. "Eğer Rabbinden bir söz gelmemiş olsaydı" âyetindeki "söz: kelime" şudur: Şanı yüce Allah bu konudaki salâhı bildiğinden ötürü onları kıyâmet gününe kadar erteleyeceğine dair hüküm vermiştir. Eğer bu hüküm olmamış olsaydı, mü’mini mükâfatlandırmak, kâfiri de cezalandırmak suretiyle aralarında hüküm vermiş olurdu. Mûsa'nın kitabı hakkında ihtilâfa düşenler arasında hüküm verilmiş olacağının kastedildiği de söylenmiştir. Çünkü onların kimisi bu kitabı tasdik ediyor, kimisi yalanlıyordu. Bir diğer görüşe göre; ey Muhammed, senin hakkında anlaşmazlığa düşen bu kimseler hakkında, dünyada acilen cezalandırmak suretiyle hüküm verilmiş olurdu. Ancak bu ümmetin cezasının Kıyâmet Gününe kadar erteleneceğine dair ilâhî hüküm önceden beri verilmiş bulunuyor. "Halbuki muhakkak onlar bundan yana tereddüde düşüren bir kuşku içindedirler." Eğer bunlarıniz. Mûsa'nın kavmi oldukları kabul edilirse anlam şu olur: Onlar Mûsa'nın kitabı hakkında şüphe içinde idiler, şimdi de Kur'ân-ı Kerîm hakkında da şüphe içerisindedirler. 111Şüphesiz Rabbin herbirinin amellerinin karşılığını onlara tam olarak verecektir. Çünkü O, yaptıklarından haberdardır. "Şüphesiz Rabbin herbirinin amellerinin karşılığını onlara tam olarak verecektir." Yani Bizce sayıları tesbit edilmiş ümmetlerin herbirisi amellerinin karşılığını göreceği gibi, senin kavmin de aynı durumdadır, ey Muhammed. Bu âyetteki; "Şüphesiz... herbirinin" âyetini Haremeyn Ehli -onlarla beraber de Nafî', İbn Kesîr ve Ebû Bekr "nun" harfini şeddesiz olarak; şeklinde şeddeli ve amel eden şeddesizi olarak okumuşlardır. el-Halîl ve Sîbeveyh bunu zikretmişlerdir. Sîbeveyh der ki: Güvendiğim bir kimsenin bize anlattığına göre o, Arapları "Muhakkak Zeyd yola koyuldu" diye kullandıklarını İşittiğini bize bildirmiştir. Sîbeveyh ayrıca şairin şu mısraını da bize nakletmektedir: "Sanki o güzel, yeşil, yapraklı palamut ağacına uzanan ceylan gibidir." Şair burada; " Sanki o" demek istemiş ve-bunu şeddesiz kullanarak ondan sonraki kelimeyi de nasbetmiştir. Basralılar da amel etmekle birlikte; in şeddesiz kullanılmasını câiz kabul ederler. Ancak el-Kisaî bunu kabul etmeyerek der ki: Ben yüce Allah'ın: " Şüphesiz... herbirinin" âyetinin neye dayanarak böyle okunduğunu bilemiyorum. el-Ferrâ': " Herbirinin" lâfzını şeddesiz okuyanların kıraatine göre; " Onlara tam olarak verecektir" âyeti ile nasb edildiğini iddia etmiştir. Yani bu; "takdirindedir. Ancak bütün nahivciler bunu kabul etmeyerek: Bu çok büyük bir yanlışlıktır ve hiçbir kimseye göre -şüphesiz Zeyd'e mutlaka vuracağım anlamında- şeklinde bir kullanım câiz değildir, demişlerdir. el-Ferrâ''nın kendisi de: "Bu benim hoşlanmadığım bir şekildir" demektedir. (Meâni'l-Kur'ân, II, 30.) Diğerleri aslına uygun olarak şeddeli okurlar ve onunla; nasbederler. Âsım, Hamza, İbn Âmir; şeddeli okurlar, diğerleri;" Şüphesiz... herbirinin... onlara tam olarak verecektir" anlamında şeddesiz olarak okumuşlar ve yı sıla olarak kabul etmişlerdir. Bir diğer görüşe göre bu, iki kasemin başına gelen iki "lâm"ı birbirinden ayırt etmek için araya girmiştir. Çünkü her iki "lâm"da üstündür. O bakımdan bunların arası ile ayrılmıştır. ez-Zeccâc da der ki: Gerek nın "lâm"ı, gerekse de ile nın başına gelen "lâm"lar zâid ve te'kid için gelirler. Meselâ; " Şüphesiz Zeyd gitmektedir" denir. Buna göre ya haberinin, ya da isminin başına "lâm" getirilmesini gerektirmektedir, "Muhakkak Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir" demek, yüce Allah'ın: "Muhakkak ki bunda... elbette bir öğüt vardır"(Kaf, 50/37) âyetinde olduğu gibi. " Şüphesiz... onlara tam olarak verecektir" âyetinin başındaki "lâm" ise kasemin başına getirilen fiilin başında yer alan ve şeddeli ya da şeddesiz unun"u da gerektiren "lâm"dır. Burada iki "lâm" bir araya geldiğinden dolayı aralarında, getirilerek birbirlerinden ayrılmışlardır ve bu hem zâid, hem de te'kid edicidir. el-Ferrâ' der ki: Buradaki …….edatı anlamındadır. Allah'ın: "Şüphe yok ki içinizden pek ağır davranacak kimselerde vardır, "(en-Nisa, 4/72.) âyetinde olduğu gibi. Burada da âyet; " Şüphesiz onların herbirisine elbette eksiksiz olarak karşılıklarını verecektir" anlamında olup; "Onlara tam olarak verecektir"in başına gelen "lâm" kasem içindir. Bu da ez-Zeccâc'ın sözlerinin kapsamına giren bir açıklamadır. Şu var ki; ez-Zeccâc'a göre fazladan gelmiştir, el-Ferrâ''ya göre; "Kimse" anlamında isimdir. Zaid olmadığı, aksine başına te'kid "lâm"ı gelmiş bir isim olduğu ve;in haberi olup; "Onlara tam olarak verecektir" âyetinin da yeminin cevabı olduğu ve takdirin şu şekilde olduğu da söylenmiştir: " Hiç şüphesiz onların herbirisi Rabbinin amellerinin karşılığını tam olarak vereceği yaratıklarıdır." Bir başka görüş de şöyledir: "O şey ki"; " Kim, kimse" anlamındadır. Nitekim yüce Allah'ın: " Size helal olan kadınlardan... nikâhlayın" (en-Nisa, 4/3) âyetinde; kadınlardan size helâl olan kimseleri nikâhlayınız, anlamındadır. Bütün bunlar ise bizzat el-Ferrâ''nın görüşlerinin aynısıdır. (........) şeddeli olarak, " Şüphesiz her birinin... elbette" diye her ikisini de şeddeli okuyan -ki bu da Hamza ve ona muvafakat edenlerdir- kıraati ile ilgili olarak bunun tahn olduğu söylenmiştir. Muhammed b. Yezîd'den böyle bir okuyuşun câiz olmadığı ve -muhakkak Zeyd'i mutlaka döveceğim anlamında-: denilmeyeceği belirtilmiştir. el-Kisaî ise der ki: Bu kıraatin açıklamasını en iyi bilen Allah'tır. Ben buna uygun bir açıklama bilemiyorum. Yine el-Kisaı ve Ebû Ali el-Farisî derler ki; Her ikisinde de şeddeli okuyuş izah edilmesi zor bir okunuştur. en-Nehhâs ve başkaları ise derler ki: Bu hususta nahivcilerin bir kaç görüşü vardır. Birincisine göre bunun ash; şeklinde olup "nun" "ma"ya dönüştürülmüş ve böylelikle üç tane "mim" bir araya gelmiş olduğundan ortadaki "mim" hazfedildikten sonra; halini almıştır. Buna göre "Şey", ile " Kimse" Şüphesiz onların hepsi ... kimselerdendir" anlamındadır. Şu beyitte olduğu gibi: "Şüphesiz ki ben emri uygun şekilde veren bir kimseyim, Bizzat kendisi döneceği yolda zorluk çektiğinde." ez-Zeccâc bu görüşü oldukça hafife alarak der ki: iki harfli bir isimdir ve bunun hazfi mümkün değildir. İkinci görüşe göre bunun asli; Şeylerdendir, şeklinde olup esreli olan "mim" bir arada "mim"ler olduğundan dolayı hazfedilmiş olup ifadenin takdiri şöyledir: Şüphesiz onların hepsi (amellerinin) karşılıklarını tam olarak vereceği kimselerdendirler." Bir diğer görüşe göre kelimesi, in mastarıdır. Vakf yapılıp, vasl edilmesi haline göre tenvinsiz gelmiştir. Bu açıklamaya göre bu kelime şu âyetteki kelime gibidir; "Mirası da helâl haram demeden toplayarak yersiniz." (el-Fecr, 89/19) Yani yediğiniz o malı toplayarak yersiniz. Burada âyetin takdiri de şöyle olur: " Hiç şüphesiz onların herbirisine Rabbin amellerini bütünüyle ve eksiksiz olmak üzere karşılığını verecektir." Bu da bir kimsenin: "Şüphesiz bir kalkışla kalkacağım" demesine benzer. ez-Zührî de bu anlamda olmak üzere; hem "mim"i şeddeli, hem de tenvinli olarak okumuştur. Üçüncü açıklamaya göre; ……edatı, istisna edatı anlamındadır. Dil bilginlerinin naklettiklerine göre; ifadesinin, "Allah adına bu işi mutlaka yapmanı istiyorum" anlamını vermek üzere; demek olduğunu söylemişlerdir. Şanı yüce Allah'ın şu âyeti da böyledir: "bir gözetleyicinin bulunmadığı hiçbir nefis yoktur." (et-Tarık, 86/4) Bu da; "Mutlaka onun üzerinde...vardır" takdirindedir. Buna göre âyeti kerîmenin anlamı şöyle olur: "Onlardan amellerinin karşılığını eksiksiz vermediği hiçbir kimse olmayacaktır." el-Kuşeyrî der ki: ez-Zeccâc bu görüşün zayıf olduğunu, yüce Allah'ın, âyetinin takdir edilmemesi için bu anlama alınmaması gerektiğini ve Zeyd'de mutlaka dahil olmak üzere insanlar gitti, anlamında; denilemeyeceğini ifade etmiştir. Dördüncü görüş ise Ebû Osman el-Mazinî'nin görüşüdür. Buna göre ifadenin asli; şeklinde olup, "mim" şeddesizdir. Daha sonra şeddeli gelmiştir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Ben bu senemiz içerisinde bolluktan sonra Kuraklık görmekten korkarım." Burada delil şairin mısra sonlarındaki "be" harflerini şeddeli kullanmasıdır. Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: Bu bir yanlışlıktır. Çünkü ancak sakîl (şeddeli olan) hafifletilin esasen hafif olan sakilleştirilmez. Beşinci görüş: Ebû Ubeyd el-Kasım b. Sellâm dedi ki: Bu kelimenin, şeddeli gelmesi bir şeyi toplamak anlamında kullanılan; "şeyi topladım, toplarım, toplamak" sözünden alındığı, sonradan da bundan: şeklinde bina yapılmış olması da mümkündür. Yüce Allah'ın: "Sonra peygamberlerimizi birbiri ardınca gönderdik" (el-Mu'minûn, 23/44) âyetindeki son kelimenin tenvinli ve tenvınsiz okunduğu gibi. Buna göre burada elif te'nis içindir ve bu görüşe göre, imâle ile okuyanlara göre buradaki elif imale ile okunur. Ebû İshak (ez-Zeccâc) der ki: Kanaatimce başka türlüsü câiz olmayan görüş, bunun şeddeliden (sakilden) tahfif edilmiş olduğu ve; anlamında olduğudur. Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: " Üzerinde bir gözetleyicinin bulunmadığı hiçbir nefis yoktur" (et-Târık, 86/4) Aynı şekilde aslına uygun olarak şeddeli de okunur ve yine; (........) anlamına gelir. (........) ın, istisna edatının anlamına gelmesini de el-Halîl, Sîbeveyh ve bütün Basralılar nakletmişlerdir. Bunlara göre; edatı; istisna edatı anlamında kullanılır. Derim ki: ez-Zeccâc'in beğendiği bu görüşü ondan en-Nehhâs ve başkaları nakletmiştir. Ancak bu görüşün bir benzeri ve ez-Zeccâc'in bunu zayıf gördüğüne dair açıklamalar da önceden geçmiş bulunmaktadır. Şu kadar var ki bu görüşün doğru şekli şudur: o âyette (86/4. âyette) nefy edatıdır. Bu âyette ise şeddeliden tahfif edilmiştir. O bakımdan aralarında fark vardır. Geriye iki kıraat kalmaktadır. Ebû Hatim der ki: Ubeyy'in Mushaf'ında: "Mutlaka onların herbirisine karşılığını tam olarak verecektir" şeklindedir. el-A'meş'ten ise; şeklinde ;ın şeddesîz ve "Herbiri" kelimesi ötreli ve ;ı da şeddeli olarak okuduğu rivâyet edilmiştir. en-Nehhâs der ki: Büyük kalabalıkların kıraatine muhalif olan bu kıraatlerde, edatı, ancak anlamında olur ve açıklayıcı (tefsir) olmak üzere getirilmiş olur. Çünkü büyük kalabalıklara muhalif olarak ancak bu şekliyle okuyuş câiz olabilir."Çünkü O, yaptıklarından haberdardır" âyeti da bir tehdittir. 112Artık sen de, beraberindeki tevbe edenler de emrolunduğun gibi dosdoğru ol ve aşırı gitmeyin. Şüphesiz O, bütün yaptıklarınızı çok iyi görür. "Artık sen de... emrolunduğun gibi dosdoğru ol" âyetinde hitab Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e ve başkalarınadır. Hitab ona olmakla birlikte, maksat onun ümmetidir, de denilmiştir ki bu görüş de es-Süddîye aittir. Bir diğer görüşe göre "dosdoğru ol" Allah'tan, din üzere dosdoğru kalmayı dile ve bunu O'ndan iste diye de açıklanmıştır. Buna göre deki "sin" harfi dilekte bulunmak için getirilmiş olur. Nitekim "estağfirullah"ın, Allah'tan mağfiret dilerim, anlamına gelmesi gibi. Dosdoğru olmak (istikamet) ise sağa ve sola sapmaksızın tek bir yön üzere devam etmek demektir. Buna göre mana; Allah'ın emrini uygulamak üzere dosdoğru yürü, demektir. Müslim'in Sahih'inde Süfyan b. Abdullah es-Sakafî'den şöyle dediği nakledilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü! dedim, İslâm'a dair bana öyle bir söz söyle ki onun hakkında senden sonra hiç kimseye soru sormayayım. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'a îman ettim de, sonra da dosdoğru ol." Müslim, Îman 62, Müsned, III, 413, IV, 385; ayrıca bk. İbn Mâce, Fiten 12; Dârimî, Rikaak 4. Dârimî Ebû Muhammed de, "Müsned"inde Osman b. Hâdır el-Ezdî'den şöyle dediğini rivâyet eder: İbn Abbâs'ın huzuruna girip ona: Bana tavsiyede bulun, dedim. O da: Olur, dedi. Allah'ın takvasına ve dosdoğru istikamet üzere olmaya dikkat et. Tabi ol, bi'atçi olma. Dârimî, Mukaddime 19. Ayrıca 22'de Kadı Şureyh'in; 23're Abdullah b. Mes'ûd'un sözü olarak. "Beraberinde tevbe edenler de." Yani sen de, onlar da istikamet üzere olun, dosdoğru yürüyün anlamındadır. Bununla şirkten tevbe edip, İslâm'a giren ve ashabını ve ondan sonra da ümmetinden ona tabi olanları kastetmektedir. İbn Abbâs der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın üzerine bundan daha ağır ve bundan daha zor herhangi bir âyet inmiş değildir. İşte bundan dolayı Ashab'ı kendisine: Saçların çabuk ağırmaya başladı, dediklerinde, o: "Hûd ve kardeşleri olan diğer sûreler saçlarımı ağarttı" diye cevab vermişti. Tirmizî, Tefsir 56. sûre Bu hadis sûrenin baş taraflarında da kaydedilmişti. Ebû Abdu'r-Rahmân es-Sülemî'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ben Ebû Ali es-Serî'yi şöyle derken dinledim: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ı rüyada gördüm ve: Ey Allah'ın Rasûlü dedim, senden: "Hûd Sûresi saçlarımı ağarttı" dediğin rivâyet edildi. O: "Evet" diye buyurdu. Ben ona: Peki o sûreden saçlarını ağartan nedir? Peygamberlerin kıssaları ve ümmetlerin helâk edilmeleri mi? O: "Hayır ama yüce Allah'ın: "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" âyetidir (saçlarımı o ağarttı)." "Ve aşırı gitmeyin" âyeti ile aşırı gitmeyi (tuğyanı) yasaklamaktadır. Tuğyan ise haddi aşmaktır. Yüce Allah'ın: "Muhakkak su haddini aştığı zaman..." (el-Hakka, 69/1) âyeti da bu kabildendir. Bunun, hiçbir kimseye karşı üstünlük ve zorbalık sağlamaya kalkışmayın, anlamına geldiği de söylenmiştir. 113Bir de zulmedenlere meyletmeyin. Sonra size ateş dokunur. Zaten sizin Allah'tan başka yardımcılarınız yoktur. Sonra size yardımcı da olunmaz. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın; "Meyletmeyin" âyetindeki (meyletmek) anlamına gelen: "er-rükûn" gerçekte dayanmak, sırtını verip güvenmek, herhangi bir şeye yanaşıp durmak ve ona razı olmak demektir, Katâde der ki: Âyet zâlimleri sevmeyin ve onlara itaat etmeyin anlamındadır. İbn Cüreyc, onlara hiçbir şekilde meyletmeyin anlamındadır, demiştir. Ebû'l-Âl-iyye ise onların amellerine razı olmayın diye açıklamıştır ki, hepsi de birbirine yakın açıklamalardır. İbn Zeyd der ki: Burada rükûndan kasıt zâlimlere yağcılık yapmaktır. Bu da onların küfürlerini tepki ile karşılamamak, reddetmemek demektir. 2- "Meyletmeyin" Anlamındaki Âyetin Okunması: Cumhûr: " Meylet(me)yin, kelimesindeki "kef harfini üstün olarak okumuşlardır. Ebû Amr der ki: Hicazlıların şivesi böyledir. Talha b. Mûsarrif, Katâde ve diğerleri ise "kef harfini ötreli olarak okumuşlardır. el-Ferrâ' der ki: Bu da Temimlilerle Kayslıların şivesidir. Bazıları da bu fiilin, şeklinde ve gibi kullanılmasını da câiz kabul etmişlerdir. "Bir de zulmedenlere meyletmeyin" âyetindeki zulmedenlerden kastın, müşrikler olduğu söylendiği gibi, hem müşrikler hakkında hem günahkârlar hakkında umumî olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Ayetlerimize dalanları gördüğün zaman onlar başka bir söze dalıncaya kadar kendilerinden yüz çevir, "(el-En'âm, 6/68) Bu âyet Önceden geçmiş bulunmaktadır. Âyetin anlamı ile ilgili doğru açıklama da budur. Bu âyet-i kerîme kâfirler ile bid'at ehli ve onların dışında türlü masiyet İşleyen kimseleri terkedip, onlardan uzaklaşmaya- delildir. Çünkü bu gibi kimselerle sohbet ve arkadaşlık küfür veya masiyettir. Zira arkadaşlık ve sohbet ancak sevgiden dolayı söz konusudur. Nitekim hikmetli birisi (Taraf'e b. el-Abd) şöyle demektedir: "Kişi hakkında soru sorma, arkadaşını sor. Çünkü herbir arkadaş, arkadaş edindiği kimseye uyar." Eğer arkadaşlık bir zorunluluk ve takiyye olsun diye yapılmış ise, buna dair açıklamalar da daha önceden Al-i İmrân Sûresi (3/28. âyet, 2. başlıkta) ile el-Mâide Sûresi'nde (5/51. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Zalim kimse ile takiyye olmak üzere arkadaşlık, zaruret halinde nehyden istisna edilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 4- Zâlimlere Meyletmenin Cezası: "Sonra size ateş dokunur." Yani onlarla içli dışlı olmak, onlarla sohbet etmek, onların (haktan) yüz çevirmelerine rağmen onlara karşı çıkmamak ve yaptıkları işlerde onlara muvafakat etmek sebebiyle ateş sizi yakar. 114Gündüzün iki tarafında, gecenin de birbirine yakın saatlerinde dosdoğru namaz kıl! Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, İyi düşünenler için bir öğüttür. Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: "Gündüzün İki tarafında... dosdoğru namaz kıl" âyeti ile ilgili olarak te'vil ehlinden hiçbir kimse, bu âyet-i kerîmede sözü edilen namazdan, farz olan namazların kastedildiği hususunda ihtilâf etmemiştir. Özellikle namazın zikredilmesi imandan sonraki ikinci esas olmasından dolayıdır. Musibetlerde ona sığınılmasından ötürüdür. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) herhangi bir sıkıntı ile karşılaştığında hemen namaza koşardı. Ebû Dâvûd, Tatavvu' 22; Müsned, V, 388. Sufî şeyhleri de derler ki: Bu âyetten kasıt bütün vakitlerin farz ve nafile olmak üzere ibadetlerle doldurulmasıdır. İbnu'l-Arabî ise şöyle der: Bu zayıf bir görüştür. Çünkü buradaki emir ancak nafileleri değil de- yalnızca farzlan kapsamına almaktadır. Çünkü virdler (belli zamanlarda yapılması istenen, belli ibadetler)İn ne olduğu bilinmektedir. Teşvik edilmiş nafilelerin vakitleri de münhasırdır. Bunların dışında kalan vakitler ise, bedellerin (yani zamanında yapılmamış nafile ibadetlerin) yerine getirilmesi için değerlendirilir. Yoksa bütün vakitlerin bu şekilde ibadetlerle doldurulması hiçbir insanın takati içerisinde değildir. "Gündüzün iki tarafında" âyeti ile İlgili olarak Mücahid der ki: Birinci tarafı sabah namazı, ikinci tarafı ise öğle ve ikindi namazlarıdır. Bunu İbn Atiyye tercih etmiştir. İki tarafın sabah ve akşam olduğu da söylenmiştir ki, bu görüş İbn Abbâs ile el-Hasen'e aittir. Yine el-Hasen'den nakledildiğine göre ikinci taraf yalnızca ikindi vaktidir. Katâde ve ed-Dahhâk ta böyle demişlerdir. İki tarafın öğle ve ikindi olduğu da söylenmiştir. "Gecenin birbirine yakın saatleri"ne gelince bunlar da akşam, yatsı ve sabah namazlarıdır. Bu görüşün sahibi ise sanki farz namazlarda kıraatin cehrî olup olmamasını göz önünde bulundurmuş gibidir. el-Maverdî'nin de naklettiğine göre birinci tarafın sabah namazının olduğu ittifakla kabul edilmiştir. Derim ki: Ancak bundan önceki görüş bu ittifakın söz konusu olmadığını göstermektedir. Taberî'nin tercihine göre iki tarafın birisi sabah, diğeri de akşam namazıdır. Bu görüş açıktır. İbn Atiyye der ki: Taberî'nin bu görüşü akşam namazının gündüze dahil olmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir. Çünkü akşam namazı geceleyin kılınması istenen namazlar arasındadır. İbnu'l-Arabî der ki: Gündüzün iki tarafının sabah ve akşam olduğu görüşünde olan Taberî'ye hayret doğrusu! Halbuki bunların ikisi de gecenin iki tarafıdır. O bu görüşüyle yayını aksi istikamete çevirmiş ve mızrağın ucuna yerleştirilen hedeften tam bir ok atımlığı mesafe uzak düşmüştür. Taberî der ki: Buna delil ise, herkesin iki taraftan birisinin sabah namazı olduğu hususunda icma etmiş olmasıdır. İşte bu da diğer tarafının akşam olduğunun delilidir. Ancak bu konuda hiçbir kimse onunla birlikte icma etmiş değildir. Derim ki: Bu İbnu'l-Arabî'nin, Taberî'nin görüşünü reddetmekteki zorlama bir hamlesidir. Bu konuda kimsenin onunla icma'a katılmadığı kanaati de yanlış bir iddiadır. Daha önce Mücahid'in birinci tarafın sabah namazı olduğuna dair görüşünü nakletmiş bulunuyoruz. İstisnalar hariç tan yerinin ağırmasından sonra kasti olarak yemek yiyen yahut cima eden kimsenin o gününün oruçsuz olacağı kabul edilmiştir ve böyle bir kimsenin o gününü kaza etmesi ve keffaretde bulunması gerekir. Bunun tek sebebi ise bu işini gündüzün tan yerinin ağırmasından sonra yapmasıdır. İşte bu, Taberî'nin sabah namazı ile ilgili görüşünün doğruluğuna delildir. Geriye akşam namazı ile ilgili (İbnu'l-Arabî'nin, Taberî'ye) yaptığı itirazı kalıyor ki; bu hususta da onun görüşünün cevabı az önce geçtiği şekildedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Gecenin de birbirine yakın saatlerinde" âyetindeki "yakın saatler" birbirine yakın vakitler demektir. "Müzdelife" kelimesi de "yakınlar" anlamındaki "ez-zülePden gelmektedir. Müzdelife'ye bu ismin veriliş sebebi, Arafat'tan sonra Mekke'ye yakın bir yer olmasından dolayıdır. İbnu'l-Kâ'kâ, ve İbn Ebî İshak ile başkaları bu kelimeyi; şeklinde "lâm" harfi ötreli ve: in çoğulu olarak okumuşlardır. Çünkü bu kelime, bu şekilde de kutlanılmıştır. Bununla birlikte tekilinin bir şiveye göre; şeklinde olması da mümkündür, tıpkı "Taze hurma, taze hurmalar gibi." Bu da "sin" harfini ötreli olarak kullananların şivesinde böyledir. İbn Muhaysın ise "lâm" harfini sakin olarak; diye okumuştur ki bunun da tekili; şeklinde gelir ve herbirisi ayrı bir birim olabilen cins isimlerin çoğulu gibi; İnci, inciler, bir buğday tanesi, buğdaylar" kelimelerinde olduğu gibi. Mücahid ve yine İbn Muhaysın; diye de okumuşlardır. " Yakınlar" gibi. Diğerleri İse "lâm" harfini üstün olarak; şeklinde okumuşlardır. "Köşk (oda), köşkler" gibi. İbnu’l-Arabî der ki: "Zülef" saatler demektir, tekili de "zülfeh" ...diye gelir. Bazıları da şöyle demiştir: Zülfe güneşin batışından sonra gecenin ilk vaktidir. Buna göre gecenin yakın saatleri ile akşam namazı kastedilmiş olur, bunu da İbn Abbâs söylemiştir. el-Hasen ise akşam ve yatsı namazıdır, demiştir. Bir diğer görüşe göre akşam, yatsı ve sabah namazlarıdır, bu görüş daha önceden geçti. el-Ahfeş ise muayyen olarak bir namaz zikretmeksizin gece namazı diye ifade etmiştir. 4- Kötülükleri Gideren iyilikler: Ashab ve tabiînden Allah hepsinden razı olsun- te'vil bilginlerinin çoğunluğunun kanaatine göre yüce Allah'ın: "Çünkü iyilikler kötülükleri giderir" âyetinde sözü edilen "iyilikler" beş vakit namazdır. Mücahid der ki: İyiliklerden kasıt, kişinin "subhanallahi velhamdulillahi ve lâ ilâhe illâlahu vallahu ekber: Allah'ı eksikliklerden tenzih ederim, Allah'a hamd ederim. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur, Allah en büyüktür" demesidir. İbn Atiyye der ki: Bu, iyiliklere bir misal vermek kabilindendir. Ancak zahiren anlaşılan şu ki: Bu lâfız, iyilikler (hasenat) hakkında umumî, kötülükler (seyyiât) hakkında ise hususidir. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Büyük günahlardan sakındığın sürece..." Müslim, Tahâre 14, 16; Tirmizî, Salât 46; İbn Mâce, İkametu's-Salât 79; Müsned, II, 359, 414. 484. Burada gösterilen yerlerin kimisinde rivâyet; "büyük günahlar işlenmedikçe...", kimisinde de: "büyük günahlardan uzak kalındığı sürece..." anlamındadır. diye buyurmuştur. Derim ki: Nüzul sebebi Cumhûrun görüşünü desteklemektedir. Çünkü ayet-i kerîme bir görüşe göre Ebû'l-Yeser b. Amr, bir diğer görüşe göre Abbâd adında Ensar'dan birisi hakkında nazil olmuştur. Bu kişi bir kadın ile başbaşa kalmış, öpmüş ve cima dışında ondan murad almıştı. Tirmizî'nin, Abdullah (b. Mes'ûd)dan rivâyetine göre o şöyle demiştir: Bir adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e gelerek dedi ki: Medine'nin uzakça bir yerinde bir kadın ile başbaşa kaldım. Ben ona temas etmeksizin ondan murad aldım. İşte ben huzurundayım, hakkımda dilediğin hükmü ver. Ömer (radıyallahü anh) ona: Allah seni setretmişken, sen de kendini setretseydin ya, dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da ona hiçbir karşılık vermedi. Adam gitti, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ardından birisini göndererek onu çağırttı ve ona: "Gündüzün iki tarafında, gecenin de birbirine yakın saatlerinde dosdoğru namaz kıl. Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, İyi düşünenler İçin bir öğüttür" âyetini sonuna kadar ona okudu. Hazır bulunanlardan birisi bu yalnız ona özel mi? diye sordu. Hazret-i Peygamber: "Hayır, bütün İnsanlar için" diye buyurdu. Tirmizî dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 11. sûre 4. Gerek bu hadis, gerekse aynı manayı dile getiren bundan sonraki diğer rivâyetler için bk. Buhâri, Mevâkîtu's-Salat 4, Tefsir 11. sûre 6; Müslim, Tevbe 39, 42; Ebû Dâvud, Hudûd 31; Tirmizî, Tefsir 11. sûre 5-7; İbn Mâce, Zühd 30; Müsned, I, 386, 406, 430, 445, 452; V, 244. Yine Tirmizî'nin, İbn Mes'ûd'dan rivâyetine göre bir adam kendisine haram olan bir kadını öpmüş, daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e gelerek bunun keffareti hakkında soruşturunca şu:"Gündüzün İki tarafında gecenin de birbirine yakın saatlerinde dosdoğru namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir." Âyeti nazil oldu. Adam: Ey Allah'ın Rasûlü! Bu yalnız benim için mi? diye sorunca, Hazret-i Peygamber: "Senin ve senin bu yaptığını ümmetimden yapan başka kimseler için" diye cevap verdi. Tirmizî dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 11. sûre 4. Ebû'l-Yeser'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bir kadın hurma almak üzere bana geldi. Ben ona: Evin içinde bundan daha güzel hurma var, dedim. O da benimle beraber içeri girdi, ben de kadının üzerine abanarak onu öptüm. Sonra Ebû Bekir'in yanına gittim, durumu ona anlattım. O bana: Kendini setret ve tevbe et, kimseye de haber verme, dedi. Ancak ben dayanamadım, sonra Ömer'e gittim. Ona da aynı şeyi anlattım, o da bana: Kendini setret, tevbe et, kimseye de haber verme, dedi. Fakat ben dayanamadım, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın yanına gittim ve bu hususu ona zikrettim, şöyle buyurdu: "Allah yolunda gazaya çıkmış bir kimsenin arkasında ailesine böyle bir şey yaptın ha!" O kadar ki, o saate kadar keşke müslüman olmasaydı diye temenni etti. Hatta kendisinin cehennemliklerden olduğunu sandı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da başını önüne eğdi, nihayet yüce Allah ona: "Gündüzün İki tarafında, gecenin de birbirine yakın saatlerinde dosdoğru namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir, bu İyi düşünenler için bir öğüttür." âyetini vahyetti. Ebû'l-Yeser dedi ki: Ben Hazret-i Peygamber'in yanına gittim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana bu âyeti okudu. Ashab'ı: Ey Allah'ın Rasûlü! dediler, bu yalnız ona mı hastır? Yoksa genel olarak bütün insanlar için midir? Hazret-i Peygamber: "Hayır, bütün insanlar İçindir" diye buyurdu. Ebû Îsa (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, garib Tirmizî, Tefsir 11. sûre 7’de; "garib" yerine "sahih.' bir hadistir. (Hadisin senedindeki ravilerden birisi olan) Kays b. er-Rabi'î ise Vekî' ve başkaları zayıf bir ravi olarak nitelendirmişlerdir. Tirmizî, Tefsir 11. sûre 7. Yine rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisinden yüz çevirmiş. Bu arada İkindi namazı için İkamet getirilmiş, namaz bittikten sonra Cebrâîl (aleyhisselâm) âyet-i kerîmeyi indirince Hazret-i Peygamber onu çağırtarak şöyle demiş: "Sen bizimle birlikte bu namazda hazır bulundun mu?" Adam: Evet deyince, Hazret-i Peygamber de: "Haydi git, o yaptığına bir keffarettir" diye buyurmuş. Müsned, III, 391. Yine rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona bu âyet-i kerîmeyi okuduktan sonra, ona: "Kalk ve dört rek'at namaz kıl" diye emretmiştir. Müsned, V, 244 yakın anlamıyla. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Tirmizî el-Hakîm de, "Nevâdiru'l-Usûl" adlı eserinde İbn Abbâs'ın, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Ben yeni yapılan bir hasenenin, eskiden işlenmiş bir günahı takib ettiğinden daha güzel bir şeyin bir şeyi takib ettiğini ve hasenenin günahı yetiştiğinden daha çabuk bir şeyin, bir şeyi yetiştiğini görmedim. Çünkü, "iyilikler kötülükleri giderir. Bu İyi düşünenler için bir öğüttür." 5- Haddi Gerektirmeyen Haramlar: Bu âyet-i kerîme zikrettiğimiz bu hadislerle birlikte haram öpmeden ve haram dokunmadan dolayı had gerekmediğine delildir. Yine bu, bir örtü altında bulunacak olsalar dahi erkek ve kadın için haddin de, te'dib cezasının da gerekmediğine delil gösterilebilir. İbnu’l-Munzir'in tercih ettiği görüş de budur. Çünkü o bu mesele ile ilgili olarak ilim adamlarının farklı görüşlerini zikrettikten sonra bu hadisi de böyle bir erkek ve kadına hiçbir ceza gerekmediğine işaret etmek üzere zikretmektedir. İleride bu hususta ilim adamlarının farklı görüşleri yüce Allah'ın izniyle Nûr Sûresi'nde (24/2. âyet, 7. başlıkta) gelecektir. 6- Kur'ân-ı Kerîm'de Namaz ve Namaz Fiillerinin Söz Konusu Edildiği Bazı Âyetler: Şanı yüce Allah Kitab-ı Kerîm'inde namazı rükûuyla, sücûduyla, kıyamıyla, kıraatiyle ve isimleriyle söz konusu ederek: "Gündüzün iki tarafında... dosdoğru namaz kıl" diye buyurmuştur. Yine: "Güneşin kaymasından... namazı dosdoğru kıl" (es-İsra, 17/78) diye buyurduğu gibi, bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Akşamladığınız zaman ve sabahladığınızda Allah'ı tesbih edin. Göklerde ve yerde hamd yalnız O'nundur. Gündüzün sonunda ve öğle vaktine vardığınızda da" (er-Rûm, 30/17-18); "Ve güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbini hamd ile tesbih et." (Tâhâ, 20/130); "Rükû' edin, secde edin." (el-Hac, 22/77); "Namazı ve özellikle orta namazı koruyunuz. Gönülden gelerek, saygı ve itaat ile Allah'ın huzurunda durun." (el-Bakara, 2/238); "Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki merhamet olunasınız." (el-A'raf, 7/204) -Önceden de geçtiği üzere- yine şöyle buyurmaktadır: "Namazında sesini ne pek yükselt, ne de pek kıs..." (el-İsra, 17/110) Yani namazda Kur'ân okuduğun zaman demektir. Bütün bunlar yüce Allah'ın Kitab-ı Kerîm'inde mücmel olarak zikrettiği ve beyanını peygamberine havale ettiği âyetlerdir. Nitekim şanı yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "İnsanlara kendilerine ne indirildiğini açıklayasm... diye sana da bu Zikri (Kur'ân’ı) indirdik." (en-Nahl, 16/44) Bunun üzerine Hazret-i Peygamber de namaz vakitlerini, rek'âtlerinin ve secdelerinin sayısını, tarzlarıyla sünnetleriyle bütün namazların sıfatlarım, kendileri olmaksızın namazın sahih olmayacağı farzlarını, namazda" müstehab olan sünnet ve fezâili hep beyan etmiştir. Buhârî'nin, Sahih'inde Hazret-i Peygamber'in: "Benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz, siz de öylece namaz kılınız" Buhârî, Ezan 18, Edeb 27, Ahbâru'l-Âhâd 1; Dârimi, Salât 42; Müsned, V, 53. diye buyurduğu kaydedilmektedir. Bilindiği üzere herkes, herkesten (tevatüren) bu hususu nakletmiş ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) insanların ihtiyaç duyacakları herşeyi gereği gibi beyan etmedikçe vefat etmemiştir. Böylelikle din kemale ermiş ve yolu gereği gibi açıklanmış oldu. Nitekim yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğenip seçtim." (el-Mâide, 5/3) "Bu, iyi düşünenler İçin bir öğüttür." Yani Kur'ân-ı Kerîm öğüt ve ibret alan kimseler için bir öğüt ve bir tevbe yoludur. Özellikle öğüt alanların öğüt ve ibret almak özelliğine sahip olduklarının zikredilmesi, öğütlerden yararlananların onlar olmasından dolayıdır. Öğüt (ez-Zikrâ) sonuna te'nis elifi gelmiş bir mastardır. 115Sabret; çünkü Allah iyi hareket edenleri mükâfatsız bırakmaz, "Sabret!" Yani namaz kılmaya devam et, namaz üzere sabret. Yüce Allah'ın: "Sen aile halkına namazı emret, kendin de sabırla ona devam et!" (Tâhâ 20/132) âyetine benzemektedir. Manası: Ey Muhammed! Karşı karşıya kaldığın eziyetlere sabret, dayan şeklinde olduğu da söylenmiştir. "Çünkü Allah iyi hareket edenleri" yani namaz kılanları "mükâfatsız bırakmaz." 116Sizden önceki nesiller arasında yeryüzünde fesadı engelleyecek, fazilet sahibleri olmalı değil miydi? Ancak İçlerinden kurtardıklarımızdan pek azı müstesna idi. Zâlimler ise yalnız kendilerine verilen refahın ardına düştüler. Onlar zaten günahkârlar idiler. "Sizden önceki nesiller" sizden önce gelen ümmetler "arasında" yüce Allah kendilerine vermiş olduğu akıllar ve onlara göstermiş olduğu mucizeler dolayısı ile "yeryüzünde" kavimlerinin "fesadı" nı "engelleyecek fazilet sahibleri" yani itaat eden, dinine bağlı, akıl ve basiret sahibi "olmalı değil miydi?" Bu kâfirlere bir azardır. "Olmalı değil miydi?" anlamındaki ;ın nefy anlamına olduğu da söylenmiştir. Yani sizden öncekiler arasında böyle kimseler olmadı. Yüce Allah'ın: "Îman edip de... bir ülke olsaydı ya." (Yûnus, 10/98) âyetine benzemektedir ki böyle bir ülke halkı olmadı, bulunmadı, demektir. "Ancak içlerinden kurtardıklarımızdan pek azı müstesna idi." Yani aralarından pek az kimseler, yeryüzünde fesad ve bozgunculuk çıkartılmasından alıkoymaya çalıştılar. Buradaki; "Pek azı müstesna" âyeti, munkatı' bir istisna olup az kimselerin bu işi yaptıkları anlatılmaktadır. Denildiğine göre burdaki "pek az kimseler"den kasıt Hazret-i Yûnus kavmidir. Çünkü yüce Allah: "Yûnus'un kavmi bundan müstesnadır" (Yûnus, 10/98) diye buyurmaktadır. Bunların peygamberlere uyan ve hak ehli kimseler oldukları da söylenmiştir. "Zâlimler" şirk koşanlar ve isyan edenler "ise yalnız kendilerine verilen refahın ardına düştüler." Yani mallarıyla, zevk ve lezzetleriyle uğraştılar ve bunları âhirete tercih ettiler. "Onlar zaten günahkârlar idiler." 117Rabbin, o ülkeleri ahalisi ıslâh edip dururlarken zulümle onları helâk edecek değildi. "Rabbin o ülkeleri" o ülkelerin halkını "ahalisi" kendi aralarında karşılıklı hakları gözetmek suretiyle "ıslah edip dururlarken zulümle" şirk ve küfürle "onları helâk edecek değildi." Yani şanı yüce Allah, herhangi bir kavmi ona bir fesad da ilave etmedikleri sürece yalmzca küfür sebebiyle helâk etmez. Nitekim Şuayb kavmini Ölçü ve tartıları eksik yapmaları, Lût kavmini livatayı işlemeleri sebebiyle helâk etmiştir. Bu da şuna delildir: Masiyetler dünya hayatında şirkten daha çok kökten imha edilme azabına yaklaştırıcıdır. Âhirette şirkin azâbı daha büyük olmakla birlikte (dünyada) bu böyledir. Tirmizî'nin, Sahih'inde Ebû Bekr es-Siddık (radıyallahü anh)dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı şöyle buyururken dinledim: "Şüphesiz ki insanlar zalimi görüp de ellerini alıkoymayacak olurlarsa, aradan fazla zaman geçmeden Allah kendi nezdinden göndereceği bir azap ile hepsini azablandırır." Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 8, Tefsir 5 sûre 17; İbn Mâce, Fiten 20; Müsned, I, 2, 5, 7, 9. Bu hadis daha önceden de(el-Mâide, 5/105- âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Rabbin herhangi bir ülke ahalisini kendileri müslüman iken, zulüm ile helâk etmez. Çünkü helâk edecek olursa bu onlar için bir zulüm ve haklarını eksiltmek olur. Yani yüce Allah hiçbir kavmi ileri sürebilecekleri mazeretleri ortadan kaldırmadan ve uyarmadan helâk etmez. ez-Zeccâc da der ki: Anlamın şöyle olması da mümkündür: Bir kimse salâhın en ileri derecesinde bulunsa dahi, Allah onu helâk edecek olursa, ona zulmetmiş olmaz. Çünkü bu Allah'ın kendi mülkündeki bir tasarrufudur. Buna delil de yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah insanlara en ufak şey kadar dahi zulmetmez" (Yûnus, 10/44) âyetidir. Anlamın şu olduğu da söylenmiştir: Allah herhangi bir Ülke ahalisini kendileri ıslah ediciler yani imanda ihlâs sahibi kimseler oldukları halde, küçük günahları sebebiyle helâk etmez. Buna göre burada zulüm, masiyetleri İşlemek anlamındadır. 118Rabbin dileseydi, bütün insanları bir tek ümmet yapardı. Onlarsa hâlâ anlaşmazlık içerisindedirler. "Rabbin dileseydi bütün İnsanları bir tek ümmet yapardı" Saîd b. Cübeyr dedi ki: İslâm dini etrafında birleştirirdi. ed-Dahhâk der ki: Ya dalâlet ehli veya hidayet ehli olarak tek bir din mensubu yapardı. "Onlarsa hâlâ anlaşmazlık içerisindedirler." Yani farklı dinlere sahiptirler. Bu açıklamayı Mücahid ve Katâde yapmıştır. 119Rabbinin rahmet ettikleri müstesna. Zaten onlar, bunun için yaratmıştır. Rabbinin: "Yemin olsun ki Ben cehennemi cin ve insanlarla büsbütün dolduracağım" sözü de tümüyle gerçekleşmiştir. "Rabbinin rahmet ettikleri müstesna" âyetinde istisna munkatıdır. Yani: Rabbinin îman ve hidayet ile rahmetine mazhar kıldığı kimseler anlaşmazlığa düşmezler. Rızık itibariyle birbirlerinden farklıdırlar, anlamında olduğu da söylenmiştir. Kimisi zengin, kimisi fakirdir. "Rabbinin rahmet ettikleri" kanaatkâr kılmak suretiyle rahmet ettiği kimseler "müstesna." Bu açıklamayı da el-Hasen yapmıştır. "Zaten onları bunun için yaratmıştır." el-Hasen, Mukâtil , Atâ ve Yeman der ki: Burada işaret anlaşmazlığa, ayrılığadır. Yani onları anlaşmazlık için yaratmıştır. İbn Abbâs, Mücahid, Katâde ve ed-Dahhâk derler ki: Onları rahmeti için yaratmıştır, demektir. Burada yüce Allah'ın -müzekker bir zamir kullanarak-: "Bunun için" diye buyurması ve "rahmet" müennes olduğu halde müennes işaret zamiri olan-: buyurmamış olması "rahmetin mastar olmasından ve aynı şekilde onun müennesliğinin hakiki olmayışından dolayıdır. O bakımdan burada "rahmet" -müzekker bir kelime olan-fadl (lütuf) anlamına göre kullanılmıştır. Bununla işaretin hem anlaşmazlığa, hem rahmete olduğu da söylenmiştir. Birbirine zıt iki şeye bu şekilde müzekker işaret ismiyle işaret edilebilir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Çok yaşlı da değildir, çok genç de değildir. Bu ikisi arasında dinç bir inektir." (el-Bakara, 2/69) Görüldüğü gibi bu âyette (müzekker ve tekil işaret ismi kullanmış), "Bunun ve ötekinin arasında" diye tesniye, müzekker ya da müennes işaret zamiri kullanmamıştır. Bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır: "Onlar ki mallarını infak ettiklerinde israf da etmezler, cimrilik de etmezler. Bunun arasında orta bir yol tutarlar." (el-Furkan, 25/67) Bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır: "Namazında (dua ettiğinde) sesini ne pek yükselt, ne de pek kıs. Bu (ikisOıura ortası bir yol tut." (el-İsra, 17/110) Yüce Allah'ın şu âyeti da böyledir: "Deki: Allah'ın lutfu ve rahmetiyle ve yalnız bu(nlar) ile sevinsinler." (Yûnus, 10/58) Yüce Allah'ın izniyle bu, bu konudaki görüşlerin en güzelidir. Çünkü genel ve kapsayıcı bir görüştür. Yani, işte sözü geçen husus için onları yaratmıştır, demektir. Nitekim Malik -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- Eşheb'in kendisinden rivâyet ettiğine göre buna işaret etmektedir. Eşheb der ki: Ben Malik'e bu âyet-i kerîme hakkında sordum, şöyle dedi: Allah onları bir kesimi cennette, bir kesimi de cehennemde olsun diye yaratmıştır. Yani O, ihtilâf ve ayrılık ehlini ayrılık için, rahmet ehlini de rahmet için yaratmıştır. Yine İbn Abbâsdan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: O, onları iki ayrı kesim olarak yaratmıştır. Bir kesime rahmet buyuracaktır, bir kesime de rahmet buyurmayacaktır. el-Mehdevî der ki: Bu açıklamaya göre ifadede takdim ve te'hir vardır ve mana şöyledir: Onlar, Rabbinin rahmet ettikleri müstesna halâ anlaşmazlık içerisindedirler. Rabbinin: "Yemin olsun ki Ben, cehennemi cin ve insanlarla dolduracağım" sözü de tümüyle gerçekleşmiştir. Esasen onları da bunun için yaratmıştır. Bir başka görüşe göre bu âyet yüce Allah'ın: "O, kendisinde bütün İnsanların toplanacakları bir gündür. O şahit olunacak bir gündür." (Hûd, 11/103) âyeti ile ilgili olup anlam şöyledir: Ve o bugünde şahit bulunulsun diye onları yaratmıştır. Âyetin: "Onlardan kimisi bedbaht, kimisi bahtiyardır." (Hûd, 11/105) âyeti ile alakalı olduğu da söylenmiştir. Yani onları bahtiyarlık ve bedbahtlık için yaratmıştır. "Rabbinin: Yemin olsun ki Ben, cehennemi cin ve insanlarla dolduracağım sözü de tümüyle gerçekleşmiştir" âyetindeki: " Tümüyle gerçekleşmiştir" in anlamı, bu O'nun haber verdiği ve kendi ezelî ilminde takdir ettiği şekilde sabit olmuştur. Sözün tümüyle gerçekleşmesi" ise tağyir ve tebdile kabil olmaması, tağyîr ve tebdilinin imkansız olması demektir. " Cinlerle..." âyetinin başındaki; "...den, dan" edat, cinsin beyanı içindir. Yani ben cehennemi cin ve insan cinsleriyle dolduracağım demektir. " Büsbütün, topluca" kelimesi ise te'kid içindir. Yüce Allah ateşini dolduracağını haber verdiği gibi, cennetini de dolduracağını Peygamberinin dili ile şu hadisiyle bize haber vermektedir: "Ve Ben sizin herbirinizi dolduracağım." Bu hadisi Buhârî, Ebû Hüreyre yoluyla rivâyet etmiş bulunmaktadır. Buhârî, Tefsir 50. sûre 1, Tevhid 25; Müslim, Cennet 34, 35; Müsned, II, 276, 314, 507. III, 13, 78. Hadis daha Önceden geçmiş idi. 120Sana peygamberlerin haberlerine dair neyi anlatırsak onunla kalbine sebat verelim diye anlatıyoruz. Bunda da sana hak, mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir. "Sana peygamberlerin haberlerine" kavimlerinin eziyetlerine karşı sabredip direnmelerine "dair neyi anlatırsak, onunla kalbine" risaletî edâ ve bu sebebten ötürü sana gelen eziyetlere sabretmen hususunda "kalbine sebat verelim diye anlatıyoruz." Bu âyetteki: "(Her) neyi" kelimesi, "anlatırsak" anlamındaki fiil ile nasbedilmiştir. Yani, peygamberlerin haberlerinden sana anlattığımız ve İhtiyaç duyduğun herbir haber, demektir. el-Ahfeş ise buradaki; "(Her) neyi" lâfzının mukaddem bir hal olduğunu söylemiştir. Bu da; " Kavmin hepsini (genel olarak) dövdüm" demeye benzer. "Kalbine sebat verelim" âyetinin, kendisiyle sebat ve yakîn'ini arttıralım, anlamına geldiği de söylenmiştir. İbn Abbâs der ki: Kendisiyle kalbini pekiştirelim diye... remektir. İbn Cüreyc de: Tahammülsüzlük göstermemen için kendisiyle kalbinin sabır ve metanetini arttıralım diye... Meanî (Meâni'l-Kur'ân'a dair eser yazanlar) derler ki: Maksat senin gönlünü hoş tutalım diye, demektir. Manalar birbirine yakındır. "O (şey)" burada; "(Her) şeyMen bedeldir. Yani biz peygamberlerin haberlerinden senin kalbine sebat verecek şeyleri sana anlatıyoruz. "Bunda da" İbn Abbâs, Ebû Mûsa ve diğerlerinden nakledildiğine göre bu sûrede de "sana hak... gelmiştir." Özellikle bu sûrenin söz konusu edilmesi, bu surede peygamberlerin haberlerinin, cennet ve cehenneme dair haberlerin yer almasındandır. Bir başka görüşe göre hak Kur'ân-ı Kerîm'in tamamında bulunmakla birlikte- Özellikle bu sûrenin söz konusu edilmesi te'kid içindir. Katâde ve el-Hasen derler ki: Buradaki anlam bu dünyada da... şeklinde olup dünyadan kasıt da nubuvvettir. "Mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir." Öğüt (mev'iza) geçmiş ümmetlerle eski çağlarda yaşamış yalanlayıcı nesillerin helâk edilmesinden çıkartılacak öğütlerdir. Bu, bu sûrenin şerefine bir işarettir. Çünkü bundan başka surelerde de hak, öğüt ve uyarılar gelmiş bulunmakla birlikte, özellikle bu sûrede söylendiği gibi o sûreler hakkında böyle bir ifade kullanılmamıştır. "Mü’minlere de... bir uyarı" ise helâk olanların başına gelenler ile uyanıp ibret alacaktan ve tevbe edecekleri hususlar gelmiştir, demektir. Özel olarak mü’minlerin zikredilmesi peygamberlerin kıssalarını işitmeleri halinde gerekli öğüt ve ibretleri alanların onlar oluşundan dolayıdır. 121Îman etmeyenlere de ki: "Elinizden geleni yapın, biz de yapacağız. "Îman etmeyenlere de ki: Elinizden geleni yapın, biz de yapacağız" âyeti bir tehdittir. 122"Bekleyin, çünkü biz de bekleyicileriz." "Bekleyin, çünkü biz de bekleyicileriz." Bu da bir başka tehdittir, bunun anlamına dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. 123Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. Bütün emirler Ona döndürülür. Öyleyse O'na İbadet et, O'na güvenip dayan! Rabbin yaptıklarınızdan asla habersiz değildir. "Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir." Bunların gaybı (görünmeyeni) de, görüneni de yalnız O'na aittir. "Görüneni" nin hazfedilmesi ise anlamın buna delâlet etmesinden dolayıdır. İbn Abbâs der ki: Göklerin ve yerin hazineleri Allah'a aittir. ed-Dahhâk der ki: Gökler ve yerde kullardan gaib olan herşey Allah'a aittir. Diğerleri de şöyle demişlerdir: Göklerin ve yerin gaybı, semadan azâbın inmesi, yerden de azâbın çıkması demektir. Ebû Ali el-Farisî de der ki: "Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir" yani onlarda gayb olan şeylerin bilgisi O'na aittir. Yüce Allah aslında bir mef'ûle muzaf olan gaybı -anlamı genişleterek- kendisine izafe etmiştir. Çünkü burada harf-i cer hazfedilmiştir. Benzeri bir mana için; "Yerde gayb oldum ve filan şehirde gayb oldum," denilir. "Bütün emirler O'na döndürülür." Yani kıyâmet gününde böyle olacaktır. Zira o gün O'nun izni olmaksızın hiçbir yaratık, hiçbir emir veremeyecektir. Nâfi ve Hafs "döndürülür" anlamındaki; kelimesini "ya" harfini ötreli "cim" harfini de üstün olarak; "geri çevrilir." manasında okumuşlardır. “Öyleyse O'na ibadet et, O'na güvenip dayan." O'na sığın ve Ona güven. "Rabbin yaptıklarınızdan asla habersiz değildir." Herkese amelinin karşılığını verir. Medine ve Şam halkı ile Hafs: "Yaptıklarınız" fiilini muhatab olarak "te" ile okumuşlardır, diğerleri ise ("yaptıkları" anlamına gelecek şekilde) haber olarak "ye" ile okumuşlardır. el-Ahfeş Said der ki: "Yaptıkları" fiili Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e onlarla birlikte hitab etmediği takdirde kullanılır. Yine el-Ahfeş der ki: "Yaptıkları" diye "te" ile hitab ederse, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e hitab edip ayrıca ona: Onlara de ki: "Rabbin yaptıklarınızdan asla habersiz değildir" de demiş gibi olur. Ka'b el-Ahbar der ki: Tevrat, Hûd Sûresi'nde yer alan: "Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir" âyetinden itibaren sûrenin sonuna kadar olan bölüm ile biter. Burada Hûd Sûresi sona ermektedir. Bundan sonra da Yusuf (aleyhisselâm) Sûresi gelmektedir. |
﴾ 0 ﴿