YÛSUF SÛRESİ

(Mekke'de İnmiştir, Yüzonbir Âyettir)

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile

Tamamıyle Mekke'de inmiştir. İbn Abbâs ve Katâde ise, dört âyet müstesna Mekke'de inmiştir, derler.

Rivâyete göre; yahudilerin, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a Yûsuf kıssasına dair soru sormaları üzerine bu sûre inmiştir. İleride bu rivâyet gelecektir.

Sa'd b. Ebi Vakkâs da der ki: Kur'ân-ı Kerîm, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a indirildi. O da bir süre onlara Kur'ân'ı okudu. Bize kıssa anlatsan, demeleri üzerine yüce Allah'ın:

"Biz sana en güzel kıssayı anlatacağız" (Yûsuf, 12/3) âyeti nazil oldu. Yine Hazret-i Peygamber bir süre Kur'ân-ı Kerîm'i onlara okuyunca, bu sefer de: Bize bazı şeyler anlatsan demeleri üzerine, yüce Allah:

"Allah sözün en güzelini... indirmiştir"(ez-Zümer, 39/23) âyetini indirdi. Hâkim, el-Müstedrek, II, 345.

İlim adamları derler ki: Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm'de peygamberlerin kıssalarını zikredip aynı anlamda fakat değişik şekillerde, belagat dereceleri de birbirinden farklı lâfızlar ile tekrarlamıştır. Hazret-i Yûsuf kıssasını ise başka yerde tekrarlamamaktadır. O bakımdan Kur'ân'a muhalefet eden hiçbir kimse ne tekrarlanana karşı çıkarak ona benzer örnek koyabildiler, ne de tekrarlanmayana benzer örnek koyabildiler. Bunlar üzerinde dikkatle düşünen kimseler (ilâhî) buyruklardaki i'cazı çok iyi anlar.

1

Elif, lâm, râ. Bunlar apaçık kitabın âyetleridir.

"Elif, Lâm. Râ" âyeti ile ilgili açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. (Bundan sonra gelen) buradaki

"Bunlar apaçık Kitabın âyetleridir" ifadesi, mübtedâ ve haber takdirindedir.

“Elif, lâm, Râ"nın sûrenin ismi olduğu da söylenmiştir. Yani, bu

"Elif, Lâm, Râ" adındaki sûredir.

"Banlar apaçık Kitabın âyetleridir" âyetindeki

"apaçık Kitab"dan kasıt apaçık Kur'ân-ı Kerîm'dir. Yani helâli ve haramı, hadlerini, hükümlerini, hidayet ve bereketini açıklayan Kur'ân-ı Kerîm. Bir diğer açıklamaya göre işte bunlar Tevrat'ta size vaadolunmuş bulunan âyetlerdir, anlamındadır.

2

Muhakkak Biz, onu anlayıp düşünesiniz diye Arapça bir Kur'ân olarak indirdik.

Yüce Allah'ın.

"Muhakkak Biz, onu... Arapça bir Kur'ân olarak indirdik" âyetinin: Biz Arapça bir Kur'ân indirdik, anlamında;

"Kur'ân olarak"ın hal olmak üzere nasbedîlmiş olması,

"Arapça" âyetinin da

"Kur'ân olarak" âyetinin sıfatı olması mümkündür. Bununla birlikte; Ben Zeyd'e uğradım (onu) salih bir adam olarak (gördüm)," ifadesinde olduğu gibi, hal için bir hazırlık ifadesi (tavtie) olması; "Arapça" kelimesinin hal olması da mümkündür. Yani bu Kur'ân-ı Kerîm, ey Araplar sizin dilinizle gayet anlaşılır ve açık seçik bir şekilde okunmaktadır, "Dul kadın ise kendi maksadını açıkça ifade eder" İbn Mâce, Nikâh 11; Müsned, IV, 192 hadisindeki "ifade eder" anlamını veren kelime de "Arab" ile aynı kökten gelmektedir.

"Anlayıp düşünesiniz diye" âyeti, onun manalarını bilesiniz, içindeki âyetleri de kavrayasınız diye, demektir. Bazı Araplar; " diye" ile birlikte a benzeterek da getirirler. deki "lâm" te'kid için fazladan getirilmiştir. Nitekim şair şöyle demektedir:

"Ey babamız, belki sen yahut olur ki sen..."

"Anlayıp düşünesiniz diye" âyetinin, onu iyice düşünmeniz umulur diye, anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna göre şüphe ve tereddüt anlamı ne Kitab, ne de yüce Allah ile ilgilidir; onlar ile ilgilidir.

"Onu... indirdik" âyetinin Yûsuf'un haberini indirdik, anlamında olduğu da söylenmiştir.

en-Nehhâs der ki: Böyle bir açıklama âyetin anlamına daha uygun düşmektedir. Çünkü rivâyete göre yahudiler şöyle demişler: Ona Ya'kub'un çocuklarının Şam'dan, Mısır'a niçin gittiklerini ve Yûsufun haberinin ne olduğunu sorunuz? Bunun üzerine yüce Allah bu âyeti Mekke'de iken Tevrat'a uygun olarak indirdi. Üstelik burada onların bilmedikleri fazla açıklamalar da vardır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bir kitab okumadığı ve kitab okunan bir yerde bulunmadığı halde- onlara bu hususları haber vermesi, Îsa (aleyhisselâm)ın -ileride ona dair açıklamalarda geleceği üzere- ölüleri diriltmesi gibi bir mucize olmuştu.

3

Biz sana bu Kur'ân'ı vahyetmekle en güzel kıssayı sana anlatacağız. Halbuki sen şüphesiz bundan önce haberdar olmayanlardandın.

Yüce Allah'ın:

"Biz sana... anlatacağız" âyeti mübtedâ ve haberdir,

"En güzel kıssayı" anlamındaki ifade de mastar anlamında olup, ifadenin takdiri: En güzel kıssayı anlattık, şeklindedir.

Kıssa anlatmak (diye anlam verilen: el-kasas), bir şeyin izinden gitmek, izini takib etmektir. Yüce Allah'ın:

"Anası, kızkardeşine: Git onu, izle dedi." (el-Kasas, 28/11) âyeti, onun izini takib et, anlamındadır. "Kâss (kıssacı, kıssa anlatan)" İse izleri takib edip onların durumunu bildiren kimse demektir.

"En güzel" sıfatı ise kıssaya değil, kıssa anlatmaya aittir. Çünkü: Filan kişi güzel bir şekilde anlatır, denilirken onun sözü sıralaması ve anlatma şekli güzeldir, demektir.

Bir diğer görüşe göre buradaki "el-kasas" mastar olmayıp, isim anlamındadır. " Umudumuz Allah'tandır" denilmesi gibi. Buna göre ifadenin anlamı; Biz, sana en güzel haberi (kıssayı) bildireceğiz, demek olur. Bu da; "Biz sana bu Kur'ân'ı vahyetmekle" bizim vahyedişimizle olacaktır, demektir. Buna göre burada; fiil ile birlikte mastar (vahyetmek) anlamındadır.

"Bu Kur'ân'ı" anlamındaki âyette ise "Kur'ân" kelimesi "bu"nun sıfatı yahut onun bedeli ya da atf-ı beyanı olarak nasbedilmiştir. el-Ferrâ' ise "Kur'ân’ kelimesinin esreli okunmasını da uygun görmekte ve şöyle demektedir: Bunun esreli okunması ("bu" anlamındaki kelime ile birlikte ( ın) tekriri (bedeli) olarak esreli okunur. Basrâlılara göre ise bu, dan bedel olmak üzere esrelidir. Ebû İshak da bir mübtedâ takdiri ile merfu okunacağını câiz kabul etmektedir. Yani bir kimse vahye dair soru sormuş da ona; "O, işte bu Kur'ân'dır" diye cevap verilmiş gibidir.

"Halbuki sen şüphesiz bundan önce haberdar olmayanlardandın." Yani sana bu bildirdiklerimizden haberdar olmayan kimselerden idin.

Bu Kıssaya Neden Kıssaların En Güzeli İsmi Verilmiştir:

İlim adamları diğer kıssalar arasında neden buna "kıssaların en güzeli" adının verildiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir görüşe göre, bu ismin veriliş sebebi Kur'ân-ı Kerîm'de bu kıssanın ihtiva ettiği ibret ve hükümleri ihtiva eden bir başka kıssa bulunmadığından dolayıdır. Bu da bu sûrenin sonunda yer alan;

"Yemin olsun ki onların kıssalarında olgun akıl sahibleri için bir ibret vardır" (Yûsuf, 12/111) âyetinde açıkça ifade edilmektedir.

Bir diğer görüşe göre buna "en güzel kıssa" adının veriliş sebebi, Hazret-i Yûsuf'un kardeşlerini güzel bir şekilde affedip bağışlaması, eziyetlerine sabredip katlanması, onlarla karşılaştıktan sonra da yapmış olduklarını hatırlatmayarak onları affetmesi, onları af edişındeki keremidir. O kadar ki onlara:

"Bugün başınıza bir şey kakılmayacaktır" (Yûsuf', 12/92) demişti.

Bir diğer görüşe göre buna sebep bu sûrede peygamberlerin, salihlerin, meleklerin, şeytanların, cinlerin, insanların, hayvanların, kuşların, hükümdarların ve yönettikleri kimselerin davranışlarının, tüccar, iîim adamları ve cahillerin, erkeklerin, kadınların, kadınların hile ve tuzaklarının söz konusu edilmesidir. Yine bu sûrede tevhid, fıkıh, siyer, rüya tabiri, siyaset, muaşeret, geçim idaresi (iktisadi hayat) ve hem dine hem de dünyaya yarayacak pek çok faydalı hususların bulunmasıdır.

Bir başka açıklamaya göre sebep, bu sûrede sevenin, sevilenin ve bunların imledikleri yolların söz konusu edilmesidir.

Bir başka açıklamaya göre buradaki "engüzel" ifadesi "en şaşırtıcı, en hayret verici" anlamındadır.

Kimi Meanî bilginleri derler ki: Yûsuf Sûresi'nin kıssaların en güzeli olmasının sebebi, bu sûrede sözü edilen herkesin sonunda mutluluğu elde etme sidir. Mesela Yûsuf'u, babasını, kardeşlerini ve azizin karısını hatırlayınız. Hükümdarın da Hazret-i Yûsuf'a îman edip İslâm'a girdiği, İslâm'a güzel bir şekih de bağlandığı da söylenmiştir. Rüyasının tabir edilmesini isteyen ve rüyasında efendisine şarap sunduğunu gören kişi ve yine denildiğine göre şahitlikte bulunan kişi de böyledir. Kısacası hepsinin sonuçta hayra ulaştığı görülmektedir.

4

Hani Yûsuf, babasına şöyle demişti: "Babacığım! Rüyamda onbir yıldızı, güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana secde ediyorlardı;"

Yüce Allah'ın:

"Hani Yûsuf... şöyle demişti" âyetindeki;

"Hani" zarf olarak nasb mahallindedir. Sen onlara Yûsuf'un... dediği zamanı hatırlat, demektir.

Genel olarak

"Yûsuf" kelimesinin "sin" harfi ötreli okunmuştur. Ancak Talha b. Mûsarrif bu kelimeyi hemzeli ve "sin" harfini esreli olarak; Yu'sif şeklinde okumuştur. Ebû Zeyd hemzeli ve "sin" harfi üstün olarak; "Yu'sep diye bir okuyuşu da nakletmektedir. Bu ismin munsarıf olmayışı, Arapça olmadığından dolayıdır. Bunun Arapça olduğu da söylenmiştir. Ebû'l-Hasen el-Akta'a -hakim birisi idi- Yûsuf hakkında soru sorulmuş, kendisi de şöyle demişti: Sözlükte "esef' üzüntü demektir. "Esîf" ise köle demektir. Bu iki özellik de "Yûsuf'da vardı. Bundan dolayı ona "Yûsuf" ismi verilmiştir.

"Babasına... babacığım" âyetindeki;

"Babacığım" kelimesinin "te" harfi Ebû Amr, Âsım, Nafi', Hamza ve el-Kisaî tarafından esreli olarak okunmuştur. Basralı'tara göre bu harf te'nis alameti olup izafet "ya"sından bedel olarak yalnızca nidada "baba" anlamındaki sonuna getirilir. Diğer taraftan müenneslik alâmeti olan (yuvarlak) "te" müzekker isme de bitişerek mesela;" Çokça nikâh yapan adam ve çokça alay eden adam" denilir.

en-Nehhâs der ki: "Te" harfi esreli olarak; "Babacığım" denilecek olursa Sîbeveyh'e göre buradaki "te" izafet "ya"sından bedeldir. Onun bu görüşüne göre ise bu kelimede vakıf yapılacak olursa "he" sesi ile vakıf yapılır. Onun bu görüşüne dair bir takım delilleri vardır. Bir delil şudur: Bir kimsenin; " Babacığım" demesi ın anlamım verir. Buna karşılık ise ancak marife (belirli isim)de kullanılır ve; babacığım bana geldi (anlamında); denilmez; Araplar bunu ancak özel olarak nidada kullanırlar. Yine denilmez. Çünkü buradaki "te" zaten "ya"den bedeldir. O bakımdan her ikisi bir arada getirilmez.

el-Ferrâ''nin iddiasına göre İse "te" harfi esreli olarak; " Babacığım" denilecek olursa bu sadece sonda "ya"dan bedel olduğuna delildir, başka bir şeyi göstermez. Çünkü "ya" harfinin telaffuzu niyet olarak vardır. Ebû İshak ise bunun yanlış olduğunu iddia etmiştir. Doğrusu da onun söylediğidir. "Ya" harfinin söylenmesi niyet olarak nasıl var olabilir ki? Çünkü hiçbir şekilde; Babacığım (anlamında "ya"li olarak) denilmez.

Ebû Ca'fer, el-A'rec ve Abdullah b. Âmir ise "te" harfini üstün olarak; diye okumuşlardır. Basralılar derler ki: Bu şekilde okuyanlar "ya" harfi ile kastederler. Bundan sonra "ya" harfi "elife ibdal edilerek; şeklini almıştır. Daha sonra "elif te hazfedilerek, "te" harfi üstün kalmıştır.

Bir diğer açıklamaya göre asıl esreli iken daha sonra esre yerine fetha getirilmiştir. Tıpkı "ya'dan bedel "elifin getirilmesi suretiyle; "Ey kölem gel" demek gibidir.

el-Ferrâ' ise "te" harfi ötreli olarak; demeyi câiz görmektedir.

"Rüyamda onbir yıldızı, gördüm." Bana onbir kişi geldi ve ben onbir kişi gördüm, onbir kişiye uğradım" denileceği hususunda nahivciler arasında görüş ayrılığı yoktur. Onüç ve ondokuz ile aralarındaki sayılar da böyledir. Bu sayıların her bir cüzünün fetha üzere mebnî olduklarına dikkat çekiyor. Araplar böylelikle bu İki ismi tek bir isim kabul ederek, harekelerin en hafifi ile bunlara i'rab vermişlerdir.

es-Süheylı der ki: Bu yıldızların isimleri müsned bir rivâyet ile zikredilmektedir. Bunu da el-Hâris b. Ebî Üsâme rivâyet ederek şöyle demiştir: Kitab ehlinden bir kişi olan- Büstane gelip Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e Yûsuf (aleyhisselâm)’ın gördüğü onbir yıldıza dair soru sordu. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurdu: "el-Haresan, et-Tarık, ez-Zeyyâl, Kâbis, el-Mûsabbih, ed-Darûh, Zü'l-Kenefât, Zü’l-Kara', el-Felîk, Vessâb ve el-Amûdan'ı Yûsuf (aleyhisselâm)ı kendisine secde ederlerken gördü." Suyûti, ed-Durru'l-Mensûr, IV, 498-499.

O İbn Abbâs ve Katâde derler ki: Yıldızlar Hazret-i Yûsuf’un kardeşleri, güneş annesi, ay da onun babası (demek)dir.

Yine Katâde der ki: Güneşten kasıt onun teyzesidir. Çünkü annesi vefat etmişti. Teyzesi de babasının nikâhı altında bulunuyordu.

"Gördüm ki onlar" ifadesi ise te'kiddir. Hz Yûsuf’un;

"Gördüm ki onlar bana secde ediyorlardı" ifadesinde çoğul müzekker olarak gelmiştir, el-Halîl ve Şibeveyh'in görüşüne göre Hazret-i Yûsuf bu eşyaya itaat ve secde ettiklerini haber verdiğinden -ve bunlar da akıl sahibi varlıkların fiillerinden olduğundan dolayı bu varlıklar hakkında aklı eren varlıklar gibi haber vermiştir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce yüce Allah'ın:

"Onları sana bakar görürsün" (el-A'raf, 7/198) âyetini açıklarken geçmiş bulunmaktadır. Araplar da aklı ermeyen varlıkları eğer aklı eren varlıklar seviyesinde söz konusu edecek olurlarsa, -asıl kaidenin dışına çıkarak aklı eren varhkmış gibi çoğul yaparlar.

5

Dedi ki: "Oğulcağızım! Rüyanı kardeşlerine anlatmaleyhisselâmonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan insanın apaçık bir düşmanıdır."

Bu âyete dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:

1- Tuzak Kurmak:

"Sonra sana bir tuzak kurarlar" yani seni öldürmek için bir hileye, bir yola başvururlar. Zira rüyanın te'vili gayet açıktır. Belki şeytan onları, o takdirde sana bir suikast düzenlemeye İtebilir. Âyetteki; " Sana" lâfzındaki "lâm" harfi le'kid içindir.

Nitekim ileride gelecek olan;

"Eğer rüya yorumunu biliyorsanız" (Yûsuf', 12/43.) âyetindeki gibidir.

2- Rüyaya Dair Açıklamalar:

Rüya şerefli bir hal, üstün bir makamdır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Benden sonra müjdeci şeylerden salih kimsenin gördüğü yahut kendisine gösterilen sadık ve salih rüyadan başka bir şey kalmamıştır." Beyhakî, Şuabu'l-İmân, IV, 184-185. Bir başka hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Aranızda rüyası en doğru kişi, sözü en doğru olandır." Müslim, Ru'yâ 6: Ebû Dâvûd, Edeb 88; Tirmizî, Ru'yâ 10; Dârimi, Ru'ya 7; Müsned, II, 269, 507. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de rüyanın nübüvvetin kırkaltı bölümünden bir bölüm olduğuna hükmetmiştir. Buhârî, Ta'bir 4; Müslim, Ru'yâ 6-8; Ebû Dâvûd, Edeb 88; Tirmizî, Ru'ya 10; Dârimî, Ru'ya 2: Müsned, II 269, 507. "Peygamberliğin yetmiş bölümünden bir bölüm" olduğu da rivâyet edilmiştir. Müslim, Rüya 9: el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII. 172-173.

İbn Abbâs (radıyallahü anh)ın rivâyet ettiği hadiste ise "Peygamberliğin kırk bölümünden bir bölüm" diye belirtilmiştir. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 174.

İbn Ömer'in rivâyet ettiği hadiste: "Kırkdokuz bölümünden bir bölüm" Kenzu'l-Umınûl, no: 41413. (Kurtubî, Daru'l-Hadis baskısı, IX, 127'den naklen) Hazret-i Abbas yoluyla gelen hadiste: "Peygamberliğin elli bölümünden bir bölüm" Taberânî, el-Mu'cemu'l-Evsat, VI, 380 Enes yoluyla gelen hadiste: "Yirmialtı bölümünden bir bölüm" Kaynağını tesbit edemedik. Ubade b. es-Samît yoluyla gelen hadiste: "Peygamberliğin kırkdört bölümünden bir bölüm" 'Kırk" ve "kırkaltı bölümünden bir bölüm olarak: el-Heysemî. Mecmau'z-Zevâid, VII, 174. diye rivâyet edilmiştir.

Ancak bunlar arasında sahih olan kırkaltı bölümünden bir bölüm olduğu şeklindeki rivâyettir. Sıhhat itibariyle bundan sonraki rivâyet ise yetmiş bölümünden bir bölüm şeklindeki rivâyettir. Müslim, Sahih'inde bu iki hadisin dışındakiler rivâyet etmemiştir. Diğer hadisleri ise başka hadis âlimleri naketmişlerdir. Bu açıklama İbn Battal'a aittir.

Ebû Abdullah el-Mazerî der ki: Hadis ehlince daha çok rivâyet edilen ve daha sahih kabul edilen: "Kırkaltı bölümünden bir bölüm" şeklindeki rivâyettir.

Taberî der ki: Doğrusu şunu söylemektir: Bu hadislerin hepsi veya çoğunluğu sahihtir ve bu hadislerin herbirisinin makul bir açıklaması vardır. Mesela Hazret-i Peygamber'in; "O, peygamberliğin yetmiş bölümünden bir bölümdür" şeklindeki âyeti şu demektir: Bu salih ve sadık bütün rüyalar hakkında genel bir ifadedir ve hangi durumda olursa olsun, rüya gören her müslüman hakkında söz konusudur.

"Rüyanın kırk veya kırkaltı bölümden bir bölüm" olduğunu belirten hadise gelince, o bununla rüyayı gören kişinin, es-Sıddık Ebû Bekir hakkında sözü edilen, durumda olan kişiyi kastetmektedir. Buna göre aşırı soğukta bile abdestini iyice alan ve hoşuna gitmeyen hususlarda Allah yolunda sabreden, bir namazı kıldıktan sonra diğerini bekleyen bir kimsenin gördüğü salih rüya, -yüce Allah'ın izniyle- peygamberliğin kırk bölümünden bir bölümdür.

Kimin de bizatihi durumu bunun arasında bir yerde ise onun göreceği sadık rüya da bu iki bölüm arasında değişir. Yani kırk bölümden birinden, altmış bölümden birisine kadar- ki sınırlar arasında gider gelir ve yetmiş bölümden birinden daha aşağıya düşmez, kırk bölümden bir bölüm olmaktan yukarıya da çıkmaz.

Ebû Ömer b. Abdi'l-Berr de bu manaya işaret ederek şöyle demektedir: Rüyanın bölümleri ile ilgili bu husustaki rivâyetlerin farklılığı, bana göre birbirine zıt ve biri diğerini reddeden bir ayrılık değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.- Çünkü salih bir rüya, gören kimsenin durumuna, doğru sözlülüğüne, emaneti edaya, sağlam bir dine ve güzel bir yakîne sahib oluşuna göre değişebilir. İnsanların belirttiğimiz bu niteliklerdeki farklılığına göre onların gördükleri rüyalar da muhtelif sayılardaki bölümlerden birisi olabilir. Rabbine ibadette, niyetinde, yakîninde ve doğru sözlülüğünde ihlaslı ve samimi olan bir kimsenin gördüğü rüya, daha doğru çıkar ve nübüvvetin bildirdiklerine daha yakındır. Nitekim peygamberler de birbirlerinden daha faziletlidirler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Yemin olsun ki Biz, peygamberlerin kimini kiminden üstün kılmışızdır." (el-İsra, 17/55)

Derim ki: Böyle bir açıklama değişik hadisleri bir arada telif edebilmektedir ve böyle bir açıklama, onların bir bölümünü yorumlarken diğer bir bölümünü bir kenara atmaktan daha uygundur. Bunu da Ebû Said el-Esfakusî (Sefakısî) bazı ilim ehlinden naklederek şöyle demektedir: Hazret-i Peygamber'in: "Peygamberliğin kırkaltı bölümünden bir bölüm" ifadesinin anlamı şudur: Şanı yüce Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)e peygamber olarak -İkrime ve Amr b. Dinar'ın, İbn Abbâs (radıyallahü anh)dan rivâyetlerine göre- yirmrüç yıl vahiy indirmiştir. İşte biz (Hazret-i Peygamber'in nübüvvetten önce gördüğü sadık rüya dönemi olan) altı aylık sürenin yirmiüç yıla oranını tesbit edecek olursak, bunun kırkaltı bölümden bir bölüm olduğunu görürüz. İşte el-Mazerî de "el-Mu'lim" adlı eserinde buna İşaret etmiş, el-Konevî Arapça baskıyı yayına hazırlayanın belirttiğine göre, nüshalardan birisinde "elvi" şeklindedir. Bunun doğru olma ihtimali daha yüksektir. de Yûnus Sûresi'nin tefsirinde yüce Allah'ın:

"Onlar için dünya hayatında da... müjde vardır." (Yûnus, 10/64) âyetini tefsiri sırasında bu görüşü tercih etmiştir.

Ancak bu görüş iki açıdan yanlıştır. Birincisi Ebû Seleme'nin İbn Abbâs ve Hazret-i Âişe'den; vahyin yirmi yıllık süre devam ettiği, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in de kırk yaşında iken peygamber olarak gönderilip Mekke'de on yil kaldığına dair rivâyetidir. Bu aynı zamanda Urve, en-Nehaî, İbn Şihab, el-Hasen, Atâ el-Horasanî ve Said el-Museyyeb'in -bu konuda ondan farklı rivâyet de gelmiştir- kabul ettikleri görüştür. Aynı zamanda Rabia ve Ebû Galib'in, Enes'ten rivâyeti de budur. Bu hadis sabit ise o takdirde böyle bir yorum da yanlış demektir,

2- Farklı bölümler olduğunu belirten diğer hadislerin bir anlam ifade etmesi söz konusu olamaz.

3- Rüyanın Nübüvvetin Bir Bölümü Olması Ne Demektir?

Rüyanın peygamberlikten bir bölüm olmasının sebebi rüyada uçmak, cisimlerin değişmesi, gayb ilminden bazı şeylere muttali' olmak gibi imkansız ve beşeri âciz bırakan hususların olmasından dolayıdır. Nitekim Hazret-i Peygamber hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Peygamberlik müjdeleyicilerinden geriye uykudaki sadık rüyadan başka bir şey kalmadı." "Peygamberlikten geriye müjdeleyecilerden (el-mübeşşirât) başkası kalmadı" anlamında: Buhârî, Ta'bir 5; Müslim, Salât 207-208: Nesâî, Tatbik 62; İbn Mâce, Rüya 1; Muvatta’, Ru'yâ 3; Dârimi, Salât 77; Müsned, I, 219, 111, 267, V, 454, VI, 129, 381.

Özetle sadık rüya Allah'tandır ve peygamberliktendir. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "İyi rüya Allah'tandır, hulm (kötü rüya) da şeytandandır. " Buhâri, Ta'bir 3, 4, 10, 14, Bed'u’l-Halk 11, Tib 39; Müslim, Ru'yâ 1, 2; Ebû Dâvûd, Edeb 88; Tirmizî, Ru'yâ 5; İbn Mâce, Ru'ya 4; Müsned, V, 296, 300, 305, 310 Sadık rüyayı tasdik etmek haktır, onu güzel bir şekilde tevil etmelidir. Hatta kimi rüyaların te'vile (yoruma) dahi ihtiyacı olmaz. Bu gibi rüyalarda mü’minin imanını arttıracak türden yüce Allah'ın harikulade takdir ve lütufları da vardır. Bu konuda rey ve eser ehlinden olup din ve hak ehli kimseler arasında görüş ayrılığı yoktur, rüyayı ancak inkarcılar ile Mutezile'den çok az bir kesim reddetmektedir.

4- Sadık Rüya Peygamberlikten Bir Parça Olduğuna Göre Kâfir ve Yalancıların Rüyası Ne Olur?

Sadık rüya peygamberlikten bir bölüm olduğuna göre kâfir, yalancı ve hakkı batıla karıştıran kimse sadık rüya görmeye nasıl ehil olabilir? Üstelik kimi kâfirler ile öyle olmamakla birlikte dininden razı olunmayan başka kimseler, gerçekten sadık ve doğru rüyalar görmüşlerdir. Mesela (Yûsuf Sûresi'nde sözü edilen) ve yedi inek gören hükümdar, (Hazret-i Yûsuf ile birlikte) hapishanedeki iki gencin rüyası, Danyal'ın, hükümdarlığının elinden gideceği şeklinde yorumladığı Buhtu Nassar'ın rüyası, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in ortaya çıkışına dair Kisrâ'nın rüyası, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın halası Atike'nin kâfir iken Hazret-i Peygamber hakkında gördüğü rüya. Diğer taraftan Buhârî'nin "hapistekilerin rüyası" Buhâri, Ta 'bir 9. diye başlık açmasına dair ne söyleriz? diye sorulacak olursa, cevabımız şudur:

Kâfir, facir, fasık ve yalancıların kimi zaman rüyaları doğru çıksa bile onların bu rüyalarının vahiy ya da nübüvvetten bir bölüm olması söz konusu değildir. Zira gaybe dair söylediği bir sözde doğru söyleyen her kişinin verdiği bu haberi nübüvvet olamaz. Nitekim En'âm Sûresi'nde de (6/59. âyet, 2. başlıkta) kâhin ve benzeri diğer kimselerin bazen hak bir sözü haber verip bunda doğru söyleyebileceğine dair açıklamalar geçmişti. Ancak bu durum son derece nadir ve az görülen bir durumdur, İşte böylelerinin rüyası da bu kabildendir.

el-Mühelleb derki: Buhârî'nin böyle bir başlık kullanması, müşriklerin rüyasının da sadık (doğru çıkan) bir rüya olmasının mümkün olduğuna işaret etmek içindir Nitekim hapishanedeki iki gencin rüyası da bu şekilde idi. Ancak böyle bir rüyanın mü’minin rüyasının izafe edildiği gibi nübüvvete izafe edilmesi câiz değildir. Zira doğru bir şekilde te'vil edilebilen herbir rüyanın nübüvvetten bir bölüm kabul edilmesi doğru olamaz.

5- Sadık Rüya İle Öyle Olmayan Rüya (Hulm):

Yüce Allah'a izafe olunan (Allah tarafından gösterilen) rüya, her türlü karışıklıktan ve vehimden arınmış ve te'vili (yorumu) Levh-i Mahfuz'dakine uygun düşen rüya demektir. Karmakarışık haberler ihtiva eden tevili kolay kolay mümkün olmayan rüyalara da "hulm" denilir ki, şeytana İzafe olunan rüya budur. Bu rüyaya karmakarışık (dığs) adının veriliş sebebi, bunda birbiriyle çelişen şeyler olduğundan dolayıdır. el-Mühelleb de bu anlamda açıklamıştır.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da rüyayı bu konuda söz söylemiş herhangi bir kimsenin açıklamasına gerek bırakmayacak şekilde kısımlara ayırmıştır. Avf b. Mâlik (radıyallahü anh), Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Rüya üç türlüdür. Bunlardan birisi şeytanın Âdem oğlunu kederlendirmesi için gösterdiği dehşetli şeylerdir. Bir bölümü ise mü’minin uyanıkken üzülüp ihtİmâm gösterdiği ve uykusunda gördüğü şeylerdir. Bir bölümü de nübüvvetin kırkaltı bölümünden bir bölümdür." (Hadisi Avf b. Malik'ten rivâyet eden Ebû Abdullah Müslim b. Mişkem) dedi ki: Ben: Sen bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)tan mı İşittin? dedim. O da: Evet ben bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)dan işittim, İbn Mâce, Ru'yâ 3. Yakın manada: Buhârî, Tn'bir 26; Müslim, Ru'ya 6; Ebû Dâvûd, Edeb 88; Tirmizî, Ru'yâ 1; İbn Mâce Ru'yâ 9; Dârimî, Ru'yâ 7. dedi.

6- Rüya ve Yorumu:

"Dedi ki: Oğulcağızım! Rüyanı kardeşlerine anlatma..." âyetinde geçen "rüya" kelimesi; " Uykuda gördü" kelimesinin mastarı olup "sükyâ Ve büşrâ" kelimeleri gibi "fu'tâ" vezninde bir kelimedir. Sonundaki "elif" te'nis için olduğundan dolayı munsarıf bir kelime değildir.

İlim adamları rüyanın gerçek mahiyeti hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Rüyanın herhangi bir afetin (olumsuz etkenin) söz konusu olmadığı cüzlerdeki derin uyku vb. gibi bir idrâk olduğu söylenmiştir. Bundan dolayı rüya çoğunlukla -uyku baskınlığının az olması, dolayısıyla- gecenin sonunda görülür. Yüce Allah rüya görene yeniden hasıl olan bir bilgi halkeder. İdrâkin sahih olabilmesi için de o gördüğü şeyi, gördüğü şekilde onun için halkeder. İbnu'l-Arabî der ki: Uykuda ancak uyanıkken idrâk edilmesi sahih olan şeyler görülür. Bundan dolayı rüyada hiçbir şekilde hem ayakta, hem oturan bir kişi görmez. Ancak olması mümkün ve mutad olan şeyler görebilir.

Denildiğine göre yüce Allah'ın uyuyan kimsenin idrâk mahalline görülen şeyleri sunduğu bir meleği vardır. Bu melek rüya görene hissedilebilen suretler gösterir. Bu suretler kimi zaman varlık aleminde meydana gelen uygun misaller olur, kimi zaman da hissedilemeyen, akıl ile idrâk olunabilen bir takım manevi şeyler olur. Her iki durumda da rüya ya müjdeleyici veya (korkutup) uyarıcı olur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Müslim'in, Sahih'inde ve başka hadis kitaplarında yer alan bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Rüyamda siyah saçları karmakarışık bir kadının Medine'den Mehyâa (Şamlıların ihrama girme yeri olan el-Cuhre'nin diğer ismi) çıktığını gördüm ve ben bunu humma diye yorumladım." Tabir 41-13: Tirmizî, Ru'yâ 10; İbn Mâce, Ru'yâ 10; Dârimi, Ru'ya 13; Müsned, II. 107, 17,137 de: Medine'deki veba (sıtma)nın Cuhfe’ye kaydırılacağı şeklinde yorumladım" anlamında. Müslim'de tesbit edemedik.

Yine bir başka hadiste şöyle buyurmaktadır: "Ben kılıcımın da ön tarafının koptuğunu ve bazı İneklerin de boğazlandığını gördüm. Bunları Ehl-i beytimden birisinin öldürüleceği şeklinde te'vil ettim. İnekleri ise ashabımdan öldürülecek kimseler olarak yorumladım." Buhârî, Tabir 44; Meğfızî 26; Müslim, Ruyâ 20; İbn Mâce, Ru'yâ 10; Dârimî, Ru'yâ 13. Ancak yorumda; 'ehl-i Beytimden öldürülecek kimse" sözkonusu edilmemektedir. "Ve ben elimi oldukça sağlam bir zırha soktuğumu gördüm, onu da Medine diye yorumladım." Dârimi, Ru'yâ 13; Müsned, 1, 271. "Elimde iki bilezik olduğunu gördüm. Bunları da benden sonra çıkacak iki yalancı (peygamber) olarak yorumladım." Buhârî, Ta'bir 38, 40, Meğazi, 70. 71: Tirmizî, Ru’ya 10: Müsned, II, 319, 338, 344, III, 86.

Ve buna benzer bir takım misallerin verildiği başka rüyalar. Bunların kimisinin manası (yorumu) öncelikte çabucak bilinir, anlaşılır. Kimisinin ise yorumu ancak belli bir süre düşündükten sonra anlaşılır. Yûsuf (aleyhisselâm) zamanında ise bilinen kişinin rüyasında gördüğü inekleri Hazret-i Yûsuf "yıllar" diye yorumlamıştı. Onbir yıldızı, güneşi ve ayı da (babası) kardeşleri ve ebeveyni diye yorumlamıştı.

7- Çocuk Yaştaki Hazret-i Yûsufun Rüyasının Hükmü:

Yûsuf (aleyhisselâm) rüyasını gördüğünde küçük bir çocuktu. Çocuğun fiilinin hükmü yoktur, O halde nasıl belli bir hüküm ifade eden bir rüyası olur ve hatta babası ona: "Rüyanı kardeşlerine anlatma" der, diye sorulursa cevab şudur: Rüya önceden de açıkladığımız gibi bir hakikati idrâk etmektir, dolayıst ile küçük çocuğun gördüğü rüya, uyanıkken onun gerçek idrâki gibidir. Çocuk gördüğü bir şeyi haber verirse bu sözünde doğru söylediğine göre, rüyada gördüğü şeyi bildirmesi de böyledir, Şanı yüce Allah, Hazret-i Yûsuf'un rüyasını bize bildirmiş ve aynen gördüğü gibi rüyasının da gerçekleştiğini haber vermiştir. Bu konuda ileri sürülebilecek bir itiraz olamaz. Hazret-i Yûsuf'un o sırada oniki yaşında olduğu da rivâyet edilmiştir.

8- Rüya Kimlere Anlatılır?

Bu âyet-i kerîme, rüyanın şefkatli olmayan, samimi olarak kişinin iyiliğini istemeyen ve rüyayı doğru dürüst yorumlayamayan kimselere anlatılamayacağı hususunda asıl bir delildir. Ebû Rezîn el-Ukaylî'nin rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Rüya peygamberliğin kırk bölümünden bir bölümdür." Tirmizî, Ru'yâ 6; Müsned, IV 10. "Rüya o rüyayı gören kişi, onu anlatmadığı sürece bir kuşun kanadına asılıdır. O rüyayı anlattı mı ordan düşer. O bakımdan rüyanızı ancak aklı başında bir kimseye yahut (sizi) sevene veya (size) karşı (samimi olana) anlatınız." Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiş olup hakkında; Hadis hasen, sahihtir, demiştir. Ebû Rezîn'in ismi ise Lakît b. Âmir'dir. Tirmizî, Rüya 6; Müsned, IV, 10.

İmâm Mâlik'e şöyle soruldu: Herkes rüyayı yorumlayabilir mi? O: Peygamberlik ile mi oynanacak, diye cevap verdi. Yine Malik şöyle demektedir: Rüyayı ancak rüya yorumunu iyi bilen bir kimse yorumlayabilir. Eğer o görüşüne göre hayır bir şey bilirse onu bildirsin, hoşlanılmayan bir şey olduğu görüşüne sahib olursa ya hayır söylesin yahut sussun. Bu sefer: Peki, rüya ona göre hoş olmayan bir yoruma delalet ediyorsa? "Rüya onun yorumuna göre çıkar" denildiğinden ötürü yine hayra göre mi yorumlayacak? sorusuna da: Hayır diye cevab verdikten sonra şunları ekler: Rüya peygamberlikten bir bölümdür, peygamberlikle oynanamaz.

9- Müslümanın Sakıncalı Gördüğü Hususlarda Kardeşini Uyarması ve Gıybetin Sınırı:

Bu âyet-i kerîmede müslüman bir kimsenin, müslüman bir kardeşini, hakkında korktuğu şeyden sakındırmasının mubah olduğuna ve bunun gıybetin kapsamına girmediğine delil vardır. Çünkü Ya'kub (aleyhisselâm), Hazret-i Yûsuf'u rüyasını kardeşlerine anlatmaktan sakındırmış, ona bir kötülük yapabilecekleri konusunda uyarmıştır.

Yine bu âyet-i kerîmede kıskançlık, hile ve tuzak şeklinde zarar vereceğinden korkulan kimselerin huzurunda nimeti açığa vurmaktan vazgeçmenin câiz olduğuna da delil vardır. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: "İhtiyaçlarınızın başarıya ulaşmasını sağlamak için gizliliğin yardımını alınız. Çünkü herbir nimet sahibi kıskanılır. " el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VTII, 195; senedindeki râvilerden tenkide uğramış alanların ve senedinde inkıta' (kopukluk) bulunduğu kaydıyla.

Yine bu âyet-i kerîmede Hazret-i Ya'kub'un rüya yorumunu çok iyi bildiğine açık bir delil vardır. Çünkü Hazret-i Ya'kub -bu hususta kendisi herhangi bir şeye aldırmaksızın- Hazret-i Yûsuf'un kardeşlerine üstün geleceğini bilmişti. Çünkü kişi oğlunun kendisinden daha hayırlı olmasını arzu eder, fakat kardeş aynı şeyi kardeşi için istemez. Yine bu, Hazret-i Ya'kub'un oğullarının Hazret-i Yûsuf’u kıskandıklarını ve ona karşı içlerinde buğz beslediklerini farketmiş olduğunu göstermektedir. O bakımdan Hazret-i Yûsuf’a rüyasını bu rüyanın kalplerine yer ederek onu öldürmek İçin bir hileye başvuracaklarından korktuğu için kardeşlerine anlatmamasını söylemişti. Hem bundan, hem de onların Hazret-i Yûsuf’a yaptıklarından, kardeşlerinin o sırada henüz peygamber olmadıklarının delili vardır.

Taberî'nin, İbn Zeyd'e mektubunda ise bunların peygamber oldukları nakledilmektedir. Ancak peygamberlerin dünyevî sebepler dolayısıyla kıskançlık, babalarına karşı gelmeleri, mü’mini ölüme maruz bırakmak, onu öldürmek için komplo hazırlamak gibi hususlardan uzak ve masum olduklarına dair kat'î hüküm bu görüşü reddetmektedir. Kardeşlerinin o sırada peygamber olduklarını söyleyenlerin görüşleri önemsenemez. Bununla birlikte aklen herhangi bir peygamberin yanılması imkansız değildir. Şu kadar var ki böyle bir yanılma (kabul edilirse) pek çok büyük günahı bir arada toplamaktadır. Müslümanlar ise peygamberlerin büyük günahtan korunmuş (masum) olduklarını ıcma ile kabul etmişlerdir. Ancak daha önceden de geçtiği gibi ve ileride de geleceği üzere küçük günahlar konusunda farklı görüşleri vardır.

10- Rüyanın Müjde Oluşu:

Buhârî, Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)nin şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı şöyle buyururken dinledim: "Peygamberlikten ancak mübeşşirât (müjdeleyiciler) kalmış bulunuyor." Mübeşşirat nedir? diye sormaları üzerine, Hazret-i Peygamber: "Salih rüyadır." diye buyurdu. Daha önce 3. başlıkta geren ilk hadise dair verilen kaynaklar

Bu Hadîs-i şerîfin zahiri, rüyanın mutlak olarak müjde olduğuna delil ise de durum esası itibariyle böyle değildir. Çünkü sadık rüya, bazen yüce Allah tarafından bir uyarıcı olabilir ve o rüyayı göreni hiç de sevindirmeyebilir. Ancak yüce Allah'ın böyle bir rüyayı mü’mine göstermesi ona bir şefkat ve rahmetinin bir tecellisidir. Böylelikle mü’min gerçekleşmeden önce başına gelecek belaya hazırlanmış olsun. Şayet kendisi bunu anlayıp kendi kendisine yorumlayabilirse mesele yok. Aksi takdirde bu konuda ehü olan kimseye yorumunu sorup öğrenebilir.

İmâm Şâfiî de Mısır'da bulunduğu sırada Ahmed b. Hanbel'in mihnetine delalet eden bir rüya görmüştü. Buna hazırlanması için o da gördüğü bu rüyayı yazarak haber vermişti. Daha önce Yûnus Sûresi'nde de yüce Allah'ın:

"Onlar için dünya hayatında da... müjde vardır." (Yûnus, 10/64) âyetinde bunun salih (doğru çıkan) rüya olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. İşte bu ve Buhârî'nin rivâyet ettiği bu hadis, çoğunlukla (salih rüyanın) müjdeleyici olduğu anlamındadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

11- Hoşa Gitmeyen Rüyalar:

Buhârî, Ebû Seleme'nin şöyle dediğini rivâyet eder: Ben bir rüya görür ve gördüğüm bu rüya beni hasta ederdi. Nihayet Ebû Katâde'yi şöyle derken dinledim: Ben de bir rüya görür ve bu beni hasta ederdi. Nihayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı şöyle buyururken dinledim: "Güzel rüya Allah'tandır. O bakımdan sizden herhangi bir kimse sevdiği (hoşlandığı) bir rüya görürse bunu ancak sevdiği kimselere anlatsın. Hoşuna gitmeyen bir rüya görürse şerrinden Allah'a sığınsın ve üç defa (sol tarafına) tükürür gibi yapsın ve hiç kimseye de o rüyasını anlatmasın. Ona asla (o rüyada belirtilen) zarar dokunmayacaktır." Buhârî, Ta'bir 4, 14, 46; Müslim, Ruyâ 2, 4; Ebû Dâvûd Edeb 88; Tirmizî, Ru'yâ 5; İbn Mâce, Ru'yâ 4; Dârimî, Ru'yâ 5; Müsned, V, 296, 303, 305, 309, 310.

İlim adamlarımız derler ki: Allah bu gibi rüyalardan kendisine sığınmayı (istiâze) rüyanın eziyetini kaldıran sebepler arasında takdir etmiştir. Nitekim Ebû Katâde'nin: Ben bir rüya görürdüm ve gördüğüm bu rüya benim için dağdan daha ağır gelirdi. Bu hadisi işitince bu sefer onu hiçbir şey saymamaya başladım, şeklindeki sözleri bunu göstermektedir. Ayrıca Müslim, Hazret-i Cabîr yoluyla gelen rivâyetinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şu âyetini da kaydeder: "Sizden herhangi bir kimse hoşuna gitmeyen bir rüya görecek olursa, sol tarafına üç defa tükürsün ve üç defa da şeytandan Allah'a sığınsın ve uyuduğu yanından öbür yanına dönsün. Müslim, Ru'yâ 5; Ebû Dâvûd, Edeb 88; İbn Mâce, Ru'yâ 4; Müsned, III, 350.

Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği hadiste de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Sizden herhangi bir kimse hoşuna gitmeyecek bir rüya görürse, kalksın ve namaz kılsın, " Buhârî, Tabir 26; Müslim, Ru'yâ 6; Ebû Dâvud, Edeb 88; Tirmizî, Ru'yâ 7; Müsned, II, 269, 395, 507.

İlim adamlarımız der ki: Bütün bunlar arasında tearuz (çatışma) yoktur. Bu gibi durumda asıl emir kişinin uyuduğu yanını çevirmesi, öbür yana dönmesidir.

Namaz ise bundan fazla bir emirdir. Buna göre rüya gören bir kimsenin bunların hepsini yapması gerekir. Namaza kalkmak ise bunların hepsini kapsar. Çünkü namaz kılmak bütün bu hususları kapsar. Zira bir kimse namaza kalkacak olursa, yatmakta olduğu yanını değiştirmiş olur. Ağzına su alıp, mazmaza yaparsa tükürmüş olur. Namaza durduğu vakit, Allah'a sığınmış, dua etmiş ve Allah'tan o rüyanın şerrinden kendisini koruması için yalvarıp yakarmış olur ki, bu hal kişinin duasının kabule en yakın olduğu haldir ki, bu da gecenin seher vaktidir.

6

"Rabbin seni böylece beğenip seçecek, sana rüya yorumuna dair bilgi öğretecek, nimetini daha önce ataların İbrahim ve İshak'a tamamladığı gibi sana ve Yakub oğullarına da tamamlayacaktır. Şüphesiz ki Rabbin, herşeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir."

"Rabbin seni böylece beğenip seçecek" âyetindeki; " Böylece" lâfzındaki "kef" harfi nasb mahallindedir. Çünkü hazfedilmiş bir mastarın sıfatıdır. Aynı şekilde

"nimetini daha önce atalarına... tamamladığı gibi" anlamındaki âyette yer alan: " Gibi" lâfzındaki "kep de böyledir. ise kâffe önceki âmilin amelini önleyen edattır.

"Böylece" nin şu anlama geldiği de söylenmiştir: Allah rüya ile sana lütufta bulunduğu gibi aynı şekilde seni beğenip seçecek ve bu rüyayı gerçekleştirmek suretiyle sana ihsanda bulunacaktır.

Mukâtil : Sana (kardeşlerinin) secde etmesiyle (seni seçecektir); el-Hasen ise peygamberlikle seçecektir diye açıklamışlardır.

“Beğenip, seçmek" seçilen kimse için üstün işleri seçmek demektir. Bu kelimenin aslı bir şeyi tahsil ettim, ele geçirdim anlamına gelen; den gelmektedir. " Suyu havuzda topladım" ifadesi de buradan gelmektedir. Bu açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır.

Bu âyet yüce Allah tarafından Yûsuf (aleyhisselâm)a bir övgüdür. Allah'ın kendisine ihsan etmiş olduğu nimetler arasında da bir nimet olarak bunu saymaktadır. Allah'ın kendisine ihsan ettiği nimetler ise yeryüzünde ona imkân ve iktidar vermesi, rüyaların yorumunu öğretmesi gibi hususlardır. Bütün bunların ise gerçekleşen rüyanın kapsamında olduğu da ittifakla kabul edilmiştir.

Abdullah b. Şeddad b. el-Hâd der ki: Yûsuf (aleyhisselâm)ın rüyasının yorumu kırk yıl sonra gerçekleşti. Bu da rüyanın (gerçekleşmesinin) son sınırıdır. Hazret-i Ya'kub "ehâdîs" ile insanların rüyada gördükleri şeyleri kastetmiştir. Bu da onun bir mucizesîdir. Çünkü onun bu yorumunda hiçbir hata söz konusu olmamıştı.

Hazret-i Yûsuf rüya yorumunu insanlar arasında en iyi bilen kişi idi. Bizim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) da bu durumda idi. es-Siddîk (Ebû Bekir radıyallahü anh) da insanlar arasında en başarılı rüya tabiri yapan kimse idi. İbn Şîrîn de rüya yorumunda oldukça ileri gitmiş, hem tabiatı itibariyle bu konuda mesafe almıştı, hem de güzel şekilde rüya yorumunu yapabiliyordu. İlim adamlarının belirttiklerine göre Said b. el-Müseyyeb de ona yakın idi.

Yüce Allah'ın:

"Sana rüya yorumuna dair bilgi öğretecek" âyeti, geçmiş ümmetlerin durumları, geçmişteki kitablar ve tevhidin delillerini öğretecek diye de açıklanmıştır. Bu ise peygamberliğe işarettir ve yüce Allah'ın:

"Nimetini... sana da tamamlayacaktır" âyeti ile kastedilen de budur; buradaki nimet peygamberliktir.

"Bu nimetin tamamlanması "nın kardeşlerinin yanına getirilmesidir, diye açıklandığı gibi; senin hoşa gitmeyen herşeyden kurtarılmandır, diye de açıklanmıştır.

"Nimetini daha önce ataların İbrahim"e dost edinmek ve onu ateşten kurtarmak suretiyle

"ve İshak'a" peygamberlik vermek suretiyle

"tamamladığı gibi, sana... da tamamlayacaktır." Hazret-i İshak'ın nimetinin boğazlanmaktan kurtarılması olduğu da söylenmiştir. Bu görüş İkrime'ye aittir. Yüce Allah:

"Ve Ya'kub oğullarına" âyeti ile Hazret-i Ya'kub'un oğullarının tümüne peygamberlik vereceğini de bildirmiştir. Bu açıklamayı da müfessirlerden bir topluluk ifade etmişlerdir.

"Şüphesiz ki Rabbin" sana verdiği

"herşeyi bilendir," Sana bütün yaptıklarında

"hüküm ve hikmet sahibidir,"

7

Yemin olsun ki Yûsuf’un ve kardeşlerinin durumunda soranlar İçin nice İbretler vardır.

"Yemin olsun ki Yûsuf’un ve kardeşlerinin durumunda soranlar için nice ibretler vardır" âyeti ile onların durumlarının ne olduğunu soranları kastetmektedir.

Mekke'liler;

"İbretler" kelimesini tekil olarak; "Bir ibret" diye okumuşlardır. Ebû Ubeyd ise çoğul okuyuşu tercih etmiş ve: Çünkü o pek çok hayırdır, diye açıklamıştır.

en-Nehhâs da der ki: Burada tekil okuyuş da güzel bir okuyuştur, yani yemin olsun ki Yûsuf’un haberine dair soru soran kimselere verilen haberde bir ibret vardır. Çünkü onlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e henüz Mekke'de iken bunu sormuş ve: Sen bize Şam (Suriye ve Filistin) topraklarında bulunup da oğlu Mısır'a götürülen ve gözleri kör oluncaya kadar oğlu için ağlayan bir peygamberin durumunu haber ver, demişlerdir.

O sırada Mekke'de kitab ehlinden hiçbir kimse yoktu, peygamberlerin haberlerini bilen kişi de yoktu. Yahudiler ise Medine'den, Mekkelilere bu hususa dair soru sormalarını telkin etmişlerdi. Bunun üzerine yüce Allah da Yûsuf Sûresi'ni tek bir defada indirdi. Bu sûrede Tevrat'ta bulunan bütün haberler yer aldığı gibi, orada bulunmayan fazla bölümleri de vardır. İşte bu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İçin Meryem oğlu Îsa (aleyhisselâm)ın ölüleri diriltmesi ayarında bir mucize idi.

"Bir öğüt" diye açıklandığı gibi, ibret diye de açıklanmıştır. Hatta bazı mushaf larda bunun; İbret, şeklinde olduğu da rivâyet edilmiştir. Bunun "basiret (gözleri hakka açan, hakkı gösteren bir husus)" anlamına geldiği söylendiği gibi; hayret verici bir durum diye de açıklanmıştır. Mesela; filan kişi bilgi ve güzellikte bir âyettir, denilirken, akıllara hayret verici bir durumdadır, denilmek istenir.

es-Sa'lebî tefsirinde der ki: Yûsuf'un kardeşleri rüyayı haber alınca onu kıskandılar. İbn Zeyd, o sırada peygamber idiler, demiştir. Kardeşleri: Kardeşlerinin kendisine secde etmesiyle yetinmiyor da bir de anne babası da mı ona secde edecekmiş? dediler ve ona düşman kesildiler. Ancak bu görüşün reddedilmiş olduğuna önceden değinilmiş idi.

"Yemin olsun ki Yûsuf’un ve kardeşlerinin durumunda..." âyetindeki kardeşlerinin İsimleri şöyledir: En büyüklerinin ismi Rûbîl idi. Diğerleri ise Şem'ûn, Lâvî, Yehûza, Zeyâlûn ve Yeşcer'dir. Bunların annesi Leyan kızı Leyâ'dır. Hazret-i Ya'kub'un dayısının kızıdır. Hazret-i Ya'kub'un ayrıca iki cariyesinden dört oğlu olmuştu: Dân, Naftalî, Câd ve Âşer diye. Daha sonra Leyâ vefat edince, Hazret-i Ya'kub onun kızkardeşi Râhil ile evlendi. Bundan da Yûsuf ve Bünyamin adındaki oğulları dünyaya geldi. Böylelikle Hazret-i Ya'kub'un çocukları toplam oniki kişi idi. es-Süheylî der ki: Ya'kub'un annesinin ismi ise Refkâ idi. Râhil, Bünyamin'den lohusa iken vefat etmişti. Leyân b. Nâher b. Âzer ise Hazret-i Ya'kub'un dayısıdır.

Hazret-i Ya'kub'un iki cariyesinin Leyâ ve Teltâ İsimlerinda olduğu da söylenmiştir ki bu cariyelerin birisi Râhil'e; diğeri ise kızkardeşi Leyâ'ya ait idi. Herbirisi cariyesini Hazret-i Ya'kub'a bağışlamıştı. Hazret-i Ya'kub iki kızkardeşi bir arada nikâhlamış idi- ve bu ondan sonra hiçbir kimseye helal olmamıştır. Çünkü yüce Allah:

"Ve iki kızkardeşi birlikte almanız da (size haram kılındı)" (en-Nisa, 4/23) diye buyurmaktadır.

İbn Zeyd'in görüşüne dair (yani kardeşlerinin Hazret-i Yûsuf’a tuzak hazırladıkları sırada peygamber olduklarına dair kanaati) daha önceden reddedilmiş idi, yüce Allah'a hamdolsun.

8

Hani onlar şöyle demişlerdi: "Doğrusu biz güçlü bir topluluk olduğumuz halde babamızın nezdinde Yusuf ile kardeşi bizden daha sevgilidir. Babamız herhalde apaçık bir hata İçindedir.

9

"Yûsuf’u öldürün yahut onu bir yere atıverin. Babanızın yüzü yalnız size yönelsin. Bundan sonra da salih bir topluluk olursunuz."

"Hani onlar şöyle demişlerdi. Doğrusu... Yûsuf" âyetindeki "Yûsuf kelimesi mübtedâ olarak ref edilmiştir. Başındaki ("doğrusu" anlamını verdiğimiz) "lâm" ise te'kid içindir. Bu da kasem için getirilen "lâm"dır ki; Allah'a yemin olsun, doğrusu ... Yûsuf

"ile kardeşi" -ona atfedilmiştir-

"babamızın nezdinde bizden daha sevgilidir" anlamındaki âyet da onun haberidir.

Buradaki;

"Daha sevgilidir" kelimesi fiil manasında olduğundan dolayı tesnîye de yapılmaz, çoğul da yapılmaz. Onlar bu sözlerini Hazret-i Yûze yönelsin, sadece sîze yönelsin demektir.

"Babanızın yüzü yalnız size yönelsin" tamamiyle size yönelsin

"bundan sonra da salih bir topluluk olursunuz." Bu günahtan sonra, bir diğer görüşe göre Yûsuf'tan sonra tevbe eden salih bir topluluk olursunuz" yani siz böyle bir vebali işledikten sonra tevredersiniz, Allah da sizin tevbenizi kabul eder.

Bu da katilin tevbesinin makbul olduğuna delildir. Çünkü yüce Allah onların söyledikleri bu sözlerini reddetmemektedir.

"Salih bir topluluk" ile ilgili olarak şu açıklama yapılmıştır. Yani o vakit sizin babanızın nezdinde durumunuz düzelir, size başkasını tercih etmez ve üstün tutmaz.

10

İçlerinden bir sözcü dedi ki: "Yûsuf’u öldürmeyin, eğer yapacaksanız onu kuyunun dibine bırakın da yolcu kafilesinden biri onu alsın."

Bu âyete dair açıklamalarımızı onüç başlık halinde sunacağız:

1- Sözcülerinin Söyledikleri:

"İçlerinden bir sözcü dedi ki..." âyetindeki sözcü Yehuzâdır. Bu da Hazret-i Ya'kub'un en büyük oğlu idi. Bu görüş İbn Abbâs'a aittir. Bunun Rûbîl olduğu da söylenmiştir ki bu da üvey annesi, teyzesinin oğludur.

"Artık... katiyyen bu yerden ayrılmam" (Yûsuf, 12/80) diyen de odur. Bu sözleri söyleyenin Şem'ûn olduğu da söylenmiştir.

"Onu kuyunun dibine bırakın" anlamındaki âyeti Mekkeliler, Basralılar ve Kûfeliler;

"Kuyunun dibine" diye (dib anlamındaki kelimeyi tekil olarak) okumuşlardır. Medineliler ise; şeklinde çoğul olarak okumuşlardır. Ebû Ubeyd tekil okuyuşu tercih etmiştir. Çünkü bu onu bıraktıkları bir tek yeri kastetmektedir. Bundan dolayı çoğul okuyuşu kabul etmemektedir.

en-Nehhâs ise şöyle demektedir: Böyle bir açıklama dilde bir daraltmadır. Bu kelimenin çoğul olarak okunuşu da iki bakımdan mümkündür: Evvela Sîbeveyh; şeklinde; (çoğul anlamında olmakla birlikte) tekil anlamı kastıyla sabah akşam üzerinde yol alındı, anlamında kullanıldığını naklederek; bu vakitleri tekil anlamında değerlendirmiştir. İşte bir kimsenin saklandığı herbir yere de tekil olarak; denilir. Diğer bir sebep de şudur: Kuyunun kendisinde kaybolunacak bir çok yerlerinin bulunması ihtimali vardır.

Bu kelimenin kökünden fiil; "Kayboldu, kaybolur, kaybolma, kayboluş" şeklinde gelir. Nitekim şair de şöyle demektedir:

"Ey o iki kişi, iki ay durun yahut üçüncü bir ayın yarısını da ona ekleyin.

İşte ben, o kayboluşlarımın saklayıp kaybettirdiği kişiyim."

el-Herevî der ki: Kuyunun dibi (ğayâbe), havuz ya da kuyudaki suyun aşındırdığı, mağarayı andıran hale çevirdiği yer, yahutta suyun biraz üstünde kuyudaki bir kemer demektir ve bu durumda herhangi bir şey göze görünmez olur. İbn Uzeyz der ki: Herhangi bir şeyi senin önünden saklayıp kaybeden herşeye "ğayâbe" denilir. Derim ki: Kabire de bu adın verilmesi bundan dolayıdır. Şair der ki:

"Eğer günlerden bir gün benim kabrim benim üstümü örterek beni kaybettirecek olursa,

Aşiretim ve çocuklarım hakkında benim yaptığım uygulamayı siz de yapınız."

Cubb, duvarları örülmemiş kuyu demektir. Duvarları örülecek olursa ona "bi'r" denilir. Şair el-Aşâ der ki:

"Eğer seksen adam boyunda bir kuyuda bulunsan dahi,

Ve bir merdivenle göğün yollarına yükseltilecek olsan bile."

Kuyuya "cubb" adının veriliş sebebi yer içinde belli bir şekilde açılmasından dolayıdır, çoğulu; şekillerinde gelir.

Burada hem kuyunun kaybedilecek dibi, hem de kuyunun birlikte zikredilmesinin sebebi, bu sözü söyleyenin bakanların göremeyeceği bir şekilde kuyunun karanlık bir yerine bırakılmasını kastettiğinden dolayıdır.

Bu kuyunun Beytu'l-Makdis kuyusu olduğu söylendiği gibi, Ürdün'de olduğu da söylenmiştir. Bu da Vehb b. Münebbih'in görüşüdür. Mukâtil ise bu kuyu Ya'kub'un evinden üç fersah uzaklıkta bir yerde idi, demektedir.

2- Yolcu Kafilesi:

"Yolcu kafilesinden biri onu alsın" anlamındaki âyet, emrin cevabı olarak cezmedilmiştir. Mücahid, Ebû Recâ, el-Hasen ve Katide;

"Onu alsın" kelimesini "te" harfi ile; (........) diye okumuştur. Bu da manaya hami edilerek böyle okunur, çünkü "kafilenin birisi" bir kafile demektir. Sîbeveyh: "Parmaklarından birisi düştü" tabirini kullanılır ve şubeyiti nakleder:

"Ve yaygınlaştırdığın söz senin boğazına tıkanır,

Tıpkı mızrağın ucunun kana boyandığı gibi."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Görüyorum ki geçen yıllar aldı benden,

Tıpkı ayın son gecesinin ayı tamamen alıp götürdüğü gibi."

Görüldüğü gibi şair(ler) burada (fiilleri): "Boğazına tıkandı" şeklinde de; "Aldı" şeklinde de kullanmamışlardır.

" Yolcu kafilesi" yolda yolculuk kastıyla yürüyen topluluk demektir.

Bu sözü söyleyenin bu şekilde konuşması bizzat kendilerinin onu uzakça bir yere taşıma gereğini duymamaları ve bununla da maksadın hasıl olacağını anlatmak istediğinden dolayıdır. Çünkü onu bulacak olan yolcu kafilesi alıp uzakça bir yere götürür. Bu da onların planlarının bir şekli idi ki, bizzat kendileri bir yerden, bir yere gitmek ihtiyacını duymasınlar. Çünkü babaları bu konuda kendilerine izin vermeyebilirdi ve belki de maksatlarının farkına varabilirdi.

3- Hazret-i Yûsuf’un Kardeşleri Peygamber miydi?

Bu âyette Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerinin onu kuyuya atmadan önce de, attıktan sonra da peygamber olmadıklarına delil vardır. Çünkü peygamberler bir müslümam öldürmek için plan hazırlamazlar. Ama kardeşleri müslüman idiler ve bir masiyet işledikten sonra tevbe ettiler.

Bir görüşe göre de peygamber idiler. Çünkü bir peygamberin yanılması aklen imkânsız bir şey değildir. Bu onların bir yanılması idi. Ancak bu iddiayı peygamberlerin önceden de açıkladığımız gibi- büyük günahlardan korunmuş (masum) oldukları hükmü reddetmektedir.

Bir diğer görüşe göre onlar o sırada peygamber değillerdi, daha sonra Allah onlara peygamberlik vermiştir. Bu bir önceki görüşe göre daha uygun görünmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

4- Hazret-i Yûsuf’un Çocukken Kuyuya Atılması:

İbn Vehb dedi ki: Malik dedi ki: Hazret-i Yûsuf daha küçük bir çocukken kuyuya atıldı. İbnul-Kasım da, Malik'ten böyle rivâyet etmiştir. Yani o sırada Hazret-i Yûsuf küçük bir çocuktu. Buna delil de yüce Allah'ın:

"Yûsuf’u öldürmeyin. Eğer yapacaksınız onu kuyunun dibine bırakın da yolcu kafilesinden biri onu alsın" şeklindeki sözüdür. Malik der ki: Ancak küçük çocuk (lakît: buluntu olarak) alınır. Aynı şekilde Hazret-i Ya'kub'un:

"Kurtun onu yemesinden korkarım" (Yûsuf, 12/13.) şeklindeki sözü de bunu göstermektedir. Çünkü bu, küçük çocuklara has bir durumdur. Kardeşlerinin:

"Yarın onu bizimle beraber gönder de bol bol yesin, oynasın. Biz onu mutlaka koruruz" (Yûsuf, 12/12) şeklindeki sözleri de bunu göstermektedir.

5- Buluntu Eşya ve Çocuk:

İltikât: Bir şeyi yoldan almak demektir. (Buluntu çocuk anlamındaki) lakît ile (bulunan eşya anlamındaki) lukata da buradan gelmektedir. Biz âyet-i kerîmenin ve sünnetin bu hususta delalet ettiği hükümler ile dilbilginleri ile ilim ehlinin söylediklerini söz konusu edeceğiz.

İbn'Arafe der ki: İltikat, aramak kastı olmaksızın bir şeyin bulunması demektir. Yüce Allah'ın:

"Yolcu kafilesinden biri onu alsın (yeltekithu)" âyeti da buradan gelmektedir. Yani ummaksızın ve beklemeksizin onu bulsun, demektir.

Lakît hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Denildiğine göre lakîtte aslolan hür olmaktır. Çünkü hürler kölelere göre sayıca daha çokturlar. el-Hasen b. Ali'den rivâyet edildiğine göre o lakîtin hür olduğu hükmünü vermiş ve yüce Allah'ın:

"Onu düşük bir fiyata, sayılı bir kaç dirheme sattılar" (Yûsuf, 12/20) âyetini okumuştur.

Malik'in arkadaşı Eşheb'de bu görüştedir. Ömer b. el-Hattâb'ın görüşü de budur. Hazret-i Ali ve bir gruptan da bu görüş böylece rivâyet edilmiştir.

İbrahim en-Nehaî de der ki: Eğer bulduğu çocuğu köleleştirmeyi niyet ederse, o köledir. Ancak Allah rızası için onu almayı niyet ederse, o kişi hürdür.

Mâlik'de, "Muvatta’"ındn şöyle demektedir: Sokağa atılmış çocuk hakkında bize göre hüküm onun hür olduğudur. Böyle bir çocuğun velâsı da bütün müslüman cemaate aittir. Onlar o kişiye mirasçı olurlar ve onun akilesini öderler. Şâfiî de bu görüştedir. Buna Hazret-i Peygamber'in: "Velâ hakkı ancak âzâd eden kimseye aittir" Daha önce de geçen ve kaynakları gösterilen bu hadisin, bazı kaynaklarda geçtiği yerlerin bir kısmı: Buhâri, Salat 70, Şurut 3, 10, Feraiz 19, 20... Mukâteb 5...; Müslim, Itk 5, 6, 8...; Ebû Dâvûd, Feraiz 12; Tirmizî, Ferâiz 20... Ayrıca bk. el-Mu'cemu'l-Mufehres ti Elfazi't-Hadisi'n-Nebevi, IV, 122, satır 11-20. hadisini delil göstermiştir. Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber burada azad edenlerin dışındakilerin, velâ hakkına sahib olamayacağını belirtmiştir. Malik, Şâfiî ve mezheplerinin ileri gelen ilim adamları ittifakla şunu kabul ederler: Lakît hiçbir kimse ile velâ bağına girişemez ve velâ dolayısıyla da kimse ona mirasçı olamaz.

Ebû Hanîfe, arkadaşları ve Kûfelilerin çoğunluğu da şöyle derler: Lakît dilediği kimseyle velâ akdini yapabilir. Onunla velâ akdi yapan kimse ona mirasçı olur ve onun yerine diyet öder. Ebû Hanîfe'ye göre de velâ akdinde bulunduğu kişi onunla birlikte akile (diyet) ödemediği sürece velâsı ile dilediğine İntikal edebilir. Eğer işlediği bir cinayetin diyetini onun yerine ödeyecek olursa, artık hiçbir zaman velâsını alıp başkasına intikal edemez.

Ebû Bekr b. Ebi Şeybe de, Ali (radıyallahü anh)dan şöyle dediğini nakletmektedir: Sokağa atılmış çocuk hürdür, eğer kendisini bulan kimse ile velâ akdi yapmak isterse yapabilir. Başkası ile velâ akdi yapmak isterse onu da yapabilir.

Buna yakın bir görüş Atâ'dan da nakledilmiştir. Bu aynı zamanda İbn Şihab'ın ve Medinelilerden bir kesimin de görüşüdür ve buna göre buluntu çocuk hürdür.

İbnu'l-Arabî der ki: Lakîtin asıl itibariyle hür kabul edilmesinin sebebi, hürlerin sayıca kölelerden daha çok olmasından dolayıdır. O bakımdan çoğunlukla görülene göre hüküm verilmiştir. Tıpkı çoğunlukla görülen esasına göre onun müslüman olduğu hükmüne varılması gibi.

Şayet müslüman ve hristiyanların bulunduğu bir yerde-bulunacak olursa, İbnu'l-Kasım der ki: Çoğunluk kimlerdense ona göre hüküm verilir, eğer üzerinde yahudi kıyafeti bulunursa yahudîdir, hristiyan kıyafeti bulunursa hristiyandır. Aksi takdirde o müslümandır. Ancak o kasaba ehlinin çoğunluğu eğer müslüman değilse müstesnadır. (İbnu'l-Kasım'dan) başkaları ise şöyle demektedir: Şayet o kasabada yalnız bir müslüman dahî bulunuyor ise o buluntu çocuğun herşeyin üstünde olan ve hiçbir şeyin üstüne çıkamadığı İslâm hükmünü galib getirerek müslüman olduğuna hüküm verilir. Eşheb'in sözünün muktezası da budur. Eşheb der ki: Lakît ebediyyen müslümandır, çünkü ben durum ne olursa olsun hür olduğunu kabul ettiğim gibi, yine durum ne olursa olsun müslüman olduğunu kabul ederim.

Fukaha sokağa atılmış ve bununla birlikte beyyinenin köle olduğuna delalet ettiği kimsenin durumu hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Bu hususta sözleri kabul edilmeyen Medinelilerden bir kesim bu yolda açıklamalar yapmışlar. Bu cümlenin aslını teşkil eden Arapça ibare pek açık değildir. Medineli kesimin kimler oldukları, görüşlerinin ne olduğu ve bu görüşlerinin neden kabul edilmediği gibi hususlar kapalı kalmaktadır. Eşheb de Hazret-i Ömer'in; böyle bir kimse hürdür, sözü dolayısıyla bu kanaattedir. Böyle birisinin hür olduğu hükmüne varan bir kimseye göre sokakta bulunan çocuğun köle olduğuna dair getirilen beyyineler kabul olunmaz. İbnu'l-Kasımda der ki: Bu hususta beyyine kabul edilir. Bu aynı zamanda Şâfiî ve el-Kûfî'nin de görüşüdür.

6- Buluntu Çocuğun Sahipleri Sonradan Ortaya Çıkarsa:

Malik buluntu çocuk hakkında şöyle demektedir: Çocuğu bulan kişi bu çocuğa harcamalarda bulunduktan sonra, bir adam bu çocuğun oğlu olduğuna dair delil ortaya koyarsa, bulan kişi, -babası onu kasten atmış ise babasından rücu' ederek harcamalarını alır. Eğer babası onu atmamış fakat çocuk kaybolmuş ise, babanın herhangi bir yükümlülüğü yoktur ve çocuğu bulan kişi yaptığı harcamaları tatavvu (nafile) olarak harcamış olur.

Ebû Hanîfe de der ki: Bulan kişi bulduğu çocuğa harcama yapacak olursa, o tatavvuda bulunan bir kimse demektir. Hakimin ona harcama emrini vermesi hali müstesna.

el-Evzaî de der ki: Kendisine vacib olmayan bir harcamada bulunan herkes yaptığı harcamayı rücû' ederek (asıl yükümlüden) hakkını alır.

Şâfiî de der ki: Şayet buluntu çocuğun (lakîtin) herhangi bir malı yoksa, onun ihtiyaçlarının Beytulmalden karşılanması icab eder. Eğer Beytulmalde bunu karşılayacak bir mal yoksa bu konuda iki görüş vardır: Bir görüşe göre buluntu çocuğun adına borç alınır, ikinci görüşe göre herhangi bir karşılık söz konusu olmaksızın harcamaları bütün müslümanlara paylaştırılır.

7- Bulunan Eşya ve Mal:

Bulunan (lukata) ve kaybedilen (dâlle) eşyanın hükmüne gelince, ilim adamlarının bu konuda farklı görüşleri vardır. İlim ehlinden bir kesimin kanaatine göre bulunan ve kaybedilen eşya Oukata ve dâlle) aynı anlamdadır ve her ikisinin de hükmü birdir. Ebû Ca'fer et-Tahavî bu görüştedir. Ayrıca Ebû Ca'fer, Ebû Ubeyd el-Kasım b. Sellâm'ın dâlle ancak hayvan hakkında söz konusudur, lukata da hayvanın dışındaki eşya için kullanılır görüşünü de kabul etmemekte ve bu yanlıştır, demektedir. Buna Hazret-i Peygamberin İfk (Hazret-i Âişe'ye İftirada bulunma olayına dair) hadisinde İfk Hadisi ve yer aldığı kaynaklar için bk. Dr. Beşşâr Evvâ"d Ma'rüf ve arkadaşları, el-Müsnedu'l-Câmi', Beyrut 1413/1993, XX, 364-372. müslümanlara söylediği: " Annenizin (Âişe -radıyallahü anh-)nin gerdanlığı kayboldu" demesini delil göstermiştir. Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber (dalle; kayboldu) bu tabirini gerdanlık hakkında kullanmaktadır.

8- Lukatanın Hükümleri:

İlim adamlarının icmâ' ile kabul ettiklerine göre lukata, değersiz ve önemsiz bir şey, yahut kalıcılığı mümkün olmayan bir şey değilse tam bir yıl boyunca tanıtılır (İlan edilir). Yine icmâ' ile kabul ettiklerine göre lukatanın sahibi gelecek olursa, eğer onun o malın sahibi olduğu sabit olursa, o lukata da lukatayı bulandan daha çok hak sahibidir.

İcma ile kabul ettikleri bir başka husus da şudur: Lukatayı yiyen bir kimse eğer sene geçtikten sonra onu yemiş ve sahibi de ona tazminat ödettirmek isterse bu hakka sahihtir. Şayet lukatayı bulan kişi onu sadaka olarak bağışlamış ise lukatanın asıl sahibi bulana tazminat ödettirmek ile onun ecrini kabul etmek arasında muhayyerdir. Bunların hangisini isterse seçebileceği icmâ' ile kabul edilmiştir. Lukatayı bulan bir kimse sene dolmadan onu sadaka olarak da bağışlayamaz, herhangi bir tasarrufta da bulunamaz. Telef olacağından korkulan kaybolmuş koyunu bulanın yiyebileceğini de icmâ' ile kabul etmişlerdir.

9- Lukatayı Almak Mı Terketmek Mi Daha Faziletlidir:

Fukaha lukatayı almanın mı, almamanın mı? daha faziletli olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bu konuda Hadîs-i şerîfte lukatanın ve kaybolan hayvan (dalle) da deve olmadıkça alınmasının mubah olduğuna delil vardır. Koyun hakkında da Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır; "O ya senindir, ya kardeşinindir veya kurdundur." Buhârî. İlm 28, Şirb ve Mûsakât 12, Lukata 2-4, 9, 11; Müslim, Lukata 1, 2, 5; Ebû Dâvud, Lukata 1 (7. hadis); Tirmizî, Ahkâm 35; İbn Mâce, Lukata 1; Muvatta’, Akdiye 46;Müsned, II, 180, 186, 203, IV, 115-117. Hazret-i Peygamber bu hadisiyle kaybolmuş koyunu almayı teşvik etmektedir. Hiçbir şekilde o şey kaybolsun yahut ca sahibi onu gelip buluncaya kadar onu bırakınız, dememiştir. Eğer lukatanın terkedilmesi daha faziletli olsaydı, hiç şüphesiz Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kaybolan deve hakkındaki emri gibi mutlaka onun da terkedilmesini emrederdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Maliki mezhebi âlimlerinin görüşünün özeli, kişinin bu konuda geniş bir hareket imkanına sahip olduğu şeklindedir. Dilerse lukatayı alır, dilerse almaz. İsmail b. İshak'ın -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- görüşü budur.

el-Müzenî de Şâfiî'den şöyle dediğini nakletmektedir: Ben aldığı takdirde emniyetle onu koruyacak olursa, herhangi bir kimsenin lukatayı almamasını uygun görmüyorum. Ayrıca der ki: Lukatanın azı da çoğu da birdir.

10. Bulunan Eşya ve Hayvanlar ile İlgili Hazret-i Peygamber'den Gelen Rivâyetler:

Hadis İmâmları Malik ve başkalarının Zeyd b. Halid el-Cuhenî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Bir adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e gelerek, ona lukataya dair soru sordu. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "O bulduğun malın kabını (torbasını) ve bağını iyice belle. Sonra onu bir sene süre ile tanıt (ilan et.) Şayet sahibi gelirse (ona ver), aksi takdirde ona (uygun) gördüğünü uygula." Adam; Peki ey Allah'ın Rasûlü! Ya kaybolan koyun deyince, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "O ya senindir, ya kardeşinindir, yahut kurdundur." Adam: Ya kaybolan deve? diye sorunca, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu; "Sana ne ondan? Devenin beraberinde içeceği suyu, ayakkabısı vardır. Suya gider (su içer), ağaçtan yer, Sahibi onu buluncaya kadar (ona ilişme..) Bir önceki başlıkta gösterilen yerler

Ubeyy (b. Ka'b)ın rivâyet ettiği hadiste de Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bulduğun malın sayısını, torbasını ve bağını iyice belle. Sahibi gelirse (ona ver), aksi takdirde sen ondan yararlan. " Bir önceki başlıkta gösterilen yerler Bu hadiste de sayısının bellenmesi fazlalığı vardır ki bunu da Müslim ve başkaları rivâyet etmişlerdir.

İlim adamlarının icma ile kabul ettiklerine göre lukatanın içinde bulunduğu torba (vb. kabı) İle bağı alametlerinden ve lukata üzerindeki delillerden birisidir. Lukata sahibi kaybettiği lukatanın bütün niteliklerini gelip söyleyecek olursa ona teslim edilir.

İbnu’l-Kasım der ki: Bulan onu geri teslim etmeye mecbur edilir. Şayet bir delile bağlı olarak herhangi bir kimse o lukataya hak kazandığını gelip ortaya koyarsa ve bu lukatanın kendisinin olduğunu ispatlayacak olursa, bu durumda lukatayı bulan kişi hiçbir tazminat ödemez.

Gelen kişiye niteliklerini belirtmesi halinde ayrıca yemin ettirilir mi, ettirilmez mi? Bu hususta iki görüş vardır: Birinci görüş Eşheb'in görüşüdür, İkincisi de İbnu'l-Kasım'ın görüşüdür. Malik, arkadaşları, Ahmed b. Hanbel ve diğerlerine göre ise bu konuda ayrıca bir beyyine getirme yükümlülüğü yoktur.

Ebû Hanîfe ve Şâfiî ise şöyle derler: Lukatanın kendisine ait olduğuna dair delil ortaya koymadıkça, o lukata ona teslim edilmez. Ancak bu hadisin nassına uygun değildir. Eğer lukatanın geri verilmesi için beyyine'(delil) getirmek şart olsaydı, herhangi bir şekilde lukatanın kabının, torbasının, bağının ve sayısının söz konusu edilmesinin bir anlamı olmazdı. Çünkü bir kimse lukataya beyyine ile bütün hallerde hak kazanır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in bu gibi durumları açıklamadan susması ise câiz değildir. Çünkü susacak olursa bu, beyanın ihtiyaç vaktinden sonrasına bırakılması demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır,

11- Deve ve Koyun Dışındaki Yitik Hayvanlar:

Hadîs-i şerîfte deve ve koyunlar açıkça söz konusu edilmiş ve hükümleri beyan edilmiş olduğu halde, onların dışındaki hayvanlardan söz edilmemektedir. (Mâlikî mezhebine mensub) ilim adamlarımız inek türünün develere mi, koyunlara mı tabi olduğu hususunda iki farklı görüşe sahiptirler. Yine İmâmlarımız at, katır ve eşeklerin kaybolması halinde alınıp alınmayacağı hususunda da farklı görüşlere sahibtirler. İbnu'l-Kasım'ın sözünün zahirinden anlaşıldığına göre bu gibi kayıp hayvanlar alınır. Eşheb ve İbn Kinâne ise bunlar alınmaz, derler. Ancak İbnu'l-Kasım'ın görüşü daha sahihtir. Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Mü’min kardeşinin yitiğini onun adına koru." Hadis olarak tesbit edemedik.

12- Yitik Hayvanlara Yapılan Harcamalar:

İlim adamları yitik hayvanlara yapılan harcamalar hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbnu'l-Kasım'ın naklettiğine göre Malik şöyle demektedir: Eğer hayvanları deve vb. bulan kişi, bunlara harcamada bulunacak olursa, yaptığı bu harcamaları rücu' ile sahiplerinden almak hakkına sahiptir. Onun yaptığı bu harcamalar, ister bu konudaki yetkili âmirin emriyle olsun, ister emri dışında olsun farketmez. (Yine Malik) der ki: Bulan kişi yaptığı harcama dolayısıyla o hayvanı teslim etmeyebilir ve rehinde olduğu gibi, onda kendisi daha çok hak sahibidir. Şâfiî de der ki: Yitik hayvanları bulan kişi, onlara harcamada bulunacak olursa, bu bir tatavvu' (teberru)dur. Bu görüşü ondan er-Rabî’ nakletmiştir. el-Müzenî ise ondan şöyle dediğini nakletmektedir: Hakim harcamada bulunmasını emretmiş ise bu, bir alacak olur. Yaptığını iddia ettiği harcamalar -eğer benzeri bir harcama makul görülüyor ise-kabul edilir (ve ona ödenir).

Ebû Hanîfe de der ki: Bir kimse hakimin emri olmaksızın bulduğu mala ve deveye harcamada bulunacak olursa, tatavvuda bulunan birisi olur. Hakimin emriyle harcayacak olursa, o takdirde bu lukatanın sahibinden alacağı bir borç olur, geldiğinde ondan tahsil eder. Sahibi gelecek olursa, onu teslim etmemek hakkına sahiptir. Buluntuya harcama üç gün vb. kadar bir süredir. Sonunda hakim bu şekilde bulunan koyunun vb. satılmasını emreder ve bunlara yapılan harcama hakkında hükmünü verir.

13- Lukata Süresinden Sonra Sahibi Gelir ve Lukatasının Bulan Tarafından Telef Edilmiş Olduğunu Görürse:

Müslim'in Sahih'inde ve diğerlerindeki ifadelere göre; Hazret-i Peygamberin lukatanın tarif edilmesinden sonra onunla ilgili olarak söylediği: "Ondan yararlan" yahut "ona istediğini yap" veya: "O senindir" ya da: "Onu harcayabilirsin" veya; "Sonra onu ye" ya da: "O Allah'ın bir malıdır, onu dilediğine verir" âyetinde lukatanın temlik edildiğine delâlet eden bir ifade yoktur. Sahibi geldiği takdirde lukatayı bulanın tazminat ödemeyeceğini ortaya koyan bir husus bulunmamaktadır. Çünkü Zeyd b. Halid el-Cühenî'nin, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den rivâyet ettiği hadiste şöyle denilmektedir: "Eğer o lukatanın sahibini bulmayacak olursan, artık sen onu harca ve bu senin yanında bir emanet olsun. Günlerden birgün sahibi gelecek olursa, onu sahibine edâ et." Bir başka rivâyette de şöyle denilmektedir: "Sonra onu ye, sahibi gelirse onu sahibine edâ et." Bu hadisi de Buhâri ve Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Lukata 2, 3, 11, Edeb 75; Müslim, Lukata 2, 5, 9; Ebû Dâvûd, Lukata 1 (4. hadis); Müsned, IV, 117.

İlim adamları da icmâ' ile sahibi ne zaman gelirse, lukataya daha çok hak sahibi olduğunu İttifakla kabul etmişlerdir. Ancak Dâvûd ez-Zahirî'nin benimsediği görüş bundan farklıdır. Ona göre lukatayı bulan kişi tarif tanıtım süresiden sonra lukataya malik olur. Çünkü bu konudaki âyetlerin zahirleri bunu gerektirmektedir. Ancak diğer bütün ilim adamlarına muhalefeti dolayısıyla Davud'un görüşü muteber değildir. Diğer taraftan Hazret-i Peygamberin: "Onu sahibine edâ et" âyeti da bunu gerektirmektedir.

11

"Ey babamız! dediler. Sana ne oluyor da Yûsuf hakkında bize güvenmiyorsun? Halbuki biz, elbette onun iyiliğini isteyenleriz.

"Ey babamız! dediler. Sana ne oluyor da Yûsuf hakkında bize güvenmiyorsun?" el-Hasen'e: Mü’min kıskanır mı? diye sorulunca, o: Ya'kub'un oğullarını nasıl da unutuyorsun? diye cevap vermiştir. Bundan dolayı: "Baba senin için celbedicidir, kardeş ise senden selbedici (sana gelecek olanı alıcı)dır" denilmiştir.

Bunun üzerine Hazret-i Ya'kub'u herhangi bir yolla oğlundan ayırmayı kararlaştırdılar ve ona:

"Ey babamız! dediler. Sana ne oluyor da Yûsuf hakkında bize güvenmiyorsun?"

Denildiğine göre onlar kendi aralarında anlaşıp, ikinci olarak konuşanın görüşünü benimseyerek ayrıldıklarında Hazret-i Ya'kub'a geri dönüp bu sözleri söylediler, Bu âyette onların ona bu isteklerini Hazret-i Yûsuf’u beraberlerinde götürmeden bir defa daha ilettiklerine ve ileride geleceği üzere Ya'kub'un da bu isteklerini kabul etmediğine delil vardır.

Yezîd b. el-Ka'kâ ile Amr b. Ubeyd ve ez-Zührî; "Bize güvenmiyorsun" âyetini (nun harflerini) idğam ile ve işmam yapmaksızın okumuşlardır. Kıyas da bu şekilde okumayı gerektirir. Çünkü idğam yapılan harf sakin olmalıdır.

Talhâ b. Mûsarrif ise asla uygun olarak açıkça okunan (zahir) iki "nun" ile şeklinde okumuştur. Yahya b. Vessâb ve Ebû Rezîn "te" harfini esreli olarak; şeklinde okumuşlardır -el-A'meş'ten de rivâyet edilmiştir- ki bu da Temimliferin şivesidir. Temindiler: "Sen vurursun" (diye muzaraat harfini esreli) söylerler. Buna dair açıklama daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Diğer kıraat âlimleri ise harfin îdğamdan önceki haline delâlet etsin diye "nun"ları hem idğam ve hem de işmam yaparak okumuşlardır.

"Halbuki biz elbette onun iyiliğini İsteyenleriz." Onu sana tekrar getirinceye kadar, onu koruyacak, muhafaza edeceğiz, Mukâtil der ki: İfadede takdim ve te'hir vardır. Şöyle ki: Yûsuf'un kardeşleri babalarına:

"Yarın onu bizimle beraber gönder" âyetinde geçen sözleri söyleyince, babaları da kendilerine:

"Onu alıp gitmeniz, muhakkak ki beni tasaya düşürür" (Yûsuf, 12/13) diye cevap vermişti. Bunun üzerine babalarına cevab olmak üzere:

"Sana ne oluyor da Yûsuf hakkında bize güvenmiyorsun?" âyetindeki sözlerini söylediler.

12

"Yarın onu bizimle beraber gönder de bol bol yesin, oynasın. Biz onu mutlaka koruruz."

"Yarın onu bizimle beraber" Sahraya (açık havaya)

"gönder de bol bol yesin, oynasın." Bu âyetteki;

" Yarın" lâfzı zarftır. Bu kelimenin aslı Sîbeveyh'e göre; şeklindedir. Bu kelime aslına uygun olarak da kullanılmıştır. en-Nadr b. Şumeyl der ki: Tan yeri ile sabah namazı arasındaki vakte denilir. da böyledir,

"Bol bol yesin, oynasın" anlamındaki âyeti Basralılar, " Bol bol yiyelim, oynayalım" şeklinde "nun" harfi ile ve "ayn" harfini de sakin olarak okumuşlardır. Mekkelilerin bilinen okumaları şeklinde ve "ayn" esreli olarak okumaları şeklindedir.

Kûfeliler ise; " Bol bol yesin, oynasın" şeklinde "ya" harfiyle ve "ayn" harfini sakin olarak okumuşlardır. Medineliler ise "ya" harfi ve "ayn" esreli olarak okumuşlardır. Birinci okuyuş (bol bol yiyelim, oynayalım anlamındaki okuyuş) Arapların İstediği gibi yemesi halini anlatmak üzere kullandıkları; "İnsan ve deve bol bol yedi" ifadelerinden alınmıştır. Yiyebildiğimiz kadar yiyelim, demektir. Bolca yiyen herkese de; O denilir. Şair der ki:

"Ey Pezâre! Haydi bol bol ye (yayıl); bu yiyişin sana afiyet olmasın."

Bir başka şair (el-Hansa) da şöyle demektedir:

"(Yavrusunu kaybettiğini) unuttu mu yayılıp otlar, ama hatırladı mı da (yavrusunu kaybetmenin şaşkmlığıyla) gider, gelir."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Ölümü benden geri çevirmenden ve bana

Çokça otlayıp yayılan o yüz (deveyi) verişinden sonra nankörlük eder miyim?"

Ma'mer, Katâde'den; Koşup, gider anlamında okuduğunu rivâyet etmektedir. en-Nehhâs der ki: O;

"Biz yarış yapalım diye gittik" (Yûsuf, 12/17) ifadesinden hareketle böyle okumuştur: Çünkü burada âyetin anlamı belli bir noktaya kadar koşmak için yarışalım, şeklindedir. Aynı şekilde; "Bol bol yesin" âyetinde "ayn" harfinin sakin okunması da bu şekildedir. Şu kadar var ki burada yalnız Yûsuf (aleyhisselâm) söz konusudur. " Bol bol yesin" lâfzında "ayn" harfinin esreli okunması koyunların otlamaları anlamından alınmıştır. Yani o böylelikle buna alışsın ve erkekliğe doğru adım atsın, kimi zaman yesin, küçüklüğü dolayısıyla da kimi zaman oynasın.

el-Kutebî der ki: şeklindeki okuyuş, birbirimizi koruyalım, kollayalım, biri diğerine riayet etsin anlamında olup, "Allah seni korusun" manasındaki ifadesinden alınmıştır. "Oynayalım" ise oyun anlamındaki dan gelmektedir. Ebû Amr b. el-A'la'ya: Kendileri peygamber oldukları halde nasıl "oynayalım" dediler, diye sorulunca: Henüz daha peygamber olmamışlardı, diye cevab vermiştir.

Bir diğer açıklamaya göre oynamaktan maksat, mubah olan şekliyle neşelenmek, rahatlamaktır. Yoksa hakkın zıttı olan ve yasak olan oyunlar değildir. Bundan dolayı Hazret-i Ya'kub onların: "Oynayalım" sözlerine tepki göstermemiştir. Hazret-i Peygamber'in (Cabir b. Abdullah'a): "Ne diye bakire ile evlenmedin? Sen onunla oynaşır, o seninle oynaşırdı" Buhâri, Nikâh 10, 121, 122, Nafakat 12; Müslim, Rada' 54-58; Ebû Dâvûd, Nikâh 3; Dârimî, Nikâh 32; Müsned, III, 294, 302, 308, 314... âyeti da buradan gelmektedir.

Mücahid ile Katâde ise bineğini otlatır, anlamında; diye okumuşlar ve "binek" anlamındaki mef'ûlü hazfedilmiş olarak değerlendirmişlerdir. Ondan sonraki; " Ve oynar" kelimesini de yeni bir cümle olarak (istinaf) ref ile okumuşlardır. Ve: O henüz oyun döneminde olan kimselerdendir, demektir. "Biz onu mutlaka koruruz." Senin onun hakkında korktuğun herşeye karşı onu koruruz.

Ayrıca onların binekli çıkmış olmaları da muhtemeldir, piyade çıktıkları ihtimali de vardır. Onların Hazret-i Ya'kub kendilerini gördüğü sürece, Hazret-i Yûsuf’u omuzları üzerinde taşıdıkları, kendilerini göremeyeceği bir yere geldiklerinde ise; ona zarar vermek üzere kendileriyle birlikte koşsun diye bırak akları da nakledilmektedir.

13

Dedi ki: "Onu alıp gitmeniz muhakkak ki beni tasaya düşürür. Siz kendisinden habersizken kurdun onu yemesinden korkarım."

Yüce Allah'ın:

"Dedi ki: Onu alıp gitmeniz muhakkak ki beni tasaya düşürür" anlamındaki âyet ref mahallindedir. Onu alıp gitmeleri halinde Hazret-i Yûsuf yanında olmayacağından dolayı üzülüp tasalanacağını onlara haber vermektedir.

"Siz kendisinden habersizken" yani yeyip içmekle meşgul iken

"kurdun onu yemesinden korkarım." Çünkü Hazret-i Ya'kub rüyasında kurdun Hazret-i Yûsuf’a hamle yaptığını, hücum ettiğini görmüştü. O bakımdan kurdun Hazret-i Yûsuf’a zarar vereceğinden korkmuştu. Bu açıklamayı el-Kelbî yapmıştır.

Bir diğer açıklamaya göre Hazret-i Ya'kub kendisini bir dağın zirvesinde, Hazret-i Yûsuf’u da vadinin iç taraflarında imiş gibi görür. Bu halde iken on tane kurdun etrafını sardığını, onu yemek istediklerini görür. Bu kurtlardan birisini uzaklaştırdıktan sonra, yer yarılır ve Yûsuf üç gün süreyle orada saklı kalır.

Buradaki on kurt, onu öldürmeyi kararlaştıran on kardeşidir, onu savunan kişi ise büyük kardeşi Yehudâ'dır. Yerin içinde saklı kalması ise üç gün süreyle kuyuda kalması demektir.

Bir diğer açıklamaya göre Hazret-i Ya'kub bu sözlerini onların kardeşlerine zarar vereceklerinden korkması üzerine söylemiştir. Kurt demekle onları kastetmiştir, çünkü o kardeşlerinin Yûsufu öldüreceklerinden korkuyordu. Kurt diyerek onlara karşı durumu örtbas etmek istemişti.

İbn Abbâs der ki: Hazret-i Ya'kub onları kurt diye adlandırmıştı.

Bir diğer açıklamaya göre Hazret-i Ya'kub kardeşlerinin Yûsuf’a zarar vereceklerinden korkmamıştı, eğer korkmuş olsaydı onlarla beraber Yûsuf’u göndermezdi. O gerçekten kurdun zararından korkmuştu. Çünkü çöllerde çoğunlukla kurdun zarar vereceğinden korkulur.

Kurt anlamındaki; kelimesi herbir yandan rüzgarın esişini anlatmak üzere kullanılan-, İfadesinden alınmadır. Ahmed b. Yahya da böyle demiştir. Ayrıca der ki: " Kurt" kelimesi hemzelidir. Çünkü kurt, her bir yandan gelir.

Verş de, Nâfi'den hemzesiz olarak; diye okuduğunu rivâyet etmektedir. Çünkü hemze sakin olup ondan önceki harf esreli olduğundan onu hafifletince "ya" harfine dönüşmüştür.

14

Dediler ki: "Yemin olsun ki, biz güçlü bir topluluk iken onu kurt yerse doğrusu biz zarara uğrayanlar oluruz."

"Dediler ki: Yemin olsun ki biz güçtü bir topluluk iken onu kurt yerse" yani biz toplu olarak kurdu görüp de sonra kurdu ondan uzaklaştırmayacak olursak

"doğrusu biz zarara uğrayanlar oluruz." Koyunlarımızı korumak hususunda da zarar ederiz. Yani kardeşimizden kurdu uzaklaştıramayacak olursak, biz onu koyunlarımızdan hiç uzaklaştıramayız.

Buradaki

"zarara uğrayanlar oluruz" ifadesinin, onun hakkını bilmeyen cahillerden oluruz, anlamına geldiği söylendiği gibi, acze düşmüş kimseler oluruz anlamında olduğu da söylenmiştir.

15

Nihayet onu alıp götürdükleri ve kuyunun dibine bırakmayı kararlaştırdıklarında... Biz de kendisine şunu vahyettik: "Yemin olsun ki bu yaptıklarını, kendilerine haber vereceksin ve onlar da farkına varamayacaklar."

Yüce Allah'ın:

"Nihayet onu alıp götürdükleri ve kuyunun dibine bırakmayı kararlaştırdıklarında" âyetinde yer alan;

" Onu... bırakmayı" âyetindeki Çok nasb mahallindedir ve; takdirinde olup kuyunun dibinde onu bırakma karan üzerinde birleştiklerinde demektir.

Bu olay ile ilgili olarak şöyle denilmiştir: Hazret-i Ya'kub, Hz Yûsuf’u kardeşleriyle beraber gönderdiğinde onlardan mutlaka onu koruyacaklarına dair oldukça sağlam ahitler aldı ve Rûbîl'e teslim ederek; Ey Rûbîl! dedi. Bu küçük bir çocuktur. Yavrucuğum benim buna olan şefkatimi de çok iyi biliyorsun. Acıkırsa ona yemek yedir, susarsa ona su ver, yorutursa onu taşı. Sonra da onu çabucak bana geri getir.

Bunun üzerine kardeşleri onu alıp omuzlarında taşımaya koyuldular. Biri onu bıraktı mı mutlaka diğeri onu kaldırıyordu. Ya'kub (aleyhisselâm) da bir mil kadar bir süre onları uğurladıktan sonra geri döndü. Babalarının kendilerini göremeyecekleri bir yere geldiklerinde, onu taşımakta olan kişi yere bırakıverdi. Neredeyse kemikleri kırılıp, dökülecekti. Bir diğer kardeşine sığındı, fakat onların herbirisinin diğerinden daha katı, daha kinli ve öfkeli davrandığını gördü. Bu sefer Rûbîl'in yardımına sığınarak: "Sen abilerimin en büyüğüsün. Babamın benim üzerimdeki bıraktığı halef sensin. Bütün kardeşler arasında en yakın da sensin, bana acı, benim güçsüzlüğüm dolayısıyla bana şefkat et." Rûbîl de ona oldukça ağır bir tokat indirerek: Benimle senin aranda hiçbir akrabalık ve yakınlık yoktur. Haydi o, onbir yıldızı çağır da seni ellerimizden kurtarsın, dedi.

Yûsuf böylelikle gördüğü rüyadan dolayı, kardeşlerinin kendisine kin ve öfke duyduklarını anlayınca, ağabeyi Yehudâ'ya sığınarak şöyle dedi: "Kardeşim! zayıflığıma, acizliğime, yaşımın küçüklüğüne sen şefkat göster de babamız Ya'kub'un kalbine merhametin olsun. Sizler onun vasiyetini ne kadar çabuk unuttunuz, ona verdiğiniz sözü ne kadar çabuk bozdunuz? Yehudâ'nın kalbi yumuşayarak şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, ben hayatta kaldığım sürece sana bir kötülük ulaştıramayacaklardır. Arkasından: Kardeşlerim dedi, Allah'ın haram kıldığı bir cam öldürmek en büyük günahlardandır, Haydi bu çocuğu babasına geri görürünüz, o da bize meydana gelen bu olaylardan hiçbirisini babasına anlatmayacağına dair söz versin. Kardeşleri ona şöyle dediler: Allah'a yemin olsun ki sen böyle yapmakla babamız Ya'kub'un yanında iyi bir yer edinmek istiyorsun. Allah'a yemin olsun, onu bırakmayacak olursan, seni de onunla birlikte öldürürüz. Bu sefer Yehudâ şöyle dedi: Eğer başka bir yolu kabul etmiyor İseniz, işte burada şu oldukça kurak ve ıssız bir kuyu var. Yılanların, türlü haşeratın barınağıdır. Yûsuf’u o kuyuya atınız, eğer ona bir zarar gelirse, zaten istediğiniz odur. Onun kanını dökmekten yana da sorumluluktan kurtulmuş olursunuz, eğer gelen bir yolcu kafilesi vasıtasıyla kurtulabilirse onlar da onu alıp uzak bir yere götürürler. Bu da sizin isteğinizi gerçekleştirir.

Böylece hep birlikte bu görüş etrafında birleştiler. İşte yüce Allah'ın:

"Nihayet onu alıp götürdükleri ve kuyunun dibine bırakmayı kararlaştırdıklarında..." âyetinde anlatılan budur. Bu âyetteki; "...ında"nın cevabı hazfedilmiştîr. Yani onu alıp gittiklerinde ve kuyunun dibine onu bırakmayı kararlaştırdıklarında yaptıkları fitne gerçekten çok büyük idi. Bu edatın cevabının, onların babalarına söyledikleri bildirilen;

"Ey babamız! Biz yarış yapalım diye gittik... dediler" (Yûsuf, 12/17) âyetinde olduğu da söylenmiştir.

Bir diğer görüşe göre ifadenin takdiri şöyledir: Onlar kardeşlerini babalarının yanından alıp kuyunun derinliklerine atmayı kararlaştırdıklarında oraya onu attılar, Basralıların görüşüne göre ifadenin takdiri böyledir. Kûfelilerin görüşüne göre ise; bunun cevabı: "Şunu vahyettik" anlamındaki âyet olup bunun başına gelen "vav" fazladan gelmiştir. Onlara göre ise "vav" hem ile hem de ile fazladan getirilebilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Nihayet oraya geleceklerinde ve kapıları açılacağında." (ez-Zümer, 39/73) Bu âyet, "oraya geleceklerinde kapıları açılır" demektir. Yüce Allah'ın:

"Nihayet emrimiz geldiğinde ve tandır kaynayınca" (Hûd, 11/40) âyeti da emrimiz gelip tandır kaynayınca takdirindedir. İmruu'l-Kays da söyle demektedir:

"Nihayet biz o kabilenin (yerleşik olduğu) alanını geçip de karşımıza çıkınca."

Burada geçtiğimizde karşımıza çıktı, anlamındadır. Yüce Allah'ın;

"Nihayet ikisi de teslim olup onu alnı üzere yıkınca ve Biz ona... seslendiğimizde" (es-Saffat, 37/103-104) âyeti da bu kabilden olup "teslim olup... yıkınca ona... seslendik" takdirindedir.

Yüce Allah’ın:

"Biz de kendisine... şunu vahyettik" âyetinde o sırada peygamberliğine delil vardır. el-Hasen, Mücahid, ed-Dahhâk ve Katâde derler ki: Yüce Allah suyun içinde yüksekçe bir taş üzerinde kuyuda bulunduğu sırada ona peygamberlik vermiştir.

el-Kelbî der ki: Yûsuf onsekiz yaşında iken kuyuya atıldı, o sırada küçük değildi. Bununla birlikte onun küçük olduğunu söyleyenlerin kanaati kabul edilecek olsa bile aklen küçük çocuğa nübüvvet verilmesi, ona vahyolunması uzak bir ihtimal görülemez.

Buradaki vahyin yüce Allah'ın:

"Ve Rabbin arıya vahyetti." (el-Nahl, 16/68) âyetinde ilham anlamındaki vahiy olduğu da söylenmiştir. Burada sözü geçen vahyin rüya olduğu da söylenmiştir. Ancak birinci görüş ve Cebrâîl'in ona vahiy getirdiği kanaati -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya daha kuvvetli görülmektedir.

Yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki bu yaptıklarını kendilerine haber vereceksin" âyeti iki şekilde açıklanabilir. Birinci açıklamaya göre yüce Allah, kendisine şunu vahyetti: Kardeşleriyle karşılaşacak ve yaptıklarından dolayı onları azarlayacaktır. Buna göre buradaki vahiy onun kalbine metanet vermek, esenliğe kavuşacağına dair onu müjdelemek üzere kuyuya atılmasından sonra gelmiştir.

İkinci açıklamaya göre ise onların kendisine yapacakları şeyler ona vahiy ile bildirilmiştir. Bu açıklamaya göre ise buradaki vahiy, uyarılması maksadıyla kuyuya atılmasından önce yapılmıştır.

"Ve onlar da farkına varamayacaklar." Senin Yûsuf olduğunu anlayamayacaklar. Şöyle ki: Yüce Allah, Mısır'da işlerin dizginleri onun eline geçince babasına ve kardeşlerine bulunduğu yeri haber vermemesini emretti. Bu: Onlar yüce Allah'ın peygamberlik verip, ona vahyettiğinin farkına varamayacaklar, diye de açıklanmıştır ki bu açıklamayı İbn Abbâs ve Mücahid yapmıştır.

"Kendisine şunu vahyettik" âyetindeki zamirin Hazret-i Ya'kub'a ait olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah, Hazret-i Ya'kub'a kardeşlerinin Hazret-i Yûsuf’a yaptıklarını vahiy yoluyla bildirmişti. Ayrıca Hazret-i Yûsuf’un durumunu kendilerine bildireceğini de söylemişti. Onlar ise yüce Allah'ın ona indirdiği vahyin farkında değillerdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Hazret-i Yûsuf’un kuyuya atılması esnasındaki kıssası ile İlgili olarak zikredilenler arasında es-Süddî ve diğerlerinin naklettiklerine göre- şunlar da vardır: Kardeşleri Yûsuf'u kuyuya sarkıtmaya başladıklarında, o kuyunun kenarına tutundu. Bu sefer ellerini bağlayıp üzerinden gömleğini çıkardılar. Ey kardeşlerim! dedi, gömleğimi bana geri veriniz. Bu kuyunun içinde hiç olmazsa ona sanlayım, ölürsem kefenim olur, hayatta kalırsam onunla avretimi örterim. Kardeşleri kendisine: Güneş'i, ayı ve onbir yıldızı çağır da onlar seni teselli etsinler ve seni giydirsinler. Bu sefer: Ben hiçbir şey görmedim, diye cevap verdi. Ancak onu kuyuya sarkıttılar, kuyunun ortasına ulaştığı sırada düşüp de ölsün diye onu bırakıverdiler. Kuyuda su olduğundan dolayı suyun üzerine düştü, daha sonra bir kaya parçasına ulaşıp üzerine dikildi.

Denildiğine göre düşeceği kaya parçası üzerinde parçalanması kastıyla ipi koparan kişi Şemûn'dur. Hazret-i Cebrâîl ise o sırada arşın bacağı altında bulunuyordu. Yüce Allah ona: Kuluma yetiş! diye vahyetti. Hazret-i Cebrâîl dedi ki: Ben de çabucak yerimden ayrılıp indim ve atıldıktan sonra ve düşmeden önce onu yakalayıp ve sağsalim olarak kaya parçasının üzerine onu oturttum.

Sözü geçen kuyu haşeratın barındığı bir yerdi. Hazret-i Yûsuf kaya parçasının üzerinde dikilerek, ağlamaya koyuldu. Ona seslendiklerinde, kendisine acıdıklarını sandı, onlara cevab verdi. Bu sefer üzerine taş atmak istedilerse de Yehudâ onlara engel oldu. Yehudâ, Yûsufa yiyecek getirirdi. Hazret-i Yûsuf çıplak olarak kuyunun dibine düşünce, Cebrâîl yanına geldi. Hazret-i İbrahim de ateşe çıplak olarak atıldığı sırada, Hazret-i Cebrâîl kendisine cennet ipeğinden bir gömlek getirmiş ve o gömleği ona giydirmiş idi. Bu gömlek Hazret-i İbrahim'in yanında bulunuyordu. Daha sonra Hazret-i İshak bu gömleği miras almıştı, ondan sonra da Hazret-i Ya'kub. Hazret-i Yûsuf büyüyüp, serpilince Hazret-i Ya'kub da bu gömleği bir hamayıl şeklinde sararak onun boynuna asmıştı. Bu gömlek Hazret-i Yûsuf'tan ayrılmıyordu. Kuyuya çıplak olarak atılınca, Hazret-i Cebrâîl bu gömleği çıkartıp Hazret-i Yûsuf’a giydirdi.

Vehb der ki: Hazret-i Yûsuf kaya parçasının üzerine dikildiğinde şöyle dedi: Kardeşlerim! Her ölenin bir vasiyeti olur, benim vasiyetime kulak veriniz. Onlar: Nedir? diye sorunca şöyle dedi: Hepiniz bir araya toplanıp da biriniz digerini teselli ettiğinde benim yalnızlığımı hatırlayınız. Yemek yediğinizde, açlığımı hatırlayınız. İçtiğinizde, benim susuzluğumu hatırlayınız, Yabancı birisini gördüğünüzde, benim garibliğimi hatırlayınız. Genç bir delikanlıyı gördüğünüzde, benim gençliğimi hatırlayınız. Bu sefer Hazret-i Cebrâîl ona: Ey Yûsuf! Bunu bırak ve dua ile uğraş, çünkü duanın Allah nezdinde önemli bir yeri vardır, dedikten sonra ona şu duayı öğretti: Ey her garibi teselli eden, her yalnız kalmışın arkadaşı olan, her korkuya kapılmışın sığınağı, herbir sıkıntıyı açıp gideren, her gizli söyleşmeyi bilen ve bütün şikayetlerin kendisine ulaştığı Allah'ım! Ey her topluluğun yanında hazır bulunan, Ey Hayy ve Ey Kayyûm! Senden başka hiçbir düşüncem ve hiçbir uğraşım olmayacak şekilde, Sen'den umudu kalbime yerleştirmeni, bu halimden beni kurtarıp bana bir çıkış göstermeni diliyorum. Çünkü Sen herşeye gücü yetensin.

Bunun üzerine melekler: Ey ilahımız! Biz bir ses ve bir dua işitiyoruz ki ses küçük bir çocuk sesi, dua ise bir peygamber duası, dediler.

ed-Dahilik da der ki: Cebrâîl (aleyhisselâm) Yûsuf kuyuda iken yanına İndi ve ona şöyle dedi: Sana söylediğin taktirde Allah'ın senin bu kuyudan çıkışını çabuklaştıracağı bazı kelimeler öğreteyim mi? Hazret-i Yûsuf: Öğret deyince, Hazret-i Cebrâîl ona şöyle dedi: Deki: Ey herbir masnu'un sani'i, her kalbi kırığın kalbinin onarıcısı, herbir gizli duanın tanığı, herbir topluluğun yanında hazır bulunan, herbir sıkıntıyı açıp gideren, herbir yabancının sahibi olan, herbir yalnızın tesellicisi olan! Bana kurtuluş ve umut gönder, Sen'den başka hiçbir kimseden, hiçbir şey ummayacak hale gelecek şekilde umudunu kalbime sal! Hazret-i Yûsuf o gece bu duayı defalarca tekrarladı ve Allah da o gecenin sabahında onu kuyudan çıkarttırdı.

16

Akşam ağlaya ağlaya babalarına geldiler.

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Hazret-i Ya'kub'a Verilen Haber:

Yüce Allah'ın:

"Akşam... babalarına geldiler" âyeti geceleyin babalarına geldiler, demektir. Buradaki;

"Akşam" kelimesi zarf olup hal mahallinde de kullanılabilir. Akşamleyin geliş sebebleri, karanlıkta mazeret beyan etme güçleri daha ileri olsun diyedir. Bundan dolayı sen gece vakti muhtaç olduğun bir şeyi isteme, çünkü haya gözlerdedir. Herhangi bir hata dolayısıyla da gündüzün Özür dileme, çünkü özür dilerken dilin dolaşabilir.

Rivâyet olunduğuna göre Ya'kub (aleyhisselâm) onların ağlayışlarını işitince, ne oluyor size? koyunlara bir şey mi oldu? diye sormuş. Onlar, hayır deyince, peki Yûsuf nerede? diye sormuş. Bu sefer onların. Biz birbirimizle yarışmaya gittiğimizde, kurt onu yedi demeleri üzerine, Hazret-i Ya'kub ağlayarak feryadı basmış; peki gömleği nerede? diye sormuş... İleride buna dair açıklama -yüce Allah'ın izniyle- gelecektir.

es-Süddî ve İbn Hibban der ki: Kardeşleri: Yûsuf’u kurt yedi deyince, Hazret-i Ya'kub bayılarak yere düşmüş. Üzerine su dökmüşler, hareket etmemiş, seslenmişler cevab vermemiş. Vehb der ki: Yehudâ ellerini Hazret-i Ya'kub'un nefes alıp verdiği yerlere koymuş, nefes aldığını farkedememiş, hiçbir damarı hareket etmemiş. Yehudâ kardeşlerine bunun üzerine şöyle demiş: Din (kıyâmet) günü hesaba çekecek olandan vay halimize! Kardeşimizi kaybettik, babamızı öldürdük. Hazret-i Ya'kub ancak seher vaktinin serinliğinde ayıhp kendisine geldi. Ayıldığında başı Rûbîl'in kucağında idi. Ey Rûbîl! demiş, ben sana güvenip oğlumu teslim etmedim mi? Bu konuda ben senden söz almadım mı? Rûbîl babacığım! Ağlamanı kes, ben sana durumu bildireyim, demiş. Hazret-i Ya'kub ağlamasını kesince, kardeşi: Babacığım! Biz yanş yapalım diye gittik, Yûsuf'u da eşyamızın yanında bırakmıştık. Onu kurt yemiş, diye cevap vermiş.

2- Gözyaşları Neye Alâmettir?

İlim adamlarımız derler ki: Bu âyet-i kerîme bir kimsenin ağlayışının, sözünün doğruluğuna delil teşkil etmediğine delildir. Çünkü bu gözyaşlarının suni olma ihtimali vardır, İnsanlardan bazıları suni olarak gözyaşı akıtabilir, bazısı da akıtamaz.

Suni gözyaşlarının rahatlıkla anlaşılacağı da söylenmiştir. Nitekim bakîmin birisi şöyle der:

"Gözyaşları yanaklara akıp birbirine karışınca,

Kimin gerçekten ağladığı, kimin yalandan ağlaştığı açıkça ortaya çıkar."

17

Dediler ki: "Ey Babamız! Biz yarış yapalım diye gittik, Yûsuf’u da eşyamızın yanında bırakmıştık. Onu kurt yemiş. Biz doğru söyleyenler olsak bile zaten sen bize inanmazsın."

Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

1- Yarış Yapmak:

Yüce Allah'ın:

" Yarış yapalım" fiili "müsâbaka"dan vezninde bir kelimedir. Buradaki yarış ok atma yarışı yapalım, diye de açıklanmıştır. Nitekim Abdullah (b. Mes'ûd)ın kıraatinde; " Biz ok atışı yarışı yapalım diye gittik" şeklindedir ki bu da zaten bir çeşit yarıştır. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır.

el-Ezherî der ki: "Nidâf ok atışı yarışıdır. "Rihân" at yarışıdır, "müsabaka" kelimesi ise her iki yarışı da ifade eder. el-Kuşeyrî Ebû Nasr der ki: "Yarış yapalım (müsabaka)" ifadesi ya ok atma yarışı ya at üzerinde yahut ta koşarak yarış yapmak demektir. Koşu yarışından maksat ise kişinin kendisini koşmaya alıştırmasıdır. Çünkü koşu düşmanla Savaşmanın bir aracıdır. Kurdun koyunlardan uzaklaştırılmasının da bir yoludur.

es-Süddî ve İbn Hibban der ki: "Yarış yapalım (müsabaka yapalım)" kelimesi hangimizin daha hızlı koşup, öne geçtiğini görelim diye, hızlıca koşalım, anlamındadır.

İbnu'l-Arabî der ki: Müsabaka şeriatte hükmü olan bir iştir ve harikulade bir Özelliktir, Savaşa karşı da bir destektir. Hazret-i Peygamber de bizzat kendisi müsabaka yaptığı gibi, atıyla da yarışmıştır. Hazret-i Âişe ile koşarak yarışmış ve onu geçmiştir, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yaşlanınca yine Hazret-i Âişe ile koşu yarışı yapmış, bu sefer de Hazret-i Âişe onu geçmişti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber ona:

"Bu öbürüne karşılık olsun" diye buyurmuştu. Ebû Dâvûd, Cihâd 61; Müsned, VI,'39, 264'te, belirtildiğine göre yarışta ilk seferinde öne geçen Hazret-i Âişe, ikincisinde öne geçen Hazret-i Peygamberdir, İbn Mâce, Nikâh 50; Müsned, VI, 129, 182, 261 ve 280'de ise; sadece yarıştıklarından ve Hazret-i Âişe'nin öne geçtiğinden söz edilmektedir.

Derim ki: Seleme b. el-Ekvâ' da Zû Kared'den, Medine'ye döndüklerinde bir kişi ile müsabaka yapmış, Hazret-i Seleme onu geçmişti. Bunu da Müslim rivâyet Müslim, Cihâd 132; Müsned, IV, 51-54 etmektedir.

2- Müsabakada Aranan Şartlar:

Malik, Nafi’den, o İbn Ömer'den rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), özel olarak zayıflatılıp eğitilmiş atlar arasında el-Hayfa'dan itibaren yanş yapmıştır. Varışın son noktası Seniyetu’l-Veda' idi. Yine Hazret-i Peygamber bu şekilde zayıflatılmamış atlar arasında da Seniye'den Zureyk oğulları mescidine kadar müsabaka yaptırmıştır. Abdullah b. Ömer de bu yarışa katılanlardan birisi idi. Buhârî, Salât 41, Cihâd 56, 57, 58; Müslim, İmare 95; Ebû Davûd, Cihâd 60; Nesâi, Hayl 12, 13; Dârimî, Cihâd 36; Muvatta’, Cihâd 45; Müsned, II, 5, 55-56 Bu hadis, bu konuda sahih olmanın yanında üç şart ihtiva etmektedir ki bunlar olmaksızın müsabaka câiz değildir. Söz konusu şartlara gelince, yarış yapılacak mesafenin mutlaka bilinmesi gerekir. İkinci olarak atların durumları birbirine eşit olmalıdır. Üçüncü husus ise aynı mesafe ve aynı hedefe kadar özel olarak eğitilip zayıflatılmış atlar ile bu şekilde eğitilmemiş atlar birbirleriyle yarışa sokulmamalıdır. Eğitilip zayıflatılması ve üzerinde yarış yapılarak bu sünnetin gerçekleştirilmesi gereken atlar ise, fitne zamanlarında müslümanlarla Savaşmak için değil de düşmana karşı cihad etmek için eğitilen atlardır.

3- Ok ve Develerle Yarışlar:

Ok ve develerle yanşa gelince. Müslim'in rivâyetine göre Abdullah b. Amr: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte sefere çıktık. Bir yerde konakladık. Bizden kimisi çadırını onarırken, kimisi de ok yarışı yapıyordu, diyerek hadisin geri kalan bölümlerini zikretti. Müslim, İmâre 46; Nesâi, Bey'at 25; İbn Mâce, Fiten 9; Müsned, II, 161, 191.

Nesâî’nin kaydettiği rivâyete göre de Ebû Hüreyre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Ya ok, yahut deve, ya da at yarışı olmadıkça yarış dolayısı ile ödül almak yoktur (câiz değildir)." Ebû Dâvûd, Cihâd 60; Tirmizî, Cihâd 22; Nesâi, Hayl 14; İbn Mâce, Cihâd 44; Müsned, II, 256, 358, 474.

İbn Ebi Zî'b'in, Nafî' b. Ebi Nafî'den, onun da Ebû Hüreyre'den naklettiği hadiste "ok "dan söz edilmiştir. Hicaz ve Irak fukahâsı da bu görüştedirler.

Buhârî de Enes'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın el-Adbâ' diye bir dişi devesi vardı. Bu deve bir türlü geçilemiyordu. -Humeyd dedi ki: Veya hemen hemen geçilemiyordu.- Bedevi bir Arap genç bir erkek devesi ile Hazret-i Peygamber'in dişi devesini geçti, bu müslümanlara ağır geldi ve Hazret-i Peygamber bunu anlayınca şöyle buyurdu; "Dünyadan herhangi bir şey yükseldi mi mutlaka onu alçaltmak Allah'ın üzerindeki bir haktır. (Allah'ın bir kanunudur.)" Buhâri, Cihâd 59, Rikaak 38; Ebû Dâvûd, Edeb 8; Nesâî, Hayl 14; Müsned, 111, 103, 253.

4- Ödüllü Yarışlar:

Müslümanlar ödüllü yarışın ancak at, deve ve ok yarışlarında câiz olacağını ittifakla kabul etmişlerdir. Şâfiî der ki: Bu üçü dışındaki yarışlarda ödüller kumardır.

Kadı Ebû'l-Bahterî ise at, deve ve ok yarışı ile ilgili hadiste "veya kanat (kuşların yarışı)" kelimesini fazladan eklemiştir. Bu ise Ebû'l-Bahterî'nin, Harun Reşid'in hatırı için uydurduğu bir kelimedir. O bakımdan ilim adamları bundan ve başka uydurmalarından dolayı, onun naklettiği hadisleri terketmişlerdir. İlim adamları hiçbir şekilde onun naklettiği hadisi yazmazlar.

Malik'ten de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ancak at ve ok atma yarışlarından ödül alınır, çünkü bunlar Savaşanlara karşı güç kaynağıdırlar. Yine Malik der ki: Bununla birlikte at yarışlarını, ok atışı yarışından daha çok severiz.

Hadisin zahiri soylu atlar ile normal atlar üzerinde yarış yapmayı eşit görmektedir. Kimi İlim adamları da at dışında her hususta ödüllü yarışı uygun görmezler. Çünkü Arapların yarış yapma adetleri bu şekilde idi.

Atâ'dan ise herşey üzerinde ödüllü yarışın câiz olduğunu söylediği rivâyet edilmiştir. Ancak onun bu sözü te'vil edilmelidir, çünkü bunun genel olarak her husus hakkında kabul edilmesi, kumarın da câiz görülmesi sonucunu verir ki bu da ittifakla haramdır.

5- Câiz Olan ve Olmayan Ödüllü Yarışlar:

Önceden de belirttiğimiz gibi at ve deve üzerinde ödüllü yarış ancak belli bir noktaya kadar ve belli mesafede yapılırsa caizdir. Ok atışı müsabakası da bu şekildedir. Belli bir nihai hedef, belli bir mesafe ve belli isabet şekli tesbit edilmedikçe ödüllü yarış câiz değildir. Bu isabet türünde ya okun hedefi delip geçmesi ya da başka bir şart koşmaksızın isabet ettirmesi şart koşulmalıdır.

Yarışlarda üç türlü ödül söz konusudur. Birisini vali (yönetici) yahut ta onun dışında bir kimse kendiliğinden, kendi malından ödül verir ve yarışı kazanana belli bir ödül tayin eder, galib gelen de o ödülü alır. Yahut ta Ödülü yarışanlardan birisi ortaya koyar. Öbür yarışçı kendisine galib gelirse o ödülü alır, kendisi öbür yarışçıyı geçerse, koyduğu ödülü kendisi alır. Bununla birlikte ödül olarak çıkardığı malı o yolda harcaması ve malını geri almaması da güzeldir. Bu yarış çeşitlerinde (câiz olduklarında) görüş ayrılığı yoktur.

Ödüllü yarışların üçüncü türü hakkında ise görüş ayrılığı vardır. O da şöyledir: Yarışçılardan herbirisi diğer yarışçının ortaya koyduğunun benzeri bir ödül ortaya koyar. Bunlardan hangisi galib gelirse hem kendisinin, hem rakibinin ortaya koyduğu ödülü alır. Bu şekildeki bir yarış aralarına kendilerini geçeceğinden emin olamadıkları üçüncü bir kişiyi (muhallil) sokmadıkça câiz değildir. Eğer bu üçüncü şahıs galip gelirse, her iki ödülü de tek başına alır. Diğer iki yarışçıdan herhangi birisi galip gelirse, kendisinin de diğer arkadaşının da koyduğu ödülü alır ve bu yarışta muhallil olan üçüncü şahsın alacak bir şeyi olmadığı gibi, bir şey vermek yükümlülüğü de yoktur. İkinci yarışçı, yalnızca üçüncü kişiyi geçecek olursa, iki yarışçıdan herhangi birisi yarışı kazanmamış gibi olur.

Şâfiî mezhebine mensub Ebû Ali b. Hayran der ki: Üçüncü olarak giren muhatlilin atının ne şekilde yürüdüğünün, koştuğunun bilinmemesi gerekir. Ona "muhatlil" adının veriliş sebebi, yanşan iki kişiye yahut ta kendisine alınacak ödülü helâl kılmaya sebeb olmasıdır.

İlim adamlarının ittifaklarına göre şayet bu iki kişi arasında muhallil bulunmayıp yarışçılardan herbirisi, eğer yarışı kazanırsa hem kendisinin koyduğu ödülü, hem arkadaşının koyduğu ödülü alacağını şart koşarsa, bu bir kumardır ve câiz değildir.

Ebû Dâvûd'un, Sünen'inde Ebû Hüreyre'nin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den şöyle buyurduğu rivâyeti yer almaktadır: "Her kim iki at arasına bir at katar ve kendisinin yarışı kazanacağından emin değil ise bu bir kumar değildir. Ancak kendisinin yarışı kazanacağından emin olmakla birlikte, üçüncü atı sokarsa o bir kumardır." Ebû Dâvûd, Cihad 62; İbn Mâce, Cihâd 44; Müsned, II, 505.

Muvatta’'da da Said b. el-Müseyyeb'den şöyle dediği nakledilmektedir: Araya bir muhallil girdiği takdirde ödüllü at yarışında bir mahzur yoktur, eğer (muhallil) galib gelirse ödülü alır. Şayet kendisi yenilirse, alacak bir şeyi olmaz. Muvatta’, Cihad 46.

Şâfiî ve İlim adamlarının Cumhûru bu görüştedir, Ancak bu hususta Mâlik’in nakledilen görüşleri farklıdır. Bir seferinde; at yarışında muhallilin girmesine gerek yoktur ve biz bu konuda Said'in görüşünü kabul etmiyoruz derken, daha sonra da muhallil olmaksızın bu yarış câiz olmaz demektedir. Görüşlerinin daha kuvvetli ve güzel olanı da budur.

6- At ve Deve Yarışlarında Binicilerin Nitelikleri:

Yanş esnasında at ve devenin sırtına ancak buluğa ermiş birisi binici olabilir. Bununla birlikte bineklere asıl sahiplerinin binmesi daha uygundur. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Yarış esnasında atlara sahiblerinden başkası binmesin.

Şâfiî de der ki: Yarışta önde olmanın asgari mesafesi bineğin boynunun tamamiyle veya bir bölümüyle önde olması yahut sağrısının tamamı veya bir bölümü ile öne geçmesi gerekir. Ok atma yarışında da öne geçiş yine ona göre böyledir.

Bu konuda Muhammed b. el-Hasen'in görüşü de Şâfiî'nin görüşüne yakındır.

7- Hazret-i Peygamberin, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer ile Yarışması:

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer ile yarıştığı ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in, Hazret-i Ebû Bekir'i bir at boyu geçtiği, Hazret-i Ömer'in de üçüncü geldiği rivâyet edilmiştir. Yani Hazret-i Ebû Bekir'in atının başı Hazret-i Peygamber'in atının sağrısı ile aynı hizada idi.

"Yûsuf’u da eşyamızın" elbisemizin ve kumaşlarımızın "yanında" onları korumak üzere "bırakmıştık. Onu kurt yemiş." Çünkü onlar babalarının: Kurdun onu yemesinden korkarım, dediğini işitince bunu ondan öğrendiler ve bu sözün arkasına sığındılar. Çünkü daha önce Hazret-i Ya'kub bundan dolayı Yûsuf için korktuğunu izhar etmiş idi.

"Biz" sözümüzde

"doğru söyleyenler olsak bile" el-Müberred ve İbn İshak'a göre doğru söylüyor isek dahi

"zaten sen bize inanmazsın." Bizim doğru söylediğimizi kabul etmezsin. Hazret-i Ya'kub da onların suikastte bulunma ihtimallerinin kuvvetli olduğunun açıkça görülmesi ve delillerin söylediklerinin aksine pek çok olması dolayısıyla -ileride açıklanacağı üzere- onların doğru söylediklerine inanmamıştı,

"Biz doğru söyleyenler olsak bile" âyetinin biz her ne kadar senin nezdinde güvenilir ve doğru söyleyen kimseler olsak bile sen yine bizi doğrulamayacaksın. Çünkü sen bu meselede bizi itham akında tutmaktasın. Buna sebep de Yûsuf’a karşı duyduğun aşırı sevgidir. Bu anlamdaki bir açıklamayı et-Taberî, ez-Zeccâc ve başkaları yapmışlardır.

18

Bir de üstüne yalancıktan kanlı gömleğini getirdiler. "Hayır, dedi. Nefisleriniz sizi aldatmış, böyle bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen güzel bir sabırdır. Sizin şu söylediklerinize karşı yardımına sığınılacak Allah'tır."

Yüce Allah'ın:

"Bir de üstüne yalancıktan kanlı gömleğini getirdiler." âyetine dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1- Gömlek Üzerindeki Kan:

Yüce Allah'ın:

"Yalancıktan kanlı" âyeti ile ilgili olarak Mücahid şöyle demektedir: Bu kestikleri bir keçi ya da bir oğlağın kanı idi. Katâde: Ceylan kanı idi, demektedir. Yani onlar, üzerinde yalancıktan kan bulunan gömleğini getirdiler. Yüce Allah burada

"kan";

"Yalancıktan" diye mastar ile nitelendirmiştir. Buna göre ifade, "gerçeği olmayan kan" anlamında; takdirinde

"o şehre sor" (Yûsuf, 12/82) âyeti gibidir. Fail ile mef'ûl bazen mastar olarak da kullanılabilir. Mesela; "Bu emir tarafından sikke olarak vurulmuştur" denilir. Yine dökülmüş su anlamında-, denilir. Yere çekilmiş su anlamında; adil kişi anlamında da; denilir.

el-Hasen ve Hazret-i Âişe; şeklinde "dal" harfi ile okumuşlardır ki taze kan demektir. Bunun değişikliğe uğramış kan anlamına geldiği de söylenmiştir ki, bu açıklamayı en-Nehaî yapmıştır. Bu kelime aynı zamanda küçük yaştaki çocukların tırnaklarında görülen beyazlık anlamına da gelir. Buna göre gömlek üzerindeki kanın iki rengin birbirinden farklı olması bakımından tırnakta görülen beyazlığa benzetilmiş olması da mümkündür.

2- Hazret-i Yûsuf’un Gömlekleri:

(Mâlikî mezhebimize mensub) ilim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- derler ki: Hazret-i Yûsuf'un kardeşleri kanı doğruluklarına alamet olarak göstermek isteyince, yüce Allah bu alametle birlikte onunla çelişen bir başka alameti de çıkardı. Bu da onun gömleğinde herhangi bir şekilde parçalayıcı dişlerden gömleğinin kurtulmuş olması, yırtılmamış olmasıdır. Çünkü kurdun Yûsuf’u, üzerinde bulunan gömleği yırtıp parçalamaksızın yemesine imkan yoktur. Hazret-i Ya'kub gömleği dikkatle inceleyince, onda herhangi bir yırtık ve herhangi bir iz bulmayınca bunu yalan söylediklerine delil gördü ve onlara: Bu kurt ne kadar da hikmetle hareket eden birisiymiş? Yûsuf'u yiyecek ve gömleğini parçalamayacak ha! Bu açıklamayı İbn Abbâs ve başkaları yapmıştır.

İsrail, Simâk b. Harb'dan, o İkrime'den, o İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Gömleğin üzerindeki kan bir keçi kanı idi.

Süfyan, Simâk'dan, o İkrime'den, o da İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Hazret-i Ya'kub gömleğe bakınca, yalan söylediniz dedi. Çünkü kurt onu yemiş olsaydı, elbette gömleğini de parçalayacaktı.

el-Maverdînin naklettiğine göre Hazret-i Yûsufun gömleğinde üç tane alâmet (mucize) vardı. Birincisi babalarına üzerinde yalancıktan kanlı olarak onu götürdüklerinde, ikincisi gömleği arkadan yırtıldığında, üçüncüsü de gömleği babasının yüzüne bırakılınca gözlerinin görüvermesinde.

Derim ki: Ancak bu görüş kabul edilemez. Çünkü kardeşlerinin getirdikleri ve üzerinde yalancıktan kanlı olan gömlek, arkadan yırtılan gömlekle aynı değildir. Müjdecinin Hazret-i Ya'kub'a getirdiği gömlek de başkadır.

Hazret-i Yûsuf’un arkadan yırtılan gömleği ile babasına getirildiğinde gözlerinin görmesine sebep teşkil eden gömleğin aynı olduğu da söylenmiştir. İleride yüce Allah'ın izniyle sûrenin sonlarında açıklanacağı gibi.

Yine rivâyet edildiğine göre kardeşleri, babalarına: Hayır, hırsızlar onu öldürdü, dediler ve böylelikle sözleri birbirini tutmaz oldu. Babaları da onları itham etti ve onlara şöyle dedi: Önce kurdun onu yediğini iddia ediyorsunuz, eğer kurt onu yemiş olsaydı, dişleri derisine ulaşmadan önce gömleğini parçalardı. Ben ise bu gömlekte herhangi bir yırtık görmüyorum. Hırsızların onu öldürdüğünü iddia ediyorsunuz, hırsızlar onu öldürmüş olsaydı, şüphesiz gömleğini de alırlardı. Çünkü hırsızlar onun elbisesinden başka neyi istiyorlardı ki? Bunun üzerine: "Biz doğru söyleyenler olsak bile zaten sen bize inanmazsın" dediler. Bu açıklama el-Hasen ve başkalarından nakledilmiştir. Yani bizler, doğruluk sıfatına sahip olsak dahi, yine sen bizi itham edersin.

3- Fıkhı Meselelerde Emareler ve Karineler:

Fukahâ bu âyet-i kerîmeyi delil kabul ederek, kasâme Kasâme, mahiyeti ve buna dair fıkhî hükümler, el-Bakara, 2/73. âyetin tefsiri ile el-Mâide, 5/106-108. âyetlerin 12. başlık ve devamında geçmiş idi. ve buna benzer hkhî bir takım meselelerde emareleri göz önünde bulundurmuşlar ve ittifakla Hazret-i Ya'kub'un oğullarının yalan söylemelerine, gömleğin sağlamlığım delil gösterdiğini kabul etmişlerdir. Buna göre bir meseleye bakan bir kimsenin emarelere ve alâmetlere -çelişmeleri halinde- dikkat etmesi, üzerlerinde dikkatle durması gerekmektedir. Bunlardan hangisi ağır basarsa, o ağır basan tarafa göre hüküm verir. İşte bu, ithamın kuvveti demek olup, buna göre hüküm verilebileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bu açıklamayı İbnu’l-Arabî yapmıştır.

Yüce Allah'ın:

"Hayır, dedi. Nefisleriniz sizi aldatmış, böyle bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen güzel bir sabırdır" âyetine dair açıklamalarımızı da üç başlık halinde sunacağız:

1- Hazret-i Ya'kub'un Çocuklarının Söylediklerine Înanmayışı:

Rivâyete göre Hazret-i Ya'kub'a çocukları: "Onu kurt yemiş" deyince onlara: Kurt onun bir uzvunu olsun geriye bırakmadı mı? Siz de onu bana getirseydiniz, ben de onunla bir teselli bulurdum. Geriye bana bir elbisesini dahi bırakmadı mı? O elbisesinden, onun kokusunu koklardım. Bunun üzerine oğulları: Evet işte kanının bulaşmış olduğu gömleği, dediler. İşte yüce Allah'ın:

"Bir de üstüne yalancıktan kanlı gömleğini getirdiler" âyetinde anlatılan budur.

Bunun üzerine Hazret-i Ya'kub ağladı, çocuklarına da şöyle dedi: Bana gömleğini gösteriniz. Ona gömleğini gösterince, onu koklayıp öptü. Daha sonra bu gömleği evirip, çevirmeye başladı. Ancak gömlekte herhangi bir yırtık ve herhangi bir parçalanma görmeyince şöyle dedi: Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah adına yemin ederim ki, bugüne kadar bunun gibi hikmetli hareket eden bir kurt görmedim. Oğlumu yeyip parçaladığı, onu gömleğinin İçinden çekip çıkardığı halde üzerindeki gömleğini parçalamamış. Böylelikle Hazret-i Ya'kub durumun dedikleri gibi olmadığını, kurdun onu yemediğini anladı. Ağlayarak ve üzüntü içerisinde kızmış haliyle onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: Ey çocuklarım! Bana oğlumu gösteriniz, eğer hayatta ise onu tekrar yanıma getiririm. Eğer ölü ise onu kefenler ve gömerim.

Denildiğine göre işte o vakit şöyle dediler: Babamızın sözlerimizin yalan olduğunu nasıl iddia ettiğine bakmaz mısınız? Haydi gelin onu kuyudan çıkartalım ve onu parçalayalım. Daha sonra da organlarından birisini babamıza getirelim, o vakit söylediğimizi doğru kabul eder ve böylelikle ümidini de keser. Bunun üzerine Yehudâ şöyle der: Allah'a yemin ederim bunu yapacak olursanız, hayatta kaldığım sürece size düşman kesilirim ve yaptığınız bu kötülüğü babanıza haber veririm.

Onlar da şöyle dediler: Böyle bir şeyi yapmamıza engel olduğuna göre, haydi gelin ona bir kurt yakalayalım. Bu sefer bir kurt yakalayarak, kurdu iplerle bağladılar. Sonra da onu Hazret-i Ya'kub'a getirip şöyle dediler: Ey babamız! İşte bizim koyunlarımıza saldıran ve koyunlarımızı yakalayan kurt budur. Kardeşimizi yakalayarak, yüreğimizi parçalayan da bu olabilir. Bunda bizim şüphemiz yoktur, işte Yûsuf'un kanının izleri de onun üzerinde görülmektedir. Bunun üzerine Hazret-i Ya'kub: Kurdu serbest bırakın, deyince onlar da kurdu serbest bıraktılar. Kurt Hazret-i Ya'kub'a doğru şirin hareketlerde bulunarak ona yaklaşmaya koyuldu. Hazret-i Ya'kub da ona: Yaklaş, yaklaş diyordu. Nihayet kurt yanağını Hazret-i Ya'kub'un yanağına yapıştırınca, ona: Ey kurt! niçin oğlumu öldürerek, yüreğimi yaktın ve uzun süre kesilmeyecek bir kedere beni boğdun, dedikten sonra şöyle dua etti: Allah'ım sen bunu konuştur. Allah kurdu konuşturunca şöyle dedi: Seni peygamber olarak seçen hakki için, ben onun etini yemedim. Derisini parçalamadım, onun tüylerinden bir tanesini olsun koparmadım. Allah'a yemin ederim, benim senin oğlundan haberim yoktur. Ben yabancı bir kurdum, Mısır taraflarından kaybettiğim bir kardeşimi aramaya geldim, bitemiyorum hayatta mıdır, ölü müdür? diye. Bu sefer senin oğulların beni yakalayıp bağladılar. Şüphesiz peygamberlerin etlerini yemek bizlere ve bütün yırtıcı hayvanlara yasak kılınmıştır. Allah'a yemin ederim, peygamberlerin evlatlarının yırtıcı hayvanlara yalan iftirada bulundukları bir yerde ben de kalmam.

Hazret-i Ya'kub onu serbest bırakıp şöyle der: Allah'a yemin ederim ki siz kendi aleyhinize bir delil getirmiş oldunuz. İşte bu dilsiz bir kurttur, bakınız o bile kardeşini aramaya çıkmış. Siz ise kendi kardeşinizi telef ettiniz, esasen ben kurdun sizin onun hakkında söylediğinizden uzak olduğunu, masum olduğunu biliyordum. Yeri geldikçe hatırlatacağımız gibi; Kur'ân tefsirinde esas itibar sahih olan rivâyetler ile, nastora dayalı olan ilmî istinbâtlaradır. Sağlam bir dayanağı olmayan rivâyetlerin ilmî bir değeri olmadığı gibi, Kur'ân'ın anlaşılmasında olumlu bir katkılarının olacağı da söylenemez. Buradaki bu tür açıklamalar buna örnektir. "Hayır, nefisleriniz sizi aldatmış" size böyle davranmayı güzel göstermiş "böyle bir işe sürüklemiş." Sizin dediğinizden ve söylediğinizden başka bir iş yapmaya kadar gitmişsiniz.

Daha sonra da Hazret-i Ya'kub kendisini tahammüle hazırlamak üzere: "Artık bana düşen güzel bir sabırdır, dedi." Bu da bir sonraki başlığın konusudur.

2- Hazret-i Ya'kub'un Güzel Sabrı:

ez-Zeccâc der ki: Bu âyet şu demektir: Benim yapacağım ve benim yapmam gerektiğine inandığım, güzel bir şekilde sabretmekten ibarettir. Kutrub da şöyle açıklamıştır: Artık benim sabrım, güzel bir sabır (olmalı)dır. Bunun, güzel bir sabır bana daha çok yaraşır, anlamına geldiği de söylenmiştir. O halde (âyet-i kerîmedeki) bu âyet mübtedadır, haberi de hazf edilmiştir.

Rivâyet olunduğuna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e güzel sabır hakkında İbn Kesîr, Tefsir, IV, 303'te mürsel olduğu belirtilmektedir. Suyûti, ed-Durru'l-Mensür, IV, 514'te el-Hasen'in sözü olarak zikredilmektedir. soru sorulmuş o da şu cevabı vermiş: "O beraberinde hiçbir şikayetin bulunmadığı bir sabırdır."

Yüce Allah'ın izniyle sûrenin sonlarında daha geniş açıklamalar da gelecektir.

Ebû Hatim der ki: Îsa b. Ömer, Sehl b. Yûsuf'un iddia ettiğine göre bu âyeti şeklinde okumuş ve şöyle demiş: el-Eşheb el-Ukeylî de böyle okumuştur ve şöyle demiştir: Enes ile Ebû Salih'in, Mushaf'larında da böyle idi.

el-Muberred der ki; Güzel bir sabır" ifadesinin ref ile okunması nasb ile okunmasından daha uygundur, çünkü anlamı şöyledir: Rabbim ben güzel bir sabra sahibim. Ayrıca el-Muberred der ki: Nasb ile okunması mastar olarak kabul edilmesine göredir. Yani; "Artık şüphesiz ben güzel bir şekilde sabredeceğim" demektir. Şair de şöyle demiştir:

"Geceleyin uzunca yürümekten devem bana şikayet etti.

Güzel bir şekilde Sabret, (dedim).

İşte ikimiz de belâlarla karşı karşıya bulunuyoruz."

Güzel sabır, herhangi bir tahammülsüzlüğün ve şikayetin bulunmadığı sabırdır. Denildiğine göre: Âyetin anlamı şudur: Ben yüzümden kederin okunacağı, asık bir suratla sizinle oturup kalkmayacağım. Aksine önceden sizinle nasıl idiysem, yine öyle oturup kalkmaya devam edeceğim. Bu ifade de onun, çocuklarını sorgulamaktan vazgeçip onları affettiğine delil olan bir taraf ta vardır.

Habib b. Ebi Sabit'ten nakledildiğine göre Hazret-i Ya'kub'un kaşları gözlerinin üzerine düşmüştü ama, onları bir bezle yukarı doğru kaldırırmış. Kendisine: Bu da ne oluyor? denince, şu cevabı verirmiş: Aradan geçen uzun zaman ve pek çok keder diye. Bunun üzerine yüce Allah: Beni şikayet mi ediyorsun, ey Ya'kub? deyince, Hazret-i Ya'kub şu cevabı vermiş: Rabbim bir hata yaptım, ne olur onu bana bağışla!

"Sizin şu söylediklerinize karşı" yani bana söylediğiniz bu yalanlara katlanabilmek için "Yardımına sığınılacak Allah'tır" (diye sözlerini tamamladı). "Yardımına sığınılacak Allah'tır" anlamındaki âyet da mübtedâ ve haberdir.

3- Hazret-i Ya'kub'un, Oğullarının Verdiği Haberlere Karşı Tutumu:

İbn Ebi Rifâa der ki: Görüş belirten rey sahiplerinin peygamber olarak Hazret-i Ya'kub'un zannını ele aldıklarında, kendi kanaatlerini itham etmeleri gerekir. Çünkü oğulları kendisine:

"Biz yarış yapalım diye gittik. Yûsuf’u da eşyamızın yanında bırakmıştık. Ona kurt yemiş" dediklerinde o da kendilerine:

"Hayır, dedi. Nefisleriniz sizi aldatmış. Böyle bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen güzel bir sabırdır" demişti ve burada isabet etmişti. Daha sonra ise kendisine:

"Gerçek şu ki senin oğlun hırsızlık etti. Biz ancak bildiğimize göre şahitlik ediyoruz. Gaybın bekçileri de değiliz" dediklerinde o da:

"Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp böyle bir işe sürüklemiş" (Yûsuf, 12/81-83) demiş ve burada da isabet etmemişti.

19

Bir yolcu kafilesi gelip sucularını yolladılar. O da kovasını sarkıttı. "Aaa!... müjde işte genç bir çocuk" dedi. Onu bir ticaret malı gibi sakladılar. Allah ise ne yaptıklarını çok İyi bilendir.

"Bir yolcu kafilesi gelip..." Yani Şam tarafından, Mısır'a doğru yol alıp giden bir arkadaş topluluğu geldi. Bunlar yollarını şaşırmışlardı. Nihayet kuyuya yakın bir yerde konakladılar. Bu kuyu şehirden uzakça kurak bir yerde idi. Çoban ve o yoldan geçip gidenler tarafından kullanılıyordu. Suyu da tuzlu idi, suya Hazret-i Yûsuf atıldığında suyu tatlanmıştı.

"Sucularını yolladılar." anlamındaki âyette zamirlerin müzekker gelmesi manaya göredir. Eğer denilmiş olsaydı, lâfza göre zamirler müennes getirilmiş olurdu. Nitekim;" Gelip" anlamındaki fiil de böyledir (müennesdir).

Sucu (el-vârid) ise topluluğa su götürmek üzere, suya giden kişidir. Müfessirlerin naklettiklerine göre bu sucunun ismi Mâlik b. Du'r olup bu kişi Arab-ı Âribe'den idi.

"O da kovasını sarkıttı." Yani kovasını kuyuya bıraktı, saldı. Bu tabir kovasını doldurmak üzere salmasını anlatmak için kullanılır. Kovasını sarkıttıktan sonra çıkardı, anlamındadır. Bu açıklamalar el-Esmaî ve başkalarından nakledilmiştir.

"vav"lı bir fiil olup muzari ve mastarı şeklinde gelir ki; çekip çıkardı anlamındadır. Kovasını salmak demek olan; da böyledir (vav'lıdır.) Ancak "vav"lı kullanım ağır geldiğinden onu "ya"ya döndürmüşlerdir. Çünkü "ya" harfi "vav" harfinden daha hafiftir. Bu açıklamayı Kûfeliler yapmıştır.

el-Halîl ve Sîbeveyh ise şöyle derler: Bu Fiil üç harfi aşınca -muzari fiile tabi olarak "ya"ya geri çevirildi.

" Kova"nın asgari çoğul sayısı için, çoğul şekli, ...diye gelir. Bu çoğul daha da artarsa, denilir ve "vav", "ya"ya dönüştürülür. Ancak bu şekilde çoğulun yapılması, babların da değişik olmasına sebeb olup bu değiştirme de tekil ile çoğul arasındaki farkı ortaya çıkarmak için yapılır. şekli de çoğuldur.

Hazret-i Yûsuf (sarkıtılan kovanın) ipine asıldı. Ondördündeki ay gibi güzel bir çocuk ile karşı karşıya kaldılar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Müslim'in, Sahih'ınde yer alan İsra hadisinde şunları söylemektedir: "Yûsuf ile karşılaştım. Ona güzelliğin yarısının verildiğini gördüm. " Müslim, Îman 259; Müsned, III, 148,

Ka'b el-Ahbar der ki: Yûsuf güzel yüzlü, siyah saçlı, iri gözlü, mutedil yapılı, beyaz tenli, kolları ve pazuları kalın, göbeksiz, göbek çukuru küçük idi. Gülümsediği vakit onun ön dişlerinden âdeta bir nûr görülürdü, konuştuğu vakit sözlerinde dişlerinin arasından güneş parıltısı görülürdü. Hiç kimse onun niteliğini anlatamaz. Güzelliği geceye göre gündüzün aydınlığı, ışığı gibiydi. Hazret-i Âdem'i yüce Allah'ın yaratıp da içine ruhunu üflediği ve masiyet işlemeden önceki haline benzerdi.

Denildiğine göre Hazret-i Yûsuf bu güzelliği, babası Ya'kub'un babaannesi Sare'den miras almıştı. Sare'ye güzelliğin altıda biri verilmişti. Sucu Malik b. Du'r, Hazret-i Yûsuf’u görünce: "Aaa! Müjde işte genç bir çocuk" demişti. Medinelilerle, Basralılar bunu; "Aaa! müjde bana! İşte genç bir çocuk" diye okumuşlardır. Ancak İbn Ebi İshak bunu; şeklinde okumuştur ki burada "elif, "ya"ya kalbedilmiştir. Çünkü bu "ya"nın mâ kabli (ondan önceki harf) esreli okunur. "Elifin -burada- esreli okunuşu câiz olmadığından dolayı onun da "ya"ya kalbedilmesi bu esreden bedel kabul edilmiştir.

Kûfeliler ise izafet olmaksızın; "Aaa! Müjde" diye okumuşlardır. Bunun anlamı ile ilgili iki görüş vardır: Bir görüşe göre bu çocuğun adıdır, ikinci görüşe göre de anlamı şudur: Ey müjde! İşte bu, senin vaktin ve zamanındır.

Katade ve es-Süddî derler ki: Sucu kovasını sarkıttığında, Yûsuf kovaya asıldı. Sucu da: Aaa! müjde, İşte genç bir çocuk! demişti. Katâde der ki: O bu sözleriyle arkadaşlarına bir köle bulduğu müjdesini vermişti. es-Süddî de der ki: O böylelikle ismi Büşrâ olan bir adama seslenmişti. (Buna göre anlam şöyle olur: Ey Büşra! İşte genç bir çocuk buldum.)

en-Nehhâs der ki: Katâde'nin görüşü daha uygundur. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de pek az müstesna hiçbir kimsenin ismi zikredilmemiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de genellikle zamirler ile şahıslardan söz edilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"O günde zalim ellerini ısırıp..." (el-Furkan, 25/27) Buradaki zalimden kasıt Ukbe b. Ebi Muayt'tır. Bundan sonra da:

"Eyvah banal Keşke filanı dost edinmeseydim." (el-Furkan, 25/28.) diye buyurulmaktadır ki burada da kastedilen kişi Umeyye b. Haleftir. Bu açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır.

Müjdeleyerek seslenmenin anlamı ise hazır bulunanlara müjde vermektir. Bu da bir kimsenin; ben müjdeliyorum; demesinden daha pekiştirici bir ifadedir. Tıpkı bir kimsenin: Hayret! demesi gibi ki: Bu da bu gün hayret edilecek bir gündür, bu alametlerinden hayret olunur, ey hayret! Haydi gel! anlamına gelir ki; Sîbeveyh'in görüşüne göre açıklama böyledir. es-Süheylî de böyle demiştir. Bir diğer görüşe göre bu şuna benzer: Vay ben ne kadar sevinçliyim, demektir.

"Büşrâ" kelimesi "istibşar'dan mastardır. Bu görüş daha sahihtir, isim olsaydı mütekellim zamirine muzaf olarak gelmezdi. Buna göre; " Müjdeler olsun bana!" ifadesi nasb mahallinde olur. Çünkü bu, izafet terkibine yapılan bir nidadır. Buradaki nidanın anlamı da dikkat çekmektir, yani benim sevincime, benim neşeme dikkat ediniz.

es-Süddî'nin görüşüne göre ise; " Ey Zeyd işte bu bir çocuktur, deme gibi ref mahallindedir. Bununla birlikte; "Ey adam" sözü ile yüce Allah'ın:

"Ey şu kullara hasret" (Yâsîn, 36/30) âyetinde olduğu gibi, nasb mahallinde olması da mümkündür. Ancak "büşrâ" kelimesinin tenvinsiz gelmesi munsarıf olmadığından dolayıdır.

"Onu bir ticaret malı gibi sakladılar." âyetindeki "o" zamiri Yûsuf (aleyhisselâm)a aittir. "Vav (....lar) zamiri ise kardeşlerine aittir. Onu satın alan tüccarlara ait olduğu söylendiği gibi; su almaya giden kişiye ve arkadaşlarına ait olduğu da söylenmiştir.

"Bir ticaret malı gibi" ifadesi ise hal olarak nasbedilmiştir.

Mücahid dedi ki: Onu gizleyen Malik b. Du'r ve arkadaşlarıdır. Onu beraberlerinde bulunan tüccar arkadaşlarından saklamışlar ve onlara şöyle demişlerdi: Bu Şam halkından birisinin yahut ta bu su sahiplerinin bize Mısır'a kadar götürmek üzere verdikleri bir ticaret malıdır. Onlara bu şekilde söylemelerine sebep ise kendileri ne ortak olmaları korkusu idi.

İbn Abbâs der ki: Yûsuf kuyudan çıkartıldığında Yûsufun kardeşleri onun bir ticaret malı olduğunu gizlice söylemişlerdi. Çünkü kardeşleri gelip: Bu yaptığınız iş ne kadar kötü demişlerdi. Çünkü bu bizim kaçmayı huy edinmiş bir kölemizdir. Yûsuf'a da İbranice şöyle demişlerdi: Ya bizim kölemiz olduğunu sen de ikrar edersin ve seni bunlara satarız yahut ta seni ellerinden alır öldürürüz. Hazret-i Yûsuf da: Hayır, ben sizin köleniz olduğumu ikrar edeceğim, diyerek onlara köleleri olduğu ikrarında bulundu. Kardeşleri de Yûsuf’u onlara sattılar.

Yine denildiğine göre; Yehudâ kendi dilleriyle kardeşleri Yûsuf’a: Sen kardeşlerinin kölesi olduğunu itiraf et, çünkü bu şekilde davranmayacak olursan, seni öldüreceklerinden korkarım. Belki Allah böylelikle sana bir çıkış yolu gösterir ve ölümden kurtulursun, demişti. Hazret-i Yûsuf da kardeşleri kendisini öldürürler korkusuyla gerçek durumunu gizledi.

Onu çıkaran Malik b. Du'r: Allah'a yemin ederim bunun siması köle simasına benzemiyor, deyince kardeşleri o bizim himayemizde büyüdü, bizim ahlâkımızla ahlâktandı, bizim edebimizi aldı, dediler. Bu sefer Malik: Sen bu işe ne dersin ey çocuk? deyince, Yûsuf: Doğru söylüyorlar, cevabını verdi. Onların himayesinde büyüdüm, onların huyunu aldım. Bunun üzerine Malik şöyle dedi: Onu bana satacak olursanız, sizden satın alırım. Bunun üzerine kardeşlerini ona sattılar. Yüce Allah'ın şu âyeti da bunu dile getirmektedir:

20

Onu düşük bir fiyata, sayılı bir kaç dirheme sattılar. Bunların ona rağbetleri yoktu.

Bu âyete dair açıklamalarımızı da altı başlık halinde sunacağız:

1- Hazret-i Yûsuf’un Satılması:

Allah'ın:

"Onu... sattılar" âyeti ile aynı kökten hem "satın aldım" hem ne "sattım" anlamında olmak üzere sözlükte; kullanılır. Şair der ki:

"Ve ben Burd'u sattım, keşke Burd'u sattıktan sonra

Geceleyin kabirlere tüneyen bir kuş olsaydım."

Burada "satmak" anlamında kullanılmıştır. Bir başka şair de şöyle demekte:

“Onu (yayını) satınca, gözlerinden yaşlar taştı, kalbinde de bu işi

Kınamaktan dolayı oldukça yakıcı bir elem olduğu halde."

"Düşük bir fiyata" eksik bir fiyata sattılar, demektir, kelimesi bu mastar olup isim yerine kullanılmıştır. Yani onu düşük bir değere, eksik bir pahaya sattılar.

Kardeşleri onun bedelinden faydalanmak maksadında değildi. Onların asıl maksadı babalarının yalnızca kendilerine teveccüh edecek (sevecek) hale gelmesini sağlamaktı.

Denildiğine göre Yehudâ uzak bir yerden Yûsuf'un kuyudan çıkarıldığını görünce, kardeşlerine haber verdi. Onlar da, gelip geçen yolcu kafilesine onu sattılar.

Bir diğer görüşe göre durum böyle değildir. Aksine onlar üç gün sonra durumu öğrenmek üzere kuyuya geldiler, orada yolcu kafilesinin izlerini görünce onları takib ettiler ve: Bu bizim kaçmış bir kölemizdir, diyerek onu yolcu kafilesine sattılar.

Katâde der ki: "Düşük fîyat'dan kasıt zulüm ile sattılar demektir. ed-Dehhâk, Mukâtil , es-Süddî ve İbn Atâ ise "düşük flyaftan kasıt, onu haram bir bedel karşılığında sattıklarıdır, demişlerdir.

İbnu'l-Arabî der ki: Bu tefsirlerin açıklanabilir bir tarafı yoktur. Bununla sadece Yûsuf'a karşılık verilen fiyatın gerçek değeri olmadığına işaret edilmektedir. Çünkü kardeşleri her ne kadar onu sattı iseler de, onlar onun karşılığında alacakları bedelden yararlanmak maksadını gütmüyorlardı. Onların bütün maksatları Yûsuf’un uzaklaşması suretiyle babalarının yalnızca kendilerine teveccüh etmesi suretiyle elde edecekleri faydadan ibaretti. Şayet onu "satın alanlar" (çünkü kelime, hem satmak hem satın almak anlamındadır) gelen kafile idiyse, onu diğer arkadaşlarından gizleyerek yalnız kendilerinin olsun istediklerinden böyle yapmışlardı, demektir. Ya da (aynı maksatla): Bu bizimle birlikte bir ticaret malı olarak gönderildi, demişlerdi. Böylelikle kendilerine göre, karşılığında herhangi bir bedel ödemiş olmuyor, bedelleri karşılığında aldıklarının bütünüyle kâr olduğunu anlatmış oluyorlardı.

Derim ki: İbnu'l-Arabî'nin: "Bununla ona karşılık alınan bedelin onun gerçek kıymeti olmadığına işaret edilmektedir" şeklindeki ifadesi şuna delildir: Şayet kardeşleri onun tam değerini almış olsalardı, bu da câiz olurdu. Ancak durum böyle değildir. O halde bu, es-Süddî'nin ve diğerlerinin söylediklerinin doğruluğuna delildir. Çünkü kardeşleri satılması câiz olmayan bir kişi üzerinde satış akdi yaptılar. Bundan dolayı kardeşlerinin onun bedelini yemeleri helâl olmazdı.

İkrime ve en-Nehaî ise az, bir pahaya sattılar, diye açıklamışlardır. İbn Hayyân ise bozuk ve kalp paraya sattılar, diye açıklamıştır.

İbn Abbâs ve İbn Mes'ûd'dan nakledildiğine göre Yûsuf’u yirmi dirhem karşılığında sattılar. Kardeşlerinden herbirisi iki dirhem aldı, (çünkü) on kardeş idiler. Katâde ve es-Süddî de böyle demişlerdir.

Ebû'l-Âl-iyye ve Mukâtil der ki: Yirmüki dirheme sattılar, onlar onbir kişi idiler. Herbirisi İkişer dirhem aldı. Mücahid de böyle demiştir.

İkrime de kırk dirheme sattılar demektedir. Ancak sahabiden gelen rivâyet daha uygundur.

"Düşük" anlamındaki kelime

"fiyat" anlamındaki kelimenin sıfatıdır,

"Dirhem(ler)" ise onun bedeli ve açıklaması (tefsiri yani temyiz)dir. "Dirhemler" şeklindeki çoğulu tekilinin, olmasına göredir. Bu Sîbeveyh'e göre çoğul isim de olabilir, aynı şekilde "he"nin esresinin uzatılması sonucu "ya "ya dönüşmesi de olabilir. Buradaki med, maksur elifin meddi türünden değildir. Çünkü maksur elifin meddi Basratılara göre şiirde olsun, başka şekilde olsun câiz değildir. Nahivciler şu beyiti naklederler:

"Onun (devenin) ön ayakları bütün öğle sıcaklarında çakıl taşlarını (çok hızlı yürüdüğünden dolayı)

Sarrafların dirhemleri sayıp ödedikleri gibi uzaklaştırır."

"Sayılı" anlamındaki kelime de dirhemlerin sıfatıdır. Bu da şuna delildir: Paralar onlar nezdinde ağırlık ile değil, sayı ile kullanılıyordu.

Bunun, verilen bedelin azlığını anlatmak için kullanılan bir ifade olduğu da söylenmiştir. Çünkü verilen bu dirhemler azlığından dolayı tartılacak miktan bulamamıştı. Çünkü onlar bir ukiyeden daha aşağı miktardaki bedelleri tartmazdı ki, bir ukiye de kırk dirhemdir.

2- Altın ve Gümüş Paralarda Aslolan Tartı mıdır? Sayı mıdır?

Kadı İbnu'l-Arabî der ki: İki nakitte (altın ve gümüş paralarda) aslolan tartıdır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Altını altına karşılık, gümüşü gümüşe karşılık ancak eşit tartılarda satınız. Kim daha fazla verir veya daha fazlasını isterse o kimse faize düşmüş olur." Kimi lâfzan, kimi mana ile olmak üzere: Müslim, Müsâkaat 77, 80, 82-84, 91, 101; Ebû Dâvûd, Buyu 12; Tirmizî, Buyu 23; Nesâî, Buyu 43, 44, 46; Dârimî, Buyu 41; Müsned, II, 2Ö2, III, 9, 93, V, 200, 271, 314, 320, VI, 22.

Tartının faydası, ancak miktarın tesbitinde ortaya çıkar. Aynî olmasının bir faydası yoktur, Şu kadar var ki, işlemlerin çokluğu dolayısıyla tartı zor ve ağır geleceğinden insanların yükünü hafifletmek kastı ile bu vakitlerde sayı itibar edilegelmiştir. Öyle ki eğer herhangi bir eksiklikleri veya fazlalıkları söz konusu olmadan mıskal veya dirhemler sikke olarak vurulacak olursa, sayı ile bunların biribirleriyle değiştirilmeleri (satımları) câiz olur. Eğer bunların ağırlıkları eksilecek olursa, yine durum tartıya avdet eder. İşte bundan dolayı -önceden de geçtiği gibi- kullanılan paraların kırılmaları veya kenarlarının kırpılması yeryüzünde fesat çıkartmaktan sayılmıştır.

3- Dinar ve Dirhemlerin Muayyen Olmaları Şart mıdır?

Dinar ve dirhemlerin tayin ile belirlenip belirlenmeyecekleri hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bu hususta Malik'ten gelen rivâyet de farklıdır. Eşheb bunlar için tayin söz konusu olmayacağı görüşündedir. Malik'in kuvvetli olan görüşü de budur, Ebû Hanîfe de böyle demiştir. Ancak İbnu'l-Kasım bunların tayin edileceği kanaatindedir. el-Kerhî'den de bu görüş nakledilmiştir, Şâfiî de böyle demiştir.

Bu konudaki görüş ayrılığının sonucu şu şekilde ortaya çıkar: Bizler dinar ve dirhemlerin tayin edilmeyeceği görüşünü kabul edecek olursak, birisi: Ben sana bu dinarları, şu dirhemlere karşılık satıyorum, diyecek olursa (ve bu arada bunlar telef olursa) dinarlar o miktarda dinar sahibinin zimmetine, dirhemler de o miktarda dirhem sahibinin zimmetine taalluk eder. Şayet (tayin edileceğini kabul edersek) bu dirhemler tayin edildikten sonra, telef olurlarsa sahiplerinin zimmetine herhangi bir şey taalluk etmez ve akit batıl olur. Tıpkı ticaret malları ve buna benzer sair aynların satışında olduğu gibi.

4- Buluntu Çocuk Hür Müdür Değil Midir?

el-Hasen b. Ali (radıyallahü anh)dan buluntu çocuğun hür olduğuna hükmettiği rivâyet edilmiştir. Buna delil olarak da: "Onu düşük bir fiyata, sayılı bir kaç dirheme sattılar" âyetini okumuştur. Bu husustaki açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

5- Hazret-i Yûsuf’a Rağbet Edilmeyişin Sebebi:

"Bunların ona rağbetleri yoktu" âyeti ile ilgili olarak rağbet etmeyenlerin kardeşleri olduğu, yolcu kafilesinin olduğu, yolcu kafilesinden su almak üzere kuyuya gidenlerin olduğu söylenmiştir. Durum ne olursa olsun, Yûsuf onların nazarında değer verilmesi gereken birisi değildi.

Kardeşlerinin nazarında değerli değildi. Çünkü onların maksadı karşılığında alınacak olan mal değil, babalarından uzaklaşmasıydi. Kafile nezdinde değerli değildi. Çünkü kardeşleri onun kaçkın bir köle olduğunu söylemişlerdi. Su almaya gelenlerin nezdinde rağbet edilen bir şey değildi. Çünkü arkadaşlarının da kendilerine onda ortak olacaklarından korktular ve karşılığında verilecek az bir bedelin yalnız kendileri tarafından verilmesinin daha uygun olduğunu gördüler.

6- Değerli Şeyi Az Bir Bedele Satın Almak:

Bu âyet-i kerîmede değerli bir şeyi az bir bedele satın almanın câiz olduğuna ve satışın bağlayıcı olduğuna açık bir delil vardır. Bundan dolayı Malik şöyle demiştir: Bir kimse oldukça değerli bir inciyi bir tek dirheme satacak olsa, sonra da kişi: Ben onun inci olduğunu bilmiyordum, onu inciye benzeyen beyaz boncuk sanmıştım, dese bu satışı onun için bağlayıcı olur ve bu sözüne bakılmaz.

"Bunların ona rağbetleri yoktu" âyetinin, güzelliğine rağbetleri yoktu, anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü yüce Allah, Hazret-i Yûsuf'a her ne kadar güzelliğin yarısını vermiş idi ise de ona ikram ve lütuf olmak üzere onu satın alanların nefislerinin onu arzulamalarını gerektirecek sebepleri de bertaraf etmişti.

"Bunların ona rağbetleri yoktu" âyetinin, Allah nezdindeki yüksek makamını bilmiyorlardı, demek olduğu da söylenmiştir.

Sîbeveyh ve el-Kisaî "rağbet etmedim" anlamında; şeklinde "he" harfinin esreli ve üstün okunuşu ile kullanıldığını nakletmişlerdir.

21

Onu satın alan Mısırlı eşine: "Buna kıymet ver, iyi bak. Belki bize faydası dokunur, yahut onu evlad ediniriz" dedi. İşte Biz, böylece Yûsuf’a o yerde İmkân hazırladık ve ona rüya yorumunu öğrettik. Allah emrinde galibtir, fakat İnsanların çoğu bilmezler.

Yüce Allah'ın:

"Onu satın alan Mısırlı eşine: Buna kıymet ver, iyi bak"

âyeti ile ilgili olarak anlatıldığına göre; buradaki "satın almak" değiştirmek demektir. Çünkü o bir akit değildi. Yüce Allah'ın:

"İşte onlar hidayet karşılığında, sapıklığı satın almış olanlardır" (el-Bakara, 2/16) âyetinde olduğu gibidir.

Bir diğer görüşe göre onlar durumun zahirine göre bunun bir satın alma olduğunu sanmışlardı. O bakımdan bu lâfız da zannın zahirine göre kullanılmıştır

ed-Dahhâk der ki: Onu satın alan kişi Mısır hükümdarı idi, lakabı da "Azîz"di. es-Süheylî ise ismi Kifir'di demektedir. İbn İshak ise şöyle der: İsmi Itfîr b. Ruveyhib'dir, onu hanımı Râ'îl için satın almıştı. Bunu da el-Maverdî nakletmektedir. Hanımının adının Zelîha olduğu da söylenmiştir. Sahih bir senet ile Hazret-i peygamber'e ya da en azından ashabdan birisine ulaştırılamayan bu tür bilgileri heın ihtiyatla karşılamak gerektiğini, hem de bunların İlâhî Kelam'ın anlaşılmasında pek katkılarının olmadığını hatırda tutmamız gerekmektedir.

Allah, Aziz'in kalbine Yûsuf’un sevgisini yerleştirmiş, o bakımdan o da hanımına ona iyi bakması için tavsiyede bulunmuştu. Bunu da el-Kuşeyrî nakletmektedir. Hanımının İsmi ile ilgili iki görüşü es-Sa'lebî ve başkaları da nakletmektedir.

İbn Abbâs der ki: Onu satın alan kişi Mısır hükümdarının veziri Kıtfîr'dir. Hükümdarın ismi ise er-Reyyân b. el-Velid'dir. Adının el-Velid b. er-Reyyân olduğu da söylenmiştir ki, Amalikalılardan bir kişi idi. Onu satın alanın Hazret-i Mûsa dönemindeki Fir'avun olduğu da söylenmiştir. Çünkü Hazret-i Mûsa şöyle demişti: Bu sözleri söyleyenin Hazret-i Mûsa olduğu görüşü bulunmakla beraber (bk. Kurtubî, el-Mü’min 40/34. âyetin tefsiri), önceki âyetlerde aktarılan Mü’min şahsın verdiği öğütlerdin son bölümleri olduğu görüşü de kuvvetlidir.

"Yemin olsun önceden Yûsuf da size apaçık belgelerle gelmiş idi." (el-Mu'min, 40/34) Bu Fir'avun dörtyüz yıl yaşamıştı.

Hazret-i Mûsa'nın dönemindeki Fir'avun'un, Hazret-i Yûsuf'un dönemindeki Fir'avun'un soyundan geldiği de söylenmiştir. İleride Mü’min Sûresi'nde (40/34. âyetin açıklamasında) geleceği gibi.

Hazret-i Yûsuf'u satın alan bu Aziz, hükümdarın hazinelerinin yöneticisi idi. Hazret-i Yûsuf'u, Malik b. Du'r'dan yirmi dinara satın almıştı. Ayrıca ona bir takım elbise ve iki çift ayakkabı da vermişti. Hazret-i Yûsuf'u yol arkadaşlarının akrabalarından satın aldığı da söylenmiştir.

Bir diğer açıklamaya göre Hazret-i Yûsuf açık artırma yolu ile satıldı ve değeri ağırlığının bir kaç katı misk, anber, ipek, gümüş, altın, inci ve mücevheratı buldu ki, bunların gerçek kıymetlerini Allah'tan başka kimse bilemez. Kıtfır bu bedel karşılığında onu Malik b. Du'r'dan satın almıştı. Bunu da Vehb b. Münebbih söylemiştir.

Yine Vehb ve başkaları derler ki: Malik b. Du'r, Hazret-i Yûsuf’u kardeşlerinden satın alınca kendisiyle kardeşleri arasında şöyle bir yazılı akit düzenledi: "Bu Malik b. Du'r'un Ya'kub oğullarından satın aldığıdır. Onların ismi filan ve filandır. Onlara ait olan bir köleyi yirmi dirheme satın almıştır. Malik'e kölenin kaçkın olduğunu ileri sürmüşler ve bu köleyi ancak zincirlere vurulmuş ve bağlanmış olarak götürmesini şart koşmuşlardır. O da onlara böyle yapacağına dair Allah adına söz vermiştir."

Daha sonra Yûsuf şöyle diyerek onlardan vedalaşti: Siz beni korumadınız, Allah sizi korusun. Siz beni yardımsız bıraktınız, Allah yardımcınız olsun. Siz bana merhamet etmediniz, Allah size merhamet buyursun.

Derler ki: Koyunlar karınlarındaki yavrularını bu çetin vedalaşmadan dolayı taze bir kan şeklinde bırakıverdiler. Hazret-i Yûsufu altında minder ve üstünde Örtü bulunmaksızın tahta bir eğer üzerinde taşıdılar. Zincire vurulmuş, elleri bağlanmış vaziyette götürdüler.

Kenan hanedanının kabristanının yanından geçtiğinde annesinin mezarını gördü. Onu korumak üzere siyahi bir bekçi koymuşlardı. Bu bekçinin gafil kalmasından istifade ederek, Yûsuf kendisini annesinin kabri üzerine attı. Kabir üzerinde yuvarlanmaya, kabre sarılmaya, çırpınmaya ve şöyle demeye koyuldu: Anacığım! Başını kaldır, oğlunun zincirlere vurulmuş olduğunu, ellerinin, ayaklarının bağlandığını gör! Beni babamdan ayırdılar. Allah'tan, rahmetinin altında bizi bir araya getirmesini dile, çünkü O merhametlilerin en merhametlisidir.

Bu sırada siyahi onu deve üzerinde göremeyince, aramaya kovuldu. Bir kabir üzerinde bir beyazlığı farkedince, oraya dikkatle baktı, o beyazlığın o olduğunu anladı. Ayağıyla toprak üzerinde bulunan Yûsuf'a tekme attı, onu toprakta yuvarladı ve canını yakacak şekilde onu dövdü. Yûsuf ona: Yapma dedi. Allah'a yemin ederim ben kaçmadım, kurtulmak kastıyla da bunu yapmadım. Sadece annemin mezarının yanından geçerken ondan vedalaşmak istedim. Bundan sonra da hoşunuza gitmeyecek hiçbir şey yapmayacağım.

Ancak siyahi bekçi ona şöyle dedi: Allah'a yemin olsun ki sen çok kötü bir kölesin, bazen babanı çağırıyorsun, bazen anneni. Sen aynı şeyleri niçin eski efendilerinin yanında yapmıyordun?

Bu sefer Yûsuf ellerini semaya kaldırarak şöyle dua etti: Allah'ım eğer benim, Sen'in nezdinde, Sana yalvarmama yüz bırakmayacak türden bir günahım varsa, atalarım İbrahim, İshak ve Ya'kub'un hatırı için bana mağfiret buyurmanı, bana merhamet etmeni dilerim Sen'den.

Bunun üzerine gökte melekler feryad etti, Hazret-i Cebrâîl inip ona: Ey Yûsuf dedi. Sesini kes, çünkü gökteki melekleri bile ağlattın. İster misin ki yerin altını üstüne getireyim? Bu sefer Yûsuf şöyle dedi: Hayır, dur ey Cebrâîl! Şüphesiz Allah Halim'dir, acele etmez. Cebrâîl (aleyhisselâm) kanadım yere vurdu, her taraf karardı. Toz yükseldi, güneş tutuldu. Kafiledekiler birbirlerini tanımaz oldular. Kafile başkanı: Aranızdan kim büyük bir günah işledi? dedi. Ben şu katlar zamandır yolculuk yapıyorum, hiçbir zaman başıma buna benzer bir musibet gelmedi.

Siyahi bekçi şöyle dedi: Ben şu İbrani köleye bir tokat vurdum, o da ellerini semaya kaldırıp anlayamadığım sözler söyledi. Bize beddua ettiğinden şüphem yok. Kafile başkanı ona: Sen bizi helâk etmekten başka bir şey istemiyorsun galiba, haydi onu yanımıza gebe, dedi. Bekçi, Hazret-i Yûsuf'u kafile başkanının yanına getirince, başkan ona: Ey delikanlı! Bu adam sana bir tokat vurdu ve gördüğün şeyler başımıza geldi, eğer kısas uygulamak istiyorsan dilediğine kısas uygula ve eğer affedecek olursan bizim senden beklediğimiz odur.

Hazret-i Yûsuf şu cevabı verdi: Allah'ın beni affedeceğini umarak ben de affediyorum. Bunun üzerine karanlık ve tozlar açıldı, güneş göründü, yerin doğuları ve batıları aydınlandı. Tacir kişi sabah-akşam Hazret-i Yûsufu ziyaret etmeye, ona ikramda bulunmaya koyuldu ve Mısır'a varıncaya kadar bu hal böylece devam etti. Mısır'a vardığında, Hazret-i Yûsuf Nil'de yıkandı. Allah üzerindeki yolculuğun yorgunluğunu giderdi, ona güzelliğini iade etti. Gündüz şehire girdiler, Hazret-i Yûsuf’un nuru duvarları aştı. Onu satmak üzere sundular, hükümdarın veziri Kıtfir onu satın aldı. Onu Kıtfîr'in satın aldığı görüşünü önceden de geçtiği üzere İbn Abbâs söylemiştir. .

Bir başka görüşe göre bu hükümdar Hazret-i Yûsuf'a îman edip, dini üzere ona tabi olduktan sonra ölmüştür. Öldüğünde de Hazret-i Yûsuf ülke hazinelerinin idaresini elinde tutuyordu. Bu hükümdardan sonra ise Kâbus başa geçti, Kâbus kâfir idi. Hazret-i Yûsuf onu İslâm'a davet ettiyse de kabul etmedi.

"Buna kıymet ver, İyi bak." Yani ona güzel yemek ver, yedir, güzel elbiseler giydirip makamını, mevkiini üstün tut.

"Onun makam ve mevkii" (mealde: Ona kıymet ver) aslında bir yerde ikamet etmek anlamına gelen; den alınmadır. Buna dair açıklamalar daha önceden Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/151. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.

"Belki bize faydası dokunur." Yetişeceği vakit bazı işlerimizi o görür.

"Yahut onu evlad ediniriz." İbn Abbâs der ki: Onu satın alan kişi kısırdı, çocuğu olmazdı. İbn İshak da böyle demiştir: Kıtfîr hem iktidarsız, hem de kısır idi. Eğer: "Onun mülkü olmakla birlikte, nasıl

"yahut onu evlad ediniriz" dedi. Çünkü hem evlad edinmek, hem kölelik birbiriyle çelişen şeylerdir" denilecek olursa, şöyle cevab verilir. Önce onu azad eder, sonra onu evlatlık edinir. Geçmiş ümmetlerde evlad edinmek bilinen bir husustu. İleride yüce Allah'ın izniyle Ahzab Sûresi'nde (33/4. âyet, 5. başlıkta) açıklaması geleceği üzere İslâm'ın ilk dönemlerinde de böyle idi. Abdullah b. Mes'ûd der ki: İnsanlar arasında en ileri, feraset sahibi üç kişi vardır. Bunlardan birincisi Hazret-i Yûsuf taki özelliklerini farkedecek ferasete sahib olan ve:

"Belki bize faydası dokunur, yahut onu evlat ediniriz" diyen Aziz, diğeri babasına Hazret-i Mûsa hakkında:

"Onu ücrette tut, çünkü senin ücrette tuttuklarının en iyisi, kudretli ve emin bir kişidir" (el-Kasas, 28/26) diyen Şuayb'ın kızı ve Hazret-i Ömer'i kendisinden sonra halife adayı gösterdiğinde Ebû Bekir'dir.

İbnu'l-Arabî der ki: Bu haberi ittifakla zikretmeleri dolayısıyla müfessirlere hayret doğrusu! Çünkü firaset ileride Hicr Sûresi'nde (15/75- âyet, 2. başlıkta) geleceği üzere garib (İslâm şeriatına yabancı) bir ilimdir. Ayrıca durum onların naklettikleri gibi de değildir. Çünkü Ebû Bekir es-Sıddîk Hazret-i Ömer'i görevlerde deneyerek, uzun süre ve devamlı sohbete devam ederek, onun ilim ve ihsanına muttali oldu ve kendisinden sonra halifeliğe aday gösterdi. Bu ise firaset yollarından bir yol değildir. Hazret-i Şuayb'in kızı ise ileride Kasas Sûresi'nde (28/26. âyetin tefsiri ve devamında) açıklanacağı üzere apaçık bir delile sahip olmuştu. Mısır Aziz'inin durumunun ise firaset olarak değerlendirilmesi mümkündür. Çünkü onun buna dair açık bir alameti yoktu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"İşte Biz, böylece Yûsuf’a o yerde imkân hazırladık" âyetinde yer alan:

"İşte böylece" âyetindeki "keP nasb mahallindedir. Onu kardeşlerinden ve kuyudan kurtardığımız gibi, işte böylece ona yerde imkân da hazırladık, demektir. Yani onu satın alan hükümdarın kalbini ona meylettirdik ve sonunda Yûsuf hükümdarın egemen olduğu ülkede emir vermek ve yasaklamak imkân ve iktidarına sahip oldu.

"Ve ona rüya yorumunu öğrettik." Yani Biz, bunu Hazret-i Ya'kub'un:

"Sana rüya yorumuna dair bilgi öğretecek" (Yûsuf, 12/6) âyetini tasdik etmek üzere böyle yaptık. Manası: Biz ona tarafımızdan bir söz vahyedelim. Bu sözün yorum ve açıklamasını ve rüya yorumunu ona Öğretelim, diye ona imkân verdik demek olduğu da söylenmiştir. İfade burada tamam olmaktadır.

"Allah emrinde gallbtir" âyetinde

"emrinde" anlamını veren: deki "he" zamiri yüce Allah'a racidir, yani hiçbir şey Allah'a galib gelemez. Aksine O, irade ettiği herbir hususta bizzat galib gelir ve ona: Ol der, o da oluverir.

Zamirin Hazret-i Yûsuf'a raci olduğu da söylenmiştir. Yani Allah Yûsuf'un emrinde galib olandır. Onun, işlerini çekip çevirir, korur ve başkasına bırakmaz. Herhangi bir hileci ve düzenbazın hile ve düzeninin onu etkilemesine imkân vermez.

"Fakat insanların çoğu bilmezler." Allah'ın gaybından haberdar değildirler. Buradaki

"çoğu" ile herkesin kastedildiği de söylenmiştir. Çünkü hiçbir kimse gaybi bilemez. Bunun zahiri anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah, dilediği kimseleri kısmen de olsa gaybına muttali kılar. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir:

"Fakat insanların çoğu" Allah'ın emrinde galib olduğunu

"bilmezler." Bunlar ise müşrikler ve kadere îman etmeyen kimselerdir.

Hukemâ bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demişlerdir:

"Allah emrinde galibtir." Çünkü Hazret-i Ya'kub rüyasını kardeşlerine anlatmamasını emretmişti. Fakat Allah'ın emri galib gelerek o kardeşlerine rüyasını anlattı.

Daha sonra kardeşleri onu öldürmek istediler, Allah'ın emri galib geldi ve sonunda hükümdar oldu, huzurunda secdeye kapandılar. Yine kardeşler, babalarının teveccühünün yalnız kendilerine münhasır kalmasını istediler. Allah'ın emri galib geldi ve sonunda babalarının kalbi onlara tahammül edemez oldu. Yetmiş yahut seksen yıl sonra bile onu hatırlayıp durdu ve:

"Ey Yûsuf’un yadigârı üzüntü ve kederim..." (Yûsuf, 12/84) dedi.

Kardeşleri bundan sonra salih kimseler olmayı tasarladılar, yani tevbe edeceklerini zannettiler. Allah'ın emri galib gelerek, işledikleri günahı unuttular ve bunun üzerinde ısrar ettiler. Sonunda yetmiş yıl sonra Yûsuf’un huzurunda bu günahlarım itiraf ettiler ve babalarına:

"Gerçekten biz hata eden kimselerdik" (Yûsuf', 12/97) dediler.

Diğer taraftan ağlayarak ve getirdikleri kanlı gömlekle babalarını kandırmak istediler. Allah'ın emri galib geldi ve babaları kanmadı. Bunun yerine:

"Hayır, nefisleriniz sizi aldatmış" (Yûsuf', 12/18) demişti. Yûsuf’un sevgisinin babalarının kalbinden çıkmasını İsteyerek, hileye başvurdular. Allah'ın emri galib gelerek, onun kalbindeki Yûsuf’un sevgi ve Özlemi daha da arttı. Aziz'in karısı bir plan kurarak önce söze kendisi başlayacak olursa, onu yenik düşüreceğini zannetti, ama Allah'ın emri galib geldi ve sonunda Aziz:

"Sen de günahının bağışlanmasını dile. Çünkü sen gerçekten günahkârlardan oldun" (Yûsuf, 12/29) demişti. Sonra Hazret-i Yûsuf efendisine şarab içirecek olanın durumunu efendisine hatırlatması suretiyle hapisten kurtulacağını tasarladı, ama Allah'ın emri galib gelerek saki hatırlatmayı unuttu ve Hazret-i Yûsuf da hapiste daha bir kaç yıl kalmaya devam etti.

22

Tam ergenlik çağına varınca, kendisine bir hüküm ve bir ilim verdik. İşte iyilik yapanları Biz böyle mükâfatlandırırız.

Yüce Allah'ın:

"Tam ergenlik çağına varınca" âyetindeki;

"Tam ergenlik çağı" kelimesi Sîbeveyh'e göre çoğuldur ve tekili; dır. el-Kisaî ise tekilinin; olduğunu söylemiştir. Nitekim şair de şöyle demiştir:

"Onunla buluşma vaktim, günün en yüksek vakti (öğle sıcağı zamanı)dır.

Sanki göğsü ve başı çivit otuyla boyanmış gibi."

Ebû Ubeyd ise bu kelimenin kendi lâfzından türemiş Araplarca bilinen bir tekilinin olmadığını iddia etmektedir. Anlamı ise, güç ve kuvvetin tamamlandığı kemal noktasıdır. Bundan sonra eksiklik baş gösterir.

Mücahid ve Katade der ki: "el-eşudd" otuzüç yaşına tekabül eder. Rabia, Zeyd b. Estem ve Malik b. Enes ise bu ergenlik yaşına varmak demektir, diye açıklamışlardır. İlim adamlarının bu husustaki görüşleri daha önceden Nisa Sûresi (4/6. âyet, 3. başlıkta) İle el-En'âm Sûresi'nde (6/151-153- âyetler, 13- başlıkta) yeterli açıklamalarıyla geçmiş bulunmaktadır.

"Kendisine bir hüküm ve bir İlim verdik." Biz onu yönetimin başına getirdik, diye de açıklanmıştır. O, hükümdarın egemenlik alanı içerisinde bizzat hüküm veriyordu. Yani Biz, ona hükmetme bilgisini verdik, anlamındadır.

Mücahid der ki: Biz ona akıl, kavrayış ve peygamberlik verdik, demektir. Buradaki iıükmün peygamberlik, ilmin de din olduğu da söylenmiştir. İlmin rüya ilmi olduğu da söylenmiştir. Ona genç bir çocukken peygamberlik verildi, diyenler aynı zamanda ergenlik çağına ulaşınca da Biz onun kavrayış ve bilgisini arttırdık, diye de eklerler.

"İşte İyilik yapanları" yani mü’minleri

"Biz böyle mükâfatlandırırız." Yûsuf'un sabrettiği gibi, musibetlere sabredenleri... diye de açıklanmıştır ki, bu açıklamayı ed-Dahhâk yapmıştır.

Taberî der ki: Bu âyetin zahiri her İyilik yapan hakkında anlaşılmakta ise de, maksat Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)dir. Yüce Allah'ın âyeti şu demektir: "Ben Yûsuf’a -bunca zorluklarla karşılaştıktan sonra, ona bunca bağış ve İhsanlar verdiğim gibi- seni de aynı şekilde, sana düşmanlıkla yönelen kavminin müşriklerinden kurtaracağım ve yeryüzünde sana iktidar vereceğim."

23

Evinde bulunduğu kadın kendisinden murad almak istedi. Kapıları sımsıkı kapadı ve: "Sana söylüyorum, haydi gel!" dedi. O İse: "Allah'a sığınırım. Doğrusu o, benim efendimdir. O bana iyi bakmış, iyi bir mevkî vermiştir. Gerçekten zâlimler kurtuluşa eremezler" dedi.

"Evinde bulunduğu kadın kendisinden murad almak istedi." Bu kadın Aziz'in karısıdır. Ondan kendisi ile ilişki kurmasını istemişti.

"Murad almak istemek" aslında yumuşaklıkla dilemek ve talebte bulunmak demektir. de otlak aramak demektir. Bu kelimenin; " Yavaşlık"dan geldiği de söylenmiştir. Mesela; "Filan kişi yavaş ve sakin yürür" denilmektedir. Buna göre; "Yumuşak bir şekilde istemek ve taleb etmek" anlamındadır,

Erkek hakkında; "Erkek kadından murad almak istedi" denilir. Kadın hakkında da; "Kadın erkekten murad almak istedi" denilir, ise teenni demektir. " Bana mühlet verdi" denilir.

"Kapıları sımsıkı kapadı" anlamındaki âyette; " Sımsıkı kapadı "kelimesi çokluk ifade eder. "Kapıyı kapadı" anlamında; denilmez "Kapadı" kipi ise hem çok, hem az hakkında kullanılır. Nitekim el-Ferezdak, Ebû Amr b. el-Alâ hakkında şöyle demektedir:

"Ben Amr b. Ammar'ın yanına gelinceye kadar bir çok kapıları

Kilitleyip açmaya devam edip durdum."

Denildiğine göre; kilitlediği kapılar yedi tane idi. Sonra da onu kendisinden murad almaya çağırdı.

"Ve sana söylüyorum, haydi gel! dedi."

"Çabuk, haydi" kelimesinin mastarı da yoktur, çekimi de yapılmaz.

en-Nehhâs der ki: Bunda yedi ayrı kıraat söz konusudur. Bu kıraatlerin en üstünü, sened İtibariyle en sahih olanları el-A'meş'in, Ebû Vâil'den yaptığı rivâyettir. Ebû Vâil dedi ki: Ben Abdullah b. Mes'ûd'u; Sana söylüyorum, çabuk yanıma gel!" diye okuduğunu dinledim. Ben ona: Bazıları bunu: diye okumaktadırlar, dediysem de o: Ben ancak bana öğretildiği gibi okurum, diye cevap verdi.

Ebû Ca'fer (en-Nehhâs) der ki: Kimisi bunu Abdullah b. Mes'ûd'dan, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den diye de rivâyet ederler ki bu da pek uzak bir ihtimal değildir. Çünkü Abdullah b. Mes'ûd'un: Ben ancak bana öğretildiği gibi okurum, demesi bu okuyuşun Hazret-i Peygamber'e merfu bir rivâyet olduğunun delilidir. Bu kıraat "te" ve "he" harflerinin üstün olarak okunması şeklindedir.

İbn Abbâs, Saîd b. Cübeyr, el-Hasen, Mücahid ve İkrime'den nakledilen sahih kıraat de budur. Ebû Amr b. el-A'lâ, Âsım, el-A'meş, Hamza ve el-Kisaî de böyle okumuşlardır. Abdullah b. Mes'ûd der ki: Kur'ân'a dair kati bir iddiada bulunmayınız. Çünkü o (telaffuzu itibariyle) sizden herhangi birisinin; "Haydi yaklaş, haydi gel" demenize benzer. (Yani bunu farklı telaffuzlarla kullanmanız gibidir).

İbn Ebi İshak en-Nahrî ise; diye "lıe" harfi üstün, "te" harfi de esreli olarak okumuştur.

Ebû Abdu'r-Rahmân es-Sülemî ile İbn Kesîr; şeklinde "he" harfi üstün, "te" harfini de ötreli olarak okumuşlardır. Tarafe de der ki:

"Benim kavmim o kadar uzak kimseler değildir,

Aşiretten bir çağırıcı: Haydi çabuk olun, dediğinde..."

İşte bu üç kıraatte de "he" harfi meftûhtur.

Ebû Ca'fer, Şeybe ve Nafî' ise; şeklinde "he" harfini esreli "te"yi de üstün okumuşlardır.

Yahyâ b. Vessab da; şeklinde "he" harfini esreli, "ya" sakin, "te" harfi de ötreli olarak okumuştur.

Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) ile İbn Abbâs, Mücahid ve İkrime'den ise; şeklinde "he" harfi esreli, ondan sonra sakin bir hemze ve "te” harfini de ötreli olarak okudukları rivâyet edilmiştir.

İbn Âmir ve Şamlılardan ise; şeklinde "he" harfi esreli, sakin hemze ve "te" harfini de üstün olarak okumuşlardır.

Ebû Ca'fer der ki: "Te" harfinin üstün okunması (te harfinin aslı itibariyle sakin olduğundan ötürü) iki sakinin yanyana gelmesinden dolayıdır. Çünkü bu kelime de i'rab edilmemesi gereken;" Vazgeç ve sus" kelimeleri gibidir. Üstün, hareke olarak hafiftir, zira bu kelimede "te"den önce "ya" harfi vardır. "Nerede ve nasıl" kelimelerinde olduğu gibi.

Te" harfini esreli okuyanlar da, aslolan esre olduğundan dolayı böyle okurlar. Çünkü sakin bir harfe hareke verilecek olursa, esre ile harekelenir.

Ötreli okuyanların böyle okuyuşu ise, bu okuyuşta gaye ve maksat anlamı olduğundan dolayıdır. Yani kadın; "Seni çağırıyorum" demişti. İzafet "ya"sı hazfedildikten sonra "te" harfi ötre üzere bina edilmiştir. Tıpkı; "Orada, ve henüz, sonra" gibi.

Medinelilerin kıraati ile İlgili olarak da iki görüş vardır: Bir görüşe göre üstün okunması önceden geçtiği gibi, iki sakinin yanyana gelmesinden dolayıdır. Bir diğer görüşe göre ise bu kelime; "Hazırlandı, hazırlanır" fiilinden gelmedir. "Geldi, gelir" fiili gibi, buna göre; in anlamı: Senin görünüşün gerçekten güzeldir, şeklinde olur. Sana" lâfzı ise, başka bir cümle olup bu da; "Seni kastediyorum" demeye benzer.

Hemze ve "te" harfini ötre ile okuyanların kıraatine göre bu "senin için hazırlandım" anlamında bir fiildir. Aynı şekilde; şeklinde okuyanların kıraati de bu anlamdadır.

Ancak Ebû Amr bu kıraati kabul etmez. Ebû Ubeyde -Ma'mer b. el-Mü-Sennâ der ki: Ebû Amr'a "he" harfini esreli, "te" harfini de ötreli ve hemzeli olarak okuyanların kıraati hakkında sorulunca, Ebû Amr şu cevabı verdi: Böyle bir kıraat bâtıldır. Çünkü o bunu; ": Hazırlandım" anlamındaki fiilden getirmektedir. Git, Yemen'e ulaşıncaya kadar boydan boya Arapları dolaş, bu şekilde konuşan bir kimse görebilecek misin? Yine el-Kisaî der ki: söyleyişi Araplardan nakledilmiş değildir.

İkrime der ki: "Senin İçin hazırlandım, süslendim, allanıp pullandım" demektir. Bu pek beğenilir bir kıraat değildir, çünkü Arapçada böyle bir kullanım işitilmiş değildir,

en-Nehhâs der ki: Böyle bir kıraat Basralılara göre güzeldir, çünkü; "Adam hazırlandı, hazırlanır, hazırlanış" diye kullanılır. Buna göre; "Hazırlandı, hazırlanır" fiili tıpkı; "Geldi, gelir" fiili gibi. "Hazırlandım" fiili de; " Geldim" fiili gibidir.

(............) da "he" harfinin esreli okunuşu, "he"nin esreli okunuşunu üstün okunuşuna tercih eden bir kesimin şivesidir. ez-Zeccâc der ki: Bütün kıraatlerin en güzeli "he" ve "te" harflerini üstün olarak; şeklindeki okuyuştur. Tarafe:

"Benim kavmim o kadar uzak kimseler değildir,

Aşiretten bir çağırıcı: Haydi çabuk olun, dediğinde."

diyerek, "he" ve "te" harflerini üstün olarak kullanmıştır. Şair de Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) hakkında şöyle demiştir:

"Irak(lıların) kardeşi, mü’minlerin emirine şunu bildir ki: Yanımıza gelecek olursan,

Hiç şüphesiz Irak da, Iraklılar da sana teslim olmuşlardır. Haydi durma gel, haydi durma gel."

İbn Abbâs ve el-Hasen der ki: Süryanice bir kelime olup kadın bununla yanına gelmesi için kendisini çağırmaktadır.

es-Süddî de der ki: Bu Kıptîce: Haydi gelsene! demektir. Ebû Ubeyd de der ki: el-Kisaî şöyle derdi: Bu aslında Havranlıların kullandığı bir tabirdir. Daha sonra Hicazlılara geçmiştir ki, gel anlamındadır. Yine Ebû Ubeyd der ki: Ben Havranlı bilgin bir yaşlı zata sordum, o bana bunun kendi şivelerinde kullanılan bir kelime olduğunu söyledi. İkrime de böyle demiştir. Mücahid ve başkaları ise şöyle demektedirler Bu Arapça bir kelimedir ve kadın bununla onu kendisine gelmesi için çağırmaktadır. Bu kelime herhangi bir şeye yönelmek ve teşvik etmek için kullanılır.

el-Cevherî de der ki: Bir kimseye bağırıp onu çağırdığı vakit; "Ona seslendi, çağırdı" denilir. Şair der ki:

"Bineğini bana ücretle kiralayanın susması beni şüpheye düşürdü,

Eğer onunla kastedilen kendisi olsaydı, şüphesiz feryat eder, bağırıp çağırırdı."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Herbir genç delikanlı ona (o deveye) feryad ederek şarkı söyler"

Yüce Allah'ın:

"O ise Allah'a sığınırım... dedi." Yani senin beni çağırdığın işten Allah'a sığınır, O'nun beni himaye etmesini isterim.

"Sığınmak" mastardır ve; Allah'a bir sığınışla sığınırım" anlamında olup mef'ûl hazfedilir ve hazfedilen fiil dolayısıyla mastar da nasbedilir. Daha sonra mastar -tıpkı mastarın mef'ûle izafe edilmesi gibi- Allah'ın adına izafe yapılır. Nitekim; "Amr'ın uğraytşı gibi ben de Zeyd'e uğradım" demeye benzer.

"Doğrusu o benim efendimdir." Bununla kadının kocasını kastetmektedir. Yani o, benim efendimdir, bana İyilikte bulundu, ben ona ihanet edemem. Bu açıklamayı Mücahid, İbn İshak ve es-Süddî yapmıştır.

ez-Zeccâc da şöyle demektedir: Şüphesiz Allah benim Rabbimdir. Lütfü ile O bana merhamet etti, o bakımdan ben O'nun haram kıldığı bir şeyi işleyemem.

"Gerçekten zâlimler kurtuluşa eremezler."

24

Yemin olsun ki o kadın ona meyletmişti, o da o kadına meyletmişti. Eğer Rabbinin burhanını görmemiş olsaydı... Ondan fenalığı ve fuhşu giderelim diye böyle yaptık. Çünkü o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı.

Haberde nakledildiğine göre Bu ve akabinde gelecek bu tür rivâyet ve açıklamalardan sonra bir takım değerlendirmeler de gelecektir. Özellikle İbn Aliyye'nin değerlendirmeleri, bu hususta en sağlıklı yaklaşana bir örnektir. Merhum Kurtubî de en çok tasvip eniği görüşün o olduğunu açıkça ifade edecektir. Azizin karısı Hazret-i Yûsuf’a: Ey Yûsuf! Yüzün ne kadar güzel, demiş. O şu cevabı vermiş: Ana rahmindeyken Rabbim bana bu sureti verdi. Kadın: Ey Yûsuf! Saçların ne kadar güzel, demiş. O: Kabrimde benim ilk çürüyecek tarafım odur, demiş. Kadın, ey Yûsuf! gözlerin ne kadar güzel, demiş. O: Ben onlarla Rabbime bakacağım, demiş. Kadın: Ey Yûsuf! Başını kaldır da yüzüme bir bak, demiş. O: Âhirette kör olmaktan korkarım, demiş. Kadın: Ey Yûsuf! Ben sana yaklaşırken, sen benden uzaklaşıyor musun? demiş. Yûsuf: Bununla Rabbime yakınlaşmak istiyorum, demiş. Kadın: Ey Yûsuf! İşte yatağı senin için hazırladım. Haydi benimle beraber yatağa gir. Hazret-i Yûsuf şöyle demiş: Yatak Rabbime karşı beni gizleyemez, demiş. Kadın: Ey Yûsuf! İpek sergiyi senin için yaydım, kalk da ihtiyacımı gör, demiş. Yûsuf: O takdirde, cennetteki payımı elden kaçırmış olurum, demiş... Bu şekilde kadın ona sözler söylemiş. O da ona cevap yetiştirip, durmuştu. Nihayet o da kadına yaklaşmak istedi.

Kimisinin naklettiğine göre; kadınlar Hazret-i Yûsuf’a şehvet ve arzu ile meyledip durdular ve bu Allah ona peygamberlik verinceye kadar böyle sürdü. Peygamberlik yerince, Allah ona peygamberlik heybetini verdi. Peygamberlik heybeti dolayısıyla onu gören herkes güzelliğine dikkat edemez oldu.

İlim adamları Hazret-i Yûsuf'un kadına "meyletmesi'nin mahiyeti hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Kadının meyledişinin masiyet olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Hazret-i Yûsufun meyledişîne gelince; "Eğer Rabbinin burhanını görmemiş olsaydı" âyeti, Rabbinin burhanını görünce o da meyletmedi, anlamındadır. Bunun böyle olması peygamberler hakkında ismetin vacib oluşundan dolayıdır. Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ondan fenalığı ve fuhşu giderelim diye böyle yaptık. Çünkü o ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı."

O halde ifadede takdim ve tehir vardır, yani Rabbinin burhanını görmemiş olsaydı, ona meyledicekti.

Ebû Hatim der ki: Ebû Ubeyde'ye "Garibu'l-Kur’ân"ı okuyordum. Yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki o kadın ona meyletmişti, o da o kadına meyletmişti" âyetine gelince, Ebû Ubeyde şöyle dedi: Burada takdim ve tehir vardır. O bununla şunu söylemek istemiş gibiydi: Yemin olsun kadın ona meyletti, o da Rabbinin burhanını görmemiş olsaydı, şüphesiz o kadına meyledecekti.

Ahmed b. Yahya dedi ki: Yani Züleyha masiyet işlemeğe meyletti ve bunda ısrarlı idi. Yûsuf da meyletti ama meylini gerçekleştirmedi. Böylelikle iki meyil arasında bir fark olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu iki görüşü de el-Herevî kitabında (Garibu'l-Kur’ân" adlı eserinde) nakletmektedir. Şair Cemil de der ki:

"Büseyne'ye meyletmek geldi içimden; eğer bu gerçekleşseydi,

Kalbimdeki o aşkın susamışlığını gidermiştim"

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Meylettim (yapmak istedim) ama yapamadım, yapar gibi oldum ah keşke,

Osman'a helallerini (hanımlarını) ağlar bırakıp gelseydim."

Bütün bunlar karar vermek söz konusu olmaksızın, nefsin içinden geçirdikleri eğilimlerdir.

Hazret-i Yûsufun ona meyletmesi, onunla evlenmeyi temenni etmesi şeklinde idi, diye de açıklanmıştır. Onun meyli, onu vurmak ve kendisinden İtip uzaklaştırmak şeklinde olduğu, "burhan"ın ise onu vurmaktan vazgeçmesi diye de açıklanmıştır. Çünkü onu vurmuş olsaydı, bu ona haram bir şekilde yaklaşma kastını güttüğünü, kendisi buna karşı koyarken o kadını dövdüğü intibahını verirdi.

Şöyle de açıklanmıştır: Hazret-i Yûsuf’un meyletmesi de bir masiyetti. O kocanın, hanımının önünde oturuşu gibi oturdu, el-Kuşeyrî, Ebû Nasr, İbnu'l-Enbarî, en-Nehhâs, el-Maverdî ve başkalarının da naklettiklerine göre müfessirlerin çoğunluğu genel olarak bu kanaatte imişler.

İbn Abbâs der ki: Uçkurunu çözdü ve onun önüne sünnetçinin oturuşu gibi oturdu. Yine ondan nakledildiğine göre, kadın sırtı üzere yattı, o da bacakları arasında oturup elbiselerini soyundu. Saîd b. Cübeyr der ki: Şalvarının uçkurunu çözdü. Mücahid der ki: Şalvarını kalçalarına kadar indirdi ve erkeğin hanımının karşısında oturuşu gibi oturdu. İbn Abbâs der ki: Yûsuf:

"Bu gıyabında ona hiyanet etmediğini bilmesi içindi" (Yûsuf, 12/52) deyince, Hazret-i Cebrâîl ona: Ve, ey Yûsuf! Sen ona meylettiğin zaman da öyle mi idi? deyince, hemen:

"Bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum" (Yûsuf, 12/53) deyivermişti.

Dediklerine göre; İşte böyle bir durumda iken vazgeçmek ihlâsa delildir ve büyük bir ecir kazanmaya sebeptir.

Derim ki: İşte şanı yüce Allah'ın ileride yüce Allah'ın izniyle Sâd Sûresi'nde (38/45-47. âyetlerin tefsirinde) ve el-Enbiyâ'da, (21/85-86. âyetlerin tefsirinde) yüce Allah'ın Zülkifl'i övmesinin sebebi bu olmuştur.

Buradaki: "...memiş olsaydı"nın cevabı -buna göre- hazfedilmiştir. Yani eğer Rabbinin burhanını görmemiş olsaydı, meyledip içinden geçirdiğini gerçekleştirmiş olacaktı. Yüce Allah'ın:

"Hayır gerçekten kesin bir bilgi ile bilseydiniz" (et-Tekâsur, 102/5) âyeti da buna benzemektedir ki, bunun cevabi: Siz bu şekilde birbirinizle çokluk yarışına girmezdiniz, şeklindedir.

İbn Atiyye der ki; Bu görüş İbn Abbâs'tan ve Selef’ten bir topluluktan rivâyet edilmiştir. Derler ki; Bundaki hikmet günahkârlara örnek olmasıdır. Günahkârlar tevbelerinin yüce Allah'ın affına bağlı olduğunu ve -kendilerinden daha hayırlı olan kimseler hakkında- günaha yakınlaşmanın kişiyi helâk etmediğini görsünler diye.

Bütün bu açıklamalar Hazret-i Yûsuf’un meylinin, bu kesimin rivâyet ettiği şekilde Züleyha'nın bacakları arasına oturup elbiselerini soyunup uçkurunu çözmeye başladığını ve buna benzer davranışlarda bulunduğunu, kadının ise önünde sırt üstü yatmış olduğunu kabul eden kimselerin rivâyetlerine göredir. Bu açıklamayı da Taberî nakletmektedir.

Ebû Ubeyd el-Kasım b. Sellam der ki: İbn Abbâs ve ondan sonrakiler Yûsuf’un da kadına meylettiği hususunda ihtilâf etmezler. Yüce Allah'ı ve Kitabı’nın te'vilini onlar daha iyi bilirler. Peygamberler hakkında bilmedikleri bir şeyi söylemeyecek kadar, peygamberleri ta'zim ederler.

el-Hasen de der ki: Şüphesiz yüce Allah peygamberlerin, masiyetlerini onlarla ayıplasın diye söz konusu etmez. Ancak bunları söz konusu etmesi, siz tevbeden ümit kesmeyesiniz diyedir.

el-Gaznevî der ki: Bununla birlikte peygamberlerin zellelerinin (günahtan korunmuşluklarına aykırı düşmeyen yanılmalarının) hikmetleri vardır. (Bizim gibilerin) Allah'tan korkularının artması, Allah'tan daha çok haya etmesi, isledikleri amelleri beğenmekten (ve onlar dolayısıyla böbürlenmekten, ucbdan) uzak kalınması, Allah'tan umuttan sonra af nimetinin zevkine varılmasıdır. Peygamberler yanılan kimselerin umutlarının da önderleri olmuşlardır.

el-Kuşeyrî Ebû Nasr der ki: Kimileri de şöyle demiştir: Yûsuf'un bir meyli görüldü, fakat onun bu meyli, fiili kararlaştırmak söz konusu olmaksızın, yaratılış itibariyle bir hareket ve bir meyil idi. Bu kabilden davranışlardan dolayı ise kul sorumlu tutulmaz. Nitekim kişi, oruçlu iken kalbinden soğuk su içmeyi, lezzetli yemekler yemeyi geçirmekle birlikte yeyip, içmediği ve yeme-içmeye kesin karar vermediği sürece, içinden geçirdikleri dolayısıyla sorumlu tutulmaz. Sözü edilen "burhan" İse onun içinden geçirdiği bu meyil karar haline dönüşmesin diye bundan alıkonulması, engellenmesidir.

Derim ki: Bu güzel bir açıklamadır. Bu açıklamayı yapanlardan birisi de el-Hasen'dir. İbn Atiyye der ki: Bu âyet-i kerîme ile ilgili olarak benim görüşüm şudur: Hazret-i Yûsuf'un bu olay esnasında peygamber olduğu rivâyeti sahih değildir. Bu konuda birbirini destekleyen iki rivâyet dahi yoktur. O böyle iken de kendisine bir hikmet ve bir ilim verilmiş mü’min bir kimse idi. O bakımdan bir şeyi işlemeksizin, onu yapma isteği şeklindeki meyle kapılması ve bu işteki günaha rağmen bayağı düşüncelerin gelip geçmesi mümkündür. Şayet bu olay esnasında onun peygamber olduğunu kabul edersek; bana göre ancak hatırdan geçip giden bir düşünce şeklindeki meyletmeyi onun hakkında düşünmek câiz olur ve bu hususta sözü geçen uçkurunu çözmesi ve buna benzer şeylerin hiçbirisi sahih değildir. Çünkü peygamberlikle beraber ismet söz konusudur. "Senin adın peygamberler sicilinde yazılı iken, beyinsizlerin işini nasıl yaparsın?" diye ona söylendiği rivâyet edilen söze gelince, bu daha sonraları peygamberlerden birisi olacağının vaadedilmesi anlamındadır.

Derim ki: İbn Atiyye'nin sözünü ettiği bu şekildeki açıklama doğrudur. Ancak yüce Allah'ın:

"Biz de kendisine... şunu vahyettik." (Yûsuf, 12/15) diye buyurmuş olması -önceden de açıkladığımız gibi- o sırada peygamber olduğuna delil teşkil etmektedir. Aynı zamanda bu bir grub ilim adamının da kabul ettiği görüştür. Eğer o sırada peygamber idiyse, geriye sadece onun meyletmesi hatırdan geçip giden ve kalpte hiçbir şekilde yer etmeyen meyilden ibarettir. Şanı yüce Allah'ın bütün insanları sorumlu tutmadığı meyi (hemm) de budur. Zira mükellefin bu gibi meyilleri terketme gücü yoktur. Hazret-i Yûsuf'un: "Bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum" sözü ise -eğer onun söylediği sözlerden kabul edilirse- ben kendimi bu meyil isteğinden temize çıkarmıyorum, demek olur. Yahut ta o bu sözü tevazu ve itiraf olmak üzere söylemiştir ki, daha önce temize çıkartıldığı husustan nefse muhalefet olsun diyedîr. Diğer taraftan şanı yüce Allah bulûğu vaktinden itibaren Hazret-i Yûsufun durumu hakkında: "Tam ergenlik çağına varınca kendisine bir hüküm ve bir İlim verdik" diye -az önce geçtiği gibi- haber vermektedir. Yüce Allah'ın haberi ise doğrunun tâ kendisidir, O'nun nitelemesi sahihtir, sözü haktır. Hazret-i Yûsuf yüce Allah'ın kendisine öğretmiş olduğu şekilde zinanın, zinaya götüren yolların, kişinin efendisinin, komşusunun ve yabancı kimselerin namuslarına hainlik etmesinin haram olduğu hükmüne uygun olarak amel etmiştir. Hiçbir şekilde Aziz'in karısına bu maksatla yaklaşmamıştır, onun murad alma isteğine olumlu karşılık vermemiştir. Aksine ondan yüz çevirmiş, ondan kaçmıştır. Bu özel olarak ona ihsan edilmiş bir hikmettir ve yüce Allah'ın kendisine öğrettiğine uygun bir amelidir.

Müslim'in, Sahih'inde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)dan şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Melekler der ki: Rabbim şu filan kulun -o kulunu daha iyi görmekle birlikte- bir kötülük işlemek istiyor. Yüce Allah: Onu gözetleyin, der. Eğer o günahı işlerse, günahı ona misliyle yazınız, eğer onu terkederse o günahı ona bir iyilik olarak yazınız. Çünkü o Benim için o günahı terketmiştir." Buhâri, Tevhid 35; Müslim, Îman 205; Tirmizî, Tefsir 6. SÛRE 10. Yine Hazret-i Peygamber yüce Rabbinden şöyle buyurduğunu haber vermektedir: "Kulum bir günah işlemeyi içinden geçirip de işlemezse, ona bir iyilik olarak yazılır." Buhâri, Rikaak 31; Müslim, Îman 207; Müsned, I, 227, II, 234, 411, 498.

Kulun işlemeyi içinden geçirdiği günahı terketmesi sebebiyle ona bir iyilik olarak yazılıyorsa, o halde böyle bir durumda günah yok demektir. Sahih hadiste de Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Allah ümmetime nefislerinin içlerinden geçirdiklerini işlemedikleri yahut konuşmadıkları sürece affetmiştir." Buhârî, Itk 6, Talâk 11, Eymân 15; Müslim, Eymân 201, 202; Ebû Davûd, Talâk 15; Tirmizî Talâk 8;Nesâî, Talâk 22; İbn Mâce, Talâk 14, 16; Müsned, II, 425, 474, 481, 491. Bu hadis de daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

İbnu'l Arabî der ki: Medinetu's-Selâm'da sürt İmâmlardan bir İmâm vardı ki, nasıl bir İmâmdı! İbn Atâ diye bilinirdi. Bir gün Hazret-i Yûsuf ve ona dair haberler hakkında konuşmaya başladı. Nihayet ona nisbet edilen, hoş olmayan herbir şeyden uzak olduğunu da anlattı. Meclisinden bir başka adam -meclis her kesimden insanlarla dolup, taşıyorken- kalkıp şöyle dedi: Şeyhimiz, efendimiz o halde Yûsuf, meyletti ama tamamlamadı. Bu sefer kendisi; Evet, çünkü inayet oradan başlar.

Şimdi sen alimin ve ilim öğrenenin tatlılığına bak ve avamdan birisinin ne kadar zekice soru sorduğuna, alim kişinin de ne kadar özlü ve mükemmel cevab verdiğine dikkat et! İşte bundan dolayıdır ki sufi ilim adamları şöyle demişlerdir. Yüce Allah'ın:

"Tam ergenlik çağına varınca kendisine bir hüküm ve bir ilim verdik" (Yûsuf, 12/22) âyetinin ifade ettiği anlam şudur; Allah ismetine sebep olması için bunu şehvetin galib geldiği sırada, kendisine ihsan etmişti.

Derim ki: Yüce Allah'ın Hazret-i Yûsuf'u övmesi ile Hazret-i Yûsuf'un ismeti ve günahsızlığı sabit olduğuna göre Mus'ab b. Osman'ın şu söyledikleri sahih olamaz: Süleyman b. Yesâr yüz güzelliği İtibariyle insanlar arasında en güzellerden idi. Kadının birisi onu arzuladı, kendisini ona teslim etmek istedi. Süleyman onun bu isteğini kabul etmedi ve kadına öğüt verdi. Bu sefer kadın: Eğer dediğimi yapmazsan, seni rezil ederim, dediyse de yanından çıkıp gitti. Rüyasında Hazret-i Yûsuf’u otururken gördü. Sen Yûsuf musun? deyince, o da: Evet ben meyleden Yûsuf’um, sen de meyletmeyen Süleyman'sın. İşte bu velilik derecesinin, nübüvvet derecesinden daha üstün olmasını gerektirir. Ancak böyle bir şeye imkân yoktur. Eğer Hazret-i Yûsuf'un (o dönemde) peygamber olmadığını kabul edecek olsak dahi, en azından velilik derecesinde idi. Tıpkı Süleyman'ın korunduğu gibi, o da korunmuş olur. Şayet o kadın Süleyman'ın üzerine kapılan kilitlemiş olsaydı ve karşılıklı olarak aralarında uzun bir konuşma geçseydi, soru ve cevab uzun birliktelikle birlikte sürüp, gitseydi; şüphesiz Süleyman'ın fitneye düşeceğinden ve imtihanının büyüyeceğinden korkulurdu, Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Yüce Allah'ın:

"Eğer Rabbinin burhanını görmemiş olsaydı" âyetindeki ….mastar anlamını ifade eden "...me" burada ref mahallinde olup; "Rabbinin burhanını görmesi olmasaydı" demektir. Cevab ise âyeti dinleyenin, onu bilmesinden dolayı hazfedilmiştir ki, olanlar olurdu demektir.

Burada zikredilen "burhan"ın ne olduğu Kur'ân-ı Kerîm'de belirtilmemiştir. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)dan rivâyete göre Züleyha evin bir köşesinde inci ve yakutlarla süslü bir taç giydirilmiş, bir puta kalkıp bir örtüyle üzerini kapattı. Hazret-i Yusuf ona ne yapıyorsun? Diye sorunca,Zeliha:Bu ilahımın beni bu şekilde görmesinden utanırını deyince: Benim Allah'tan utanmam daha bir yaraşır, diye cevap verdi. Bu, bu hususta yapılmış en güzel açıklamadır. Çünkü bu şekildeki cevab ile (Zeliha'ya şirkine karşı) delil getirilmiş olmaktadır.

Denildiğine göre Hazret-i Yûsuf evin tavanında:

"Zinaya yaklaşmayın, o cidden bir hayasızlıktır, kötü bir yoldur" (el-İsra, 17/32) âyetini yazılı olarak gördü.

İbn Abbâs da der ki: Üzerinde:

"Hiç şüphesiz üzerinizde bekçiler vardır" (el-İnfitar, 82/10) yazılı bir el göründü.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: O yüce Allah'ın ahit ve misakını hatırladı. Bir diğer görüşe göre ona: Ey Yûsuf! diye seslenildi. Sen peygamberler arasında kayıtlısın, beyinsizlerin amelini mi işliyorsun!

Bir diğer görüşe göre Hazret-i Ya'kub'un suretini duvar üzerinde parmaklarını ısırmış, onu tehdit eder halde görünce durdu ve şehveti parmak uçlarından çıktı. Bunu da Katâde, Mücahid, el-Hasen, ed-Dahhâk, Ebû Salih ve Saîd b. Cübeyr söylemişlerdir.

el-A'meş, Mücahid'den şöyle dediğini rivâyet eder: O şalvarını çözünce Ya'kub ona göründü ve: Ey Yûsuf! deyince, Hazret-i Yûsuf dönüp kaçtı.

Süfyan da, Ebû Husayn'dan, o Saîd b. Cübeyr'den şöyle dediğini rivâyet eder: Hazret-i Yûsuf’a, Hazret-i Ya'kub göründü ve göğsüne bir darbe indirdi. Bunun üzerine şehveti parmak uçlarından çıkıp gitti.

Mücahid der ki: Hazret-i Ya'kub'un herbir oğlunun oniki erkek çocuğu oldu. Yûsuf’un ise sadece iki oğlu oldu, bu şehveti dolayısıyla çocukları azaldı.

Bundan başka açıklamalar da yapılmıştır.

Özetle; âyet-i kerîme'nin sözünü ettiği "burhan" yüce Allah'ın, Hazret-i Yûsuf’a gösterdiği ve bununla imanını pekiştirip, masiyetten uzak kaldığı, Allah'ın âyetlerinden bir âyettir.

"Ondan fenalığı ve fuhşu giderelim diye böyle yaptık" anlamındaki âyette yer alan:

"Böyle"deki "kef'ın hazfedilmiş bir mübtedanın haberi olmak üzere merfu olması mümkündür. O zaman ifadenin takdiri şöyle olur: Burhanlar işte böyledir. Aynı zamanda hazfedilmiş bir mastarın da sıfatı olur. Yani Biz ona burhanları işte böyle gösterdik, demektir.

Buradaki

"fenalık", şehvet

"fuhuş" ise mübaşeretdir.

"Fenalık"ın, kötünün,

"fuhş"un zina olduğu da söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre fenalık kişinin arkadaşına hainlik etmesi, fuhuş ise fuhuş işlemektir. Bir diğer açıklamaya göre "renatık"tan kasıt Aziz diye bilinen hükümdarın cezalandırmasıdır.

İbn Kesîr, Ebû Amr ve İbn Âmir

"ihlâsa erdirilmiş" anlamındaki kelimeyi "lâm" harfini esreli olarak; diye okumuştur ki bu da yüce Allah'a ihlasla itaat eden kimseler demek olur. Diğerleri ise "lâm" harfini üstün okumuşlardır ki, bu da Allah'ın risaleti İçin ihlâsa erdirdiği kimseler anlamına gelir. Esasen Hazret-i Yûsuf bu iki niteliğe de sahip idi. Çünkü o hem yüce Allah'a itaatte ihlâs sahibi idi. Hem de Allah'ın risaleti için ihlâsa erdirilmiş ve seçilmiş idi.

25

İkisi de kapıya doğru koştular. Kadın onun gömleğini arkasından boylu boyunca yırttı. Kapının yanında da kadının efendisine rastgeldiler. Kadın dedi ki: "Zevcene kötülük yapmak İsteyenin cezası zindana atılmaktan yahut can yakıcı bir azaptan başka ne olabilir?"

Yüce Allah'ın:

"İkisi de kapıya doğru koştular. Kadın onun gömleğini arkasından boylu boyunca yırttı" âyetine dair açıklamalarımız: iki başlık halinde sunacağız:

1- Kapıya Doğru Koşan İki Kişi:

Yüce Allah'ın:

"İkisi de kapıya doğru koştular" âyeti ile ilgili olarak ilim adamları şöyle demişlerdir: Bu bir çok anlamın bir araya geldiği Kur'ân-ı Kerîmin mucizevî ve oldukça kısa ifadelerindendir. Şöyle ki: Hazret-i Yûsuf, Rabbinin burhanını görünce, kadından kaçtı. îkisi de koşuştular. Kadın, onu kendisine geri döndürmek için, o da kadından kaçmak için koşmuş ve kapıdan çıkmadan önce ona yetişmiş ve

"kadın onun gömleğini arkasından boylu boyunca yırttı." Üst tarafından tuttuğu gömleği boyun kısmından yırtıldı ve gömleğin alt bölümüne kadar yırtık indi.

"Koşuşma, yarışma" bir şeyi öncelikle yakalama isteği, daha erken ulaşma isteği demektir. " Koşu yarışı" da buradan gelmektedir. Yırtmak, kesmek" anlamsndadır. Çoğunlukla da boylu boyunca yırtma hakkında kullanılır.

Şair Nâbiğa der ki:

"Kılıçlar, ikişerli dokunmuş (Yemen'in) Selûkî diye bilinen zırhlarını boylu boyunca keser.

Enlice sert taşlarda da ateş böcekleri gibi kıvılcım çıkartır."

(.........) şeklinde "ti" harfi ile ise, enine yırtmalar hakkında kullanılır. el-Mufaddal b. Harb der ki: Ben bir Mushaf ta: "Kocası gömleğinin arkasından yırtılmış olduğunu görünce" diye yazılı olduğunu gördüm. Ya'kub der ki: Bu kıraatteki; "Sağlam bir deri veya bir elbisedeki yarık ve yırtık" demektir.

" İkisi de ... koştular" lâfzındaki "elif" ve ondan sonraki "lâm" sakin olduğundan dolayı "elif" lafızda hazfedilmiştir.

Nitekim " İki Abdullah bana geldi" şeklindeki tesniyeli söyleyişte de böyledir. Araplardan aynı ifadeyi; şeklinde hemzesiz olarak fakat "elifi de isbat ile iki sakini bir arada cem ederek okuyanlar da vardır. Çünkü ikinci "elif İdgam edilir, birincisi ise hem med, hem de lîn harfidir. Yine Araplar arasında hem "elifi hem de hemzeyi çıkartarak; "İki Abdullah" diyenler de vardır. Tıpkı kelime üzerinde vakıf yapılması halinde söylendiği gibi.

2- Kıyas, Örf ve Adet:

Âyet-i kerîme'de kıyasa ve itibara (kıyas) delil olduğu gibi, örf ve adet gereğince amele de delil vardır. Çünkü gömleğinin ön ve arka tarafından yırtılmış olması söz konusu edilmektedir. Bu ise yalnızca Mâlikîlerin kitablarında ele aldıkları bir husustur. Çünkü gömlek arkadan çekilecek olursa o taraftan yırtılır, önden çekilecek olursa yine önden yırtılır, çoğunlukla görülen budur.

"Kapının yanında da kadının efendisine rastgeldiler." Yani kapının yanında Aziz'i gördüler. Burada

"efendi" ile kocası kastedilmiştir. Kıptî'ler kocaya: Efendi derler. kelimelerinin hepsi aynı anlamda (onunla karşılaştı demek)dir.

Kadın kocasını görünce bir hile yolu aradı ve hemen bir tuzak hazırlayarak:

"Dedi ki: Zevcene kötülük yapmak" zina etmek

"isteyenin cezası zindana atılmaktan yahut can yakıcı bir azaptan başka ne olabilir?" Yani oldukça acıtacak şekilde vurulmasından başka ne olabilir?

Âyetteki; " Cezası ne olabilir?" ifadesi mübtedâ, haberi ise;

“Zindana atılmak" lâfzıdır.

" Yahut... bir azâb" ise; "Zindana atılmak'ın mahalline atfedilmiştir. Çünkü bunun anlamı hapsedilmekten başka... şeklindedir. Bununla birlikte veya ona can yakıcı bir azâb edilmesinden başka... anlamında; şeklinde gelmesi de mümkündür ki bu açıklamayı el-Kisaî yapmıştır.

26

"Benden murad almak İsteyen odur" dedi. Kadının yakınlarından bir şahid de şöyle şahitlik etti: "Eğer gömleği önden yırtıldiysa kadın doğru söylemiştir. Bu ise yalancılardandır.

27

"Yok eğer gömleği arkadan yırtıldıysa kadın yalan söylemiştir. Bu ise doğru söyleyenlerdendir."

Yüce Allah'ın:

"Benden murad almak isteyen odur, dedi. Kadının yakınlarından bir şahit de şöyle şahitlik etti..." âyetine dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1- Aziz'in Karısının Duygularının Mahiyeti:

İlim adamları der ki: Kadın kendisini temize çıkarmak isteyince ve Yûsufa duyduğu sevgide samimi olmadığı için -çünkü seven kişi sevdiğini tercih eder-

"Benden murad almak isteyen odur" diyerek, onun kendisine iftirası ve yalanı karşılığında Yûsuf hakkı söyledi. Nevf eş-Şamî ve başkaları der ki: Sanki Yûsuf önce işin İç yüzünü açıklamak istemedi, fakat kadın ona karşı haksızlık edince kızdı ve gerçeği söyledi.

2- Kadının Yakınlarından Şahitlik Eden Kişi:

"Kadının yakınlarından bir şahit de şöyle şahitlik etti..." âyetindeki şahitliğin sebebi; iki tarafın söyledikleri birbiriyle çelişince, hükümdarın kimin doğru, kimin yalan söylediğini bilmek için şahide ihtiyaç duymasıydı. O bakımdan kadının yakınlarından birisi şahitlik etti. Yani onun yakınlarından bir hakim hüküm verdi. Çünkü söyledikleri bir hükümdü, bir şahitlik değildi. Bu şahidin kimliği hususunda dört farklı görüş ileri sürülmüştür.

1- Bu, beşikte konuşan bir çocuktur. es-Süheylî der ki: Doğru olan budur. Çünkü bu hususta Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den varid olmuş bir hadis vardır ki o hadiste Hazret-i Peygamber: "Beşikte yalnızca üç kişi konuşmuştur" diyerek aralarında Hazret-i Yûsuf’un lehine şahitlik eden kimseyi de saymaktadır. Müsned, I, 309-31 Odaki rivâyette "beşikte konuşmuş dört kişi'den biri olarak "Yûsuf’un şahidi" de sayılmaktadır. -Biraz sonra merhum müfessirîmiz de bunların sayılarının dört olduğunu belirten rivâyete işaret edecektir.- Ancak; Buhâri, Enbiyâ 48; Müslim, Birr 7, 8; Müsned, 11, 307-308, VI, 17-18de ise 'üç kisi'den söz edilmekte; -Yûsuf’un şahidi söz konusu edilmemektedir:

el-Kuşeyrî Ebû Nasr der ki: Şahitlik eden bu kişi hakkında evde bulunup, beşikte küçük bir çocuk idi ve kadının teyzesinin oğluydu. Saîd b. Cübeyr, İbn Abbâs'tan, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Küçük yaşta dört kişi konuştu." Bunlar arasında da Yûsuf (aleyhisselâm)ın lehine şahitlik eden kişiyi zikretmektedir. Bu bir görüş.

2- Şahit gömleğin yırtılmasıdır. Bunu da İbn Ebî Necîh, Mücahid'den rivâyet etmektedir. Bu da dil açısından sahih bir mecazdır. Çünkü hal dili, kal (söz söyleyen) dilden daha beliğdir. Araplar kimi zaman söz söylemeyi cansız varlıklara da izafe eder ve onlar hakkında taşıdıkları nitelikleri söz konusu ederek haber verirler, Arapların dilinde ve konuşmalarında bunun örnekleri pek çoktur. Bunun en tatlı örneklerinden birisi de birisinin şu sözüdür: Duvar, kazığa: Beni niçin yarıyorsun? diye sormuş. Kazık, duvara: Beni çakana sor, demiş. Ancak yüce Allah'ın:

"Kadının yakınlarından" âyeti tanıklık edenin gömlek olduğu görüşünü çürütmektedir.

3- Tanıklık eden bu kişi insan da cin de olmayan Allah'ın bir yaratığıdır. Bunu da Mücahid söylemiştir. Ancak bu iddiayı da yüce Allah'ın:

"Kadının yakınlarından" kaydı reddetmektedir.

4- Tanıklık eden bu kişi, hikmet sahibi ve akıllı bir adamdır. Vezir işlerinde o kişiyle danışırdı ve bu kadının akrabalarından birisi idi. O esnada da kadının kocası ile birlikte bulunuyordu ve şöyle demişti: Ben kapının arkasında dönüp koşmayı, gürültüyü ve gömleğin yırtılması sesini duydum. Ancak sizden hanginizin ötekinin önünde olduğunu bilemiyorduk. Eğer gömleğin yırtılması ön taraftan ise ey kadın, sen doğru söylüyorsun ve eğer gömlek arka tarafından yırtılmış ise doğru söyleyen odur. Gömleğe baktıklarında, gömleğin arkadan yırtılmış olduğunu gördüler. Bu da el-Hasen, İkrime, Katâde, ed-Dahhâk ve yine Mücahid ile es-Süddînin görüşüdür.

es-Süddî der ki: Bu şahit, kadının amcasının oğlu idi. Bu görüş İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir, bu husustaki sahih görüş budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

-İsrail'in, Simâk'tan, onun da İkrime'den naklettiğine göre- İbn Abbâs'ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Şahitlik eden bu kişi sakallı birisiydi. Süfyan da, Cabir'den, o İbn Ebi Müleyke’den, o İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Şahitlik eden bu kişi hükümdarın yakın ve özel adamlarından birisiydi. İkrime de der ki: Şahitlik eden bu kişi çocuk değildi. O hikmet sahibi bir adamdı.

Süfyan, Mansur'dan, o Mücahid'den şahidlik eden bu kişi bir adamdı, dediğini rivâyet etmektedir.

Ebû Ca'fer en-Nehhâs der ki: Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya, anlamı en uygun olan açıklama, şahitlik eden bu kişinin aklı eren ve hikmet sahibi bir adam olduğudur. Hükümdar ona danışınca o da ona bu delâlet yoluna başvurmasını söylemişti. Şayet şahitlik eden bu kişi bir çocuk olsaydı, onun Hazret-i Yûsuf’un lehine şehadeti ayrıca alışılmış hallerden bir delil getirmesine ihtiyaç bırakmayacaktı, çünkü çocuğun söz söylemesi başlı başına bir belge ve bir mucizedir ve bu adeten bilinen bir hususu delil göstermekten daha açık bir delil olurdu. Bununla birlikte bunun böyle olması hadisteki: "Dört kişi küçükken konuşmuşlardır" Bir önceki nota bakınız. ifadesine ve bunlar arasında Yûsuf ile ilgisi olan küçüğün sayılmasına muhalif değildir. Çünkü o takdirde anlam, bu kişi yaşlı başlı birisi değil, yaşı küçük birisi olur. Bunda da bir başka delil vardır ki oda şudur: İbn Abbâs (radıyallahü anh) bu hadisi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den rivâyet etmiştir. Ancak ondan gelen rivâyetler, Hazret-i Yûsuf'un lehine şahitlik eden kişinin küçük bir çocuk olmadığı noktasında birbirini desteklemektedir.

Derim ki: İbn Abbâs, Ebû Hüreyre, İbn Cübeyr, Hilal b. Yesaf ve ed-Dahhâk'tan rivâyet edildiğine göre şahitlik eden bu kişi, beşikte küçük bir çocuk idi. Şu kadar var ki eğer bu konuşan küçük bir çocuk olsaydı, bizatihi onun konuşması delil teşkil ederdi ve bunun için ayrıca gömleğin yırtılması şeklinin delil gösterilmesine gerek duyulmazdı. Küçüğün bu konuşması da harikulade bir olay ve bir çeşit mucize olurdu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Beşikte iken konuşan çocukların kimliklerine dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Burûc Sûresi'nde (85/4-7. âyetlerin tefsirinde) gelecektir.

3- Alâmetlere Dayanarak Hüküm Vermek:

Eğer bizler şahitlikte bulunan kimsenin küçük bir çocuk olduğunu kabul edecek olursak, -daha önce zikrettiğimiz gibi- bunda emarelere göre amel edişe delil olacak bir taraf olmaz. Şayet şahitlikte bulunan bu kişi eğer bir adam ise, o takdirde lukata ve pek çok konuda alâmete dayanarak hüküm verilebileceğine dair delil olabilir. Hatta Malik hırsızlar ile ilgili bir meselede şöyle demektedir: Eğer hırsızlarla beraber bir takım eşyalar bulunacak olur da bazı kimseler gelip o eşyaların kendilerinin olduğunu iddia edecek olursa, bununla birlikte ellerinde delilleri de bulunmuyor ise, sultan bu hususta hüküm vermek İçin bekler. Şayet (aynı iddiada bulunarak) onlardan başkaları gelmezse o eşyaları onlara teslim eder.

İmâm Muhammed de karı ve kocanın herbirisi ev eşyalarının kendilerinin olduğu iddiasında bulunurlarsa şöyle der: Erkeklere ait ve onlar tarafından kullanılan eşyalar kocanındır, kadınlara has olan eşyalar kadınındır. Kadın ve erkek tarafından da kullanılabilen eşyalar ise erkeğe aittir.

Şureyh ile İyas b. Muaviye bu gibi anlaşmazlık konularında alâmetlere dayanarak uygulamalarda bulunurlardı. Bunun da asıl dayanağı bu âyet-i kerîmedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Eğer gömleği önden yırtıldıysa" âyetindeki; " İdi" şart edatı dolayısıyla cezm mahallindedir. Ancak nahiv açısından açıklanması gereken bir husus vardır. Çünkü şart edatları mazi olan fiili müstakbele (müzariye) çevirir. Oysa bu fiilde bu söz konusu olmaz. el-Muberred Muhammed b. Yezid der ki: Bu; "İdi" fiilinin gücünden gelmektedir ve bu fiil ile bütün fiillerin gerektiğinde ifade edilebilmesinden dolayıdır.

ez-Zeccâc ise şöyle der: Âyetin anlamı şeklinde olup eğer ... bilinirse, demektir ve burada bilgi henüz gerçekleşmemiş idi. "İmek (oluş)" da böyledir. Çünkü bu da bilme anlamını verir.

"Önden yırtıldı" ile mazi fiil şeklinde ın haberi verilmektedir. Şair Züheyr'in şu beyitinde olduğu gibi:

"O içinde gizlediği bir sırrı kalbinde saklayıp, durdu.

Onu ne açıkladı, ne de öne geçti."

Yahya b. Ya'merve İbn Ebi İshak; "Önden" kelimesini "kat"," "be" ve "lâm" harflerini ötrelî olarak okumuştur. “Arka" kelimesini de aynı şekilde okumuştur. ez-Zeccâc der ki: Bu okuyuşuyla bu İki kelimeyi "önce ve sonra" anlamındaki kelimeler gibi iki gaye (nihâilik bildiren kelime) olarak değerlendirmektedir. Sanki; "Onun önünden ve onun arkasından" denilmiş gibidir. Asıl maksadı teşkil eden muzafu'n-ileyh hazfedilince, muzaf bizatihi gaye yerine geçmiştir. Oysa bundan önce muzafın gayesi, muzafu'n-ileyh idi. Bununla birlikte "lâm" ve "ra" harfleri -munsarıf olmayana benzetilerek-; şeklinde üstün olarak da okunabilir. Çünkü bu kelime marife olup asıl babından uzaklaştırılmıştır. Mahbûb, Ebû Amr'dan ve; şeklinde hafifletilmiş (be harfleri sakin olarak) ve mecrur okunduğunu rivâyet etmiştir.

28

Kocası gömleğinin arkasından yırtılmış olduğunu görünce: "Şüphesiz ki bu, siz kadınların hilelerindendir. Doğrusu siz kadınların hilesi büyüktür" dedi.

"Kocası gömleğinin arkasından yırtılmış olduğunu görünce: Şüphesiz ki bu, siz kadınların hilelerindendir... dedi," Denildiğine göre bu sözleri Aziz kadına: "Zevcene kötülük yapmak isteyenin cezası... başka ne olabilir?" demesi üzerine söylemiştir. Bu sözleri kadına şahidin söylediği de söylenmiştir.

"Keyd; hile": Tuzak ve hile demektir. Bunun anlamı daha önce el-Enfal Süresi'nde (8/18. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Doğrusu siz kadınların hilesi büyüktür." Bu sözleri söyleyenin hileyi "büyüktür" İle nitelendirmesi, içine düştükleri yanlışlıklardan kurtulmak için giriştikleri fitne ve hilelerin büyüklüğünden dolayıdır. Mukâtil , Yahya b. Ebî Kesir'den rivâyetle Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini nakletmektedir; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Hiç şüphesiz kadınların hilesi, şeytanın hilesinden daha büyüktür. Çünkü yüce Allah: "Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır" (en-Nisa, 4/76) diye buyururken, diğer taraftan: "Doğrusu siz kadınların hilesi büyüktür" diye buyurmaktadır." Âlûsî, Ruhu'l-Meâni, XII, 224'te; "İlim adamlarından birisi'nin sözü olarak aktarmaktadır.

29

"Yûsuf! Sen bundan vazgeç. Ey kadın! Sen de günahının bağışlanmasını dile! Çünkü sen gerçekten günahkârlardan oldun."

"Yûsuf sen bundan vazgeç" sözlerini söyleyen şahitlik eden şahıstır. Buradaki

"Yûsuf" nidadır ve "yâ Yûsuf" demektir. Nida harfi hazfedilmiştir.

"Bundan vazgeç" yani bunu kimseye söyleme ve bunu gizle! demektir.

Daha sonra kadına yönelerek, şöyle dedi:

"Ey kadın! Sen de günahının bağışlanmasını dile" yani kocandan bu günahını affetmesini, seni cezalandırmamasını iste.

"Çünkü sen gerçekten günahkârlardan oldun."

Buradaki;" Günahkârlar" kelimesini müzekker çoğul olarak kullanıp şeklinde müennes çoğul kullanmayışırun sebebi, aynı zamanda hem erkek, hem de dişilerden haber vermeyi kastettiğinden dolayıdır. O bakımdan müzekkeri tağlib etmiştir. Mana, sen günahkâr insanlardansın yahut günahkârlar topluluğundansın, şeklindedir. Bu yönüyle yüce Allah'ın:

"Gerçekten o kadın kâfirler topluluğundandı." (en-Neml, 27/43); " Ve o kadın itaat edenlerdendi" et-Tahrîm, 66/121 âyetlerini andırmaktadır.

Şöyle de denilmiştir; Hazret-i Yûsuf’a bundan vazgeç, kadına da bu işten bağışlanma dile diyen kişi, onun kocası olan hükümdardır. Bu hususta da iki görüş vardır. Birinci görüşe göre kocası pek öyle kıskanç bir kimse değildi, bundan dolayı hiçbir tepki göstermeyip hareketsiz kalmıştı. Mısır ahalisinin bir çoğunda kıskançsızlık mevcuttur. İkinci görüşe göre ise yüce Allah ondan kıskançlığı çekip aldı. Ayrıca hükümdarda Yûsufa karşı bir İncelik ve bir nezaket vardı. Böylelikle Hazret-i Yûsuf bu badireyi atlattı ve kadını da affetti.

30

Şehirde bir kısım kadınlar dediler ki: "Azizin karısı, delikanlısından murad almak istiyormuş. Sevgisi yüreğinin zarını delip girmiş. Biz onu gerçekten apaçık bir şaşkınlık içinde görüyoruz."

“Şehirde bir kısım kadınlar dediler ki..." âyetindeki; "Kadınlar kelimesi "nûn" harfi ötreli olarak; şeklinde de kullanılır. el-A'meş, sr.-Mufaddal, es-Sülemî böyle okumuşlardır. Bunun çokluk çoğulu ise; setlinde gelir. "Kadınlar dediler..." anlamını ifade etmek üzere; da denilir. -Âyet-i kerîme'de olduğu gibi-; da denilir. 'Tıpkı Bedevi Araplar dedi ki: ..." demek için; ile denilebileceği gibi.

Kadınların böyle söylemesine sebep olayın Mısır halkı arasında yayılması ve bunun sonucunda kadınların da bunu dillerine dolamaları idi. Demliğine göre Azlz'in sakisinin, fırıncısının, seyisinin ve hapishane müdürünün hanımlan, bir diğer görüşe göre ise onun teşrifatçısının hanımı böyle demişlerdir ki; bu görüşler İbn Abbâs ve başkalarından nakledilmiştir.

“Azizin karısı delikanlısından murad almak İstiyormuş." Delikanlı anlamı verilen "fetâ" kelimesi Arapça'da genç erkek demektir, Dişisine de "fetat" denilir.

"Sevgisi yüreğinin zarını delip girmiş" âyeti, sevgisi ona galib gelmiş, diye açıklandığı gibi, ona duyduğu sevgi kalbinin içine kadar işemiş, diye de açıklanmıştır. Bu açıklama da Mücahid ve başkalarından nakledilmiştir.

Amr b. Dinar, İkrime'den, İbn Abbâs'tan rivâyetine göre İbn Abbâs: Onun sevgisi kalbinin zarının ta altına kadar geçmiş, diye açıklamıştır. el-Halen ise der ki: Şağaf (mealde: Kalbin zarı) kalbin içi demektir. es-Süddî ve Ebû Ubeyd ise kalbin üzerindeki örtü diye açıklamışlardır ki; bu da kalbin üzerindeki ince deri zaridır. Kalbin ortası demek olduğu da söylenmiştir. Bütün bu görüşlerin anlamı birbirine yakındır, yani onun sevgisi kalbinin İçine kadar ulaşmış ve kalbine hakim olmuş, demektir. en-Nâbiğa der ki:

"Bunun (ağlamamın) önüne öyle bir keder girip engel olmuş ki;

(Doktorların) parmakları ile arayıp bulmak istediği kalbin ortası (şağaf) gibi içeri girmiştir."

"eş-Şuğâfın bir hastalık olduğu da söylenmiştir. el-Esmaî de şairin recez vezninde söylediği şu mısraı nakletmektedir:

"O kendisi için bir hastalık (sebebi) olmakla birlikte; yine de arkasından gitmektedir."

Ebû Ca'fer b. Muhammed, İbn Muhaysın ve el-Hasen ise "yüreğinin zarını delip girmiş" anlamındaki kelimeyi; şeklinde "ğayn" yerine "ayn" harfiyle okumuşlardır. İbnu'l-Arabî der ki: Sevgisi kalbini yakmış, demektir. Ayrıca yaygın okuma, birinci şekildir, der.

el-Cevherî der ki: Sevgi kalbini yaktı" demektir. Ebû Zeyd, onu hasta etti, diye açıklamıştır. Bir şeyi sevdiğini anlatmak için de; denilir. Sevgiden dolayı kalbi yanık kimseye de; denilir.

el-Hasen; diye okumuştur. Yani sevgi ta kalbinin içine işlemiş, anlamındadır. en-Nehhâs der ki: Dilcilerin çoğunluğuna göre bu, sevginin ona yaptırmayacağı bir şey kalmamış, demektir. Çünkü; "Dağların en yüksek yerleri ve tepeleri" demektir. Bir kimsenin bir şeye aşın düşkünlüğünü anlatmak için de; denilir. Şu kadar var ki Ebû Ubeyde, İmruu'l-Kays'ın şu beytini nakleder;

"Uyuz olmuş deveyi katranlayan kimsenin katranı uyuz devenin içine işlediği gibi,

Ben o kadının kalbini hasta etmişken beni öldürür mü?"

(Ebû Ubeyde) der ki: Burada sevginin verdiği huzursuzluk ve hastalığı buna (yani devenin katranlanmasına) benzetmektedir.

eş-Şa'bi’den de şöyle dediği nakledilmektedir: "Ğayn" ile "şeğaf" sevgi demektir. "Ayn" ile "şe'af" delilik anlamındadır. en-Nehhâs der ki: Bu kelime şeklinde "ğayn" harfi esreli olarak da nakledilmiştir. Esasen Arapça'da; şeklinde "ğayn" harfi üstün şeklinde başka bir kullanım bilinmemektedir. Aynı şekilde da böyledir. Bu da; onu sevgiden hasta olmuş halde bıraktı, o hale getirdi, anlamındadır.

Said b. Ebî Arûbe ise el-Hasen'den şöyle dediğini nakletmektedir: Şeğaf kalbin örtüşüdür, şe'af ise kalbin iç tarafındaki kara bir noktacıktır. Sevgi oraya varmış olsaydı, kadın hiç şüphesiz ölürdü. Yine el-Hasen der ki: Şeğafın görünmeyen ve kalbe bitişik olan ince deri (zar) olduğu söylenmiştir ve bu, beyaz bir deridir. İşte Yûsuf'un sevgisi kadının kalbine bu zarın kalbe yapışık olması gibi yapışmıştı.

"Biz onu gerçekten apaçık bir şaşkınlık içinde görüyoruz." Bu davranışıyla onun böyle olduğu görüşündeyiz.

Katâde der ki: Aslında "kocasının delikanlısı" olmakla birlikte "karısının delikanlısı" denilmesi Hazret-i Yûsuf’un onların yanında köle hükmünde olduğundan ve kadının ona verdiği emirleri uygulamakla yükümlü bulunduğundan dolayıdır. Mukâtil 'in, Ebû Osman en-Nehdî'den, onun Selman el-Farisî'den naklettiğine göre o şöyle demiş: Aziz'in karısı kocasından Yûsuf'u kendisine bağışlamasını istemişti, o da ona bağışlamıştı ve: Peki onu ne yapacaksın? diye sormuş. Karısı da: Onu evlat edineceğim demişti. Bu sefer kocası: Haydi o senin olsun demişti. Kadın içinde bulunan duygular ile birlikte onu yetişinceye kadar büyüttü. Onun önünde açılıp saçılır, süslenir, onu yumuşak edalarla davet ederdi de Allah onu korudu.

31

O kadınların gizliden gizliye kendisini kınadıklarını işitince kendilerine haber gönderdi. Onlara rahatça yaslanacak bir yer hazırladı. Onların herbirine de birer bıçak verdi ve: "Çık karşılarına!" dedi. Kadınlar onu görünce, onun gerçekten büyük bir güzelliğe sahib birisi olduğunu anladılar. Ellerini kestiler ve dediler ki: "Allah'ı tenzih ederiz! Bu bir beşer değildir. Bu ancak çok şerefli bir melektir."

"O kadınların gizliden gizliye kendisini kınadıklarını işitince"; onların kendisini çekiştirdiklerini ve yermek için çeşitli yollara ve çarelere başvurduklarını işitince... demektir. Bir diğer açıklamaya göre; kendisi kadınları durumdan haberdar etmiş, ancak bu sırrını kimseye açmamalarını istemiş, onlara güvenmişti. Onlarsa kadının sırrını açıkladılar, bundan dolayı kadınların bu davranışlarına "hile" anlamına gelen "mekr" ismi verilmektedir.

Yüce Allah'ın:

"Kendilerine haber gönderdi" âyetinde hazfedilmiş ifadeler vardır. Yani kendilerine içine düştüğü duruma onları düşürmek kastı ile bir ziyafete çağırmak üzere haber gönderdi.

Mücahid, İbn Abbâs'tan naklen dedi ki: Aziz'in karısı kocasına, ben bir yemek hazırlayıp şu kadınları davet etmek istiyorum, demiş. Kocası da: Yapabilirsin deyince, bir yemek hazırlamış, daha sonra da gelecek kadınlar için odalarını süsleyip döşemiş, sonra da ziyafete katılmaları için onlara haber göndererek zikrettiğim bu kadınlardan hiçbir kimse gelmemezlik etmesin demiş.

Vehb b. Münebbilı der ki: Bu kadınlar kırk kişi idiler. Onları zorladığı için ister istemez geldiler. Umeyye b. Ebi's-Salt bunlar hakkında şöyle der:

"Nihayet yanına zorla, istemeyerek geldiler,

O da o kadınlar için sedirler ve kebaplar hazırlamıştı."

Buradaki; Sedirler, kelimesi "yaygılar" anlamında; diye de rivâyet edilir. Vehb b. Münebbih der ki: Nihayet gelip yerlerini aldılar.

"Onlara rahatça yaslanacak bir yer hazırladı." Üzerlerinde yaslanacakları yerler hazırladı. İbn Cübeyr der ki: Her oturulan yerde de içinde bal, turunç ve keskin bir bıçak bulunan bir kâse vardı.

Mücahid ve Saîd b. Cübeyr:

"Yaslanacak yer" kelimesini hemzesiz ve "te" harfi şeddesiz olarak; diye okumuştur. Bu ise Kıptîce'de turunç demektir. Mücahid de bunu böylece açıklamıştır.

Süfyan'ın, Mansur'dan, onun da Mücahid'den rivâyetine göre Mücahid de şöyle demiş: Şeddeli ve hemzeli okuyuş, yiyecek yemek demektir. Ancak şeddesiz ve hemzesiz turunç (ağaç kavunu) anlamındadır. Şair de der ki:

"Biz günahı (şarab'ı) açıktan açığa büyük kaplarla içeriz,

Turuncun da aramızda iğreti alındığını (elden ele dolaştığını) görürsün."

Ezd Şenûeliler de: el-Etrucce ile el-mütke(turunç) aynı şeylerdir, derler. el-Cevherî der ki; Mütk (şeddesiz ve hemzesiz okuyuştan isim) sünnet yapan kadının geriye kesmeden bıraktığı parçanın adıdır. Bu da aslında et ve benzeri şeyleri saran ince bir kabuk demektir. ise sünnet yapılmamış kadın demektir. el-Ferrâ' da der ki: Bana Basralılardan güvenilir bir ilim adamının naklettiğine göre şeddesiz olarak; et ve benzeri şeyler üzerindeki ince kabuk (zar) demektir. Kimisi de bunun turunç ile aynı şey olduğunu söylemiştir ki, bunu da el-Ahfeş nakletmektedir.

İbn Zeyd der ki: Kadın onlara turunç ve onunla beraber yenilmek üzere bal hazırlamıştı. Şair de der ki:

“Nimet içinde yedik ve yaslandık,

Ve helal içecekleri büyük testileriyim içtik."

en-Nehhâs der ki: Yüce Allah'ın;

"Hazırladı" fiili; Hazırlanan şeyler" lâfzından alınmadır ki, bu da herhangi bir şey için hazırlayıp araç kıldığın herbir şey demektir.

Şeddeli ve hemzeli okuyuş ile ilgili olarak yapılmış en sahih açıklama Ali b. Ebi Talha'nın İbn Abbâs'tan şöyle dediğine dair naklidir Bundan maksat oturacak yer demektir.

Tefsir bilginlerinden bir topluluğun bundan maksadın, yemek olduğunu söylemeleri; "Yaslanarak yenilecek yemek" takdirine göre mümkün olabilir. Tıpkı yüce Allah'ın:

"Kasabaya sor." (Yûsuf, 12/82) âyeti gibi. Bu hazfın olduğuna delil de: "Onların herbirine de birer bıçak verdi" ifadesidir. Çünkü kadınlarla birlikte bıçakların bulunması ancak bıçaklarla kesilecek bir şeyler yemek içindir.

Nitekim (en-Nehhâs) "İrabu'l-Kur’ân" adlı eserinde de böyle demiştir. "Meûni'l-Kur'ân" adlı eserinde ise şunları söyler; Ma'mer, Katâde'den; "mealde: Yaslanacak yer-"in yiyecek, yemek diye açıkladığını rivâyet etmektedir. Bunun yemek yenildiği yahut içildiği veya konuşulduğu esnada üzerine yaslanılan her şey anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu da dilciler tarafından bilinen bir açıklamadır. Ancak kelimenin önceki açıklamasına dair gelen rivâyetler sahihtir.

el-Kutebî'nin de naklettiğine göre; filan kişinin yanında yemek yedik, anlamında; denilmektedir. kelimesinin aslı şeklindedir. " Tartılan şey ve va'dolunan şey" anlamındaki kelimelerin; "Tarttım, va'dettim" fiillerinden gelmesi gibi. "Yaslanacak yer" anlamındaki kelime ise; "Yaslandım" fiilinden gelmektedir ve Yaslandı, yaslanır, yaslanmak" diye kullanılır.

"Onların herbirine de birer bıçak..." anlamındaki âyette iki mef'ûl vardır. el-Kisaî ve el-Ferrâ'; " Bıçak" kelimesinin hem müzekker hem de müennes kullanılacağını nakletmektedir. el-Ferrâ' şu beyiti nakleder:

"Soğuk bir sabah vakti, sapı oldukça sağlamlaştırılmış bir bıçak ile

Devenin hörgücünde yara açtı."

el-Cevherî: Çoğunlukla bu kelime müzekker kullanılır, demektedir. Daha sonra el-Cevherî şu beyiti nakleder:

"Zahiren onun samimi öğüt verdiği görünür ama yalnız kaldı mı

İşte o boğaza dayanan oldukça keskin bir bıçak olur."

el-Esmaî der ki: Bu kelimenin bilinen şekli yalnızca müzekker olarak kullanıldığıdır.

"Ve: Çık karşılarına, dedi" âyetindeki: " Dedi" kelimesinin "te" harfinin ötreli okunuşu iki sakinin arka arkaya gelmesinden dolayıdır. Çünkü esreden sonra ötre varsa, ağır okunur. "Te"nin esreli okunuşu ise asla (yani sakin harf harekelenecek olursa esre ile harekelenir ilkesine) göredir.

Denildiğine göre kadın diğerlerine: Ben size söylemedikçe ne bir şey kesiniz, ne bir şey yiyiniz. Daha sonra hizmetçisine: Ben sana: îl'i çağır diyecek olursam, Yûsuf'u çağır, diye emretti. îl ise onların tapındıkları bir putun adıdır. Hazret-i Yûsuf da çamurda çalışıyordu, peştemalını toplayıp bağlamış, kollarını da kıvırmıştı. Hizmetçiye -bana rabbi çağır anlamında- bana îl'i çağır dedi. îl İbranice rab demektir. Kadınlar hayrete düştü ve: O nasıl gelebilir, dediler. Bu sefer hizmetçi çıkıp, Hazret-i Yûsuf’u çağırdı. Hazret-i Yûsuf yukardan aşağıya inince ev sahibi kadın diğerlerine beraberinizdekileri kesiniz, dedi. "Kadınlar onu görünce, onun gerçekten büyük bir güzelliğe sahip birisi olduğunu anladılar. Ellerini kestiler." Ellerindeki bıçaklarla kemiklere ulaşıncaya kadar, ellerini kestiler. Bu şekildeki açıklamayı Vehb b. Münebbih yapmıştır. Saîd b. Cübeyr de der ki: Onu süslemeden, kadınların huzuruna çıkarmadı. Ansızın kadınların yanına çıkınca ondan dolayı dehşete kapıldılar, yüzünün güzelliği, süsleri ve üzerindekilerden dolayı hayrete düştüler, ellerini kesmeye koyuldular. Halbuki onlar bunu yaparken turunçları kestiklerini zannediyorlardı.

"Onun gerçekten büyük bir güzelliğe sahib birisi olduğunu anladılar." âyetinin ne anlama geldiği hususunda farklı görüşler vardır. Cuveybir'in, ed-Dahhâk'tan, onun İbn Abbâs'tan rivâyetine göre: Onu çok büyük bir şey gördüler ve heybete kapıldılar demektir. Yine ondan gelen rivâyete göre, onu görmenin de liseliyle meni ve mezileri aktı. Şair der ki:

"Küçük tepenin üzerinden erkek deveyi gördüler mi

Böğürmeye başlarlar ve hızlıca fışkıran menilerini akıtırlar."

İbn Sem'ân da arkadaşlarından bir gruptan naklettiğine göre şöyle demektedir: Arkadaşları dediler ki: O kadınların aşklarından dolayı mezileri aktı. Vehb b. Münebbih de der ki: Derhal ona aşık oldular ve o mecliste hayret, dehşet ve Yûsuf’a kalbten duydukları aşklarından ötürü on tanesi Öldü. Bunun anlamının dehşetlerinden ay hali oluverdiler, olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da Katide, Mukâtil ve es-Süddî yapmıştır. Şair de der ki:

"Biz kadınlara temiz oldukları vakit varırız da ancak

Ay hali olduklarında, asla kadınlara yaklaşmayız."

Ancak Ebû Ubeyde ve başkaları bunu kabul etmeyerek şöyle derler: Arap dilinde bu kelime böyle bir anlamda kullanılmaz. Bununla birlikte onu oldukça büyük bir şey gördüklerinden dolayı ay hali olmuş olmaları muhtemeldir. Çünkü kadın kimi zaman korkusundan dolayı, karnındaki yavruyu düşürebilir yahut ay hali olabilir.

ez-Zeccâc der ki: Arapçada; "Onu büyük gördüler" denilir ama -ondan dolayı ay hali oldular anlamında olmak üzere-: denilmez. Çünkü büyük görmek, hiçbir zaman ay hali olmak manasına değildir.

el-Ezherî buna cevap vererek: Ancak ay hali oldu anlamında; denilebilir. Çünkü kadın ilk defa ay hali olduğu takdirde, küçük yaştan büyüklüğe doğru geçiş yapmış olur. Devamla der ki: daki "he" zamir "he"si değil de vakf (sekt, susuş) "he"si olabilir. Ancak bu görüşün aslı yoktur, zira vakf için gelen "he" vasl halinde düşer. Bundan daha uygun görüş, İbnu'l-Enbarî'nin şu açıklamasıdır: Buradaki "he" zamiri fiilin mastarından bedeldir, yani, şeklinde olup ay hali oldular anfamındadır. İbn Abbâs'ın birinci görüşüne göre ise "he" zamiri Hazret-i Yûsuf'a aittir ve Yûsuf’u oldukça büyük birisi olarak gördüler ve onu alabildiğine ta'zim ettiler, demektir.

"Ellerini kestiler" âyeti ile ilgili olarak Mücahid der ki: Ellerini koparırcasına kestiler. Ellerini çizip yaraladılar, diye de açıklanmıştır. İbn Ebi Necîh, Mücâhid'den şöyle dediğini rivâyet eder: Ellerini bıçaklarla kestiler. en-Nehhâs der ki: Mücahid bu açıklaması ile eli kopup ayıracak şekilde bir kesmeyi kastetmemektedir. Bu bir çizme ve yaralama anlamında bir kesmedir. Dilde ise insanın -mesela- arkadaşının elini çizecek olursa "elini kesti" denilmesi bilinen bir husustur. İkrime, "elleri" lâfzını kollarının yenleri diye açıklamıştır ki, bu anlama gelmesi uzak bir İhtimaldir.

Parmaklarını kestiler, diye de açıklanmıştır. Yani kalbleri Hazret-i Yûsuf ile meşgul olduğundan dolayı ellerini kesip yaralamalarından dolayı hiçbir acı duymadılar. Fiilin şekli kesmenin çok olduğuna işarettir, çokluk herbirisinin bir kaç yerden elini yaraladığı anlamına gelme ihtimali olduğu gibi, kadınların sayılarının çokluğu dolayısıyla kullanılmış olma ihtimali de vardır.

"Ve dediler ki: Allah'ı tenzih ederiz." Yani Allah'a sığınırız. el-Esmaî, Nafî'den; "Allah'ı tenzih ederiz" âyetini Ebû Amr b. el-Alâ gibi; şeklinde "şın" harfinden sonra "elifi de okuduğunu nakletmektedir. Asıl kullanım şekli de budur. Bu "elifi hazfeden; "(A): Allah'ı" lâfzındaki "elifi onun bedeli kabul eder. Bu kelime şu dört şekilde kullanılır. şekillerinin hepsi de: Seni tenzih ederim, anlamındadır. Yine Haşa ki Zeyd"den diye kullanılır (ve Zeyd kelimesi cer ve nasb edilebilir).

en-Nehhâs der ki: Ben Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: Ben Muhammed b. Yezîd’i şöyle derken dinledim: Bu edatın isminin nasbedilmesi daha uygundur. Çünkü bunun fiil olduğu sahih olarak kabul edilmiştir. Zira Araplar: " Haşa Zeyd"den, derler ve ismin başından da harf (meksur lâm edatı) hazfedilmez. Şair Nabiğa da şöyle demiştir:

"Ve ben kavimlerden hiçbir kimseyi müstesna kılmıyorum,"

Kimi dilci; "Dışında müstesna, haşa" bir edattır, "Müstesna kılıyorum" ise bir fiildir, der. (........) ın fiil olduğuna delil ise, ondan sonra harf-i cerrin gelmesidir. Ebû Zeyd'in naklettiğine göre bir bedevi Arabr "Allah'ım bana ve işiten herkese mağfiret buyur. Şeytan ile Ebû'l-Esbağ müstesna," diyerek bu lafızla sonraki kelimeyi nasb etmiştir,

el-Hasen ise "şm" harfini sakin kılarak diye okumuştur. Yine ondan; diye okuduğu da rivâyet edilmiştir. İbn Mes'ûd ve Ubeyy ise "lâm" harfi olmaksızın; diye okumuşlardır. Şairin şu beyiti de bu kabildendir:

"Ebû Sevban müstesnadır, çünkü o gerçekten

Başkasını kınamaktan ve kötü söz söylemekten yana cimridir."

ez-Zeccâc der ki: Bu kelimenin aslı; " Etraf yakınlardan gelmektedir. Yakın çevre anlamındadır. Mesela; " Filanın yakınlarında idim" denilir. Buna göre Zeyd bundan uzaktır" o bir tarafta, Zeyd bir taraftadır anlamına gelir. İstisnada bir şeyi sözü edilenler arasından bir kenara çıkarmak ve bir kenarda tutmak demektir.

Ebû Ali bu kelime İstisna etmekten faildir. Yani Yûsuf böyle bir şeyden münezzehtir ve Yûsuf kendisine atılan iftiradan uzakta ve bir kenardadır, Yahut ta o insan olmaktan münezzehtir, insanlık bir tarafta o bir taraftadır. Sîbeveyh'e göre; istisna cümlesinde cer harfidir. el-Müberred ve Ebû Ali'min açıklamalarına göre ise bir fiildir.

"Bu bir beşer değildir." el-Halîl ve Sîbeveyh der ki: "Değildir" edatı; "Değildir" edatı gibidir. Meselâ Zeyd ayakta değildir"; "Bu bir beşer değildir" ile

"Onların anaları değildir" (el-Mücadele, 58/2) denilir.

Kûfeliler de derler ki: Burada "beşer" kelimesinin başına getirilmesi gereken) "be" harfi hazfedildiğinden nasbedilmiştir. Bunun açıklaması da Ahmed b. Yahya'nın dediğine göre şöyledir: Bir kimse; "Zeyd gidici değildir" dediği vakit "be" harfi nasb mahallindedir, sair cer harfleri de böyledir. İşte bu cer harfi hazfedildikten sonra (harfin başına geldiği isim.) mahalline delalet etsin diye nasbedilmiştir. Ahmed b. Yahya der ki: el-Ferrâ''nın da görüşü budur. O da şöyle der: edatı tek başına hiçbir amel etmez. Ancak Basralılar onların bu durumda (Zeyd ay gibidir anlamında olmak üzere) demeleri gerektiğini söyleyerek görüşlerinin red edileceğini belirtirler. Çünkü bu;... ay gibidir" anlamındadır.

Ahmed b. Yahya ise şu sözleriyle onlara cevab verir: "Be" harf-i cerri "kef"ten daha çok bir harf-i cer olarak kullanılabilir. Çünkü "kef' bazen isim olabilmektedir.

en-Nehhâs ise der ki: Ancak Basralıların görüşü sahihtir ve bu sözde bir çelişki vardır. el-Ferrâ'; -Zeyd gidici değildir, anlamında-; denilmesini uygun kabul etmiş ve şu beyiti nakletmiştir.

"Allah'a yemin olsun ki sen eğer hür olsan dahi

Esasında sen hür de olamazsın, azad edilmiş köle de olamazsın."

Ve ayrıca el-Ferrâ' bunun nasb ile okunmasını açık ifadelerle kabul etmez. Diğer taraftan; "Zeyd'in sana rağbeti yoktur" demenin de; " Amr sana doğru gelmemektedir" demenin de câiz olduğu hususunda nahivciler arasında görüş ayrılığı olduğunu bilmiyoruz. Bundan sonra ise "be" harfini hazfederler ve (başına geldiği ismi) ref ederler. Basralılar ve Kûfeliler ise ref ile; "Zeyd gidici değildir" şeklindeki kullanımı naklederler. Yine Basralılar bunun Temimlerin söyleyişi olduğunu nakleder ve şu beyiti de zikrederler:

"Sizler Teym'i mi bana eş ve denk kabul ediyorsunuz?

Halbuki Teym hiçbir zaman şerefli birisine denk olamaz."

el-Kisaî ise bunun Tihame ve Necidlilerin söyleyişi olduğunu nakletmektedir. el-Ferrâ' da refin iki bakımdan daha güçlü olduğunu iddia etmektedir. Ebû İshak dedi ki: Bu bir yanlışlıktır. Çünkü yüce Allah'ın Kitabı ve Rasûlünün kullanımı daha güçlü ve daha uygundur.

Derim ki: Hafsa (radıyallahü anha)nın Mushaf’ında bu âyet;" Bu bir beşer değildir" şeklindedir. Bunu el-Gaznevî nakletmektedir.

el-Kuşeyrî Ebû Nasr der ki: Burada kadınlar Hazret-i Yûsuf’un suret itibariyle insanlardan daha güzel bir surette olduğunu, hatta bir melek suretinde olduğunu söylemek istemişlerdir. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır

"Yemin olsun Biz insanı gerçekten en güzel bir surette yarattık."'(et-Tîn, 95/4) Bu iki âyet-i kerîmenin bir arada anlaşılması şöyledir: Kadınlar "Allah'ı tenzih ederiz" ifadeleri ile Hazret-i Yûsuf’u, Aziz'in karısının onu itham ettiği, kendisine kötü maksatla yaklaşmak istediğinden uzak olduğunu anlatmaktadır. Yani Yûsuf böyle bir şeyden uzaktır. Onların " Allah İçin" sözleri Allah İçin o bundan uzaktır, demektir. Yani Yûsuf bu işten kurtulmuştur, bu surette böyle bir şey yoktur. Bunun da anlamı şudur: Onun masiyetlerden uzaklığı meleklere benzemektedir. Böyle bir açıklamaya göre ise (âyetler arasında) çelişki yoktur.

Bir diğer açıklamaya göre burada maksat, Hazret-i Yûsufun aşırı güzelliğinden ötürü sureti itibariyle insanlara benzemesinden tenzih edilmesidir. "Allah'ı" ifadesi de bu manayı te'kid içindir. Buna göre âyetin anlamı şu olur: Kadınlar melek suretinin daha güzel olduğunu zannederek böyle bir sözü söylediler, onlar yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki insanı en güzel bir surette yarattık" (et-Tin, 99/4) sözlerinden haberdar değillerdi. Çünkü bu bizim Kitabımızda olan bir âyettir.

Bazı zayıf anlayışlı kimseler şöyle zannederler: Eğer kadınların bu sözlerinin gerçekle ilgisi olmayan bir kanaatleri olsaydı, yüce Allah'ın onların bu kanaatlerini reddetmesi ve bu sözlerinde yalancı olduklarını beyan etmesi gerekirdi. Ancak böyle bir'görüş batıldır. Zira yüce Allah'a böyle bir şeyin vacib olduğunu kabul edemeyiz. Zaten yüce Allah'ın kâfirlerin küfrü ve yalancıların yalanı ile ilgili olarak haber verdiği bütün hususları hemen akabinde reddetmesi gerekmez. Aynı şekilde "örf ehli kimseler" çirkin kişi hakkında "o şeytan gibidir" derken, güzel kişi hakkında da "o melek gibidir" derler. Yani benzeri görülmemiş demektir. Çünkü insanlar melekleri görmezler. Böyle bir ifade melek suretinin daha güzel olduğu zannına binaen söylenir, yahut ta onun ahlâkının temizliğini, ithamlardan da uzaklığını haber vermek kastıyla söylemiş olabilirler.

"Bu ancak çok şerefli bir melektir." Bu ancak şerefli bir melek olabilir, başka bir şey olamaz. Şair de der ki:

"Sen bir insana mensub da değilsin fakat sen bir melek(e mensub) olabilirsin,

Sema boşluğundan yağmur gibi inen."

el-Hasen'den de: -"Bu bir beşer değildir" anlamındaki âyeti-: şeklinde "be" ve "şın" harflerini esreli olarak okuduğu rivâyet edilmiştir ki bu: Bu satın alınan bir kul değildir, anlamındadır; böyle birisinin satılmaması gerekir, demektir. O bu şekilde okumakla mastarı ism-i mef'ûl yerine kullanmış olur. Yüce Allah'ın:

"Deniz avı... size helal kılındı" (el-Mâide, 5/96) âyetinde olduğu gibi ki, denizde avlanmak anlamındadır ve bunun benzerleri de pek çoktur.

Âyetin şu anlama gelme ihtimali de vardır: Buna değer biçilemez, bunun kıymeti hiçbir şekilde tesbit edilemez. Buna göre "satın almak" anlamındaki kelime ile satın alınırken onun karşılığında verilen bedel kastedilmiş olur. Mesela bir kimsenin: Bu bine alındı, şeklindeki sözünü reddetmek isterken, bu bine alınamaz demeye benzer. Bu açıklamaya göre ise "be" harfi haber olan mahzuf bir söze taalluk eder. "Bu satın almakla miktarı tesbit edilebilecek bir şey değildir" demeye benzer. Ancak büyük çoğunluğun kıraati daha uygundur. Çünkü ondan sonra "bu ancak çok şerefli bir melektir" âyeti gelmektedir ki, bu da onun şanını ta'zim gayesi ile melek türünden olduğu söylenerek üstünlüğünü mübalağa yoluyla ifade etmek içindir. Diğer taraftan; (el-Hasen'den gelen rivâyet gibi) türünden kelimeler Mushaf ta “ya" ile yazılırlar.

32

Kadın dedi ki: "Kendisi dolayısı ile beni kınadığınız işte budur. Evet, yemin olsun ben ondan murad almak istedim. Fakat o kendisini korudu. Şayet kendisine emredeceğimi yapmazsa yemin olsun zindana atılacak ve herhalde zillete uğrayanlardan olacaktır."

Allah'ın:

"Kadın dedi ki: Kendisi dolayısı ile beni kınadığınız işte budur" âyeti şu demektir: Aziz'in hanımı misafir kadınların Yûsuf’a kendilerini kaptırdıklarını görünce,

"kendisi dolayısı ile" yani onu sevdiğimden dolayı

"beni kınadığınız işte budur" diyerek mazur olduğunu açığa vurmak istedi.

" Şu" burada " Bu" anlamındadır. Taberî'nin tercihi de budur. Buradaki "he" (mealde: Kendisi) zamirinin sevgiye ait olduğu ve; Şu, işaret zamirinin de asıl anlamı üzere kullanıldığı da söylenmiştir. Buna göre mana şöyle olur: İşte kendisi sebebiyle beni kınadığınız sevgi budur, yani bunun sevgisi işte o sevgidir.

"Levm (kınamak)" ise çirkin şeylerle nitelendirmek demektir.

Daha sonra gerçeği ikrar ederek şunları söyledi:

"Evet, yemin olsun ben ondan murad almak istedim. Fakat o kendisini korudu" yani bu işe yanaşmadı. Tercümemize esas aldığımız Arapça baskıya hazırlayanın belirttiğine göre, yazma nüshaların ikisinde burada 511 anlamdaki ibareler de yer almakladır: "Şunu bil ki, o kadın, ona karşı beslediği aşırı sevgisi dolayısıyla çağırdığı kadınlar huzurunda mazeretini açıkladığında, işin gerçek yüzünü de ortaya koyarak, “Ben ondan murad almak istedim. Fakat o kendisini korudu" dedi.

"Korunma "ya bu ismin veriliş sebebi, masiyetin işlenmesinden koruyup engellemesinden dolayıdır. "Kendisini korudu" ifadesinin, bu işe karşı koydu, zorluk çıkardı, anlamında olduğu da söylenmiştir ki, ikisinin de anlamı birdir.

"Şayet kendisine emredeceğimi yapmazsa, yemin olsun zindana atılacak" sözleriyle de kadınların huzurunda onu tekrar kötülük işlemeye davet etti ve haya perdesini yırtarak, dediğini yapmayacak olursa zindana atılmakla tehdit etti, İlkin olanlar ikisi arasında ceryan etmişti; ama artık ilk durumunun aksine, kimsenin kınamasından ve söyleyeceği sözlerden çekinmediğinden böyle konuştu.

"Ve herhalde zillete uğrayanlardan olacaktır" âyetindeki; " Olacaktır" kelimesi "elif" ile yazılmıştır. Ancak te'kid için getirilen şeddesiz "nûn" gibi okunur. Çünkü te'kid "nûn"u hem şeddeli, hem şeddesiz gelir. Yüce Allah'ın:

"Yemin olsun zindana atılacak" âyeti üzerinde vakıf "nûn" ile yapılır. Çünkü şeddelidir. Buna karşılık; "Olacaktır" üzerinde vakıf elif ile yapılır. Çünkü şeddesiz "nun"dan dolayı böyle yazılmıştır ve bu bir kimsenin; "Ben bir adam gördüm, Zeyd'i ve Amr'ı gördüm" sözündeki ı'rab "nun'u (tenvini)na benzemektedir. Yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki yakalayıp, çekeriz alnından" (el-Alak, 96/15) âyeti ve benzerleri de buna benzemektedir ki bu gibileri üzerinde vakıf elif ile olur. el-A'şâ'nın şu mısraında olduğu gibi:

"Şeytana asla ibadet etme, Allah'a ibadet et."

Şair burada; "Mutlaka ... ibadet et" demek istemiştir. Vakıf yapması gerektiğinden elif ile vakıf yapmıştır.

33

Dedi ki: "Rabbim ben, zindanı bu kadınların beni kendisine davet edegeldikleri şeye tercih ederim. Eğer Sen bunların tuzaklarını benden Savazsan, onlara meyleder, cahillerden olurum."

Yüce Allah'ın:

"Dedi ki: Rabbim ben, zindanı bu kadınların beni davet edegeldikleri şeye tercih ederim" âyetinde "zindanı ifadesi, zindana girmeyi takdirinde olup muzaf hazfedilmiştir. Bu açıklamayı ez-Zeccâc ve en-Nehhâs yapmışlardır. "Tercih ederim"; zindan benim için masiyete düşmekten daha kolay ve daha hafiftir, demektir. Yoksa zindana girmek durum ne olursa olsun mutlaka sevilen bir şey olduğu anlamına değildir.

Nakledildiğine göre Yûsuf (aleyhisselâm) "Ben zindanı.,, tercih ederim" deyince yüce Allah da kendisine şöyle vahyetmiş: "Ey Yûsuf! Sen, ben zindanı tercih ederim demekle kendini zindana atmış oldun. Eğer ben afiyet ve esenliği tercih ederim, demiş olsaydın hiç şüphesiz esenliğe kavuşturulurdun."

Ebû Hatim'in naklettiğine göre Osman b. Affan (radıyallahü anh); ": Hapse atılmak, zindana atılmak" diye "sin" harfini üstün olarak okumuştur. Bunun aynı zamanda İbn Ebi İshak'ın, Abdu'r-Rahmân el-A'rec'in ve Ya'kub'un da kıraati olduğunu nakletmiştir. Bu ise; "Onu hapsetti, hapsetmek" fiilinin mastarıdır.

"Eğer Sen bunların tuzaklarını benden Savazsan" yani bu kadınlam tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan...

Kendisini gören kadınların tuzakları diye de açıklanmıştır. Çünkü kadınlar ona Aziz'in karısına itaat etmesini emretmiş ve ona şöyle demişti: Bu kadın mazlumdur ve sen de ona zulmettin.

Bir diğer açıklamada da şöyle denilmiştir: Aziz’in karısı için ona nasihatte bulunmak üzere herbirisi Hazret-i Yûsuf'la başbaşa kalmak istedi. Bundan maksat ise kadına belki isteğini kabul eder diye yardımcı olmasını istemek idi. Ancak herbirisi tek başına onunla başbaşa kalınca Hazret-i Yûsuf’a: Ey Yûsuf! Benim ihtiyacımı gör, ben senin için efendinden daha iyiyim, demeye koyularak, ayrı ayrı onu kendisinden murad almağa çağırıyor ve ayağını kaydırmaya gayret ediyordu. Bunun üzerine Hazret-i Yûsuf: Rabbim, önceleri bir taneydi, şimdi bir topluluk oldular, dedi.

Bir diğer açıklamaya göre Aziz'in karısının tuzağı Hazret-i Yûsuf’u işlemeye davet ettiği hayasızlık idi. O ("bunlar şeklindeki") çoğul ifadesiyle onu kastetmiştir. Hitabında ya onu ta'zim etmek için çoğul kullanmıştır, yahut ta açık (sarih) ifadeyi kullanmayıp üstü kapalı ifadeyi (ta'rizi) kullanmak istediğinden böyle yapmıştır.

Keyd (tuzak) ise hileye başvurmak ve bunda çokça gayret etmek demektir. İnsanların çokça hileye başvurmaları dolayısıyla da Savaşa "keyd" denilmiştir. Amr b. Lecâ der ki:

"Sana tuzak kurmak için Biçr'in annesi göründü sana,

Süslenip püslenerek sana kuracağı tuzağı kursun diye."

"Onlara meyleder(im)" âyeti şartın cevabıdır, "Meylederim" ifadesi meyledip özlemeyi anlatmak için kullanılan; Meyletti, ederden gelmekte olup mastarı da; ...diye gelir. Şair der ki:

"Kalbim Hind'e şevk ile meyletti,

Hind gibi birisi zaten şevk ile meylettirir."

Yani, ey Rabbimî Eğer masiyetten uzak durmakta bana lütuf etmeyecek olursan, ben de masiyete düşerim.

"Cahillerden olurum." Yani günah işleyen ve bundan dolayı yerilmeyi hakeden kimselerden olurum. Yahut cahillerin işini yapan kimselerden olurum.

İşte bu, Allah'ın yardımı olmaksızın hiçbir kimsenin Allah'a İsyan olan bir işten uzak duramadığının delilidir. Aynı şekilde cahilliğin çirkin olduğuna ve cahil kimsenin yerildiğine de delildir.

34

Bunun üzerine Rabbi onun duasını kabul etti. O kadınların tuzaklarını üzerinden sallallahü aleyhi ve sellemdı. Çünkü O, hakkıyla işitendir, bilendir.

"Bunun üzerine Rabbi onun duasını kabul etti." Çünkü o:

"Eğer Sen bunların tuzaklarını benden Savazsan" diyerek duaya yönelmişti. Bununla Allah'ım onların tuzaklarını benden sallallahü aleyhi ve sellem, demiş gibi idi. Yüce Allah da duasını kabul etti, ona lütfetti ve zinaya düşmekten korudu.

"O kadınların tuzakları" denilmesinin sebebi şöyle açıklanmıştır: Çünkü o kadınlar bir topluluktu ve hepsi de ondan murad almak istemişti, Genel olarak; bütün kadınların tuzağı anlamında olduğu da söylenmiştir. Bundan önceki âyet-i kerîmede söz konusu edildiği gibi yalnızca Aziz'in karısının tuzağını kastettiği de söylenmiştir. Ancak umum ifade etmesi daha uygundur.

35

Sonra bütün delilleri gördükleri halde yine de onu bir sûreye kadar zindana atmak, onlarca uygun görüldü.

Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Hazret-i Yûsuf’a Dair Görüşler:

"Sonra" Mısır Aziz'i ve onun danışmanları

"bütün delilleri gördükleri halde..." Hazret-i Yûsuf’un suçsuzluğunu, gömleğinin arkadan yırtılması, kadının yakınlarından şahidin şahitlik etmesi, kadınların ellerini kesmeleri ve Hazret-i Yûsuf ile karşılaşmaları sırasındaki dirençsizlikleri gibi alametleri gördükten sonra, herkesin arasında bu olayın yaygınlık kazanmaması, buna engel olunarak gizlenmesi için onu hapsetmeyi uygun gördüler.

Bir diğer açıklamaya göre burada sözü geçen

"deliller" Hazret-i Yûsuf aralarında bulunduğu sürece üzerlerine açılan bereket kapılan idi, Ancak birinci görüş daha sahihtir. Mukâtil , Mücahid'den, o İbn Abbâs'tan, İbn Abbâs'ın yüce Allah'ın:

"Sonra bütün delilleri gördükleri halde yine de onu... uygun görüldü" âyeti hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: Gömleğin yırtılması bu delillerdendir, şahidin şahitliği bu delillerdendir, kadınların ellerini kesmeleri bu delillerdendir, kadınların onun oldukça büyük bir güzelliğe ss hip olduğunu görmeleri de bu delillerdendir.

Şöyle de denilmiştir: Kadının insanlardan aşın derecedeki utanması ve on dan büsbütün ümidinin kesileceğinden korkması, tümden elinden gitmesi yerine ondan uzak kalmaya razı olmaya onu mecbur etti. Böylelikle onu gör meyecek olursa, hastalığının şifa bulacağını zannetmişti. Şair de der ki:

"Kavuşma ümidi bulunan özlem duyan birisinin duyduğu hasret,

Hiçbir ümit taşımayan fakat özlem duyan birisîninkine benzemez.

Yahut kadın, hapsedilmekten çekinerek kendisini teslim edeceği ümidiyle onu hapse atmak tuzağı ile karşı karşıya bırakmak istedi.

2- Hazret-i Yûsuf’un Hapsedilmesi:

"Onu... zindana atma" (anlamı verilen); kelimesi fail mevkiindedir. Yani onu hapsetmeleri görüşü onlara uygun görüldü. Bu Sîbeveyh'in görüşüdür. el-Müberred ise bu yanlıştır, der. Çünkü fail cümle olmaz. Ancak burada fail;

"Uygun görüldü" fiilinin delalet ettiği mastardır. Bu da; "Onlara gelen... görüş uygun görüldü" demektir. Hapfedilmesinin sebebi ise, fiilin ona delâlet etmesidir. Nitekim şair şöyle demektedir:

"Bir haktır, Ebû Mûsa'nın, baba olduğu kimseye

Dağları diken (yüce Allah)ın muvaffakiyet vermesi."

Burada; "Bunun gerçekleşmesi bir haktır" anlamında olup hazfedilmiştir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Daha sonra önceden bilmedikleri bir görüşe sahip oldular. Bu ifadenin hazfediliş sebebi ise âyette buna delalet eden sözlerin bulunmasıdır.

Aynı şekilde "demek" fiili de hazfedilmiştir, yani "onu zindana atmalıdırlar, dediler" demektir. Baştaki "lâm" harfi ise gizli bir yeminin cevabıdır. Fiil müzekker bir fiildir, müennes değildir. Çünkü müennes bir fiil olsaydı; denmesi gerekirdi. Buna da yüce Allah'ın:

"Onlarca" denilerek; şeklinde (aynı anlamdaki) müennes zamir kullanılmaması delil teşkil etmektedir. Bu âyetle âdeta kadınlara ve onların yardımcılarına dair haber verilmiş ve müzekker kipi tağlib yoluyla kullanılmış gibidir. Bu açıklamayı da Ebû Ali yapmıştır.

es-Süddî dedi ki; Hazret-i Yûsuf'un hapse atılmasının sebebi Aziz'in karısının Hazret-i Yûsuf’u kendisini teşhir edip, durumunu yaygınlaştırarak küçük düşürmesinden şikayetçi olmasıdır. Bu açıklamaya göre "onlarca" lâfzındaki zamir hükümdara aittir.

3- Hazret-i Yûsuf’a Süreli Hapis:

"Bir süreye kadar" âyeti "belirsiz bir süreye kadar" demektir. Bu açıklamayı pek çok müfessir yapmıştır. İbn Abbâs der ki: Şehirde yaygınlık kazanmış olan haber kesifinceye kadar, demektir.

Saîd b. Cübeyr de altı aya kadar diye açıklamıştır. el-Kiyâ'nın naklettiğine göre; o bu ifade ile üç aylık bir süreyi kastetmiş idi. İkrime ise dokuz yıllık bir süre, el-Kelbî beş yıl, Mukâtil de yedi yıllık bir süre kastetmişti, demişlerdir. Bakara Sûresi'nde;

"Bir süre" kelimesi ve onun ile ilgili hükümlere dair açıklamalar (el-Bakara 2/36. âyet 6. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Vehb der ki: Hazret-i Yûsuf oniki yıl hapis kaldı.

Bu âyetteki;...e kadar" edatı, anlamındadır. Yüce Allah'ın: " Tan yeri ağarıncaya kadar" (el-Kadr, 97/5) âyeti gibi.

Yüce Allah zindana atılmayı Hazret-i Yûsuf için kadına meyletmesi dolayısıyla bir temizlenme sebebi kılmıştı. Aziz -eğer Hazret-i Yûsuf’un suçsuzluğunu bilmiş ise- sanki Hazret-i Yûsuf'un hapse atılmasında kadına itaat etmiş gibi görünüyor.

İbn Abbâs der ki: Hazret-i Yûsuf üç yerde yanıldı. Birincisi, kadına meyledince; buna sebeb zindana atıldı. İkincisi rüya yorumunu isteyen kişiye:

"Beni efendinin yanında an" (Yûsuf, 12/42) demesi üzerine hapiste bir kaç yıl daha kaldı. Diğeri ise kardeşlerine:

"Siz gerçekten hırsızlık yaptınız" (Yûsuf, 12/70) dedirtmesi, onlar da buna karşılık:

"Eğer o çalmış bulunuyorsa, onun daha evvel bir kardeşi de çalmıştı" (Yûsuf, 12/77) diye cevap vermişlerdi.

4- Zina Îçin Hapis Tehdidi İkrah Sayılır Mı?

Yûsuf (aleyhisselâm) hapse atılmak tehdidi ile zina etmek İçin zorlandı, Beş yıl hapiste kaldığı halde mevkinin büyüklüğü ve şerefinin üstünlüğü dolayısıyla böyle bir şeye razı olmadı.

Bir kişi zina etmek üzere zindana atılmakla tehdit edilecek (ikrah) olursa, icma ile zina câiz olmaz. Şayet dövmek ile ikrah söz konusu olursa, ilim adamlarının bu konuda farklı görüşleri vardır. Sahih kabul edilen görüş eğer dövme aşın bir noktaya varırsa, zinanın günahı da, haddi de o kişiden düşer.

Kimi ilim adamlarımız ise o kimseden haddin düşmeyeceğini söylemişlerdir. Ancak bu, zayıf bir görüştür. Çünkü yüce Allah kulu hakkında iki ayrı azâbı bir araya toplamaz ve iki belâdan birisini tercih etmek ile karşı karşıya bırakmaz. Çünkü böyle bir şey dindeki en büyük zorluklardandır. Halbuki yüce Allah:

"Dinde size güçlük vermedi" (el-Hac, 22/78) diye buyurmaktadır. İleride bu hususlara dair açıklamalar yüce Allah'ın İzniyle Nahl Sûresi'nde (16/106. âyet, 4. başlık ve devamında) gelecektir.

Hazret-i Yûsuf bu ceza ve tehdide rağmen sabretti, kendisine kurulan bu hile ve tuzaklardan dolayı Allah'a sığındı. Önceden de geçtiği üzere yüce Allah da onun duasını kabul buyurdu.

36

Onunla birlikte zindana İki de delikanlı girdi. Bunlardan biri: "Ben rüyamda kendimi şarap sıkıyor gördüm" dedi. Öbürü de: "Ben de rüyamda kendimi başımda ekmek götürüyor, kuşlar da ondan yiyor gördüm" dedi. "Bize bunun yorumunu bildir. Çünkü biz seni iyilik edenlerden görüyoruz."

Yüce Allah'ın:

"Onunla birlikte zindana iki de delikanlı girdi" âyetindeki: "İki delikanlı" kelimesi in tesniyesi (ikili)dir. Bu kelime (son harfi) "yalıdır. Bunun: "Genç delikanlılar" şeklinde çoğul yapılması şaz'dır. Vehb ve başkalan derler ki: Yûsuf (aleyhisselâm) bir eşek üzerinde zincire vurulmuş halde, zindana götürüldü. Çarşı-pazar dolaştırılarak:" Bu hanımefendisine karşı gelenin cezasıdır" diye ilan edildi. O İse şöyle diyordu:" Şüphesiz ki bu ateş parçalarından, katrandan yapılmış elbiselerden, kaynar su içeceğinden ve zakkum yemeğinden daha kolaydır."

Hazret-i Yûsuf zindana götürüldüğünde, orada artık umutlan kesilmiş, bela ve sıkıntıları alabildiğine artmış kimselerle karşılaştı. Onlara: Sabredin size müjdeler olsun, ecir alırsınız demeye başladı. Onlar da: Ey delikanlı! Ne güzel söz söylüyorsun! Gerçekten seninle birlikte olmak bizim için bereketli bir şeydir. Sen kimsin, ey delikanlı! diye sormaya koyuldular. Hazret-i Yûsuf da şöyle diyordu: Ben Allah'ın seçkin kulu Ya'kub'un oğlu Yûsuf’um. Benim dedem de Allah'a kurban edilmesi adanan İshak'tır. Onun da babası ise Allah'ın Halil'i İbrahim'dir.

İbn Abbâs der ki: Kadın kocasına bu İbrani köle beni rezil etti. Ben onu hapse atmanı istiyorum deyince, kocası da onu hapse attı. Hazret-i Yûsuf, zindanda üzüntülü olanları teselli ediyor, hastalan ziyaret ediyor, yaralılan tedavi ediyor, gece boyunca namaz kılıyordu. Odaların duvarlan, çatılan, kapıları da onunla birlikte ağlayıncaya kadar ağlıyordu. Hapis onun sayesinde tertemiz oldu ve hapistekiler de onunla teselli buldular. O bakımdan herhangi birisi zindandan çıktı mı tekrar Yûsuf ile birlikte olmak için zindana geri gelirdi. Zindan sorumlusu da onu sevdi ve onun rahat etmesini sağladı, sonra ona şöyle dedi: Ey Yûsuf! Ben seni öyle bir sevdim ki hiçbir şeyi senin kadar sevemiyorum. Bu sefer Hazret-i Yûsuf: Senin bu sevginden Allah'a sığınırım, dedi. Adam: Neden böyle diyorsun? deyince, bu sefer şu cevabı verdi: Babam beni sevdi, kardeşlerim bana yapacaklarını yaptılar. Hanımefendim beni sevdi, ben gördüğün bale geldim.

Hazret-i Yûsuf" hapiste iken hükümdar firmasına ve sakisine kızdı. Şöyle ki: Hükümdar aralarında oldukça uzun bir ömür yaşadığından, ondan sıkılmaya, usanmaya başladılar. O bakımdan hem fırıncısına hem şarapçısına zehirlemesini telkin ettiler. Ancak fırıncı bu isteği kabul etmekle birlikte, şarab sakisi bunu kabul etmedi. Saki gidip, bu durumu hükümdara bildirdi, hükümdar her ikisinin de zindana atılmasını emretti. Bu ikisi de Hazret-i Yûsuf’la teselli buldular. İşte yüce Allah'ın:

"Onunla birlikte zindana iki de delikanlı girdi" âyetinde anlatılan budur.

Şöyle de denilmiştir: Fırıncı yemeğe zehiri koydu, ancak yemek hazırlanınca saki; Ey Hükümdar! Yeme, çünkü yemek zehirlidir, dedi. Fırıncı da; Ey Hükümdar! İçme, çünkü içkide zehir var, dedi. Bunun üzerine hükümdar sakiye iç dedi, içti ve içtiğinden zarar görmedi. Fırıncıya ise: Ye dediği halde yemedi, yemeği bir hayvana vererek denedi, olduğu yerde hayvan ölü verdi. Her ikisini de bir sene hapse attı, ikisi de bu süre zarfında Hazret-i Yûsuf ile birlikte kaldılar. Sakinin ismi Mencâ, diğerinin ismi Mecles idi. Bunu da es-Sa'lebî, Ka'b'dan nakletmektedir.

en-Nekkaş der ki: Birisinin ismi Şerhem, diğerinin de ismi Serhem idi.

Taberî der ki: Rüyada şarap sıktığını gören kimsenin ismi Nebû idi. es-Süheylî der ki: Diğerinin ismini de zikretti, ancak ben onu yazıp kaydetmedim.

Yüce Allah'ın:

"İki de delikanlı" diye buyurması, bunların ikisinin de köle olmalarından idi. Köle de küçük ya da büyük olsun "fetâ: Genç, delikanlı" diye adlandırılır. Bunu da el-Maverdî nakletmiştir.

el-Kuşeyrî der ki: "Fetâ" kelimesinin örflerinde kölenin ismi olma ihtimali de vardır. İşte bundan dolayı da yüce Allah:

"Aziz'in karısı delikanlısından (fetâsından) murad almak istiyor" (Yûsuf, 12/30) diye buyurmuştur. Bununla birlikte "fetâ" kelimesinin, mülkiyet altındaki bir köle olmasa dahi hizmetçinin ismi olma ihtimali de vardır. Bu ikisinin Hazret-i Yûsuf ile birlikte zindana atılmış olma ihtimali de vardır, daha sonra da ondan önce de atılmış olabilirler. Ancak onunla birlikte, onun bulunduğu hücreye girmişlerdi.

"Bunlardan biri: Ben rüyamda kendimi şarab" yani üzüm

"sıkıyor gördüm, dedi." Hazret-i Yûsuf daha önce hapistekilere: Ben rüya tabir ederim, demişti. İşte bu iki gençten birisi arkadaşına: Gel şu İbrani köleyi deneyelim, dediler ve ona herhangi bir rüya görmedikleri halde soru sordular. Bu açıklamayı İbn Mes'ûd yapmıştır. Ancak Taberî'nin naklettiğine göre bu iki kişi Hazret-i Yûsuf’un bilgisi hakkında ona soru sordular. Kendisi de: Ben rüya tabir ederim, diye cevab vermişti. Bunun üzerine gördükleri rüyalarını yorumlamasını istediler.

İbn Abbâs ve Mücâhid der ki: Gördükleri rüya doğru bir rüya idi ve ona bu rüyaları hakkında yorum yapmasını istemişlerdi. Bundan dolayı rüyanın yorumu olduğu gibi gerçekleşti.

Sahih hadiste Ebû Hüreyre'den, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Aranızda rüyası en doğru çıkan, sözü en doğru olan kişidir." Müslim, Ru'yâ 6; Ebû Davûd. Edeb 88, Tirmizî, Ru'yâ I, 10; İbn Mâce. Ru’yâ 9; Dârimî, Ru'yâ 7; Müsned, II, 269, 507.

Bu rüyaların gerçek olmadığı, onu denemek için, ondan yorum yapmasını istedikleri de söylenmiştir. İbn Mes'ûd ve es-Süddî'nin görüşü budur.

Aralarından asılan kişi yalan söylemişti, diğeri ise doğru söylemişti, diye de söylenmiştir. Bu görüş de Ebû Mîclez'e aittir.

Tirmizînin, İbn Abbâs'tan rivâyetine göre İbn Abbâs, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Her kim yalan yere bir rüya gördüğünü söyleyecek olursa, kıyâmet günü iki arpa arasına düğüm atması istenecektir ve hiçbir zaman ikisi arasına böyle bir düğüm atamayacaktır." Ebû Îsa (et-Tirmizî) dedi ki; Bu hasen bir hadistir. Buhârî, Ta'bir 45; Tirmizî, Ru'yâ 8; İbn Mâce, Ru'yâ 8; Müsned, I, 216, 246, 359

Ali (radıyallahü anh)dan da Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Yalan yere rüya gördüğünü söyleyen kimse kıyâmet gününde bir arpa düğümlemekle yükümlü tutulacaktır." Tirmizî dedi ki: Bu hasen bir hadistir. Ebû Dâvûd, Edeb 88; Tirmizî, Ru'ya 8; Dârimî, Ru'yâ 8; Müsned, I, 76, 90, 91, 101. 129, 131, II, 504

İbn Abbâs dedi ki: Bu iki kişi rüyalarını gördükleri sabahı oldukça üzüntülü ve kederli idiler. Hazret-i Yûsuf onlara: Ne diye sizi üzüntülü görüyorum? diye sorunca, onlar: Efendimiz! Biz hoşumuza gitmeyecek bir şey gördük, dediler, Hazret-i Yûsuf onlara: Gördüğünüzü bana anlatın, deyince ikisi de gördükleri rüyayı ona anlattılar ve: Bu rüyamızın yorumunu bize bildir, dediler. Bu da onların bir rüya gördüklerinin delilidir.

“Çünkü biz seni iyilik edenlerden görüyoruz." Hazret-i Yûsufun iyiliği hastaları ziyareti, onları tedavi etmesi, üzüntü ve kederlileri teselli etmesi idi. ed-Dahhâk der ki: Zindanda birisi hastalandı mı Hazret-i Yûsuf ona bakardı, birisi darlığa düştü mü sıkıntısını giderirdi. Muhtaç oldu mu ona mal toplar, onun için dilenirdi.

"İyilik edenlerden" âyeti güzel bir şekilde bilgi edinmiş bilginlerden, diye de açıklanmıştır. Bunu da el-Ferrâ' ifade etmiştir. İbn İshak der ki:

"İyilik edenlerden" ifadesi eğer bu rüyamızı yorumlarsan, bize iyilik edenlerden olursun, anlamındadır. Nitekim bir kimsenin: Şu işi yap, iyilik eden birisi olursun, demek bu kabildendir. Hazret-i Yûsuf da onlara: Ne gördünüz? diye sordu. Fırıncı: Beri üç ayrı tandırda ekmek pişiriyor ve bu ekmeği üç sepete koyup bunları başımın üzerine yerleştiriyor gördüm. Sonra da kuşlar gelip ondan yedi. Diğeri de: Ben de kendimi beyaz üzümden üç salkım alıp onları üç kapta sıktığımı gördüm. Sonra bu üzüm sularını süzüp önceki adetim üzere hükümdara içirdim. İşte yüce Allah'ın:

"Ben rüyamda kendimi şarab sıkıyor" üzüm sıkıyor

"gördüm" âyeti buna işarettir. Umardılar bu tabiri böyle (üzüm sıkmak diye) kullanırlar. Bu açıklamayı da ed-Dahhâk yapmıştır.

İbn Mes'ûd bunu: "Ben kendimi üzüm sıkıyor gördüm" diye okumuştur. el-Esmaî der ki: el-Mutemir b. Süleyman'ın bana haber verdiğine göre o beraberinde üzüm bulunan bir bedevi görmüş, ona: Beraberinde ne var? diye sormuş. O da: (Beraberimde) "hamr (şarab anlamında)" var, demiş.

Bir diğer açıklamaya göre "şarab sıkıyorum" ifadesi, şarab üzümü sıkıyorum demek olup muzaf hazfedilmiştir. Bu kelime; "Şarab, şarablar" şeklinde; " Hurma ve hurmalar" gibi kullanılır.

37

Dedi ki "Size rızıklanmak üzere bir yiyecek gelecek oldu mu, muhakkak onun ne olduğunu size daha gelmezden evvel haber veririm. Bu Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir. Gerçekten ben Allah'a İnanmayan ve kendileri âhireti inkâr eden bir kavmin dinini terkettim;

Hazret-i Yûsuf onlara

"dedi ki; Size rızklanmak üzere bir yiyecek gelecek oldu mu?" yani evinizden yarın size yiyecek gelecek olursa

"muhakkak onun ne olduğunu size daha gelmezden evvel haber veririm." Böylelikle siz de benim rüya yorumunu bildiğimi, bilmiş olacaksınız. Onlar da: Peki öyle olsun, dediler. İkisine de: Size şunlar, şunlar gelecek, dedi ve dediği gibi çıktı.

Bu yüce Allah'ın özel olarak Hazret-i Yûsuf’a verdiği gayb bilgisinden idi. O, ayrıca bu bilgiyi yüce Allah'ın kendisine özel olarak verdiğini de beyan etmişti. Çünkü Hazret-i Yûsuf Allah'a îman etmeyen bir kavmin dinini yani hükümdarın dinini terketmiş idi.

Bana göre ifadenin anlamı şudur: Gerek rüyanın te'vilini bilmek, gerek size gelecek olan yemekleri bilmek, gerekse Allah'ın dinini bilmek (Allah'ın bana öğrettiği bilgilerdendir). O halde öncelikle siz din ile ilgili olan şeyleri dinleyip, kabul ediniz ki hidayet bulasınız. Bundan dolayı Hazret-i Yûsuf onları İslâm'a davet etmeden, rüyalarını yorumlamadı. Onlara şöyle dedi:

"Ey zindan arkadaşlarım! Darmadağınık bir çok rabler mi hayırlıdır? Yoksa bir tek olan ve herşeyi hükmü ve iradesi altında tutan Allah mı? Sizin O'nu bırakıp taptıklarınız..." (Yûsuf', 12/39-40) Nitekim ileride de gelecektir.

Şöyle de açıklanmıştır: Hazret-i Yûsuf onlardan birisinin öldürüleceğini bilmişti. O bakımdan öldürülecek kişi müslüman olup bununla mutluluğu elde etsin diye onları önce İslâm'a çağırdı.

Bir diğer açıklamaya göre Hazret-i Yûsuf onlardan birisinin hoş olmayan sonucunu bildiğinden dolayı, sordukları rüyalarını yorumlamak istemedi, onların sordukları hususu bir kenara bırakarak başka bir söz açtı ve onlara şöyle dedi:

"Size" rüyada

"rızıklanmak üzere bir yiyecek gelecek oldu mu" mutlaka uyanıklığınız halinde ben size onun yorumunu bildiririm. Bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır. Bunun üzerine o iki kişi ona şöyle dediler: Bu ariflerin ve kâhinlerin işindendir. Hazret-i Yûsuf onlara şöyle dedi: Ben kâhin birisi değilim, bu Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Ben sizlere ne kâhinlik yaparak, ne de müneccimlik yaparak bunları haber veriyorum. Bilakis benim size verdiğim haber yüce Allah'tan gelen bir vahiy iledir.

İbn Cüreyc de der ki: Hükümdar bir kimseyi öldürmek istedi mi ona bilinen bir yemek yapar ve o yemeği ona gönderirdi. Buna göre anlam şöyle olur: Size uyanık olduğunuz sırada gelecek yemeği ben size bildiririm. Bu açıklamaya göre

"rızıklanmak üzere bir yiyecek" ifadesi hükümdar tarafından veya başkası tarafından size verilen bir yemek... anlamındadır. Bununla birlikte; Allah tarafından size rızık olarak bir yemek gelirse, anlamında olma ihtimali de vardır.

38

"Atalarım İbrahim, İshak ve Ya'kub'un dinine uydum. Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız, yapabileceğimiz bir İş değildir. Bu hem bize, hem İnsanlara Allah'ın lütuf ve keremindendir. Fakat insanların çoğu şükretmezler."

el-Hasen der ki: Hazret-i Yûsuf da, -Hazret-i Îsa gibi- ikisine gayba dair bir haber vermişti. Bir diğer açıklamaya göre Hazret-i Yûsuf, böylelikle bu iki kişiyi İslâm'a davet etmişti. Onların Hazret-i Yûsuf doğruluğuna delil görmeleri gereken mucize olarak da, onlara gaybı haber vermesini göstermişti.

"Atalarım İbrahim, İshak ve Ya'kub'un dinine uydum." Çünkü bu yüce zatlar hak üzere peygamber idi.

"Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız yapabileceğimiz bir iş değildir." Böylesi bize yakışmaz.

" Herhangi bir şey" ifadesindeki; te'kid içindir. "Bana hiçbir kimse gelmedi" derken bu edatı kullanmaya benzer.

"Bu Allah'ın hem bize" bununla Allah'ın kendisini zinadan korumuş olduğuna işarettir.

"Hem İnsanlara" yani Allah'ın şirk koşmaktan koruduğu mü’minlere

"lütuf ve keremindendir,"

Bir diğer açıklamaya göre

"bu Allah'ın hem bize" bizi peygamber kılması suretiyle

"hem insanlara" bizi onlara peygamber olarak göndermesi suretiyle

"Allah'ın lütuf ve keremindendir" demektir.

39

"Ey zindan arkadaşlarım! Darmadağınık bir çok rabler mi hayırlıdır, yoksa bir tek olan ve herşeyi hükmü ve iradesi altında tutan (Kahhâr olan) Allah mı?

"Ey zindan arkadaşlarım" ey zindanda benimle birlikte bulunanlar! demektir. Burada "arkadaşlık"ı söz konusu etmesi, o ikisinin de uzun süredir zindanda bulunmalarından dolayıdır. Nitekim cennet ashabı (arkadaşları) ve ateş ashabı tabiri de böyledir.

"Darmadağınık bir çok rabler mi" yanı küçüklük, büyüklük ve orta hallilikte darmadağınık yahut ta sayılan itibariyle darmadağınık

"bir çok rabler mi hayırlıdır, yoksa bir ve tek olan ve herşeyi hükmü ve İradesi akında tutan Allah mı?"

Denildiğine göre burada hitab, hem iki arkadaşa, hem de hapisteki diğer mahpuslaradır. Bunların önlerinde Allah'tan başka tapındıkları putlar vardı. Bu ise onlara karşı susturucu bir delil getirmek demekti.

Yani hiçbir zarar ve fayda veremeyen farklı ilahlar mı hayırlıdır, yoksa

"bir tek olan ve herşeyi hükmü ve İradesi altında tutan (Kahhâr olan)" herşeyi gücüyle kahretmiş, hakimiyeti altına almış

"Allah mı?" demektir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın:

"Allah mı hayırlıdır, yoksa koştukları ortakları mı?" (en-Neml, 27/59) âyetidir.

Bir diğer açıklamaya göre o, "darmadağınıklık" ile ilahın birden çok olması halinde bu uydurma ilahların iradelerinin farklı farklı olacağını, birinin diğerlerine üstünlük sağlayacağını ancak,- darmadağınık olmaları halinde hiçbirisinin İlah olmayacağını açıklamıştır,

40

"Sizin O'nu bırakıp da taptıklarınız, kendinizin ve babalarınızın adlandırdığı bir takım isimlerden başkası değildir. Allah bunlara dair hiçbir delil İndirmemiştir. Hüküm ancak Allah'ındır. O kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru din İşte budur. Fakat insanların çoğu bilmezler."

"Sizin O'nu bırakıp da taptıklarınız kendinizin ve babalarınızın adlandırdığı bir takım İsimlerden başkası değildir." Hazret-i Yûsuf putların acizlik ve zayıflıklarını beyan ederek, sizin Allah'tan başka taptıklarınız ancak hiçbir muhteva ve gerçek anlamlan olmayan, kendiliğinizden uydurduğunuz, taktığınız bir takım isim sahibi varlıklardan başka değildir.

Bir açıklamaya göre Hazret-i Yûsuf

"isimler" o isimlerin ad olduğu şeyleri kastetmiştir. Yani siz, ancak bir takım putlara tapıyorsunuz ki bunların ilahlık adına isimden başka sahip oldukları hiçbir şeyleri yoktur. Çünkü bunlar cansız varlıklardır. Hazret-i Yûsuf'un iki kişiye hitaba başlamakla birlikte (tesniye olarak gelmesi gerekirken) çoğul olarak

"taptıklarınız" demesi o şirkleri itibariyle bu iki arkadaşının durumunda olan herkesi kastettiğinden dolayıdır.

"Kendinizin ve babalarınızın adlandırdığı bir takım isimlerden başkası" âyetindeki delâlet dolayısıyla ikinci mef'ûlü hazfetmiştir. Yani sizin kendiliğinizden ilâh diye adlandırdığınız bir takım İsimler... takdirindedir.

"Allah bunlara dair" hiçbir kitapta

"hiçbir delil" -Saîd b. Cübeyr buradaki "sultan" kelimesini delil diye açıklamıştır. (Mealde de-böyledir)-

"indirmemiştir. Hüküm ancak" herşeyi yaratan

"Allah'ındır. O kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru din işte budur, fakat insanların çoğu bilmezler."

41

"Ey zindan arkadaşlarım! Biriniz kurtularak, efendisine şarab sunacak. Diğeri ise asılacak ve kuşlar başından yiyecektir. İşte hakkında sorduğunuz iş (böylece) olup bitmiştir."

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Kurtulacak Kişi:

Yüce Allah'ın:

"Biriniz kurtularak efendisine şarab sunacak" âyeti şu demektir: Sakiye dedi ki: Sen daha önce yaptığın İş olan hükümdara şarab sunma ve şakiliğe üç gün sonra döndürüleceksin. Diğerine de şöyle dedi: Sen ise üç gün içerisinde çağırılacak ve asılarak idam edileceksin, kuşlar da başından yiyecektir. Bu sefer bu kişi Allah'a yemin ederim, ben bir şey görmedim deyince, Hazret-i Yûsuf ister görmüş ol, ister görmemiş ol

"hakkında sorduğunuz iş (böylece) olup bitmiştir" diye cevap verdi.

Dilciler "içirdi" anlamında olmak üzere; diye iki şekilde kullanıldığını ve anlamın aynı olduğunu nakletmektedirler. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"(Yağmur) Mecdoğullarından kavmimi de suladı,

Numeyrlileri de, Hilal'e mensub diğer kabileleri de suladı."

en-Nehhâs dedi ki: Dilbilginlerinin çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre; "Ona içecek bir şey uzattı ve öbürü de içti" anlamındadır. Yahut ta ağzına su döktü, manasınadır. Buna karşılık; ise ona içecek bir şey tayin etti, anlamına gelir. Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Ve size tatlı bir su içirdik," (el-Murselât, 77/27)

2- Yalan Rüya Tabir Edilirse:

İlim adamlarımız der ki: Bir kimse yalan yere bir rüya gördüğünü söylese, yorumcu da o kişiye rüyasını yorumlayacak olsa, bu yorumun hükmü rüya gördüğünü iddia eden kişiyi bağlar mı? denilecek olsa, biz: Hayır bağlamaz, deriz. Çünkü bu Hazret-i Yûsuf hakkında böyleydi, zira o bir peygamberdi. Peygamber'in yorumu da bir hüküm demektir. Hazret-i Yûsuf da: Şöyle şöyle olacak demiştir, zamanı gelince yüce Allah da onun peygamberliğinin gerçek olduğunu ortaya koymak için haber verdiği gibi yaratmıştır.

Denilse ki: Abdu'r-Rezzak, Ma'mer'den, o Katâ'deden şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bir adam Ömer b. el-Hattâb'ın yanına gelerek şöyle demiş: Ben kendimi önce ot gibi biter, sonra kurur, sonra biter, sonra bir daha kurur gibi gördüm. Hazret-i Ömer ona şu cevabı vermiş: Sen önce Îman edecek, sonra kâfir olacak, sonra bir daha îman edecek, sonra bir daha kâfir olacak ve kâfir olarak ölecek birisisin, demiş. Bu sefer adam: Hayır bir şey görmedim deyince, Hazret-i Ömer ona: Yûsuf’un arkadaşı hakkında hüküm verildiği gibi senin hakkında da hüküm verilmiş bulunuyor.

Bu soruya bizim cevabımız şudur: Bu özellik Ömer (radıyallahü anh)dan sonra kimseye verilmemiştir. Çünkü Ömer muhaddes (hakkın kendisine itham olunduğu, hakka muvafakat eden) bir kimse idi Buhârî, Enbiya 54, Menâkibu Ashâbi'n-Nebiyy 6; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 23; Tirmizî, Menâkıb 17; Müsned, II, 339, VI, 55. ve o herhangi bir tahminde bulunacak ve onu sözüyle ifade edecek olursa, haber verdiği şekilde meydana gelirdi. Onun bu kabilden gerçekleşen sözleri pek çoktur, bunlardan birisi şudur: Yanına giren bir adama Hazret-i Ömer, ben senin kâhin birisi olduğunu zannediyorum, demiş. Gerçekten de zannettiği gibi idi. Bunu Buhârî rivâyet etmiştir. Bir diğerine göre Hazret-i Ömer bir adama ismini sormuş, o da verdiği cevabında ateşin bütün İsimlerini zikrederek bir isim söylemiş, Hazret-i Ömer ona şu cevabı vermiş: Haydi ailene yetiş, onlar yangında yandılar. Gerçekten dediği gibi olmuş. Bunu da Muvatta’' rivâyet etmiştir.

İleride yüce Allah'ın izniyle el-Hicr Sûresi'nde (15/75. âyetin tefsirinde) buna dair daha geniş açıklamalar gelecektir.

42

Bu İkisinden kurtulacağını bildiği kimseye dedi ki: "Beni efendinin yanında an." Fakat şeytan ona kendisini efendisinin yanında anmasını unutturdu. Bu yüzden daha nice yıllar zindanda kaldı.

Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

1- Peygamberin Zannı Ve Bilgi:

"... Bildiği kimseye dedi ki..." âyetinde geçen; "Zannettiği" kelimesi burada müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre "kesin olarak bildiği" anlamındadır. Katâde ise bunu kesin bilgi ve kanaatin zıttı olan "zan" diye açıklamıştır ve şöyle demiştir; Hazret-i Yûsuf, o kimsenin kurtulacağını zannetmişti. Çünkü rüyayı tabir eden ancak bir çeşit zanda bulunur, Rabbin ise dilediğini yaratır. Ancak birinci görüş daha sahih ve peygamberlerin haline daha uygundur. Onun bu iki gence rüya tabirine dair söylediklerinin vahiy sonucu olması söz konusudur. Ancak, insanların bu konuda verecekleri hükümler hakkında zan söz konusudur. Peygamberlere gelince, onlar ne şekilde hüküm verirlerse versinler, hakkın kendisidir.

2- "Rab" Kelimesine Dair Açıklamalar:

Yüce Allah'ın:

"Beni efendinin yanında an" âyetindeki "rabbın" kelimesi "efendin" manasınadır. Efendiye "rab" denilmesi, Arap dilinde bilinen bir husustur. Şair el-A'şâ der ki:

"Rabbim kerimdir, hiçbir nimetin tadım bozmaz,

Kitabların sahifelerinde bulunan ifadelerle ona dua edilirse,

O da bu duaları kabul eder."

Hazret-i Yûsuf'un bu ifadesi şu demektir: Sen bu gördüklerini, benim rüyayı tabir edebildiğimi hükümdara anlat, benim suçsuz yere zindana atılmış bir mazlum olduğumu ona haber ver.

Müslim'in, Sahih'inde ve başka hadis kitaplarında Ebû Hüreyre'den şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse: Rabbine su getir, rabbine yemek yedir, rabbinin abdestini aldır, demesin ve sizden hiçbir kimse Rabbim demesin. Bunun yerine efendim ve mevlam desin. Yine sizden herhangi bir kimse benim kulum, benim cariyem demesin, bunun yerine oğlum, kızım, yavrum desin. " Buhâri, Itk 17; Müslim, Elfaz 15; Müsned, II, 316

Kur'ân-ı Kerîm’de ise: "Beni rabbinin (efendinin) yanında an" ve

"rabbine dön" (Yûsuf, 12/50) denildiği gibi:

"Doğrusu o benim rabbim (efendin)dir. O bana iyi bakmış, iyi bir mevki vermiştir" (Yûsuf, 12/23) diye buyurulmaktadır. Burada da rabbimden kasıt benim arkadaşım demek olup maksat da Âziz'dir.

Bir şeyin düzeltilmesi ve tamamlanması işini gerçekleştiren herkes hakkında; "Onu terbiye etti, eder" ve;" o, onun rabbidir” tabirleri kullanılır.

İlim adamları der ki: Hazret-i Peygamber'in: "Sizden herhangi bir kimse... demesin... desin" âyeti kullanılması daha uygun olan ismi işaret etmek içindir, yoksa böyle bir ismi kullanmanın haram olduğu anlamında değildir. Diğer taraftan Hazret-i Peygamber'in hadisinde de: "Ve cariye kendi rabbini doğuracaktır" Buhârî, Îman 37, Itk 8, Tefsir 31. sûre 2; Müslim, Îman 1, 5, 6, 7; Ebû Dâvûd, Sünne 16; Tirmizî, Îman 4; Nesâi, Îman 5, 6; İbn Mâce, Mukaddime 9, Fiten 25; Müsned, II, 365, 426, IV, 129, 130, 164 denilmektedir ki, sahibi ve efendisini doğuracaktır, anlamındadır. Bu da Kur'ân-ı Kerîm'in bu lâfzı kullanmasına uygun düşmektedir. O halde bu konuda yasak kılınan husus, bizim bu isimleri kullanmayı adet edinerek, daha uygun ve daha güzel olanı terketmemizdir.

Şöyle de açıklanmıştır: Kişinin benim kulum, benim cariyem demesi iki anlamı bir arada ifade eder. Birincisi gerçek manasıyla kulluk, bu ancak Allah'adır. Buna göre bir kimsenin kölesine: Kulum ve cariyem demesi kendisini ta'zim etmesi anlamına gelir ve yüce Allah'ın kendi zatına izafe ettiği şeyi kendi kendisine izafe etmesi demektir. Bu câiz değildir. İkinci anlamı ise köleye böyle bir ifade ile hitab etmek, bu isim dolayısıyla onu bir çeşit küçümsemek demektir. O bunun etkisi altında kalarak itaatsizliğe yönelebilir.

İbn Şa'ban da "ez-Zâat adlı eserinde şöyle demektedir: "Efendi benim kulum ve benim cariyem demesin. Köle de benim rabbim veya benim kadın rabbim (radıyallahü anhbbeti) demesin." Bu ifade de bizim sözünü ettiğimiz şekilde yorumlanır.

Şöyle de açıklanmıştır: Hazret-i Peygamber'in; "Köle rabbim demesin, bunun yerine efendim desin" buyurması rabbın yüce Allah'ın ittifakla kullanılmış isimlerinden olduğundan dolayıdır. Ancak "es-seyyid (efendi)" nin yüce Allah'ın isimlerinden olup olmadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Eğer biz, bu Allah'ın isimlerinden değildir, diyecek olursak, o zaman bu iki isim arasındaki fark da ortaya çıkar. Zira herhangi bir karışıklık ve açıklanamayacak bir durum ortada yok demektir. Şayet "es-seyyid" in de Allah'ın isimlerinden olduğunu kabul edecek olursak, hiç şüphesiz rab lâfzı gibi meşhur ve çokça kullanılan bir isim değildir, yine arada bir fark olduğu ortaya çıkmaktadır. İbnu'l-Arabî der ki: Bunun Hazret-i Yûsuf’un şeriatında kullanılmasının câiz olma ihtimali de vardır.

3- Şeytan'ın Unutturması:

"Fakat şeytan ona kendisini, efendisinin yanında anmasını unutturdu" âyetinde yer alan:

"Ona... unutturdu" âyetindeki zamir ile ilgili iki görüş vardır;

1- Bu zamir Yûsuf (aleyhisselâm)a aittir. Yani şeytan Hazret-i Yûsuf’a yüce Allah'ı anmayı unutturdu, demektir. Şöyle ki, Hazret-i Yûsuf hükümdarın sakisine -onun kurtulacağını ve tekrar hükümdarın eski görevine döneceğini bilince- "beni efendinin yanında an" demiş ve bu esnada Hazret-i Yûsuf yüce Allah'a şekvasını arzetmeyi, O'nun yardımını niyaz etmeyi unutmuş, bunun yerine bir mahlûka sarılmaya yönelmişti. O bakımdan bir süre daha hapiste kalmakla cezalandırılmıştı. Abdu'l-Azîz b. Umeyr el-Kindî der ki: Hazret-i Cebrâîl, Peygamber Yûsuf (aleyhisselâm)ın yanına hapse girdi. Hazret-i Yûsuf onu tanıdı ve: Ey uyarıcıların kardeşi, ne diye ben seni suçlular arasında görüyorum?

Hazret-i Cebrâîl şöyle dedi: Ey temiz kimselerin oğlu, temiz kişi! Âlemlerin Rabbinin sana selâmı var ve diyor ki: Âdemoğullarından yardım dilerken utanmadın mı? İzzetim hakkı için hapiste seni bir kaç yıl daha bıraktıracağım. Bu sefer Hazret-i Yûsuf: Ey Cebrâîl, O benden razı mıdır? diye sordu. Hazret-i Cebrâîl: Evet, dedi. Bunun üzerine Hazret-i Yûsuf: Bu andan itibaren aldırış etmiyorum, cevabını verdi.

Yine rivâyet edildiğine göre Cebrâîl (aleyhisselâm) yanına gelerek, bu hususta yüce Allah'ın ona sitem ettiğini ve zindanda kalacağı süreyi uzattığını bildirdi. Cebrâîl ona: Ey Yûsuf dedi, kardeşlerinin elinden öldürülmekten seni kurtaran kimdir? O: Yüce Allah'tır, dedi. Cebrâîl: Seni kuyudan çıkaran kimdir? diye sordu. O: Yüce Allah'tır, dedi. Cebrâîl: Peki seni hayasızlığı işlemekten kim korudu? dedi. O: Yüce Allah, dedi. Yine: Kadınların tuzaklarından seni koruyan kimdi? dedi. Yine: Yüce Allah'tır dedi. Peki nasıl olur da bir mahlûka güvendin ve Rabbini terkedip O'ndan dilekte bulunmadın, deyince, Hazret-i Yûsuf şöyle dedi: Rabbim, yanılarak söylediğim bir sözdü. Ey İbrahim'in, İshak'ın ve yaşlı Ya'kub'un ilahı! Bana merhamet buyurmanı dilerim. Bunun üzerine Hazret-i Cebrâîl ona şöyle dedi: Bundan dolayı senin cezan bir kaç yıl daha zindanda kalmaktır.

Ebû Seleme de, Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah Yûsuf’a rahmet ihsan eylesin. Eğer: "Beni efendinin yanında an" sözü olmasaydı, hapiste birkaç yıl daha kalmazdı." Buhârî, Enbiyâ 11, 19, Tefsir 12. sûre 5; Müslim, Îman 238; Tirmizî, Tefsir 12. sûre 1; Müsned, II, 322, 326, 346, 384, 389, 416. Bu anlamdaki rivâyetler için bk. Suyûti, ed-Durru'l-Mensûr, IV, 541.

İbn Abbâs da der ki: Hazret-i Yûsuf'un bir kaç yıl daha uzun zindanda kalmakla cezalandırılmasının sebebi, iki arkadaşından kurtulacağını zannettiği kişiye: "Beni efendinin yanında an" demiş olmasıydı. Eğer Yûsuf, Rabbini anmış olsaydı, hiç şüphesiz onu kurtarırdı.

İsmail b. İbrahim de, Yunûs'tan, o el-Hasen'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Eğer Yûsuf'un o sözü -"Beni efendinin yanında an" sözünü kastetmektedir- olmasaydı, hapiste kaldığı o uzun süreyi ayrıca kalmazdı." Yûnus devamla der ki: Sonra el-Hasen ağladı ve şöyle dedi: Biz ise başımıza bir iş geliyor ve bunu insanlara şekva ediyoruz.

2-

"Ona... unutturdu" daki zamirin kurtulan kişiye ait olduğu da söylenmiştir. Yani unutan kişi o idi. Bu da şu demektir: Şeytan sakiye, Hazret-i Yûsuf’u rabbine hatırlatmayı, yani efendisine ondan söz etmeyi unutturdu. Görüldüğü gibi ifadede hazfedilmiş kelimeler vardır, yani şeytan ona, onu (Yûsuf’u sakinin) efendisine anmayı unutturdu, demektir. Bazı ilim adamları bu görüşü tercih ederek, şöyle demektedir: Şayet şeytan Hazret-i Yûsuf'a Allah'ın anmayı unutturmasa idi, zindanda daha uzun bir süre kalmakla cezalandırılmayı haketmezdİ. Çünkü kendiliğindeni unutan kişi sorumlu tutulmaz. Arapça ifade bu anlamda olmakla beraber; uygun şeklin şu olması gerekir: "Yûsuf’a Allah'ı unutturan şeytan olmuş olsaydı, Yûsuf’un cezalandırımayı hak etmemesi gerekirdi. Çünkü unutan kişi sorumlu tutulmaz."

Birinci görüşün sahipleri de şöyle cevab vermektedirler: "Unutmak" terketmek anlamında da kullanılabilir. O Allah'ı anmayı terkedip şeytan da onu böyle bir şeye çağırınca cezalandırıldı,

İkinci görüşün sahibleri böyle diyenlere şöyle cevap vermektedirler: Yüce Allah'ın:

"O ikisinden kurtulmuş olan, uzun bir süre sonra hatırladı ve dedi ki..." (Yûsuf, 12/45) âyeti unutan kişinin Hazret-i Yûsuf değil, saki olduğunun delilidir. Diğer taraftan yüce Allah'ın:

"Muhakkak Benim kullarım üzerinde senin hiçbir tasarrufun olmaz" (el-Hicr, 15/42) âyetini da birlikte ele alacak olursak, şunu sorarız: Burada şeytanın peygamberler üzerinde herhangi bir tasallutu yokken, Yûsuf’un unuttuğu iddiasını şeytana izafe etmemiz nasıl doğru olabilir?

Buna da şöyle cevab verilir: Unutma konusunda peygamberlerin yalnız bir halde masumiyetleri söz konusudur. O da tebliğ ettikleri hususlarda Allah'tan verdikleri haberlerdedir. Bu hususta masumdurlar. Meydana gelmesi câiz olan hallerde unutmaları ise, mutlak olarak şeytana nisbet edilir ve böyle bir unutma da ancak yüce Allah'ın onlar hakkında verdiği haberlerde söz konusudur. Bizim bu konuda onlar hakkında (delile dayanmadan) bu tür iddialarda bulunmamız ca'z değildir. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Âdem unuttu, o bakımdan zürriyeti de unuttu." Tirmizî, Tefsir 7. sûre 3; İbn Sa'd, Tabakat, I, 28. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Ben ancak bir insanım, sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum..," Buhârî, Salat 31; Müslim, Mesâcid 90, 92-94; Ebû Dâvûd, Salât 189, 190; Nesâî, Sehv 25, 26; İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 129, 133; Müsned, I, 379, 420, 424, 438, 448, 455. Önceden de geçmiş bulunmaktadır.

4- Hazret-i Yûsuf’un Fazladan Kaldığı Süre:

"Bu yüzden daha nice yıllar zindanda kaldı" âyetinde geçen: " (mealde:) Daha nice yıllar "in süresi, hakkında ihtilaf edilen bir zaman parçasıdır. Ya'kub, Ebû Zeyd'den şöyle dediğini nakletmektedir: Bu kelime şeklinde "be" harfi üstün okunarak da kullanılır, şeklinde "be" harfi esreli olarak da kullanılır.

Çoğunluğun dediğine göre: " Şu kadar ve yüz" denilmez. Çünkü bu kelime doksana kadarki sayılan ifade eder.

el-Herevî de der ki: Araplar bu kelimeyi üç ila dokuz arasındaki sayılar için kullanırlar. ile aynı şeylerdir ve her ikisi de bir miktar sayıyı ifade eder. Ebû Ubeyde'nin naklettiğine göre o şöyle demiş: Bu kelime onun yarısı hakkında kullanılır. Bununla birden dörde kadarki sayıları kastetmektedir, ancak bu açıklamanın hiçbir kıymeti yoktur.

Hadîs-i şerîfte de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın, Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh)a şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Bıd’ ne kadardır?" O: Üç İla yedi arasıdır deyince, Hazret-i Peygamber: "Haydi git ve iddialaştığın sayıyı daha da arttır." Aynı manada olmak üzere: Tirmîzi, Tefsir 30. sûre 1-4; Müsned, I, 276, 304.

Müfessirlerin çoğunluğu da bu görüşte olup bıd'ın yedi olduğu kanaatindedirler. Bunu da es-Sa'lebî nakletmektedir.

el-Maverdî der ki: Ebû Bekr es-Siddîk (radıyallahü anh)ın ve Kutrub'un da görüşü budur.

Mücahid der ki: Bu, üçten dokuza kadarki sayıları ifade eder. el-Eşmaî de böyle demiştir.

İbn Abbâs ise üçten ona kadar demiştir. ez-Zeccâc'ın naklettiğine göre üç ile beş arasıdır. el-Ferrâ' der ki: Bıd' kelimesi ancak on ve yirmi ile doksana kadarki sayılarla birlikte zikredilir, yüzden sonrasında kullanılmaz.

Hazret-i Yûsuf’un hapiste kaldığı süre ile ilgili olarak değişik görüşler vardır:

1- Yedi yıl görüşü, İbn Cureyc, Katâde ve Vehb b. Münebbih böyle demişlerdir. Vehb der ki: Eyyub'un belası (hastalığı) yedi yıl devam etti, Yûsuf da yedi yıl süreyle hapiste kaldı.

2- Oniki yıllık bir süre kalmıştır. Bu görüş İbn Abbâs'ındır.

3- Ondört yıl kalmıştır, görüşü. Bu da ed-Dahhâk'ın görüşüdür.

Mukâtil , Mücahid'den, o İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Yûsuf beş yıl ve bir bıd' hapiste kaldı. Bunun türediği kök İse: Bir şeyi kestim, anlamındaki: dir. Buna göre bu, bir miktar sayı demektir. İşte yüce Allah Hazret-i Yûsuf’u önce beş yıl geçirdikten sonra, yedi veya dokuz yıl hapiste bırakmakla cezalandırdı. Burada geçen "bıd'" kelimesi hapiste kaldığı sürenin tamamını değil, sadece ceza olarak kaldığı süreyi ifade eder.

Vehb b. Münebbih de der ki: Hazret-i Yûsuf yedi yıl hapiste kaldı. Hazret-i Eyyub da yedi yıl hasta kaldı. Buht Nassar da yedi yıl mesh (sureti hayvana değiştirilmek) ile azâb edildi.

Abdullah b. Raşid el-Basrî, Said b. Ebi Arûbe'den şöyle dediğini nakletmektedir: Bıd' kelimesi beş İla oniki arasındaki sayı demektir.

5- Esbaba Sarılmak:

Bu âyet-i kerîmede tam bir yakîn ile olsa dahi esbaba sarılmanın câiz olduğuna delil vardır. Çünkü bütün işler onların sebeblerini yaratanın elindedir. Ama O (sebeb ve sonuçlan) bir dizi olarak takdir etmiş, biri diğerine bağlı kılmıştır. O bakımdan bunları harekete geçirmek bir sünnettir. Sonucu Allah'a havale etmek ve O'ndan beklemek ise yakındır. Bunun câiz oluşuna delil ise meydana gelen unutmanın -Hazret-i Mûsa'nın, Hazret-i Hızır ile karşılaşmasında cereyan ettiği gibi- şeytana nisbet edilmesidir, Bu da apaçık bir husustur. Bunun üzerinde dikkatle düşünmek gerekir.

43

Hükümdar dedi ki: "Rüyamda yedi semiz İneğin, yedi zayıf İnek tarafından yendiğini, bir de yedi yeşil başakla diğerleri kuru (yedi başak) gördüm. Ey ileri gelenler! Eğer rüya yorumunu biliyorsanız, şu benim rüyamı açıklayınız."

"Hükümdar dedi ki: Rüyamda yedi semiz İneğin... gördüm." Hazret-i Yûsuf’un kurtuluş zamanı yaklaşınca hükümdar rüyasını gördü.

Hazret-i Cebrâîl, Hazret-i Yûsuf’a inerek, selam verdi ve ona kurtuluş müjdesini vererek dedi ki: Allah seni bu zindandan kurtaracaktır. Yeryüzünde sana imkân ve iktidar verecektir, yeryüzü hükümdarları önünde zilletle eğilecek, zorbaları sana itaat edecektir. O, kardeşlerine karşı senin ismini yüceltmeyi ihsan olarak verecektir. Bu da hükümdarın gördüğü bir rüya sebebiyle olacaktır ve rüya da şöyle şöyledir. Bu rüyanın yorumu da şu, şudur.

Bundan sonra Hazret-i Yûsuf’un zindanda kaldığı süre, hükümdarın o rüyayı gördüğü vakitten fazlasına uzanmadı, sonunda çıktı. Yüce Allah rüyayı ilkin Hazret-i Yûsuf’a bir belâ ve şiddet, sonunda ise bir müjde ve rahmet kılmıştır. Çünkü en büyük hükümdar olan er-Reyyân b. el-Velid rüyasında kurumuş bir nehir'den yedi semiz ineğin çıktığını, arkasından ise cılız yedi ineğin daha çıktığını, bu zayıf ve cılız ineklerin, semiz ineklerin üzerine giderek, kulaklarından onları -boynuzlan müstesna- yediklerini, diğer taraftan yedi yeşil başağın üzerine, yedi kuru başağın gelerek onları yemeğe başladıklarını ve geriye o yedi yeşil başaktan hiçbir şey kalmadığı halde diğerlerinin hala kuru olarak varlıklarını devam ettirdiklerini görmüştü. İnekler de aynı şekilde zayıf ve cılız halleriyle kalmışlardı. Semiz inekleri yemekten dolayı hiç artmamışlardı.

Bu rüya kendisini dehşete düşürdü, herkese, aralarında bilgi sahibi, kehanet bilgisine, yıldız bilgisine sahib olanlara, arif ve büyücülere, kavminin eşrafına haber gönderdi:

"Ey ileri gelenler! Eğer rüya yorumunu biliyorsanız, şu benim rüyamı açıklayınız" diyerek onlara rüyasını anlattı. Yanında bulunanlar: "Karmakarışık rüyalardır" bunlar, diye cevap vermişlerdi.

İbn Cüreyc dedi ki: Atâ bana dedi ki: Karmakarışık rüyalar (edğasu ahlam) yanlış ve yalan çıkan rüyalardır. Cuveybir ise ed-Dahhâk'tan, o İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Rüyanın kimisi haktır, kimisi de karmakarışıktır. Bu sonuncularıyla yalan rüyaları kastetmektedir.

el-Herevî der ki: Yüce Allah'ın "edğâsu ahlâm" âyeti karmakarışık rüyalar anlamındadır. Çünkü sözlükte "dığs" bakla, ot ve bunlara benzer şeylerden bir demet demektir. Yani onlar şöyle demişlerdi: Senin bu rüyan açık ve seçik anlaşılır bir rüya değildir. Ahlâm ise karışık rüyalar demektir. Mücahid der ki: "Karmakarışık rüyalar" dehşet verici (asılsız) rüyalar demektir. Ebû Ubeyde derki: "Edğas: Karmakarışık" tabiri te'vili söz konusu olmayan rüyalardır.

Yüce Allah'ın:

"Yedi semiz inek" âyetindeki; "Yedi" kelimesinin sonundan "he" (yuvarlak te) hazfedilerek müzekker ile müennes birbirinden ayırtedilmek istenmiştir. "Semiz" ise ineklerin niteliğidir. Kur'ân-ı Kerîm'in dışındaki İfadelerde bunun "yedi" anlamındaki kelimenin sıfatı olmak üzere; "Semiz yedi inek" şeklinde kullanılması da mümkündür. "Yeşil" anlamındaki kelime de aynı durumdadır.

el-Ferrâ' der ki:

"O tabaka tabaka yedi gök..." (el-Mülk, 67/3) âyeti da bu şekildedir. el-Bakara Sûresi'nde (2/19. âyetin tefsirinde) "yedi" anlamındaki kelimenin türeyişi ve anlamına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) dedi ki: Bir şehire keçi ve ineğin girdikleri görülürse, eğer bunlar semiz iseler bolluk yıllarına delalet eder. Şayet zayıf iseler kıtlık yıllarını işaret ederler. Eğer girdikleri şehir bir deniz kıyısındaki şehir ve yolculuk zamanı ise o görülen İnek ve keçilerin sayı ve hallerine uygun gemiler gelecek demektir. Aksi takdirde haberde "biri diğerine benzer" Müsned, V, 391. denildiği gibi ineğin yüzleri imişcesine, biri diğerinin ardından gelen fitneler demektir. Fitnelere dair bir diğer haberde de: "O fitneler ineklerin boynuzlarını andırır" Müsned, IV, 109, V, 33, 35 denilmektedir. Bununla bu fitneler arasındaki benzerlikleri kastetmektedir. Ancak bütün inekler sarı ise o takdirde bu, insanları istila eden hastalıklara işarettir. Şayet renkleri birbirinden farklı, boynuzlan çirkin ise ve insanlar onlardan korkuyor yahut ağızlarından ateş ve duman çıkıyor gibi görünüyor ise, o vakit bu hücum edecek bir ordu yahut bir baskın veya onlara baskın yapacak, topraklarına girecek düşmana işarettir. İnek hanıma, hizmetçiye, mahsule ve yıla da delil olabilir. Çünkü hanımdan çocuk gelir ve araziden bitki ile mahsul elde edilir. "Yedi zayıf İnek tarafından yendiğini" âyetindeki: "Zayıf" kelimesi dan gelmektedir. veznîndedir. Bunun şeklinde ve: vezninde olduğu da nakledilmiştir.

Allah'ın; "Ey ileri gelenleri Eğer rüya yorumunu biliyorsanız, şu benim rüyamı açıklayınız" âyetinde geçen "rüya" kelimesinin çoğulu; ...diye gelir. Bu rüyanın hükmünün ne olduğunu bana bildiriniz, demektir.

"Eğer rüya yorumunu biliyorsanız" âyetindeki; Rüya yorumlama, kelimesi Nehri kıyıdan kıyıya geçmek, ibaresinden türetilmiştir. Çünkü; " Nehrin kıyısına kadar ulaştım" demektir. Buna göre rüya tabircisi, rüyanın nereye varacağını tabir edip ifade eder.

" Rüya ...nu" lâfzındaki "lâm" harfi tebyîn (fiilin -burada yorumun- ne hakkında olduğunu açıklamak) içindir. Yani eğer siz tabir edebiliyorsanız, dedikten sonra neyi tabir edeceklerini beyan etmek üzere "rüya" diye bunu açıklamıştır. Bu açıklamayı da ez-Zeccâc yapmıştır.

44

Dediler ki: "(Bunlar) karmakarışık rüyalardır. Biz böyle karışık rüyaların yorumunu bilenler değiliz."

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki haslık halinde sunacağız:

1- Rüyaların Yorumunu Bilenler:

Yüce Allah'ın:

"Karmakarışık rüyalar" âyeti ile ilgili olarak el-Ferrâ' der ki: Bu âyetin; şeklinde olması da mümkündür. (el-Ferrâ''nın bu görüşüne göre "dediler" anlamındaki fiilin mef'ûlü olur.) Ancak en-Nehhâs der ki: Nasb ile gelmesi uzak bir ihtimaldir. Çünkü ifade: Sen te'vil edilebilecek, yorumlanabilecek bir şey görmedin. Gördüğün şeyler karmakarışık rüyalardan ibarettir, demektir.

" Karmakarışık ...lar" kelimesinin tekili dır. Bakliyat, ot ve buna benzer birbirine karışık herşeye böyle denilir. Şair der ki:

"Kendisi sebebiyle görenin al dandiği bir karmakarışık rüya gibi."

"Biz böyle karışık rüyaların yorumunu bilenler değiliz." ez-Zeccâc der ki: Yani biz böyle karmakarışık rüyaların yorumunu bilemeyiz, diyerek te'vili söz konusu olmayan yorumlanamayacak şeyleri bilmediklerini söylediler. Yoksa onlar esasen yorum bilgisini bilmediklerini söylemiş değillerdi.

Şöyle de açıklanmıştır: Onlar "bu rüyanın" yorumunu bilemeyeceklerini söylemişlerdi,

Edğâs da bu açıklamaya göre kimisi doğru, kimisi de batıl rüyalar topluluğu demektir. Bundan dolayı saki: "Ben size bunun yorumunu haber vereyim" demişti. Böylelikle bu iş için gelenlerin o rüyayı yorumîayamayacakları anlaşıldı. Yoksa onlar te'vili, yorumu yapılamayan şeyleri yorumlayabileceklerini iddia etmediler.

Şöyle de açıklanmıştır: Onlar herhangi bir şekilde rüyayı yorumlamak maksadını gütmediler. Onlar bu rüya ile zihnini meşgul etmesin diye, bunu hükümdarın hatırından silmek istemişlerdi. Bu açıklamaya göre de onlar belli bir bilgiye sahib bulunuyorlardı, demektir.

"Rüyalar" kelimesi çoğuludur. Bu kelime ise "ha" harfi ötreli olarak uyuyanın gördüğü şeye isimdir. Bu kökten olmak üzere "ha" harfi üstün olarak; denilir. Aynı şekilde; "Şunu gördüm" diye (geçişli ya da harf-i cer ile geçişli) de kullanılır. Şair de der ki:

"Rüyamda gördüm onu, Rufeydaoğulları da onun yakınında idiler.

O rüyamda gördüğüm hayali, sakın uzaklaşmasın!"

Bu kelimenin asıl anlamı ağır başlılık ve teenni ile hareket etmektir. Gelişigüzel hareket etmenin (tayş) zıttı olan, "hilm" de buradan gelmektedir. Rüya görmeye bu ismin veriliş sebebi, uykunun bir teenni, sükûn ve rahat zamanı olduğundan dolayıdır.

2- Rüya Îlk Yorumlandığı Şekilde Mi Çıkar?

Âyet-i kerîmede: Rüya ilk yorumlandığı şekle göre çıkar, diyenlerin görüşlerinin doğru olmadığına delil vardır. Çünkü önce ileri gelen kişiler "bunlar karmakarışık rüyalardır" dedikleri halde bu gerçekleşmedi. Diğer taraftan Hazret-i Yûsuf bunu kıtlık ve bolluk yılları diye yorumladı ve yorumladığı gibi çıktı.

Yine bu âyette rüyanın uçan bir kuşun ayağı üzerinde olduğu yorumlandı mı olduğu gibi gerçekleştiği şeklindeki kanaatin yanlışlığına da delil Bununla merhum Kurtubî, bu manada varid olmuş hadislerin mutlak olmadıklarına, işaret ettiği şekilde âyetlerin ışığında ele alınmaları ve öylece anlaşılmaları gerektiğine işaret etmektedir. vardır.

45

O İkisinden kurtulmuş olan uzun bir süre sonra hatırladı ve dedi ki: "Ben size bunun yorumunu haber vereyim, hemen beni gönderin."

Yüce Allah'ın:

"O ikisinden kurtulmuş olan" yani hükümdarın sakisi

"uzun bir süre sonra" İbn Abbâs ve diğerlerinden nakledildiğine göre bir müddet sonra

"hatırladı."

"Sayılı bir vakte kadar" (Hûd, 11/8) âyetindeki kelime de aynı anlamda olup asıl anlamı genel olarak bir süre demektir. İbn Deresteveyh der ki: (Âyet-i kerîme'de geçeri) "ümmet (mealde: Uzun bir süre)" kelimesi "hin; bir süre" anlamında sadece muzafın hazfedilmesi ve muzafun ileyhin onun yerine getirilmesi halinde kullanılır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya: "Bir süre geçtikten sonra hatırladı" demiş ve buna benzer tabirleri kullanmış gibidir. Ümmet esasında pekçok insan topluluğu demektir.

el-Ahfeş der ki: Bu kelime lâfız itibariyle tekildir, manası itibariyle çoğuldur. Herbir hayvan cinsi de bir ümmettir. Hadîs-i şerîfte de Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Şayet köpekler ümmetlerden bir ümmet olmasalardı, onların öldürülmelerini emrederdim." Ebû Dâvûd, Edâhî 22; Tirmizî, Sayd 16, 17; Nesâî, Sayd 10; İbn Mâce, Sayd 2; Dârimi, Sayd 3; Müsned, IV, 85, V, 54, 57.

"Hatırladı" yani Yûsuf'un ihtiyacını hatırladı ki oda:

"Beni efendinin yanında an." (Yûsuf, 12/42) ifadesidir. en-Nehhâs der ki: İbn Abbâs, İkrime ve ed-Dahhâk'ın bilinen kıraati: Uzun bir süre sonra hatırladı" şeklînde "ümmet" kelimesinin hemzesini üstün ve "mim"i de şeddesiz olarak okumuştur ki; bu da önceden unutmuş iken sonradan hatırladı, anlamına gelir. Şair de der ki:

"Unuttum, halbuki önceden unutmazdım, söylenen hiçbir sözü

İşte zaman böyledir, diri diri toprağın altına gömer akılları."

Şubeyi b. Azre ed-Dubaî'den de; şeklinde elif üstün, "mim" harfi sakin ve katıksız bir he ile okuduğu nakledilmiştir. Bu da; gibidir ve her ikisi ayrı birer söyleyiştir, unutmak anlamındadırlar. Unutmayı anlatmak için de " unuttu, unutur, unutmak" denilir. İşte; " Unuttuktan sonra hatırladı" şeklindeki kıraat te buna göredir Bunu da en-Nehhâs nakletmiştir. ise aklı başından gitmiş adarr demektir.

el-Cevherî der ki: ez-Zührî'nin hadisinde yer alan; kelimesi ise ikrar ve itiraf etti anlamında olup, bu pek meşhur olan (çokça kullanılan) bir kelime değildir.

el-Eşheb el-Ukaylî de şeklinde ve "bir nimetten sonra" anlamında olmak üzere okumuştur ki; Allah ona kurtuluş nimetini ihsan ettikten sonra hatırladı, demektir.

Diğer taraftan şöyle denilmiştir: Bu kurtulan delikanlı, yüce Allah, Hazret-i Yûsuf’un bir süre daha hapiste kalmasını hükme bağladığı için unuttu. Bir diğer görüşe göre: Bu delikanlı unutmadı, ancak hükümdarın kendisinin ve fırıncının hapsedilmesine sebep teşkil eden o suçlarını hatırlamasından korktu. İşte "hatırladı" ifadesi, hatırladı ve haber verdi, anlamındadır.

en-Nehhâs derki: " Hatırladı"nın ash şeklindedir. "Zel" harfi mahreç itibariyle "te"ye yakındır. "zel"in "te"ye idgam edilmesi ise câiz değildir. Çünkü "zel" harfi cehridir, "te" harfi ise mehmûstur. idgam edilecek olursa "zel" harfinin cehrîlik sıfatı ortadan kalkar. O;bakımdan "te" harfinin yerine cehri olan bir harf ibdâl edilmiştir, o da "dal" harfidir. "Ti" harfinden daha evla olması ise "ti" harfinin mutbak olmasıdyvBunun sonucunda bu kelime haline gelmiştir. Bundan sonra da "dal” harfinin rıhvet ve lîn sıfatı dolayısı ile "zel" harfi ona îdgam edilmiştir.

Daha sonra bu genç delikanlı:

"Ben size bunun yorumunu haber vereyim" dedi. el-Hasen -bu anlamdaki âyeti-: "Ben size bunun yorumunu getireyim" diye okumuş ve: O kâfir nasıl onlara yorumu haber verebilirdi ki diye eklemiştir.

en-Nehhâs der ki:

"Size haber vereyim" anlamındaki kıraat sahihtir ve güzel bir kıraattir. Yani (gidip) soracak olursam, ben size haber vereyim, anlamındadır.

"Hemen beni gönderin." Bu sözleriyle hükümdara hitab etmiştir. Ancak çoğul ile tazim lâfzını kullanmıştır, yahut ta hem hükümdara, hem de onun meclisinde bulunanlara hitab ettiği için çoğul kullanmıştır.

46

Yûsuf! Ey doğru sözlü! Bize söyler misin yedi semiz ineği yiyen yedi zayıf inek ile yedi yeşil başak ve diğerleri kuru olan (yedi başak) ne demektir? (Söyle) ki İnsanlara döneyim de onlar da belki bilirler."

"Yûsuf!" Tekil bir nidadır. Aynı şekilde

"ey doğru sözlü" yani ey çok doğru kişi, demektir.

"Bize söyler misin?" Bu da şu demektir: Onu gönderdiler, o da Hazret-i Yûsuf’un yanına gelerek: Ey doğru sözlü, diye hîtab edip hükümdarın rüyasına dair ona soru sordu.

"Ki insanlara döneyim de" yani hükümdara ve arkadaşlarına döneyim de

"belki" bu rüyanın yorumunu

"bilirler." Yahut

"belki" senin ilim ve faziletteki üstün değerini

"bilirler" de hapisten çıkartılırsın. Onun

"insanlar" lâfzı ile yalnızca hükümdarı -onu ta'zim etmek üzere- kastetmiş olması ihtimali de vardır.

47

Dedi ki: "Yedi yıl adetiniz üzere ekin. Yiyeceğiniz az bir miktarın dışındaki tüm biçtiklerinizi başağında bırakın."

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Hükümdarın Rüyası Ve Tedbir:

"Dedi ki: Yedi yıl adetiniz üzere ekin.” Hükümdar ona rüyasını anlatınca, Hazret-i Yûsuf da ona rüyasını yorumlamaya başlayarak dedi ki: O gördüğün yedi semiz inek ile yedi yeşil başak, bot verimli yedi yıldır. Zayıf yedi inek ile kuru yedi başak da kurak geçecek yedi yıl demektir.

"Yedi yıl adetiniz üzere ekin" peşipeşine yedi yıl ekmeye devam edin, demektir.

Buradaki:

" Adetiniz üzere" mastar olmakla birlikte mastar anlamında değildir.

"Ekin" kelimesi; "Ekin ekmekteki adetiniz üzere yedi yıl ekmeye devam edeceksiniz" şeklindedir. Bu kelimenin hal olduğu da söylenmiştir ki bu da;

"Adetiniz üzere" demektir. Bunun

"yedi yıl"ın sıfatı olduğu da söylenmiştir.

Ebû Hatim, Ya'kub'dan hemzeyi harekeli olarak; şeklinde okuduğunu nakletmiştir ki, Hafs'ın Âsım'dan rivâyeti de böyledir ve bu İki kıraat, iki ayrı söyleyiştir.

Bunun (ikinci okuyuş şeklinin) hakkında iki açıklama yapılmıştır. Ebû Hatim'in görüşüne göre bu den gelmektedir. Ancak en-Nehhâs der ki: Dilbilginleri sadece kullanışını bilirler. Diğer görüşe göre elifin hareke alması boğaz harflerinden olduğundan dolayıdır. Bu açıklamayı da el-Ferrâ' yapmıştır. Yine el-Ferrâ' der ki: İlki üstün, ikincisi sakin olan bütün harflerin eğer ikinci harfi hemze, ne, ayn, ğayn, ha veya hı ise harekelenmesi caizdir. Bu kelimenin asıl anlamı da "adet" demektir. Şair der ki:

"Ondan önce Umel-Huveyria'ten adetin olduğu (alışageldiğin) üzere...

Âl-i İmrân Sûresi'nde de (3/11- âyetin tefsirinde) bu kelimeye dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

"Yiyeceğiniz az bir miktarın dışındaki tüm biçtiklerinizi başağında bırakın." Kurtlanmaması İçin ve daha uzun süre kalabilmesi için bu tedbire başvurulduğu söylenmiştir. Mısır'da uygulama böyledir.

"Yiyeceğiniz az bir miktarın dışında" kaydı, ihtiyaç duyacağınız kadarını çıkartın, demektir. Bu ifadeler Hazret-i Yûsuf'un verdiği bir emirdir. Birincisi ise (yedi yıl...) verdiği bir haberdir. Birinci cümlenin de -haber olduğu daha zahir görülmekle birlikte- emir olma ihtimali de vardır. Emir olduğu takdirde "ekersiniz" fiili "ekin (mealde olduğu gibi)" anlamına gelir.

2- Şer’i Maslahatlar:

Bu âyet-i kerîme dini, nefsi, aklı, nesebi ve malları korumaktan ibaret olan şer'î maslahatlar görüşünde aslî bir dayanaktır. Bu hususlardan herhangi birisinin elde edilmesini gerçekleştiren herbir şey bir maslahattır. Bunlardan herhangi birisini gerçekleştirmeye engel olan herbir şey de bir mefsedettir, bu mefsedetin önlenmesi ise maslahattır.

Şeriatlerden maksadın, insanlara dünyevî maslahatlarını göstermek olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Bu suretle insanlar yüce Allah'ı tanımak ve O'na ibadet etmek imkânını elde ederler. Bu ikisi ise uhrevî mutluluğa ulaştırırlar. Yüce Allah'ın bu hususları şer'î hükümlerde göz önünde bulundurması, O'nun bir lütfü ve kullarına bir rahmetidir. Bu hususta O'nun Üzerinde bir görevin varlığı veya kulların bu konuda hak sahibi olmaları söz konusu değildir. Ehl-i sünnetin bütün muhakkik âlimlerinin kabul ettiği görüş budur. Bu hususun geniş açıklaması fıkıh usulü kitap arındadır.

48

"Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelecek. Saklayacağınız az bir miktarın dışında onlar için önceden biriktirdiğinizi yeyip götürecekler."

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Kuraklığa Karşı Tedbir:

"Yedi kurak yıl" yani yedi kıtlık yılı

"gelecek... Onlar İçin önceden biriktirdiğinizi" bu kıtlık yılları için sakladıklarınızı

"yeyip götürecekler" âyeti bir mecazdır. Yani o yıllarda yemeleri uygun olan şeyleri yeyip bitirecekler, demektir. Nitekim şu beyiti söyleyen de buna benzer bir ifade kullanmıştır:

"Gündüzün -ey aldanmış kişi- yanılmadır ve gaflettir,

Gecen ise uykudur, helâk olmak senin yakanı bırakmaz."

Bilindiği gibi gündüz yanılmaz, gece de uyumaz. Gündüzün İnsan yanılır ve geceleyin uyunur.

Zeyd b. Eslem de babasından şöyle dediğini nakletmektedir: Hazret-i Yûsuf iki kişilik bir yemeği tek bir kişinin önüne bırakırdı. O da onun bir bölümünü yerdi. Nihayet bir gün aynı miktardaki yemeği bir kişinin önüne koyduğunda o da yemeğin tamamını yeyince, Hazret-i Yûsuf: İşte bu yedi kıtlık yılının ilk günüdür, dedi.

"Saklayacağınız az bir miktarın dışında" yani tohumluk olarak ekiminizde kullanmak üzere alıkoyacağınız az bir miktarın dışında... demektir. Çünkü tohum olarak kullanılacak bir miktarın bırakılması ile bu temel gıda korunmuş olur. Ebû Ubeyde ise; elde tutacağınız... diye açıklamıştır. Katâde der ki:

"Saklayacağınız" biriktireceğiniz demektir ki, anlam birdir.

" Az bir miktarın dışında" âyeti müstesna olarak nasbedilmiştir.

Bu âyet, ihtiyaç zamanına kadar gıda maddelerini saklamanın (ihtikâr yapmanın) câiz olduğuna Ancak, pahalılaşmasını istemek ve beklemek kastı olmamalıdır. Burada âyet-i kerimede sözü edilen tedbir, maslahatın gereği olan idari bir tedbirdir. İnsanların faydasınadır. Pahalılaşması kastıyla yapılan ihtikâr (karaborsa, stokçuluk) ise; bilinen Hadîs-i şerîflerle yasaklanmıştır. Bk. Müslim, Mûsakaat 129, 130; Ebû Dâvûd, Buyu 47; Tirmizî. Buyu 40; İbn Mâce, Ticârât 6; Dârimi, Buyu 12; Muvatta’, Buyû 56; Müsned, 1, 21, II, 33, 351, III, 453, 454, VI, 400. delildir.

2- Kâfirin Gördüğü Rüyanın Hükmü:

Bu âyet-î kerîme kâfirin rüyasının doğru olabileceğine -özellikle de bir mü’min ile alakalı ise- ve gördüğüne uygun olarak gerçekleşeceği aslî bir dayanaktır. Hele görülen bu rüya bir peygamber için belge ve rasûl için bir mucize, seçkin bir kul için tebliğ maksadıyla bir tasdik, yüce Allah ile kulları arasında vasıta olan peygamberin lehine bir delil ise...

49

"Sonra bunun ardından da bir yıl gelecek ki insanlar onda yağmura kavuşturulacak ve onda sıkacaklar."

Yüce Allah'ın:

"Sonra bunun ardından da bir yıl gelecek ki..." âyeti Hazret-i Yûsuf’un hükümdarın rüyasında yer almayan bir hususa dair verdiği haberlerdendir. Bu yüce Allah'ın ona verdiği gayb ilmindendi. Katâde der ki: Yüce Allah ona faziletini ortaya koymak, ilmî mevkiini ve bilgisini bildirmek kastı ile kendisine hakkında soru sormadıkları bir yılın bilgisini de fazladan ona vermiş idi.

"insanlar onda yağmura kavuşturulacak" âyetindeki;

" Yağmura kavuşturulacak" fiili; " İmdada çağırmak, imdada yetişmek'den, yahut; " İmdada yetişmekken gelmektedir. "Adam imdat istedi"; " İmdat, yetişin" dedi, demektir. İsmi ise; şeklinde kullanılır. "Filan kişi benden yardım (imdat) istedi, ben de onun yardımına koştum" denilir. İsmi de; " Yardıma koşma" şeklinde gelir. Makabli (önceki harf) esreli olduğu için "vav" harfi "ya"ya dönüştürülmüştür, " Yağmur" demektir.

Yağmur yere yağdı, isabet etti" anlamındadır.

Allah ülkeye yağmur yağdırdı, yağdırır" denilir. (Meçhul olarak da): "Yere yağmur yağdırıldı, yağdırılır" denilir. Bu şekilde yağmur yağan yere de; denilir. Buna göre; "İnsanlara yağmur yağdırılır" anlamındadır.

"Ve onda sıkacaklar" İbn Abbâs der ki: Üzümleri sıkacaklar ve yağları çıkartılan maddelerden yağ alacaklar. Bu açıklamayı da Buhârî zikretmektedir. M. Fuâd Abdutbâkî, Mu'cemu Ğaribi'l-Kur'ân Mustakrecen min Sahihi'l-Buhârîi, İstanbul 1985, s. 137 Haccâc da, İbn Cüreyc'den şöyle dediğini rivâyet eder: Üzümü sıkıp şarap yapacaklar, susamdan yağ, zeytinden zeytin yağı çıkaracaklardır. Şöyle de açıklanmıştır: O bu sözleriyle -çokluğunu anlatmak üzere- sütlerin sağılmasını k'astetmiştir. Buna da bitki ve mahsullerin çoğalacağı şeklindeki haberi delildir. "Suçacaklar" ifadesinin; kurtulacaklar anlamına geldiği de söy lenmiştir ki, bu da kurtuluş yeri anlamını veren; dan gelir. Ebû Ubeyde der ki: Harekeli olarak; "Sığınılacak yer ve kurtulma yeri" demektir. da bu anlamdadır. Ebû Zübeyd der ki:

"Oldukça susamış halde su verecek bir kişiyi imdada çağırıyordu,

fakat kimse yetişmedi onun imdadına.

Halbuki o korkuya kapılmış olanın kurtarıcı sığınağı idi."

Aynı şekilde; "Filana sığındım" anlamındadır. Ebû'l-Ğavs der ki: "Sdtacaklar"ın buradaki anlamı mahsûl ve ürün elde edecekler demektir. Bu kelime ise; üzüm sıkmak demek olan;den gelmektedir. " Malını elinden çıkarttırdım" manasınadır.

Îsa "te" harfini ötrftti, "sad" harfini de üstün olarak; diye okumuş olup size yağmur yağdırılacak anlamındadır ve bu da yüce Allah'ın:

"Ve Biz sıkıştırıcılardan şarıl şarıl bir su indirdik." (en-Nebe', 78/14) âyetinden gelmektedir. Aynı şekilde diye "te" harfi ötreli, "sad" harfi esreli okuyuşun -böyle okuyanların kıraatine göre- anlamı da böyledir.

50

Hükümdar dedi ki: "Onu bana getirin." Bunun üzerine elçi yanına gelince, dedi ki: "Efendine dön de o ellerini kesen kadınların hali ne idi? diye sor. Şüphe yok ki benim Rabbim onların hilelerini çok iyi bilendir.”

"Hükümdar dedi ki: Onu bana getirin." Yani elçi hükümdara gidip, durumu bildirdi. Hükümdar da onu bana getirin, dedi.

"Bunun üzerine elçi yanına gelince" ve ona zindandan çıkması emrini getirince

"dedi ki: Efendine dön de o ellerini kesen kadınların hali ne idi? diye sor." Bunu söyleyerek, hükümdar nezdinde kendisine yapılan iftiradan beri olduğu açıkça anlaşılıp suçsuz yere hapsedildiği ortaya çıkmadıkça zindandan çıkmayı kabul etmedi.

Tirmizî, Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "O şerefli oğlu, şerefli oğlu, şerefli oğlu, şerefli (yani İbrahim'in oğlu, İshak'ın oğlu, Ya'kub'un oğlu, Yûsuf)dur. Eğer ben onun kaldığı süre kadar zindanda kalsam, sonra da elçi yanıma gelse (çıkma) isteğini kabul ederdim." Hazret-i Peygamber daha sonra:

"Bunun üzerine elçi yanına gelince dedi ki: Efendine dön de, o ellerini kesen kadınların hali ne idi? diye sor" âyetini okudu. (Devamla) şöyle buyurdu: "Allah'ın rahmeti Lût'un da üzerine olsun, çünkü o:

"Keşke size yetecek bir gücüm olsaydı yahut güçlü bir yere sığınabilseydim" (Hûd, 11/80) dediğinde zaten güçlü bir yere sığınıyordu. Ondan sonra yüce Allah ne kadar peygamber gönderdiyse, mutlaka kavminin en zirve noktasında idi." Tirmizî, Tefsir 12. sûre 1; ayrıca Müsned, II, 388 ve 533 kısmen.

Buhârî de, Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah, Lût'a rahmet eylesin. O gerçekten güçlü bir yere sığınıyordu ve eğer ben Yûsuf’un zindanda kaldığı süre kadar kalacak olsaydım, hiç şüphesiz çıkmaya davet edenin çağrısını kabul ederdim ve elbette biz İbrahim'den daha bir hak sahibiyiz. Çünkü İbrahim'e: "İnanmadın mı yoksa? demişti de: İnandım fakat kalbimin mutmain olması için" diye cevap vermişti." (el-Bakara, 2/260) Buhârî, Tefsir 12. sûre 5

Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Allah kardeşim Yûsuf’a rahmet İhsan etsin. O gerçekten sabırlı ve tahammülkâr birisi idi. Şayet ben zindanda onun kaldığı süre kadar kalmış olsaydım, hiç şüphesiz çıkmamı isteyen elçinin çağrısına uyardım ve suçsuz olduğunun bilinmesi için böyle bir yola başvurmazdım." Benzer rivâyetler: Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, IV, 548.

Bu hadise yakın bir rivâyet de Malik'in arkadaşı Abdu'r-Rahmân b. el-Kasım yoluyla, Buhârî'nin Tefsir bölümünde rivâyet edilmiştir. İbnu'l-Kasım'ın bu hadisten başka Divan'da bir rivâyeti yoktur. "Divan'dan kastı muhtemelen Sahih-i Buhâri’dir. Çünkü İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, VIII, 217'de, az önce geçen Buhârînin rivâyetlerini serti ederken şunları söylemektedir: 'Meşhur fakih, İmâm Mâlik'in ilminden Müdevve'nin râvileri... Abdurrahman b. el-Kasım'ın Buhâride buradan başka bir yerde rivâyeti yoktur."

Taberî'nin rivâyetinde de şöyle denilmektedir: "Allah, Yûsuf’a rahmet eylesin. Eğer hapiste olan ben olsaydım, sonra da bana haberci gönderilseydi, çabucak çıkıverirdim. Yûsuf gerçekten halîm (tahammülkâr) ve ağır başlı bir kimse idi." Taberî, Câmiu'l-Beyân, XII, 235. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten Yûsuf'a, onun sabrına, onun keremine hayret ettim. Allah ona (varsa hatası) bağışlasın, çünkü (rüyadaki) inekler hakkında kendisine soru sorulduğunda; şayet ben onun yerinde olsaydım, beni zindandan çıkartmaları şartını koşmadıkça onlara durumu bildirmezdim. Yine elçinin ona geldiği vakit tutumuna hayret ettim. Onun yerinde olsaydım, onlardan daha çabuk kapıya giderdim. " Taberi, a.g.e., XII, 235-236.

İbn Atiyye der ki: Hazret-i Yûsuf’un bu tutumu ağır başlıca ve sabırlıca bir tutumdu. Gerçekten temiz ve günahsız olduğunun açığa çıkmasını istiyordu. Çünkü rivâyet edildiğine göre ö, hapisten çıktıktan sonra hükümdar kendisine bir mertebe verip af ediyor görüntüsüyle onun suçuna sesini çıkarmayabîlirdi. Bunun sonucunda da insanlar ebediyyen ona bu gözle bakarlar ve: İşte efendisinin hanımından murad almak isteyen kişi buydu, diyeceklerdi. Yûsuf (aleyhisselâm) temizliğini açıkça ortaya çıkarmak, iffet ve hayır noktasındaki mevkiini gerçek yerine oturtmak istiyordu. İşte ancak o vakit yerini bulmak, mevkiine gelmek için çıkabilirdi. Bundan dolayı yanına gelen elçiye: 'Efendinin yaruna dön ve ona o kadınların halinin ne olduğunu bir sor" demişti. Hazret-i Yûsuf'un maksadı İse; ancak söyle ona benim günahımı iyice araştırıp tesbit etsin ve işimi gözden geçirsin, tetkik etsin. Haklı yere mi zindana atıldım, yoksa zulmen mi zindana atıldım, demekti. Özellikle Aziz'in hanımım söz konusu etmeyiş sebebi, onların yanında bulunduğu süredeki güzel geçimini ve hükümdar Aziz'in onun üzerindeki hakkına riayet etmek istemesi idi.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Yûsüf’u sabır ve tahammülkârlıkla, ağırbaşlılıkla ve hapisten çıkmakta acele etmemekle övdüğü halde; bizzat kendisi için başkasını övdüğü halden başka bir hali nasıl uygun gördü? denilecek olursa, bunun açıklaması şöyle olur: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendi adına bir başka görüşü tercih etmiştir ki; bu görüşün de kendi açısından güzel bir tarafı vardır. O diyor ki: Ben olsaydım, çıkmakta elimi çabuk tutardım. Sonra çıkmanın akabinde suçsuz olduğumu ortaya koymaya çalışırdım. Çünkü bu kıssalar ve bu gibi olaylar kıyâmet gününe kadar insanlar bunlara uysunlar diye sunulmuşlardır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da insanların bu işler arasında daha azimetli olan yolu seçmelerini istedi. Çünkü böyle bir olayda daha azimetli olanı terkeden bir kimse böyle bir zindandan çıkma fırsatını kullanmayan bir kişi, zindanda kaldığından dolayı zindanda kalma sonucu ile karşı karşıya kalabilir, onu zindandan çıkarmak isteyen, bu işten vazgeçebilir. Yûsuf (aleyhisselâm), Allah'tan aldığı bilgi sayesinde böyle bir şey olmayacağından emin olsa bile, onun dışındaki diğer insanlar bu konuda emin olamazlar. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın bizzat izlemeyi uygun gördüğü yol, azimet yoludur. Hazret-i Yûsuf’un izlediği yol ise, büyük bir sabır ve büyük bir tahammül yoludur.

" ...O ellerini kesen kadınların hali ne idi? diye sor." Aralarına -açıkça ismi zikredilerek değil de işaret yoluyla- genelin kapsamına Aziz'in karısı da girsin diye çoğul olarak kadınları söz konusu etti. Bu ise aralarında geçirdiği günler ve edepten ötürü idi. İfadede hazfedilmiş kelimeler de vardır. Yani sen ondan o kadınların halinin ne olduğunu bilip öğrenmesini iste demektir.

51

(Hükümdar) dedi ki: "Yûsuf’tan murad almak İstediğiniz zaman durumunuz ne idi?" Kadınlar. "Hâşâ! Allah için biz onun hiçbir kötülüğünü bilmiyoruz" dediler. Azlz'in karısı da şöyle dedi: "Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ben ondan murad almak istemiştim. Şüphesiz o doğru söyleyenlerdendir."

İbn Abbâs der ki: Bunun üzerine hükümdar da kadınlara ve bu arada Aziz'in de karısına -Aziz de o sırada ölmüş bulunuyordu- haber göndererek hepsini çağırdı ve:

"Yûsuf’tan murad almak istediğiniz zaman durumunuz" haliniz

"ne idi?" diye sordu. Çünkü onların herbirisi -önceden de geçtiği üzere- kendisi için Yûsuf'la özel olarak konuşmuştu. Yahut o, bununla herbirisinin (Hazret-i Yûsuf’a): Sen Aziz'in karısına zulmediyorsun, demesini kastetmişti. İşte bu da Yûsufu kandırarak murad almak yoluna gitmeleri demekti.

"Haşa! Allah için" Allah'a sığınırız

"biz onun hiçbir kötülüğünü" yani zina ettiğini

"bilmiyoruz, dediler. Aziz'in karısı da şöyle dedi: Şimdi gerçek ortaya çıktı." Onların Hazret-i Yûsuf’un temiz olduğunu ikrar ettiklerini görüp de eğer inkâr edecek olursa, bu kadınların kendi aleyhine şahitlik edeceğinden korkunca, o da aynı şekilde ikrarda bulundu. Bu da yüce Allah'ın Hazret-i Yûsuf’a bir lütfü idi.

"Gerçek ortaya çıktı"; yani ayan beyan, açık seçik ortaya çıktı, demektir. Bu kelimenin aslı; dan gelmekle birlikte, …..denilmiştir. Nitekim; " Üstüste döküldüler" kelimesinin aslen; şeklinde olma; " Gözyaşlarını ardıardına sildi" kelimesinin aslen; olması gibi. Bu açıklamayı ez-Zeccâc ve başkaları yapmıştır.

(.........) aslında bir şeyi kökünden koparmaktır. Mesela saçını dibten kesti, demek için denilir. Ebû Kays b. el-Eslet der ki:

"Miğfer başımı kazıdı artık,

Çok hafif uyku dışında, uykunun zerresini dahi tatmıyorum."

(........) ise; hiçbir verimi olmayan kupkuru bir yıl demektir. Şair Cerir de der ki:

"Büsbütün verimsiz yılın ve kıtlığın önüne katıp sürüklediği kimse,

Hiçbir minnet de duymaksızın (nimeti) inkâr da etmeksizin size sığınır."

Şair sanki burada kıtlık yılı anlamına gelen; kelimesini kullanmak isterken kafiye dolayısıyla; " Kurt" kelimesini kullanmış gibidir.

Buna göre; "Gerçek ortaya çıktı" ifadesi açıkça ortaya çıkması ve sağlamca yerleşip, sebat bulması dolayısıyla batıldan ayrıldı, anlamına gelir. Şair der ki:

"Benden Hidâş'a şu haberi ulaştıracak yok mu?

Şüphesiz ki o, hak ortaya açıkça çıktığında çok yalan söyleyen ve zalim birisidir."

Bu fiilin; "Hisse, pay" kelimesinden türediği de söylenmiştir. Buna göre; Hakkın, gerçeğin payı, batılın payından ayırdedilmiş, açıkça ortaya çıkmış bulunuyor, anlamına gelir.

Mücahid ve Katâde der ki; Bu ifadenin aslı, Arapların; kökten saçını kopardı, anlamında kullandıkları: sözlerinden alınmıştır. Bir yerden pay alarak kopartılan parçaya denilen "hisse" de buradan gelmektedir. Esreli olarak ise toprak ve taş anlamındadır. Bu açıklamaları el-Cevherî nakletmiştir.

"Ben ondan murad almak istemiştim. Şüphesiz o doğru söyleyenlerdendir.” Bu, -Hazret-i Yûsuf buna dair soru sormamış olsa dahi- kadının tevbesini açığa vurması, Hazret-i Yûsuf’un doğruluğunu, şeref ve haysiyetini gerçekten ifade etmesi anlamındadır. Çünkü ikrarda bulunan bir kimsenin kendi aleyhindeki ikrarı, başkasının onun aleyhindeki şahitliğinden daha güçlüdür. Böylelikle yüce Allah, Hazret-i Yûsuf’un doğruluğunu ortaya koymak için hem şahitliği, hem İkrarı bir arada toplamış bulunmaktadır. Öyle ki hiçbir kimsenin hatırına kötü bir zan gelmesin ve en ufak bir şüpheye kapılmasın.

(kadınlar için) durumunuz ile (kadınlar için) "murad almak istediniz" Hitab fiillerindeki "nun"un şeddeli gelmesi, müzekker fiildeki "mim" ile "vav"ın yerinde olduğundan Çoğul için gelen "mira'den sonra gelen çoğul "vav"ı muhatab müzekkerde hazfedilir ve "mim" sakin okunur. Kurtubî buna işaret etmektedir dolayıdır.

52

"Bu, gıyabında ona hıyanet etmediğimi ve Allah'ın hainlerin hilesini şüphesiz hidayete erdirmeyeceğini, onun da bilmesi içindi."

"Bu gıyabında ona hıyanet etmediğimi... bilmesi içindi." Sözlerini kimin söylediği hususunda görüş ayrılığı vardır. Bu sözlerin de Aziz'in karısının sözlerinin bir bölümü olduğu ve daha önce söylediği belirtilen:

"Şimdi gerçek ortaya çıktı" (Yûsuf, 12/50) sözlerinin devamı olduğu söylenmiştir. Yani ben doğruyu ikrar edip söylüyorum ki; gıyabında -yani ona yalan söyleyerek ona hainlik etmediğimi, yokluğunda ondan kötü bir şekilde söz etmediğimi, aksine doğru söyleyerek hainlikten uzaklaştığımı bilmesi İçindi.

53

"Bununla beraber ben nefisimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis şüphesiz var gücüyle kötülüğü emredicidir. Rabbimin rahmet edip rahmet ettiği müstesna. Çünkü Rabbim günahları bağışlayandır, merhamet edendir."

Arkasından:

"Bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum" dedi. Aksine ondan murad almak isteyen ben idim.

Bu açıklamaya göre Aziz'in karısı bu işi kimin yaptığını ikrar etmiş oluyor. Bundan dolayı da daha sonra:

"Çünkü Rabbim günahları bağışlayandır, merhamet edendir" diye eklemiştir.

Bir diğer görüşe göre bu sözler Hazret-i Yûsuf’un sözleridir. Yani Yûsuf dedi Benim elçiyi geri çevirmemin sebebi, Aziz'in benim kendisine gıyabında nıyanet etmediğimi bilmesi içindi. Bu açıklamayı el-Hasen, Katâde ve başkaları yapmıştır.

"Gıyabında" İse o hazır değilken, o butunmuyorken anlamındadır. Hazret-i Yûsuf bu sözleri hükümdarın huzurunda söylemişti.

"Bilmesi İçindi" fiilini ise gaib olarak kullanması hükümdarı saymasından dolayı idi.

Şöyle de açıklanmıştır: Hazret-i Yûsuf bu sözleri elçi kendisine henüz hapiste iken geri döndüğünde söylemişti. İbn Abbâs dedi ki: Elçi, Hazret-i Yûsuf’a durumu haber vermek için geldi. O sırada Cebrâîl onunla birlikte konuşuyordu. Bunun üzerine Hazret-i Yûsuf:

"Bu gıyabında ona hıyanet etmediğimi ve Allah'ın hainlerin hilesini şüphesiz hidayete irdirmeyeceğini onunda bilmesi içindi" dedi. Yani ben efendime gıyabında iken hıyanet etmedim. Bunun üzerine Hazret-i Cebrâîl ona şöyle dedi: Ey Yûsuf! Peştemalını çözdüğün ve erkeğin karısının önünde oturduğu gibi oturduğun zaman dahi de mi deyince, Hazret-i Yûsuf da:

"Bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum" âyetinde sözü geçenleri söyledi.

es-SÜddî der ki: Yûsuf'a, ey Yûsuf! sen şalvarının uçkurunu çözdüğün zamanda mı, diyen Aziz'in karışıdır. Bunun üzerine de Yûsuf:

"Bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum" dedi.

Bir diğer görüşe göre

"bu, gıyabında... bilmesi içindi" sözleri Aziz'in sözlerindendir. Yani bu, Yûsufun benim gıyabında ona hainlik etmediğimi ve benim onun güvenilir” bir kimse oluşunun mükâfatını vermeyi hiç hatırımdan çıkarmadığımı bilmesi içindi. "Allah'ın hainlerin hilesini hiç şüphesiz hidayete erdirmeyeceğini" âyeti da, hiç şüphesiz Allah hileleri dolayısıyla hainleri hidayete erdirmez, demektir.

Yüce Allah'ın:

"Bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum" âyetinin, kadının söylediği sözlerden olduğu söylenmiştir. el-Kuşeyrî der ki: Zahir olan şudur: Yüce Allah'ın:

"Bu... bilmesi İçindi" sözleri ile "bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum" sözleri Hazret-i Yûsuf'un sözlerindendir.

Derim ki: Eğer bu sözlerin kadının sözlerinden olma ihtimali varsa, Hazret-i Yûsufu, peştamalını ve şalvarını çözmekten yana temize çıkarmak için bu görüşü kabul etmek daha uygundur. Eğer bu sözleri Hazret-i Yûsuf'un söylediğini kabul edecek olursak, o takdirde bu önceden de yüce Allah'ın:

"O da ona meyletti" (Yûsuf, 12/24) âyeti hakkında tercih edilen görüşe işaret ettiğimiz üzere, sadece Hazret-i Yûsuf’un hatırından geçen bir söz ofarak kabul edilebilir.

Ebû Bekr el-Enbarî der ki: İnsanlar arasında "bu, gıyabında ona hıyanet etmediğimi... bilmesi İçindi" âyetinden itibaren "çünkü Rabbim günahları bağışlayandır, merhamet edendir" âyetine kadar nakledilen sözlerin, Aziz"in hanımının söylediği sözlerdendir, diyen kimseler vardır. Çünkü bu âyetler Aziz'in karısının söylediği: "Ben ondan murad almak istemiştim. Şüphesiz o doğru söyleyenlerdendir" sözlerinden sonra gelmektedir. Hazret-i Yûsuf'un meylettiğini kabul etmeyenlerin görüşü budur. İşte bu görüşte olanların kanaatlerini esas alanlar derler ki: Yüce Allah'ın:

"Aziz'in karısı da şöyle dedi" âyetinden itibaren "çünkü Rabbim günahları bağışlayandır, merhamet edendir" âyetine kadar birbirine bağlı sözlerdir. Bu sözler arasında gerçek anlamıyla tam bir vakıf yapılmaz. Ancak bizler bu görüşü tercih etmiyor ve bu kanaati beni ms ey emiyoruz.

el-Hasen der ki: Hazret-i Yûsuf: “Bu, gıyabında ona hıyanet etmediğimi... bilmesi içindi" deyince, Allah'ın peygamberi kendi nefsini temize çıkarmaktan hoşlanmadığından, hemen akabinde "bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum" deyiverdi. Çünkü kişinin nefsini temize çıkarması yerilmiş bir davranıştır. Yüce Allah da:

"Artık kendinizi temize çıkarmayın." (en-Necm,53/32) diye buyurmaktadır. Zaten biz bunu daha önce Nisa Sûresi'nde (4/49. âyet, 2. başlıkta) açıklamış bulunuyoruz.

Bunun Aziz'in söylediği sözlerden olduğu da söylenmiştir. Yani ben Yûsuf hakkında kötü zan beslemiş olmaktan nefsimi temize çıkarmıyorum, demektir.

"Çünkü nefis hiç şüphesiz var gücüyle kötülüğü emredicidir" kötülüğü arzu eder.

'Rabbimin rahmet edip rahmet ettiği müstesna" âyeti ise istisna olarak nasb mahallindedir. ise "Kimse" anlamındadır. Yani Rabbimin rahmetiyle merhamet edip koruduğu kimse müstesna demektir. ....nın " Kimse" anlamında kullanılması, çokça görülen bir husustur. Nitekim yüce Allah:

"Size helal olan kadınlardan... nikâhlayınız" (en-Nisa, 4/3) âyetinde de böyledir. Bu âyetteki istisna munkatıdır. Çünkü Allah'ın koruması suretiyle merhamet eylediği kimseler kötülüğü emreden nefisten istisna edilmiştir.

Haberde nakledildiğine göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kendisine ikramda bulunup onu yedirdiğiniz ve giydirdiğiniz takdirde sizi alabildiğine kötülüğe götüren, buna karşılık kendisini küçük düşürdüğünüz, çıplak bıraktığınız, aç bıraktığınız takdirde ise sizi son derece ileri hayra götüren bir arkadaşınız hakkında ne dersiniz?" Onlar Ey Allah'ın Rasûlü! Bu yeryüzündeki en kötü arkadaştır, dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim, şüphesiz ki o böğürleriniz arasında bulunan nefislerinizdir.” Kaynağını tesbil edemedik.

54

Hükümdar dedi ki: "Onu bana getirin, onu kendime en yakınlardan kılayım. Onanla konuşunca da şöyle dedi: "Sen bugün bizim nezdimizde önemli bir mevki sahibisin, eminsin."

"Hükümdar dedi ki: Onu bana getirin, onu kendime en yakınlardan kılayım." Hükümdar Hazret-i Yûsuf’a nisbet edilen günahtan uzak olduğunu kesin olarak anlayıp bu hususta onun güvenilir bir kimse olduğunu gerçekten tesbit edince, aynı şekilde Hazret-i Yûsuf’un ne kadar sabırlı, ne kadar metanetli olduğunu da kavrayınca, nezdinde Hazret-i Yûsuf’un mevkii oldukça büyüdü, onun oldukça güzel hasletlere sahib olduğunu kesinlikle anladı ve dedi ki:

"Onu bana getirin, onü kendime en yakınlardan kılayım." Hükümdarın daha önceden onun durumunu kesin olarak bildiğinde:

"Onu bana getirin" demekle yetindiğine, He. Yûsuf da İkinci olarak yaptıklarını yaptıktan sonra bu sefer hükümdarın:

"Onu bana getirin, onu kendime en yakınlardan kılayım" dediğine dikkat etmek gerekir.

Vehb b. Münebbih'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Hazret-i Yûsuf çağırıldığında kapıda durup şöyle dedi: Yarattıklarına karşı Rabbim bana yeter. O'nun himayesi güçlüdür, O'na övgüler yücedir, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Sonra içeri girdi, hükümdara bakınca, hükümdar tahtından İnip önünde secdeye kapandı. Daha sonra hükümdar onu kendisiyle birlikte tahtına oturttu ve:

"Sen bugün bizim nezdimizde önemli bir mevki sahibisin, eminsin" dedi. Hazret-i Yûsuf da ona: "Beni ülkenin hazineleri üzerine tayin et. Çünkü ben" o hazineleri "İyice koruyanım' onların ne şekilde idare edileceğini çok iyi

"bilenim, dedi." (Yûsuf, 12/55)

Denildiğine göre hesabı iyice koruyan ve dilleri iyice bilenim, demektir. Haberde nakledildiğine göre; "Allah kardeşim Yûsufa rahmet eylesin. Eğer beni yeryüzü hazinelerinin üzerine tayin et, dememiş olsaydı, derhal onu tayin edip görevlendirecekti. Fakat bu sözü bir sene işi geciktirdi."

Denildiğine göre onu hükümdarlığa getirmesi bir seneye kadar geciktirmesinin sebebi, inşaattan demediğinden dolayıdır.

Bu olay (kıssa) ile ilgili şöyle denilmiştir: Hazret-i Yûsuf, hükümdarın huzuruna girince şöyle dedi: Allah'ım ben, Sen'in hayrın ile bunun hayrından dilerim, Bunun da şerrinden, başkasının da şerrinden Sana sığınırım. Sonra hükümdara Arapça selam verdi. Hükümdar: Bu dil de ne oluyor? deyince, Hazret-i Yûsuf: Bu amcanı İsmail'in dilidir, dedi. Sonra ona İbranice dua etti. Bu sefer: Bu dil ne oluyor? deyince, Hazret-i Yûsuf: Bu da atalarım İbrahim, İshak ve Ya'kub'un dilidir dedi.

Hükümdar da yetmiş dili konuşurdu. Hükümdar bir dille konuştukça, Hazret-i

Yûsuf da o dille ona cevap verirdi. Hükümdar, Hazret-i Yûsuf'un bu İşine hayret etti. O sırada Hazret-i Yûsuf otuz yaşında idi.

Daha sonra hükümdar onu tahtına oturtarak şöyle dedi: Gördüğüm rüyayı bir de senden dinlemek istiyorum deyince, Hazret-i Yûsuf şöyle dedi: Peki ey hükümdar, sen siyah beyaz renkli, alınlarında beyazlık bulunan oldukça güzel yedi inek gördün. Önün açıldı ve onların Nil'in kıyısından çıkarak, memelerinden sütler aka aka sana göründüler. Sen onlara bakıp güzelliklerinden hayrete düşmüş iken bu sefer Nil kuruyuverdî, suyu çekildi ve yatağının dibi göründü. Çamurundan yedi tane oldukça zayıf, kirli, toza bulanmış, karınları içe çekilmiş, memeleri, butları olmayan buna karşılık azı dişleri ve öğütücü dişleri bulunan el ayaları köpeklerinkini andıran, burunları yırtıcı hayvanlarınkine benzeyen yedi inek daha gördün. Bu yedi inek semiz ineklere karıştı, yırtıcı hayvanlar gibi onlara saldırdı. Semiz ineklerin etlerini yediler, derilerini parça parça ettiler, kemiklerini ufaladılar, beyinlerini emdiler. Sen bu şekilde bakıp bu ineklerin zayıf olmalarına, diğerlerini mağlup etmelerine rağmen hiçbir şekilde şişmanlamayıp onları yedikten sonra kilolarının artmayışına hayret ediyorken, bu sefer oldukça taze, yumuşak, tane ve su ile dolu yedi yeşil başak gördün. Onların yanı başlarında ise içlerinde hiçbir su ve hiçbir yeşillik bulunmayan fakat onlarla aynı yerde bitmiş, yedi kuru başak gördün. Bu kuru başakların kökleri toprak ve suyun içerisine gömülmüştü. Sen kendi kendine: Bu da ne oluyor? Bu başaklar verimli ve yeşildir, diğerleri ise siyah ve kurudur. Halbuki hepsi de aynı yerde bitmektedir, hepsinin de kökleri suda bulunmaktadır, diye düşünüyorken aniden bir rüzgar esti, siyah ve kuru başakların yapraklarını meyveli ve yeşil başakların üzerine sallallahü aleyhi ve sellemurdu. O yeşil başakları ateşe vererek onları yaktı, Böylelikle o yeşil başaklar da siyah ve tozlu oldu. Ey Hükümdar! Sen de dehşete düştün.

Bunun üzerine hükümdar şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, bu rüya her ne kadar hayret edilecek bir şey idiyse de senden bu işittiklerimden daha hayret verici değildir, Peki ey doğru sözlü, bu rüyam hakkındaki görüşün nedir?

Hazret-i Yûsuf şöyle dedi: Görüşüme göre yiyecek (buğday) topla ve bu verimli yıllar boyunca çokça ekin ek. Çünkü sen eğer bir taşa ve çorak bir yere ekecek olsan dahi oradan bile bitki biter. Allah onu büyütür ve bereketlendirir. Daha sonra ekini başağı ve sapı ile birlikte saklamak üzere büyük mahzenler yaparsın. Böylelikle sap ve başak hayvanlara yem olur, tanesi de insanlara yiyecek olur. Diğer taraftan insanlara kendi yiyecek ve mahsullerinden beşte birini senin mahzenlerine kaldırmalarını emret. Senin bu toplayacağın yiyecekler Mısır halkına ve çevrelerindekilere yeterli olacaktır. İnsanlar çevrendeki bölgelerden gelip senden azık isteyecekler. Senin yanında ise senden önce hiçbir kimsenin toplayamadığı kadar hazinelerin toplanacak.

Bunun üzerine hükümdar şöyle dedi: Peki benim bütün bu işlerimi kim idare edebilecek? Eğer ben bütün Mısır halkını toplayacak olsam dahi, buna güç yetinemezler ve bu hususta onlara güven olamaz. Bu sırada Yûsuf (aleyhisselâm):

"Beni ülkenin hazineleri üzerine tayin et" (Yûsuf, 12/55) dedi. Yani hükmettiğin toprakların hazinelerine.

Buradaki; Hazineler" kelimesi ın çoğulu olup, "elard: ülkenin" başındaki elif-lâm, İzafe (senin ülkenin izafesinin) yerine geçmiştir. en-Nâbiğa'nın şu beyitinde olduğu gibi:

"Onların cömertlik olarak öyle bir özellikleri vardır ki Allah onu

Onlardan başkasına vermemiştir, rüyaları da hiç yalan çıkmaz."

" onu kendime en yakınlardan kılayım" âyeti emrin cevabı olduğundan dolayı fiil cezm edilmiştir. Bu da daha önce geçen:

"Bu gıyabında ona hıyanet etmediğimi... bilmesi içindi" (Yûsuf, 12/55) sözlerini Hazret-i Yûsuf’un zindanda iken söylendiğinin delilidir. Bununla birlikte hükümdarın huzurunda söylenmiş olma ihtimali de vardır. Daha sonra bir başka mecliste de hükümdar te'kid olmak üzere: "Onu bana getirin, onu kendime en yakınlardan kılayım" demiştir. Yani ben onu kendime hfas olarak görevlendireyim ve ülkemin bütün işlerini ona havale edeyim.

Bunun üzerine gidip Hazret-i Yûsuf'u beraberlerinde getirdiler. Buna da yüce Allah'ın:

"Onunla konuşunca" yani hükümdar Yûsuf ile konuşarak, rüyaya dair ona soru sorup Hazret-i Yûsuf da cevap verince, hükümdar "da şöyle dedi: Sen bugün bizim nezdimizde önemli bir mevki sahibisin." Yani sözü geçerli ve İktidar sahibi bir kimsesin "eminsin" sana hainlik edileceğinden, sana verilen sözde durulmayacağından yana korkun olmasın.

55

"Dedi ki: Beni ülkelerin hazineleri üzerine tayin et. Çünkü ben iyice koruyanım, bilenim."

Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Yeryüzünün Hazineleri Üzerindeki Görev:

Yüce Allah'ın:

"Dedi ki: Beni ülkelerinin hazineleri üzerine tayin et" âyeti ile ilgili olarak Said b. Mansur dedi ki: Ben Malik b. Enes'i şöyle derken dinledim: Mısır yeryüzünün deposudur. Sen yüce Allah'ın:

"Beni ülkelerinin hazineleri üzerine tayin et" yani onları korumak üzere tayin et, dediğini duymadın mı? Burada

"korumak" anlamındaki muzaf hazfedilmiştir.

"Çünkü ben" başına getirildiğim görevi

"iyice koruyanım" bu görevin gerektirdiği şeyleri

"bilenim." Tefsirde şöyle denilmektedir: Ben iyi hesab bilenim ve iyi bir kâtibim. Denildiğine göre o ilk defter tutan ve onlara yazı yazandır.

Şöyle de açıklanmıştır: Ben gıda maddelerini takdir ve tesbit etmekte "iyice koruyanım" açlık yıllarını çok iyi "bilenim" demektir.

Cuveybir, ed-Dahhak'tan naklen, o İbn Abbâs'tan dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah kardeşim Yûsufa rahmet eylesin. Eğer beni yeryüzü hazinelerinin başına getir, dememiş olsaydı, onu derhal bu işin başına getirirdi. Fakat böyle demesi onu bir sene geciktirdi." Hadis olarak tesbit edemedik

İbn Abbâs der ki: Hazret-i Yûsuf’un emirliği istediği gün üzerinden tam bir sene geçince ona taç giydirdi ve ona kendi kılıcını kuşandırdı, ona altından bir taht hazırladı. Bu taht inci ve yakutla süslüydü. Üzerine kalın ipekten bir elbise giydirdi. Oturduğu tahtın uzunluğu otuz zira, eni on zira idi. Üzerinde otuz döşek, altmış tane de yastık vardı. Daha sonra ona dışarı çıkmasını emretti. O da dışarıya başında taç olduğu halde çıktı. Kar gibi beyaz bir teni ve ayı andıran bir yüzü vardı. Onun yüzüne bakan yüzünün berrak rengini görürdü. Tahta oturdu ve bütün hükümdarlar ona itaat etti. Diğer Mısır hükümdarı ise evine hanımlarının yanına gitti ve Mısır'ın yönetim işini Hazret-i Yûsufa havale etti. Kıtfîr'i görevinden alarak Yûsuf'u onun yerine tayin etti.

İbn Zeyd der ki: Mısır hükümdarı Fir'avun'un yiyeceklerin dışında pek çok hazineleri de vardı. O bütün yetkisini Yûsufa teslim etmişti, o günlerde de Kıtfîr öldü. Hükümdar Hazret-i Yûsuf’u Aziz'in karısı Raîl ile evlendirdi. Onun yanına girdiğinde: Bu senin daha önce istemiş olduğun şeyden daha hayırlı değil mi? dedi. Hanımı: Ey doğru sözlü, beni kınama. Ben senin gördüğün gibi güzel bir kadın idim, fakat benim eski kocam ise kadınlara yaklaşamıyordu ve sen de Allah'ın sana verdiği böyle bir güzelliğe sahip idin, o bakımdan ben senin etkinin altına girdim. Hazret-i Yûsuf, Raîl'in bakire olduğunu gördü. Hazret-i Yûsuf'un ondan ifraîm ve Menşa' İsimlerinda iki oğlu oldu.

Vehb b. Münebbih de der ki: Yûsuf’un Aziz'in karısı Zeliha ile evlenmesi kardeşlerinin Mısır'a iki girişi arasındaki sürede olmuştu. Şöyle ki Zeliha'nın kocası, Yûsuf henüz hapisteyken ölmüştü. Elindeki malı gitmiş ve Yûsuf'a ağladığından gözleri de kör olmuştu. Zeliha insanlardan dilenir olmuştu, onlardan kimisi o kadına acıyor, kimisi de acımıyordu. Yûsuf ise haftada bir kavminin büyüklerinden yaklaşık yüz kişilik bir kafile ile birlikte bineklere binerek çıkıyorlardı.

Kadına: Onun görüneceği bir yerde bulunsan, belki bir şeyler vererek senin yardımına koşar.

Daha sonra ona: Hayır böyle bir şey yapma, belki bu sefer daha önce senin ona karşı yaptığın, ondan murad almak, hapse atılması gibi hususları hatırlar. Bu sefer sana kötülük yapar.

Zeliha: Ben sevdiğimin huyunu sizden daha iyi bilirim, dedi. Daha sonra kafilesiyle birlikte çıkacağı vakte kadar ona görünmedi. Kafileyle birlikte çıktığı sırada, bulunduğu yerde ayağa kalkıp sesi çıkabildiği kadar şöyle dedi: Masiyetleri sebebiyle hükümdarları köle yapan, itaatleri sebebiyle de köleleri hükümdar yapanın şanı ne yücedir!

Hazret-i Yûsuf: Bu ne oluyor? deyince, onu yanına getirdiler. Kadın: Ayaklarınla sana hizmet eden, elleriyle saçlarını tarıyan kadın benim. Sen benim evimde büyüdün, sana iyi baktım, fakat ben cehlimden ve haddi aşkınlığımdan ötürü malum kusurları işledim. Yaptığım bu işin vebalini çektim, mahm da gitti, gücüm sarsıldı, zilletim uzadı, gözüm kör oldu. Mısır ahalisi arasında gıbta olunan bir kadınken şimdi onların acıdığı bir kadın oldum. İnsanlardan avuç açıp dileniyorum, kimisi bana acıyıp merhamet ediyor, kimisi acımıyor. İşte fesad çıkartanların cezası budur.

Yûsuf uzun uzun ağladı, sonra ona şöyle dedi: Peki eskiden kalbinde bana karşı duyduğun sevgiden şu anda içinde bir şeyler artık hissedebiliyor musun? Kadın şu cevabı verdi: Allah'a yemin ederim, yüzüne bir defa bakmak benim için dünyadan ve ondaki her şeyden daha sevdiğim bir şeydir, ama sen bunun yerine, bana kamçının bir ucunu elime ver. Kamçının ucunu eline verdi, kadın onu alıp göğsünün üzerine koydu. Hazret-i Yûsuf kalbinin hafakanından dolayı, elinde kamçının sallandığını gördü, ağladı. Sonra da evine gitti.

Kadına bir elçi gönderdi: Eğer dul isen seninle evlenebilirim, eğer evli isen seni ihtiyaçtan kurtarabilirim. Kadın elçiye: Hükümdarın benimle alay etmesinden Allah'a sığınırım. O ben gençken, zenginken, malım ve gücüm yerindeyken beni istememişti de bugün acuze, kör ve fakir bir kadınken mi beni istiyor.

Elçi Hazret-i Yûsuf’a kadının söylediklerini bildirdi. İkinci hafta Hazret-i Yûsuf kafilesiyle birlikte çıkınca yine kadın yoluna çıktı. Bu sefer Hazret-i Yûsuf ona şöyle dedi: Elçi sana bizim söylediklerimizi bildirmedi mi? Kadın: Ben de sana bir defa yüzüne bakmamın benim için dünyadan ve dünyadaki herşeyden daha sevimli olduğunu söylemiştim. Bunun üzerine Hazret-i Yûsuf emir verdi, kılık kıyafeti düzeltilerek hazırlandı. Sonra da Hazret-i Yûsuf’a zifafa getirildi. Hazret-i Yûsuf kalkıp namaz kıldı, Allah'a dua etti. Zeliha da arkasında durdu. Yüce Allah'tan ona gençliğini, güzelliğini ve gözlerini iade etmesini diledi, Allah da ona gençliğini, güzelliğini ve gözlerini iade etti. O kadar ki ondan murad almak istediği günden daha da güzel oldu.

Bu ise Allah'ın haramlarından uzak kalıp iffetini muhafaza etmesine karşılık Allah'ın Hazret-i Yûsuf’a bir lutfu idi. Hazret-i Yûsuf ona yaklaştığında bakire olduğunu gördü. Ona durumu sorunca kadın şu cevabı verdi: Ey Allah'ın Peygamberi! Kocam kısırdı, kadınlara yaklaşamıyordu. Sen ise anlatılamayacak derecede bir güzelliğe sahiptin.

Böylelikle rahat ve huzur içerisinde yaşadılar. Hergün Allah onları yeni bir hayırla karşı karşıya getiriyordu. Hazret-i Yûsufun ondan îfraîm ve Menşâ adında iki oğlu oldu.

Nakledilen rivâyetler arasında şu da vardır: Yüce Allah Hazret-i Yûsuf'un kalbine hanımının kalbindeki sevgisinin kat kat fazlasını koydu ve ona şöyle dedi: Sana ne oluyor ki ilk seferki gibi beni sevmiyorsun deyince, kadın ona şu cevabı vermişti: Yüce Allah'ın sevgisinin tadını aldıktan sonra bu beni herşeyden Nakledilen bu rivâyetlerin sağlam bir dayanakları olmadığı gibi; ilâhi âyetlerin anlaşılmalarında olumlu her hangi bir katkıları da yoktur. alıkoydu.

2- Hazret-i Yûsuf’un Görev Alması İle İlgili Görüşler Ve Hükümler:

Kimi ilim adamı der ki: Bu âyet-i kerîmeden, faziletli bir insanın facir bir kimseye ve kâfir bir yöneticiye iş yapmasının mubah olduğu anlaşılmaktadır. Ancak kendisine verilen işte bu görevi verenin kendisine karşı çıkmayacağının bilinmesi şarttır. Dolayısıyla göreve getirilen bu salih insan o işte dilediği gibi ıslahat yapabilmelidir. Şayet salih insanın işleri facir kimsenin tercihi, arzuları ve fücuruna göre yapılacaksa böyle bir şey câiz olmaz.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Böyle bir iş Hazret-i Yûsuf’a has idi. Bugün böyle bir şey câiz değildir. Ancak birinci görüş sözünü ettiğimiz şarta bağlı kalmak kaydıyla daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

el-Maverdî der ki: Şayet görev başına getiren kişi zalim ise, insanlar onun verdiği görevi kabul etmenin câiz olup olmadığı hususunda iki ayrı görüş ortaya atmışlardır.

Bu iki görüşten birisine göre göreve getirilen kişi görevinde hakka göre amelde bulunursa caizdir. Çünkü Hazret-i Yûsuf Fir'avun tarafından görev başına getirilmiştir ve çünkü Hazret-i Yûsuf için göz önünde bulundurulması gereken bizzat kendisinin fiili ve uygulamasıdır. Başkasının fiili değildir.

İkinci görüşe göre ise, böyle bir görevin kabul edilmesi câiz değildir. Çünkü onların verdikleri görevler kabul edilmek suretiyle zâlimlere yardım edilmiş olur, onların işleri kabul edilerek o zâlimler tezkiye edilmiş olurlar.

Bu görüşü kabul edenler Hazret-i Yûsuf’un Fir'avun'un tevcih ettiği görevi kabul etmesi ile ilgili iki türlü cevap verirler:

1- Hazret-i Yûsuf'un dönemindeki Fir'avun salih bir kişi idi. Azgın kişi Hazret-i Mûsa dönemindeki Fir'avun'du.

2- Hazret-i Yûsuf onun amel ve işlerini değil, mülklerinin nezaretini üstlenmişti. O bakımdan bu konuda Hazret-i Yûsuf'un sorumlu olması söz konusu değildir.

el-Maverdî der ki: Bu iki görüşün mutlak olarak kabul edilmesinden ziyade daha sahih olan zalim tarafından tevcih edilen görevin üç kısma ayrılarak ele alınmasıdır.

1- Bu işe ehil olan kimselerin, bu işi yerine getirmeleri esnasında içtihada bağlı olmaksızın yapabilmeleri câiz olan işler. Zekat ve sadakalar gibi görevlerin zâlimlerden alınması caizdir. Çünkü bu gibi şeylere dair hak sahipleri ile alakalı nass, bu konuda ayrıca içtihada yer bırakmamaktadır. Bu işin erbabı olan kimselerin bunu tek başına yapabilmelerinin câiz olması da başkalarını taklide gerek bırakmamaktadır.

2- Tek başlarına kararlaştırıp yapmaları câiz olmayan ve harcama yeri konusunda içtihad gereken işler. Fey' malları gibi. Bu malların dağıtımı ile ilgili görevin zalim bir kimseden alınması câiz değildir. Çünkü zalim hak olmayan şekilde tasarrufta bulunur ve hakedilmeyen hususlarda da İçtihad eder.

3- Ehil kimselerin kabul etmeleri câiz olan ve içtihadın da söz konusu olduğu görevler. Bir takım kazai meseleler ve ahkâma dair hususların görevi gibi. Böyle bir durumda görev başına getirme akdr geçersizdir. Eğer bu işlere bakmak karşılıklı olarak razı olan iki kişi arasındaki bir hükmü uygulamak için ise yahut mecbur kalmış iki kişi arasında bir vasıta olmak durumunda ise câiz olur. Şayet bu görev dolayısıyla verilecek hüküm bağlayıcılık ve zorlayıcılık ifade ediyor ise, câiz olmaz.

3- Bir Kimsenin Ehli Olduğu Bir Göreve Talib Olması:

Yine âyet-i kerîme bir kimsenin ehil olduğu bir göreve talib olmasının câiz olduğuna delil teşkil etmektedir. Denilse ki: Müslim, Abdu'r-Rahmân b. Semura'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana şöyle buyurdu: "Ey Abdu'r-Rahmân, emirliği isteme! Çünkü eğer sen istedin diye emirlik sana verilecek olursa, sen o işinle başbaşa bırakılırsın. Şayet o emirliği İstemeksizin sana verilecek olursa, o göreve karşı sana yardım olunur." Buhâri, Eymân 1, Keffârât 10, Ahkâm 5, 6; Müslim, İmâre 13, Eymân 19; Ebû Davûd, Harâc ve İmâre 2; Nesâi, Âdâbu'l-Kuctât 5; Dârimî, Nüzfır 9\ Müsned, V, 62-63

Ebû Burde'den dedi ki: Ebû Mûsa (el-Eşârî) dedi ki: Beraberimde Eş'arîlerden iki kişi ile birlikte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın huzuruna vardım. Bu iki kişiden birisi sağımda, birisi solumda idi. Her ikisi de (kendilerine) görev verilmesini istediler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise misvaklanıyordu. "Ey Ebû Mûsa! -veya: Ey Abdullah b. Kays-" ne dersin?" diye buyurdu. Ebû Mûsa dedi ki: Ben de: Seni hak ile gönderen hakkı için yemin ederim. Bana içlerinde neyi sakladıklarını bildirmemişlerdi ve ben onların görev isteyeceklerinin farkına bile varmadım. Şimdi misvakının, büzülmüş dudağı altında iken onu görüyor gibiyim. Şöyle buyurdu: "Biz bu işlerimizin başına onu İsteyen kimseleri görevlendirmeyiz -ya da asla görevlendirmeyiz...-" diyerek hadisin geri kalan bölümünü nakletti. Bu hadisi de yine Müslim ve başkaları rivâyet etmiştir. Buhârî, İcâre 1, İstitâbetu'l-Murteddîn 2; Müslim, İmâre 15; Ebû Dâvûd, Hudûd 1; Müsned IV, 409.

Buna verilecek cevab:

1- Yûsuf (aleyhisselâm)ın görev istemesinin sebebi adalet, ıslâh, fakirlere haklarının ulaştırılması işlerinde kendisinin yerini tutacak kimsenin olmadığını bilmesi idi. O bakımdan böyle bir işi yapmanın kendisi için farz-ı ayn olduğunu gördü. Çünkü orada ondan başka bu işi yapacak kimse yoktu. Günümüzde de hüküm aynıdır. Eğer bir kimse kendisinin hakimlikte veya hisbe görevinde hakkı uygulayacağını bilmekle beraber, onun yerini tutacak uygun bir kimse olmadığını da biliyor ise böyle bir görevi kabul etmesi onun için müteayyin (kaçınılamaz) olur. Böyle bir görevi üstlenmesi de, istemesi de icab eder. Bununla birlikte böyle bir görevi İsteme hakkını kendisine kazandıran niteliklerinden ilmi yetkinliğini, yeterliliğini vb. niteliklerini de bildirmelidir. Tıpkı Yûsuf (aleyhisselâm)in dediği gibi. Ama bu işi yapabilecek başkaları var ve başkaları buna elverişli bulunuyor, kendisi de durumu biliyor ise, evla olan görev istememesidir. Çünkü Hazret-i Peygamber Abdu'r-Rahmân b. Semura'ya: "Emirlik isteme" diye buyurmuştur. Aynı şekilde afetlerinin çokluğunu ve ondan kurtulmanın zorluğunu bilmekle birlikte bu gibi görevleri isteyip, onları almaya haris olmak, o kimsenin o görevi kendi nefsi ve maksatları için istediğinin delilidir. Bu durumda olan bir kimsenin ise nefsine yenik düşerek helâk olması, uzak bir ihtimal değildir. İşte Hazret-i Peygamber'in: "O işiyle başbaşa bırakılır" âyetinin anlamı budur. Böyle bir görevin afetlerini bildiği ve bu görevin haklarını yerine getirmekte kusurlu hareket edeceğinden korktuğu için bu görevi kabul etmeyip ondan kaçan bir kimse ise, buna rağmen böyle bir görev ile sınanacak olursa, ondan kurtulabilmesi umulur. İşte Hazret-i Peygamber'in: "Bu göreve karşı ona yardım olunur" âyetinin anlamı budur.

2- Hazret-i Yûsuf ben şerefliyim, iyi bir mevki sahibiyim dememiştir. Her ne kadar o Hazret-i Peygamber'in buyurduğu gibi "kerim oğlu kerim oğlu kerim oğlu kerim olan İbrahim oğlu İshak oğlu Ya'kub oğlu Yûsuf idiyse de yine aynı şekilde Hazret-i Yûsuf: Ben güzel ve iyi bir kimseyim de demeyerek o "çünkü ben iyice koruyanını, bilenim" demiştir ve koruyuculuk sıfatı ve ilmi dolayısıyla bu görevi istemiştir. Neseb ve güzelliğine bağlı olarak istememiştir,

3- Hazret-i Yûsuf bu sözlerini kendisini tanımayanın nezdinde söylemiştir ve kendisini tanıtmak istemiştir. Dolayısıyla bu tutumu yüce Allah'ın:

"Artık kendinizi temize çıkarmayınız" (en-Necm, 53/32) âyetinden bir istisnadır (kapsamına girmez).

4- Hazret-i Yûsuf böyle bir görevi istemenin kendisi İçin farz-ı ayn olduğunu görmüştür. Çünkü orada bu göreve lâyık ondan başka kimse yoktu. Daha kuvvetli görülen görüş de budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

4- İnsanın Sahip Olduğu Nitelikleriyle Kendisini Tanıtması:

Yine âyet-i kerîme insanın kendisini sahip olduğu ilim ve fazilet nitelikleriyle vasfetmesinin câiz olduğuna delildir. el-Maverdî der ki: Ancak bu bütün niteliklerde genel olarak ve mutlak değildir. Bu durumun özel şartları vardır ki, kişinin akrabalık hukukunu gözetmesi yahut zahiren bir kazanca taalluk etmesi hallerine has bir durumdur. Bunun dışındaki hallerde ise bu yasaktır. Çünkü bu durumda insan kendisini tezkiye etmiş, temize çıkarmış, riyakârlık yapmış olabilir. Eğer ondan daha faziletli olan bir kimse onun özelliklerini söyleyecek olsa, elbetteki bu o kimsenin faziletine daha yakışır. Ama Hazret-i Yûsuf önceden başından geçenler ve aile efradına kavuşabilme umudu gibi sebebler dolayısıyla zaruret gereği, kendisini bu şekilde takdim etmiş Buradaki açıklamalara ek olarak İbnu'l-Arâbi’nin sözkonusu ettiği bir husus daha vardır: "Yûsuf (aleyhisselâm), mü’min ve peygamber olduğu halde, kâfirin vereceği bir görevi almayı nasıl câiz görmüştür?" sorusuna kısaca şu cevabı vermektedir: "Onun sözlerinin anlamı, görev istemek değildi: O göreve kentlisi geçmek için, istediği o makamı boşaltmasını istemişti..." İbnu'l-Arabî, bu görüşünün doğruluğuna da bir sonraki âyet olan 56, âyet-î kerimesini delil göstermektedir. İbnul-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, III, 1092. idi.

56

İşte böylece o yerde Yûsuf’a iktidar verdik. O, orada dilediği yerde konaklardı. Rahmetimizi dilediğimize veririz, iyi hareket edenlerin de ecrini boşa çıkarmayız.

"İşte böylece o yerde Yûsuf’a iktidar verdik. O, orada dilediği yerde konaklardı." Yani onu hükümdarın kalbine yaklaştırmak, onu hapisten kurtarmak suretiyle, ona nimetler ihsan etmiş olduğumuz gibi aynı şekilde ona yeryüzünde imkân da verdik. Yani onu dilediğini gerçekleştirebilme İktidarına sahip kıldık.

el-Kiyâ et-Taberî der ki: Bu âyette, mubah olan bir şeye, başkasının gıbta edeceği bir duruma, salah bulunan bir hale ve hakları elde etmeye ulaşmak hususunda hile (yol ve çare) aramanın, câiz olduğuna delil vardır. Yüce Allah'ın:

"Eline bir demet sap al, onunla vur ve yeminini bozma!". (Sâd, 38/44) âyeti da bunun gibidir. Ebû Saîd el-Hudrî'nin, Hayber'deki âmil İle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a ödediği hurma ve söylediği sözler ile ilgili hadis de bu kabildendir. Buhârî, Buyû’ 89, Vekâlet 3, Meğazî 39, İ'tisam 20; Müslim, Müsâkat 94, 95; Dârimî, Buyu 40; Muvatta’, Büyü 20, 21; Müsned, III, 45'te şıs anlamdaki bir hadis kaydedilmektedir; Hazret-i Peygamber'in Hayber'deki haracı toplayıp getirmek üzere atadığı amil, oldukça kaliteli hurmalar getirince; Hazret-i Peygamber; "Hayber'in tüm hurması böyle mi?" diye sorar. Âmil; hayır, bundan bir ölçek almak üzere, topladığımız adi türden iki ölçek veriyoruz, der Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun faiz olduğunu belirterek, bu uygulamaya reddeder.

Derim ki: İleride de geleceği üzere bu görüş merduttur.

"Ona iktidar verdik" anlamında ve diye kullanılır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Onları size vermediğimiz bir iktidarı vererek yeryüzünde yerleştirmiş, iktidar vermiş idik." (el-En'âm, 6/6)

Taberî der ki: Büyük hükümdar olan el-Velid b. er-Reyyân, Yûsuf’u Itfîr'in görevinin başına getirdi ve Itfir'i azletti. Mücahid der ki; Ayrıca bu büyük hükümdar Hazret-i Yûsuf’un önünde İslâm dinini kabul etti.

İbn Abbâs der ki: Hükümdar onu birbuçuk sene sonra hükümdarlığa getirdi.

Mukâtil ’in rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şayet Yûsuf ben inşaallah iyice koruyanım, bilenim demiş olsaydı, derhal hükümdarlığa getirilirdi."

Daha sonra Itfîr öldü. Hükümdar el-Velid de Hazret-i Yûsufu Itfîr'in eşi Râil ile evlendirdi. Hazret-i Yûsuf onunla gerdeğe girdiğinde bakire olduğunu gördü. Râîl'den İfraîm ve Menşâ adında iki oğlu oldu.

Bu kadının Zeliha olduğunu söyleyenler de derler ki: Hayır, Hazret-i Yûsuf onunla evlenmedi. Zeliha onu kafilesi ile birlikte görünce ağladı, sonra da: Masiyet sebebiyle hükümdarları köle yapan, itaat sebebiyle de köleleri hükümdar yapan Allah'a bamdolsun, dedi. Bunun üzerine Hazret-i Yûsuf onu da evine aldı ve onun yanında ölünceye kadar baktığı kimseler arasında bulundu. Yûsuf (aleyhisselâm) onunla evlenmedi. Bu açıklamaları da el-Maverdî zikretmiştir. Bu açıklamalar daha önce Vehb'den nakledilen açıklamalardan farklıdır, es-Sa'lebî de bunu zikretmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Hükümdar Mısır yönetim işini Hazret-i Yûsuf’a devredince, Hazret-i Yûsuf insanlara güzel bir şekilde davrandı, onları İslâm'a davet etmeye koyuldu ve kendisine îman edinceye kadar onlara daveti sürdürdü. Aralarında adeleti uyguladı, erkekler kadınlar ondan memnun kaldı, onu sevdi.

Vehb, es-Süddî, İbn Abbâs ve başkaları derler ki: Bundan sonra bolluk ve verimli yıllar girdi. Hazret-i Yûsuf insanlara tarlaları düzeltmelerini, ıslah etmelerini emretti, alabildiğine ekin ekmelerini söyledi. Mahsuller yetişince verdiği emirle mahsuller toplandı, sonra da bu mahsuller için mahzenleri inşa etti. O sene toplanan mahsuller o kadar çoktu ki, mahzenlere sığmadı. Aynı şekilde her yılın mahsullerini böylece topladı ve bu mahsulü bol yedi yıl bitene kadar böylece sürüp gitti. Daha sonra ise kıtlık ve kuraklık yılları geldi. Hazret-i Cebrâîl inerek şöyle dedi: Ey Mısır halkı aç kalınız. Allah onlara yedi yıl süreyle açlığı musallat etti.

Bazı hikmet ehli kimseler şöyle demiştir; Açlığın ve kıtlığın iki alameti vardır. Birincisi nefis yemeği adeten görülenden daha fazla sever ve önceki halinden farklı olarak daha çabuk acıkır, yeterinden fazla yiyecek ister ve alır İkincisi ise yiyecek bulunmaz ve rahatlıkla elde edilemez olur, son derece kıt olur. İşte bu iki alamet te Hazret-i Yûsuf döneminde bir araya gelmişti. Erkekler, kadınlar, çocuklar: "Açlık, açlık" diye bağrışarak uyandılar. Yiyiyor fakat doymuyorlardı. Hükümdarda uyandığında "açlık, açlık" diye bağırdı. Bunun üzerine Hazret-i Yûsuf ona dua etti. Allah da onun bu hastalığını İyileştirdi. Daha sonra Hazret-i Yûsuf bütün Mısır topraklarında: Ey insanlar diye seslendi. Sizden hiç kimse hiçbir şey ekmesin. Çünkü tohum da zayi olacak ve hiçbir şey bitmeyecektir.

Bu kıttık seneleri' anlatılamayacak kadar büyük dehşetlerle geldi.

İbn Abbâs der ki: Kıtlık başladığı sırada hükümdar gece yarısında acıkıverdi. Ey Yûsuf! Açlık, açlık diye seslendi. Hazret-i Yûsuf da: İşte kıtlık zamanları geldi, dedi. Kıtlık yıllarının ilki başlayınca bolluk yıllarında hazırlamış oldukları herşey o ilk yılda tükenip bitti. Bu sefer Mısır halkı Hazret-i Yûsuf’dan yi--yecek almaya başladılar. İlk yıl onlara nakit para karşılığında yiyecek sattı. Nihayet Mısır'da Hazret-i Yûsuf'un eline geçmedik tek bir dinar ve dirhem kalmadı.

İkinci yıl süs eşyaları ve mücevherat karşılığında onlara sattı. Kimsenin elinde mücevherat ve süs eşyası namına bir şey kalmadı.

Üçüncü yıl davar ve binek karşılığında sattı. Nihayet bütün davar ve bineklerini kendisi eline geçirdi.

Dördüncü yıl köle ve cariyelere karşılık onlara satış yaptı ve onların hepsi nihayet eline geçti.

Beşinci yıl ev ve tarlaları karşılığında satış yaptı. Bunların hepsine sahip oldu.

Altıncı yıl ise çocuklarına ve kadınlarına karşılık yiyecek sattı. Hepsini köleleştirdi.

Yedinci yıl ise bizzat kendilerinin köleliği kabul etmeleri karşılığında satış yaptı. Yedinci yılda İse Hazret-i Yûsuf’un kölesi olmadık tek bir hür ve köle kalmadı.

Bunun üzerine insanlar şöyle dedi: Allah'a yemin ederiz. Biz bundan daha üstün ve daha büyük bir mülk görmedik.

Bunun üzerine Hazret-i Yûsuf Mısır hükümdarına şöyle dedi: Rabbimin bana ihsan ve bağışında yaptıklarını nasıl buluyorsun? İşte şimdi bütün bunlar senindir. Bu konuda görüşün nedir? Hükümdar ona şöyle dedi: İşi sana havale ediyorum, sen dilediğini yap, biz sana tabiyiz. Ben sana itaatten yüz çevirecek bir kimse değilim ve ben de ancak senin kölelerinden birisiyim, senin hizmetkârlarından bir hizmetkârım.

Buna karşılık Yûsuf (aleyhisselâm) şöyle dedi: Ben onları köleleştireyim diye, onları açlıktan kurtarmadım. Ben onların başına bela olayım diye, onları beladan korumadım. Allah'ı da şahit tutarak, seni de şahit tutarak söylüyorum ki, bütün Mısır halkını hiçbir fert hariç olmamak üzere hepsini azad ediyorum. Mallarını, mülklerini onlara geri veriyorum. Senin de mat mülkünü sana benim yolumdan gitmen şartıyla geri veriyorum.

Rivâyet edildiğine göre Yûsuf (aleyhisselâm) da o yıllar zarfında yediği yemeklerle karnını doyurmadı. Kendisine: Yeryüzü hazineleri elinde olduğu halde aç mı kalıyorsun? denilince, şu cevabı verdi: Karnımı doyurursam aç olanları unutacağımdan korkarım. Hazret-i Yûsuf hükümdarın alıcısına da yemeğini günün ortasında vermesini emretti. Taki hükümdar da açlığın tadını görsün. İşte o zamandan beri hükümdarlar yemeklerini günün ortasında yemeğe başladılar.

Yüce Allah'ın:

"Rahmetimizi dilediğimize veririz” âyeti ise ihsanımızla dilediğimize veririz, demektir. Rahmet ise nimet ve ihsan demektir, "İyi hareket edenlerin de ecrini" yani mükâfatını "boşa çıkarmayız."

İbn Abbâs ve Vehb iyi hareket edenlerle, sabredenleri kastetmektedir, demişlerdir. Çünkü Hazret-i Yûsuf kuyuda iken sabretti, köle iken, zindanda iken sabretti. Kadının kendisini davet ettiği, Allah'ın haram kıldığı şeylere karşı sabretti.

el-Maverdî der ki: Hazret-i Yûsufa bu "iyi hareket edenler" halinden neyin verildiği konusunda iki farklı görüş vardır. Bir görüşe göre bu yüce Allah'ın onu sınamasına karşılık verdiği sevab ve mükâfattır. İkinci görüşe göre yüce Allah ona bunu ayrıca bir lütuf ve İhsan olmak üzere vermiştir. Bununla beraber sevab ve mükâfatı da âhirette olduğu gibi kalmıştır.

57

Âhiret mükâfatı ise îman edip de takvaya devam edenler için elbette daha hayırlıdır.

Yüce Allah'ın:

"Âhiret mükâfatı ise... daha hayırlıdır" âyetine gelince, yani bizim âhirette ona vereceklerimiz ona dünyada verdiklerimizden çok daha hayırlı ve daha fazladır. Çünkü âhiretin mükâfatı devamlıdır, dünya mükâfatı ise kesilir. Âyetin zahiri takva sahibi her mü’min hakkında umumi olduğu şeklindedir. Şu beyitler (bu konuda) nakledilmektedir:

"Allah'ın Rasûlü Yûsufda, senin gibi zulüm ve iftiraya uğrayarak

Hapsedilmiş birisine örnek alınacak bir taraf yok mu?

O bir süre hapiste güzel bir sabır ile kaldı;

Bu güzel sabrı sonunda onu hükümdar yaptı."

Şairlerden birisi de bir arkadaşına şunları yazmıştır:

"Korku dar boğazının arkasında emniyetin geniş alanı vardır.

Kendisinden dolayı sevinilen ilk şey hüznün son demidir.

O bakımdan asla ümidini kesme, çünkü yüce Allah Yûsuf’a

Zindandan kurtardıktan sonra hazinelerinin mülkünü verdi."

Yine bir şair şunu söylemiştir:

"Gelen musibetler son haddine ulaşıp da bunlardan dolayı kalpler

Eriyecek noktaya vardı mı,

Bela yerleşip teselli azaldı mı,

İşte bu son noktada kurtuluş olur."

Bu kabilden şiirler pek çoktur.

58

Yûsuf’un kardeşleri gelip onun huzuruna girdiler. O kendilerini tanıdığı halde, onlar onu tanımadılar.

Yüce Allah'ın:

"Yûsuf’un kardeşleri gelip..." âyeti, Yûsuf’un kardeşleri kıtlık musibetine duçar olduklarında azık almak kastıyla Mısır'a geldiler, demektir. Bu da Kur'ân-ı Kerîm'in oldukça mucizevî özlü ifadelerindendir.

İbn Abbâs ve başkaları derler ki: İnsanlar kıtlık ve darlık musibetine mübtelâ olup da Ken'ân diyarına da bu musibetler gelince Ya'kub (aleyhisselâm) çocuklarını azık alıp getirmek üzere gönderdi.

Hazret-i Yûsuf’un yumuşaklığı, yakınlığı, şefkat ve merhameti, adaleti ve güzel uygulamaları dört bir yana yayıldı. Hazret-i Yûsuf kıtlık baş gösterince alışveriş yapıldığında bizzat kendisi oturur ve sayılarına göre onlara yiyecek verirdi. Herbir kişi başına bir vesk veriyordu.

"Yûsuf’un kardeşleri gelip onun huzuruna girdiler. O" Yûsuf

"kendilerini tanıdığı hâlde onlar onu tanımadılar." Çünkü Yûsuf’u küçük bir çocukken terketmişlerdi. Onun köleliğinden sonra uzun bir süre geçmişken -ki bu kırk yıldı- böyle bir saltanata ulaşabileceğini hatırlarına getirmemişlerdi.

Bir diğer açıklamaya göre onu tanımayışları bu hükümdarın kâfir bir hükümdar olduğuna inanmaları idi. Bir diğer görüşe göre onun ipek elbise giydiğini, boynunda altın bir gerdanlık olduğunu, başında bir taç bulunduğunu gördüler. Mısır Fir'avunu kıyafetini giymiş buldular. Hazret-i Yûsuf ise onları önceki elbise ve kılıklarında gördü.

Bununla birlikte onların Hazret-i Yûsuf'u bir perde arkasından gördüklerinden tanımamış olmaları ihtimali de vardır.

Bir diğer açıklamaya göre onu harikulade bir durum sebebiyle tanıyamadılar. Bu da yüce Allah'ın Hazret-i Ya'kub'u imtihanlarından bir imtihanı idi.

59

Yüklerini hazırlayınca dedi ki: "Bana baba bir kardeşinizi de getirin. Görüyorsunuz ki ben ölçeği tam veriyorum ve ben misafirperverlerin en iyîsiyim.

"Yüklerini hazırlayınca" âyetinde geçen; "Hazırladı" fiili şeklinde kullanılır ki, ben onlar için yol hazırlıklarını elimden geldiğince yaptım, demektir. "Gelin çeyizi" İse gelinin kocasına götürüldüğü vakit gerek duyulan şeylere denilir. Bazı Kûfeliler ise bu kelimenin "cihaz" şeklinde "cim" harfi esreli olarak kullanılmasını da uygun karşılamışlardır. Bu âyet-i kerîmede cihaz (yol hazırlığı), Hazret-i Yûsuf’un yanından aldıkları azıktır.

es-Süddî der ki: Yûsuf'un kardeşleri ile birlikte -kendileri on kişi oldukları halde- onbir deve vardı. Hazret-i Yûsuf'a: Geride bıraktığımız bir kardeşimiz de var. Devesi de bizimle birliktedir, dediler. Hazret-i Yûsuf onlara niçin geride kaldığını sorunca, onlar: Babasının ona olan sevgisinden ötürü, diyerek bu kardeşlerinin kendisinden daha büyük bir başka kardeşinin olduğunu ve çöle çıkıp öldüğünü söylediler. Hazret-i Yûsuf onlara: Sözünü ettiğiniz bu kardeşinizi görmek isterdim ki, böylece babanızın onu niçin sevdiğini ve sizin de doğru söyleyip söylemediğinizi anlamış olurdum.

Yine rivâyet edildiğine göre onlar Hazret-i Yûsuf'un yanında öz kardeşi Bünyamin'i getirinceye kadar Şemûn'u rehin bıraktılar.

İbn Abbâs der ki: Hazret-i Yûsuf tercümana: Onlara de ki dedi: Sizin diliniz, bizim dilimizden farklıdır. Kıyafetiniz de, kıyafetimizden farklıdır. Siz casus olabilirsiniz. Onlar: Allah'a yemin olsun ki biz casus değiliz. Aksine biz aynı babanın oğullarıyız, o da yaştı, oldukça doğru sözlü bir zattır. Hazret-i Yûsuf onlara: Kaç kişisiniz deyince, onlar: Biz aslında oniki kardeş idik. Kardeşlerimizden birisi çöle gitti ve orada öldü. Diğeri nerede? diye sorunca, babamızın yanında, dediler. Bu sefer: Peki sizin doğru söylediğinizi bilen var mı? diye sordu. Onlar da: Burada kimse bizi tanımıyor ki, dediler. Biz sana nesebimizi söylemiş bulunuyoruz, artık senin kalbini bizden yana neyle rahatlatabiliriz? Bunun üzerine Hazret-i Yûsuf: "Bana baba bir kardeşinizi de getirin." Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz dedi, çünkü ben bu şekilde razı olabilirim. "Görüyorsunuz ki ben ölçeği tam olarak veriyorum." Yani onu tam ve eksiksiz olarak veriyorum, bir de kardeşiniz adına size bir deve yükü daha fazladan veriyorum. "Eğer onu bana getirmezseniz artık sizin yanımda hiçbir ölçeğiniz olmayacaktır" sözleriyle, eğer kardeşlerini getirmeyecek olurlarsa onlara yiyecek satmayacağını söyleyerek tehdit etti.

"Görüyorsunuz ki ben ölçeği tam veriyorum" âyetinin iki anlama gelme ihtimali vardır. Birincisi, Hazret-i Yûsuf onlara daha ucuz fiyata yiyecek sattı, böylelikle tartı olarak daha fazla alabildiler. İkincisi ise onlara (herkese yaptığı gibi) tam ölçekle ölçüp verdi.

"Ve ben misafirperverlerin en iyisiyim" âyeti da iki anlama gelir. Birincisine göre ben misafir ağırlayanların en iyisiyim, demektir. Çünkü Hazret-i Yûsuf gerçekten onlara iyi muamele etmiş, iyi ağırlamıştı. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır.

İkincisi de ihtimal dahilinde olan bir açıklamadır. Yani güvenilir kimseler arasında misafir olduğunuz şahısların en hayırlısıyım.

"Misafir ağırlayanlar" kelimesi, birinci açıklamaya göre "yemek" demek olan; dan alınmadır, İkinci açıklamaya göre ise ev anlamındaki kelimesinden alınmadır.

60

"Eğer onu bana getirmezseniz, artık sizin yanımda hiçbir ölçeğiniz olmayacaktır. Bana da yaklaşmayın."

"Eğer onu bana getirmezseniz, artık sizin yanımda hiçbir ölçeğiniz olmayacaktır." Bundan sonra size hiç yiyecek satmayacağım. Çünkü o bu durumda onların hakettikleri ölçüyü eksiksiz vermiş idi.

"Bana da yaklaşmayın" yani o takdirde ben sizleri yanımda yakın kimseler gibi ağırlamayacağım. O bu sözleriyle kendisinden uzak kalmalarını ve bir daha yanına dönmemelerini kastetmemişti. Çünkü onları geri dönmeye teşvik etmişti.

es-Süddî der ki: Geri dönsünler diye onlardan rehin dahi istemişti. O bakımdan Şemûn onun yanında rehin kalmıştı.

el-Kelbî der ki: Aralarından Şemûn'u seçmesinin sebebi, kendisini kuyuya attıkları gün aralarında en güzel sözlü ve görüşü en iyi olanın o olmasından dolayı idi.

"Bana yaklaş(may)ın" kelimesi nehy dolayısıyla cezm mahallindedir. Bundan dolayı onun sonundaki "nun" ve "ya" hazfedilmiştir. Çünkü bu kelime âyet sonudur. Eğer bu fiil haber olmuş olsaydı, "nun'un harekesinin üstün olması gerekirdi.

61

"Ne yapıp edip onu babasından almaya çalışacağız. Herhalde yaparız, dediler.

"Ne yapıp edip, onu babasından almaya çalışacağız." Yani babasından onu bizimle beraber göndermesini isteyeceğiz.

"Herhalde yaparız, dediler."

Yani onu beraberimizde getirmeyi taahhüd ediyoruz, bunun için gerekli yollara baş vuracağız. Şöyle bir soru sorulabilir: Hazret-i Yûsuf kardeşinin getirilmesini istemekle babasının yeni bir üzüntüye düşmesini nasıl kabul edebildi. Böyle bir soruya dört türlü cevap verilebilir:

1- Yüce Allah'ın Hazret-i Ya'kub'un sevap ve ecri daha da büyük olsun diye onu ibtila etmek üzere böyle bir şeyi emretmiş olması, Hazret-i Yûsuf’un da bu hususu yüce Allah'ın emrine uymuş olması mümkündür.

2- Bununla Hazret-i Yûsuf, Hazret-i Ya'kub'un, kendisinin durumuna dikkatini çekmek istemiş olması da mümkündür.

3- İki oğlunun da dönmesi ile Ya'kub'un sevincinin iki kat artması İçin bunu yapmış olabilir.

4- Diğer kardeşlerinden önce öbür kardeşiyle bir araya gelmek suretiyle onun daha erken sevinmesini istemişti. Çünkü ona karşı Özel bir eğilimi vardı. Ancak birinci açıklama daha kuvvetli görülmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

62

Memurlarına dedi ki: "Bedellerini yüklerinin İçine koyuverin. Belki ailelerine dönünce, bunun farkına varırlar da yine geri dönerler."

Yüce Allah'ın:

"Memurlarına dedi ki" âyetindeki;

"memurlarına" lâfzını Medineliler, Ebû Amr ve Âsım: şeklinde okumuşlardır. Ebû Hatim, en-Nehhâs ve diğerlerinin tercih ettiği kıraat şekli de budur. Ancak diğer Kûfeliler ise bunu; şeklinde okumuşlardır ki Ebû Ubeyd'in tercih ettiği kıraat budur. Ebû Ubeyd der ki: Bu kelime Abdullah (b. Mes'ûd)un Mushaf'ında da böyledir.

es-Sa'lebî der ki: Bunların İkisi de güzel iki ayrı söyleyiştir, tıpkı (çocuk anlamındaki) sabi kelimesinin çoğulunun; şekillerinde gelmesi gibi.

en-Nehhâs der ki: kıraati büyük çoğunluğun kıraatine muhaliftir. Çünkü büyük çoğunluğun kıraatinde elif de yoktur, "nûn" da yoktur. Üzerinde büyük bir ittifakın hasıl olduğu böyle bir kıraat, bu munkatı' senede dayanarak bırakılamaz. Aynı şekilde bu kelimenin; şeklinde çoğulunun yapılması, şeklindeki çoğuldan daha uygun görünmektedir. Çünkü Araplara göre; asgari sayı için kullanılır. Paraların tekrar yüklerin arasına az kimseler tarafından konulabilmesi de daha uygun görünmektedir. Zaten bu memurlar da onların yüklerini düzelten kimselerdi. İşte bundan dolayı onların paralarını yükleri arasına koyma imkânını bulabildiler.

Bu memurların hür kimseler olup ona yardımcılar olmaları da mümkündür. ise, onların (mealde olduğu gibi) aldıkları yiyeceklerin bedelleri de olabilir.

Bu bedellerin dirhem ve dinar türünden olduğu söylenmiştir.

İbn Abbâs der ki: Onların eşyalarından kasıt ayakkabılar, deriler ve yolcunun eşyaları idi ki bunlara "ralıl: yük" denilir. İbnu'l-Enbarî der ki: Kaba "rahP denildiği gibi, içinde kalınan çadır ve benzerlerine de "ralıl" denilebilir.

"Belki bunun farkına varırlar." Çünkü eşyaları yolda esenlikle yerlerine ulaşmayabilir. Şöyle de denilmiştir; Hazret-i Yûsuf'un böyle bir yola başvurması, bedellerini bulmaları halinde geri döneceklerini bilmesidir. Çünkü onlar bedelsiz yiyecek kabul etmezlerdi.

Yine şöyle denilmiştir: Bu bedeller ile tekrar yiyecek satın almak için geri dönsünler diye böyle yaptı.

Bir diğer açıklamaya göre Yûsuf (aleyhisselâm) babasından ve kardeşlerinden yiyeceklerin bedellerini almayı kendisi için çirkin görmüştü. Yine denildiğine göre; bu yolla onun faziletini görsünler ve tekrar ona dönmeyi arzulasınlar diye böyle yaptı.

63

Babalarına döndüklerinde dediler ki; "Ey babamız! Artık bize ölçek ile azık verilmeyecek. Artık kardeşimizi de bizimle beraber gönder de ölçek alalım. Biz herhalde onu koruyacağız."

"Babalarına döndüklerinde dediler ki: Ey Babamız! Artık bize ölçek ile azık verilmeyecek," Çünkü Hazret-i Yûsuf kendilerine:

"Eğer onu bana getirmezseniz, artık sizin yanımda hiçbir ölçeğiniz olmayacaktır" (Yûsuf, 12/60) demişti. Babalarına başlarından geçen olayları, Hazret-i Yûsuf’un kendilerine ikramlarını, Şemûn'un da söyledikleri sözlerin doğruluğunu bilinceye kadar onun yanında rehine kaldığını bildirdiler.

"Artık kardeşimizi de bizimle beraber gönder de ölçek alalım." Yani bu sırada;

"Artık kardeşimizi de bizimle beraber gönder de ölçek alalım" dediler.

"Ölçek alalım" kelimesi aslında; şeklinde olup cezm dolayısı ile "lâm" harfinin ötresi hazfedildi, "elif" de iki sakin arka arkaya geldiğinden dolayı hazfedildi.

Haremeyn halkı ile Ebû Amr ve Âsım'ın kıraati; Ölçek alalım" şeklinde "nun" iledir. Diğer Kûfeliler ise; " Ölçek alsın" diye okumuşlardır.

Birinci okuyuş Ebû Ubeyd'in tercihidir. Çünkü bu okuyuşa göre onların hepsi ölçek ile alanlar asasına girerler. Ayrıca Ebû Ubeyd, eğer "ya" ile olursa yalnız kardeş için olduğunu iddia etmiştir.

en-Nehhâs ise şöyle demektedir: Bunun böyle olması gerekmez. Çünkü bu ifade iki cihetten birisiyle İlgilidir. Ya mana: Kardeşimizi de gönder, o da bizimle birlikte Ölçek alsın, şeklindedir ve bu takdirde hepsi için ölçekle alma söz konusu olur. Yahut da ifadede takdim ve te'hir söz konusu olmaksızın, hepsine delil bulunur. Çünkü Hazret-i Yûsuf onlara:

"Eğer onu bana getirmezseniz, artık sizin yanımda hiçbir ölçeğiniz olmayacaktır" (Yûsuf, 12/60.) demişti.

"Biz herhalde onu" ona bir kötülük gelmesine karşı

"koruyacağız."

64

Dedi ki: "Daha önceden kardeşi hakkında size ne kadar güvendi isem, bunun hakkında da ancak o kadar size güvenebilirim değil mi? Allah en hayırlı koruyucudur, O merhametlilerin en merhametlisidir."

"Dedi ki: Daha önceden kardeşi hakkında size ne kadar güvendi isem, bunun hakkında da ancak o kadar size güvenebilirim değil mi?" Yani siz Yûsuf’u korumak hususunda gevşek ve kusurlu davrandınız. Nasıl olur da bu kardeşini size güvenerek teslim edebilirim.

"Allah koruması en hayırlı olandır" şeklinde

"koruma" anlamındaki kelime temyiz olarak nasbedilmiştir ve bu şekildeki kıraat Medinelilerin, Ebû Amr ve Âsım'ın kıraatidir. Diğer Kûfeliler ise; " Koruyucu" kelimesini hal olarak okumuşlardır. ez-Zeccâc der ki: Bu da temyizdir.

Bu âyette Hazret-i Ya'kub'un diğer oğlunu onlarla beraber göndermesi isteklerini olumlu karşıladığına delil vardır. Âyetin anlamı da şöyle olur: Allah'ın onu koruması, sizin onu korumanızdan daha hayırlıdır.

Ka'b el-Ahbâr der ki: Hazret-i Ya'kub:

"Allah en hayırlı koruyucudur" deyince, Yüce Allah da şöyle buyurdu: İzzetim ve celalim hakkı İçin, Bana tevekkül ettiğine göre, Ben senin iki oğlunu da sana geri göndereceğim.

65

Zahire yüklerini açtıkları zaman bedellerinin kendilerine geri verildiğini gördüler. "Ey Babamız! dediler. Daha ne istiyoruz? İşte bu götürdüğümüz bedellerimiz de bize iade edilmiş. Ailemize erzak getiririz, kardeşimizi koruruz. Bir deve yükü daha zahire de alırız. Bu az bir ölçektir."

"Zahire yüklerini açtıkları zaman" diye başlayan âyette içinden çıkılamayacak, anlamı müşkil bir ifade bulunmamaktadır. " Daha ne istiyoruz?" ifadesindeki " Ne" edatı nasb mahallinde soru edatıdır. Yani artık bunun ötesinde neyi istiyoruz? demektir. O bize tam Ölçekle verdi, bir de bedellerimizi geri çevirdi. Bu sözleriyle babalarının gönlünü hoş etmek istemişlerdi. Bu edatın nâfiye olduğu da söylenmiştir. Yani biz senden ne para istiyoruz, ne de eşya. Bunun yerine bize geri çevirilen bedellerimiz bize yeterlidir.

Alkame'den;

"Bize iade edilmiş" anlamındaki âyetinde "ra" harfini (ötreli değil de.) esreli okuduğu rivâyet edilmiştir. Çünkü bu kelimenin asli; şeklindedir. "Dal" harfleri birbirine idgam edilince, "dal"ın harekesi "ra" harfine nakledildi.

Yüce Allah'ın:

" Ailemize erzak getiririz" yani onlara yiyecek getiririz, demektir. Şair der ki:

"Ben seni erzak getirmek üzere gönderdim, bir yıl orada kaldın

Senin imdadına koşacağın kimselere getireceğin imdat ne zaman gelecek?"

es-Sülemî ise "nun" harfini ötreli okumuştur. Yani erzak konusunda biz onlara yardımcı oluruz, demek olur.

"Bir deve yükü daha zahire de alırız." Yanı Bünyamin adına da bir deve yükü daha alırız,

"bu az bir ölçektir."

66

Dedi ki: "Etrafınız kuşatılmadıkça onu bana kesin olarak getireceğinize dair Allah'tan sağlam bir taahhüd vermediğiniz sürece, onu sizinle beraber asla göndermem." Artık ona kesin teminatlarını verince, o da: "Allah söylediklerimize vekildir” dedi.

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Taahhüdde Bulunmak Ve Söz Vermek:

Yüce Allah'ın:

"Onu bana kesin olarak getireceğinize dair Allah'tan sağlam bir taahhüd" yani kendisine güvenilecek bir söz

"vermediğiniz sürece onu sizinle beraber asla göndermem" âyeti hakkında es-Süddî der ki: Mutlaka kardeşlerini kendisine geri getireceklerine ve onu hiçbir şekilde teslim etmeyeceklerine dair Allah adına yemin ettiler.

"Onu bana kesin olarak getireceğinize..." âyetindeki "lâm" yemin lamıdır.

"Etrafınız kuşatılmadıkça" âyeti ile ilgili olarak Mücahid şöyle demektedir: Helâk olmadığınız yahut ölmediğiniz sürece... demektir. Katâde ise der ki: Bu hususta yapabilecek bir şeyiniz kalmadıkça... demektir. ez-Zeccâc da der ki: Bu ibare (müstesna olarak) nasb mahallindedir.

"Artık ona kesin teminatlarını verince, o da: Allah söylediklerimize vekildir, dedi." Yani bu yeminimizi gözetleyici ve koruyucudur. Bir diğer açıklamaya göre ahdi koruyandır, tedbir ve adalet ile” işleri çekip çevirendir, demektir.

2- Kefalet:

Bu âyet-i kerîme aynî olarak kefil olmanın ve, kişinin bizzat kendisini teminat olarak vermek suretiyle kefaletin câiz olduğu hususunda aslî bir dayanaktır. Ancak bu hususta ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Malik bütün arkadaşları ve ilim adamlarının çoğunluğu der ki; Böyle bir kefalet eğer kefil olunan miktar bir mal ise caizdir, Şâfiî ise malî konularda kişinin şeref ve haysiyeti dolayısıyla kefil olduğunu ileri sürmesini, zayıf bir şekil olarak kabul etmiştir. Onun Malik'in görüşü gibi bir başka görüşü daha vardır.

Osman el-Bettî ise der ki: Kısas ya da yaralama halinde bir kimseyi getireceğine dair kefil olmakla birlikte, o kişiyi getiremez ise diyeti ve yaralamanın diyetini kendisi ödemekle yükümlü olur. O da bu ödediği diyeti cinayeti işleyen suçlunun malından almak hakkını elde eder. Zira kefile kısas uygulanması söz konusu değildir. İşte böylelikle kişinin kendi şeref ve haysiyetini ortaya koyarak, kefil olmasıyla ilgi üç ayrı görüş ortaya çıkmaktadır. Doğru olan ise Malik'in bu konudaki ayrım gözeten mütalaasıdır. Bu ve kefaletin malî konularda olmakla birlikte, had veya tazir hususlarında söz konusu olamayacağı şeklindedir. -Nitekim ileride açıklaması gelecektir.

67

Dedi ki "Ey oğullarım! Hepiniz bir kapıdan girmeyin. Ayrı ayrı kapılardan girin. Bununla beraber Allah'tan size gelecek hiçbir şeyi sizden geri çeviremem. Hüküm ancak Allah'ındır. Ben yalnız O'na güvenip dayandım. Tevekkül edenler de yalnız O'na güvenip dayanmalıdır."

Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

1- Hazret-i Ya'kub Oğullarının Ayrı Kapılardan Mısır'a Girmeleri:

Hazret-i Ya'kub'un oğulları, Mısır'a gitmeyi kararlaştırıp o da nazar değeceğinden korktuğundan, onlara Mısır'a tek bir kapıdan girmemelerini emretti. Mısır'ın o sırada dört kapısı vardı. Onbir kişinin tek bir adamın çocukları olduklarından dolayı onlara nazar değeceğinden korktu. Oğulları ise yakışıklı, mükemmel ve güçlü, kuvvetli kişilerdi. Bu açıklamaları İbn Abbâs, ed-Dahhâk, Katâde ve başkaları yapmıştır.

2- Nazar Değmeye Karşı Korunma:

Âyetin anlamı bu ise; o takdirde âyet-i kerîmede nazara karşı korunmaya delil var demektir. Nazar ise haktır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz göz kişiyi kabre, deveyi de tencereye sokar."

Hazret-i Peygamber de Allah'a sığınmaya dair dualarından birisinde şöyle buyurmaktadır: "Herbir şeytandan, öldürücü, zehirli herbir haşereden ve insanı çıldırtan herbir gözden Allah'ın tam kelimeleriyle (Allah'a) sığınırım." Buhârî, Enbiya 10; Ebû Dâvud, Sünne 20; Tirmizî, Tıb 18; İbn Mâce, Tıb 36; Müsned, I, 236, 270. Bu hadiste de buna delil olacak bir taraf vardır.

Malik, Muhammed b. Ebi Umame b. Sehl b. Huneyf'den naklettiğine göre Muhammed babasını şöyle derken dinlemiştir: Babam Sehl b. Huneyf (Medine'deki) el-Harrâr suyu ile yıkandı. Üzerindeki bir cübbeyi çıkartmıştı. Âmir b. Rabta da ona bakıyordu. Sehl beyaz tenli ve teni güzel birisi idi. Âmir b. Rabia ona dedi ki: Ben bugün gibisini görmedim, bakire bir kızın teni dahi böyle değil. Sehl'i olduğu yerde şiddetli bir karın ağrısı tuttu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a gidilerek Sehl'in karnının ağrıdığı ve kıvrandığı haber verildi. O seninle beraber gelemeyecek ey Allah'ın Rasûlü; denildi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun yanına vardı. Sehl, Âmir'in söylediklerini ona haber verince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sizden bir kimse ne diye kardeşini öldürmeye kalkışıyor? Niçin bârekallah demedin? Şüphesiz nazar haktır. Haydi bunun için kalk abdest al." Âmir kalktı, abdest aldı. Sehl de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte hiçbir rahatsızlığı olmadan yola koyuldu. Bir diğer rivâyette ise Hazret-i Peygamberin ona: "yıkan" buyurduğu kaydedilmektedir. Bunun üzerine Âmir onun İçin yüzünü, ellerini, kollarını, dizlerini, ayaklarının etrafını ve peştemalının altını büyükçe bir leğene yıkadı, sonra da bu su Sehl'in üzerine döküldü. Sonra Sehl, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte hiçbir rahatsızlığı olmaksızın yola koyuldu. Buhâri, Tıb 36; Müslim, Seldin 41; İbn Mâce, Tıfa 32; Muvatia, Ayn 1, 2; Müsned, III, 486-487.

Günün birinde Sa'd b. Ebi Vakkas bineğine bindi. Bir kadın ona bakarak şöyle dedi: Sizin bu emiriniz, kendisi de biliyor ki, böğürleri birbirine yakındır. Evine dönmekle birlikte yere düştü. Kadının söyledikleri kendisine ulaşınca ona haber gönderdi ve kadın onun için bir kabta yıkandı. İbnu’l-Esîr, en-Nikâye, V, 265'te: "Bir kadın Sa'd'ı -Küfe emiri iken- (belden) yukarısını soyunmuş olarak görünce; sizin şu eınirinizin böğürleri birbirine yakındır, dedi" anlamında.

İşte bu iki hadiste de nazar değmenin hak olduğu ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in dediği gibi kişiyi öldürebileceği de ifade edilmektedir. Ümmetin ilim adamlarının kabul ettiği görüş de budur, ehl-i sünnet'in mezhebi de budur. Bazı bid'at ehli kesimler nazar değmeyi kabul etmemekle birlikte, sünnet ve bu ümmetin ilim adamlarının icmaı onlara karşı bir delildir. Ayrıca vakıada görülenler de onlara karşı bir delil teşkil etmektedir. Nazar değmesi ile kabre giden pek çok kimse vardır ve yine oldukça güçlü pek çok deve de nazar sonucunda tencereye girmiştir. Ancak bu, yüce Allah'ın buyurduğu gibi, Allah'ın meşîeti ile olur.

"Allah'ın izni olmadıkça, onunla hiçbir kimseye zarar verebilecek değillerdi." (el-Bakara, 2/102)

el-Esmaî der ki: Nazarı değen bir adam gördüm. Süt veren bir inekten kendisine söz edildi. Bir defada verdiği süt miktarı onu hayrete düşürünce: Bu dediğiniz inek hangisidir diye sordu. Başka bir ineği göstererek, filan inektir dediler. Hem gösterdikleri inek, hem de gözünden saklamak istedikleri inek birlikte ölüverdiler. el-Esmaî der ki: Yine ben bu adamı şöyle derken dinledim: Ben hoşuma giden bir şey gördüm mü, gözümden bir hararetin çıktığını da hissederim.

3- Müslüman Beğendiği Bir Şey Görürse:

Herbir müslümanın beğendiği bir şey gördü mü "bârekallah" diye tebrikte bulunması vacibtir. Çünkü bu şekilde bereketlenmesi için dua edecek olursa, mutlaka o sakınılan husus da bertaraf edilmiş olur. Nitekim Hazret-i Peygamber de Âmir'e: "Ne diye bârekallah demedin?" diye buyurmuştur. İşte bu da nazarı değen kişi, bârekallah dediği takdirde, nazarının zarar vermeyeceği ve o şeyi etkilemeyeceğinin delilidir. Ancak bârekallah denilmeyecek olursa, işte o vakit nazar zarar verebilir. Tebrik ise kişinin; "Tebarakallahu ahsenu’l-halikîn Allahumme bârik fîhi: Yaratıcıların en güzeli olan Allah'ın şanı ne mübarektir, Allah'ım sen bunu bereketli kıl!" demesiyle olur.

4- Nazarı Değen Kişiden Ne Yapması İstenir?

Bir kimsenin nazarı başkasına değecek olur, o da: Bârekallah demeyecek olursa, bu kimseye yıkanması emredilir. Kabul etmezse, bu işi yapmaya mecbur tutulur. Çünkü özellikle bu konudaki emir vücub içindir. Zira nazar değen kimsenin ölümünden korkulur. Hiçbir kimsenin ise kardeşine faydalı olan şeyi yapmaktan uzak durmak hakkı olmadığı gibi, kendisinin de ona zarar verme hakkı yoktur. Bilhassa eğer, o kimse sebebiyle söz konusu olmuşsa ve bu cinayeti ona karşı işleyen kendisi ise bu böyledir.

5- Nazarı Değmekle Meşhur Olan Kimselere Karşı Alınacak Tedbirler:

Nazar değmesiyle tanınan kimselerin, zararlarının önlenmesi için diğer insanların yanına girmelerine engel olunur. Kimi ilim adamı şöyle demektedir: İmâm (İslâm devletinin halifesi) ona evinde kalma emrini verir. Eğer bu kişi fakir bir kimse ise hayatını sürdürecek kadar ona bir şeyler verir ve böylelikle insanlara verebileceği zararın önü alınır.

Böyle bir kimsenin sürgüne gönderileceği de söylenmiştir. Ancak sözünü ettiğimiz İmâm Mâlik'in rivâyet ettiği hadis bu görüşleri reddetmektedir. Çünkü Hazret-i Peygamber Âmir'in ne hapsedilmesini emretti, ne de sürgüne gönderilmesini. Hatta bazen salih bir insanın bile nazarı değebilir ve böyle olması, onun tenkid edilmesine ve bundan dolayı fâsıklıkla nitelendirilmesine sebeb teşkil edemez. Böyle bir kimse hakkında; o hapsedilir ve evinde kalması emrolunur, diyen kimselerin görüşü ihtiyat içindir ve bir zararın önlenmesi kastına bağlıdır.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

6- Kader Ve Nazar:

Malik, Humeyd b. Kays el-Mekkî'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın huzuruna Cafer b. Ebi Talib'in iki çocuğu getirildi. Onları büyüten dadılarına: "Ne diye ben bunların zayıf olduklarını görüyorum?" diye sordu. Dadıları: Ey Allah'ın Rasûlü! Nazardan çok çabuk etkileniyorlar. Bizim bunlara nazara karşı okumamızı engelleyen tek husus, bu konuda senin neyi uygun göreceğini bilemeyişimizdir, dedi. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bunlar için okuyunuz. Çünkü herhangi bir şey eğer kaderi geride bırakacak olsaydı, nazar onu geri bırakır, geçerdi." Muvatta’, Ayn 3; -daha kısa ve aynı anlamda olmak üzere: Tirmizî, Tıb 17; İbn Mâce, Tıb 33; Müsned, VI, 438.

Bu hadis munkatı' bir hadis olmakla birlikte Has'amlı Esma bint Umeys'in bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den değişik rivâyet yollarından sabit, muttasıl ve sahih rivâyetlerle naklettiği bilinmektedir. Yine bu hadisten anlaşıldığına göre kimi rukyelerle (okumalarla) belâ bertaraf edilebilir ve göz aynı şekilde insanı etkileyebilir, onu zayıf ve nahif düşürebilir. Ancak bu da yüce Allah'ın kaza ve kaderi ile olur.

Denildiğine göre nazar küçük çocukları, büyüklere göre daha çabuk etkiler. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

7- Nazara Karşı Tedbirler:

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Umâme yoluyla rivâyet edilen hadise göre nazarı değen kimseye, nazar ettiği kimse için yıkanmasını emretmişti. Burada ise nazara karşı okumayı emretmektedir. İlim adamlarımız der ki: Eğer kimin nazarının değdiği bilinmiyor ise nazara karşı rukye yapılır. (Şer'an meşru görülen dualar okunur.) Şayet kimin nazarının değdiği biliniyor ise, nazarı değen kimseye Ebû Umame hadisine uyularak abdest alması emrolunur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Bununla beraber” sizin için korkup, çekindiğim şeylerden "Allah'tan size gelecek hiçbir şeyi geri çeviremem.” Yani kadere karşı tedbirin bir faydası olmaz.

"Hüküm" yani emir ve hüküm verme yetkisi, kaza

"ancak Allah'ındır. Ben yalnız O'na güvenip dayandım." O'na tevekkül ettim, O'na bağlandım.

"Tevekkül edenler de yalnız O'na güvenip dayanmalıdır."

68

Babalarının kendilerine emrettiği şekilde girdiler. Fakat bu Allahtan onlara gelecek hiçbir şeyi önleyemezdi. Sadece Ya'kub'un İçindeki bir dileği olup o da bunu açığa çıkardı. Şüphesiz ki o, kendisine öğrettiğimiz için bir İlim sahibi idi. Fakat insanların çoğu bilmezler.

"Babalarının kendilerine emrettiği şekilde" değişik kapılardan

"girdiler. Fakat bu Allah'tan" eğer başlarına hoşlanılmayacak bir şeyi getirmeyi raurad edecek olsaydı

"onlara gelecek hiçbir şeyi Önleyemezdi."

"Sadece ... bir dileği" bu birincisinden yapılmayan (müstesna minh'i farklı, munkatı') bir istisnadır.

"Ya'kub'un İçindeki bir dileği" yani kalbinden geçen bir düşüncesi

"olup" bu da, onların dağılarak girmelerini vasiyet etmesinden ibaretti,

"o da bunu açığa çıkardı." Mücahid der ki:

"Ya'kub'un içindeki dilek" nazar değer korkusu idi. Buna dair açıklamalar da az önce geçmiş bulunmaktadır. Bir diğer açıklamaya göre; hükümdar onların sayılarını ve güçlerini görmesin diye bu tavsiyeyi yaptı. Çünkü kıskanarak veya onlardan çekinerek onları alıp yakalayabilirdi. Bu açıklamayı müteahhir âlimlerden birisi yapmış, en-Nehhâs da bu görüşü tercih ederek şöyle demiştir: Burada nazarın zaten herhangi bir manası yoktur.

Bu âyet-i kerîme şuna delildir: Müslüman bir kimsenin kardeşini hakkında korktuğu şeylerden sakındırması ve ona kurtuluş ve esenlik yolunu göstermesi gerekir. Çünkü din demek, nasihat demektir, müslüman da müslümanın kardeşidir.

"Şüphesiz o" yani Ya'kub

"kendisine öğrettiğimiz İçin" dini ile ilgili hususlarda

"bir ilim sahibi idi. Fakat insanların çoğu bilmezler." Yani Ya'kub'un dini ile ilgili bildiği hususları bilmezler.

Buradaki

"bir İlim sahibi idi" amel sahibi idi, diye de açıklanmıştır. Çünkü ilim amele götüren sebeplerin ilkidir. İşte amel kendisine sebep olan şey ile adlandırılmış olmaktadır.

69

Yûsuf’un huzuruna girdiklerinde o kardeşini yanına aldı: "Ben senin kardeşinim, onların yapmış olduklarına artık üzülme" dedi.

"Yûsuf’un huzuruna girdiklerinde o kardeşini yanına aldı." Katâde der ki: Onu kendisine yakınlaştirdı ve kendisiyle beraber kaldı. Bir diğer açıklamaya göre; her iki kişinin bir evde konaklamalarını emretti. Geriye öz kardeşi yalnız kalınca yanına aldı ve yalnız kalmasından korktum, istemedim, dedi. Kardeşlerinden gizlicede ona:

"Ben senin kardeşinim. Onların yapmış olduklarına artık üzülme" kederlenme "dedi."

70

Onların yüklerini hazırlatıldığında su kabını kardeşinin yükü arasına koy(dur)du. Sonra bir münadi: "Ey kafile! Siz gerçekten hırsızlık yaptınız!" diye bağırdı.

"Onların yüklerini hazırlandığında su kabını kardeşinin yükü arasına koy(dur)du." Bünyamin Hazret-i Yûsuf'u tanıyıp: Beni onlara geri teslim etme deyince, o da şöyle dedi: Ya'kub (aleyhisselâm)ın benden dolayı ne kadar kederlendiğini biliyorsun. Bu sefer onun gamı, kederi daha da artar. Ancak Bünyamin onlarla birlikte çıkıp gitmek istemeyince, Hazret-i Yûsuf şöyle dedi: Seni yanımda alıkoymam, senin İçin hoş olmayacak bir şeyi sana nisbet etmedikçe mümkün olmayacaktır. Bünyamin: Aldırmam deyince, su kabını gizlice Bünyamin'in yükünün arasına yerleştirdi.

Hazret-i Yûsuf bunu ya hiçbir kimsenin kendisine muttali olmayacağı bir şekilde bizzat koydu, yahut da çok yakınlarından birisine böyle bir işi yapmasını emretti.

Tecbjfe; bir işin serbest bırakılması ve bitirilmesi demektir. ise yaralının işini bitirdi, yani öldürdü tabiri de buradan gelmektedir.

Bu âyet-i kerîmede geçen

"sikâye; su kabı" ile (72. âyet-i kerîmede gelecek olan) aynı şeylerdir. Bu, orta tarafında kulpu bulunan ve iki yönlü bir kaptır. Hükümdar bunun bir tarafından içerdi. Yiyecekler (buğday) ise öbür tarafı ile ölçülürdü. Bu açıklamayı en-Nekkaş, İbn Abbâs'tan nakletmektedir. Esasen kendisi ile içilen herbir kaba; denilir. en-Nekkaş şu mısraı nakleder:

"Biz açıktan açığa büyük kaplarla şarab içeriz."

Bu su kabının neden yapıldığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Şu'be, Ebû Bişr'den, o Saîd b. Cübeyr'den, o İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet eder: Hükümdarın su kabı gümüşten olup mekkûk (denilen büyükçe su kabın)a benzer idi. Gümüşten olan bu kap, mücevherat kakmalı idi. Bu, başın üzerinde konurdu. Hazret-i Abbas'ın da cahiliye döneminde böyle bir kabı vardı. Narî b. el-Ezrak da ona Suvâ'ın ne olduğunu sorunca, o suvâ', kap demektir dedi. el-A'şâ'da bu hususta şöyle demektedir:

"Onun başında beyaz unu var ve içilecek kapları

Ve tencereleri, bir de aşçısı var ve büyükçe kaplar ile gümüşten masaları."

İkrime der ki: Yûsuf’un bu su kabı gümüşten idi. Ancak Abdurrahman b. Zeyd, altındı der. Onlara verdiği yiyeceklerini de onlara gösterdiği aşın iltifatı açığa vurmak kastıyla o kapla ölçmüştü. Yine denildiğine göre su kabıyla ölçülmesinin sebebi, yiyeceğin (buğday'ın) az bulunması idi.

"Sâ'B kelimesi hem müzekker, hem müennes gelir. Onu müennes olarak kabul eden kimse, çoğul olarak; yapar. "Evler" kelimesi gibi.

Onu müzekker kabul edenler ise; şeklinde çoğul yapar. "Elbiseler" kelimesi gibi.

Mücahid ve Ebû Salih derler ki: Sâ' denilen şey Himyerlilerin şivesinde "tırcihâle (fincan, bardak)" denilen şeydir.

Bu kelime değişik şekillerde okunmaktadır. Genel olarak kıraat; seklindedir. Gayn ile ise, Yahya b. Ya'mer'in kıraatidir. (Yahya bu kıraatini açıklayarak) der ki: Bu kap gümüşten işlenmiş bir kap idi. (Ondan dolayı kuyumcu işlemeciliği kökünden gelen kelimeyi kullanmıştır).

Ebû Recâ'; diye okumuştur. Ötreli bir "sad" sakin "vav" ve "ayn" ile; şeklindeki okuyuş ise Ubeyy'in kıraatidir. Said b. Cubeyr de şeklinde "sâd" ile "elir arasında "ya" harfi ile okumuştur. "Sad" ile "ayn" arasında "elif ile; şeklindeki kıraat ise Ebû Hüreyre'nin kıraatidir.

"Sonra bir münadî: Ey kafile! Siz gerçekten hırsızlık yaptınız diye bağırdı." Yani bir münadi bu şekilde seslendi ve durumu bildirdi.

"Bağırdı" vezni çokluk içindir. Münâdî âdeta

"ey kafile" ifadesini bir kaç defa yüksek sesle tekrarlamış gibidir.

"Kafile" ise üzerinde yiyecek yükletilmiş bulunan deve, eşek ve katır kafilesine denilir.

Mücahid der ki: Onların kafilelerinde eşekten başka hayvan yoktu. Ebû Ubeyde der ki: Bu kelime üzerlerinde yük de konulan ve binilen develere denilir.

Âyet; ey bu kafile sahipleri! anlamındadır. Yüce Allah'ın:

"O şehre sor" (Yûsuf, 12/82) âyetine ve "ey Allah'ın at(lı)ları bininiz" yani ey Allah'ın atlarının süvarileri bininiz demeye benzer ki, buna dair açıklamalar ileride gelecektir.

Burada iki itiraz söz konusudur:

1- Denilse ki: Bünyamin isteyerek nasıl Hazret-i Yûsuf’un yanında kalmaya razı oldu? Halbuki bu babasına bir itaatsizlikti. Çünkü babasının kederinin artacağını biliyordu ve Yûsuf bu konuda nasıl Bünyamin'e muvafakat etti? Diğer taraftan:

2- Suçsuz oldukları halde Hazret-i Yûsuf kardeşlerinin hırsız olduğunu nasıl söyledi. İkinci itiraz da budur.

Birinci itirazın cevabı: Keder zaten Hazret-i Ya'kub'u dört bir yandan kuşatmış bulunuyordu. Öyle ki Bünyamin'i yitirmesi bile artık büsbütün ona etki etmezdi. Nitekim o Bünyamin'i de yitirdiğini gördüğünde bile:

"Vah Yûsuf’a keder ve üzüntüm!" (Yûsuf, 12/84) demiş, Bünyamin'i ağzına almamıştı. Diğer taraftan Hazret-i Yûsuf’un, Bünyamin'in yanında kalmasına vahye bağlı olarak muvafakat göstermiş de olabilir. O takdirde hiçbir itiraz söz konusu olmaz.

Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerinin hırsızlık ettiğini söylemesine gelince, buna verilecek cevap da şudur: O kardeşleri zaten Hazret-i Yûsuf’u babalarından çalıp kuyuya atmışlar, sonra da satmışlardı. İşte bu davranıştan dolayısıyla bu ismi almaya lâyıktılar. O bakımdan onlara hırsız demek doğru bir niteleme idi. Bir diğer cevab: O bu ifadeleriyle: Ey kafile sahipleri, sizin haliniz hırsızların haline benzedi, yani başkasına ait bir şey, hükümdarın rızası ve bilgisi olmaksızın sizin yanınızda bulunuyor demektir.

Bir diğer cevab da şöyledir: Bu kardeşiyle birlikte bir arada olmak için ve kardeşini onlardan ayırıp yanında bırakabilmek için başvurduğu bir çare idi. Bu da, Bünyamin'in hükümdarın su kabının kendi eşyaları arasına konulduğunu bilmemesi ve Hazret-i Yûsuf’un da bunu bizzat ona haber vermemesi esasına binaen böyle kabul edilebilir.

Şöyle de açıklanmıştır: İfade soru sormak anlamındadır. Yani siz hırsızlık mı yaptınız? Nitekim yüce Allah'ın:

"Ve bu... bir nimettir." (eş-Şuarâ, 26/23) âyeti da böyledir. Yani senin, benim başıma nimet diye kaktığın şey bu mudur? demektir.

Bu açıklamalardan maksat, Yûsuf (aleyhisselâm)a herhangi bir şekilde yalan nisbet etmemektir.

71

Onlara dönerek: "Ne kaybettiniz (ne arıyorsunuz?)” dediler.

72

Dediler ki: "Hükümdarın su kabını kaybettik. Onu getirene bir deve yükü var. Ben buna kefilim."

Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

1- "Kefil (Zaîm)" Kelimesinin Anlamı:

"Onu getirene bir deve yükü var. Ben de buna kefilim" anlamındaki âyette geçen; lâfzı, burada müfessirlerin çoğunun görüşüne göre deve demektir. Eşek anlamında olduğu da söylenmiştir. Bazı Arapların şivesi de böyledir. Bu açıklamayı Mücahid yapmış ve tercih etmiştir.

Mücahid der ki: Zaîm (kefil) "ey kafile" diye seslenen münadinin kendisidir. Zaîm kelimesi kefil demektir. Hamîl, damîn ve kabîl aynı şeylerdir. Zaîm, aynı zamanda reis, başkan anlamına da gelir. Şair (İmruu’l-Kays) der ki:

"Ben öyle bir başkanım ki eğer (Bizans Kayseri tarafından) hükümdarlığa getirilmiş olarak şiddetli ve hızlıca dönecek olursam,

Bu dönüşümden dolayı bir tarafta uluyarak aralanın gelişini haber veren bir uyarıcı gibiyim."

Leylâ el-Ahyeliyye de kardeşi için söylediği mersiyesinde şöyle demektedir:

"Üzerindeki gömleği yırtılmış görürsün,

Düşmanla karşılaşma gününde ve utancından onu hasta sanırsın.

Nihayet sancağı kaldırdığında onu

Sancak altında, ordu başında kumandan görürsün."

2- Meçhul Şeye Kefalet:

Eğer: Deve yükünün ne olduğu bilinmediği (meçhul olduğu) ve meçhulün kefaleti sahih olmadığı halde, bir deve yükü vermeye nasıl kefil olmuştur? denilecek olursa, ona şöyle cevap verilir: Onlar tarafından deve yükü muayyendi ve belirli idi, vesk gibi. O bakımdan böyle bir şeye kefil olmak, sahih olmuştur. Şu kadar var ki, su kabını çalan kimseye verilecek bir mal bedeli idi. Ancak hırsıza böyle bir şeyin verilmesi helal olmazdı. Onların şeriatlerinde böyle bir şeyin sahih olma ihtimali de vardır. Yahut da bu yükleri araştıran ve su kabını ariyan kimseye karşılıksız verilen bir mal ve ci'âle (armağan) da olabilir.

3- Ödül Vaadi (Ci'âle):

Kimi ilim adamı şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîmede iki hususa delil vardır: Birincisi ci'âle'nin câiz oluşudur. Ci'âle zaruret dolayısıyla câiz görülmüştür. Ci'âle'de başka hususlarda câiz olmayacak şekilde cehalet (ödülün mahiyetine dair bilgisizlik) caizdir. Bir kimse: Kim bunu yaparsa ona şu vardır diyecek olursa, bu sahihtir.

Ci'âle'de iki taraftan birisi malumdur, diğer taraf ise zaruret dolayısıyla meçhuldür, bilinmemektedir -ve bu yönüyle icareden farklıdır.- Çünkü icarede her iki taraftan da karşılıklı ivazlar (bedellerim miktarı tesbit edilir. Ci'âle, taraflardan birisi için feshin câiz olduğu akidlerdendir. Şu kadar var ki kendisine ci'âle vaadolunan kimsenin işe başladıktan sonra da, başlamadan da feshetmesi -hakkından vazgeçmeye razı olduğu takdirde- caizdir. Ancak câil (ödül vaadinde bulunan) kendisine ödül vaadolunan (mec'ûlun leh) işe başladığı takdirde bu akdi feshetmek hakkına sahip değildir. Ci'âle akdinde diğer akitlerde olduğu gibi iki akit tarafının da hazır bulunmaları şart değildir. Çünkü bu âyette

"onu getirene bir deve yükü var" diye buyurulmuştur.

Şâfiî de bütün bu hususlarda aynı görüştedir.

4- Ödül Taahhüdü Olmaksızın Yapılan İşlerin Ücretini İstemek:

Bir kimse: Benim kaçmış kölemi getirene bir dinar vaadediyorum, diyecek olsa, kölesini getiren kimeseye vaadettiği bu miktarı ödemesi gerekir. Şayet böyle bir taahlıüd olmaksızın kölesini getirecek olur ise, ücret talebi şartı ile onu getirirse, bu ücreti ödemesi gerekir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kim kaçmış bir köleyi getirirse, ona kırk dirhem vardır (verilecektir). " Amr b. Dinar'dan dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dedi: 'Kaçan kölenin (âbikin, bulunup getirilmesine karşılık) ödülü kırk dirhemdir." (İbn Mevdûd, el-lhtiyâr, IV, 46). Ayrıca bk. ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 470-471. Ayrıca Hazret-i Peygamber bu konuda bir taahhüt akdi gereğince köleyi getiren ile öyle bir akit olmaksızın getiren arasında bir fark gözetmemiştir.

İbn Huveyzimendad der ki: Bundan dolayı mezhebimize mensub ilim adamları şöyle demişlerdir: Bir kimse, birisine kendisinin yapması gereken ve maslahatından olan işleri yapacak olursa, ve eğer bu gibi işleri ücretle yapan kimselerden ise kendisi için bu işleri yaptığı kimsenin ona ücretini vermesi gerekir. Bu ücret miktarı da ecr-i misildir. Derim ki: Bütün bu hususlarda bizim görüşümüz Şâfiî'nin görüşünden farklıdır.

5- Kefaletin Hükmü:

Âyet-i kerîmedeki ikinci delil bir kimsenin üzerine kefalet almasının câiz olduğuna dairdir. Çünkü burada kefil olduğunu belirten münadi Yûsuf (aleyhisselâm)dan başka birisidir.

İlim adamlarımız derler ki; Bir kimse ben bunu yükleniyorum, yahut ben buna kefilim veya ben buna dair teminat veriyorum, yahut bu hususta ben sana karşı kefilim, zaîmim; bu konuda benim teminatım var veya ben bunu kabul ediyorum diyecek olsa, yahut senin bende alacağın olsun, üzerimde benden alacağın olsun, diyecek olsa bütün bu ifadeler bağlayıcı, yerine getirilmesi gereken kefaletlerdir.

Fukahâ bir kimsenin canına kefil olursa (canlı olarak getirilmesi taahhüd edilse) buna bağlı olarak malî tazminat ödenmesi gerekir mi gerekmez mi hususunda farklı görüşlere sahiptirler.

Kûfeli ilim adamları derler ki: Bir kimse, bir başkasını canlı olarak getirmeyi tekeffül etse, eğer bu kişi ölecek olursa, o getirilmesi İstenen kişinin üzerindeki hakkı kefil kişi ödemekle yükümlü değildir. Şâfiî'den meşhur olarak nakledilen iki görüşünden birisi budur.

Malik, el-Leys ve el-Evzaî derler ki: Bir kimse, birisini canlı olarak getirmeyi tekeffül etse ve o kişi üzerinde de mal borcu bulunuyor ise, o kişiyi getiremeyecek olursa, malı tazmin eder ve o aranan kişiden rücu’ ile ödediğini alır. Şayet kişinin kendisini taahhüd edip de: Ben malı taahhüd etmiyorum diyecek olursa, herhangi bir malî sorumluluğu olmaz,

Malî tazminat ödemekle yükümlü olduğunu kabul edenlerin delili şudur: Kefil, kefil olduğu kimsenin kan (kısas gibi bir) sebebiyle aranmadığını bilmektedir. Onun aranmasının sebebi ancak mali bir yükümlülüktür. Dolayısıyla bu sebepten ötürü o kimseye kefil olsa ve onu getirmeyecek olursa, bu durumda kefil olduğu kişiyi alacaklısının elinden kaçırmış, uzaklaştırmış gibi olur. İşte bundan dolayı o malı ödemekle yükümlüdür.

Tahavî ise Kûfeliler lehine delil getirerek şöyle demektedir: Kendisine kefil olunanın ölümü sebebiyle (kefil olanın) mal tazminatı ödemesinin bir anlamı yoktur. Çünkü o kişiyi canlı olarak getirmeyi tekeffül etmiştir, malını tekeffül etmemiştir. O bakımdan tekeffül etmediği şeyi ödemek zorunda bırakılması İmkânsız bir şeydir.

6- Malî Kefalet:

Bir kimse, bir diğerinin belli bir mala kefil olması halinde ilim adamlarının hak taleb eden kimsenin bu malını, bu ikisinden dilediği herhangi birisinden alıp alamayacağı hususunda farklı görüşleri vardır. es-Sevrî, Kûfeliler, el-Evzaî, Şâfiî, Ahmed ve İshak derler ki: Hakkını tamamıyla alıncaya kadar dilediği kimseden alır.

Malik'in de önceleri görüşü bu olmakla birlikte daha sonra bu görüşünden vazgeçerek şöyle demiştir: Borçlu kişi iflas etmedikçe yahut kayıplara karışmadıkça alacaklı kefilden bir şey alamaz. Çünkü asıl borçludan başlamak daha uygundur. Ancak borçlu ödeyemeyecek durumda ise o takdirde kefilden alır. Çünkü böyle bir durumda ondan alacağını alamamakta mazurdur. Bu güzel bir görüştür.

Kıyasa göre ise alacaklı kişi bu ikisinden dilediği herhangi birisinden hakkını isteyebilir. İbn Ebi Leylâ der ki: Kişi bir diğerinin adına bir miktar malı taahhüd etse (kefil olsa), bu alacak kefile geçer ve asıl borçlu ibra olur. Ancak, lehine kefil olunan kişinin ikisinden dilediği şahıstan hakkını alabilme hakkına sahiptir, diye şart koşması hali müstesnadır. İbn Ebi Leylâ bu görüşüne şu delili göstermektedir: Ölen şahıs Ebû Katâde'nin kefaleti ile borçtan ibra olmuştur. Câbir b. Abdullah'tan rivâyete göre, namazı kılınmak üzere olan bir cenazenin, Hazret-i Peygamber: "Borcu var mı?" diye sormuş. Vardır, cevabım alınca; "arkadaşınızın namazını kılın!" diye buyurmuş. Ebû Katâde, borcunu ben üzerime alıyorum, deyince, namazını kılmış. Müsned, III, 296; Buhârî, Havâlât 3 -Seleme b. el-Ekvâ'dan-; Tirmizî, Cenâiz 69 -Ebû Katâde'nin oğlu Abdullah'tan-. Ebû Sevr'in görüşü de buna yakındır.

7- Kefaletin Sahih Olduğu Yerler:

Kefalet ancak zimmette taalluk eden, sabit, karar kılmış ve vekâletin sahih olduğu haklarda olur. Buna göre kitabet akdinde kefalet sahih olamaz. Çünkü kitabet borcu sabit ve karar kılmış bir borç değildir. Zira köle eğer kitabet borcunu ödemekten acze düşecek olursa, bu hak karar kılan bir hak olmaktan çıkar ve kitabet akdî de münfesih olur.

Kimsenin, kimsenin yerine ifa edemediği -had gibi- haklara gelince, bunlarda da kefalet olmaz. Ancak durumu gözden geçirilip tesbit edilinceye kadar aleyhinde had İddiası bulunan kişi hapiste tutulur.

Ebû Yûsuf ve Muhammed istisna teşkil ederek had ve kısaslarda kefaleti câiz kabul eder ve şöyle derler: Kendisine iftira edilen yahutta kısas iddiasında bulunan kişi: Benim beyyinem hazır bulunuyor, diyecek olsa üç gün süreyle ona kefil olur. (Yani beyyinesini getirinceye kadar aleyhinde İddiada bulunduğu şahıs üç gün süreyle alıkonulur). Tahavî onların görüşlerine Hamza b. Amr, Ömer, İbn Mes'ûd, Cerir b. Abdullah ve el-Eş'as'in Ashab-ı kiram'ın huzurunda nefs ile kefaleti kabul ederek hüküm vermelerini'delil gösterir.

73

"Allah'a yemin olsun ki -sizin de bildiğiniz gibi- biz bu yere fesad çıkarmak için gelmedik. Hırsız kimseler de değiliz" dediler.

Yüce Allah'ın:

"Allah'a yemin olsun ki -sizin de bildiğiniz gibi- biz bu yere fesad çıkarmak için gelmedik" âyeti ile ilgili olarak rivâyet edildiğine göre; onlar hiçbir kimseye haksızlık etmezler, kimsenin ekininde otlatmazlardı. Hatta develerinin ağızlarına kimsenin ekinine zarar vermesin diye torbalar geçirdikleri dahi nakledilmektedir. Daha sonra yüce Allah:

"Hırsız kimseler de değiliz" dediklerini bize nakletmektedir. Yine rivâyet edildiğine göre onlar yüklerinde bulduktan bedelleri geri getirmişlerdi. Yani bulduğu şeyi geri getiren bir kimse nasıl hırsız olabilir?

74

"Eğer yalancılar İseniz cezası nedir?" dediler.

"Eğer yalancılar iseniz cezası nedir? dediler" âyetinin anlamı şudur: Sizin yalan söylediğiniz ortaya çıkarsa bu işi yapanın cezası nedir? Yûsuf’un kardeşleri şu cevabı verdiler: "Bunun cezası yükünde bulunan kimsenin kendisinin karşılık olarak alınmasıdır." Yani o kişi köl el eştirilir demektir.

75

"Bunun cezası yükünde bulunan kimsenin kendisinin karşılık olarak alınmasıdır. Biz zâlimleri böylece cezalandırırız" dediler

"Bunun cezası" âyeti mübtedâdır.

"Yükünde bulunan kimse" de onun haberidir. İfadenin takdiri de şöyledir: Bunun cezası (kayıp eşyanın) yükleri arasında bulunduğu kişinin köleleştirilmesidir. O halde bu ifade köleleştirmeden kinayedir.

Cümlede te'kid manası da vardır. Nitekim: Hırsızlık yapanın cezası elinin kesilmesidir; işte onun cezası budur, demeye benzer.

"Biz zâlimleri böylece cezalandırırız." Yani hırsızlık yaptıkları vakit zâlimlere uygulamamız budur, onlar köleleştirilirler.

Bu hüküm Hazret-i Ya'kub'un dininin hükmü idi. Onların bu söyledikleri sözler ise kendisinden yana güven içerisinde olan, şüphe etmeyen bir kimsenin sözleridir. Çünkü onlar yükleri arasında eşyanın bulunacağı kimsenin köleleştirilmesini kabul etmişlerdi.

Mısırlılara göre ise hırsızın hükmü, aldığının iki katını tazminat olarak Ödemesi şeklinde idi. Bunu da el-Hasen, es-Süddî ve başkaları söylemişlerdir.

İslâm Şeriatının Getirdiği Hükümler ve Önceki Şeriatların Hükümleri:

Daha önce Mâide Sûresi'nde (5/38. âyetin tefsirinde) hırsızlıkta el kesme cezasının bundan önceki şeriatlerdeki hükümleri neshedici olduğuna dair açıklamalar yahut Hazret-i Ya'kub'un şeriafındaki hırsızın köleleştirilmesi hükmünü neshettiğine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

76

Bunun üzerine kardeşinin yükünden önce onların yüklerin(i aratmaya) başladı. Sonra kabı kardeşinin yükü arasından çıkardı. İşte biz Yûsuf’un lehine böyle bir takdirde bulunduk. Yoksa, o hükümdarın dinine göre kardeşini alıkoyabilecek değildi. Allah'ın dilemesi müstesna. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibi üstünde daha iyi bir bilen vardır.

"Bunun üzerine kardeşinin yükünden önce onların yüklerin(i aratmaya) başladı" âyetinde söz edildiği şekilde; Hazret-i Yûsuf kalplerine gelebilecek zan ve şüpheyi bertaraf etmek için diğer kardeşlerinin yükünü aratmakla işe başladı,

"Yük" kelimesinin "vav" harfi ötreli de okunur, esreli de okunur. Bunlar İki söyleyiştir. Bu kelime, İçinde eşyanın-korunduğu ve eşyayı himaye eden kaplar hakkında kullanılır.

"Sonra kabı kardeşinin yükü arasından çıkardı." Bünyamin'in yükü arasından hükümdarın su kabını çıkardı, demektir.

" Kabı... çıkardı”daki zamir müennes zamirdir ve bu su kabını müennes kabul edenlere göre böyle kullanılmıştır. Bununla birlikte; " Onu getirene..." İfadesinde ise su kabına ait zamir, müzekker kullanılmıştur,

Hazret-i Yûsuf'un kardeşleri bu durumu görünce başlarını Önlerine eğdiler ve her tüdü zannı beslediler. Bünyamin'e dönerek: Yazıklar olsun sana ey Bünyamin hiç bugün gibisini görmedik, Senin anan Râhîl iki hırsız kardeş doğurmuş, dediler. Kardeşleri kendilerine şöyle cevap verdi: Allah'a yemin ederim, ben bu su kabını çalmadım. Onu eşyamın arasına kimin koyduğunu da bilmiyorum.

Yine rivâyet edildiğine göre ona: Ey Bünyamin çaldın mı? dediler. O, Allah'a yemin ederim ki hayır deyince, bu sefer; Peki su kabını senin eşyan arasına kim koydu, diye sordular. Bu sefer o: Sizin eşyanız arasına aldığınız yiyeceklerin bedelini kim koyduysa o, dedi.

Yine denildiğine göre; kabı araştırmaya koyulan kişi her bir kişinin eşyasını araştırmayı bitirdikten sonra yaptığı bu işten dolayı yüce Allah'a tevbe ederek istiğfar ediyordu.

Katâde ve diğerlerinin ifadelerinin zahirinden anlaşıldığına göre; bu şekilde istiğfar eden kişi Hazret-i Yûsuf idi. Çünkü o, su kabının nerede olduğunu bildiği halde yüklerini araştırıyordu. Nihayet onların yüklerini araştırmayı bitirdi ve Bünyamin'in yüküne sıra gelince şöyle dedi: Ben bu gencin böyle bir işi yaptığını, herhangi bir şey aldığım zannetmiyorum. Bu sefer kardeşleri ona:

Allah'a yemin ederiz ki, onun yüklerini de araştırmadan buradan ayrılmayacağız. Böylesi senin gönlünü de hoş eder, bizim gönlümüzü de. Bunun üzerine Bünyamin’in yükünü araştırıp arasından su kabını çıkardı.

Hazret-i Yûsuf tarafından yapılan bu araştırma, kabın çalındığını yüksek sesle ilan eden kişinin kendi görüşüne istinaden hırsızlık yaptıklarını söylemiş olmasını gerektirmektedir. Denildiğine göre: Bütün bunlar yüce Allah'ın bir emri gereği idi. Nitekim şanı yüce Allah'ın:

"İşte Biz Yûsuf’un lehine böyle bir takdirde bulunduk" âyeti da bunu pekiştirmektedir. Yüce Allah'ın:

"İşte biz Yûsuf'un lehine böyle bir takdirde bulunduk" âyetine dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1- İlahi Takdir Ve Hileyi Şer'iyye:

Bu âyetteki; " Takdirde bulunduk" ibaresi böyle yaptık, demek olup bu açıklama İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. el-Kutebî der ki: Biz böyle düzenledik, İbnu'l-Enbarî de: Biz böyle diledik diye açıklamıştır. Şair de der ki:

"O da istedi, ben de istedim ve bu isteklerin en hayırlısıdır:

O gençlik dönemlerinden geçmiş alanlar, ah bir geri gelse."

Bu âyetten, eğer şeriate muhalif değil ve herhangi bir aslı da çiğnemiyor ise birtakım hilelerle (meşru çare ve yollarla) maksatlara ulaşmanın câiz olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Ebû Hanîfe usule muhalif olsa ve helâl sınırlarını çiğnese dahi, hileleri câiz gördüğünden bu hususa muhalefet "... Hanefilerin hileleri kabul ettikleri görüşü yaygınlık kazanmıştnr. Çünkü Ebû Yûsuf bu hususta bir kitap telif etmiştir. Ancak gerek ondan, gerek Hanefî mezhebine mensup ilim adamlarının bir çoğundan meşhur olarak geten görüş ancak "hakkı elde etmek kaşdını gütmek" kaydı ile yapılabileceği şeklindedir... Hilenin (Hanefilere göre) câiz olmasının ilkesi şudur: Eğer haramdan kaçış ve günahtnn uzak kalmak için yapılırsa güzeldir. Şayet bir müslümanın hakkını iptal için yapılırsa güzel olamaz. Hatta günah ve haksızlıktır." (İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XII, 342) "el-Muhit'te "Hileler ve Meşruiyeti" diye bir bölüm dahi vardır... Hile, mekruh şeylerden kaçıktır. Haramdan kaçmak ve günahlara düşmekten uzak kalmak için hilelere başvurmakta bir sakınca yoktur. Hatta bu, menduptur. Bir müslümanın hakkını ortadan kaldırmak için hileye başvurmak ise günah ve haksızlıktır. Nesefi, "el-Kâfi'de diyor ki: Muhammed b. el-Hasen'den şöyle dediği nakledilmiştir: Hakkı ortadan kaldırmaya götüren hilelerle Allah'ın hükümlerinden kaçmak, mü’minlerin ahlâkından değildir " (Aynî, Umdetu'l-Kari, XXIV, 108-109) etmektedir.

2- Zekâta Tabi Olan Mallarda Yıl Geçme Şartı (Havelân-ı Havi) İle İlgili Çeşitli Hükümler:

İlim adamlarının icma ile kabul ettiklerine göre kişi eğer zekâttan kaçma niyetini taşımıyor ise, sene dolmadan önce malında satış ve hibe gibi yollarla tasarrufta bulunma hakkına sahiptir. Yine icma ile kabul ettiklerine göre; eğer yıl bitip de zekât toplayıcısının gelme vakti yaklaşmış ise, artık ne hile yollarına başvurması helâl olur, ne de malını eksiltmesi. Bir arada bulunan mallarını ayırması da helâl değildir, ayrı olanları bir araya getirip toplaması da helâl değildir.

Malilf der ki: Şayet senenin dolmasından bir ay ve buna yakın bir zaman önce zekâttan kaçmak niyetiyle malından herhangi bir bölümü elinden çıkaracak olursa sene dolduğunda zekât ödeme mükellefiyeti vardır. Bu da Hazret-i Peygamber'in Hadîs-i şerîfteki: "... zekât mükellefiyeti korkusuyla." Buhâri, Zekât 34, Hiyel 3; Ebû Dâvûd, Zekât 5 (hadis no: 1580) Tirmizî, Zekât 4, Nesâi, Zekât 5, 10; İbn Mâce, Zekât 11,13; Dârimî, Zekât 8; Muvatta’, Zekât 23; Müsned, I, 12, II. 15. âyetinden alınmış bir hükümdür.

Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Eğer sene dolmasından bir gün önce dahi zekâttan kaçmak niyetiyle zekâta tabi mallarını birbirinden ayıracak olur ise bunun kendisine zararı olmaz. Çünkü sene tamam olmadıkça zekât mükellefiyeti olmaz ve Hazret-i Peygamber'in: "... zekât mükellefiyeti korkusuyla..." âyetinin ifade ettiği anlam böyle birisine ancak o vakit yöneltilmiş olur.

İbnu'l-Arabî der ki: Ben Ebû Bekir, Muhammed b. el-Velid el-Fihrî'yi ve başkalarını şöyle derken dinlemişimdir: Hocamız baş kadı Ebû Abdullah Muhammed b. Ali ed-Dâmeğânî onbinlerce dinarlık mal sahibi kişi idi. Bu hocamız sene sonu yaklaştı mı çocuklarını çağırır ve onlara: Ben yaşlandım, gücüm takatim kalmadı, bu mala da ihtiyacım yok, o sizindir der, sonra da bu malı evinden çıkartırdı. Hammallar gelir onu sırtlarında çocuklarının evine taşıyıp götürürlerdi. Bir sonraki yılın sonu yaklaştı mı ve herhangi bir iş için çocuklarını çağırdığında bu sefer çocukları: Sabamız biz hayatta kalacağını ümit ediyoruz. Mala gelince, sen hayatta olduğun sürece bizim mala ne gibi bir isteğimiz olabilir ki? Sen de, malın da zaten bizimsin. Haydi bu mah yanına al, derler ve yine hammallar o raalı alır, getirir, Önüne koyardı. O da mah eski yerine geri götürürdü. Bu şekilde mülkiyeti değiştirmek ile Ebû Hanîfe'nin görüşüne göre toplu olan bir malı birbirinden ayırmayı, sonra da ayrı olan bir malı bir araya getirip, toplamayı kastediyordu. Şüphesiz ki bu çok büyük bir İştir. Buhârî -Allah ondan razı olsun- Camî'inde belli bir maksat gözerek "Kitabu'l-Hiyel" adlı bir bölüm açmıştır. Buhârînin 90 no'lu bölümünü teşkil etmektedir.

Derim ki: Yine Buhârî aynı bölümde "zekât ve zekât düşer korkusuyla bir arada bulunan malın dağıtılamayacağı ve dağınık olan malların da bir araya toplanamayacağına dair bir bab" Buhârî, Hiyel 3- bâb. diye bir başlık açmış ve bu başlığın altında da Enes b. Malikin rivâyet ettiği Hazret-i Ebû Bekir'in ona zekât farizasını yazdığına dair hadisi de kaydetmiştir. Buhârî, Hiyel 3. Ayrıca; az önce geçen ve "... zekât mükellefiyeti korkusuyla..." ibaresi için gösterilen kaynaklara bakınız.

Yine bu başlık altında Talha b. Ubeydullah'ın rivâyet ettiği hadisi zikretmektedir ki bu hadise göre "bedevi bir Arap, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın huzuruna saçı, sakalı birbirine karışmış halde geldi" diye başlayan hadisini kaydetmektedir. Bu hadisin sonlarında ise "eğer doğru söylemişse kurtuluşa erer" veya "doğru söylemişse cennete girecektir" dediğini zikretmektedir. Buhâri, Hiyel 3. (Buhârî devamla) kimisi de şöyle demiştir: Yüzyirmi devede, dört yaşına basmış iki dişi deve zekât düşer. Şayet kasti olarak bu develeri tüketir yahut hibe eder veya zekâttan kaçmak kastı ile bu hususta bir hile yoluna saparsa, ona herhangi bir şey düşmez. (Buhârî) daha sonra da Ebû Hüreyre'nin şu hadisini nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizden herhangi birinizin hazinesi, kıyâmet gününde başı tüysüz, gözleri üzerinde iki kara nokta bulunan bir ejderha haline gelir ve o ben senin hazinenim... der." Aynı yer

el-Mühelleb der ki: Buhârînin bu bab ile: Bir kimsenin zekâtı düşürmek için başvurduğu bütün hileli yolların o kimse aleyhine bir vebal olduğunu sana öğretmek istemektedir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zekât düşer korkusuyla koyunların bir araya toplanmasını veya dağıtılmasını yasaklamasından bu husus anlaşılmaktadır. Yine Hazret-i Peygamberin: "Doğru söylediyse kurtulur" âyetinden da herhangi bir kimse, herhangi bir hileli yola başvurmak suretiyle Allah'ın farzlarından bir şeyi nakzetmek isterse, asla kurtuluşa eremez ve böyle yapmakla da Allah'a karşı mazereti bulunamaz. Fukahânın mal sahibi olan kimsenin sene dolmasına yakın malında tasarrufta bulunmasını câiz görmeleri, bu tasarrufu ile zekâttan kaçma kastını gütmemesi şartına bağlıdır. Ancak bununla zekâttan kaçmayı niyet eden kimseden günah hiçbir şekilde düşmez ve Allah onun hesabını en iyi bilendir. Böyle bir kimse de ramazan hilalinin görülmesinden bir gün önce ramazan orucundan kaçarak ihtiyacı bulunmayan bir yolculuğa çıkan ve bununla da Allah'ın mü’minlere farz kılmış olduğu bir ibadetten yüz çeviren kimsenin durumuna benzer. Böyle bir kimse hakkında da tehdit söz konusudur. Nitekim kıyâmet gününde herhangi bir yolla zekât vermeyen bir kimsenin develer tarafından çiğnenip ona (zehirinin şiddetinden) başı tüysüz bir ejderha halinde müşahhaslaştırılacağı bilinen bir husustur. Bu da zekâttan kaçmanın helâl olmadığının ve âhirette bundan sorumlu tutulacağının Gerek el-Mühelleb'în bu sözleri, gerekse bu husustaki başka görüşler ile bunlara dair gerekçeler için bk. İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XII, 347 vd. delilidir.

3- Mübah Olan Hileler:

İbnu'l-Arabî der ki: Şâfiî ilim adamlarından kimisi şöyle der: Yüce Allah'ın:

"İşte Biz Yûsuf’un lehine böyle bir takdirde bulunduk. Yoksa o... kardeşini alıkoyabilecek değildi" İbnu'l-Arâbî, Ahkâmu'l-Kur'ân, III, 1100'de buradaki 76. âyet-i kerîme yerine, biraz sonra da geleceği üzere 56. âyet-i kerimeyi zikretmektedir. âyetinde mubaha ulaşmak ve hakları ele geçirebilmek için hilenin ne şekilde yapılabileceğine bir delil vardır. Ancak bu, büyük bir yanılmadır. Çünkü yüce Allah'ın:

"İşte böylece o yerde Yûsuf’a iktidar verdik" (56. âyet) âyeti hakkında şöyle denilmektedir: Biz Yûsuf’a Aziz'in karısına karşı kendisine hakim olma güç ve iktidarını verdiğimiz gibi, yine Aziz'in yerine yeryüzüne sahib olma iktidarını vermiştik. Yahut da onun verdiği bu örnek, söylemek istediği şeye benzememektedir. eş-Şefavî der ki: Yüce Allah'ın:

"Eline bir demet sap al. Onunla vur ve yeminini bozma" (Sâd, 38/44) âyeti da buna benzemektedir. Ancak bu bir hile değildir. Bu ancak yeminin lâfızlara yahut maksatlara göre yorumlanması demektir, Yine eş-Şefavî der ki: Ebû Said el-Hudrî'nin, Hayber âmili ile ilgili olarak rivâyet ettiği hadis de bu kabildendir. Hayber'e zekât toplamak üzere giden kişi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e cenîb diye bilinen kaliteli bir hurma getirmişti... 56-57. âyetlerin tefsirinin baş taraflarında da bu hadise işaret edilmişti. Kaynakları için oraya bakılabilir. Şâfiî ilim adamlarının açıklamasına göre bu Hadîs-i şerîfin maksadı şudur; Hazret-i Peygamber o kimseye çeşitli türlerde bir araya toplanmış hurma çeşitlerini satıp bunların yerine de satın aldığı cenib veya başka türden hurmayı almasını istemiştir. Maliki'ler ise derler ki: Bu hadisin anlamı, o türden başka tür hurma almasıdır. Böylelikle cenib türü hurma çeşitli türlerdeki bayağı hurma karşılığında alınmış, ayrıca alınan paralar (dirhemler) da faiz olmasın diye bu yola başvurmasını emretmiştir. Nitekim İbn Abbâs da şöyle demiştir: Bir şeye karşılık, bir şey; fazladan alınan dirhemler ise faiz olur.

Yüce Allah'ın:

”Hükümdarın dinine göre" âyetindeki "din" kelimesi İbn 'Abbas'tan nakledildiğine göre onun egemenlik hükümlerine göre demektir. İbn Îsa'ya göre ise adetlerine göre demektir, yani o delil otraaksızın da zulmederdi. Mücahid, hükümdarın hükmüne göre diye açıklamıştır ki, hükümdarın hükmünde olmayan şey ise hırsızlık yapanların kökleştirilmesi hükmüdür.

"Allah'ın dilemesi müstesna." Yani ancak yüce Allah su kabı gerekçe olsun ve bu uygulamada ona mazeret olsun diye, Bünyamin'in yükü arasına koymasını dilemesi suretiyle olmuştur.

Katâde der ki: Hükümdarın hükmü (kanunu) hırsızlık yapanın dövülmesi ve iki kat tazminatının ödenmesi şeklindeydi. Ancak yüce Allah -Önceden de geçtiği üzere- onlar tarafından İsrailoğulları arasındaki hükmün söylenmesini murSd etmişti.

"Biz dilediğimizi derecelerle" ilim ve îman ile

"yükseltiriz." Bu âyet; şeklinde de okunmuştur ki; dilediğimizin derecelerini yükseltiriz, yani dilediğimiz kimseleri pek çok derecelere kadar yükseltiriz, anlamındadır. el-En'âm Sûresi'nde (6/83. âyetin tefsirinde) de bu anlamdaki âyet geçmiş bulunmaktadır.

"Her ilim sahibi üstünde daha iyi bir bilen vardır." İsrail'in, Simak'tan onun İkrime'den, onun da İbn Abbâs'tan rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Bu ötekinden daha âlim, diğeri de berikinden daha âlimdir. Allah ise bütün âlimlerin üstündedir.

Süfyan'ın, Abdu’l-A'lâ'dan onun Saîd b. Cübeyr'den rivâyetine göre Saîd b. Cübeyr şöyle demiştir İbn Abbâs -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- ın yanında bulunuyor idik. Bir hadis nakletti, bir adam bundan hayrete düştü ve: Subhanallah dedi, Herbir bilenin (âlim'in) üstünde daha iyi bir bilen vardır. İbn Abbâs ona şöyle dedi: Ne kadar kötü söyledin. el-Alîm olan Allah'tır ve O herbir âlimin de üstündedir.

77

"Eğer o çalmış bulunuyorsa, onun daha evvel bir kardeşi de çalmıştı" dediler. O vakit Yûsuf bunu içinde gizleyip bunu onlara açıklamadı ve dedi ki: "Sizin durumunuz daha da kötüdür. Allah sizin söylemekte olduğunuzun mahiyetini en iyi bilendir."

Yüce Allah'ın:

"Eğer o çalmış bulunuyorsa onun daha evvel bîr kardeşi de çalmıştı, dediler" âyetinin anlamı şudur: Yani bu da diğer kardeşine uymuştur, eğer bize uymuş olsaydı hırsızlık yapmazdı. Bunu söylemekle kardeşlerinin fiilinden uzak olduklarını ifade etmek istediler. Çünkü onunla anaları bir değildi. O eğer çalmış ise, bu herhalde çalan öbür abisine çekmiştir, çünkü neseblerde ortaklık ahlâkî benzerliklere sebeptir.

İlim adamları Hazret-i Yûsuf’a nisbet ettikleri hırsızlığın ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahibtirler. Mücahid ve başkalarından rivâyet edildiğine göre; Hazret-i İshak'ın kızı olan Hazret-i Yûsufun halası yaşça Hazret-i Ya'kub'dan büyüktü. Daha yaşlı olmasından ötürü Hazret-i İshak'ın kemeri ona geçmişti, çünkü yaş büyüklüğüne göre mirasçı oluyorlardı. Bu ise şeriatımızda hükmü nesh olunmuş şeylerdendir. Yine onların şeriatına göre hırsızlık yapan köleleştirilirdi. Hazret-i Yûsufun halası ise (annesinin vefatından sonra) onu alıp büyütmüş ve onu aşırı derecede sevmişti. Hazret-i Yûsuf büyüyüp gelişince Hazret-i Ya'kub halasına; Bana Yûsuf’u teslim et, gözümün önünden bir an dahi kaybolmasına tahammül edemiyorum, dediyse de halası da ondan ayrılmak istemedi. Kardeşi Ya'kub'ar Yanımda bir kaç gün daha onu bırak, onu göreyim. Hazret-i Ya'kub yanından çıkıp gidince, Hazret-i İshak'ın kemerini alıp onu Hazret-i Yûsuf’a elbiselerinin altından bağladı. Sonra da: Ben İshak'ın kemerini kaybettim, onu kimin aldığına, kimin ele geçirdiğine bir bakınız dedi. Bu kemer araştırıldı, sonra da: Evde bulunanların üzerini açın, dedi. Herkesin üzeri açılınca, kemerin Hazret-i Yûsuf ile birlikte olduğu görüldü; bu sefer şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, o artık benim kölemdir. Ben ona dilediğimi yapacağım. Daha sonra Hazret-i Ya'kub ona geldi, ona durumu bildirince, Hazret-i Ya'kub da şöyle dedi: Sen bilirsin, eğer böyle bir şey yaptıysa o senin kölen olarak sana teslim edilecektir. Halası, vefat edinceye kadar Hazret-i Yûsuf’u yanında tuttu. İşte kardeşleri: "Eğer o çalmış bulunuyorsa onun daha evvel bir kardeşi de çalmıştı" sözleri ile bu hususa işaret ederek ayıpladılar. İşte Hazret-i Yûsuf da buradan su kabını -halasının yaptığı şekilde- kardeşinin yükü arasına koymayı öğrenmişti.

Saîd b. Cübeyr der ki: Hayır, halası ona anne tarafından dedesine ait bir putu çalmasını emretmişti. O da sözü geçen o putu çalıp, kırmış ve yola atmıştı. Onların bu tutumları bir münkeri değiştirmek idi. Kardeşleri ise onu hırsızlık yapmakla nitelediler ve bu işten dolayı onu ayıpladılar. Katâde de böyle demiştir.

ez-Zeccâc'ın, kitabında nakledildiğine göre çaldığı bu put altından idi.

Atiyye el-Avfî der ki: Hazret-i Yûsuf kardeşleriyle birlikte yemekte bulunduğu bir sırada bir parça et gördü ve onu sakladı. Bundan dolayı onu ayıpladılar.

Şöyle de açıklanmıştır: Hazret-i Yûsuf sofradaki yemeklerden yoksullara vermek üzere bir şeyler alırdı. Bunu da İbn Îsa nakletmektedir. Bir diğer açıklamaya göre kardeşleri Hazret-i Yûsuf’a nisbet ettikleri şeyde yalan söylemişlerdi. Bu açıklamayı da el-Hasen yapmıştır.

"O vakit Yûsuf bunu içinde gizleyip onlara açıklamadı." Yani Hazret-i Yûsuf onların:

"Eğer o çalmış bulunuyorsa onun daha evvel bir kardeşi de çalmıştı" sözlerini içinde gizledi. Bu açıklamayı da İbn Şecere ve İbn Îsa yapmıştır.

Bir diğer açıklamaya göre Hazret-i Yûsuf: "Sizin durumunuz daha da kötüdür" sözünü içinden gizli söyledi. Sonra da yüksek sesle "Allah sizin söylemekte olduğunuzun mahiyetini en iyi bilendir" dedi.

Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Yani sizler Yûsuf'a nisbet etmiş olduğunuz hırsızlıktan daha kötü bir durumdasınız. Yüce Allah'ın:

"Allah sizin söylemekte olduğunuzun mahiyetini en iyi bilendir" âyeti ise Allah sizin bu söylediğinizin yalan olduğunu en iyi bilendir. Zaten o iş, Allah rızası için yapılmıştı.

Denildiğine göre Hazret-i Yûsuf'un kardeşleri o sırada henüz peygamber olmamışlardı.

78

Dediler ki: "Ey Aziz! Onun çok ihtiyar bir babası vardır. Bunun için onun yerine birimizi alıkoy. Biz seni gerçekten iyilik edenlerden görüyoruz."

"Dediler ki: Ey Aziz! Onun çok ihtiyar bir babası var. Bunun için onun yerine birimizi alıkoy." Onlar Hazret-i Yûsuf’a

"Aziz" lakabı ile hitab ettiler. Çünkü o sırada önceki Aziz -Kıtfîr azledilmiş yahut ölmüş olduğundan- onun yerine geçmiş idi.

"Onun çok İhtiyar bir babası var" sözleri ise kadr-u kıymeti çok büyük anlamındadır. Yaşça çok büyük olduğunu kastetmemişlerdir. Çünkü ihtiyar bir kimsenin yaşlı olduğu zaten bilinen bir husustur.

"Bunun için onun yerine birimizi alıkoy." Onun yerine birimiz köle olsun, demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Bu ifade mecazdır. Çünkü onlar hür olan bir kimsenin, uygulama gereği köleleştirilmesine hüküm verilmiş birisinin yerine köleleştirilmesinin sahih olmayacağını biliyorlardı. Onların bu sözleri, yaptığı işten hoşlanmadığın bir kimseye -seni öldürmesini istemediğin halde bu işten vazgeçmesi hususunda mübalağa ifadesi kullanmak üzere-: Beni öldür de şu şu işi yapma, demeye benzer.

Bununla birlikte onların:

"Onun yerine birimizi alıkoy" sözlerinin hakikat anlamında söylenmiş olma ihtimali de vardır. Eğer peygamber idiyseler, hür bir kimsenin köleleştirilmesi kanaatini izhar etmiş olmaları uzak bir ihtimaldir. O halde geriye ancak kefalet yolu ile böyle bir talebte bulunmaları İhtimalinden başkası kalmıyor, Yani senin köleleştirmen gereken kişi, sana gelinceye kadar, birimizi yanında alıkoy. Bununla da Bünyamin'in babasının yanına ulaşması, Hazret-i Ya'kub'un da durumu açıkça görmesi ve bilmesini kastetmişlerdi. (Ondan sonra gelip Hazret-i Yûsuf'a köleliğe başlayacaktı).

Ancak Hazret-i Yûsuf böyle bir şeyi kabul etmedi. Zira hadlerde ve benzeri suçlarda yalnızca kendisine kefil olunanın huzura getirilmesi anlamında karşılıklı rıza ile kefalet câiz olur. Bu kişiyi eline geçirmek isteyen eğer böyle bir kefaleti kabul etmezse, bağlayıcı bir tarafı olmaz. Bu gibi hallerde ise kefil olan kimsenin kefil olunana uygulanması gereken cezayı yüklenmesi ise icma ile câiz değildir.

el-Vadıha'da şöyle denilmektedir: Kişinin zatına kefil olmak -nefs ile kefalet müstesna- bütün hadlerde caizdir. Fukahanın Cumhûru da cana kefaletin cevazını kabul etmektedir. Ancak bu konuda Şâfiî'den gelen rivâyet farklıdır. Bir defasında bunu zayıf kabul ederken, bir diğer sefer bunu câiz görmüştür.

"Biz seni gerçekten iyilik edenlerden görüyoruz" âyetindeki sözleri ile Hazret-i Yûsuf’u onunla bütün muamelelerinde gördükleri iyiliği ve ihsanını vasfermiş istemeleri muhtemel olduğu gibi, bu sözleriyle: Görüşümüze göre, eğer bunu bizden esirgemeyecek olursan, bize lütfetmiş ve iyilikte bulunacaksın. Bu son açıklama İbn İshak'ın açıklamasıdır.

79

Dedi ki: "Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymamızdan Allah'a sığınırız. O takdirde biz elbette zâlimleriz demektir."

"Dedi ki: Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymamızdan Allah'a sığınırız" âyetinde yer alan;

"Allah'a sığınırız"

İfadesi mastardır.

" Alıkoymamız" ise nasb mahallinde olup; Alıkoymamızdan" anlamındadır.

"Bulduğumuz kimseden başkası" ifadesi de;

"Almamız" fiili ile nasb mahallindedir. Yani biz suçsuz bir kimseyi, suç işlemiş bir kimseye karşılık alıkoymaktan ve böylelikle yaptığımız akde muhalefet etmekten Allah'a sığınırız.

"O takdirde biz" başkasını almamız halinde

"elbette zâlimleriz demektir."

80

Artık ondan ümidlerini kesince, fısıldanarak bir kenara çekildiler. Büyükleri dedi ki: "Babanızın sizden Allah adına teminat almış olduğunu, daha evvel de Yûsuf hakkında işlediğiniz kusuru bilmez misiniz? Artık ya babam İzin verinceye yahut benim İçin Allah hükmedinceye kadar katiyyen bu yerden ayrılmam. O, hükmedicilerin en hayırlısıdır."

Allah'ın:

"Artık ondan ümidlerini kesince" âyetindeki; " Ümidlerini kestiler" ifadesi, ile aynı anlamdadır. Nitekim ile "Hayret etti" anlamında; in: Alay etti, eğlendi anlamına gelmeleri gibi.

"Fısıldanarak bir kenara çekildiler." Bir kenara çekilip kendi aralarında fısıldaştılar, demektir.

"Fısıldanarak" kelimesi İse; " Kenara çekildiler" ifadesindeki zamirden haldir. Bu kelime (hal olan kelime) tekil olmakta birlikte, -âyette de olduğu gibi- çoğul için de kullanılır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi

"Onunla özel olarak konuşmak üzere onu yaklaştırdık" (Meryem, 19/52) âyetinde olduğu gibi, tekil için de kullanılır. Çoğulu ise; "Özel olarak kendi aralarında fısıldaşarak konuşanlar," anlamındadır. Şair de şöyle demektedir:

"Ben öyle bir kimseyim ki, diğerleri başbaşa fısıldaştıklarında,

Ve yine onlar kuyuya sarkıtılan ip gibi sallanıp durduklarında,

İşte orada sen bana tavsiyede bulun, fakat benim hakkımda kimseye tavsiyede bulunma!"

İbn Kesîr buradaki

"ümitlerini kestiler..." anlamındaki âyeti şeklinde; 87. âyetteki

"Ümid kesmeyin" âyetini şeklinde; yine aynı âyetteki

"çünkü... ümid kesmez" anlamındaki âyeti; şeklinde; (er-Ra'd, 13/31) "Şu gerçeği bilmediler mi ki" anlamındaki âyeti da; şeklinde kalbetmek suretiyle hemzesiz ve "elif ile okumuştur. Bu okuyuşa göre hemze öne alınmış, "ye" harfi sonraya bırakılmıştır. Daha sonra ise hemze "elife kalbedilmiştir. Çünkü elif de öncesi fetha olan sakin bir eliftir.

Ancak aslolan cemaatin okuyuş şeklidir. Çünkü bu kelimenin mastarı ancak "ya" harfinin başa alınması suretiyle; "Ümid kesmek" şeklinde gelmiştir. kelimesi ise "ümid kesti" anlamındaki; mastarı değildir. Aksine bu: Ona verdim anlamındaki; nun mastarıdır ki bu kelimenin mastarı; " Vermek" şekillerinde gelir.

Bazıları da şöyle demiştir: ile aynı kelimenin iki ayrı söyleyişidir. Buna göre; onlar kardeşlerinin kendilerine geri verileceğinden ümitlerini kestiklerinde kendi aralarında başka hiçbir kimse de bulunmaksızın danıştılar ve karşı karşıya kaldıkları bu durum ile İlgili olarak birbirleriyle fısıltı halinde konuştular, "Fısıldaşan" kelimesi ise; ism-i faili anlamında "faîl" veznindedir.

"Büyükleri dedi ki" Katide'nin dediğine göre; bu Rûbîl idi, yaşça en büyükleriydi. Mücahid ise, bu kişi Şem'ûn idî, görüş itibariyle en ileri derecede olanları oydu. el-Kelbî ise bu kişi Yehudâ idi, o aralarında en akıllı kişi idi, demektedir. Muhammed b. Ka'b ile İbn İshak İse; o Lavı idi ve Lavî (İsrailoğullarından gelen) peygamberlerin babasıdır.

"Babanızın sizden Allah adına" oğlunu koruyup onu kendisine geri götürmenize dair

"teminat almış" Allah adına söz almış

"olduğunu daha evvel de Yûsuf hakkında işlediğiniz kusuru bilmez misiniz?" Yani siz babanızın sizden Allah adına bir söz almış olduğunu bilmiyor musunuz? Yûsuf hakkındaki kusurunuzu da bilmektesiniz. Bu açıklamayı en-Nehhâs ve başkaları nakletmektedir. Daha evvel, Önceden" âyetindeki; "...den, dan" edatı; " Bilme...nize" taalluk etmektedir. ın fazladan gelmiş olması mümkündür. O takdirde; " Daha evvel, önceden" âyeti ile; " Yûsuf hakkında" ibarelerindeki iki zarf da;"İşlediğiniz kusur" fiiline taalluk etmektedir. Bununla birlikte; mastar buna karşılık; Daha evvel" ibaresinin de hazfedilmiş bir fiile müteallak olması da mümkündür. İfadenin takdiri de şöyle olur: Yûsuf hakkındaki kusurunuz ise önceden olmuş bir işti. Buna göre bu edat ile fiil, mübtedâ olarak ref mahallinde (yeni bir cümle başı) olur. Haberi ise; "Daha evvel" ifadesinin kendisine taalluk ettiği (ye olmuş anlamı verilen) hazfedilmiş fiildir.

"Artık, ya babam" dönüşüm İçin

"izin verinceye" çünkü ben ondan utanıyorum

"yahut benim için Allah" kardeşim ile birlikte gidişim hususunda

"hükmedinceye" ve böylelikle onunla beraber babamın yanına gidinceye kadar

"katiyyen bu yerden ayrılmam." Burada kalmaya devam edeceğim ve burada ikametimi sürdüreceğim.

" Ayrıldı, ayrılmak" ifadesi zail olmak, göçmek demektir. Bunun başına nefy edatı gelecek olursa müsbet (olumlu anlam) ifade eder.

Âyetin anlamının şu olduğu da söylenmiştir: Ya Allah benim lehime kılıç kullanıcağıma dair hüküm verir, ben de Savaşarak kardeşimi alırım yahut bu konuda acze düşerek mazereti olan birisi suretiyle geri dönerim. Çünkü Hazret-i Ya'kub:

"Etrafınız kuşatılmadıkça onu bana kesin olarak getireceğinize dair Allah'tan sağlam bir taahhüd vermediğiniz sürece..." (Yûsuf, 12/66) demişti. Savaşıp acze düşen bir kimsenin ise etrafı kuşatılmış demektir.

İbn Abbâs der ki; Yehudâ gazablandığı ve kılıcı aldığı vakit, yüzbin kişi onu geri çeviremezdi. Göğsündeki kılları çuvaldız gibi dikilir, elbisesinden dışarı fırlardı.

Haberde nakledildiğine göre Bu haberin sağlıklı ve güvenilir bir kaynağa dayalı olmadığı, merhum Kurtubî'nin bu ifadesinden de anlaşılmaktadır. Yehudâ -aralarında en ileri derecede kızan ve öfkelenen birisi idi- kardeşlerine şöyle demişti; Ya hükümdar ve beraberindekilere siz karşı koyarsınız, ben de bütün Mısır halkına karşı koyarım. Yahut da siz Mısır halkına karşı koyarsınız, ben de hükümdara ve Mısır halkına karşı koyarım. Kardeşleri şu cevabı verdiler: Sen hükümdara ve onunla birlikte olanlara karşı koy, biz de Mısır halkına karşı koyarız. Bunun üzerine kardeşlerinden birisini gönderdi. Mısır'ın çarşılarını saydılar, dokuz çarşı bulunduğunu gördüler. Onlardan herbirisi bir çarşıyı üstlendi. Daha sonra Yehudâ, Yûsuf (aleyhisselâm)in yanına girip şöyle dedi: Ey Hükümdar! Şayet kardeşimizi bizimle beraber bırakmayacak olursan, öyle bir feryat ederim ki, senin bu şehrinde karnındaki bebeği düşürmedik hiçbir gebe kadın kalmayacaktır.

Bu, kızmaları esnasında onların bir özelliği idi. Hazret-i Yûsuf onu kızdırdı ve hoşuna gitmeyecek bir söz söyledi. Yehudâ kızdı ve gittikçe kızgınlığı arttı. Tüyleri kabardı, diken diken oldu. Ya'kuboğullarının herbirîsi böyle oluyordu. Kızıp, köpürdü mü tüyleri diken diken olur, cesedi şişer, sırtındaki kıllar elbisenin altından görülür. Hatta herbir kıldan bir damla kan damlardı. Ayağını yere vuracak oldu mu yer sarsılır ve binalar yıkılırdı. Feryat edip bağıracak olursa, kadın olsun, hayvan olsun, uçan kuş olsun mutlaka karnında ne varsa onu ya hilkati tam veya eksik olarak bırakıverirdi. Kan dökmedikçe yahut Ya'kub neslinden bir el onu yakalamadıkça gazabı dinmezdi. Hazret-i Yûsuf kardeşi Yehudâ'nın gazabının son noktasına vardığını görünce, küçük bir çocuğuna Kıptice konuşarak elini görmeyeceği bir yerden Yahudâ'nın omuzları arasına koymasını emretti. Bu çocuk Hazret-i Yûsuf’un dediğini yapınca, gazabı dindi, elindeki kılıcı bıraktı. Kardeşlerinden kimseyi görür ihtimaliyle sağına soluna baktı fakat kimseyi göremedi. Çabucak kardeşlerinin yanına çıkarak dedi ki: Sizden kimse benimle beraber bulundu mu? Onlar: Hayır deyince, peki Şem'ûn nereye gitti? diye sordu. Dağa gitti dediler, o da arkasından çıkıp onunla karşılaştığında büyükçe bir kaya yüklenmiş olduğunu gördü. Bunu ne yapacaksın? diye sordu. O da payıma düşen çarşıya gideceğim ve o çarşıda kim varsa bu kaya parçasıyla kafasını yaracağım. Bu sefer Yehudâ ona: Dön kayayı geri götür yahut denize at dedi, hiçbir iş yapma. İbrahim'i dostu edinen hakkı için yemin ederim, Ya'kub neslinden bir el bana dokundu, dedi.

Sonra da Hazret-i Yûsuf'un huzuruna girdi. Hazret-i Yûsuf da aralarında en güçlü ve yakalayışı en çetin olanları idi. Şöyle dedi: Ey İbraniler! Sizler, sizden daha çetin ve güçlü kimse olmadığını mı zannediyorsunuz? Sonra da büyükçe bir değirmen taşına ayağıyla bir tekme vurdu ve bu değirmen taşı duvarın arkasından yuvarlanıverdi. Sonra da tek eliyle Yehudâ'yı yakalayıp onu yanı üzere yıktı ve dedi ki: Haydi demirciler gelsin, bunların ellerini ayaklarını keseceğim, boyunlarını vuracağım, dedi. Daha sonra Hazret-i Yûsuf tahtına çıktı ve minderi üzerinde oturdu. Su kabının getirilmesini emretti, kabı getirilip önüne konuldu. Daha sonra ona bir vuruş vurdu, bu su kabından bir ses çıktı. Kardeşlerine dönerek şöyle dedi: Bu kabın ne dediğini biliyor musunuz? Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu kap şöyle diyor: Bu kimselerin babalarının kalbinde ne kadar gam, keder ve sıkıntı varsa hepsine bunlar sebeb olmuştur. Sonra su kabına bir daha vurdu ve dedi ki: Bunun bana haber verdiğine göre bunlar küçük bir kardeşlerini almışlardı, onu kıskandılar, babalarından uzaklaştılar, sonra da onu telef ettiler. Kardeşleri: Ey Aziz! Allah senin kusurlarını setretsin, sen bizim kusurlarımızı setret. Allah sana lütfetsin, sen de bize lütfet. Su kabına üçüncü bir defa daha vurdu ve dedi ki: Kab diyor ki: Bunlar küçük kardeşlerini kuyuya attılar, sonra onu köleler gibi değersiz bir fiyata sattılar, babalarına da kurdun onu yediğini söylediler. Dördüncü bir defa daha kaba vurdu ve dedi ki: Bana haber verdiğine göre sizler seksen sene öncesinden bir günah işlemişsiniz ve hala o günahınızdan ötürü Allah'tan mağfiret dilememişsiniz, tevbe de etmemişsiniz. Beşinci bir defa daha kaba vurdu ve dedi ki: Kab şöyle diyor: Öldüğünü zannettikleri kardeşleri zamanın sonu gelmeden mutlaka geri dönecek ve insanlara yaptıklarını haber verecektir. Altıncı bir defa daha kaba vurdu ve dedi ki: Kab diyor ki: Şayet sizler gerçekten peygamber olsaydınız, yahut peygamberlerin evlatları olsaydınız yalan söylemezdiniz, babanıza itaatsizlik etmez, kötü davranmazdınız. Yemin olsun sizleri bütün âlemlere ibret olacak şekilde cezalandıracağım. Bana demircileri çağırın, bunların el ve ayaklarını keseceğim.

Bu sefer yalvarıp, yakarmaya, ağlaşmaya kovuldular. Tevbe ettiklerini İzhar ederek şöyle dediler: Gerçekten hayatta ise Yûsuf kardeşimizi bulabilsek, onun elinin altında itaatkâr bir hizmetkâr oluruz. Ayağıyla bizi çiğneyecek toprağı oluruz.

Yûsuf kardeşlerinin bu durumunu görünce ağladı ve onlara: Haydi yanımdan çıkıp gidiniz, babanıza İhsan olmak üzere sizi serbest bırakıyorum, o olmasaydı gerçekten sizi ibretli bir şekilde cezalandıracaktım, dedi.

81

Siz babanıza dönün ve deyin ki: "Ey Babamız! Gerçek şu ki oğlun hırsızlık etti. Biz ancak bildiğimize göre şahidlik ediyoruz, gaybın bekçileri de değiliz."

Yüce Allah'ın:

"Siz babanıza dönün" sözlerini: "Katiyyen bu yerden ayrılmam" diyen kişi söylemişti.

"Ve deyin ki: Ey Babamız! Gerçek şu ki oğlun hırsızlık etti."

İbn Abbâs, ed-Dahhâk ve Ebû Rezîn;" Gerçek şu ki oğlun hırsızlık etti" âyetini; "Gerçek şu ki oğlun hırsızlık yaptı diye itham edildi" diye okumuşlardır.

en-Nehhâs der ki: Bana Muhammed b. Ahmed b. Ömer anlattı, dedi ki: Bize İbn Şâzân anlattı, dedi ki: Bize Ahmed b. Ebî Sureye el-Bağdadî anlattı, dedi'ki: Ben el-Kisaî'yi: "Ey babamız! Gerçek şu ki oğlun hırsızlık etti, diye itham edildi" şeklinde "sin" harfini ötreli ve şeddeli, "ra"yi da esreli olarak meçhul bir fiil şeklinde okudu. Yani hırsızlığa nisbet edildi ve hırsızlık yaptığı İthamı altında tutuldu. Nitekim bir kimseyi hainlik, fasıklık veya tacirlik gibi hasletlere nisbet ettiğini anlatmak isteyen bir kimsenin; demesi de bunun gibidir.

ez-Zeccâc der ki: "Hırsızlık etti diye itham edildi" ifadesinin iki anlama gelme ihtimali vardır. Birincisi onun hırsızlık yaptığı bilindi şeklinde, diğeri ise hırsızlık yapmakla itham edildi şeklinde. el-Cevherî der ki: şeklinde “ra" harfinin esreli okunması, çalınan şeye addır. (Mazisinde üstün, muzâriinde esreli olan) ra harfinin mastarında esreli olarak, "Çalmak" şeklinde gelir.

Yüce Allah'ın:

"Biz ancak bildiğimize göre şahitlik ediyoruz" âyeti ile ilgili olarak açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Bilgiye Dayalı Şahitlik:

Yüce Allah'ın (söylediklerini bildirdiği):

"Biz ancak bildiğimize göre şahitlik ediyoruz" âyeti ile şunu anlatmak istemişlerdir: Biz hep bildiğimiz şeye şahitlik ettik. Şimdi ise zahire göre şahitlik ediyoruz, gaybı bilmiyoruz. Sanki onlar Bünyamin'in: Sizin yükleriniz arasına bedellerinizi gizlice kim koydu ise, bu su kabını da benim eşyam arasına o koymuştur, sözü dolayısıyla kendilerini itham altında hissetmişlerdi. Bu anlamdaki açıklama İbn İshak tarafından yapılmıştır. Anlamın şu olduğu da söylenmiştir: Biz Yûsuf’un nezdinde hırsızlık yapanın köleleştirileceğine dair şahitliğimizi ancak senin dinine dair bildiğimize göre yaptık. Bu açıklamayı da İbn Zeyd yapmıştır.

"Gaybın bekçileri de değiliz." Yani biz onu senden aldığımız sırada hırsızlık yapacağını bilmiyorduk, bilseydik almazdık.

Mücahid ve Katâde der ki: Biz senin oğlunun köleleştirileceğini ve işimizin bu noktaya geleceğini bilmiyorduk. Biz gücümüz yettiğince kardeşimizi koruyacağımızı söylemiştik.

İbn Abbâs der ki: Onlar bu sözleriyle; kendileri uykuda İken kardeşlerinin geceleyin hırsızlık yaptığını kastetmişlerdi. Çünkü gayb Himyerlilerin lehçesinde gece demektir. Yine ondan nakledildiğine göre biz gece, gündüz, giderken ve gelirken neter yaptığını bilmiyorduk. Şöyle de açıklanmıştır: Bizim gözümüzün önünde olduğu sürece tatsız hiçbir şey olmadı, fakat önümüzden kaybolup gittikten sonra durumları bize gizli kaldı.

Anlamın şu olduğu da söylenmiştir: Çalınan mal onun eşyası arasından çıkarılmıştı. Hatta bizim gözümüz önünde, biz ona bakar dururken, eşyası arasından biz çıkardık, ancak gaybı bilmiyoruz, belki de onlar kendisi hiç çalmamış olduğu halde çaldı diye itham etmiş olabilirler.

2- Bilgiye Dayanarak Yapılan Şahitlik:

Bu âyet-i kerîme hangi yolla bilinirse bilinsin, şahitlik yapmanın câiz olduğu hükmünü ihtiva etmektedir. Çünkü şahitlik aklen ve şer'an bilgi ile alakalıdır. Bilgisi olmayanların şahitliği dinlenmez ve ancak konuyu bilenlerden şahitlikleri dinlenir. Bütün şahitliklerde aslolan budur, bundan dolayı (mezhebimiz mensubu) ilim adamlarımız şöyle demişlerdin Amanın şahitliği caizdir, kulakları duyanın şahitliği caizdir, dilsizin şahitliği işaretiyle ne demek istediği anlaşıldığı takdirde caizdir. Aynı şekilde yazıya dair şahitlik de -o yazının kendisine ait olduğundan veya filana ait olduğundan kesinlikle emin olması şartıyla- sahih bir şahitliktir.

Buna göre herhangi bir şeye dair kendisinde bir bilgi husule gelen herkesin ona dair şahitlikte bulunması caizdir, isterse aleyhinde şahitlik yapılacak kişi (o işe dair) onu şahit tutmamış olsun. Nitekim yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Bilerek hak ile şahitlik edenler müstesna," (ez-Zuhruf, 43/86) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmaktadır: "Size şahitlerin en hayırlılarını haber vereyim mi? Şahitlerin en hayırlıları kendisinden istenmeden önce şahitliğini yerine getiren kimsedir." Müslim, Akdiye 19; Ebû Dâvûd, Akdiye 13: Tirmizî, Şehâdat 1; İbn Mâce, Ahkâm 18; Afuvaifa, Akdiye 3, Müsned, IV, 115, 116, V, 193. Bu Hadîs-i şerîf daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/282. âyet, 41. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

3- Yoldan Geçerken Görülen Ve Duyulanlara Dair Şahitlik:

Geçiş halindeki şahitliğe dair İmâm Mâlik'in görüşleri farklı gelmiştir. Geçiş halindeki şahitlik bir kimsenin: Ben filanın yanından geçerken, onun şöyle dediğini duydum, diye yapılan şahitliktir.

Konuyla ilgili iki görüşünden birisine göre böyle bir kimse eğer söylenen sözü tamamıyle kavramış ise şahitlik edebilir. Bir diğer görüşüne göre şahitler; kendisini bu hususta şahit tutmadıkça şahitlik etmez.

Sahih olan ise konuyu iyice kavraması halinde şahitlik edebileceğidir. İlim adamlarından bir topluluk da bu görüştedir, doğrusu da budur. Çünkü bu şekilde istenen hasıl olmuş ve muayyen olarak konu ile ilgili bilgiyi elde etmiş bulunmaktadır. Dolayısı ile lehine şahitlik yapılan kimseye durumu bildirmesi halinde şahitlerin en hayırlısı olur, gizlemesi halinde de şahitlerin en kötüsü olur.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

4- Bir Kimsenin Muhtemel Olmayan Bir Hususa Dair Şahitliği:

Bir adam hiçbir şekilde olaya şahit tutulması ihtimali bulunmayan bir şeye şahit olduğunu iddia edecek olursa, o şahitliği reddolunur. Çünkü o batıl bir iddiada bulunmuştur ve görünen durum da açıktan açığa onun yalancı olduğunu ortaya koymaktadır.

82

"İçinde bulunduğumuz şehire de, beraber geldiğimiz kafileye de sor. Biz gerçekten doğru söyleyenleriz."

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Doğru Söylediğinden Emin Olanın Tavrı:

"İçinde bulunduğumuz şehire de, beraber geldiğimiz kafileye de sor" sözleri ile Hazret-i Ya'kub'un huzurunda şahit oldukları hususun gerçek mahiyetini dile getirmek İstemişler ve babalarının da kendilerini itham etmemesi için haklarındaki zannı ortadan kaldırmak istemişlerdir. Onların: "Şehire de sor" demeleri, o şehir halkına sor demektir. Burada muzaf hazfedilmiştir. Şehir ile de Mısır'ı kastetmektedirler. Bir görüşe göre onlar konakladıkları ve oradan yiyecek aldıkları, Mısır kasabalarından bir kasabayı kastetmişlerdir.

Anlamın şu olduğu da söylenmiştir: Kasaba her ne kadar cansız ise de "şehre sor" demeleri, sen Allah'ın peygamberisin. Allah da sana cansızları dahi konuşturur, demektir. Bu açıklamaya göre ise ayrıca muzaf takdirine gerek yoktur. Sîbeveyh der ki: Bir kimsenin Hind'in kölesini kastederek "Hind ile konuş" demesi câiz değildir, çünkü böyle bir ifadenin anlamı kestirilemez. "Kafile" ile ilgili açıklamalar da kasaba ile ilgili açıklamaların aynısıdır.

"Biz" bu sözlerimizle

"gerçekten doğru söyleyenleriz."

2- Haklı Olan Kimselerin Haklarındaki Zanları Bertaraf Etmeleri:

Bu âyet-i kerîmedeki fıkhı inceliklerden birisi de şudur: Haklı olan ve gerçek durumundan farklı bir şekilde hakkında zan besleneceğini yahutta vehme kapılanlar bulunacağını bilen bir kimsenin, bu gibi ithamları ve kendisi ile ilgili her türlü şüpheyi ortadan kaldırması, gerçek durumunu açıklaması gerekir. Tâ ki herhangi bir kimsenin aleyhte söyleyecek bir sözü kalmasın. Nitekim Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Safiyye ile bidikte mescidden çıkıp onu eve götürmek isterken yanından geçen iki kişiye: "Yavaş olun, yanımdaki Huyey kızı Safiyye'den başkası değildir" diyerek bunu yapmıştır. Onu görenler: Subhanallah demiş ve bu durum ağırlarına gitmişti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştu: "Şüphesiz şeytan insanın içinde kanın ulaştığı yerlere ulaşır. Ben de sizin kalplerinize herhangi bir şeyi bırakıvereceğinden korktum." Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivâyet Buhârî, İ'tikaf;11 8, 11, 12, Fardu'l-Humus 4: Bed'u'l-Halk 11, Ahkâm 21; Müslim, Selâm 23, 24; Ebû Dâvûd, Savm 79, Edeb 81: İbn Mâce, Siyam 65; Müsned, III. 156. 285, VI. 337. etmişlerdir.”

83

Dedi ki: "Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp böyle bir işe sürüklemiş. Artık (bana düşen) güzel bir sabırdır. Allah'ın hep birlikte onları bana kavuşturacağını ümit ederim. Her şeyi bilen, yegâne hüküm sahibi olan şüphesiz ki O'dur,"

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Nefsin Süslediği İş:

"Dedi ki: Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp böyle bir işe sürüklemiş." Oğlum çalmadığı halde çaldığını söylemeyi süslü göstermiş. Şüphesiz ki bu Allah'ın murad ettiği bir iş dolayısıyla böyle oluyor.

"Artık (bana düşen) güzel bir sabırdır." Benim yapmam gereken iş güzel bir şekilde sabretmektir. Yahut sûrenin baş taraflarında geçtiği üzere, güzel bir şekilde sabretmek benim için daha uygundur, demektir.

2- Sabrın Gereği:

Nefsinde, evladında yahut malında hoşlanmadığı musibet ile karşı karşıya kalan herbir müslümanın, bu hoş olmayan olayı güzel bir sabırla karşılaması görevidir. Bu işi onun başına getirene rıza ve teslimiyet göstermelidir. Bu işi başına getiren ise herşeyi bilen ve hikmeti sonsuz olandır. Müslüman bu gibi durumlarda Allah'ın peygamberi Hazret-i Ya'kub ile diğer peygamberlere -Allah'ın salat ve selamı hepsine olsun- uymalıdır.

Said b. Ebû Arûbe, Katâde'den, o el-Hasen'den naklen dedi ki: Kulun yuttuğu iki tür yudum vardır ki, Allah için bunlardan daha sevimlileri yoktur. Bu yudumların birisi kulun güzel bir sabır ve güzel bir metanet ile yudumladığı musibet yudumudur. Diğeri ise kulun tahammülkârlık ve af ile yudumladığı öfke yudumudur.

İbn Cüreyc de, Mücahid'den naklen yüce Allah'ın:

"Güzel bir sabır" âyeti ile ilgili olarak şöyle dediğini nakletmektedir: Ben bundan dolayı hiçbir kimseye şekva etmeyeceğim (demektir).

Mukâtil b. Süleyman, Atâ b. Ebi Rebah'dan, o Ebû Hüreyre'den rivâyet ettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İçini açıp (musibetini) yayan kimse sabretmiş olmaz." Beyhakî, Şuabu'l-Îman, VII, 214, 215.

Bakara Sûresi'nde de (2/155. âyetin tefsirinde) sabrın ilk sadme esnasında gösterilmesi gerektiğine dair açıklamalar ile ne kadar eski olursa olsun, musibetini hatırladığında istircâ yapan (innâ lillah... diyen)in mükâfatına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Cuveybir, ed-Dahhâk'tan, o İbn Abbâs'tan naklen dedi ki: Hazret-i Ya'kub'a, Hazret-i Yûsuf dolayısıyla yüz şehit ecri verilmiştir. İşte bu ümmetten olup da karşılaştığı musibetinin mükâfatını Allah'tan bekleyen kimseye de Ya'kub (aleyhisselâm)ın ecri gibi ecir verilecektir.

"Allah'ın hep birlikte onları bana kavuşturacağını ümid ederim." Çünkü Hazret-i Ya'kub, Hazret-i Yûsuf'un ölmediği kanaatinde idi. Ona göre sadece Yûsuf'tan haber alamıyordu.

Çünkü Yûsuf kendisi adına hiçbir şey yapamayacak bir köle olarak götürülmüştü. Sonra onu hükümdar satın almıştı. Hükümdarın evinde kalıyor ve kimselere görünemiyordu. Daha sonra zindana atıldı, yeryüzünde iktidara sahip olunca babasının durumundan haberdar olması için hile (çare)lere başvurdu. Herhangi bir haberci göndermedi. Çünkü kardeşlerinin bunu öğrenip elçinin babasına ulaşmasını engellemeye kalkışmalarını istememişti. Hazret-i Ya'kub: "onları" demesi ise üç kişi olmalarından dolayıdır. Hazret-i Yûsuf onun öz kardeşi ve kardeşi dolayısıyla geriye kalarak gelmeyen diğeri. Bu ise: "Katiyyen bu yerden ayrılmam" diyen kişi idi.

"Herşeyi" ve bu arada halimi de çok iyi

"bilen" verdiği hükümlerde

"yegane hüküm sahibi" ve hikmeti sonsuz

"olan şüphesiz ki O'dur."

84

Onlardan yüz çevirip: "Ya esefâ alâ Yûsuf" dedi ve kederinden gözlerine ak düştü. Artık o hüznünü açıklamayıp içinde saklıyordu.

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1- Kederden Ak Düşen Gözler:

"Onlardan yüz çevirip..." Çünkü Bünyamin'in de haberini alınca artık Hazret-i Ya'kub'un kederi doruk noktasına ulaştı ve bütün gücünü kaybetti. Yüce Allah, Yûsuf dolayısıyla uğradığı musibetini âdeta yeniledi. O bakımdan:

"Yâ esefâ alâ Yûsuf" dedi. Oğlu Bünyamin'i unuttu ve onu hatırlamaz oldu.

Bu şekildeki açıklama İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. Saîd b. Cübeyr der ki: Ya'kub (aleyhisselâm) bizim Kitabımızda yer alan istircâ (innâ lillah...)ı bilmiyordu, eğer bu istircâyı bilseydi, hiçbir şekilde "yâ esefâ alâ Yûsuf demezdi.

Katâde ve el-Hasen derler ki: Bu ey benim kederim.., demektir. Mücahid ve ed-Dehhâk ise: Ey benim son haddine varan tahammülüm anlamındadır, demişlerdir. Şair Küseyyir der ki:

"Kalb nasıl yüz çevirdi ve nefis teselli edilince

Nasıl teselli buldu diye, her ikisine de esef (yazıklar) olsun."

Esef; elde edilemeyen ve geçen dolayısıyla aşın hüzün ve keder demektir. Başına getirilen nida "ya" da: Gel ey esef, çünkü artık bu senin geleceğin vakittir, anlamındadır. ez-Zeccâc der ki: Bu tabirin aslı "yâ esefi: Ey benim kederim" şeklindedir. Fetha hafif olduğundan dolayı sondaki "ya" elife ibdâl edilmiştir.

"Ve kederinden gözlerine ak düştü." Denildiğine göre altı yıl süreyle gözleriyle görmedi, kör olmuştu. Bunu Mukâtil söylemiştir. Yine denildiğine göre göze ak düştüğünde az da olsa bir görme olur. Hazret-i Ya'kub'un halini en iyi bilen ise Allah'tır. Gözlerine ağlamaktan dolayı ak düşmüştü, fakat ağlamasının sebebi kederiydi. Bundan dolayı yüce Allah: "Kederinden" diye buyurmaktadır.

Yine denildiğine göre Hazret-i Ya'kub namaz kılarken, Hazret-i Yûsuf önünde enine doğru yatıyordu. Uykusunda hafif horladı, Hazret-i Ya'kub ona doğru baktı. İkinci bir defa daha horladı, yine Hazret-i Ya'kub ona baktı. Sonra üçüncü bir defa horladı, yine Hazret-i Ya'kub hem ondan, hem horlamasından dolayı sevinç ile ona baktı. Yüce Allah meleklerine şunu vahyetti: "Şu benim seçkin kuluma ve halil’imin oğluna (torununa) bakınız. Bana münacatta iken benden başkasına İltifat edip bakıyor. İzzetim ve celalim hakkı için onlarla yönelip baktığı o iki gözbebeğini ondan alacağım. Kendisini dönüp baktığı kişiden onu seksen yıl süreyle ayıracağım. Tâ ki amel edenler Benim huzurumda ayağa kalkanların, Benim gözetimim altında olduğunu bilmeleri gerektiğini bilsinler."

2- Namazda Sağa Sola İltifat Etmek:

Bu olayda namazda (sağa sola bakarak) iltifat etmenin, namazı iptal etmese dahi bundan dolayı cezanın söz konusu olacağına ve namazın eksik kalacağına delil vardır.

Buhârî, Âişe (radıyallahü anha)dan şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a namazda (sağa sola dönerek) iltifata dair soru sordum da şöyle buyurdu: "Bu şeytanın kulun namazından gizlice çaldığı bir şeydir. " Buhârî, Ezan 93, Ded'u’l-Halk 11; Ebû Dâvûd, Salât 161; Tirmizî, Cumua 59; Nesâi, Sehv 10; Müsned, VI, 106

İleride Mü’minun Sûresi'nin baş taraflarında bu hususa dair ilim adamlarının görüşleri -yüce Allah'ın İzniyle- kapsamlı bir şekilde gelecektir.

3- Hazret-i Ya'kub'un Kederinin Sebebi:

en-Nehhâs der ki: Bir grup kimse Hazret-i Ya'kub'un -Allah ona ve peygamberimize salât ve selâm eylesin- aşın kederinin sebebinin ne olduğuna dair soru sordular. Bu konuda ilim adamlarının üç türlü cevabı vardır. Bu cevaplardan birisi şöyledir: Hazret-i Ya'kub, Hazret-i Yûsuf'un hayatta olduğunu öğrenince dinine zarar geleceğinden korktu. İşte bundan dolayı oldukça kederlendi.

Bir diğer görüşe göre Hazret-i Ya'kub'un kederlenmesi oğlunu, kardeşlerine küçük yaşına rağmen teslim etmiş olmasıdır. Buna sonradan pişman olduğundan üzülmüştür.

Üçüncü bir açıklamaya göre -ki bu, bu cevapların en açık ve kuvvetli olanıdır- keder yasaklanmış bir şey değildir. Yasaklanmış olan yaygara basmak, elbiseleri yırtmak ve uygun olmayan sözler söylemektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Göz yaşanr, kalb kederlenir ama Rabbi gazablandıran bir şey de söylemeyiz." Buhârî, Cenâiz 44; Müslim, Fedâil 62, İbn Mâce, Cenaiz 53; Müsned, III, 194. diye buyurmuştur. Yüce Allah da:

"Artık o hüznünü açıklamayıp içinde saklıyordu" âyeti ile bunu açıklamaktadır. Yani Hazret-i Ya'kub gam ve kederle dolup taşmakla beraber, bunu içinde tutuyor, kimseye açmıyordu. Nitekim kederin saklanıp, gizlenmesi anlamında; ifadesi de buradan gelmektedir. Buna göre; ise keder yolu kendisine karşı tıkanmış kimse demektir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Hani o gamla dolu dolu dua etmişi ." (el-Kalem, 68/48) İçi kederle dolup taşmıştı, demektir, Bu kelimenin, kederini yutan, gizleyen anlamına gelmesi de mümkündür. Bu da kederini örten ve kimseye açmayan kimse demektir. İbn Abbâs'dan: Kederini içinde saklayan ve üzüntülü bir kimse, diye açıkladığı nakledilmektedir. Şair de der ki:

"Eğer Şâs'ın musibeti dolayısıyla kederimi içime atıyor idiysem de,

Artık bugün ben dilimin bağını çözmüş bulunuyorum."

İbn Cüreyc, Mücahid'den, o İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Hazret-i Ya'kub'un kederden gözleri görmez olmuştu. "Artık o hüznünü açıklamayıp içinde saklıyordu."

İbn Abbâs, o kederli idi diye açıklamıştır. Mukâtil b. Süleyman ise Atâ'dan, o İbn Abbâs'tan yüce Allah'ın:

"Artık o hüznünü açıklamayıp içinde saklıyordu" âyeti hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: O aşırı derecedeki hüzün ve kederini gizliyor, açmıyordu. Demek istiyor ki: Hazret-i Yûsuf’un hayatta olduğunu bilmekle birlikte, nerede olduğunu bilmiyordu. İşte bundan dolayı oldukça kederli idi.

el-Cevherî der ki: (İbn Abbâs'ın açıklamada kullandığı): kelimesi, gizlenip saklanan keder demektir. İşte bu kelime ile aynı kökten olmak üzere; "Adam kederini gizleyip sakladı" denilir. İsm-i faili de; ...diye gelir.

en-Nehhâs der ki: "Filan kişi oldukça kederlidir ve kederinden şikayet etmemektedir" demektir. Şair de der ki:

"Kavmimi (Savaşa) teşvik ettim ve ben düşmanla Savaşmayı bir şeref saydım,

Onlar ise ölüm korkusundan dolayı kederlerini içlerinde saklamışlardı."

85

Dedilerki: "Hâlâ Yûsuf’u anıp duruyorsun. Allah'a yemin olsun ki, sonunda ya kederinden hastalanıp eriyeceksin. Yahut ölüp gidenlerden olacaksın."

"Dediler ki: Halâ Yûsuf’u anıp, duruyorsun." Yani çocukları kendisine:

Hâlâ Yûsuf'u anıp duruyorsun,

"Allah'a yemin olsun ki..." dediler.

el-Kisaî der ki: "Bunu hâlâ yapıyorum, yaparım" demektir el-Ferrâ', ın takdiri olarak var olduğunu yani "Durmaksızın..." şeklinde olduğunu iddia eder ve şu beyiti nakleder:

"(Ona) dedim ki: Allah adına yemin olsun, burada oturup duracağım,

İsterse senin önünde başımı ve eklemlerimi koparsınlar."

Yani buradan ayrılmayacağım... demektir. en-Nehhâs der ki: Bu söylediği güzel ve doğrudur.

el-Halil ve Sîbeveyh ise; nın yemin halinde takdir edileceğini iddia etmişlerdir. Çünkü yemin halinde açıklanması zor bir taraf olmaz. Eğer böyle bir takdir vacib olsaydı, bu "lâ" yerine "len" olmalı idi.

Hazret-i Ya'kub'un oğullarının babalarına bunu söylemelerinin sebebi ise kesin olarak babalarının bu üzüntülü halini devam ettireceğini bilmelerinden dolayıdır. Mesela; "O bu işi yapmaya devam edip duruyor" denilir ve bunlar iki ayrı söyleyiştir. Bu iki şekil de ancak red ve inkâr ile birlikte kullanılırlar. Şair der ki:

"(Atlar) toz çıkarmaya devam edip durdu, öyle ki onların çıkardıkları tozlar

Oldukça rüzgarlı bir günde yukarı doğru yükselen bir suru andırıyordu."

İbn Abbâs da; devam edip duruyorsun diye açıklamışım

"Sonunda ya kederinden hastalanıp, eriyeceksin" telef olup gideceksin. İbn Abbâs ve Mücahid der ki: Hastalığından dolayı ölüme yakın bir hale geleceksin demektir. Şair de der ki:

"Kederim yayıldı, hasta etti beni

Çok eskiden beri de hastalığımı arttırmıştı.

İşte bugünden önce sevgi de böyledir,

Bu da helake götüren sebepler arasındadır."

Katâde bu kelimeyi yaşlanıp çökeceksin diye açıklarken, ed-Dahhâk çürüyüp gideceksin, Muhammed b. İshak aklın başından gidecek diye açıklamışlardır.

el-Ferrâ' der ki: Bedenî ve aklî dengesini kaybetmiş kimseye denilir, da aynı anlamdadır.

İbn Zeyd der ki: Bu tabir erzeli ömüre (yaşlılığın en perişan haline)döndürülmüş kişi hakkında kullanılır.

er-Rabî' b. Enes de bu, derisi kemiğine yapışmış (bir deri bir kemik kalmış) kişi demektir. el-Müerric ise kederinden erimiş kimse, el-Ahfeş yok olup gitmiş kimse, İbnu'l-Enbârî helâk olup gitmiş kimse diye açıklamışlardır. Bunların hepsinin anlamı birbirine yakındır.

Bu kelimenin asıl anlamı kederden, aşktan yahut yaşlılıktan bedenî ya da aklî dengesini kaybetmiş kimse demektir. Bu açıklamalar Ebû Ubeyde ve başkalarından nakledilmiştir. el-Arcî der ki:

"Ben bir sevginin istilasına uğramış birisiyim, bu sevgi benim aklî ve bedenî dengemi bozmuştur,

Nihayet çürüyüp gittim ve sonunda hastalık beni alabildiğine inceltti."

en-Nehhâs derki: Bir kimsenin hastalıktan âdeta çürüme halini anlatmak için; şeklindeki fiil kullanılır. İsm-i faili ise; şeklinde gelir. Şu kadar var ki, ikinci sekilin tesniyesi ve çoğulu yapılmaz. Tıpkı; "Layıktır, yaraşır" kelimelerinin de tesniye ve çoğullarının gelmeyişi gibi.

es-Sa'lebî der ki: Araplar arasında müzekker olarak İsm-i faili; şeklinde, müennes ism-i failini de; şeklinde söyleyenler de vardır. O bakımdan bu lâfız sıfat olarak kullanılacak olursa, hem tesniyesi, hem çoğulu, hem de müennesi kullanılabilir. Ayrıca; "Hastalanıp eridi, erir, hastalanıp eriyiş" diye de kullanılır. İsm-i faili de; şeklinde gelir. İsm-i mef'ûl olarak; şekli de kullanılır ve şöyle bir beyit nakledilir:

"Tam bir gün boyunca atlılar takib etti onu,

Onu yakalasaydılar şayet, hiç şüphesiz helâk oluvermişti."

İmruul-Kays da der ki:

"Develer sahibi kişinin ölmek noktasında hastalandığını görüyorum,

O diyardaki genç ve hasta bir devenin bitip tükenmesi gibi."

en-Nehhâs der ki: Dilbilginleri kederin hasta düşürdüğü kimse hakkında; "Keder onu hasta etti" diye kullanıldığını ve; ın da; ahmak bir adam anlamına geldiğini nakletmişlerdir.

Enes bu kelimeyi "ha" harfi ötreli, "ra" harfini de sakin olarak okumuştur. "Çöven çubuğu gibi" demektir. el-Hasen de "ha" ve "ra" harflerini ötreli oku'muştur.

el-Cevherî der ki: " Çöven (otu)" demektir.

"Yahut ölüp gidenlerden olacaksın." Bu, hepsinin söyledikleri bir sözdür. Bu sözden maksatları ise, bu işin sebebi kendileri olsalar dahi, Hazret-i Ya'kub'a şefkatleri dolayısıyla ağlayıp kederlenmesini engellemektir.

86

Dedi ki: "Ben keder ve üzüntümü ancak Allah'a açarım. Ben Allah nezdinden sizin bilmeyeceğiniz şeyleri biliyorum."

"Dedi ki: Ben keder ve üzüntümü ancak Allah'a açarım."

Sözlükte; "Açmak" kelimesi aslında insanın saklamaya hazır olmadığı başına gelen helâk edici şeyler demektir. Bu kelime; " Onu saçıp dağıttı" ifadesinden gelmektedir. Mecazi olarak musibete de; denilmiştir. Şair Zu'r-Rimme der ki:

"Devemi Meyye'nin (harabesi kalmış) evinin yanıbaşında durdurdum,

Orada sürekli ağladım ve konuştum onunla,

Yağmur yağsın diye dua ettim orasına, öyle ki anıp durduğum musibetten

Dolayı, benimle konuşacaktı neredeyse taşları ve oyun alanları."

İbn Abbâs der ki: Bu kelime keder ve üzüntüm, demektir. el-Hasen, ihtiyacım diye açıklamıştır. Bunun, hüznün en ileri derecesi anlamına geldiği de söylenmiştir. Gerçek mahiyeti ise sözünü ettiğimiz şekildedir.

"Ve üzüntümü" lâfzı da bir öncekine atfedilmiştir. Aynı anlamda olmakla birlikte onu başka bir lafızla tekrarlamıştır.

"Ve üzüntümü ancak Allah'a açarım. Ben Allah nezdinden sizin bilmeyeceğiniz şeyleri biliyorum" Yani ben Yûsuf’un rüyasının doğru çıkacak bir rüya olduğunu, benim onun önünde secde edeceğimi biliyorum. İbn Abbâs bu açıklamayı yapmıştır. Katâde: Ben yüce Allah'ın bana ettiği İhsanlarından hakkında hüsn-ü zan beslemeyi gerektirecek şeyler biliyorum, diye açıklamıştır.

Denildiğine göre Hazret-i Ya'kub ölüm meleğine Yûsuf’un ruhunu kabzettin mi diye sormuş, o: Hayır diye cevap verince, onun ümitvar olmasını daha bir pekiştirmişti.

es-Süddî der ki: Ben Yûsuf’un hayatta olduğunu biliyorum, demektir. Çünkü oğulları kendisine bu hükümdarın davranışını, adaletini, ahlâkını ve sözlerini bildirince Hazret-i Ya'kub, bu kimsenin oğlu olduğunu hissetti, o bakımdan ümitlendi ve muhtemeldir ki bu Yûsuf tur dedi.

Yine şöyle dedi: Yeryüzünde doğru sözlü (siddîk) ancak peygamber bir kimse olabilir.

Şöyle de açıklanmıştır: Hazret-i Ya'kub, ben darda kalanların dualarının kabul edildiğine dair sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum, demek istemişti.

87

"Oğullarım! Gidin, Yûsuf’u ve kardeşini arayın, araştırın. Allah'ın rahmetinden de ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez."

"Oğullarım! Gidin, Yûsuf’u ve kardeşini arayın, araştırın." İşte bu ifade Hazret-i Ya'kub'un, Hazret-i Yûsuf’un hayatta olduğundan kesinlikle emin olduğunun delilidir, Hazret-i Ya'kub bunu ya rüya ile ya -kıssanın baş tararlarında geçtiği gibi- yüce Allah'ın kurdu konuşturmasıyla ya ölüm meleğinin Hazret-i Ya'kub'a henüz Yûsuf’un ruhunu kabzetmediğini bildirmesi ile bilmişti. Daha kuvvetli görülen görüş de budur.

Tehaşsüs, aramak, araştırmak, bir şeyi duyu organlarıyla aramak demektir. O bakımdan bu kelime "his"den; "tefa'ül" veznindedir. Yani şu sizden kardeşinizi getirmenizi isteyen ve onu alıkoymakta size karşı bir hileye başvuran adamın yanına gidin, ona ve izlediği yola dair soru sorun.

Rivâyete göre ölüm meleği Hazret-i Ya'kub'a: Sen onu bu taraftan araştır diyerek, Mısır cihetini işaret etmiştir. Denildiğine göre de Hazret-i Ya'kub yiyecek maddelerinin bedelinin geri ödenmesi ve Hazret-i Yûsuf’un kardeşinin alıkonulması ile keramet izharı yollarıyla, Hazret-i Yûsuf’un farkına varmıştır. Bundan dolayı Hazret-i Ya'kub çocuklarını başka tarafa değil de yalnızca Mısır tarafına göndermişti.

"Allah'ın rahmetinden de ümit kesmeyin." Yani Allah'ın kurtarışından yana ümitsiz olmayın. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır. Şunu söylemek istiyor: Mü’min Allah'tan kurtuluşu ümid eder, kâfir ise sıkıntılı halde iken ümitsizliğe düşer. Katâde,ve ed-Dahhâk derki: "Ravhullah", Rahmetullah (Allah'ın rahmeti) demektir.

"Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez" âyeti Allah'ın rahmetinden ümit kesmenin büyük günahlardan olduğuna delildir.

İleride yüce Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar ez-Zümer Sûresi'nde (39/53. âyetin tefsirinde) gelecektir.

88

Bunun üzerine huzuruna geldiklerinde dediler ki: "Ey Aziz! Bizi de, ailemizi de darlık sardı. Pek değerli olmayan bir bedel ile geldik. Bize yine tam Ölçek ver ve ayrıca bize tasadduk da et. Çünkü Allah sadaka verenleri mükâfatlandırır."

Yüce Allah'ın:

"Bunun üzerine huzuruna girdiklerinde dediler ki; Ey Aziz" Ey sağlam, korunmuş, kendisine zarar veremeyeceğimiz kişi

"bizi de, ailemizi de darlık sardı." Bu onların üçüncü defa Mısır'a dönüşleri idi, İfadede hazfedilmiş sözler de vardır. Yani nihayet Mısır'a çıkıp gittiler, Yûsuf'un huzuruna girdiklerinde

"Bizi de, ailemizi de darlık" yani açlık ve ihtiyaç

"sardı" isabet etti, dediler.

Bu âyette, darlık yani açlık esnasında şikayetin câiz olduğuna delil vardır. Hatta bir kimse fakirlik ve benzeri şeylerden ötürü kendisine darlık ve sıkıntı geleceğinden korkacak olursa, faydalı olacağını umduğu kimselere halini açıklaması vacibtir. Nitekim kendisini tedavi elmesi için, doktora duyduğu rahatsızlıklardan şikayet etmesinin vacib olması gibi. Böyle bir durum tevekküle aykırı değildir. Ancak bu gibi hallerde şikayetin bir çeşit kızgınlık ve gazablanmak suretiyle olmaması şartı vardır. Musibetlerde sabır ve metanet göstermek ise daha güzeldir.

Dilenmeyip afiflik göstermek daha faziletlidir. Şikayet halinde en güzel söz, Mevla'dan belânın sona ermesini dilemektir. Bu da Hazret-i Ya'kub'un:

"Ben keder ve üzüntümü ancak Allah'a açarım. Ben Allah nezdinden sizin bilmeyeceğiniz şeyleri biliyorum" (Yûsuf, 12/86) demesi ile olur. Yani ben O'nun güzel muamelesini, üstün lütfunu ve kullarına bağışlarını bilirim.

Şekva dinlemek makamında olmayanlara şekvada bulunmak ise -içini açmak ve teselli kastıyla olması hali müstesna- beyinsizliğin ta kendisidir. Nitekim İbn Dureyd şöyle demektedir:

"Sanma ey dehr! Boyun eğeceğimi beni bıçaklar gibi

Kesip doğrayan bir musibete;

Sen öyle bir kimseyle oturup kalktın ki eğer felekler üzerine yıkılacak olsa,

Göğün dört bir yanından; şikayet etmez.

Fakat ağzın etrafında balgamdan dolayı biriken köpükleri,

Kafasını sallayarak bir kenara bırakan,

göğsünden rahatsız bir kimsenin üflemesi gibi gelir, o belalar ona."

Yüce Allah'ın: "Pek değerli olmayan bir bedel ile geldik" âyetindeki Bedel" kelimesi bir şeyin satın alınması kastı ile verilen bir parça mal demektir. Mesela; "Bir şeyi ticaret mah ve bedeli kıldım" demektir. Darb-ı meselde de; " (Hurma bolluğu ile meşhur) Hecer'e hurma götürüp ticaret yapmak isteyen gibi" denilmektedir.

"Pek değerli olmayan" kelimesi

"bedel" kelimesinin sıfatıdır. Mastarı olan; ise iterek, sürmek ve sürüklemek anlamındadır. Yüce Allah'ın şu âyetinde de aynı kökten gelen fiil kullanılmaktadır:

"Görmez misin ki Allah bulutları sürüyor..." (en-Nûr, 24/43)

Buradaki anlamı, bu zorla itilen, sürülen bir bedeldir ve bunu herkes kabul etmez. Sa'leb der ki: Buradaki "pek değerli olmayan bedel"den kasıt tam olmayan, eksik bedel demektedir, Burada bu bedelin tayini hususunda farklı görüşler vardır. Bu bedelin kurutulmuş et, hurma, kavrulmuş un ve yağ karışımı bir yemek olduğu da söylenmiştir. Bunu el-Vakidî, Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)dan nakletmektedir.

Yine denildiğine göre onların götürdükleri bedel eskimiş çuvallar, heybeler ve iplerdi. Bu açıklama da İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir.

Yine denildiğine göre Arapların eşyası yün ve sade yağdır. Bu açıklama Abdullah b. el-Hâris'e aittir.

Bir diğer görüşe göre götürdükleri bedel çitlenbik ile bitim diye bilinen Şam bölgesinde yetişen, yenen ve sabun yapmak için yağı çıkartılan bir çeşit taneli yiyecekti. Bu açıklamayı da es-Salih yapmıştır. Bunları yiyecek alımında geçerli kabul edilmeyen fakat insanlar arasında tedavülde kullanılan dirhemlere satmışlar ve: Sen bu dirhemleri bizden yiyecek alımında da kullanılabilen kaliteli dirhemler gibi hesab et, demişlerdi.

Bir diğer açıklamaya göre götürdükleri bedel kalitesiz dirhemlerden ibaretti. Bunu da İbn Abbâs söylemiştir. Yine denildiğine göre bu paralar üzerinde Hazret-i Yûsuf’un sureti yoktu. Çünkü Mısır dirhemleri üzerinde Hazret-i Yûsuf’un sureti vardı.

ed-Dahhâk der ki: Götürdükleri bedel ayakkabı ve deri idi. Yine ondan nakledildiğine göre elenmiş ve kavrulmuş un idi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Bize yine tam ölçek ver ve ayrıca bize tasadduk da et" âyetine dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Adalet ve Fazilet:

Yüce Allah'ın:

"Bize yine tam ölçek ver" ifadesi ile şunu kastetmişlerdi: Sağlam ve kaliteli dirhemlere karşılık verdiğin gibi ver ve bizim dirhemlerimizden dolayı bize eksik verme. Müfessirlerin çoğunluğunun görüşü budur.

İbn Cüreyc der ki:

"Bize yine tam ölçek ver" sözleriyle daha önce kardeşleri için Ölçmüş olduğu miktarı vermesini kastetmişlerdi.

"Ve ayrıca bize tasadduk da et." Yani kaliteli dirhemlerle, kalitesizler arasındaki farkı da sen bize lütfet. Bu açıklamayı Saîd b. Cübeyr, es-Süddî ve el-Hasen yapmışlardır. Çünkü mutlak manasıyla sadaka peygamberlere haramdır.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Hakkımızdan daha fazlasını bize tasadduk et, demektir. Bu açıklamayı da Süfyan b. Uyeyne yapmıştır. Mücahid der ki: Sadaka ancak Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)a haram kılınmıştır. İbn Cüreyc der ki: Yani kardeşimizi bize geri vermek suretiyle

"bize tasadduk da et" demektir. İbn Şecere der ki:

"Bize tasadduk da et" yani bizi affet, bize müsamaha ile muamele et, demektir. Bu açıklamaya şairin şu beytini de delil göstermektedir:

"Bize tasadduk et (müsamaha göster) ey Affân'ın oğlu ve ecrini Allah'tan bekle,

Başımıza da günler boyunca el-Eş'arî'yi emir tayin et."

"Çünkü Allah sadaka verenleri mükâfatlandırır." Âhiretteki mükâfatı kastetmektedir. Denildiğine göre bu, sözlü ta'rizler arasında yer alır. Çünkü onların kanaatlerine göre Hazret-i Yûsuf kendi dinleri üzere değildi. Bundan dolayı onlar: Bu sadakan sebebiyle şüphesiz Allah seni mükâfatlandıracaktır demeyip kendisine böyle bir maksatla söz söyledikleri izlenimini verecek bir ifade kullandılar ve bu ifadeleri, yorumlanmak suretiyle doğru bir anlama gelebilirdi. Bu açıklamayı en-Nakkâş yapmıştır. Hadîs-i şerîfte de: "Şüphesiz ki ta'riz (üstü kapalı) ifadelerde yalandan bir kurtuluş yolu Beyhakî, es-Sünenu'l-Kübrâ, X, 336 vardır.”

2- Kile İle Ölçenin Ücretini Kim Öder:

Malik ve onun dışındaki ilim adamları (bu âyeti), kile ile ölçenin ücretini satıcının vermesi gerektiğine delil göstermişlerdir. İbnu'l-Kasım ve İbn Nât derler ki: Malik dedi ki: Kardeşleri Hazret-i Yûsuf'a:

"Bize yine tam ölçek ver" dediler. Kile ile ölçen bizzat Yûsuf'un kendisi idi. Tartı ile tartan, sayan ve diğerlerinin durumu da böyledir. Çünkü bir kimse yiyeceklerinden sayısı belli bir miktar satacak olur ise o miktar üzerinde akit vacib olur ve kendisinin de o miktarı açıkça ortaya çıkartıp müşterinin hakkını kendi hakkından ayırması gerekir. Şayet bir yığın yahut ta hakkının alınabileceği bir mal şeklinde muayyen bir bölümünü satacak olup da alıcıyı o malla serbest olarak başbaşa bırakırsa, satılan mal üzerinde cereyan eden işlemleri yapmak satın alana aittir. Kile ile ölçmek yahut tartmak suretiyle hakkın alınabileceği şeylerde durum böyle değildir. Çünkü satıcının bedeli hakedebilmesi ancak sattığının tamamen ödenmesi halinde söz konusudur. Tam olarak teslim söz konusu olmadan satılan maldan bir şey telef" olursa, bu satıcıdan gider.

3- Karşılıklı İlişkilerde İstenen Ek Hizmetlerin Ücretini Ödeyecek Taraf:

Nakit ödemenin kalitesinin tesbit ücretini ödemek de satıcıya aittir. Çünkü dirhemlerini ödeyen satın alıct, bu dirhemler sağlamdır, der. Kalitesiz olduklarını iddia eden sensin, o halde kendi işini kendin gör. Aynı şekilde bunun faydası satana ait olduğundan dolayı ücreti de onun ödemesi gerekir.

Kendisine kısas uygulanması gereken kimsenin de bu gibi bir sorumluluğu yoktur. Zira böyle bir kimsenin (mesela) kendi elini kesmesi icab etmez. Ancak böyle bir şeyi kendi iradesiyle yapması hali müstesnadır. Çünkü ona farz olan sadece elinin kesilmesini kabul etmesidir. Şayet kısas uygulanmasını isteyen kişi ondan bu işi (kendi elini kesmesini) isteyecek ve bu hususta onunla anlaşacak olursa, kesme ücretini kısas uygulanmasını isteyen kişinin Ödemesi gerekir.

Şâfiî de kendisinden nakledilen meşhur görüşünde: Bu tıpkı satıcıda olduğu gibi kendisine kısas uygulanacak olan kişi tarafından ödenmelidir.

4- Allah'ın Lütfundan Dilemek:

Kişinin duası esnasında: Allah'ım bana tasadduk eyle, diye dua etmesi mekruhtur. Çünkü sadaka, sevap elde etmek isteyen kimse tarafından verilir. Şanı yüce Allah ise bütün nimetler ile mükâfat vermek suretiyle lutufta bulunandır. O'ndan başka bir Rab yoktur.

el-Hasen bir adamın: Allah'ım bana tasadduk eyle dediğini İşitince, şöyle demiş: Be hey adam, şüphesiz Allah tasadduk etmez. Ancak mükâfat almayı uman kimse tasaddukta bulunur. Sen yüce Allah'ın:

"Çünkü Allah sadaka verenleri mükâfatlandırır" âyetini hiç duymadın mı? Bunun yerine: Allah'ım bana ver ve bana bol bol lütfedip, bağışla! diye dua et.

89

Dedi ki: "Siz cahiller iken Yûsuf’a ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?"

"Dedi ki: Siz cahiller iken Yûsufa ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?" Bu hatırlatma ve azar anlamında bir sorudur. Kastedilen ise yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki bu yaptıklarını kendilerine haber vereceksin." (Yûsuf, 12/15) âyetinde sözü edilen husustur.

"Siz cahiller İken" ifadesi de onların Hazret-i Yûsuf'u aldıkları sırada henüz peygamber olmamış ve yaşlarının küçük olduğuna delildir. Zira ancak bu nitelikte olan bir kimse "cahillikle" nitelendirilir.

Bu âyet ayrıca o anda, onların hallerinin düzelmiş olduğuna delildir. Yani siz bu işi yaşça küçük ve cahil iken yapmış idiniz. Bu anlamdaki açıklamayı İbn Abbâs ve el-Hasen yapmıştır. Buna göre onların söyledikleri nakledilen: "Doğrusu biz hata işlemiştik" şeklindeki ifadeleri yaşlan ilerlemiş olduğu halde, utançlarından ve babalarından korkularından dolayı ona yaptıklarını haber vermedikleri anlamındadır. Bunun, sonucun nereye varacağını bilmeyenler anlamına geldiği de söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

90

"Aaa! Sen, evet sen Yûsuf sun öyle mi?" dediler. O dedi ki; "Ben Yûsuf’um, bu da kardeşimdir. Allah bize lütfetti, çünkü kim korkar ve sabrederse herhalde Allah İyilik edenlerin mükâfatlarını boşa çıkarmaz."

"Aaa! Sen, evet sen Yûsuf sun öyle mi?" dediler. Hazret-i Yûsuf'un huzuruna girib de:

"Bizi de, ailemizi de darlık sardı" (Yûsuf, 12/88) deyip ona itaat gösterip, alçak gönüllülüklerini arzedince, onlara karşı yumuşadı, kalbine rikkat geldi ve kendisini onlara tanıtarak:

"Yûsuf’a ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?" dedi. Bunun üzerine onlar da uyanıp:

"Aaa! Sen, evet sen Yûsuf’sun öyle mi? dediler."

Bu açıklamayı İbn İshak yapmıştır. Bir diğer açıklamaya göre Hazret-i Yûsuf gülümseyince, onu Yûsuf'a benzettiler ve bu konuda ona soru sordular.

İbn Abbâs der ki: Hazret-i Yûsuf kendilerine:

"Yûsufa ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?" âyetinde geçen sözleri söyleyince, daha sonra da Yûsuf gülümseyince -Yûsuf (aleyhisselâm) gülümsedi mi dişleri ipe dizili inci gibi görünürdü- onu Yûsuf’a benzettiler ve soru ile durumu anlamak maksadıyla:

"Aaa! Sen, evet sen Yûsuf’sun öyle mi?" dediler.

Yine İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre kardeşleri tacını başından çıkartıncaya kadar onu tanıyamadılar. Alnının üst tarafında ona dair bir alamet vardı. Hazret-i Ya'kub'un da onun gibi bir alameti vardı ve bu bir beni andırıyordu. Hazret-i Yûsuf kendilerine:

"Yûsuf’a ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?" dediğinde, başındaki tacı kaldırdı ve onu tanıyarak:

"Aaa! Sen, evet sen Yûsuf’sun öyle mi?" dediler.

Yine İbn Abbâs Süyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, IV, 579da biraz daha uzunca kaydettiği bu mektubu, Vehb b. Münebbib'ten diye kaydetmektedir. Böyle olması daha uygundur. Çünkü Hazret-i Ya'kub'un, boğazlanması emredilenin Hazret-i İshak olmadığını bilmemesi de mümkün değildir; İbn Abbâs'ın böyle bir mektubun yazılmış olduğunu bildirmesi de mümkün değildir. Mektup rivâyeti itibariyle sağlam olmadığı gibi; muhtevası da Isrâiliyât'tan olduğunu göstermektedir. der ki: Hazret-i Ya'kub ona oğlunu geri vermesi için bir mektup yazdı. Mektup'ta şöyle deniyordu: Allah'ın halili, İbrahim'in oğlu, Allah'ın kurbanlıkla fidye verip, boğazlanmaktan kurtardığı (zebîhullah) ishak'ın oğlu, Allah'ın seçkin kulu Ya'kub'dan, Mısır Aziz'ine! İmdi bizler belâ ve mihnetlere duçar bir aile halkıyız. Allah dedemi Nemrut ve ateşiyle imtihan etti, daha sonra babam İshak'ı da Allah için boğazlanmakla imtihan etti. Beni de çocuklarım arasında en çok sevdiğim oğlum ile imtihan etti. Sonunda ağlamaktan gözlerim görmez oldu. Ben hiçbir zaman çalmadım, benden çalan bir çocuk da dünyaya gelmedi. Vesselam."

Hazret-i Yûsuf bu mektubu okuyunca, eklemleri yerinden oynadı, titredi. Derisinin tüyleri diken diken oldu ve gözlerinden boşanırcasına yaş akıttı. Tahammülü ve sabrı kalmadı ve bilinmeyen sırrı açıkladı.

İbn Kesîr; "Sen...sin öyle mi?" âyetini haber anlamında; "Muhakkak ki sen... sun" diye okumuştur. Bu kıraatin bu haliyle de yüce Allah'ın:

"Nimet diye başıma bunu mu kakıyorsun?" (eş-Şuarâ, 26/22) âyeti gibi istifham olması da mümkündür,

"O da dedi ki: Ben Yûsuf'um." Evet, ben o zulme uğrayan, öldürülmek istenen Yûsuf'um. O; ben, oyum demeyerek olayın büyük bir olay olduğuna işaret etmek istemişti.

"Allah bize" kurtulmak ve hükümdarlık ihsan etmekle

"lutfetti, çünkü kim korkar ve sabrederse" kim Allah'tan korkar, musibetlere ve masiyetlere karşı sabredip, direnirse

"herhalde Allah iyilik edenlerin" yani Allah'ın verdiği belâ ve imtihanlarda sabrederek, O'na itaati devam ettirenlerin

"mükâfatlarını zayi etmez."

İbn Kesîr; "Çünkü kim korkar., .sa" âyetini; şeklinde ye harf-i meddi ile birlikte okumuştur. Bu şekildeki kıraat, "Kim" edatının "Kim ki" anlamında ism-i mevsul kabul edilmek suretiyle caizdir. Bu durumda da ism-i mevsulün sılası arasına girer ve bu durumda "ya" harfi de harf-i med olarak telaffuz edilir, başka türlüsü de olmaz. Buna bağlı olarak; Sabrederse" ref ile okunur. Ayrıca; "Sabrederse" lâfzını cezm ile okuyup; "Korkar" lâfzı da mahallen meczum kabul edilmek suretiyle okunması da mümkündür. Buna karşılık, da şart edatı olur, "ya" harfi de harf-i med olarak okunur. Cezm alameti ise aslında "ya" harfinin üzerinde bulunan ötrenin hazfedilmesi kabul edilir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Sonra Dımeşk'a girdiğin vakit geslen

Ey Yezid b. Halid b. Yezid diye."

Bu anlaındnki fiil emir olduğu için sonundaki "ye" luırfinin hazfedilmesi gerekiyordu.

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Haberler Ziyadoğullarının süt veren sağmal develerinin başlarına

Neler geldiğini göstermekte iken, o sana gelmedi mi?

Burada fiilin başındaki cezm edatı dolayısıyla "ya" harfinin Imfedihnesi gerekirken, harf med olarak okunması muzni'i' aslındaki ötrenin hazfedîldiğini kabul etmek, cezın alameti olarak değerlendirilmektedir.

Cemaatin bu âyeti okuma şeklinin sebebi ise gayet açıktır. "Çünkü..." deki zamir, söylenen sözlere işarettir. Ondan sonraki cümle ise haberdir.

91

Dediler ki: "Allah'a yemin ederiz ki Allah seni gerçekten bizden üstün kılmıştır. Doğrusu biz hata işlemiştik."

"Dediler ki: Allah'a yemin ederiz ki Allah seni gerçekten bizden üstün kılmıştır" âyetinde ki:

"Seni üstün kılmıştır" ifadesinde aslolan iki hemzeli oluşudur, ikincisi hafifletilerek harf-i med olmuştur. Tahkik ile okunması câiz değildir. Bu kelimenin ism-i faili; "Üstün tutan, tercih eden" şeklinde mastarı da; ...diye gelir. " saçtım, saçmak" ism-i faili de Saçıcı" şeklinde kullanılır. Aynı şekilde bu da; vezninde iken bilahare i'lâl yapılmıştır. Aslı ise şeklinde Ancak, -Arapça baskıyı hazırlayanın da dikkat çektiği gibi- burada aslının ikinci harfi "ya" değil "vav”dir. olup "ya"nın harekesi "se"ye nakledildikten sonra, "ya" elife kalb olunca, iki sakin bir araya geldiğinden iki sakinin yanyana gelmesi dolayısı ile bu elif hazfedildi. (Ve böylelikle âyetteki şekil ortaya çıktı).

" Sözü naklettim" demektir. Bunun da ism-i faili-, şeklinde gelir.

Buradaki sözlerinin anlamı da şöyledir: Yemin olsun ki Allah seni bizlere üstün kılmış. İlim, hilm (affedicilik, cahammülkârlık), hüküm, akıl ve hükümdarlık vererek seni seçmiştir.

"Doğrusu biz hata işlemiştik." Yani günah işlemiş kimselerden idik. Bir kimse günah işlediği takdirde; Hata (günah) işledi, işler" denilir. Bu ifadenin muhtevası içerisinde affedilme isteği de vardır.

İbn Abbâs'a şöyle soruldu: Kardeşleri nasıl:

"Doğrusu biz hata işlemiştik" dediler. Halbuki onlar bu işi kasti olarak işlemişlerdi. Şu cevabı verdi: Her ne kadar onlar bu işi kastı olarak işledi iseler de, hakka İsabeti kaçırdıktan sonra ancak bu kasta yöneldiler. İşte bir günah işleyen herkes aynı şekilde üzerinde bulunduğu hak yolu aşarak işler ve sonunda ya şüpheye veya masiyete düşer.

92

Dedi ki: "Bugün başınıza bir şey kakılmayacaktır. Allah size mağfiret buyursun. O merhamet edenlerin en merhametlisidir.

93

"Şu gömleğimi götürün de onu babamın yüzüne sürün, hemen görmeye başlayacaktır. Bütün ailenizi de alıp bana getirin."

"Bugün başınıza bir şey kakılmayacaktir." Yani Hazret-i Yûsuf -ki halîm ve bu konuda kendisine muvaffakiyet ihsan olunmuş bir kimseydi- dedi ki:

"Bugün başınıza bir şey kakılmayacaktır." Burada ifade bitmektedir.

"Bugün" şu anda anlamındadır.

"Başa kakmak" ise ayıplamak ve azarlamak anlamındadır. Yani bugün artık sizin ayıplanmanız, azarlanmanız, kınanmanız söz konusu değildir. Bu açıklamayı Süfyan es-Sevrî ve başkaları yapmıştır.

Hazret-i Peygamber'in: "Sizden herhangi birinizin cariyesi zina edecek olursa, ona had olan celdeleri vursun ve bundan dolayı onu azarlayıp ayıplamasın" Buhâri, Hudûd 36, Buyu 66, 110; Müslim, Hudud 30-32; Ebû Dâvûd, Hudud 32; Müsned, II, 249. 494. âyeti da buradan gelmektedir. Şair Bişr de der ki:

"Onları başa kakmayan bir kimsenin affedişi gibi affettim,

Ve ebedi bir günün cezasına havale ettim."

el-Esmaî der ki; "Onun yaptığı işi çirkin bulduğumu söyledim" anlamındadır. ez-Zeccâc der ki: Bu ifade, benimle sizin aranızdaki muhterem bağın kardeşlik hakkının bozulması söz konusu olmayacaktır. Benden yana göreceğiniz affetmek ve bağışlamak olacaktır, anlamındadır. asıl anlamı itibariyle ifsad etmek, bozmak demektir. Bu anlamıyla Hicazlıların şivesindendir.

İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'nin fethedildiği günü (Ka'be'nin) kapısının iki kenarını yakalayıp insanlar da Beyt'e sığınmış bulundukları sırada şöyle dedi: "Vaadini doğru çıkartan, kulunu muzaffer kılan ve tek başına bütün ordulan yenik düşüren Allah'a hamdolsun." Daha sonra şöyle sordu: "Ey Kureyşliler topluluğu, şimdi (size) ne (yapacağımı) zannedersiniz?" Onlar, hayır dediler. (Çünkü sen) kerim bir kardeş ve kerim bir kardeşin oğlusun. Şu anda da istediğini yapma kudretine sahipsin. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurdu: "Ben de bugün size kardeşim Yûsuf’un dediği gibi: "Bugün başınıza bir şey kakılmayacaktır" diyorum." İbn Hibbân es-Sîretu'n-Nebeviyye, Beyrut 1407/1987, s. 337. Ömer (radıyallahü anh) dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın bu sözlerinden dolayı utancımdan her tarafımdan ter boşandı. Çünkü ben onlara Mekke'ye girdiğimiz günü şöyle demiştim: Bugün sizden intikam alacağız ve yapacaklarımızı yaparız. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) o sözlerini söyleyince, ben de o söylediklerimden utandım.

"Allah size mağfiret buyursun," Fiil müstakbel (muzari) olup dua manasını taşımaktadır. Yüce Allah'tan günahlarını örtüp, kendilerine merhamet buyurmasını diledi.

el-Ahfeş, mealde; başınıza- üzerinde vakıf yapılmasını câiz görmüştür, Buna göre âyetlerin anlamı şöyle olur: Başımıza bir şey kakılmayacaktır. Bugün Allah size mağfiret buyursun" şeklinde olur. Birinci şekil ise kullanılan şekildir. Çünkü; Başınıza," lâfzı üzerinde vakıf yapıp "Bugün Allah size mağfiret buyursun" şeklinde bir ibtidâ (okumaya başlamak) mağfiretin bugün gerçekleşmesi konusunda kat'î bir dua olur. Böyle bir şey ise ancak vahye binaen söylenebilir. Bunun böyle olduğu açıktır.

Atâ el-Horasanî der ki: Gençlerden ihtiyaçların karşılanmasını taleb etmek, yaşlılardan taleb etmekten daha kolaydır. Nitekim Hazret-i Yûsuf:

"Bugün başınıza bir şey kakılmayacaktır. Allah size mağfiret buyursun" dediği halde Hazret-i Ya'kub da:

"Sizin için ileride Rabbimden mağfiret dileyeceğim" (Yûsuf, 12/98) demişti. Yüce Allah'ın:

"Şu gömleğimi götürün..." âyetindeki

"şu",

"gömlek" kelimesinin sıfatıdır.

"Gömlek" kelimesi müzekkerdir, şairin şu beyitine gelince:

"Hevazinliler çağırıyor, gömlek (zırh) ise bol ve geniştir.

Kemer üzerinde iliklerle bağlanıyor."

ifade; takdirinde olup; gömlek ise; "bol ve geniş bir zırhtır," demektir. Yani burdaki bol ve geniş sıftı müennes bir kelime olup gömleğin değil, semai müennes ve mahzuf olan zırh anlamındaki kelimenin sıfatıdır. Bu açıklamayı da en-Nehhâs yapmıştır.

İbn es-Süddî babasından, o Mücahid'den şöyle demektedir: Hazret-i Yûsuf onlara şöyle dedi:

"Şu gömleğimi götürün de onu babamın yüzüne sürün, hemen görmeye başlayacaktır." (Mücahid) dedi ki: Hazret-i Yûsuf kendi gömleğinin Hazret-i Ya'kub’a görmesini geri çevirmeyeceğini bilecek kadar Allah'ı bilen birisi idi. Ancak bu gömlek yüce Allah'ın Hazret-i İbrahim'e ateşe atıldığında cennet ipeğinden giydirdiği bir gömlek idi. Hazret-i İbrahim bunu Hazret-i İshak'a vermişti. Hazret-i İshak, Hazret-i Ya'kub'a vermişti. Hazret-i Ya'kub da bu gömleği gümüş bir muhafaza içerisine yerleştirmiş ve bunu Hazret-i Yûsuf’un boynuna asmış idi. Çünkü Hazret-i Yûsufa nazar değeceğinden korkuyordu. Hazret-i Cebrâîl de ona şunu bildirmişti: Gömleğini (babana) gönder. Çünkü onda cennetin kokusu vardır. Cennet kokusu ise bir hastaya veya bir belâya uğrayana değdi mi mutlaka afiyet bulur.

el-Hasen der ki: Eğer yüce Allah Hazret-i Yûsuf'a bunu bildirmemiş olsaydı, Hazret-i Yûsuf babasının tekrar görmeye başlayacağını bilemezdi. Hazret-i Yûsuf'un gömleğini götüren kişi Yehudâ idi. Yûsufa: Üzerinde yalancıktan kan bulunan gömleğini babana götüren ve onu üzen ben idim. Şimdi de onu sevindirmek ve tekrar görsün diye bu gömleğini de ona ben götüreyim, diyerek gömleği atıp gitti. Bunu da es-Süddî nakletmektedir.

"Bütün ailenizi de alıp bana getirin." Mısır'ı yurt edinmek üzere gelin. Mesrûk dedi ki: O sırada erkek-kadın olmak üzere doksanüç kişi idiler.

Şöyle de denilmiştir: Hazret-i Yûsuf'un gönderdiği gömlek, arkasından yırtılan gömleğidir. Böylelikle zinadan yana korunmuş olduğunu Hazret-i Ya'kub'un bilmesini İstemişti. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Enes (radıyallahü anh) yoluyla gelen merfu bir hadiste Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan de rivâyet edilmiştir. Bunu el-Kuşeyrî nakletmiştir. Doğrusunu en iyi biten Allah'tır.

94

Kafile ayrılınca babaları dedi ki: "Bana bunak demeyecekseniz, inanın ki Yûsuf’un kokusunu alıyorum."

" Kafile ayrılınca" Şam'a gitmek üzere Mısır'dan çıkıp yola koyulunca demektir. Bu anlamda olmak üzere; "Ayrıldı, ayrılmak" denildiği gibi; "Onu ayırdım, ayırmak" diye de kullanılır. O halde bu fiil hem lâzım (geçişsiz), hem müteaddî (geçişli)dir.

"Babaları" yani babaları huzurunda bulunan akrabaları arasından Mısır'a gitmemiş bulunan torunlarına:

"dedi ki: Bana bunak demeyecekseniz, inanın ki Yûsuf’un kokusunu alıyorum." Bu sözleri söylediğinde oğullarının bir kısmı Mısır'a çıkıp gitmiş, kendisi de çevresinde bulunanlara: "Bana bunak demeyecekseniz, inanın ki Yûsuf’un kokusunu alıyorum" demiş olma ihtimali de vardır.

İbn Abbâs der ki: Esen bir rüzgar Hazret-i Yûsuf'un gömleğinin kokusunu ona taşıyıp götürdü. Aralarında sekiz günlük bir uzaklık vardı. el-Hasen ise on günlük bir uzaklık demiştir. Yine ondan nakledildiğine göre, bir aylık uzaklık demiştir. Malik b. Enes (radıyallahü anh) der ki: Süleyman (aleyhisselâm) gözünü açıp kırpmadan önce yanına Belkıs’ın tahtını ulaştıran kimse, Hazret-i Yûsuf’un gömleğinin kokusunu ulaştıran odur.

Mücahid'de der ki: Esen bir rüzgar gömleği evirip çevirdi, dünyada cennet rayihaları saçıldı ve Hazret-i Ya'kub'a ulaştırıldı. Böylelikle o cennet kokusunu aldı, o dünya da cennet kokusunun ancak bu gömlekte bulunan koku olduğunu biliyordu. İşte bunun üzerine: "İnanın ki Yûsuf’un kokusunu alıyorum" yani kokluyorum, demişti. O halde buradaki kokuyu hissetmek ve almak, koku alma duyusuyla hissetmekten ibarettir.

"Bana bunak demeyecekseniz" ifadesini İbn Abbâs ve Mücahid: Bana akılsız, beyinsiz demeyecekseniz, diye açıklamışlardır. Nâbiğa'nın şu beyiti de bu kabildendir:

"(Onun) Süleyman müstesna benzeri yoktur. Hani o mutlak melik ona:

İnsanlar arasında dikil ve onları görüşlerindeki hatalardan alıkoy, demişti."

Burada da "görüşteki hatadan" kelimesi akılsızlıktan, beyinsizlikten alıkoy, anlamındadır. Saîd b. Cübeyr ve ed-Dehhâk ise: Eğer beni yalanlamayacaksanız, diye açıklamışlardır. Çünkü; " Yalan" demektir. " Yalan söyledi" anlamındadır. Şairin şu beyiti de bu türdendir:

"Soylu ve şerefli kimsenin övünmesinde hiç eğrilik olur mu?

Yahut çok doğru söz söyleyen kimsenin sözünde hiç yalan olur mu?"

Bu âyet, beni takbih etmeyecekseniz... diye de açıklanmıştır ki, bu açıklamayı Ebû Amr yapmıştır. Çünkü; Takbih etmek, demektir. Şair de der ki:

"Arkadaşlarım, vazgeçin beni kınayıp takbih, etmekten.

Benim geçmişte yaptıklarım reddolunacak şeyler değildir."

İbnu'l-A'râbî der ki:

"Bana bunak demeyecekseniz" ifadesi eğer görüşümün zayıf olduğunu ileri sürmeyecekseniz, demektir. İbn İshak da böyle açıklamıştır. Çünkü; Yaşlılıktan dolayı görüşün zayıflaması, anlamındadır. Dördüncü bir görüşe göre; eğer benim şaşkın olduğumu söylemeyecekseniz demektir. Bu açıklamayı da Ebû Ubeyd yapmıştır.

el-Ahfeş der ki: Eğer beni kınamayacaksanız, demektir. Çünkü; " Kınamak ve bir kimsenin görüşünün zayıf olduğunu ifade etmek" anlamındadır. el-Hasen, Katâde ve yine Mücahid der ki: Eğer benim çok yaşlandığımı (bundan dolayı da hezeyan ettiğimi) söylemeyecekseniz demektir.

Hepsinin de anlamı birbirine yakındır ve bütün bu açıklamaların ortak noktası, acizliğini ve zayıf görüşlülüğünü ifade etmektir. Nitekim bir kimse diğerinin âciz olduğunu ifade ettiği vakit; " Onun aciz olduğunu söyledi" fiili kullanılır. Şairin dediği gibi:

"Kınamakla ve acizliğimi söylemekle beni helâk etti."

Hatalı konuşmayı ifade etmek için de kullandır. Çünkü; "Söz ve görüşte hata edip, yanılmak" demektir. Nâbiğa'nın şu sözlerinde olduğu gibi:

"... Sen onları hata etmekten alıkoy,"

Yani akılda bozukluktan onları alıkoy. İşte buradan hareketle "kınamak" da akli bakımdan fesad olduğunu söylemek demektir, denilmiştir. Şair de der ki:

"Ey beni kmayan kişiler, bırakın kınamayı ve vazgeçin bu işten.

Benim aşkım uzayıp gitti. Siz de beni kınamayı uzatıp gidiyorsunuz."

Geçen uzun zaman, bir kimsenin halini bozup ifsad edecek olursa; denilir. İbn Mukbil'in şu beyiti de bu anlamdadır:

"Bırak zaman istediğini yapsın, çünkü o

İnsanların halini bozmakla yükümlü tutulursa, o da bozar, ifsad eder."

95

"Allah'a yemin ederiz ki sen hâlâ eski yanlışlığındasın" dediler.

"Allah'a yemin ederiz ki sen hâlâ eski yanlışlığındasın, dediler." Yani sen yine hak yoldan uzakta gitmeye devam ediyorsun. İbn Abbâs ve İbn Zeyd dediler ki: Yûsuf’u sevmek şeklindeki geçmişten beri sürdüregeldiğin yanlışlığın içerisindesin, onu unutamıyorsun.

Saîd b. Cübeyr de: Eski deliliğin devam ediyor, diye açıklamıştır.

el-Hasen der ki: Böyle bir ifade anne babaya karşı iyi davranmamak kabilinden bir davranıştır. Katâde ve Süfyan: Elbetteki sen eski sevgini devam ettirmektesin, diye açıklamışlardır.

Şöyle de açıklanmıştır: Onların bu şekilde konuşmalarına sebep kendi kanaatlerine göre Hazret-i Yûsuf’un ölmüş olmasıdır. Bir diğer açıklamaya göre ona bu sözleri söyleyen kimseler çocuklarından yanında kalan kimselerdi, onlar durumu bilmiyorlardı.

Yine denildiğine göre bu sözleri Hazret-i Ya'kub'a onunla birlikte bulunan aile halkı ve yakın akrabaları söylemiştir. Bunu söyleyen kimselerin o sırada küçük yaşta bulunan oğullarının oğulları oldukları da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

96

Müjdeci gelince, gömleğini yüzüne sürmesiyle birlikte derhal görmeye başladı ve dedi ki: "Ben sîze sizin bilmeyeceğiniz şeyleri Allah'tan muhakkak biliyorum dememiş miydim?"

"Müjdeci gelince gömleğini yüzüne" yani gözlerine

"sürmesiyle birlikte derhal görmeye başladı."

" Geldi" lâfzındaki: fazladan gelmiştir.

Müjdeyi getirenin Şem'ûn olduğu söylendiği gibi, Yehudâ olduğu da söylenmiştir. O: Nasıl ki senin gömleğini kana bulanmış haliyle babama götürdü isem, bugün de bu gömleğini ben götüreceğim, demişti. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır.

es-Süddî'den nakledildiğine göre o kardeşlerine şöyle demişti: Siz de biliyorsunuz ki musibetin gömleğini ona ben götürmüştüm, şimdi bırakın da sevinç gömleğini de ona ben götüreyim.

Yahya b. Yemân, Süfyan'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Müjdeci Hazret-i Ya'kub'a geldiğinde ona şöyle sormuştu: Yûsuf'u hangi din üzere bıraktın? O: İslâm üzere demişti, Bunun üzerine Hazret-i Ya'kub, işte şimdi nimet tamam oldu, dedi.

el-Hasen de der ki: Müjdeci Hazret-i Ya'kub'un yanına geldiğinde Hazret-i Ya'kub yanında müjdeciye verecek bir şey bulamamıştı. Bu sefer Allah'a yemin ederim, yanımızda verecek bir şey bulamıyorum. Yedi gündür de hiç ekmek pişirmedim, fakat Allah sana ölüm sekeratını kolaylaştıran, diye dua etti.

Derim ki: Böyle bir dua verilebilecek en büyük mükâfatlardan, bağış ve ihsanların en değerlilerindendir.

Bu ayet-i kerîme müjdeler esnasında bağış ve bol ihsanlarda bulunmanın câiz olduğuna delil teşkil etmektedir. Bu hususta Ka'b b. Mâlik'in uzunca hadisi de delil teşkil etmektedir ki; o hadiste şöyle denilmektedir: "... Bana müjde vermek üzere yüksek sesle bağırdığını işittiğim kişi yanıma gelince, üzerimdeki elbiselerimi çıkardım ve bu müjdelemesine karşılık olmak üzere ona müjdelik olarak verdim," diyerek hadisin geri kalan bölümünü zikretmiştir ki bu hadis bütünü ile Tebük gazvesinden geriye kalan üç kişinin kıssası (et-Tevbe, 9/118. âyetin tefsirinde) anlatılırken tamamiyle geçmiş bulunmaktadır. Hazret-i Ka'b'ın kendisine müjde veren kimseye elbiselerini çıkarıp giydirmesi -başka elbisesi olmamasına rağmen- böyle bir durumda kişinin kendisine müjdelenen şeyin gerçekleştiğini umuyor ise, bu gibi mükâfatları vermenin câiz olduğuna delildir, Ayrıca bu, keder ve üzüntünün zevalinden sonra sevinç izhar etmenin câiz olduğuna da delildir.

Küçük çocukların Kur'ân-ı Kerîm'i güzel bir şekilde öğrenmeleri üzerine verilen mükâfatlar ve bu gibi törenlerde yemek ziyafetleri de bu kabildendir. Nitekim Hazret-i Ömer de Bakara Sûresi'ni hıfzettikten sonra bir kaç deve kesmişti. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Ve dedi ki: Ben size, sizin bilmeyeceğiniz şeyleri Allah'tan muhakkak biliyorum, dememiş miydim?" Hazret-i Ya'kub böylelikle onlara:

"Ben keder ve üzüntümü ancak Allah'a açarım. Ben Allah nezdinden sizin bilmeyeceğiniz şeyleri biliyorum" (Yûsuf, 12/86) sözlerini hatırlattı.

97

Dediler ki: "Ey Babamız! Günahlarımızın bağışlanmasını dile. Biz gerçekten günah işleyenler olduk."

"Dediler ki: Ey Babamız! Günahlarımızın bağışlanmasını dile. Biz gerçekten günah işleyenler olduk" anlamındaki âyette hazfedilmiş ifadeler vardır ki; takdiri şöyledir: Oğulları Mısır'dan geri döndüklerinde: Ey babamız dediler... İşte bu Hazret-i Ya'kub'a: "Allah'a yemin ederiz ki sen hâla eski yanuşlığındasın" diyen kimselerin ya torunları, yahut akraba ve ailesinden başkalarının olduğuna ve oğullarının bu sözleri ona söylemediğine delildir. Çünkü oğulları, yanında hazır bulunmuyorlardı. Eğer böyle söylemiş olsalardı, bu babalarına karşı hukuka riayet etmemekte ileri derecede bir davranış olurdu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Hazret-i Ya'kub'tan kendileri için mağfiret dilemesini istemelerine sebep ancak onun hakkını helâl etmesi ile altından kalkabilecekleri bir günah yüklenmelerine sebep teşkil eden kederlerin acısını ona tattırmış olmalarıdır.

Derim ki: Bu hüküm, bir müslümana canında, malında veya başka bir hususta -ona zulüm ve haksızlık ederek- eziyet veren herkes hakkında da sabittir. Böyle bir kimsenin o müslümandan helâllik dilemesi, ona yaptığı zulmü ve bu zulmün miktarını bildirmesi gerekir. Acaba kayıtsız ve şartsız (mutlak) helâllik dilemenin faydası var mıdır, yok mudur? Bunda görüş ayrılığı vardır, doğrusu fayda vermeyeceğidir. Çünkü eğer o kimseye değeri ve hatırı sayılır bir haksızlıkta bulunduğunu haber verecek olursa, belki de mazlum böyle bir hakkı gönül hoşluğu ile helâl etmeyebilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Buhârî'nin, Sahih'inde ve başkasında Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kimin kardeşine ırzında (şeref ve haysiyetinde) yahut herhangi bir hususta yaptığı bir haksızlığı varsa, dinar ve dirhemin bulunmadığı bir gün gelmeden önce o haksızlıktan dolayı ondan helâllik dilesin. (Çünkü helâllik dilemese) eğer salih bir ameli varsa, yaptığı haksızlığı kadar o salih amelinden alınır. Eğer hasenatı yoksa bu sefer (haksızlık yaptığı) arkadaşının günahlarından alınır ona yükletilir." Buhârî, Mezâlim 10, Rikaak 48; Müsned, II, 506.

el-Mühelleb dedi ki: Hazret-i Peygamber'in: "Ondan yaptığı haksızlık kadarı alınır" âyeti; yapılan haksızlığın miktarının bilinmesi ve açık seçik bir şekilde ona işaret edilmesi (ye bu haliyle helâllik dilenmesi)ni gerektirmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

98

Dedi ki: "Sizin İçin ileride Rabbimden mağfiret dileyeceğim. O gerçekten mağfiret buyurandır, Rahîm'dir."

"Sîzin için ileride Rabbimden mağfiret dileyeceğim." İbn Abbâs der ki: Bu sözleriyle duasını seher vaktine ertelemişti.

el-Müsennâ b. es-Sabbah, Tavus'dan dedi ki: Cuma günü seher vaktine erteledi. O gün aşuraya denk gelmişti. Tirmizî'nin kitabında yer alan ezber (unutmaya karşı) duası ile ilgili İbn Abbâs'tan gelen hadiste şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın huzurunda bulunduğumuz bir sırada Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) çıkageldi ve dedi ki: Anam-babam sana feda olsun. Bu Kur'ân-ı Kerîm göğsümden sıyrılıp gidiyor, ona yetecek gücü kendimde bulamıyorum. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Sana kendileriyle Allah'ın sana fayda vereceği ve sen de bunları başkalarına öğretecek olursan, onlara fayda sağlayacak ve böylelikle öğrendiğine kalbinde sebat verecek sözler öğreteyim mi?" deyince, Hazret-i Ali: Evet, ey Allah'ın Rasûlü bana bunları öğret deyince, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Cuma gecesi oldu mu, eğer gecenin son üçte birinde kalkabilirsen -şüphesiz ki o şahit olunan bir andır ve o anda dua makbuldür, Kardeşin Ya'kub da oğullarına: "Sizin için ileride Rabbimden mağfiret dileyeceğim." demişti. Yani cuma gecesi gelinceye kadar demek istemişti." Tirmizî, Deavât 114. deyip hadisin geri kalan bölümünü zikretti.

Eyyub b. Ebi Temime es-Sahıiyanî, Saîd b. Cübeyr'den naklen dedi ki: "Sizin için ileride Rabbimden mağfiret dileyeceğim" yani aydınlık geceler diye bilinen (kamerî ayın) onüç, ondört ve onbeşinci gecelerinde mağfiret dileyeceğim, çünkü bu gecelerde yapılan dua kabul olunur. Âmir en-Nehaî'den şöyle dediği nakledilmiştir: "Sizin için ileride Rabbimden mağfiret dileyeceğim." Yani ben önce Yûsuf'a soracağım, eğer o sizi affedecek olursa, ben de sizin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim, demektir.

Süneyd b. Davud dedi ki: Bize Huşeym anlattı, dedi ki: Bize Abdu'r-rahman b. İshak anlattı, o Muharib b. Disar'dan, o amcasından naklen dedi ki: Seher vakti mescide gelir, İbn Mes'ûd'un evinin yanından geçerdim. Onun şöyle dediğini işitirdim: Allah'ım, Sen bana emrettin, ben de itaat ettim. Sen beni çağırdın, ben de çağrına uyarak geldim. İşte bu bir seher vaktidir, bana mağfiret buyur. İbn Mes'ûd ile karşılaştım ve ona şöyle dedim: Seher vaktinde söylediğini işittiğim bir takım sözler var. Şöyle cevap verdi: Gerçek şu ki Ya'kub:"Sizin için ileride Rabbimden mağfiret dileyeceğim" sözleriyle onlar için mağfiret dilemeyi seher vaktine ertelemişti.

99

Onlar Yûsuf’un huzuruna girdiklerinde, o babasını ve annesini bağrına bastı, kucakladı ve: "Allah'ın iradesi ile hepiniz emin olarak Mısır'a girin" dedi.

"Onlar Yûsuf’un huzuruna" yani orada kendisine ait olan bir saraya

"girdiklerinde o, babasını ve annesini bağrına bastı." Denildiğine göre Hazret-i Yûsuf müjdeci ile birlikte ikiyüz deve ve gerekli yol hazırlığını da göndermişti. Hazret-i Ya'kub'dan da yanına aile halkıyla ve bütün çoluk-çocuğuyla gelmesini istemişti. Huzuruna girdiklerinde ana-babasını bağrına bastı, yani babasını ve teyzesini bağrına bastı. Çünkü annesi kardeşi Bünyamin'i doğururken vefat etmişti.

Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah rüyasını tahkik için annesine hayat verip diriltti ve ona secde etti. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır. Bakara Sûresi'nde daha önce yüce Allah'ın Hazret-i Peygamber'e de anne ve babasını dirilttiği ve ikisinin de ona îman ettiklerine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

"Allah'ın iradesi ile hepiniz emin olarak Mısır'a girin." İbn Cüreyc dedi ki: Yani ben inşaallah Rabbimden sizin için mağfiret dileyeceğini, demektir, İbn Cüreyc dedi ki: Bu da Kur'ân-ı Kerîm’in takdim ve te'hirlerinden birisidir. en-Nehhâs der ki: İbn Cüreyc bu görüşü ile onların Mısır'a girdiklerini (ve ondan sonra Hazret-i Ya'kub'un onlara mağfiret dilediğini) anlatmak istemektedir. Peki nasıl olur da "Allah'ın İradesi ile (inşaallah) Mısır'a... girin." demiş olabilir?

Şöyle açıklanmıştır: Hazret-i Ya'kub"Allah'ın iradesi ile (ınşaallah) sözünü hem teberrüken söylemiştir, hem de kat'î bir istek olarak ifade etmiştir. "Emin olarak" ise kıtlık çekmekten yana yahut Fir'avun'dan yana emin olarak... demektir. Çünkü onlar Mısır'a ancak Fir'avun'un izin vermesine (vizesine) bağlı olarak oraya girebiliyorlardı.

100

Babasını ve annesini tahtın üzerine çıkartıp oturttu. Hepsi onun için secde ettiler. O zaman dedi ki: "Babacığım! İşte bu, önceleri gördüğüm rüyanın tahakkukudur. Rabbim onu doğru çıkardı, bana da iyilikte bulundu. Çünkü beni zindandan çıkardı ve şeytan kardeşlerimle aramı bozmuşken sizi çölden getirdi Şüphesiz Rabbim dilediği şeyi lutfediddir. O hakkıyla bilendir, tam hikmet sahibi olandır."

"Babasını ve annesini tahtın üzerine çıkartıp, oturttu." Katâde dedi ki: Burada "Arş (taht)" kelimesi ile divanını kastetmektedir. Bunun anlamlarına dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. Kimi zaman "arş" kelimesi ile hükümdarlık, kimi zaman da hükümdarın kendisi kast edilebilir. Nâbiğa ez-Zübyânî'nin şu mısraı da bu kabildendir:

"Nice tahtlar (hükümdarlar) güç ve güvenlik sonrası yok olup gittiler."

(Arş'a dair açıklamalar.) önceden (el-A'raf, 7/54) geçmiş bulunmaktadır.

"Hepsi onun için secde ettiler" âyetine dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1- Hazret-i Yûsuf’a Secde:

Yüce Allah'ın:

"Hepsi onun İçin secde ettiler" âyetindeki "o" anlamındaki "he" zamiri denildiğine göre yüce Allah'a aittir. Yani onlar yüce Allah'a şükür olmak üzere secdeye kapandılar. Hazret-i Yûsuf da rüyasının tahakkuku için kıble gibi idi. Bu açıklama el-Hasen'den rivâyet edilmiştir.

en-Nekkâş der ki: Bu bir hatadır, zamir Hazret-i Yûsuf'a racidir. Çünkü yüce Allah sûrenin baş taraflarında:

"Gördüm ki onlar bana secde ediyorlardı." (Yûsuf, 12/4) diye buyurmaktadır. Onların selamlaşmaları ise daha aşağı konumda olanın, daha üst konumda olana, küçüğün de büyüğe secde etmesi şeklinde idi. Hazret-i Ya'kub, Hazret-i Yûsuf’un teyzesi ve kardeşleri, Hazret-i Yûsuf'a secde ettiler. Bunun üzerine Hazret-i Yûsuf ürpererek:

"İşte bu, önceleri gördüğüm rüyanın tahakkukudur" demişti. Hazret-i Yûsuf'un rüyası ile tahakkuku arasında yirmiiki yıl süre geçmişti.

Selman el-Farisî ile Abdullah b. Şeddâd, kırk yıl geçtiğini söylemişlerdir. Abdullah b. Şeddâd dedi ki: Rüyanın tahakkukunun en fazla gecikeceği süre bu kadardır, Katâde ise otuzbeş sene demiştir, es-Süddî, Saîd b. Cübeyr ve İkrîme ise otuzaltı sene geçtiğini söylemişlerdir. el-Hasen, Cisr b. Ferkad ve Fudayl b. İyad ise seksen yıl demişlerdir.

Vehb b. Münebbih ise şöyle demektedir: Yûsuf kuyuya onyedi yaşında iken atıldı. Babası seksen yıl süreyle onu görmedi, babası ile karşılaştıktan sonra da yirmiüç yıl daha yaşadı ve yüzyirmi yaşında iken vefat etti. Tevrat'ta ise yüzyirmialtı yaşında vefat ettiği belirtilmektedir.

Hazret-i Yûsufun Aziz'in karısından İfraîm ve Menşâ' ile Eyyub'un hanımı Rahmet doğmuştur. Hazret-i Yûsuf ile Hazret-i Mûsa arasında ise dörtyüz yıllık bir süre vardır.

Denildiğine göre Hazret-i Ya'kub, Hazret-i Yûsuf'un yanında yirmi yıl kaldı. Daiıa sonra vefat etti. Bir diğer görüşe göre Hazret-i Ya'kub, Hazret-i Yûsufun yanında onsekiz yıl kalmıştır. Kimi hadis bilgini kırk küsur yıl kaldığını söylemişlerdir.

Hazret-i Ya'kub ile Hazret-i Yûsuf bir araya gelinceye kadar otuzüç yıl birbirlerinden ayrı kalmışlardı. İbn İshak ise onsekiz yıl diye ifade etmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

2- Secde Vb. Saygı İfadeleri İle Çeşitli Selamlaşmalar:

Saîd b. Cübeyr, Kalâde'den, o el-Hasen'den naklen, yüce Allah'ın:

"Hepsi onun İçin secde ettiler" âyeti hakkında dedi ki: Bu bir secde değildi, onlar arasında bir gelenekti. Başlarıyla işarette bulunurlardı, onların selamlaşmaları böyleydi.

es-Sevrî, ed-Dahhâk ve başkaları derler ki: Bu bizce bilinen ve alışa geldiğimiz secde gibi bir secde idi. Onların selamlaşmaları bu idi. Bir diğer görüşe göre bu rükû' gibi bir eğilme idi. Yere kapanmak şeklinde secde değildi. İşte onların selamlan öne doğru biraz ve normal eğilmek şeklinde idi. Yüce Allah bizim şeriatımızda bütün bunları neshetti ve sözle selam vermeyi, eğilmeye bedel kıldı.

Tefsir âlimleri ise ne şekilde olursa olsun bu secdenin ibadet değil, bir tahiyye (selamlaşma) secdesi olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Katâde der ki: Hükümdarlara verilen selam onlarca böyle idi. Yüce Allah bu ümmete ise; "es-selamu aleyküm" şeklindeki cennet ehlinin selamlaşmalarını ihsan etmiştir.

Derim ki: Bu şekilde bizim şeriatımızda neshedilen öne az veya çok eğilme artık Mısır diyarında ve Arap olmayanlarda bir adet halini almıştır. Birbirlerine ayağa kalkmaları da böyledir. O kadar ki herhangi bir kimse kendisi için ayağa kalkılmayacak olursa, içinde kendisine hiç ehemmiyet verilmiyor ve hiçbir kadri yokmuş gibi bir duygu dahi uyanabilir. Aynı şekilde birbirleriyle karşılaştıklarında da biri diğerinin önüne eğilir. Bu artık sürüp giden bir adet, yerleşmiş ve miras olarak devralınan bir gelenek haline gelmiştir. Özellikle de emir ve başkanların karşılaşmaları halinde bu böyledir. Bunlar bu şekilde davranmakla peygamberi sünnetten yan çizmiş ve sünneti seniyyeden yüz çevirmiş oluyorlar.

Enes b. Malik'in şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü! dedik, karşılaştığımız vakit birimiz ötekimizin önüne eğilsin mi? Hazret-i Peygamber: "Hayır" diye buyurdu. Bu sefer: Birbirimizin boynuna sarılalım mı? diye sorduk yine: "Hayır" diye buyurdu. Bu sefer birbirimizle musafahalaşalım mı? dedik. Hazret-i Peygamber: "Evet" diye buyurdu. Bu hadisi Ebû Ömer b. Abdi'l-Berr); "et-Temhid" adlı eserinde rivâyet etmiştir. Tirmizî, İsti'zan 31; İbn Mâce, Edeb 15: Müsned, III. 198.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) -Sa'd b. Muâz'ı kastederek-: "Elendiniz ve hayırlınız için ayağa kalkınız" diye buyurmuştur. Buhâri, Cihâd 168, Menâkıbul-Ensar 12; Müslim, Cihâd 64; Müsned, III, 71. (Buna ne dersiniz?) denilirse cevabımız şu olur: Bu belli bir durumun gerektirmesi dolayısıyla Sa'd'a has bir durumdur.

Ayrıca şöyle de açıklanmıştır: Onların ayağa kalkmaları Hazret-i Sa'd'ı eşekten indirmek için idi. Diğer taraftan eğer kişinin nefsinde olumsuz etki bırakmayacak olursa, yaşça büyük bir adama kalkmak caizdir. Şayet nefsine etki edecek, bundan dolayı kendisini beğenecek ve ayrıca nefsinin bundan pay sahibi olduğunu görecek olursa, bu konuda (onun için ayağa kalkmak suretiyle) bu olumsuz duygularına destek vermek câiz olmaz. Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur; "Her kim insanların önünde ayağa kalkmaları kendisini memnun ediyor ise cehennemdeki yerine hazırlansın." Ebû Davûd, Edeb 151: Tirmizî, Edeb 13; Müsned, IV, 91. 93. 100

Ashab-ı Kiram'dan -Allah hepsinden razı olsun- nakledildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın zatından daha çok kendileri için değerli hiçbir kimse yoktu. Bununla birlikte Hazret-i Peygamber'in bu işten hoşlanmadığını bildiklerinden dolayı onu gördüklerinde onun için ayağa Tirmizî, Edeb 13. kalkmazlardı.

3- İşaret Vb. Şekillerle Selamlaşma, Tokalaşma, Kucaklaşma:

Parmakla işaret hakkındaki kanaatin nedir? diye sorana şöyle cevap verilir: Bu eğer işaretleştiğin kişi senden uzak ise caizdir. Çünkü selamlaşma halinde yapılacak budur. Eğer sana doğru yaklaşıyor ise işaretle selam câiz olmaz. Yakın da olsa uzak da olsa olmayacağı da söylenmiştir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Bizden başkasına benzemeye çalışan bizden değildir." Ebû Dâvûd, Libas 4; Tirmizî, İsti'zân 7; Müsned, II, 50, 92. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Yahudilerle, hristiyanların selam verdikleri şekilde selamlaşmayın. Çünkü yahudilerin selamlaşması el ayalarının içi iledir, hristiyanların selamlaşmaları da işaret iledir." Tirmizî, İsti'zân 7

Selam verdiği takdirde de eğilmez, selamla birlikte elini öpmez. Çünkü tevazu anlamında eğilmek ancak Allah'ın huzurunda olur. El öpmek ise müslüman olmayan kavimlerin uygulamalarındandır. Onların kendi büyüklerini tazim kastı ile icad ettikleri fiillerinde ise onlara uyulmaz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmaktadır: "Acemlerin Kisra'larının başı ucunda ayakta dikildikleri gibi, siz de benim başı ucumda ayakta dikilmeyin." Aynı anlamda olmak üzere: Ebû Dâvûd, Edeb 151; İbn Mâce, Dua 2; Müsned, III, 395, V, 253; ayrıca bk. Müslim, Salât 84. İşte bu da ona benzemektedir.

Bununla birlikte musafaha (tokalaşmamda mahzur yoktur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Habeşistan'dan geldiği sırada Cafer b. Ebi Talib ile musafahalaşmış. Mûsafahalaşmayı emredip, teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Mûsafahalaşın bu kalplerdeki kini giderir. " Muvatta’, Husnu'l-Huluk 16.

Galib et-Temmar, en-Nehaî'den rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)İn ashabı birbirleriyle karşılaştıklarında musafaha yaparlardı. Yolculuktan geldiklerinde ise birbirlerinin boyunlarına sarılırlardı.

İmâm Mâlik musafahalaşmayı mekruh görmüştür denilecek olursa, deriz ki: İbn Vehb, Malik'ten hem musafahalaşmayı, hem de boyuna sarılmayı (muânaka) mekruh gördüğünü rivâyet etmektedir. Mezhebimiz mensublarından Suhnûn ve başkaları da bu kanaattedir. Ancak Malik'ten bundan farklı olarak musafahanın câiz olduğuna dair rivâyet de gelmiştir. Muvatta’'da bulunan ifadelerin mana olarak delalet ettiği de budur. Aynı şekilde seleften olsun, haleften olsun ilim adamlarından önemli bir topluluk musafahayı câiz görmüşlerdir.

İbnu'l-Arabî der ki: Malik'in musafahayı mekruh görmesinin sebebi, dinde umumi bir emir olmadığını ve selamlaşma gibi nakledilmiş bir adet olmadığını tabul etmesindendir. Eğer selam kabilinden olsaydı (nakil ile gelmesi açısından) selam ile aynı seviyede olması gerekirdi.

Derim ki: Mûsafahaya dair ve onu teşvik eden, adet haline getirip onu korumayı teşvike delalet eden Hadîs-i şerîf de gelmiştir. Bu hadisi el-Berâ b. Âzib rivâyet etmiştir. el-Berâ dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile karşılaştım, elimi tuttu. Ben: Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Ben musafahanın Acemlere ait bir şey olduğunu zannediyordum. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Mûsafahalaşmak onlardan çok bizlere yakışır. İki müslüman karşılaşır da aralarında bir sevgi (nişanesi) ve nasihat olmak üzere biri diğerinin elini tutarsa, mutlaka ikisinin de arasına günahları bırakılır, " Aradaki soru-cevap olmaksızın, tokalaşmanın günahların bağışlanacağını ifade eden ve el-Berâ b. Âzib (radıyallahü anh.) yoluyla gelen hadisler için bk. Ebû Dâvud, Edeb 141; Tirmizî, İsti'zan 31; İbn Mâce, Edeb 15; Müsned, IV, 289, 293, 303

"Bana da İyilikte bulundu. Çünkü beni zindandan çıkardı." Bu konuda lütufkârlığı elden bırakmayarak, "kuyudan" demedi. Böylelikle kardeşlerine onları: "Bugün başınıza bir şey kakılmayacaktır" sözleriyle affettikten sonra yaptıklarını hatırlatmak istemedi. Derim ki: İşte sufi şeyhlerin kabul ettikleri asıl da budur: Safa vaktinde cefanın anılması cefadır. Bu, Kitabın da doğruluğuna delil olduğu sahih bir sözdür.

Şöyle de denilmiştir: Çünkü Hazret-i Yûsuf'un hapse girişi kendi tercihiyle olmuştu ve:

"Rabbim, ben zindanı bu kadınların beni kendisine davet edegeldikleri şeye tercih ederim" (Yûsuf, 12/33) demişti. Halbuki kuyuya atılması yüce Allah'ın kendisi için özel bir iradesi ile olmuştu.

Şöyle de açıklanmıştır: Hazret-i Yûsuf hapiste hırsızlarla, isyankârlarla beraberdi. Kuyuda ise yüce Allah'la beraberdi. Aynı şekilde hapisten kurtulmasındaki ilahi lütuf daha büyüktü. Çünkü o hapse kendisinin de meylettiği bir iş sebebiyle girmişti. Yine hapse kendi tercihi ile girdiği bilinmektedir. Zira: "Rabbim ben zindanı... tercih ederim" demişti. O bakımdan zindandaki sıkıntı daha çoktu. Yine o zindanda:

"Beni efendinin yanında an" (Yûsuf, 12/42) demişti ve bundan dolayı orada (zindanda daha uzun süre kalarak) cezalandırılmış idi.

"Şeytan kardeşlerimle aramı bozmuşken, sizi çölden getirdi." Rivâyet edildiğine göre Hazret-i Ya'kub un kaldığı yer Ken'ân diyarı idi. Orada da davarları vardı ve çölde yaşıyorlardı. Yine denildiğine göre Hazret-i Ya'kub bir çöle taşınmış ve orada yerleşmiş idi. Çünkü yüce Allah hiçbir zaman çöl ahalisinden bir peygamber göndermiş değildir. Bir diğer açıklamaya göre Hazret-i Ya'kub "Bedâ" denilen bir yere çıkmıştı. Burası da belli bir yerin adıdır. Bu açıklamaya göre âyetteki "el-Bedvi" kelimesi çöl anlamında olmaz, sizi Bedâ'dan getirdi, demek olur. Şair Cemil de şu beyitinde burayı kastetmektedir:

"Şağb denilen yerden Bedâ'ya kadar olan. yerleri bana sevdiren sensin

Benim vatanım ise bu ikisi dışında kalan bir yerdir."

Hazret-i Ya'kub'un burada dağın altında bir mescidi de vardır. Nitekim bir topluluk "Bedâ" denilen bu yere gittiklerinde; " Bedâ'ya gittiler" denilir. Tıpkı "el-öavr" denilen yere gittiklerinde; demeleri gibi. Yani: O sizi Bedâ denilen yerden getirdi. Bunu el-Kuşeyrî zikretmiş, el-Maverdî de bunu ed-Dahhâk yoluyla İbn Abbâs'tan nakletmiştir.

"Şeytan kardeşlerimle aramı" İbn Abbâs'ın açıklamasına göre kıskançlık sokmak suretiyle

"bozmuşken..." bir diğer açıklamaya göre; şeytan benimle kardeşlerimin arasındaki ilişkileri bozmuşken; demektir. Böylelikle Hazret-i Yûsuf lutufkâr bir ifade ile onların işledikleri suçu şeytana havale etmiştir.

"Şüphesiz Rabbim dilediği şeyi lutfedicidîr." Yani kullarına lutufkârdır. el-Hattabî der ki: Latif kullarına iyi davranan ve bilmedikleri yerlerden onlara lütuf ile muamelede bulunan, ummadıkları bir yerden onların maslahatına olan şeylere sebebler yaratan demektir. Yüce Allah'ın:

"Allah kullarına lütufkârdır, dilediğine rızık verir"(eş-Şura, 42/19) âyeti gibi. Bir diğer açıklamaya göre Latif işlerin inceliklerini çok iyi bilendir. Burada maksat ise çokça ikramda bulunan ve rıfk ile muamele eden demektir.

Katâde der ki; Yüce Allah, Hazret-i Yûsuf'u kuyudan çıkartmakla, çölden aile halkının gelmesini sağlamakla, kalbinden şeytanın duygularını söküp çıkartmakla lütfetmiştir.

Rivâyet edildiğine göre; Hazret-i Ya'kub yakınları ve çocukları ile birlikte Mısır'a yaklaşıp da bunun haberi de Hazret-i Yûsuf’a ulaştığında er-Reyyân adındaki- Fir'avun'dan babası Ya'kub'u karşılaması için izin vermesini istedi ve gelmekte olduğunu söyledi. Fir'avun da ona izin verdi. Ayrıca arkadaşlarından yakın olan adamlarına da onunla birlikte binip gitmelerini emretti. Bunun üzerine Hazret-i Yûsuf beraberinde dörtbin emir ile birlikte, hükümdar da bulunduğu halde, Mısır'ın dışına çıktılar. Herbir emir ile birlikte ise ancak Allah'ın bilebildiği kadar kimseler vardı. Mısır ahalisi de onlarla birlikte bineklerine binip Hazret-i Ya'kub'u karşılamaya çıktılar Hazret-i Ya'kub da Yehudâ'nın eline dayanarak yürüyor idi. Hazret-i Ya'kub atlara, insanlara ve askerlere bakıp dedi ki: Ey Yehudâ! Bu Mısır Fir'avunu mudur? Yehudâ: Hayır, bu senin oğlun Yûsuf tur dedi.

Onların biri diğerine yaklaşınca, Hazret-i Yûsuf önce babasına selam vermek istedi ise de bu hususta ona engel olundu. Çünkü Hazret-i Ya'kub oğlundan daha faziletli ve buna daha lâyıktı. O bakımdan Hazret-i Ya'kub selama başlayarak: Selam sana ey kederleri gideren, deyip ağladı. Beraberinde Hazret-i Yûsuf da ağladı. Hazret-i Ya'kub sevincinden ağlamıştı. Hazret-i Yûsuf ise babasının kederini gördüğü için ağlamıştı.

İbn Abbâs der ki: Ağlamak dört türlüdür: Korkudan ağlamak, tahammülsüzlükten ağlamak, sevinçten ağlamak ve riyakârlıktan dolayı ağlamak.

Daha sonra Hazret-i Ya'kub: Bunca üzüntü ve kederden sonra gözümü aydınlatan Allah'a hamdolsun, diyerek Mısır'a aile halkından sekseniki kişi ile birlikte girdi. Mısır'dan çıktıklarında ise altıyüzbin küsur kişi idiler. Hazret-i Mûsa ile birlikte de böylelikle denizi geçtiler. Bunu da İkrîme, İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir.

İbn Mes'ûd'dan nakledildiğine göre Mısır'a erkek, kadın doksanüç kişi girdiler. Hazret-i Mûsa ile birlikte altıyüzyetmişbin kişi çıktılar..

er-Rabî' b. Haysem der ki: Mısır'a yetmişikibin kişi olarak girdiler. Mûsa ile birlikte altıyüzbin kişi olarak çıktılar.

Vehb b. Münebbih der ki: Hazret-i Ya'kub ve çocukları Mısır'a girdiklerinde erkek, kadın, küçük, büyük doksan kişi idiler. Mısır'dan Mûsa ile birlikte Fir'avun'dan kaçarak çıktıklarında ise, altıyüzbeşbiny etmiş küsur Savaşçı adam olarak çıktılar. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar ve kötürümler bu sayıya dahil değildir. Savaşçıların dışındaki çocukların sayısı birmilyonikiyüzbin kişi idi.

Tarihçiler de derler ki: Hazret-i Ya'kub Mısır'da en gıbta edilecek bir halde ve nimet içerisinde yirmidört yıl kaldı. Mısır'da vefat etti. Oğlu Yûsuf’a da cesedini babası İshak'ın yanında Şam topraklarında defnetmek üzere götürmesini vasiyet etti, Yûsuf da bunu yaptı. Sonra da Mısır'a geri döndü.

Saîd b. Cübeyr der ki: Ya'kub (aleyhisselâm) sacdan (tik ağacından) bir tabut içinde Beytu'l-Makdis'e nakledildi. Bu da İso'nun vefatı gününe tesadüf etmişti. Her ikisi aynı kabirde defnedildiler. İşte yahudilerden bu uygulamada bulunanlar buna dayanarak ölülerini Beytu'l-Makdis'e taşırlar. Hazret-i Ya'kub ile İso ikiz idiler. Aynı mezarda defnedildiler. Her ikisi de yüzkırkyedi yaşında vefat etti.

101

"Rabbim! Sen bana mülk verdin ve bana sözlerin tevilinden öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da âhirette de benim velimsln. Benim canımı müslüman olarak al ve beni salihlere kat!"

Yüce Allah'ın:

"Rabbim! Sen bana mülk verdin ve bana sözlerin tevilinden öğrettin" âyeti ile ilgili olarak Katâde der ki: Yûsuf (aleyhisselâm) dışında peygamber olsun, olmasın hiçbir kimse ölümü temenni etmiş değildir. Hazret-i Yûsufun üzerindeki nimetler kemal derecesine ulaşıp da dağınıklıkları bir araya getirilip toplanınca aziz ve celil Rabbi ile kavuşmaya özlem duydu.

Bir diğer açıklamaya göre Hazret-i Yûsuf ölümü temenni etmiş değildir. Sadece müslüman olarak vefat etmeyi temenni etmiştir, yani ecelim geldiği vakit müslüman olarak canımı al, demek istemiştir. Cumhûr'un kabul ettiği görüş de budur.

Sehl b. Abdullah et-Tüsterî der ki: Ancak üç türlü kimse ölümü temenni eder: Ölümden sonrasını bilmeyen bir kimse, yüce Allah'ın hakkındaki takdirlerinden kaçmak isteyen bir kimse yahut yüce Allah'a kavuşmayı seven ve bu kavuşmayı özleyen kimse.

Sahih hadiste Enes (radıyallahü anh)dan şöyle dediği sabit olmuştur: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse başına inen bir musibetten dolayı asla ölümü temenni etmesin. Eğer mutlaka Ölümü temenni edecekse, o vakit: "Allah'ım, hayat benim için hayırlı olduğu sürece beni yaşat, eğer ölüm benim için daha hayırlı ise o takdirde de canımı al!" desin." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Merdâ 19, Deavât 30; Müslim, Zikr 10, Ebû Dâvud, Cenâiz 9; Nesâî, Cenâiz 1; İbn Mâce, Zühd 31; Müsned, III, 101, 104, 171, 195, 208, 247, 281.

Yine Müslim'de, Ebû Hüreyre'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse ölüm kendisine gelmeden önce ölümü temenni etmesin ve gelsin diye dua etmesin. Çünkü sizden herhangi bir kişi öldü mü ameli artık kesilir, mü’min olan kimsenin ömrü ise hayırdan başka bir şeyini arttırmaz." Müslim, Zikr 13; Müsned, II, 350; yakın ifadelerle aynı anlamda: Nesâî, Cenaiz 1; Dârimi, Rikaak 45; Müsned, II, 263, 309, 316, 514

Bu husus böylece sabit olduğuna göre, Hazret-i Yûsuf ölümü ve dünyadan gitmeyi temenni etti ve amelinin de kesilmesini istedi, nasıl denilebilir? Böyle bir şey söylemek uzak bir ihtimaldir. Ancak; böyle bir temennide bulunmak onun şeriatında câiz idi, denilebilir

Bununla birlikte fitnelerin ortaya çıkıp galib ve baskın gelmeleri esnasında dinin kaybedilmesi korkusu dolayısıyla "et-Tezkire" adlı kitabımızda da açıkladığımız gibi- ölümün temenni edilmesi caizdir.

Hazret-i Yûsuf’un duası olarak nakledilen

"bana mülk verdin" anlamındaki âyette-, teb'îz (yani mülkten bir parçayı ifade etmek içindir. Aynı şekilde "ve bana sözlerin te'vilinden öğrettin" âyetindeki; da teb'îz içindir. Çünkü Mısır'ın mülkü bütün mülkü ifade etmiyordu, Sözlerin ve rüyaların te'vili ve yorumlanması bilgisi de bütün bilgileri ifade etmiyordu. Burada bu edatın cins için kullanıldığı da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: " halde pisliğin tâ kendisi olan putlardan uzak durun. " (el-Hac, 22/30) âyetinde olduğu gibi. Bunun te'kid için getirildiği de söylenmiştir Rabbim Sen bana mülk de verdin, sözlerin te'vilini de öğrettin, demek olur.

"Ey gökleri ve yeri yaratan" âyeti nidanın sıfatı olarak (yaratan anlamındaki fâtır kelimesi) nasb ile gelmiştir ki, burada münâdâ

"Rabbim" kelimesidir ve bu da muzaf bir nidadır. İfadenin takdiri ise

"Ey Rabbim" şeklindedir.

"Ey gökleri..." âyetinin ikinci bir nida olması da mümkündür.

"el-Fâtır" yaratan demektir. Şanı yüce Allah bütün varlıkların fâtır'ı (yaratanı)dır. Yani önceden belirlenmiş bir örnek ve bir başka varlıktan yaratması, söz konusu olmaksızın kayıtsız ve şartsız olarak bütün varlıkları yaratan, başlatan, meydana getiren ve icad eden demektir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın:

"Göklerin ve yerin yaratıcısı O'dur." (2/117. âyet, 1. başlıkta) âyetinde yeteri kadar geçmiş bulunmaktadır. Ayrıca "el-Kitabu'l Esna fi Şerhi Esmai'llaki'l-Hüsnâ" adlı eserimizde daha da geniş açıklamalarda bulunduk.

"Dünyada da, âhirette de benim velimsin." Yani dünyada olsun,âhiretteolsun benim yardımcım ve benim işlerimin gerçek sahibi Sen'sin.

"Benim canımı müslüman olarak al ve beni sahlere kat." Bununla üç atası Hazret-i İbrahim, Hazret-i İshak ve Hazret-i Ya'kub'u kastetmektedir.

Şanı yüce Allah, Mısır'da onun canını tertemiz ve pak olarak aldı. Nü'de mermerden bir sanduka içerisinde defnedildi. Çünkü Hazret-i Yûsuf vefat ettiğinde herkes -ondan bereket umduklarından dolayı- kendi mahallesinde defnedilmesini istemişti. Bu maksatla bir araya gelip toplandılar, hatta birbirleriyle çarpışmak bile istediler. Bu sefer Mısır'da suyun ayrılma yerinde Nil'de defnetme görüşüne sahip oldular. Böylelikle su onun üzerinden geçecek sonra da bütün Mısır'a dağılmış olacaktı. Bu durumda da hepsi birbirine eşit olacaklardı. Bu görüşü benimseyip uyguladılar. Hazret-i Mûsa, İsrailoğulları ile birlikte çıktığında, onu da Nil'den çıkartarak tabutunu dörtyüz yıl sonra Beytu'l-Makdis'e nakletti. Orada,

"ve beni salihlere kat" duası dolayısıyla ataları ile birlikte onu da defnettiler.

Hazret-i Yûsuf vefat ettiğinde yüzyedi yaşında idi.

el-Hasen'den nakledildiğine göre; Hazret-i Yûsuf yedi yaşında iken kuyuya atıldı. Köleliği, hapiste kaldığı süre ve hükümdarlığı da seksen yıl sürdü. Daha sonra akrabaları ile bir araya geldi ve bundan sonra da yirmiüç yıl daha yaşadı. Çocukları îfrâim, Menşâ ve İbn Lehiâ'nın görüşüne göre- Hazret-i Eyyub'un hanımı olan Rahmet adında çocukları vardı.

ez-Zührî der ki: Hazret-i Yûsuf'un oğlu Efrâim'in Nün adında bir oğlu olmuştu. Nûn'un da Yûşa adında bir oğlu olmuştu. İşte Nün oğlu Yûşa budur ve Hazret-i Mûsa ile birlikteki delikanlı ve onun işlerini gören kişi oydu. Şanı yüce Allah Yûşa'a, Mûsa (aleyhisselâm) döneminde peygamberlik vermişti. Hazret-i Mûsa'dan sonra da peygamber idi. Eriha'yı fetheden ve orada bulunan zorbaları öldüren odur. Daha önce Mâide Sûresi'nde (5/26. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere güneşin batışı, isteği üzere durdurulmuş idi. Hazret-i Yûsuf'un oğlu Menşa'nın Mûsa adında bir oğlu olmuştu ki, bu da İmrân oğlu Mûsa'dan önce idi.

Ancak Tevrat'a inananlar, bir şeyler öğrenmek üzere alim kişinin arkasına düşen ve sonunda yetişen kişinin bu Mûsa olduğunu iddia ederler. Sözü geçen alim kişi ise gemiyi delen, çocuğu öldüren ve duvarı inşa eden kişidir. Menşa'nın oğlu Mûsa da onunla beraber idi ve bu beraberlikleri nihayet belli bir yere kadar devam etti. İbn Abbâs ise bunu kabul etmezdi. Gerçek ise İbn Abbâs'ın dediğidir, Kur'ân-ı Kerîm'de olan da budur. Diğer taraftan Hazret-i Yûsuf ile İmrân oğlu Hazret-i Mûsa arasında bir çok ümmetler ve nesiller geçmiştir. Hazret-i Şuayb da onlar arasında geçen peygamberlerden birisidir. Allah'ın salat ve selamı hepsine olsun.

102

İşte bu sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Yoksa onlar hile yaparak işlerini kararlaştırdıkları zaman sen yanlarında değildin.

"İşte bu sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir" âyetindeki

"işte bu gayb haberlerindendir" anlamındaki bölüm, mübtedâ ve haber

"sana vahyettiğimiz" anlamındaki bölüm de İkinci haberdir.

ez-Zeccâc der ki: Bununla birlikte; " İşte bu"nun; anlamında buna karşılık, ise onun haberi de olabilir. Gayb haberlerinden olan bu hususları Biz sana vahyediyoruz, demek olur. Bununla da şu kastedilmektedir: Ey Muhammed! Yûsuf'un durumuna dair sana anlattıklarımız gaybın haberlerindendir.

"Sana vahyettiğimiz" bunu sana vahyetmek suretiyle sana "bunları" öğretiyoruz, demektir.

"Yoksa onlar" Hazret-i Yûsuf’u kuyuya atmak hususunda

"hile yaparak" bu maksatla da

"islerini kararlaştırdıkları zaman sen yanlarında" Yûsufun kardeşleriyle birlikte

"değildin."

Buradaki

"hile yaparak" ifadesinin, Hazret-i Ya'kub'un yanına kana bulanmış gömlek ile geldiklerinde... anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani sen bu hallerin hiçbirisine şahit olmamıştın. Ancak bunları sana Allah bildirdi.

103

Sen ne kadar hırs göstersen de İnsanların çoğu îman etmezler.

"Sen ne kadar hırs göstersen de insanların çoğu îman etmezler." Hazret-i Peygamber Araplar kendisine bu kıssaya dair soru sorup o da bunu kendilerine bildirdiğinde îman edeceklerini sanmıştı. Ancak îman etmediler. İşte bu âyet-i kerîme Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e teselli olmak üzere İndi. Yani sen hidayet bulmasını dilediğin kimseyi hidayete ulaştıramazsın.

"Hırs gösterdi, gösterir" şeklinde kullanılan fiil; " Vurdu, vurur" gibi kullanılır (aynı babtandır). Pek kuvvetli olmayan bir söyleyişe göre de; şeklinde; gibi de kullanılır. Hırs ise herhangi bir şeyi ihtiyarı ile (şiddetle) taleb etmek, istemek demektir.

104

Halbuki sen buna karşı onlardan hiçbir ücret de istemiyorsun. O, âlemlere ancak bir öğüttür.

"Halbuki sen buna karşı onlardan hiçbir ücret de istemiyorsun" âyetindeki; sıladır. Yani sen onlardan herhangi bir mükâfat istememektesin.

"O" yani Kur'ân-ı Kerîm ve vahiy

"âlemlere ancak bir öğüttür." Bir öğüt ve hatırlatmadır, başka bir şey değildir.

105

Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki onlar, bunlardan yüz Çevirerek üzerlerinden geçer, giderler.

"Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki" âyetindeki;

"Nice" kelimesiyle ilgili olarak el-Halil ve Sîbeveyh şu açıklamayı yapmışlardır: Bu başına benzetme edatı olan "kef'ın da getirildiği ve onunla birlikte mebni bir edat haline gelmişdir. Bu durumda ifadede;

"Nice" anlamı ortaya çıkmaktadır, Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/146. âyetin tefsirinde) buna dair yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

"Gökler ve yer"deki âyetlere dair açıklamalar da el-Bakara Sûresi'nde (2/164. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Buradaki

"âyetler"in geçmiş ümmetlerin ilâhî cezalarının etkileri anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani bunlar, bu kalan izler ve eserler üzerinde gereği gibi düşünüp ibret almaktan yana gaflet içerisindedirler.

İkrime ile Amr b. Fâid; "Yer" kelimesini mübtedâ olarak merfu okumuş, haberini de, "Üzerinden geçerler" diye kabul etmiştir. Buna göre anlam şöyle olur: Göklerde nice âyetler vardır. Yerin (âyetleri) üzerinden ise yüz çevirerek geçerler. es-Süddî ise bir fiil takdiri ile; şeklinde nasb ile okumuştur. Buna göre de anlam şöyle olur: Göklerde nice âyetler vardır. Yeri de (yarattı.) Onun üzerinde yüz çevirerek geeçer,giderler. Bu iki kıraate göre de vakıf; " Gökler" kelimesi üzerinde yapılır. İbn Mes'ûd ise;

“Üzerinden yürür geçerler" diye okumuştur.

106

Onların çoğu şirk koşmaksızın Allah'a îman etmezler.

"Onların çoğu şirk koşmaksızın Allah'a Îman etmezler." Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın kendilerinin ve bütün herşeyin yaratıcısı olduğunu kabul eden ve bununla birlikte putlara ibadet eden bir topluluk hakkında inmiştir. Bu açıklamayı el-Hasen, Mücahid, Âmir, en-Nehaî ve müfessirlerin bir çoğu yapmıştır. İkrime de der ki: Bununla kastedilen yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki sen onlara kendilerini kimin yarattığını sorarsan, elbette: Allah diyeceklerdir." (ez-Zuhruf, 43/87) âyetinde sözü edilenlerdir. Böyle demekle birlikte diğer taraftan yüce Allah'ı asıl sıfatlarından başkaları ile nitelendirir ve O'na ortaklar koşarlar.

Yine el-Hasen'den nakledildiğine göre bunlar hem şirk koşan yanlan, hem de îman eden yanları bulunan kitap ehli kimselerdir, Bir taraftan Allah'a îman etmekle birlikte Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ı da inkâr etmişlerdir, bunların îmanları sahih olamaz. Bunu İbnu'l-Enbarî nakletmektedir.

İbn Abbâs da der ki: Bu âyet-i kerîme Arap müşriklerinin şu şekildeki telbiyeleri hakkında nazil olmuştur; Buyur! Senin hiçbir ortağın yoktur, ancak kendisi de senin olan kendisine de, malik olduğu şeylere de malik olduğun bir tek ortağın vardır, diye telbiye getiriyorlardı.

Yine İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre bununla kastedilenler hristiyanlardır. Ondan nakledilen bir başka rivâyete göre bunlar müşebbihedir. İcrhalî olarak îman etmekle birlikte, tafsili olarak şirk koşmuşlardır.

Ayet-i kerîmenin münafıklar hakkında indiği de söylenmiştir. Buna göre anlam şöyle olur: "Onların çoğu” kalbiyle kâfir olup "şirk koşmaksızın" diliyle "Allah'a îman etmezler." Bu açıklamayı da el-Maverdî yine el-Hasen'den nakletmiştîr.

Atâ der ki: Bu, dua ile ilgilidir. Çünkü kâfirler bolluk ve rahatlık zamanlarında Rabblerini unuturlar. Onlara belâ ve musibet gelip çattığında ise yalnız O'na ihlasla dua ederler. Bunu açıklayan:

"Her taraftan da şiddetli dalgalar onlara hücum etmeye başlayıp kendilerinin çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları bir sırada..." (Yûnus, 10/22);

"İnsana bir sıkıntı gelip çattığında yanı üzereyken... Bize dua eder." (Yûnus, 10/12) âyetinde sözü edilen hallerdir. Bir başka âyet-i kerîmede de şöyle buyurulmaktadır:

"... Eğer ona kötülük isabet ederse, bu sefer de uzun uzadıya dua eder." (Fussilet, 41/51)

Bir diğer açıklamaya göre âyet-i kerîmenin anlamı şöyledir: Onlar yüce Allah'a bu helâk edici musibetten kendilerini kurtarması için dua ederler. Onları kurtardığı vakit onlardan herhangi birisi: Filan kişi olmasaydı, biz kurtulamazdık. Köpek olmasaydı, hırsız evimize girerdi ve buna benzer sözler söyleyerek Allah'ın nimetini filan kişiye nisbet ederler. Allah'ın koruyup himaye etmesini de köpeğe nisbet ederler.

Derim ki; Müslümanların avamından pek çoğu bu duruma da, bundan önce söz edilen duruma da düşmektedir. Lâ havle ve lâ kuvvete İllâ billahi'l-aliyyi’l-azîm.

Yine denildiğine göre bu âyet-i kerîme ed-Duhan (Duman) kıssası hakkında inmiştir. Şöyle ki Mekkelileri kıtlık yıllarında duman sarınca:

"Rabbimiz! Bizden bu azâbı kaldır. Çünkü biz îman edeceğiz" (ed-Duhan, 44/12) demişlerdi. İşte onların îmanları da budur. Şirk koşmaları ise azâbın kaldırılmasından sonra küfre geri dönmeleridir. Bunu açıklayan da yüce Allah'ın:

"Biz o azâbı az bir zaman açıp kaldıracağız. Fakat şüphesiz siz yine geri dönenlersiniz" (ed-Duhan, 44/15) âyetidir. Geri dönmek ise ancak bir şeye başladıktan sonra mümkün olur. Buna göre yüce Allah'ın:

"Şirk koşmaksızın" âyeti onlar şirke geri dönmeksizin... takdirinde olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

107

Onlar Allah'ın azabından bir kaplayıcının kendilerine gelip çatmasından veya onlar farkında olmadan kıyâmetin ansızın başlarına kopuvermesinden kendilerini emin mi gördüler?

"Onlar Allah'ın azabından bir kaplayıcının kendilerine gelip çatmasından..." İbn Abbâs der ki:

"Kaplayıcı"dan kasıt örtüp bürüyen demektir. Mücahid de onları kuşatacak, bürüyecek bir azâb demektir, der.

"O günde azâb onları hem üstlerinden, hem ayakları altında bürüyecek..." (el-Ankebut, 29/55) âyetinde de benzeri bir durumdan söz edilmektedir. Katâde ise başlarına gelecek bir musibet diye açıklamıştır. ed-Dahhâk da yıldırımlar ve kapılan çalan azaplarla şiddetli musibetler demektir, der.

"Veya onlar farkında olmadan kıyâmetin ansızın başlarına kopuvermesinden kendilerini emin mi gördüler?"

"Ansızın" kelimesi hal olarak nasbedilmistir. Aslında bu kelime mastardır. el-Müberred der ki: Araplardan nekreden sonra hal olarak bir kelimenin gelip kullanıldığı nakledilmiş bir şeydir. Onların; "Bir iş ansızın meydana geldi" şeklindeki sözleridir. en-Nehhâs der ki: Bu kelime umulmadık bir yerden gelen musibet demektir.

"Onlar farkında olmadan" anlamındaki ifade de te'kid içindir.

"Ansızın" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs şöyle demiştir: Kıyâmetin koptuğunu belirtecek olan sayha, (çığlık) onlar çarşı pazarlarında ve yerlerinde bulundukları bir sırada kopacaktır. Nitekim ileride de gelecek olan yüce Allah'ın:

"Onlar birbirleri ile çekişirlerken kendilerini alacak bir tek çığlıktan başkasını gözlemiyorlar" (Yâsîn, 36/49) âyetinde olduğu gibi.

108

De ki: "İşte bu benim yolumdur. Ben Allah'a bir basiret üzere davet ediyorum; Ben de, bana uyanlar da, Allah'ı tenzih ederiz. Ben müşriklerden değilim."

"De ki: İşte bu benim yolumdur" âyeti mübtedâ ve haberdir. Yani de ki ey Muhammed, bu benim yolum, sünnetim ve yöntemimdir. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır. er-Rabî' der ki: Bu benim davetimdir. Mukâtil dinimdir, diye açıklamıştır. Anlam aynîdir. Yani benim üzerinde bulunduğum ve kendisine davet ettiğim yol cennete götürür.

"Bir basiret üzere" kesin kanaat ve hak üzere demektir. Filan kişi bu işi basiretle bilir (mustabsir) tabiri de buradan gelmektedir.

"Bende" te'kid içindir.

"Bana uyanlar da" önceki zamire atfedilmiştir.

"Allah'ı tenzih ederim." Yani ey Muhammed,

"ve Allah'ı tenzih ederim" de, demektir.

"Ben" Allah'tan başka O'na eşler koşan

"müşriklerden değilim."

109

Senden önce gönderdiklerimiz de kendilerine vahyettiğimiz şehirli erkeklerden başkaları değildi. Kendilerinden öncekilerin nasıl bir akıbete uğradıklarını görmeleri için hiç de yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı? Âhiret yurdu sakınanlar için elbette daha hayırlıdır. Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?

“Senden önce gönderdiklerimiz de kendilerine vahyettiğimiz şehirli ilerden başkaları değildi" âyeti;

"Ona bir melek indirilmeli değil miydi?" (el-En'âm, 6/8) diyenlerin görüşlerini reddetmektedir. Yani biz senden önce -aralarında kadın, cin ya da melek bulunmayan- erkeklere risalet ve peygamberlik vermişizdir. İşte bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den hadis olarak gelen şu rivâyeti(n hadis oluşunu) reddetmektedir: "Kadınlar arasında dört peygamber vardır. Havva, Âsiye, Mûsa'nın annesi ve Meryem" buna dair kısmen açıklamalar önceden Al-i İmrân Sûresi'nde (3/42. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Şehirlilerden" lâfzı, şehir halkından demektir. Bedevilerin çoğunlukla sert ve katı olduklarından dolayı yüce Allah çölde yaşayanlardan peygamber göndermemiştir. Diğer taraftan şehir ahalisi daha makul, daha tahammülkâr, daha faziletli ve daha bilgilidirler.

el-Hasen der ki: Yüce Allah ne çölde yaşayan bedevilerden, ne kadınlardan, ne de cinlerden hiçbir peygamber göndermiş değildir.

Katâde der ki:

"Şehirli erkeklerden" ifadesi büyük şehir ahalisinden, anlamındadır. Çünkü onlar daha bilgili ve daha tahammülkârdırlar.

İlim adamları derler ki: Rasûl'ün şartlarından birisi de erkek, İnsan evladı ve şehirde yaşayan birisi olmasıdır. "İnsan evladı" demelerinden kasıt ise yüce Allah'ın:

"İnsanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı" (el-Cin, 72/6) âyetine istinaden aksi iddia edilmesin diyedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

" ... Nasıl bir akıbete uğradıklarını görmeleri için hiç de yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı?" Peygamberlerini yalanlayan ümmetlerin azâb ile yıkıldıkları yerleri görüp ibret almadılar mı?

"Âhiret yurdu... daha hayırlıdır" anlamındaki âyet, mübtedâ ve haberdir. el-Ferrâ' ise buradaki "yurt"un âhiret ile aynı şey olduğunu ve lâfız farklı olduğundan dolayı bir şeyin bizzat kendisine izafe edildiğini iddia etmiştir. "Perşembe günü" ve; "Dün" tabirlerinde olduğu gibi. Şair de der ki:

"Şayet Abslılar diyarı senin aleyhine olmak üzere kıtlıkla karşı karşıya kalırsa,

Sen de zilleti kesin bir tanıyış ile tanırsın.”

Buradaki "kesin tanıyış" anlamındaki ifade; gibidir. el-Kisaî ise Arapların; " Birinci namaz" ifadelerini el-Ahfeş ise; "Cami' mescid" tabirlerini delil göstermiştir.

en-Nehhâs der ki: Bir şeyin kendisine izafe edilmesi imkansızdır. Çünkü bir şey ancak onun vasıtası ile bilinen bir şey olsun diye başkasına izafe edilebilir. O bakımdan daha güzel olan; "İlk namaz" denilmesidir. Bununla birlikte; diyenin bu ifadesi; "Farz ilk namazın vaktinde" anlamındadır. Buna "ilk" niteliğinin verilmesi ise namazın farz kılındığı esnada ilk kılınan namaz o olduğundan dolayıdır. Ancak birinci görüş daha kuvvetli görünmektedir. Bundan dolayı o namaza aynı zamanda "zuhr" (öğlen) namazı da denilmiştir. Âyetteki ifadenin takdiri şöyledir: "Âhiret halinin yurdu elbette daha hayırlıdır," Basralıların görüşü budur. Bu yurttan kasıt cennettir. Yani orası takva sahipleri için daha hayırlıdır. Bununla birlikte bu âyet; şeklinde tarifli (belirtili) de okunmuştur.

Nafî, Âsım, Ya'kub ve başkaları ise; "Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?" şeklinde muhatab kipi olarak "te" ile okumuşlardır. Diğerleri ise (akıllanmayacaklar mı anlamında) "ya" ile okumuşlardır.

110

Nihayet o peygamberler ümitlerini kesip de (kâfirler de) yalan söylediklerinin ortaya çıktığını sandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmiş de, dilediğimiz kurtuluşa erdirilmişti. Ama kâfirler güruhundan azabımız asla geri çevirilemez.

"Nihayet o peygamberler... ümitlerini kesip de..." âyetindeki;

"ümit kesti" kelimesinin kıraati ve anlamı ile ilgili açıklamalar daha önceden (12/80. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"(Kâfirler de) yalan söylediklerinin ortaya çıktığını sandıkları bir sırada" âyetinde yer aldığı bu âyet-i kerîmede peygamberlerin tenzihi ve onlara yakışmayan şeylerden masumiyetleri söz konusudur. Bu oldukça büyük ve son derece önemli bir husustur. İnsanın ayağı kaymasın ve bunun sonucunda cehennemin ortasına düşmesin diye bu konu üzerinde durmak gerekmektedir. Âyetin anlamı şöyledir: Ey Muhammed! Biz senden önce ancak erkek bir takım kimseleri peygamber olarak göndermiştik. Sonra da onların ümmetlerini "o peygamberler... ümitlerini kesinceye kadar" yani kavimlerinin îman edeceklerinden yana ümitlerini kesinceye ve "Kendilerinin yalanlandıklarını kesinlikle bilinceye kadar" (şeklinde zel harfi şeddeli olarak) yani kavimlerinin kendilerini yalanladıklarına kesin olarak inanıncaya kadar, o peygamberlerin ümmetlerini azap ile cezalandırmadık.

Anlamın şu şekilde olduğu da söylenmiştir: Peygamberler kavimlerinden kendilerine îman etmiş kimselerin kendilerini yalanladıklarını sandılar. Peygamberler kendi kavimlerinin değil de kendilerine îman eden kimselerin, kendilerini yalanladıklarını sandılar. Bu da kendilerine uyanların kalplerine şüphe gireceğinden korktular, demektir. Buna göre; " Sandılar" ifadesi bu açıklamaya göre asıl anlamında kullanılmış demektir. İbn Abbâs, İbn Mes'ûd, Ebû Abdu'r-Rahmân es-Sülemî, Ebû Ca'fer b. el-Ka'kâ, el-Hasen, Katâde, Ebû Recâ el-Utaridî, Âsım, Hamza, el-Kisaî, Yahya b. Vessâb, el-A'meş ve Halef şeddesiz olarak; diye okumuşlardır. Yani peygamberlerin kavimleri, peygamberlerin kendilerine haber verdikleri azâb konusunda yalan söylediklerini, doğru söylemediklerini sandılar.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Ümmetler peygamberlerin vaadolundukları ilahi yardım konusunda yalan söylediklerini zannettiler. İbn Abbâs'tan gelen bir rivâyette de; peygamberler, Allah'ın kendilerine vaadettiğini gerçekleştirmeyeceğini sandılar, diye açıklamıştır. Bu rivâyetin sahih olmadığı da söylenmiştir. Çünkü peygamberler hakkında böyle bir şey düşünülemez. Esasen böyle bir zanna sahip olan kimsenin ilâhî yardıma hakkı da olmaz. Diğer taraftan nasıl olur da; "onlara yardımımız gelmiş de..." denilebilir?

el-Kuşeyrî Ebû Nasr der ki: Eğer bu rivâyet sahih olarak sabit ise; maksadın peygamberlerin içlerinden bunu gerçekten inanmaları söz konusu olmaksızın geçiverdiği ihtimali uzak değildir, Hadîs-i şerîfte de şöyle dediği kaydedilmiştir: "Yüce Allah ümmetime içinden geçirdiklerini dil ile onu söylemedikçe yahut gereğince amel etmedikçe- bağışlamıştır." Buhârî, Eyman 15, Talâk 11; Müslim, Îman 201, 202; Ebû Dâvud, Talâk 15; Tirmizî, Talâk 8; İbn Mâce, Talâk 14; Müsned, II, 255, 393, 425. 474, 481, 491.

Şöyle de denilebilir: Bunu zannedecek noktaya geldiler. Bu da: Eve yaklaştın, anlamında eve ulaştın demeye benzer.

es-Sa'lebî ve en-Nehhâs, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Bunlar da insandılar, belâ ve musibetlerin uzayıp gitmesinden dolayı zaafa düştüler, unuttular ve kendilerine verilen sözün gerçekleştirilmeyeceğîni sandılar. Daha sonra da yüce Allah'ın:

"Hatta peygamber kendisine îman edenlerle birlikte Allah'ın yardımı ne zaman gelecek? derlerdi." (el-Bakara, 2/214) âyetini okudu.

Tirmizî el-Hakîm der ki: Bize göre açıklaması şöyledir: Peygamberler Allah'ın yardım vaadinden sonra korkuyorlardı. Bu, Allah'ın vaadinin gerçekleşmeyeceğinden ötürü değildi. Aksine nefislerin, bu şartı ve Allah'ın kendilerine vermiş olduğu sözü bozacak türden bir vebal işlemiş olacakları kanaatinden ötürüydü. O bakımdan aradan geçen süre kendilerine göre uzun gelmeye başladığında bu yönüyle ümitsizliğe kapıldılar ve bir takımzanlaradüştüler. el-Mehdevî de, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Peygamberler insanların karşı karşıya kalabilecekleri şekliyle kendilerine verilen sözün yerine getirilmeyeceğini zannettiler. Buna da Hazret-i İbrahim'in:

"Rabbim ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster?" (el-Bakara, 2/260) âyetini delil göstermiştir. Bk. Buhârî, Tefsir 2. süre 38.

Birinci kıraat (yalanlandılar anlamındaki "zel" harfinin şeddeli okunuşu) daha uygundur. Mücâhid ve Humeyd ise "kef" harfi üstün, "zel" harfişeddesizolarak; şeklinde ve şu anlamda okumuşlardır: Peygamberlerin kavimleri -aziz ve celil olan Allah'ın azâbı lütfedip te'hir ettiğini gördüklerinde- peygamberlerin yalan söylediklerini zannettiler.

Anlam şöyle de olabilir: Peygamberler kavimlerinin küfre sapmak suretiyle Allah'a yalan söylediklerini kesinlikle görünce; işte o zaman peygamberlere bizim yardımımız geldi.

Buhârî'deki rivâyete göre Urve, Hazret-i Âişe'ye yüce Allah'ın:

"Nihayet o peygamberler ümitlerini kesip de..." âyeti ile ilgli olarak burada; " Onlara yalan söylendi" şeklinde mi; "Yalanlandılar" şeklinde mi? (okunacak) dedim. Âişe (radıyallahü anha): Yalanlandılar, (şeklinde okumalısın)" diye cevap verdi. Bu sefer ben şöyle sordum: Buna göre kavimlerinin kendilerini yalanladıklarına kesin kanaat getirdiler. Buna İse "sanmak" denilmez. O şöyle dedi: Hayır, yemin ederim ki onlar buna kesin olarak İnanmışlardı. Bu sefer ben ona: "Kendilerine yalan söylendiğini sandıklan..." diyecek oldum, o: Allah'a sığınırız dedi. Hiçbir zaman peygamberler Rabbleri hakkında böyle bir zanda bulunmamışlardır. Bu sefer: Peki bu âyet ne oluyor? deyince, şu cevabı verdi: Orada kastedilenler, Rabblerine îman eden ve peygamberleri tasdik eden, peygamberlere tabi olanlardır. Bunların karşılaştıkları belâ ve musibetler onlara uzun geldi, onlara gelen yardım da gecikti. Nihayet peygamberler kavimlerinden kendilerini yalanlayan kimselerden de ümit kestiler ve ayrıca peygamberler kendilerine tabi olanların, kendilerini yalanladıklarını sandıkları bir sırada bizim yardımsınız onlara geldi. Buhârî, Enbiyâ 19, Tefsir 12. sûre 6, Ayrıca bk. Tefsir 2. sûre, 38.

Yüce Allah'ın:

"Onlara yardımımız gelmiş" âyeti ile ilgili olarak iki görüş vardır. Birincisine göre peygamberlere Allah'ın yardımı geldi, şeklindedir ve bu açıklamayı Mücâhid yapmıştır. İkincisine göre ise; peygamberlerin kavimlerine Allah'ın azâbı geldi, anlamındadır. Bu açıklamayı da İbn Abbâs yapmıştır.

" O vakit dilediğimizi kurtarırız" (şeklindeki okuyuş), Peygamberler ve onlarla birlikte îman edenleri kurtarırız, diye açıklanmıştır. Bu âyeti'Âsım'ın; "Dilediğimiz kurtuluşa erdirilmişti" şeklinde tek bir "nun" ve "ya" harfi üstün olarak okuduğu rivâyet edilmiştir. "Kimse" anlamındaki edat da ref mahallinde, fiili de meçhul bir fiil olarak okuduğu rivâyet edilmiştir. Ebû Ubeyd bu kıraati tercih etmiştir. Çünkü Hazret-i Osman'ın Mushaf'ında böyledir. Sair beldelerin Mushaf'ları da tek "nun" iledir. Ancak İbn Muhaysın mazi bir fiil olarak; "Kurtulmuştu" diye okumuştur. Kimseler" ise fail olduğundan dolayı ref mahallindedir. Diğerlerin kıraatlerine göre ise mef'ûl olarak nasb mahallindedir.

"Ama kâfirler" şirk koşan kâfirler

"güruhundan azabımız asla geri çevirilemez."

111

Yemin olsun ki onların kıssalarında olgun akıl sahipleri için bir ibret vardır. O uydurulan bir söz değildir. Fakat kendisinden önce olanları doğrulayıcı, gerekli herşeyin açıklayıcısı, îman edecek bir topluluk için de hidayet ve rahmettir.

"Yemin olsun ki onların kıssalarında" yani Yûsuf, kardeşleri ve babasının kıssasında yahut geçmiş ümmetlerin kıssalarında

"bir ibret" düşünülecek öğüt alınıp hatırlanacak bir husus

"vardır." Muhammed b. İshak, ez-Zührî'den, o Muhammed b. İbrahim b. el-Haris et-Teymî'den naklen der ki: Hazret-i Ya'kub yüzkırkyedi yıl yaşadı. Kardeşi Iys da onunla birlikte aynı günde vefat etti ve ikisi de aynı kabir konuldu. İşte yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki onların kıssalarında olgun akıl sahipleri için bir İbret vardır" âyetinden itibaren sonuna kadarki bölümde kastedilen budur.

"O uydurulan bir söz değildir." Yani Kur'ân-ı Kerîm uydurulan bir söz değildir, yaiıut bu kıssa uydurulan bir söz değildir.

"Fakat kendisinden önce olanları doğrulayıcı" yani kendisinden önce indirilmiş bulunan Tevrat, İncil ve yüce Allah'ın sair kitaplarını doğrulayıcıdır. Bu şeküdeki yorum, burada "söz"den kastın Kur'ân-ı Kerîm olduğunu söyleyenlerin yorumudur.

"Gerekli herşeyin açıklayıcısı" kulların gerek duyacakları helâl, haram, şeriatler ve ahkâm açıklayıcısı,

"îman edecek bir topluluk İçin de hidayet ve rahmettir."

0 ﴿