55"Dedi ki: Beni ülkelerin hazineleri üzerine tayin et. Çünkü ben iyice koruyanım, bilenim." Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1- Yeryüzünün Hazineleri Üzerindeki Görev: Yüce Allah'ın: "Dedi ki: Beni ülkelerinin hazineleri üzerine tayin et" âyeti ile ilgili olarak Said b. Mansur dedi ki: Ben Malik b. Enes'i şöyle derken dinledim: Mısır yeryüzünün deposudur. Sen yüce Allah'ın: "Beni ülkelerinin hazineleri üzerine tayin et" yani onları korumak üzere tayin et, dediğini duymadın mı? Burada "korumak" anlamındaki muzaf hazfedilmiştir. "Çünkü ben" başına getirildiğim görevi "iyice koruyanım" bu görevin gerektirdiği şeyleri "bilenim." Tefsirde şöyle denilmektedir: Ben iyi hesab bilenim ve iyi bir kâtibim. Denildiğine göre o ilk defter tutan ve onlara yazı yazandır. Şöyle de açıklanmıştır: Ben gıda maddelerini takdir ve tesbit etmekte "iyice koruyanım" açlık yıllarını çok iyi "bilenim" demektir. Cuveybir, ed-Dahhak'tan naklen, o İbn Abbâs'tan dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah kardeşim Yûsufa rahmet eylesin. Eğer beni yeryüzü hazinelerinin başına getir, dememiş olsaydı, onu derhal bu işin başına getirirdi. Fakat böyle demesi onu bir sene geciktirdi." Hadis olarak tesbit edemedik İbn Abbâs der ki: Hazret-i Yûsuf’un emirliği istediği gün üzerinden tam bir sene geçince ona taç giydirdi ve ona kendi kılıcını kuşandırdı, ona altından bir taht hazırladı. Bu taht inci ve yakutla süslüydü. Üzerine kalın ipekten bir elbise giydirdi. Oturduğu tahtın uzunluğu otuz zira, eni on zira idi. Üzerinde otuz döşek, altmış tane de yastık vardı. Daha sonra ona dışarı çıkmasını emretti. O da dışarıya başında taç olduğu halde çıktı. Kar gibi beyaz bir teni ve ayı andıran bir yüzü vardı. Onun yüzüne bakan yüzünün berrak rengini görürdü. Tahta oturdu ve bütün hükümdarlar ona itaat etti. Diğer Mısır hükümdarı ise evine hanımlarının yanına gitti ve Mısır'ın yönetim işini Hazret-i Yûsufa havale etti. Kıtfîr'i görevinden alarak Yûsuf'u onun yerine tayin etti. İbn Zeyd der ki: Mısır hükümdarı Fir'avun'un yiyeceklerin dışında pek çok hazineleri de vardı. O bütün yetkisini Yûsufa teslim etmişti, o günlerde de Kıtfîr öldü. Hükümdar Hazret-i Yûsuf’u Aziz'in karısı Raîl ile evlendirdi. Onun yanına girdiğinde: Bu senin daha önce istemiş olduğun şeyden daha hayırlı değil mi? dedi. Hanımı: Ey doğru sözlü, beni kınama. Ben senin gördüğün gibi güzel bir kadın idim, fakat benim eski kocam ise kadınlara yaklaşamıyordu ve sen de Allah'ın sana verdiği böyle bir güzelliğe sahip idin, o bakımdan ben senin etkinin altına girdim. Hazret-i Yûsuf, Raîl'in bakire olduğunu gördü. Hazret-i Yûsuf'un ondan ifraîm ve Menşa' İsimlerinda iki oğlu oldu. Vehb b. Münebbih de der ki: Yûsuf’un Aziz'in karısı Zeliha ile evlenmesi kardeşlerinin Mısır'a iki girişi arasındaki sürede olmuştu. Şöyle ki Zeliha'nın kocası, Yûsuf henüz hapisteyken ölmüştü. Elindeki malı gitmiş ve Yûsuf'a ağladığından gözleri de kör olmuştu. Zeliha insanlardan dilenir olmuştu, onlardan kimisi o kadına acıyor, kimisi de acımıyordu. Yûsuf ise haftada bir kavminin büyüklerinden yaklaşık yüz kişilik bir kafile ile birlikte bineklere binerek çıkıyorlardı. Kadına: Onun görüneceği bir yerde bulunsan, belki bir şeyler vererek senin yardımına koşar. Daha sonra ona: Hayır böyle bir şey yapma, belki bu sefer daha önce senin ona karşı yaptığın, ondan murad almak, hapse atılması gibi hususları hatırlar. Bu sefer sana kötülük yapar. Zeliha: Ben sevdiğimin huyunu sizden daha iyi bilirim, dedi. Daha sonra kafilesiyle birlikte çıkacağı vakte kadar ona görünmedi. Kafileyle birlikte çıktığı sırada, bulunduğu yerde ayağa kalkıp sesi çıkabildiği kadar şöyle dedi: Masiyetleri sebebiyle hükümdarları köle yapan, itaatleri sebebiyle de köleleri hükümdar yapanın şanı ne yücedir! Hazret-i Yûsuf: Bu ne oluyor? deyince, onu yanına getirdiler. Kadın: Ayaklarınla sana hizmet eden, elleriyle saçlarını tarıyan kadın benim. Sen benim evimde büyüdün, sana iyi baktım, fakat ben cehlimden ve haddi aşkınlığımdan ötürü malum kusurları işledim. Yaptığım bu işin vebalini çektim, mahm da gitti, gücüm sarsıldı, zilletim uzadı, gözüm kör oldu. Mısır ahalisi arasında gıbta olunan bir kadınken şimdi onların acıdığı bir kadın oldum. İnsanlardan avuç açıp dileniyorum, kimisi bana acıyıp merhamet ediyor, kimisi acımıyor. İşte fesad çıkartanların cezası budur. Yûsuf uzun uzun ağladı, sonra ona şöyle dedi: Peki eskiden kalbinde bana karşı duyduğun sevgiden şu anda içinde bir şeyler artık hissedebiliyor musun? Kadın şu cevabı verdi: Allah'a yemin ederim, yüzüne bir defa bakmak benim için dünyadan ve ondaki her şeyden daha sevdiğim bir şeydir, ama sen bunun yerine, bana kamçının bir ucunu elime ver. Kamçının ucunu eline verdi, kadın onu alıp göğsünün üzerine koydu. Hazret-i Yûsuf kalbinin hafakanından dolayı, elinde kamçının sallandığını gördü, ağladı. Sonra da evine gitti. Kadına bir elçi gönderdi: Eğer dul isen seninle evlenebilirim, eğer evli isen seni ihtiyaçtan kurtarabilirim. Kadın elçiye: Hükümdarın benimle alay etmesinden Allah'a sığınırım. O ben gençken, zenginken, malım ve gücüm yerindeyken beni istememişti de bugün acuze, kör ve fakir bir kadınken mi beni istiyor. Elçi Hazret-i Yûsuf’a kadının söylediklerini bildirdi. İkinci hafta Hazret-i Yûsuf kafilesiyle birlikte çıkınca yine kadın yoluna çıktı. Bu sefer Hazret-i Yûsuf ona şöyle dedi: Elçi sana bizim söylediklerimizi bildirmedi mi? Kadın: Ben de sana bir defa yüzüne bakmamın benim için dünyadan ve dünyadaki herşeyden daha sevimli olduğunu söylemiştim. Bunun üzerine Hazret-i Yûsuf emir verdi, kılık kıyafeti düzeltilerek hazırlandı. Sonra da Hazret-i Yûsuf’a zifafa getirildi. Hazret-i Yûsuf kalkıp namaz kıldı, Allah'a dua etti. Zeliha da arkasında durdu. Yüce Allah'tan ona gençliğini, güzelliğini ve gözlerini iade etmesini diledi, Allah da ona gençliğini, güzelliğini ve gözlerini iade etti. O kadar ki ondan murad almak istediği günden daha da güzel oldu. Bu ise Allah'ın haramlarından uzak kalıp iffetini muhafaza etmesine karşılık Allah'ın Hazret-i Yûsuf’a bir lutfu idi. Hazret-i Yûsuf ona yaklaştığında bakire olduğunu gördü. Ona durumu sorunca kadın şu cevabı verdi: Ey Allah'ın Peygamberi! Kocam kısırdı, kadınlara yaklaşamıyordu. Sen ise anlatılamayacak derecede bir güzelliğe sahiptin. Böylelikle rahat ve huzur içerisinde yaşadılar. Hergün Allah onları yeni bir hayırla karşı karşıya getiriyordu. Hazret-i Yûsufun ondan îfraîm ve Menşâ adında iki oğlu oldu. Nakledilen rivâyetler arasında şu da vardır: Yüce Allah Hazret-i Yûsuf'un kalbine hanımının kalbindeki sevgisinin kat kat fazlasını koydu ve ona şöyle dedi: Sana ne oluyor ki ilk seferki gibi beni sevmiyorsun deyince, kadın ona şu cevabı vermişti: Yüce Allah'ın sevgisinin tadını aldıktan sonra bu beni herşeyden Nakledilen bu rivâyetlerin sağlam bir dayanakları olmadığı gibi; ilâhi âyetlerin anlaşılmalarında olumlu her hangi bir katkıları da yoktur. alıkoydu. 2- Hazret-i Yûsuf’un Görev Alması İle İlgili Görüşler Ve Hükümler: Kimi ilim adamı der ki: Bu âyet-i kerîmeden, faziletli bir insanın facir bir kimseye ve kâfir bir yöneticiye iş yapmasının mubah olduğu anlaşılmaktadır. Ancak kendisine verilen işte bu görevi verenin kendisine karşı çıkmayacağının bilinmesi şarttır. Dolayısıyla göreve getirilen bu salih insan o işte dilediği gibi ıslahat yapabilmelidir. Şayet salih insanın işleri facir kimsenin tercihi, arzuları ve fücuruna göre yapılacaksa böyle bir şey câiz olmaz. Bir başka kesim de şöyle demektedir: Böyle bir iş Hazret-i Yûsuf’a has idi. Bugün böyle bir şey câiz değildir. Ancak birinci görüş sözünü ettiğimiz şarta bağlı kalmak kaydıyla daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. el-Maverdî der ki: Şayet görev başına getiren kişi zalim ise, insanlar onun verdiği görevi kabul etmenin câiz olup olmadığı hususunda iki ayrı görüş ortaya atmışlardır. Bu iki görüşten birisine göre göreve getirilen kişi görevinde hakka göre amelde bulunursa caizdir. Çünkü Hazret-i Yûsuf Fir'avun tarafından görev başına getirilmiştir ve çünkü Hazret-i Yûsuf için göz önünde bulundurulması gereken bizzat kendisinin fiili ve uygulamasıdır. Başkasının fiili değildir. İkinci görüşe göre ise, böyle bir görevin kabul edilmesi câiz değildir. Çünkü onların verdikleri görevler kabul edilmek suretiyle zâlimlere yardım edilmiş olur, onların işleri kabul edilerek o zâlimler tezkiye edilmiş olurlar. Bu görüşü kabul edenler Hazret-i Yûsuf’un Fir'avun'un tevcih ettiği görevi kabul etmesi ile ilgili iki türlü cevap verirler: 1- Hazret-i Yûsuf'un dönemindeki Fir'avun salih bir kişi idi. Azgın kişi Hazret-i Mûsa dönemindeki Fir'avun'du. 2- Hazret-i Yûsuf onun amel ve işlerini değil, mülklerinin nezaretini üstlenmişti. O bakımdan bu konuda Hazret-i Yûsuf'un sorumlu olması söz konusu değildir. el-Maverdî der ki: Bu iki görüşün mutlak olarak kabul edilmesinden ziyade daha sahih olan zalim tarafından tevcih edilen görevin üç kısma ayrılarak ele alınmasıdır. 1- Bu işe ehil olan kimselerin, bu işi yerine getirmeleri esnasında içtihada bağlı olmaksızın yapabilmeleri câiz olan işler. Zekat ve sadakalar gibi görevlerin zâlimlerden alınması caizdir. Çünkü bu gibi şeylere dair hak sahipleri ile alakalı nass, bu konuda ayrıca içtihada yer bırakmamaktadır. Bu işin erbabı olan kimselerin bunu tek başına yapabilmelerinin câiz olması da başkalarını taklide gerek bırakmamaktadır. 2- Tek başlarına kararlaştırıp yapmaları câiz olmayan ve harcama yeri konusunda içtihad gereken işler. Fey' malları gibi. Bu malların dağıtımı ile ilgili görevin zalim bir kimseden alınması câiz değildir. Çünkü zalim hak olmayan şekilde tasarrufta bulunur ve hakedilmeyen hususlarda da İçtihad eder. 3- Ehil kimselerin kabul etmeleri câiz olan ve içtihadın da söz konusu olduğu görevler. Bir takım kazai meseleler ve ahkâma dair hususların görevi gibi. Böyle bir durumda görev başına getirme akdr geçersizdir. Eğer bu işlere bakmak karşılıklı olarak razı olan iki kişi arasındaki bir hükmü uygulamak için ise yahut mecbur kalmış iki kişi arasında bir vasıta olmak durumunda ise câiz olur. Şayet bu görev dolayısıyla verilecek hüküm bağlayıcılık ve zorlayıcılık ifade ediyor ise, câiz olmaz. 3- Bir Kimsenin Ehli Olduğu Bir Göreve Talib Olması: Yine âyet-i kerîme bir kimsenin ehil olduğu bir göreve talib olmasının câiz olduğuna delil teşkil etmektedir. Denilse ki: Müslim, Abdu'r-Rahmân b. Semura'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana şöyle buyurdu: "Ey Abdu'r-Rahmân, emirliği isteme! Çünkü eğer sen istedin diye emirlik sana verilecek olursa, sen o işinle başbaşa bırakılırsın. Şayet o emirliği İstemeksizin sana verilecek olursa, o göreve karşı sana yardım olunur." Buhâri, Eymân 1, Keffârât 10, Ahkâm 5, 6; Müslim, İmâre 13, Eymân 19; Ebû Davûd, Harâc ve İmâre 2; Nesâi, Âdâbu'l-Kuctât 5; Dârimî, Nüzfır 9\ Müsned, V, 62-63 Ebû Burde'den dedi ki: Ebû Mûsa (el-Eşârî) dedi ki: Beraberimde Eş'arîlerden iki kişi ile birlikte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın huzuruna vardım. Bu iki kişiden birisi sağımda, birisi solumda idi. Her ikisi de (kendilerine) görev verilmesini istediler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise misvaklanıyordu. "Ey Ebû Mûsa! -veya: Ey Abdullah b. Kays-" ne dersin?" diye buyurdu. Ebû Mûsa dedi ki: Ben de: Seni hak ile gönderen hakkı için yemin ederim. Bana içlerinde neyi sakladıklarını bildirmemişlerdi ve ben onların görev isteyeceklerinin farkına bile varmadım. Şimdi misvakının, büzülmüş dudağı altında iken onu görüyor gibiyim. Şöyle buyurdu: "Biz bu işlerimizin başına onu İsteyen kimseleri görevlendirmeyiz -ya da asla görevlendirmeyiz...-" diyerek hadisin geri kalan bölümünü nakletti. Bu hadisi de yine Müslim ve başkaları rivâyet etmiştir. Buhârî, İcâre 1, İstitâbetu'l-Murteddîn 2; Müslim, İmâre 15; Ebû Dâvûd, Hudûd 1; Müsned IV, 409. Buna verilecek cevab: 1- Yûsuf (aleyhisselâm)ın görev istemesinin sebebi adalet, ıslâh, fakirlere haklarının ulaştırılması işlerinde kendisinin yerini tutacak kimsenin olmadığını bilmesi idi. O bakımdan böyle bir işi yapmanın kendisi için farz-ı ayn olduğunu gördü. Çünkü orada ondan başka bu işi yapacak kimse yoktu. Günümüzde de hüküm aynıdır. Eğer bir kimse kendisinin hakimlikte veya hisbe görevinde hakkı uygulayacağını bilmekle beraber, onun yerini tutacak uygun bir kimse olmadığını da biliyor ise böyle bir görevi kabul etmesi onun için müteayyin (kaçınılamaz) olur. Böyle bir görevi üstlenmesi de, istemesi de icab eder. Bununla birlikte böyle bir görevi İsteme hakkını kendisine kazandıran niteliklerinden ilmi yetkinliğini, yeterliliğini vb. niteliklerini de bildirmelidir. Tıpkı Yûsuf (aleyhisselâm)in dediği gibi. Ama bu işi yapabilecek başkaları var ve başkaları buna elverişli bulunuyor, kendisi de durumu biliyor ise, evla olan görev istememesidir. Çünkü Hazret-i Peygamber Abdu'r-Rahmân b. Semura'ya: "Emirlik isteme" diye buyurmuştur. Aynı şekilde afetlerinin çokluğunu ve ondan kurtulmanın zorluğunu bilmekle birlikte bu gibi görevleri isteyip, onları almaya haris olmak, o kimsenin o görevi kendi nefsi ve maksatları için istediğinin delilidir. Bu durumda olan bir kimsenin ise nefsine yenik düşerek helâk olması, uzak bir ihtimal değildir. İşte Hazret-i Peygamber'in: "O işiyle başbaşa bırakılır" âyetinin anlamı budur. Böyle bir görevin afetlerini bildiği ve bu görevin haklarını yerine getirmekte kusurlu hareket edeceğinden korktuğu için bu görevi kabul etmeyip ondan kaçan bir kimse ise, buna rağmen böyle bir görev ile sınanacak olursa, ondan kurtulabilmesi umulur. İşte Hazret-i Peygamber'in: "Bu göreve karşı ona yardım olunur" âyetinin anlamı budur. 2- Hazret-i Yûsuf ben şerefliyim, iyi bir mevki sahibiyim dememiştir. Her ne kadar o Hazret-i Peygamber'in buyurduğu gibi "kerim oğlu kerim oğlu kerim oğlu kerim olan İbrahim oğlu İshak oğlu Ya'kub oğlu Yûsuf idiyse de yine aynı şekilde Hazret-i Yûsuf: Ben güzel ve iyi bir kimseyim de demeyerek o "çünkü ben iyice koruyanını, bilenim" demiştir ve koruyuculuk sıfatı ve ilmi dolayısıyla bu görevi istemiştir. Neseb ve güzelliğine bağlı olarak istememiştir, 3- Hazret-i Yûsuf bu sözlerini kendisini tanımayanın nezdinde söylemiştir ve kendisini tanıtmak istemiştir. Dolayısıyla bu tutumu yüce Allah'ın: "Artık kendinizi temize çıkarmayınız" (en-Necm, 53/32) âyetinden bir istisnadır (kapsamına girmez). 4- Hazret-i Yûsuf böyle bir görevi istemenin kendisi İçin farz-ı ayn olduğunu görmüştür. Çünkü orada bu göreve lâyık ondan başka kimse yoktu. Daha kuvvetli görülen görüş de budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 4- İnsanın Sahip Olduğu Nitelikleriyle Kendisini Tanıtması: Yine âyet-i kerîme insanın kendisini sahip olduğu ilim ve fazilet nitelikleriyle vasfetmesinin câiz olduğuna delildir. el-Maverdî der ki: Ancak bu bütün niteliklerde genel olarak ve mutlak değildir. Bu durumun özel şartları vardır ki, kişinin akrabalık hukukunu gözetmesi yahut zahiren bir kazanca taalluk etmesi hallerine has bir durumdur. Bunun dışındaki hallerde ise bu yasaktır. Çünkü bu durumda insan kendisini tezkiye etmiş, temize çıkarmış, riyakârlık yapmış olabilir. Eğer ondan daha faziletli olan bir kimse onun özelliklerini söyleyecek olsa, elbetteki bu o kimsenin faziletine daha yakışır. Ama Hazret-i Yûsuf önceden başından geçenler ve aile efradına kavuşabilme umudu gibi sebebler dolayısıyla zaruret gereği, kendisini bu şekilde takdim etmiş Buradaki açıklamalara ek olarak İbnu'l-Arâbi’nin sözkonusu ettiği bir husus daha vardır: "Yûsuf (aleyhisselâm), mü’min ve peygamber olduğu halde, kâfirin vereceği bir görevi almayı nasıl câiz görmüştür?" sorusuna kısaca şu cevabı vermektedir: "Onun sözlerinin anlamı, görev istemek değildi: O göreve kentlisi geçmek için, istediği o makamı boşaltmasını istemişti..." İbnu'l-Arabî, bu görüşünün doğruluğuna da bir sonraki âyet olan 56, âyet-î kerimesini delil göstermektedir. İbnul-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, III, 1092. idi. |
﴾ 55 ﴿