RA'D SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile

(Mekke'de mi Medine'de mi indiği hususu ihtilaflıdır. Kırküç âyettir)

el-Hasen, İkrime, Atâ ve Câbir'in görüşüne göre Mekke'de İnmiştir. el-Kelbî ve Mukâtil 'in görüşüne göre Medine'de inmiştir.

İbn Abbâs ve Katâde derler ki: Mekke'de inmiş iki âyeti dışında, Medine'de inmiştir. Bu iki âyet-i kerîme ise yüce Allah'ın:

"Eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü... birKur'ân olsaydı" (31. âyet) âyetinden itibaren İki âyetin (32. âyetin) sonuna kadar ki âyetlerdir.

1

Elif, Lâm, Mîm, Râ. Bunlar Kitabın âyetleridir. Sana Rabbinden indirilen haktır. Fakat insanların çoğu İnanmazlar.

Yüce Allah'ın:

"Elif, Lâm, Mîm, Râ. Bunlar Kitabın âyetleridir" âyetine dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

"Sana Rabbinden İndirilen" yani bu Kur'ân

"haktır." Müşriklerin: Sen bunu kendiliğinden uydurmaktasın, dedikleri gibi değildir. O halde bu Kitaba sımsskı sarıl ve ondaki hükümler gereğince amel et. Mukâtil der ki: Bu âyet-i kerîme müşrikler; Muhammed Kur'ân'ı kendiliğinden uydurmaktadır, demeleri üzerine inmiştir.

"...en" " Âyetler" üzerine atf ile ref mahallinde veya mübtedâ olarak merfu'dur.

"Haktır" de onun haberidir. Bununla birlikte ism-i mevsulun şu takdirde cer mahallinde olması mümkündür: " Sana indirilenin âyetleri..." Buna göre "haktır" kelimesinin merfu olması ise mübteda takdiri iledir. Bu da; "İşte hakkın kendisi odur" şeklindedir. Yüce Allah'ın (el-Bakara, 2/146-147) âyetinin:

" Onlar bilip, durdukları halde... (bunun) hak olduğunu" şeklindeki okuyuşuna benzemektedir.

el-Ferrâ' der ki: " ...en" başına "vav” harfi gelmiş olsa dahi "Kitab"ın sıfatı olarak cer mahallinde de kabul edilebilir. Şöyle denilmesi gibidir: "Bu mektub bize Ebû Hafs el-Faruk'dan gelmiştir." (Burada el-Faruk kelimesinin başına "vav" gelmiş olmakla birlikte Ebû Hafs'ın sıfatıdır). Şairin şu beyiti de bu kabildendir:.

"O efendi himmet ve gayretler sahibi ve Savaşın kızıştığı

Yerlerde ordunun arslanı olan o hükümdara."

Bununla "efendi, himmet ve gayretler sahibi, ordunun arslanı hükümdara" demek istemektedir.

"Fakat insanların çoğu inanmazlar."

2

Allah, O'dur ki gökleri gördüğünüz şekilde direksiz yükseltmiştir. Sonra Arş üzerinde istiva etmiştir. Güneşe de, aya da emrine boyun eğdirmiştir. Herbiri belirli bir süreye kadar akıp gider. Her işi yerli yerince düzenler, âyetleri uzun uzadıya açıklar. Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız diye.

"Allah, O'dur ki gökleri gördüğünüz şekilde direksiz yükseltmiştir..." âyeti ile yüce Allah, bu Kur'ân'ın hak olduğunu beyan ettikten sonra onu indirenin de kudretinin kemal derecesinde olduğunu beyan etmektedir. O halde siz O'nun kudretinin kemalini tanıyabilmek için, O'nun yarattıklarına ibretle bakınız. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

Beyit, sıfatlar arasına "vav' getirilmesine şahit olduğundan, tercümede de buna dikkat edilmiştir. Buhârî, Enbiyâ 19, Tefsir 12. sûre 6, Ayrıca bk. Tefsir 2. sûre, 38.

“Gördüğünüz şekilde direksiz" anlamındaki âyet ile ilgili iki görüş vardır. Birincisine göre; bu gökler sizin de onu gördüğünüz şekilde direksiz olarak yükseltilmiştir. Bu açıklamayı Katâde, İyas b. Muaviye ve başkaları yapmıştır. İkinci görüşe göre ise; bu göklerin direkleri olmakla birlikte, biz bu direkleri göremiyoruz.

İbn Abbâs der ki: Bu göklerin Kaf dağı üzerinde direkleri vardır. Bu görüşe binaen şöyle demek de mümkündür: Direklerden kasıt gökleri ve yeri kendisiyle tuttuğu kudretidir ve biz O'nun kudretini göremeyiz. Bu açıklamayı da ez-Zeccâc nakletmiştir. Yine İbn Abbâs, bu direk mü’minin tevhididir demektedir. Göğe kâfirin küfründen dolayı parçalanmaya yüz tutması üzerine direkler konulmuştur. Bu açıklamayı da el-Gaznevî nakletmektedir. Direkler, kelimesi; ın çoğuludur. Şair Nâbiğa der ki:

"(Ve Allah Hazret-i Süleyman'a şöyle de demişti:) Ve cinleri emrine müsahhar kıl, çünkü

Ben onlara izin verdim; Tedmür'ü oldukça enli, ince taşlarla ve direklerle bina etmelerine,"

"Sonra Arş üzerinde istiva etmiştir." Buna dair açıklamalar daha önceden (el-A'raf, 7/54. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Güneşe de, aya da emrine boyun eğdirmiştir." Yani yarattıklarının faydalarına ve kullarının maslahatına olmak üzere her ikisine de boyun eğdirmiştir. Esasen herbir yaratığa yaratıcının emrine boyun eğdirilmiştir.

"Herbiri belirli bir süreye kadar akıp gider." Sözü geçen

"belirli süre" dünyanın yok olması ve Kıyâmetin kopması vaktidir. Orada güneş tortop edilecek, ay söndürülecek, yıldızlar karartılacak ve gezegenler darmadağın olacak,

İbn Abbâs der ki: Yüce Allah burada "belirli bir süre" ile bunların ulaştıkları ve aşmaları söz konusu olmayan derece ve menzillerini kastetmektedir. "Belirli bir süre"nin ayın yörüngesini bir ayda, güneşin de yörüngesini bir senede dolaşması anlamında olduğu da söylenmiştir.

"Her İşi yerli yerince düzenler." Yani dilediği şekilde onu yapar.

"Âyetleri uzun uzadıya açıklar." Bu şu demektir; Bütün bunları yapmaya kadir olan öldükten sonra tekrar diriltmeye de kadir olandır. İşte bundan dolayı:

"Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız diye" diye buyurmaktadır.

3

Yeri uzatıp döşeyen, orada sabit dağlar ve ırmaklar var eden O'dur ve O, meyvelerin hepsinden yine kendilerinin içinde ikişer ikişer yaratandır. Geceyi, gündüze O bürüyor. Muhakkak bunlarda iyi düşünenler için âyetler vardır.

Yüce Allah göklerdeki âyetleri (belgeleri) beyan ettikten sonra

"yeri uzatıp döşeyen... O'dur" âyeti ile yeryüzündeki âyetleri beyan etmektedir. Yani yeri enine, boyuna yayıp döşeyen O'dur.

"Orada sabit dağlar... var eden" âyetindeki; " Sabit..ler" kelimesinin tekili (v.b )dir. Çünkü yeryüzü dağlar vasıtası ile sebat bulmaktadır. da sebat bulmak anlamındadır. Antere der ki:

"Ben bunu kesinlikle bilerek (nefsimi) buna sabrettirdim, o da sebat bulmaktadır.

Korkağın canı (kaçacak yer bulmak için) bakınıp durduğunda."

Şair Cemil de der ki:

"Temellerini sapasağlam yerleştiren hakkı için yemin ederim, seviyorum onu,

Öyle bir sevgiyle ki, alametleri ortaya çıktığında o (sevgi) gizlenir."

İbn Abbâs ve Atâ derler ki: Yeryüzünde var edilen ilk dağ, Ebû Kubeys dağıdır.

Dünyanın Küreselliği ve Dönmesi:

Bu âyet-i kerîme yeryüzünün küre gibi olduğunu iddia edenlerin kanaatleri ile yeryüzünün kapılarının yukarıdan aşağıya doğru üzerine düştüğünü İddia edenlerin kanaatlerini reddetmektedir. İbnu'r-Râvendî'nin iddiasına göre yer aşağı doğru yuvarlanır gibi olmakla birlikte; yerin altında yukarı doğru yükselen rüzgarı andıran, yukarı doğru çıkan bir cisim de vardır. O bakımdan yukardan aşağı düşen ile aşağıdan yukarı doğru çıkan hacim ve güç itibariyle mutedil hale gelerek birbirleriyle uyum sağlamaktadırlar.

Başkaları ise; yerin birisi yukardan aşağı doğru düşen, diğeri ise aşağıdan yukarı doğru çıkan iki cisimden meydana geldiğini iddia etmişlerdir. Böylelikle bu İki cisim arasında denge kurulmaktadır. İşte yeryüzünün durmasının sebebi budur. Müslümanların ve Kitap ehlinin kabul eniği görüş, yeryüzünün durduğu, sakin olduğu ve uzanıp döşenmiş olduğudur. Yeryüzünün hareketinin adeten meydana gelen zelzeleler ile ortaya çıktığı şeklindedir. Burada merhum müfessirimiz, kendi döneminde dile getirilen bir takım görüşleri ele alıp bunları kendisine göre eleştirilere tabi tutmaktadır. Ancak şunu da belirtelim ki; müslümanlara bu hususta nispet ettiği görüşün, müslümanlarca benimsenen tek görüş olmadığı da bilinen bir husustur.

"Ve ırmaklar" yeryüzü üzerinde akan ve yaratıklar için pek çok faydalar taşıyan sular

"var eden O'dur ve O; meyvelerin hepsinden yine kendilerinin içinde ikişer ikişer yaratandır." Burada

"ikişer"den kasıt iki çeşit sınıf demektir. el-Ferrâ' der ki: Burada

"ikişer ikişer"den kasıt erkek ve dişidir. Ancak bu açıklama nassın hilafınadır. Bir diğer görüşe göre

"ikişer ikişer"den kasıt iki çeşit demektir. Tatlı-ekşi, yaş-kuru, siyah-beyaz, küçük-büyük gibi.

"Muhakkak bunlarda İyi düşünenler için âyetler" delil olacak belgeler ve alametler

"vardır."

4

Yeryüzünde birbirine komşu bir çok parçalar, üzüm bağları, ekinler ve çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki; hepsi aynı su ile sulanır. Yine de onlardan bir kısmını lezzetlerinde, bir kısmından üstün kılıyoruz. Şüphesiz bunlarda da aklını kullananlar için âyetler vardır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

1- Yeryüzündeki Komşu Araziler:

Yüce Allah'ın:

"Yeryüzünde birbirine komşu bir çok kıtalar... vardır"

âyetinde bir hazf vardır ki anlamı: Yeryüzünde birbirine komşu olan ve olmayan bir çok arazi parçaları vardır. Nitekim yüce Allah'ın:

"Ve sizi sıcaktan koruyan elbiseler" (en-Nahl, 16/81) âyetinde de böyledir. Bunun da anlamı: ... Ve soğuktan koruyan elbiseler... şeklindedir. İşitenin bilmesi dolayısıyla bu, hazfedilmiştir.

"Birbirine komşu yerler" şehirler ve bayındır yerler demektir. Komşu olmayan yerler ise çöller ve bayındır olmayan yerler anlamındadır.

2- Komşu Yerlerden Farklı Mahsuller:

Yüce Allah'ın:

"Birbirine komşu" âyeti birbirine yakın köyler, kasabalar demekrir. Bunların toprakları bir, suları birdir. Bu köy ve kasabalarda ekinler ve bahçeler vardır. Ancak bunların mahsulleri, meyveleri, hurmaları birbirinden Farklıdır. Kimisi tatlı, kimisi ekşi olmaktadır. Aynı ağacın, aynı dalında bile mahsul küçüklük, büyüklük, renk ve tadı itibariyle farklı olabilmektedir. İsterse ay ve güneş bunların hepsine aynı şekilde ışık saçsın.

Bu, şanı yüce Allah'ın vahdaniyetine ve samediyetinin azametine en açık bir delildir. O'nu tanıyamayıp yoldan sapanların yol göstericisidir.

Şanı yüce Allah:

"Hepsi aynı su ile sulanır" âyeti ile bütün bunların, ancak O'nun meşiet ve iradesi ile olduğuna, O'nun kudretiyle meydana geldiğine dikkat çekmektedir. İşte bu da bütün bunların tabiat kanunları sonucu meydana geldiğini söyleyenlerin görüşünün batıl olduğuna en açık bir delildir. Zira bu eğer su ve topraktan dolayı böyle olsaydı ve bütün bunları yapan tabiat olsaydı, hiçbir şekilde böyle bir farklılık meydana gelmezdi.

Şöyle de denilmiştir: Bu âyetle getirilen delilin açıklaması şöyledir: Bu âyette toprak parçaları arasındaki farklılıklar dile getirilmektedir. Kimi toprak iyi ve güzeldir, kimisi kıraçtır. Halbuki bu iki toprak da birbirine yakın ve komşudur. Bu da aynı şekilde yüce Allah'ın kudretinin kemaline delil olan hususlar arasındadır. Şanı yüce Allah, zalim ve inkarcıların söylediklerinden alabildiğine ulu, yüce ve büyüktür.

3- İnkarcıların İddiaları:

İnkarcı kâfirler -Allah'ın İaneti üzerlerine olsun- herbir olayın yaratıcının yaratması ile değil de kendiliğinden meydana geldiğini kabul etmişler ve ağaçlardan çıkan meyvelerde bunun böyle olduğunu iddia etmişlerdir. Halbuki bunların sonradan yaratılmış olduğunu kabul etmekle birlikte, bunları yaratanı inkâr etmektedirler. Ayrıca arazı da kabul etmeyip, İnkâr ederler.

Bir başka kesim de mahsullerin yaratıcı olmaksızın meydana geldiklerini kabul eder, ancak arazı meydana getiren birisinin olduğunu kabul etmişlerdir. Meydana gelen bir şeyin (hadisin) mutlaka bir meydana getiricisi (nıuhdisi) gerektiğinin delili ise; bir şey belli bir zamanda meydana gelirken, onun cinsinden olan bir başka şey, bir başka zamanda meydana gelmektedir. Eğer o şeyin kendine ait zamanda meydana gelmesi, o zamanın kendisine tahsis edilmesinden dolayı ise, o takdirde onun cinsinden olan herbir şeyin de onunla aynı zamanda meydana gelmesi gerekirdi.

Şayet meydana geldiği zamanın özellikle tahsisi söz konusu değifse, belli ve özel bir zamanda onun meydana gelmesi, ancak o özel zamanı ona tahsis eden bir kimsenin varlığından dolayı olabilir. Şayet bu tahsisi yapan zatın tahsisi söz konusu olmasaydı, meydana gelen o olayın tahsis edilen o zamandan Önce veya sonra olması arasında herhangi bir fark da bulunmazdı... Bu hususa dair yeterli ve geniş açıklamalar Kelâm İlmi bahislerindedir.

4- Bağlar Ve Ekinler:

“Üzüm bağları" âyetindeki; "Bağlar" kelimesini el-Hasen "te" harfini esreli olarak; "Orada üzüm bağları yaratandır" takdiri ile okumuştur. O takdirde bu, yüce Allah'ın "orada sabit dağlar... varedendir" âyetine atfedilmiş olur. Bununla birlikte -üçüncü âyet-i kerîmedeki-: "Hepsi" kelimesine atf ile cer olması da mümkündür ve ifadenin takdiri: "Meyvelerin hepsinden ve ... üzüm bağlarından,.." anlamında olur. Diğerleri ref ile; şeklinde okumuşlardır. Bu da: Ve aralarında... bağları vardır" takdirinde olur.

"Ekinler ve çatallı ve çatalsız hurmalıklar..." âyetini İbn Kesîr, Ebû Amr ve Hafs "bağlar" anlamındaki kelimeye atf ile merfu olarak, yani şu takdire göre okumuşlardır: "Yeryüzünde ekinler ve hurmalıklar da vardır." Diğerleri ise; Üzüm bağları, kelimesine atf-ı nesak ile esreli okumuşlardır. Bu durumda ekinler de, hurmalıklar da "bağlar ve bahçeler" kabilinden olur. Bununla birlikte -az önce geçtiği üzere üçüncü âyet-i kerîmedeki-; "Hepsi" kelimesine daha önce; " Ve... bağlar" kelimesinde geçtiği üzere atf ile okunması da mümkündür.

Mücahid, es-Sülemî ve diğerleri "sad" harfini ötreli olarak; " Çatallı" şeklinde okumuşlardır, diğerleri ise "sad" harfini esreli okumuşlardır. İki ayrı söyleyiştir. Bu iki şekliyle de bu kelimenin çoğuludur. Bu da aynı gövdede birleşen bir ya da iki hurma ağacı demektir. Bundan da baş kısımları dallanır ve böylelikle hurma ağacı olur.

Bunun bir benzeri de; kelimesi olup bunun tekili; " Taze hurma salkımı" lâfzıdır.

Ebû İshak, el-Bera'dan şöyle dediğini rivâyet eder: "Çatallı hurmalık" tabiri bir arada bulunan demektir. "Çatalsız hurmalık" ise birbirinden ayrı hurmalıklar demektir. en-Nehhâs derki: Bu sözlükte de böyledir. Eğer bir tek hurma ağacının içinde (kökünden) bir başka hurma ağacı veya ağaçları çıkıyorsa buna "çatallı" denilir. "Misli ve benzeri" demektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Kişinin amcası babası gîbidir" Müslim, Zekât 11; Ebû Dâvûd, Zekât 22; Tirmizî, Menâkıb 28; Müsned, I, 94, II, 322, IV, 165. âyeti da buradan gelmektedir. Bu kelimenin tesniye ile çoğulu arasında da fark yoktur, i'rabında da fark yoktur. Eğer çoğul olursa "nun"u i'rab edilir, tesniye olursa "nun"u esreli gelir. Şair der ki:

"İlim ve bilim (tahammülkârhk, cahillikleri bağışlamak) iki şeref hasletidir,

Kişi için; güzelliktirler, ikisi bir arada olduğunda.

Bunlar birbirinin mislidir, ikisinin de güzelliğinin tamamlanması,

Ancak bunun da, berikinin de bir arada olmasına bağlıdır."

5- Aynı Sudan Sulanan Farklı Lezzette Yiyecekler:

"Hepsi aynı sn ile sulanır." Âdemoğulları gibi, onların kimisi salihtir, kimisi kötüdür. Babaları ise birdir. Bu açıklamayı en-Nehhâs ve Buhârî yapmıştır. Buhârî, Tefsir 13. sûre

Âsım ve İbn Âmir; şeklinde "ya" ile yani bütün bunlar aynı su ile sulanır anlamında okumuştur. Diğerleri ise; " Bağlar" kelimesi dolayısıyla "te" ile okumuşlardır. Ebû Hatim ve Ebû Ubeyde de bu okuyuşu tercih etmişlerdir. Ebû Amr da der ki; "Te" ile okumak -Yüce Allah'ın:

"Onlardan bir kısmını lezzetlerinde, bir kısmından üstün kılıyoruz" âyeti dolayısıyla "te" ile okumak daha güzeldir. Çünkü burada görüldüğü gibi;

"Onlardan bir kısmı" derken müennes zamir kullanmış, diye müzekker zamir kullanmamıştır.

Hamza, el-Kisaî ve diğerleri ise;

"Üstün kılar" anlamında ve daha önce geçen: "Her işi yerli yerince düzenler, uzun uzadiya açıklar... O

Çürüyor." fiillerine uygun olarak "ya" ile okumuşlardır. Diğerleri İse "Biz üstün kılıyoruz" anlamında "nun" ile okumuşlardır.

Cabir b. Abdullah rivâyetle der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ı, Ali (radıyallahü anh)a şöyle derken dinledim: "İnsanlar değişik ağaçlardandır. Ben ve sen ise aynı ağaçtan yaratıldık." Bu kadarıyla, ancak Hazret-i Ali'ye değil de, hazır olanlara hitap olarak: Taberanî, el-Evsat, V, 89. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IX, 100'de hadisi kaydettikten sonra; "senedinde hem tanımadığım hem hakkında ihtilaf edilmiş raviler vardır' kaydını düşmüştür. Daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)

"Yeryüzünde birbirine komşu bir çok kıtalar..." âyetini

"hepsi aynı su ile sulanır" âyetine kadar okudu.

"lezzetler" meyveler(in tatları lezzetleri) demektir. İbn Abbâs der ki--Tatlı, ekşi, kimisi Fârisî (kaliteli) hurmadır, kimisi de bayağı ve adi hurmadır.

Ebû Hüreyre'den merfu olarak rivâyet edilen bir hadise göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın:

"Yine de onlardan bir kısmını lezzetlerinde, bir kısmından üstün kılıyoruz" âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedir; "Kimisi Fârisî türüdür, kimisi bayağıdır, kimisi tatil, kimisi de ekşidir." Tirmizî, Tefsir 13. sûre 2, "hasen-garip bir hadistir" kaydıyla Bunu da es-Sa'lebî nakletmektedir.

el-Hasen der ki: Bu âyet-i kerîmeden maksat misal vermektir. Şanı yüce Allah bunu Âdemoğullarına misal göstertmektedir. Onlar asılları itibariyle birdirler, fakat hayır, şer, îman ve küfür bakımından aynı sudan sulanmış mahsullerin çeşitliliği gibi farklı farklıdırlar. Şairin şu mısraları da bu kabildendir:

"İnsanlar da yetişen bitkiler gibidirler, bitkiler de çeşit çeşittir,

Kimisi sandal ağacıdır, kimisi kâfur, kimisi de sorgun (ban) ağacıdır,

Kimi ağaçtan da ömür boyu katran sızar."

"Şüphesiz bunlarda da aklını kullananlar için âyetler", yüce Allah'ın âyetlerini anlayıp kavrayacak kalbe sahip olan kimseler için

"alâmetler "vardır."

5

Eğer şaşıyorsan, asıl şaşılacak olan onların: "Acaba biz toprak olduktan sonra mı, biz mi yeniden yaratılacağız?" demeleridir. İşte Rabblerini İnkâr edenler bunlardır. Boyunlarında demir halkalar olacak olanlar da bunlardır. İşte cehennemlikler de bunlardır. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır.

"Eğer şaşıyorsan, asıl şaşılacak olan onların... demeleridir." Yani ey Muhammed! Sen onlar tarafından doğru sözlü ve güvenilir bir kimse olarak biliniyor iken sonradan seni yalanlamalarına hayret edip şaşırıyor isen şunu bil ki; onların Öldükten sonra dirilmeyi yalanlamaları, bundan daha çok hayret edilecek bir şeydir.

Şanı yüce Allah hayret edip şaşırmaz. O'nun hakkında öyle bir şey düşünülemez, çünkü hayret, sebepleri gizli ve saklı olan şeyler dolayısıyla nefisteki değişiklikler demektir. Bunu bu şekilde söz konusu etmesi, onların bu tutumlarına peygamberinin ve mü’minlerin hayret etmeleri içindir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Ey Muhammed! Eğer sen onların gökleri, yeri ve aynı yerden yetişen çeşitli mahsulleri yaratanın Ben olduğumu kabul etmelerine rağmen, öldükten sonra dirilişi ve tekrar yaratmayı inkâr edişlerine hayret ediyorsan, şunu bil ki; onların bu sözleri bütün mahlukatı hayrete düşüren, şaşırtıcı bir sözdür. Çünkü yeniden yaratmak ilkin yaratmak anlamındadır.

Âyeti kerîmenin yaratıcıyı inkâr edenler hakkında olduğu da söylenmiştir. Yani eğer sen değişip duran bir şeyin mutlaka bir değiştiricisi olması gerektiğine dair apaçık delillere rağmen, onların yaratıcıyı inkâr edişlerine hayret ediyorsan, bil ki, asıl hayret konusu onların bu inkâr edişleridir.

Âyet-i kerîmenin ifadeleri ve bu ifadelerin sıralanışı, birinci ve ikinci açıklamaya delil teşkil etmektedir. Çünkü yüce Allah onların:

“Acaba biz toprak olduktan sonra mı?" diriltileceğiz;

"biz mi yeniden yaratılacağız?" dediklerini nakletmektedir.

"Biz mi?" âyeti; " Biz" şeklinde de okunmuştur. (Yani: Sonra mı biz yeniden yaratılacağız? demek olur.)

"Demir halkalar" kelimesi ın çoğuludur. Bu da, etin kendisiyle boyna bağlandığı bir halkadır. Yani Kıyâmet gününde onların boyunlarına böyle bir halka geçirilecektir. Yüce Allah'ın:

"O zaman boyunlarında tasmalar ve zincirler bulunacak... sonra ateşte yakılacaklar." (el-Mu'min, 40/71-72) âyeti buna delildir.

Buradaki

"demir halkalar"in onların işleyegeldikleri kötü amelleri olduğu da söylenmiştir.

6

Bir de senden iyilikten önce çarçabuk kötülük getirmeni isterler. Halbuki onlardan önce nice örnekler gelip geçmiştir. Doğrusu Rabbin zulümlerine rağmen İnsanlara yine de mağfiret edendir ve şüphesiz Rabbin azâbı cidden çetin olandır.

"Bir de senden" aşırı inkârları ve yalanlamaları dolayısıyla

"iyilikten önce çarçabuk kötülük" azâbı

"getirmeni isterler." Bunun, onların:

"Ey Allah! Eğer bü Senin katından hakkın kendisi ise durma, bizim üzerimize gökten taş yağdır" (el-Enfal, 8/32) sözlerine işaret olduğu da söylenmiştir.

Katâde der ki: Bunlar afiyetten önce cezayı İstediler. Şanı yüce Allah ise bu ümmetin cezasını Kıyâmet gününe kadar tehir etmeyi hükme bağlamıştır.

"İyilikten önce" âyeti kendisi sebebiyle imanın ve iyiliklerin umulduğu imandan önce, diye de açıklanmıştır.

“Nice örnekler" ilahi azâb ve cezalar... demektir. Tekili; şeklindedir. el-A'meş'ten onun bu kelimeyi,( akilli ) şeklinde "mim" hartini ötreli "se" harfini de sakin olarak okuduğu rivâyet edilmiştir, ki bu da; Müsle'nin çoğuludur. Bununla birlikte; şeklinde "mim" harfinin ötresinin ağırlığı dolayısıyla üstün ile değiştirilmesi de mümkündür. (Tekilinin sonundaki) "he" (yuvarlak te)nin yerine fetha getirilir de söylenmiştir.

el-A'meş'ten bu kelimeyi; şeklinde "mim" harfini üstün, "se" harfini sakin okuduğu da rivâyet edilmiştir. Bu da "müsle" kelimesinin çoğuludur. Daha sonra "mim" harfinin ötresini ağırlığı dolayısıyla hazfetmiştir. Bütün bu açıklamaları en-Nehhâs -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- zikretmektedir.

Ancak cemaatin kıraatine göre bu kelimenin tekili dır. Temimliler ise bu kelimenin hem "se" harfini, hem "mim" harfini ötreli okurlar. Onların bu kullanışlarına göre kelimenin tekili; şeklinde "mim" harfi ötreli, "se" harfi de sakindir.

"Yüksek köşk, oda(lar)" demektir. Bunun (müslenin) fiili ise; şeklinde gelir, mastarında ise "mim" üstün, "se" harfi de sakindir.

"Doğrusu Rabbin... mağfiret edendir." Yani îman etmeleri halinde müşrikleri, tevbe etmeleri halinde günahkârları affedendir. İbn Abbâs der ki: Yüce Allah'ın Kitabındaki en umut verici âyet:

"Doğrusu Rabbin zulümlerine rağmen insanlara yine de mağfiret edendir" âyetidir.

"Ve" küfür üzere ısrar ettikleri takdirde,

"şüphesiz Rabbin azâbı cidden çetin olandır."

Hammâd b. Seleme, Ali b. Zeyd'den, o Said b. el-Müseyyeb'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Yüce Allah'ın:

"Doğrusu Rabbin zulümlerine rağmen insanlara yine de mağfiret edendir ve şüphesiz Rabbin azâbı cidden çetin olandır" âyeti nazil olunca Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah'ın affetmesi, rahmeti ve bağışlaması olmasaydı, hiçbir kimse rahat bir hayat yaşayamazdı ve eğer O'nun cezası, tehdidi ve azâbı olmasaydı, herkes de hiçbir şey yapmaksızın dururdu," Rivâyet, bu şekliyle görüldüğü gibi mürseldir. Bununla beraber, Süyûtî, ed-Durru'l-Mensur, IV, 607de İbn Cerir'in, İbn Abbâs'tan diye rivâyet ettiğini belirtmektedir.

7

O küfre sapanlar: "Ona Rabbinden bir âyet indirilmeli değil miydi?" derler. Sen ancak bir uyarıcısın. Esasen herbir topluluğun bir yol göstericisi olmuştur.

"O küfre sapanlar, ona Rabbinden bir âyet indirilmeli değil miydi? derler." Yani onlar bir takım mucizelerin gösterilmesini istediklerinde yüce Allah da peygamberine -Allah'ın salât ve selâmı üzerine olsun-:

"Sen ancak bir uyarıcısın" yani bildirip, haber verensin

"esasen herbir topluluğun bir yol göstericisi olmuştur;" onları Allah'a davet eden bir peygamberi olmuştur, diye buyurdu.

Yol gösterici (el-Hâdî)nin Allah olduğu da söylenmiştir. Yani sana düşen uyarıp korkutmaktır. Kendilerini hidayete iletmeyi dilediği herbir kavmi hidayete ileten de Allah'tır.

8

Allah, her dişinin neye hamile kalacağını, rahimlerin neyi eksilteceğini, neyi artıracağını bilir. O'nun katında herşey bir ölçü İledir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız;

1- Rahîmlerin Eksiltip Artırmaları:

Yüce Allah'ın:

"Allah her dişinin neye hamile kalacağını... bilir" âyeti, erkek olsun, dişi olsun, güzel olsun, çirkin olsun, salih olsun, olmasın neye hamile kaldılarsa onları bilir, demektir.

En'âm Sûresi'nde (6/59. âyet, 1. başlık ve devamında) Gaybın bilgisinin yalnızca Allah'a ait olduğuna ve bu konuda Allah'ın ortağının bulunmadığına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Yine orada Buhârî'de yer alan İbn Ömer'den gelen şu hadisi de zikretmiştik: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Gaybın anahtarları beş tanedir..." ve bunlar arasında: "Rahîmlerin neyi eksilttiğini de Allah'tan başka hiçbir kimse bilemez" ifadesi de yer almaktadır. Buhârî, İstiska 29, Tefsir 6. sûre 1; Müsned, II, 24, 52, 58, 122.

Yüce Allah'ın;

"Rahîmlerin neyi eksilteceğini, neyi artıracağını bilir" âyetinin te'vili hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Katâde der ki: Anlamı şudur: Dokuz aydan önce neyi düşürdüğünü ve dokuz aydan sonra neyi artıracağım bilir, demektir. İbn Abbâs da böyle demiştir.

Mücahid der ki: Kadın hamile iken ay hali olduğu takdirde bu, çocuğunda bir noksanlık demektir, eğer dokuz aydan fazla hamileliği devam ederse bu da eksilenin tamamlanması demektir. Yine Mücahid'den şöyle dediği nakledilmektedir: Eksiltmekten kasıt rahimlerin eksilttikleri kan demektir, artırmaktan kasıt ise onlardaki kan artışı demektir.

Bir diğer açıklamaya göre eksiltmek ve artırmak çocuğa raci'dir. Çocuğun bir parmağının veya başka bir uzvunun eksik gelmesi ve bir parmağının yahut başka bir uzvunun fazla gelmesi gibi.

Bir diğer açıklamaya göre eksiltmek, ay hali kanının kesilmesi demektir. "Artırmak" ise doğumdan sonra gelen lolıusalık kanına işarettir.

2- Hamile Kadının Ay Hali Olup Olmaması ile İlgili Görüşler:

Bu âyet-i kerîmede hamile kadının ay hali olacağına delil vardır. Malik'in ve iki görüşünden birisi de Şâfiî'nin kabul ettiği görüş budur. Atâ, en-Nehaî ve başkaları ise hamile kadın ay hali olmaz, demişlerdir. Ebû Hanîfe de bu görüştedir, delili de (yine) bu âyet-i kerîmedir.

İbn Abbâs ise bu âyet-i kerîmenin te'vili ile ilgili olarak şöyle demektedir: Hamile kadınlar da ay hali olur. İkrime ve Mücahid'den de böyle rivâyet edilmiştir. Aynı zamanda bu Hazret-i Âişe'nin de görüşüdür. Hazret-i Âişe hamile kadınlara gebeliklerinde ay hali olmaları halinde namazı bırakmaları doğrultusunda fetva verirdi. O sırada Ashab-ı Kiram da mevcuttu ve ashabdan hiçbir kimse onun bu görüşüne karşı çıkmamıştı. O bakımdan bu İcma gibidir. Bu açıklamayı İbnu'l-Kassar yapmıştır.

Yine İbnu'l-Kassar'ın naklettiğine göre; iki kişi bir çocuğun kendilerine ait olduğu hususunda anlaşmazlık gösterdiler. Ömer (radıyallahü anh)’ın huzurunda davalaştılar, Hazret-i Ömer de çocuğu (benzerliklerden hareket ederek, neseb tesbit eden) kıyafet uzmanlarına arzetti. Kıyafet uzmanları çocuğun her ikisine de ait olduklarını söylediler. Bu sefer Hazret-i Ömer elindeki kamçı ile ona vurmak istedi. Kureyşli bazı kadınlara durumu sorup: Bu çocuğun durumunun ne olduğuna bir bakınız, dedi. Onlar şu cevabı verdiler: Birinci koca bu kadın ile halvete girdi, sonra da onu bıraktı. Bu kadın hamile olduğu halde ay hali oldu, sonra da iddetinin bittiğini zannetti, İkinci koca da bu kadın ile gerdeğe girince, çocuk ikincisinin suyu ile gelişti. Bunun üzerine Hazret-i Ömer: Allahu Ekber! diyerek (hayretini izhar etti) ve çocuğun birinci adama ait olduğunu söyledi. Hamile kadının ay hali olmayacağını söylemediği gibi, Ashab-ı Kiram'dan herhangi bir kimse de böyle bir görüş belirtmemiştir. Bu da bu hususta icma olduğunun delilidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Muhalif kanaati benimseyenler de şöylece görüşlerine delil gösterirler; Hamile eğer ay hali olsaydı ve kadının gördüğü kan ay hali olarak kabul edilseydi, cariyenin istibrâsının bir defa ay hali olması şeklindeki hükmün sahih olmaması gerekirdi. Oysa bu hükümde icmâ' vardır.

İmâm Mâlik'ten de "Muhammed'in Kitabı"nda hamileyken görülen kanın ay hali olmamasını gerektiren bir görüş de rivâyet edilmiştir.

3- Hamilelik Süresi:

Bu âyet-i kerîmede hamilenin bazen yükünü dokuz aydan daha erken, bazen de daha fazla bir süre sonra bırakacağına delil vardır. İlim adamları da hamileliğin asgari süresinin altı ay olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Yine onların görüşlerine göre Abdu'l-Melik b. Mervan altı aylıkken doğmuştur.

4- Hamilelik Süresindeki Ay Hesabı:

Sözü geçen altı ay, şeriatçe muteber diğer aylarda olduğu gibi, hilal ile sabit olan aylardır. Bundan dolayı mezheb(imiz) de Malik'in bazı arkadaşlarından -zannederim İbn Haris'in kitabında- şu rivâyet kaydedilmektedir: Şayet altı aydan üç gün eksik olduğu anlaşılırsa, çocuğun kaldığı bu eksik süre, ayların eksik ve fazla çekmelerinin bir sonucu kabul edilir. Bunu İbn Atiyye nakletmektedir.

5- Azami Hamilelik Süresi:

İlim adamları azami hamilelik süresi hususunda farklı görüşlere sahiptir. İbn Cüreyc, Hazret-i Sa'd'ın kızı Cemile'den, o Âişe'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Hamilelik süresi yün eğirmekte kullanılan kirmenin gölgesinin yer değiştireceği kadar bir süre dahi iki yıldan fazla olamaz. Bunu Darakutnî nakletmektedir. Darakutnî, III, 322

Ubeyd b. Sa'd'ın kızkardeşi, Sa'd kızı Cemile dedi ki: Hamileliğin azami süresi üç yıldır. el-Leys b. Sa'd'dan da böyle nakledilmiştir. Şâfiî'den ise dört yıl diye nakledilmiştir. Malik'ten bu hususta gelen İki rivâyetten birisi de böyledir. Ancak ondan meşhur olan rivâyet beş yıl olduğudur. Yine ondan on yılı aşacak olsa dahi, azami bir sınırının olmadığı rivâyeti vardır. Bu da ondan gelen üçüncü bir rivâyettir.

ez-Zührî'den altı ve yedi (yıl) rivâyeti gelmiştir. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Ashab-ı Kiram'dan hamileliği yedi yıla kadar uzatanlar vardır. Şâfiî ise bunun azami süresi dört yıldır, demektedir. Kûfeliler ise sadece iki yıldır, derler ve daha fazla bir süre kabul etmezler. Muhammed b. Abdu'l-Hakem der ki: Hamilelik bir senedir, daha fazlası olmaz. Davud (ez-Zahirî.) der ki: Süresi dokuz aydır. Ona göre bu süreden daha fazla bir süre hamile kalınmaz.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Bu meselenin içtihaddan başka ve kadınların hamilelik ile ilgili bilinen durumlarına havale edilmesinden başka bir dayanağı yoktur. Başarı Allah'tandır.

Dârakutnî, el-Velid b. Müslim'den şöyle dediğini rivâyet eder: Ben Malik b. Enes'e dedim ki: Bana Âişe'den nakledildiğine göre o şöyle demiştir: Kadının hamile kalma süresi İki yıldan fazla bir kirmenin gölgesKnin değişmesi) bir süre kadar dahi artmaz. Bunun üzerine: Subhanallah dedi, böyle bir şeyi kim söyler? İşte bizim komşumuz Muhammed b. Aclân'ın karısı dört yılda hamile kalır ve doğumunu yapar. O doğru sözlü bir kadındır, kocası da doğru sözlü birisidir. Oniki yıl zarfında üç batın gebe kalmıştır. Herbir batında gebeliği dört yıldır. Dârakutnî, III, 322.

Ayrıca hunu el-Mübârek'den İbn Mücâhid de naklederek der ki: Bizde meşhurdur, Muhammed b. Aclân'ın hanımı dört yıllık bir sürede gebe kalır ve doğumunu yapardı. O bakımdan ona "fil'e hamile kalan kadın" ismi verilirdi.

Yine şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bir gün Malik b. Dinar oturmakta iken bir adam ona gelerek şöyle dedi: Ey Ebû Yahya! Dört yıldan beri hamile bulunan ve artık çok büyük bir sıkıntı içerisinde olan bir kadına dua et. Bunun üzerine Malik kızdı, mushafi kapattı ve şöyle dedi: Bunlar bizim peygamber olduğumuzu mu zannediyorlar? Sonra da Kur'ân okumaya devam etti, arkasından dua ettikten sonra şöyle dedi: Allah'ım şayet bu kadının karnında bir afet var ise onu derhal karnından çıkart. Eğer karnındaki dişi ise sen onun yerine ona oğlan ver. Sen dilediğini siler, dilediğini tesbit edersin. Kitabın anası da senin yanındadır. Malik te dua ederken ellerini kaldırdı, etrafındakiler de ellerini kaldırıp dua etti. Daha sonra haberci bu istekte bulunan adama gelerek: Koş hanımına yetiş, dedi. Adam gitti, Malik ellerini indi rmemişti ki adam mescidin kapısında boynu üzerinde dört yaşında siyah saçlı bir oğlanla çıka geldi. Dişleri çıkmış ve göbek bağı kesilmemişti,

Yine rivâyete göre bir adam Ömer b. el-Hattâb'a gelerek şöyle demiş: Ey Mü’minlerin Emiri! İki yıl süreyle evimde değildim. Geldiğimde hanımımın hamile olduğunu gördüm. Hazret-i Ömer bu kadını recm etmek hususunda çevresindekilerle istişare etti. Muaz b. Cebel şöyle dedi: Ey Mü’minlerin Emiri! Eğer senin bu kadının aleyhine bir yolun varsa da karnındaki yavruya karşı senin lehine bir yol yoktur. O bakımdan bu kadına doğum yapıncaya kadar ilişme. Hazret-i Ömer o kadına ilişmedi. Nihayet dişleri çıkmış bir oğlan doğurdu. Adam çocuğun kendisine benzediğini görünce; Kabe'nin Rabbine yemin ederim, benim oğlumdur, dedi. Bu sefer Hazret-i Ömer şöyle dedi: Kadınlar Muaz gibisini doğurmaktan acizdir. Muaz olmasaydı, Ömer helâk olup gitmişti.

Yine ed-Dahhâk der ki: Annem beni iki yıl hamilelikten sonra doğurdu. Beni doğurduğunda dişim çıkmıştı.

Yine Malik'ten nakledildiğine göre o, annesinin karnında iki yıl kalmıştır. Üç yıl kaldığı da söylenmiştir. Yine denildiğine göre Muhammed b. Aclân annesinin karnında üç yıl kalmış ve annesi ona hamileyken vefat etmiş, annesinin karnında oldukça şiddetli hareket etçiği görülünce karnı yarılarak çıkartıldığında dişlerinin çıkmış olduğu görülmüş.

Hammâd b. Seleme der ki: Herim b. Hayyan'a, "Herim (çok yaşlı)" denilmesinin sebebi annesinin karnında dört yıl kalmış olmasıdır.

el-Ğaznevî'nin de naklettiğine göre, ed-Dahhâk annesinin karnında iki yıl süreyle kaldıktan sonra doğmuş ve doğduğunda dişleri çıkmış olduğundan ona Dahhâk (çok gülen) ismi verilmiştir.

Abbâd b. el-Avvâm der ki: Bizim komşumuz olan bir kadın dört yıl hamilelikten sonra saçları omuzlarına kadar uzamış bir oğlan doğurdu. Yanından uçan bir kuşa da "kış" diye söylemişti.

6- Ay Hali, Lohusalık Ve Hamilelik Süreleri:

İbn Huveyzimendâd der ki: Ay halinin, lohusalığın en az ve azami süreleri ile hamileliğin asgari ve azami süreleri hep içtihad yoluyla tesbit edilmiştir. Çünkü bu gibi şeylerin bilgisini yüce Allah insanlara bildirmemiştir. O bakımdan bunlar hakkında herhangi bir hüküm verilirken ancak bizim için zahir olan kadarıyla ve kadınlarda nadir veya mutad olarak görünen kadarıyla hüküm verilir. Biz bir kadının dört veya beş yıl süreyle hamile kaldığını tesbit edersek, buna dayanarak hüküm veririz. Lohusalık ve ay hali ile ilgili olarak, istikrar bulmuş bir durum ile karşı karşıya bulunmadığımızdan, kadınlarda nadiren görülen hususları nazar-ı itibara aldık.

7- Tabiatçıların Bu Husustaki Kanaatleri:

İbnu'l-Arabî der ki: Mâlikîlerden mütesâhil (ilmî delillere itibar etmekte gereken titizliği göstermeyen, gevşek davranan) bazı kimseler, hamileliğin azami süresinin dokuz ay olduğunu nakletmektedir. Ancak böyle bir şeyi (Maliki değil de) ancak Hâlikı (helake mensub olan) kişi söyler. Bunlar rahimde hamileliği yönetenlerin yedi gezegen olduğu İddiasında bulunan tabiatçılardır. Bunlara göre bu gezegenlerin herbirisi anne karnında çocuğu birer ay alır, dördüncü ay da güneşe aittir. İşte çocuk bundan dolayı hareket eder ve kıpırdanmaya başlar. Yedi gezegen arasında yedi ay dolaşması tamamlandıktan sonra sekizinci ayda Zuhal (Satürn) gezegenine avdet eder. Zuhal gezegeni de soğukluğuyla onun yetişmesini sağlar. Keşke bunlarla tartışabilsem yahut onlara karşı çarpışabilsem. Ne diye devre tamamlandıktan sonra yine Zühal'e geri dönüyor da başkasına dönmüyor? Bu konuda bilgiyi Allah mı size bildirdi? Yoksa Allah'a İftira mı ediyorsunuz? Eğer iki gezegenden birisine dönmesi mümkün ise, niçin bu hamileliği düzenleme işi üç veya dört gezegene avdet etmiyor yahut onların hepsine İkişer ya da üçer defa dönmüyor? Bu gizli hususlar hakkında batıl zanlara dayanarak tahakküm niye?

8- Herşeyin Miktarını Tesbit Ve Tayin Eden, Herşeyi Bilen Yüce Allah'tır:

"O'nun katında herşey bir ölçü iledir." Yani eksiklik olsun, fazlalık olsun herşeyin ölçüsünü tesbit etmiştir.

"Bir ölçü iledir" âyeti şöyle de açıklanmaktadır: Çocuğun annesinin karnından çıkışının ölçüsü ve annesinin karnında çıkacağı vakte kadar geçireceği sürenin miktarı hep bellidir.

Katâde ise, rızık ve ecel ile ilgilidir, der.

"Miktar (ölçü)" ise miktar anlamındadır. Âyetin genel ifadesi ise bütün bu hususları kapsamaktadır. Şanı yüce Allah en iyi bilendir.

9

O görünmeyeni de, görüneni de bilendir. O, çok büyüktür, yüceler yücesidir.

Derim ki: Bu âyet-i kerîme ile şanı yüce Allah;

"O görülmeyeni de, görüneni de bilendir" âyeti ile kendi zatını övmektedir. Yani O, insanların ve mahlukatın görmediklerini de, gördüklerini de bilendir.

"Gayb" gaib (görünmeyen) anlamında mastardır. Şehâdet (görünen) ise, şahit (görünen) anlamında bir mastardır. Şanı yüce Allah, bununla gayb bilgisinin yalnız kendisine ait olduğunu, insanlara gizli bulunan bâtını kendisinin ihata ettiğini belirterek, bu hususa dikkat çekmektedir. Bu konuda herhangi bir kimsenin kendisine ortak olmasının söz konusu olmadığını belirtmektedir.

Bir takım emare ve alâmetleri delil kabul eden tıp bilginleri ise görmedikleri hususlara dair kat'î kanaat belirtecek olurlarsa, bu bir küfürdür. Şayet bu bir deneydir diyecek olurlarsa, o zaman yaptıklarıyla başbaşa bırakılır ve onların bu durumu (görünmeyeni bilmekle) övülene olumsuz bir gölge düşürmez. Çünkü adetin bozulması mümkündür, ilmin değişikliğe uğraması ise mümkün değildir.

"O çok büyüktür" ki herşey O'ndan aşağıdadır.

"Yüceler yücesidir.” Müşriklerin söylediklerinden çok yücedir. Kudret ve kahrı ile her şeyin üstündedir. Bu iki isme dair açıklamaları "Şerhu'l-Esmâi'l-Hüsnâ"da yeterince yapmış bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun.

10

İçinizden birisi İster sözünü gizlesin, ister onu açıklasın; gece gizlensin ve(ya) gündüzün yoluna gitsin, hepsi birdir.

"İçinizden birisi İster sözünü gizlesin, ister onu açıklasın" âyetindeki

"sözün gizlenmesi" kişinin kendi kendisine söylediği, içinden geçirdiği sözler demektir. Açığa vurulması ise kişinin başkasına söylediği sözler demektir.

Bu âyetle kastedilen de şudur: Şanı yüce Allah, İnsanın hayır ve şer türünden gizlediği herbir şeyi, tıpkı hayır ve şer türünden açığa vurduğu herbir şeyi bildiği gibi bildiğidir.

" İçinizden birisi" ifadesi ya:

"Birdir" kelimesinin sıfatıdır. İfadenin takdirî anlamı şöyle olur: İçinizden sözünü gizleyenin gizlemesi de, açığa vuranın açıklaması da birdir.

Bununla birlikte şu anlamda olmak üzere

"birdir" anlamındaki kelimeye taalluku da mümkündür: İçinizden bu şekilde davranan ile öbür türlü davranan arasında fark yoktur, bîrdir.

Yine ifadenin takdirinin şu anlamda olması da mümkündür: İçinizden sözünü gizleyenin gizlemesi de, aranızdan sözünü açıklayanın açıklaması da aynı şeydir. Şöyle de olabilir: Aranızdan sözünü gizli söyleyen de, onu açığa vuran da eşittir. Bu da "ikisi de adalet sahibidir" anlamında; Zeyd'de adildir, Amr da demeye benzer.

"Birdir" kelimesinin birbirine eşittir anlamında olduğundan ayrıca hazfedilmiş bir muzaf takdirine ihtiyacı yoktur, da denilmiştir.

"Gece gizlensin ve(ya) gündüzün yoluna gitsin." Yani yüce Allah'ın bilgisinde gizli de, açık ta, yollarda açıkça görünen de, karanlıklarda saklanan da birdir. el-Ahfeş ve Kutrub derler ki:

"Geceleyin gizlenen" açıkça görünen anlamındadır.

Nitekim onu açığa çıkardım, anlamındaki: ifadesi de buradan gelmektedir. ise o şeyi çıkardım, anlamına gelir. Nitekim kefen soyucusuna "el-muhtefi" denilmesi de buradan gelmektedir. Şair İmruu'l-Kays da şöyle demiştir:

"Onların (saklandıkları) tünellerinden ortaya çıkmaları

Sanki akşam vakti gürültülü yağan yağmurdan çıkışları gibidir."

Gizlenen, gizlenip saklanan yani bir dehlize giren" demektir.

Nitekim yırtıcı hayvanın inine girdiğini anlatmak üzere kullanılan, ifadesi de buradan gelmektedir.

İbn Abbâs der ki: "Gizlenen” bir şeylerin arkasına saklanan ve görünmez hale gelen, "yoluna giden" ise açıkta olup görünen demektir. Mücahid der ki: İşlediği masiyetleri "gizleyen" demektir; "Yoluna giden" ise bu masiyetleri açıkça işleyen demektir. ın, giden anlamında olduğu da söylenmiştir.

el-Kisaî der ki: " Gitti, gider, gitmek" demektir. Şair de şöyle demektedir:

"Bütün herkes erkek develerinin fazla ileri gitmelerini engellerken,

Biz ise erkek devemizin bağını çözdük, işte o serbestçe gitmektedir."

Ebû Recâ der ki: "Giden" yeryüzünde geçip giden anlamındadır. Şair de şöyle demektedir:

"Şüphesiz ki ben gittim, sen ise gitmiyordun."

el-Kutebî der ki: "Gündüzün yoluna giden" ifadesi ihtiyaçlarını görmek için hızlıca giden demek olup, Arapların; "Su akıp gitti" ifadelerinden alınmıştır. el-Esmaî der ki: " Yolunu serbest bırak, gitsin" anlamındadır.

11

Onun önünden de, arkasından da kendisini Allah'ın emriyle koruyan izleyicileri vardır. Gerçek şu ki; bir toplum kendi özünde olanı değiştirmedikçe Allah da hallerini değiştirip bozmaz. Allah, bir toplumun da kötülüğünü diledi mi, artık onun geri çevrilmesine imkân yoktur. Onların, O'ndan başka bir vekilleri de olmaz.

Yüce Allah'ın:

"Onun... izleyicileri vardır." Yani yüce Allah'ın gece ve gündüz bir diğerinin yerine geçen melekleri vardır. Gece melekleri yukan çıktı mı, onların akabinde gündüz melekleri gelir.

"el-Melâike" kelimesi müzekker olduğu halde;

"İzleyiciler" kelimesinin müennes gelmesi, bu kelimenin çoğulu olmasından dolayıdır. O bakımdan tekil olarak geldiğinde; "İzleyici melek" çoğul olarak geldiğinde de; " İzleyici melekler" denilir. Bundan sonra ise; ile cemul-cem' (çokluk çoğulu) yapılır.

Kimisi de bu âyeti; "Onun önünden de, arkasından da... izleyicileri vardır" diye okumuşlardır ki burada; kelimesi, ın çoğuludur. "Melâike"ye; denilmesi ise; lâfzına uygun olması içindir.

Meleklerin bu türlerinin çok olmaları dolayısıyla müennes geldiği de söylenmiştir. "İleri derecede neseb bilgini, çok alim ve çok rivâyet bilen" gibi. Bu açıklamayı da el-Cevherî ve başkaları yapmıştır.

"Teafckub (ardından gelmek, izlemek)" ise başlangıçtan sonra bir daha geri dönmek demektir. Nitekim Allah en-Neml Sûresi'nde şöyle buyurmaktadır:

"Arkasına bakmaksızın dönüp, gitti." (en-Neml, 27/10) Arkasına dönmeksizin... demektir. Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmaktadır: " Biri diğerinin ardınca tekrarlanan öyle sözler vardır ki, bunları söyleyen -yahut yapan- asla zarar görmez” Müslim, Mesâcid 144, 145; Tirmizî, Deavât 25; Nesâî, Sehv 92. dedikten sonra teşbih, tahmid ve tekbiri zikretmektedir. Ebû'l-Heysem der ki: Bunlara "muakkibât" denilmesinin sebebi, gittikten sonra bir daha ardı arkasına geri dönmeleridir. Bu da önce bir iş yapıp sonra tekrar aynı işi yapan kimsenin bu fiilini anlatmak için kullanılan; den gelmektedir. el-Muakkibât kelimesi develer hakkında kullanılacak olursa, sudan içmek için birbirine karışan ve İtişen develerin arka taraflarında duran develer demektir. Biri su için gittiğinde onun yerine bir diğeri girer.

Yüce Allah'ın:

"Önünden" İfadesi geceleyin gizlenip saklananı ve gündüzün yoluna gideni

"Allah'ın emriyle koruyan izleyicileri vardır" âyetindeki koruyup gözetleme (hıfz)ın mahiyeti hakkında farklı görüşler vardır. Bunun, onları yırtıcı hayvanlardan, haşerattan ve zararlı şeylerden korumaları için Allah'tan bir lütuf olarak görevlendirilen melekler olma ihtimali vardır, denilmiştir. Ancak kader geldi mi bu sefer o insanı bu zararlı varlıklarla başbaşa bırakırlar. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) yapmışlardır.

Ebû Miclez der ki: Murad kabilesinden bir adam Ali (radıyallahü anh)ın yanına gelerek şöyle dedi: Kendini iyice koru, çünkü Muradlılardan bazıları seni öldürmek istemektedir. Hazret-i Ali şu cevabı verdi: Her kişi ile birlikte onu takdir olunması hali müstesna, zararlara karşı koruyan (hıfzeden) melekler vardır. Kader geldi mi bu sefer kişiyi Allah'ın kaderiyle başbaşa bırakırlar. Şüphesiz ecel son derece sağlam bir kaledir.

Buna göre;

“Allah'ın emriyle onu koruyacak..." âyeti, Allah'ın emri ve izniyle koruyacak... demek olup harfi (edatı) "be" anlamındadır. Bu şekilde sıfat harfler biri diğerinin yerini tutabilir. Buradaki ın, anlamında olduğu da söylenmiştir ki; Allah'ın emrine binaen onu korurlar, anlamına gelir. Bu da anlam itibariyle birincisine yakındır. Yani onların korumaları Allah'tan gelen bir emre binaendir, kendiliklerinden değildir. Bu da el-Hasen'in görüşüdür.

-Benzer bir kullanım olarak-: "Elbisesi olmadığından dolayı ona elbise giydirdim"; denilir. Şanı yüce Allah'ın;

"Kendilerini açlıktan doyuran..." (Kureyş, 106/4) âyeti da bu kabildendir ve bu da; ile aynı anlamı ifade eder.

Bir diğer açıklamaya göre bu melekler o kimseyi azap meleklerinden korurlar ki ona herhangi bir ceza gelip çatmasın. Çünkü yüce Allah herhangi bir kavim kendi nefislerindekini küfür üzere ısrar etmek suretiyle değiştirmedikçe üzerlerindeki nimet ve afiyeti de değiştirmez. Eğer küfür üzere ısrar edecek olurlarsa, o vakit onlar için tayin edilen sürenin vakti gelir ve intikam üzerlerine iner. Böylelikle biri diğerini izleyen koruyucular da onların yanından uzaklaşır.

Bir diğer açıklamaya göre; melekler onları cinlere karşı korurlar. Ka'b der ki: Eğer yüce Allah üzerinize yemenizde, içmenizde ve avretlerinizde sizleri himaye edip koruyan melekleri görevlendirmemiş olsaydı, hiç şüphesiz cinler sizi kapıp giderlerdi.

Azâb melekleri de Allah'ın emrindendirler. Özellikle onları "Allah'ın emri ile" diye anmaktadır. Çünkü melekler gözle görülmezler. Nitekim yüce Allah:

"De ki: ruh Rabbimin emrindendir" (el-İsra, 17/85) diye buyurmaktadır ki; sizin görebildiğiniz şeylerden değildir, demektir.

el-Ferrâ' ise şöyle demektedir: Bu ifadede takdim ve te'hir vardır ve ifadenin takdiri şöyledir: Onun önünden de arkasından da Allah'ın emriyle izleyicileri vardır ve bunlar onu korurlar. Bu ifade Mücahid, İbn Cüreyc ve en-Nehaî'den de rivâyet edilmiştir. Azap meleklerinin de, cinlerin de Allah'ın emrinden oldukları şeklindeki açıklamaya göre ise âyette ne takdim vardır, ne de te'hir.

İbn Cüreyc der ki: Âyetin anlamı onun amelini, onun için korur ve tesbit ederler, şeklindedir ve burada muzâf hazfedilmiştir.

Katâde de; bu melekler, onun sözlerini ve fiillerini yazarlar, diye açıklamıştır. Eğer İzleyiciler melekler ise âyetteki; "Onun" lâfzındaki zamirin yüce Allah'a -önceden zikrettiğimiz gibi- ait olması mümkün olduğu gibi, geceleyin gizlenene ait olması da mümkündür. Bu, bu husustaki görüşlerden birisidir.

Bir diğer görüşe göre: "Onun önünden de, arkasından da İzleyicileri vardır" âyeti ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kastedilmektedir. Yani melekler, Hazret-i Peygamber'i düşmanlarına karşı korurlar. Zaten Hazret-i Peygamber'den de yüce Allah'ın:

"Ona Rabbinden bir âyet İndirilmeli değil miydi? derler. Sen ancak bir uyarıcısın" âyetinde söz edilmişti. Yani sizden sözlerini gizlice söyleyenler ile bunu açıkça söyleyenler arasında -Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e zarar verememesi bakımından- fark yoktur. Aksine onun birbirini izleyen melekleri vardır ve bu melekler onu korurlar. Aynı mananın bütün peygamberler için söz konusu olması da mümkündür. Çünkü daha önce yüce Allah:

"Esasen herbir topluluğun bir yol göstericisi olmuştur" (er-Râ'd, 11/7) diye buyurmuştur. Yani bu melekler, bu yol göstericiyi (hidayete ileteni) önünden de, arkasından da korurlar, muhafaza ederler.

Dördüncü bir görüşe göre âyet-i kerîme ile kastedilen önlerinde de, arkalarında da koruyucular topluluğu bulunan sultanlar ve emirlerdir. Allah'ın emri geldiği takdirde, bu koruyucuların kendilerine hiçbir faydası olmaz. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve İkrime yapmıştır. ed-Dahhâk da böyle demektedir: Burada kastedilen Allah'ın emrine karşı kendisini korumaya çalışan ve şirk koşan sultanlardır.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu te'vile göre ifadede hazfedilmiş bir nefy vardır ki; takdiri şöyledir: Bunlar o kimseyi Allah'ın emrine karşı koruyamazlar. Bu açıklamayı el-Maverdî zikretmiştir.

el-Mehdevî der ki: Buradaki "izleyiciler"i koruyucular diye kabul edenlerin görüşüne göre anlam şöyle olur: Bu koruyucuların Allah'ın emrine karşı kendisini koruduklarını zan ve vehmeder.

Şöyle de açıklanmıştır: Sözünü gizli söyleyen ile açıkça söyleyen arasında fark yoktur. Onun birbirini izleyen koruyucuları ve yardımcıları vardır ve bunlar onu masiyet işlemeye iterler, ona verilen herhangi bir öğütten etkilenmesine karşı onu korurlar.

el-Kuşeyrî der ki: Bu, Rabbin azâbın hak olacağı vakte kadar mühlet vermesine mani değildir. Şöyle ki: Bu isyankâr kişi uzun süre günah üzerinde ısrar etmek suretiyle nefsinde olanı değiştirecek olursa, bu değiştirme ceza görmesine sebeb olur. Böylelikle kendi kendisini cezaya çarptıran kendisiymiş gibi olur. Buna göre yüce Allah'ın:

"Allah'ın emrine karşı onu korurlar" âyeti Allah'ın emrine uymaktan onu akkorlar, anlamına gelir.

Abdu'r-Rahmân b. Zeyd de der ki: İzleyiciler (el-muakkibât) yüce Allah'ın kulları hakkında birbirini izleyen ilahi kaza ve takdirleridir.

el-Maverdî der ki: Bu görüşü kabul eden kimselerin kanaatine göre yüce Allah'ın:

"Kendisini Allah'ın emriyle koruyan" âyeti iki şekilde açıklanır: Birincisine göre onlar bunu ecel gelmediği sürece ölümden korurlar, demek olup bunu ed-Dahhâk söylemiştir. İkinci açıklamaya göre ise onu bu hususta bir kaderinin vakti gelmediği sürece eziyet verici cinlerden ve haşerattan korurlar, demektir. Bu açıklamayı Ebû Umame ve Ka'b el-Ahbar yapmıştır. Takdir olunan şeyin vakti geldi mi bu sefer onu korumaktan vazgeçerler.

Sahih olan ise burada sözü geçen "izleyiciler"in melekler olduğudur, el-Hasen, Mücahid, Katâde ve İbn Cüreyc de böyle demişlerdir. İbn Abbâs'tan da bu görüş rivâyet edilmiş olup en-Nehhâs da bunu tercih etmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in de şu hadisini buna delil göstermiştir: "Gecenin melekleri ile gündüzün melekleri sizin aranızda biri diğerini izler dururlar." Bu hadisi, hadis İmâmları rivâyet etmişlerdir. Buhârî, Mevâkît 16, Tevhîd 23, 33; Müslim, Mesâcid 210; Nesâî, Salat 21; Muvatta’', Kasru's-Salâti fı's-Sefer 82; Müsned, II, 257, 312, 486. Yine hadis İmâmlarının Amr'dan rivâyetlerine göre İbn Abbâs; " Onun önünden İzleyicileri, arkasından da gözetleyîcileri vardır ki, kendisini Allah'ın emri ile korurlar" diye okumuştur.

Kinâne el-Adevî der ki: Osman (radıyallahü anh), Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın huzuruna girerek şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü! Bana kul ile birlikte kaç meleğin bulunduğunu haber verir misin? şöyle buyurdu: "Sağında bir melek var, hasenatı yazar. Solunda bir diğer melek var, bu da seyyiâtı yazar. Sağdaki melek, soldaki meleğin emiridir. Sen bir iyilik işledin mi on olarak yazılır, bir kötülük işledin mi sol taraftaki, sağ taraftakine: Yazayım mı? diye sorar. Öbürü: Hayır, olur ki Allah'tan mağfiret diler yahut O'na tevbe eder, der. Aynı soruyu üç defa tekrarladı mı: Evet yaz, der. Ondan yana yüce Allah bize rahat versin. Bu kişi ne kadar kötü bir arkadaştır. Yüce Allah'ın kendisini gözetlediğini ne kadar az hatırlıyor ve bizden ne kadar az utanıyor? Yüce Allah ise:

"O bir söz söylemeye dursun, mutlak onun yanında görüp gözetlemeye hazır biri vardır." (Kaf, 50/18) İki melek de önünde ve arkanda var. Yüce Allah da: "Onun önünden de, arkasından da kendisini Allah'ın emriyle koruyan izleyicileri vardır" diye buyurmaktadır. Bir melek ise senin alnını yakalamıştır, Allah için alçak gönüllülük gösterecek olursan, seni yükseltir, Allah'a karşı büyüklenecek olursan, belini kırar. Dudaklarının üzerinde de iki melek vardır, bunlar senin ancak Muhammed'e ve aile halkına getirdiğin salat-u selâmı tesbit ederler. Bir melek de ağzın üzerinde dikilidir. O yılanın ağzına girmesine ftrsat vermez. Gözlerinin üzerinde de iki melek vardır. İşte herbir insan üzerinde on melek bunlardır. Gece melekleri ile gündüz melekleri yer değiştirir, dururlar. Çünkü geceleyin duran melekler, gündüzün duran meleklerle aynı değildir. İşte herbir insan üzerinde bu şekilde yirmi melek vardır. İblis de gündüzün Âdemoğlu ile birliktedir, onun çocukları ise geceleyin (onunla birlikte bulunurlar)." Güvenilir herhangi bir hadis kitabında yer almayan bu rivâyeti, Suyûtî, ed-Durru'l-Mensür, IV, 615-616'da İbn Cerir'in Kinâne el-Adevi’den gelen bir rivâyet olarak zikrettiğini belirtmektedir. Bunu es-Sa'lebî zikretmektedir.

el-Hasen der ki: Sözü geçen "izleyiciler (el-muakkibât)" her sabah namazında bir araya gelen dört melektir. Taberî'nin tercihine göre "el-muakkibât" emirlerin ön ve arkalarında yürüyen ordu ve kafilelerdir. Buradaki; "O'nun" lâfzında ki zamir de önceden geçtiği gibi bunlara aittir.

İlim adamları -Allah onlardan razı olsun- derler ki: Şanı yüce Allah, emirlerini iki kısma ayırmıştır. Bunlardan bir kısmının, ilgili kimsenin başına gelmesi ve vaki olmasını hükme bağlamıştır. Bunu hiçbir kimse önleyemez ve değiştiremez. Diğer bir kısmı ise geleceğini hükme bağlamakla birlikte, onun gerçekleşeceğini ve vuku bulacağını hükme bağlamamış, bunun yerine tevbe, dua, sadaka ve korumakla (hıfz) ile önleneceğini hükme bağlamıştır.

"Gerçek şu ki; bir toplum kendi özünde olanı değiştirmedikçe Allah da hallerini değiştirip bozmaz." Yüce Allah bu âyet-i kerîmede bir toplum da -ya bizzat kendileri, ya kendileri için gözetlemek durumunda olanlar, nezaret edenler, yahut herhangi bir sebep dolayısıyla kendilerinden sayılan bir kimse tarafından- bir değişiklik meydana getirilmedikçe o toplumun durumunu değiştirmeyeceğini haber vermektedir. Meselâ, Uhud günü okçuların kendi nefislerindekini değiştirmeleri sebebiyle yüce Allah bozguna uğrayanların (önceki) hallerini değiştirmişti. Buna benzer şeriatte görülebilen başka misaller de vardır. Buna göre âyet-i kerîme; herhangi bir kimse önce bir günah işlemedikçe ona hiçbir şekilde ceza gelmez anlamında değildir. Aksine başkalarının günahları dolayısıyla musibetler de gelebilir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): Salih kimseler aramızda varken helâk edilir miyiz? diye sorulunca, "Eğer fısk ve fücur artacak olursa evet" diye cevabını vermiştir. Buhârî, Fiten 4, 28, Menakıb 25, Enbiyâ 7; Müslim, Fiten 1, 2; Tirmizî, Fiten 21, 23; İbn Mâce, Fiten 9: Muvatta’. Kelam 22; Müsned VI,428-429.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Allah bir toplumun da kötülüğünü" helâk ve azabım

"diledi mi artık onun geri çevrilmesine imkân yoktur." Denildiğine göre yüce Allah, bir toplumun hastalık ve türlü rahatsızlıklar gibi bir takım bela ve musibetlere uğramalarını diliyecek olursa, onun belasını hiçbir kimse geri çeviremez.

Bir diğer açıklamaya göre yüce Allah, bir kavim hakkında kötülüğü dileyecek olursa, onların basiretlerini köreltir ve onlar da belâ ihtiva eden şeyi tercih eder ve onu işlerler. Böylelikle kendi ayaklarıyla helâklarına doğru yürürler. O kadar ki; onlardan birisi kendi eliyle, kendisini öldürmenin yollarını araştırır, kendi ayakları ile kendi kanını akıtmaya doğru yol alır hale gelir.

"Onların O'ndan başka bir vekilleri" bir sığınakları

"da olmaz." es-Süddî'nin yaptığı açıklamanın anlamı budur. Bir diğer açıklamaya göre; Allah'ın azabına karşı onları koruyacak bir yardımcıları olmaz. Şair de der ki:

"Semada Rahmân'ın dışında hiçbir yardımcı yoktur."

Dost ve yardımcı -vezin itibariyle- Kadir ve kadîr'e benzer.

12

Size korku ve ümit salarak şimşeği gösteren, yüklü bulutları ortaya çıkaran O'dur.

Yüce Allah'ın:

"Size korku ve ümit salarak şimşeği gösteren" yağmur ile "yüklü bulutları ortaya çıkaran O'dur" âyetindeki; "Bulutlar" kelimesi çoğul olup bunun tekili; şeklinde gelir. de çoğul olarak kufknılır.

13

Gök gürültüsü O'na hamd ile melekler de korkusundan teşbih ederler. O yıldırımları gönderip onlarla Allah hakkında mücadele edip dururlarken dilediğini çarpar. O, kudret ve azâbı çetin olandır.

"Gök gürültüsü O'na hamd ile melekler de korkusundan teşbih ederler. O yıldırımları gönderip..." Daha önce Bakara Sûresi'nde (2/14. âyetin tefsirinde) gök gürültüsü, şimşek ve yıldırıma dair açıklamalar geçmiş bulunduğundan onları burada tekrarlamanın bir anlamı yoktur.

Âyet-i kerîmeden maksat, yüce Allah'ın kudretinin kemalini açıklamak ve cezayı ertelemesinin acizlikten olmadığını anlatmaktır. Yani O, gökte şimşeği yolculukta bulunana korku olmak üzere gösterir. Çünkü yolcu karşı karşıya kalacağı yağmur, dehşet ve yıldırımlar sebebiyle şimşeğin vereceği rahatsızlıktan korkar. Nitekim yüce Allah da:

"Yağmurdan dolayı bir rahatsızlık" (en-Nisa, 4/102) diye buyurmaktadır. Yolcu olmayıp ikamel halinde bulunan kimse de şimşeğin akabinde yağmur ve bolluk geleceğini ümit eder. Bu anlamdaki açıklamaları Katâde, Mücahid ve başkaları yapmıştır.

el-Hasen der ki: Şimşeğin yıldırımlarından korkarak ve kıtlığı ortadan kaldıracak yağmuru ümit ederek... demektir.

"Yüklü bulutları ortaya çıkaran O'dur." Mücahid der ki: Bulutlar su (yağmur) yüklüdür.

"Gök gürültüsü O'na hamd ile... teşbih ederler." Gök gürültüsünün bulutların sesi olduğunu söyleyen kimselerin görüşüne göre, gök gürültüsünün tesbih etmesi onda hayatın yaratılmış olması delil gösterilerek kabul edilebilir. Bu görüşün sıhhatinin delili de yüce Allah'ın:

"Melekler de korkusundan teşbih ederler" demesidir. Eğer gök gürültüsü bir melek ise, o da meleklerin kapsamı içerisine girmesi gerekirdi. Gök gürültüsünün de bir melek olduğunu söyleyenlerin görüşüne göre de "melekler de korkusundan" âyeti Allah'ın korkusundan... diye açıklamışlardır. Bu açıklamayı et-Taberi ve başkaları yapmıştır.

İbn Abbâs der ki: Melekler yüce Allah'tan korkarlar ama onların korkuları Âdemoğlunun korkusu gibi değildir. Onlardan bir kimse sağında kim var, solunda kim var bilmez. Allah'a ibadeti bırakıp yemek veya içmekle uğraşmazlar. Yine İbn Abbâs'tan şöyle dediği nakledilmektedir: Gök gürültüsü (radıyallahü anh'd) bulutlan süren bir melektir. Su Buhârî onun baş parmağının bir çukuru içerisindedir. Bu melek bulutlarla görevli olup onları emrolunduğu yerlere sürer ve Allah'ı da teşbih eder. İşte bu gök gürültüsü tesbih etti mi, gökte teşbih getirip sesini yükseltmedik hiçbir melek kalmaz. İşte o vakit yağmur yağar. Yine ondan nakledildiğine göre İbn Abbâs gök gürültüsü sesini işitti mi: " Kendisini teşbih ile andığın zatı ben de teşbih ve tenzih ederim" derdi.

Mâlik, Âmir b. Abdullah'tan, o babasından rivâyet ettiğine göre Abdullah gök gürültüsünün sesini işitti mi "Gök gürültüsünün hamd ile meleklerin de korkusundan kendisini tesbih ettiği şanı yüce Allah'ı ben de teşbih ederim" der; daha sonra da şunları söylerdi: Şüphesiz ki bu, yeryüzündekiler için çok ağır bir tehdittir.

Denildiğine göre gök gürültüsü gökle arz arasında bir taht üzerinde oturan bir melektir. Sağında yetmişbin melek, solunda da bir o kadar melek vardır. Sağına dönüp tesbih etti mi hepsi Allah'ın korkusuyla teşbih ederler. Soluna yönelip tesbih etti mi hepsi Allah korkusundan dolayı teşbih ederler.

"O yıldırımları gönderip onlarla... dilediğini çarpar." el-Maverdînin İbn Abbâs, Ali b. Ebî Tâlib ve Mücahid'den naklettiğine göre bu âyet-i kerîme bir yahudi hakkında inmiştir. Bu yahudi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e şöyle demişti: Sen bana Rabbinin neden olduğunu bildir, İnciden midir? Yakuttan mıdır? Bunun üzerine bir yıldırım onu çarptı ve yaktı.

Yine denildiğine göre bu âyet-i kerîme Arap kâfirlerinden birisi hakkında inmiştir. el-Hasen der ki: Bu kişi Arap tâğûtlarından bir adamdı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kaç kişiyi onu Allah'a, Rasûlüne ve İslâm'a davet etmek üzere gönderdi. Bu azgın kişi onlara şöyle dedi: Bana Muhammed'in Rabbinin mahiyetini, neden olduğunu, gümüşten mi, demirden mi, bakırdan mı olduğunu haber verin. Yanına gidenler onun söylediği bu sözden dehşete kapıldılar. Bunun üzerine bu azgın kişi: Ben Muhammed'in tanımadığı bir Rabbe mi icabet edip çağrısını kabul edeyim, dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) defalarca ona elçi gönderdiği halde, o yine ona benzeri sözler söylüyordu. Ona gidenlerin, onunla tartıştığı ve İslâm'a çağırdıkları bir sırada aniden bir bulut yükseldi ve bu bulut tepelerinin üzerinde durdu. Gök gürledi, şimşek çaktı ve bir yıldırım düştü. Onlar oturuyorken kâfiri de yaktı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e geri döndüklerinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ashabından bazıları onlarla karşılaştılar ve karşılaştıkları sahabiler: Sizin adamınız yandı, dediler. Yanından gelenler: Nerden bildiniz, diye sorduklarında, onlar yüce Allah Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e: "O yıldırımları gönderip, onlarla... dilediğini çarpar" âyetini vahyetti, dediler. Bk. Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, IV, 625-626. Bunu da es-Sa'lebî, el-Hasen'den, el-Kuşeyrî de bu manada Hazret-i Enes'ten rivâyet etmiştir. İleride gelecektir.

Yine denildiğine göre âyet-i kerîme Lebid b. Rabia'nın kardeşi Erbed b. Rabia ile Âmir b. et-Tufeyl hakkında inmiştir. İbn Abbâs dedi ki: Âmiroğullarından olan Âmir b. et-Tufeyl ile Erbed b. Rabia Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in yanına gitmek üzere geldiler. O sırada da Hazret-i Peygamber mescitte bir grup ashabı ile birlikte oturmakta idi. Mescide girdiler. Âmir'in güzelliği orada bulunanların dikkatlerini çekti ve ona baktılar. Bir gözü kördü ama insanların arasında en yakışıklılardan birisi idî. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in ashabından bir adam: Ey Allah'ın Rasûlü dedi. Âmir b. et-Tufeyl yanına doğru geliyor. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Onu bırak, şayet Allah hakkında hayır diliyor ise hidayete iletecektir."

Âmir yaklaştı ve Hazret-i Peygamber’in yanında ayakta durup: Ey Muhammed dedi. İslam'a girersem bana ne var? Hazret-i Peygamber: "Müslümanların lehine ne varsa, senin de lehine olur. Müslümanlar aleyhine ne varsa, senin de aleyhine (görevin) olur." Âmir: Peki senden sonra bu işi (başkanlığı.) bana verecek misin? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Bu benim işim değildir. Bu Allah'a aittir ve O bunu dilediğine verir." Bu sefer: Peki çöldekilerin yönetimini bana verip şehirleri sen alır mısın? deyince, Hazret-i Peygamber: "Hayır" diye buyurdu. Âmir: Peki bana ne vereceksin? deyince, Hazret-i Peygamber şu cevabı verdi: "Ben sana atların dizginlerini veririm, sen de onlar üzerinde Allah yolunda gazaya çıkarsın." Bu sefer Âmir: Bu gün de atların dizginleri benim değil mi? diye sordu. Kalk benimle de, konuşayım, dedi.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da kalkıp yanında durdu. Amir ise daha önceden Erbed'e: Benim onunla konuştuğumu görürsen, sen de arkasından dolaş ve kılıcınla boynunu vur, diye İşaret etmişti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile tartışmaya, ona karşılık vermeye koyuldu. Erbed kılıcını kınından bir karış kadar çıkarttıktan sonra Allah onu engelledi ve kınından sıyıramadı. Kılıcı üzerinde eli kurudu, kaldı. Yüce Allah da bir yaz gününde ortalıkta bulut olmayan bir günde üzerine bir yıldırım gönderdi ve yaktı. Âmir de kaçarak: Ey Muhammed dedi, sen Erbed aleyhine Rabbine dua ettin ve sonunda onu öldürdün. Allah'a yemin ederim, Medine'yi senin başına eğersiz atlarla ve tüyleri bitmemiş genç delikanlılarla dolduracağım. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Allah ve Kayleoğulları senin bu maksadını gerçekleştirmene engel olacaklardır."

Hazret-i Peygamber, "Kayleoğulları" ile Evs ve Hazreçlileri kastetmişti.

Sonra Âmir, Selüloğullarından bir kadının evinde konakladı. Sabah olduğunda şöyle diyordu: Allah'a yemin ederim, eğer Muhammed ve onun arkadaşı -bununla ölüm meleğini kastediyor- sahraya benim yanıma gelecek olurlarsa, mızraklarımla onları delik deşik ederim. Yüce Allah bir melek gönderdi ve bu melek kanadıyla ona indirdiği bir darbe ile kaldırıp toprağa yıktı. Anında diz kapağı üzerinde büyükçe bir gudde meydana geldi. Selüloğullarından olan kadının evine şunları söyleyerek geri döndü: Bu develerin guddesine benzer bir guddedir. Selullu bir kadının evinde de ölümüm gelecektir. Daha sonra atına bindi ve atının sırtındayken öldü. Bk. Suyûti, ed-Durru'l-Mensûr, IV, 611-612.

Lebid b. Rabia kardeşi Erbed hakkında bir mersiye söyledi. Bu mersiyede şu beyitler de yer almaktadır:

“Ey göz Erbed için ağlamalı değil misin?

Çünkü biz de hasımlarımız da yorgun ve argın kalkmıştık,

Erbed için Ölümden korkardım ama,

Balık ve arslan yıldızlarının ona musibet vereceğinden korkmazdım.

Gök gürültüsü ve yıldırım canımı yaktı,

O sıkıntılı günlerde imdada yetişen kahraman atlının ölümüne sebeb olarak."

Yine onun hakkında şunları söylemektedir:

"Şüphesiz, benzersiz en büyük musibet,

Yıldız gibi ışık saçan herbir kardeşi yitirmektir.

Ey hayrın Erbed'i ve üstün şerefli mevkilerin sahibi!

Beni kırık bir boynuz ile yürürcesine tek başıma bıraktın."

Daha sonra Lebid İslâm'a girmişti. -Allah ondan razı olsun.

Gök Gürültüsü ve Yıldırım Esnasında Allah'ı Anmak ve Teşbih:

Ebân, Enes'ten rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Yıldırım aziz ve celil olan Allah'ı zikreden bir kimseye çarpmaz." Abdullah b. Ebi Zekeriyyâ'dan bana ulaştığına göre, gök gürültüsü sesini işitip de "Subhanallah ve bi hamdihi: Allah'i hamd ile teşbih ederim" diyene yıldırım çarpmaz. (Süyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, IV, 624).

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gök gürültüsü sesini duydu mu şöyle derdi: "Gök gürültüsünün hamd ile meleklerin de korkusundan kendisini tesbih ettiği Allah'ın şanı ne yücedir! O herşeye gücü yetendir." Böyle dediği halde eğer yıldırım ona çarparsa, diyetini ödemek bana aittir. Süyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, IV, 624'de ibn Abbâs’ın sözü olarak.

el-Hatib de Süleyman b. Alî b. Abdullah b. Abbas'dan, o babasından, o da dedesi yoluyla şöyle dediğini nakletmektedir: Bir yolculukta Ömer ile birlikte idim. Gök gürültüsü ve dolu bize isabet etti. Ka'b bize şöyle dedi: Gök gürültüsünü duyan bir kimse o esnada;

"Gök gürültüsünün hamd ile meleklerinden korkusundan kendisini tesbih ettiği Allah'ın şanı ne yücedir" diye üç defa söylerse, o gök gürültüsünde olanlar afiyette olur, kurtulur. Süyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, IV, 624-625 Biz de böyle yaptık ve esenliğe kavuştuk. Sonra Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) ile karşılaştım. Bir dolu tanesinin burnuna isabet edip onda iz bıraktığını gördüm. Ey mü’minlerin emiri, bu ne? deyince, o: Burnuma gördüğün gibi iz bırakan bir dolu tanesi isabet etti, dedi. Ben de: Ka'b gök gürültüsünü duyunca bize şöyle dedi: Kim gök gürültüsünü işittiğinde, gök gürültüsünün hamdiyle meleklerin de, korkusundan kendisini tesbih ettiği Allah'ın şanı ne yücedir diye üç defa söylerse o gök gürültüsü esnasında olacaklardan yana esenliğe kavuşur, dedi. Biz de böyle dedik ve esenliğe kavuştuk, bunun üzerine Ömer (radıyallahü anh) şöyle dedi; Peki niye bize söylemediniz? Biz de bunu söylerdik.

Bu anfamdaki açıklamalar bundan önce el-Bakara Sûresi'nde (2/14. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

" ...Allah hakkında mücadele edip dururlarken" âyeti ile yüce Allah hakkında: O nedendir? diye soran yahudinin tartışması kastedilmektedir. İbn Cüreyc der ki: Bu âyetle Erbed'in, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)i öldürmek kararını vermesi halindeki tartışmasını kastetmektedir. Bununla birlikte

"Allah hakkında mücadele edip dururlarken" âyeti hal de olabilir, munkati" da olabilir. Munkatı olması halinde anlam şöyle olur: "O yıldırımları gönderip onlarla dilediğini çarpar. Onlarsa Allah hakkında mücadele edip dururlar."

Enes'ten de rivâyet edildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) müşriklerden ileri gelen birisini İslâm'a davet etmek üzere elçi gönderdi. Bu kişi Allah Rasûlüne şöyle dedi: Sen bana şu İlahın hakkında haber ver, o gümüşten mi, altındanmı, yoksa bakır'dan mı? Hazret-i Peygamber'in gönderdiği elçiye böyle bir şey çok ağır geldi. Hazret-i Peygamber'e dönüp, durumu bildirdi. Hazret-i Peygamber yine: "Ona dön ve yine davet et" diye buyurdu. Adamın yanına döndüğünde bir yıldırımın çarptığını gördü. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın yanına döndüğünde de "Allah hakkında mücadele edip dururlarken" âyeti da inmişti. Süyûtî, ed-Durru'l-Mensür, IV, 625

“O kudret ve azâbı çetin olandır."

İbnu'l-A'râbî der ki: "Mekr" demektir. Yüce Allah'ın mekri ise hak ile tedbiri anlamındadır. en-Nehhâs ise Allah'ın mekri, hak eden kimseye farkına varmadığı bir yerden, hoşlanmadığı bir şeyi ulaştırmak demektir.

İbnu'l-Yezid'i de Ebû Zeyd'den

"O kudret ve azâbı çetin olandır" âyeti hakkında intikamı çetin olandır, dediğini rivâyet etmektedir.

el-Ezherî der ki: "el-Mihâl": Kuvvet ve şiddet anlamındadır. "el-Mahl" ise şiddet demek olup buradaki "mim" kelimenin asıl harflerindendir. tabiri ise "filan ile hangimizin daha güçlü olduğu ortaya çıkıncaya kadar karşılıklı gücümüzü denedik" demektir.

Ebû Ubeyd der ki: "el-Mihâl" azâb ve hoşa gitmeyen şey demektir. İbn Arafe de: Tartışma ve mücadele demektir, diye açıklamaktadır. Mesela; " hakkında mücadele etti" anlamındadır.

el-Kutebî der ki: Bu kelime "keyd"i (tuzağı ve tedbiri) çetin olandır, anlamındadır. Aslı da "hile"den gelmektedir. Başındaki "mim" de "mekân" mim'i gibidir. Halbuki bunun da aslı "kevn"den gelmektedir. Diğer taraftan; "Temekkün ettim, imkân ve iktidar buldum" denilir.

el-Ezherî der ki: "el-Mihâl" kelimesindeki "mim" harfinin zaid olduğunu söyleyen İbn Kuteybe yanlıştır. Aksine buradaki "mim" aslî harflerdendir. Eğer bir kelimeyi " vezninde olduğunu görüp de bunun ilk harfi esreli "mim" ise bilelim ki, kelimenin aslî harflerindendir. "Mihâd, milâk, miras" ve buna benzer kelimeler böyledir. Buna karşılık "mifal" veznindeki kelimeler eğer üç harfli kelimelerden geliyor İse, bu kelimelerdeki vav harfi izhar edilir. Mesela "mizved, milıvel ve mihver" ile benzeri kelimeler böyledir. (el-Ezherî devamla) der ki: el-A'rec; şeklinde "mim" harfini üstün olarak okumuştur. Bu kıraate göre ise; İbn Abbâs'tan bunun açıklaması havi (güç ve kuvvet) demek olur. Bütün bunları Ebû Ubeyd el-Herevî nakletmektedir. Bundan tek istisna başta İbnu’l-Arâbî'den naklettiğimizdir. Ashab-ı Kiram ile Tabiînin görüşleri de bu anlamdadır ve bunlar sekiz görüştür:

1- Düşmanlığı şiddetli olan demektir. İbn Abbâs'ın görüşüdür.

2- Güç ve kuvveti şiddetli ve çetin olandır. Bu da İbn Abbâs’ın görüşüdür.

3- Azâb ile yakalaması şiddetli olan demektir. Ali b. Ebî Tâlib'in görüşüdür.

4- Öfkesi şiddetli ve çetin olandır. Bu da İbn Abbâs'ın görüşüdür.

5- Gücü şiddetli, çetin olandır. Mücâhid'in görüşüdür.

6- Gazabı çetin olandır. Bu açıklamayı Vehb b. Münebbih yapmıştır.

7- Kıtlık ile helâk etmesi çetin olandır. Bunu da el-Hasen söylemiştir.

8- Hilesi şiddetli olandır. Bu açıklama da Katâde'ye aittir.

Ebû Ubeyde Ma'mer der ki: "el-Mihâl" ve "el-Mumâhale" karşılıklı tedbir ve hile yapmak ve birbiriyle yarışmak, yenişmeye çalışmak demektir, el-A'şâ'nın şu beyitini de nakletmektedir:

"Şeref dalında salınan bir kayın ağacının gece çiği pek çok alan ince bir dalıdır.

Bununla birlikte intikam alıp cezalandırması da çok çetindir."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"O bir, takım kimseler arasına girdi ki onların herbirisi ona

Çeşitli oyunlar ve çeşitli hile ve tuzaklar kurdular."

Abdu'l-Muttalîb de şöyle demektedir:

"Allah'ım şüphesiz kişi kendi evini korur,

Sen de sana yakın yerde ikamet edenleri koru.

Onların haçları, küfür ve inkârları,

Saldırganlık ederek hiçbir zaman senin tedbirine galip gelmesin."

14

Hak davet yalnız O'nadır. O'nu bırakıp çağırdıkları ise kendilerine hiçbir şekilde cevap veremezler. Onların durumu, ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimseye benzer ki o buna asla ulaşacak değildir. İşte kâfirlerin duası da ancak boşunadır.

"Hak olan davet yalnız O'nadır." Yani doğru olan davet yalnız Allah'adır.

İbn Abbâs, Katâde ve başkaları bundan kasıt: La İlahe illallah'tır, demişlerdir. el-Hasen de şöyle demiştir: Bundan kasıt: Şüphesiz ki Allah hakkın tâ kendisidir. Dolayısıyla O'na dua etmek hak olan davet demektir.

Şöyle de açıklanmıştır: Duada ihlaslı olmak hak olan davet demektir. Bunu da müteahhir ilim adamlarından bazıları söylemiştir. Bir diğer açıklama da şöyledir: Hak olan davet korku esnasında Allah'a dua etmektir. Çünkü bu durumda Allah'tan başkasına dua edilmez. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"O'ndan başka dua edip çağırdığınız herkes kaybolur, gider." (el-İsra, 17/67)

el-Maverdî der ki: Âyetin akışına daha uygun olan açıklama şekli budur. Çünkü yüce Allah:

"Onu bırakıp çağırdıkları" yani heykeller ve putlar

"ise kendilerine hiçbir şekilde cevap veremezler." Onların hiçbir dualarını kabul edemezler, hiçbir seslenişlerini işitemezler.

"Onların durumu ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimseye benzer ki o buna asla ulaşacak değildir." Aziz ve celil olan Allah, suyu onların yaptıkları duaların kabul olunmasından yana ümit kestiklerine misal olarak vermiştir. Çünkü Araplar herhangi bir şekilde erişemeyeceği bir husus için didinip duran kimseye, elinde suyu tutmaya çalışan kimseyi misal verirler. Şair der ki:

"Artık benimle onun arasındaki sevgi sebebiyle

Elinde su tutan kimsenin haline döndüm."

Bu misalin anlamına dair üç açıklama yapılmıştır:

1- Allah'tan başka bir ilâha dua edip tapan bir kimse uzaktan ele geçirmek istediği halde suyu ağzına gelsin dîye çağıran, bununla birlikte suyu bir türlü diline ulastıramayan, eliyle suya işaret etmekle birlikte ebediyyen su kendisine ulaşamayan kimsenin durumuna benzer. Çünkü su hiçbir şekilde çağrıya cevap veremez ve hiçbir zaman su böyle bir kimseye ulaşamaz. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır.

2- Allah'tan başkasına dua ve ibadet eden kimse suda hayalini (aksini) gören susuz kimseye benzer. Bu kimse elini suya, su ağzına ulaşsın ister. Halbuki o suyun ona ulaşmasına imkân yoktur. Çünkü onun böyle bir zannı yersizdir, böyle bir şeyi beklemesinin anlamı yoktur. Bu açıklamayı da İbn Abbâs yapmıştır.

3- Böyle bir kimse suyu elinde tutmak kastıyla avuçlarını açmış kimse gibidir. Ancak bu kimsenin avuçlarında da su namına bir şey kalmaz.

el-Ferrâ' buradaki “su"dan kastın kuyu olduğu kanaatindedir. Çünkü kuyu suyun kaynağıdır. Bu misal buna göre ipsiz ve kovasız olarak elini kuyuya uzatan kimsenin durumuna dair bir benzetmedir. Bunun tanığı da şairin şu beyitidir:

"Şüphesiz bu benim babamın ve dedemin suyudur.

Onu kazan ve onun duvarını ören benim."

Ali (radıyallahü anh) der ki: Böyle bir kimse kuyu kenarında susuz gibidir. Kuyunun dibine de ulaşamadığı gibi, su da kendisine doğru yükselemez.

"Ancak... açan kimse" nin anlamı, ancak iki avucunu "suya" açan kimseye suyun cevap vermesi gibidir. Buna göre mastar (isticâbet: cevap verme) avucunu açan kimseye izafe edilmiş, sonradan da muzaf hazfedilmiştir. Mastarın faili ise "su" kelimesidir. Yani ancak iki avucunu suya uzatanın (çağrışma) icabet edilmesi gibidir. Buna karşılık yüce Allah'ın;

"Ağzına gelsin diye" âyetindeki "lâm" da "avuç açma" anlamındaki fiile taalluk etmektedir.

"O buna asla ulaşacak değildir" âyetindeki zamir de suya aittir, yani su ağzına ulaşacak değildir. Bununla birlikte;

"O" zamirinin ağza ait olması da mümkündür, o takdirde ağız suya ulaşamaz anlamında olur.

"İşte kâfirlerin duası da ancak boşunadır" Yani kâfirlerin putlara tapması ancak boştur, boşa çıkacaktır, çünkü şirktir.

Şöyle de açıklanmıştır: Dualarının boşa gitmesi bu dualarının önlerinden kaybolmasıdır. Bu dua sebebiyle ellerine hiçbir şey geçmez. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Allah'ı bırakıp da tapına geldiğiniz şeyler nerede? Onlar gözümüzden kayboldular diyecekler." (el-A'râf, 7/37)

İbn Abbâs der ki: Bunun anlamı şudur: Kâfirlerin seslenişleri Allah'a ulaşamaz, Allah onların dualarını kabul etmez.

15

Göklerde ve yerde bulunanların kendileri de, gölgeleri de ister İstemez sabah-akşam Allah'a secde ederler.

Yüce Allah'ın:

"Göklerde ve yerde bulunanların kendileri... ister İstemez... Allah'a secde ederler" âyeti ile ilgili olarak el-Hasen, Katâde ve başkaları derler ki: Mü’min Allah'a isteyerek, kâfir de istemeyerek kılıç zoruyla secde eder. Yine Katâde'den şöyle dediği nakledilmektedir: Kâfir imanın kendisine fayda vermeyeceği vakit istemeyerek Allah'a secde eder. ez-Zeccâc da der ki: Kâfirin istemeyerek secde etmesinde, itaatle boyun eğmek namına hiçbir şey yoktur, onun secde etmesi yapmacıktır.

İbn Zeyd der ki:

"İster” ile İslâm'a isteyerek giren

"istemez" âyeti ile de kılıç korkusuyla İslâm'a giren kastedilmiştir.

Bunun uzun süre müslürnan kalarak secdeye alışanların "isteyerek" Allah için kendisini zorlayanın da "istemeyerek" secde etmesi anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna göre âyet-i kerîme mü’minler hakkındadır. Bu açıklamaya göre "yerde" İfadesi yerde bulunanların bir kısmı anlamına gelir.

el-Kuşeyrî der ki: Âyet-i kerîme(nin açıklanması) hususunda İki yol izlenmiştir. Birincisine göre âyet-i kerîme umumi olmakla birlikte, ondan kastedilen husustur. Mü’min isteyerek secde eder, kâfirler ise tıpkı münafıklar gibi zorlanarak ve korkarak secde ederler. Âyet-i kerîme bunlar hakkında yorumlanmıştır, bu açıklamayı el-Ferrâ' nakletmektedir. Bu görüşe binaen de şöyle denilmiştir: Âyet-i kerîme mü’minler hakkındadır. Mü’minler arasında kimisi isteyerek secde eder ve secde etmek ona ağır gelmez. Kimisine de ağır gelir. Çünkü ilâhî tekliflere bağlılıkta bir meşakkat vardır. Fakat onlar ihlâs ve îman ile bu meşakkate katlanırlar, taki hakka alışıncaya ve bunu kolaylıkla yapacak hale gelinceye kadar.

İkinci yol -ki sahih olan da budur- âyet-i kerîmenin umum olarak alınması ve açıklanmasıdır. Bunun da İki yolu vardır. Birincisine göre mü’min isteyerek secde eder, kâfir ise secde etmekle emrolunmuştur ve bundan dolayı sorgulanacaktır, ikinci şekil -ki hak olan da budur- de şudur: Mü’min bedeniyle, isteyerek Allah'a secde eder. Mü’min olsun, kâfir olsun, mahlûk olması itibariyle secde eder. O delaletiyle ve yaratıcıya olan ihtiyacı bakımından (hükmen) secde eder. Bu da yüce Allah'ın:

"Onu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur" (el-İsra, 17/44) âyetine benzemektedir ki, bu da ibadet kastıyla yapılan teşbih değildir, delâleten teşbihtir.

"Gölgeleri de İster istemez sabah-akşam Allah'a secde ederler." Yani bütün mahlukatın gölgeleri sabah-akşam Allah'a secde etmektedir. Çünkü özellikle bu vakitlerde gölgeler açıkça ortaya çıkmakta, bir cihetten diğer bir cihete geçmektedir. Bu da yüce Allah'ın gölgeleri dilediğine uygun olarak evirip çevirmesi ile olur Bu âyet yüce Allah'ın:

"Allah'ın yarattığı şeylerin gölgelerinin zillette ve itaat ediciler olarak, durmadan sağa-sola dönerek Allah'a secde ettiklerini görmüyorlar mı?" (en-Nahl, 16/48) âyetini andırmaktadır. Bu açıklamayı da İbn Abbâs ve başkaları yapmıştır.

Mücahid der ki: Mü’minin gölgesi isteyerek -mü’minin kendisi de itaatkâr olduğu halde- secde eder. Kâfirin gölgesi ise -kâfir hoşlanmayarak- istemeyerek secde eder.

İbnu'l-Enbarî der ki: Gölgelere akıl verilir, onlar da bu akıllan ile secde eder ve Allah'a saygı ile itaat ederler. Nitekim dağlara anlama ve kavrama kabiliyeti verilerek onlara hitab edildiği ve onların da hitab ettikleri belirtilmektedir.

el-Kuşeyrî der ki: Böyle bir açıklama su götürür. Çünkü dağ bir cisimdir. Onun akıl sahibi olması ancak hayat sahibi olmasıyla mümkündür. Gölgeler ise izdir ve arazdır. Bunların hayat sahibi olmaları düşünülemez.

Burada

"secde etmek" meyletmek anlamındadır, gölgelerin secde etmeleri bir taraftan bir diğer tarafa meyletmeleridir. Nitekim hurma ağacı secde etti denilirken, meyletti, eğildi anlamındadır.

"Akşam vakitleri" kelimesi;çoğuludur. Bu ise ın çoğuludur. Bu da ikindi vakti ile güneşin batımı arasındaki zamandır. Çoğulun da çoğulu; şeklinde gelir. Ebû Zueyb el-Huzelî der ki:

"Temin ederim ki sen ahalisine ikramda bulunduğum evin tâ kendisisin

Ve akşam vakitleri gölgelerinde oturduğum."

"Gölgeleri" kelimesinin;

"...anlar" üzerine atfedilmesi de mümkündür. Mübtedâ olarak merfu olup haberi hazfedilmiş de kabul edilebilir. İfadenin takdiri o zaman şöyle olur: Onların gölgeleri ise, sabah ve akşam vakitlerinde secde ederler.

"Sabah" kelimesinin mastar olması mümkün olduğu gibi; Sabahın çoğulu da olabilir. Bunun çoğul olma ihtimalini,

"akşam(lar)" kelimesinin de çoğul olarak kullanılmış olması güçlendirmektedir.

16

De ki: "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" De ki: "Allah'tır." Yine de ki: "Öyle İken O'nu bırakıp da btaıt kendilerine ne bir fayda ne de bir zarar vermeye güçleri olmayan bir takım veliler mi edindiniz?" De ki: "Gözü görmeyenle, gören bir olur mu? Yahut karanlıklarla nûr bir olur mu?" Yoksa Allah'a O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma kendilerince birbirine benzer mi göründü? De ki "Herşeyi yaratan Allah'tır. O birdir, Kahhâr'dır."

Yüce Allah:

"De ki: Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" âyeti ile peygamberine müşriklere:

"Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" demesini emretmektedir. Bundan sonra da onlara:"Eğer böyle bir şey söylemeyecek ve yaratıcının kim olduğunu bilmeyecek olurlarsa onlara karşı bağlayıcı bir delil olmak üzere;

"O Allah'tır" demesini emretmektedir.

"Yine de ki: Öyle iken O'nu bırakıp da... bir takım veliler mi edindiniz?" Bu onların yüce Allah'ın yaratıcı olduğunu itiraf ettiklerine delildir. Aksi takdirde:

"Yine de ki: Öyle iken onu bırakıp da... bir takım veliler mi edindiniz" demenin bir anlamı olmazdı. Bunun delili de yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Yemin olsun onlara: Göklerle, yeri kim yarattı? diye sorsan, onlar elbette: Allah! diyeceklerdir." (Lukman, 31/25) Yani sizler bunu itiraf ettiğinize göre ne diye O'ndan başkasına ibadet ediyorsunuz? Hem O'ndan başka taptıklarınızın faydası da yoktur, zararı da yoktur. Şüphesiz ki bu yerinde ve doğru bir delil getirmedir ve bu delil bağlayıcıdır.

Daha sonra yüce Allah onlara bir örnek vererek:

"De ki: Gözü görmeyenle, gören bir olur mu?" İşte hakkı gören mü’min ile hakkı görmeyen müşrik de böyledir. Buradaki "görmeyen"in, onların Allah'tan başka tapındıkları şeylere örnek, "gören"in ise yüce Allah'a örnek olduğu da söylenmiştir.

"Yahut karanlıklarla, nûr bir olur mu?" Yani şirk ile îman bir olur mu?

İbn Muhaysın, Ebû Bekr, el-A'meş, Hamza ve el-Kisaî fiili önceden de -bu şekilde- geçmiş olması dolayısıyla;" Bir olur" şeklinde "ya" ile okumuşlardır. Diğer taraftan; "Karanlıkların te'nisi (dişilliği) de hakiki müenneslik değildir. Diğerleri ise bu fiili "te" ile okumuşlardır, Ebû Ubeyd de bunu tercih etmiş ve şöyle demiştir: Çünkü müennes ile fiil arasına başka bir kelime girmemektedir.

"Karanlıklar ve nûr" îman ve küfrün misalidir. Ancak biz bunun keyfiyetine vakıf olamayız.

"Yoksa Allah'a onun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da yaratma kendilerince birbirine benzer mi göründü?" İşte bu da delil getirmenin en mükemmel ve eksiksiz şekillerinden birisidir. Yani Allah'tan başkası, Allah'ın yaratması gibi yarattı ve bu yüzden onlar yaratmaları birbirine mi benzettiler ve buna bağlı olarak Allah'ın yarattıkları ile ilahlarının yarattıklarını birbirinden ayırdedemeyecek hale mi düştüler?

"De ki: Herşeyi yaratan Allah'tır." Yani ey Muhammed, onlara:

"Herşeyi yaratan Allah'tır" de. O halde bundan dolayı herşeyin de yalnız O'na ibadet etmesi gerekir.

Âyet-i kerîme hem müşriklerin iddialarını, hem de Allah'ın yarattığı gibi yarattıklarını iddia eden Kaderiyye'nin iddialarını reddetmektedir.

"O birdir" herşeyden öncedir ve tektir.

"Kahhâr'dır." Herşeye galib olandır. O'nun iradesi irade sahibi herkesin, her türlü isteğine galib gelir.

el-Kuşeyrî Ebû Nasr der ki; Âyet-i kerîmenin yaratıcıyı itiraf edip kabul eden kimseler hakkında varid olması uzak bir İhtimal değildir. Yani sen onlara gökleri ve yeri yaratana dair soru sor. Çünkü bu hususta onlara karşı delil getirmek kolaydır ve bu konuda doğru karşılık vermeleri zarurete yakın bir ihtimaldir. Çünkü cansızların ve bütün mahlukların gökleri ve yeri yaratmaktan aciz oldukları bilinen bir husustur. Bu kabul edilip yaratıcının yüce Allah olduğu da ayan beyan ortaya çıktığına göre; Allah'a ortak koşmak nasıl câiz olur? Daha sonra el-Kuşeyrî sözler arasında şunları da açıklar: Şayet kainatın iki yaratıcısı olsaydı, bu yaratma arasında benzerlik olurdu. Bu yaratıcının fiili, diğerininkinden ayırt edilemezdi. peki fiilin iki kişi tarafından yapıldığı nereden bilinebilirdi?

17

O gökten bir su İndirdi de dereler kendi miktarlarınca sel dolup taşar. Sel de yüze çıkan bir köpük yüklenip götürür. Bir süs veya bir fayda elde etmek için ateşte erittikleri şeylerden de bunun gibi bir köpük çıkar. İşte Allah hak ile bâtılı böyle örneklendirir. Ancak köpük atılır, gider. İnsanlara fayda verecek olan şeye gelince, İşte bu, yerde kalır. Allah örnekleri işte böyle verir.

18

Rabblerinin çağrısını kabul edenlere el-Husnâ vardır. O'nun çağrısını kabul etmeyenlere gelince, yeryüzündeki herşey ve onunla beraber bir o kadarı daha kendilerinin olsa, şüphesiz onları fidye olarak verirlerdi Hesabın kötüsü onlar içindir, barınakları cehennemdir. O ne kötü yataktır!

Yüce Allah:

"O, gökten bir su İndirdi de dereler kendi miktarlarınca sel dolup taşar. Sel de yüze çıkan bir köpük yüklenip götürür..." âyetinde hak ile bâtıla bir örnek vermektedir. Küfrü suyun üstündeki köpüğe benzetmektedir. Bu köpük yok olup gider. Kıyılarda dağılır, rüzgarlar onu itip darmadağın eder. İşte -ileride açıklayacağımız gibi- küfür de böylece gider ve darmadağın olur.

"Dereler kendi miktarlarınca" yani dolabildikleri kadarıyla

"sel olup taşar." İbn Cüreyc, küçüklük ve büyüklükleri miktarınca diye açıklamıştır.

el-Eşheb, el-Ukaylîve el-Hasen; " Kendi miktarlarınca" kelimesini "dal" harfini sakin olarak okumuşlardır. Anlam birdir.

Anlamının: Kendileri için takdir olunan miktar kadarıyla, şeklinde olduğu da söylenmiştir.

"Dereler" kelimesi "vâdî'nin çoğuludur. Buna "vâdî" adının veriliş sebebi, suyun belli bir yerden çıkması ve akması dolayısıyladır. Buna göre "vâdr akan suyun ismi olmaktadır. Ebû Ali ise "dereler (vadiler) ...sel olup taşar" tabirinde bir genişletme vardır. Yani sulan sel olup taşar demek olup, bu anlamdaki kelime hazfedilmiştir, der. Yine Ebû Ali der ki: "Kendi miktarlarınca" ifadesi de suları kadarıyla... demektir. Çünkü vadiler (dere yatakları) bizatihi kendi miktarları kadar akmaz, (Su aktığı miktarda akar).

"Sel de yüze çıkan" yani su üstünde yükselip çıkan

"bir köpük yüklenip götürür." îfade burada tamam olmaktadır, bunu Mücahid söylemiştir. Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Bir süs" yani altın ve gümüşten edindikleri bir süs "veya bir fayda elde etmek için ateşte erittikleri" Mücahid der ki: Demir, bakır ve kurşun gibi

"şeylerden de bunun gibi bir köpük çıkar." Bu da ikinci bir misaldir.

Yüce Allah'ın:

"Bunun gibi bir köpük" âyeti şu demektir: Taşan sel sularının üzerinde bir köpük yükseldiği gibi, bu gibi şeylerin üzerinde de bir köpük yükselir. Sel sularının üzerinde köpüklerin yükselmesi, suya yerin toprağının da karışması ve bunun bir köpük oluşturmasından dolayıdır. Aynı şekilde üzerinde ateş yakılan mücevherat, altın ve gümüş gibi yeryüzünde dağınık bulunan madenlere de toprak karışmış bulunuyor. Bu madenler üzerinde ateşin yakılmasının sebebi ise, madenlerin eriyerek yerin toprağının ondan ayrılmasını sağlamaktır.

"İşte Allah hak ile bâtılı böyle örneklendirir. Ancak köpük atılır, gider" âyeti ile ilgili olarak Mücahid;

" Atılır, gider" tabirini katı olarak (atılır) diye açıklamıştır. Ebû Ubeyde ise der ki: Ebû Amr b. el-Ala dedi ki: -Aynı kökten fiil olan-: tabiri, tencere köpüğü dökülünceye ve dibinde de katılaşıncaya kadar kaynadı, anlamındadır. Vadinin uzaklaştırdığı yani bir kenara attığı şey, demektir. Ebû Ubeyde'nin naklettiğine göre o Ru'be'yi bu kelimeyi; diye okuduğunu dinlemiştir. Ebû Ubeyde der ki: Tencere köpük atmaya başladığı zaman; denilir. Esen rüzgar bulutu parçalayıp dağıttığı zaman da; denilir.

"İnsanlara fayda verecek olan şeye gelince, işte bu yerde kalır." Mücâhid der ki: Bu da saf ve katıksız sudur.

Şöyle de açıklanmıştır: Bundan kasıt su ile anlaştırılmış hale getirilen altın, gümüş, demir, bakır ve kurşundur. Bu iki örnek de yüce Allah'ın sebatı itibariyle hakka, yok olup gitmesi itibariyle de batıla verdiği İki örnektir. Batıl bazı hallerde yükselip kabarsa dahi tıpkı köpüğün ve işe yaramayan kötü karışımların yok olup gitmesi gibi yok olur, gider.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'e ve onun kalplere girip etkileyen buyruklarına verdiği bir misaldir. Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm'i hayrının genelliği, faydasının da kalıcılığı itibariyle yağmura benzetmektedir. Kalpleri de dere yataklarına benzetmektedir. Bu kalplere Kur'ân-i Kerîm'den girip yerleşeni, dere yataklarına genişlik ve darlıklarına uygun olarak giren sulara benzetmektedir.

İbn Abbâs: "O gökten bir su" Kur'ân "indirdi" diye açıklamıştır.

"Dereler kendi miktarlarınca sel dolup taşar." İbn Abbâs der ki: Derelerden kasıt kulların kalpleridir. "Sûku'l-Arûs" adlı eserin sahibi (Ebû Ma'şer et-Taberî) der ki: Eğer bu açıklama sahih olarak gelmişse yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'e suyu, kalplere dere yataklarını, muhkem âyetlere saf olanı, müteşabihe de köpüğü misal verip benzetmesi anlamındadır.

Bir diğer açıklamaya göre ise köpük nefsin kibiri, şüphe gaileleridir. Bunlar sebebiyle nefis sahip olmadığı şeylerle kabarır ve yükseldiği bu noktalarda ise çırpınıp durur. Tıpkı sel sularının saf ve berrak akarken derede bulduğu şeyleri suyun üzerine yükseltmesi gibi. Altın ve gümüş süsüne gelince, bu da üstün ve yüce hallere bir misaldir, tertemiz ahlâka örnektir. Erkeklerin güzellikleri bunlarla ortaya çıkar, salih ameller bunlarla ayakta durur. Tıpkı altın ve gümüşün kadınların süsü olması ve eşyaların kıymetlerinin bunlarla ölçülmesi gibi.

Humeyd, İbn Muhaysın, Yahya, el-A'meş, Hamza, el-Kisaî ve Hafs; " Ateş yakarlar" (mealdeki: Ateşte erittikleri anlamındaki fiil.) âyetini "ya" ile okumuşlardır, Ebû Ubeyd de; "İnsanlara fayda veren" âyetinden dolayı bunu tercih etmiştir. Çünkü yüce Allah, bu âyette bir haber vermektedir ve burada muhatab almak söz konusu değildir. Diğerleri ise ifadelerin baş tarafında yer atan: "Öyle iken Onu bırakıp da... bir takım veliler mi edindiniz?" âyeti dolayısı ile "ta" ile okumuşlardır. (Bu şekildeki okuyuşa göre de anlam: ... ateşte erittiğiniz şeylerden... şeklinde olur).

Yüce Allah'ın:

"Ateşte" âyeti hazfedilmiş bir kelimeye taalluk etmektedir. Hal mahallindedir. Bunun zülhali ise; Ateşte erittikleri) ifadesindeki "he"dir. İfadenin takdiri de şöyle olur: Üzerinde ateşte yakıp erittikleri esnada ateşte bulunan... demektir. Şanı yüce Allah'ın;

"Ateşte" âyetinde de zülhalin ismi olan "he"ye ait merfu bir zamir vardır. "Ateşte" anlamındaki âyetin; "Erittikleri" fiiline taalluk etmesi; " Onun üzerinde ateşte erittim" şeklindeki bir ifade uygun olmayacağından söz konusu olamaz. Çünkü zaten üzerinde ateş yakılan şey ateşin içerisinde bulunur. O takdirde; ın ifade ettiği bir anlam olmaz.

"Bir süs... elde etmek için" âyeti mef'ûlün leh olur.

"Bunun gibi bir köpük çıkar" anlamındaki âyet da mübtedâ ve haber olup selin üzerindeki köpük gibi bir köpük çıkar, anlamındadır.

"Köpük çıkar" ifadesinin haberinin "ateşte" ifadesi olduğu da söylenmiştir. Buna göre ifadenin anlamı: Bunun gibi bir köpük de ateşte çıkar, şeklinde olur. el-Kisaî ise şöyle demektedir: "Köpük" kelimesi mübtedâ "bunun gibi" kelimesi onun sıfatıdır. Haberi ise bundan Önceki cümlede yer alan; "ateşte erittikleri şeylerden" anlamındaki buyruktadır. Buna göre de anlam şöyle olur: Bunun gibi bir köpük de ateşte erittikleri şeylerden çıkar.

"Allah örnekleri işte böyle verir." Yani yüce Allah bu örnekleri size açıkladığı gibi, bunları açık ve seçik bir şekilde de verir demek olup ifade burada sona ermektedir. Daha sonra şöyle buyurmaktadır:

"Rablerinin çağrısını kabul edenlere..." âyetindeki; " Çağrısını kabul edenler" âyeti; demektir. Bu iki şekil aynı anlamdadır. Nitekim şair şöyle demektedir:

"O sırada çağrıya cevap veren hiçbir kimse, onun çağrısına cevap vermedi."

Bu, daha önceden de geçmişti.

Âyetin anlamı ise: Allah'ın kendisini davet ettiği tevhidi ve nübüvvet ile ilgili bilgileri kabule davet ettiği şeylere icabet eden, bunları kabul eden demektir. İşte bunlara "el-hüsnâ vardır" (Cennete) el-hüsnâ denilmesinin sebebi, güzellikte en ileri derecede oluşundan dolayıdır. Dünyada ilahi yardım, kıyâmette ebedî nimetlerin de el-hüsnâ'nın bir parçası olduğu söylenmiştir.

"O'nun” Ona îman etme

"çağrısını kabul etmeyenlere gelince yeryüzündeki her şey" bütün mallar

"ve onunla beraber bir o kadarı daha kendilerinin" mülkü

"olsa, şüphesiz onları" Kıyâmet gününün azabından kurtulmak İçin

"fidye olarak verirlerdi."

Bu âyetin bir benzeri de Al-i İmrân Sûresi'ndedir:

"O kâfirlerin mallarının da, evlatlarının da Allah(ın azâbın)a karşı asla hiçbir faydası olmayacaktır." (Ali İmrân, 3/10);

"Şüphesiz kâfir olanlar ve kâfir olarak ölenlerin hiçbirinden, yeryüzü dolusu altını fidye olarak verse bile asla kabul olunmaz," (Al-i İmrân, 3/9)

"Hesabın kötüsü onlar İçindir." Yani bunların hiçbir iyilikleri kabul olunmayacak ve hiçbir kötülükleri de affedilmeyecektir.

Ferkad es-Sebahî der ki: İbrahim en-Nehaî bana şöyle dedi: Ey Ferkad! Hesabın kötüsünün ne demek olduğunu biliyor musun? Ben: Hayır dedim, şöyle cevap verdi: Kişinin bütün günahları dolayısıyla hesaba çekilmesi ve en ufak bir şeyinin dahi ihmal edilmemesidir.

"Barınakları" kalacaktan ve yerleşecekleri yer "cehennemdir. O ne kötü yataktır!" Kendileri için hazırladıkları bu yatak ne kötüdür!

19

Rabbinden sana indirilenin ancak hak olduğunu bilen kimse kör gibi midir? Ancak selim akıl sahipleri iyice öğüt alır.

"Rabbinden sana indirilenin ancak hak olduğunu bilen kimse kör gibi inidir?" Bu da yüce Allah'ın mü’min ve kâfire verdiği bir örnektir, rivâyete göre bu âyet-i kerîme Hamza b. Abdu'l-Muttalib (radıyallahü anh) ile Ebû Cehil -Allah'ın laneti üzerine olsun- hakkında inmiştir. Körlükten kasıt, kalp körlüğüdür. Dini bilip tanımayan kimse, kalbi kör bir kimsedir.

"Ancak selim akıl sahipleri İyice öğüt alır."

20

Onlar Allah'ın ahdini yerine getirirler, antlaşmalarını bozmazlar.

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Ahidlerine Bağlı Kalanlar:

Yüce Allah'ın:

"Onlar Allah'ın ahdini yerine getirirler..." âyeti selim akıl sahiplerinin niteliklerindendîr. Ancak Allah'ın ahdini yerine getiren selim akıl sahipleri iyice öğüt alır, demektir.

Buradaki "ahid" bir cins ismidir, Allah'ın bütün ahitlerini yerine getirirler, demektir. Bunlar da Allah'ın kullarına vasiyet ettiği emir ve yasaklarıdır. Bu lâfızların kapsamına bütün farzlara bağlılık, masiyeti gerektîrici herşeyden de uzak durmak girer.

"Antlaşmalarını bozmazlar" âyetinde "antlaşmalar"in cins isim olarak kastedilme ihtimali vardır. Yani bunlar Allah'a itaat uğrunda herhangi bir ahdi aktedecek olurlarsa, bunu bozmazlar.

Katâde der ki: Yüce Allah yirmi küsur âyet-i kerîmede kullarına antlaşmalardan söz ederek bunları bozmayı yasaklamıştır. Bu âyetle muayyen bir antlaşmaya işaret etme ihtimali de vardır ki; buna göre, yüce Allah'ın kullarını ataları Âdem'in sulbünden çıkarttığı sırada onlardan almış olduğu ahit ve misak olabilir. el-Kaffâl der ki: Buradaki ahit onların akıllarında yerleşik bulunan tevhid ve nübüvvet yoluyla bildirilenlere dair delillerdir.

2- Ahde Bağlılığın Gereği Ve Tevekkülün Gerçek Mahiyeti:

Ebû Dâvûd ve başkalarının Avf b. Mâlik'ten rivâyetlerine göre o şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın huzurunda yedi yahut sekiz ya da dokuz kişi idik. Şöyle buyurdu: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a bey'at etmez misiniz?" Henüz yeni bey'at etmiştik, o bakımdan: Biz sana bey'at ettik ya, dedik. Nihayet aynı sözü üç defa tekrarladı. Biz de ellerimizi uzatarak ona bey'at ettik. Birimiz: Ey Allah'ın Rasûlü dedi. Biz sana bey'at etmiş idik. Neye sana bey'at ediyoruz? Şöyle buyurdu: "O'na hiçbir şeyi ortak koşmamak üzere Allah'a ibadet edeceğinize, beş vakit namazı kılacağınıza, dinleyip itaat edeceğinize -sonra gizlice bir söz söyledi- ve dedi ki: İnsanlardan da bir şey istemeyeceğinize." (Avf b. Mâlik devamla) dedi ki: Yemin ederim, o kişilerden kimisinin kamçısı düşer, hiçbir kimseden o kamçısını kendisine uzatmasını istemezdi. Müslim, Zekat 108; Ebû Dâvûd, Zekât 27; Nesâi, Salât 5; İbn Mâce, Cihâd 41 (nisbeten kısa olarak); Müsned, VI, 27.

İbnu’l Arabî der ki: Hatırda tutulması gerek en büyük ahitlerden birisi de O'ndan başka hiç kimseden bir şey istememektir. Ebû Hamza el-Horasanî, âbidlerin büyüklerinden idi. Bir takım kimselerin Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a hiçbir kimseden, hiçbir şey İstemeyeceklerine dair bey'at ettiklerini bildiren hadisi işitti. Bunun üzerine Ebû Hamza şöyle dedi: Rabbim, burada sözü edilenler peygamberini gördükleri sırada ona ahit vermişlerdi. Ben de sana hiç kimseden bir şey istemeyeceğime dair ahit veriyorum. Derken Mekke'ye haccetmek üzere Şam'dan yola çıktık. Geceleyin yolda gittiği sırada bir mazereti sebebiyle arkadaşlarından geri kaldı, sonra da onların arkalarına koyuldu. Onlara yetişmek üzere yolda giderken yolun kenarındaki bir kuyuya düştü. Kuyunun dibine vardığında, belki birisi sesimi işitir diye imdat isteyeyim, dedikten sonra kendisine ahit verdiğim zat beni görür ve beni işitir. Allah'a yemin ederim, insanlara (bu hususta) bir tek kelime dahi söylemeyeceğim, dedi. Aradan fazla bir vakit geçmeden, o kuyunun yanından bir takım kimseler geçti. Kuyunun yol kenarında olduğunu görünce, bu kuyunun ağzının kapatılması gerekir, dediler. Sonra da tahta kesip bu tahtaları kuyunun ağzına yerleştirmeye başladılar ve üzerlerini toprakla örttüler. Ebû Hamza bunu görünce, bu bir ölümdür dedi ve arkasından onlardan yardımına koşmalarını istemeyi düşündü, sonra da: Allah'a yemin ederim (aksi takdirde) ebediyyen buradan çıkamayacağım, dedi. Daha sonra kendisine dönerek: Sen, sem gören kimseyle ahitleşmedin mi? dedi ve sesini çıkarmayıp sustu, tevekkül etti. Arkasından durumunu düşünerek, kuyunun dibinde bir yere yaslandı. Bir de baktı ki topraklar üzerine düşüyor ve üzerinden tahtalar kaldırılıyor. Bu esnada da: Elini uzat diyen birisinin sesini işitti. (Ebû Hamza) dedi ki: Elimi ona uzattım, bir defada beni kuyunun ağzına kadar çıkardı, fakat çıktığımda kimseyi göremedim. Sahibi görünmeyen bir sesin bana: Tevekkülün meyvesini nasıl buldun? diye sordu. (Ebû Hamza) daha sonra şu beyitleri söyledi:

"Senden, utancım, muhabbetimi açıklamamı engelledi,

Senin bana ihsan ettiğin bilgi sayesinde bunu açıklamaya muhtaç etmedin,

İşimde bana lütfettin ve benim şahit olunan hallerimi,

Benim gaib olanıma açıkladın.

Ve hiç şüphesiz lütuf a, lütuf ile yardıma koşulur.

İlim ile bana göründün ve âdeta,

Gaybmda benden hoşlanmayan şeyleri uzaklaştırdığını haber veriyorsun gibi,

Senin heybetinden kendimi yalnızlıkta görüyorken,

Senden yana lütuf merhametle bana ünsiyet veriyorsun.

Ölümü sevgide olan bir sevene hayat veriyorsun,

Bu ise hayret edilecek bir şeydir, ölümle beraber hayat nasıl olur?"

İbnu'l-Arabî (devamla) der ki: İşte, bu yüce Allah'a ahit veren ve ahdinde bağlılığının mükâfatını eksiksiz ve kemal derecesinde bulan birisidir. Siz de böylesine uyunuz. İnşaallah hidayet bulursunuz,

Ancak Ebû'l-Ferec el-Cevzî der ki: Bu adamın böyle bir durumda nefsine karşı yardımcı olması iddiasıyla tevekkül diyerek, sesini çıkarmaması helal değildir. Eğer tevekkülün anlamını iyice kavramış olsaydı, böyle bir durumda yardım ve imdat istemenin tevekküle aykırı olmadığını bilecekti. Nitekim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'den çıkışını saklı tutmakla, bir kılavuzu kiralamakla ve bu işi gizlemesini isteyip mağarada gizlenmekle (kendilerine yetiştiği sırada) Sürâka'ya: Bizim bu durumumuzu gizle, kimseye söyleme demekle tevekkülün dışına çıkmamıştı. Buna göre yasak bir işi yapmakla, şer'an övülen tevekkül derecesine ulaşılamaz. Kuyuya düşen bu adamın bu şekilde susması ona yasaktır. Bunu şöyle açıklayalım: Şanı yüce Allah Âdemoğluna kendisine gelecek zararları bertaraf edecek bir araç ve yine kendisi vasıtasıyla fayda sağlayacağı bir araç yaratmıştır. Bir kimse tevekkül iddiasıyla Allah'ın yarattığı bu aracı işletmeyecek olursa, elbetteki bu, tevekkülü bilmemek olur, tevazu hikmetini reddetmek olur. Çünkü tevekkül kalbin yüce Allah'a güvenip dayanmasıdır. Yoksa sebebleri kestirip atmak tevekkül için zorunlu bir şey değildir. Bir kimse acıkıp ölünceye kadar dilencilik yapmayacak olursa, cehenneme girer. Bunu Süfyan es-Sevrî ve başkaları söylemiştir. Çünkü yüce Allah esenlik yolunu da göstermiştir. Bir kimse bu esenlik yolunu tutmayıp oturacak olursa, kendi aleyhine (şeytana) destek vermiş olur.

(Devamla) Ebû'l-Ferec der ki; Dolayısı ile Ebû Hamza'nın: "Bir arslan geldi ve beni çıkarttı" şeklindeki sözüne de bakılmaz. Öyle bir şey olsa dahi bu, tesadüf olabilir. Yüce Allah'ın cahil bir kula lütfü da olabilir. Yüce Allah'ın böyle birisine lütfettiği de inkâr olunmaz, buna tepki gösterilmez. Ancak bizzat kendisinin fiili olan olumsuz davranışı red olunur. Bu da yüce Allah'ın kendisine emanet olarak vermiş olduğu nefsinin aleyhine iş yapmaktır. Oysa Allah ona nefsini korumasını emretmiştir.

21

Onlar Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi bitiştirirler. Rabblerinden korkarlar ve kötü hesaptan endişe ederler.

"Onlar Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi bitiştirirler" âyeti sıla-i rahim hakkında zahir (açık bir deli)dir. Bu Katâde ve müfessirlerin çoğunun görüşüdür. Bununla birlikte bütün itaatleri de kapsamına alır.

"Rabblerinden" bir görüşe göre akrabalık bağını kesmek hususunda, bir diğer görüşe göre bütün masiyetler konusunda

"korkarlar ve kötü hesaptan endişe ederler." Kötü hesap, hesaba çekilirken bütün inceliklere varıncaya kadar inceden inceye hesaba çekilmek demektir. İnceden inceye hesaba çekilen kişi de azaba uğratılır.

İbn Abbâs ve Saîd b. Cübeyr yüce Allah'ın:

"Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi bitiştirirler" âyetinin anlamı bütün kitaplara ve bütün peygamberlere îman etmektir, derler. el-Hasen ise; bu Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)in hukukuna riayet etmek ve onun hakkını gözetmektir, diye açıklamıştır. Dördüncü bir anlama gelme ihtimali vardır. O da îmana salih ameli bitiştirmeleridir ve Allah'ın kendilerine bitiştirilmesini emrettiği hususlarda "Rabblerinden korkarlar ve" bu emri terketmek konusunda "kötü hesaptan endişe ederler."

Bununla birlikte birinci görüş -belirttiğimiz gibi- bu görüşleri de kapsamaktadır. Başarımız Allah'tandır.

22

Onlar Rabblerinin rızasını isteyerek sabrederler. Namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık infak ederler. Kötülüğü, iyilikle Savarlar. İşte yurdun akıbeti bunlaradır.

"Onlar Rabblerinin rızasını isteyerek sabrederler." Buradaki; "Onlar'ın yeni bir cümle olduğu söylenmiştir. Çünkü; "Sabrederler (sabrettiler)" fiili mazi olup; "Bitiştirirler" şeklindeki (muzari) fiile atfedilemez.

Bunun, önce sözü edilenlerin sıfatlarından olduğu da söylenmiştir. Sıfat ise kimi zaman mazi lâfzı ile kimi zaman müstakbel (müzari) lâfzı ile yapılabilir. Çünkü âyet; kim bunu yaparsa, ona şu vardır anlamındadır. "Onlar" anlamındaki kelime aynı zamanda şart manasını da ihtiva ettiğinden ve şart cümlesinde de mazi tıpkı müstakbel (muzari) gibi olduğundan da bu şekilde fiilin gelmesi mümkün olmuştur. Bundan dolayı önce "onlar... yerine getirirler" diye (muzari fiil ile) buyurulduktan sonra (mazi fiil ile): "onlar... sabrederler" diye buyurulmakta, daha sonra da ona "kötülüğü iyilikle Savarlar" diyerek (yine muzari fiil kullanılarak) atıf yapılmaktadır.

İbn Zeyd der ki: Bunlar hem Allah'a itaate sabrettiler. Hem de Allah'ın masiyetlerine karşı sabrettiler. Atâ da der ki: Bunlar musibetlere ve acılara, türlü türlü büyük musibetlere sabrettiler, Ebû İmrân el-Cevnî de der ki: Bunlar Allah'ın rızasını arıyarak, dinleri üzere sabır ve sebat gösterdiler.

"Namazı dosdoğru kılarlar." Namazı farzlarıyla, huşu'uyla, vakitlerinde edâ ederler.

"Ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık infak ederler." İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre bununla farz zekât kastedilmektedir. Bu hususta açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/3- âyet, 25. başlıkta) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.

"Kötülüğü iyilikle Savarlar." Yani salih amel ile kötü amelleri uzaklaştırırlar. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. İbn Zeyd der ki: Bunlar şerri hayır ile Savar ve bertaraf ederler. Saîd b. Cübeyr de: Münkeri, maruf ile bertaraf ederler diye açıklamıştır. ed-Dahhâk'ın açıklamasına göre; onlar kötü ve çirkin sözleri selâm ile; Cüveybir'e göre zulmü affetmek ile; İbn Şecere'ye göre günahı tevbe ile; el-Kutebî'ye göre cahilin saygısızlık ve edebsizliğîni hilm ile bertaraf ederler. Buna göre saygısızlık, edebsizlik (sefeh) kötülük, hilm ise iyilik olmaktadır.

Şöyle de açıklanmıştır: Bir kötülük işlemek istediklerinde ondan vazgeçer ve Allah'tan mağfiret dilerler. Bir diğer açıklamaya göre şirki, lâ ilahe illallah ile uzaklaştırırlar.

İşte bu hususta toplam dokuz ayrı açıklama ve görüş. Hepsinin de anlamı birbirine yakındır. Bunların birincisi ise umumî bir anlam ifade ettiğinden hepsini kapsamaktadır.

Bu âyetin bir benzeri de yüce Allah'ın:

"Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir." (Hûd, 11/114) âyetidir. Hazret-i Peygamber'in, Muâz b. Cebel (radıyallahü anh)a söylediği: "Ve kötülüğün ardından hemen iyiliği yetiştir ki onu silsin. İnsanlarla da güzel bir ahlâk ile geçin" Tirmizî, Birr 55; Müsned, V, 228, 236'da Muâz b. Cebel’den 153, 177'de Ebû Zerr'den. âyeti da bu kabildendir.

"İşte yurdun" yani âhiretin

"akıbeti bunlaradır." Bu da cehennem yerine cennettir. Yurt demek olan "eddâr" yarın iki tanedir. İtaat edenlere cennet, isyan edenlere de cehennemdir. Yüce Allah, burada itaatkârları söz konusu ettiğine göre, onların da yurdu elbetteki kaçınılmaz olarak cennettir.

Buradaki

"yurt" ile dünyanın kastedildiği de söylenmiştir. İşledikleri itaatlerin karşılığı, dünya yurdunda da onlara verilecektir, demek olur.

23

O Adn cennetleridir. Onlar oraya ana ve babalarından, eşlerinden, zürriyetlerinden salih olanlarla birlikte gireceklerdir. Melekler de her kapıdan onların yanına girip;

"O Adn cennetleridir." Yani onlar için Adn cennetleri vardır. Buna göre

"Adn cennetleri" anlamındaki âyet "âkıbefden bedeldir. Bununla birlikte "yurdun akıbeti" ifadesinin tefsiri de olabilir. Yani Adn cennetlerine girmek ile onlara mükâfat verilecektir. Çünkü "yurdun akıbeti" terkibi meydana gelecek bir olayı anlatmaktadır. "Adn cennetleri" ise ayn (nesne)dir. Hades (olay) yine onun gibi bir hades ile açıklanır. O halde hazfedilmiş mastar mef'ûle izafe edilmiştir. Bununla birlikte "Adn cennetleri"rün hazfedilmiş bir mü btedanın haberi olması da mümkündür. "Adn cennetleri" cennetin ortası, onun en yüksek yeridir. Buranın tavanı da Rahmân'ın Arşıdır. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî Ebû Nasr Abdu'l-Melik yapmıştır.

Buhârî'nin, Sahih'inde de şöyle denilmektedir: "Allah'tan dilekte bulunduğunuz vakit O'ndan Firdevs'i isteyiniz. Çünkü Firdevs cennetin en orta yeri ve en yüksek yeridir. Onun üstünde de Rahmân'ın Arş'ı vardır, cennetin bütün nehirleri de oradan kaynar." Buhari, Cihad 4, Tevhîd 22; Tirmizî, Sıfatu'l-Cenne 4; Müsned, II, 335. Eğer bu (el-Kuşeyrînin açıklaması) sahih ise, bu şekilde birçok cennetlerin olma ihtimali de vardır.

Abdullah b. Amr der ki: Cennette

"Adn" diye anılan bir köşk vardır. Etrafında burçlar ve yeşil bahçeler vardır. Bu sarayın bin kapısı vardır. Herbir kapının üzerinde beşbin tane çizgili Yemen örtüsü vardır. Buna ancak peygamber, sıddîk veya şehid olanlar girebilecektir.

"Adn" kelimesi, bir yerde ikamet etti anlamındaki; dan alınmadır. Nitekim ileride yüce Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar Kehf Sûresi'nde (18/31. âyetin tefsirinde) gelecektir.

"Onlar oraya ana ve babalarından, eşlerinden, zürriyetlerinden salih olanlarla birlikte gireceklerdir." Bu âyetin daha önce geçen; " Bunlar"a atfedilmesi de mümkündür, anlam şöyle olur: İşte bunlarla birlikte ana ve babalarından, eşlerinden, zürriyetlerinden salih olanlara da, yurdun akıbeti bunlaradır.

Bununla birlikte bu âyetin; Onlar oraya... gireceklerdir"deki merfu zamire (onlar zamirine) atfedilmesi de mümkündür. (Mealde böyle yapılmıştır.) Böyle bir atıf, aralarında nasbedilmiş bir zamirin girmesinden dolayı uygundur. Anlam şöyle de olabilir: Onlar da oraya gireceklerdir. Ana ve babalarından salih olanlar da oraya gireceklerdir. Yani oraya nesebleri dolayısıyla girmeyecekler, girenler salih oldukları için oraya gireceklerdir.

"Olanlar"da ki... anlar’ın şu takdirde nasb mahallinde olması da mümkündür: Onlar oraya ana-babalarından salih olanlarla birlikte gireceklerdir, Bunlar kendileri gibi amel işlememiş olsalar dahi, yüce Allah, onlara bir ikram ve lütuf olmak üzere yakınlarını da kendilerine katacaktır.

İbn Abbâs der ki: Buradaki salih oluş, Allah'a ve Rasûlüne imandır. Eğer onların (salih amelde bulunanların yakınlarının) îman ile birlikte başka İtaatleri de varsa cennete kendi itaatleri sebebiyle girmiş olurlar, yoksa yakınlarına tabi olmak suretiyle değil.

el-Kuşeyrî der ki: Ancak bu tartışılabilir bir görüştür. Çünkü zaten îman olmadan olmaz ve mutlaka (cennete girmek İçin gerekli) bir şeydir. O halde salih amelin şart olduğu hususunda söz söylemek, imanın da şart olduğunu söylemek gibidir. Zahir olan (kuvvetli olan) odur ki, buradaki salih oluş, genel olarak bütün ameller hakkındadır. Yani yüce Allah onları cennette akrabaları ile birlikte bir araya getirmek suretiyle yarın (kıyâmet gününde) bunlar üzerindeki nimet tamamlanmış olacaktır. Her ne kadar cennete herkes kendi ameliyle girecek olsa dahi, yine de yüce Allah'ın rahmetiyle cennete girilecektir.

"Melekler de her kapıdan onların yanına girip" yani onlara ikramda bulunmak üzere Allah tarafından getirdikleri hediyeler ve armağanlarla onların yanlarına girip;

24

"Sabrettiğiniz şeylere karşılık selâm sizlere! Yurdun ne güzel sonucudur bu!" (derler.)

"Sabrettiğiniz şeylere karşılık selâm sizlere" diyeceklerdir. Burada "diyeceklerdir" sözü zikredilmemiştir. Selâm sizlere ise siz her türlü afet ve mihnetten yana esenliktesiniz artık, demektir.

Bunun -her ne kadar esenlikte bulunuyor iseler dahi- esenliklerinin devamı için onlara yapılacak bir dua olduğu da söylenmiştir. Yani Allah, size selâmet ve esenlik versin, demektir. Bu da kip olarak haber olmakla birlikte dua anlamındadır ve ubudiyyeti itiraf anlamını da ihtiva etmektedir.

"Sabrettiğiniz şeylere karşılık" sabretmeniz sebebiyle, sabretmeniz karşılığında demektir. Çünkü fiil ile birlikte mastar anlamını verir. başındaki "be" harfi de "selâm sizlere" âyetinin anlamına taalluk etmektedir. Hazfedilmiş bir kelimeye taalluku da mümkündür, "Bu üstün ikram sabrınız sebebiyledir" demektir. Allah'ın emir ve yasaklarına sabretmeniz sebebiyledir, anlamındadır. Bu açıklamayı da Saîd b. Cübeyr yapmıştır.

Dünyada fakirliğe sabretmeniz... diye de açıklanmıştır ki bu Ebû İmrân el-Cevnî'ye aittir.

Allah yolunda cihada sabretmeniz sebebiyle diye de açıklanmıştır. Nitekim Abdullah b. Ömer'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah'ın yarattıkları arasından cennete kimlerin gireceğini biliyor musunuz?" Onlar: Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Kendileri vasıtasıyla serhadlerin korunduğu, onlar sebebiyle hoş olmayan şeylerden korunulan ve onlardan birisi öldüğünde ihtiyacını içinde gizlemiş ve onu gerçekleştirememiş olarak ölen mücahidlerdir. Melekler bunlara gelir, her kapıdan onların yanına girip: Sabrettiğiniz şeylere karşılık selâm sizlere, yurdun ne güzel sonucudur bu!" (derler.) Müsned, II, 168, daha uzunca ve: "... mürâhîdlerdir" yerine: "... fakirler ve muhacirlerdir..." şeklinde. Ayrıca "Abdullah b. Ömer'den" değil, "Abdullah b. Amr b. el Âs'dan,"

Muhammed b. İbrahim de der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) her sene şehitlerin kabirlerine gider ve şöyle derdi: "Sabrettiğiniz şeylere karşılık selam sizlere, yurdun ne güzel sonucudur bu." Ebû Bekr, Ömer ve Osman (radıyallahü anhüm) da böyle yaparlardı. Bunu el-Beyhakî de Ebû Hüreyre'den zikrederek şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şehitlere giderdi. Dağlar arasından açılan yolun ağzına geldiğinde (Uhud şehidlerine) şöyle derdi: "Sabrettiğiniz şeylere karşılık selam sizlere. Yurdun ne güzel sonucudur bu." Daha sonra Hazret-i Ebû Bekir de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den sonra bunu yapardı. Hazret-i Ebubekir'den sonra Hazret-i Ömer de aynı şeyi yaptı, Hazret-i Ömer'den sonra Hazret-i Osman da aynı şeyi yaptı.

Hasan-ı Basrî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Dünyada (ihtiyaç) fazlası olan şeylere karşı sabrettiğiniz için selam sizlere... demektir. Bir diğer açıklamaya göre itaatlere devam, masiyetlerden uzak kalmak suretiyle "sabretmenize karşılık..." demektir. Bu anlamdaki açıklamayı el-Fudayl b. İyad yapmıştır.

İbn Zeyd de der ki: Sevdiğinizi kaybetmenize rağmen "sabretmeniz sebebiyle..."

Yedinci bir anlama gelme ihtimali de vardır: Şehvetlerin, isteklerin arkasına takılmaya karşı sabrettiğiniz için...

Abdullah b. Selam ile Ali b. el-Huseyn (radıyallahü anhüm) dediler ki: Kıyâmet günü geldiğinde bir münadi: Sabreden kimseler ayağa kalksın, diye seslenir. İnsanlar arasından bir grup insan kalkar. Onlara, haydi cennete doğru gidin, denilir. Melekler onları karşılar ve: Nereye derler, onlar da: Cennete derler. Melekler, hesabınız görülmeden önce mi? diye sorarlar. Onlar evet, diyecekler. Melekler: Siz kimlersiniz? diye soracaklar, onlar da: Biz sabreden kimseleriz diyecekler. Yine melekler: Sizin sabrınızın mahiyeti neydi? diye soracaklar. Onlar: Biz nefislerimizi Allah'a İtaat üzere sabrettirdiğimiz gibi Allah'a masiyetlere karşı da sabrettirdik. Dünyada bela ve mihnetlere karşı da sabrettirdik. Ali b. el-Huseyn der ki: Bu sefer melekler onlara: Haydi cennete girin. Salih amellerde bulunanların mükâfatı ne güzeldir, diyeceklerdir. İbn Selâm ise şöyle der: Melekler onlara: Sabrettiğiniz şeylere karşılık selam sizlere! diyeceklerdir.

"Yurdun ne güzel sonucudur bu!" Yani sizin önceden içinde bulunduğunuz yurdun ne güzel sonucudur bu! Siz o yurtta iken, neticede sizi içinde bulunduğunuz bu hale ulaştıracak amellerde bulundunuz. Buna göre "sonuç (anlamındaki el-ukbâ)" bir isimdir "yurftan kasıt ise dünyadır.

Ebû İmrân el-Cevnî der ki: "Yurdun ne güzel sonucudur bu!" âyeti cehennem yerine cennet ne güzeldir, demektir. Yine ondan nakledildiğine göre dünyadan sonra cennet ne güzeldir, diye açıklamıştır.

25

Allah'a verdikleri sözü andlarıyla sağlamlaştırdıktan sonra bozanlar, Allah'ın bitiştirilmesini emrettiği şeyi koparanlar, yeryüzünde fesad çıkaranlar (var ya)! İşte lanet de onlaradır, yurdun kötüsü de onlaradır.

Yüce Allah ahdini yerine getirenleri, emrini bitiştirip ifa edenleri söz konusu edip onların mükâfatlarını da zikrettikten sonra

"Allah'a verdikleri sözü andlarıyla sağlamlaştırdıktan sonra bozanlar..." âyeti ile de onların aksini söz konusu etmektedir.

"Ahdin bozulması (misak'ın nakzedilmesi)" Allah'ın emrinin terk edilmesi demektir. Akıllarını ihmal etmeleri anlamında olduğu da söylenmiştir. Bunlar yüce Allah'ı tanımak üzere akıllarını kullanıp düşünmeyen kimselerdir.

"Allah'ın bitiştirilmesini emrettiği şeyi" akrabalık bağlarını ve bütün peygamberlere îman etmeyi

"koparanlar, yeryüzünde" küfür ve masiyetleri işlemek suretiyle

"fesad çıkaranlar (var ya)! İşte lanet" yani ilâhî rahmetten kovulmak ve uzaklaştırılmak

"de onlaradır, yurdun kötüsü" yani dönülecek kötü yurt -ki o da cehennemdir-

"de onlaradır."

Sa'd b. Ebi Vakkas dedi ki: Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki burada sözü geçenler Harurî'lerdir (Haricîlerdir.)

26

Allah rızkı dilediğine genişletir, daraltır. Onlar ise dünya hayatı dolayısı ile şımardılar. Halbuki dünya hayatı âhirete nisbetle sadece bir geçimliktir.

Yüce Allah'ın:

"Allah rızkı dilediğine genişletir" âyetine gelince; yüce Allah, mü’minin akıbeti ile müşrikin akıbetini söz konusu ettikten sonra, dünya hayatında rızkı genişletip yayanın bizzat kendisi olduğunu beyan etmektedir. Çünkü dünya bir imtihan yurdudur. Kâfire geniş bir rızık verilmesi, onun üstün ve değerli olduğuna delil değildir. Bazı mü’minlere az rızık verilmesi de onların hakir olduk la nna, küçüklüklerine delil değildir.

" Daraltır" demektir. Yüce Allah'ın:

"Rızkı kendisine daraltılan kimse..." (et-Talâk, 65/7) demektir. "Daraltır"ın yeteri kadar verir anlamında olduğu da söylenmiştir.

"Onlar ise dünya hayatı dolayısıyla şımardılar." Bununla Mekke müşriklerini kastetmektedir. Onlar dünya hayatı dolayısıyla şımardılar ve ondan başkasını tanımayıp Allah'ın nezdindekileri bilemediler. Bu âyet "yeryüzünde fesad çıkaranlar" âyetine atfedilmiştir. Âyet-i kerîmede takdim ve tehir vardır ki, ifadenin takdiri şöyledir: Sağlamlaştırılmasından sonra Allah'ın ahdini bozanlar, Allah'ın bitiştirilmesini emrettiği şeyi kesenler, yeryüzünde fesad çıkartanlar ve dünya hayatı dolayısı ile şımaranlar (var ya; işte lanet onlaradır,..)

"Halbuki dünya hayatı âhîrete nisbetle" âhiretin yanında

"sadece bir geçimliktir." Yani eşyalardan bir eşya gibidir. Tencere ve küçük bir tepsi gibi bir şeydir. Mücahid de; geçip giden azıcık bir şey demek olup günün yükseldiğini anlatmak için kullanılan; Gün yükseldi" tabirinden alınmıştır. Böyle bir günün ise mutlaka zeval bulması kaçınılmazdır, der. İbn Abbâs der ki: Dünyanın geçimliği, çobanın azığı gibi bir azıktır, demektir.

Bir diğer açıklamaya göre, dünya hayatının geçimliği dünyada iken kendisinden yararlanılan şeyler demektir.

Geçimliğin, âhiret için dünyadan edinilen azık anlamında olduğu da söylenmiştir. Takva ve salih amel gibi.

Yüce Allah "yurdun kötüsü de onlaradır" diye durumlarını belirttikten sonra "Allah rızkı dilediğine genişletir, daraltır" buyurarak rızkı dilediğine genişletip yayacağını, dilediğinin rızkını da daraltacağını bildirmekte ve daha sonra da şöyle buyurmaktadır:

27

Kâfir olanlar: "Kendisine Rabbinden bir âyet indirilmeli değil miydi?" derler. De ki: "Şüphesiz Allah dilediğini saptırır ve kendisine yönelenleri de doğru yola iletir."

Yüce Allah:

"Kâfir olanlar: Kendisine Rabbinden bir âyet indirilmeli değil miydi? derler" âyetinde olduğu gibi, Peygamberlerin doğruluğuna delâlet eden tek bir âyet (mucize) gördükten sonra onlara mucizeler gösterme teklifinde bulunmanın bir cahillik olduğunu bir kaç yerde açıklamaktadır.

Bu sözleri söyleyen kişi Abdullah b. Ubeyy ile onun arkadaşlarıdır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den bir takım mucizeler "âyetler" göstermesini istediklerinde bu sözleri söylemişlerdi.

"De ki: Şüphesiz Allah" azze ve celle

"dilediğini saptırır." Yani bir takım âyetleri indirdikten ve sizleri bunları delil olarak kullanmaktan mahrum ettikten sonra sapıklıkta bıraktığı gibi, başkalarının inmesi esnasında da sizleri saptırır

"ve kendisine yönelenleri de doğru yola iletir."

“Kendisine" âyetindeki zamir hakka yahut İslâm'a veya yüce Allah'a racîdir. Yani: O, kalbiyle kendisine dönen kimseleri dinine ve kendisine itaate hidayet eder. Zamirin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e ait olduğu da söylenmiştir.

28

Bunlar Îman edenlerdir, gönülleri Allah'ın zikri ile huzura kavuşanlardır. Haberiniz olsun ki; kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur.

"Bunlar îman edenlerdir" âyetindeki:

"Bunlar" nasb mahallindedir. Çünkü mef'ûldür; Allah îman eden bu kimseleri hidayete iletir demektir. Bunun

"kendisine yönelenler" âyetinden bedel olduğu da söylenmiştir, o da yine nasb mahallinde olur.

"Gönülleri Allah'ın zikriyle huzura kavuşanlardır." Yani yüce Allah'ı tevhid ile kalpleri sükûna erer. Teselli bulur ve böylelikle huzura kavuşur. Yani bunların kalpleri dilleriyle birlikte Allah'ı zikretmeye devam etmek suretiyle huzur bulur. Bu açıklamayı Katâde yapmıştır.

Mücahid, Katâde ve başkaları da derler ki: Allah'ın zikrinden kasıt Kur'ân-ı Kerîm'dir. Süfyan b. Uyeyne ise, Allah'ın emridir diye açıklamıştır. Mukâtil Allah'ın va'di diye açıklamıştır.

İbn Abbâs, Allah'ın adıyla yemin ederek... diye açıklamıştır. Yahut onların kalpleri Allah'ın lütuf ve nimetlerini hatırlayarak huzur bulur, tıpkı O'nun adalet, intikam ve kazasını hatırlamakla titrediği gibi.

"Allah'ın zikri ile" âyetinin, onlar Allah'ı anarlar, O'nun âyetleri üzerinde dikkatle düşünürler ve böylelikle basiretli bir şekilde kudretinin ne kadar mükemmel olduğunu bilip, tanırlar, anlamına geldiği de söylenmiştir.

"Haberiniz olsun ki kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur."

Buradaki

"kalpler"den kasıt mü’minlerin kalpleridir, İbn Abbâs der ki: Bu, yemin etmek hakkındadır. Bir kimsenin hasmı Allah İsmi ile yemin ettiği takdirde, kendisine yemin olunanın kalbi huzura kavuşur.

"Allah'ı anmakla" Allah'a itaat etmekle diye açıklandığı gibi; Allah'ın mükâfatıyla, Allah'ın va'diyle diye de açıklanmıştır. Mücahid der ki: Bunlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in ashabıdır.

29

Îman edip salih amel işleyenlere ne mutlu! Güzel dönüş yeri de onlarındır.

Veya: "Îman edip salih amel işleyenler var ya! Onlara Tûba vardır"

Yüce Allah'ın:

"Îman edip salih amel İşleyenlere ne mutlu" âyeti mübtedâ ve haberdir. Anlamının: "Onlara ne mutlu" şeklinde olduğu söylenmiştir. Buna göre; " Ne mutlu" kelimesi mübtedâ olarak merfudur. Bununla birlikte şu takdirde nasb mahallinde olma imkânı da vardır: Allah onlara Tuba'yı takdir etmiştir. Buna;

"Güzel dönüş yeri de onlarındır" âyeti da sözü geçen iki şekilde de atfedilebilir ve merfu veya mansub olabilir.

Abdu'r’Rezzak naklederek der ki: Bize Ma'mer, Yahya b. Ebi Kesir'den haber verdi. O, Amr b. Ebi Yezid el-Bikâlî'den, o Utbe b. Abd es-Sülemî'den dedi ki: Bedevî bir Arap Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in yanına gelerek cennete ve Havza dair ona soru sordu ve: Orada meyve var mıdır? dedi. Hazret-i Peygamber: "Evet, bir de Tûbâ diye adlandırılan bir ağaç da vardır." Bedevi: Ey Allah'ın Rasûlü bizim yerlerimizdeki ağaçlardan hangisine benzer? Hazret-i Peygamber:

"Senin bulunduğun yerdeki ağaçlardan hiçbirisine benzemez. Şam’a hiç gittin mi? Orada ceviz diye bilinen bir ağaç vardır. O ağaç bir gövde üzerinde yükselir ve üst tarafı da yayılır. " Bedevi:

"Ey Allah’ın Rasulü, peki bunun kökünün büyüklüğü ne kadardır?" diye sorunca Hazret-i Peygamber:

"Şayet yakınlarına ait dört yaşını bitirmiş bir dişi deveye binecek olsan, aşırı yaşlılıktan dolayı göğsünün kemiği kırılıncaya kadar sen bunun gövdesinin etrafnı dolaşamazsın" dedi. (ve ravi) hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Taberâni, el-Evsat 1, 255-256; İbn Abdi’l-Berr, et-Temhid, III, 320-321; el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X, 413. Biz bu hadisin tamamını "et-Tezkire" adlı kitabımızın cennet ile ilgili bahislerinde zikrettik. Yüce Allah’a hamdolsun.

İbnü’l-Mubarek de şöyle demektedir: Bize Ma’mer el-Eş’as’tan, o Abdullah’tan, o Şehr b. Havşeb’ten, o Ebû Hüreyre’den naklen dedi ki: Cennette Tuba denilen bir ağaç vardır. Yüce Allah ona: "Kulum için istediği her şeyi yarılarak içinden çıkar", diye buyurur. Bu ağaç da yarılarak ona içinden eğeri, dizginleri ve dilediği bir şekilde bir at çıkartır. Yine içinden dilediği şekilde üzerinde eğer takımları ve dizginleri, yuları bulunan deve çıkartır. İstediği gibi en güzel develeri ve elbiseleri de çıkartır. Süyûtî, ed-Durru’l-Mensur, IV, 643.

İbn Vehb de Şehr b. Havşeb yoluyla, o Ebû Umame el-Bahili’den şöyle dediğini nakletmektedir: "Tuba cennetteki bir ağaçtır. Bu ağaçtan bir dalın bulunmadığı tek bir ev yoktur. Ne kadar güzel kuş varsa mutlaka o ağaçtadır, ne kadar güzel meyve varsa mutlaka o ağaçtandır.

Şöyle de denilmiştir: Bu ağacın gövdesi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem.v.)’in cennetteki köşkündedir. Sonra dalları cennet ehlinin köşklerine yayılır. Tıpkı ilim ve imanın ondan bütün dünyaya yayıldığı gibi.

İbn Abbâs der ki:

"Onlara Tubâ vardır." Yani onlara sevinç ve göz aydınlığı vardır. Yine ondan nakledildiğine göre "Tubâ" Habeşçe’de cennetin adıdır. Saîd b. Cübeyr de böyle demiştir. Er-Rabi b. Enes der ki: Tuba, Hint dilinde bahçe demektir. el-Kuşeyri der ki: Eğer bu doğru ise her iki dil arasında bu kelimede bir uyum var, demektir.

Yine Katade der ki:

"Onlara Tubâ vardır." Onlara güzellik vardır, demektir. İkrime, onlara bol nimetler vardır, İbrahim en-Nehaî onlara hayır vardır diye açıklamıştır

Yine İbrahim en-Nehaî’den Allah’tan onlara bir lütuf vardır, diye açıkladığı nakledilmiştir. ed-Dahhak ise onlara imrenilecek şeyler vardır, demiştir.

En-Nehhâs der ki: Bütün bu açıklamalar birbirine yakındır. Çünkü “Tubâ” kelimesi “et-Tayyib” kelimesinden “Fu’lâ” vezninde bir kelimedir. Yani hoş ve güzel geçim onlaradır. Bütün bunlar da "tayyib" (hoş ve güzel) olan şeye racidir. ez-Zeccâc der ki: Tûbâ kelimesi "et-tayyib"den "fu'lâ" vezninde bir kelimedir ki, bu da onların hoşlanacakları bir durum demektir. Kelimenin aslı ise; şeklinde olup "ya" harfi sakin ondan önceki harf ötreli olduğundan dolayı "vav"a dönüşmüştür. Tıpkı; Zengin, yakîn sahibi dedikleri gibi.

Derim ki: Sahih olan "Tûbâ"nın bir ağaç olduğudur, çünkü sözünü ettiğimiz merfu hadis bunu gerektirmektedir ve es-Süheylî'nin belirttiğine göre de bu sahih bir hadistir. Ayrıca Ebû Ömer bu hadisi et-Temhîd'de de nakletmektedir. III, 320-321 Biz de hadisi oradan naklettik. Yine bu hadisi es-Sa'lebî de Tefsir'inde zikretmektedir. el-Mehdevî ile el-Kuşeyrî de Muaviye b. Kurre'den, onun da babasından naklettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Tûbâ cennetteki bir ağaçtır, Allah onu kendi eliyle dikmiştir. Ona ruhundan üflemiş olup bu ağaç süs eşyalarını ve güzel elbiseleri bitirir. Bu ağacın dalları cennetin Sur'unun arkasından dahi görülür." Suyûti, ed-Durru'l-Mensâr, IV, 643-644. Bu tür haberleri daha fazla görmek isteyen es-Sa'lebnin tefsirin )i mütalaa etsin.

İbn Abbâs der ki; "Tûbâ" cennetteki bir ağaç olup, onun kökü Hazret-i Ali'nin köşkündedir. Her mü’minin evinde de bunun bir dalı bulunur.

Ebû Ca'fer Muhammed b. Ali de der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e yüce Allah'ın:

"Onlara tûbâ vardır. Güzel dönüş yeri de onlarındır" âyeti hakkında soruldu da şöyle buyurdu: "O kökü benim köşkümde bulunan dalları da cennette uzanan bir ağaçtır." Sonra o ağaç hakkında bir defa daha ona soruldu şöyle buyurdu: "O kökü Ali'nin köşkünde, dalları ise cennete eğilmiş bir ağaçtır" dedi. Bu sefer ona: Ey Allah'ın Rasûlü, onun hakkında sana sorulmuştu, sen: "O kökü benim köşkümde, dalları cennette" diye cevap vermiştin. Sonra bir daha onun hakkında sana soruldu, bu sefer; "O kökü Ali'nin köşkünde, dalları da cennettedir" diye cevap verdin. Bu sefer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki benim de köşküm, Ali'nin de köşkü yarın cennette birdir ve aynı yerdedir." Yine Hazret-i Peygamber'den şöyle dediği nakledilmektedir: "O kökü benim köşkümde bulunan bir ağaçtır. Sizin herbirinizin köşkünde de mutlaka ondan sarkan bir dal vardır,"

"Güzel dönüş yeri de onlaradır" buyruğundakî:

"Dönüş yeri" ile aynı kökten olmak üzere; Döndü, demektir.

İfadenin takdirinin şöyle olduğu da söylenmiştir: Îman edip gönülleri Allah'ın zikri ile itminana kavuşanlara ve salih amel işleyenlere Tûbâ vardır. (Onlara ne mutlu)!

30

Seni de öylece, kendilerinden evvel nice ümmetler gelip geçmiş olan bir ümmete, sana vahyettiğimizi kendilerine okuman için gönderdik. Halbuki onlar Rahmânı inkâr ediyorlar. De ki: "O, benim Rabbimdir. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Ben yalnız O'na güvenip dayandım. Dönüşüm de yalnız O'nadır."

"Seni de öylece, kendilerinden evvel nice ümmetler gelip geçmiş olan bir ümmete, sana vahyettiğimizi" yani Kur'ân-ı Kerîm'i

"kendilerine okuman İçin gönderdik." Senden önce pek çok peygamber gönderdiğimiz gibi, seni de peygamber olarak gönderdik, demektir. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır.

Şöyle de açıklanmıştır: Kendilerine Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)in peygamber olarak gönderildiği kimselere ihsan olunan ni'met, ondan önceki peygamberlerin kendilerine gönderilmiş olduğu kimselere İhsan olunmuş nimetlere benzetilmiştir.

"Halbuki onlar Rahmân! İnkâr ediyorlar." Mukâtil ve İbn Cüreyc der ki: Bu âyet, Hudeybiye barışı esnasında barış şartlarını yazmak istedikleri sırada inmiştir. Bu sırada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ali (radıyallahü anh)'a: "Bismillahirrahmanirrahîm, yaz" dîye emretmişti. Süheyl b. Amr ile müşrikler ise: Biz Rahmân olarak ancak Yemame'nin sahibini biliyoruz. Bunlarla Müseylime el-Kezzâb'ı kastetmişlerdi. O bakımdan "Bismikellahumme (senin adınla ey Allah'ım)" diye yaz, dediler. İşte cahîliye dönemi insanları böyle yazıyorlardı.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de bunun üzerine Hazret-i Ali'ye: "Yaz, bu Allah'ın Rasûlü Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)in üzerinde barış yaptığı şartlardır" dedi. Ancak Kureyş müşrikleri: Sen gerçekten Allah'ın Rasûlü olduğun halde buna rağmen biz seninle Savaşsak ve seni engellemiş olsak, elbette sana zulmetmiş oluruz. Ama bunun yerine sen: "Bu Abdullah'ın oğlu Muhammed’in üzerinde barış yaptığı şartlardır" diye yaz, dediler.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in ashabı: Bize izin ver de bunlarla çarpışalım, dedilerse de Hazret-i Peygamber: "Hayır, bunun yerine istedikleri gibi yaz" dedî ve bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.

İbn Abbâs da der ki: Bu âyet, Kureyş kâfirleri hakkında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendilerine: "Rahmân'a secde edin" dediği esnada onlar: Rahmân da kimmiş? demeleri üzerine inmiştir.

Ey Muhammed onlara

"de ki O" Sizin inkâr ettiğiniz

"benim Rabbimdir, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur" O'ndan başka ma'bud yoktur. O zatıyla bir ve tektir, isim ve sıfatları farklı farklı olsa dahi.

"Ben yalnız O'na tevekkül ettim" güvenip, dayandım

"dönüşüm de yalnız O'nadır." Yarın O'nun huzuruna döneceğim. Bugün de aynı şekilde ben O'na, kazasına rıza göstererek, emrine teslim olarak güvenip dayandım.

Denildiğine göre Ebû Cehil, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı (Ka'be'nin) Hicr'inde: "Ey Allah, ey Rahmân..." diye dua ettiğini işitince, şöyle demiş: Muhammed bize ilahlara ibadet etmeyi yasaklıyordu. Şimdi kendisi iki ilaha dua etmektedir. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme ve yüce Allah'ın:

"De ki: İster Allah diye çağırın, ister Rahmân diye çağırın..." (el-İsra, 17/110) âyeti nazil oldu.

31

Eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü veya onunla yerin parça parça edildiği, kendisiyle ölülerin konuşturulduğu bir Kur'ân olsaydı... (bu olurdu). Fakat bütün emirler yalnız Allah'ındır. Îman edenler hâlâ şu gerçeği bilmediler mi ki; Allah dileseydi, elbette İnsanların tümünü hidayete erdirirdi. Allah'ın va'di gelinceye kadar da o kâfirlerin başına İşledikleri yüzünden ya ansızın büyük bir musibet gelip çatacak yahut yurtlarının yakına konup duracaktır. Şüphesiz Allah va'dinden dönmez.

Yüce Allah'ın:

"Eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü... bir Kur'ân olsaydı" şeklindeki bu âyet, daha önce geçen:

"Kendisine Rabbinden bir âyet indirilmeli değil miydi?" (er-Râ'd, 13/27) âyeti ile ilgilidir. Şöyle ki: Mahzumoğullarına mensup olan Ebû Cehil ve Abdullah b. Ümeyye'nin de bulunduğu Mekke müşriklerinden bir topluluk Kâ'be'nin arka tarafında oturdular. Sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a haber gönderdiler. O da yanlarına geldi. Abdullah kendisine; Eğer bizim sana tabi olmamız seni sevindirecek (memnun edecek) ise haydi Kur'ân ile Mekke'nin dağlarını gözümüzün önünde yürüt ve bu dağlan bizden uzaklaştır ki ortalık biraz genişlesin. Çünkü burası dar bir arazidir. Bu şehirde bizim için pınarlar ve nehirler akıt, ta ki ağaç dikelim, ekin ekelim. Sen, senin iddia ettiğin gibi Rabbin nezdinde Davud'dan daha önemsiz değilsin, Davud'a ise Rabbi dağlan müsahhar kılmıştı ve dağlar onunla birlikte yürüyordu. Rüzgarları da bize müsahhar kıl, biz bu rüzgarlara binip Şam'a kadar gidelim. Yiyeceklerimizi ve ihtiyaçlarımızı rüzgarın üzerinde oraya giderek görelim. Sonra da aynı günümüzde geri dönelim. Çünkü senin iddia ettiğine göre Süleyman'a da rüzgâr musahhar kılınmıştı. Şüphesiz ki sen Rabbin nezdinde Davud'un oğlu Süleyman'dan daha önemsiz değilsin. Yîne bize senin büyük atan Kusay'ı veya senin istediğin ölülerimizden herhangi bir kimseyi dirilt te ona soralım: Gerçekten senin bu söylediğin bir hak mıdır? Yoksa batıl mıdır? Çünkü Îsa ölüleri diriltirdi ve hiç şüphesiz sen Allah nezdinde ondan daha ehemmiyetsiz değilsin. Bunun üzerine yüce Allah da:

"Eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü... bir Kur'ân olsaydı" âyetini indirdi. Bu anlamdaki açıklamayı ez-Zübeyir b. el-Avvâm, Mücahid, Katâde ve ed-Dahhâk yapmışlardır.

Âyette cevap hazfedilmiş otup, takdiri şöyledir: ... (böyle) bir Kur'ân olsaydı, elbetteki bu Kur'ân olurdu. Ancak takdiri cevap îcâz (özlü) olsun diye hazmedilmiştir. Çünkü kelâmın zahirinde zaten buna delâlet vardır. Şair İmruu'l-Kays'in şu beyitinde olduğu gibi:

"Eğer o bir defada ölen bir nefis olsaydı...

Fakat o (hastalığım sebebiyle) parça parça dökülen canlar durumundadır."

Burada canım bir defada çıkmış olsaydı, bana kolay olurdu, demek istemektedir.

Katâde'nin görüşünün anlamı budur. O der ki: Eğer size indirilen bu Kur'ân'dan önce herhangi bir Kur'ân (okunan kitap) böyle bir şeyi yapmış olsaydı, sizin Kur'ân'ınız da bunu yapardı.

Cevabın önceden geçtiği ve İfadede takdim ve te'hir olduğu da söylenmiştir. Yani: Onlar yine Rahmân'ı inkâr ederler. İstersek Biz, Kur'ân'ı indirip onların teklif ettikleri şeyleri yapsak dahi. el-Ferrâ' der ki: Cevabın şu şekilde olmass da mümkündür: Eğer onların bu dedikleri yapılacak olsa hiç şüphesiz onlar yine de Rahmân'ı inkâr ederler.

ez-Zeccâc der ki: Yüce Allah'ın:

"Eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü... bir Kur'ân olsaydı" yine îman etmezlerdi. Burada gizli bulunan cevap yüce Allah'ın:

"Eğer Biz onlara gerçekten melekleri indirseydik... yine de Allah dilemedikçe îman etmezlerdi"(el-En'âm, 6/111) âyetinde açıkça ifade edilmiştir.

"Fakat bütün emirler yalnız Allah'ındır." Yani bütün emirlerin mutlak Mâlikî, onlardan dilediğini yapan O'dur. Yoksa sizin bu istedikleriniz Kur'ân ile olacak şeyler değildir, bunlar ancak Allah'ın emri ile olur.

"Îman edenler hâlâ şu gerçeği bilmediler mi ki" âyetindeki; Nehalıların şivesinde "bildi" anlamındadır. el-Kuşeyrî de bunu İbn Abbâs'tan nakletmiştir. Bilmediler mi ki, demektir. el-Cevherî de "es Sıhâh" adlı eserinde bunu böyle açıklamıştır.

Bu kelimenin bu anlamda kullanılmasının Hevazinlilerin şivesi olduğu da söylenmiştir. Bilmedi(ler) mi ki demek olduğu, İbn Abbâs, Mücahid ve el-Hasen'den nakledilmiştir. Ebû Ubeyde der ki: Onlar bilmediler ve açıkça anlamadılar mı ki, anlamındadır. Ebû Ubeyde bu hususta Malik b. Avf en-Nasrî'ye ait Merhum Kurtubî, bu beyiti daha önce, el-Bakara, 2/219. âyet, 4. başlıkta zikretmiş ve şairin Suhaym b. Vesil el-Yarbuî olduğunu belirtmişti. Beyiti çeşitli vesilelerle zikreden başkaları da aynı ismi verirler; Taberî, Câmiu'l-Beyân, XIII, 153; İbn Manzur, Lisânu'l-Arab, VI, 260; İbn Hişam, Katru'n-Nedâ, s. 61-62: Kurtubî, -Dâru'l-Hadis baskısı-, IX, 329 not: 2 şu beyiti de nakletmektedir:

"Benim kimin payına düşeceğimi tesbit etmek için oklarla kur'a çektiklerinde,

yol ağzında onlara diyordum ki:

Siz benim Zehdem atlısının oğlu olduğumu bilmez misiniz?"

el-Bakara Sûresi'nde (2/219. âyetin tefsirinde) de bu beyit geçmiş bulunmaktadır. Bu beyitteki; " Benim kimin payına düşeceğimi tesbit etmek için kur'a çektiklerinde" anlamındaki ifade; "Beni esir aldıklarında" şeklinde de rivâyet edilmiştir.

Rebâh b. Adî de derki:

"Bunlar benim onun oğlu olduğumu bilmiyorlar mı ki?

Her ne kadar aşiretimin topraklarından uzakta bulunuyor isem dahi."

"Kitabu'r-Redd"de de; " Benim onun oğlu olduğumu..." şeklinde rivâyet edilmiştir. el-Ğaznevî de bunun bu şekilde "bilmedi...ler mi" anlamında olduğunu nakletmiştir.

Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Îman edenler bilmediler mi ki eğer Allah dilese hiç şüphesiz mucizeleri (âyetleri) görmeksizin dahi bütün insanları hidayete erdirirdi.

Bu kelimenin bilinen anlamı İle "ye's"den geldiği de söylenmiştir. Yani îman edenler hâlâ bu kâfirlerin îman edeceklerinden yana ümit kesmediler mi? Çünkü îman edenler şunu bilirler ki; şüphesiz Allah eğer onların hidayete gelmelerini dilemiş olsaydı, elbette onları hidayete erdirirdi. Çünkü mü’minler kâfirlerin îman etmelerini arzu ederek mucizelerin indirilmesini temenni etmişlerdi.

Ali ve İbn Abbâs ise; "Îman edenler açıkça bilmediler mi ki..." diye okumuşlardır.

el-Kuşeyrî der ki; İbn Abbâs'a yazılı olan şekliyle "bilmediler mi ki" anlamındadır, demeleri üzerine, o şu cevabı vermiş: Kâtibin bunu uykulu iken yazdığını zannediyorum. Yani bununla bazı harfleri ziyade ederek "bildi" anlamındaki kelime ortaya çıktı.

Ancak Ebû Bekir el-Enbarî şöyle demektedir: İkrime'den, o İbn Ebi Necih'den; "Îman edenler açıkça bilmediler mi ki..." şeklinde okuduğu rivâyet edilmiştir. Tilavette bunun doğru olduğunu iddia edenler de bunu delil gösterirler. Ancak böyle bir rivâyetin İbn Abbâs'tan geldiği batıldır. Çünkü Mücahid ve Saîd b. Cübeyr, İbn Abbâs'tan bu kelimeleri Mushaf taki şekliyle, Ebû Amr'ın kıraati ve onun Mücahid'den ve Saîd b. Cübeyr'den ikisinin de İbn Abbâs'tan rivâyet ettiği şekliyle okumuşlardır. Dîğer taraftan eğer onların bu kıraatinin "açıkça bilmediler mi ki" anlamındaki kıraat ile eğer Allah'ın, kendilerinin icma'a muhalif olarak okudukları o lâfzın anlamını murad ettiğini kabul ediyorlarsa, bizim kıraatimiz zaten o manayı veriyor ve o kıraatin anlamı ile aynı neticeye varıyor. Eğer yüce Allah "bilmek" anlamında olmayan "ümit kesmek" şeklindeki diğer anlamı murad etmiş ise; bu muhalif kıraati tercih edenlerin maksatları ortadan kalkmış olur.

Böyle bir maksadın düşmesi ise Kur'ân-ı Kerîm'i iptal eder ve bu görüşün sahiplerinin iftiracı olmalarını gerektirir.

"Allah dileseydi" âyetin da ki; şeddeli "nun"dan tahfif edilmiştir ki; "şüphesiz Allah dileseydi" anlamındadır. " ... elbette insanların tümünü hidâyete erdirirdi." Bu da Kaderiyye'nin vb. kanaatlerini reddetmektedir.

"Allah'ın va'di gelinceye kadar da o kâfirlerin başına işledikleri yüzünden ya ansızın büyük bir musibet gelip çatacak" yani küfür ve inatları sebebiyle ummadıkları bir zamanda bir musibet gelip onları bulacak.

" Musibet" kelimesi ile aynı kökten olmak üzere; "Bir iş başına geldi, bir musibetle karşılaştı" denilir. Çoğulu da; şeklindedir. Bunun mastar olarak asıl anlamı vurmak, çalmaktır. Şair der ki:

"Eskiden beri sahip olduğum, miras aldığım malları da sonradan topladığım bağ, bahçe ve akarları da tüketti.

Şarap kâselerini sürahilerin ağızlarına yapıştırmam."

Âyetin anlamı şudur: Müşriklerin elebaşıları olup alay edenlerin başına geldiği gibi, Erbed'e isabet ettiği şekilde bir yıldınm) yahut öldürülen ya da esir edilenlerin başına geldiği gibi, öldürme, kıtlık ve bunun dışında çeşitli azâb ve bela türlerinden helâk edici bir musibet onlara gelip çatacaktır.

İkrime, İbn Abbâs'tan (âyet-i kerîmede geçen ve musibet anlamındaki) el-kâria hakkında musibet demektir, dediğini nakletmektedir. Yine İbn Abbâs ve ikrime derler ki: Kâria, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın onlar üzerine göndermiş olduğu gözcü birlikler ve küçük askeri birliklerdir.

"Yahut" -Katide ve el-Hasen'in dediğine göre- bu musibet

"yurtlarının yakınına konup, duracaktır." İbn Abbâs da der ki: Yahut sen onların yurtlarına yakın bir yerde konacaksın, anlamındadır.

Denildiğine göre; âyet-i kerîme Medine'de inmiştir. O zaman anlam şöyle olur: Musibetler onlara isabet edip duracak, onların yurtlarına yahut Medine ve Mekke'nin yakınındaki kasabalar gibi onlara yakın yerlere de inmeye devam edecektir.

"Allah'ın" Katâde ve Mücahidin dediklerine göre Mekke'nin fethine dair

"va'di gelinceye kadar."

Bu âyet-i kerimenin Mekke'de İndiği söylenmiştir. Yani musibetler onlara isabet edip duracak ve sen ey Muhammed, onların yanlarından çıkıp Medine'ye gideceksin. Onların yurtlarına yakın bir yerde yahut onları muhasara etmek üzere onların yakınına konacaksın. Sözü geçen bu muhasara Taiflilere ve Hayber kalelerine yapılmıştı. İşte o vakit onlarla Savaşmak ve onları kahretmek hususunda sana izin vermek suretiyle Allah'ın va'di de gelecektir. el-Hasen der ki: Allah'ın va'dinden kasıt kıyâmet günüdür.

32

Yemin olsun senden önceki peygamberlerle de alay edilmişti. Ben de o kâfirlere mühlet verdim. Sonra da onları yakalayıverdim. Benim cezalandırmam nasılmış?

"Yemin olsun senden önceki peygamberlerle de alay edilmişti. Ben de o kafirlere mühlet verdim, sonra da onları yakalayıverdim."

"Alay etme"nin anlamına dair açıklamalar bundan önce el-Bakara Sûresi'nde (2/14. âyetin tefsirinde)

"mühlet verme"ye dair açıklamalar da Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/178. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Yani o peygamberlerle alay edildi, onlar küçümsendiler. Ben de kâfirlere ilmimde aralarından îman edecek olan kimseler îman etsin diye bir süre mühlet verdim. Hükmümün gelmesi hak olunca, gönderdiğim ceza ile onları yakaladım.

"Benim cezalandırmam nasılmış?" Yani Benim onlara yapağımı nasıl buldun? İşte senin kavminin müşriklerine de böyle yaparım.

33

Her nefisin bütün kazandığını gözetleyen (Allah ile putları bir) mi? Halbuki onlar Allah'a ortaklar koştular. De ki: "Bunların İsimlerinı söyleyin. Siz yeryüzünde O'na bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Yoksa siz üstün körü söz mü söylüyorsunuz?" Hayır, bilakis o kâfirlere tuzakları süslü gösterildi ve onlar doğru yoldan alıkondular. Allah kimi şaşırtırsa, artık ona hidayet verecek hiçbir kimse yoktur.

"Her nefsin kazandığını gözetleyen mi?" âyetindeki;

"Gözetleyen" kelimesindeki "kıyam" oturmanın zıttı olan bir kıyam değildir. Buradaki bu kıyam mahlukatın işlerini görüp gözetmek, çekip çevirmek anlamındaki kıyamdır. Nitekim; "Filan kişi bu iş için ayağa kalktı (bu işi gördü)" denilmesi de bu kabildendir.

Âyetin anlamı şöyledir: Herbir nefsin kazandıklarını görüp, gözeten yani herbir nefse kazanma gücünü veren, onu yaratan, onu rızıklandıran, onu koruyan ve yaptıklarının karşılığını ona verecek olan O'dur. Bu da O herbir şeyi gözetleyen, koruyandır, asla gafil değildir, demektir.

Şartın cevabı hazmedilmiştir, yani koruyup gözetleyen ve hiçbir şekilde gafil olmayan, gafil olan gibi midir? Manası: "Her nefsin bütün kazandığını gözetleyen" yani bilen... demek olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da el-A'meş yapmıştır. Şair de der ki:

"Eğer Kureyş'ten izzet sahibi bir takım adamlar olmasaydı...

Allah bildiği halde, siz Beyt'in örtülerini çaldınız."

Buna göre âyet, Allah herbir nefsin kazandığını bilendir, demektir. Bununla kastedilenin Âdemoğulları üzerinde görevli melekler oldukları da söylenmiştir ki, bu görüş ed-Dahhâk'dan nakledilmiştir.

"Halbuki onlar Allah'a ortaklar koştular." Buradaki

"halbuki onlar... koştular" anlamındaki âyet haldir. Onlar ortak da mı koşuyorlar? demek olur. "Alay edilmişti" âyetine ati edilmiş de olabilir, yani onlarla alay edilmişti ve Allah'a da ortak koştular demek olur.

"Allah'a" bir takım putları İlah kabul ederek

"ortaklar koştular. De ki: Bunların İsimlerinı söyleyin." Yani ey Muhammed, sen onlara:

"bunların İsimlerinı söyleyin" yani isimlerini acımayın, de. Bir da onları tehdit etmek anlamındadır, Yahut: Onlar ancak bu putlara Lat, Uzza, Menat ve Hübel İsimlerinı verebilirler.

"Siz yeryüzünde O'na bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?" âyetindeki istifham (soru), onları azarlamak içindir. Siz O'na böyle bir şeyi mi haber vermeye kalkışıyorsunuz demektir. Bu âyet mana itibariyle daha Önceden geçmiş bir soruya atfedilmiştir. Çünkü yüce Allah'ın:

"Bunların İsimlerinı söyleyin" âyetinin anlamı, bunlar yaratanların isimlerini mi taşımaktadırlar

"yoksa siz yeryüzünde O'na bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?" şeklindedir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Onlara de ki: Siz Allah'a O'nun bilmediği gizli bir şeyi mi haber veriyorsunuz "yoksa siz" O'nun bildiği "zahir bir şeyi mi haber veriyorsunuz" demektir. Eğer onlar; Onun bilmediği gizli bir şeyi haber veriyoruz diyecek olurlarsa, imkansız bir şey söylemiş olurlar. Şayet O'nun bildiği zahir ve açıkta olan bir şeyi söylüyoruz derlerse, onlara; O halde bunların İsimlerinı söyleyin? de. Eğer Lat ve Uzza isimlerim sayacak olurlarsa, onlara: "Allah kendisinin herhangi bir ortağı olduğunu bilmiyor, de."

Yüce Allah'ın:

"Yoksa siz... O'na... mi haber veriyorsunuz?" âyetinin yüce Allah'ın:

"Her nefsin bütün kazandığını gözetleyen mi?" âyetine atfedildiği de söylenmiştir. Yani herbir nefsi gözetleyen olan Allah'a mı siz bilmediği bir şeyi haber veriyorsunuz? Yani siz Allah'ın ortağı olduğunu iddia etmektesiniz. Allah ise kendisinin ortağı olduğunu bilmemektedir. Kendisinin bilmediği ve yeryüzünde O'nun ortağı olan bir kimsenin varlığım mı O'na haber vereceksiniz? Yerin dışında ortağı bulunmamakla birlikte- özellikle yeryüzünde ortağı olmasını reddetmesi onların yerde Allah'ın ortakları olduğunu iddia etmeleri dolayısıyladır.

"Yoksa siz zahir bir söz mü söylüyorsunuz?" Yani Allah'ın peygamberlerine indirmiş olduğu açık bir sözü mü söylemektesiniz? Katâde: Batıl bir söz mü söylüyorsunuz? diye açıklamıştır. Şairin şu beyiti de bu kabildendir:

"Sen onların sütleri ve etleri dolayısıyla mı bizi ayıplıyorsun,

Ey Rayta'nın oğlu, bunun utanılacak bir şey olduğu zahirdir (yani batıldır)."

ed-Dahhâk ise yalan bir sözü mü ona haber vermektesiniz, diye açıklamıştır.

Beşinci bir manaya gelme İhtimali de vardır: Zahir olan söz, onların söyleyecekleri sözlerle açığa çıkacak olan bir delil olabilir. O takdirde âyetin anlamı şöyle olur: Siz bu hususa tanıklık edenler olarak mı bunu ona haber veriyorsunuz, yoksa delil getirerek mi söylemektesiniz?

"Hayır, bilakis o kâfirlere tuzakları süslü gösterildi." Yani bu işi bir kenara bırak, aksine kâfirlere onların yaptıkları hile ve tuzaklar süslü gösterilmiştir. Bunun, bu şekilde bir istidrâk (yani sonradan getirilen bir açıklama) olduğu da söylenmiştir. Yani Allah'ın hiçbir ortağı yoktur, ama kâfirlere yaptıkları hile ve tuzaklar süslü gösterilmiştir.

İbn Abbâs ve Mücâhid bu anlamdaki âyeti; "Hayır, o kâfirlere tuzakları (bunu) süslü gösterdi" şeklinde malum fiil ile okumuşlardır. Çoğunluğun kıraatine göre ise kâfirlere hile ve tuzaklarını süslü gösteren yüce Allah'tır, bu işi yapanın şeytan olduğu da söylenmiştir. Diğer taraftan küfrün hile ve tuzak (mekr) diye adlandırılması da mümkündür. Çünkü onların Allah Rasûlüne hile ve tuzak hazırlamaları bir küfür idi,

"Ve onlar doğru yoldan alıkondular." Allah onları doğru yoldan alıkoydu demektir. Hamza ve el-Kisaî'nin kıraati bu şekildedir, diğerleri ise; "Alıkondular" fiilindeki "sâd"i üstün ile okumuşlardır, başkalarını alıkoydular, demektir.

Ebû Hatim de yüce Allah'ın:

"Allah yolundan alıkoydular." (el-Enfâl, 8/47) âyeti ile;

"Onlar, kâfir olanlar sizleri Mescid-i Haram'dan... alıkoyanlardır." (el-Feth, 48/25) âyetlerini nazar-ı itibara alarak üstün ile okumuştur.

"Süslü gösterildi" âyeti ile "alıkondular" âyetinde ötreli okuyuş da aynı şekilde güzeldir. Çünkü ehl-i sünnetin görüşüne göre bunu yapanın yüce Allah olduğu bilinmektedir. Bu okuyuşun anlamında kaderin kabulü de vardır, Ebû Ubeyd’in tercih ettiği kıraat de budur.

Yahya b. Vessâb ile Alkame; "Alıkondular" âyetini "sâd" harfini esreli olarak okuduğu gibi aynı şekilde;

"İşte bu bedellerimiz de bize iade edilmiş" (Yusuf, 12/65) şeklinde "ra" harfi esreli olarak, meçhul fiil şeklinde okumuştur. "Alıkondular" anlamındaki fiilin ash; şeklinde; "iade edilmiş" anlamındaki fiilin aslı da; şeklindedir. Birinci "dal" ikincisine idgam edilince onun harekesi makabline (önceki harfe) nakledilerek esreli olmuştur.

"Allah kimi" yardımsız bırakması suretiyle "şaşırtırsa, artık ona hidayet verecek" hidayette muvaffak kılacak "hiçbir kimse yoktur." İşte bu âyet,

Kûfeliler ile onlara uyanların kıraatinin doğruluğunu ortaya çıkarmaktadır. Çünkü yüce Allah:

"Allah kimi şaşırtırsa" diye buyurmaktadır. "Alıkondular" âyeti da bu şekildedir.

Kıraat âlimlerinin çoğunluğu "ya"sız olarak "dal" harfi üzerinde vakıf yaparlar. (33. âyet-i kerîmenin son kelimesine işaret edilmektedir). Aynı şekilde;

"Vekil, yardımcı" (er-Ra'd, 13/11. âyetin son kelimesi) ile; " Koruyucu" (34. âyetin son kelimesi) üzerinde de bu şekilde vakıf yapılır.

Çünkü; "Bu kadıdır, vekil ve yardımcıdır ve doğruya ileticidir" denildiğinde sakin olduğundan ve tenvin ile karşılaştığından dolayı "ya" harfi hazfedilir. Bununla birlikte; "Ona hidayet verecek hiçbir kimse yoktur" şeklinde ve; "Dost ve yardımcı" " Koruyucu" şeklinde "ya" ile de okunmuştur. Bu da " Bu davetçidir, bu vekil ve yardımcıdır, bu koruyucudur" diye "ya" harfini telaffuz edenlerin söyleyişine uygundur.

Çünkü "ya" harfinin hazfedilmesi, tenvin ile karşılaşması dolayisı ile vasıl halinde söz konusudur. Biz vakıf yaparak, bundan yana kendimizi güvenliğe almış bulunuyoruz. O bakımdan "ya" harfi tekrar geri getirilerek bu kelimeler "Hidayete ileten, dost ve yardımcı ve koruyucu" şeklinde olur. el-Halil de "kadı"ya nida edildiğinde; "Ey kadı" diye "ya" harfinin tesbit ile kullanıldığını kabul etmiştir. Zira nida ile birlikte tenvin söz konusu değildir. " Davet edici, üstün, yüce" kelimelerinde de tenvin olmayacağı gibi.

34

Onlar İçin dünya hayatında bir azap vardır. Âhiret azâbı ise elbette daha zorludur. Onları Allah'a karşı koruyacak hiçbir kim seleri de yoktur.

"Onlar için" yani Allah'ın yolunu engelleyen müşrikler için öldürülmek, esir alınmak, çoluk-çocuklarının esir düşmesi ve bunun dışında çeşitli hastalık ve musibetler ile

"dünya hayatında bir azâb vardır. Âhiret azâbı ise elbette daha zorludur" daha çetindir.

"Daha zorludur" kelimesi; "Şu şey bana zor, ağır geldi, gelir" tabirinden gelmektedir.

"Onları Allah'a karşı koruyacak hiçbir kimseleri de yoktur." Onlara gelecek Allah'ın azabına hiçbir kimse engel olamaz ve hiçbir kimse o azâbı önleyemez. Bu âyetteki; ise fazladan gelmiştir.

35

Takva sahiplerine va'dolunan cennetin durumu şudur: Altından ırmaklar akar, oranın yiyecekleri de devamlıdır, gölgeleri de. Takva sahiplerinin akıbeti işte budur. Kâfirlerin akıbeti ise ateştir.

Yüce Allah'ın:

"Takva sahiplerine vaadolunan cennetin durumu şudur"

âyetindeki; " Durumu" kelimesinin merfu gelmesi ile ilgili olarak nahivcilerin farklı görüşleri vardır.

Sîbeveyh der ki: Bu kelime mübtedâ olarak ref olunmuştur, haberi ise hazfedilmiştir. İfadenin takdiri de şöyledir; "Size okunan âyetler arasında cennetin misali şudur..."

el-Halil de der ki: Bu kelime mübtedâ olarak ref edilmiş olup bunun da haberi "altından ırmaklar akar" âyetidir. Yani takva sahiplerine vaadolunan cennetin niteliği, altından ırmaklar akar... anlamındadır. Bu da bir kimsenin: "Benim dediğim Zeyd ayağa kalkar" demesine benzer. Buna göre "benim dediğim" anlamındaki ifade mübtedâ "Zeyd ayağa kalkar" anlamındaki ifade de onun haberidir.

" Durumu" kelimesi; burada "sıfatı" anlamındadır. Nitekim yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Su onların Tevrat'taki meseli (sıfatı)dır. İncil'deki meselleri (sıfatları)na gelince..." (el-Feth, 48/29) Bir başka yerde de:

"En yüce mesel Allah'ındır." (en-Nahl, 16/60) diye buyurulmaktadır ki, en yüce sıfat anlamındadır.

Ancak Ebû Ali (el-Farisî) bunu kabul etmeyerek der ki: Mesel kelimesinin sıfat anlamına geldiği Araplardan İşitilmiş değildir. Bunun anlamı ancak "şebeh (benzerlik)"dır. Nitekim bu kelimelerden birinin diğerinin yerine kullanıldığı da görülmektedir. Mesela; "Senin mislin birisine uğradım" denildiği gibi, " Senin benzerin birisine uğradım" da denilir. Ebû Ali der ki: Diğer taraftan bu anlam bakımından da uygun değildir. Çünkü "mesel" kelimesi eğer "sıfat" anlamında kullanılırsa, ifadenin takdiri; "İçinde nehirlerin bulunduğu cennetin sıfatı..." şeklinde olur ki bu uygun bir anlam olmaz. Zira cennetteki nehirler bizatihi cennetin içindedir, yoksa cennetin niteliği değildir.

ez-Zeccâc der ki: Yüce Allah bizim için gayb olan hususları gördüğümüz şeylerle bize misallendirmiş, örneklendirmiştir. Yani: Cennetin misali altından ırmaklar akan bir cennettir.

Ancak Ebû Ali bunu da kabul etmeyerek şöyle der: Onun bu açıklamasına göre "mesel" kelimesi yine ya "sıfat" veya "şebeh (benzerlik)" anlamlarından birisini İhtiva eder. Her İki şekilde de onun bu dediği uygun düşmemektedir. Çünkü "sıfat" anlamında olursa mana sahih olmaz. Zira sen: Cennetin sıfatı... bir cennettir diyecek olup da "cennet"i haber yapacak olursan, bu da uygun değildir. Çünkü "cennet" sıfat olamaz, aynı şekilde cennetin bir benzeri... bir cennettir demek de uygun değildir. Çünkü "benzerlik (şebeli)" iki benzer şey arasındaki benzerlik (mümâselet)dir. Bu ise bir olay hakkında kullanılır, cennet ise bir olay değildir. Dolayısıyla birincisiyle İkincisi aynı şeyler olamazlar.

el-Ferrâ' da der ki: (Bu âyetteki) "mesel" kelimesi te'kid için Fazladan getirilmiş olup, anlam şöyledir: " Takva sahiplerine vaadolunan cennetin altından ırmaklar akar." Araplar bu şekildeki kullanımı "mesef" kelimesinde çokça kullanırlar. Şanı yüce Allah'ın:

"O'nun misli hiçbir şey yoktur." (eş-Şûrâ, 42/11) âyetine benzerdir ki; bu da; "O'na benzer hiçbir şey yoktur" demektir.

İfadenin takdirinin şöyle olduğu da söylenmiştir: Takva sahiplerine va'dolunan cennetin niteliği "altından ırmaklar akan" bir cennettir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Güzellik, nimet ve ebedilikte takva sahiplerine va'dolunan cennet; azâb, şiddet ve ebedilikte cehenneme benzer. Bu açıklamayı da Mukâtil yapmıştır.

"Oranın yiyecekleri de devamlıdır" kesintisizdir, ardı arkası kesilmez. Haberde: "Sen bir meyve aldın mı bir diğeri onun yerini tutar" denilmektedir. Biz bu hususları "et-Tezkire" adlı eserimizde açıkladık.”

“Gölgeleri de" gölgesi de aynı şekildedir demek olup, "aynı şekildedir" anlamındaki ifade hazfedilmiştir. Yani cennetin meyveleri de kesintisizdir, onun gölgesi de zeval bulmaz, İşte bu, Cehmiye'nin cennetin nimetleri zail olur ve yok olur, şeklindeki iddialarını reddetmektedir.

"Takva sahiplerinin akıbeti işte budur. Kâfirlerin akıbeti ise ateştir." Yani yalanlayanların sonunda varacakları yer ve onların son duraklan, içine girecekleri cehennem ateşi olacaktır.

36

Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, sana indirilene sevinirler. Fakat güruhlar arasında onun bir kısmını inkâr eden kimseler de vardır. De ki: "Ben ancak Allah'a ibadet edip O'na ortak koşmamakla emrolundum. Ben ancak O'na davet ederim, dönüşüm de yalnız O'nadır.”

"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, sana indirilene sevinirler." Yani kendilerine kitap verilenler arasından bazıları Kur'ân-ı Kerîm'e sevinirler. İbn Selam, Selman, Habeşistan'dan gelen kimseler gibi. Lâfız umumî olmakla birlikte maksat Özel kimseleredir. Katâde der ki: Bunlar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın arkadaşlarıdır, bunlar Kur'ân'ın nuru ile sevinirler. Mücahid ve İbn Zeyd de böyle demiştir.

Yine Mücahid'den nakledildiğine göre bunlar kitap ehlinden îman eden kimselerdir. Bunların yahudi ve hristiyanlardan meydana gelen kitap ehlinden bir topluluk olduğu da söylenmiştir. Bunlar kendi kitaplarını tasdik etmesi dolayısıyla Kur'ân-ı Kerîm'in nüzulünden sevinen kimselerdi.

İlim adamlarının çoğu da şöyle demektedir: Kur'ân-ı Kerîm'in ilk İnen buyrukları arasında "er-Rahmân" adından az söz ediliyordu. Fakat Abdullah b. Selam ve arkadaşları İslâm'a girince Tevrat'ta çokça anılmasına rağmen Kur'ân-ı Kerîm'de "er-Rahmân" adının az zikredilmesi onları üzdü. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e bunun sebebini sormaları üzerine yüce Allah da şu âyet-i kerîmeyi indirdi:

"De ki: İster Allah diye çağırın, ister Rahmân diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız, çağırın, esasen en güzel isimler O'nundur." (el-İsra, 17/110) Bunun üzerine de Kureyşliler şöyle dediler: Muhammed'e ne oluyor ki önceleri bir tek ilâha davet ederken bugün Allah ve Rahmân olmak üzere İki ilâha davet etmeye başladı. Allah'a yemin ederiz ki biz Rahmân diye ancak Yemame'nin rahmanını biliriz. Bu sözleriyle Müseylimetu'l-Kezzab'ı kastediyorlardı. Bunun üzerine de yüce Allah'ın:

"Halbuki onlar Rahmân'ın zikrini inkâr edenlerdir," (el-Enbiyâ, 21/36);

"Halbuki onlar Rahmân'ı inkâr ediyorlar" (er-Ra'd, 13/30) buyrukları indi. Kitap ehlinin îman edenleri de "Rahmân" adının anılmasından dolayı sevindiler. Yüce Allah da: "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler sana İndirilene sevinirler" âyetini indirdi.

"Fakat güruhlar arasında..." âyeti ile kastedilenler Mekke müşrikleri ile yahudi, hristiyan ve mecusilerden îman etmeyen kimselerdir. Bunların Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) aleyhine bir araya gelen çeşitli gruplar (hizipler) oldukları da söylenmiştir.

Bir diğer açıklamaya göre: Müslümanların düşmanları arasından Kur'ân-ı Kerîm'deki âyetlerin bir bölümünü inkâr eden kimseler de vardır. Çünkü onlar arasında peygamberlerin kimisini itiraf edip kabul edenler vardı. Kimisi Allah'ın gökleri ve yeri yarattığını da itiraf ediyordu.

"De ki: Ben ancak Allah'a ibadet edip O'na ortak koşmamakla emrolundum" âyetindeki; "(İlgili): Ortak koşmam..." anlamındaki âyet; "İbadet etmek" âyetine atf edilerek nasb ile okunmuştur. Ebû Halid ise yeni bir cümle (istinaf) olmak üzere ref ile okumuştur. Yani O'na hiçbir ortak koşmaksızın yalnızca O'na ibadet ederim ve müşriklerden uzak olduğumu, Mesih Allah'ın oğludur, Üzeyr Allah'ın oğludur diyenlerden, yahudiler gibi teşbihe itikad edenlerden uzak olduğumu da belirtirim.

"Ben ancak Ona davet ederim." Yani insanları yalnızca O'na ibadete çağırırım.

"Dönüşüm de yalnız O'nadır." Bütün işlerimde yalnız O'na dönerim.

37

İşte Biz, onu böylece Arapça bir hüküm olarak indirdik. Yemin olsun ki sana gelen bunca ilimden sonra onların hevâ ve heveslerine uyarsan, senin Allah'a karşı ne bir yardımcın olur, ne de bir koruyucun.

"İşte Biz, onu böylece Arapça bir hüküm olarak indirdik." Yani Kur'ân-ı Kerîm'i sana indirip güruhlardan bazıları onu inkâr ettikleri gibi, Biz onu Arapça bir hüküm olarak indirdik.

Yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'i bu şekilde nitelendirmesinin sebebi, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)in üzerine onu Arapça bir Kur'ân olarak indirmekle birlikte Ahzab (güruhlar)ın da bu hükmü yalanlamalarından dolayıdır. Âyetin nazmının şöyle olduğu da söylenmiştir: Senden önceki peygamberlere kitapları kendi dilleriyle İndirdiğimiz gibi, aynı şekilde sana da Kur'ân-ı Kerîm'i Arapça bir hüküm olarak indirdik. Yanı Arapların dili ile bir hüküm olmak üzere indirdik.

"Hüküm" ile içindeki ahkâmı kastetmektedir.

"Arapça bir hüküm" ile Kur'ân'ın tümünün kastedildiği de söylenmiştir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm hak ile bâtılı birbirinden ayırd eder ve hüküm de koyar.

"Yemin olsun ki sana gelen bunca ilimden sonra onların" yani Allah'tan başkasına ibadet ve Ka'be'den başka bir tarafa dönmek hususunda müşriklerin

"heva ve heveslerine uyarsan, senin Allah'a karşı ne bir yardımcın" sana yardımcı olacak bir kimsen

"olur ne de" O'nun azabından seni koruyacak

"bir koruyucun." Burada hitab Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e olmakla birlikte kasıt onun ümmetidir.

38

Yemin olsun Biz senden önce peygamberler göndermiş, onlara da eşler ve evlâtlar vermişizdir. Allah'ın izni olmaksızın herhangi bir âyeti getirmek hiçbir peygamberin yapabileceği bir iş değildir. Herbir va'denin yazılmış bir hükmü vardır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1 - Âyetin Nüzul Sebebi:

Denildiğine göre yahudiler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)i hanımları dolayısıyla ayıpladılar ve bundan dolayı ona dil uzatıp şöyle dediler: Bu adamın kadınlardan ve nikâhlanmaktan başka bir şey düşündüğünü görmüyoruz. Eğer peygamber olsaydı, peygamberlik onu kadınlarla uğraşmaktan alıkordu. Bunun üzerine yüce Allah bu âyeti kerîmeyi indirdi ve onlara Hazret-i Davud ile Hazret-i Süleyman'ın durumunu hatırlatarak:

"Yemin olsun ki Biz senden önce peygamberler göndermiş, onlara da eşler ve evlatlar vermişizdir" diye buyurmuştur. Yani Biz onları Allah'ın helal kılmış olduğu dünya arzularını, isteklerini gerçekleştiren insanlar kıldık. Peygamberin özelliği ise vahiy almaktan İbarettir.

2- Evliliğin Teşvik Edilmesi:

Bu âyet-i kerîme nikâhlanmanın ve evliliğin teşvik edildiğine ve kadınlardan uzak kalmanın yani nikâhlanmamanın da yasak olduğuna delil vardır. Çünkü bu âyet-i kerîmenin de açıkça belirttiği gibi, nikâhlanmak peygamberlerin sünnetidir, Sünnet-i seniyye'de de bu anlamda âyetler vârid olmuştur. Hazret-i Peygamberi "Evleniniz, çünkü ben sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı övüneceğim." Ebû Dâvûd, Nikâh 5; Nesâî, Nikâh 11; Müsned, III, 158, 245. diye buyurmuştur ki, bu Hadîs-i şerîf daha önceden Al-i İmrân Sûresi'nde (3/37. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Evlenen kişi dinin yarısını tamamlamış olur. Öbür yarısında da Allah'tan korksun."

Bu, nikâhın kişiyi zinadan alıkoyduğu anlamındadır. Zinadan uzak durmak ve iffetini korumak ise Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın, yerine getirilmeleri halinde cenneti taahlıüd ettiği iki hususiyetten birisidir. Şöyle buyurmuştur: "Allah kimi iki şeyin kötülüğünden korursa, o kimse cennete girer. İki çenesi arasındaki ile iki bacağı arasındaki." Bunu Muvatta’' ve başkaları rivâyet etmiştir. Muvatta’, Kelam 11; yakın mana ve lâfızlarla: Buhâri, Rikaak 23.

Buhârînin, Sahihinde de Enes (radıyallahü anh)dan şöyle dediği nakledilmektedir: Üç kişi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in hanımlarının evlerine gelerek Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in ibadeti hakkında soru sordular. Onlara durum haber verilince, onun ibadetlerini azımsar gibi oldular ve şöyle dediler: Biz nerede, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) nerede? Allah onun geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamış bulunuyor. Onlardan birileri söyle dedi: Ben geceleyin devamlı namaz kılacağım. Diğeri: Ben de hiç oruç açmamak üzere yıl boyunca oruç tutacağım. Bir diğeri ise: Ben de evlenmemek üzere kadınlardan uzak duracağım dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onların yanına gelerek şöyle dedi: "Şöyle, şöyle diyenler sizler misiniz? Bana gelince Allah'a yemin ederim, aranızda Allah'tan en çok korkan kişi benim. O'ndan en çok sakınan kişi benim. Fakat ben hem oruç tutarım, hem yerim. Hem namaz kılarım, hem uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir." Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5, Nesâi, Nikâh 4, Müsned, III, 241. Bu hadisi Müslim de bu manada rivâyet etmiştir. Bu daha açıktır.

Müslim’in, Sahih'inde de Sa'd b. Ebi Vakkas'tan şöyle dediği nakledilmektedir: Osman (b. Maz'un) kadınlardan uzak kalmak istedi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona bunu yasakladı. Şayet ona bunu câiz kılmış olsaydı, hiç şüphesiz biz de hayalarımızı burardık. Buhâri, Nikâh 8; Müslim, Nikâh 6-8: Tirmizî, Nikâh 2; Nesâi, Nikâh 4; İbn Mâce, Nikâh 2; Dârimî, Nikâh 3; Müsned, I, 176, 183.

Yine Al-i İmrân Sûresi'nde (3/37. âyetin tefsirinde) çocuk istemenin teşvik edildiğine ve bunu cahillik edip kabul etmeyenlerin kanaatlerinin reddedildiğine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ben böyle bir şeye ihtiyacım olmadığı halde bir kadınla evlenirim. Arzu etmediğim halde iki ravi bulunduğu kaydıyla: el- Heysemî, kadınla ilişki kurarım. Ona: Peki ey mü’minlerin emiri, seni bu şekilde davranmaya iten nedir? diye sorulunca, şu cevabı vermiştir: Yüce Allah'ın, kıyâmet gününde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in diğer peygamberlere karşı ümmetinin çokluğu ile öğüneceği bir kimseyi de benim zürriyetimden çıkarma arzusudur. Çünkü ben onu şöyle derken dinledim: "Bakire kızlarla evlenmeye bakınız. Çünkü onların ağızları daha tatlı, huyları daha güzel, rahimleri daha doğurgandır. Kıyâmet gününde ben sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı öğüneceğim." İbn Mâce, Nikâh 7.

Hazret-i Peygamber'in: "Rahîmleri daha doğurgan" âyeti, çocuk doğurma imkânları daha çok anlamındadır. Çokça çocuk doğuran kadına da aynı kökten gelmek üzere; denilir. Çünkü böyle bir kadın âdeta çocukları atarcasına doğurur.

Ebû Dâvûd da Ma'kit b. Yesar'dan şöyle dediğini rivâyet eder: Bir adam Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’a gelerek şöyle buyurdu: Ben makam ve mevkisi yerinde ve güzellik sahibi bir kadın buldum. Ancak çocuk doğurmuyor, onunla evleneyim mi? Hazret-i Peygamber: "Hayır" diye buyurdu. İkinci bir defa daha ona geldi, Hazret-i Peygamber yine yapmamasını söyledi- Üçüncü bir defa daha geldiğinde, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Candan seven ve çok doğurgan kadınlarla evleniniz, çünkü ben diğer ümmetlere karşı (kıyâmet gününde) sizin çokluğunuzla öğüneceğim." Ebû Dâvûd, Nikâh 3; Nesâî, Nikâh 11. Ebû Muhammed Abdu'l-Hakt el-Kettânî, er-Risâktu'l-Mustatrafe, s, 173'de onu tanıtırken şu ifadeleri de kullanmaktadır: "... fakîh, hadisi ve illetlerini bilen, ricali tanıyan... 581 ya da 582'de vefat eden..." bunun sahih olduğunu belirtmiştir ki, onun bu kanaati yeter.

"Allah'ın izni olmaksızın herhangi bir âyeti getirmek hiçbir peygamberin yapabileceği bir iş değildir." Bu sûrede Önceden sözü edilen gösterilmesini tektif ettikleri âyetler mucizelerle bir daha dönmektedir. Yüce Allah bu âyeti onlar hakkında indirmiştir. İfadenin zahiri yasaklamaktır ve fakat manası nefydir. Çünkü esasen bir kimsenin güç yetiremediği bir şeyi yasaklamak söz konusu olmaz.

"Herbir vadenin yazılmış bir hükmü vardır." Yani Allah'ın hükme bağladığı herbir işin Allah nezdinde yazılmış, yazı ile tesbit edilmiş bir hali vardır. Bunu el-Hasen ifade etmiştir.

Âyette takdim ve te'hir olduğu da söylenmiştir. Mana; "Herbir yazının bir va'desi vardır" şeklindedir. Bu açıklamayı el-Ferrâ' ve ed-Dahhâk yapmıştır ki yüce Allah'ın yazmış olduğu herbir işin bilinen bir vakti, belli bir süresi vardır, demektir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın:

"Herbir haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır" (el-En'âm, 6/67) âyetidir.

Bununla yüce Allah, azâbın indirilmesinin ümmetlerin bu konudaki tekliflerine göre olmayıp aksine herbir va'denin yazılmış bir süresi olduğunu açıklamaktadır.

Anlamın herbir sürenin meleklerin kendisine vakıf olamadığı yazılmış bir vadesi ve takdir edilmiş bir durumu vardır, şeklinde olduğu da söylenmiştir ki bunu et-Tirmizî el-Hakîm, "Nevâdiru'l- Usul" adlı eserinde Şehr b. Havşeb'den, o da Ebû Hüreyre yoluyla rivâyet etmiştir. Ebû Hüreyre dedi ki: Mûsa -Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun- Tur-u Sina'ya yükselince Cebbar (olan Allah) onun elinde bir yüzük bulunduğunu gördü ve -O, daha iyi bildiği halde-: Bu nedir, Ey Mûsa diye sordu. Hazret-i Mûsa da şöyle dedi: Bu erkeklerin bir süs eşyasıdır. Yüce Allah şöyle buyurdu: Peki onun üzerinde Benim isimlerimden yahut kelamımdan yazılı herhangi bir şey var mıdır? diye sorunca, hayır dedi. Bu sefer yüce Allah ona: Sen onun üzerine: "Herbir vadenin yazılmış bir hükmü vardır" yaz, diye buyurdu.

39

Allah dilediğini siler ve bırakır. Ana kitab ise O'nun nezdindedir.

"Allah dilediğini siler ve bırakır." Yani yüce Allah, o yazılı olandan ilgililerinin başına getirmek ve gerçekleştirmek İstediği şeyi o Kitaptan siler (yani gerçekleştirir.)

"Ve" dilediğini

"bırakır." Bu da onu vakti gelinceye kadar erteler demektir. Çünkü;" Kitabı (yazıyı) sildim" İfadesi onun izini giderdim manasınadır. Âyet-i kerimedeki "ve bırakır" âyeti "onu bırakır" anlamındadır. Yüce Allah'ın:

"Allah'ı çokça anan erkekler ve kadınlar" (el-Ahzab, 33/35) âyeti gibidir ki, Allah'ı çokça anan kadınlar, demektir.

İbn Kesîr, Ebû Amr ve Âsım; "Bırakır" âyetini şeddesiz okurlarken diğerleri şeddeli okumuşlardır. Bu da İbn Abbâs'ın kıraati olup Ebû Hatim ve Ebû Ubeyd'in tercih ettiği de budur. Çünkü bu şekilde okuyanlar hem sayıca çoktur, hem de bir başka yerde:

"Allah îman edenlere dünya hayatında da... sebat verir." (İbrahim, 14/25) âyetinde şeddeli kullanılmıştır.

İbn Ömer der ki: Ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)i şöyle buyururken dinledim: "Allah dilediğini siler, dilediğini de bırakır. Bahtiyarlık, bedbahtlık ve ölüm müstesna."

İbn Abbâs da şöyle demektedir: Allah bazı şeyler müstesna dilediğini siler ve bırakır. (Bu müstesna şeyler) yaratmak, ahlâk, ecel, rızk, bahtiyarlık ve bedbahtlıktır. Yine ondan nakledildiğine göre bunlar, Ümmül-Kitab'ın dışında iki kitabtır. Allah bunlardan dilediğini siler, dilediğini de bırakır.

"Ana kîtab ise O’nun nezdindedir," Kendisinden hiçbir şeyin değişikliğe uğramadığı kitap demektir. el-Kuşeyrî der ki: Denildiğine göre bahtiyarlık, bedbahtlık, yaratmak, ahlâk ve rızık değişikliğe uğramazlar. O halde âyet bunun dışındaki şeylere dairdir. Ancak böyle bir görüşte bir çeşit tehakküm vardır.

Derim ki: Bu gibi şeyler rey ve içtihad ile kavranamaz. Bunlar ancak tevkîfî olarak (sağlam rivâyetlerden) öğrenilebilir. Eğer bu konuda rivâyet sahih olursa, onu kabul etmek gerekir ve bu rivâyetin yanında durmak icab eder. Aksi takdirde âyet-i kerîme herşey hakkında umumî olur, daha zahir olan da budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu anlamda Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)dan da İbn Mes'ûd, Ebû Vail, Ka'b el-Ahbar ve diğerlerinden de rivâyet gelmektedir. el-Kelbî'nin kabul ettiği görüş de budur.

Ebû Osman en-Nehdî'den nakledildiğine göre Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) ağlayarak Beyti tavaf ediyor ve şöyle diyordu: Allah'ım, eğer Sen beni bahtiyar kimseler arasında yazdı isen onlar arasında beni bırak. Şayet beni bedbaht ve günahkâr kimseler arasında yazdı isen, onlar arasından beni sil ve beni bahtiyar ve mağfirete nail olan kimseler arasında yaz. Çünkü Sen dilediğini siler, dilediğini bırakırsın ve Ana kitab da Senin nezdindedir.

İbn Mes'ûd da der ki: Allah'ım, eğer Sen beni bahtiyar kimseler arasında yazdı isen, beni aralarında bırak. Şayet benî bedbaht kimseler arasında yazdı isen, beni bedbahtlar arasından sil ve bahtiyar kimseler arasında yaz. Çünkü Sen dilediğini siler, dilediğini bırakırsın. Ana kitap da Senin nezdindedir.

Ebû Vail de çokça şöylece dua ederdi: Allah'ım, eğer bizleri bedbaht kimseler olarak yazdı isen sil ve bizleri bahtiyar kimseler olarak yaz. Eğer bizi bahtiyar kimseler olarak yazdı isen onlar arasında bırak. Çünkü Sen dilediğini silersin, dilediğini bırakırsın. Ana kitap da Senin nezdindedir.

Ka'b da Ömer b. el-Hattâb'a şöyle demiş: Eğer Allah'ın kitabındaki bir âyet olmasaydı, kıyâmet gününe kadar neler olacağını sana bildirebilirdim. Bu: "Allah dilediğini siler ve bırakır. Ana kitab ise O'nun nezdindedir." âyetidir.

Malik b. Dinar da kendisine dua ettiği bir kadın hakkında şöyle demiştir: Allah'ım, eğer onun karnındaki yavru kız İse Sen onu erkek olarak değiştir, çünkü Sen dilediğini silersin, dilediğini bırakırsın. Ana kitap da senin nezdindedir.

Buhârî ile Müslim'de Ebû Hüreyre'den şöyle dediğine dair nakledilen rivâyet önceden geçmiş bulunmaktadır: Ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)i şöyle buyururken dinledim: "Her kim rızkının genişletilmesini, ecelinin geciktirilmesini istiyor ve bundan memnun oluyorsa o halde akrabalık bağını gözetsin." Buhârî, Edeb 12 Bunun bir benzeri Enes b. Malik'ten de rivâyet edilmiştir. Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kim... severse" diyerek aynı lâfız ile bu hadisi rivâyet etmiştir. Buhârî, Buyu 13, Edeb 12; Müslim, Birr 20, 21; Ebû Davûd, Zekât 45

Bu hadis iki türlü yorumlanmıştır: Birisine göre bu geciktirme manevidir, bu da ondan sonra dünyada kendisi hakkında baki kalan güzel övgü, güzel bir anılış, tekrarlanıp duran ecir ve mükâfattır. Bu durumdaki bir kimse ölmemiş gibidir.

Diğer bir açıklamaya göre yüce Allah, Levh-i Mahfuz'da yazılı olan ecelini erteler. Allah'ın ilminde olan ise sabittir, onun herhangi bir değişikliğe uğraması söz konusu değildir. Nitekim yüce Allah:

"Allah dilediğini siler ve bırakır. Ana kitab İse O'nun nezdindedir" diye buyurmaktadır.

İbn Abbâs, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)dan: "Allah'ın Ömrünü ve ecelini uzatmasını, rızkını genişletmesini seven bir kimse Allah'tan korksun ve akrabalık bağını gözetsin" şeklindeki sahih hadisi rivâyet eniğinde İbn Abbâs'a: Ömür ve ecelde nasıl artış yapılır? diye sorulunca, o da şu cevabı vermiştir: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"O sizi çamurdan yaratandır, sonra bir ecel takdir edendir. O'nun katında belirli bir ecel daha vardır." (el-En'âm, 6/2) Birinci ecel, kulun annesinin kendisini doğurduğu andan öleceği vakte kadardır. İkinci ecel -yani Allah'ın nezdindeki belirti ecel- ise kişinin vefatından itibaren Berzah'ta yüce Allah'ın huzuruna çıkacağı güne kadarki eceldir ve bunu Allah'tan başka kimse bilmez. İşte kul Rabbinden korkar ve akrabalık bağını gözetirse, yüce Allah Berzah'taki ecelinden birinci (dünyadaki) ömrünün eceline dilediği kadarını İlave eder. Bu kişi şayet isyan eder ve akrabalık bağını koparacak olursa, Allah da dünyadaki ömründen bunu dilediği kadarıyla eksiltir ve Berzah'taki eceline bunu ilave eder. Eğer yüce Allah'ın ezelî ilmindeki ecel kesinleşirse artık onda bir artış veya eksilme söz konusu değildir. Çünkü yüce Allah:

"Her ümmetin bir eceli vardır. O ecelleri gelince ne bir an geri bırakabilirler, ne de ileri alabilirler" (el-A'raf, 7/34) diye buyurmuştur. Böylelikle rivâyet ile âyet arasında bir uygunluk olduğu ortaya çıkmaktadır. Görüldüğü gibi bu ümmetin en büyük aliminin tercih ettiği görüşe göre bu artış, bizzat ömrün kendisinde ve ecelde -lâfzın zahirine göredır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Mücahid de der ki: Yüce Allah bir senenin işlerini Ramazan ayında muhkemleştirir. Dilediğini siler, dilediğini de bırakır. Bundan tek istisna hayat, ölüm, bedbahtlık ve mutluluktur. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

ed-Dahhâk da der ki: Şanı yüce Allah hakkında sevap ve ikabın söz konusu olmadığı, Hafazaların sicillerinde bulunanlardan dilediğini siler, hakkında sevap ve cezanın söz konusu olduğu şeyleri de bırakır. Bu anlamdaki bir açıklamayı da Ebû Salih, İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir.

el-Kelbî ise der ki: Allah rızık türünden dilediğini siler ve dilediğini arttırır. Ecel türünden de dilediğini siler ve onda dilediği şeyleri arttırır. Yine bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan de rivâyet etmiştir. Daha sonra el-Kelbî'ye bu âyet-i kerîme hakkında sorulduğunda o şu cevabı vermiş: Yüce Allah bütün sözleri yazar. Nihayet perşembe günü geldi mi hakkında sevab ve İkabın bulunmadığı herbir şeyi bir kenara bırakır. Yedim, içtim, girdim, çıktım vb. şeyleri doğru olarak söylemesi gibi. Sevab ve cezanın hakkında söz konusu olduğu şeyleri de bırakır.

Katâde, İbn Zeyd ve Saîd b. Cübeyr ise der ki: Allah farz, ve nafilelerden dilediğini siler, nesh eder ve değiştirir. Dilediğini de olduğu gibi bırakır ve nesh etmez. Bütün nâsih de, mensûh da O'nun nezdinde Ümmü'l-Kitab'tadır. Buna benzer bir açıklamayı en-Nehhâs ve el-Melhdevî, İbn Abbâs'tan nakletmişlerdir, en-Nehhâs der ki: Bize Bekr b. Sehl anlattı dedi ki: Bize Ebû Salih anlattı, o Muaviye b. Salih'ten, o Ali b. Ebi Talha'dan, o İbn Abbâs'tan dedi ki: "Allah dilediğini siler." Yüce Allah buyuruyor ki; Allah Kur'ân-ı Kerîm'den dilediğini değiştirir, nesh eder; “ve bırakır”dilediğini de değiştirmeksizin bırakır. "Ana kitab ise O'nun nezdindedir." Yani bütün bunlar O'nun nezdinde Ümmü'l-Kitab'tadır. Nâsih'i ile de, mensûh'u ile de.

Saîd b. Cübeyr de der ki: O kullarının günahlarından dilediğini mağfiret eder, dilediğini de bırakır, mağfiret etmez.

İkrime der ki: Yüce Allah -tevbe ile- bütün günahları siler. Günahlar yerine de hasenatı bırakır (yazar.) Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ancak tevbe eden, îman eden ve salih amel işleyenler müstesna."(el-Furkan, 25/70) Yine el-Hasen der ki; "Allah" eceli gelen kimselerden "dilediğini siler ve" eceli gelmemiş oları kîmseleri "bırakır." Yine el-Hasen der ki: Allah babaları siler, oğulları bırakır. Yine ondan nakledildiğine göre; O Hafaza meleklerine dilediği günahları unutturur. Kendisine ise asla unutturulmaz.

es-Süddî der ki: "Allah dilediğini" yani ayı "siler ve” güneşi "bırakır." Bunun açıklaması da yüce Allah'ın şu buyruğundadır:

"Gece âyetini sildik. Gündüz âyetini de gösterici kıldık." (el-İsrâ, 17/12)

er-Rabîl b. Enes te der ki: Bu husus uyku halinde ruhlar hakkındadır Uyku esnasında Allah ruhları kabzeder, sonra o kimsenin ani bir ölümünü murad ederse ruhunu tutar, bırakmaz. Hayatta kalmasını dilediği kimseye ise ruhunu geri iade eder. Bunun da açıklaması yüce Allah'ın şu âyetinde yer almaktadır:

"Allah ölümleri vaktinde ruhları alır..." (ez-Zümer, 59 42)

Ali b. Ebî Tâlib de der ki; Yüce Allah nesillerden dilediklerini siler. Yice Allah'ın:

"Kendilerinden önce nice nesiller kelâk ettiğimizi... görmezler mi?"(Yasin, 36/31) âyetinde olduğu gibi. Yine bu nesillerden dilediklerini de bırakır, Yüce Allah'ın:

"Bunlardan sonra başka bir nesil var ettik" (el-Mu'minun, 23/33 ) âyetinde olduğu gibi. Yüce Allah böylelikle bir nesli silerken, bir başka nesli bırakmaktadır.

Şöyle de açıklanmıştır: Burada yüce Allah'ın silmesinden kasıt, uzun bir zaman Allah'a İtaat gereğince amel eden, sonra da Allah'a masiyet ile amel edip sapıklığı üzere vefat eden kimsedir. İşte yüce Allah'ın sildiği kişi budur. Bıraktığı (sebat verdiği) kişi ise uzun bir süre Allah'a isyan ile amel ettikten sonra tevbe eden kimsedir. Allah da böyle bir kimseyi kötülükler işleyenlerin arasından siler, iyilik işleyen kimselerin arasına yazar. Bunu da es-Sa'lebî ve el-Maverdî, İbn Abbâs'tan nakletmişlerdir.

Bir diğer görüşe göre; yüce Allah dilediğini -yani dünyayı- siler ve âhiretide bırakır.

Kays b. Ubade de Receb ayının onuncu günü hakkında şöyle demektedir: Bu, Allah'ın kendisinde dilediğini sildiği ve dilediği şeyi de bıraktığı bir gündür. Mücahid'den ise bunun Ramazanda gerçekleştiğine dair rivâyet önceden geçmiş bulunmaktadır.

Yine İbn Abbâs der ki: Yüce Allah'ın beşyüz yıllık mesafe devam eden, kırmızı yakuttan iki kapağı bulunan, beyaz inciden bir Levh-i Mahfuz'u vardır. Hergün yüce Allah buna üçyüzaltmış defa nazar eder ve dilediğini bırakır, dilediğini siler.

Ebû'd-Derdâ da, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den şöyle dediğini rivâyet eder: "Şüphe yok ki şanı yüce Allah, gecenin geri kalan üç saatinde zikri açar. Kendisinden başka hiçbir kimsenin nazar etmediği kitaba bakar. Dilediğini bırakır, dilediğini siler. " Taberî, Câmiu'l-Beyân, XIII. 170.

Akide'de kabul edilen husus ise, Allah'ın kaza (ve kader)inin değişikliğe uğramadığı şeklindedir. Bu silmek ve bırakmak da, hakkında kazanın ezelden beri takdir edildiği şeyler arasındadır. Kazanın mutlaka meydana gelecek ve gerçekleşecek şeyler olduğuna dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. İşte olduğu gibi kalan (sabit) budur. Kimi şeylerin de bazı sebeplere bağlı olarak da bertaraf edilmesi takdir edilmiştir. İşte silinen de bunlardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

el-Gaznevî der ki: Benim kanaatime göre Levh'de bulunan şey bazı meleklerin onu görebileceğinden dolayı gaybın kapsamından çıkmış olur. Bunun değişikliğe uğrama ihtimali vardır, çünkü yaratıkların yüce Allah'ın bütün ilmini kuşatmalarına imkân yoktur. O'nun özel bilgisinde bulunan eşyanın takdirine ait hususlar asla değişikliğe uğramaz.

"Ana kitap ise O'nun nezdindedir." Yani ecel vb. yazılan şeylerin aslı O'nun nezdindedir.

Ümmü'l-Kitab (ana kitabın) hiçbir şekilde değişmeyen, değişikliğe uğramayan Levh-i Mahfuz olduğu söylendiği gibi; onda bir takım değişikliklerin cereyan ettiği de söylenmiştir. Değişikliğin diğer sahifelerde meydana geldiği de söylenmiştir.

İbn Abbâs'a Ummü’l-Kitab hakkında sorulmuş ve şu cevabı vermiştir: Ummü’l-Kitab; Allah'ın yaratacağı şeyleri ile yarattıklarının yaptıklarını bilmesidir. O ilmine: Bir kitap ol, dedi (oldu.) Allah'ın ilminde hiçbir değişiklik olmaz. Yine İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre Ummü'l-Kitab'tan kasıt "zikir"dir. Bunun delili de yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki Biz Zikir'den sonra Tevrat'ta... diye yazdık" (el-Enbiya, 21/105) âyetidir Bu da onun açıkladığı ilk anlama raci'dir, Ka'b'ın görüşünün anlamı da budur. Ka'b el-Ahbar der ki: Ana kitab şanı yüce Allah'ın yarattığı ve yaratacağı şeyleri bilmesi demektir.

40

Onlara va'dettiğimizin bir kısmını sana göstersek de yahut canını alsak da, sana düşen ancak tebliğ etmektir. Hesap görmek de yalnız Bize aittir.

"Onlara va'dettiğinüzîn bir kısmını sana göstersek de" anlamındaki âyette yer alan; fazladan gelmiştir. İfade onlara va'dettiğimizin yani azâbın bir kısmını sana göstersek de... takdirindedir. Burada gösterileceğinden söz edilen şeyin "azâb" olduğunun gerekçesi (yine bu sûrede yer alan) yüce Allah'ın:

"Onlar için dünya hayatında bir azâb vardır." (er-Râ'd, 13/34) âyeti ile:

"O kâfirlerin başına işledikleri yüzünden ya ansızın büyük bir musibet gelip, çatacak yahut..." (er-Râ'd, 13/31.) âyetleridir. Yani Biz onlara va'dettiğimiz azâbın bir kısmını sana gösterecek olursak

"yahut canını alsak da sana düşen ancak tebliğ etmektir." Senin üzerinde tebliğden başka bir görev yoktur.

"Hesab görmek" yani amellerinin karşılığını vermek ve cezalandırmak

"de yalnız Biz'e aittir."

41

Görmediler mi ki Biz arza geliyoruz da, onu etrafından eksiltip duruyoruz. Allah hükmeder. O'nun hükmünü koğuşturup bozacak yoktur. O, hesabı pek çabuk görendir.

"Görmediler mi ki?" âyetinde kastedilenler Mekkelilerdir.

"Biz arza geliyoruz da onu etrafından eksiltip duruyoruz." Bu hususta farklı görüşler vardır.

İbn Abbâs ile Mücahid

"onu etrafından eksiltip duruyoruz" oranın âlimlerinin ve salihlerinin vefatıyla eksiltip duruyoruz diye açıklamışlardır. el-Kuşeyrı der ki: Bu açıklamaya göre arzın etrafından kasıt, onun en şereflileridir.

İbnu'l-Arabî der ki: (Etrafın tekili olan): et-taraf ve et-tarf şerefli, üstün adam demektir. Ancak buna göre bir açıklama uzak bir ihtimaldir. Çünkü âyetten maksat şudur: Biz onlara işlerindeki eksiklikleri gösterdik ki, azaplarının ertelenmesinin Bizim acizliğimizden kaynaklanmadığını bilsinler diye. Ancak İbn Abbâs'ın görüşü yahudİ ve hristiyanların büyük ilim adamlarının ölümlerine yorumlanırsa, uygun bir açıklama olarak görülebilir. (Çünkü âyet-i kerîme kâfirlere tehdit mahiyetindedir).

Yine Mücahid, Katâde ve el-Hasen derler ki: Bunda kastedilenler müşriklerin ellerinde bulunup da müslümanların galip gelerek ellerine geçirdikleri şeylerdir. Bu açıklama, İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. Yine ondan nakledildiğine göre, bundan kasıt, ümranın yeryüzünün yalnızca bir tarafında söz konusu olacağı noktaya kadar harab olması demektir. Mücahid'den nakledildiğine göre yeryüzünün etrafının eksilmesi, harab olması ve yeryüzü halkının ölmesi demektir.

Vekî b. el-Cerralı, Talha b. Umeyr'den, o Atâ b. Ebi Rebah'tan rivâyete göre o, yüce Allah'ın;

"Görmediler mi ki Biz arza geliyoruz da onu etrafından eksiltip, duruyoruz" âyeti hakkında dedi ki: Kasıt fukahâsının ve ahalisinin hayırlılarının gitmesidir.

Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr de der ki: Atâ'nın âyet-i kerîmenin te'vili ile ilgili açıklaması gerçekten güzeldir. İlim ehli bu açıklamayı kabul ile karşılamıştır.

Derim ki: el-Mehdevî de aynı açıklamayı Mücahid ve İbn Ömer'den nakletmektedir. Bu da birinci görüşün aynısıdır, Süfyan, Mansur'dan, o Mücahid'den: "Onu etrafından eksiltip duruyoruz" âyeti hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: Kasıt fukaha ve ilim adamlarının vefat etmesidir. Dilde bilindiğine göre ise "ettaıf" herşeyin en değerli ve üstün olanıdır. Bu ise Ebû Nasr Abdu'r-Rahîm b. Abdü ‘l-Kerîm'in, İbn Abbâs'ın beğendiği görüşünden daha farklıdır.

İkrime ve en-Nehaî derler ki: Bundan kasıt noksanlık ve nefislerin kabzedilmesidir, Onlardan birisi de der ki: Eğer yeryüzü gerçek anlamda eksilmiş olsaydı, hiç şüphesiz kişinin defi hacette bulunacak yeri dahi kalmazdı. Bir diğeri de şöyle demektedir: Hiç şüphesiz def-i hacetini yapacağın daracık bir yer dahi bulamazdın, demiştir.

Yine denildiğine göre bu âyetle kastedilen Kureyşlilerden önceki ümmetlerden helâk olanların, helâk edilmesi, onlardan sonra da kaldıkları yerlerin, toprakların helâk edilmesidir. Yani Kureyşliler kendilerinden öncekilerin helâk edildiğini, onlardan sonra da arazilerinin harab olduğunu görmediler mi? Bunun gibi bir şeyin başlarına gelmesinden korkmuyorlar mı?

Bu görüş aynı şekilde İbn Abbâs, Mücahid ve İbn Cüreyc'den de rivâyet edilmiştir. Yine İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre bundan kasıt, yeryüzünün bereketlerinin, mahsullerinin ve yaşayan insanların eksilmesidir. Bir diğer açıklamaya göre yeryüzünün eksilmesi, yöneticilerinin zulmü ile olur.

Derim ki: Bu, mana itibariyle doğrudur. Çünkü zulüm ve haksızlıklar ülkeleri, ora ahalisinin öldürülmesi ve halkının topraklarından sürülmesi sonucunda tahrib eder ve yeryüzünden bereketin kaldırılmasına sebeb olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Allah hükmeder, O'nun hükmünü kovuşturup, bozacak yoktur." Yani hükmünü eksiltmek veya değiştirmek suretiyle kimse O'nun hükmünü bozamaz.'

"O hesabı pek çabuk görendir." Kâfirlerden intikamı da çabucak alır, mü’minlerin mükâfatını da çabucak verir.

Şöyle de açıklanmıştır: Şanı yüce Allah'ın -bundan önce el-Bakara Sûresî'nde (2/202. âyet, 2. başlıkta) geçtiği üzere- hesaba çekmek İçin düşünmeye ve bu maksatla parmak ile saymaya (vb. tekniklere) ihtiyacı yoktur.

42

Onlardan öncekiler de tuzaklar kurmuştu. Fakat bütün bu tuzakları boşa çıkarmak, Allah'a aittir. Herkesin ne kazandığını O bilir. Kâfirler de pek yakında bu yurdun sonunun kimin olacağını bileceklerdir.

"Onlardan öncekiler" yani Mekke müşriklerinden öncekiler

"de tuzaklar kurmuştu." Peygamberlere karşı tuzaklar kurmuşlar, onlara karşı hileler düzenlemişler ve onları inkâr etmişlerdi.

"Fakat bütün bu tuzakları boşa çıkarmak, Allah'a aittir." Yani tuzak kuranların tuzaktan da Allah'ın bir yaratığıdır. Bu tuzakların Allah'ın İzni olmaksızın zararları olmaz. Bir diğer açıklamaya göre Allah tuzağın en hayırlısını kurandır. Yani O kurdukları tuzaklara karşılık verendir, cezalandırandır.

"Herkesin" hayır ve şer türünden

"ne kazandığını O bilir" ve ameline göre ona karşılık verir.

"Kâfirler de pek yakında bu yurdun sonunun" yani sevab, mükâfat ve ceza itibariyle dünya yurdunun sonunun, yahut âhiret yurdunda mükâfat ve cezanın

"kimin olacağını bileceklerdir." Bu âyet, bu şekliyle bir tehdittir. "Kâfirler" anlamındaki âyeti Nâfî', İbn Kesîr ve Ebû Amr; şeklinde: Kâfir diye tekil olarak okumuşlardır. Diğerleri ise çoğul okumuşlardır. Bununla Ebû Cehil'in kastedildiği de Merhum müfessiriıniz bir sonraki âyeti de bu âyet ile birlikte kayd etmiş ve tefsirlerini bir arada yapmıştır. Ancak bizler, bir arada verilmelerini zorunlu görmediğimizden ve sonuncu âyetin tefsirinin buna göre uzun olmasından ayrı ayrı kaydetmeyi uygun bulduk. söylenmiştir.

43

O kâfir olanlar: "Sen gönderilmiş bir peygamber değilsin" derler. De ki: "Benimle sizin aranızda bir şahit olarak Allah ve yanında kitabın bilgisi bulunanlar yeter."

"O kâfir olanlar, sen gönderilmiş bir peygamber değilsin, derler." Katâde der ki: Burada kasıt Arap müşriktendir, yani sen bir peygamber veya bir Rasûl değilsin. Sen ancak uydurma bir söz söyleyensin, Hazret-i Peygamber, onların teklif ettikleri mucizeleri göstermeyince onlar bu sözleri söylediler.

"De ki" yani ey Muhammed onlara de ki:

"Benimle sizin aranızda” benim doğru söylediğime, sizin de yalan söylediğinize dair

"bir şahit olarak Allah ve yanında kitabın bilgisi bulunanlar yeter." Bu, Arap müşriklerine karşı getirilen bir delildir. Çünkü onlar tefsirlerde belirtildiğine göre kitab ehlinden -aralarından îman eden kimselere- müracaat ediyorlardı.

Şöyle de açıklanmıştır: Kitab ehlinin şahitlikleri davalaşan tarafların arasında hükmü neticeye bağlayacak bir tanıklık idi. Bunlar ise Abdullah b. Selâm, Selman-ı Farisî, Temim ed-Dârî, Necaşî ve arkadaşları gibi, kitab ehlinin îman edenleridir. Bunu da Katâde ve Saîd b. Cübeyr ifade etmiştir.

Tirmizî, Abdullah b. Selâm’ın kardeşinin oğlundan naklen, şöyle dediğini rivâyet eder: Hazret-i Osman'ın öldürülmesi istenince Abdullah b. Selam geldi. Hazret-i Osman ona: Gelişine sebeb nedir? diye sorunca, O: Sana yardımcı olmaya geldim, dedi. Bunun üzerine Hazret-i Osman şöyle dedi: O halde insanların karşısına çık ve onların benden uzaklaşmalarını söyle, çünkü senin çıkışın benim için içeri girmenden daha hayırlıdır. Bunun üzerine Abdullah b. Selâm insanların karşısına çıkarak şöyle dedi: Ey insanlar! Şunu bilin ki benim cahiliye döneminde adım filan idi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana Abdullah ismini verdi. Benim hakkımda Allah'ın Kitabından bir takım âyet-i kerîmeler İndi. Benim hakkımda yüce Allah'ın:

"Eğer o Allah tarafından gönderilmiş iken siz onu inkâr etmiş iseniz ve İsrailoğullarından bir şahid de onun bir benzeri üzere şahitlik edip îman etmiş olduğu halde siz büyüklük taslamış iseniz, gerçek şu ki Allah zâlimler topluluğuna hidayet vermez" (el-Ahkaf, 46/10) âyetini İndirmiştir. Yine'benim hakkımda: "De ki; Benimle sizin aranızda bir şahit olarak Allah ve yanında kitabın bilgisi bulunanlar yeter." âyetini indirmiştir... Tirmizî, Tefsir 46. sûre 1, Menâkıb 36. Biz bu hadisi bütünüyle "et-Tezkire" adlı eserimizde nakletmiş bulunuyoruz. Ebû Îsa da bu hadis hakkında şöyle demektedir: Bu hasen, garib bir hadistir.

Abdullah b. Selam'ın cahiliye dönemindeki ismi Husayn idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona Abdullah ismini vermiştir.

Ebû Bişr der ki: Saîd b. Cübeyr'e: "Ve yanında kitabın bilgisi bulunanlar" dan kasıt kimdir? diye sordum. O: O kişi Abdullah b. Selâm'dır, dedi.

Derim ki: Bu kişi nasıl Abdullah b. Selâm olabilir? Bu sûre Mekke'de inmiştir. Abdullah b. Selâm ise ancak Medine döneminde müslüman olmuştur.

Bunu es-Sa'lebî nakletmektedir, el-Kuşeyrî de der ki: İbn Cübeyr dedi ki: Sûre Mekke'de inmiştir. İbn Selam ise bu sureden sonra Medine'de İslâm'a girmiştir. O bakımdan bu âyet-i kerîmenin İbn Selâm hakkında yorumlanması câiz olamaz. "Yanında kitabın bilgisi bulunan" dan kasıt, Hazret-i Cebrâîl'dir, Aynı zamanda bu, İbn Abbâs'ın da görüşüdür.

el-Hasen, Mücahid ve ed-Dahhâk der ki: Bu yüce Allah'tır. Onlar bu âyeti; "Kitabın bilgisi O'nun nezdinden gelmiştir" diye okurlar ve: Burada kasıt Abdullah b. Selâm ile Selman'dır diyenlerin kanaatlerini reddediyorlardı. Çünkü onların görüşüne göre sûre Mekke'de inmiştir, bunlar ise Medine'de İslâm'a girmişlerdir.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den de bu âyeti aynı şekilde okuduğu zayıf olmakla birlikte- da rivâyet edilmiştir. Yine bunu Süleyman b. Erkarn, ez-Zührî'den, o Salim'den, o da babasından, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den yoluyla rivâyet etmiştir. Mahbub da, İsmail b. Muhammed el-Yemanî'den naklettiğine göre, o da aynı şekilde; "Nezdinden" şeklinde mim, ayn ve dal harflerini esreli olarak; "Kitabın alameti, işareti" anlamında "ayn" harfini ötreli ve "kitab" kelimesini de merfu olarak okumuştur. Abdullah b. Atâ der ki: Ben Ebû Cafer b. Ali b. el-Hüseyn b. Ali b. Ebî Tâlib (r. anhum)a şöyle dedim: Yanında kitabın bilgisi bulunan kişinin Abdullah b. Selâm olduğunu iddia etmişlerdir. O şöyle dedi: Hayır, bu kişi Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)dır. Muhammed b. el-Hanefiye de böyle demiştir. Bütün mü’minlerdir, diye de açıklanmıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Kadı Ebû Bekir b. el-Arabî der ki: Bu kimsenin Hazret-i Ali olduğunu söyleyen iki esastan birisine dayanır: Ya o kimsenin kanaatine göre Hazret-i Ali mü’minlerin en bilginidir; ama gerçek öyle değildir. Çünkü Ebû Bekir, Ömer ve Osman (radıyallahü anhüm) ondan daha bilgilidirler. Diğer bir sebeb de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a atfedilen: "Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır", sözü dolayısıyladır, bu da batıl bir hadistir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İlmin şehridir, ashab'ı da bu şehre açılan kapılardır. Bu kapıların kimisi oldukça geniştir, kimisi orta büyüklüktedir ve bu onların ilimlerdeki derecelerine göre değişir. Burada "kitabın bilgisi"ne sahib olanların bütün mü’minler olduğunu söyleyenlerde doğru söylemişlerdir. Çünkü herbir mü’min Kitab'ı bilir ve onun hangi yönden muciz olduğunu idrâk eder. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in doğru söylediğine de tanıklık eder.

Derim ki: Buna göre Kitab'tan kasıt Kur'ân-ı Kerîm'dir. Kitabın bilgisine sahip olan kimsenin Abdullah b. Selâm olduğunu söyleyenler ise Tirmizî'nin belirttiği hadise dayanmaktadır. Abdullah b. Selâm hakkında herhangi bir âyetin inmesine mani bir durum olmadığı gibi, kendisi de bütün mü’minleı lâfzının kapsamına girmektedir. Bunu, ifadeler anısında yer alan: "O kâfir olanlar" âyeti da desteklemektedir ki, bununla kastedilenler Kureyşlilerdır. O halde Kitab bilgisine sahip olanlar yahudilerden olsun, hristiyanlardan olsun îman eden kimselerdir. Çünkü bunlar nübüvveti ve Kitabı puta tapıcılara göre daha iyi bilirler.

en-Nehhâs der ki: Bu kimseden kasıt Abdullah b. Selam ve başkalarıdır, diyenlerin kanaatlerinin de doğru olma ihtimali vardır, çünkü deliller sahih olup da Kur'ân-ı Kerîm'den önce indirilmiş kitabı okuyan kimseler de bu dlilleri tanıyacak olurlarsa artık bu kesin bir husus olur. İşin hakikatini en iyi bilen Allah'tır.

0 ﴿