İBRÂHÎM SÛRESİRahmân Ve Rahîm Allah'ın İsmi ile (Mekke'de İnmiştir. Elliiki Âyettir) el-Hasen, İkrime ve Câbir'in görüşüne göre bütünüyle Mekke'de inmiştir. İbn Abbâs ve Katade ise bundan iki âyet müstesnadır, onlar Medine'de inmişlerdir, derler, Üç âyet müstesnadır da denilmiştir. Bu üç âyet-i kerîme Allah ve Rasûlüne karşı Savaş açan kimseler hakkında inmiştir ki; bunlar da yüce Allah'ın: "Allah'ın nimetini küfür ile değiştiren... varacağınız yer şüphesiz ateş olacaktır" (28-30. âyetler) buyruktandır. 1Elif, Lâm, Râ. Bu, insanları Rabblerinin izniyle, karanlıklardan nura, Aziz, Hamîd olanın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır. Yüce Allah'ın: "Elif, Lâm, Râ. Bu... sana indirdiğimiz bir kitaptır" âyetinin anlamına dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. "Bu, İnsanları Rabblerinin izniyle" onlara muvaffakiyet vermesi ve lütfü ile "karanlıklardan" küfrün, sapıklığın, bilgisizliğin karanlıklarından, îman ve ilmin aydınlığı demek olan "nûr'a..." onları Kur'ân-ı Kerîm'e davet etmen suretiyle "çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır." Bu âyette "karanlık" ile "nûr" bir temsildir. Çünkü küfür karanlık gibidir, İslâm da nûr gibidir. Bu âyet bid'atten sünnete, şüpheden yakîne diye de açıklanmıştır. Bu açıklamalar birbirlerine yakındır. "Rabblerinin izniyle" âyetindeki "be" harfi; "Çıkarman" fiiline taalluk etmektedir. Burada fiilin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e izafe' edilmesinin sebebi, davet edenin, uyarıp hidayete çağıranın kendisi oluşundan dolayıdır. "Aziz, Hamid olanın yoluna" âyetinin da -araya "vav" harfi getirmeksizin- gelmesi; "Akıllı, faziletli Zeyd'in yanına gittim" demeye benzer. "Vav" harfinin getirilmeyiş sebebi ise her iki sıfatın da aynı kişiye ait oluşundan dolayıdır. Şanı yüce Allah; misli ve benzeri olmayan Azîz'dir. "Aziz"in hiçbir kimsenin mağlup edemediği kimse anlamında olduğu söylendiği gibi, mülk ve saltanatında kendisine erişilemeyen, O'na zarar verilemeyen anlamında olduğu da söylenmiştir. "Hamîd" ise her dilde kendisine hamd edilen, her yerde ve her durumda şanı ve şerefi övülen, yüceltilen kimse demektir. Miksem'in, İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Meryem oğlu Îsa'ya îman eden bir topluluk ve onu inkâr eden bir topluluk vardı. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilince, Îsa'yı inkâr eden kimseler ona îman etti. Buna karşılık Îsa'ya îman edenler de onu İnkâr etti. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi. Bunu el-Maverdî nakletmektedir. 2O Allah ki, göklerde ve yerde ne varsa, hepsi O'nundur. Şiddetli azaptan dolayı vay o kâfirlerin haline! 3Onlar dünya hayatını, âhiretten daha çok sevenler, Allah'ın yolundan alıkoyanlar, onun eğrilmesini isteyenlerdir. İşte onlar uzak bir sapıldık içindedirler. "O Allah ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi" mülkiyetleriyle, kul olarak, yoktan var edilmeleri ve yaratılmaları itibariyle "hepsi O'nundur." Nâfi', İbn Âmir ve başkaları "Allah" lâfzını mübtedâ olarak merfu;... ki" lâfzını da onun haberi olarak okumuşlardır. ("Allah göklerde... kendisinin olandır" demek olur). Bunun sıfatı olduğu, haberinin ise gizli olduğu da söylenmiştir. Yani göklerde ve yerde ne varsa, hepsi kendisinin olan Allah herşeye kadirdir. Diğerleri ise (bir önceki âyet-i kerîmede geçen): "Azîz, Hakim”in sıfatı olarak esreli okumuşlardır. Ancak sıfatı mevsuftan önce zikretmiştir. Bu da; " Zarif Zeyd'e uğradım" demeye benzer. Bu şekilde esreli okuyuşun "Hamîd'in bedeli olduğu ve sıfat olmadığı da söylenmiştir. Çünkü "Allah" ism-i celali özel isim gibi olduğundan burada vasfedilmez. Nitekim Zeyd ve Amr kelimelerinin de sıfat olarak kullanılmadığı gibi. Bununla birlikte mana itibariyle sıfat olarak getirilmesi mümkündür. Çünkü bu, var etmek kudretine tek başına sahip demektir. Ebû Amr da der ki: "Allah" lâfza-i celalinin esreli okunması takdim ve te'hire göre olup, bu ifadenin takdiri; "Göklerde bulunanlarla, yerde bulunanlar kendisinin olan Aziz ve Hamid Allah'ın yoluna..." şeklindedir. Ya'kub "el-Hamîd" üzerinde vakıf yaptığı takdirde "Allah" lâfzını ref ile okur, vasıl ile okuduğunda ise sıfat olarak esreli okurdu. İbnu'l-Enbarî der ki: Bunu esreli okuyan; "Yerde ne varsa..." âyeti üzerinde vakıf yapar. "Şiddetli azaptan dolayı vay o kâfirlerin haline!" âyetinde geçen "veyb vay'ın anlamı ile ilgili açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/79-âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. ez-Zeccâc der ki: Bu kelime azaba uğramak ve helâk oluş dolayısıyla kullanılan bir sözdür. "Şiddetli azap" dan kasıt ise cehennemdeki azaptır. - "Onlar dünya hayatını âhiretten daha çok sevenler..." yani dünya hayatını âhirete tercih edenler... dir. İşte kâfirler böyle yapar. Bu âyetteki: "Onlar" kelimesi kâfirlerin bir sıfatı olarak cer mahallindedir. Haber mevkiinde merfu olup mübtedânın saklı olduğu da söylenmiştir. Yani "onlar... enlerdir." Bir diğer açıklamaya göre; " Onlar sevenlerin mübtedâ, " İşte onlar...dirler" lâfzının ise haberi olduğu da söylenmiştir. Kısacası; dünya hayatını ve güzelliğini tercih edip dünya nimetleri arasında kalmayı âhiretin nimetlerine üstün tutan, Allah yolundan alıkoyan, yani insanları İbn Abbâs ve diğerlerinin görüşüne göre bütün peygamberlerin getirdiği Allah'ın dini olan bu dinden alıkoyan herkes, bu âyet-i kerîmenin kapsamı içerisindedir. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ümmetim hakkında en çok korktuğum şey saptırıcı yöneticiler ve önderlerdir. " Ebû Dâvûd, Fiten 1; Tirmizî, Fiten 51; İbn Mâce, Fiten 9; Dârimi, Rikaak 39; Müsned, V, 278, 284. Bu, sahih bir hadistir. Bu dönemlerde bu gibi kimselerin sayılan ne kadar da çoktur! Kendisinden yardımcı olmasını dilediğimiz yüce Allah'tır. "Sevenler"in dünyayı uygun olmayan yollardan elde etmeye çalışanlar anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah'ın nimeti ancak O'na itaat ile aranmalıdır, O'na masiyet ile aranamaz. "Onun eğrilmesini isteyenlerdir." Yani onlar hevâlarına uygun düşsün, ihtiyaç ve maksatlarını gerçekleştirsin diye bu yolun eğrilmesini, sapmasını isterler. Yol (sebil) müzekker olarak da kullanılabilir, müennes olarak da. Eğrilik (el-ivec) ise "ayn" harfi esreli olarak dinde herhangi bir işte, yerde ve dikey durmayan herbir eğri şey hakkında kullanılır. "Ayn" harfi üstün olarak (avec) ise duvar, mızrak ve buna benzer dikey olan şeylerdeki eğrilik hakkında kullanılır. Buna dair açıklamalar daha önceden Al-i İmrân Sûresi'nde (3/99. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. "İşte onlar uzak bir sapıklık içindedirler." Hak'tan alabildiğine uzak bir sapıklık içerisinde gitmektedirler. 4Biz gönderdiğimiz herbir peygamberi -kendilerine apaçık anlatsın diye- ancak kendi kavminin diliyle gönderdik. Artık Allah, kimi dilerse saptırır, kimi dilerse de doğru yola İletir. O Azizdir, Hakîm'dir. "Biz" ey Muhammed, senden önce "gönderdiğimiz herbir peygamberi -kendilerine apaçık anlatsın diye- ancak kendi kavminin diliyle gönderdik." Dinlerinin emirlerini onlara iyice anlatsınlar diye kavimlerinin dilleri ile konuşan peygamberler olarak gönderdik. "Dil" her ne kadar çoğul olan "kavim" kelimesine izafe edilmiş ise de tekil olarak gelmesi, maksadın konuşulan dil olduğundan dolayıdır. O halde bu kelime (lügat) cins isim olup azlık için de kullanılır, çokluk için de kullanılır. Bu âyet-i kerîme de Acemlerin ve diğer Arap olmayanların lehine delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın getirdikleri kendisine anlayıp kavrayacağı bir şekilde tercüme edilen herkes için bağlayıcı delil ortaya konulmuş olur. Nitekim yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Biz seni ancak bütün insanlar için müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik." (Sebe', 34/28) Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmaktadır: "Herbir peygamber kendi ümmetine, ümmetinin diliyle gönderilmiştir. Yüce Allah beni de yarattıkları arasından kırmızı tenliye de, siyah tenliye de göndermiştir." Müsned, V, 158'de: Ebû Zer'den: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah her bir peygamberi mutlaka kavminin diliyle göndermiştir." Hazret-i Peygamber'in her renkten (ırktan) insana gönderildiğini belirten bir sonraki rivâyetten ve benzerlerinden başka, onun "daha önceki peygamberlere verilmemiş beş özelliğinden" birisi olarak bütün ırklara gönderilmiş olduğunu dile getiren hadis: Buhâri, Teyemmüm 1, Salât 56; Müslim, Mesâcid 3; Nesâî, Gusl 26; Dârimi, Salat 111, Siyer 29... da yer almaktadır. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki; bu ümmetten (ümmet-i davetten) yahudi olsun, hristiyan olsun kim benim peygamberliğimi işitip de sonra benimle gönderilene îman etmeyecek olursa, muhakkak cehennemliklerden olur." Müslim, lman 240; Müsned, II, 317, 350. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir ve daha önceden (el-Bakara, 2/62. âyet 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Artık Allah, kimi dilerse saptırır, kimi dilerse de doğru yola iletir" âyeti ilahî meşîetin etkin olduğunu belirtmekte ve bu hususta Kaderiyye'nin görüşünü reddetmektedir. Bu cümle yeni bir cümle olup "Apaçık anlatsın diye" âyetine atfedilmiş değildir. Çünkü peygamber göndermek saptırmak için değil, apaçık beyan etmek içindir. Bununla birlikte; " Saptırır" kelimesinin nasb ile okunması da caizdir. Çünkü Peygamber gönderilmesi (hidayeti kabul etmeyenler için) saptırılmaya sebeb olmuştur. O takdirde bu da yüce Allah'ın: "Çünkü sonunda onlara bir düşman ve bir tasa (sebebi) olacaktı" (el-Kasas, 28/8) âyeti gibi olur. Peygamber göndermenin saptırmaya sebeb olması, onların peygamberler kendilerine geldiğinde, peygamberi inkâr etmeleri sebebiyledir. O bakımdan âdeta bu onların küfürlerine sebeb gibi olmuştur. "O Azîz'dir, Hakîm'dir" âyetinin anlamı daha önce geçmiş bulunmaktadır. 5Yemin olsun ki Biz Mûsa'yu "Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah'ın günlerini hatırlatarak öğüt ver" diye âyetlerimizle gönderdik. Şüphesiz bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes İçin âyetler vardır. "Yemin olsun ki Biz Mûsa'yı... âyetlerimizle gönderdik." Biz onu kesin belgelerimizle, burhanlarımızla yani onun doğruluğuna delil olan mucizelerle gönderdik. Mücahid der ki: Burada kastedilenler Hazret-i Mûsa'ya verilen dokuz mucizedir. "Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar" âyetinin bir benzeri de yüce Allah'ın sûrenin baş tarafında peygamberimize hitaben söylediği: "İnsanları Rabblerinin izniyle karanlıklardan nûr'a... çıkarman için" (İbrahim, 14/1 ) âyetidir. "Çıkar diye" âyetindeki; " Diye" burada "yani" anlamında olup (kullanımı bakımından) yüce Allah'ın: "Onların ele başıları: Yürüyün... diyerek kalkıp gittiler." (Sâd, 38/6) âyetine benzemektedir. "Ve onlara Allah'ın günlerini hatırlatarak öğüt ver." Yani onlara öyle sözler söyle ki, bununla yüce Allah'ın günlerini hatırlasınlar. İbn Abbâs, Mücahid ve Katade der ki: Bundan kasıt, üzerlerindeki Allah'ın nimetlerinin hatırlatılmasıdır, Ayrıca Ubeyy b. Ka'b da böyle demiş olup bunu Hazret-i Peygamber'den merfu bir açıklama olarak da nakletmiştir. Yani Allah'ın onlara ihsan etmiş olduğu, Fir'avun'dan, Tîh Sahrasından kurtuluşu ve diğer nimetleri onlara hatırlat. Çünkü "nimetler"in "eyyam: günler" diye adlandırıldığı da olur. Amr b. Külsûm'un şu mısraı bu kabildendir; "Ve bizim nice güzel, aydınlık günlerimiz (nimetlerimiz) vardır..." Yine İbn Abbâs ve Mukâtil 'den de şöyle dedikleri nakledilmektedir: Geçmiş ümmetlerde Allah'ın başlarına getirmiş olduğu büyük olayları hatırlat, demektir. Mesela, filan kişi Arapların günlerini (eyyâmu'l-Arab'ı) bilir denilirken, onların başından geçen önemli olayları bilir, demektir. İbn Zeyd der ki: Bundan kasıt yüce Allah'ın geçmiş ümmetlerden intikam aldığı günlerdir. İbn Vehb de, Malik'ten böyle dediğini rivâyet etmiştir. Malik: Onun belâ ve musibetleri demektir, der. Taberî der ki: Sen onlara, onların geçmiş günlerini hatırlatarak öğüt ver, yani yüce Allah'ın günlerindeki nimetleri ve mihnetleri hatırlat. Çünkü onlar zillete düşürülmüş kölelerdi. Sadece "günler"i hatırlatmakla yetinmesi onların bu hususları bilmelerinden dolayıdır. Saîd b. Cübeyr de, İbn Abbâs'tan, o Ubeyy b. Ka'b'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı şöyle buyururken dinledim: "Mûsa -selam ona- kavmi arasında onlara Allah'ın günlerini hatırlatıyordu. Allah'ın günleri ise O'nun belaları ve nimetleridir..." diyerek Hızır hadisini zikretti. Müsned, V, 121 İşte bu da kalpleri yumuşatıp incelten, yakîni arttıran, her türlü bid'atten uzak, her türlü dalâlet ve şüpheden ırak vaaz ve öğütlerin câiz olduğuna delildir. "Şüphesiz bunda" yani Allah'ın günlerinin hatırlatılmasında Allah'a itaat üzere ve masiyetlere karşı pek "çok sabreden ve" Allah'ın nimetlerine "çok şükreden herkes İçin âyetler" açık deliller ve belgeler "vardır." Katade der ki: "Çok şükreden" kişi öyle bir kuldur ki, kendisine verildiğinde şükreder, belâlarla karşf karşıya kaldığında sabreder. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den de şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Îman iki yarımdır. Yarısı sabırdır, yarısı şükürdür. Bu kadarıyla: Beyhakî, Şuabu'l-Îman, VII, 123. Daha sonra da şu; "Şüphesiz bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes için âyetler vardır" âyetini okudu." Buna yakın bir rivâyet en-Nehaî'den de mevkuf olarak gelmiştir. Hasan-ı Basrî yedi yıl süreyle Haccac'dan saklanıp durdu. Ona Haccac'ın öldüğü,haberi ulaşınca şöyle dua etti: Allah'ım, Sen onun canını almış bulunuyorsun, onun yolunu da öldür, deyip şükür secdesine vardı ve yüce Allah'ın: "Şüphesiz bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes İçin âyetler vardır" âyetini okudu. Özellikle bu âyetlerin "çok sabreden ve çok şükreden" kimseler hakkında söz konusu edilmesi, onların bu âyetlerden ibret almaları ve onlardan gafil kalmamalarından dolayıdır. Nitekim yüce Allah bir başka yerde: "Sen ancak ondan korkacakları korkutursun" (en-Nâziât, 79/45) diye buyurmaktadır. Her ne kadar herkes için korkutup uyarıcı ise de. 6Hani Mûsa kavmine şöyle demişti: "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Çünkü O, sizi azâbın en şiddetlisine uğratan, oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı diri bırakan Fir'avun hanedanından kurtarmıştı ve bunda Rabbinizden büyük bir imtihan vardır. Yüce Allah'ın: "Hani Mûsa kavmine şöyle demişti: Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın, çünkü O, sizi azâbın en şiddetlisine uğratan, oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı diri bırakan Fir'avun hanedanından kurtarmıştı ve bunda Rabbinizden büyük bir imtihan vardır" âyetine dair yeterli açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/49. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. 7"Ve yine hatırlayın ki, Rabbiniz şunu bildirmişti: Yemin olsun ki şükrederseniz elbette size daha çok veririm. Nankörlük ederseniz hiç şüphesiz Benim azabım çok şiddetlidir." "Ve yine hatırlayın ki, Rabbiniz şunu bildirmişti..." Denildiğine göre; bu da Hazret-i Mûsa'nın kavmine söylediği sözler arasındadır. Bunun (Hazret-i Mûsa'dan nakledilen değil de) bizatihi yüce Allah'ın sözü olduğu da söylenmiştir. Yani ey Muhammed! hatırla ki, Rabbin şunu bildirmişti... demektir. ile aynı anlamda "bildirdi" demektir. Tıpkı in "tehdit etti" anlamına gelmesi gibi. Bu anlamdaki açıklamalar el-Hasen ve başkalarından rivâyet edilmiştir. "Ezan" kelimesi de buradan gelmektedir, çünkü o da bir bildirmedir. Şair der ki: "Biz sabah aydınlığının farkına varmadık tâ ki Meclislerimizde ezanı (bildirme ve ilânı) işitinceye kadar." İbn Mes'ûd ise; "Hani Rabbiniz şöyle demişti" diye okumuştur ki ikisinin de anlamı birdir. " Yemin olsun ki şükrederseniz elbette size daha çok veririm." Yani eğer Benim nimetlerime şükredecek olursanız, yemin olsun size lütfü keremimden daha da fazlasını veririm. el-Hasen der ki: Eğer nimetime şükredecek olursanız, Ben de sizin bana itaatinizi yemin olsun, daha da arttıracağım. İbn Abbâs da şöyle açıklamıştır: Eğer Beni tevhid eder ve Bana itaat ederseniz, şüphesiz size vereceğim sevap ve mükâfatımı da arttırırım. Bu görüşlerin ihtiva ettiği manalar birbirlerine yakındır. Âyet-i kerîme şükrün, nimetin artışına sebeb olduğu hususunda açık bir nasstır. el-Bakara Sûresi'nde 2/152-1531 şükrün anlamına dair ilim adamlarınn görüşlerini aktarmış bulunuyoruz. Salih zatlardan birisine yüce Allah'a şükre dair sorulmuş, o da şöyle demiş: Şükür Allah'ın nimetleri ile O'nun masiyetlerine karşı gıdalanarak güç kazanmamandır. Hazret-i Davud'dan da şöyle dediği nakledilmiştir: Rabbim ben Sana nasıl şükredebilirim? Çünkü sana şükredişini bile Senin benim üzerimdeki yeni bir nimetindir. Bunun üzerine yüce Allah: Ey Davud! İşte şimdi Bana şükretmiş oldun, diye buyurdu. Derim ki: Buna göre şükrün gerçek mahiyeti, nimet sahibi olana nimetlerinin itiraf edilmesi ve O'nun nimetlerini, O'na itaatin dışındaki yerlerde tüketmemesidir. el-Hâdî yemek yediği sırada: "O sana rızkını ulaştırdı, o rızkı sayesinde, O'na itaat edesin ve hakkının bir bölümüne olsun şükredesin. Ama nimetine de şükretmedin fakat, O'nun sana verdiği rızıkla masiyetlerine karşı güç kazandın" beyitlerini söyleyiverdi, ardından lokması boğazına tıkandı ve göz yaşlarına boğuldu. Cafer es-Sadık da der ki: Nimete karşılık şükür nimetini de işittin mi (yerine getirdin mi), artık daha fazlasının gelmesi için kendini hazırla. "Nankörlük ederseniz" hakkımı kabul etmez ve inkâr ederseniz, bir açıklamaya göre de nimetlerimi inkâr ederseniz "hiç şüphesiz Benim azabım çok şiddetlidir." Yüce Allah şükre karşılık nimetini arttıracağını vaadettiği gibi, küfür ve nankörlüğe karşılıkta azâb tehdidinde bulunmuştur. Şartın cevabı başında gelmesi gereken "fe" harfinin; "Hiç şüphesiz" ifadesinin başından hazfedilmesi bu husustaki şöhret ve acıktıktan dolayıdır. 8Mûsa demişti ki: "Siz ve bütün yeryüzündekiler inkâr etseniz, şüphe yok ki Allah Ğani'dir, Hamîd'dir." Yüce Allah'ın: "Mûsa demişti ki: Siz ve bütün yeryüzündekiler İnkâr etseniz, şüphe yok ki Allah Ğani'dir, Hamîd'dir." Yani bundan dolayı Ona hiçbir eksiklik ulaşmaz, aksine O hiçbir şeye muhtaç olmayan "Ğani'dir" her fiili dolayısıyla övülüp hamdedilen "Hamîd'dir." 9Sizden öncekilerin Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonra Allah'tan başkasının bilmediği kavimlerin haberleri size gelmedi mi? Peygamberleri onlara apaçık belgelerle gelmişti de, ellerini ağızlarına götürüp şöyle demişlerdi: "Muhakkak biz sizinle gönderilenleri inkâr ettik ve gerçekten biz, bizi çağırdığınız şey hakkında şüphe ve tereddüt içindeyiz." "Sizden Öncekilerin Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin... haberleri size gelmedi mi?" âyetindeki; " Haber" demektir. Çoğulu da; şeklinde gelir. Şair der ki: "Sana gelmedi mi ve haberler yayılıp, duruyor..." Diğer taraftan, bu âyetlerin Hazret-i Mûsa'nın nakledilen sözleri olduğu söylendiği gibi; Allah'ın âyetten olduğu da söylenmiştir. Yani ey Muhammed, şunu hatırla ki, hani Rabbin şöyle şöyle buyurmuştu. Bunun yüce Allah'tan yeni bir hitab olduğu da söylenmiştir. Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin haberleri ise meşhurdur ve yüce Allah bunu Kitab-ı Kerîm'inde bizlere anlatmıştır. "Ve onlardan sonra Allah'tan başkasının bilmediği kavimlerin haberleri" sayılarını, neseblerini Allah'tan başka kimsenin bilmediği kavimlerin haberleri... Neseb âlimleri her ne kadar Hazret-i Âdem'e kadar nesebi uzatıyor iseler de, bütün ümmetleri tek tek saydıkları iddiasında değildirler. Onlar ancak bazı kimselerin nesebini tesbit etmektedirler, bazılarının neseblerini de söylememektedirler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in neseb âlimlerinin, nesebi zikrederek Maad b. Adnan'a sonra da daha da ileriye götürdüklerini İşitince: "Neseb bilginleri yalan söylüyorlar. Çünkü yüce Allah: "Allah'tan başkasının bilmediği" diye buyurmaktadır. " İbn Sa'd, Tabakat, 7, 56. Urve b. ez-Zübeyr'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bizler Adnan ile İsmail arasındakileri bilen kimse görmedik. İbn Abbâs da şöyle demektedir: Adnan ile İsmail arasında bilinmeyen otuz kişi vardır. İbn Mes'ûd da yüce Allah'ın: "Allah'tan başkasının bilmediği" âyetini okuduğu vakit, nesepçiler yalan söylüyorlar, derdi. "Peygamberleri onlara apaçık belgelerle" kesin hüccet ve delil teşkil edecek hususlarla "gelmişti de ellerini ağızlarına götürüp" yani onların kavimleri kendi ellerini, peygamberlerin getirdiklerine öfkelendiklerinden ötürü ısırmak üzere kendi ağızlarına götürüp... demektir. Çünkü peygamberler getirdikleri belgelerde onların akılsızlıklarını ortaya koyuyor ve putlarını eleştiriyorlardı. Bu açıklamayı İbn Mes'ûd yapmıştır. Abdu'r-Rahmân b. Zeyd de onun gibi bir açıklamada bulunmuş ve yüce Allah'ın: "Kinlerinden dolayı aleyhinize parmaklarının uçlarını ısırırlar" (Al-i İmrân, 3/119) âyetini okumuştur. İbn Abbâs da der ki: Onlar yüce Allah'ın Kitabını işittiklerinde hayret ettiler ve ellerini ağızlarına götürdüler. Ebû Salih de der ki: Peygamberleri kendilerine: Ben Allah'ın size gönderdiği rasûlüyüm dediğinde, parmaklarını ağızlarına götürüp: Sus diye işaret ediyorlardı. Böylelikle onu yalanlıyor ve sözünü reddediyorlardı. Bu üç görüş de mana İtibariyle birbirine yakındır. "Ellerini" ve "ağızları" kelimelerindeki her iki zamir de kâfirlere aittir. Birinci görüş de senet itibariyle daha sahihtir. Ebû Ubeyd der ki: Bize Abdu'r-Rahmân b. Mehdî anlattı, o Süfyan'dan, o Ebû İshak'tan, o Ebû'l-Ahvas'tan, o Abdullah'dan yüce Allah'ın: "Ellerini ağızlarına götürüp" âyeti hakkında dedi ki: Kin ve öfkelerinden parmaklarını ısırdılar. Şair de şöyle demiştir: "Bir görseydi Selma benim bir deri, bir kemik kaldığımı, Bacaklarımın ve ellerimin kemiklerinin de inceldiğini, Yakınlarımın benden uzaklığını ve beni ziyarete gelenlerin de uzak kaldıklarını, Hiç şüphesiz duyduğu ızdıraptan ısırırdı parmak uçlarını." Bu anlamdaki açıklamalar güzel ve yeterli bir şekilde Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/119. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. Mücahid ve Katade derler ki: Kavimleri ellerini, sözlerini reddetmek üzere peygamberlerin ağızlarına götürdüler, demektir. Buna göre birinci zamir kâfirlere, ikincisi peygamberlere aittir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Kavimleri peygamberlere: Susun diye işarette bulundular. Mukâtil der ki: Kavimleri peygamberlerin ellerini alarak onları susturmak ve sözlerini kesmek kastıyla bizzat peygamberlerin ağızları üzerine koydular. Bir diğer açıklamaya göre; peygamberler kavimlerinin ellerini ağızlarına geri döndürdüler. Bir diğer açıklamaya göre buradaki "eller"den kasıt nimetlerdir. Yani ağızlarıyla peygamberlerin nimetlerini reddettiler, Bu da sözleriyle ve peygamberleri yalanlamak suretiyle nimetleri reddettiler demektir. Çünkü peygamberlerin şeriat hükümlerini getirmeleri nimettir. Âyetin anlamı da şöyle olur: Onlar ağızlarıyla peygamberlerin getirdiklerini yalanladılar. "Ağızlarına" anlamındaki âyetin başındaki; edatı (de, da anlamı vermekle birlikte e, a anlamı veren) "be" manasınadır. Mesela; "Evde oturdum," denildiği gibi; da denilebilir. Esasen sıfat harfleri biri diğerinin yerine kullanılabilir. Ebû Ubeyde der ki: Bu bir darb-ı meseldir. Îman etmediler, peygamberlerin çağrılarını kabul etmediler, anlamındadır. Araplar bir kimse cevap vermeyip susacak olursa, o elini ağzına götürdü anlamındaki tabir kullanılır, el-Ahfeş de böyle demiştir. el-Kutebî de şöyle demektedir: Biz Araplardan herhangi bir kimsenin emrolunduğu bir işi terketmeyi anlatmak üzere "elini ağzına götürdü" dediğini işitmedik. Anlam ancak: Bunlar kin ve öfkelerinden dolayı parmak uçlarını ısırdılar, şeklinde olabilir. Çünkü şair de şöyle demektedir: "Kıskanç olanın aldatmasını ağzına geri çeviriyorsunuz, Ve nihayet bana karşı (öfkesinden) avuçlarını ısırmaya koyuluyor." O bu sözleriyle, kıskanç kimseyi parmaklarım ve ellerini ısırıncaya kadar öfkelendirdiklerini anlatmaktadır. Bir başka şair de şöyle demektedir: "Isıra ısıra parmak uçlarını bitirdi. Bu sefer bana öfkesinden, incik kemiğini ısırmaya koyuldu." Ve peygamberlerin ümmetleri peygamberlere "şöyle demişlerdi: Muhakkak biz sizinle gönderilenleri inkâr ettik." Yani kendi iddianız üzere peygamber gönderildiğinizi iddia ediyoruz. Yoksa onlar hakikaten peygamberliklerini kabul etmiş değillerdi. "Ve gerçekten biz, bizi çağırdığınız şey" olan tevhid "hakkında şüphe ve tereddüt" şüphe etmeyi gerektiren bir tereddüt "içindeyiz." " Şüphe etmeyi gerektiren tereddüt" demektir. Bir kimseye şüphe ve tereddüt etmesini gerektiren bir iş yaptığımızı ifade etmek üzere; "Onu şüpheye düşürdüm" denilir. Yani biz, sizin (peygamberlik iddiasıyla) hükümdarlık ve dünyalık istediğinizi zannediyoruz. 10Peygamberleri şöyle demişti: "Gökleri ve yeri yaratan, sizi günahlarınızdan bir kısmını bağışlamaya ve belirli bir süreye kadar ertelemeye çağıran Allah hakkında mı şüphe?" Dediler ki: "Siz de ancak bizim gibi bir insansınız. Atalarımızın taptıklarından bizi alıkoymak istiyorsunuz. O halde bize apaçık bir delil getirin." Yüce Allah'ın: "Peygamberleri şöyle demişti: ... Allah hakkında mı şüphe" âyetindeki istifhamın (sonunun) anlamı inkârdır, yani Allah hakkında şüphe olamaz. Bu da O'nun tevhidi hakkında şüphe olamaz, demektir. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. O'na itaatin gereği hususunda şüphe olamaz, diye de açıklanmıştır. Üçüncü bir anlama gelme ihtimali vardır: Allah'ın kudreti hakkında şüphe olabilir mi? Çünkü onlar bu hususta ittifak halindedirler, ama bunun dışındaki hususlarda anlaşmazlık içerisindedirler. Bu açıklamaya yüce Allah'ın: "Gökleri ve yeri yaratan" âyeti da delil teşkil etmektedir. Fâtır (yaratan); yaratıcı, yoktan var eden, meydana getiren, yokken vücuda getiren demektir. Bu da kudretine dikkat çekmek içindir. O bakımdan O'ndan başkasına ibadet câiz değildir. "Sîzi günahlarınızdan bir kısmını bağışlamaya... çağıran" Ebû Ubeyd der ki: "Günahlarınızdan" âyetindeki; "...dan" fazladan gelmiştir. Sîbeveyh ise bu teb'îz (bir kısım) için gelmiştir, der. Bununla birlikte bir kısmın söz konusu edilip tamamının kastedilmesi de mümkündür. Bunun bedel için gelip zâid de olmadığı, teb'îz için de, gelmediği söylenmiştir. Yani günahlarınızın yerine mağfiretin geçmesi için... "ve belirli bir süreye kadar" yani ölüme kadar "ertelemeye" ve dünya hayatında sizi azaba uğratmamaya "çağıran Allah hakkında mı şüphe (ediyorsunuz?) Dediler ki: Siz de ancak bizim gibi bir insansınız." Şekil ve görünüş itibariyle bizim gibisiniz, yediklerimizden yersiniz, içtiklerimizden içersiniz. Siz melek de değilsiniz, "Atalarımızın taptıklarından" onların bağlandıkları put ve heykellerden "bizi alıkoymak istiyorsunuz. O halde bize apaçık bir delil" apaçık bir belge "getirin." Bu onların, inadına bir tartışma için söyledikleri sözlerdi. Çünkü peygamberler ancak beraberlerinde mucizeler bulunduğu halde, davette bulunmuşlardır. 11Peygamberleri onlara şöyle demişti: "Biz ancak sizin gibi bir insanız, ama Allah kulları arasından dilediği kimselere lütfeder. Allah'ın izni olmadıkça, bizim size apaçık bir delil getirmemize imkân yoktur. Artık mü’minler yalnız Allah'a tevekkül etmelidir. "Peygamberleri onlara şöyle demişti: Biz ancak" suret ve şekilde sizin de söylediğiniz gibi "sizin gibi bir İnsanız, ama Allah kulları arasından dilediği kimselere lütfeder." Yani dilediği kimseye peygamberliği ihsan eder. Tevfîk, hikmet, marifet ve hidayeti lütfeder diye de açıklanmıştır. Sehl b. Abdullah ise, Kur'ân'ı okumayı ve içindeki buyrukları kavramayı lütfeder, diye açıklamıştır. Derim ki: Bu güzel bir görüştür. Taberi de İbn Ömer yoluyla şöyle dediğini nakletmektedir: Ebû Zerr'e dedim ki: Amcacığım! Bana tavsiyede bulun. Dedi ki: Senin benden istediğin gibi ben de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)dan istekte bulundum. Şöyle buyurdu: "Yüce Allah'ın kulları arasından dilediği kimseye lütfettiği bir sadakanın (ihsanın) bulunmadığı bir gün, bir gece, bir an dahi yoktur. Yüce Allah kullarına kendisini anmalarını ilham etmesi gibi bir lutufta da bulunmamıştır." "Allah'ın izni" O'nun meşîeti, iradesi "olmadıkça bizim size apaçık bir delil" belge veya mucize "getirmemize İmkân yoktur." Bu, gücümüz dahilinde olan bir şey değildir. Biz sizin istediğiniz gibi herhangi bir delili ve mucizeyi O'nun emir ve kudreti olmaksızın getirme gücüne sahip değiliz. Âyet lâfız itibariyle haberdir, mana itibariyle nefydir. Çünkü hiçbir kimseye güç yetiremediği bir şeyi yasaklamak söz konusu değildir. "Artık mü’minler yalnız Allah'a tevekkül etmelidir" âyetinin anlamı daha önceden geçmiş bulunmaktadır. 12"Hem bize yollarımızı da göstermişken ne diye Allah'a tevekkül etmeyelim ki? Bize yaptığınız eziyetlere elbette dayanacağız. Artık tevekkül edenler yalnız Allah'a tevekkül etmelidir." "Hem bize yollarımızı" yani rahmetine ulaştıran, azâb ve intikamından koruyan yolları "da göstermişken ne diye Allah'a tevekkül etmeyelim ki?" " Ne diye Allah'a tevekkül etmeyelim ki?" âyetindeki; " Ne diye" mübdeta olarak ref mahallinde sorudur. "... lim" de onun haberidir. Ondan sonrası ise hal mevkiindedir. İfadenin takdiri de şudur: Allah 'a tevekkülü terketmemizi gerektiren nedir ki? "Bize yaptığınız eziyetlere" bizi küçük düşürmeye, dövmeye, yalanlamaya ve öldürmeye rağmen, Allah'ın bizim için yeterli olduğuna, bize mükâfat ve sevab vereceğine güvenerek; " Elbette dayanacağız" âyetindeki "lâm" kasem lamıdır ve Allah'a yemin ederiz ki, elbette dayanacağız, demektir. "Artık tevekkül edenler yalnız Allah'a tevekkül etmelidir." 13Kâfir olanlar peygamberlerine dediler ki: "Kesinlikle şunu bilin; sizi ya yurdunuzdan çıkaracağız yahut dinimize döneceksiniz." Bunun üzerine Rabbleri kendilerine şunu vahyetti: "Biz o ' zâlimleri muhakkak helâk edeceğiz; 14"Ve onlardan sonra sizi o yere yerleştireceğiz. İşte bu, Benim makamımdan korkanlara, Benim tehdidimden sakınanlara mahsustur," Yüce Allah'ın: "Kâfir olanlar peygamberlerine dediler ki: Kesinlikle şunu bilin; sizi ya yurdunuzdan çıkaracağız" âyetinde yer alan: "Kesinlikle şunu bilin; sizi ya yurdunuzdan çıkaracağız" âyetindeki "lâm" kasem lamıdır. Yani Allah'a yemin olsun ki sizi kesinlikle çıkaracağız "yahut dinimize döneceksiniz." Yahut dinimize dönünceye kadar veya dinimize dönmedikçe... takdirindedir. Bu açıklamayı et-Taberî ve başkaları yapmıştır. İbnu'l-Arabî der ki: Bu ifadenin böyle bir takdire ihtiyacı yoktur, Çünkü; "Yahut" kelimesi muhayyerlik ifade eden anlamı üzere kullanılmıştır. Kâfirler peygamberleri kendi dinlerine dönmek ile onları yurtlarından çıkarmak arasında muhayyer bırakmışlardı. İşte yüce Allah'ın peygamberlerine ve kullarına karşı uyguladığı budur. Yüce Allah'ın şu âyeti da bunu göstermektedir: "Yakında seni bu yerden çıkarmak için mutlaka rahatsız edecekler. O takdirde kendileri de senin ardından ancak pek az kalacaklardır. Senden önce gönderdiğimiz peygamberler için de uyguladığımız sünnet(imiz) budur." (el-İsrâ, 17/76-77) Bu anlamdaki açıklamalar bundan önce A'râf Sûresi'nde (7/88-89. âyetlerin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. "Bunun üzerine Rabblerİ kendilerine şunu vahyetti; Biz o zâlimleri muhakkak helâk edeceğiz ve onlardan sonra sizi o yere yerleştireceğiz. İşte bu, Benim makamımdan korkanlara Benim tehdidimden sakınanlara, mahsustur." Yüce Allah'ın makamı'ndan kasıt, kıyâmet gününde O'nun huzurunda durmaktır. Burada mastar faile izafe edilmiştir. "Makam" kelimesi de "kıyam" gibidir, mastardır. Nitekim; "Kalktı, kalkmak, kıyam etmek" denilir. Yüce Allah'ın burada makamı kendisine izafe etmesi ise, bunun kendisine has olmasından dolayıdır. "Makam" kelimesi "mim" harfi üstün olarak ikamet olunan, kalkılan yer anlamında da kullanılır. Ötreli olarak (mukam diye) kullanılırsa ayakta durma işini ifade eder. "İşte bu, Benim makamımdan korkanlara" âyeti, Benim onun üzerindeki kıyamımı yani onu gözetleyişimi bilenlere... anlamındadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her nefsin bütün kazandığını gözetleyen (kaim olan)..." (er-Ra'd, 13/33) el-Ahfeş de der ki: "İşte bu Benim makamımdan" azabımdan "korkanlara Benim tehdidimden" yani Kur'ân-ı Kerîm'im ve onun emr edici ve yasaklayıcı âyetinden "sakınanlara mahsustur." Burada "vaîd: tehdit" kelimesinin azâb demek olduğu da söylenmiştir. "Vaîd" vaadetmekten isimdir. 15Ve fetih istediler. İnad eden her zorba ise zarara uğradı. "Ve fetih istediler." Yardım istediler, yani peygamberlere kavimlerine karşı yardım istemeleri, onların helâk edilmeleri için bedduada bulunmaları için izin verildi. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve başkaları yapmıştır. Bu kelimeye dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/89. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bu hadis de bu türdendir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) muhacirlerin fakir fukarası ile fetih İsterdi Heysemi,Mecmau’z,X,262;senedindeki ravilerin “sahih ricali”oldukları kaydıyla. ki yardım isterdi anlamındadır. İbn Zeyd de der ki: Peygamberlerin ümmetleri dua ederek fetih (yardım) istediler. Nitekim Kureysliler de: "Ey Allah! Eğer bu Senin katından hakkın kendisi ise durma üzerimize gökten taş yağdır..." (el-Enfâl, 5/32) diye dua etmişlerdi. Bu görüş İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. Şöyle de açıklanmıştır: (Kimi) peygamberler: "Rabbim, onlar beni yalanladılar. Sen benimle onlar arasında bir fetih (ayırd edici hüküm) ver" dediler. Ümmetler de: Eğer bunlar doğru söyleyen kimseler iseler bizi azaplandır diye dua ettiler. Bu açıklama da yine İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. Bunun bir benzeri yüce Allah'ın şu âyetinde dile getirilmektedir: "Allah'ın azabını bize getir, eğer sadıklardan isen" (el-Ankebût, 29/29); "Eğer sen gönderilmiş peygamberlerden, isen, bizi tehdit edip durduğunu getir." (el-A'raf, 7/77) "İnad eden her zorba ise zarara uğradı." Zorba (cebbar) hiçbir kimsenin kendisi üzerinde bir hakkı olduğunu görmeyen mütekebbir demektir. Dilcilere göre bunun anlamı budur ve bunu en-Nehhâs nakletmektedir. İnad eden(anid)ise hakka karşı inadla direnen ve ondan uzaklaşan kimse demektir. Bu açıklama da İbn Abbâs ve başkalarından nakledilmiştir. " Kavminden uzaklaştı" demektir. Bu kelimenin; dan geldiği de söylenmiştir. Bu da yan ve taraf anlamındadır. ise yüz çevirerek bir tarafa doğru çekildi, demektir. Şair de şöyle demiştir: "Konakladığım vakit beni orta yere koyunuz, Bu beyit ileride el-Müddessir, 74/16. âyetin tefsirinde de gelecektir. Ancak burada: "Konakladığım vakit" diye tercüme ettiğimiz; "izâ rekibtu; bindiğim vakit" diye kayd edilmiştir. Böylesi daha uygundur. Çünkü ben yaşlıca birisiyim, inatçı (binek)lerle baş edemem." el-Herevî der ki: Yüce Allah'ın: "înad eden her zorba" âyetinde geçen "inad eden" orta yoldan, mutedil olandan sapıp uzaklaşan demektir. "Anûd, anîd ve ânid" aynı anlamdadır. İbn Abbâs yoluyla gelen hadiste -müstehâza kadın hakkında kendisine soru sorulduğunda- o: O, inad eden bir damardır, Nesâî, Hayz 5: Müsned, VI, 172’de, İbn Abbâs'ınn değil de Âişe (radıyallahü anhnhâ)dan ... diye nakledilmiştir. demişti. Ebû Ubeyd dedi ki: Bu ise inatlaşan insan gibi, inad eden ve haddi aşan damar demektir. Böyle bir damardan fazla çıkan kan dolayısıyla, o da inad eden bir insana benzetilmiştir. Şemir de der ki: Ânid (İnad eden), kesintisiz olarak akıp duran demektir. Hazret-i Ömer'de özel davranış ve tutumlarım söz konusu ederken; "Ben inatlaşıp uzaklaşanı da katarım" demiştir. el-Leys der ki: Anûd (çok inatlaşan) deve, başka develerle bir arada bulunmayan ve her zaman için uzak bir kenarda duran demektir. (Hazret-i Ömer) bu ifadesi ile bir ayrılık çıkarmak yahut ta cemaatten ayrılmak isteyen kimseye, cemaat ile birlikte ona doğru yönelip gittiğini kastetmektedir. Mukâtil der ki: "Anîd" kişi mütekebbir kimse demektir, İbn Keysan da: Burnunu havada tutan, burnu havada kimse anlamındadır. Anûd ile anîdin peygamberlere karşı büyüklük taslayan ve hak yoldan uzaklaşıp bu yolu izlemeyen kimse anlamında olduğu da söylenmiştir. Araplar derler ki: En kötü deve, yoldan çıkan anûd (çok inatçı) devedir. "Anîd"in isyankâr kimse anlamında olduğu da söylenmiştir. Katade der ki: Anîd, lâ İlahe illallah demeyi kabul etmeyen kimsedir. Derim ki: Bu âyet-i kerîmede "cebbar ve anîd (zorba ve inatçı)" kelimeleri -lâfızları farklı olsa dahi- aynı anlamdadır. Haktan uzaklaşan herkes aynı zamanda bir cebbar ve anîd yani mütekebbir kimsedir. Âyet-i kerîmede kastedilen kişinin Ebû Cehil olduğu da söylenmiştir ki bunu el-Mehdevî nakletmektedir. el-Maverdî'nin "Edebu'd-Dünya ve'd-Dîn" adlı kitabında naklettiğine göre; Velid b. Yezid b. Abdu'l-Melik bir gün Mushaf’ta fala baktığında karşısına yüce Allah'ın: "Ve fetih istediler, İnad eden her zorba ise zarara uğradı." âyeti karşısına çıkınca, Mushaf’ı parçalayarak şu beyitleri söyledi: "Her inatçı zorbayı tehdit mi edersin? İşte o inatçı ve zorba kişi benim. Bir haşr gününde Rabbinin yanına gidecek olursan, Rabbim beni Velid parçaladı, dersin." Ancak aradan henüz bir kaç gün geçmişti ki, en kötü bir şekilde öldürüldü, başı önce sarayının tepesine daha sonra da yaşadığı şehrin surunun üzerine dikildi. 16Arkasından cehennem de vardır. Ona irinli sudan içirilecektir. "Arkasından" yani o kâfirin arkasından "cehennem de vardır." Bu da; helâk edilmesinin arkasından cehennem vardır, demektir. Buradaki "arka" kelimesi "sonra" anlamındadır. Şair Nâbiğa da şöyle demiştir: "Ben (sana Allah adına) yemin ettim, artık senin için şüphe etmeyi gerektirecek bir şey bırakmadım, Esasen kişinin Allah adından öteye gidecek bir yeri de yoktur." Yüce Allah'ın adına yemin etmekten sonra söyleyecek bir şeyi kalmaz, demektir. Yüce Allah'ın: "Arkasından da oldukça ağır bir azâb gelecek" âyeti da aynı şekilde "ondan sonra,.." demektir. Yüce Allah'ın: "Onun arkasındakini de inkâr ederler." (el-Bakara, 2/91) âyetinde ise onun dışındakileri inkâr ederler anlamındadır. Bu açıklamayı da el-Ferrâ' yapmıştır. Ebû Ubeyd de, ondan sonra geleni inkâr ederler diye açıklamıştır. "Arkasından" âyetinin önünden... anlamında olduğu da söylenmiştir. Şairin şu beyiti de bu kabildendir: "Arkanda (önünde) senin kendisine ulaşacağın bir gün vardır, Sen o günde ne hazır bulunacak ve ondan yana âciz bırakabileceksin, ne de ondan uzakta olacaksın." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Mervanoğulları benim dinleyip, itaat etmemi mi umuyorlar? Halbuki kavmim olan Temimoğulları ve dümdüz geniş arazi de benim arkamdadır (önümdedir)." Şair Lebid de şöyle demiştir: "Eğer ölümüm gecikecek olursa, arkamda (önümde) değil midir? Üzerinde parmakların büküleceği asaya yapışıp durmak?" Kur'ân-ı Kerîm'de de: "Çünkü arkalarında... bir hükümdar vardı." (el-Kehf, 18/79) âyetinde ise, önlerinde (gidecekleri yerde) anlamındadır. Ebû Ubeyde, Ebû Ali Kutrubi ve diğerleri bu kanaattedirler. el-Ahfeş de şöyle demektedir: Bu âyet "bu iş senin arkandandır" yani gelip seni bulacaktır, anlamına benzemektedir. Yine: Ben filanın arkasındayım ifadesi de, ben onu bulmak için uğraşıyorum ve ona ulaşacağım, anlamındadır. en-Nehhâs da der ki: Yüce Allah'ın: "Arkasından cehennem de vardir” âyeti, önünde cehennem vardır, anlamındadır. Bu kelime zıt anlamlı kelimelerden değildir. Bu kök itibariyle; den gelmektedir ki, bu da gizlendi ve saklandı, demektir. el-Ezherî de der ki: Eğer; kelimesi arka ve ön anlamlarını birlikte ifade ediyorsa, zıt anlamlı kelimelerden demektir. Bunu Ebû Ubeyde de ifade etmiştir. Her ikisinin de türediği kök; " Saklanıp gizlendi" anlamındadır. Cehennem de saklıdır ve görülmez. O bakımdan görünmediğinden dolayı o da verâ' (arka)dan demek olur. Bu açıklamayı el-Enbarî nakletmiştir ve güzel bir açıklamadır. "Ona irinli sudan içirilecektir" âyeti irin gibi bir su içirilecektir, anlamındadır. Nitekim kahraman bir insana aslan demek de bu kabildendir. Aslan gibi demek olup bu, temsil ve teşbîhdir. Şöyle de açıklanmıştır: Bu cehennemliklerin vücudundan akacak olan irin ve kandır. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî ile er-Rabî' b. Enes der ki: Bu cehennem ehlinin yıkanmalarından ortaya çıkan bir akımıdır. Bu, da zina eden erkeklerle, zina eden kadınların ferclerinden akan bir sudur. Bir diğer açıklamaya göre; bu kişinin hoşlanmadığı ve başkasını da alıkoyduğu bir sudur. Buna göre "irin" anlamındaki; kelimesi "alıkoymak" anlamındaki; den alınmıştır, İbnu'l-Mubarek de şunu nakletmektedir: Bize Safvan b. Amr haber verdi. O Ubeydullah b. Busr’den, o Ebû Umame'den, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den, yüce Allah'ın: "Ona İrinli sudan içirilecektir, onu yudum yudum içmeye çalışacak..." âyeti hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: "(Bu su) ağzına yaklaştırılır fakat ondan tiksinir. Kendisi ona yaklaşacak olursa, yüzünü yakar ve başındaki saçlar o suyun içerisine düşer. O suyu içecek olursa, bağırsaklarını parçalar ve dübüründen çıkarlar. Yüce Allah da: "Ve bağırsaklarını paramparça eden kaynar sudan içirilen kimseler gibi midir?,,," (Muhammed, 47/15); "Eğer feryad edip yardım isterlerse erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su ile yardımlarına varılacaktır. O ne fena bir içecektir." (el-Kehf, 18/29) diye buyurmaktadır. Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiş ve şöyle demiştir: Bu garib bir hadistir. Tirmizî, Sıfatlı Cehennem 4, Tefsir 70. sûre; Müsned, V, 265. Safvan b. Amr'ın kendisinden bu hadisi rivâyet ettiği Ubeydullah b. Busr'un Abdullah b. Busr'un kardeşi olma İhtimali vardır. Bk. İbn Hacer, Tehzibu't-Tehzib, VII, 5. 17Onu yudum yudum içmeye çalışacak, rahatça boğazından geçiremeyecek. Ölüm kendisini her yandan gelip saracak fakat o bir türlü ölmeyecek, arkasından da oldukça ağır bir azâb gelecek. "Onu yudum yudum içmeye çalışacak." Yani o su çok acı ve sıcak olduğundan dolayı bir defada değil de bir çok yudumlar (cür'alar) halinde İçmeye çalışacaktır. "Rahatça boğazından geçiremiyecek" onu rahatça yutamayacaktır. Mesela; ifadeleri suyu yudum yudum içti, anlamındadır. Eğer su kolaylıkla boğazdan aşağı iniyor ve geçiyor ise; denilir. ise; Allah onu o kimseye kolaylıkla içirdi, boğazından geçirdi, manasınadır, ise sıladır ve onu ancak bir süre geciktirdikten sonra boğazından geçirebilecektir, demektir. (Aynı kökten gelen fiili kullanıldığı) Allah'ın: "Fakat az kalsın yapamayacaklardı" (el-Bakara, 2/71) âyeti, bir süre gecikmeden sonra yaptılar, anlamındadır. İşte bundan dolayı yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmakladır: "Onunla karınlarında ne varsa eritilir, derileri de."(el-Hac, 22/20) Bu da onların içtikleri bu suyu yutacaklarının delilidir. İbn Abbâs da der ki: O su boğazından geçer, ancak onunla susuzluğu da gitmez. "Ölüm kendisini heryandan gelip saracak." İbn Abbâs der ki: Sağından solundan, üstünden, altından, önünden, arkasından herbir yönden ölümün sebepleri onun üzerine gelecektir. Yüce Allah'ın: "Onların üzerlerinde de ateşten tabakalar ve altlarında da tabakalar vardır" (ez-Zümer, 39/16) âyeti da bunun gibidir. İbrahim et-Teymî der ki: Ölüm vücudunun herbir yerinden hatta saçlarının dibinden dahi ona gelir. Buna sebeb ise vücudunun herbir yerindeki 20 ve ıstıraplardır. ed-Dahhâk der ki: Ölüm ona herbir yandan ve herbir yönden ayaklarının baş parmaklarından dahi gelecektir. el-Ahfeş de der ki: Bu âyet ile kâfire cehennemde isabet edecek belalar kastedilmektedir. Bunlar esas itibariyle ölümden de büyük olduğu haide bunları "ölüm" diye adlandırmıştır. Bir diğer açıklamaya göre: Bir çeşit azaba duçar edilmedik hiçbir azaları bırakılmayacaktır. Yetmiş defa ölecek olsa dahi, bir tek anda ona isabet edecek bu azap türlerinden birisinden şüphesiz daha kolay gelecektir. Onun göreceği bu azap ya kendisini sokan bir yılan, yahut bir akreb, yahut onu yakan bir ateş, yahut ayaklarındaki bir zincir, yahut boynundaki bir tasma, yahut kendisine bağlanacağı bir zincir ya da içinde bulunacağı bir tabut, yahut bir zakkum veya kaynar bir su, veya bunun dışındaki herhangi bir azâb çeşidi olacaktır, Muhammed b. Ka'b da der ki: Kâfir cehennemde içecek bir şey isteyeceğinde, onu görür görmez defalarca ölür gibi olacaktır. O suya yaklaşacağı vakitte defalarca Ölecektir. Ondan içerse yine defalarca ölecektir. İşte yüce Allah'ın: "Ölüm kendisini her yandan gelip saracak, fakat o bir türlü ölmeyecek" âyetinde anlatılan budur. ed-Dahhak der ki: Ölmeyecek ve böylelikle de rahat yüzü görmeyecektir. İbn Cüreyc de der ki: Ruhu gelip onun hançeresinde tıkanır, kalır. Ağzından çıkmaz ve bunun sonucunda da Ölmez. Geriye, içerisine de dönmez ki hayatın ona faydası olsun. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Sonra orada hem ölmeyecek hem de hayat bulmayacaktır" (el-A'la, 87/13) âyetidir. Denildiğine göre yüce Allah, onun cesedinde herbiri ölümün acı ve ıstırabı gibi olan pek çok acı ve ıstırablar yaratacaktır. "Fakat o bir türlü ölmeyecek" âyeti hakkında şöyle de denilmiştir; Çünkü ölümün şiddetleri ve sıkıntıları uzayıp gidecek, ölüm sekeratı devam edecektir. Bu da onun azabının daha bir arttın İması için olacaktır. Derim ki: Bu açıklamalardan kişinin öleceği anlaşılmakta ise de durum böyle değildir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar hakkında hüküm verilmez ki ölsünler. Onların üzerindeki (cehennem) azabından bir şey de hafifletilmez."(Fatır, 35/36) Sünnet de bu şekilde vârid olmuştur. O halde kâfirlerin halleri sürekli olarak ölüm sekerâtının (sarhoşluğunun) üzerini İstilâ ettiği kimselerin hallerine benzer. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Arkasından" yani önünden "Oldukça ağır bir azâb gelecek." Kesintisiz, peşpeşe acılarla ve oldukça şiddetli bir azap gelecek demektir. Yüce Allah'ın: "Onlar sizde bir şiddet bulunsunlar" (et-Tevbe, 9/123) âyetinde de aynı kökten gelen kelime kullanılmıştır ki; sizde bir çetinlik, sertlik ve kuvvet bulsunlar demektir. Fudayl b. İyad'da yüce Allah'ın: "Arkasından da oldukça ağır bir azâb gelecek" âyetini bu nefes almalarının önlenmesi ve nefeslerinin içinde tutulması demektir, diye açıklamıştır. 18Rabblerini İnkâr edenlerin durumu: Amelleri aynen fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle sallallahü aleyhi ve sellemurduğu bir küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şeyi ellerine geçiremezler. Uzak sapıklığın tâ kendisi işte budur. "Rabblerini inkâr edenlerin durumu: Amelleri., bir küle benzer" âyetinde yer alan; "Durumu" kelimesinin merfû" gelmesi hususunda nahiv bilginlerinin farklı görüşleri vardır. Sîbeveyh der ki: Bu kelime mübtedâ olarak ref’ olmuştur, haberi de gizlidir. İfadenin takdiri de şöyledir: Size okunan veya anlatılan şeyler arasında "Rabblerini İnkâr edenlerin durumu" da vardır. Daha sonra yeni bir cümleye başlayarak: "Amelleri aynen fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle sallallahü aleyhi ve sellemurduğu bir küle benzer" diye buyurmuştur. ez-Zeccâc da der ki: Size okunan âyetler arasında inkâr edenlerin durumu, amelleri... bir küle benzer... demektir. el-Ferrâ''ya göre buradaki "durum" anlamındaki kelimeyi yok farz ederek ifadenin takdiri şöyledir: Rabblerini inkâr edenlere gelince, onların amelleri... bir küle benzer. Yine ondan nakledildiğine göre bir muzaf hazfedilmiş olup ifadenin takdiri şöyledir: Rabblerini inkâr edenlerin amellerinin durumu, bir küle benzer. Birinci görüşü el-Ferrâ''dan, el-Mehdevî ikincisini de el-Kuşeyrî ve es-Sa'lebî nakletmiştir. Bununla birlikte bu kelimenin mübtedâ olması da mümkündür. "Filanın sıfatı: Esmer olmasıdır" demeye benzer. Buna göre buradaki "durum" anlamındaki kelime; sıfatı, niteliği anlamındadır. Günlük konuşma esnasında; "amelleri" anlamındaki kelimenin; "İnkâr eden(ler)"den bedel-i istimal olmak üzere cer konumunda olması da mümkündür. Bu âyet aslında az önce geçen: "İnad eden her zorba ise zarara uğradı" (İbrahim, 14/15) âyeti ile ilişkilidir. Onların amelleri boşa çıkmış olacak ve kabul edilmeyecektir, demektir. Kül ise bir şeyin yanmasından sonra geriye kalandır. Şanı yüce Allah bu âyet-i kerîme ile inkâr eden kâfirlerin amellerinin misalini vermektedir. Fırtınalı bir günde şiddetli rüzgarın külü sallallahü aleyhi ve sellemurduğu gibi yüce Allah amellerini yok edecektir. "Rüzgarın şiddetli olması" demektir. Bunun bu şekilde tecelli etmesi ise onların işledikleri amellerinde Allah'tan başkasını ortak koşmuş olmalarıdır. O günün "fırtınalı" olmakla nitelendirilmesi hususunda da üç görüş vardır: 1- Fırtına her ne kadar rüzgar hakkında kullanılıyor ise de, gün de bununla nitelendirilebilir, Çünkü böyle bir rüzgar günün içerisinde eser. O bakımdan -sıcak ve soğuk günün içerisinde meydana gelen olaylar olmakla birlikte- sıcak bir gün ve soğuk bir gün denilebildiği gibi "firtınalı bir gün" de denilebilir. 2- "Fırtınalı bir günde" âyeti ile rüzgarın kendisi kastedilebilir. Çünkü rüzgar kelimesi de önceden zikredilmiş bulunmaktadır. Şairin şu mısraında olduğu gibi: "Güneşi kararmış, tutulmuş bir gün geldiğinde..." Şair burada; güneşi kararmış ve güneşi tutulmuş bir gün, demek istemiş ve ikincisinden "güneş" kelimesini hazfetmiştir. Çünkü önceden geçmiş bulunmaktadır, Bu iki açıklamayı da el-Herevî nakletmiştîr. 3- Buradaki "fırtına" rüzgarın sıfatıdır. Ancak "fırtına" kelimesi "gün" kelimesinden sonra geldiğinden dolayı i'rab itibariyle ona tabi kılınmıştır. Meselâ Yıkık bir kertenkele deliği" demek gibi. Bunu da es-Sa'lebî ve el-Maverdî zikretmişlerdir. İbn Ebi İshak ve İbrahim b. Ebi Bekr ise; "Fırtınalı bir günde. ." diye okumuşlardır. "Kazandıklarından hiçbir şeyi” o kâfirler "ellerine geçiremezler." Yani âhirette dünyada iken yaptıkları İyiliklerin sevap ve mükâfatından hiçbir şey elde edemeyeceklerdir. Çünkü küfür ve inkârlarıyla bunu boşa çıkarmışlardır.
"Uzak sapıklığın tâ kendisi" büyük hüsranın ta kendisi "işte budur." Bu hüsranın büyük ve sapıklığın uzak olması ise, ölüm sebebiyle artık bunun telafi edilebilme imkânının elden kaçırılmış olmasından dolayıdır. 19Görmez misin ki, Allah gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. Eğer dilerse, sizi yok eder ve yerinize yeniden başkalarını yaratır. 20Bu da Allah'a göre zor bir iş değildir. "Görmez misin ki Allah gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır." Buradaki "görmek" den kasıt, kalbî görmektir. Çünkü senin bu konuda bilgin yok mu anlamındadır. Hamza ve el-Kisaî ise; "Gökleri ve yeri... yaratmıştır" âyetini; "Göklerin ve yerin yaratıcısıdır" diye okumuşlardır. "Hak ile" yaratılmasının anlamı ise bunların yaratılışının O'nun kudretine delil olarak görülmesi içindir. "Eğer dilerse" ey insanlar "sizi yok eder." Yani O, herşeyi var etmeye güç yetirdiği gibi, yok etmeye de güç yetirendir. O bakımdan O'na isyan etmeyiniz. Şayet O'na isyan edecek olursanız, "sizi yok eder ve yerinize yeniden" sizden daha üstün ve sizden daha itaatkâr olan "başkalarını yaratır." Zira yeni yaratılacak olanlar öncekiler gibi olurlarsa böyle bir değişikliğin anlamı olmaz. "Bu da Allah'a göre zor bir iş" imkânsız ve olmayacak bir şey "değildir." 21Hepsi toplanıp Allah'ın huzuruna çıkarlar da zayıflar müstekbirlere derler ki: "Biz izinizden giderdik. Şimdi siz Allah'ın azabından azıcık bir şeyi dahi olsa bizden uzaklaştırıp giderebilecek misiniz?” Onlar da: "Allah bize hidayet vermiş olsaydı, elbette biz de sizi hidayete erdirirdik. Şimdi biz sızlansak da, sabretsek de bizim İçin birdir, sığınacak hiçbir yerimiz yoktur" derler. "Hepsi toplanıp Allah'ın huzuruna çıkarlar." Yani kıyâmet gününde kabirlerinden çıkacaklardır. Ortaya çıkmak, görünmek demektir, ise ortada göründüğü için- geniş yer anlamındadır. İnsanlara karşı çıkıp görünen kadın anlamındaki; tabiri de buradan gelmektedir. Buna göre "çıkarlar" âyeti kabirlerinden çıkarlar, anlamındadır. Âyet burada İstikbal anlamında olmakla birlikte mazi lâfzı ile gelmiştir. (Çünkü bu Allah'ın ilminde tahakkuk edecek olan bir şeydir.) Bu âyet yüce Allah'ın: "înadeden her zorba ise zarara uğradı" (İbrahim, 14/15) âyeti ile ilişkilidir. Yani fetih istemeleri üzerine (kâfirler) helâk edildiler. Sonra da Allah'ın huzurunda hesap vermek İçin öldükten sonra diriltildiler ve hep birlikte yüce Allah'ın huzurunda açıkça toplanıp bir araya geldiler ve hiçbir şey onları Allah'ın gözünden perdelemeyecek saklamayacaktır. (Âyetteki): "Allah'ın" lâfzı Allah'ın onlara çıkmaları için emir vermeleri üzerine... anlamındadır. "Zayıflar" yani tabi olanlar "müstekbirlere" önder ve liderlere "derler ki: Biz İzinizden giderdik." Bu âyette geçen; "iz...den gidenler" kelimesinin mastar olması mümkündür. İfadenin takdiri de uyma durumunda olan kimseler şeklinde olur. Bununla birlikte bu kelimenin "uyan" anlamındaki; lâfzının çoğulu da olabilir. "Bekçi, bekçiler, hizmetçi, hizmetçiler, gözetleyici, gözetleyiçiler, yarıp genişleten, yarıp genişletenler" gibi. "Şimdi siz Allah'ın azabından azıcık bir şeyi dahi olsa bizden uzaklaştırıp" önleyip "giderebilecek misiniz?" Bu âyette; " Azâb(ın)dan" kelimesindeki; sıladır. ifadesi ondan eziyeti önledi, giderdi anlamındadır. Bir kimseye faydalı bir iş yaptığı, faydası dokunduğu zaman da -harfi cersiz olarak-; denilir. "Onlar da derler ki: Allah bize hidayet vermiş olsaydı, elbette biz de sizi hidayete erdirirdik." Yani Allah bizi îmana iletmiş olsaydı, biz de sizi ona iletirdik. Şöyle de açıklanmıştır: Allah bizi cennete giden yola iletmiş olsaydı, biz de sizi cennetin yoluna iletirdik. Yine şöyle açıklanmıştır: şayet Allah bizi azaptan kurtarmış olsaydı, biz de sizi o azaptan kurtarmış olurduk. "Şimdi biz sızlansak da, sabretsek de bizim için birdir" âyetindeki-, " Bizim için birdir" lâfzı mübtedâ olup haberi de; "Sızlansak da" anlamındaki âyettir. "Sığınacak" kaçıp gidecek ve sığınacak "hiçbir yerimiz yoktur." Buradaki; "Sığınacak yer" kelimesinin mastar anlamında olması da mümkündür, isim anlamında olması da mümkündür. "Filan kişi o şeyden uzaklaştı ve meyletti" demektir. Muzari ve masdarlan da; şeklinde gelir. Yani: Bizler herhangi bir şekilde cehennemden uzaklaşanlayız. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den de şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Cehennem ehli azapları şiddetlendiğinde: Gelin, sabredelim derler. Beşyüz yıl süreyle sabrederler bu sabırlarının kendilerine bir fayda sağlamadığını göreceklerinde; Haydi gelin sızlanalım diyecekler. Beşyüz yıl süreyle sızlanıp feryat edecekler. Bunun da kendilerine bir fayda sağlamadığını göreceklerinde bu sefer: "Şimdi biz sızlansak da, sabretsek de bizim için bîrdir. Sığınacak hiçbir yerimiz yoktur" diyeceklerdir." Heysemi, Mecmau'z-Zevâid, V, 43. Muhammed b. Ka'b el-Kurazîde der ki: Bize nakledildiğine göre cehennem halkı birbirlerine: Ey adamlar, diyecekler. Gördüğünüz şekilde bela ve azaplarla karşı karşıyasınız. Haydi gelin sabredelim, belki itaat ehli Allah'a itaat üzere sabredip de bu sabırlarının faydasını gördükleri gibi, sabrın bize de bir faydası olur. Böylelikle sabretmek üzere görüş birliğine varırlar ve sabrederler. Bu sefer sabırları uzayıp gider, artık sabredemez olurlar, sızlanmaya başlarlar. Bunun üzerine de: "Şimdi biz sızlansak da, sabretsek de bizim için birdir. Sığınacak" yani kurtulacak "hiçbir yerimiz yoktur" diyecekler. Bunun üzerine İblis kalkarak: "Doğrusu Allah'ın size verdiği söz gerçekti. Ben de size vaadde bulunmuştum, ama size verdiğim sözde durmadım. Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir nüfuzum da yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de çağrımı kabul ettiniz. O halde beni kınamayınız, bilakis kendinizi kınayınız. Artık ne ben sizi kurtarabilirim" benim size hiçbir faydam olmaz demek istiyor "ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Esasen ben daha önce beni ortak tutmanızı da kesinlikle kabul etmemiştim..." diyecektir... Hadis bu şekilde uzayıp gider. Biz bunu "et-Tezkire" adlı eserimizde tamamiyle kaydetmiş bulunuyoruz. 22İş olup bitince, şeytan da der ki: "Doğrusu Allah'ın size verdiği söz gerçekti. Ben de size vaadde bulunmuştum ama size verdiğim sözde durmadım. Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir nüfuzum da yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de çağrımı kabul ettiniz. O halde beni kınamayınız, bilakis kendinizi kınayınız. Artık ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Esasen ben, daha önce beni ortak tutmanızı da kesinlikle kabul etmemiştim. Gerçek şu ki: Zâlimler için can yakıcı bir azap vardır." "İş olup bitince, şeytan da der ki..." el-Hasen dedi ki: İblis, kıyâmet gününde cehennemde ateşten bir minber üzerinde ve herkesin sesini işiteceği bir şekilde kalkıp, bir konuşma yapacaktır. "İş olup bitince" âyeti: Cennet ehli cennete, cehennem ehli de cehenneme gittikten sonra... anlamındadır. İleride Meryem Sûresi'nde (18/39- âyetin tefsirinde) açıklaması geleceği gibi. "Doğrusu Allah'ın size verdiği söz gerçekti." Bununla öldükten sonra diriliş, cennet, cehennem, itaat edenlerin mükâfat görmesi, isyankârların cezalandırılması hususlarında O verdiği sözleri gerçekleştirmiştir. Ben ise öldükten sonra diriliş, cennet, ateş, mükâfat ve ceza gibi bir şey yoktur, demiştim. Fakat size verdiğim bu sözümde durmadım. İbnu'l-Mubarek, Ukbe b. Âmir yoluyla gelen hadisteki rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şefaat hadisinde şöyle buyurmuştur: "Îsa diyecek ki: Ben size ümmi peygambere gitmenizi tavsiye ederim. Bunun üzerine bana gelirler, Allah bana kalkmak için izin verecek. Benim meclisimden, güzel koku koklamış herkesin kokladığı kokudan daha da hoş bir koku rüzgarı yayılacaktır. Nihayet Rabbimin huzuruna geleceğim, benim şefaatimi kabul edecek ve bana saçımdan ayağımın tırnağına kadar bir nûr ihsan edecek. Sonra kâfirler şöyle diyecekler: Mü’minler kendilerine şefaat edecek kimseyi buldular, peki bize kim şefaat edecek? Bu sefer: Bu, İblis'ten başkası olamaz. Bizi saptıran odur, diyecekler ve bunun üzerine iblis'in yanına varacaklar. Ona: Mü’minler kendilerine şefaat edecek kimseyi buldular, haydi sen de bize şefaat et. Çünkü bizi saptıran sen oldun, diyecekler. Bu sefer onun meclîsinden kokusu alınmış en kötü ve pis bir koku rüzgarı yayılacak. Sonra da ağlaşmaları oldukça ileri dereceye varacak. İşte o vakit (İblis): "Doğrusu Allah'ın size verdiği söz gerçekti. Ben de size vaadde bulunmuştum ama size verdiğim sözde durmadım" diyecektir. "Gerçek söz" ifadesi bir şeyin kendi sıfatına izafesidir. Arapların; "Cami mescid" demelerine benzer. el-Ferrâ' dedi ki: Basralılar şöyle demişlerdir: (Âyetin anlamı şudur): O size hak günün vaadinde bulundu yahut ta o size hak vaadde bulundu ve size vaadine sadık kaldı. Burada halin delâleti dolayısıyla mastarın hazfı söz konusudur. "Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir nüfuzum da yoktu." Benim size karşı getireceğim herhangi bir delil, bir açıklamam yoktu. Yani ben size dünya hayatında iken verdiğim söze ve size süslü ve güzel gösterdiğim şeylere dair herhangi bir delil göstermemiştim. "Yalnız ben sizi çağırdım, siz de çağrımı kabul ettiniz." Ben sizi azdırdım siz de bana uydunuz, arkamdan geldiniz. Şöyle de açıklanmıştır: Ben sizi kendisine davet ettiğim şeye kahredip zorlamadım, "Yalnız ben sizi çağırdım" anlamındaki; ise, munkatı' bir istisnadır. Yani ama ben sizi vesveselerde bulunarak çağırdım, siz de kendi tercihinizle benim çağrımı kabul ettiniz. "O halde beni kınamayınız, bilakis kendinizi kınayınız." Şöyle de açıklanmıştır: "Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir nüfuzum da yoktu." Yani sizin kalpleriniz ve îman mahhalliniz üzerinde bir etkinliğim yoktu. Ama ben sizi çağırdım, siz de benim çağrımı kabul ettiniz. Bu açıklama İblis'in isyankâr mü’min ile inkarcı kâfire hitab etmesi görüşüne göredir. Ancak bunun böyle oluşu su götürür. Çünkü yüce Allah'ın: "İş olup bitince" âyeti, İblis'in yalnızca kâfirlere hitab ettiğine, muvahhid isyankârların bu sözlerine muhatab olmadığına delil teşkil etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "O halde beni kınamayınız, bilakis kendinizi kınayınız." Çünkü siz herhangi bir delil getirmeksizin bana gelmiş bulunuyorsunuz. "Artık ne ben sizi kurtarabilirim" yardımınıza koşabilirim "ne de siz beni kurtarabilirsiniz" bana yardıma gelebilirsiniz. -Aynı kökten gelen-; "Yardım ve destek talebinde bulunan kimse" demektir. ise; yardım ve imdat isteyen kişi, anlamındadır. Şair Selame b. Cendel dedi ki: "Dehşete kapılmış yardım isteyen bir kimse bize geldiğinde, Onun bu yardım isteme feryadı dolayısıyla biz alelacele yardımına koşardık." Umeyye b. Ebi's-Salt da şöyle demektedir: "Sızlanıp durmayın, şüphesiz ki ben sizin imdadınıza koşacak değilim, Benim size bir faydam da olmaz, yardımım da." Filan kişi yardım istedi" demektir. Müzari ve mastarları: (........) şeklindedir. (........) ise bir yardım feryadı, anlamındadır. (........) da mazi şekli ile aynı anlamdadır. Feryad ve yardım istemek İçin kendisini zorlamak" "Yardıma koşan, imdada koşan" ise imdada çağıran, yardıma çağıran demektir. O bakımdan; "Benden yardım istedi, ben de yardıma koştum" denilir. ise yardım İsteyenin sesi demektir. Bu aynı zamanda anlamındadır, bu da hem yardıma koşan, hem yardım isteyen demektir. Buna göre bu şekliyle zıt anlamlı bir kelimedir. Bu açıklamayı da el-Cevherî yapmıştır. "Siz beni kurtarabilirsiniz" âyeti genel olarak "ya" harfi üstün okunmuştur, el-A'meş ve Hamza ise; şeklinde "ya" harfini esreli olarak okumuşlardır. Bu kelimenin aslı; şeklindedir, izafe dolayısıyla "nun" düşmüştür. Çoğul için gelen "ya" ile izafet "ya"sı birbirine idğam edilmiştir. Bunu nasb ile okuyanlar, bu muzaaflık (çift ya) dolayısıyla mansub okumuşlardır. Çünkü izafet ya'sının ma kabli (önceki harfi) sakin olduğu takdirde üstün olarak okunması gerekir. "Benim arzum ve benim asam" gibi, eğer ma kabli hareke alırsa, o takdirde üstün okunması da, sakin okunması da câiz olur. " Benim kölem" gibi. Esreli okuyuş ise iki sakinin arka arkaya gelmesi dolayısıyla esre harekesinin verilmesinden dolayıdır. Çünkü "ya" esrenin kardeşi gibidir. el-Ferrâ' da der ki: Hamza'nın kıraati onun bir yanılmasıdır. Kurra'dan bu gibi hatalardan kendilerini kurtarabilenler de pek azdır. ez-Zeccâc da şöyle demiştir: Bu pek üstün olmayan bir kıraat şeklidir ve zayıf bir açıklama şekli dışında uygun bir açıklama şekli yoktur. Kutrub da der ki: Bu Yerbû'oğullarının şivesidir, onlar izafe yâ'sına bir "ya" daha ilave ederler. el-Kuşeyrî de der ki: Bu gibi açıklamalara ihtiyaç bırakmayacak durum Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den tevatür yolu ile sabit olan şeydir. Bu konuda böyle bir şey yanlıştır, çirkindir veya bayağıdır demek câiz olmaz. Aksine böyle bir okuyuş Kur'ân-ı Kerîm'de fasihtir ve yine Kur'ân-ı Kerîm'de bundan daha fasih olan şeyler de vardır. Bu açıklamalarda bulunanlar, Hamza'nın okuduğundan başka türlü kıraatin daha fasih olduğunu kastetmiş olabilirler. "Esasen ben daha önce beni ortak tutmanızı da kesinlikle kabul etmemiştim." Yani sizin itaatlerde beni Allah'la ortak koşmanızı İnkâr etmiş idim. Buna göre; "Beni ortak tutmanızı" anlamındaki âyette yer alan; mastar anlamını vermektedir. İbn Cüreyc de der ki: Ben bugün dünyada iken iddia ettiğiniz Allah'a şirk ve ortaklık iddiasını İnkâr ediyorum. Katade de der ki: "Sizin beni ortak koşmanız ile" şüphesiz ben Allah'a isyan etmiş idim. es-Sevrî de der ki: Dünya hayatında iken sizin bana itaatinizi inkâr ediyorum, kabul etmiyorum. "Gerçek şu ki zâlimler için can yakıcı bir azâb vardır." Bu âyet-i kerîmelerde Kaderiyye'nin, Mutezile'nin, İmâmiye'niri ve onların yollarından gidenlerin kanaatleri reddedilmektedir. Burada kendilerine tabi olunanların: "Allah bize hidayet vermiş olsaydı, elbette biz de sizi hidayete erdirirdik" diyeceklerine, İblis'in de: "Doğrusu Allah'ın sîze verdiği söz gerçekti" dediğine bakınız. Bunlar yüce Allah'ın sıfatları hakkında -cehennemin en aşağı basamaklarında iken bile- hakkı nasıl itiraf ettiklerine bir bakalım. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "İçine herbir grup atıldığında bekçileri onlara... sorarlar... böylelikle günahlarını itiraf edecekler." (el-Mülk, 67/8-11) Cehennemin en aşağı basamaklarında iken bile hakkı itiraf etmelerinin kendilerine bir faydası yoktur, İtirafın ancak dünyada sahibine faydası olur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler. Onlar salih ameli başka bir kötü (amel) ile karıştırmışlardır. Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder." (et-Tevbe, 9/102) Yüce Allah'ın: "Olur ki" anlamındaki ihtimali va'di ise, muhakkak tahakkuk edecektir, anlamındadır. 23Îman edip salih ameller işleyenler İse Rabblerinin izni ile altlarından ırmaklar akan cennetlere konulacaktır. Orada ebediyyen kalacaklardır. Onların orada birbirlerine tahiyyeleri de selâmdır. "Îman edip salih ameller İşleyenler ise Rabblerinin izni ile altlarından ırmaklar akan cennetlere konulacaklardır" âyetindeki: "Cennetlere" kelimesi cennetlerde, anlamındadır. Çünkü; Girdim" fiili teaddi etmez. Tıpkı onun zıttı olan "çıktım" anlamındaki fiilin teaddi etmediği gibi. Bu fiillere kıyas yapılmaz. Bu açıklamayı el-Mehdevî yapmıştır. Şanı yüce Allah, cehennemliklerin halini bildirdikten sonra, cennetliklerin de halini haber vermektedir. Çoğunluğun kıraati; "Girdirildi (mealde; konuldu)" şeklinde olup meçhul bir fiil olarak okunmuştur. el-Hasen ise bunu hem istikbal, hem de isti'naf anlamında (konulacaktır diye) okumuştur. "Rabblerinin izni İle" emriyle demektir. Meşîeu ve kolaylaştırmasıyla diye de açıklanmıştır. Burada "Rabblerinin izni ile" diye buyurulup "benim iznimle" denilmemesi, Rabbi ta'zim ve tefhim içindir. "Onların orada biribirlerine tahiyyeleri selâm'dır" âyetine dair açıklamalar ise daha önceden Yûnus Sûresi 'nde (10/10. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah'a hamdolsun. 24Allah'ın hoş bir sözü nasıl misallendirdiğini görmez misin? Kökü sabit ve dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: Yüce Allah, kâfirlerin amellerinin misalini söz konusu ederek, amellerinin şiddetli fırtınalı bir günde, şiddetlice esen bir rüzgarın sallallahü aleyhi ve sellemurduğu küle benzediğini belirttikten sonra; "Allah'ın hoş bir sözü nasıl misallendirdiğini görmez misin?" âyeti ile mü’minlerin sözlerinin ve diğer amellerinin misalini de zikretmektedir. Daha sonra bu misali açıklayarak şöyle buyurmaktadır: "Hoş bir sözü" yani mahsulü hoş bir sözü... demek olup ifadenin buna delâleti dolayısıyla bu kelime hazfedilmiştir, İbn Abbâs da der ki: Hoş sözden kasıt, lâ ilahe İllallah'tır. Güzel bir ağaçtan kasıt ise mü’mindir. Mücahid ve İbn Cüreyc derler ki: Hoş sözden kasıt îman 'dır. Atiyye el-Avfî ile er-Rabî' b. Enes ise, bu mü’minin kendisidir demişlerdir. Yine Mücahid ve İkrime bundan kasıt hurma ağacıdır, demişlerdir. Buna göre anlamın şöyle olması mümkündür: Mü’minin kalbinde bulunan -îman -, kelimenin kökü, bitişi ve verimi itibariyle hurma ağacına benzetilmiştir. Onun amelinin göğe doğru yükselmesi de hurma ağacının dallarının yükselişine, Allah'ın mü’minin ameline vereceği mükâfat ise mahsulüne benzetilmiş olur. Enes yoluyla gelen hadiste Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Îmanın misali kökü sağlam bir ağaca benzer. Îman bu ağacın kökleridir, namaz onun gövdesidir. Zekat gövdeden ayrılan kollarıdır, oruç onun dallarıdır. Allah uğrunda sıkıntılara katlanmak onun filizleridir, güzel ahlâk onun yapraklarıdır. Allah'ın haramlarından uzak durmaksa onun meyvesidir." Süyûtî, ed-Durru'l-Mensur, V, 21. Anlamın şu şekilde olması da mümkündür: Ağacın kökü yeryüzünde sapasağlamdır. Yani onun kökleri yerden su içer ve sema da onun üstünden ona su verir. O bakımdan bu ağaç temiz ve güzel bir şekilde gelişip durur. Tirmizî de Enes b. Malik'in şu hadisini rivâyet eder: Enes (radıyallahü anh) dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a hurma dallarından yapılmış bir tabak içerisinde taze hurma getirildi. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Hoş bir sözün misali kökü sabit ve dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir. O ağaç Rabbinin izniyle her zaman meyvelerini verir." (Hazret-i Peygamber devamla) buyurdu ki: "İşte o hurma ağacıdır. Kötü bir kelime de toprağın üstünden, kökünden koparılmış istikrarsız, sebatı olmayan kötü bir ağaç gibidir" diye buyurduktan sonra da: "İşte bu ağaç da hanzal (Ebû Cehil karpuzu )dır." Tirmizî, Tefsir 14. sûre 1. Enes'ten diye, Enes'in sözü rivâyet etmiş ve: O daha sahihtir, demiştir. Tirmizî, Tefsir 14. sûre 2'deki ifadeleri şu anlamdadır: "Enes b. Mâlik'ten buna yakın bir rivâyet gelmiş, ancak bunu Peygambere atfederek rivâyet etmemiştir. Bu, Hamrnâd b. Seleme yoluyla gelen (bir önceki rivâyet)den daha sahihtir." Dârakutnî de İbn Ömer'den gelen şu hadisi zikretmektedir: İbn Ömer dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Allah'ın hoş bir sözü nasıl misallendirdiğini görmez misin? Kökü sabit..." âyetini okudu. Sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?" diye sordu. Benim içime bunun hurma ağacı olduğu doğdu. Buhâri, İlm 4, 5, 50, Tefsir 14. sûre 1; Müslim, Sıfâtu'l-Münâfikîn 61, 63, 64; Tirmizî, Edeb 79; Müsned, II, 31, 61. es-Süheylî der ki: Bu hususta Ali b. Ebî Tâlib'den, bu güzel ağacın Hindistan cevizi (ağacı) olduğuna dair geten rivâyet sahih değildir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den, İbn Ömer yoluyla gelen şu hadis sahih olarak gelmiştir: "Ağaçlar arasında öyle bir ağaç vardır ki; bunun yaprakları düşmez. Bu ağacın misali de mü’mine benzer. Bana bu ağacın ne olduğunu haber veriniz." Sonra da: "Bu hurma ağacıdır" diye buyurdu. Aynı yerler Bu hadisi Malik, İbnu'l Kasım ve diğerlerinin rivâyeti ile Muvatta’'da nakletmiştir. Ancak Yahya rivâyet ettiği Muvatta’'da bu hadisi zikretmemiştir. Yine bu hadisi sahih hadis sahipleri de rivâyet etmişlerdir. Bu hadiste ayrıca el-Haris b. Üsame'nin, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den şöyle dediğine dair bir fazla ibaresi vardır ki, sırf bunu nakletmek için yolculuk yapmaya (rihle) değer: "İşte o ağaç hurma ağacıdır. Bunun yaprakları düşmez, mü’minin de aynı şekîlde yaptığı hiçbir dua düşmez." Böylelikle hem hadisin manasını, hem de benzerlik yönünü açıklamış bulunmaktadır. Derim ki: Yine el-Gaznevî ondan şöyle dediğini nakletmektedir: "Mü’minin misali hurma ağacına benzer. Onunla arkadaşlık yaparsan sana faydalı olur, onunla beraber oturursan sana faydalı olur. Onunla istişare edersen, sana faydalı olur. Tıpkı hurma ağacı gibidir, onun herbir şeyiyle faydalanılır." Yine Hazret-i Peygamber: "Hala'nızdan yiyiniz" diye buyurmuştur. Bununla hurma ağacını kastetmektedir, Çünkü hurma ağacı Âdem (aleyhisselâm)ın hilkatinden artan çamurdan yaratılmıştır. Aynı şekilde hurma baş tarafı ile kalıcıdır. Kalbi ile hayat vericidir, onun meyvesi de erkek ve dişi (organların) bir arada olmasıyla vücuda gelir. Şöyle de denilmiştir: Hurma ağacı, ağaçlar arasında insana en çok benzeyen ağaç olduğundan dolayı insana benzetilmiştir. Şöyle ki: Herbir ağacın baş tarafı kesildi mi onun yan tarafından dalları çıkar. Hurma ağacının ise baş tarafı kesildi mi kurur ve temelli gider. Çünkü hurma ağacı da aşılanmak bakımından insanlara ve diğer canlılara benzemektedir. Hurma ağacı aşılanmadıkça ürün vermez. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)de şöyle buyurmuştur: "Malın en hayırlısı etrafı aşılı hurmalarla çevrilmiş bir yol (bahçe) ile doğurgan bir kısraktır." Müsned, III, 468 İleride Hicr Sûresi'nde (15/22. âyetin tefsirinde) aşılama ile ilgili açıklamalar gelecektir. Diğer taraftan hurma ağacı Hazret-i Âdem'in çamurunun artığından yaratılmasıyla ilgili olarak şöyle denilmektedir: Yüce Allah, Hazret-i Âdem'i çamurdan sureti endi rdiğ inde bir parça çamur arttı. Onu da kendi eliyle şekillendirdi ve Adn cennetinde dikti. O bakımdan Peygamber (aleyhisselâm) de: "Halanıza ikramda bulununuz" diye buyurmuştur. Onlar: Ey Allah'ın Rasûlü! Halamız kimdir? demeleri üzerine, o: "Hurma ağacıdır" diye buyurdu. Yakın bir rivâyetin kaynağı az önce gösterildi. 25O ağaç, Rabbinin izniyle her zaman meyvelerini verir. Allah insanlara düşünüp, ibret alsınlar diye misaller verir. "O ağaç Rabbinin izniyle her zaman meyvelerini verir." er-Rabî' dedi ki: "Her zaman"dan kasıt sabah-akşamdır. İşte mü’minin ameli de aynı şekilde günün başlangıcında ve sonunda yükselir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Yine ondan nakledildiğine göre: "O ağaç Rabbinin İzniyle her zaman meyvelerini verir" âyeti hakkında dedi ki: Bu Hint cevizi ağacıdır, meyvesiz hiçbir zaman kalmaz. Her ay mahsûl taşır. İşte her zaman Allah rızası için amelde bulunan mü’minin yaptıkları, çeşitli zamanlarda mahsûllerini veren hurma ağacına benzetilmiştir. ed-Dahhak der ki: Gece gündüz, yaz kış her vakit, her zaman mahsulü yenilir. İşte mü’min de böyledir, o hiçbir zaman hayırdan uzak kalmaz. en-Nehhâs da der ki: Bu sözler birbirlerine yakındır, birbirleriyle çelişkili değildir. Çünkü oldukça istisna teşkil edenler hariç olmak üzere, bütün dil bilginlerine göre "el-hîn: zaman" kelimesi az süre hakkında da, uzun süre hakkında da kullanılan "vakit" anlamındadır. el-Esmaî de, en-Nâbiğa'nın şu beyitini nakletmektedir: "(O yılan) kötü zehirinden dolayı rukye yapanlar (tedavi edenler) bu konuda birbirlerini uyardılar; (bu yılana ilişmeyin, diye) O zehrinin acısı bir zaman gidiyor, bir zaman da geri geliyor." İşte burada bu kelimenin "zaman" anlamında olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Îman mü’minin kalbinde sabit ve sağlamdır, ameli, sözü ve teşbihi ise semaya doğru hurma ağacının dalları gibi yükselir. Îmanın bereket ve mükâfatından kazandıkları ise, senenin bütün zamanlarında hurma ağacının mahsûllerinden sağlanan faydaya benzer. Bu hurma ağa emin meyvesi henüz yeni olduğu sırada, taze iken, sararmaya yüz tutmuşken, sarardıktan sonra, yavaş yavaş kızarmaya başlarken, kuruyup hurma haline gelirken ve henüz tomurcuk halinde iken her halinde faydalıdır. İbn Abbâs'tan nakledilen bir rivâyette de şöyle denilmektedir: Şüphesiz buradaki ağaç cennetteki ağaçtır, her vakit mahsûl verir. "Misal" anlamındaki kelime; "...lendirdi" fiilinin mef'ûlüdür. " Bir söz" ise onun bedelidir, " Bir ağaç gibidir" ise; "Bir söz" kelimesinden hal olmak üzere nasb mahallindedir. İfadenin takdiri de şöyledir: Güzel bir ağaca benzetilen, güzel bir sözü andırmaktadır. Bütün ağaçlar her yıl bir defa mahsul verdiklerine göre yüce Allah'ın: "Her zaman meyvelerini verir" âyeti aynı zamanda "hîn"in hükmüne dair açıklamayı da ihtiva etmektedir. Bundan dolayı biz (Mâlikîler) şöyle deriz: Bir kimse filan ile bir hîn konuşmayacağına dair yemin edecek olursa ve şu kadar zaman (hîn) diyerek bunu belirlemezse buradaki hîn sene anlamına gelir. Bir başka yerde de "hîn" kelimesi varid olmuş ve bu kelime ile bundan çok daha uzan bir süre de kastedilmiş bulunuyor. Çünkü yüce Allah: "İnsan üzerinden öyle uzun süre (hin) geçti ki, o anılmaya değer bir şey değildi." (el-İnsan, 76/1) "Tefsir"de denildiğine göre bu süre kırk yıldır. İkrime'nin naklettiğine göre bir adam: Bir lıîn'e kadar şu, şu İşi yapacak olursam kölem hür olsun, dedi. Sonra durumu sormak üzere Ömer b. Abdu'l-Aziz'e geldi. O da bana bu hususta sordu, ben de: Kimi hîn vardır ki bunun ne olduğu idrâk edilemez. Yüce Allah'ın: "Bilmiyorum belki de o sizin için bir imtihandır, bir süreye (hîn'e) kadar bir faydalanmadır." (el-Enbiyâ, 21/111) Görüşüme göre sen hurma ağacının meyvelerinin toplanması ile bir daha meyve yükleneceği vakte kadar yemininde durmandır, dedim. Sanki bu (Ömer'in) hoşuna gitti. Aynı zamanda Ebû Hanîfe'nin "hîn" hakkında ki görüşü de budur. O İkrime ve diğerlerine uyarak bu altı aylık bir süreyi ifade eder. "Hin" kelimesiyle ilgili olarak ilim adamlarının değişik görüşlerine dair yeterli açıklamalar bundan önce el-Bakara Sûresi'nde (2/36, âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. "Allah insanlara düşünüp İbret alsınlar diye misaller" benzetmeler yaparak "verir." Buna dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır. 26Kötü bir kelimenin misali de toprağın üstünden kökünden koparılmış, istikrarsız, sebatı olmayan kötü bir ağaca benzer. Yüce Allah'ın: "Kötü bir kelimenin misali... kötü bir ağaca benzer" âyetindeki "kötü kelime" küfür sözüdür, bizatihi kâfirin kendisi olduğu da söylenmiştir, "Kötü ağaç" ise Hazret-i Enes yoluyla rivâyet edilen hadiste geçtiği gibi, Hanzai (Ebû Cehil Karpuzu) ağacıdır. Bu aynı zamanda İbn Abbâs, Mücahid ve diğerlerinin de görüşüdür. Yine İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre bu yeryüzünde yaratılmış bir ağaç değildir. Bunun sarımsak ağacı olduğu da söylenmiştir ki bu da İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. Bundan kastın yer elması yahut yosun olduğu söylendiği gibi, küsküt otu (bağboğan) olduğu da söylenmiştir. Bu ise yerde kökleri ve yaprağı olmayan bir bitkidir. Nitekim şair şöyle demektedir: "Onlar hepsi küsküt otudur, ne gövdeleri vardır, ne de yaprakları," "Toprağın üstünden, kökünden koparılmış" yani tâ dibinden sökülüp alınmış demektir ki, bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Lakıt (b. Ma'mer)in şu beyiti de buradan gelmektedir: "Karşılaşacağınız o şey sizi kökten koparacak olan bir sürgündür, Bir gün olsun bunun gibisini kim görmüş ve kim işitmiştir." el-Muerric derki: (Aynı kökten gelen); "cüsse" bizatihi kendisi demektir. Cüsse otursun, ya da ayakta bulunsun insanın kendisine denir. ise onu kökten söktü anlamındadır, de onu yerin üzerinden söküp aldı demektir. Bunun anlamı şudur: Böyle bir ağacın kökleriyle yerden su içen, dibe doğru uzanan bir gövdesi yoktur. Üstelik "sebatı olmayan" bir ağaçtır. Yani onun yerde sabit bir gövdesi, bir kökü yoktur. Sebatı yoktur, diye de açıklanmıştır. İşte kâfirin durumu da böyledir, onun herhangi bir delili, sebatı olmadığı gibi, onda bir hayır da yoktur. Onun güzel bir sözü ve salih bir ameli yükselmez. Muaviye b. Salih, Ali b. Ebi Talha'dan yüce Allah'ın: "Allah'ın hoş bir sözü nasıl misallendirdiğini görmez misin?" (İbrahim, 14/24) âyeti ile ilgili olarak: O la İlahe illallahtır ve bu "güzel bir ağaç gibidir" (İbrahim, 14/24) bu da mü’mindîr. "Kökü yerde sabit’ lâ ilahe illallah mü’minin kalbinde sabittir. "Kötü bir kelimenin" yani şirkin "misali" ise "kötü bir ağaca benzer" bu da müşriktir. "Toprağın üstünden, kökünden koparılmış ve istikrarsız" dır, Yani müşrikin kendisine istinaden amelde bulunacağı bir dayanağı, bir esası yoktur. Şöyle de açıklanmıştır: Misal îman 'a davet ile şirke davet ile ilgilidir. Çünkü "kelime"den herhangi bir şeye davet etmek ve herhangi bir söz söylemek anlaşılmaktadır. 27Allah îman edenlere dünya hayatında da, âhirette de sağlam söz üzere sebat verir. Allah zulmedenleri şaşırtır. Allah ne dilerse yapar. "Allah îman edenlere... sağlam söz üzere sebat verir.” İbn Abbâs der ki: Bu söz lâ ilahe illallah'tır. Nesâî, el-Berâ b. Âzib'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Allah îman edenlere dünya hayatında da, âhirette de sağlam söz üzere sebat verir" âyeti kabir azâbı hakkında inmiştir. Orada kişiye: Rabbin kimdir? denilir. O: Rabbim Allah'tır, dinim Muhammed'in dinidir, der. İşte yüce Allah'ın: "Allah îman edenlere dünya hayatında da, âhirette de sağlam söz üzere sebat verir" âyetinde anlatılan budur. Buhâri, Cenâiz 87, Tefsir 14. sûre 2; Müslim, Cennet 73; Ebû Dâvûd, Sünne 24; Nesâi, Cenâiz 114; İbn Mâce, Zühd 32; Müsned, IV, 282. Derim ki: Bu hadis Müslim'in rivâyet ettiği yollardan birisinde el-Berâ'dan onun sözü olarak, mevkuf bir şekilde gelmiştir. Müslim, Cennet 74; Nesâî, Cenâiz 114. Sahih olan ise bu hadisin merfu olduğudur. Nitekim Müslim'in Sahih'inde, Nesâî'de, Ebû Dâvûd, İbn Mâce ve diğerlerinde de bu şekilde el-Bera'dan, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den diye rivâyet etmişlerdir. Az önce bu kaynaklardaki yerleri gösterildi. Buhârî de şöyle nakletmektedir: Bize Cafer Doğrusu Buhârî'de gösterilecek yerde de olduğu gibi "Hafs'dır. b. Ömer anlattı, dedi ki: Bize Şu'be, Alkame b. Mersed'den anlattı, o Sa'd b. Ubeyde'den, o el-Berâ b. Âzib'den, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den dedi ki: "Mü’min kabrinde oturtulduğunda ona birisi gelir, sonra da Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şahitlik eder. İşte yüce Allah'ın: "Allah îman edenlere dünya hayatında da, âhirette de sağlam söz üzere sebat verir" âyetinde kastedilen budur. " Buhârî, Cenâiz 87, Tefsir 14, sûre 2. Biz bu hususu "et-Tezkire" adlı eserimizde açıkladığımız gibi yine orada kabrinde imtihana çekilecek ve soru sorulacakların da olduğunu açıklamış bulunuyoruz. Bu hususta bilgi sahibi olmak isteyenler bu konuyu oradan izleyebilirler. Sehl b. Ammâr da der ki: Ben Yezid b. Harun'u vefatından sonra rüyamda gördüm. Ona: Allah sana ne yaptı? diye sordum. O şöyle dedi: Kabrimde haşin ve kaba iki melek bana geldi ve dinin ne, Rabbin kim, Peygamberin kim? dediler. Beyaz sakalımı sıvazladım şöyle dedim: Benim gibi birisine mi bu sözler söyleniyor, ben insanlara seksen yıl boyunca size verilecek cevabı öğrettim. Bunun üzerine gittiler ve giderken de: Sen Harîz b. Osman'dan hadis yazdın mı? dediler. Ben: Evet, deyince bu sefer onlar şöyle dediler: O Alî'ye buğzediyordu, Allah ona buğzedesice. Yüce Allah'ın: "Allah... sebat verir" âyetinin, Allah onları sürekli sabit ve sağlam söz üzere devamlı kılar, anlamında olduğu da vSöylenmiştir. Abdullah b. Revâha’nın şu beyiti de bu türdendir: "Allah sana verdiği güzel şeylere sebat verir, Mûsa'ya verdiği sebat gibi ve yine Mûsa'nın yardıma mazhar olduğu gibi, sana da yardım etsin." Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah dünyada da, âhirette de bu sebatlı, sağlam söze karşılık onları mükâfatlandırır. el-Kaffal ve bir topluluk "dünya hayatında" âyetini, kabirde diye açıklamışlardır. Çünkü ölüler diriltilinceye kadar dünyadadırlar. "Âhirette" âyetini da hesap esnasında diye açıklamışlardır. Ayrıca bu görüşü el-Maverdî, el-Berâ'dan da nakletmiştir. el-Berâ dedi ki: Dünya hayatından kasıt, kabirdeki sorudur, âhiretten kasıt ise kıyâmet günündeki sorgulamadır. "Allah zulmedenleri şaşırtır" yani dünya hayatında küfürleri sebebiyle saptıkları gibi, kabirlerinde de onların delil getirmelerine fırsat bırakmaz, şa-Şirıverirler. Hak sözü söylemelerini onlara telkin etmez, kabirlerinde sorgulanacakları vakit bilmeyiz, derler. Bu sefer ona: Bilmez olasıca, bir şey okuyamaz olasıca, denilir. Buhârî, Cenaiz 67, 86; Ebû Dâvûd, Sünne 24; Nesâi, Cenâiz 110.: Müsned, III, 4, 126, IV, 296. İşte o vakit -bu husustaki haberlerde de sabit olduğuna göçe- bunlara demirden kamçılarla vurulur. Biz bu hususları "et-Tezkire" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Bir diğer görüşe göre; dünya hayatında sapıklıkları daha da artsın diye onlara mühlet verilir, demektir. "Allah ne dilerse yapar." Kimilerini azaplandırmak, kimilerini saptırmak gibi. Bu âyet-i kerîmenin nüzul sebebinin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den gelen şu rivâyette belirtildiği gibi olduğu da söylenmiştir: Hazret-i Peygamber Münker ve Nekir'in soru sormalarını ve ölünün vereceği cevabı açıkladığında Hazret-i Ömer şöyle sorar; Ey Allah'ın Rasûlü! Peki aklım başımda olacak mı? Hazret-i Peygamber: "Evet" diye cevap verince, bunun üzerine Hazret-i Ömer: O halde bu İşin altından kalkabilirim, dedi. Nüzul sebebi bu olduğu belirtilmeksizin, benzer rivâyetler için bk. Suyûti, ed-Durrul-Mensur, V, 36. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerîme'yi indirdi. 28Görmez misin Allah'ta nimetini küfür ile değiştiren ve kendi kavimlerini de helâk yurduna sokanları? "Görmez misin Allah'ın nimetini küfür ile değiştiren... leri?" Yani Allah Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)i aralarından bir kişi olarak içlerinde peygamber gönderdiğinde onlar onu inkâr etmek suretiyle üzerlerindeki Allah'ın nimetine şükredecek yerde küfre saptılar ve inkâr ettiler. İbn Abbâs, Ali ve diğerlerinden nakledildiğine göre maksat Kureyş müşrikleridir ve âyet-i kerîme onlar hakkında inmiştir. Bir diğer görüşe göre, bu âyet-i kerîme Bedir günü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Savaşan müşrikler hakkında inmiştir. Ebû't-Tufeyl der ki: Ben Ali (radıyallahü anh)ı şöyle derken dinledim: Burada sözü edilenler Bedir günü öldürülen Kureyşlilerdir. Bir diğer görüşe göre bu âyet-i kerîme Kureyş arasından en çok facir olan Mahzumoğulları ile Umeyyeoğulları hakkında inmiştir. Umeyyeoğulları bir süreye kadar faydalandırıldılar. Mahzumoğulları ise Bedir günü helâk edildiler. Bu görüş de Ali b. Ebî Tâlib ile Ömer b. el-Hattâb Allah ikisinden de razı olsuna aittir. Dördüncü bir görüşe göre de burada sözü edilenler Araplar arasından hristiyanlığa giren Cebele b. el-Eyhem ve arkadaşlarıdır. Cebele birisine tokat vurduğunda, Hazret-i Ömer misliyle kısas uygulanmasını emretmişti. Cebele bunu kabul etmeyerek, büyüklük tasladı, hristiyanlığa girerek irtidad etti. Kavminden bir grup ile birlikte Bizanslılara katıldı. Bu açıklama İbn Abbâs ve Kaâde'den nakledilmiştir, Cebele nihayet Bizans topraklarına vardığında pişmanlıkla şu beyitleri söyledi: "Bir tokat (yemenin) utancıyla eşraf hristiyanlığa girdi, Fakat eğer sabretmiş olsaydım, bunun olmazdı bir zararı. Bundan dolayı bir kibir ve bir gurur istilâ etti beni, Ve yine bu sebepten sağlıklı gözü, değiştim, kör bir göze Keşke o beldede süt veren develeri otlatsaydım, Ve Ömer'in söylediği o söze karşı çıkmasaydım." el-Hasen ise bu âyet-i kerîme'nin bütün müşrikler hakkında umumi olduğunu söylemiştir. "Ve kendi kavimlerini helâk yurduna sokanları." Yani cehenneme vardırıp konaklatanları. Bunu da İbn Abbâs söylemiştir. Burada sözü edilenler ise Bedir günü müşriklerin kumandanlarıdır. "Kavimlerini" âyeti ile kasıt, kendilerine tabi olanlardır. "Helâk yurdu" denildiğine göre cehennemdir ki; bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır. Bunun Bedir günü olduğu da söylenmiştir ki bu da Ali b. Ebî Tâlib ile Mücahid'in görüşüdür. (Âyet-i kerimede geçen): "el-Bevâr" helâk oluş demektir. Şairin şu beyitinde de aynı kelime kullanılmıştır. "Savaşın başladığı sabah vaktinde helâk olmaktan korkulduğunda ben Onlar gibi Savaş kahramanı kimseler görmedim." 29Cehenneme ki, onlar oraya gireceklerdir. Orası ne kötü bir karargahtır! "Cehenneme ki onlar oraya gireceklerdir." Bu âyet ile "helâk yurdu"nun İbn Zeyd'in dediği gibi cehennem olduğunu beyan etmektedir. Buna göre; Helâk yurdu" üzerinde vakıf yapmak câiz değildir. Çünkü cehennem "helâk yurdu" kelimesini açıklamak üzere nasb edilmiştir. Eğer ref ile okunacak olursa, o takdirde ref' edici bir lâfız takdir edilir ve anlam: "O cehennemdir" şeklinde olur. Yahut ta; " Oraya gireceklerdir" âyetindeki zamirin cehenneme ait olması dolayısı ile de ref edilebilir. Çünkü; Helâk yurdu" üzerinde de vakıf güzel olur. "Orası ne kötü bir karargahtır!" Ne kötü bir kalacak yerdir! 30Onlar, Allah'a O'nun yolundan saptırmak için eşler koştular. De ki: "Faydalana durun; varacağınız yer şüphesiz ateş olacaktır." "Onlar Allah'a, O'nun yolundan" yani dininden "saptırmak İçin eşler” tapındıkları putlar "koştular." Bu âyetteki; " Eşler" kelimesine dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/22. âyet, 6. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. İbn Kesîr ve Ebû Amr; " Saptırmak için" âyetini "ya" harfini üstün olarak (sapsınlar diye, anlamında) okumuşlardır. Hac Sûresi'nde de "Allah yolundan sapsın diye..." (22/9) anlamına gelecek şekilde aynı kelimenin "ya" harfini üstün olarak okudukları gibi, Lukman Sûresi'nde (bk. 31/6. âyet, 5- başlık) ve ez-Zümer Sûresi'nde (bk. 39/8. âyette) de böyle okumuşlardır. Diğerleri ise "İnsanları Allah yolundan saptırsınlar diye" anlamında olmak üzere "ya" harfini ötreli okumuşlardır. Üstün olarak okuyanların kıraatine göre; kendileri Allah yolundan saptılar, anlamındadır. Yani onların akıbeti nihayet sapmaya ve saptırmaya varacaktır. O bakımdan buradaki "lâm" harfi akıbet "lâm”ıdır. "De ki: Faydalana durun!" Bu onlara yapılan bir tehdittir ve bu, onların içinde bulundukları dünya zevklerinin -kesintiye uğrayacağından dolayı- oldukça az olduğuna da bir işarettir. "Varacağınız yer şüphesiz ateş olacaktır." Döneceğiniz ve döndürüleceğiniz yer cehennem azâbı olacaktır. 31Îman eden kullarıma de ki: "Namazı dosdoğru kılsınlar, alışverişin de, dostluğun da olmayacağı o gün gelmezden evvel rızık olarak kendilerine verdiğimiz şeylerden gizli ve açık infak etsinler." "Îman eden kullarıma dakî..." Yani Mekke halkı Allah'ın nimetini küfre değiştirdiler. O halde sen de îman eden ve gerçekten Bana kulluk eden kimselere "namazı dosdoğru kılsınlar" de. Yani beş vakit namazı kılsınlar. Bu da onlara: Namazı kılın de, demektir. Bu emirle beraber mukadder bir şart da vardır. Mesela, Allah'a itaat et, O da seni cennete koyar, denilir. Yani Allah'a itaat edersen seni cennete koyar anlamındadır. Bu el-Ferrâ''nın görüşüdür. ez-Zeccâc ise der ki: " Kılsınlar" âyeti "lâm" anlamı dolayısıyla cezm edilmiştir ve bu demektir. Lâm'in düşürülmesinin sebebi "de ki" şeklindeki muhataba verilen emrin, gaibe delalet etmesinden dolayıdır. Yine ez-Zeccâc der ki: Bununla birlikte "kılsınlar" anlamındaki âyetin hazfedilmiş bir emrin cevabı olma ihtimali de vardır. Yani "Sen onlara namaz kılınız de; Namazı kılsınlar" takdirindedir. " ... Rızık olarak kendilerine verdiğimiz şeylerden gizli ve açık infak etsinler." Bu âyet ile İbn Abbâs ve diğerlerinden nakledildiğine göre zekât kastedilmektedir. Cumhûr ise der ki: Gizliden kasıt, gizli saklı verilen, açıktan kasıt ise verilirken görülen ve zahir olan demektir. el-Kasım b. Yahya ise der ki: Gizliden kasıt tatavvu' sadakalar, açık olandan kasıt ise farz zekâttır. Bundan önce el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Sadakalarınızı açıkça verirseniz o ne güzeldir..." (el-Bakara, 2/271) âyetini açıklarken bu anlamda güzel açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. "Alışverişin de, dostluğun da olmayacağı o gün"e dair açıklamalar da yine el-Bakara Sûresi'nde (2/254. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Arkadaşlık(lar)" kelimesi ın çoğuludur. "Testi" kelimesinin çoğulunun; şeklinde gelmesi gibi. Şair (İmruu’l-Kays) da şöyle demektedir: "Ben nitelikleri buğzedilen birisi de değilim, buğzeden birisi de değilim.” 32Allah, gökleri ve yeri yaratandır. Gökten su İndirip onunla size rızık olarak türlü ürünler bitiren, emri ile denizde akıp gitsin diye gemileri emrinize verendir. Nehirleri de emrinize verendir O. "Allah gökleri ve yeri yaratandır." Yani daha önceden var olan bir örnek söz konusu olmaksızın, onları yoktan var edendir. "Gökten" buluttan "su indirip onunla size rızık olarak" ağaçlardan "türlü ürünler bitiren, emri ile denizde akıp gitsin diye gemileri emrinize verendir," Bunun anlamına dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/164. âyet 3-başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Nehirleri de emrinize verendir O." Yani onlardan içmeniz, davarlarınızı sulamanız, ekin ekmeniz için tatlı suları da emrinize verdiği gibi, tuzlu suyu olan denizleri de emrinize vermiştir. Çünkü bu suların herbirinin değişik faydaları vardır. 33Mutad hareket ve özellikleriyle güneşi ve ayı size müsahhar kıldı. Geceyi ve gündüzü de faydanız İçin müsahhar kıldı. "Mutad hareket ve özellikleriyle güneşi ve ayı size müsahhar kıldı." Yani bu ikisinin bitki ve benzeri hususların düzene girmesinde katkıları vardır. İkisinin mutad hareket ve özellikleri" anlamındaki kelimenin kökünü teşkil eden; herhangi bir şeyin cereyan edip giden bir adet ve itiyad üzere işini sürdürüp devam ettirmesi demektir. Güneş ve ay, yüce Allah'ın emrine uyarak yol alışlarında mutad hareket eden iki varlıktır diye de açıklanmıştır. Yani bunlar kıyâmet gününe kadar ayrılmaksızın böylece akıp gideceklerdir. Bu anlamdaki bir açıklama İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir. "Geceyi ve gündüzü de faydanız için müsahhar kıldı." Yani geceleyin sükûn ve rahat bulmanız için gündüzün de lütfündan aramanız için onları musahhar kılmıştır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Geceyi ve gündüzü sizin için sükûn bulasınız ve lütfundan arayasınız diye yaratmış olması O'nun rahmetindendir." (el-Kasas, 28/73) 34O size kendisinden İstediğiniz şeylerin hepsinden verdi. Eğer Allah'ın nimetini topluca saymak İsteseniz dahi siz onları sayamazsınız. Gerçekten İnsan çok zulmedici ve çok nankördür. "O, size kendisinden İstediğiniz şeylerin hepsinden verdi." Yani O, size istenilen şeylerden olup kendisinden istediğiniz her şeyden verdi. Burada "istenilen şeyler" anlamındaki; lâfzı hazf edilmiştir. Bu açıklama el-Ahfeş'ten nakledilmiştir. Anlamı: Kendisinden istediğiniz ve istemediğiniz herşeyden size verdi demek olup bunun "istemediğiniz herşey" bölümünün hazfedildiği de söylenmiştir. Çünkü biz, O'ndan ne güneş, ne ay istedik, ne de O'nun bize baştan beri ihsan etmiş olduğu nimetlerinin pek çoğunu. Bu da yüce Allah'ın -ileride de geleceği üzere-: "Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler..." (en-Nahl, 16/81) âyetine benzemektedir. "Herşeyden" âyetindeki "...den"in zâid olduğu söylenmiştir. İstediğiniz herşeyi size verdi, demektir. İbn Abbâs, ed-Dahhak ve başkalan ise; "Herşeyden" diye tenvirdi olarak okumuşlardır. Bu kıraat el-Hasen, ed-Dahhak ve Katade'den de rivâyet edilmiştir ki nefy anlamında olup O'ndan istemediğiniz herşeyden vermiştir, demek olur. Güneş, ay ve onların dışındaki pek çok şey gibi. Bunun istemediğiniz her şeyden size verdi, anlamında olduğu da söylenmiştir. "Eğer Allah'ın nimetini" nimetlerini "topluca saymak isteseniz dahi, siz onları sayamazsınız" saymaya gücünüz yetmez. Bunları tesbit etme imkânınız da olmaz. Çünkü bunlar pek çoktur. İşitmek, görmek, suretin en güzel şekilde yapılması ve buna benzer afiyet, rızık gibi sayılamayacak bir çok nimetler. Bütün bu nimetler Allah'tandır. Peki Allah'ın nimetini ne diye küfür ile inkâr ile karşılıyorsunuz? Neden bu nimetlerin yardımı ile Allah'a itaat etmiyorsunuz? "Gerçekten insan çok zulmedici, çok nankördür." Âyetteki "insan" lâfzı cins isim olmakla birlikte, bununla özel insan türü kastedilmiştir ki, İbn Abbâs'ın görüşüne göre Ebû Cehil'dir. Bununla bütün kâfirlerin kastedildiği de söylenmiştir. 35Hani İbrahim şöyle demişti: "Rabbim, şu şehri emniyetli kıl! Beni de oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut! Yüce Allah'ın: "Hani İbrahim şöyle demişti: Rabbim şu şehri emniyetli kıl!" âyetinde kastedilen şehir Mekke'dir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/126. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Beni ve oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut!" Yani beni putlara ibadet etmekten uzak bir kimse kıl. "Oğullarımı" sözü ile de sulbünden gelen oğullarını kastetmişti ve bunlar sekiz kişi idiler. Onlardan hiçbiri bir puta tapmış değildir. Bunun yüce Allah'ın, kendilerine dua etmesini murad ettiği kimselere bir dua olduğu da söylenmiştir. el-Cahderî ve Îsa; "Beni... uzak tut" âyetini; şeklinde kat' hemzesi ile okumuşlardır, mana birdir. Mesela; " Bu işten uzak durdum" denildiği gibi; "Ben o kimseyi, o işten uzak tuttum, o da o işten uzak kaldı" denilir. İbrahim et-Teymî de kıssa anlattığında şöyle derdi: İbrahim el-Halih "Beni de oğullarımı da" babamın ve kavmimin o putlara taptığı gibi "putlara tapmaktan uzak tut" dediğine göre; artık kim belâ ve imtihandan yana kendisini emin görebilir ki? 36"Rabbim, çünkü onlar insanlardan bir çoğunu saptırdılar. Artık kim bana uyarsa işte o bendendir, kim de bana isyan ederse... Gerçekten Sen, günahları bağışlayansın, Rahîm'sin." "Rabbim, çünkü onlar insanlardan bir çoğunu saptırdılar." Putlar saptırmanın sebebi olduklarından dolayı mecazi olarak saptırma fiili de onlara izafe edilmiştir. Çünkü putların kendileri cansızdır, herhangi bir fiilde bulunamazlar. "Artık kim bana" tevhidde "uyarsa işte o bendendir." Benim dinimin mensuplarındandır. "Kim de bana isyan ederse" şirk üzere ısrar ederse "gerçekten Sen günahları bağışlayansın, Rahîm'sin." Denildiğine göte bu sözleri şanı yüce Allah'ın kendisine şirk koşulmasını bağışlamayacağını ona bildirmesinden Önce söylemiştir. Şöyle de açıklanmıştır: Ölümünden önce masiyednden tevbe eden kimseler için günahlarını bağışlayansın, Rahîm'sin demektir. Mukâtil b. Hayyan da: "Kim de bana" şirkten daha aşağı günahlar hususunda "isyan ederse..." demektir, diye açıklamıştır. 37"Rabbimiz! Ben zürriyetimden bir kısmını senin mukaddes evinin yanında, ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılsınlar diye. Artık Sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve şükrederler umuduyla kendilerini bir takım meyvelerle rızıklandır." Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: 1- Ekin Bitmez Bir Vadiye Yerleştirilen Zürriyet: Buhârî'nin, İbn Abbâs'tan rivâyetine göre kadınlar arasında beline ilk kemer bağlayan kişi Hazret-i İsmail'in annesidir. O Sarâ'nın izini farketmemesi için (etekleri yere sürünmesin diye) bir kemer edinmişti. Sonra İbrahim onu ve oğlu İsmail'i -henüz ona süt emziriyor iken- alıp onları Beyt'e getirip Beyt'in yakınında, Mescid'in yukarı taraflarında, Zemzem'in üst yanında büyükçe bir ağacın yanına bıraktı. O gün Mekke'de hiçbir kimse yoktu ve orada su da yoktu. İşte ikisini de oraya bıraktı, yanlarına da içinde bir miktar hurma bulunan bir torba ile içinde su bulunan bir kırba koydu. Sonra İbrahim geri dönüp gitti. İsmail'in annesi onun arkasından gidip: Ey İbrahim dedi. İçinde hiçbir insanın ve hiçbir şeyin bulunmadığı bu vadide bizi bırakıp nereye gidiyorsun? İsmail'in annesi bu sözleri ona defalarca tekrarladığı halde İbrahim ona dönüp bakmıyordu bile. Bu sefer ona: Bunu Allah mı sana emretti? diye sorunca, o: Evet dedi. Bunun üzerine: O halde O bizi zayi etmez, diyerek geri döndü. İbrahim de yoluna koyulup gitti. Nihayet kendisini görmeyecekleri tepenin yanına geldiğinde yüzünü Beyt'e dönerek, bu duaları yaptı. Ellerini kaldırarak: "Rabbim, ben zurriyetimden bir kısmını... ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim... ve şükrederler umuduyla kendilerini bir takım meyvelerle rızıklandır" diye dua etti. İsmail'in annesi de, İsmail'i bir taraftan emziriyor, diğer taraftan da o sudan içiyordu. Nihayet kırbadaki su bitince, annesi de susadı, oğlu da susadı. Oğlunun kıvranmaya başladığını gördü, onu görmemek için kalkıp gitti. O yerde kendisine en-yakın tepe olarak Safâ'yı gördü. Üzerine çıktı, sonra da kimseyi görür mü diye vadiye doğru yöneldi, ancak kimseyi göremedi. Safa'dan indi, nihayet vadiye ulaştığında elbisesinin yanını yukarı doğru çekerek oldukça gayret gösteren birisi gibi koşuştu. Sonra vadiyi aştı ve arkasından Merve'ye ulaştı, onun üzerinde durdu ve kimseyi görür mü diye baktı. Yine kimseyi göremedi, aynı işi yedi defa tekrarladı. İbn Abbâs dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "İşte iki tepe arasında insanların sa'y etmeleri budur (buradan gelmektedir.)" Merve'nin üzerine çıktığında bir ses duydu -kendi kendisine-: Sus dedi, sonra da kulağını kabarttı. Yine bir ses işitti, bu sefer şöyle dedi: Sen sesini bana duyurdun, eğer bana yardıma koşabileceksen (yardıma gel.) Bir de baktı ki Zemzem'in yanıbaşında melek duruyor. Ayağının ökçesi –veya kanİsmi ile (yeri) eşti ve nihayet su çıktı. Annesi suyun önünde havuz yapmaya ve eliyle suyu avuçlayıp kabına doldurmaya başlıyordu. Su ise o avuçladıktan sonra yine kaynamasına devam ediyordu. İbn Abbâs dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah İsmail'in annesine rahmet buyursun, şayet Zemzemi bıraksaydı -yahut ta: Eğer sudan avuçlamamış olsaydı, dedi- Zemzem sürekli kaynayıp duran bir pınar kalacaktı." Derken annesi de o sudan içti, oğluna su verdi. Melek de ona şöyle dedi: Zayi olmaktan yana korkun olmasın. Çünkü burası Allah'ın evidir. Bu çocuk ve onun babası bu evi bina edeceklerdir, hiç şüphesiz Allah bu evin ehlini zayi etmeyecektir.. Buhârî, Enbiyâ 9. diyerek hadisi uzun uzadıya nakletti. Tevekkül İsmi ile Çoluk-Çocuğu Zayi Etmek Câiz Olmaz: Tevekkülün gerçek mahiyeti ile ilgili olarak sufilerin aşırıya kaçmış olanlarının söyledikleri gibi; herhangi bir kimse çotuk-çocuğunu zayi olacakları bir yerde Aziz ve Rahîm olan Allah'a tevekkül ederek ve İbrahim el-Halil'in fiiline uyarak, bırakmak hususunda buna delil diye yapışması hiç kimseye câiz değildir. Çünkü Hazret-i İbrahim bunu yüce Allah'ın emri üzere yapmıştır. Hadîs-i şerîfte: "Sana bunu Allah mı emretti diye sorunca, onun: Evet" diye cevap verdiği belirtilmektedir. Yine rivâyet edildiğine göre Hazret-i Hacer, Hazret-i İsmail'i doğurduktan sonra, Hazret-i Sara onu kıskanınca İbrahim (aleyhisselâm) onu alıp Mekke'ye götürdü. Rivâyete göre Hazret-i İbrahim ile Hazret-i Hacer ve çocuk Burak'a bindiler. Bir tek günde Şam'dan Mekke vadisinin içine ulaştılar. Oğlunu ve cariyesini de orada bırakıp aynı gün Bulağa binip geri döndü. Bütün bunlar yüce Allah'ın vahyine dayanarak yapılmıştı. Hazret-i İbrahim geri döndüğünde bu âyet-i kerîmenin muhtevasında belirtilen duayı yaptı. Yüce Allah işleri temellendirmeyî, orada kalmayı hazırlamayı ve Beyt-i Mükerrem'in yerini tesbit edip Haram beldenin mekanını ortaya çıkarmak isteyince, meleği gönderdi. O da suyun üzerini eşti ve bu suyu da gıda seviyesine getirdi. Sahih hadiste rivâyet edildiğine göre Ebû Zerr (radıyallahü anh) geceli-gündüzlü otuz gün süreyle Zemzem ile yetindi. Ebû Zerr der ki: Zemzem suyundan başka yiyecek bir şey bulamıyordum. Şişmanlamaktan vücudumda boğumlar ortaya çıkıncaya kadar şişmanladım ve bu arada da içimde açlığın hiçbir etkisini de duymadım... diyerek hadisin geri kalan bölümlerini nakletmektedir. Müslim, Fedailu's-Sahabe 132; Müsned, V, 175. Dârakutnî de İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Zemzem suyu ne için içilir ise onun için (iyi gelir.) Eğer sen onunla şifa bulmak ümidiyle o suyu içersen, Allah da sana şifa verir. Eğer sen onu doymak kastıyla içersen, Allah onun vasıtasıyla seni doyurur. Şayet sen onu susuzluğunu kesmek için içersen, susuzluğunu keser. Çünkü o Hazret-i Cebrâîl'in ayağıyla vurduğu ve yüce Allah'ın İsmail'e içmek üzere ihsan ettiği sudur. " Dârakutni, II, 289 Dârakutnî, İkrime'den şöyle dediğini rivâyet eder: İbn Abbâs, Zemzem suyundan içtiğinde şöyle derdi: " Allah'ım Sen'den faydalı bir ilim, geniş bir rızık ve her türlü hastalıktan şifa dilerim." Darakutnî, II, 288 İbnu'l-Arabî der ki: Zemzem suyunda niyeti sahih olan, kalbi selim olan, bunu yalanlamayan ve denemek kastıyla içmeyen herkes için bu özellikler vardır. Şüphesiz Allah tevekkül edenlerle beraberdir ve O denemek kastıyla bu işe kalkışanları da rüsvay edendir. Ebû Abdullah Muhammed b. Alî et-Tirmizî de der ki: Bana babam -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- anlattı, dedi ki: Karanlık bir gecede tavafa girdim. İdrarım beni meşgul edecek kadar sıkıştırdı, kendimi tutmaya koyuldum. Nihayet beni rahatsız etti, mescidden çıkacak olursam bazı kimselerin ayaklarına da basmaktan korktum. Çünkü o günler hac günleriydi. Bu sefer bu hadisi hatırladım, Zemzeme girdim içebildiğim kadar içtim. Sabaha kadar bu halimden rahatsız olmadım. Abdullah b. Amr'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Zemzem'de, Rüknün karşı tarafında cennetteki bir pınar vardır. 3- Hazret-i İbrahim'in Beyt'in Yakınında Yerleştirdiği Zürriyeti: "Zürriyetimden bir kısmını" âyetindeki;".... den bir kısmını" teb'îz (kısmilik.) içindir, yani ben zürriyetimin bazısını burada yerleştirdim. Bu sözleriyle Hazret-i İsmail ile annesini kastetmektedir. Çünkü Hazret-i İshak Şam diyarında idi. Buradaki bu edatın sıla olduğu da söylenmiştir, "Zürriyetimi... yerleştirdim" demek olur. Yüce Allah'ın: "Senin mukaddes evinin yanında" âyeti, Beyt'in -rivâyet olunduğuna göre- tufan'dan önce ve ondan eski olduğunun delilidir. Bu anlamdaki açıklamalar bundan önce el-Bakara Sûresi'nde (2/127. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Burada Hazret-i İbrahim, Beyt'i yüce Allah'a izafe etmiştir. Çünkü bu Beyt'e ondan başka kimse malik olamaz. Onu mukaddes (muharrem) olmakla da nitelendirmiştir. Yani başka yerlerde helâl olan cima ve buna benzer helâl kabul edilen bazı şeyler orada haramdır. Bir diğer açıklamaya göre bu Ev zorbalara karşı muharremdir (korunmuş ve saygı değerdir.) Saygınlığının çiğnenmesine ve hakkının hafife alınmasına karşı korunmuştur. Bu açıklamayı Katade ve başkaları yapmıştır. Yine bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-Mâide Sûresi'nde (5/97. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Rabbimiz, namazı dosdoğru kılsınlar diye" âyetinde (Hazret-i İbrahim) dinin diğer hükümleri arasında özellikle zikretmesi, bu dinde namazın fazileti ve önemli yeri dolayısıyladır. Namaz Allah'ın kulları nezdindeki ahdi (emâneti.)dir. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur; "Beş vakit namaz vardır ki, Allah onu kullara (farz olarak) yazmıştır..." Ebû Dâvûd, Vitr 2; Nesâi, Salat 6; Dârimî, Salât 208; İbn Mâce, İkametu's-Salat 194; Muvatta’, Salâtu’l-Leyl 14; Müsned, V, 319 Yüce Allah'ın: "Namazı dosdoğru kılsınlar diye" âyetindeki "lâm" harfi "key lâm'ı"dır. Bu konuda kuvvetli görülen görüş budur ve bu lâm "yerleştirdim" anlamındaki fiile taalluk etmektedir. Bununla birlikte emir lâm'ı olması da mümkündür. (O takdirde anlam... "namazı dosdoğru kılsınlar" demek olur.) Bu sözleriyle Hazret-i İbrahim, sanki yüce Allah'a onların namazı dosdoğru kılmaya muvaffak kılınmalarını arzu etmiş ve dilemiş gibidir. 6- Mekke ve Medine Mescidlerinde Namazın Fazileti: Bu âyet-i kerîme, Mekke'de kılınan namazın başka yerlerdeki namazlardan daha faziletli olduğu hükmünü ihtiva etmektedir. Çünkü yüce Allah'ın: "Kabilimiz, namazı dosdoğru kılsınlar diye" âyetinin anlamı şudur: Ben, zürriyetimi Senin mukaddes Evinin yanında burada namazı dosdoğru kılsınlar diye yerleştirdim. İlim adamları Mekke'de kılınan namazın mı, yoksa Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in Mescidinde kılınan namazın mı daha faziletli olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. Genel olarak eser ehli (yani rivâyetlerin ihtiva ettiği hükümleri esas alanlar) Mescid-i Haram'da namaz kılmanın Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın Mescidinde namaz kılmaktan yüz kat daha faziletli olduğu görüşündedirler. Onlar bu hususta Abdullah b. ez-Zübeyr'in rivâyet ettiği şu hadisi delil gösterirler. Abdullah dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Benim bu Mescidimde kılınan bir namaz -Mescid-i Haram müstesna- onun dışındaki diğer mescitlerde kılınan bin namazdan daha faziletlidir. Buraya kadar; aynı manada ve yakın lâfızlarla; başka ravilerden: Buhârî, Mescidu Mekke 1; Müslim, Hacc 505-510; Tirmizî, Salât 126; Nesâî, Menâsik 124; İbn Mâce, İkametu's-Salât 195; Muvatta’, Kıble 9; Müsned, 11, 16, 29, 53... 277, 397... Ayrıca bk. İbn Abdi’l-Berr, et-Temhîd, VI, 16. Mescid-i Haram'daki bir namaz ise benim bu Mescidimde kılınan namazdan yüz kat daha faziletlidir. " Müsned,IV, 5 İmâm Hafız Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Bu hadisi Habib el-Muallim, Atâ b. Rebah'tan, o Abdullah b. ez-Zübeyr'den senediyle rivâyet etmiş ve onun ceyyid olduğunu belirtmiştir. Ne lâfzında, ne de manasında hiçbir karışıklık yapmamıştır. Habib güvenilir (sika) birisi idi. İbn Ebi Hayseme der ki: Ben Yahya b. Maîn’i şöyle derken dinledim: Habib el-Muallim sika bir ravidîr. Abdullah b. Ahmed de der ki: Ben babamı şöyle derken dinledim: Habib el-Muallim sika bir ravidir, onun rivâyet ettiği hadisler ne kadar sahihtir. Ebû Zür'â er-Razî'ye de, Habib el-Muallim hakkında sorulmuş, o da: Basralıdır ve güvenilir bir ravidir, demiştir. İbn Abdi’l-Berr a.g.e, VI, 25-26 Derim ki: Habib el-Muallim'in rivâyet ettiği bu hadîsi, Atâ b. Ebi Rebah'tan, o Abdullah b. ez-Zübeyir'den, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yoluyla olmak üzere Hafız Ebû Hatim Muhammed b. Hatim et-Temimî el-Büstt "el-Müsned es-Sahih" adlı eserinde rivâyet etmiştir. Buna göre hadis sahihtir; anlaşmazlık ve ayrılık halinde ise delil olacak olan da budur. Yüce Allah'a hamdolsun. Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr der ki: İbn Ömer'den ve o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den olmak üzere İbn ez-Zübeyr'in hadisinin bir benzeri rivâyet edilmiştir. Bunu Mûsa el-Cühenî, Nafi'den, o İbn Ömer'den yoluyla rivâyet etmiştir. Mûsa el-Cühenî ise Kûfelidir ve güvenilir bir ravidir. el-Kattân, Ahmed, Yahya ve onların benzeri bir topluluk ondan övgüyle söz etmiştir. Şu'be, es-Sevrî ve Yahya b. Said ondan hadis rivâyet etmiştir. Hakim b. Seyf rivâyet ediyor: Bize Ubeydullah b. Amr anlattı, o Abdu'l-Kerîm'den, o Atâ b. Ebi Rebah'tan, o Cabir b. Abdullah'tan dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Benim bu Mescidimde bir namaz -Mescîd-i Haram müstesna- onun dışındaki diğer mescitlerde kılınan bin namazdan daha faziletlidir. Mescid-i Haram'da bir namaz ise onun dışındaki mescidlerde kılınan bin namazdan daha faziletlidir. " İbn Abdi’l-Berr a.g.e, VI, 27 Burada sözü edilen Hakim b. Seyf, Rakkalı bir hadis bilginidir. Ondan Ebû Zür'â er-Razî de hadis rivâyet etmiştir, İbn Vaddah da ondan hadis almıştır, onlara göre o, rivâyetinde mahzur olmayan, doğru sözlü bir hadis alimidir. Eğer o da (bu hadisi) hıfz etmiş ise o takdirde bunlar iki hadistir. Aksi takdirde makbul olan Habib el-Muallim'in söylediğidir. İbn Abdi’l-Berr a.g.e, VI, 27 Muhammed b. Vaddâh da şöyle rivâyet etmektedir: Bize Yusuf b. Adî anlattı, o Ömer b. Ubeyd'den, o Abdu'l-Melik'ten, o Atâ'dan, o İbn Ömer'den dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Benim bu mescidimde bir namaz -Mescid-i Haram müstesna- onun dışındaki diğer mescidlerde kılınan bin namazdan daha faziletlidir. Onda (Mescid-i Haram'da) kılınan namaz daha faziletlidir." İbn Abdi’l-Berr a.g.e., VI, 28. Ebû Ömer (b. Abdİ’l-Berr) der ki: Bütün bunlar görüş ayrılığı halinde görüş ayrı lığını sona erdiren ve kendisine doğru yol gösterilip de taassubu dolayısıyla doğrudan kaymayan kimseler nezdinde açık bir nasstır. İbn Habib, Mutarrif’den ve Esbağ'dan, İbn Vehb'den naklettiklerine göre, ikisinin (yani Mutarrif ile İbn Vehb'in) kanaatine göre Mescid-i Haram'da kılınan namaz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in Mescidinde kılınan namazdan -bu konudaki hadîslere binaen- daha faziletli olduğu görüşünde idiler. İbn Abdi’l-Berr, a.g.e., VI, 34. Malik ve diğer ilim adamları ise bayram namazları için Mekke dışında bütün şehirlerde dışarıya çıkılacağını İttifakla kabul etmişlerdir. Mekke'de bayram namazları ise Mescid-i Haram'da kılınır. Hazret-i Ömer, Ali, İbn Mes'ûd, Ebû'd-Derdâ ve Cabir (radıyallahü anhüm) Mekke'de ve Mekke Mescidinde kılınan namazın daha faziletli olduğunu kabul ediyorlardı. Bunlar ise kendilerinden sonra gelenlere göre taklid edilmeye daha lâyık kimselerdir. Şâfiî de bu görüştedir, Atâ'nın, Mekkeli İlim adamlarının ve Kûfelilerin görüşü de budur. Bunun benzeri bir görüş de Malik'ten rivâyet edilmiştir. İbn Vehb ise "Camidinde Mâlik’ten şunu nakletmektedir: Âdem (aleyhisselâm) yeryüzüne indirilince: Rabbim burası sana ibadet olunmasını en çok sevdiğin bir yer midir? diye sordu, yüce Allah: Hayır Mekke'dir diye buyurmuştu. Ancak Malik'ten ve diğer Medine'li âlimlerden meşhur olan görüş, Medine'nin daha faziletli olduğudur. Basra'lılar ve Bağdat'lılar ise bu konuda farklı görüşlere sahiptir. Kimi kesim Mekke'nin daha faziletli olduğunu, bir diğer kesim ise Medine'nin daha faziletli olduğunu söylemektedir. "Artık sen insanlardan bir kısmının gönüllerini meylettir" âyetindeki; "Gönüller" kelimesi in çoğulu olup "kalpler" demektir. Şairin şu beyitinde de olduğu gibi kimi zaman "fuâd" kalb hakkında kullanılabilir: "Şüphesiz ki aradan geçen bunca zamana rağmen beni sana doğru Şevk ile götüren bir gönül, elbetteki çok sabırlıdır." Buradaki "gönüller" anlamındaki kelimenin (hey'et anlamındaki.) "vefd" kelimesinin çoğulu olduğu ve bunun aslının; "Heyetler" olup "fe"nin "vay"dan öne geçirilip ondan sonra da "vav"ın aslına uygun olarak "ya."ya kalbedildiği söylenmiştir. Sanki: Artık sen de insanlardan bir kısmının hey'etler halinde onlara meyletmesini sağla.., demiş gibidir. "Meyletmek"in mazisi; şeklinde gelir. Âdeta bir kuyunun boşluğunda imiş gibi oldukça hızlı koşan devenin durumunu anlatmak için de; denilir. Yüce Allah'ın: "Onlara meylettir" âyetindeki kelime de buradan alınmadır. İbn Abbâs ve Mücahid derler ki: Şayet bütün insanların gönüllerini demiş olsaydı, hiç şüphesiz Fârisîler, Rumlar, Türkler, Hintliler, Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler burayı tıka basa doldururlardı. Fakat o "insanlardan" dedi, bunlarda müslümanlardır. Yüce Allah'ın: "Onlara meylettir" âyeti ise kalplerinin onlara meyletmesini, Beyt'i ziyaret etmeye şevk duymasını sağla, demektir. Mücahid bu âyeti; şeklinde "onları şiddetle sevsinler ve onları ta'zim etsinler" anlamında okumuştur. "Ve şükrederler umuduyla kendilerini bir takım meyvelerle rızıklandır." Yüce Allah Taif'de onlara sair ağaç çeşitlerinin yetişmesini sağlayarak ve diğer bölgelerden oraya çeşitli mahsullerin getirilmesi suretiyle onun duasını kabul buyurdu. Sahih-i Buhârî'de, İbn Abbâs'tan nakledilen uzunca hadiste -ki bir bölümünü önceden de zikretmiş idik- şöyle denilmektedir: "İsmail evlendikten sonra İbrahim gelip orada bıraktıklarını görmeye geldi. İsmail'i bulamadı, hanımına İsmail'i sordu. O: Bizim için bir şeyler bulmak üzere çıktı, dedi. Sonra onlara geçimleri ve hallerine dair soru sordu. Hanımı: Halimiz kötü, darlık ve sıkıntı içerisindeyiz diyerek, ona şikayette bulundu. İbrahim (aleyhisselâm) dedi ki: Kocan geldiğinde ona selâm söyle ve ona kapısının eşiğini değiştirmesini söyle. İsmail (eve) geldiğinde bir şeyler hisseder gibi oldu, size kimse geldi mi? diye sordu. Hanımı: Evet şöyle şöyle bir ihtiyar bize geldi. Bana seni sordu, ben de ona söyledim. Geçimimizin nasıl olduğunu bana sordu, ben de ona darlık, sıkıntı ve zorluk içerisinde olduğumuzu söyledim. Bunun üzerine İsmail: Sana herhangi bir tavsiyede bulundu mu? diye sordu. O, bana sana selam söylememi İstedi ve kapının eşiğini değiştir de, dedi. Hazret-i İsmail şöyle dedi: ü-gelen kişi benim babamdır, bana senden ayrılmamı emretti. Haydi yakınlarının yanına git diyerek, onu boşadı. Yine o kabileden (Curhümlülerden) bir başka kadın ile evlendi. Yüce Allah'ın dilediği bir süre Hazret-i İbrahim yanlarına gelmedi. Daha sonra yanlarına geldiğinde yine İsmail'i bulamadı. Hanımının yanına girdi ve ona oğlunu sordu. O: Bizim için bir şeyler aramak üzere çıktı deyince, yine Hazret-i İbrahim: Nasılsınız? deyip geçimlerini, hallerini sordu. Kadın şöyle dedi: Halimiz iyidir, bolluk içindeyiz diyerek yüce Allah'a hamd-u senada bulundu. Hazret-i İbrahim: Neler yersiniz? diye sorunca, kadın: Et dedi. Ne içersiniz? diye sorunca, kadın su dedi. Bu sefer Hazret-i İbrahim şöyle dedi: Allah'ım, onlar İçin eti ve suyu bereketli kıl. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu: "O gün onların tahılları yoktu, şayet olsaydı tahılın da mübarek kılınması için onlara dua edecekti." (Hazret-i Peygamber devamla) buyurdu ki: "İşte Mekke dışında bir kimse yalnızca et ve su ile yetinmeye kalkışacak olursa, mutlaka bunlar o kimseye uygun gelmezler" diyerek, hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Buhârî, Enbiyâ 9. İbn Abbâs da der ki: Hazret-i İbrahim'in: "Artık sen İnsanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir" duasıyla yüce Allah'tan, insanların Mekke'de yerleşmeyi sevmelerini takdir etmesini ve böylelikle buranın hürmet duyulan mukaddes bir ev haline gelmesini istemişti. Bütün bunlar da oldu. Yüce Allah'a hamdolsun. Oraya ilk yerleşenler Curhümlülerdir. Zaten Buhârî'de de: "Şüphesiz Allah oranın ehlini zayi etmez" ifadesinden sonra şöyle denilmektedir: "Beytin yeri o sırada bir tepecik gibi yerden yüksekçe idi. Etrafından gelen seller onun sağından, solundan bir miktar alırdı. Bu durum böylece devam etti. Nihayet onların yanlarından Kedâ yolundan gelmekte olan Curhümlülerden bir arkadaş grubu geldi ve Mekke'nin alt taraflarında konakladılar. O sırada su etrafında dönüp duran bir kuş gördüler ve dediler ki: Şüphesiz ki bu kuş, su etrafında dönmektedir. Bildiğimiz kadarıyla bu vadide su yok. Bunun üzerine bir ya da iki kişiyi elçi olarak gönderdiler. Bunlar ummadıkları bir şekilde su ile karşılaştılar. Arkadaşlarına dönüp suyu haber verdiler, hep birlikte geldiler. O sırada suyun yanında da Hazret-i İsmail'in annesi vardı. Ona: Senin yanında konaklamamıza izin verir misin? dediler. O: Evet ama suda herhangi bir hakkınız yok, dedi, onlar da: Olur dediler. İbn Abbâs dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İşte o Curhümlü kafile İsmail'in annesini böylece buldu. O da ünsiyeti seven birisi idi." Böylelikle Curhümlüler indiler ve diğer yakınlarına da haber gönderdiler. Onlar da kendileri ile birlikte konakladılar. Nihayet orada onlardan bir kaç hane halkı da meydana geldi. Oğul yetişti, İsmail'in annesi de vefat etti. Daha sonra İbrahim, İsmail'in evlenmesinden sonra geride bıraktıklarının durumunu öğrenmek üzere geldi... diye hadis devam etmektedir. Buhârî, Enbiyâ 9. 38"Rabbimiz, doğrusu Sen gizlediğimizi de açıkladığımızı da bilirsin. Zaten yerde ve gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. "Rabbimiz, doğrusu Sen gizlediğimizi de, açıkladığımızı da bilirsin." Yani hallerimizden hiçbiri Sana gizli değildir. İbn Abbâs ve Mukâtil der ki: Ekin bitmeyen bir vadide yerleştirildikleri için İsmail ve annesi ile ilgili gizlediğim açığa vurduğum bütün üzüntüyü de bilirsin. "Zaten yerde ve gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz." Bunun Hazret-i İbrahim'in duası arasında olduğu söylendiği gibi, Hazret-i İbrahim: "Rabbimiz, doğrusu Sen gizlediğimizi de, açıkladığımızı da bilirsin" demesi, üzerine yüce Allah'ın da: "Zaten yerde ve gökte hiçbir şey Allah'a gizil kalmaz" diye buyurduğu da söylenmiştir. 39"Bana ihtiyarlığınla rağmen İsmail'i ve İshak'ı bağışlayan Allah'a hamdolsun. Doğrusu Rabbim elbette duayı işitendir. "Bana İhtiyarlığıma rağmen" yani benim ve hanımımın yaşının büyüklüğüne rağmen " ... bağışlayan Allah'a hamdolsun." İbn Abbâs dedî ki: Hazret-i İbrahim doksandokuz yaşında iken oğlu Hazret-i İsmail, kendisi yüzoniki yaşında iken de oğlu Hazret-i İshak dünyaya geldi. Saîd b. Cübeyr de der ki: Hazret-i İbrahim'e, Hazret-i İshak'ın doğuş müjdesi yüzon yıl sonra verilmişti. "Doğrusu Rabbim elbette duayı İşitendir." 40"Rabbim! Beni ve zürriyetimden gelecekleri de namazı dosdoğru kılanlardan eyle! Rabbimiz, duamı kabul buyur!" "Rabbim beni ve zürriyetimden gelecekleri de namazı dosdoğru kılanlardan eyle!" Beni islâm üzere sebat gösteren, onun hükümlerine bağlı kalan kimselerden kıl. Züniyetimden namazı dosdoğru kılacak kimseler var et. "Rabbimiz, duamı" yani ibadetimi "kabul buyur." Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbiniz buyurdu ki: Bana duan edin, Ben de duanızı kabul edeyim." (el-Mu'min. 40/60) Hazret-i Peygamber de: "Dua ibadetin özüdür." Tirmizî, Deavat 1. diye buyurmaktadır. Buna dair açıklamalar da daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/186. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 41"Rabbimiz! Hesabın görüleceği gün beni, anamı ve bütün îman edenleri bağışla!" "Rabbimiz, hesabın görüleceği gün beni, ana babamı ve bütün îman edenleri bağışla." Denildiğine göre Hazret-i İbrahim ana babasına onların Allah'ın düşmanı olduğuna dair kesin kanaati oluşmadan önce mağfiret dilemişti, el-Kuşeyrî de der ki: Annesinin müslüman olmuş olma ihtimali uzak değildir. Çünkü yüce Allah, yalnızca babasına mağfiret dilemekteki mazeretini söz konusu ettiği halde, annesi hakkında böyle bir şeyden söz etmemiştir. Derim ki: İşte Saîd b. Cübeyr'in "Rabbim bana ve ana babama mağfiret buyur" ile babasını kastediyor, şeklindeki,kanaati bu açıklamaya göredir. Denildiğine göre; o ana babası îman eder umuduyla onlar için mağfiret isteğinde bulunmuştur. Bir diğer açıklamaya göre, müslüman olmaları şartı ile onların günahlarının bağışlanmasını istemiştir. Bir başka açıklamaya göre o, Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havva'yı kastetmiştir. Rivâyet edildiğine göre kul: Allah'ım, bana ve ana babama mağfiret buyur, dediğinde eğer anne babası kâfir olarak ölmüş iseler buradaki mağfiret isteği Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havva hakkında söz konusu olur. Çünkü onlar bütün insanların ana babasıdırlar. Yine denildiğine göre; o bu sözleriyle iki oğlu İsmail ile İshak'ı kastetmiştir. İbrahim en-Nehaî de -bu anlamı verecek şekilde-; "Ve iki oğluma..." diye okumuştur ki; bununla iki oğlunu kastetmektedir. Yahya b. Ya'mer de böyle okumuştur. Bunu el-Maverdî ve en-Nehhâs zikretmişlerdir. "Ve bütün îman edenleri..." İbn Abbâs der ki: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)în ümmetinden îman edenleri, bir diğer açıklamaya göre "bütün îman edenler"den kasıt ne kadar îman eden varsa hepsini bağışla, demektir. Daha kuvvetli görülen görüş de budur. "Hesabın görüleceği gün" ise insanların hesaplarının görülmesi için ayağa kalkacakları gün, demektir. 42Sakın Allah'ı o zâlimlerin işlediklerinden habersiz sanma! Onları ancak gözlerin dehşetle yerinden fırlayacağı bir güne erteliyor. "Sakın Allah'ı o zâlimlerin işlediklerinden habersiz sanma" Bu âyet, -müşriklerin yaptıkları işlerin ve Hazret-i İbrahim'in dinine muhalefet etmelerinin hayret edilecek bir şey olduğunu belirttikten sonra- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e bir tesellidir, Yani İbrahim'in sabrettiği gibi sen de sabret ve müşriklere şunu bildir ki; Azaplarının ertelenmesi, yaptıkları işlere razı olunduğundan dolayı değildir, aksine isyankârlara bir süre mühlet vermek Allah'ın bir sünnetidir. Meymûn b. Mitırân der ki: Bu âyet zalime bir tehdit, mazluma da bir tesellidir. "Onları ancak gözlerin dehşetle yerinden fırlayacağı bir güne erteliyor." Yani Mekke müşriklerine mühlet vermekte ve azaplarını ertelemektedir. Genel olarak kıraat; " Onları... erteliyor" şeklinde "ya" harfi iledir. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim de bunu tercih etmiştir. Çünkü bundan önce: "Sakın Allah'ı ... sanma" diye buyurulmaktadır. el-Hasen ve es-Sülemî aynı zamanda Ebû Amr'dan rivâyete göre- ta'zim "nun"u ile (onları erteliyoruz, anlamında) okudukları da rivâyet edilmiştir. "Gözlerin dehşetle yerinden fırlayacağı bir güne" yani o günde göreceklerinin dehşetinden dolayı gözlerin kapa nama ya cağı bir güne... Bu açık-İamayı el-Ferrâ' yapmıştır. "Adam gözlerini dehşetle açtı" denildiği gibi; "Gözün kendisi dehşetle açıldı" da denilir. Bu da gördüğünün dehşetinden dolayı dışarı doğru yukarı bakarcasına fırladı, demektir İbn Abbâs der ki: O gün insanların gözleri aşın hayret ve şaşkınlıktan dolayı havaya (boşluğa) doğru bakacaklar ve keskin bir bakış ile bakamayacaklardır. 43Hepsi de başlarını dikerek koşacaklar, gözleri kendilerine bile dönüp bakmayacak. Kalpleri ise bomboş olacaktır. "Hepsi de başlarını dikerek" hızlıca "koşacaklar." Bu açıklamayı el-Hasen, Katâde ve Saîd b. Cübeyr yapmışlardır. Bu kelime hızlıca koştu, koşar, koşmak anlamındaki;dan alınmıştır. Yüce Allah'ın: "Davetçiye hızlıca koşarak" (el-Kamer, 54/8) âyetinde de aynı kökten gelen kelime kullanılmıştır. Şair de der ki: "Dicle'dedir onların evi ve ben Dicle'de onların Semâ'a doğru hızlıca koştuklarını görüyorum." ın; zillet ve huşu' içerisinde bakan kimse, demek olduğu da söylenmiştir. Yani onlar gözlerini kırpmaksızın bakarlar demek olur. Bu açıklamayı da İbn Abbâs yapmıştır. Mücahid ve ed-Dahhak ta derler ki: " Sürekli bakarak, bakışlarını uzatarak... anlamındadır. en-Nehhâs da der ki: Sözlükte bilinen, hızlıca koşmayı anlatmak üzere; şeklinin kullanılmasıdır. Ebû Ubeyd de der ki: Her iki şeklin de sürekli bakmakla birlikte, hızlıca koşmak anlamına gelme ihtimali de vardır. İbn Zeyd ise bu kelime başını kaldırmayan kimse hakkında kullanılır, demektedir. "Hepsi de başlarını dikerek" yani zillet içerisinde bakarak ve başlarını yukarı doğru, dikip kaldırmış olarak, demektir. Çünkü "Başın yukarı doğru kaldırılması" demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve Mücahid yapmışlardır. İbn Arafe, el-Kutebî ve başkaları da derler ki: "Başını diken kimse, başını kaldırıp gözleri ile de önüne doğru bakan kimse" demektir. Nitekim namazda ikna' da bu anlamdadır. Sesin iknâ'ı da yükseltilmesi demektir. el-Hasen der ki: O gün insanların yüzleri semaya doğru bakacak, kimse kimseye bakmayacaktır. Bunun, başlarını önlerine eğmişler olarak... anlamında olduğu da söylenmiştir. el-Mehdevî der ki: Bu tabir hem başını kaldırması halinde, hem de zillet ve boyun eğme şeklinde başını önüne eğmesi halinde kullanılır. Âyet-i kerîmenin her iki anlama gelme ihtimali de vardır. Bu açıklamayı el-Müberred de yapmıştır. Ancak birinci görüş dilde daha çok bilinen bir husustur. Şair recez vezninde şöyle demiştir: "Başını bana doğru eğdi ve kaldırdı, Sanki bir şey gördü de umutlandı." eş-Şemmâh da develeri vasfederken şöyle demektedir: "Dikenli iri ağaçlara yukarı doğru kaldırdıkları başlarıyla hızlıca koşuyorlar, Dişleri ise çift yönü de kesen keskin baltalar gibidir." Şair burada bu dikenli ağaçları yemek için başlarını kaldırdıklarını kastetmektedir. Kadının başından aşağı yüzüne sarkıttığı peçesine de yukarıda bulunduğu için "mikna'a" denilmesi de buradan gelmektedir. Kişinin razı olması halini anlatmak üzere kullanılan "kani oldu" ifadesi de buradan gelmekte olup, artık soru sormaktan yana başını kaldırdı (soru sormaz oldu), demektir. Yine soru sorma halinde de bu fiil kullanılır. Yani böylelikle ikna" olduğu bir dereceye varmış demek olur. Bu açıklamalar en-Nehhâs'dan gelmiştir. "Mukna' ağız" ise dişleri içe doğru ağız demektir. Mukanna' adam, başında miğfer bulunan adam demektir. Bu açıklamayı da el-Cevherî yapmıştır. "Gözleri kendilerine bile dönüp bakmayacak." Yani gözleri yukarı doğru fırladığı için kendilerine dönüp bakamayacaktır. Göz kapaklarını kapatamayacaklardır. "Adam gözlerini kapattı, kapatır" denilir. O bakımdan bakmaya da; denilmesi buradan dolayıdır. Çünkü bakmak onunla gerçekleşir. Göz anlamına da gelir. Şair Antere de der ki: "Komşum bana görünecek olursa, hemen gözümü kapatırım, Tâ ki komşum barınağının içinde saklanıncaya (evine girinceye) kadar." Şair Cemil de şöyle demiştir: "Ve ben Cuml'ün önünde gözümü kaldırıp bakmıyorum, Cuml'e saygımdan, hem de kaldırıp bakmadığım gözüme saygımdan ötürü." "Kalpleri ise bomboş olacaktır." Yani aşın korkudan dolayı hiçbir fayda sağlamayacaktır. İbn Abbâs der ki: Kalplerinde hiçbir hayır bulunmayacaktır. es-Süddî der ki: Kalpleri göğüslerinden dışarıya çıkmış olacak ve gırtlaklarına sıkışıp kalacaktır. Mücahid, Murre ve İbn Zeyd de der ki: Kalpleri boş, yıkık, paramparça, hiçbir hayır ve hiçbir idrâk olmayacaktır. Bu da içinde hiçbir şey bulunmayan bir ev hakkında: O ancak bomboştur, demeye benzer. İbn Abbâs da böyle bir açıklamada bulunmuştur. Sözlükte; "İçi boşaltılmış ve boş" demektir. Hassan’ın şu beyiti de bu kabildendir: "Benden yana Ebû Süfyan'a şunu bildir: Sen yüreksiz mi yüreksiz, İçinde kalbi bulunmayan korkağın tekisin." Züheyr de başı küçük bir dişi deveyi nitelendirirken şöyle demektedir: "Onun üzerindeki adam âdeta göğüs kafesi bomboş küçük başlı Bir erkek devekuşu üzerindeymiş gibi." Kur'ân-ı Kerîm'de de "Mûsa'nın annesi kalbi bomboş sabahı etti" (el-Kasas, 28/10.) diye buyurulmaktadır. Mûsa hakkındaki düşüncesi dışında kalbinde hiçbir şey yoktu, demektir. Buradaki âyette mukadder bir kelimenin de olduğu söylenmiş olup "kalpleri bomboş ve içinde hiçbir şey bulunmayan kalpler" anlamında olduğu bildirilmiştir. 44Sen insanları kendilerine o azâbın geleceği gün ile korkut Zâlimler şöyle diyecekler: "Rabbimiz, bizi yakın bir müddete kadar geciktir de Senin çağrını kabul edelim, peygamberlere uyalım." Halbuki daha önce siz kendiniz için hiçbir zeval yoktur, diye yemin etmemiş miydiniz? "Sen İnsanları" İbn Abbâs'ın dediğine göre Mekke ahalisini "kendilerine o azâbın geleceği gün" kıyâmet günü "ile korkut." Yani bu günün geleceği ile onları korkut. Bugün de mükâfatın da verileceği bir gün olmakla birlikte, ondan özellikle "azâb günü" diye söz edilmesi, ifadelerin isyankârlara tehdit mahiyetinde oluşundan dolayıdır. "Zâlimler" o günde "şöyle diyecekler: Rabbimiz, bizi yakın bir müddete kadar geciktir" süre ver. Bu ifadeleriyle yüce Allah'tan, âhirette hak apaçık ortaya çıkacağı vakit dünyaya döndürülmeyi isteyeceklerdir. " ... de senin" islâm'a yapılan "çağrını kabul edelim, peygamberlere uyalım." Onlara şöyle cevab verilecek: "Halbuki daha önce" dünya yurdunda iken "siz kendiniz için hiçbir zeval yoktur, diye yemin etmemiş miydiniz?" Mücahid der ki: Bu Kureyşlilerin, hiçbir şekilde diriltilmeyeceklerine dair yeminlerine işarettir. İbn Cüreyc de der ki: Bu, yüce Allah'ın şu âyetinde yaptıklarını naklettiği yeminlerine işarettir: "Onlar var güçleriyle... ölecek kimseyi Allah diriltmez, dîye Allah'a yemin ettiler." (en-Nahl, 16/38) “Kendiniz için hiçbir zeval yoktur" âyeti ile ilgili olarak iki te'vil (yorum) yapılmıştır: Birisi sizin için dünyadan, âhirete geçiş söz konusu olmayacaktır. Yani öldükten sonra diriltilmeyecek ve haşredilmeyeceksiniz, anlamındadır. Bu Mücahid'in görüşüdür. İkincisine göre ise; "kendiniz için hiçbir zeval yoktur" yani azâb söz konusu olmayacaktır, demektir, el-Beyhakî, Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den şöyle dediğini nakletmektedir: Cehennem ehlinin beş duası olacaktır. Allah onların bu dualarından dördüne cevap verecektir. Beşincisini yaptıkları takdirde de artık bundan sonra ebediyyen konuşmayacaklardır. Onlar şöyle diyecekler: "Rabbimiz bizi iki kere öldürdün, iki kere de dirilttin. İşte günahlarımızı itiraf ettik. Artık çıkış için bir yol varmı?" (el-Mu'min, 40/11) Yüce Allah da onlara: "Bunun sebebi şudur: Bir olarak Allah'a dua edildiği vakit inkâr ediyordunuz. Eğer O'na ortak koşulsa îman ederdiniz. İşte hüküm çok yüce ve büyük olan Allah'ındır." (el-Mu'mîn, 40/12) diye onlara cevap verecektir. Daha sonra cehennemlikler şöyle diyecekler: "Rabbimiz gördük, işittik. Artık bizi geri döndür, salih amel işleyelim. Gerçekten biz inandık." (es-Secde, 32/12) Yüce Allah da kendilerine şöyle cevap verecektir: "O halde siz bugününüze kavuşmayı unuttuğunuz için (azâbı) tadın. Gerçekten Biz de sizi unuttuk. Şimdi işleyegeldiklerinize karşılık olarak ebedilik azabını tadın." (es-Secde, 32/14) Daha sonra şöyle diyecekler: "Rabbimiz bizi yakın bir müddete kadar geciktir de, Senin çağrını kabul edelim, peygamberlere uyalım." Yüce Allah da kendilerine: "Halbuki daha önce siz kendiniz için hiçbir zeval yoktur, diye yemin etmemiş miydiniz?" diye cevap verecektir. Yine onlar: "Rabbimiz bizi çıkar ki önceden işlediğimizden başka türlü salih bir amel işleyelim" diyecekler, yüce Allah ise kendilerine: "Sizi düşünecek kimsenin öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı ve size uyarıcı gelmedi mi? O halde şimdi tadm(azâbı). Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur." (Fatır, 35/37) diye cevap verecektir. Yine onlar: "Rabbimiz bedbahtlığımız bize galip geldi. Biz doğru yoldan sapmış bir topluluk idik." (el-Mu'minun, 23/106) diyecekler, yüce Allah da kendilerine: "Yıkılın içerisine! Bana da söz söylemeyin." (el-Mu'minun, 23/108) diye cevap verecek ve bundan sonra bir daha ebediyyen konuşmayacaklardır. Bu hadisi İbnu’l-Mubarek "Dekâik" adlı eserinde bundan daha geniş bir şekilde rivâyet etmiştir. Biz de bunu "et-Tezkire" adlı eserimizde kaydetmiş bulunuyoruz. İbnu’l-Mübarek sözü geçen hadiste (İbn Ka'b el-Kurazî'nin açıklamasında) ayrıca şunu da zikretmektedir: "Hatta siz kendilerine zulmedenlerin yurtlarında yerleştiniz. Onlara neler yaptığımız da sizin için apaçık ortaya çıktı. Size bir çok misaller de gösterdik. Gerçekten onlar tuzaklarını kurmuşlardı. Onların tuzaklarının cezası Allah katındadır. Hem onların tuzakları dağları yerinden oynatamaz ki." (İbrahim, 14/45-46) Dedi ki: Bu, onların üçüncü istekleri olacaktır. Daha sonra hadisin geri kalan kısmını zikredip yüce Allah'ın: "Yıkılın içerisine! Bana da söz söylemeyin" âyetinden sonra şu ilaveyi nakletmektedir: İşte o vakit, dua ve umudun sonu gelir, ardı arkası kesilir. Biri diğerinin yüzüne karşı köpek gibi ulumaya koyulur ve cehennem üzerlerine kapatılır. (İbnu'l-Mübarek) devamla der ki: Bana el-Ezher b. Ebi'l-Ezher'in anlattığına göre; kendisine; işte yüce Allah'ın: "Bu, onların konuşmayacakları bir gündür. Onlara izin de verilmeyecek ki özür dilesinler." (el-Murselât, 77/35-36) âyetinde söz konusu edilen durumlarının bu olduğu söylenmiştir. 45Hatta siz kendilerine zulmedenlerin yurtlarında yerleştiniz. Onlara neler yaptığımız da sizin için apaçık ortaya çıktı. Size bir çok misaller de gösterdik. "Hatta siz kendilerine zulmedenlerin yurtlarında yerleştiniz. Onlara neler yaptığımız da sizin İçin apaçık ortaya çıktı. Size bir çok misaller de gösterdik." Yani siz Semüd vb. gibilerinin yurtlarında yaşadınız. Bizim onlara neler yaptığımızı apaçık gördükten ve Kur'ân-ı Kerîm'de size bunca misalleri verdikten sonra niçin, onların meskenlerinden gereken ibretleri almadınız? Ebû Abdu'r-Rahmân es-Sulemî; "Sizin İçin apaçık ortaya çıktı" anlamındaki âyeti baştaki "te" yerine "mm" harfi ile sondaki "nûn" harfini de cezm ile okumuştur; bu muzari bir fiil olmakla birlikte anlamı mazidir. (Ve size apaçık gösterdik, anlamındadır). Böylelikle yüce Allah'ın: "Onlara neler yaptığımız da..." ifadesine uygun düşmüş olur. Ancak büyük çoğunluğun kıraati ise "te" iledir. Mana itibariyle bu da onun gibidir. Çünkü böyle bir şeyin onlar için açıkça ortaya çıkması, ancak yüce Allah'ın bunları onlara açıkça bildirmesiyle mümkün olur. 46Gerçekten onlar tuzaklarını kurmuşlardı. Onların tuzaklarının cezası Allah katındadır. Hem onların tuzakları dağları yerinden oynatamaz ki. "Gerçekten onlar tuzaklarını kurmuşlardı." İbn Abbâs ve diğerlerinden nakledildiğine göre Allah'a ortak koşmak, peygamberleri yalanlamak ve inatlaşmak suretiyle... "Onların tuzaklarının cezası Allah katındadır. Hem onların tuzakları dağları yerinden oynatamaz ki" mealindeki âyetteki; edatı, anlamındadır. Yani onların kurdukfan tuzakların zayıflığı ve gevşekliği dolayısıyla bu tuzakları dağlan yerinden oynatabilecek değildi. Kur'ân-ı Kerîm'de nın; olumsuz edatı olarak; nın anlamına geldiği beş yer vardır: 1- Bu âyet-i kerîme. 2- "Sana indirdiğimizden şüphede isen -ki sen değilsin.-" (Yûnus, 10/94 Bk. bu âyetin Kurtubî'deki tefsiri) 3- "Eğer biz eğlence edinmek isteseydik, elbette onu kendi katımızdan edinirdik. Fakat biz (bunu) yapanlar değiliz." (el-Enbiyâ, 21/17) 4- "De ki: Rahmân'ın eğer bir evladı olsaydı -ki yoktur anlamında-" (ez-Zuhruf, 43/81) 5- "Yemin olsun size vermediğimiz imkanları onlara vermiş idik." (el-Ahkaf, 46/26) Büyük çoğunluk (cemaat) buradaki; şeklinde "nun" ile okumuşlardır. Amr b. Ali, İbn Mes'ûd ve Ubeyy ise; diye "dal" harfi ile okumuşlardır. Âyetin anlamı o zaman şöyle olur: Hem onların tuzakları dağlan yerinden oynatacak dereceye yaklaşamaz ki. Genel kıraat; Yerinden oynatma, şeklinde "lâm" harfini esreli olarak red ve inkâr anlamındaki "lâm" olmak üzere okumuşlardır. İkinci "lâm"ı da nasb ile okumuşlardır. İbn Muhaysın, İbn Cüreyc ve el-Kisaî ise birinci "lâm"ı ibtida lâm'ı olarak üstün, İkincisini de merfû' olarak okumuşlardır. Buna karşılık; da şeddelisinden muhaffef kabul edilmiştir. Böyle bir kıraat; onların hile ve tuzakları hayret edilecek kadar büyüktür, demektir. Yani onların hile ve tuzakları o kadar büyük idi ki, ondan dolayı dağlar dahi neredeyse yerinden oynayacaktı. et-Taberî der ki: Ancak birinci kıraat tercih edilmiştir, çünkü dağlar için yerlerinden oynamak söz konusu olsaydı, sabit olmamaları gerekirdi. Ebû Bekr el-Enbarî der ki: Müslümanların benimsedikleri Mushaf'a karşı bize Ahmed b. el-Husayn'in naklettiği şu hadîs delil olamaz; Ahmed b. el-Husayn dedi ki: Bize Osman b. Ebi Şeybe anlattı: Bize Vekî' b. el-Cerrâh anlattı. O İsrail'den, o Ebû İshak'tan, o Abdurrahman b. Danyal'dan dedi ki: Ben Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)ı şöyle derken dinledim; Zorbalardan bir zorba dedi ki: Ben göklerde kimin olduğunu bilmedikçe bu İşin ardını bırakmayacağım. Bunun üzerine kartal yavruları aldı, bunlara et yedirilmesini emretti. Nihayet bu yavrular güçlenip kasları da kuvvet kazanıp irileşince bu sefer iki kişinin sığabileceği kadar bir sandukanın yapılmasını emretti. O sandukanın içine de ucunda oldukça kırmızı bir etin yerleştirileceği bir sopa konulmasını, kartalların ayaklarının kazıklara sağlam bir şekilde bağlanmasını ve bunların da o sandukanın ayaklarına iyice bağlanmasını istedi. Sonra da kendisi ve arkadaşı bu sandukaya oturdu, kartalları da harekete geçirdi. Kartallar sopanın ucundaki eti görünce, onu almak istediler, böylelikle bu sandukanın da yükselmesini sağladılar ve yüce Allah'ın dilediği kadar yükseldiler. Zorba kişi arkadaşına: Şu sandukanın kapısını arala da bir bak, ne göreceksin? Adam: Dağları bir sinekmiş gibi görüyorum dedi, bu sefer kapıyı kapat dedi. Sonra yine Allah'ın dilediği kadar sanduka yükselmeye devam etti. Yine bu zorba kişi arkadaşına: Kapıyı arala da bir bak, ne görüyorsun? dedi. Bu sefer arkadaşı: Ben semadan başka hiçbir şey görmüyorum ve o da gittikçe bizden uzaklaşıyor. Bu sefer ucunda et bulunan sopayı aşağıya indir, dedi. O da bu sopayı aşağı indirince bu sefer kartallar da aşağı doğru uçmaya başladılar. Bu sanduka yere düştüğü vakit yıkılışının öyle bir sesi işitildi ki, bundan dolayı dağlar neredeyse yerlerinden oynayacaktı. Abdu'r-Rahmân dedi ki: Ben Ali (radıyallahü anh)’ı: "Hem onların tuzakları dağları yerinden oynatamaz ki" anlamındaki âyette yer alan; ın birinci "lâm"'ını üstün, ikincisini de ötreli okuduğunu işittim. Bu okuyuşa göre; "isterse onların tuzakları dağlan yerinden oynatacak kadar büyük olsun" anlamında olur. Bu kıssanın Hazret-i Ali'den sahih olarak rivâyet edilmediği, bilhassa belirtilmiştir. (Meselâ bkz. İbn Atiyye, el-Muharraru'l-Veciz, X, 101) es-Sa'lebî de bu haberi bu anlamıyla nakletmiş, sözü geçen bu zorba kişinin Rabbi hususunda Hazret-i İbrahim ile tartışan Nemrut olduğunu söylemiştir. İkrime der ki: Bu kişi ile beraber o sandukada tüyü bitmemiş bir çocuk vardı. Beraberinde bir de ok ve yay almıştı. Attığı ok, ona, kana bulanmış olarak düşcü, gösterilince de: İşte sen semadaki ilahın hakkından geldin, diye söyledi, İkrime der ki: Attığı ok semadaki bir balığın kanına bulanmıştı. Bu balık havada asılı duran bir denizden kendisini bu okun üzerine bırakmıştı. Bu okun bir kuşa isabet ettiği de söylenmiştir. Daha sonra Nemrut arkadaşına ucunda et bulunan sopayı aşağı doğru indirmesini emretti. Kartallar bu sandukayı aşağı doğru indirdiler, dağlar bu sandukanın seslerini işitti, kartallar da bu sesi İşitti ve ürktü. Semadan onlara bir musibet geldiğini ve kıyâmetin koptuğunu zannettiler. İşte yüce Allah'ın: "Hem onların tuzakları dağları yerinden oynatamaz ki" âyeti ile anlatılan budur. el-Kuşeyrî der ki: Böyle bir şey dağlarda hayatın yaratılmasını kabul etmek suretiyle mümkündür, el-Maverdî'nin de İbn Abbâs'tan naklettiğine göre Nemrud b. Ken'ân, Küfe topraklarından er-Res denilen kasabada bu kuleyi inşa etmiştir. Sözü geçen bu kulenin yüksekliği beşbinelli arşın, eni ise üçbinyirmi arşın idi. O bu kule ile kartallar sayesinde yükseldi. Semaya ulaşmanın imkânsız olduğunu öğrenince bu sefer bu kuleyi bir kale edindi. Aile halkını ve çocuklarını içinde korunmak üzere aldı. Ancak yüce Allah onun yaptığı bu binayı temellerinden yıktı ve kule üzerlerine yıkılarak hepsi helâk oldular. İşte yüce Allah'ın: "Gerçekten onlar tuzaklarını kurmuşlardı” âyetinde anlatılan budur Hileleri dolayısıyla yıkılacakları kastedilen dağlar hususunda da İki açıklama söz konusudur: Birisine göre kasıt yeryüzünün dağlarıdır, ikinci görüşe göre ise İslâm ve Kur'ân-ı Kerîm'dir. Çünkü İslâm'ın ve Kur'ân-ı Kerîm'in sebat ve sağlamlıkları, köklü oluşları dağlar gibidir. Yine el-Kuşeyrî der ki: "Onların tuzaklarının cezası Allah katandadır" âyeti şu demektir: O, bunu bilir ve bunun karşılığında onları cezalandıracaktır. Yahut da "onların tuzaklarının cezası Allah katındadır" anlamında olup muzaf hazfedilin iştir. "Hem onların tuzakları dağları yerinden oynatamaz ki" âyetinde de "lâm" harfi esreli okunur. Yani onların bu tuzakları yüce Allah nezdinde herhangi bir etki ve herhangi bir ehemmiyete sahip değildi. Burada dağlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in durumuna dair bir misaldir. Şöyle de açıklanmıştır: "Hem onların tuzakları’ kendi kanaatlerine göre "dağları yerinden oynatacaktır" ve böylelikle İslâm'ın çürütülmesinde etkili olacaktır, zannediyorlardı. (......) âyeti birinci "lâm" harfi üstün, ikincisi ötreli olarak da okunmuştur. Yani onların giriştikleri tuzak dağlan yerinden oynatacak kadar büyüktür. Fakat Allah, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı buna karşı korumuştur. Bu anlamıyla yüce Allah'ın: "Ve onlar büyük büyük hileler yaptılar, tuzaklar kurdular." (Nûh, 71/22) âyetini andırmaktadır. Dağlar yerinden oynamaz,-fakat İbare yaptıkları işin büyüklüğünü ifade etmek kastıyla kullanıldığından böyle gelmiştir. 47Öyleyse sakın Allah'ın peygamberlerine olan va'dinden cayacağını zannetme! Şüphesiz ki Allah mutlak galibtir, intikam sahibidir. "Öyleyse sakın Allah'ın peygamberlerine olan va'dinden cayacağını zannetme!" âyetinde yüce Allah'ın ismi ile; "Cayacağı" kelimeleri "zannetme" anlamındaki fiilin mef'ûlleri, "peygamberlerine" anlamındaki kelime ise "va'dî" kelimesinin mef'ûlüdür ve bu şekliyle mastarın amel etmesi esasına göredir. Âyetin anlamı da: O, peygamberlerine verdiği va'dini değiştirmez, caymaz, demektir. Şair de der ki: "Sen öküzü (aşırı sıcaktan) orada başını gölgeye doğru sokmuş görürsün, Bedeninin diğer bölümü ise tümüyle güneşe karşı açıktır." el-Kutebî der ki: Bu âyet sonradan gelen ifadelerin açıklık kazandırdığı mukaddem ile takdimin açıklık kazandırdığı muahhar ifadelerdendir. O bakımdan ister; "Peygamberlerine va'dinden cayıcı" de, istersen de; de, aynı şeydir. "Şüphesiz Allah mutlak galibtir. İntikam sahibidir." İntikam alandır. Yüce Allah'ın güzel isimlerinden birisi de "el-Muntakim: intikam alıcı"dır. Biz bunu: "el-Kitâbu'l-Esnâ fî Şerhi Esmâi'Hahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde açıklamış bulunuyoruz. 48O gün yer başka bir yerle değiştirilecektir, gökler de. Bir olan, Kahhâr olan Allah'ın huzurunda toplanacaklardır. "O gün yer başka bir yerfe değiştirilecektir." Yani sen yerin başka bir yerle değiştirileceği günü hatırla. Buna göre bu âyet, bundan önceki âyetlerle alakalıdır. Bunun yüce Allah'ın: "Hesabın görüleceği gün" (14/41. âyet) âyetinin sıfatı olduğu da söylenmiştir. Yerin başka bir yerle değiştirilmesi hususunda farklı görüşler vardır. Pek çok kimse şöyle demektedir: Yerin başkasıyla değiştirilmesi, niteliklerinin değiştirilmesinden, tümseklerinin düzeltilip dağlarının sallallahü aleyhi ve sellemrulmasından ve kara bölümünün de uzatılıp genişletilmesinden ibarettir. Bu açıklamayı İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) da rivâyet edip, İbn Mâce de bunu Sünen’inde zikretmiştir. İbn Mâce, Fiten 33; Müsned, 1, 375. İbnu'l-Mübarek de bunu Şehr b. Havşeb yoluyla nakledilen hadiste zikretmektedir. Şehr dedi ki; Bana İbn Abbâs anlattı, dedi ki; Kıyâmet günü olduğunda yeryüzü bir derinin uzatılması gibi uzatılır ve genişliğine şu kadar, şu kadar ilave edilir... diyerek hadisin geri kalan bölümlerini zikretti. Bu hadis Ebû Hüreyre yoluyla merfu olarak da rivâyet edilmiştir. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yer başka bir yer ile değiştirilecektir. (Allah) onu yayar ve tıpkı Ukaz panayırında satılan deriler gibi açar. Orada ne bir eğrilik, ne bir pürüz görürsün. Sonra yüce Allah bütün insanları bir sarsıntı ile sarsar, ansızın onlar ikincisinde İlkindeki yerlerini andıran şekilde yer alırlar. Yerin içinde bulunan içine girer, üstünde olan da üstüne çıkar." Bunu da el-Ğaznevî zikretmektedir. Semanın değiştirilmesi ise oradaki güneşin ve ayın tortop edilip dürülmesi, yıldızlarının dağılmasıdır. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Semanın değişmesinden kastın, farklı hallerde olduğu da söylenmiştir. Bir seferinde erimiş maden gibi, bir seferinde de yağ tortusu gibi olacaktır. Bunu da İbnul Enbarî nakletmiştir. Biz bu hususu "et-Tezkire" adlı eserimizde etraflı açıklamalarıyla söz konusu ettiğimiz gibi, bu konudaki ilim adamlarının görüşlerini de kaydettik. Sahih olan ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den sabit olduğuna göre, bu yerin tamamiyle yok edilmesidir. Çünkü Müslim, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın azadlısı Sevbân'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın yanında bulunuyordum. Yahudi âlimlerinden bir alîm onun yanına gelip, es-selamu aleykum, dedi ve hadisin geri kalan bölümlerini zikretti. Bu hadiste şu ifadeler de yer almakladır: Yahudi dedi ki: Bu yer başka bir yerle, gökler de başkalarıyla değiştirileceği vakit insanlar nerede olacaktır? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)da: "Köprünün (Sırat köprüsünün) beri tarafında karanlık içerisinde" diye buyurmuştur. Sonra da hadisin geri kalan bölümü zikredilmektedir. Müslim, Hayz 34 Yine Müslim, Hazret-i Âişe'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a yüce Allah'ın: "O gün yer başka bir yerle değiştirilecektir, gökler de" âyeti hakkında sorularak, o gün insanlar nerede olacaktır? denildi. O: "Sırat'ın üzerinde" diye cevap verdi. Müslim, Sıfâtu'l-Münâfîkin, 29. Soranın Hazret-i Âişe olduğu belirtilmektedir. Bu hadisi İbn Mâce de aynen Müslim'in senediyle rivâyet etmiştir. İbn Mâce, Zühd 33 Tirmizî de Hazret-i Âişe'den bu hadisi rivâyet etmekte ve bu soruyu soranın Hazret-i Âişe olduğunu belirtmektedir. Ayrıca Tirmizî: Bu hasen, sahih bir hadistir demiştir.” Tirmizî, Tefsir 14. sûre 5. Aynı hadis ayrıca; Dârimi, Rikaak 88; Müsned, VI, 35'de kayd edilmektedir. İste bu hadisler göklerin ve yerin değiştirileceklerini ve bunların ortadan kaldırılacaklarım, Allah'ın başka bir arzı yaratacağını açıkça ifade etmektedir. İşte İnsanlar önce Köprü'nün üzerinde, sonra bu yer üzerinde olacaklardır. Yine Müslim'in, Sahih'inde Sehl b. Sa'd'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kıyâmet gününde insanlar, üzerinde hiçbir kimsenin herhangi bir alameti olmaksızın bembeyaz, un gibi, beyaza çalan renkli bir arz üzerinde haşredileceklerdir." Buhâri, Rikaak 44; Müslim, Sıfâtu'l-Münâfikîn 28. Câbir de der ki: Ben Ebû Cafer Muhammed b. Ali'ye yüce Allah'ın: "O gün yer başka bir yerle değiştirilecektir" âyeti hakkında sordum da şöyle dedi: Yer o gün bir ekmek parçasına dönüştürülecektir ki, Kıyâmet gününde bütün insanlar ondan yiyeceklerdir. Sonra yüce Allah'ın: "Onları yemek yemez bir ceset de kılmadık" (el-Enbiyâ, 21/8) âyetini okudu. İbn Mes'ûd da der ki: Bu yer başka bir yer ile değiştirilecektir. O yer gümüş gibi olacak, üzerinde bir tek günah dahi işlenmemiş olacaktır. İbn Abbâs da der ki: Beyaz gümüşten bir yer ile değiştirilecektir. Ali (radıyallahü anh) der ki: O gün yer gümüşten bir yer ile değiştirilecek, semâ da altından bir sema ile değiştirilecektir. İşte bu, bizzat varlıklarının değiştirileceğini göstermektedir. Bu da bu konuda yeterli bir açıklamadır. "Bir olan, Kahhâr olan Allah'ın huzurunda toplanacaklardır." Yani kabirlerinden çıkarak, O'nun huzurunda bir araya geleceklerdir. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. 49O gün günahkârları bukağılara vurulmuş olarak görürsün. "O gün" kıyâmet günü "günahkârları" müşrikleri "bukağılara vurulmuş olarak görürsün." Bukağılar anlamı verilen; "Gerek boyuna, gerekse ayağa vurulan zincirler" olup bunun tekili; şeklinde gelir. ise, onu zincire vurdum demek olur, ismi de; şeklinde gelir. Bu işin çoklukla yapıldığını anlatmak istersek; denilir. Amr b. Külsûm der ki: "Onlar talan edilen şeylerle, esir alınan çoluk-çocuklarla geri döndüler, Biz de zincire vurulmuş hükümdarlar ile geri döndük." Şair Hassan da şöyle demektedir: "Zinciri bağlanan, esir alınan herbir kartal ki O hoş olmayan (Savaş) ile karşı karşıya kaldığında (korunması gerekenleri) himaye eder." “Ona verdim" anlamındadır. Bir diğer görüşe göre; "Zincir vurmak" hakkında kullanıldığı gibi, vermek hakkında da kullanılır. Şair Nâbiğa da şöyle demiştir: "Ey kötülenmeyi haketmeyecek bir iş yapmayasıca, ben ihsanda bulunmayı tariz yoluyla ifade etmiyorum." Burada; "İhsan etmek, vermek" demektir. Çünkü ihsan da kişiyi âdeta zincire vurur ve köleleştirir. Ebû't-Tayyib de şöyle demiştir: "Ve ben kendimi sana duyduğum sevgi dolayısıyla, sana yakın bir yerde zincire vurdum, Kim ihsanı kendisine vurulan bir zincir gibi bulursa, o da kendisini zincire bağlar." Denildiğine göre herbir kâfir, bir şeytan ile birlikte aynı zincire vurulacaktır. Yüce Allah'ın şu âyeti da buna açıklık getirmektedir: "Toplayınız zulmedenleri ve onlara eş olanları..." (es-Sâffât, 37/22) Bununla onlarla birlikte aynı zincire vurulacak şeytanları kastetmektedir. Bir diğer açıklamaya göre, burada söz konusu edilenler kâfirlerdir. Dünya hayatında iken masiyetler üzere bir araya geldikleri gibi kıyâmet gününde de zincirlere birlikte vurulacak ve bir araya getirileceklerdir. 50Gömlekleri katrandandır, yüzlerini de ateş kaplayacaktır. "Gömlekleri katrandandır." Âyet-i kerîmedeki "serâbil" kelimesi İbn Düreyd ve başkaları tarafından "gömlekler" diye açıklanmıştır. Bunun tekili de "sirbâl" şeklindedir. Fiili; "Ben gömlek giyindim" ile; "Başkasına gömlek giydirdim" şeklinde kullanılır. Kâb b. Malik de der ki: "Savaşta size karşı peygamber etrafında Davud'un dokuduğu Zırhlardan üzerlerinde gömlekler bulunan bir topluluk çıkacaktır." "Katrandan" ifadesi ile develere sürülen katran kastedilmektedir. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır. Böylesi ateşin onları daha ileri derecede yakmasını sağlar. Sahih hadiste belirtildiğine göre ölü için ağıt yakan kadın eğer ölümünden önce tevbe etmeyecek olursa, kıyâmet gününde üzerinde katrandan bir gömlek ve uyuzdan (her tarafını kaşınması anlamında da) bir örtü ile kabrinden kaldırılacaktır. Müslim, Cenaiz 29; İbn Mâce, Cenâiz 51; Müsned, V, 342-343. Hammâd'dan rivâyet edildiğine göre ilim adamları bundan kasıt bakırdır, demişlerdir. Îsa b. Ömer; şeklinde "kaf’ harfini üstün, "ti" harfini de sakin olarak okumuştur. Üçüncü bir kıraat ise "kaf" harfini esreli, "ti" harfi de sakin şeklindedir. Ebû'l-Necm'in şu beyiti de bu şekildedir: "Simsiyah birisidir, sanki ondan sızan ter, Ona kıtran ve kıldan elbise giydirmiş gibidir." Dördüncü bir kıraat de; şeklindedir. Bu kıraat ise İbn Abbâs, Ebû Hüreyre, İkrime, Saîd b. Cübeyr ve Ya'kub'dan rivâyet edilmiştir. "Kıtr" ise eritilmiş bakır ve sarı bakır demektir. Yüce Allah'ın: "Getirin bana, üzerine erimiş bakır dökeyim" (el-Kehf, 18/96) âyeti buradan gelmektedir. -Dördüncü kıraatteki kıtr'dan sonraki ikinci kelime olan; Sıcaklığının en ileri derecesine varmış olan, demektir. Yüce Allah'ın: " Ve son derece sıcak bir su arasında..." (er-Rahmân, 55/44) âyeti da buradan gelmektedir. "Yüzlerini de ateş kaplayacaktır." Yani yüzlerine ateş vurulacak ve tamamen onları örtecektir. 51Allah herkese kazandığının cezasını versin diye. Şüphe yok ki Allah hesabı çabucak görendir. "Allah herkese kazandığının cezasını" kazandığının karşılığını "versin diye. Şüphe yok ki Allah hesabı çabucak görendir." Buna dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. 52İşte bu, İnsanlara bir bildiridir. Onunla uyarüsınlar, O'nun ancak bir tek İlâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri de iyice öğüt alsınlar diye. "İşte bu insanlara bir bildiridir." Yani bizim sana bu indirdiğimiz bir tebliğ ve bir öğüttür. "Onunla uyarılsınlar" yüce Allah'ın cezası ile korkutulsunlar... diye. " Uyanlsınlar" âyeti "ya" harfi ile "zel" harfi üstün olarak da okunmuştur. ifadesi, bir şeyi bilip de onun için gerekli hazırlıkları yaptığını anlatmak için kullanılır. Ancak aynı kökten mastarım kullanmazlar. Tıpkı; "Umulur ki, değildir" lâfızlarından mastar kullanmadıkları gibi. Âdeta ile birlikte fiili kullanmakla mastara ihtiyaç duymamışlar gibi. Mesela; "O şeyi bilmem, beni. memnun etti" demek gibi. "Onun ancak bir tek ilâh olduğunu bilsinler" Yüce Allah'ın ortaya koymuş olduğu kesin delil ve belgeler ile vahdaniyetini bilsinler “ve akıl sahipleri de iyice öğüt alsınlar." Akıl sahipleri gereken İbreti ve öğüdü çıkarsınlar "diye." " Uyarılsınlar, bilsinler, öğüt alsınlar" âyetindeki "lâm" harfleri hazfedilmiş bir kelimeye taalluk etmektedir. İfade; Biz bu kitabı bunun için indirdik" takdirindedir. Yeman b. Riâd bu âyet-i kerîmenin Ebû Bekir es-Sıddık (radıyallahü anh) hakkında indiğini rivâyet etmektedir. Birisine: Allah'ın Kitabının mahiyetini açıklayan bir âyetler mıdır? diye sorulmuş. O da: Evet, diye cevap vermiş. Nerededir bu âyet? diye sorulunca, yüce Allah'ın: "İşte bu, insanlara bir bildiridir, onunla uyardsınlar..." âyetini sonuna kadar okuyarak cevap vermiştir. |
﴾ 0 ﴿