HICR SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın. İsmi ile (Mekke'de İnmiştir, Doksan dokuz Âyettir). 1Elif, Lâm, Râ. Bunlar kitabın ve açık açık anlatan Kurân’ın âyetleridir. Bunun anlamına dair açıklamalar daha önceden (Yûnus, 10/1. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Burada sözü edilen "kitab" ile ilgili olarak, bunun bundan önce indirilmiş bulunan Tevrat ve İncil gibi kitaplar hakkında cins isim olup burada el-Kitabu'l-MÜbîn (açık açık anlatan Kur'ân-i Kerîm) ile birlikte sözkonusu edildikleri söylendiği gibi- "kitab"ın Kur'ân-ı Kerîm olduğu ve onun her iki adının da bir arada zikredilmiş olduğu da söylenmiştir. 2O inkâr edenler, keşke müslüman olsaymışlar diye temenni edeceklerdir. Bu âyetteki; “Keşke" fiilin başına gelmez. Ondan sonra gelen; fiilin başına girmesini sağlar. Buna göre, Zeyd belki kalkmıştır, Zeyd belki kalkar1 denilir. Buradaki "rmmn "bir şey" anlamında belirsiz bir isim; "temenni edecekler" anlamındaki lâfız da onun sıfatı olabilir, Yani, inkâr eden kişi nice şeyi... temenni edecektir anlamında olur. Nâfi, Keşke" lâfzının "bejini şeddesin, diğerleri ise şeddeli okumuşlardır. Bu iki ayrı söyleyiştir. Ebû Hatim der ki: Hicazlılar bu edatın "be"sini şeddesin okurlar. Şair de der ki: "Busrâ dolaylarında keskin bir kılıçla nice darbe ve nice Oldukça geniş açılmış mızrak yarası..." Temim, Kays ve Rabîa ise bunu şeddeli okurlar. Ayrıca bu edatın, şekillerinde "be" harfinin şeddeli ve şeddesi kullanıldığı da olmuştur. Aslolan bu edatın az şeyler hakkında kullanılmasıdır. Bununla birlikte çok şeyler hakkında kullanıldığı da olur. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Kâfirler birçok defa keşke müslüman olsaymışlar dîye temenni edeceklerdir. Bu açıklamayı da Kûfeliler yapmıştır. Şairin şu beyiti de bu kabildendir: "Şunu bil ki, göz belki pek çok vakit sana bakış bağışlamıştır (bakmıştır). Fakat nihayet bunun da senden yana bir fayda sağlaması söz konusu değildir." Bazı âlimler de burada bu edatın azlık bildirmek için kullanıldığını söylemiştir. Çünkü onlar bu sözleri her yerde değil, bazı yerlerde söyleyeceklerdir. Bunun sebebi ise azap ile uğraşacak olmalarıdır, Doğrusunu da en iyi bilen Allah'tır. Burada Keşke... diye temenni edeceklerdir" ifadesinin, fiilen gerçekleşmiş olaylar hakkında kullanılmış olmakla birlikte (meydana gelecek olan hakkında kullanılması), verilen bu va'din doğruluğundan dolayıdır. Âdeta olmuş ve gözle görülmüş gibidir. Taberânî Ebû'l-Kasım, Câbir b. Abdullah'tan şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Benim ümmetimden bazı kimseler cehenneme günahları sebebiyle girecekler ve Allah'ın, orada kalmalarını dilediği kadar bir süre orada kalacaklardır. Sonra müşrikler onları ayıplayarak: (Dünyada iken.) sizin bize muhalefetiniz, tasdikiniz ve imanınız gibi hususların size bir fayda sağladığını görmüyoruz diyecekler. Bunun üzerine yüce Allah, cehennemden çıkarmadık hiçbir muvahhid bırakmayacaktır." Daha sonra. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "O inkâr edenler keşke müslüman olsaymışlar diye temenni edeceklerdir" âyetini okudu. Taberanî, el-Mu'cemu'l-Evsat, VI, 68; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 379'da bu hadisi, kaydettikten sonra şunları söylemektedir; "tâbirden farklı ifadelerle bu manada başka rivâyetleri Sahihte yer almıştır, Taberânî bunu el-Evsaf’da rivâyet etmiş olup ravîleri -Bessâın es-Sayrafî dışında- sahih râvilerindendir Bess:lın dil güvenilir birisidir. Ayrıca aynı manada Ebû Said el-Hudri yoluyla gelen daha ıderriutlı bir rıvıyet için bk. VIII, 50-51 el-Hasen der ki: Müşrikler, müslümanların. cennece girdiklerini, kendilerinin de kaldıkları yerin cehennem olduğunu görecekleri vakit, keşke müslüman olsaydık diye temenni edeceklerdir. ed-Dahhak da der ki: Bu temenni, dünyada iken hidâyet ile sapıklığı birbirinden açık seçik bir şekilde ayırd edip bunu görebilecekleri halde (canlarının alınması halinde) tahakkuk edecektir. Mü’minlerin oldukça şerefli ikramlara mazhar olduklarını, kâfirlerin de zelil olduklarını görecekleri sırada, kıyâmette olacağı da söylenmiştir. 3Bırak onları, yesinler, faydalansınlar, emel onları oyalayadursun. Yakında bileceklerdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Bırak onları, yesinler faydalansınlar" âyeti, onlara yönelik bir tehdittir. "Emel onları oyalayadursun" itaatten alıkoysun. Çünkü; Filan şeyden onu alıkoydu" tabiri kullanılır. Ziyadesiz olarak da; O şeyden oyalandı, oyalanır" denilir. "Yakında" kıyâmet gününü görüp de yaptıklarının vebalini tadacaklarında "bileceklerdir." Bu âyet-i kerîme kılıç ile (cihadı emreden âyetle) nesh edilmiştir. el-Bezzâr'ın Müsned'inde Enes'den şöyle nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Dört şey bedbahtlıkdandır. Gözün donması (Allah korkusuyla yaş akıtmaması), kalbin katılaşması, tûl-i emel ve dünyaya tutkunluk." Tûl-i emel, şifasız bir hastalıktır. Müzmin bir yaradır. Böyle bir hastalık kalpte yer elti mi, artık kalp bozulur, tedavisi son derece güçleşir."Hastalık ondan bir türlü ayrılmaz, ilacın ona bir faydası olmaz. Doktorlar çaresiz kalır, hukemâ ve ulemâ onun iyileşeceğinden yana ümit keserler. Emel'in gerçek mahiyeti dünya tutkunluğu ve dünyaya dört elle sarılmak, dünyayı sevmek, âhiretten yüz çevirmektir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyunılduğu rivâyet edilmiştir: "Bu ümmetin ilkleri yakın ve zühd ile kurtulmuştur. Sonrakileri ise, cimrilik ve emel ile helâk olacaktır." Taberanî. el-Mu'cemnu'l-Evsat, VII. 316: el-Beyhakî. Şuabu'l îman, VII. 345. Ebû'd-Derdâ (radıyallahü anh)'dan Dimaşk mescidi merdivenlerinde ayağa kalkıp şöyle dediği rivâyet olunur: Ey Dimaşklılar, size samimiyetle öğüt veren bir kardeşinizin sözlerini dinlemez misiniz? Gerçek şu ki, sizden öncekiler çokça mal toplarlar, yüksek binalar yaparlar ve uzun emellere sahip bulunuyorlardı. Şimdi onların toplulukları darmadağın oldu. binaları medara döndü ve emelleri de bir aldanış oldu, İşte Âd kavmi; insan sayısıyla, servetlerimle, atlarıyla, askerleriyle ülkeyi doldurmuş taşıyorlardı. Peki, bugün onların geriye bıraktıkları miraslarının tamamını benden iki dirheme olsun kim satın ahr? Bu sözlerinden sonra şu beyitleri okudu: "Ey kendisinden çok uzaklarda olsa dahi bir çok emeller besleyen Ve bunların en uzakta olanına dahi ulaşacağını iddia eden kişi! Yazık sana! Hiç umduğunu elde edebilir misin ki? Bunların en yakın olanına dahi kavuşacağından yana bir umudun yok." el-Hasen der ki: Emelini uzun tutan kişi, mutlaka amellerini kötü işler Gerçekten de doğru söylemiştir. Allah razı olsun ondan. Çünkü emel, amele karşı bir tembellik verir, bir gevşeklik ve bir ağırlık doğurur. Bunun arkasından insana bir şeylerle uğraşır gibi gelir, tembellikler ortaya çıkar. Kişi yere mıhlanır kalır, hevaya meyleder. Bu, gözle görülmüş bir husustur. Bunun ayrıca açıklanmasına bu iddiada bulunandan delil istemeye gerek yoktur. Nitekim, emelin kısa tutulması da kişiyi amele iter, elini çabuk tutmaya götürür ve hayırlı amellerde yarışmaya teşvik eder. 4Biz, belli bir yazısı olmaksızın hiçbir kasabayı helâk etmedik Yani, Levh-i Mahfuzda kendileri için yazılmış belli bir va'delerİ olmaksızın hiç bir ahaliyi helâk etmedik. 5Hiç bir ümmet ne ecelinin önüne geçebilir, ne de geciktirebilir. Bu âyeti kerimedeki; sıladır. Kimse bana gelmedi," demeye benzer. Âyetin anlamı şudur: Hiç bir ümmel kendi ecelini aşarak ona bir şey ekleyemez ve ondan önce de va'desİ dolmuş gibi yok olmaz. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetleridir: "O ecelleri gelince ne bir an geri bırakabilirler, ne de ileri alabilirler." (el-A'râf, 7/34) 6Dediler ki: "Ey kendisine Zikr (Kuran) indirilen kişi! Mutlaka sen bir delisin. 7"Doğru söyleyenlerden İsen bize melekler getirmeli değil misin?" Bu sözleri Kureyş kâfirleri Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a lay yollu söylemişlerdir. Sonra ondan doğruluğuna delil teşkil etsin diye melekleri de getirmesini istemişlerdir. "... meli değil mî" âyeti da; edatları gibi fiili işlemeye teşviktir. el-Ferrâ': daki "mim" "levlâ" daki "lâm"dan bedeldir, der. Bir şeyi istilâ etti" ile aynı anlamdaki: Onu istilâ etti" ifadeleri de bunun gibidir, Onunla arkadaşlık ettim" ile O benim arkadaşımdır" ifadeleri de böyledir. Buna göre "...meli değil mi" anlamındaki bu edatın haber anlamında olması mümkündür. Mesela; Zeyd olmasaydı Amr vururdu" demek gibi- el-Kisaî de der ki: Haberde de soruda da; ile aynı şeylerdir. İbn Mukbil der ki: "Haya olmasaydı, din de olmasaydı taşıdığınız bazı kusurlarınızdan dolayı Elbetteki ayıplardım sizi; siz beni tek gözüm görmüyor diye ayıpladığınız için." Görüldüğü gibi İbn Mukbil burada; : Olmasaydı" demek istemiştir. en-Nehhâs da; edatlarının aynı anlamı ifade ettiğini nakletmektedir. Dil bilginleri de buna delil olarak şu beyiti zikrederler: "Ey hantal herifin oğulları! Sizler yaşlı develeri kesmeyi en şerefli işiniz olarak saymaktasınız. Başına, miğfer geçirmiş, silahlarını kuşanıp zırhını giyinmiş kimseleri saymanız gerekmez miydi?" Burada şairin kullandığı; "...mez miydi" anlamı verilen edat, aynı anlamdadır, 8Biz, melekleri ancak hak ile indiririz. O zaman da kendilerine mühlet verilmez. Hafs, Hamza ve el-Kisaî, “Biz o melekleri ancak hak ile indiririz" şeklinde okumuşlar ve Ebû Ubeyd de bu okuyuşu tercih etmiştir. Ebû Bekir ve el-Mufaddal ise; Melekler ancak... indirilir" diye okumuşlar, diğerleri ise; Melekler ancak... iner" diye okumuşlardır. Bunun takdiri; İner" şeklinde iki "te" ile olup hafiflik olsun diye "te'lerden birisi hazfedilmiştir. el-Bezzî ise, bu iki "te" ile okumuş, Ebû Hatim de yüce Allah'ın: "Onda melekler ve ruh... iner de iner" (el-Kadr, 97/4) âyetini nazar-ı itibara alarak bu kıraati tercih etmiştir. "Ancak hak ile" ancak Kur'ân ile anlamındadır, Mücahid'den, risalet ile diye de açıkladığı rivâyet edilmiştir. el-Hasen de: Îman etmeyecek olurlarsa, ancak azâb ile indiririz, diye açıklamıştır. "O zaman da kendilerine mühlet verilmez." Yani, melekler onları helâk etmek için inecek olurlarsa, onlara mühlet verilmez ve her hangi birtevbeleride kabul olunmaz Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir; Eğer melekler senin lehineşahidliketmek üzere inecek olsalar ve bundan sonra da bunlar inkâr edecek olurlarsa, artık onlara mühlet verilmez. O zaman”ım aslı dır. Aradaki hemze ağır geldiğinden dolayı hazfedilmiştir. 9Şüphe yok ki o Zikri Biz indirdik. Onu koruyacak olan elbette Biziz. Yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki o Zikri" yani, Kur'ân'ı "Biz indirdik. Onu" ona bir şey ilave edilmesinden, yahut ondan bir şey eksiltilmesinden yana "koruyacak olan elbette Biziz." Katade ve Sabit el- el-Bünânî dedi ki: Yüce Allah, o Kitabı, şeytanların ona herhangi bir batılı ilave etmelerine yahut ondan herhangi bir hakkı eksiltmelerine karşı korumuştur. Onu korumayı bizzat yüce Allah üzerine almıştır. O bakımdan o her zaman İçin korunma altındadır. Ondan başka kitaplar hakkında ise; "Allah'ın kitabını korumaları istendiğinden" (el-Mâide, 5/4-1) âyeti ile korumayı kendilerine havale etmiş, onlar da değiştirmiş ve değişikliklere uğratmışlardır. Bize Şeyh Fakih İmâm Ebû'l-Kasım Abdullah haber verdi. O, babası şeyh fakih İmâm muhaddis Ebû'l-Hasen Ali b. Halef b. Ma'züz el-Kûmî et-Tilmisanî'den dedi ki: Büyük hadis alimi büyük alim Fahru'n-Nisa bint Ebi Nasr Ahmed b. el-Farac ed-Dîneverî kızı Şühde'ye, Daru's-Selam'dakİ evinde 564 yılı Cuma del ahire’nin sonlarında, ona kıraat yoluyla denildi ki: Sîze, büyük hadis bilgini, ilmiyle amil, nakibu'n-nukaba Ebû’l-Fevaris Tarrad b. Muhammed ez-Zeynebî ona kıraaten, sen de işitirken 490 yılında size şöyle haber verdi: Bize, Ali b. Abdullah b. İbra İlim haber verdi, bize Ebû Ali Îsa b. Muhammed b. Ahmed b. Ömer b. Abdulmelik b. Abdulaziz b. Cüreyc -et-Tavmarî diye bilinir- anlattı: Bize, el-Huseyn b. Fehm anlattı dedi: Ben, Yahya b. Eksem'i şöyle derken dinledim: Me'mun'un -henüz emir iken- bir tartışma ve sohbet meclisi vardı. Oraya girenler arasında elbisesi güzel, yüzü güzel, süründüğü kokular hoş bir yahudi de vardı, söz alarak güzel ifadelerle o da konuştu. Meclis dağıldığında Me'mun onu çağırarak, İsrailoğullarından mısın diye sordu. O, evet dedi. Me'mun kendisine: Müslüman ol ki ben sana bazı işler tevdi edeyim, dedi ve ona bir takım vaadlerde bulundu. Ancak bu yahudi şahıs, dinimi ve atalarımın dinini terketmek istemiyorum, deyip gitti. Bir sene geçtikten sonra o adam müslüman olup yanımıza geldi. Bu sefer fıkha dair konuştu ve güzel konuştu. Yine meclis dağıldıktan sonra Me'mun onu çağırarak, sen geçen seferki bizim görüştüğümüz kişi değil misin, diye sordu. O, evet dedi. Bu sefer Me'mun: Peki müslüman olmana sebep ne oldu diye sorunca şunu anlattı: Senin yanından ayrıldıktan sonra bu dinleri bir sınamak istedim. Gördüğün gibi ben yazısı güzel olan bir kişiyim. Önce Tevrat’ı aldım, üç nüsha yazdım. Kimisinde ilavelerde bulundum, kimisinde eksiltmeler yaptım. Bunları alıp havraya götürdüm, benden satın alındı. Bu sefer İncil'i elime aldım, yine üç nüsha yazdım, kimisine ilavelerde bulundum, kimisinden eksilttim ve bunları kiliseye götürdüm. Bunlar da benden salın alındı. Bu sefer Kur'ân'ı aldım. Üç nüsha yazdım, bunların kimisini fazlalıklı yazdım, kimisini eksilttim. Bu mushafları alıp sahaflara götürdüm, bunlar mushafı sahife sahife çevirdiler. Bunlarda fazlalık ve eksiklik olduğunu görünce bir kenara fırlattılar ve satın almadılar. Böylelikle bunun korunmuş bir kitap olduğunu anladım. İşte İslâm'a girişimin sebebi bu oldu. Yahya b. Ekseni dedi ki: Ben o yıl hacca gittim, Süfyan b. Uyeyne ile karşılaştım. Ben ona bu olayı nakledince, bana şöyle dedi: Yüce Allah'ın kitabında zaten bunu tasdik eden âyetler vardır. Bu sefer: Nerede diye sordum, O, bana şu cevabı verdi: Şanı yüce Allah'ın, Tevrat ve İncil hakkında: "Allah'ın kitabını korumaları istendiğinden..,"(el-Mâide, 5/44) âyetiyle Allah bu kitapları korumalarını kendilerinden istemişti. Yine yüce Allah; "Şüphe yok ki o Zikri Biz indirdik, onu koruyacak olan elbette Biziz" diye buyurmaktadır. Yüce Allah bu kitabı bizim için korudu ve o bakımdan zayi olmadı. Denildiğine göre: "Onu koruyacak olan elbette Biziz" âyetindeki zamir, Mulummed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a aittir. Yani Bfz onu, Bize yalan uydurmasına, yahut Bize ona olmadık şeyleri söylemeye karşı onu koruruz. Veya ona bir tuzak hazırlanmasına, yahut öldürülmesine karşı onu koruyacak olan elbette Biziz. Bunun bir benzeri de yüce Allah’ın: "Allah seni insanlardan koruyacaktır" (el-Mâide, 5/44) âyetidir. Biz’in mübteda olarak ref mahallinde olması, İndirdik"in de haber olması mümkündür, Cümle de Şüphe yok ki"nin haberidir. Bununla birlikte "Biz" anlamındaki zamirin; in ismini te'kfd ile nasb mahallinde olması ve fasıla olmaması da mümkündür. Çünkü ondan sonraki ifade marif'e değil bir cümledir. Cümleler ise nekirelere sıfat olmazlar. Çünkü onlar da nekire hükmündedırler. 10Yemin olsun, senden önceki ümmetler arasında da peygamberler gönderdik. Yemin olsun, senden önce de peygamberler gönderdik, demektir, "( Ümmetler (şıalar)" kelimesi; Şîa'nın çoğuludur ve burada "ümmet" demektir. Yani onların ümmetleri arasında peygamberler gönderdik. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve Katade yapmıştır. el-Hasen İse, önceki fırkalar arasında diye açıklamıştır. Çünkü "şîa" insanlar arasından sözbirliği etmiş, birbiriyle kaynaşmış fırka ve taife demektir. O bakımdan şia ile fırka aynı şey gibidir. Nitekim yüce Allah'ın: "Ya da sizi birbirinize fırkalar (şia) halinde... katıp,.."(el-En'âm, 6/65) âyeti da buradan alınmaktadır. Bunun aslı ise, 'den alınmadır. Bu da, kendisiyle büyük odunların tutuşturulduğu küçük odunlar demektir. el-En’âm Sûresi'nde (işaret olunan âyetle) geçtiği gibi. el-Kelbî der ki: Buradaki "şîa"dan kasıt, kasabalardır. 11Onlara gelen her bir peygamberle mutlaka alay ediyorlardı. Bu âyet, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir tesellidir. Yani, bu müşriklerin sana yaptıklarının bir benzeri, senden önce gelen peygamberlere da yapılmıştır. 12Biz böylece onu günahkârların kalplerine sokarız. "Biz böylece onu" sapıklığı, küfrü, alay ve şirki -el-Hasen, Katade ve diğerlerine göre- kavminin "günahkârların"in "kalplerine sokarız." Yani, önceki ümmetler arasında geçenlerin kalplerine bunları soktuğumuz gibi, kavminin müşrik olanlarının kalbine de böylece onu sokarız, tâ ki onlardan öncekiler kendilerine gönderilen peygamberlere îman etmedikleri gibi, bunlar da sana îman etmesinler, İbn Cüreyc, Mücâhid'den şöyle dediğini rivâyet eder: Burada sokulması kast olunan şey, yalanlamaktır. "Sokmak" anlamındaki; Bir şeyi bir şeye girdirmek" demektir. İpin iğneye geçirilmesi gibi, O bakımdan Ona girdi, girer, girmek" denilir ve Onu girdirdi" demek olur. Yol hakkında; ifadesi, yola girdi demektir. Bir şey, kendi türünden olmayan başka bir şeye girdiği gibi, aynı şekilde bir şeyi başka bir şeye girdirme şekli de kullanılır. Bütün halleriyle; vezinlerinden birisiyle gelir. Şair Adiyy b. Zeyd de der ki: "Seni oldukça zorlu ve çetin bir güne soktular." "Sin" harfi esreli olarak ip demektir. Âyet-i kerimede Kaderiyye ve Mutezîle'nin kanaatleri reddedilmektedir. Âyetin anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Biz, Kur'ân-ı Kerîmi onların kalplerine sokuyoruz da onlar, bunu yalanlıyorlar. el-Hasen, Mücahid ve Katade de tefsir âlimlerinin çoğunlukla kabul ettiği görüşü ifade etmişlerdir ki, bu da Mutezileye karşı delil olarak daha bağlayıcıdır. Yine el-Hasen'den: Biz, zikri delili kabul etmelerini sağlamak üzere kalplerine sokarız, diye açıkladığını el-Ğaznevî zikretmektedir, 13Öncekilerin sünneti de geçmiş bulunduğu halde, onlar buna yine de inanmazlar. "Öncekilerin sünneti de geçmiş bulunduğu halde" yani, kâfirlerin helâk edilmesi şeklindeki ilahi sünnel geçtiğine göre, bunların da helâk oluşları ne kadar yakındır, "Öncekilerin sünneti de geçmiş bulunduğu halde" âyetinin bunların yalanlamaları, küfür ve inkâr etmeleri gibi, öncekiler de küfür ve İnkâra saptıklarından dolayı, bunlar da işte öncekilere uymaktadırlar, diye de açıklanmıştır. 14Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı doğru çıkıp dursalar; 15Muhakkak ki: "Olsa olsa gözlerimiz döndürülmüş, hatta biz büyülenmiş bir topluluğuz" diyeceklerdir. Bu işi yapıp durdu," ifadesi, onu gündüzün yaptı, demektir. Mastarı ise şeklinde gelir Yani, onların gösterilmesini teklif ettikleri mucizeler onlara gösterilecek olsaydı, yine küfürleri üzere ısrar ederler ve gördüklerinin hayal olduğunu ileri sürerlerdi. Tıpkı mucize olan Kur'ân-ı Kerîm'e: O bir büyüdür, demeleri gibi. "Yukarı doğru çıkarlar" ifadesi, yukarı doğru çıktı, çıkar, yükseldi, yükselir anlamındaki; dan gelmektedir. Aynı: kökten "meâric" ise, yukarı doğru çıkan basamaklar, merdivenler manasınadır. Yani bunlar, semaya yükselseler ve melekûtu ve melekleri görseler dahi, yine küfür üzere ısrar ederler. Bu açıklama el-Hasen ve başkasından nakledilmiştir. Âyet-i kerimedeki "onlara" zamirinin müşriklere, "...ip dursalar" daki zamirin de meleklere ait olduğu söylenmiştir. Yani, meleklerin gidip geldiklerini görseler, demek olur ki. eğer bunların gözlerindeki perde semadaki kapıları ve o kapılardan meleklerin inip çıktığını görecek hale gelseler dahi, yine: Bizler gözlerimizle hakikati olmayan şeyler gördük, diyeceklerdir. Bu açıklama da İbn Abbâs ve Katade'den nakledilmiştir. “Döndürülmüş" ifadesi, sihir ile kapatılmış demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve ed-Dahhâk yapmıştır. el-Hasen büyülenmiş, el-Kelbî gözlerimiz perdelenmiş diye açıklamıştır. Yine el-Kelbîden, gözlerimiz kör edilmiş diye açıkladığı nakledildiği gibi, Katade görme imkânımız bizden alınmış diye açıklamıştır. el-Müerric, bizim gözlerimiz döndürülmüş diye açıklamıştır. Cuveybir ise aldatılıp kandırılmış diye açıklarken, Ebû Amr b. el-Alâ: Bu tabir, gözlerimiz öıtülmüş ve perdelenmiş anlamındadır, demiştir. Şairin şu beyiti de bu kabildendir: "Ve üzerinde miğfer bulunan bir güneş doğdu Ve şiddetli sıcağın gözü örtünmeye (dinmeye) başladı." Mücahid bu kelimenin engellendi, alıkondu anlamında olduğunu söylemiştir. Evs b. Hacer’in şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır: "Ve ben uykusuz bir geceye vardım Ne serbesttir ne de alıkonulmuş birisidir." Derim ki: Bu açıklamalar birbirine yakın açıklamalar olup, hepsinin ortak tarafı "alıkondu" anlamını ihtiva etmeleridir. İbn Aziz der ki: "Burada gözlerimiz döndürülmüş" tabiri, gözlerimiz kapatılmış anlamındadır- Ve bu ifade; Nehrin ağzım kapallım" ifadesinden gelmektedir Yine: Bu ifadenin şarabın verdiği sarhoşluk (sükr)'dan geldiği de söylenmiştir. Âdeta gözler içki içenin sarhoş olması gibi, sarhoş olmuş diye kabul edilir. İbn Kesîr bu kelimeyi şeddesiz olarak; diye okurken, diğerleri şeddeli olarak okumuşlardır. İbnü'l-Arabî der ki; Şeddcsiz okuyuş dolduruldu anlamındadır, el-Mehdevî ise der ki: Bu kelimenin şeddeli ve şeddesiz okunmasının anlamı gayet açıktın Şeddeli okuyuş çokluk ifade etmek içindir, şeddesiz okuyuş da aynı anlamı ifade eder. Bilindiği şekliyle; fiili geçişli (müteaddi) değildir. Ebû Ali der ki; Bununla birlikte bu kelimenin görmek hakkında müteaddi olarak kullanıldığının işitilmiş olması da mümkündür. Şeddesiz okuyan bir kimse, bu kelimeyi sarhoşun haline benzer bir halin gözlerine arız olmasına benzeterek okur. Sanki bakmanın neticesi elde edilemediği için bu da sarhoş gibi kabul edilmiş olur. Şöyle de açıklanmıştır: Bu kelimenin şeddesiz kullanılması, şarabın sarhoşluk vermesi anlamı ile ilgilidir. Şeddeli kullanılışı ise, "gözlerimiz alındı (kör edildik, görmez hale getirildik) "anlamındadır. Bu iki açıklamayı da el-Maverdî nakletmiştir. en-Nehhâs ise der ki: Mücahid ve el-Hasen'in bilinen kıraatleri bu kelimeyi şeddesiz okuduklarıdır. el-Hasen'in de: Bu, gözlerimiz büyülendi anlamındadır, dediği nakledilmiştir. Ebû Ubeyd ise Ebû Ubeyde'den şeddeli okunmak suretiyle "gözleri döndürüldü" ifadesi, görmeyecek noktaya gelinceye kadar görme imkânları alabildiğine zayıfladı, anlamındadır. el-Ferrâ' der ki: Bu kelimeyi şeddesiz okuyan rüzgârın dinmesi anlamında almıştır. en-Nehhâs da der ki: Bütün bu açıklamalar birbirine yakın anlamlar ifade eder. Bu anlamlarda aslolan ise Ebû Amr b. el-Alâ'nın -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- dediğidîr: Bu kelime, içki içmekten dolayı meydana gelen sarhoşluktan alınmadır. el-Hasen'in görüşü de budur. Yani, sarhoş kimsenin aklını içki örttüğü gibi, onların da gözlerini örtüp perdeleyen bir şey kendilerini bürümüş olduğu anlamındadır. ise, rüzgârın dinmesi ve durması demektir. Kısacası bu da şaşkınlık vermek, şaşkın bırakmak anlamına racidir. 16Yemin olsun ki Biz, gökte burçlar yaratmış ve onu seyredenler için süslemişizdir. Yüce Allah, kâfirlerin küfür ve inkârım, putlarının acizliklerinden söz ettikten sonra, vahdaniyetine delil olarak kullanılsın diye kudretinin kemalini sözkonusu etmektedir. "Burûc" köşkler ve konaklama yerleri demektir. İbn Abbâs der ki: Biz, semada güneşe ve aya burçlar yani, konaklama yerleri yaratmışızdır. Bu burçların isimleri şöyledir: Hamel (koç), Sevr (öküz), Cevza (ikiz), Seratan (yengeç), Esed (aslan), Sümbüle (başak), Mizan (terazi), Akrep, Kavs (yay), Cedy (oğlak), Delv (kova), Hut (balık). Araplar, yıldızların yerlerini ve onların doğuş ve batış hallerini bilmeyi en üstün ilimler arasında sayarlar ve yıldızlar ile yollarını bulurlar, vakitleri, bolluk ve kuraklık zamanlarını onlarla tayin etmeye çılışırlar. Derler ki: Felekte oniki burç vardır. Her bir burç ise ikibuçuk mildir. "Burûc" aslında zuhur (çıkmak, görünmek) demektir. Zinetini açığa çıkarması anlamıyla "kadının teberrucu" tabiri buradan gelmektedir. Yine bu anlamdaki açıklamalar, bundan önce en-Nisa Sûresi’nde (4/78, âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. el-Hasen ve Katade derler ki: Burçlardan kasıt yıldızlardır. Onlara bu ismin veriliş sebebi ise görünmeleri ve yüksekçe yerde bulunmaları, yükselmeleridir. Burçların, büyük yıldızlar demek olduğu da söylenmiştir ki, bu açıklamayı Ebû Salih yapmıştır. Bununla da yedi gezegeni kastetmektedir. Başka bir topluluk ise "burçlar"dan kasıt, Allah'ın gökte yaratmış olduğu ve içinde koruyucu bekçilerin bulunduğu yüksek köşkler ve evlerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır, "Ve onu" yani semayı "seyredenler için" ibret alıp düşünenler için "süslemişizdir." Nitekim el-Mülk Süresi'nde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun Biz dünya semasını kandillerle süsledik." (el-Mülk, 67/5) 17Ve Biz onu kovulmuş her şeytandan koruduk. ("Kovulmuş" anlamı verilen: Racîm ile aynı kökten gelen) recm kelimesi, taş atmak demektir, Bu kelimenin lânetlemek ve kovmak anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna dair açıklamalar ise daha önceden (Hud, 11/91. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. el-Kisaî der ki: Kur'ân-ı Kerîm'de geçen bütün "racîm" kelimeleri sövmek ve hakaret anlamını taşır. el-Kelbînin iddiasına göre ise bütün semavat Hazret-i Îsa dönemine kadar şeytanlardan korunmamıştır. Yüce Allah Hazret-i Îsa'yı gönderince bu semaların üçünü korumaya aldı ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğine kadar bu böyle devam etti. Hazret-i Peygamber'in peygamberliğinden sonra ise diğer semalar da korumaya alındı ve atılan alevli ateşlerle semalar şeytanlara karşı muhafaza edildi. İbn Abbâs da bu açıklamayı yapmıştır İbn Abbâs der ki; Önceleri şeytanlar, semadan alı konulmuyor, engellenmiyorlardı. O bakımdan semaya giriyor ve oradan aldıkları haberleri kâhinlere telkin ediyorlardı. Kâhinler de bu aldıkları kelimelere dokuz daha katarak bunları yeryüzündekilere anlatıyorlardı. Bu kelimelerin birisi hak dokuzu batıl idî, İşte bu söylediklerinden herhangi bir şeyin gerçek olduğunu görünce, getirdikleri bu hususlarda kâhinleri tasdik ettiler. Meryem oğlu Îsa -Ona da annesine de selam olsun- dünyaya geldiği vakit şeytanlar üç semaya yaklaştırılmaz oldu. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) da dünyaya getince bütün semalara yaklaştırılmaz oldular. O bakımdan şeytanlardan herhangi biri meleklerden bir söz hırsızlamak istedi mi, o ileride (es-Sâffât, 37/6 ile, el-Cin, 72/8’de) geleceği üzere mutlaka alevli bir ateş ile taşlanır. 18Kulak hırsızlığı yapan müstesna; onun ardına da apaçık bir ateş parçası düşmektedir. Yani ancak kulak hırsızlığı yapan, yani önemsiz ve çabucak birşey alıp kapan kimse müstesnadır. Buradaki istisna munkatı'dır. Bunun muttasıl olduğu da söylenmiştir. Yani kulak hırsızlığı yapan kimselerden müstesna. Yani biz semayı, vahiy ve onun dışındaki şeyleri işitmelerine karşı şeytanlardan korumuşuzdur. Şu kadar var ki kulak hırsızlığı yapan müstesnadır. Çünkü Biz bunların vahiy dışındaki sema haberlerinden herhangi bir haberi işitmelerine karşı semayı korumuş değiliz. Vahiyden ise şeytanlar herhangi bir şey işitmezler. Çünkü yüce Allah: "Çünkü onlar işitmekten kesinlikle uzak tutulmuşlardır."(eş-Şuarâ, 26/212) diye buyurmaktadır. Şeytanlar vahiy olmayan herhangi bir şeyi işitecek olurlarsa bunu göz açıp kırpmaktan daha hızlı bir süre içerisinde kâhinlere telkin ediverirler. Daha sonra da bunların arkalarına alevli ateşler gönderilir ve bu ateşler onları ya öldürür yahut azalarını işlemez hale getirir. Bu açıklamayı el-Hasen ve İbn Abbâs yapmışlardır. "Onun ardına da apaçık bir ateş parçası düşmektedir" buyruğundakî: "(.........): Ardına düşmektedir" ifadesi arkadan ona kavuştu ve ona yetişti, demektir. "Şihab; ateş parçası" ise ışık saçan bir yıldız demektir. da aynı anlamdadır. Yüce Allah'ın: "sopanın ucunda bir ateş şu'lesi (alevi)" (en-Neml, 27/7) demektir. Bu açıklamayı İbn Aziz yapmıştır. Şair Zu'r-Rimme de der ki: "Sanki o gece karanlığında yerinden koparılıp ayrılmış ve Alâmetli olup bir şeytanın peşindeki yıldız gibidir." Yıldıza "şihâb" denilmesi ateşi andıran parlaklığı dolayısıyladır Şöyle de açıklanmıştır: Ateşten bir şu'le parçasına şihâb, yeryüzündekiler için de bir aydınlık (kabes) denilir. Çünkü bu ateş onları yakar ve artık onları yaktıktan sonra eski haline dönmez. Tıpkı ateşin yandıktan sonra eski haline dönmemesi gibi. Ancak yıldız böyle değildir. Yıldız yakacak olursa yine eski yerine avdet eder. İbn Abbâs der ki: Şeytanlar kafileler halinde kulak hırsızlığı yapmak için göğe yükselirler. Mârid denilen inatçı türü tek başına kalarak yukarı doğru çıkar. Bu sefer ona alevli bir ateş parçası atılır. Bu parça onun alnına, burnuna yahut da Allah'ın dilediği herhangi bir yerine isabet eder ve alev alır. Alevler içerisinde arkadaşlarına gelir ve onlara şöyle der: Şunlar şunlar oldu. Ondan bu haberi alan diğerleri ise kardeşleri olan kâhinlere giderler ve (şeytanlar) o öğrendikleri kelimeye dokuz daha ilave ederek bu sözlerini yeryüzündeki insanlara anlatırlar. Bu sözün birisi haktır, dokuzu batıldır. (İnsanlar) onların söylediklerinden bir şeyin gerçekleştiğini görünce bu sefer onların yalan diye söyledikleri bütün sözlerinde de onları tasdik etmeye başlarlar. İleride bu anlamdaki açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle Sebe’ Sûresi'nde (34/23- âyetin tefsirinde) Hazret-i Peygamber'e merlu (ulaşan bir hadîs) olarak gelecektir. Atılan bu ateş parçasının öldürücü olup olmadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. İbn Abbâs der ki: Atılan bu ateş parçası yaralar, yakar, azaları felç eder; ama öldürmez. el-Hasen ve bir kesim ise, Öldürür derler. İşittiklerini cinlere ulaştırmadan önce atılan ateş parçalarıyla öldürüldüğü görüşü ile ilgili olarak iki açıklama yapılmıştır. Birincisine göre onlar hırsızlayarak işittikleri sözleri başkalarına iletemeden Önce Öldürülürler. Buna göre semânın haberleri peygamberlerden başkalarına ulaşamaz, İşte bundan dolayı kâhinliğin sonu gelmiştir. İkinci görüşe göre onlar hırsızlama yoluyla çaldıklarını kendilerinin dışındaki cinlere telkin ettikten sonra Öldürülürler. Bundan dolayı bir daha aynı şekilde kulak hırsızlığına geri dönemezler. Şayet onların telkinleri ulaşmayacak olsaydı, kulak hırsızlığının sona ermesi ve yakmanın da kesilmesi gerekirdi. Bu açıklamayı da el-Mâverdî nakletmiştir. Derim ki: İleride es-Sâffât Sûresi'nde (37/8) açıklaması gedeceği üzere birinci görüş daha doğrudur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın gönderilmesinden önce ateş parçalarının atıldığı konusunda görüş ayrılığı vardır. Çoğunluk bu atışın yapıldığını kabul ederler. Yapıldığını kabul etmeyip bunun ancak Peygamberin gönderilişinden sonra gerçekleştirildiğini söyleyenler de vardır. Yine ileride buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle el-Cin Sûresi'nde ve yine es-Sâffât Sûresi'nde de gelecektir. ez-Zeccâc der ki: Şihâblaria yapılan atışlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın doğumundan sonra meydana gelen ve onun İçin mucize teşkil eden olaylardandır. Çünkü eskiden şairler bunu şiirlerinde söz konusu etmemişlerdi ve hızlıca geçip giden bir şeyi şimşek ve sele benzettikleri gibi, ona benzetmemişlerdi, Ancak şunu söylemek de uzak bir ihtimal görülmemelidir: Yıldızların kaymaları eskiden beri vardı. Fakat bu yıldız kayma işi şeytanların taşlanması maksadıyla olmuyordu. Daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın doğumu ile birlikte bu şeytanlara atılan şeyler oldu. İlim adamları derler ki: Bizim görüşümüze göre yüdız kaymasının gördüğümüz şekilde olması da mümkündür. Sonra bu gördüğümüz şey şeytana ulaştı mı ateş olabilir. Şöyle de denilebilir Onlara hava boşluğundan ateşten bir şu'le atılır, bize bunun akan bir yıldız olduğu izlenimi doğar. Şihâb sözlükte yükselen ateş demektir. Ebû Dâvûd, Âmir eş-Şâbîden şöyle dediğini nakletmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderildiğinde şeytanlar daha önceden kendileriyle taşlanıp kovulmadıkları yıldızlarla taşlanır oldular. Bunun üzerine Sakifli Abdı Yâlil b. Amr'a gidip şöyle dediler: Bazı insanlar korku ve dehşete kapıldılar, kölelerini azad ettiler, develerini serbest ve sahipsiz saldılar. Buna sebep ise yıldızlıda gördükleri durum olmuştur. Abd Yâlil -kör bir adam idi- onlara şöyle dedi: Acele etmeyin ve durumu tetkik edin, Eğer bu bilinen yıldızlar ise, artık bu İnsanların yok oluşlara zamanı yakın demektir. Eğer bilinen yıldızlar değil ise bu meydana gelen bir olaydan ötürüdür. Durumu incelemeye başladılar. Bilinen yıldızların kaymadığını gördüler. Bu sefer: Bu, meydana gelen bir olay dolayısıyladır dediler. Aradan fazla bir zaman geçmeden Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in peygamberliğini açıkladığını işittiler. 19Yeri de döşeyip yaydık. Orada sağlam kazıklar koyduk ve oralarda ölçülmüş herşeyden bitirdik. "Yeri de döşeyip yaydık" âyetinde sözü edilen bu nimei, yüce Allah'ın nimetlerinden, kudretinin kemaline delâlet eden hususlardan birisidir, İbn Abbâs der ki: Biz arzı su üzerinde yaydık, demektir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde: "Bundan sonra da yeri yayıp döşedik" (en-Nâziât, 79/30) diye buyurmaktadır. Bir başka yerde de: "Yeri de yayıp döşedik, ne güzel döşeyicileriz Biz" (ez-Zâriyât, 51/48) diye buyurmaktadır. İşte bu âyetler yerin küresel olduğunu iddia edenlerin kanaatlerini reddetmektedir ki buna dair açıklamalar daha önceden (er-Ra'd, 13/3. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Orada sağlam kazıklar" yer üzerindekileri sarsmasın diye sabit dağlar “koyduk ve oralarda ölçülmüş her şeyden" İbn Abbâs ve Saîd b. Cübeyr'in dediklerine göre; miktarı tesbiî edilmiş ve bilinen bir ölçüde "bitirdik." Burada yüce Allah'ın "ölçülmüş" diye buyurması ölçü ile bir şeyin miktarının bilinmesinden dolayıdır. Şair şöyle demektedir: "Ben sizinle karşılaşmadan Önce güçlü birisi idim Bana karşı çıkan her bir hasım için yanımda onun ölçüsü (terazisi) vardı." Katade dedi ki: Ölçülmüş ifadesi pay edilmiş demektir. Mücahid der ki: Sayılmış, sayısı beîli demektir. Ayrıca; bu ölçülü (mevzun) bir sözdür, denilecek olursa bu söz nazımdır, nesir değildir, demek olur. Buna göre anlam şöyle olur. Biz yeryüzünde tartı ile ölçülen mücevherat, hayvanat ve madenler yetiştirdik. Yüce Allah canlılar hakkında da: "Onu güzel bir bitki gibi bitirdi." (Al-i İmrân, 3/37) diye buyurmaktadır. Buna göre "bitirmekten" kasıt, meydana getirmek ve var etmektir. Yüce Allah'ın "Oralarda" yani dağlarda "ölçülmüş her şeyden" altın, gümüş, bakır, kurşun, kalay hatta zırnık ve sürme gibi herseyi -çünkü bunlar tartı ile ağırlıkları tesbit edilir- "bitirdik" diye açıklanmıştır. Bu anlamdaki bir açıklama da el-Hasen ve İbn Zeyd'den rivâyet edilmiştir. Şöyle de açıklanmıştır: Biz yeryüzünde kile ile ölçülen ve ağırlık ölçüleri ile tartılan meyveler bitirdik. Bir diğer açıklama da şöyledir: Karşılığında para ve değerlerin ölçüldüğü şeyler kastedilmektedir. Çünkü bunlar, karşılığında değer ve paha biçilmeyen şeylere göre daha değerli ve daha faydalıdır. 20Orada hem sizin için hem de rızıklarını temin edemeyeceğiniz kimseler için birçok geçim kaynakları yarattık. "Orada hem sizin için, hem de rızıklarını temin edemeyeceğiniz kimseler için bir çok geçim kaynakları yarattık." Geçim kaynaklarından kasıt, kendileri vasıtasıyla geçimlerini sağladıkları yiyecek ve içecek şeylerdir. "(.......): Geçim kaynakları'nın tekili; kelimesidir, Cerir'in şu beyiti de bu anlamdadır: "Zevd'in ailesinin geçimini bana yüklüyorsun Ben ince açılmış ekmekler ile ona katık olacak zeytinyağlı hardalı nerden bulayım?" Kelimenin aslı ise "ya" harfi harekeli olarak "mefile" vezninde olmak üzere; şeklindedir. Buna dair açıklamalarımız daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/10. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Buradaki "geçim kaynakları"nın giyecek elbiseler olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da el-Hasen yapmıştır. Bunun hayal süresince rızkın esbabında tasarruf olduğu da söylenmiştir. el-Mâverdi, zahir (kuvvetli) görünen budur, demiştir. "Hem de rızık kaynaklarını teinin edemeyeceğiniz kimseler" ile binekler ve davarlar kastedilmektedir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Yine ona göre burada kasıt yüce Allah'ın haklarında "onları da sizi de Biz rızıklandırırız" (el-İsra, 17/31 ) diye buyurduğu köleler ile çocuklardır. "(........) "Kimse" kelimesinin bir arada bulunmaları halinde köleleri ve binekleri kapsaması mümkündür. Çünkü aklı eren varlıklar ile ermeyen varlıklar bir arada bulunduklarında aklı eren varlıklar tağlib edilir. Yani Biz orada sizin için geçim kaynaklan, köleler, cariyeler, binekler ve çocuklar ihsan ettik, Onları rızıklandıran Bizleriz. Onların rızkını siz veremezsiniz- Bu açıklamaya göre "kimse" kelimesi nasb mahallindedir. Bu anlamdaki açıklamayı Mücahid ve başkaları yapmıştır. Bununla evcil olmayan hayvanların kastedildiği de söylenmiştir. Saîd der ki: Mansur bize: "hem de rızıklarım temin edemeyeceğiniz kimseler" âyetini okudu ve: Bunlar evcil olmayan hayvanlardır, dedi. Bu açıklamaya göre, "kimse" anlamındaki edat, aklı ermeyen varlıklar hakkında kullanılmış, demektir. Yüce Allah'ın "Onlardan kimisi karnı üzerinde yürür" (en-Nûr, 24/45) âyetinde olduğu gibi. Bu durumda; Sizin için" âyetinde yer alan "kef" ile "mim" harfine atf ile cer mahallinde demek olur. Ancak Basralılara göre bu pek uygun değildi'. Zira onlara göre zahir ismin zamire -harf-i cer tekrarlanmaksızın- atfedilmesi câiz değildir. Mesela; Ona ve Zeyd'e uğradım" denilir ama aynı anlamda; demek ancak şiirde câiz olabilir. Nitekim şair şöyle demiştir: "Bu gün kalkmış bizi hicvediyor ve bize sövüyorsun Haydi git; senin yaptığına da günlerin getirdiğine de hayret edilecek bir taraf kalmamıştır." Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-Bakara ile en-Nisâ sûrelerinde geçmiş bulunmaktadır. 21Hazineleri nezdimizde bulunmayan hiçbir şey yoktur. Biz onları ancak belli bir miktar ile indiririz. Yüce Allah’ın: "Hazineleri nezdimizde bulunmayan hiçbir şey yoktur" âyetinin anlamı şudur: Yaratıkların rızık ve onların faydalandıkları her ne varsa mutlaka onun hazineleri Bizim nezdimizdedir. Bununla kastedilen de gökten indirilen yağmurdur. Çünkü herşey onun sayesinde bitip yeşerin el-Hasen der ki; Yağmur, her şeyin hazinesidir. Bir açıklamaya göre "hazineler"den kasıt kilitler, anahtarlardır. Yani rıZikkrın anahtarları semada bulunmaktadır. Bu açıklamayı el-Kelbî yapmıştır. İkisinin de anlamı birdir. "Biz onları ancak belli bir miktar ile indiririz." Yani ama Biz bunları ancak kendi irademize, dileğimize ve yaratıkların ona duydukları ihtiyaca göre indiririz. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah kullarına rızkı yaysaydı, yeryüzünde elbette azgınlık ederlerdi. Fakat o dilediğini bir ölçü ile indirir." (eş-Şûrâ, 42/27) İbn Mes’ûd ile el-Hakem b. Uyeyne ve başkalarından rivâyet edildiğine göre; hiçbir senenin yağmuru diğerinkinden fazla değildir. Ama Allah bunu dilediği gîbi pay eder Bir kesime yağmur yağdırırken, bir başkalarını mahrum bırakır. Kimi zaman da yağmur denizlere ve kimsenin bulunmadığı ıssız yerlere yağar. "Hazîneler" in çoğuludur. Bu İse İnsanın malını içinde sakladığı yer demektir. Yine bu kelime; "Gizleyip sakladı, saklar" fiilinin de mastarıdır. İnsanın hazinesinde bulunan bir şey, onun için hazırlanmış demektir. Buna göre yüce Rabbin kudreti altında olan her şey âdeta onun yanında hazır hale getirilmiş gibidir. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî yapmıştır. Cafer b. Muhammed babasından, o dedesinden şöyle rivâyet eder: Arşta yüce Allah'ın karada ve denizde yaratmış olduğu her şeyin bir misali vardır. İşte yüce Allah'ın; "Hazineleri nezdimizde bulunmayan hiçbir şey yoktur" âyetinin ifade ettiği anlam budur, "İndirmek" inşa etmek, varetmek, meydana getirmek demektir Yüce Allah'ın: "Sizin için davarlardan sekiz çift indirdi" (ez-Zümer, 39/6) âyetinde ve; "Ayrıca kendisinde kem çetin bir güç, hem de insanlar için faydalar bulunan demiri de indirdik" (el-Hadîd, 57/25) âyetinde olduğu gibi. "İndirme"nin vermek anlamında olduğu da söylenmiştir. İlâhî bağışa indirme adının verilmesi, şanı yüce Allah'ın hükümlerinin ancak semâdan indiğinden dolayıdır. 22Biz, rüzgârları aşılayıcılar olarak gönderdik. Gökten de bir su İndirip onunla sîzleri suladık. Bunları siz biriktiremezsiniz. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Biz rüzgârları... gönderdik" âyetinde; "Rüzgârlar" kelimesi genel olarak çoğul okunmuştur. Hamza ise bu kelimeyi tekil okumuştur. Çünkü; Rüzgâr" kelimesi kıtız itibariyle tekil olsa dahi, anlam itibariyle çoğuldur. Nitekim: rüzgâr her bir yandan esti, denilince bu demektir. Ayrıca; Düzlük (Arapça karşılığı çoğul kipindedir) yer ve eski (Arapça karşılığı çoğul kıpindedir) elbise" denilmesi de buna benzer. Aynı şekilde Araplar bu şekilde kullanılmaya elverişli olan bütün kelimelerde bu uygulamaya giderler. Genelin kıraatinin izahı şu şekildedir: Şanı yüce Allah, rüzgârları çoğul olan "aşılayıcılar" kelimesi ile nitelendirmiştir. "Aşılayıcılar" kelimesi ise taşıyıcılar anlamındadır. Çünkü rüzgarlar su, toprak, bulut, hayır ve fayda taşırlar. el-Ezherî der ki: Rüzgârın aşılayıcı olarak nitelendirilmesi bulutları taşımasından dolayıdır. Yani rüzgârlar bulutları yerden kaldırırlar, etrafa yayarlar. Sonra da ondan yağmurun inmesine sebep olurlar. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Nihayet bunlar (rüzgârlar) ağır yüklü buluttan kaldırınca ..." (el-A'raf, 7/57) Yine dişi develer karınlarında yavru taşıyıp gebe kaldıkları takdirde; Gebe deve" ve; Gebe develer" denilir. "Aşılayıcılar" ifadesinin aslında “Aşılayıcı (rüzgâr)" anlamında olduğu söylenmiştir ki, asıi şekli de budur. Ancak rüzgârın aşılayabilmesi bizatihi aşılayıcı olması halinde mümkündür. O bakımdan rüzgârlar âdeta hayırlı bir aşılama yapmış gibidirler. Bu, aşılama özelliğine sahip diye de açıklanmıştır ki, bütün bu açıklamalar doğrudur, Yani bu rüzgârlardan kimisi ağaçları aşılar. Bu da Arapların kendisinden hoşnut kalınan hayat ve yaşantı anlamında, tabirini, yine kendisinde uykunun sözkonusu olduğu gece anlamında, tabirlerini kullanmalarına benzer. Rüzgârlardan bazısı da bulutlarla gelir. Mesela, 'kal"" harfi esreli olarak; Dişi deve gebe kaldı" denilir. Mastarı da; şekillerinde gelir. Bu şekilde gebe kalan dişi deveye de; Aşılanmış (anlamında)" denilir. Erkek deve onu ilkah etti, aşıladı" tabiri ise erkek deve ona suyunu bıraktı ve o da bu suyu taşıdı, anlamında olur. Bu durumda rüzgârların bulutlara karşı durumu, erkek devenin dîşi develere karşı durumu gibidir. el-Cevherî der ki: rüzgârlar için; Aşılayıcılar" tabiri kullanılır. Bunun yerine; aynı anlamda kullanılmaz- Bu nâdir kullanılan şekillerdendir. el-Mehdevî, Ebû Ubeyde'den bu iki şeklin aynı anlamda kullanıldığını nakletmektedir. Buna göre o, ikinci şeklin; ile ın çoğulu olduğu ve bundan sonra bu kelimedeki fazla harflerin hazfedildiği kanaatindedir. Bir diğer açıklamaya göre birinci şekil ile kelimelerinin çoğulu olup, neseb elde etmek üzere aşılamada bulunan anlamındadır. Bununla birlikte; kelimesinin "gebe" anlamında olması da mümkündür. Araplar güneyden esen rüzgâra hem aşılayıcı hem de taşıyıcı (hamil) derler. Kuzeyden esen rüzgâra ise hem hâîb (hiçbir şey taşımayan) hem de akim (kısır) derler, Ubeyd bin Umeyr der ki: Yüce Allah müjdeleyici rüzgârı gönderir ve bu rüzgâr yeri âdeta süpürür. Ondan sonra kaldırıcı rüzgârları gönderir Bunlar da bulutlan kaldırır, Daha sonra birbirine kaynaştırıcı rüzgârları gönderir ve bu rüzgârlar da bulutları birbirine kavuşturup kaynaştırır. Ondan sonra da aşılayıcı rüzgârları gönderir. Bunlar da ağaçları aşılarlar. Bir diğer açıklamaya göre, aşılayıcı rüzgâr nem taşsyap bunu bulutlara püskürten rüzgârlardır. İşte bu nem bulutlarda toplanıp bir araya geldi mi yağmur olur. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) da dedi ki: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Güney rüzgârı cennettendir ve yüce Allah'ın kitabında sözünü ettiği aşılayıcı rüzgârlar bunlardır; bu rüzgârlarda insanlar için menfaatler vardır." Yine Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Ne kadar güney rüzgârı eserse mutlaka Allah onun vasıtası ile bir pınar suyu fışkırtır. " Ebû Bekir b. Ayyaş der ki: Dört yönden esen rüzgâr bulutta yapacaklarını yapmadıkça hiç bir buluttan tek bir damla dahi yağmur yağmaz. Saba rüzgârı onu kaldırıp yükseltir. Batıdan esen rüzgâr onu aşılar, güneyden esen rüzgâr onun yağmurunu yağdarır. Kuzeyden esen rüzgâr ise onu dağıtır. 2. Çeşitli Mahsul ve Mallarda "Aşı"nın Mahiyeti: İbn Vehb, İbnul-Kasım, Eşheb ve İbn Abdilhakem Malik'ten -lâfız Eşheb'in olmak üzere- şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Yüce Allah: "Biz rüzgarları aşılayıcılar olarak gönderdik" diye buyurmaktadır. Bana göre buğdayın aşılanması, İanesinin belirginleşmesi ve başağının görünmesi demektir. Dış kabuğu içerisinde kuruyan mahsuller hakkında bir şey bilmiyorum. Ancak bunların taneleri birbirinden eğer bu şekliyle kuruyacak olursa tanenin dış kabuğundan çıkartılması dolayısıyla herhangi bir şekilde bozulmaması söz konusu oluncaya kadar tanelerinden ayrılır. Ağacın bütününün aşılanması ise önce mahsul vermesi, sonra da düşenlerin düşüp, dalda kalanların da kalmasıdır. Ve bu, ağacın çiçek açması ile olmaz. İbn Arabî der ki: Malik bu açıklamada ağacın aşılanmasını, gebe kalmışa benzetmeyi esas almıştır. Çocuk eğer yaratılıp ona ruh üflenecek olursa upkı mahsulün tanesine ayrılması ve başak haline gelmesi gibi olur. Çünkü burada her türlü hamilelik hakkında ortak olarak kullanılacak bir isim olan aşı (........) kullanılmıştır. O bakımdan hadisi şerifteki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kıvamına gelmedikçe tanenin satılmasını yasaklamıştır" hadisi de bu anlamda varid olmustur. Ebû Dâvûd, Buyu’ II: Tirmizî, Buyu IV. İbn Mâce, Ticürüı 32: Müsned, in, 221, 250 İbn Abdi’l-Berr der ki: İlim ehline göre hurma ağacı hakkında aşılamak (ibar), telkih (aşılamak) demektir. Bu da erkek hurma ağacının tomurcuğunun alınıp dişi hurma ağacının tomurcuklarının arasına sokulması ile olur. Bu, diğer mahsûllerde ise incir ve buna benzer meyvelerin gözle görülür ve görününce farkedilebilir hale gelinceye kadar başgöstermesi demektir. Malik ve arkadaşlarına göre bu şekilde erkek organ ile aşılanan ağaçlarda muteber olan bu aşılamadır. Bu türlü aşılanmayanlarda muteber olan ise, çiçek açma döneminden sonra ağaçta kalanın kalıp dökülenin de dökülmesi halidir. Ekinde bunun sının ise yerden bitip yeşermesidir. Bu açıklamayı İmâm Mâlik yapmıştır. Yine ondan aşılanmasının tanelerinin ayrılabilmesi demek olduğu da rivâyet edilmiştir. İlim adamları şu hususta ihtilâf etmemişlerdir Bir bahçede bulunan tomurcuklanmış dişi hurma ağaçlarının aşılanması sonraya bırakılıp aynı durumda olan başkaları aşılanacak olursa, onun da hükmü aşılanmış olan ağaçların hükmü gibidir. Çünkü o ağaçların aşılanma zamanı gelmiş ve artık taneler içerisinde görünmez halde iken sonraları mahsulü görünür bir hale gelmiştir. Şayet bahçenin bir bölümü aşılanmış ise aşılanmamış olan da onlara tabi olur. Nitekim bahçedeki ağaçların meyvelerinin artık olgunlaşacağı ortaya çıkacak olursa, diğer bölümünün de satılmasının câiz olup bu şekilde olgunlaşacağı anlaşılanlara tabi kabul edilir. İbn Abdi’l-Berr. et-Temhîd, XIII, 291-292 3. Aşılı Hurma Ağaçlarının Satılması: Bütün hadis İmâmları İbn Ömer'den şöyle dediğini rivâyet ederler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kim aşılandıktan sonra bir hurma ağacı satacak olursa; o hurma ağacının meyvesi -satın alan şart koşmadıkça-onu satana aittir. Her kim bir köle satacak olursa o kölenin malı -satın alan onu şart koşmadikça- satana aittir. " Buhârî, BuyvV 90. Şirb 17: Müslim. Buyu 80; Ebû Dâvûd, Büyü' 42: Nesâî, Buyû’ 76: İbn Mâce, Ticanîı 31; Müsned, H, 9. İlim adamlarımız derler ki: Aşılanmış hurmanın satışta şart koşulmadıkça asıllarla (ağaçlarla.) birlikte saulmayış sebebi şundan dolayıdır: Çünkü hurma meyve olarak bu durumda mevcuttur ve çoğunlukla da onun düşeceğinden emin olunur ve bunun bir zaran olmaz. Aşılanmamış bir hurma ağacı ise böyle değildir. Zira onun mahsûlünün düşeceğinden emin olunamaz ve o bakımdan böyle bir şeyin varlığı da muhakkak değildir. Bundan dolayı satıcının böyle bir şeyi (mahsûlünü toplamayı) şart koşması da, istisna etmesi de câiz değildir. Çünkü böyle bir haldeki ağacın meyvesi cenin gibidir. Malik'in mezhebinde meşhur olan görüş budur Bunun istisna edilmesinin câiz olduğu da söylenmiştir, Bu da Şâfiî'nin görüşüdür. 4. Yalnız Ağaçları Satın Alanın Meyveyi Satın Alma Durumu: Şayet ağaçlar satın alınıp da mahsul satana kalırsa, ağaçları satın alanın mahsulü -Mâlik'in meşhur olan görüşüne göre- olgunlaşmadan önce satın alması da câiz olur. Malik bu durumda -akitte müstakil olarak sözkonusu edilmiş olsa dahi- meyvenin asla (ağaca) tabi olarak hüküm taşıdığı görüşündedir. Yine ondan gelen bir rivâyete göre; bundan sonra böyle bir satış câiz olmaz. Şâfiî, Ebû Hanü'e, es-Sevrîr Zahiri âlimler ile hadis ilmiyle uğraşan fukaha da böyle demişlerdir. Meyvenin olgunlaştığı ortaya çıkmadan önce satılmasını yasaklayan hadislerden daha kuvvetli anlaşılan görüş budur. 5. Aşılı ve Aşılayıcı Hayvanların Satılması: Bu bahis ile İlgili hususlardan birisi de aşılayıcı develer (el-melâkih)in satılmasıdır. Melâkih, erkek develer demektir Tekili, "Mulkih" gelir. Yine "el-melâkih", karnında yavrusu bulunan dişi deve demektir. Bunun tekili de "Mulkaha"dır, "el-Melâkîh" ise, dişi develerin karmlarındaki ceninler demek olup bunun tekili ise "melkûha" ...diye gelir. Bu da Arapların; İşkalı olundu" ifadelerinden alınmadır. Tıpkı Sıtma, oldu" lâfzından "mahmûm: Sıtma olmuş" kelimesinin, "Cyrh Delirdi" kelimesinden de "mecnûn: deli" kelimesinin gelmesi gibi. İşte bu konuda Hazret-i Peygamberin yasak bildiren hükmü gelmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan, dişi hayvanların karınlarında bulunanları satmak demek olan "el-mecr"i yasakladığı rivâyet edildiği gibi Bk. İbn Mâce, Ticarât 24; Muvatta’, Buyfı 63: Müsned, III. 42 medâmîn ve melâkih'in satılmasını da yasaklamıştır. Muvatta’, Buyû’ 63 Ebû Ubeyd der ki: Medâmîn, döl yataklarında bulunan ceninler demektir. Melâkih ise, erkeklerin sulblerinde bulunan demektir. Bu, Said b. el-Müseyyeb'în ve diğerlerinin de görüşüdür. Bunun aksi de söylenmiş ve şöyle denilmiştir: Medâmîn, erkek develerin sırtlarında bulunanlar, Melâkih ise dişi develerin döllerinde bulunanlardır. Bu da İbn Habîb ve diğerlerinin görüşüdür. Durum ne olursa olsun, müslüman âlimler, bu satışların câiz olmadığını icma ile kabul etmişlerdir. el-Müzenî de İbn Hişarn'dan bir şâhid (şahit beyit) getirerek, "melâkih"in, döl yataklarındakî ceninler olduğunu ifade eden bir bedeviye ait şu beyiti zikretmektedir: "Benim en büyük temennim, döl yataklarında bulunan melâkîh'tir Bir süre sonra o döl yataklarında bulunanlar yavrular," el-Cevherî de buna dair şahit olarak şairin şu beyitlerini zikretmektedir: "Bizler salınmış develeri kovalamayı İnlemekten ve dilencilik etmekten daha hayırlı bulduk Hem de bu sene için ve gelecek sene için Yapılan henüz hamile kalmamış, oldukça yaşlı devenin karnında aşılanmış deve va'dinden de." Yüce Allah'ın: "Gökten de bir su indirip onunla sizleri suladık" âyeti, bulutlan yağmur indirdik, demektir, Bir kimsenin üstünde bulunup da onu gölgelendiren her şeye "sema; gök" ismi verilir. "Gökten" ifadesinin, gök tarafından anlamında olduğu da söylenmiştir. İşte Biz, indirdiğimiz bu yağmuru, hem sizin su içme ihtiyacınızı karşılamak için, hem davarlarınızın, hem de topraklarınızın sulanması için yarattık. (.........) ile, in aynı anlamda (suladı) olduğu söylendiği gibi, farklı olduğu da söylenmiştir. Buna dair açıklamalarımız, daha önceden (el-Bakara, 2/60. âyet, 1. başlıkla) geçmiş bulunmaktadır. "Bunları siz biriktiremezsiniz." Yani, bunun hazineleri sizin yarımızda değildir. Bu suyu depolayan ve dilediğimiz vakit indiren, dilediğimiz vakitle de tutan Biziz. Yüce Allah'ın: "Ve gökten tertemiz bir su indirdik" (el-Furkan, 25/48) âyeti ile: "Gökten belli bir miktarda su indirdik ve o suyu yerde durdurduk. Gerçekten Bizim onu gidermeye de gücümüz yeter" (el-Muminun, 23/18) âyetleri de buna benzemektedir. Süfyan der ki; Siz, yağmurun yağmasını önleyemezsiniz, anlamındadır. 23Muhakkak ki Biz, evet Biz, hem diriltiriz, hem de öldürürüz. Vâris olacaklar da Bizleriz. Yani, dünyaya ve onun üzerindekilere mirasçılar Biz olacağız. Bizden başka hiçbir kimse kalmayacaktır. Bunun bir benzeri yüce Allah'ın: "Arza ve üzerindekilere elbet Biz mirasçı oluruz" (Meryem, 19/40) âyetidir. Her şeyin mülkü Allah'ındır. Kullarının mülkü ölmeleri ile sona erer ve bu konudaki iddiaları da biter, Bu âyeti kerimedeki "diriltme" nin, rahimlerde nutfenin canlandırılması olduğu da söylenmiştir. Öldükten sonra dirilişi yüce Allah bundan sonra: "Şüphe yok ki, Rabbin onları toplayacak olandır" (25. âyet) âyetinde sözkonusu etmektedir. 24Yemin olsun ki, sizden önce gelip geçenleri de Biz bilmişizdir, sonra gelenleri de bilmişizdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Allah'ın Bilgisi Her Şeyi Kuşatmıştır: Yüce Allah’ın: "Yemin olsun ki, sizden önce gelip geçenleri de Biz bilmişizdir, sonra gelenleri de bilmişizdir" âyeti ile ilgili sekiz ayrı açıklama yapılmıştır: 1- Yaratılıştan bugüne kadar "önce gelip geçenleri" ve henüz yaratılmamış olup, "sonra gelecekleri" bilmişizdir. Bu açıklamayı Katade, İkrime ve başkaları yapmıştır 2- "Önce gelip geçenler"den kasıt ölüler, "sonra gelenler"den kasıt ise hayatta olanlardır. Bunu da İbn Abbâs ve ed-Dahhâk söylemiştir. 3- "Önce gelip geçenler"den kasıt, Muhammed ümmetinden olup daha önceden geçenler, "sonra gelenler"den kasıt ise, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın sair ümmeti demektir. Bu açıklama da Mücahid'e aittir. 4- "Önce gelip geçenler"den kasıt, itaat ve hayırda öne geçenler, "sonra gelenler"den kasıt, masiyet ve şer dolayısıyla geri kalanlardır. Bu açıklamayı el-Hasen ve yine Katade yapmışlardır. 5- "Önce gelip geçenler" Savaş sallarında önde olanlar, "sonra gelenler" de Savaş saflarında geri kalanlar demektir. Bu açıklamayı da Said b. el-Müseyyeb yapmıştır 6- "Önce gelip geçenler" cihadda öldürülenler, "sonra gelenler"den kasıt ise, öldürülmeyîp hayatta kalanlar demektir. Bu açıklamayı da el-Kurazî yapmıştır. 7- "Önce gelip geçenler" ilk yaratılanlar, "sonra gelenler" sonradan yaratılanlar demektir. Bu açıkkmayı en-Nehaî yapmıştır. 8- "Önce gelip geçenler" namaz sallarında önde yer alanlar, "sonra gelenler" ise, kadınlar için geri saflarda kalanlar demektir. İşte bütün bunları yüce Allah bilir. O, var olan ve var olmayan her şeyi bilir. Yarattığını ve kıyâmet gününe kadar yaratacağını bilir. Ancak, sekizinci görüş âyetin nüzul sebebidir, Çünkü, Nesâî ve Tirmizî'nın, Ebû'l-Cevzâ'dan rivâyetlerine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın arkasında namaz kılan insanların en güzellerinden bir kadın vardı. Bazıları bu kadını görmemek kastıyla ilk safta yerini alıncaya kadar öne geçerken, bazıları da son safta yer almak maksadıyla geri kalmaya çalışırdı. Rüküa vardığı vakit, koltuğunun altından arkaya doğru bakardı. Bunun üzerine yüce Allah: "Yemin olsun ki Biz sizden, önce gelip geçenleri de bilmişizdir, sonra gelenleri de bilmişizdir" âyetini indirdi.' Tirmizî, Tefsir 15. sûre 1; Nesâî, İınâınc 62; İbn Mâce, İkâmetu’s-Sakit 68; Müsned, I. 305 İbn Abbâs zikredilmeksizın Ebul-Cevzâ'den gelen rivâyet ise daha sahihtir. Tirmizî, Tefsir 15. süre 1. 2. Namazın İlk Vaktinde Kılınması ve İlk Safın Fazileti: Buv namazda namazın ilk vaktinin faziletli olduğuna ve ilk saftın da faziletine delildir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Eğer insanlar ezanda ve birinci saftakileri bilmiş olsalardı, sonra da bu iş için kur'a çekmekten başka bir yol bulmasalardı, hiç şüphesiz kura çekme yoluna giderlerdi." Buhârî, Ezan 9. 32. Sehnd.il 30; Müslim, Salât 129; Tirmizî, Sakıt YL. Nesâî, Mevükît 22r Ezan 31: Muvatta’; Salâtu'l-Cemaâ 6. N'İdS 3; Müsned, İL 303, 533 Buna göre bir kimse zeval vaktinde gelip de İmâma yakın bir yerde birinci salla yer alırsa, fazilet itibariyle üç mertebeyi elde eder. Vaktin başı, birinci saf ve İmâma yakınlık. Zevale yakın gelip de son safta yer alır, yahut da birinci saftan geride yer alırsa, böyle bir kimse vaktin başındaki fazileti elde etmekle birlikte birinci safta namaz kılma faziletiyle İmâma yakın olma faziletini kaçırmış olur. Şayet zeval vaktinde gelir de İmâmın arkasından başka bir yerde ve fakat birinci safta yer alırsa, böyle bir kimse vaktin başında camiye gelme faziletiyle birinci safın faziletini kazanmış, ancak İmâma yakınlık faziletini kaybetmiş olur. Eğer zevalden sonra gelir ve birinci safta yer alırsa, vaktin başında gelme faziletini kaçırmış, bununla birlikte birinci safta durma faziletiyle İmâma yakın olma faziletini elde etmiş olur ve bu böylece devam eder gider. İmâma yakın olmak, herkesin elde edebileceği bir yer değildir. Çünkü, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Aranızdan ergenlik yaşına gelmiş ve olgun akıl sahibi kimseler hemen benim arkamda yer alsınlar." Müslim, Salat 122: 125; Ebû Dâvûd, Salflt 95: Tirmizî, Salat 54; Nesâî, İmime 23; 26; İbn Mâce, İkametus-Salat 45; Dârimî, Salât 51; Müsned, I, 457, IV, 122. hadisinde düzenlediği gibi olmalıdır. Buna göre İmâmın yakınında duran kimselerin bu nileliklere sahip olmaları gerekmektedir- Böyle olmayan bir kimse İmâma yakın bir yerde safta yerini alırsa, onun geri gitmesi istenir, böyle olan bir kimse onun yerine geçer. Çünkü, böyle bir kimsenin İmâma yakın yerde durması, şeriat sahibinin emrinin bir gereğidir. Tıpkı mihrabın, önce veya sonra gelmiş olsa bile İmâmın durduğu yer olması gibi. Bu açıklamayı da İbnüM-Arabî yapmıştır. Derim ki: Ömer (radıyallahü anh)'ın: Ey filan, geriye geç- Ey filan öne geç demesi, ondan sonra da kendisinin öne geçip tekbir alması şeklindeki uygulaması da buna göre yorumlanır. Kâ'b'ın rivâyetine göre, bu ümmetten bir adam secdeye kapanır, fakat onun sebebiyle de onun arkasında duranlara mağfiret olunur Ka'b, bu umut ile mescidin arka saflarında namaz kılmanın yollarını arardı. Onun da naklettiğine göre o bunu Tevraua görmüş idi. Bunu da Tirmîzî el-Hakîm, Nevâdirü'l-Usul adlı eserinde zikretmiştir. İleride yüce Allah'ın izniyle es-Saffat Sûresinde bu hususa dair daha geniş açıklamalar gelecektir. 3. Namazda ve Cihadda İlk Saf; Bu âyet-i kerîme, namazda ilk saffın faziletine delil olduğu gibi, Savaşta da ilk saffın faziletine delil teşkil etmektedir. Çünkü, düşmanın tam karşısında ayakta dikilmeye ve kulun Allah'a kendisini satmasına denk hiç bir amel yoktur. O bakımdan, bu safta yer almak için öne geçmek daha faziletlidir. Bu hususta hiç bir görüş ayrılığı yoktur ve anlaşılmayacak kapalı bir tarafı da bulunmamaktadır Savaşta, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın önüne hiç bir kimse geçmiyordu. Çünkü o, insanların en kahramanı idi. el-Berâ b. Azib der ki: Allah'a yemin ederim ki, Savaş kızıştığında biz onunla kendimizi korurduk. Bizim en kahramanımız ise, ancak onun -Pegyamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kastediyor- ile aynı hizada yerini alabiliyordu. Müslim. Cihad 79, 25Şüphe yok ki Rabbin, onları toplayacak olandır. O, Hakimdir, her şeyi bilendir. "Şüphe yok ki Rabbin, onları" hesaba çekmek ve amellerinin karşılığını vermek üzere "toplayacak olandır. O, Hakîmdir, her şeyi bilendir" âyetine dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara, 2/32. âyet. 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 26Yemin olsun ki Biz insanı, kuru bir çamurdan değişmiş, şekillenmiş bir balçıktan yarattık. "Yemin olsun ki Biz insanı" yani. Âdem (aleyhisselâm)'ı "kuru bir çamurdan" anlamı verilen "salsâl", İbn Abbâs ve başkalarından nakledildiğine göre kuru çamur demektir. Yine bu kelime kuma karıştırılmış sıcak çamurun kuruduktan sonra ses vermesine denilir. Eğer bu, ateşte pişirilecek olursa, o takdirde bu fehhâr (seramik) olur. Bu açıklama da Ebû Ubeyde'den nakledilmiştir. Müfessirlerin çoğunun kabul ettiği görüş de budur. Dilciler de şöyle bir mısra nakletmektedirler: "Ses çıkaran ve yerinde durmayıp çokça hareketli kimsenin koşması gibi." Mücahid der ki: Salsâl, kokuşmuş çamur demektir. el-Kisaî de bunu tercih etmiş ve şöyle demiştir; Bu, Arapların etin kokmasını anlatmak üzere kullandıkları; Et koktu" tabirinden alınmıştır. İster pişmiş olsun, ister çiğ olsun fark etmez. Bunun muzarî şekli; “.....” şeklinde, mastarı da; ...diye gelir. el-Hutay'a der ki: "İşte o, tenceresinde olanı dahi feda eden bir delikanlıdır O elinde, kokuşmuş olan eti dahi bozmaz," "Ona değdiğin takdirde demir gibi ses veren çamur," demektir. Hazret-i Âdem, önce parçalan dağınık toprak halinde idi. Sonra ıslatıldı, çamur oldu. Sonra da "hame-i mesnûn" yani, değişikliğe uğramış çamur haline gelinceye ve kokuşuncaya kadar bırakıldı. Sonra da kurudu ve ondan sonra da ses veren bir balçık haline geldi. Cumhûrun görüşüne göre bu böyledir, el-Bakara Sûresinde (2/31. âyet 1. başlıkta) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. "Kara çamur" demektir. "Mim" harfinin sakin okunması da aynı anlamdadır Buradan türeyen bir kelime olarak (ve mastarındaki mim harfi sakin okunarak): Kuyunun dibindeki çamuru çekip çıkardım," denilir. (Mastarındaki mim fethalı olarak): Kuyunun dibindeki çamur çoğaldı," anlamındadır. Kuyuya çamur bıraktım, demek olur. Bu açıklamalar İbn es-Sikkifden nakledilmiştir. Ebû Ubeyde der ki: "Mim" harfi sakin olarak; kelimesinin çoğulu; şeklinde gelir. Mastarı ise, şeklinde olup, daha sonra da bu isim olarak kullanılmıştır "Değişikliğe uğramış" demektir. İbn Abbâs der ki: (Hame-i Mesnûn) ıslanmış, kokuşmuş ve sonra da seramik gibi ses veren hale gelmiş toprak demektir. Mücahid ve Katade'nin görüşü de buna benzemektedir. Onlar derler ki: Hame-i Mesnûn, değişikliğe uğramış ve kokuşmuş çamur demektir. Bu da Arapların; Su değişikliğe uğrayıp kokuştu," ifadesinden alınmıştır. Yüce Allah'ın: "Bozul(ma)mış" (el-Bakara, 2/259) âyeti ile; "Değişmeyen su" (Muhammed 47/15) âyeti da buradan gelmektedir. Şair Ebû Kays b. el-Eslet'in şu beyiti de buradan gelmektedir: "Susuzluğumu üzüm salkımlarının suyu üzerine dökülmüş miski andıran Kötü kokusu olmayan bir tükürükle giderdi." el-Ferrâ' der ki: Bu kelime "değişikliğe uğramış” demektir. Bunun da aslı, Arapların; Taşı taşın üzerine sürttüm" ifadelerinden alınmadır. Bu durumda iki taştan çıkan ince toza da; denilir. Biley taşı" da buradan gelmektedir. Şair der ki: "Sonra elimi beline koyup kırmızı kubbeye kadar (çektim) O da iyice düzeltilmiş (bileylenmiş) bir mermer üzerinde yürüyerek," Nakledildiğine göre Yezid b. Muaviye babasına şöyle demiş: Hasan’ın oğlu Abdurrahman'ın senin kızın hakkında şiir söylediğini duymadın mı? Muaviye, ne demiş dîye sorunca, Yezid dedi ki: O şöyle diyor: "O, apaydınlıktır; dalgıcın çıkardığı bir inci gibi; Sarıp sarmalanmış cevherden ayrılmış." Muaviye: Doğru söylemiş, deyince, Yezid: O, şunları da söylüyor dedi: "Sen onu nisbet edecek olursan, üstün faziletlerin zirvesinde (bulursun) Daha aşağıda onu bulamam." Muaviye, yine doğru söylemiş deyince; bu sefer Yezid: Peki, Onun: "Elimi beline doladım..." şeklindeki beyiti hakkında ne dersin deyince; bu sefer Muaviye, yalan söylemiş, diye cevap verdi. Ebû Ubeyde der ki: (Meale: "Değişmiş" anlamı verilen): "Mesnûn" dökülmüş demektir. Bu da Arapların; Suyu ve başka şeyi yüzün üzerine döktüm" ifadelerinden alınmıştır. Dökmek, boşaltmak" demektir. Ali b. Ebi Talha da İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir; "Mesnün", kuru olmayan, yaş, nemli demektir Bu da dökülen şey anlamındadır. Çünkü bir şey ancak yaş iken dökülebilîr. en-Nehhâs der ki: Bu güzel bir açıklamadır. Çünkü, onu döktüm; anlamında; denilir, Ebû Amr b. el-Alâ der ki: Hazret-i Ömer (Allah ondan razı olsun) hakkında rivâyet edilen; O suyu yüküne dağıtmaksıüın döker ve onu etrafa sıçratarak dağıtmazdı" ifadesi de buradan gelmektedir. Sîbeveyh de der ki: "Mesnûn" şekillenmiş, suredendin İmiş demektir. Bu da Yüzün şeklî, sureti" tabirinden alınmıştır. Şair Zu'r-Rimme der ki; "Sana çirkin olmayan, pütüzsüz ve düz, onda her hangi bir siyah ben de bulunmayan, Bir yara bere izi de bulunmayan bir yüz (suret) gösterir." el-Ahfeş der ki: "Mesnûn", ayakta ve dimdik dikilen demektir. Bu da Arapların, nlsbeten uzun olan yüz hakkında kullandıklara ifadelerinden alınmadır. Salsâl'ın, ince toprak anlamına geldiği de söylenmiştir. Bunu el-Mehdevî nakletmiştir. Salsâl'ın, kokuşmuş çamur demek olduğunu söyleyenlerin kanaatine göre, bunun köküdır ve ikî i'lâm"dan birisini "sadBa dönüştürmüştür. "Bir balçıktan" ifadesi ise "salsal"ın (kuru çamurun) türünü açıklayıcı bir ifadedir. Bu da; Ben bunu Araplardan bir adamdan aldım, ifadesine benzemektedir. 27Cânn'ı da daha önceden içeriye nüfüz eden yakıcı ateşten yarattık. "Cânn'ı da daha önceden" yani, Âdem'in yaratılışdan önce "...yarattık." el-Hasen der ki: Bununla İblis kastedilmektedir Yüce Allah, İblisi, Âdem (aleyhisselâm)'dan önce yaratmıştır. Ona, "Cann" adının verilmesi, gözle görülmeyip gözden saklı olmasındandır. Müslim'in Sahih'inde Sabit'in, Enes'ten rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah, Âdem (aleyhisselâm)'ı cennette suretlendirdikten sonra Allah dilediği kadar onu bu haliyle bıraktı. İblis, onun etrafında dönüp bunun ne olduğuna bakmaya koyuldu. Onun, içinin boş olduğunu görünce, bu sefer bu yaratığın, kendi arzularına karşı koyamayacak, hakim olamayacak bir şekilde yaratılmış olduğunu anladı." Müslim, Birr İlli Müsned, III. 1Ş2. 229, 240, 254 "İçeriye nüfuz eden yakıcı ateş" ile ilgili olarak İbn Mes'ûd şöyle demiştir: Yüce Allah'ın, Cânn'ı kendisinden yaratmış olduğu deri gözeneklerinden içeriye nüfuz eden ateş (Nârı Semtim), cehennem ateşinin yetmişte bir bölümüdür. İbn Abbâs da şöyle demiştir: Semûm, öldürücü sıcak rüzgâr demektin Yine ondan nakledildiğine göre Semûm, dumanı olmayan ateştir. Yıldırımlar da bu ateşten meydana gelir. Bu, sema ile hicab arasında oluşan bir ateştir. Allah, herhangi bir işi meydana getirecek olursa, bu ateş hicabı delip geçer ve böylelikle yıldırım emrolunduğu yere düşer. İşte sizin işittiğiniz o yıkım sesi, bu hicabın (perdenin) delinip geçilmesinden ötürüdür, el-Hasen de der ki: Nâr-ı Semûm, önünde hicabın yer aldığı bir ateştir. Sizin işittiğiniz bulutlar arasındaki gürültü, onun sesidir. Yine İbn Abbâs'tan şöyle dediği nakledilmektedir: İblis, kendilerine cin denilen meleklerin kabilelerinden bir kabileye mensuptu. Bunlar, melekler arasında semum ateşinden yaratılmışlardı. (İbn Abbâs devamla dedi ki): Kur'ân-ı Kerîm'de kendilerinden söz edilen cinler ise, "dumansız ateş"den yaratılmışlardır. (Bk. er-Rahmân, 55/15.) Derim ki; Bu, tartışılabilir bir görüştür. Bu konuda tartışmayı ortadan kaldırabilecek sağlam bir senede ihtiyacı vardır. Zira böyle bir iddia mücerred görüşe dayanılarak ileri sürülemez. Müslim, Urve yoluyla Hazret-i Âişe'nin şöyle dediğini kaydetmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Melekler nurdan yaratıldı. Cân (cinler) de dumansız ateşten yaratıldı, Âdem de size anlatılan şeyden yaratıldı. " Müslim, Zühd 60; Müsned, VI, 153. 168. Buna göre, Hazret-i Peygamberin: "Melekler nurdan yaratıldı" âyeti, bütün meleklerin böyle olmasını gerektirmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. el-Cevherî der ki: "Mâric", cinlerin kendisinden yaratılmış olduğu dumansız bir ateştir. Semûm ise, sıcak rüzgâr demektir. Buradan; "Günümüz zehir oldu" denilir, Bu şekildeki bir güne; " Zehirli gün" denilir. Çoğulu ise; (.........) şeklinde gelir. Ebû Ubeyde der ki: Semûm rüzgârı gündüzün eser, nadiren geceleyin de eser. Harûr (çok sıcak) ise? geceleyin eser, nadiren gündüzün eser. el-Kuşeyrî der ki: Oldukça sıcak rüzgâra "semûm" adının verilmesi, derinin mesamatına (gözeneklerine) girmesinden dolayıdır. 28Hani Rabbin meleklere şöyle demişti: "Ben, kuru bir çamurdan, değişmiş ve şekillenmiş balçıktan bir beşer yaratacağım; 29"O halde onun yaratılışını tamamlayıp ona ruhumdan üflediğim zaman siz de derhal onun için secdeye kapanın." Yüce Allah'ın: "Hani Rabbin meleklere şöyle demişti..." âyeti ile ilgili açıklamalarımız daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/30. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Ben, kuru bir çamurdan, değişmiş ve şekillenmiş balçıktan bir beşer yaratacağım. O halde, onun yaratılışını tamamlayıp " onun hilkatini ve suretini düzenleyip "ona ruhumdan üflediğim zaman, siz de derhal onun için secdeye kapanın." "Üfleme"; rüzgârı bir şeyin içinden geçirmek demektir. Ruh ise, gözle görülemeyen latif bir cisimdir. Yüce Allah'ın, adeli (sünneti) bu cisim ile bedende hayatı yaratma şeklinde cerayan edegelmiştir. Bunun hakikati İse, yaratmanın yaratıcıya izafe edilmesinden ibarettir Çünkü ruh, Allah'ın yarattığı şeylerdendir. Yüce Allah'ın bunu, kendi nefsine izate etmesi ise, şerefini yükseltmek ve onu yüceltmek içindir. Nitekim: "Benim arzım; Benim semam, Benim evim, Allah'ın devesi, Allah'ın ayı ifadeleri de buna benzemektedir. Yine: "Ve kendinden bir ruhtur" (en-Nisâ, 4/171) âyeti da bu açıdan buna benzemektedir Nisa Sûresi'nde (işaret edilen âyette) buna dair açıklamalar genişçe geçmiş bulunmaktadır. Aynı şekilde "et-Tezkire" adlı eserimizde de ruhun latif bir cisim olduğuna, nefsin ve ruhun aynı şeyin iki ayrı ada olduğuna dair varıd olmuş hadisleri zikretmiş bulunuyoruz. İleride de buna dair açıklamalar inşaallah gelecektir. "Ruh" hayatın kendisidir, diyen kimseler, bedene ruh verildiği zaman hayat bulur, demek isterler. "Siz de derhal onun için secdeye kapanın" yani, onun için secde edin. Bu secde, bir selâmlama ve bir İkram secdesidir. İbadet kastıyla yapılan bir sücud değildir. Allah, dilediğini üstün kılma hakkına sahiptir. O, peygamberleri meleklerden üstün kılmıştır. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/34. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. el-Kaffâl der ki: Melekler, Hazret-i Âdem'den daha faziletli idiler. Büyük ve üstün sevap konusunda İşarette bulunmak üzere ona secde etmekle onları sınamış oldu. Mutezilenin kabul ettiği görüş de budur. Bir diğer açıklamaya göre, onlara Âdem'in yakınında Allah'a secde etmeleri emredilmişti ve Hazret-i Âdem onların secdeleri için bir kıble durumunda idi. 30Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde ettiler. 31İblis müstesna O, secde edenlerle beraber olmayı kabul etmedi. Yüce Allah'ın: "Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde ettiler. İblis müstesna" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Ben sana emrettiğim halde seni secde etmekten alıkoyan nedir?" (el-A'raf, 7/12) âyeti dolayısıyla İblis'in de secde etmekle emr olunduğunda hiç bir şüphe yoktur Onu, secde etmekten alıkoyan ise, büyüklük caslamasi ve kendisini secde edecek kadar küçük görmemesîdir. Nitekim, el-Bakara Sûresi'nde (2/34. âyet, 7. başlıkta) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Diğer taraftan şöyle de denilmiştir: İblis, aslında meleklerden idi. O bakımdan bu istisna, cinsten yapılmış (muttasıl) bir istisnâdır. Başkaları da; İblis meleklerden değildi, derler. O bakımdan, buradaki istisna munkatı' bir istisnâdır, demişlerdir. Bütün bunlara dair açıklamalar, yine el-Bakara Sûresi'nde (2/34. âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. İbn Abbâs der ki: "Cânn" cinlerin babasıdır ve bunlar şeytan değildirler. Şeytanlar, İblis'in çocuklarıdır Onlar ancak İblis ile birlikte öleceklerdir Cinler ise ölürler, onların kimisi mü’mindir, kimisi kâfirdir. Âdem, insanların babasıdır. "Cdrtn" cinlerin babasıdır. İblis ise şeytanların babasıdır. İbn Abbâs'ın bu görüşünü el-Maverdî nakletmiştir. el-Bakara Sûresi'ndeki açıklamalar ise bundan farklıdır o bakımdan bu hususla yapılmış açıklamaların orada da takip edilmesi gerekir. 2. Cinsten Yapılan İstisna ile İlgili Görüşler: Cinsleri, aynı cinsten olmayan şeylerin istisna edilmesi, Şâfiî'ye göre sahihtin Öyle ki bir kimse: Filanın benim üzerimde bir dinar alacağı vardır, ancak bir elbise müstesna, yahut da benden on elbise alacağı vardır, bir ölçek buğday müstesna ve buna benzer şekilde istisnalar yapacak olursa, bu makbul bir istisnadır. Ve sözünü ettiği meblağdan o elbisenin veya buğdayın kıymeti düşülür. Kile ile ölçülenler; ağırlık ile tartılanlar ve miktar ile belirtilenler arasında bu hususta herhangi bir fark yoktur. Malik ve Ebû Hanîfe -Allah ikisinden de razı olsun- derler ki: Ağırlık ile tarlılan şeylerden kile ile ölçülenlerin ve kile ile ölçülenlerden ağırlık ile tartılanların istisnasının yapılması caizdir. Hatta bir kimse buğdaydan dirhemleri, dirhemlerden de buğdayı istisna edecek olursa, kabul edilir. Ancak kıymeti nazar-i itibara alınan şeyleri kile ile ölçülenlerden, yahut ağırlık ile tartılanlardan istisna ederse veya kile ile ölçülenleri, kıymeti il'ade edilerek belirtilenlerden istisna ederse, - meselâ: Bir elbise müstesna benim on dinar borcum var yahut da bir dinar müstesna, benim on elbise borcum var diyecek olursa- böyle bir istisnâ sahih olmaz ve bu şekilde borç İkrarında bulunanın bütün meblağı ödemesi gerekir. Muhammed b. el-Hasen ise der ki: Cinsten olmayan şeyin istisna edilmesi sahih değildir ve ikrarda bulunan kimse, yaptığı ikrarın tamamını ödemekle yükümlü olur. Şâfiî'nin sözünün delili şudur: istisna lâfzı, hem cins hakkında kullanılır, hem cinsin dışındaki şeyler hakkında kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar orada ne batıl, ne de günahı gerektiren bir söz işitirler. «Selam selam» diye bir söz müstesna." (el-Vakıa, 56/25-26) Görüldüğü gibi burada yüce Allah "selâm" sözünü genel olarak boş sözlerden İstisna etmiştir. İşçe bunun bir benzeri de: "Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan, secde ettiler, İblis müstesna" âyetidir. İblis ise meleklerden değildir. Zaten yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "iblis müstesna, hemen secde etmişlerdi. O ise, cinden olduğu için Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı." (el-Kehf, 18/50) Şair de şöyle demektedir: "Ve bir şehir ki orada ünsiyet verecek hiç bir dost yok Erkek ceylanlar ile beyaz develerden başka." Görüldüğü gibi burada şair, erkek ceylanlar ile beyaz develeri "ünsiyet verecek dostlar"dan istisnâ etmiştir. en-Nâbiğa'nın şu beyiti de buna benzemektedir: Merhum müfessinmiz, bumda herhangi bir beyit zikretmemektedir. Arapça yayını hazırlayanın notuna göre bu; "Ben istisnası bulunmayan bir yemin îçtim ki: Benim arkadaşım hakkında hüsn-ü zandan başka bilgim yoktu" beyiti olmalıdır. 32Buyurdu ki: “Ey İblis, sen ne diye secde edenlerle beraber olmadın?" 33"Ben, kuru bir çamurdan, değişmiş ve şekillenmiş bir balçıktan yarattığın beşer için secde edecek değilim” dedi, Yüce Allah: “Ey İblis, sen ne diye secde edenlerle beraber olmadın?" Yani, secde edenlerden olmana engel olan ne idi? "Ben, kuru bir çamurdan, değişmiş ve şekillenmiş bir balçıktan yarattığın beşer için secde edecek değilim, dedi." Bu sözleriyle İblis, büyüklenmesini, kıskançlığını ve kendisinin ondan daha hayırlı olduğunu açığa vurmuş oldu. Çünkü -kendi kanaatine göre- o, ateştendir ve ateş çamuru yiyip bitirir Nitekim buna dair açıklamalar daha önceden el-A'raf Sûresî'nde (7/12. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 34Buyurdu ki: "O halde çık buradan. Çünkü sen artık kovulmuş birisin." "Buyurdu ki: O halde çık buradan" yani, semavattan yahut Adn cennetinden veya melekler arasından. "Çünkü sen artık kovulmuş birisin," Yani, alevli ateşlerle taşlanacak, uzaklaştırılacak birisin. Lanetlenmiş ve uğursuzluk sahibi olmuş diye de açıklanmıştır, Bütün bunlara dair yeterli açıklamalar, daha önceden Barkara ve A'raf Sûresi'nde (belirtilen âyetlerde) geçmiş bulunmaktadır. 35"Hiç şüphesiz kıyâmet gününe kadar lanet senin üzerinedir." "Hiç şüphesiz... lanet senin üzerinedir." Burada lanetten kasıt Sad Sûresi'nde de (38/78. âyette) belirtildiği gibi yüce Allah'ın öz lanetidir. 36"Rabbim, öyleyse bana tekrar diriltilecekleri güne kadar mühlet ver" dedi. "Rabbim, öyleyse bana tekrar dirilt ilecekleri güne kadar mühlet ver dedi." Iblis'in bu talepte bulunması, yüce Allah nezdindeki üstün mevkiine dua ve istekleri kabul edilecek ehliyette birisi olduğuna duyduğu güvenden ötürü değildir, O, bunun yerine belası daha bir artsın diye azabının ertelenmesini istemiştir. 37Buyurdu ki: "Sen mühlet verilenlerdensin; Tıpkı esenliğe kavuşacağından ümidini kesmiş bir kimsenin yaptığı gibi. O, öldükten sonra dıriltilecekleri güne kadar kendisine mühlet verilmesini istemekle ölmemeyi istemişti, Çünkü öldükten sonra diriliş (baas) gününde de ölüm yoktur, ondan sonra da ölüm yoktur. Ancak yüce Allah: "Buyurdu ki: Sen mühlet verilenlerdensin." Yani, ölümü ertelenen ve geciktirilenlerdensin. 38"Bilinen zamanın günü gelene kadar." "Bilinen zamanın günü gelene kadar." İbn Abbâs der ki: Yüce Allah bununla birinci nefha'yu yani bütün canlıların ölümünü gerçekleştirecek nefhayı kastetmiştir. "Bilinen zamanının Allah'ın bilgisini özel olarak kendisine sakladığı zaman olduğu da söylenmiştir ve İblis bu zamanın ne vakit olduğunu da bilmez. İblis de ölecek, sonra diriltilecektir. Çünkü yüce Allah: "Onun üzerindeki her canlı fanidir." (er-Rahmân, 55/26) diye buyurmaktadır. Yüce Allah'ın İblis ile konuşması hakkında iki görüş vardır. Bu görüşlerden birisine göre yüce Allah onunla elçisi vasıtasıyla konuşmuştur, ikincisine göre ise, İblıs'e ikram ve onu kendisine yakınlaştırmak şeklinde değil de tehdidini ağırlaştırmak üzere onunla konuşmuştur. 39"Rabbim dedi, beni azdırdığından dolayı, yemin ederim ki ben de yeryüzünde onlara (kötülükleri) süslü göstereceğim, onları toptan azdıracağım." Yüce Allah'ın: "Rabbim dedi, beni azdırdığından dolayı, yemin ederim ki ben de yeryüzünde onlara (kötülükleri) süslü göstereceğim." Âyetinde geçen azdırmak, (iğva) ile süslü göstermeye dair açıklamalar daha önce A'raf Sûresi'nde (7/16-17. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Burada sözü edilen İblisin süslü göstermesi iki şekilde olur. Ya masiyetlerin işlenmesi, yahut da onları dünya süsü ile uğraştırarak itaat fiillerini İşlemelerini engellemesi suretiyle olur. "Onları toptan azdıracağım" âyetinin anlamı da şudur: Ben onları hidâyet yolundan saptırıp uzaklaştıracağım. İbn Lehîa Abdullah, Durrâc Ebû's-Semh'den, o, Ebû'l-Heysem'den, o Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İblis dedi ki: Rabbim, izzet ve celâlin hakkı için Âdemoğullarının ruhları bedenlerinde bulunduğu surece onları azdırmaktan geri durmayacağım. Bunun üzerine Rabb şöyle buyurdu: İzzetim ve celalim hakkı için Ben de onlar Benden mağfiret diledikleri sürece günahlarını bağışlayıp duracağım." Bu senediyle: Müsned, III, 76’da iki ayrı senedle de: Müsned, III. 29 ve 41'de 40"Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna." Medinelilerle Kûfelilef: “İhlâsa erdirilmişler" kelimesini "lâm" harfini üstün olarak okumuşlardır. Senin özel olarak seçtiğin ve ihlâsa erdirdiğin kimseler müstesna demektir. Diğerleri ise "lâra" harfini esreli okumuşlardır. Sana ibadetlerini fâsid oluştan ve riyakarlıktan arındırarak ihlâs sahibi olanlar müstesna demektir, Ebû Sumâme'nin naklettiğine göre, Havariler, Îsa (aleyhisselâm)'a yüce Allah'a ihlâs ile ibadet edenler hakkında sormuşlar, o da: "Amel edip de bundan dolayı İnsanların kendisini Övmelerini istemeyen kimsedir" cevabını vermiştir. 41Buyurdu ki: "Benim uymayı taahhüt ettiğim dosdoğru yol budur:" Ömer b. el-Hattâb der ki: Yani, izleyicisini dosdoğru yol üzerinde yürütüp nihayette onu cennete kadar götüren yol budur, demektir. el-Hasen der ki: Buradaki: Benim uymayı taahhüt ettiğim... âyeti: Bana götüren,,," anlamındadır Mücahid ve el-Kisaî der ki: Bu ifade tehdit anlamındadır. Bu, bir kimsenin tehdit ettiği kimseye: Senin izlediğin yol benim aleyhimedir, dönüşün ise bana olacaktır, demesine benzer Yüce Allah'ın: "Çünkü Rabbin gözetlemektedir" (el-Fecr, 89/14) âyetine da benzer. Buna göre ifadenin anlamı şöyle olur: Bu, nihayet dönüşü Bana ulaşacak bir yoldur ve Ben de herkese amelinin karşılığını vereceğim. Bu yoldan kasıt, ubudiyet yoludur. Anlamın; açıklamalar ve belgelerle dosdoğru yolu göstermeyi üstleniyorum, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Tevhit ve hidâyet ile dosdoğru yolu göstereceğim anlamındadır, diye de açıklanmıştır, İbn Şîrîn, Katade, el-Hasen, Kays b. Ubad, Ebû Recâ, Humeyd ve Yakub ise bu âyetteki; kelimesini merfu ve tenvinli olarak okumuşlardır ki, oldukça yüce ve dosdoğru bir yoldur. Yani, din ve hakikati itibariyle oldukça yüksektir, anlamına gelir. Ona zarar verilemeyecek kadar yüksek ve saptırılmayacak, eğriltilemeyecek kadar da dosdoğru bir yoldur, anlamında olduğu da söylenmiştir, 42“Muhakkak Benim kullarım üzerinde senin hiç bir tasallutun olmaz. Azgınlardan sana uyanlar müstesna." Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1. Allah'ın Has Kulları ve Şeytan: Yüce Allah'ın: "Muhakkak Benim kullarım üzerinde senin hiç bir tasallutun olmaz” âyeti ile ilgili olarak ilim adamları şöyle demişlerdir: Bundan kasıt, onların kalpleridir. İbn Uyeyne ise der ki: Benim hakkımı engelleyecek ve çerçevesini aleyhlerine daraltacak şekilde bir günaha düşürmek hususunda şeytanın üzerlerinde bir tasallutu yoktur, demektir. Bunlar Allah'ın hidâyete erdirdiği, beğenip seçtiği ve mümtaz kıldığı kullarıdır. Derim ki: Şöyle denilebilir: Yüce Allah, Hz- Âdem ile Hazret-i Havva'nın durumlarını bize bildirirken: "Bunun üzerine şeytan onları oradan kaydırıp..." (el-Bakara, 2/36) diye buyurmaktadır Yüce Peygamberinin ashabından bir grup hakkında da: "... Ancak yaptıkları bazı işler yüzünden şeytan onları yoldan çıkarmak istemişti" (Âl-i- İmrân, 3/155) diye buyurmaktadır? (Buna ne dersiniz?) Buna cevap, sözü geçen hususlardaki açıklamalardır. İblis'in, mü’minlerin kalpleri ve imanlarının mahalli üzerinde bir tasallutu olmadığı gibi, sonunda kabul edilmeyişe kadar göterecek bir günaha düşürmek konusunda da bir yetki ve otorite sahibi değildir. Aksine onun yapabildiği tevbenin sileceği, izale edeceği, Allah'a sığınmakla da ortadan kaldırabileceği halalara düşürmekten ibarettir. Hazret-i Âdem'in cennetten çıkartılması, daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/36, âyet, 3- başlıkta) açıklaması geçtiği üzere yasaklanmış ağaçtan yemesinin bir cezası değildi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabına dair açıklamalar da yine Âlî İmrân Sûresi'nde (3/155. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Diğer taraftan: "Kullarım üzerinde senin hiç bir tasallutun olmaz" âyetinin, şanı yüce Allah'ın koruduğu kimseler hakkında has olma İhtimali olduğu gibi, çoğu zaman ve haller hakkında böyle olduğu ihtimali de vardır. Diğer taraftan iblisin tasallutunda bir sıkıntının giderilmesi ve bir kederin izale edilmesi de sözkonusu olabilir. Hazret-i Bilal'e yapıldığı gibi. Çünkü şeytan ona çocuğun ninni ile uyutulmaya çalışması gibi, gidip onu uyutmaya çalışmış ve sonunda Hazret-i Bilal uyumuştu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da onun ashabı da uyudu ve ancak güneş doğduktan sonra uyandılar. Bundan dolayı dehşete kapılarak: Namazımız hususundaki kusurumuz dolayısıyla bu yaptığımızın kefareti ne olabilir, demeye koyuldular: "Uyku uyumaktan dolayı bir kusur sözkonusu değildir" Müslim, Mesâcıd 311- Ebû Davüd, Salül II; Tirmizî, Salât 16; Nesâî, Mevâkîr 53: İbn Mâce, Snlitr H); Müsned, V. 298. diyerek, onların sıkıntıları da giderilmiş oldu. "Azgınlardan sana uyanlar müstesna" sapık ve müşriklerden sana uyanlar müstesna- Yani, onun tasallutu, otoritesi böyleleri üzerindedir. Bunun delili de yüce Allah'ın: "Onun hakimiyeti ancak kendisini dost edinip de onu Allah'a ortak koşanlar üzerinedir" (en-Nahl, 16/100) âyetidir. 2. Azın Çoktan ve Çoğun Azdan İstisna Edilmesi: Bu âyet-î kerîme ile bundan önceki âyet-i kerîme, azın çoktan, çoğun da azdan istisna edilmesinin mümkün (câiz) olduğuna delildir. Mesela, bir kimse bir dirhem müstesna on dirhem, yahut dokuz dirhem müstesna on dirhem diyebilir. Ahmed b. Hanbel ise der ki: Ancak yan miktar ve ondan daha az olan bir miktarı istisna etmek câiz olur. Bütünden çoğunluğunu teşkil eden bir miktarın istisna edilmesi sahih değildir Bizim delilimiz ise bu âyet-i kerimedir. Çünkü bu âyet-i kerimede "azgınlık" kelimesi "kullar"dan istisna edilmiştir. Aynı şekilde kullar da "azgınlardan istisna edilmiştir. İşte burada daha az olanın genel toplamdan istisna edilmesine ve daha çok olanın da genel toplamdan istisna edilmesine, bunların câiz olduğuna delil teşkil etmektedir. 43"Şüphesiz ki onların hepsine va'dolunan yer cehennemdir." 44"Onun yedi kapısı vardır. Her kapıya onlardan ayrılmış belli bir pay vardır." "Şüphesiz ki onların hepsine" İblis'e ve ona uyanlara "va'dolunan yer cehennemdir. Onun yedi kapısı" yani, birbiri üstünde katları "vardır. Her bir kapıya" her bir tabakaya "onlardan ayrılmış belli" bilinen bir "pay vardır." İbnü'l-Mübarek der ki: Bize İbrahim Ebû Harun el-Ganavî haber vererek dedi ki: Ben. Hittan b. Abdullah er-Rakaşi'yi şöyle derken dinledim: Ben, Ali (radıyallahü anh)'ı şöyle derken dinledim: Cehennemin kapılarının nasıl olduğunu biliyor musunuz! Biz: O kapılar da bizim kapılarımız gibidir, dedik. Hayır dedi. O fcapi&r-rşîe' bu şekilde biri diğerinin üstündedir. 'Cs-Szltbîşunu âa ckter: Ve ellerini biri diğerinin üstüne koydu-. Allah, cennetleri arzın üzerine yerleştirdi. Ateşi ise biri diğerinin üstünde (tabakalar halinde) koydu. Bunun en aşağısı cehennemdir. Onun üstü el-Hutama, onun üstü Sekar, onun üstü Cahîm, onun üstü Lazâ, onun üstü Saîr, onun üstü de Hâviye'dir. Her bir kapı (tabaka) kendisinin bir üsetekinden yetmiş kat daha sıcaktır. Derim ki: Evet, bu yorum bu şekilde gelmiştir, Ancak, İlim adamlarının çoğunluğunun kabul ettiği görüş, cehennemin, ateşin en üst basamağı olduğu ve buranın Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetinin isyankârlarına tahsis edildiği şeklindedir, Ahalisinin tamamiyle boşalacağı ve rüzgârların kapılarını bir birine çarpacağı ateş tabakası da budur. Ondan sonra Lazâ gelir, ondan sonra Hulama, ondan sonra Saîr, ondan sonra Sakar, ondan sonra Cahîm, ondan sonra da Hâviye gelir. ed-Dahhâk der ki: Ateşin en üst basamağında Muhammed ümmetinden olanlar, ikincisinde hristiyanlar, üçüncüsünde yahudiler, dördüncüsünde sabüler, beşincisinde mecusiler, altıncısında Arap müşrikleri, yedincisinde ise münafıklar, Fir'avun hanedanı ve Hazret-i Îsa'ya sofra indirilmesini isteyip de indirildikten sonra onu İnkâr edenlerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz münafıklar cehennemin en aşağı tabakasındadırlar." (en-Nisâ, 4/145) Buna dair açıklamalar da daha önce Nisa Sûresi'nde (anılan âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Fir'avun hanedanını azâbın en şiddetlisine sokun." (el-Mu'min, 40/46) Sofranın indirilişini görenlerden kâfir olanlar hakkında da; "Ama bundan sonra sizden kim kâfir olursa, Ben onu âlemlerden kimseyi azaplandırmayacağım bir azapla azaplandıracağım." (el-Mâide, 5/115) diye buyurmaktadır- Muâz b. Cebel (radıyallahü anh) da bu ümmetin kötü ilim adamlarını cehennemin bu kapılarına ayrı ayrı paylaştırmıştır. Biz bunu "et-Tezkire" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz.' Bk. et-Tezkire, a. 445 Tirmizî, İbn Ömer'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Cehennemin yedi kapısı vardır. Bu kapılardan birisi, ümmetime karşı kılıç çeken kimseleredir." (Tirmizî) dedi ki: Bu, garip bir hadistir. Tirmizî. Tefsir 15. sûre 2; Müsned, 11, 94 Ubey b. Ka'b der ki: Cehennemin yedi kapısı vardır. Bu kapılardan birisi Harûriye'ye (Hâriciler'e) aittir Vehb b. Münebbıh de der ki: Her iki kapı (tabaka) arasında yetmiş yıllık bir mesafe vardır. Her bir kapı bir üstündekinden yetmiş kat daha sıcaktır. Biz bütün bu hususları "et-Tezkire" adlı eserimizde sozkonusu etmiş bulunuyoruz. Sellânı et-Tavîl, Ebû Süfyan'dan, o, Enes b. Malik'ten rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın: "Onun yedi kapısı vardır. Her kapıya onlardan ayrılmış belli bir pay vardır" âyeti hakkında şöyle dedi: Bir pay Allah'a şirk koşanlar, bir pay Allah hakkında şüphe edenler, bir pay Allah'tan gafil olanlar, bir pay şehvet ve arzularını Allah'a tercih edenler, bir pay Allah'ın gazabını çekerek öfkelerinden yana rahatlama yoluna gidenler, bir pay Allah'tan alacakları mükâfat paylarını kabul etmeyerek arzularını gerçekleştirenler, bir pay da Allah'a karşı büyüklenenleredir. Bunu, el-Halîmî Ebû Abdullah el-Huseyn b. el-Hasen "Minkacü'd-Din" adlı eserinde zikretmiş ve şunları söylemiştir: Eğer bu hadis olarak sabit ise, Allah'a şirk koşan kimselerden kasıt Seneviyye (iki taun kabul edenler)'dır Şüphe edenlerden kasıt, kendilerinin bir ilâhı var mıdır, yok mudur bilmeyenlerdir. Onun şeriatı hakkında bu şeriat O'ndan mıdır, değil midir şüpheye düşenlerdir. Allah'tan gafil olanlar ise Onu kesinlikle inkâr eden ve varlığım kabul etmeyen ddırîlerdir. Şehvet ve arzularını Allah'a tercih edenler ise, Allah'ın rasûllerini, emir ve nehyini yalanladıklarından ötürü sonuna kadar masiyetlere gömülen ve dalanlardır Allah'ın gazabını çekerek öfkelerini rahatlatma yoluna gidenler ise, Allah'ın peygamberlerini ve Allah'ın yoluna davet eden diğer kimseleri öldürenler, kendilerine samimiyetle öğüt verenlere, yahut da yollarından başka bir yol İzleyenlere azap ve işkence edenlerdir. Allah'tan alacakları payı istemeyerek arzularını gerçekleştirenler İse, öldükten sonra dirilişi ve hesabı inkâr edenlerdir. Bunlar, arzu ettikleri şeylere ibadet ederler ve yüce Allah'tan alacakları bütün (mükâfat) paylarını İstemeyenlerdir. Yüce Allah'a karşı gelen ve baş kaldıran isyankârlar ise, İçinde bulundukları durumun hak mı yoksa batıl mı aldırış etmeyerek hiç bir şekilde düşünmeyen ve ibret almayan ve her hangi bir delili kullanmayan kimselerdir. Bununla birlikte şanı yüce Allah, -eğer bu hadis sabit ise- Rasûlünün muradını en iyi bilendir. Rivâyete göre, Selman el-Farisî (radıyallahü anh) şu: "Şüphesiz ki onların hepsine va'dolunan yer cehennemdir" âyetini işitince korkudan üç gün aklı başından gitmiş halde kaçtı. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna getirildi. Hazret-i Peygamber ona durumunu sorunca, şu cevabı verdi: Ey Allah'ın Rasûlü, şu: "Şüphesiz ki onların hepsine vadolunan yer cehennemdir" âyeti indirildi. Seni hak ile gönderene yemin ederim ki, kalbimi paramparça etti. Bu sefer, şanı yüce Allah: "Takva sahipleri ise muhakkak cennetlerde ve pınar başlarındadır" (mealindeki 45). âyetini indirdi. Bilal (radıyallahü anh) dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine Mescidi'nde tek başına namaz kılıyordu. Bedevi Arap bir kadın yanından geçti, arkasında namaza durdu. Hazret-i Peygamber de arkasında bu kadının namaza durduğunu fark etmedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Onun yedi kapısı vardır. Her kapıya onlardan ayrılmış belli bir pay vardır" âyetini okudu. Kadın, baygın yere düştü. Kadın düşünce Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun çıkardığı sesi işitti. Namazım bırakıp su getirilmesini istedi. Hazret-i Peygamber yüzüne su döktü, nihayet kadın ayılıp oturdu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ey kadın, bu durumun ne?" diye sorunca, kadın: Bu, Allah'ın indirdiği Kitabında yer alan bir âyet müdür, yoksa sen bunu kendiliğinden mi söylüyorsun deyince, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Ey Bedevi kadın, bu okuduğum yüce Allah'ın indirdiği Kitabı Kerîmi'ndendir" Bunun üzerine kadın şöyle dedi: Peki, benim azalarımdan her birisi o cehennemin kapılarından birisinde mi azap görecek? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Ey bedevî kadın, hayır. O kapılarından her birisi için onlardan ayrılmış bir pay vardır. Bu kapıya girme durumunda olanlardan her bir kesim amellerine göre orada azap görecektir" Bunun üzerine kadın şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, ben fakir bir kadınım. Malım yok. Sadece yedi kölem var. Seni şahid tutuyorum ey Allah'ın Rasûlü, bu kölelerden her birisini cehennem kapılarından bir kapı karşılığında yüce Allah'ın rızası için azad ediyorum. Bunun üzerine Hazret-i Cebrâîl gelip şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasûlü, o bedevî kadına, yüce Allah'ın, cehennemin bütün kapılarını ona haram kıldığını, buna karşılık cennetin bütün kapılarını da ona açtığını müjdele." 45Takva sahipleri ise muhakkak cennetlerde ve pınar başlarındadırlar. "Takva sahipleri ise, muhakkak cennetlerde ve pınar başlarındadırlar." Yani, hayasızlıklardan ve şirkten korunan kimseler "cennetlerde" bağ ve bahçelerde "ve pınar başlarındadırlar." Bunlar dört tanedir: Su, şarap, süt ve bal pınarları. İnsan Sûresi'nde sözü edilen pınarlar olan Kâfur, Zencebil ve Selsebil ile Mutat fırın Sûresi'nde sözü geçen Tesnime dair açıklamalar ve bu pınarların başında bulunacak kimseler, yüce Allah'ın izniyle orada sözkonusu edilecektir. "Pınarlar" kelimesinin, "ayn" harfinin ötreli okunuşu asla uygun okuyuştur. Esreli okuyuş ise "ya" harfine riâyet iledir. Her iki şekilde de okunmuştur. 46"Oralara esenlikle, güvenle girin" (denilecek). "Oralara esenlikle, güvenle girin" âyetindeki "Oralara... girin, âyetini genel olarak "elif vasıl ile ve "hı" harfi de ötreli olarak; "Girdi, girer" flitinin emri şeklinde okumuşlardır. Takdiri de: "Oralara girin (denilecek)" şeklindedir. el-Hasen Ebû'l-Âl-iyye ve Ruveys, Yakub'dan, bir önceki kelimenin sonundaki tenvîn ile "elifi vasıl ve "lu" harfini ise esreli olarak ve; " Girdirildi" den meçhul bir fiil halinde okumuşlardır. Allah onları oraya girdirecektir, demektir. Sözü geçen kıraat âlimlerinin; "Rahmetle... girin, cennete" (el-A'raf, 7/49) âyeti ve benzerlerinde izledikleri yol sondaki tenvînî esreli okuyarak vasıl etmek şeklindedir. Ancak, onlar burada hemze üzerindeki harekeyi tenvine vermişlerdir Zira, buradaki elif kat' içindir. Ancak, esreden ötreye bir intikal, sonra da ötreden esreye bir intikal olduğundan dolayı dile ağır gelir. (O bakımdan, az önce belirtilen şekilde okumuşlardır.) "Esenlikle" yani, her türlü hastalık ve afetten kurtulmuş olarak; yüce Allah'ın anlara vereceği bir selam ile, diye de açıklanmıştır. "Güvenle girin" ölmeyeceğinizden, azaba duçar olmayacağınızdan, oradan uza ki aştırmayacağınızdan ve nimetlerin zevale ermeyeceğinden yana emin olarak demektir. 47Biz, onların göğüslerindeki kini söküp attık. Kardeşler olarak, sedirler üzerinde karşılıklı otururlar İbn Abbâs der ki: Cennetlikler, cennete ilk gireceklerinde karşılarına iki pınar çıkar. Bu iki pınardan birisinden içerler. Allah, kalplerinde kin namına ne varsa hepsini giderir. Sonra diğer pınara girerler, orada da yıkanırlar. Renkleri parıldar, yüzleri arınır ve bol nimetlerin parlaklığı üzerlerinde görünür. Buna benzer bir ifade Ali (radıyallahü anh)'dan da rivâyet edilmiştir. Ali b. el-Hüseyn de der ki: Bu âyet-i kerîme Ebû Bekr, Ömer, Ali ve sair ashab-ı kiram hakkında inmiştir. O, bu sözleriyle cahiliye döneminde aralarında bulunan kinin yok oluşunu kastetmektedir- Ancak, birinci görüş daha kuvvetlidir ve âyetin siyakı da buna delil teşkil etmektedir. Yine Alî (radıyallahü anh) der ki: Ben, Talha ve ez-Zübeyr'in bumda sözü geçenlerden olacağımızı ümid ederim. "Kin ve düşmanlık" demektir. "Çaldı, hainlik etti" anlamındaki fiilin buradan geldiği söylendiği gibi, bu kelimenin; 'den geldiğini ve bunun da ganimetten hırsızlık yapmak demek olduğu da söylenmiştir. Bunun fiili ise, şeklinde kullanılır. Hainlik anlamında; şekli kullanılır. Nitekim şair şöyle demiştir "Allah bizim yerimize Nevfel kızı Hamza'yı cezalandırsın. Emanete hainlik edip yalan söyleyeni cezalandırması gibi." Buna dair açıklamalar bundan önce Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/161. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Kardeşler olarak; sedirler üzerinde karşılıklı otururlar." Yani, birbirleri arasındaki ilişkilere riâyetle ve birbirleri ile sevgi ve bağlılık dolayısıyla biri diğerinin arkasına bakmaz. (Yüz yüze otururlar.) Bu açıklama Mücahid ve başkalarından nakledilmiştir. Şöyle de denilmiştir: Oturdukları sedirler, istedikleri gibi döner ve onlardan kimse kimsenin arkasını görmez. Yine "karşılıklı otururlar" âyetinin eşleri onlara, onlar da eşlerine sevgi ile yönelirler, anlamında olduğu da söylenmiştir. " Sedirler" kelimesi, 'ın çoğuludur. "Yeni" kelimesinin çoğulunun oluşu gibi. Bu kelimenin "sürûr"dan geldiği de söylenmiştir. O bakımdan sedir (şerir) âdeta sürür (sevinç) için hazırlanmış yüksekçe bir yer olması dolayısıyla bu ismi almış gibidir. Ancak birinci açıklama daha kuvvetli görünmektedir. İbn Abbâs der ki: Onlar, yakut, zeberced ve inci ile süslenmiş sedirler üzerinde oturacaklardır. Sedir'in bir tanesi San'a'dan Câbiye'ye kadar ve Aden ile Eyle arasındaki meşale kadar bir alan kaplayacaktır. "Kardeşler olarak" ifadesi ise, "takva sahipleri"nden hal olmak üzere nasb edilmiştir. Yahut da "oralara... girin" deki zamirden veya "güvenle" anlamındaki kelimedeki zamirden hal olarak nasb edilmiştir. Yahut da "göğüslerindeki" âyetindeki "onlar" anlamını veren zamirden mukadder bir hal de olabilir. 48Orada onlara hiçbir yorgunluk dokunmaz. Onlar oradan çıkarılacak da değillerdir. "Orada onlara hiçbir yorgunluk" bitkinlik, halsizlik "dokunmaz. Onlar oradan çıkarılacak da. değillerdir." Bu da cennet nimetlerinin ebedi ve sonu gelmeyen nımetler olduğuna, cennete girecek olanların orada devamlı kalacaklarına delildir. Orada cennetin yiyecekleri de devamlıdır. "İşte bu bizim rızkımızdır, tükeneceği yoktur." (Sâ'd, 38/54). 49Kullarıma haber ver ki: "Ben, gerçekten Ben Gafûr ve Rahîmim; 50"Ve hiç şüphesiz Benim azabım da elbette can yakacak bir azaptır." Bu âyet-i kerîme, Hazret-i Peygamberin şu âyeti ile aynı muhtevayı dile getirmektedir: "Eğer mü’min, Allah'ın nezdindeki cezalandırmayı bilecek olsaydı, hiçbir kimse onun cennetine (girmeyi) ümid etmezdi. Şayet kâfir, Allah'ın nezdindeki rahmeti bilmiş olsaydı, hiç bir kimse onun rahmetinden ümid kesmezdi." Bu hadisi Müslim, Ebû Hüreyre yoluyla rivâyet etmiştir. Müslim, Tevbe 25; Tirmizî, Deavat 99; Müsned, II, 334, 397, 4f el-Fâtiha Sûresi'nde (1/3- âyetin tefsirinde) daha önceden geçmiş bulunmaktadır. İşte insanın bu şekilde hem kendisine, hem başkasına hatırlatmada bulunması hem korkutması hem de umutlandırması gerekir. Sağlık halinde korku, hastalık haline göre onda daha baskın bulunmalıdır. Hadîs-i şerîfte belirtildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ashabı kiramın yanına çıkmış ve onların gülmekte olduğunu görünce şöyle buyurmuştur: "Önünüzde cennet ve cehennem bulunuyorken mi gülüyorsunuz?" Bu hususun onlara ağır gelmesi üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Bunu da el-Maverdf ve el-Mehdevî zikretmektedir. es-Sa'lebi'nin, İbn Ömer yoluyla naklettiği Mz ise şöyledir: İbn Ömer dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Şeybeoğullarının girdiği kapıdan yanımıza çıkıp geldiğinde biz gülüyorduk. Bunun üzerine: "Size ne oluyor ki böyle gülüyorsunuz? Güldüğünüzü görmeyeyim" dedi. Daha sonra geri dönüdü, nihayet Hicr'in yanına varınca gerisin geri döndü ve bize şöyle dedi: "Ben çıkıp gittiğimde Cebrâîl yanıma geldi ve ey Muhammed dedi, niçin rahmetimden kullarınım ümidini kesiyorsun? "Kullarıma haber ver ki, ben gerçekten ben Ğafûr ve Rahîmim ve hiç şüphesiz benim azabım da elbette can yakacak bir azaptır." Bu ve benzeri rivâyetler için bk. Süyûtî, sd-Durru'l-Mensûr, V. Buna göre rahmetten ümid kesmek ümitsizliktir. Devamlı rahmeti ümid etmek de ihmalkârlıktır. İslerin en hayırlısı ise orta yollu olanlarıdır. 51Onlara İbrahim'in konuklarından da haber ver. Yüce Allah'ın: "Onlara İbrahim'in konuklarından da haber ver" âyetinde sözü edilen. İbrahim'in konukları, kendisine oğlu olacağı ve Lût kavminin helâk edileceği müjdesini veren meleklerdir. Bunlardan daha önceden (Hûd, 11/69, âyet ve devamında) söz edilmişti, İbrahim (aleyhisselâm)'ın künyesi 'misafirler babası" idi- Hiç bir misafiri ağırlamadan kaçırmasın diye evinin dört kapısı vardı. Misafire "dayf" adının veriliş sebebi, onun sana izafe edilmesi ve senin yanında konaklamasından dolayıdır. Misafirin hükümleri ile ilgili açıklamalar, daha önceden Hûd Süresi'nde (11/69-71. âyetler, 2 ve 3. başlıklarda) yeteri kadar geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun. 52Hani konuklar onun yanına girip: "Selâm" dedilerdi. O da: "Biz sîzden -doğrusu- korkuyoruz" demişti. "Hani konuklar, onun yanına gidip" âyetinde "gidenler"den çoğul diye söz edilmesi, "misafir" anlamındaki kelimenin hem tekil, hem çoğul, hem lesniye, hem müzekker, hem müennes -mastar gibi- kullanılmaya elverişli bir isim oluşundan dolayıdır. (Aynı kökten gelen): Onu meylettirdi" demektir. Hadîs-i şerîfte geçen; Güneş batıya doğru meylettiğinde..." Müslim, Salatu’l-Müsâfirin 293; Ebû Dâvûd, Cenâiz 51: Tirmizî, Cenâiz 41: Nesâî, Mevâkîı 31. M: İbn Mâce, Cenâiz 30; Dârimî, Sakil. 142: Müsned, IV, 152- ifadesinde bu kökten gelen kelime kullanılmıştır. ise, okun hedeften sapması anlamındadır. Nahivdeki "izafe!" de buradan gelmektedir. "Selâm dedilerdi" yani, bir selâm verdilerdi. "O da: Biz sizden -doğrusu- korkuyoruz" çekiniyoruz "demişti." Hazret-i İbrahim bu sözleri, buzağıyı önlerine yaklaştırıp onların yemediklerini görmeleri üzerine -Hûd Sûresi'nde (11/69. âyetin ve devamının tefsirinde) geçtiği üzere- söylemişti. Hazret-i İbrahim'in asıl "selâm" sözünü garip karşıladığı da söylenmiştir. Çünkü onların yaşadıkları yerde selâm diye bir adet yoktu. 53"Korkma, biz sana çok bilgili bir oğul müjdeliyoruz" demişlerdi. "Korkma" yani, melekler ona, korkma "... biz sana çok bilgili" Mukâtil 'in açıklamasına göre halım (tahammülkâr), Cumhûrun görüşüne göre de alîm "bir oğul müjdeliyoruz, demişlerdi." Burada da müjdelenen kişi Hazret-i Ishak'dır. 54Dedi ki: "Bana ihtiyarlık gelip çatmışken mi bana gelip müjde veriyorsunuz? Artık neyi müjdeliyorsunuz?." "Dedi ki: Bana ihtiyarlık gelip çatmışken mi bana gelip müjde veriyorsunuz?" âyetindeki; "Gelip çatmış" daki maştarıyyedîr. Yani, ihtiyarlık: bana ve eşime gelip çatmışken.., demektir. Yine buna dair açıklamalar Hûd ( 11/72. âyet) İle İbrahim (14/39 ve devamında) Sûresi'nde geçmiş bulunmaktadır Hazret-i İbrahim'in: "Artık bana neyi müjdeliyorsunuz?" îfadesindeki soru, taaccüb sorusudur. Bunun gerçek manada bir soru (istifham) olduğu da söylenmiştir. el-Hasen Korkma!" kelimesinin "te" harfini ötreli olarak: diye okumuştur. el-A'meş ise, Bana müfde veriyorsunuz" kelimesini "elifsin" (sonda ye'sa.) okumuştur. Nafi’ ve Şeybe ise, "Müjdeliyorsunuz" anlamındaki kelimeyi; şeklinde "nün" harfini esreli olarak (... Bana neyi müjdeliyorsunuz? anlamında) diye okumuştur. Tıpkı "Benimle,., mücadele mi ediyorsunuz?" (el-Enâm, 6/80) âyetinde olduğu gibi. Buna dair açıklamalar da daha önceden (işaret olunan âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır İbn Kesîr ve İbn Muhaysin ise; şeklinde esreli "nün" ve şeddeli olarak okumuşlardır. Bunun takdiri ise; “Bana müjdeliyorsunuz" şeklinde olup "nun", "nun"a idğam edilmiştir. Diğerleri ise izafeîsiz olarak; şeklinde "nûn" harfini nasb ile (müjdeliyorsunuz anlamında) okumuşlardır. 55Dediler ki: "Biz sana gerçeği müjdeliyoruz. Onun için, sakın ümid kesenlerden olma!" "Dediler ki; Biz sana gerçeği" yani, yalan olmayıp hakikat olan bir hususu ve mutlaka oğlunun dünyaya geleceğini "müjdeliyoruz. Onun için sakın" çocuk sahibi olmaktan yana "ümit kesenlerden olma!" Çünkü Hazret-i İbrahim, aşın yaşlılıktan dolayı çocuk sahibi olmaktan ümidini kesmişti. Genel olarak "Ümid kesenlerden" şeklinde, "elif ile okunmuştur. Ancak, el-A'meş ve Yahya b. Vessab, "kaftan sonra "elif'siz olarak okumuştur. Bu şekildeki kıraat Ebû Amr'dan da rivâyet edilmiştir. Bu İse, "elif-li" olan kıraatin kasredilmiş halidir. Bununla birlikte ikinci okuyuşun -bu şeklinde kullananların söyleyişine göre olma ihtimali de vardır. Sakındı, sakınır" fiili gibi. Ümid keser" fiilinde "nun" hailinin üstün ve esreli okunuşu ise iki ayrı şive olup her ikisiyle de okunmuştur. Bununla birlikte "nun" harfinin ötreli söylenişi de nakledilmiştir. Ancak bu fiil her hangi bir şekilde, babından kullanılmaz. Hem mazide, hem muzaride "nun" harfini üstün okuyan kimseler, bu fiildeki iki ayrı söyleyişi bir arada kullanmış demektir. Mazi kullanımda şeklinde kullananlar, muzari kullanımda da; şeklinde kullananların söyleşini almışlardır. Bunu da el-Mehdevî zikretmiştir. 56Dedi ki: "Rabbinin rahmetinden sapıklardan başka kim ümid kesebilir?" Yani, doğru yoldan uzaklaşan yalancılardan başka... Bu da şu demektir: Hazret-i İbrahim yaşının büyüklüğü dolayısıyla çocuk sahibi olmayı uzak bir ihtimal görmüştü. Yoksa yüce Allah'ın rahmetinden ümid kesmiş değildi. 57"Ey gönderilen elçiler!" dedi. "Başka göreviniz var mı?" 58Dediler ki: "Gerçekten biz günahkâr bir kavme gönderildik; Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1. Kurtulanlar ve Helâk Olanlar: Hazret-i ibrahim, onların melek olduklarını öğrenince -çünkü ona harikulade bir olayın haberini vermişlerdi ki, bu da onun oğlu olacağı müjdesîydi- onlara: Başka göreviniz var mı diye sordu. "Görev" anlamı verilen; "Önemli iş" demektir. Yani, sizin durumunuz, işiniz ve geliş sebebiniz nedir? "Dediler ki: Gerçekten biz günahkâr" şirk koşan ve sapmış bulunan "bir kavme gönderildik." İfadede hazfedilmiş sözler vardır. Biz, kendilerini helâk edelim diye günahkar bir topluluğa gönderildik, takdirindedir. 59Lût ailesi bunlardan müstesnadır. Biz onların hepsini mutlaka kurtarıcılarız. "Lût ailesi" ona tabi olanlar ve onun dinini kabul etmiş bulunanlar "bunlardan müstesnadır. Biz onların hepsini mutlaka kurtarıcılarız" âyetindeki; Biz onları... mutlaka kurtarıc darız" âyetini Hamza ve el-Kisaî, şeddesiz olarak, şeklinde ve 'den gelen bir kelime olarak okumuşlardır. Diğerleri ise 'den gelen bir kelime olacak şeddeli okumuşlardır. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim bunu tercih etmişlerdir. Her iki şekil de; kurtarmak anlamındadır. 60"Yalnız karısı müstesna. Onun, mutlaka geride kalanlardan olmasını takdir ettik" "Yalnız karısı müstesna." Lût'un ailesinden onun karısı müstesna edilmiştir- Çünkü karısı kâfir idi. O bakımdan o da helâk oluşta günahkârlara iltihak etmiştir, Lût kavminin kıssası, bundan önce el-A'raf Sûresi (7/80. âyet ve devamı) ile Hud Sûresinde (11/64. âyet ve devamında) yeteri kadar açıklamalarla birlikte geçmiş bulunmakladır. "Onun mutlaka geride kalanlardan olmasını takdir ettik." Yani, biz onun azapla kalanlardan olmasına hükmettik ve bunu böylece yazdık. Kalan, kalıcı" demektir. Nitekim şair şöyle demiştir: "Gebeliği üzerinden yedi ay geçmiş devenin memelerine kalan sütleri geri çekilsin diye soğuk su vurmayasın. Çünkü sen kimin doğacağını bilmezsin." Buradaki; memelerde kalan süt demektir. Ebû Bekir ve el-Mufaddal, Takdir ettik" âyetini, burada da, en-Neml Sûresinde de (27/57. âyeti kerimede) "dal" harfini şeddesiz; diğerleri ise şeddeli okumuşlardır. el-Herevî der ki: Bu kelime şeddeli de, şeddesiz de aynı anlamda kullanılır. 2. Olumlu ve Olumsuz İfadelerden İstisna: Dil bilginleri ile diğerleri arasında olumsuz ifadeden istisnanın olumluluk, olumlu ifadeden istisnanın da olumsuzluk ifade ettiği lıussunda'görüş ayrılığı yoktur. Buna göre bir kimse: Onun, benim üzerimde dört dirhem müstesna (ondan da) bir dirhem müstesna olmak üzere on dirhem alacağı vardır" diyecek olsa, bu kimse yedi dirhem borcunu ikrar etmiş olur. Çünkü bir dirhem dörtten istisna edilmiştir. Ve bu, olumsuzdan istisna edildiği için olumluluk İfade eder. Zira, dört dirhem nefy edilmiştir. Bu dürt dirhem de olumlu bir ifade olan on dirhemden istisna edilmiştir. O halde istisna edilen bir dirhem, kalan altı dirheme eklenince, borç yedi dirhemi bulmuş olur. Aynı şekilde bir kimse; "Bir dirhem müstesna, onun da üçte ikisi müstesna olmak üzere üzerimde beş dirhem borç vardır" diyecek olursa, bu kimsenin borcu döıt tam dirhem ve üçte bir dirhem olur. Yine; "Filanın benim üzerimde dokuz müstesna, sekiz müstesna ondan da yedi müstesna olmak üzere on dirhem alacağı vardır" diyecek olursa, ikinci istisna, kendisinden öncekine, üçüncü istisna ikincisine raci olur. Bu durumda onun üzerinde iki dirhem borcu bulunur. Çünkü on dirhem ispat, sekiz dirhem iradesi de ispattır. Bunların toplamı ise onsekiz eder. Dokuz dirhem nefydir. Yedi dirhem de nefydir. Bunların da toplamı onaltı olur. Onsekizden onaltı çıkacak olursa geriye İki dirhem kalır. Bu da ikrar ile ödenmesi gereken miktar olup bundan başka bir borcu da yok demektir. Buna göre şanı yüce Allah'ın: "Gerçekten biz, günahkâr bir kavme gönderildik. Lût ailesi bunlardan müstesnadır. Biz onların hepsini mutlaka kurtarıcılarız. Yalnız karısı müstesna" âyetinden, önce Lût ailesi günahkâr kavimden istisna edildikten sonra "yalnız karısı müstesna" diye buyurularak, karısı Lût ailesinden istisna edilmiştir. Böylelikle o da nihayette açıkladığımız gibi günahkârlar kavmi arasına raci olur. İşte talâkla da hüküm böyledir. Bir kimse hanımına: Sen iki müstesna ondan da bir müstesna üç talâk ile boşsun" diyecek olursa, iki talâk ile bos olur. Çünkü bir talâk, kendisinden istisna olunan üçten geri kalana geri döner. İşte bu kabilden gelen bütün ifadeler böyledir, bunu iyice kavramak gerekir. 61Nihayet elçiler Lût ailesine geldikleri vakit 62Dedi ki: "Doğrusu siz tanınmadık kimselersiniz." "Nihayet elçiler Lüt ailesine geldikleri vakit dedi ki: "Doğrusu siz tanınmadık kimselersiniz." Ben sizi tanımıyorum, demektir. Denildiğine göre onlar genç delikanlılar suretinde gelmişlerdi. Hazret-i Lût onların güzelliklerini görünce, onlar için kavminin fitnesinden korkiu. İşte tanımaması da bu demektir. 63Dediler ki: "Hayır, biz sana onların hakkında şüphe ettikleri şeyi getirdik." 64"Biz sana gerçekle geldik. Şüphesiz biz doğru söyleyenleriz." 65"O sebepten gecenin bir bölümünde aileni yola çıkar. Sen de arkalarından git. Sizden kimse arkasına dönüp bakmasın ve emrolunduğunuz yere doğru gidin." "Dediler ki: Hayır, biz sana onların hakkında şüphe ettikleri şeyi" yani; başlarına geleceğinden yana şüphelenegeldiklerî azâbı "getirdik. Biz sana gerçekle" doğrulukla, azap ile de denilmiştir, "geldik. Şüphesiz biz" onların helaki hususunda "doğru söyleyenleriz. O sebepten gecenin bir bölümünde aileni yola çıkar." Buna dair açıklamalar Hud Sûresi'nde (11/80. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Sen de arkalarından git." Yani, onlardan kimse geriye kalarak azaba uğramasın diye onların arkalarında yürü. "-Sizden kimse arkasına dönüp bakmasın." Bu âyet ile, gayretle ve hızlıca yürüsünler ve ansızın sabah onları bastırmasın diye kasabadan uzaklaşsınlar diye geri dönüp bakmaları yasaklandı. Bunun: Kimse geri kalmasın anlamında olduğu da söylenmiştir. "Ve emrolunduğunuz yere doğru gidin," İbn Abbâs der ki: Bununla Şam kastedilmektedir, Mukâtil de, Lût kavmi kasabalarından bir kasaba olan Safed'i kastetmektedir der; ki, buna dair açıklamalar da önceden geçmiş bulunmaktadır. Denildiğine göre Hazret-i Lût, "el-Yakîn" diye bilinen bir yerde el-Celil topraklarına doğru gitmiştir. Burada "el-Yakîn" denilmesinin sebebi ise elçiler Hazret-i İbrahim'in yanından çıkıp gittiklerinde Hazret-i ibrahim onları uğurlamak için çıkmış ve Cebrâîl'e de: Bunlar nereden yerin dibine geçirilecekler diye sormuş, Hazret-i Cebrâîl de ona: "Buradan" diyerek, ona bir sınır çizerek göstermiş ve Hazret-i Cebrâîl gitmişti. Hazret-i Lût geldiğinde Hazret-i İbrahim'in yanında oturdu ve her İkisi de o azâbı gözetlemeye koyuldular. Yer sarsılmaya başlayınca, Hazret-i İbrahim: "Allah'a yakın ile (kesinlikle) inandım" demesi üzerine oraya "el-yakîn" ismi verildi. 66Ona şu kesin emri vahyettik: "Sabaha çıkarken onların arkası mutlaka kesilmiş olacaktır." "Biz ona" Lut'a "şu kesin emri vahyettik: Sabaha çıkarken onların arkası mutlaka kesilmiş olacaktır." Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Böylece zulmedenlerin ardı arkası kesildi." (el-En'âm, 6/45.) "Sabaha çıkarken" yani, sabahın ilk vakitlerinde..- Buna dair açıklamalar da daha Önceden (el-En/am, 6/45. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 67Şehir halkı sevinerek geldiler. 68Dedi ki: "Bunlar benim misrafirlerimdir. Artık beni küçük düşürmeyin; 69"Allah'tan korkun ve beni rezil etmeyin." "Şehir halkı" yani, Hazret-i Lût'un içinde bulunduğu şehrin halkı hayasız isteklerini onlarla gerçekleştirirler ümidiyle misafirlerin gelişlerine "sevinerek geldiler. Dedi ki: Bunlar benim misafirlerimdir. Artık beni küçült düşürmeyin" beni utandırmayın "Allah'tan korkun ve beni rezil etmeyin." Buradaki "beni rezil etmeyin" anlamındaki fiilin; dan gelmesi mümkündür. Bu da küçük düşmek ve zelil olmak demektir. Ayrıca; dan gelme İhtimali de vardır, bu da utanmak ve aşırı derecede mahcub olmak demektir. Buna dair açıklamalar daha önce Hud Sûresi'nde (11/78. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır 70Dediler ki: "Biz senin başka kimselere karışmanı yasaklamadık mı?" "Dediler ki; Biz senin başka kimselere karışmanı yasaklamadık mı?" Yani, biz sana herhangi bir kimseyi misafir etmemeni söylememiş miydik? Çünkü biz, onlarla hayasızlık olan işimizi görmek istiyoruz. Onlar, bu işleri yaparlarken, yabancı kimseleri buluyorlardı. Bu açıklama el-Hasen'den nakledilmiştir. Yine bu şekildeki açıklamalar, bundan önce el-A'raf Sûresi'nde (7/80. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Şöyle de açıklanmıştır: Biz, herhangi bir kimseye bu hayasızca işi yapmak isteyecek olursak, onun hakkında bizimle konuşmanı yasaklamadık mı? 71Dedi ki: "Eğer evlenecek iseniz, işte bunlar kızlarım!" "Dedi ki: Eğer evlenecekseniz, İşte bunlar kızlarım!" Yani, onlarla evleniniz ve harama meyletmeyiniz. Yine buna dair açıklamalar bundan önce Hud Sûresi'nde (11/78-79- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 72Hayatın hakkı İçin onlar, gerçekten sarhoşlukları içinde şaşkın bir haldedirler. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Peygamberin Hayatına Yemin Onun için Bir Şereftir: Kadı Ebû Bekr b. el-Arabî der ki: Bütün müfessirlerr şöyle demişlerdir: Yüce Allah burada Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şerefini yükseltmek kastıyla Muhammed'in hayatına yemin ederek, onun kavmi Kureyş'in sarhoşlukları içerisinde ve şaşkınlıklarında serserice gidip geldiklerini, dolaştıklarım haber vermektedir. Derim ki: Kâdı Iyâd da böyle demiştir: Tefsir âlimleri görüş birliği halinde bunun yüce Allah'ın Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hayat süresine yemin olduğunu söylemişlerdir. Aslolan '"umur" kelimesinin "ayn" harfinin ötreli okunmasidir. Fakat çokça kullanım dolayısıyla üstün okunmuştur. Hayatta kaldığın süre hakkı için ey Muhammed, demektir. Hayatın hakkı için anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu ise ta'zimin ve ona karşı iyi davranıp onu şereflendirmenin en ileri derecesidir. Ebû'l-Cevzâ der ki: Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dışında hiç bir kimsenin hayatına yemin etmiş değildir. Çünkü Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah nezdînde bütün mahlukatın en şereflileri, en değerlileridir. İbnü'l-Arabî der ki: Şanı yüce ve münezzeh olan Allah'ın, Hazret-i Lût'un hayatına yemin ederek onu dilediği kadar şereflendirmesinin ve yüce Allah'ın Hazret-i Lût'a verdiği fazilet ve üstünlüğün iki katını da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şeref olarak vermesinin engeli var mıdır? Çünkü Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah nezdinde Hazret-i Lût'tan daha kerimdir. Ayrıca şanı yüce Allah Hazret-i İbrahim'e halilliği, Hazret-i Mûsa'ya yalnızca kelîmliğİ verdiği halde bunların her ikisini de Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e verdiğini görüyoruz. Dolayısıyla yüce Allah Hazret-i Lût'un hayatına yemin etmiş ise, hiç şüphesiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hayalı daha üstün ve yücedir. Diğer taraftan zaruret olmaksızın konuşulan konuya bırakıp hakkında sözü edilmedik şeyi konu etmek uygun değildir. Derim ki: İbnü'l-Arabî'nin bu söyledikleri güzeldir. Çünkü o takdirde yüce Allah'ın Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in hayatına yemin, ettiğine dair sözlerinin, Hazret-i Lüt kıssasında itirazı (ara) cümle mahiyetinde olması gerekir el-Kuşeyrî, Ebû'n-Nasır Abdurrahim b. Abdulkerim Tefsir'inde der ki; Şöyle demek İhtimali de vardır: Buradaki açıklama Lût kavmi ile ilgili olabilir- Yani onlar, kendi sapıklıkları içerisinde şaşkın bir halde idiler Denildiğine göre Hazret-i Lût, kavmine öğüt verip işte bunlar benim kızlarımdır, deyince melekler de: Ey Lût, "hayatın hakkı için onlar gerçekten sarhoşlukları İçinde şaşkın bir haldedirler" ve bunlar sabahleyin başlarına ne geleceklerini bilmemektedirler dediler. Denilse ki: Şanı yüce Allah, incire, zeytine, Tur-ı Sînîn'e yemin ettiğine göre bu yeminde anlaşılmayacak ne var? Ona şöyle cevap verilir: Şanı yüce Allah, herhangi bir şeye yemin etmişse, mutlaka bu o şeyin kendi türünden sayılanlara göre üstünlüğüne bir delildir. İşte Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da kendisi gibi peygamber olanlardan daha faziletli olması gerekmektedir. "Amr" ile "umr" aynı anlamda iki ayrı söyleyiştir. Şu kadar var ki, kasem halinde çokça kullanım sözkonusu olduğundan, "ayn" harfi üstün olarak "amr" şeklinde kullanılır ve; Allah'ın sana uzun ömür vermesini dilerim" demek olur. Eğer; şeklinde söylenirse, bu müpteda olarak merfudur, haberi de hazmedilmiştir. Yani, hiç şüphesiz senin ömrün, kendisi adına yemin ettiğim şeylerdendir. 2. Bir Kimsenin Kendisinin ve Başkasının Ömrüne Yemin Etmesi: İlim adamlarının bir çoğu, kişinin kendisi hakkında "ömrüm hakkı için" diye yemin etmesini mekruh görmüşlerdir. Çünkü bu, hayatım hakkı için anlamındadır, ibrahim en-Nehaî der ki: Kişinin ömrüm hakkı için diye yemin etmesi mekruhtur. Çünkü o, böylelikle kendisinin hayatına yemin etmiş olur. Bu ise, zayıf (karakterli) adamların söyleyeceği sözlerdendir. Malik de buna benzer şöyle demiştir: Erkeklerden zayıf düşmüş olanlar ile kadınlar, senin hayatın hakkı İçin, senin yaşayışın için diye yemin ederler. Böyle bir yemin, erkeklerin kullanacakları yemin türlerinden değildir. Şanı yüce Allah'ın bu kıssada buna yemin etmesinin sebebi ise, mevkiin ve şerefin üstünlüğünü, makamın yüksekliğini beyan etmek içindir. Bunun dışındaki yeminler buna kıyas edilemez ve başka yerde bu tür yemin kullanılamaz, İbn Habib der ki; Bu âyet-i kerimede geçen "ömrün hakkı için" ifadesinin konuşma ve dildeki kullanımına göre değerlendirilmesi gerekir. Katade der ki: Bu şekilde bir kullanım, Arapların konuşma dilinde görülen bir husustur. İbnü'l-Arabî der ki: Ben de bu görüşteyim. Ama şeriat bunun kullanımını tesbit etmiş ve bu tür yemini onunla sınırlandırmıştır. Derim ki: "Ömrün hakkı için ve ömrüm hakkı için" ve benzeri şekillerde kasem, Arap dilinde ve fasih konuşmada çok çok kullanılan bir şeydir. Şair Nâbiğa der ki; "Ömrüm hakkı için -ki ömrüm benim için önemsiz bir şey değildir- Kurayoğulları benim aleyhime doğru olmayan sözler söylemişlerdir. Bir başka şair de şöyle demektedir: "Ömrün hakkı için ölüm hiç bir zaman bir delikanlıyı dahi bırakıp gitmez Ve o, iki ucu elde tutulan gevşetilmiş bir ipe benzer." Bir diğeri şöyle demektedir: "Ey Süreyya yıldızını Süheyl'e nikâhlayan kişi! Allah adına, Ömrün hakkı için söyle; bunlar nasıl bir araya gelecekler?" Bir başka şair şöyle demektedir: "Şayet Kuşeyroğulları benden hoşnut olurlarsa, Allah'ın (adına ömrün) hakkı için derim ki, onun hoşnutluğu da benim hoşuma gider." Kimi meânî bilginleri şöyle demişlerdir: Böyle bir kullanım câiz değildir. Çünkü "Allah'ın ömrüne yemin olsun şeklinde bir İfade kullanılamaz. Zira yüce Allah ezelidir. Bu itirazı ez-Zehrâvî nakletmektedir. 3. Allah'tan Başkası Adına Yemin Etmek: Adına yeminin câiz olduğu kimseler ile adına yeminin câiz olmadığı kimselere dair açıklamalar, bundan oncu el-Mâide Suresî'nde (5/89- âyet, 3-başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yine orada, Ahmed b. Hanbel'in, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) adına yemin eden kimsenin keffaret ödemesi gerektiğine dair görüşünü de zikretmiş idik. İbn Huveyzimendâd der ki: Herhangi bir hak sebebiyle ta'zim edilmesi câiz olan Allah'tan başka varlıklar adına yemin etmeyi câiz kabul edenler, bu yeminlerin kendilerine keftaretin taalluk ettiği yeminler olduğu görüşünde değildirler. Ancak böyle bir kimse, yalan söylemeyi kastedecek olsa, kınanan bir kimse olur. Çünkü o, kalben ta'zim etmekle yükümlü olduğu bir şeyi hafife almış olur. Bunlar derler ki: Yüce Allah'ın: âyeti, "hayatın hakkı için" anlamındadır. Ayrıca yüce Allah, Peygamberinin hayatına yemin ettiğine göre, bununla hayatı hakkına yemin etmemizin câiz olduğunu bize açıklamayı murad etmiş demektir. İmâm Mâlik’in mezhebine göre ise "hayatın hakkı için"; "Yemin olsun incire ve zeytine" (et-Tîn, 95/1); "Yemin olsun Tûr'a ve satır satır yazılmış kitaba" (et-Tûr, 52/1-2); "Yemin olsun battığı zaman yıldıza" (en-Necm, 53/1); "Yemin olsun güneşe ve aydınlığına" (eş-Şems, 91/1); "Yemin olsun, bu beldeye; sen bu beldede bulunmakta iken;... babaya ve ondan doğana" (el-Beled, 90/1-3 ) gibi. Bu ve benzeri âyetler: İnciri ve zeytini yaratanın hakkı için, satır satır yazılı kitabın Rabbine yemin olsun, senin içinde bulunduğun bu beldenin Rabbine, senin yaşayışını ve hayatını yaratana ve Muhammed'in hakkına yemin olsun, demektir. Buna göre son tahlilde yemin ve kasem, yaratılmış olan adına değil, şanı yüce Allah'ın zatına yemin ile tahakkuk etmektedir (Yine) İbn Huveyzimendâd der ki: Yüce Allah'tan başkası adına yemini câiz gören kimseler, Hazret-i Peygamber'in: "Babalarınız adına yemin etmeyînîz" Buhârî, Eyman ve'n-Nüzur 4; Müslim, Eymân 1; Tirmizî, Nüzûr 8; Müsned, II, 7 hadisini tevil ederek şöyle derler: Hazret-i Peygamber, kâfir babalar adına yemin etmeyi yasaklamıştır. Nitekim Hazret-i Peygamber, babaları adına yemin ettikleri vakit şöyle dediğine dikkat edelim: "Şüphesiz dağ, Allah nezdinde sizin cahiliye döneminde ölmüş babalarınızdan daha şereflidir" Az önceki hadis, Hazret-i Ömer'in babası adına yemin ettiğinin işitilmesi üzerine vârid olmuştur. Bu fazlalık, hadisin devamı gibi rivâyet edilmiş izlenimini veriyorsa çile, bu fazlalığı -görebildiğimiz kadarıyla- herhangi bir rivâyetinde tesbit edemedik. İmâm Mâlik ise, az önce geçen hadisi zahiri üzere kabul etmiştir, Yine İbn Huveyzimendad der ki: Bunu câiz kabul edenler ayrıca şunu delil gösterirler: Müslümanların yeminleri, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminden şu günümüze kadar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) adına yemin etmek şeklinde cereyan edegelmiştir. Hatta günümüze kadar Medineliler, birisi arkadaşı ile muhakemeleşecek olursa; Bu kabrin içinde barındırdığı zatın hakkı için, bu kabirde yatan zatın hakkı için bana yemin et, der ve bununla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kasteder. Aynı şekilde Harem-i Şerif ve büyük meşâir ile rükün, makam, Hazret-i Peygamberin mihrabı ve orada okunan şeyler hakkına yemin de bu kabildendir. 73Derken sabah güneş doğarken çığlık onları yakalayiverdi. 74Derhal oranın üstünü altına getirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taş yağdırdık. Yüce Allah'ın: "Derken, sabah güneş doğarken çığlık onları yakalayıverdi" âyetindeki; “Güneş doğarken" âyeti, hal olarak nasb edilmiştir ki, güneşin doğuş vakti demektir Güneş aydınlığını saçtığı vakit; ifadesi kullanılır. Doğduğu vakit de; denilir. Bunların aynı anlamda kullanıldıkları da söylenilmiştir. ise, güneşin doğuş vaktinde bulunan kimseler hakkında kullanılır. Tıpkı "sabahı ettiler, akşamı ettiler" tabirleri gibi. İşte âyet-i kerimede kastedilen de budur. (Yani, üzerlerine sabah olup güneş doğduğunda). Bununla tan yerinin doğuşunun kastedildiği de söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre, azâbın başlangıcı sabah vaktinde idi. Ve bu güneşin doğuşuna kadar devam etti. İşte o vakit helakleri tamamlanmış oldu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Buradaki "çığlıkdan kasıt, onlara gelen azaptır. "Balçıktan pişirilmiş taş (siccîl)"e dair açıklamalar ise daha önceden (Hud, 11/82. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 75Elbette bunda basiret sahibi olanlar için ibretler vardır. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1. Basiret Sahibi Oluş ve Feraset: Yüce Allah'ın: "Basiret sahibi olanlar (tevessüm edenler) için" âyeti ile ilgili olarak, et-Tirmizî el-Hakîm, "Nevâdiru'l-Usul" adli eserinde Ebû Saîd el-Hudrî'nin, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bunu "feraset sahibi olan kimseler için" diye açıkladığına dair bir hadis rivâyet etmektedir. et-Tirmizî el-Hakim, Nevûdiru'l-Uaûl. II. 222 Aynı zamanda bu, Mücâhid'in de görüşüdür. Ebû Îsa et-Tirmizî de Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Mü’minin ferasetinden sakının. Çünkü o, Allah'ın nuru ile bakar" Daha sonra da yüce Allah'ın: "Elbette bunda basiret sahibi olanlar için ibretler vardır" âyetini okudu, (Tirmizî) dedi ki: Bu garip bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 15, sûre 6 Mukâtil ve İbn Zeyd ise, "basiret sahibi olanlar" ifadesini tefekkür eden kimseler diye açıklamıştır. ed-Dahhak da, ibret ile nazar edenler, bakanlar diye açıklamıştır. Şair der ki: "Ukâz'a bir kabile geldiği her seferinde Onlar bana ariflerini ckn-uma bakmak için hep gönderecekler mi?" Katade de bunu, ibret alan kimseler... diye açıklamıştır. Şair Züheyr de der ki: "Onlar arasında samimi arkadaş için oyalanacak şeylere İbretle bakan kimsenin gözünün göreceği güzel bir görünüş vardır." Ebû Ubeyde ise, basiret sahibi olanlar diye açıklamıştır. Hepsinin anlamlan birbirine yakındır. et-Tirmizî el-Hakîm de Sabit b. Enes b. Malik'in şöyle dediğini nakleder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz, aziz ve celil olan Allah'ın, insanları tevessüm ile (feraset ile.) tanıyan kulları vardır." el-Tirmizî el-Hakim, Nevâdiru'l-Usûl, İL 222 İlim adamları derler ki: "Tevessüm (basiret sahibi olmak)" kelimesi "vesm"den tefe'ul vezninde olup kendisi vasıtası ile varılmak istenen başka bir sonuca delil görülen alamet demektir. O bakımdan, bir kimsede hayrın alametleri görüldüğü vakit, Onda hayrın alâmetlerini gördüm" denilir. Nitekim Abdullah b. Revâha'nın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hitaben söylediği şu beyit de bu kabildendir: "Ben sende hayır alâmetlerini aradım ve ben onu (hayrı) buluyorum Allah da bilir ki ben basireti sağlam birisiyim." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Ben onun üzerinde bir heybet görürken alâmetlerinden onu tanımaya çalıştım Ve bu kişi Haşimoğullarındandır, dedim," Bir kimse kendisi vasıtasıyla tanınacağı bir alâmeti edinmesini anlatmak üzere de; denilir İfadesi ise, vesmi (ilk bahar yağmuru)'nin bitirdiği otu aradı, demektir. Şair der ki: "Sabah vakti bahar yağmurunun bitirdiği otu arayan kimsenin karşısına Çıkan yumuşak devm (bir tür hurma ağacı veya sedir ağacı) gibi oldular." Sa'leb der ki: "Vâsim", tepeden tırnağa kadar sana bakıp süzen kimse demektir. "Tevessüm", aslında iyiden iyiye ve sağlam düşünmek demektir. Bu da "veârrTden alınmadır. Vesm ise, deve ve benzerlerinin derisinde bir demir parçası ile iz yapmak demektir. Tevessüm İse, ancak güzel ve fıtrî bir düşünüş ile keskin bir zekâ ve arı bir düşünce ile mümkün olabilir. Bir başkası da şunu ilave eder: Dünyanın lüzumsuz meşgalelerinden kalbin uzak tutulması, masiyetlerin pisliklerinden arındırılması, kötü huyların bulanıklığından ve dünyanın fuzuli işlerinden ırak tutulması ile olur. Nehşei, İbn Abbâs'tan "basiret sahibi olanlar (tevessüm edenler)" ifadesini, salah ve hayır ehli kimseler diye açıkladığını rivâyet etmektedir. Sufiler ise bunun keramet demek olduğunu iddia etmişlerdir. Şöyle de açıklanmıştır: Tevessüm, bir takım alâmetlerle yapılan istidlaller demektir. Kimi alametler herkesin açıkça görebileceği ve ilk anda farkedebileceği türdendir. Kimi alametler ise gizli saklıdır, herkes tarafından görülemez ve ilk anda da İdrâk olunamaz. el-Hasen der ki: "Basiret sahibi kimseler"den kasıt, işleri basiretle tetkik edip, Lût kavmini helâk edenin, bütün kâfirleri helâk etmeye kadir olduğunu anlayan kimselerdir. İşte bu, açık ve belli deliller arasında yer almaktadır, İbn Abbâs'ın şu görüşü de buna benzemektedir: Bir kimse, bana herhangi bir hususu sordu mu, mutlaka ben. o kimsenin lakin (ince bir anlayış sahibi) olup olmadığını bilmîşimdir. ŞafİÎ'den ve Muhammed b. el-Hasen'den rivâyet edildiğine göre onlar, Kâ'be avlusunda bulunurlarken, mescidin kapısında da bir adam vardı. Onlardan birisi, benîm görüşüme göre bu bir marangozdur dedi. Diğeri ise hayır, bu demircidir dedi. Orada hazır bulunanlar ellerini çabuk tutarak adamın yanına gittiler ve durumunu sordular. Kişi, bu güne kadar marangozdum, bugünden itibaren demirci oldum, dedi, Cundeb b. Abdullah el-Becelî'den rivâyet edildiğine göre o, Kur'ân okuyan bir adamın yanından geçer. Yanında durup şöyle der: Kim başkaları işitsinler diye yaparsa, Allah da onun (kusurlarını) işittirir. Kim de riyakârlık yaparsa, Allah da onun gizli saklı hususlarını ortaya çıkartır. Biz ona: Sen bu adama bir şeyler söylemek ister gibi oldun, dedik. O da şöyle dedi: Bu adam bugün sana Kur'ân okur, yarın da harurî (harici) olarak çıkar. O kişi Harurilerin başı idi. İsmi da Mirdâs'tı. Hasan-ı Basrî'den rivâyete göre, onun yanına Amr b. Ubeyd girince şöyle demiş; Bu, Basra gençlerinin efendisidir. Eğer günah işlemeyecek olursa. Fakat, daha sonra kader hakkında söylediklerini söyledi ve sonunda bütün arkadaşları ondan uzaklaştı. Yine Eyyub'a da: Bu Basra ahalisinin gençlerinin efendisidir, dedi ve bu konuda herhangi bir istisna ve kayıt da getirmedi. Şa'bîden rivâyet edildiğine göre o, Dâvûd el-Ezdîye -kendisiyle tartıştığı sırada- şöyle demişti: Sen, başın dağlanmadıkça ölmeyeceksin. Gerçekten de dediği gibi oldu. Rivâyete göre, Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)’ın huzuruna, aralarında el-Eşter'in de bulunduğu Mezhiclilerden bir topluluk girdi. Hazret-i Ömer onu tepeden tırnağa kadar iyice süzdü ve bu Mezhiclilerdendir, ama kimdir, dedi: Onlar, bu Malik b. el-Hâris'dir dediler, Bu sefer Hazret-i Ömer, ne oluyor buna? Allah kahretsin onu. Ben, müslümanların ondan dolayı çok zorlu ve sıkıntılı bir gün ile karşılaşacaklarını görüyorum. Gerçekten de fitnede (Hazret-i Osman'ın öldürülmesiyle başlayan karışıklıklarda) bilinen rolünü oynadı. Yine Osman b. Affan (radıyallahü anh)'dan rivâyet edildiğine göre, Enes b. Malik, Hazret-i Osman'ın huzuruna girmiş. O sırada da Enes, pazara girmiş ve bir kadına bakmıştı. Hazret-i Osman ona bakınca şöyle demiş: Sizden herhangi bir kimse gözlerinde zinanın eseri bulunduğu halde yanıma giriyor. Enes, Ona: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sonra vahiy inmeye devam mı ediyor? deyince, Hazret-i Osman: Hayır dedi. Fakat bu bir burhana dayalıdır. Feraset ve doğruluktur. Buna benzer örnekler ashabı kiram ile tabiin -Allah hepsinden razı olsunden çokça nakledilmektedir. 2. Tevessüm ve Feraset Bir Hüküm îfade Eder mi? Ebû Bekr İbnü'l-Arabî der ki: Eğer tevessüm ve ferasette bulunmanın manevi yolla bazı hususları idrâk etmek olduğu sabit olursa, hiç şüphesiz bu, herhangi bir hüküm ifade etmez ve hakkında feraset ve tevessümde bulunan hiçbir kimse bundan dolayı sorumlu tutulmaz. Benim Şam'da bulunduğum sırada, Bağdad'ta aslen Şamlı, Maliki mezhebine mensup Kadı'l-Kudât (baş kadı) İyaz b. Muaviye'nin yoluna uygun (onun mezhebine göre) hakimlik yaptığı sıralarda ahkâm ile ilgili hususlarda ferasete istinaden hüküm veriyordu. Bizim hocamız Fahrul-İslam Ebû Bekr eş-Şaşl de bu konuda ona reddiyede bulunmak üzere küçük bir kitapçık yazmıştı. Bunu kendi hattıyla yazmış ve bana vermişti. Onun bu söyledikleri doğrudur. Çünkü, hükümlerin nereden elde edileceği şer'an belli ve kafi olarak bilinmektedir. Feraset ise bunlar arasında, yer almamaktadır. 76Ve elbette o yerler, işlek bir yol üzerinde bulunuyor. Yüce Allah'ın: "Elbette o yerler" âyetinde kastedilenler, Lût kavminin '.lirleridir "İşlek bir yol üzerinde..." Ey Muhammed! Senin kavminin n"a giden yolu üzerinde "bulunuyor." 77Elbette bunda îman edenler için muhakkak bir ibret vardır. "Elbette bunda îman edenler" tasdik edenler "için bir ibret vardır." 78Ashab-ı Eyke de gerçekten zalim kimseler idi. "Ashab-i Eyke de gerçekten zalim kimseler idi." Bu âyet ile de Şuayb kavmi kastedilmektedir. Bunlar, gerçekten ormanlıkları, bahçeleri ve meyveli ağaçları bulunan kimselerdi, Zaten "Eyke" ağaçlar topluluğu (ormanlık yer) demektir. Çoğulu da; şeklinde gelir. Onların ağaçlarının devm (hurma ağacına benzer, Mısır taraflarında yetişen, meyve veren bir çeşit ağaç) olduğu rivâyet edilmektedir. Şair Nâbiğa der ki: "Diş etlerinin çevresi sürmelenmiş gibi; Devm ağacındaki güvercinin sekişi gibi yürüyor." Eyke'nin şehirlerinin ismi olduğu söylendiği gibi bir beldenin ismi olduğu da söylenmiştir. Ebû Ubeyde der ki: "el-Eyke ve Leyke" onların yaşadıkları şehrin adıdır. Bu da "Mekke'ye "Bekke" demeye benzer. Hazret-i Şuayb ve onun kavminin kıssası İle İlgili açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. 79Bu sebeble onlardan intikam aldık. Her ikisi de hâlâ görülüp tanınan bir yol üzerindedirler. "Her ikisi de hâlâ görülüp tanınan bir yol üzerindedirler." Yani, Lût kavminin şehri ile Eyke ashabının yaşadıkları belde bizatihi açık seçik ve belli olan bir yol üzerinde bulunup, bunların yanlarından geçenler, bunların halinden ibret alır. 80Yemin olsun ki, Hicr ashabı da peygamberleri yalanlamışlardı. "Hicr" kelimesinin birkaç anlamı vardır. Bunlardan birisi Kâ'be'nin Hicr'idir. Birisi haram anlamıdır. Nitekim yüce Allah'ın: âyeti; "haram ve yasak kılınmış" (el-Furkan, 25/53) demektir. Yine hicr, akıl anlamındadır. Yüce Allah, "hicr (akıl) sahibi" (el-Fecr, 89/5) diye buyurmaktadır. Gömleğin ön tarafına da "hicr" denilir. "Hacr" söylenişi daha fasihtir. Kısrak da "hicr" diye anılır. Semud kavminin diyarına da "Hicr" denilir, bu âyette kastedilen anlamı da budur, şehir demektir. Bu açıklamayı el-Ezherî yapmıştır. Katade der ki: Hicr, Mekke ile Tebuk arasıdır ve bu, Semud kavminin bulunduğu vadidir, Taberî de Hicaz ile Şam arasında bulunan topraklara Hicr denilir ve bunlar Hazret-i Salih'in kavminin yaşadığı yerdir, demektedir. Yüce Allah'ın burada sözünü ettiği "Peygamberler"den kasıt, yalnızca Hazret-i Salih'tir. Ancak, bir peygamberi yalanlayan kimse bütün peygamberleri yalanlamış gibidir. Çünkü bütün peygamberler usu! (dinin esasları, itikadi meseleler) bakımından aynı dinin davetçileridir. O bakımdan aralarında fark gözetmek mümkün olamaz. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar, hem Hazret-i Salih'i, hem ondan sonra gelecek, hem de ondan Önce gelmiş bütün peygamberleri yalanladılar. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Buhârî'nin İbn Ömer'den rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebûk gazvesi sırasında Hicr denilen yerde konakladığında ashabına, oranın kuyusundan su içmemelerini ve o kuyudan su çekmemelerini emretti. Onlar: Biz, o su ile hamur yoğurduk ve ordan su çektik deyince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendilerine, suyu dökmelerini ve o hamuru bir kenara atmalarını emretti. Buhârî, Enbiyâ 17; Müsned, II, 117 Yine Sahih'te İbn Ömer'den rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve beraberindeki ashabı Semud diyarı olan Hicr'e konakladılar. Oranın kuyularından su çektiler ve çektikleri o su ile hamur yoğurdular. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendilerine, çektikleri suyu dökmelerini ve o hamuru develere yedirmelerini emrettiği gibi, dişi devenin gidip içtiği kuyudan su çekmelerini emretti. Buhârî, Enbiyâ 17; Müslim. Zühd 40; Müsned, II, 117. Yine İbn Ömer'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Hicr'e yolumuz düştü. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize şöyle dedi: "Kendilerine zulmetmiş olanların meskenlerine, onların başına gelen musibetin bir benzeri size gelip isabet eder korkusuyla ancak ağlayarak giriniz," Hazret-i Peygamber daha sonra devesini dürterek hızhca yoluna devam etti. Buhâri, Salâî 53, Enbiyâ 17; Müslim, Zühd 38, 39: Müsned, II, 117, Bu Âyeti Kerîme'nin İhtiva Ettiği Hususlar: Derim ki: Bu âyet-i kerimede Şari'in (şeriat koyucunun) hükmünü beyan edip durumunu açıklığa kavuşturduğu sekiz mesele vardır. İlim adamları bunları bu âyet-i kerimeden çıkarmış ve bunların bazısında fukaiıâ farklı görüşlere sahip olmuşlardır: 1. Hicr Sahiplerinin Yurduna Girmek: Bu gibi yerlere girmenin mekruhluğu: Bazı ilim adamları kâfirlerin kabirlerine girmeyi de buna kıyas etmişlerdir. Bir kimse bu yer ve kabirlere girecek olursa, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın gösterdiği şekilde ibret almak üzere, korkmak ve oradan çabucak geçmek suretiyle uğramak gerekir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur "Babil diyarına girmeyiniz. Çünkü orası lanetlenmiştir." Hazret-i Aliden: "Sevgili Peygamberin bana kabristanda namaz kılmayı yasakladığı gibi. Babil topraklarında namaz kılmamıda yasakladı. Çünkü orası lanetlenmiştir” şeklinde: Ebû Dâvûd, ssalat 24. Hicr Ashabının Kuyularından ve Necis Sudan Yararlanmanın Hükmü: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashab-ı kirama, Semud kavminin kuyusundan çektikleri suyu dökmelerini, o su ile yoğurup pişirdikleri ekmekleri de bir kenara atmalarını emretti. Çünkü o su gazaba uğramış bir kavmin suyu idi. Yüce Allah'ın gazabından kaçmak kastıyla ondan yararlanmak câiz görülmemiştir. Hazret-i Peygamber, yoğurdukları hamur hakkında: "Onu develere yediriniz" diye buyurmuştur. Derim ki: İşte necis suyun ve o necis su ile yoğurulan hamurun hükmü de aynı şekildedir, 2. İnsanın Kullanması Câiz Olmayan Yiyecek ve İçecekler Hayvanlara Verilebilir mi? Malik dedi ki: Kullanılması câiz olmayan yiyecek ve içeceklerin deve ve hayvanlara yem olarak verilmesi caizdir. Çünkü onların mükellefiyetleri yoktur. İmâm Mâlik, necis olan bal hakkında da aynı şeyi söylemiş ve böyle bir bal arılara yedirilir, demiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu su ile yoğurulan hamurun develere yedirilmesini emrettiği halde, onun atılmasını emretmemiştir. Halbuki Hayber günü evcil merkeplerin etinin atılmasını emretmiştir. Bu ise, eşek etinin haramlığının daha ağır, necasetinin ve necasetlendirmesinin de daha ileri olduğunun delilidir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hacamat yaparak para kazanan kimsenin bu kazancını, su taşıyan develere ve kölelere yedirmesini emretmiştir. Ancak bu, bu kazancı haram kılmak için veya necis kabul ettiğinden dolaya değildir, Şâfiî der ki: Eğer haram olsaydı, hacamat yapana kazandığı bu parayı kölelerine yedirmesini emretmezdi. Çünkü kişi, kendi zatı İtibariyle taabbüd etmekle yükümlü olduğu gibi, kölesi hakkında da (haklarını yerine getirmek suretiyle) taabbüdle mükelleftir. 4. Kişinin Hayvanlarına Yedirmek Kastıyla Necaset Taşımasının Hükmü' Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, yoğurulan o hamurun develere yedirilmesini emretmesinde, kişinin, köpeklerine yesinler diye nceis şeyler taşımasının câiz olduğuna delil vardır. Ve bu, bizim mezhebe mensup ilim adamları arasından bunu câiz görmeyen ve köpekler necasete gitmek üzere serbest bırakılır, ama sahipleri onlara necaseti alıp götürmez, diyenlerin kanaatlerine muhaliftir. 5. Peygamberlerin ve Salihlerin Eserleri: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dişi devenin içtiği kuyudan su almalarını emretmesi, Peygamber ve salihlerin -aradaki asırlar çok olsa ve izleri ortada olmasa dahi- bıraktıkları izlerle teberrükün câiz olduğuna delildir. Nitekim birincisinde de fesat ehlinin buğzedildiklerine, onların yaşadıkları yurtların ve geriye bıraktıkları izlerin de verildiklerine delil vardır. Bu her ne kadar tali kiki araştırma, cansızların sorumlu olmadıklarını göstermekle birlikte yine böyledir. Çünkü sevilen ile birlikte olan şey de sevilir, hoşlanılmayan ve buğzedilen şeyle birlikte o şeye de buğzedilir. Nitekim Şair Küseyyir şöyle demektedir: "Onu sevdiğim için siyahları hep severim. Hatta onu sevdiğimden ötürü siyah köpekleri bile severim. Bir başka şair de şöyle demektedir: "Ben o yurttan, yani Leyla'nın yurdundan geçer giderim. Bir öperim şu duvarı, bir öbür duvarı öperim, Benim kalbimi çelen o diyar değildir, Fakat ben o diyarda kalmış olanı severim." 6. Namaz Kılınabilen ve Kılınamayan Yerler: Kimi ilim adamı böyle bir yerde namaz kılmayı uygun görmemiş ve: Orada namaz kılmak câiz değîldir, çünkü orası bir gazap yurdu ve bir Öfke diyarıdır, demiştir, İbni'l-Arabî der ki: Böylelikle bu bölge, Hazret-i Peygamber'in: "Yeryüzü benim için hem bir mescid, hem de bir temizlenme yeri kılınmıştır" Buhârî, Teyemmüm 1, Salât 56, Müslim, Mesâdd 3-5; Ebû, Dâvûd, SnlSt 24; Tirmizî, Salat 119, Siyer 5; Nesâi Gusl, 26,.- âyetinde zikrettiği genel kapsamdan müstesna olmuştur. O bakımdan, bu yerin toprağı ile teyemmüm de câiz değildir, oranın suyundan abdest almak da, orada namaz kılmak da câiz değildir. Tirmizî de, İbn Ömer'den rivâyet ettiğine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yedi yerde namaz kılınmasını yasaklamıştır. Çöplük, hayvan boğazlama yeri (mezbaha), kabristan, yol ağzı, hamam, develerin çöktükleri yerler ve Beytullah'ın üzerinde, Tirmizî, Salat 141; İbn Mâce, Mesacid 4. Bu hususta Ebû Mersed ile Cabir ve Enes'ten de hadis rivâyet edilmiştir. İbn Ömer yoluyla gelen hadisin isnadı pek o kadar kuvvetli değildir. (İsnadında yer alan ravilerden birisi olan) Zeyd b. Cebîra hakkında hıfzı yönünden tenkitlerde bulunulmuştur. , Salnr 141. Aynen bk. İbn Abdi'l-Berr: et-Temhid, V, 225 vd. Bizim ilim adamlarımız ayrıca şunu da eklerler: Gasbedilmiş evde, kilisede, havrada, içinde heykel bulunan evde, gasbedilmiş bir arazide veya kıblede uyuyan yahud bir adamın yüzü, ya da üzerinde necaset bulunan bir duvar karşısında (namaz kılınmaz). İbni'l-Arabî der ki: Bu yerlerde namaz kılmak kimisinde başkasının hakkı dolayısıyla yasaklanmıştır, kimisinde yüce Allah'ın hakkı dolayısıyla, kimisinde de muhakkak veya galip zann ile necaset dolayısıyla yasaklanmıştır, içinde bulunan necasetten dolayı namaz kılınması yasak olduğu belirtilen bir yerde -hamam ve kabristanın içinde veya ona doğru- eğer temiz bir bez serilecek olursa, (İmâm Mâlik'in) "el-Müdevvene"sinde belirttiğine göre- caizdir. Ebû Mus'ab ise ondan (Malik'den) yine de mekruh olacağını nakletmektedir. Bizim (Maliki mezhebimize mensup) ilim adamlarımız, eski kabristan ile yeni kabristan arasında -necaset dolayısıyla- fark gözetmişlerdir. Yine müslümanların kabristanı ile müşriklerin kabristanı arasında da fark gözetmişlerdir. Çünkü müşriklerin kabristanı azâb yurdudur ve gazabın indiği bir yerdir- Hicr bölgesi gibi. Malik, "el-Mecmua"da şöyle demektedir: Bir kimse yere bez serecek olsa bile develerin çöktükleri yerde namaz kılamaz. O, sanki böyle bir yerde namaz kılmayı câiz görmeyişinin iki sebebini kabul etmiş gibidir Birincisi, (def-i hacette bulunmak isteyen kimselerin) develerin arkasında gizlenmeye çalışmaları, diğeri ise, develerin ürkerek namaz kılanın namazını ifsad etmeleri. Eğer çökmüş bulunan deve bir tane ise onun yakınında namaz kılmakta bir beis yoktur. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da sahih hadiste belirtildiğine göre böyle yapardı, Yine Malik der ki: Zaruret olmaksızın, üzerinde canlı timsalleri (resimleri) bulunan bir yaygı üzerinde namaz kılamazsınız. İbnü'l-Kasım, kıble tarafında eğer timsal varsa, namaz kılmayı mekruh gördüğü gibi, gasbedilmiş. bir evde namaz kılmayı da mekruh kabul eder. Şayet kılacak olursa, kıldığı bu namaz geçerli olur Bazıları da Malikten, gasbedilen bir evde kılınan namazın geçerli olmayacağını söylediğini nakletmişlerdir. İbnü'l-Arabî der ki: Bana göre bu; gasbedilmiş araziden farklıdır. Çünkü, eve izinsiz girilmez. Araziye gelince, mülk olsa bile mescid olma özelliğini de devam ettirmektedir. Herhangi bir kimsenin mülkünde olması, onun bu mescid olma özelliğini iptal etmez. Derim ki: Nazarın (kıyasın) ve haberin hakkında delil olduğu sahih görüş, -yüce Allah'ın izniyle- temiz olan her bir yerde kılınan namazın câiz ve sahih olduğudur. Hazret-i Peygamber'den rivâyet edilen: "Şüphesiz ki burası şeytanın bulunduğu bir vadidir" Muvatta’, Vukut 26. şeklindeki ve Ma'mer'in, ez-Zülırf'den rivâyetine göre: "Size, gafletin kendisinde isabet ettiği bu yerden çıkınız" dediği rivâyetine; Hazret-i Ali’nin: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana, Babil topraklarında namaz kılmayı yasakladı. Çünkü o mel’undur, sözüne; Hazret-i Peygamber'in de Semud kavminin Hicrinden geçtiği vakit: "Bu, azap edilenler üzerine ancak ağrıyanlar olarak giriniz" âyetine; yine develerin çöktüğü yerlerde namaz kılmayı yasaklamasına ve buna benzer bu hususta yer alan rivâyetlere gelince; bütün bunlar, icma ile kabul edilmiş esaslar ve bize ulaşmaları sahih yollarla sabit olmuş deliller ışığında ele alınmalıdır. İmâm Hafız Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Bu hususta, bizce tercih edilen görüş şu ki: Adıgeçen bu vadi ve başka yerlerde, hepsinde namaz kılmak, -orada namaza engel olacak şekilde bir necasetin kat'i olarak bulunduğu bilinmedikçe- caizdir. Uykuda kalarak namaza uyanılmayan yerin, şeytanın bulunduğu bir yer olduğunu, buranın lanetli bir yer olup, o bakımdan orada namaz kılınmaması gerektiğini belirterek gerekçe göstermenin bir anlamı yoktur. Bu konuda kabristanda, Babil yurdunda, develerin çöktükleri yerlerde ve buna benzer bu türden olan yerlerde namazın kılınmasını yasaklayan bütün rivâyetler bize göre nesh edilmiştir ve bunlar delil olarak kabul edilemezler. Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Yeryüzünün bütünü bana hem bir mescid hem de bir temizlenme yeri kılınmıştır." Hazret-i Peygamber bize haber vererek bunun, kendisine has üstün faziletlerinden birisi olduğunu belirtmesi de bunu gerektirmektedir. îhm ehlinin kabul ettikleri kanaate göre, onun fazilet ve üstünlüğüne dair olan hususların neshe uğraması, değişikliğe uğraması, eksilmesi câiz ve mümkün, değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bana, benden önce hiç bir kimseye verilmedik beş şey -altı, üç ve dört şey olarak da rivâyet edilmiştir- verildi." Bunlar toplam, dokuzdan İbn Abdi'l-Berr, et-Temhîdr V, 218'de "dokuz" yerine "yedi" şeklindedir. daha fazladır ve Hazret-i Peygamber bunlar arasında şunları da saymıştır: "Ben, kırmızı tenliye de, siyaha da peygamber olarak gönderildim. Düşmanımın kalbine salınan korku ile bana yardım olundu, ümmetim, ümmetlerin en hayırlısı kılındı, bana ganimetler helal kılındı, yeryüzü de bana hem mescid, hem de bir temizlenme aracı kılındı, bana şefaat verildi, bana geniş kapsamlı söz söyleme gücü (cevâniu'l-kelim) verildi, ben, uyuyor iken bana yeryüzünün anahtarları verildi, önüme konuldu. Ayrıca bana Kevser verildi ve benim peygamberliğini ile de peygamberlik sona ermiş oldu." Bu özellikleri ashab-ı kiramdan önemli bir topluluk rivâyet etmiştir. Onların kimisi, bunların bir kısmını zikrederken, bir kısmı da, başkasının sözkonusu etmediği faziletleri zikretmiştir. Bunların hepsi de sahih hadislerdir, Hazret-i Peygamberin üstünlük ve faziletlerinde fazlalık (zamanla artış) caizdir, amma, bunların eksiltmesi câiz değildir. Nitekim Hazret-i Peygamberin, peygamber olmadan önce bir kul olduğu, sonra da Rasûl olmadan önce peygamber olduğu bilinen bir husustur. Ondan da böylece rivâyet edilmiştir. O şöyle buyurmuştur: "Bana da size de ne yapılacağını bilemiyorum." Bundan sonra ise yüce Allah'ın: "Allah geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın, üzerindeki nimetini tamamlasın ve seni dosdoğru yola iletsin diye..." (el-Feth, 48/2) âyeti nazil olmuştur. Yine Hazret-i Peygamber, bir adamın kendisine: "Ey yaratılmışların en hayırlısı!" dediğini İşitince ona: "O dediğin kişi İbrahim'dir!" diye cevap vermiş, yine bir başka seferinde de: 'Sizden, hiç bir kimse, benim için Metta oğlu Yûnus'tan hayırlı olduğumu söylemesin" ve: "O, seyyid İbrahim oğlu İshak oğlu Yakub oğlu Yusuftur." (Onların hepsine selam olsun). Bütün bunlardan sonra da: "Ben, Âdemoğullarının efendisiyim, fakat övünmek için söylemiyorum" diye buyurmuştur. O bakımdan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın fazilet ve üstünlüğü, yüce Allah onun ruhunu alıncaya kadar devamlı artıp durmuştur. İşte bundan dolayı biz bu sözü söyledik: Hazret-i Peygamberin faziletlerinde nesih, istisna ve eksilme câiz değildir amma, bunlarda artış caizdir. Bu rıvfıyerlerin hemen tümü daha önce çeşitli vesilelerle geçmiş bulunmaktadır. Kaynakları da omda gösterilmiştir. Burada bu metnin, merhum müfessirimizin işaret ettiği yerden itibaren İbn Abdi’l-Berr. et-Temhîd, Y. 217 vd.daD alındığını belirtmekle yetiniyoruz. Hazret-i Peygamberin: "Yeryüzü bana mescid ve temizlenme aracı kılındı" hadisine dayanarak da kabristanda, hamamda ve necasetlerden uzak ve temiz olan her bir yerde namaz kılmayı câiz kabul etmekteyiz. Hazret-i Peygamber de Ebû Zerr'e şöyle demiştir: "Ve namaz vakti nerede girerse orada namazını kıl. Çünkü yeryüzünün tümü bir mesciddir." Bu hadisi Buhârî zikretmiştir ve bu hadiste herhangi bir yerin tahsisi ayrıca sözkonusu değildir. İbn Vehb yoluyla gelen şu hadisi delil gösterenlere gelince: "Bana, Yahya b. Eyyub haber verdi. O, Zeyd b. Cebîra'dan, o, Dâvûd b. Hüsayn'dan, o, Nafı'den, o, İbn Ömer'den nakletti..." şeklinde, Tirmizî'nin rivâyet edip, bizim zikrettiğimiz hadise gelince, bu Hadîs-i şerîf, Zeyd b. Cebîra’nın münferiden rivâyet ettiği ve hadis âlimlerinin münker kabul ettikleri bir rivâyettir. Esasen bu hadis, ancak Yahya b. Eyyub'un, Zeyd b. Cebîra yoluyla yaptığı rivâyetten, başka bir rivâyetle müsned olarak bilinen bir hadis değildir, el-Leys b. Sa'd da, İbn Ömer'in azadlısı Nafi'nin oğlu Abdullah'a yazarak bu hadis hakkında sormuş, Nafi'in oğlu Abdullah da ona şu cevabı vermiştir: Benim bildiğim (babam) Nafi'den, bu hadisi rivâyet edenin, babam aleyhine balıl bir söz uydurduğundan ibarettir. Bunu, el-Hulvânî, Said b. Ebi Meryem'den, o, el-Leys'den nakletmiştir. Bu rivâyette de ayrıca, müşriklerin kabristanının diğerlerinden farklı ve özel bir hükmü olduğundan söz edilmemektedir. İbn Abdi’l-Rerr et-Temhid, v. 225-226 Ali b. Ebî Tâlib'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir. En candan sevdiğim varlık (sallallahü aleyhi ve sellem) bana, kabristanda namaz kılmamı, Babil topraklarında namaz kılmamı yasakladı. Çünkü orası lanetlidir. Bu hadisin isnadı ise zayıftır ve zayıf olduğu icma ile kabul edilmiştir. Bu hadisi Hazret-i Aliden rivâyet eden Ebû Salih ise, Salih b. Abdurrahman el-Ğıfârî'dir, Basralıdır, hadis rivâyeti ile meşhur bir kimse değildir. Onun, Hazret-i Ali'den hadis işittiği de sahih olarak sabit olmamıştır. Onun dışındaki diğer raviler ise meçhuldürler ve bilinmemektedirler. ibn Abdi'l-Berr: et-Temkld, V: 223-324 Yine Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Bu hususta, Hazret-i Ali'nin kendi sözü olarak -Hazret-i Peygambere merfuen rivâyet edilmeksizin- isnadı hasen olan bir rivâyet vardır. Bunu el-Fadl b. Dukeyn rivâyet etmiştir. Dedi ki: Bize el-Muğire b. Ebû’l-Hurr el-Kindi anlattı. Dedi ki: Bana, Ebû'l-Anbes flucr b. Anbes anlattı, dedi ki: Bizr Ali (radıyallahü anh) ile birlikte Haruralıların yanına çıkıp gittik, Suriye topraklarını aştıktan sonra, Babil topraklarına girdik. Ey mü’minlerin emiri, akşam oldu namaz kılalım, namaz, dedik. Kimse ile konuşmak istemedi. Yine, ey mü’minlerin emiri, akşam oldu, dediler. O, evet dedi. Ama ben, Allah'ın yerin dibine geçirdiği bir yerde namaz kılmam. Muğire b. Ebi’l-Hurr, Kûfeli güvenilir bir ravidir Bunu, Yahya b. Maîn ve başkaları ifade etmiştir. Hucr b. Anbes ise, Hazret-i Ali'nin arkadaşları arasından ileri gelen birisidir. Tirmizîde Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Yeryüzü bütünüyle mesciddir, kabristan ve Hamam müstesna." Ebû Dâvûd, Salat 24: Tirmizî, Salat 119; İbn Mâce, Mesâcid 4; Müsned, III, 33, 96 Tirmizî dedi ki; Bu hadisi, Süfyan es-Sevrî, Amr b. Yahya'dan, o, babasından, o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan -mürsel olarak- rivâyet etmiştir. Ama, sanki bu daha sabit ve daha sahih bir rivâyet görünüyor. Tirmizî, Salât 119 (Yine) Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Böylelikle bu, mürseli delil kabul etmeyenlere göre delil gösterilemez. Eğer sabit olsaydı, açıklama dediğimiz şekilde olurdu. Biz, Medinelilerin mezhebini izleyen bazı kimselerin söyledikleri: Bu hadiste ve başkalarında geçen kabristan ile özel olarak müşriklerin kabristanı kastedilmiştir, demiyoruz. Hazret-i Peygamber, burada kabristan ve hamam derken, her ikisinin başına da "elif-lâm (harfi tarif)" getirmiştir. O bakımdan, bunun belli bir kabristana tahsis edilip bir diğer çeşidinin dışarıda bırakılması, yahut belli bir hamama hasredilip, diğerlerinin dışarıda bırakılması -bu konuda ondan gelen başka bir rivâyet olmaksızın- câiz değildir. Çünkü, o takdirde bu, Kitap ve sünnetten de sahih haberden de delili olmayan bir iddia olur. Kıyasın da bu hususta bir dahl i olmadığı gibi, bu akıl ile kavranılacak bir husus da değildir. Ayrıca, hitabın fetvası da buna delil olmadığı gibi, bu konudaki rivâyet buna delil değildir. İbn Abdi’l-Berr. et-Temkîd, V, 225 O halde, müşriklerin kabristanı olarak tahsiste bulunanların bu yaptıkları iki şekilden birisiyle mümkündür: Ya bu konuda kâfirlerin, kabristanlarına gidip gelmelerinden ötürü böyle bir kanaate varılmıştır, ancak o takdirde (hadiste) kabristanın özel olarak anılmasının bir anlamı olmaz, çünkü bu durumda kâfirlerin beden ve ayaklarının bulunduğu her yerin aynı şekilde olması gerekir, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, anlamsız sözler sarf etmekten daha yüce ve üstündür. Yahut da böyle bir tahsis, bu gibi yerlerin gazab bölgesi olmalarından dolayı olabilir. Eğer durum gerçekten böyle olsaydı, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendi Mescidini müşriklerin kabristanının olduğu bir yerde bina etmez ve bunun için o kabirleri başka yere taşıyarak orayı düzeltmez, orada da Mescidini inşa etmezdi. Bir kimsenin, içinde namaz kılınması için herhangi bir kabristanı özel olarak tahsis etmesi eğer câiz olsaydı, sırf bu hadis (Mescid-i Nebevi hadisi) dolayısıyla müşriklerin kabristanının özel olarak bu iş İçin tahsis edilmesi uygun olurdu. Kabristanda namaz kılmayı mekruh gören herkes, kabristanlar arasında ayırım gözetmemektedir. Çünkü, baştaki "elif ve lâm" cinse bir işarettir, yoksa ma'hûd olan (bilinen) bir kabristana işaret değildir. Eğer müslümanlar ile müşriklerin kabristanı arasında bir fark bulunsaydı, Hazret-i Peygamberin bunu beyan etmesi ve ihmal etmemesi gerekirdi. Çünkü o, beyan edici olarak gönderilmiştir. Cahil bir kimsenin: Şöyle bir kabristanda namaz kılmak câiz değildir, demesi kabul edilirse, bir diğerinin, şu hamamın da böyle olduğunu söylemesinin kabul edilmesi gerekirdi. Çünkü Hadîs-i şerîfte kabristan ve hamamlar söz konusu edilmektedir. Aynı şekilde hadiste zikredilen "çöplük, hayvan boğazlama yeri" hakkında da, şu çöplük ve şu mezbaha ile şu yol demek câiz olamaz. Çünkü, Allah'ın dininde (bu şekilde delilsiz) hüküm vermeye kalkışmak câiz değildir. İbn Abdi'l-Berr: at-Temhîd, V, 230 İlim adamları, icma ile şunu kabul etmişlerdir Müşriklere ait kabirler üzerinde -yer temiz ve tahir olduğu takdirde- teyemmüm caizdir. Aynı şekilde, bu kimse bir kilise yahut bir havrada temiz bir yer üzerinde namaz kılacak olursa, onun kılacağı bu namazın, geçerli ve câiz olduğunu ıcma ile kabul etmişlerdir. İbn Abdi’l-Berr. et-Temhîdr V. 229 Bu hususa dair açıklamalar et-Tevbe Sûresi'nde (9/107. âyet 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bilindiği gibi, kilisenin bir gazap yeri olması, kabristana göre daha ileri bir ihtimaldir. Çünkü, orası Allah'a isyan olunan ve içinde küfür edilen bir yeıdir Kabristan ise böyle değildin Halbuki, sünneti seniyyede, kilise ve havraların mescid edinileceğine dair ifadeler varid olmuştur. en-Nesâî, Talk b. Ali'den şöyle dediğini rivâyet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gitmek üzere bir heyet olarak yola çıktık. Ona bey'at ettik, onunla birlikte namaz kıldık. Biz, ona bizim topraklarımızda bize ait bir kilisenin olduğunu söyledik.,, diyerek hadisin geri kalan bölümünü nakletmektedir. Nesâî, Mesacid 1 Sözü geçen bu hadiste şu ifadeler yer almaktadır: "Kendi topraklarınıza döndüğünüzde, kilisenizi kırıp onu mescid edininiz." İbn Abdi’l-Berr, <st-Temkldr V, 229 Ebû Dâvûd'un da Osman b. Ebi'l Âs'dan naklettiğine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine Taif mescidini, müşriklerin putlarının olduğu yerde yapmasını emretmiş idi. Dâvûd, Salât 12; İbn Mâce, Mesndrt 3 Bu hadis, daha önce Tevbe Sûresi'nde (9/107. âyet, 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Diğer taraftan, takva esası üzere kurulmuş Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Mescidi'nin, müşriklerin kabristanı üzerinde bina edilmiş olması yeterlidir. Bu da kabristanda namaz kılmayı mekruh kabul eden herkese karşı bir delildir. İste müslümanlara, ister müşriklere ait olsun, kabristanda namaz kılmayı mekruh görenler arasında es-Sevrî, Ebû Hanîfe, Evzaî, Şâfiî ve bunların mezheplerindeki ilim adamları da vardır. Ancak es-Sevri’ye göre (kılacak olursa) namazını iade etmez. Şâfiî'ye göre ise necasetin bulunmadığı bir yerde kabristanda namaz kılacak olursa, kıldığı namaz yeterlidir. İbn Abdi’l-Berr, et-Temhid, V, 2J0 Çünkü bu konuda bilinen hadisler vardır. Ayrıca, Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği hadise göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Evlerinizde namaz kılınız ve evlerinizi kabristana çevirmeyiniz" Ebû Dâvûd, Salat 198; Tirmizî, Salat 213; Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl 1; İbn. Mâce, İkametu's-Salâ 186; Müsned, II, 6, 12? Ayrıca, Ebû Mersed el-Gaznevî'nin, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’den rivâyet ettiği hadis de bunu gerektirmektedir: "Kabirlere doğru namaz kılmayınız ve kabirler üzerinde oturmayınız." Müslim., Cerhiz, 97, 98; Ebû Dâvûd, Cengiz 73; Tirmizî Cenaiz 57; Nesâî, Kıble 11; Müsned, IV, 135 Bu iki hadis, isnad bakımından sabittirler. Ancak bunlarda, (görüşlerine) delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü, her iki hadisin de tevil edilebilme ihtimali vardır. Tevil edilme ihtimali olmayan bir delil bulunmadıkça, temiz olan her yerde namaz kılmanın yasak olmaması gerekmektedir. Müslüman fakihlerden hiçbir kimse de-kendisiyle uğraşıl maması gereken mesnetsiz iddialar ile gerek kıyas açısından gerekse de sahih bir rivâyet açısından açıklanabilir bir tarafı bulunmayan naklettiğimiz önemsiz görüşler müstesna müslümanların kabristanı ile müşriklerin kabristanı arasında fark gözetmiş bulunmamaktadır. İbn Abdi’l-Berr, et-Temhid, V, 230 8. Gübre ve Pislik Atılan Bahçede Namaz Kılmak: Dikkat edilirse merhum müfessirimiz yedinci başlığı zikretmemiştir. Ancak merhum müfessirin sadece "mesele" deyip bîzîm nıiüinrnsiî: olarak: "Hicr ashabının kuyularından... hükmü" diye açtığımız başlık, iki no'lu başlık olursa, sırasıyla bu başlık ta (8) no'lu başlık olur. Ekinleri yetiştirsin diye pisliğin ve necasetin gübre olarak atıldığı bahçede üç defa sulanmadıkça namaz kılınmaz. Bunun gerekçesi ise Dârakutnideki şu rivâyettir: Mücahid, İbn Abbâs'tan, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan, pislik ve kokuşmuş şeylerin atıldığı bahçe hakkında şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Orası üç defa sulandı mı orada namaz kıl." Dârakutnî, I, 228. Bu hadisi, yine Dârakutnî, Nafi'den, o, İbn Ömer yoluyla rivâyet etmiştir. Ona, içine pislikleri ve şu artık gübrelerin atıldığı bahçeler hakkında namaz kılınır mı diye sorulduğunda, o şu cevabı vermişti: Orası üç defa sulandı mı, orada namaz kıl. Bu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den merfu olarak rivâyet edilmiştir. Ancak, her iki hadis, senet bakımından farklıdırlar. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır." 81Biz onlara, âyetlerimîıi vermiştik de bunlardan yüzçevirmişlerdi. Yüce Allah'ın: "Biz onlara, âyetlerimizi vermiştik" âyetindeki "âyetlerimizi"; Âyetlerimizle" anlamındadır. Şanı yüce Allah'ın: "Kuşluk yemeğimizi getir" âyetinin; Kuşluk yemeğimizle" demek olduğu gibi. Burada sözü geçen "âyef'den kasıt, dişi devedir. Çünkü bu dişi devede, pek çok âyetler (belge ve mucizeler) vardı. Kayanın içinden çıkması ve çıktığı sırada yavrulamasının yakın olması, hiç bir dişi devenin ona benzemeyecek kadar iri ve büyük olması, hepsine yetecek kadar çokça süt vermesi gibi. Bununla birlikte Hazret-i Salih'in, dişi deve dışında kuyu ve buna benzer başka bir takım mucizelerinin olma ihtimali de vardır. "Bunlardan yüz çevirmişlerdi." Bu âyetlerden gerekli ibretleri almamışlardı. 82Onlar, güven içinde dağlardan evler yontup oyarlardı. "Yontmak" Arapçada birşeyi törpüleyerek düzeltmek ve üzerindeki fazlalıkları (keser vb. aletlerle) tıraş etmek demektir. "Ha" harfi esreli olarak, şeklinde mastarı da; şeklinde "onu yonttu, yontar, yontmak'" anlamındadır, ise, yontmadan geri kalan artıklar demektir. Kendisiyle yontulan alete" denilir. Kur'ân-ı Kerîm'de de; " Siz, elinizle yonttuğunuz şeylere mî tapıyorsunuz?" (es-Sâffât, 37/95) yani, keserek, yontarak yaptığınız şeylere mi tapıyorsunuz demektir. Hazret-i Salih'in kavmi, ileri derecedeki kuvvetleri ile dağları yontarak kendilerine ev yapıyorlardı. "Güven İçinde"; bu evlerin üzerlerine göçeceğinden, yahut yıkılıp bozulacağından yana güven içinde, diye açıklanmıştır, Ölümden yana güven içinde diye açıklandığı gibi, azaptan yana güven içinde,,, diye de açiklanmıştır, 83Derken, sabaha girdiklerinde, onları da o çığlık yakalayiverdi. "Derken, sabaha karşı girdiklerinde” yani, sabah vaktinde "onları da o çığlık yakalayıverdi." "Sabah vaktine girdiklerinde" demek olup hal olarak nasb edilmiştir. Burada sözü edilen çığlık ile ilgili açıklamalar, daha Önce Hûd Süresi (11/67. âyetin tefsirinde.) ve el-Âraf Sûresi (7/78. âyetin tefsiri)nde geçmiş bulunmaktadır. 84Kazandıkları kendilerine hiç bir fayda vermedi. "Kazandıkları kendilerine hiç bir fayda vermedi." Mallarının, dağlarda korunacak kale gibi yerler edinmelerinin ve kendilerine ihsan edilen birçok nimetin hiç bir faydasını görmediler. 85Biz, gökleri, yeri ve aralarındakileri ancak hak ile yarattık. Şüphesiz o saat gelicidir. O halde sen onlara güzellikle davran. "Biz, gökleri, yeri ve aralarındakileri ancak hak ile" yani, zeval bulmaları ve yok olmaları için "yarattık." Bir diğer açıklamaya göre, iyi davrananlar ile kötü hareket edenlere amellerinin karşılığını vermek için yarattık. Nitekim, bir başka yerde yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Göklerde ve yerde olan herşey Allah'ındır. (Bu) kötülük edenleri yaptıkları karşılığında cezalandırması, güzel amelde bulunanları daha güzeli ile mükâfatlandırması içindir." (en-Necm, 53/31) "Şüphesiz o saat gelicidir." Yani, kıyâmet muhakkak gerçekleşecektir ve herkes amelinin karşılığını görecektir. “O halde sen, onlara güzellikle davran!" Bu da yüce Allah'ın: "Ve onlardan güzel bir şekilde ayrıl." (el-Müzemmil, 73/10) âyetine benzemektedir, Yani, ey Muhammed! Sen hatalarını görmezlikten gel ve güzel bir şekilde onları affet. Daha sonra bu, kılıç (Savaş.) emri ile nesh olundu. Katade ise der ki: Bunu, yüce Allah'ın: "Onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün." (en-Nisa, 4/91) âyeti nesh etmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da onlara şöyle buyurmuştur: "Yemin olsun ben, size (boyunları) kesmekle geldim. Ben hasal (kelleleri uçurmak) emri ile gönderildim. Ben, ziraat emri ile gönderilmedim." Taberî, XIV, 51de Süfyün b. Uyeyne'nin nçıklauıssı çerçevesinde ve Silfyan ile Hazret-i Peygamber arasındaki ravîler zikredilmeksizin Bu açıklamayı da İkrime ve Mücahid yapmıştır. Bu âyetin nesh olmadığı da söylenmiştir. Bu, Hazret-i Peygamber'e, kendisiyle onlar arasında(ki hususlarda), onları af etmeye dair bir emirdir. Safh (güzellikle davranmak) ise, yüzçevirmek demektir. Bu açıklama da el-Hasen ve başkasından nakledilmiştir. 86Şüphesiz, senin Rabbin her şeyi yaratandır, her şeyi bilendir. "Şüphesiz Rabbin, her şeyi yaratandır." Yani, yaratıklar hakkındaki takdirleri de ahlakı da takdir edendir, "her şeyi" kimlerin hak davete uygun hareket ettiklerini, kimlerin de münafıklık ettiklerini "bilendir," 87Yemin olsun, Biz, sana tekrarlanan yediyi ve şu Kur'ân-i Azim'i verdik. İlim adamları, "tekrarlanan yedi (es-Seb'û'l-Mesârû)" hakkında farklı görüşlere sahiptir. Fâtiha olduğu söylenmiştir. Bunu Ali b. Ebî Tâlib, Ebû Hüreyre, er-Rabî’ b. Enes, Ebû'l-Âl-iyye, el-Hasen ve başkaları söylemişlerdir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da bu husus sabit yollarla rivâyet edilmiştir ki, bu da Ubey b. Ka'b ve Ebû Said b. el-Mualla yollarıyla gelen hadislerde sozkonusu edilmiştir. Bu rivâyetler, bundan önce el-Fâtiha Sûresi'nin tefsirinde (1. bab, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Tirmîzî de Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Elhamdülillah (Fâtiha SÛRESİ) Kur'ân’ın da anasıdır, kitabın da anasıdır ve tekrarlanan yedi (es-Seb'ul Mesânî) dir." (Tirmizî) dedi ki: Bu, hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, Feda ıhı 1-Kur’ân 1; Dârimî, Fed;îihr]-Ktır'ân 12; Müsned, V, 114 -hepsi de yakın ifadelerle-. Bu ise bu hususta açık bir delil (nass.) dır, yine bu da el-Fâtiha Sûresi'nde (tefsirinin 1. bab, 3- başlığında) geçmiş bulunmaktadır. Şair der ki: "Size Kur'ân'ı, Ummul-Kitab'ı ve es-Seb'u’l-Mesânî'yi İndiren hakkı için yemin veriyorum..." İbn Abbâs da der ki: Burada "tekrarlanan yedimden kasıt, yedi uzun SÛRE olan el-Bakara, Ali İmrân, en-Nîsa, el-Mâide, el-En'âm, el-A'raf ve -birlikte olmak üzere- el-Enfal ve et-Tevbe Sûreleridir. Çünkü, bu iki SÛRE arasında besmele yoktur. Nesâî, şöyle bir rivâyet kaydetmektedir: Bize, Ali b. Hucr anlattı, bize Şerik haber verdi. O, Ebû İshak'dan, o, Said b. Cubeyr'den, o da İbn Abbâs'tan, yüce Allah'ın: "Tekrarlanan yedi" âyeti hakkında dedi ki: Bunlardan kasıt; yedi uzun sûredir. Nesâî, İfritâh 26. Bunlara "Mesânî (tekrarlananlar)" denilmesinin sebebi, bu sûrelerde ibretlerin, ahkâmın ve hadlerin tekrar edilmesidir. Kimileri de bu görüşü kabul etmeyerek şöyle demişlerdir: Bu âyet-i kerîme Mekke'de indirilmiştir. Ve o dönemde henüz uzun sûrelerin hiç birisi indirilmiş değildi. Bu itiraza şöyle cevap verilmiştir: Şanı yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîmi önce dünya semasına, sonra da dünya semasından peyderpey indirmiştir. Dünya semasına indirdiği ise, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e henüz üzerine indirilmemiş olsa dahi, verilmiş gibidir. "Tekrarlanan yedi"nin, yedi uzun sûre olduğunu söyleyenler arasında, Abdullah b. Mes'ûd, Abdullah b. Ömer, Saîd b. Cübeyr ve Mücahid de vardır. Şair Cerir de der ki: " Allah Ferezdak'ın cezasını versin Mufassal sûreleri ve Mesânî'yi kaybetmiş alarak akşamı ettiğinde.” Mesânî'nin, Kur'ân-ı Kerîm in tümü olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah, sözün en güzelini müteşabih, tekrar edilen (mesânî) bir kitap halinde indirmiştir." (ez-Zümer, 39/23) Bu, ed-Dahhâk, Tavus ve Ebû Malik'in görüşüdür. İbn Abbâs da böyle demiştir Kur'ân'a mesânî denilmesinin sebebi ise: hafreflerin ve kıssaların onda tekrar edilmesidir. Abdulmuttalib'in kızı Safiyye de, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) için söylediği mersiyesinde şöyle demektedir: "O, kendisiyle doğru yolun bulunduğu, yükselen bir nûr idi. Ta'zim okunan Kur'ân-ı Kerîm'in indirilmesi onun özelliği idi." Burada "tekrarlanan yedi"den kastın, Kur’ân-ı Kerîm'in emir, nehiy, müjdeleme, uyarıp korkutma (tebşîr ve inzâr), misallerin verilmesi, nimetlerin sayılması, geçmiş nesillere dair haberler olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da Ziyad b. Ebi Meryem yapmıştır. Sahih olan birinci görüştür, çünkü o bu konuda açık bir nastır. el-Fâtiha Sûresi'nde de bu sûreye Mesanî adım vermenin başka sûrelere de aynı ismi vermeye engel bir taraf olmadığını açıklamış bulunuyoruz. Şu kadar var ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, eğer herhangi bir hususta tevil ihtimali bulunmayan bir rivâyet varid olmuş ve açık bir nass da sabit olmuş ise, o nassın yanında durmak gerekir. "Ve şu Kur'ân-ı azim’i verdik" âyetinde hazfedilmiş ifadeler vardır ve bunun takdiri şöyledir: Fâtiha, Kur'ân-ı azimin kendisidir. Çünkü Fâtiha, İslâm'ın esaslarıyla ilgili hususları kapsamaktadır. Yine buna dair açıklamalar daha önceden Fâtiha Sûresi'nde geçmişti, “Ve şu Kur'ân-ı Azimin." âyetindeki "vav"ın fazladan geldiği ve ifadenin takdiri manasının: "Yemin olsun ki Biz sana tekrarlanan yedi olan şu Kur'ân-ı azim'i verdik" olduğu da söylenmiştir, Şairin şu beyiti de bu türdendir: "O büyük ve efendi hükümdar, O gayretler sahibi ve Savaşta askeri birliğin aralanma..." Buna dair açıklamalar da daha önceden yüce Allah'ın: "Namazları ve özellikle orta namazı koruyunuz" (el-Bakara, 2/238) âyetini açıklarken, (3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 88Sakın bazılarını faydalandırdığımız şeylere iki gözünü dikip uzatma! Onlar için tasalanma da. Mü’minlere de kanadını indir. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Sakın... İki gözünü dikip uzatma" âyetinin anlamı şudur: Kur'ân-ı Kerîm sayesinde Ben, insanların elinde bulunan şeylere seni muhtaç olmaktan kurtardım, yücelttim. Çünkü Kur'ân-ı Kerîmi kendisi için yeterli bir servet görmeyen bizden değildir. Yani, sahip olduğu Kur'ân-ı Kerîm ile İhtiyaçtan kurtulduğunu kabul etmeyip -yüce Mevlâ'nın marifetlerine sahip olduğu halde- gözünü dünyanın, süsüne diken bir kimse bizden değildir. Denildiğine göre, Busra ve Ezriât denilen yerlerden yedi kafile, Kurayza ve Nadirlilere aynı güncte ulaştı. Bu kafilelerle beraber buğday, hoş kokular, mücevherat, denizlerden çıkarılan eşyalar da vardı. Müslümanlar şöyle dedi: Bu mallar bizim olsaydı, bunlarla güçlenir ve bunları Allah yolunda infak ederdik. Bunun üzerine yüce Allah: "Yemin olsun ki Bîz sana tekrarlanan yediyi..." âyetini indirdi. Yani, bunlar sizin için oraya gelen yedi kafileden daha hayırlıdır. O bakımdan gözlerinizi onlara dikmeyiniz. İbn Uyeyne bu kanaattedir. O bununla İlgili olarak Hazret-i Peygamberin şu hadisini de zikreder: “Kur'ân-ı Kerîm ile kendisini zengin görmeyen yani başka şeylere ihtiyaçtan kendisini uzak kabul etmeyen kimse bizden değildir." Buhârî, Tevhîd AA, Ebû Dâvûd, Vitr 20, Darımı, Salat 171: Müsned, I. 172, \7% 179; " ni..." diye baştaynn açıklama yalnızca- Ebû Dâvûd, Vitr 20: Müsned, I. 172’de Bu anlamdaki açıklamalar bizim bu kitabımızın baş taraflarında (Kur'ân'ın faziletleri bölümü Kur'ân'ı okuma keyfiyeti ile ilgili bahiste) geçmiş bulunmaktadır. Bazılarınız ifadesi nimetlerde emsal kıldığımız kimseleri demektir. Yani zenginler zenginlik bakımından birbirlerinin emsalidirler. Bu bakımdan âyet-i kerimede bunlara ("çiftler" anlamına gelen): "Ezvac" denilmiştir. 2. Sürekli Dünya Metaını Arzulamak: Bu âyet-i kerîme dünya metaını arzulayıp ona göz dikmekten uzak kalınmasını ve onun sürekli olarak mevlâsına ibadete yönelmesinin gerekliliğini ortaya koymaktadır. Yüce Allah'ın şu âyeti da buna benzemektedir: "Onlardan bir kısmına bunlarla kendilerini imtihan edelim diye dünya hayatının süsü olarak verip faydalandırdığımız şeylere gözlerini dikme!" (Ta-Ha, 20/131) Ancak durum bu şekilde değildir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Bana dünyanızdan kadınlar ve hoş koku sevdirildi. Gözümün nuru da namazda kılındı " Nesâî, işretu'n-NlsS 1: Müsned, III, 128, 199. 285 Hazret-i Peygamber de insan olmanın ve insanî fıtratın bir özelliği olarak hanımları ile hoş vakit geçirir, güzel koku sürünmeye dikkat ve özen gösterirdi. Yüce Mevlasına seslenmesi esnasında da gözü ancak namaz ile aydınlanırdı. O Rabbine münacaatını, seslenişini bundan daha lâyık ve daha uygun görürdü. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in dininde Îsa'nın dininde olduğu gibi ruhbanlığa yönelmek yoktur. Şanı yüce Allah insana hafif gelen, zorluklardan uzak ve arınmış müsahamakar hamiliği teşri buyurmuştur. O bakımdan insanoğlu dünyanın arzulanan şeylerinden nasibini alır ve yüce Allah'a selim bir kalb ile döner. Faziletli kıraat bilginleri (İslâm âlimleri) ile ihlaslı kimseler bugün için lezzet verici şeylerden uzak durarak göklerin ve yerin Rabbine ihlasla yönelmenin daha evla olduğu görüşündedirler. Çünkü dünyada haram şeyler daha baskın halde bulunmaktadır. Kul ise mÂişeti dolayısıyla kendileriyle birlikte oturup kalkmanın câiz olmadığı kimselere oturup kalkmak şeklinde haramların galip geldiği bir ortamda iyi davranmak zorunda kalmış bulunmaktadır. Böyle anlamak kıraat daha faziletli dünyadan kaçmak bunun İçin daha doğru ve daha adil bir davranış olarak ortaya çıkmaktadır. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar öyle bir döneme geleceklerdir ki; müslümanın en hayırlı malı -dinini korumak kastıyla fitnelerden kaçarak- dağ başlarında ve yağmurun düştüğü yerler arkalarından gideceği bir koyun (sürüsü) olacaktır." Buhârî, Îman 12; Bed'ul-Halk 1% Menâkib 25. Rikaak 34. Fiten 14, Ebû Dâvûd, Fiten 4; Nesâî, İınîtTi 30; İbn Mâce, Fîlen 13; Muvatta’, İsti'zrîn 16: Müsned, III, 6. 30, 43, 57. Yüce Allah'ın: "Onlar için tasalanma" âyeti, müşrikler îman etmeyecek olurlarsa onlar için üzülme demektir. Manası: Dünya hayatında kendilerine verilen meta ve dünyalık dolayısıyla üzütme, çünkü âhirette senin bundan daha üstün ve faziletli şeylerin vardır. Şöyle de açıklanmıştır: Eğer onlar azaba doğru yol alacak olurlarsa onlar için üzülme; çünkü onlar azâb ehli kimselerdir. "Mü’minlere de kanadını indir" sana îman eden kimselere karşı yumuşak davran ve onlara alçak gönüllüce tevazu ile haraket et. "Kanadın indirilmesi" aslında, kuşun yavrusunu bağrına basarken kanadını açtıktan sonra üzerine kanadını kapatması hakkında kullanılır. însan hakkında kendisine tabi olanları daha yakınlaştırması ve yakın tutmasının bir sıfatı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Mesela: Filan kişi kanadını alçaltan, indiren bir kimsedir, denilirken o vakur ve sakin bir kimsedir, denilmek İstenir. Âdemoğlunun iki kanadı onun İki yanıdır. Yüce Allah'ın: "Elini kanadının (koltuğunun) altına götür" (Tâ-Hâ, 20/22) âyeti da buradan gelmektedir. Kuşun kanadı onun eli hükmündedir. Şair der ki: "Bir kavmin lideri olan için mertlik olarak yeter. Hasta kardeşlerine kanadını uzatman." Yani onlara alçak gönüllülükle ve yumuşaklıkla davranman. 89Ve de ki: Şüphesiz ben, evet ben açıkça uyarıcıyım" 90Nitekim bölüşülenlere de indirmiştik. Bu ifadede hazfedilmiş sözler vardır Yani: Ben bir azâb ile apaçık uyaran bir kimseyim, anlamında olup merul olan "azâb" kelimesi hazfedilmiştir. Çünkü "uyarmak " zaten buna delildir. Nitekim bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır: "Ben Âd ve Semud'un yıldırımı gibi bir yıldırımla sizi korkutup uyarırım" (Fusilet, 41/13) diye buyurulmaktadir. Nitekim "anlamındaki kafin fazladan geldiği de söylenmiştir. Yani ben sizi bölüşenlere indirdiğimiz şeyler ile açıkça uyarıcıyım demek olur. Yüce Allah'ın: "Onun benzeri hiçbir şey yoktur." (eş-Şûrâ, 42/11) âyetinde olduğu gibi Manası: Ben sizi bölüşenlerede indirdiğimizin bir benzeri ile açıkça uyanayım, şeklinde olduğu söylendiği gibi, anlamın: "Nitekim biz bölüşenlere de azâb indirmiştik ve (95. âyet-i kerîme ile birlikte) o alay edip duranlara karşı muhakkak ki Biz sana yeteriz. Artık emrolunduğunu açıkça bildir ve haddi aşan o müşriklerden yüz çevir. Çünkü Biz onlardan birçok sıkıntılar çekmiş olduğun ileri gelenlere karşı sana yeteriz, anlamında olduğu da söylenmiştir. "Bölüşenler"in anlamı ile ilgili olarak yedi farklı görüş vardır: 1- Mukâtil ve el-Ferrâ'' der ki: Bunlar Hac döneminde Velid b. el-Muğıre'nin gönderdiği onbir kişidir. Bunlar Mekke'nin dar yollarını, geniş yollarını, dağlardaki yollarını kendi aralarında paylaştırarak bu yollardan geçenlere köle diyorlardı: Aramızda çıkan ve Peygamberlik İddiasında bulunan bu kimseye sakın aldanmayın o bir delidir, bazen o bir sihirbazdır, bazen o bir şairdir, bazen de o bir kahindir, diyorlardı. Onlara bu şekilde "bolüşenler" adının verilmesi bu yollan kendi aralarında paylaştırmalarıdır. Allah bunların hepsinin canlarını en kötü şekilde aldı. Bunlar ayrıca el-Velid bin el-Muğiıe'yi Mescidin kapısında hakem olarak tayin etmişlerdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında ona soru soranlara da: O adamlar doğru söylediler diye cevap verirdi, 2-Katade der ki: Bunlar Kureyş kafirlerinden bir topluluk olup. Allah'ın kitabını bölüştürerek, bir kısmına şiir, bir kısmına büyü, bir kısmına kehânet bir kısmına da öncekilerin efsaneleri ismini vermişlerdi. 3-İbn Abbâs der ki: Bunlar kitabın bir bölümüne îman edip bir bölümünü inkâr eden kimselerdir. 4-İkrime de böyle demiştir: Bunlar ehl-i kitab kimselerdir. Onlara "bölüşenler" adının veriliş sebebi, alay eden kimseler oluşları ve onların kimisinin: Bu sûre benimdir bu sûre de senin olsun, demeleridir. İşte dördüncü görüş de budur. 5-Katade der ki: Bunlar kitaplarını bölüştüler darmadağın ve parçalara ayırdılar ve tahrif ettiler. 6-Zeyd b. Eslem der ki: Burada kastedilenler, Tiz, Salih'in kavmidir. Bunlar onu öldürmek üzere kasem ettiklerinden dolayı onlara el-müktesîm'in" (yani yemin eden, kasem eden kimseler) ismi verilmiştir. Nitekim yüce Allah: "Kendi aralarında Allah adına yemin ederek dediler ki: Ona ve aile halkına gece baskın yapalım..," (En-Neml, 27/49) âyetiyle buna işaret etmektedir. 7-el-Ahfeş der ki: Bunlar karşılıklı olarak yemin ile kendi aralarında bazı hususları, bölüşen bir topluluktu. Denildiğine göre bunlar As b. Vail Rabia’nın iki oğlu Utbe ve Şeybe, Ebû Cehil b. Hişam, Ebul-Bahteri b. Hişam, en-Nadr b. Haris Umeyye b. Haleb ve Münebbih b. Haccac'dırlar. Bunu da el-Maverdi nakletmektedir. 91Onlar ki, Kur'ân'ı parçalara ayırmışlardı. Bu, bölüşenlerin niteliğidir. Bunun mübtedâ olup haberinin (92. âyeti kerimede yer alan): "Yemin olsun ki onlara elbette soracağız" anlamındaki âyet olduğu da söylenmiştir. "Parçalar" kelimesinin tekilinin olup bu kelime bir şeyi darmadağın etmeyi ifade edenden gelmektedir; bu parçaların herbirisine: denilir. Kimi dil bilgini de şöyle demiştir: Bu kelimenin aslr, şeklinde olup "vav" düşürülmüştür Bundan dolayı çoğulu diye gelmiştir. Mesela; "Fırkalar" kelimesinin; nin çoğulu olması gibi. Bunun da asli; dır. " Fırka" birlik kelimesinin çoğulunun şeklinde gelmesi de böyledir. Bunun anlamı da az önce "bölüşen" hakkında yaptığımız açıklamalara raci olur. İbn Abbâs der ki: Bu şekilde davrananlar Kur'ân-ı Kerîm’in bir bölümüne îman ettiler, bir bölümünü inkar ettiler. Şöyle de açıklanmıştır: Bunlar Kur'ân-ı Kerîm ile ilgili olarak söyledikleri sözlerini bölümlere, parçalara dağılıp ayırmışlar, onu yalan, büyü, kehanet ve şiir diye nitelendirmişlerdi, Onu parçalara bölüp dağıttım, ayırdım" demektir. Şair Ru’be de şöyle demektedir: "Allah’ın dini öyle parçalara ayırılıp dağıtılacak birşey değildir." Yani Allah'ın dini darmadağın değildir. Bu kelimeden eksiltilen harfin "lıe" olduğu ve bunun aslının; olduğu da söylenmiştir. Çünkü ve bunun sonucu olan-, kelimesi Kureyş lehçesinde sihir ve büyü demeklir. Onlar, sihirbaza; sihirbaz kadına da derlei'. Şair de şöyle demektedir: "Sihirbazın ve sihir yapanın düğümlerine Üfleyenlerden, Rabbime sığınırım." Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmaktadır: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem); Büyü yapan kadına da, büyü yaptıran kadına da lanet etmiştir," Âyet-i kerimenin anlamı da şöyledir: Bunlar, Kur'ân hakkındaki iftiralarını alabildiğine çoğalttılar; yalan yere söylediklerini oldukça çeşitlendirerek, sihir dediler, öncekilerin masalları dediler, o uydurulmuş bir sözdür, dediler ve daha başka şeyler söylediler. "Parça, bölüm" kelimesinin harf eksilîilmesi açısından benzeri bir kelime de; "Kenar, dudak" kelimesidir. Bunun aslı da- şeklindedir. Nitekim Arapların; "Yıl" diye kullandıkları kelimenin aslı da; şeklindedir Bu kelimelerden aslî olan "he" harfini eksilterek te'nis için alâmet olarak kullanılan "he (yuvarlak te)"yi kutlanmışlardır. Bir diğer görüşe göre, bu kelimenin aslı, şeklinde olup bu da nemime Nitekim Hadîs-i şerîfte bu lâfız kullanılarak: "Size ei-ndtrın ne olduğunu bildireyim mi? O nemime (yani) insanlar arasında laf alıp götürmektir" diye buyurmuştur, (Müslim, Birr 102; Dârimî, Rikaak 7. Müsned, T. 437) (Laf alıp götürmek) demektir. ise, bühtan ve iftira demektir. Bu da, bir kimsenin birisine iftirada bulunarak onda olmayan özellikleri var diye iddia etmesi demektir. Nitekim; " Ona bühtan ve iftirada bulundu" anlamındadır, İftirada bulundum" anlamındadır. el-Kisaî der ki Yalan ve bühtan" demek olup, bunun çoğulu; şeklinde gelir Tıpkı; "Parça, fırka'- kelimesinin çoğulunun; şeklinde gelmesi gibi. Yüce Allah da: "(el-Kisaînin anlayışına göre) Onlar ki Kur'ân'ı yalan diye nitelendirmişlerdir.” Bunun anlamının, Kur'ân-ı Kerîm’den hoşlarına giden bölümlerine îman ettiler, geri kalan bölümlerini de inkâr ettiler şeklinde olduğu da söylenmiştir. Böylelikle onların inkâr ve küfürleri, imanlarını boşa çıkarmış olmaktadır. el-Ferrâ'nın kanaatine göre bu kelime; 'den alınmıştır. Bu ise, vadide yetişip diken gibi biten bir bitkinin adıdır. Yani bunlar, Kur'ân-ı Kerîm'i diken gibi rahatsız edici bir âyet olarak algılamışlardı diye snılmıştır. 92Rabbine yemin olsun ki, onların hepsine elbette soracağız. 93Yapmakta oldukları şeyleri. "Rabbîne yemin olsun ki, onların hepsine elbette soracağız." Yani, bu sözü geçen kimselere, dünyada neler yaptıklarını elbette soracağız. Buhârî'de şöyle denilmektedir: İlim ehlinden pek çok kişi, yüce Allah'ın: "Rabbine yemin olsun ki, onların hepsine elbette soracağız" âyetini "Lâ ilâhe illâlah'a dair onlara soru soracağız, diye açıklamışlardır. Buhârî, Îman 18. Derim ki: Bu, merfu' olarak da rivâyet edilmiştir. el-Tirmizî el-Hakîm rivâyet ederek der ki: Bize, el-Cârûd b. Muaz anlattı, dedi ki; Bize, el-Fadl b. Mûsa anlattı, el-Fadl, Serik'ten, o, Leys'ten, o, Beşir b. Nehîk'ten, o, Enes b. Malik'ten, o, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yüce Allah'ın: "Rabbine andolsunki, onların hepsine elbette soracağız. Yapmakta oldukları şeyleri" âyeti hakkında "(Yani) Lâ ilâhe illâlah sözü hakkında" (soracağız) demektir, diye buyurduğu rivâyet edilmiştir. et-Tirmizî el-Hııldm, Nevâdirul-Usûl, II, 160. Ebû Abdullah der ki: et-Tirmizî el-Hakîm der ki: Bize göre bunun anlamı, Lâ ilahe illallah’ın doğru ve samimi olarak söylendiğinden ve ona gereği gibi bağlı kalındığından sorulacaktır. Çünkü yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîminde ameli de sözkonusu ederek: "Tapmakta oldukları şeyleri" diye buyurmakta, söylemekte oldukları şeyleri diye buyurmamaktadır. Her ne kadar sözün de dilin ameli olarak kabul edilmesi mümkün ise de, bununla asıl kastedilen dilcilerin örfen kabul ettikleri sözün söz, amelin de amel olduğu şeklindedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Lâ ilâhe illâlah'tan" diye buyurması, ona tam anlamıyla bağlı kalınmadığından ve söylenen o sözün muhtevasına samimiyetle bağlı kalındığından sorulacaktır, anlamındadır, Nitekim Hasanı Basrî de şöyle demiştir: Îman, hoş şeyleri temenni etmekle olmadığı gibi, din de temenni ile olmaz. Fakat o, kalplerde yer eden amellerin de doğruladığı şeydir. İşte, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Kim ihlâs ile lâ ilahe illallah diyecek olursa cennete girer" diye buyurduğunda, ashabım Ey Allah'ın Rasûlü, bunun ihlaslı söylenmesi ne demektir, diye sormaları Üzerine, o da: "Söylediği bu sözün onu Allah'ın haram kıldığı şeyleri işlemekten alıkoyup engellemesidir" diye cevap vermiş olması bundan dolayıdır. Bu hadisi de Zeyd b. Erkam rivâyet etmiştir. Yine Zeyd b. Erkam’dan, dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu; "Allah, bana ümmetimden lâ ilahe illallah deyip, ona (batıl) herhangi bir şey karıştırmamış olarak gelen herkese cennetin vacip olacağı ahdini vermiştir." Ey Allah'ın Rasûlü dediler, lâ ilahe illallah'a karıştırılacak şey nedir? deyince, şöyle buyurdu: "Dünyaya tutkunluk, dünya için toplamak ve dünya için vermekten uzak kalmak demektir. Bunlar, peygamberlerin sözlerini söylerler, fakat zorbaların amelleri ile amel ederler." Enes b. Malik de şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Lâ ilâhe illâlah, dünya ticaretlerini dinlerine tercih etmedikleri sürece kulları Allah'ın gazabından korur. Eğer, dünyalarının ticaretlerini dinlerine tercih edecek olurlar da, sonra lâ îlâhe illallah diyecek olurlarsa, bu onlara geri döndürülür ve Allah: Yalan söylediniz der." Bu rivâyetlerin hepsinin senedi de "Nevâdürü'l-Usul" adlı eserde zikredilmektedir. et-Tirmizî el-Hakîm. Nevâdiru'l-Usul, J!, 160-161, Derim ki; Âyet-i kerîme, umumu ile İnsanların, kâfirleri ile mü’minleri İle -hesapsız olarak cennete girenler müstesna- sorgulanacaklarına ve hesaba çekileceklerine delil teşkil etmektedir. "-et-Tezkire" adlı kitabımızda açıkladığımız gibi Kâfir, sorgulanıp hesaba çekilecek mi diye sorulursa, buna: Bu konuda görüş ayrılığı vardır, deriz. Biz, buna dair açıklamaları "et-Tezkire"de kaydetmiş bulunuyoruz. Kuvvetli olan görüş kâfirin sorgulanacağı şeklindedir. Hem bu âyet-i kerîme dolayısıyla, hem de yüce Allah'ın: "Ve durdurun onları, çünkü onlar sorgulanacaklardır." (es-Saffat, 37/24) âyeti ve: "Şüphe yok ki dönüşleri yalnız bizedir, sonra da hesaplarını görmek de süphesiz yalnız Bize aittir. " (el-Ğaşiye, 88/25-26) buyrukları hesaba çekilip sorgulanmalarını gerektirmektedir, Denilse ki: Yüce Allah, bir başka yerde: "Suçlulara günahları sorulmaz." (el-Kasas, 28/78); "O günde ne insana, ne cinne günahı sorulmayacak" (er-Rahmân, 55/39); "Allah, onlarla konuşmaz." (el-Bakara, 2/174); "Muhakkakki onlar, o günde Rabblerinden elbette perdelenmiş olacaklardır" (el-Mutaffifin, 83/15) diye buyurmaktadır biz de şöyle deriz: Kıyâmette değişik durumlar sozkonusudur. Kimi halde soru sorulacak, konuşulacak, kimi yerlerde de bunlar olmayacaktır. İkrime de şöyle demiştir: Kıyâmetin durumunda yer yer farklı haller olacaktır. Kimi durumda sorgulama olacak, kimi durumlarda olmayacaktır. İbn Abbâs da şöyle demektedir: Yüce Allah'ın onlara soru sormaması, onlardan haber ve bilgi almak kastıyla soru sormayacağı anlamındadır. Siz böyle yaptınız mı, şöyle yaptınız mı diye sorulmayacaktır. Çünkü yüce Allah, her şeyi bilendir. Ama yüce Allah onlara, azarlama, yaptıklarını başlarına kakma anlamında soru soracak ve onlara: Niye Kur'ân'ı Kerîme karşı isyan ettiniz, bu konuda delilinîz nedir diye sorulacaktır. Kutrub da bu görüşü esas kabul etmiştir. Yüce Allah'ın: "Rabbine yemin olsun ki, onların hepsine elbette soracağız" âyetinin, mükellef mü'mînlere soracağız, anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Sonra, yemin olsun o günde nimetlerden elbette sorulacaksınız"(et-Tekasur, 102/8) âyeti bunu açıklamaktadır. Bununla birlikte âyetin umumi bir anlam ifade ettiği görüşünü kabul etmek, daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır, 94Artık emrolunduğunu açıkça bildir. Müşriklerden de yüzçevir. 95O alay edip duranlara karşı muhakkak ki Biz sana yeteriz. "Artık emrolunduğunu açıkça bildir." Sana emrolunan Allah'ın risaletini tebliğ görevini bütün insanlara karşı yerine getir. Tâ ki onlara karşı delil ortaya konulmuş olsun. Çünkü Allah bunu sana emretmiş bulunuyor. "Yarık" demektir, " Kavim dağıldı" manasınadır. Yüce Allah'ın: "Bölük, bölük ayrılacakları bir gün" (er-Rum, 30/43) âyetinde de bu kökten gelen kelime kullanılmıştır. Onu yardım, o da yarıldı" anlamındadır. Aslında bu kelime anlam itibariyle ayırmak ve yarmak ile alâkalıdır. Ebû Zueyb, bir eşeği ve onun sıpalarını sözkonusu ederken, şöyle demektedir: "Sanki o (sıpa) lar otların üzerine bırakılmış bir örtü gibidir. Ve sanki o, fal oklarını çektirene benzer. O fal oklarının üzerine bir eğilip onları çeker ve dağıtır." Onları dağıtır, birbirinden ayırır, demek istemektedir Yüce Allah'ın: "Artık emrolunduğunu açıkça bildir" âyeti ile ilgili olarak el-Ferrâ' der ki: Yüce Allah bununla emri açıkla demektedir Yani dinini açıkça bildir, ortaya koy anlamındadır. Buna göre buradaki; (........) edatı, (emrolunma) fiili ile birlikte mastar konumundadır. İbnü’l-Arabî der ki: Buradaki "emrolunduğunu açıkla" emri, emrolunduğunu yerine getir, anlamındadır. "Artık emrolunduğunu açıkça bildir" âyetinin: Sen onları tevhide davet etmek suretfyle, topluluklarını ve sözbirliklerini dağıt. Çünkü onlar, bir bölümü senin çağrım kabul etmek suretiyle ayrılıp dağılacaklardır, anlamında olduğu da söylenmiştir. O takdirde, buradaki "Kâfirlerin topluluğunun dağıtılması" demek olur. "Müşriklerden de yüz çevir." Yani, onların alay etmelerini önemsemekten, onların sözlerine aldırmaktan yüz çevir. Çünkü Allah seni onların söylediklerinden, arındırmış, uzak tutmuştur. İbn Abbâs der ki: Bu âyet, yüce Allah'ın: "Müşrikleri... öldürünüz" (et-Tevbe, 9/5) âyeti ile nesh edilmiştir. Abdullah b. Ubeyd de der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın: "Artık emrolunduğunu açıkça bildir" âyeti ininceye kadar gizli kalmaya devam etti. Bu âyet indikten sonra o da, ashabı da artık dışarı çıktılar, Mücahid der ki: Bu âyet ile namazda Kur'ân-ı Kerîm'i açıktan oku, demek istemektedir. "Müşriklerden de yüz çevir" ise, onlara aldırış etme, demektir İbn İshak der ki: Müşrikler kötülük yapmayı sürdürüp, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile çokça alay etmeye başlayınca, şanı yüce Allah da: "Artık emrolundugunu açıkça bildir. Müşriklerden de yüzçevir. O alay edip duranlara karşı muhakkak Biz sana yeteriz. Onlar ki, Allah ile beraber başka bir ilâh tanırlar. Onlar yakında bileceklerdir" âyetlerini indirdi. Âyetin anlamı şudur: Sen, emrolunduğunu açıkça bildir, Allah'tan başkasından korkma. Hiç şüphesiz Allah, alay edenlere karşı sana yeterli geldiği gibi, sana eziyet verenlere karşı da O sana yeter. Bu alay edenler Mekke'nin ileri gelenlerinden beş kişi idiler. Bunlar başlarını çeken el-Velid b. el-Muğire'den başka el-Âs b. Vâil, el-Esved b. el-Muttalib b. Esed Ebû Zema ve el-Esved b. Abdi Yeğus ile el-Haris b. et-Tulâtila'dır. Allah onların hepsini helâk etmiştir. Bedir günü Savaşının, bir günde helâk edildikleri de söylenmiştir. Çünkü bunlar, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile alay eden kimselerdi. (Yine) İbn İshak'ın belirttiğine göre, bunların helâk edilmelerine sebep şudur: Sözü geçen bu kimseler, Beytullahı tavaf ettiklerinde Cebrâîl (aleyhisselâm), Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a geldi. Hazret-i Cebrâîl kalkınca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da kalktı. Onun yanından el-Esved b. el-Muttalib geçti. Hazret-i Cebrâîl, el-Esved'in yüzüne yeşil bir yaprak attı, hemen kör oldu ve gözüne bir ağrı girdi. Başını duvara vurmaya koyuldu. Bu sefer, yanından el-Esved b. Abdi Yeğus geçti, Hazret-i Cebrâîl onun karnına işaret etti. Bu sefer su içip kanamama hastalığına yakalandı ve karnı irinli su ile dolup şişerek öldü. Yanından el-Velid b. el-Muğire geçince Cebrâîl, ayak topuğunun alt tarafında bulunan bir yara izine İşaret etti. Bu yara senelerce önce kibirinden elbiselerini yukarı doğru çekerken isabet etmişti. Şöyleki; el-Velid, Huzaalılardan, oklarına tüy takmakta olan bir adamın yanından geçti. Bu oklarından birisi el-Velid'în elbisesine takıldı ve o topuğunda pek önemsiz olan bu yarayı açtı. Hazret-i Cebrâîl'in işareti ile bu yarası bir daha açıldı ve ölümü ile sonuçlandı. Yine yanından el-As b. Vâil geçti, onun da ayağının alt tarafındaki çukura işaret etti. Taife gitmek üzere eşeğine bindi. Eşeği çıbrık denilen dikenli bir otun üzerine çöktü. Bu sırada da Âs'ın ayağının çukur tarafına bir diken battı ve Ölümüne sebep oldu. Sonra el-Haris b. et-Tulâtıla yanından geçti. Onun da başına işaret etti, başından irin akmaya başladı ve bu sebepten öldü. İbn İshak, Sire, s. 254 -az farkla Bunların ölüm sebepleri ile ilgili buna yakın, nisbeten farklı açıklamalar da zikredilmiştir. Yüce Allah'ın: "Nihayet Allah binalarım temellerinden, yıktı ve üstlerindeki tavan başlarına yıkıldı" (en-Nahl, 16/26) âyetinde kastedilenlerin bunlar olduğu da söylenmiştir. Böylelikle ölümlerinde onlara gelen bu musibetler -ileride geleceği gibi- üzerlerine yıkılan tavana benzetilmektedir. 96Onlar ki, Allah ile beraber başka bir ilâh tanırlar. Onlar yakında bileceklerdir. Bu, alay edenlerin nitelikleri ile ilgili bir âyettir. Bunun, mübtedâ olduğu, haberinin de "onlar yakında bileceklerdir" anlamındaki âyet olduğu da söylenmiştir. Buna göre âyet-i kerimenin anlamı şöyle olur: "Allah ile bember başka bir ilâh tanıyanlar yakında bileceklerdir,'" 97Yemin olsun ki, onların söylediklerinden dolayı göğsünün daraldığını da elbette biliyoruz. Yüce Allah'ın: "Yemin olsun ki, onların söylediklerinden" onların seni yalanlamalarından, sözlerini reddetmelerinden, düşmanlarının sana ve ashabına yaptıklarından "dolayı göğsünün" yani kalbinin "daraldığını elbette biliyoruz." Göğüs ile kalbin kastedilmesi, kalbin yerinin göğsün içi olduğundan dolayıdır. 98Artık sen hemen Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Artık sen hemen Rabbini hamd ile tesbih et” Yani, sen hemen namaza koş, namaza sığın. Çünkü namaz teşbihin en ileri derecesi, takdisin de en ileri noktasıdır. "Tesbih et" âyeti, yüce Allah'ın: "Ve secde edenlerden ol" âyetinin bir açıklamasıdır. Namazda yüce Allah'a en ileri derecede yakınlık halinin secde hali olduğu açıkça bilinmektedir Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kulun Rabbine en yakın olduğu hal, secdedeki halidir. O bakımdan ihlasla dua ediniz." Müslim, Salât 215; Nesâî, Tatbik 78: Müsned, II, 421 Bundan dolayıdır ki, bu âyetle özellikle secde hali sözkonusu edilmiştir. 2. Bu Âyeti Kerîme Secde Âyeti midir? İbnü'l-Arabî der ki: Bazı kimseler, buradaki emir ile bizatihi secde etmenin emredildiğini sanmışlardır. O bakımdan burada, Kur'ân-ı Kerîm'de tilâvet secdesi yapılan yerlerden birisi olduğu görüşünü kabul etmişlerdir. Ben, Beytülmakdis’in -Allah onu arındırsın- Hazret-i Zekeriyya mihrabında İmâmlık yapan zatın burada secde ettiğine şahit oldum, ben de bu âyet-i kerimenin nihâyetinde onunla birlikte secde ettim. Ancak-ilim adamlarının çoğunluğu bu görüşte değildir. Derim ki: Ebû Bekir en-Nakkâş, Ebû Huzeyfe ile Yeman b. Riâb ‘ın görüşüne göre burada secde âyeti olduğunu zikretmektedir. O, bunun vacip bir secde olduğu görüşündedir. 99Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et. Bu âyet ile ilgili açıklamalarımızı tek başlık halinde sunacağız: Yakîn, Ölüm Demektir: Yüce Allah Peygamberine, kullarının kendisine hizmette kusur etmeleri halinde kendisine ibadet etmesini emretmekte ve bunun, vacip olduğunu belirtmektedir. Yüce Allah'ın: "Sana yakîn gelinceye kadar" ifadesinin anlamı nedir? Çünkü, zaten "Rabbîne ibadet et" ifadesi ibadet emri için yeterlidir, diyene şöyle cevap verilir: Bu âyetin anlamı şudur: Eğer "Rabbime İbadet et" emri mutlak gelmiş olsaydı, sonra da Hazret-i Peygamber, yüce Allah'a yalnızca bir defa ibadet etmiş olsaydı, bu emre gereken şekilde itaat etmiş olurdu. Yüce Allah'ın: "Sana yakîn (Ölüm) gelinceye kadar" diye buyurması ise, ölünceye kadar sen O'na ibadetten ayrılma, anlamında olur. Peki, şanı yüce Allah: "Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et" diye buyurduğu halde, niçin "ebediyen" diye buyurmamıştır, denilecek olursa, şu şekilde cevap verilir: "Yakîn" ifadesi, "ebediyyen" ifadesinden daha beliğdir. Çünkü, "ebediyyen" kelimesinin tek bir anı ve bütün anları "sonuna dek" ifade etme ihtimali vardır, Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/95. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Maksat, hayatı süresince ibadetin de devamlılığıdır. Nitekim yüce Allah'ın salih kulu şöyle demiştir: "Hayatta olduğum sürece namaz kılmamı, zekât vermemi emretti " (Meryem, 19/31) Buna bağlı olarak bir kimse hanımına: Sen ebediyyen benden boşsun, diyecek olursa, sonra da: Ben bununla bir gün veya bir ayı kastettim derse, hanımına ric'at yapmakla mükellef olur. Eğer: Hayır, ben hayatı boyunca onu boşamış oldum diye açıklarsa, ona ric'at yapamaz. "Yakîn" kelimesinin, ölüm anlamına geldiğine delil ise, Ensar’dan olan Um el-Alâ'nın rivâyet ettiği hadistir. Bu hanım, Hazret-i Peygamber'e bey'atte bulunan kadınlardandır. Bu hadiste şunlar da geçmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Osman'a -Osman b. Maz'un'u kastediyorum- gelince, ona da yakîn gelmiş bulunmaktadır. Ve ben, onun namına hayır ümid ederim. Allah'a yemin ederim, ben Allah'ın Rasûlü olduğum halde ona ne yapılacağını bilemem" dedikten sonra, hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir, Buhari Cenâiz 3T Şehadat 30: Müsned, VI. 436. Buhârî, Cenâiz 3 ile Müsned, VI, 436'da "... ona ne yapılacağını..." yerine; "buna ne yapılacağını..." şeklindedir. Bu hadisi, sadece Buhârî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- rivâyet etmiştir. Ömer b. Abdulaziz de şöyle derdi: Ben insanların ölümü yakîn (kesinlik) ile bildikleri halde, ondan çok şüpheye benzeyen bir yakîn görmüş değilim. Çünkü onlar, bu yakînlerine rağmen Ölüm için gerekli hazırlığı yapmıyorlar. Bununla ölümün geleceğinde şüphe ediyorlar demek istiyor gibidir. Şöyle de denilmiştir: Burada "yakîn"in, yüce Allah'ın, düşmanlarına karşı sana zafer vereceği hususunda şüphe edilmeyen hak anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu görüş, İbn Şecere'ye aittir. Ancak birincisi daha sahihtir. Mücahid, Katade ve el-Hasen'in görüşüdür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Cubeyr b. Nuleyr ise, Ebû Müslim el-Havlânî'yi şöyle derken dinlediğini rivâyet etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bana mal toplamam, ticaret yapanlardan olmam vahyolunmadı. Ancak bana: Rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerle beraber ol ve yakîn (ölüm) sana gelinceye kadar Rabbine ibadet et," diye vahyolundu. Suyûtî, ed-Durru'l-Mensur, IV, 105. |
﴾ 0 ﴿