NAHL SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile

(Mekke'de İnmiştir, Yüzyirmisekiz Âyettir).

el-Hasen, İkrime, Atâ ve Câbir'in görüşüne göre bütünüyle Mekke'de inmiştir. Bu sûrede şanı yüce Allah, kullarının üzerindeki nimetlerini sayıp dökmesi sebebiyle buna "Sûretu'n-Niam (Nimetler Sûresi)" ismi da verilir.

Yüce Allah'ın:

"Şayet bir ceza verecek olursanız, size yapılan saldırının misli ile mukabele edin" (126 âyet) âyeti dışında Mekke'de İndiği de söylenmiştir. Sözü geçen bu âyet-i kerimenin ise, Medine'de Hazret-i Hamza ile Uhud'da şehid edilenlere uygulanan müsle hakkında indiği belirtilmiştir.

Bir diğer istisna da yüce Allah'ın:

"Sabret, senin sabrın ancak Allah(ın) yardımı iledir" (127. âyet) ile:

"Ayrıca Rabbin... sonra hicret edenlere.,."(110. âyet) âyetlerinin da Medine'de indiği söylenmiştir.

"Zulmedildikten sonra Allah yolunda hicret edenlerin..." (41. âyet) âyeti Habeşistan'a hicret hakkında olup Mekke'de İnmiştir.

İbn Abbâs der ki: Bu sûre, Hazret-i Hamza'nın şehid edilmesinden sonra Medine'de inen üç âyet-i kerîme dışında Mekk. de inmiştir. Sözkonusu bu âyet-i kerimeler ise:

"Allah'ın ahdini az bir pahaya satmayın... Sabredenlerin mükâfatını elbette yapmakta olduklarının en güzeliyle vereceğiz" (95-97, âyetler) âyetleridir.

1

Allah'ın emri geldi. Artık onun acele gelmesini istemeyin. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir; yücedir,

"Allah'ın emri geldi. Artık onun acele gelmesini istemeyin" âyetindeki

"geldi" âyeti, "gelir, gelecek" anlamındadır. Bu, bir kimsenin: Eğer banal İkram edersen, ben de sana İkram ederim, demesine benzer. Bundan önce de yüce Allah'ın, gerek mazi, gerekse müstakbel (muzari, geniş zaman, gelecek) ile ilgili haber vermelerinin aynı olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Çünkü onun geleceğini bildirdiği şey kaçınılmaz olarak gelecektir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Cennetlikler, cehennemliklere... seslenirler." (el-A'râf, 7/44)

"Allah'ın emri"nden kasıt; şirk üzere ve O'nun Rasûlünü yalanlamaya devam eden kimseler için hazırladığı cezasıdır. el-Hasen, İbn Cüreyc ve ed-Dahhâk derler ki: Bu, Kur'ân-ı Kerîm'in getirdiği ve onda yer alan farz hükümleri ile sair ahkâmıdır. Ancak bu anlama gelme ihtimali uzaktır. Çünkü, ashab-ı kiramdan herhangi bir kimsenin, yüce Allah'ın farz hükümlerini kendilerine farz kılınmadan önce çabuklaştırılmasını istediğine dair bir nakil gelmemiştir. Azap ve cezanın acele gelmesini istiyenlere gelince; bu Kureyş kâfirlerinden olsun, onların dışındaki kâfirlerden olsun çokça nakledilmiş bir husustur. Öyleki, en-Nadr b. el-Haris:

"Ey Allah! Eğer bu senin katından gelmiş hakkın kendisi ise..." (el-Enfal, 8/32) diyerek azâbın çabuklaştırılmasını istemişti.

Derim ki: ed-Dahhâk(ın) görüşü lehine, Ömer (radıyallahü anh)'ın şu sözleri delil gösterilebilir. Ben, üç hususta Rabbime muvafakat ettim. İbrahim'in Makamı, hicab ve Bedir esirleri hususunda. Bunu, Müslim ve Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Salat 32, Tefsir 2. sûre 9; Müslim, Fedâilus-Sahâbe 24 (muhtasar okınıkh Dârimî, Menâsik 33 (kısmen): Müsned, I, 23, 24. 36. Bundan önce el-Bakara Sûresi'nde (2/125- âyetin ilk bölümü, 3, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır,

ez-Zeccâc der ki: Burada, "Allah'ın emri"nden kasıt, yüce Allah'ın, küfürlerine ceza olmak üzere onları tehdit etmiş olduğu azaplardır. O bakımdan bu, yüce Allah'ın:

"Nihayet emrimiz gelip tandır kaynayınca,,." (Hûd, 11/40) âyetini andırmaktadır.

Burada sözü edilen

"Allah'ın emri"nin kıyâmet günü olduğu yahut onun yaklaştığına delil teşkil eden alâmetlerinden birisi olduğu da söylenmiştir.

İbn Abbâs derki:

"O saat yaklaştı ve ay yarıldı" (el-Kamer, 54/1) âyeti nazil olunca, kâfirler şöyle dedi: Bu adam, kıyâmetin yaklaştığını iddia ediyor. O halde yaptıklarınızın bazılarından uzak duruma. Uzak durdular ve beklediler. Ancak, herhangi bir şey görmeyince, bu sefer: Biz birşey görmüyoruz, dediler. Bunun üzerine yüce Allah'ın:

"İnsanların hesaba çekilecekleri vakit yaklaştı" (el-Enbiyâ, 21/1) âyeti nazil oldu. Yine, bundan korkup çekindiler ve kıyâmetin yaklaşmasını beklediler. Geçen günler uzayıp durunca, biz birşey görmüyoruz dediler. Bunun üzerine:

"Allah'ın emri geldi" âyeti nazil oldu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da, müslümanlar da bundan dolayı korkuya kapıldılar. Bu sefer:

"Artık onun acele gelmesini istemeyin" âyeti inince kalpleri yatıştı ve huzur buldular, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ben ve kıyâmet, şu İkisi gibi gönderildim" diyerek şehadet parmağı ve onun yanındaki parmağı ile işaret etti. Yani, Hazret-i Peygamber demek İstiyor ki: Az kalsın kıyâmet benim gelişimden önce kopacakken, ben ondan önce gönderildim el-Vahidî, Esbâbu Nüzûli'l-Kur'ân, s. 284

İbn Abbâs der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamber olarak gönderilmesi kıyâmetin alâmetlerindendir. Cebrâîl de, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e peygamberlik vermek üzere semâvât ehlinin yanından geçip gittiğinde onlar: Allahuekber kıyâmet koptu demektir, dediler.

"O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir, yücedir." Yani,

O'nun, kıyâmeti koparmaya kadir olmadığı şeklindeki nitelendirmelerinden münezzehtir. Çünkü Onlar; Hiçbir kimse ölüleri yeniden diriltemez, diyorlardı. Bu sözleriyle de ancak yaratılmış bir kimsenin nitelendirilebileceği acizlikle O'nu nitelendirmiş oldular. Böyle bir nitelendirme ise şirktir.

"Onların ortak koştukları şeylerden" âyetinin, onların şirk koşmalarından,,, anlamında olduğu söylenmiştir. Âyetteki “Şeyler" kelimesinin; “Kimse" anlamında olduğu da söylenmiştir ki, O, kendisine ortak koşulan kimselerden yüce ve münezzehtir, anlamına gelir.

2

O, kendi emri ile kullarından dilediği kimseler üzerine Ruh ile melekleri: "Benden başka hiçbir ilâh olmadığını bildirin. O halde benden korkun" desinler diye indirir.

Melekleri... indirir âyetini, el-Mufaddal b. Âsım; Melekler... iner" diye okumuştur. Burada fiil aslı itibariyle; şeklindedir ve bu Fiilin gerçekleştirilmesi meleklere isnad edilmiştir. el-Kisaî, Ebû Bekir'den, o, Âsım'dan, -el-Mufaddal'dan farklı olarak- ve el-A'meş'ten; Melekler indirilir" şeklinde meçhul fiil olarak okumuşlardır. el-Cu'ti ise Ebû Bekir'den, o Âsım'dan Melekleri... indiririz" diye faili belli malum fiil olarak okumuşlardır. Diğerleri ise yine, malum bir fiil olarak; İndirir" diye okumuşlardır. Bu fiildeki zamir, yüce Allah'ın lâfzına racidir. Katade'den ise, İndiririz" şeklinde, "nün" İle fakat şeddesîz okuduğu rivâyet edilmiştir. el-A'meş ise, "nüzulden" olmak üzere; (Melekler) iner" dvye "te" harfi üstün, "ze" harfi de esreli olarak okumuştur. Melekler" ise, merfu’ olarak melekler iner anlamında fail olarak) okumuşlardır. Allah'ın:

"Melekler... iner de iner" (el-Kadr, 97/4) âyetinde olduğu gibi.

"Ruh" âyetinden kasıt, vahiy demek olup, bu da nübüvvet demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Yüce Allah'ın:

"O, kendi emrinden, ruhu kullarından dilediği kimseye gönderir" (el-Mu'min, 40/15) âyeti da buna benzemektedir. er-Rabi' b. Enes de, Allah'ın kelamı olan Kur'ân diye açıklamıştır. Bunun, kendisine uyulması gereken hakkın beyanı olduğu söylendiği gibi, canlıların ruhları diye de açıklanmıştır. Bu açıklamayı da Mücahid yapmıştır. Çünkü beraberinde bir ruh bulunmaksızın hiçbir melek inmez. Aynı şekilde İbn-i Abbas'dan da rivâyet edildiğine göre

"ruh" şanı yüce Allah'ın ademoglunun suretleri gibî yarattıklarından bir yaratıktır. Semadan beraberinde bunlardan birisi bulunmaksızın hiçbir melek inmez.

Buradaki

"ruh" kelimesi rahmet diye de açıklanmıştır ki, bu açıklamayı el-Hasen ve Katade yapmıştır. Hidâyet diye de açıklanmıştır. Çünkü bedenler ruhlarla hayat bulduğu gibi, kalbler de hidâyet ile hayat bulur, ez- Zeccac'ın görüşünün anlamı da budur Çünkü ez- Zeccac şöyle demektedir: Ruh yüce Allah'ın emrine irşad etmek suretiyle İçinde hayatî bir özellik taşıyan herbir âyettir, Ebû Ubeyde de burada ruhtan kasıt Cebrâîl'dir diye açıklamıştır.

Yüce Allah'ın;

"Ruh ile" âyeti ruh ile beraber anlamında olup bu da; Elbiseleriyle çıktı" ifadesindeki elbiselerinin de onunla beraber (üzerinde) olması demektir

"Emri ile kullarından dilediği kimseler üzerine" yani Allah'ın peygamberlik için seçmiş olduğu kimseler üzerine,., demektir. Bu da onların:

"Ve dediler ki: Bu Kur'ân iki kasabanın birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Ez-Zuhruf, 43/31) şeklindeki sözlerini red etmektedir.

"Benden başka hiçbir ilâh olmadığını bildirin, o halde Benden korkun desinler diye” âyeti, bu putlara tapmaktan sakındırma emrini İhtiva etmektedir. İşte bundan dolayı inzâr (korturak bildirmek, sakındırmak.) fiili getirilmiştir. Çünkü inzâr aslı itibariyle kendisinden korkulan şeyden sakındırmak demektir. Bu anlama ayrıca;

"Benden korkun" âyeti da delil teşkil etmektedir.

"Bildirin... diye" âyetindeki , cer harfinin zikredilmemesi suretiyle nasb mahallindedir ki; Küfre sapmış olanları Allah'dan başka hiçbir ilâh yoktur, diye uyarıp korkutun" anlamındadır. O halde bu edat cer harfinin düşmesi ile yahut da "uyarıp korkutma (inzar)" bunun hakkında söz konusu olması (mefûl olması) dolayısıyla nasb mahallindedir.

3

O, gökleri ve yeri hak ile yarattı. O, onların ortak koştukları şeylerden yücedir.

"O, gökleri ve yeri hak ile" zeval bulmaları ve yok olmaları için

"yarattı."

"Hak ile" âyetinin, kudretine delalet etsinler diye kullarının kendisine İtaat etmek suretiyle ibadet etmelerini istemek hakkına sahib olduğunu ölümden sonra da mahlukatı yaratacağını bildirmek üzere ,., anlamında olduğu da söylenmiştir.

"O, onların ortak koştukları şeylerden yücedir.” Hiçbir yaratmaya gücü yetmeyen bütün bu putlardan üstündür.

4

O, İnsanı bir nutfeden yarattı. Bakarsın ki o, apaçık bir hasım kesilivermiştir.

"O İnsanı bir nutfeden yarattı." Şanı yüce Allah vahdaniyetinin delilini söz konusu ettikten sonra, insanı, insanın boşu boşuna yorulup didinmesini ve haddini aşmasını söz konusu etmektedir.

"İnsan" cins isimdir, Bununla Ubey b. Halef el-Cumahî'nin kastedifdiği de rivâyet edilmiştir. Ubey, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e çürümüş bir kemik getirerek gelir ve: Acaba Allah, çürüyüp toprak olduktan sonra bunu tekrar diriltir mi, diye sorar. Yine yüce Allah'ın:

"İnsan hiç Bizim kendisini bir nutfeden yarattığımıza bakmaz mı? Böyle iken o apaçık bir hasım olup çıkıyor" (Yâsîn, 36/77) âyetinin da bu olay hakkında indiği belirtilmektedir. Yani insan belden ve göğüs kemikleri arasından çıkan bir sudan yaratılmıştır. Yüce Allah., onu bebek olarak dünyaya gelinceye kadar bir merhaleden bir merhaleye geçirmiştir ve sonunda insan, bu gibi meselelerde tartışıp hasım olacak hale gelmiştir.

Buna göre ifade, insanın yaptıklarının hayret edilecek işler olduğu anlamını taşımaktadır; Çünkü insan

"kendi yaratılışını unutarak Bize bir misal getirmektedir." (Yasin, 36/78)

Yüce Allah'ın:

"Bakarsın ki o apaçık bir hasım kesilivermiştir" âyeti düşmanlığı apaçık bir şekilde, yüce Allah'ın kudreti hususunda davalaşan bir kimse olarak ortaya çıkmıştır, demektir.

"Hasım" kelimesi; ile aynı anlamdadır. Tıpkı Uygun, münasip" kelimesinin anlamında olduğu gibi.

Bunun: O batıl ile husumet ettiğini açıkça ortaya koyan kimse demek olduğu da söylenmiştir,

"Apaçık (mubîn)" içinde bulunanı sözleri ile açıkça ifade eden kimsedir.

5

Davarları da yarattı ki bunlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok menfaatler vardır. Onlardan yersiniz de.

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1- Davarlar (el-En'âm);

Şanı yüce Allah, insanı söz konusu ettikden sonra, insana ihsanlarından söz ederek:

"Davarları da yarattı ki..." diye buyurmaktadır.

"Davarlar (el-en'âm)"; deve, inek ve koyun türüdür. Çoğunlukla ifadeleri, develer için kullanılırken, toplu olmaları halinde bu ifade kullanılır. Tek başına koyunlar hakkında bu tabir kullanılmaz şair Hassan der ki:

"Zatü'l-Esabi'de, el-Civâ'da Azra'ya kadar olan yerlerdeki

Bütün izler silindi; orada konaklama yerleri ıpıssızdır.

Hashâsoğullarından kalma kurak mı kurak yerler;

Tozu dumana katan ve bırakılan izleri gömen rüzgârlar

ile sema o eserleri yok ediyor.

Oralarda bir zamanlar dost olacak kimseler vardı.

Onun yeşil otlakları arasında develer (neam) ve koyunlar salınırdı."

Görüldüğü gibi burada "neam" kelimesi özel olarak develer hakkında kullanılmıştır

el-Cevherî der ki: "Neam" tekildir "en'âm" ise otlayan malların adıdır. Bu isim çoğunlukla develer hakkında kullanılır. el-Ferrâ'' der ki: Bu kelime müzekker olup müennesi gelmez, o bakımdan Araplar: Bu, suya giden bir devedir" derler, Bunun çoğulu ise; şeklînde gelir. Oğlak" kelimesinin çoğulunun; şeklinde gelmesi gibi. "En'âm" kelimesi de hem müzekker, hem müennescir. Nitekim şanı yüce Allah, bir yerde:

"On(lar)ın karınlarından" (en-Nahl, 16/66) diye buyurduğu halde, bir başka yerde de;

"Onların karınlarından" (el-Mu'mİ-nûn, 23/21) diye buyurmaktadır.

Bu âyetteki Davarları" kelimesinin nasb olarak gelmesi (bir önceki âyetteki) "insan" lâfzına atfedil meşinden yahud mukadder bir fiille nasbedildiğinden dolayıdır. Böyle olması daha uygundur.

2. Isıtacak Şeyler:

"Sıcaklık" demektir. Burada yünleriyim, tüyleriyle ve kılları ile ısıtıcı olan elbise, astar ve kürk gibi eşyalar, kastedilmektedir. İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre, davarların ısıtacak şeyleri, onların nesilleridir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'ır.

el-Cevherî ise, "es-Sıkah"da diyor ki: "Isıtacak şeyler"den kasıt, develerin yavruları, sütleri ve onlardan alınarak kendileriyle yararlanılan diğer ürünleridir. Nitekim yüce Allah:

"Bunlarda sizi ısıtacak şeyler... vardır" diye buyurmaktadır Hadîs-i şerîfte de: (Aramızdaki.) antlaşmayı kabul ettikleri sürece, develerinden bizim de bir payımız vardır" Buradaki "dif İnfzına "deve" anlamının verilebileceği, İbnu’l-Esir, en-Nikâye, il, 12-1'tekî açıklama ve buradakine yukıo örnekten de anlaşılabilmektedir. diye buyurulmaktadır. Aynı zamanda bu kelime, sıcaklık demektir. Bu anlamda olmak üzere Adam ısındı" denilir. Bu şekliyle; "(.........): Hoşlanmadı" fiili gibi kullanılır. Yine ki, şeklinde; "Susadı" fiili gibi de kullanılır. Esreli olarak; ise, isim olarak "ısıtan şey" demektir, çoğulu da; ...diye gelir. Mesela; Onun üzerinde ısıtacak bir şey yoktur" denilir, çünkü burada isimdir. Ancak, -aynı anlamı kastederek; denilmez, çünkü bu şeklîyle de mastardır

Bu bahçenin soğuğa karşı koruyan serin yerinde otur" denilir. şeklinde ve "fail" veznindeki ifade ise, adam kendisini ısıtacak şey giydi, demektir. Isınmış halde olan bir erkeğin durumunu anlatmak için; Isınmış adam" denilir. Isınmış kadına" demektir. Elbise kendisini ısıttı, kendisi elbise ile ısmdı, onunla ısında" demektir. Yine, bu anlamda; Onunla ısındı" diye kullanılır ve bu fiillerin vezni "ifteale" şeklinde olup, kendisini ısıtacak şeyler giyindi, demek olur Gecemiz ısındı sıcak geçti" anlamında olduğu gibi, Sicak bir gün" ifadesi de " vezninde gelmiştir. da sıcak gece demektir. Ev ve elbiseyi nitelemek için de aynı şekil kullanılır. Pek çok deve" demektir. Çünkü, develerin biri, diğerini nefesleriyle ısıtır. Bu, şeddeli olarak da kullanılır. Tüyleri ve yağlan pekçok olan develer" anlamındadır. Bu açıklamalar el-Esmaî'den nakledilmiştir. eş-Şemmâh da şöyle bir beyit nakletmektedir:

"Sırtlarında buzlar bulunan tüyleri ve yağları pek çok develer sahibi

Nasıl olur da kaybolur?"

Yüce Allah'ın:

"Ve birçok menfeatler vardır" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs şöyle demektedir: Menfaatlerden kasıt, herbir canlının soyudur. Mücahid der ki: Kasıt, onların sırtlarına binmek, yük vurmak, sütlerinden, etlerinden, yağlarından yararlanmaktır.

"Onlardan yersiniz de." Özellikle yeme menfeatini tek başına sözkonusu etmesi, onlardan sağlanan faydaların en büyüğü olduğundan dolayıdır. Anlamı, onları kesmeniz halinde ise, etlerinden yersiniz şeklinde olduğu da söylenmiştir.

3- Yün Giyinmek:

Bu âyeti kerîme, yün giyinebileceği ne delildir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da, ondan önceki Mûsa ve diğer peygamberler de yün giyinmişlerdir. Muğîre yoluyla gelen hadiste şöyle denilmektedir "(Peygamber) ürerinde yenleri dar, Şam'dan gelme, yünden bir cübbe bulunduğu halde yüzünü yıkadı..." Müslim, Tahâre 79; Ebû Dâvûd, Ta hâre 60 Bu hadisi Müslim ve başkaları rivâyet etmişlerdir.

İbnü'l-Arabî der ki: Yün giyinmek, mu Hakilerin ayırıcı vasfı, salihlerin giyimi, ashab ve tabiinin alameti idî. Zahid ve ariflerin tercih ettikleri giyimdir. Yün, hem yumuşak, hem kaba ve sert, hem kaliteli, hem orta halli, hem de bayağı şekilleriyle giyilir. İnsanlardan bir topluluğu teşkil eden "sufiyye (mutasallallahü aleyhi ve sellemvıflar)" de ona nisbet edilirler. Çünkü, onların çoğunlukla giydiği yündür. Buna göre (sufiyye) kelimesindeki "ye" harfi nisbet içindir. "He" (yuvarlak te) ise, çoğul bildiren te'nis İçindir. Suft şeyhlerinden birisi, Beytül-Makdis'de -Allah onu hertürlü pislikten arındırsın- bana şu beyitleri okumuştu:

"İnsanisi-, sufi hakkında anlaşmazlığa düştüler ve ihtilaf ettiler

Ve bunun sûf (yün) kelimesinden türemiş olduğunu zannettiler.

Ben bu ismi ancak şu şekilde kabul ederim:

(Sufi) safa (hoş gönül, temiz kalp) ile muamele eden bir feta demektir.

Böylesi de sufi olur ve işte böylesine sonunda sufi ismi verilmiştir,"

6

Akşamleyin getirişinizde de, sabahleyin salıverişinize de onlarda sizin için bir güzellik vardır.

"Güzellik (cemâl)"; kendisiyle güzelleşilen ve süslenilen şey demektir. Yine, bu kelime hüsn (güzellik) anlamına gelir. "Adam güzelleşti" demektir. mastardır. Güzel erkek" Güzel kadın" de mektir. da aynı anlamdadır. Bu açıklamalar, el-Kisaîden nakledilmiştir, el-isaî, ayrıca şu beyiti de nakleder:

"O, yeni doğan ondördündeki ay gibi güzel bir kadındır

Güzelliğiyle bütün insanları geride bırakmıştır,"

Ebû Züeyb de:

"Ey yaralı kalp, sen güzel davranışı elden bırakma.,,"

beyitinde, ey yaralı kalp, çirkin bir sabırsızlık göstermeyerek güzel tutumunu ve hayaya bağlılığını devam ettir, ondan ayrılma, demek istemiştir.

İlim adamlarımız derler ki: Güzellik, surette ve yaratılışın terkibinde olduğu gibi, içteki ahlâk ve huyda, fiillerde de sözkonusu olur.

Hilkat ve yaratılış güzelliği, gözün idrâk ettiği ve kalbe mülayim ve uygun düşen bir özelliktir. Nefis, bunun hangi yolla olduğunu bilmeksizin ve onu herhangi bir kimseye de nisbet etmeksizin buna bağlanır.

Huy güzelliği İse, ahlâkın övülmeye değer niteliklerde olması demektir. İlîm sahibi, hikmet, adalet, iffet, öfkeyi yutmak, herkese hayır ve iyilik dilemek gibi. Fiillerin güzelliği ise, insanların menfaatlerine uygun ve onların menfaatlerini sağlamayı, onlardan kötülükleri uzaklaştırmayı gerektirici şekillerde ortaya çıkmaları ile söz konusudur.

Davarların ve bineklerin güzelliği hilkat güzelliği arasındadır. Bu gözle görülen ve basiretlere uygun düşen bir haldir. Bunların çoklukları ve insanların bu davarları gördükleri vakit, bunlar filanın davarlarıdır, demeleri de onların güzel tarafları arasındadır. Bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır. Çünkü bu develer, gittiklerinde güzellikleri bir araya gelir, muazzam bir görünüm arzederler ve kalpler onların güzelliklerine bağlanır. Çünkü, böyle bir durumda develerin hörgüçleri de sütün bulunduğu memeleri de büyür. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. İşte bu sebepten ötürü meralardan dönüşleri, oraya gidişlerinden önce sözkonusu edilmiştir. Çünkü, o vakit onların süt ve diğer verimleri daha mükemmel hale gelir ve nefis onların gelişlerinden dolayı sevince gark olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Eşheb, Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet eder: Yüce Allah:

"Akşamleyin getirişinizde de sabahleyin salıverişinizde de onlarda sizin için bir güzellik vardır" diye buyurmakladır. Bu âyet, meraya gidip yayılan davarlar hakkındadır. Ancak "revâh", davarların akşam vakti meradan dönüşleri demektir. "Seran" ise, sabahleyin gidişleri demektir. O bakımdan bir kimse develeri meraya sabah vakti bırakıp orada saldığını, onların da meraya yayıldıklarını ifade etmek üzere; denilir. Bu fiilin müteaddi ve lazım (geçişli ve geçişsiz) şekilleri aynıdır.

7

Onlar, kendi kendinize yarı canınız tükenmeden varamayacağınız bir memlekete ağırlıklarınızı yüklenir, götürürler. Şüphesiz Rabbiniz, çok merhamet edicidir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1. Ağırlıkların Götürülmesi:

Yüce Allah'ın:

"Onlar... ağırlıklarınızı yüklenir götürürler" âyetindeki

"Ağırlıklar" insanların eşya, yiyecek ve buna benzer taşınacak ağır şeyleri demektir. Bunlar da taşınması insana ağır gelen şeylerdir. Kastın, insanların bedenlerinin taşınması olduğu da söylenmiştir. Buna da yüce Allah'ın:

"Yer içindeki ağırlıklarını dışarıya çıkardığı zaman" (ez-Zilzâl, 99/2) âyeti delil teşkil etmektedir. Buradaki "memleket"ten kasıt, İkrime'nin görüşüne göre, Mekke'dir.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu, genel olarak sırt üstünde taşınılarak kendisine ulaşılan her memleket ve belde hakkında yorumlanır.

"Yarı can" ise, canın son derece yorulması ve gayretini ortaya koyması, çabalaması demektir. Genel okuyuş, "'şin" harfi esrelidir. el-Cevherî der ki: Meşekkat demektir. Yüce Allah'ın:

"Yarı canınız tükenmeden varamayacağınız..." âyeti buradan gelmektedir. Bu kelime, bazen (şin harfi) ötreli. olarak da okunabilir. Bunu Ebû Ubeyde nakletmektedir.

el-Mehdevî der ki: Bu kelimenin "şîn" harfinin üstün ve esreli okunması anlam itibariyle birbirine yakındır ve her iki şekli de zorluk ve meşakkat anlamındadır. Bu da asa ve benzer şeylerde görülen ortadan yarılma anlamındaki; 'den gelir. Çünkü, bundan dolayı asa, insanın zorluk ve meşakkatten çektiğinin bir benzerini çeker (kabul edilir). es-Sa'lebî der ki: Ebû Cafer ise, bu kelimeyi "şin" harfi üstün olarak okumuştur. Bunların iki şekli de iki ayrı söyleyiştir. Tıpkı; (Her üç kelimenin de ilk harfleri esreli ve üstün olmak üzere aynı anlam da olup sırasıyla): Yazılı sahile, alçı, ntıl kelimelerinde olduğu gibi. Şairin şu beyitînde de aynı kelime "şin" harfi esreli ve üstün olarak nakledilir:

"Ve o develer sahibi olup koşar (arkalarından) ve kardeşim onları meşekkatlerinden dolayı

Kendisinin (bir yorgunluk sebebi) kabul eder, Ve o çok yorulan bir kimsedir."

Bu kelimenin; "Ona meşekkat verdim, veririm" manasıyla mastar anlamında olması da mümkündür. aynı zamanda yarım manasına da gelir. Nitekim, "Koyunun yarısını aldım" demektir. Âyet-i kerimede, maksadın bu olma ihtimali de vardır. Yani, siz ancak gücünüz eksilerek ve onun yarısı gittikten sonra ulaşabileceğiniz bir yere sizi ulaştırırlar. Bu da şu demektir: Sizi kendi Öz gücünüzün yarısı ile diğer yarısının da tükenmesi ile ancak ulaşabileceğiniz bir yere götürürler.

Bu kelime, aynı zamanda dağın bir tarafı manasına da gelir. Nitekim, Ummu Zerr' hadisinde şöyle denilmektedir: Benî az koyunları bulunan bir ahali arasında (bir dağın bir kenarında) buldu." Buhârî, Nikâh 82; Müslim, Fedailus-Sahabe, 92

Ebû Ubeyd ise, buradaki "şık" kelimesi, bir yerin özel adıdır, der. Bu kelme aynı zamanda Öz kardeş anlamına da gelir. Mesela: O benim kardeşim ve canımın yarısıdır' denilir.. "Şık", Arap cahillerinden birisinin de adıdır. Yine bu kelimev yan ve taraf anlamına da gelir. İmruul-Kays'ın şu beyitinde bu anlamda kullanılmıştır:

"Arkasında bulunan (bebeği) ağladı mı, bir yanıyla ona yönelir.

Diğer yanı yönelmeksizin altımda kalır."

O halde bu kelime, müşterek (değişik anlamlarda) kullanılan bir kelimedir.

2. Genel Olarak Davarlar Özel Olarak da Develer, Yüce Allah'ın Lütuflarındandır

Şanı yüce Allah, genel olarak bütün davarları lütfettiğini bildirirken, özel olarak develeri diğer davarlardan farklı olarak ağır yükleri taşımak özellikleriyle sözkonusu etmiştir. Çünkü, koyunlar odaklara salınması ve boğazlanması için, inek türü ekin için, deve türü ise yük taşımak içindir.

Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'den şöyle dediği nakledilmektedir; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "Bir adam, üzerine yük vurduğu bir ineği önüne katıp gütmekte iken, inek ona döndü ve: Ben bunun için yaratılmadım. Ben, ancak tarla sürmek için yaratıldım, dedi." Bunun üzerine insanlar hayret ve dehşet içerisinde: Subhanallah, hiç bir inek konuşur mu? dediler." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki ben de, Ebû Bekir de, Ömer de buna îman ediyoruz." Buhârî, Fedailu Ashâbi'n-Nebiyy 5, Enbiyâ 54; Müslim, Fedâilu's-Salınbe 12; Müsned, II, 245.

Bu Hadîs-i şerîf, ineklere yük vurulmayacağına ve sırtlarına binilmeyeceğine, ancak tarla sürmek, etlerinin yenilmesi, besin ve sütlerinin alınması için yaratıldıklarına delildir.

3. Binekler Üzerinde Yolculuk ve Yük Taşımak:

Bu âyet-i kerimede binekler üzerinde yolculuk yapmanın, onların sırtına yük vurmanın câiz olduğuna delil vardır. Ancak bunun, yük vurmakta aşırıya gitmeksizin, taşıyabilecekleri kadar olması ve bununla birlikte yürümekte de onlara yumuşak davranılarak zora koşulmamaları gerekir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da, hayvanlara şefkat göstermek ve onları rahatlatıp dinlendirmeyi emrettiği gibi, onların yemlerine, sulanmalarına gereken dikkatin gösterilmesini de emretmiştir. Müslim'in rivâyetine göre Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizler, bolluk ve verimli zamanlarda yolculuk yaptığınız vakit develere, yerden hakettikleri paylarını veriniz. Şayet kıtlık ve verimsiz zamanlarda yolculuk edecek olursanız, o takdirde de devenizin gücünü tüketmeden önce varacağınız yere varmakta elinizi çabuk tutunuz." Müslim, İıiınre 178; Müsned, II, 378 (yakın lâfızlarla) Bu hadisi, Malik Muvatta’'da, Ebû Ubeyd'den, o, Halid b. Ma'dân yoluyla rivâyet etmiştir Muvatta’, İSîi'itfn 38.

Muâviye b. Kurra da şöyle der: Ebû'd-Derdâ'nın "Demûn" diye anılan bir devesi vardı. Şöyle derdi; Ey Demûn, Rabbinin huzurunda benden davacı olma. ,

Hayvanlar, dilsizdirler. Onlar, muhtaç oldukları şeyleri kendi İsimlerina bir çare ve yol bularak ele geçirmek imkânını bulamazlar. İhtiyaçlarını açıkça ilade etme gücüne de sahip değildirler, O bakımdan, her kim bu hayvanlardan gereği gibi yararlandığı halde, onların ihtiyaçlarını karşılamayacak olursa o, Allah'a şükretme imkânını kaybetmiş ve Allah'ın huzurunda kendisinden davacı olunmaya kendisini maruz bırakmış olur.

Matar b. Muhammed rivâyetle der ki; Bize Ebû Dâvûd anlattı, dedi ki: Bize İbn Halid anlattı dedi ki, bize el-Müsseyyeb b. Âdem anlattı, dedi ki: Benv Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'ı, bir deve güdücüsüne vurduğunu ve ona şöyle dediğini gördüm: Devene güç yetiremeyeceği yükü mü vuruyorsun?

8

Hem binmeniz için, hem de süs olmak üzere atları, katırları ve merkepleri de (yarattı). Ve bilemeyeceğiniz daha nice şeyleri de yaratır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:

1. Atlar, Katırlar ve Merkepler, Davarlardan Farklıdır:

Yüce Allah'ın;

"Atları" âyeti, nasb ile atfedilmiş bir kelimedir. Atları da yarattı, demektir. İbn Ebî Able ise, Atlar, katırlar ve merkepler kelimelerinin tümünü ref ile okumuştur. (Onlara binmeniz içindirler, anlamına gelir).

Atlara "hayl" anlamının verilmesi, yürüyüşü ile böbürlenmesinden dolayıdır. Bunun tekili ise; şeklindedir. Tıpkı; Koyun" kelimesinin; tekili oluşu gibi. Bunun tekilinin olmadığı da söylenmiştir. Buna dair açıklamalar, bundan önce Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/14. âyet, 6. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır, ilgili hadisleri de orada zikretmiş bulunuyoruz,.

Şanı yüce Allah'ın, burada atları, katırları ve merkepleri ayrıca zikretmiş olması bunların, en'âm (davarlar) lâfzının kapsamına girmediğinin delilidir. Bir görüşe göre ise bunlar da "davarlar" lâfzının kapsamına girmekle birlikte, yüce Allah bunları binmek özellikleri dolayısıyla ayrıca zikretmiştir. Çünkü at, katır ve merkeplerin ağırlıklı özelliği, binmek kastıyla kullanılmalarıdır.

2. Bineklerin Kiraya Verilmesi:

Yüce Allah, davarları ve binekleri bizim mülkiyetimize vermiş, onları bizim emrimize uyacak hale getirmiş ve bizlere onları müsahhar kılmayı, onlardan yararlanmayı -kendinden bize bir rahmet olmak üzere- vermiştir. İnsanın mülk edinip de emri altında kullanması (teshir'i.) câiz olan hayvanların kiraya verilmesi de ilim ehlinin icmaı ile caizdir ve bu konuda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Yük taşıyan ve binek olarak kullanılan hayvanların kiraya verilmesine dair hükümler fıkıh kitaplarında geçmektedir.

3. Yük ve Binek Hayvanlarına Yük Vurulması, Yolculuğa Çıkılması ve Yük Taşıtmak İçin Kiralanan Hayvana Fazla Yük Vurmak:

Aynı şekilde, binek ve yük hayvanlarının gerek üzerlerine yük vurmak, gerekse de yolculuk yapmak kastıyla kiraya verilebileceği hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü yüce Allah:

"Ağırlıklarınızı yüklenir götürürler" (en-Nahl, 16/7) diye buyurmaktadır.

Yine İlim adamları bir kimsenin yük ve binek hayvanını hayvanın sırtından nerelerde ineceğini ve hangi su başlarında konaklayacağını, yol alışının keyfiyet ve niteliklerini, yolda kaç defa konaklayacağını belirtmese dahi, muayyen birçelüre gitmek üzere yük ve binek hayvanını kiraya vermesinin câiz olduğunu kabul etmişler ve bütün bu hususlarda insanlar arasında örf en kabul edilen hususları ölçü olarak almayı yeterli görmüşlerdir.

(Maliki mezhebine mensup) ilim adamlarımız derler ki: Kiraya verme, helal ve haram olan hususlarda aynen alış-veriş gibidir. İbnü’l-Kasım da, kumaşın ölçülerini ve boyunu nitelendirmeksizin Merv kumaşı karşılığında, belli bir yere kadar bir binek kiralamanın câiz olmadığını söylemiştir. Çünkü Malik, böyle bir alış-verişi câiz kabul etmez. Ancak alış-veriş bedeli olarak verilmesi câiz olan şeylerin kira ücreti olarak verilebilir.

Derim ki: -İnşaallah- bu hususta görüş ayrılığı yoktur. Çünkü bu bir icaredir. İbnü'l-Münzir der ki: Kendisinden ilim bellenen bütün ilim ehlinin icma ile kabul ettiklerine göre, bir kimse 10 kafîz Bir kafiz 24.432 gramdır. Bkz. Şer'i Ölçü Birimleri ve Fıkkî Hükümleri, Sh. 162 buğday taşımak üzere bir binek kiralayacak olsa ve şart koştuğu miktarı bu bineğe yükleyecek olup da bu hayvan telef olursa, kiralayanın herhangi bir sorumluluğu yoktur. Eğer 10 kafiz arpa yükleyecek olsa da durum böyledir.

Fakat bir kimse, 10 kafiz yüklemek üzere bir binek kiraladığı halde ona 11 kafiz yükleyecek olması halinde görüş ayrılıkları vardır. Şâfiî ve Ebû Sevr, böyle bir kimse hem bineğin değerini tazminat olarak Öder, hem de kirayı öder, derler. İbn Ebi Leyla ise şöyle der: Bu durumda kişi bineğin kıymetini öder ama, ayrıca ücret ödemez.

Bu hususta üçüncü bir görüş daha vardır. Bu görüşe göre de o kimse, kira ücretini öder. Ayrıca hem kira ücretinin bir bölümü, hem de bineğin kıymetinin bir bölümünü öder Fazla olarak ödeyeceği bu bölüm de hayvana şart koştuğundan fazla olarak yüklediği miktar kadardır. Bu en-Nuvman (b. Sâbit, yani Ebû Hanîfe), Yakub (Ebû Yûsuf) ve Muhammed'in görüşüdür.

Malik'in arkadaşı İbnu’l-Kasım der ki: Eğer fazladan konulan bu kafîz miktarı hayvanı telef edecek boyutlara ulaşmıyorsa ve benzeri bir yük dolayısıyla hayvanın telef olmayacağı biliniyorsa, kiralayanın tazminat ödeme sorumluluğu yoktur. Bununla birlikte binek sahibinin ilk kira ücreti ile birlikte fazladan konulan kafîz'in ücretini alma hakkı da vardır. Çünkü bu durumda o bineğin telef olması, ona vurulan fazla yük miktarı dolayısıyla değildir.

Bu, mesafenin aşılıp aşılmamasından farklı bir husustur Çünkü mesafenin aşılması tamamıyla bir haddi aşmaktır, haksızlıktır. O bakımdan az ya da çok miktarda mesafe aşılacak olursa, kiralayan tazminat öder. Şart koşulan miktardan fazla yük vurmakta ise hem bir İzin, hem de bir haksızlık (şartı aşmak) söz kon usudur. Eğer bu fazlalık normal şartlarda hayvanı telef etmiyor ise, bu durumda hayvanın kiralayana izin verilen hususlar çerçevesinde telef olduğu anlaşılır.

4. Belli Bir Mesafeye Kadar Yük Taşımak Üzere Kiralanan Bineğin Hükmü:

İlim ehli, belli ücret karşılığında belli bir yere kadar binek kiralayan ve bu mesafeyi aşıp daha sonra da kendisine izin verilen yere geri dönen kişinin hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Bir grup ilim adamı, şöyle demektedir; Eğer, belirlenen yeri aşacak olursa, tazminat ödemesi sözkonusudur. Belirlenen sının aştığından dolayı ayrıca kira ödemesi sözkonusu olmaz. es-Sevrî böyle demiştir.

Ebû Hanîfe şöyle demektedir: Ücret, belirlenen mesafe hakkında sözkünusudur. Belirlenmeyen mesafe hakkında ücret sözkonusu olmaz, çünkü o, şarta muhalefet etmişti-, o bakımdan, tazminat ödeyecektir. Yakub (Ebû Yûsuf) da böyle demiştir.

Şâfiî ise şöyle demektedir: Bu durumda belirlediği mesafenin ücretim de, bu mesafenin dışında aştığı miktarın mislinin ücretini de öder. Eğer binek telef olursa, o takdirde kıymetini ödemesi gerekir. Medinelilerin hocaları olan fukahâ-i seb'a da buna benzer bir kanaat belirterek şöyle demişlerdir: Eğer belirlenen mesafeye ulaştıktan sonra daha ileriye gidecek olursa, hayvan herhangi bir zarar görmezse, fazla mesafenin kirasını öder. Eğer hayvan teler olursa tazminatım öder.

Ahmed, İshak ve Ebû Sevr derler ki; Böyle bir durumda hem kira, hem tazminat ödemesi sözkonusudur.

İbnü’l-Munzir der ki: Biz bu görüşü benimsiyoruz.

İbnü'l-Kasım der ki: Kiralayan kimse, kiraladığı mesafeye ulaşacak olup da daha sonra bir mil ve o civarda bir mesafe yahut birkaç mil veya oldukça fazla sayılacak bir mesafe daha giderse ve hayvan bu durumda telef olursa bu takdirde hayvan sahibi ilk mesafenin kirasını alır ve isterse neye varırsa varsın, fazla mesafenin kirasını, isterse de o mesafeyi aştığı günde bineğinin kıymetini alır,

İbnü'l-Mevvâz der ki: Belirlenen mesafeden fazla bir adım daha gidecek olsa bile tazminat ödemesinin sözkonusu olduğu rivâyet edilmiştir.

Belirlenen mesafeden bir mil ve daha fazla bir mesafe gidilmesi halinde İbnü'l-Kasım, Malik'ten şöyle dediğini nakletmektedir: İnsanların belirlenen mesafede üzerinde durmadığı miktarlar dolayısıyla tazminat sözkonusu değildir.

İbn Habîb, İbn el-Mârişûn ile Esbağdan şöyle dediklerini nakletmektedir: Eğer fazla gidilen mesafe az ise, yahut kira ile tuttuğu uzaklıktan az miktar ileri gittikten sonra kiraladığı mesafeye kadar hayvanı sağ salim geri getirecek olup hayvan orada, yahut da kiraladığı yere dönerken yolda ölecek olursa, bu durumda fazla mesafenin kira ücretini almaktan başka bir hakkı yoktur. Bu, tıpkı yanında vedîa olarak bırakılan maldan borç aldığı şeyi geri vermesine benzer. Şayet benzeri süre zarfında eğer piyasa fiyatlarının değişebileceği kadar pekçok gün hayvanı alıkoymasını gerektirecek şekilde uzun bir mesafeyifazladan götürecek olursa, o takdirde tazminat öder. Tıpki belirlenen mesafe ya da zamanın aşılması halinde o aşılan mesafe ve süre içerisinde hayvanın ölmesi gibidir. Eğer bu fazlalık hayvanın ölümünü kolaylaştıracak türden olduğu bilinen bir fazlalık değil ise, izîn verilen yere geri döndürülmesinden sonra hayvanın ölmesi, bir kimsenin yanındaki vediadan borç aldığı miktarı geri vermesinden sonra telef olması gibidir. Eğer sözkonusu Fazlalık çok miktarda ise, o takdirde hayvanın ölümüne bu fazlalık sebep teşkil etmiş kabul edilin.

5. At, Katır ve Merkep Etlerini Yemenin Hükmü:

İbnü'l-Kasım ve İbn Vehb derler ki: Malik dedi ki: Yüce Allah:

"Hem binmeniz için, hem de süs olmak üzere atları, katırları ve merkepleri de (yarattı)" diye buyurarak, bunları hem binmek hem de süs olmak üzere yarattığını, etleri yenilsin diye yaratmadığını belirtmektedir. Buna benzer bir rivâyet, Eşheb'den de nakledilmiştir. Bundan dolayı bizim (mezhebimize mensup) ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: At, katır ve eşeklerin etlerinin yenilmesi câiz değildir. Çünkü yüce Allah'ın, bunlar hakkında binmek ve süslenmek için yaratıldıklarını nass ile belirtmesi, bunun dışındaki özelliklerinin böyle olmadığının delilidir, Davarlar hakkında ise:

"Onlardan yersiniz de" (en-Nahl, 16/5) diye buyurmaktadır. Bu da, yüce Allah'ın lütuf" ve ihsan ettiği, belirttiği ısıtmaları ve başka menfeatleri ile birliktedir. Yüce Allah, böylelikle onlar hakkında meşru olan kesimin gerçekleşmesi suretiyle yemeyi bize mubah kılmıştır. İbn Abbâs ve el-Hakem b. Uyeyne de bu âyeti delil göstermişlerdir. el-Hakem der ki: At etinin yenilmesi, Allah'ın Kitabı gereğince haram kılınmıştır. Sonra da bu âyeti kerimeyi ve bundan önceki âyeti okuyarak şöyle demiştir: İşte bunlar etleri yenilsin diyedir, bunlar da binilsin diyedir.

İbn Abbâs'a at etini yemeye dair soru sorulunca, bunu mekruh gördüğünü belirterek, bu âyeti okuduktan sonra: İşte bunlar binilsin diye yaratılmış olanlardır, demiştir. Daha sonra bundan önceki:

"Davarları da yarattı ki, bunlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok menfaatler vardır" (en-Nahl, 16/5.) âyetini okuyup: İşte bunlar da yenilsin diye yaratılmıştır, demiştir.

Malik, Ebû Hanîfe, onların mezheplerine mensup ilim adamları, el-Evzaî, Mücahid, Ebû Ubeyd ve başkaları da böyle demiştir. Bunlar, Ebû Dâvûd'un, Nesâî ve Dârakutnî ile başkalarının rivâyet ettikleri şu hadisi delil gösterirler: Salih b. Yahya b. el-Mikdâm b. Ma'dikerib babasından, o dedesinden, o Halid b. el-Velid'den rivâyetine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hayber günü atların, katırların ve eşeklerin; yırtıcı hayvanlardan parçalayıcı azı dişi olan yahut da kuşlardan,pençesi olan hayvanların etlerini yemeyi yasaklamıştır. Dârakutnî'nin lâfzı bu şekildedir. Ebû Dâvûd, Et'ime 32; Nesâî, Sayd 30; Dârakutnî, IV, 287

Yine en-Nesâî, Halid b. el-Velid'den rivâyete göre o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i: "Atların, katırların ve merkeplerin etlerinin yenilmesi helal değildir" derken dinlemiştir. Nesâî, Sayd 30.

Fukaha ve hadis âlimlerinin Cumhûru ise söyle demektedir: Bunların etlerinin yenilmesi mubahtır. Ebû Hanîfe'den de bu görüş rivâyet edilmiştir. Bir kesim İse, istisna teşkil ederek bunların etlerinin yenilmesinin haram olduğunu belirtmişlerdir. Önceden belirttiğimiz gibi el-Hakem b. Uyeyne bunlar arasındadır Bu görüş Ebû Hanîfe'den de rivâyet edilmiştir. Ebû Hanîfe'den bu üç ayrı rivâyeti de er-Rûyânî, "Bahru'l-Mezheb alâ Mezhebi'ş-Şâfiî" adlı eserinde nakletmektedir.

Derim ki: Hem nazarın (kıyasın) hem de haberin delil teşkil ettiği sahih görüş, at etlerinin yenilmesinin câiz olduğu ve âyet ile hadisin bu konuda bağlayıcı bir delil ihtiva etmediğidir. Âyet-i kerimede at etlerinin haram oluşuna delil yoktur. Çünkü âyet-i kerîme eğer buna delil teşkil etmiş olsaydı, aynı zamanda eşek etlerinin yenilmesinin haram olduğuna da delil teşkil etmesi gerekirdi. Bu sûre ise Mekke'de inmiştir.

Peki, Hayber yılı eşeklerin ellerinin yeniden haram kılınmasına ihtiyaç doğuran sebep nedir? Çünkü, -ileride de geleceği gibi- at etinin helal kılındığına dair haberler de sabit olmuştur. Aynı şekilde, şanı yüce Allah, davarları sözkonusu ettiğinde onların çoğunlukla görülen ve en önemli menfaatlerini sözkonusu etmiştir. Bunlar ise, yük taşımaları ve etlerinin yenilmelidir. Bunların sırtına binmeyi, bunlarla çift sürmeyi ve buna benzer diğer menfaatlerini sayı olarak zikretmemiştir. Halbuki, bunların sırtına hem binilir, hem de bunlarla çift sürülür. Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Allah, davarları bazısına bitlesiniz, bazısını da yiyesiniz diye sizin için yaratandır." (el-Mu'min, 40/79) Yüce Allah, allar hakkında da:

"Hem binmeniz için hem de süs olmak üzere" diye buyurarak, yine çoğunlukla bunların sağladığı menfaatleri ve kullanılış maksatlarını zikretmekte, bunların sırtına yük vurmayı sözkonusu etmemektedir. Halbuki, görüldüğü gibi adarın sırtında da yük taşınabilmektedir. İşte bundan dolayı yüce Allah atların yenilmesini sözkonusu etmemiştir. Bunu ise yüce Allah, kendisine indirilenleri -ileride de geleceği üzere- açıklama görevini vermiş olduğu peygamberi açıklamış bulunmaktadır. Bu atların binilmek ve süs olmak üzere yaratılmış olmaları, yenilmemelerini gerektirmez. İşte herşeyi konuşturan yüce Yaratıcının konuşturduğu ineğin çift sürmek için yaratıldığını söylediğini görüyoruz. Buna göre adarın binmek için yaratıldığı illetinden hareketle etlerinin yenilmeyeceğini söyleyen kimsenin, ineğin de çift sürmek için yaratılmış olduğundan dolayı etinin yenmemesini söylemesi gerekmektedir. Oysa bütün müslümanlar ineğin etinin yenilmesinin câiz olduğunu icma ile kabul etmiştir. İşte bü hususta sabit olan sünnet gereğince atta da aynı hüküm sozkonusudur.

Müslim, Câbir'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hayber günü ehlî merkeplerin etlerini yemeyi yasakladı ve at etlerini yeme iznini verdi. Buhârî, Meğâzi 38, Zebüîl» 27; Müslim, Sayd 36; Ebû Dâvûd, Et ime 25.

Nesâînin de Hazret-i Câbir'den rivâyeti şu şekildedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hayber günü bize at etlerini yedirdi (yemeyi mubah kıldı) ve merkep ellerini yememizi yasakladı . Nesâi, Sayd 29

Yine Hazret-i Câbir'den gelen bir rivâyette de şöyle dediği kaydedilmektedir: Biz, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde at etini yerdik. Nesâî, Sayd 20

Eğer; Hazret-i Câbir'den gelen Hayber'de at etini yediklerine dair rivâyet, bir durumun nakledilmesi ve belli bir husustaki bir meseledir. O bakımdan onların, herhangi bir zaruret dolayısıyla atları kesmiş olmaları ihtimali vardır. Bu gibi hallerin gerektirdiği davranışlar, delil teşkil etmez; denilecek olursa, biz de şöyle cevap veririz:

Hazret-i Câbir'den gelen ve onun, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde at etini yediklerine dair bildirdiği haber, böyle bir ihtimali ortadan kaldırmaktadır. Eğer biz, böyle bir itirazı kabul edecek olursak ayrıca bu konuda Hazret-i Esmâ'dart gelen şu badis de bizi desteklemektedir; O, şöyle demektedir: Biz, Medine'de iken Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde bir at kestik ve onu yedik. Bu hadisi de Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Sayd 38

Nassın karşısında herhangi bir tercih edici sebep olmaksızın yapılan hertürlü te'vil, ancak mücerred bir iddia olabilir. Ona hiçbir şekilde iltifat edilmez ve dayanak alınmaz.

Dârakutnî de Esma yoluyla gelen hadiste, hiçbir te'vile yer bırakmayacak şekilde güzel bir fazlalık da rivâyet etmektedir. Esma der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde bir atımız vardı. Bu at, ölmek durumuna geldi, biz de onu kestik ve yedik. Dârakutnî, IV, 290. Aynen bk. Ebû Dâvûd, Elime 25- 32, 33; Nesâî, &ıyd 29, 30, 32; Tirmizî, Et'ime 5; İbn Mâce, Zebntîı 14. Görüldüğü gibi bu atın kesilmesi, öleceğinden korkulması sebebiyledir. Bunun dışında başka herhangi bir durum dolayısıyla değildir. Başarı Allah'tandır.

Eğer at da eşek gibi tek tırnaklılardandır, o bakımdan yenilmez, denilecek olursa, şu cevabı veririz:

Bu, kıyas-ı şebeh Kıyâs-ı Şebek: Nass ile hükmü belirtilen asla başvurularak, hükmü bulunmak istenen ferin (kıyasa esas olan) nsiHnrd.fi çeşitti benzerlerinin bulunması dolayısıyla, müaehitlirt feı'L en yakın bulduğu asla göre kıyas ederek hükmünü çıkarmaya çalışması demektir... (M. Ebû Zehra. Usulu'l-Fıkh, Kahire tarihsiz, s. 248, vd. eş-Şeyh Muhn mineci el-Hııdarî. Usuli'l-Fıkh, Kahire 1389/1969, s. 328 vd.) diye bilinen bir kıyastır. Usul bilginleri bunu kabul edip etmemek konusunda farklı kanaatlere sahiptir. Eğer biz bunu kabul edecek olsak domuz etinin haramlığı bu görüşü reddetmektedir. Çünkü, bilindiği gibi domuz, çift tırnaklıdır ve diğer çift tırnaklılardan farklı hükme sahiptir. Şayet, kıyas nassa karşı bir hüküm getiriyor ise, o takdirde bu kıyasın yapılması fasittir, görüşünden hareket edecek olursak, böyle bir itiraza da hiç bir önem atfedilmez,

Taberî der ki: Yenilmek için kendilerinden söz edilen hayvanlara binmenin câiz olduğunu ilim adamlarının icma ile kabul etmiş olmalarında, binilsinler diye yaratıldıklarından sözedilenlerin etlerinin yenilmesinin câiz olduğuna da aynı şekilde delil bulunmaktadır.

6. Katırların Hükmü:

Katırlar da eşekler ile aynı hükümde kabul edilir. Eğer atların etinin yenilmeyeceğini kabul edersek, o takdirde katırlar eti yenmeyen iki canlıdan türemiş bir türdür. Eğer, at eti yenilir kabul edersek, o takdirde katır, eti yenen ve yenmeyen iki hayvandan doğan bir hayvan demektir. O takdirde de usulde kabul edilen ilkeye göre haram hükmü galip ve baskın kabul edilir.

Aynı şekilde birisi kestiği yenilen, diğeri ise kestiği yenilmeyen kâfir ebeveynden doğanın kestiğinin hükmü de böyledir. Böyle bir ebeveynden doğanın kestiği, çer'i kesim olmaz ve onun kesimi ile kesilen hayvan da helal olmaz. el-En'âm Sûresi'nde (6/145- âyet 2. başlıkta) eşeklerin etlerinin haram kılınmasına dair açıklamalar geçmiş bulunduğundan bunu tekrarlamanın anlamı yoktur. Eşek etinin haram kılınış illetinin erkek bir hayvan ile Lut kavminin amelini yapması suretiyle kötü mayasını ortaya çıkarmak olduğu da söylenmiştir, o bakımdan ona da rics (murdar) ismi verilmiştir. et-Tirmizî el-Hakîm, Nevâdiru’l-Usûl, I. 543-544,

7. Atlara Zekât Düşer mi?

Âyet-i kerimede atlara zekât düşmediğine deh'l vardır. Çünkü, Şanı yüce Allah bize, yararlanmayı mubah kıldığı ve onlardan faydalanmak suretiyle bize ikramda bulunduğu lütuflan zikretmektedir. O bakımdan atlar dolayısıyla herhangi bir mükellefiyet -delil olmaksızın- sözkonusu olamaz. Malik, Abdullah b. Dinar'dan, o, Süleyman b. Yesar'dan, o, İrak b. Malik'den, o, Ebû Hüreyre'den rivâyet ettiğine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Müslümana kölesi dolayısıyla da, atı dolayısıyla da sadaka (zekât) düşmez." Buhârî, Zekât 46; Müslim, Zekât 8; Ebû Dâvûd, Zekâî 11; Tirmizî, Zekât 8; Nesâi, Zekiît 16, 17; İbn Mâce, Zekât 15; Muvatta’, Zekât 37: Dârimî, Zekât 10; Müsned, II. 242. 249, 254, 410, 432, 469, 477.

Ebû Dâvûd'un da, Ebû Hüreyre'den rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Atlarda ve kölelerde -kölelerin fıtır sadakası müstesna- zekât yoktur. " Ebû Dâvûd, Zekat 11.

Malik, Şâfiî, Evzaî, Leys, Ebû Yûsuf ve Muhammed de bu görüştedirler. Ebû Hanîfe ise der ki: Hepsi dişi, yahut erkek ve dişi karışık olup sâıme (odaklarda yayılıyor) iseler her bir ata karşılık, bir dinar zekât vardır. Arzu ederse de bunların kıymetlerini tesbit eder ve her ikiyüz dirheme karşılık beş dirhem zekât verir. O, bu hususta Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan nakledilen böyle bir rivâyeti delil göstermektedir: "Sâime olan atlarda herbirisi için bir dinar vardır." Dârakutıî, ll, 126 Yine Hazret-i Peygamberin şu hadîsini de delil gösterir: "At üç türlüdür..."

Bu hadiste şu ifadeler de geçmektedir: "Gerek bu atların rakabelerinde, gerekse de -bineklerinde Allah'ın hakkını unutmaz-" Buhâri, Menakıb 28. Tefsir 99. sûre 1. Şirb U, İ'îisânı 24: Müslim, Zekât 24, Nesâî, Hnyl 1; İbn Mâce, Cîhâd 14; Muvatta’, Cîhüd 3: Müsned, II, 262.

(Delil olarak gösterdiği) birinci hadise verilecek cevap şudur; Bu, ancak Gavrek es-Sa'dî'nin, Cafer b. Muhammed'den, onun, babasından, onun da Hazret-i Cabir'den diye rivâyet ettiği bir hadistir. Dârakutnî ise der ki: Bu hadisi Cafer'den, sadece Gavrek münferiden rivâyet etmiştir ve bu oldukça zayıftır. Ondan öncekiler de zayıf ravilerdir. Dârakutni, II. 126.

Diğer hadise gelince Bu başlıktaki bilgiler ve buradan itibaren başlığın sonuna kadarki bölümler çoğunlukla İbn Abdi’l-Berr, et-Temhid, IV, 213-218 sahifeler arasında yer almaktadır. hadiste sözü edilen hak, eğer Savaş çağrısı yapılacak ve düşmanla Savaşmak İçin atına muayyen olarak ihtiyaç hasıl olursa, onunla Savaşa çıkması, ihtiyaç duymaları halinde, yolda kalmışları ve bineksizleri sırtında taşımasıdır. Böyle bir şey, taalluk ettiğî takdirde o kimse için vacip olur, Tıpkı zaruret halinde muhtaç, olanların yiyecek ihtiyaçlarım karşılamasının onun için muayyen bir hal alması gibi. İşte bunlar, atların rakabelerindeki Allah'ın hakkıdır.

Şâyet; bu, atların sırtlarındaki haktır, geriye onların rakabelerindeki hak kalmaktadır denilecek olursa, şu şekilde cevap verilir: Hadis, "onlardaki Allah'ın hakkını unutmaz" şeklinde de rivâyet edilmiştir. Dolayısı ile "Allah'ın onlardaki hakkı" ibaresi ile "onların rakabelerinde ve sırtlarında ki hakkı" ibaresi arasında herhangi bir fark yoktur. Her ikisinin de İhtiva ettiği mana aynı şeye racidir. Çünkü hak, onların tümüne taalluk eder.

İlim ehlinden bir topluluk da şöyle demektedir: Burada sözü edilen hak, bunlara güzel bir şekilde malik olmak, onların tokluk-açhklarını güzel bir şekilde kontrol etmek, onlara güzel davranmak, onlara ağır gelmeyecek şekilde binmektir. Nitekim Hadîs-i şerîfte: "Siz bu hayvanların sırtlarını kurulacağınız koltuklar bellemeyiniz" Dârimi, liii'zSr 39; Müsned, Mi 430-441. IV, 234, diye buyurulmaktadır Hadiste özellikle onların "rakabe"lerinden sözedilmesi, rakabe ve boyunların, yerine getirilmesi haklar ve görev olarak ifa edilmesi gereken vacipler, farzlar ile ilgili çokça kullanılmasından dolayıdır Nitekim yüce Allah'ın:

"O zaman mü’min bir rakabe (köle) azad etmelidir" (en-Nisa, 4/92) âyetin da bu kabildendir. Yine, Arapların "rakabe"yi taşınır ve taşınma?- mallar hakkında istiare yoluyla kullandıkları çokça görülmüştür. Nitekim Küseyyir şöyle demektedir:

"O, çok iyilik yapan, cömert bir kimsedir.

Güle Tcesinp tebessüm ettiğinde

O gülmesinden ötürü malların rakabeleri kilitlenir."

Aynı şekilde, zekâi düşen hayvanların, kendi cinslerinden belli nisablan vardır. Atlar İçin böyle birşey sözkonusu olmadığına göre, onlar hakkında zekâtın da sozkonusu olmadığı ortaya çıkar. Diğer taraftan, zekâtın yalnızca atların dişilerinde vacip olduğunu söyleyip erkeklerinde sozkonusu olmadığını söylemek de onun (Ebû Hanîfe'nin) bir çelişkisidir. Çünkü Hadîs-i şerîfte bunlar arasında bir ayırım da gözetilmemektedir. Biz, atlara zekâtın düşmediğini söylerken, alın geliri için değil de, nesli için saklanan bir hayvan olduğunu ileri sürerek dişilerini de erkeklerine kıyas ederiz. Ürkeklerine ise zekât düşmemektedir. O halde, tıpkı katır ile eşeklerde olduğu gibi, atların dişilerinde (kısraklarda) da zekât vacip değildir.

Yine, Ebû Hanîfe'den, tek başına erkeklerine zekât düşmediği gibi, tek başına kısraklarda da zekât düşmediği şeklinde bir görüşü de rivâyet edilmiştir. Cumhûrun kabul ettiği görüş de budur.

İbn Abdi'l-Berr der ki: Atların zekâtı ile ilgili Hazret-i Ömer yoluyla gelen haber, ez-Zuhrî ve başkalarının rivâyetiyle sahihtir. Bu, aynı zamanda Mâlik’ten de rivâyet edilmiştir. Ondan, Cüveyriye'nin ez-Zührîden rivâyetine göre es-Sâib b. Yezid dedi ki: Ben babamın, atların kıymetlerini tesbit ettiğini sonra da bunların zekâtını Ömer'e verdiğini gördüm. Bu ise, Ebû Hanîfe'nin ve onun hocası Hammâd b. Ebû Süleyman'ın lehine bir delildir. Bununla birlikte İslam âleminin çeşitli bölgelerindeki rukahâdan herhangi bir kimsenin atlarda ve diğerlerinde zekâtı vacip kabul ettiğini bilmiyoruz. Bunu yalnızca Cüveyriye Malik'ten rivâyet etmiş olup, Cüveyriye sika bir ravidir.

8. Süs Olmak Üzere Yaratılanlar ve Daha Bilmediğimiz Nice Varlıklar:

Yüce Allah'ın:

"Süs olmak üzere" kelimesi, takdirî bir fiil ile nasb edilmiştir. Yani, Ve o, onları süs kılmıştır" takdirindedir. Bunun, mef'ûlün leh olduğu da söylenmiştir.

Süs (zinçt)- kendisiyle süslenilen şeydir. Bu güzellik ve süslenme eğer dünya metaından ise, şanr yüce Allah, dünya metaından yararlanma hususunda kullarına izin vermiş demektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Develer, sahipleri için bir İzzel kaynağıdır, koyunlar berekettir. Atların perçemlerinde ise hayır vardır. " İbn Mâce, Sünen 69,

Bu hadisi el-Berkânî ve Sünen'inde İbn Mâce rivâyet etmişlerdir. Bundan önce de el-En'âm Sûresi'nde geçmiş bulunmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın izzeti develerde sozkonusu etmesi, develerden giyecek, yiyecek, süt, binek, onların sırtında -her nekadar ileri doğru hücumları, geri doğru kaçışları sözkonusu olmasa dahi- gaza yapmak suretiyle yararlanılabilmesindendir. Bereketin koyunlarda bulunması İse, yiyecek, giyecek, içecek ve çokça yavrulama özellikleri dolayısıyladır. Çünkü koyunlar, bir yılda üç defa yavrulayabilmektedir. Buna bağlı olarak koyunlar sakin mahluklardır. Kendilerine sahiplik edenleri de alçak gönüllülük ve yumuşak davranmaya İterler. Oysaki, çölde yaşayan ve binlerce deve sahibi olan kimselerin huyu bunun tam aksinedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in hayrın, ebediyyen atın perçemlerinde düğümlenmiş olduğunu ifade etmiş olması, atlar vasıtasıyla kazanç ve geçim İçin elde edilecek ganimet ve yine atlar vasıtasıyla düşmanların kahredilmedi, kâfirlerin yenik düşürülmesi ve yüce Allah'ın adının yüceltilmesi dolayısıyladır.

"Ve bilemeyeceğiniz daha nice şeyleri de yaratır." Cumhûr: Nice yaratıkları yaratır, diye açıklamıştır. Yerin, karanın ve denizin derinliklerinde insanların görmedikleri ve onlara dair birşeyler işitmedikleri pekçok haşeral ve türlü zehirli hayvanları yaratmasıdır, diye de açıklanmıştır. Yüce Allah'ın:

"Ve bilemeyeceğiniz daha nice şeyleri de yaratır" âyeti ile; Allah'ın, cennette cennetlikler için, cehennemde cehennemlikler için yarattığı ve hiç bir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiç bir insanın da hatırına getirmediği şeyler olduğu da söylenmiştir.

Katade ve es-Süddî derler ki: Bus elbiselerde güve, meyvelerde de kurtların yaratılmasıdır

İbn Abbâs ise bu, Arşın altında bir pınardır, demiştir. Bunu, el-Maverdî nakletmektedir.

es-Sa'lebî der ki: İbn Abbâs dedi ki: Arş'ın sağında yedi gök ve yedi arz ile yedi denizin yetmiş kat büyüğü nurdan bir nehir vardır. Cebrâîl, her seher vakti o nehre girer, onunla yıkanır Nuruna nûr, güzelliğine de güzellik, büyüklüğüne büyüklük katar. Daha sonra bu yıkanmadan dolayı silkinir. Allah, herbir tüyden yetmişbin damla çıkartır. Her bir damladan da yedibin melek çıkar. Hergün onlardan yetmiş bin melek Beyt-i Ma'mur'a girerler, Kâ'be'ye de yetmişbin melek girer ve kıyâmet gününe kadar bir daha dönmezler.

Beşinci bir görüşe göre de, -Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet edildiğine göre- bu, beyaz bir arz parçasıdır. Bu, güneşin otuz günlük sürede aldığı mesafe kadardır. Şanı yüce Allah'a, yeryüzünde isyan edildiğini bilmeyen yaratıklarla doludur. Ashab, Hazret-i Peygamber'e: Ey Allah'ın Rasûlü, bunlar Âdemoğullarından mıdırlar diye sordu. Hazret-i Peygamber: "Allah'ın, Âdem'i yarattığını dahi bilmezler" diye buyurdu. Bu sefer, peki ey Allah'ın Rasulü, İblis'in bunlara karşı durumu nedir diye sordular, Hazret-i Peygamber: "Allah'ın, İblis'i yarattığını dahi bilmezler" dedi ve daha sonra yüce Allah'ın:

"Ve bilemeyeceğiniz daha nice şeyleri de yaratır" âyetini okudu. Bunu da el-Maverdî nakletmektedir. el-Mâverdî, III, 181'de rivâyetin pek güvenilir olmadığına işaret etmek üzere-, 'ruviye; rivâyet edildiğine göre" şeklinde sîga kullanıldığı gibi, merhum Kurtubî de aynı ifadeyi kullanmıştır.

Derim ki: Beyhakî'nin en-Nehaî’den naklettiği şu rivâyet de bu anlamdadır. en-Nehaî dedi ki: Şüphesiz yüce Allah'ın, Endülüs'ün ötesinde, bizimle Endülüs arasındaki mesafe kadar uzaklıkta birtakım kulları vardır. Bunların görüşüne göre, hiçbir yaratık Allah'a isyan etmiş değildir. Bunların çakıl taşları, inci ve yakuttur. Dağlan altın ve gümüştür. Bunlar, ne tarla sürerler, ne ekin ekerler, ne de bir iş yaparlar. Kapılarının önünde meyveler veren birtakım ağaçları vardır. Bunlardan yerler. Yine, enli yaprakları bulunan ağaçları da vardır. Bunlar da onların elbiseleridirler." Beyhaki bunu, "Kitabu'l-Esma ve's-Sıfat" adlı eserinin "Bed'ül-Halk" adlı bölümünde nakletmektedir. es-Suyûti, ed-Durru'l-Mensûr, V, 113-114.

Mûsa b. Ukbe Muhammed b. el-Munkedîr'den, o, Cabir b. Abdullah el-Ensarîden rivâyetine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bana, Arş'ı taşıyan meleklerden olan Allah’ın meleklerinden bir melek hakkında açıklama yapmama izin verildi. Bunun kulağının yumuşağı ile omuz başı arasındaki mesafe, yediyüz yıllık yolculuk mesafesidir." Ebû Dâvud, Sünne 18; ayrıca bk. Tabemnt. el-Evmt, II, A2% V, 212, VII, 2Ö0 ve el-Heysemî. Mecmau'z-Zevâid, I, 80.

9

Doğru yolu göstermek Allah'a aittir Ama onlardan bazısı da eğridir. O dileseydi, elbette hepinizi toptan hidâyete erdirirdi.

"Doğru yolu göstermek Allah'a aittir." Doğru yolun gösterilmesi, beyan edilmesi Allah'a aittir, demektir. Burada ("göstermek" anlamındaki kelime olan) muzaf hazf edilmiştir.

"Doğruyol”dan kasıt İslâm'dır. Yani, peygamberler göndermekle, delil ve belgelerle bu yolu açıklamak Allah'a aittir.

"Kasdu's-Sebil" ise, doğru ve istenen yola gitmek için yolun yardımını almak demektir. Mesela, ifadesi, maksada ulaştıran yol, demektir.

"Onlardan bazısı da eğridir." Yani, o yollardan kimisi, haktan sapmış ve hidâyete ulaştırmayan yollardandır. İmruu'l-Kays'ın su beyiti bu anlamdadır:

"Kimi yollar haktan uzak, kimi orta yollu Ve hidâyettir. Kimisi de feaatlıdır."

Tarafe de şöyle demiştir:

Adevle gemisi yahut İbn Yîmin gemilerindendir.

Gemici kimi zaman onu doğrudan saptırır, kimi zaman da doğru rotada götürür.

"Adevlâ" Bahreyn'de bir şehirdir. Adevîî de denizci demektir. Bu açıklamaları "es-Sıhah" müellifi yapmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz ki bu benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun, başka yollara uymayın" (el-En'âm, 6/153) Buna dair açıklamalar, daha önceden (el-En'âm Sûresi belirtilen âyet-i kerimenin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Onlar arasından kimisi hak yoldan sapmaktadır. Yani, hak yoldan uzaklaşıp hidâyet bulamamaktadır. Bu gibi kimseler hakkında iki görüş vardır. Bir görüşe göre bunlar, değişik hevâların mensubu kimselerdir (sapık fırkalardır). Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. İkinci görüşe göre bunlar-yahudiîik, mecusilik, hırisiiyanlık gibi- küfür dinlerin mensuplarıdır.

Abdullah b. Mes'ûd'un mushafında ise, Kiminiz de eğridir (haktan sapıktır)" anlamındadır. Hazret-i Ali de; Kiminiz" diye okumuştur. Manası: Kiminiz o yoldan sapmaktadır, şeklinde olduğu söylenmiştir. Buna göre,...den, dan" bazı; den, dan" anlamındadır.

İbn Abbâs der ki: Yani, Allah kimi hidâyete iletmeyi dilerse, ona îmana giden yolu izlemeyi kolaylaştırır- Kimi de saptırmayı murat ederse, ona îmana giden yolu ve imanın fürû'unu (yani ona bağlı amelleri) ağırlaştırır.

Yüce Allah'ın:

"Doğru yolu göstermek" âyetinin, sizin yolda gidişiniz ve dönüşünüz... anlamında olduğu da söylenmiştir.

"Yol" (anlamındakİ sebîl) kelimesi, tekil olmakla birlikte çoğul anlamındadır. Bundan dolayı ona raci olan zamir müennes olarak, On(lar)dan bazısı" diye kullanılmıştır. "Sebil: Yol" kelimesi, Hicazlıların şivesinde müennestir. (Ona ait zamirin müennes olması da bundan dolayıdır).

"O dileseydi elbette hepinizi toptan hidâyete erdirirdi" âyetinde meşîetin yüce Allah'a ait olduğunu beyan etmektedir. Bu ise, İbn Abbâs’ın, âyetin tevili ile ilgili yaptığı açıklamanın doğruluğunu ortaya koyarken, diğer taraftan Kaderiyyenin ve onlara muvafakat edenlerin kanaatlerini de -önceden de geçtiği gibi- reddetmektedir.

10

Sîzin için gökten bir su indiren O'dur. İçecek de ondandır, hayvanlarınızı yaymakta olduğunuz bitkiler de andandır.

"İçecek (şarab)"; içilen şey demektir.

"Bitki (şecer)"in de ne demek olduğu bilinmektedir. Yani, yüce Allah, yağmurlardan bitkiler, ağaçlar ve asmalar (çardak kurulmasını gerektiren ağaçlar) yetiştirir.

“Yaymakta olduğunuz" develerinizi otlatmakta olduğunuz (bitkiler...).

Otlakta yayılan hayvan otladı" demektir. Bu kabilden olan hayvanlara da "sâime" denilir. Otlayan mal" anlamındadır. "Sâim" ile "sâime'nin çoğulu "sevâim" şeklinde gelir. Davarları otlağa çıkardım" demektir. Otlağa çıkaran" Otlağa çıkarılan" demektir, Şair der ki:

"Develeri otlatan (deve çobanı) kadının oğlu, böylesi sana daha uygundur."

"Sevm" aslında merada uzaklara gitmek demektir. ez-Zeccâc der ki: Bu kelime alâmet anlamındaki; 'dan alınmıştır, Yani, bu otlayan hayvanlar, yeryüzünde otlamak suretiyle birtakım alâmetler bırakırlar. Yahut meraya gönderilmek için bu hayvanlara işaretler konulduğu için bu ismi almış da olabilirler.

Derim ki:

"el-Haylu'l-Müsevveme" (Âl-i İmrân, 3/14) otlağa salman atlar demek olduğu gibi, "alâmet konulan atlar" anlamına da gelir. Yüce Allah'ın;

"İşaretlenmiş" (Ali-İmrân, 3/125) âyetinde de bu anlamdadır el-Ahfeş der ki: Bu, işaretlenmiş anlamında olduğu gibi, gönderilmişle, elçi olarak görevlendirilmişler anlamında da olur. Mesela; "Davarları oraya gönderdi" anlamındadır. "Sâime" de buradan gelmektedir Kelimenin "ya ve nun" ile çoğul yapılması ise atların işaretlenmiş olmaları ve bunların üzerinde de binicilerinin bulunmasından dolayıdır.

11

O su ile sîzin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitiriyor. Bunda düşünen bir topluluk için elbette birer âyet vardır.

Yüce Allah'ın:

"O su ile sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitiriyor" âyetindeki;

“Bitiriyor" âyetini, Ebû Bekir, Âsım'dan; Bitiriyoruz" şeklinde tazim nûn'uyla okuduğunu rivâyet etmektedir. Ancak, genel olarak bu, Allah sizin İçin bitiriyor anlamında "ya" İle okunmuştur. Arapçada; Yer ekin bitirdi" şeklindeki kullanım ile; kullanımı aynı anlamdadır.

Yine, Bakliyat bitti" ile kullanımı aynı anlamdadır. el-Ferrâ' da şu beyiti nakletmektedir:

"Ben, ihtiyaç sahiplerinin evlerinin etrafında bakliyat bitinceye kadar

Orada oturduklarını gördüm."

Buradaki hemzeli kullanım ile hemzesiz kullanım aynı anlamdadır. " Allah onu bitki gibi yetiştirdi" tabiri ile O da bitki gibi yetişmiştir" ifadesi, ğayr-i kıyasi olarak kullanılır. Çocuğun etek bölgesinde tüy bitti" anlamındadır." Ağaç dikti" demektir Aynı kökten olmak üzere; Ecelinin, gözlerinin önünde olduğunu bil" denilir. Çocuğu terbiye ettim, yetiştirdim" Nebat ve bitki yeri" demektir. Mesela; Malları ve çocukları ne güzel gelişip yetişmektedir" anlamındadır. Küçük çocukları yetişti" anlamındadır. Filan oğulları kötü yetişmiş çocuklardır, demektir. Genç delikanlılar hakkında; ifadesi; tecrübesiz gençler anlamına gelir. "Nebît" Yemen'de bir kabilenin adıdır. "Yenbût" da bir ağacın adıdır. Bütün bu açıklamalar el-Cevherf den nakledilmiştir.

"Zeytin" kelimesi 'in çoğuludur. Ağacın kendisine de, mahsulüne de aynı isim verilir. el-En'âm Sûresi'nde (6/141. âyet, 3- başlıkta ve devamında) bu mahsullerin zekâtının hükmü ile ilgili açıklamalar geçmiş bulunmaktadır, burada onları tekrarlamanın anlamı yoktur.

"Bunda" yani, yağmurların indirilmesinde ve bu mahsullerin yetiştirilmesinde

"düşünen bir topluluk için elbette birer âyet" delâlet ve alâmet

"vardır."

12

Geceyi ve gündüzü, güneşi ve ay'ı size müsahhar kıldı. Yıldızlara da O'nun emriyle boyun eğdirilmiştir. Bunlarda aklını kullanacak bir topluluk için elbette âyetler vardır.

"Geceyi ve gündüzü..." âyeti,

"geceyi ve gündüzü sizin için sükûn bulasınız ve lütfundan arayanınız diye yaratmış olması O'nun rahmetindendir" (el-Kasas, 28/73) âyetine benzemektedir. (Geceyi) sükûn için, (gündüzü) çalışmak için

"güneşi ve ayı size müsahhar kıldı. Yıldızlar da O'nun emriyle boyun eğdirilmiştir." Yani, vakitlerin bilinmesi, meyvelerin, ekinlerin olgunlaşması için (güneş ve aya); karanlıklarda da yol bulmak için yıldızlara boyun eğdirilmiştir,

İbn Âmir ve Şam halkı: Güneş, ay ve yıldızlar da müsahhar kılınmışlardır" anlamında mübtedâ ve haber olmak üzere ref ile okumuşlardır. Diğerleri makabline atfederek nasb ile okumuşlardır.' Bu okuyuşa göre âyetin anlamı şöyle olun Geceyi ve gündüzü size müsabhar kıldı. Güneşe, ay'a ve yıldızlara da O'nun emriyle boyun eğdirilmiştir... Hafs, Âsım'dan rivâyetle; Yıldızlar"ı merfü' olarak; Boyun eğdirilmiştir" lâfzını da onun haberi olarak okumuştur. Güneşi, ay'ı ve yıldızlan da musahnar kıldı" ifadeleri nasb ile; Boyun eğdirilmiştir" ifadesi ise, ref ile okunmuştur. Bu da hazfedilmiş bir mübtedanın haberi olup, onlara boyun eğdirilmiştir, takdirindedir. Bu kelimeyi nasb ile okuyanların kıraatine göre ise, te'kid edici bir haldir. Yüce Allah'ın;

" O, tasdik edici olmak üzere haktır" (el-Bakara, 2/91) âyetinde olduğu gibi.

"Bunlarda aklını kullanacak bir topluluk için elbette âyetler vardır" yani, Allah'tan, onların dikkatlerini çektiği ve kendilerini muvaffak kıldığı şeye dair gelmiş pekçok âyetler vardır, demektir.

13

Ve yine sizin için yerde çeşitli renklerde yarattığı şeyleri de (size müsahhar kıldı). Bunlarda öğüt alan bir topluluk için elbette bir âyet vardır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1. Allah'ın Yarattıkları:

"Ve yine sizin için yerde çeşitli renklerde yarattığı şeyleri de." Yani, yeryüzünde sizin için yarattığı şeyleri de size müsahhar kıldı.

" Yarattı demektir. îsm-i faili; şeklinde gelir. "Zürriyet" de her iki tür yaratığın (İnsanların ve cinlerin) nesli demektir Ancak Araplar, hemzeyi terkederek "ye"ye dönüştürmüşlerdir. Çoğulu ise; şeklinde gelir. Allah zürriyetini artırsın, çoğaltsın" demektir. Topluluğu dağıtmak demektir. Hadiste geçen; Ateş İçin yaratılmış olan zürriyet anlamındadır. Bu tabir Hazret-i Ömer'in Halid b. Velide yazdığı bir mektubunda geçmektedir. (İbnu’l-Esir. en-Nihâye, II, 156)

2. Allah'ın Yarattıklarından İnsana Boyun Eğdirilenler;

Şanı yüce Allah'ın, yarattıkları arasında binekler, davarlar, ağaçlar ve bunun dışındaki varlıklar gibi boyun eğdirilmişi itaat altına alınmış olanlar vardır. Böyle olmayanları da vardır. Buna delil de, Malik'in Muvatta’'da Kâ'b el-Ahbâr'dan şöyle dediğine dair kaydettiği rivâyettir. Şayet benim söylediğim bazı sözler olmasaydı, yahudiler beni bir eşeğe dönüştürürlerdi. Ona: Peki bu söyler nelerdir, diye sorulunca o şunları okudu;

"Kendisinden daha azametli hiçbir şey bulunmayan Allah'ın zatına, hiç bir iyinin ve fâcirin dışlarına çıkamadığı Allah'ın eksiksiz kelimelerine; Allah'ın, bildiğim ve bilmediğim bütün güzel İsimlerine, yarattığı, varettiği ve yaydığı herbirşeyin şerrinden sığınırım." Muvatta’’ Şenr 12

Yine, Muvatta’'da, Yahya b. Said'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) İsra'ya götürüldüğünde, cinlerden bir ifritin elindeki bir ateş alevi ile arkasından geldiğini gördü,,- Sözügeçen bu hadiste; "Ve yeryüzünde yarattıklarının şerrinden" ifadesi de geçmektedir. Muvatta’', Şear 10 Biz, bunu ve bu anlamdaki diğer hadisleri başka yerde zikretmiş bulunuyoruz.

3. Öğüt Almayı Gerektiren Alâmetler:

"Çeşitli renklerde" âyetindeki; Çeşitli" kelimesi, hal olarak nasbedilmiştir "Renklerden kasıt, şekil ve görünümleridir. Yani, hayvanların, ağaçların ve diğer yaratıkların şekil ve görünümleri farklı farklıdır.

"Bunlarda" yani, bunların şekil ve çeşitlerinin farklılığında

"öğüt alan" ve bütün bu varlıkları müsahhar kılmasının yüce Allah'ın vahdaniyetinin alametleri olduğunu, O'ndan başka hiçbir kimsenin bunlara güç yetiremeyeceğini bilen

"bir topluluk için elbette bir âyet" bir ibret

"vardır."

14

Yine O, denizi, ondan taze et yemeniz ve ondan takınacağınız zineti çıkarmanız için emrinize verendir. Gemilerin orada (suları) yararak gittiklerini görüyorsun. O'nun lütfundan arayasınız ve şükredesîniz diye.

Bu âyete dair açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız:

1. Deniz ve Çeşitli Etlerin Birbirleriyle Değiştirilmelerinin Hükmü:

Yüce Allah'ın:

"Yine O, denizi... emrinize verendir" âyetinde sözü edilen denizin emrimize verilmesi, insanlara, onda tasarruf etme imkânının verilmesi, orada gemilere binmek, demirlemek ve buna benzer şekillerde emrimize verilmesi demektir. Bu, Allah'ın üzerimizdeki nimetlerindendir. Allah, dileseydi denizi bize musallat kılar ve bizi suda boğardı. Denize (el-Bakara, 2/50- âyetin tefsirinde) ve deniz avına dair açıklamalar (el-Mâide, 5/96. âyet, 2. bağlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Burada, yüce Allah, deniz avını

"et" diye adlandırmaktadır.

Mâlik'e göre etler üç cinstir: Dört ayaklı davarların eti bir cins, tüylülerin (kümes hayvanları ve kuşların) eti bir cins, suda yaşayan hayvanların eti de bir başka cinstir. Aynı cinsten hayvanların etlerinin, fazlalıklı olarak satılmaları câiz değildir Bununla birlikte İnek türü ve yabani hayvanların etinin fazlalıklı olarak, kuş ve balık cinsi etleriyle satılması caizdir. Aynı şekilde kuş türü etlerin binek, yabani hayvan ve balık etleriyle fazlalıklı olarak da satılmaları caizdir.

Ebû Hanîfe ise şöyle demiştir: Bütün et çeşitleri asılları gibi farklı türlerdir. İnek eti bir tür, koyun eti bir tür, deve eti bir türdür. Yabani hayvanların etleri de aynı şekilde farklı farklıdır. Kuşlar da, balıklar da böyledir.

Şâfiî'nin iki görüşünden birisi de bu şekildedir. Diğeri de şöyledir: Bütün davarlar, av hayvanları, kuşlar ve balıklar aynı cinstir, bunlarda fazlalık câiz değildir. Ancak, Şâfiî mezhebi âlimlerince, Şâfiî mezhebinin meşhur kabul edilen görüşü birinci görüştür.

Bizim delilimiz şudur: Şanı yüce Allah, canlı olan davarların isimlerini farklı farklı zikrederek;

"Sekiz çift (yaratmıştır). Koyundan iki çift, keçiden iki çift" (el-En'âm, 6/143) diye buyurduktan sonra:

"Deveden de iki çift, sığırdan da iki çift yarattı" (el-En'âm, 6/144) diye buyurmaktadır. Bütün bunlardan kasıt, et olduğuna göre, yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Size dört ayaklı davarlar helal kılındı." (el-Mâide, 5/1) Bunların, koyun türü ile keçi türünün etlerinin birbirine yakın olduğu gibi, faydaları da birbirlerine yakın olduğundan dolayı, hepsinin ortak özelliğinin et olduğuna işaret edilmektedir. Bir başka yerde de:

"Ve canlarının çekecekleri kuş etinden..." (el-Vakıa, 56/21) âyetindeki "tayr; kuş" kelimesi, "tâir"in çoğuludur Çünkü yüce Allah, bir başka yerde:

"İki kanadıyla uçan herbir kuş" (el-En'âm, 6/38) diye buyurmaktadır. Böylelikle, bütün kuş etlerini aynı ad altında toplamaktadır. Burada ise, (balık hakkında); "Taze et" diye buyurarak, bütün balık türlerini tek bir çeşit olarak zikretmektedir. Dolayısıyla batıkların küçüğü ile büyüğü aynı özellikleri taşımaktadır. İbn Ömer'den rivâyet edildiğine göre ona, keçi etlerinin koç etleri karşılığında satılması aynı şey midir diye sorulmuş, da: Hayır demiştir. Bu konuda ona muhalefet eden kimse yoktur. O bakımdan bu, âdeta icma gibidir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, yiyecekleri (buğday ve benzerlerini) ancak misli misline satmayı kabul edip aksini nehy et meşinin, bizim mezhebimize muhalif kanaatte olanların lehine delil olacak bir tarafı yoktur. Çünkü, yiyecek mutlak olarak zikredildiği vakit, hem buğdayı, hem de sair yenen şeyleri kapsar. Eti kapsamaz. Nitekim bir kimse: Ben bugün bir yemek yedim, diyecek olursa, onun et yediği anlaşılmaz. Aynı şekilde Hazret-i Peygamberin şu hadisi de muhalif kanaate sahip olanlara karşı delil teşkil etmektedir: "İki cins farklı farklı oldu mu, artık İstediğiniz gibi satabilirsiniz." Müslim, Müsakaat Sİ; Ebû Dâvûd, Buyû’ 12. Aynı manada ve yakın lâfızlarla: Tirmizî, Buyû’ 23; Nesâî, Buyû’ 44, 50; Müsned, V, 19

Bunlar ise, birbirinden farklı cinslerdir. Aynı şekilde bizler, etin kuş eti karşılığında fazlalıklı olarak satılmasının câiz olduğunu ittifakla kabul etmiş bulunuyoruz. Bunun, illeti ise, zekât düşmeyen bir yiyeceğin, yine zekât düşmeyen bir et karşılığında satılması değildir. Balık etinin de kuş etine karşılık fazlalıklı olarak satılması da böyledir

2. Çekirge Satımı:

Çekirge ile ilgili mezhebimizde (Maliki mezhebinde) meşhur olan görüş, çekirgenin çekirge karşılığında fazlalıklı olarak satılmasının câiz olduğudur. Suhnun'dan bunun yasak olduğu görüşü de zikredilmiştir. Sonraki bazı ilim adamları da bu görüşe meyletmiş ve çekirgenin alınıp bir süre saklanabilen türden olduğu görüşünü belirtmişlerdir.

3. Et Yemeyeceğine Dair Yemin Eden Bir Kimse:

İlim adamları, et yememek üzere yemin eden kimsenin durumu hakkında farklı görüşlere sahiptirler. İbnü'l-Kasım der ki: Bu kişi, sözügeçen bu dört cins etten hangisini yerse yeminini bozmuş olur. Eşheb ise el-Mecmua'da şöyle demektedir: Ancak davarların etlerini yemesi halinde yemini bozulur. Yabani hayvanlar ile diğerlerini yediği için yemini bozulmaz. Böylelikle örf ve adete riâyet edilip lügavî lâfzın kullanımına tercih edilmiş olur. Bu görüş daha güzeldir.

4. Denizden Çıkartılan Süs Eşyaları:

Yüce Allah'ın:

"Ve ondan takınacağınız ziyneti çıkarmanız İçin" âyeti ile, inci ve mercan kastedilmektedir. Çünkü yüce Allah bir başka yerde:

"O iki denizden inci ve mercan çıkar" (er-Rahmân, 55/22.) diye buyurmaktadır. Halbuki süs eşyaları ancak tuzlu olduğu bilinen denizlerde sözkonusu olmaktadır. Zümrüt çeşitleri arasında denizden çıkartılanları olduğu da söylenir, el-Hüzelî inciyi nitelendirdiği şu sözlerinde hatalı bulunmuştur:

"Ve onu üzerinde tatlı suyun dolaştığı

Amber ve misk kokan bir inciden getirdi."

Bu sözleriyle İncinin tadı sudan çıkartıldığını ifade etmektedir. (Bundan dolayı hatalı bulunmuştur).

Buna göre süslenmek haktır. Bu, yüce Allah'ın, Hazret-i Âdem'e ve onun soyundan gelenlere bir armağanıdır. Hazret-i Âdem yaratılmakla birlikte cennetin süsleriyle taçlandırılmıştır. Ona, Hazret-i Davud'un oğlu Hazret-i Süleyman'ın ondan miras aldığı yüzük de takılmıştır. Bu yüzüğe, dvâyec olunduğuna göre "Hatemü'l-\z" deniliyordu.

5. Kılık ve Kıyafette Riâyet Edilecek Bazı Hususlar:

Şanı yüce Allah, denizden çıkan süs eşyalarını zikrederek, erkeklere de kadınlara da genel bir lütuf ve ihsanda bulunduğunu bildirmektedir. Dolayısıyla denizden çıkan herhangi bir şey onlara haram değildir Yüce Allah, erkeklere altın ve ipeği haram kılmıştır, o kadar. Sahihte, Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "ipek giymeyiniz. Çünkü dünyada onu giyen âhirette onu giymeyecektir." Buhârî Libâs 25; Müslim, Libâs 11; İbn Mâce, Libâs 16: Müsned, III, 101. Dünyada ipek giyinenlerin, ahiretten bir paylarının olmayacağını belirten rivâyetler için bk. Buhâri, Cumua 7, Buyû’ 40. Etime 29, Eşrıbe 28. Edeb 66: Müslim, Libâs 4-10; Ebû Dâvûd, Salât 213. Iİbfls 7; Nesâî, Cıımım il, Salâtu'l-İdeyn 5; Muvatta’, Libâs 18...

Buna dair açıklamalar inşaallah Hac Sûresi'nde (22/23. âyetin tefsirinde) gelecektir. Buhârî de İbn Ömer'den rivâyet ettiğine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) önce altından bir yüzük edinmiş ve bu yüzüğün taşını avucun içine doğru yerleştirmişti. Yüzüğün kaşına da "Muhammedün Resûlüllah" ifadesini kazdırmışti. Bunun üzerine ashab da onun gibi yüzük edindiler. Hazret-i Peygamber, onların bu şekilde yüzük edindiklerini görünce yüzüğü attı ve şöyle buyurdu: "Ben, bu yüzüğü ebediyen bir daha takmayacağım." Bundan sonra gümüşten bir yüzük edindi, bu sefer ashab da gümüş yüzükler edindiler. İbn Ömer der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sonra o yüzüğü Ebû Bekir, sonra Ömer, sonra da Osman taktılar. Bu, Hazret-i Osman'ın elinden Eriş kuyusuna düştüğü vakte kadar böylece devam etti.! Buhârî, Libas 46; Ebû Dâvûd, Hatem 1: Nesâî, Zîne 53

Ebû Dâvûd da der ki: insanlar, Hazret-i Osman'a yüzük elinden düştüğü vakte kadar muhalefet etmemişlerdi. Ebû Dâvûd, Hatem 1.

İlim adamları bütün erkekler için gümüş yüzük edinmenin câiz olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. el-Hattâbî der ki: Kadınların gümüş yüzük kullanmaları mekruhtur. Çünkü bu erkeklerin kılık kıyafetleri arasında yer alır. Eğer, altın bulamayacak olurlarsa, o gümüşü zaferan veya buna benzer birşeyle sarartma yoluna gitsinler, Selef ve halefin âlimlerinin Cumhûru, erkeklerin altın yüzük kullanmalarının haram olduğunu ka bu İletmektedirler. Ancak, Ebû Bekir b. Abdurrahman ile Habbab'dan gelen rivâyet şaz bir muhalif kanaattir. Bunların herbirisine de bu konudaki nehy ve nesh ulaşmamış olmalıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Enes b. Malik'in Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın elinde gümüşten yapılmış bir yüzüğü yalnız birgün gördüğünü, sonradan da ashabın gümüşten yüzükler yaptırıp takındıklarını, bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu yüzüğünü atarak ashabın da yüzüklerini attığına dair Buhârî ve Müslim'in rivâyet ettiği ki -lâfız Buhârî'nindir- Buhârî, Libâs 47; Müslim, Libâs 59, 60, Nesâî, Zîne 81. hadise gelince bu, İlim adamlarına göre İbn Şihab'ın bir yanılmasıdır. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın attığı altın yüzüktür. Buhârî, Libas 45, 53, Eyınsn 6; Müslim, Libns 62; Nesâî, Zîne 47; İbn Mâce, Libâs 41; Müsned, II, İS, 34. 60. 68, 36, 96, 127, 128. 153 Bunu da Abdulaziz b. Suhayb ile Sabit ve Katade, Enes'ten rivâyet etmişlerdir. Bu da İbn Şihab'ın Enes'den yaptıği rivâyete muhaliftir. O bakımdan tek kişi topluluğa muhalefet ettiğinde, topluluğun rivâyetini kabul etmek gerekir. Üstelik, İbn Ömer'in rivâyet ettiği hadis de topluluğun rivâyeti lehine tanıklık etmektedir.

6. Yüzüklere Yapılacak Nakışların Hükmü:

Erkeklerin gümüş yüzük kullanmalarının ve gümüşle süslenmelerinin câiz olduğu sabit olmakla birlikte, İbn Şîrîn ve onun dışındaki bir takım ilim adamları, bunlara nakış yapılmasını ve bu arada Allah'ın adının yazılmasını mekruh kabul etmişlerdir. İlim adamlarından bir kesim de bunlara nakış yapmanın câiz olduğunu kabul etmişlerdir.

Diğer taraftan, eğer yüzüğe Allah'ın ismini, yahut hikmetli bir söz, yahut Kur'ân-ı Kerîm'den bazı kelimeler nakşedip yüzüğü sol eline koyacak olursa, bu yüzük ile tuvalete girip sol eliyle istinca yapabilir mi? Saîd b. el-Müseyyeb ve Malik bunu, hafif (bir kerahet) görmüşlerdir.

Malik'e, eğer yüzükte Allah'ın ismi varsa ve bunu sol eline takıyor ise yüzük sol elinde olduğu halde istlnca yapabilir mi, diye sorulmuş, o da: Bunun hafif (tenzihi bir kerahet) olacağını ümid ederim, demiştir. Yine Malik'ten, bunu mekruh gördüğü rivâyet edilmiştir. Daha uygun olan budur. Bununla birlikte Maliki mezhebine mensup ileri gelen ilim adamlarının çoğunluğu bunun yasak olduğunu kabul etmişlerdir.

Hemmâm, İbn Cüreyc'den, o, ez-Zührirden, o da Enes'ten şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tuvalete gittiği vakit yüzüğünü bir kenara bırakırdı. Tirmizî Libâs 6, "hasen-garib bir hadisdir" kaydıyla. Ebû Dâvûd der ki: Bu, münker bir hadistir. Hadis ancak İbn Cüreyc'den, o, Ziyad b. Sa'd'dan, o da ez-Zührîden, o, Enes'ten, bilinen rivâyete göre ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) önce gümüşten bir yüzük edinmiş, sonra onu bırakmıştır, şeklindedir. Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi de Hemraâm'dan başka kimse rivâyet etmiş değildir. Ebû Dâvûd, Tahâre 10.

7. Hazret-i Peygamberin ve Bazı Zevatın Yüzüklerine Kazdırdıkları İfadeler:

Buhârî'nin, Enes b. Malik yoluyla rivâyet ettiğine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) gümüşten bir yüzük edinmiş ve ona "Muhammedun Resûlüllah" İbaresini kazıtmış ve şöyle demiştir: "Ben, gümüşten bir yüzük edindim. Ona da "Muhammed Resûlüllah" ifadesini nakşettirdim. Hiç kimse bu şekilde (yüzüğe) nakş ettirmesin." Buhârî, Libas 54; Nesâî, Zîne 50; İbn Mâce, Libâs 39; Müsned, III, 187.

İlim adamlarımız derler ki: İşte bu, yüzük sahibinin yüzüğü üzerinde kendi adım nakşettirmesinin câiz olduğuna delildir. Malik der ki: Halife ve kadıların isimlerini yüzüklerine nakşettirmesi, onların özellikleri arasındadır. Hazret-i Peygamber'in kendi yüzüğünün nakşı gibi herhangi bir kimsenin isim kazdırmasını yasaklaması, Hazret-i Peygamber'in ismi ve Allah'ın İnsanlara gönderdiği Rasûlü olmak sıfatı dolayısıyladır.

Şamlılar ise, sultan (ve kamu görevlisi) dışındaki kimselerin yüzük edinmelerinin câiz olmadığını rivâyet ederler. Ayrıca bu hususta Ebû Reyhane'den bir hadis de rivâyet edilmekle birlikte bu, zayıf olusu dolayısıyla delil teşkil edebilecek özellikte olmayan bir hadistir. Hazret-i Peygamberin: "Herhangi bir kimsenin kendi yüzüğündeki nakşın benzerini kazdırmayı” yasaklaması ise, bu hususu reddetmekte ve bütün insanların -Hazret-i Peygamber'in nakşettirdiği ifadeyi kazdırmamaları şartıyla- yüzük edinmelerinin câiz olduğuna delil teşkil etmektedir,

ez-Zührî'nin yüzüğü üzerindeki ifade, "Muhammed, Allah'tan afiyet diler" anlamında idi. Malik'in yüzüğüne kazdırdığı ifade ise: "Hasbiyallah ve ni'me'l-vekil: Allah bana yeter, O ne güzel vekildir" şeklinde idi.

Tirmizî el-Hakîm de, "Nevadiru'l-Usul" adlı eserinde, Mûsa (aleyhisselâm)'ın yüzüğü üzerinde nakşettiği ifadenin;

"Her bir vadenin yazılmış bir hükmü vardır" (er-Ra'd, 13/38) anlamındaki âyet olduğunu zikretmektedir. Nitekim bu, daha önce er-Ra'd Sûresi'nde (anılan âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Ömer b. Abdulaziz oğlunun bin dirhemlik bir yüzük satın aldığını haber alınca, oğluna şu mektubu yazmıştır: Bana ulaşan habere göre sen, bin dirheme bir yüzük satın almışsın. Şimdi o yüzüğü sat ve ondan bin aç kimseye yemek yedir ve bir dirhemlik demir bir yüzük satın al. Üzerine de: "Kendisinin gerçek değerini bilen kimseye Allah rahmet eylesin" (anlamındaki) ibareyi yazdır.

8. Süs Eşyası Takınmayacağına Dair Yemin Eden Kimse:

Bir kimse, süs eşyası takınmayacağına dair yemin ettikten sonra, inci takınırsa, yeminini bozmuş olmaz. Ebû Hanîfe de böyle demiştir. İbn Huveyzimendâd der ki: Çünkü her ne kadar sözlük İsmi ile süs, inciyi de kapsamakta ise, yemin eden kimse yemininde bunu kastetmemiştir. Yeminler ise örl ile tahsis olunurlar. Nitekim bir kimse herhangi bir döşek üzerinde yatmamak üzere yemin edecek olsa, sonra da yerin üzerinde yatarsa, o kişinin yemini bozulmuş olmaz. Aynı şekilde bir kimse herhangi bir kandille aydınlanmamaya yemin etse ve güneş ışığında otursa yine yemini bozulmuş olmaz. Her ne kadar yüce Allah, yeryüzüne döşek, güneşe de kandil ismini vermiş ise de bu böyledir.

Şâfiî, Ebû Yûsuf ve Muhammed ise şöyle, derler: Bir kimse süs takınmamak üzere yemin eder, sonra da inci takınırsa, bu kimsenin yemini bozulur. Çünkü, yüce Allah:

"Ve ondan takınacağınız ziyneti çıkarmanız İçin,.." diye buyurmuştur. Denizden çıkan ziynet ise, inci ve mercandır.

9. Denizde Akıp Giden Gemiler:

Yüce Allah'ın:

"Orada yararak gittiklerini görüyorsun" âyetinde sözü edilen gemiler ve deniz yolculuğu ile ilgili açıklamalar, daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/50. âyet, ile 164. âyet, 3, 4. başlık ve devamlarında) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.

Yüce Allah'ın;

"Yararak gittiklerini" âyetini, İbn Abbâs akıp gittiklerini diye açıklamıştır. Saîd b. Cübeyr, onların boylu boyunca gittiklerini, el-Hasen de ağırlıklarıyla gittiklerini diye açıklamışlardır. Katade ve ed-Dahhâk ise, bu gemiler aynı rüzgârla ileri doğru da, geri doğru da gidip gelmektedir, Bunun, denizin içerisinde sallanıp durur halde akıp gittikleri anlamında olduğu da söylenmiştir.

Bu kelimenin kökünü teşkil eden; 'ın asıl anlamı, suyu sağdan ve soldan yarmak demektir. Gemi ses çıkartarak suyu yarıp gittiği takdirde; denilir. İşte yüce Allah'ın:

"Gemilerin orada (suları) yararak gittiklerini görüyorsun" âyeti da buradan gelmektedir. Yani, onların akıp gittiklerini görmektesin, demektir.

el-Cevherî der ki: "Yüzücü göğsüyle suyu yardı" demektir "Yeri ziraat kastıyla yardı" anlamındadır. İyice ekin bitirmesi İçin suyu yerin içerisinde durdurmak anlamı için de aynı kökten gelen kelime kullanılır.

Taberî der ki: Sözlükte bu kelime esen rüzgânn çıkardığı ses demektir. Taberî burada bu sesin suda olması kaydını sözkonusu etmeyerek şöyle der: Ebû Uyeyne'nin azadlısı Vâsıl'ın şu ifadeleri de bu kabildendir: Sizden herhangi bir kimse küçük abdest bozmak İstediği vakit, rüzgârın hangi taraftan ses çıkararak estiğini tesbit etsin." Böylelikle rüzgâr küçük abdestini üzerine geri sıçratmasın diye rüzgâra yüzüyle yönelmekten uzak dursun.

"O'nun lütfundan arayasınız" deniz yolculuğuna, ticaret ve kâr elde etmek maksadıyla çıkasınız,

"ve şükredesiniz diye." Bütün bunlara dair açıklamalar bundan önce el-Bakara Sûresi'nde (2/164. âyette, 6. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

Yüce Allah'a hamd olsun.

15

O, sizi çalkalayıp sallamasın dîye yeryüzünde sabit dağlar, ırmaklar ve maksatlarınıza ulaşasınız diye de yollar koydu.

"O, sizi çalkalayıp sallamasın diye yeryüzünde sabit" yerinde sapasağlam duran

"dağlar ...koydu."

“Sabit dağlar" kelimesi, Sapasağlam yerleşti ve kaldı" fiilinden gelmektedir. Şair der ki:

"Korkağın canı (kaçacak yer) arayıp dururken,

Ben sapasağlam duran bir şekilde sabreden nefsimle sebat gösterdim."

ifadesi, Kûfelilere göre,

"sizi çalkalayıp sallamasın diye" takdirindedir. Basmalıların açıklamasına göre ise, sizi çalkalayıp sallamasını İstemediğimiz için... demektir.

" Sağa ve sola çalkalanıp sallanmak" demektir. Bir şey hareket etti, eder" demektir. Dallar yerlerinden oynadı, sağa sola eğildi" demektir. Adam böbürlenerek sağa sola çalımlı yürüdü" anlamındadır.

Vehb b. Münebbih der ki: Şanı yüce Allah, yeri yarattıktan sonra, çalkalanıp sallanmaya koyuldu. Melekler, bu hiçbir kimseyi sırtında tutmayacak dediler. Sabah olduğunda yere dağlar sabitleştirilmiş idi. Melekler, dağların neden yaratıldığını bilemediler.

Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) dedi ki: Yüce Allah, yeri yaratınca sallandı ve sağa sola meyletti ve: Rabbim dedi, Sen üzerimde masiyetler ve günahlar işleyecek, üzerime leşleri ve pislikleri atacak kimseler mi yaratacaksın? Bunun üzerine yüce Allah yere, gördüğünüz ve görmediğiniz dağları bıraktı.

Tirmizî (Sünen'inin) Tefsir bölümünün sonlarında şu rivâyeti kaydetmektedir: Bize Muhammed b. Beşşâr anlattı, bize Yezid b. Harun anlattı. Bize, el-Avvâm b. Havşeb haber verdi. O, Süleyman b. Ebi Süleyman'dan, o, Enes b. Malik'ten, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediğini nakletmektedir: "Allah, yeri yarattığında sallanıp çalkalanmaya başladı. Bu sefer dağları yarattı ve dağları yerin üzerine bıraktı. Böylelikle yerin sallanması durdu. Melekler, dağların güç ve kuvvetinden hayrete düştüler, Rabbimiz, yarattıklarından dağlardan daha güçlü birşey var mı dediler, O, evet, demir diye buyurdu. Yine, Rabbimiz, yarattıkların arasında demirden daha güçlü birşey var mı dediler, O, evet ateş diye buyurdu. Melekler: Rabbim, yarattıkların arasında ateşten daha güçlü birşey var mı dediler, O da evet, su diye buyurdu. Melekler, Rabbimiz, yarattıkların arasında sudan daha güçlü birşey var mı dîye sordular. O; evet rüzgâr diye buyurdu. Yine melekler, Rabbimiz, yarattıkların arasında rüzgârdan daha güçlü birşey var mı diye sordular, O da, evet sağ eliyle verdiği sadakasını solundan gizleyen Âdemoğludur, diye buyurdu." Ebû Îsa (et-Tirmizî) der ki: Bu hadis, garip bir hadis olup bunun bu yoldan başka bir yolla merfu' olarak rivâyet edildiğini bilmiyoruz. Tirmizî, Tefsir 3369 no'hı hadis; Müsned, III, 124.

Derim ki: Bu âyet-i kerimede, sebeplere başvurmanın ve onları yerine getirmenin en açık bir delili vardır. Halbuki yüce Allah, dağlar olmaksızın da yerin çalkalanmasını durdurmaya kadirdi, Bu anlamdaki açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.

"İrmaklar" yani, orada ırmaklar yaıttı veya ırmaklar koydu demektir "'Ve maksatlarınıza" varmak istediğiniz beldelere

"ulaşasınız" yolunuzu şaşırmayasınız, kaybetmeyesiniz

"diye de" geniş

"yollar" ve dağ arasından geçitler

16

Ve nice alâmetler de (yarattı) Onlar yıldızlarla da yollarını bulurlar.

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1. Alâmetler ve Yıldızlarla Yol Bulma:

Yüce Allah'ın:

"Ve nice alametlerde" âyeti ile İlgili olarak İbn Abbâs şöyle demektedir: Alâmetlerden kasıt, gündüzün yol işaret ve alâmetleridir. Yani O, yollarda kendileri vasıtası ile doğru yolun bulunabildiği birtakım alâmetler yaratmıştır.

"Onlar yıldızlarla da yollarını bulurlar." Yani, geceleyin yıldızlarla yollarını bulurlar.

"en-Necm" kelimesi tekil olmakla birlikte bununla, çoğul olarak yıldızlar kastedilmektedir. İbn Vessâb, bu kelimeyi şeklinde okumuştur. el-Hasen ise "nûn"u damme (otre)li ve "dm" ile okumuş olup maksadı; şeklindeki çoğul olup "vav"ı hazf ile okumuştur. Şairin şu beyitinde kullanıldığı gibi:

"Aramızda fakir, kadı ve hakemdir,

O da senin, yıldızlar kaybolduğunda suya gitmen (şeklinde)dir,"

Aynı şekilde İbn Vessâb gibi okuyanların kıraati ile ilgili açıklama da böyledir. Ancak bu şekilde okuyanlar, daha hafif olsun dîye "dm" harfini de sakin okumuşlardır. Bununla birlikte kelimesinin; Yıldız" kelimesinin çoğulu olması mümkündür.

(Sözü edilen)

"Yıldizlar"ın hangileri olduğu hususunda farklı görüşler vardır. el-Ferrâ' der ki: Bu yıldızlar, Oğlak takım yıldızı ile Ferkadân (Kuzey kutub yıldızı ile onun yanında, onun gibi sabit diğer yıldız) lardır. Bunun Süreyya yıldızı olduğu da söylenmiştir. Şair de şöyle demektedir:

"Nihayet sabahın aydınlanmaya başladığı sırada yıldız doğup

Sebzeler demetlenmiş ve biçilmiş olarak bırakılıp gidildiğinde

Onun bir kısmı bükülüp demet yapılmış, bir kısmı da biçilmiş olarak bırakılıp gidildiğinde, demektir ki, bu işler Süreyya yıldızının doğuşu esnasında yapılır.

el-Kelbt der ki; Buradaki alâmetlerden kasıt, dağlardır. Mücahid Ese, bunlardan kasıt yıldızlardır, demektedir. Çünkü, bazı yıldızlarla yol bulunur, bazısı da yol bulmaya yardımcı olmaz ama, alâmet olarak bulunur. Bu açıklamayı Katade ve en-Nehaî yapmıştır,

Yüce Allah'ın:

"Ve nice alâmetler de" âyetinde sözün tamamlandığı, daha sonra da yeni bir cümle ile "onlar, yıldızlarla da yollarını bulurlar denildiği de söylenmiştir. Birinci görüşe göre âyetin anlamı şudur; O, kendileri ile yol bulabileceğiniz şekilde sizin için alâmetler ve yıldızlar yarattı. Bu alâmetlerden bir kısmı kendileriyle yol bulunan rüzgârlardır.

Buradaki

"yol bulmak"tan kasıtın ne olduğu ile ilgili olarak iki görüş vardır:

Bu görüşlerden birisine göre, yolculuğunuz sırasında yolunuzu bulursunuz demek olup, Cumhûrun görüşü budur. İkinci görüşe göre ise, kıbleyi bulabilirsiniz, şeklindedir. İbn Abbâs da der ki: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan, yüce Allah'ın:

"Onlar yıldızlarla da yollarını bulurlar" âyeti hakkında sordum da, O: "Burada sözügeçen yıldız, oğlak takım yıldızıdır. Ey İbn Abbâs, Kıbleniz ona göredir ister karada olunuz, ister denizde olunuz, siz onunla doğru yolunuzu bulursunuz" diye buyurdu. Bunu da el-Maverdî nakletmektedir. el-M;1verdî, en-Nüket, 111, 183- Hadîsin sahih olmadığı belirtilmiştir. (Aynı yer, 315 no'hı dipnot).

2. Yıldızlarla Yol Bulma Keyfiyeti:

İbni’l-Arabî der ki: Bütün yıldızlar ile ancak yıldızların doğuşları, batışları, güney yarımküre yıldızlan ile kuzey yarımküre yıldızlarları arasındaki farkı bilen kimseler yol bulabilir. Bunlar ise sonrakiler arasında oldukça azdır. Süreyya yıldızı ile ise, ancak bu tür yıldızlar ile yolunu bulabilen kimseler yol bulabilir. Herkesin yol bulabileceği yıldız ise, oğlak takım yıldızı ile kuzey kutup yıldızı ve onun yanındaki yıldızdır (Ferkadân). Çünkü bunlar, doğuşları münhasır, belli yerdeki cihetleri sabit ve görünen yıldızlardır. Bunlar, değişmez kutbun etrafında deveran eder, dururlar. O bakımdan bu yıldızlar, yollar kaybedildiği takdirde karada ve denizlerin akıp gitmesi sırasında da denizde, cihet bilinemediği vakit cihet hususunda her zaman için doğru yolu göstericidirler. Bu da geneî olarak kişinin kutup yıldızını sol omuzunun arkasına almasıdır. Onun karşısındaki yön iset kıbleyi gösterir.

Derim ki: İbn Abbâs'ın, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yıldız hakkında soru sorması üzerine, Hazret-i Peygamber'in: "Bu, oğlak takım yıldızıdır. Sizin kıbleniz onun üzerindedir- Kara ve denizde olduğunuz vakit onunla doğru yolu bulursunuz" demiştir. Çünkü, oğlak takım yıldızlarının sonu küçük ayıdır. Kıblenin kendisine göre tesbit edildiği kutup yıldızı ise, bu ikisinin arasında yer alır.

3. Kıbleye Dönmenin Hükmü:

İlim adamlarımız derler ki: Kıbleye yönelmenin hükmü iki şekilde sözkonusudur:

Bir kimse eğer kıbleyi görüyor ve onu müşahede edebiliyor ise, oraya, yönelmesi, yönünün ona isabet etmesi, bütün bedeniyle de kıble cihetine yönelmeyi kastetmesi gerekir,

İkinci durum ise, Kâ'be'nin, namaz kılanın görmeyeceği bir yerde bulunmasıdır. O takdirde sahip olduğu delillerin yardımı ile ona doğru yönelmesi icabeder Bunlar ise güneş, ay, yıldızlar, rüzgâr ve kendisi vasıtası ile hangi cihette olduğunun bilinmesi mümkün olan herbir araçtır. Kâ'be'yi göremeyip içtihad ederek Görüldüğü kadarıyla buradaki "İctîhad ederek" lâfzım gerek yoktur. Hatta daha sağlıklı ifade "ictihad etmeyerek" şeklinde olmasıdır. Kâ'be'nin bulunduğu cihetten başka bir tarafa namaz kılan bir kimse, eğer içtihad edebilme imkanına sahip kimselerden ise, onun namazı olmaz, Eğer, içtihad edip delil kullanarak namaz kıldıktan sonra, namazını bitirdikten sonra, kıbleden başka bir tarafa namazını kıldığını anlayacak olursa, namazın vakti çıkmamış ise, namazını iade eder. Ancak bu iadesi de onun için vacip değildir. Çünkü o, farzını emrolunduğu şekilde eda etmiş bulunmaktadır. Bu anlamdaki açıklamalar, bundan önce el-Bakara Sûresi'nde (2/144. âyet, 3- başlık ve devamında) yeterince geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun.

17

Yaratan, yaratmayan gibi olur mu hiç? Artık iyice düşünmeyecek misiniz?

"Yaratan" yüce Allah,

"yaratmayan" putlar

"gibi olur mu hiç? Artık iyice düşünmeyecek misiniz?" Şanı yüce Allah, hiçbir şekilde yaratamayan, zarar ve fayda veremeyen putlar hakkında, Arapların bu konudaki kullanımlarına uygun olarak, aklı eren varlıklara dair haber verirken kullandığı fiillere uygun fiil kullanmış ve haber vermiş bulunmaktadır. Çünkü Araplar, putlara tapıyorlardı, işte bu bakımdan, putlardan; “.. an, kimseler)” lâfzı ile söz edilmektedir. Yüce Allah'ın:

"Onların ayakları mı vardır."(el-Arraf: 7/195) âyetinde olduğu gibi. Bu şekildeki kullanımın sebebinin, "yaratan" da sözü edilen zamir ile birlikte kullanılması olduğu da söylenmiştir, el-Ferrâ' der ki: Bu, Arapların: " Ben, biniciyi ve onun devesini birbirine karıştırdım. Artık bu hangisidir, bu da hangisidir bilemez oldum." sözlerine benzemektedir. Halbuki, bunlardan birisi insan değildir. Oysa, her ikisi hakkında da insan için kullanılan ism-i mevsul kullanılmıştır

el-Mehdevî der ki: Yüce Allah hakkında; Kim?" ile soru sorulmakla birlikte; Ne?" ile soru sorulmaz. Çünkü, ikincisi ile cins isimler hakkında sofu sorulur. Şanı yüce Allah cins ve türünden bir varlık yoktur. Bundan dolayı Hazret-i Mûsa, Fir'avun kendisine:

"Rabbiniz kimdir ey Mûsa?" (Tâ-Hâ, 20/49) diye sorduğunda, cevap vermiş, ancak Fir'avun kendisine:

"Âlemlerin Rabbi dediğin nedir?" (eş-Şuara, 26/23.) diye sorduğunda -birinci şekildeki sorusuna cevap vermekle birlikte, ikinci şekildeki- soru tutarsız olduğundan dolayı ona cevap vermemiştir.

Âyet-i kerîmenin anlamı şudur: Sözü geçen şeyleri yaratmaya kadir olan elbetteki kendisi yaratılmış bulunan, zarar ve fayda veremeyen varlıklardan ibadete daha bir hak sahibidir.

"Bunlar, Allah'ın yarattığıdır. Haydi Ondan başkasının ne yarattığını gösterin bana." (Lukman, 31/11);

"Yerden ne yarattılar bana gösterin?" (Fâtır, 35/40)

18

Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışırsanız, onları sayamazsınız. Şüphesiz Allah, çok mağfiret edendir, çok rahmet edendir.

19

Allah, gizlediklerinizi de, açıkladıklarınızı da bilir,

"Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışırsanız, onları sayamazsınız" âyetine dair açıklamalar, bundan önce İbrahim Sûresi'nde (14/34. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Şüphesiz Allah çok mağfiret edendir, çok rahmet edendir. Allah, gizlediklerinizi de, açıkladıklarınızı da bilir." Neyi saklarsanız, neyi açığa vurursanız hepsini bilir. Bütün bunlara dair yeterli açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

20

Halbuki, Allah'ı bırakıp da çağırdıkları hiçbir şey yaratamazlar. Onların kendileri yaratılmıştır.

21

(Onlar) ölülerdir, diriler değil. Ne zaman diri İtileceklerini de fark edemezler.

Yüce Allah'ın:

"Halbuki, Allah'ı bırakıp da çağırdıkları" âyetinde geçen, Çağırdıkları" kelimesini genel olarak; Çağırdığınız" şeklinde "te" ile okumuşlardır. Çünkü bundan önceki âyet muhatap kipindedir. Ancak, Ebû Bekir, Âsım'dan ve Hubeyre de, Hafs'dan "ye" ile ("çağırdıkları" anlamında) okuduklarını rivâyet etmişlerdir. Yakub'un da kıraati bu şekildedir.

"Gizlediklerinizi de, açıkladıklarınızı da" anlamındaki âyetler ise, hepsi tarafından "te" ile muhatap kipi olarak okunmuştur Bundan tek istisna, Hubeyre'nin, Hafs'tan, onun da Âsım'dan, "ye" ile okuduğuna dair rivâyetidir. (O takdirde: Gizlediklerini de, açıkladıklarını da,,, anlamında olur.)

"Hiçbir şey yaratamazlar." Hiçbir şey yaratmaya güçleri yetmez.

"Onların kendileri yaratılmıştır. (Onlar) ölülerdir." Yani putlar, ölülerdir. Onlarda can yoktur. İşitmezler, görmezler. Bu da onların cansız oldukları anlamına gelir. Peki, siz hayat sahibi olduğunuz için onlardan daha üstün iken, nasil olur da bu putlara ibadet edersiniz?.

Bu tapındığınız putlar,

"ne zaman diriltileceklerini de fark edemezler."

es-Sülemî,

"Ne zaman" kelimesindeki "hemze"yi esreli olarak okumuştur. Bunlar, iki ayrı söyleyiştir. Bu kelime, daha sonra gelen;

"Diriltilecekler" fiili ile nasb mahallindedir ve bu, istifham (soru.) anlamındadır. Onlar, ne zaman diriltileceklerini bilmezler, anlamındadır. Yine burada putlardan, tıpkı Âdemoğullarından söz edildiği gibi sözedilmektedir. Çünkü onlara tapanlar, bu putların söylediklerini anladıklarını, bildiklerini ve Allah nezdinde kendilerine şefaat edeceklerini iddia ediyorlardı. O bakımdan onlara, bu yanlış kanaatlerine göre hitap edilmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: Şanı yüce Allah, kıyâmet gününde putları canlı varlıklar halinde diriltecek ve bu putlar, kendilerine yapılan ibadetten uzak olduklarını ifade edeceklerdir. Dünyada ise bu putlar cansızdır ve ne zaman diriltileceklerini bilmemektedir.

İbn Abbâs der ki: Putlar, diriltilecek ve onlara ruh verilecektir. Putlarla birlikte şeytanları da bulunacaktır ve bunlar kendilerine ibadet edenlerden uzak olduklarını bildireceklerdir. Daha sonra şeytanlar ve müşrikler, verilen emir ile ateşe götürüleceklerdir.

Şöyle de açıklanmıştır: Putlar da kıyâmet gününde kendilerine tapanlarla birlikte ateşe atılacaklardır. Buna delil, yüce Allah'ın:

"Gerçekten siz de, Allah'tan başka taptıklarınız da cehennemin odunusunuz?" (el-Enbiyâ, 21/98) âyetidir.

Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah'ın:

"Hiçbir şey yaratamazlar, onların kendileri yaratılmıştır" Merhum müfessirin demek istediği şudur; "Ne zaman?" anlamındaki lâfız aynı zamanda bir soru edatıdır. Bu cümlede ise bir zaman zarfı olarak, sonra gelen fiil ile nasb konumundndır. Normalde cümlede bu lâfız fiilden sonra gelmesi gerekirken, soru anlamını ihtiva eden bir edat oluşundan dolayı daha önce gelmiştir. âyeti ile ifade tamam olmaktadır. Daha sonra yeni bir cümleye başlanılarak, yüce Allah, müşrikleri ölüler olarak nitelendirmektedir. Buradaki ölüm ise, küfür ölümüdür.

"Ne zaman diriltileceklerini de fark edemezler" yani, kâfirler ne zaman diriltileceklerini, yani diriliş vaktini bilmezler. Çünkü onlar, öldükten sonra dirilişe îman etmiyorlar ki, Allah'ın huzuruna çıkmak için gereken hazırlıklarını yapsınlar.

Bir diğer açıklama şöyledir: Onlara kıyâmetin ne zaman olacağını ne bildirdi? Belki de pek yakındır.

22

Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. Âhirete inanmayanların ise kalpleri inkâr edicidir. Hem onlar büyüklük taslayanlardır.

"Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır," Şanı yüce Allah, kendisine şirk koşmanın imkânsızlığını açıkladıktan sonra, hak mabudun bir ve tek olduğunu, O'ndan başka bir Rabb, O'ndan başka bir ilâh olmadığını beyan etmektedir.

"Âhirete inanmayanların ise, kalpleri inkâr edicidir." Yani, onların kalpleri, verilen öğüdü kabullenmez ve Öğüt ve hatırlatmanın kalplerine bir etkisi olmaz. Bu, Kaderiyyenin görüşünü reddetmektedir.

"Hem onlar, büyüklük taslayanlardır." Yani onlar, hakkı kabul etmeye yanaşmayarak, ona karşı büyüklük taslayan, böbürlenen mütekebbirlerdir. el-Bakara Sûresi'nde (2/34. âyet, 7- başlıkta) istıkbâr'ın (büyüklenmenin), anlamına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

23

Şüphe yok ki Allah, onların gizlediklerini de açıklayacaklarını da bilir. Muhakkak O, müstekbirleri sevmez.

"Şüphe yok ki Allah, onların gizlediklerini de, açıklayacaklarını da bilir." Yani, onların gizledikleri ve açıkladıkları söz ve davranışlarını da bilir ve onların yaptıklarının karşılıklarını onlara verecektir.

el-Halil der ki:

"Şüphe yok ki" kelimesi, tahkik ifade eden bir söz olup, ancak cevap olarak kullanılır. Mesela, onlar bu işi yaptılar denilir. Buna karşılık cevap olarak da, şüphesiz pişman olacaklardır, diye cevap verilir. (Ve bu terkip kullanılır) (Burada) gerçek şu ki: Cehennem ateşi onlaradır, anlamındadır. Bu anlamdaki açıklamalar, bundan önce Hud Sûresi'nde (11/22. ayetin tefsirinde) yeteri kadar geçmiş bulunmaktadır.

"Muhakkak O, müstekbirleri sevmez." Yani onları mükâfatlandırmaz, onlardan övgü ile söz etmez. el-Hüseyin b. Ali'den nakledildiğine göre o, önlerine ekmek parçaları koymuş ekmeklerini yiyen yoksul kimselerin yanından geçerken ona: Ey Abdullah'ın babası gel beraber yiyelim dediler o da bineğinden inip onlarla birlikte oturdu ve: "Muhakkak O, müstekbirleri sevmez" âyetini okudu. Onlarla yemeği bitirdikten sonra: Ben sizin davetinizi kabul ettim, haydi siz de benim davetimi kabul ediniz dedi. Onunla birlikte kalkıp evine gittiler. Onlara hem yemek, yedirdi hem içirdi, hem de bağışlarda bulunduktan sonra yanından ayrıldılar.

İlim adamları der ki: Her bir günahı saklayıp gizlemek mümkündür, kibir müstesna. Çünkü kibir açıklanması kaçınılamaz bir fısk (yol)dır. Bütün isyanların da asıl esası odur.

Sahih hadiste de şöyle buyurulmuştur: "Mütekebbirler kıyâmet gününde toz zerrecikleri gibi haşredileceklerdir. Büyüklenmeleri dolayısıyla insanlar onları ayakları ile çiğneyecektir." Tirmizî, Kıyâıne 47; Müsned, II, 179. t Aynı manada farklı lâfızlarla). Yahut Hazret-i Peygamberin şu âyetinde buyurduğu gibi olacaklardır: "Mahşer günü onların vücutları o kadar küçültülecek ki bu küçülüş nihayet onlara zarar verecektir, Ateşte ise vücutları o kadar büyüyecek ki bu büyüme niyahet onlara zararlı olacaktır."

24

Onlara: "Rabbiniz ne indirdi denildiği zaman: "Geçmişlerin masallarını" derler.

Yüce Allah'ın:

"Onlara: Rabbiniz ne indirdi denildiği zaman" âyeti: Az Önce sözü edilen âhirete îman etmeyenlere ve kalpleri ile öldükten sonra dirilişi inkâr edenlere:

"Rabbiniz ne indirdi" denildiğinde, ... demektir

Bu sözleri söyleyen kimsenin Nadr b. el-Haris olduğu âyet-i kerimeninde onun hakkında indiği söylenmiştir. en-Nadr bin el-Haris Hire'ye gitmiş ve orada Kelile ve Dinine ile ilgili anlatılan hikayeleri satın almıştı. Sonra Kureyşlilere bu hikayeleri okur ve şöyle dermiş; Muhammed de arkadaşlarına ancak öncekilerin masallarını okumaktadır. Yani onun okuduğu şey, Rabbimizin indirdikleri değildir.

Mü’minlerin kâfirlere

"Rabbiniz ne indirdi" diye sordukları kâfirlerin de onlara:

"Geçmişlerin masallarını" diye cevap verdikleri ve böylelikle geçmislerin masalları olan bir şeyi kabul etmeyeceklerini, onları inkâr ettiklerini ifade ettikleri de söylenmiştir.

"Esatir: Masallar" kelimesi batıl şeyler, saçma sapan sözler demektir. Buna dair açıklamalar bundan önce En'âm Sûresi'nde (6/25. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Yüce Allah'ın:

"Rabbiniz ne indirdi" âyeti ile ilgili (nahive dair açıklamalar) yüce Allah'ın:

"Neyi infak edeceklerini" (el-Bakara, 2/215) âyeti ile ilgili açıklamalar gibidir.

"Geçmişlerin masallarını" ifadesi, hazfedilmiş bir mubtedârun haberi olup ifadenin takdiri: Onun indirdiği, geçmişlerin masallarıdır, şeklindedir.

25

Onlar, kıyâmet gününde kendilerinin yüklerini tamamen yüklendikten başka, bilgisizce saptırdıkları kimselerin yüklerinden bir kısmını da yükleneceklerdir. Dikkat! Taşıyacakları bu yükler ne kötüdür!

"Onlar, kıyâmet yününde kendilerinin yüklerini tamamen yüklendikten başka" âyetinde yer alan,

“Onlar... kendilerinin yüklerini yüklendikten..." âyetindeki "lâm"ın "key lâm"ı olduğu ve ondan önceki âyetler ile alâkalı olduğu söylenmiştir. Bunun, âkibet (sonuç) bildiren "lâm" olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın:

"sonunda onlara bir düşman, bir tasa olacaktır." (el-Kasas, 28/8) âyetinde olduğu gibi. Yani, onların Kur'ân ve Peygamber hakkındaki iddiaları, kendi günahlarını geriye herhangi birşey bırakmamak üzere tam olarak yüklenmek noktasına kadar götürecektir. Bu da, dünyada iken, küfürleri sebebiyle onlara isabet eden musibet dolayısıyladır. Buradaki "lâm”ın, "emir lamı” olduğu ve âyetin tehdit anlamını taşıdıği da söylenmiştir. Key Lâını" diye kabul edilirse .ınlnm: "Taşısınlar diye, uışunabrı için..." şeklinde; "akıbet lamı" dîye kabul edilirse; "...sonunda taşısınlar..r" iinlîimınd:ı; "ennir lâmr kabul edilirse: "...haydi yüklerini tamamen tnşısınJ^r..."; :inlaıntnda olur.

"Bilgisizce saptırdıkları kimselerin yüklerinden bir kısmını da yükleneceklerdir." Mücahid der ki: Bunlar, saptırdıkları kimselerin günahlarını da yüklenecekler, bununla birlikte saptırılanların günahından herhangi birşey de eksiltilmeyecektir. Hazret-i Peygamber'in de şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Herhangi bir davetçi, eğer bir sapıklığa çağırır da, ona tabi olunursa, ona uyanların günahlarının bir benzeri -onların günahlarından hîçbirşey eksiltilmeksizin- verilecektir. Herhangi bir davetçi de, bir hidâyete çağıracak olur da ona uyulursa, o takdirde onlara uyanların ecirleri gibi -ecirlerinden hiçbir şey eksiltilmeksizin- ona da ecir vardır." Bu anlamda olmak üzere Müslim rivâyet etmiştir. Bu lâfızlarla: Tirmizî, Um 15; İbn Mâce, Mukaddime 14; aynı anlamda farklı lâfızlarla: Buhari, t Usa in 15; Müslim, îlm 15, Zekat 69; Tirmizî, ilm 15; Nesâî, Zekât 64; İbn Mâce, Mukaddime 14; Dârimi, Mukaddime 44; Müsned, II. 505, IV, 362, 383, 430, 433

“Günahlarından" âyetindeki;...dan..." ifadesi, tab'îz (bir kısmını) ifade etmek için değil, cins içindir Çünkü sapıklığa çağının kimseler, kendilerine uyanların günahı kadar günah alırlar.

Yüce Allah'ın:

"Bilgisizce" ifadesi de şu demektir: Onlar, saptırdıklarını, saptırdıkları sebebiyle kazandıkları günahı bilmeksizin başkalarını saptırmaktadırlar. Çünkü bunu bilselerdi, onları saptırma yoluna gitmezlerdi.

"Dikkati Taşıyacakları bu yükler ne kötüdür!" Onların taşıdıkları bu yük ne kötü bir yüktür! Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Yemin olsun onlar, hem kendi yüklerini taşıyacaklar, hem de kendi yükleriyle birlikte başka yükleri de yükleneceklerdir." (el-Ankebût, 29/13) el-En'âm Sûresinin sonlarında (6/164. âyet, 2, başlıkla) yüce Allah'ın:

"Günahkâr hiçbir kimse başkasının günahını yüklenmez" (el-En'âm, 6/164) âyetine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

26

Kendilerinden öncekiler de tuzak kurmuşlardı. Nihayet Allah binalarını temelinden yıktı; üstlerindeki tavan başlarına yıkıldı ve azap onlara farkedemeyecekleri bir taraftan geldi,

"Kendilerinden öncekiler de tuzak kurmuşlardı." Yani, bunlardan önce geçen peygamberlere karşı, bir takım kavimler küfür ve inkâr ile karşılık vermişlerdi, ancak sapmışlardı, güzel sonuç peygamberlerin olmuştu.

"Nihayet Allah binalarım temellerinden yıktı, üstlerindeki tavan başlarına yıkıldı." İbn Abbâs, Zeyd b. Eslem ve başkaları derler ki: Burada sözü edilen kişiler Ken'an oğlu Numrut (Nemrut) ve onun kavmidir. Bunlar semaya çıkmak ve oradakilerle Savaşmak istemişlerdi. Bunun için daiıa önce oradan semaya doğru yükselmek kastı ile yüksek kuleyi yapmışlardı. Diğer taraftan kartallara malum uygulamalarını yapmışlardı, ancak kule ile birlikte yukarıdan aşağıya düşmüşlerdi. Nitekim buna dair açıklamalar, bundan önce İbrahim Sûresi'nin sonlarında, (15/45-46. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Yüce Allah’ın:

"Nihayet Allah, binalarını temellerinden yıktı" âyetinin anlamı şudur: Yani, O'nun emri binalara ulaştı. Bu, ya bir zelzele ya bir rüzgâr ile olmuştu. Bu da o binalarını yıkmıştı. İbn Abbâs ve Vehb derler ki: Bu kulenin semaya doğru yüksekliği, beşbin zira, eni ise üçbin zira idi.

Ka'b ve Mukâtil derler ki: Uzunluğu iki fersah idi. Esen bir rüzgâr, başını denize attı ve geri kalan bölümü de üzerlerine yıkıldı. Kule yıkılınca, o gün dehşetten dolayı insanların dilleri karıştı ve 73 dil ile konuşmaya başladılar. Bundan dolayı oraya "Babil" ismi verilmiştir. Bundan önce (bölgede) sadece Süryanice dili mevcuttu. Yine bu anlamdaki açıklamalar, daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/31. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

İbn Hürmüz ve İbn Muhaysın "es-sakf" kelimesini "sin" ve "kaf" harflerini ötreli olarak; "Tavanlar" diye okumuştur. Mücahid ise, "sin" harfini ötreli, ancak "kaf" harfini de hafifleterek sakin okumuştur. Bundan önce (bu sûre, 16, âyette) geçen: Yıldızlar" ile ilgili iki türlü açıklamada olduğu gibi. Ancak, daha kuvvetle muhtemel olan, burada bu kelimenin; Tavan" kelimesinin çoğulu olduğudur.

"Temeller" kelimesi ise, bina ve yapıların esaslarıdır. İşte bu esaslar sarsılacak olursa bina yıkılır.

Yüce Allah'ın:

"Üstlerindeki" âyeti ile ilgili olarak,

İbnu'l-A'râbî şöyle demektedir: Burada

"üstlerindeki" ifadesi ile tekidin getiriliş sebebi, kavmin bu tavanlarının altlarında bulunduklarını anlatmak içindir. Araplar; Bir tavan üstümüze çöktü, bir duvar üzerimize yıkıldı" ifadesini ona malik olmaları halinde kullanırlar, fiilen üzerlerine çökmese dahî. O bakımdan, burada yüce Allah; Üstlerindeki (yukarılarındaki)" ifadesini zikrederek, Arap dilinde sözkonusu olan bu şüphe ve ihtimali kapsam dışında bırakmak istemiştir. Bu âyeti ile onlar, tavanlarının altında bulunuyorken, tavanlarının üstlerine yıkıldığını, böylelikle helâk olup kurtulamadıklarını anlatmaktadır.

Şöyle de açıklanmıştır:

"Tavan"dan kasıt, semadır. Yani azap onlara, üzerlerindeki semadan geldi- Bu açıklamayı da İbn Abbâs yapmıştır.

Bir diğer açıklamaya göre, yüce Allah'ın:

"Nihayet Allah binalarını temellerinden yıktı" âyeti temsilî bir ifade olup anlamı şudur: Allah onları helâk etti ve onlar da âdeta binaları üzerlerine düşüp yıkılan kimseler durumuna geldiler.

Manası: Allah amellerini boşa çıkardı ve böylelikle onlar, binaları üzerlerine yıkılan kimseler durumuna geldiler, şeklinde olduğu söylendiği gibi, Allah onların hile ve tuzaklarını boşa çıkardı. Bunun sonucunda da üstünden tavanın üzerine yıkıldığı kimsenin helâk olması gibi helâk oldular, şeklinde olduğu da söylenmiştir.

Buna göre, üzerlerine tavanın yıkıldığı kimseler hususunda da farklı açıklamalarda bulunulmuştur. İbn Abbâs ve İbn Zeyd, az önce geçen şekilde açıklamada bulunurlarken, burada bu şekilde helâk edilenlerin Buhtun-Nasr ve beraberindekiler olduğu da söylenmiştir. Bunu da müfessirlerden bazısı dile getirmiştir.

Burada kastedilenlerin, şanı yüce Allah'ın, el-Hicr Sûresi'nde sözkonusu ettiği

"bölüşenler" (bk. el-Hicr, 15/90) olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı el-Kelbî yapmıştır. Bu yoruma göre, buradaki temsilin de mahiyeti anlaşılmış olmaktadır Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Ve azâb onlara farkedemeyecekleri bir taraftan" yani? emniyet içerisinde olduklarını zannettikleri bir cihetten

"geldi". İbn Abbâs der ki: Bununla yüce Allah, kendisiyle Nemrud'u helâk ettiği sivri sineği kastetmektedir.

27

Sonra kıyâmet gününde de onları alçaltacak ve diyecek ki: "Hani haklarında anlaşmazlığa düşüp düşmanlık ettiğiniz ortaklarım nerede?" Kendilerine ilim verilenler: "Bugün muhakkak zillet ve azap kâfirleredir" diyeceklerdir.

Yüce Allah'ın:

"Sonra kıyâmet gününde de onları alçaltacak" azap ile onları rezil edecek, onları zelil ve hakir düşürecek

"ve diyecek ki: Hani haklanrıda anlaşmazlığa düşüp düşmanlık ettiğiniz" kendileri sebebiyle peygamberlerime adavet gösterip düşmanlık yaptığınız

"ortaklarım" kendi kanaatiniz ve iddialarınıza göre Beni bırakıp kendilerine ibadet ettiğiniz uydurma ilahlar

"nerede?" Bu soru azar için sorulacaktır.

İbn Kesîr; "Ortaklarım kelimesini üstün bir "ya" ve hemzesiz olarak; diye okumuştur. Diğerleri İse "hemze" okumuşlardır. "Anlaşmazlığa düşüp düşmanlık ettiğiniz" anlamındaki kelimeyi Nâfi, (.......) şeklinde İzafe şeklinde "nün" harfini esreli olarak okumuştur ki, haklarında bana düşmanlık ettiğiniz .,, demek olur, diğerleri ise bunu üstün okumuşlardır.

"Kendilerine ilim verilenler” İbn Abbâs'a göre meleklerdir; mü’minler olduktan da söylenmiştir.

"Bugün muhakkak zillet" bu kıyâmet gününde aşağılanmak ve küçülmek

"ve azap kafirleredir, diyeceklerdir"

28

Onlar ki nefislerine zulm edenler olarak melekler ruhlarını alırken: "Biz hiçbir fenalık yapmazdık" diyerek teslim olurlar." "Hayır, Allah sizin bütün yaptıklarınızı çok iyi bilendir.”

"Onlar ki nefislerine zulm edenler alarak melekler ruhlarını alırken" âyetinde anlatılanlar kâfirler ile ilgilidir.

"Nefislerine zulm edenler olarak" anlamındaki âyet, hal olarak nasb edilmiştir. Yani onlar nefislerini helâk olunacak yollara itmiş olduklarından kendilerinin zâlimleri olarak melekler ruhlarını alırken

"biz hiçbir fenalık yapmazdık" hiçbir şirk işlemezdik

"diyerek teslim olurlar" teslimiyet gösterirler. Yani ölüm esnasında Allah'ın rububiyetini ikrar edip, biz kötülük ve şirk namına bir şey işlemezdik, diyecekler; melekler ise onlara:

"Hayır" siz kötü işler yapıyordunuz

"Allah sizin bütün yaptıklarınızı çok iyi bilendir" diyeceklerdir.

İkrime der ki: Bu âyet-i kerîme Mekke'de müslüman olup hicret etmeyen ve bu bakımdan Kureyşliler tarafından zorla Bedir'e çıkartılarak orada öldürülen bir topluluk hakkında Medine'de inmiştir, O bakımdan Yüce Allah:

"Onlar ki" Mekke'de kalmak ve hicreti terketmek suretiyle "nefislerine zulm edenler olarak melekler ruhlarını" kabzedip "alırken biz hiçbir fenalık" yani küfür namına bir şey "yapmazdık, diyerek teslim olurlar" yani onlarla birlikte çıkışlarıyla onlara teslim olurlar.

Bu, üç şekilde açıklanmıştır. Birincisine göre kasıt barıştır bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır. İkincisine göre teslimiyet göstermektir bu açıklamayı Kutrub yapmıştır Üçünsüne göre de itaat edip boyun eğmektir, bunu da Mukâtil dile getirmiştir.

"Hayır, Allah sizin yaptıklarınızı çok İyi bilendir." Onların amelleri kâfirlerin amelleri türündendir, demektir.

Denildiğine göre bazı müslümanlar mü’minlerin azlığını görünce müşriklerin yoluna döndüler, bu âyer-i kerîme onlar hakkında İnmiştir.

Birinci görüşe göre ise kâfir olsun münafık olsun bütün İnkarcılar, dünyadan ancak itaat ile teslimiyet göstererek, boyun eğerek ve zelil olarak ayrılır. Ancak o sıralar onlara tevbenin de imanın da faydası olmaz. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Ama Bizim azabımızı gördüklerinde îmanları onlara fayda vermedi." (el-Mü’min 40/85) Bu anlamdaki açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. Yine el-Enfal Sûresi'nde de (8/50-51. âyetlerin tefsirinde) kâfirlerin sırtlarına vurula vurula canlarını verdikleri açıklandığı gibi, el-Enâm Sûresi'nde de (6/8. âyetin tefsirinde) benzeri bir durumdan söz edilmiştir. Biz bu hususu "et-Tezkire" adlı kitabımızda da söz konusu ettik.

29

"O halde içinde ebedi kalıcılar olarak girin cehennemin kapılarından... Büyüklenenlerin yeri ne kötüdür!"

"O halde içinde ebedi kalıcılar olarak" oradan çıkmamak üzere

"girin cehennemin kapılarından..," Bu sözler kendilerine ölümleri sırasında söylenecektir, demektir. Bu, kabir azabının kendilerine haber verilmesidir, diye de açıklanmıştır. Çünkü kabir kâfirler için hazırlanmış cehennemin kapılarından bir kapıdır

Şöyle de açıklanmıştır: Meselâ, cehennemin ikinci basamağında yer alacaklar birincisi dolup ta yerlerini almadıkça, yerlerine ulaşmaya çaktır. Birinciden sonra ikinci basamaktakiler sonra üçüncü basamaktakiler... diye devam edecektir. Bir diğer açıklamaya göre cehennemin her bir alt tabakasının ayrı bir kapısı vardır. Kimi cehennemlikler bir kapıdan, kimileri de diğer kapıdan girerler.

"Büyüklenenlerin" Îmana ve yüce Allah'a ibadete karşı büyüklük taslayanların kalacakları

"yeri ne kötüdür!" Şanı yüce Allah bu büyüklenen kimseleri hak olan sözleri ile:

"Çünkü onlara Allah'tan başka İlah yoktur, denildiğinde büyüklük taslarlardı" (es-Saffat, 37/35) diye açıklamaktadır.

30

Takva sahiplerine: "Rabbiniz ne indirdi" denildi Onlar da: "Hayır" dediler. Bu dünyada iyi hareket edenlere güzellik vardır. Âhiret yurdu ise elbette daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir!

"Takva sahiplerine: Rabbiniz ne indirdi, denildi onlar da: Hayır, derler" yani Rabbimiz hayır indirdi, derler, ifade burada sona ermektedir. Buna göre;

“Ne" ifadesi tek bir isimden ibarettir.

Araplardan herhangi bir kimse hac mevsiminde Mekke'ye geldiğinde müşriklere Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında soru sorarlar, onlar da: Sihirbaz yahut şair, yahut kahin, ya da mecnundur, derlerdi- Mü’minlere de aynı soruyu sorarlar, onlar da: Allah ona hayrı ve hidâyeti indirdi derler ve bununla Kür'ân'ı Kerîm'i kastederlerdi.

Denildiğine göre bu sözler kıyâmet gününde îman ehline söylenecektir.

es-Sâlebî der ki: Eğer yüce Allah'ın;

"Geçmişlerin masalları" (24. âyet) âyetinde cevap merfu olduğu halde:

"Hayır" âyetinde ise cevap niçin nasb edilmiştir diye sorulursa cevabımız şu olur: Müşrikler Allah'ın Kur'ân'ı Kerîm'i indirdiğine îman etmiyorlardı, o bakımdan onlar: Muhammed'in söylediği o şeyler öncekilerin masallarıdır, demiş gibiydiler, Allah'ın Kur'ân'ı indirdiğine îman eden mü’minler ise: Hayır indirdi, diye cevap vermiş gibidirler. Bu da i'rabdan anlaşılan bir husustur. Allah'a hamd olsun.

Yüce Allah'ın:

"Bu dünyada iyi hareket edenlere güzellik vardır" âyeti ile ilgili olarak; bu sözler yüce Allah'ın sözleridir, denildiği gibi, takva sahiplerinin söyledikleri nakledilen sözlerden olduğu da söylenmiştir.

"Güzellik”ten kasıt cennettir yani şanı yüce Allah'a itaat edenlere cennet verilecektir.

"İyi hareket edenlere" bugün dünyada yardım, fetih ve ganimet şeklinde bir

"güzellik vardır, ahiret yurdu ise elbette daha hayırlıdır." Yani onların âhirette elde edecekleri cennet mükâfatı dünya yurdundan daha hayırlı ve daha büyüktür. Çünkü dünya fanidir, âhiret ise bakidir diye de açıklanmıştır.

"Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir" âyeti iki şekilde açıklanmıştır. el-Hasen der ki: Yani takva sahiplerinin yurdu olarak dünya ne güzeldir! Çünkü onlar bu dünyada işledikleri ameller ile âhiretin mükâfatını ve cennete girmeyi kazanmışlardır. Bir diğer açıklamaya göre de anlam şöyledir: Takva sahiplerinin yurdu olarak âhiret ne güzeldir! Bu da Cumhûrun açıklamasıdır.

31

Adn cennetleridir ki, oralara girecekler. Altlarından ırmaklar akar, orada diledikleri onlarındır, İşte Allah takva sahiplerini böyle mükâfatlandırır.

Bu açıklamaya göre de;

"Adn cennetleridir ki ..." anlamındaki ifade "yurt" anlamındaki kelimeden bedel olup bundan dolayı mertli olmuştur. Bunun; O yurt... cennetleridir" takdiri ile merfu olduğu da söylenmiştir. Bu âyet, buna göre yüce Allah'ın:

"Takva sahiplerinin yurdu" âyetini beyan etmektedir; yahutta mübtedâ olarak merfu kabul edilebilir; ifadenin takdiri şöyle olur: Adn cennetleri, takva sahiplerinin yurdu olarak ne güzeldir!

"Oraya girecekler" âyeti ise sıfat konumundadır. Yani orası girilecek bir yerdir. "Cennetler" anlamındaki kelimenin mübtedâ olarak merfu olduğu, haberinin "oraya girecekler" anlamındaki âyet olduğu da söylenmiştir. el-Hasen'in açıklaması buna göre izah edilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır,

"Altlarından ırmaklar akar" âyetinin anlamına dair açıklamalar bundan önce el-Bakara Sûresi'nde (2/25. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Orada diledikleri onlarındır" yani temenni edip istedikleri herşey onlara verilecektir.

"İşte Allah takva sahiplerini böyle mükâfatlandırır." İşte Allah takva sahiplerini bu şekilde mükâfatlandırır.

32

Onlar ki melekler hoş ve temiz olarak ruhlarını alırlarken: "Selâm size! İşleyegeldiklerinizin karşılığı almak üzere girin cennete derler.

"Onlar ki melekler, hoş ve temiz olarak ruhlarını alırlarken" âyetindeki;

"Ruhlarını alırlar" anlamındaki ifadeyi el-A'meş ve Hamza; her iki yerde de şeklinde "yâ" ile okumuşlardır. Ebû Ubeyd de bunu tercih etmiştir. Çünkü İbn Mes’ûd'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Kureyşliler meleklerin dişi olduklarını iddia ediyorlardı, siz ise onların geçtikleri yerlerde onları müzekker okuyunuz- Diğer kıraat âlimleri ise bunu "te" ile okumuşlardır. Çünkü bununla kastedilen meleklerden bir topluluktur.

"Hoş ve temiz olarak" âyeti ile ilgili altı görüş vardır:

1- Yani şirkten temiz ve arınmışlar olarak

2- Salih kimseler olarak

3- Fiil ve sözleri temiz olarak

4- Yüce Allah'ın karşılaşacakları mükâfatına güvenerek, gönülleri, nefisleri hoş olarak

5- Yüce Allah'a gönül hoşluğu ile yönelerek

6- Vefatları kâfir ve iyilik ile kötülükleri birbirine karıştırmış kimsenin ruhunun kabzedildiğinin aksine güzel, kolay, zorluksuz ve acısız olmak suretiyle... Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır

"Selâm size ... derler" âyetinin iki anlama gelme ihtimali vardır. Birincisi selâmın onların ölümlerinin yaklaştığına dair bir uyan olmasıdır. İkincisi ise bunun cennetle müjdelendikleri anlamında olmasıdır. Çünkü selâm, emandır.

İbn Mübarek şunu nakletmektedir: Bana Hayve anlattı, dedi ki: Bana Ebû Sahr haber verdi, Ebû Sahr Muhammed b. Ka'b el-Kurazi'den naklen dedi ki: Mü’min kulun canı boğazına gelip dayandığında ölüm meleği ona gelir ve ey Allah'ın dostu, selam sanal Allah'ın sana selamım bildiriyorum, der. Daha sonra su.,

"Onlar ki melekler hoş ve temiz olarak ruhlarını alırlarken selâm size ... derler" âyetini okudu.

İbn Mes’ûd da der ki: Ölüm meleği mü’minin ruhunu kabzetmek için geldiğinde; Rabbinin sana selamını bildiriyorum, der.

Mücahid de şöyle demektedir: Mü’mine gözleri aydın olsun, diye kendisinden sonra çocuklarının salih kimseler oldukları müjdesi verilir. Biz bu hususlara dair açıklamaları "et-Tezkire" adlı eserimizde yaptık ve orada bu anlamda vârid olmuş haberleri de kaydettik. Yüce Allah'a hamd olsun.

Yüce Allah'ın:

"İşleyegeldiklerinizin karşılığı olmak üzere" yani dünya hayatında İşlediğiniz salih amellerin karşılığında

"girin cennete" derler. Bunun birisi; Size cennete gireceğiniz için müjdeler olsun, anlamında; diğeri de bu sözlerin onlara âhirette söyleneceği şeklinde otmak üzere iki anlama gelme ihtimali vardır.

33

Kendilerine o meleklerin gelmesinden yahut Rabbinin emrinin gelip çatmasından başkasını mı beklerler? Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı. Allah onlara zulmetmedi. Fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.

Yüce Allah'ın:

"Kendilerine o meleklerin gelmesinden... başkasını mı beklerler" şeklindeki bu âyet, kâfirler ile alakalıdır, Yani onlar, meleklerin zulmetmiş kimseler olarak canlarını almak için kendilerine gelmesinden başka birşey mi beklemektedirler?

el-A'meş, İbn Vessâb, Hamza, el-Kisaî ve Halef: Kendilerine o meleklerin gelmesi..." şeklinde "ye" ile okumuşlardır. Diğerleri İse az önce geçtiği gibi "te" ile okumuşlardır.

"Yahut Rabbinin emrinin" Bedir günü gibi öldürülmek yahut zelzele yada yerin dibine geçirilmek gibi azap emrinin... Kıyâmet gününün kastedildiği de söylenmiştir. Onlar aslında bu gibi şeyleri beklemiyorlardı. Çünkü bunlara îman etmiş değillerdi. Ancak onların îman etmeyişleri azaba uğratılmalarını gerektirmiştir. Bundan dolayı bu onlara izafe edilmiştir; ki sonunda onların âkibetleri azaba uğramak olacaktır, demektir.

"Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı." Küfür üzere ısrar etmişler, bunun üzerine Allah'ın emri onlara gelmiş ve helâk olmuşlardır.

"Allah onlara" onları azaba uğratmak ve helâk etmekle

"zulmetmedi; fakat onlar kendilerine" şirk koşmak suretiyle

"zulmediyorlardı."

34

Bunun için işlediklerinin cezası onlara isabet etti. Alay edip durdukları da kendilerini çepeçevre kuşatıverdi.

"Bunun için işlediklerinin cezası onlara isabet etti" âyetinde takdim ve te'hir olduğu söylenmiştir, ifadenin takdiri şöyledir: İşte onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı; o bakımdan işlediklerinin cezası onlara gelip çatmıştı. Allah onlara zulmetmedi, ama onlar kendilerine zulmediyorlardı; bu sebebden dolayı küfürlerinin ve kötü amellerinin cezalan onları gelip buldu.

"Alay edip durdukları" yani alaylarının cezası

"da kendilerini çepeçevre kuşatıverdi" etraflarını dolanıp sardı

35

Ortak koşanlar dediler ki: "Eğer Allah dileseydi biz de, babalarımız da kendisinden başka hiçbir şeye İbadet etmez, O'nun emrine aykırı olarak hiçbir şeyi haram kılmazdık." Kendilerinden öncekiler de böyle yapmışlardı. Peygamberlere apaçık tebliğden başka bir görev var mı?"

"Ortak koşanlar dediler ki: Eğer Allah dileseydi biz de, babalarımız da kendisinden başka hiçbir şeye ibadet etmez" âyetindeki;

"Hiçbir şeye" âyetindeki edatı sıladır.

Zeccac der ki: Onlar bu sözlerini alay olsun diye söylemişlerdi. Eğer onlar bu sözlerini İnanarak söylemiş olsalardı elbette mü’min olurlardı. Bu âyetin gerek manası, gerek i'rabı ile ilgili açıklamalar bundan önce el-En'am Sûresi'nde (6/128. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunduğundan burada tekrarlamanın bir anlamı yoktur.

"Kendilerinden öncekiler de böyle yapmışlardı" âyeti onlardan öncekiler de peygamberlere bu şekilde yalanlama ve alay ile karşılık vermişler ve bunun sonucunda helâk edilmişlerdi.

"Peygamberlere apaçık tebliğden başka görev var mı?" Yani onlara tebliğden başka görev yoktur. Hidâyet ise yüce Allah'a aittir.

36

Yemin olsun ki Biz her ümmet arasında: "Allah'a ibadet edin ve tâğûttan kaçının" diye bir peygamber göndermişizdir. Allah içlerinden kimilerine hidâyet verdi. Kiminin aleyhine olmak üzere sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde gezinin de yalanlayanların sonu nasıl oldu, görün.

"Yemin olsun ki Biz her ümmet arasında Allah'a ibadet edin" Allah'a ibadet edin, O'nu tevhid edin

"ve tâğûttan kaçının" yani tapınılan şeytan, kâhin, put gibi Allah'ın dışındaki her türlü ma'budu ve sapıklığa davet eden herkesi terkedin

"diye bir peygamber göndermiştedir. Allah İçlerinden kimine hidâyet verdi" kimine kendi dinine ve kendisine ibadete ulaşmak yolunu gösterdi

"kiminin aleyhine olmak üzere sapıldık hak oldu." Yani bu konudaki ilâhî hüküm gereğince sapıklık hükmü hak oldu ve sonunda o kimse küfür üzere öldü.

Bu da Kaderiyyenin kanaatini reddetmektedir. Çünkü Kaderiyye yüce Allah'ın bütün insanlara hidâyet ve hidâyete ulaşma tevfikini verdiğini iddia etmişlerdir. Şanı yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır:

"Allah içlerinden kimine hidâyet verdi, kiminin aleyhine olmak üzere sapıklık hak oldu." Bu hususa dair açıklamalar daha önce bir çok yerde geçmiş bulunmaktadır.

"Şimdi yeryüzünde" ibret almak üzere

"gezinin de yalanlayanların sonu nasıl oldu" yani onların sonunda nasıl yıkıldıklarını azâb ve helake uğradıklarını

"görün."

37

Onların hidâyete ermeleri için hırs göstersen de şüphesiz Allah dalâlette bırakmayı dilediği kimseye hidâyet vermez. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.

"Onların hidâyete ermeleri için hırs göstersen" ey Muhammed, olanca gayretinle onların hidâyete ermelerini istesen

"de şüphesiz Allah dalâlette bırakmayı dilediği kimseye hidâyet vermez." Yani Allah, saptırdığı kimseye doğruyu göstermez. Bu da şu demektir: Allah'ın hakkında dalâleti takdir ettiği kimseye Allah hidâyet vermez, İbn Mes’ûd ve Kûfelilerin kıraati bu şekildedir. Buna göre; Hidâyet verir" ifadesi müstakbel (muzari) bir fiildir. Bunun mazisi ise; Hidâyet verdi" hidâyet buldu, şeklindedir. Kimse" ise "hidâyet verir" fiili ile nasb mahallindedir. Bununla birlikte; Hidâyet verdi, verir" fiilinin; Hidâyet buldu, bulur" anlamında olması da mümkündür (O takdirde bu âyetler: Şüphesiz Allah'ın saptırdığı kimse hidâyet bulamaz, anlamında olur,) Bu açıklamayı Ebû Ubeyd, el-Ferrâ''dan nakletmektedir. el-Berra der ki: Nitekim yüce Allah'ın;

"Yoksa hidâyet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı" (Yûnus, 10/35) şeklinde ve; anlamında (mealde de öyle verilmiştir) okunduğu gibi. Ebû Ubeyd der ki: Biz el-Ferrâ''dan başka böyle bir rivâyette bulunan kimse bilmiyoruz. Bununla birlikte el-Ferrâ'' naklettiğiyle itham altında değildir.

en-Nahhâs der ki: Bana Muhammed b. Yezid'den nakledildiğine göre; "Dalâlette bırakmayı dilediği kimseye hidâyet vermez" âyeti sanki Allah'ın dalâlette kalacağını bildiği ve bu konuda onun hakkında böylece takdirde bulunduğu kimse anlamında gibidir. şeklinin, şeklindeki ile aynı anlamda olması, ancak fiilin; veya şeklinde olması halinde mümkün olur. el-Ferrâ'nın görüşüne göre de anlamındadır. Bu durumda da ref mahallinde olur. Buna ait olan "he" zamiri ise sıladan hazf edilmiş olur. şüphesiz’in ismine ait olan zamir ise; Dalâlette bırakmayı dilediği" âyetindeki zamirdir. (el-Ferrâ''nın bu okuyuşunun anlamı da az önce verilmiş bulunmaktadır.) Diğerleri ise; şeklinde "ya" harfi ötreli "dal" harfi de üstün olarak okumuşlardır. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim bu okuyuşu tercih etmişlerdir. Anlamı da şöyle olur: Allah'ın saptırdığı kimseye hiçbir kimse hidâyet veremez, Buna delil de yüce Allah'ın:

"Allah kimi saptırırsa artık onu doğru yolu iletecek olmaz." (el-Araf', 7/186) âyetidir. Buradaki; Kimi" ise meçhul fiilin naibi faili olmak üzere ref mahallindedir ve aynı zamanda; Kimse" anlamında ism-i mevsûldur. Ona ait zamir ise hazfedilmiş, sılasındaki mukadder zamirdir.

"Şüphesiz Allah" anlamındaki; Şüphesizdin ismine ak olan zamir ise;

“Dalâlette bırakmayı dilediği" fiilindeki gizli zamirdir.

"Onların hiçbir yardımcıları yoktur" âyetinin anlamına dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

38

Onlar var güçleri ile: "Ölecek kimseyi Allah diriltmez diye Allah adına yemin ettiler. Hayır, öyle değil. Bu, O'nun gerçekleştirmeyi üzerine aldığı hak bir vaaddir. Fakat insanların çoğu bilmezler.

“Onlar var güçleri ile.... Allah adına yemin ettiler" âyeti, onların yaptıklarının hayret edilecek bir iş olduğunu anlatmaktadır. Çünkü onlar Allah adına yemin ettiler. Yeminlerini alabildiğine ileri dereceye götürerek ölen kimseleri Allah'ın diriltmeyeceğini söylediler. Bu söylediklerinin hayret edilecek birşey olduğuna gelince; onlar bir taraftan Allah'ı ta'zim ettiklerini izhar ediyor ve O'nun adına yemin ediyorlar, sonra da O'nun ölüleri diriltmekten âciz olduğunu ileri sürüyorlar. Ebul-Âliyye der ki: Müslümanlardan birisinin müşrikten alacağı vardı. Alacağını ödemesini istediğinde: Ölümden sonra benim umduğum da şudur.,, demişti. Bunun üzerine müşrik kişi Allah adına yemin ederek; Allah ölenleri diriltmeyecektir diye söyleyince bu âyet-i kerîme nazil oldu.

Katade der ki: Bize nakledildiğine göre İbn Abbâs'a bir adam şöyle demiş: Ey İbn Abbâs, bazı kimseler Hazret-i Alî'nin kıyâmet kopmadan önce öldükten sonra tekrar diriltilip gönderileceğini iddia etmektedirler ve bu âyet-i kerimenin buna işaret ettiğini söylemektedirler. İbn Abbâs dedi ki: Yalan söylüyor o kimseler. Çünkü o âyet-i kerîme bütün insanlar için umumîdir. Eğer Ali kıyâmet gününden önce gönderilecek olsaydı, ondan sonra hanımları başkaları ile nikâhlanmaz, onun mirasını paylaştırmazdı,

"Hayır" bu onların iddialarını red etmektedir. Hayır mutlaka Allah onları tekrar diriltecektir.

“Bu onun gerçekleştirmeyi üzerine aldığı hak bir vaaddır" âyeti müekked bâr masdardır Çünkü yüce Allah'ın:

"Onları diriltecektir" ifadesi bu husustaki vâde delildir; yahutla Öldükten sonra diriliş vaadi hak bir vaaddir" anlamındadır.

"Fakat insanların çoğu" kendilerinin öldükten sonra diriltileceklerini

"bilmezler."

Buhârîde Ebû Hüreyre'den nakledilen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Yüce Allah buyurdu ki: Âdemoğlu -Beni yalanlamak ona düşmediği halde, Beni yalanladı, Âdemoğlu Bana kötü söz söylemek ona yakışmadığı halde bana kötü söz söyledi. Beni yalanlaması. Beni ilkin yarattığı gibi tekrar beni iade etmeyecektir, şeklindeki iddiasıdır. Bana dil uzatması ise; Allah evlad edindi demesidir, Halbuki Ben bir ve tekim, samedtm, doğmamış ve doğurmamış olanım ve hiç kimse kendisine denk olmayanım" Buhârî, Tefsir 2. SÛRE 8, 112. sûre 1, 2; Nesâi, Cenâiz 117; Müsned, II, 317, 350, 394, Bu hadis önceden de (el-Bakara, 2/116. âyet ikinci başlıkta) geçtiği gibi ileride de (el-Ahzab, 33/57. âyet 1. başlıkta) gelecektir

39

Hakkında ayrılığa düştükleri şeyleri onlara açıklasın, inkâr edenler de kendilerinin gerçekten yalancı kimseler olduklarını bilsinler diye.

"Hakkında ayrılığa düştükleri şeyleri" öldükten sonra diriliş ile ilgili hususları

"onlara açıklasın" onlara açıkça göstersin; öldükten sonra dirilişi

"inkâr edenler" ve gerçekleşmeyeceğine dair yemin edenler

"de kendilerinin gerçekten yalancı kimseler olduklarını bilsinler diye." Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Yemin olsun ki Biz her ümmet arasında kendilerine hakkında anlaşmazlığa düştükleri hususları açıklasın diye bir peygamber göndermişizdir. Müşriklerle müslümanların anlaşmazlığa düştükleri hususlar ise pek çoktur. Öldükten sonra diriliş bunlardandır, putlara tapmak bunlardandır; bir topluluğun Muhammed'in hak olduğunu kabul ettikleri halde atalarını taklid etmeleri ve peygamberi izlemelerini engellemiş olması -Ebû Talib gibi...- da bunlardandır.

40

Birşeyi dilediğimiz zaman sözümüz sadece ona: "Ol" dememizden ibarettir. O da derhal oluverir.

Yüce Allah, böylelikle yaratmanın kendisine ne kadar kolay olduğunu bildirmektedir. Yani ölenleri diriltmek istediğimiz zaman gerek onları diriltmek isteyişimizde gerekse de yaptığımız başka herhangi bir hususta bizim için yorulmak, bitkinlik söz konusu olmaz; çünkü Biz sadece ona;

"ol" deriz o da derhal oluverir

İbn Âmir ve el-Kisâî'

"O da derhal oluverir" âyetini nasb ile; Dememize" atf ile okumuştur.

ez-Zeccâc şöyle der: Bunun;

"Ol" emrinin cevabı olarak nasb ile gelmesi de mümkündür. Diğerleri ise;

"O da derhal oluverir" anlamında olmak üzere ref ile okumuşlardır. Buna dair yeterli açıklamalar bundan önce el-Bakara Sûresinde (2/117, âyet 4. başlık vd.) geçmiş bulunmaktadır. İbnu’l-Enbârî der ki: Burada şanı yüce Allah, yaratılmadan önce Allah nezdinde bilinenler hakkında

"şey" lâfzını kullanması bizzat varedilmiş ve görülmüş gibi oluşundan dolayıdır.

Ayet-i kerimede Kur'ân'ı Kerîm'in mahluk olmadığına delil vardır. Çünkü eğer yüce Allah'ın;

"Ol" âyeti yaratılmış olsaydı, bunun da ikinci bir söze gereği olurdu. İkincisinin üçüncüsüne ...ihtiyacı olur ve böylelikle iş teselsül edip giderdi ki bu da imkânsızdır. Yine bu âyet-i kerimede şanı yüce Allah’ın hayrıyla, şerriyle, faydalısıyla, zararlısıyla bütün olayların irade edicisi olduğuna da delil vardır.

Buna delil de şudur: Bir kimse kendi egemenlik alanı çerçevesinde hoşuna gitmeyecek bir şey görecek ve bunu da istemeyecek olursa, bu iki sebebten dolayı söz konusu olur. Ya onu Farketmeyen ve bilmeyen birisidir yahutta ona güç yetiremeyen ve bu konuda yenik düşürülen birisidir. Şanı yüce Allah'ın sıfatları arasında bunları düşünmek mümkün değildir. Diğer taraftan yüce Allah'ın kulların kazandıkları fiilerin de yaratıcısı olduğuna dair deliller ortadadır. Onun İmde etmediği halde herhangi birşeyi yapması da imkânsızdır.

Çünkü fiillerimizin büyük bir çoğunluğu bizim maksad ve irademize muhalif olarak husule gelmektedir. Şayet şanı yüce Rabbimiz, bunları imde eden olmasaydı, Kilerin kasıtsız olarak meydana gelmiş olmaları gerekecekti. Ancak bu tabiatçıların (materyalistlerin) sözleridir. Muvahhidler ise bunun aksini ve tutarsız olduğunu icma ile kabul etmişlerdir

41

Zulmedildikten sonra Allah yolunda hicret edenleri Biz dünyada elbette güzel bir şekilde barındıracağız. Âhiret mükâfatı ise elbette daha büyüktür; bilmiş olsalardı.

Yüce Allah'ın;

"Zulmedildikten sonra Allah yolunda hicret edenleri..." âyetinde sözü edilen hicretin anlamına dair açıklamalar daha önce en-Nisa Sûresi'nde (4/100. âyet 5. başlıkta) geçmiş bakınmaktadır

Hicret: Allah yolunda yahut Allah'ın dini için vatanları, aile ve yakınları terketmek ve aynı zamanda günah ve kötülükleri de terketmek demektir

Buradaki:

" Allah yolunda" âyetindeki; "...de, da" edatının "lâm" anlamında olup "Allah için hicret edenleri ..." anlamını verdiği söylenmiştir.

"Zulmedildikten" yani Allah yolunda azaba uğratıldıktan sonra . Bu âyet-i kerîme Süheyl, Bilal, Habbab ve Ammar hakkında inmiştir. Mekkeliler istediklerini onlara söyletinceye kadar işkence etmişlerdi. Mekkeliler onları serbest bırakınca da Medine'ye hicret etmişlerdi. Bu açıklamayı el-Kelbî yapmıştır.

Âyet-i kerimenin Ebû Cendel b. Süheyl hakkında indiği de söylenmiştir.

Ebû Katade der ki: Burada maksad Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ashabıdır. Mekke'de müşrikler onlara zulmetmişler ve yurtlarından çıkarmışlardıs sonunda onlardan bir kesim Habeşistan'a gitmişti. Daha sonra yüce Allah onları hicret yurduna yerleştirmiş ve mü’minlerden onlara yardımcılar takdir buyurmuştu. Bununla birlikte âyet-i kerîme herkesi kapsamına almaktadır.

"Biz dünyada elbette güzel bir şekilde barındıracağız" âyetindeki

"güzel bir şekilde" ifadesi ile ilgili altı türlü açıklama yapılmıştır:

1- Bundan kasıt Medine'ye yerleşmektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs, el-Hasen, Şa'bî ve Katade yapmıştır.

2- Maksad güzel rızıktır. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır.

3- Düşmanlarına karşı yardım edeceğiz, demektir. Bu açıklamayı ed-Dahhâk yapmıştır.

4- Onlara dûğru sözlülük ve güzel övgü ihsan edilecektir. Bunu da İbn Cüreyc nakletmektedir.

5- Bundan kasıt fethedip ele geçirdikleri ülkelerle ellerine geçirdikleri, yönetimleri altına aldıkları bölgelerdir.

6- Maksad dünyada onlardan sonra kalan, onların övgü ile anılmaları ve dünyada soylarından gelenlerin sahip oldukları şereftir.

Yüce Allah'ın lutfu ile onlar bütün bunları elde edebilmişlerdi, Allah'a hamd olsun.

"Âhiret mükâfatı ise mutlaka daha büyüktür" yani Allah Teâla'nın âhirette vereceği mükâfat herhangi bir kimse tarafından görülmeden önce bilinemeyecek kadar büyüktür:

"Nereye bakarsan orada pek çok nimetler ve büyük bir saltanat görürsün." (el-İnsan, 76/20)

"Bilmiş olsalardı" yani keşke zâlimler bu gerçeği bilmiş olsalardı. Bunun mü’minlere raci olduğu da söylenmiştir. Yani eğer mü’minler âhiret sevabını görüp müşahede edecek olsalar, onun mükâfatının dünya hayatındaki güzelliklerden daha büyük olduğunu da bileceklerdir.

Rivâyete göre Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) muhacirlere devletten atiyyelerini ödediğinde şöyle dermiş: Bu, Allah'ın size dünyada vad ettiğidir. Âhirette sizin için sakladıkları ise elbette daha çoktur. Sonra da onlara bu âyet-i kerimeyi okurdu.

42

Onlar, sabredenler ve ancak Rabblerine tevekkül edenlerdir:

" Onlar" âyeti bir önceki âyet-i kerimede geçen; "... lerden" bedeldir. Bunun; "onları elbette barındıracağız" anlamındaki zamirden bedel olduğu söylendiği gibi, bunun "onlar dinleri üzere sabredenlerdir" takdirinde olduğu da söylenmiştir.

"Ve ancak Rabblerine tevekkül edenlerdir" bütün işlerinde O'na güvenip dayananlardır.

Tahkik ehli bazı kimseler şöyle demiştir: İnsanların en hayırlısı bir musibet ile karşı karşıya kaldığında sabreden, bir işten acze düştüğünde tevekkül edendir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onlar, sabredenler ve ancak Rabblerine tevekkül edenlerdir."

43

Biz senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber göndermedik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.

Yüce Allah'ın:

"Biz senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber göndermedik" âyetindeki;

"Vahy ettik" ifadesi genel olarak; şeklînde "ya" ile ve "ha" harfi üstün olarak okunmuştur O takdirde âyetin anlamı şöyle olur: Biz semden önce kendilerine vahyolunan erkeklerden başkasını peygamber göndermedik. Hafs ise Âsım'dan -İşaret edilen şekilde- "azamet nunu" ve "ha" harfini esreli olarak okumuştur. Bu âyet-i kerîme Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın peygamberliğini inkâr edip: Allah elçisi insan olmayacak kadar büyüktür, ne diye bize bir melek göndermedi, diyerek peygamberliğini inkar eden Mekke müşrikleri hakkında inmiştir. Yüce Allah onların bu iddialarını:

"Biz senden önce" ey Muhammed, geçmişteki ümmetlere

"de kendilerine vahyettiğimîz erkeklerden" Âdemogullarından

"başkasını peygamber göndermedik" âyeti ile onların iddialarını reddetti.

"Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun." Sufyan der ki: Bununla kitap ehlinin mü’minlerini kastetmektedir. Onlara sorduğunuz takdirde bütün peygamberlerin birer beşer olduğunu size haber vereceklerdir. Anlamın" şöyle olduğu da söylenmiştir: Siz kitap ehline sorunuz, onlar îman etmeseler dahi bütün peygamberlerin beşer arasından gönderildiğini itiraf edeceklerdir. Bu anlamdaki bir açıklama İbn Abbâs ve Mücahid'den de rivâyet edilmiştir İbn Abbâs der ki: Zikir ehli Kur'ân ehli demektir. İlim ehli oldukları da söylenmiştir ki, anlamları birbirlerine yakındır.

44

(Onları) apaçık belgelerle, kitaplarla (gönderdik). İnsanlara kendilerine ne indirildiğini açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler diye sana da bu zikri indirdik.

"Apaçık belgelerle ve kitaplarla" denildiğine göre

"apaçık belgelerle" anlamındaki âyet, "göndermedik" âyetine taalluk etmektedir. İfadede takdim te'hir vardır. Yani Biz senden önce apaçık belgelerce ve kitaplarla ancak kendilerine vahy ettiğimiz erkekleri peygamber olarak göndermişizdir. Bu el-Kelbî'nin görüşüdür.

Şöyle de açıklanmıştır; ifadede

"gönderdik" âyetinin delil olduğu hazfedilmiş sözler de vardır. Biz onları apaçık belgelerle ve delillerle gönderdik, demektir. Bu durumda

"apaçık belgelerle" âyeti "göndermedik" anlamındaki âyete taalluk etmemektedir. Çünkü; Başka" edatından önceki ifadeler (bu âyette göndermedik anlamındaki fiildir) bu edattan sonra gelen ifadelerde amel etmez. O bakımdan bu, takdiri olarak var olduğu kabul edilen "gönderdik" fiiline taalluk etmekte olup, onları apaçık belgelerle gönderdik, demektir. "Apaçık belgeler" anlamındaki kelimenin "bilmiyorsanız" anlamındaki lâfzın mef'ûlu olduğu ve "apaçık belgelerle" anlamındaki kelimenin başındaki "be" harfinin zâid olduğu, yahutta kastediyorum" takdiri ile nasb edildiği de söylenmiştir. Nitekim el-Aşa da şöyle demiştir:

"Kabileye korku salan birşey gelecek olursa o koruyamaz da

Böyle bir söz de söyleyemez; ancak o ayıplanan bir kimsedir."

Bu ifade, bu sözlerimle ayıplanan kimseyi kastediyorum, anlamına gelir. "Apaçık belgelerden kasıt kesin deliller ve burhanlardır.

"ez-Zubur" ise kitaplar demektir. Buna dair açıklamalar daha önce Al-i İmrân Sûresi'nde (3/184. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"İnsanlara" ahkâm vaad ve tehdit türünden olan şeylerden

"ne indirildiğini" söz ve davranışlarınla

"açıklayasın ve onlar iyice düşünsünler" ve böylelikle ibret alsınlar

"diye sana da bu zikri" yani Kur'ân'ı

"indirdik." Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şanı yüce Allah'ın Kitabında mücmel bıraktığı namaz, zekât ve buna benzer etraflıca açıklamamış olduğu hükümlerden, yüce Allah'ın muradını beyan edicidir. Bu anlamdaki açıklamalar bundan önce kitabımızın mukaddimesinde yeteri kadarı ile geçmiş bulunmakladır.

45

Kötülükleri planlayanlar Allah'ın kendilerini yere batıracağından, yahut farkedemeyecekleri bir taraftan kendilerine azâbın gelip çatacağından yana emin mi oldular?

"Kötülükleri planlayanlar Allah’ın kendilerini yere batıracağından... emin mi oldular" âyeti İslâm'ı çürütmek uğrunda bir takım hile ve yollara başvuran müşriklere tehdittir. İbn Abbâs der ki: Kendilerini Karun'u yerin dibine batırdığı gibi batıracağından yana emin mi oldular?

Yerin bir parçası yerin dibine geçti" demektir. Allah onu yerin dibine geçirdi" anlamındadır. Yüce Allah'ın:

"Biz onu da evini de yere geçirdik" (el-Kasas, 28/81) âyeti da buradan gelmektedir. Aynı şekilde; Yerin dibine geçti" denildiği gibi; Yerin dibine geçirildi' de denilir.

Âyet-i kerimedeki soru inkâr anlamındadır. Yani onlar yalanlayanların başına gelen ceza gibi bir cezasının kendilerini de gelip bulmayacağından yana emin olmamalıdırlar.

"Yahut" Lut kavmine ve başkalarına yapıldığı gibi

“farkedemeyecekleri bir taraftan kendilerine azâbın gelip çatacağından yana emin mi oldular?" Bununla Bedir gününün kast edildiği de söylenmiştir. Çünkü onlar o gün helâk edildiler ve hesaplarına hiç öyle bir şeyi katmamışlardı.

46

Yahut onlar dönüp dolaşırken kendilerini yakalayıvermesinden... Onlar âciz bırakamazlar.

"Yahut onlar" Katade'nin açıklamasına göre yolculuk ve tasarruflarında bulunarak

"dönüp dolaşırken kendilerini yakalayıvermesinden- Onlar aciz bırakamazlar." Onlar Allah'tan kurtulumazlar, anlamındadır.

"Onlar dönüp dolaşırken" ifadesinin yalaklarında dönüp dururlarken ve nerede olurlarsa olsunlar, anlamında olduğu söylendiği gibi; ed-Dahhak gece ve gündüz gidip gelirlerken, diye açıklamıştır.

47

Yahut kendilerini korku içerisinde iken yakalamasından. Rabbiniz gerçekten Raûftur, Rahîmdir.

"Yahut kendilerini korku içerisinde iken.,," İbn Abbâs, Mücahid ve diğerlerinin açıklamasına göre mallarından, davarlarından ve ekinlerinden eksiltmek suretiyle

"yakalamasından."

İbnu'l-A'râbî de böyle demiştir: Yani mal, can ve meyve, mahsullerini gittikçe azaltıp eksilterek sonunda onlara tamamıyla helâk edinceye kadar bunu sürdüreceğinden yana (emin mi oldular)?

ed-Dahhak:

"Korku içerisinde iken" ifadesinin (korku demek olan) "havf"den geldiğini söylemiştir. Yani o, bir kesimi azâb ile yakalayıp diğer bir kesimi terk etmek suretiyle geri kalan kesimin de helâk edilenlerin başına inenin benzerinin üzerlerine ineceğinden korkması demektir.

el-Hasen der ki:

"Korku içerisinde iken" ifadesidir kasabayı helâk ile yakalarken, diğer kasabanın da aynı helakten korkması demektir. Bu da bir önceki sözün aynısıdır, Her ikisi de birinci anlama racidir, "Eksilmek" demektir, "ile Zaman onun imkânlarını eksiltti" anlamındadır. Mesela; "an kişi benim hakkımı eksik verdi" anlamındadır. Şair Zu'r-Rimme der ki:

"Hayır, bilakis kimi zaman bir bulutun, kimi zaman da dostça toprak kaldıran

Sıcak yaz rüzgârının hakkını eksik verdiği bir diyara olan iştiyaktır o."

Şair Lebid de şöyle demektedir:

"Benim konaklayıp göçüşüm onu(n etini) eksilti (radıyallahü anhhatlattı)."

Yani onun etini, yağını azalttı. el-Heysem bin Adiy de der ki: "(.........) Eksiltmek" anlamında Ezdişenûelilenn şivesinde kullanılır. Sonra da şu beyîti nakleder:

"Onların ahitlerinde duralayışları benim malımı eksiltip durdu

Ve sonunda boynuma ses çıkartan zincir ve halkaları hediye bıraktı."

Said b. el-Müseyyeb de der ki: Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) minber üzerinde iken şöyle dedi: Ey insanlar yüce Allah'ın:

"Yahut kendilerini korku içerisinde iken yakalamasından" âyeti hakkında ne dersiniz? Hazır bulunanlar seslerini çıkarmadılar. Üzeyroğullarından bir adam kalkıp şöyle dedi: Bu birim kullandığımız bir şivedir. Ey mü’minlerin emiri, burada "korku içerisindeyken" ifadesi eksiltirken demektir. Bunun üzerine bir adam kalkıp şöyle dedi: Ey filan alacağının durumu ne oldu, o: Onu eksiltim (tehavvuf) dedi. Adam-dönüp Hazret-i Ömer'e durumu bildirince Hazret-i Ömer: Peki Araplar bunu şiirlerinde bu anlamda kullanmışlar mıdır deyince; evet dedi. Bizim kabilenin şairi Ebû Kebir el-Huzelî oldukça irileşmiş ve dolmuş haldeki hörgüçü yolculuk dolayısıyla eksilen, zayıflayan devesini şu beyitiyle vasfetmektedir:

"Yolculuk onun üst üste yığılmış ve semirmiş hörgücünü eksiltip durdu.

Tıpkı keserlerin kayın dalını eksiltip İnceltmeleri gibi."

Bunun üzerine Hazret-i Ömer şöyle dedi: Ey insanlar, divanınız olan cahiliye şiirini iyi bilmeye bakınız. Çünkü orada Kitabınızın tefsiri ve sözlerinizin manaları vardır

el-Leys b. Sa'd der ki: Burada; Korku içerisinde iken" ifadesi çabucak ve alelacele anlamındadır. îşlemiş olduğunuz günahlarınız dolayısıyla sizleri azarlayarak ... anlamında olduğu da söylenmiştir. Bü açıklama İbni Abbas'dan da rivâyet edilmiştir. Katade ise der ki:

"Korku içerisinde iken yakalamasından" cezalandırmasından yahut afetmesinden ... demektir.

"Rabbiniz gerçekten Raûftur, Rahîmdir." Cezalandırmakta acele etmez, mühlet verir.

48

Allah'ın yarattığı şeylerin gölgelerinin, zilletle ve itaat ediciler olarak, durmadan sağa-sola dönerek Allah'a secde ettiklerini görmüyorlar mı?

Hamza, el-Kisaî, Halef, Yahya ve el-A'meş, bütün insanlara hitap olmak üzere " Görmüyor musunuz" anlamında "te" ile okumuşlardır. Diğerleri ise, kötülükleri planlı yanlardan haber vermek üzere "ye"e okumuşlardır. Tercih olunan kıraat şekli de budur.

"Yarattığı şeylerin" yani, gölgesi bulunan ve dik duran ağaç veya dağ gibi her bir cismin.,. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Her ne kadar bütün eşya Allah'ın âyetlerini dinleyip itaat ediyor ise de, özel olarak bunlar zikredilmiştir.

"Gölgelerinin zilletle ve itaat ediciler olarak durmadan sağa sola dönerek" anlamındaki âyette geçen:

“Gölgelerinin... sağa sola dönerek" anlamındaki âyeti, Ebû Amr, Yakub ve başkaları, "gölgeler" kelimesinin müennesliği dolayısıyla "te" ile okumuşlardır. Diğerleri ise "ye" ile okumuşlardır. Ebû Ubeyd, bu okuyuşu tercih etmiştir. Bir taraftan bir tarafa eğilip durarak... anlamındadır. Çünkü gölge, günün başlangıcında bir halde iken, daha sonra çekilip arkasından da günün sonuna doğru bir başka hale avdet eder. Göîgenin bir yerden bir başka yere dönüp durması ve meyletmesi onun secdesidîr. İşte bu bakımdan akşam üzeri gölgesine, Dönmek (gölge)" ismi verilmiştir. Çünkü bu durumda gölge batıdan doğuya doğru dönmüş olur. Dönüşf dönmek" anlamındadır. Yüce Allah'ın:

"Allah'ın emrine dönünceye kadar" (el-Hucurât, 49/9) âyeti da buradan gelmektedir. Bu anlamda bir açıklama, ed-Dahhâk, Katâde ve başkalarından da rivâyet edilmiştir. Yine bu anlamdaki açıklamalar, daha önce Ra'd Sûresi'nde (13/15. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. ez-Zeccâc der ki: Bu âyetle cismin secde etmesini kastetmektedir Cismin secde etmesi ise, onun emre itaat etmesi ve onda ilahi sanatın etkilerinin görülmesi demektir. Bu da bütün cisimler hakkında umumidir.

"Zilletle ve itaat ediciler olarak" boyun eğenler ve küçülmüşler olarak, demektir. Küçüklük ve zillet" anlamındadır. Adam küçüldü, zelil oldu" demektir. İsm-i faili ...diye gelir. Allah onu zelil etti" anlamındadır. Şair Zu'r-Rimme de şöyle demektedir:

"Geriye Muhayyis denilen hapishanede zelil olan bir kimse ile

Topraklarından başka yerde deliğine sinmiş kimselerden başkası kalmadı."

el-Maverdi, bu beyti bu şekilde Zu'r-Rimme'ye nisbet etmiş, el-Cevherî bunun Ferezdak'a ait olduğunu söylemiş ve "el-Muhayyis" denilen yerin bir zamanlar Irak'ta bulunan bir hapishanenin ismi olduğunu belirtmiştir. Zillet gösterilen, zelil olunan yer demektir. Bir başkası (-Ali radıyallahü anh.-) de şöyle demektedir:

"Sen benim akıllı mı akıllı olduğumu görmüyor musun?.

Nâfî' denilen hapishaneden sonra Muhayyis'i bina ettim,"

"Yemîni Sağ" âyetinde, "sağ"ı tekil olarak kullandığı halde "şimal; Sol" kelimesini çoğul kullanmıştır. Çünkü "yemin" kelimesi tekil olsa bile çoğul anlamını verir. Şayet "sağlara ve sollara", "sağ ve sollara" yahut da "sağa ve sola" ya da "sağlara ve sola" denilse yine câiz olur. Çünkü anlam çokluk ifade etmek içindir. Aynı şekilde bir şeyde İki alâmet bir arada bulunduğu takdirde birisini çoğul, birisini de tekil getirmek Arapların adetidir. Yüce Allah'ın:

"Allah kalplerine ve kulaklarına da mühür vurmuştur" (el-Bakara, 2/7) âyeti İle;

"Onları karanlıklardan nura çıkarır" (el-Bakara, 2/257) âyetinde olduğu gibi. Şayet bu âyetlerde: Onların kulaklarına" ve; Nurlara" denilmiş olsaydı, bu da câiz olurdu. Bununla birlikte "yemin: Sağ" kelimesinin; 'ın lâfzına, "sola" kelimesinin de onun manasına irca' edilmesi dolayısıyla bu şekilde gelmiş olduklarını kabul etmek mümkündür, Arap dilinde bunun benzeri pek çoktur. Şair der ki:

"Gelenler ve Teymliler, Sebe' diyarının dağlarının zirve sindedirler

Camışların derisi onların boyunlarını yaralamış bulunuyor."

Görüldüğü gibi, burada şair; Deriler" demeyerek "deri" demekle yetinmiştir,

Şöyle de açıklanmıştır: "Sağ" anlamındaki kelimenin tekil zikredilmesi, güneş doğduğunda bir kimse kıbleye karşı ise gölgesi sağa doğru yayılır. Sonra da bir şekilde şimale (kuzeye) doğru meyleder, sonra da sola birçok hallerde meylettiğinden dolayı çoğul olarak, (Sollarla) dîye buyurulmuş

49

Göklerde olan, yerde olan canlılar ve melekler de hiç kibirlenmeden Allah'a secde ederler.

“Göklerde olan, yerde olan canlılar" yani, yer üzerinde hareket eden her bir canlı varlık

"ve melekler de" yani, yeryüzünde bulunan melekler de Rabblerine

"hiç kibirlenmeden Allah'a secde ederler." Özellikle yer meleklerini sözkonusu etmesi, mevki itibariyle şereflerinden dolayıdır. Yüce Allah, onları diğer canlılardan -canlıların kapsamına girseler bile- ayrıca ve müstakil olarak zikretmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın:

"O ikisinde meyveler, hurma ağaçları ve nar vardır" (er-Rahmân, 55/68) âyetinde olduğu gibi.

Şöyle de açıklanmıştır: Meleklerin ayrıca zikredilmeleri, kanatlı oluşlarından ve böylelikle de diğer canlıların kapsamına girmeyişlerinden dolayıdır. İşte bu sebeble ayrıca zikrolummuşlardır

Yüce Allah'ın;

"Göklerde olan... Allah'a secde ederler" âyeti ile melekler, güneş, ay, yıldızlar, rüzgârlar ve bulutlar;

"yerde olan canlılar" âyeti ile de yeryüzü meleklerinin de secde ettikleri belirtilmektedir. Bütün bunlar Rabblerine ibadete karşı büyüklenmezler, İşte bu, meleklerin Allah'ın kızları olduğu iddiasında bulunan Kureyşlilerin kanaatlerine de bir reddir.

50

Üstlerinde (hakim) olan Rabblerinden korkarlar ve emrolunduklarını yaparlar.

"Üstlerinde olan Rabblerinden korkarlar" âyeti Rabblerinin ceza ve azabından korkarlar demektir. Çünkü helâk edici azap ancak semâdan iner. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Onlar, kendi kudretlerinin üzerinde bulunan Rabblerinin kudretinden korkarlar. Bu açıklamaya göre ifadede hazfedilmiş kelimeler vardır.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir:

"Üstlerinde olan Rabblerinden korkarlar" âyeti ile kastedilenler meleklerdir. Melekler, yeryüzünde bulunan bütün canlılardan daha yukarıda oldukları halde Rabblerinden korkarlar, Buna göre, onlardan daha aşağıda bulunanların Rabblerinden korkmaları öncelikle sözkonusudur. Bunun delili de yüce Allah'ın:

"Ve emrolunduklarını yaparlar" âyetidir ki, bununla da kastedilenler meleklerdir

51

Allah buyurdu ki: "İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek bir ilâhtır. O halde yalnız Benden korkun.”

Yüce Allah'ın:

"Allah buyurdu ki: İki ilâh edinmeyin." Anlamın, iki varlığı iki ayrı ilâh edinmeyin şeklinde olduğu söylendiği gibi, buradaki

"İki" İfadesinin ayrıca te'kid için, geldiği de söylenmiştir. Hak olan ilâh, birden çok olmayacağına ve birden çok dlan herbir varlık da ilâh olmayacağına göre, sadece

"iki" zatın ilâh edinilmesinden söz edilmekle yetinilmiştir. Çünkü kasıt, hak ilâhın birden çok olmayacağını anlatmaktır.

"O, ancak tek bir ilâhtır." Onun mukaddes zatı bir ve tektir Daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/163 ve 164. ayetlerin tefsirlerinde) geçtiği üzere, O'nun vahdaniyetinin aklî ve şer'î delilleri ortaya konulmuş bulunmaktadır. Ayrıca biz bunları "Şerhu'l-Esmâ" adlı eserimizde "el-Vâhid" ism-i şerifini açıklarken zikretmiş bulunuyoruz. Şanı yüce Allah'a hamd olsun.

"O halde yalnız Benden korkun" âyetine dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/40. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

52

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Din de daima ve yalnız O’nadır. Buna rağmen hâlâ Allah’dan başkasından mı korkuyorsunuz?

"Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Din de daima O'nadır" Din: itaat ve-ihlâs demektir, Daima her zaman" anlamındadır. Bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır. el-Cevherî de nakletmiştir. Devam etti, eder" anlamındadır. Bir kimse bir işe devam eder ve onu sürekli yaparsa; Adam işe devam etti" denilir.

Âyet, Allah'a her zaman ebediyyen İtaat gereklidir, anlamındadır. Bu kelimenin "daima" anlamında olduğunu söyleyenler arasında el-Hasen, Mücahid, Katade ve ed-Dahhak da vardır. Yüce Allah'ın:

"Onlar için sürekli bir azâb da vardır" (es-Saffat, 37/9) âyetinde de aynı kelime kullanılmıştır. ed-Düeli der ki:

"Ben hiçbir zaman ebediyen, zaman boyu devam edecek bir kan karşılığında,

Kalıcılığı az olan bir övgüyü kabul edemem."

el-Gaznevî, es-Sa'lebî ve başkaları ise (aynı beyiti.) şöylece nakletmişlerdir:

"Ebediyen zaman boyunca yergi karşılığında

Kalıcılığı bir gün olabilen azıcık övgüye razı olamam."

'in, yorgunluk ve bitkinlik anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani kul itaatinde yorgun düşse dahi, Allah'a itaat icab eder, demektir. Şairin şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır.

"Bitkinlik ve yorgunluktan dolayı o tutmaz bacağı.

Açlık (tan dolayı) da onun değersiz kemikleri dahi dişlenmez."

İbn Abbâs; (........)ın; vacib ve kaçınılmaz olarak, (........) anlamında olduğunu söylemiştir. el-Ferrâ' ile el-Kelbî ise halis ve katıksız olarak açıklamışlardır.

"Buna rağmen hâlâ Allah'dan başkasından mı korkuyorsunuz?" Yani Allah'dan başkasından korkmamalısınız. Buradaki; Başka" kelimesi; Korkuyorsunuz" ile nasb edilmiştir.

53

Sahip olduğunuz her bir nimet Allah'tandır. Sonra size herhangi bir sıkıntı gelip çattığında O'na yalvarıp yakarırsınız.

Yüce Allah'ın:

"Sahip olduğunuz her bir nimet Allah'tandır" âyetindeki; Her bir" edatının el-Ferrâ' ceza (şart) edatı anlamında olduğunu söylemiştir.

Sahip olduğunuz" deki "be" harfi ise şu takdirde hazfedilmiş bir fiile taalluk etmektedir: Elinizde bulunan ..," şektindedir.

"Her nimet" beden sağlığı, geniş rızık, evlat sahibi olmak ... hepsi Allah'tandır Manası: Sizin elinizde bulundurduğunuz Allah'tandır şeklinde olduğu da söylenmiştir,

"Sonra size herhangi bir sıkıntı" hastalık, belâ ve kıtlık gibi

"gelip çattığında Ona yalvarıp yakarırsınız." Ona niyaz edersiniz, O'na dua edersiniz,

"Feryat etti, eder, feryat etmek" demektir. ın anlam itibariyle Böğürmek" gibi olduğu da söylenmiştir. Bazıları da

"böğüren bir buzağı heykeli" (Tâ-Hâ, 20/88) âyetini; linde (son kelime "hı" yerine "cim" harfi ile) okumuşlardır ki, bunu da el-Alıfeş nakletmektedir. Kişi Allah'a niyaz etti, yalvarıp,yakardrdemektir. el-A'şâ da bir ineği anlatırken şunları söylemektedir:

"(Yavrusunu kaybettiği için) üç gün, üç gece dolaşıp durdu.

Yalnızca (yavrusu için) aranması, şefkati ve feryad edip böğürmesi vardı."

54

Nihayet O, sizden sıkıntıyı giderdiğinde ise içinizden bir grup Rabblerine şirk koşuverirler,

"Nihayet O sizden sıkıntıyı giderdiğinde" belâ ve hastalıklarınıza son verdiğinde

"ise içinizden bir grup Rablerine şirk koşuverirler," Bu belânın ortadan kaldırılmasından ve yalvarıp yakarmaktan sonra O'na ortak koşarlar.

İfade, helâk olmaktan kurtulduktan sonra şirk koşmanın oldukça hayret edilecek bir iş olduğu anlamındadır. Bu anlam Kur'ân-ı Kerîm'de birkaç defa tekrar edilmektedir. Bundan önce ise el-En'am Sûresi'nde (6/63,64. âyetlerde) ve Yûnus Sûresi'nde (10/12. âyet) geçmiş bulunmaktadır, İleride (isra.)ve diğer sûrelerde de gelecektir. ez-Zeccâc der ki; Bu küfre sapanlara has bir durumdur.

55

Kendilerine verdiğimize nankörlük etsinler diye. Öyle ise faydalanın bakalım, yakında bileceksiniz.

"Kendilerine verdiğimize nankörlük etsinler diye" yani Allah onların sıkıntı ve belâlarını gidermek gibi onlara ihsan etmiş olduğu Allah'ın nimetlerini inkâr etsinler, onlara karşı nönkörlük etsinler diye böyle yapıyorlar. Bu da: inkâr etsinler diye şirk koşuyorlar, demektir. Buna göre âyetin başındaki "lâm" lâm-ı key'dir, akıbet lâm'ı (,.. sonunda nankörlük etsinler diye anlamında) olduğu da söylenmiştir.

"Kendilerine verdiğimize nankörlük etsinler diye" âyetinin nimeti küfür ve İnkâra sebeb kılsınlar diye, anlamında olduğu da söylenmiştir ki, bütün bu davranışlar kötü davranışlardır. Nitekim şair şöyle demektedir:

"Nankörlük nimet ihsan edenin (nimetini kesmesi doğrultusunda) içini boaar."

"Öyle ise faydalanın bakalım." Bu, tehdid manasını ihtiva eden bir emirdir. Abdullah (bin Mesud) ise bunu; De ki: Faydalanın bakalım" diye okumuştur.

"Yakında" sonunuzun nereye varacağını

"bileceksiniz."

56

Kendilerine verdiğimiz rızıktan o bilmezlere bir pay ayırırlar. Allah'a yemin olsun ki, uydurageldiğiniz şeylerden elbette sorguya çekileceksiniz.

"Kendilerine verdiğimiz rızıklardan o bilmezlere bir pay ayırırlar" Yüce Allah-onların cahilliklerinden bir başka çeşidini söz konusu etmektedir. Onların zarar ve fayda verip vermediklerini bilmedikleri şeylere -putlara- bu putlara yakınlaşmak kasdı ile mallarından bir miktar ayırdıklarını dile getirmektedir. Bu açıklamayı Mücahid, Katade ve başkaları yapmıştır. Buna göre

"bilmezler" müşriklerin kimliği olmaktadır. Bunun putların niteliği "vav'r ve "nun" İle çoğul yapılarak akil sahipleri gibi kendilerinden söz edildiği de söylenmiştir. Buna göre burada "bilmezler" vasfı O (şey)" lâfzına aittir. "Bilme'"nin mef'ûlu de hazfedilmiştir. İfadenin takdiri şu anlamdadır: Bu kâfirler hiçbir şey bilmeyen kafirlere bir pay ayırırlar. el-En'am Sûresi'nde yüce Allah'ın:

"Zanlarınca: Bu Allah'ın, bu da O'na koştuğumuz ortaklarımızındır, dediler" (el-En'am, 6/136) âyetini açıklarken bunun tefsiri geçmiş bulunmaktadır.

Daha sonra yüce Allah, haber kipinden hitap kipine geçerek:

"Allah'a yemin olsun ki uydurageldiğiniz şeylerden" Allah'ın bunları size emrettiği şeklinde uydurduğunuz iftiralardan

"elbette sorguya çekileceksiniz" ve bundan dolayı ayarlanacaksınız, dîye buyurmaktadır.

57

Bir de onlar kızları Allah'a isnad ederler. Hâşâ! O, münezzehtir. Halbuki candan arzuladıklarını da kendileri için isterler.

"Bir de onlar kızları Allah'a isnad ederler.” Bu âyet, Huzaalılar ile Kinânelîler hakkında İnmiştir ki, onlar meleklerin Allah'ın kızları olduğunu iddia ediyorlar ve (kız çocuklarını öldürerek) kızları kızlara gönderin, derlerdi.

"Hâşâ! O, münezzehtir!" Şanı yüce Allah, kendi zatını kendisine nisbet ettikleri evlat edinmekten tenzih ve ta’zim etmektedir.

“Halbuki candan arzuladıklarını da kendileri için isterler." Yani erkek çocukları kendileri için isterken kız çocuklarım istemezler. Buna göre; ref ma ha Hindedir. Haberi ise

"kendileri için isterler" âyetidir.

“Hâşâ! O münezzehtir" âyetinde ifade tamam olmaktadır.

el-Ferrâ' ise (ref’ mahallinde değil de) nasb mahallinde olmasını şu takdirde olmak üzere câiz kabul etmektedir: “Halbuki carıdan arzuladıklarını da kendileri için isterler," ez-Zeccâc bunu kabul etmeyerek şöyle der: Araplar bu gibi durumlarda bu şekilde değil de; Kendileri için .... isterler" şeklinde kullanırlar.

58

Onlardan bîrine kız çocuğu müjdesi verilince kendisi pek öfkeli olarak yüzü simsiyah kesilir.

"Onlardan birine kız çocuğu müjdesi verilince" yani onlardan birine kız çocuğu doğduğu haber verilirse

"kendisi pek öfkeli olarak yüzü simsiyah kesilir." Yüzünün ifadesi değişir, demektir. Yoksa burada beyazlığın zıddı olan siyahlığı kast etmemektedir. Bu, o kimsenin kız çocuğunun doğumu dolayısıyla kederlendiğinin kinaye yolu ile ifade edilmesidir. Araplar hoşuna gitmeyen bir şey ile karşılaşan herkes hakkında; "Gam ve kederden dolayı yüzü simsiyah kesildi" derler. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır.

el-Maverdi'nin naklettiğine göre ise burada kasıt siyah renktir ve bu Cumhûrun görüşüdür, diye ekler.

"Kendisi pek öfkeli olarak" kederle dolu olarak, demektir. İbn Abbâs oldukça üzüntülü, hüzünlü diye açıklamıştır. el-Ahreş de der ki: Bu öfkesini saklayıp açığa vurmadı, anlamındadır.

Şöyle de denilmiştir: Bundan kasıt kederinden dolayı ağzını kapatıp hiçbir şekilde konuşmayan kederli, üzüntülü kimsedir. Bu da "kırbanın ağzını kapatmak" demek olan; dan alınmıştır. Bu açıklamayı Ali b. Îsa yapmıştır. Bu anlamdaki açıklamalar bundan önce Yusuf Sûresi'nde (12/84. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

59

Kendisine verilen kötü müjdeden ötürü kavminden gizlenir. Aşağılanmayı göze alarak onu alıkoysun mu, yoksa onu diri diri toprağa mı gömsün? Bak! Verdikleri hükümleri ne kadar kötüdür!

"Kendisine verilen kötü müjdeden" yani kız çocuğu olması dolayısıyla karşı karşıya kaldığı keder, utanç ve arlanmadan

"ötürü kavminden gizlenir." Saklanır, onlara görünmemeye çalışır.

"Aşağılanmayı" küçük görünmeyi

"göze alarak onu alıkoysun mu" buradaki

"onu" zamirinin müzekker gelmesi; müjdeden" (kelimesinde mündemiç) şeye ait olduğundan dolayıdır.

Îsa es-Sakafî Aşağılanmayı göze alarak" anlamındaki buyru şeklinde okumuştur. Bu iki söyleyiş de Kureyş şivesinde (aynı anlamda) kullanılın Bu açıklamayı el-Yezidî yaptığı gibi Ebû Ubeyd de el-Kisaîden nakletmektedir. el-Ferrâ' da şöyle demektedir: Bu Temim şivesinde "az" anlamındadır. el-Kisaî de belâ ve meşakkat anlamındadır, der. el-Hansâ da şöyle demiştir:

"Biz canlarımızı belâ ve meşakkate sokarız.

Hoş olmayan günde (Savaşta)

Canları belâ ve meşakkate sokmak, onları daha bir hayatta bırakıcıdır."

el-A'meş ise bunu; Kötülüğüne rağmen onu alıkoysun mu" diye okumuştur. Bunu en-Nahhas zikretmiş ve şöyle demiştir: el-Cahdefî İse; Yoksa onu (o dişiyi) diri diri toprağa mı gömsün" şeklinde müennes zamiri kullanarak (58. âyetteki):

"... kız çocuğu ..." kelimesine iade etmektedir. Ancak bu şekilde okuması halinde; Onu alıkoysun mu" kelimesindeki zamiri de bu şekilde okuması icabeder.

"Aşağılanma"nın kız çocuğa raci olduğu da söylenmiştir. O kız çocuğu kendisi nezdinde aşağılanmış olmasına rağmen alıkoysun mu anlamındadır. Zamirin babaya raci olduğu da söylenmiştir. Yani kendisine rağmen alıkoysun mu yoksa diri diri toprağa mı gömsün? Bu da onların kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleri uygulamalarına işarettir.

Katade der ki; Mudar ve Huzaalılar kız çocuklanru diri diri gömerlerdi. Bu konuda en katı olanlar ise Temi mi İlerdir. Onlar bu uygulamalarına yenik düşme korkulan ile kız çocuklarına denk olmayan kimselerin onlarla evlenmek istemelerini gerekçe göstermişlerdi. Ferezdak'ın amcası Sa'sa'a Naciye böyle bir işin yapılacağını fark edecek olursa kız çocuğun babasına yavrusunu hayatta bıraksın diye deve gönderirdi. İşte el-Ferezdak şu beyit ile övünerek buna işaret etmektedir:

"Diri diri gömülen kız çocuklarını engelleyen ve canlı olarak gömülmek istenenleri

Hayatta tutarak gömülmemelerini sağlayan benim amcamdır."

" Onu diri diri gömme"nin tanınmayacak hale gelinceye kadar insanlardan gizleyip saklamak, anlamında olduğu da söylenmiştir. Tıpkı kimsenin görmemesi için toprağa gömülen kişi gibi bu anlama gelme ihtimalide vardır.

Kız Çocuğu Yetiştirmenin Fazileti:

Müslim'in Sahih'inde Âişe (radıyallahü anhnhâ)dan şöyle dediği sabit olmuştur: Beraberinde iki kız çocuğu bulunan bir kadın yanıma geldi. Benden birşeyler istedi. Yanımda tek bir hurma tanesinden başka bir şey yoktu. Ona bu hurma tanesini verdim. O kadın da hurma tanesini alarak iki kız çocuğu arasında paylaştırdı, kendisi de ondan hiçbirşey yemedi. Sonra kızları ile birlikte çıkıp gitti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yanıma girince ona kadının durumunu anlattım. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her kim (bir ve daha fazla) kız çocukları ile imtihan olunur da onlara iyilikte bulunacak olursa o kız çocukları onun için cehennem ateşinden bir perde teşkil ederler." Buhâri, Zekâl 10, Edeb 18; Müslim, Birr 147: Tirmizî, Birr 13; Müsned, VT, 33, SS, 166. 243. Bu hadiste kız çocuklarının bir sınanma aracı olduklarına delil teşkil eden ifadeler vardır. Daha sonra Hazret-i Peygamber onlara karşı sabırla hareket edip iyilikte bulunup güzel davranmanın, ateşten koruyucu olduğunu haber vermektedir.

Yine Âişe (radıyallahü anhnhâ)dan şöyle dediği nakledilmiştir: Yoksul bir kadın İki kız çocuğunu taşıyarak yanıma geldi. Ben ona üç hurma verdim. Bu hurmalardan herbırisini kız çocuklarına verdi, Diğer tek hurmayı da yemek üzere ağzına götürürken iki kız çocuğu o hurma tanesini düşürmesine sebeb oldu. Bu sefer o yemek istediği tek Eıurmayı iki kız çocuğu arasında bölüştürdü. Bu durumu beni hayrete düşürdü. Kadının yaptığını Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a nakledince şöyle buyurdu: "Şüphesiz aziz ve celil olan Allah, o kadına cenneti vacip kılmıştır, yahut onu cehennem ateşinden azad etmiştir "diye buyurdu. Müslim, Birr 148; Müsned, VI, 92

Enes b. Malik'den de şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim baliğ olacakları yaşa kadar iki kız çocuğuna bakacak olursa kıyâmet gününde o bu halde benimle gelir" diyerek parmaklarını birbirine bitiştirdi. Müslim, Birr 149: Tirmizî, Birr 13

Bu iki hadisi de aynı şekilde Müslim (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) rivâyet etmiştir.

Hafız Ebû Nuaym da el-Ameş'den o Ebû Vail'den o Abdullah'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kimin bir kız çocuğu bulunur da onu te'dip ederr edebini güzelleştirir ve ona (ihtiyaç duyacağı bilgileri) öğretir de bu öğretimini de güzelleştirmiş olup Allah'ın kendisine ihsan etmiş olduğu nimetlerden o kız çocuğuna da ihsan edecek olursa, bu kız çocuğu onun için cehennem ateşinden bir örtü yahut bir perde olur." el-Heyseml, Mecmau'z-Zevâid. VIII, 158'de belirttiğine göre; bu hadisi Taberâni (el-Kebîr'de) rivâyet etmiş olup, senedindeki rüvilerden Talha b. Zeyd hadis uyduran birisidir. Akîl bin Ullefe'den kızı el-Cerba'ya lalip olunduğunda o şöyle demiş;

"Ben oyum ki eğer bana bin (dinar) mehir, köleler

Ve bol süt veren develer verilecek olsa bile

Benim en sevdiğim damadım kabirdir."

Abdullah b. Tabir de şöyle demiştir:

"Kız çocuğu babası olan herkesin eğer kız çocuğu yoluyla akrabalık (sıhriyet)

Öğünülecek bir şey ise onun üç tane damadı var demektir.

Ona riâyet eden koca, onu saklayan kafesi ve onun üzerini örtecek olan

Kabri ki, hepsinin hayırlıları kabridir."

"Bak! Verdikleri hükümleri ne kadar kötüdür!" Yani kız çocuklarını yaratıcılarına ait kabul edip erkek çocukları kendilerinin kabul etmek suretiyle verdikleri hüküm ne kötüdür!

Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın:

"Erkekler sizin, dişiler O'nun mu? O taktirde bu insafsızca bir paylaştırmadır?" (en-Necm, 53/21-22) Yani bu haksızca, zalimce bir paylaştırmadır. İleride (bu âyetlerin tefsirinde) bu hususta başka açıklamalar da gelecektir.

60

Kötü örnek -esasen- âhirete îman etmeyenlerindir. En yüce örnek ise Allah'ındır. O, mutlak galiptir, Hakimdir.

"Kötü örnek" yani cahillik ve küfür gibi kötü nitelikler

"esasen âhirete îman etmeyenlerindir." Asıl şu yüce Allah'a kız çocuklarını nisbet edenlerindir. Burada sözü edilen "kötü örnek”in onların yüce Allah'ı eş ve çocuk sahibi olmak ile vasfetmelerî olduğu söylendiği gibi, kötü örnekten kastın azap ve cehennem ateşi olduğu da söylenmiştir.

"En yüce örnek ise Allah'ındır." İhlas ve tevhid gibi en yüce vasıflar O’na aittir. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Onun yaratıcı, rızık verici, kadir ve alnellerin karalığını verici olmak suretiyle en ustun sıfatlara sahip olması manasında olduğu da söylenmiştir

İbn Abbâs şöyle demektedir: "Kötü örnek" ateştir, "en yüce örnek" ise Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet getirmektir. Bunun "Onun gibi hiçbir şey yoktur" gerçeği olduğu söylendiği gibi "ol yüce örnek ise Allah'ındır" âyetinin yüce Allah'ın:

"Allah göklerin ve yerin nurudur. Bu nurunun misali ,,," (en-Nûr, 24/35) âyetine benzediği de söylenmiştir.

Şanı yüce Allah:

"Artık Allah hakkında örnekler bulmaya kalkışmayın" (en-Nahl, 16/74) diye buyurmuşken, yüce Allah örneği nasıl kendi zatına izafe etmiştir, diye sorulacak olursa şöyle cevap verilir: Şanı yüce Allah'ın:

"Artık Allah hakkında Örnekler bulmaya kalkışmayın" âyetinden kasır, başka varhkların O'na benzemesini ve eksiklik gerektiren misallerî vermeye kalkışmayın. Yüce Allah'a eksiklik ve yaratıklara benzemeyi gerektiren misaller, örnekler vermeye kalkışmayın, demektir. En yüce örnek yüce Allah'ın benzersiz ve eşsiz şekilde vasf edilmesidir. O, zâlimlerin ve inkarcıların söylediklerinden alabildiğine yüce ve büyüktür,

"O mutlak galiptir, Hakimdir" âyetinin anlamına dair açıklamalar daha önceden (mesela, el-Bakara, 2/32, âyet ile 129- âyetlerde) geçmiş bulunmaktadır.

61

Eğer Allah, İnsanları zulmlerinden ötürü sorgulayacak olsaydı, üzerinde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat O, insanları belirlenmiş bir va'deye erteler. Artık ecelleri geldiği zaman ne bir saat geciktirilirler, ne de öne geçebilirler.

"Şayet Allah, insanları zulmlerinden" küfür ve Allah'a iftiralarından

"ötürü sorgulayacak" ve onların cezalarım dünyada acilen verecek

"olsaydı üzerinde" yani yer üzerinde

"hiçbir canlı bırakmazdı." Burada yerin sözü geçmemekle birlikte ona ait bir zamir vardır. Çünkü yere yüce Allah'ın:

"Hiçbir canlı" âyeti delil teşkil etmektedir. Çünkü canlı (dâbbe) ancak yer üzerinde hareket eder. Anlam ise kâfir bir canlı bırakmaz, şeklindedir. O halde bu özel bir anlam taşımaktadır. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Eğer o küfürleri sebebi ile babaları helâk edecek olsaydı, elbetteki onların çocukları da olmazdı.

Âyette umumun kastedildiği de söylenmiştir. Yani şanı yüce Allah insanları işlediklerinden ötürü sorgulayacak olsa, bu yeryüzü üzerinde ister bir peygamber, ister başka türden hiçbir canlı bırakmazdı. el-Hasen'in görüşü budur.

İbn Mes’ûd bu âyet-i kerimeyi okuyarak şöyle demiştir: Allah diğer mahrukatı günahkârların günahları sebebi ile sorgulayacak olsa, azap, yuvalarındaki kara böcekler dahil olmak üzere bütün yaratıkları kapsar. Gökten yağmur yağdırmaz, yerden bitki bitirmez, bunun sonucunda da bütün canlılar ölür giderdi. Fakat yüce Allah affetmekte ve lütuf ile muamele etmektedir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde:

"Çoğunu da affeder" (eş-Şura, 41/30) diye buyurmaktadır.

"Artık ecelleri" ölüm va'deleri ve ömürlerinin son demleri

"geldiği zaman ne bir saat geciktirilirler ve ne de öne geçebilirler." Bu âyetin anlamı daha önceden (el-A'râf, 7/34. âyette) geçmiş bulunmaktadır.

Yaratıklar arasında zulme sapmamış mü’minler de bulunduğu halde yüce Allah nasıl olur da herkesi helâk eder, diye sorulacak olursa şöyle cevap verilir: Allah zalimin helakini intikam ve ceza olarak takdir eder, mü’minin helâkına karşılık ise âhirette sevap ve mükâfat verir.

Müslim'in Sahih'inde Abdullah b. Ömer'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı şöyle buyururken dinledim; "Allah bir kavme azap etmeyi murad edecek olursa, azap aralarında bulunan herkese isabet eder, sonra da niyetlerine göre diriltilirler." Buhârî, Fîlen 19: Müslim, Cennet 84; Müsned, II, 40, 110.

Ummu Seleme'den nakledildiğine göre ona yerin dibine geçirilecek orduya dair soru sorulmuştu. Bu soru ise İbn ez-Zübery'in (Mekke'de halifeliğini ilan ettiği) günlerde idi. Ummu Seleme şöyle dedi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dedi ki: "Beyt'e birisi sığınacaktır. Ona bir ordu gönderilecek bu ordu yeryüzünün düzlük bir yerinde iken onlar da yerin dibine geçirilecekler." Ben ey Allah'ın Rasûlü peki aralarında bu işten hoşlanmayan veya zorla getirilmiş kimselerin durumu ne olacak, diye sordum. Söyle buyurdu: "O da onlarla birlikte yerin dibine geçirilir fakat kıyâmet gününde niyetine göre diriltilir" Buhârî, Büyü' 49; Müslim, Filen 4, 7. 8; Ebû Dâvûd, Mehdi 11; Tirmizî, Fiten 10; Nesâî Menasikunl-Hacl 112 ibn Mâce, Fiten 30; Müsned, VI, 105, 259, 289...

Biz bu hususa dair açıklamalarımızı güzel ve etraflı bir şekilde "et-Tezkire" adlı eserimizde yapmış bulunuyoruz. Yeterli açıklamalar da bundan önce el-Mâide (5/105. âyetin tefsirinde) ve el-En'am Süresi'nin sonlarında (6/164. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Şanı yüce Allah'a hamd olsun.

"Artık ecelleri geldiği zaman" âyetinin artık kıyâmet günü geldiği zaman ... anlamında olduğu söylenmiştir, Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

62

Onlar hoşlanmadıkları şeyleri Allah'a İsnad ederler. Dilleri de yalan yere en güzel akıbetin kendilerinin olduğunu söyler. Şüphesiz ateş onlaradır ve onlar önden gönderilecek olanlardır.

"Onlar hoşlanmadıkları şeyleri" yani kız çocuklarını

“Allah'a isnad ederler. Dilleri de yalan yere" yalan sözler söyleyerek

"en güzel akıbetin kendilerinin olduğunu söyler." Mücahid der ki: Bu, oğulların kendilerinin kız çocuklarının da Allah'ın olduğunun söylemeleridir.

"Yalan yere" kelimesi;

"Söyler" kelimesinin mef'ûludur....unu" lâfzı ise "yalan"dan bedel olarak nasb mahallindedir. Çünkü onun ne olduğunu açıklamaktadır. "Güzel âkıbetin güzel mükâfat anlamında olduğu söylenmiştir ki, bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır.

İbn Abbâs, Ebû'l-Aliye, Mücahid ve İbn Muhaysın "yalan" anlamındaki lafzi; şeklinde "keT, "zel" ve "belt harflerini Milleri" kelimesinin sıfatı olmak üzere ötreli okumuşlardır. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: VtıUın söyleyen o dilleri en güzel ülabeün ... Yine; "Dillerinizin yalan yere niteleye geldiği..." âyetindeki; Yalan yere" kelimesini de bu şekilde okumuşlardır' Bu durumda bu âyetin bu bölümünün anlamı şu şekilde olur. "Yalan söyleyen dillerinizin niteleye geldiği şeyler için ,,,"

(....) İse Çok yalan söyleyenin çoğuludur. "Rasûl" kelimesinin çoğulu rusul, sahur (çok sabreden) kelimesinin çoğulunun subur, şekûr (çokça şükreden.) kelimesinin çoğulunun da "şükür" diye gelmesi gibi.

(..........) siz, sız" ifadesi onların kanaatlerini red etmekte olup ifade burada tamam olmaktadır. Yani bu sizin iddia ettiğiniz gibi değildir.

"Ateş onlaradır" hakikaten onlara ateş azâbı verilecektir. Buna dair yeterli açıklamalar da ha önceden (Hud, 11/22. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Ve onlar önden gönderilecek olanlardır." Yani ateşte unutularak terk edileceklerdir. Bu açıklamayı

İbnu'l-A'râbî, Ebû Ubeyde, el-Kisaî ve el-Ferrâ' yapmıştır, Said bin Cübeyr ve Mücâhid'in de görüşü budur. İbn Abbâs ve yine Said bin Cübeyr Onlar uzaklaştırılmış olacaklardır diye de açıklamışlardır. Katade ve el-Hasen ise: Onlar cehenneme önden ve çabucak götürüleceklerdir, demektir, diye açıklamışlardır.

"Suya önden giden kimse" demektir. Nitekim Hazret-i Peygamber: "Ben sizin aranızda Havz'a en önce varacak olanım" Buhârî, Rîknflk 53, Fiten i; Müslim, Feda il 25, 26. 31, 32: İbn Mâce, Filen 5, Zühd 36; Müsned, T, 257, 384..,, II. 403. III, 18. 62,... 1VS 313- 351, V, 41, 86... diye buyurmuştur. Şair el-Katâmi de der ki:

"Onlar bizim sohbet arkadaşlarımız oldukları halde bizden daha çabuk gittiler.

Tıpkı arkadan gelecek su alacak olanların önünden gidenler gibi,"

Buradaki; Önden gidenler" su aramak için önden giden kimseler demektir. Su almak için geride kalan, sonradan gelenler" demektir.

Verş rivâyetine göre şeklinde "ra" harfini esreli ve şeddesiz olarak okumuştur. Aynı zamanda bu, Abdullah b. Mesud ile İbn Abbâs'ın da kıraatidir. Onlar günah ve masiyette aşırı kaçmış (ifrata kaçmış) kimseler idiler, anlamındadır Mesela; Filan kişi filana karşı aşırıya gitti" denilirken, ona kendisine söylediğinden daha fazla kötü sözler söyledi demektir.

Kâri Ebû Cafer ise; şeklinde "ra" harfini esreli ve şeddeli olarak okumuştur. Onlar Allah'ın emrini zayi etmiş, riâyet etmemişlerdi, demektir. Bu da görevde tefrit (kusurlu kalmak) demektir.

63

Allah'a yemin olsun ki senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik. Şeytan onların yaptıklarını kendilerine süsleyip hoş göstermiştir. İşte o, bugünde onların velisidîr. Onlara çok acıklı bir azap da vardır.

"Allah'a yemin olsun ki senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik. Şeytan onların yaptıklarını" pis ve kötü işlerini

"kendilerine süsleyip hoş göstermiştir." Bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a bir tesellidir. Ondan önce gelen peygamberlere de kavimlerinin İnkâr ile karşılık verdikleri hatırlatılmakladır.

"İşte o, bugünde onların velisidir" yani kendi iddialarına göre dünyada kendilerine yardımcı olacak kimsedir.

"Onlara" âhirette

"çok acıklı bir azap da vardır" âyetindeki:

"İşte o, bugünde" yani kıyâmet gününde

"onların velisidir" cehennem ateşinde onlarla birliktedir, demektir. Sadece

"bugün" diye söz edilmesi kıyâmet gününün ünü dolayısıyladır.

Şöyle de açıklanmıştır: Kıyâmet gününde onlara: İşte bu sizin veliniz ve yardımcınızdır, Haydi sizi bu azaptan kurtarması için ondan yardım isteyiniz, denilecek ve but onlara bir çeşit azar olmak üzere söylenecektir.

64

Biz sana bu Kitabı ancak hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeyleri kendilerine açıkça anlatman İçin ve îman edecek bir kavme hidâyet ve rahmet olmak üzere indirdik.

"Biz sana bu Kitabı” yani Kur'ân-ı Kerîm'i ancak hakkında din ve hükümlere dair

"anlaşmazlığa düştükleri şeyleri kendilerine açıkça anlatman için" ve bu açıklaman ile onlara karşı gereken şekilde delil ortaya konulsun diye Buradaki

"hidâyet ve rahmet olmak üzere" anlamındaki âyetler,

"açıkça anlatman İçin" anlamındaki âyetin mahalline atfedilmiştir. Çünkü onun mahellen i'rabı nasbdır. ifadenin anlamı şudur: Biz sana Kitabı ancak insanlara açıklayıcı ölsün diye İndirmişizdir.

"Hidâyet" yani doğru yolu gösterici ve mü’minlere rahmet olmak üzere gönderdik.

65

Allah gökten su indirir de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltir. Şüphesiz bunda dinleyen bir topluluk için bir âyet vardır.

"Allah gökten" buluttan

"su indirir de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltir" âyeti ile tekrar nimetlerin sayılıp dökülmesine ve ilahî kudretin kemalinin açıklanmasına dönülmektedir.

"Şüphesiz bunda" Allah'tan gelen buyrukları kulaklarıyla değil de kalpleriyle

"dinleyen bir topluluk için âyet" öldükten sonra dirilişe ve Allah'ın vahdaniyetine apaçık bir dalalet ve bir belge

"vardır." Çünkü onlar, tapındıkları uydurma ma'budların hiçbir şeye güç yetiremediklerini bilmişlerdir, işte bu apaçık bir delil teşkil etmektedir

Bu işitmeleri kulaklarıyla değil kalpleriyle olmalıdır. Çünkü yüce Allah:

"Çünkü gözler kör olmaz asıl göğüslerdeki kalpler kör olur" (el-Hacc, 22/46) diye buyurmaktadır.

66

Davarlarda da sîzin için elbette ibret vardır. Size onların karınlarındaki dışkı ile kan arasından içenlerin boğazından kolaylıkla geçen hâlis bir süt İçiriyoruz.

Bu âyete dair açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız:

1. Davarlardaki İbretler:

Yüce Allah'ın:

"Davarlarda" âyetinde geçen davarlara dair geçen açıklamalar daha önce (el-En'âm, 6/142'de) geçmiş bulunmaktadır. Burada kasıt deve, inek, koyun ve keçiden ibaret olan dört hayvan türüdür.

"Sizin için elbette bir İbret" Allah'ın kudretine, vahdaniyetine ve azametine delâlet

"vardır." İbret asıl anlamı itibariyle birşeyin hakikatinin benzerlik yolu ile tanınabilmesi için, birşeye temsil ile benzeltilmesi, anlatılmasıdır. Yüce Allah'ın:

"... ibret alın .,."(el-Haşr, 59/2) âyeti da buradan gelmektedir.

Ebû Bekr el-Verrak der ki: Davarlardaki ibret, bu hayvanların sahiplerine musahhar kılınması, onlara itaat etmesi yanında, senin Rabbine karşı gelip isyan etmen ve her hususta O'na muhalefet etmendir. Hiç şüphesiz günahı olmayan bir varlığın günahkar bir varlığı sırtında taşıması en büyük ibretlerdendir.

2. İçirmek:

“Size ... içiliyoruz" âyetinin Medineliler, İbn Âmir ve Ebû Bekr'den gelen rivâyete göre Âsım "mim" harfini üstün olarak; İçirdi, içirir" kökünden gelen bir fiil olarak okumuştur. Diğerleri ile Hafs'ın rivâyetine göre Âsım "mim" harfini ötreli olarak den gelen bir fiil gibi okumuşlardır. Kûfeliler ile Mekkelilerin kıraati bu şekildedir. Bunların iki ayrı şive oldukları söylenmiştir. Lebîd der ki:

"Kavmim Necdoğullarına su içirdiği gibi,

Numeyre de Hilalli kabilelere de hep su içirmiştir."

Bununki Lebid her İki söyleyişi de aynı beyitte kullanmış bulunmaktadır

Şöyle de açıklanmıştır: Eğer sen, elinden onun dudaklarına içmek üzere içecek bir şey uzatacak olursan, o takdirde: Ona su içirdim" denilir. Şayet ona içecek için nöbet ayırsan yahut kendisi ağzıyla içsin ya da ekinini sulasın diye takdim edecek olursan, o takdirde: Ona su içirdim (sulama imkânı verdim)" denilir. Bu açıklamayı İbn Aziz yapmıştır ve daha önceden de (el-Bakara, 2/60. ayet 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Bir kesim; (Davarlar) size içirirler" anlamında okumuşlardır ki bu da zayıf bir kıraat olup içirenler davarlardır, demektir. "Ye" ile de okunmuştur ki o takdirde; Allah (azze ve celle) size İçirir, anlamında olur. Ancak kıraat âlimleri ilk iki şekilde okumuşlardır "Nun" harfinin üstün okunması Kureyşlilerin şivesidir. Ötreli okunması İse Himyerlilerin şivesidir.

3. Davarların Karınlarından İçirilenler:

"Onların karınlarındaki..." âyetinde yer alan zamirin neye ait olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Zamirin önce gelen cem-i müennese (dişil çoğul olan "davarlar" anlamındaki lâfza) raci olduğu söylenmiştir. Sîbeveyh der ki: Araplar: "Davarlar"dan tek bir kişi İmiş gibi haber verirler, İbnul-A'râbî der ki: Benim görüşüme göre Sîbeveyh bu kanaatini yalnızca bu ayet-i kerimeye istinaden dile getirmiştir. Böyle bir şey onun konumundaki birisine uygun değildir, onun idrâkine yakışmaz.

Şöyle de açıklanmıştır. Çoğul lâfzı olan cins isim, hem müzekker hem müennes geldiğinden dolayı: "Onlar davarlardır" denilebildiği gibi -aynı anlamda olmak üzere-, da denilebileceğinden onlara ait olan zamirin müzekker (ve tekil) olarak gelmesi caizdir. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır.

el-Kisâî ise şöyle demektedir: Âyetin anlamı bizim sözünü ettiğimiz varlıkların karınlarında... şeklindedir O bakımdan burada zamir sözü geçene aittir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Hayır, çünkü o bir öğüttür. Artık dileyen onunla Öğüt alsın." (Abese, 80/11-12) Şairde şöyle demektedir:

"Kursaklarının tüyü) yolunmuş yavrular gibi."

Burada da zamir çoğul hakkında tekil olarak gelmiştir. Bunun benzerleri pek çoktur.

el-Kisâî de der ki: "Onların karınlarındakl" âyeti, onların bazılarının karınlarındaki ... anlamındadır. Çünkü erkeklerinin sütleri yoktur. Ebû Ubeyde'nin esas kabul ettiği açıklama da budur.

el-Ferrâ' ise der ki; “Davarlar" ile “Davar" aynı şeydir ve bu, müzekker olarak gelir. O bakımdan Araplar “Bu suya gelen bir davardır" derler. Bundan dolayı burada zamir "davarlar" anlamındaki "davar" lâfzına raci olmuştur.

İbnu'l-A'râbî de der ki: Burada zamirin müzekker gelmesi cem' manasına racidir. Müenneslik ise cemaat anlamına aittir.

O bakımdan burada cem' lâfzını nazar-ı itibara alarak zamiri müzekker getirdiği gibi, el-Mü’minûn Sûresi'nde cemaat lâfzını nazar-ı itibara alarak;

"Onların karınlarında olanlardan size içiririz" (el-Mü’minun, 23/21) diye buyurmuştur. İşte bu açıklama ile mana güzel bir hal almaktadır. Cemaat lâfzını nazar-ı itibara alarak müennes kullanım ile, cem lâfzını nazar-ı itibara alarak müzekker kullanım "Yebrîn'in kumlarından ve Filistin Teyhasmın kumlarından daha çoktur."

4. Lebenu'l-Fahl (Süt Emziren Annenin Kocasın)ın Hükmü:

Değerli ilim adamlarından birisi olan kadı İsmail bu zamirin aidiyetinden lebenu'l-fahlin Lebenu'l Fahls Kadının süte kendisi dolayısıyla sahip olduğu kocasının (ister y kadını boşamış olsun, ister ölmüş olsun, isterse halen onunki evli bulunsun), sut çocuğun süt bübası olması demektir. Bundan dolayı hem çocuk hem baba tarafından neseben haram olanlar, bu rürden süt akrabalığı dolayısıyla da haram olur. (Dr. V. ez-Zuhayli, el-Fıkku'l-lslâmî, VII, 14i, 175) Ayrıca biraz sonra işarette bulunulacak olan en-Nisâ, 4/23. âyet 7. başlığa bakınız. haramlık ifade ettiği hükmünü çıkarmış ve şöyle demiştir. Burada zamirin müzekker gelmesi, davarların erkeklerine raci oluşundan dolayıdır. Çünkü sütün erkeklere ait olduğu kabul edilir. Bundan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Âişe, Ebû Kuays’ın kardeşi olan Eflah ile ilgili hadiste geçtiği üzere bunu kabul etmek istemeyince Bk, Buhârî, Nikâh 117; Müslim, fada' 7 vd.; Ebû Dâvûd, Nikâh 7; Tirmisî, R:ıdün 2; Nesâî. Nikâh 52; İbn Mâce, Nikâh 38; Muvatta’\ Radâ' 2, 31 Dârimi, Nikâh 48; Müsned, VI, 194. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) lebenü'l-fahlin haramlık gerektirdiği hükmünü vermiştir. O halde; "süt emzirmek kadından, cima ile aşılamak erkektendir." Böylelikle sütte her ikisi arasında ortaklık cereyan etmektedir.

Lebenü'l-fahlin haramlık hükmünü getirdiğine dair açıklamalar bundan önce en-Nîsa Sûresi'nde (4/23. âyet 7. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun.

5. Dışkı ile Kan arasından Çıkan Süt:

Yüce Allah:

"Size onların karınlarındaki dışkı ile kan arasından ... halis bir süt içiriyoruz" âyeti ile, sütün dışkı ile kan arasından halis olarak çıkmasındaki kudretinin azametine dikkatlerimizi çekmektedir.

"Dışkı" işkembeye doğru inen pislikler demektir. Bunlar dışarı çıkarsa artık bunlara aynı isim verilmez. Mesela işkembenin içinde bulunanları çıkarttım, demek için; tabiri kullanılır,

Âyetin anlamı şudur: Hayvanın yediklerinin bir bölümü işkembede kalir, bir bölümüden de kan oluşur. Daha sonra süt bu kandan süzülüp çıkar. Şanı yüce Allah sütün bu işkembedeki dışkı ile damarlardaki kandançıktığımbize bildirmektedir.

İbn Abbâs der ki; Hayvan yemini yer, yem işkembede yerini aldıktan sonra, işkembede yediklerini pişirir. Altta kalan dışkı ortada kalan süt, üste çıkan ise kan olur. Karaciğer ise bunlar üzerinde görevlidir. Kanı paylaştırır onu ayırd eder ve damarlarda akmasını sağlar. Sütü de memeye akıtır. Dışkı ise olduğu hali ile İşkembenin içinde katır. "(Bu), en üstün seviyede ve yeterli bir hikmettir. Uyarılar ise fayda vermiyor." (el-Kamer, 54/5)

"Halis" âyeti ile kan ve dışkı aynı yerden olmakla birlikte sütün, kanın kırmızılığından ve dışkının pisliğinden arınmış olduğunu kastetmektedir. İbn Balır der ki: Beyazı halis ve saf anlamındadır, Şair en-Nâbiğa da şöyle demektedir:

"Yenleri bembeyaz, omuzları yeşil.,."

Bununla, şair (halis kelimesini kullanarak), yenlerin beyazlığını kastetmektedir.

Sütün bu şekilde çıkması ancak her bir şeyi maslahat gereği yerine getiren ve gerçekleştiren kimsenin kudretiyle olur.

6. Meni'nin Necaset ve Tehareti ile İlgili Görüşler:

en-Nakkâş der ki: Bu âyette meninin necis olmadığına delil vardır, Başkası da aynı görüşü dile getirmiş ve şu sözleriyle de bunu delillendirmek İstemiştir: Nasıl ki süt, dışkı ile kanın arasından içimi kolay ve halis olarak çıkıyor ise, meninin de aynı şekilde sidiğin çıktığı yerden temiz çıkması mümkündür.

İbnu’l-A'râbî der ki: Şüphesiz ki bu, büyük bir bilgisizlik ve oldukça çirkin bir mukayesedir. Süt ile ilgili gelen haber ilâhi kudretten sadır olan bir nimet ve bir lütuf olduğu belirtilmekte ve böylelikle bundan İbret alınması istenmektedir. Bütün bunlar, sütün halis ve lezzetli olmakla nitelendirilmesini gerektirmiştir, Meninin süte ilhak edilebilmesi, yahut ona kıyas edilebilmesi ise, bu durumda olmadığından dolayı mümkün değildir.

Derim ki: Ancak buna şöyle diyerek karşılık verebiliriz: Mükerrem kılınmış insanın kendisinden yaratıldığı meninin çıkmasından daha büyük ve daha üstün bir minnet ve lütuf olabilir mi? Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"O su, omurga ile göğüs kemikleri arasından çıkar." (et-Târık, 86/7) Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Allah sizin için kendinizden eşler yarattı. Eşlerinizden de size oğullar ve torunlar yarattı." (en-Nahl, 16/72) Bu da İlâhi lütuf ve ihsanın en ileri derecesidir.

Eğer meni, sidiğin geldiği yerden çıkması dolayısıyla necis olur denilecek olursa, biz şöyle deriz: Bu da bizim kast ettiğimizdir. Necaset arızidir, onun aslı ise tahir olmasıdır. Şöyle de denilmiştir: Meninin çıktığı yer -özellikle kadın için bu böyledir- sidiğin çıktığı yerden başkadır.. Çünkü İlim adamlarının da belirttikleri gibi, erkeklik organının kadına girip çocuğun çıktığı yer, sidiğin çıktığı yerden ayrıdır. Buna dair açıklamalar, daha önce el-Bakara Sûresi'nde geçmiş bulunmaktadır.

Şayet: Meninin aslı kandır, o bakımdan o necistir, denilecek olursa, biz de; böyle bir iddia, misk örneği ile çürütülür. Çünkü, miskin de aslı kandır ve misk tahirdir, deriz. Meninin tahir olduğunu söyleyenler arasında Şâfiî, Ahmed, İshâk, Ebû Sevr ve başkaları da vardır. Çünkü, Âişe (radıyallahü anha) şöyle demiştir: Ben onu (meniyi) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın elbisesinden kuru olduğu hallerde tırnağım ile kazıyordum. Benzer lafahrîn ve aynı manada: Müslim, Tntâre 105, 106, 109, Ebû Dâvûd, Tahrîre 134: Tirmizî, Tabure 85, 86; Nesâî, Tahrire 18$; İbn Mâce, Tahare 82; Müsned, VI. 35, 67, 97, 125, 132, 135, 213, 239, 263= 280

Şâfiî de der ki: Kazınmıyacak olsa bile bunda bir mahzur yoktur, Sa'd b. Ebi Vakkas elbisesindeki meniyi ovalar ve çıkartırdı. İbn Abbâs der ki: Meni, balgam gibi birşeydir. Sen onu bir izhir otu ile izale et yahut bir bez parçası ile sil. Tirmizî, Tahare 86.

Denilse ki: Hazret-i Âişe'nin şöyle dediği sabittir: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın elbisesinden meniyi yıkardım ve elbisesindeki yıkama İzleri gözlerinin önünde olduğu halde o elbise ile namaza çıkardı. Buhari, Vudü 64 Müslim, Tnhüre 110; Ebû Dâvûd, Tahâre 134: Tirmizî Tahrire 8,Nesâl, Talinre 187; İbn Mâce, Tahâre 81.

Biz de şöyle deriz: Hazret-i Âişe'nin necaset gibi, elbiselerden izale edilen şeylerden tiksindiği gibi ondan da tiksindiği için yıkamış olması ihtimali vardır. Böylece bu konu ile ilgili hadisler bir arada telif edilmiş olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Malik, arkadaşları ve Evzaî, meninin necis olduğunu söylemişlerdir. Malik der ki: Elbisedeki ihtilam(meni)ın yıkanması bize göre vaciptir ve bu husus üzerinde icma edilmiştir. Aynı zamanda Kûfelilerin de görüşü budur. Ömer b. el-Hattâb, İbn Mes'ûd ve Câbir b. Semura'dan da elbiselerinden meniyi yıkadıklarına dair rivâyetler zikredilmiştir. Ancak, bu hususta İbn Ömer ile Hazret-i Âişe'den farklı rivâyetler gelmiştir. İşte meninin necis ve tahir oluşu ile ilgili bu iki görüşe göre tabiin arasında da farklı kanaatler dile getirilmiştir

7. Sütten Yararlanmak:

Bu âyet-i kerimede, İçmek ve başka yollarla sütten yararlanmanın câiz oluşuna delil vardır. Meytenin (leşin) sütünden yararlanmak ise câiz değildir. Meytenin sütü necis bir kapta bulunan tahir bir sıvıdır. Çünkü meytenin sütünün bulunduğu memesi necistir, süt ise tahirdir. Bu süt sağılacak olursa, o takdirde necis olan bir kaptan alınmış olur.

Ölmüş kadının sütü hususunda ise, bizim mezheb âlimlerimiz farklı görüşlere sahiptir. Kimisi: İnsan hayatta iken de, ölü halde iken de tahir olduğundan dolayı ölmüş kadının sütü de tahirdir derken, kimisi de; ölüm ile necis olur, o bakımdan sütü de necistir demiştir. Her iki görüşe göre de (böyle bir süt emilecek olursa), süt emme yoluyla hurmiyet (süt akrabalığı) sabit olur. Çünkü, süt emen küçük çocuk, tıpkı hayatta olan kadından süt emdiği gibi o ölen kadının sütü ile gıdalanıp beslenir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Süt emmek, et yapan ve kemiği geliştiren şeydir" Ebû Dâvûd, Nikâh S; Muvatta’, Radâ" 11 (Saîd b. el-Müseyyeb'in sözü olarak); Müsned, I, 432. diye buyurmuş ve bu konuda (hayatta olmak gibi) tahsis yoluna gitmemiştir. Buna dair açıklamalar, bundan önce en-Nisa Sûresi'nde (4/23. âyet, 6. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

8. Afiyetle İçilen Bir Gıda:

"İçenlerin boğazından kolaylıkla geçer" âyeti, lezzetli, afiyetle ve içenin herhangi bir şekilde boğazında durup kalmayan bir içecek, demektir.

(Aynı kökten olmak üzere); Şöyle denilir: İçecek, boğazdan kolaylıkla geçti, geçer'v; İçen, onu kolaylıkla içti" Ben onu kolaylıkla içtim, içerim." Bu fiil, hem müteaddi (geçişli) olur, hem de olmaz. Daha güzel kullanım şekli ise; Onu kolaylıkla içtim" şeklindeki kullanımdır. Bana mühlet "ver, bana karşı aceleci davranma" denilir. Yüce Allah da:

"Onu yudum yudum içmeye çalışacak, rahatça boğazından geçiremeyecek" (İbrahim, 10/17) diye buyurmaktadır, Boğazında tıkanan lokmayı indirmeyi sağlayan şey" demektir. Bu kabilden olmak üzere Su, boğazda tıkanan lokmaları (hıçkırıkları) rahatlıkla geçirtir" denilir. Şair el-Kümeyt'in şu mısraı da buradan gelmektedir:

"Böylelikle o, boğazıma tıkanan lokmayı geçirten ve bunu gideren birşey oldu."

Rivâyet edildiğine göre, hiçbir kimse süt içerken nefes borusuna kaçmış değildir. Hatta bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da rivâyet edilirç. Süyûtî, ed'Durru'l-Mensur, V, 141

9. Tatlı ve Lezzetti Yiyecekleri Yemek:

Bu âyet-i kerimede, tatlı ve lezzetli yiyecekler yemenin cevazına delil vardır. Bunun, zühde aykın olduğu, yahut zühdü uzaklaştırdığı söylenemez. Ama bunların, uygun şekilde, israfa kaçmaksızın ve aşırıya gitmeksizin kullanılmaları gerekir. Bu anlamdaki açıklamalar, bundan önce el-Mâide Sûresi'nde (5/87. âyet, 1. başlık ve devamında) ve başka yerlerde (el-A'raf, 20/31. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Sahih hadiste Enes'ten şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, elimdeki bu kab ile bal, nebiz, süt ve su gibi bütün içecek çeşitlerini sunmuş bulunuyorum Müslim, Eşribe 89i Müsned, III, 247

Bazı kurra (ilim adamı), bal peltesini ve sütü mekruh görmekle birlikte, genel olarak ilim adamları bunları yemeyi mubah kabul etmiştir. el-Hasen'den rivâyec edildiğine göre o, beraberinde Malik b. Dinar'ın da bulunduğu bir sofrada bulunuyorken bal peltesi getirilmiş, Malik onu yemek istememişti. Bunun üzerine el-Hasen ona şöyle demiş: Ye, çünkü soğuk su bundan daha büyük bir lütuf ve ihsandır.

10. Yeme ve İçme İle İlgili Dualar:

Ebû Dâvûd ve başkalarının rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’a süt getirildi, O da içti. Ve şöyle buyurdu: "Sizden herhangi bir kimse bir şey yiyecek olursa, Allah'ım, bunu bizim için mübarek kıl ve bize ondan daha hayırlısını yedir" desin. Süt içirilecek olursa bu sefer Allah'ım, bunu bizim için mübarek kıl ve bize bundan çokça ver" desin. Çünkü, sütten başka hem yiyecek, hem içecek yerini tutan birşey yoktur." Ebû Dâvûd, Eşribe 21; Tirmizî, Deavât 54; Müsned, I, 22% 284

İlim adamlarımız derler ki: Hem nasıl böyle olmasın ki? Çünkü süt, insanın ilk gıdasıdır. Süt ile insanın bedeni gelişir. Sütr bedeni dimdik ayakta tutan ve rahatsız edici her türlü özellikten uzak bir gıdadır. Şanı yüce Allah sütü, ümmetlerin en hayırlıları olan bu ümmetin hidâyeti hususunda Hazret-i Cebrâîl'e alâmet kılmıştır. Nitekim sahih hadiste şöyle denmektedir: "Cebrâîl bana içinde şarap bulunan ve süt bulunan birer kap getirdi. Ben, süt kabını tercih ettim. Bu sefer Cebrâîl bana; Sen, fıtratı tercih ettin. Eğer şarabı tercih etmiş olsaydın, ümmetin azgınlaşırdı, dedi." Buhârî, Enbiya 24, 48, Tefsir 17. sûre 3, Eşribe 1; Müslim, Îman 272; Tirmizî, Tefsir 17 sûre 1; Nesâî, Eşribe 41; Dârimi, Eşribe 1; Müsned, II, 282, 512

Diğer taraftan Hazret-i Peygamber'in, sütün daha da ziyadeleşmesi için dua edilmesini tavsiye etmesi, sütün çokluğu bolluğun, hayır ve bereketlerin fazlalığının bir alameti olduğunu gösterir. O halde süt herşeyiyle mübarektir.

67

Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvelerinden de, İçki çıkarır ve onlardan güzel bir rızık edinirsiniz. İşte aklını kullanan bir topluluk için hiç şüphesiz bunda bir âyet vardır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1. Âyetin Önceki Âyetlerle İlişkisi:

Yüce Allah'ın:

"Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvelerinden..." âyeti ile ilgili olarak et-Taberî şöyle demektedir:

İfade; Hurma ve üzüm ağaçlanma meyvelerinde... rızık edindiğiniz şeyler vardır" takdirinde olup burada; hazfedilmiştir. Bunun hazf edildiğine yüce Allah'ın:

"Onlardan" âyetidir.

Burada hazfedilen kelimenin "şey" kelimesi olduğu da söylenmiştir ki, birbirine yakın açıklamalardır.

"Onlardan" ifadesinin, sözü geçenlerden anlamında olduğu söylenmiştir. Bu durumda, sözde hazfedilmiş tabir yok demektir. Daha uygun olanı da budur. Bununla birlikte "meyvelerinden" anlamındaki âyetin, "davarlar" kelimesine atfedilmesi de mümkündür. Yani, hurma ve üzüm ağaçlarının meyvelerinde de sizin için ibretler vardır. Bununla birlikte; "...ondaki" İfadesine atfedilmiş olması da mümkündür. Yani, Biz aynı şekilde sizlere hurma ve üzüm ağaçlarının meyvelerinden de içilecek şeyler içiririz.

2. İçki:

"İçki"; sarhoşluk veren şey demektir. Dildeki meşhur anlamı budur, İbn Abbâs der ki: Bu âyet-i kerîme, içkinin haram kılınmasından önce inmiştir. Burada içki ile şarap; güzel rızık ile de bu iki ağaçtan helal olarak yenilip içilen herşeyi kastetmektedir. İbn Cübeyr, en-Nehaî, en-Nehaî ve Ebû Sevr de bu görüştedir.

Buradaki

"seker (içki)" kelimesinin, Habeşçe'de sirke anlamında,

"güzel rızk"ın ise yiyecekler anlamında olduğu da söylenmiştir. Sekerin, helâl ve tatlı meyve suları olduğu da söylenmiştir. Ona bu ismin veriliş sebebi, bir süre kaldığı takdirde, bazen sarhoşluk verici bir içki haline dönüşmesindendir. Sarhoşluk verecek hale geldi mı, haram olur.

İbnu'l-Â'râbî der ki: Bu görüşlerin en doğru olanı, İbn Abbâs'in görüşüdür. Bunun da iki anlamı vardır. Ya bu âyet, içkinin haram kılınışından öncedir, yahut da âyetin anlamı şöyledir: Allah sizlere, hurma ağaçlarının ve üzüm ağaçlarının meyvelerini nimet olarak ihsan etmiştir. Haddinizi aşarak Allah'ın size haram kıldığı şeyleri bunlardan çıkartıyorsunuz. Helal kıldığı şeyler, menfeacinize uygundur ve sizin mutedil olmanıza yardımcıdır. Ancak, sahih olan görüş, bu âyetin içkinin haram kılındığından önce indirildiğidir. O takdirde bu âyet-i kerîme mensûhtur Çünkü bu ayet-i kerîme, ilim adamlarının ittifakı ile Mekke'de inmiştir. İçkinin haram kılınması ise Medine'de gerçekleşmiştir.

Derîni ki: "Seker" kelimesinin sirke, yahut da tatlı meyve suyu anlamını kabul edersek, nesh sözkonusu değildir. Bu durumda âyet-i kerîme muhkem olur. Bu güzel bir görüştür. İbn Abbâs der ki: Habeşliler sirkeye "seker" derler. Ancak Cumhûrun kanaatine göre seker, şarap (içki) demektir. İbn Mes'ûd, İbn Ömer, Ebû Rezin, el-Hasen, Mücahid, İbn Ebi Leyla, el-Kelbî ve daha önce ismi anılan diğerleri hep bu görüştedirler. Bunlar, sözbirliği halinde şöyle derler: Seker, yüce Allah'ın, bu iki ağacın meyvelerinden haram kıldığı (içecek) şeylerdir. Dilciler de böyle demişlerdir. Seker, içkinin ve sarhoşluk veren herşeyin adıdır, derler. Buna dair de şu beyiti delil gösterirler:

"Onlar ayıkken ne kötüdürler; topluluk halinde içki içerlerse de ne kötüdürler?

Müzzâ (sarhoşluk veren bir çeşit nebiz) ile seker (içki) onlarda etki ettiği vakit."

"Güzel rızık" ise, yüce Allah'ın bu iki ağacın meyvelerinden helâl kıldığı şeylerdir.

Yüce Allah'ın:

"İçki çıkarır ve onlardan..." âyetinin, inkârı istifham anlamında bir haber olduğu da söylenmiştir. Yani siz, ondan içki edinir ve güzel rızık olan sirkeyi, kuru üzümü ve hurmayı bir kenara mı bırakırsınız.? Bu da yüce Allah'ın:

"Onlar, ebedi (mi) kalırlar?" (el-Enbiyâ, 21/34) âyetine benzemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Ebû Ubeyde der ki: Seker, yemek demektir. Meselâ: Bu senin sekerindir denilirken, bu senin yiyeceğin (yemek)dir, demektir. Ebû Ubeyd, şu mısraı da (bu anlama delil olmak üzere) nakleder:

"Sen, şerefli kimselerin kusurunu yemek (yedirmeleri mi) kabul ettin?"

Yani, onların yemek yedirmelerini yerilmelerine sebep gördün.

Taberî'nin tercih ettiği görüş de budur. Ona göre seker, yenilen şeyler ile hurma ve üzüm meyvelerinden içilmesi helal olan şeylerdir. Bu da güzel rızık ile aynı şeydir. Yani, lâfızları değişik olmakla birlikte ikisinin de anlamı birdir, yüce Allah'ın, Hazret-i Yakub'un söylediğini naklettiği;

"Ben, keder ve üzüntümü ancak Allah'a açarım" (Yusuf, 12/86) âyeti gibidir. Bu açıklama güzel bir açıklamadır ve buna göre nesih sözkonusu değildir.

Ancak ez-Zeccâc şöyle demektedir: Ebû Ubeyde'nin bu açıklaması bilinen bir şey değildir. Tefsir bilginleri de buna muhalif kanaattedirler. Onun naklettiği beyitte de lehine delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü ondan başkasının kanaatlerine göre bunun anlamı, insanların kusur diye kabul ettiği hallerinin içki içip sarhoş olmak olduğunu belirttiği şeklindedir.

Hanefi mezhebi âlimleri şöyle derler: Buradaki "seker" kelimesi ile kastedilen sarhoşluk vermeyen nebizlerdir. Buna delil de, şanı yüce Allah'ın kullarına yaratmış olduğu bu gibi şeyler dolayısıyla onlara minnet etmesidir. Ancak, helal kılınmış birşey ile minnet sözkonusu olur. Haram olan birşeyle olmaz. O halde bu, sarhoşluk verecek derecede olmayan nebîzleri (meyve sularını) içmenin câiz oluşuna delildir. Eğer sarhoşluk verecek dereceye gelirse, o takdirde bunlar câiz olmaz. Onlar bu kanaatlerini, sünnetten Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın söylediği rivâyet edilen şu âyet ile desteklemektedirler: "Allah, şarabı bizatihi haram kılmıştır. Onun dışındaki içeceklerden ise sarhoş olmayı haram kılmıştır. " Nesâî, Eşribe 48. Bu anlamdaki rivâyetlerin bir takım illetlerine tek tek işaret ettikten sonra Nesâî, "doğru olan sika (güvenilir) râvilerin İbn Abbâs'tan (onun sözÜ olduğu) geklindeki rivâyetleridir" demektedir,

Ayrıca, Abdulmelik b. Nafi'in, İbn Ömer'den yaptığı şu rivâyeti de delil gösterirler: Bir adamın, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, rüknün yanında bulunuyorken geldiğini gördüm, O, Hazret-i Peygamber'e, İçinde İçecek bulunan bir kab uzattı. Hazret-i Peygamber onu ağzına doğru kaldırınca, sert olduğunu gördü ve sahibine geri verdi. Bunun üzerine hazır bulunanlardan birisi ona: Ey Allah'ın Rasulü! O haram mıdır diye sordu, Hazret-i Peygamber: "Adamı bana getiriniz" diye buyurdu. Adam getirilince, Hazret-i Peygamber kabı ondan aldı. Sonra su getirilmesini istedi. O, suyu kaba boşalttı, sonra da onu ağzına kaldırınca, yüzünü ekşitti. Yine su getirilmesini istedi, bu suyu yine o kabın üzerine boşalttıktan sonra şöyle dedi: "Bu kabların (İçerisindeki içeceklerin) sertleştiğini görecek olursanız, o takdirde onların içlerindekini su ile kırınız." Nesâî, Eşribe 48. Ayrıca bk. Dârakutnî, IV, 264

Yine rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber'e nebiz hazırlanır, O da aynı gün ondan içermiş. İkinci ya da üçüncü gün olup değişikliğe uğramışsa, onu hizmetçisine içirirmiş Müslim, Eşribe 80-82 Şayet haram olsaydı, onu hizmetçisine içirmezdi.

Tahavî der ki; Ebû Avn es-Sakafî de, Abdullah b. Şeddad'dan, o, İbn Abbâs'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Şarap, azıyla, çoğuyla bizatihi haram kılınmıştır. İçecek herbir şeyden ise, seker (sarhoşluk veren) haram kılınmıştır. Bunu Dârakutnî de rivâyet etmiştir Bu lâfızlarla Dara kutu i'de tesbit edemedik. Ancak Zeylaî, Nasbu'r-Râye, IV, 3O6'da el-Ukaylî tarafından ed-Duafâ'da zikredîldiğini, ravilerinden Muhammed b. Furat dolayısıyla illetli olduğunu belirtmektedir. Kurtubî’nin burada zikrettiği ve Hnnefî Mezhebi'nce delil kabul edilen bu rivâyetlerin değerlendirilmesi için de aynı yere bakılabilir.

İşte bu ve benzerî hadislerden anlaşıldığına göre, şarap dışındaki içecekler, bizatihi (ayniyle) haram kılındığı gibi diğer içecekler ayniyle haram kılınmış değillerdi Hanefi'ler derler ki: Hamr (şarap), üzümün şarabıdır ve bunda görüş ayrılığı yoktur, Yine Hanefilerin delilleri arasında Şüreyk b. Abdullah'ın şu rivâyeti de yer almaktadır: Bize, Ebû İshak el-Hemezanî anlattı, o, Amr b. Meymun'dan dedi ki: Ömer b. el-Hattâb dedi ki: Bizler, bu develerin etlerini yeriz. Fakat, karnımızda bu deve etlerini nebizden başka birşey de parçalamaz (hazmettirmez). Dârakutnî, IV, 259, 260, 261. Şüreyk dedi ki; Ben, es-Sevrî'yi, zamanının en büyük alimi Malik b. Miğvel'in evinde nebiz içerken gördüm.

Bunlara cevaba gelince: Hanefilerin: Şanı yüce Allah, kullarına İçecekleri hatırlatarak minnette bulunmaktadır, O'nun minnette bulunması ise ancak helal olan şeylerle sözkonusudur, şeklindeki sözleri doğrudur. Şu kadar var ki bunun, önceden de açıklamış olduğumuz gibi, içkinin haram kılınışından önce olma ihtimali vardır. O takdirde az önce açıkladığımız gibi bu (mübahlık), nesholmuş olur.

İbnu'l-A'râbî der ki; Bu, haber kipinde olduğu halde nasıl nesh olur? Çünkü haberin neshi sözkonusu değildir, denilecek olursa, buna şöyle cevap veririz: Bu, şeriatı tahkiki olarak anlamamış olanların söyleyeceği bir sözdür. Bundan önce de açıkladığımız gibi, eğer haber hakiki olarak var olan şey hakkında yahut da yüce Allah'ın bir lütfü olarak sevap vermesi ile ilgili ise, neshin sözkonusu olmayacağı haber türü işte budur. Ancak haber, eğer şer'i bir hüküm ihtiva ediyorsa, hükümler değiştirilir ve nesh olur. Hüküm ister haber kipi ile, ister emir kipi ile gelmiş olsun farketmez. Ve hiçbir zaman nesih lâfzın kendisiyle alakalı değildir. Onun ihtiva ettiği hüküm ile alakalıdır Şayet bu gerçeği kavrayacak olursanız, o takdirde şanı yüce Allah'ın şu âyetinde, kâfirler hakkında haber vermiş olduğu ahmak sınıfın dışına çıkmış olursunuz: "Biz bir âyeti diğer bir âyetin yerine getirip değiştirdiğimiz de, -Allah neyi indireceğini en iyi bilen olduğu halde-: Sen,, ancak bir iftiracısın, dediler. Hayır, onların çoğu bilmezler."(en-Nahl, 16/101) Yani, bu itirazı yapanlar, şanı yüce Rabbin, dilediğini emredeceğini, dilediği mükellefiyeti koyacağını, adaletinin bir tecellisi olarak bunlardan dilediklerini kaldırıp, dilediğini olduğu gibi bırakacağını ve Ummu'l-Kitab'ın O'nun nezdinde olduğunu bilmeyen kimselerdir.

Derim ki: (İbnü'l-Arabî'nin bu ifadeleri) oldukça ağırdır. Çünkü o, bu ifadelerinin kapsamına kıt anlayışları itibariyle, hayırlı ilim adamlarım kâfirlere katmaktadır. Mesele, usulî (usul-i fıkh'a dair) bir meseledir. Şöyle ki, şer'î hükümlere dair haberlerin neshi câiz midir, değil midir? Bu konuda görüş ayrılığı vardır. Sahih olan ise, bu âyet-i kerîme ve benzerleri dolayısıyla bunun câiz olduğudur. Diğer taraftan bir hükmün meşruiyetine dair verilen haber, o meşru hükmün, yerine getirilmesi talebini ihtiva etmez. İşte nesh olunduğuna dair delil getirilen şer'î hüküm de sözügeçen bu taleptir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Hanefilerin sözkonusu ettikleri hadislere gelince; birinci ve ikinci hadisler zayıftırlar Çünkü Hazret-i Peygamber'den sabit nakil ile şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Sarhoşluk veren herbir içecek haramdır." Buhârî VudıV 71. Eşribe 4. 10; Müslim, Eşıibe 67. 68: Ebû Dâvûd, Eşribe y, Tirmizî, Eşribe 2; İbn Mâce, Eşribe 9. 10: Mupatta, Eşribe 9; Dârimî, Eşribe 8: Müsned, VI, 36,

Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Sarhoşluk veren herbîr şey hamr'dır ve sarhoşluk veren herbir şey de haramdır." Buhârî, Edeb 80, Ahkâm 22. Meğazi 60; Müslim, Eşnbe 60: Ebû Dâvûd, Eşribe 5; Tirmizî, Eşribe 3, 2; Nesâî, Eşribe 48; İbn. Mâce, Eşrîbe 9- 13, 14; Dârimî, Eşribe 8: Muvatta’, Daiıflyfl 8; Müsned, I, 274. 289, 350, II, 16. 29..., III, 63, 66..., IV. 410, 416, 417. V. 356, VI. 314, 333

Bir başka hadisinde ise şöyle buyurmaktadır: "Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır" Ebû Dâvûd, Eşribe 5; Tirmizî, Eşribe 3; Nesâî, Eşribe 25: İbn Mâce, Eşribe 10: Dârimî, Eşribe 8; Müsned, II: 91, 167. 179, III, 343.

Nesâî de (bu hadisleri kaydettikten sonra) şöyle demektedir: İşte bunlar, sağlam ve adaletli ravilerdir. Sahih nakil yapmakla meşhur olmuşlardır, Abdulmelik ise, kendi türünden büyük bir topluluğun desteğini alacak olsa bile, bunlardan tek birisine karşı dahi duramaz. Başarı Allah'tandır. Nesâî, Eşribe «İ8: 5Ğ99 no'hı badisin sonunda.

(Hanefi'lerin delil gösterdikleri) üçüncü hadise gelince; bu hadis sahih olsa bile Hazret-i Peygamber elbetteki onu sarhoşluk verici bir içki olarak hizmetçiye içirmiyordu. Onu, ancak kokusu değiştiği için hizmetçiye içirmekte idi. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisinden kötü bir kokunun alınmasından hoşlanmazdı. İşte, Hazret-i Zeyneb'in ona verdiği baldan dodayı, hanımlarının Hazret-i Peygamber'e hile yoluna başvurmalarının sebebi de budur. Ona, biz senden mcğafir, yani hoş olmayan bir koku alıyoruz, demişlerdi. Daha sonra da Hazret-i Peygamber bunu içmedi. İleride buna dair açıklamalar et-Tahrim Sûresinde gelecektir.

İbn Abbâs'ın rivâyet ettiği hadise gelince; İbn Abbâs’ın kendisinden, Atâ, Tavus ve Mücahid'den, buna muhalif kanaatte olduğu rivâyeti gelmiştir. Onun şöyle dediğini nakletmelerdir: Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır. Bunu ondan Kays b. Dinar rivâyet etmiştir. Sarhoşluk veren şey hakkındaki fetvası da böyledir. Bunu da Dârakutni söylemiştir Dârakutnî, IV, 256

Birinci hadisi ise, İbn Abbâs'tan Abdullah b. Şeddâd rivâyet etmiştir, Ancak, önemli bir topluluk da bu konuda ona muhalefet etmiştir. O bakımdan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sabit olan hadisler dolayısıyla onun bu kanaatte olduğunu söylemek mümkün olmamaktadır.

Hazret-i Ömer'in söylediği rivâyet edilen: (Yediğimiz deve etini) midelerimizde ancak nebiz parçalar (hazmettirir) sözüne gelince, zikrettiğimiz deliller gereğince, hiç şüphesiz ov sarhoşluk verici olmayan şeyleri kastetmiştir.

Nesâî de, Utbe b. Ferkad'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir Ömer b. el-Hattâb'ın içtiği nebiz, sirkeye dönüştürülmüş idi. en-Nesâî der ki: Bunun doğruluğunun delili ise, es-Saib yoluyla gelen hadistir. el-Haris b. Miskin'den dinlerken, kendisine kıraaten (elde okunan metine göre o) dedi ki: İbnü’l-Kasım'dan: Bana Malik anlattı, o, İbn Şihab'dan, o, es-Saib b. Yezid'den ona haber verdiğine göre Ömer b. el-Hattâb yanlarına çıkarak şöyle dedi: Ben, filan kimseden şarap kokusu aldım. O bunun tılâ içkisi Tıla (ya tta; müselles): Üzüm suyunun kaynatıldıktan sonra üçte ikisinin gidip geriye üçte biri kalan ve sarhoşluk veren içkidir. (Dr. Vehbe ez-Zuhaylî, el-Fikhu'l-İslâmi, VI, 153, 155, 163; Necmuddin en-Nesefî, Talibetu't-Talebe fi'l-Istılâhâti'l-Fıkhiyye, Bağdat 1311, s. 158-159) Malumatın doğruluğu ikinci kaynakta da tesbit edildi olduğunu iddia etti. Ben, içtiği şeye dair soru soranın. Eğer sarhoşluk veren birşey ise, ona celde cezası veririm. Bunun üzerine Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) ona tam olarak had vurdu. Nesâî Eşribe 48 Yine Hazret-i Ömer, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın minberi üzerinde irad ettiği hutbesinde şöyle demişti: İmdi ey insanlar! Şarabın haram olduğu hükmü indiğinde şarap üzüm, bal, hurma, buğday ve arpadan olmak üzere beş şeyden yapılırdı. Şarap (hamr) aklı örtüp perdeleyen şeydir. Buhârî, Tefsir 5- sûre 10, Eşribe 5; Müslim, Tefsir 32, 33: Ebû Dâvûd, Eşribe 1; Nesâî, Eşribe 20. Bu, daha önce el-Mâide Sûresi'nde (5/90. âyet, 2. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

İbrahim en-Nehaînin, Ebû Cafer et-Tahavînin -ki çağının önder ilim adamı idi- nebizi helal kabul ettikleri, Süıyan es-Sevrî'nin de nebiz içtiği söylenecek olursa, deriz ki: Nesâî kitabında, sarhoşluk veren nebizleri helal kılan ilk kişinin İbrahim en-Nehaî olduğunu söylemiştir. Bu manadaki rivâyetleri Nesâi, Eşribe 57'de zikretmektedir. Bu ilim adamının bir yanılmasıdır. Bizler ise ilim adamlarının yanılmalarına karşı uyarılmış bulunuyoruz. Sünnet dururken hiçbir kimsenin söylediği söz delil olamaz.

Yine Nesâî, İbnü'l-Mübarek’ten şöyle dediğini nakletmektedir: İbrahim müstesna, hiçbir kimseden sarhoşluk veren şeylere dair ruhsatın sahih olarak rivâyet edildiğini görmedim. Ebû Usame de der ki: Ben, Abdullah el-Mübarek'ten daha çok ilim talebine düşkün kimse görmedim. Bu maksatla Şam diyarını, Mısır'ı, Yemen'i, Hicaz'ı dolaşmıştır. Nesâi, Eşribe 57.

Tahavî ve Süfyan'a Buradan itibaren iktibas: İbn Abdi’l-Berr, et-Temhîd, I, 256 gelince, onların nebizi mubah kabul ettikleri sahih olarak sabit olsa bile, bu konuda sünnetten sabit olanlarla birlikte sarhoşluk veren şeylerin haram kılındığı hususundaki İmâmların görüşlerine karşı onların kanaatleri delil olarak gösterilemez. Diğer taraftan Tahavî, "İhtilafa dair yazdığı büyük eserinde" Tahavî'nin yüzotuz cüz dolaylarında "İktilâfu'l-Fukahâ"' adlı bir eseri olduğu bilinmektedir. (Şuayb el-Amnûc, Şerku Müşkili'l-Âsâr'a Mukaddime, Beyrut 1415/1994, L 82) bunun aksi görüşü de zikretmektedir. Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr, "et Temkid" adlı eserinde şöyle demektedir: Ebû Cafer et-Tahavî der ki: Ümmet, üzüm suyunun sertleşip kaynaması ve köpük atması halinde, şarap olduğunu ve bunu helal kabul edenin kâfir olacağını ittifakla kabul etmiştir. Ancak, ıslatılan kuru hurmanın suyunun kaynayıp sarhoşluk verecek hale gelmesi halinde, hükmü hakkında ihtilaf etmişlerdir. İşte bu, Yahya b. Ebi Kesir'in, Ebû Hüreyre'den, onun da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet ettiği: "İçki (hamr) şu iki ağaçtandır: Hurma ağacı ve üzüm ağacıdır" hadisi ile amel etmediklerini göstermektedir. Çünkü onlar, bu hadisi kabul etmiş olsalardı, ıslatılan hurma suyunu helal kabul edenleri de tekfir etmeleri gerekirdi. İşte böylelikle haram kılınan şarabın kapsamına, sertleşen ve sarhoşluk verecek dereceye ulaşan üzüm suyundan başka birşeyin girmediği sabit olmaktadır. (Tahavî devamla.) der ki: Diğer taraftan haram kılma hükmünün, yalnızca onunla alakalı olması ve başkasının ona kıyas edilmemesi ile, başkasının da ona kıyas edilmesi hallerinden birisi sözkonusudur. Biz, onların hepsinin ısıtılan hurma suyunu kaynayıp çok miktarda sarhoşluk vermesi halinde şaraba kıyas ettiklerini görüyoruz. Kuru üzümün ıslatılması halinde de hüküm böyledir. (Tahavî devamla) der ki: O halde buna kıyasen, sarhoşluk veren bütün içeceklerin de haram olmaları icabeder. Diğer taraftan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu da rivâyet edilmiştir: "Sarhoşluk veren herbîr şey haramdır," İşte bu hadis, herkes tarafından kabul edildiği için, senedinin zikredilmesine bile gerek görülmemiştir- Bu hususta aralarında görüş ayrılığı, hadisin tevili ile ilgilidir. Kimisi: Hadiste, sarhoşluk veren şeylerin cinsini kastetmiştir, kimisi de; sarhoşluğun gerçekleşmesi halini kastetmiştir, derler. Tıpkı, fiilen öldürme meydana gelmedikçe, öldürene katil denilemeyeceği gibi. İbn Abdil-Berr'den iktibas, burada sona ermektedir.

Defim ki: İşte bu, Tahavînin de bunu haram kabul ettiğinin delilidir. Çünkü o şöyle demektedir: Buna kıyasen, sarhoşluk veren bütün içeceklerin haram olması gerekir.

Darakutnî Sünen'inde, Âişe (radıyallahü anha)’dan, şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Şüphesiz Allah, şarabı (içkiyi) ismi dolayısıyla haram kılmamıştır. Onu, akibeti dolayısıyla haram kılmıştır. Akibeti, şarabın akibeti gibi olan herbir içecek, tıpkı şarabın haram olmast gibi haramdır." Dârakutnî, IV, 257.

İbnü’l-Münzir der ki: Kûfeliler, illetli birtakım haberleri delil diye getirmişlerdir. İnsanlar, herhangi bir hususta anlaşmazlığa düşecek olursa, o takdirde o anlaşmazlık konusunun, Allah'ın Kitabına ve Rasûlümün sünnetine havafe edilmesi gerekir. Kimi tabiinden, çok miktarda içilmesi halinde, sarhoşluk veren içecekleri içtiğine dair gelen rivâyetlere gelince; bunların birtakım günahları vardır ki, bu günahlardan dolayı Allah'tan mağfiret dilemektedirler. Bu ise, İki ihtimalden birisinden uzak olamaz: Ya bu kanaatte olan kimse, işitmiş olduğu hadisi tevil etmekte hata etmiştir, yahut günah işlemiştir. Olur ki, yüce Allah'a çokça İstiğfar etmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, hem bu ümmetin öncekilerine hem sonrakilerine karşı Allah'ın hüccetidir,

Âyet-i kerimenin tevili İle İlgili olarak şöyle denilmiştir: Bu âyet-i kerîme, ibret alınsın diye sozkonusu edilmiştir. Yani, bu eşyayı yaratana kadir olan, öldükten sonra diriltmeye de kadirdir, Böyle bir ibret, şarabın helal veya haram olması halinde, herhangi bir farklılık arzetmez. Çünkü, sarhoşluk verici İçkilerin yapıldığını belirtmek, haram oluşa delil değildir. Bu da yüce Allah'ın:

"De ki: İkisinde de hem büyük bir günah, hem de insanlar için bazı faydalar vardır" (el-Bakara, 2/219) âyetine benzemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır,

68

Rabbin, bal arısına şunu vahyetti: "Dağlarda, ağaçlarda ve yapacakları çardaklarda evler edin."

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1. Allah'ın Arıya Vahyetmesi (İlhamı):

"Rabbin, bal arısına şunu vahyetti" âyetinde sözü geçen vahiy ile ilgili açıklamalar, Önceden geçmiş bulunmaktadır. Vahyin, ilham anlamına geldiğini de orada belirtmiş idik. (Âl-i İmrân, 3/44. âyet, 1, başlık) İlham, şanı yüce Allah'ın, zahiri herhangi bir sebep bulunmaksızın, kalpte yarattığı şeydir. Bu da, yüce Allah'ın:

"Herbir nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona hem kötülüğü, hem de takvayı ilham edene ki..." (eş-Şems, 91/7-8) âyeti kabilindendir. Hayvanlar da bunlar arasındadır. Şanı yüce Allah'ın, hayvanlarda kendi menfaatlerini idrâk etmeleri, zararlardan sakınıp hayatlarını çekip çevirmeleri ile ilgili yarattıkları bu ilhamlar kabilindendir. Şanı yüce Allah, cansız varlıklar hakkında da bu türden haber verdiği bir âyetinde:

"O gün bütün haberlerini anlatacaktır. Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir" (ez-Zilzâl, 99/4-6) diye buyurmaktadır.

İbrahim el-Rarbt der ki: Aziz ve celil olan Allah'ın, cansız varlıklarda mahiyeti idrâk olunamayan bir kudreti vardır. Bu cansız varlıklara Allah'tan bir Rasul gelmediği halde, yüce Allah bu varlıklara bunları tanıtmıştır. Yani, ilham vermiştir. Tevil âlimleri arasında burada sözügeçen "vahyin ilham anlamında olduğu konusunda görüş ayrılığı yoktur.

Yahya b. Vessâb, Bal arısına" kelimesini, "ha" harfini üstün olarak okumuştur. Buna, bu İsmin veriliş sebebi ise, yüce Allah'ın, o andan çıkan balı nihle olarak (bağış olarakr bal arısı demek olan nahle ile aynı kökten.) vermiş olmasıdır. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır.

el-Cevherî der ki: kelimesi, arı demek olup, erkek ve dişi hakkında da kullanılır. Ancak, denilmesi (erkek arı) müstesna, "Nahl" kelimesi, Hîcazlıların şivesinde müennestir. Aynı şekilde çoğulu ile tekili arasındaki tek fark "he (yuvarlak te)" olan bütün kelimeler böyledir.

Ebû Hüreyre'den gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bütün sinekler cehennem ateşindedir. Allah, o sinekleri cehennemliklere azap (sebebi) yapacaktır. Arılar bundan müstesnadır." Bunu, Tirmizî el-Hakîm, "Nevâdiru'l-Usul" adlı eserinde zikretmektedir. et-Tirmizî el-Hakîm. Nevâdiru'l-Usûl, i, 544- Ancak Ebû Hüreyre'nin sözü olarak. Değişik rivâyetler ve Cnı rivdyec/erfn rfegerferuYrrrrıei'en fç/n bk. el-Hevsemî, Zevâid, IV. 41. X, 390

İbn Abbâs'tan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem), karıncanın, arının, hüdhüd (çavuş kuşu)nun ve göçeğeo kuşunun öldürülmesini yasaklamıştır. Bu hadisi de Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir Ebû Dâvûd, Edeb 1Ö4; İbn Mâce, Sayd 10; Dârimî Edalı' 26: Müsned, I, 332, 34 İleride de, yüce Allah'ın izniyle en-Neml Sûresi'nde (27/18. âyetin tefsirinde) gelecektir.

2. Arıya Verilen İlhamın Mahiyeti:

"Dağlarda, ağaçlarda" âyeti, arının sahipleri olmaması hali ile ilgilidir. "Ve yapacakları çardaklarda evler edin." İşte Allah, arılarının meskenlerini bu üç yerde tesbit etmiştir Ya dağlarda ve dağ kovuklarında, ya ağaç kovuklarında, yahut da Âdemoğullarının yapacakları yüksek tepelerdeki bal yapma yerleri, kovanlar, duvar ve benzeri yerlerdedir, (........) lâfzı burada "hazırladı" anlamındadır. Ancak, çoğunlukla bu, dal ve kerestenin dikkatle dizilmesi ve gölgelik olarak kullanılması için çardak yapılması hakkında kullanılır. Bedir günü, Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yapılan el-Arîş (gölgelik) da buradan gelmektedir. "Arş" lâfzı da bu köktendir. "(.........): Hazırladı, hazırlar, (çardak yaptı, yapar)" denilerek, "ra" harfi hem esreli, hem de ötreli telaffuz edilir. Bu iki şekilde de bu kelime okunmuştur. İbn Âmir, ötre ile, diğerleri ise esreli okumuşlardır. Âsım'dan ise burada farklı rivâyetler gelmiştir.

3. Arıların Hayret Verici Özelliklerinden:

İbnu'l-Arâbî der ki: Yüce Allah'ın, arıda yarattığı hayret verici özelliklerden birisi de ona, kovanlarını altıgen olarak yapmasını ilham etmesidir. Böylelikle kovanı tek bir parça imiş gibi birbirine bitişmiş olmaktadır Çünkü, üçgenden ongene kadar bütün şekillerin herbirisi kendi benzerleriyle yan yana getirilecek olursa, bunlar bitişik olmaz ve mutlaka aralarında birtakım açıklıklar olur Bundan tek İstisna altıgendir. Altıgen, benzerleriyle bir araya getirilecek olursa, tek bir parça imiş gibi birbirine bitişik bir hal alır.

69

"Sonra, her üründen ye de Rabbinin kolaylıklar gösterdiği yollara git." Karınlarından çeşitli renklerde içecek çıkar. Onda İnsanlar için şifa vardır. İşte bunda da düşünen bir topluluk için elbette bir âyet vardır.

"Sonra her üründen ye." Çünkü arı, ancak çiçekli bitkilerden (ve ağaçlardan) yer.

"Ye de Rabbinin kolaylıklar gösterdiği yollara git." Rabbinin yollarından yürü. Burada yolların yüce Allah'a izafe edilmesi, o yollan yaratanın O oluşundan dolayıdır Yani, dağlarda ve ağaçlar arasında rızık talebi için Rabbinin yollarından geç.

“Kolaylıklar gösterdiği" kelimesi)'ın çoğulu olup inkıyâd eden demektir. Yani, itaat eden ve müsahhar kılınmış olarak Rabbinin yollarından git, demektir. Bu durumda bu kelime "arı"nın halini açıklamaktadır. Yani arı, arkadaşlarının gittiği yere itaat ile uyarak gider ve gelir. Çünkü arı, gittikleri yerlerde arkadaşlarının arkasından gider. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır.

"Kolaylıklar gösterdiği" âyetinin, yollar ile alakalı olduğu da söylenmiştir. Yani, yüce Allah arının imlediği yollan kolaylaştırmış ve oradan gidip gelmeleri için bu yollan kolay izlenir hale getirmiştir. Bu açıklamayı et-Taberî tercih etmiştir. Bu durumda bu anlamdaki kelime "yolların halidir Ya'sub (bey arı), arıların efendisidir. Onun durduğu yerde dururlar, yürüdüğü yerde yürürler.

Yüce Allah'ın:

"Karınlarından çeşitli renklerde içecek çıkar. Onda insanlar için şifa vardır" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız:

1. Arıların Karınlarından Çıkan:

Burada hitab, nimetlerin sayılıp dökülmesi ve ibret almaya dikkatlerin çekilmesi için yine haber kipine dönmekte ver "Karınlarından çeşitli renklerde içecek çıkar" yani, bal çıkar diye buyurmaktadır İnsanların büyük çoğunluğu balın, arının ağzından çıktığı görüşündedir. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) da, dünyayı küçümseyici ifadeler ile sözkonusu ederken şunları söylemektedir: Âdemoğlunun bu dünyada giyindiği en şerefli elbise, bir kurtçuğun tükrüğüdür. İçtiklerinin en şereflisi İse, bir arının çıkardığı pisliktir.

Bu ifadenin zahirinden, balın ağızdan başka bir yerden çıktığı anlaşılmaktadır. Özetle, bal arıdan çıkmakta, ancak ağzından mı, alt tarafından mı çıktığı bilinememektedir. Ancak, güzel bir balın ortaya çıkabilmesi, arıların kendilerini himaye etmeleri halinde mümkün olabilmektedir. el-Gaznevî'nin naklettiğine göre Aristoteles, arının ne şekilde bal yaptığını görmek üzere camdan bir kovan yapmış. Ancak arı, camın iç tarafını çamur ile sıvamadıkça, bir türlü çalışmamış.

Yüce Allah: Arının yediklerinin, sadece karnında (bala) dönüşmesinden dolayı

"karınlarından" diye buyurmuştur.

2. Çeşitli Renklerdeki Bal:

Yüce Allah'ın:

"Çeşitli renklerde..." âyeti, balın kırmızı, beyaz, sarı, katı, daha sıvı gibi çeşitlerini kastetmektedir. Ana bir, fakat yavrular farklı farklıdır. İşte bu, gıdaların çeşitliliğine göre ilâhî kudretin balı çeşit çeşit kıldığının delilidir. Tıpkı arıların kondukları yerlerin farklı oluşuna göre ballarının da farklı tadı vermesi gibi. İşte Hazret-i Zeyneb'in, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: "Bu balı yapan arılar Urfut (Muğaylan) ağacından yemiş Buhârî. Tnlâk 8. Hivel 12: Müslim, Tplâk 21: Ebû Dâvûd, Eşribe II: Müsned, VI, 59. söylerinin anlamı budur. O, bu sözlerini balın kokusunu mağafir kokusuna benzetmesi münasebetiyle söylemişti.

3. Baldaki Şifa:

Yüce Allah'ın:

"Onda, insanlar için şifa vardır" âyetindeki zamir, Cumhûrun görüşüne göre bala aittir. Yani, balda insanlar için şifa vardır. İbn Abbâs, el-Hasen, Mücahid, ed-Dahhâk, el-Ferrâ' ve İbn Keysan'dan gelen rivâyete göre, zamir Kur'ân-ı Kerîm'e racidir. Kur'ân-ı Kerîmede insanlara şifa vardır, demektir en-Nehhâs der ki: Bu, güzel bir açıklamadır. Yahut da, size anlattığımız bunca âyet ve kesin delillerde insanlar için bir şifa vardır anlamındadır. Balda şifa vardır, diye de açıklanmıştır. Bu açıklama da aynı şekilde açıkça anlaşılan bir açıklamadır Çünkü, tedavide kullanılan macun ve içeceklerin pek çoğunun aslı baldandır. Kadı Ebû Bekir

İbnu'l-A'râbî der ki: Zamirin Kur'ân-ı Kerîm'e ait olduğunu söyleyenlerin görüşü bana göre uzak bir ihtimaldir. Onlardan bu görüşün sahih olarak nakledildiği görüşünde değilim. Bu görüş, naklen sahih olsa dahi, akten sahih değildir. Çünkü, bütün açıklamalar bat ile ilgilidir. Burada Kur'ân-ı Kerîm'den söz edilmemektedir.

İbn Atiyye der ki: Cahil bazı kimseler, bu âyet-i kerîme ile Ehli Beyt ile Haşimoğullarının kastedildiği kanaatindedirler. Arı diye bunlar kastedilmektedir. İçecek ise, Kur'ân-ı Kerîm ve hikmettir. Bu cahillerden birisi bunu, Abbasi hükümdarı Ebû Cafer el-Mansur'un meclisinde sözkonusu ettiğinde, orada hazır bulunanlardan birisi şöyle demiş: Allah senin yiyecek ve içeceğini Haşimoğullarının karınlarından çıkanlar kılsın emi. Bu sözleriyle hazır bulunanları güldürdüğü gibi, öbür iddiayı ileri süren kişi de şaşırıp kaldı ve bu sözünün de ne kadar gülünç olduğu ortaya çıkmış oldu.

4. Balın Şifa Oluşu ile İlgili İlim Adamlarının Görüşleri:

Yüce Allah'ın:

"Onda, insanlar için şifa vardır" âyetinin, genel ve kapsamlı olup olmadığı hususunda görüş ayrılıkları vardır. Bir kesim, bu âyetin her durum ve herkes için umumî olduğu görüşündedir. Mesela, İbn Ömer'den rivâyet edildiğine göre o, herhangi bir yara veya başka bir şeyden şikâyet edip rahatsızlandı mı, mutlaka onun üzerine bal koyardı. Hatta, vücudunda bir yer irin toplayacak olursa, onun üzerine bile bal sürerdi.

en-Nakkâş, Ebû Vecra'den, bah sürme olarak gözlerine çektiğini, balın ishal yapıcı olarak kullanıldığını ve bal ile tedavi olduğunu nakletmektedir. Rivâyete göre, Avf b. Malik el-Eşcaî, hastalanınca ona sana ilaç vermeyelim mî diye sorulunca o da bana su getirin demiş. Çünkü yüce Allah:

"Ve Biz gökten bereketli bir su indirdik" (Kaf, 50/9) diye buyurmaktadır. Sonra da: Şimdi de bana bal getirin, demiş. Çünkü yüce Allah:

"Onda insanlar için şifa vardır" diye buyurmuştur. Bir de bana zeytinyağı getirin. Çünkü yüce Allah:

"Mübarek bir ağaçtandır" (en-Nûr, 24/35) diye buyurmaktadır. Ona bütün bu dediklerini getirdiler, hepsini birbirine karıştırıp içtf ve iyileşti.

Kuru ilim adamı da: Bu âyet umumîdir. Sirke ile bal karıştırılıp birlikte pişirilecek olursa, bütün hastalıklara karşı her durumda kendisinden yararlanılabilecek: bir tedavi karışımı olur.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Bu, hususî bir mana ifade ermektedir. Her hastalıkta ve herkeste umumî olarak şifa olmasını gerektirmemektedir. Aksine bu, şifa verdiğine dair bir haberdir. Tıpkı diğer İlaçların kimi kimselerde ve bazı hallerde şifa olmaları gibi; o da öyle bir şifadır. Âyet-i kerîme balın bir ilaç olduğunu haber vermektedir. Çünkü bal, çokça şifa veren birşeydir. Gerek içilerek, gerek macun halinde kullanılan bütün ilaçlarda bir karışım ve bir yardımcı unsurdur. Buv ilk olarak tahsis edilen umumî bir lâfız da değildir. Kur'ân-ı Kerîm, bu kabilden ifadelerle doludur. Arap dilinde de hususi bir mana ifade eden, umumi lâfızlar, umumi bir mana ifade eden hususi lâfızlar çokça kullanılır.

Bu âyetin, umuma delalet etmediğini gösteren hususlardan birisi de "şifa" kelimesinin olumlu bir cümle içerisinde nekire (belirtisiz) olmasıdır. Dilcilerin ve ilim ehlinin muhakkıkları ile, çeşitli usul âlimlerinin ittifakı ile böyle bir ifade umum teşkil etmez. Ama, sıdk ve azimet ehli bir kesim bu âyeti umumî ifadesiyle kabul etmişler ve bütün ağrı ve hastalıklar için bal vasıtasıyla şifa aramışlardır. Kur'ân-ı Kerîm'in bereketi ve sağlam tasdik ve yakînleri sayesinde de hastalıklarından şifa buluyorlardı. İbnü’l-Arabî der ki: Kimin niyeti zayıf düşer ve onun adet ve alışkanlıkları dini yakinine galip getirse o, bu âyeti tabiplerin sözlerine göre anlamaya çalışır. Halbuki hepsi de dilediğini yapanın hikmetlerindendir.

5. Bal insanlara Nasıl Şifadır:

Bir kimse: Biz, balın faydalı olduğu kimseleri de gördük, zarar verdiği kimseleri de gördük. Bal nasıl olur da bütün insanlara şifa olabilir? diyecek olursa, ona şöyle cevap verilir: Su, her şeyin hayatının sebebidir. Halbuki biz, suyu bedendeki bir rahatsızlık halinde kullanılması gereken şeklin zıddına kullanıldEgı taktirde, sudan ölen kimseleri de gördük. Bununla birlikte içilen ilaçların birçoğunda balın şifa verici olduğunu da gördük. Bu anlamdaki bir açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır.

Doktorlar, "sikencübîn" denilen ilacın, heıtürlü hastalıkta genel olarak faydalı olduğunu söz birliği halinde söylüyor ve öve öve bitiremiyorlar. Bunun aslı İse, baldır. Sair macunlar da böyledir. Üstelik Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bu konudaki müşkil ve rahatsızlık verici hali sona erdirmiş ve ihtimal anlamını ortadan kaldırmış bulunuyor. Hazret-i Peygamber, karnındaki bir rahatsızlıktan şikâyet eden kimseye bal içmesini emretmesi üzerine, bu rahatsız kişinin kardeşi, Hazret-i Peygamber'e, bal içtiğinden dolayı daha bir ishal oldu, diye haber verince, Hazret-i Peygamber, yine bal içmeye devam etmesini emretti ve sonunda iyileşti. Hazret-i Peygamber de: "Allah doğru söylemiştir, fakat kardeşinin karnı yalan söyledi." Buhârî, Tıb 4. 24: Müslim, Selam 91: Tirmizî, Tıb 31: Müsned, III. 19, 20.

6. İshal ve Bazı Rahatsızlıklara Karşı Bal:

Zındık doktorlardan kimisi, bu hadise itiraz ederek şöyle demiştir: Tabîbler, balın ishal yaptığım itifakla kabul etmişlerdir. Nasıl olur da ishal olan bir kimseye bal tavsiye edilebilir?

Buna cevap: Bu söz, Peygamberine tam bir tasdik ile inanan kimse için bizatihi haktır. Bu kimse, Peygamberin tayin ettiği ve emrettiği şekilde samimi bir niyet ile ve inanarak balı kullanacak olursa, hiç şüphesiz onun menfaatini görür ve bereketinden yararlanır. Tıpkı hadiste sözü geçen bal içen bu kimse ve başkalarının karşı karşıya kaldığı gibi.

Tabiplerin bu hususta nakledilen ittifaklarına gelince, bunun ittifakla kabul edilen bir husus olduğunu söyleyen kimse bilgisizliğini ortaya koymaktadır. Çünkü o bu konuda herhangi bir kayıt getirmemiş ve mutlak bir ifade kullanmıştır Oysa İmâm Ebû Abdullah el-Mazerî der ki: Şunun bilinmesi gerekir ki: İshal, pekçok sebeplerden dolayı arız olur. Kimi ishal, çokça yemekten ve ishal yapıcı şeylerden meydana gelir. Doktorlar, böyle bir ishale karşı kullanılacak ilacın kişiyi tabiatıyla ve ondaki etkileriyle başbaşa bırakmasından ibarettir. Eğer onun bu tabii durumu ishale karşı yardımcı bir tedaviye gerek duyulursa, gücü kaldığı sürece bu konuda ona yardıma olunur. Çünkü bu durumdaki birisinin ishalini durdurmak zararlıdır, derler. Bu husus açıklık kazandığına göre şöyle deriz: Hadiste sözü geçen kimsenin, karnını tıka basa doldurmasından ve çokça yemesinden dolayı ishal olma ihtimali vardır. Bu bakımdan, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona bal içmesini emretti. İshal olmasın: gerektiren maddî sebep tamamiyle yok oluncaya kadar bal içmeye devam etmesini söyledi. Sonunda ishali durdu ve böylelikle bal içme ona uygun gelmiş oldu. Bu, bizzat tıp mesleğiyle teshir edilen birşey olduğuna göre. o halde bu mesleğe İstinaden itiraz eden kimsenin cahilliği ortaya çıkmış olur (el-Mazerî devamla) der ki: Biz, doktorların onu tasdik etmesi suretiyle Peygamberimizin söylediği bir sözü güçlendirme yoluna gidecek değiliz. Aksine, doktorlar onu yalanlamaya kalkışacak olursa, biz de onları yalanlarız ve onanın kâfirliklerini dile getiririz. Diğer taraftan Peygamberimizi de tasdik etmekleri geri durmayız, Eğer, söylediklerinin doğruluğunu müşahedeler ile bize ispat etmeye kalkışacak olurlarsa, o takdirde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın sözünü uygun şaliyle tevil etmek ve sahih bir şekilde onu açıklamak yoluna gideriz. Çünkü onun hiçbir şekilde yalan söylemediğinin delilleri açıkça ortadadır.

7. Tedavinin Hükmü İle İlgili Açıklamalar:

Yüce Allah’ın:

"Onda insanlar için şifa vardır" âyetinde, ilaç İçmek ve buna benzer vesilelerle ilaç kullanmanın câiz olduğuna delil vardır. İleri gelen ilim adamlarından bunu mekruh gören kimselerin kanaatine muhalif olmakla birlikte bu böyledir, Aynı zamanda bu âyet, bir kimsenin ancak başına gelecek bütün belâlara razı olması ile veliliğinin tamam olabileceğine ve böyle bir kimsenin tedavi yoluna başvurmasının câiz olmadığını söyleyen sufilerin görüşlerini de reddetmektedir. Tedavi olmayı inkâr edip kabul etmeyenlerin bu tutumlarının bir anlamı yoktur.

Sahih hadiste, Hazret-i Câbir'den rivâyete göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "Her bir hastalığın bir ilacı vardır. O hastalığın ilacı isabet etti mi, Allah'ın imiyle İyileşir." Müslim, Selâm 6Ç>: Müsned, III, 335

Ebû Dâvûd ve Tirmizî de, Usame b. Şureyk yoluyla gelen şöyle bir rivâyeti kaydederler. Usame dedi ki: Bedevi Araplar, Ey Allah'ın Rasulü, tedavi olmayalım mı? dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Olun ey Allah'ın kulları! Tedavi olunuz. Çünkü Allah, ne kadar hastalık koyduysa, mutlaka onun için de bir şifa veya bir ilaç koymuştur. Tek bir hastalık müstesna." Ey Allah'ın Rasulü, o hangisidir? dediler. O: "Yaşlanmak" diye buyurdu. Bu lâfız Tirmizî'nindir. Tirmizî: Hasen, sahih bir hadistir demiştir. Ebû Dâvûd, Tıb 1; Tirmizî, Tıb 2; Müsned, IV. 27

Tirmizî'nin Ebû Huzâme'den rivâyetine göre o da babasından, şöyle dediğini nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle sordum: Ey Allah'ın Rasulü! Okuduğunuz bir rukye (dua, zikir), kendisiyle tedavi olduğunuz bir ilaç ve bizim herhangi bir sakınmamız, acaba Allah'ın kaderinden bir şeyi geri çevirir mi, ne dersin? Hazret-i Peygamber: "Bu da Allah'ın kaderindendir" diye buyurdu. Tirmizî, Tıb 21; İbn Mâce, Tıb 1; Müsned, III. 421. Tirmizî der ki: Bu, hasen bir hadistir. Ve Ebû Huzâme'nin bundan başka bir hadisi de bilinmemektedir. Tirmizî, Tıb 21 de: "Ebû Huzâme'nin babasından.,, diye bundan başka bir rivnyeti bilinmemektedir" şeklindedir. Nitekim Müsned, IIL 421de ondan geddiği kaydedilen rivâyetlerin hepsi de hadisin değişik senedlerle rivâyetinden ibarettir.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sizin ilaçlarınızın herhangi birisinde eğer hayır namına birşey varsa, bu ya bir hacamat bıçağının açtığı bir yarada, yahut bir içim balda, yahut da bir ateş ile dağlamadadır. Bununla birlikte ben, dağlanmayı pek sevmiyorum." Buhârî, Tıb 4; Müslim, Selam 71: Müsned, III.343. Bu hadisi, Sahih (-i Buhârî ve Müslim) rivâyet etmiştir,

Bu konudaki hadisler, sayılmayacak kadar pek çoktur. Tedavinin ve rukye yapmanın mubah olduğunu ilim adamlarının Cumhûru kabul etmiştir.

Rivâyete göre İbn Ömer, yüzünün bir tarafına isabet eden hafif bir felç dolayısıyla dağlanmış ve akrep sokmasından dolayı rukye ile tedavi olmuştur Muvatta’, Ayn 14

İbn Sîrin'den nakledildiğine göre, İbn Ömer, çocuklarına tiryak içirirmiş.

Malik de: Bunda bir beis yoktur demiştir. Ancak, bunların mekruh olduğu görüşünde olanlar, Ebû Hüreyre'nin naklettiği şu rivâyetini delil gösrerirler, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bir millet, küçüğü ile büyüğü ile cennete girmiştir. Bunlar (dünyada) ne kendilerine rukye yapılmasını isterler, ne dağlanırlar, ne herhangi bir şeyin uğursuzluğuna inanırlardı. Bunlar. Rabblerine tevekkül ederlerdi," Hadisi bu lâfzıyla teshil edemedik. Ancak Hazret-i Peygamber bu ümmetten olup hesapsız girecek yetmişbin kişiden söz ettiğinde; bunların nitelikleri sorulunca, burada kaydedilenleri zikreden rivâyetler1 vardır: Buhârî, Tıb 17. 42, Rikak 50; Müslim, İmar 371. 372. 374: Tırmizî. Sıl;Hit'l-Kıv:İme 16: Müsned. I, 4ül. 403, 451.

Bu kanaati savunanlar derler ki: O halde mü’mine düşen Allah'a güvenerek, O'na tevekkül ederek, O'na dayanarak ve yalnız O'na yönelerek bu gibi şeyleri terketmektir. Çünkü yüce Allah, kişinin hastalıklı günlerini de, sağlıklı günlerini de bilmiştir. Bütün insanlar bunu azaltmaya, ya da arttırmaya bütün gayretleriyle çalışacak olsalar dahi buna güçleri yetmez. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"İster yeryüzünde, ister nefislerinizde meydana gelen herbir musibet, mutlaka Bizim onu yaratmamızdan önce o bir kitaptadır." (el-Hadid, 57/22)

Bu kanaate sahip olanlar arasında fazilet sahibi ve esere (rivâyete) bağlilıklarıyla meşhur bir topluluk da vardır. Aynı zamanda bu, İbn Mes'ûd'un ve Ebû'd-Derda'nın da -Allah ikisinden razı olsun- görüşüdür.

Osman b. Affan, vefatıyla sonuçlanan hastalığında Abdullah b. Mes'ûd'un yanına gelmiş. Hazret-i Osman ona: Şikâyetin ne diye sormuş. O, günahlarım diye cevap vermiş. Hazret-i Osman, canın birşey çekiyor mu diye sormuş. O, Rabbimin rahmetini, diye cevap vermiş. Hazret-i Osman: Sana doktor çağırmayayım mı diye sorunca, o da; zaten beni hastalandıran o tabibtir diye cevap vermiş... hadisin geri kalan kısmı ileride bütünüyle, yüce Allah'ın İzniyle et-Vakıa Sûresi'nin faziletine dair açıklamalar sırasında (bk. el-Vâkıa, 56. SÛRE'nin mukaddimesi) gelecektir.

Veki' dedi ki: Bize, Ebû Hilâl, Muaviye b. Kurra'dan anlattı, Muaviye dedi ki: Ebû'd-Derda hastalandı Onu ziyarete gittiler ve: Sana bir tabib çağırmayalım mı dediler, o, beni yatağa düşüren tabiptir dediler -Kabi' b. Haysem de bu görüştedir- Saîd b. Cübeyr rukye yapmayı mekruh görmüştür. el-Hasen de süt ve bal dışında bütün ilaçların içilmesini mekruh görürdü.

Ancak birinci görüşü benimseyenler, hadis ile ilgili olarak; bunda tedavi olmamaya dair bir delil bulunmadığını söyleyerek cevap vermişlerdir. Çünkü, bu konuda Hazret-i Peygamber’in, mekruh olan bir dağlama türünü kastetmiş olma ihtimali vardır. Zira, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ahzab gününde isabet aldığı ok dolayısıyla kolunun dağlanmasını emir buyurup şöyle demiştir: "Şifa üç şeydedir." Az önce geçtiği gibi. Diğer taraftan Hazret-i Peygamber rukye ile tedaviden Allah'ın Kitabı'nda olmayan şeyleri okumak ile tedavi yoluna gitmeyi kastetmiş olabilir. Çünkü yüce Allah, ileride açıklaması geleceği üzere:

"Kur'ân'dan mü'mînler için bir şifa ve rahmet olanı kısım kısım indiririz" (el-İsra, 17/82) diye buyurmaktadır. Kendisi de ashabına rukye yapmış ve onlara rukye yapmalarını da emretmiştir. İleride geleceği üzere

8. Balda Zekât:

Malik ve mezhebine mensup bir grup ilim adamının kanaatine göre bal her ne kadar yenilen ve gıda olarak kullanılan bir mahsul ise de onda zekat yoktur. Bu konuda Şâfiî'nin Farklı görüşleri vardır. Yeni mezhebinde kesin alarak ifade ettiği husus, balda zekât olmadığıdır. Ebû Hanîfe ise, az olsun, çok olsun balda zekâtın vacîb olduğu görüşündedir. Çünkü ona göre balda nisab şartı yoktur, Muhammed b. el-Hasen de şöyle demiştir: Rai, sekiz feraka' Bir fenik (ya &,v. Sirk): Oiuılh ntd kjıdcır olun yani İÜ kg'a denk bir küptür. Bağdat (ya da kak) rıtlı 408 gr, Mısır rıtlı ise yaklaşık 430 gr.dır. (Dr. Vehbe el-Zuhaylî. el-Fıkhu'l-İslâmî, I. 75). M. Necımıddin el-Kürdî'nîn incelemesine göre ise bir Bağdat Rıtlı 401.143 rl1, Mısır rıtlı ise 449.28 gr.dır (el-Kürdî, Şer’i Ölçü Birimleri.... s. 203) l;eı:ık'in on:üti rıtıl olduğunu d;i İbnu’l-Esir (en-Nihâye, III. 196uten naklen belirtmektedir, (s. 159) Bunu göre merhum müfessirmizin ~bir feıak'ıo omz;ıltı Irnk rırlt olduğunu" söylemesinde bir ynnılnın sözkonusu olmalıdır ulaşmadıkça ona zekât düşmez. Bir terak ise otuzaltı İrak rıtlına tekabül eder.

Ebû Yûsuf da der ki: Her on tulumda bir tulum zekât düşer. Bu görüşünde, Tirmizî'nin İbn Ömer'den yaptığı rivâyeti delil gösterir, İbn Ömer dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Balın, her on tulumunda bir tulum zekât vardır." Ebû Îsa (et-Tirmizî) dedi ki: Bu hadisin İsnadı tenkid edilmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bu hususta sahih pek birşey bulunmamaktadır. İlim ehlinin çoğunluğunun kanaatine göre de uygulama buna göredir. Ahmed ve İshak da bu görüştedirler. Bazı âlimler de bala zekât düşmez demişti Tirmizî, Zekat 9

9. Düşünen Topluluklar:

"İşte bunda da düşünen" yani ibret alan

"bir topluluk için elbette bir âyet vardır." Arı üzerinde dikkatle düşünmek ve onun bu hayret verici durumları üzerinde inceden inceye tefekkür etmek, bu ibretin bir parçasıdır. Bünyesinin zayıflığına rağmen ona bu incelikli sanatı ilham edenin, farklı durumlarında maharetli bir şekilde çeşitli yollara başvurma ilhamını verenin kesin olarak yüce Allah olduğuna kesinlikle inanılır. Tıpkı;

"Rabbin bal arısına şunu vahyetti..." âyetinde dile getirildiği gibi. Diğer taraftan arı, ekşi, acı, tatlı, tuzlu ve hatta zararlı otlardan bile yemektedir. Şanı yüce Allah ise bunları tatlı ve şifalı bir bal halinde yaratmaktadır. İşte bunda da O'nun yüce kudretine bir delil vardır.

70

Sizi Allah yarattı. Sonra sizi O öldürecek. İçinizden kimi ömrünün en kötü zamanına kadar geri götürülür. Bildikten sonra hiçbirşeyi bilmez olsun diye. Şüphesiz Allah, herşeyi bilendir, herşeye gücü yetendir,

"Sizi Allah yarattı. Sonra sizi O öldürecek." Bu âyetin anlamı açıktır

"İçinizden kimi, ömrünün en kötü zamanına kadar geri götürülür."

Yani, en geri ve en aşağı haline kadar geri götürülür. Şöyle de açıklanmıştır: Yani, gücünün azaldığı, aklının azaldığı bir hale gelir; bunaklık ve benzeri hallere kadar düşer. İbn Abbâs der ki: Bundan maksat, ömrün en aşağı derecesidir. Yani, aklı ermeyen küçük çocuk gibi olur. Anlamlar birbirlerine yakındır.

Buhârî'nin Sahih'inde Enes b. Malik'in şöyle dediği kaydedilmektedir; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah'a sığınır ve şöyle derdi:

"Allah'ım, tembellikten sana sığınırım, korkaklıktan sana sığınırım, yaşlanıp kocamaktan sana sığınırım, cimrilikten sana sığınırım," Buhârî, Tefsir 16. süre 1, Deavat 42: Müslim, Zikr ^, ^2: Ebû Dâvûd, Vitr 32; Nesâî, İstıfze 6; Müsned, m. III 113 117

Sa'd b. Ebi Vakkas’ın rivâyet ettiği hadiste de Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ömrün en kötü zamanına geri döndürülmekten de sana sığınırım." Buhârî, Cihad 25, Deavat 41, 44; Nesâî, İstiaze 5, 6, 27: Müsned, I. 183. 186. Bu hadisi de Buhârî rivâyet etmiştir.

"Bildikten sonra hiçbir şeyi bilmez, olsun diye." Yani, tekrar çocukluk haline dönüp bundan önce bitmiş olduğu şeyleri, aşın yaşlılıktan dolayı bilmez hale gelsin diye. Mü’min hakkında böyle bir durumun sözkonusu olmayacağı söylenmiştir. Çünkü mü’minden bilgisi çekilip alınmaz. Manası: ilim sahibi iken, hiçbir şey ile amel edemesin şeklinde olduğu da söylenmiştir. Burada amelden ilim diye sözedilmiştir. Çünkü amelin ilme ihtiyacı vardır. Diğer taraftan, yaşlılığın, kişinin ameline etkisi, ilmindeki etkisinden daha ileri derecededir.

Âyette, anlatılmak istenen ise, öldükten sonra dirilişi inkâr edenlere karşı delil getirmektir. Yani kişiyi bu hale geri döndüren, onu öldürmeye, sonra da tekrar diriltmeye de kadirdir.

71

Allah, rızık hususunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. Üstün kılınanlar, -hepsi bu rızıkta eşit olmak üzere- rızıklarını ellerinin altındakilere geri vermezler. O halde bunlar, Allah'ın nimetini bilerek mi inkâr ediyorlar?

"Allah, rızık hususunda kiminizi kiminizden üstün kıldı." Yani, kiminizi zengin, kiminizi fakir, kiminizi hür, kiminizi köle kıldı.

Rızık hususunda

"üstün kılınanlar... rızıklarını ellerinin altındakilere geri vermezler." Yani, efendi, mal bakımından köle ile sahibi eşit olsun diye kendisine rızık olarak verilen herhangi bir şeyi, kölesine vermek istememektedir.

Bu, yüce Allah'ın, puta tapanlara verdiği bir misaldin Yani sîzin köleleriniz, sizinle eşit olmadığına göre, nasıl benim kullarımı bana eşit kılıyorsunuz? Sahip oldukları kölelerinin kendi mallarında ortaklıkları sözkonusu olmadığına göre, onların da Allah'a ibadette O'nun dışındaki putları, heykelleri ve onların dışında kendilerine tapınılan melekler ve peygamberleri -halbuki hepsi de Allah'ın kulları ve yaratıklarıdır- oıtak koşmaları da câiz olamaz. Bu anlamdaki açıklamayı Taberî naklettiği gibi, İbn Abbâs, Mücahid, Katade ve başkaları da bu şekilde açıklamışlardır.

Yine İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre, bu ayet-i kerîme Mecran lırisliyanları hakkında inmiştir. Onlar, Îsa Allah'ın oğludur deyince, yüce Allah onlara; "Üstün kılınanlar... rızıklarım ellerinin altındakilere geri vermezler" âyetini indirdi. Yani efendi, sahip olduğu kölesine, efendi ile köle malda eşit olsun diye rızkını, malını geri vermediğine göre, siz nasıl olur da kendiniz için razı olmadığınız bir hususa Benim için rıza gösteriyor ve böylelikle kullarım arasından oğlumun olduğunu iddia ediyor?

Bunun bir benzeri de ileride gelecek olan: "(Allah) size kendi nefislerinizden bir misal getirdi. Size rızık olarak verdiklerimizle eliniz altındaki kölelerinizin size ortak olup, o rızıkta hep birlikte eşit olmayı ve kendiniz gibi hür olan diğer ortaklarınızdan çekindiğiniz gibi onlardan da çekinmeyi kabul eder misiniz?" (er-Rûm, 30/28)

Bu âyet aynı zamanda biraz sonra geleceği gibi, kölenin mülk edineni eyeceğine delildir.

72

Allah, sizin için kendi nefislerinizden eşler yarattı. Eşlerinizden de size oğullar ve torunlar yarattı. Sizi güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdı. Şimdi onlar batıla inanıyorlar da Allah'ın nimetlerini inkâr mı ediyorlar?

"Allah, size kendi nefislerinizden eşler yarattı" âyetindeki, önceden geçtiği gibi

"yarattı" anlamındadır,

"Kendi nefislerinizden eşler" âyeti ile Hazret-i Âdem'i ve ondan Havva'yı yaratmış olduğunu kastetmektedir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: O, sizlere kendi nefislerinizden, yani, kendi cins ve türünüzden ve sizin hilkatiniz gibi eşler yarattı.

"Yemin olsun ki, size, kendi nefislerinizden (içinizden) öyle bir peygamber gelmiştir ki..," (et-Tevbe, 9/128) âyeti da bunun gibidir. Yani, sizin gibi Âdemoğullarından bir peygamber... demektir.

Bu âyet ile cinlerle evlenip onlarla birlikte ilişki kurduklarına inanan Arapların kanaatleri reddedilmektedir. Öyle ki, Amr b. Hind'in, cinlerden bir Gul ile evlendiği ve onu görüp de ürkmesin diye şimşeğe karşı gizlediği rivâyet edilmiştir. Gecenin birisinde şimşek parlayıp bu Gul, bunu görünce,

Amr demiş ve kaçıp gitmiş; bir daha da onu görememişti. Bu, bu gibi şeylere İnanan Arapların uydurdukları yalanlardandır. Yüce Allah'ın hüküm ve hikmeti açısından bunlar mümkün görünse bile; böyledir.

Bu âyet, aynı zamanda cinlerin varlığını inkâr eden, onların yemek yemelerini imkânsız kabul eden filozofların kanaatlerini de reddetmektedir.

"Eşler"den kasıt, erkeğin eşidir. Bu da onun gibi olan ikinci tür demektir. Çünkü erkek, tek başına bir tektir. Ona eşi eklenince bu sefer çift olurlar. Eşin, bu âyette kadına değil de erkeğe izafe edilmesi, -önceden de geçtiği gibi- erkeğin varlıkta kadının aslını teşkil etmesinden dolayıdır.

"Eşlerinizden de size oğullar ve torunlar yarattı” âyeti ile ilgili açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağım

1. Çocukların Anneye İzafe Edilmelerinin Anlamı:

Yüce Allah'ın:

"Eşlerinizden de size oğullar ve torunlar yarattı" âyeti, oğulların nimet olarak sayıldığı hususunda açıktır. Oğullar ise, erkek ve zevcesinden dünyaya gelir. Ancak doğan yavru, annede yaratılıp ondan ayrıldığı için burada eşlere izafe edilmişlerdir. Bundan dolayı kölelikle dev hürriyette de çocuk anneye tabidir ve mal olup olmamak bakımından da annesi gibidir.

İbnü'l-Arabî der ki: Ben, Medinetü's-Selam’da Hanbelî mezhebi mensuplarının İmâmı olan Ebû’l-Vefa Ali b. Akil'i şöyle derken dinledim: Mat oluş bakımından çocuk annesine tabidir. Kölelik ve hürriyet hususunda da annenin hükmünü alın. Çünkü çocuk, hiçbir kıymeti ve mali hiçbir değeri, hiçbir faydası olmayan bir nutfe olarak babadan ayrılır. O, ne kazanmışsa, annesi ile ve annesinden kazanmıştır. İşte bundan dolayı annesine tabi olur. Tıpkı bir kimse, bir başkasının toprağında bir hurma yiyip, yediği hurmanın bir çekirdeğinin de elinden yere düşmesi, sonra da bu çekirdeğin bir hurma ağacı olması halinde olduğu gibi. Böyle bir ağaç, ümmetin icmaı ile yiyenin değil, arazi sahibinin mülküdür. Çünkü bu çekirdek, yiyenden kıymetsiz bir şey İken ayrılmıştır

2. Torunlar ve Yardımcılar:

" Ve torunlar yarattı" âyeti ile ilgili olarak, İbnü’l-Kasım, Mâlik’ten rivâyetle şöyle demektedir: Ben, Malik'e, yüce Allah'ın:

"Oğullar ve torunlar" âyeti hakkında sordum da o, şöyle dedi: Burada geçen "halede (mealde; torunlar)" görüşüme göre hizmetçiler ve yardımcılar demektir. İbn Abbâs'tan da, yüce Allah'ın bu âyeti ile ilgili olarak, bunlar yardımcılardır, sana yardımcı olan herkes; Senin hafidin olur" dediği rivâyet edilmiştir. Ona: Peki, Araplar böyle bir kullanımı biliyorlar mı diye sorunca, o: Evet bilirler ve kullanırlar da; diye cevap verdikten sonra, şairin şu beyitini hiç duymadınız mı, diye sormuştu:

"Hizmetçiler, çevrelerinde çabucak hizmete koşuştular

Ve develerin yuları da ellerine teslim edildi."

el-A'şâ da şöyle demiştir:

"Develere şarkı söyleyenler, arkalarından hızlıca koştuklarında, ben onları

Henüz hamile kalmamış develerime karşılık, Yemenli dişi develerle yükümlü tuttum."

İbn Arefe der ki: Araplara göre "hafede" yardımcılar demektir. Bir kimse, bir İşi itaatle ve çabucak yaparsa, ona "hâfid" denilir. Kunuî duasında geçen Sana doğru koşarız ve çabucak senin hizmetine geliriz" ifadesi de buradan gelmektedir. "Hatedân" da, hızlıca gelmek demektir.

Ebû Ubeyd der ki: "HafcT, çalışmak ve hizmet etmek demektir. el-Halil b. Ahmed de der ki: Araplara göre "hafede", hizmetçiler demektir. Mücalıld de böyle demiştir. el-Ezherî ise şöyle demiştir: Hafede'nın, oğulların oğulları (torunlar) olduğu da söylenmiştir. Bu açıklama İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir. İki kızkardeş anlamında olduğu da söylenmiştir. Bunu İbn Mes'ûd, Alkame, Ebû'd-Dulıâv Saîd b. Cübeyr ve İbrahim söylemişlerdir. Şairin şu beyitleri bu kabildendir:

"Nefsim eğer bana itaat etseydi, hiç şüphesiz onun

Çokça sayıda hafedleri olurdu.

Bu beyitin "Nefsim bana İtaat etseydi eğer; Onun hizmetçisi olurdu; hem bu büyük bir iş sayılmaz" şeklinde anlaşılması da mümkündür.

Fakat bu nefis hep bana karşı çıkıyor

kimselerin damat olmasından hoşlanmıyor, tiksiniyor."

Zır. Abdullah'tan şöyle dediğini rivâyet eder: Hafede, damatlardır. İbrahim böyle demiştir. Manalar birbirine yakındır. el-Asmaî der ki: Kadın tarafının erkek akrabalara "haten" denilir. Babası, kardeşi ve benzerleri gibi. "Sıhr" ise, her iki taraftan akrabalara denilir. Mesela, filan kişi filan oğullarının sihn oldu, onlarla sıhrî akrabalık kurdu denilir. Abdullah'ın: "(Hafede) kadın yoluyla akrabalar demektir" sözünün ise, her iki anlama gelme İhtimali vardır. Onun bu sözleriyle hem kadının babasını (kayınpederi) kastetmiş olma ihtimali vardır, hem de buna benzer diğer akrabalarını kastetmiş olabilir. O, size eşlerinizden oğullar ve başkalarıyla evlendireceğiniz kızlar da yaratmıştır, böylelikle sizin bu kızlarınız sebebiyle damatlarınız olur, anlamını kastetmiş de olabilir. İkrime der ki: Hafede, kişiye çocukları arasından faydası dokunan kimseler demektir,

Bu kelimenin aslı; den gelmektedir ve bu da hızlıca yürümek için kullanılır. Küseyyir'ın, az önce de nakledilen:

"Hizmetçiler aralarında hızlıca gidip geldiler..."

Beyitinde olduğu gibi.

(.......) şekillerinin, hizmet ettim anlamında İki ayrı söyleyiş olduğu da söylenmiştir. Tekil ve çoğulu: Hizmetçi, hizmetçiler" şeklinde gelir. şeklinde de kullanılır.

el-Mehdevî der ki: "Hafede" kelimesini, hizmetçiler anlamında kabul edenler, takdiri kastederek, kendisinden önceki İfadelerden munkatı kabul ederler. Ve şöyle buyurulrnuş gibi değerlendirirler: "O, size hizmetçiler yarattığı gibi, eşlerinizden oğullar da yaratmıştır." Derim ki: el-Ezherî'nin ifade ettiği şekilde hafedenin çocukların çocukları demek olması, Kurân-ı Kerîmin zahirinden anlaşılandır. Hatta, Kur'ân-i Kerîm'in nassı bile bunu ortaya koymaktadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Eşlerinizden de size oğullar ve torunlar yarattık." Yüce Allah, bu âyetinde torunlar (hafede) ile oğulları eşlerden yarattığını ifade etmektedir.

İbnu'l-A'râbî der ki: Bence daha zahir (daha kuvvetli) olan, yüce Allah'ın;

"Oğullar ve torunlar" âyetinde kastedilen, oğulların kişinin sulbünden olma oğulları, torunların ise, ogulun oğulları olduğudur. Lâfzın kuvveti bakımından bundan da daha ötesi olmaz. Bu durumda âyet-i kerimenin takdiri şöyle olur: O, size eşlerinizden oğullar, oğullardan da torunlar yaratmıştır. Bu anlamdaki bir açıklamayı el-Hasen de yapmıştır.

3. Ev Hanımının Evinde Hizmet Etmesi;

Mücahid, İbn Abbâs, Mâlik ve dil bilginlerinin, burada geçen

"hafede"nin, hizmetçi ve yardımcılar demek olduğu şeklindeki görüşlerinden hareketle fer'i bir hüküm çıkarma yoluna gidersek, şunu söyleyebiliriz: Bu durumda çocuğun ve hunimin hizmet etmesi, en harikulade bir beyanla Kur'ân-ı Kerîm'den de anlaşılmış olmaktadır. Bunu İbnü'l-Arabî ifade etmektedir. Buhârî ve başkaları Sehl b. Sa'd'dan şöyle dediğini rivâyet ederler; Ebû Useyyid es-Saidi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kendi düğününe davet etti. Onlara hizmet eden onun hanımı idi.. Buhâri, Mik:îlı 71. 77. 78. Eşribe 7, Eyman 21: Müslim, Eşribe 86: İbn Mâce, Nikâh 24. Müsned, m, 498 Bu hadis, bundan önce Hud SÛRESİ'nde, (11/69-71. âyetler, 10. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Sahihte de, Hazret-i Âişe'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Kâ'be'ye göndereceği kurbanlık develerin gerdanlıklarını kendim ellerimle büktüm...! Buhâri Hacc 106, 111. Vekâlet 14: Müslim, Hacc 362, 364, 366, 369; Ebû Dâvûd, Menasik 16; Nesâî, Mendsik 66, 68; Müsned, VI. 78, 223, 238

İşte bundan dolayı ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: Evin hanımı; yatakları yapmak, yemek pişirmek ve evi süpürmek -kendi durumuna ve kendi durumundakilerin adetlerine uygun olarak- ile mükelleftir. Çünkü yüce Allah:

"Ondan da kendisinde sükûn bulsun dîye eşini yaratan O'dur" (el-A’raf, 7/189) diye buyurmaktadır. Âdeta yüce Allah, eşlerimizde sükun bulmayı, onlardan yararlanmayı ve adete göre bir çeşit hizmetlerinden faydalanmayı bir arada ihsan etmiş gibidir.

4. Kocanın Ev işlerinde Hanımına Yardımcı Olması:

Erkek, hafif hizmet işlerinde hanımına hizmet eder ve ona yardıma olur. Çünkü Hazret-i Âişenin rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, ev halkının işlerini görür, ezan sesini işitti mi de evden çıkardı. Buhâri, Fiân 44. Nafaka t 3, Edeb 40: Tirmizî, Sıfatu'l-Kiyfune 45: Müsned, VI, 49. 126. 206.

Malik'in görüşü de bu doğrultudadır O, erkek hanımına yardımcı olur, demiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ahlâki arasında, ayakkabısını dikmesi, evi süpürmesi, elbiselerinin söküğünü) dikmesi de vardı. Hazret-i Âişe'ye: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) evinde neler yapardı diye sorulunca, şöyle demişti: O da insanlardan bir İnsandır/Rendi elbisesini temizler, koyununun sütünü sağar ve kendi hizmetini kendisi görürdü Müsned, VI, 256

5. Erkeğin Hizmetçi Tutma Yükümlülüğü:

Erkek, yalnızca bir hizmetçinin masraflarını karşılar. Servet ve evinin durumuna göre daha fazlasının masraflarını karşılar da denilmiştir Çünkü bu, şeriatın aslî kaynaklarından birisi olan örf ile alakalıdır. Bedevi Arap kadınları ile çöllerde yaşamakta olan kadınlar, suyun ta (Ulaştırılması işlerinde, hayvan bakımlarında kocalarına hizmel eder, yardımcı olurlar. Şehirlerde yaşayan dar geçimli erkekler, hafif işlerde hanımına hizmet eder, ona yardımcı olur. Zengin olanlar ise, kocalarından hizmetçi isterler ve eğer böyle bir konumda İseler, kadınlar da kocaları gibi rahat yaşarlar. Şayet anlaşmazlığı gerektiren bir durum olursa ve kadın kocasına (hizmetçiyi) şart koşmuş ise, bu konuda kendisinin hiçbir şekilde kendi işlerini gören bir kimse olduğu bilinmediğine dair şahit tutar ve o takdirde koca da onun işlerini gördürmek üzere hizmetçi tutmayı kabul etmiş ise, buna göre hüküm verilir ve bu husustaki anlaşmazlık da ortadan kalkar.

"Sizi güzel ve temiz şeylerden" meyveler, tahıllar ve hayvanlardan "rızıklandırdı. şimdi onlar batıla" İbn Abbâs'ın açıklamasına göre putlara "inanıyorlar da Allah'ın nimetlerini" yani, İslâm'ı "İnkâr mı ediyorlar?"

73

Allah'ı bırakıp da kendilerine göklerden de, yerden de bir rızık vermek imkânı bulunmayan ve esasen (buna) güçleri yetmeyen şeylere taparlar.

74

Artık, Allah hakkında örnekler bulmaya kalkışmayın. Çünkü Allah bilir, siz bilmezsiniz.

"Allah'ı bırakıp da kendilerine göklerden de" yağmur suretinde

"yerden de" bitki suretinde

"hiçbir rızık vermek imkânı bulunmayan ve esasen" buna ve hiçbir şeye

"güçleri yetmeyen şeylere" putları kastetmektedir,

"taparlar."

el-Ahfeş der ki: Hiçbir" kelimesi, "rizikodan bedeldir. el-Ferrâ' der ki: Bu kelime, rızık kelimesi onda amel ederek nasb edilmiştir. Yani onlar, kendilerine hiçbir rızık verme imkânı bulamayan şeylere (putlara) taparlar.

75

Allah şöyle bir örnek verir: Hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının mülkiyetinde bulunan bir kul ile kendisine tarafımızdan güzel bir rızık verip de ondan gizli ve açık infak edip duran kişiyi. Bunlar hiç eşit olurlar mı? Hamd Allah'ındır. Ama onların çoğu bilmezler.

Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız;

1. Müşriklerin Sapıklıklarına Dair Bir Örnek:

"Allah şöyle bir Örnek verir" âyeti ile yüce Rabbimiz, müşriklerin sapıklıklarına dikkat çekmektedir. Bu âyet, kendisinden önce geçen yüce Allah'ın, üzerlerindeki nimetleri ile İlgili açıklamaları ve tapındıkları ilâhlarının bunları yapamadıklarına dair buyrukları ile, tam bir ahenk içerisindedir.

"Allah şöyle bir örnek verir" yani, şöyle bir benzetmede bulunur. Sonra, bu örneği sözkonusu ederek şöyle buyurmaktadır:

"... başkasının mülkiyetinde bulunan bir kul." Yani size göre, başkasının mülkiyeti altında bulunan ve kendi işi namına hiçbir şeye güç yetiremeyen bir köle ile kendisine güzel rızık verilmiş hür kimse bir olmadığı gibi, işte Ben de bu putlarla bir olmam.

Bu âyet-i kerimede misal gösterilen, bu nitelikte başkasının mülkiyetinde bulunan ne mal bakımından, ne de kendi işini görmek açısından, hiçbir şeye güç yetiremeyen ve efendisinin iradesi ve emri altında bulunan bir köledir.

Ayet-i kerimede bütün kölelerin bu nitelikte olmaları gereği anlaşılmamalıdır. Çünkü, olumlu cümle içerisinde gelen nekire (belirtisiz isim) önceden de geçtiği gibi, dil bilginlerince kapsayıahğı gerektirmemektedir. Sadece bir tek kişiyi ifade eder. Eğer bu nekire, emir yahut nehiyden sonra gelir veya bir mastara izafe edilmiş ise, o takdirde şayi1 (yaygın) genel bir anlam ifade eder. Mesela bir kimse: Bir adamı azad et ve hiçbir adamı da hakir düşürme ifadesinde nekire, emir ve nehiyden sonra gelmiştir. Mastar ise, bir köle azad etmek terkibi gibidir, O bakımdan, hangi köleyi azad ederse, bu bitabın sorumluluğunun dışına çıkmış (emri yerine getirmiş) olur ve böyle bir durumda bundan İstisna yapılırsa sahih olur.

Katade der ki: Bu, mü’min ve kâfire dair bir örnektir, Katade, bu açıklamasıyla, başkasının mülkiyetindeki kölenin, kâfir olduğu kanaatini ortaya koymaktadır. Çünkü böyle bir kâfir, yaptığı ibadetten âhirette hiçbir şekilde fayda görmeyecektir. Diğer taraftan,

"kendisine tarafımızdan güzel bir rızık verip de..." âyetinde de mü’minin kastedildiğini kabul etmektedir, Ancak, birinci görüş tevil bilginlerinin çoğunluğunun kabul ettiği görüştür,

el-Asam der ki: Burada başkasının mülkiyetindeki köleden kasıt, kimi hallerde efendisinden daha güzel bir yaratılış ve daha güzel yüze sahip olabilen ve bununla birlikte efendisinin önünde zilletle boyun eğen, ancak efendisinin izin verdiği şeylere güç yetirebilen bir kimsedir. İşte, yüce Allah misal vermek üzere bunu zikretmiştir. Yani, sizin ve kölelerinizin hali bu olduğuna göre, nasıl olur da cansız taşları yüce Allah'a, yaratmasında ve O'na İbadette ortak "kılıyorsunuz? Halbuki bu taşların aklı da ermiyor, hiçbir şey de işitmiyorlar.

2. Kölenin Mülk Edinmesi:

Müslümanlar, bu âyet-i kerîme ile bundan öncekinden, kölenin, mülkiyet konusunda hürden daha aşağı mertebede olduğunu ve mülkiyetine verilecek olsa dahi, hiçbir şeye malik olamayacağını anlamışlardır. Irak bilginleri derler ki: Kölelik, mülkiyete aykırıdır. O bakımdan köle, hiçbir durumda hiçbir şeye malik olamaz. Yeni mezhebinde Şâfiî'nin kabul ettiği görüş budur. el-Hasen ve İbn Şirin de böyle demişlerdir.

Onlardan kimisi dç şöyle demiştir: Köle mülk edinmekle birlikte mülkiyeti nakıstır. Çünkü, efendisi ne zaman islerse mülkiyetindeki şeyi ondan alabilir. Bu, Malik'in ve ona tabi olanların görüşüdür. Şâfiî'nin kadim mezhebindeki görüşü de, Zahiri mezheb bilginlerinin görüşü de budur. Bundan dolayı bizim (Maliki mezhebine mensup) ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: Zekât, keffaretler gibi malî ibadetler, efendisinin hizmetini kesmesini gerektiren hac, cihad ve buna benzer bedeni ibadetler köleye vacib değildir.

Bu meselenin faydası şudur: Kölenin, efendisi köleye bir cariyeyi mülk olarak verecek olursa, köle de kendi mülkü olarak o cariye ile ilişki kurabilir. Köleye efendisi, kırk koyunu mülk olarak verecek olup da üzerinden bir yıl geçecek olursa, o koyunların zekâtını vermek efendiye vacip değildir. Çünkü bu koyunlar başkasının mülküdür. Kölenin de zekâtlarını vermesi gerekmez. Çünkü kölenin mülkü istikrarlı bir mülkiyet değildir.

Irakî der ki: Kölenin bu durumda cariye ile ilişki kurması câiz olmaz. Zekât ise önceden olduğu gibi nisab miktarı malda efendiye aittir. Her iki kesimin lehine de bu meselenin delilleri hilaf (mezhepler arası görüş ayrılıkları, mukayeseli mezhepler hukuku) kitaplarında ele alınır. Bizim lehimize en açık delil, yüce Allah'ın:

"Allah sizi yaratan, sonra size rızık veren... dır." (er-Rûm, 30/40) âyetidir. Burada yüce Allah, rızık ve yaratma bakımından hür ile köleyi birbirine eşit kılmıştır, Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Kim, malı bulunan bir köleyi azad ederse..." Hadisin devamı şöyledir: "... efendi şan koşmadıkça, kölenin malı köleye aittir." Ebû Dâvûd, Itk Tirmizî, Buyû’ 25; İbn Mâce ilk. 8. Ayrıca Buhâri, Şirb 17; Müslim, Buyu 80: Ebû Dâvûd, Buyû’ 42 de yakın ifadelerle, Burada görüldüğü gibi, Hazret-i Peygamber malı köleye izafe etmiştir. İbn Ömer de, kölesinin kendi malından odalık edindiğini görür ve bu yaptığını ayıpla ma zdı. Rivâyete göre de İbn Abbâs'ın bir kölesi, hanımını iki talâk ile boşayınca, İbn Abbâs ona; mülkiyeti gereği (cariye olarak) onu geri almasını emretmişti. İşte bu da kölenin elinde bulunan şeylere malik olabileceğine ve efendisi ondan almadığı sürece, malikin kendi mümkündeki tasarrufları gibi tasarrufta bulunabileceğine bir delildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

3. Kölenin Hanımını Boşama Yetkisi:

Bazı ilim adamları, bu âyet-i kerimeyi kölenin boşama yetkisinin efendisinin elinde olduğuna ve cariyenin satılmasının da onu boşamak demek olduğuna delil göstermişlerdir. Bunu delil gösteren ilim adamları, yüce Allah'ın:

"Hiçbir şeye gücü yetmeyen" âyetine dayanırlar ve şöyle derler: Bu âyetin zahiri, kölenin hiçbir şeye güç yetiremeyeceğini ifade eder. Ne mülk edinebilir, ne de başka birşey. Bu âyet umumîdir ve öyle kalmıştır. Ancak bunun hilafına delâlet eden bir delilin bulunması hali müstesna. Ama bizim, İbn Ömer ve İbn Abbâs'dan naklettiğimiz hususlar bu konuda tahsis bulunduğuna delildir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır.

4. Rızkın Mahiyeti:

Ebû Mansur (el-Matûridî), akidesinde şöyle demektedir: Rızık, gıdalandıran ve gıdalandırmayı gerçekleştiren şeydir. Bu âyet-i kerîme ise, böyle bir tahsisi reddetmektedir. Aynı şekiMe yüce Allah'ın:

"Ve onlara verdiğimiz rızıklardan infak ederler" (el-Bakara, 2/3) ile

"Size verdiğimiz rızıktan infak edin" (el-Bakara, 2/254) buyrukları ve benzeri âyetler da böyledir. Yine Hazret-i Peygamber'in: "Benim rızkım mızrağımın gölgesi altında yaratıldı" Buhârî, Cihfld 88: Müsned, II, 50. 92 hadisi ile: "Ümmetimin azıkları atlarının toynaklarında ve mızraklarının sivri uçlarındadır" Kaynağını lesbît edemedik. hadisi de böyledir. Ganimet bütünüyle rızıktır. Kendisinden yararlanılması sahih (mümkün) olan herşey bir rızıktır. Rızkın bir takım dereceleri vardır. En üst derecesi gıda olarak besleyici olanıdır, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şu hadisi şerifinde de yararlanma yollarını şöylece zikretmektedir "Âdemoğlu, malım malım, der. Acaba yiyip de tükettiğin, yahut giyip de eskittiğin, ya da tasadduk edip de (Allah nezdinde) geçerli ecir olarak bıraktığın şeyden başka senin malın var mıdır?" Müslim, Zühd 3; Tirmizî, Zühd 31. Tefsir 102. Müsned, IV, l\.

Binek ve benzeri şeyler de giyimin kapsamına girer. Muhaddislerin sözleri arasında sema, -yani hadis dinlemek- bir rızıktır, denilmektedir ki, bu da doğrudur

5. Eşit Olmayan Örnekler ve Müşriklerin Cahilliği:

"Kendisine tarafımızdan güzel bir rızık verip de..." âyetinde sözü edilen mü’min kişidir. Kendi şalisi hakkında ve malında Allah'a itaat edendir. Kâfir ise, itaat uğrunda hiçbir harcamada bulunmadığından dolayı hiçbir şeye sahip olamayan köle gibidir...

"Bunlar hiç eşit olurlar mı?" Eşit olmazlar demektir. Burada

"Bunlar hiç eşit olurlar mı?" diye buyurup (lesniye olarak): Hiç ikisi eşit olurlar mı?' diye buyurmaması, önce geçen: Kişi" lâfzının durumu dol ayış ıyladır. Çünkü bu kelime müphem bir isimdir. Hem tekil, hem tesniye, hem çoğul, hem müzekker, hem müennes için kullanılabilir.

Yüce Allah'ın:

"...başkasının mülkiyetinde bulunan bir kul" âyeti ile

"kendisine.,, bir rızık verip" ifadeleri ile, cinste şüyu' kastedilmiştir. (Yani, bu türden olan bütün insanlar bir olamazlar).

"Hamd Allah'ındır. Ama onların çoğu bilmezler." Hamde lâyık olan, hanı di hak eden yalnızca O'dur; Onu bırakıp tapındıkları putlar ve varlıklar değildir. Zira putların, onlar üzerinde herhangi bir nimet ve ihsanları, herhangi bir iyilikleri yoktur ki, bundan dolayı onlara hamd edilsin. Eksiksiz hamd, yalnız Allah'ındır, çünkü nimet verip yaratan Odur.

"Ama onların" müşriklerin

"çoğu" hamdin, yüce Allah'a ait olduğunu ve bütün nimetlerin O'ndan geldiğini

"bilmezler." Burada hepsi kastedilmekle birlikte

"çoğu”nun sözkonusu edilmesi, umum kasts ile kullanılan hususî bir ifade olması dolayısıyladır.

Hayır, insanların çoğu bunu bilmezler anlamındadır. Çünkü insanların çoğu müşriktir, diye de açıklanmıştır.

76

Allah, İki adamı da örnek verir; Bunlardan birisi dilsiz, hiçbir şeye gücü yetmez. Üstelik sahibine bir yüktür. Onu her nereye yönelişe hiçbir hayır getirmez. Hiç bu kişiY adaletle emreden ve kendisi dosdoğru yol üzerinde bulunan kişi ile bir olur mu?

"Allah, iki adamı da örnek verir. Bunlardan biri dilsiz..." Bu da yüce Allah'ın kendi zatına ve puta dair vermiş olduğu bir başka örnektir Hiçbir şeye gücü yetmeyen ve dilsiz varlıktan kasıt, puttur. Adaletle emreden zat ise yüce Allah'tır. Bu açıklamayı Katade ve başkaları yapmıştır. İbn Abbâs da der ki: Buradaki dilsiz köleden kasıt, vaktiyle Hazret-i Osman'a ait olan bir köledir. Hazret-i Osman ona müslüman olmasını teklif ediyor, o bunu kabul etmiyordu, Hazret-i Osman ise adaletle emrediyordu. Yine İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre, Hazret-i Ebû Bekir ile ona ait olan kâfir bir köleye dair örnektir.

Dilsizin, Ebû Cehil, adaletle emreden kişinin ise, Anslı Ammâr b. Yâsir olduğu da söylenmiştir. Ans, Mezhiclilerin bir koludur. Ammâr, Ebû Celül'in bağlı olduğu kol olan Mahzumoğullarının antlaşmalısı idi. Ebû Cehil, Ammar'a müslüman olduğu için işkence ettiği gibi, Sümeyye'ye de işkence ediyordu. O da Ebû Cehil’in kölesi idi. Birgün ona şöyle demişti: Sen, Muhammed'e güzelliği dolayısıyla, onu sevdiğin için îman ettin. Daha sonra da elindeki mızrağını, ona sapladı. İslam uğrunda ölen ilk şehid o kadındır. Allah ona rahmet eylesin. Bu bilgiler en-Nakkâş'ın ve başkalarının kitabından aktarılmıştır. Yine buna dair açıklamalar, etraflı bir şekilde, yüce Allah'ın izniyle ikrah âyetinde (bu sûrenin 10â. âyetinde) gelecektir.

Atâ der ki: Dilsizden kasıt, Ubeyy b. Haleftir. O, hayırlı hiçbir şey söylemezdi,

"Üstelik sahibine bir yüktür." Yani, kavmine bir yük teşkil etmektedir. Çünkü hem onlara eziyet eder, hem de Osman b. Maz'un'a eziyet ederdi. Mukâtil der ki: Bu âyet, Hişam b. Amr b. el-Haris hakkında inmiştir. Bu kişi, hayırlı işleri pek az, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a düşmanlık eden kâfir bir kimse idi.

Dilsizin kâfir, adaletle emreden kişinin ise mü’min olduğu ve bunun, her iki taraf hakkında genel olarak birer örnek olmak üzere geldiği de söylenmiştir. Bu görüş, İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir ve güzel bir görüştür. Çünkü umumîdir.

"Ebkem (dilsiz)"; konuşamayan kimse demektir. Aklı ermeyen kimse olduğu da söylenmiştir. İşitmeyen ve görmeyen kimsedir diye de açıklanmıştır. Tefsirde ise, şöyle denilmektedir; Burada dilsizden kasıt, puttur. Bununla yüce Allah, bu putun hiçbir şeye gücünün yetmediğini, hiçbir şey yapamadığını beyan etmektedir. Başkası onu bir yerden bir yere taşımakta, onu yontmaktadır. O bakımdan bu put sahibine yüktür, Allah ise, adaletle emredendir ve gücü herşeye yetendir, herşeye üstün ve galip gelendir.

"Üstelik sahibine bir yüktür" âyetinin şu anlamda olduğu da söylenmiştir: O, velisine (işini ve ihtiyaçlarını görüp karşılayana) ve yakınlara ağır bir yüktür. Sahibine de, amcasının oğluna da bir vebaldir. Kendisini gözetenlere ağır geldiğinden dolayı yetime de "keli" denildiği olur. Şairin şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:

"Gençlik çağına gelmeden önce kellin (yetimin) malını çokça yer.

Eğer o kellin (yetimin) kemiği henüz pek güçlü değilse."

Bu kelime aynı zamanda oğlu ve babası olmayan kişi hakkında da kullanılır. Bakıma muhtaç çoluk çocuk anlamına da gelir. Çoğulu, "kulûl" ...diye gelir. Bıçak köreldi, kesmez oldu" demektir.

Cumhûr

"onu her nereye yöneltse, hiçbir hayır getirmez" âyetindeki; Onu... yöneltse" şeklinde okumuşlardır, mushafın hattı da bu şekildedir. Yani, efendisi onu nereye gönderirse, hayır namına birşey getiremez. Çünkü o, ne birşey bilir, ne söyleneni anlar, ne de onun ne söylediği anlaşılır,

Yahya b. Vessâb İse, meçhul bir fiil olarak, Of nereye yönel-! diye okumuştur. İbn Mes'ûd'dan; (Nereye) yönelir ise)" diye oku

77

Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır. Saat hadisesi İse, ancak bir göz kırpma gibidir. Yahut o daha da yakındır. Şüphesiz Allah, herşeye gücü yetendir.

"Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır" âyetinin anlamına dair açıklamalar, daha önceden (Hud, 11/123. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bu da yüce Allah'ın:

"Çünkü Allah bilir, siz bilmezsiniz" (en-Nahl, 16/74) âyeti ile alakalıdır. Yani, helal ve haramı tesbit ederek şeriat koymak, ancak, işlerin akıbetlerini ve maslahatlarını bilgisiyle kuşatana yaraşır. Siz ise ey müşrikleri Bunları kuşatamadınız, O halde ne diye (hakimiyet iddiasında bulunarak) hüküm ve şeriat koymaya kalkışıyorsunuz?

"Saat hadisesi ise, ancak bir göz kırpma gibidir" Ve siz o vakit amellerinizin karşılığını göreceksiniz.

Saat, kendisinde kıyâmetin kopacağı vakittir. Ona bu ismin veriliş sebebi, bütün canlıların, bir tek sayha (çığlık) ile öleceği bir anda, insanların onunla ansızın karşılaşmalarından dolayıdır Lemh (göz kırpmak) ise, hızlıca bakmak demektir. Âyetin açıklaması şöyledir: Kıyâmet mutlaka geleceğinden dolayı, yakınlığı, göz kırpmaya benzetilmiştir.

ez-Zeccâc der kîr Bu âyetle, kıyâmetin bir göz kırpması kadar bir süre içerisinde geleceğini kastetmemiştir. Burada, yüce Allah'ın bunu gerçekleştirme kudretinin hızı, sür’ati anlatılmaktadır Yani, O, bir şeye ol der, o da derhal oluverir.

"Göz kırpma" misalinin veriliş sebebinin, semanın yerden uzaklığına rağmen, kişinin semayı görmesinden dolayı olduğu da söylenilmiştir.' Yani senin. uzaklığındı rağmen görülebildiğine göre. kıyâmeti de öylece uznk görmemelisiniz.

Bunun, kıyâmetin yakınlığının temsilî bir ifadesi olduğu da söylenmiştir. Mesela, bir kimsenin, sene dediğin ancak bir andır demesi ve benzeri ifadeler de böyledir. Anlamın, şöyle olduğu da söylenmiştir: Bu, Allah indinde böyledir. Yoksa yaratıklar için böyle değildir. Yüce Allah'ın:

"Çünkü onlar, onu uzak görürler. Biz ise onu yakın görürüz" (el-Meâric, 70/6-7) âyeti buna delildir,

"Yahut o daha da yakındır" âyetindeki

"yahut", şüphe ve tereddüt için değil, muhatap, hangisini isterse o Örneği canlandırsın diyedir. Bunun, muhatabın şüphesi dolayısıyla geldiği de söylenmiştir, Buradaki "(.........): Yakut" in, Hatta" anlamında olduğu da söylenmiştir.

"Şüphesiz Allah, herşeye gücü yetendir." Bu âyete dair açıklamalar ise, bundan önce (el-Bakara, 2/20, âyetin tefsirinde) yeçmiş bulunmaktadır.

78

Allah sizi, analarınızın karınlarından, kendiniz hiçbir şey bilmediğiniz halde çıkardı. Size kulaklar, gözler, gönüller verdi. Şükredesiniz diye.

Yüce Allah:

“Allah sizi, analarınızın karınlarından, kendiniz hiçbir şey bilmediğiniz halde çıkardı” âyetinde, Allah’ın ihsan ettiği nimetler arasında sizi, annelerinizin karnından hiçbir şey bilmeyen bebekler halinde dünyaya çıkartmasının bulunduğunu söz konusu etmektedir. Bu hususta üç görüş vardır.

1- Siz, babalarınızın sulblerinde iken, sizden alınan ahde dair hiçbir şey bilmiyordunuz,

2- Sizin hakkınızda takdir edilmiş bahtiyarlık ve bedbahtlığa dair hiçbir şey bilmiyordunuz,

3- Menfeatlerinize dair hiçbir şey bilmiyordunuz.

Âyetin burasında ifade tamam olduktan sonra, yüce Allah yeni bir cümle halinde: “Size kulaklar, gözler, gönüller verdi” diye buyurmaktadır. Yani, kendileri vasıtasıyla bilip idrak ettiğiniz bunca azaları verdi. Çünkü yüce Allah, kullarını, annelerinin karınlarından çıkarmadan önce bu azaları yaratmıştı. Bunların işlevlerini ise, annelerinin karnından çıkardıktan sonra onlara ihsan etmiştir. Yani, kendisiyle emir ve nehyi dinlemeniz için size kulakları, ilâhî kudretin sanatının eserlerini görmeniz İçin gözleri, bunları vasıtası ile de O'nu bilmeye ulaşmanız için gönülleri vermiştir.

Gönüller" kelimesi, (........)'in çoğuludur. Tıpkı, Karga" kelimesinin çoğulunun, şeklinde gelmesi gibi.

Yüce Allah'ın:

"Size kulaklar.., verdi" âyetinin zımnında, konuşmayı ihsan ettiği dile getirilmektedir. Çünkü, işitmeyen bir kimse konuşamaz. Eğer işitme duyusu sağlam ise, konuşma da sözkonusu olur

el-A'meş, İbn Vessâb ve Hamza, burada geçen;

"Anneleriniz" âyetini ve Nûn Sûresi'ndekı (24/61), ez-Zümer (39/6) ve en-Necm (53/32) sûrelerindeki aynı kelimeyi, "hemze" ve "mim" harflerini esreli olarak okumuşlardır. el-Kisaî ise, "hemze"yi esreli, umîm"i de üstün okumuştur. Böylece okuması itbâ dolayısıyladır Diğerleri ise, aslına uygun-olarak "hemze"yi Ötre, umim"i de üstün, okumuşlardın Analar" kelimesinin aslı, şeklindedir. "Minimden sonra "he" harfi te'kid için ilave edilmiştir. "Suyu döktüm" anlamındaki; (........) ifadesinde "he" harfini ilave etmeleri de böyledir Oysa bunun aslı; şeklindedir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-Fâtiha Sûresi'nde (4. bölüm 29, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"Şükredesiniz diye" âyeti ile ilgili iki türlü açıklama yapılmıştır;

1. Nimetlerine şükredesiniz dîye

2. O'nun sanatının eserlerini göresiniz diye. Çünkü onları görmek şükre götürür.

79

Gök boşluğunda musahhar kılınmış kuşları görmüyorlar mı? Onları, Allah'tan başkası tutmuyor. Şüphe yok ki bunda, îman edecek bir topluluk İçin âyetler vardır.

Yüce Allah'ın:

"Gök boşluğunda musahhar kılınmış kuşları görmüyorlar mı? Onları Allah'tan başkası tutmuyor" âyetindeki; Görmüyorlar mı?" âyetini, Yahya b. Vessâb, el-A'meş, İbn Amir, Hamza ile Yakub, muhatap kipi olmak üzere; Görmüyor musunuz?" şeklinde "te1" ile okumuşlardır. Ebû Ubeyd de bu okuyuşu tercih etmiştir. Diğerleri ise, durumlarını haber vermek üzere "ye" ile ("görmüyorlar mı?" şeklinde) okumuşlardır.

"Müsahhar kılınmış", yüce Allah'ın emrine boyun eğdirilmiş demektir. Bu açıklamayı, el-Kelbî yapmıştır. Bunun, sizin menfeatleriniz için boyun eğdirilmiş, anlamında, olduğu da söylenmiştir.

"Gök boşluğunda" âyetindeki; Boşluk" serna ile arz arasındaki yere denilir. Boşluğun, semaya izafe edilmesi ise, yerden yüksek oluşundan dolayıdır.

Yüce Allah'ın:

"Müsahhar kılınmış" âyeti, bunu müsahhar kılanın, birisinin varlığına ve bu kuşlara tasarrufta bulunma imkânını veren bir tedbir edicinin bulunduğuna delildir.

"Onları" gerek kanatlarını açarken, gerek loplarken, gerekse saflar halinde uçarken,

"Allah'tan başkası tutmuyor." Yüce Allah, bununla, bu kuşları vahdaniyetine delil görerek nasıl ibret almaları gerektiğini beyan ederek:

"Şüphe yok ki bunda" Allah'a ve O'nun peygamberlerinin getirdiklerine,

"îman edecek bir topluluk için âyetler" alâmetler, ibretler ve delâletler

“vardır" diye buyurmaktadır.

80

Allah, evlerinizi size huzur bulacağınız meskenler kıldı. Size, davar derilerinden, gerek göçtüğünüz günde ve gerek konduğunuz günde hafifçe taşıyacağınız evler ve yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından bir süreye kadar giyecek, döşenecek ve ticareti yapılacak bir meta verdi.

Bu âyete dair açıklamalarımızı, dokuz Merhum müfessir başlıkların on olduğunu söylemekle beraber beşinci başhftı zikretıııe-/Ilıntı başlığa geçmektedir. Kendisinin "iiltlficı bnşlık..." diye verdiği sıralar t;ınt- başlık halinde sunacağız

1. Mesken Nimeti:

Yüce Allah'ın:

"Allah evlerinizi size... kıldı" âyeti, size bunları yaptı, demektir. Üzerinde olup seni gölgelendiren herşeye, tavan ve sema, seni üzerinde taşıyan her şeye arz, seni dört tarafından örten herşeye duvar denilir. İşte bunların hepsi, düzenli bir şekilde biraraya gelip bitişecek olursa, meydana gelen mekâna da "beyt; ev" denilir.

Bu âyet-i kerimede yüce Allah, evleri insanlar üzerindeki nimetler saymaktadır. Yüce Allah, öncelikle şehirlerde yapılan evleri sözkonusu etmektedir. Bunlar uzun süre ikamet etmek üzere yapılırlar. Yüce Allah'ın:

"Mesken" âyeti, sizin, içlerinde sakin olup yerleşeceğiniz, azalarınızın hareketlerinin yavaşlayıp rahatlayacağı yer demektir. Bazen, azalar meskenin içinde hareket eder, başka bir yerde sakin olabilir. Ancak burada ifade çoğunlukla görülen duruma göre dile getirilmiştir. Yüce Allah'ın bunu, nimetler içerisinde sayması şundan dolayıdır. O. eğer dilemiş olsaydı, insanı tıpkı yörüngelerinde hareket eden yıldızlar gibi, devamlı hareket eden, çalkalanan bir varlık haline geçirebilirdi. Ve o durumda insan da hiç şüphesiz Allah'ın irade ettiği gibi ve yarattığı gibi olurdu. Eğer yüce Allah insanı yer gibi hareketsiz yaratmış olsaydı, yine O'nun yaradığı ve irade ettiği gibi olacaktı. Ama O, insanı her iki şekilde de tasarrufta bulunup iki hal arasında durumu değişip duran bir varlık olarak yarattı ve davranış ve hareketlerinin bir keyfiyeti ve bir mekânı oldu.

Huzur bulmak, mesken edinmek, tekile de çoğula da sıfat olabilen bir mastardır.

Daha sonra yüce Allah, taşınabilen ve yolculuk hallerinde kullanılan meskenleri sözkonusu etmektedir ki, bu da bir sonraki başlığın konusudur.

2. Taşınabilir Meskenler:

Yüce Allah:

"Size, davar derilerinden gerek göçtüğünüz günde ve gerek konduğunuz günde hafifçe taşıyacağınız evler... verdi" âyetinde sözü geçen, "hafifçe taşınacak evler" derilerden ve benzerlerinden yapılan evler ile yolculuk sırasında taşımanız kolay olan çadır ve oraklar demektir

Göçmek" kelimesi, ol aramak kastıyla çölde yol almak, bir yerden başka yere geçmek demektir, Antere'nin şu beyitînde bu anlamda kullanılmıştır:

Kendilerinden ayrılmayı beklediğim kimseler göçüp gittiler.

Onların ayrılıklarını alaca karga Haber verdi.

Bu kelime aynı zamanda, deve üzerindeki hevdec anlamına da gelir. Şair der ki:

"Söyle bana şu göç edenler seni üzdü mü, ayrıldıklarında,

Ve kargalar, ayrılığın yaklaştığını hızlı uçuşlarıyla haber verdiğinde."

Bu kelime, "ayn" harfi hem sakin, hem üstün ile okunmuştur. "Saç" demek olan; kelimesinin aynı zamanda, şeklinde de kullanılması gibi.

Şöyle denilmiştir: Bu kelimenin, hem derilerden, hem kıtlardan, hem yünlerden yapılmış evleri (çadırları) umumî olarak kapsama ihtimali de vardır. Çünkü bu unsurlar da deridendir. Zira bunların hepsi derilerde sabit bulunurlar. İbn Selâm bu kanaattedir. Güzel bir ihtimaldir.

Yüce Allah’ın:

"Yünlerinden" anlamındaki âyet ile yeni bir cümle başlamaktadır. Giyecek, döşenecek... yarattı" diye buyurulmuş gibidir ki, bununla giyilecek elbiseler, yere serilen sergiler ve benzeri şeyler kastedilmektedir. Şair der ki:

"O, hevdeçlerde bulunanlar, sem üzdü mü?

Güzel giyecek ve yaygılar ile ayrıldıkları gün.”

Burada yüce Allah'ın:

"Davar derilerinden" âyeti ile, önce açıkladığımız şekilde, sadece derilerden yapılma evleri kastetme ihtimali de vardır. O takdirde yüce Allah'ın;

"Yünlerinden" âyeti, "davar derilerinden" âyetine atıf olur. Yani, yine sizlere, yünlerinden evler... yarattı, verdi demek olur.

İbnü'l-A'rabî der ki: Bu, o bölgelerde yaygın bir durumdur Bizim topraklarımız bu meskenlerden oldukça uzak kalınmıştır O bakımdan, bizim buralarda çadırlar ancak keten ve yünden yapılmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in deriden bir çadırı vardı. Taif derisinden yapılanlar ise, en pahalı ve yapım itibariyle en üstün, dış görünüşü de en güzel olanları idi. Hazret-i Peygamber bunu lüks görmemiş, böyle bir çadırı İsraf kabul etmemişti. Çünkü bu, şanı yüce Allah'ın, ihsan etmiş olduğunu belirterek, lütfunu hatırlattığı ve kendisinden yararlanmaya izin verdiği ine talar diındır. Bunun, gerek içinde barınmak, gerekse gölgelenmek hususundaki çeşitli menfaatleri açıkça ortada olup insanın bunlara muhtaç olmaması mümkün değildir. Cereyan eden garip olaylardan birisi de şudur: Ben, muhaddislerden birisiyle, zahidlik taslayan ganilerden birisinin ziyaretine gittim. Ketenden yapılmış bir çadır içerisinde iken yanına girdik, Benim muhaddis arkadaşım, misafir olarak onu kendi evine götürme teklifinde bulundu ve şöyle dedi: Burası çok sıcak olan bir yerdir. Ev senin için daha rahattır ve benim de senin adına gönlümü daha bir hoş eder. Zahid geçinen kişi şu cevabı verdi: Bu bize hakir görünse bile, aslında bu bile bize fazladır. Ben ona şöyle dedim: Hayır, durum zannettiğin gibi değildir. Çünkü, zahidlerin önderi Allah Rasulü'nün bile Taif derisinden bir cadın vardı. O, bu çadırı ile birlikte yolculuğa çıkar ve onda gölgelenirdi. Adam, şaşırıp kaldı ve cevap vermekten acze düştüğünü görünce, onu arkadaşımla başbaşa bırakarak yanından çıkıp gittim.

3, Davarların Yünlerinden, Tüylerinden, Kıllarından ve Diğer Azalarından Yararlanmak;

"Ve yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından bir süreye kadar... bir meta verdi" âyeti ile yüce Allah, koyunların yünleri, develerin tüyleri, keçilerin kılları ile yararlanmaya izin vermektedir. Tıpkı bunlardan daha önemli şeylerden yararlanmaya izin verdiği gibi. Bu da bunları boğazlayarak etlerini yemek suretiyle yararlanmaktır. Yüce Allah, burada pamuk ve keteni söz konusu etmemektedir. Çünkü bunlar, bu âyetlerle (ilk) muhatap olan Arap topraklarında bulunmamaktaydı. Yüce Allah da üzerlerine ihsan etmiş olduğu nimetleri sayıp dökmektedir Onlar, kavrayabilecekleri ve bilip tanıdıkları hususlarla muhatap alınmışlardır. Bunların yerlerini tutan ve bunlar gibi iş gören şeyler de kullanım ve nimet bakımından bunlar gibi değerlendirilmelidir. Bu âyet, şanı yüce Allah'ın:

"Ve gökten, içinde dolu bulunan bazı dağlardan, (dolu) indirir" (en-Nûr, 24/43) âyetine benzemektedir, yüce Allah, onlara bu hitabında "dolu" dan sözetmektedir Çünkü onlar, dolunun yağışını bilirlerdi. Ve bu onlarda çokça görülürdü. Ancak, kardan söz edilmemektedir. Çünkü, ülkelerinde kar görülmüyordu. Halbuki, nicelik ve menfeati itibariyle kar da dolu gibidir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da, temizleyicilik konusunda, kar'ı ve dolu'yu birlikte sözkonusu ederek şöyle buyurmuştur: "Allah'ım beni, (günahlarımı) su ile, karla ve dolu ile yıka." Müslim, Mesâcid H7, Ebû Dâvûd, Salflt 121; Nesâî, Tahare 4s, İftitah 15; İbn Mâce, İk:ı- ,v.otınl4r 1 nArİnıî l;ı1:V M- Müsned. II. 2M. 494.

İbn Abbâs der ki; Kar, semadan İnen beyaz bir şeydir, ama ben onu hiç görmedim.

Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah'ın, pamuk ve keteni anmayışı, ancak rahat ve lüksten yüzçevirmek dolayısıyla olmuştur. Zira, Allah'ın salih kullarının giyecekleri yünden ibarettir. Ancak, bu tartışılır bir kanaattir. Çünkü, yüce Allah:

"Ey Âdemoğulları, size avret yerlerinizi Örtecek bir libas ile, giyinip süsleneceğiniz bir elbise indirdik" (el-A'raf, 7/56) diye buyurmaktadır. Nitekim buna dair açıklamalar, A'raf Sûresi'nde (anılan âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bu sûrede ise yüce Allah:

"Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler..." (81. âyet) diye buyurmakta ve "elbiseler" kelimesinde pamuk ile ketene işaret etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Giyecek, döşenecek..." ile ilgili olarak el-Halü şöyle demektedir:

Yani, bir birine ektenmiş, katılmış meta demektir. Bu da; Çoğaldı" kökünden gelmektedir. Şair der ki:

"Birbirine geçmiş hurma salkımı gibi pek çok ve oldukça siyah,

Sırtın(m) sağını da solunu da süsleyen bir saç..."

İbn Abbâs bu kelimenin, elbise anlamına geldiğini söylemiştir ki, az önce geçmiş bulunmaktadır.

Bu âyet-i kerîme yün, tüy ve kıllardan her durumda yararlanmanın câiz olduğunu ihtiva etmektedir. Bundan dolayıdır ki, bizim (mezhebimize mensup Maliki) ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: Meytenin yünü ve kılları tahirdir. Her durumda ondan faydalanmak caizdir. Ona pislik bulaşmış olma ihtimali dolayısıyla da yıkanır. Ummu Seleme de. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bunu böylece rivâyet etmiştir, Buna göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Tabaklandığı takdirde, meytenin derisinde, yıkandığı takdirde de yün ve kıllarında (kullanmak açısından) bir beis kalmaz," Aynı anlamda ve çok az lâfız farkıyla: Dârakutni, V 47. Derinin tabaklanmaklı hükmünü ihtivâ eden hadislerin yerleri için bk. el-Mu'cemu'l-Mufehres li Elfâzi'l- Çünkü bunlar, ölümün sirayet etmediği şeylerdendir. Bu kılların, eti yenilen hayvanlardan olması ile eti yenilmeyen canlıların kılı olması arasında fark yoktur, insanın kılı, domuz kılı gibi. Bütün bunlar tahirdir. Ebû Hanîfe de bu görüştedir. Ancak, o bizden daha ileriye giderek şöyle demektedir: Boynuz, diş ve kemik de saç ve kıl hükmündedir. Çünkü bütün bunlarda ruh yoktur. Dolayısıyla hayvanın ölümünden ötürü bunlar necis olmazlar.

Hasan-ı Basrî, Leys b. Sa'd ve el-Evzaî de şöyle demektedirler: Bütün kıllar necis olmakla birlikte, yıkanmakla tabir olurlar.

Şâfiî'den ise bu konuda üç rivâyet vardır: Birincisine göre saçlar (kıllar) yün, tüy tahirdir, Ölümle necis olmazlar. İkincisine göre necis olurlar, üçüncüsüne göre ise, Âdemoğlunun saçı ile başkalarınınki arasında fark vardır. Âdemoğlunun saçı tahirdir, diğerleri ise necistir.

Bizim delilimiz, yüce Allah'ın:

"Yünlerinden" âyetindeki umumî ifadedir. Şanı yüce Allah, bunlardan yararlanma nimetini hatırlatarak. bize minnet etmekte ve meytenin kıl ve tüylerini, şer'î usule göre kesilmiş olandan ayrı mütalaa ederek tahsis etmemektedir. O halde bu âyet, -bunu engelleyecek bir delil ortaya konulmadıkça- umumîdir, Diğer taraftan aslolanın, bunların ölümden önce tahir oldukları hususunda icmâ’ vardır. Ölüm dolayısıyla bunların necasete dönüştüklerini iddia eden kimselerin bu konuda delil getirmeleri gerekir. Yüce Allah'ın:

"Meyte (leş)... size haram kılındı" (el-Mâide, 5/3.) âyeti vardır. Ve bu da onların tümünü ifade eden bir tabirdir, denilecek olursa, biz şöyle cevap veririz: Sözünü ettiğimiz âyetle bu umumu tahsis ederiz. Çünkü, ….. sözkonusu edilmek suretiyle, bu konuda açık bir nas bulunmaktadır. Sizin delil diye ileri sürdüğünüz âyet-i kerimede ise, bundan açıkça söz edilmediğine göre, bizim delilimizin kabulü öncelikle söz konusudur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Bağdat'ta, Şâfiî mezhebinin önder ilim adamı Şeyh İmâm Ebû İshak, kılın yaratılış itibari ile hayvana bitişik bir parçası olduğunu esas almaktadır. Çünkü bu kıl ve tüy, hayvanın gelişmesiyle gelişir ve diğer bölümleri gibi ölümü ile necis olur.

Ona, şöylece cevap verilmiştir: Gelişip büyüme, hayat taşımanın delili değildir. Çünkü bitki de gelişir ve büyür, fakat o hayatta bir varlık olarak kabul edilmez. Onlar, bu görüşlerine, hayvanın üzerinde onunla birlikte bulunan şeyin gelişmesini esas alacak olurlarsa, biz de, hayat olmadığına delil olan duyarsızlığın delil olduğu, hayattan ayrı oluşu esas kabul ederiz. Hanefilerin sözünü ettikleri kemik, diş ve boynuzun, kıla benzediğine gelince; mezhebimizde meşhur olan görüş, bunların da et gibi necis olacaklarıdır.

Bununla birlikte, İbn Vehb, Ebû Hanîfe ile aynı görüşü ifade etmiştir.

Bizim mezhebimizde üçüncü bir görüş daha vardır: Boynuzların uçları ve tırnaklar, acaba bunların kökleri gibi mi kabul edilir, yoksa kılları gibi mi? Bu konuda mezhebimizde iki görüş vardır. Aynı şekilde kıla benzeyen kuş tüyleri sac hükmünde, kemiğe yakın olanın hükmü de kemik hükmündedir. Bizim delilimi?: ise,. Hazret-i Peygamberin; "Meytenin hiçbir şeyinden yararlanmayınız" Bu manada olmak üzere: Ebû Dâvûd, Libâs 39: Tirmizî, Libas 7; Nesâî, Fera’ > İbn, -a ıtMt ?ı-,- jwy;sjW. TV. HİCL 3U. hadisidir. Bu, meyte hakkında ve onun bütün cüzlerine dair umumî bir hükümdür. Bundan hakkında delil bulunan şeyler istisna edilir. Bu istisnanın kat’i delillerinden birisi de, yüce Allah'ın:

"Dedi ki: Çürümüş haldeki kemikleri kim diriltecek?"(Yasin, 36/78) âyetidir. Bir başka yerde de yüce Allah:

"Kemiklere de bak. Onları nasıl birleştirip yerli yerine koyuyoruz" (el-Bakara 2/259) ile;

"Kemiğe de et giydirdik" (el-Mü’minun, 23/14) ve

"Çürümüş, dağılmış kemikler olduktan sonra mı..." (en-Nâziât, 79/11) diye buyurmaktadır. O halde, aslolan kemiklerdir. Ruh ve hayat, tıpkı et ve deride olduğu gibi, kemiklerde de vardır. Abdullah b. Ukeym yoluyla gelen hadisle de şöyle buyurulmaktadır: "Meytenin, postundan, da sinirlerinden de yararlanmayınız. Bir önceki notrn gösterilen kaynaklar

Sahihte, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Hazret-i Meymune'ye ait olan koyun hakkında: "Neden onun postundan yararlanmadınız" demesi üzerine onlar: Ey Allah'ın Rasulü, o bir meytedir (leş) deyince: Hazret-i Peygamber de: "Sadece onun yenilmesi haram kılınmıştır" diye cevap verdi. Buhâri, Buyû’ 101: Müslim, Hryz 100, 102, Ebû Dâvûd, Libas 37; Tirmizî, Libas 7; Nesâî, Fera' 5. Kemik yenilmez denilecek olursa, biz de şöyle deriz:

Hayır, kemik yenilir. Özellikle süt emmekte olan devenin, oğlağın ve kuşların kemikleri yenilebilir. Büyüklerinin kemikleri, közde kızartılarak yenilir. Bundan önce zikrettiğimiz âyettir, kemikle hayatın bulunduğuna delildir. Hayat sebebiyle temiz olan ve yenilip kullanılması da boğazlanmak suretiyle mübah olan bir şey ise, ölüm dolayısıyla necis olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

4. Davarların Derileri:

Yüce Allah'ın:

"Davar derilerinden.,." âyeti, canlı ve ölü deriler hakkında umumîdir. O bakımdan, tabaklanmayacak olsa dahi, meytenin (leşin) deri (ve postuîndan yararlanmak caizdir. İbn Şihab ez-Zührî ve el-Leys b. Sa'd da böyle demiştir, Tahavî de şöyle demektedir: Biz, fukahâdan herhangi bir kimsenin -el-Leys müstesna- tabaklanmadan önce, meytenin postunun satılmasının câiz görüldüğünü söyleyen kimseden nakledilmiş bir görüş bulamadık. Ebû Ömer (İbn Abdi'l-Berr) der ki: O, bu sözleriyle, tabiinden sonra gelen, İslâm yurdunun belli başlı bölgelerindeki lelva İmâmı fukahayı kastetmektedir. İbn Şîhab'a nisbet edilen görüş, ondan sahih olarak nakledilmiştir. Ancak bu, ilim adamlarının çoğunluğunun kabul etmediği bir görüştür. Her ikisinden de (İbn Şihab ve el-Lcys'ten de) bu görüşün muhalifi kanatte /Idukları rivâyet edilmişse de birinci görüşleri daha meşhurdur.

Derim ki; Dârakutnî, Sünen'înde, Yahya b. Eyyûb'un, Yûnus ve Akîl'den, onların, ez-Zührî'den rivâyet ettikleri hadis ile' Dârakutnî, 1,41 Bakiyye'nin, ez-Zebîdîden rivâyet ettiği hadis Dârakutnî, I, 42 , Muhammed b. Kesir el-Abdi ile Ebû Seleme el-Minkârî'nin, Süleyman b. Kesir’den, onun, ez-Zübrî'den rivâyet ettikleri hadis Dârakutnî, 1.43 'i zikretmektedir. Bu hadislerden sonra da: Bunlar, sahih senetlerdir, demektedir. Dârakutnî, I, 44

5. Meytenin Derisi Tabaklanmakla Takir Olur mu:

Meytenin derisi, postu, tabaklanmakla tahir olur mu, olmaz mı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İbn Abdilhakem, Malik'ten, bu hususta İbn Şihab'ın görüşüne benzer bir görüş nakletmektedir. İbn Huveyzimendâd, kitabında bunu yine İbn Abdülhakem'den nakletmektedir. İbn Huveyzimendad der ki; Bu, aynı zamanda ez-Zührî ve el-Leys'in de görüşüdür. Malik'in kuvvetli olan görüşü ise İbn Hakem'in naklettiği görüşüdür. Bu da tabaklamanın meytenin derisini tahir kılmamakla birlikte, kuru şeylerde ondan yararlanmayı mubah kıldığı ancak üzerinde namaz kılınamayacağı ve içinde yemek yenemeyeceği şeklindedir, İbn Kasım’ın el-Müdevvene'smde de şöyle denilmektedir: "Bir kimse tabaklanmamış meyte derisini gasb edip de bunu telef edecek olursa onun kıymetini ödemesi gerekir." Bu görüşün Malikin görüşü olduğu da nakledilmiştir. Ebû'l-Ferec'ın naklettiğine göre ise Malik: Bir kimse başkasrna ait bir meyte derisini gasb edecek olursa ona bir şey düşmez. İsmail ise bu tabaklanmamış meyte derisinin bir mecusiye ait olması hali müstesnadır demiştir.

İbn Vehb ile İbn Abdilhakem İse Malik'den böyle bir deriyi satmanın câiz olduğu görüşünü rivâyet etmektedirler. Bu ise -sadece domuz istisnası ile-bütün meyte derileri hakkında böyledir. Çünkü tezkiyenin (şer'î kesimin) domuzda herhangi bir etkisi olmaz. Tabaklamanın herhangi bir etkisinin olmaması ise öncelikle söz konusudur.

Ebû Ömer (İbn Abdil Ber) der ki: Tezkiye edilmiş herbir hayvanın derisinin abdest ve başka maksatlar için kullanılması caizdir. Bununla birlikte Malik tabaklandıktan sonra meyte derisinden yapılmış kaptan abdest almayı mekruh görürdü. Bununla birlikte ondan farklı görüşler nakledilmiştir. Bir seferinde o: Ancak kendisi için böyle bir kabtan abdest almayı mekruh gördüğünü ve böyle bir deri üzerinde namaz kılmak ve onu satmak mekruhtur, demiştir. Bu hususta arkadaşlarından (mezhebine mensub ilim adamlarından) bir grup da ona uymuşlardır. Ancak Medineli Mâlikîlerin önemli bir çoğunluğu bunun mubah olduğu, kullanılmasının da câiz olduğu görüşündedirler. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Herhangi bir hayvan postu tabaklanacak olursa o temiz olur," Müslim, Hayz 105; Ebû Dâvûd, Libas 33; Nesâi, Fera’ 20, 30, 31; Dârimi, Edahi 20; Müsned, I> 219, 227..., VI. 73, 104... Hicaz ve Irak'ın fıkıh ve hadis âlimlerinin birçoğu da bu görüştedir. İbn Vehb'in tercih ettiği görüş de budur.

6. Meytenin Derisinden Yararlanmanın Câiz Olmadığına Dair Rivâyetler ve Ahmed b. Hatıbel'in Bu Doğrultudaki Kanaati:

İmâm Ahmed b. Hanbel -Allah ondan razı olsun- tabaklanacak olsa dahi meyle derisinden yararlanmanın hiçbir şekilde câiz olmadığı kanaatindedir. Çünkü ona göre derisi de eti gibidir. Ancak tabaklandıktan sonra yararlanabileceğini belirten rivâyetler onun görüşünü reddetmektedir. Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvûd'un rivâyet ettiği Abdullah b. Ukeynı'in hadisini delil göstermektedir. Abdullah dedi ki: Cüheyne topraklarında ben henüz genç bir delikanlı iken Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın bize mektubu okundu: "Meytenin derisinden de sinir ve damarlarından da yararlanmayın," Bu hadisin bir diğer rivâyetinde de: "Vefatından bir ay önce" Daha önce 3 nolu başlıkta geçen buı hadisin kaynakları da orada gösterilmiştir. 0) Beşinci başlığın sonunda geçen bu hadisin kaynakları da orada gösterilmiştir. kaydı da vardır. Bunu el-Kasim bin Muhaymire Abdullah b. Ukeym'den rivâyet etmiştir. O dedi ki: Bizim bir takım hocalarımızın bize anlattıklarına göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara yazdı... Dâvûd b. Ali dedi ki: Ben Yahya b. Mâin'e bu hadis hakkında sordum, o bu hadisin zayıf" olduğunu belirterek şöyle dedi: Hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü o: Bana hocalar anlattı, demektedir,

Ebû Ömer (ibn Abdi’l-Berr) der ki: Bu hadis sabit olsa dahi İbn Abbâs, Âişe, Seleme b. el-Muhabbik ve diğerlerinden gelen rivâyetlere muhalif olma ihtimali vardır. Çünkü İbn Ukeym'in "Meytenin derisinden... faydalanmayınız' diye rivâyet ettiği hadisin "tabaklanmadan önce anlamında olma ihtimali vardır. Muhalif olmama ihtimali eğer varsa, biz onu bu hadislere muhali!" olarak değerlendirme imkânına sahip olmayız ve mümkün olduğunca her iki haber gereğince amel etmeye çalışmalıyız. Abdullah b. Ukeym'in rivâyet ettiği hadis her ne kadar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın vefatından -rivâyette de belirtildiği gibi- bir ay önce varid olduğu söz konusu ise de Hazret-i Meymune'nin olayı ile İbn Abbâs’ın ondan: "Herhangi bir deri tabaklandı mı artık o tabir olur" Beşinci başlığın sonunda geçen bu hadisin kaynakları da orada gösterilmiştir. hadisini vefatından bir cuma önce hatta bundan da daha kısa bir süre önce işiimiş olma ihtimali vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbn Abdi’l-Berr, et-Temhid, IV, 162-165.

7. Domuzun Derisi:

Bizce meşhur olan görüş, domuzun derisinin hadisin kapsamına girmediği ve hadisteki umumî mananın bunu kapsamadığı şeklindedir. Şâfiî mezhebine göre köpeğin durumu da böyledir. el-Evzaî ve Ebû Sevr'in kanaatine göre ise tabaklanmak ile ancak eti yenen hayvanların derileri tahir olur. Ma'n b. Îsa'nın Malik'ten rivâyet eniğine göre ona domuzun derisinin tabaklanması halinde hükmünün ne olduğu sorulmuş, o da bunu mekruh görmüştür. İbn Vaddâh der ki: Ben Suhnûn'u onda bir mahzur yoktur derken dinledim. Muhammed b. el-Hakem, Dâvûd b. el-Ali ve mezhebine mensub (Zahiri) ilim adamları da böyle demişlerdir. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Hangi deri (ihâb) olursa olsun tabaklandı mî, o tahir olur" Beşinci başlığın sonunda geçen bu hadisin kaynakları da orada gösterilmiştir. diye buyurmuştur. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Hazret-i Peygamber bu sözleri ile kendilerinden yararlanılmaya alışılmış ve genel olarak derileri kastetmiş olma ihtimali vardır. Domuz bu anlam çerçevesinde değildir. Çünkü domuzun derisinden yararlanmak alışılmış bir şey değildir. Zira tezkiye (şer'i kesim) nin onda bir etkisi olmuyor. Bir başka delil en-Nadr b. Şumey'in söylediği şu sözlerdir: "İhâb" inek, koyun ve deve derisine denilir. Bunun dışında kaîanlara ise "cîld" denilir, "İhâb" denilmez.

Derim ki: Aynı şekilde köpeğin derisi ile eti yenmeyen diğer hayvanların derilerinden yararlanmak alışılagelmiş birşey değildir. O bakımdan bunlar tabaklanmakla temiz olmazlar. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur; "Yırtıcı hayvanlardan parçalayıcı azı dişi olan hayvanın yenilmesi haramdır" Buhâri, Zebaih 29; Müslim, Sayd 3; Ebû Dâvûd, Erime 32; Nesâî, Sayd 28; İbn Mâce. Sayd 13: Muvatta’leyhisselâmallallahü aleyhi ve sellemd 13. 14: Müsned, II, 36, 418.

O halde, tıpkı domuzun tezkiyesi seri kesim sayılmadığı gibi, bu gibi hayvanların da tezkiye edilmesi, şer'i kesim sayılmaz. Nesâî de, el-Mikdam b. Madikerib'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ipeği, altını ve parsların postlarının serilerek üzerlerine oturulmasını yasaklamıştır. Nesâî, Fera 7; Müsned, IV, 132.

8. Meytenin Derisini Temizleyen Tabaklamanın Mahiyeti:

Fukaha meytenin derisini tahir kılan tabaklamanın mahiyetinin ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Mâlikî mezhebine mensub ilim adamları -ki, mezhebinin meşhur görüşüdür- şöyle demişlerdir: Tuz yahut selem ağacı yaprağı yahut şap veya bundan başka, deriyi tabaklamaya yarayan her ne ile deri tabaklanırsa tabaklansın o deriden yararlanmak caizdir.

Ebû Hanîfe ile arkadaşlarının böyle dediği gibi, Dâvûd (b. Ali ez-Zahiri)nin görüşü de budur.

Şâfiînin bu meselede iki görüşü vardır. Birinci görüşü nakledilen görüş ile aynıdır. Diğerine göre ise ancak şap ve selem ağacı yaprağı ile tabaklama deriyi tahir kılar. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde alışılagelmiş tabaklama şekli bu idi. el-Hattâbî de -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- en-Nesâî'nin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in hanımı Meymune yolu ile gelen hadisi buna göre açıklamıştır- Bu hadise göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kureyş'e mensub bir takım adamların âdeta bir at kadar olan koyunlarını çekerlerken yanlarından geçmiş ve onlara: "Keşke bunun postunu alsanız" deyince, onlar: Bu bir meytedir, diye cevap verince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bunu su ve selem ağacı yaprağı temizler" diye buyurdu. Ebû Dâvûd, Libâs 38; Nesâî. FenT 5; Müsned, VI, 334,

9. Ev Eşyası ve Benzerleri:

Yüce Allah'ın: "(..........): Döşenecek..." âyetindeki "esâs" ev eşyası demektir. Bunun tekili de; (.......) şeklinde gelir. Ebû Zeyd el-Ensarî'nin görüşü budur. el-Umevî ise şöyle demektedir: Esâs, ev eşyasıdır. Bunun çoğulu; ile, şeklinde gelir. Başkaları ise şöyle demektedir: Bütün mal çeşitlerine el-Esâs denilir. Bunun kendi lâfzından tekili yoktur. el-Halil de şöyle demektedir; Bu kelime, aslından eşyanın çokluktan dolayı ve çoğalıncaya kadar birbiri üstüne toplanması anlamındadır Çok saç anlamındaki; ifadesi de buradan gelmektedir. Bir kimsenin saçları çoğalıp birbirine sarılacak olursa; denilir, Nitekim İmruu'l-Kays da şöyle demiştir:

"Birbirine geçmiş hurma salkımı gibi pek çok ve oldukça siyah.

Sırtın(ın) sağını da, solunu da süsleyen bir saç..."

Esâs'ın, giyilen ve yaygı olarak kullanılan eşyalar olduğu da söylenmiştir, Esâs edindim" demektir. İbn Abbâs (radıyallahü anh)'den rivâyete göre bu kelime mal anlamındadır.

"Bir süre" ile ilgili açıklamalar, bundan önce (el-Bakara, 2/36. âyet, 6, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Burada bu kelime, -her insan hakkında kendi durumuna göre- muayyen olmayan bir süre demektir. Bu da kişinin ya ölümüdür yahut da "esâs" kabul edilen bu eşyayı kaybettiği, elinden yitirdiği süredir.

Şairin şu beyitinde de bu kelimenin kullanıldığını görüyoruz:

“O hevdeçlerde bulunanlar, üzdü mü seni,

Güzel giyecek ve yazgılarla ayrıldıkları gün?”

81

Allah, yarattığı şeylerden, sizin için gölgeler yaydı. Dağlarda sığınıp barınacağınız yerler yarattı. Sizi, sıcaktan koruyacak elbiseler ve kendi kuvvetinizden koruyacak zırhlar bağışladı. İşte O, teslimiyetle itaat edesiniz diye üzerinizdeki nimetini böylece tamamlamıştır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:

1. Yarattığı Şeylerden Gölgeler:

Yüce Allah'ın:

"Gölgeler", kendisi ile gölge yapılan ev, ağaç ve bu kabilden hertürlü şeye denilir.

"Yarattığı şeylerden" âyeti, gölge yapan herbir şeyi kapsar.

2. Sığınak ve Barınaklar:

Yüce Allah'ın: "(.........): Sığınıp barınacağınız yerler" âyeti, OTyin çoğuludur. Yağmur, rüzgar ve buna benzer başka şeylere karşı koruyucu olan yer demektir Burada dağlardaki mağaralar kastedilmektedir. Şanı yüce Allah, bu'mağaraları, insanların sığınabilmelerine hazır olarak yaratmıştır. Onlar, bu mağaralara sığınır, onlarla korunur ve içlerine girerek diğer yaratıklardan ayrı ve uzak kalabilirler.

Sahih'te yer alan rivâyete göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ilk dönemlerde Hira dağında ibadete çekilir ve orada günlerce kalırdı,, Buhârî, Beytu'l-Vahy 2; Müslim, îman 73...

Buhârî'nin Sahih'inde şöyle denilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke'den hicret etmek üzere ve kavminden kaçarak dinini kurtarmak maksadıyla arkadaşı Ebû Bekir ile birlikte çıktı. Nihayet her ikisi de Sevr dağındaki bir mağaraya vardılar. Orada üç gece saklı kaldılar. Mağarada yanlarında henüz genç bir delikanlı olan Ebû Bekir'in oğlu Abdullah da kalıyordu. Abdullah, anlayış kabiliyeti yüksek ve becerikli birisi idi. Sabahın karanlığı darılmadan, seher vakti yanlarından ayrılır, Mekke'de geceyi geçirmiş gibi Kureyşliler ile birlikle sabahı ederdi, Hazret-i Peygamber ile, Hazret-i Ebû Bekir'e, tuzak mahiyetinde her ne işitirse, onu iyice beller ve karanlık bastı mı, buna dair haberi onlara ulaştırırdı. Hazret-i Ebû Bekir'in azadlısı, Âmir b. Füheyre de, (o civarda) bol sütlü sağmal koyun sürüsü otlatır ve akşamdan bir müddet geçtiğinde, sürüyü Resûlüllah ile Hazret-i Ebû Bekir'in yanına getirirdi. Onlar da sağıp taze süt içerek sükûnet içerisinde gecelerlerdi. O süt, kendi sağmallarının sütü idi- İçine kızgın taş konularak ısıtılıyordu. Nihayet, gecenin sonunda, Amir b. Füheyre, sağmal koyunlara yine seslenir ve tekrar otlatmaya götürürdü. Amir aynı İşi, orada kaldıkları sürece bütün geceler boyu yaptı... Bu hadisi, tek başına Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Menâkibu'l-Ensâr 45. Libâs 16.

3. Sıcağa Karşı ve Savaşta Koruyucu Elbiseler:

Yüce Allah'ın:

"Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler" âyeti ile kastedilenler, giyilen" gömleklerdir. "(.......): (Mealde); elbiselerdin [ekili; 'dır.

"Kendi kuvvetinizden koruyacak zırhlar" âyetinde ise, (aynı lâfız ile.) Savaşta insanları koruyan zırhları kastetmektedir, Ka'b b. Züheyr’in şu beyiti de bu anlamdadır:

"Burunları yüksek (şerefli ve aziz) kimselerdir ve kahramandır onlar.

Savaşlarda onların giyindikleri, Davud'un dokuduğu zırhlardır."

4. Bu Âyet-i Kerîmede, Dağlardaki Mağaralardan ve Sıcağa Karşı Koruyucu Elbiselerden Söz Edilmesinin Hikmeti:

Bir kimse kalkıp: yüce Allah:

"Dağlarda sığınıp barınacağınız yerler yarattı" diye buyurmakta, fakat düzlük ovalardan söz etmemektedir. Yine yüce Allah:

"Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler" diye buyurduğu halde, soğuk gözetmemektedir, diyecek olursa, ona şu şekilde cevap verilir;

Arapların etrafı dağlık idi. Onların çevrelerinde düz ovalar yoktu. Onların yaşadıkları iklim sıcaktı, soğuk değildi. Bu bakımdan yüce Allah, onlara, kendilerine has birtakım nimetleri zikretti. Nitekim, az önce geçtiği üzere, onlara, özel olarak yün ve başka şeyleri verdiği halde -bunlardan sözetmekle birlikte- pamuktan, ketenden ve kardan söz etmemiştir. Çünkü bunlar, onların ülkelerinde bulunan şeyler değildi. Atâ el-Horasanî ve başkaları da bu anlamda açıklamalarda bulunmuşlardır. Yine, bunlardan birisinin sözkonusu edilmesi, diğerine de delâlet eder- Şairin şu beyitleri bu türdendir:

"Hayır isteyerek bir yere gitmek istediğimde

Bilemiyorum o ikisinden hangisi gelip beni bulacak?

Benim aradığım bir hayra doğru mu gidiyorum,

Yoksa kendisinin beni aradığı bir şerre doğru mu?"

5. Düşmanla Savaş ve Cihad için Araç ve Gereç Edinmek:

İlim adamları derler ki; Yüce Allah'ın:

"Ve İçendi kuvvetinizden koruyacak zırhlar" âyeti, kulların, düşmanlarına karşı Savaşta yararlanmak üzere cihad araçları edinmelerine delildir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da, yaralanmaya karşı korunmak üzere -şehâdeti istiyor olmakla birlikte- zırh giyinmişti. Kulun kendisini ölüm tehlikelerine ve mızrak yaralarına, kılıç darbelerine maruz bırakarak, teslim ederek şehâdete talib olmak hakkı yoktur. Ancak, Savaş elbiselerini de düşmanına karşı Savaşında kendisine güç unsuru olmak üzere giyinir ve yüce Allah'ın sözü en üstün olsun diye, çarpışır. Bundan sonra da Allah, dilediğini yapar.

6. Allah'ın, Nimetlerini Tamamlaması:

"İşte O, teslimiyetle İtaat edesiniz diye, üzerinizdeki nimetini böylece tamamlamıştır." İbn Muhaysın ile Humeyd, yüce Allah'ın:

"O... tamamlamıştır" anlamındaki âyeti, iki 'te' ile; şeklinde ve; kelimesini de fail olarak ref ile okumuştur Buna göre âyet: Onun nimeti... tanının olımışnır, demek olur. Diğerleri ise, "ye" harfini ötreli olarak okumuşlardır ki, nimetleri tamamlayan Allah'tır, anlamını verir.

“Teslimiyet... edesiniz" kelimesini İbn Abbâs ve İkrime, "te" lie "lâm" harflerini üstün okumuşlardır. Yaralardan salim olasınız, kurtulasınız demek olur. Ancak, bu kıraatin senedi hayıftır. Bunu, Abbâd b. el-Avvam, Hanzala'dan, o, Şehr'den, o da İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. Diğerleri ise, "te" harfini ötreli olarak okumuşlardır. Bu da, Allah'ın nimetlerine şükür olmak üzere, O'nu bilip tanımaya ve O’na itaate teslimiyet gösterip İtaatle boyun eğesiniz diye, demektir. Ebû Ubeyd der ki: Tercih edilen, genelin kıraatidir. Çünkü, yüce Allah'ın bize nimet olarak ihsan ettiği İslâm, yaralardan selâmete erişmek (kurtulmak) nimetinden daha üstün, daha faziletlidir.

82

Eğer yüzçevirirlerse, sana düşen ancak açıkça tebliğden ibarettir.

"Eğer" dikkatle düşünmekten, istidlal etmekten ve îman etmekten

"yüz çevirirlerse, sana düşen... ancak tebliğden ibarettir." Yani, sana tebliğde bulunmaktan başka birşey düşmez. Hidâyete iletmek ise Bize aittir

83

Onlar, Allah'ın nimetini itiraf ederler. Sonra da onu inkâr ederler. Onların çoğu kâfir kimselerdir.

"Onlar Allah'ın nimetini itiraf ederler." es-Süddî der ki: Bu nimetle Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kastetmektedir. Yani onlar, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın nübüvvetini bilmektedirler.

"Sonra da onu inkâr ederler" yalanlarlar, Mücâhid der ki: Yüce Allah bununla, bu sûrede kendilerine karşı sayıp döktüğü nimetleri kastetmektedir. Yani onlar, bu nimetlerin Allah'tan geldiğini bilip durmaktadırlar. Ancak, "biz bunları atalarımızdan miras aldık" sözleriyle bu nimetleri bile bile inkâr ederler. Benzeri bir açıklamayı Katade de yapmıştır.

Avn b. Abdullah der ki: Bu, kişinin filan olmasaydı şu olacaktı. Filan olmasaydı, başıma bu gelmezdi, demesidir. Halbuki onlar, fayda ve zararın yalnız Allah'tan geldiğini de bilmektedirler

el-Kelbî de der ki: Bunun anların şudur: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara, bütün bu nimetleri bildirip tanıtınca, onlar da bunları kabul edip itiraf ettiler ve: Evet, bunların hepsi Allah'ın nimetlerindendir. Fakat, ilahlarımızın şefaati ile, deyiverdiler.

Şöyle de açıklanmıştır: Onlar, Allah'ın nimetleri İçerisinde yüzer dururlar ve nimetleri tanırlar. Fakat, onlara karşı gereken şükrü terk etmek suretiyle bu nimetleri inkar ederler.

Altıncı bir anlama gelme ihtimali de vardır: Onlar, bu nimetleri darlık zamanlarında itiraf ederler, rahat ve bolluk zamanlarında inkâr ederler.

Yedinci bir İhtimal: Onlar, sözleriyle bu nimetleri itiraf ve kabul ederler, fiilleriyle inkâr ederler.

Sekizinci bir İhtimal: Onlar, kalpleriyle bu nimetleri itiraf etmekle birlikte, dilleriyle inkâr ederler. Bunun bir benzeri de, yüce Allah'ın:

"Kalpleri onlara inandığı kaide... onları inkâr ettiler" (en-Neml, 27/14) âyetidir.

"Onların çoğu" az önce de geçtiği üzere, tamamı,

"kâfir kimselerdir.”

84

O günü hatırla ki, her ümmetten birer şahit göndereceğiz. Sonra o kâfirlere İzin de verilmeyecek, onlardan razı etmeleri de istenmeyecek.

"O günü hatırla ki, her ümmetten birer şahit göndereceğiz" âyeti, yüce Allah'ın:

"Her ümmetten birer şahit getireceğimiz zaman halleri nice olur" (en-Nisa, 4/41) âyetine benzemektedir. Daha Önce (buna dair açıklamalar.) geçmiş bulunmaktadır.

"Sonra o kâfirlere izin de verilmiyecek” yani, özür dilemek ve söz söylemek için onlara izin verilmeyecektir. Bu da yüce Allah'ın:

"Onlara izin de verilmeyecek ki, özür dilesinler" (el-Mürselât, 77/36) âyetine benzemektedir. Bunlar ise, el-Hicr Sûresi'nin baş taraflarında geçtiği üzere -ve ileride de geleceği gibi- kâfirlerin üzerine cehennemin kapatılacağı vakit olacaktır.

"Onlardan razı etmeleri de istenmeyecek." Yani, Rabblerini razı etmekle yükümlü tutulmayacaklardır. Çünkü ahi ret, yükümlülüklerin söz konusu olacağı bir yurt değildir. Dünyaya gelip tevbe etmelerine de izin verilmeyecek,

Razı etmelerinin istenmesi" asıl itibariyle; İçinden olumsuz hisler beslemek" anlamındadır. İşte, içinden geçirdiği bu olumsuz duyguları ona açıkça söyleyecek olursa, o takdirde; Ona sitem etti" denilir Kendisine sitem olunan kişi, sitem edeni sevindirecek bir tutum takınırsa, o takdirde; Razı etmiş" olur. Bu kökten isim; şeklinde gelir ki, bu da kendisine sitem edilen kişinin, sitem edeni razı edecek bir hale gelmesi demektir. Bu açıklamayı el-Herevî yapmıştır. Şair en-Nâbiğa şöyle demektedir:

"Eğer ben zulme uğramış isem, senin zulmettiğin bir kulum.

Ve eğer sen razı etmesi istenen bir kimse isen, zaten senin gibi birisi razı eder,"

85

O zâlimler, azâbı görünce, azapları hafifletilmeyeceği gibi, onlara mühlet de verilmeyecektir.

"O zâlimler" şirk koşanlar

"azâbı", cehennem azabını oraya girmek suretiyle

"görünce azapları hafifletilmeyeceği gibi, onlara mühlet de verilmeyecektir" süre tanınmayacaktır. Çünkü onların orada tevbe etmeleri sözkonusu olmayacaktır.

86

Şirk koşanlar, koştukları ortaklarını görünce: "Rabbimiz, Seni bırakıp tapındığımız ortaklarımız işte bunlardır" diyecekler. Bunlar da onlara: "Şüphe yok ki siz yalancılarsınız" diyerek cevap yetiştireceklerdir,

"Şirk koşanlar, koştukları ortaklarını görünce" yani, dünyada iken tapındıkları put ve heykellerini gördüklerinde... Bu da yüce Allah'ın, onların tapındıkları mabudlarını diriltip onlar da arkalarından gidecekleri ve mabudları kendilerini cehenneme kadar götürecekleri vakit olacaktır.

Müslim'in Sahihinde şöyle denilmektedir: "Her kim her hangi bir şeye ibadet ediyor idiyse, haydi onun arkasından gitsin. Güneş'e tapmış olan güneşin arkasından gidecek. Aya tapınmış olan ay'ın arkasından gidecek- Tağutlara tapınmış olan da tağutların arkasından gidecek..." Müslim, bu hadisi Ertes'den rivâyet etmiştir. Buhârî, Ezan 129, Tevhîd 24, Rikaak 52; Müslim, Îman 299; Müsned, \l, 275, 293, 534. Ancak, gerek Müslim'de gerek diğer kaynaklarda sahabeden olan ravî, Enes değil, Ebû Hüreyre'dir.

Tirmizî'nin Ebû Hüreyre yoluyla rivâyet ettiği bu hadiste, şu ifadeler yer almaktadır: "Haç'a tapınmış olana, tapındığı haçı temsil olunacak. Suretlere tapınmış olana, tapındığı suretleri, ateşe tapınmış olana ateşi temsil olunacak ve hepsi de dünyada iken tapındıklarının arkasından gideceklerdir..," Tirmizî, Sıfatu'l-Cenne 20; Müsned, II7 368

"Rabbimîz, Seni bırakıp tapındığımız ortaklarımız" yani, kendilerini sana ortak koştuklarımız,

"işte bunlardır, diyecekler. Bunlar da onlara: «Şüphe yok ki siz yalancılarsınız» diyerek cevap yetiştireceklerdir." Yani, bu tapındıkları ilahlar, onlara bu sözlerle cevap vereceklerdir. Bunun anlamı şudur; Onlar, dile gelerek kendilerine tapınmış olanları yalanlayacaklar. İlah olmadıklarını ve onlara, kendilerine Eapmalarını emretmemiş olduklarını söyleyecekler. Allah, putları bu şekilde konuşturacak ve bunun sonucunda kâfirlerin rezillikleri ortaya çıkacaktır.

Bununla, tapındıkları meleklerin kastedildiği de söylenmiştir.

87

Onlar, o gün Allah'a teslim olacaklar. Bütün uydurdukları da kendilerini bırakıp gitmiş olacaktır.

"Onlar", yani müşrikler,

“o gün Allah'a teslim olacaklar." Allah'ın azabına teslimiyet gösterecek, O'nun izzeti önünde boyun eğeceklerdir.

İbadet eden de, kendisine ibadet olunan da Allah'ın haklarında vereceği hükme teslimiyet gösterecek ve buna uyacaklardır, diye de açıklanmıştır

"Bütün uydurduktan da kendilerini bırakıp gitmiş olacaktır.” Yani şeytanın, kendilerine küfrü gösterdiği şeyler ile uydurma ilâhlarının umdukları şefaatleri de önderinden kaybolup gitmiş olacaktır.

88

Kâfir olup da Allah'ın yolundan alıkoyanların Biz, -çıkarageldikleri fesatlara karşılık- azaplarına azap katacağız.

Yüce Allah'ın:

"Kâfir olup da Allah'ın yoludan alıkoyanların Biz... azaplarına azâb katarız" âyeti ile ilgili olarak İbn Mes'ûd şunları söylemiştir: Uzun hurma ağaçları gibi kıskaçları olan akrepler, deve boyunları gibi yılanlar, yine boyunları uzun ve buhtî denilen develeri andıran ve onları vuracak olan ejderhalar, demektir. İşte azaplarına katılacak olan azap budur.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Bunlar, ateş azabından zemheri soğuğuna çıkartılacaklar, Buranın aşırı soğuğundan çabucak ateşe dönmeye çalışacaklardır. Anlamın şu şekilde olduğu da söylenmiştir: Biz, önderlerin azabını ayak takımlarının azabına göre daha fazla vereceğiz. İki azaptan birisi, küfürlerine karşılık olacaktır, diğeri Ese başkalarını Allah'ın yolunu izlemekten alıkoymalarının karşılığı olacaktır.

"Çıkarageldikleri fesatlarına karşılık" dünyada işledikleri küfür ve masiyetlere karşılık, demektir.

89

O gün, her ümmetin İçinden kendilerine karşı birer şahit göndereceğimiz gibi, seni de bunların üzerine bir şahit olarak gönderdik. Ve Biz sana bu Kitabı herşeyi açıklayan bir hidâyet, bir rahmet ve müslümanlara bir müjde olmak üzere kısım kısım indirdik.

"O gün, her ümmetin içinden kendilerine karşı birer şahit göndereceğimiz gibi..." Bu şahitler, peygamberlerdir. Bunlar, kıyâmet gününde ümmetlerine karşı risaletlerini tebliğ ettiklerine, ümmetlerini îmana davet ettiklerine şahitlik edecekler. -Peygamber bulunmasa dahi- her zamanda mutlaka şalût vardır. Bunların kimlikleri hakkında da İki görüş bulunmaktadır. Birinci görüşe göre bunlar, peygamberlerin halifeleri olan hidâyet önderleridir. İkinci görüşe göre ise bunlar, Allah'ın göndermiş olduğu peygamberlerin şeriatlerini kendileri vasıtasıyla muhafaza ettiği ilim adamlarıdır.

Derim ki: Buna göre Allah'ı tevhid eden kimselerin bulunmadığı hiçbir dönem olmamıştır. Kus b. Sâide ve Zeyd b. Amr b. Nufeyi gibileri. Zeyd b. Amr hakkında da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Tek başına bir ümmet olarak gönderilecektir" Müsned 1, 190. diye buyurmuştur. Satih ve Varaka b. Nevfel gibileri de böyledir. Varaka hakkında da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ben, onu cennetin ırmaklarına dalar gördüm" diye buyurmuştur

İşte bunlar ve bunlar gibi olanlar, kendi çağdaşlarına karşı bir hüccet ve birer şahittirler. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Yüce Allah'ın:

"Seni de bunların üzerine bir şahid olarak gönderdik" âyeti(na) dair açıklamalar, bundan önce el-Bakara Sûresi (2/143. ayet, 1. başlık) ile en-Nisa SÛRESİ'nde (4/41. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Biz sana bu kitabı her şeyi açıklayan... olmak üzere kısım kısım indirdik" âyeti:

"Biz, kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık" (el-En'âm, 6/38) âyetine benzemektedir ve daha önceden geçmiş bulunmaktadır. (Açıklaması için) oraya bakılabilir,

Mücahid der ki: Her şeyi açıklayan olması, helal ve haramı gereği gibi açıklamasıdır.

90

Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder. Fahşâyı, münker ve bağyi yasaklar. İyice dinleyip tutasınız diye size öğüt verir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:

1. Üstün Ahlakî Değerlere Çağıran Kur'ân:

Rivâyet edildiğine göre, Osman b. Maz'ûn şöyle demiştir: Bu âyet, nazil olduğunda, ben bunu Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'a okudum. O, hayrete düştü ve şöyle dedi; Ey Galib hanedanı! Ona uyunuz. Felâh bulursunuz. Allah'a yenlin ederim, Allah onu size, ahlakın üstün değerlerini emretsin diye göndermiştir. Bir başka hadiste de nakledildiğine göre, Ebû Talib'e: Senin kardeşinin oğlu, yüce Allah'ın üzerine:

"Şüphesiz ki Allah adaleti, İhsanı... emreder" âyetini indirdiğini iddia ediyor denilince, şöyle demiş: Kardeşimin oğluna uyunuz. Allah'a yemin ederim ki o, size ancak güzel olan ahlakî değerleri emreder,

İkrime der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) el-Velid b. el-Mugire'ye:

"Şüphesiz ki Allah adaleti, İhsanı... emreder" âyetini sonuna kadar okudu. el-Velid ona: Kardeşimin oğlu, bir daha oku demiş. Hazret-i Peygamber, bir daha bu âyeti ona okuduktan sonra, el-Velid şunları söylemiş: Allah'a yemin ederim, bu sözün kendine has bir farklılığı, bir çekiciliği vardır. Onun gövdesinin yaprakları bol, üstü de meyve vericidir. Kesinlikle bu bir insan sözü değildir.

el-Gaznevinin naklettiğine göre bunu okuyan Osman b. Maz'un imiş. Osman da şöyle demiş: Önceleri Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan haya ettiğimden dolayı İslâm'a girmiştim. Bu, ben onun yanında iken bu âyet-i kerimenin indiği vakte kadar böylece devam etti. O vakit îman kalbimde iyice yer etti. Sonra bu âyeti el-Velid b. el-Muğire'ye okudum, o da şöyle dedi: Kardeşimin oğlu, tekrar oku. Ben, ona tekrar okuyunca: Allah'a yemin ederim, bu sözün kendine has bir tatlılığı vardır... dedi ve haberin geri kalan kısmını zikretti.

İbn Mes'ûd der ki: Bu, Kur'ân-ı Kerîm'de, uyulacak her bir hayrın ve uzak durulması gereken her bir şerrin dile getirildiği en kapsamlı âyet-i kerimedir.

en-Nakkaş da şöyle demektedir: Deniliyor ki, adlin zekâtı İhsan, güç yetirmenin affetmek, zenginliğin zekatı iyilik yapmak, makam ve mevkiin zekatı ise, kişinin kardeşlerine (mektup) yakmasıdır.

2. Adalet ve İhsan’ın Mahiyeti:

İlim adamları adalet ve ihsanın açıklanması husus'unda farklı görüşlere sahiptirler- İbn Abbâs der ki: Adalet "lâ ilâhe illâlah"-, ihsan ise farzların edâ edilmesidir.

Adaletin farz, ihsanın da nafile olduğu söylenmiştir. Süfyan b. Uyeyne der ki: Burada adalet, insanın içinin dosdoğru olmasıdır. İhsan ise, insan içinin açığa vurduğundan daha üstün, değerli ve faziletli olmasıdır.

Ali b. Ebî Tâlib der ki: Adalet, insafla hareket etmek, ihsan ise lütufta bulunmak ve erdemlice davranmak demektir.

İbn Atîyye der ki: Adalet farz olan İnanç, emanetlerin eda edilmesi hususundaki şer'î hükümler, zulmün terkcdilmesi, insaftı hareket etmek ve hakkı sahiplerine vermektir. İhsan ise teşvik olunmuş herbir işi yapmaktır. Bazı işlerin tamamı teşvik, (rnendup) edilmiştir. Kimi işler de tarzdır. Şu kadar var ki, onun yeterli olan sınırını yerine getirmek, adaletin sınırları içerisindedir. Onu, yeterli olan miktardan fazlasıyla yapıp tamamlamak ise, ihsana girmektedir.

İbn Abbâs’ın açıklaması su götürür. Çünkü farzların eda edilmesi, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, Cibril'in soru sorduğu hadiste de açıkladığı gibi farzların eda edilmesidir. İşte adalet de budur. İhsan ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, Cibril hadisinde cevaplandırdığı şekilde açıklamasının gereğine uygun olarak diğer tamamlayıcı işler ve mendup fiilleri yerine getirmektir. Çünkü Hazret-i Peygamber, (Cibril hadisi dîye bilinen hadiste) Cebrâîl'in sorusuna: "(İhsan), Allah'a sen O'nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Sen O'nu görmüyorsan dahi, o seni görmektedir" diye cevap vermiştir. Buhâri, îman 37. Tefsir 31. si\re 2: Müslim, Îman ~>1: Ebû Dâvûd, 5li rint lû, Tirmizî, İıvuın 4: İbn Mâce, Mukaddime 9: Müsned. 1, 27, 51, 53, 319, II, 107, 426, IV, 129, 164. O bakımdan, eğer bu açıklama İbn Abbâs’tan sahih olarak nakledilmiş ise, herhalde mükemmel şekliyle farzların yerine getirilmesini kastetmiş olmalıdır,

İbnü'l-Arabî der ki: Adalet, kul ile Rabbi arasında, yüce Allah'ın hakkını, kişinin kendi nefsini korumasına tercih etmesi, O'nun rızasını kendi arzusundan önde tutması, yasaklarından uzak kalarak emirlerini yerine getirmesidir Kişinin, kendisine karşı adaleti ise, nefsini helâk edecek şeylerden alıkoymasıdır. Nitekim yüce Allah:

"Rabbinin huzuruna varmaktan korkup, nefsini hevadan alıkoyan..." (en-Nâziât, 79/40) diye buyurmaktadır. Kişinin, tama' ettikleri şeylerin arkasından gitmekten uzak durması, her hal ve hususta kanaatten ayrılmamak (kişinin kendisine karşı adaleti kapsamındadır). Kişinin kendisi ile sair insanlar arasında adalet yapmasına gelince; nasihati (samimi olarak iyiliğini istemeyi, öğüt vermeyi) karşılıksız yapması. az çok her hususta hıyaneti terk etmesi, her bakımdan öbür insanların haklarını adil olarak vermesi, söz ve davranış ile hiç bir kimseye gizli ve de açık kötülük yapmaması, onlardan gelip İsabet eden belalara karşı sabredip katlanmasıdır. Bunun asgari ölçüsü ise, insaî'dır. (Haklarını vermek ve onlara eziyeti terk etmektir).

Derim ki: Adalete dair bu etraflı açıklamalar, güzel ve mutedildir. İhsana gelince, ilim adamlarımız şöyle demiştir ihsan, fiilinden mastardır. İki manada kullanılır: Birincisi, bizatihi teaddi etmesi (fiilin geçişli olması), kişinin; Filan işi güzel yaptım" yani onu mükemmel yaptım, demesi buna örnektir. Bu da; Filan şey güzel oldu" şeklinden hemzeli olarak nakledilmiş bir fiildir. İkinci anlamı ise, bir harfi cer ile teaddf etmesidir. Bu da; Filana ihsanda bulundum" demek gibidir. Yani ben ona, kendisine yararlı olacak şeyler yaptım, demektir.

Derim ki: İşte bu âyet-i kerimede ihsanın bu İki anlamı da aynı anda kastedilmiştir. Çünkü şanı yüce Allah, mahlukatın birbirlerine iyilik yapmalarını sever. Öyle ki, sana ak kafesteki bir kuşa, evindeki kediye bile iyiliğini esirgememen gerekir. Halbuki yüce Allah'ın, yaratıkları bu iyilik ve ihsanları da muhtaç değildir. Esasen bütün ihsan, nimet, lütuf ve minnetler hep O'ndandır

"Cibril hadisi" diye bilinen hadiste ise, ikinci manası ile değil de birinci manası ile ele alınmıştır. Esasen birinci anlamı ile ihsan, ibadetin dikkatli ve güzel bir şekilde yapılması, İbadeti sahih kılan ve tamamlayan bütün özellikleriyle eda etmeye riaeyet edilmesi, ibadetteki hukukun gözetilmesi, gerek ibadete başlarken, gerekse de devam ederken, yüce Allah'ın azamet ve celâlinin hatırda tutulması ile olur. İşte Hazret-i Peygamber'in: "Allah'a, sen O'nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Sen O'nu görmüyorsan dahi, O seni görmektedir" âyeti ile kastettiği de budur. Böyle bir murakabe allında olduğunu kabul eden kalp sahiplerinin iki hali sözkonusudur: Bunlardan birincilerine hakkın müşahede edilmesi hali galip gelir ve âdeta kişi Allah'ı görüyormuş gibi olur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Ve benîm gözbebeğim namazdır" Nesâî. İsrerun-Nisâ 1: Müsned, III. 128. :99. 285. hadisi ile bu hale işaret etmiş olma ihtimali vardır. İkincisi ise, bu dereceye ulaşamamakla birlikte cenab-ı Hakkın, kişinin kendisine muttali olduğunu, O'nu görmekte olduğunu bilme halinin baskın ve ağırlıklı olarak hissedilme halidir, İşte yüce Allah'ın:

"O seni kalkınca da görür, secde edenler arasındaki dolaşmanı da" (eş-Şuarâ, 26/218-219) âyeti ile:

"Mutlaka o işe daldığınızda Biz üzerinize şahidiz" (Yûnus, 10/61) âyetinde buna işaret edilmektedir.

3. Akrabalara Birşeyler Vermek;

Yüce Allah:

"Akrabaya vermeyi emreder" âyeti ile, onlara malından vermeyi kastetmektedir. Nitekim yüce Allah'ın:

"Akrabaya hakkını ver"(el-İsrâ, 17/26.) âyeti da bunu dile getirmektedir. Yani, akrabalık hakkını gözet. Bu âyet burada mendup olan bir amelin, vacip olana atfedilmesi kabilindedindir. İşte Şat'iî bu âyeti, ileride de açıklanacağı üzere, mükâtep köleye vermenin vücubuna delil göstermiştir. Özellikle akrabaları zikretmesi ise, akraba haklarının daha sağlam ve onları gözetmenin daha vacip oluşundan dolayıdır. Çünkü, şanı yüce Allah'ın ismini, kendisinin Rahmân isminden türettiği "rahim (akrabalık)" hakkını pekiştirmek ve bu bağı gözetmeyi, kendi zatının haklarını gözetmek olarak gördüğünü vurgulamak içindir. Nitekim sahih hadiste şöyle buyrulmuştur: "(Yüce Allah "rahime; (akrabalık bağına)" dedi ki:) Seni gözeteni Benim de gözetmeme, senin bağını koparanı da Benim de koparmama razı gelmez misin?" Buhârî, Tefsir 47, sûre 1; Müslim, Birr 16; Ebû Dâvûd, Zeknî 45; Tirmizî, Birr 9: Müsned, I, 191. 194.

Özellikle akrabalar fakir iseler daha bir gözetilmelidirler.

4. Fahşâ, Münker ve Bağy:

Yüce Allah'ın:

"Fahşâyı, münker ve bağyi yasaklar" âyetindeki fahşâ, söz ya da davranış türünden olsun, çirkin olan her şey demektir. İbn Abbâs ise, zina diye açıklamıştır. Münker, şeriatın o işi nehyetmek suretiyle reddettiği herşeydir. Bu, genel olacak bütün masiyetleri, kötü ve aşağılık davranışları, çeşitli türleriyle bayağılıkları kapsar. Münkerin şirk demek olduğu da söylenmiştir.

Bağy; kibir, zulüm, kin ve haddi aşarak haksızlık yapmak demektir. Gerçek mahiyeti sınırı aşmaktır. Bu münkerin kapsamına girer. Ancak yüce Allah, zararının çokluğu dolayısıyla ona verdiği önemi belirtmek üzere özellikle sözkonusu etmiştir, Hadîs-i şerîfte de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Yapılan bir bağyden (haddi aşmaktan), daha çabuk cezası verilen hiçbir günah yoktur." Aynı manada yakın lâfızlarki: Ebû Dâvûd, Edeb 43; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 57; İbn Mâce, Zühd 23; Müsned, V, 36. 38. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bağî kişinin mutlaka sırtı yere getirilmiştir." Hadîs olarak tesbit edemedik

Yüce Allah, kendisine karşı haksızlıkta bulunulan (bağye maruz kalan) kimseye ilâhî yardımını va'detmiştir İndirilmiş kitapların birisinde şu hüküm yer almaktadır: Eğer bir dağ diğer bir dağa haksızlık edecek olursa, Allah o haksızlık yapan dağı dümdüz eder.

5. Bu Âyetin Ahlâkı ile Ahlâklanmanın Önemi:

İmâm Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail el-Buhârî, Sahih "inde şöyle bir başlık açmıştır: "Yüce Allah'ın:

"Şüphesiz Allah adaleti, İhsanı, akrabaya vermeyi emreder. Fahşayı, münker ve bağyi yasaklar. İyice dinleyip tutasınız dîye size öğüt verir" âyeti ile:

"Sizin taşkınlığınız ancak kendi aleyhinizedir" (Yûnus, 10/23);

"Sonra yine ona haksızca saldırılırsa, elbette Allah ona yardım eder" (el-Hacc, 22/60) buyrukları ve müslüman aleyhine olsun, kâfir aleyhine olsun kötülüğü kışkırtmayı terk etmek. Buhârî, Edeb 57.

Bu başlıktan sonra Hazret-i Âişe'nin, Lebid b. el-A'sam'ın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a büyü yapması hakkındaki hadisini söz konusu etmektedir. İbn Battal der ki: (Buhârî) Allah ondan razı olsun, bu âyet-i kerimelerden, müslüman ya da kair aleyhine kötülüğü harekete getirip kışkırtmayı terketme anlamını çıkartmıştır, Nicekim Hazret-i Âişe'nin hadisi de buna delildir. Çünkü orada Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğu zikredilmektedir: "Allah mademki bana şifa vermiş bulunuyor, artık ben de insanların aleyhine herhangi bir kötülüğü kışkırtmaktan, harekete getirmekten hoşlanmıyorum." Bunun açıklaması da -Allah en iyi bilendir ya- şöyledir: O (Buhârî), yüce Allah'ın:

"Şüphesiz ki Allah adaleti, ihsanı... emreder" âyetinde kötülük İşleyene ihsanda bulunup, onun köcülüğüne ceza vermeyi terk etmenin mendup olduğu anlamını çıkartmıştır. Denilse ki: Haksızlığı yasaklayan âyetler hakkında böyle bir yorum yapmak nasıl sahih olabilir? Şu şekilde cevap verilir: Bunun da açıklaması -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- şöyledir: Yüce Allah kullarına, "sizin taşkınlığınız ancak kendi aleyhinizedir" âyetinde haddi aşmanın zararının haddi aşana raci olacağını bildirip, kendisine haksızlık yapılana yardımcı olmayı taahhüd ettiğinden dolayı, kendisine karşı haksızlıkta bulunulan kişinin yüce Allah'a bu yardım taahhüdü dolayısıyla şükretmesi ve kendisine haksızlık yapana af ile karşılık vermesi daha uygundur. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da kendisine büyü yapan yahudiye bu şekilde davranmıştır. Ancak. yüce Allah'ın:

"Şayet bir ceza verecek olursanız, size yapılan saldırının misliyle mukabele edin" (en-Nahl, 16/126) âyeti gereğince intikam alma hakkına sahiptir, Ama o, yüce Allah'ın:

"Bununla beraber kim de sabreder ve bağışlarsa, muhakkak bu üzerinde kararlılıkla durmaya değer işlerdendir" (eş-Şura, 42/43) âyetinden hareketle affetmeyi tercih etmiştir,

6. İyiliği Emredip Kötülükten Alıkoymak ve İhsanın Önemini Vurgulayan Tarikten Bir Olay:

Bu âyeH kerîme, iyiliği emredip münkerden alıkoyma gereğini ihtiva etmektedir. Bunlara dair açıklamalar daha önceden (Âl-i İmrân, 3/21-22. âyetlerinin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Rivâyet edildiğine göre bir topluluk, kendilerine zekât toplayıcı ve vali (âmil) olarak tayin edilmiş bir zatı, Abbasi hükümdarlarından Ebû Cafer el-Mansur'a dava eder. Ancak bu vali, kendisini şikâyet edenlere karşı delillerini ortaya koyarak onları mağlup etmiş, aleyhine öyle pek büyük bir zulüm ispat edemediklerini, hiç bir hususin haksızlık yapmadığım ortaya koymuş. Şikâyet eden topluluk arasından bir delikanlı ayağa kalkarak şöyle demiş: Mü’minlerin emiri! Allah, adalet ve ihsanı emretmektedir. Evet, gerçekten o adaletlidir, ama ihsan yapan bir kimse değildir. Ebû Cafer, bu gencin isabetli söz söylemesine hayret eder ve tayin ettiği âmilini görevden alır.

91

Ahidleştiğiniz zaman, Allah'ın ahdini eksiksiz yerine getirin. Yeminleri pekiştirdikten sonra bozmayın. Hem Allah'ı üzerinize kefil yapmışken (nasıl bozarsınız)? Şüphe yok ki Allah, yaptıklarınızı bilir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1. Allah'ın Ahdi:

Yüce Allah'ın:

"Allah'ın ahdini eksiksiz yerine getirin" âyeti, dil ile akdolunan ve insanın yükümlülük üstlendiği alış-veriş, akrabalık bağını gözetmek veya dine uygun herhangi bir husustaki antlaşmaların tümünü kapsayan umumî bir lafızdır. Bu âyet-i kerîme aynı zamanda yüce Allah'ın:

"Şüphesiz ki Allah adaleti, ihsanı... emreder" (en-Nahl, 16/90) âyetini da kapsamaktadır. Çünkü o âyet-i kerîme bu işi yapınız, bu işten de uzak kalınız anlamındadır. Bu âyet böylelikle öncekine atfedilmiş olmaktadır.

Âyet-i kerîmenin. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, İslâm üzere bey'at hususunda indiği söylendiği gibi, cahiliye döneminde yapılıp İslâm'ın da bağlı kalınmasını istediği antlaşmalara bağlılık hakkında indiği de söylenmiştir. Bunu da Katade, Mücahid ve İbn Zeyd ifade etmiştir Ancak âyet umumî olup, -açıkladığımız gibi- bütün bu hususları kapsamına alır.

Sahih'te, Cubeyr b. Mut'im'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İslâmda “hılf” hak üzere dayanışma için sözleşmeye gerek yoktur. Ancak, cahiliye döneminde bu türden ne kadar antlaşma yapılmış ise, İslâm ancak onun gücünü artırır (yani bunları kabul eder.)" Müslim, Fedailus-Sahabe 206: Ebû Dâvûd, Feraiz 17; Tirmizî, Siyer 30; Dârimî, Siyer 81; Müsned, I, 190, 317, 329. II, 180, 205. 207.., IV, 83, V, 61. Aynı manada yakın tirVıdelerle: Buhâri, Kefaret 2, Erteb 64: Müslim, Fedailu's-Sahabe 204. Sadece; "İslam'da hılf yoktur kısmı. Bununla hakkın yardımına koşulması, hakkın yerine getirilmesi ve hak sahiplerinin gözetilmesini kastetmektedir

İbn İshak'ın sözünü ettiği hılfu'l-Fudûl buna örnek gösterilebilir. İbn İshak der ki: Kureyş kabileleri şerefi ve nesebi dolayısıyla Abdullah b. Cüd'ân'ın evinde toplandılar. Bunlar Mekke'de ister Mekkeli olsun İster olmasın, haksızlığa uğramış birisi buldular mı, mutlaka onun haksızlığı giderilinceye kadar yanında yer alacaklarına dair akidleştiler ve antlaştılar, Kureyş, o bakımdan bu antlaşmaya "hılfu'l-Fudûl" adım verdi. Yani, faziletlere dair yapılmış hılf (antlaşma). Burada sözü geçen fudûl "fadl"ın çokluk çoğuludur, Fels'in çoğulunun fülus gelmesi gibi. Yine İbn İshak'ın, İbn Şihab'dan rivâyetine göre, o şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ben, Abdullah b. Cud'an'ın evinde bir antlaşmaya şahit oldum ki, onun karşılığında kırmızı develere sahip olmayı tercih etmem. İslâm geldikten sonra bile (şu sırada) o antlaşma gereğince (yardıma) çağırılacak olsam, hiç şüphesiz bu çağrıya icabet ederim,"

İbn İshak der ki: Velid b. Utbe, Hüseyin b. Ali'nin alacağı olan bir malı vermek istemedi. Çünkü Velid o sırada Medine emiri olduğundan otoritesine güveniyordu. Hüseyin b. Ali (radıyallahü anh) ona şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, ya hakkımı bana verirsin, yahut da kılıcımı alıp sonra da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Mescidinde dikilip ve hılfu'l-Fudul'un gereği olarak bana yardım için davette bulunurum. Bunun üzerine Abdullah b. ez-Zübeyr de şöyle dedi: Ben de Allah adına yemin ederim ki, eğer bizi çağıracak olursa, şüphesiz ben de kılıcımı alır ve onun yanında hakkını alıncaya kadar yahut da hep birlikte ölünceye kadar dikilir yerimi alırım. el-Misver b. Mahreme de bu haberi alınca o da aynı sözleri söyledi. Abdurrahman b. Osman b. Ubeydullah et-Teymî de bu haberi alınca, o da bunun gibi bir söz söyledi, Bu sefer Velid, bunu haber alınca Hazret-i Hüseyin'e hakkını verdi.

İlim adamları derler ki: İşte cahiliye döneminde yapılmış bulunan bu anılaşmayı İslâm daha bir pekiştirmiş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da, "İslâm'da hilf yoktur" âyetinin genel kapsamı dışında tutarak, ona özel bir konum vermiştir,

İslâm'da böyle bir antlaşmaya gerek olmayışının hikmetine gelince, zaten şeriat zalimden hakkın alınması hükümlerini ihtiva etmektedir. Ondan alınan hakkın mazluma ulaştırılmasını emretmiştir. Bu, esasen mükellefler arasından gücü yeten herkes üzerinde umumî bir görev olarak şeriatin asli hükümleri gereğince vacip kılınmış bir şeydir. Şeriat, bu hükümleri gereğince zâlimlere karşı kullanılacak ve izlenilecek yolu tesbit etmiş bulunuyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor;

"Ancak insanlara zulmedenler ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık gösterenler aleyhine yol vardır. İşte bunlar için çok acıklı bir azâb vardır." (eş-Şûrâ, 42/42)

Sahih'te de şöyle buyurulmaktadır: "Zalim yahut mazlum olsun kardeşine yardımcı ol" Onlar, Ey Allah'ın Rasulü! Haydi mazlumken ona yardım ettik- Zalimken nasıl yardım edebiliriz. Hazret-i Peygamber: "Onu alıkoyarsın -bir rivâyette de: Zulmünü engellersin- işte ona yardım etmek budur" diye buyu rdu. Buhâri, Mezâlim 4, İkrah 7; Tirmizî, Fiten 68; Dârimî, Rikacık 40; Müsned, III, 99, 201.

Hazret-i Peygamber'in: "İnsanlar zalimi görüp de, onun ellerini (zulümden) çekmeyecek olurlarsa, aradan fazla bir zaman geçmeksizin, kendi nezdinden onların hepsini kuşatacak bir azap gönderir" Tirmizî, Fiten 8, Tefsir 5. sürç 17; Müsned, L 9. âyeti da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

2. Yeminlerin Pekiştirilmesi:

"Yeminleri pekiştirdikten" yani onları sağlamlaştırıp ağır ifadelerle güçlendirdikten "sonra bozmayı ise, "Pekiştirmek" anlamındadır. ile, Pekiştirdi" anlamında olup, iki ayrı söyleyiştir.

3. Allah'ın Kefil Yapıldığı Yeminlere Bağlılık:

"Hem Allah'ı üzerinize kefil yapmışken" O'nu şahid tutmuşken

"nasıl bozarsınız?" Âyet, Allah'ı koruyucu yapmışken yahut onlara bağlı kalacağınıza dair Allah adına taahhüdde bulunmuşken diye de açıklanmıştır. Burada yüce Allah'ın: "Pekiştirdikten sonra" âyeti ile azîm ve kararlılıkla pekiştirilmiş yemin ile lağiv yemini arasındaki farka işaret edilmektedir.

İbn Vehb ile İbnü'l-Kasım, Malik'ten şöyle dediğini naklederler: Pekiştirmek, bir kimsenin aynı şey hakkında defalarca yemin etmesi ve o şey hakkında üç veya daha fazla yeminleri tekrarlaması demektir. Mesela, Allah'a yemin ederim ki, bundan daha aşağısını yapmayacağım, Allah'a yemin ederim ki, bundan daha aşağısını yapmayacağım, demek gibi. Böyle bir yeminin keffareti, yemin keffaretinde olduğu gibi bir keffarettir.

Yahya b. Said de şöyle demektedir: Burada sözü edilenler, ahidlerdir. Ahid de bir yemindir. Ancak aralarındaki fark, ahdin keffaretinin olmayışıdır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet gününde ahdini bozan herkesin bu ahdine hainliği miktarınca onun arka yanı başında bir sancak dikilir ve bu filanın ahdine hainliğidir denilir." Buhârî, Cizye 22, Edeb 99; Müslim, Ciltfrt 11-16; Ebû Dâvûd, Cihad 150; Tirmizî, Si---r- 28. Filen 26; İbn Mâce, Cihad 42; Dârimî, BuyıVll; Müsned, f, 417, 441, II, 16, 48... rv-ı anlamı ihtiva etmekle beraber, kimi rivâyetlerde bazı lâfız farklılıklarıyla.

Allah adına yemine gelince, şanı yüce Allah, bir tek yerde yemin keftaretini söz konusu etmiştir. Bu da, "yemin-i mun'akide" diye bilinen yemine riâyet etmemek halinde söz konusudur.

İbn Ömer der ki: Yeminin pekiştirilmesi, bir kimsenin iki defa yemin etmesiyle olur. Tek bir defa yemin edecek olursa, bunda keffaret sözkonusu değildir. Bu türden açıklamalar önceden, el-Mâide Sûresi'nde (5/89. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

92

İpliğini sağlamca eğirdikten sonra söküp bozan kadın gibi olmayın. Bir ümmet, diğer bir ümmetten daha çoktur diye yeminlerinizi aranızda bir hile ve fesat aracı ediniyorsunuz... (ha)? Herhalde Allah sizi bununla imtihan eder. Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyi O kıyâmet gününde elbette size açıklayacaktır.

"İpliğini sağlamca eğirdikten sonra söküp bozan kadın gibi olmayın" âyetinde geçen, Söküp bozmak, nakzetmek" ile aynı şeylerdir. Bu köklerden isim; ile, şeklinde gelir. Birincisinin çoğulu (âyette geçtiği üzere); şeklindedir.

Bu âyet-i kerîme, yemin eden, ahidleşen ve ahdini sağlamlaştırıp pekiştirdikten sonra bozan kimseyi, yününü eğirip sağlam bir şekilde büktükten sonra çözen kadının durumuna benzetmektedir. Rivâyet olunduğuna göre Mekke'de, Amr b. Ka'b b. Sa'd, b. Teym b. Murre kızı Rayta diye bilinen ahmak bir kadın varmış. Ve bu kadın bu şekilde yaparmış. İşte bu benzetme onadır. Bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır, Abdullah b. Kesir ve es-Süddî de bunu nakletmekle birlikte, kadının ismini vermemişlerdir.

Mücahid ve Katade ise, bu bir misaldir. Yoksa muayyen bir kadın ile ilgisi yoktur, demişlerdir.

Âyet-i kerimedeki; Sağlamca" kelimesi, hal olmak üzere nasb edilmiştir. Hile ve fesat" ise aldatmak, kandırmak, kötülük yapmak istemek gibi anlamlara gelir, Ebû Ubeyde der ki: Doğru olmayan her bir işe bu isim verilir

"Bir ümmet, diğer bir ümmetten çoktur diye..." âyeti ile ilgili olarak müfessirler şöyle derler: Bu âyet-i kerîme, şu şekilde davranan Araplar hakkında nazil olmuştur: Bir Arap kabilesi, bir başka kabile ile antlaştıktan sonra, bunlardan birisine sayıca çok ve güçlü bir kabile gelip de onun ahdini bozmasını, karşı tarafı aldatmasını isteyecek olursa, o kabile de ilk antlaşma yaptığı kabilenin ahdini bozar, hainlik eder ve bu büyük kabilenin yanında yer alırdı. -Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır- İşte yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: Siz, bir kesim diğer bir kesimden daha çoktur, yahut malları daha fazladır diye ahidleri bozmayınız. Müşrik düşmanlarınızın dünyada sayıca çok olduğunu ve bolluk içinde olduklarını görecek olursanız, bundan dolayı yeminlerinizi bozmaya kalkışmayınız. Maksat, kâfirlerin ve mallarının çokluğu sebebiyle tekrar küfre dönmeyi yasaklamaktır.

el-Ferrâ' da şöyle demektedir: Âyetin anlamı şudur: Bir toplum sayıca az, siz de çoksunuz; yahut aksine siz az onlar da çok diye, o toplulukla yeminlerle pekiştirip sağlamlaştırdığını ahidlerinizi bozmayınız.

Daha çok" kelimesi O şey artıp çoğaldı" ifadesinden alınmadır. "Bununla" daki zamirin, Allah'ın emrettiği ahde bağlılığa ait olma ihtimali olduğu gibi, "daha çok oluş"a ait olma ihtimali de vardır. Yani, yüce Allah kullarını, birbirlerini kıskanmaları, birilerinin diğerlerine üstün olmak istemeleri ile mübtelâ kılmış ve kimin kendi nefsine karşı mücadele vererek, muhalefet edeceğini, kimin de nefsine uyarak hevâsı gereğince amel edeceğini ortaya çıkarmak kastıyla, onları imtihan etmiştir. Yüce Allah’ın

"Herhalde Allah sizi bununla imtihan eder. Hakkında" öldükten sonra diriliş ve bunun dışında

"anlaşmazlığa düştüğünüz şeyi O, kıyâmet gününde elbette size açıklayacaktır" âyetinin anlamı işte budur.

93

Eğer Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat O, dilediğini saptırır, dilediğini de hidâyete erdirir. Yaptıklarınızdan muhakkak sorguya çekileceksiniz.

"Eğer Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı." Sizi, tek bir dine sahip kılardı.

"Fakat O, dilediğini" onlar hakkında âdil bir hüküm olarak onları yardımsız bırakmak ve muvaffakiyet vermemek suretiyle

"saptırır, dilediğini de" kendilerine onlara bir lütuf ve ihsan olmak üzere tevfikmi Üısiin etmek suretiyle

"hidâyete erdirir." Ve O, yaptığından sorumlu tutulmaz, aksine siz sorumlu tutulursunuz. Âyet-i kerîme, önceden de geçtiği üzere, kaderi görüşü benimseyenlerin kanaatlerini reddetmektedir.

(Bir önceki âyette geçen); Elbette... açıklayacaktır" âyeti ile Muhakkak sorguya çekileceksiniz" âyetindeki şeddeli "nün" ile birlikte gelen "lâm", hazfedilmiş bir kaseme delil teşkil etmektedir. Allah'a yemin olsun ki, size açıklayacaktır ve yemin olsun ki, sorguya çekileceksiniz demektir.

94

Yeminlerinizi aranızda hile ve fesad aracı edinmeyin. Çünkü o takdirde, sapasağlam yerleştikten sonra ayak kayıverir ve Allah yolundan alıkoyduğunuz İçin kötülüğü tadarsınız. Büyük bir azâbı hak edersiniz.

"Yeminlerinizi aranızda hile ve fesad aracı edinmeyin" âyeti, te'kid olmak üzere tekrar edilmiştir.

"Çünkü o takdirde sapasağlam yerleştikten sonra ayak kayıverir." Bu da, bu husustaki nehyin daha ileriye götürülmesi demektir. Çünkü yeminlere bağlı kalmanın dinde önemi çok büyüktür ve insanlar arası ilişkilerde çokça tekrarlanır, Yani, yeminlerinizi içten içe, aldanmak ve fesad çıkarmak kastı ile yapmayın. O takdirde ayak (larınız) sapasağlam yerleştikten sonra kayıverir. Bu da, Allah'ın bilinip tanınmasından sonra, yeminlere bağlı kalınmamak suretiyle ayakların kayacağı anlamındadır. Bu, dosdoğru bir durumda iken, büyük bir kötülüğe düşen ve ona gömülen kimsenin durumunu anlatmak için kullanılmış bir istiaredir. Çünkü ayak kayacak olursa, kişiyi hayırlı bir durumdan kötü bir duruma nakleder. İşte Küseyyir'in şu mısraı da bu kabildendir:

"İkimiz de yanyana gelince, ben sebat ettim, onun ise ayağı kaydı."

Araplar, afiyette iken belâya duçar olan, yahut zor bir duruma düşen hakkında da "ayağı kaydı" tabirini kullanırlar. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Eğer sen ileri geçecek isen, senin ileri geçişin engellenecektir.

Ayakların kayacak olursa da öldürülürsün."

Bir şey hakkında yanlışlık yapan kimseye de "o işte ayağı kaydı" denilir.

Bundan sonra yüce Allah, dünya azâbı ve âhirette de büyük azâb ile tehditte bulunmaktadır. Bu tehdit, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a olan ahdini bozan kimseler hakkındadır. Çünkü önce ona ahid verdiği halde, daha sonra verdiği ahdini bozan ve imandan çıkan kimseler olmuştur. Bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Allah yolundan alıkoyduğunuz için kötülüğü tadarsınız." Dünyada kötülüğün tadılmasi, onların başlarına gelen ve hoşlanmadıkları şeylerdir.

95

Allah'ın ahdini az bir pahaya satmayın. Çünkü Allah katında olan sizin için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz.

96

Sizin yanınızdaki tükenir. Allah'ın nezdindekiler ise kalıcıdır. Sabredenlerin mükâfatını elbette yapmakta olduklarının güzeli ile vereceğiz.

"Allah'ın ahdini az bir pahaya satmayın." Yüce Allah bu âyet ile. rüşveti ve ahidleri bozmak karşılığında mal almayı yasaklamaktadır. Yani, az bir dünyalık karşılığında ahidlerinizi bozmayın. Dünyalığın -çok olsa dahi- az olmakla nitelendirilmesi, zeval bulacak şeylerden olmasından dolayıdır. O bakımdan, kesin olarak dünyalık azdır. Yüce Allah'ın:

"Sîzin yanınızdaki tükenir, Allah'ın nezdindekiler ise kalıcıdır" âyeti ile kastedilen de budur. Bu âyetle yüce Allah, dünyanın durumu ile âhiretin durumu arasındaki farkı açıklamaktadır. Birisi tükenip bitmekte, sonu gelmekte, Allah'ın nezdîndeki bağışlar, lütuflan ve cennetlerinin nimetleri ise, ahdini eksiksiz yerine getiren ve yaptığı akidlerde sebat gösteren kimseler için asla son bulmayacaktır, Şu beyitleri söyleyen ne güzel söylemiş:

"Malın helâli de haramı da bir gün gelir tükenir.

Yarına, geriye günahları kalır.

Allah'ından korkup gerçek takva sahibi olmak,

Ancak kişinin içeceğinin de yiyeceğinin de helâl ve temiz olmasına bağlıdır."

Bir başka şair de bu konuda şöyle demektedir:

"Farzet ki dünya bütünüyle kendiliğinden senin önüne getirilmektedir.

Peki, sonunda bu değişmeyecek midir?

Senin dünyan ancak bir gölge gibidir,

Seni gölgesinde barındırdı, sonra da zeval bulacağını ilan etti."

İslâm ve itaat üzere ve masiyetlere karşı

"sabredenlerin mükâfatını elbette yapmakta olduklarının" itaatlerinin

"güzel ile vereceğiz." Verilecek olanların, itaatlerden daha güzel olmakla nitelendirilmesi, itaatlerin dışında kalan güzelliklerin mubah olmalarından dolayıdır. Mükâfat ise, ancak Allah'ın vaadi gereğince itaatler için söz konusudur.

Âsım ve İbn Kesîr, Elbette... mükâfatlandıracağız" şeklinde tazim "nun"uyla okumuşlardır. Diğerleri ise, "ya" ile (mükâfatlandıracaktır, anlamında) okumuşlardır.

Denildiğine göre, şu "...satmayın" ile bir sonraki âyetin buraya kadarki bölümü, Kindeli, Âbisoğlu İmruu’l-Kays ile onun hasmı İbn Esva' hakkında inmiştir. Bunlar, bir toprak hakkında anlaşmazlığa düşmüş, İmruu’l-Kays yemin etmek İsteyince, bu âyet-i kerimeyi işitmiş, bunun üzerine yemin etmekten vazgeçmiş ve arkadaşının haklı olduğunu ikrar etmiş. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

97

Erkek olsun, kadın olsun kim mü’min olduğu halde salih amel işlerse Biz, şüphesiz ona çok güzel bir hayat yaşatırız. Ve bunları elbette işlediklerinin en güzeli ile mükâfatlandıracağız.

"Erkek olsun, kadın olsun kim mü’min olduğu halde salih amel İşlerse Biz, şüphesiz ona çok güzel bir hayat yaşatırız" âyeti, şart ve cevabını ihtiva etmektedir, "Çok güzel bir hayafın mahiyeti hakkında beş görüş ileri sürülmüştür:

1- İbn Abbâs, Saîd b. Cübeyr, Atâ ve ed-Dahhâk'a göre helâl rızık demektir.

2- Hasan-ı Basrî, Zeyd b. Vehb ile Vehb b. Münebbih'e göre kanaat demektir. ,el-Hakem, bunu İkrime'den, o da İbn Abbâs’ın görüşü olarak rivâyet etmiştir. Aynı zamanda Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)’in da görüşü budur.

3- Yüce Allah'ın, itaatleri işleme muvaffakiyeti demektir. Çünkü itaatleri işlemek, kişiyi Allah'ın rızasına ulaştırır. Bu anlamdaki açıklamayı da ed-Dahhâk yapmıştır. Yine ed-Dahhâk şöyle demiştir: Bir kimse, mü’min olarak salih amel işleyecek olursa, ister darlık İçinde olsun, ister bolluk içinde olsun, onun hayatı güze) hayattır. Buna karşılık Allah'ı anmaktan yüz çeviren, Rabbi'ne îman etmeyen salih amel de işlemeyen bir kimsenin geçimi dardır ve onun hayatında hayır namına bir şey yoktur.

4- Mücahid, Katade ve İbn Zeyd de der ki: Güzel hayattan kasıt, cennettir. el-Hasen de böyle demiştir. el-Hasen devamla der ki: Cennet dışında hiç bir kimse için güzel hayat söz konusu değildir. Bunun, mutluluk olduğu da söylenmiştir. Bu görüş; İbn Abbâs'dan rivâyet edilmiştir.

5- Ebû Bekr el-Verrâk da der ki: Güzel bayattan kasıt, itaatin tatlılığıdır. Sehl b. Abdullah et-Tüsterî der ki: Güzel hayat, kulun kendi tedbirinden vazgeçerek, tedbirini hakka havale etmesi demektir. Cafer-i Sadık da şöyle demiştir: Güzel hayat, marifetullah ve Allah'ın huzurunda doğru ve samimi duruştur. Bunun, yaratıklardan müstağni kalmak ve hakka muhtaç olduğunu bilmek olduğu söylendiği gibi, kader-i İlâhiye rıza göstermektir, diye de açıklanmıştır.

"Ve bunları elbette İşlediklerinin en güzeli ile" âhirette

"mükâfatlandıracağız." Şanı yüce Allah önce "ona çok güzel bir hayat yaşatırız" diye buyurduktan sonra, "ve bunları elbette... mükâfatlandıracağız" diye buyurması, “Kim” kelimesinin hem tekil hem çoğul için kullanılabilmesinden dolayıdır. Bir seferinde zamir tekil olarak lâfza, diğerinde ise çoğul olarak manaya ait olmuştur. Bu türden açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.

Ebû Salih der ki: Tevrat'a inanan bir grup insan ile İncil'e inanan bir grup insan ve putlara tapan bir başka grup insan oturdular. Bunlardan birisi, biz daha faziletliyiz dedi, diğerleri de; biz daha faziletliyiz deyince bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.

98

Kur'ân'ı okuyacağın zaman, o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın.

Bu âyete dair açıklamalarımızı tek başlık halinde sunacağız:

Allah'a Sığınmak:

Bu'âyet-i kerîme, daha önce geçen yüce Allah'ın:

"Ve biz sana bu kitabı her şeyi açıklayan... olmak üzere kısım kısım indirdik" (en-Nahl, 16/86) âyeti ile alâkalıdır. Sen, işte bu özellikteki Kitabı okumaya başlıyacağında, şeytanın karşına dikilerek seni Kur'ân üzerinde gereği gibi düşünmekten, içindeki hükümlerle amel etmekten alıkoymak istemesine karşı Allah'a sığın. Yoksa Kur'ân okuduktan sonra Allah'a sığınmayı kastetmemektedir. Bilakis bu âyet şu ifadeye benzer: Yemek yiyeceğin vakit Bismillah de. Yemek yemek isteyecek olursan Bismillah de, demektir.

Cübeyr b. Mut'un, babasından şöyle dediğini rivâyet eder: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı namaza başlarken şöyle buyurduğunu dinledim:

Allah'ım, Ben, şeytandan, onun dürtmesinden, kibirlenişinden (kibirliğe itmesinden) ve onun (batıl) telkinlerinden sana sığınırım." Ebû Dâvûd, Sakıt 119: İbn Mâce, İkametu's-Salâc 2: Müsned, III, 80, 81, 83, 85; ayrıca bk. Müsned, I, 404, VI, 156.

Ebû Said el-Hudri'nin rivâyet ettiğine göre de, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namazda kıraatten önce istiâzede bulunurdu. Ebû Dâvûd, Salât 120; Tirmizî, Salât 65; Dârimî, Salât 33.

el-Kiyâ et-Taberî der ki: Seleften bazılarından, mutlak olarak kıraatten sonra istiâzede bulundukları da nakledilmiştir. Bunlar, yüce Allah'ın:

"Kur’ân okuyacağın (okuduğun) zaman, o kovulmuş şeytan'dan Allah'a sığın" âyetini delil göstermişlerdir. Âyetin zahirinin, istiâzenin kıraatten sonra olmasını gerektirdiğinde hiç şüphe yoktur. Çünkü yüce Allah'ın:

"Artık namazı bitirdiğiniz zaman, ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzere iken Allah'ı anın" (en-Nisâ, 4/103) âyetine benzemektedir. Ancak, bu anlama gelme ihtimali yoktur.

Çünkü bu da yüce Allah'ın:

"Söz söylediğinizde de adaletli olunuz" (el-En'âm, 6/152) âyeti ile: "(Peygamberin) hanımlarından ihtiyacınız olan bir şey istediğinizde, onlardan perde arkasından isteyin "(el-Ahzab, 33/53) buyruklarına benzemektedir. Bu âyetten maksat, daha önce bir istekte bulunduktan sonra perde arkasından onlardan bir şey islemek değildir. Yine bir kimsenin: Konuşursan doğru söyle, ihrama girecek olursan guslet demesine de benzer. Ki, bu da ihram'a girmeden guslet anlamındadır. Bütün bunların anlamı, böyle bir şey yapmak istediğin vakit şunu yap, şeklindedir. İşte burada istiâze emri de böyledir.

Bu anlamdaki açıklamalar önceden geçtiği gibi, istiâze hakkındaki yeterli açıklamalar da bundan önce, (bk. Giriş bölümü, istiâze ile ilgili bahisler) geçmiş bulunmaktadır.

99

Doğrusu, îman edip yalnız Rabbleri'ne tevekkül edenler üzerinde onun hiç bir hâkimiyeti yoktur.

"Doğrusu, îman edip yalnız Rabbleri'ne tevekkül edenler üzerinde" azdırmak ve küfre sürüklemek hususunda

"onun hiç bir hakimiyeti yoktur." Yani, şeytanın insanları Allah tarafından bağışlanmayacak bir günaha zorla İtmeye kudreti yoktur. Bu açıklamayı Süfyan yapmıştır. Mücahid de der ki: Şeytanın, elinde dostlarını kendisine davet ettiği masiyetlerin hak olduğuna dair hiç bir delili yoktur.

Şöyle de açıklanmıştır: Şeytan'ın, onlar üzerinde hiç bir hâkimiyeti söz konusu değildir. Çünkü Allah'ın düşmanı İblis -Allah'ın laneti üzerine olsun-:

"Yemin ederim ki ben de... onları toptan azdıracağım. Ancak onlardan, ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna" (el-Hicr, 15/39-40) deyince, yüce Allah da kendisine;

"Benim kullarım Üzerinde senin hiç bir tasallutun olmaz. Azgınlardan sana uyanlar müstesna" (el-Hicr, 15/42) diye buyurmak suretiyle, kullar üzerindeki hâkimiyetini kaybetmiş bulunuyor.

Derim ki: Biz, bundan önce bunun, tahsisin söz konusu olduğu umumî bir İfade olduğunu açıklamış idik. Çünkü İblis, Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havva'yı tasallutu neticesinde hataya düşürüp kandırmış, fazilet sahibi kimselerin hatırlarına; Rabbini kim yarattı, gibi sorulan getirmek suretiyle şaşırtma yoluna gitmiştir.

Nitekim el-A'raf Sûresi'nin sonlarında (7/200. âyetin tefsirinde) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

100

Onun hâkimiyeti, ancak kendisini dost edinip de (onu) O'na ortak koşanlar üzerindedir.

"Onun hakimiyeti, ancak kendisini dost edinip" ona itaat edip

"de onu Allah'a ortak koşanlar üzerinedir." Bir kimseyi veli (dost) edinmek, ona itaat etmek demektir. -Aynı kökten olmak üzere-; Ondan yüz çevirdim" anlamındadır.

" Ona" ifadesinin, Allah'a... demek olduğunu, Mücahid ve ed-Dahhâk ifade etmişlerdir. Bu zamirin, şeytana raci olduğu da söylenmiştir. er-Rabi' b. Enes ve el-Kutebî böyle demişlerdir ki, anlamı şöyle olur; Onlar, şeytan sebebiyle (Allah'a) ortak koşmaktadırlar. (İşte onun hakimiyeti de böylelerinin üzerindedir.) Mesela, Ben bu söz sebebiyle kâfir oldum" denilir. Senin sebebinle filan kişi alim oldu" demektir. Yani, şeytanın dost edindiği kimseler (bu dostluk sebebiyle) Allah'a ortak koşan kimseler olurlar.

101

Biz, bir âyeti diğer bir âyetin yerine getirip değiştirdiğimizde, -Allah neyi indireceğini en iyi bilen olduğu halde- "sen ancak bir iftiracısın" dediler. Hayır, onların çoğu bilmezler.

Âyetin tefsiri için bak:102

102

De ki: "Onu Ruhu'l-Kudüs, Rabbinden hak olarak indirmiştir. Îman edenlere tam bir sebat vermek İçin ve müslümanlara hidâyet ve müjde olsun diye."

"Biz bir âyeti, diğer bir âyetin yerine getirip değiştirdiğimizde -Allah neyi indireceğini en iyi bilen olduğu halde-..." âyetinin, Biz önceki bir şeriati, sonradan gönderdiğimiz yeni bir şeriat ile değiştirdiğimizde... anlamında olduğu söylenmiştir. Bu açıklamayı İbn Bahr yapmıştır. Mücahid der ki: Biz bir âyeti kaldırıp, onun yerine başka bir âyeti koyacak olursak... demektir. Cumhûr da: Biz, bir âyeti onlara öncekinden daha ağır gelen bir başka âyet ile nesh ettiğimizde... diye açıklamışlardır.

Nesh ve tebdil (değiştirmek); bir şeyi kaldırmakla birlikte bir başkasını onun yerine koymak demektir. Nesh'e dair açıklamalar, daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/106. âyetin tefsirinde) yeteri kadar geçmiş bulunmaktadır.

"Sen ancak bir iftiracısın" yalan söyleyen ve kendiliğinden uyduran bir kimsesin

"dediler." Diyenler, Kureyş kâfirleridir. Onlar bu sözlerini hükmün değiştirilmesini görmeleri üzerine söylemişlerdi, yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır:

"Hayır, onların çoğu bilmezler." Hükümleri teşri edenin de, birinin yerine diğerini koyup değiştirenin de Allah olduğunu bilmezler, Yüce Allah'ın:

"De ki: Onu Ruhu'l-Kudüs... indirmiştir" âyetinde, Ruhu'l-Kudüs'ten kasıt Hazret-i Cebrâîl'dir. O, nesh edeni ve, nesh edileni ile Kur'ân'ın tamamını indirmiştir. Sahih bir isnadla Âmir en-Nehaî'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Üç yıl süreyle israfil, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a vahiy getirmekle görevlendirildi. O, birer, ikişer kelimeyi getirirdi. Daha sonra Hazret-i Cebrâîl Ona, Kur'ân-ı Kerîm'i indirdi."

Yine Müslim'in Sahihinde belirtildiğine göre, yeryüzüne o güne kadar hiç inmemiş bir melek, Hamd (Fâtiha) Sûresi'ni Hazret-i Peygamber'e indirmişti Müslim, Salatu'l-Müsafirîn 254; Nesâi, İlli tâli 25. Nitekim bu husustaki açıklamalar, bundan önce el-Fâtiha SÛRESİ'nde (nüzulü ve ahkâmı ile ilgili bölüm, 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"Rabbinden" Rabbinin kelamından

"hak olarak İndirmiştir."

"îman edenlere" içindeki delil ve belgelerle

"tam bir sebat vermek için, müslümanlara hidâyet ve müjde olsun diye."

103

Yemin olsun ki onların: "Ona muhakkak bir İnsan öğretiyor" dediklerini biliyoruz. İnkâra saparak kastettikleri o kimsenin dili yabancıdır. Bu ise apaçık bir Arapçadır.

"Yemin olsun ki onların: Ona muhakkak bir insan öğretiyor, dediklerini biliyoruz" âyetinde, Hazret-i Peygamber'e öğretiyor dedikleri bu şahsın ismi hususunda farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre sözü geçen bu kişi, el-Fâkih b. el-Muğire'nin kölesi olup ismi Cebr idi. Önceleri hristiyanken sonra İslama girdi. Kureyş’in kâfirleri, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan -ümmî olup hiç bir kitap okumamış olduğu halde- geçmiş ve gelecek olaylara dair haberleri işittiklerinde: Ona, bunları muhakkak Cebr öğretmektedir, diyorlardı. Cebr ise Arap olmayan bir kimse idi. yüce Allah da onların bu iddialarını şöylece cevaplandırmaktadır:

"İnkâra saparak kastettikleri o kimsenin dili yabancıdır. Bu ise apaçık bir Arapçadır." Hiç bir insanın ve cinnin tek bir sûresine ve daha fazla bir bölümüne karşı çıkarak benzerini meydana koyamadığı böyle bir sözü Arap olmayan Cebr ona nasıl öğretebilir?

en-Nakkâş'ın naklettiğine göre, Cebr'in efendisi onu dövüyor ve ona şöyle diyordu: Muhammed'e sen öğretiyorsun ha! O: Allah'a yemin ederim ki hayır. Bilâkis o bana öğretiyor ve beni doğruya iletiyor, diyordu.

İbn İshak der ki: Bana nakledildiğine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) el-Hadramî oğullarının kölesi olan ve Cebr adındaki hristiyan bir kölenin yanında çokça otururdu. Bu kişi, (önceki) kitapları okuyan birisi idi. Bunun üzerine müşrikler: Allah'a yemin olsun ki, Muhammed'in bu getirdiklerini ona şu hristiyan Cebr'den başkası öğretmiyor.

İkrime ise, bu kişinin ismi Yaiş idi, el-Hadramî oğullarının bir kölesi idi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona Kur'ân-ı Kerîm'i öğretiyordu. Bu el-Maverdî nakletmektedir.

es-Sa'lebî'nin, İkrime ve Katade'den naklettiğine göre bu, Muğire oğullarının bir kölesi olup ismi Yaîş idi. Arapça olmayan kitapları okumasını bilirdi. Kureyşlilerin: Şüphesiz ona bir insan öğretiyor, demeleri üzerine bu âyet-i kerîme indi.

el-Mehdevî'nin, İkrime'den naklettiğine göre bu, Âmir b. Lüey oğullarının bir kölesi olup ismi Yaîş idi.

Abdullah b. Müslim el-Hadramî dedi ki: Bizim, Aynu't-Temrliler'den hıristiyan iki kölemiz vardı. Bunlardan birisinin ismi Yesar, diğerinin ismi da Cebr idi. el-Maverdî ile el-Kuşeyrî ve es-Sa'lebîde böyle nakletmelerdir, Şu kadar var ki es-Sa'lebî şunları da söylemektedir: Bunlardan birisinin ismi Nebt, künyesi Ebû Fükeyhe idi. Diğerinin ismi ise Cebr idi. Bunların ikisi de kılıç yapar ve kılıç bileyler idi. Ellerinde bulunan bir kitabı okuyorlardı. es-Sa'lebî (devamla) der ki: Bunlar, Tevrat ve İncil'i okurlardı. el-Maverdî ve el-Mehdevî ise Tevrat okurlardı, demişlerdir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunların yanlarından geçer, onların okuyuşlarını dinlerdi. Müşriklerin: Bunlardan öğreniyor, demeleri üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirerek müşrikleri yalanladı.

Bir diğer görüşe göre, müşrikler bu sözleriyle Selman el-Farisî (radıyallahü anh)'ı kastetmişlerdi. Bunu ed-Dahhâk ifade etmiştir. Bu kişinin Selman-ı Fârisi olma ihtimali çok uzaktır. Çünkü Selmân (radıyallahü anh) -Kurtubînin biraz sonra belirteceği gibi- Medine'de müslüman olmuştur; bu âyet ise Mekke'de inmiştir. Diğer taraftan, burada da kastedilen kişinin kimliğinin ayetin anlaşılmasında olumlu herhangi bir katkısı olmadığı açıkça ortadadır.

Bir diğer görüşe göre bu kişi, Bel'âm adında Mekke'deki bir lıristiyan idi. Bu, Tevrat’ı da okuyan birisi idi. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır.

Müşrikler de, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı bunun yanına girip çıkarken görüyorlardı. O bakımdan ona bunu öğreten ancak Bel'âm'dır dediler. el-Kutebî der ki: Mekke'de, Rumca konuşan ve Ebû Meysere diye anılan lıristiyan bir adam vardı. Kimİ zaman Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun yanında otururdu. Kâfirlerin: Şüphesiz Muhammed ondan öğreniyor, demeleri üzerine bu âyet-i kerîme indi.

Bir rivâyete göre ise bu kişi Utbe b. Rabia'nın kölesi Addâs'tır. Bunun, Huveytıb b. Abduluzza'nın kölesi Abis İle İbnü'l-Hadramî'nin kölesi Yesar Ebû Fükeyhe oldukları da söylenmiştir. İkisi de İslâm'a girmişlerdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.

Derim ki: Bunların hepsi ihtimal dahilindedir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) değişik zamanlarda, Allah'ın kendisine öğrettiklerinden bunlara da öğretmek kastıyla bunların yanında oturmuş olabilir. Bu da Mekke'de oluyordu. en-Nehhâs der ki: Bu sözler biribirleriyle çelişen sözler değildir. Çünkü bu iddiada bulunanların bütün bunlara işarette bulunmuş olmaları ve bunların Hazret-i Peygamber'e öğrettiklerini iddia etmiş olmaları muhtemeldir.

Derim ki: Ancak, ed-Dahhâk'ın, kastedilen bu kişinin Selman olduğuna dair ifadesi uzak bir ihtimaldir. Çünkü Selman, Peygmaber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına Medine'de iken gelmiş idi (ve müslüman olmuştu.) Bu âyet-i kerîme ise Mekke'de inmiştir.

"İnkâra saparak kastettikleri o kimsenin dili yabancıdır" âyetindeki:

"İnkâra sapmak" meyletmek demektir. Doğrudan meyletti, saptı" anlamındadır. el-A'raf Sûresi'nde de (7/180. âyetin 2. bölümü, 1, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"İnkâra saparak" lâfzını Hamza, şeklinde "ya" ve "ha" harflerini üstün olarak okumuştur. Yani onların, meyledip işarette bulundukları dil, Arapça olmayan bir dildir.

Ucme (acemilik): Saklamak ve açıklamanın zıddı demektir. Erkek için; kadın için de; denilir. Açık-seçik konuşamayan anlamındadır "Kuyruk sokumu"na: denilmesi ise, gizli ve saklı olmasından dolayıdır. Hayvan" demektir. Çünkü hayvan kendi halini açıkça ifade edemez. Kitabın anlaşılmayan yönlerini (gerekli noktalamalarla) izale ettim" demektir. Araplar kendi dillerini bilmeyen ve kendi dilleriyle konuşmayan herkese "A'cemî" derler. el-Ferrâ' derki: A'cem, dilinde ucmelik bulunan kimse demektir. İsterse Araplardan olsun. A'cemi yahut acemi ise, aslen acemlerden (Arap olmayanlardan) olan demektir. Ebû Ali der ki: A'cemi, fasih ve açık konuşamayan demektir. Araplardan olsun yahut olmasın farketmez. Aynı şekilde A'cem ve A'cemî de, fasih olsa dahi Aceme mensub olan kimse demektir.

"Dil" ile Kur'ân'ı kastetmiştir. Çünkü Araplar, kasideye ve beyite de dil (lisan) derler. Şair der ki:

"Kötülük lisanını (kaside ve beyitini) bize hediye ediyorsun da,

Hainlik ediyorsun. Bense senin hainlik edeceğini zannetmemiştim."

Burada "lisan" ile şair, kasideyi kastetmektedir.

"Bu ise apaçık bir Arapçadır." Yani, Arapça olup en fasih ve anlaşılır ifadelerledir.

104

Allah'ın âyetlerine îman etmeyenleri şüphesiz ki Allah hidâyete erdirmez. Onlara can yakıcı bir azâb da vardır.

"Allah'ın âyetlerine îman etmeyenleri" yani, şu Kur'ân-ı Kerîme îman etmeyen müşrikleri

"şüphesiz ki Allah hidâyete erdirmez. Onlara can yakıcı bir azâb da vardır."

105

Ancak Allah'ın âyetlerine îman etmeyenler, yalan uydurup düzerler. İşte yalancıların tâ kendileri onlardır.

"Ancak, Allah'ın âyetlerine îman etmeyenler, yalan uydurup düzerler."

Bu, onların Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı yalan uydurmakla nitelendirmelerine verilen bir cevaptır.

"İşte yalancıların tâ kendileri onlardır." Bu da onların yalancılıkla nitelendirilmelerinin ileri bir derecesini ifade etmektedir. Yani onların söyledikleri yalana nisbetle bütün yalanlar az sayılır. Mesela, filan kişi yalan söyledi, denilir ama, o yalancıdır denilmeyebilir.

Çünkü fiil kullanıldığı zaman bunun gerçekten durumu ifade etme ihtimali de vardır, öyle olmayabilir de. Ancak, sıfat olarak kullanılacak olursa, bu sıfat o kimseden ayrılmaz. Bundan dolayı Âdem, Rabbine karşı geldi ve sının aştı denilir ama, Âdem, isyankâr ve haddi aşandır, denilmez. Eğer, filan kişi yalan söyledi. O bakımdan o yalancıdır, denilecek olursa, o takdirde bu, o kimsenin yalancılık vasfının ileri derecede olduğu anlamındadır. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî yapmıştır.

106

Kalbi imanla dolu olduğu halde zorlanan müstesna olmak üzere, kim imandan sonra Allah'ı tanımaz ve fakat küfre göğüs açarsa, işte Allah'ın gazabı onların üzerinedir ve onlar için çok büyük bir azâb da vardır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı yirmi bir başlık halinde sunacağız:

1. Allah'ın Gazabını Hakedenler:

Yüce Allah'ın:

"Kim, imandan sonra Allah'ı tanımaz..." âyeti, daha önce geçen:

"Yeminleri pekiştirdikten sonra bozmayın" (en-Nahl, 16/91) âyeti ile ilişkilidir, Bu şekilde küfre saparak ahidlerini bozanlar, ileri derecede yalancılık vasfına sahip olurlar. Çünkü âyet: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bey'at ettikten sonra irtidat etmeyiniz, anlamındadır. Yani kim imanından sonra küfre sapar ve irtidat ederse, Allah'ın gazabı onun üzerinedir.

el-Kelbî der ki: Bu âyet, Abdullah b. Sa'd b. Ebi Şerh, Mikyes b. Subabe ve Abdullah b. Hatal ile Kays b. el-Velid b. el-Muğire hakkında inmiştir. Çünkü bunlar imanlarından sonra kâfir olmuşlardır. Daha sonra ise

"zorlanan müstesna olmak üzere" diye buyurmaktadır. ez-Zeccâc der ki:

"Kim imandan sonra Allah'ı tanımaz" âyeti, (bir önceki âyette sözü edilen) Allah'a yalan uydurup düzenlerden bedeldir. Yani, ancak îman ettikten sonra Allah'ı inkâr eden kimseler, yalan uydurup düzerler. ez-Zeccâc istisnanın sonuna kadar ifadenin tamam olmadığı kanaatine vardığından, bunu makabli ile alakalı kabul etmiştir. el-Ahfeş ise, "(.......): Kim..." ifadesinin mübtedâ olduğunu, haberinin ise mahzuf olduğunu söylemiştir. Bu haberin zikredilmeyerek ikinci; "(........)-. Kim'in haberi ile yetinilmistir. Bu da bir kimsenin: Kim bize gelir ve kim ihsan ederse, biz de ona ikram ederiz" İfadesine benzemektedir.

2. Zorlama İle İlgili Âyetin Nüzul Sebebi:

Yüce Allah'ın:

"Zorlanan müstesna olmak üzere" âyeti, tefsir âlimlerinin görüşüne göre, Ammâr b. Yâsir hakkında inmiştir. Çünkü Ammâr (radıyallahü anh) kendisinden istedikleri şeylere kısmen yaklaşmış idi. İbn Abbâs der ki: Müşrikler onu, babasını, annesi Sümeyye'yi, Suheyb’i, Bilâl'ı, Habbab'ı ve Salim'i alıp onlara işkence etmeye başladılar. Sümeyye, iki deveye bağlandı ve ön tarafına bir harbe saplandı. Ona, sen erkekler sebebiyle İslâm'a girdin, denildi. Hem kendisi hem de kocası Yâsir öldürüldü. İslâm tarihinde ilk öldürülen (şehid edilen) kişiler bunlardır. Ammâr ise, zor ve baskı altında diliyle onların istediklerini söyledi. Bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a arzedince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da ona: "Kalbini nasıl buluyorsun?" deyince O, îman ile dopdolu ve huzur bulmuş olarak, diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Bir daha aynı şeyi yapmaya kalkışacak olurlarsa, sen de öyle yap" diye buyurdu. Hükim, el-Müstedrek, II, 357.

Mansur b. el-Mu'temir, Mücahid'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İslâm tarihinde ilk kadın şehıd Ammar'ın annesidir. Onu Ebû Cehil öldürmüştür. Erkeklerden ilk şehid İse Ömer (radıyallahü anh)in azadlisı Mihcâ'dır. Yine Mansûr, Mücâhid'den şöyle dediğini nakletmektedir: İslâm'ı (müslüman olduklarını) ilk olarak açığa vuranlar şu yedi kişidir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Bekir, Bilâl, Habbâb, Suhayb, Ammâr, annesi Sümeyye.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı, Kureyş'ten gelebilecek zararlara karşı Ebû Talib, Ebû Bekr'i kavmi himaye etti. O bakımdan Kureyşliler diğerlerini alarak onlara demir zırhlar giydirdiler. Sonra da güneşte onları bırakıp zırhların kızmasını sağladılar. Nihayet demir ve güneşin aşırı harareti onları alabildiğine bitkin düşürdü. Akşam vakti Ebû Cehil yanında bir harbe ile geldi. Onlara sövmeye, onları azarlamaya koyuldu. Sümeyye'nin de yanına gitti, ona da sövüp saymaya, oldukça çirkin sözler söylemeye başladı. Daha sonra elindeki harbeyi rercinden sapladı ve ağzından çıktı. Böylelikle Hazret-i Sümeyye'yi (radıyallahü anha) şehid etmiş oldu. (Mücâhid devamla) dedi ki: Diğerleri İse, kendilerinden istenen sözleri söylediler. Bilâl müstesna. O, Allah yolunda canını feda etmeyi göze aldı. Ona işkence yapmaya ve: Dininden dön, demeye koyuldular. Kendisi ise "ehad, ehad" deyip duruyordu. Nihayet onun bu direnmesinden usandılar. Sonra, ellerini kollarını bağlayarak boynuna da liften bir ip bağladılar ve kendi çocuklarına teslim ettiler. Onlar da Mekke çevresindeki dağlar arasında onunla oyuncak gibi oynamaya koyuldular. Nihayet onlar da ondan usanıp onu terk ettiler. Ammâr dedi ki: Hepimiz onların istedikleri sözleri söyledik. Allah rahmetiyle imdadımıza yetişmemiş olsaydı (helâk olurduk). Ancak Bilâl, Allah uğrunda canını önemsemedi. Kavmi de onu önemsemeyerek işkenceye maruz kaldı ve sonunda usanıp bıraktılar.

Sahih olan ise, Hazret-i Ebû Bekir'in, Bilâl'i satın alıp onu âzâd ettiğidir.

İbn Ebi Necih'in, Mücahid'den rivâyet ettiğine göre Mekke'de bazı kimseler îman etmişlerdi. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Medine'de bulunan ashabından birisi onlara: Yanımıza hicret ediniz. Bizler sizi yanımıza hicret etmedikçe kendimizden göremeyiz, dediler.

Bunun üzerine Medine'ye gitmek kastıyla Mekke'den çıktılar. Kureyşliler yolda onlara yetiştiler. Onları, işkenceye maruz bıraktılar, bunlar da istemeyerek, zor ve baskı altında kalarak küfrü gerektiren sözler söylediler. İşte bu âyet-i kerîme onlar hakkında nazil oldu.

Bu İki rivâyeti Mücahid'den, İsmail b. İshak nakletmektedir.

Tirmizî ise, Âişe (radıyallahü anha)'dan şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ammâr, iki şey arasında muhayyer bırakıldıkça, mutlaka onların en doğru olanını tercih etmiştir." Bu hadis hasen, garib bir hadistir. Tirmizî, Menâkıb 34.

Enes b. Malik'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Şüphesiz cennet üç kişiye hasret duyar: Ali, Ammâr ve Selman b. Rebia." Tirmizî dedi ki: Bu, garib bir hadistir. Ve biz bunun, el-Hasan b. Salih'in rivâyet ettiği yoldan başka bir yoldan geldiğini bilmiyoruz. Tirmizî, Menâkıb 33- Tirmizînin eldeki baskılı nüshasında sadece: "Selman" denilmekte, bab başlığındn ise: -Menakıbu's-Selmâni'l-Farisi (radıyallahü anh) denilmektedir,

3. Zorlamanın (İkrahın) Hükme Etkileri:

Yüce Allah, zorlama (ikrah) halinde küfrü, müsamaha ile karşılayıp bundan dolayı sorgulamadığından, ilim adamları da şeriatın bütün t'er'î hükümlerini bu asla göre yorumlamışlardır. Bu fer'î hükümler için zorlama söz konusu olduğu takdirde bundan dolayı kişi sorumlu tutulmaz ve buna herhangi bir hüküm terettüp etmez. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet edilen meşhur haberde de bu husus ifade edilmiştir: "Ümmetimden hata, unutma ve işlemek üzere zorlandıkları şey (in sorumluluğu) kaldırılmıştır. " İbn Mâce, Talnk 16.

Bu haberin senedi sahih olmasa dahi, ilim adamlarının ittifakı ile, ihtiva ettiği mana sahihtir. Bunu, Kadı Ebû Bekir b. el-Arabî ifade etmiştir.

Ebû Muhammed Abdulhak ise, hadisin isnadının sahih olduğunu sözkonusu etmiş ve şöyle demiştir: Ebû Bekir el-Asilî bunu, "el-Fevaid"de, İbnü’l-Münzir de "Kitabü'l-îknâ"da. zikretmiştir.

4. Öldürülmek Korkusuyla (İkrah) Küfrü Gerektiren Sözleri Söyleyenin Hükmü:

İlim ehli icma ile, öldürüleceğinden korkacak kadar küfre zorlanan (İkrah olunan) kimsenin, kalbi Îman ile dolu olduğu halde kâfir olursa, günahkâr olmayacağını, hanımının ondan bâin (boş) olmayacağını ve hakkında küfür hükmü verilmeyeceğini kabul etmişlerdir. Malikin, Kûfelilerin ve Şâfiî'nin görüşü budur.

Ancak, Muhammed b. el-Hasen şöyle demiştir: Bir kimse, şirki açığa vuracak olursa, zahiren o mürted olur. Kendisi ile yüce Allah arasında ise müslümandır. Hanımı ondan bâin talâk ile boş olur, ölürse namazı kılınmaz. Babası müslüman olarak ölürse, babasından da miras almaz.

Ancak, Kitap ve Sünnet bu kanaati reddetmektedir. Çünkü yüce Allah burada: "Zorlanan müstesna olmak üzere" diye buyurduğu gibi, başka yerlerde de şöyle buyurmaktadır:

"Onlardan gelecek bir zarardan korunmaya çalışmanız müstesna" (Ali İmrân, 3/28);

"Nefislerine zulmedenler olarak canlarını alacağı kimselere melekler: Ne işte idiniz? derler. Onlar: Biz, yeryüzünde mustaz'af kimselerdik derler," (en-Nisâ, 4/97) Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ancak çare bulamayan, yol bulamayan erkek kadın ve çocuklardan mustaz'af olanlar müstesna." (en-Nisâ, 4/98) Böylelikle yüce Allah, mağlup düşürülmeleri söz konusu olmadıkça Allah'ın emrettiklerini terk etmeyen mustaz'aflan mazur görmektedir. İkrah altında bulunan kişi ise ancak mustaz'aftır ve Allah'ın emirlerini yerine getirmekten imtina etmeyen birisidir. Bu açıklamayı Buhârî yapmıştır. Buhârî, İkrah (89.) bolümün başında dsha geniş açıklamalar için, meselâ, el-Askalânî, Fethu'l-Bâri, XII, 328, vd.ns bakılabilir.

5. Zorlama (İkrah) Dolayıst İle Verilen Ruhsatlar:

İlim adamlarından bir kesimin kanaatine göre (ikrah halinde) ruhsat, yalnızca sözle ilgilidir. Fiil hakkında ise ruhsat sözkonusu değildir. Meselâ, Allah'tan başkasının önünde secde etmek, kıbleden başka bir tarafa namaz kılmak, müslüman bir kimseyi öldürmek yahut vurmak ya da malını yemek, yahut zina etmek, İçki içmek, faiz yemek gibi zorlamalar halinde ruhsat söz konusu değildir. Bu görüş, Hasan-ı Basrî -Allah ondan razı olsun- den rivâyet edilmiştir. el-Evzaî ile bizim (mezhebimize mensup) ilim adamlarımızdan Suhnûn'un kanaati de budur.

Muhammed b. el-Hasen ise der ki: Esir olan bir kimseye: Bu puta secde et, aksi takdirde seni öldürürüz denilecek olursa, eğer put kıble tarafında ise, secde etsin ve yüce Allah'ın önünde secde etmek niyetini taşısın. Şayet kıbleden başka bir tarafa ise, onu öldürecek olsalar dahi secde etmemelidir.

Sahih olan ise, kıbleden başka bir tarafta olsa dahi, secde edebileceğidir. Böyle bir durumda da secde etmek niye uygun olmasın ki? Çünkü Sahih'te İbn Ömer'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'den Medine'ye gelişinde, bineği üzerinde yüzü hangi tarafa dönük olursa olsun (nafile) namaz kılardı. İşte yüce Allah'ın:

"Bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır" (el-Bakara, 2/115) âyeti bu hususta nazil olmuştur. Müslim, Salâtul-Müsafirîn 33; Nesâî, Salat 23; Müsned, II, 20. Bir rivâyette ise: Bineği üzerinde de vitir kılardı. Şu kadar var ki, bineği üzerinde farz namaz kılmazdı, denilmektedir. Müslim, Salatul-Müsâfirîn 39; Nesâî, Saki t 23.

Güvenlik halinde, yolculuk sebebiyle bineğin üzerinden inmenin vereceği yorgunluk dolayısıyla, yolculukta bu şekilde namaz kılma mubah olduğuna göre, böyle bir durumda bu niçin mubah olmasın?

İkrah dolayısıyla ruhsatın yalnız söze münhasır olduğunu kabul edenler, İbn Mes'ûd'un şu sözünü delil gösterirler; Otorite sahibi bir kimsenin bana vuracağı iki kamçıyı Önleyebilecek ise, söylemeyeceğim hiç bir söz yoktur. Burada İbn Mes'ûd ruhsatı söze münhasır olarak dile getirmiş, davranıştan söz etmemiştir. Ancak, İbn Mes'ûd'un bu sözünde delil olacak taraf yoktur. Çünkü burada sözün, misal olarak zikredilmiş olma ihtimali vardır ve o, fiilin de aynı hükümde olduğunu kastetmiş olabilir.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Kişi içten içe imanını muhafaza etmesi şartıyla, fiilî ya da sözlü ikrah arasında fark yoktur. Bu görüş, Ömer b. el-Hattâb ve Meklıul'den rivâyet edilmiştir. Malik ile Iraklılardan bir kesimin görüşü de budur. İbnü’l-Kasım'ın, Malik'den rivâyetine göre bir kimse içki içmeye, namazı terketmeye yahut Ramazan günü oruç açmaya zorlanacak olursa, bu kimseden günah kaldırılmıştır.

6. Çeşitli Fiilleri İşlemek İçin Zorlanma (İkrah):

İlim adamları, icma ile şunu kabul etmişlerdir: Başkasını öldürmek üzere zorlanan bir kimsenin, o kimseyi öldürmeye kalkışması, döverek veya başka bir yolla onun haram olan haklarım çiğnemesi câiz değildir. Böyle bir baskıya maruz kalan kişi, başına gelen bu musibete sabreder, başkasına zarar vermek suretiyle kendisini kurtarmaya kalkışması helâl değildir, dünya ve âhirette Allah'tan esenlik dilemekle yetinir.

Zina konusunda görüş ayrılığı vardır. Mutarrif, Esbağ, İbn Abdi’l-Hakem ve İbnü'l-Mâcişûn derler ki: Hiç kimse bu işi yapamaz. Öldürülecek olsa dahi yapmamalıdır. Yapacak olursa günahkârdır ve ona had uygulamak gerekir. Ebû Sevr ve el-Hasen de böyle demişlerdir.

İbnü'l-Arabî der ki: Sahih olan, böyle bir kimsenin zinaya kalkışmasının câiz olduğu ve böyle bir kimseye haddin -gerekli olduğunu görenlerin aksine-gerekmediğidir. Çünkü bunlar, böyle bir kimsenin şehvetinin hilkatten gelen bir şehvet olduğunu ve bunun için ikrahın düşünülemeyeceğini kabul etmişlerdir. Ancak bunlar, şehveti asıl hareket ettiren sebepten gafil kalmışlardır. Bu ise, böyle bir şeye mecbur edilmektir. Zaten onun hükmünü kaldıran da budur. Had ancak ihtiyarî bir sebebin ortaya çıkardığı şehvet dolayısıyla gereklidir. Bu durumda haddi gerekli görenler, bir şeyi zıddına kıyas etmişlerdir. O bakımdan bunlar, kendiliklerinden doğruya isabet ettirememişlerdir.

İbn Huveyzimendâd da "Ahkâm"ında şöyle demektedir: Mezhebimize mensup ilim adamlarımız, kişinin zinaya ikrah edilmesi halinde, hükmün ne olacağı konusunda farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi böylesine had uygulanır demişlerdir. Zira o, bu işi kendi ihtiyarı ile yapmaktadır. Kimisi de buna had gerekmez, derler. İbn Huveyzimendâd dedi ki: Sahih olan da budur. Ebû Hanîfe de şöyle demektedir: Eğer onu zinaya zorlayan kişi sultan (devlet yetkilisi )'nden başkası ise, ona had uygulanır. Onu zorlayan kişi sultan ise, kıyasa göre had vurulması gerekir. Ancak ben istihsanen ona had vurulmaması gerektiği kanaatindeyim. İki arkadaşı (Ebû Yûsuf ile Muhammed) ona muhalefet ederek şöyle derler: Her iki durumda da böylesine had gerekmez. Onlar bu konuda, erkekliğin sertleşmesini göz önünde bulundurmayıp şöyle demişlerdir: Zina işlemekle öldürülmekten kurtulacağını bildiği takdirde bu işe kalkışması câiz olur. İbnü'l-Munzir de der ki: Bu durumda böylesine had gerekmez, bu konuda zorlayan kimsenin devlet yetkilisi olması ile olmaması arasında da bir fark yoktur.

7. Zorlanan Kimsenin (Mükreh) Boşaması ve Kölelerini Âzâd Etmesi:

İlim adamları, zorlama altındaki kimsenin hanımını boşaması ve kölesini âzâd etmesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Şâfiî ve mezhebine mensup ilim adamları: Bu konuda ona hiç bir şey düşmez, derler, ibn Vehb'in, ibn. Ömer, Ali ve İbn Abbâs'dan naklettiğine göre onlar, böyle bir kimsenin boşamasının hiç bir hüküm ifade etmediği görüşünde idiler. İbnü'l-Münzir de, İbn ez-Zübeyr, İbn Ömer, İbn Abbâs, Atâ, Tavus, el-Hasen, Şureyh, el-Kasım, Salim, Malik, el-Hvzaî, Ahmed, İshâk ve Ebû Sevr'den de bu görüşü nakletmektedir.

Bir başka kesim ise böyle birisinin boşamasını geçerli kabul etmişlerdir. Bu görüş en-Nehaî, en-Nehaî, Ebû Kilâbe , ez-Zührî ve Katade'den rivâyet edilmiştir. Kufeli ilim adamlarının görüşü de budur. Ebû Hanîfe der ki: İkrah altında bulunan kimsenin boşaması geçerlidir. Çünkü böyle bir kişinin ikrah ile kaybeldği, rızadan daha fazla birşey değildir. Kıza ise boşamada -tıpkı alay olsun diye bu işi yapan kimsede olduğu gibi- şart değildir.

Ancak bu batıl bir kıyastır. Alay olsun diye hanımını boşayan kimse, kendi rızası ile boşamayı gerçekleştirmeyi kastetmiştir. Zorlanan bir kimse ise, hanımını boşamaya razı da değildir, böyle bir niyete de sahip değildir, Hazret-i Peygamber ise: "Ameller ancak niyetler iledir" Bu hadisin zikredildiği bazı yerler: Buhârî, Bed'u'l-Vahy 1, Îman 41. Nikâh 5. Tn 1:11c U...: Müslim, İın:lre 155: Ebû Dâvûd, Tnklk 11; Tirmizî, Fedailu'l-Cihâd 16; Nesâî, TnMrc 59...: İbn Mâce, Zühd 26: Müsned, I. 25. 43... diye buyurmuştur. Buhârî’de de şöyle denilmektedir: İbn Abbâs, hırsızların zorlaması sonucu hanımını boşayan kimse hakkında: Bunun hiç bir kıymeti yoktur, demiştir. Buhârî, Talâk 11. İbn Ömer, İbn ez-Zübeyr, en-Nehaî ve el-Hasen de böyle demişlerdir. en-Nehaî de şöyle der: Hırsızlar, böyle bir kimseyi zorlayacak olurlarsa bu talâk değildir. Eğer devlet yöneticisi (sultan) onu zorlayacak olursa, o takdirde bu bir talaktır. İbn Uyeyne bunu açıklayarak söyle demektedir: Çünkü hırsız, böyle bir kimseyi öldürmeye kalkışır. Devlet yöneticisi ise bu durumda kimseyi öldürmez.

8. Zorlama Altında Yapılan Alış-Veriş:

Zorlama altında bulunan (mükreh) ile baskı altında bulunan (madğût)'ın alış verişinin iki hali sözkonusudur. Birincisi kişinin yerine getirmekle yükümlü olduğu bir hak (vazife) dolayısıyla malını satması halidir. Böyle bir satış geçerlidir, uygundur. Fukahâya göre bu satışta dönüş söz konusu değildir. Çünkü böyle bir kimsenin o sattığı malın dışındaki bir şeyle üzerindeki hakkı hak sahibine ödemesi gerekir. Böyle bir işi yapmadığına göre, onun bu malı satışı, kendi tercihi ile yapmış gibidir ve o bakımdan böyle bir satış onun için bağlayıcıdır.

Zulmen zorlanarak, yahut baskı altında tutulan kimsenin satışı ise, satanın aleyhine olmak üzere câiz değildir. Bu durumda böyle bir kimsenin herhangi bir bedel ödemeden kendi eşyasını alması öncelikle söz konusudur. Bu durumda müşteri de ödediği bedeli gider o zalimden alır. Şayet eşya telef olmuşsa, bu durumda ikrah altında satan, o malın bedelinden veya kıymetinden hangisi daha fazla ise, -eğer müşteri, zalimin yaptığı bu haksızlığı bilmeyen birisi ise- zalimden alır. Mutarrif der ki: Zorlanan kimsenin durumunu bilen müşteriler, satın aldıkları kölelerin ve ticaret mallarının -tıpkı gasıp gibi- tazminatını öderler. Satın alanın, bu satın almadan sonra köleler hakkındaki âzâd yahut tedbir (ölümünden sonra âzâd olmalarını söylemesi) yahud vakıf gibi yeni tasarrufları, zorlanan kimseyi (mükrehi) bağlamaz ve o kendi malını geri almak hakkına sahiptir. Suhnûn der ki: Mezhebimize mensup ilim adamları da, Irak âlimleri de ittifakla mükrehin, zulüm ve haksızlık esası üzere yapılacak satışları câiz değildir, demişlerdir. Bu bir icmadır.

9. Zorlanan Kimsenin (Mükrehin) Nikâhı:

Mükrehin nikâhına gelince, Suhnûn der ki: Mezhebimize mensup ilim adamları, mükıeh erkek ve kadının nikâhının batıl olduğunu icma ile (ittifakla) kabul etmişler ve şöyle demişlerdir: Böyle bir nikâh üzere devam etmek câiz değildir, çünkü böyle bir nikâh akdi gerçekleşmemiştir.

Muhammed b. Suhnûn der ki: İraklılar, ikrah altındaki kimsenin nikâhını câiz kabul etmiş ve şöyle demişlerdir: Bir kimse bir kadına on bin dirhem mehir ile ödemek üzere nikâhlamaya zorlanacak olnrsa ve o kadının dengi olan diğer kadınların mehri bin dirhem ise, bu nikâh caizdir; fakat onun ödemekle mükellef olduğu mehir miktarı bin dirhemdir, bundan fazlası batıl olur. Muhammed (b. Suhnûn) der ki: Iraklılar bin dirhemden fazlasını iptal ettikleri gibi, zorlama sebebiyle nikâhı da iptal etmeleri gerekir. Onların bu görüşleri, Ensar'dan olan Hizam kızı Hansa yoluyla gelen hadiste sabit olan sünnete Dul bir kadın iken, babası Hansa’yı evlendirdi. Ancak Hansa bu işten hoşlanmadı. Resûlüllah'a arz edince, o da babasının nikâhını geçersiz saydı. (Buhârî, Nikâh 42, İkrah 3, Hiyei 11: Ebû Dâvûd, Nikâlı 25: Nesâi, Nikâh 35; Dârimî, Nikâh 14; Muvatta’, Nikâh 25; Müsned, VI, 328). de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın nikâhlanmaları hususunda kadınlarla İstişare edilmesini emreden sünnete de muhaliftir. Buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. O bakımdan onların bu görüşlerinin bir anlamı da yoktur.

10. Nikâh ve Cinsel İlişki İçin Zorlama:

Nikâh için zorlanmakla birlikte, cinsel ilişki ve nikâha razı olmak için zorlanmayan bir kimse, bu şekilde nikâhlandığı bir kadın ile cinsel ilişkiye geçecek olursa, bize göre miktarı tesbit edilen mehir esas alınarak nikâhı geçerlidir ve ona had uygulanmaz. Şayet: Ben nikâha razı olmayarak onunla cinsel ilişkiye geçtim, diyecek olursa, ona had ve miktarı tesbit edilmiş mehiri ödemek düşer. Çünkü bu kimse miktarı tesbit edilen mehri iptal etmek için iddiada bulunmaktadır. Şayet kadın, erkeğin nikâha zorlandığını bilerek bu işe kalkışacak olursa, ona da had uygulanır.

Nikâhı kabul etmeye ve cinsel ilişkiye zorlanan kadına had düşmez ve onun mehir alma hakkı olur, ilişkiye geçen erkeğe had uygulanır. Bu mesele iyice bellenmelidir. Bunu Suhnûn ifade etmiştir.

11. Kadının Zinaya Zorlanması:

Kadın, zinaya zorlanacak olursa, ona had düşmez. Çünkü yüce Allah:

"Zorlanan müstesna olmak üzere" diye buyurmuştur. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Allah, ümmetimin hata, unutma ve zorlanarak yaptıkları şeylerini affetmiştir." İbn Mâce, Talâk 16. Yüce Allah'ın:

"Kim onları zorlarsa, şüphe yok ki Allah, onların zorlanmalarından sonra mağfiret ve rahmet edicidir." (en-Nûr, 24/33) âyeti da bunu gerektirmektedir ki, burada sözü edilenler zinaya zorlanan cariyelerdir.

Köle tarafından zinaya zorlanan cariye hakkında Hazret-i Ömer'in verdiği hüküm de bu şekilde olup, o cariyeye zina cezası uygulamamıştır.

İlim adamları, zinaya zorlanan kadına had uygulanmayacağını ittifakla kabul etmişlerdir. Malik de şöyle demektedir: Kadın, kocası bulunmaksızın hamile olduğu görülüp de, ben zina etmek için zorlandım, diyecek olursa, onun bu iddiası kabul olunmaz ve ona had uygulanır.

Ancak bu hususta onun bir beyyinesi bulunuyor yahut kanları akarak gelmiş veya zorlanırken yanına varılmış olması veya buna benzer durumunun tesbit edilmesi hali müstesnadır.

Malik, bu hususta Ömer b. el-Hattâb'ın şu sözlerini delil göstermektedir: Muhsan olmaları halinde ve beyyine bulunup yahut hamilelik görülüp veya itiraf sözkonusu ise, erkek ve kadınlardan zina edenlerin recm edilmeleri Allah'ın Kitabında yer alan bir gerçektir. Buhârî, Hudûd 31; Müslim, Hudûd 15. Muvatta’, Hudûd 8; Müsned, I, 40, 55

İbnü'l-Münzir der ki: Ben, bu hususta birinci görüşü kabul etmekteyim.

12. Zinaya Zorlanan Kadına, Mehrin Gerekip Gerekmediği:

Zorlanarak kendisiyle zina edilen kadına mehir vermenin gerekip gerekmediği hususunda görüş ayrılığı vardır. Atâ ve ez-Zührî derler ki: Böyle bir kadına mehr-i misil verilmesi gerekir. Bu, Malik, Şâfiî, Ahmed, İshak ve Ebû Sevr'in de görüşüdür. es-Sevrî der ki: Onunla zina eden erkeğe had uygulanacak olursa, mehir de söz konusu olmaz. Bu görüş, en-Nehaî'den de rivâyet edilmiştir. Malikin mezhebine mensup ilim adamları da, rey ashabı da bu görüştedirler. İbnü'l-Münzir ise birinci görüş sahih olandır, demektedir.

13. Kocadan Hanımının Zorla Alınmak İstenmesi:

Bir kimse hanımını ellerine vermesi helal olmayan kimselere teslim etmeye zorlanacak olursa, onu verir ve bu uğurda kendisini ölüme bırakmaz. Onu kurtarmak için herhangi bir eziyete de katlanmasına gerek yoktur. Bu görüşe delil gösterilen hadis ile ilgili olarak şu söylenebilir: Bu hadîs, bu görüşe delil olamaz. Çünkü Hazret-i İbrahim'in, Allah’ın bir peygamberi olarak, böyle bir duruma karşı korunacağından emin bir durumda olması ihtimali vardır. Sara da mü’min olarak gösterilebilecek en büyük direnci göstermiş ve karşı koymuştur. Allah'tan bu zorbaya karşı kendisine yardımcı olmasını istemiştir. Sonuç olarak şunu söylemek dalın uygun görülebilir: Böyle bir sınavla karşı karşıya kalan erkek ve kadın, ikrâha boyun eğmemek için bütün güçleriyle karşı koymalıdırlar. Ayrıca Hü:. Peygamberin: "... ailesi (hanımı)ni sallallahü aleyhi ve sellemunurken öldürülen şehiddir,.." (Ebû Dâvûd, Sünne 29: Nesâî, Tahrimu'd-Dem 23; Tirmizî, Diyat 21) diye buyurmuş olması bu uğurda işin nerelere kadar göze nlınabileceğini/ahniMsı gerektiğini işaret çimektedir. Bu konudaki asıl dayanak, Buhârînin, Ebû Hüreyre'den yaptığı şu rivâyettir: Ebû Hüreyre dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İbrahim (aleyhisselâm), Sara ile hicret etti. Onunla bir şehire girdi. Orada krallardan bir kral yahut zorbalardan bir zorba vardı. Bu kral ona, o kadını bana gönder, diye haber gönderdi. Hazret-i İbrahim onu gönderdi. Kral, Sâra'ya gitmek üzere kalktı, o da kalkıp abdest alıp namaz kıldı ve şöyle dua etti: Allah'ım, eğer ben Sana ve senin peygamberine îman etmiş isem şu kâfiri bana musallat etme. Birden hırıltılı nefes almaya başladı ve ayağını yere vurmaya koyuldu." Buhârî, İkrah 6, Buyu 100: Müsned, II. 404.

Bu hadis, aynı zamanda Sârâ'nın kınanacak bir hali sözkonusu olmadığı gibi, zorlanan bir kadın için kınamanın; halvetten daha büyük işler dolayısıyla da haddin sözkonusu olmayacağına delil teşkil etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

14. Zorlama Altında Yapılan Yemin:

Zorlanarak yemin edenin (miikreh'in) yemini İse Malik, Şâfiî, Ebû Sevr ve ilim adamlarının çoğunluğuna göre hiç bir şey gerektirmez. İbn Mâcişûn der ki: Bir kimse yemin etmeye zorlanacak olursa, ister Allah'a itaat olan bir hususa dair yemin etsin, ister masiyel olan bir hususa dair yemin etsin farketmez.

Mutarrif de şöyle demektedir: Bir kimse, Allah'a isyanı gerektirecek bir hususa yahut da İşlenmesi itaat da olmayan, masiyet de olmayan bir hususa dair yemine zorlanacak olursa, bu husustaki yemin hükümsüzdür. Eğer, mesela yöneticinin fasık bir kimseyi yakalayarak ona talâk ile içki içmeyeceğine dair yemin ettirse, yahut fasıklık etmeyeceğine, yapacağı işinde kimseyi aldatmayacağına dair yemin etmeye zorlasa, yahutl da baba oğlunu terbiye etmek maksadıyla yemin ettirirse, böyle bir yemin bağlayıcıdır, İsterse ikrah altında bulunan kimse yükümlü tutulduğu bu hususlarda hala etmiş dahi olsa farketmez. İbn Habib de böyle demiştir.

Ebû Hanîfe ve Kûfelilerden ona uyanlar ise şöyle derler: Böyle bir kimse bir İşi yapmamak üzere yemin edip de sonradan yapacak olursa, yeminini bozmuş olur. Derler ki: Çünkü zorlanan bir kimse için yapacağı bütün yeminlerde kinayeli ve üstü kapalı ifadeler ile başka şeyleri kastetme imkânı vardır. Bu kişi yemininde, kinayeli ve Üstü kapalı ifadelere başvurmayıp niyeti de zorlandığı şeye muhalif olan başka yönlere kaymadığına göre, o kimse yemini kastetmiş demektir.

Birinci görüşün sallallahü aleyhi ve sellemunucuları ise şöyle detil getirirler: Bir kimse yemine zorlanacak olursa, onun niyeti elbetteki sözüne muhaliftir. Çünkü o, hakkında yemin ettiği şeyi istememektedir. Buna zorlanmış bulunmaktadır.

15. Yeminin Bozulması İçin Zorlamak (Ikrâh):

İbnü’l-Arabî der ki: Garip hususlardan birisi de bizim (Maliki mezhebine mensup) ilim adamlarımızın, yemini bozmaya dair zorlama yapılırsa, bunun sonucunda yemin bozulur mu, bozulmaz mı konusunda farklı görüşlere sahip olmalarıdır. Bu, aslında Irak âlimlerinin ortaya attıkları ve onlardan bize sirayet etmiş bir meseledir. Keşke bu mesele de olmasaydı, onlar da olmasaydı. Ey mezhebimize mensup ilim adamları söyleyin bana, yeminin zorlama sonucu bağlayıcı olmadığı hususu ile, zorlama ile yeminin bozulmayacağı hususu arasındaki fark nedir? Artık Allah'tan korkun, basiretlerinize dönün ve böyle bir rivâyete kanmayın. Çünkü bu, dirayet hususunda olumsuz bir damgadır.

16. Mala Gelecek Zarar İkrah Sayılır mı:

Bir kimse, yemin etmek için zorlanıp da etmediği taktirde onun bir miktar malının alınması söz konusu olursa; -haksızca vergi alımlar, zalim vergi toplayıcılar ve haksızlık yapanların uygulamalarında görüldüğü gibi- bu konuda Malik şöyle demektedir: Böyle bir hususta takiyye (korunma) yoluna gidilmez. Kişi, yemini ile ancak bedenine gelecek zararı defetme yoluna gidebilir, malına gelecek zararı değil.

İbnu'l-Mâcişûn der ki: Böyle bir kimse, kendi malına gelecek zararı def ederek, bedenine gelecek bir zarardan korkmayacak olsa dahi yemin eder. İbnü'l-Kasim ise, Mutarrif’in kanaatini kabul eder ve o da bu görüşü Malik'den rivâyet eder. İbn Abdilhakem ve Esbağ da böyle demişlerdir.

Derim ki: İbnü'l-Mâcişûn'un görüşü sahih olandır. Çünkü kişinin malını savunması, canını savunması gibidir. el-Hasen ve Katade'nin de görüşü budur, ileride gelecektir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Muhakkak kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız size haramdır." I Veda Haccı hutbesinin bir bölümünü teşkil eden bu âyetlerin geçtiği yerlerin bazdan: Buhâri, Hacc 132. Meğâzi 77...: Müslim, Hacc 147, Kasâme 29. 30; Tirmizî, Tefsir 9. sûre 2, Fiten 2; İbn Mâce, Mennsik 76, Fiten 2: Dârimî, Menâsik 72; Müsned, III. 313. 371... Yine bir başka hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Müslümanın her şeyi müslümana haramdır: Kanı, malı ve ırzı (şeref, haysiyet ve namusu)." Müslim, Birr 32;Ebû Davûd, Ecleb 35: Tirmzî, Birr 18: İbn Mâce, Fiten 2; Müsned, II. 277, 360.

Ebû Hüreyre de şöyle rivâyet etmektedir: Bir adam, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek: Ey Allah'ın Rasulü dedi, ne dersin bir adam gelip malımı almak İsterse (ben ne yapayım)? Hazret-i Peygamber: "Ona malını verme" diye buyurdu. Adam: Peki ya benimle çarpışacak olursa ne dersin? Hazret-i Peygamber: "Sen de onunla çarpış" diye buyurdu. Yine adam: Peki, ya beni öldürecek olursa görüşün nedir? diye sorunca, Hazret-i Peygamber: "Sen şehidsin" diye buyurdu. Bu sefer adam: Peki, ya ben onu öldürecek olursam görüşün nedir? diye sorunca, Hazret-i Peygamber bu sefer: "O da ateştedir" diye buyurdu. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiş olup, Müslim, Îman 225. buna dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.

Mutarrif ve İbnü'l-Mâcişün derler ki: Bir kimse, "kendisinden yemin etmesi istenmeden önce, malına ve bedenine gelebilecek bir zarardan korkarak, zalim yöneticiye karşı kendisinden istenmeden önce yemine başlayıp da ona yemin edecek olursa, bu yemine bağlı kalması icabeder. İbn Abdilhakem ve Esbağ da böyle demişlerdir. Yine İbnu'l-Mâcişûn, zalim bir kimse tarafından yakalanıp da kendisine yemin ettirmeden önce elbette Mâlikîlere göre "belt; kesinlikle koparmak' lâfzı ile yn fr.ı bir defada yahut ayrı ayrı üç lâfzı ile boşamak; Hanelilere göre üç defa yahut bir bâin talâk ile boşamaktır... (Sn di Ebû Ceyb, el-Kamüsu'l-Fıkkî, Beynıl 1408/1988, s. 31). Ayrıca bk. Buhâri, Talâk 11. 41: Ebû Dâvûd, Talâk 10. İl 39: Tirmizî, Talâk 2, 5: Nesâi, Talâk 8, 10, 22: İbn Mâce, Talâk 19.. talâkı ile yemin edecek olur da bu zalim kişi onu -yalan söylediği halde- bırakacak olursa, yemin eden kişi de dövülmekten ve öldürülmekten, malının alınmasından korkarak yemin etmiş ise, eğer korku ihtimalinin ağır basması ve zulmünden kurtulmak ümidi ile kendiliğinden yemin etmiş ise, bu kimse bu şartlar altında ikrah çerçevesi içerisine girmiş olur ve ona bir şey düşmez. Şayet kurtulmak ümidi ile yemin etmemiş ise, o takdirde o kimse iıânis (yeminini bozmuş) olur.

17. Küfrü Gerektiren Sözleri Söylemek İçin Zorlanan Kimsenin Gözönünde Bulundurması Gereken Hususlar:

Muhakkik ilim adamları şöyle demişlerdir: Zorlanan bir kimse, küfrü gerektiren sözler söyleyecek olursa, bu sözleri ancak kinayeli ifadelerle söylemesi câiz olur. Çünkü bu gibi kinayeli ifadeler kullanmak suretiyle yalandan kaçıp kurtulma imkânı vardır. Bu şekilde söylenmeyecek olursa, kişi kâfir olur. Çünkü zorlamanın kinayeli ifadeler üzerinde herhangi bir etkisi söz konusu olmaz. Mesela, bir kimseye; Allah'ı inkâr et" denilecek olursa, o da; diye "yâ"yı ilave ederek söyler. (Oyalanan kimseyi inkâr ediyorum demektir.) Aynı şekilde böyle birisine: Nebi'yi inkâr et, denilirse, o da şöyle der: "Nebiyyi inkâr ediyorum" diye şeddeli söyler. Bu da yüksekçe bir yer demektir. Yine, sofrayı andıran şekilde kuru hurma dallarından yapılan şey hakkında da kullanılır. O bu sözü söylerken, kalbiyle bunlardan birisini kasteder, böylelikle küfürden ve küfrün günahından da uzak durmuş olur. Şayet ona hemzeli olarak; Nebî'i inkâr et, denilecek olursa, o da "haber veren kimse"yi kastederek, Nebî'i inkâr ediyorum, der. Yani, Tulayha, Müseylemetü'l-Kezzâb gibi herhangi bir haber veren kimseyi kast eder. Ya da bununla, şairin hakkında şu beyiti söylemiş olduğu Nebî'i de kast edebilir:

"Bir araya toplanmış, un gibi çakıl yığınının yakınındaki yüksekçe yerinde (nebi')

İnce ve ufalmış çakıl yığınına döndü."

18. Küfre ve Başka Hususlara Zorlanan Kimsenin Ölümü Tercih Etmesi:

İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Bir kimse küfür üzere zorlanıp da öldürülmeyi tercih edecek olursa, Allah nezdinde ruhsatı tercih eden kişiden daha büyük ecir alır.

Ancak, işlenmesi helâl olmayan ve öldürülme dışındaki bir fiili işlemeye zorlanan kimse hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Mâlikî mezhebine mensup ilim adamları derler ki: Bu gibi durumlarda, zor olan yolu seçmek, öldürülmeyi ve dövülmeyi tercih etmek, Allah nezdinde ruhsat olanı yapmaktan daha faziletlidir. Bunu İbn Habib ve Suhnûn zikretmişlerdir.

İbn'Suhnûn ise, Iraklılardan şunu nakletmektedir: Bir kimse, öldürülmek yahut bir azasının kesilmesi veya ölümle sonuçlanmasından korkulacak şekilde dövülmek ile tehdit edilecek olursa, bu kimse şarap içmek yahut domuz eti yemek gibi zorlandığı işi yapabilir. Şayet öklürülünceye kadar denileni yapmayacak olursa, bunun günahkâr olacağından korkarız. Çünkü böyle bir kimse muztar (zaruret ile karşı karşıya bulunan) kimse gibidir.

Habbâb b. el-Eret şunu nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, Kâ'be'nin gölgesinde elbisesine yastık gibi yaslanmış olduğu bir sırada şikayette bulunduk ve ben (Ona) şöyle dedim: Bizim için Allah'tan yardım dilemez misin, bizim için dua etmez misin? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Sizden öncekiler arasından (îman eden adam) yakalanır, yerde ona bir çukur kazılır, o çukura bırakılır. Testere getirilir, başının üzerine konulur ve ikiye bölünürdü. Demir taraklarla taranarak et ve kemiği bir birinden ayrılırdı. Fakat bütün bu yapılanlar, o kimseyi dininden alıkoymazdı. Allah'a yemin ederim ki O, binici, San'a'dan Hadramût'a kadar kalbinde Allah'ın korkusu ile, kurdun koyunlarına saldıracağı korkusundan başka hiç bir şeyden korkmaksızın (güvenlik içerisinde) yol alacağı bir hale kadar bu işi tamamlayacaktır. Fakat siz acele ediyorsunuz." Buhârî, Menâkib 25, Menakıbul-Ensâr 29, İkıâh J: Ebû Dâvud, Cihad 97; Müsned, V, 109, 111, vi, 395

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) geçmiş ümmetlerden Allah yolunda o, zor şeylere sabretmeleri ve işkenceden kurtulmak kastıyla kalblerinde imanı gizlemeyip zahiren de kâfir olmayışlarından övgü ile söz etmektedir. İşte bu dövülmeyi, öldürülmeyi, hakir düşürülmeyi ve cennetler yurdunda ikâmeti ruhsata tercih edenlerin delilidir. İleride buna dair daha geniş açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle Uhdûd (85. Sûre. olan el-Burûc) Sûresi'nde gelecektir.

Ebû Bekir Muhammed b. Muhammed b. el-Ferac b. el-Bağdadî şöyle demektedir: Bize, Şureyh b. Yûnus, İsmail b. İbrahim'den anlattı. O, Yûnus b. Ubeyd'den, o, el-Hasen'den naklettiğine göre, Museylime'nin bazı gözcüleri, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından iki kişiyi yakalayıp Museylime'nin yanına götürdüler. Onlardan birisine: Sen Muhammed’in Allah'ın Rasulü olduğuna şahidlik eder misin diye sordu, o, evet dedi. Bu sefer: Peki, benim de Allah'ın Rasûlü olduğuma şahidlik eder misin diye sorunca, adamın yine: Evet demesi üzerine onu serbest bıraktı. Diğerine de: Muhammed’in Allah'ın Rasulü olduğuna şahidlik eder misin diye sordu o; Evet dedi. Bu sefer: Peki, benim de Allah'ın Rasûlü olduğuma şahidlik eder misin, diye sorunca adam: Ben sağırım, kulaklarım işitmiyor, dedi. Müseylime bunu önüne alarak boynunu vurdu.

Kurtulan kişi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına vanp: Helâk oldum, dedi. Hazret-i Peygamber: "Seni helâk eden nedir?" diye sorunca, başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Senin arkadaşın sağlam olan yolu seçti. Sen de ruhsat yolunu seçtin. Şu anda halin ne ise osun." Adam: Şehadet ederim ki sen Allah'ın Rasulüsün, dedi. Hazret-i Peygamber de: "Şu anda sen, ne üzere isen öylesin" diye buyurdu. Suyûtî, ed-Durru'l-Mensür, V, 172.

Zalim yöneticinin, kişinin kendisi hakkında yahud bir adamı ya da onun malını kendisine göstermesi üzerine yemin ettirmesi ile ilgili olarak el-Hasen şöyle demiştir: O kişiye, yahud da malına zarar geleceğinden korkarsa, (yalan yere) yemin etsin ve yeminin de keftaretini ödemesin. Kendisi yahud kendi malı hakkında yemin etmesi halinde de Katade'nin görüşü budur, ilim adamlarının bu husustaki görüşleri daha önceden geçmiş bulunmakladır.

Mûsa b. Muaviye'nin naklettiğine göre, Malik'in arkadaşlarından Ebû Sa-İd b. Eşres'e Tunus'daki sultan, öldürmek istediği bir adam hakkında o kimseyi evinde barındırmadığına ve onun nerede olduğunu bilmediğine dair yemin ettirdi. Bunun üzerine İbn Eşres de ona İstediği şekilde yemin etti ve o gün İbn Eşres hem o kimsenin bulunduğu yeri biliyordu, hem de yanında barındırmış idi. Sultan ona, üç talâk ile yemin etmesini söyled, İbn Eşres de ona istediği şekilde yemin ettikten sonra hanımına benden ayrı dur dedî. Hanımı da ondan ayrı durdu. Arkasından İbn Eşres bineğine binip Keyrevân'da el-Behlûl b. Râşid'in yanına gitti. Ona olanları anlattı. el-Behlül ona: Malik, senin yeminin yalan olduğu için hanımın senden boş olur der. ibn Eşres ona şöyle dedi: Ben de Malik'i böyle derken dinledim. Eakat ben bu konuda ruhsat istiyorum veya buna yakın, bu anlamda bir söz söyleyince el-Behlül b. Raşid ona şöyle dedi: Hasan-ı Basrî'nin dediğine göre ise, sen yemininde halis değilsin (yemininin hükmü yoktur) demiştir. Bunun üzerine İbn Eşres, el-Hasen'in görüşünü kabul ederek hanımına döndü.

Abdulmelik b. Habib de şunu anlatmaktadır: Bana, Ma'bed, el-Müseyyeb b. Şerik'den anlattı, o da Ebû Şeybe'den dedi ki: Ben, Enes b. Malik'e bir kimseye karşılık yakalanan bir diğer kimsenin durumu hakkında: O kimseyi yemin ederek koruyabilecekse. senin görüşüne göre yemin eder mî? diye sordum, o da: Evet dedi. Yemin ederim ki, yetmiş yalan yemin etmek, bir müslümanın bulunduğu yeri göstermekten bana daha kolay gelir.

İdris b. Yahya da dedi ki: Velid b. Abdulmelik casuslara, casusluk ederek insanlarla İlgili haberleri kendisine getirmesini emrederdi. Bu casuslardan birisi Recâ b. Hayve'nin ders halkasında oturdu. Oradakilerden birisinin Velid’e dil uzattığını gördü. Velid, durumu Reca'ya biîdirerek, ey Reca dedi. Senin meclisinde benden kötü şekilde söz ediliyor ve sen buna karşı çıkmıyorsun öyle mi? dedi. Reca: Böyle bir şey olmamıştır ey Mü’minlerin Emiri deyince, Velid ona: Kendisinden başka ilâh olmayan Allah adına yemin eder misin? deyince o: Kendisinden başka ilâh olmayan Allah adına, dedi. Bunun üzerine Velid, emir vererek casusa yetmiş kırbaç vuruldu. Bu casus, Recâ ile karşılaştığında şöyle dermiş; Ey Reca, benim sırtımda yetmiş kamçının izi durduğu halde, senin yüzün suyu için yağmur İstenir. Recâ da şöyle derdi: Senin için sırtına vurulan yetmiş kamçı, müslüman bir kimsenin öldürülmesinden daha hayırlıdır.

19. Zorlama (İkrâh)’ın Sınırı:

İkrahın sınırları hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir. Kişiyi korkutacak yahut bağlayacak veya dövecek olursan o, kendi nefsi adına emniyette değildir.

İbn Mes'ûd da şöyle demiştir: Benden iki kamçıyı dahi uzaklaştıracağını bilip de söylemeyeceğim hiç bir söz yoktur.

el-Hasen de der ki: Kıyâmet gününe kadar takiyye yapmak mü’min İçin caizdir. Şu kadar var ki, şanı yüce ve mübarek olan Allah, başkasının ölümüne sebep teşkil edecek bir davranışı takiyye olarak kabul buyurmamıştır.

en-Nehaî der ki: Zincire vurup bağlamak ikrahtır, hapse atmak ikrahtır. Mâlik’in görüşü de budur. Ancak Malik şöyle der: Korkutucu tehdit de bir ikrahtır. Velev ki bu haksızlık yapan kimsenin zulmü tahakkuk ettiğinde ve tehdit ettiğim yerine getirdiğinde bu korkutma gerçekleşmese bile. Ancak, Malik ve mezhebine mensup ilim adamlarına göre, dövme ve hapse atmanın belirli bir süre ile sınırlandırılması söz konusu değildir. Bu, acıtacak kadar dövmek ile sınırlandırılmıştır. Hapis ise, zorlanan kimsenin sıkıntıya düşeceği ve dallanacağı süre ile tahdit edilmiştir. Yine Malik'e göre, sultanın (devlet yetkilisinin) da, başkasının da zorlamaları bir ikrahtır.

Kûfeli bilginler çelişkiye düşerek, şarab içmek ve meyteyî yemek için hapse atmayı, zincire vurmayı ikrah kabul etmemişlerdir. Çünkü bu iki sebepten dolayı kişinin telef olacağından korkulmaz Kurtubî nin tercümeye esas aktığımız baskısına göre yapılacak olursa: "... korkulmaz" yerine korkulur' şeklinde olmalıdır. Ancak bu hem mantıkî değildir; hem de Hanefî Mezhebine dair fıkıh kitaplarındaki (meselâ, el-İlıtiyân II, 106-107) ifadelere uygun değildir. Tercümede bu hıfzın bu şekilde kaydedilmesi bundandır. Oysa Hanefiler, bu iki şekli de kişinin: Filanın bende bin dirhem alacağı vardır, şeklindeki ikrarında ikrah olarak değerlendirmişlerdir.

İbn Suhnûn der ki: Fukahânın ileri derecedeki acı ve ızdırap veren uygulamaları ikrah kabul etmek üzere icma etmeleri, İkrahın kişinin Ölümü ile sonuçlanmayan hususlarda da söz konusu olduğuna delildir. Malik de, bir kimsenin tehdit, hapse atılmak veya dövülmek ile bir yemin etmeye zorlanacak olursa, bu yemini yapıp bundan dolayı yeminini bozmuş olmayacağı kanaatini benimsemiştir, Şâfiî, Ahmed, Ebû Sevr ve ilim adamlarının çoğunluğunun görüşü de budur.

20. Kinayeli İfadeler ve İkrah:

Kinayeli ve üstü kapalı ifadeler (tarizler) arasında, yalana ihtiyaç bırakmayacak olanlar vardır diye sabit olmuş ifade de bu bahsin kapsamındadır.

el-A'meş'in, İbrahim en-Nehaî'den rivâyetine göre o şöyle demiştir: Adamın birisine senden söylediğine dair bir takım sözler uluşacak olursa, senin: Allah'a yemin olsun ki, hiç şüphesiz Allah senin hakkında bu kabilden ne söylediğimi Aynı zamanda: "... senin hakkında bir şey söylemediğini bilir" anlamında bilir" demende bir mahzur yoktur. Abdulmelik b. Habib der ki, Bu: Şüphesiz Allah benim söylediğimi bilir anlamındadır. Fakat ifade zahiri itibariyle böyle bir şey söylemediği manasınadır. Bu durumda yemin ederken bu sözleri söyleyenin yeminini bozması (yalan olması) söz konusu olmadığı gibi, bu sözünde yalan söylemesi de mevzubahis değildir.

en-Nehaî der ki: Onların, kendilerine gelecek zararları önledikleri ve değişik anlamlara gelme ihtimali bulunan yemin ifadeleri vardı. Onlar, bu ifadeleri kullanmakla yalan söyledikleri görüşünde de değillerdi ve yalan yemin ettikleri kanaatinde de değillerdi. Abdulmelik dedi ki: Onlar, bu gibi ifadelere; hak hususunda bir hile ve bir aldatmaya dair olmaması şartıyla, tarizli (kinayeli) ifadeler ismini verirlerdi.

Yine el-A'meş der ki: İbrahim en-Nehaî, yanına birisi gelip de karşısına çıkmayı istemiyor idiyse, evinde mescid edindiği yerde oturur ve cariyesine şu talimatı verirdi: Ona git de ki: Allah'a yemin olsun ki o, mesciddedir.

Muğire'nin, İbrahim'den rivâyetine göre, askeri birlik arasında yer alan bir kimseye, komutanlarına arz edildikleri vakit şöyle demesini câiz görüyordu: Allah'a yemin ederim, benden başkasının bana doğruyu göstermesi söz konusu olmadıkça, ben doğru yolu bulamam. Yine benden başkasının beni bineğin sırtında taşıması müstesna, bineğim yoktur ve buna benzer sözleri söyleyebileceğini kabul ederdi. Abdulmelik der ki: O, "benden başkası" sözleriyle yüce Allah'ı kastetmektedir. Çünkü ona doğru yolu gösteren de, bineğin sırtında taşıma imkânı veren de O'dur. Bu gibi bir durumda kişinin yalan yere yemin ettiği ve sözünde yalancı olduğu görüşünde değillerdi. Ancak onlar, bu sözlerin aldatmak, zulüm ve hakkı inkâr etmek uğruna söylenmesini mekruh kabul ederler; bu işi yapmaya kalkışan kimselerin, bu aldatmalarında günahkâr olmakla birlikte, yeminleri dolayısıyla keffarette bulunmalarının vacib olmadığı görüşündeydiler.

21. Küfre Göğüs Açanlar:

"Fakat küfre göğüs açarsa" yani, küfrü kabul için göğsüne genişlik verirse... demektir.

Bunu yüce Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Bu, aynı zamanda Kaderiyyenin görüşünü de reddetmektedir.

“Göğüs" kelimesi mefûl olarak nasb edilmiştir.

"... İşte Allah'ın gazabı onların üzerinedir ve onlar için çok büyük bir azâb" olan cehennem azâbı

"da vardır.”

107

Bunun sebebi, onların dünya hayatını âhiretten daha çok sevmeleri ve Allah'ın hiç şüphesiz kâfirler topluluğuna hidâyet vermemesidir.

"Bunun" yani bu gazabın

"sebebi, onların dünya hayatını âhiretten daha çok sevmeleri" dünyayı âhirete tercih etmeleri

"ve Allah'ın, hiç şüphesiz kâfirler topluluğuna hidâyet vermemesidir" âyetindeki

“Ve Allah'ın hiç şüphesiz" âyetindeki

“Hiç şüphesiz" edatı,

“Bunun sebebi, onların" anlamındaki âyetine atf ile cer mahallindedir.

108

İşte onlar, Allah'ın kalblerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. Ve onlar, gafil olanların tâ kendileridirler.

Daha sonra yüce Allah, bu kâfirlerin niteliklerini belirterek şöyle buyurmaktadır:

"İşte onlar, Allah'ın" verilen öğütleri kavramalarını önlemek üzere

"kalplerini" yüce Allah'ın kelamını işitmeye karşı

"kulaklarını" Allah'ın âyet ve belgelerine bakmaya karşı

"gözlerini mühürlediği kimselerdir. Ve onlar" kendileri hakkında ilahi muradın ne olduğundan yana

"gafil olanların tâ kendileridirler."

109

Şüphesiz ki onlar, âhirette de hüsrana uğrayanların tâ kendileridirler.

"Şüphesiz ki onlar, âhirette de hüsrana uğrayanların tâ kendileridirler." Bu âyetin anlamına dair açıklamalar daha önceden (Hûd, 11/22'de) geçmiş bulunmaktadır.

110

Ayrıca şüphe yok ki Rabbin, işkenceye uğratıldıktan sonra hicret edenlere, sonra da cihad edenlere ve sabredenlere; evet Rabbin, muhakkak bundan sonra Gafûrdur, Rahîmdir.

Yüce Allah'ın:

"Ayrıca, şüphe yok ki Rabbin, işkenceye uğratıldıktan sonra hicret edenlere, sonra da cihad edenlere ve sabredenlere..." buyrukları, hep Ammâr (radıyallahü anh) hakkındadır. Yani, cihad üzere sabredenlere demektir. Bu açıklamayı en-Nehhâs nakletmiştir. Katade ise der ki: Bu âyet-i kerîme, müşriklerin azap ve işkencelerinden sonra Medine'ye hicret etmek üzere çıkan bir topluluk hakkında inmiştir. Bunların kimlikleri daha önceden bu sûrede (16/106. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Bunun, İbn Ebi Şerh hakkında indiği de söylenmiştir. Bu, irtidad edip müşriklere katılmıştı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Mekke'nin feth edildiği günü öldürülmesini emretmiş idi. Abdullah, Osman (radıyallahü anh)'ın himayesini istedikten sonra, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da onun bu himayesini kabul etmiş idi. Bunu Nesâî, İkrime'den, O da İbn Abbâs'dan şöylece zikretmektedir: en-Nahl Sûresi'nde yer alan:

"Kalbi îman ile dolu olduğu halde zorlanan müstesna olmak üzere... onlar için çok büyük bir azâb vardır" âyeti nesh edilerek, bundan yüce Allah, istisnada bulunup şöyle buyurmuştur:

"Sonra, şüphe yok ki Rabbin, işkencelere uğratıldıktan sonra hicret edenlere, sonra da cihad edenlere ve sabredenlere, evet Rabbin muhakkak bundan sonra Gafûrdur, Rahîmdir" diye buyurmuştur. Burada kastedilen kişi ise, Mısır valiliği yapmış bulunan, Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh'dir. Bu, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kâtipliğini yapıyordu. Şeytan onun ayağını kaydırdıktan sonra kâfirlere katılmıştı. Hazret-i Peygamber de Mekke'nin feth edildiği gün öldürülmesini emretmişti- Osman b. Affan (radıyallahü anh) onun için himaye istedi, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da onun bu himaye isteğini kabul etmişti. Nesâî, Tahrimu'd-Dem 15.

111

O gün, gelen herkes kendi nefsi İçin mücadele edecek. Herkese yaptıklarının karşılığı eksiksiz olarak verilecek ve onlara asla zulmedilmeyecektir.

"O gün, gelen herkes kendi nefsi için mücadele edecek." Yani, şüphesiz Allah, öyle bir günde bağışlaması ve merhameti çok bol olandır. Veya sen onlara: "O gün gelen herkes(in) kendi nefsi İçin mücadele edece(ği)" yani, kendisi için tartışıp delil getireceği bir gün olacağını hatırlat. Haberde nakledildiğine göre herkes, kıyâmet günü: Nefsim, nefsim diyecektir. Bu ise, o günün şiddet ve dehşetinden dolayı böyle olacaktır. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, müstesna olacaktır. O, ümmeti hakkında dilekte bulunacaktır. Kıyâmet Günündeki Hazret-i Peygamberin Mahşerde bulunan herkes hakkında yapacağı şefaate dair hadisteki belli bir konuma işaret edilmektedir. Meselâ bk, Müslim, Îman 326-327; Tirmizî, Sıfatul-Kıyame 10: el-Mu'cemu'l-Müfehres li Elfâzi'l-Hadisi'n-Nebevi, III, 149, satır: 58 vd.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'den nakledildiğine göre o, Ka'b el Ahbâr'a şöyle demiş: Ey Ka'b! Bizi korkut, bizi heyecanlandır, bize anlat, bizi uyar. Bunun üzerine Ka'b ona şöyle demiş: Ey Mü’minlerin emiri! Nefsim elinde olana yemin ederim ki, eğer kıyâmet günü yetmiş peygamberin amelî ile dahi gidecek olsan, senin önünde öyle anlar gelecek ki, kendinden başka hiç bir şey seni ilgilendirmeyecektir. Gerçek şu ki, cehennemin öyle bir kaynayıp coşması vardır ki, diz kapakları üzerine düşmeyecek mukarreb bir melek ve seçkin bir peygamber yoktur. Hatta İbrahim el-Halil dahi, Halilliğini zikrederek: Rabbim, ben Senin halilin İbrahim'im. Ve bugün Senden, kendimden başka bir şey istemiyorum, diyecektir. Bunun üzerine Hazret-i Ömer ona şöyle sorar: Ey Ka'b! Peki, sen bu söylediklerini Allah'ın kitabının hangi âyetinde bulabiliyorsun. O, şu cevabı verir: Yüce Allah'ın:

"O gün, gelen herkes kendi nefsi için mücadele edecek. Herkese yaptıklarının karşılığı eksiksiz olarak verilecek ve onlara asla zulmedilmeyecektir" âyeti bunu göstermektedir.

İbn Abbâs da bu ayet-i kerîme hakkında şunları söylemiştir: Kıyâmet gününde insanların tartışmaları devam edip gidecektir. Hatta ruh, bedenden davacı olacak ve: Rabbim diyecektir. Ruh Sendendir, onu Sen yarattın. Benim, kendisiyle yakalayacağım elim, kendisiyle yürüyeceğim ayağım, kendisiyle göreceğim gözüm, kendisiyle duyacağım kulağım, kendisiyle kavrayıp belleyeceğim aklım yoktu. Nihayet, ben bu bedenin içine girdim. O bakımdan, Sen bu bedene azâbın çeşitlerini kat kat ver ve beni kurtar, diyecektir. Bunun üzerine beden de şöyle diyecektir: Rabbim! Sen beni elinle yarattın. Ben, tahta gibi bir şeydim. Benim kendisiyle yakalayacağım elim, kendisiyle yürüyeceğim ayağım, kendisiyle göreceğim gözüm, kendisiyle işiteceğim kulağım yoktur. Nihayet bu, bir nûr ışığı gibi geldi ve onun vasıtasıyla dilim konuşmaya, onunla gözüm görmeye, onunla ayağım yürümeye, onunla kulağım işitmeye başladı. O bakımdan, çeşitli azapları buna kat kat ver ve beni bu azabdan kurtar. Devamla dedi ki: Allah, her ikisine kör ile kötürümün misalini verecektir. İkisi de içinde çeşitli meyveler bulunan bir bahçeye girerler. Kör, meyvenin nerede olduğunu görmez, ancak kötürüm ise buna bir türlü elini uzatamaz. Bunun üzerine kötürüm, köre: Yanıma gel, beni taşı. Ben de yiyeyim, sana da yedi reyim, diye seslenir. Kör, kötürümün yanına yaklaşır, onu sırtında taşır. Ve böylelikle o meyveden yerler. Bu durumda azâb kimindir? İşte berikinize de azâb gösterilecektir, diye buyurur. Bunu, es-Sa'lebî nakletmektedir.

112

Allah, şöyle bir kasabayı örnek olarak verir: O kasaba, güven ve huzur İçindeydi. Rızkı da kendisine her bir yandan bol bol geliyordu. Fakat o(radıyallahü anhnın ahalisi), Allah'ın emirlerine karşı nankörlük etti de, Allah da ona, ısrarla işledikleri yüzünden açlık ve korku elbisesini tattırdı.

"Allah, şöyle bir kasabayı, örnek olarak verir" diye başlayan bu âyet, müşriklere dair anlatılanlarla alâkalıdır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Kureyş müşriklerine beddua ederek şöyle demişti: "Allah'ım! Mudar üzerindeki baskını daha da artır ve bu yılları onlar için Yusuf'un (kıtlık) yılları gibi yap." Mesel. Buhârî, Ezan 128: Müslim, Mesâcid 294-295: Müsned, II, 239, 255... Hadisin geçtiği diğer yerler; en-Nisa, 4/148-149. âyetin tefsirinde zikredilmişti. Bunun üzerine kıtlık belasına uğratıldılar, o kadar ki, kemikleri yemekle karşı karşıya kaldılar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da onlara yiyecek gönderdi ve bu yiyecek aralarında dağıtıldı.

"O kasaba, güven ve huzur İçindeydi." Oranın ahalisi hiç bir şekilde rahatsız ve tedirgin edilmezlerdi.

"Rızkı da kendisine her bir yandan" karadan ve denizden

"geliyordu." Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın:

"Her şeyin mahsullerinin toplandığı güven dolu bir haremde..." (el-Kasas, 28/57) âyetidir.

"Fakat o, Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler." Bu âyetteki;

"Nimetler" kelimesi, 'in çoğuludur. Güç, kuvvet" kelimesinin çoğulu oluşu gibi. "Nimetler" kelimesinin tekilinin; olduğu da söylenmiştir. Sefil" kelimesinin çoğulunun gelmesi gibi. Burada sözü geçen nankörlük Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yalanlanmasıdır.

"Allah da ona" oranın halkına, "ısrarla İşeledikleri" küfür ve masiyetler

"yüzünden, açlık ve korku elbisesini tattırdı." Yüce Allah'ın burada, açlık ve korkuya "elbise" ismini vermesinin sebebi, zayıflık, renklerinin değişmesi, hallerinin kötülüğünün üzerlerinde tıpkı bir elbise gibi açıkça görülmesinden dolayıdır.

Buradaki "korku" kelimesini Hafs b. Gıyâs, Nasr b. Âsım, İbn Ebi İshak, el-Hasen ile Abdulvaris'in, Ubeyd ve Abbas'in kendisinden rivâyetlerine göre Ebû Amr, şeklinde nasb ile "ona... tattırdı" anlamındaki fiilin mef'ûlü, Açlık... elbisesi" üzerine atf ile okumuşlardır. Allah da ona... açlık elbisesini ve korkuyu tattırdı, demek olur.

Buradaki korkudan kastın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın gönderdiği etraflarını sarıp dolaşan sedyeleri olduğu da söylenmiştir.

Tatmak, aslında ağız ile olur. Daha sonra bu, istiare yolu ile karşı karşıya kalınan belâlar hakkında da kullanılmıştır. Yüce Allah, burada Mekke'yi diğer şehirlere misal olarak göstermiştir. Yani bu şehir Allah'ın Beyt'inin yakınlarında bulunmakla birlikte ve Mescid(-i Haram)ı imar etmesine rağmen, bu belde ahalisi küfre sapıp nankörlük edince, kıtlık musibeti ile karşı karşıya kaldığına göre, diğer şehirlerin durumu nasıl olur?

Buranın Medine olduğu da söylenmiştir. Medine, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman ettikten sonra Osman b. Affan'in öldürülmesi dolayısıyla Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük etmiş oldu. O şehirde, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vefatından sonra meydana gelen çeşitli fitnelerle de Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük etmiş oldu.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımları Hazret-i Âişe ile Hazret-i Hafsa'nın görüşleri budur. Bunun, diğer şehirler arasında bu nitelikte bulunan her hangi bir şehir olduğu ve böyle bir şehirin misal verildiği de söylenilmiştir.

113

Yemin olsun ki, onlara kendilerinden bir peygamber geldi de onu yalanladılar. Bu sebeple onlar zulmederlerken azâb kendilerini yakalayıverdi.

Yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki onlara kendilerinden bir peygamber geldi de onu yalanladılar" âyeti, bu misal verilen şehrin Mekke olduğunun delilidir. Aynı zamanda bu İbn Abbâs, Mücahid ve Katade'nin de görüşüdür.

"Bu sebeple... azâb kendilerini yakalayiverdi." Bu da Mekke'de başgösteren açlıktır. Kıtlığın ve açlığın bu azâbın bir parçası olduğu da söylenmiştir.

114

Artık Allah'ın sizi rızklandırdığı şeylerden helâl ve temiz olarak yiyin ve Allah'ın nimetine şükredin; eğer O'na ibadet ediyorsanız.

"Artık Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden, helâl ve temiz olarak yeyin." Yani, ey müslümanlar topluluğu! Ganimetlerden ycyin, demektir. Hitabın, müşriklere yönelik olduğu da söylenmiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onlara karşı kalbi yumuşa yarak yiyecek göndermişti. Bu da, yedi yıl süre ile açlıkla müptelâ olmalan sonucunda olmuştu. Araplar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emri ile onlara giden yiyecek kervanlarını göndermez olduğundan, yakılmış kemikleri, leşleri, ölmüş köpekleri, derileri ve ilhiz diye bilinen kana bulanmış deve tüyünü yemeye başlamışlardı. Daha sonra, Mekke'nin ileri gelenleri bu sıkıntılarla karşı karşıya kalınca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile konuşarak şöyle demişlerdi: Erkeklerin karşı karşıya kaldığı azâb bu. Peki, ya kadınların ve çocukların halinin ne olduğunu düşünebiliyor musun? Ebû Süfyan da ona şöyle demişti: Ey Muhammed! Sen, akrabalık bağlarını gözetmeyi ve atfetmeyi emreden bir din getirdin. İşte senin kavmin helâk olmuş bulunuyorlar. Hadi onlar için Allah'a dua et. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da onlara dua etti ve onlara yiyecek götürülmesine -henüz daha müşrik oldukları bir sırada- izin verdi.

115

O, size ancak ölüyü, kanı, domuz etini, bir de Allah'dan başkasının ismi anılarak boğazlanmış olanları haram kıldı. Kim çaresiz kalırsa, saldırmamak ve haddi aşmamak şartı ile yiyebilir. Şüphesiz Allah Ğafür'dur, Rahîm'dir.

Bu âyet ile ilgili yeterü açıklamalar, bundan önce el-Bakara Sûresi'nde (2/173- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

116

Dillerinizin yalan yere niteleyegeldiği şeyler için: "Şu helâldir, şu da haramdır" demeyin. Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphe yok ki Allah'a karşı yalan uyduranlar iflah olmazlar.

117

Pek az bir menfaat; ama onlar için acıklı bir azâb vardır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı İki başlık halinde sunacağız;

1. Allah'a Yalan Uydurarak, Kendiliklerinden Helâl ve Haram Koyanlar:

Yüce Allah'ın:

"Niteleyegeldiği" âyetinde, mastariyyedir. Nitelemesi için, nitelemesi suretiyle demektir. "Lâm"ın, sebep bildiren lâm olduğu da söylenmiştir. Siz, yalan yere nitelediğiniz için böyle söylemeyiniz demektir. Bu da: Siz, yalan yere nitelendirdiğiniz için bunu söylemeyiniz demektir ki, dillerinizin yalan yere nitelemede bulunması sebebiyle bu sözleri söylemeyiniz anlamındadır. Buradaki Yalan" kelimesi, "kef", "zal" ve "be" harlleri ötreli olarak şeklinde,

"diller"in sıfatı olarak da okunmuştur. Yalan söyleyen dillerinizin niteleyegekliği şeyler için... rınlnınında olur. Daha önceden de (16/62. âyette) geçmiş bulunmaktadır. el-Hasen, yalnızca burada: şeklinde "kef" harfini üstün, "zel" ve be harflerini de esreli olarak; 'in sıfatı olmak üzere okumuştur ki, ifadenin takdiri şu anlamdadır: Dillerinizin yalan nitelemesi sebebiyle... demeyiniz, demektir. Bunun, dan bedel olarak böyle okunduğu da söylenmiştir ki, anlamı şöyle olur: Dillerinizin nitelendirmiş olduğu o yalan şeye siz, bu helâldir, bu da haramdır demeyiniz, çünkü Allah'a yalan iftira etmiş olursunuz.

Âyet-i kerîme, Bahîraları, Şaibeleri haram kılıp buna karşılık davarların karınlarında bulunan ceninleri -ölü dahi olsalar- helal kılan kâfirlere bir hitabdır. Buna göre yüce Allah'ın:

"Şu helâldir" âyeti, davarların karınlarında bulunan ölülere işarettir. Ve onların, haram olduğu halde helâl kıldıkları her şeye bir İşarettir.

"Şu da haramdır" âyeti da Bahîrelere, Şaibelere ve haram kıldıkları diğer şeylere bir işarettir.

"Şüphe yok ki, Allah'a karşı yalan uyduranlar iflah olmazlar. Pek az bir menfaat... vardır." Yani onların içinde bulundukları dünya nimetleri pek yakında son bulacaktır. ez-Zeccâc: Onların, ellerinde bulundurdukları meta (fayda) pek azdır, diye açıklamıştır. Bu ifadenin: Onlar için pek az bir menfaat vardır, sonra da can yakıcı bir azaba döndürüleceklerdir, anlamında olduğu da söylenmiştir.

2. Helâl ve Haram Kılma Yetkisi:

Dârimî Ebû Muhammed, Müsned’inde (Sünen'inde) senedini kaydederek şöyle demektedir: Bize Harun, Hafs'dan haber verdi. O, el-A'meş'den dedi ki: Ben İbrahim'in asla: (Bu) helâldir, haramdır dediğini duymadım. Ama o şöyle derdi: Bunu mekruh görürlerdi, bunu müstehab görürlerdi.

İbn Vehb dedi ki: Malik dedi ki: İnsanların, bu helâldir, bu da haramdır diyerek fetva vermeleri uygun değildir. Bunun yerine şu ve şu işten sakının ve ben bu işi yapmam... demelidirler. Bunun anlamı da şudur; Helâl ve haram kılmak, ancak aziz ve celil olan Allah'ın yetkisindedir. Herhangi bir kimsenin muayyen bir şey hakkında -yaratıcı yüce Allah'ın bu husustaki hükmü haber vermiş olması hali müstesna- bunu açıkça ifade etme yetkisi yoktur.

İçtihad yolu ile haram olduğu kanaatine ulaşılan şey hakkında ise kişi: Ben bunu mekruh görmekteyim, demelidir. İşte Malik de daha önce geçen fetva verme ehliyetine sahip kimselere uyarak böyle yapardı.

Denilse ki; O, hanımına: Sen bana haramsın diyen kimse hakkında, o kadın o adama haram olur ve bu üç talâk hükmündedir, demiştir. Buna şöyle cevap verilir: Malik, Ali b. Ebî Tâlib'in böyle birisi: Hakkında hanımı ona haram olur dediğini haber aldığından, ona uymuştur. Diğer taraftan, müçtehid o şeyin haram olduğuna dair delili kuvvetli görecek olursa, böyle bir şeyi söylemesinde de bir mahzur yoktur. Mesela, (Hadîs-i şerîfte belirtilen) altı şey dışındaki riba (faiz) için haramdır, demesi bu kabildendir. Malik -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bu gibi durumlarda bu kelimeyi mutlak olarak çokça kullanmıştır. Çünkü böyle bir işlem haram olup faizin cereyan ettiği mallar hakkında faizli muamele uygun olmadığı gibi, mesâlihe, muhalif (maslahatlara) olup, şer'i maksatların dışına çıkmış olan hususlarda da böyle denilebilir. Çünkü bu konudaki deliller kuvvetlidir.

118

Biz sana daha önce anlattığımız şeyleri de, yahudilere haram kılmıştık. Biz onlara zulmetmemiştik. Ama onlar kendilerine zulmediyorlardı.

"Biz sana daha önce anlattığımız şeyleri." el-En’âm Sûresi'nde (6/146. âyette) geçen hususları "da yahudilere haram kılmıştık." Yüce Allah, davarların etinin bu ümmete helâl olduğunu beyan etmekle birlikte, yahudilere bunlardan bazılarının haram kılındığını açıklamaktadır. "Biz onlara" haram kıldığımız şeyleri haram kılmak suretiyle

"zulmetmemiştik." Ama onlar kendi kendilerine zulmettiklerinden, Biz de onlara ceza olmak üzere bu gibi şeyleri haram kılmıştık. Daha önce en-Nisa Sûresi'nde (4/160-162, âyetlerde) geçtiği gibi.

119

Sonra şüphesiz Rabbin, bilmeyerek kötülük işleyen, sonra da bunun arkasından tevbe edip hallerini düzeltenlerin lehine olmak üzere -elbette senin Rabbin bundan sonra- Gafûr'dur, Rahîmdir.

Yüce Allah'ın:

"Sonra şüphesiz Rabbin, bilmeyerek kötülük İşleyen" İbn Abbâs'ın açıklamasına göre, şirk koşan... Bu âyete dair açıklamalar, bundan önce en-Nisa Sûresi'nde (4/17-18. âyetler, 2 ve 3. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır.

120

Gerçekten İbrahim başlı başına bir ümmetti. Allah'a itaatkârdı. Hanifdi. O, müşriklerden olmamıştır.

Yüce Allah'ın:

"Gerçekten İbrahim başlı başına bir ümmetti, Allah'a itaatkârdı, Hanifdi" âyeti ile, son peygamber Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Arap müşriklerini İbrahim'in dinine davet etmektedir. Çünkü o, onların atası ve şeref kaynakları olan Beyt'in banisi idi. Ümmet (burada), pek çok hayrı şahsında toplayan adam demektir. Bunun diğer çeşitli anlamlarına dair açıklamalar ise, daha önceden (el-Bakara, 2/128. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

İbn Vehb İle İbnü'l-Kasım, Malik'den şöyle dediğini naklederler: Bana ulaştığına göre Abdullah b. Mes'ûd şöyle demiş: Allah, Muâz'a rahmet eylesin. O, başlı başına bir ümmetti, Allah'a itaatkâr birisiydi. Ona: Abdurrahman'ın babası, aziz ve celil olan Allah, İbrahim (aleyhisselâm)'dan böylece söz etmiştir. (Sen bunu Muaz hakkında nasıl söylersin?) demeleri üzerine, İbn Mes'ûd şöyle demiş: Ümmet, insanlara hayrı öğreten kimse-demektir. Allah'a itaatkâr (kânit) ise, itaat eden kimse demektir. Kunut (itaatkârlık) ile ilgili açıklamalar, daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/116. âyet, Ş. başlık ile, 238. âyet 5. başlıkta)

"Hamîd" ile ilgili açıklamalar da el-En'âm Sûresi'nde (6/89- âyette; ayrıca bk. el-Bakara, 2/135- âyet) geçmiş bulunmaktadır.

121

O, O'nun nimetlerine şükredendi. Onu beğenip seçmiş, kendisini dosdoğru yola iletmişti.

122

Biz ona, dünyada bir güzellik verdik. Şüphesiz o, âhirette de mutlaka salihlerdendir.

"O, O'nun nimetlerine" buradaki; Nimetler" kelimesi "nimet"in çoğuludur. Az önce buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

"Şükredendi. Onu beğenip seçmiş, kendisini dosdoğru yola iletmişti. Biz ona, dünyada da bir güzellik verdik." Bu güzelliğin iyi evlat olduğu söylendiği gibi, güzel övgü olduğu, peygamberlik olduğu, teşehüdde Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte ona da salâî ve selâm getirilmesi olduğu da söylenmiştir. Bütün din mensupları, mutlaka Hazret-i İbrahim'i dost bilirler, diye de açıklanmıştır. Bir diğer açıklamaya göre ise, onun misafir ağırlama geleneği ve kabrinin ziyaret edilmesinin sonraki dönemlerde devam etmesidir.

Esasen yüce Allah bütün bunları ona vermiş ve daha fazlasını da ihsan etmiştir:

"Şüphesiz ki o, âhirette de mutlaka salihlerdendir" âyetindeki; "...den: Birlikte, beraberliğinde" anlamındadır. Salihlerle beraberdir demektir. Çünkü o, dünyada da salihlerle beraber idi. Buna dair açıklamalar, daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/130. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

123

Sonra Biz sana: "Hanif olarak İbrahim'in dinine uy. O, müşriklerden de olmadı" diye vahyettik.

İbn Ömer der ki: Cebrâîl (aleyhisselâm) Hazret-i İbrahim'e öğrettiği şekilde Hazret-i Muhammed'e de Hac menasikinde ona uyması emredilmiştir. Taberî de şöyle demektedir: Putlardan uzaklaşmak ve İslâm ile bezenip süslenmek hususunda ona uymakla emrolunmuştur. Hazret-i Peygambere terk etmesi emrolunan hususlar müstesna bütün konularda onun dinine tabi olması emredilmiştir diye de açıklanmıştır. Bunu, el-Maverdî'nin naklettiğine göre, Şâfiî mezhebine mensup ilim adamlarından birisi söylemiştir. Sahih olan görüş ise, fer'î meseleler dışında şeriatın ön gördüğü İtikadı meselelerde tabi olma emridir. Çünkü yüce Allah:

"Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik" (el-Mâide, 5/48) diye buyurmuştur.

Üstün Faziletlinin Daha Az Faziletliye Uyması:

Bu âyet-i kerimede, daha fazilet)inin, daha az faziletli olana -önceden geçmiş bulunan aslî konularda- tabi olup bunlar gereğince amel etmesinin câiz olduğuna ve bu hususta üstün fazilet sahibinin faziletine hiç bir gölge düşmeyeceğine delil vardır. Çünkü son peygamber Hazret-i Muhammed'in, bütün peygamberlerden daha faziletli olduğu bir gerçektir. Bununla beraber ona, kendisinden Önceki peygamberlere uyması emredilerek:

"O halde sen de onların hidâyetlerine" (el-En'âm, 6/90) diye buyurulmaktadır. Burada da yüce Allah:

"Sonra Biz sana: Hanif olarak İbrahim'in dinine uy... diye vahyettik" diye buyurmaktadır.

124

Cumartesi, ancak onda ihtilâfa düşenlere farz kılınmıştı. Şüphesiz ki Rabbin ihtilâf edegeldikleri şey hakkında kıyâmet günü aralarında hükmedecektir.

Cuma, Cumartesi ve Pazar Günleri Hakkında Ayrılıklar:

"Cumartesi, ancak onda İhtilâfa düşenlere farz kılınmıştı." Yani, Cumartesi İbrahim'in şeriatinde yoktu ve onun dininde yer almıyordu. Aksine onun dini müsamahakâr ve ağır hükümleri İhtiva etmeyen bir dindi. Cumartesi ise, yahudilere amelleri reddetmeleri ve geçim konusunda alabildiğine geniş ve serbest hareket etmeyi terk etmedikleri İçin ağırlaştırılmış bir hüküm olarak, o gün hakkındaki anlaşmazlıkları sebebiyle öngörülmüştü. Daha sonra Îsa (aleyhisselâm), Cuma gününe gereken hürmetin gösterilmesini öngören hükmü getirip şöyle demişti: Her yedi günden bir gününüzü ibadete ayırınız. Onlar da; Biz, yahudilerin bayramlarının bayramımızdan sonra olmasını istemiyoruz diyerek, Pazar gününü tercih ettiler.

İlim adamları, Cumartesi hakkında meydana gelen görüş ayrılığının keyfiyeti ile ilgili olarak farklı görüşlere sahiptirler. Bir kesim şöyle demektedir: Mûsa (aleyhisselâm) onlara, Cuma gününü ibadete ayırmalarını emretmiş ve bu günü tayin etmiş; bugünün diğer günlerden daha faziletli olduğunu onlara haber vermişti. Ancak onlar, Hazret-i Mûsa İle Cumartesi gününün daha faziletli olduğu konusunda tartıştılar. Bunun üzerine yüce Allah da Hazret-i Mûsa'ya: "Onları kendileri adına seçtikleri ile başbaga bırak" diye buyurdu.

Bir diğer görüşe göre yüce Allah, bugünü onlara tayin etmeksizin, Cuma gününde tazimde bulunmalarını emretti. Ancak onlar, bugünün tayini hususunda anlaşmazlığa düştüler ve yahu diler Cumartesi gününü tayin ettiler. Çünkü (onlara göre) yüce Allah o gün yaratmayı bitirmiş idi. Hıristiyanlar ise Pazar gününü tayin ettiler. Çünkü yüce Allah, bugünde yaratmaya başlamıştı. Bunun sonucunda her bir din müntesibi, içtihİsmi ile tesbit ettiği günü ibadete ayırmakla yükümlü kılındı. Yüce Allah bu ümmet için ise, kendinden bir lütuf ve bir nimet olmak üzere, -bu işi onların içtihİsimlerina bırakmaksızın- Cuma gününü tayin etti. O bakımdan bu ümmet, ümmetlerin en hayırlısı oldu,

Sahih'te Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Biz (ümmet olarak) sonra gelenleriz. Kıyâmet gününde de ilkleriz. Biz, cennete ilk girecek olanlarız. Ancak, kitab onlara bizden Önce verildi, bize de kitab onlardan sonra verildi. Bu hususta onlar anlaşmazlığa düştüler. Allah da onların hakkında anlaşmazlığa düştüğü hakkı bize gösterdi. İşte onların hakkında anlaşmazlığa düşüp de Allah'ın bizi kendisine ilettiği gün -Cum'a günüdür, diyerek- bugündür. Bugün bizim, yarın yahudilerin, yarından sonraki gün de hıristiyanlarındır." Buhâri, Cumua 1. 12; Müslim, Cumua 19. 20; Nesâî, Cumua 1; Müsned, II. 243. 249. 312.

Hazret-i Peygamber'in: "Bu, hakkında anlaşmazlığa düştükleri bir gündür" âyeti, Allah onların ibadete ayıracakları günü tayin etmemiştir, diyenlerin görüşlerini pekiştirmektedir. Çünkü eğer yüce Allah onlara bugünü tayin etmekle birlikte onlar bu konuda inat göstermiş, olsalardı, "onda ihtilâfa düşenler" diye buyurmazdı. Bunun yerine "onda ihtilâfa düştüler ve inatlaştılar" denmesi gerekirdi. Yine bu kanaati pekiştiren hususlardan birisi de Hazret-i Peygamber'in: "Allah, bizden öncekilere Cuma gününü isabet ettirmeyip şaşırttı" Müslim, Cumua 22, 23; Nesâî, Cumua 1; İbn Mâce, İkametu's-Salât 88 diye buyurmuş olmasıdır. İşte bu, bu hususta açık bir nastır. Bunun bazı rivâyet yollarında şu ifadeler yer almaktadır: "İşte bu, Allah'ın onlara farz kılıp da kendilerinin de hakkında anlaşmazlığa düştükleri günleridir" denilmektedir. Müslim, Cumua 21 Bu da birinci görüşün lehine bir delildir. Ayrıca: "Allah bizden öncekilere Cumayı farz kılmıştı. Onlar ise, bugün hakkında anlaşmazlığa düştüler. Yüce Allah ise bizi bugüne hidâyet eyledi. Bu hususta insanlar bizden sonra gelmektedirler" Müsned, II, 236. 388. 491. şeklinde de rivâyet edilmiştir.

125

Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel yolla mücadeleni yap. Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapanları da en iyi bilenin tâ kendisidir; O, hidâyette olanları da çok iyi bilendir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı tek bir başlık halinde sunacağız:

Davet ve Cihad:

Bu âyet-i kerîme Mekke'de, Kureyşlilere karşı silah kullanmama emrinin verildiği, buna karşılık Hazret-i Peygamber’e, Allah'ın dinine ve şeriatine nazik ve yumuşak ifadelerle, sert ve azarlayıcı olmayan ifadelerle davet etmekle emrolunduğu sırada inmiştir. Müslümanların, kıyâmet gününe kadar bu şekilde öğüt vermeleri gerekmektedir. O bakımdan bu âyet-i kerîme, muvahhid olup günahkâr kimselere nisbetle muhkemdir. Ancak kâfirlerle Savaş bakımından nesh olunmuştur.

Kâfirlere karşı bu halleri uygulaması ve Savaşmaksızın bu yolla îman edeceği umulan kimseler hakkında bu âyet muhkemdir, de denilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Onda ihtilâfa düşenlere..." âyeti ile kastedilen, açıkladığımız gibi Cuma günüdür. Onlar bu konuda, peygamberleri Mûsa ve Îsa'ya muhalefet etmişlerdi.

Bu âyetin daha önce geçen âyetlerle ilişkisine gelince; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hakka tabi olması emri verilmekle birlikte, Allah bu ümmeti de o Peygambere muhalefet etmekten sakındırmaktadır. Muhalefet edecek olurlarsa, yahudilerin aleyhine hükümleri ağırlaştırdığı gibi, onların üzerindeki hükümleri de ağırlaştırır.

126

Şayet bir ceza verecek olursanız, size yapılan saldırının misliyle karşılık verin. Sabrederseniz, yemin olsun ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1. Âyetin Nüzul Sebebi:

Tefsir bilginlerinin büyük çoğunluğu, bu âyet-i kerimenin Medine'de indiğini kabul etmektedirler. Bu âyet-i kerîme, Uhud günü Hazret-i Hamza'ya müsle yapılması (azalarının kesilmesi) hakkında inmiştir. Bu husus, Sahih-i Buhârî'de Siyer bölümünde söz konusu edilmektedir.

en-Nehhâs ise bu âyetin Mekke'de İndiği kanaatindedir. Anlamı itibariyle de kendisinden önce Mekke'de inmiş âyetler ile güzel bir bağlantısı vardır. Çünkü burada davet olunan ve kendisine öğüt verilenden, kendisiyle tartışılana, oradan da yaptığı fiile karşılık ceza verilene tedrici olarak geçiş yapılmaktadır. Ancak, Cumhûrdan gelen rivâyet daha sağlamdır.

Dârakutnî'nin rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiş: Müşrikler, Uhud'da öldürülenleri bırakıp gittikten sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) öldürülenlerin yanına gitti. Hoşuna gitmeyen bir manzara ile karşılaştı. Hamza’nın karnının yarılmış olduğunu, burnunun ve kulaklarının kesilmiş olduğunu görünce şöyle dedi: "Eğer kadınlar üzülmeyecek, yahut benden sonra izlenecek bir sünnet olmayacak olsaydı, Allah onu yırtıcı hayvanların ve kuşların karnından (kıyâmet gününde) dirilteceği vakte kadar bırakırdım. Yemin ederim ki, onun yerine yetmiş kişiye müsle yapacağım." Daha sonra bir örtü getirilmesini istedi, onunla yüzünü örttü. Ayakları dışarıda kaldı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bu örtüyle yüzünü kapattı, ayaklarının üzerine de izhir otu koydu. Sonra onu öne geçirerek üzerinde on defa tekbir getirdi. Daha sonra (şehidler) birer birer getirilip (cenaze namazları kılınmak üzere) konuluyordu, Hamza ise mekânında duruyordu. Sonunda Hazret-i Hamza'nın üzerine yetmiş namaz kılmış oldu. Çünkü (Uhud'da) öldürülenlerin sayısı yetmiş idi. Şehidlerin defnedilme işi bitirildikten sonra şu:

"Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et... Sabret, senin sabrın ancak Allah iledir." (125-127) âyetleri indi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da sabretti ve kimseye müsle uygulamadı. Dârakutnî, W, 118

Bunu, İsmail b. İshâk da Ebû Hüreyre yoluyla rivâyet etmiştir. Ancak İbn Abbâs'ın bu rivâyeti daha tamdır.

Taberi de, bir grubun şöyle dediğini nakletmektedir: Bu âyet-i kerîme, herhangi bir haksızlıkla karşı karşıya kalan kimsenin, eğer eline imkân geçirecek olursa, ancak uğradığı haksızlık kadarıyla karşılık vermesi ve bunu aşmaması hususunda inmiştir. Bunu, el-Maverdî de, ibn Sirîn ve Mücahid'den nakletmektedir.

2, Zulme Uğrayan Kimse, Herhangi Bir Yolla Zulmünün Karşılığını Alabilir mi;

Başkası tarafından malı alınarak zulme uğramış,bir kimse ile daha sonra o zalim kişi, zulmettiği kimseye bir mal emanet edecek olursa, zulme uğrayan kişinin zalimin kendisine zulmettiği miktarda, o emanete hainlik etmesinin câiz olup olmadığı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bir kesim, bunu yapabilir demişlerdir. İbn Sirîn, İbrahim en-Nehâî, Süfyan ve Mücahid bunlar arasındadır. Bu görüşü savunanlar, bu âyet-i kerimeyi ve lâfzının umumî oluşunu delil göstermişlerdir.

Malik ve onunla birlikte bir başka kesim ise: Onun böyle bir şey yapması câiz değildir, derler ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini delil gösterirler: "Sana emanet verene emanetini tastamam öde. Ama sana hainlik edene sen hainlik etme." Bu hadisi Dârakutnî rivâyet etmiştir. Dârakutnî, 111, 35 Bu hususta yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/194. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

İbn İshak'ın Müsned'inde de yer aldığına göre bu Hadîs-i şerîf, başkasının karısı ile zina eden bir kimse hakkında varid olmuştur. Bu kişi daha sonra, diğerinin kendi hanımını yanında bırakıp yolculuğa çıkmak suretiyle zina edenin hanımını eline geçirmiş oldu. Bu adam bu mesele hakkında Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile istişare edince, Hazret-i Peygamber ona şöyle dedi: "Sana bir şey emanet edene sen emanetini tastamam öde. Sana hainlik edene sen hainlik etme." Buna göre İmâm Mâlik'in mal ile ilgili hususlardaki görüşü pekişmektedir. Çünkü hıyanet bu hususta söz konusudur. Hıyanet büyük bir aşağılıktır, ondan kurtuluş yoktur. O bakımdan kişinin kendi adına bundan uzak durması gerekir. Eğer kendisine emanet olarak bırakılmamış bir maldan hakkını alacak imkânı bulursa, bunun câiz olma ihtimali yüksektir ve sanki Allah onun lehine hüküm vermiş gibidir. Mesela, hakim tarafından verilen hüküm gereğince hakkını alması gibi.

Şöyle de denilmiştir: Bu âyet-i kerîme neshedilmiştir. Onu nesheden âyet-i kerîme ise:

"Sabret, senin sabrın ancak Allah iledir" (en-Nahl, 16/127) âyetidir.

3. Kısasta Eşitlik;

Bu âyet-i kerimede kısasta, misli misline uygulamanın câiz olduğuna delil vardır. Bir kimse eğer bir demir ile başkasını öldürmüş ise o da onunla öldürülür. Taş ile öldüren taş ile öldürülür. Bununla birlikte vacib olan miktar aşılmaz. Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/194. âyet, 2. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

4. Lâfızlarda Eşitlik:

Yüce Allah, bu âyet-i kerimede, maruz kalınan eziyetleri "ukubet: ceza (mealde; saldın)" diye adlandırmıştır. Ukubet ise gerçekte ikincisidir (saldırıya karşılık verilen cezadır.) Bu kullanımın sebebi, iki lâfzın birbirine eşit olması (müSavat) ve sözün başına uygun düşmesi İçindir. Bu âyet burada:

"Ve onlar tuzak kurdular, Allah da tuzaklarına karşılık verdi" (Âl-i İmrân, 3/54.) âyeti ile,

"Allah da onlarla alay eder" (el-Bakara, 2/151 âyetlerinin tam aksinedir. Çünkü burada ikinci kelime (Allah'ın tuzak kurması ve alay etmesi) mecazdır, birincisi hakikattir. Bu açıklamayı İbn Atiyye yapmıştır.

127

Sabret, senin sabrın ancak Allah iledir. Onlar için üzülme. Kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı da sıkıntıya düşme.

Bu âyetlere dair açıklamalarımızı bir başlık halinde sunacağız:

Allah İle Sabır ve Müşriklerin Yaptıklarına Aldırmamak: İbn Zeyd der ki: Bu âyet Savaş emri ile nesh olmuştur. İnsanların çoğunluğu, bu âyetin muhkem olduğu görüşündedir. Yani, onların yaptıkları müslenin benzeri müsle ile cezalandırmaktan vazgeçip affetmek suretiyle sabret.

"Onlar için" Uhud'da öldürülenler için

"üzülme!" Çünkü onlar Allah'ın rahmetine kavuşmuş bulunuyorlar.

"Kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı da sıkıntıya düşme" âyetin daki Sıkıntı" kelimesi, 'in çoğuludur. Şair şöyle demektedir:

"Darlıkları üzerimizden açtı ve rahatlatıp genişletti."

Cumhûr, bu kelimenin "dat" harfini üstün okumuştur. İbn Kesîr ise "dal" harfini esreli okumuştur. Bu kıraat Nâfi'den de rivâyet edilmiştir. Ancak, bu rivâyet edenlerin bir yanlışlığıdır. Kimi dilciler de şöyle demiştir: "Dat" harfinin esreli ve üstün okunuşu mastar olarak iki ayrı şivedir, el-Ahfeş der ki: Bu kelimenin "dat" harfinin üstün ve esreli okunuşu; Daraldı, daralır" fiilinin mastarıdır, demek olur. Onların küfürlerinden dolayı göğsün daralması. el-Ferrâ' ise şöyle der: "Dat" harfi üstün ile okunursa, kalbine darlık veren, kalbini daraltan şey, demek olur. Esre ile okunursa, genişleyip daralan şey hakkında kullanılır. Elbise ve ev gibi. İbn es-Sikkît ise şöyle demiştir: Bu ikisi arasında hiçbir fark yoktur. O bakımdan göğsünde darlık vardır denilirken, "dat" harfi her iki şekilde de okunur.

el-Kutebî de şöyle demektedir: kelimesi, 'in şeddesiz halidir. Sen, kendini sıkıntıya sokma, denilmiştir ve buradaki "ye" harfinin şeddesi hafifletilmiştir. Tıpkı; Kolay" kelimesi gibi. İbn Arefe der ki: Adam cimrilik etti" demektir. Fakir düştü" anlamındadır.

128

Çünkü Allah sakınanlarla ve daima iyi davrananlarla beraberdir.

"Çünkü Allah, sakınanlarla ve daima iyi davrananlarla beraberdir" âyeti da şu demektir: Allah, hayasızlıklardan ve büyük günahlardan sakınanlarla yardımı, desteği, iyiliği ve desteklenmesi ile beraberdir. İhsanın anlamına dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Herim b. Hibban'a ölümü sırasında: Bize tavsiyede bulun, denilince o, şu cevabı vermişti; Ben size, Allah'ın âyetlerini ve Nahl Sûresi'nin sonunda yer alan:

"Rabbinin yoluna hikmetle... davet et" âyetinin sonuna kadar olan emirlerini yerine getirmenizi tavsiye ederim. en-Nahl Sûresi burada sona ermektedir. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun.

en-NAHL SÛRESİ'NİN SONU

0 ﴿