İSRÂ' SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile (Mekke'de İnmiştir, Yüzonbir Âyettir) Bu sûre, üç ayet müstesna Mekke'de inmiştir: Birisi; "Yakında seni bu yerden çıkarmak için mutlaka rahatsız edecekler" (76. âyet) âyeti olup Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, Sakif heyeti gelip yahudiler: Burası peygamberlerin geldikleri diyar değildir, dedikleri vakit inmişti. İkinci âyet yüce Allah'ın: "Ve de ki: Rabbim, beni doğruluk girişi ile girdir, doğruluk çıkarışı ile çıkar" (80. âyet) âyetidir. Üçüncüsü ise: "Hani sana, şüphesiz Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır..." (60.) âyetidir. Mukâtil der ki; Yüce Allah'ın: "...Çünkü bundan önce kendilerine ilim verilmiş olanlara,,," (107. âyet) âyeti da Medine'de inmiştir. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) da, Beni İsrail (İsra) Kehf ve Meryem Sûreleri hakkında şunları söylemiştir: Bu sureler, kimi erken dönemlerde ilk nazil olan sûrelerdendir hem de benini ilk öğrendiğim sûreler arasında yer alırlar. Buhâri, Tefsir 17. SÛRE 1Kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren münezzehtir. Ona, âyetlerimizden bazısını gösterelim diye. Şüphesiz ki O, İşitendir, görendir. Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz 1, 2, 3, 4. başlıklar zikredildikten sonra, tekrar "1. taşlık" diye yeni başlık sırası verilmekte, ancak 3. başlıktan sonra 4. başlık yerine. 5. başlık denilmektedir. Böylelikle ilk başlıktan itibaren müteselsilen sayılsa toplam başlık sayısı dokuz olmaktadır. başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Münezzehtir" âyeti, mastar yerinde kullanılan bir isimdir. Ancak bu, isim olarak mütemekkin (ismin bütün özelliklerine haiz) değildir. Çünkü, i'rab şekillerine göre harekelerinde değişiklik olmamaktadır. Başına "elif" ve "lâm" gelmez. Aynı şekilde bundan fiil türetilmez. Sonunda zâid iki harf bulunduğundan dolayı da munsarıf değildir. " Tesbih ettim, tesbih etmek" denilir. Tıpkı Yemin keffaretini ödedim, ödemek gibi. Bu ismin anlamı, yüce Allah'ın her türlü eksikliklerden tenzih edilmesi ve uzak olduğunun ifade edilmesidir. Bu, yüce Allah'ın büyük bir zikridir. Başkası hakkında bunun kullanılması uygun değildir. Şairin: "Bana onun övülmesi(ne dair ifadeler) ulaşınca derim ki: Övülmeye değer olan Alkame bundan uzaktır." beyitinde bu kelimenin kullanılması oldukça nadiren görülen bir ifadedir. Cennetle müjdelenmiş on kişiden birisi olan Talha b. Ubeydillah el-Feyyâd'dan rivâyete göre o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle sormuş: Subhanallah'ın anlamı ne demektir? Hazret-i Peygamber de: "Allah'ı her bir kötülükten tenzih etmektir" diye cevap vermiştir. Suyûtî, ed-Durru’l-Mensûr, V. 182'de belirtildiğine göre, bu açıklama Nafi' b. el-Ezrak’ın sorması üzerine, Abdullah b. Abbas'a aittir. Sîbeveyh'in görüşüne göre, bu kelimede âmil olan, lâfzından değil de onun manasındaki bir fiildir. Çünkü bu lâfızdan fiil kullanılmaz. Bu da; Kalçalan üzerine oturup, bacakları dirseklerinden bükerek diktikten sonra, ellerinin de bacaklarının etrafından birbirine kavuşturmak şeklindeki oturuş" ile, Arapların örtüye bürünürken örtünün, bir ucunu sağ kolunun üzerinden sol omuzuna, öbür ucunu da sol kolu üzerinden sağ omuzu üzerine atarak örtünmesi ifadelerine benzer. Sîbeveyh'e göre âyetin takdiri; Allah'ı mutlak olarak tenzih ederim" şeklindedir. Buna göre "Subhanallah" ifadesi, mutlak olarak tenzih etmek, yerine geçmektedir. Yüce Allah'ın: "Kulunu geceleyin... götüren" âyetindeki; "Geceleyin götürdü" fiili iki şekilde kullanılır: (.........) ile (.........) şeklinde. Tıpkı ile, Su içirdi" kelimelerinin kullanışı gibi. Nitekim bundan önce de (el-Bakara, 2/60. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Şair der ki: "İkizler burcundan yürüdü üzerine bir yürüyen Şimal onun üzerine doluyu yağdırarak." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Örtüsünün arkasında olan o güzel yüzlüyü selamla! Geceleyin yürüdü sana; önceden gelmiyorken." Böylelikle şairler her iki beyitte de her iki söyleyişi bir arada kullanmış bulunmaktadırlar. İsrâ; geceleyin yürümek demektir. Geceleyin yürüdü ve yürümek" denilir. Şair de şöyle demektedir: "Ve çiğin yağdığı bir gece yürüdüm, Ve o gece yürümekten hiç bir şey de beni alıkoymadı." (.........)'ın, gecenin ilk saatlerinde yürümek, (.........)'ın ise, son demlerinde yürümek, anlamında olduğu da söylenmiş ise de, birincisi daha çok bilinen bir anlamdır. Yüce Allah'ın: "Kulunu" âyeti ile ilgili olarak İlim adamları şöyle demişlerdir: Şayet Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bundan daha şerefli bir ismi olsaydı, o üstün haldeki durumunu anlatmak İçin o İsmi ile anardı. Bu anlamda olmak üzere şu beyitler söylenmiştir; "Ey kavm, kalbim, Zehra'nın yanındadır İşiten de, gören de bunu bilir. Beni ancak; ey Onun kulu diye çağırınız, Çünkü o, isimlerimin en şereflisidir." Bu beyitler de daha önceden (el-Bakara, 2/23 âyetini açıklarken) geçmiş bulunmakladır. el-Kuşeyrî der ki: Yüce Allah onu yüce huzuruna yükseltip de en yüksek yıldızların da üstüne çıkardığında, ümmeti için tevazu olmak üzere kulluk isminden ayırmadı. 4, İsra ve Bu Konudaki Rivâyetler: İsrâ, bütün hadis eserlerinde sabit olmuştur. Sahabeden gelen bu hadisler İslâm diyarının her bir yerinde rivâyet olunmuştur. Bu yönüyle İsra hadisleri mütevâtir hadislerdendir. en-Nekkaş bu hadisleri rivâyet eden yirmi sahabiyi zikretmektedir. Sahih(-i Müslim)'in Enes b. Malikten rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bana, Burak getirildi. O beyaz, uzunca, eşekten daha yüksek, katırdan daha alçak boylu, ön ayaklarını gözünün gördüğü son noktaya koyan bir binektir. Ona bindim ve nihayet Beytü’l-Makdis'e vardım. Onu, peygamberlerin bineklerini bağladığı halkaya bağladım. Sonra, Mescide girdim, orada iki rek'at namaz kıldım. Daha sonra çıktım. Cibril (aleyhisselâm) bana, birisi şarap, diğeri süt dolu iki kap getirdi. Ben, süt bulunan kabı tercih ettim. Cibril bana: Fıtratı tercih ettin, dedi. Sonra semaya doğru yükseldik..." diye hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir. Müslim, Îman 259: Müsned, III, 148. Buhârî ile Müslim'de bulunmayan rivâyetlerden birisi de, el-Âcurrî ve Semerkandî'nin kaydettikleri rivâyetlerdir. el-Acurrî, Ebû Said el-Hudri'den, yüce Allah'ın: "Kulunu geceleyin, Mescid-i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren münezzehtir" âyeti ile ilgili olarak şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) İsra'ya yürütüldüğü geceyi bize anlattı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bana, hayvanlar arasında en çok katıra benzeyen bir binek getirildi. Durmayıp oynayan kulakları vardı. Bu önceden peygamberlerin bindiği Burak idi. Ben de buna bindim. Yola koyuldu. Ön ayaklarını gözünün gördüğü son noktaya koyarak koşardı. Sağ tarafımdan, ey Muhammed, biraz yavaş ol ki sana birşeyler sorayım diye bir ses işittim. Ancak, ben ona iltifat etmeden yoluma devam ettim. Sonra, sol tarafımdan ey Muhammed, yavaş ol diye bir ses işittim. Ben de ona iltifat etmeksizin yoluma devam ettim. Sonra da üzerinde dünya zinetlerinin her türlüsü bulunan, ellerini yukarı doğru kaldırmış, yavaş ol ki sana birşeyler sorayım, diyen bir kadın karşıma çıktı. Yine ona iltifat etmeksizin yoluma devam ettim. Sonra, Beytü'l-Makdis'e, Mescid-i Aksa'ya geldim. Binekten indim, peygamberlerin daha önceden (bineklerini) bağladıkları halkaya Burağı bağladım, arkasından Mescide girdim, içinde namaz kıldım. Cebrâîl bana: Ey Muhammed, neler işittin, diye sordu. Ben ona: Sağımdan, ey Muhammed, yavaş ol sana bazı şeyler soracağım diye bir ses işittim. Ancak ben ona iltifat etmeksizin yoluma devam ettim. O: Bu, yahudilerin davetçisi idi. Eğer durmuş olsaydın, ümmetin yahudileşirdi. (Hazret-i Peygamber devamla) buyurdu ki: Sonra solumdan bir ses işittim. Yavaş ol, sana bazı şeyler sorayım, dedi. Yine ben ona iltifat etmeksizin yoluma devam ettim. (Cebrâîl) dedi ki: O da hıristiyanların davet çişi idi. Eğer durmuş olsaydın, senin ümmetin hıristiyanlaşırdı. (Devamla Hazret-i Peygamber) buyurdu ki: Sonra karşıma dünya zinetlerinin her türlüsünü üzerine takınmış, ellerini yukarı doğru kaldırmış bir kadın karşıma çıktı. Yavaş ol, diyordu. Ben de ona İltifat etmeksizin yoluma devam ettim. (Cebrâîl) dedi ki: O da dünyadır. Eğer durmuş olsaydın, hiç şüphesiz dünyayı âhirete tercih etmiş olurdun. (Hazret-i Peygamber devamla) buyurdu ki: Sonra bana birisinde süt, diğerinde ise şarap bulunan iki kap getirildi. Bana, al ve iç, hangisini istersen alabilirsin denildi. Ben de sütü aldım ve içtim. Cebrâîl bana: Fıtrata İsabet ettin. Eğer şarabı almış olsaydın, ümmetin azgınlaşmış olurdu, dedi. Daha sonra, Âdemoğullarının ruhlarının üzerinde yükseldikleri Mi'rac geldi. Gördüğüm şeylerin en güzeli o idi. Sizler, Ölen bir kimsenin gözünü ona doğru nasıl diktiğine hiç dikkat etmediniz mi? Bizi yukarı doğru çıkardılar. Nihayet dünya semâsının kapısına geldik. Cebrâîl, kapının açılmasını istedi. Bu kim, diye soruldu o, Cebrâîl dedi. Beraberinde kim var, diye sordular o, Muhammed dedi. Peki, ona risalet verildi mi, diye soruldu o, evet dedi. Bana kapıyı açtılar, bana selam verdiler. Beraberinde yetmiş bin melek ve her biriyle yüz bin melek bulunan, İsmail diye tanınan bir meleğin semayı korumakta olduğunu gördüm: "Rabbinin ordularını O'ndan başka kimse bilmez" (el-Müddesir, 74/31) âyetini okudu ve hadisin geri kalan bölümlerini zikrederek, daha sonra şöyle dedi: "Sonra, beşinci semaya gittik. Orada kavmi arasında sevilen bir kişi olan İmrân oğlu Harun ile karşılaştım. Etrafında ümmetinden ona tabi pek çok kimse vardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun niteliklerini belirterek şöyle dedi: Sakalı uzundu. Nerdeyse göbeğine kadar ulaşacaktı. Sonra, altıncı semaya gittik. Orada Mûsa ile karşılaştım. Bana selam verdi ve beni çok güzel karşıladı. -Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu da vaslederek şöyle buyurdu-: Saçı fazla bir adamdı, üzerinde iki gömlek olsa dahi yine onun saçları aralarından çıkardı..." Suyûtî, ed-Durru'l-Mensür, V, 195 el-Bezzâr'ın rivâyetine göre de, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir at getirildi ve onun sırtına bindi. Onun attığı her bir adım, gözünün değdiği en uzak noktada idi... diye hadisin geri kalan bölümlerini anlattı. Suyûtî, a.g.e., V. 199. Burak'ın nitelikleri ile ilgili olarak İbn Abbâs yoluyla gelen hadisde şöyle denilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ben, Hicr'de uyumakta iken bana birisi geldi. Ayağı ile beni harekete getirmek istedi. Ben, o kişinin arkasından gittim, bir de baktım ki, Cebrâîl (aleyhisselâm)'in beraberinde katırdan daha aşağı ve eşekten daha yukarı, yüzü insan yüzüne benzeyen, ayağı tek tırnaklı, kuyruğu öküz kuyruğu, yelesi at yelesine benzeyen bir binek ile birlikte Mescid'in kapısında ayakta dikildiğini gördüm. Cibril (aleyhisselâm) bu bineği bana yaklaştırınca, hayvan ürktü ve yelesi kabardı. Cibril (aleyhisselâm) sırtını sıvazlayarak: Ey Burak, Muhammed'den ürkme, dedi. Allah'a yemin ederim ki, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan daha faziletli ve Allah nezdinde ondan daha değerli mukarreb bir melek yahut gönderilmiş bir peygamber (radıyallahü anhsul) sırtına binmiş değildir. Bunun üzerine Burak şöyle dedi: Ben onun böyle olduğunu bildim. O büyük şefaatin sahibinin o olduğunu da biliyorum. Bununla birlikte ben, onun şefaati kapsamında olmayı arzu ederim. Bunun üzerine şöyle dedim: Yüce Allah'ın izniyle sen de benim şefaatimin kapsamında olacaksın..." Gerek Buhârî ve Müslim'in kaydettikleri rivâyetleri ve gerek onların dışındaki kaynaklarda yer alan diğer rivâyetlerin önemli bir bölümünü bir arada görmek üzere özellikle bk. el-Heysemî. Mecmau'z-Zevâid, I. 64-78: İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur’âni'l-Azîm, V. 4-39: Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, V. 182-234. Ebû Said Abdulmelik b. Muhammed en-Neysaburî de, Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediğini nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), dördüncü semada İdris (aleyhisselâm)'ın yanından geçince, şöyle dedi: Kendisini göreceğimiz bize va'dolunan ve ancak bu gece görebildiğimiz salih kardeşe, salih peygambere merhaba! Hazret-i (Peygamber devamla) buyurdu ki: Orada İmrân'ın kızı Meryem de vardı. İnciden yetmiş köşkü vardı. Yine İmrân'ın kızı, Mûsa'nın annesinin de kapıları inci ile süslenmiş tahtları, tek bir parçadan yapılmış kırmızı mercandan yetmiş köşkü vardı. Mi'rac, beşinci semaya çıkınca, oradakilerin de teşbihi: Karı ve ateşi bir arada bulunduranın şanı ne yücedir! şeklinde idi. -Bunu bir defa dahi söyleyen bir kimse, onların sevabı gibi sevap alır.- Cibril (aleyhisselâm) kapının açılmasını istedi. Ona kapı açıldı. Aniden, olgunluk yaşında bir adam ile karşılaştım. Ondan güzel bu yaşta bir adam görülmüş değildir. Gözleri iri, sakalı nerdeyse göbeğine ulaşıyordu. Hemen hemen sakalı yarı yarıya siyah beyaz karışımı idi. Etrafında oturmuş kimseler vardı. Onlara birşeyler anlatıyordu. Ey Cebrâîl, bu kimdir? diye sordum; o, kavmi arasında sevilen kişi Harun'dur, dedi..." ve hadisin geri kalan bölümünü zikretti. İşte Buhârî ile Müslim'in dışında kalan, îsra ile ilgili hadislerden kısaltılarak sunduğumuz bir nebze. Bu hadisleri, Ebû'r-Rabi Süleyman b. Seb' eksiksiz olarak "Şifâü"s-Sadûr" adlı eserinde zikretmiştir, ilim ehli ile siyer bilginleri arasında namazın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Mekke'de îsra gecesi semaya urucu (çıkışı) esnasında farz kılındığında görüş ayrılığı olmamakla birlikte, İsra'nın tarihi ile namazın şekli hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İsra, Hazret-i Peygamber'in ruhu veya bedeni ile mi olmuştur? İşte bunlar, âyet-i kerîme ile ilgili üç ayrı meseledir. Bunlar üzerinde durulması ve gerekli araştırmaların yapılması gerekir. Ayrıca bunlar, bu husustaki hadislerin nakledilmesinden daha ehemmiyetlidir. Ben bu hususlar ile ilgili olarak, tesbil edebildiğim kadarıyla ilim adamlarının görüşlerini ve fukahânın farklı kanaatlerini -Allah'ın yardımı ile- zikretmeye gayret edeceğim. 5, Birinci Mesele: İsrâ, Hazret-i Peygamber'in Ruhu İle mi, Bedeni İle mi Olmuştur: İsrânın, Hazret-i Peygamber'in ruhu ile mi, cesedi ile mi olduğu hususunda, selefin de halefin de görüş ayrılığı vardır. Bir kesim, İsranın ruh ile gerçekleştiği, bedenin ise yattığı yerden ayrılmadığı ve îsra'nın hakikatleri ihtiva eden bir rüya olduğu görüşündedir. Çünkü, esasen peygamberlerin rüyaları da bir haktır, Muaviye ile Hazret-i Âişe bu kanaatte olduğu gibi, bu görüş el-Hasen ve İbn İshak'tan da nakledilmiştir. Bir diğer kesim de şöyle demiştir: İsrâ, beden ile uyanık olarak Beytü'l-Makdis'e kadar ve oradan da ruh ile olmuştur. Bunlar, yüce Allah'ın: "Kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren münezzehtir" âyetini delil göstermişlerdir. Bu âyette yüce Allah, Mescid-i Aksa'yı İsrânın son noktası olarak zikretmektedir. Bu görüş sahipleri derler ki: Eğer îsrâ, Hazret-i Peygamber'in bedeni ile birlikte Mescid-i Aksa'dan daha ileriye olmuş olsaydı, hiç şüphesiz bu da sözkonusu edilirdi. Çünkü böyle bir işin, beden ile olması övgü olarak daha ileri derecededir. Selefin ve müslümanların büyük çoğunluğu ise İsrânın, beden ile ve uyanıkken gerçekleştiği görüşündedir. Hazret-i Peygamber, Mekke'de Burak'a binmiş, Beytü'l-Makdis'e ulaşmış, orada namaz kıldıktan sonra da yine bedeniyle İsrâ devam etmiştir. İşaret ettiğimiz haberler ile âyet-i kerîme de buna delâlet etmektedir. Hazret-i Peygamber'in bedeniyle ve uyanık olarak İsrasının gerçekleşmesinde imkânsız ve olmayacak bir taraf yoktur. Zahir ve hakikat terkedilerek tevil yoluna ise, ancak nassın zahir ve hakikati üzere kabut edilmesinin imkânsız olması halinde söz konusudur. Eğer İsrâ uykuda gerçekleşmiş olsaydı, burada "kulunun ruhuyla" denilerek "kulunu" diye buyurmazdı. Yine yüce Allah'ın; "Göz, başka yöne kaymadı ve aşmadı da" (en-Necm, 53/7) âyeti da buna delildir. Eğer bu olay uykuda iken gerçekleşmiş olsaydı, bunda bir alâmet ve bir mucize olacak taraf olmazdı. Um Hâni Hazret-i Peygamber'e: Sen insanlara bunu anlatma, seni yalanlarlar, demezlerdi. Ebû Bekr es-Siddîk (bunu tasdik etmesi dolayısıyla) üstün bir fazilete sahip olmazdı, Kureyşlilerin de ileri geri konuşmalarına, onu yalanlamalarına da imkân bulunmazdı. Çünkü Kureyşliler, Hazret-i Peygamber'in verdiği bu haberi yalanlamış, hatta îman etmiş birtakım kimseler irtidat dahi etmişlerdi. Eğer bu rüya ile olmuş olsaydı, hiçbir şekilde buna tepki gösterilmezdi. Hatta müşrikler ona şöyle demişlerdi: Eğer sen doğru söylüyor isen, haydi bize kervanımızla nerede karşılaştığını bildir, demişler, o da şu cevabı vermişti: "Kervanınız, filan filan yerde idi. Ben oradan geçtim, filan kişi korktu. Bunun üzerine o kimseye: Ne gördün ey filan, denildiğinde o, ben birşey görmedim ancak develer gerçekten ürktüler diye cevap vermişti." Bu sefer Hazret-i Peygamber'e: Peki kervanın bize ne zaman ulaşacağını haber ver, demeleri üzerine, Hazret-i Peygamber: "Kervanınız size şu, şu günü gelecektir" dediğinde onlar, hangi saatte diye sordular. Bu sefer Hazret-i Peygamber: "Bilemiyorum, acaba güneşin bu taraftan doğuşu mu daha erken gerçekleşecek, yoksa kervanın bu taraftan görünüşü mü daha erken olacak." O gün gelince bir kişi: İşte güneş doğdu demiş, diğeri ise: İşte sizin kervanınız da göründü, demişti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan, Beytü’l-Makdis'in nitelikleri hakkında soru sormuşlardı. Hazret-i Peygamber de önceden Beytü'l-Makdis'i hiç görmediği halde onlara niteliklerini söyleyivermişti. Sahih'de Ebû Hüreyre'nîn şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ben, Hicr'de bulunuyorken Kureyş bana İsrâ'ma dair soru soruyorlardı. Beytü’l-Makdis hakkında iyice tesbît edemediğim bazı hususlara dair bana soru sordular. Bundan dolayı daha önce benzeri görülmedik bir 'sıkıntıya düştüm. Yüce Allah, Beytü'l-Makdis'i kaldırıp gözlerimin önüne getirdi. Her ne hakkında bana soru sordularsa, ben de onlara cevaplarını verdim. " Müslim, îman 278 Hazret-i Âişe ile Muaviye'nin: "İsrâ, ancak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in ruhu ile gerçekleşmiştir" şeklindeki sözlerine de şöylece itiraz edilmiştir. O sırada Hazret-i Âişe'nin yaşı küçüktü ve bu olaya şahit olmamıştı. Bu konuda o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan hadis de rivâyet etmiş değildir. Muaviye ise, o dönemde olaya şahit olmamış kâfir bir kimse idi. Bu konuda o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da badis rivâyet etmiş değildir. Bu konuda söylediklerimizden daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenler, Kâdı Iyâd'ın "eş-Şifa" adlı kitabından olayı takib etmelidirler. Orada bu konuda kalbe şifa verici bilgiler elde edeceklerdir. Hazret-i Âişe'nin, kanaatinin lehine, yüce Allah'ın: "Sana gösterdiğimiz o rüyayı... ancak İnsanlara bir fitne kıldık." (el-İsra, 17/60) âyetini delil göstermişler ve burada yüce Allah'ın buna "rüya" ismini verdiğini söylemişlerdir. Ancak, yüce Allah'ın: "Kulunu geceleyin... götüren münezzehtir" âyeti bunu reddetmektedir. Uykuda gerçekleşen bir olay hakkında "geceleyin yürüten" tabiri kullanılmaz. Aynı şekilde gözle görmeye de ileride bu sûrede açıklaması geleceği üzere "rüya" denilir. Konu ile ilgili sabit haberlerde İsrânın, beden ile gerçekleştiğine açık bir delâlet vardır. Eğer, aklen yüce Allah'ın kudreti çerçevesinde câiz (mümkün) görülen herhangi bir hususa dair haber varid olacak olursa, -özellikle de harikulade olayların gerçekleştiği dönemde bu söz konusu ise- onu inkâra kalkışmanın bir yolu yoktur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bir çok mi'racları vardır. Bunlardan bazılarının rüya ile olma ihtimali uzak değildir. O bakımdan, Hazret-i Peygamberin, sahih hadiste yer alan: "Beyt'in yanında uyku ile uyanıklık arasında bulunduğum bir sırada..." Buhârî, Bed'u'l-Halk 6: Müslim, Îman 264, Nesâî, Salât 1; Müsned, IV. 207 hadisi de buna göre yorumlanır. Diğer taraftan, İsrânin gerçekleşmesinden sonra tekrar uykuya geri döndürülmesi ihtimali de vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 6. İkinci Mesele: İsrâ'nın Gerçekleştiği Tarih: İlim adamlarının, bu hususta da görüş ayrılığı vardır. Bu hususta İbn Şihab'dan farklı rivâyetler gelmiştir. Mûsa b. Ukbe'nin O'ndan rivâyef elliğine göre, Hazret-i Peygamber'in Beylü'l-Makdis'e İsra hadisesi, hicret İçin Medine'ye çıkışından bir sene önce gerçekleşmiştir. Yûnus'un, ondan (İbn Şihab'dan), onun Urve'den, onun Âişe'den rivâyetine göre İse Hazret-i Âişe şöyle demiştir: Hadice (radıyallahü anha) namaz farz kılınmadan önce vefat etmiştir. İbn Şihab da der ki: Bu, peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a peygamberlik görevinin verilişinden yedi yîl sonra olmuştur. el-Vakkasî'nin, İbn Şîhab'dan rivâyetine göre o şöyle demiştir: Hazret-i Peygambere, peygamberliğin verilişinden beş yıl sonra İsrâ gerçekleşmiştir. İbn Şihab der ki: Oruç, Bedir'den önce, Medine'de farz kılındı. Zekât ve hac yine Medine'de farz kılındı. Şarap içmek ise Uhud'dan sonra haram kılındı. İbn İshak der ki: Hazret-i Peygamber'in, Mcscid-i Haram'dan, Mescid-i Aksâ'ya ki o aynı zamanda Beytü'l-Makdis'tir- İsra hadisesi İslâm'ın Mekke'de kabileler arasında yaygınlık kazandığı dönemde gerçekleşmiştir. Yûnus b. Bukeyr ise ondan şöyle dediğini rivâyet etmektedir. Hadice (radıyallahü anha) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte namaz kılmıştır. İleride bu rivâyet gelecektir. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: İşte bu da İsrâ'nın hicretten birkaç yıl önce gerçekleştiğini göstermektedir. Çünkü Hazret-i Hadice, hicretten beş yıl önce vefat etmiştir. Üç ve dört yıl önce vefat ettiği de söylenmiştir. İbn İshak'ın kanaati ise, İbn Şîhab'ın kanaatinden farklıdır Bununla birlikte -az önce geçtiği üzere- İbn Şihab'dan konu ile ilgili farklı rivâyetler de gelmiş bulunmaktadır. el-Harbî şöyle der: isra, hicretten bir sene Önce Rebiülahir ayının 27. gecesi gerçekleşmiştir. Ebû Bekr Muhammed b. Alî b. el-Kasım ez-Zehebî ise "Tarihinde şöyle demektedir: İsra, Mekke'den Beytü'l-Makdis'e olmuştur. Oradan da semaya uruc tahakkuk etmiştir ve bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamber olarak gönderilişinden onsekiz ay sonra gerçekleşmiştir. Ebû Ömer der ki: Ben, siyer bilginlerinden ez-Zehebî'nin naklettiği bu görüşü belirtmiş bir kimse olduğunu bilmiyorum. O, bu sözünü siyer bilginleri arasından, bu ilmin kendisine izafe edildiği kişilerden her hangi bir kimseye isnad etmediği gibi, bu konuda görüşü öbürlerinin kanaatine karşı delil gösterilebilecek bir kimseye de ref etmiş (senediyle zikretmiş) değildir. 7. Üçüncü Mesele: Namazın Farz Kılınması ve Farz Kılındığı Sıradaki Namaz Şekli: Namazın farz kılınışı ile farz kılındığı esnadaki namaz şekline gelince, bunun, Mekke'de, Hazret-i Peygamber'in semaya mi'rac'a yükselişi esnasında, İsrânın gerçekleştiği gece farz kılındığı hususunda ilim ehli ile siyer bilginleri arasında görüş ayrılığı yoktur. Bu husus, Sahih (i Buhârî ve Müslim) de ve başkalarında açıkça ifade edilmiştir. Ancak, namazın farz kılındığı esnadaki şekli hususunda görüş ayrılığı vardır. Âişe (radıyallahü anha)'den gelen rivâyete göre, namaz ikişer rekat olarak farz kılınmıştîr. Daha sonra ikâmet halindeki namaza İki rekat daha ilave edilerek dörde tamamlandı, yolculuk halindeki namaz da İki rekat olarak olduğu gibi bırakıldı. en-Nehaî, Meymun b. Mehran Muhammed b. İshak da böyle demişlerdir. en-Nehaî, akşam namazı bundan müstesnadır derken, Yûnus b. Bukeyr de şöyle demektedir: İbn İshak dedi ki: Daha sonra Cibril (aleyhisselâm), Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’a İsrâ gecesi namaz Hazret-i Peygambere farz kılındığında Hazret-i Peygamber'in yanına geldi ve vadinin bir tarafına ayak topuğunu vurdu, oradan bir su fışkırdı. Cibril, abdest alırken, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'da ona bakıyordu. Yüzünü yıkadı, burnuna su verdi, ağzına su alarak çalkaladı. Başına, kulaklarına mesh ettikten sonra topuklarına kadar da ayaklarını (yıkadı) ve ön tarafına da su serpti. Daha sonra kalktı, iki rekat namaz kıldı ve bu iki rekatte de dört defa secde etti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) geri döndüğünde, Allah gözüne aydınlık vermiş, ruhu hoşnut olmuş ve yüce Allah'ın emrinden sevdiği bir husus kendisine gelmiş halde döndü. Hazret-i Hadice'nin elinden tutarak bu pınara geldi. Tıpkı Hazret-i Cebrâîl'in abdest aldığı gibi o da abdest akit. Sonra iki rekat ve iki rekatte de (toplam) dört secde yapmak üzere -Hazret-i Hadice ile birlikte- namaz kıldı. Daha sonra Hazret-i Hadice ile birlikte namaz kılıyorlardı. Yine İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre namaz, ikamet halinde dört rekat, yolculuk halinde de iki rekat olarak farz kılındı. Nâfi' b. Cübeyr ile el-Hasen b. Ebi'l-Hasen el-Basrî de böyle demişlerdir İbn Cüreyc'in görüşü de budur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da buna uygun rivâyetler nakledilmiştir. Bu konuda rivâyette bulunanlar, Cebrâîl (aleyhisselâm)'in, İsrâ’nın gerçekleştiği gecenin sabahında zevale doğru İndiği ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a namazı ve vakitleri öğrettiği hususunda görüş ayrılıkları yoktur. Yûnus b. Bukeyr de Ebû'l-Muhacir'in azadlısı Salim'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Meymun b. Mehran'ı şöyle derken dinledim: Namaz, ilkin ikişer rekât farz kılındı. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dört rekât kıldı ve bu bir sünnet oldu. Böylelikle namaz, misafire (iki rekât) olarak karar oldu ve bu haliyle de namaz tamamdır. Ebû Ömer (b. Abdi'l-Ber) der ki: Bu delil olarak gösterilemeyecek türden bir isnaddır. Onun; "Bu böylece bir sünnet oldu sözü" münker bir ifadedir. Aynı şekilde eş-Şa'binin yalnızca akşam namazını istisna edip sabahı söz konusu etmemesinin de bir anlamı yoktur. Müslümanlar akşam namazı ile sabah namazı müstesna olmak üzere, ikâmet halindeki namazların farzlarının dört rekât olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Onlar bunu ancak amelî olarak ve oldukça yaygın bir nakil ile bilmişlerdir. Bu konuda ilk ve asıl farzın kaç rekât olduğu hususundaki görüş ayrılıklarının kendilerine hiçbir zararı olmaz. 8. Mescid-i Haram'a, Mescidi Nebevî'ye ve Beytü'l-Makdis'e Yolculuk Yapmak Ezan'a dair açıklamalar -yüce Allah'a hamd olsun- el-Mâide Sûresi'nde (5/58. âyet, 2. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Ali İmrân Sûresi'nde (3/97. ayet, 1. başlıkta) ise, yeryüzünde (Allah'a ibadet için) yapılmış ilk mescidin Mescid-i Haram olduğu, ondan sonra da Mescid-i Aksa olduğu geçmiş bulunmaktadır. Bu iki mescid arasında da kırk yıllık bir süre bulunduğu ise, Ebû Zerr yoluyla gelen hadisten anlaşılmaktadır. Hazret-i Süleyman'ın Mescid-i Aksâ'yı bina edip ona dua etmesi ile ilgili rivâyet de, Abdullah b. Amr yoluyla gelen hadiste zikredilmektedir. Bu iki hadisin bir arada nasıl anlaşılacağına dair açıklamalar da orada geçmiş bulunduğundan, bu konu için oraya başvurulabilir, burada o bilgileri bir daha tekrarlamanın bir anlamı yoktur. Burada, Hazret-i Peygamberin: "Üç mescid dışındaki (mescidlere) yükler bağlanmaz: Mescid-i Haram'a, Benim bu mescidime ve İlyâ mescidine yahut Beytü'l-Makdis'e." Muvatta’, Cumua 16 (ancak, "la tuşeddu'r-rihalu; yükler bağlanmaz, vurulmaz" yerine: "la tu'melu'l-Matiyy: binekler yola konulmaz..." lâfzıyla); Buhâri, Fadlu's-Salâti fî Mescid-i Mekke ve'l-Medine 1, 6. Savm 67. Cezâu's-Sayd 26; Müslim, Hacc 415, 511; Ebû Dâvûd, Menâsik 94: Tirmizî, Salât 126: Nesâî, Mesacid 10; Dârimî, Salât 132; Müsned, II. 234, 238,,.. III, 7. 34, 93, VI, 7, 397 Bu hadisi İmâm Mâlik, Ebû Hüreyre yoluyla rivâyet etmiştir. Bu hadiste bu üç mescidin sair mescidlerden daha faziletli olduğuna delil teşkil eden ifadeler vardır. Bundan dolayı ilim adamları şöyle demişlerdir: Bir kimse, ancak yolculukla veya binek sırtında ulaşabileceği bir mescidde namaz kılmayı adayacak olursa, böyle bir adağı yerine getirmesin, kendisine yakın olan mescidde namaz kılsın. Bundan tek istisna, sözü edilen üç mesciddir. Bunlardan herhangi birisinde namaz kılmayı adayan bir kimse, bu mescidlerde namaz kılmak üzere yolculuğa çıkar. İmâm Mâlik ve ilim ehlinden bir topluluk da, düşmana karşı bir serhad karakolunda (ribatıa) ribat yapmayı adayan bir kimsenin, böyle bir ribatın bulunduğu yerde bu adağını yerine getirmesi gerekir. Çünkü böyle bir iş, yüce Allah'a bir itaattir. Ebû'l-Bahterî ise, bu hadisin rivâyetinde "el-Cened mescidini" de İlave etmiştir. Ancak bu ifade sahih değildir ve uydurmadır. Buna dair açıklamalar, bundan önce Kitabımızın Mukaddime bölümünde geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Mescid-i Aksâ'ya" âyetinde bu mescide "el-Aksâ" niteliğinin veriliş sebebi, onun İle Mescid-i Haram arasındaki uzaklıktır, O gün ziyaret ile tazim olunan yeryüzünde Mekkelilere en uzak mescid o idi. Daha sonra yüce Allah: "Çevresini mübarek kıldığınız" diye onu nitelemektedir. Denildiğine göre bu mübarek kılış, mahsullerle ve akan ırmaklarla idi. Bir diğer görüşe göre ise, etrafında defnedilmiş bulunan peygamber ve salihlerle mübarek kılınmıştır. Mukaddes kılınması da bundan dolayıdır. Muâz b. Cebel de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Yüce Allah buyuruyor ki: Ey Şam, sen Benim ülkelerimin en seçkinisin. Ve Ben, sana doğru kullarımın en seçkinlerini gönderiyorum." Elimizin altındaki kaynaklarda hadis olarak tesbit edemedik. "Ona âyetlerimizden bazısını gösterelim diye" âyeti hitabın çeşitlendirilmesi Telvinu'l-Hitab (hitabın çeşitlendirilmesi): Diğer İsmi ile "iltifat" diye bilinen edebî bir sanattır. "Gaibten muhataba geçiş, ya da onun aksine geçiş" (Dr. İn'âm Fevvâl Akkavî, el-Mu'cemu'l-Mufassal fi Ulumi'l-Belâğa,.., Beyrut 141.V1992, s. 209) diye tarif edilir. Burada cenabı Allah önce: "Yürüttü" diye buyurup kendi zatından gaib şahıs olarak söz ederken, "ona gösterilim diye" âyetinde de mütekellim kipi ile söz etmektedir. kabilindendir. Yüce Allah'ın, ona göstermiş olduğu ve insanlara bildirdiği hayret verici âyetler ile Mekke'den Mescid-i Aksâ'ya -bir aylık mesafe olmasına rağmen- bir gecede geceleyin yürütülmesi, semaya urucu (yükselişi) -Müslim'in Sahihi'nde ve diğerlerinde sabit olduğu üzere- bütün peygamberleri teker teker nitelikleriyle anlatması, işte bu âyetler arasındadır. "Şüphesiz ki O, işitendir, görendir." Buna dair açıklamalar daha önceden (en-Nisâ, 4/58. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 2Biz, Mûsa'ya da kitabı verdik. Ve onu: "Benden başka hiç bir vekil edinmeyin" diye İsrailoğullarına bir hidâyet kıldık. Yani, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, mi'raci lütfettiğimiz gibi, Mûsa'ya da kitabı yani Tevrat'ı vermek suretiyle lütuf ta bulunduk. "Ve onu" yani o kitabı "...bir hidâyet kıldık." Burada hidâyet kılınanın Hazret-i Mûsa olduğu söylendiği gibi, âyetin anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Kulunu geceleyin götüren de, Mûsa'ya kitabı veren de münezzehtir. Böylelikle yüce Allah, gaip ifadeden sonra kendi zatı hakkında haber vermek şeklindeki ifadeyi kullanmaktadır. Şöyle de denilmiştir: “Kulunu geceleyin götüren münezzehtir" âyeti: anlamı: Biz onu geceleyin yürüttük, anlamındadır. Buna, ondan sonra gelen yüce Allah'ın; "Ona âyetlerimizden bazısını gösterelim diye" âyeti buna delildir. O halde: "Biz, Mûsa'ya da kitabı verdik" âyeti da bu manaya göre böyle zekredilmiştir. “Edinmeyin diye" âyetini Ebû Amı; şeklinde "ya" ile ("edinmesinler diye" anlamında) okumuştur, diğerleri ise "te" ile okumuşlardır. O takdirde ("ya" ile okunması halinde) hitabın çeşitlendirilmesi kabilinden olur. "Vekil", Mücahid'den nakledilen görüşe göre ortak anlamındadır. İşlerini üstlenecek kefil diye de açıklanmıştır ki, bunu da el-Ferrâ' nakletmektedir. İşlerinde kendisine tevekkül edecekleri bir Rab, diye de açıklanmıştır ve bu açıklamayı el-Kelbî yapmıştır. el-Ferrâ'' "kâfi" demektir, demiştir. İfadenin takdiri şöyle olur: "Biz ona kitapta, Benden başka bir vekil edinmeyin diye emrettik." Takdirin: Edinmemeniz için... anlamında olduğu da söylenmiştir. Vekil işin kendisine havale edildiği, bırakıldığı kimse demektir. 3(Ey) Nûh ile birlikte taşıdıklarımızın soyundan gelenler! Şüphesiz o, çok şükreden bir kuldu. Bu âyet, nida olmak üzere: Ey Nûh ile birlikte taşıdıklarımızın soyundan gelenler! takdirindedir. Bu açıklamayı Mücahid yapmış, İbn Ebi Necih de bu açıklamayı ondan rivâyet etmiştir. Zürriyet (soydan gelenler)'den kasıt, Kur'ân-ı Kerîm'in kendisine karşı delü getirdiği herkestir. Bunlar da, yeryüzünde bulunan bütün insanlardır. Bu açıklamayı el-Mehdevî yapmıştır. el-Maverdi de der ki: Bu âyetle Hazret-i Mûsa İle İsrailoğullarından gelen onun kavmi kastedilmektedir. Âyetin anlamı da; Ey Nûh ile birlikte taşıdıklarımızın soyundan gelenler! Allah'a ortak koşmayınız, şeklindedir. "Nûh" (aleyhisselâm) dan söz edilmesi, alaları üzerindeki boğulmaktan kurtulma nimetini onlara hatırlatması içindir. Süfyan'ın Humeyd'den, onun, Mücahidden rivâyetine göre, Mücahid –"zürriyet" kelimesini-: şeklinde "üe" harfi üstün, "ra" ve "ye" harflerini de şeddeli okumuştur. Bu kıraati aynı zamanda Âmir b. el-Vacid, Zeyd b. Sabit'den rivâyet etmiştir. Yine Zeyd b. Sabit'den, bu kelimeyi; şeklinde "zel" harfini esreli, "re" harfini de şeddeli olarak okuduğu da rivâyet edilmiştir. Diğer taraftan Hazret-i Nûh'un, Allah'a, nimetlerine karşı çokça şükreden ve hayrı ancak Allah'dan bilen, çok şükredici bir kul olduğunu beyan etmektir. Katade der ki: Hazret-i Nûh, bir elbise giydiğinde: Bismillah der, onu çıkardığında da: Elhamdülillah derdi. Ma'mer de ondan böyle dediğini rivâyet etmiştir. Yine Ma'mer, Mansur'dan, o, İbrahim'den şöyle dediğini rivâyet eder: Hazret-i Nûh'un şükrü şuydu; O, yemek yedi mi, bismillah derdi. Yemek yemeyi bitirdi mi de: Elhamdülillah, derdi. Selman-ı Farisi dedi ki: (Hazret-i Nûh'un çok şükreden bir kul olduğunun sözkonusu edilmesi) yemek yedikten sonra yüce Allah'a hamd etmesi idi. İmrân b. Süleym de der ki: Hazret-i Nûh'a çok şükreden bir kul denilmesinin sebebi, yemek yedikten sonra, "dilerse hiç şüphesiz beni susuz bırakabilecek olan, ama bununla birlikte bana yemek yediren Allah'a uamd olsun" demesi; bir şey içtikten sonra da: "Dilerse hiç şüphesiz beni aç bırakabilecek olan, bununla birlikte de bana içiren Allah'a hamd olsun' bir şey giydiğinde de: "Dilerse hiç şüphesiz beni çıplak bırakabilecek olan, bununla birlikte beni giydiren Allah'a hamd olsun"; ayağına bir şey giydiği vakit de: "Dilerse ayaklarımı çıplak bırakabilecek olan, bununla birlikte de ayağıma giyecek bir şey ihsan eden Allah'a hamd olsun"; def-i hacette bulunduktan sonra ise: "Dileseydi bunu içimde bırakabilecek olan, bununla birlikte bu rahatsız edici şeyleri benden çıkartan Allah'a hamd olsun..," demesi idi, Âyet-i kerimenin anlatmak istediği şudur: Siz, Nûh'un soyundan gelen kimselersiniz. Nûh ise çok şükreden bir kul idi. Cahil atalarındansa ona uymanız size daha yakışan bir tutumdur. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Allah, Hazret-i Mûsa'yı, Nûh'un soyundan kıldığı için o Allah'a çok şükreden bir kuldu. Şöyle de açıklanmıştır: Buradaki "soyundan gelenler" ifadesinin, "edinmeyin" fiilinin ikinci mef'ûlü, "bir vekil" âyeti ile de çoğulun kastedilmiş olma ihtimali vardır. Bu, her iki kıraate, -yani; Edinmeyin" âyetinin "ye ve te" ile okunması kıraatlerini kastediyoruz- uygundur. Aynı şekilde yine her iki kıraatte de "soyundan gelenler" ifadesinin yüce Allah'ın: "Vekil" âyetinden bedel olması mümkündür, çünkü çoğul anlamındadır. Şöyle buyurulmuş gibidir: Ey Nûh ile birlikte taşıdıklarımızın soyundan gelenler... başka hiç bir vekil edinmeyin. "Soyundan gelenler" anlamındaki kelimenin, "kastediyorum ve onu övüyorum" anlamındaki tüllerin takdirleri ile nasb edilmesi de mümkündür. Çünkü Araplar, övmek ve yermek kastıyla söyledikleri isimleri nasb edebilirler. "Soyundan gelenler" anlamındaki ifadenin, fiilini "ya" ile okuyanların kıraatine göre, zamirden bedel olarak ref’ ile okunması da mümkündür. Nûh ile birlikte taşıdıklarımızın soyundan gelenler. Benden başka hiçbir vekil edinmesinler, anlamındadır. Ancak böyle bir açıklama, bu fiili "te" ile okuyanlara göre güzel olmaz. Çünkü gaib muhatabdan bedel yapılmaz. Diğer taraftan "soyundan gelenler" anlamındaki kelimenin, her iki okunuşa göre İsrailoğullarından bedel olarak cer ile okunması da mümkündür Nûh ile birlikte taşıdıklarımızın soyundan gelen İsrailoğullarına bir hidâyet kıldık,,, anlamına gelir. Yüce Allah'ın: "Edinmeyin diye..." âyetinde yer alan;...me..." ise, "ya" ile okuyanların kıraatine göre cer edatının hazfi ile nasb mahallindedir ve İfade: Edinmesinler diye Biz onlara hidâyet verdik, takdirinde olur. "Te" ile okuyuşa göre ise, bunun zaid gelmesi ve "söylemek" anlamındaki fiilin de -önceden geçtiği gibi- takdir edilmiş olması da mümkündür. (Biz onlara vekil edinmeyin dedik, anlamına gelir.) Bunun, açıklayıcı (müfessire) ve "yani" anlamında olması ve i'rabta bir mahallinin bulunmaması da mümkündür. Bu durumda; edatı da'nehiy İçin olur ve bu takdirde ifade, haber kipinden nehye geçiş yapmış olur. 4Biz, kitapda İsrailoğullarına şunu hükmettik: "Siz yeryüzünde iki defa fesat çıkaracak ve muhakkak alabildiğine büyükleneceksiniz." Yüce Allah'ın; "Biz, kitapda İsrailoğullarına şunu hükmettik" âyetindeki "kitap" lâfzını, Saîd b. Cübeyr ve Ebû'l-Âl-iyye, çoğul olarak; Kitaplarda" diye okumuşlardır. Bununla birlikte bazen tekil lâfzı ile çoğul anlamı kastedilebilir. O takdirde her iki kıraatin de anlamı bir olur. Hükmettik" âyeti, İbn Abbâs'ın açıklamasına göre bildirdik, haber verdik demektir. Katade, hükmettik diye açıklamıştır. Çünkü kadâ (hükmetme) nin asıl anlamı, bir şeyi sağlam yapmak (ilıkâm) ve onu bitirmek demektir. Bunun, vahyettik anlamında olduğu da söylenmiştir. Bundan dolayı yüce Allah: İsrailoğullarına..." diye buyurmuştur. Katade'nin açıklamasına göre Üzerine, hakkında" anlamında olur. Yani, Biz, onlar hakkında şunu hükmettik demek olur. İbn Abbâs da böyle bir açıklamada bulunmuştur. "Kitap'dan kasıt ise Levh-i Mahfuz'dur. "Siz, yeryüzünde" yani Şam, Beytü'l-Makdis ve onlara yakın olan yerlerde. "İki defa fesat çıkaracak(sınız)" âyetindeki; "Sîz... fesat çıkaracak(sınız)" anlamındaki kelimeyi İbn Abbâs, Siz... İfsad edileceksiniz" şeklinde, Îsa es-Sakafî ise, Siz fesat bulacaksınız" diye okumuşlardır. Her iki -kıraatin anlamı da birbirine yakındır-: Çünkü ifsad olundukları takdirde kendileri de fesad bulurlar. Fesad'tan kasıt ise Tevrat'ın hükümlerine muhalefet etmektir. "Ve muhakkak alabildiğine büyükleneceksiniz." Büyüklük taslayacak, haddi aşacak, azgınlaşacak, ileri gidecek, galip gelecek ve haksızlıklarda bulunacaksınız, demektir. "(.............): Fesat çıkaracak ve... büyükleneceksiniz" anlamındaki fiillerin başına gelen "lâm", önceden de geçtiği Üzere gizli bir kasemi göstermek üzere gelen "lâm"lardır. 5İşte o ikisinden birincisinin vakti gelince, üzerinize çok güçlü kullarımızı gönderdik. Onlar da evlerin aralarına kadar girip araştırdılar. Bu, yerine getirilmiş bir vaad idi. "İşte o ikisinden birincisinin vakti gelince" yani, onların çıkaracakları iki fesattan birincisinin vadesi gelince, "üzerinize çok güçlü kullarımızı gönderdik" âyetinde kastedilenler, Babillilerdir. Birinci seferinde İrmiya'yı yalanlayıp, yaralamaları ve hapse atmaları üzerine bu gönderilenlerin başında Buhtnassar vardı. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve başkaları yapmıştır. Katade de şöyle demektedir: Üzerlerine Calût gönderildi, o da onları öldürdü. Calût ve kavmi, güçlü olan kimselerdi. Mücahid de şöyle demiştir: Parslardan bir grup asker, durumlarını tecessüs edip öğrenmek üzere yanlarına geldi. Beraberlerinde Buhtnassar da vardı. Diğer arkadaşları arasından söylediklerini o anladı. Daha sonra, herhangi bir Savaş olmaksızın Fars diyarına geri döndüler. İşte bu, ilk seferinde olmuştu. Ve bu sırada evlerin aralarına kadar girmeleri söz konusu olmuştu, fakat Savaş olmamıştı. Bunu, el-Kuşeyrî Ebû Nasr nakletmektedir. el-Mehdevî'nin, Mücahid'den naklettiğine göre ise, Buhtnassar üzerlerine geldi, ama İsrailoğulları onu yenilgiye urattı. Sonra ikinci defa üzerlerine geldi, bu sefer onları öldürdü ve yurtlarını yıkıp tahrip etti. Bunu, İbn Ebi Necih Mücahid'den rivâyet etmiş olup, en-Nehhâs da nakletmiş bulunmaktadır. Muhammed b. İshâk da uzunca naklettiği bir haberde şöyle demektedir: Bozguna uğrayan ve yenilen kişi, Babil hükümdarı Senhârib idi. Senhârib, beraberinde altı yüz bin sancak ile geldi. Her bir sancağın altında yüz bin süvari vardı. Beytü'l-Makdis'in çevresinde ordugâhını kurdu. Yüce Allah, onu bozguna uğrattı ve Senârib ile onun yazıcılarından beş nefer müstesna hepsi öldü. O sırada ismi Sıddîka olan, İsrailoğullarının hükümdarı, Senhârib'i takib etmek üzere asker gönderdi ve Senârib beş askeri ile birlikte yakalandı. Bunlardan birisi Buhtnassar idi. Boyunlarına zincirler vuruldu ve yetmiş gün süre ile Beytü'l-Makdis ile Ilya çevresinde onları dolaştırıp durdu. Onların her birisine iki arpa ekmeği veriyordu. Sonra onları serbest bıraktı, onlar da geri döndüler. Yedi yıl sonra Senârib öldü, onun yerine Buhtnassar geçti. İsrailoğulları arasında kötü olaylar artık durdu. Haram şeyleri helal bildiler, peygamberleri Şi'ya'yı öldürdüler. Buhtnassar üzerlerine geldi, askerleriyle birlikte Beytü'l-Makdis'e girdi. İsrailoğullarını bitirip tüketinceye kadar öldürdü. İbn Abbâs ve İbn Mes'ûd dedi ki: İlk fesat, Hazret-i Zekeriya’nın öldürülmesi idi. İbn İshak da der ki: Birinci seferki bozgunculukları, Allah'ın peygamberi Şi'ya'yı, ağaç içinde iken öldürmeleridir. Şöyle ki; Hükümdarları Sıddîka ölünce, işlerinin düzeni bozuldu ve hükümdarlık için birbirleriyle yarışa girdiler. Peygamberlerinin sözlerine kulak asmadılar. Yüce Allah, Peygambere: sen, kavmine konuşma yapmak üzere ayağa kalk, Ben de senin vasıtanla onlara vahiy indireceğim, dedi. Yüce Allah'ın ona vahyettikleri bitince, onu öldürmek üzere üzerine yürüdüler. O da onlardan kaçtı. Önünde bir ağaç açılıverdi, o da ağacın içine girdi. Şeytan, arkasından yetişip elbisesinin bir tarafını çekiverdi ve o elbise parçasını görmelerini sağladı. Bunlar da bir testere getirerek ağacın ortasına yerleştirdiler. Ağacı testere ile biçtiler, sonunda onû ikiye böldüler. Peygamberleri de ağacın içinde iken kesmiş oldular. İbn İshak'ın naklettiğine göre ilim adamlarından birisi ona şunu haber vermiş: Hazret-i Zekeriya öldürülmeyip ölmüştü. Öldürülen kişi Şi'yâ peygamberdir. Saîd b. Cübeyr de, yüce Allah'ın: "Üzerinize çok güçlü kullarımızı gönderdik, onlar da evlerin aralarına kadar girip araştırdılar" âyeti hakkında şöyle demiştir: Burada kastedilen kişi, Musul'daki Babil hükümdarı ve Ninovalı Senârib'dir. Bu ise, İbn İshak'ın dediğinden farklıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır Bir başka görüşe göre burada kastedilen kişiler Amalikalılardır. Bunlar kâfir idiler. Bunu el-Hasen söylemiştir. Fesat ettiler, kötülük işlediler, öldürdüler (mealde; girip araştırdılar)" demektir. Aynı şekilde ile fiilleri de bu anlamdadır. Bu açıklamayı İbn Aziz yapmıştır. el-Kutebî'nin görüşü de böyledir. İbn Abbâs ise bunu; şeklinde noktasız "ha" ile okumuştur. Ebû Zeyd dedi ki: ile, hep aynı manada olup geceleyin etrafı kuşatmak, baskın yapmak anlamındadır. el-Cevherî de der ki: lâfzı, Evlerin aralarına kadar girip araştırdılar" cümlesindeki fiilin mastarıdır. Yani, evlerin aralarına girerek orada ne varsa araştırıp durmaya çalıştılar. Tıpkı bir haber almak, bulmak isteyen kimsenin yaptığı gibi. da aynı anlamdadır. ise, geceleyin gelen tufan demektir. Ebû Ubeyde'nin görüşü budur. et-Taberi der ki: Onlar, evlerin aralarını dolaşarak onları yakalayıp giderken de gelirken de öldürüyorlardı. O, bu açıklamalarıyla dilcilerin konu ile ilgili bütün görüşlerini bir arada zikretmiş olmaktadır. İbn Abbâs der ki: Evler ve meskenler arasında yürüdüler, gidip-geldiler demektir. el-Ferrâ' da: Sizi, evleriniz arasında öldürdüler, diye açıklamış ve Hassan'ın şu beyitini nakletmiştir: "Muhammed'in kılıcı ile, (düşman ile) karşılaşıp da O askerler arasında düşmanları öldüren kişi bizdendir." Kutrub da: Bu, indiler, anlamındadır, der ve şu beyiti nakleder: "Biz, silah zoruyla onların yurtlarına indik. Ve onların ileri gelenlerini zincire vurarak geri döndük." "Bu, yerine getirilmiş bir vaad idi." Yani, yerine gelecek ve asla değiştirilmeyecek bir hüküm idi. 6Sonra size, bunlara karşı tekrar üstünlük verdik. Mallarla, oğullarla yardımınıza yetiştik. Sayınızı da çoğalttıkça çoğalttık. "Sonra sîze, bunlara karşı tekrar üstünlük verdik." Yani siz, tevbe ve itaate yöneldikten sonra sizi onlara karşı üstün bir konuma çıkardık, galip gelmenizi sağladık. Denildiğine göre bu, Hazret-i Davud'un, Calût'u veya bir başkasını öldürmesiyle olmuştur ki, onların düşmanlarını öldürenin kimliği hususundaki görüş ayrılıklarına göre bu "üstün gelme" izah edilir. "Mallarla, oğullarla yardımınıza yetiştik" ve sonunda eski halinize gelmenizi sağladık. "Sayınızı da çoğaltıkça çoğalttık." Düşmanınızdan daha kalabalık ve daha fazla askere sahip oldunuz. "Nefir" kelimesi kişinin aşiretinden kendisi ile birlikte Savaşa çıkan kimselere denilir. Bunu anlatmak için de "Nefir" ile "Nâfıp" denilir. Kadir ile Kadir kelimeleri gibi kullanılır. Bununla birlikte "nefir" kelimesinin "nerV'in çoğulu olması da mümkündür. Kelîb (in Kelb'in), Maîz (kelimesinin Ma'z'ın), Abîd (kelimesinin Abd'in çoğulu olduğu) gibi. Şair de şöyle demiştir: "Baba (lan) itibariyle Kahtan (lılar) ne kadar üstündür! Hîmyerliler de Savaşa çıkan kimseler (nefîr) olarak ne de üstündürler!" Âyetin anlamı şudur: Onlar, bu ilk olaydan sonra birbirlerine daha bir katıldılar, daha çok birbirlerinin yardımcısı oldular. Hallerini daha bir düzelttiler. Bu da yüce Allah'ın, itaate dönüşlerine karşılık onlara bir mükâfatı idi. 7Eğer iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz, kendi (aleyhi)nize. Artık diğerinin vakti gelince kederiniz yüzünüzden belli olsun, Mescid'e ilk defa girdikleri gibi girsinler ve üstünlük sağlayıp da ele geçirdikleri her şeyi mahvettikçe etsinler diye. "Eğer iyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz." İyiliğinizin faydası size ait olacaktır. "Kötülük ederseniz kendinize" Kendi aleyhinize demektir. Bu, bir kimsenin: Selam sana deyip de; Selâm üzerine" anlamına gelmesi gibidir. Şair de buna benzer olarak şöyle demiştir: "Ve sonra da elleri ve ağzı üzerine yıkılmış olarak düştü." Görüldüğü gibi burada "lâm" harfi: “Üzerine" anlamında kullanılmıştır. et-Taberî şöyle demektedir: Buradaki "lâm"; anlamındadır. Yani, Eğer kötülük işlerseniz onadır." Bu da; kötülük ona döner, demektir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir." (ez-Zilzal, 99/5) Burada da "lâm" harlı...e, a anlamındadır. Şöyle de açıklanmıştır: Amelinin karşılığı ve cezası ona aittir, demektir, el-Hüseyn b. el-Fadl da şöyle demektedir: Onun, kötülükleri bağışlayan bir Rabbi vardır. Diğer taraftan bunun, İşin ilk başında İsrailoğullarına yöneltilmiş bir hitap olma ihtimali de vardır. Yani siz, önce kötülük ettiniz, o bakımdan öldürüldünüz, çoluk çocuğunuz esir alındı, yurdunuz tahrib olundu. Sonra iyilikte bulundunuz, o bakımdan tekrar hükmünüz, üstünlüğünüz size geri döndü ve haliniz de düzeldi. Bu hitabın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dönemindeki İsrailoğullarına yöneltilmiş olma ihtimali de vardır: Yani siz, geçmişlerinizin isyanları karşılığında cezayı hak etmiş olduklarını biliyorsunuz. O bakımdan (aynı şeyi yaparsanız) o cezanın bir benzerini siz de beklemelisiniz. Ya da bu anlamda Kureyş müşriklerine yönelik bir hitap olma ihtimali de vardır. . "Artık diğerinin" yanı, ikinci fesat çıkartmanızın "vakti gelince..." Bu, onların ikinci defada Hazret-i Zekeriya'nın oğlu Hazret-i Yahya'yı öldürmeleri sırasında olmuştu. Hazret-i Yahya'yı, İsrailoğullarından Lâhet diye bilinen bir hükümdar öldürmüştü. Bu açıklama el-Kutebî'ye attir, et-Taberi ise adının Hircdos olduğunu söylemektedir ki, Tarih'inde bunu zikretmektedir. Bu hükümdarı Hazret-i Yahya'yı öldürmeye, Ezbil adındaki bir kadın zorlamıştı. es-Süddî der ki: İsrailoğullarının, Hazret-i Zekeriya'nın oğlu Hazret-i Yahya'ya çok ikramda bulunan ve her hususla onunla istişare eden bir hükümdarları vardı. Bu hükümdar Hazret-i Yahya ile, bir karısının başka bir kocadan olma kızıyla evlenmek istediği hususunda danışınca, Hazret-i Yahya bu işi yapmaması gerektiğini söyledi ve ona: Bu kız ile evlenmek sana helal değildir, dedi. Ancak, annesi Yahya (aleyhisselâm)'a bundan dolayı kinlendi. Bilahare kızına ince ve kırmızı renkli elbiseler giydirdi. Ona güzel kokular sürdü ve İçki içmekte iken onu hükümdarın yanına gönderdi. Kızına, hükümdara görünmesini ve eğer yanına gelmesini isteyecek olursa, isteğini yerine getirmedikçe ona karşı koymasını telkin etti. Hükümdar, onun bu isteğini kabul etmesi halinde ise, Zekeriya'nın oğlu Yahya'nın başını altından bir leğende getirmesini istemesini söyledi. Kız, annesinin dediklerini yaptı ve nihayet hükümdar, Hazret-i Zekeriya'nın oğlu Hazret-i Yahya'nın başını getirdi. Aîtın tepsi içerisinde getirilen baş, onun önüne konulduğunda da hâlâ baş: O kız sana helal olmaz, o kız sana helal olmaz, diye konuşuyordu. Sabahı ettiğinde "kan kaynayıp coşuyordu. Üzerine toprak attı, yine kan toprağın üstünde kaynamaya devam etti. Kanın üzerine toprak koydurmaya devam edip durdu ve nihayet bu kanın üzerine konulan toprak şehrin surunun yüksekliğine erişti, yine kaynayıp duruyordu. Bunu es-Sa'lebî ve başkaları nakletmektedir. Hafız İbn Asâkir de "(Dimaşk) Tarihlinde, el-Hüseyn b. Ali'den şöyle dediğini nakletmektedir: Bu hükümdarlardan birisi ölmüş, geriye hanımını ve kızını bırakmıştı. Onun kaidesi de kırallığını miras almıştı. Kardeşinin hanımı ile evlenmek istedi. Bu hususta Hazret-i Zekeriya'nın oğlu Hazret-i Yahya ile danıştı. O dönemde hükümdarlar peygamberlerin emri gereğince uygulama yapıyorlardı. Hazret-i Yahya ona: Sen o kadınla evlenme. Çünkü o, bir fahişedir, dedi. Kadın, kendisiyle evlenmekten söz ettiğini, ancak o kimseyi kendisiyle evlenmesinden vazgeçirdiğini anlayınca, bu kanaat sana nereden geldi, diye sordu. Nihayet bu telkinin Hazret-i Yahya tarafından yapıldığını öğrenince şöyle dedi: Ya Yahya'yı öldürür yahut da hükümdarlıktan vazgeçer. Bunun üzerine kızını süsleyip püsledikten sonra: Herkesin huzurunda amcanın yanına git. O seni görünce seni çağıracak ve seni yanında oturtacak. Sana, dile benden ne dilersen; benden ne istersen mutlaka onu sana vereceğim, diyecek. Bu sözleri sana söyledi mi, sen de ona: Yahya'nın başından başka bir şey istemiyorum, diyeceksin. (el-Hüseyn b. Ali) devamla dedi ki: Hükümdarlardan herhangi bir kimse ileri gelen kimselerin önünde herhangi bir şey söyleyip de onu yerine getirmeyecek olursa, onun hükümdarlığı elinden alınırdı. Kız, annesinin dediklerini yerine getirdi. O bakımdan, bir taraftan Yahya'yı öldürmek isteğinden dolayı ölür gibi oluyordu, diğer taraftan hükümdarlığından vazgeçmeyi düşünürken de ölür gibi oluyordu. Nihayet, hükümdarlığını tercih ederek onu öldürdü. O kızın annesi yerin dibine geçti. İbn Cüd'an dedi ki: Ben bunu, İbnü'l-Müseyyeb'e anlattım. O da bana şöyle dedi: Peki, sana Zekeriya'nın nasıl öldürüldüğünü haber vermedi mi? Ben hayır deyince, şöyle dedi: Zekeriya da oğlu öldürülünce onlardan kaçıp kurtulmak istedi. Onu takip ettiler. Uzunca gövdeli bir ağacın yanından geçti, ağaç kendisine doğru gelmesini istedi ve rüzgârın sallallahü aleyhi ve sellemurduğu elbisesinin bir parçası da dışarıda kaldı. Ağaca doğru geldiklerinde, ondan sonra Hazret-i Zekeriya'nın izini bulamadılar. O elbise parçası dikkatlerini çekince, testere getirilmesini istediler, ağacı biçince, onu da ağaçla birlikte biçmiş oldular. Derim ki; Taberî'nin "et-Tari,hü'l-Kebîr"mde şöyle denilmektedir: Bana Ebû Said anlattı, dedi ki: Bize Ebû Muaviye, el-A'meş'ten anlattı. O, el-Minhâl'den, o, Saîd b. Cübeyr'den, o, İbn Abbâs'tan dedi ki: Meryem oğlu Îsa, Zekeriya oğlu Yahya'yı, havarilerden on iki kişi ile birlikte insanlara (dini) öğretmek üzere gönderdi. Bunların yasak olduğunu bildirdikleri şeyler arasında, erkek kardeşin kızı ile evlenmek de vardı. Hükümdarlarının ise, kendisinden hoşlandığı kızkardeşinin bir kızı vardı... dedikten sonra bu haberi bu anlamda olmak üzere nakletti. İbn Abbâs'tan da şöyle dediğini nakletmektedir: Zekeriya oğlu Yahya, insanlara (dini) öğretmek üzere, havarilerden on iki kişi ile birlikte gönderildi. İnsanlara öğrettikleri şeyler arasında kız kardeşin kızı ile evlenmemek de vardı. Hükümdarlarının ise, bu şekilde hoşlandığı bir kız kardeşinin kızı vardı, onunla evlenmek isterdi. Her gün mutlaka yerine getirdiği bir isteği olurdu, Bu kızın annesi, bunların kız kardeşin kızını nikâhlamayı yasakladıklarını haber alınca, kızına şöyle dedi: Hükümdarın yanına girdiğinde, o sana: Bir ihtiyacın var mı, diye soracak olursa sen de, ihtiyacım Zekeriya'nın oğlu Yahya'yı boğazlamandır, diyeceksin. Hükümdar ona: Benden başka bir şey iste deyince, kız: Hayır, senden başka birşey İstemiyorum, dedi. Başka bir istekte bulunmaması üzerine, o da bir leğen getirilmesini istedi. Hazret-i Yahya'yı da getirtti ve boğazını kesti. Kanından bir damla yere düştü. Bu kan kaynayıp durdu ve yüce Allah üzerlerine Bulıtnassar'ı gönderinceye kadar kaynaması devam etti. Buhtnassar da, içten içe bu kan üzerinde, bu kan duruluncaya kadar onlardan pek çok kimseyi öldürmeyi kararlaştırdı. Bu kanın üzerinde onlardan yetmiş bin kişi, bir rivâyete göre ise yetmiş beş bin kişi öldürdü. Said b. el-Müseyyeb dedi ki: İşte bu, her bir peygamberin diyetidir. İbn Abbâs'tan da şöyle dediği nakledilmiştir: Yüce Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şunu vahyetti: Ben, Zekeriya oğlu Yahya karşılığında yetmiş bin kişi Öldürdüm. Ben, senin kızının oğlu dolayısıyla da yetmiş bin kişiden aya, yetmiş bin kişi daha öldüreceğim. Semîr b. Atiye'den de şöyle dediği nakledilmiştir: Beytü'l-Makdis'teki kaya üzerinde yetmiş peygamber öldürülmüştür ki, Yahya b. Zekeriya onlardan birisidir. Zeyd b. Vâkid'den de şöyle dediği nakledilmektedir: Ben, Yahya (aleyhisselâm)’ın başını, Dimaşk mescidini yapmak istedikleri sırada gördüm. Onun başı, doğu tarafından mihraba bitişik kubbenin temellerinden birisinin altında idi. Teni ve saçları hiç değişikliğe uğramaksızın olduğu gibi duruyordu. Kurre t>. Halid'den de şöyle dediği nakledilmektedir: Sema, Yahya b. Zekeriya ile el-Hüseyn b. Ali dışındaki kimse için ağlamamıştır. Sema'nın kızıllaşması onun ağlamasıdır. Süfyan b. Uyeyne'den dedi ki: Âdemoğlunun en çok yalnızlık çekeceği Üç yer vardır: Dünyaya geldiği gün. O, bir üzüntü ve keder yurduna çıkıp gelir. Ölülerle beraber ilk gecesini geçireceği vakit. O, hiç benzerlerini görmediği kimselere komşu olur. Bir de öldükten sonra diriltileceği gün. O vakit de benzerini görmediği bir tablo ile karşı karşıya kalacaktır. İşte yüce Allah, Hazret-i Yahya ile ilgili olarak bu üç yerde de şöyle buyurmaktadır; "Doğduğu günde, vefatı gününde ve diri olarak kaldırılacağı günde selâm olsun ona." (Meryem, 18/15) Bütün bu bilgiler sözü geçen "Tarih"ten nakledilmiştir. Son defada üzerlerine gönderilen kişinin kim olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Bunun, Buhtnassar olduğu söylenmiştir. el-Kuşeyrî Ebû Nasr böyle demiş ve başka bir kimseden de söz etmemiştir. es-Süheylî bu sahih değildir, demektedir. Çünkü, Hazret-i Yahya, Hazret-i Îsa'nın göğe kaldırılmasından sonra öldürülmüştür. Buhtnassar ise, Meryem oğlu Îsa (ikisine de selam olsun)'dan uzun bir süre önce yaşamıştır. İskender'den de önce yaşamıştır. İskender ile Îsa arasında üçyüz yıla yakın bir süre vardır. Ancak burada, ikinci defa ile Hazret-i Şi'ya’yı öldürmeleri kastedilmiştir. Buhtnassar o sırada hayatta idi. İşte İsrailoğullarım öldüren, Beytü'l-Makdis'i yıkan, Mısır'a kadar onları takip ederek oradan da çıkartan odur. es-Sa'lebî der ki: Zekeriya oğlu Yahya'yı öldürdükleri vakit, İsrailoğullarının üzerine giden Buhtnassar'dır diyen kimseler, hem siyer hem de ahbar bilginlerine göre yanlış söylemiş olur. Çünkü, bunların hepsi de Buhtnassar'ın İsrailoğulları üzerine İrmiya döneminde Şi'ya'yı öldürmeleri üzerine gittiğini icma ile kabul etmişler ve şöyle demişlerdir: İrmiya ve Buhtnassar'ın, Beytü’l-Makdis'i tahrip ettiği dönemden, Zekeriya oğlu Yahya'nın (ikisine de selam olsun) doğumuna kadar, 461 yıl geçmiştir. Çiinkü onlar, Beytü’l-Makdis'in yıkılmasından, Kusek (Kiruş, Kuruş) döneminde imar edildiği zamana kadar, yetmiş yıl geçtiğini tesbit etmişlerdir. Mescid'in imar edilişinden, İskender'in Beytü'l-Makdis'i ele geçirdiği tarihe kadar ise 88 yıl geçtiğini kabul ederler. Daha sonra İskender'in hükümdarlığından Yahya'nın doğuşuna kadar da 330 yıl geçtiğini kabul ederler. Derim ki: Bütün bunları da, et-Taberî, "Tarih"inde -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- zikretmektedir. es-Sa'lebî der ki: Bunlar arasında sahih olan, Muhammed b. İshak'ın şu naklettikleridir: Allah, Îsa'yı aralarından kaldırıp onların da Yahya'yı -bazıları ise Zekeriya'yı derler- öldürmeleri üzerine Allah, Babil hükümdarlarından birisini üzerlerine gönderdi. Bu hükümdarın ismi Hiredos idi. O, Babilliler ile birlikte üzerlerine yürüdü ve Şam'da onlara karşı zafer kazandı. Ordularının kumandanına da şöyle dedi: Eğer Allah bana zafer verip Beytü'l-Makdis’i elime geçirecek olursam, kanları askerlerimin arasında akıncaya kadar onları öldürmeye devam edeceğim. Bunun üzerine, bu şekilde kanları akıncaya kadar İsrailoğullarının öldürülmesini emretti. Başkanları Beytü'l-Makdis’e girdi ve orada kaynamakla bulunan kanlar gördü. Onlara, bu nedir diye sorunca, şu cevabı verdiler: Bu, takdim edip de kabul olunmayan bir kurbanın kanıdır. Seksen yıldır bizden hâlâ kabul edilmedi. Bu sefer; Hayır bana doğruyu söylemediniz dedi. O kanın üzerine, ileri gelenlerinden 77 kişi öldürdü, Fakat kan bir türlü dinmedi. Yetişkin çocuklarından 700 kişi getirip o kanın üzerinde kestirdi, yine kan dinmedi. Bir daha çocuklarından ve eşlerinden 7000 kişi getirilmesini emretti. Onları da o kanın üzerine kestiği halde yine kan dinmedi. Ey İsrailoğulları dedi. Sizden erkek, dişi öldürmedik kimse bırakmazdan önce bana doğruyu söyleyiniz. Bundan dolayı uğradıktan sıkıntıyı görünce, şöyle dediler: Bu, bizden bir peygamberin kanıdır. O, Allah'ı gazaplandıran pek çok işi yapmaktan vazgeçmemizi istiyordu. Biz de onu öldürdük. İşte bu onun kanıdır. İsmi da Yahya b. Zekeriya idi. Bir göz kırpacak kadarlık bir süre dahi Allah'a isyan etmediği gibi, bir masiyet işlemeyi de içinden geçilmemişti. Bu sefer: İşte şimdi bana doğruyu söylediniz dedi, secdeye kapanarak söyle dedi: İşte böyle İşler yaptığınız için sizden intikam alınıyor. Bunun üzerine kapıların kapatılmasını emredip şöyle dedi: Burada, Hiredos'un askerlerinden kim varsa onları dışarı çıkartınız, israiloğullarıyla baş başa kalıp şöyle dedi: Ey Allah'ın Peygamberi, Ey Zekeriya oğlu Yahya! Rabbim de, Rabbin de senden dolayı kavminin başına gelen bu musibeti biliyor. Onların hepsini yok etmeden önce, Allah'ın izniyle artık kaynaman dursun. Bunun üzerine, yüce Allah'ın izniyle Yahya b. Zekeriya'nın kanı durdu, o da onları öldürmeye son vererek şöyle dedi: Rabbim, gerçekten ben de İsrailoğullarının îman ettiğine îman ettim ve onu tasdik ettim. Yüce Allah, Peygamberlerin ileri gelenlerinden birisine, bu başkan gerçekten samimi bir mü’mindir, diye vahyetti. Daha sonra bu başkan şöyle dedi: Allah'ın düşmanı Hiredos bana, kanlarınız askerlerinin arasında akıncaya kadar sizden pek çok kimseyi öldürmemi emretti. Ben ona isyan etmem. Bunun üzerine bir hendek kazmalarını ve deve, at, kalır, eşek, inek, koyun gibi her türlü davarlarını getirmelerini emretti. Bunları da, kan askerin bulunduğu yere akıncaya kadar kesti. Arkasından önceden öldürülmüş olanların getirilmesini emretti ve öldürülen davarların üzerlerine atıldılar. Sonra da onları bu halde bırakıp Babil'e geri döndüler. İsrailoğulları, neredeyse tamamiyle yok olup gideceklerdi. Derim ki: Bu hususta nîsbeten uzun, merfu bir hadis de varid olmuştur ki, bu hadis Huzeyfe yoluyla rivâyet edilmiştir ve biz bunu "et-Tezkire" adlı eserimizde Mehdi'nin haberleri ile ilgili bölümlerde kısım kısım kaydettik. Burada da âyetin anlamını açıklayacak ve tefsir edecek bazı bölümleri zikredeceğiz. Ta ki, bununla birlikte ek bir açıklamaya ihtiyaç kalmasın. Huzeyfe dedi ki: Ey Allah'ın Rasulü, dedim. Beytü'l-Makdis, Allah nezdinde büyük, kadri kıymeti oldukça yüksektir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "O, en üstün ve değerli evlerdendir. Allah onu, Davud b. Süleyman (ikisine de selâm olsun) için altın, gümüş, inci, yakut ve zümrütten bina ettirmiştir," Şöyle ki: Davud oğlu Süleyman (aleyhisselâm) onu bina edince yüce Allah, cinleri ona müsahhar kıldı. Cinler de ona maden yataklarından altın ve gümüş getirdiler. Mücevheratı yakut ve zümrütü getirdiler. Yine yüce Allah ona, bu çeşitli maden ve taşlardan, Beyti bina edinceye kadar cinleri ona müsahhar kıldı. Huzeyfe dedi ki: Ben, ey Allah'ın Rasulü dedim. Peki, bu (değerli) eşya Beytü'l-Makdis'ten nasıl alındı? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "İsrailoğulları, Allah'a asi olup peygamberleri öldürünce Allah da üzerlerine, Mecusilerden olan Buhtnassar'ı musallat etti. O, yedi yüz yıl hükümdarlık etmişti. İşte yüce Allah'ın: "İşte o ikincisinden birincisinin vakti gelince, üzerinize çok güçlü kullarımızı gönderdik, onlar da evlerin aralarına kadar girip araştırdılar. Bu, yerine getirilmiş bir vaad idi" âyeti bunu anlatmaktadır. Beytü'l-Makdis'e girdiler. Erkekleri Öldürüp, kadınları ve çocukları esir aldılar. Kıymetli malları ve Beytü'l-Makdis'te bulunan bütün bu çeşitli şeyleri toplayıp aldılar ve yüz yetmiş bin arabaya yükleyerek bunları taşıdılar. Sonunda Babil topraklarına götürüp bunları bıraktılar, Babil topraklarında İsrailoğullarını hizmetlerinde kullandılar, alçatmışlar olarak, ceza ve ibretli eziyetler ile onları mülkiyetlerinde tuttular. Bu yüz yıl devam etti. Daha sonra yüce Allah, onlara merhamet buyurarak, Fars krallarından birisine, Babil'deki Mecusîlerin üzerine yürümesini ve İsrailoğullarından ellerinde bulunanları kurtarmasını ilham etti, o hükümdar da, bunların üzerlerine yürüdü, Babil topraklarına girdi. İsrailoğullarından geri kalan kimseleri, Mecusîlerin ellerinden kurtardığı gibi, Beytü'l-Makdis'e ait bulunan süs eşyalarının da kurtarılmasını sağladı ve Allah bu eşyaları ilk seferinde olduğu gibi oraya geri döndürdü ve onlara şöyle dedi: Ey İsrailoğulları! Tekrar masiyetlere dönecek olursanız, biz de tekrar sizleri esir almaya ve öldürmeye avdet ederiz. Yüce Allah'ın; "Rabbinizin size merhamet edeceğini umabilirsiniz. Eğer dönerseniz, biz de döneriz" (İsrâ, 17/8) âyeti işte buna işaret etmektedir. İsrailoğulları, Beytü'l-Makdis'e geri döndüklerinde yine masiyetlere döndüler. Allah da üzerlerine Rum hükümdan Kayser'î musallat etti. Yüce Allah'ın: "Artık diğerinin vakti gelince, kederiniz yüzünüzden belli olsun; Mescide ilk defa girdikleri gibi girsinler ve üstünlük sağlayıp da ele geçirdikleri her şeyi mahvettikçe mahvetsinler diye" âyeti da bunu anlatmaktadır. Karada ve denizde onların üzerine hücum etti. Kadınlarını ve çocuklarını esir aldı. Onları öldürüp mallarını ve kadınlarını aldı. Beytü’l-Makdis'de ne kadar süs eşyası varsa hepsini alarak yüz yetmiş bin arabaya yükledi ve nihayet bunları Altın Kilisesi'ne bıraktı. İşte bunlar, şimdi oradadırlar. el-Mehdî, bunları oradan geri alıp Beytü'l-Makdîs'e geri götürünceye kadar orda kalacaktır. Bu mal ise, bin yediyüz gemi yüküdür. Bu gemiler, Yafa limanında demirleyecektir. Ve oradan Beytü'l-Makdis'e nakledilecek ve Allah, orada öncekileri de, sonrakileri de bir araya getirecektir..." diye hadisin geri kalan bölümlerini nakletmektedir.' Kurtubî, et-Tetkire, s. 704 vd. Bütün bu rivâyetlerin sıhhati su götürdüğü gibi; bu âyetlerin anlaşılmasına da bir kntkıları yoktur. "Artık diğerinin" iki kerenin, ikincisinin "vakti gelince" âyetindeki (......) edetanın cevabı hazfedilmiştir ki, bunun takdiri de: "Onları gönderdik" şeklindedir. Buna daha önce geçen: "Üzerinize... gönderdik" ifadesi delil teşkil etmektedir. "Kederiniz yüzünüzden belli olsun." Çoluk çocuğunuzun esir alınması ve öldürülmeniz sebebiyle, kederinizin, üzüntünüzün etkileri yüzlerinizde belli olsun diye, demektir. Buna göre; Belli olsun" fiili, hazfedilmiş bir müteallaka taalluk etmektedir. Kederinizin yüzünüzden okunmasını sağlayacak işleri sizlere yapacak kullar gönderdik, anlamındadır. Burada "yüzler"den kastın, ileri gelenler olduğu da söylenmiştir. Yani o ileri gelenleri zelil etsinler, alçaltsınlar diye. el-Kisaî, bu kelimeyi: Kederinizin yüzünüzden belli olmasını sağlayayım" anlamında "nun" ile ve "hemze"yi üstün olarak okumuştur. Bu da yüce Allah'ın, kendi zatından ta'zim ile haber veren bir fiildir. Daha önce geçen: "Hükmettik, gönderdik, üstünlük verdik" fiillerini nazar-ı itibara alarak böyle okumuştur. Ali'den de buna yakın bir rivâyet nakledilmiştir. Bunu da Ubeyy'in, Mutlaka belli olmasını sağlayalım" anlamındaki "nun" ve te'kid harfi ile okuyuşu doğrulamaktadır. Ebû Bekr, el-A'meş, İbn Vessâb, Hamza ve İbn Âmir ise, şeklinde "ya" ile tekil ve hemzesini de üstün olarak okumuşlardır ki, bunu da iki türlü açıklamak mümkündür. Birincisine göre, Allah, kederinizin yüzünüzden okunmasını sağlasın diye anlamında, ikincisi ise, o vaad, sizin yüzünüzden kederin okunmasına sebep olsun diye, şeklinde olur. Diğerleri ise, şeklinde "ya" ile ve "hemze"yi de çoğul olmak üzere ötreli okumuşlardır. Yani, üzerinize göndereceğimiz güçlü, kuvvetli kullarımız, kederinizin yüzlerinizden okunmasını sağlasınlar diye... "Mescid'e ilk defa girdikleri gibi girsinler ve üstünlük sağlayıp da, ele geçirdikleri her şeyi mahvettikçe etsinler diye" âyetindeki "(........) Herşeyi yıksınlar, mahvetsinler" demektir. Kutrub da yıksınlar diye açıklamıştır. Şair de şöyle demektedir: "İnsanlar ancak iki türlü amel ederler. Amel edenlerin birisi Bina ettiğini tahrip edip yıkar, diğeri ise yükseltir." "Üstünlük sağlayıp ele geçirdikleri" yani, topraklarınızdan ellerine geçirip galip oldukları "her şeyi mahvettikçe etsinler diye." 8Rabbinizin size merhamet etmesi umulur. Eğer dönerseniz, Biz de döneriz. Öyle ya; Biz, cehennemi kâfirlere bir zindan yaptık. "Rabbinizin size merhamet etmesi umulur" âyeti, kendi kitaplarında kendilerine verilen haberlerdendir. Umulur" âyeti, yüce Allah'tan onların sıkıntılarını gidereceğine dair bir vaaddir. Yüce Allah bu ifadeyle vaadde bulunduğu vakit, onu gerçekleştireceği anlamındadır. "Size merhamet etmesi." Sizden intikam almasından sonra size merhamet etmesi "umulur." Nitekim böyle olmuştur. Allah, sayılarını artırmış ve onlardan hükümdarlar var etmiştir. "Eğer dönerseniz Biz de döneriz." Onlar da gerçekten döndüler, Allah da üzerlerine Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı gönderdi. İşte onlar küçülmüşler olarak cizyeyi Ödemektedirler. Bu açıklama İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir. Ancak bu, bundan önce hadiste ve başka rivâyetlerde geçen görüşlere muhaliftir, el-Kuşeyrî der ki: Kâfirler eliyle İsrailoğulları iki defa cezalandırıldı, müslümanlar eliyle de bir defa cezalandırıldı. Bu ise onların tekrar fıska dönmeleri üzerine Allah'ın da azâb ile onlara dönmesi sonucu olmuştur. Buna göre, Katade'nin yaptığı açıklama doğru bir açıklama olarak ortaya çıkmaktadır. "Öyle ya; Biz, cehennemi kâfirlere bir zindan yaptık" âyetindeki: Kelimesi, hapis demek olan; den gelmektedir. el-Cevherî der ki: Aleyhine olmak üzere daraltıp sıkıştırdı ve etrafını kuşattı" demektir. Dar ve cimri" anlamındadır. Yine bu kelime, hasır anlamına da kullanıldığı gibi, böğür anlamına da gelir. el-Esmaî der ki: At ve develerin böğür tarafında enine doğru görülen bir damar ile ondan yukari doğru böğrün bitim yerine kadar olan yerdir. Yine bu kelime, hükümdar anlamına da gelir. Çünkü hükümdar, başkasının görebileceği bir yerde bulunmayıp perde arkasında bulunur. Şair Lebid de der ki: "Ve boyun kısımları oldukça kalın bir takım güğümler ki, Sanki onlar hükümdar kapısının yanı başında ayakta duran cinleri andırmaktadırlar," Bu beyit, "Ve yerlerini almış kalın enseli kimseler ki..." Şeklinde de rivâyet edilmekte olup, Kalın enseli" kelimesi; Yerlerini almış kimseler"den bedel olmak üzere de rivâyet edilmiştir ki, sanki; nice boynu kalın kimseler var ki... demiş gibidir. Ebû Ubeyde'den ise: "Hasırın yanıbaşında ayakta duruyorlar..." Şeklinde de rivâyet edilmiştir. Yani, en-Nu'man b. Munzir'in, sevdiği hasırın yanıbaşında duruyorlardı, anlamında olur. Bu kelime aynı zamanda hapishane, zindan manasına da gelir. Yüce Allah da: Öyle ya. Biz, cehennemi kâfirlere bir zindan yaptık" diye buyurmaktadır. el-Kuşeyrî der ki: Yere serilen şeye de "hasır (hasır)" denilir. Çünkü dokuma esnasında biri diğerini hasretmekte (sıkıştırmakta) dır. el-Hasen der ki: Cehennemi kâfirlere bir döşek ve bir yatak kıldık, anlamındadır. O, bu açıklamasında hasîr'in, serilen sergi demek olduğu kanaatini benimsemiştir. Çünkü Araplar, küçük sergiye hasır derler. es-Sa'lebî der ki: Bu da güzel bir açıklamadır. 9Gerçekten bu Kur'ân, en doğru olana iletir ve salih amellerde bulunan mü’minlere kendileri için muhakkak büyük bir mükâfat olduğunu da müjdeler; 10Âhirete Îman etmeyenlere de, şüphesiz pek acıklı bir azap hazırlamış olduğumuzu da. "Gerçekten bu Kur'ân, en doğru olana iletir." Yüce Allah, Miracı söz konusu ettikten sonra, İsrailoğulları ile ilgili hükmünü söz konusu etti. Bu ise, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğine delâlettir. Daha sonra, yüce Allah'ın onun üzerine indirdiği Kitabın hidâyet bulmaya sebep olduğunu da beyan etmektedir. "En doğru olan "dan kasıt ise, en mutedil, en doğru ve eğri büyrülükten en uzak olan yol demektir. O halde;...an" hazfedilmiş bir mevsuf un sıfatıdır. En doğru olan yola, demektir. ez-Zeccâc der ki: Hallerin en doğrusu olan hale iletir, demektir ki, bu da Allah'a ve peygamberlerine îman etmektir. el-Kelbî ve el-Ferrâ' da böyle demişlerdir. "Salih amellerde bulunan mü’minlere..." Buna dair açıklamalar, daha önceden (el-Bakara, 2/25. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. "... Kendileri için muhakkak büyük bir mükâfat" yani cennet "olduğunu da müjdeler. Âhirete îman etmeyenlere de" yani, onların düşmanlarına da ceza olduğu müjdesini verir. Kur’ân-ı Kerîm'in büyük bir bölümü vaad ve tehditlerden ibarettir. Hamza ve el-Kisaî; şeklinde şeddesiz, "ya" harfi üstün, "şin" harfi de ötreli olarak okumuşlardır ki, (yine "müjdeler" anlamındadır) önceden de söz konusu edilmiş idi. (Bk. Âl-i İmrân, 3/39- âyet). 11İnsan, hayra dua ediyormuş gibi şerre de dua eder. İnsan, çok acelecidir. "İnsan hayra dua ediyormuş gibi" Rabbine, kendisine afiyet ihsan etmesi için dua etmesi gibi, “şerre de dua eder." İbn Abbâs ve başkalarının dediklerine göre bu, kişinin kendisi ve çocukları hakkında dadanıp sıkıldığı esnada, kabul olunmasını arzulamadığı şekilde, Allah'ım onu helâk et ve benzeri ifadelerle beddua etmesidir. Şayet Allah, o kimsenin kendisi hakkında yaptığı bedduayı kabul edecek olursa, o kişinin helâk olması gerekirdi. Ancak, yüce Allah lütfuyla bu konuda onun bedduasını kabul etmez. Bu âyetin bir benzeri de şu âyet-i kerimedir: "Eğer Allah insanlara hayrı çabukça istedikleri gibi şerri de çabucak veriverseydi..." (Yûnus, 10/11) Denildiğine göre bu âyet-i kerîme en-Nadr b. el-Hâris hakkında inmiştir. O; dua eder ve bu arada şöyle derdi: "Allah'ım, eğer bu Senin tarafından gelmiş bir hak ise Sen, üzerimize semadan taş yağdır, yahut bize can yakıcı bir azâb gönder." (el-Enfal, 8/32) Şöyle de denilmiştir. Kasıt, bir kimsenin mubah olan bir şeyi isterken dua ettiği gibi, yasak olan bir şeyi istemek için dua etmesidir. Şair İbn Cami' de şöyle demektedir: "Tavaf edenler arasında ben de Beyt'i tavaf ediyorum Ve elbisemin yere sürünen eteklerini de yukarı çekerek Geceleyin sabaha kadar secde ediyorum Ve o indirilmiş muhkem (Kur'ân) dan okuyorum. Yusufun kederini gideren olur ki, Bana da o mahmili (hevdeci) içinde bulunan kadını müsahhar kılar diye." Âyet-i kerimedeki İnsan... dua eder" âyetinin hem lâfzında hem de hatta "vav" hazfedilmekle birlikte, mana itibariyle hazf edilmemiştir. Çünkü bu ref mahallindedir. Burada "vav"in hazfediliş sebebi, ondan sonra sakin bir "lâm"ın gelmesidir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Biz de Zebanileri çağırıveririz." (el-Alak, 96/18); "Allah, bâtılı mahveder." (eş-Şûrâ, 42/24); "Allah, mü’minlere... verecektir." (en-Nisa, 4/146); "Nida edenin... sesleneceği" (radıyallahü anhf, 50/41); "Uyarılar ise fayda vermiyor." (el-Kamer, 54/5) "İnsan pek acelecidir." Acelecilik onun karakteridir. O bakımdan, hayrı isterken acelecilik yaptığı gibi, şerri isterken de acelecilik yapmaktadır. Şöyle de açıklanmıştır: Bununla yüce Allah, Âdem (aleyhisselâm)a ruhu tamamiyle yerleştirmeden önce kalkmak istemesine işaret etmektedir. Selman der ki: Yüce Allah'ın, Âdem'den ilk yarattığı şey, onun başıdır. Yüce Allah, onun bedenin sair bölümlerini yaratırken, o bakıp duruyordu. İkindi vaktinde ayakları onlara ruh üflenmemiş halde kalmıştı. Bu sefer: Rabbim, gece olmadan acele buyur, dedi. Yüce Allah'ın; "İnsan pek acelecidir" âyeti buna işaret etmektedir. İbn Abbâs da der ki: Ona üflenen ruh göbeğine ulaşınca, bedenine bakmaya başladı ve kalkmak istedi, ancak güç yetiremedi. Eşte Allah'ın; "İnsan pek acelecidir" âyeti buna işaret etmektedir. İbn Mes'ûd da şöyle demektedir; "Ruh, Âdem'in gözlerine girince, cennet meyvelerine bakmaya başladı, Karnına gelince canı yemek istedi. Ruh ayaklarına ulaşmadan acele edip cennet meyvelerine kavuşmak için yerinden kalkmak istedi. İşte yüce Allah'ın: "İnsan aceleden yaratılmıştır" (el-Enbiya, 21/37) âyeti bunu anlatmaktadır. Bunu da el-Beyhakî zikretmiştir. Müslim'in Sahih'inde Enes b. Malik'ten rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah, Âdem'e cennette suret verince, onu Allah dilediği kadar bir süre öylece bıraktı. İblis onun etrafında dolaşır ve ona; nedir diye bakıyordu. Onun karnının boş olduğunu görünce, böylelikle kendisine hakim olamayacak bir yaratık olarak halk edileceğini anladı." Müslim, Bin- 111; Müsned, III, 152, 229. 240. 254. Bu hadis daha önceden de geçmiş bulunmaktadır. Şöyle de açıklanmıştır: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Sevde'ye bir esir teslim etmişti. Bu kişi geceleyin inlemeye başladı. Ona, durumunu sorunca: Ben, şu bağın oldukça sıkı olmasından ve esir düşmekten dolayı İnliyorum, dedi. Hazret-i Şevde, kolları üzerindeki bağı biraz gevşetti. Uykuya daldıktan sonra esir kaçtı. Durumu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bildirince o da: "Hay Allah senin ellerini koparsın" diye beddua etti. Sabah olduğunda bu bedduanın gerçekleşmesini umuyordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu: "Ben, yüce Allah'tan, aile halkımdan hak etmeyen kimselere yaptığım bedduayı bir rahmet kılmasını istedim. Çünkü ben de bir beşerim. Sair insanların gazap ettiği gibi gazap ederim." Bunun üzerine de bu âyet-i kerîme nazil oldu. Bunu, el-Kuşeyri Ebû Nasr -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- zikretmiştir. Müslim'in Sahih'inde de Ebû Hüreyre'den şöyle dediği nakledilmektedir: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Allah'ım, Muhammed de ancak bir beşerdir. O da sair insanların gazap ettiği gibi gazap eder. Ben, Senin nezdinde asla caymayacağın bir ahid almış bulunuyorum. Herhangi bir mü’mine (haksız yere) eziyet eder, yahut hakaret eder veya sopa vuracak olursam onu Sen o kimseye bir keffaret ve kıyâmet gününde kendisi sebebiyle Sana yakınlaşma vesilesi kıl” Müslim, Biri' 91; Müsned, 11. 493. Aynı nnLımdn ynkın rivâyetler: Müslim, Birr 90, 92-94; Müsned, II, 316-317, 390, 449, III. 33. Bu hususta Hazret-i Âişe ve Hazret-i Cabir'den de hadisler rivâyet edilmiştir. "İnsan pek acelecidir" âyetinin şu anlamda olduğu da söylenmiştir: O, az da olsa âcil olanı, çok dahi olsa sonradan verilecek olana tercih eder. 12Biz, gece ile gündüzü İki âyet kıldık. Gece âyetini sildik, gündüz âyetini de gösterici kıldık. Rabbinizden bir lütuf arayasınız, günlerin sayısını ve hesabı bilesiniz. İşte Biz, her şeyi gereği gibi açıkladık. "Biz, gece ile gündüzü iki âyet kıldık." Vahdaniyetimize, varlığımıza, ilim ve kudretimizin kemaline iki alâmet kıldık. Her ikisinin de âyet olma özelliği şuradadır: Onların her birisi bilinmeyen bir yerden gelmekte, yine bilinmeyen bir yere gitmektedir. Birisi eksilirken diğeri artmakta ve bunun aksi olmaktadır, işte bu(nlar) da bir(er) âyettir. Aynı şekilde gündüzün aydınlık olması, gecenin karanlık olması da böyledir. Buna dair açıklamalar daha önceden, (el-Bakara, 2/164. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Gece âyetini sildik." Yüce Allah, burada "geceyi sildik" diye buyurmamaktadır. Ayeti geceye ve gündüze izafe etmesi, sözü geçen iki âyetin onlar hakkında söz konusu olduğunu, bizatihi kendilerinin olmadığını göstermektedir. "Sildik" görünmez kıldık, demektir. Haberde yer aldığına göre yüce Allah, Cebrâîl (aleyhisselâm)'a emretti, o da kanadını ayın yüzünden geçiri verdi. Böylelikle ayın ışığı sönmüş oldu. Halbuki ay daha önce ışık saçıcı olma özelliği ile güneşi andırıyordu. Ayda görülen siyahlık işte bu silmenin bir etkisidir. İmâm Kurtubi’nin rivâyeti doğrudan Hazret-i Peygambere nisbet etmediğine, sadece "ve fi'l-haberi; haberde yer aldığına göre": diyerek, kesin bir ifade kullanmadığına dikkat etmek gerekir. İbn Abbâs da şöyle demektedir: Allah, güneşi yetmiş cüz, ayı da yetmiş cüz kılmıştır. Ayın nurundan altmış dokuz cüzü sildi ve bunları güneşin ışığına kattı. O bakımdan güneş, yüz otuz dokuz cüz, ay ise bir cüz aydınlığa sahiptir. Yine ondan nakledildiğine göre: Allah, arşının nurundan iki güneş yarattı. Ezeli ilminde güneş olarak yaratacağını takdir buyurduğu ismi; dünya ve onun doğulan ile batıları arasındaki uzaklık kadar yarattı. Ayı da güneşten küçük yarattı. Cebrâîl (aleyhisselâm)'ı gönderdi, o da kanadını ayın üzerinden üç defa geçirdi. Ay da o gün bir güneş idi. Onun aydınlığı giderildi, geriye nuru kaldı. İşte ayda görmekte olduğunuz siyahlık bu silmenin bir izidir. Eğer, ayı da güneş olarak bırakmış olsaydı, gece gündüzden ayırt edilemezdi. Ondan gelen birinci rivâyeti es-Sa'lebî, ikincisini ise el-Mehdevî nakletmiştir, ileride merfu bir rivâyet olarak gelecektir. Ali (radıyallahü anh) ile Katade şöyle demişlerdir: Yüce Allah, "silmek" ile ayda bulunan siyah beneği kastetmektedir. Böylelikle ayın ışığının, güneşin ışığından daha az olması ve bu suretle de gecenin gündüzden ayrılması sağlanmış oldu. "Gündüz âyetini de gösterici kıldık." Yani, Biz onun güneşini, etrafın görünmesi için aydınlatıcı kıldık. Ebû Amr b. el-Alâ da, onun aydınlığında görülmektedir, diye açıklamıştır. el-Kisaî der ki: Bu, Arapların gündüz aydınlanıp artık görülebilecek bir hale geldiğinde, "(..........): Gündüz gördü (gösterdi)" şeklindeki tabirlerinden gelmektedir. Şöyle de açıklanmıştır: Bu, Arapların bir kimsenin arkadaşları pis ve murdar kimseler olduğu takdirde, demelerini andırmaktadır. Yine binekleri zayıf olan bir adama da; demeleri de bu kabildendir, işte, gündüzün insanlar ve sair yaratıklar görebiliyor iseler, gündüze de "gösterici (görücü)" denilmektedir. "Rabbinizden bir lütuf arayasınız" âyeti ile geçiminizi sağlamak için tasarrufta bulunmayı kastetmektedir, Geceleyin sükûn bulmayı söz konusu etmeyişi ise, gündüz hakkında söz konusu edilenlerle yetinmesi dolayısıyladır. Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır; "Geceyi, içinde dinlenmeniz için, gündüzü ise aydınlık olarak yaratan O'dur." (Yûnus, 10/67) "Yılların sayısını ve hesabı bilesiniz." Eğer Allah bunu yapmamış olsaydı, gece gündüzden ayırt edilemeyecek, hesap ve sayı bilinemeyecekti. "İşte Biz, her şeyi gereği gibi açıkladık." Teklif ile ilgili hükümleri hep açıkladık. Bu da Allah'ın: "Her şeyi açıklayan" (en-Nahl, 16/89); "Biz, o kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık" (el-En'âm, 6/38) buyruklarına benzer. İbn Abbâs'tan rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah, yaratıklarını halk edip, yaratıklarından geriye Âdem'den başkası kalmayınca, arşının nurundan bir güneş ve bir ay yarattı. Her ikisi birlikte iki güneş idi. Allah'ın ezeli ilminde güneşi güneş olarak bırakması takdir edilmiş olanı Allah, dünya gibi, onun doğuları ve batıları arasındaki kadar yarattı. Allah’ın ilminde ay olarak yaratacağı takdir edilmiş olanı da Allah, büyüklük itibariyle güneşten daha küçük yarattı. Ancak, onun küçük oluşu, semanın fazla yüksekliği ve yerden çokça uzaklığından dolayıdır. Şayet yüce Allah, güneşi ve ayı ilk yarattığı gibi bırakmış olsaydı, gece gündüzden ayırt edilemeyecekti. Ücretle çalışan hiç bir kimse ne zamana kadar çalışacağını, oruç tutan bir kimse, ne zamana kadar oruç tutacağını, iddet bekleyen bir kadın nasıl iddet bekleyeceğini bilemeyecekti. Aynı şekilde namaz ve hac vakitleri de bilinemeyecekti. Borçların vadelerinin ne zaman geldiği, ne zaman tohum saçacaklarını ve ekin ekeceklerini, ne zaman bedenlerini rahatlatmak için dinlenmeye çekileceklerini bilmeyeceklerdi. Âdeta, Allah kullarına -ki O, kendilerine kendi nefislerinden daha çok merhamet edendir- rahmet nazarıyla baktı da Cebrâîl'i gönderdi. O da kanadını üç defa ayın yüzü üzerinden geçirdi. O gün ay bir güneş idi. Bu vesile ile ayın ışığı söndürüldü ve geriye aydınlığı (nuru) kaldı. İşte yüce Allah'ın: "Biz, gece ile gündüzü iki âyet kıldık" âyeti bunu anlatmaktadır." Suyûti. ed-Durru’l-Mensur, V. 2<f7'de senedinin v;1hî (kabul edilemeyecek kadar gevşek ve zayıf) olduğu kaydıyla. 13Her İnsanın amelini kendi boynuna ayrılmayacak şekilde doladık. Kıyâmet günü de yayılmış bir halde karşısında bulacağı bir kitap çıkarırız. Yüce Allah'ın: "Her insanın amelini kendi boynuna ayrılmayacak şekilde doladık" âyeti ile İlgili olarak, ez-Zeccâc şöyle demektedir: Burada "boyun"un söz konusu edilmesi, gerdanlığın boyundan ayrılmadığı gibi, (amelin de) ayrılmayacağını anlatmak için kullanılan bir tabir oluşundandır. İbn Abbâs der ki: "Amelini" kelimesi, kişinin ameli ve hakkında takdir olunan hayır ve şen kabilinden işlerdir. Nerede olursa olsun, bu ameli ondan ayrılmaz. Mukâtil ve el-Kelbî derler ki: Kişinin hayrı da şerri de kendisiyle birliktedir. Amelinden dolayı hesaba çekilinceye kadar ameli ondan ayrılmayacaktır. Mücahid de der ki: Bundan kasıt, kişinin ameli ve rızkıdır. Yine ondan nakledilen bir rivâyete göre, her doğan kişinin boynunda bir yaprak (sahife) vardır. Ve o yaprakta bahtiyar mı olduğu, bedbaht mı olduğu yazılıdır. el-Hasen der ki: "Amelini kendi boynuna ayrılmayacak şekilde doladık" âyetinden maksat; onun bedbahtlığı, bahtiyarlığı, hakkında yazılmış bulunan hayır ile şer, hakkında tesbit edilmiş takdir-i ilahidir ki, ezelde bunlar paylaştırıldığı vakil, payına düşenlerin ondan ayrılmayacağı tespit edilmiştir. Bir diğer açıklamaya göre, bununla yüce Allah, kulun mükellefiyetini kast etmiştir. Yani Biz ona, şeriata bağlı kalmayı takdir ettik. Eğer o, emrolunduğu işi yapmak ister ve yapmaması islenen şeylerden de uzak kalmak isterse, bu da onun için imkân dahilinde olan bir şeydir. "Kıyâmet günü de yayılmış bir halde karşısında bulacağı bir kitap çıkarırız." Bununla, boynunda yazılı bulunan ve ondan ayrılmayacak şekildeki amel kitabı kastedilmektedir, el-Hasen ve libu Recâ, Mücahid, İnsanın amelini" ifadesini "elif'siz olarak; İnsanın uğurunu" diye okumuşlardır. Şu haberdeki bu kelime de bu anlamdadır: Allah'ım, Senin hayrından başka bir hayır, Senin uğurundan başka bir uğur yoktur, Senden başka Rabb da yoktur." Müsned, II. 220 İbn Abbâs, el-Hasen, Mücahid, İbn Muhaysın, Ebû Cafer ve Yakub ise, ("çıkarırız" anlamındaki kelimeyi) "ya" harfi üstün, "ra" harlı ötreli olmak üzere; Çıkar" diye okumuşlardır ki bu, boynundaki ameli ona karşı bir kitap halinde çıkar, anlamındadır. Buna göre; Bir kitap" kelimesi hal olarak nasb edilmiştir. Anlamın şöyle olma ihtimali de vardır: Boynundaki ameli çıkar ve bir kitap oluverir. Yahya b. Vessâb ise, "ya" harfini ötreli, "ra" harfini esreli; Çıkarır" diye okumuştur. Bu kıraat, Mücahid'den de rivâyet edilmiştir ki, Allah çıkarır, demek olur. Şeybe, Muhammed b. es-Semeyka' ve aynı zamanda Ebû Cafer'den de gelen rivâyet ise, "ya" harfi ötreli, "ra" harfi üstün olmak üzere, meçhul fiil halinde; şeklinde ve "boynundaki ameli ona bir kitap olarak çıkartılır" anlamında okumuşlardır. Diğerleri İse, "nûn" harfi ötreli, "ra" hadi t'sreli; Çıkarırız" şeklinde okumuşlardır. Ebû Amr bu kıraatin lehine, Ayrılmayacak şekilde doladık" âyetini delil göstermiştir. Ebû Cafer, el-Hasen ve İbn Amr, "karşısında bulacağı" anlamındaki kelimeyi, "ya" harfi ötreli, "lâm" üstün, "kut" harfi de şeddeli olmak üzere; "Kendisine verileceği" anlamında okumuşlardır. Diğerleri ise, "ya" harfi üstün ve şeddesiz olarak okumuşlardır ki, yayılmış bir halde karşısında bulacağı bir kitap... anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Yayılmış bir halde" diye buyurması, iyilik ile müjdenin çabuklaştırılması, kötülük dolayısıyla da azarlamanın çabuklaştırılması içindir. Ebû's-Sevvâr el-Adevî: "Her insanın amelini kendi boynuna ayrılmayacak şekilde doladık" âyetini okuduktan sonra şunları söylemektedir: Bu sahifeler iki defa açık tutulur ve bir defa da katlı bulunur. Ey Âdemoğlu, sen hayatta bulunduğun sürece, açılmış olan sahifene istediğin şeyi yazdır. Öldükten sonra bu sahife dürülür ve nihayet diriltileceğin vakit de bu sahife açılır. 14"Oku kitabını! Bugün kendine karşı iyi hesaplayıcı olarak kendin yetersin." "Oku kitabını!" el-Hasen der ki: Kişi ümmî olsun, olmasın kendi kitabını bizzat okuyacaktır. "Kendine karşı İyi hesaplayıcı olarak" kendini iyi bir hesaba çeken olarak "kendin yetersin." Salihlerden birisi şöyle demektedir: İşte bu senin kitabın, dilin onun kalemi, tükürüğün onun mürekkebi, azaların onun şahitleri, kendi Hafaza meleklerine yazdıran sensin. Ona hiç bir şey eklenmediği gibi, hiç bir şey de eksiltilmemiştir. Ondan, herhangi bir bölümü kabul etmeyip inkâr edecek olursan, bu sefer bizzat senin kendinden senin aleyhine o hususta şahit olunacaktır. 15Kim doğru yolu bulursa, ancak kendi lehine doğru yolu bulmuş olur. Kim de sapıklığa düşerse, o da ancak kendi aleyhine sapmış olur. Hiç bir yük taşıyıcı başkasının yükünü yüklenmez. Biz, bir râsul göndermedikçe azâb ediciler değiliz. "Kim doğru yolu bulursa, ancak kendi lehine doğru yolu bulmuş olur. Kim de sapıklığa düşerse, o da ancak kendi aleyhine sapmış olur." Yani, herkes kendi nefsinden dolayı hesaba çekilir. Başkasından dolayı hesaba çekilmeyecektir, Buna bağlı olarak hidâyet bulan kimsenin hidâyetinin mükâfatı kendisinindir. Sapan kimsenin küfür ve İnkârının cezası da onun aleyhinedir. "Hiç bir yük taşıyıcı, başkasının yükünü yüklenmez" âyetine dair açıklamalar, bundan önce el-En'âm Süresi'nde (6/164. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. İbn Abbâs der ki: Âyet-i kerîme, el-Velid b. el-Muğire hakkında inmiştir. O, Mekkelilere şöyle demişti: Bana uyun, Muhammed'i inkâr edin. Ben de sizin günahlarınızı yükleneyim. Bunun üzerine bu âyeti kerîme indi. Yani el-Vclid, sizin günahlarınızı laşıyamayacaktır. Bilakis, her bir kimsenin günahı kendi aleyhine olacaktır. (Günah anlamındaki "vizr" kelimesinin kullanımı ile ilgili olarak) şöyle denilir: Günah kazandı, kazanır" demektir. Esasen "vizı" kelimesi ağır gelen, ağır yük demek olup, bunun çoğulu "evzâr" şeklinde gelir. "Günahlarını sırtlarına yüklenerek..." (el-En'âm, 6/31) âyetinde de aynı şekilde kullanılmıştır ki, günahlarının ağır yükleri anlamındadır. Yük taşıdı" anlamında kullanılır ki, ismi faili, "vâzir" şeklinde gelir. Sultanın, devlet idaresinin ağır yüklerini taşıyan yardımcısına da "vezîr" denilmesi buradan gelmektedir. "Vâzir"in sonundaki "te" harfi nefisten kinayedir. Yani, günahkâr hiçbir nefis, bir başkasının günahı dolayısıyla sorumlu tutulmayacaktır. O kadar ki anne, kıyâmet gününde evlİsmi ile karşılaşacak ve şöyle diyecektir: Oğulcuğum, benim bağrım senin yatağın değil miydi, benim göğsüm senin için bir su kaynağı değil miydi, karnım senin için bir kab değil miydi? O, evet öyleydi anneciğim, diyecektir. Annesi de: Oğlum, işte gerçekten günahlarım bana çok ağır gelmektedir. Haydi, benim yerime bir günah olsun yükleniver. O, beni bırak anacığım, çünkü bugün ben kendi günahlarımla uğraşmaktayım, senin günahlarını caşıyacak durumum yok, diye cevap verecek. Geride Bıraktıklarının Ağlaması Dolayısıyla Ölünün Azâb Görmesi Söz konusu mudur? Âişe (radıyallahü anha), bu âyet-i kerimeden hareketle, İbn Ömer'in: "Ölen kişi, yakınlarının ağlaması dolayısıyla azaba uğratılır" Bu manadaki hadislerin bulunduğu yerler için bk. el Mu'cemu'l-Müfehres li Elfâzi'l-Hadisi'n-Nebevî, I, 213, "bvıkS" maddesi şeklindeki kanaatini reddetmiştir. İlim adamları derler ki: Hazret-i Âişe'yi bu kanaati reddetmeye iten husus, onun bu konudaki hadisi duymamış olması ve bu iddianın âyet-i kerîme ile tearuz halinde olduğunu görmesidir. Ancak, Hazret-i Âişe'nin bunu reddetmesinin bir sebebi yoktur. Çünkü bu anlamdaki rivâyet pek çok yoldan gelmiştir. Hazret-i Ömer, onun oğlu, Muğire b. Şu'be, Kayle bint Mahreme gibi. Bunlar rivâyeti kesin ve açık ifadelerle nakletmektedirler. O bakımdan bunların bu rivâyetleri dolayısıyla hatalı olduklarını söylemenin haklı bir gerekçesi yoktur. Diğer taraftan, âyet-i kerîme ile hadîs-i şerif arasında herhangi bir zıtlık da söz konusu değildir. Çünkü Hadîs-i şerîfin sözünü ettiği bu durumlar, ağlayıp ağıt yakmanın, ölenin vasiyeti, adet ve uygulamasından olması halinde söz konusudur. Nitekim cahiliye dönemi insanları böyle yapmaktaydı. O kadar ki, Tarafe şöyle demiştir: "Ölecek olursam, lâyık olduğum şekilde benim için ağıt yak Ve ölümüm dolayısıyla elbisenin yakalarını parçala ey Mabed'in kızı!" Bir başka şair de şöyle demektedir: "Ve bir seneye kadar (her gün benim için ağlamaya devam edin) sonra selâmın ismi üzerinize olsun (selam olsun sizlere). Zaten tam bir yıl ağlayıp duran artık (ondan sonra ağlamaya) mazurdur," Buhârî de bu kanaattedir. İlim ehlinden bir gurup da -ki, Dâvûd (ez-Zâhirî) da bunlardandır- hadisin zahirinin bildirdiğine inanmakta ve ölünün, yakınlarının ağıt yakmaları dolayısıyla azap gördüğünü kabul etmektedir. Çünkü o, ölümünden önce bu işi yapmamalarını söylemeyi ve bu hususta onlara gerekli şekilde te'dipde bulunmayı ihmal etmiştir Bu sebepten, bu konudaki kusurlu davranışmdan ve yüce Allah'ın: "O ateşten nefislerinizi ve ailelerinizi koruyunuz" (et-Tahrim, 66/6) âyeti gereği Allah'ın kendisine emrettiği şeyi terk ettiğinden dolayı azâb görecektir. Başkasının günahından dolayı değil. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Biz, bir rasûl göndermedikçe azâb ediciler değiliz." Yani Biz, insanları başıboş bırakmadık. Aksine peygamberler gönderdik. Bu âyet -akıl bir şeyin çirkin ve güzel olduğuna hükmedebilir, mubah ve yasak olduğu hükmünü verebilir diyen Mu'tezile'nin kanaatlerinin aksine- ahkâmın ancak şeriat ile sabit olduğuna delildir. el-Bakara Sûresi'nde (2/29. âyet, 2. başlıkta) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Cumhûrun kanaatine göre bu âyet dünyadaki azâb ile ilgilidir. Yani, yüce Allah bir ümmete risalet gönderip onları uyarıp korkutmadan önce o ümmeti heîâk etmez. Bir kesim ise bunun hem dünya, hem âhiret hakkında umumî olduğunu kabul etmekte ve buna yüce Allah'ın şu âyetini gerekçe olarak göstermektedirler: "İçine her bir grup atıldığında bekçileri onlara: Size uyarıcı bir peygamber gelmedi mi, diye sorarlar? Onlar: Evet, gerçekten bize uyarıp korkutan geldi, derler."(el-Mülk, 67/8-9) İbn Atiyye der ki: İlgili âyetler üzerinde düşünmenin neticesinde varılan kanaat şu ki: Yüce Allah, Âdem (aleyhisselâm)'ı tevhid ile gönderip inanç esaslarını evlatları arasında yayması, mutlak yaratıcının varlığına delil teşkil eden delilleri de ortaya koyması, ayrıca, her bir kimsenin îman etmesini ve Allah'ın şeriatına tabi olmasını gerektiren şekil, fıtratların kötülüklerden uzak bulunması; herkesin belli bir îmana sahip olmasını ve Allah'ın şeriatine uymasını gerektirmektedir, Daha sonra aynı husus, kâfirlerin suda boğulmasından sonra Nûh (aleyhisselâm) zamanında da yenilendi. Bu âyet-i kerimenin lâfızları aynı zamanda kendilerine risaletin ulaşmadığı kimseler hakkında da benzeri bir kanaatin söz konusu olması gerektiğini İhtimal olarak ifade etmektedir. Kendilerine risaletin ulaşmadığı kimseler, bazı ilim ehlinin varlığını kabul ettiği "fetret dönemi" insanlarıdır. Şanı yüce Allah'ın, kıyâmet gününde onlara, delilere ve çocuklara peygamber göndereceğine dair gelen rivâyet ise, sahih olmayan bir hadistir. Ayrıca şeriatın âhiretin teklif yurdu olmadığına dair verileri de böyle bir şey olmamasını gerektirmektedir. el-Mehdevî der ki: Ebû Hüreyre'den rivâyet edildiğine göre, yüce Allah, kıyâmet gününde fetret ehline, sağır ve dilsizlere bir peygamber gönderecektir. Ve bunlar arasından dünya hayatında o peygambere itaat etmesini isteyen kimseler de itaat edecektir, demiş ve bu âyet-i kerimeyi okumuştur. Bunu Ma'mer, İbn Tavus'dan, o, babasından, o, Ebû Hüreyre yoluyla rivâyet etmiş, en-Nehhâs da bunu zikretmiştir. Derim ki: Bu rivâyet mevkuftur. İleride yüce Allah'ın izniyle Tâ-Hâ Sûresi'nin sonlarında merfu okrak gelecektir, ama sahih değildir. Bir takım kimseler şunu delil göstermişlerdir: İssız adalarda bulunan insanlar, islâm'ı işitip îman edecek olurlarsa, geçmiş dönemler hakkında onlar için teklif söz konusu değildir. Bu doğru bir iddiadır. Davetin kendisine ulaşmadığı bir kimse, aklî bakımdan azaba müstehak değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 16Bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz zaman, onun nimet ve refahtan şımarmış elebaşılarına emrederiz de arada fâsıklık ederler. Artık üzerlerine söz hak olur. Biz de onu kökünden yıkar, helâk ederiz. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç baslık halinde sunacağız: 1. Allah'ın Helâk Etmedeki Sünneti: Bundan önceki âyet-i kerimede yüce Allah, peygamberler göndermeden herhangi bir ülkeyi helâk etmeyeceğini haber vermektedir. Buna sebep ise, öyle bir şey yapacak olursa bunun O'nun için çirkin ve güzel olmayacağından dolayı değil, ama bu O'nun bir va'didir ve O'nun vadinden cayması sözkonusu değildir. Eğer yüce Allah, va'dini gerçekleştirdiği halde bir ülkeyi helâk etmek isteyecek olursa, oranın nimet ve refahtan şımarmış olan elebaşılarına emir verir, onlar da orada fâsıklık ve zulüm yaparlar. O bakımdan o ülke aleyhine yıkılıp helâk edilmesine dair ilâhî âyet hak olur. Böylelikle, yüce Allah, helâk olan kimsenin kendi İradesiyle helâk olduğunu bize bildirmektedir. Bununla birlikte sebepleri yaratan ve bu sebepleri gayelerine doğru sürükleyen O'dur. Tâ ki, yüce Allah'ın ezelî âyeti yerini bulup gerçekleşsin diye. 2. İlahî Emirlere İtaat ve Helâk Oluş: Yüce Allah'ın: "Emrederiz" âyetini Ebû Osman en-Nehdî, Ebû Recâ, Ebû'l-Âl-iyye, er-Rabi', Mücahid ve el-Hasen, "mim" harfini şeddeli olarak; Amirlik makamına getiririz, yönetici yaparız" diye okumuşlardır. Bu, Ali (radıyallahü anh)'ın da kıraatidir ki, onların kötülerini onlara musallat eder, yönetici kılarız. Onlar da o ülkede İsyan ederler. İşte onlar bunu yaptılar mı, Biz de onları helâk ederiz, demektir. Ebû Osman en-Nehdî der ki: Bu kelimenin "mim" harfinin şeddeli okunması, Biz onları yetki ve otorite sahibi emirler yaparız, anlamına gelir. İbn Aziz de bu açıklamayı yapmıştır. Çünkü; Onlara musallat oldu, yetki ve otoriteyle onları yönetti" demektir. Yine el-Hasen, Katade, Ebû Hayve eş-Şa'mî, Yakub ve Harice de, Nafi' ile Hammâd b. Seleme'den, o, İbn Kesîr, Ali ve İbn Abbâs'dan -ikisinden (Nafi ve Hammâd 'dan) farklı rivâyetler ile- şeklinde "elif" harfini medli ve şeddesiz olarak okumuş olduklarını rivâyet etmişlerdir. Bu da; onların zorbalarını ve amirlerini çoğalttık demektir ki, bu açıklamayı el-Kisaî yapmıştır. Ebû Ubeyde der ki: şeklinde med ile ve; şeklinde medsiz olarak; onu çoğlattım anlamında İki ayrı şivedir. Hadîs-i şerîfte geçen: En hayırlı mal çok yavru yapan bir kısrak, yahut da yolun iki kenarında dizilmiş aşılı hurma ağaçlarıdır" Müsned, III, 468 ifadeleri de bu kabildendir. İbn Aziz de böyle demiştir. Medli okuyuş da medsiz okuyuş da aynı anlamda olup, ikisi de çoğalttık demektir. Yine el-Hasen ve Yahya b. Ya'mer'den, şeklinde medsiz ve "mim" harfini esreli olarak okudukları da rivâyet edilmiştir. Bu okuyuş İbn Abbâs'dan da rivâyet edilmiştir. Katade ve el-Hasen derler ki: Onları çoğalttık demektir. Buna yakın bir açıklama Ebû Zeyd ve Ebû Ubeyde tarafından da nakledilmiştir. Ancak, el-Kisaî bunu kabul etmeyerek şöyle demektedir: Çokluğu anlatmak için ancak medli olan şekil kullanılır. Bunun aslı; şeklinde olup, "hemze"ler hafifletilmiş (ve med yapılmış) dır. Bunu da el-Mehdevî nakletmektedir. es-Sıhah'ta da şöyle denilmektedir: Ebû'l-Hasen dedi ki: Onun malı çoğaldı" anlamındadır. O kişiler çoğaldılar" demek olur. Şair de şöyle demiştir: "Onlar çok kalabalık kimselerdir. O bakımdan ataları az kimselerin payını miras almazlar." şeklinde med ile, Allah onun malını çoğalttı, anlamındadır, es-Sa'lebi der ki: Pek çok olan bir şeye de; denilir. Bundan gelen fiil kullanılarak: O kavim çoğaldılar, çoğalırlar" denilir. İbn Mes'ûd der ki: Cahiliye döneminde biz, sayıca çoğalan bir kabileye: Filan oğullarının sayısı kalabalıklaştı, çoğaldı, derdik. Şair Lebid de şöyle demektedir: "Her hür bir kadının evladı olanların âkibeti Azalmaktır. İsterse sayılmayacak kadar çok olsunlar. Eğer yükselirlerse düşerler (ölürler) ve bir gün çoğalacak olurlarsa Sonunda helâk olurlar, kötülükle karşı karşıya kalırlar." Derim ki: Sahih bir hadis olan, Herakliyus hadisinde de şöyle denilmektedir: Yemin olsun ki, Ebû Kebşe oğlunun (Resûlüllah'ı kastediyor) işi alabildiğine büyümüş (çoğalıp yayılmış) bulunuyor. Gerçek şu ki, Asfar oğulları (Bizanslılar) hükümdarı bile ondan korkmaktadır. " Buhâri, Bed'u’l-Vahy 6. Cihâd 102, 122, Tefsir J, sûre 4, Müslim, Cihâd 74; Müsned, I, 263. Ancak bütün buradaki fiiller müteaddi değildir. el-Kisaî'nin, bu anlamda kullanılışı kabul etmeyişi de bundandır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. el-Mehdevî der ki: okuyuşu da bir şiveye uygundur. Bunun teaddi etmesi ise şöyle açıklanır: Bu fiil "imar etmek" fiiline benzemektedir. Çünkü çokluk, imara en yakın olan bir fiildir, O bakımdan: "İmar etti" fiili nasıl teaddi ettiyse onu da böylece müteaddi kabul ederler. Diğerleri ise bu fiili emr'den gelen bir kelime olarak; Emrederiz" şeklinde okumuşlardır. Yani Biz, onların ileri sürecek bir mazeretleri kalmamak üzere uyarmak, korkulmak ve tehdit olmak üzere onlara itaati emrederiz "de orada fasıklık ederler." Bize isyan ederek itaatin dışına çıkarlar. "Artık üzerlerine söz" İbn Abbâs'tan nakledilen açıklamaya göre azâb tehdidi "hak olur" icabeder. Bu şekildeki okuyuşun, Biz onları âmirler kıldık, anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü Araplar, "emir veren âmir ve kendisine emir verilmeyen kişi" anlamında;derler. Âyetin, biz oranın müstekbir olanlarını göndeririz anlamında olduğu da söylenmiştir. Harun dedi ki: Bu, Ubey'in de kıraatidir. Nitekim o şöyle okumuştur: Oranın günahkârlarının büyüklerini göndeririz de orada faşıklık ederler." Bunu el-Maverdî nakletmektedir. en-Nehhâs da şöyle der: Harun, Ubey'in kıraatinin şöyle olduğunu söylemektedir: Biz, bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz zaman, orada günahkârlarının büyüklerini (ileri gelenlerini, büyüklük taslayalanlarını) göndeririz, onlar da orada hilakârlık yaparlar, artık üzerlerine söz hak olur." Bununla beraber 'in, "çoğaltırız" anlamında olması da mümkündür. Önceden de geçtiği üzere -Hazret-i Peygamber'in: "En hayırlı mal, çokça nesil veren kısraktır" âyeti da buradan gelmektedir. Bazılarına göre; hadisteki; ifadesi yine aynı hadiste geçen; Aşılanmış" kelimesine lâfzan tabi olmak için kullanılmıştır. Sabah gidenler, akşam gelenler" deyimi ile hadis-î şerifteki; Sizler, ecir kazanmamış ve günah kazanmış olarak geri dönünüz." İbn Mâce, Cenâiz 50. hadisine benzemektedir. Buna göre, ifadesinin, Allah onları çoğalttı, anlamında olduğu söylenemez. Bunun yerine; Allah onu çoğalttı" denilir. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim, genelin kıraatini tercih etmişlerdir. Ebû Ubeyd de şöyle demektedir: Bizim bu kıraati tercih edişimizin sebebi, bu kelimenin üç manası olan, emretmek, amirlik ve çokluk manalarının aynı anda bir arada ifade edilmesinden dolayıdır. "Mütref", nimetlere gark olmuş kimseler demektir. Emrin bunlara verildiğinin özellikle sözkonusu edilmesinin sebebi ise, diğerlerinin onlara tabi olmasından dolayıdır. Yüce Allah'ın: "Biz de onu kökünden yıkar helâk ederiz" âyetinde, böyle bir ülkeyi kökünden helâk edeceğini bildirmektedir. Aynı fiil kökünden mastarın getirilmesi ise, onların başına gelecek azâbı mübalağa yoluyla ifade etmek İçindir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımı Zeyneb bint Cahş (radıyallahü anha) yoluyla gelen sahih hadiste şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün dehşete kapılmış ve yüzü kızarmış halde dışarı çıkarken: "Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur. Gerçekten yaklaşmış olan bir kötülükten dolayı vay Arapların haline! Bugün Ye'cuc ile Me'cuc seddinden şunun gibi bir gedik açıldı" deyip baş parmağı ile onun yanındaki (şehadet) parmağını halka yapıp gösterdi, Hazret-i Zeyneb dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, peki aramızda salih kimseler de bulunduğu halde helâk edilir miyiz, dedim. Şöyle buyurdu: "Evet, kötülük çoğalacak olursa." Buhârî, Enbiyâ 7, Menâkıb 25, Firen 28; Müslim, Fiten 2; Tirmizî, Fiten 23; Müsned, VI, 428, 429. Bu husustaki açıklamalar ile masiyetler baş gösterip bunlara karşı çıkılarak değiştirilmeyecek olurlarsa, herkesin toptan helakine sebep olacağına dair açıklamalar, daha önceden (el-Enfâl, 8/25. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 17Nûh’tan sonra nice nesilleri helâk etik. Rabbinin, kullarının bütün günahlarından hakkıyla haberdar ve görücü olması yeter. Nûh’tan sonra nice nesilleri helâk ettik. Yani, nice kavimler küfre sapmış ve helâk olmuş gitmişlerdir. Bu âyetle yüce Allah, Mekke kafirlerini korkutmaktadır. El-en’am SÛRESİ’nin baş taraflarında (6/6) Karn (nesil)’a dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır, yüce Allah’a hamd olsun. “Rabbinin, kullarının bütün günahlarından hakkıyla haberdar” onları bilen “ve görücü” amellerini gören “olması yeter.” Buna dair açıklamalar da daha önce el-Bakara, 2/96. ayetin tefsirinde geçmiş bulunmaktadır. 18Kim bu çabuk geçeni İsterse, Biz de burada istediğimiz kimseye dilediğimizi çabucak veririz. Sonra da onu cehenneme koyarız. O burayı, kınanmış ve kovulmuş olarak boylar. "Kim, bu çabuk geçeni..." yani, dünyayı... Çabuk geçen yurdu... demek olup, sıfat zikredilerek mevsuf kastedilmiştir- "isterse, Biz de burada istediğimiz kimseye dilediğimizi çabucak veririz." Yani, Biz ancak dilediğimiz kadarını ona veririz, sonra da ameli dolayısıyla sorgularız. Akibeti ise, "kınanmış ve kovulmuş olarak" yani Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmiş olarak ateşe girmek olur. İşte bu fasık, riyakâr, yüze karşı övücülerin niteliğine dairdir. Bunlar, islâm ve itaat kılığına bürünürler. Ama bundan maksatları, çabucak geçen bu dünyada acilen ele geçirecekleri ganimet ve başka şeylere nail olabilmektir. Onların bu maksatla yaptıkları amelleri ahirette kabul olunmayacaktır ve dünya da onlara ancak kendileri için kısmet olarak ayrılmış olan şeyler verilir. Daha önce Hud Sûresi'nde, bu âyet-i kerimenin oradaki mutlak âyetleri kayıtladığını açıklamış bulunuyoruz. Buna dikkat edilmelidir. 19Kim de mü’min olarak âhireti diler ve bunun için gereği gibi çalışırsa, işte onların çalışmaları makbul olur. "Kimde mü’min olarak..." Çünkü itaatler ancak mü’min kişi tarafından yapılırsa makbuldür; "âhireti diler" âhiret yurdunu ister "ve bunun için gereği gibi çalışırsa." Yani, âhirette ecrini almak için itaatlerde bulunursa, "işte onların çalışmaları makbul olur." Onların bu amelleri geri çevrilmez. Kat kat mükâfatlandırılır, diye de açıklanmıştır. Yani, onların yaptıkları iyilikler on kat fazlasıyla, yetmiş kat, hatta yedi yüz kat, hatta pek çok kat fazlasiyla mükâfatlandırılır. Nitekim Ebû Hüreyre'den rivâyet edilen hadiste de böyle denilmektedir. Ona: Sen. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Muhakkak Allah bir tek haseneye karşı bir milyon hasene ile mükâfat verir" dediğini duydun mu diye sorulduğunda o, şöyle demiştir: Ben onu şöyle buyururken dinledim: "Muhakkak Allah, bir tek haseneye karşılık iki milyon hasene ile mükâfat verir," Cenâb-ı Allah'ın, yapılan iyilikleri pek çok kat fazlasıyla mükâfatlandıracağına dair ilyer ve hadisler oldukça çok olmakla bernber; bu lafızda bir rivâyeti tesbit edemedik. 20Herbirine, onlara da bunlara da Rabbinin nimetinden ardarda veririz. Rabbînin bağışı alıkonmuş değildir. 21Onların kimini kiminden nasıl üstün kıldığımıza bir bak! Elbette âhiret, dereceleri itibariyle de daha büyüktür, üstün kılmak bakımından da daha büyüktür. 22Allah ile beraber başka bir ilâh edinme! Sonra kınanmış ve kendi başına bırakılmış olursun. "Herbirine, onlara da bunlara da Rabbinin nimetinden ardarda veririz." Yüce Allah, mü’minleri de kâfirleri de rızıklandırdığını bildirmektedir. "Rabbinin bağışı akkonmuş" engellenmiş, hapsedilmiş "değildir." Buradaki "alikonmuş" anlamındaki; kelimesi; Alıkoydu , engelledi, alıkoyar, engeller" den gelmektedir. Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onların kimini kiminden" rızık ve amel bakımından "nasıl üstün kıldığımıza bir bak." O bakımdan kimisi çokça amel etmekte, kimisi az amel etmektedir. "Elbette âhiret" mü’minler için "dereceleri itibariyle de daha büyüktür, üstün kılmak bakımından da daha büyüktür." Kâfire, dünyada bir sefer genişlik verilecek olsa ve mü’mine dünyada yine aynı şekilde bir sefer daraltılacak olursa âhiret, amelleri dolayısıyla yalnız bir defa pay edilir. Artık âhirette birşeyleri etden kaçıran kimse bir daha onu ele geçirip telafi edemez. Yüce Allah'ın: "Allah ile beraber başka bir ilâh edinme" âyetinde hitap, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a olmakla birlikte, maksat onun ümmetidir. Hitabın, cins olarak insana yönelik olduğu da söylenmiştir. "Sonra kınanmış ve kendi başına bırakılmış" yardımcısı, dostu bulunmayan bir halde terkedilmiş "olursun." 23Rabbin şunları hükmetti: Kendisinden başkasına ibadet etmeyin. Anne ve babaya iyi davranın. Eğer onlardan biri veya ikisi yanında ihtiyarlığa ererse sakın onlara öf deme. Onları azarlama, onlara tatlı ve güzel söz söyle. Bu âyete dair açıklamalarımızı onaltı başlık halinde sunacağız: 1. Allah'ın Hükmü ve "Kadâ" Kelimesinin Anlamları: "Rabbin şunları hükmetti." Yani, bağlayıcı ve vacip olmak üzere emretti. İbn Abbâs, el-Hasen ve Katade şöyle demişlerdir: Bu hüküm, kazaî bir hüküm değil; emir vermek anlamındaki bir hükümdür. İbn Mes'ûd'un Mushafında ise Tavsiye etti..." şeklindedir. Bu, aynı zamanda İbn Mes'ûd'un arkadaşlarının da, İbn Abbâs, Ali ve diğerlerinin de kıraatidir. Ubey b. Ka'b'ın nezdinde de böyledir. İbn Abbâs der ki: Bu âyet aslında; Ve Rabbin şunları tavsiye etti" şeklinde olup, iki vav'dan birisi (diğerine) bitiştiğinden dolayı Rabbin şunları hükmetti" diye okunmuştur. Çünkü eğer bu Allah'ın takdiri anlamında bir hükmü olsaydı, hiç bir kimsenin Allah'a asi olmaması gerekirdi. ed-Dahhâk da der ki: Mushaf in yazılışı esnasında "vav" ile "sad" birbirine karışarak; Vasiyet etti" kelimesi; Hükmetti" şeklinde tashif (hat itibariyle yakın kelimelerde benzer harflerden birini diğerinin yanına yazmak) olmuştur. Ebû Hatim İbn Abbâs'tan ed-Dahhâk'ın görüşüne benzer bir söz nakletmektedir. Meymun b. Mehran'ın şöyle dediği nakledilmektedir: Hiç şüphesiz İbn Abbâs'ın bu görüşü, bir nûr ve bir aydınlığa sahiptir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O, dinden Nûh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi... size de şeriat yaptı." (eş-Şura, 42/13) Diğer taraftan Ebû Hatim, İbn Abbâs'ın böyle bir sözü söylemiş olduğunu kabul etmemekte ve şöyle demektedir: Biz bu görüşü kabul edecek olursak, zındıklar elimizdeki mushafa dil uzatırlar. Diğer taraftan dil bilgini ilim adamlarımız ve başkaları da şöyle demektedir: "Kaza (hüküm vermek) sözlükte bir kaç anlamda kullanılır: Birisi emretmek anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Rabbin şunları hükmetti (emretti): Kendisinden başkasına ibadet etmeyin" âyetinde hükmetmek, emir vermek anlamındadır. Bir diğer anlamı yaratmaktır. Yüce Allah'ın: "Böylece onları yedi gök olmak üzere yarattı." (Fussilet, 41/12) Görüldüğü gibi burada "kaza" kelimesi, halketti, yarattı, anlamındadır. Bir diğer anlamı hükmetmek, hüküm vermek anlamındadır. Yüce Allah'ın: "İstediğin hükmü ver."(Tâ-Hâ, 20/72) Yani, ne hükmedeceksen et, demektir. Yine bu kelime, işi bitirmek anlamındadır. Yüce Allah'ın: "İşte hakkında sorduğunuz iş olup bitmiştir" (Yusuf, 12/41) âyetinde olduğu gibi. Yani bu işiniz (böylece) olup bitmiştir, demektir. Yüce Allah'ın: "Menâsikinizi bitirince" (el-Bakara, 2/200.) âyeti ile: "Namaz bittiğinde" (el-Cuma, 62/10) âyeti da böyledir. İrade etmek, dilemek anlamında da kullanılır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Bir işe hükmedince, ona yalnızca ol der, o da oluverir." (Ali-İmrân, 3/47) Ahid anlamında da kullanılır. Yüce Allah'ın: "Biz, Mûsa'ya o âyeti vahyettiğimizde sen batı tarafında değildin" (el-Kasas, 28/44) âyetinde olduğu gibi. "Kaza" kelimesinin bütün bu anlamlara gelme ihtimali olduğuna göre, masiyetlerin Allah'ın kazası (hükmü) ile olduğunu söylemek câiz olmaz. Çünkü şayet bu kelime ile "emretmek" kastedilecek olursa, böyle bir şeyin kabul olunmayacağında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü'yüce Allah masiyetlerin işlenmesini emretmiş değildir. Çünkü O, fahşâyı (kötülükleri, hayasızlığı) emr etmez. Zekeriya b. Sellâm dedi ki: Bir kişi, el-Hasen'e gelerek, hanımını üç talâk ile boşadığını söyledi. Ona: Sen, hem Rabbine asi oldun, hem de hanımın senden bâin talâk ile boş oldu, dedi. Adam: Allah bunu benim hakkımda böylece hükmetmiştir (kaza etmiştir) deyince, fasüı bir kişi olan el-Hasen ona şöyle dedi: Hayır, Allah böyle bir şeyi hükmetmiş (kaza etmiş) değildir. Yani Allah bunu emretmemiştir, diyerek şu: "Rabbin şunları hükmetti: Kendisinden başkasına ibadet etmeyin..." âyetini okudu. 2. Anne Babaya İyi Davranmanın Önemi: Şanı yüce Allah kullarına, kendisine ibadet edip kendisini tevhid etmelerini emretmiş, anne ve babaya İyilikte bulunmayı da bununla birlikte zikretmiştir. Tıpkı onlara şükretmeyİ kendi yüce zatına şükretmekle birlikte zikrettiği gibi. O hem: "Rabbin şunları hükmetti: Kendisinden başkasına ibadet etmeyin, anne ve babaya iyi davranın" diye, hem de: "Bana ve ana-babana şükret. Dönüş yalnız Banadır" (Lukman, 31/14) diye buyurmaktadır. Sahih'-i Buhârî'de, Abdullah b. Mes'ûd'dan şöyle dediği nakledilmektedir Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Aziz ve celil olan Allah'ın en sevdiği amel hangisidir, diye sordum, o: "Vaktinde kılınan namazdır" diye buyurdu. Sonra hangisidir, diye sordum, "Anne-babaya iyilik yapmaktır" diye buyurdu. Ben: Sonra hangisidir diye sordum, o da: "Allah yolunda cihaddır" dedi. Buhârî, Mevakîtu's-Salât 5, Cihâd 1, Edeb 1, Tevhid 48; Müslim, Îman 137-139; Tirmizî, Salât 13, Birr 2; Nesâî, Mevâkît Slj Müsned, I, 409-410, 418, 421, 444, 448, 451. Böylelikle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), anne-babaya iyilik yapmanın, İslâm'ın en büyük direklerinden birisi olan namazdan sonra amellerin en faziletlisi olduğunu haber vermekte ve bunu tertip ve mühlet anlamını veren "sümme; sonra" ile sıralamış bulunmaktadır. 3. Anne-Baba'ya Sövülmesine Sebep Teşkil Etmemek, Onlara Kötü Davranmamak: Anne-babanın sövülmesine sebep olmamak, onlara kötü davranmamak anne-babaya iyilik yapmak ve iyi davranmak çerçevesi içerisindedir. Çünkü bunların aksini yapmanın büyük günahlardan olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Bu husustaki sabit sünnet de böylece varid olmuştur. Nitekim Müslim'in Sahih'inde Abdullah b. Amr'dan rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kişinin anne babasına sövmesi büyük günahlardandır." Ey Allah'ın Rasûlü, hiç bir kimse anne babasına söver mi? diye sormaları üzerine o şöyle buyurdu: "Evet, bir başkasının babasına söver, o da onun babasına söver. Başkasının annesine söver, o da onun annesine söver." Müslim, İmnn 146; Tirmizî, Birr 4: Müsned, II, 164, 4. Anne-Baha'nın Câiz olan Taleplerine Muhalefet Etmemek: Anne-babanın, câiz olan istek ve maksatlarında muhalefet etmek anne babaya kötü davranma çerçevesindedir. Nitekim onların maksatlarına uygun hareket etmek de onlara iyilikte bulunmaktır, Buna göre anne-baba yahut onlardan herhangi birisi çocuklarına, kendilerine itaat edilmesi vacip olan bir işi emredecek olursa ve eğer bu emir masiyeti gerektirmiyor İse, o emr olunan husus aslı itibariyle mubah kabilinden olsa bile, onlara itaat etmek vacip olur. Mendup kabilinden olması halinde de durum böyledir. Bazı kimselerin kanaatine göre ise, onların mubah emirleri, çocuk hakkında o emrin mendup olmasını gerektirir. Mendubu emretmeleri ise, o emrin mendupluğundaki tekidi daha bir artırır. 5. Ebeveynin İsteklerine İtaate Bir Örnek: Tirmizî, İbn Ömer'den şöyle dediğini rivâyet eder: Nikâhım altında sevdiğim bir kadın vardı. Babam ise ondan hoşlanmıyordu. Bana, onu boşamamı emrettiği halde ben kabul etmedim. Durumu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a açınca o şöyle buyurdu: "Ey Ömer'in oğlu Abdullah! Hanımını boşa." (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, Talâk 13; Ebû Dâvûd, Edeb 120: İbn Mâce, Talâk 36; Müsned, 51, 42, 53, 157. 6. Anne İle Babanın Hakları Arasında Bir Karşılaştırma: Sahih'in rivâyetine göre Ebû Hüreyre şöyle demiş: Bir adam, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek şöyle sordu: Benim güzel sohbet ve arkadaşlığıma insanlar arasında en lâyık kimdir? Peygamber: "Annendir" diye buyurdu. Sonra kimdir, diye sorunca, Hazret-i Peygamber; "Sonra yine annendir" diye buyurdu. Adam: Sonra kimdir, diye sorunca, Hazret-i Peygamber yine: "Sonra yine annendir" diye buyurdu. Adam, sonra kimdir diye sorunca, bu sefer Hazret-i Peygamber: "Sonra babandır" diye buyurdu. Buhârî, Edeb 2: Müslim, Birr 1, 2; Tirmizî, Birr 1; İbn Mâce, Ecieb 1; Müsned, II, 327-328, 391. İşte bu Hadîs-i şerîf, anneyi sevip ona şefkat göstermenin baba sevgisinin Üç misli olması gerektiğine delildir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) anneyi üç defa, babayı da dördüncüsünde yalnızca bir defa söz konusu etmiştir. Şimdi bu husus bu şekilde anlaşıldığı gibi, esasen vakıa da buna tanıklık etmektedir. Şöyle ki: Hamileliğin zorluğu, doğumun zorluğu, süt emzirme ve terbiye zorluğu yalnızca annenin çektiği zorluklardır. Babanın bu zorluklarla bir İlgisi yoktur. İşte bu üç aşamada babanın herhangi bir katkısı bulunmamaktadır, Malik'ten de rivâyet edildiğine göre, adamın birisi ona şöyle demiş: Benim babam Sudan'da bulunuyor. Bana, yanıma gel diye mektup yazdı. Annem ise benim gitmemi engelliyor. Bu sefer İmâm Mâlik: Babana itaat et, annene de asi olma, dedi. Malik'in bu sözlerinden, onun her ikisine de itaat edilmesinin eşit olduğu kanaatine sahip olduğu anlaşılmaktadır. el-Leys (b. Sa'd)'a da bu mesele hakkında sorulunca, o da anneye itaati emretmiş ve annenin ebeveyne gösterilecek itaat ve iyi davranışın Üçte ikisi miktarda sahip oluduğunu ileri sürmüştür. Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği hadis ise annenin, ebeveyne gösterilmesi gereken itaat ve iyiliğin dörtte üçüne sahip olduğuna delildir. Ve bu, bu konuda muhalif kanaate sahip olanlara karşı da bir delildir. el-Muhasibi "Kitabu'r Riâye"de ebeveyne gösterilmesi gereken iyilik ve itaatin, dörtte üçünün annenin hakkı, dörtte birinin de babanın hakkı olduğu hususunda İlim adamları arasında hiç bir görüş ayrılığı bulunmadığını iddia etmektedir. Bu, Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) yoluyla rivâyet edilen hadisin muktezasına göre ileri sürülmüş bir görüştür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Anne babaya iyi davranmak müslüman olmaları haline mahsus değildir. Aksine, anne-baba kâfir iseler dahi evlatları onlara iyi davranır ve eğer onların zimmet ve benzeri ahidleri var ise, iyi muamelede bulunur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizinle din hususunda Savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmanızı... Allah size yasaklamaz." (el-Mümtehine, 60/8) Buhârî'nin Sahih'inde de Esma (radıyallahü anha)'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Kureyşliler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile antlaşma yaptıkları sırada banş süresi içerisinde annem, babası ile birlikte müşrik olduğu halde yanıma geldi. Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a durumu sorup şöyle dedim: Annem benim ona iyilikte bulunmam ümidi ile yanıma geldi. Ona iyilikte bulunayım mı, onu gözeteyim mi? O: "Evet, ona iyilikte bulun, onu gözet" diye buyurdu. Buhârî, Cizye 18, Edeb 8; Müslim, Zekât 50, Hibe 29; Ebû Dâvûd, Zekât 34; Müsned, VI, 544, 347. Yine Hazret-i Esma'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde annem, benim kendisine iyilik yapmam ümidiyle yanıma geldi. Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a; Ona iyilikte bulunayım mı, akrabalık bağını gözeteyim mı? diye sordum. O: "Evet" diye buyurdu. Buhârî, Edeb 7; Müslim, Zekât 49. İbn Uyeyne dedi ki: Aziz ve celil olan Allah da onun hakkında: "Sizinle din hususunda Savaşmamış... olanlara adaletli davranmanıza Allah size yasaklamaz" (el-Mümtahine, 60/8) âyetini indirdi. Buhârî, Edeb 7. Birincisi muallaktır, ikincisi ise müsneddir. Meıhıun Kurlubî, bu sözleriyle her iki hadisi kastediyorsa, ikisi de müsneddir. 8. Cihad İçin Anne-Babanın İzni: Anne babaya iyilikte bulunmak, onlara karşı iyi davranmanın kapsamına -eğer cihad farz-ı ayn değilse- onların iznini almadan cihad etmemek de vardır. Sahih'te, Abdullah b. Amr'ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bir adam, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in yanına gelerek, cihad etmek için ondan izin istedi. Hazret-i Peygamber: "Annen baban hayatta mıdır?" diye sordu. O, evet deyince Hazret-i Peygamber: "Sen onlar hakkında (onlara iyilik yapmak suretiyle) cihad et." diye buyurdu. Bu, Müslim'in lâfzıdır. Buhârî, Cihâd 138, Edeb 3; Müslim, Birr 5; Ebû Dâvûd, Cihâc) 31; Nesâî, CiVıâd 5: Müsned, II, 165, 188. 193, 197, 221. Sahih'in dışındaki hadis kitaplarında da şöyle demektedir: Evet, ve onları ben ağlıyor bırakıp geldim. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Git, onları ağlattığın gibi güldür." Ebû Dâvûd, Cihâd 31; Nesâi, Bey al 10; İbn Mâce, Cihâd 12; Müsned, II, 160, 194, 198. Bir başka rivâyette de şöyle denilmektedir: "Senin, annen baban ile birlikte onların (yanlarındaki) yatakta uyuman, onların seninle gülüşüp seninle oynaşmaları, senin için benimle cihad etmenden daha faziletlidir." Bunu da İbn Huveyzimendad nakletmektedir. Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, V, 263. Buhârî bu hadisi "Birrü'l-Valideyn" (Anne-Babaya İyi Davranmak) bölümünde şu lâfızlarla zikretmektedir: Bize Ebû Nuaym haber verdi. Bize Süfyan, Atâ b. es-Saib'den haber verdi. O, babasından, o, Abdullah b. Amr'dan dedi ki: Bir adam, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, hicret etmek üzere bey'at etmeye geldi. Ancak bu sırada anne-babasını ağlar bırakıp gelmişti. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Onların yanlarına dön ve onları ağlattığın gibi güldür." Buhârî. el-Edebtı'l-Müfred, Lübnan tarihsiz, s. 5 İbnü’l-Münzir dedi ki: Bu Hadîs-i şerîf nefir (farz-ı ayın olan seberberlik çağrısı) vuku bulmadığı sürece anne babanın izni olmaksızın cihada çıkmanın yasaklığını ihtiva etmektedir. Eğer nefir söz konusu olursa, o takdirde zaten herkesin cihada çıkması vacip olur. Bu husus Ebû Katade yoluyla gelen hadiste gayet açıktır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), kumandanlar ordusunu (Mute ordusunu) gönderdi... Bu arada Zeyd b. Harise, Cafer b. Ebi Talib ve ibn Revâha'nın başından geçenleri de söz konusu etmekle birlikte, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın münadisinin bundan sonra: Topluca namaza! diye nida etmesi üzerine herkesin toplandığını da söz konusu etti. Bunun üzerine (Hazret-i Peygamber) Allah'a hamd-ü senada bulunduktan sonra şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Haydi çıkınız, kardeşlerinizin yardımına koşunuz. Hiç kimse de geri kalmasın." Bunun üzerine, oldukça sıcak bir günde insanlar piyade olarak ve binekli olarak Savaşa katılmak üzere yola çıktılar. Müsned, V, 299, 301. İşte Hazret-i Peygamber'in: "Kardeşlerinize yardımcı olmak üzere çıkınız" diye buyurması, cihaddan geri kalmak hususunda mazur görülebilmenin nefir (umumi seferberlik) çağrısı söz konusu olmadığı hallerde olacağına delildir. Diğer taraftan Hazret-i Peygamber'in: "Ama hep birlikte Savaşa çıkmanız İstenirse, hep birlikte Savaşa çıkınız" Buhârî, Cezâus-Sayd 10, Cihâd 1", 27, 194, Cizye 22; Müslim, Hacc 445, İmâre 85: Ebû Dâvûd, Cihâd 2; Tirmizî, Siyer 33; Nesâî, Bey'at 15: İbn Mâce, Cihâd 9. Dârimî, Siyer 69: Müsned, I, 226, 266, 316, 355, 111, 401, VI, 466 hadisi de bununla birlikle aynı gerçeği dile getirmektedir. Derim ki: Bu Hadîs-i şerîflerde şuna da delil vardır: Farzlar, yahutmenduplareğer bir arada bulunacak olursa, bunlar arasından daha önemli olana öncelik tanınır. Ru anlamdaki açıklamaları el-Muhasibi, "Kitabu'r-Riâye" adlı eserinde yeterince açıklamış bulunmaktadır. 9. Cihada Çıkmak İçin Müşrik Anne ve Babanın İzni Alınır mı: Cihad farz-ı kifaye ise, kişinin cihada katılmak için müşrik anne-babasının iznini alıp almayacağı hususunda ilim adamları, farklı görüşlere sahiptirler. es-Scvrî, onların İznini almaksızın gazaya gitmez, der. Şâfiî ise: Onların iznini almaksızın gazaya gidebileceğini söylemiştir. İbnü'l-Münzir de şöyle demektedir: Dedeler de babalar gibidir, nineler de anneler gibidir. O bakımdan kişi yine onların iznini almaksızın gazaya çıkamaz. Ben, onlar dışında kardeşler ve sair akrabaların da iznini almayı gerektiren herhangi bir delil bilmiyorum. Ama Tavus, kız kardeşlerin ihtiyaçlarını karşılamanın, Allah yolunda cihaddan daha faziletli olduğu görüşünde idi. 10, Anne Babanın Sevdiklerini Gözetmek; Anne babanın sevdikleri kimseleri gözetmek de anne-babaya iyiliğin tamamlayıcı unsurlarındandır, Çünkü Sahih’te İbn Ömer'den şöyle dediği nakledilmektedir: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Hiç şüphesiz bir kimsenin babasının sevdiği kimseleri babasının vefatından sonra gözetmesi de ona karşı İyi davranmanın en ileri derecesidir." Müslim, Birr 11-13; Ebû Dâvûd, Edeb 120; Tirmizî, Birr 5: Müsned, II, 88, 91, 97, 111 Ebû Useyd -ki, Bedir'e katılmışlardandır- şöyle demektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte oturuyordum. Ona, Ensar'dan bir adam geldi ve şöyle dedi; Ey Allah'ın Rasûlü! Annem ve bababım vefat etmesinden sonra benini onlara karşı iyi davranışım olarak sayılacak ve yapabileceğim bir iyiliğim kaldı mı? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Evet, onlara dua edersin, onlara mağfiret dilersin. Onlardan sonra onların verdikleri sözleri yerine getirirsin, arkadaşlarına ikramda bulunursun. Ancak onlar vasıtasıyla mevcut bulunan akrabalık bağlarını da gözetirsin. İşte geriye senin üzerinde kalanlar bunlardır." Ebû Dâvûd. Ucleb 120; İbn Mâce, Edeb 2; Müsned, IH, 498. Hazret-i Peygamber de, Hazret-i Hatice'ye karşı iyi davranmak, ona vefakârlık göstermek kastıyla -hanımı olduğu halde- hanımının arkadaşlarına hediyeler gönderirdi. Ya anne-baba hakkında ne düşünülebilir! 11. Anne Babanın Çocuğu Yanında Yaşlanması Hali: Yüce Allah: "Eğer onlardan biri veya ikisi yanında ihtiyarlığa ererse" âyeti ile, özellikle onların yaşlanma hallerini söz konusu etmiştir. Çünkü bu, zayıflıkları ve yaşlılıkları dolayısıyla durumlarında meydana gelen değişiklikten ötürü anne-babanın, evlatlarının iyiliklerine daha çok muhtaç oldukları bir durumdur. Yüce Allah, böyle bir durumda onların hallerine gereken riâyeti ve titizliği, daha önce emretmiş olduğu dereceden daha ileri boyutlarda emretmektedir. Çünkü böyle bir durumda anne-baba, çocuklarının bakımına muhtaç düşerler. Yaşlılık halinde anne-babanın, çocuklarının bakımına ihtiyaçları, çocuğun küçüklüğünde onların bakımına duyduğu ihtiyaca benzer. O bakımdan yüce Allah bu âyette özellikle bu hali söz konusu etmektedir. Aynı şekilde kişinin uzun bir süre böyle kalması, âdeta onun bu durumun istiskal etme (ağır bulma, zor görmeye sebep olur) kişiyi usandırır ve çokça sıkıntısı artar. Anne-babasına karşı gazabı su yüzüne çıkar, onlara karşı Öfkelenir, evlatları olmasına rağmen ve dine bağlılığın azlığından ötürü onlara karşı kötü davranmaya kalkışır, Kişinin, hoşlan mayısının açığa çıktığı asgari hal İse, sıkıntıdan dolayı tekrarlayıp duran solumasıdır. Yüce Allah ise onlara yumuşak nitelikte sözler söylemeyi ve onlara öylece karşılık vermeyi, bu sözünün de her türlü kusurdan arınmış olmasını emrederek: "Sakın onlara öf deme, onları azarlama, onlara tatlı ve güzel söz söyle" diye buyurmaktadır. Müslim, Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Burnu yere sürtülsün, burnu yere sürtülsün, burnu yere sürtülsün." Kim ey Allah'ın Rasûlü! diye soruldu, o da şöyle buyurdu: "Yaşlılık halinde ebeveyninden birisi yahut ikisi yanında bulunup da sonra buna rağmen cennete giremeyen kişinin." Müslim, Birr 9, 10; Müsned, II, 346. Buhârî de: "Anne babaya iyilik" bahsinde şöyle demektedir: Bize Müsedded anlattı. Bize, Bişr b. el-Mufaddal anlattı, bize Abdurrahman b. İshak anlattı. O, Ebû Said el-Makburi'den, o, Ebû Hüreyre'den, o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan dedi ki: "Yanında anıldığım halde bana selat (ve selam) getirmeyen adamın burnu yere sürtülsün, Anne-babası yahut onlardan birisi yaşlılık halinde yetişip de onlar vasıtasıyla cennete girmeyen kişinin de burnu yere sürtülsün. Ramazana erişip de sonra kendisine mağfiret olunmadığı halde Ramazan ayını bitiren kişinin de burnu yere sürtülsün." Tirmizî, Deavflt 100; Müsned, II, 254. Bize İbn Ebi Üveys anlattı. Bana kardeşim, Süleyman b. Bilal'den anlattı. O, Muhammed b. Hilal'den, o, Sa'd b. İshak b. Ka'b b. Ucre es-Sâlimî'den, o babası (radıyallahü anh)'dan dedi ki: Ka'b b. Ucre (radıyallahü anh) dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Minber'in yanında hazır bulununuz." Hazret-i Peygamber (hücresinden) çıkınca minbere çıktı. Minberin ilk basamağına çıktığında: "Amin" dedi, sonra ikincisine çıktı yine: "Amin" dedi, sonra üçüncüsüne çıktı, yine: "Amin" dedi. Konuşmasını bitirip minberden indiğinde biz: Ey Allah'ın Rasûlü, dedik. Bugün senden biz öyle bir söz işittik ki, daha önce bunu söylediğini hiç işitmemiştik. Hazret-i Peygamber: "Dediğimi duydunuz mu?" diye buyurdu, bizler: Evet dedik. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "O, Cibril (aleyhisselâm)'dır. Önüme çıktı ve şöyle dedi: Ramazana yetişip de kendisine mağfiret olunmadan bu ayı bitiren kişi Allah'ın rahmetinden uzak kılınsın. Ben de: Âmin dedim. Yine ikinci basamağa çıktığımda: Yanında senin adın anılıp da sana selât (ve selam) getirmeyen kişi de (Allah'ın rahmetinden) uzak olsun, dedi, ben de: Âmîn dedim. Üçüncüsüne çıktığımda: Yanında anne-babası, yahut onlardan birisi yaşlanıp da onlar sebebiyle cennete giremeyen kişi (Allah'ın rahmetinden) uzak düşsün, dedi, ben de; Âmin dedim." İbn Kesîr, V, 62 Bize Ebû Nuaym anlattı, bize Seleme b. Verdân anlattı (dedi ki): Enes (radıyallahü anh)'ı şöyle derken dinledim: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) minberin bir basamağını çıktı, âmin dedi. Sonra bir basamak daha çıktı yine: Âmin dedi, sonra bir basamak daha çıktı yine: Âmin dedi. Sonra, minberin üzerine çıkıp oturdu. Ashabı ona; Ey Allah'ın Rasûlü! Ne diye âmin dedin diye sordular, o da şöyle buyurdu: "Bana Cibril (aleyhisselâm) geldi ve dedi ki: Yanında adın anıldığı halde sana salât (ve selâm) getirmeyen kişinin burnu yere sürtülsün. Ben, âmin dedim. Yine anne-babasına yahut onlardan birisine yetiştiği halde onlar sebebiyle cennete giremeyen kişinin de burnu yere sürtülsün dedi, ben de âmin dedim" diyerek hadisin geri kalan bölümlerini zikretti. İbn Kesîr, V, 63 O halde mutlu olan kişi, anne-babaya iyilik yapma firsatını ganimet bilerek bu konuda elini çabuk tutan; böylelikle onların ölümünden sonra fırsatı elinden kaçırmamaya gayret eden kişidir. Çünkü fırsat elinden kaçacak olursa, bundan dolayı pişman olur. Bedbaht olan kişi, onlara karşı kötü davranandır, özellikle de onlara iyilik yapma emri o kişiye ulaşmış ise. 12. Anne-Baba'ya Tahammülün Ölçüsü: "Onlara öf deme!" Yani, onlara bir sıkıntı ifade edecek en ufak bir söz söyleme. Ebû Recâ el-Utaridi'den şöyle dediği nakledilmektedir: Of, bayağı, basit ve gizli söylenen sözdür. Mücahid de der ki: Yani sen yaştı olandan, küçükken senden gördükleri küçük ve büyük necasetlerini görecek olsan bile, onları tiksinti verici görüp de öf dahi deme. Ancak âyet-i kerîme bundan daha umumidir. "Of" ile "tur" aslında tırnakların pislikleridir. Bu şekilde tiksinti veren ve istiskal olunan her bir şeye "öf ona" denilir. el-Ezherî der ki: Tut, aynı zamanda önemsiz ve basit şey demektir. Burada bu kelime; şeklinde tenvinli ve esreli olarak okunmuştur. Nitekim bu tür ses ifade eden sözler de esreli ve lenvinli okunur. Mesela kişi; " Sus ve vazgeç" denilir. Bu kelime "hemze" esreli olarak ve hemze ötreli "fe" harfi sakin olarak; İle, şeklinde "fe" harfi şeddesiz olmak üzere on şekilde kullanılır. Hadiste de; "Elbisesinin bir ucunu burnunun üzerine bıraktı, sonra da uf, uf dedi" İbnu’l-Esir. en-Nîhâye, I, 55. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, , İstiskaa 9 denilmektedir. Ebû Bekir dedi ki: Bu, alınan kokudan tiksinildiğini ifade eder. Kimisi de bu kelimenin, az ve önemsiz görmek anlamında olduğunu ve bunun, az demek olan; den geldiğini söylemiştir. el-Kutebî der ki: Bu kelimenin aslı, senin üzerine düşen kül, toprak ve buna. benzer şeyleri üflemekten ve yine bir yerde oturmak isterken, orada rahatsızlık verici şeyleri izale etmek kastıyla üflemekten gelmektedir. O bakımdan bu kelime ağır karşılanan her şey için söylenir olmuştur. Ebû Amr b. el-Âlâ der ki: Of, tırnaklar arasındaki kire, tuf ise kesilen tırnaklara denilir. ez-Zeccâc der ki: Of, pislik demektir. el-Esmaî de şöyle demektedir: Of kulak pisliği, tuf ise tırnak pisliğidir. Bu kelime çokça kullanılarak sonunda rahatsızlık duyulan her bir şey hakkında kullanılır olmuştur. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Eğer yüce Allah, anne-babaya kötü davranmak hususunda "öf" den daha bayağı bir şey olsaydı, elbetteki onu da zikrederdi. Buraya kadar ve: Zikrederdi" yerine "lüinım ederdi": Süyûtî, ed Durru'l-Mensûr, V. 258 O bakımdan iyi davranan kişi, yapmak istediği şekilde yapsın. O, asla cehenneme girmeyecektir. Anne babasına kötü davranan kişi de istediği şekilde amelde bulunsun, o asla cennete girmeyecektir." İlim adamlarımız derler ki: Anne-babaya öf demenin en kötü ve adi bir şey olması, onları red ve inkâr etmenin, nimete karşı nankörlük oluşundan, terbiyeyi red ediş ve yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'de tavsiyeyi kabul etmeyiş oluşundan dolayıdır. "Öf" kelimesi, reddedilen, kabul olunmayan her şeye karşı söylenen bir sözdür. Bundan dolayı İbrahim (aleyhisselâm) da kavmine: "Uf size ve sizin Allah'tan başka taptıklarınıza!" (el-Enbiya, 21/67) Yani, hem sizi kabul etmeyip reddediyorum, hem de sizinle birlikteki bu putları, demiştir. Yüce Allah'ın; "Onları azarlama" âyetindeki; Azar" şiddetle reddetmek ve kaba davranmak demektir. Onlara tatlı ve güzel söz söyle" yumuşak ve incelikli söz söyle. Babacığım, anneciğim deyip onları isimleriyle zikretmeyerek, künyeleriyle onları çağırmamak gibi. Bu açıklamayı Atâ yapmıştır. İbn Beddâh et-Tucibi de der ki: Ben, Said b. el-Müseyyeb'e şöyle dedim: Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan anne babaya iyilik ile ilgili her bir hususun ne manaya geldiğini biliyorum. Bundan tek istisna, yüce Allah'ın: "Onlara tatlı ve güzel söz söyle" âyetidir. Bu kavl-i kerimin mahiyeti nedir? İbn Müseyyeb dedi ki: Bu, uslu bir kölenin, kaba ve haşin efendisine karşı söyleyeceği sözler demektir. 24Merhametinden dolayı onlara alçak gönüllülük kanadını indir ve de ki: "Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse, Sen de onlara öyle rahmet et!" 14. Anne-Babaya Karşı Şefkat ve Merhamet: Yüce Allah'ın: "Merhametinden dolayı onlara alçak gönüllülük kanadını indir" âyeti, onlara karşı duyulacak şefkat ve merhameti onlara karşı gösterilecek alçak gönüllülüğü anlatmak için kullanılan bir istiaredir. Onlara karşı gösterilecek alçak gönüllülük, tıpkı yönetilenlerin emire, kölelerin de efendilerine gösterdikleri gibi olmalıdır. Nitekim Said b. el-Müseyyeb de buna işaret etmektedir. Yüce Allah burada, kanadın yukarı doğru kaldırıp aşağı doğru alca İtinasını, kuşun yavrusu kanadını kaldırmasına misal olarak vermektedir. "Zül", yumuşaklık demektir. Cumhûr bunu "zel" harfini ötreli olarak okumuştur ve buna göre bu kelime; Yumuşadı, yumuşar" kökünden gelir. Zillet, mezellet kelimeleri de buradan geldiği gibi, bu nitelikte olana da denilir. Saîd b. Cübeyr, İbn Abbâs ve Urve b. ez-Zübeyr ise, "zili" şeklinde "zel" harfini esreli okumuşlardır. Bu kıraat Âsım'dan da rivâyet edilmiştir ki; Kolaylıkla bilinebilen, idare olunabilen ve bu vasfı açıkça ortada bulunan binek" ifadesinden alınmadır. Bu tabir, çekilmesi, istenen tarafa götürülmesi kolay olan hayvanlar, binekler hakkında kullanılır. Bu âyetin hükmü gereğince insanın anne ve babasına karşı sözlerinde, davranışlarında, onlara bakışında en hayırlı bir alçak gönüllülük niteliğinde olması gerekir. Onlara sert ve keskin bakmamalıdır. Çünkü böyle bir bakış onlara gazap edenin bir bakışıdır. Bu âyet-i kerimede hitap Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a olmakla birlikte maksat, onun ümmetidir. Çünkü o dönemde Hazret-i Peygamber'in anne-babası yoktu. Diğer taraftan yüce Allah'ın: "Sana uyan mü’minlere de kanadını indir." (eş-Şuarâ, 26/215) âyetinde ise, "alçakgönüllülük" ifadesi zikredilmemektedir. Bu âyet-i kerimede zikredilmesinin sebebi ise, hakkın büyüklüğü ve te'kid edilmesidir. Merhametinden dolayı" âyetindeki;...den" edatı, cinsi beyan etmek içindir. Yani, alçak gönüllülük kanadının indirilmesi insanın ruhunda yer etmiş bulunan merhametten ötürü olmalıdır. Yoksa böyle bir şey İzhar edilsin diye olmamalıdır. Gayenin son noktasını ifade etmek için olması da mümkündür. Daha sonra yüce Allah kullarına, babalarına, anneferine rahmet okumalarını, onlara dua etmelerini emretmektedir. Onlar sana nasıl merhamet etti iseler, sen de onlara öylece merhamet etmelisin. Onlar sana nasıl şefkatle davrandılarsa, sen de onlara öylece şefkatli davranmalısın. Çünkü sen küçükken, birşey bilmezken ve ihtiyaç içindeyken seni koruyup gözettiler, seni tercih ettiler, gecelerini uykusuz geçirdiler. Kendileri aç kaldılar, seni doyurdular, çıplak kaldılar, seni giydirdiler. O bakımdan, senin onlara yaptıklarının karşılığını verebilmen, ancak küçüklükteki haline onlar büyüklüklerinde ulaştıkları takdirde mümkün olabilir ve onların (vaktiyle) sana yaptıklarını sen de onlara yapabilirsin. Bununla birlikte onların bu konuda öncelikli davcanma faziletleri vardır. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Bir evladın babasına karşılığını vermesi, ancak onu köle bulup satın alması ve sonra da onu azad etmesi halinde düşünülebilir." Müslim, Itk 25; Ebû Dâvûd, Edeb 120; Tirmizî, Birr 8; İbn Mâce, Edeb 1; Müsned, II, 230, 263, 516, 445. İleride bu hadise dair açıklamalar Meryem SÛRESİ'nde (19/92. âyet, 2, başlıkta) gelecektir. 16, Anne-Baba'ya Mağfiret Dilemek: Yüce Allah'ın: "Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse..." âyetinde özellikle terbiye etmelerinin sözkonusu edilmesi, kulun anne-babasının şefkatini, onu terbiye ederken yorgunluklarını hatırlasın diyedir. Bu, onun anne-babasına karşı şefkat ve bağlılığını daha bir artırsın, diyedir. Bütün bunlar mü’min olan anne-baba hakkındadır. Kur'ân-ı Kerîm ise, önceden de geçtiği üzere (et-Tevbe, 9/113- âyet, 2. başlık ve devamında) ötmüş müşriklere en yakın akrabalardan olsalar dahi, mağfiret dilemeyi yasaklamış bulunmaktadır. İbn Abbâs ve Katade'den ise bütün bunların: "O çılgın ateşlikler oldukları açıkça ortaya çıktıktan sonra akrabaları dahi olsalar müşriklere Peygamberin de mü’minlerin de mağfiret dilemeleri olur şey değildir" (et-Tevbe, 9/113) âyeti ile bütün bunlar nesh edilmiştir. Buna göre müslüman bir kimsenin anne-babası eğer zırnmi iseler, Allah'ın burada ona kendisine emrettiği şekilde onlara karşı davranır. Ancak, küfür üzere öldükten sonra onlara Allah'tan rahmet dileyemez. Çünkü sözü geçen âyet-i kerîme ile yalnızca bu nesh edilmiştir. Şöyle de denilmiştir: Bu âyet, neshe konu olacak bir yer değildir. Çünkü, -önceden de geçtiği gibi- burada sözkonusu edilen, hayatta kaldıkları sürece müşrik anne ve babaya dünyada rahmet ile dua etmektir. Yahut da bu âyetin (et-Tevbe Sûresi'ndeki âyetin) umumî ifadesi öbürü ile tahsis edilmiştir ve âhiret için rahmet kastedilmemiştir. Özellikle de yüce Allah'ın: "Rabbim... Sen de onlara öyle merhamet et" âyetinin Sa'd b. Ebi Vakkas hakkında indiği de söylenmiştir. Çünkü o, İslâm'a girdikten sonra, annesi de kendisini elbisesiz vaziyetle güneşte kızmış taşlar üzerine almıştı. Durum Hazret-i Sa'd'a anlatılınca o da: Ölürse ölsün demişti, bunun üzerine bu âyet-i kerîme inmiştir. Âyet-i kerimenin müslüman olan anne-babaya dua etmek hakkında hususi olduğu da söylenmiştir. Doğrusu, önceden de belirttiğimiz gibi, âyetin umum ifade ettiğidir. İbn Abbâs da şöyle demektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Kim anne-babasını razı ederek akşamı eder ve öylece sabahı ederse o, cennetle açılmış iki kapısı bulunduğu halde akşamı ve sabahı etmiş olur. Eğer onlardan birisini razı etmişse bir kapısı bulunur. Kim de anne-babasını kızdırarak akşam ve sabah edecek olursa o da, cehennem ateşine giden açık iki kapısı bulunarak akşam ve sabahı eder. Onlardan birisini kızdırmışsa bir kapısı bulunur." Bir adam: Ey Allah'ın Rasûlü! Anne-babası ona zulmederse de mi? diye sorunca, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Anne-babası ona zulmetse dahi, anne-babası ona zulmetse dahi, anne-babası ona zulmetse dahi" diye buyurdu, Süyûtî, ed-Durru’l-Msnsûr, V, 268. Biz, Câbir b. Abdullah (radıyallahü anh)'dan, muttasıl bir isnad ile şöyle dediğini rivâyet etmekteyiz: Bir adam, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, babam benim malımı aldı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Babanı bana getir" dedi. Cibril (aleyhisselâm), Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a inerek şöyle dedi: "Aziz ve celil olan Allah sana selam söylüyor ve sana şöyle diyor: O yaşlı adam yanına gelecek olursa, sen ona kulaklarının işitmediği, fakat içinde söylemiş olduğu bir şeyi sor." Yaşlı adam gelince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle sordu: "Neden senin oğlun seni şikâyet ediyor? Sen onun malını almak mı istiyorsun?" Yaşlı adam: Ona sor ey Allah'ın Rasûlü. Ben, ondan islediğim o malı ya halalarından birisine, ya teyzelerinden birisine, ya kendime harcamayacak mıyım? Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle buyurdu: "Hadi sen bunları bir kenara bırak da, senin kulaklarının işitmediği, fakat içinde söylediğin bir şeyi bana haber ver!" Yaşlı adam şöyle dedi: Allah'a yemin olsun, ey Allah'ın Rasûlü! Yüce Allah, sana olan kesin inancımızı artırıp durmakladır. Ben, gerçekten içimde bir şey söyledim ama, kulaklarım daha onu işitmiş değildir. Hazret-i Peygamber: "Haydi söyle ben de dinleyeyim" diye buyuranca adam (şu beyitleri) söyledi: "Yeni doğmuş bir bebekken seni besledim. Gençken de senin ihtiyaçlarını karşıladım. Senin için kazandıklarımdan ardı arkasına sen içip durdun. Bir gece, hastalığıyla misafirin olsa eğer, benim gecem Senin o hastalığın dolayısıyla ancak uykusuz geçer ve yerimde rahat edemem. Sanki sana isabet eden, senden Önce bana isabet etmiş de o bakımdan Göz yaşlarım durmayıp akıyordu. Senin helâk oluşundan dolayı korkup duruyordum ve şüphesiz ki ben, Ölüm vaktinin tayin edilmiş olduğunu da bilmekteyim. Nihayet senden birşeyler umduğum bu yaşına ulaştığın vakit Bana verdiğin karşılık, bir sertlik ve bir kabalık oldu. Sanki nimetler verip lütufta bulunan senmişsin gibi. Ah! Keşke benim babalık hakkıma riâyet etmesen bile, Hiç olmazsa yakın komşunun yaptığını yapabilseydin Ve bana komşuluk hakkını verip de senin olmayan bir maldan Bana karşı cimrilik etmeseydin." Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) oğlunun yaka tarafından elbiselerini yakalayarak şöyle dedi: "Sen de, malın da babana aitsiniz." et-Taberânî dedi ki: el-Lahmî bu hadisi, İbnü’l-Munkedir'den bu şekilde tamam olarak ve şiir ile birlikte yalnızca bu sened ile rivâyet etmektedir. Bunu da Ubeydullah b. Halasa münferiden rivâyet etmiştir. Taberânî, el-Mu'cemu's-Sağîr, s. 392-2; el-Mu'cemu'l-Kebir, VII, 293-295. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 25Rabbinîz İçinizdekini en iyi bilendir. Eğer salih kimseler olursanız şüphesiz ki O, kendine dönenleri gerçekten bağışlayıcıdır. "Rabbiniz içinizdekini en iyi bilendir." içinizde anne-babanıza karşı merhamet ve onlara şefkat inancı mı, yoksa bunun dışında onlara karşı gelmek yahut zahiren riyakârlık olmak üzere onlara itaat ediyor görünmek mi istediğinizi bilir. İbn Cübeyr der ki: Yüce Allah, bir yanlışlık ve bir yanılgı gibi kişinin, anne-babasına yahut da onlardan birisine onlara kötü davranmak kastı olmaksızın yaptığı davranışı kastetmektedir. İşte yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer salih kimseler" anne-babaya iyilik yapmak niyetinde samimi kimseler "olursanız, şüphesiz ki O" Allah, istemeyerek yaptığınız yanlışlığı affeder. "Kendine dönenleri gerçekten bağışlayıcıdır." Yüce Allah, burada bağışlama vaadinde bulunmakla birlikte bunu hem salih olma, hem de tekrar tekrar şanı yüce Allah'a itaatin sınırlarına dönme şartına bağlamaktadır. Said b. el-Müseyyeb der ki: Bundan kasıt, önce tevbe eden, sonra günah işleyen, sonra tevbe eden, sonra bir daha günah işleyen kullardır. İbn Abbâs (radıyallahü anh) der ki: Evvâb (dönen), günahlarını hatırladığı vakit bunlardan dolayı Allah'tan mağfiret dileyen, günahlarını bilen kimsedir, Ubeyd b. Umeyr der ki: Bunlar, yalnız kaldıklarında günahlarını hatırlayan, sonra da yüce Allah'tan mağfiret isteyen kimselerdir. Bu açıklamalar birbirlerine yakındırlar. Avn el-Ukaylî der ki: Dönen kimseler (evvâbûn), kuşluk namazını kılan kimselerdir. Sahih hadiste de şöyle denilmektedir: "Evvâbîn namazı, deve yavrularının, yerin ısınmasından dolayı yere çöktükleri vakit kılınan namazdır." Müslim, Salatu’l-Müsâfirin 143-144; Müsned, IV, 366. 367, 372, 375. Özellikle IV, 366 ve 375'teki açıklamalar, "evvabîn namazı"nın kuşluk namazı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu lâfzın, gerçek manası; "döndü, döner" anlamına gelen; fiilinden gelmektedir. 26Akrabaya hakkını ver. Yoksula da, yolda kalmışa da. Ama saçıp sallallahü aleyhi ve sellemurma. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Akrabalara ve Diğer Hak Sahiplerine Haklarını Vermek: Yüce Allah: "Akrabaya hakkını ver" âyeti ile bize şunu emretmektedir: Anne-babanın hakkına riâyet ettiğin gibi, akrabalık bağını da gözet. Diğer taraftan yoksula ve yolda kalmışa da tasaddukta bulun. Ali b. el-Hüseyn, yüce Allah'ın: "Akrabaya hakkını ver" âyeti hakkında: Bunlardan kasıt, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın akrabalarıdır, demiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, bunlara haklarının beytü’l-malden verilmesini emretmiştir. Yani, gaza ve ganimetlerden elde edilenler arasından yakın akrabaların payından akrabaların hakkını ver. O takdirde bu, yöneticilere yahut da onların görevlerini yerine getirmek durumunda olanlara yönelik bir hitaptır. Muayyen olarak yerine getirilmesi gereken akrabalık bağlarını gözetmek, ihtiyaçları gidermek, muhtaç olan kimseleri mal ile gözetmek ve her türlü yolla yardım ve destek olmak şeklindeki ameller, bu âyetin kapsamı içerisinde mütalaa edilmiştir. 2. Sallallahü aleyhi ve sellemurganlığın Yasaklanışı: "Ama saçıp sallallahü aleyhi ve sellemurma" âyeti, hak olmayan yerde harcamakta bulunmak suretiyle israf etme, demektir. 27Çünkü saçıp sallallahü aleyhi ve sellemuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytansa Rabbine karşı çok nankördür. Şâfiî (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Saçıp sallallahü aleyhi ve sellemurmak, malı hak olmayan yerde harcamak demektir. Hayır amelde sallallahü aleyhi ve sellemurganlık sözkonusu olmaz. Cumhûrun görüşü de bu şekildedir. Eşheb Malik'den şöyle dediğini nakletmektedir: Saçıp sallallahü aleyhi ve sellemurmak, malı hak yolla elde etmekle birlikte onu hak olmayan bir yere koymak demektir ki, bu da israftır ve yüce Allah'ın: "Çünkü saçıp sallallahü aleyhi ve sellemuranlar şeytanların kardeşleridir" âyeti dolayısıyla haramdır. Ayrıca "kardeşleri" âyeti, onlarla aynı hükümde oldukları anlamındadır. Çünkü sallallahü aleyhi ve sellemurgan bir kimse, tıpkı şeytanlar gibi fesat çıkarmak için çalışan bir-kimsedir. Yahut da onlar, şeytanların kendilerine hoş gösterdiği şeyleri yaptıkları için, ya da yarın cehennemde onlarla birlikte zincire vurulacakları için böyle buyurulmuştur; diye üç ayrı açıklama vardır. Buradaki "ihvan; kardeşler" kelimesi neseb dışındaki kardeş anlamı ile;'ın çoğuludur. Şanı yüce Allah'ın: "Ancak mü’minler kardeştir" (el-Hucurât, 49/10) âyeti da bu kabildendir. "Şeytansa Rabbine karşı çok nankördür." Yani, ona tabi olmaktan ve fesat hususunda ona benzemekten çokça sakınınız. Şeytan, cins bir isimdir. ed-Dahhâk; "Şeytanın kardeşleri" şeklinde, şeytan kelimesini tekil olarak okumuştur. Enes b. Malik (radıyallahü anh)'ın Mushaf'ında da bu böylece sabit olmuştur. 3. Kişinin Canının Çektiği Şeylere Harcamada Bulunması: Bir kimse, ihtiyaç miktarından fazla arzu ettiği şeylerde malını harcayacak olursa ve böylelikle malını tükenmekle karşı karşıya getirirse, o kimse sallallahü aleyhi ve sellemurgan bir kimsedir. Şayet, malının kârını canının çektiği şeylere harcamakla birlikte, aslını veya sermayesini koruyabiliyor ise, bu kimse sallallahü aleyhi ve sellemurgan bir kimse değildir. Haram bir alanda tek bir dirhem dahi harcayan bir kimse sallallahü aleyhi ve sellemurgan kabul edilir ve o, haram olan şeyde harcadığı dirherm hususunda haar altına alınır. Ancak, malının tükenmesinden korkulmadığı sürece, canının çektiği şeylerde malını bol bol harcaması dolayısıyla hacr altına alınmaz. 28Şayet Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak onlardan yüzçevirirsen, o halde kendilerine ağır gelmeyecek bir söz söyle. Bu âyete dair açıklamalarınım üç başlık halinde sunacağız: 1. Muhtaçlardan Yüzçevirmenin Adabı: Şanı yüce Allah, bu: "Şayet Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak onlardan yüzçevirirsen" âyeti ile özel olarak, Peygamberini kastetmektedir. Bu, hayret verici bir te'dip, son derece incelikli harikulade bir ifadedir, yani sen onlardan zengin ve güç yetirdiğin halde küçümseyen bir kimsenin yüzçevirişi ile yüzçevirerek onları mahrum etme. Onlardan, ancak -şanı yüce Allah'tan, dilencinin ihtiyacını kollayıp gözetebileceğin şekilde önüne bir hayır kapısını açacağını umduğun takdirde- ancak herhangi bir acizlik halinde ya da bir engelin bulunması halinde yüzçevirebilirsin. Eğer onlara yardım etme imkânın yoksa, en azından onlara ağır gelmeyecek güzel sözler söyle. 2. Âyetin Nüzul Sebebi: Âyetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbn Zeyd şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan kendilerine bir şeyler vermesini isteyen, Hazret-i Peygamber'in de kendilerine birşeyler vermek istemediği bir takım kimseler hakkında inmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber, onların mallarını külü yerlere harcayacaklarını biliyordu. O bakımdan onların kötülük ve fesİsimlerina yardımcı olmamak, onlara birşeyler vermemek suretiyle ve ecir almak arzusuyla onlardan yüz çeviri yordu. Atâ el-Horasanî de, yüce Allah'ın: "Şayet Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak onlardan yüzçevirirsen" âyeti hakkında şunları söylemektedir: Bu. anne-baba ile ilgili değildir. Müzeyne'den bazı kimseler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek, kendilerini taşıyacak bir binek vermesini istediler, Hazret-i Peygamber'in de: "Size verecek binek bulamıyorum." demesi üzerine bunlar, üzüntülerinden dolayı gözleri yaşlarla dola dola geri döndüler. (Bk. et-Tevbe, 9/92) Bunun üzerine de yüce Allah: "Şayet Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak anlardan yüzçevirîrsen..." âyetini indirdi. Buradaki "rahmet"ten kasıt ise, ley'dir. 3. Muhtaçlara Söylenmesi Gereken Sözler: Yüce Allah: "O halde, kendilerine ağır gelmeyecek bir söz söyle" âyeti ile, böylelerine dua elmesini emretmektedir. Yani, onlara yapacağın dua ile onların fakirliklerini onlara kolaylaştır. Şöyle de açıklanmıştır: Onlara, kendileri İçin hayırlı bir çıkış yolu ve hallerinin düzelmesini ihtiva edecek şekilde dua et. Bir diğer açıklama da şöyledir: Ey Muhammed, elinin darlığı dolayısıyla onlara birşeyler vermekten "yüz çevirecek olursan" onlara ağır gelmeyecek güzel sözler söyle. Yani, onlara güzel söz söyleyerek uzun uzun mazeretini anlat, azıklarının genişlemesi için onlara dua et ve de ki: Bir şey bulacak olursam veririm, ikramda bulunurum. Çünkü böyle bir tutum, istekli bulunan kimsenin ruhunu tıpkı ona birşeyler vermiş gibi etkiler. Hazret-i Peygamber de kendisinden bırşey istendiğinde eğer yanında verecek bir şey bulunmuyor ise, yüce Allah'tan bir rızık gelir beklentisiyle susardı, çünkü boş çevirmekten hoşlanmazdı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da, kendisinden bir şey istenip de yanında verecek birşey bulunmuyor ise şöyle derdi: "Allah, lütfundan bize de size de ihsan buyurur inşaallah." Bu açıklamaya göre "rahmet"den kasıt, Allah'tan beklenen rızıktır. İbn Abbâs, Mücahid ve İkrime'nin görüşü de budur. Onlardan" âyetindeki zamir bundan önce kendilerinden söz edilen anne-babalar, akrabalar, yoksullar ve yolculardır, "Ağır gelmeyecek bir söz" İse yumuşak, latif ve hoş söz demektir ve fail anlamında mef'ûldür. Açıkladığımız gibi, onlara güzel vaadde bulun, anlamındadır. Şu beyitleri söyleyen ne güzel söylemiş: "Dilenenlere içimden gelerek vereceğim gümüş bir param olmazsa şayet, Ben, en azından onlara karşı yumuşak davranırım. Böylelikle dilenenler benim huyumdan hayır görmekten yana mahrum kalmazlar. Ya benim bağışımı elde ederler, yahut da benim güzel bir şekilde onlara karşılık verdiğimi görürler." İfadesi, sana bu şeyi hazırladım, anlamındadır. (Ağır gelmeyecek diye meâllendirdiğimiz "meysûr" ile aynı kökten gelen fiili kullanmıştır). 29Elini boynuna bağlanmış kılma! Onu büsbütün de açma! Yoksa sonra kınanmış, yaptığına pişman olur kalırsın. Bu âyete dair açıklamalarımız dört başlık halinde sunacağız: 1. Cimrilik: Yüce Allah'ın: "Elini boynuna bağlanmış kılma" âyeti, kalbinden gelerek malından herhangi bir şey çıkarıp vermeye güç yetiremeyen cimrinin halini ifadelendirdiği bir mecazdır. Böyle bir kimseye yüce Allah, kişinin eliyle tasarrufta bulunmasını engelleyen ve eli boynuna bağlayan demir halkayı misal vermektedir. Buhârî ve Müslim'in Sahih'lerinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) cimri ile sadaka veren kimsenin misalini, üzerlerinde demirden cübbeler bulunan iki kişiye benzetmektedir. Bunların elleri (bu cübbelerin etkisi ile) göğüslerine, boğazlarına kadar çıkmıştır. Sadaka veren kişi, sadaka verdiği her seferinde bu cübbesi genişler. Nihayet bu cübbe parmak uçlarını da kapatır ve onun ayak izlerini dahi silecek hate gelir. Cimri kimsenin bu cübbesi sadaka vermek istediği her seferinde daha da daralır ve her bir halka yerini daha da (sıkıştırarak) alır. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) dedi ki: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı, parmağı ile yakasında bu şekilde hareket yaptığını gördüm. Keşke sen de onun bunu genişletmek isterken hareket ettiğini ve onun da genişlemediğini (anlatmak isterken) bir görseydin. Buhârî, Libâs 9; Müslim. Zekât 75, 76; Nesâî, Zekât 61; Müsned, II, 523. 2. İnfakın Ölçüsü Var mı: "Onu büsbütün de açma" âyeti ile, elin açılmasını malın gitmesine misal olarak vermektedir. Çünkü avucun kapatılması İçinde bulunanları turnasına, açılması ise içinde bulunanların gitmesine sebeptir. Bütün bunlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hitab olmakla birlikte, maksat onun ümmetidir. Bu türden hitablar Kur'ân-ı Kerîm'de pek çoktur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetinin efendisi ve onları Rabblerine ulaştıran vasıtaları olduğundan dolayı bu konuda Arapların adeti üzere onları kastetmek üzere bizzat Hazret-i Peygamberi sözkonusu etmiştir. Aynı şekilde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ertesi güne birşeyler saklamazdı. O, açlıktan dolayı karnına taş bağlayacak derecede acıkırdı. Ashab-i Kiramdan pek çok kimse Allah yolunda bütün mallarım infak ederlerdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bundan dolayı onları azarlamaz ve onların bu yaptıklarını olumsuz bulmazdı. Çünkü onların yakinleri son derece sağlam ve basiretleri oldukça güçlüydü. Şanı yüce Allah'ın, infakta aşırı gitmeyi ve elinde bulunan ne varsa hepsini çıkarıp vermeyi yasaklaması ise, sadece elinden gidenlere hasret ve pişmanlık duyacağından korkulan kimseler içindir. Aziz ve celil olan Allah'ın vaadine ve infak ettiği şeylere karşılık pek çok mükâfat ve sevap vereceğine güvenen ve bundan emin olan kimseler ise, bu âyet-i kerimede kastedilen kimseler değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Şöyle de denilmiştir: Burada hitab özel olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hastır. Yüce Allah, bu âyeti ile infakın keyfiyetini ona öğretmekte ve iktisatlı davranmasını emretmektedir. Câbir (b. Abdillah) ve İbn Mes'ûd dediler ki: Bir delikanlı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelerek şöyle dedi: Annem senden şunları şunları ister. Hazret-i Peygamber: "Bugün elimizde hiçbir şey yok" diye buyurdu. Bu sefer şöyle dedi: Sana, bana gömleğini giydirmeni söyledi, deyince, Hazret-i Peygamber de gömleğini çıkartıp ona verdi ve evde elbisesin oturdu, Cabir yoluyla gelen rivâyette şu ilave vardır; Bilal, namaz için ezan okudu, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı beklediler, ancak dışarı çıkmadı. Kalplere farklı düşünceler geldi. Birisi (Hazret-i Peygamber'in hücresinden) içeriye girdi, elbisesi olmadığını gördü, bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu." el-Vâhidt, Esbâbu Nüzûti'l-Kur'ân, s 294; eserin muhakkikinin notuna göre senedi zayıftır. Bütün bunlar, hayır yollarında infak ile ilgilidir. Fesat uğrunda infakın ise, azı da çoğu da -önceden geçtiği gibi- haramdır. 3. İsraf; Bu âyet-i kerîme, mü’minler arasından ilk olarak bir şeyler isteyen kimselere verebileceği ne kadarsa hepsini vermeyi yasaklamaktadır. Böylelikle daha sonra geleceklere verebilecek birşeyler bulunabilsin diye. Ya da bu şekilde verecek olursa, infakta bulunan kişi, bakmakla mükellef olduğu kişileri zayi etmesin diye bu yasak sözkonusudur. Şu hikmetli söz de bu kabildendir: Ben, ne kadar israf gördümse, mutlaka onunla birlikte bir hakkın da zayi edildiğini gördüm. Bu âyet-i kerimeler, halin fıkhı ile İlgili âyetlerdendir. Kişiler, ayrı ayrı nazar-ı itibara alınmadıkça bunun (kişiler hakkındaki) hükmü beyan edilemez. 4. İsrafın Zararı: "Yoksa sonra kınanmış, yaptığına pişman olur kalırsın" âyeti ile ilgili olarak İbn Arefe şöyle demektedir: Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: İsraf etme, malım telef etme! O takdirde sen, harcayacak ve tasarrufla bulunacak imkânını kaybetmiş, pişman bir kimse oluverirsin. Tıpkı, yerinden kalkamayan (hasır) deve gibi olursun ki, bu da yerinden kalkabilecek gücünü de kaybetmiş olan deve demektir. Şanı yüce Allah'ın; "Göz, hor ve hakir, yorulmuş olarak yine sana dönecektir" (el-Mülk, 67/4) âyetindeki; "Yorulmuş olarak" ifadesi de aynı kökten gelmektedir ki, bitip tükenmiş demektir. Katade der ki: Bu, yaptığına pişman olarak, demektir. Bu açıklamasıyla o bu kelimeyi "hasret" den gelmiş kabul etmektedir ki, buradan gelme ihtimali uzaktır. Çünkü "hasret"den l'ail; ile şekillerinde gelir, denilmez. "Kınanmış" kelimesi ise, malını telef ettiğinden dolayı kınanan kimse, yahut da kendisine birşeyler vermediği kişi tarafından kınanan kişi demektir. 30Şüphesiz ki Rabbin, dilediğinin rızkını genişletir ve daraltır. Şüphesiz O, kullarından gerçekten haberdardır, hakkıyla görendir. 31Evlatlarınızı fakirlik korkusu ile öldürmeyin. Onları da sizi de Biz rızıklandırırız. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1. Fakirlik Korkusuyla Çocukların Öldürülmesi: Bu âyeti kerimeye dair açıklamalar -Yüce Allah'a hamd olsun ki- daha önce el-En'âm Sûresi'nde (6/156. âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır, "îmlâk: Fakirlik korkusu", fakirlik ve bir şeye malik olmamak demektir, "Bir kimsenin elinde malâka denilen büyük ve düzgün taşlardan başka bir şey kalmaması" demektir. Şair el-Hüzdî, bir avcıyı vasfederken şöyle demektedir: "Derken onun karşısına, kısa boylu ve yıpranmış elbiseli bir avcı çıktı O, büyük ve düz taşlar (malaka) üzerine çıkacak olsa, avcı da çıkardı." Şemir der ki: fiili, hem lazım (geçişsiz)dır, hem müteaddi (geçişli)dir. O bakımdan kişinin fakir düşmesi halini anlatmak için de kullanılır, Zaman, elindeki avucundakîni alıp götürdü" anlamındadır. Şair Evs de şöyle demektedir: "Ve yanımda ne varsa büyük ve zorlu sıkıntılar alıp götürdü (beni fakir düşürdü)." 2. Büyük Bir Günah: Yüce Allah'ın; "Bir günah" anlamındaki; âyetini Cumhûr, "hı" harfi esreli, "ti" sakin, hemzeli ve kasr ile okumuşlardır. İbn Âmir ise, "hı" ve "ti" harflerini üstün, hemzeli ve kasr ile okumuştur. Ebû Cafer Yezid de böyle okumuştur. Bu iki kıraat de "kasti günah işledi" anlamındaki den alınmıştır. İbn Arefe der ki: Bir kimsenin günah işlemesi halinde; Günah işledi" denilir. Kasti olarak veya olmayarak hatalı bir yol izledi, denilmek istenirse de, denilir. Bununla birlikte; Hata ve günah işledi" fiilinin; Kasti olsun olmasın hata yolunu izledi" anlamında da kullanıldığı olur. el-Ezherî der ki: Bir kimse kastî olarak hata işlerse Hata işledi, işler" denilir. Bu da; Günah işledi, işler" ile aynı anlamdadır. Eğer kasıt gütmeyecek olursa; denilir ki; mastarları da şekillerinde gelir. Şair de şöyle demiştir: "Hata ve doğrularımla beni baş başa bırak Onlar bana aittir. Nihayet tüketip bitirdiğim şey bir mal (dan ibaret)dır." " Hata" isim olarak: " yanlışlık yapmak" yerinde kullanılan bir isimdir ve bu da doğruluğun zıddıdır. Bu kelime iki türlü kullanılır. Birincisi kasr ile kullanılması ki, güzel olan budur. Diğeri ise med ile kullanılmasıdır, bu da az kullanılır. İbn Abbâs (radıyallahü anh) dan da; (........) şeklinde "hı" harfini üstün, "ti" harfini sakin ve hemze ile okuduğu rivâyet edilmiştir. İbn Kesîr ise, "hı" harfini esreli, "ti" harfini üstün, hemzeyi de med ile ("Hitaen" şeklinde) okumuştur, en-Nehhâs şöyle demektedir: Ben, bu kıraatin açıklanabilir bir tarafı olduğunu bilmiyorum. Bundan dolayı da Ebû Hatim bu kıraati yanlış kabul etmektedir. Ebû Ali ise der ki: Bu kelime; 'in mastarıdır. Her ne kadar; diye bir kullanım bulamıyor isek de; şeklinde bir kullanım tesbit edebiliyoruz. Bu ise; 'in mutavaat kipidir. İşte bu bize böyle bir kullanımın doğru olabileceğini göstermiştir. Şairin şu beyiti de bu kabildendir: "Atılan oklar onun karnına bir türlü, isabet etmedi (hata etti) Benim günümü de erteledi, artık ben acele etmiyorum." Bir başka şairin bir yaban ineğini nitelendirirken söylediği şu beyiti de bu türdendir: "Avcı ona isabet ettiremedi (hata etti), nihayet ben onu, Burnunu bir su birikintisine koymuş gördüm." el-Cevherî der ki: Ona isabet ettiremedi (hata etti, tutturamadı)" anlamındadır. Evfa b. Mutarrif el-Mâzinî de şöyle demiştir: "Hey!... Bildirin Câbir'e arkadaşlığımı ve Senin arkadaşın öldürülmedi, diye. Atılan oklar onun karnına bir türlü isabet etmedi Ve benim (ölüm) günümü erteledi, acele etmedi." el-Hasen İse, şeklinde "İn" ve "ti" harflerini üstün, hemze'yi de med ile okumuştur. Ebû Hatim şöyle demektedir: Dilde böyle bir kullanım bilinmemektedir ve bu câiz olmayan bir yanlışlıktır. Ebû’l-Feth de şöyle demektedir: Hata" kelimesinin, Hata ettim" kelimesi ile İlgisi; Bağış" kelimesinin: Bağışladım, verdim" kelimesi ile ilgisine benzer. Bu da mastar anlamında bir isimdir. Yine el-Hasen'den; "hı" harfini üstün, "ti" harfini de iki üstün ile ve hemzesiz olarak okuduğu da rivâyet edilmiştir. 32Zinaya yaklaşmayın. O, cidden hayasızlıktır, kötü bir yoldur. Bu âyete dair açıklamalarımızı tek başlık halinde sunacağız; Zinaya Yaklaşmamak: İlim adamları derler ki, yüce Allah'ın: "Zinaya yaklaşmayın" âyeti, zina etmeyin, demekten daha beliğdir. Çünkü bu, zinaya yakın düşmeyin, demektir. "Zina", kelimesi, hem med ile hem de kasır ile okunur, iki ayrı söyleyişcîr. Şair der ki: "Senin söylediğin şeyin farziyeti Zinanın farziyetinin (farz cezasının) reem. oluşu gibidir." "Bir yol" lâfzı ise, temyiz olarak nasb edilmiştir. İfade, o yol kötü bir yoldur, takdirindedir. Çünkü cehennem ateşine götürür. Zina, büyük günahlardandır. Büyük günah olduğu hususunda da, çirkinliği hususunda da görüş ayrılığı yoktur. Özellikle de komşunun helal hanımı ile olursa. Çünkü zinadan dolayı başkasına ait olan çocuk, başkası tarafından hizmette kullanılır, evlat edinilir, buna benzer miras ve suların karışımı (aynı rahime farklı menilerin dökülmesi) dolayısıyla neseblerin bozuluşu gibi pek çok zararları vardır. Sahih hadiste belirtildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir çadırın kapısı önünde doğumu yaklaşmış hamile bir kadının yanından geçti. Peygamber şöyle buyurdu: "Muhtemeldir ki, (bu cariyenin sahibi) onunla ilişki kurmak istiyor." Orada bulunanlar, evet dediler. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ona, kendisiyle birlikte kabrine girecek bir lanet ile onu lânetlemek istedim. (Eğer onu kendi evladı kabul ederse) helâl olmadığı halde onu nasıl (kendisine) mirasçı yapacak? Ve onu hizmetinde kullanması -kendisine helâl olmadığı halde- nasıl hizmetinde kullanacak?" Müslim, Nikâh 139; Ebû Dâvûd, Nikâh 44: Dârünî, Siyer 38; Müsned, V, 195: VI, 446. 33Allah'ın haram kıldığı canı hak ile olmadıkça öldürmeyin. Kim zulmedilerek öldürülürse Biz, velisine bir güç ve yetki vermişizdir. O halde o da öldürmekte aşırıya gitmesin. Çünkü o, zaten yardıma mazhar olmuştur. Yüce Allah'ın: "Allah'ın haram kıldığı canı, hak ile olmadıkça öldürmeyin" âyetini dair açıklamalar, bundan önce el-Ervâm Sûresi'nde (6/151 âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Kim zulmedilerek öldürülürse Biz, velisine bir güç ve yetki vermişizdir. O halde o da öldürmekte aşırıya gitmesin. Çünkü o, zaten yardıma mazhar olmuştur" âyetine dair açıklamalarımız) da üç başlık halinde sunacağız: 1. Zulmen Öldürülenin Velisinin Yetkisi: "Kim, zulmedilerek" yani öldürülmesini gerektiren bir sebep olmaksızın "Öldürülürse Biz, velisine" onun kanını talep etmek hakkına sahip olanlara "bir güç ve yetki vermişizdir." İbn Huveyzimendad der ki: Velinin erkek olması gerekir. Çünkü yüce Allah veliyi tekil ve müzekker olarak zikretmiştir, ismail b. İshak da, yüce Allah'ın: "Biz velisine bir güç ve yetki vermişizdir" âyetinde, kadının, "veli" lâfzının mutlak olarak kullanımının dışında kaldığına delil bulunmaktadır. Hiç şüphesiz, kadınların kısasta her hangi bir hakları yoktur. Bundan dolayı kadının, kısas hakkını affetmesinin de bir etkisi olmaz ve onun kısas uygulanmasını gerçekleştirme yetkisi de yoktur. Muhalif görüşte olanlar ise şöyle demektedir: Burada "veli"den kasıt mirasçıdır. Zaten yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar birbirlerinin velileridir." (et-Tevbe, 9/71) Bir başka yerde de: "Îman edip de hicret etmeyenlere gelince; hicret edene kadar sizin onlarla hiç bir velayetiniz yoktur." (el-Enfal, 8/72) Yine yüce Allah, bir başka yerde: "Akrabalar, Allah'ın Kitabınca birbirlerine daha yakındırlar" (el-Enfal, 8/75) dîye buyurmaktadır. Bu ise, diğer mirasçıların da kısas hakkını talep edebileceklerini kabul etmeyi gerektirmektedir. Sözünü ettikleri velinin, zahiri itibariyle müzekker olup tekil olduğu iddialarına gelince, müzekker ile müennesinin (eril ve dişilinin) eşit olduğu cins isim olan lâfızlar gibidir. Bu görüş ayrılığının geri kalan diğer bilgileri ise, hilaf (mukayeseli mezhepler fıkhı) kitaplarında yer alır. "Bir güç ve yetki (sulta) vermişizdir." Yani Biz, ona bir otorite vermişizdir. Dilerse katili öldürür, dilerse affeder, dilerse de diyet alır. Bu açıklamayı İbn Abbâs (radıyallahü anh), ed-Dahhâk, Eşheb ve Şâfiî yapmışlardır. İbn Vehb de der ki: Malik dedi ki: Buradaki "sultan (güç ve. yetki)" Allah'ın emridir. İbn Abbâs ise, kesin delildir demiştir, Bunun, katilin kendisine teslim edilmesi için istemesi demek olduğu da söylenmiştir. İbnu'l-Arabî der ki: Bu görüşler birbirlerine yakındır. Bunların en net olanları ise, Malik'in dediği: Burada sultandan kaşıtın Allah'ın emridir, şeklindeki açıklamasıdır. Diğer taraftan şanı yüce Allah'ın emri açık bir nas halinde vaki olmadığından dolayı, ilim adamlarının bu hususta farklı görüşleri vardır, İbnü'l-Kasım, Malik ve Ebû Hanîfe'nin, bundan kastın özellikle öldürmedir dediklerini nakletmektedir. Eşheb ise şöyle demektedir: Bundan kasıt, az önce sözünü ettiğimiz gibi muhayyer olması demektir, Şâfiî de böyle demiştir. Bu anlamdaki açıklamalar, bundan önce el-Bakara Sûresi'nde (2/178. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. 2. Kısasta Aşırı Gitmek: "O halde, o da öldürmekte aşırıya gitmesin" âyeti ile ilgili olarak üç ayrı açıklama yapılmıştır: 1- Katilden başkasını öldürmeye kalkışmasın. Bu, el-Hasen, ed-Dahhâk, Mücahid ve Saîd b. Cübeyr'in görüşüdür. 2- Arapların yaptıkları gibi velisi olduğu kimsenin yerine iki kişi öldürmeye kalkışmasın. 3- Katile müsle yapmasın (azalarını kesmesin). Bunu da Talk b. Habib söylemiştir. Aslında bunların hepsi de kastedilmiştir, çünkü bunların hepsi yasak kılınmış olan aşırılığa gitmektir. Yine buna dair yeterli açıklamalar, el-Bakara Sûresi'nde (2/178. âyet 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Cumhûr, Aşırıya gitmesin" diye "ya" ile okumuşlardır ki, bundan kasıt velidir, ibn Âmir, Hamza ve el-Kisaî ise, şeklinde; "(kısas uygulayacak kişi) aşırıya gitme!" anlamında "te" ile okumuşlardır ki, Huzeyfe'nin kıraati de böyledir. el-Âlâ b. Abdülkerim, Mücahid'den şöyle dediğini rivâyet eder: Bundan maksat, ilk katile hitaptır. Yani bize göre, ey Katil! Sen, (öldürmek suretiyle) aşırıya gitme demektir. Taberî ise şöyle demektedir: Bu, Peygamber ile ondan sonraki yöneticilere hitap manasınadır. Yani, (ey bu gibi hükümleri uygulamakla yükümlü olan yöneticiler) katilden başkasını öldürmeyiniz! Ubey'in Mushaf'ında ise: Öldürmekte aşırıya gitmeyiniz" şeklindedir. 3. Çünkü Veli, Yardıma Mazhar Olmuştur; Yüce Allah'ın: "Çünkü o" âyetinde kastolunan velidir. "Zaten yardıma mazhar olmuştur" ona yardım olunmuştur. Eğer: Nice maktul velisi vardır ki, yardımsızdır, hakkını alamamaktadır denilecek olursa, cevabımız şudur: Yardım, kimi zaman delilin açıkça ortaya çıkmasıyla, kimi zaman da bunun gereğinin tam olarak yerine getirilmesiyle, üçüncü olarak da her ikisi birlikte sözkonusu olmak suretiyle gerçekleşir. Hangisi olursa olsun bu şüphesiz ki, şanı yüce Allah'tan bir yardımdır. İbn Kesîr de, Mücahid'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Şüphesiz ki öldürülen kişi yardıma mazhar olmuştur, demektir. en-Nehhâs da der ki; Âyet: Muhakkak Allah ona velisi vasıtasıyla yardım eder demektir. Yine bu âyetin, Übeyy (radıyallahü anh)’in kıraatinde şu şekilde olduğu rivâyet edilmiştir: Öldürmekte aşırıya gitmeyin. Çünkü o maktulün velisi zaten yardıma mazhar olmuştur." en-Nehhâs der ki: Daha açık olan bu ("aşırıya gitmesin" fiilinin) "ya" İle olması ve veli için söz konusu edilmesidir. Çünkü eğer öldürme hakkına sahîp ise o kimseye "aşıcıya gitmesin" denilebilir. Bu ise velinin bir hakkıdır. Bununla birlikte "te" ile (aşırıya gitmeyin) anlamında olması da mümkündür, yine bu hitap veliye olur. Ancak bu durumda (gaibden) muhataba geçişe ihtiyaç vardır. ed-Dehhâk der ki: Kur'ân-ı Kerîm'de öldürme ile İlgili ilk nazil olan âyet budur ve bu âyet Mekke'de inmiştir. 34Ergenlik çağına erinceye kadar -en güzel şekilde olması müstesna- yetimin malına yaklaşmayın. Bir de ahdi yerine getirin. Çünkü ahidden sorumluluk vardır. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1. Yetimin Malına Kötü Maksatla El Sürmemek: Yüce Allah'ın: "Ergenlik çağına erinceye kadar -en güzel şekilde olması müstesna- yetimin malına yaklaşmayın" âyetine dair açıklamalar daha önceden el-En'âm Sûresi'nde (6/151- âyet, 10. başlık ve devamında) geçmiş bulunmakladır. 2. Ahde Bağlılık: Yüce Allah'ın: "Bir de ahdi yerine getirin" âyeti ile ilgili açıklamalar birkaç yerde, (mesela; el-Bakara, 2/42, âyet; en-Nahl, 16/91-92 vd.) geçmiş bulunmaktadır. ez-Zeccâc der ki: Allah'ın emrettiği ve yasakladığı herbir şey ahdin kapsamı içeresinde yer alır. "Çünkü, ahidden sorumluluk vardır" âyetinde:...den" hazf edilmiştir. Yüce Allah'ın: "Ve emrolunduklarını yaparlar" (et-Tahrim, 66/6.) âyetinde; ... şeyi..." lâfzının hazf edildiği gibi. Denildiğine göre, ahde dair sorgulama, onu bozan kimseleri azarlamak için yapılacaktır. Ona, sen ahdini bozdun ha? denilecektir. Nitekim kız çocuğunu, diri diri gömene azarlamak için sorulacağı gibi. 35Ölçtüğünüzde tam ölçün ve dosdoğru terazi ile tartın. Bu, hem daha hayırlı, hem sonuç itibariyle daha güzeldir. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1. Ölçü ve Tartıda Doğruluk: "Ölçtüğünüzde tam Ölçün" âyetine dair açıklamalar, bundan önce el-En'âm Sûresi'nde (6/152. âyet, 12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet-i kerîme ölçmenin, satıcının görevi olmasını gerektirmektedir. Yusuf Sûresi'nde de bu'hususa dair açıklama geçtiğinden dolayı, (12/88. âyet, 2. başlıkta) tekrarlamanın anlamı yoktur. "Kustâs" kelimesi, "kaf" harfi ötreli olarak kullanıldığı gibi, esrelî olarak (kıstas şeklinde) de kullanılır. Bu, Rumcada terazi demektir. Bu açıklamayı İbn Aziz yapmıştır. ez-Zeccâc da şöyle demektedir: Kıstas, küçük olsun büyük olsun terazi demektir. Mücahid de: Kıslas, adalet anlamındadır, der. O da: Bu Rumca bir kelimedir, derdi. Bu âyetle insanlara şöylece hitab edilmiş gibidir: Tartılarınızı adaletli tartınız. İbn Kesîr, Ebû Amr, Nafi', İbn Âmir ve Ebû Bekir'in rivâyetine göre Âsım, bu kelimeyi "el-Kustas" şeklinde "kaf harfini ötreli olarak okumuşlardır. Hamza, el-Kisaî ve Âsım yoluyla Hafs da, "kar harfini esreli olarak (el-Kıstas şeklinde) okumuşlardır ki, iki ayrı söyleyiştir. 2. Adalet En Hayırlısıdır: "Bu, hem daha hayırlı, hem sonuç itibariyle daha güzeldir" âyeti şu demektir: Ölçüyü tam yapmak ve teraziyi dengede tutmak, Rabbinin nezdinde daha hayırlı ve daha mübarektir. "Hem sonuç itibariyle" yani akıbeti itibariyle "daha güzeldir." el-Hasen der ki: Bize nakledildiğine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, bir haramı elde edebilecek güce sahip olduğu halde, bunu terkeder ve buna sebep de yalnızca yüce Allah'ın korkusu ise, mutlaka Allah âhiretten önce dünyada acilen onun yerine o kimseye ondan daha hayırlısını verir." Taberi, XV, 85 36Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalbin her biri ondan sorumludur. Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: 1. Bilmedik Şeyin Ardına Düşmek: Yüce Allah'ın: "Bilmediğin bir şeyin ardına düşme" âyeti, hakkında bilgin olmayan ve seni ilgilendirmeyen şeyin arkasına düşme, demektir. Katade der ki: Görmediğin halde gördüm, duymadığın halde duydum, bilmediğin halde bildim demeyeceksin. Bu açıklamaları İbn Abbâs (radıyallahü anh) da yapmıştır. Mücahid der ki: Hakkında bilgin olmayan bir hususu sözkonusu ederek hiç bir kimseyi yermeye kalkışma. İbn Abbâs (radıyallahü anh) da yine aynı görüşü dile getirmiştir. Muhammed b. el-Hanefiyye der ki: Bundan kasıt yalan şahidliktir. el-Kutebî der ki: Zan ve tahminlerin peşinden gitme, demektir. Bütün bunlar birbirine yakın açıklamalardır. Aslında batıl ve hak olmayan şeyleri ileri sürüp iftira etmek" demektir. Hazret-i Peygamberin: "Biz, Nadr b. Kinaneoğulları olarak ne annemize söveriz, ne de babamızı reddederiz" İbn Mâce, Hudûd 37; Müsned, V, 211, 212. âyetinde de bu kökten gelen kelime kullanılmıştır. Şair el-Kümeyt de şöyle demektedir: "Ben, suçsuz kimseye günahsız yere iftirada bulunmam Namuslu ve iffetli kadınlar da -arkalarından gidilecek olsa- ben izlerini takip edip arkalarından gitmem." Onun izini takip ettim demektir. "el-Kafe" diye anılan kimselere bu ismin veriliş sebebi, başkalarının izlerini takib etmelerinden dolayıdır. Her şeyin kafiyesi ise onun sonu anlamındadır. Şiir kafiyesi de buradan gelmektedir. Çünkü o, beytin sonunda gelir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in İsmi olan "el-Mukaffî" de bu kökten gelmektedir. Çünkü o peygamberlerin sonuncusudur. Benzerliklerin izlerini takip eden kişiye "kaif" denilmesi de buradan gelmektedir. Kaif, bu işini yaptığı takdirde bunu anlatmak üzere, denilir. "Fe" harfi "kafa takdim edilmek suretiyle; "i tzi takip ettim" de denilir, İbn Atiyye der ki: Bu kelimenin bu şekilde kullanılışı, Arapların bazı kelimelerle oynadığı gibi bununla da oynamış olduğu ihtimalini vermektedir. Nitekim, "leamrî: ömrüm hakki için" demek isterken, "reamlî" demeleri böyledir. et-Taberî de bu fiili bir kesimin; şeklinde fiili gibi kullandıklarını da nakletmektedir. Münzir b. Said’in kanaatine göre ise, bu şekildeki kullanış Kendisine doğru çekti" fiilinin kullanılışına benzemektedir. Özetle bu âyet-i kerîme yalan söz söylemeyi, iftirada bulunmayı ve buna benzer asılsız ve adi sözler söylemeyi yasaklamaktadır. el-Kisaî'nin naklettiğine göre bazı kimseler "ka" harfini ötreli, "fe" harfini de sakin olmak üzere; diye okumuşlardır. el-Cerrah, kalp anlamındaki el-Fuâd kelimesini; şeklinde, "fe" harfini üstün olarak okumuştur. Bu, bazılarının şivesidîr. Ancak, Ebû Hatim ve başkaları bunu kabul etmemişlerdir. 2. Benzeştirenlerin (Kaaiflerin) Dediklerine Göre Hüküm Vermek: İbn Huveyzimendad der ki: Bu âyet-i kerîme, kafe (benzerlik) ile hüküm vermeyi ihtiva etmektedir. Çünkü yüce Allah: "Bilmediğin bir şeyin ardına düşme" (burada "düşme" anlamındaki kelime ile kalenin aynı kökten geldiğini hatırlatalım) diye buyurduğuna göre bu, bizim bilgi sahibi olduğumuz şeylere göre hüküm vermemizin câiz olduğuna delildir. Buna göre insanın bildiği yahut zannı galip ile öyle olduğunu anladığı her bir şeye göre hüküm vermesi câiz olur. İşte kur'a ve mahsullerin tahmininin kabul edileceğine dair delilimiz de budur. Çünkü bu da bir çeşit galip zandır ve kelimenin anlamı genişletilerek buna da "ilim" ismi verilebilir. Kaif de çocuğu, aralarındaki benzerliklerden hareket ederek babasına katar (babasının kim olduğunu tesbit eder). Bu, tıpkı takibin, aralarındaki benzerlik dolayısıyla (kıyas yaparken) fer'i asla katması gibidir. Sahih'te de Hazret-i Âişe'den şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yüzünden sevinç parıltıları okunarak yanıma girip şöyle dedi: "Zeyd b. Harise ile Üsâme b. Zeyd üzerlerinde ayaklarını dışarda bırakan fakat başlarını örttükleri bir kadife parçası bulunduğu halde Mücezziz'in, gelip onlara bakarak, şüphesiz bu ayaklar birbirlerindendir, dediğine dikkat etmez misin?" Buhârî, Menâkıb 23, Ferâiz 31; Müslim, Radn' 38-40; Ebû Dâvûd, Talâk 31: Tirmizî, Velâ 5; Nesâî, Talâk 51; İbn Mâce, Ahkâm 21; Müsned, VI. 38: 226. Yûnus b. Yezid yoluyla gelen hadiste ise, "ve Mücezzîz, kaif idi" denilmektedir. Müslim, Radâ: 40 3. Zeyd ve Oğlu Usame İle İlgili Cahiliyyenin İddiaları: İmâm Ebû Abdullah el-Mazeri der ki: Cahiliyye mensupları, Usame'nin nesebi hakkında ileri geri konuşuyorlardı. Çünkü Usame oldukça siyah tenli idi. Babası Zeyd ise pamuktan da beyazdı. Ebû Dâvûd, Ahmed b. Salih'den böylece nakletmektedir. Kadı îyad da şöyle demektedir: Ahmed'den başkaları ise, Zeyd'in, katıksız ve parlak beyaz tenli olduğunu, Usame'nin de oldukça esmer olduğunu söylemişlerdir. Ebû Dâvud., Talâk 31'de az önce geçen hadisi kaydettikten sonra şu notu düşmektedir: "Ahmed b. Salih'i şöyle derken dinledim: Usame katran gibi oldukça siyah, Zeyd de pamuk gibi oldukça beyaz idi." Zeyd b. Harise, Kelb kabilesinden halis Araptır. İleride yüce Allah'ın izniyle el-Ahzâb Sûresi'nde (33/4. ayet, 5. başlıkta) geleceği gibi, esir düşmüştür, Kelb kabilesinden halis Arabtır. 4. Ççcuğun Kime Ait Olduğu Hususunda Anlaşmazlık Olursa Kıyafet Bilginlerine Başvurmak: İlim adamlarının çoğunluğu, çocuğun kime ait olduğu hususunda anlaşmazlık sözkonusu olduğu takdirde kıyafet bilginlerine (el-Kafe) başvurulacağına, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in, sözü geçen kaifın sözleri üzerine sevinmesini delil göstermişlerdir. Hazret-i Peygamber ise hiç bir zaman batıl ile sevinecek veya bundan dolayı memnun olup onu beğenecek bir kimse değildir. Ancak Ebû Hanîfe, İshak, es-Sevrî ve onların arkadaşları, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), liân hadisinde benzerliği kabul etmeyişini delil alarak, kaiflerin hükümlerini kabul etmemişlerdir. Liân ile ilgili hadis, yüce Allah'ın izniyle en-Nûr Sûresi'nde gelecektir. 5. Kaiflerin Kanaatlerini Delil Kabul Edenlerin Görüş Ayrılıkları: Kaiflerin dediklerini kabul edenler de kendi aralarında; "acaba onların görüşleri hem hür, hem de cariye kadınların çocuklarında mı delil kabul edilir, yoksa yalnızca cariyelerin çocukları hakkında'mı delil kabul edilir?" hususunda iki ayrı görüşe sahiptirler. Birinci görüş, (yani hem hür kadınların, hem cariyelerin çocukları hakkında kabul edileceği görüşü) Şâfiî ile İbn Vehb'in rivâyetine göre Malik'in görüşüdür. Ancak, Maliki mezhebinde meşhur olan görüş, bunun yalnızca cariyenin çocuğuna münhasır olduğu şeklindedir. Sahih olan ise, İbn Vehb'in Mâlik’den rivâyet ettiği görüş ile Şâfiî (radıyallahü anh )'ın kabul ettiği görüştür. Bu konuda asıl delili teşkil eden hadis, hür kadınlar hakkında vaki olmuştur. Çünkü Üsame de, onun babası da hür idiler. Hükmün delilinin esas kabul edildiği sebep -ki bu hükmü vermenin sebebi de odur- nasıl ortadan kaldırılabilir? Bu usul bilginlerine göre câiz olmayan bir yöntemdir. Aynı şekilde bu görüşü kabul edenler, tek bir kaifin görüşü ile yetinilir mi, yoksa şahidlik olduğundan dolayı mutlaka İki kişinin kanaati mi gerekli olduğu hususunda da ihtilaf etmişlerdir. İbnü'l-Kasim birinci görüştedir. Bu hususa dair haberin zahiri hatta nassi da bunu ifade etmektedir. Malik ve Şâfiî -Allah ikisinden de razı olsun- ise ikincisini kabul etmişlerdir. 6. İnsan ve Organlarının Sorumluluğu: "Çünkü kulak, göz ve kalbin herbiri ondan sorumludur." Yani, bunların herbirisi kazandıklarından dolayı sorumlu tutulacaktır. Kalb, düşündüğü ve inandığı şeylerden, kulak ve göz görüp duyduklarından sorumlu tutulacaklardır. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Şanı yüce Allah, insana işittiklerinden, gördüklerinden ve kalbinden geçirdiklerinden soracaktır. Bunun bir benzeri de Hazret-i Peygamberin şu âyetidir: "Hepiniz birer çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlu tutulacaksınız."' Buhârî, Cumua 11, Cenaiz 5L-.: Müslim, İmâre 20; Ebû Dâvûd, İmâre 1, 13; Tirmizî, Cihâri 27; Müsned. II v vi . İnsan, organlarının çobanıdır. Âyette: İşte bütün bunlardan insan sorumlu tutulacaktır, denilmiş gibidir. O halde burada bir muzafın hazfedilmesi sözkonusudur. Ancak, delil olmak bakımından birinci anlamı daha beliğdir. Çünkü insanın organları tarafından yalanlanması da sözkonusu olacaktır. Bu İse, rüsvaylığın en ileri derecesidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bugün Biz ağızlarına mühür vururuz ve neler kazandıklarını elleri Bize söyler ve ayakları şahidlik eder," (Yâsîn, 36/65); "Oraya geldiklerinde kulakları, gözleri, derileri, işlediklerini bildirerek aleyhlerine şahidlik edecektir." (Fussilet, 41/20) Burada kulak, göz ve kalpten; "Bunlar(ın her biri)" diye söz edilmesi bunların idrak duyuları oluşlarından ve bu âyef-i kerimede sorumlu olarak söz konusu edildiklerinden dolayıdır. Bu, aklı eren varlıkların bir halidir. İşte bundan dolayı onlardan bu şekilde söz edilmiştir. Sîbeveyh, -Allah'ın rahmeti ezerine olsun- yüce Allah'ın: "Gördüm ki onlar bana secde ediyorlardı" (Yusuf, 12/4) âyeti hakkında şu açıklamayı yapmaktadır: Yüce Allah'ın, burada yıldızlar hakkında aklı eren varlıkların zamirini kullanma sebebi şundandır: Allah, bu yıldızları aklı eren varlıkların fiili olan secde etmekle vasfettiğinden dolayı, yine aklı eren varlıklara ait zamiri onlar için kullanmış bulunmaktadır. Nitekim bu açıklamalar daha önceden (anılan âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. ez-Zeccâc'ın naklettiğine göre de Araplar hem aklı eren varlıklar hakkında, hem de ermeyen varlıklar hakkında; Onlar" zamirini kullanırlar. ez-Zeccâc ve et-Taberi de (buna örnek olmak üzere) şu beyiti zikrederler: "el-Livâ'daki konaklamadan sonraki bütün konaklamaları ve O günlerden sonraki her türlü yaşayışı zem eyle." Bu ise, durulması gereken bir sınırı göstermektedir. Ancak bu beyitte "günler" yerine "kavimler" de rivâyet edilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 37Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme! çünkü sen hiç bir zaman yeri de yaramazsın, boyca da asla dağlara erişemezsin. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1. Kibirle Yürümek Yasağı: Yüce Allah'ın: "Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme" şeklindeki bu âyeti, böbürlenip kibirlenmeyi yasaklamakta, alçak gönüllülüğü emretmektedir. "Aşırı derecede sevinip şımarmak" demektir. Yürürken büyüklenmek anlamında olduğu söylendiği gibi, insanın kendi haddini, hududunu aşması diye de açıklanmıştır. Kalede: Bu, yürüyüşte büyüklenip böbürlenmek demektir, der. Yine bunun, azgınlık etmek ve kibirlenmek anlamında olduğu söylendiği gibi, gayret ve çalışkanlık ile işe sarılmak anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu görüşler birbirlerine yakın olmakla birlikte, iki kısma ayrılırlar: Bu kısımların birisi verilmiştir, diğeri övülmüştür. Büyüklenmek, azmak, böbürlenmek, insanın haddini aşması verilmiştir. Ama sevinmek ve gayret ise ovülmiş bir şeydir. Şanı yüce Allah, bunlardan birisi ile kendisini vasf'etmiş bulunmaktadır. Meselâ; sahih hadiste: "Allah'ın, kulunun tevbesi dolayısıyla sevinmesi..." Buhârî, Deavât 4; Müslim, Tevbe 2-8: Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyame 49, Deavât 98; Dârimî, Rikak 19; Müsned, I, 383, II. 316. VI, 61. 98 denilmektedir. Tembellik ise şer'an yerilmiş bir şeydir ama, ciddiyet ve gayret onun zıddidır. Hatta bazen büyüklenmek ve onun anlamındaki tutumlar da övülen bir davranış olabilir. Bunun hükmü, Allah'ın düşmanlarına ve zâlimlerine karşı yapılırsa böyledir, Ebû Hatim Muhammed b. Hibban, İbn Cabir b. Atik'den, o babasının senediyle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Gayret (kıskançlık)'ın bazısını aziz ve celil olan Allah buğz eder. Bazısını da Allah sever. Kibirin kimisini yüce Allah sever, kimisine de Allah buğzeder. Allah'ın sevdiği gayret, din hususundaki gayrettir. Allah'ın buğzettiği gayret ise, din dışı hususlardaki gayrettir. Allah'ın sevdiği büyüklenmek kişinin, Savaşırken kendi kendisine büyüklenip böbürlenmesidir, sadaka verirken (halinden memnun olması) dır. Allah'ın buğzettiği böbürlenmek ise, batıldaki böbürlenmedir." Bunu, Ebû Dâvûd da Musennefinde (Sünen'inde) ve başkaları da rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, CihSd 104; Nesâî, Zekat 66; Dârimî, Nikâh 37; Müsned, V, 445, 446 (lafzî bazı farklılıklarla) Şu beyitler bu hususa dairdir: "Yer üzerinde ancak mütevazı olarak yürü. Çünkü onun altında senden çok daha yüce nice kimseler vardır. Eğer sen güç, kuvvet, koruma ve koruyuculara sahip isen, Senden daha güçlü ve daha çok korumaları bulunan nice kimseler ölmüş bulunuyor." 2. İhtiyaç Sahibi Olmadığı Halde Avcılık Yapmak: İnsanın, ihtiyacı bulunmaksızın, -kendisini yüce bilerek- avlanmaya ve benzeri şeylere yönelmesi bu âyet-i kerimenin kapsamına girmektedir ve böyle bir tutum hayvana işkencedir, anlamsız ve boş yere böyle bir iş yapmaktır. Bir kimsenin, nadiren bir gün dinlenmesi veya bir günün bir saatinde dinlenmesi ve böylelikle ilim okumak, yahut namaz kılmak gibi hayırlı işleri yapabilmek için gerekli gücü toparlamak kastıyla rahat edip dinlenmeye çalışması, kendisine gelmeye çalışması, bu âyetin kapsamına girmez. "Kibir ve azametle" kelimesini Cumhûr, "ra" harfini Üstün olarak okumuşlardır. Yakub'un naklettiğine göre ise bazıları İsm-i fail olarak, (kibirli ve azametli anlamında) "ra" harfini esreli okumuşlardır. Ancak, birincisi daha beliğdir. Çünkü; Zeyd koşarak geldi" ifadesi, Zeyd koşucu olarak geldi" ifadesinden daha beliğdir. İşte bu kelime de böyledir. Bunun mastar olarak kullanılması, ism-i fail olarak kullanılmasından daha beliğdir. 3. Kibirlenmek, Fıtrata da, Tabiata da, Kâinata da Aykırıdır; "Çünkü sen hiç bir zaman yeri de yaramazsın." Yani, yerin iç tarafına girerek orada neler olduğunu bilemezsin. "Boyca da asla dağlara erişemezsin." Yani, boyunun uzunluğunu ve haddini aşmaya kalkışmak suretiyle hiçbir zaman dağların seviyesine ulaşamazsın. "Elbiseyi yardı"; yeri katetti" demektir. yerdeki geniş bir bölüm" demektir. Yani sen, büyüklenmenle ve üzerinde yürümek suretiyle yeryüzünü asla yaramayacaksın. "Boyca da asla dağlara erişemezsin." Azametinle yani kendi gücünle sen bu seviyeye gelemezsin. Aksine sen zelil bir kulsun. Altından da üstünden de kuşatılmış bulunuyorsun. Kuşatılmış bir kimse, muhasara atlında ve güçsüz demektir. O bakımdan büyüklenmek sana yakışmaz. Burada "yerin yarılması "ndan kasıt, mesafesinin kat edilmesi değil, aşağı doğru delinmesidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. el-Ezheri der ki: Sen onu katedemezsin anlamındadır. en-Nehhâs da bu daha açıkça anlaşdan bir ifadedir, der. Çünkü bu, genişlik düzlük ve ova anlamındaki; dan alınmıştır. Yine, Filanın yolculuğu, güç ve kuvveti ve koruması filandan daha ileridir" denilir. Rivâyet olunduğuna göre Sebe', dünyanın doğusundan batısına kadar dağıyla, ovasıyla bütün yer yüzünü eline geçirmişti. İleri gelen bir çok kimseyi öldürmüş ve esir almıştı. Bundan dolayı da ona Sebe' denilmiştir. Herkes onun itaatine girmişti. Bu durumu görünce, arkadaşlarından ayrılıp tek başına üç gün süreyle uzlete çekildi, sonra yanlarına çıkıp şöyle dedi: Ben, hiç bir kimsenin nail olmadığı şeylere nail olduğumu gördüğümden, öncelikle bu nimetlere şükretmekle İşe başlamayı uygun gördüm. O bakımdan, görüşüme göre en uygun şey, güneşe doğduğu vakit secde etmektir. Bunun üzerine güneşe secde etmeye başladılar. İşte güneşe İbadetin başlangıcı böyle olmuştur. Büyüklenmenin, tekebbürün ve şımarmanın akıbeti işte budur. Bundan Allah'a sığınırız. 38Kötü olan bütün bunlar, Rabbinin katında hoşlanılmayan şeylerdir. 4. Allah Tarafından Hoşlanılmayan Şeyler: "Kötü olan bütün bunlar, Rabbinin katında hoşlanılmayan şeylerdir" âyetindeki Bu daha önce sözü edilen, Allah'ın yerine getirilmesini emredip yasaklanmasını istediği şeylere bir işarettir. Bu işaret edatı hem tekil için hem çoğu) için, hem müennes hem müzekker için kullanılabilir. Âsım, İbn Âmir, Hamza, el-Kisaî ve Mesrûk, Kötü olan"ı zamire izafeli olarak okumuşlardır. Bundan dolayı da; Hoşlanılmayan" şeklinde ve;...dir"in haberi olarak nasb halindedir. Hoşlanılmayan şey, kötü şey" demektir. Allah'ın razı olmadığı ve emretmediği her şeydir. Yüce Allah, "Rabbin şunları hükmetti..."(el-İsrâ, 17/23) âyetinden itibaren "hoşlanılmayan şeylerdir" âyetine kadar emrolunan ve yasak kılınan bir takım şeyleri söz konusu etmektedir. O bakımdan burada bütün bunların hepsinin kötülük olduğunu haber vermesi düşünülemez. O takdirde emr olunan şeylerle yasak kılınan şeyler birbirinin içine girer. Ebû Ubeyd de bu kıraati tercih etmiştir. Çünkü Ubey'in kıraatinde; Bütün bunların günahları..." diye okumuştur, Böyle bir kıraat ise ancak izafet için sözkonusu olabilir. İbn Kesîr, Nâfi' ve Ebû Amr ise, tenvin ile; Bir günah" diye okumuşlardır. Yani, Allah ve Rasûlünün yasak kıldığı her bir şey bir günahtır demektir. Buna göre söz hem "sonuç itibariyle daha güzeldir" (el-İsrâ, 17/35 âyetinde tamam olup sona ermekte, daha sonra da yeni bir âyet olmak üzere: "Bilmediğin bir şeyin ardına düşme... yürüme" (el-İsrâ, 17/36-37) diye buyurduktan sonra da tenvinli olarak Çünkü bütün bunlar birer günahtır" diye buyurmaktadır. Yüce Allah'ın: "Evlatlarınızı... öldürmeyin" (el-İsrâ, 17/31) âyetinden itibaren bu âyete kadar birer kötülüktür, bunlar arasında iyilik olan her hangi bir şeyden söz edilmemiştir. O bakımdan "bütün bunlar" âyeti, yalnızca yasaklanan şeyleri kapsar, başka şeyi kapsamaz, demişlerdir. Yüce Allah'ın: "Hoşlanılmayan şeyler" âyeti ise, "kötü olan"ın sıfatı olmayıp ondan bedeldir. İfadenin takdiri de şöyle olur: Bütün bunlar birer kötülüktür ve hoşlanılmayan şeylerdir. "Hoşlanılmayan şeyler" anlamındaki kelimenin;...dir"in ikinci haberi olup ve Bütün bunlar" lâfzı dolayısıyla böyle geldiği de söylenmiştir. Bir kötülüktür" ifadesi ise bundan önce sözü edilen bütün bu şeylerdeki manaya hamledilir. Kimisi de bu, "(hoşlanılmayan şeyler)"; seyyie (kötü olan şey)" in sıfatıdır demektedir. Çünkü bunun müennesliğî hakiki olmadığından dolayı müzekker olan bir kelime ile vasfedilmesi mümkündür. Ebû Ali el-Farisî ise bu görüşü zayıf kabul eder ve şöyle der: Eğer müennesten müzekker olarak söz edilecek olursa, ondan sonrasının da müzekker olması gerekir. Bu konuda kaidenin nazar-ı itibara alınmaması, müsned fiilin müennesten önce gelip mü- "Onun şimşek çaktığı gibi çakmış bir bulut yoktur, Ve onun bitirdiğini bitirmiş bir arazi de yoktur." Ancak bu, Araplarca çirkin görülen bir kullanımdır. Bir kimse. Bir arazi, bitki yetiştirdi" diyecek olsa, bu çirkin bir İfade olmaz. Ebû Ali (el-Fârîsî) da der ki: Fakat, yüce Allah'ın; "Hoşlanılmayan şeyler" âyetinin, Kötü olan bir şey"den bedel olması mümkündür. Aynı şekilde "Rabbinin katında" âyetindeki tamirden hal; buna karşılık "Rabbinin katında" âyetinin da "kötü olan"ın sıfatı mahallinde olması da mümkündür. 5. Raksetmek: İlim adamları bu âyet-i kerimeyi, raksetmenin ve bu işi sürdürmenin yerilen bir şey olduğuna delil göstermişlerdir. İmâm Ebû'l-Vefâ b. Akıl der ki: Kur'ân-ı Kerîm, raksı yasakladığını açık nass ile ifade ederek: "Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme" diye buyurmuş ve kibirlenenleri yermiştir. Raks, kibirlenip azgınlaşmanın en ileri derecesidir. Bizler, neşe ve sarhoşluk vermeye ortak özellikleri dolayısıyla nebizi şaraba kıyas etmiyor muyuz? Ne diye mızrabı ve onunla birlikte şiirin bestelenerek söylenmesini, tanbur, zurna ve davula -aralarındaki ortak özellik dolayısıyla- kıyas etmiyoruz ki? Sakallı bir kimsenin -hele bir de yaşlı olursa- raksedip nağmelere ve vurgulara göre alkış tutması ne kadar çirkin bir şeydir! Özellikle nağmeli sesler, kadın ve tüyü bitmemiş çocukların sesi ise. Acaba, önünde ölüm, sorgulanmak, haşr ve sırat bulunan, bundan sonra da cennet ya da cehennemden birisine gideceği belli olmayan bir kimsenin raks ile hayvanlar gibi şaha kalkmasının, kadınlar gibi alkışlamasının güzel bir tarafı olabilir mi? Yemin olsun ki, ömrüm boyunca öyle hocalarımı gördüm ki, sürekli olarak onlarla oturup kalkmama rağmen gülmek şöyle dursun, tebessüm ettikleri İçin bir tek dişleri dahi görülmüş değildir. Ebû'l-Ferec İbnü'l-Cevzî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demektedir: İlim adamlarından birisinin, İmâm el-Gazali -Allah ondan razı olsun- bana anlattığına göre o şöyle demiştir: Raks, ancak ortun ile ortadan kalkabilen iki omuz arasındaki bir ahmaklıktır. İleride el-Kehf Sûresi'nde (18/14. âyet, 2. başlıkta) ve başka yerlerde (Lukman, 31/6. âyetin tefsirinde) yüce Allah'ın izniyle bu bahise dair daha geniş açıklamalar gelecektir. 39Bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmettendir. Allah ile beraber başka bir ilâh edinme. Sonra, kınanmış ve kovulmuş olarak cehenneme atılırsın. Burada, "bunlar" ile Cibril (aleyhisselâm)'ın indirmiş olduğu daha önce geçen bu âyet-i kerimelerin ihtiva ettiği âdap, kıssalar ve hükümlere işaret edilmektedir. Yani bunlar, şanı yüce Allah'ın kulları arasında hikmetinin gerekli gördüğü muhkem fiillerdendir. O, ahlâkın ve hikmetin güzelliklerinden olmak üzere bunları onlara takdir etmiştir. Oldukça sağlam yasalar ve son derece faziletli davranışları ihtiva etmektedir. Daha sonra yüce Allah, önceden geçen yasaklara "Allah ile beraber başka bir ilâh edinme" âyetini atf etmektedir. Hitap, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yönelik olmakla birlikte maksat, insanlar arasından bu âyeti işiten herkestir. "(.....): Kovulmuş" kelimesi, uzaklaştırılmış ve küçük düşürülmüş kimse demektir. Bu sûrede ( 18. âyet-i kerimede) de geçmiş bulunmaktadır. Dua esnasında da; (.....) Allah'ım! Şeytanı bizden uzaklaştır, deniliri ken de bu kökten gelen fiil kullanılmaktadır). 40Rabbiniz size ayrıcalık tanıyarak oğulları seçip ayırdı da, kendisi meleklerden kızlar mı edindi? Gerçekten siz büyük bir söz söylüyorsunuz. Yüce Allah bu âyeti ile, Araplar arasından: Melekler Allah'ın kızlarıdır, diyenlerin kanaatlerini reddetmektedir. Aslında onların erkeklerle birlikte kız çocukları da vardı. Ama yüce Allah, bu âyetiyle şunu murad etmiştir: Erkek çocukları yalnız size vermiş ve kendisi erkek çocuk edinmemiş, bununla birlikte kız çocukları da sizinle kendisi arasında ortak mı kılmıştır? "Gerçekten siz" Allah nezdindeki günahı itibariyle "büyük bir söz söylüyorsunuz." 41Yemin olsun ki Biz, -düşünüp ibret alsınlar diye- şu Kur'ân'da çeşitli şekillerde açıkladık. Fakat bu, onların nefretle uzaklaşmalarından başka birşeylerini artırmıyor. "Yemin olsun ki Biz... açıkladık" beyan ettik, tekrarladık diye de açıklanmıştır. "Şu Kur'ân'da" âyetindeki; (.....)da edatının fazladan geldiği ve ifadenin takdirinin, "Yemin olsun ki, ßu Kur'ân'ıaçıkladık" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "(.....): Soyumdan gelenleri de salin kimseler kıl" (el-Ahkâf, 46/15) âyetinde de fazladan geldiği gibi. "Tasrîh Çeşitli şekillerde açıklamak" bir şeyi bir yönden bir başka yöne çevirmek, demektir. Burada ise, beyan etmek ve tekrarlamak kastedilmektedir. Değişiklik ve farklılık anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani, öğüt alsınlar, ibret alsınlar diye Biz, verdiğimiz öğütleri birbirinden ayrı ayrı ve farklı kıldık. Genel olarak; (.....): Açıkladık" şeklinde "ra" harfi -çokluk anlamı ifade etmek üzere geçtiği her yerde- şeddeli, olarak okunmuştur. el-Hasen ise şeddesiz okumuştur. (Şeddesiz okuyuş, bir yönelen bir yöne çevirmek manasını verir.) Yüce Allah'ın: "Şu Kur'ân'da" âyeti ile, misaller, ibretler, hikmetler, öğütler, hükümler, haberler ve bildirmeler kastedilmektedir. es-Sa'lebî der ki: Ebû'l-Kasım el-Hüseyn'i, İmâm eş-Şeyh Ebû't-Tayyıb huzurunda şöyle elerken dinledim: Yüce Allah'ın: "Açıkladık" âyetinin iki anlamı vardır: Birincisi, Allah bu açıklamalarını tek bir tür kılmamıştır. Aksine vaadi vardır, vaîdi (tehdidi) vardır, muhkemi vardır, müteşabihi vardır, nehyi vardır, emri vardır, nasi hi vardır, mensûhu vardır, haberleri vardır, misalleri vardır. Tıpkı rüzgârların; saba rüzgârı, batıdan esen rüzgâr, güney ve kuzey rüzgârları olarak evirip çevirmesi gibi. Ve tıpkı fiillerin maziden müstakbele (muzariye), emir ve nebiye çekiminin yapılması gibi. Fiil, fail, mel'ûl ve benzerlerinin çekimi gibi. İkinci anlamı ise, Kur'ân-ı Kerîm bir defada inmemiştir. O, bölüm bölüm inmiştir. Bu da yüce Allah'ın: "... Bölüm bölüm ayırdığımız bir Kur ân olarak (indirdik)" (el-İsra, 17/106) âyetine benzemektedir ki, bu da: Cibril (aleyhisselâm)'ı sana çokça gönderdik, demektir. "Düşünüp ibret alsınlar diye" anlamındaki; (........) âyetini Yahya, el-A'meş, Hamza ve el-Kisaî, şeddesiz olarak; (.....): "Hatırlasınlar; diye" anlamında okumuşlardır. Aynı şekilde el-furkan Sûresi'nde yer alan; (.....): "Yemin olsun Biz, onu onların arasında (bu kıraate göre anlamıyla.) hatırlasınlar diye evirip çevirdik" (el-Furkan, 25/50) diye okumuşlardır. Diğerleri ise ("öğüt alsınlar" diye anlamına gelecek şekilde) şeddeli okumuşlardır. Ebû Ubeyd de bunu tercih etmiştir. Çünkü; öğüt alsınlar, gereken şekilde vâ'z-u nasihatin gereğini yapsınlar, demektir. el-Mehdevî de der ki: Bunu şeddeli okuyanlar, üzerinde dikkatle, ibretle düşünmeyi kastederler. Aynı şekilde şeddesiz okuyanların da kıraatlerinin anlamı budur. Birinci kıraate örnek: "Yemin olsun ki Biz, belki öğüt alırlar diye sözü onlara birbiri ardınca ulaştırdık" (el-Kasas, 28/51) âyetidir. İkincisine örnek ise: "...İçindekileri de hatırlayın" (el-Bakara, 2/63) âyetidir. "Fakat bu" âyetlerin tekrar tekrar, geniş geniş açıklanması ve hatırlatmalar, "onların nefretle uzaklaşmalarından" haktan uzaklaşarak düşünmek ve ibret almaktan yana gaflete düşmelerinden "başka şeylerini artırmıyor." Çünkü onlar, Kur'ân-ı Kerîm'in bir hile, bir büyü, bir kehanet ve bir şiir olduğuna inanıyorlardı. 42De ki: "Onların dedikleri gibi Onunla beraber başka ilâhlar olsaydı, elbette o zaman arş sahibine bir yol ararlardı." "De ki: Onların dedikleri gibi Onunla beraber başka ilahlar olsaydı" âyeti, daha önce geçen, yüce Allah'ın: "Allah ile beraber başka bir ilâh edinme" (39. âyet) âyeti ile ilişkilidir. Bu âyet ise, puta tapıcıları reddetmektedir. "(........): Dedikleri gibi" âyetini, İbn Kesîr ve Hafs "ya" ile, diğerleri ise, hitap olmak üzere ("dediğiniz gibi" anlamında) "te" ile okumuşlardır. "Elbette o zaman" yani ilâhlar, "arş sahibine bir yol ararlardı." İbn Abbâs (radıyallahü anhümâ) şöyle demiştir: Yüce Allah ile münazaa ve Savaş isteyeceklerdi; tıpkı dünya hükümdarlarının birbirlerine yaptıkları gibi yaparlardı. Saîd b. Cübeyr (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: Yani onlar, Allah'ın mülkünü ortadan kaldırmak için O'na ulaşacak bir yol arayacaklardı. Çünkü O'nun ortağıdırlar. Katade şöyle açıklamıştır: Yani, o takdirde bu ilahlar arşın sahibine daha bir yakın olmanın yolunu ararlar, O'nun nezdinde O'na yakınlaşmaya çalışırlardı. Çünkü onlar O'ndan daha aşağıdadırlar. Müşrikler putların kendilerini Allah'a yakınlaştıracağına inanıyorlardı. Onlar putların, yüce Allah'a muhtaç olduğuna inandıklarına göre, bunların ilâh oldukları iddiası da kendiliğinden çürümüş olmaktadır. 43O, bunların söylediklerinden münezzehtir. Pek yücedir, pek büyüktür. "O, bunların söylediklerinden münezzehtir, pek yücedir, pek büyüktür." O, kendi zatını tenzih ve takdis etmekte, kendisine yakışmayan şeylerden yüce olduğunu belirtmektedir. Teşbih, tenzih anlamındadır ve buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/30. âyet, 17. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 44Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O'nu teşbih ederler. O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların teşbihlerini anlamazsınız. Şüphesiz ki O, Halîmdir, mağfiret edicidir. Yüce Allah: "Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, O'nu teşbih ederler" âyetinde göklere ve yere ait olan zamir, akıl sahibi varlıklar için kullanılan zamirdir. Buna sebep ise, göklere ve yere aklı eren varlıkların fiili olan teşbihin isnad edilmesidir. "Ve bunların içinde bulunanlar" âyeti ile melekleri, insanları ve cinleri kastetmektedir. Daha sonra da: "O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur" âyeti ile, her şeyin genel olarak O'nu tesbih ettiğini bildirmektedir. Bu umumun, tahsis edilip edilmediği hususunda görüş ayrılığı vardır. Bir kesim bu, tahsis olunmuş değildir. Maksat, bunların delâlet yoluyla tesbih ettikleridir. Çünkü sonradan yaratılmış herbir varlık, kendi kendisi hakkında yüce Allah'ın yaratıcı ve kadir olduğuna şahitlik etmektedir, demiştir. Bir başka kesim de: Bu, gerçek anlamda bir teşbihtir ve genel olarak her şey, insanların işitemeyeceği ve kavrayamayacağı bir şekilde tesbih etmektedir. Şayet öncekilerin söyledikleri gibi buradaki teşbihten kasıt, ilahi sanat ve Allah'ın varlığına delalet izi olduğu kabul edilecek olursa bu, anlaşılan bir konudur. Âyet-i kerîme ise, onların teşbihlerinin anlaşılamadığını, farkedilemediğini ifade etmektedir. Ancak, bu görüşe şu şekilde cevap verilmiştir: Yüce Allah'ın: "Anlamazsınız" âyetinden kasıt, ibret almaktan yüz çeviren kâfirlerdir. Bunlar, şanı yüce Allah'ın eşyadaki hikmetini idrâk etmezler. Bir başka kesim de, yüce Allah'ın: "... hiçbir şey yoktur" ifadesi, umum ifade etmektedir. Ancak, bunun anlamı canlı ve gelişme özelliğine sahip her bir varlık hakkında hususidir. Cansızlar için böyle bir şey sözkonusu değildir. İşte İkrime'nin: Ağaç Allah'ı teşbih eder. Fakat direk tesbih etmez, demesi de bu kabildendir. Yezid er-Rekaşi ile el-Hasen, masa üzerinde yemek yedikleri bir sırada Yezid, el-Hasen'e: Ey Ebû Said! Acaba bu masa tesbih etmekte midir diye sorar, el-Hasen: Bir zamanlar teşbih ediyordu, diye cevap verir. O bununla, ağacın meyve verdiği ve normal ağaç olarak bulunduğu sırada teşbih ediyor iken, şimdi boyanmış bir masa haline geldiğini kastetmektedir. Derim ki: Bu görüşün lehine, sünnette İbn Abbâs (r. anhumâ) yoluyla sabit olan hadis delil gösterilebilir. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), iki kabrin yanından geçtiği bir sırada şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz bunlar azap görmektedirler. Ancak büyük bir günahtan dolayı azap görmüyorlar. Bunlardan birisi laf alıp götürüyordu. Diğeri ise sidikten ist ibra etmiyordu." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, yaş bir hurma fidanı getirilmesini istedi. Onu ikiye böldü. Sonra birisinin üzerine bir bölümünü, diğerinin üzerine de bir bölümünü dikti ve arkasından şöyle buyurdu: "Bunlar kurumadıkları sürece azaplarının hafifletileceğini ümid ederim." Buhâri, Vudu' 55, 56, Cenâiz 82. 89. Edeb 46, 49: Müslim, Tahâre 111, Ebû Dâvûd, Tahâre 11, Nesâî, Tahâre 26, Cenâiz 116; Dârimî, Vudu' 61; Müsned, I, 225. Hazret-i Peygamber'in: "Bunlar kurumadıkları sürece" ifadesi, canlı ve diri oldukları sürece Allah'ı tesbih ettiklerine, kurudukları takdirde ise, cansız bir varlığa dönüşeceklerine bir işarettir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ebû Dâvûd et-Tayâlisî'nin Müsned'inde de şöyle denilmektedir: Onlardan birisinin üzerine yarısını, diğerinin üzerine diğer yarısını koyup şöyle buyurdu: "Bunlar, bir parça nemli (yaş) kaldıkları sürece üzerlerindeki azâbın hafifletileceğini ümid ederim." İlim adamlarımız derler ki: İşte bu hadisten de kabirler üzerinde ağaç dikmenin ve Kur'ân okumanın söz konusu olabileceği anlaşılmaktadır. Ağaç dikmek suretiyle kabirdekilerin azapları hafifletileceğine göre, mü’min bir kimsenin Kur'ân okuması nasıl hafifletme sebebi olmaz ki? Biz bu hususları, (.....) adlı kitabımızda yeterince açıklamış bulunuyoruz. Yine ölüye, kendisine bağışlanan sevabın ulaşacağını da belirtmiş idik. Bundan dolayı Allah'a hamd olsun. İkinci te'vile göre ise, bunlara ayrıca gerek yoktur, çünkü cansız olsun canlı olsun, herbir şey zaten Allah'ı tesbih etmektedir. Derim ki: Bu şekildeki yorum ve görüşün lehine Kur'ân-ı Kerîm'den yüce Allah'ın şu âyetler! delil gösterilebilir: "Ve güçlü kulumuz Davud'u hatırla. Çünkü o (Allah'a) dönen birisi idi. Gerçekten Biz, dağları -akşamleyin ve kuşluk vakti onunla birlikte teşbih eder halde- müsahhar kıldık. " (Sâd, 38/17-18.); "(O taşlardan) öylesi de vardır ki, Allah korkusundan yuvarlanır." (el-Bakara, 2/74) Bu âyetin bu görüşe delil gösterilebilmesi, Mücahid'in konu ile ilgili açıklamasına göredir. Yüce Allah'ın şu âyeti da bu görüşün lehine delildir: "Bundan dolayı neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp dağılarak yıkılacak. Rahmân'a evlâd isnad ettiler diye. " (Meryem, 19/90-91 ) İbnü'l-Mübarek de "ed-Dekaik" adlı eserinde şunu nakletmektedir: Bize, Mis'ar, Abdullah b. Vâsıl'dan haber verdi. O, Avf b. Abdullah/dan dedi ki: Abdullah b. Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle dedi: Dağ, diğer bir dağa şöyle der: Ey filan! Hiç bugün yanından aziz ve celil olan Allah'ı anan bir kimse geçti mi? Eğer evet diyecek olursa bundan dolayı sevinir. Daha sonra Abdullah (b. Mes'ûd): "Rahmân evlad edindi, dediler" (Meryem, 19/88) âyetini okudu. Dedi ki: Ne dersin, sen bu dağların yalan sözleri işittiklerini, ama hayır şeyleri işitmediklerini mi zannetmektesin? Yine bu hususta, Enes b. Malik (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Her sabah ve akşam, yeryüzünün bölgeleri birbirlerine şöyle seslenirler: Komşu, hiç bugün yanından Allah için namaz kılan, yahut, üzerinden Allah'ı anan bir kimse geçti mi? Bunların kimisi lıayır, kimisi evet der. Evet dedi mi o, bu sebepten kendisinin ötekinden dalia üstün olduğunu kabul eder. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Cin olsun, insan olsun, ağaç olsun, taş olsun, ev, barınak olsun, her ne olursa olsun, müezzinin sesini işitti mi, mutlaka kıyâmet gününde onun lehine şahidlik edecektir." Bu hadisi de İbn Mâce, Sünen'inde, Malik de Muvatta’'ında Ebû Said el-Hudrî (radıyallahü anh) yoluyla rivâyet, etmişlerdir. Buhârî, Ezan 5: İbn Mâce, Ezan 5: Muvatta’, Salât 5: Müsned, III. 6. Buhârî de Abdullah (b. Mes'ûd) (radıyallahü anh) dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Biz yemeğin, yenilirken dahi teshili getirdiğini işitiyorduk. Buhârî, Menâkıb 25; Müsned, I 460. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) dan gelen bundan başka bir rivâyette de şöyle elenmektedir: Biz, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem.) ile birlikte yemek yerdik ve aynı zamanda onun teşbihini de duyardık. Müslim'in Sahih'inde de Cabir b. Semure (radıyallahü anh) darı şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz ki ben, Mekke'de bir taş biliyorum. Ben peygamber olarak gönderilmeden önce o bana selam getiriyordu. Şu anda dahi ben o taşı tanırım." Müslim, Fedai! 2; Dârimî, Mukaddime 4: Müsned, V, 89. 95. Bunun, Hacerü'l-Esved olduğu söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu anlamdaki haberler pek çoktur. Biz, onların bir bölümünü el-Fâdârî -rahimehullah- a ait, "el-İşrîniyât en-Nebeviyye Şerhi" olarak yazdığımız, "el-Lumau'l-Luluiyye"âe zikretmiş bulunuyoruz. Kütüğün (inlemesine dair) haberi de yine bu hususta meşhur bir olaydır. Buhârî, buna dair rivâyeti kitabının bir kaç yerinde tahriç etmiştir. Buhârî, Menâkıb 25; Tirmizî, Menâkıb 6. Böyle bir husus, bir tek cansız hakkında sabit olduğuna göre, bütün cansızlar hakkında da mümkündür ve bu açıdan imkânsız görülecek herhangi bir şey yoktur. O halde genel olarak her şey tesbih etmektedir. Nitekim en-Nehaî ve başkaları da böyle demişlerdir: Bu âyet canlı, cansız herşey hakkında, -kapı gıcırtısı da dahil olmak üzere- umumîdir. Bu konuda da zikretmiş olduğumuz haberleri delil göstermişlerdir. Şöyle de denilmiştir: Cansız varlıkların teşbihi, kendilerine bakan kimseyi: Subhanallah demeye davet etmeleri şeklindedir. Çünkü bu varlıklar idrâk sahibi değildirler. Nitekim şair de şöyle demektedir: "Ortaya çıktığı yerde bir teşbih ile karşılanır Ve gören kimsenin azaları gök gürültüsü ile yerine oturur." Onu gören kimse: Onu yaratan münezehtir der, demek istiyor. Sahih olan, buna delil teşkil eden haberler dolayısıyla herşeyin Allah'ı tesbih ettiğidir. Eğer cansız varlıkların teşbihinden kasıt, delâlet yoluyla teşbih olsaydı, Hazret-i Davud'un bu husustaki özelliği ne olurdu? Çünkü Hazret-i Davud'un beraberinde dağların tesbih etmesi yüce Allah'ın, -önceden de belirttiğimiz gibi- hayatı ve teşbihi söylemeyi yaratması suretiyle sözlü bir teşbih idi. Sünnet-i Seniyye de Kur'ân-ı Kerîm'in zahirinin delâlet ettiği her bir seyin tesbih ettiğini açıkça ifade etmektedir. O halde bunu kabul etmek daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. el-Hasen, Ebû Arar, Yakub, Hafs, İhınıza, el-Kisaî ve Halef; "(........): Anlamazsınız" âyetini, failin müennesliği dolayısıyla "te" ile okumuşlardır. Diğerleri ise "ye" ile (anlamazlar diye) okumuşlardır. Ebû Ubeyd de bu okuyuşu tercih etmiş ve şöyle demiştir: Buna sebep, baştaki fiil ile te'nîs arasında başka kelimelerin girmesidir. "Şüphesiz ki O, Halimdir." Dünyada kullarının günahlarını hemen cezalandırmaz. "Mağfiret edicidir." Âhirette mü’minlerin günahlarını bağışlar. 45Sen, Kur’ân’ı okuduğun zaman seninle âhirete îman etmeyenlerin arasına gizli bir perde çekeriz. Ebû Bekir (radıyallahü anh)'ın kızı Hazret-i Esma'dan, şöyle dediği nakledilmektedir: "Ebû Leheb'in iki eli kurusun" (Leheb Sûresi, 111/1) diye başlayan sûre nazil olunca, Harb kızı el-Avrâ Um Cemil, bağırıp çağırarak ve elinde de avucunu dolduracak kadar taş bulunduğu halde geldi ve bu arada da şöyle diyordu: "Çokça yerilmiş bir kimseye isyan ettik Ve biz onun emrine uymayı kabul etmedik ve onun dinini terk ettik." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), beraberinde Ebû Bekir (radıyallahü anh) da bulunduğu halde mescidde oturuyor idi. Ebû Bekir onu görünce: Ey Allah'ın Rasulü dedi. Bu kadın buraya doğru geliyor, seni göreceğinden korkarım. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "O beni asla göremeyecektir" diye buyurdu ve Kur'ân-ı Kerîm'den bir bölüm okuyarak, dediği gibi onunla korunmuş oldu. Hazret-i Peygamber bu sırada: "Sen, Kur'ân'ı okuduğun zaman seninle âhirete îman etmeyenlerin arasına gizli bir perde çekeriz" âyetini okudu. Ebû Bekir (radıyallahü anh)in başı ucunda durduğu halde, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı görmedi. Ey Ebû Bekir dedi, bana haber verildiğine göre, arkadaşın beni hicvetmiş bulunuyor. Hazret-i Ebû Bekir, bu Beytin Rabbi hakkı için hayır, o seni hicvetmedi, dedi. Bunun üzerine kadın: Kureyş de biliyor ki ben, Kureyşlilerin efendisinin kızıyım diyerek geri döndü. el-Hâkim, el-Müstedrek, II, 361; Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, V, 296-297. Saîd b. Cübeyr (radıyallahü anh) dedi ki: "Ebû Leheb'in iki eli kurusun, nitekim, kurudu da" (Leheb) Sûresi, 111/1) âyeti nazil olunca, Ebû Leheb'in karısı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına geldi. Beraberinde Ebû Bekir (radıyallahü anh) da bulunuyordu. Ebû Bekir (radıyallahü anh) dedi ki: Seni rahatsız edecek sözleri sana söylemesin diye önünden uzak lası versen. Çünkü bu ağzı bozuk bir kadındır. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Hiç şüphesiz, benimle onun arasına bir engel konulacaktır" diye buyurdu: Ebû Leheb'in karısı, Hazret-i Peygamberi göremeyince Hazret-i Elm Bekir'e şöyle dedi: Ey Ebû Bekir! Senin arkadaşın bizi hicvetti ha! Hazret-i Ebû Bekir: Allah'a yemin ederim ki o, ne şiirle konuşur, ne şiir söyler. Bu sefer kadın: Şüphesiz ki sen de onu tasdik eden birisisin, diyerek geri dönüp gitti. Ebû Bekir (radıyallahü anh): Ey Allah’ın Rasulü! Bu kadın seni görmedi mi, diye sordu, Hazret-i Peygamber: "Hayır" diye buyurdu. "Geri dönüp gidinceye kadar benimle onun arasında beni ondan gizleyen bir melek bulunuyordu." Bu manadaki benzer rivâyetler ve yer aklıkları kaynakları için bk. Suyûtl ed-Durru'l-Mensûr, V, 296-297. Ka'b (radıyallahü anh) da bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), müşriklerden şu üç âyet-i kerîme ile gizleniyor idi. Birincisi el-Kehf Sûresi'ndeki: "Gerçekten Biz, onların kalbleri üstüne onu iyice anlamalarına engel perdeler, kulaklarına da ağırlık koyduk " (el-Kehf, 18/57) âyeti, en-Nahl Sûresi'ndeki: "İşte onlar, Allah'ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir" (en-Nahl, 16/108) âyeti ile el-Casiye Sûresi'nde yer alan: "Kendi hevasını ilâh edinmiş, bilgisine rağmen Allah'ın kendisini şaşırtmış olduğu, kulağına ve kalbine mühür vurduğu, gözü üzerine de perde gerdiği kimse hakkında ne dersin" (el-Casiye, 45/23) âyetidir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyetleri okudu mu, müşriklerden gizlenir, onu göremez olurlardı. Yine Ka'b (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Ben, bunları Şam halkından birisine naklettim. O da Bizans topraklarına gidip bir süre orada ikâmet etti. Daha sonra onlardan kaçtı. Onu takib etmeye koyuldular. O da bu âyet-i kerimeleri okuyordu. Onun gittiği yolda onunla beraber bulundukları halde onu göremiyorlardı. es-Sa'lebî der ki: Ka'b'dan rivâyet ettikleri bu hususu, ben de Rey halkından bir adama naklettim. O da Deylem'de esir düştü. Bir süre orada kaldıktan sonra onlardan kaçtı. Onu takibe koyuldular. O da bu âyetleri okudu. O kadar ki, onların elbiseleri onun elbisesine dokunuyor, fakat onu görmüyorlardı. Derim ki: Bu âyetlere, Yâsîn Sûresi'nin baş tarafından itibaren "Artık onlar görmezler" (Yâsîn, 36/9) âyetine kadar olan âyetler de ilave edilebilir. Çünkü Sirette nakledildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hicret edip Ali (radıyallahü anh) da yatağında kaldığı olay ile ilgili olarak şöyle denilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) çıktı ve eline bir avuç toprak aldı. Yüce Allah da onların gözlerini perdeledi, onu göremez oldular. Bu toprağı Yâsîn Sûresi'nin şu âyetlerini okuyarak başlarına saçmaya başladı: "Yâ Sin. Hikmet dolu Kuran hakkı için, muhakkak sen gönderilmiş peygamberlerdensin. Dosdoğru bir yol üzerindesin, güçlü ve intikam alıcı, çok rahmet edici tarafından indirilmedir... Hem Biz, onların önlerinden bir sed ve aralarından da bir sed çektik. Gözlerini de perdeledik, artık onlar görmezler" ( Yâsîn, 36/9) âyetlerini okudu. Nihayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyetleri okuyup bitirince, başının üzerine toprak konmadık bir kimse de kalmayınca, gitmek istediği yere çekilip gitti. Derim ki: Ülkemiz Endülüs'de, Kurtuba'ya bağlı Mensur diye bilinen kalede benim de başımdan benzer bir olay geçti. Şöyle ki: Ben, düşmanın önünden kaçıyorken, düşmandan bir kenara çekildim. Aradan fazla bir zaman geçmeden iki atlı beni takib etmek üzere yola çıktılar. Açıklık bir yerde oturuyor idim. Onlara karşı beni örtüp saklayacak birşey yoktu. O sırada ben de Yâsîn SÛRESİ'nin baştarafları ile Kur'ân-ı Kerîm'in daha başka bölümlerini okuyordum. Yanımdan gittiler, sonra da gittikleri yerden geri geldiler. Bu arada onlardan biri diğerine: Bu bir Diyeblo'dur diyorlardı. Bununla da şeytan olduğumu kastediyorlardı. Allah, onların basiretlerini köreltti ve beni göremediler. Bundan dolayı yüce Allah'a pek çok hamd-ü senalar olsun. Âyet-i kerimede sözü geçen "gizli bir perde "ci en kastın, yüce Allah'ın onların kalplerini mühürlemesi ve bunun sonucunda Kur'ân-ı Kerîmi anlayamamaları, içindeki hikmeti kavrayamamaları olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. el-Hasen ise şöyle demektedir: Yani onlar, senin Kur'ân okumandan yüz çevirdikleri ve sana karşı gafil davrandıkları için, seni görmemeleri, tıpkı seninle kendisi arasında perde bulunan kimseye benzerler. Âdeta onların kalpleri üzerinde bir örtü var gibidir. Denildiğine göre bu âyet-i kerîme, Kur'ân-ı Kerîmi okuduğu esnada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a eziyet veren birtakım kimseler hakkında inmiştir. Bu kimseler Ebû Cehil, Ebû Sübyan, en-Nadr b. el-Haris, Ebû Leheb'in karısı Um Cemil ile Huveytıb idiler. Şanı yüce Allah, Kur'ân okuduğu esnada Rasûlünü onların gözlerinden saklayıp perdeledi. Onlar yanından geçiyor fakat onu görmüyorlardı. Bu açıklamayı da ez-Zeccâc ve başkaları yapmışlardır. Anlam itibariyle ise birinci görüşün aynısıdır. Âyet-i kerimeden daha zahir olarak anlaşılan budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Gizli" âyeti ile ilgili olarak iki görüş vardır. Birincisine göre bu perde, size karşı gizlidir ve siz onu göremezsiniz, ikinci görüşe göre ise bu perde size karşı arka tarafında duranları örtüp gizlemektedir. Bu durumda "mestur (gizli)" kelimesi "satir (gizleyici)" anlamındadır. 46Onların kalpleri üzerine onu iyice anlamalarına engel perdeler gerer, kulaklarına da bir ağırlık veririz. Kur'ân'da Rabbini bir tek olarak zikrettiğin vakit nefretle arkalarına döner, giderler. "Onların kalpleri üzerine... perdeler gerer" âyetindeki: "(........): Perdeler" kelimesi, (........)'ın çoğulu olup bir şeyi örten şeye denilir ki, buna dair açıklamalar bundan önce el-En'âm Sûresi'nde (6/25. Âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "(........): Onu iyice anlamalarına engel" âyeti, (.....): Onu anlamasınlar diye" anlamındadır. Ya da onu anlamalarını uygun görmediğimiz için anlamındadır. Bu da ondaki emir, nehiy, hikmet ve manaları anlamasınlar diye, demektir. Bu âyet, Kacleriye'nin görüşünü reddetmektedir. "Kulaklarına da bir ağırlık veririz." Bir sağırlık ve bir ağırlık demek olup, ifadede hafz edilmiş kelimeler de vardır ki, "onu işitmelerine engel olarak kulaklarına.. ." demektir. "Kur'ân'da Rabbini bir tek olarak zikrettiğin vakit." Yani, sen Kur'ân okurken Allah'tan başka ilâh yoktur, dediğinde "nefretle arkalarına döner giderler." Ebû'l-Cevzâ Evs b. Abdullah dedi ki: Şeytanı, kalpten "lâ ilahe illallah" demekten daha çok kovan başka bir şey yoktur. Sonra da yüce Allah'ın: "Kur'ân'da Rabbini bir tek olarak zikrettiğin vakit nefretle arkalarına döner giderler" âyetini okudu. Ali b. el-Hüseyn de: Bu, onun "Bismillahirrahmanirrahim" demesidir, demektedir. Bu sözü önceden Besmele bahsinde de geçmiş bulunmaktadır. "Nefretle arkalarına döner giderler" âyeti ile müşriklerin kastedildiği söylendiği gibi, şeytanların kastedildiği de söylenmiştir. "(.....) Nefretle... giderler" kelimesi (.....). Nefretle gider" kelimesinin çoğuludur. "Şuhûd" kelimesinin şahidin çoğulu, "kuud" kelimesinin de "kaa'id" yani oturan kelimesinin çoğulu olduğu gibi. Bu kelime hal olarak nasb edilmiştir. Bununla birlikte bunun aynı kökünden gelmemekle birlikte fiilin te'kid. edici mastarı (mef'ûl-i mutlakı.) olması da mümkündür. Çünkü yüce Allah'ın: "(.....). Arkalarına dönerler" âyeti zaten; (.....): Uzaklaşıp gittiler" ile aynı anlamdadır. Bu durumda âyet; (.....): Nefretle arkalarına döner giderler, demek olur. 47Onlar seni dinlediklerinde neyi dinlediklerini ve o zâlimler gizlice konuşurlarken: "Siz ancak büyülenmiş bir kimseye uyuyorsunuz" dediklerini pek iyi biliriz. "Onlar, seni dinlediklerinde neyi dinlediklerini... pek iyi biliriz" âyetinde yer alan; (.....): Neyi" deki "be" harfinin zâid olduğunu ve (.....): O dinledikleri" demek olduğu söylenmiştir. Kureyşliler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan Kur'ân-ı Kerîm'i dinliyorlar, sonra da nefretle kaçarak -yüce Allah'ın onlar hakkında haber verdiği şekilde-: O, bir büyücüdür, büyülenmiş birisidir, diyorlardı. Bu açıklamayı Katade ve başkaları yapmıştır. "Gizlice konuşurlarken" senin hakkında kendi aralarında gizli saklı konuşurlarken, demektir. Katade dedi ki: Onların kendi aralarındaki gizli konuşmaları: O bir delidir, o bir büyücüdür, o geçmişlerin masallarını bize getirmektedir ve benzeri sözleri idi. Denildiğine göre bu âyet-i kerîme Utbe'nin, Kureyşlilerin eşrafını hazırladığı bir yemeğe davet ettiği bir sırada inmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yanlarına girmiş, onlara Kur'ân-ı Kerîm okumuş, onları Allah'ın yoluna çağırmıştı. Onlar da kendi aralarında gizlice konuşarak: O bir büyücüdür, bir delidir, demişlerdi. Bir diğer açıklamaya göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ali'ye bir yemek hazırlamasını ve Kureyşli müşriklerin eşrafını bu yemeğe davet etmesini emretti. Hazret-i Ali denileni yaptı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da yanlarına girdi ve onlara Kur'ân-ı Kerîm okuyup tevhidi kabule çağırdı. Onlara: "Lâ ilahe illallah deyin ki, Araplar sizlere itaat etsin, Arap olmayanlar da sizin emriniz altına girsin" dedi, fakat onlar bunu kabul etmediler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın söylediklerini dinliyor, ama kendi aralarında gizlice: O bir büyücüdür, o büyülenmiş birisidir, diyorlardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi. ez-Zeccâc da der ki: (.....): Gizlice fısıldaşmak" mastar isimdir. Yani, (.....): Onlar fısıldaşmakta iken": yani, gizlice birbirlerine söz söylerken , anlamındadır. "Ve o zâlimler" Ebû Cehil, el-Velid b. el-Muğire ve benzerleri "gizlice konuşurlarken, siz ancak o büyülenmiş bir kimseye uyuyorsunuz, dediklerini pek iyi biliriz." Yani siz, ancak büyünün kafasını karıştırdığı ve ne söylediğini bilmez hale getirdiği, o bakımdan işinin içinden çıkamayan bir kimseye tabi oluyorsunuz. Onlar bu sözleri başkaları ondan uzaklaşıp kaçsın diye söylüyorlardı. Mücahid der ki: "Büyülenmiş" aldatılmış demektir. Yüce Allah'ın: "Nasıl oluyor da büyüleniyorsunuz?" (el-Mu'minun, 23/89) Yani, siz hangi cihetten aldatılmaktasınız? âyetine benzer. Ebû Ubeyde der ki: "Büyülenmiş"den kasıt, onun safiri yani akciğeri vardır, demektir. O bakımdan o, yemek yemeden, içmeden duramaz, bunlara muhtaçtır. O halde o sizin gibidir, melek değildir. Araplar, bu bakımdan korkak olan bir kimseye; (........): Onun safiri (akciğeri) şişti, derler. İster insan olsun, ister başka türlü canlılardan olsun, yiyen ve içen herkese "meşhur ve müsahhar" denilir. Şair Lebid der ki: "Eğer bize ne halde olduğumuzu soracak olursan, gerçek bu ki, Biz bu âlemde müsahhar (yiyip içen) kuşlarız." İmruu'l-Kays da şöyle demektedir: "Bizim için ğayb olan bir işe hızlıca koştuğumuzu görüyorum. Yiyerek içerek sahr oluyoruz." Yani, gıdalanıyor ve besleniyoruz. Âişe (radıyallahü anha)'dan gelen hadiste de o şöyle demektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in hanımlarından benimle boy ölçüşecek kim var ki? Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) benim sahrim (yani akciğerlerimin hizasında bulunan göğsüm) ile boynum arasında vefat etti. Hazret-i Âişe'nin öğünme ifadeleri olmaksızın: Buhârî, Cenâiz 96, Fardu'l-Huımıs 4; Meğâzi 83, Nikâh 104; Müslim, Fedâilus-Sahâbe 84; Müsned, VI, 48, 121, 200. 48Senin için nasıl misaller verip dalâlete düştüklerine bir bak! Artık onlar bir daha yol bulamayacaklardır. "Senin için nasıl misaller verip dalâlete düştüklerine bir bak!" âyeti ile yüce Allah, müşriklerin yaptıklarının hayret verici bir husus olduğunu peygamberine bildirmektedir. Onlar nasıl olur da bir seferinde büyücü, bir diğer seferinde deli, bir başka seferinde şair diyorlar? "Artık onlar bir daha yol bulamayacaklardır." İnsanları senden alıkoymanın yolunu bulamayacaklardır, demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar, haktan sapıp uzaklaştıkları için hidâyete götüren bir yol bulamaz hale geldiler. Çıkış yolu bulamazlar, diye de açıklanmıştır. Çünkü onların delidir, büyücüdür ve şairdir sözleri arasında çelişkiler vardır. 49Ve dediler ki: "Biz bir yığın kemik ve ufalanmış toprak olduğumuz zaman mı, biz mi yeniden yaratılıp diriltileceğiz?" "Ve dediler ki: Biz bir yığın kemik ve ufalanmış toprak olduğumuz zaman mı..." Yani onlar, Kur'ân'ı ve öldükten sonra dirilişi işittikleri zaman kendi aralarında fısıldaşarak: Eğer o büyülenmiş ve aklanmış birisi olmasaydı hiç bir zaman böyle bir söz söylemezdi, dediler. İbn Abbâs dedi ki: (.....): Toz" demektir. Mücahid de, toprak demek olduğunu söylemiştir. Bu kelime aslında kırılan, dağılan ve çürüyen herşey hakkında kullanılır. Anlam itibariyle; (.....) kelimelerine benzemektedir. Bu açıklama Ebû Ubeyde, el-Kisaî, el-Ferrâ' ve el-Ahfeş tarafından yapılmıştır. Bu kökten olmak üzere; (.....): O şey paramparça oldu" darmadağın oldu, denilir. "Biz mi yeniden yaratılıp diriltileceğiz?" âyeti soru olmakla birlikte maksat böyle bir şeyi inkâr etmektir. (........); mastar (mefûl-i mutlak) olduğundan dolayı nasb ile gelmiş olup: Yeni bir diriliş ve yaratılış demektir. Bu ise, onların ileri derecedeki bir inkârlarım dile getirmektedir. 50De ki: "Taş veya demir olun; "De ki: Taş veya demir olun." Yani, ey Muhammed -onları âciz bırakmak maksadıyla- onlara de ki: Siz güç, kuvvet ve sertlik bakımından ister taş, ister demir olun. Taberî der ki: Yani, eğer siz yüce Allah'ın tekrar size kemik ve et yaratmasını hayretle karşılıyor iseniz, eğer gücünüz yetiyorsa kendiniz taş veya demir olunuz. Ali b. Îsa da der ki: Yani eğer sizler taş veya demir olsaydınız dahi yine Allah sizi diriltmek istedi mi O'na karşı çıkamazdınız. Ancak burada âyet emir şeklinde va riel olmuştur, çünkü bu, karşı tarafı susturucu bir delil olarak daha beliğdir. Anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Siz, taş yahut demir olsanız dahi, ilkin yarattığı gibi sizi tekrar yaratır. Ve mutlaka sizi öldürür, sonra bir daha diriltir. Mücahid de şöyle demektedir: Âyetin anlamı şudur: İstediğiniz şeyi olunuz, mutlaka tekrar yaratılacak, iade olunacaksınız. en-Nehhâs der ki: Bu güzel bir açıklamadır. Çünkü onlar taş olamazlar. Ancak anlam şudur: Yaratıcılarını kabul etmekle birlikte öldükten sonra dirilişi inkâr ediyorlardı. O bakımdan onlara şöyle denildi: Ne isterseniz olunuz. Siz, taş veya demir olsanız dahi ilkin yaratıldığınız gibi bir daha diriltileceksiniz. 51"Yahut gönlünüzce büyük kabul ettiğiniz herhangi bir yaratık." "Bizi kim diriltecek" diyecekler. Hemen de ki: "İlk defa sizi yaratmış olan." Sana başlarını sallayacaklar ve: "O, ne vakit?" diyecekler. De ki: "Yakın olması umulur." "Yahut gönlünüzce büyük kabul ettiğiniz herhangi bir yaratık." Mücahid. der ki: Bununla gökleri, yeri ve dağları kastetmektedir. Çünkü bunlar insanın ruhunda büyüklükleriyle yer etmişlerdir. Katede'nin görüşünün anlamı da budur. O şöyle demişti: Ne isterseniz olunuz. Şüphesiz ki Allah sizi öldürecek, sonra da çürütecektir. İbn Abbâs, İbn Ömer, Abdullah b. Amr b. el-Âs, İbn Cübeyr ve yine Mücahid ile İklime, Ebû Salih ve ed-Dahhâk da şöyle demektedirler: Bununla ölümü kastetmektedir. Çünkü Âdemoğlunun ruhunu ölümden daha büyük etkileyen bir şey yoktur. Umeyye b. Ebi's-Salt da şöyle demiştir: "Ve hiç şüphesiz ölüm ruhlarda çok dehşetli bir olaydır." Bu âyet ile yüce Allah şunu kastetmektedir: Sizler, taş veya demirden yaratılsanız, yahut ölümün kendisi olsanız dahi, şüphesiz sizi öldüreceğim ve öldükten sonra da dirilteceğim. Çünkü sizi baştan beri kendisiyle var ettiğini kudretin aynısıyla sizi tekrar iade edeceğim. İşte yüce Allah'ın: "Bizi kim diriltecek diyecekler. Hemen de ki: İlk defa sizi yoktan yaratmış olan" âyetinin anlamı budur. Hadîs-i şerîfte şöyle denilmektedir: "Kıyâmet gününde ölüm beyaz bir koç suretinde getirtilir, cennet ile cehennem arasında boğazlanır." Buhâri, Tefsir 19, SÛRE 1, Rikaak 51; Muslim, Cennet 40,43; Tirmizî, Sıfatul cenne 20, Tefsir 19, SÛRE 2; İbn Mâce, Zühd 38; Dârimî, Rikaak 90; Müsned, II, 118, 121, 261..., III, 9. Bu âyetle öldükten sonra dirilişi kastettiği de söylenmiştir. Çünkü öldükten sonra diriliş, sizin kanaatlerinizce daha büyük bir iştir. "Sana başlarını sallayacaklar." Alay ederek başlarını hareket ettirecekler. (.....): Başını hareket ettirdi, ettirir" demektir. Bir şeyden hayret edip şaşırmış gibi başını hareket ettirdi, manasınadır. İşte yüce Allah'ın: "Sana başlarını sallayacaklar" âyeti da buradan gelmektedir. Recez vezninde şair şöyle demiştir: "Bana doğru başını salladı ve yukarı doğru kaldırdı." Yine (.....): Filan kişi başını hareket ettirdi" demektir. Fiil, hem müteaddi olur, hem olmaz. Bunu da el-Ahfeş nakletmiştir. (.....): Dişi sallandı ve yerinden çıktı" demektir, Recez vezninde şair şöyle demektedir: "Ve ileri derece yaşlılıktan dişleri yerinden oynadı ve söküldü." Bir başkası da şöyle demektedir: "Beni görünce, bana başını salladı." Bir başkası da şöyle demektedir: "Eğer deve, o sallanıp duran büyük makara üzerindeki hurma lifinden yapılmış ipi kaldırmayacak (çevirmeyecek) olursa, Havuzda su namına bir şey yok demektir. "O" yani öldükten sonra diriliş, yeniden yaratılış ve bunun vakti, "ne vakit" olacak "diyecekler. De ki: Yakın olması umulur." O, yakın demektir. Çünkü: "(.....): Umulur" ifadesi, Allah tarafından tahakkuk etmesi vacip olan şey hakkında kullanılır. Yüce Allah'ın: "Ne bilirsin? Belki de o saat (kıyâmet) yakında kopacaktır. " (el-Ahzâb, 33/63) âyeti ile: "Ne bilirsin? Saat belki de yakındır" (eş-Şûrâ, 42/17) buyrukları buna benzemektedir. Esasen gelecek olan her şey yakın demektir. 52Sizi çağıracağı gün, O'na hamd ederek çağrısına uyup geleceksiniz. Ve ancak pek az bir süre kaldığınızı zannedeceksiniz. "Sizi çağıracağı gün, O'na hamd ederek çağrısına uyup geleceksiniz" âyetindeki "ed-Dua; (çağrı, çağırmak.)" bütün mahlukatın işiteceği bir söz ile Mahşere gelmek için sesleniş demektir. Yüce Allah, bu sesleniş ile onları kabirlerinden çıkmaya çağıracaktır. Bunun işitecekleri sayha (çığlık) ile olacağı da söylenmiştir. Bu çığlık, onları kıyâmetin gerçekleşeceği yerde toplanmaya çağırmış olacaktır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Gerçek şu ki, kıyâmet gününde sizler kendi isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağırılacaksınız. O bakımdan isimlerinizi güzel koyunuz." Ebû Dâvûd, Edeb 61; Dârimi, İsti'zan 59. "O'na hamd ederek çağrısına uyup geleceksiniz." Yani, diriltme dolayısıyla hamd edilmeyi hakettiği için O'na hamd edeceksiniz. Ebû Sehl dedi ki: Elhamdülillah diyerek geleceksiniz, demektir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Şüphesiz ki ben, -Allah'a hamd olsun- ne fâcir bir kimsenin elbisesine büründüm, Ne de ahdini bozmaktan gelen bir örtü ile örtündüm." Yüce Allah'a dillerinizle hamd ederek geleceksiniz, diye ele açıklanmıştır. Saîd b. Cübeyr dedi ki: Kâfirler: Seni tenzih ederiz ve Sana hamd ederiz diyerek kabirlerinden kalkacaklar ama, o günde bu itiraflarının kendilerine hiç bir faydası olmayacaktır. İbn Abbâs der ki: "O'na hamd ederek" âyeti, O'nun emri ile anlamında olup: O'nun, sizin yaratıcınız olduğunu ikrar ederek geleceksiniz demektir. Katade ise, O'nu bilip tanıyarak ve O'na itaat ile geleceksiniz diye açıklamıştır. O'nun kudretiyle diye açıklandığı gibi, O'nun sizi çağırması sebebiyle geleceksiniz, diye de açıklanmıştır. İlim adamlarımız derler ki: Sahih olan budur. Çünkü Sur'a üfürüş, kabirdekilerin kabirlerinden dışarı çıkmalarına sebeptir. Gerçekte Hakk'ın daveti ile halkın kabirlerinden çıkışından ibarettir. Nitekim yüce Allah: "Sizi çağıracağı gün, O'na hamd ederek çağrısına uyup geleceksiniz" diye buyurmaktadır. Onlar kabirlerinden, "Subhanekellahümme ve bihamdik" yani, Allah'ım, Seni tenzih eder ve Sana hamd ederiz, diyerek kalkacaklardır. İşte kıyâmet günü öyle bir gündür ki, o günde Allah'a hamd ile başlanılacak ve Allah'a hamd ile bitirilecektir. Nitekim, yüce Allah: "Sizi çağıracağı gün, O'na hamd ederek çağrısına uyup geleceksiniz" diye buyurmaktadır. Bu günün sonu hakkında da: "Aralarında hak ile hükmedilir ve âlemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun denilir." (ez-Zümer, 39/75) "Ve ancak pek az bir süre kaldığınızı zannedeceksiniz." Bununla, iki defa Sur'a üfürüş arasındaki süre kastedilmektedir. Çünkü, iki üfürüş arasında azâb olunanların azâbı durdurulacaktır. Bu, kırk yıllık bir süredir ve bu süre zarfında uyuyacaklardır. İşte yüce Allah'ın: "Yattığımız yerden kim kaldırdı bizi?" (Yâsîn, 36/52) âyeti buna işarettir ve bu, yalnızca kâfirler hakkında sözkonusu olacaktır. Mücahid der ki: Kâfirlerin, kıyâmet gününden once bir uykuya dalışları olacak ve bunda uykunun tadım alacaklardır. Ansızın kabirdekilerin feryad edilerek çağrıldığını işitecekleri vakit, dehşete kapılmış halde kabirlerinden kalkacaklardır. Katade de şöyle demektedir: Âyetin anlamı, kıyâmet gününü görecekleri vakit, dünyanın gözlerinde oldukça önemsizleşeceğine ve değerinin azalacağına işaret edilmektedir. el-Hasen der ki: "Ancak pek az bir süre kaldığınızı zannedeceksiniz" âyeti, dünya hakkındadır. Âhirette çok uzun süreler kalacağınız için bu zanna sahip olacaksınız (demektir). 53Kullarıma de ki: "En güzel olanı söylesinler. Çünkü şeytan aralarına ayrılık sokar. Gerçekten şeytan insanın apaçık bir düşmanıdır." "Kullarıma de ki: En güzel olanı söylesinler" anlamındaki âyetin i'rabına dair açıklamalar, bundan önce (İbrahim, 14/31. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Âyet-i kerîme, Ömer b. el-Hattâb hakkında inmiştir. Şöyle ki: Araplardan birisi ona sövünce, Hazret-i Ömer de ona karşılık vermiş ve onu öldürmek istemişti. Az kalsın aralarında büyük bir fitne başgösterecekti. Bunun üzerine yüce Allah: "Kullarıma de ki: En güzel olanı söylesinler" âyetini indirdi. Bunu, es-Sa'lebî ve el-Maverdî ile İbn Atiyye ve el-Vâhidî el-Vahidî, Esbâbu Nüzûli'l-Kur'ân, s.295. zikretmişlerdir. Bir başka açıklamaya göre bu âyet-i kerîme, müslümanların: Ey Allah'ın Rasulü! Onların bize yaptıkları işkence uzun süredir devam edip gidiyor. Onlarla Savaşmak için bize izin ver,- demeleri üzerine inmiştir. Hazret-i Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem), onların bu isteklerine: "Henüz Savaşmakla emrolunmadım" demesi üzerine yüce Allah: "Kullarıma de ki: En güzel olanı söylesinler" âyetini indirdi. Bunu da el-Kelbî zikretmiştir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Benim kendilerinin yaratıcısı olduğumu kabul etmekle birlikte puta tapan kullanma, en güzel söz olan tevhidi ve nübüvveti ikrarı söylemelerini söyle! Tevhid hususunda kâfirlerle tartışan mü’min kullanma, en güzel olan söz ne ise onu söylemelerini emret, anlamında olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyiniz. Sonra onlar da Allah'a bilgisizce söverler:" (el-En'âm, 6/108) el-Hasen de şöyle demiştir: Bu, kâfirin haddi aşarak konuşmasında aşırıya gittiğinde, Allah sana hidâyet versin, Allah sana merhamet buyursun demesidir. Bu şekildeki davranış, onlara cihad emri verilmeden emredilmişti. Bir başka açıklamaya göre anlam şöyledir: Sen onlara, Allah'ın emrettiği şeyleri emretmelerini, yasakladığı şeyleri de yasaklamalarını söyle. Bu açıklamaya göre; âyet-i kerîme hem mü’minler, hem de kâfirler hakkında umumidir. Yani, sen bunları herkese söyle demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bir kesim de şöyle demektedir: Yüce Allah bu âyet-i kerimede özel olarak mü’minlere, kendi aralarında edebi elden bırakmamalarını, yumuşak söz söylemelerini, birbirlerine alçak gönüllü davranmalarını, şeytanın dürtülerini bir kenara atmalarını emretmektedir. Hazret-i Peygamber de: "Ve Allah'ın kulları! Kardeş olunuz" diye buyurmuştur. Buhârî, Nikâh 45, Ferâiz 2, Edeb 57. 58, 62; Müslim, Birr 23, 24, 28-32; Ebû Dâvûd, Edeb 47; İbn Mâce, Dua 5; Muvatta’, Husnül-Huluk 14, 15; Müsned, I, 3, 5. Bu açıklama daha güzeldir ve buna göre âyet-i kerîme muhkemdir. "Çünkü şeytan aralarına" fesat, düşmanlığı bırakmak ve azdırmak suretiyle "ayrılık sokar." el-A'raf Sûresi'nin (7/200. âyet, 2. başlık) sonları ile Yûsuf Sûresi'nde (12/100. âyet, 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. (.....); Aramızı bozdu, ifsad etti" demektir. Bu açıklamayı el-Yezidi yapmıştır. Başkası ise bunun, kışkırtmak, kötülüğe itmek anlamında olduğunu söylemişlerdir. "Gerçekten şeytan insanın apaçık bir düşmanıdır." Yani, düşmanlığı ileri derecededir. Yine buna dair açıklamalar, önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/168. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Nakledilen bir haberde de şöyle denilmektedir: Birtakım kimseler yüce Allah'ı zikretmek üzere oturdular. Şeytan, onların meclislerini kesmek kastıyla geldi, melekler onu engellediler. Bu sefer şeytan onlara yakın bir yerde oturan ve Allah'ı anmayan bir topluluğun yanına geldi, onları birbirlerine karşı kışkırttı. Bu sefer karşılıklı laf atıştılar ve birbirlerinin üzerine yürüdüler. Allah'ı anan diğer kimseler: Haydi kalkalım, kardeşlerimizin arasını düzeltelim deyip kalktılar ve zikir meclislerini kesintiye uğrattılar, şeytan da buna sevinmiş oldu. İşte bu, onun düşmanlığının sadece bir parçasıdır. 54Rabbiniz sizi en iyi bilendir. Dilerse ya size rahmet eder yahut dilerse sizi azaplandırır. Biz seni onlara bir vekil göndermedik." Yüce Allah'ın: "Rabbiniz sizi en iyi bilendir. Dilerse ya size rahmet eder, yahut dilerse sizi azaplandırır" âyeti, müşriklere bir hitaptır. Yani: Dilerse sizi İslâm'a girmeye muvaffak kılar ve böylelikle size rahmet buyurmuş olur yahut da şirk üzere canınızı alır ve böylelikle sizi azaplandırır. Bu açıklamayı İbn Cüreyc yapmıştır. Bu âyetteki "en iyi bilendir" âyeti, "alîm: çok iyi bilendir" anlamındadır. Tıpkı "Allahu ekber; Allah en büyüktür" sözünün "Allah kebirdir (çok büyüktür)" anlamında olması gibi. Burada hitabın mü’minlere olduğu da söylenmiştir. Yani, O dilerse Mekke kâfirlerinden korumak suretiyle size rahmet eder. Yahut da dilerse onları sizlere musallat kılmak suretiyle sizi azaplandırır. Bu açıklamayı el-Kelbî yapmıştır. "Biz seni onlara bir vekil göndermedik." Yani, onları küfre girmekten alıkoymak hususunda seni görevlendiğimiz gibi, onların îman etmelerini de senin eline vermedik. Şöyle de açıklanmıştır: Biz, onlar sebebiyle sorgulanacak şekilde seni onlara kefil kılmadık. Bu açıklamayı da el-Kelbî yapmıştır. Şair de şöyle demiştir: "Ebû Ervâ'yı hatırladım. Sanki ben geçmiş işleri Geri çevirmeye vekilmişim gibi." Burada "kefilmişim gibi" anlamındadır. Yüce Allah'ın: "De ki: Onu bırakıp boş yere (ilâh) zannettiklerinizi çağırın" âyeti şuna işarettir: Kureyşlilerin, kıtlık ile mübtelâ olup, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a durumlarından şikâyetçi olmaları üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. Yani, Allah'ın dışında kendilerine ibadet ettiğiniz ve ilâh olduklarını zannettiğiniz kimselere dua ediniz. el-Hasen der ki: Bununla melekleri, Îsa'yı ve Üzeyr'i kastetmektedir. İbn Mes'ûd da: Cinleri kastetmektedir, diye açıklamıştır. "Onlar, üzerinizdeki sıkıntıyı" Mukâtil 'in açıklamasına göre, yedi yıl süren kıtlığı "gideremeyecekleri gibi" fakirlikten zenginliğe, hastalıktan sağlığa doğru "değiştiremezler de." 55Rabbin, göklerde ve yerde olanları en iyi bilendir. Yemin olsun ki Biz, peygamberlerin kimini kiminden üstün kılmışızdır. Davud'a da Zebur verdik. Yüce Allah: "Rabbiniz sizi en iyi bilendir" diye buyurduktan sonra: "Rabbin, göklerde ve yerde olanları en iyi bilendir. Yemin olsun ki Biz, peygamberlerin kimini kiminden üstün kılmışızdır" âyetini, kendilerini yaratanın, onları ahlâkları, suretleri, durumları ve malları itibariyle farklı kılanın bizzat kendisi olduğunu açıklamak için tekrarlamıştır: "Yaratan bilmez mi hiç?" (el-Mülk, 67/14) İşte peygamberler de böyledir. Allah onların durumlarını bildiği için onların kimini kiminden üstün kılmıştır. Buna dair açıklamalar da daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/253- âyetin tefisirincie) geçmiş bulunmaktadır. "Davud'a da Zebur verdik." Zebur, içinde helâle, harama, farzlara ve hadlere dair ahkâm bulunmayan, yalnızca dua, Allah'a hamd ve Allah'ın şanını yüceltici âyetler ihtiva eden bir kitaptır. Yani Bizim, Davud'a Zebur'u verdiğimiz, gibi, Muhammed'e de Kur'ân verdiğimizi inkâr etmeyin. Bu âyet, yahudilere karşı delil getirme sadedindedir. 56De ki: "Onu bırakıp boş yere (ilâh) zannettiklerinizi çağırın. Onlar, üzerinizdeki sıkıntıyı gideremeyecekleri gibi, değiştiremezler de." Çünkü Rabbinin azâbı gerçekten sakınılmaya değer. Yüce Allah'ın: "Onların o tapındıkları da" âyetindeki; (.....): Onlar" kelimesi mübtedadır. (.....) sıfatıdır. Sıla cümlesindeki zamir ise hazfedilmiş olup; (.....): Kendilerine tapındıkları..." takdirindedir. Yani, o kendilerine tapınılan varlıklar da "...ararlar" âyeti da haberdir. Hal de olabilir. Bu durumda "onların o tapındıkları" haber olur. Yani, onlar başkalarını O'na ibadete davet ederler, demek olur. İbn Mes'ûd, muhatap olmak üzere "te" ile (.....): Sizin o tapındıklarınız" diye okumuş, diğerleri ise haber olarak "ye" ile okumuşlardır. Ancak; (.....): Ararlar kelimesinin "ye" ile okunuşunda ihtilaf yoktur. 57Onların o tapındıkları da Rabblerine hangisi daha yakın olacak diye yol ararlar. O'nun rahmetini umar, azabından korkarlar. Müslim'in Sahih'inde Tefsir bölümünde Abdullah b. Mes'ûd'dan, yüce Allah'ın: "Onların o tapındıkları da Rablerine hangisi daha yakın olacak diye yol ararlar" âyeti hakkında şöyle dediği kaydedilmektedir: Bunlar, daha önce kendilerine ibadet olunan cinlerden İslâm'a girmiş bir gruptur. Cinlerden bu grup İslâm'a girdiği halde, önceden onlara ibadet edenler, ibadetleri üzere devam ettiler. Bir rivâyette de şöyle denmiştir: Âyet-i kerîme, cinlerden bir kesime ibadet eden Araplar hakkında inmiştir. Bu cinler, İslâm'a girdikleri halde, onlara ibadet eden insanlar bunun farkına varmamışlardır. İşte bunun üzerine: "Onların o tapındıkları da Kabblerine hangisi daha yakın olacak diye yol ararlar" âyeti nazil oldu. Müslim, Tefsir 28-30. Yine Abdullah b. Mes'ûd'dan nakledildiğine göre kastedilenler meleklerdir. Araplardan bazı kabileler onlara ibadet ediyordu. Bunu da el-Maverdi zikretmektedir. İbn Abbâs ve Mücahid de: Maksat Uzeyr ve Îsa'dır, demişlerdir. "Ararlar" Allah'a daha yakın olmayı talep ederler ve cenneti isteyerek Allah'a niyaz ederler, demektir. İşte "vesîle (yol)" da budur. Allah, bu âyeti ile tapınılan kimselerin dahi Rabblerine daha yakın olmanın yollarını aradığını bildirmektedir. "Rabblerine" deki zamir ise, ya ibadet edenlere, ya ibadet edilenlere, yahut da hepsine birlikte ait olan bir zamirdir. "Tapındıkları"ndaki zamir ibadet edenlere, "ararlar" da ki zamir ise ibadet olunanlara aittir. "Hangisi daha yakın olacaktır" anlamındaki âyet ise, mübtedâ ve haberdir. Bununla birlikte bunun, "ararlar" da ki zamirden bedel olması da mümkündür. Onların herbiri Allah'a daha yakın olmak için yol arar, demek olur. "O'nun rahmetini umar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azâbı gerçekten sakınılmaya değer." Kendisinden korkulması gereken ve hiçbir kimsenin O'ndan yana kendisini emin görmediği bir şeydir. O bakımdan O'ndan sakınmak ve korkmak gerekir. Sehl b. Abdullah der ki: Korku, ve ümit (havf ile recâ) insanın karşı karşıya kaldığı iki ayrı zaman dilimidir. Eğer bunlar birbirine eşit olurlarsa, onun halleri de dosdoğru olur. Fakat biri diğerinden ağır basarsa, öteki batıl olur. 58Kıyâmet gününden önce Bizim helâk etmeyeceğimiz, yahut oldukça ağır bir azap ile azaplandırmayacağımız hiç bir ülke yoktur. Bu, o Kitapta yazılıdır. "Kıyâmet gününden önce Bizim helâk etmeyeceğimiz" kendisini tahrip etmeyeceğimiz, "yahut oldukça ağır bir azap ile azaplandırmayacağımız hiç bir ülke yoktur." Mukâtil der ki: Salih olan ülke (halkı) ölüm ile helâk edilir. Kötü olanlar ise azâb ile helâk edilirler. İbn Mes'ûd da şöyle demiştir: Bir ülkede zina ve riba ortaya çıktı mı, artık Allah onların helâk edilmelerine izin verir. Anlamın şu şekilde olduğu da söylenmiştir: Zulme sapmış olup helâk etmeyeceğimiz... bir ülke yoktur. "Biz, ahalisi zâlimler olmadıkça ülkeleri helâk edenler değiliz" (el-Kasas, 28/59) âyeti da bu açıklamayı pekiştirmektedir. Yani, müşrikler korksunlar. Çünkü kâfir olup ilahi azâbın gelip çatmayacağı hiç bir ülke yoktur. "Bu o Kitapta" yani Levh-i Mahfuzda "yazılıdır." Satır satır yazıya geçirilmiştir. Satır ise, hat ve kitabet demektir ki, aslında bu kelime mastardır. Setar da bu şekildedir. Cerir şöyle demiştir: "İsteyene malımı ve malımın en kıymetli olanlarını satarım Köleler divanlarında satır satır yazıları yazıp durdukça." "Setar"in çoğulu "estâr" gelir. "Sebeb"in çoğulunun "esbâb" gelmesi gibi. Bir daha da "esâtîr" şeklinde çoğul yapılır. "Satr"ın çoğulu "estur ve sutûr" gelir. Eflus ve fulûs (felsler, bozuk para) gibi. Burada "Kitab"dan maksat, levh-i Mahfuzdur. 59Bizi, âyetleri göndermekten alıkoyan tek sebep, öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır. İşte Semûd kavmine de gözle görülür apaçık bir belge olmak üzere o dişi deveyi verdik de bu yüzden zulmettiler. Halbuki Biz, âyetleri ancak korkutmak için göndeririz. "Bizi, âyetleri göndermekten alıkoyan tek sebep, öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır" âyetinde hazf edilmiş ifadeler vardır. Âyetin takdirî (anlamı) şöyledir: Onların gösterilmesini teklif ettikleri âyetleri göndermekten bizi. alıkoyan tek sebep, bu âyetleri yalanlayacakları için, kendilerinden öncekilere yapıldığı gibi bunların da helâk edilmeleridir. Bu anlamdaki açıklamaları Katade, İbn Cüreyc ve başkaları yapmıştır. O bakımdan yüce Allah Kureyş, kâfirlerinin azabını ertelemiştir. Çünkü onlar arasında îman edecek ve yine aralarından mü’min olarak dünyaya gelecek kimseler olduğunu biliyordu. el-En'âm Sûresi'nde ve başka yerlerde, onların, yüce Allah'ın, Safa tepesini altına dönüştürmesini ve dağları etraflarından uzaklaştırmasını istedikleri geçmiş bulunmaktadır. Bunun üzerine Cibril (aleyhisselâm.) şöyle demiştir: "Dilersen kavminin dediği olur. Fakat îman etmeyecek olurlarsa, onlara mühlet verilmez. Dilersen de onlara mühlet verebilirsin." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: "Hayır, ben onlara mühlet verilmesini istiyorum" demişti. "Göndermekten" anlamındaki âyetin başında gelen ilk: “(.....): Alıkoyma" anlamındaki fiil dolayısıyla nasb mahallindedir. İkincisi ise, "yalanlamış olmaları" anlamındaki lâfzın başına gelen ikincisi ise ref mahallindedir. “(.....): Âyetleri" âyetinin başındaki "be" harfi fazladan gelmiştir. Buna göre âyet şu anlamdadır: Âyetleri göndermemizi engelleyen tek sebep öncekilerin yalanlamasıdır. Çünkü yüce Allah'ın herhangi bir hususta engellenmesi sözkonusu değildir. Bu ifadenin anlamı, böyle bir şeyi (isteklerini) gerçekleştirmeyeceğini mübalağa yoluyla ifade etmektir, âdeta ondan alıkonmuş, engellenmiş gibi olmaktadır. Daha sonra yüce Allah, onlardan önce âyetler gösterilmesini isteyip de onlara îman etmeyenlere yaptıklarını şöylece beyan, etmektedir: "İşte Semud kavmine de gözle görülür apaçık bir belge olmak üzere o dişi deveyi verdik." Yani, Hazret-i Salih'in doğruluğuna, yüce Allah'ın da kudretine açık seçik ve apaydınlık bir şekilde delil olan o âyeti verdik. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-A'raf, 7/33. âyet ile Hûd, 11/62. âyet ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. "Bu yüzden zulmettirler." Yani, o âyete, mucizeyi yalanlayarak zulmetmiş oldular. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar, bu âyetin Allah tarafından gönderildiğini inkâr edip kâfir oldular, bu sebepten Allah da gönderdiği azap ile onları toptan imha etti. "Halbuki Biz, âyetleri ancak korkutmak için göndeririz." Bu âyet, beş şekilde açıklanmıştır: 1- Bundan maksat, yüce Allah'ın peygamberler vasıtası ile yalanlayanları uyarıp korkutmak üzere göstermiş olduğu ibret ve mucizelerdir. 2- Bunlardan maksat, masiyetlerden korkutmak üzere intikam, âyetleri (mucize ve belgeleri) dir. 3- Maksat, durumlarda görülen değişikliklerdir. Küçükken gençliğe doğru geçiş, sonra olgunluk yaşı, sonra yaşlanmak. Bundan maksat ise, hallerinin değişmesi ile gerekli ibreti almak ve böylelikle işinin akıbetinden korkmaktır. Bu, Ahmed b. Hanbel (radıyallahü anh)’ın görüşüdür. 4- Maksat Kur'ân-ı Kerîm'dir. 5- Oldukça seri ve yaygın ölüm demektir. Bu açıklamayı da el-Hasen yapmıştır. 60Hani sana: "Şüphesiz Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır" demiştik. Sana gösterdiğimiz o rüyayı ve Kur'ân'da lanet edilen ağacı Biz, ancak insanlara bir fitne kıldık. Biz, onları korkutuyoruz. Fakat bu, büyük bir tuğyandan başka bir şeylerini artırmıyor. "Hani sana: Şüphesiz Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır, demiştik" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs şöyle demektedir: Burada "insanlar" dan kasıt, Mekkelilerdir. Onları kuşatması, onları helâk etmesidir. Yani, Allah onları helâk edecektir. Yüce Allah'ın burada bunu "mazi" lâfzı ile sözkonusu etmesi, gerçekleşeceğinin muhakkak oluşundan dolayıdır. Bununla Bedir günü ve Mekke'nin fethi günü cereyan eden ve va'dedilmiş bulunan helâk etmeyi kast etmiştir. Yüce Allah'ın: "İnsanları çepeçevre kuşatmıştır" âyetinin, kudreti onları çepeçevre kuşatmıştır, demek olduğu da söylenmiştir. O bakımdan onlar, Allah'ın kabzasındadırlar. O'nun meşîeti dışına çakamazlar. Bu açıklamayı Mücahid ve İbn Ebi Necih yapmışlardır. el-Kelbî der ki: İlmi insanları kuşatmıştır, anlamındadır. Bir diğer açıklamaya göre maksat, Hazret-i Peygamber'in, insanların onu öldürmek istemelerine karşı korunması ve böylelikle Rabbinin risaletini tebliğ etmesinin sağlanmasıdır. Yani Biz, seni onlara bir bekçi göndermedik. Aksine sana düşen tebliğde bulunmaktır. Sen, bütün gayretinle tebliğini yap. Onlara karşı da seni Biz korur, muhafaza ederiz. Onlardan hiç korkmaleyhisselâmana, emrettiğim şekilde risaleti tebliğe devam et. Çünkü Bizim kudretimiz hepsini çepeçevre kuşatıcıdır. Bu anlamdaki açıklamaları el-Hasen, Urve, Katade ve başkaları yapmışlardır. "Sana gösterdiğimiz o rüyayı... Biz, ancak insanlara bir fitne kıldık." Yüce Allah, korkutmayı ihtiva eden Kur'ân âyetlerini indirişini açıkladıktan sonra buna, İsrâ âyetini (mucizesini) söz konusu etmeyi eklemektedir. Bu mucize sûrenin baş taraflarında zikredilmiştir. Buhârî ve Tirmizî'de, İbn Abbâs'tan, yüce Allah'ın: "Sana gösterdiğimiz o rüyayı... Biz, ancak insanlara bir fitne kıldık" âyeti hakkında şöyle dediği nakledilmektedir: Bundan maksat gözle görmektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem.)'a bu, Beytü'l-Makdis'e geceleyin yürütüldüğü gece gösterilmiştir. "Kur'ân'da lanet edilen ağaç ise, Zakkum ağacıdır." Ebû Îsa et-Tirmizî dedi ki: Bu sahih bir hadistir. Buhârî, Tefsir 17. sûre 9: Tirmizî, Tefsir 17. sûre 4. Sadece "rüya" İle ilgili açıklamalarıyla: Müsned, 1, 221, 370. Hazret-i Âişe, Muaviye, el-Hasen, Mücahid, Katade, Saîd b. Cübeyr, ed-Dahhak, İbn Ebi Necih ve İbn Zeyd de İbn Abbâs'ın görüşündedirler. Burada sözü edilen "fitne" ise, önceden İslâm'a girmiş bazı kimselerin, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendilerine geceleyin Beyti'l-Makdis'e götürüldüğünü (İsra'yı) haber verdiğinde irtidat etmeleri idi. Buradaki "rüya"nın, uykuda görülen rüya olduğu da söylenmiştir. Ancak âyet-i kerîme bu görüşün tutarsız olmasını gerektirmektedir. Çünkü uykuda görülen rüyada fitneyi gerektirecek birşey sözkonusu olmaz ve hiç kimse bunu inkâr etmez.- İbn Abbâs'tan da şöyle dediği nakledilmektedir: Bu âyet-i kerimede sözü edilen rüya, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, Hudeybiye yolunda, Mekke'ye gireceğine dair gördüğü rüyadır. Ancak, Hudeybiye barışı ile geri, çevrilince, bundan dolayı (bazı) müslümanlar fitneye (tereddüde) düştüler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi. Bir sonraki sene Mekke'ye girdi ve yüce Allah da: "Yemin olsun Allah, Rasûlüne gösterdiği rüyayı hak ile tasdik etmiştir" (el-Feth, 48/27) âyetini indirdi. Ancak bu yorumda da bir parça zayıflık vardır. Çünkü bu sûre Mekki'dir ve sözü edilen rüya ise Medine'de görülmüştür. Yine İbn Abbâs, -üçüncü bir rivâyete göre- şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyasında, Mervanoğullarının, minberi üzerine maymunlar gibi üşüştüğünü görmüş ve bundan rahatsız olmuştu. Bunun üzerine; bundan kasıt, onlara verilen dünyalıktır denilince, üzüntüsü gitti. Ancak Mekke'de onun minberi yoktu. Bununla birlikte Mekke'de iken Medine'deki minberini rüyada görmesi de mümkündür. Bu üçüncü yorumu aynı şekilde Sehl b. Sa'd (radıyallahü anh) da yapmıştır. Sehl dedi ki: Bu rüyadan kasıt şudur: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Umeyyeoğullarımn, minberine, maymunlar gibi üşüştüğünü gördü. Bundan dolayı kederlenir oldu. O günden itibaren vefat ettiği vakte kadar güldüğü görülmedi. Bu âyet-i kerîme inerek bunun, onların mülkü ellerine geçirip yükseleceklerini ve Allah'ın bunu da insanlara bir fitne ve bir sınanma vesilesi kılacağını haber vermek üzere indi. el-Hasen b. Ali ele, Muaviye'ye bey'ati ile ilgili olarak irad ettiği hutbesinde: "Bilmiyorum, belki de o sizin için bir imtihandır, bir süreye kadar bir faydalanmadır. " (el-Enbiya, 21/111) âyetini okumuştur. İbn Atiye der ki: Bu yorum su götürür. Çünkü böyle bir rüyanın kapsamına Hazret-i Osman da, Ömer b. Abdülaziz de, Muaviye de girmez. "Ve Kur'ân'da lanet edilen ağacı" ifadesinde takdim ve tehir vardır. Yani Biz, sana gösterdiğimiz rüyayı da, Kur'ân'da lanet olunan ağacı da ancak insanlara bir fitne kıldık, demektir. Âyetin nazmında "fitne kıldık" ifadesi, gösterilen rüya hakkında zikredildikten sonra "ve Kur'ân'da lanet edilen ağacı da" anlamındaki âyet da ona atf edildiğinden, böyle bir takdim ve tehir bulunduğu açıklaması yapılmıştır. Bunun, fitne oluşuna gelince, Kureyş kâfirleri bu ağaç ile korkutulunca Ebû Cehil alay olmak üzere şöyle dedi: Şu Muhammed sizleri, taşları yakan bir ateş ile tehdit etmekte, sonra da bunun ağacı bitirdiğini iddia etmektedir. Oysa bizim bildiğimiz ateş ağacı yer, bitirir. Diğer taraftan bizim Zakkum, diye bildiğimiz şey ancak hurma ve tereyağından ibarettir. Daha sonra Ebû Cehil bir cariyeye emir vererek, hurma ve tereyağı hazırlattı, arkadaşlarına da : Haydi zıkkımlanın, dedi. "Bizim Zakkum diye bildiğimiz şey, sadece hurma ve tereyağıdır" sözünü söyleyenin, İbnü'z-Ziba'râ olduğu da söylenmiştir. Çünkü o: Allah yurdunuzda Zakkumu artırsın. Çünkü, Yemenlilerin ağzında Zakkum, tereyağı ile hurma demektir. Her ikisinin de böyle bir sözü söylemiş olmaları mümkündür. Bu söz sebebiyle bazı zayıf (akıllı) kimseler fitneye düşmüşlerdir. Allah, Peygamberine İsra'yı ve Zakkum ağacını ancak bir fitne ve bir deneme aracı kıldığını haber vermektedir. Bunun sonucunda da Allah'ın indinde kâfir olacağı bilinen kimseler kâfir olsun, îman edeceği bilinen kimseler de tasdik etsin diye. Nitekim, rivâyet edildiğine göre Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh)'a, İsra'nın gerçekleştiği gecenin sabahında şöyle denilmiş: Senin arkadaşın, dün gece Büytü'l-Makdis'ten geldiğini iddia etmektedir. Hazret-i Ebû Bekir: Öyle bir şey demişse, yemin olsun ki doğru söylemiştir, dedi. Ona: Sen onun sözlerini işitmeden önce mi onu tasdik ediyorsun? denilince, o: Sizin akıllarınız nerede? Ben onun semadan getirdiği haberini tasdik ediyorum. Beytü'l-Makdis'e dair getirdiği haberi nasıl tasdik etmeyeyim ki? Halbuki sema Beytü'l-Makdis'ten çok, pek çok uzaklardadır, diye cevap vermişti. Derim ki: Bu haberi İbn İshak zikretmekte olup, ifadesi şöyledir: (İbn İshak) dedi ki: Bana, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in İsra'sı ile ilgili olarak Abdullah b. Mes'ûd, Ebû Said el-Hudri, Âişe, Muaviye b. Ebi Sübyan, el-Hasen b. Ebi'l-Hasen, İbn Şihab ez-Zührî, Katade ve onların dışında kalan ilim ehlinden ve Ebû Talib'in kızı Um Hani'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın İsra'sı ile ilgili olarak ulaşan sözler arasında bu hadiste bir araya gelen (ittifak arz eden, birbirlerini destekleyen) hususlar vardır. Onların her birisi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in İsra'ya gidişi ile ilgili olarak bazı hususları anlatmıştır. Hazret-i Peygamberin İsra'sı ve bu hususta ondan nakledilenler, bir bela (imanın denenmesi), arındırma, yüce Allah'dan kudreti ve egemenliği hususundaki emirlerinden bir emir (işlerinden bir iş) olup, onda özlü akıl sahiplerine bir ibret vardır. Îman edip tasdik eden ve yüce Allah'ın emrini yakîn ile kabul eden kimseler için de bir hidâyet, bir rahmet ve bir sebat olmuştur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'ın dilediği şekilde geceleyin yürütüldü ve Onun istediği gibi oldu. Ona, dilediği şekilde âyetlerinden göstersin diye gerçekleşti. Nihayet Peygamber, Allah'ın emri ve uçsuz bucaksız saltanatından gördüklerini gördü. Dilediğini yaptığı uçsuz bucaksız kudretinden, diledikleri şeyler ona gösterildi. Abdullah b. Mes'ûd'dan bana ulaştığına göre o şöyle dermiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Burak -ki bu, ondan önceki peygamberlerin üzerine bindiği ve ön ayaklarını gözünün değdiği en son noktaya koyan bir binektir- getirildi ve Hazret-i Peygamber ona bindi. Sonra arkadaşı onunla birlikte sema ile arz arasındaki âyetleri kendisine göstermek üzere onunla birlikte çıktı. Nihayet Beyti'l-Makdis'e ulaştı. Orada bir grup peygamber ile birlikte İbrahim., Mûsa ve Îsa'yı buldu. Onun için toplanmış bulunuyorlardı. Onlara namaz kıldırdı, sonra ona üç kap getirildi. Birisinin içinde süt, diğerinin içinde şarap, ötekinin içinde de su vardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dedi ki: "Bana bu kaplar sunulduğu vakit, birisinin şöyle dediğini işittim: Eğer suyu alırsa o da suya boğulur, ümmeti de suya boğulur. Eğer şarabı alırsa o da azar, ümmeti de azar. Eğer sütü alırsa, o da hidâyete kavuşturulur ümmeti de hidâyete kavuşturulur. Bunun üzerine ben de süt kabını aldım ve içtim. Cibril de bana: "Ey Muhammed, sen de hidâyete iletildin, ümmetin de hidâyet buldu" dedi. İbn İshâk (devamla) dedi ki: el-Hasen'den bana anlatıldığına göre şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ben, Hicr'de uyuyorken Cibril (aleyhisselâm) yanıma geldi. Ayağıyla beni dürttü. Kalkıp oturdum, fakat hiçbir şey görmedim. Tekrar yattım. İkinci bir defa yanıma geldi ayağıyla beni dürttü. Yine oturdum, hiç bir şey görmedim. Tekrar yattım. Üçüncü bir defa bana geldi, yi ne ayağıyla beni dürttü. Ben de oturdum. Pazumdan beni yakaladı. Onunla birlikte ayağa kalktım. Mescid'in kapısına doğru çıktık. Katır ile eşek arası, beyaz renkli, baldırlarında -kendileriyle ayaklarını ittiği- iki kanadı bulunan ve ön ayaklarını gözünün değdiği en son noktaya koyan bir binek ile karşılaşıverdim. Ona bindim. Sonra (Cebrâîl) benimle çıktı. Ne o beni ileri geçiyordu, ne ben onu geçiyordum." İbn İshak dedi ki: Katade'den de bana nakledildiğine göre o şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bana şöyle dediği nakledildi: "Binmek üzere ona yaklaştığımda serkeşlik etti. Cibril, yelesi üzerine elini koyduktan sonra, utanmıyor musun yaptığından ey Burak? Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'den önce Allah nezdinde ondan daha değerli herhangi bir kul sana binmiş değildir, dedi. Utancından Burak'tan terler boşandı, sonra sakinleşti ve ben de sırtına bindim." el-Hasen de hadisinde şunları söylemiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yoluna devam etti, Cibril de onunla birlikte yoluna devam etti. Nihayet Beytü'l-Makdis'e ulaştı. Orada İbrahim, Mûsa ve Îsa'yı bir grup peygamber ile birlikte buldu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara İmâm olup onlara namaz kıldırdı. Sonra birinde şarap, diğerinde de süt bulunan iki kap getirildi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) süt kabını aldı ve ondan içti. Şarap kabına da ilişmedi. Cibril ona şöyle dedi: Sen de fıtrata iletildin, ümmetin de fıtrata iletildi. Ve size şarap haram kılındı. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'ye geri döndü. Sabah olduğunda erkenden Kureyşlilerin yanına vardı ve onlara durumu haber verdi. İnsanların pek çoğu, Allah'a yemin ederim bu apaçık bir durumdur. Allah'a yemin olsun ki kervan, Mekke'den Şam'a sürekli bir ay yol teperek gider. Bir ay gider ve bir ayda da dönerler. Muhammed. ise bu mesafeyi tek bir gecede alıyor ve yine Mekke'ye geri dönüyor. Bunun üzerine önceden İslâm'a girmiş pek çok kimse irtidat etti. Bazıları da Ebû Bekir'e giderek: Ne dersin arkadaşın hakkında ey Ebû Bekir, dediler. O, bu gece Beytü'l-Makdis'e gidip orada namaz kıldığını ve Mekke'ye geri döndüğünü söylüyor. Ebû Bekir es-Sıddik (radıyallahü anh) dedi ki: Siz ona iftira ediyorsunuz, deyince onlar: Hayır, işte mescidde bulunuyor ve bunu insanlara anlatıyor, dediler. Bu sefer Ebû Bekir şöyle dedi: Allah'a yemin olsun ki, eğer o böyle bir söz söylediyse hiç şüphesiz doğru söylemiştir. Bundan hayret etmenizi gerektiren ne var? Allah'a yemin ederim, o bana gece veya gündüzün, kısacık bir anında semadan yeryüzüne haberin kendisine geldiğini bildiriyor ve ben de onu tasdik ediyorum. Bu ise sizi hayrete düşüren bu husustan dalia ileridir. Daha sonra Ebû Bekir, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gitti ve: Ey Allah'ın Peygamberi dedi. Sen, bunlara bu gece Beytü'l-Makdis'e gittiğini söyledin mi? Hazret-i Peygamber: "Evet" diye buyurdu. Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir şöyle dedi: Ey Allah'ın Peygamberi, onun bana niteliklerini anlat. Çünkü ben oraya gitmiştim, dedi. el-Hasen (devamla) dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "(Beytü'l-Makdis) önüme kaldırılıp getirildi ve ben ona bakar oldum." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Bekir'e, Beytü'l-Makdis'in niteliklerini anlatmaya koyuldu, Ebû Bekir (radıyallahü anh) da doğru söyledin. Şahidlik ederim ki muhakkak sen Allah'ın Rasûlüsün diyordu. Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ebû Bekir'e Beytü'l-Makdis'in her hangi bir tarafım anlattıkça, o da doğru söyledin, şahidlik ederim ki, muhakkak sen Allah'ın Rasûlüsün, diyordu. (el-Hasen.) dedi ki: Nihayet, Hazret-i Peygamber sözlerini bitirince, Ebû Bekir (radıyallahü anh)'a da şunları söyledi: "Ve sen de ey Ebû Bekir! Sıddîk'sin." İşte Hazret-i Peygamber o gün ona "sıddîk" ismini verdi. el-Hasen (devamla) dedi ki: Yüce Allah bundan dolayı İslâm'dan irtidat eden kimseler hakkında da: "Sana gösterdiğimiz o rüyayı ve Kuranda lanet edilen ağacı, Biz ancak insanlara bir fitne kıldık. Biz onları korkutuyoruz. Fakat bu büyük bir tuğyandan başka bir şeylerini artırmıyor" âyetini indirdi. İşte bu, el-Hasen'in, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın İsra'sı ile ilgili hadisidir. Katade'nin anlattığından da ona bazı bölümler dahil olmuştur. İbn Hişam, es-Siratü'n-nebeviyye, Dimeşk 1417/1996, II, 29-31. (İbn İshak) İsra ile ilgili diğer hususları Siret'inde daha önce ismi anılan kimselerden naklederek zikretmiştir. İbn Abbâs dedi ki: Bu ağaç Umeyyeoğullarıdır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da el-Hakem'i sürgüne göndermişti. Ancak bu, sonradan uydurulmuş zayıf bir sözdür. Çünkü sûre Mekke'de inmiştir, böyle bir yorumun doğru olma ihtimali uzaktır. Ancak bu âyet-i kerimenin Medine'de indiği kabul edilirse uygun görülebilir, fakat böyle bir şey sabit olmuş değildir. Âişe (radıyallahü anha) da Mervan'a şöyle demişti: Allah senin babana, sen daha onun sulbünde iken lanet etmiştir. İşte o bakımdan sen de Allah'ın lanetinden bir parçasın. Buhâri, Tefsir 46. sûre 1'de Mervân'ın, Abdurrahman b. Ebî Bekir'den aleyhinde Kur'ân âyetinin (el-Ahkâf. 46/17) indiğini iddia etmesi üzerine, Hazret-i Âişe'nin onu reddeden cevabı yer almakta; ancak lanetten söz etmemektedir. Daha sonra yüce Allah: "Ve Kur'ân'da lanet edilen ağacı" diye buyurmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'de bu ağacın lanetinden söz edilmemiştir. Ama, yüce Allah kâfirleri lanetlemiştir, onlar da bu ağacı yiyeceklerdir. Yani, Kur'ân-ı Kerîm'de ağaçtan yiyecek olanlar lanetlenmiştir. Bunun, Arapların hoş olmayan, tiksinilen ve zararlı olan her bir yiyeceğe "lanetli" demeleri kabilinden olma ihtimali de vardır. İbn Abbâs der ki: Lanet olunan ağaç, şu diğer ağaçlara sarmaş dolaş olup o ağaçları kurutan ağaçtır ki, bununla keşût (küsküt otu, bağ boğan diye bilinen ot)'u kastetmektedir. "Biz onları" zakkum ile "korkutuyoruz. Fakat bu" korkutma, "büyük bir tuğyandan" küfürden "başka bir şeylerini artırmıyor." 61Hani Bk meleklere: "Âdem'e secde edin" demiştik. Onlar da -İblis müstesna- secde etmişlerdi. "Ben, bir çamur olarak yarattığın kişiye secde eder miyim?" demişti. Şeytanın insanın düşmanı olduğundan daha önceden söz edilmiş idi. Burada söz Âdem'e gelerek: "Hani Biz meleklere: Âdem'e secde edin, demiştik" diye buyurulmaktadır. Yani, sen müşriklerin sapıklıkta devam etmeleri, Rabblerine karşı azgınlık etmeleri, İblisin, Rabbine isyan edip secde etmeyi kabul etmeyişini ve o söylediği sözlerini de hatırlaleyhisselâmöylediği sözler ise yüce Allah'ın: "İblis müstesna secde etmişlerdi Ben, bir çamur olarak" yani çamurdan "yarattığın kişiye secde eder miyim, demişti" âyetinde dile getirilmektedir. Bu soru inkâri bir istifhamdır. Hazret-i Âdem'in yaratılışı ile ilgili yeterli açıklamalar, bundan önce el-Bakara SÛRESİ (2/31. âyet) ile el-En'âm Sûresi'nde 6/11 ve 12. âyetlerde) geçmiş bulunmaktadır. 62Benden şerefli kıldığın şu kişi var ya! "Eğer beni kıyâmet gününe kadar geciktirirsen, onun soyunu -pek azı müstesna olmak üzere- mutlaka emrim altına alırım" demişti. İblis dedi ki: "Benden şerefli" yani, üstün "kıldığın şu kişi var ya." Çünkü İblis, ateş cevherinin, çamur cevherinden daha hayırlı olduğu görüşüne sahipti. Ancak o, cevherlerin esas etibariyle birbirinin dengi olduğunu bilmiyordu. Buna dair açıklamalar daha önceden el-A'raf sûresi'nde (7/12.âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "İkram: Şerefli kılmak"; övülen herşeyi kuşatıcı bir isimdir. Âyette hazf edilmiş ifadeler olup takdiri şöyledir: Benden daha şerefli kılmış olduğun şu varlık hakkında bana haber ver. Sen beni ateşten, onu çamurdan yaratmışken ne diye onu benden üstün kıldın? Buradaki bu ifadelerin hazf edilmesi, işitenin bunları bildiğinden dolayıdır. Hazf edilmiş ifadelerin takdirine ihtiyaç olmadığı da söylenmiştir. Yani: Şu benden üstün kıldığın kişi var ya, hiç şüphesiz ben ona şunları şunları yapacağım, anlamındadır. (.....) "Mutlaka emrim altına alırım" ifadesi, İbn Abbâs'ın açıklamasına göre, mutlaka ben onların üzerine egemenlik kuracağım, demektir, el-Ferrâ' da böyle açıklamıştır. Mücahid ise, ben onları çepeçevre kuşatacak, avucuraun içine alacağım, diye açıklamıştır. İbn Zeyd, onları saptıracağım, demiştir. Bu açıklamalar anlam itibariyle birbirine yakındır. Yani, azdırmak ve saptırmak suretiyle onun soyundan gelecek olanları kökten imha edeceğim, onları önüme katıp sürükleyeceğim. Araplardan da "çekirgelerin, ekinin tamamını yiyip bitirmeleri halini anlatmak için" -aynı kökten olmak üzere-: (.....) tabirini kullandıkları rivâyet edilmektedir. Anlamın, şöyle olduğu da söylenmiştir: Hiç şüphesiz ben onları dilediğim tarafa sürükleyeceğim ve istediğim şekilde onları arkamdan çekip götüreceğim. Bu da Arapların; (.....): Atın ağzına yuları takıp çektim, çekerim" tabirinden alınmıştır. (.....) da aynı anlamdadır. Birinci açıklama da buna yakındır. Çünkü çekirgeler ekinlerin üzerine hanekleriyle (çeneleriyle) yürürler ve zarar verirler. Şair de şöyle demiştir: "Ben sana bizi çokça zarara sokup sıkıntıdan Sıkıntıya düşüren ve zayıf koyan, Mallarımızı no varsa hepsini alıp götüren ve bütünüyle yok eden bir (geçirdiğimiz) yıldan şikâyet ediyorum." "Pek azı müstesna" Yani, benim şerrimden korunanlar müstesna. Bunlar ise yüce Allah'ın: "Muhakkak Benim kullarım üzerinde senin hiç bir tasallutun olmaz" (el-Hicr, 15/42) âyetinde sözünü ettiği kimselerdir. İblis bunu zannma binaen söylemişti. Nitekim yüce Allah: "Yemin olsun, İblis onların aleyhindeki zannını gerçekleştirmişti" (Sebe', 34/20) diye buyurmaktadır. Yahut da o bunu beşerin tabiatı gereği onlarda birtakım arzu ve isteklerin de yerleştirileceğini bildiği için ya da bunu meleklerin: "Sen orada fesat çıkartacak bir kimseyi mi yaratacaksın?" (el-Bakara, 2/30) sözlerine binaen de söylemiş olabilir. el-Hasen der ki: İblis'in böyle bir zarına sahip olması, Âdem (aleyhisselâm)'a vesvesesini telkin ettiğinde, (karşı durmak konusunda) her hangi bir azmini görmemiş olmasından dolayıdır. 63Buyurmuştu ki: "Haydi git. Onlardan kim sana uyarsa, şüphesiz ki cehennem hepinizin cezasıdır. Hem de tam bir ceza!" "Buyurmuştu ki: Haydi git." Bu, tahkir edici bir emirdir. Yani, bütün gücünü ortaya koy. Biz sana mühlet vermiş bulunuyoruz. "Onlardan kim sana uyarsa" Âdem'in züniyetinden sana kim itaat ederse, "şüphesiz ki cehennem hepinizin cezasıdır. Hem de tam bir ceza!" Mücahid ve başkalarından nakledildiğine göre eksiksiz ve yeterli bir ceza, demektir. Buradaki: (.....); Tam" kelimesi, mastar olarak (mefül-i mutlak olarak) nasb edilmiştir. (.....): Onu artırdım, artırırım" denilir. Yine (.....): Mal, bizatihi arttı, artar" denilir. İsm-i faili; (.....) şeklinde gelir. O halele bu fiil hem lazım, hem müteaddidir. 64"Onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle yerinden oynat. Onlara karşı atlılarınla, piyadelerinle gürültü çıkararak baskın düzenle. Mallarına, evlatlarına ortak ol. Onlara vaadlerde bulun." Fakat şeytan onlara bir aldatıştan başka ne vaad eder? Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: 1. Şeytanın Sesine Kulak Verenler: “(.....): Yerinden oynat" anlamındaki kelime, ayağını bulunduğu yerden kaydır, onu hafife al, demektir. Asıl anlamı, kesmektir. Nitekim; (.....): Kumaş parçalandı" ifadesi de buradan gelmektedir. Sen. onu, haktan koparmak suretiyle yerinden kaydır, demektir. (.....) Korku, o kimseyi hafife aldı" anlamındadır. (.....): Rahat olmayan bir şekilde oturdu" demektir. Buradaki "yerinden, oynat" emri, aciz bırakmak içindir. Yani senin gücün kimseyi saptırmaya yetmez, kimsenin üzerinde herhangi bir otoriten söz konusu değildir, istediğini yap. 2. Şeytanın Sesi: "Sesinle" âyetinde ki şeytanın sesinden kasıt, -İbn Abbâs'tan gelen açıklamaya göre- yüce Allah'a isyan etmeye çağıran herbir sebeptir. Mücahid'e göre ise şarkı, zurnalar (çalgı aletleri) ve eğlencedir. ed-Dahhâk'e göre zurna (ve çalgı) sesidir. Âdem (aleyhisselâm), Habil'in oğullarını dağların üzerine, Kabil'in çocuklarını da ait taraflarına yerleştirmişti. Aralarında güzel kızlar da vardı. Mel'un şeytan zurnaya üfleyerek onları neşelendirdi. Kendilerini tutamayarak yoldan saptılar ve zina ettiler. Bunu el-Ğaznevî nakletmektedir. "Sesinle" âyetinin, vesvesenle anlamında olduğu da söylenmiştir. 3. Şeytanın Atlıları ve Piyadeleri: "Onlara karşı atlılarınla, piyadelerinle gürültü çıkararak baskın düzenle" âyetindeki; (.....) 'ın asıl anlamı, sürenin gürültülü bir şekilde önündekileri sürmesi, demektir. (.....): Sesler" demektir. Şeddeli olarak; (.....): Sesler çıkardılar, bağırıştılar" tabiri de hurdan gelmektedir. (.....): Bir şeyi kendime çektim" ile; (.....): Onu kendime çektim" aynı anlamdadır. (.....): Düşmana karşı (güç, kuvvet) topladı" demektir. Âyetin anlamına gelince: Sen, onlara karşı gücün yettiği kadarıyla her türlü hileni bir araya getir. Müfessirlerin çoğunluğu da şöyle demektedir: Bununla, ister binek üzerinde olsun, ister piyade olsun Allah'a isyan yolunda yürüyen herkes kastedilmektedir. İbn Abbâs, Mücahid ve Katade şöyle demektedirler: Şeytanın, cin ve insanlardan atlıları ve piyadeleri vardır. Allah'a isyan uğrunda Savaş veren binekli, bineksiz herkes İblisin atlıları ve piyadeleri arasında yer alır. Saîd b. Cübeyr ve Mücahid de İbn. Abbas'dan şöyle dediğini rivâyet ederler: Allah'a isyan uğrunda yol alan bütün atlılar ile Allah'a isyan, uğrunda yol alan bütün piyadeler, haramdan kazanılmış her bir mal ve her fahişenin çocuğu şeytana aittir. (.....): Piyadeler" kelimesi, (.....): Piyade" kelimesinin çoğuludur. (.....): Arkadaşlar" kelimesinin; (.....) çoğulu olduğu gibi. Hafs bu kelimeyi, "cim" harfini esreli olarak okumuştur ki, ("cim" harfinin sakin okunuşu ile birlikte) iki ayrı söyleyiştir ve "piyade" anlamında; (.....) ile (.....) denilir. İkrime ve Katade ise, çoğul olarak; (.....) diye okumuşlardır. 4. Mal ve Evlatlarda Şeytanın Ortaklığı: "Mallarına, evlatlarına ortak ol." Yani, bu. hususta kendine ortaklık sağla. İblisin mallarda ortaklığı, Allah'a masiyet uğrunda harcanmalarıdır. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır. Şöyle de açıklanmıştır: Bunlar, helal olmayan yollardan ellerine geçirdikleri mallardır. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. İbn Abbâs der ki: Bundan kasıt, haram kıldıkları. Bahire, Sâibe, Vasile ve hâm diye bilinen develerdir. Katade de böyle açıklamıştır. ed-Dahhâk ise maksat, putlarına kestikleridir, diye açıklamıştır. Çocuklar ile ilgili olarak da bunların zina mahsûlü çocuklar oldukları söylenmiştir ki, Mücahid, ed-Dahhak ve Abdullah b. Abbas böyle demişlerdir. Yine İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre bunlar, öldürdükleri ve haklarında türlü cinayet ve günahlar işledikleri çocuklardır. Ondan nakledilen bir başka açıklama da, bu çocuklara Abu'l-Haris, Abdu'l-Uzza, Abdu'l-Lat, Abdu'ş-Şems ve buna benzer isimler vermeleridir. Bir diğer açıklamaya göre, çocuklarını küfür boyasına boyamalarıdır. Nihayet çocuklarını yahudi ve hristiyan yaptılar. Tıpkı hristiyanların çocuklarını özel sularına batırmaları (vaftiz) gibi. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Beşinci bir görüş, Mücahid'den rivâyet edilen açıklamadır: Kişi, hanımı ile cima ettiğinde Allah'ın ismini anmayacak olursa, cinni, onun organı üzerinde katlanır ve onunla cima eder. İşte yüce Allah'ın: "Bunlara onlardan önce ne bir insan dokunmuştur, ne de bir cin" (er-Rahmân, 55/56, 74) âyeti bunu kastetmektedir ki, ileride gelecektir. Âişe (radıyallahü anha)'dan rivâyet edilen hadiste şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizin aranızda yabancılaşmış kimseler vardır." Ben: Ey Allah'ın Rasulü! Yabancılaşmış kimseler ne demektir? diye sordum, şöyle buyurdu: "Bunlar, cinlerin de kendilerinde ortak olduğu kimselerdir." Bunu, et-Tirmizî el-Hakim, "Nevâdiru'l-Usul" adlı eserinde rivâyet etmiştir. el-Herevî der ki: "Bunlara yabancılaşmış kimseler (muğarribin)" denilmesinin sebebi, bunlarda yabancı bir damarın bulunmasından dolayıdır. et-Tirmizî el-Hakim de şöyle demiştir: Cinlerin de çeşitli hususlarda Âdemoğlu ile yarışmaları ve karışmaları sözkonusudur. Cinler arasından Âdemoğulları ile evlenenler de vardır. Sebe' kıraliçesi Belkıs'in ebeveyninden birisi cinlerden idi. İleride bunun açıklaması inşaallah gelecektir. 5. Şeytanın Boş Vaadleri: "Onlara vaadlerde bulun." Yani, sen onları yalan ve asılsız kuruntulara boğ. Kıyâmet yoktur, hesap yoktur, telkinlerinde bulun. Eğer hesap da cennet de, cehennem de varsa bile başkalarına göre sizin cennetlik olmanız daha önceliklidir. Yüce Allah'ın: "(Şeytan) onlara vaadlerde bulunur, olmayacak kuruntulara düşürür: Oysa şeytan kendilerini aldatmaktan başka bir şey vadetmez" (en-Nisa, 4/120) âyeti da bu pekiştirmektedir ki, buradaki "aldatma"dan kasıt, batıl ve asılsız vaadler demektir. "Onlara vaadlerde bulun" âyetinin, onlara kötülük yapmak istiyenlere karşı yardım vaadinde bulun, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu da şeytana tehdit ve azap ile korkutmak üzere verilmiş bir emirdir. Bunun, şeytanın da ona uyanların da hafife alınması anlamında bir emir olduğu söylenmiştir. 6. Çalgı Aletleri, Şarkı ve Eğlence: Ayet-i kerimede, zurnaların (çalgı âletlerinin), şarkı ve eğlencenin haram olduğuna delil olacak ifadeler vardır. Çünkü Mücahid'in açıklamasına göre, "onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle yerinden oynat, onlara karşı... gürültü çıkararak baskın düzenle" âyeti bunu anlatmaktadır. Şeytanın sesi, yahut fiili ve onun hoş ve güzel gördüğü şeylerden uzak durmak vaciptir. Nafi'in, İbn Ömer'den rivâyetine göre o, bir seferinde bir zurna sesi işitmiş, bunun üzerine parmaklarıyla kulaklarını tıkamış, devesini, ey Nalı' ey Nafi', işitiyor musun diye yolun dışına çıkartarak sürmüştü. Nafi' diyor ki: Ben evet dedikçe o aynı şekilde yoluna devam etti, nihayet ona hayır deyince ellerini indirdi ve tekrar devesini yola çevirerek; ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı, bir çobanın zurna sesini işitip de benim yaptığım gibi yaptığını gördüm, dedi. Ebû Dâvûd, Edeb 52. İlim adamlarımız der ki: İtidal sınırları dışına çıkmayan bir sese karşı uygulamaları bu olduğuna göre, ya bugünün insanlarının şarkı ve çalgılarına karşı tavırları ne olabilirdi? İleride yüce Allah'ın izniyle Lukman Sûresi'nde (31/6. âyet, 3. başlıkta) daha geniş açıklamalar gelecektir. 65"Benim gerçek kullarım üzerinde senin hakimiyetin yoktur. Vekil olarak Rabbin yeter." "Benim gerçek kullarım üzerinde senin hakimiyetin yoktur" âyeti ile ilgili olarak, İbn Abbâs: Bunlar mü’minlerdir, demiştir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Hicr, 1.5/42 âyetinin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Vekil olarak" İblîs'in kabul edebileceği türden davranışlara karşı koruyucu, onun hile, tuzak ve kötü desiselerine karşı da muhafaza edici olarak "Rabbin yeter." 66Rabbiniz, lütfundan arayasınız diye sizin için denizde gemileri yürütendir. Şüphesiz O, size karşı çok merhametlidir. "Rabbiniz, lütfundan" önceden (el-Bakara, 2/198. âyette) de geçtiği gibi ticaretlerle "arayasınız diye sizin için denizde gemileri yürütendir." Âyette geçen: (.....): Yürütmek" gütmek, sürüklemek demektir. Nitekim yüce Allah'ın: "(.....): Görmez misin ki, Allah bulutları sürüyor" (en-Nûr. 24/43) âyetinde aynı fiil kullanılmıştır Şair de şöyle demektedir: "Ey bineğini süren ve Esedoğullarına: Bu sesler ne oluyor? diye soran süvari!" "Gemilerin sürülmesi (yürütülmesi)" ise, yumuşak esen rüzgâr ile götürülmeleridir. Burada; "(.....): Gemiler" kelimesi çoğuldur. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/64. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Deniz (bahr)" tatlı veya tuzlu olsun, oldukça fazla miktardaki suya denilir. Ancak bu isim, çoğunlukla tuzlu sular hakkında kullanılır. Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın nimetlerine ve kulları üzerindeki lütuflarına dikkat çekmektedir. Yani, Rabbiniz sizlere şu şu nimetleri ihsan edendir, o halde O'na ortak koşmayınız. "Şüphesiz O, size karşı çok merhametlidir." 67Denizde size bir sıkıntı dokunduğu zaman, O'ndan başka taptığınız herkes kaybolur. Fakat O sizi kurtarıp karaya çıkarınca yüz çevirirsiniz. Zaten insan çok nankördür. "Denizde size bir sıkıntı dokunduğu zaman" âyetindeki (.....): Sıkıntı" kelimesi, hem suda boğulmak, hem de suyun akıntısıyla sürüklemesinin durması endişesinin sebep olduğu korkulan kapsayan bir lafızdır. Ayrıca oldukça çalkalanması ve dalgalanması halindeki dehşetli hallerini de kapsar. "O'ndan başka taptığınız herkes kaybolur" âyetindeki (.....): Kaybolur" lâfzı, telef olur ve yitirilir, yok olur, demektir. Bu ise, Allah'tan başka ilâh diye ibadet olunan, dua olunan herkes için tahkir edici bir ifadedir. Âyet-i kerimenin anlamı şudur: Kâfirler, putlarının şefaatçi olacaklarına, putlarının bir üstünlük ve meziyetlerinin bulunduğuna inanırlar. Halbuki onların her birisi -fıtratı ile red olunması imkânsız bir şekilde- biliyor ki, bu putların büyük ve sıkıntılı hallerde yapacak hiçbir şeyleri yoktur, hiçbir etkileri söz konusu değildir. Yüce Allah bu hususta bütün çarelerin ortadan kalktığı, denizin böyle bir halini hatırlatarak onları konu üzerinde düşündürmektedir. "Fakat O, sizi kurtarıp karaya çıkarınca" yine ihlastan "yüzçevirirsiniz. Zaten insan" burada kâfir insan kastedilmektedir "çok nankördür." İnsanın, tabiat itibariyle -Allah'ın korudukları kimseler müstesna- nimetlere karşı çok. nankör olduğu söylenerek de açıklanmıştır. Buna göre buradeki "insan" cins isim olur. 68Peki, kara tarafından sîzi yere geçirmesinden, yahut üzerinize çakıl taşları yağdıran bir kasırga göndermesinden emin mi oldunuz? Sonra kendinize hiç bir vekil de bulamazsınız. "Peki, kara tarafından sizi yere geçirmesinden... emin mi oldunuz?" Yüce Allah, bu âyeti ile denizden' denizdeki tehlikelerden kurtulacak olsalar dahi, karada da onları helâk etmeye kadir olduğunu beyan etmektedir. "(.....): Yere geçirilmek" yerin herhangi birşey ile birlikte aşağı doğru göçmesi demektir. Dibi yıkılan kuyuya: (.....); kafadan içeri doğru girmiş göze: (.....) denilir. Yine suyu çekilmiş pınara da: (.....) denilir. Güneş, yeryüzünde görülmeyecek (tutulacak) olursa, (.....) denilir. Ebû Amr der ki: (.....): Taşlar arasında açılan ve suyu kesintisiz bol kalan kuyu" demektir. Bunun çoğulu: (.....) şeklinde gelir. (.....) Kara tarafı" ise, yerin bir tarafı demektir. Onu bu şekilde nitelendirmesinin sebebi, oranın yere geçirilmesinden sonra taraf olmasından dolayıdır. Aynı şekilde kara bir taraf, deniz bir başka taraftır. Şöyle de açıklanmıştır: Bunlar, deniz kıyısında bulunuyorlardı. Denizin kıyısı ise kara tarafıdır. Deniz kıyısında bulundukları sırada denizin dehşet ve tehlikelerinden yana güvenlik içinde idiler. Şanı yüce Allah, denizden dolayı korktukları şeylerden onları sakındırdığı gibi, karada bulundukları sırada kendisinden yana kendilerini emniyette gördükleri şeyden de onları korkutmaktadır. "Yahut üzerinize çakıl taşları yağdıran bir kasırga..." Ebû Ubeyde ve el-Kutebî'nin açıklamasına göre küçük taşlar atan oldukça şiddetli fırtınalı bir rüzgâr "göndermesinden emin mi oldunuz?" Katade der ki: Bu âyet ile kastedilen, Lût kavmine yapıldığı gibi onlara semâdan atılacak taşlardır. Nitekim dolu yağdıran buluta "hâsib" denildiği gibi, toprak ve küçük taş getiren rüzgâra da "hâsib ile hasibe" de denilir. Şair Lebid de şöyle demektedir: "Çakıl taşları kaldırarak şiddetlice esen her fırtına -Ahalisi orayı boşalttı diye- üzerlerinden eteklerini çekip sürüdü." el-Ferezdak da şöyle demektedir: "Şam'ın kuzeyine yönelmiş kimseler olarak bizleri darmadağın olmuş Ve atılmış pamuk gibi çakıl taşı kaldırmış bir fırtına ile dövüyor." "Sonra kendinize hiç bir vekil" Allah'ın azabından sizi koruyacak koruyucu ve bir yardımcı "de bulamazsınız." 69Yoksa O'nun, sizi tekrar oraya döndürüp üstünüze şiddetli bir fırtına yollamasından ve sonunda nankörlüğünüz yüzünden sizi suda boğmasından emin mi oldunuz? Sonra bize karşı onun öcünü alacak kimse bulamazsınız. "Yoksa O'nun, sizi tekrar oraya" yani denize "döndürüp üstünüze şiddetli bir fırtına yollamasından... emin mi oldunuz?" âyetindeki (.....): "Şiddetli fırtına": Şiddetle kırıp geçiren, şiddetli rüzgâr demektir. Bu kelime, (.....): Bir şeyi şiddetle kırdı, kırar" dan gelmektedir. (.....); Kırmak" demektir. Mesela (.....): Rüzgâr gemiyi kırıp geçirdi" demek olup, (.....): Şiddetli, kırıp geçiren rüzgâr"; (.....): Şiddetli gürültülü, sesli gök gürültüsü" demektir. "Gök gürültüsü ve başka şeylerin şiddetli olarak ses çıkarmaları" fiilinin mastarı; (........) şeklindedir. (.....): Kırık, dökük, ufalanmış ağaçlar" demektir. (.....): Kırılmak, dökülmek" anlamındadır. (.....); aynı zamanda oyun ve eğlence anlamına da gelir. Denildiğine göre bu kelime(nin bu anlamı) müvelled'dir. Müvelled, insaninnn rivâyet asrından sonra eskiden beri kullandıkları lafızdır, (el-Mu'cemu'l-Vasît, -ilk baskının mukaddimesi- s. 16). "Ve sonunda nankörlüğünüz yüzünden" küfür ve inkârınız sebebiyle "sizi suda boğmasından emin mi oldunuz?" İbn Kesîr ile Ebû Amr, "sizi yere geçirmesinden" anlamındaki âyeti, (.....): sizi yere geçirmemizden"; "yahut üzerinize... göndermesinden" anlamındaki âyeti, (.....) Yahut üzerinize göndermemizden"; "sizi... döndürüp" anlamındaki âyeti, (.....): Sizi döndürmemizden"; "üstünüze... yollamasından" anlamındaki âyeti, (.....): Üstünüze yollamamızdan" şeklinde; "suda boğmasından" anlamındaki âyeti, (.....): Suda boğmamızdan" şeklinde, her beş yerde de tazim anlamı veren nûn" ile (birinci çoğul şahıs) diye okumuşlardır. Buna sebep ise; (.....): Bize karşı" anlamındaki âyettir. Diğerleri ise hep "ye" ile (mealde gösterildiği şekilde) okumuşlardır. Bu okuyuşa sebep ise, bundan (iki) önceki âyet-i kerimede geçen: (.....): Ondan..." âyetidir. Ebû Cafer, Şeybe, Ruveys ve Mücahid ise, "sizi suda boğmasından" anlamındaki kelimeyi rüzgârın sıfatı olmak üzere; (.....): (O rüzgârın) sizi suda boğmasından" diye okumuşlardır. el-Hasen ve Katade’den ise, (.....): Sizi iyiden iyiye suda boğmasından" şeklinde "ra" harfi şeddeli olmakla birlikte "ye" ile okumuşlardır. Ebû Cafer ise, hem burada hem de Kur'ân-ı Kerîm'de geçtiği diğer yerlerde: (.....): Fırtınalar, rüzgârlar" diye okumuştur. Bir görüşe göre; (.....): Şiddetli fırtına" karada helâk eden şiddetli rüzgâr; (.....): Kasırga" ise, denizde, suçla boğan fırtına demektir. Bu açıklamayı el-Maverdî nakletmiştir. "Sonra da bize karşı onun öcünü alacak kimse bulamazsınız." Mücahid, buradaki; "(........): Öc alacak kimse" kelimesini, intikam alacak kimse diye açıklamıştır. en-Nehhâs bu kelime intikam almak ile ilgilidir. Aynı şekilde herhangi bir intikam veya bunun dışında (benzeri) bir talepte bulunan herkese; (.....) denilir. Nitekim (.....): "Örfe uyarak istesin" (el-Bakara, 2/178) ifadesi de buradan gelmektedir. 70Yemin olsun ki Biz, Âdem oğullarını şerefli ve üstün kıldık. Onlara, karada ve denizde taşıyacak vasıtalar verdik. Kendilerine hoş ve temiz rızıklar verdik ve onları yarattıklarımızın çoğundan oldukça üstün kıldık. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Âdem oğullarının Üstünlüğü: Yüce Allah, daha önce sözü geçen korkutmaları dile getirdikten sonra, Âdem oğulları üzerindeki nimetini bir daha beyan ederek: "Yemin olsun ki Biz, Âdem oğullarını şerefli ve üstün kıldık..." diye buyurmaktadır. “(.....): Şerefli ve üstün kıldık" fiili, (.....): Şerefli ve üstün oldu" fiilinden mudaaf (ikinci harfi olan "re" şeddelenmiş)dır. Biz, onlara bir şeref ve bir üstünlük verdik demektir. Buradaki kerem (şeref ve üstünlük), eksikliğin nefyedilmesi anlamında olup, mâlî kerem (cömertlik) anlamında değildir. Bu şerefli ve üstün oluşun (kerâmet)'in kapsamına, onların uzun boylu, güzel suretli olarak yaratılması, Âdemoğlu dışında hiç bir canlının kendi irade, kasıt ve tedbiri (işlerini düzenlemesi) yoluyla gerçekleştirilmesi mümkün olmayacak şekilde karada ve denizde taşınmaları da bunun kapsamına girmektedir. Ayrıca onlara, yüce Allah'ın tahsis ettiği yiyecekler, içecekler ve giyecekler de buna dahildir. Bu hususlarda hiç bir canlı, Âdemoğullarının sahip olduğu geniş imkânlara sahip kılınmamıştır. Çünkü bütün canlılar arasında mal kazanma, elbise giyinme ve çeşitli terkiplerden yapılmış yiyecekleri yeme imkânına yalnızca Âdem oğulları sahiptir. Diğer bütün canlıların yapabildikleri azami iş, ya çiğ et yemektir, ya da çeşitli şeylerin karışımı olmayan sade şeyler yemektir. Taberî de, bir gurup ilim adamından naklettiğine göre, şerefli ve üstün oluş, insanın eliyle yemesidir. Diğer canlılar ise ağızları ile yerler. Bu açıklama İbn Abbâs'dan da rivâyet edilmiştir. Bunu el-Mehdevî ile en-Nehhâs zikretmektedir. el-Kelbî ve Mukâtil de bu görüştedir ve bunu el-Maverdî nakletmektedir. ed-Dahhâk da şöyle demiştir: Allah, Âdemoğullarını konuşma ve ayırt etme gücü (akıl) ile onları şerefli ve üstün kılmıştır. Atâ da der ki: Boylarının mutedil ve dik olmasıyla güzel surete sahip olmalarıyla onları üstün ve şerefli kılmıştır. Muhammed b. Ka'b der ki: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)i onlardan kılmakla üstün kılmıştır. Bir diğer görüşe göre yüce Allah, erkekleri sakallarıyla, kadınları da zülüfleriyle üstün ve şerefli kılmıştır. Muhammed b. Cerir et-Taberi de der ki: İnsanları diğer yaratıklara egemen ve diğer yaratıkları da insanlara müsahhar kılmıştır. Söz ve yazı ile üstün kılındıkları da söylendiği gibi, kavrayış ve temyiz (ayırt etme gücü ve akıl) ile üstün kılındıkları da söylenmiştir. Doğru ve muteber kabul edilmesi gereken görüş şudur: Esasen üstünlük, mükellef oluşun esası olan akıl iledir. Akıl sayesinde Allah bilinip tanınır ve akıl ile O'nun sözü kavranılır. Akıl sayesinde Allah'ın nimetlerine ve peygamberlerinin tasdikine ulaşılır. Şu kadar var ki, kuldan bütün istenenler yalnız akılla yerine getirelemediğinden dolayı onlara bir de peygamberler gönderilmiş, kitaplar indirilmiştir. Şeriatin misali güneştir, aklın misali de gözdür. Göz açılıp sağlıklı görme imkânına sahipse güneşi görür ve eşyanın detay çizgilerini idrâk eder. Daha önce naklettiğimiz görüşlerin kimisi kimisinden daha kuvvetlidir. Bununla birlikte yüce Allah, bazı canlılarda Âdemoğlundan daha üstün bir takım özellikler vermiş bulunmaktadır. Atın yürümesi, işitmesi ve görmesinin, filin kuvvetinin, arslanın kahramanlığının, horozun cömertliğinin ileri derecede oluşu gibi. O bakımdan, üstünlük ve şerefli kılmış, açıkladığımız gibi ancak akıl iledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 2. Meleklerin İnsan ve Cinlere Üstünlüğü Söz Konusu mudur? Bir kesim şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme, meleklerin insanlara ve cinlere üstün kılınmış olmalarını gerektirmektedir. Çünkü yüce Allah'ın: "Mukarreb melekler de..." (en-Nisa, 4/172) âyeti bunu gerektirmektedir. Ancak, âyet-i kerimeden böyle bir hükmün anlaşılması sözkonusu değildir. Aksine burada üstünlük insanlarla cinler arasında söz konusudur. Bu âyet-i kerimede yüce Allah, Âclem oğullarına diğer canlılar arasında özellikle vermiş olduğu üstünlükleri saymaktadır. Cinlerin büyük çoğunluğu fazilet itibariyle daha aşağıdadır. Melekler ise, fazilet itibariyle daha aşağıda bulunan çoğunluğun dışındadır. Âyet-i kerîme onları sözkonusu etmemektedir. Aksine, meleklerin daha faziletli olma ihtimali de anlaşıldığı gibi, bunun aksi ihtimal de anlaşılabilir, fazilet itibariyle birbirlerine eşit oldukları anlamı da çıkartılabilir. Özetle söylenecek olursa, bu meselede kat'i bir şey söylemek oldukça zordur. Bazıları tıpkı bir takım peygamberlerin diğerlerine üstün ve faziletli olduğu hususunda söz söylemekten çekindikleri gibi, bu koli da da söz söylemekten çekinmişlerdir. Çünkü Hadîs-i şerîfte: "Peygamberler hakkında birinin diğerinden daha hayırlı olduğunu ileri sürmeyin Buhârî, Husumât 1, Diyât 32; Müslim, Feda il 163; Ebû Dâvûd, Sünne 13; Müsned, III, 31, 33. ve beni Metta oğlu Yûnus'tan daha üstün tutmayın" Buhârî, Enbiyâ 35, Tefsir 4. sûre 26, 6. sûre 4, Tevhid 50: Müslim, Fedâil 166, 167; Ebû Dâvûd, Sünne 13: Tirmizî, Sakil 20. denilmektedir. Ancak bu, bu ususta bir delil olarak gösterilemez. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de peygamberler arasında fazilet ve üstünlük farkı olduğuna dair açık nas bulunmaktadır, biz bunu el-Bakara Sûresi'nde (2/253. âyetin tefsirinde) açıkladık. Meleklerle mü’min kişi arasındaki fazilete dair açıklamalarımızı da yine (el-Bakara, 2/33- âyet, 3- başlıkta) hatırlatmış bulunuyoruz. 3. Hoş ve Temiz Rızıklar Dolayısıyla Üstünlük: "Kendilerine hoş ve teiniz rızıklar verdik." Yani lezzetli yiyecekler ve :ecekler ihsan ettik. Mukâtil der ki: Yağ, bal, tereyağı, hurma ve helva ihan ettik. Başkalarının rızkına gelince, onların da saman, kemik ve benzeri eylerle rızıklandığını görmektesiniz. "Ve onları yaratıklarımızın çoğundan oldukça üstün kıldık." Hayvanını, davarlara, yırtıcı hayvanlara ve kuşlara, onlara galip gelmek, onları taarruf altına almak suretiyle üstün kıldığımız gibi, mükâfat, amellerin karşılığının görülmesi, hafıza, ayırt etme gücü ve feraset gibi niteliklerle de usan kıldık. 4. Hoş ve Temiz Yiyeceklerden Mahrumiyet: Bu âyet-i kerîme, Âişe (radıyallahü anha) dan rivâyet edilen şu hadisi reddetmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kendi nefislerinizi hoş yiyeceklerden malilim ediniz. Çünkü şeytan bu gibi kimselerin damarlarında yürüyecek gücü kendisinde bulamaz." Sufilerin pek çoğu hoş ve temiz şeyleri yemeyi terketmeye bunu delil göstermekle birlikte, bunun hadis diye bir aslı yoktur. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm bunu reddetmekte olduğu gibi, sabit sünnetde de- bir kaç yerde de açıklandığı üzere- buna muhalif hususları dile getirmektedir. Ebû Hamid et-Tûsî (el-Gazali) şunları nakletmektedir: Sehl, bir süre Arabistan kirazı (sedir) ağacı yaprağı ile beslenir idi. Üç yıl süre ile döğülmüş incir yaprağı yedi. İbrahim b. el-Benna da şunu nakletmektedir: Ben Ihmîm'den İskenderiyye'ye kadar Zunnûn ile arkadaşlık ettim. İftar vakti gelince ben, beraberimde bulunan bir ekmek ve bir miktar tuz çıkardım, sonra ona: Buyur dedim. Bana tuzun döğülmüş mü diye sordu, evet deyince, sen asla iflah olamazsın dedi. Bu sefer ben azık torbasına baktım ne göreyim, çok az miktarda kavrulmuş arpa unundan ağzına atıyordu. Ebû Yezici şöyle demiştir: Kırk yıl süreyle Âdem oğullarının yediklerinden hiçbir şey yemedim. Bizim (mezhebimize mensup) ilim adamlarımız ise şöyle demektedir: Bu, kişinin kendisini zorlaması câiz olamayan işlerdendir. Çünkü yüce Allah, Âdem oğlunu buğday ile şerefli ve üstün kılmış, onun kabuk ve fazlalıklarını da davarlarına ayırmıştır. Dolayısıyla saman yiyerek davar ve hayvanların rızıklarına ortak olmak sahih olmaz. Kavrulmuş arpa unu ise bağırsaklarda sancı yapar. İnsan yalnızca arpa unu ve kalın tuz yemeye kalkışacak olursa bu sefer tabiatında sapmalar görünür. Çünkü arpa unu soğuk ve kurutucudur. Tuzun kendisi kuru ve kabz edicidir. Bu özelliği ile de beyine ve göze zarar verir. Nefis kendisini kıvamda tutacak şeylere meylettiği halde de o şeylerden alıkonulacak olursa bu sefer, şanı yüce Allah'ın hikmetini reddetmek suretiyle karşı koymuş olur. Daha sonra bu, bedene zararlı olur. O bakımdan böyle bir fiil, şeriata da akla da muhaliftir. Bilindiği gibi beden Âdem oğlunun bineğidir. Eğer bu bineğe gereken itina ve şefkat gösterilmeyecek olursa, maksuda ulaştıramaz. İbrahim b. Edhem'den rivâyet edildiğine göre o, bir seferinde tereyağı, bal ve beyaz ekmek satın almış. Ona bütün bunları mı alıyorsun denilince, şu cevabı vermiş: Bulduğumuz zaman erkek adamların yediği gibi yeriz. Bulmayacak olursak yine erkekler gibi sabrederiz. es-Sevrî et, üzüm ve pelte yer, sonra da namaza kalkardı. Seleften, benzeri durumlar çokça nakledilmiştir. Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Mâide (5/87. âyet, 1. başlık ve devamında); el-A'raf (7/32. âyet, 1. başlık ve devamında) sûrelerinde ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. Birinci husus eğer onların bu şekilde yaptıkları sahih ise, bu dinde aşırıya gitmektir. "Kendiliklerinden ortaya koydukları ve Bizim kendilerine farz kılmadığımız" ( el-Hadid, 57/27) türden bir ruhbanlıktır. 71O gün, her sınıf insanı İmâmları île çağırırız. Kimin kitabı sağ eline verilirse onlar kitablarını okurlar ve onlara hurma çekirdeği iplikçiği kadar zulmedilmez. "O gün, her sınıf insanı İmâmları ile çağırırız" âyeti ile ilgili olarak Tirmizî, Ebû Hüreyre'den rivâyet ettiğine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Onlardan birisi çağırılır ve kitabı sağ eline verilir. Boyu altmış zira uzatılır, yüzü ağartılır, başı üzerine parıl parıl parlayan inci bir taç konulur. O da arkadaşlarının yanına geri döner. Onu uzaktan görürler ve: Allah'ım, bu kişi bizim yanımıza gelsin ve bu kişiyi bizim için mübarek kıl, derler. Nihayet yanlarına varır ve şöyle der: Sizden her birinize bunun gibi (bir mükâfat bulunduğu) müjdesini veriyorum. (Hazret-i Peygamber devamla) buyurdu ki: Kâfire gelince yüzü karartılır, boyu Âdem suretinde altmış zira uzatılır ve ona bir taç giydirilir. Arkadaşları da onu görürler ve: Bunun şerrinden Allah'a sığınırız, Allah'ım, bunu yanımıza getirme, derler. Ancak o yanlarına varır ve: Allah'ım onu bizden uzaklaştır, derler. O, Allah da sizi uzaklaştıran. Sizden herbir kimseye bunun gibi (bir ceza) vardır, der." Ebû Îsa der ki: Bu, hasen garip bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 17. sûre 6. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Her ümmeti diz çökmüş göreceksin, her ümmet kitabına çağırılacak: Bugün de sizlere, işleye geldiğiniz amellerinizin karşılığı verilecektir" ( el-Câsiye, 45/28) âyetidir. Kitaba da "İmâm" ismi verilir. Çünkü amellerinin ne olup ne olmadığının bilinmesi için kitaba başvurulacaktır. İbn Abbâs, el-Hasen, Katade ve ed-Dahhâk da "İmâmları ile" âyetini, "kitapları ile" diye açıklamıştır. Yani, onlardan her bir kimseyi içinde amellerinin yazılı bulunduğu kitabı ile çağıracağız. Buna delil ise: "Kimin kitabı sağ eline verilirse" âyetidir. İbn Zeyd: Onlara indirilen kitap ile çağırırız, diye açıklamıştır. Yani, her bir insan dünyada iken okuduğu kitabı ile çağırılacaktır. Tevrat'a mensup olanlar Tevrat ile, Kur'a n'a mensup olanlar Kur'ân ile çağırılacaklar ve: Ey Kur'ân ehli! Ne işler yaptınız? Sizler, bunun emirlerine uyup yasaklarından kaçındınız mı diye sorulacak; diğerlerine de benzeri şekilde sorular yönelecektir. Mücahid de: "İmâmları ile" âyeti, Peygamberleri ile çağırırız demektir, demiştir. İmâm (önder) kabul olunarak kendisine uyulan kimse demektir. Ve şöyle denilir: İbrahim (aleyhisselâm)'a uyanları getiririz, Mûsa (aleyhisselâm)'a uyanları getiririz. Bir de şeytana uyanları getiririz, putlara uyanları getiririz denilir. Hak ehli ayağa kalkar ve sağ ellerine kitaplarını alırlar. Batıl ehli de ayağa kalkar ve kitaplarını sol ellerine alırlar. Katade de böyle açıklamıştır. Ali (radıyallahü anh) da, çağlarının önderleri ile çağırılacaklardır, diye açıklamıştır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da, yüce Allah'ın: "O gün, her sınıf insanı İmâmları île çağırırız" âyeti hakkında şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Herkes kendi zamanlarının İmâmı ile Kabillerinin kitabı, Peygamberlerinin de sünneti ile çağırılacaktır. Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, V. 317. İbrahime uyanları getiriniz, Mûsa'ya uyanları getiriniz, Îsa'ya uyanları getiriniz, Muhammed -hepsine en üstün sakıt ve selam olsun- uyanları getiriniz, demektir. Hak ehli ayağa kalkar ve sağ ellerine kitaplarını alırlar. Yine şeytana uyanları getiriniz, sapıklığın önderlerine uyanları getiriniz. Hidâyet önderi ile sapıklığın önderi kimseleri getiriniz" diyecektir. el-Hasen ve Ebû'l-Âl-iyye de şöyle demişlerdir: "İmâmları ile" âyetinden kasıt, amelleri ile çağırırız demektir. İbn Abbâs da böyle demiştir. Şöyle denecek: Haklarındaki takdirlere razı olanlar nerede? Kendilerine yasak kılman şeyleri işlemeyip sabredenler nerede? Mezhepleri ile çağırılacaklardır, diye de açıklanmıştır. Dünya hayatında iken, İmâm kabul ettikleri kimseler ile çağırılacak, ey Hanefi, ey Şâfiî, ey Mu'tezili, ey Kaderi -ve buna benzer- diye çağırılacaklar. Hayır, şer, hak veya batıl, kendisine uydukları kişiye nisbet edilerek çağırılacaklardır. Ebû Ubeyde'nin konu ile ilgili açıklamasının anlamı da budur. Daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Ebû Hüreyre de şöyle demiştir: Sadaka ehli kimseler sadaka kapısından, cihad ehli kimseler cihad kapısından çağırılacaklardır... Bunu ifade eden uzunca bir hadis vardır. Buhârî, Savm 4; Fedâihrs-Sahâbe 5; Müslim, Zekât 85, 86; Tirmizî, Menâkıb 16; Nesâî, Siyanı 43; Muvatta’, Cilıâci 49 Ebû Sehl der ki: Namaz kılan kişi filan, oruç tutan kişi filan nerede denilir. Bunun da aksi olarak filan tef çalıcısı, filan laf alıp götüren kişi nerededir, diye seslenilecektir. Muhammed b. Ka'b der ki: "İmâmları ile" anneleri ile çağırırız, demektir. Çünkü İmâm; "(........): Önde olan" ın çoğuludur. Hükemâ da şöyle demişlerdir; Bunda üç türlü hikmet vardır. Birincisi Îsa dolayısıyla, ikincisi Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin'in şerefini ortaya çıkarmak için, üçüncüsü ise veled-i zinaların rezil olmamaları için. Derim ki: Ancak bu görüş su götürür. Çünkü İbn Ömer'den gelen sahih hadiste o şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah, kıyâmet gününde öncekileri de sonrakileri de bir araya getirdikten sonra, ahdini bozan herkes için bir bayrak dikilecek ve: Bu filan oğlu filanın ahdine hainliğidir, denilecek." Bu hadisi Müslim ve Buhârî rivâyet etmişlerdir. Daha önce de birkaç defa geçmiş, ve kaynakları gösterilmiş bulunan bu hadisin yer aldığı bazı yerler: Buhârî, Cizye 22. Edeb 99. Hiyel 9. Filen 21: Müslim, Cihâd 8. 10-17; Ebû Dâvûd, Cihâd 150: Tirmızî, Siyer 28... Hadiste geçen: "Bu, filan oğlu filanın hainliğidir" ibaresi, insanların âhirette kendilerinin ve babalarının isimleriyle çağırılacağına delildir. Bu da: Ancak annelerinin İsmi ile çağırılacaklar ve böylelikle de babalarının kötü halleri setreciilmiş olunacaktır, diyenlerin kanaatlerini reddetmektedir. "Kimin kitabı sağ eline verilirse" âyeti, "İmâmları ile" âyetinin, "kitapları ile" anlamında olduğunu söyleyenlerin görüşlerini pekiştirmektedir. Aynı şekilde yüce Allah'ın: "Biz, her şeyi bir İmâm-ı mübinde (apaçık bir önder kitapta) tesbit etmişizdir" (Yasin, 36/12) âyeti da bunu pekiştirmektedir. "Onlar, kitaplarını okurlar ve onlara hurma çekirdeği iplikçiği kadar zulmedilmez" âyetindeki (fetîl ) iplikçik, hurma çekirdeğinin yangındaki ince fitildir. Buna dair açıklamalar daha önceden en-Nisa Sûresi'nde (4/49- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 72Kim bunda kör ise o âhirette de kördür. Yol itibariyle de en şaşkındır. "Kim bunda" bu dünyada ibret almaktan ve hakkı görmekten yana "kör ise o, âhirette" âhiret ile ilgili hususlarda "de kördür." İklime dedi ki: Yemenlilerden bir grup gelerek, İbn Abbâs'a bu âyet-i kerîme hakkında soru sordular, o da onlara şöyle dedi: Ondan önce geçen: "Rabbiniz, lutfundan arayasınız diye sizin, için denizde gemileri yürütendir... çoğundan oldukça üstün kıldık" (el-İsrâ, 66-70) âyetlerini okuyunuz. İbn Abbâs dedi ki: Kim bu nimetler ve görmüş olduğu bu âyetlere rağmen kör kalacak olursa o, âhirette de görmeyen bir kör olacak ve yolca daha sapık olacaktır. Anlamın şöyle olduğu söylenmiştir: Kim, dünya hayatında yüce Allah'ın kendisine ihsan etmiş olduğu nimetlere karşı kör kalırsa o, âhiret nimetlerine karşı da kördür. Şu anlama geldiği de söylenmiştir: Kendisine mühlet verilen, genişlik verilen, tevbesinin kabul olunacağı va'dinde bulunulan bu dünyada iken kör olan bir kimse, hiç şüphesiz tevbenin söz konusu olmayacağı âhirette de kör olacaktır. el-Hasen de şöyle demiştir: Kim, bu dünyada kâfir ve sapık bir kimse ise, âhirette de o kör ve yol itibariyle daha şaşkın olacaktır. Şöyle de açıklanmıştır: Bu dünyada Allah'ın kesin delillerine karşı kör kalan bir kimseyi Allah, kıyâmet gününde kör olarak çürütecektir. Nitekim yüce Allah: "Biz, onu kıyâmet gününde kör haşrederiz..." (Tâ-Hâ, 20/124) diye buyurduğu gibi, bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Biz, onları kıyâmet günü körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüzükoyun haşredeceğiz." (el-İsra, 17/97) Yüce Allah'ın: "O, âhirette de kördür" âyetinin anlamı ile ilgili olarak bütün bu açıklamalar hakkında geçerli olmak üzere, âhiretteki körlüğü daha da ileri derecede olacaktır, diye de söylenmiştir. Çünkü buradaki körlük kalp körlüğüdür. Benzeti bir şey ise göz körlüğü hakkında söylenmez. el-Halil ve Sîbeveyh şöyle demişlerdir: Çünkü gözdeki körlük, el ve ayak gibi hilkatten gelen bir husustur. O bakımdan "ne kadar da elleri vardır!" denilmeyeceği gibi "o, ne kadar da kördür!" denilemez. el-Ahfeş de şöyle demektedir: Burada böyle bir ifadenin kullanılmayış sebebi aslı itibariyle üç harften daha çok sayıda harften meydana gelen bir kelime oluşudur ve bunun aslı; (.....): Kör" şeklindedir. Ancak bazı nahivciler; "(........): Ne kadar da kördür, akşam vakti ne de az görüyor!" demenin mümkün olacağını kabul etmişlerdir. Çünkü bunların fiilleri; (.....) Kör oldu, akşam vakti iyi göremedi" şeklindedir. el-Ferrâ'' der ki: Şam'da, Basralı bir ilim adamının bana naklettiğine göre o, Araplardan; (.....): Saçı ne kadar da siyahtır!" ifadesini kullandıklarım nakletti. Şair de şöyle demektedir: "Üstün ve yüceliklerde sizin ne gölgeniz, ne bir mahsulünüz var. Fakat rezil edici şeylerde sizin hem adamlarınız, hem ileri gelenleriniz var. Hükümdarlara gelince, bugün sen onların en aşağılık olanlarısın Ve elbise olarak bir aşçının giyebileceği bembeyaz elbiselisisin." Merhum Kurtubî bu açıklamalarıyla, âyet-i kerimedeki "kördür" anlamını verdiğimiz "a'mâ'" kelimesinin, "daha da kördür" anlamında ism-i tafdil (üstünlük belirten sıfat) olabileceğini anlatmakladır. Ebû Bekr, Hamza, el-Kisaî ve Halef ise, bu âyet-i kerimede geçen: "(........): Kör" kelimesini her iki yerde de imale ile, diğerleri ise üstün okumuşlardır. Ebû Amr ise, birincisini imaleli, ikincisini üstün okumuştur. "Yol itibariyle de en şaşkındır" yani, böylesi hidâyete doğru bir yol bulamaz. 73Neredeyse seni bile sana vahyettiğimizden başkasını Bize karşı uydurasın dîye fitneye düşüreceklerdi. O takdirde seni dost edineceklerdi. Saîd b. Cübeyr dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tavafı esnasında Hacer-i Esved'i istilâm ederken, Kureyşliler onu engelleyerek şöyle dediler: Sen bizim ilâhlarımıza bir yakınlık göstermedikçe Hacer'i istilâm etmene müsaade etmeyeceğiz. Peygamber, kendi kendisine şöyle düşündü: "Allah, benim bu işten hoşlanmayıp tiksindiğimi biliyorken onlar da benim Hacer'i istilâm etmeme müsaade ettikten sonra, benim bu putlarına yakınlık göstermemin bana bir zararı olmaz." Ancak, yüce Allah bunu kabul etmeyip üzerine bu âyet-i kerimeyi indirdi. Mücahid ve Katade de böyle demişlerdir. İbn Abbâs da, Atâ'nın rivâyetine göre şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme Şakuliler Heyeti hakkında inmiştir. Bunlar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek ondan olmadık isteklerde bulunup şöyle dediler: Sen bir süre bizim ilâhlarımızla yararlanmamıza izin ver ki, onlara verilecek hediyeleri alalım. Bu hediyeleri aldıktan sonra bu putlarımızı kırar ve İslâm'a gireriz. Mekke'yi haram belde ilan ettiğin gibi vadimizi de haram bir bölge olarak ilan et ki, Araplar bizim kendilerine üstünlüğümüzü itiraf etsinler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onların bu isteklerini kabul edecek gibi olunca, bu âyet-i kerîme indi. Şöyle de açıklanmıştır: Burada işaret olunan Kureyşlilerin büyüklerinin, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a söyledikleri şu sözlerdir: Şu düşük seviyeli kimseleri ve köleleri yanımızdan uzaklaştır ki, biz de seninle birlikte oturalım ve senin sözlerini dinleyelim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu yapmak istedi, ancak böyle davranması ona yasaklandı. Katade dedi ki: Bize nakledildiğine göre, Kureyşliler bir gece sabaha kadar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile başbaşa kaldılar. Onunla konuştular, ona saygıda kusur etmediler, onu kendilerine yaklaştırmaya, kendilerine doğrultmaya çalışıp durdular ve şöyle dediler: Ama sen öyle bir şey getirmektesin ki, insanlardan hiçbir kimse bunu getirmiş değildir. Sen bizim efendimizsin, ey efendimiz deyip durdular ve bu şekildeki sözlerini sürdürmeye devam ettiler. Nihayet Peygamber (.sallallahü aleyhi ve sellem) bazı istekleri hususunda onlara yaklaşacak gibi oldu, sonra da Allah onu bu işten korudu. Ve bu âyet-i kerimeyi indirdi. "Seni bile... fitneye düşüreceklerdi" ifadesi, senin ayağını da kaydıracaklardı, demektir. Mesela; "(........): Kişiyi önceden kabul etmiş olduğu görüşünden uzaklaştırdım, kaydırdım" denilir. Bu açıklamayı el-Herevî yapmıştır. Senin, yüzünü başka tarafa çevireceklerdi, diye de açıklanmış ise de anlamı birdir. "Sana vahyettiğimizden " Kur'ân'ın hükmünden... uzaklaştıracaklardı. Çünkü, Hazret-i Peygamber'in onların isteklerini kısmen de olsa kabul etmesi, Kur'ân’ın hükmüne muhaliftir. "Sana vahyettiğimizden başkasını Bize karşı uydurasın diye." Yani, sana vahyettiğimiz âyetlerden başka Bize birtakım şeyleri uydurasın diye... Bu Şakulilerin, ağaçlarıyla, kuşlarıyla ve yabani hayvanlarıyla Mekke'yi haram bir belde kıldığın gibi, bizim vadimizi de haram bir bölge kıl, şeklindeki isteklerine işarettir. (Çünkü) eğer Araplar sana niye Taiflilere böyle bir özellik tanıdın diye soracak olurlarsa, sen de bu hususta sana mazeret olması için: Bana bunu Allah emretti dersin, demişlerdi. "O takdirde seni dost edineceklerdi." Yani sen onların istediklerini yapacak olsaydın, seni dost edinirlerdi. Sana temiz duygularıyla bağlanırlardı. "Halil: Dost" kelimesi, samimi dostluk ve arkadaşlık demek olan; (........) kökünden alınmıştır. Hazret-i Peygamber kendilerine meyletmiş olacağından, onlar da onu dost edinmiş olacaklardı. "O takdirde seni dost edineceklerdi" âyeti, seni fakir bir kimse haline getireceklerdi diye de açıklanmıştır. Bu kelime fakirlik demek olan- ve "hı" harfinin üstün okunuşuyla-: (........)'den gelmiş olur. Onu fakir düşürmeleri ise, kendilerine ihtiyaç duyacak hale gelmesi demektir. 74Ve eğer Biz sana sebat vermemiş olsaydık, onlara az kalsın biraz meyledecektin. "Ve eğer Biz sana" hak üzere "sebat vermemiş" ve seni onların isteklerine muvafakat göstermekten korumamış "olsaydık, onlara az kalsın biraz meyledecektin." Katade dedi ki: Bu âyet-i kerîme nazil olunca Hazret-i Peygamber: "Allah'ım, sen beni göz açıp kapayacak bir süre kadar dahi bana bırakma " Ebû Dâvûd, Edeb 101 (hadis no: 5090); Müsned, V, 42, Ebû Bekre'den duaya dair bir hadisin bir bölümü olarak ve nüzul sebebine değinmeksizin. diye buyurdu. Bir diğer açıklamaya göre hitabın zahiri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yönelik olmakla birlikte özü itibariyle Sakiflilerin durumunu haber vermektedir. Yani: Onlar, az kalsın senin hakkında onların sözlerini kabule meyledip yanaştığına dair haber vereceklerdi. Böylelikle onların fiili mecazi olarak Hazret-i Peygamber'e nisbet edilmiş oldu. Nitekim bir kimseye: Nerdeyse kendini öldürecektin sözünü, nerdeyse yaptığından ötürü insanlar seni öldürecekti, anlamında kullanmak da böyledir. Bunu el-Mehdevî nakletmektedir. Şöyle de denilmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) asla onlara meyletmeyi içinden geçirmiş değildir. Aksine, âyetin anlamı şöyledir: Eğer Allah’ın senin üzerinde lütuf ve ihsanı olmasaydı sen de onların isteklerini kabule meyledecektin. Fakat, Allah'ın senin üzerindeki lütfü nun eksiksizliği sayesinde böyle bir şeye yanaşmadın. Bu açıklamayı da el-Kuşeyrî nakletmektedir. İbn Abbâs dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) masum idi. Fakat bu onun ümmetine, onlardan herhangi bir kimse Allah'ın hüküm ve şeriatleri hususunda müşriklere hiç bir şekilde meyletmemesi için bir uyarıdır. 75O takdirde Biz sana, hayatın da kat kat (azâb)mı, ölümün de kat kat (azâb)ını tattıracaktık, sonra Bize karşı hiç bir yardımcı da bulamayacaktın. "O takdirde Biz sana hayatın da kat katını, ölümün de kat katını tattıracaktık." Yani, eğer sen onlara meyletmiş olsaydın, dünya hayatında da hayatın iki kat azabını, âhirette de ölümün iki kat azabını sana tattıracaktık. Bu ise, oldukça ileri derecede bir tehdittir. Kişinin derecesi ne kadar yüksek olur ise. muhalefet etmesi halinde karşı karşıya kalacağı azap da daha üstün ve daha büyüktür. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey Peygamber hanımları! Sizden kim apaçık bir hayasızlıkta bulunursa ona azâbı iki kat artırılır." (el-Ahzab, 33/30) Bir şeyin katı (dı'f) ise, onun iki mislidir. Kimi zaman bu kelime pay anlamında da kullanılır, yüce Allah'ın: "Herbiriniz için bir dı’f (pay) vardır" (el-A'raf, 7/38) âyetinde olduğu gibi. Buna dair açıklamalar, bundan önce el-A'raf Sûresi'nde (işaret olunan âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır. 76Yakında seni bu yerden çıkarmak için mutlaka rahatsız edecekler. O takdirde kendileri de senin ardından ancak pek az kalacaklardır. Bu âyet-i kerimenin, -sûrenin baştaraflarında geçtiği üzere- Medine'de indiği söylenmiştir. İbn Abbâs şöyle demektedir: Yahudiler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Medine'de kalışını kıskandılar ve şöyle dediler: Peygamberler, peygamberlikle Şam'da görevlendirilmişlerdir. Eğer sen gerçek bir peygamber isen haydi oraya git. Çünkü sen oraya gidecek olursan, o takdirde biz seni tasdik eder, sana îman ederiz. Hazret-i Peygamber, onların İslâm'a girmelerini arzu ettiğinden dolayı, içinden böyle bir şeyi yapmak istedi. Ve Medine'den bir merhalelik mesafe uzaklaştı, bunun üzerine Allah teâlâ bu âyet-i kerimeyi indirdi. Abdurrahman b. Ğanm da şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Tebuk gazvesine, yalnızca Şam üzerine yürümek kastıyla yola çıktı. Tebuk'e varıp orada konakladığında yüce Allah'ın: "Yakında seni bu yerden çıkarmak için mutlaka rahatsız edecekler" âyeti -surenin nüzulü tamamlandıktan sonra- indi. Ve o da geri dönmeyi emretti. Bu âyetin Mekke'de indiği de söylenmiştir. Mücahid ve Katade derler ki: Âyet-i kerîme, Mekkelilerin Hazret-i Peygamberi çıkartmayı kararlaştırmaları hakkında inmiştir. Eğer onu Mekke'den çıkartmış olsalardı onlara mühlet verilmezdi. Ama Allah ona hicret etme emrini verdi, o da Mekke'den çıktı. Bu açıklama daha sahihtir. Çünkü sûre Mekke'de inmiştir. Diğer taraftan, bundan önceki âyetler da Mekkehlerin durumunu haber vermektedir, yahudilerden herhangi bir şekilde söz edilmemektedir. Yüce Allah'ın: "Bu yerden" âyeti ile de Mekke arazisi ve toprakları kast edilmektedir. Nitekim yüce Allah'ın: "Ben bu yerden asla ayrılmayacağım" (Yusuf, 12/80) âyetinde kastedilen Mısır'dır. Buna delil de yüce Allah'ın şu âyetidir: "Seni çıkartan ülkenden daha güçlü nice ülke vardı." (Muhammed, 47/13) Bununla da kastedilen Mekke'dir. Yani, oranın ahalisi onu çıkarmak istemişlerdi. İşte bundan dolayı "seni çıkartan" âyeti ile çıkartma fiili o ülkeye (ahalisine) izafe edilmiştir. Bir başka görüşe göre bütün kâfirler, ona karşı birleşmek suretiyle Hazret-i Peygamberi Arap topraklarından çabucak çıkartmak istediler. Allah onu korudu. Eğer onu Arap topraklarından çıkartmış olsalardı, onlara hiç bir şekilde mühlet verilmeyecekti. İşte yüce Allah'ın: "O takdirde kendileri de senin ardından ancak pek az kalacaklardı." âyetinin anlamı da budur. Atâ b. Ebi Rebâh; "(........) Kalacaklar" âyetini, "(........): Bırakılacaklar" şeklinde şeddeli "be" ile okumuştur. Nâfi', İbn Kesîr, Ebû Bekr ve Ebû Amr; "(........): Senden sonra" diye okumuşlardır. İbn Âmir, Hafs, Hamza ve el-Kisaî ise; (........) diye okumuşlardır, Ebû Hatim de yüce Allah'ın: " (........): Allah'ın Rasûlüne muhalefet için geri kalanlar, oturmalarına sevindiler" (et-Tevbe, 9/81) âyetini nazar-ı itibara alarak bu okuyuşu tercih etmiştir. Bu da senden sonra, senin ardından, demektir. Şair de şöyle demektedir: "Onların ardından o diyar boş kaldı sanki Aralarında hasır ören kadınlar hasır sermiş gibidir." el-Maverdî; " (........): Serenler sermiştir" diye nakletmektedir. (........) okuyuşunun (ki Nâfi', İbn Kesîr ve diğerlerinin okuyuşudur), "senden sonra" anlamında olduğu; (........); okuyuşunun" sana muhalefet" anlamında olduğu da söylenmiştir ki, bunu da İbnu'l-Enbârî nakletmiştir. "Ancak pek az" âyeti ile ilgili iki türlü açıklamada bulunulmuştur. Birincisine göre onların, Hazret-i Peygamberden sonra kaldıkları süre, onu Mekke'den çıkardıkları süre ile Bedir günü arasındaki süredir. Bu ise, burada sözü edilen kimselerin Kureyşliler olduğunu söyleyenlerin görüşüdür. İkinci görüşe göre ise bu süre, Kurayzaoğullarının öldürülmesi ile Nadîroğullarının sürülmesi arasındaki süredir. Bu da âyette kastedilenlerin yahudiler olduğunu söyleyenlerin görüşüdür. 77Senden önce gönderdiğimiz peygamberler için de uyguladığımız sünnet (budur). Sen Bizim sünnetimizde hiç bir değişiklik bulamazsın. "Senden önce gönderdiğimiz peygamberler için de uyguladığımız sünnet (budur)." Yani, senden önce gönderdiğimiz peygamberlere uyguladığımız sünnet gibi bunlar da azap edilirler. Buna göre; "(........): Sünnet" kelimesi, "(........): Azap edilirler" takdiri ile nasb edilmiştir. "Sünnet" kelimesinin başındaki "gibi" anlamındaki "kef" düşünce, fiil amel etmiş oldu. Bu açıklamayı el-Ferrâ'' yapmıştır. Bir diğer açıklamaya göre bu âyet; "(........): Gönderdiğimiz kimselerin sünnetini tayin ve tesbit ettik" anlamında olmak üzere nasb edilmiştir. Bunun, "kef" harfinin hazf edilmiş olduğu takdirine göre hazf edildiği de söylenmiştir. İfadenin takdiri de şu anlamda olur: Senin ardından ancak pek az kalacaklardı. Tıpkı senden önce gönderdiklerimizin sünneti gibi. Bu takdire göre yüce Allah'ın: (Bir önceki âyet-i kerimede geçen): "(........): Ancak pek az" âyeti üzerinde vakıf yapılmaz. Ancak, birinci ve ikinci açıklamaya göre vakıf yapılabilir. "(........): Senden önce gönderdiğimiz peygamberler" âyeti üzerinde ise vakıf hasendir. "Sen, Bizim sünnetimizde hiç bir değişiklik" onun, tesbit edilen vadesinde herhangi bir değişme "bulamazsın." 78Güneşin kaymasından gecenin karanlığına kadar namazı dosdoğru kıl. Sabah, namazını da. Çünkü sabah namazı şahit olunandır. Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: 1. Güneşin Kaymasından İtibaren Kılınacak Namazlar: Yüce Allah, müşriklerin hile ve tuzaklarını sözkonusu ettikten sonra: "Güneşin kaymasından... namazı dosdoğru kıl" âyeti ile Peygamberine sabrı ve namazı gereği gibi dikkatle muhafaza etmeyi emretmektedir. Demek ki namaz sayesinde düşmanlara karşı ilâhî yardımın talep edilmesi de sözkonusudur. Yüce Allah'ın şu âyeti da buna benzemektedir: "Yemin olsun ki, onların söylediklerinden dolayı göğsünün daraldığını elbette biliyoruz. Artıksen hemen Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol." (el-Hicr, 15/97-98) el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında (2/3. âyet, 4. başlık ve devamında) "namazı ikame etme (kılma)"nin anlamına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Müfessirlerin icmaı ile bu âyet-i kerîme farz namazlara işaret etmektedir. İlim adamları "kayma (dülûk)" nın anlamı hususunda iki ayrı görüş ortaya koymuşlardır. 1- Bundan kasıt, güneşin semanın ortasından (batıya doğru) zeval bulmasıdır. Bu açıklama Hazret-i Ömer, onun oğlu (Abdullah b. Ömer), Ebû Hüreyre, İbn Abbâs ve onların dışında tabiin ve bir grup ilim adamının görüşüdür. 2- İkinci görüşe göre de dülûk (güneşin kayması), güneşin batması demektir. Ali, İbn Mes'ûd ve Ubey b. Ka'b bu görüştedirler. İbn Abbâs'dan da bu görüş rivâyet edilmiştir. el -Maverdî der ki: "Dülûk"u, güneşin batışının ismi kabul eden kimselerin bu kabullerinin sebebi şudur: İnsan, güneşin batımı esnasında onu iyice görmek için elleriyle gözlerini ovalar (delk). Bunu, güneşin zevalinin ismi olarak kabul edenlerin bu kanaatlerine sebep ise kişinin, güneş ışınlarının şiddeti dolayısıyla gözlerini delk etmesi (ovalaması) dolayısıyladır. Ebû Ubeyd de şöyle demektedir: Güneşin dülûku, batışı demektir. (........); ifadesi güneş battı, demektir. Kutrub da şu beyiti zikretmektedir: "İşte burası Rebahin iki ayağının durduğu yerdir Berah (denilen güneş) batın caya kadar elini siper etmiştir." "Berahi" kelimesi, hazamı, katami, rekasi vezni ile güneşin isimlerinden bir isimdir. el-Eerra bunu, "Birahi" şeklinde rivâyet etmiştir ki, bu da el ayası demek olan; (........)'in çoğuludur. Elini kaşlarının üzerine koymuş ve öylece bakıyorken güneş battı, demektir. el-Accac'ın şu beyitinde de bu kullanılmıştır: "Güneş nerdeyse ağır bir hastalık (a yakalanmış) gibi olacaktı. Ve ben onu (ışıklarını) kaygan bir yerden kayıyormuş gibi olsun diye el ayam ile defediyorum." Bundan sonra beyitin son kelimesinin anlamına dair İbnu'l-A'râbî'den iki satırlık bir açıklama nakledilmektedir. Bu açıklamalar beyitin manasında yer aldığından ayrıca tercümeye gerek görülmemiştir. (........) tabiri, güneş battı anlamında da kullanılır. Şair Zu'r-Rimme de şöyle demektedir: "Öyle kandiller ki, onların ışığını sağlayanlar Yıldızlar da değildir, batan ve kaybolanlar da değildir." İbn Atiyye de şöyle demektedir: Dülûk, -sözlükte- meyletmek demektir. O bakımdan dülûk'un ilk vakti güneşin zeval bulmasıdır. Son vakti ise batışıdır. Güneşin zevalinden batışına kadar olan vakte de dülûk denilir, çünkü güneş bu durumda kayma ve meyletme halindedir. Şanı yüce Allah, güneşin kayması halinde ve kaymaya başlaması sırasında söz konusu olan namazları zikretmektedir. Bunun kapsamına öğle, ikindi ve akşam namazları girer. Bununla birlikte akşam namazının, "gecenin karanlığı (ğasaku'l-leyl)" ifadesine dahil olması da mümkündür. Bazıları, öğle namazı vaktinin zevalden güneşin battığı vakte kadar devam ettiği görüşündedir. Çünkü şanı yüce Allah, öğle namazının vücubunu dülûk'e bağlı kılmıştır. İşte bunun hepsi de düluk'dur. Bu görüş el-Evzaî'ye ve nisbeten farklı durumlara göre değişik hükümler ile Ebû Hanîfe'ye aittir. Malik ve Şâfiî de zaruret halinde buna işaret etmişlerdir. 2. Gece Karanlığı (Ğasaku'l-Leyl): Yüce Allah'ın: "Gecenin karanlığına kadar" âyeti ile ilgili olarak Malik, İbn Abbâs'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Güneşin dülûku, meyletmesi, kayması demektir. "Gecenin karanlığı" ise, gece ve karanlığının bir araya gelmesi demektir. Ebû Ubeyde "el-Ğasak" gecenin siyahlığı demektir, demiştir. İbn Kays er-Rukayyât şöyle demiştir: "İşte karardı şu gece Ben de keder ve uykusuzluktan rahatsızlandım." Ğasaku'l-Leyl'in, şafağın (batıştan sonraki kırmızılığın) kaybolması demek olduğu söylendiği gibi, karanlığının görülmeye başlaması olduğu da söylenmiştir. Şair Züheyr de şöyle demektedir: "Elleri -o aldırış etmeksizin- cömertlik edip durdu Nihayet karanlık basıncaya ve başgösterinceye kadar." "(........); Gecenin karanlığı bastı" denilir, mastarı da; (........) şeklinde gelir. "Sin" harfi üstün olarak "el-Ğasek" isimdir. Kelimenin asıl anlamı, seyelân etmek akmak ile alakalıdır. Göz aktığı zaman; (........) denilir. Muzari fiili de; (........) şeklinde gelir. "(........) Yaradan sarı bir su aktı, akmak" denilir. "(........); Müezzin akşam ezanını gece karanlığına kadar erteledi" demektir. el-Ferrâ'nın naklettiğine göre; "(........): Gece karanlığı bastı" ile (........) şekilleri hep aynı anlamdadır. er-Rabi' b. Huseym de, bulutlu olduğu günde müezzinine; (........) derdi ki, bununla akşamı gece karanlığı basıncaya kadar ertele, tehir et, demek istiyordu. 3. Akşam Namazı Vaktinin Sonu: İlim adamları, akşamın son vakti hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir görüşe göre akşamın vakti sadece bir tanedir ve güneşin kayboluşu dışında ayrıca bir vakti yoktur. Cibril'in İmâmlık edişi ile ilgili hadisten bu husus açıkça anlaşılmaktadır. Bu husustaki rivâyetlerin geçtiği bazı yerler: Buhârî, Mevâkitu's-Salât 1; Müslim, Mesâcid 166, 167; Ebû Dâvûd,'Salât 2; Tirmizî, Salât 1; Nesâî, Mevâkît 1, 10, 17; İbn Mâce, Salât 1; Dârîmî, Salât 2; Muvattâ, Vukûtu's-Salât 1; Müsned, I, 333, III, 30, 330, V, 374. Çünkü Hazret-i Cebrâîl, akşam namazını her iki günde de aynı vakitte kılmış ve bu kıldığı vakit de güneşin batışı esnasında idi. Maliki mezhebine mensup ilim adamlarının kanaatine göre Malikin mezhebinde kuvvetli olan görüş de budur. Yine, Şâfiî'den meşhur olan iki görüşten birisi de budur es-Sevrî de böyle demiştir. Yine Malik, Muvatta’'da şöyle demektedir: Şafak (batıştan sonraki kırmızılık) kaybolacak olursa, akşam namazı vakti çıkmış, yatsı namazının vakti girmiş olur. Ebû Hanîfe, onun arkadaşları, el-Hasen b. Hayy, Ahmed, İshak, Ebû Sevr ve Dâvûd da böyle demişlerdir. Çünkü batış vakti ile şafağın kayboluşuna kadar geçen bütün süre, gecenin kararma zamanıdır. Bu husustaki Ebû Mûsa yoluyla gelen hadis de bunu gerektirmektedir ve orada şöyle denilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ikinci günde soru sorana, akşam namazını kıldırarak vaktini şafağın kaybolacağı esnaya kadar tehir etmiştir. Bu hadisi de Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Mesâcid 178. Bu kanaatte olanlar şöyle derler: Bu hadis, Cibril'in İmâmlığı ile ilgili haberlerden daha uygundur. Çünkü bu hadis Medine'de vârid olmuştur, Cibril'in İmâmlığı ise Mekke'de gerçekleşmiştir. Sonradan varid olan haberin ise, Peygamber'in fiil ve emrinden kabul edilmesi evladır (daha uygundur). Çünkü sonraki haber ondan öncekileri nesh edicidir. İbnü'l-Arabî ise, bu görüşün, Malik’in meşhur görüşü olduğunu, ömrü boyunca okuttuğu Muvatta’'da ve hayattayken de bunu telkin ettiğini iddia etmiştir. Bu görüş ayrılığındaki incelik şudur: İsimlere müteallik olan hükümler acaba bu isimlerin ilklerine mi taalluk eder, sonlarına mı, yoksa hüküm onların hepsi ile mi irtibatlıdır? Kıyas cihetinden daha güçlü görülen boşa anılması sözkonusu olmaması için hükmün evveline taalluk ettiğidir. Hükmün evveline taalluk ettiği kabul edilirse, bundan sonra onun sonuna kadar tamamına taalluk ettiği de kabul edilir. Derim ki: Vaktin genişliğini kabul eden görüş dalia tercihe değer. Nitekim İmâm Haliz Ebû Muhammed Abdulğani b. Said Ebû Muhammed Abdulğanî b. Saîd b. Ali b. Saîd el-Ezdî el-Mısrî. Meşhur bir hadis hafızı, inceliklere vâkıf neseb âlimi. H. 409 yılında vefat etmiştir. (el-Kettânî, er-Risâletu'l- Mustetrafa, s. 116) el-Eclah b. Abdillah el-Kindî yoluyla gelen hadiste Ebû'z-Zübeyr’den, o da Cabir'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) güneşin batışına yakın bir vakitte Mekke'den çıktı. Şerife varmadan akşam namazını kılmadı. Burası ise dokuz millik bir mesafedir. Buna yakın bir rivâyet şöyledir: "... Ebû'z-Zübeyr'den, o Cabir'den rivâyete göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke'de iken güneş batmış o iki namazı (akşam ile yatsıyı) Şerifte bir arada (cem ile) kıldı." (Ebû Dâvûd, Salâlu's-Sefer 5; Nesâî, Mevâkît 45) Serif: Hişâm b. Said'in dediğine göre Mekke'den on mil uzaktadır. (Ebû Dâvûd, aynı yer). Bu hususta nesih olduğu görüşü ise, o kadar açık görüş değildir. Tarih bilinse dahi bu böyledir. Çünkü bu iki hadisin bir arada cem edilmeleri mümkündür. İlim adamlarımız derler ki: Cibril'in namaz kıldırmasıyla ilgili hadisler, akşam namazı hususunda efdal olan vakit ile ilgili kabul edilir. Bundan dolayı ümmet akşam namazının erken kılınması ve güneşin batışı ile birlikte kılmak için elini çabuk tutulması hususunda ittifak etmiştir. İbn Huveyzimendâd der ki: Müslümanlar arasında, cemaat ile namaz kılınan bir mesciclde akşam, namazını güneşin batışından sonraya bırakan olduğunu bilmiyorum. Vakit genişliği ile ilgili hadisler ise cevaz vaktini beyan, etmektedir. Böylelikle her iki hadis arasında tearuz ortadan kalkmakta ve iki hadisin de bir arada cem'i sahih olmaktadır. Bu ise usul bilginlerinin ittifakı ile birini diğerine tercih etmekten, daha uygundur. Çünkü böyle bir yolla her iki delil de uygulamaya konulmaktadır. Nesh olduğunu söylemek veya tercihte bulunmakta ise iki rivâyetten birisini düşürmek sözkonusudur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 4. Sabah Namazı: Yüce Allah'ın: "(........): Sabah namazı" âyetinde (namaz anlamı verilen): "Kur'ân" kelimesinin mansub gelmesi iki bakımdandır: Evvela bu kelime "salât (namaz)"a atfedilmiştir. Yani, sabah Kur’ânını dosdoğru kıl, demektir ki, sabah namazını dosdoğru kıl, anlamına gelir. Bu açıklamayı el-Ferrâ'' yapmıştır. Basralılara göre bu kelime iğrâ olmak üzere nasb edilmiştir. Yani; "(........): Sen, sabah, namazına çokça dikkat etmelisin" anlamındadır. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır. Sabah namazı hakkında diğer namazlardan ayrı olarak özellikle "Kur'ân" tabirinin kullanılması, Kur'ân-ı Kerîmin, bu namazın büyük bir bölümünü işgal etmesinden dolayıdır. Çünkü sabah namazının kıraati, meşhur olarak kaydedildiğine göre hem uzun olur, hem de cehrendir. Bu açıklama da ez-Zeccâc'dan nakledilmiştir. Derim ki: Medine'deki uygulama, sabah namazında Kur'ân okumayı, cemaate zarar vermeyecek kadar uzatmanın müstehab olduğu şeklinde karar kılmıştır. Bu namazda Mufassal bölüm uzun sûrelerinden okunur. Okunan Kur'ân'ın uzunluğu bakımından, sabah namazından sonra, öğle ve cuma namazları gelir. Akşam namazında kıraat kısa kesilir, ikindi ve yatsı namazlarında ise orta yollu tutulur. İkindi namazı hakkında akşam namazı gibi kısa okunacağı da söylenmiştir. Müslim'in Sahihinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in namazlardaki kıraatlerine dair rivâyetleri Müslim, Salât 154 (34. bab)tan itibaren zikretmektedir. Merhum müfessirimizin işaret ettiği rivâyetler ve başkaları bir arada olmak üzere oradan takip edilebilir. ve başka hadis kaynaklarında vârid olan, kısa okunması karar bulmuş olan namazlarda uzunca okumaya yahut uzunca okunması karar bulmuş olanlarda da kısa okumaya dair -Meselâ Nesâîdeki Sabah namazında Felak ve Nas sûrelerini okumak Nesâî, İftitah 46 buna karşılık Akşam namazında ise A'raf, Murselat ve Tûr sûrelerini okumak gibi- rivâyetler Nesâî, İtfitah 64-67 ise, uygulamada terk edilmişlerdir. Ayrıca, yatsı namazına İmâmlık yapan ve Bakara Sûresi'ni okuyarak namazı uzunca kıldıran Muâz b. Cebel'e Hazret-i Peygamber'in tepki göstermesi de bunu göstermektedir. Bu hadisi de sahih kitaplar rivâyet etmektedir. Buhârî, Edeb 74: Müslim, Salât 178. 179: Ebû Dâvûd, Salât 124; Nesâî, İmâıne 39. 41, İftitâh 63. 70, 71: İbn Mâce, İkametu's-Salât 48; Müsned, III, 124, 299, 308, 369. Hazret-i Peygamber'in İmâmlara, namazlarını kısa kesmelerini emrederek şöyle buyurması da bunun gerekçeleri arasındadır: "Ey insanlar! Şüphesiz aranızda nefret ettirenler vardır. Sizden herhangi bir kimse cemaatine İmâm olacak olursa (kıraati) kısa kessin. Çünkü aralarında küçük, büyük, hasta, rahatsız, zayıf ve ihtiyaç sahibi kimseler vardır." Buhârî, İlin 28. Ezan 61. 63. Edeb 75. Ahkâm 13; Müslim, Salât 182; Ebû Dâvûd, Salât 124; İbn Mâce, İkametu's-Salât. 48: Dârimî, Salât 46; Müsned, IV, 118, 119. V, 273 Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ama, sizden herhangi bir kimse tek başına namaz kılacak olursa, dilediği kadar uzatsın." Buhârî, Ezan 62; Müslim, Salât 183-185: Ebû Dâvûd, Salât 124; Nesâî, İmâme 35: İbn Mâce, İkâmetus-Salât 4-8: Muvatta’, Salâtul-Cemâa, 13; Müsned, II, 486, 502 Bütün bunlar, sahih hadisler arasında kaydedilmektedir. 5. Kıraatsiz Namaz Olmaz: Yüce Allah’ın: "Sabah namazını da" âyetinde, "Kur'ân" lâfzını kullanmış olması, kıraatsiz namaz olmayacağının delilidir. Çünkü yüce Allah burada namazı "Kur'ân" diye adlandırmıştır. İlim adamları ise namazda kıraat hususunda farklı görüşlere sahiptir. Cumhûrlarının kanaatine göre İmâm olsun, tek başına olsun her rekâtte Fâtiha Suresini okumak vaciptir. Malikin meşhur olan görüşü budur. Yine ondan nakledildiğine göre namazın çoğu bölümlerinde okunması vaciptir. İshak'ın görüşü de budur. Yine Malik'den, yalnızca bir rekâtte Fâtiha okumanın vacip olduğu görüşü nakledilmiştir ki, el-Muğire ve Suhnun da böyle demişlerdir. Namazın hiç bir yerinde kıraatin vacip olmadığı görüşü de ondan nakledilmiştir ama, ondan gelen en şaz rivâyet de budur. Yine Malik'den nakledilen bir başka görüşe göre, namazın yarısında kıraat vaciptir. el-Evzaî'den ve Eyyub'dan nakledildiğine göre kıraat, İmâm için de tek başına namaz kılan için de, cemaat için de her durumda vaciptir. Şâfiî'nin iki görüşünden birisi de budur. Buna dair yeterli açıklamalar, daha önceden el-Fâtiha Sûresi'nde (tefsirinin ikinci bölümü, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 6. Sabah Namazında Tanıklık: Tirmizî'nin, Ebû Hüreyre'den rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yüce Allah’ın: "Sabah, namazını da, çünkü sabah namazı şahit olunandır" âyeti hakkında şöyle buyurmuştur: "Gece melekleri ile gündüz melekleri ona şahit olurlar." Bu hasen, sahih bir hadistir. Bu hadisi ayrıca Ali b. Müshir, el-A'meş'den, o, Ebû Salih'den, o, Ebû Hüreyre ve Ebû Salih'den, ikisi de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmişlerdir. Tirmizî, Tefsir 17. sûre 5 Buhârî de Ebû Hüreyre'den, o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Cemaatle kılman namaz, tek başına kılman namazdan yirmi beş derece daha faziletlidir. Gece melekleri ile gündüz melekleri de sabah namazında bir arada bulunurlar." Ebû Hüreyre der ki; Dilerseniz: "Sabah namazını da, çünkü sabah namazı şahit olunandır" âyetini okuyunuz. Buhârî, Tefsir 17. sûre 10; Müslim, Mesâcid 246: Nesâî, Sakil 21; Müsned, II, 233, 266. İşte bu hususiyeti dolayısıyla sahalı namazı erken kılınır. Sabah namazını erken kılmayan bir kimsenin namazında meleklerin iki kesiminden ancak birisi bulunur. Yine bu hususiyeti dolayısıyla Malik ve Şâfiî, sabah namazının alaca karanlıkta (tağlîs) kılınmasını dalia faziletli kabul etmişlerdir. Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir. Efdal olan (bazan) tağlis (alaca karanlık) ile, bazan aydınlık (İslar) halinde kılmaktır. Eğer bunu gerçekleştiremeyecek olursa, aydınlık halinde kılınması, tağlisden (alaca karanlıkta kılınmasından) dalia uygundur. Fakat bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın devamlı olarak alaca karanlıkta sabah namazını kılma uygulamasına muhaliftir. Aynı şekilde böyle bir uygulama ile gece meleklerinin namazda hazır bulunma imkânı da kaybedilmiş olur. Doğrusunu da en iyi bilen Allah'tır. 7. Sabah Namazı Gece Namazı mı, Gündüz Namazı mıdır? Bazı ilim adamları, Hazret-i Peygamber'in: "Gece melekleri de, gündüz melekleri de o namazda hazır bulunurlar" âyetini, sabah namazının gece namazı da olmadığına, gündüz namazı da olmadığına delil göstermişlerdir. Derim ki: Buna göre ikindi namazı da aynı şekilde ne gece namazından, ne de gündüz namazından sayılır. Çünkü fasih olan Peygamberden, Ebû Hüreyre'nin sahih rivâyetine göre o şöyle buyurmaktadır: "Gece melekleri ile gündüz melekleri sizin aranızda birbirinin peşinden gider gelirler. Ve bunlar, ikindi namazı ile sabah namazında bir araya gelirler." Buhârî, Mevâlduı's-Salât 16. Tevhîd 23. 33: Müslim, Mesâcid 210; Nesâî, Salât 21; Muvatta’, Kasru's-Salâti fi's-Scler 82; Müsned, II, 257, 312. 486. Bilindiği gibi ikindi namazı, gündüzün bir vaktindedir. Sabah namazı da gecenin bir vaktindedir. Ancak, durum böyle değildir. Sabah, namazı da tıpkı ikindi gibi gündüz namazındandır. Buna delil ise, oruç ve yeminler ile ilgili bahislerdir ki, bu da gayet açıktır. 79Gecenin bir kısmında da sana has nafile olmak üzere onunla (Kur'ân ile) gece namazı kıl. Umulur ki (şüphesiz) Rabbin, seni övülmüş bir makama gönderir. Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: 1. Gecenin Bir Kısmında ve Teheccüd: Yüce Allah'ın: "(........): Gecenin bir kısmında" âyetindeki: "(........): ... da" leb "iz (kısmîlik) bildirmek içindir. "(........): Gece namazı kıl" âyetindeki "fe" ise, hazfedilmiş bir fiile atıf etmektedir. "Kalk ve gece namaz kıl" demektir. "Onunla" âyeti ile, Kur'ân kastedilmektedir. Teheccüd; (gece namaz kılmak) kelimesi "el-hucûd"dan gelmekte ve zıt anlamlı kelimelerdendir. Çünkü (........) fiili hem uyudu, hem de onun zıddı olmak üzere geceleyin uyumayıp uyanık kaldı anlamına gelir. Şair de şöyle demektedir: "Minâ'da bulunanlar uyanıkken ziyarette bulunsaydı ya Ve keşke onun hayali Minâ'ya bir daha dönse geriye." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Yol arkadaşlarımız uyuyorken o, yanımıza geceleyin uğrasaydı ya Ve sevgiliye bağışlarını hep biri diğeri ardınca yapıp sürdürüp gitseydi geceyi." (........) ile, (........) aynı anlamdadır. "(........): Onu uyuttum" demektir. Yine onu uyandırdım, anlamına da gelir. Teheccüd, bir süre uyuduktan sonra uyanmak anlamınadır. Sonraları bu, belli bir namazın ismi olarak kullanılmaya başlandı. Çünkü kişi geceleyin bu namaz için uyanır. Buna göre teheccüd, uykudan namaz için kalkmak demektir. el-Esved, Alkame, Abdurrahman b. el-Esved ve başkaları da bu anla mda açıklamalarda bulunmuşlardır. Kadı İsmail b. İshak, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından el-Haccac b. Ömer'den şöyle dediğini nakletmektedir: Sizden herhangi bir kimse, gecenin tamamını namaz kılmakla geçirecek olursa, teheccüclde bulunmuş olduğunu mu zanneder? Teheccüd, uyuduktan sonra kalkıp namaz kılmaktır, sonra yine bir süre uyuduktan sonra kalkıp namaz kılmaktır, sonra yine bir süre uyuduktan sonra kalkıp namaz kılmaktır. İşte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in (teheccüd) namazı böyle idi. Taberâni, el-Evsat, IX, 304-305; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, II, 277. Ancak ravî sahabenin ismi. el-Haccac b. Ömer değil, el-Haccac b. Amr'dır. Ömer ile Amr'ı birbirinden ayırd etmek için yazılması gereken "vav"' sehven herhangi bir şekilde yazılmamış olmalıdır. Hücûd'un uyku anlamında olduğu da söylenmiştir. Kişi, gece uyumayacak olursa; (........) ile; "(........): Uykuyu (kenara) bıraktı" denilir. Buha göre "hücud" uyku demektir. Uykudan sonra namaza kalkan kimseye de "müteheccid (teheccüdde bulunan)" denilir. Çünkü müteheccid, uyku demek olan hücuclu üzerinden atan kimse demektir. Bu fiil, bu bakımdan (........) fiillerine Sırasıyla fiillerin anlamları: Günah gördü, sakıncalı gördü, günah olacağından çekindi, kendisini ibadete Verdi, pis kabul ederek tiksindi, pislendi. benzemektedir ki, bu fiillerin ifade ettikleri hasletleri, kişinin üzerinden atması halinde kullanılır. Şanı yüce Allah'ın: "(........): Siz, pişmanlık duyardınız." (el-Vâkıa, 56/65) Yani, gönül rahatlığı ve sevinci demek olan "el-Fükâhe"yi üzerinizden atardınız, âyeti da (bu bakımdan) bunu andırmaktadır. Mesela bir kimse çok neşeli ve gülen birisi ise; (........) denilir. Ayet-i kerimede gecenin bir bölümünü namaz ve kıraat ile uyanık olarak geçir, demektir. 2. Hazret-i Peygamber ve Ümmeti İçin Teheccüd'ün, Hükmü: Yüce Allah'ın: "Sana has nafile olmak üzere" âyeti, Mukâtil 'in açıklamasına göre; senin şan ve şerefini yükseltmek üzere... demektir. İlim adamları, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmeti sözkonusu edilmeyip özellikle anılmasının sebebi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir görüşe göre gece namazı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, yüce Allah'ın: "Sana has nafile olmak üzere" âyeti dolayısıyla bir farz idi. Çünkü bu; ümmetin görev olarak yerine getirmesi gereken farzdan ayrı bir fariza olarak anlamındadır. Derim ki: Böyle bir tevil, iki sebepten dolayı uzak bir ihtimaldir. Birincisi, farza nafile adının verilmesi. Böyle bir adlandırma hakikat değil, mecazdır. İkincisi ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in: "Beş vakit namaz vardır ki, Allah onları kullara farz kılmıştır" Ebû Dâvûd, Salâl 9; Nesâî, Salât ó; İbn Mâce, İkametu's-Salât 194; Müsned, V, 317. 322. âyeti ile (Hadîs-i şerîfte nakledilen) yüce Allah'ın: "Bunlar beş vakittir ve elli vakit demektir, söz benim nezdimde asla değişikliğe uğramaz" Buhârî, Salât 1. Enbiyâ 5. Menâkıb 42. Tevhid 37; Müslim, Îman 259, 263; Tirmizî, Sakil 45; Nesâî, Salât 1; İbn Mâce, İkametus-Salât 194; Müsned, I, 315, III, 149. âyetidir ki, bu da açık bir nasdır. Dolayısıyla yüce Allah'ın, Hazret-i Peygamber'e beş vakit namazdan ayrı olarak bir vakit namazı farz kıldığı nasıl söylenir? Böyle bir şey doğru olamaz. Her ne kadar: "Üç şey bana farz, ümmetim için tatavvu (nafile) dir: Gece namazı, vitr ve misvak kullanmak" dediği rivâyet olunsa bile. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV, 264, aynı manada, ancak "vitir, misvak ve gece namazı" sırasıyla Hazret-i Âişe'den gelen ve Taberânî, el-Evsât (IV. l65)ta yer aldığı belirtilmekte, ravilerinden Abdurrahman es-San'ânî'nin yalancı olduğu kaydedilmektedir. Aynı anlamdaki diğer benzer rivâyetlerin de çeşitli ravilerinin tenkide uğradığı zikredilmektedir. Şöyle de açıklanmıştır: Gece namazı Hazret-i Peygamberin nafile olarak kıldığı bir namazdır. İşin başında herkese vacip idi. Daha sonra bu vücup nesh edildi ve gece namazı farz iken sonraları tatavvu oldu. Nitekim ileride -yüce Allah'ın izniyle el-Müzzemmil Sûresi'nde- genişçe açıklanacağı gibi Hazret-i Aise de böyle demiştir. Buna göre Hazret-i Peygamber'e nafile kılma emri mendupluk anlamındadır ve burada hitap Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yönelik demektir. Çünkü onun geçmiş ve gelecek her türlü günahı mağfiret olunmuştur. O, kendisi için vacip olmayan bir şeyi nafile olarak kılacak olursa, onun bu ameli derecelerini dalia bir yükseltici olur. Onun dışında ümmetten herhangi bir kimsenin kıldığı nafileler ise, günahlar için keffaret ve farzlarda meydana gelen bir takım gedikleri telafi etmektir. Bu anlamdaki bir açıklama, Mücahid ve başkaları tarafından yapılmıştır. "Nafile" kelimesinin, bağış ve ihsan anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü kulun, ibadete muvaffak kılınmaktan daha faziletli, mutlu kılıcı bir bağışa nail olması mümkün değildir. 3. Makam-ı Mahmûd (Övülmüş Makam): Allah'ın: "Umulur ki (şüphesiz), Rabbin seni övülmüş bir makama gönderir" âyetindeki "Makam-ı Mahmûd" ile ilgili dört farklı görüş ileri sürülmüştür. Birinci Görüş: Bu görüşlerin en sahihi budur. Diğer görüşler. Beşinci Başlık'da gelecektir. Bu da kıyâmet gününde bütün insanlara şefaatte bulunmaktır. Bu görüşü, Huzeyfe b. el-Yeman dile getirmiştir. Buhârînin Sahih'inde İbn Ömer'den şöyle dediği nakledilmektedir: İnsanlar, kıyâmet gününde topluluklar halinde bir arada bulunacaklar. Her bir ümmet peygamberine tabi olacak ve: Ey filan şefaat et, diyecektir. Nihayet şefaat (talebi) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ulaşacaktır. İşte, yüce Allah'ın onu "Makam-ı Mahmûd."a ulaştıracağı gün o gündür. Buhârî, Tefsir 17. sûre 11. Müslim'in Sahih'inde Enes'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Bize, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) anlatarak dedi ki: "Kıyâmet günü olacağında, insanlar dalgalar halinde birbirlerine girecekler. Âdem'in yanına varacaklar ona: Soyundan gelenlere şefaat et, diyecekler. O: Ben bu şefaatin ehli değilim diyecektir. Ama ben size İbrahim (aleyhisselâm)'a gitmenizi tavsiye ederim. Çünkü o, Allah'ın halilidir. Bunun üzerine İbrahim'e gidecektir. O da: Ben bu işin ehli değilim diyecektir. Ama size Mûsa'ya gitmenizi tavsiye ederim. Çünkü o kelîmullahtır. Bunun üzerine Mûsa'ya gidilecek. O da: Ben bu işin ehli değilim, diyecek. Ama size Îsa (aleyhisselâm)'a gitmenizi tavsiye ederim. Çünkü o, Allah'ın ruhu ve kelimesidir. Bunun üzerine Îsa'ya gidilecek, o da: Ben bu işin ehli değilim diyecek. Ama ben size Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gitmenizi tavsiye ederim. Bunun üzerine bana gelinir, ben de: Evet bu iş benim işimdir, derim" diye hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Müslim, Îman 322, 326. Ayrıca bk. Buhârî, Enbiyâ 3, Tefsir 17. sûre 5, Tevhîd 19, 24, 36; Müslim, Îman 327, 328; Tirmizî, Sıfatul-Kıyâme 10, Tefsir 17. sûre 18: Müsned, I, 281, 295, II. 435. Tirmizî de, Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), yüce Allah'ın: "Umulur ki (şüphesiz) Rabbin seni övülmüş bir makama gönderir" âyeti hakkında ona soru soruldu, da o: "O, şefaattir" diye buyurdu. (Tirmizî) dedi ki: Bu, hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 17. sûre 7. 4. Hazret-i Peygamber in Şefaatleri: Makam-ı Mahmud'un, Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ulaşıncaya kadar peygamberlerin birinin diğerine havale ettiği şefaat meselesi olduğu böylelikle sabit olmaktadır. Bunun üzerine Peygamberimiz, hesaplarının çabuklaştırılması ve bulundukları yerin (mevkuf)in dehşetinden rahatlamaları için, orada bulunanlara bu şefaati yapacaktır. Bu şefaat Hazret-i Peygambere hastır. Bundan dolayı da o: "Övünmüyorum ama, ben Âdem'in çocuklarının efendisiyim" Tirmizî, Tefsir 17. sûre 18: İbn Mâce, Zühd 37: Müsned, I, 5, 281, 295, III, 2, 144. diye buyurmuştur. en-Nakkâş der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in üç şefaati vardır: Umumi şefaati, cennetliklerin cennete daha erken girmeleri için şefaati ve büyük günah işlemiş kimselere şefaati. İbn Atiyye der ki: Ancak, meşhur olan onun şefaatlerinin yalnızca iki tane olduğudur: Umumi şefaat ile günahkârların ateşten çıkartılması için şefaati. Bu ikinci şefaati, peygamberlerin biri diğerine havale etmezler, aksine onlar da bu şefaatte bulunurlar, ilim adamları da böyle bir şefaatte bulunurlar. Kadı Ebû'l-Fadl Iyad der ki: Kıyâmet gününde Peygamberimizin beş tane şefaati vardır: Birincisi umumi şefaattir, ikincisi bir takım kimselerin hesapsız olarak cennete girdirilmeleri için yapacağı şefaattir, üçüncüsü günahları sebebiyle ateşe girmeleri gereken, ümmetinin muvahhidlerinden bir topluluk hakkında yapacağı şefaattir. Peygamberimiz, bu gibi kimseler hakkında ve yüce Allah'ın dilediği kimseler hakkında şefaatte bulunacak ve bunlar cennete gireceklerdir. İşte bid'atçi Haricîlerle Mutezilîlerin inkâr ettikleri şefaat budur. Bunlar, kendi bozuk asıl ilkelerine istinaden bu şefaatlerin sözkonusu olmayacağını söylemişlerdir. Bu ilkeleri ise, talisin ve takbih esaslarına mebni, aklî bakımdan herkesin hakettiğini bulması ilkesidir. Dördüncü şefaat, cehennem ateşine girmiş bazı günahkârlar hakkındaki şefaattir. Peygamberimizin ve onun dışındaki peygamberlerin, meleklerin ve diğer mü’min kardeşlerinin şefaati ile bu günahkârlar oradan çıkacaklardır. Beşincisi ise cennet ehlinin derecelerinin daha bir artıp yükselmesi için yapılacak şefaattir. Böyle bir şefaati ise, Mutezile de inkâr etmemektedir ve mahşerdeki ilk şefaati de inkâr etmemektedirler. 5. Yüce Allah’dan Peygamberin Şefaatini İstemek: Kâdı Iyâd der ki: Müstefiz Müstefiz: Kelime olarak, yaygın, dolup taşan anlamında olup, hadis terimi olarak bazılarına göre; ikiden fazla rivâyet yolu bulunan, fakat mütevatir hadis derecesinde hadistir. Bazılarına göre "'meşhur hadis" ile aynı şeydir. (Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Lâfızları, Ankara 1980. s. 332-333) nakil ile bildiğimize göre Selef-i Salih, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in şefaatini (Allah’dan) talep etmiş ve bunu arzulamışlardır. Buna göre: "Bir kimsenin, Allah’dan kendisine Peygamberin şefaatini nasib etmesini dilemesi mekruhtur. Çünkü onun şefaati ancak günahkârlara olacaktır" diyenlerin sözlerine iltifat edilmez. Çünkü Hazret-i Peygamberin şefaati, önceden de açıkladığımız gibi, hesabın hafifletilmesi için de, derecelerin artması için de olacaktır. Diğer taraftan aklı başında her kimse kusurlu olduğunu, Allah'ın affına muhtaç olduğunu, kendi ameline bel bağlamadığını, helâk edileceklerden olmaktan korktuğunu itiraf etmektedir. Şefaatin istenmemesi gerektiğinden söz edenlerin, dualarında mağfiret ve rahmet de istememeleri gerekir. Çünkü bunlar da günahkârlar için sözkonusudur. Bütün bu iddialar, selef ve halefin yaptıkları bilinen dualara muhaliftir. Buhârî'nin, Câbir b. Abdullah'tan rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim ezanı işittiğinde: "Ey bu eksiksiz çağrının ve kılınan namazın Rabbi olan Allah'ım! Sen, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a vesileyi, fazileti ihsan et. Ve onu kendisine va'dettiğin Makam-ı Mahmud'a ulaştır" diyecek olursa, kıyâmet gününde de benim şefaatim onun için helâl olur." Buhârî, Ezan 8, Tefsir 17. sûre 11; Ebû Dâvûd, Salât 37; Tirmizî, Salat 43; Nesâî, Ezan 38; İbn Mâce, Ezan 4; Müsned, 111. 354. İkinci görüş: Makam-ı Mahmud, kıyâmet gününde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem')'a Livaü'l-Hamd diye bilinen sancağın verilmesidir. Derim ki: Bu görüş ile birinci görüş arasında bir aykırılık yoktur. Çünkü, Hazret-i Peygamber, elinde Livaü'l-Hamd bulunduğu halde şefaatte bulunacaktır. Tirmizî Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kıyâmet gününde ben Âdemoğullarının efendisiyim. Ama övünmüyorum. Elimde hamd sancağı bulunacaktır, ama övünmüyorum. O gün, Âdem ve diğer bütün peygamberlerden benim sancağım altında bulunmayacak hiç bir peygamber olunmayacaktır..." Tirmizî, Tefsir 17. sûre 18. Menâkıb 1; Müsned, I, 281. 295. Üçüncü görüş: Taberî'nin, Mücahid'in de aralarında bulunduğu bir kesimden naklettiği görüştür. Bu görüş sahipleri şöyle demişlerdir: Makam-ı Mahmud yüce Allah'ın, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kendisiyle birlikte Kimsisine oturtmalıdır. Bu görüşün sahipleri bu hususta bir de hadis rivâyet etmişlerdir. Taberî, oldukça aşırı ve gereksiz açıklamalarla bunu mümkün olabileceğini söyleyerek desteklemeye çalışmıştır. Ancak, böyle bir şey anlam itibariyle çok zor kabul edilebilir ve böyle bir şeyin olma ihtimali de çok uzaktır. Bununla birlikte böyle bir görüşün rivâyet edilmesinin reddedilmesine de gerek yoktur. Ancak bir açıklamanın ilme uygun bir şekilde tevil edilmesi gerekmektedir. en-Nakkâş, Ebû Dâvûd es-Sicistanî'den şöyle dediğini nakletmektedir: Bize göre bu hadisi inkâr eden kimse itham altındadır. Çünkü ilim ehli bu hadisi nakledip durmuşlardır. Böyle bir şeyin câiz olmayacağını kabul edenlere, bunu yorumlamayı ben üzerime alıyorum. Ebû Ömer (b. Abdi'l-Berr) ve Mücahid de derler ki: Önder ilim adamlarından herhangi bir kimse, eğer Kur'ân-ı Kerîmi tevil edip yorumluyor ise, bunların ilim ehlince kabul edilmemiş iki görüşleri (yorumları) vardır. Birincisi budur, ikincisi de yüce Allah'ın: "O günde yüzler var ki, apaydınlıktır, Rabblerine bakıcıdırlar" (el-Kıyame, 75/22-23) âyetini; burada bakmak sözkonusu değildir, sevabı beklemek sözkonusudur, şeklindeki tevildir. Derim ki: İbn Şihab bunu, "Tenzil hadis" diye bilinen hadiste sözkonusu etmektedir. Yine Mücahid'in bu âyeti tefsir ederken: Allah, onu (Muhammedi.) arşın üzerine oturtacaktır dediği rivâyet edilmiştir. Bu, imkânsız olan bir tevil değildir. Çünkü yüce Allah, bütün eşyayı da, arşı da yaratmadan önce bizatihi kaimdi, vardı. Daha sonra eşyayı yarattı. Ancak, eşyaya muhtaç olduğundan değil, kudret ve hikmetini izhar etmek, varlığı bilinsin, sapasağlam bütün fiillerini kemal derecesindeki ilim ve kudretiyle bildirsin diye. O, kendi nefsi için bir arş yarattı ve bu arşın üzerine ona temas etmesi sözkonusu olmaksızın ve dilediği keyfiyette istiva etti, yahut da arş onun için bir mekân oldu. Denildiğine göre şanı yüce Allah, mekânı ve zamanı yaratmadan önceki sıfatı ne ise, şimdi de o sıfatlara sahiptir. Bu açıklamaya göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı arşın üzerinde oturtması ile yerin üzerine oturtması arasında bir fark yoktur. Çünkü, Allah arşın üzerine istiva etmesi, intikal, zail olmak ve ayakta durmak, oturmak gibi hal değişikliği şeklinde sözkonusu değildir. Arşın üzerinde yer kaplayacak bir halde istivası da düşünülemez. Aksine O, arşı üzerinde kendi nefsi hakkında haber verdiği şekilde ve keyfiyetsiz olarak istiva etmiştir. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı Arşının üzerine oturtması, O'nun için Rububiyet sıfatını gerektirici veya Ubudiyet sıfatından çıkmasını gerektirecek bir hususiyet arz etmez. Aksine O, Hazret-i Peygamberin mevkiini yükseltmek ve diğer insanların üzerinde bir şeref sahibi olduğuna dikkat çekmek içindir. Haber kipi olarak: "Kendisiyle beraber" ifadesine gelince, bu da yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki, Rabbin nezdinde kiler..." (el-A'raf, 7/206.); "Rabbim benim için nezdinde cennette bir ev yap." (et-Tahrim, 66/11); "Muhakkak ki Allah ihsan edenlerle beraberdir" (el-Ankebut, 29/69) âyetleri ve benzerlerinin dile getirdikleri şeyler ile aynı seviyededir. Bütün bunlar, rütbe, mevki, mazhariyet ve üstün derece ile alakalıdır, mekân ile ilgileri yoktur. Dördüncü görüş, Biz. Peygamber'in şefaati ile ateşten çıkaracağı kimseleri çıkartmasıdır. Bu görüş, Câbir b. Abdullah'ın görüşü olup, bunu Müslim de nakletmektedir. Müslim, Îman 320. Biz de bunu "et-Tezkire" adlı kitabımızda zikretmiş bulunuyoruz. Başarı. Allah'tandır. 6. Teheccüd Namazı ve Makam-ı Mahmud: İlim adamları, gece teheccüd namazı kılmanın, Makam-ı Mahmud'a ulaşmaya nasıl sebep teşkil ettiği konusunda farklı iki görüşe sahiptirler. Birinci görüşe göre şanı yüce Allah, dilediği fiili bu konudaki hikmet yönünü bizim bilmemiz sözkonusu olsun ya da olmasın, onun faziletine sebep kılabilir, ikinci görüşe göre gece namazında insanlardan ayrı, yaratıcı ile başbaşa kalmak ve O'na seslenmek sözkonusudur. Yüce Allah, gece kıldığı namazda Rabbi ile başbaşa kalıp kendisine müracaatta bulunmayı ona ihsan etmiştir ki, Makam-ı Mahmud, da bu demektir. Bu makamda insanlar derecelerine göre biri diğerinden üstündür. Bunda en üstün derecede bulunanları ise Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) dır. Ona, kimseye verilmeyecek şeyler verilecek, hiçbir kimsenin yapamayacağı şefaati o yapacaktır. Diğer taraftan "umulur ki" ifadesi, yüce Allah tarafından yerine getirilmesi gereken bir va’ad anlamındadır. "(........): Bir makama" kelimesi, zarf olarak nasb edilmiştir. "... Bir makamda..." ya da; "... bir makama..." anlamındadır. et-Taberî de Ebû Hüreyre'den, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Makam-ı Mahmud, kendisinde ümmetime şefaatte bulunacağım makamdır." Taberî, XV. 145. 146 Buna göre makam, insanın üstün işleri görmek üzere duracağı yer demektir. Hükümdarın huzurunda çeşitli makam ve mevkilerin (protokol yerlerinin) bulunması gibi. 80Ve de ki: "Rabbim, beni doğruluk girdirişi ile girdir; doğruluk çıkarışı ile çıkar. Tarafından bana destekleyici bir sultan ver." Anlamın, şu şekilde olduğu söylenmiştir: Beni, doğruluk ölümü ile öldür, kıyâmet gününde de doğruluk diriltilişi ile dirilt. Böylelikle bir önceki: "Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makama gönderir" âyeti ile ilişkili olmaktadır. Sanki yüce Allah ona böyle bir vaaclde bulunduktan sonra kendisine yapmış olduğu bu vaadi gerçekleştirmesi için dua etmesini emretmiş gibidir. Beni, emrolunan şeylere girdir, yasaklanan şeylerden çıkart! anlamında olduğu da söylenmiştir. Bir diğer açıklamaya göre anlam şöyledir: Yüce Allah, Hazret-i Peygamber'e, gerek namazında, gerek namazı dışında kendisini müşrikler arasından çıkartıp güvenilir yere girdirmesi için yapacağı duayı öğretmektedir. Yüce Allah, onu Mekke'den çıkarttı ve Medine'ye vardırdı. Bu anlamdaki açıklamayı Tirmizî, İbn Abbâs'dan şöylece rivâyet etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'de idi. Daha sonra ona hicret etmesi emrolundu. Bunun üzerine de: "De ki: Rabbim beni doğruluk girdirişi ile girdir, doğruluk çıkarışı île çıkar. Tarafından bana destekleyici bir sultan ver" ayeti indi. (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 17. sûre 9; Müsned, I. 223 ed-Dahhâk şöyle demektedir: Bundan kasıt, Mekke'den çıkması ve Mekke'nin fethedilcliği günü de güvenlik içerisinde Mekke'ye girmesidir. Ebû Sehl dedi ki: Münafıklar: "Eğer Medine'ye dönersek, elbette en şerefli ve kuvvetli olan, en hakir olanı oradan mutlaka çıkartacaktır" (el-Münafikun, 63/8) dedikten sonra, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebuk'den döndüğünde bu âyet Medine'ye aziz olarak girdirilmesi ve zafer için Mekke'den çıkartılması için dua demektir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Bana, lütfetmiş olduğun peygamberliğe, doğruluk girdilisi ile girdir ve benim camını alacağın vakit bu görevimden doğruluk çıkartısı ile çıkart. Bu anlamdaki bir açıklamayı Mücahid yapmıştır. -Mim harfi ötreli olarak- "mueihal" ve "muhraç" kelimesi, girdirmek ve çıkartmak demektir. Yüce Allah'ın: "Beni, mübarek bir indiriş ile indir" (el-Mu'minun, 23/29) âyetindeki "münzeh indiriş" kelimesi gibidir ki, kendisinde hoşlanmayacağım bir şey görmeyeceğim bir indiriş, demektir. Genel olarak da kurra bu şekilde okumuşlardır. Ancak, el-Hasen, Ebû'l-Âl-iyye ve Nasr b. Âsım, mimlerin fethi ile "medhal ve mahreç" şeklinde "giriş ve çıkış" anlamında okumuşlardır. Birincisi rubaidendir, ikincisi ise sülâsîdendir. İbn Abbâs dedi ki: Sen beni ölüm esnasında doğruluk girdirişi ile girdir, öldükten sonra diriltilme sırasında da doğruluk çıkartılışı ile çıkart, demektir. Şöyle de denilmiştir: Sen beni her nereye girdirirsen doğruluk ile girdir ve doğruluk ile çıkart. Yani bir başka yüzle gelip bir başka yüzle çıkan bir kimse kılma. Çünkü, iki yüzlü kimseler Senin nezdinde muteber kimseler olamazlar. Âyetin, kapsamına giren bütün hususları, bütün yolculuk ve işleri aynı şekilde ölüm ve hayatta umulan türlü şekillerde kaderin değişik hallerini kapsayan umumi bir âyet olduğu da söylenmiştir ki; Rabbim, bütün işlere girişimi ele, çıkışımı da Sen ıslah et, doğru kıl, demek olur. Yüce Allah'ın: "Tarafından bana destekleyici bir sultan ver" âyeti ile ilgili olarak en-Nehaî ve İkrime şöyle demişlerdir: "Sultan"dan kasıt, sapasağlam, sabit, delil ve hüccet demektir. el-Hasen'in görüşüne göre ise bundan kasıt kuvvet, zafer ve dininin bütün dinlere üstün gelmesidir. O, şöyle demektedir: Yüce Allah ona hiç şüphesiz Faris'in (İran'ın), Rum'un (Bizans'ın) ve diğerlerinin ellerinden mülklerini mutlaka alıp bu mülkü kendisine vereceğini vadetmektedir. 81De ki: "Hak geldi, bâtıl da çekişe çekişe can verdi. Çünkü bâtıl, can çekişe çekişe yok olucudur." Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Gelen Hak ve Giden Bâtıl: Buhârî ve Tirmizî, İbn Mes'ûd'dan şöyle dediğini naklederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'nin fethi yılında Mekke'ye girdiğinde, Ka'be'nin etrafında üçyüz altmış tane put vardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) elinde bulunan bir çubuk -ravi belki de: sopa dedi- ile o putları dürtmeye ve bu esnada da: "Hak geldi bâtıl da çekişe çekişe can verdi. Çünkü bâtıl can çekişe çekişe yok olucudur Hak geldi, bâtıl ise ne baştan bir şey var edebilir, ne de iade edebilir" (Sebe', 34/49) diyordu. Lâfız, Tirmizî'nindir. (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 17. sûre 8. Ayrıca Buhârî, Tefsir 17. sûre 2; Müsned, 1. 377. Müslim'de de bu şekilde; "(........): Putlar, dikili taşlar" lâfzı iledir. Bir rivâyette ise, "(........): Putlar" diye geçmektedir. Müslim, Cihâd 87. İlim adamlarımız derler ki: Putların bu sayıda olmalarının sebebi, onların hergün bir putu tazim ediyor olmaları idi. En büyüklerine tazim için ise iki gün ayırırlardı. Hadis'deki: "Elindeki bir sopayla onları dürtmeye koyuldu" ifadesi ile ilgili olarak denildiğine göre; bu putlar kurşun ile yere sabitleştirilmişlerdi. Kendisi ise, her bir putun suratını dürttükçe o da sırt üstü geri yıkılıyordu. Yahut, arkasından dürterse yüz üstü yıkılıyordu ve şöyle diyordu: "Hak geldi, bâtıl da çekişe çekişe can verdi. Çünkü bâtıl, can çekişe çekişe yok olucudur." Bunu da Ebû Ömer ve Kâdı Iyâd nakletmişlerdir. el-Kuşeyri dedi ki: O putlardan yüzüstü yıkılmadık hiç bir put kalmadı, daha sonra verdiği emir ile kırıldılar. 2. Müşriklerin Put ve Heykelleri ve Masiyet Araçlarının Kırılması: Bu âyet-i kerimede, yenik düşürüldükleri takdirde müşriklerin putlarının ve bütün heykellerinin yıkılacağına delil vardır. Mana itibariyle bâtıla âlet olan ve ancak yüce Allah'a isyana elverişli bulunan, yüce Allah'ın, zikrinden alıkoymaktan başka hiç bir anlamı da olmayan tanbur, ucî ve zurna gibi bütün bâtıl âletlerinin kırılması da kapsamına girmektedir. İbnü'l-Munzir dedi ki: Taş, tahta ve buna benzer yapılmış bütün suretler ile insanların ancak -yasak kılınmış bulunan- eğlence için kullandıkları ve faydasız olan her şey bu put hükmündedir. Bunların herhangi birisinin satılması câiz değildir. Bundan tek istisna altın, gümüş, demir ve kurşundan yapılmış putlardır. Ancak, bunların da mevcut suretlerinin değiştirilerek külçe veya parçalar haline getirilip değişikliğe uğramaları şarttır. O takdirde bunların alınıp satılmaları câiz olur. el-Mühelleb der ki: Batıla dair aletlerden kırılıp da kırıldıklarından sonra alıkonulmalarında eğer herhangi bir menfaat var ise onların sahiplerinin kırılmış halleriyle bunları alması öncelikli hakkıdır. Ancak İmâmın, malî cezayı ve işi sıkı tutmayı daha ağırlaştırmak kastıyla bunları ateşte yakma görüşüne sahip olması müstesnadır. İbn Ömer (radıyallahü anh)’ın bu gibi şeyleri yaktığına dair uygulaması, bundan önce geçmiş bulunmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in, cemaat namazına gelmeyip geride kalanların evlerini yıkmak istediği de bilinen bir husustur. Buhârî, Ezan 29, Ahkâm 52: Müslim, Mesâcid 251: Tirmizî. Salât 48; Nesâî, İmânıe 49: Dârimî, Salât 54: Muvatta’', Salâtul-Cemâa 3: Müsned, I. 450. İşte bu ve bununla birlikte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in, sahibesi tarafından lanetlenmiş dişi deve hakkında söylediği şu âyeti malî cezalarda aslî bir kaidedir: Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Haydi o deveyi bırakınız, çünkü o lanetlenmiştir." Müslim, Birr 80-81: Ebû Dâvûd, Cihâd 50: Dârimî, İsti'zân 45: Müsned, IV. 429, 43J. VI, 72 Böylelikle Hazret-i Peygamber, sahibesini te'clip etmek ve yaptığı beddua dolayısıyla onu cezalandırmak maksadıyla deve üzerindeki mülkiyetini izale etmiştir. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) da sahibi tarafından su katılmış sütü dökmüştür. 3. Bu Hususta Tamamlayıcı Bilgiler: Âyetin tefsiri ile ilgili yaptığımız bu açıklamalar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu hadisini de bize hatırlatmaktadır: "Allah'a yemin ederim ki, Meryem oğlu Îsa adaletli bir hakem olarak inecektir. Yemin olsun haçı kıracak, domuzları öldürecek, cizyeyi kaldıracak (İslâm veya kılıçtan başkasını kabul etmeyecek) ve yemin olsun genç dişi develer dahi -mal çokluğundan dolayı- terk edilecekler, onlar üzerinde yol alınmayacaktır." Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir. Müslim, îman 243: Müsned, II. 494. Develer sözkonusu edilmeden: Buhârî, Buyu' 102; Müslim, Îman 242. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in, üzerinde suret bulunan perdeyi yırtıp parçalaması da bu kabildendir. Aynı zamanda bu, sözünü ettiğimiz şekilde suret ve eğlence âletlerinin şeklini bozmaya da delildir. İşte bütün bunlar, bu gibi şeyleri edinmenin men edildiğini ve bunlara sahip olanın aleyhine olmak üzere bunların mahiyetlerinin değiştirilmesinin gerektiğini ortaya koymaktadır. Çünkü hiç şüphesiz bu gibi suretlere sahip olan kimseler kıyâmet gününde azap edilecekler ve onlara: Yarattıklarınızı diriltiniz, denilecektir. Bu da yeterlidir. İleride bu hususa dair açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle en-Neml Sûresi'nde (27/37. âyetin tefsirinde) gelecektir. "De ki: Hak" yani İslâm "geldi." Mücahid'in açıklamasına göre Kur'ân geldi. Cihad. diye de açıklanmıştır. "Bâtıl" bir görüşe göre şirk, Mücâhid'e göre şeytan "da çekişe çekişe can verdi." Ancak doğru olan lâfzın mümkün olduğu kadar umumî alınmasıdır. O takdirde tefsiri şöyle olur: Şeriat bütün muhtevasıyla geldi, "batılda çekişe çekişe can verdi," çürük ve batıl olduğu ortaya çıktı. Canın çıkması (zühûk) da buradan gelmektedir ki, bu da nefsin batıl olması yani, yok olması demektir. "(........): Canı çıktı, çıkar" denilir. "(........): Onu (o cam) ben çıkardım" demektir. "Çünkü bâtıl, can çekişe çekişe yok olucudur" yani kalıcılığı yoktur. Hak ise sapasağlam kalır, sebat bulur. 82Kur'ân'dan, mü’minler için bir şifa ve rahmet olanı kısım kısım indiririz. Zâlimlerin ise ancak hüsranını artırır. Bu âyete, dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: 1. Kur'ân'dan İndirilenler: Yüce Allah'ın: "(........): İndiririz" âyetini Cumhûr, "nûn" ile okumuştur. Mücahid ise, "ze" harfi şeddesiz ve "ye" harfi ile; "(........): İndirir" diye okumuştur ki, el-Mervezî de bunu Hafs'dan rivâyet etmiştir. (........): İbtidai gaye (başlangıç noktasını bildirmek) içindir. Cinsin beyanı için de olabilir. Yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir: Biz, Kur'ân-ı Kerîm'den, şifa olma özelliğini bünyesinde taşıyan şeyleri indiririz. Haberde de şöyle denilmektedir: "Kur'ân ile şifa aramayan kimseye Allah şifa vermesin. İbn Mâce, Tıb 28. Ancak, bazı tevil bilginleri buradaki "(........) ...dan" edatının teb'îz (kısmîlik bildirmek) için gelmiş olmasını kabul etmemektedir. Çünkü teb'îz için olursa, Kur'ân'ın bazı bölümlerinde şifa bulunmayacağı manası çıkar. İbn Atiyye ise şöyle demektedir: Öyle bir anlam çıkarmak sözkonusu olmaz. Aksine bu edatın kısım kısım indirilmiş olması açısından teb'îz için kullanılmış olması mümkündür. Ve şöyle buyurulmuş gibidir: Biz, Kur'ân-ı Kerîm'den, şifa olan bir miktar indiriyoruz ve esasen onun bütünü de bir şifadır. 2. Kur'ân-ı Kerîm'in Şifa Oluşu İle İlgili Görüşler: İlim adamları, Kur'ân-ı Kerîmin şifa oluşu ile ilgili iki görüş ortaya koymuşlardır. Birinci görüşe göre Kur'ân-ı Kerîm kalplerden bilgisizliği ve şüpheleri izale etmek suretiyle bir şifadır. Ayrıca mucizelerin kavranması, yüce Allah'a delil teşkil eden hususların kavranılması hususunda kalplerdeki cahillik perdesini açıp gidermek cihetiyle de bir şifadır. İkinci görüşe göre Kur'ân-ı Kerîm, rukye (okuyarak tedavi), teavvüz (Allah'a sığınmak) ve buna benzer yollarla zahiri hastalıklara bir şifadır. Lâfız, Dârakutnî'nin olmak üzere hadis İmâmları Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), otuz kişilik süvari birliğinden oluşan bir seriye halinde bizi gönderdi. Araplardan bir kavmin yanında konakladık. Onlardan, misafir olarak bizleri ağırlamalarını istedik, kabul etmediler. Kabilenin başkanı (bir akrep tarafından) sokuldu. Bunun üzerine yanımıza gelerek: Aranızdan akrebe karşı rukıye yapan bir kimse var mıdır diye sordular. -İbn Katte'nin rivâyetinde ise: Bizim hükümdarımız ölüyor (fazlalığı) vardır.- Ben de: Evet, ben bunu yapabilirim. Fakat bize (birşeyler) vermeden bu işi yapmam. Bunun üzerine: Size otuz tane koyun vereceğiz, dediler. Ben de ona, yedi defa Elhamdülillahi Rabbilâlemîn (Fâtiha Sûresi)ni okudum ve iyileşti. -Süleyman b. Katte'nin, Ebû Said'den rivâyetinde: Kendisine geldi ve iyileşti denilmektedir.- Bunun üzerine hem bizi ağırlayacak yiyecek şeyler gönderdi, hem de koyunları gönderdi. Ben ve arkadaşlarım gönderdiği yiyecekleri yedik. Ancak koyunlardan yemeyi kabul etmediler. Nihayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a vardık ve ben de ona durumu haber verince şöyle buyurdu: "Sen onun bir rukye olduğunu nerden biliyorsun?" Ey Allah'ın Rasulü, dedim. Bu, içime doğan birşey oldu. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Yeyiniz o koyunlardan bize de yediliniz." Bunu, "es-Sünen" adlı kitabında rivâyet etmiştir. Dârakutnî'ye ait bu eserin doğru ismi -Îmanı Kurtubî'nin hayatı ve tefsirine dair yaptığımız ve tercümemizin başına koyduğumuz çalışmada da görüldüğü gibi (s. 109) "el-Müdebbec"dir. "el-Medîh" Dârakutnî, III, 64-65. Ayrıca: Buhârî, İcâre 16, Tıb 33, 39; Müslim, Selâm 66; Ebû Dâvûd, Buyu' 37. Tıb 19; Tirmizî, Tıb 20; İbn Mâce, Ticârât 7; Müsned, III. 2, 10, 44. adlı eserinde de es-Serrî b. Yahya yoluyla gelen hadiste şöyle demektedir: Bana el-Mu'temir b. Süleyman anlattı, o, Leys b. Ebi Süleym'den, o, el-Hasen'den, o, Ebû Umame'den; o, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan dedi ki: "Barasa, deliliğe, cüzzama, karın hastalığına, vereme, sıtmaya ve nefese (nazara.) karşı zaferan veya kırmızı kil ile şunları yazmanın, Allah'ın izniyle faydası olur: (........) Özelin ve genelin şerrinden, kötülükle isabet eden nazardan, kıskandığı, zaman kıskanandan, Ebû Ferve'den (İblis'ten) ve onun doğurduklarından, Allah'ın eksiksiz kelimelerine ve genel olarak bütün isimlerine sığınırım. Tercüme, Kurtubinin hadisle geçen garip lâfızlara dair açıklamaları dikkate alınarak yapılmıştır. "Otuzüç melek, aziz ve celil olan Rabblerinin huzuruna varıp bizim topraklarımızda hastalık vardır, dediler. Şöyle buyurdu: Kendi topraklarınızdan bir miktar toprak alınız ve onunla alınlarınızı mesh ediniz. Ya da şöyle dedi: Biz size, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın rukıyesini tavsiye ederiz. Onu gizleyen yahut da onun karşılığında bağış kabul eden bir kimse iflah olmasın. Daha sonra Fâtihatü'l-Kitap ile el-Bakara Sûresi'nin baş tarafından dört âyet-i kerîme, kendisinde rüzgârların evirilip çevirilmesinden söz edilen âyet, (el-Bakara, 2/264) Âyete'l-Kürsî (el-Bakara, 2/255.) ile ondan sonraki iki âyet-i kerîme ve: "Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah'ındır..." (el-Bakara, 2/284.) âyetinden itibaren el-Bakara Sûresi'nin sonuna kadar, Ali İmrân Sûresi'nin başından on, sonundan on âyet, en-Nisa Sûresi'nin ilk âyeti, el-Mâide Sûresi'nin ilk âyeti, el-En'âm Sûresi'nin ilk âyeti, el-A’raf Sûresi'nin ilk âyeti ile yine el-A'raf'ta yer alan: "Şüphesiz, Rabbiniz o Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı" (el-A'raf', 7/54) âyeti sonuna kadar, Yûnus Sûresi'nde yer alan: "Mûsa dedi ki: Sizin bu yaptığınız sihirdir, şüphesiz Allah onu boşa çıkaracaktır. Elbette Allah o bozguncuların işini düzeltmez" (Yûnus, 10/81) âyeti ile, Tâ-Hâ Sûresi'nde yer alan: "Sağ elindekini bırak. Onların yaptıklarını yutacak. Onların yaptıkları ancak bir büyücü hilesidir. Büyücü ise, nereye giderse iflah olmaz" (Tâ-Hâ, 20/69) ile, es-Saffât Sûresi'nin baş tarafından on âyet. ile Kulhuvallahu ehed (İhlas) Sûresi ve Muavizeteyn (helâk ve Nas) Sureleri temiz bir kaba yazılır. Sonra temiz bir su ile üç defa yıkanılır. Sonra, rahatsız olan kişi ondan üç avuç alır. Sonra ondan namaz için abdest alır gibi abdest alır. Ancak, bundan önce de namaz için abdest almalı ki, bu takdirde bu su ile abdest almadan önce taharet üzere olsun. Sonra başı, göğsü ve sırtı üzerine bu sudan döker. Ancak bu su ile istinca etmez. Sonra da iki rekât namaz kılar, sonra da yüce Allah'tan şifa diler. Bunu üç gün süre ile, her gün bir miktar yazı yazacak kadarı tekrarlar. Bir rivâyette ise: "Ebû Kıtre'nin şerrinden ve onun doğurduklarının şerrinden" ve: "Alınlarınızı da mesh ediniz" denilmekte ve ravi bu konuda herhangi bir şüphe ifadesi kullanmamaktadır. Buhârî de, Âişe (radıyallahü anha) dan rivâyet ettiğine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatı ile sonuçlanan hastalığında, Muavvizeleri okur ve kendisine üflerdi. Hastalığı ağırlaşınca, onları ben okuyup ona üfler ve bereketleri dolayısıyla kendi elini vücuduna mesh ederdim. Ben, (haelisi ez-Zührî'den rivâyet eden Ma'mer) ez-Zühri'ye: Nasıl üflerdi diye sordum, o da şöyle dedi: Ellerine üfler, sonra da ellerini yüzüne sürerdi. Buhârî, Meğâzi 83, Tıb 32, Fedâilu'l-Kur'ân 14, Deavat 12: Müslim, Selâm 51: Ebû Dâvûd, Tıb 19; İbn Mâce, Tıb 38; Muvatta’ Ayn 10; Müsned, VI, 104, 124. Malik de İbn Şihab'dan, o, Urve'den, o da Âişe'den rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) rahatsızlandı mı, kendisine Muavizeteyni okur ve bunları (elinin içine) tefleder veya nefs ederdi. Bk. İbn Mâce, Tıb 38: İbn Abdil-Berr. el-İstizkâr, XXVII, 28-30 Ebû Bekir el-Enbârî dedi ki: Dilciler, "nefs etmeyi" tükürüksüz olarak üflemek, "tefi etmeyi" de tükürüklü olarak üflemek diye açıklamışlardır. Şair şöyle demiştir: "Eğer iyileşirse ben onun için nefs edip üflemem Eğer o yitirilecek olursa, zaten yitirilmek onun hakkıdır." Zu'r-Rimme de şöyle demektedir: "Üstünde yosun tutmuş suyun içinden Kavmin, kuyunun içinden su almak üzere inen kişisi, ne zaman su içmek isterse, üfleyerek içer (tefi eder)." Şair burada, tükürük saçarak üfler, demek istemiştir. İleride yüce Allah'ın izniyle, el-Felâk Sûresi'nde nefse dair ilim adamlarının görüşleri açıklanacaktır. 3. Rukye'nin Hükmü İle İlgili Görüşler: İbn Mes'ûd'un rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Muavizât (Felâk ve Nas sûreleri) okunarak yapılması müstesna, rukyeyi mekruh görürmüş. Ancak Taberî der ki: Bu hadis ve benzeri rivâyetlerin dinde delil olarak gösterilmesi câiz değildir. Çünkü bu iradisi nakleden kimseler arasında bilinmeyen kimseler vardır. Faraza, sahih olsa dahi bu ya bir yanlışlık olurdu veya nesh edilmiş olurdu. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Fâtiha Sûresi hakkında: "Onun bir rukye olduğunu nereden bildin?" demiştir. Kur'ân-ı Kerîmin iki sûresi olan Muavizeteyn ile rukye yapmak câiz olduğuna göre, cevaz bakımından Kur'ân-ı Kerîmin diğer bölümleri ile de rukye yapmak aynı hükmü taşımalıdır, çünkü hepsi de Kur'ân-ı Kerîmdir. Yine, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Ümmetimin şifası, Allah'ın Kitabından üç âyet-i kerimede, yahut bir lokma balda, yahut da bir hacamat bıçağı ile açılacak bir yarıktadır." Buhârî, Tib 3. 4; İbn Mâce, Tıb 23: Müsned, I, 246, III, 343, IV, 146, VI, 401"de yer alan üç husus '"bir içim bal, hacamat bıçağıyla açılacak bir yarık ve -hoşuma gitmemekle birlikte- bir dağlamadır'' diye sayılmaktadır. "Okunacak üç âyet" ifadesini tesbit edemedik. Recâ' el-Ğanevî de şöyle demiştir: Kim Kur'ân-ı Kerîm ile şifa aramayacak olursa, onun için şifa sözkonusu değildir. 4. Allah'ın Bazı İsimlerinin, Yahut Kur'ân-ı Kerîm'in Bazı Ayetlerinin Bir Yere Yazılıp Su İle Yıkanması... (Nüşre): İlim adamları nüşre hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Nüşre Allah'ın bazı isimlerinin yahut Kur'ân-ı Kerîmin bazı bölümlerinin bir yere yazıldıktan sonra su ile yıkanması, sonra da hastaya o suyun sürülmesi veya içirilmesidir. Said b. el-Müseyyeb bunu câiz kabul etmektedir. Ona şöyle sorulmuştur: Bir adamın hanımına yaklaşması alıkonulmuş ise, onun bu hali çözülüp nüşre yapılabilir mi? O, bunda bir mahzur yoktur, fayda veren şey de yasaklanmaz, diye cevap vermiştir. Mücahid ise, Kur'ân-ı Kerîmin bazı âyetlerinin bir şeye yazıldıktan sonra yıkanılarak korkuya kapılan kimseye içirilmesi görüşünde değildi. Âişe (radıyallahü anha) ise bir kaba Muavizetyni okur, sonra da bu suyun hastaya dökülmesini emrederdi, el-Mazeri Ebû Abdullah der ki: Nüşre, rukye yapanlarca bilinen bir husustur. Ona bu ismin veriliş sebebi ise, nüşre yapılan kimseyi, neşretmesi (yani, halinin çözülmesi) den dolayıdır. el-Hasen ile İbrahim en-Nehaî ise, nüşreyi uygun kabul etmezlerdi, en-Nehaî şöyle demiştir: Ben, bu işi yapana bir belâ isabet edeceğinden korkarım. O, bu kanaati ile Kur'ân-ı Kerîm'in sağlayacağı şeyden hemen sonra bir belâ gelmesi, onun herhangi bir şifa ile fayda sağlamasından daha yakın bir ihtimal olduğu kanaatinde gibidir. el-Hasen de der ki: Ben, Enes'e sordum, o şöyle dedi: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan, bunun şeytandan olduğunu zikredenler vardır. Ebû Dâvûd da, Ca bir b. Abdullah yoluyla şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a nüşre hakkında sorulmuş, o da: "Şeytanın amelindendir" diye cevap vermiştir. Ebû Dâvûd, Tıb 9; Müsned, III. 294. İbn Abdiİ-Berr dedi ki: Bu rivâyetler, nisbeten gevşek (leyyin) rivâyetlerdir ve bunun başka anlamlara gelme ihtimali de vardır. Şöyle de denilmiştir: Bu yasaklayıcı İfadeler, Allah'ın Kitabı, Rasûlünün sünneti ve bilinen tedavi şekillerinin dışına çıkılması hali hakkında kabul edilir. Nüşre, tıb türü bir uygulamadır. O, fazileti bulunan bir şeyin yıkanmış suyudur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın abdestine benzer. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Şirk ihtiva etmediği sürece rukyenin bir mahzuru yoktur. Sizden kim kardeşine faydalı olabilecekse onu yapsın." Müslim, Selâm 61-63: Müsned, III, 302. 334, 382, 393. Kıırtubî'nin zikrettiği: "... şirk ihtiva etmediği sürece..." kaydı, hüküm itibariyle doğru olmakla birlikte, belirtilen yerlerde bu kayıt ayrıca zikredilmemişim Derim ki: Biz, nüşre ile ilgili merlü olan nassı ve bunun ancak Allah'ın Kitabı'ndan yapılabileceğini önceden zikretmiş bulunuyoruz. Ona dayanılarak hareket etmek gerekir. 5. Muska ve Benzeri Şeyleri Takmak: Malik dedi ki: Aziz ve celil olan Allah'ın isimlerinin yazılı olduğu kâğıtlarının, teberruk kastı ile hastaların boyunlarına asılmasında -bunları asmaktan kasıt nazarı defetmek olmamak şartıyla- bir mahzur yoktur. Bunun anlamı ise, ona herhangi bir şekilde nazar isabet etmeden önce nazara karşı koymak niyetini taşımamaktır. İlim ehlinden önemli bir topluluk da bu kanaattedir. Bunlara göre sağlıklı olan hayvan veya Âdemoğluna nazar değer korkusuyla bazı şeyleri asmak câiz değildir. Bekinin gelmesinden sonra ise, aziz ve celil olan Allah'ın isimlerinin yazılı olduğu bir kâğıdı asmak, yüce Allah'dan kurtuluş ve iyileşmek kastıyla bunları yazmak ise, nazardan olsun başka şeyden olsun rukye ile tedavinin mubah kabul edildiğine dair sünnette valid olmuş rukye kabilindendir. Abdullah b. Amr dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sizden herhangi bir kimse, uykusunda korkacak olursa: (........): Allah'ın gazabından, kötü ikabından, şeytanların şerrinden ve yanında hazır bulunmalarından Allah'ın tam kelimelerine sığınırım, desin." Tirmizî, Deavat 93: Ebû Dâvûd, Tıb 19; Muvatta’' Sear 9; Müsned, II. 181. Abdullah, bu duayı yetişkin çocuklarına öğretirdi. Bunu öğrenecek yaşa gelmemiş olanlarının ise, yazar ve üzerlerine asardı. Müsned, II, 181 Denilse ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Kim, üzerine birşey asacak olursa, onunla başbaşa bırakılır (işi ona havale edilir)" dediği rivâyet edilmiştir. Tirmizî, Tıb 24 İbn Mes'ûd da, Um veledinin üzerinde bağlanmış bir temime (muska) görünce, onu şiddetle çekip kopardıktan sonra şöyle demiştir: İbn Mes'ûd'un çocukları hiç şüphesiz şirke muhtaç değillerdir. Arkasından da şöyle demişti: Şüphesiz ki temimeler, rukyeler ve tivele şirktendir. Ona, tivele nedir diye sorulunca, o da: Kadının kendisi vasıtasıyla kocasına kendisini sevdirmek istediği şeylerdir. Ukbe b. Âmir el-Cuheni’den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)i söyle buyururken dinledim: "Kim, bir temimeyi üzerine asacak olursa, Allah ona tamamlamasın. Kim de bir vedea (nazar boncuğu) takacak olursa, Allah ona kalp rahatlığı vermesin." Müsned, IV. 154 el-Halil b. Ahmed dedi ki: Temime, bir takım duaların yazılı olduğu bir gerdanlıktır. Vedea ise, bir takım boncuklardır. Ebû Ömer (b. Abdi'l-Berr) dedi ki: Temime, Arapçada gerdanlık demektir. İlim ehlince anlamı da, nazar değmesi korkusuyla, yahut bir başka maksatla bunların meydana gelmesi, yahut da gelmemesi amacıyla ve fiilen meydana gelmeden önce boyunlara takılan gerdanlıklardır. "Allah, onu tamama erdirmesin" ifadesi, Allah onun sıhhat ve afiyetini tamama erdirmesin, demektir. Mana itibariyle onun gibi olan vedea (nazar boncuğu) asanlar hakkındaki "Allah kalp rahatlığı vermesin" ifadesi ise, Allah afiyetini, bereketini kaldırsın, demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bütün bunlar cahiliye döneminin yaptıkları temime ve gerdanlık asmaktan bir sakındırmadın Onlar, bu boncuk ve askıların kendilerini koruduklarını, başlarına gelecek belaları Savacaklarını zannediyorlardı. Halbuki bunları Allah’dan başka hiç bir kimse önlemez. Afiyet veren de O'dur, bela veren de O'dur. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), işte onlara cahiliye döneminde yaptıkları bu kabil işleri yapmayı yasaklamaktadır. Âişe (radıyallahü anha) dan da dedi ki: Belânın gelişinden sonra takınılan şeyler, temime değildir. Kimi ilim adamı ise, belânın ister gelişinden önce olsun, ister sonra olsun her birinde temime asmayı mekruh, kabul etmiştir. Yüce Allah'ın izniyle birinci görüş hem rivâyet bakımından, hem aklî bakımdan daha sahih görünmektedir. İbn Mes'ûd'dan gelen rivâyete gelince; o, bu davranışı ile Kur'ân-ı Kerîmin dışında Iraklılardan (Babil'deki Harut ve Ma rut sihirlerinin kalıntı la rindan) ve kâhinlerden öğrenilmiş birtakım şeylerin asılmasından hoşlanmadığını anlatan bir rivâyet olabilir. Çünkü, boyuna asılmış olsun, olmasın Kur'ân-ı Kerîm ile şifa istemek şirk olmaz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Kim üzerine bir şey asacak olursa onunla başbaşa bırakılır" hadisine gelince; üzerine Kur'ân-ı Kerîm'den birşeyler asan kimsenin de işlerini Allah'ın üstlenmesi ve Allah'ın onu kendisinden başka kimseye havale etmemesi, bırakmaması gerekir. Çünkü, kendisinden yardım islenen ve Kur'ân-ı Kerîm vasıtası ile şifa istenmek suretiyle kendisine teveccüh olunan O'dur. İbnü'l-Müseyyeb'e, Kur'ân âyetlerinin boyna asılıp aşılmayacağı hususunda sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir: Eğer bu bir mahfaza veya koruyucu bir parça içerisinde bulunursa, bunda bir mahzur yoktur. Bu ise, yazılı olan şeyin Kur'ân-ı Kerîm olması hakkındadır. ed-Dahhâk'dan nakledilen rivâyete göre ise o, kişinin, cima esnasında ve helaya gittiği vakit bir kenara koymak şartıyla, Allah'ın Kitabı'ndan birşeyler yazılı bulunan bir yazıyı üzerine asmasında bir mahzur görmemiştir. Ebû Cafer Muhammed b. Ali de, çocuklarının üzerlerine asılacak bu gibi dualara ruhsat vermiştir. İbn Şîrîn de kişinin, Kur'ân'dan yazılı birşeyleri üzerine asmasında bir mahzur görmezdi. 6. Mü’minlere Rahmet, Zâlimlere Ziyan: Kur'ân: "Mü’minler için bir şifa ve rahmet" yani, Kur'ân okumak sebebiyle Allah'ın lütfedip verdiği sevap ile birlikte sıkıntıları açıp gideren, ayıpları temizleyen, günahları örtüp gizleyendir. Nitekim Tirmizî, Abdullah b. Mes'ûd'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kim Allah'ın Kitabı'ndan bir harf okuyacak olursa, onun karşılığında o kimseye bir hasene verilir. Bir hasene ise on misli ile mükâfatlandırılır. Ben sizlere "elif, lâm, mim" bir harftir demiyorum. Aksine, "elif" bir harf, "lâm" bir harf, "mim" bir harftir." (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih, garip bir hadistir. Tirmizî, Fedâilu'l-Kur'ân 16 Daha önceden de geçmiş bulunmaktadır. "Zâlimlerin ise" yalanlamaları sebebiyle "ancak hüsranını artırır." Katade dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm'in okunduğu bir yerde oturan bir kimse, yerinden ya bir fazlalık ile, yahut bir eksiklik ile kalkar. Sonra da: "Kur'ân'dan, mü’minler için bir şifa ve rahmet olarak kısım kısım indiririz..." âyetini okudu. Bu âyetin bir benzeri de yüce Allah’ın: "De ki: O, îman edenler için bir hidâyet ve bir şifadır. Îman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır ve o, onlar için bir körlüktür" (Fussilet, 41/44) âyetidir. Bu açıklamaya göre Kur'ân-ı Kerîm, farzlar ve hükümlere dair ihtiva ettiği açıklamaları ile bir şifadır. 83İnsana nimet verdiğimiz zaman yüzçevirir ve yan çizer. Ona kötülük dokunduğu zaman ise, pek ümitsiz olur. "İnsana nimet verdiğimiz zaman yüzçevirir ve yan çizer." Yani, şu Kur'ân-ı Kerîm'in, ziyanlarım artırdığı kimselerin nitelikleri, Allah'ın âyetleri üzerinde gereği gibi düşünmekten yüzçevirmek ve O'nun nimetlerine karsa nankörlük etmekten ibarettir. Denildiğine göre bu âyet-i kerîme, el-Velid b. Muğire hakkında inmiştir. "Yan çizer" âyeti, büyüklük taslayıp uzaklaşır, anlamındadır. "(........): Yan çizdi, uzaklaştı" fiilinin maklûbu: İkinci ve üçüncü harflerinin yer değiştirmiş şekli: (........) da aynı anlamdadır. Yani, böyle bir kimse, Allah'ın haklarını yerine getirmekten uzaklaşır. "(........): O şey uzaklaştı" demektir. (........) ile, (........) aynı anlamda olmak üzere, "ondan uzaklaştım" demektir. "(........): Ben onu uzaklaştırdım, o da uzaklaştı" demektir. "(........): Birbirlerinden uzaklaştılar" "(........): Uzak yer" anlamındadır. en-Nâbiğa da der ki: "Şüphesiz ki sen, beni nasıl olsa yetişecek olan geceye benzersin Her ne kadar senden uzak kaldığım yerin oldukça uzak olduğunu sansam dahi." İbn Zekvânin rivâyetine göre İbn Amir, -bu kelimeyi- (........) şeklinde ve hemzeyi son harf olmak üzere okumuştur ki, bu da; (........) den kalbedilmiş demektir. Nitekim; (........) ile "(........): Gördü" denilmesi gibi. Bu okuyuşun kalkmak ve doğrulmak demek olan; (........) den geldiği de söylenmiştir. Aynı şekilde düşmeye de, oturmaya da; (........) denilir. O halde bu zıt anlamlı kelimelerdendir. Yine bu kelime; (........) şeklinde, "nûn" harfi üstün ve hemzesi esreli olarak da okunmuştur. Ancak, çoğunluk (........) şeklinde; "(........): Gördü" vezninde okumuştur. "Ona kötülük dokunduğu zaman ise pek ümitsiz olur." Yani fakirlik, hastalık, sefalet gibi bir sıkıntı ile karşı karşıya kalırsa, ümidini büsbütün keser. Çünkü Allah'ın lütfüna itimadı, güveni yoktur. 84De ki: "Herkes kendi tabiatına göre hareket eder. Rabbiniz, kimin daha doğru yolda olduğunu en iyi bilendir." Yüce Allah'ın: "De ki: Herkes kendi tabiatına göre hareket eder" âyetini İbn. Abbas, herkes tarafına, cihetine göre amel eder diye, açıklamıştır. ed-Dahhâk da böyle açıklamıştır. Mücahid, tabiatına göre amel eder, diye açıklamıştır. Yine ondan gelen bir başka rivâyete göre, kendi sınırları çerçevesinde amel eder, demektir. İbn Zeyd, dinine göre amel eder, el-Hasen ve Katade, niyetine göre, Mukâtil , cibilliyetine göre... diye açıklamışlardır. el-Ferrâ'' ise, mayasında yer eden yol ve mezhebine göre amel eder, diye açıklamıştır. Şöyle de denilmiştir: De ki: Herkes kendisine göre ve kendi inancına göre daha güzel ve doğruya daha yakın gördüğü şeye göre amel eder. "Şâkile (mealde; tabiat)" kelimesinin, şekilden alınma olduğu da söylenmiştir. Meselâ: Sen benim şeklim ve şâkiletim üzere değilsin, denilir. Şair de şöyle demiştir: "Her kişi kendi fiiline benzer Kişi ne yaparsa işte onun ehli (yakını) odur (veya; ona ehildir)." O halde "şek!" benzer, misli ve denk demektir. Nitekim yüce Allah'ın: "(........): O türden başka çeşit çeşit daha vardır" (Sâd, 38/58) âyeti da buna benzemektedir. "Şikl" ise, heyet demektir. Mesela, sikli güzel cariye, denilir. Bütün bu açıklamalar, birbirine yakındır. Âyetin anlamı şudur: Herkes, kendi aslına ve alışageldiği ahlâkına uygun düşeni yapar. Bu âyet, kâfirler için bir yergi, mü’minler için de övgüdür. Bu âyet-i kerîme ile bir önceki âyet-i kerîme, el-Velid b. el-Muğire hakkında inmişlerdir. Bunu el-Mehdevi nakletmektedir. "Rabbiniz, kimin daha doğru yolda olduğunu en iyi bilendir." Muinini, kâfiri ve bunlardan her birisinin ne ile karşı karşıya kalacağını en iyi O bilir. "Kimin daha doğru yolda olduğunu" duasının daha çabuk kabul edildiğini... anlamında olduğu da söylenmiştir; dininin daha güzel olduğu... anlamındadır, diye de açıklanmıştır. Nakledildiğine göre ashab-ı kiram -Allah hepsinden razı olsun- Kur'ân-ı Kerîmi müzakere ettiler. Ebû Bekir es-Sıddik (radıyallahü anh) şöyle dedi: Ben, Kur'ân-ı Kerîmi başından sonuna kadar okudum. Orada şanı yüce ve mübarek Allah'ın: "De ki: Herkes kendi tabiatına göre hareket eder" âyetinden daha güzel ve daha ümit verici bir âyet göremedim. Çünkü kula yakışan, onun tabiatına uygun olan isyandan başka birşey değildir. Rabbe yakışan da günahları mağfiret etmekten başkası olamaz. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) da dedi ki: Ben de Kur’ânı başından sonuna okudum. Orada yüce Allah'ın: "Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile, Hâ, Mim. Kitabın indirilmesi hükmünde galip, en iyi bilen Allah'dandır. O, günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azâbı çetin ve nimeti pek bol olandır" (el-Mu'min, 40/1-3) âyetinden daha güzel ve umut verici bir âyet göremedim. Çünkü burada, günahların bağışlanmasını tevbenin kabulünden önce zikretmektedir. Bu da mü’minlere bir işarettir. Osman b. Affan (radıyallahü anh) da şöyle dedi: Ben de Kur’ânın tamamını başından sonuna kadar okudum. Yüce Allah'ın: "Kullarıma haber ver ki: Ben, gerçekten Ben Gafûr ve Rahîmim" (el-Hicr, 15/49) âyetinden daha güzel ve daha ümit verici bir âyet görmedim. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) da şöyle dedi: Ben de Kur'ân-ı Kerîmi başından sonuna kadar okudum. Yüce Allahın: "De ki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları mağfiret eden Muhakkak O, çok çok mağfiret edendir, rahmet edendir" (ez-Zümer, 39/53) âyetinden daha güzel ve daha umut verici bir âyet göremedim. Derim ki: Ben de Kur'ân-ı Kerîmi başından sonuna kadar okudum. Yüce Allah'ın: "îman edenler ve imanlarına da zulüm karıştırmayanlara gelince, işte onlaradır güvenlik ve onlardır hidâyete ermiş olanlar" (el-En'âm, 6/82) âyetinden daha güzel ve daha umut verici bir âyet göremedim. 85Bir de sana ruhu soruyorlar. De ki: "Ruh, Rabbimin emrindendir. Size bilgiden ancak pek az bir şey verilmiştir." Buhârî, Müslim ve Tirmizî, Abdullah (b. Mes'ûd) dan şöyle dediğini naklederler: Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bir tarlada bulunduğum bir sırada, Hazret-i Peygamber hurma ağacından bir sopaya dayanıyor iken, yahudiler(den) bir grup geçti. Biri diğerine: Buna, ruha dair soru sorun, dedi. (Birileri): Sizi böyle bir soru sormaya iten ne ki dedi. Bir başkaları da: Size hoşunuza gitmeyecek bir karşılık vermesin, dedi. Yine, ona sorun dediler. Ona, ruha dair soru sordular. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) durdu ve onlara hiç bir cevap vermedi. Ona vahiy gelmekte olduğunu anladım, o bakımdan olduğum yerde kaldım. Vahiy nazil olduktan sonra şöyle dedi: "Bir de sana ruhu soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir, size bilgiden ancak pek az bir şey verilmiştir." Buhârî'nin lâfzı bu şekildedir. Buhârî, Tefsir 17. sûre 12, Tevhîd 28; Müslim, Sıfâtıı'l-Münafikîn 32; Tirmizî, Tefsir 17. sûre 10: Müsned, I. 389, 444-445. Müslim'de ise: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sustu, ifadesi geçmektedir. Yine orada; ("size... verilmiştir" yerine): "Onlara... verilmiştir" denilmektedir. Müslim, Sıfatul-Münafikin 33; Buhârî, İlm 47, Tevhid 29. her iki yerde de: "el-Â'meş dedi ki: "Bizim kıraatimizde böyledir" ilâvesiyle. İlim adamları, hakkında soru sorulan ruhun, hangi ruh olduğu konusunda farklı görüşlere sahiptirler. O, Cebrâîldir denilmiştir. Bu görüş, Katade'ye aittir. Katade dedi ki: İbn Abbâs bunu saklıyordu. Hazret-i Îsa'dır da denilmiştir, Kur'ân-ı Kerîm olduğu da söylenmiştir -İleride eş-Şûrâ Sûresi'nin sonunda açıklanacağı üzere- Ali b. Ebî Tâlib de şöyle demiştir: Bu meleklerden yetmiş bin yüzü bulunan bir melektir. Her bir yüzünde yetmiş bin dili, her bir dilinde de yetmiş bin lügat vardır. Bütün bu lügailarla Allah'ı teşbih eder. Onun getirdiği her bir teşbihten yüce Allah, kıyâmet gününe kadar meleklerle birlikte uçacak bir melek yaratır. Bunu, et-Taberi nakletmiştir. İbn Atiyye de şöyle demektedir: Ben, Ali (radıyallahü anh) dan, bu rivâyetin sahih olarak gelmiş olduğunu zannetmiyorum. Derim ki: Beyhakî, senedini kaydederek şöyle demektedir: Bize, Ebû Zekeriya haber verdi. O, Ebû İshak'dan: Bize, Ebû'l-Hasen et-Tarâifî haber verdi. Bize, Osman b. Said anlattı, bize Abdullah b. Salih anlattı. O, Muaviye b. Salih'den, o, Ali b. Ebi Talha'dan, o, İbn Abbâs'dan, yüce Allah'ın: "Bir de sana ruhu soruyorlar" âyeti hakkında, ruh bir melektir, demiştir. Yine aynı senedi ile Muaviye b. Salih'den: Bana, Ebû Hıran, Yezid b. Semure, kendisine Ali b. Ebî Tâlib'den nakleden birisinden anlattığına göre Ali b. Ebî Tâlib, yüce Allah'ın: "Bir de sana ruhu soruyorlar" âyeti hakkında şöyle demiştir: Bu, meleklerden bir melektir. Onun yetmiş bin tane yüzü vardır. Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûı; V, 331-332'de belirttiğine göre bunu el-Beyhâkî, el-Esmâ ve's-Sıfâfdn rivâyet etmiştir. diyerek hadisi aynı lâfız ve mana ile nakletmektedir. Atâ İbn Abbâs'dan şöyle dediğini nakleder: Ruh, onbir bin kanadı ve bin tane yüzü olan, kıyâmet gününe kadar Allah'ı teşbih edecek olan bir melektir. Bunu da en-Nehhâs nakletmektedir. Yine İbn Abbâs'dan şöyle dediği nakledilmiştir: Ruh, Allah'ın ordularından bir ordudur. Bu askerlerin elleri ve ayakları vardır, yemek de yerler. Bunu da el-Ğaznevi nakletmektedir. el-Hattabi dedi ki: Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Ruh, meleklerden bir melektir. Ve hilkat itibariyle oldukça büyük ve üstün sıfatları vardır. Tevil bilginlerinin çoğunluğunun kanaatine göre ise, Hazret-i Peygambere soru soranlar, bedenin kendisiyle hayat bulduğu ruh hakkında sormuşlardır. Aralarından, nazar ehli kimseler de şöyle demişlerdir: Onlar aslında, ruhun keyfiyeti, insanın bedeni içerisindeki vaziyeti, ruhun cisim ile uyuşması, hayatın onunla ilişkili olması hakkında soru sordular. Bu ise, Allah/dan başka hiç bir kimsenin bilemeyeceği bir husustur. Ebû Salih, de şöyle demiştir: Ruh, Âdemoğullarının hilkati gibi bir yaratıktır. Ama bunlar, Âdemoğulları değildir. Elleri ve ayakları vardır. Sahih olan ise, Yüce Allah’ın: "De ki: Ruh, Rabbimin emrindedir" âyeti dolayısıyla bu hususun müphem bırakılması gerektiğidir. Yani ruh, yüce Allah'ın işlerinden çok büyük bir iştir. Allah onu müphem bırakmış ve onunla ilgili tafsilatı vermemiştir. Böylelikle, kesin olarak insan var olduğunu bilmekle birlikte, bizzat kendi nefsinin hakikatinden hareketle kati olarak âciz olduğunu bilsin diye. insan, bizzat kendisini bilmek noktasında böyle olduğuna göre, hakkın hakikatini idrâk etmekten yana âciz olması öncelikle sözkonusudur. Bunun hikmeti ise aklın, kendisinin yanıbaşında bulunan yaratığı bilip idrak etmekten yana âciz oluşunun, yaratıcısını idrâk etmekten daha bir âciz olduğuna delil olduğunun ortaya çıkmasıdır. "Size bilgiden ancak pek az bir şey verilmiştir." Bu âyetle kime hitap edildiği konusunda farklı görüşler vardır. Bir kesim, buna muhatap olanların yalnızca soru soranlar olduğunu söylemişlerdir. Bir başka kesim ise, bütünüyle yahudiler kastedilmiştir, demektedir. İşte. İbn Mes'ûd’un kıraati olan; "(........): onlara... verilmiştir" okuyuşu buna göredir ve o bu kıraati Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiştir. Bir diğer kesim de şöyle demektedir: Maksat, bütün yaratıklardır. Sahih olan da budur. Cumhûrun kıraati olan: "(........): Size... verilmiştir" kıraati de buna göredir. Yahudiler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Hikmetin tâ kendisi olan Tevrat bize verildiğine ve kendisine hikmet verilene büyük bir hayır verilmiş olduğuna göre, nasıl olur da bize ilimden pek az bir şey verilmiş olabilir diye sorunca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da yüce Allah'ın ilmiyle onlara cevap vermiş ve böylelikle susturulmuş oldular. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bazı hadislerinde: "Bütünüyle, herkes" ifadesini de açıkça zikretmiştir. Bu da "size verilen bilgi" ile, bütün alemin kastedildiğini ifade eder. Çünkü yahudiler: Sen bizi mi kastettin, yoksa kendi kavmini mi kastettin diye sormuşlar, o da: "Herkesi" diye buyurmuştur. İşte bu anlamda olmak üzere: "Eğer yerde olan bütün ağaçlar kalem olsa..." (Lukman, 31/27) âyeti nazil olmuştur. Bunu da Taberi -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- nakletmektedir. Şöyle de denilmiştir: Ruha dair soru soranlar Kureyşlilerdir. Yahudiler onlara: Siz ona, Ashab-ı Kehf, Zülkarneyn ve Ruh'a dair soru sorunuz. Şayet bunkırın ikisi hakkında size haber verir ve birisine dair açıklamada bulunmazsa o bir peygamberdir. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber onlara, -ileride geleceği üzere- Ashab-ı Kehf'i ve Zülkarneynin haberini bildirdi Ruh hakkında da: "De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir." Yani, Allah'dan başka hiç bir kimsenin bilmediği emirlerden (işlerden)dir diye buyurdu. Bunu da el-Mehdevî ve başka müfessirler, İbn Abbâs'dan nakletmişlerdir. 86Yemin olsun ki, dilersek sana vahyettiğimizi bütünüyle alıveririz. Sonra onu geri almak için Bize karşı duracak bir kimse de bulamazsın. 87Ancak, Rabbinden bir rahmet olmak üzere. Gerçekten O'nun sana lütfü pek büyüktür. "Yemin olsun ki, dilersek sana vahyettiğimizi" yani Kur'ân-ı Kerîmi "bütünüyle alıveririz." Yani, Bizim onu indirmeye gücümüz yettiği gibi, insanlar unutacak şekilde alıp giderebilme gücüne de sahibiz. Bu, yüce Allah'ın: "Size bilgiden ancak pek az bir şey verilmiştir" âyeti ile de ilişkilidir. Yani, eğer Ben, size vermiş olduğum o pek az bilgiyi dahi gidermeyi dilersem, elbette buna da gücüm yeter. "Sonra onu geri almak için bize karşı duracak bir kimse" onu, tekrar sana geri iade edebilecek bir yardımcı "de bulamazsın. Ancak, Rabbinden bir rahmet olmak üzere." Yani, Biz, Rabbinden bir rahmet olmak üzere böyle bir şeyi dilemiyoruz. O halde bu, birincisinden (kendisinden istisna yapılandan) olmayan bir (munkatı') istisnadır. "Gerçekten O'nun sana lütfü pek büyüktür." Çünkü seni, Âdemoğullarının efendisi kılmış, sana Makam-ı Mahmud'u ve bu Kitab-ı Aziz'i ihsan etmiştir. Abdullah b. Mes'ûd da şöyle demiştir: Dininizden ilk kaybedeceğiniz şey emanet, son kaybedeceğiniz şey de namazdır. Bu Kur'ân-ı Kerîm âdeta sizden çekilip alınmış gibi olacaktır. Bir gün, sabahı edecek ve ondan hiç bir şey hatırlamayacaksınız. Bir adam: Bu nasıl olacak ey Abdurrahman'ın babası? Biz onu, kalbimizde de mushaflarımızda da tesbit etmiş bulunuyoruz. Onu çocuklarımıza öğretiyoruz, çocuklarımız da kıyâmet gününe kadar kendi çocuklarına öğretip duracaktır deyince, şöyle dedi: Bir gece içinde alınıp götürülecek, mushaflarda da kalplerde de ne varsa gidecektir. Ve insanlar, hayvanlar gibi sabahı edeceklerdir. Daha sonra Abdullah: "Yemin olsun ki, dilersek sana vahyettiğimizi bütünüyle alıveririz..." âyetini okudu. Bunu, Ebû Bekr b. Ebi Şeybe bu manada rivâyet etmiş ve şöyle demiştir: Bize Ebû'l-Ahvas haber verdi. O, Abdulaziz b. Rufey'den, o, Şeddad b. Ma'kil'den dedi ki: Abdullah -yani İbn Mes'ûd- dedi ki: Şu aranızda bulunan bu Kur'ân-ı Kerîm, fazla zaman geçmeyecek, sizden çekilip alınacaktır. Ben, şöyle dedim: Allah onu kalplerimizde, biz de onu mushaflarımızda tesbit etmiş bulunuyorken nasıl bizden çekilip alınacak? Dedi ki: Bir gecede üzerine gelinecek ve kalplerde ne varsa sökülüp alınacak, mushaflarda ne varsa gidiverecek. İnsanlar, böylelikle Kur’ânı yitirmiş olarak sabahı edecekler. Sonra da: "Yemin olsun ki, dilersek sana vahyettiğimizi bütünüyle alıveririz" âyetini okudu. Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, V. 334. Bu, isnadı sahih bir rivâyettir. İbn Ömer'den de şöyle dediği nakledilmektedir: Kur'ân, arı uğultusu gibi bir uğultu çıkartarak indiği yere dönmedikçe kıyâmet de kopmayacaktır. Allah: Bu halin nedir diye soracak, o şöyle diyecek: Rabbim, ben Senden çıktım, Sana dönüyorum. Okunuyorum ama, hükümlerim gereğince amel olunmuyor. Derim ki: Bu anlam, Abdullah b. Amr b. el-Âs ile Huzeyfe yoluyla rivâyet edilen hadiste merfu olarak gelmiştir. Huzeyfe dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bir kumaşın deseni nasıl silinip gidiyorsa, İslâm'ın da izi öylece silinip gidecektir. O kadar ki, oruç nedir, namaz nedir, kurban nedir, sadaka nedir bilinemeyecek. Yüce Allah'ın Kitabı üzerine bir gecede yürünülecek ve yeryüzünde ondan geriye tek bir âyet dahi kalmayacaktır. Geriye oldukça piri fani ve yaşlı bir takım kimseler kalacak ve: Biz babalarımızın şu lâilaheillallah sözünü söylediklerini görmüştük, diyeceklerdir. Ve bunlar da namaz nedir, oruç nedir, kurban nedir, sadaka nedir bilmeyeceklerdir." Sıla, ona şöyle dedi: Peki, namazın ne olduğunu, orucun ne olduğunu, kurbanın ne olduğunu, sadakanın ne olduğunu bilmiyorlarsa lailaheillallah’ın onlara faydası ne olacak? Huzeyfe ondan yüz çevirdi. Sıla, bu sözünü üç defa tekrarladı, Huzeyfe de her seferinde ondan yüz çeviriyordu. Sonra Huzeyfe ona yönelerek şöyle dedi: Ey Sıla! Onları ateşten kurtarır, dedi ve bunu üç defa tekrarladı. Bu hadisi de İbn Mâce Sünen’inde rivâyet etmiştir. İbn Mâce, Fiten 26; Hâkim. el-Müstedrek, IV. 474 Abdullah b. Ömer de şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) başındaki bir ağrı dolayısıyla başı bağlı olarak çıktı ve gülümsedi. Minbere çıktı, Allah'a hamd-u senada bulunduktan sonra şöyle dedi: "Ey insanlar! Şu yazdığınız kitaplar ne oluyor? Allah'ın Kitabından başka bir kitap mı? Aradan fazla bir zaman geçmeyecek, Allah, kitabı dolayısıyla gazaplanacak ve ondan kitabım almadığı tek bir yaprak ve tek bir kalp dahi bırakmayacaktır." Ey Allah'ın Rasûlü dediler, o gün mü’min erkeklerin, mü’min kadınların durumu ne olacak? Şöyle buyurdu: "Allah hakkında hayır murad ettiği kimsenin kalbine lâilaheillalah'ı bırakacaktır." Suyutî, ed-Durru'l-Mensûr, V, 336 Bunu da es-Sa'lebî, el-Ğaznevî ve başkaları tefsirlerinde) zikretmişlerdir. 88De ki: "Yemin olsun, bu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplansalar, birbirine yardımcı olsalar dahi yine benzerini getiremezler." Yani, şairlerin bir beyit şiir üzerinde yardımlaşarak onu düzelttikleri gibi birbirlerine yardım ve destek olsalar dahi bunu yapamazlar. Ayet-i kerîme, kâfirlerin: Dilescyclik biz de bunun gibi bir söz söylerdik, demeleri üzerine inmiş ve yüce Allah da böylelikle onları yalanlamıştır. Kitabın baş taraflarında (Mukaddime, Kur'ân icazı ile ilgili bahis) Kur'ân i'cazına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun. "Yine benzerini getiremezler" âyeti "(........): Yemin olsun eğer" lâfzındaki yeminin cevabıdır. (Bu fiil) şart kastı ile cezm edilmiş de olabilir. Şair şöyle demektedir: "Bugün sana anlatılanlar, yemin olsun ki, eğer doğru iseler Sen de oldukça sıcak bir günde güneşe karşı açıkta dur." 89Yemin olsun Biz, bu Kur'ân'da insanlara her örnekten türlü türlü açıklamalar yapmışızdır. Yine insanlardan pek çoğu küfürden başkasını kabul etmediler. "Yemin olsun Biz, bu Kur'ân'da insanlara her örnekten türlü türlü açıklamalar yapmışızdır." Yani, kendisinden ibret alınması gereken her türlü örneklerle değişik değişik açıklamalarda bulunduk. Türlü âyetler, ibretler, teşvikler, korkutmalar, emirler, yasaklar, öncekilerin kıssaları, cennet, cehennem ve kıyâmete dair açıklamalarda bulunduk. "Yine insanlardan pek çoğu küfürden başkasını kabul etmediler." Bununla, Mekke halkını kastetmektedir. Onlara hakkı açıkladı, önlerini açtı ve onun hak olduğu kendileri için besbelli oluncaya kadar da kendilerine mühlet verdi. Ancak onlar, hakkın apaçık ortaya çıktığı zamanda bile küfre sapmaktan başkasını kabul etmediler. el-Mehdevî dedi ki: Kaderiyye'nin: Güç yetirebikliği şeyden yüzçeviren kimseden başkası hakkında "kabul etmedi (ebâ)" fiili kullanılamaz şeklindeki sözlerinde lehlerine delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü, kâfir her ne kadar imandan yüzçevirmesi dolayısıyla Allah onun hakkında îmana muktedir olamama hükmünü vermiş olmasından ve kalbini mühürlemesinden ötürü îman etme gücüne sahip değil idiyse de, bu hale gelmezden önce, genişlik ve mühlet dönemlerinde hakkı aramaya ve hakkı batıldan ayırt etmeye güç yetirmekte idi. 90Dediler ki: "Bize, yeryüzünden bir pınar fışkırtmadıkça asla sana inanmayacağız. "Dediler ki: Bize, yeryüzünden bir pınar fışkırtmadıkça asla sana inanmayacağız" âyeti, Rabia'nın oğulları Utbe ve Şeybe ile Ebû Sübyan, en-Nadr b. el-Haris, Ebû Cehil, Abdullah b. Ebi Ümeyye, Ümeyye b. Halef, Ebû'l-Bahteri, el-Velid b. el-Muğire ve buna benzer Kureyşin ileri gelen kimseleri hakkında inmiştir. Şöyle ki: Bunlar, Kur'ân-ı Kerîme karşı ona benzer bir örnek getirmekten yana acze düştüklerinde, mucize olarak onu kabul etmeye yanaşmayınca -İbn İshak ve başkalarının naklettiklerine göre- güneşin batışından sonra Kâ'be'nin arka tarafında bir araya geldiler. Sonra biri diğerine: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a haber gönderin, onunla konuşun, onunla tartışın ki, bu konuda ona karşı (yapacağınız muamelede) mazur gorillesiniz. Ona, kavminin ileri gelenleri seninle konuşmak üzere bir araya gelip toplandılar. Yanlarına gel, diye haber gönderdiler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) konuştuğu şeyler hakkında (olumlu) bir kanaate sahip oldular zannı ile yanlarına geldi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), onların doğruyu bulmalarını çok arzu eder, onların zora ve sıkıntıya düşmeleri ona ağır gelirdi. Nihayet gelip yanlarına oturdu. Ona, ey Muhammed, dediler. Biz. sana seninle konuşalım diye haber gönderdik. Allah'a yemin ederiz ki, senin kavmini karşı karşıya bıraktığın böyle bir durumla Araplar arasından herhangi bir kimsenin kendi kavmini karşı karşıya bıraktığını bilmiyoruz. Sen atalara sövdün, dini ayıpladın, ilahlara dil uzattın, akılları beyinsizlikle suçiadın, topluluğumuzu dağıttın. Ne kadar çirkin bir şey varsa bizimle senin aranda onu ortaya çıkarmaktan geri kalmadın. -Ona, bu ya da buna benzer sözler söylediler- Eğer sen bu sözü bize getirmekle bir mal sahibi olmak peşinde isen, senin için aramızdan mal toplarız, malı en çok olanımız sen olursun. Eğer sen bu yolla aramızda şeref sahibi olmayı arzu ediyorsan, biz seni kendimize baş yaparız. Eğer bu yolla başımıza kral olmak istiyorsan, seni başımıza kıral yaparız. Eğer sana bu gelen, zaman zaman sana görünen bir cin olup seni etkisi altına almış bulunuyor ise, bundan dolayı biz seni tedavi etmek için mallarımızı harcamaya hazırız. Ta ki, sen bu cinin etkisinden kurtulup senin iyileşmeni sağlayalım veya sana karşı yapabileceklerimizi tamamıyla yapmış olarak mazur görülelim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara şöyle dedi: "Bende, söylediklerinizin hiç birisi yok. Ben, size bu getirdiklerimle ne sizin mallarınıza sahip olmak istiyorum, ne aranızda şeref sahibi olmak, ne size kıral olmak istiyorum. Ancak, Allah beni sizlere bir peygamber olarak göndermiş, üzerime bir Kitap indirmiş, bana size, müjdeleyip, uyarıp korkutan bir kişi olmamı emretmiştir. O bakımdan ben de sizlere Rabbimin asaletlerini tebliğ ettim. Size, samimiyetle öğüt verdim. Eğer benim bu getirdiklerimi kabul ederseniz, işte bu sizin dünya ve âhiretteki büyük bir payınız olur. Eğer onu, bana karşı durarak reddedecek olursanız, Allah benimle sizin aranızda hüküm verinceye kadar Allah'ın emri üzere sabrederim." Hazret-i Peygamber de onlara bu şekilde veya buna benzer, sözlerle cevap verdi. Onlar: Ey Muhammed dediler. Eğer bizim sana yaptığımız bu tekliflerden herhangi birisini kabul etmiyor isen, sen de biliyorsun ki, beldesi bizden daha dar, suyu bizden daha az, geçimi bizden daha zor hiç bir kimse yoktur. O halde bizim için, seni bu risalet ile gönderen Rabbinden dilekte bulun. Bu vadiyi bize oldukça daraltan bu dağları bizden yürütüp uzaklaştırsın. Topraklarımızı böylelikle düz ve geniş yapsın, bizlere Şam nehirleri gibi nehirler fışkırtsın. Atalarımızdan geçmiş olanları da diriltsin ve bu dirilteceği kimseler arasında da Kusay b. Kilab da bulunsun. Çünkü o, doğru sözlü, bilge bir insandı. Biz de ona senin söylediğin sözler hakkında sorular sorarız, hak mıdır yoksa batıl mıdır diye. Şayet bunlar, seni tasdik eder ve senden istediklerimizi de yapacak olursan, biz de seni tasdik ederiz. Ve böylelikle de senin Allah nezdindeki mevkiini de bilir, itiraf ederiz, dediğin gibi seni bir Peygamber olarak gönderdiğini kabul ederiz. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara dedi ki: "Ben, size bunlarla gönderilmedim. Ben size, Allah'dan benimle gönderdiği şeyleri getirdim. Benimle size tebliğ edilmek üzere gönderilen şeyleri de tebliğ etmiş bulunuyorum. Eğer onu kabul edecek olursanız, bu sizin dünya ve âhiretteki payınız olur. Eğer bana karşı durup onu reddedecek olursanız, Allah benimle sizin aranızda hüküm verinceye kadar Allah'ın emri üzere sabrederim." Bu sefer şöyle dediler: Eğer sen bizim için bunları yapmayacak olursan, o halde kendin için şunları iste: Rabbinden, seninle birlikte senin söylediklerini tasdik edecek ve senin adına bize karşı cevap verip sözlerimizi reddedecek bir melek göndermesini iste. Yine Rabbinden, sana bağlar bahçeler, köşkler, altın ve gümüşten hazineler vermesini iste. Böylelikle bizim seni gördüğümüz şekilde, rızık peşinde koşmak ihtiyacın olmasın. Çünkü sen, bizim yaptığımız gibi çarşı pazarlarda duruyor ve geçimini aramaya çalışıyorsun. (Bunlar olsun) ki, biz de eğer senin iddia ettiğin gibi bir Rasûl isen, Rabbinin nezdindeki fazilet ve yüksek mevkiini bilir ve itiraf ederiz. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara şöyle cevap verdi: "Ben, böyle bir şey yapmam. Ben, bu şekilde Rabbimden isteklerde bulunacak bir kimse değilim. Ve ben size bunlar için gönderilmiş de değilim. Allah, beni müjdeleyici ve korkutucu olmak üzere göndermiştir. -Veya buna benzer sözler söyledi- Eğer benim size bu getirdiklerimi kabul edecek olursanız, bu sizin dünya ve âhiretteki payınız olur. Eğer onu reddedip kabul etmeyecek olursanız, ben de Allah benimle sizin aranızda hükmünü verinceye kaçlar Allah'ın emri üzere sabrederim." Bu sefer şöyle dediler: O halde iddia ettiğin üzere, dilediği takdirde Rabbinin yapacağı şey olan göğü üzerimize parça parça düşür. Sen bunu yapmadıkça biz de sana asla îman etmeyeceğiz. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Aziz ve celil olan Allah, eğer bunu size yapmayı dileyecek olursa elbetteki yapar." Şöyle dediler: Ey Muhammed! Senin Rabbin, bizimi seninle birlikte oturacağımızı, sana neler soracağımızı ve senden isteyeceğimiz şeyleri bilmedi mi ki, senin bize ne şekilde karşılık vereceğini bundan önce niye öğretmedi ve eğer biz, senin bize bu getirdiklerini senden kabul etmeyecek olursak, bize ne yapacağım haber vermedi? Çünkü bize ulaştığına göre, sana bunları öğreten, kendisine "er-Rahmân" denilen Yemâmeli bir adamdır. Yemin olsun ki Allah'a, biz de ebediyen er-Rahmân'a. îman etmeyeceğiz. Artık ey Muhammed, bu söylediklerimiz bizim mazeretimizdir. Allah'a yemin olsun ki, biz seni bize bu yaptıklarınla başbaşa bırakmayacağız. Ya biz seni helâk ederiz, yahut sen bizi helâk edersin. Onlardan birisi kalkıp: Biz, Allah'ın kızları olan meleklere ibadet ediyoruz, dedi. Bir diğeri kalkıp: Sen, Allah'ı ve melekleri topluca karşımıza getirmedikçe asla sana îman etmiyeceğiz, dedi. Onlar, bu sözleri Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a söyledikten sonra o da yanlarından kalkıp gitti. Onunla birlikte Abdullah b. Ebi Ümeyye b. el-Muğire b. Abdullah b. Ömer b. Mahzûm -ki, Hazret-i Peygamber'in halası olan Abdulmuttalib kızı Atike'nin oğludur- ona: Ey Muhammed dedi. Kavmin sana bunları arz etti, sen de onların tekliflerini kabul etmedin. Daha sonra onlar, kendileri için birtakım isteklerde bulunarak, senin söylediğin şekilde Allah nezdindeki mevkiini bilmek istediler, böylelikle seni tasdik edecek ve sana uyacaklardı. Ama sen yine onların isteklerini yerine getirmedin. Arkasından senden, kendin için kendileri vasıtasıyla senin onlara üstün olduğunu, Allah nezdindeki mevkiini bilebilecekleri bir takım şeyleri istemeni istediler, yine sen bunu yapmadın. Daha sonra, onları korkutageldiğin azâbın bir bölümünü olsun acilen başlarına getirmeni senden istediler, yine yapmadın -veya buna benzer sözler söyledi-. Allah'a yemin olsun ki sen, semaya doğru yükselen bir merdiven edinip de sonra benim gözümün önünde o merdivene tırmanıp semaya gitmedikçe, sonra da beraberinde senin dediğin gibi olduğuna tanıklık edecek dört meleğin geldiği bir belge de getirmedikçe sana îman etmeyeceğim. Allah'a yemin ederim, faraza bunu yapacak olsan dahi, yine de seni tasdik edeceğimi zannetmiyorum.. Bu sözleri söyleyip Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in yanından gitti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem.) da kavminin haber gönderip çağırdıklarında umutlandığı şekilde îman etmediklerini ve onların kendisinden alabildiğine uzaklaştıklarını görmesi dolayısıyla üzüntülü ve kederli bir şekilde ailesinin yanına döndü. İbn Hişâm, es-Siretu'n-Nebeviyye, I, 236-238. -Bütün bunlar İbn İshak'ın lâfızlarıdır-. el-Vâhidî de İkrime'elen, o da İbn Abbâs'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Bunun üzerine yüce Allah: "Dediler ki: Bize, yeryüzünden bir pınar fışkırtmadıkça asla sana inanmayacağız" âyetini indirdi. el-Vâhidî, Esbâbu Nüzûli'l-Kur'ân. s. 300-302'de aynı olayı naklettikten sonra bunları söylemektedir. "(........): Bir pınar" âyeti, Mücahid'den nakledildiğine göre su fışkırtan, suyun kaynadığı gözler demektir. Kelime, "yef'ûl" vezninde olup, "(........): Kaynadı, fışkırdı, kaynar, fışkırır"dan gelmektedir. Âsım, Hamza ve el-Kisâî, (........): ...Bize fışkırtmadıkça" şeklinde şeddesiz olarak okumuşlardır. Ebû Hatim de bunu tercih etmiştir. Çünkü "pınar" anlamındaki kelime tekildir. Ancak, -bir sonraki âyet-i kerimede- "ırmaklar akıtasın" anlamındaki; (........) ın, şeddeli olduğunda ihtilâf etmemişlerdir. Ebû Ubeyd ise, bir önceki âyet-i kerimedeki kelime de böyle (şeddeli) dir demiştir. Ebû Hatim ise, hayır, onun gibi değildir. Çünkü birinci âyette geçen bu kelimeden sonra gelen "pınar" anlamındaki kelimedir ve bu da tekildir. İkincisinde geçen kelime ise "ırmaklar" anlamındaki kelime olup bu da çoğuldur. Şeddeli okuyuş ise teksire (çokluğa) delildir, demektedir. Ona da şöyle cevap verilmiştir: "Pınar" anlamındaki kelime tekil ise de maksat, -Mücahidin de dediği gibi- çoğuldur. "(........): Pınar" demektir, çoğulu da; (........) şeklinde gelir. 91"Yahut senin hurmalıklardan, asmalardan bir bahçen olsun da aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtasın. Katade; "(........): Yahut... bir bahçen olsun" şeklinde ("te" yerine "ye" ile ) okumuştur. "Aralarından" ortasından demektir. 92"Yahut, iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üzerimize parça parça düşüresin; Allah'ı ve melekleri karşımıza topluca getiresin. "(........): Yahut... gökyüzünü... düşüresin" şeklinde genelin okuyuşudur. Mücahid ise, "(........) Yahut gökyüzü... düşsün" şeklinde fiili semaya isnad ile okumuştur. "Parça parça" kelimesi, İbn Abbâs ve başkalarından rivâyete göre "(........) Parçalar" demek olup (........) in çoğuludur. Nafi', İbn Âmir ve Âsım'ın kıraati de böyledir. Diğerleri ise "sin" harfini sakin olarak; (........) diye okumuşlardır. el-Ahfeş der ki: "Sin" harfini sakin olarak okuyan bu kelimeyi tekil okumuş olur. "Sin" harfini üstün okuyan da çoğul okumuş olur. el-Mehdevî der ki: "Sin" harfini sakin okuyan kimsenin bu okuyuşuna göre bunun; "(........): Bir parça" nın çoğulu olması mümkün olduğu gibi, "bir şeyi örttüm" anlamındaki (........) den mastar olması da mümkündür. Onlar, sanki semayı üzerimizi kapatacak şekilde üzerimize düşür, demiş gibi olur- lar. el-Cevherî de şöyle demektedir: "(........); Bir şeyin bir parçası" demektir. Meselâ, "(........): Bana elbisenden bir parça ver" denilir. Bunun çoğulu da (........) ile, (........) şeklinde gelir. (........) ile, (........)ın aynı şeyler olduğu da söylenmektedir. "Yahut, Allah'ı ve melekleri karşımıza" Katade ve İbn Cüreyc'den nakledildiğine göre, karşımızda onları görecek şekilde "topluca getiresin." ed-Dahhak ve İbn Abbâs ise, kefil olarak getiresin, diye açıklamışlardır. Mukâtil , şahit olarak diye açıklamıştır. Mücahid ise, "kabil" kelimesi, kabilenin çoğuludur. Yani, çeşitli melekleri kabile kabile getiresin. Bir diğer açıklamaya göre senin, bunu getireceğine dair bize taahhüdde bulunan kefiller olarak getiresin, demektir. 93"Yahut, altından bir evin olsun veya göğe çıkasın. Buna rağmen üzerimize okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece de çıktığına asla îman etmeyiz." De ki: "Fesubhanallah! Ben, peygamber olarak gönderilmiş bir insandan başka bir şey miyim ki?" "Yahut, altından bir evin olsun." Buradaki zuhruf (mealde; altın) kelimesi, İbn Abbâs ve başkalarından nakledildiğine göre altın diye açıklanmıştır. Asıl anlamı ise zinet demektir. Muzahraf, zinetlenmiş, süslenmiş anlamındadır. "Zehârifü'l-mâ", sudaki yollar demektir. Mücahid der ki: Ben, "zuhruf"un ne olduğunu bilmiyordum. Nihayet İbn Mes'ûd'un kıraatinde "(........): Altından bir evin" ifadesini gördüm. Yani bizler, sende gördüğümüz bu fakirlik dururken sana itaat edecek değiliz (demek istemişlerdi). "Veya göğe çıkasın" yükselesin. "(........): Merdivende yükseldim, yükselirim, yükselmek" denilir. (........) de onun gibidir. "Buna rağmen, üzerimize okuyacağımız bir kitap" yani, Allah'dan her birimize ayrı ayrı gönderilmiş bir kitap "indirmediğin sürece de çıktığına" yani, senin çıkışma "asla îman etmeyiz." Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hatta onlardan herbiri kendisine açılmış sahifeler verilmesini ister." (el-Müddesir , 74/52) "(........): De ki: Fesubhanallah." Mekke ve Şam ahalisi bunu: "(........): Dedi ki: Fesubhanallah" diye okumuşlardır ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kastedilmektedir. Yani, Hazret-i Peygamber, yüce Allah'ı herhangi bir şeyden acze düşmekten, herhangi bir fiilde ona itiraz edilmekten tenzih etmiştir. Şöyle de denilmiştir: Bütün bunlar, onların aşırı küfürleri ve olmadık tekliflerinin hayret edilecek şaşırtıcı bir şey olduğunu ortaya koymaktadır. Diğerleri ise, emir olarak "de ki" diye okumuşlardır ki: Ey Muhammed, onlara de ki; demektir. "Ben, peygamber olarak gönderilmiş bir insandan başka bir şey miyim ki!" Yani ben, ancak Rabbimden bana vahyolana tabi olurum. Allah ise, insanların kudreti içerisinde olmayan bu şeylerden dilediğini yapar. Siz, insanlardan herhangi bir kimsenin bu gibi mucizeleri getirdiğini hiç işittiniz mi? Kimi inkarcılar; Bu ikna edici bir cevap değildir, demişlerdir. Ancak, onlar bu sözlerinde yanılmışlardır. Çünkü, onlara cevap vererek şöyle demiştir: Ben, ancak bir beşerim. Benden istediklerinizden hiç bir şeyi yapabilecek kudrete malik değilim. Ve ben, Rabbime bu gibi tekliflerde bulunmak imkânına da sahip değilim. Benden önceki peygamberler de ümmetlerine, isteyip arzuladıkları herşeyi getirmiş değillerdir. Benim yolum da onların yoludur. Onlar, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu peygamberliklerinin doğruluğuna delil teşkil eden mucizeler ile yetiniyorlardı. Kavimlerine karşı delillerini ortaya koyduktan sonra artık, kavimlerinin bunlar dışında birtakım mucizeler teklif etmeleri gerekmez. Eğer, Allah'ın onların teklif ettikleri her türlü mucizeyi isteklerine uygun olarak getirmesi gerekli bir şey olsaydı, aynı şekilde onların seçip istedikleri kişileri de peygamber olarak göndermesi gerekirdi. Her bir kimsenin de ben, benden başkasının talep ettiğinden farklı bir başka mucize veya âyet bana da verilmedikçe îman etmem, demesi de gerekirdi. Bu ise, tedbir ve idarenin insanlara havale edilmesi sonucunu verir. Oysa tedbir ve idare ancak yüce Allah'a aittir. 94Kendilerine hidâyet geldiği zaman insanları, îman etmekten alıkoyan tek şey, onların: "Allah bir insanı mı peygamber gönderdi?" demeleri olmuştur. "Kendilerine hidâyet" yani, Allah tarafından peygamberler ve kitaplar ile Allah'a davet "geldiği zaman, insanları îman etmekten alıkoyan tek şey onların" cahillik ederek: "Allah bir insanı mı peygamber gönderdi? demeleri olmuştur." Yani, Allah, insanlardan bir peygamber göndermeyecek kaçlar yücedir, demek istemişlerdir. Yüce Allah bununla, onların aşırı inatlarını beyan etmektedir. Çünkü onlar. Sen de bizim gibisin. Bizim sana itaat etmemiz gerekmez, demişler ve Peygamberin getirdiği mucizeden gafil kalmışlardır. "Îman etmek" deki birinci "(........): ...mek", cer harfi düşürülmek suretiyle nasb mahallindedir. İkincisi ise, (demeleri deki "me"); "(........): Alıkoyan" ile ref mahallindedir. Yani, insanları kendilerine hidâyet geldiğinde îman etmekten alıkoyan tek şey, onların: Allah Peygamber olarak bir insanı mı göndermiştir, demeleridir. 95De ki: "Şayet yeryüzünde yerleşmiş yürüyen melekler olsaydı, Biz onlara gökten melek bir peygamber gönderirdik." Yüce Allah, bununla meleğin, ancak meleklere peygamber olarak gönderileceğini bildirmektedir. Şayet O, Âdemoğullarına bir melek göndermiş olsaydı, asli yaratılışında onu görmeye güç yetiremezlerdi. Şanı yüce Allah, bu gücü ancak peygamberlere vermiş ve buna tahammül edebilecek takati yalnız onlarda yaratmıştır. Bu da onlara bir belge ve bir mucize olsun diye böyledir. el-En'âm Sûresi'nde de bunun benzeri bir âyet-i kerîme geçmiş bulunmaktadır ki, o da yüce Allah'ın: "Sana, ne diye bir melek indirilmedi'? dediler. Eğer Biz, bir melek indirseydik, herhalde iş bitirilmiş olurdu. Ve sonra kendilerine bir süre verilmezdi. Eğer onu bir melek yapsaydık, onu elbette bir adam yapardık..." (el-En'âm, 6/8-9) âyetidir. Buna dair açıklamalar da daha önceden (belirtilen âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 96De ki: "Benimle sizin aranızda gerçek şahid olarak Allah yeter. Gerçek şu ki O, kullarından gerçekten haberdardır, çok iyi görendir." Rivâyete göre Kureyş kâfirleri, yüce Allah'ın: "Ben, Peygamber olarak gönderilmiş bir insandan başka bir şey miyim ki?" âyetini işittiklerinde şöyle demişlerdi: Peki, senin, Allah’ın Rasûlü olduğuna kim tanıklık eder? Bunun üzerine: "De ki: Benimle sizin aranızda gerçek şahid olarak Allah yeter. Gerçek şu ki O, kullarından gerçekten haberdardır, çok iyi görendir" âyeti ineli. 97Allah, kimi hidâyete erdirirse, işte doğru yolu bulan odur. Kimi de saptırırsa, artık bunlar için O'ndan başka asla veliler bulamazsın. Biz onları, kıyâmet günü körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüzükoyun haşredeceğiz. Varacakları yer cehennemdir. Alevi yavaşladıkça, Biz onlara alevini artırırız. "Allah, kimi hidâyete erdirirse, işte doğru yolu bulan odur." Yani, Allah onlara hidâyet verseydi, elbette onlar da hidâyete erişirlerdi. "Kimi de saptırırsa artık bunlar için O'ndan başka asla veliler bulamazsın." Hiç kimse onları hidâyete erdiremez. "Biz onları, kıyâmet günü... yüzükoyun haşredeceğiz" âyeti ile ilgili iki türlü açıklama yapılmıştır. Birincisine göre bu, onların cehenneme hızlıca götürüleceklerini ifade eden bir tabirdir. Ve Arapların, bir topluluğun hızlıca geldiğini ifade etmek için kullandıkları:." (........): O kimseler, yüzleri üstü geldiler" tabirinden alınmıştır. İkinci açıklamaya göre, kıyâmet gününde onlar cehenneme yüzleri üstü sürükleneceklerdir. Nitekim dünyada da ileri derecede tahkir ve işkence edilen kimselere de bu şekilde uygulama yapılır. Sahih olan açıklama da budur. Çünkü Enes yoluyla gelen hadise göre bir adam şöyle demiş: Ey Allah'ın Rasûlü, [yüzleri üzere haşredilecek kimseler (mi olacaktır)?] Hadisin yer aldığı kaynaklarda [ ] içindeki lâfızlara tekabül eden Arapça ifadeler yok Kâfir, yüzü üzere mi haşredilecektir? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Onu iki ayak üzere yürüten, kıyâmet gününde yüzükoyun yürütmeye kadir değil midir?" Katade de, bu hadis kendisine ulaşınca: Evet, Rabbimizin izzeti için kadirdir, dedi. Bunu, Bulları ve Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Tefsir 25. sûre 1: Müslim, Sıfatul-Münafikın 54: Delil olarak da bu yeterlidir. "Körler, dilsizler ve sağırlar olarak." İbn Abbâs ve el-Hasen dedi ki: Yani onlar, kendilerini sevindirecek şeyleri görmekten yana kör; herhangi bir delil ileri sürüp bu maksatla konuşmaktan yana dilsizler; kendilerine fayda sağlayacak şeyleri de işitemeyecek sağırlar olacaklardır. Bu açıklamaya göre duyu organları eski halleri üzere kalacaktır. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar, Allah'ın kendilerini nitelendirmiş olduğu bu nitelikte haşredileceklerdir. Tâ ki bu da azaplarını daha bir artırıcı olsun. Sonra bu duyuları ateşte bir daha yaratılacak ve göreceklerdir. Çünkü yüce Allah: "Günahkârlar, ateşi görünce içine düşeceklerin kendileri olduklarını anlayacaklar" ( el-Kehf, 18/53) diye buyurmaktadır. Yüce Allah'ın şu âyeti gereği de konuşacaklardır: "Orada: Ölüm! diye feryad ederler." (el-Furkan, 25/13) yüce Allah’ın şu âyeti gereği de işiteceklerdir: "Onun, büyük bir öfke ile çıkaracağı şiddetli uğultusunu işiteceklerdir." (el-Furkan, 25/12) Mukâtil b. Süleyman da şöyle demiştir: "Onlara: "Yıkılın içerisine, bana da söz söylemeyin." (el-Mu'minun, 23/108) denileceği vakit, kör olacaklar görmeyecekler, sağırlaşacaklar işitmeyecekler ve hiç bir şeyi anlayamayacak şekilde dilsiz olacaklardır. Aşırı siyahlığı dolayısıyla ateşe girecekleri vakit kör olacaklar ve onlara: Yıkılın içerisine, benimle konuşmayın denileceği vakit ele, sözlerinin kesileceği, cehennemin uğultu ve kaynamasının, İşitmelerini alıp hiç bir şey işitemeyecek hale gelecekleri de söylenmiştir. "Varacakları" yerleşecekleri ve kalacakları "yer, cehennemdir. Alevi yavaşladıkça" ed-Dahhâk ve başkalarından rivâyete göre çimdikçe, Mücahid'e göre de söndükçe... demektir. "(........)-. Ateş söndü, söner" denilir. "(........) Onu ben söndürdüm" demektir. "Biz onlara alevini" alevli ateşi "artırırız." Alevinin dinmesi ise, acı ve ızdıraplarının eksilmesine de, azaplarının hafiflemesine de sebep olmayacaktır. Bunun, "yavaşlamaya yüztuttukça..." anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Kuran okuduğunda" (el-İsra, 17/45) âyetinin, Kur'ân okumaya başlayacağında, Kur'ân okumak istediğinde ... anlamda olması gibidir. 98Bu, onların cezasıdır. Çünkü onlar âyetlerimizi inkâr ettiler ve: "Bir yığın kemik ve ufalanmış toprak olunca mı? Sahi biz mi yeniden yaratılıp diriltileceğiz"? dediler. "Bu, onların cezasıdır. Çünkü onlar, âyetlerimizi inkâr ettiler." Yani, bu azap onların inkârlarının cezasıdır. "Ve: Bir yığın kemik ve ufalanmış toprak olunca mı? Sahi biz mi yeniden yaratılıp diriltileceğiz? dediler." Ve böylelikle öldükten sonra dirilişi inkâr ettiler. 99Onlar, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'ın, kendilerinin benzerini yaratmaya kadir olduğunu görmediler mi? Hem onlar için bir ecel tayin etti ki, onda hiçbir şüphe yoktur. Fakat zâlimler küfürde kalmaktan başkasında ayak diretmediler. Yüce Allah onlara şöylece cevap vermektedir: "Onlar, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'ın, kendilerinin benzerini yaratmaya kadir olduğunu görmediler mi? Hem onlar için bir ecel tayin etti ki, onda hiç bir şüphe yoktur." İfadede takdim ve tehir olduğu söylenmiştir. Onlar, gökleri ve yeri yaratan, kendileri için hiçbir şüphe bulunmayan bir ecel tayin eden Allah'ın, onların benzerini yaratmaya kadir olduğunu görmediler mi, demektir. "Ecel" dünyada kaklıkları ve ondan sonra ölüm ile sonuçlanan süredir. . Bunda hiçbir şüphe yoktur, çünkü bu müşahede ile görülen bir husustur. Bir diğer görüşe göre bu, onların: "Yahut iddia ettiğin gibi gökyüzünü üzerimize parça parça düşürenin" (el-İsrâ, 17/92.) şeklindeki sözlerinin bir cevabıdır. Buradaki "ecel" in kıyâmet günü olduğu da söylenmiştir. "Fakat zâlimler küfürde kalmaktan başkasında ayak diretmediler." Yani müşrikler, ancak bu belirli eceli ve Allah'ın âyetlerini inkâr etme yolunu seçtiler, başkasına da yönelmediler. Şöyle de denilmiştir: Buradaki ecelden kasıt, öldükten sonra diriliş vaktidir ve bunda hiçbir şüphenin olmaması gerekir. 100De ki: "Eğer siz, Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, o zaman tükenir korkusuyla muhakkak cimrilik ederdiniz." Zaten insan çok cimridir. "De ki: Eğer siz, Rabbimin rahmet hazinelerine" rızık hazinelerine, nimet hazineleri diye de açıklanmıştır ve bu daha genel bir açıklamadır. "Sahip olsaydınız, o zaman tükenir korkusuyla muhakkak cimrilik ederdiniz." Bu âyet onların: MÂişetimizin darlığı genişlesin diye "bize yeryüzünden bir pınar fışkırtmadıkça asla sana inanmayacağız" (el-İsrâ, 17/90) sözlerinin bir cevabıdır. Yani eğer sizin mÂişetiniz genişleyecek, rahatlayacak olursa, yine de cimrilik edersiniz. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Yaratıklardan herhangi bir kimse, Allah'ın hazinelerine sahip olursa, yüce Allah'ın bunlardan cömertçe infakta bulunduğu gibi, bu mahluk harcamada bulunmayacaktır. Bunun da iki sebebi var: Birincisi o, mutlaka bunun bir bölümünü kendi nafakası ve kendisine fayda sağlayacak şeyler için ayrı tutar, ikincisi ise o, fakirlikten korkar ve yokluktan çekinir. Yüce Allah ise varlığı itibariyle bu iki halden de yüce ve münezzehtir. Bu âyet-i kerimede "infak" kelimesi; fakirlik anlamındadır, İbn Abbâs ve Katade de böyle demişlerdir. Dilcilerin naklettiklerine göre, (........) ifadeleri, kişinin malı azaldı, anlamınadır. "Zaten insan çok cimridir." Oldukça eli sıkıdır, cimridir, manasınadır. "(........); Aile halkının nafakasını daralttı, cimrilik etti" demektir. (........) ile, (.....) de aynı anlamdadır. Bu âyet-i kerîme ile ilgili olarak iki görüş ileri sürülmüştür. Birincisine göre bu âyet özel olarak müşrikler hakkında inmiştir, bu görüş el-Hasen'e aittir. İkincisine göre de umumidir, bu da Cumhûrun görüşüdür, bunu da el-Maverdî nakletmektedir. 101Yemin olsun ki Biz, Mûsa'ya apaçık dokuz âyet verdik. İşte İsrailoğullarına sor! O, onlara geldiğinde Fir'avun ona: "Ey Mûsa! Ben seni herhalde büyülenmiş sanıyorum" demişti. "Yemin olsun ki Biz, Mûsa'ya apaçık dokuz âyet verdik." Bu âyetler hakkında farklı görüşler vardır. Bunun, kitabın âyetleri anlamında olduğu söylenmiştir. Nitekim Tirmizî ve en-Nesâî, Safvân b. Assâl el-Muradîden rivâyetlerine göre iki yahudiden birisi arkadaşına; Seninle şu peygambere gidelim, ona soralım. Arkadaşı: Sen, onun için peygamber deme. Çünkü eğer o bizim sözlerimizi işitecek olursa, onun dört gözü olur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gidip ona, yüce Allah'ın: "Yemin olsun ki Biz Mûsa'ya apaçık dokuz âyet verdik" âyetine dair soru sordular. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu: "Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmayın, zina etmeyin, hak ile olması müstesna Allah'ın haram kıldığı canı öldürmeyin, hırsızlık yapmayın, büyücülük yapmayın, suçsuz bir kimseyi yöneticiye jurnalleyerek onu öldürmesine sebep olmayın, faiz yemeyin, namuslu ve iffetli bir kadına iftirada bulunmayın ve Savaştan da kaçmayın. -Şüphe Şu'be'dendir- Ve özel olarak sizin için ey Yahudi topluluğu! Cumartesi gününde haddi aşmayın." Bunun üzerine el ve ayaklarını öperek şöyle dediler: Şehadet ederiz ki, gerçekten sen bir peygambersin. Şöyle buyurdu: "Peki, sizi İslâm'a girmekten alıkoyan nedir?" Şöyle dediler: Dâvûd, zürriyeti arasında sürekli bir peygamber bulunsun diye dua etmişti. Biz de eğer İslâm'a girecek olursak yahudilerin bizi öldüreceğinden korkarız. Ebû Îsa (et-Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 17. sûre 14; Nesâî, Tahrimud-Dem 18. el-Bakara Sûresi'nde de (2/65. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Buradaki âyetlerin, mucizeler ve delil teşkil edici belgeler oldukları da söylenmiştir. İbn Abbâs ve ed-Dahhak da şöyle demişlerdir: Dokuz âyetten (mucizeden) kasıt; asa, el, dil deniz, tufan, çekirgeler, haşerât, kurbağalar ve kan olarak verilen ayrı ayrı mucizelerdir. el-Hasen ve en-Nehaî derler ki: Bunlar, el-A'raf Sûresi'nde (7/133. âyet-i kerimede) sözü edilen beş mucizedir. Bu sözleriyle tufan ile ona atfedilen (çekirge, haşerât, kurbağalar ve kan) mucizeleri ile ek asa, kıtlık yılları ve mahsullerin eksikliği mucizeleridir. el-Hasen'den de buna benzer bir rivâyet nakledilmiştir. Şu kadar var ki o, kıtlık yılları ile mahsullerin eksikliğini bir mucize olarak kabul etmekte, dokuzuncusunu ise asasının, sihir diye uydurdukları şeyleri yutuvermesi olarak saymaktadır. Malik'den de böyle bir rivâyet gelmiştir, ancak o da kıtlık yılları ile mahsullerin eksiltilmesi yerine, denizin yarılması ile dağın kaldırılması mucizelerini zikreder. Muhammed b. Ka'b da der ki: Bunlar, el-A'raf Sûresi'nde sözü edilen beş mucize ile deniz, asa, taş ve mallarının yerin dibine geçirilmesi mucizeleridir. Bütün bu mucizelerin geniş açıklamaları daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun. "İşte İsrailoğullarına sor. O, onlara geldiğinde..." Yani, ey Muhammed! Mûsa, -Yûnus Sûresi'nde açıklaması geçtiği üzere- (bk. 10/88. âyet) bu mucizeleri onlara getirdiğinde onlara sor! Bu, yahudilerin Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın söylediklerinin doğruluğunu bilip anlamaları (istifham) kastıyla bir soru sormaktır. "Fir'avun ona: Ey Mûsa! Ben seni her halde büyülenmiş sanıyorum demişti." Garip fiilleriyle büyü yapan birisi zannediyorum, demektir. Bu açıklamayı el-Ferrâ'' ve Ebû Ubeyde yapmışlardır. Böylelikle o, ism-i mef'ûlü ism-i fâil yerine kullanmıştır. Tıpkı ( ism-i mef'ûl olarak); "bu uğursuzdur, bu da uğurludur" demek isterken, meş'ûm ve meymun fiillerini kullanmak gibi. Aklanmış diye ele açıklandığı gibi, yenik düşürülmüş ve buna mahkum edilmiş diye ele açıklanmıştır ki, bu açıklamayı Mukâtil yapmıştır. Bundan başka açıklamalar da yapılmıştır, bu açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. İbn Abbâs ve Ebû Nehîk'den nakledildiğine göre onlar, haber olarak; (.........): İsrailoğullarını istedi" diye oku muşlardır. Yani Mûsa, Fir'avundan, İsrailoğullarını serbest bırakıp onların yollarında durmamasını ve kendisiyle birlikte İsrailoğullarını göndermesini istedi. 102O da demişti ki: "Yemin olsun ki bunları, birer ibret olmak üzere göklerin ve yerin Rabbinden başka kimsenin indirmediğini bilmişsindir. Fir'avun! Ben de seni gerçekten helâk edilmiş sanıyorum." "O da demişti ki: Yemin olsun ki bunları" yani bu dokuz âyeti, "birer ibret" yani, yüce Allah'ın kudretine ve vahdaniyetine delil olarak kullanılacak belgeler "olmak üzere göklerin ve yerin Kabbinden başka kimsenin indirmediğini" burada indirmek, var etmek anlamındadır, "bilmişsindir." "(........): Bilmişsin" şeklinde "te" harfi üstün olarak, Fir'avun'a hitap olmak üzere okunmuştur. el-Kisaî ise te harfini ötreli olarak okumuştur. (O takdirde: Bilmişimdir, anlamındadır), Ali (radıyallahü anh) ın da kıraati budur ve o şöyle demiştir: Allah'a yemin olsun ki, Allah'ın düşmanı bunu bilmiş değildir. Ancak bilen Mûsa (aleyhisselâm)'dır. Bunun üzerine ben İbn Abbâs'a durumu bildirelim, o bana: Buradaki "te" harfi üstün iledir, dedi ve yüce Allah'ın: "Kalpleri onlara inandığı halde zulümle büyüklenmeleri sebebiyle onları inkâr ettiler." (en-Neml, 27/14 ) âyetini delil gösterdi ve inadı Fir'avun'a nisbet etti. Ebû Ubeyde şöyle demektedir: Bizce kabul edilen kıraat şekli "te" harfinin üstün okunuşudur. İbn Abbâs'ın delil gösterdiği husus dolayısıyla daha sahih olan da budur. Çünkü, Mûsa (aleyhisselâm) davet eden elçi kendisi olmakla birlikte: "Ben bilmişimdir" diyerek delil getirmez. Bütün bunlarla birlikte Hazret-i Ali'den bu kıraat sahih olarak nakledilmiş olsaydı, hiç şüphesiz delil olurdu. Ancak, ondan böyle bir kıraat sabit değildir. Bu kıraat, Külsum el-Muradî'den nakledilmektedir ki, o tanınmayan ve meçhul bir ravidir. el-Kisaî'den başka herhangi bir kimsenin bu şekilde okuduğunu bilmiyoruz. Şöyle de denilmiştir: Mûsa (aleyhisselâm), bu mucizelere dair bilgiyi Fir'avun'a izafe etmiştir. Çünkü Fir'avun, sihirbazların nelere güç yetirebileceğini bilen birisi idi. Hazret-i Mûsa'nın yaptığının benzerini hiç bir sihirbazın yapamayacağını ve ancak eşyayı yaratan, göklere ve yere malik olan kimsenin bunlara güç yetirebileceğini bilmişti. Mücahid de şöyle demektedir: Soğuk bir kış gününde Hazret-i Mûsa, Fir'avunun yanına gireli. Üzerinde giyindiği kadife bir elbisesi vardı. Hazret-i Mûsa, asasını bırakır bırakmaz bir ejderha oluverdi. Fir'avun, bulunduğu yerin iki tarafının da, ağzının içerisinde olduğunu görü verdi, bundan dehşete kapılarak, üzerindeki kadife elbisesini pisletti. "Fir'avun, ben de seni gerçekten helâk edilmiş sanıyorum" âyetindeki sanmak (zan), tahkik anlamındadır. "(........)-. Helâk olmak" da helâk olmak ve hüsrana uğramak anlamındadır. Şair el-Kümeyt şöyle demektedir: "Kudâ'a, Yemenli olmaktan dolayı hüsrana Uğratılmış ve hüsrana uğramış olduğunu gördü." Bunun lanetlenmiş olmak anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu anlamı, el-Minhâl, Saîd b. Cübeyr'den, o, İbn Abbâs'dan rivâyet etmiştir. Ebân b. Tağlih de böyle açıklamış ve şu beyi ti nakletmiştir: "Ey Kavmimiz, akılsızlık ederek bizimle Savaşmayı istemeyiniz Şüphesiz beyinsizlik de, haddi aşmak da lanetlenmiş bir şeydir." Meymûn b. Milinin da, İbn Abbâs'dan bunun "kıt akıllı" anlamında olduğunu söylediğini nakletmektedir. el-Me'mûn bir adama bakmış, ve ona: Ey mesbûr diye hitap edince, bu kelimenin ne anlama geldiği ona sorulunca şu cevabı vermiş: er-Reşîd dedi ki: el-Mansur, bir adama: Mesbur dedi. Ben ona bunun ne anlama geldiğini sordu m, o da bana: Bana Meymûn b. Mihrân anlattı... diyerek, İbn Abbâsin bu açıklamasını zikretti. Katade ise helâk olmuş anlamına geldiğini söylemiştir. Yine Katade ile el- Hasen ve Mücahid'den, helake uğramış anlamına geldiğini söyledikleri nak- ledilmiştir. "Sübûr" helâk oluş anlamındadır. "(........); Allah, düşmanı helâk etti" demektir. Hayırdan alıkonulmuş, engellenmiş anlamında olduğu da söylenmiştir. Dil bilginleri de: "(........): Seni bu işten engelleyen, alıkoyan nedir?" tabirini nakletmişlerdir. Yine; "(........): Allah onu engelledi, engeller" tabirini de nakletmişlerdir. İbnü'z-Ziba'ri der ki: "Sapıklık yollarını izlemekte şeytan ile aynı yolda gidiyordum Kim şeytanın meylettiği gibi saparsa şüphesiz ki o, helâk olmuş demektir." ed-Dahhâk "mesbûr'in, büyülenmiş anlamına geldiğini söylemiştir. Ancak, Hazret-i Mûsa da Fir'avuna, kendisine söylediği sözün bir benzerim farklı lâfız ile söylemiş ve böylece cevap vermiş olmaktadır. İbn Zeyd ise bu kelimenin, "ahmak ve akılsız" anlamına geldiğini söylemiştir. 103Bunun üzerine onları o yerden sürüp çıkarmak istedi. Biz de onu beraberindekilerle birlikte suda boğuverdik. "Bunun üzerine onları o yerden sürüp çıkarmak istedi." Yani Fir'avun, Hazret-i Mûsa ile İsrailoğullarını öldürmek yahut uzaklaştırmak suretiyle Mısır topraklarından çıkarmak istemişti. Allah ise onu helâk etti. 104Ondan sonra İsrailoğullarına şöyle dedi: "O yere siz yerleşin. Sonra âhiret vaadi gelince onları da sîzi de bir araya getireceğiz." "Ondan" yani, onun suda boğulmasından "sonra İsrailoğullarına şöyle dedik: O yere" Şam ve Mısır topraklarına "siz yerleşin. Sonra, âhiret" yani kıyâmet "vaadi gelince, onları da sizi de bir araya getireceğiz." Kabirlerinizden her bir yerden birbirinize karışmış olarak, birbiriyle tanışmayanlar olarak ve sizden hiçbir kimsenin kendi aşiret ve kabilesine doğru gitmesi sözkonusu olmaksızın haşredeceğiz. İbn Abbâs ve Katade dediler ki: Biz, hepinizi değişik cihetlerden getiririz. Anlam birdir. el-Cevherî şöyle demektedir: kef if: Bir araya gelmek, getirmek: Çeşitli kabilelerden bir araya gelen insanlar demektir. Mesela; "(........): Karmakarışık halde geldiler, bir arada geldiler" demektir. Yüce Allah'ın; "(........): Sizi de bir araya getireceğiz" âyeti, bir arada ve birbirinize karışmış olarak getireceğiz, demektir. Bir yemek, iki veya daha fazla türün karışımından meydana gelmiş ise ona: (........) denilir. "(........): Filan filanın arkadaşıdır" demektir. el-Esmaî de şöyle demektedir: Lef if: Çoğul isim olup tekili yoktur ve çoğul gibidir. Yani: Onlar, Mahşer vaktinde kabirlerinden birbirini tanımayan ve birbirine karışmış, etrafa darmadağınık halde yayılmış çekirgeler gibi çıkacaklardır. el-Kelbî de şöyle demektedir: "Sonra âhiret vaadi gelince" âyeti, Îsa (aleyhisselâm)'ın semâdan gelişi anlamındadır. 105Biz, onu hak olarak indirdik, o da hak olarak indi. Seni de ancak bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. "Biz onu hak olarak indirdik, o da hak olarak indi" âyeti, bundan önce geçen mucizeler ile Kur'ân-ı Kerîme dair açıklamalarla ilişkilidir. Zamir, Kur'âna racidir. "O da hak olarak indi" âyetindeki tekrarın açıklaması da şöyledir: Birincisi: Biz, onun hak olarak indirilmesini vacip kıldık. İkincisinin anlamı ise: Hakkı bünyesinde taşıyarak indi, anlamında olabilir. Mesela bir kimsenin, "elbiseleri ile çıktı" ifadesinin, elbiseleri üzerinde olduğu halde çıktı, anlamında olması gibi. "(........): Hak olarak" âyetindeki birinci "be"nin, "beraber" demek olup, hak ile beraber anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu da; "(........): Emir, kılıcı yanında olduğu halele bindi" demektir. "Hak olarak indi" ise, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ineli demektir. "(........): Zeyd'in yanına inelim" tabiri de böyledir. Anlamın şöyle olabileceği de söylenmiştir: Biz, onun hak ile inmesini takdir ettik ve o da böylece indi. 106Biz, onu insanlara ağır ağır okuyasın diye, bölüm bölüm ayırdığımız bir Kur'ân olarak (indirdik). Biz, onu kısım kısım indirdik. "Biz, onu, insanlara ağır ağır okuyasın diye, bölüm bölüm ayırdığımız bir Kur'ân olarak (indirdik)." Sîbeveyh'in görüşüne göre (........) Bir Kur'ân olarak" ifadesi, zahir olan fiilin tefsir ettiği mahzııf bir fiil ile nasb edilmiştir. Cumhûr burada; "(........): Biz onu... ayırdık" kelimesinin "ra" harfini şeddesiz okumuşlardır ki, bu da onu açıkladık, vuzuha kavuşturduk ve o kitapta hak ile batılı birbirinden ayırt ettik, demektir. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır. İbn Abbâs da onu tafsil ettik (geniş geniş açıkladık) diye açıklamıştır. İbn Abbâs, Ali, İbn Mes'ûd, Ubey b. Ka'b, Katade, Ebû Recâ ve en-Nehaî ise, "ra" harfini şeddeli okumuşlardır. Biz, onu bir defada değil de peyder pey biri diğeri arkasında, bölümler halinde indirdik, demektir. Ancak, İbn Mes'ûd ile Ubeyy'in kıraatinde; "(......): Senin üzerine kısım kısım onu indirdik" anlamında okumuşlardır. Kur'ân-ı Kerîm'in ne kadarlık bir süre zarfında indiği hususunda görüş ayrılığı vardır. Yirmibeş senede indiği söylendiği gibi, İbn Abbâs yirmi üç senede, demiştir. Enes, yirmi yılda inmiştir, demiştir. Bu ise, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yaşı ile ilgili görüş ayrılığına göre değişmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'in dünya semasına bir defada indiği hususunda ise herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde geçmiş bulunmaktadır. "Ağır ağır okuyasın." Uzun süre zarfında, arka arkaya bölümler halinde okuyasın, demektir. Bu açıklama İbn Mes'ûd'un kıraati ile uygunluk arzetmektedir. Yani Biz, o Kur’ânı âyet âyet ve sûre sûre indirdik. Birinci görüşe göre ise; "(........): Ağır ağır okuyasın" ifadesi, tilavet ve tertibinde onu ağır ağır okuyasın, anlamına gelir. Bu açıklamayı da Mücahid, İbn Abbâs ve İbn Cüreyc yapmışlardır. Bu da Kur'ân okuyan kimsenin kıraati ağır ağır, tertil ile, ve Kur'ân lâfzının fazlalık ya da eksiklik ile değiştirilmesine götürecek şekilde neşe verici nağmelere kaçmaksızın, mümkün olduğu kadarıyla güzel ve hoş bir seda ile okuması demektir. Çünkü, Kitab(ımız)ın baştaraflarında da geçtiği üzere lafızda fazlalık ya da eksiklik ile okuyuşlar haramdır. Kıraat âlimleri; "(........): Ağır ağır" deki "mim"i, -İbn Muhaysın müstesnâ- ötreli okumuşlardır. İbn Muhaysın buradaki "mim" harfini üstün okumuştur. Nitekim bu kelimenin mastarı hem "mim" harfi üstün, hem ötre, hem de esreli olarak üç türlü de okunabilir. Malik dedi ki: "Ağır ağır okuyasın" tane tane ve kelimeleri tek tek anlaşılır bir şekilde okuyasın, demektir. "(........); Biz, onu kısım kısım indirdik" âyetinde, önceki husus dolayısıyla mastar ile te'kiei ve mübalağa yapılmıştır. Yani Biz, o Kur'ân-ı Kerîmi ardı arkasına bölümler halinde indirdik. Eğer bütün farzları aynı anda yerine getirmeleri istenmiş olsaydı, ürküp kaçarlardı. 107De ki: "Ona ister îman edin, ister îman etmeyin. Çünkü bundan önce kendilerine ilim verilmiş olanlara okununca, çenelerinin üzerine yüz üstü secdeye kapanırlar." "De ki: Ona" yani, Kur'ân-ı Kerîm'e "ister îman edin, ister îman etmeyin." Bu, yüce Allah'ın onları azarlama ve tehdit etmek üzere kullandığı bir ifadedir. Yoksa muhayyer bırakmak anlamında değildir. "Çünkü bundan önce" yani, Kur'ân-ı Kerîm'in nüzulünden ve Peygamber Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)in Peygamber olarak ortaya çıkışından önce "kendilerine ilim verilmiş olanlara" İbn Cüreyc ve başkalarının görüşüne göre bunlar kitap ehlinden îman eden kimselerdir, "okununca, çenelerinin üzerine yüzüstü secdeye kapanırlar." İbn Cüreyc dedi ki: "Onlara okununca" âyeti, kitapları kendilerine okununca, demektir. Kur'ân onlara okununca, diye dé açıklanmıştır. "Çenelerinin üzerine yüzüstü secdeye kapanırlar." Denildiğine göre bunlar İsmail (aleyhisselâm) soyundan gelen bir topluluk idiler. Bunlar, yüce Allah, son Peygamber Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)i Peygamber olarak gönderinceye kadar kendi dinlerine sımsıkı sarılmış kimselerdi. Zeyd b. Arar b. Nufeyl ile Varaka b. Nevfel bunlardandı. Buna göre, kendilerine kitap verilmiş olanları kastetmemektedir. Aksine, din ilmi verilmiş olanları kastetmektedir. el-Hasen de şöyle demektedir: Kendilerine ilim verilenlerden kasıt, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın ümmetidir. Mücahid de şöyle demiştir: Bunlar, ya hilelilerden bir topluluktur. Bu da "bundan önce" ifadesi dolayısıyla daha kuvvetli görülmektedir. "Kendilerine... okununca" âyeti, Mücahidin görüşüne göre Kur'ân-ı Kerîm okununca... demektir. Çünkü bunlar, Kur'ân-ı Kerîm'den Allah'ın indirdiklerini işittiklerinde secdeye kapanırlar ve: "Rabbimizi tenzih ederiz. Gerçekten Rabbimizin vaadi kesin olarak gerçekleşir" (el-İsrâ, 17/108) diyorlardı. Şöyle de denilmiştir: Bunlar, kendi kitaplarını ve Hazret-i Peygambere Kur'ân'dan indirilenleri okuduklarında huşu' duyar, secde eder ve teşbih ederler ve: Tevrat'ta sözü edilen -yani, nitelikleri belirtilen- budur. Allah'ın vadettiği de mutlaka gerçekleşecektir, derler ve İslama meylederler. İşte bu âyet-i kerîme bunlar hakkında inmiştir. Bir kesim de şöyle demektedir: "Bundan önce kendilerine ilim verilmiş olanlar"dan kasıt, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan önce ilim verilmiş olanlardır. "Bundan önce" deki zamir ise, daha önce geçen: "De ki: Ona ister îman edin" âyeti gereğince, Kur'ân-ı Kerîm'e aittir. Her iki zamirin de Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ait olduğu ve yüce Allah'ın: "Kendilerine... okununca" âyetinde Kur'ân-ı Kerîm zikredilerek başlanmıştır da denilmiştir. 108Ve: "Rabbimizi tenzih ederiz, gerçekten Rabbimizin vaadi kesin olarak gerçekleşir" derler. Âyet, secde esnasında teşbihin câiz olduğuna delildir. Müslim'in Sahihinde ve başka kitaplarda Âişe (radıyallahü anha)'dan şöyle dediği zikredilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), secde ve rükû'unda: "(........): Allah'ım, seni hamdin ile tesbih ederim, Allah'ım bana mağfiret buyur" sözlerini çokça tekrar ederdi. Buhârî, Ezan 149, Meğâzî 51. Tefsir 10. sûre 2; Müslim, Salat 217; Ebû Dâvûd, Salat 148; Nesâî, Tatbik 64, 65; lön Mâce, İkâmetu's-Salât 20; Müsned, VI, 43, 49, 190. 109Ve ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar ve bu, onların kalplerini daha da yumuşatır. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1. Çeneleri Üstü Secdeye Kapananlar: Yüce Allah'ın: "Ve ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar" âyeti, onların nitelendirilmesinde bir mübalağa ve onlar için bir övgüdür. İlim cicle etme lütfuna sahip olan, ondan birşeyler tahsil eden herkesin bu mertebeye ulaşması ve Kur'ân-ı Kerîmi işittiği vakit, kalbinin huşu' ile dolup zillet içerisinde tevazua bürünmesi gerekir. Ebû Muhammed ed-Dârimî'nin Müsned'inde et-Teymî'den şöyle dediği nakledilmektedir: Her kime, kendisini ağlatmayacak türden bir ilim verilecek olursa o, kendisine (faydalı) ilim namına hiç bir şey verilmemeye lâyıktır. Çünkü yüce Allah ilim adamlarının niteliklerini zikretmiş bulunmaktadır, dedikten sonra bu âyet-i kerimeyi okumuştur. Dârimî, Mukaddime 29, h.no: 297. Parantez içindeki "faydalı" ibaresi, Dârimî'den. Bunu, et-Taberî de nakletmektedir. "(........): Çeneler" kelimesi, (........) in çoğulu olup, bu da alt ve üst çenelerin bir araya geldiği yerdir. el-Hasen der ki: Çeneler, (iki çenenin birleştiği yer değil) genel olarak "çeneler" demektir. Yani, onlar secde esnasında çenelerini yere koyarlar. Bu da alçak gönüllülüğün en ileri derecesidir. Bu kelimenin başına gelen "lâm", "(........) ...e, a, üzerine" anlamındadır. Mesela, (........) ifadesi, "(........): Ağzı üzerine düştü" demektir. İbn Abbâs der ki: "Ve ağlayarak çeneleri üstü" secdeye kapanırlar. Yüzleri üzerinde secdeye varırlar, demektir. Özellikle çeneleri sözkonusu etmesi, çenenin insan yüzünde (secde esnasında yere) en yakın yer oluşundan dolayıdır. İbn Huveyzimendad der ki: Çene üzerine secde etmek câiz değildir. Çünkü burada "çene" ile secde kastedilmektedir. Bazen, bir şey zikredilerek onun yanı başındaki şey, bir bölümü de zikredilerek onun tamamı kastedilebilir. Mesela: Secde ederek yüzü üzere kapandı, denilir ve yanağı ve gözü üzere secde etmemekle birlikte bu tabir bu şekilde kullanılır. Nitekim şair: "Elleri ve ağzı üzerine yere yıkıldı." derken, yüzü ve elleri üzere yere yıkıldı, demek istemiştir. 2. Namazda Ağlamanın Hükmü: Yüce Allah'ın: "Ağlayarak" âyeti, namazda yüce Allah'ın korkusundan, yahut işlemiş olduğu bir masiyetten dolayı ağlamanın câiz olduğuna, bu ağlamanın namazı bozmadığına ve ona herhangi bir zarar vermediğine delildir. İbn Mübarek'in, Hammâd b. Seleme'den naklettiğine göre, o, Sabit el-Bünâni'den, o, Mutarrif b. Abdullah b. eş-Şihhîr'den, o, babasından şöyle dediğini nakletmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına vardım. Namaz kılıyordu. İçinden, ağlamaktan dolayı tencerenin fokurdarken çıkardığı ses gibi içinden ses geliyordu. Nesâî, Selıv 18; Müsned, IV. 25. 26. Ebû Dâvûd'un kitabında da: Göğsünde ağlamaktan dolayı değirmenin çıkardığı bir ses gibi ses vardı denilmektedir. Ebû Dâvûd, Salat 157 3. Namaz Esnasında İnlemek: Fukahâ, namaz esnasında inlemenin hükmü hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Malik dedi ki: Hasta olanın inlemesi namazı bozmaz. Ancak sağlıklı bir kimsenin inlemesini mekruh görüyorum. es-Sevrî de böyle demiştir. İbn el-Hakem de Malik'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Tenahnuh (öhü diyerek boğazını arıtmak), inlemek ve üflemek namazı bozmaz. İbnü'l-Kasım ise bozar demiştir. Şâfiî de şöyle demektedir: Bunları yaparken, eğer işitilir ve anlaşılır harfleri de çıkarsa namazı bozar. Ebû Hanîfe de şöyle demektedir: Eğer, Allah korkusundan (inler) ise namazı bozmaz. Şayet ağrıdan dolayı olursa namazı bozulur. Ebû Yûsufdan gelen rivâyete göre ise, bütün bu hallerde namaz kılanın namazı tamdır. Çünkü hasta ve zayıf olan bir kimsenin inlememesi sözkonusu değildir. 4. Kalp Yumuşaklığı (Huşu'): Yüce Allah'ın: "Bu onların kalplerini daha da yumuşatır" âyetinde geçen huşu' ile ilgili açıklamalar bundan önce el-Bakara Sûresi'nde (2/45. âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır, ileride de gelecektir. 110De ki: "İster Allah diye çağırın, ister Rahmân diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız çağırın, esasen en güzel isimler O'nündür." Namazında sesini ne pek yükselt, ne de pek kıs. İkisi ortası bir yol tut. "De ki: İster Allah diye çağırın, ister Rahmân diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız çağırın, esasen en güzel isimler O'nundur" diye başlayan bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi şudur: Müşrikler, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Ey Allah, ey Rahmân" diye dua ettiğini görünce: Muhammed. bize birtek ilâha dua etmemizi emrediyorken, kendisi iki ilaha dua edip çağırıyor, dediler. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Mekhûl de şöyle demektedir: Bir gece Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) teheccüd namazı kıldı ve duasında: "Ya Rahmân, ya Rahîm" dedi. Müşriklerden birisi onun bu duasını işitti. Yemâme'de de er-Rahmân diye adlandırılan bir adam vardı. Bu sözü işiten kişi şöyle dedi: Muhammed'e ne oluyor ki, Yemâme'nin Rahmânina dua ediyor. Bu âyet-i kerîme bu iki ismin (Allah ve Rahmânin) aynı yüce zatın iki ayrı ismi olduğunu beyan etmek üzere indi. Eğer siz O'na Allah diye dua edecek olursanız O'dur, yine O'na Rahmân diye dua ederseniz yine O'dur. Şöyle de denilmiştir: Onlar, mektuplarının başına: "Bismikellahümme: Senin Adın ile ey Allah'ım" diye yazıyorlardı. Bu sefer: "Şüphesiz ki o, Süleymandandır ve muhakkak ki o Bismillahirrahmanirrahim (diye başlamaktadır)" (en-Neml, 27/30) âyeti nazil olunca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) "Rahmân ve Rahîm Allah'ın adıyla" diye yazmaya başladı. Bu sefer müşriklerin: Hadi Rahîm’i tanıyoruz. Peki er-Rahmân ne oluyor? demeleri üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Bir diğer açıklamaya göre yahudiler: Ne oluyor ki biz, Kur'ân-ı Kerîm'de Tevrat'da da çokça geçen bir ismi işitip duruyoruz. Bu sözleriyle Rahmân ismini kastediyorlardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Talha b. Mûsarrif "(........): Hangisini (kimi) çağırırsanız çağırın, esasen en güzel isimler O'nundur" diye okumuştur ki, vasıfların en faziletlisi, manaların en şereflisini gerektiren en güzel isimler O'nundur, demektir. İsimlerin güzelliği ise, şeriatın onları güzel görmesiyle açıklanır. Bu da şeriatın o isimlerin güzelliğini belirtmesi ve bunu nass ile belirlemesi ile olur. Buna şu da eklenmiştir: Bu isimler, aynı zamanda oldukça güzel ve şerefli anlamları da ihtiva etmektedir. Bu güzel isimler, tevkif ile bilinir. Yüce Allah'a, Kur'ân, hadis veya icmam tevkifi ile olmadıkça - "el-Kitabu’l Esna fi Şerhi Esmaillahi’l-Hüsna" acili eserimizde de açıkladığımız gibi- nazarî yolla (akıl, mantık ve kıyas ile) Allah'a bir isim vermek sahih değildir. "Namazında sesini ne pek yükselt, ne de pek kıs" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız: 1. Bu Âyetin Nüzul Sebebi: Bu âyetin nüzul sebebi ile ilgili beş ayrı görüş vardır: 1- İbn Abbâs'ın, yüce Allah'ın: "Namazında sesini ne pek yükselt, ne de pek kıs" âyeti hakkında şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bu âyet-i kerîme, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'de gizli saklı bulunuyorken inmiştir. Ashabı ile namaz kıldığında yüksek sesle Kur'ân-ı Ketim okurdu. Müşrikler bunu işitince Kur'ân-ı Kerîm'e, onu indirene, onu getirene sövüyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah: "Namazında sesini ne pek yükselt" ki, müşrikler senin kıraatini işitmesinler. "Ne de" ashabın işitmeyecek kadar "pek kıs." Onlara okuduğun Kur’ânı işittir, fakat o kadar da sesini yükseltme! diye buyurdu. "İkisinin ortası bir yol tut." (İbn Abbâs) dedi ki: Yüksek sesle okumak ile kısık sesle gizlice okumak arasında bir yol tuttur, demektir. Bunu Buhârî, Müslim, Tirmizî ve başkaları rivâyet etmişlerdir, lâfız Müslim'indir. Buhârî, Tefsir 17. sûre 14, Tevhid 34, 44, 52; Müslim, Salât: 145; Tirmizî, Tefsir 17. sûre 15; Nesâî, İftitâh 80; Müsned, I, 23, 215. Muhâfete (kısık sesle söyleme); sesin alçaltılması ve hareketsizlik anlamındadır. Ölü soğuduğu vakit, (........) diye durumu anlatılır. Şair şöyle demektedir: "Geriye ancak oldukça kısık bir ses kaldı Ve bebeği donakalmış bir göz Onun bu durumuna musibete sevinen düşman bile ona mersiye okudu Musibetine sevinen düşmanın kendisine mersiye okuduğu kimsenin vay haline!" 2- Yine Müslim'in rivâyetine göre, Âişe (radıyallahü anha) yüce Allah'ın: "Namazında sesini ne pek yükselt, ne de pek kıs" âyeti hakkında: Bu âyet, dua hakkında inmiştir demiştir. Müslim, Salât 146. 3- İbn Şîrîn dedi ki: Bedevi Araplar şehâdet getirdiklerinde (teşehhüdde) seslerini yükseltirlerdi. Bu âyet-i kerîme bu hususa dair inmiştir. Derim ki: Buna göre âyet-i kerîme teşehhüdün gizlice yapılmasını ihtiva etmektedir. İbn Mes'ûd da şöyle demiştir: Teşehhüdü gizli yapmak sünnettendir. Bunu da İbnüİ-Münzir nakletmektedir. 4- Yine İbn Şîrîn "den rivâyet edildiğine göre Ebû Bekir (radıyallahü anh) gizlice Kur'ân okurdu. Ömer (radıyallahü anh) ise yüksek sesle Kur'ân okurdu. Niçin böyle yaptıkları kendilerine sorulunca, Ebû Bekir (radıyallahü anh) şöyle dedi: Ben, Kur'ân okurken Rabbime gizlice sesleniyorum. Ve O, benim kendisinden ne istediğimi bilir. Hazret-i Ömer de şöyle dedi: Ben, böyle okumakla şeytanı kovuyor, uyuklayanı da uyandırıyorum. Bu âyet-i kerîme nazil olunca, Hazret-i Ebû Bekir'e: Sen sesini biraz yükselt, Hazret-i Ömer'e de: Sen de sesini biraz alçalt denildi. Bunu da et-Taberî ve başkaları nakletmişlerdir. Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, V, 350 5- Yine İbn Abbâs'dan rivâyet edildiğine göre bunun anlamı: Gündüz namazında cehren okuma, gece namazında da içten okuma, demektir. Bunu da Yahya b. Selam ile ez-Zehrâvî nakletmektedirler. O halde bu âyet-i kerîme nafile ve farz namazlardaki kıraatlerde cehren okuma ile gizlice okumaya dair hükümleri ihtiva etmektedir. Nafile namazlarda namaz kılan kişi gece olsun, gündüz olsun cehren okumak ile gizli okumakta muhayyerdir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da böylece rivâyet edilmiştir. Buna göre o, her iki şekilde de davranırdı. Farzlarda ise gece ve gündüzün kıraatin hükmü bilinen bir husustur. 6- Altıncı bir görüş olarak da el-Hasen şöyle demektedir: Yüce Allah: Açıktan namaz kılarken onu güzelleştirmek suretiyle, gizliden namaz kılarken de onu gelişigüzel kılmak suretiyle kıldığın namazında riyakârlık yapma! diye buyurmaktadır. İbn Abbâs da şöyle demektedir: Sen, insanlara karşı riyakârlık yaparak namaz kılma ve insanlardan korkarak da namazı terk et me! 2. Namaz ve Kur'ân Okumak: Yüce Allah burada "namazdı "kıraat" diye ifade etmiştir. Nitekim: "Sabah namazını da. Çünkü sabah namazı şahit olunandır." (el-İsra, 17/78) âyetinde de namazdan, "Kur'ân" diye söz etmektedir. Çünkü bunların herbiri, diğeri ile sıkı sıkıya ilişkilidir. Zira namaz hem Kur'ân kıraatini, hem rükû' ve hem de sücûd'u kapsamaktadır. O halde Kur'ân okumak namazın parçalarından birisidir. Yüce Allah da Arapların mecazi ifadelerdeki adetine uygun olarak geneli, cüz'ünü zikrederek, cüz'ü de genelini zikrederek ifade etmiştir. Bu Arap dilinde çokça kullanılan bir şeydir. Sahih hadisdeki: "Ben namazı, Benimle kulum arasında ikiye pay ettim" Müslim, Salat 38, 40; Tirmizî, Tefsir 1. sûre 1: Nesâî, İftitâh 23; Muvatta’, Nida 39: Müsned, II, 285, 460. hadisi de bu kabildendir. Burada namazdan kasıt, -önceden de geçtiği üzere- Fâtiha Sûresi'nin namazda okunmasıdır. 111Ve de ki: "Çocuk edinmemiş, mülkte hiç bir ortağı olmayan, acizliğinden ötürü velisi de bulunmayan Allah'a hamd olsun." Onu tekbir ettikçe et. "Ve de ki: Çocuk edinmemiş... Allah'a hamd olsun" âyet-i kerimesi, yahudilerin, hristiyanların ve Arapların ayrı ayrı, Uzeyr, Îsa ve meleklerin, yüce Allah'ın soyundan, züriyetinden geldikleri şeklindeki görüşlerini reddetmektedir. Allah, onların bu iddialarından yücedir, münezzehtir. "Mülkte hiç bir ortağı olmayan." Çünkü, ne mülkünde, ne de ibadette ortağı bulunmayan bir ve tek olandır. "Acizliğinden ötürü de velisi bulunmayan." Mücahid dedi ki: Yani O, hiç bir kimseyle (dayanışma) antlaşma yapmadığı gibi, hiç bir kimsenin yardımını alma yolunu da aramamıştır. Yani O'nun, acizliğinden dolayı kendisini himaye edecek ve böylelikle savunmasını yapacak bir yardımcısı olmamıştır. el-Kelbî dedi ki: Yahudilerden ve hristiyanlardan O'nun bir velisi olmamıştır. Çünkü onlar insanların en zelilleridir. Bu da onların: Biz, Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz, şeklindeki sözlerini reddetmek içindir. el-Hasen b. el-Fadl şöyle demektedir: "Acizliğinden ötürü velisi de bulunmayan" yani hiç bir şekilde âciz ve zelil düşürülmeyen... O bakımdan hiç bir veliye ve yardımcıya da muhtaç olmaz. Çünkü O, azizdir ve büyüktür. "Onu tekbir ettikçe et." Onu, tam ve eksiksiz bir şekilde ta'zim et. Denildiğine göre ta'zim ve iclâl anlamında Arapların en beliğ lâfzı "Allahu ekber" lâfzıdır. Yani sen O'nu, herşeyden daha büyük olmakla vasfet demektir. Şair de şöyle demektedir: "Ben, Allah'ın herşeyden daha büyük olduğunu ve Askerlerinin de hepsinden çok olduğunu gördüm. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da namaza başladı mı: "Allahu Ekber" derdi. Kitabımızın baş taraflarında da bu geçmiş bulunmaktadır. Ömer b. el-Hattâb dedi ki: Kulun Allahu Ekber demesi dünyadan ve dünyadaki herşeyden hayırlıdır. Bu âyet-i kerîme Tevrat'ın son âyetidir. Mutarrifin rivâyetine göre Abdullah b. Ka'b şöyle demiştir: Tevrat, Fâtiha Sûresi'nin başındaki âyetlerle başlamış ve bu sûrenin sonundaki âyetlerle sona ermiştir. Gelen rivâyette bu âyet-i kerimeye "âyetül-ız" denilmektedir. Bunu da Muaz b. Cebel, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiştir. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 52 Amr b. Şuayb babasından, o, dedesinden şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Abdulmuttaliboğullarından bir küçük çocuğun dili açıldı mı ona: "Ve de ki: Çocuk edinmemiş... Allah'a hamd olsun" âyetini öğretirdi. Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, V, 353 Abdulhamid b. Vâsıt dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim: Ve de ki... Allah'a hamd olsun" âyetini okursa Allah ona, yer ve dağlar gibi ecir yazar. Çünkü yüce Allah, kendisine evlat isnad eden kimseler hakkında: "Bundan dolayı neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp dağılarak yıkılacak" (Meryem, 19/90) diye buyurmaktadır." Yine haberde nakledildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), borçtan kendisine şikâyette bulunan bir kimseye: "De ki: İster Allah diye çağırın, ister Rahmân diye çağırın..." dan sûrenin sonuna kadar ki buyrukları okumasını, sonra da üç defa: Asla ölmeyen, hay olana tevekkül ederim, demesini emretmiştir." el-İsra Sûresi (nin tefsiri) burada sona ermektedir. Salât ve Selâm, kendisinden sonra hiç bir Peygamber gelmeyecek olanadır. |
﴾ 0 ﴿