KEHF SÛRESİ

(Mekke'de İnmiştir, Yüzon Âyettir)

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile

Bütün müfessirlerrin görüşüne göre Mekke'de inmiştir. Bir kesimden, sûrenin baş tarafından itibaren:

"Kupkuru bir toprak yaparız" 8. âyette kadar olan bölümün Medine'de indiği görüşü de rivâyet olunmakla birlikte, birinci görüş daha sahihtir.

Bu sûrenin faziletine dair, Enes yoluyla gelen hadiste şöyle rivâyet edilmektedir: Her kim bu sûreyi okuyacak olursa ona, sema ile arz arasını kaplayan bir nûr verilir ve onun sayesinde kabir fitnesinden muhafaza olunur. Muâz b. Enes el-Cuhenîden rivâyete göre. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşiur: "Kim Kehf SÛRESİ'nin baş taraftarı ile sonlarını okursa, bu sûre onun için tepeden tırnağa, kadar bir nûr olur. Kim de tamamını okursa, onun için gök ile yer arasında bir nûr olur." iMüsned, III. 439)

İshak b. Abdullah b. Ebi Ferve dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ben sizlere, azametleri gökler ile yer arasını dolduran, yetmiş bin meleğin uğurladığı ve onu okuyana da benzerinin verileceği bir sûre göstereyim mi?" Onlar: Göster ey Allah'ın Râsulü, dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Bu, Ashab-ı Kehf Sûresi'dir. Kim bu sûreyi Cuma günü okursa, üç gün fazlası ile birlikte gelecek Cumaya kadarki günahlan mağfiret olunur. Ona, semaya ulaşan bir nûr verilir ve Deccal'in fitnesinden muhafaza olunur." Bunu, es-Sa'lebî de zikrettiği gibi. el-Mehdevî de bunu bu anlamda zikretmiştir. Yakın manada Hazret-i Âişe'den gelen bir rivâyet: Süyûtî. ed-Durru'l-Mensur, V, 356.

Dârimî'nin Müsned'inde Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Her kim, Cuma gecesi Kehf Sûresi'ni okuyacak olursa, bir nûr kendisi ile el-Beytü’l-Atik arasındaki mesafeyi onun İçin aydınlatır Dârimi, Fedaili'l-Kuran 18.

Müslim'in Sahih'inde, Ebû'd-Derdâ'dan, rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim, Kehf Sûresi'nin baş tarafından on âyet-i kerîme ezberliyecek olursa Deccal'a karşı korunur." Müslim, Salâm'l-Müsâfirin 257: Ebû Dâvûd, Metinim 14; Müsned, V, 196, VI. 449. Bir başka rivâyette ise "Kehf Sûresi'nin sonundan" denilmektedir. Müslim, Salatu-Müsafirîn 257: Ebû Dâvûd, Melâhîm 14.

Yine Müslim'de, en-Nevvas b. Sem'ân yoluyla gelen hadiste şöyle denilmektedir: "Kim ona -yani Deccal'a- yetişecek olursa, ona karşı Kehf Sûresi'-nin baş taraflarını okusun." Müslim, Filen 110; Ebû Dâvûd, Melâhim 14; Tirmizî, Fiten 59: İbn Mâce, Fiten 33

Bunu es-Sa'lebî de nakletmiş ve şöyle demiştir; Semure b. Cundub dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Kim, ezbere Kehf Sûresi'nden on âyet-i kerîme okuyacak olursa, Deccal fitnesinin ona bir zararı olmaz." Bu hadisi Semure b. Cundub'un rivâyeti ile tesbit edemedik. Esasen, Müslim'in Ebû'd-Derdâ'dnn kaydettiği az önce zikredilen rivâyet buna ihtiyaç bırakmamaktadır. Kim, sûrenin de tamamını okursa cennete girer.

1

Hamd, kuluna Kitabı indiren ve onda hiç bir eğrilik komayan Allah'adır ki,

2

O, dosdoğru bir Kitaptır. Kendi katından şiddetli bir azâbı bildirmek, salih ameller işleyen mü’minlere de güzel bir mükâfat olduğunu müjdelemek için (indirilmiştir).

3

Ki, o mükâfat içinde ebediyen kalacaklardır.

"Hamd, kuluna Kitabı indiren ve onda hiç bir eğrilik komayan Allah'adır ki, o dosdoğru bir Kitaptır" âyeti (ile ilgili olarak), İbn İshak'ın naklettiğine göre Kureyşliler, en-Nadr b. el-Hâris ve Ukbe b. Ebi Muayt'ı, yahudi ilim adamlarına gönderdiler ve onlara şu talimatı verdiler: Muhammed hakkında bunlara soru sorun ve onlara, Muhammed'in niteliklerini anlatın. Neler söylediklerini bildirin. Çünkü onlar, kendilerine ilk kitap verilmiş kimselerdir. Ve onların yanında bizim sahip olmadığımız türden Peygamberlerin getirdiği bilgiden malumat vardır. Bunun üzerine en-Nadr ile Ukbe yola çıktılar ve Medine'ye gittiler. Medine'ye varıp yahudi ilim adamlarına, Râsulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında soru sordular. Onlara durumunu anlattılar, söylediği sözlerin bir bölümünü haber verdiler ve şöyle dediler: Siz, Tevrat ehlisiniz. Biz size, bizim bu arkadaşımızın durumunu bildirmeniz için geldik. Yahudi İlim adamları onlara şöyle dedi: Bizim size söyleyeceğimiz üç hususu ona sorunuz. Eğer bunlara dair size haber verecek olursa o, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Şayet bunu yapmayacak olursa o, Allah'a yalan uyduran bir kimsedir. O takdirde uygun gördüğünüzü ona yaparsınız. Siz ona, eski zamanda ayrılıp gitmiş genç bir takım delikanlıların durumlarının ne olduğunu sorunuz. Çünkü, gerçekten onların hayret edilecek bir halleri olmuştu. Yine ona, dünyanın doğularına ve batılarına ulaşmış, oldukça dolaşmış bir kimseye dair soru sorunuz. Onun haberi ne olmuştur? Yine ona Ruh hakkında sorunuz, o nedir? Eğer size bunları haber verecek olursa, ona uyunuz, o bir peygamberdir. Eğer yapmayacak olursa, biliniz ki o, yalan uyduran bir kimsedir. Onun hakkında uygun göreceğiniz uygulamayı yapınız.

en-Nadr b. el-Haris ile Ukbe b. Ebi Muayt, Medine'den dönüp Mekke'ye geldiler ve Kureyşlilere şöyle dediler: Ey Kureyşliler topluluğu! Biz sizlere, sizin ile Muhammed arasında ayırd edici hükmü vermenizi sağlayacak bir çözüm getirdik. Yahudi ilim adamları bizlere, ona sormamızı istedikleri bazı hususlar söylediler. Ve eğer bunlar hakkında size haber verirse o bir peygamberdir. Vermeyecek olursa, yalan uyduran bir kimsedir ve onun hakkında uygun gördüğünüzü yapınız, dediler.

Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip şöyle dediler: Ey Muhammed, sen bizlere, ilk zamanlarda ayrılıp gitmiş genç delikanlıların durumunu haber ver. Çünkü onların başından hayret edilecek şeyler geçmişti. İkinci olarak sen bize, yeryüzünün doğularına ve batılarına gitmiş, oldukça dolaşmış bir adam hakkında haber ver, ayrıca bizlere Ruh'un ne olduğunu da bildir.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara: "Yarın size bu istediğiniz hususları haber vereceğim" deyip, "inşaallah" demedi. Onlar da yanından ayrılıp gittiler. İddia edildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onbeş gün geçtiği halde yüce Allah bu konuda ona bir vahiy indirmedi ve Cebrâîl de yanına gelmedi. Nihayet Mekkeliler, yalan haberler yayarak: Muhammed bize yarın haber vereceğini vadettiği halde, işte bu onbeşinci günün sabahı. Kendisine sorduğumuz herhangi bir şeyi haber vermedi, dediler. Nihayet vahyin gecikmesi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı üzdü, kederlendirdi. Mekkelilerin konuştukları ona ağır geldi. Daha sonra Cibril (aleyhisselâm), Allah (c.c) nezdinden ona Kehf ashabının sözkonusu edildiği sûreyi getirdi. Bu sûrede, Hazret-i Peygamber'e, onlar için üzülmesinden dolayı serzenişte bulunulduğu gibi, ona sordukları genç delikanlıların durumu ile dünyayı dolaşıp gezmiş adamın haberini ve Ruh'un mahiyetine dair sorduklarının cevabını getirdi.

İbn İshak dedi ki: Bana nakledildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Cibril'e: "Ey Cibril! Senin hakkında olumsuz kanaat beslememize sebep teşkil edecek kadar bizden uzak kaldın" dedi, Cibril ona:

"Biz, ancak Rabbinin emri ile ineriz. Bizim Önümüzdeki, arkamızdaki ve bu ikisinin arasındaki her şey yalnız O'nundur. Rabbin unutkan değildir" (Meryem, 19/64) dîye cevap verdi.

Şanı yüce Allah sûreye, kendi yüce zatına hamd ile ve Râsulünün nübüvvetini sözkonusu ederek başladı. Çünkü onlar, Hazret-i Peygamber'in nübüvvetini inkâr etmişlerdi. Yüce Allah, bu sûreye: "Hamd, kuluna Kitabı indiren... Allah'adır ki" diye buyurdu. Yani, Muhammed'e Kitabı indiren Allah’dır. Sen, Benim tarafımdan gönderilmiş bir Râsulsün. Yani bu, onların senin nübüvvetine dair sordukları hususu tahkik ile ifade etmektedir, "Ve onda hiç bir eğrilik komayan" yani Kitabı, hiç bir tutarsızlığı bulunmayan, son derece mutedil ve uygun şekliyle indiren Allah'adır. "Kİ o, dosdoğru bir Kitaptır. Kendi katından" yani, seni Râsul olarak gönderen Rabbinin nezdinden "şiddetli bir azâbı" dünyada acil cezasını, âhirette de can yakıcı azabını "bildirmek, salih ameller işleyen mü’minlere de güzel bir mükâfat olduğunu müjdelemek için" indirmiştir. "Ki, o mükâfat içinde ebediyen kalacaklardır." Yani, kendilerinden başkalarının seni yalanladığı, senin getirdiğin hususlarda seni tasdik eden ve emretmiş olduğun amelleri işleyen kimseler, içinde ebediyen Ölmeyecekleri ebedilik yurdunda olacaklardır.

"Ve: Allah çocuk edindi, diyenleri uyarmak için" (el-Kehf, 18/4.) indirmiştir. Yani Allah, Kureyşlileri: Bizler Allah'ın kızları olan meleklere ibadet ediyoruz, dediklerinden dolayı uyarmak içindir. Halbuki "onlarında" kendilerinden ayrılmalarını ve dinlerini ayıplamalarını büyük bir şey olarak değerlendiren

"babalarının da buna dair hiç bir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan bu söz ne büyük!" (el-Kehf, 18/5)

Bununla, onların: Melekler Allah'ın kızlarıdır, sözlerini kastetmektedir.

"Onlar, ancak yalan söylerler. Bu söze îman etmezler diye arkalarından üzülerek kendini helâk edeceksin nerdeyse." (el-Kehf, 18/6) Çünkü Hazret-i Peygamber, onların îman edeceklerini umuyor idi. Umudu gerçekleşmeyince onlara üzüldü. Bununla, ona böyle yapma, denildi.

İbn Hişam dedi ki: Kendini helâk edeceksin" âyeti, Ebû Ubeyde'nin bana naklettiğine göre, nefsini helake sürükleyeceksin, anlamındadır. Şair Zu'r-Rimme de şöyle demiştir:

"Ey kederin kendisini helâk ettiği kişi!

Takdirin elinden uzaklaştırdığı bir şey sebebiyle..."

Bu kelimenin çoğulu; şekillerinde gelir. Bu beyit, Zu'r-Rimme'ye ait bir kasidede yer almaktadır.

Araplar da; Bütün gayretimi ortaya koyarak ona nasihat verdim ve onun için kendimi helâk ettim" derler.

"Hangisi daha güzel amelde bulunacak diye onları imtihan etmek için yeryüzünde bulunanları Biz ona bir süs yaptık." (el-Kehf, 18/7) İbn İshak dedi ki: Yani, onların hangisinin emrime daha çok tabi olacağını, Benim itaatim gereğince amel edeceğini ortaya çıkarmak için böyle yaptık. "Bununla beraber Biz, onun" yani yerin üstünde

"olan şeyleri elbet kupkuru bir toprak yaparız." (el-Kehf, 18/8) Çünkü yeryüzünün üzerindeki her şey fanidir ve zeval bulacaktır. Dönüş de Bana olacaktır ve Ben herkese amelinin karşılığını vereceğim. O bakımdan, senin bu dünyada görüp duyduklarından dolayı kederlenme, bunlar seni tasalandırmasın.

İbn Hişam dedi ki: Toprak" kelimesi, yerin yüzü demektir. Çoğulu da; şeklinde gelir. Zu'r-Rimme, küçük bir ceylan yavrusunu anlatırken şöyle demektedir:

"Sanki o, başın kemiklerinde (etki yapan.) bir şarap sarhoşluğunun

Kuşluk vaktinde toprağın üzerine attığı bir yavru gibidir."

Bu beyit, ona ait bir kasidede yer almaktadır. Saîd (toprak), aynı zamanda yol anlamına da gelir. Nitekim hadiste şöyle denilmektedir: “ Suudât'da oturmaktan sakınınız.” Müsned, 111,61 Yollarda oturmaktan sakınınız, demek istemektedir.

“Kupkuru" İfadesi hiç bir şey getirmeyen yer demek olup çoğulu: şeklinde gelir. Yağmur yağmayan yıl" demektir. Çoğulu da: Yağmur yağmayan yıllar" anlamındadır. Ayrıca böyle bir yılda kıtlık, kuraklık ve darlık da bulunur. Zu'r-Rimme, bir deveden söz ederken şöyle demektedir:

"Vurup itmek ile kıtlık ve sıkıntılar, karınlarında bulunanları tüketip bitirdi

Geriye sadece oldukça kalın kaburga kemikleri kaldı."

İbn İshak dedi ki: Daha sonra Hazret-i Peygamber'e sordukları bir husus olan genç delikanlıların kıssası ile ilgili vahyi aldı. Orada şöyle buyurulmaktadır:

"Sen, Kehf ve Rakîm ashabını âyetlerimiz arasında hayret edileceklerden mi sandın?" (el-Kehf, 18/9) Yani, Benim kullarım arasında koymuş bulunduğum âyetlerim (delil ve belgelerim) arasında bunlardan daha çok hayret edilecek şeyler de vardır.

İbn Hişam dedi ki: Rakîm, onların durumlarına dair haberin yazılı olduğu, yazılı belge demek olup çoğulu "rukum" gelir. el-Accâc dedi ki:

"Ve yazılı bulunan mushafın karar kıldığı yer hakkı için."

Bu mısra da onun recez veznindeki bir kasidesinde yer almaktadır.

İbn İshak dedi ki: Daha sonra şöyle buyurmaktadır:

"Hani o yiğit delikanlılar bir mağaraya sığınmışlar ve şöyle demişlerdi: Rabbimiz! Bize, tarafından bir rahmet, işimizde bize doğruyu bulma başarısını ver! Bunun üzerine Biz de, nice yıllar mağarada kulaklarına vurduk. Sonra da iki zümreden hangisinin bekledikleri süreyi daha iyi hesap ettiğini ayırt edelim diye onları uyandırdık." (el-Kehf, 18/10-12) Daha sonra şöyle buyurulmaktadır:

"Biz, sana onların kıssalarını gerçek şekli ile" doğru olarak bildirmek suretiyle

"anlatalım: Gerçekten bunlar, Rabblerine îman eden genç yiğitlerdi. Biz de onların hidâyetlerini artırmıştık. Dikilip de: Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O'ndan başkasını ilâh diye çağırmayız. O takdirde gerçekten son derece batıl bir söz söylemiş oluruz, dediklerinde Biz, kalplerine sabır ve metanet vermiştik." (el-Kehf, 18/13-14) Yani onlar, sizin bana bilginiz olmadık şeyleri ortak koştuğunuz gibi ortak koşmadılar.

İbn Hişam dedi ki: "Şetat: Batıl söz" hakkı aşıp geçmek, aşırıya kaçmak demektir. A'şa b. Kays b. Sa'lebe de şöyle demektedir:

"Siz, (bize zulmetmekten) vazgeçecek misiniz?

Esasen haksızlık yapan ve aşırı giden kimseleri ancak

Yağın da, fitillerin de (tedavi etmek amacıyla) içine doldurulurken kaybolup gittiği derin bir yara gibi hiç bir şey (haksızlığından) alıkoymaz."

Bu beyit de-ona ait bir kasidede yer almaktadır.

İbn İshak dedi ki:

"Şunlar, şu bizim kavmimiz, Ondan başka ilahlar edindiler Bari onlara dair açık bir delil getirselerdi." (el-Kehf, 18/15) İbn İshak dedi ki: Yani kesin, susturucu bir delil getirselerdi ya... demektir.

"Artık, Allah'a karşı yalan uydurandan daha. zalim kim olabilir. Madem ki onlardan ve Allah'dan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız, o halde mağaraya sığının. Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin, işinizde size faydalı olanı hazırlasın. Güneş, doğduğu zaman, mağalarının sağ tarafına yöneldiğini, battığında da onların sol yanlarından kayıp gittiğini görürdün. Kendileri ise oranın geniş bir yerinde idiler." (el-Kehf, 18/15-17)

İbn Hişam dedi ki: Meyletti, kayıp gitti" demek olup; den gelmektedir. Nitekim Ebû'z-Zahf el-Küleybî de bir beldeyi vasf'ederken şöyle demektedir:

"Kurak otlağın gittiğimiz yoldan sapa kalması,

Üç gün susuz bırakılan ve dördüncüsünde suya salınan develeri çokça yorar."

Bu iki mısra da onun recez veznindeki bir kasidesinde yer almaktadır. "Sol yanlarından kayıp gittiğini" onlara değmeyip, sol tarafında onları bıraktığını "görürdün" demektir. Şair Zu'r-Rimme şöyle demektedir:

"Muşrif denilen yerin dağı andıran kum tepelerini sol taraflarında bırakıp geçen,

Sağ taraflarında da el-Fevâris diye bilinen kum tepelerinin bulunduğu hevdeçlerinde bulunan kadınlara (bakakaldım)."

Bu beyit de Zu'r-Rimme'ye ait bir kasidede yer almaktadır. "(sakili); Genişçe yer" demek olup, çoğulu da; şeklindedir. Şair de şöyle demektedir:

"Sen, kavmine rüsvaylık ve aşağılık (elbisesini) giydirdin

Öyle ki, onların saygı duyulması gereken şeyleri mubah kabul edildi ve

yurtlarının düzlüklerine dahi girilmiş oldu."

"Bu, Allah'ın âyetlerindendir." (el-Kehf, 18/17) Yani, kitap ehlinden onların durumlarını bilen kimselere karşı bir delildir. Kitap ehlinden bunlara, sana onlar hakkında soru sormayı emreden kimselere karşı onlara dair haberi gerçek surette verdiği için, senin peygamberliğinin doğruluğu hakkında açık bir belgedir.

"Allah kime hidâyet verirse, o doğru yola erdirilmiştir. Kimi de saptırırsa artık onun için doğru yola erdirecek bir veli bulamazsın. Onlar uyuyor oldukları halde sen onları uyanık sanırdın. Biz onları sağ yanlarına, sol yanlarına çeviriyorduk. Onların köpeği ise, giriş yerinde iki kolunu uzatmıştır." (el-Kehf, 18/17-18)

İbn Hisara dedi ki: Giriş yeri," kapı demektir. Adi, Abd b. Vehb olan el-Absî de şöyle demektedir:

"Bana karşı kapısı asla kapanmayan ve benim oradaki iyiliğim

Münker olarak kabul edilmeyen geniş, düzlük bir arazideki..."

Bu beyit, ona ait birkaç beyitten oluşan şiir de yer almaktadır. Bu kelime aynı zamanda "avlu" anlamına da gelir, Çoğulu; şeklindedir.

"Yanlarına çıkıp onları görseydin, mutlaka onlardan geri dönüp kaçardın... Onların işine galip gelen kimseler ise..."(el-Kehf, 18/18-21) âyetinde kastedilen kimseler, aralarından yönetici ve hükümdarlık sahibi kimseler demektir.

"Mutlaka biz, yanlarında bir mescid edineceğiz dediler. Sayıları üçtür, dördüncüleri köpekleridir diyecekler" (el-Kehf, 18/22.) âyetinde kastedilen, bunlara dair soru sorutmasını Kureyşlilere emreden yahudilerin ilim adamlarıdır. "Beştir, altıncıları da köpekleridir, diyecekler. Bu gaybı taşlamaktır. Yedidir, sekizincileri köpekleridir, diyecekler. De ki:Rabbim onların sayısını en iyi bilendir. Onları pek az kimseden başkası bilemez. O halde bunlar hakkında zahir olan şeyden başkasıyle mücadele etme." Yani, onlarla bu konuda (bilgin olmadığı halde) tartışma. "Bunlara dair onlardan kimseye bir şey sorma."Çünkü onların bu gençlere dair bir bilgileri yoktur.

"Hiç bir şey hakkında sakın: Ben bunu mutlaka yarın yapacağım, deme! Meğer ki Allah dilemiş ola. Unuttuğun zaman Rabbini an ve: Umulurki Rabbim beni bundan, doğruya daha yakın olana erdirir, de." (el-Kehf, 18/22-24) Yani, onların sana sordukları herhangi bir şey hakkında, bu mesele hakkında dediğin gibi, ben yarın size haber vereceğim demeyerek, "inşaallah" diye istisna yap. Unuttuğun takdirde de Rabbini an ve Rabbimin, sizin bana hakkında soru sorduğunuz şeyin doğru olanına beni ileteceğini umarım, de. Çünkü sen, Benim bu hususta sana ne yapacağımı bilemezsin.

"Onlar mağaralarında üçyüzyıl kaldılar, dokuz daha kattılar." Yani, onlar böyle söyleyecekler. Sen

"de ki: Allah, ne kadar kaldıklarını en iyi bilendir. Göklerin ve yerin gaybı yalnız O'nundur. O, ne güzel görendir, ne güzel işitendir. Bunların, O'ndan başka hiçbir velileri yoktur. O, kimseyi hükmüne ortak yapmaz" (el-Kehf, 18/25-26) Yani. onların sana sordukları şeylerden hiçbir şey ona gizli kalmaz. İbn Hişam, Slret, I. 240-244.

Derim ki: Siret'de (İbn Hişam'ın Siret'inde) Kehf ashabının haberine dair yer alan bilgiler bunlardır, biz de bunları orada yer aldığı şekliyle zikrettik. Zülkarneyn’in haberine dair açıklamalar ileride gelecektir. Bu açıklamaları naklettikten sonra, tekrar sûrenin baştarafına dönerek diyoruz ki:

"Hamd... Allah'adır" ifadesinin anlamına dair açıklamalar, daha önceden geçmiş bulunmaktadır. el-Ahfeş, el-Kisaî, el-Ferrâ', Ebû Ubeyd ve tevil bilginlerinin büyük çoğunluğunun iddiasına göre bu sûrenin başında bir takdim-tehîr vardır ve âyet: "Kuluna Kitabı indiren ve onda hiç bir eğrilik komayan ve onu dosdoğru olarak indiren Allah'a hamd olsun" demektir. Bu âyetteki; Dosdoğru" kelimesi, hal olarak nasb edilmiştir. Katade ise şöyle demektedir: ifade, Kur'ân-ı Kerîm'deki siyakı üzeredir, takdim ile tehir sözkonusu değildir. Âyetin anlamı da şöyledir: Biz, o kitapta bir eğrilik koraadık. Aksine onu dosdoğru bir kitap kıldık. ed-Dahhak'ın açıklaması da güzeldir ve ona göre âyet: O dosdoğru bir kitaptır, demek olup, bu da: Hikmeti dosdoğru olup hatası, tutarsızlığı ve çelişkisi bulunmayan kitap anlamındadır.

"Dosdoğru" âyetinin, önceki kitapları tasdik eden kitap, anlamında olduğu söylendiği gibi, ebedî olarak taşıdığı hüccetlerle dosdoğrudur, diye de açıklanmıştır. Eğrilik" kelimesi mef'ûlün bihtir. "Ayn" harfi esreli olarak kullanılırsa dinde, görüşte, İşte ve yolda eğrilik anlamındadır. Üstün okunursa, (avec) ise kereste, duvar ve benzeri cisimlerdeki eğriliği anlatır, buna dair açıklamalar daha önceden (Al-i İmrân, 3/99) geçmiş bulunmaktadır.

Kur'ân-ı Kerîm'de hiçbir eğrilik, yani hiçbir kusur yoktur. Onda çelişki ve aykırılık bulunmaz. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Eğer o, Allah'dan başkasından gelseydi, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şeyler bulurlardı." (en-Nisa, 4/82)

O, Kur'ân-ı Kerîm'i mahluk kılmadı, diye de açıklanmıştır. Nitekim İbn Abbâs'ın, yüce Allah'ın:

"Hiç bir eğriliği olmayan, Arapça bir Kur'ân olarak (indirilmiştir)" (ez-Zümer, 39/28) âyetini, o mahluk değildir diye açıkladığı rivâyet edilmiştir. Mukâtil , "eğrilik" kelimesini tutarsızlık ve aykırılık, diye açıklamıştır. Şair de şöyle demektedir:

"Ben arkadaşıma saygım dolayısıyla sevgimi sürekli kılarım

Sevgide eğri olan kimseden de hayır gelmez."

"Kendi katından" yani, kendi nezdinden, tarafından

"şiddetli bir azâbı bildirmek..." bu azâbı bildirecek kişi de Muhammed veya Kur'ân-ı Kerîm'dir. İfadede hazf edilmiş kelimeler vardır. Yani, kâfirlere Allah'ın cezasını bildirmek içia... takdirindedir. Bu şiddetli azâb ise dünyada da olabilir, âhirette de olabilir.

"Kendi katından" âyetini Ebû Bekr, Âsım'dan rivâyetle "dal" harfi sakin ile birlikte işmam ile ve "nûn" harfini de esreli, "he" harfini ise sonunda vasl edilmiş bir "ya" ile okumuştur. Diğerleri "dal" harfini ötreli, "nûn" harfini sakin, "he" harfini de ötreli okumuşlardır. el-Cevherî der ki: Katı, tarafı" kelimesi şeklinde olmak üzere üç türlü kullanılır. Şair de şöyle demiştir:

"Çenelerinden ta boynuna kadar..."

Yüce Allah'ın:

"Salih ameller İşleyen mü’minlere de güzel bir mükâfat olduğunu" ki, o da cennettir

"müjdelemek için (indirmiştir). Ki, o mükâfat içinde ebediyen" sonu gelmemek üzere

"kalacaklardır" ve devamlı olup sonları gelmeyecektir.

"...lere... olduğunu" ifadesi, anlamındadır. Ancak, buradaki

"müjdelemek" anlamındaki kelime, eğer beyân (temyiz) kabul edilecek olursa; de, "be" harfi takdirine gerek kalmaz. "Güzel bir mükâfat"; cennete götürecek büyük sevap ve mükâfat demektir.

4

Ve: "Allah, çocuk edindi" diyenleri uyarmak için (indirmiştir).

"Ve: Allah, çocuk edindi, diyenleri uyarmak İçin" âyetinde sözkonusu edilenler yahudilerdir. Onlar, Uzeyr Allah'ın oğludur, demişlerdir. Hıristiyanlar: Mesih Allah'ın oğludur, dediler. Kureyşliler de: Melekler Allah'ın kızlarıdır, dediler. Sûrenin baştarafindaki uyarıp korkutmak umumidir. Bu ise, Allah'ın oğlu vardır, diyen kimseler hakkında özel bir korkutup uyarmadır.

5

Onların da, atalarının da buna dair hiç bir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan bu söz ne büyük! Onlar ancak yalan söylerler.

"Onların da, atalarının" geçmişlerinin

"da buna dair hiç bir bilgisi yoktur." Onlar, bu sözlerini bilerek söylemiyorlar. Çünkü onlar, herhangi bir delile bağlı olmaksızın geçmişlerini taklid ederek bu iddiada bulunmuşlardır.

"Ağızlarından çıkan bu söz ne büyük!" âyetindeki: "Söz" kelimesi temyiz olarak nasb edilmiştir. Bu söz, söz olarak ne büyüktür! demektir. el-Hasen, Mücahid, Yahya b. Ya'mer ve İbn İshak ise bunu merfu' olarak okumuşlardır. Yani, o söz çok büyüktür, demek olup, kastedilen de onların Allah çocuk edindi, şeklindeki iddialarıdır. Bu kıraate göre ayrıca hazf edilmiş kelime takdirine gerek yoktur. Bir şey, büyük ve azametli olduğu takdirde; denilir. ise, adam yaşlandı, anlamındadır.

"Ağızlarından çıkan bu söz" iradesi ise sıfat mahallindedir.

"Onlar, ancak yalan söylerler" yalandan başka bir şey söylemezler.

6

Bu söze îman etmezler diye arkalarından üzülerek kendini helâk edeceksin nerdeyse.

"Bu söze" Kur'ân-ı Kerîm'e

"îman etmezler diye arkalarından üzülerek" küfürde kalışlarına kederlenerek ve öfkelenerek Üzülerek" kelimesi, temyiz olarak nasb edilmiştir-

"kendini helâk edeceksin" kendini helâk edip öldüreceksin

"neredeyse" demektir. Buna dair açıklamalar da önceden geçmiştir.

"Arkalarından" kelimesi, “Arkası, İzi" kelimesinin çoğuludur. da denilir. Yani, onların senden yüzçevirip arkalarını dönüp gitmelerinden dolayı kendini nerdeyse helâk edeceksin, anlamındadır.

7

Hangisi daha güzel amelde bulunacak diye onları İmtihan etmek için, yeryüzünde bulunanları Biz ona bir süs yaptık.

Yüce Allah'ın:

"Yeryüzünde bulunanları Biz ona bir süs yaptık" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halindi sunacağız:

1. Yeryüzünün Zinetleri;

Yüce Allah'ın:

"...Yeryüzünde bulunanları Biz ona bir süs yaptık" anlamındaki âyette yer alan; "...bulunanlar" ile "Bir süs" kelimeleri iki ayrı mef ûldür Buradaki "süs (zinet.)" yeryüzünde bulunan her şeydir. O bakımdan bu İfade umumidir, çünkü hepsi de bunları yoktan var edene delildir. İbn Cübeyr, İbn Abbâs'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Burada "süs" ile erkekleri kastetmiştir. İkrime'nin rivâyetine göre İbn Abbâs ve ayrıca Mücahid'în görüşlerine göre buradaki süsten kasıt, halifeler ve emirlerdir İbn Atiyye, el-Muharrar, X, 365'deki Maddenin tercümesi şöyledir: "İbn Cübeyr, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Bununla erkekleri kastetmiştir. Mücahid de böyle demiştir, İkrime'nin İbn Abbâs'ınn rivâyetine göre, "süs" ile halifeler, âlimler ve İbn Ebi Necih de Mücahid'den, o, İbn Abbâs'tan, yüce Allah'ın:

"Yeryüzünde bulunanları Biz ona bir süs yaptık" âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İlim adamları yeryüzünün süsüdür.

Bir kesim de şöyle demektedir: Yüce Allah bununla davarları, elbiseleri, meyve ve mahsulleri, yeşillikleri, sulan ve buna benzer süs özelliğini taşıyan şeyleri kastetmektedir. Çıplak dağlar ile süs özelliği bulunmayan yılanlar ve akrepler gibi şeyler ise; bunun kapsamına girmemektedir.

Ancak, âyetin umum ifade ettiği ve yeryüzünde bulunan her bir şeyin yaratılması, sanatı ve muhkem kılınışı açısından bir süs özelliğini taşıdığı görüşü daha uygundur.

Âyet-i kerîme, Hazret-i Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) teselliyi daha ileriye götürmektedir. Yani, ey Muhammed! Dünya ve dünyada yaşayanlar sebebiyle üzülüp kederlenme! Çünkü Bizler bunları, dünyada yaşayanlar için bir imtihan ve bir sınama sebebi kıldık. Onlardan kimisi iyice düşünür ve îman eder, kimisi inkâr eder. Diğer taraftan önlerinde kıyâmet günü vardır, gelecektir. O halde onların küfre sapmaları senin gözünde büyümesin. Nasıl olsa Biz, onlara amellerinin karşılığım vereceğizdir.

2. Güzel Ameller:

Bu âyet-i kerimenin anlamı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini andırmaktadır: "Şüphesiz ki, dünya yeşildir, tatlıdır. Allah da sizi orada halifeler yapmıştır, sizin nasıl amelde bulunacağınıza bakmaktadır." Müslim, Zikr 99; Tirmizî, Fiten 26; İbn, Mâce, Fiten 19; Müsned, III, 19, 61, Hazret-i Peygamber'in şu âyeti da bunu andırmaktadır: "Sizin için en çok korktuğum şey, Allah'ın size karşı çıkartacağı dünya hayatının süsüdür." (Bir adam); Dünya hayatının süsü nedir? diye sordu, O: "Yeryüzünün bereketleridir" diye buyurdu. Müslim, Zekât 123. Ayrıca bk. Buhârî, Zekât 47, CihılcI 37, Rikaak 7; Müslim, Zekfıt 121. 122: Nesâî, Zekât 81; 76» Mâce, Fiten 18; Müsned, II, 7, 21, 91. Bu hadisleri Müslim ve başkaları, Ebû Said el-Hudrî yoluyla rivâyet etmişlerdir.

Anlamları da şudur: Dünya, lezzeti itibariyle insanın hoşuna gider. Görünüşü İtibari ile de beğenilir bir durumdadır, Görünüşü, insanın hoşuna giden, lezzet ve tadı güzel olan meyveler buna örnektir. Allah bunlarla, hangilerinin daha güzel amelde bulunacağını ortaya çıkarmak için kullarını imtihan etmektedir, "Daha güzel amelde bulunmak'tan kasıt İse, dünyalığa karşı kimin daha zahid, ve dünyalığı kimin daha çok terk edeceğinin ortaya çıkarılması demektir.

Kulların, Allah'ın süslü gösterdiği bu hususlarda, Allah'ın masiyetinden uzak durmaları ise, ancak Allah'ın bu konuda kendilerine yardımcı olması ile mümkündür. Bundan dolayı Hazret-i Ömer, Buhârî'nin naklettiğine göre şöyle dermiş: Allah'ım! Bizler, Senin bize süslü ve güzel gösterdiğin şeylerle sevinmekten başkasını yapamayız. Allah'ım! Ben Senden, bunu hakettiği şekilde infak etme inkânını bahşetmeni diliyorum. Buhârî, Rikaak 11 Böylelikle Hazret-i Ömer, yüce Allah'dan bu güzellikleri hak olan yerlerde harcayıp infak etmeye Allah'ın kendisine yardımcı olması için dua etmiştir. İşte Hazret-i Peygamber'in: "Kim, o malı (aldığı kimseden) gönül hoşluğu ile alırsa, o kimseye o malda bereket ihsan olunur. Her kim de onu hırs ve tama' ile alırsa, yediği halde doymayan kimseye benzer" Buhârî, Zekât 50, Vesâyâ 9. Rikaak 11; Müslim, Zekât 96; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyame 29; Nesâî, Zekât 50, 93; Dârimî, Rikaak 37; Müsned, III, 434, âyeti bu demektir.

İşte dünyalıktan pekçok şey elde etmek isteyen kimse de, ne ele geçirirse bir türlü onunla yetinmez. Aksine, bütün gayretiyle daha çok dünyalık toplamaya çalışır. Bunun sebebi, yüce Allah'dan ve Râsulünden gelen buyrukları gereği gibi kavrayamamaktır. Çünkü dünyalık ile birlikte fitneye düşmek ve kurtulamamak, çoğunlukla görülen bir husustur. Fitneden uzak kalan, kendisine: yetecek kadar rızık verilen ve Allah'ın kendisine verdikleri ile yetinen kimse, gerçekten kurtulmuş olur,

İbn Atiyye der ki: Babam, -Allah ondan razı olsun- yüce Allah'ın:

"Hangisi daha güzel amelde bulunacak diye" âyeti hakkında şöyle derdi: Güzel amel, îman ile birlikte malı hak olan yerden almak, hak olan yere harcamak, farzları eda etmek, haramlardan uzak durmak ve mendup olan işleri de çokça işlemektir.

Derim ki: Bu, güzel bir sözdür. Lâfızları itibari ile özlüdür, anlamı itibariyle de beliğdir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise bunu tek bir cümlecikte toplamıştır. Bu onun, Süfyan b. Abdullah es-Sekafi’nin kendisine: Ey Allah'ın Râsulü! İslâm hususunda bana öyle bir söz söyle ki, senden sonra ona dair hiç bir kimseye soru sormayayım -bir başka rivâyette İse "senden başka" şeklindedir- demesi üzerine söylediği: "Allah'a îman ettim de, sonra da dosdoğru ol” Müslim, Îman 62; Müsned, III, 413, IV, 385. sözüdür. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir.

Süfyan es-Sevrî de şöyle demiştir: "Daha güzel amel" dünya hayatında daha çok zâhid olmak demektir. Ebû İsâm el-Askalanî de aynı şekilde: "Daha güzel amel" demek, dünyayı daha çok terk etmek demektir, demiştir.

Zühde dair ilim adamlarının ifadeleri farklı farklıdır. Kimileri şöyle demiştir: Zühd, emelin kısa tutulmasıdır. Yoksa katı şeyler yemek ve aba giyinmek değildir. Bu ifadeler Süfyan es-Sevrî'ye aittir.

Bizim (Maliki mezhebine mensup) ilim adamlarımız da şöyle demektedir: Süfyan, bu sözünde doğru söylemiştir. Allah ondan razı olsun. Çünkü emelini kısa tutan kimse, yiyeceklerine ileri derecede özenmez, giyecekleri hususunda da ince eleyip sık dokumaz. Dünyadan kolayına gelen kadarını alır ve kendisini maksuduna ulaştıracak kadarıyla yetinir.

Bir kesim de şöyle demiştir: Övülmekten de, övülmeyi sevmekten de nefret etmek demektir. Bu da el-Evzaî'nin ve bu görüşü kabul eden başkalarının kanaatidir.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Dünyayı tümüyle terk etmek, zühdün kendisidir. Kişi onu terketmeyi ister sevsin, ister bundan hoşlanmasın. Fudayl'ın da görüşü budur,

Bişr b. el-Haris'ten şöyle dediği nakledilmektedir: Dünyayı sevmek, İnsanlarla karşılaşmayı sevmek demektir. Dünyaya karşı zahid olmak ise, insanlarla karşılaşmakta zahid olmak (ona rağbet etmemek) dir.

Yine Fudayl'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Dünyada zahid olmanın alameti İnsanlara karşı zahid olmaktır. Bir başka kesim de şöyle demektedir: Dünyayı terk etmeyi, dünyalığı ele geçirmekten daha çok sevmedikçe kişi zalnd olamaz. Bu da İbrahim b. Edhem'in görüşüdür. Bir diğer kesim de şöyle demektedir: Zühd, kalbin ile dünyaya zahid olmak (radıyallahü anhğbet etmemek) dir. Bu görüş de İbnü'l-Mübarek'e aittir. Bir diğer kesim de şöyle demektedir: Zühd, ölümü sevmektir. Ancak, birinci görüş mana itibariyle bütün bu görüşleri kapsayan umumî bir görüştür, o bakımdan onu kabul etmek daha uygundur.

8

Bununla beraber Biz, onun üstünde olan şeyleri elbet kupkuru bir toprak yaparız.

Bu âyete dair açıklamalar daha önceden (İbn İshak'dan yapılan nakiller sırasında) geçmiş bulunmaktadır. Ebû Sehl dedi ki: Bundan kasıt, âdeta bitkisi koparılmış bitkisiz topraktır. kesmek demektir, Yağışsız yıl" ifadesi de buradan gelmektedir. Recez vezninde şair şöyle demektedir:

"Yağmur yağmayan o yıllar, onları önüne katıp sürüklemiştir."

"Âdeta koparılıp izale edilmişçesine üzerinden herhangi bir bitki, imar ve benzeri hiçbir şey bulunmayan yer" demektir.

Bu âyette kıyâmet günü kastedilmektedir. O günde yer, dümdüz olacak, arkasında gizlenilip saklanılacak bir yer bulunmayacaktır.

en-Nehhâs der ki: Sözlükte “Bitki bulunmayan yer” demektir, el-Kisaî de şöyle demektedir: tabiri, "yerde bitki ve ekin namına bir şey kalmadı" demektir. Bir topluluğun bir yerde bulunan bitki ve ekini tamamiyle yiyip bitirdiklerini anlatmak için kullanılır. Bu şekilde ekini yiyilip bitirilmiş araziye de; denilir.

9

Sen, Kehf ve Rakîm ashabını hayret edilecek âyetlerimizden mi sandın?

Sîbeveyh'in görüşüne göre, “Yoksa... mi, ma, mu” edatı, başına istifham (soru) hemzesi gelmeksizin kullanılacak olursa, hem; "Yoksa, hayır" hem de istifham hemzesi anlamındadır. Ve munkatı' diye bilinen de budur. Buradaki bu edatın "kendini helâk edeceksin nerdeyse" deki İstifham anlamına atıf olduğu, yahut inkârı istifham hemzesi anlamında olduğu söylenmiştir.

Taberi der ki: Bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, Kehf ashabının hayret edilecek bir durumda olduğunu zannetmesi üzerine takriri bir istifham olup onun bu durumunun inkârı (yani durumun aslında böyle olmadığı) anlamındadır. Yani, sana bu hususta soru soranların bu konuyu sana karşı büyük gösterdikleri gibi, senin gözünde de bu iş büyümesin. Çünkü Allah'ın sair âyetleri onların bu kıssalarından daha büyük ve daha yaygındır. İbn Abbâs, Mücahid, Katade ve İbn İshak'ın görüşü budur.

Burada hitap Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'adır. Şöyle ki: Müşrikler ona, bir türlü bulunamayan genç delikanlılar, Zülkarneyn ve Ruh'a dair soru sormuşlardı. -Önceden geçtiği üzere- vahyin gelmesi de gecikmişti. Vahiy gelince yüce Allah Peygamberine şöyle dedi: Ey Muhammed! Sen, Kehf ve Rakım ashabının hayret edilecek âyetlerimizden olduğunu mu sandın? Yani, onlar âyetlerimizden hayret edilecek şeyler değildir. Bilakis, âyetlerimiz arasında onların haberlerinden daha çok hayrete düşürecek olanlar da vardır.

el-Kelbî dedi ki: Göklerin ve yerin yaratılışı onların haberlerinden daha çok hayret edilecek bir şeydir. ed-Dahhak dedi ki: Benim, seni haberdar ettiğim gaybe dair hususlar, bunlardan daha çok hayret edilecek şeylerdir, el-Cüneyd de şöyle demektedir: Senin, İsra olayın daha çok hayret edilecek bir husustur. el-Maverdîde şöyle demektedir: İfadenin anlamı nefiydir. Yani, Bizim bu konuda sana haber verişimiz sözkonusu olmasaydı, sen öyle bir şey zannetmeyecektin. Ebû Sehl de şöyle demektedir: Bu istifham, takrir anlamındadır. Yani, sen böyle bir şey mi zannettin? Gerçek şu ki; onlar hayret edilecek bir durumdaydılar.

Kehf (mağara), dağın içindeki geniş bir oyuk demektir. Geniş olmayana ise, ğâr (mağara) denilir. en-Nakkaş, Enes b. Malik'den şöyle dediğini nakletmektedir: Kehf demek, dağ demektir. Ancak bu, dilde meşhur olan bir anlam değildir.

"Rakım" hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İbn Abbâs der ki: Kur'ân'da ne varsa hepsini biliyorum, dört şey müstesna: Bunlar; Gislîn (el-Hâkka, 69/36), Hannân, (Meryem, 19/13), Evvâh (et-Tevbe, 9/114) ve Rakîm kelimeleridir. Bir seferinde de ona Rakîm'e dair soru sorulmuş, o da şu cevabı vermişti: KaTb, Rakim'in çıkıp ayrıldıkları bir kasaba olduğunu iddia etmişti. Mücahid de, Rakım bir vadidir, demiştir. es-Süddî ise: Rakîm, mağaranın üzerindeki kaya parçasıdır, demiştir.

İbn Zeyd de şöyle demiştir: Rakîm, Allah'ın, durumunu bize karşı örttüğü ve ona dair olayı bize açıklamadığı bir kitaptır (yazıdır). Bir başka kesim de şöyle demektedir: Rakîm, bakırdan bir tablet üzerindeki bir yazıdır. İbn Abbâs da şöyle demiştir: Kâfirler, ellerinden kaçan genç delikanlıların olayını yazdıkları ve bunu kendileri İçin bir tarih başlangıcı olarak kabul ettikleri, üzerinde, aralarından ayrıldıkları zamanı ve kaç kişi olduklarını, kimlerle birlikte bulunduklarını kaydettikleri kurşundan bir tabeladır. el-Ferrâ'' da böyle demiştir: Rakîm, kurşundan bir tablet olup orada isimlerini, neseblerini, dinlerini ve kimden kaçtıklarını yazmışlardı.

İbn Atiyye der ki: Bu rivâyetlerden anlaşıldığına göre bu toplum, olayları tarihleriyle tesbit eden bir toplumdu. Bu ise, o ülkenin önemli bir meziyetidir ve faydalı bir iştir. Bütün bu görüşler ise, "er-Rakîm" kelimesinin anlamından çıkartılmıştır.

"Yazılmış bir kitaptır" (el-Mutaffifin, 83/9) âyeti da buradan gelmektedir, (oldukça zehirli bir yılan türü olan) "el-Erkam" ad) da çizgileri dolayısıyla buradan geldiği gibi suyun akıp saptığı yer anlamındaki "Rakmetü’l-Vadi" de buradan gelmektedir.

İbn Abbâs'dan gelen rivâyetler arasında çelişki sözkonusu değildir. Çünkü birinci görüşü o, Ka'b'dan işitmişti. İkinci görüşü İse, sonradan Rakim'in anlamım öğrenmesi üzerine ifade etmiş olma ihtimali vardır.

Saîd b. Cübeyrde ondan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İbn Abbâs, Kehf ashabını söz konusu ederek şöyle dedi: Bu genç delikanlıların önada olmadıkları anlaşılınca, yakınları onları araştırıp bulmak istediler. Onları bulamadılar. Durum, hükümdara arz edilince şöyle dedi; İleride bunların oldukça önemli bir durumları olduğu ortaya çıkacaktır. Sonra, kurşun bir tablet hazırlattı ve üzerine İsimlerini yazıp onu hazinesine koydurdu, işte "Rakîm" denilen şey bu tabi enir.

Şöyle de denilmiştir: Hükümdarın sarayında iki mü’min şahıs vardı. Bunlar, bu gençlerin durumunu, isimlerini ve neseblerini kurşun bir tablete yazdırdıktan sonra bakırdan bir sandukanın içine yerleştirdiler ve bu sandukayı da inşaatın içerisine yerleştirdiler. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Yine İbn Abbâs'dan nakledildiğine göre Rakîm, yanlarında bulunan ve içinde Îsa (aleyhisselâm)’ın dininden şeriat olarak benimseyip kabul ettikten hükümlerin yazılı olduğu bir kitaptır.

en-Nakkaş ise, Katade'den şöyle dediğini nakletmektedir: Rakîm'den kasıt, onların kullandıkları gümüş paradır.

Enes b. Malik ve en-Nehaî de şöyle demektedir: Rakîm, onların köpekleridir, ikrime ise, Rakim divit demektir, demiştir.

Rakîm'in, Hazret-i Hızır'ın doğrulttuğu duvarın altında bulunan gümüş levhalar olduğu da söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre Rakîm ashabı, üzerlerine mağaranın kapandıktan sonra, onlardan her birisinin kendi salih amellerini sözkonusu ederek kurtulan kimselerdir Buhârî, kare 12; Müslim, Zikv 100; Ebû Dâvûd, Buyû’ 28; Müsned, II. İlâ. IV. 274-275

Derim ki: Bu hususta Buhârî ve Müslim'in rivâyet ettiği bir haber vardır Bir önceki nota bakınız. Ayrıca; Müsned, IV, 274te "Rakîmden kastedilenlerin bu üç kişi olduğu nçıkhmnsı, bizzat Hazret-i Peygambere nrfedilmektedir. Buhârî de bu kanaati benimsemiştir.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Yüce Allah, Kehf ashabına dair haber vermekle birlikte, Rakîm ashabı hakkında hiç bir haber vermemiştir.

ed-Dahhak da şöyle demektedir: Rakîm, Rum diyarında bulunan ve içinde Kehf ashabını andıran bir şekilde uyuyor gibi bulunan yirmi bir kişinin bulunduğu bir mağaradır. Buna göre Rakîm ashabı, Kehf ashabının başından geçenler gibi başlarından bir olay geçen başka bir takım delikanlılardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.

Rakîm'in, içinde Kehf in bulunduğu ve Filistin yakınlarında bir vadi olduğu da söylenmiştir. Bu kelime, su yatağı demek olan "Rakmetü'l-Vadi"den alınmadır. Mesela, sen rakme'den ayrılma, dıife (kıyıyı) yi bırak, denilir. Bu açıklamayı da el-Gaznevî nakletmektedir.

İbn Atiyye dedi ki: Pek çok kimseden işittiğime göre Şam'da (Suriye topraklarında) İçinde birtakım ölüler bulunan bir mağara varmış. O mağaraya yakın yerlerde bulunanlar, bunların Kehf ashabı olduğunu iddia ederler. Bunların da üzerlerinde Rakım diye adlandırılan bir mescid ve bina ve bir de (yakınlarında) kemikleri çürümüş bir köpek de bulunmaktadır.

Endülüs'te Gırnata taraflarında Levşe adlı bir kasabanın yakınlarında içinde bir takım ölülerin bulunduğu, beraberlerinde de çürümüş bir köpek bulunan bir mağara vardır. Onların çoğunluğunun etleri kemiklerinden soyulmuş olmakla birlikte; bazılarının da etleri durmaktadır. Pek çok asırlar ve nesiller geçmiş bulunmakla birlikte onların hakkında herhangi bir bilgi izine rastlayamadık Bazı kimseler bunların Kehf ashabı olduğunu iddia etmektedir. Ben de, 504 yılında onların bulundukları yere girdim ve bu halde olduklarını gördüm. Üzerlerinde bir mescid bulunuyordu. Onlara yakın bir yerde de Rakîm diye adlandırılan Rum yapısı bir bina da vardı. Bu, âdeta bazı duvarları geriye kalmış harabe bir saraya benziyordu. Bu harap olmuş ve mezkur yerden uzak düzlük bir yerde idi. Gımata’nın yüksek taraflarında kıble cihetinde ise, Dakyus şehri diye anılan eski bir Roma kenti bulunmaktadır. Biz bu kentin kalıntıları arasında mezar ve benzeri oldukça garip eserlere rastgeldik.

Derim ki: İbn Atiyye'nin Endülüs'te gördüğünü söylediği Ashab-ı Kehf'den başkalarıdır. Çünkü yüce Allah, Ashab-ı Kehf hakkında: "Yanlarına çıkıp onları görseydin, mutlaka onlardan geri dönüp kaçardın ve hiç şüphesiz onların korkusuyla dolardın" (18. âyet) diye buyurmaktadır, İbn Abbâs da Muaviye'ye, onları görmek istemesi üzerine şöyle demişti: Yüce Allah, senden daha hayırlı olan bir kimseye bu hususta müsaade etmemiştir. Bu âyete dair açıklamalar kıssanın sonunda gelecektir.

Mücahid de yüce Allah'ın:

"Hayret edilecek âyetlerimizden mi sandın?" âyeti hakkında şöyle demektedir: Onlar gerçekten hayret edilecek bir durumda idiler, ibn Cüreyc de ondan, böyle dediğini rivâyet etmektedir. O, kanaatine bu ifadenin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ıh onların hayret edilecek bir durumda olduklarını kabul etmesinin İnkâr edilmediği görüşündedir. Yine İbn Ebi Necîh, şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bunlar bizim âyetlerimiz arasında en-hayret edilecek olanları değildir, demektir.

10

Hani o yiğit delikanlılar mağaraya sığınmışlar ve şöyle demişlerdi: "Rabbimiz, bize tarafından bir rahmet, İşimizde bize doğruyu bulma başarısını ver!"

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1. Mağaraya Sığman Delikanlılar:

Yüce Allah'ın:

"Hani, o yiğit delikanlılar mağaraya sığınmışlar... di" âyeti ile ilgili olarak rivâyet edildiğine göre bunlar, kâfir hükümdar Dakyus -Dakinûs ve Dakyanûs da denilmektedir- şehrinin ileri gelenlerinin oğullarından bir topluluk idiler. Yine rivâyet edildiğine göre bunlar, alun bilezikler takınan, boyunlarına gerdanlıklar takan ve örüklü kimselerdi. Bunlar, Rumlardan olup Hazret-i Îsa dinine tabi olmuşlardı. Hazret-i Îsa'dan önce oldukları da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.

İbn Abbâs dedi ki: Dakyânûs diye bilinen hükümdarlardan birisi, Üfsûs (Efesus, Efes) denilen Bizans şehirlerinden bir şehri eline geçirir. Bu şehrin Tarasus (Tarsus) olduğu da söylenmiştir. Bu hükümdar, Îsa (aleyhisselâm) döneminden sonra idi. Putlara tapınmayı emrederek, şehir halkını da putlara tapmaya davet etti. Gizlice Allah'a İbadet eden yedi genç vardı. Onların bu durumları hükümdara iletilince, hükümdardan korkup geceleyin kaçtılar. Beraberinde köpek bulunan bir çobana rastladılar. Çoban da onlara katıldı ve mağaraya sığındılar. Hükümdar onları mağaranın ağzına kadar takip etti. Onların mağaraya girdiklerinin izini görmekle birlikte, çıktıklarının izini lesbit edemedi. Bunun üzerine mağaradan içeriye girdiler. Allah, onların basiretlerini kör ettiğinden hiç bir şey göremediler. Bunun üzerine hükümdar: Üzerlerine mağaranın kapısını kapatınız. Böylelikle mağaranın içinde açlıktan ve susuzluktan ölsünler! talimatını verdi.

Mücahid'in, yine İbn Abbâs'dan rivâyetine göre, bu genç delikanlılar, putlara ibadet eden, onlara kurban kesen ve Allah'ı inkâr eden bir hükümdarın dini üzere idiler. Şehir halkı da bu konuda hükümdara tabi olmuştu.

en-Nakkaş'ın naklettiğine göre, bu genç delikanlılar Havarilerden birisinden yahut kendilerinden önce îman eden mü’minlerden birisinden bazı bilgiler edindiler ve Allah'a îman edip basiretleri ile de insanların yaptıkları işin çirkinliğini gördüler. O bakımdan, bu hak dine ve Allah'a ibadete bağlandılar. Bu durumları hüküdara götürüldü ve ona şöyle denildi: Bunlar senin dininden ayrıldılar, senin ilâhlarını hafife alıp onları inkâr ettiler.

Hükümdar onları huzuruna çağırdı ve kendi dinine tabi olmalarını, ilâhlarına da kurban kesmelerini emretti. Bu yoldan ayrılacak olurlarsa onları öldürülmekle tehdit etti. Rivâyet olunduğuna göre onlarda bu hükümdara:

"Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir... Madem ki onlardan ve Allah'dan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız..." (15-16. âyetler) dediler

Yine rivâyet edildiğine göre, buna yakın sözlerle ona cevap vermeleri üzerine hükümdar onlara şöyle dedi: Siz, aklı ermeyen, akılsız gençlersiniz. Ben de size karşı aceleci davranmayacak, bunun yerine size karşı temkinli hareket edeceğim. Haydi evlerinize gidiniz, durumunuzu iyice düşünüp görüşünüzü tesbit ediniz ve benim dinîme geri dönünüz. Bu sözlerinden sonra da onlara bir süre belirledi. Daha sonra belirlediği bu süre zarfında yolculuğa çıktı. Gençler, dinlerini kurtarmak için kaçmak konusunda birbirleriyle danıştılar. Birisi onlara şöyle dedi: Ben, fi Lan dağda bir mağara biliyorum. Babam, oraya koyunlarını götürürdü. Haydi biz de oraya gidelim ve Allah bize önümüzü açıncaya kadar orada saklanalım. Kivâye: olunduğuna göre, sopa ve top oynayarak çıktılar, topu kimse onların kaçtığını farketmesin diye, gidecekleri yol istikametinde yuvarlıyorlardı.

Yine rivâyet edildiğine göre bunlar, bilgili ve kültürlü kimseler idi. Bir bayram törenine katılmak üzere çıktılar ve herkes ile birlikte bunlar da atlarına bindiler. Daha sonra sopalarıyla oynamaya koyuldular ve bu şekilde kaçıp kurtuldular.

Vehb b. Münebbih'in rivâyetine göre; önceleri Hazret-i Meryem'in oğlu Hazret-i Îsa'nın Havarilerinden birisi, bu Ashab-ı Kehf in bulunduğu şehire girmek istiyordu. O bakımdan hamamı bulunan birisinin yanında ücretle işçi girdi ve orada çalışmaya başladı. Hamamın sahibi, onun işinde çok büyük bir bereket olduğunu gördü ve bütün işlerini ona teslim elti. Şehirden bazı gençler bu adam ile tanıştılar. O da onlara yüce Allah'ı tanıttı ve onlar da ona îman ettiler, dini üzere o kişiye tabi oldular. Onunla içli dışlı oldukları her tarafa yayıldı. Birgün, sözü geçen hamama hükümdarın oğlu bir kadın ile başbaşa kalmak istedi. Ancak, havari bu işi yapmamasını ona söyledi, o da yapmadı. Bir defa daha geldi, yine bu işi yapmamasını istedi. Ancak, hükümdarın oğlu ona sövüp saydı ve yanındaki fahişe ile birlikte hamama girmekte kararlı olduğunu gösterdi. Hamama girmekle birlikte ikisi de orada öldüler. Bunun üzerine o havari ve arkadaşları bunları öldürmek ile suçlandı. Hep birlikte kaçıp mağaraya girdiler. Kehf ashabının şehirlerinden çıkışları konusunda bundan başka açıklamalar da vardır.

Köpeğe gelince; rivâyet edildiğine göre, onlara ait bir av köpeği idi. Bir başka rivâyete göre onlar, yolda giderken köpeği bulunan bir çobana rast geldiler. Çoban da kanaatlerini kabul ederek onlara uydu, köpek de onlarla birlikte gitti. Bunu da İbn Abbâs söylemiştir. Köpeğin ismi Mumrân idi. Kitmir olduğu da söylenmiştir.

Kehf ashabının isimlen ise Arapça değildir. Onların isimleriyle ilgili bilgiyi veren senet oldukça gevşektir. Taberî'nin naklettiği isimler şöyledir: En büyükleri ve onlar adına konuşan kişi olan Mekselmînâ, Mahseymilînînâ ve Yemliha; -uyandıktan sonra aralarından şehire gümüş para vererek gönderdikleri kişi budur.- Martûs, Keşentûş, Deynamûs, Yetûnus ve Birûnus. Mukâtil dedi ki: Köpek, Mekselmînâ'ya ait idi. En yaşlıları oydu ve koyunları bulunan birisi idi.

2. Dinini Yaşamak İçin Zâlimlerin Baskısından Kaçmak ve Uzletin Mahiyeti

Bu âyet-i kerîme, insanın dinini kurtarmak için ailesini, çocuklarını, yakın akrabalarını, arkadaşlarını, vatanını ve mallarını dininde fitneye düşürülmek korkusu ile karşı karşıya kalacağı mihnetler dolayısıyla dini uğrunda kaçıp hicret etmek hususunda açık bir hüküm ihtiva etmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da dinini kurtarmak için yurdundan kaçmıştır. Ashabı da böyle yapmıştır. en-Nahl SÛRESİ'nde (16/81. âyet, 2. başlıkta) geçtiği üzere mağarada bir süre kalmış olduğu gibi, yüce Allah da bunu et-Tevbe Sûresi'nde (9/40. âyette) açık bir nas ile ifade etmiştir; bu âyete dair açıklamalar daha Önceden geçmiş bulunmakladır. Hepsi de dinlerinin esenliğe kavuşması ve kâfirlerin fitnesinden kurtuluş ümidiyle vatanlarından göç etmiş, kendi topraklarını, yurtlarını, ailelerini, çocuklarını, yakınlarını, kardeşlerini, terk etmişlerdir. Buna göre, dağlarda yaşayıp mağaralara girmek insanlardan ayrılarak yaratıcı ile başbaşa kalmak ile zâlimlerden kaçmanın cevazı, peygamberlerin ve Allah'ın gerçek dostlarının bir sünnetidir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), uzletin faziletine dikkat çektiği gibi, ilim adamlarından bir topluluk da, özellikle fitnelerin başgöstermesi ve insanların bozulması döneminde bunun faziletine dikkat çekmişlerdir. Yüce Allah da Kitabında bunu açık nas ile belirterek:

"O halde mağaraya sığının" diye buyurmaktadır.

İlim adamları derler ki: İnsanlardan ayrılıp uzlete çekilmek, kimi zaman dağlarda ve dağ yollarında, kimi zaman deniz kıyılarında ribatlarda (serhadlerde), kimi zaman da evlerde olur. Haberde şöyle denilmektedir: "Fitne oldu mu, bulunduğun yeri gizle ve dilini de tut!" Burada da özellikle herhangi bir yer sözkonusu edilmemektedir. İlim adamlarından bir kesim de uzleti, -eğer onlar arasında bulunuyorsan- kötülükten ve kötülük işleyen kimselerden kalbinle ve amelinle uzak durmak, diye kabul etmişlerdir. İbnü’l-Mübarek uzleti açıklarken şöyle demektedir: Uzlet, beraberinde bulunduğun topluluğun Allah'ı anmaya dalmaları halinde senin de aynı şekilde onlarla Akre dalmandır. Başka bir şeye dalacak olurlarsa, senin susmandır.

el-Bağavi, İbn Ömer'den, o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "İnsanlarla oturup kalkan ve onların eziyetlerine sabreden bir mü’min, onlarla birlikte oturup kalkmayan ve eziyetlerine sabretmeyenden daha hayırlıdır." Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 55: İbn Mâce, Fiten 23: Müsned, II, 43, V, 365 Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir. "Mü’minler İçin manastır olarak evleri ne iyidir!" Yakın manada bir rivâyeti es-Sehâvî, el-Mekasidu'l Hasene, 1258’de zikretmektedir. Kurtubi. Dnrul-Hadıs baskısı, X, 369. dn: 2). Bu hadis, el-Hasen ve başkalarından hasen olarak gelen rivâyetlerdendir.

Ukbe b. Amir de, Resûlüllah, (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Kurtuluş nedir ey Allah'ın Rasûlü? diye sorunca, Hazret-i Peygamber şöyle cevap vermişti: "Ey Ukbe, dilini tut, evin sana yetsin ve günahların dolayısıyla da ağla." Tirmizî, Züht) 61; Müsned, IVT 148, 158, V, 259 Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "İnsanlar, öyle bir zamana erişeceklerdir ki, müslüman kişinin en hayırlıları fitnelerden kaçarak dinini kurtarmak kastiyle kendileriyle dağların başlarında dolaşacağı ve yağmur düşen yerleri bulup arkalarından gideceği koyunları olacaktır." Buhârî, Îman 12, Menakıb 2% BedVl-Halk 15, Rikank 34, Firen 14; Nesâî, Îman 30; İbn Mâce, Fiten 13; Muvatta’', İstizan 16: Müsned, III, 6. 30, 57. Bu hadisi Buhârî rivâyet etmiştir.

Ali b. Sa'd da el-Hasen b. Vâkid'den şöyle dediğini nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Yüzseksen yılı oldu mu, artık ümmetim için bekârlık, uzlet ve dağ başlarında ruhbanlık etmek helâl olacaktır. "

Yine Ali b. Sa'd, Abdullah b. el-Mübarek'den, o, Mübarek b. Fedale'den, o, el-Hasen'den, o, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ref ederek şöyle dediğini nakletmektedir: "İnsanlar, öyle bir zamana geleceklerdir ki, dinine bağlı bir kimsenin dininin esenliğe kavuşması, ancak dini ile bir dağın tepesinden, bir başka dağın tepesine, yahut bir yerden bir başka yere kaçıp giden kimse için mümkün olacaktır. Artık böyle bir şey oldu mu, mÂişet ancak Allah'a isyan ile elde edilir. Ve bu da oldu mu, artık bekârlık helal olur." Ey Allah'ın Rasûlü diye sordular, sen bize evlenmeyi emrettiğin halde bekârlık nasıl helal olur? Şöyle buyurdu: "Böyle bir şey oldu mu, kişinin fesada uğraması, anne-babası eliyle gerçekleşecektir. Anne-babası olmazsa, bu sefer onun helâk oluşu zevcesi vasıtasıyla olacaktır. Eğer onun zevcesi yoksa, onun helaki çocuğu vasıtasıyla olacaktır. Eğer çocuğu yoksa, onun helaki, yakın akrabaları ve komşuları vasıtasıyla gerçekleşecektir." Bu nasıl olur ey Allah'ın Rasûlü, diye sordular, o da şu cevabı verdi: "Geçim darlığı dolayısıyla onu ayıplarlar ve gücünün yetmediği şeylerle onu mükellef tutarlar. İşte o vakit o da kendisinin helâk olmasıyla sonuçlanacak yollara sapar. " Elimizin altındaki kaynaklarda tesbit edemedik

Derim ki: Bu hususta insanların durumları birbirinden farklıdır. Nice kişi mağaralarda ve dağlardaki oyuklarda kalabilecek güce sahip olabilir. Bu, uzletin en üstün halidir. Çünkü Allah'ın, peygamberliğinden önceki dönemlerde Peygamberi için seçip tercih ettiği hali budur. Ayrıca Kitab-ı keriminde de bu genç delikanlılardan haber verirken, nass ile tesbit ettiği hal de budur. Çünkü yüce Allah:

"Madem ki onlardan ve Allah'dan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız, o halde mağaraya sığının" diye buyurmaktadır.

Nice kimseler için de evinde uzlete çekilmek kendisi için daha kolay ve daha sıkıntısızdır. Bedir'e katılmış bazı kimseler de Hazret-i Osman'ın öldürülmesinden sonra bu şekilde uzlete çekilerek evlerinde oturmuş ve kabirleri dışında hiçbir yere çıkıp gitmemişlerdi.

Bazı kimseler de bu ikisi arasında ortalarda bir yerdedir. Bu kişi, insanlarla oturup kalkmaya ve onların eziyetlerine sabredebilir. O, zahiren onlarla birlikte olmakla birlikte bâtınen onlara muhaliftir.

İbnü'l-Mübarek şöyle demektedir: Bize, Vuheyb b. el-Verd anlattı, dedi ki: Bir adam, Vehb b. Münebbih'in yanına gelip şöyle dedi: Ahali, içine düştükleri bu hale düştü. Ben de kendi kendime onlarla birlikte olmama kararını verdim. Vehb: Hayır böyle yapma, dedi. Çünkü insanlarla birlikte olmak senin için kaçınılmaz bir şeydir. Onların da seninle birlikte olmaları onlar için kaçınılmazdır. Senin onlara bir çok ihtiyacın olduğu gibi, onların da sana bir çok ihtiyaçları vardır. Ama sen, onlar arasında işiten bir sağır ve gören bir kör, konuşan bir dilsiz ol. Şöyle de denilmiştir: İnsanlardan uzaklaşmayı sağlayan her bir yer, dağlar ve dağbaşlarının kapsamına girmektedir. Mescidlerde itikaf etmek, rîbat yapmak ve zikir için sahillerde bulunmak, insanların şerlerinden kaçarak evlerden ayrılmamak gibi.

Hadîs-i şerîflerde dağ başları, dağlar ve koyunların arkasından gitmek gibi hususların söz konusu edilmesi -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- çoğunlukla uzlete çekilmek için seçilen yerlerin bunlar oluşundan dolayıdır. O halde -belirttiğimiz gibi- insanlardan uzaklaşmayı sağlayan her bir yer bunun kapsamına girmektedir. Muvafakiyet Allah'tandır, günahlardan korunmak da O'nun lütruyla olur.

Ukbe b. Âmir şöyle demektedir: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Rabbim, bir dağın tepesinde koyun otlayan, namazı için ezan okuyup namaz kılan kimsenin halini beğenir. Aziz ve celil olan Allah şöyle buyurur: Kuluma bakınız, ezan okuyor, namaz İçin kamet getiriyor ve Benden korkuyor. Ben, kuluma mağfiret ettim ve onu cennetime koyacağım." Bu hadisi Nesâî rivâyet etmiştir. Ebû Dâvud, Salâtu's-Sefer 3: Nesâî, Ezan 26; Müsned, IV, 145 (kısmen), 157.

3. Allah'tan Doğruya İletmesini İstemek:

Yüce Allah'ın:

"...İşimizde bize doğruyu bulma başarısını ver" âyeti şunu göstermektedir: Onlar, kendilerini takip edenlerden kaçtıktan sonra duaya yöneldiler ve yüce Allah'a sığınarak: "Rabbimiz, bize tarafından bir rahmet" yani bir mağfiret ve bir rızık "işimizde de bize doğruyu bulma başarısını ver" bizİ doğruya muvaffak kıl, dediler.

İbn Abbâs: Mağaradan esenlikle çıkmayı nasib et, diye açıklamıştır. Bize doğruyu göster, diye de açıklanmıştır, İşte bu anlam dolayısıyla Hazret-i Peygamber, herhangi bir sıkıntıya düştü mü hemen namaza sığınırdı. Müsned, V, 388'de belirtildiğine göre, "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) önemli ya da; zorlu ve sıkıntılı bir durumla karsı karsıya kaldı mı namaz kılardı."

11

Bunun üzerine Biz de nice yıllar mağarada kulaklarına vurduk.

Bu âyet, yüce Allah'ın onları uyuttuğunu anlatan bir tabirdir. Bu da Kur'ân-ı Kerîm'in Arapların benzerini meydana getiremeyeceklerini İkrar ve itiraf ettikleri oldukça fasih ifadelerindendir. ez-Zeccâc dedi ki: Biz onların sesleri işitmelerini engelledik. Çünkü uyuyan bir kimse bir ses işitti mi uyanır.

İbn Abbâs da şöyle demektedir: Biz, kulaklarına uykuyu vurduk. Yani, seslerin kulaklarına nüfuz etmelerini önleyecek şekilde tıkadık. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Biz, kulaklarına vurduk. Yani, onların dualarını kabul ettik, kavimlerinin onlara kötülük yapmalarını önledik ve onları uyuttuk.

Bütün bu anlamlar birbirine yakındır. Kulrub da şöyle demiştir: Bu, Arapların: Emirin, yönetimi altındaki kimseleri fesal işlemekten alıkoymasını anlatmak için "emir yönetimi altındakilerin ellerine vurdu (alıkoydu)" tabiri ile efendinin, ticaret yapma iznini verdiği kölesini tasarruftan alıkoymasını anlatmak üzere kullandıkları, "efendi, kölesinin eline vurdu" tabirlerine benzemektedir. el-Esved b. Ya'kub -ki, gözleri görmeyen birisiydi- şöyle demektedir:

"Ve başıma gelen zor olaylardan birisi de -ey Babasız kalmayasıca- şudur ki:

Yeryüzüne bana fearşj setler vuruldu.

(Gözlerim görmediği için her taraf bana tıkanık gibi geliyor)."

Özellikle "kulakların söz konusu edilmesine gelince; uykunun ve uyku rahatının bozulmasına en büyük etken organın o oluşundan dolayıdır. Uyuyan bir kimsenin uykusu ancak kulağının işittiği seslerden dolayı bozulur. Uykunun başka türlü bozulması nadirdir. Ve sağlam bir uyku da ancak kulağın bir şey duymaması halinde mümkün olur. Uykuda kulağın söz konusu edilmesiyle ilgili ifadelerden birisi de Hazret-i Peygamber'in: "İşte bu, şeytanın kulağına işediği bir kimsedir" ifadesidir. Bunu da Sahih(-i Buhârî ve Müslim) rivâyet etmiştir. Buhârî, Teheccüd 13. Bedu’l-Halk 11; Müslim, Salatu’l-Müsâfirin 205; Nesâi, Kıyâmu’l-Leyl 5; İbn Mâce, İkâmetu’s-Salât 174; Müsned, I, 375, ^H, II, 26O: 427. Hazret-i Peygamber bu sözleriyle, uzun süre uyuyan ve geceleyin kalkmayan (namaza uyanmayan) kimseyi kastetmektedir.

“Nice” kelimesi,

"yıllar" kelimesinin sıfatıdır. Yani, sayılı yıllar onları uyuttuk demektir. Bu ifade ile kasıt, çokluğu anlatmaktır. Çünkü az bir sürenin "nice" ile belirtilmesine gerek yoktur. Zira, "az süre uyku"nun ne kadar olduğu örfen bilinmektedir.

(.......) mastar olup "saymak" demektir. ise, sayı anlamındadır. Ebû Ubeyde der ki: "Nice" kelimesi, mastar (mefûl-i mutlak) olarak nasb edilmiştir.

Bir topluluk da şöyle demektedir: Yüce Allah, bu yılların sayısını daha sonra beyan ederek şöyle buyurmaktadır:

"Onlar, mağaralarında üçyüz yıl kaldılar, dokuz daha kattılar." (el-Kehf, 18/25)

12

Sonra da o iki zümreden hangisinin, bekledikleri süreyi daha İyi hesap ettiğini ayırt edelim diye onları uyandırdık.

Yüce Allah'ın:

"Sonra da... onları uyandırdık" âyeti, uykularından sonra onları uyandırdık, demektir. Diriltilen veya uykusundan kaldırılan kimseye "neb'ûs (uyandırılan)" denilir. Çünkü bu kimse daha önceden yerinden kalkmaktan ve bir takım İşleri yapmaktan alıkonulmuş bulunmaktadır.

"İki zümreden hangisinin, bekledikleri süreyi daha iyi hesap ettiğini ayırd edelim diye" âyetindeki; " Ayırt edelim (lâfzı anlamıyla; bilelim) diye" ifadesi, sözü edilen o şeyin varlık alemine çıkması ve müşahade olunacak bir hale gelmesini anlatan bir tabirdir. Bu da Arapların kullandıktan ifadelere uygundur. Yani, Biz bunu varlık âleminde ortaya çıkmış haliyle bilelim, ortaya çıkartalım demektir. Yoksa, yüce Allah zaten her iki zümreden hangisinin bu süreyi daha iyi bildiğini bilmekte idi.

ez-Zührî, Ayırt etsin diye" anlamında "ye" ile okumuştur. "İki hizb (zümre)" ise, İki kesim, iki fırka demektir.

Âyetin zahirinden anlaşıldığına göre, iki zümreden birisi, genç delikanlıların kendileridir. Çünkü onlar kendilerinin az bir süre uykuda kaldıklarını zannetmişlerdi. İkinci zümre ise, genç delikanlıların durumu ile İlgili tarih kaydının bulunduğu ve genç delikanlıların, dönemlerinde uykudan uyandırıldıkları dönemdeki şehir halkıdır. Müessirlerin çoğunluğunun görüşü budur.

Bir diğer kesim ise şöyle demektedir: Bunlar, kâfirlerden iki ayrı zümredir. Kehf ashabının uykuda kaldıkları süre hakkında anlaşmazlık içerisinde idiler.

Bunların, mü’min İki ayrı zümre oldukları söylendiği gibi, âyetin lâfızları ile ilişkisi bulunmayacak şekilde başka görüşler de ileri sürülmüştür.

" Daha iyi hesap etti" ifadesi, mazi bir fiildir. “Süreyi” ifadesi de mef'ûlün bih olarak nasb edilmiştir. Bu açıklamayı da Ebû Ali yapmıştır. el-Ferrâ' ise temyiz olarak nasb edildiğini söylerken, ez-Zeccâc zari olmak üzere nasbedildiğini söylemiştir. Bu iki zümreden hangisinin bekledikleri süreyi daha iyi hesap ettiğini ayırd edelim diye... demek olur. "Nihai vakit" demektir. Mücahid bunun sayı anlamında olduğunu söylemiştir. Bu ise, manayı daha iyi kavratmak kastıyla mana ile bir tefsirdir.

Taberi ise bu kelimenin; " Bekledikleri" fiili ile nasbedildiğini söylemiştir. İbn Atiyye ise: Bu, uygun bir açıklama değildir demektedir. Bunun, temyiz olarak nasb edildiğini söyleyenlerin görüşüne gelince; daha iyi hesap etti" anlamı verilen kelimenin vezni olan): vezni, istisnalar dışında rubaî fiilden yapılmaz. Daha iyi hesap etti" ise, rubaî bir fiildir. Ancak bu görüşün lehine şöylece delil getirilebilir: Rubaî (dört harfli fiil) de bu vezin çokça kullanılmıştır. Bir kimsenin: O, ne kadar çok mal verir ve ne kadar çok hayır işler" demesi gibi.

Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), havuzunun niteliğine dair şöyle buyurmuştur: "Suyu sütten daha beyazdır." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); "Benîm Havz'ım(ın suyu), kardan daha beyazdır (beyâdan)" (Müslim, Tahüre 36: Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 15..) diye buyurmuştur.

Ömer b. el-Hattâb da: Öyle bir kimse bunların dışında kalan şeyleri daha bir zayi eder" demiştir.

13

Biz, sana onların kıssalarını gerçek şekliyle anlatalım: Gerçekten bunlar, Rabblerine îman eden genç yiğitlerdi. Biz de hidâyetlerini arttırmıştık.

Yüce Allah'ın:

"Sonra da iki zümreden hangisinin bekledikleri süreyi daha iyi hesabettiğini ayırt edelim diye" âyeti, genç delikanlıların uykuda kaldıkları süre hakkında bir görüş ayrılığının ortaya çıktığını ifade ettiğinden, yüce Allah" "Biz, sana onların kıssalarını gerçek şekliyle anlatalım" âyeti ile onların gerçek durumlarını bildiğini haber vermektedir.

"Gerçekten bunlar... genç yiğitlerdi" âyeti da şu demektir: Onlar, genç ve henüz yaşları küçük kimseler olup aracısız olarak îman etmeleri dolayısı ile de onlar hakkında "fütüvvet; yiğitlik, delikanlılık" hükmünü vermiştir.

Dil bilginleri de böyle demişlerdir: Fütüvvet'in başı imandır. Cüneyd de şöyle demiştir: Fütüvvet; mevcudun karşılıksız verilmesi, eziyetin Önlenmesi, şekvanın terk edilmesidir. Yine fütüvvet'in, haramlardan kaçınmak ve üstün ahlâkî değerleri işlemekte eli çabuk tutmak olduğu da söylenmiştir. Bundan başka açıklamalarda da bulunulmuştur. Bu da gerçekten güzel bir açıklamadır. Çünkü manası itibariyle "fütüvvet: genç ve yiğit olmak" ile ilgili İleri sürülmüş bütün görüşleri kapsamına alır.

"Biz de hidâyetlerini artırmıştık." Yani, herşeyden ilişkiyi kesip Allah'a yönelmek, insanlardan uzaklaşmak, dünyaya rağbet etmemek (zühd) gibi salih amel işlemelerini kolaylaştırmıştık. Bu, imandan ayrı olarak yapılan güzel işlerdir.

es-Süddî şöyle demektedir: Yüce Allah, onların hidâyetlerini çobanın köpeğini -havlayıp kendilerine dikkat çekmesi korkusu ile- taşlayıp uzaklaştırdıkları sırada, onların hidâyetlerini artırmıştı. Çünkü köpek, dua eden bir kimse gibi, ön ayaklarını semaya doğru kaldırınca, Allah onun konuşmasını sağlayarak şöyle demişti: Ey gençler, ne diye beni kovuyor, niçin beni taşlıyorsunuz, niçin beni vuruyorsunuz? Allah'a yemin ederim, siz O'nu bilip tanımadan kırk yıl öncesinden ben O'nu biüp tanımıştım.

Allah, böylelikle onların hidâyetlerini artırmıştı.

14

(Hükümdarlarının önünde) dikilip de: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz O'ndan başkasını ilâh diye çağırmayız. O takdirde gerçekten son derece batıl bir söz söylemiş oluruz" dediklerinde Biz, kalplerine sabır ve metanet vermiştik.

"Biz, kalplerine sabır ve metanet vermiştik" âyeti, ileri derecedeki kararlılık ve sabrın bir ifadesidir. Allah, onlara öyle,bir azim, sabır ve metanet ihsan etmişti ki, kâfirlerin önünde: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz O'ndan başkasını ilâh diye çağırmayız. O takdirde gerçekten son derece batıl bir söz söylemiş oluruz" demişlerdi. Dehşete kapılmak, ruhî zayıflık ve güçsüzlük, münasebet yönü ile çözülüşe benzediğinden dolayı; nefsin güçlülüğü, kararlılığı ve ileri derecede metanet göstermesi de sağlamlığa ve metanete benzemektedir. İşte bundan dolayı (âyet-i kerimenin bu bölümünde geçen ve "sabır ve metanet" anlamı verilen kelimeyle aynı kökte olmak üzere): Filan kişi dehşete kapılmaz, sabır ve metanet sahibidir" tabiri dehşet, Savaş ve benzeri hallerde korkuya kapılmamasını anlatmak için kullanılır. Hazret-i Mûsa'nın annesinin kalbine metanet verilmesi de bu kabildendir.

Yine yüce Allah'ın:

"Kalplerinizi pekiştirmek ve onunla ayaklar (iniz)a sebat vermek için de..." (el-Enfâl, 8/11) âyeti da bu kabildendir ki, buna dair açıklamalar önceden (anılan âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Yüce Allah'ın:

"Dikilip de... dediklerinde" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı iki ballık halinde sunacağız:

1. Dikilmelerinin Anlamı:

Yüce Allah'ın:

"Dikilip de... dediklerinde" âyetinin üç anlama gelme ihtimali vardır:

1- Bunun, onların -önceden de geçtiği gibi- kâfir hükümdarın huzurunda ayağa kalkıp dikilmelerinin anlatılması amacıyla zikredilmiş olmasıdır. Bu, hükümdarın dinine muhalefet ettikleri ve Allah uğrunda onun heybetine aldırış etmedikleri için kalplerine sebat verilmesini gerektiren bir konumdur.

2- İkinci anlamının şöyle olduğu söylenmiştir: Bu genç delikanlılar, sözü edilen şehrin ileri gelen büyüklerinin çocukları idiler. Bunlar, aralarında anlaşma ve sözleşme sözkonusu olmaksızın bu şehrin dışına çıktılar ve arka taraflarında bir araya geldiler. Onların en yaşlıları şöyle dedi: Ben içimde, gerçek Rabbimin göklerin ve yerin Rabbi olduğu kanaatini besliyorum. Onlar da: Bizler de aynı kanaati içimizde buluyoruz, dediler. Bunun üzerine hep birlikte kalkıp: "Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz Ondan başkasını ilâh diye çağırmayız. O takdirde gerçekten son derece batıl bir söz söylemiş oluruz" dediler. Yani, eğer biz O'ndan başka bir ilaha ibadet edecek olursak, hiç şüphesiz zalimce ve imkânı bulunmayan bir iddiada bulunmuş oluruz.

3- Üçüncü olarak; onların dikilmeleri Allah'a doğru kaçmak ve insanları terk etmek hususunda kararlılıkla yerlerinden kalkıp gitmeleri demektir. Nitekim bir kimse tam bir gayret ve kararlılık ile bir işi yapmak istediği takdirde: “Filan kişi bu iş için dikildi" tabiri kullanılır.

2. Mutasallallahü aleyhi ve sellemvıfların Bu Âyeti Raks ve Vecdlerine Delil Göstermeleri:

İbn Atiyye der ki: Ayağa dikilmek ve söz söylemek hususunda sufiler, yüce Allah'ın;

"Dikilip de.- Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir... dediklerinde" âyetini delil diye kabul etmişlerdir.

Derim ki: Bu, doğru olmayan bir delillendirmedir. Çünkü bu âyet-i kerimede kendilerinden söz edilenler, ayağa dikilip Allah'ın hidâyet ettiği şekilde Allah'ı andılar, kendilerine ihsan etmiş olduğu nimet ve bağışlan dolayısıyla O'na şükrettiler. Sonra da kavimlerinden korkarak, onlardan ilişkilerini kesip Rabblerine yöneldiler. İşte Allah'ın rasûllerinde, peygamberlerinde, azimet sahibi (hakta sebatlı, kararlı) veli ve dostları hakkındaki sünneti (kanunu) budur. Bu nerede! ayakları vurarak, elleri açıp raksetmek nerede. Özellikle de bu zamanımızda tüysüzlerden ve kadınlardan güzel seslilerin nağmelerini İşitmek nerede! Heyhat! bu ikisi arasında gökler ile yer arasındaki gibi bir uzaklık vardır. Diğer taraftan böyle bir tutum, ileride yüce Allah'ın izniyle Lukman SÛRESİ'nde açıklaması da geleceği üzere ilim adamlarının tümüne göre haramdır. Yine Subhân (İsra) SÛRESİ'nde de yüce Allah'ın:

"Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme" âyeti tefsir edilirken de (el-İsra, 17/37; 5- başlıkta) yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

İmâm Ebû Bekr et-Tarsusî de su filerin bu konudaki kanaatleri hakkında kendisine soru sorulması üzerine şöyle demektedir: Raks ve vecde gelmeye gelince bunu, ilk olarak ortaya atanlar, Samirînin adamlarıdır, Sâmirî, onlara böğüren bir ceset halinde buzağıyı yapınca, onlar vecde gelerek etrafında kalkıp raksetmeye koyuldular. İşte bu, -ileride de geleceği Üzere- kâfirlerin dinidir; buzağıya İbadet edenlerin yoludur.

15

"Şunlar, şu bizim kavmimiz, O'ndan başka ilâhlar edindiler. Bari onlara dair açık bir delil getirselerdi. Artık Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir!"

Yüce Allah'ın:

"Şunlar, şu bizim kavmimiz, O'ndan başka ilahlar edindiler" âyeti şu demektir: Onların kimisi diğerine: Şunlar, şu bizim kavmimiz, yani gu bizim çağdaşlarımız ve bizim şehrimizde bizimle birlikte yaşayanlar, herhangi bir delile bağlı olmaksızın atalarını taklit ederek putlara tapındılar.

"Bari onlara dair açık bir delil" yani, putlara tapmalarına dair açık bir belge

"getirselerdi" getirmeli değiller miydi? Buradaki: "(........) Onlara" zamirinin, ilahlara raci olduğu söylenmiştir. Yani bunlar, putların ilahlar olduğuna dair apaçık bir delil getirmeli değiller miydi?

Onların; "Bari ...se..." sözleri, âciz bırakmak anlamında bir teşviktir, Onlar, böyle bir delil getirme imkânına sahip olmadıklarına göre, bu putların ilâhlıklarına dair iddialarına da iltifat etmemek gerekir.

16

"Madem ki onlardan ve Allah'dan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız, o halde mağaraya sığının. Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin, İşinizde size faydalı olanı hazırlasın."

"Madem ki onlardan ...ayrıldınız" âyeti, denildiğine göre yüce Allah'ın onlara hitabı cümlesindendir. Yani: Siz, onlardan ayrıldığınıza göre, o halde mağaraya sığınınız. Bunun, -İbn Atiyye'nin naklettiğine göre- başkanları Yemlîha'nın söylediği sözler cümlesinden olduğu da söylenmiştir. el-Ğaznevi de bu sözler onlara, başkanları Mekselmînâ tarafından söylenmiştir, demiştir. Yani, sizler onlardan ve onların taptıklarından uzaklaşıp ayrıldığınıza göre... dedikten sonra, burada "Allah'dan başka" istisnası getirilmiştir. Yani sizler Allah'a İbadetten uzaklaşmadınız, O'nu terk etmediniz. O bakımdan bu, munkatı bir İstisnadır.

İbn Atiyye der ki: Bunun munkatı istisna olması, Ashab-ı Kehf'in kendilerinden kaçtıkları kimselerin, Allah'ı tanımamaları ve Allah'ı hiç bir şekilde bilmedikleri ve ancak putların ilâh olduklarına inandıkları varsayımına göredir. Eğer bizler, Araplar gibi Allah'ı tanımakla birlikte putlarını ibadette Allah'a ortak koşan kimseler olduklarını varsayacak olursak, o takdirde istisna muttasıl olur. Çünkü ayrılıp uzaklaşmak, -Allah hakkında müsnesnâ olmak üzere- kâfirlerin bütün ibadet ettikleri şeyler hakkında sözkonusu olmuş olur. Abdullah b. Mes'ûd'un Mushaf'ında ise bu âyet; “Allah'ın dışında tapmakta olduklarından" şeklindedir. Katade dedi ki: Bu âyetin tefsiri işte budur.

Derim ki: Buna, Hafız Ebû Nuaym'in, Atâ el-Horasani'den, yüce Allah'ın:

"Madem ki onlardan ve Allah dan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız" âyeti hakkında naklettiği şu sözü de delil teşkil etmektedir: Hem Allah'a, hem de O'nunla birlikte başka bir ilâha tapınan bir kavme mensup bir grup genç delikanlı vardı. Bu genç delikanlılar, bu ilahlara ibadetten uzaklaşmakla birlikte, Allah'a ibadetten uzaklaşmadılar.

İbn Atiyye der ki: Katade'nin açıklamasına göre buradaki: dan başka"...dan başka" takdirinde olur.

"Allah'dan başka tapmakta oldukları" âyetindeki; ...lan" ise nasb mahallinde ve yüce Allah'ın:

"Onlardan... ayrıldınız" âyetindeki zamire atf olur.

Bu âyetin muhtevası şudur: Onların bir kısmı diğerine şöyle dediler: Bizler, kâfirlerden uzaklaşıp yalnızca Allah'a ibadete yöneldiğimize göre, mağara bizim sığınağımız, barınağımız olsun ve Allah'a güvenip dayanalım. Şüphesiz ki O, rahmetini önümüzde açacak, bize yayacaktır ve bizim işimize faydalı ve kolay olanı da hazırlayacaktır.

Bütün bunlar, dünya nazar-ı itibara alınarak yapılan bir dua olmakla birlikte, âhiretleri hususunda da Allah'dan, tam bir ümit ve güven sahibi olduklarını göstermektedir. Ebû Cafer Muhammed b. Ali b. el-Hüseyn (radıyallahü anh) dedi ki: Ashab-ı Kehfin mesleği, kılıç, ayna ve benzeri şeyleri düzeltmek ve onlardaki pürüzleri gidermek idi. Mağaranın ismi da Hayûm idi.

" Faydalı olan" kelimesi, "mim" harfi hem esreli hem üstün olarak okunmuş olup; kendisinden yararlanılan şey (irtifalı.) demektir. İnsanın dirseğine de aynı şekilde; denilir. Bu kelime, aynı zamanda "mim" harfi üstün ve "fe" harfi esreli olarak (merîak şeklinde) da kullanılır. Dilcilerden "mim" harfi üstün ve "fe" harfi esreli (merfik şeklinde) okunmasını, "mescid" gibi ismi mekân olarak kabul edenler de vardır. Bununla birlikte bu iki şekil, iki ayrı söyleyiştir.

17

Güneş doğduğu zaman, mağaralarının sağ tarafına yöneldiğini, battığında da onların sol yanlarından kayıp gittiğini görürdün. Kendileri ise oranın geniş bir yerinde idiler. Bu, Allah'ın âyetlerindendir. Allah kime hidâyet verirse o doğru yola erdirilmiştir. Kimi de saptırırca, artık onun için doğru yola erdirecek bir veli bulamazsın.

"Güneş doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafına yöneldiğini... görürdün." Yani, ey bu âyetlere muhatap olan kimse! Sen, güneşin doğduğu sırada onların mağaralarından meyledip gittiğini görürdün. Yani, sen onları görmüş olsaydın, bu halde olduklarını görecektin. Yoksa burada muhatabın, onları muhakkak gördüğü anlamında bir hitap değildir.

"Meyledip bir tarafa çekilmek" anlamındadır. " Meyletmek" demektir. Gözü bir tarafa kaymış olan bir kimseye "el-Ezver" denilmesi de buradan gelmektedir. Gözün dışındaki kaymalar hakkında da kullanılır. Nitekim İbn Ebi Rebia şöyle demiştir:

"Ve onların korkusuyla yanım meyl etmektedir (ezver)."

Antere'nin şu mısraında da bu kelimenin kökünden gelen fiil kullanılmaktadır:

"Mızrakların boynuna indirdiği şiddetli darbelerden dolayı yana meyletti."

Mute Gazvesi ile ilgili hadiste de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, Abdullah b. Revâha'nın tahtında Cafer ile Zeyd b. Hârise'nin tahtına nisbetle bir meyil (izvirâr) gördüğü zikredilmektedir." İbn Hişnm, Siret, IV, 18.

Haremeyn ahalisi ile Ebû Amr, "Yöneldi" kelimesini "te" harfini "ze" harfine idğam ile okumuşlardır. Bunun da aslı: şeklindedir. Âsım, Hamza ve el-Kisaî "ze" harfini şeddesiz olarak diye okumuşlardır. İbn Âmir: diye okumuştur. el-Ferrâ'', şeklinde okunduğunu nakletmiştir ki, hepsinin de anlamı birdir.

"Battığında da onların sol yanlarından kayıp gittiğini görürdün" anlamındaki âyette geçen; “Onların ...dan kayıp gittiğini" âyetini Cumhûr, "onları öylece bırakıp gittiği" anlamında "te" ile okumuşlardır. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Katade ise, "onları bu hallerinde terkettiğini" diye açıklamıştır. en-Nehhâs bu, dilde bilinen bir manadır derken, Basralılar, bir kimseyi terk etmeyi anlatmak üzere; "Onu terk etti, eder" denildiğini nakletmektedirler.

Âyetin anlamı şudur Onlara bir keramet olmak üzere güneş hiç bir şekilde isabet etmiyordu. Bu da İbn Abbâs'ın görüşüdür. Yani, güneş doğduğunda, mağaralarının sağ tarafına doğru meylederdi. Güneş battığı takdirde ise mağaralarının sol tarafından meylederdi. Böylelikle günün başlangıcında da, sonunda da güneş onlara isabet etmezdi. Onların mağaraları, Rum diyarında (küçük ve büyük) ayı yıldızlarına doğru bakıyordu. Güneş doğarken de, batarken de, doğudan batıya doğru hareket ederken de onlardan başka tarafa kayıyor ve sıcağı ile onları rahatsız etmemek, tenlerinin rengini değiştirmemek, elbiselerini de eskitmemek için güneş ışığı onlara ulaşmıyordu.

Şöyle de denilmiştir: Mağaralarının güney tarafından da batı tarafından da güneşe karşı birer engeli vardı. Onlar da bu iki engelin köşesinde bulunuyorlardı. ez-Zeccâc'ın kanaatine göre ise, mağaranın herhangi bir tarafa açılan ve bunu gerektiren bir kapısı bulunmaksızın güneşin bu durumu, Allah'ın âyetlerinden bir âyet idi.

Bir kesim, bu kelimeyi; şeklinde "ye" ile kesmek anlamına gelen; mastarından gelen bir fiil olarak okumuşlardır. Yani, mağara gölgesi ile onlara gelen güneş ışığını kesiyordu.

"Battığında da onların sol yanlarından kayıp gittiğini" âyetinin şu anlama geldiği söylenmiştir: Yani, güneş ışığından az miktar onlara cleğiyordu. Bu ise altın ve gümüşün kırıntısı anlamına gelen; kelimesinden alınmadır. Güneş ışınlarının az bir bölümü onlara ulaşıyordu, anlamındadır. Bunlar, bu görüşlerini şöyle açıklamaktadırlar: Akşam vakti güneş ışıntarının onlara değmesi, bedenlerini ıslah edici bir özelliğe sahipti.

Özetle söyleyecek olursak, bu konudaki âyet (ilâhî belge) şudur: Yüce Allah, bu niteliklere sahip bir mağarada onları barındırdı. Günün büyük bir bölümünde üzerlerine güneş ışığının gelmesi dolayısıyla rahatsız olacakları bir başka mağarada onları barındırmadı. Bu açıklamaya göre, bir bulutun gölge yapması, yahut bir başka sebep dolayısıyla güneş ışığının onlara ulaşmasının engellenmesi mümkündür. Maksat onların, gerek bedeni değişiklik, gerekse de tenlerinin renginin değişmesi, diğer taraftan sıcak ya da soğuktan rahatsız olmak gibi rahatsız edici her bir şeyin, ulaşmasına karşı korunduklarının açıklanmasıdır.

"Kendileri ise oranın" yani mağaranın

"geniş bir yerinde idiler” âyetindeki: Geniş yer" demektir. Çoğulu; İle şeklinde gelir. Şair de şöyle demektedir:

"Kimse başka bir tarafa sapmaksızın ve yalnız başına ayrı da kalmaksızın

Her bir vadiyi ve her bir genişliği adamlarla ve atlarla dolduranlar bizleriz."

Âyet, onların kendilerine hava, esinti ve meltemlerinin isabet edeceği bir halde olduklarını anlatmaktadır.

"Bu, Allah'ın âyetlerindendir." Allah'ın onlara bir lütrudur. Bu da ez-Zeccâc'ın konu ile ilgili açıklamasını pekiştirmektedir. Tefsir bilginleri şöyle demektedir: Onlar, uyuyor oldukları halde, gözleri açıktı. O bakımdan onları gören herhangi bir kimse onları uyanık zannederdi. Şöyle de açıklanmıştır; Uyanık bir kimsenin yattığı yerde çokça dönüp durması gibi, onların da çokça dönüp durmalarından ötürü, sen onların uyanık olduklarını zannederdin.

18

Onlar, uyuyor oldukları halde sen onları uyanık sanırdın. Biz onları sağ yanlarına da, sol yanlarına da çeviriyorduk. Onların köpeği ise, giriş yerinde iki kolunu (ön ayaklarını) uzatmıştı. Yanlarına çıkıp onları görseydin, mutlaka onlardan geri dönüp kaçardın ve hiç şüphesiz onların korkusu ile dolardın.

 

"Uyanık (kimseler)" kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur ve bu da uyanık bulunan kimse demektir.

"Onlar uyuyor oldukları halde" ifadesi ise, Arapların; "Onlar, rükû, sücud ediyor ve oturuyor oldukları halde" ifadesine benzemekle olup çoğul olanlar mastar ile nitelendirilmişlerdir.

"Biz onları sağ yanlarına da sol yanlarına da çeviriyorduk" âyeti hakkında İbn Abbâs der ki: Yer onların etlerini yiyip bitirmesin diye böyle yapıyordu. Ebû Hüreyre dedi ki: Her yıl onlar iki defa döndürülüyorlardı. Yılda bir defa döndürüldükleri de söylenmiştir. Mücahid de şöyle demektedir: Her yedi yılda bir defa döndürülüyorlardı. Bir başka kesim de şöyle demektedir: Ancak son dokuz yılda döndürülmüşlerdir. Üç yüz yıl içerisinde ise döndürülmediler. Müfessirlerin konu ile ilgili açıklamalarının zahirinden anlaşıldığına göre; onların bu dondürülmeleri Allah'ın bir fiili idi. Bununla birlikte, Allah'ın emriyle bir melek tarafından yapılması ve böylelikle bu fiilin yüce Allah'a izafe edilmesi de mümkündür.

Yüce Allah'ın:

"Onların köpeği ise giriş yerinde İki kolunu (ön ayaklarını) uzatmıştı" âyetine dair açıklamalarımız ise dört başlık halinde sunacağız:

1. Köpekleri:

Yüce Allah'ın:

"Onların köpeği" âyeti ile ilgili olarak Amr b. Dinar şöyle demektedir: Akrepten alınan sözlerden birisi de, "gece veya gündüz Allah Nûh'a salât ve selâm eylesin" diyen herhangi bir kimseyi sokmaması; köpekten alınan ahidlerden birisi de: "Onların köpeği ise giriş yerinde iki kolunu uzatmıştı" diyerek, üzerine gelen her hangi bir kimseye zarar vermemesidir.

Müfessirlerin çoğunun kanaatine göre burada sözü edilen köpek, gerçek bir köpektir. -Mukâtil 'in dediğine göre- onlardan birisinin av köpeği yahut ekinini veya koyunlarını bekleyen bir köpeği idi. Köpeğin rengi ile ilgili -es-Sa'lebî'nin de sözünü ettiği şekilde- çok fazla görüş ayrılıkları vardır. Bunun hülasası şudur: Hangi renkte olduğunu söylersen isabet edersin. O kadar ki, onun rengi taş rengi veya sema renginde idi dahi denilmiştir. Aynı şekilde köpeğin ismi konusunda da görüş ayrılığı vardır. Hazret-i Ali'den Reyyan, İbn Abbâs'dan Kıtmir, el-Evzaîden Müşir, Abdullah b. Selam'dan Basît, Ka'bdan Silıya, Vehb'den Nîkyâ olduğu söyledikleri nakledilmiştir. Kıtmîr olduğu da söylenmiştir ki, bunları es-Sa'lebî nakletmektedir.

Onların dönemlerinde tıpkı günümüzde bizim şeriatimîzde câiz olduğu şekilde köpek beslemek, alıkoymak da câiz idi.

İbn Abbâs der ki: Kehf ashabı, geceleyin kaçtılar. Ve bunlar yedi kişi idiler. Beraberinde köpeği bulunan bir çobanın yanından geçtiler. O da dinlerini kabul ederek arkalarından gitti.

Ka'b dedi ki: Onlar, bir köpeğin yanından geçtiklerinde köpek onlara havladı. Onu kovdular. Ancak, geri döndü, defalarca onu kovdular. Bu sefer köpek, arka ayakları üzerine dikilip ön ayaklarını dua eden bir kimsenin yaptığı şekilde semaya doğru kaldırıp dile geldi ve: Benden korkmayın, çünkü ben Allah'ın sevdiklerini seviyorum. Siz uyuyun, ben de sizi koruyayım, size bekçilik edeyim, dedi.

2. Köpek Barındırma İle İlgili Rivâyetler:

Sahih (-i Müslim) de, İbn Ömer'den gelen rivâyete göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kim, -av yahut davar köpeği müstesna- bir köpek barındıracak olursa, her gün onun ecrinden iki kırat eksilir." Buhârî, Zebâih 6; Müslim, Musâkaat 51, 52, 54, 55: Tirmizî, Sayd 17; Nesâî, Sayd 12, 13. 14: Dârimî, Sayd 2, Muvatta’’, İsti'zan 13; Müsned, II, 4, 8. 37. 47, 55, 60, 101. 113, 147, 156 Yine Sahih (-i Müslim), Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kim, -davar (çoban) yahut av veya ekin köpeği müstesna- bir köpek edinirse, her gün onun ecrinden bir kırat eksilir. " Buhârî, Hars 3, Bed'u’l-Halk 17; Müslim, Mûsakaat 53, 56-60; Ebû Dâvûd, Edâhi, 22; Tirmizî, Sayd 17: Nesâî, Sayd 10, 12. 14; İbn Mâce, Sayd 2; Müsned, II, 267, 345.

ez-Zührî dedi ki: İbn Ömer'e, Ebû Hüreyre'nin bu hadisi rivâyet ettiği nakledilince şöyle dedi: Allah Ebû Hüreyre'ye rahmet ihsan eylesin. O, ekin sahibi bir kimse idi; (o bakımdan bu hadisi iyi bellemiş'). Müslim, Musâkaat 46. }8; Tirmizî, Sayd 17, Müsned, El, 4,

Görüldüğü gibi sabit olan sünnet av İçin, ekinleri beklemek ve davarları korumak için köpek beslemenin câiz olduğuna delildir. Bunların dışında herhangi bir menfaat söz konusu olmaksızın köpek besleyenlerin ecirlerinin eksileceğinin belirtilmesi ise, ya köpeğin müslümanları korkutmasından, havlamasıyla onları şaşırtmasından dolayıdır yahut eve meleklerin girmesine mani olduğundan dolayıdır, ya da -Şâfiî'nin görüşüne göre- köpeğin necaseti dolayısıyladır. Yahut da herhangi bir faydası olmayan bir şeyi edinmeye dair yasağın çiğnenme cesaretinin gösterilmesinden dolayıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.

Konu ile ilgili iki rivâyetten birisinde "iki kırat" denilirken, diğerinde de: "Bir kırat" denilmektedir. Bu, biri diğerinden daha çok e7iyet veren iki köpek türü hakkında olması ihtimaline binaendir. Mesela, Hazret-i Peygamberin öldürülmesini emrettiği siyah küpek buna bir örnektir. Hazret-i Peygamber, Hazret-i Cabir yoluyla gelen hadiste açıkça belirtildiği gibi, köpeklerin öldürülmesini nehyettiği hadisinde, bu gibi siyah köpekleri (öldürülmeyecekler arasında sayarak) bu istisnaya sokmamıştır. Bu hadisi de Sahih (i Müslim) rivâyet etmiş olup, buna göre Hazret-i Peygamber devamla şöyle buyurmuştur: "İki gözü üzerinde iki nokta bulunan simsiyah köpeği bilhassa dikkatli olunuz (öldürünüz)." Müslim, Miisîîkam 47; Müsned, TIL 333.

Sevap eksilme sebebinin, yerlerin farklılığı dolayısıyla olma ihtimali de vardır. Mesela, Medine veya Mekke'de köpek barındıran kimsenin ecrinden İki kırat, başka yerde barındıranın ecrinden de bir kırat eksilmesi söz konusu olabilir. Edinilmesi mubah olan köpek barındırma ise, tıpkı at ve kedi gibi ecrin eksilmesine sebep olmaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.

3. Beslenmeleri Mubah Olan Köpeklerin Nitelikleri:

Malik'e göre beslenmesi mubah olan çoban köpeği, davarlarla birlikte giden köpektir. Yoksa evde hırsızlara karşı onları koruyan köpekler değildir. Ekin köpeği İse, ekinleri geceleyin veya gündüzün vahşi hayvanlara karşı koruyan köpeklerdir; hırsızlara karşı koruyan değil.

Malik'in dışındaki ilim adamları ise, davar ve ekin hırsızlarına karşı köpek edinmeyi de câiz kabul etmişlerdir. Köpeğin hükümleri ile ilgili yeterli açıklamalar, daha önceden el-Mâide Sûresi'nde (5/4. âyet, 4. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun.

4. Hayır ve Salâh Sahibi Kimseleri Sevmenin Bereketi:

İbn Atiyye dedi ki: Babam -Allah ondan razı olsun- bana şunu anlatmıştı: Ben, Mısır camiinde, Ebû’l-Fadl el-Cevherî'yi, 469 yılında vaaz kürsüsünde şunfan söylerken dinledim: Hayır ehli kimseleri seven kimse, onların bereketinden bir şeylere nail olur. Bir köpek, fazilet ehli kimseleri sevdi ve onlarla birlikte arkadaşlık etti, Allah da indirdiği muhkem Kitabında ondan söz etti.

Derim ki: Bir köpek, salih ve veli kimselerle arkadaşlık edip bunlarla birlikte bulunduğundan dolayı bu üstün dereceye nail olup yüce Allah Kitabında sozkonusu ettiğine göre, mü’min ve muvahhid olup evliyayı ve salih kimseleri seven kimselerle birlikte oturup kalkanlar hakkındaki kanaatimiz ne olabilir! Hatta bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sevgi besleyen, bununla birlikte kemal derecelerine kusurları sebebiyle ulaşamayan mü'miR kimselere bir tesellidir. Sahih (i Buhârî ve Müslim), Enes b. Malik'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir(ler): Ben, Allah Rasûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte mescidden çıkıyorken, Mescid'in kapısında bir adam bizimle karşı karşıya geldi ve: Ey Allah'ın Rasûlü dedi, kıyâmet ne zaman kopacak? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kıyâmet için ne hazırladın?" diye sordu. Adam, boyun eğer gibi oldu, sonra da ey Allah'ın Rasûlü ben, kıyâmete çokça namaz, oruç ve sadaka hazırlamış değilim. Ancak Allah'ı ve Rasûlünü seviyorum. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Sen, sevdiklerinle berabersin." Buhârî, Fedailu Ashâbi'n-Nebiyy 6. Edeb 95, 96, Ahkâm 10; Müslim, Bire 161-164: Tirmizî, Zühd 50; Müsned, III. 104, 110. 165, 167, 168, 172. 173, 178...

Bir rivâyette de Enes b. Malik şöyle demiştir: İslâm'a girdikten sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın: "Sen, sevdiklerinle berabersin" âyetinden daha çok hiç bir şeye sevinmiş değiliz. Enes dedi ki: Ben, Allah'ı, Rasûlü'nü, Ebû Bekir ve Ömer'i seviyorum. Her ne kadar onların amelleriyle amel etmediysem de onlarla birlikte olacağımı ümid ediyorum. Buhârî, Fedâilu Aslınbi'n-Nebiyy 6: Müslim, Birr 163; Müsned, III, 227T 288.

Derim ki: Enes'in sözünü ettiği bu husus, nefis sahibi her bir müslümanı da kapsar. Her ne kadar biz de kusurlu kimseler isek de bunu ümid ediyoruz. Ehil kimseler olmasak dahi rahmet-i rahmanı umarız. İşte bir köpek, bazı kimseleri sevdiği için Adalı da onu o kimselerle birlikte zikretti. Peki ya biz, îmana tam bir inanç ile bağlanmış ve İslâm sözünü söylemiş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı da seven kimseler olduğumuza göre...

"Yemin olsun ki Biz, Âdemoğullarını şerefli ve üstün kıldık. Onlara karada ve denizde taşıyacak vasıtalar verdik. Kendilerine hoş ve temiz rızıklar verdik ve onları yarattıklarımızın çoğundan oldukça üstün kıldık." (el-İsrâ, 17/70)

Bir kesim de şöyle demiştir: Onlarla beraber bulunduğu söz konusu edilen köpek, gerçek bir köpek değildir. Onlardan birisidir. Bu, mağaranın kapısı yanında, onların Önünde durmuş ve oturmuş birisi idi... Nitekim ikizler burcuna tabi olan yıldıza da köpek denilmesi bundan dolayıdır. Çünkü bu yıldızın ikizler burcuna bağlı oluşu köpeğin insana tabi oluşu gibidir. Ayrıca ona el-Cebbar (ikizlerin bir ismi) köpeği de denilir. İbn Atiyye dedi ki: Bu kimseye, aynı yere bağlı kalan ve oradan ayrılmayan hayvan ismi, bundan dolayı verilmiştir. Ancak köpeğin ön ayaklarını uzatmış olduğundan söz edilmesi, bu görüşü zayıflatmaktadır. Çünkü Örfen bu, gerçek anlamıyla köpeğin bir sıfatıdır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Sizden, her hangi bir kimse kollarını köpek gibi yaymasın" Buhâri, Ezan 141; Müslim, Salât 23î; Tirmizî, Salat 69; Nesâi, İftitâh 89, Tatbik 53; İbn Mâce, İkametu's-Salat 21; Dârimi, Salât 75; Müsned, 111, 115, 177, 179, 191... diye buyurması da bu kabildendir.

Ebû Ömer el-Mutarriz da "Kitabu'l'Yevakît" adlı eserinde; Onların köpeklerinin sahibi ^giriş yerinde iki kolunu uzatmıştı" diye okunduğunu nakletmektedir. Burada "kâlib (köpek sahibi)" İfadesi ile -nakledilen rivâyete göre- bu adamın kastedilmiş olma ihtimali vardır. Çünkü yukarı doğru bakmak kastıyla yüzün kaldırılmasıyla beraber kolların uzatılması ve yere yapışmak, kendisini saklamaya çalışan ve şüphelenilmesini istemeyen kişinin durumudar. "Kâlib" kelimesi ile köpeğin kendisinin kastedilmiş olma ihtimali de vardır. Cafer b. Muhammed es-Sadık da, -köpek sahibi anlamında- bu kelimeyi böylece okumuştur.

"İki kolunu uzatmıştı" âyetinde, ism-i fail (uzatıcı idi, anlamında) amel etmiştir. Ve burada (mealde görüldüğü gibi) mazi fiil anlamındadır. Çünkü bu bir halin hikâyesidir. Bununla köpeğin yaptığı haber verilmek kastı güdütmemiştir. Zira (kol), dirsek ucundan orta parmak ucuna kadar olan bölgenin adıdır. Diğer taraftan: Kolların (ön ayakların) uzatılması, sürenin uzunluğundan dolayıdır diye açıklandığı gibi, köpek de uyudu ve bu da bu konudaki ilahi belgelerden birisidir, diye de açıklanmıştır. Köpeğin, gözleri açık olarak uyuduğu da söylenmiştir.

"Giriş yeri" kelimesi, (avlu gibi) boşluk, düzlük demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs, Mücahid ve İbn Cübeyr yapmıştır; ki, mağaranın önündeki boşluk anlamındadır. Çoğulu da: ile şeklinde gelir. Mağaranın kapısı anlamına geldiği de söylenmiştir. İbn Abbâs da bu açıklamayı yapmıştır.

"Hiç bir yakının bulunmadığı ve bana karşı önündeki düzlüğü kapanmayan bir yere (konakladım).

Ve benim orada yaptığım iyilikler bilinmektedir; kimse bunları reddetmez."

Bu beyit, daha önceden de geçmiş bulunmaktadır.

Atâ da şöyle açıklamıştır: Bundan kasıt, mağara kapısının eşiğidir. Nitekim; " Kapalı kapı" demektir. "Kapıyı kapattım" anlamındadır. "el-Vasid" aynı zamanda kökleri birbirine yakın bitki anlamına da gelir. O bakımdan bu kelime müşterek bir lafızdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Yanlarına çıkıp onları görseydin" âyetini Cumhûr, "vav" harfini esreli olarak, el-A'meş ve Yahya b. Vessâb ise ötreli olarak okumuştur.

"Mutlaka onlardan geri dönüp kaçardın." Yani, sen eğer onları görecek olsaydın onlardan kaçardın

"ve hiç şüphesiz onların korkusu ile dolardın."

Buna sebep ise yüce Allah'ın etraflarını kapatıp sardırdığı korkunç hal ile onları bürüyen heybettir. Bunun, bulundukları yerin korkunçluğu dolayısyla olduğu da söylenmiştir. Sanki yüce Allah onları, zahiren korkunç ve ıssız bir yere barınmalarını sağlamak suretiyle, insanların onlardan uzaklaşmasını sağlamak istemiş gibidir.

Şöyle de denilmiştir: İnsanlar, bu korku dolayısı ile onlara yaklaşamıyor ve böylelikle İnsanlar tarafından görülmeleri alıkonulmuş oluyordu. Hiç bir kimse onlara yaklaşma cesaretini gösteremiyordu. Bir diğer açıklamada da şöyle denilmektedir: Onlardan kaçmak, saçlarının ve tırnaklarının uzunluğundan dolayıdır. Bunu da el-Mehdevî, en-Nehhâs, ez-Zeccâc ve el-Kuşeyrî zikretmislerdir. Böyle olması, uzak bir ihtimaldir. Çünkü uyandıklarında biri diğerine: Bir gün veya bir günün bir bölümü uykuda kaldık, demişti. İşte bu, onların saçlarının ve tırnaklarının olduğu halde kaldığına delildir. Ancak; onlar bu sözleri, tırnaklarına ve saçlarına bakmadan önce söylemişlerdir, denilmesi müstesna,

İbn Atiyye dedi ki: Onların durumları hakkında doğru olan şu ki: Yüce Allah, uykuya daldıkları sıradaki hallerini olduğu gibi muhafaza etmiştir. Böylelikle bu, hem onlar için hem de başkaları için bir belge teşkil etsin. Onların elbiseleri de eskimedi ve herhangi bir nitelikleri de değişikliğe uğramadı. Şehire giden kişi sadece o şehirin alametlerini ve binalarını tanıyamamış-".. eğer kendi nefsinde de benimseyemeyeceği bir durum sözkonusu olsaydı.. elbetteki bu, onun için daha da önemli olurdu.

Nâfî, İbn Kesîr, İbn Abbâs, Mekkeliler ile Medineliler;" Onlar dolar taşardın" şeklinde mübalağa olmak üzere lâm" harfini şeddeli olarak okumuşlardır. Yani, defalarca dolar taşardın, demek olur. Diğerleri ise, "lâm" harfini şeddesiz olarak okumuştur. Şeddesiz okuyuş da dilde daha meşhurdur. el-Muhabbal es-Sa'dînin şu beyitinde ise bu kelimenin "lâm" harfi şeddeli olarak geçmektedir:

"en-Nu'man ihramlı iken insanlara saldırıp öldürdüğü vakit

Sen de Ka'b b. Avfdan (alacağın) zincirleri doldurdukça doldur."

Cumhûr,

"Korku" kelimesini "ayn" harfini sakin olarak; Ebû Cafer ise ötreli olarak okumuştur. Ebû Hatim: Bu iki okuyuş iki ayrı söyleyiştir, demektedir.

"Kaçardın" kelimesi hal olarak nasb edilmiştir.

"Korku" anlamındaki kelime ise ya ikinci mef'ûldür veya temyizdir.

19

İşte böylece kendi aralarında soruştursunlar diye onları uyandırdık. Ardından içlerinden biri: "Ne kadar kaldınız?" dedi. "Bir gün veya bir günün birazı kaldık" dediler. Dediler ki: "Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilendir. Şimdi siz, birinizi bu gümüş paranız ile şehre gönderin de baksın; hangi yemeği daha temiz bulursa ondan size bir rızık getirsin. Dikkatlice hareket etsin ve sakın sizi kimseye farkettirmesin.

"İşte böylece kendi aralarında soruştursunlar diye onları uyandırdık" âyetindeki;

"Uyandırmak"; hareketsiz iken harekete getirmek anlamındadır. Âyetin anlamı da şöyledir: Biz, onları uyuttuğumuz, hidâyetlerini artırdığımız ve uykudayken evirip çevirdiğimiz gibi onları uyandırdık da. Yani, onları daha önceki elbiselerinde ve eski hallerinde herhangi bir değişiklik olmaksızın uykularından uyandırdık. Şair, şöyle demektedir:

"Ve seher vaktinde uyandırdığım; hepsi birlikte ama, kimisi henüz yeni sarhoş olmuş,

Kimisi el yordamıyla önünü görmeye çalışır halde kalkan samimi genç arkadaşlar..."

Yüce Allah'ın:

"Kendi aralarında soruştursunlar diye" âyetindeki "lâm" lâm-ı sayrûra (oluş) lâm'ı diye bilinir. "Akıbet lâm"ı ile aynı şeydir. Yani, bu noktaya varsınlar diye bir anlam ifade eder. Yüce Allah'ın:

“Çünkü sonunda onlara bir düşman, bir tasa olacaktır” (el-Kasas, 28/8) âyetindeki "lâm" da böyledir.

O halde onların uykularından uyandınlmaları birbirlerine soruştursunlar diye olmamıştı.

Yüce Allah'ın:

"Bir gün veya bir günün birazı kaldık, dediler" âyetine gelince, onların böyle demelerine sebep, sabah öğleden önce mağaraya girmeleri, yüce Allah'ın da onları gündüzün son saatlerinde uyandırmış olmasıdır. O bakımdan onların başkanları Yemlîha veya Mekselmînâ: Uyuduğumuz süreyi en iyi bilen Allah'dır, diye cevap verdi.

Yüce Allah'ın:

"Şimdi siz, birinizi bu gümüş paranız ile şehre gönderin..." âyetine dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

1. Paralarıyla Birilerini Göndermeleri:

İbn Abbâs dedi ki: Onların ellerindeki paralan bahar mevsiminde doğan deve yavrusunun ayak tabanını andırıyordu. İbn Abbâs'ın bu sözünü en-Nehhâs nakletmektedir.

İbn Kesîr, Nâfi, İbn Âmir, el-Kisaî ve Âsım'dan rivâyetle Hafs, “Gümüş paranız ile" kelimesini "re" harfini esreli olarak okumuşlardır. Ebû Amr, Hamza ve Âsım'dan rivâyetle Ebû Bekir ise bu kelimeyi "ra" harfini sakin olarak okumuşlar ve ağırlığı dolayısıyla esreyi hazf etmişlerdir. Bu iki okuyuş, iki ayrı söyleyiştir. ez-Zeccâc ise bu kelimeyi "vav" harfini esreli, "ra" harfini de sakin olarak okumuştur.

Onların aç olarak uyandıkları ve yiyecek almak Üzere gönderdikleri kişinin Yemlîhâ olduğu da söylenmiştir ki, el-Gaznevî'nin naklettiğine göre bu, yaşça en küçükleri idi. Şehir ise, Üfsus (Efes) şehridir. Tarsus olduğu da söylenmiştir Bunun, cahiliye döneminde ismi da Üfsus idi. islam gelince oraya Tarsus ismini vermişlerdir.

İbn Abbâs dedi ki: Bunlarla birlikte kendi çağlarında bulunan kıralın resmini taşıyan dirhemler vardı.

2. Alınmasını İstedikleri Yiyecek ve Dikkatli Davranma İstekleri:

Yüce Allah'ın:

"Baksın, hangi yemeği daha temiz bulursa..." âyeti nu İbn Abbâs, hangi hayvanın kesim itibariyle daha helal olduğuna baksın, diye açıklamıştır. Çünkü onların yaşadıkları şehrin ahalisi, bir pul adına hayvanlarını kesiyorlardı. Aralarında imanlarını gizleyen bir topluluk vardı. İbn Abbâs: Genel olarak şehir halkı mecusi idi, demektedir.

"Hangi yemeği daha temiz bulursa" ifadesinin, daha bir bereketli olduğunu görürse anlamında olduğu da söylenmiştir. Yine denildiğine göre arkadaşları, gönderdikleri kimseye, kimse onları farketmesin dîye iki ya da üç kişilik bir yiyecek diye zannedilecek, ancak pişirilmesi halinde de bir topluluğa yetecek kadar bir miktar almasını istediler. Bundan dolayı alınan bu yiyeceğin pirinç olduğu söylenmiştir. Kuru üzüm olduğu, hurma olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Daha temiz" İfadesinin, daha hoş anlamında olduğu söylendiği gibi, daha ucuz anlamında kullanıldığı da söylenmiştir.

"Ondan size bir rızık" sizin için bir gıda

"getirsin, dikkatlice hareket etsin." Yani, şehre girişinde ve yiyeceği satın alışında gereken dikkati göstersin

"ve sakın sizi kimseye farkettirmesin" kimseye durumunuzu haber vermesin. Şöyle de denilmiştir: Eğer o, farkedilecek olursa, hiç bir zaman diğer kardeşlerini içine düştüğü bu zor duruma düşürmesin.

20

"Çünkü onlar, sizi ele geçirirlerse sizi ya taşlarlar yahut kendi dinlerine döndürürler. O takdirde ebediyen iflah olmazsınız."

"Çünkü onlar sizi ele geçirirlerse, sizi ya taşlarlar..." ez-Zeccâc dedi ki: Yani size taş atarlar, sizi taşa tutarlar. Ki, bu öldürme şekillerinin en kötüsüdür. Bu ifade, size söver sayarlar, tahkir ederler diye de açıklanmış ise de, birinci açıklama şekli daha sahihtir. Çünkü onların kıssaları ile ilgili daha önceden geçen açıklamalardan da anlaşıldığına göre onların öldürülmeleri isteniyordu . Taşa tutmak ise geçmiş dönemlerde, -yine bundan önce açıklandığı üzere- insanların dinlerine muhalefet etmenin bir cezası idi. Çünkü böyle bir cezalandırma, hepsinin ortaklaşa bu cezalandırmaya katılmalan açısından, bütün o din mensuplarını daha bir rahatlatıcı idi.

3. Vekâlet ve Sıhhati:

Aralarından birisinin, gümüş para ile gönderilmesi, vekâlete ve vekâletin sıhhatine bir delildir. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) da kardeşi Akil'i, Osman (radıyallahü anh) nezdinde vekil tayin etmişti. Genel olarak vekâletin sıhhati hususunda herhangi bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Vekâlet, cahiliye döneminde de, İslâm geldikten sonra da bilinen bir uygulamadır. Nitekim, Abdurrahman b. Avf da, Umeyye b. Halef’i Mekke'de bulunan aile halkı ve diğer yakınları üzerine vekil bırakmıştı. Yani, onları korumalarını istemişti. Umeyye de o sırada müşrik idi. Buna karşılık Abdurrahman b. Avf da Umevye'ye bu yaptıklarına misliyle bir mükâfat olmak üzere Medine'de bulunan yakınlarını korumayı tekeffül etmişti. Buhârî, Abdurrahman b. Avf’dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Umeyye b. Halef İle Mekke'de bulunan aile halkım ve yakınlarımı (sâğiye) koruması, benim de onun Medine'de bulunan yakınlarını korumam üzere bir belge düzenledik. Ben, adımı (Abdur)Rahmân diye sözkonusu edince, o: Ben Rahmân diye bir kimse tanımıyorum. Benimle cahiliye dönemindeki İsmini zikrederek yazış, dedi. Ben de onunla Abdu Amr diye yazıştım... diyerek hadisin geri kalan bölümünü zikretti Buhâri, Vekfılet 2

el-Esmaî dedi ki: " Kişinin aile halkı ve yakınları, kişiye meyleden, onun yanına gelen kimseler" demektir. Bu kelime, meyletmek anlamındaki; fiilinden alınmadır. Bir şeye meyleden veya onunla birlikte bulunan her şey hakkında bu fiil kullanılır. Bu açıklamalar onun "Kitabu'l-Efâl" adh eserinden nakiedilmiştir.

4. Vekâlet Akdinin Mahiyeti ve Delilleri:

Vekâlet, bir nâiblik akdidir. Şanı yüce Allah, bu akde duyulan ihtiyaç ve bu akid sayesinde bir takım maslahatlar gerçekleşeceğinden dolayı izin vermiştir. Çünkü herkesin bütün işlerini başkasının yardımı olmadan veya rahatlıkla kendiliğinden yerine getirme imkânı bulunmaz. O bakımdan kişi bu işleri için kendisini rahatlatacak kimseleri vekil tayin eder.

İlim adamlarımız, vekâletin sıhhatine Kitab-ı Kerîm’den bir takım âyetleri delil göstermişlerdir. Bu âyetlerden birisi, açıklamakta olduğumuz âyet-i kerîme ile, yüce Allah'ın:

"...Onu (zekâtı) toplamakla görevlendirilenlere.." (et-Tevbe, 9/60);

"Şu gömleğimi götürün de..." (Yusuf, 12/93) âyetlerini delil göstermişlerdir. Sünnet-i seniyeden buna delil teşkil edecek hadisler pek çoktur. Bunlardan birisi Urve el-Bârikî yoluyla rivâyet edilen hadistir ki, bu hadis daha önceden el-En'âm Sûresi tefsirinin sonlarında (6/164. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Câbir b. Abdullah rivâyetle dedi ki: Hayber'e çıkmak istedim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına varıp ona şöyle dedim: Ben, Hayber'e çıkmak istiyorum. Bana şöyle dedi: "Benim oradaki vekilimin yanına varırsan, sen ondan onbeş vesk (hurma) al. Senden buna dair (bu tahsilatı yapabilme yetkisine sahip olduğuna dair) bir alâmet isteyecek olursa, sen de elini onun gırtlağının üzerine koy!" Bu hadisi de Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Akdiyc 30.

Bu anlamdaki hadisler pek çoktur. Diğer taraftan ümmetin bu akdin câiz oluşu üzerinde icmâ' etmesi de yeterli bir delildir.

5. Vekâletin Câiz Olduğu Alanlar:

Vekâlet, niyâbeten (vekâlet yoluyla) yerine getirilmesi câiz olan bütün haklarda caizdir. O bakımdan gasıp (gasbettiği mal hususunda) birisine vekâlet verecek olsa bu câiz olmaz. Kendisi vekil durumunda olur. Çünkü yapılması haram olan bütün işlerde de vekâlet câiz olmaz.

6. Mazereti Olanlarla Olmayanların Vekil Tayin Etmesi:

Bu âyet-i kerimede oldukça güzel bir müjde vardır. O da şudur: Onların aralarından birisini vekil tayin etmeleri, kendilerine bir zarar gelir korkusuyla herhangi bir kimsenin varlıklarını farketmesi korkusu dolayısıyla takiye ile birlikte sözkonusu olmuştu.

Mazeret sahibi olan kimselerin, başkalarını vekil tayin etmelerinin câiz olduğu ittifakla kabul edilmiştir. Mazereti bulunmayan kimsenin başkasını vekil tayin etmesine gelince, Cumhûr böyle bir vekâletin câiz olacağını kabul etmiştir. Ebû Hanîfe ve Suhnun ise câiz değildir, demişlerdir. İbnu’l-Arabî der ki: Suhnun, bu görüşünü Esed b. el-Furat'tan almış ve hakimliği döneminde buna göre hüküm vermiş gibi görünüyor. O, belki de bunu zulüm ve zorba kimselere karşı, onlardaki hakları almak ve onları zelil etmek için yapıyordu ki, bu da hakkın kendisidir. Çünkü vekâlet bir yardım ve destektir. Batıl ehli kimselere ise yardım ve destek olunmaz.

Derim ki: Bu, güzel bir açıklamadır. Din ve fazilet sahibi olan kimseler, fiilen hazır bulunsalar ve o işlerini görebilecek sağlığa sahip olsalar dahi başkalarını vekil tayin edebilirler. Hazır bulunan ve sağlıklı olan kimsenin başkasını vekil tayin etmesinin câiz ve sahih oluşunun delili, Buhârî, Müslim ve başkalarının, Ebû Hüreyre'den naklettikleri şu rivâyettir: Ebû Hüreyre dedi ki: Bir kimsenin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'da belli yaşta bir deve alacağı vardı. Hazret-i Peygamberin yanına gelerek bu devesini ödemesini isledi. Hazret-i Peygamber de: "Bunun istediği hakkını veriniz" diye buyurdu. Onun hakkı olan yaştaki deveyi aramakla birlikte bulamadılar. Ancak, yaşça ondan daha büyük deve bulabildiler. Hazret-i Peygamber yine: "Onu veriniz" diye buyurdu. Adam şöyle dedi: Sen, bana hakkımı tas tamam verdin. Allah da sana tastamam ihsan etsin, dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki, sizin en hayırlınız borcunu en güzel şekilde ödeyeninizdir." Buhârî, Vekâler 5, İstikraz 6. 7; Müsned, II, 377, 393, 431. Ayrıca bk. Müslim, Miis.îkm Lâfız Buhârî'ye aittir.

İşte bu hadis, sahih olmakla birlikte ayrıca hazır bulunan ve bedenen sağlıklı bir kimsenin başkasını vekil tayin etmesinin câiz olduğuna delildir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabına, kendisine vekâleten borcu olan yaştaki deveyi vermelerini emretmişti, işte bu, onun bu konuda onlara verdiği bir vekalettir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hasta da değildi, yolculukta da bulunmuyordu. Bu ise, Ebû Hanîfe ile Suhnun'un: Hazır bulunan ve bedenen sağlıklı olan bir kimsenin, ondan davacı olan kişinin rızası müstesna başkasını vekil tayin etmesi câiz değildir, şeklindeki görüşlerini reddetmektedir. Çünkü bu hadis, onların bu konudaki görüşlerine muhaliftir.

7. Âyet, Ortaklığın da Câiz Oluşuna Delildir:

İbn Huveyzimendad der ki: Bu âyet-i kerîme, ortaklığın câiz olduğu hükmünü de ihtiva etmektedir. Çünkü (sözü edilen) gümüş para, hepsine ait idi. Aynı şekilde âyet, vekâletin câiz olduğu hükmünü de İhtiva eder. Çünkü onlar aralarından birisini göndermiş ve yiyecek satın almak üzere onu vekil tayin etmişlerdi. Arkadaşların birlikte yemek yemeleri ve yiyeceklerini birlikte karıştırmalarının câiz olduğu hükmünü de ihtiva eder. Biri diğerinden daha çok yese bile. Daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/220. âyet, 6. başlıkta) geçtiği üzere yüce Allah'ın:

"Şayet onlarla bir arada yaşarsanız onlar sizin kardeşlerinizdir"(el-Bakara, 2/220) âyeti da buna benzemektedir. Bundan dolayı bizim mezhebimize mensup ilim adamları, kendisine sadaka verilen ve bunu zengine ait bir yiyeceğe karıştırıp onunla birlikte yiyen bir yoksulun bu davranışının câiz olduğunu söylemişlerdir. Yine mezhebimiz âlimleri, mudaraba yapan ortağın, kendisine ait yemeği başkasının yemeğine karıştırıp o kimseyle birlikte yemesinin câiz olduğunu da söylemişlerdir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da kendisine kurbanlık almak üzere ashabdan birisini vekil tayin etmiş bulunmaktadır.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Âyet-i kerimede buna dair bir delil yoktur. Çünkü onlardan her bir kişinin, gönderdikleri şahsa başlı başına para vermiş olması ihtimali de vardır. O takdirde o kişinin alışverişinde ortaklık sözkonusu olmaz. Yine bu konuda ancak şu iki hadis dayanak teşkil etmektedir: Bunlardan birisine göre İbn Ömer, kuru hurma yiyen bir topluluğun yanından geçmiş ve şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bir kimsenin hurmaları ikişer ikişer yemesini, kardeşinin kendisine izin vermesi hali müstesna nehyetmiştir Buhârî, Mezâlim 14, Et’ime 44; Müslim, Eşribc 150; Ebû Dâvûd, Et’ime 43; Tirmizî, Et’ime 16; Dârimîi, Et’ime 25; Müsned, II, 7, 46, 81, 103- Diğeri ise, Ebû Ubeyde'nin komutanlığındaki el-Habat sedyesine dair Hadîs-i şerîftir el-Habat Gazvesi ile ilgili rivâyetler için bk.: Buhârî, Zebâih 12, Meğâzi 65: Müslim, Sayd 17-21: Ebû Dâvûd, Et'ime 46; Müsned, IH, 311.

Ancak bu, konuya delaleti bakımından birincisinden daha geridedir. Zira, Ebû Ubeyde'nin o gazvede kendilerine gıda teşkil edecek şeyleri asgari ölçüde yetecek kadar verme ve onları bunun için bir araya toplamama İhtimali de vardır.

Derim ki: Bu görüşün aksine, Kitab-ı Kerîm’den delil teşkil eden âyetler arasında yüce Allah'ın:

"Şayet onlarla bir arada yaşarsanız, onlar sizin kardeşlerinizdir"(el-Bakara, 2/220) âyeti ile;

"Sizin için topluca veya ayrı ayrı yemenizde de bir vebal yoktur" (en-Nûr, 24/61) âyetleri de vardır. Yüce Allah'ın izniyle ileride açıklaması gelecektir.

21

Böylece bulunmalarını sağladık ki, Allah'ın vadinin gerçek olduğunu ve kıyâmetin kopacağında asla şüphe bulunmadığını bilsinler. Hani onlar kendi meselelerini aralarında tartışıyorlardı. Bunun üzerine: "Üzerlerine bir bina yapın" demişlerdi. Rabbleri onları daha iyi bilendir. Onların işine galip gelen kimseler İse: "Mutlaka biz, yanlarında bir mescid edineceğiz" dediler.

"Böylece bulunmalarını sağladık." Yani, başkalarını onlara muttali kıldık ve onları açığa çıkardık.

"Bulunmalarını sağladık" fiili, "Buldu" fiilînin hemze ile müteaddi olmuş (geçişli yapılımş) şeklidir. Aslında bu, ayağın tökezlenmesi hakkında kullanılır.

"Ki, Allah'ın va'dinin gerçek olduğunu... bilsinler" âyetinde Kehf ashabının dönemlerinde uyandırıldığı müslüman ümmet kastedilmektedir. Çünkü Dakyanus ölmüş, aradan birkaç nesil geçmiş, o sırada da o ülkeye salih bir kimse hükümdar olmuştu. O bakımdan, bu ülke ahalisi öldükten sonra haşredilmek ve kabirlerden cesetlerin diriltilmesi hususunda ihtilâfa düşmüşlerdi. Bu konuda bazıları şüphe ve tereddüde düşmüş, böyle bir dirilişi uzak bir ihtimal görmüş ve: Ancak ruhlar haşredilir. Cesedi de toprak yer, demeye koyulmuşlardı. Başka bir kesim ise, ruh da ceset de hep birlikte diriltilir, demişlerdi. Bu hükümdara, kabul edilmesi zor bir mesele haline geldi, şaşırıp kaldı, bu hususu diğer insanlara nasıl açıklayabileceğini bilemez oldu. Sonunda kıldan elbiseler giyip küller üzerinde oturmaya başlamış, bu hususa dair delil ve açıklama için yüce Allah'a niyaza koyulmuştu. Yüce Allah da sonunda Kehf ashabının bulunmasını sağlamıştı.

Denildiğine göre Kehf ashabı, aralarından birisini kendilerine yiyecek getirmek üzere şehire gönderdiklerinde hem kişi olarak, hem de aradan geçen uzun zaman dolayısı ile elindeki paralar, şehir halkı tarafından tanınmamış ve garip karşılanmıştı. O bakımdan bu kişi hükümdarın huzuruna çıkartıldı. Hükümdar, salih bir zat idi. O da, beraberindekiler de îman etmişlerdi. Bu kimseyi görünce: Bu, hükümdar Dakyanus döneminde şehirlerinden çıkan delikanlılardan birisi olabilir. Ben de yüce Allah'a onları bana göstermesi için dua edip duruyordum, dedi. Bu gence durumunu sordu, o da ona durumunu anlattı. Hükümdar bu işe çok sevindi ve şöyle (çevresindekilere) dedi; Allah size (böylece) bir belge göndermiş olabilir. Haydi bununla mağaraya doğru gidelim. Şehir halkı ile birlikte onların yanlarına gitmek üzere bineklerine bindiler. Mağaraya yaklaştıklarında Yemliha: Sizden korkmamaları için onların yanına ben gireceğim, dedi. O da yanlarına girip durumu arkadaşlarına haber verdi ve bu gelen topluluğun İslâm ümmeti olduğunu onlara söyledi. Rivâyet edildiğine göre onlar bu İşe çok sevindiler, hükümdarın yanına çıktılar, onu tazim ettiler, o da onları tazim elti. Sonra da mağaralarına geri döndüler.

Rivâyetlerin çoğunluğu, Yemliha'nın durumu onlara haber vermesi ile birlikte -ileride geleceği üzere- gerçek anlamıyla öldüklerini bildirmektedir. Cesetlerin diriltilmesi hususunda şüphe içerisinde bulunanlar da bu konuda kesin bir kanaate sahip olmuş oldular. Yüce Allah'ın:

"Bulunmalarım sağladık ki, Allah'ın va'dinin gerçek olduğunu... bilsinler" âyetinin anlamı da işte budur. Yani, hükümdar ve onun yönetimi altındakiler, kıyâmetin de hak olduğunu, öldükten sonra dirilmenin de hak olduğunu bilsinler diye...

"Hani onlar kendi meselelerini aralarında tartışıyorlardı." Onlar bu tek kişiyi, Ashab-ı Kehf’in haberlerinin doğruluğuna delil kabul ettiler ve yanlarına girmekten çekindiler. Bunun üzerine hükümdar: Bunların üzerine bir bina yapın, dedi. Genç delikanlıların dini üzere olan kimseler de: Onların yanında bir mescid edinin, dediler.

Rivâyet edildiğine göre kâfir bir kesim: Biz buraya ya bir kilise yahut misafirhane bina edelim, demişler. Ancak müslümanlar onlara engel olarak: Hayır, biz onların yanında bir mescid edineceğiz, demişlerdi.

Yine rivâyet edildiğine göre; bazıları mağarayı üzerlerine kapatmak ve mağarada onları görünmeyecek bir halde bırakmak istemişlerdi. Abdullah b. Ömer'den rivâyet edildiğine göre yüce Allah ise o sırada onların izlerinin görülmesini engellemiş ve görülmelerini engelleyecek şekilde onları perdelemişti. İşte onlara bir alamet olmak üzere üzerlerine bir bina yapmaya iten sebep de budur.

Yine denildiğine göre hükümdar; altından bir sanduka içerisinde onları defnetmek İstedi. Rüyada onlardan birisini gördü, kendisine şöyle dedi: Sen bizi altın bir sanduka içerisine koymak istiyorsun. Böyle bir işi yapma. Biz, topraktan yaratıldık ve ona döneceğiz. Bizi halimize bırak.

Kabirler Üzerinde Mescid Edinmek, Kabirlerde Namaz Kılmak, Kabirlerde Bina Yapmak ve Benzeri Fiiller:

Burada kimileri yasak, kimileri câiz bir takım meseleler sözkonusudur. Kabirler üzerinde mescid yapmak, kabristanda namaz kılmak, kabirlerin üzerinde bina yapmak ve buna benzer sünnetin sözkonusu ettiği bir takım hususlar yasaktır, câiz değildir. Çünkü Ebû Dâvûd ve Tirmizî'nin rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kabri ziyaret eden kadınları, kabirler üzerinde mescid yapan ve kandil yakanları lanetlemiştir. Tirmizî dedi ki: Bu konuda Ebû Hüreyre ve Âişe'den de rivâyetler gelmiştir. İbn Abbâs'ın rivâyet ettiği hadis de hasendir. Ebû Dâvud, Cenâİ7. 78; Tirmizî, Salât 121: Nesâî, Cenâiz 104: Musned, 1, 229, 287, 324, 337

Buhârî ile Müslim de, Hazret-i Âişe'den rivâyet ettiklerine göre, Um Habibe ile Ummu Seleme, Habeşistan'da gördükleri ve içinde bir takım tasvirler bulunan bir kiliseden Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a söz ettiler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu: "O kimseler arasında salih bir kişi bulunup da bu salih kişi Öldü mü, hemen onun kabri üzerine bir mescid inşa eder ve orada bu suretleri yapıverirlerdi. Bunlar, kıyâmet gününde yüce Allah huzurunda mahlukatın en kötüleridirler." Lâfız Müslim'e aittir. VI) Buhârî, Salâl İS, 54, Cenâiz 71. Menâkıbu'l-Ensâr 37; Müslim, Mesâcid 16: Nesâî, Me- siîeid 13; Musned, VI. 51

İlim adamlarımız derler ki: işte bu müslümanlara, Peygamberlerin ve ilim adamlarının kabirlerini mescide çevirmelerini haram kılmaktadır. Hadis İmâmları, Ebû Mersed el-Ganevî'den şöyle dediğini rivâyet ederler: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kabir'lere doğru namaz kılmayınız ve kabirler üzerinde oturmayınız." Bu hadisin lâfzı da Müslim'e aittir. Müslim, Cenaiz 97, 98, Ebû Dâvûd, Cenâiz 73: Tirmizî, Cenniz 57: Nesâî, Kıble 11; Müsned, IV, 135.

Yani, kabirleri yöneldiğiniz bir kıble edinerek, onlar üzerinde veya onlara doğru -yahudiler ve hristiyanların yaptıkları gibi- namaz kılmayınız. Çünkü bu, o kabirlerde bulunan kimselere ibadet etmeye götürür. Nitekim putlara ibadete sebep de bu olmuştu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) benzeri bir durumdan sakındırmakta ve buna götüren yolları kapatarak şöyle buyurmaktadır: "Peygamberlerinin ve aralarındaki salih kimselerin kabirlerini mescid edinen bir kavme Allah'ın gazabı çok şiddetlidir." Muvatta’, Kcısru's-Snln 85; Müsned, II, 246 (kısmen).

Buhârî ile Müslim, Hazret-i Âişe ile Abdullah b. Abbas'dan şöyle dediğini rivâyet ederler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hastalanınca kendisine ait bir örtüyü yüzünün üzerine koymaya başladı. Örtü yüzünün üzerinde iken nefes almada güçlük çekince, onu yüzünden açtı ve bu haliyle şöyle buyurdu: "Allah'ın laneti yahudilerle hristiyanlar üzerine olsun. Çünkü onlar peygamberlerinin kabirlerini mescid edindiler." Hazret-i Peygamber bununla, onların yaptıklarını yapmaktan sakındırıyordu. Buhârî, Cenniz 62. 96, Enbiyâ 50, Meğnzi 83; Müslim, Mesâcict 19-22, Ebû Dâvûd, Ceniuz 72, Nesâî, Mesâcid 13. Cenniz 106; Dârimî, Salât 120: Muvatta’, Medine 17: Müsned, I, 218. II. 284, 285... VI. 34. 80, 121, 146...

Müslim de, Hazret-i Cabir'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kabrin alcı ile sıvanmasını, üzerine oturulmasını ve üzerine bina yapılmasını yasakladı. Müslim, Cenâiz 94; Ebû Dâvûd, Cenâiz 72; Tirmizî, Cenâiz 5»; Nesâî, Cenaiz 96-98; İbn Mâce, Cenâiz 43; Müsned, III, 295; VJ, 299 (Ummu Seleme'den), III, 332 ile 399 (kısmen) Bu hadisi ayrıca Ebû Dâvûd ve Tirmizî de Hazret-i Cabir'den rivâyet etmişlerdir. O dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), kabirlerin alçı ile sıvanmasını, kabirlerinin üzerine yazı yazılmasını, üzerlerine bina yapılmasını ve üzerlerinden geçerek çiğnenmelerinİ yasakladı. Tirmizî dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Ebû Dâvûd, Cenâiz 72; Tirmizî, Cenaiz 58: Nesâi, Cenniz 96.

Sahih (i Müslim) de, Ebû'l-Heyyâc el-Esedî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ali b. Ebî Tâlib bana şöyle dedi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın beni gerçekleştirmek üzere gönderdiği bir işe ben de seni göndereyim mi: Ne kadar heykel görürsen, mutlaka onu dümdüz edecek, tanınmaz bir hale getireceksin, ne kadar yükseltilmiş kabir görürsen, mutlaka onu dümdüz edeceksin -Bir rivâyette de: Ne kadar suret görürsen mutlaka onu da dümdüz edecek, tanınmaz hale getireceksin- denilmektedir. Bu hadisi Ebû Dâvûd ve Tirmizî de rivâyet etmiştir. Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvûd, Cenâiz 68; Tirmizî, Cenniz 56; Nesâi, Cenaiz 99; Müsned, I. 96, 129, 145

İlim adamlarımız derler ki: Bu hadisin zahiri kabirlerin nisbeten tümseklestirilmesini, yükseltilmesini men etmekte ve alçak olmasını gerektirmektedir. Bazı âlimler de bu görüşü benimsemiştir.

Ancak Cumhûr, ortadan kaldınlması emrolunan bu yükseltmenin, deve hörgücünü andıran bir tepe görünümünden daha fazla olanı hakkındadır. Kabrin, kendisi vasıtası ile tanınmasını ve saygı duyulmasını sağlayacak bir tümseklikte olması gerekir. -Malik'in, Muvatta’'da zikrettiğine göre-, Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ve İki arkadaşının (Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ömer'in) -Allah onlardan razı olsun- kabirleri de bu şekildedir.' Muvatta’'da böyle bir rivâyet tesbit edemedik. Ancak Buhârî, Cenâiz 96'da: Süfyan et-Teraıtıör'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in kabrini -deve hörgücü gibi- tümsekleştirîlmiş gördüğüne dair ifadeleri yer almaktadır. Dârakutnî'nin, İbn Abbâs yoluyla rivâyetine göre, babamız Âdem (aleyhisselâm)'ın kabri de bu şekildedir. Dârakutnî, 11, 70.

Cahiliye döneminde Ölüyü tazim ve yüceltmek kastıyla kabrin üzerinde gereğinden fazla binanın yükseltilmesine gelince, bu şekildeki bir bina yıkılır ve ortadan kaldırılır. Çünkü böyle bir iş, âhiretin ilk konağında dünyevi zinetin kullanılması ve kabirleri tazim edip onlara İbadet eden kimselere benzemek söz konusudur.

İşte bu hususlar ve bu konudaki nehyin zahiri dolayısı ile, bu gibi işlerin haram olduğunun söylenmesi gerekir.

Kabrin, deve hörgücü gibi tümsekleştirihnesine (tesnime) gelince bu, bir karış kadar yükseltilmesi demek olup devenin hörgücü (senam)'den alınmış bir kelimedir, Kabrin üzerindeki toprakları rüzgârın sallallahü aleyhi ve sellemurmamast için Üzerine su serpilir. Şâfiî, kabrin çamur ile sıvanmasında bir sakınca yoktur der. Ebû Hanîfe de şöyle demektedir: Kabir, alçı ile de çamur ile de sıvanmaz ve üzerinde düşecek şekilde bina da yükseltilmez. Bununla bir miktar -bir alamet olmak üzere- taşların konulmasında bir mahzur yoktur. Çünkü Ebû Bekir el-Eslem rivâyetle şöyle demiştir: Bize Müsedded anlattı, bize Nûh b. Durâc anlattı o, Cafer b. Muhammed'den naklen dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kızı Fatıma, Hamza b. Abdulmuttalib'in kabrini her cuma günü ziyaret eder. Onun kabrine alamet olmak üzere bir taş parçası koymuştu. Bunu da Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) zikretmiştir İbn Abdi’l-Berr, et-Temhîd, III, 234.

Tabutta Defin ve Kabir;

Bu âyetin işaret ettiği câiz meselelerden birisi de tabutla defin meselesidir. Bu, özellikle gevşek arazîde caizdir. Rivâyete göre Danyal (aleyhisselâm) taştan bir tabut içerisinde imiş. Yusuf (aleyhisselâm) da kendisi için camdan bir tabut yapılmasını ve kendisine ibadet olunur korkusu ile de bir kuyuya atılmasını vasiyet etmiş ve böylece Mûsa -Allah'ın salat ve selamı hepsine olsun- dönemine kadar kalmıştır. Hazret-i Mûsa'ya, onun tabutunu oldukça yaşlı bir kadın göstermiş, o da o tabutu kaldırıp İshak (aleyhisselâm)'ın bulunduğu hazireye koymuştu. Sahih'de, Sa'd b. Ebi Vakkas'dan nakledildiğine göre o, ölümüyle sonuçlanan hastalığında şöyle demiş: Bana da tıpkı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’a yapıldığı gibi lahid açınız ve üzerime kerpiçleri dikine yerleştiriniz Müslim, Cenâiz 90; Nesâî, Cenâiz 85: İbn Mâce, Cenâiz 39; Müsned, 1, 169, 173, 184.

Lahid önce yerin yarılması, sonra da- eğer yer sert ise yarığın kıble tarafından bir başka kabrin kazılarak ölünün oraya yerleştirilmesine, üzerinin de kerpiç ile kapatılmasına denir. Bize göre bu, kabri (dikey) yarık şeklinde açmaktan daha faziletlidir. Çünkü yüce Allah'ın Rasulüne seçtiği şekil budur. Ebû Hanîfe de bu görüşü kabul etmiş ve sünnet olan lahid şeklinde kabri açmaktır, demiştir. Şâfiî ise sünnet olan, kabri yeri yararak açmaktır, demiştir.

Lahid şeklindeki kabirde kireç kullanılması mekruhtur. Şâfiî ise kireç kullanmakta bir mahzur yoktur, çünkü o da bir çeşit taştır, demiştir. Ebû Hanîfe ve arkadaşları ise bunu mekruh görürler. Çünkü kireç, yapılan binayı sağlamlaştırmak için kullanılır. Kabir ve içindekiler ise çürümeye mahkûmdur, ona sağlamlık uygun düşmez. Buna göre, taş ile kireç arasında bir fark kalmamaktadır. Bir diğer görüşe göre kireç, ateşin bir izini taşır. O bakımdan -tefe'ül yoluyla- mekruh kabul edilir. Bu görüşe göre taş ile kireç arasında fark görülmektedir.

Fakihler şöyle demektedir: Kerpiç ve kamış kullanmak müstehaptır. Çünkü rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kabri üzerine bir demet kamış konulmuştur. Büyük ilim adamı İmâm Ebû Bekr Muhammed b. el-Fadl el-Hanefi -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- den nakledildiğine göre o, kendi bölgelerinde yerin gevşekliği dolayısıyla tabut kullanmanın câiz olduğunu söylemiş ve şöyle demiştir: Demirden dahi tabut kullanılacak olursa bunda bile bir mahzur yoktur. Ancak, onun iç tarafına toprak serilmeli ve ölü tarafından üst kesimi çamurla sıvanmalı, ince kerpiçler de ölünün sağ ve soluna yerleştirilmîşdir ki, böylelikle bu lahid konumuna gelsin.

Derim ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kabrine kadife parçasının yerleştirilmesi de bu kabildendir. Çünkü Medine toprağı hem su sızdırır, hem de tuzlu (kıraç) bir arazidir. (Hazret-i Peygamber'in azadlısı) Şükran dedi ki: Allah adına yemin ederim ki, kabirde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in altına kadife parçasını yerleştiren benim. Ebû Îsa et-Tirmizî dedi ki: Şükran'in bu hadisi hasen, garip bir hadistir Tirmizî, Cenâiz 55. Ancak bu manada gelen bnşkn livnyerler de vnrdır. Bk. Müslim, Cemiz 91: Tirmizî, Cenâiz 55: Nesâî, Cenâiz 88: Müsned, L 228. 355

22

"Sayıları üçtür, dördüncüleri köpekleridir" diyecekler. "Beştir, altıncıları köpekleridir" de diyecekler. Bu, gaybı taşlamaktır. "Yedidir, sekizincileri köpekleridir" diyecekler. De ki: "Rabbim, onların sayısını en iyi bilendir. Onları pek az kimseden başkası bilemez." O halde bunlar hakkında zahir olan şeyden başkası ile mücadele etme! Bunlara dair onlardan kimseye birşey sorma!

"Sayıları üçtür, dördüncüleri köpekleridir, diyecekler" âyetindeki; "diyecekler" kelimesindeki zamir ile Tevrat sahipleriyle Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın çağdaşları kastedilmektedir. Çünkü onlar, âyet-i kerimede belirtilen bu şekilde Ashab-ı Kehf in sayısı hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdi.

Bununla, hristiyanların kastedildiği de söylenmiştir. Bir grup hıristiyan, Necran'dan, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna gelmişlerdi. O sırada Ashab-ı Kehf söz konusu edildi. Hıristiyanların Yakubiye kolu, bunlar üç kişiydiler, dördüncüleri de köpeklen idi, dedi. Nasturiler, beş idiler, altıncıları da köpekleri idi, dediler. Müslümanlar da: Yedi kişi idiler, sekizincileri de köpekleri idi, dediler.

Bu âyetin müşriklere, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’a Kehf ashabına dair soru sormalarını emreden yahudilerin durumunu haber verdiği de söylenmiştir.

Yüce Allah'ın:

"Sekizincileri de köpekleridir" anlamındaki âyetin başına gelen "vav" harfi, nahivcilere göre sayılarına dair verilen haberin sonuna gelmiş bir atıf "vav"ıdır ki, bu da onların durumunu açıklamak ve bu sayının haklarında söylenen nihai sayı olduğuna delâlet etmek içindir. Eğer bu "vav" kullanılmayacak olsaydı bile yine ifade doğru olurdu. Aralarında İbn Haleveyh'in de bulunduğu bir kesim ise bu vav'ın "vav-ı semaniye (sekiz vavı)" olduğunu da söylemişlerdir.

es-Sa'lebî'nin, Ebû Bekir b. Ayyaş'dan naklettiğine göre Kureyşliler, sayı sayarken altı, yedi ve sekiz der ve böylelikle sekizin başına "vav" harfini getirirlerdi. el-Kaffâl de buna yakın bir görüş naklederek şöyle demektedir: Bazıları Araplara göre sayının son noktası yedidir. Eğer yediden fazla saysya gerek duyulacak olursa, başına bir vav getirilmek suretiyle yeni bir haber cümlesine geçilir. Yüce Allah'ın:

"Tevbe edenler, ibadet edenler ...ve kötülüklerden vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlardır" (et-Tevbe, 9/112) âyeti da bu türdendir. Yine buna cehennemin kapılarını söz konusu ettiği âyet-i kerimede:

"Nihayet onlar oraya geleceklerinde kapıları açılacak" (ez-Zümer, 39/71) âyetinde "vav"sız iken, cennetten söz edince İse:

"Ve kapılan açılacağında" (ez-Zümer, 39/73.) diye "vav" getirilmiştir. Bir başka yerde de: "Sizden hayırlı olmak üzere Allah'a teslim olan... hanımlar" diye buyurduktan sonra, "vav" ile

"ve bakireler" (et-Tahrim, 66/5) diye buyurmaktadır.

O halde; şimdi bize göre on nasıl tam ve nihai bir sayı ise, onlarda da o zaman yedi öylece saymanın bir nihayeti kabul ediliyordu.

el-Kuşeyri Ebû Nasr da şöyle demektedir: Böyle bir İddia, bir delile dayanılarak ileri sürülmüş değildir. Onlara göre yedinin nihai bir sayı olduğu nereden çıkmaktadır? Diğer taraftan yüce Allah'ın:

"O Allah'dır ki, O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur. Melik'tir, Kuddûs'dür, Selam'dır, Mü’min'dir, Müheymin'dir, Aziz'dir, Cebbar'dır, Mütekebbir'dir." (el-Haşr, 59/23) âyeti ile bu iddia nakzedilmekte (çürütülmekte) dir Çünkü görüldüğü gibi burada sekizinci ismin başına vav getirilmiş değildir.

Kehf ashabının yedi kişi olduğunu ileri sürenlerden bir topluluk da şöyle demişlerdir: Yüce Allah'ın:

"Yedidir, sekizincileri köpekleridir" âyetinde "vav" harfinin getirilmesi, bu sayının onların durumunu bildiren gerçek sayı olduğuna dikkat çekmek ve kitap ehlinin bu hususta ileri sürdüğü sayılardan farklı olduğunu belirtmek içindir. Bundan dolayı yüce Allah bundan önceki iki sayı ile ilgili olarak, "bu gaybı taşlamaktır" diye buyurduğu halde, üçüncü sayıdan sonra bunu söz konusu etmemekte ve bu sayı hakkında her hangi bir tenkitte bulunmamaktadır. Bununla yüce Allah, Peygamber'ine, onlar yedi kişi idiler, sekizincileri de köpekleridir, demiş gibidir.

Recm (taşlamak) ise, zanna dayalı olaraksöz söylemektir. Zan ve tahmin yoluyla söylenen her bir şey hakkında; "Bu hususta tahmini kanaat belirtti, o tahmine dayalı olarak ileri sürülmüştür..." denilir. Nitekim şair de şöyle demektedir:

"Savaş, ancak sizin bildiğiniz ve tattığınız gibidir.

Yoksa onun hakkında zanna dayalı olarak söylenen sözler gibi değildir."

Derim ki: el-Maverdî ile el-Ğaznevî şunu naklederler: İbn Cüreyc ile Muhammed b. İshak dediler ki: Kehf ashabı sekiz kişi idiler. Onlar, yüce Allah'ın:

"Sekizincileri köpekleridir" âyetini, köpeklerinin sahibi olan kişidir, diye yorumlamışlardır. Bu da nahivcilerin "vav" ile ilgili kanaatlerini ve bu "vav"ın onların dedikleri türden bir "vav" olduğu görüşünü güçlendirmektedir. el-Kuşeyrî ise şöyle demektedir: Yüce Allah:

"Dördüncüleri ile altıncıları" âyetinde "vav"ı kullanmamıştır. Eğer durum bunun aksine olsaydı kullanılması câiz olurdu, Böyle bir "vav"ın hikmet ve illetini araştırmaya koyulmak, uzak bir ihtimal ve bir tekellüftür. Bu da yüce Allah'ın bir başka yerdeki:

"Biz, hiç bir kasabayı belli bir yazısı olmaksızın helâk etmedik" (el-Hicr, 15/14) âyeti ile, bir başka yerdeki:

"Biz, uyarıcılar olmaksızın hiç bir ülkeyi helâk etmiş değiliz... hatırlatmadır" (eş-Şuarâ, 26/209) buyruklarına benzemektedir.

"De ki: Rabbim onların sayısını en iyi bilendir" âyet-i kerimesinde yüce Allah, Peygamberine, onların sayısı hakkındaki bilgiyi Allah'a havale etmesini emretmekte, sonra da insanlar arasından bunu bilenin pek az sayıda kimse olduğunu bildirmektedir. Bundan maksat ise, Atâ'nın görüşüne göre kitap ehlinden pek az bir topluluktur. İbn Abbâs da şöyle derdi: İşte ben de bu az sayıdaki kimselerdenim. Onlar yedi kişi idiler, sekizincileri ise onların köpekleridir. Daha sonra İbn Abbâs bu yedi kişinin isimlerini zikretti, köpeklerinin de ismi Kıtmir olup, benekli bir köpek idi; kısa boylu köpeklerden daha yüksek, tarla köpeklerden de daha alçak boylu olduğunu da zikretmektedir.

Muhammed b. Said b. el-Müseyyeb ise o, bir Çin köpeği idi demiştir. Sahih ise onun, Zübeyrî olduğudur. Yine Muhammed b. Said b. el-Müseyyeb dedi ki: Neysabûr'da -bu husus kendisi için mukadder olmayanlar müstesna- benden bu hadisi yazmadık hiç bir muhaddis kalmamıştır. Ebû Amr ellim de bunu benden yazmıştır.

"O halde bunlar hakkında zahir olan şeyden başkası ile mücadele etme!" Yani, Ashab-ı Kent'hakkında ancak Bizim sana vahyettiğimiz ile mücadelede bulun ve tartış. Bu, onların sayılarına dair bilginin yüce Allah'a havale edilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. "Zahir olan şeyle mücadele"nin, durum sizin söylediğiniz gibi değildir sözünü ve benzeri sözleri söylemek demek olduğu ve bu hususta Farazi herhangi bir şeye ihtiyacın olmadığı anlamına geldiği de söylenmiştir.

Bu âyette yüce Allah'ın, onların sayısını hiç bir kimseye açıklamadığına dair delil vardır. Bundan dolayı yüce Allah:

"Zahir olan şeyden başkasıyla" diye buyurmuştur. Bunun anlamı, geçip giden bir mücadele ve tartışmadır. Nitekim şair de bu kelimeyi bu anlamda kullanmıştır:

"Bu ise, utancı senden uzaklaşıp gidecek bir şikâyet konusudur."

Yüce Allah, bu âyet-i kerimede, Hazret-i Peygamber'e tartışmayı mubah kılmış değildir. "Zahir olandan başkasıyla" âyeti kitap ehlinin onunla ne şekilde tartışmaları gerektiği konusunda bir istiaredir. Onun onlara cevap verip kanaatlerini reddetmesine tartışma ismi verilmiş, sonra da bu tartışma "zahir olmak" ile kayıtlandırılmışım Böylelikle yerilmiş tartışma ile gerçek tartışma arasındaki farkı ortaya koymaktadır.

Yüce Allah'ın:

"Bunlar hakkında" âyetindeki zamir, Ashab-ı Kehf’e aittir. "Onlardan" âyetindeki zamir ise, Hazret-i Peygamber'e karşı çıkan kitap ehline aittir. Yüce Allah'ın:

"Bunlar hakkında... mücadele etme" âyeti ise, onların sayıları hakkında mücadele etme, demektir. "Sayılan" anlamındaki kelimenin hazf edilmesi, ifadenin zahiri itibariyle buna zaten delâlet etmesinden dolayıdır.

"Bunlara dair onlardan kimseye bir şey sorma" âyeti ile ilgili olarak rivâyet edildiğine göre; Hazret-i Peygamber, (önce) onlar hakkında Necran hristiyanlarına soru sormuş ve bu sebepten dolayı da soru sorması ona yasaklanmıştır. Bu ilmi herhangi bir hususta, müslümanların kitap ehline başvurmalarının yasaklandığına delil olmaktadır.

23

Hiç bir şey hakkında sakın: "Ben bunu mutlaka yarın yapacağım" deme.

"Hiç bir şey hakkında sakın: Ben bunu mutlaka yarın yapacağım deme. Meğer ki Allah dilemiş ola" âyetine dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız;

1. Geleceğe Dair Verilen Sözlerde "İnşaallah" Kaydını Koymak:

İlim adamları derler ki: Yüce Allah, Peygamberi, kâfirlerin, kendisine ruh, mağaraya çekilen gene W ve Zülkarneyn hakkında soru sormaları üzerine: Yarın sorularınızın cevabını size bildireceğim deyip bu hususta (inşaallah diyerek) istisna yapmaması dolayısıyla sitemde bulunmaktadır. Onbeş gün süre ile Hazret-i Peygamber'e vahiy gelmedi. Sonunda bu ona ağır gelmeye başladı, kâfirler de bundan dolayı asılsız dedikodular yaymaya koyuldular. Hazret-i Peygamber'e bu sûre sıkıntısını gidermek üzere nazil oldu. Bu âyet-i kerimede de, yarın ben şu şu işi yapacağım, şeklinde herhangi bir hususa dair işi Allah'ın meşîetine bağlamadan söz söylememesi emredilmektedir. Böylelikle verdiği haberi gerçekleştireceğini kesin olarak İfade etmemiş olur. Çünkü: Ben, bu işi yapacağım, dediği halde yapmayacak olursa, yalan söylemiş olur.

Ama ben bu işi Allah dilerse (İnşaallah) yapacağım diyecek olursa, bu durumda haber verdiği şeyi muhakkak olarak gerçekleştireceğine dair söz vermemiş olur.

Yüce Allah'ın:

"Bir şey hakkında" âyetindeki "lâm"...de, da" konumundadır. Yahut da bu, Bir şey için" denilmiş gibi de olabilir.

24

Meğer ki Allah dilemiş ola. Unuttuğun zaman Rabbini an ve: "Umulur ki Rabbim beni bundan doğruya daha yakın olana erdirir" de.

2. Yeminde (İnşaallah diyerek) İstisna Yapmak:

İbn Atiyye der ki: İnsanlar, bu âyet-i kerîme (tefsirin) de, yeminde istisnaya dair açıklamalarda bulunmuşlardır. Âyet-i kerîme ise yeminler hakkında değildir. Âyet, ancak yemin dışındaki sözlerde istisna yapmanın sünnetine dairdir. Yüce Allah'ın;

"Meğer ki Allah dilemiş ola" âyetinde, zahiri ifadenin gerektirdiği ve i'caz (veciz söz söyleme) nin güzel kıldığı bir hazf de vardır ki, ifadenin takdiri; "Meğer ki Allah dilemiş ola demedikçe" yahut da; "Allah dilerse demen müstesna" takdirindedir. O halde âyet; Allah'ın dilemesini söz konusu etmedikçe... anlamındadır. Buna göre "Allah'ın dilemesi müstesna (inşaallah)" şeklinde söylenen sözler, yasak kılınmış sözlerden değildir.

Derim ki: İbn Atiyye'nin tercih edip beğendiği görüş el-Kisai, el-Ferrâ'' ve el-Ahfeş'in de görüşüdür, Basralilar: Bu; "Allah'ın meşîeti ile olması müstesna" anlamındadır, derler. Buna göre bir kimse: Ben bu işi inşaallah yapacağım diyecek olursa anlamı, Allah'ın meşîetiyle yapacağım demek olur,

İbn Atiyye der ki: Bir kesim buradaki;

"Meğer ki Allah dilemiş ola" âyetinin daha önce geçen; " Sakın ... deme" âyetinden istisnadır. (İbn Atiyye devamla) der ki: Bu, Taberî'nin naklettiği ve reddolunan bir görüştür. Bu, o kadar yanlış ve tutarsızdır ki, bunun nakledilmemesi gerekirdi.

Yeminde istisna ve bunun hükmüne dair açıklamalar ise daha önceden el-Mâide Sûresi'nde (5/89- âyet, 16. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

 

"Unuttuğun zaman Rabbini an" âyetine dair açıklanması gereken bir tek mesele vardır. O da; unutmaktan sonra hatırlama emrinin verilmesidir. Burada emrolunan hatırlama hakkında farklı görüşler vardır. Bunun, yüce Allah'ın:

"Umulur ki Rabbim beni bundan doğruya daha yakın olana erdirîrde" âyeti olduğu söylenmiştir. Mür'essîr Muhammed el-Kûfi şöyle demektedir: İşte bunlar, verdiği sözünde istisna yapmayan herkesin lâfızlarıyla söylemekle emrolunduğu âyetlerdir ve bunlar, istisnayı unutmanın keffâretidir.

Cumhûr ise şöyle demektedir: Bu, böyle bir tahsis sözkonusu olmaksızın yapılması emrolunan bir duadır. Bunun, kişinin yemini esnasında söylemeyi unuttuğu "inşaallah" sözü olduğu da söylenmiştir. İbn Abbâs'dan nakledildiğine göre bir kimse istisnada bulunmayı unutup da bir sene sonra dahi bunu hatırlayacak olursa, -eğer yemin etmiş İse- (istisna yaptıktan sonra) yemininde hânis (yeminini bozmuş) olmayacağını söylemiştir. Aynı zamanda bu Mücahid'in de görüşüdür. İsmail b. İshak da bu görüşü Ebû'l-Âl-iyye'den, yüce Allah'ın:

"Unuttuğun zaman Rabbini an" âyeti ile ilgili olarak nakletmektedir. O: Onu hatırladı mı istisna yapar, demiştir. el-Hasen de: Bunu hatırladığı mecliste olduğu sürece yapabilir, demiştir. İbn Abbâs ise, iki yıllık bir süre içerisinde bu istisnayı yapar, demiştir. Bu görüşünü de el-Gaznevî nakletmektedir. O, şöyle der: O takdirde bu, günahtan kurtulmak kastıyla istisnada bulunmakla (ihmai edilen) teberrükün böylelikle telafi edileceği şekilde yorumlanır. Bir hüküm ifade edecek istisna ise, ancak yemin ile muttasıl olarak yapıldığı takdirde sahih olur.

es-Süddî der ki: Bununla, unutup da hatırladığı her bir namaz kastedilmektedir. Bunun, unutmaman için Allah'ın ismini anarak istisna yap, anlamında olduğu da söylenmiştir: Onu ne zaman unutursan hemen hatırla, diye de açıklanmıştır. Bir diğer açıklamaya göre: Bir şeyi unuttun mu, Allah'ı hatırla, O da sana o şeyi hatırlatır, şeklindedir. Ondan başkasını unuttuğunda veya kendini unuttuğundu, sen onu hatırla, diye de açıklanmıştır ki, zikrin (anmanın, hatırlamanın) gerçek anlamı da budur.

Bu âyet-i kerîme, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir hitaptır. Daha sahih kabul edilen bir görüşe göre yeni bir söz başlangıcıdır. Bunun, yeminde istisna ile bir ilgisi yoktur. Diğer taraftan bu âyet, Hazret-i Peygamber’in bütün ümmetini de kapsamaktadır. Çünkü bu çokça meydana gelen bir iş olduğundan dolayı bütün insanların karşı karşıya bulundukları bir husustur. Başarıya ileten Allah'dir.

25

Onlar, mağaralarında üçyüz yıl kaldılar, (buna) dokuz yıl daha kattılar.

Bu, yüce Allah'ın, onların mağarada kaldıkları süreye dair verdiği bir haberidir. İbn Mes'ûd'un kıraatinde: "Dediler ki: Onlar... kaldılar" şeklindedir.

Taberî der ki; israiloğulları onların bulunmalarından sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kadar geçen süre hakkında görüş ayrılığına düştüler. Onlardan kimisi, üçyüzdokuz yıl kaldılar, demişlerdir. Şanı yüce Allah da Peygamberine, bu sürenin uykuda geçirdikleri süre olduğunu, bundan sonraki sürenin ise insanlar tarafından bilinemeyeceğini haber vermektedir. Böylelikle yüce Allah, buna dair bilginin kendisine havale edilmesini emretmektedir.

İbn Aliyye der ki: Buna göre yüce Allah'ın (bu âyetteki) birinci: "kaldılar" âyeti ile mağaradaki uykuyu kastetmektedir. İkinci "kaldıkları" İfadesi ile de onların yerlerinin bilinmesinden Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kadar geçen süreyi, yahut da cesetleri çürüyerek ortadan kalktıkları süreye kadar geçen süreyi kastetmektedir, Mücahid: Kur'ân'ın indiği süreye kadar, diye açıklarken, ed-Dahhâk: Öldükleri vakte kadar, diye açıklamıştır. Kimi tefsir alimi de şöyle demektedir: Yüce Allah: "(Buna) dokuz daha kattılar" diye buyurunca, insanlar bu dokuzun saat mi, gün mü, hafta mı, ay mı, yıl mı olduğunu bilemediler. İsrailoğulları da buna göre görüş ayrılığına düştüler. Yüce Allah da bu dokuz hususunda bilginin kendisine havale edilmesini emretmektedir. Buna göre buradaki "dokuz"un ne olduğu müphem bırakılmıştır. Arap dilinin zahirinden anlaşılan ise, bu dokuzun yıl olduğudur. Ashab-ı Kehf in durumlarından anlaşılan da şudur: Onlar, Hazret-i Îsa'dan kısa bir süre sonra hükümdara karşı çıkmışlardı, sonra mağaraya girmişlerdi. Bu sırada Havarilerden bazıları da hayatta bulunuyordu. İleride geleceği üzere bundan başka görüşler de ifade edilmiştir. el-Kuşeyrî der ki: Buradaki "dokuz"dan, dokuz gün, dokuz saat diye birşey anlaşılmaz. Çünkü bundan önce yıllardan söz edilmiştir. Nitekim sen: Yanında yüz dirhem ve beş vardır, dersen, bundan anlaşılan beş dirhemdir.

Ebû Ali der ki:

"Dokuz daha kattılar" kalışlarına dokuz daha kattılar demek olup, "kalış" anlamındaki kelime hazf edilmiştir, ed-Dahhak da şöyle demektedir: Yüce Allah'ın:

"Onlar, mağaralarında üçyüz kaldılar" âyeti nazil olunca, bunu duyanların: Yıl mı, ay mı, hafta mı, gün mü diye sormaları üzerine, yüce Allah da: "Yıl" anlamındaki âyeti indirdi.

en-Nekkaş'ın da naklettiği bir rivâyet şu anlamdadır: Ashab-ı Kehf, güneş senesi hesabıyla üçyüz yıl kaldılar. Burada, arabî Peygamber'e haber vermek sözkonusu olduğundan ayrıca dokuz da zikredilmiştir. Zira onun anlayacağı yıllar kamerî yıllardır. Bu süre fazlalığı ise, her iki hesap arasındaki fazlalıktan gelmektedir. el-Gaznevî de buna yakın bir açıklama zikretmiştir. Yani, güneş senesi ile ay senesi arasındaki farka göre bu dokuz yıl söz konusu edilmiştir. Çünkü, otuzüç yıl ve dört aylık bir sürede bir yıl fark olur. Buna göre üçyüz (güneş) senesinde dokuz yıllık bir fark olur.

Cumhûr,

"Üçyüz yıl" lâfzındaki "yüz" anlamındaki kelimeyi tenvin ve "yıl" anlamındaki kelimeyi de nasb ile -takdim ve tehir üzere- okumuşlardır. Yani, şeklindeki ifadenin sıfatı mevsufa takdim edilerek okumuştur. Buna göre "yıl" anlamındaki kelime, bedel veya atf-ı beyandır. Tefsir ve temyiz olarak nasb edildiği ve; " Yıllar" kelimesinin; " Yıl" kelimesinin mahallinde olduğu da söylenmiştir.

Hamza ve el-Kisaî ise, "yüz" anlamındaki kelimeyi "yıllar" anlamındaki kelimeye izafe ederek okumuş ve tenvinî terk etmiştir. Onlar, bu kfraatleriyle "yıllar" anlamındaki çoğul kelimeyi "yıl" anlamında tekil gibi değerlendirmiş gibi görünüyorlar. Çünkü her ikisinin de anlamı birdir. Ebû Ali der ki: Meşhur olan kullanılışa göre, tekil isimlere izafe olunan üçyüz adam, üçyüz elbise gibi sayılar, bazen çoğullara da izafe edilebilir. Abdullah b. Mes'ûd'un Mushaf'ında da -(yıl anlamındaki kelime) tekil olarak-: "Üçyüz yıl" şeklindedir.

ed-Dahhâk, "yıl" anlamındaki kelimeyi, "vav" ile çoğul yaparak; diye okumuştur. Ebû Amr, "dokuz" anlamındaki kelimeyi Cumhûra muhalif olarak "te" harfini üstün olmak üzere; (ûli ) şeklinde okumuştur. Cumhûr ise "te" harfini esreli olarak okumuştur.

el-Ferrâ', el-Kisaî ve Ebû Ubeyde derler ki: İfade; "Onlar, mağaralarında üç yüz yıl süre ile kaldılar" takdirindedir.

26

De ki: "Allah ne kadar kaldıklarını en iyi bilendir. Göklerin ve yerin gaybı yalnız O'nundur. O ne güzel görendir, ne güzel işitendir! Bunların O'ndan başka hiç bir velîleri yoktur. O, kimseyi hükmüne ortak yapmaz."

Yüce Allah'ın:

"De ki: Allah ne kadar kaldıklarını en iyi bilendir" âyeti Mücahid'in görüşüne göre; ölümlerinden itibaren haklarında Kur'ân-ı Kerîm'in buyrukları indiği vakte kadar; yahut ed-Dahhak'ın görüşüne göre öldükleri vakte kadar, demektir. Ya da -önceden geçtiği üzere- çürüyerek değişmeleri vaktine kadar kaldıkları süreyi en iyi bilen Allah'dır, diye açıklanmıştır. Bir diğer açıklamaya göre mağarada kaldıkları süredir. Bu ise, yüce Allah'ın -fazlasını ve eksiğini sözkonusu etseler dahi- yahudilerden nakledip zikrettiği süredir. Yani, buna dair bilgiyi Allah'dan ya da O'nun, bu bilgiyi öğrettiği kimselerden başka, hiç bir kimse bilmez. Çünkü "göklerin ve yerin gaybı yalnız O'nundur."

"O, ne güzel görendir, ne güzel işitendir!" O, ne iyi gören, ne iyi İşitendir demektir. Katade dedi ki: Allah'dan daha İyi gören ve daha iyi işiten hiç bir kimse yoktur. Bunlar, idrâki ifade eden bir takım tabirlerdir. Bununla birlikte; âyetinin, O'nun vahiy ve irşİsmi ile sen, hidâyet yolunu getireceğin delilleri ve işlerden hak olanı gör ve bunu âleme duyur, anlamında olduğu da söylenmiştir. O takdirde bunlar, birer taaccüp fiili değil de iki emir olurlar. Manası: Allah'ın onlar hakkında söylediklerini bunlara göster ve İşittir şeklinde olduğu da söylenmiştir.

"Bunların, O'ndan başka hiç bir velileri yoktur." Yani, Ashabı Kehf in korunmalarını Allah'dan başka üstlenecek herhangi bir velileri, dost ve yardımcıları yoktur. "Bunların" lâfzındaki zamirin Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın çağdaşı olan kâfirlere ait olma ihtimali de vardır. Yani, Ashab-ı Kehfin kaldıkları süre hususunda görüş ayrılığına düşen bu kimselerin, işlerini çekip çevirmeyi üstlenecek Allah'dan başka bir velileri, dost ve yardımcıları bulunamaz. Nasıl O'ndan daha iyi bilen kimse olabilir? Yahut O'nun kendilerine öğretmesi olmaksızın bir şey öğrenmeleri nasıl mümkün olabilir?

"O, kimseyi hükmüne ortak yapmaz" âyetindeki Ortak yapmaz" kelimesinin "ya" harfi ile "kef" harfi, yüce Allah hakkında, haber anlamında ötreli olarak okunmuştur. İbn Âmir, el-Hasen, Ebû Recâ, Katade ve el-Cahderî ise, Ortak koşma" şeklinde "te" harfi ile ve "kef" harfi de sakin olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hitab olmak üzere okumuşlardır. O takdirde "ortak koşma" anlamındaki bu okuyuş, daha önce geçen, "O ne güzel görendir, ne güzel işitendir" (âyetinin: O'nun âyetlerini göster ve işittir, anlamına) atıf olur. Mücahid ise, "ya" harfini ötreli ve "kef' harfini de sakin olarak okumuş olmakla birlikte, Yakub: Bu okuyuşun uygun izahını bilemiyorum, demiştir.

Ashab-ı Kehfin Halihazırdaki Durumu:

Ashab-ı Kehf, ölüp çürüdüler mi, yoksa hâlâ uykuda olup cesetleri mahfuz mudur hususunda görüş ayrılığı vardır. İbn Abbâs'dan rivâyet edildiğine göre o, Şam taraflarında katıldığı gazalardan birisinde, mağaranın yanından ve mağaranın bulunduğu dağın yakınından bir takım kimselerle birlikte geçmiş, onunla birlikte bulunanlar da onunla beraber (mağaraya doğru) yürümüşler, bir takım kemikler bulunca da: işte bunlar Ashab-ı Kehf in kemikleridir demişler. İbn Abbâs da onlara: Bunlar, uzun bir süreden beri ölüp yok olmuş bir topluluktur, demiş, Onun bu sözlerini işiten bir rahibin: Ben, Araplardan bunu bilen bir kimsenin bulunduğunu zannetmiyordum demesi üzerine ona: Bu, bizim Peygamberimizin amcasının oğludur, demişler.

Bir kesim de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Yemin olsun ki, Meryem oğlu Îsa beraberinde Ashab-ı Kehf olduğu halde haccedecektir. Çünkü onlar henüz daha haccetmemişlerdir" dediğini rivâyet ederler. Bunu, İbn Atiyye nakletmektedir. İbn Atiyye el-Mukarrar, X, 391

Derim ki: Tevrat ve İncil'de, Meryem oğlu Îsa'nın Allah'ın kulu ve Rasulü olduğu, onun haccetmek veya umre yapmak üzere er-Revha denilen yerden geçeceği, yahut da yüce Allah'ın ona bu ikisini yapma imkânını vermekle birlikte, Havarilerini Kehf ve Rakim ashabı kılacağı ve bunların haccetmek üzere yola koyulacakları belirtilmektedir. Çünkü onlar hac da etmemişler ve henüz ölmemislerdir. Biz, bu haberi tamamıyle "et-Tezkire" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Buna göre Ashab-ı Kehf, uykudadırlar ve kıyâmet gününe kadar ölmeyeceklerdir. Onlar, kıyâmetin kopmasından az bir süre önce öleceklerdir.

27

Rabbinin Kitabından sana vahyolunanı oku. O'nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. Sen Ondan başka bir sığınak asla bulamazsın.

"Rabbinin Kitabından sana vahyolunanı oku. O'nun sözlerini değiştirebilecek yoktur" âyetinin, Ashab-ı Kehf kıssasının bir parçası olduğu söylenmiştir. Yani, sen Kur'ân-ı Kerîm'e uy. Allah'ın sözlerini değiştirecek olmadığı gibi, O'nun, Ashab-ı Kehf kıssasına dair verdiği haberde bir yanlışlık da yoktur.

et-Taberî: Allah'ın kendisine karşı asi olanlara, Kitabına muhalefet edenlere tehditte bulunmak üzere söylediklerini değiştirebilecek kimse yoktur, diye açıklamıştır.

Eğer Kur'ân-ı Kerîm'e uymayacak ve ona muhalefet edecek olursan,

"sen, Ondan başka bir sığınak" bir barınak

"asla bulamazsın." Bunun, yönelecek cihet bulamazsın anlamında olduğu da söylenmiştir ki, bu anlamı, (............) kelimesi karşılar. Bunun da asıl anlam: meyletmekten gelir. Zaten bir kimseye sığınılacak olursa, ona da meyledilmiş olur. el-Kuşeyrî Ebû Nasr Abdurrahim dedi ki; Ashab-ı Kehf kıssasının sonu işte budur.

Muaviye, Bizans topraklarına doğru el-Madik gazasında, beraberinde İbn Abbâs'ın da bulunduğu bir sırada, Ashab-ı Kehf’in içinde bulunduğu mağaraya kadar geldi. Muaviye: Bu mağaradakilerin üzerleri açılsa da biz de onları görsek! dedi. İbn Abbâs ona: Allah senden daha hayırlı olan kimsenin dahi onları görmesini engellemiş ve;

"Yanlarına çıkıp onları görseydin, mutlaka onlardan geri dönüp kaçardın" (Kehf, 18/18) diye buyurmuştur. Ancak, Muaviye: Ben onların durumunu bilmedikçe bu işten vazgeçmem diyerek, bu maksatla bir takım kimseleri gönderdi. Bunlar mağaraya girince, Allah da üzerlerine bir rüzgâr gönderdi ve onların mağaranın dışına çıkmalarını sağladı. Bunu da es-Sa'lebî zikretmektedir.

Nakledildiğine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'dan onları kendisine göstermesini dilemiş. Yüce Allah da: Sen onları dünya yurdunda asla görmeyeceksin. Ama sen onlara, senin rîsaletini tebliğ etmen ve onları îmana davet etmek üzere ashabının hayırlılarından dört tanesini gönder. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Cibril (aleyhisselâm.)'a: Ben bunları nasıl göndereceğim, diye sorunca, Cibril şöyle dedi: Elbiseni yay ve onun kenarlarından birisine Ebû Bekir'i, diğerine Ömer'i, üçüncüsüne Osman'ı, dördüncüsüne de Ali b. Ebî Tâlib'i oturt. Sonra da Süleyman'ın emrine verilmiş ve kolaylıkla yumuşak bir şekilde esip giden rüzgârı çağır. Yüce Allah, o rüzgâra sana itaat etmesini emredecektir. Hazret-i Peygamber, Cibril'in dediğini yaptı ve rüzgâr onları mağaranın kapısına kadar götürdü. Mağaranın kapısından bir taş söküp çıkardılar. Köpek onların üzerine hamle yaptı. Onları görünce başını hareket ettirdi, kuyruğunu sallamaya koyuldu, başıyla da onlara; girin diye işarette bulundu. Onlar da mağaradan içeri girdiler ve Allah'ın selam;, rahmet ve bereketi üzerinize olsun, dediler. Allah, genç delikanlılara ruhlarını geri iade etti: Hep birlikte ayağa kalkıp: Ve aleykumusselam ve rahmetullahi ve berakâtuhu diyerek selamı aldılar. Ashab onlara: Ey genç delikanlılar! Gerçek şu ki, Abdullah oğlu Peygamber Muhammed -Allah'ın selat ve selamı üzerine olsun- size selamlarım iletiyor. Ashab-ı Kehf: Gökler ve yer var oldukça, Allah'ın Rasulü Muhammed'e de selam olsun. Tebliğ ettiğiniz için size de selam olsun diyerek, Hazret-i Peygamber'in dinini kabul ettiler ve İslama girdiler. Sonra da: Bizden de Allah'ın Rasulü Muhammed'e selam söyleyiniz. Daha sonra da aynı yerlerine uzandılar ve Mehdi'nin çıkacağı ahir zamana kadar uykularına çekildiler.

Denildiğine göre Mehdi, onlara selam verecek, Allah da onları diriltecek, sonra bir daha uykularına çekilecekler ve artık kıyâmet kopacağı vakte kadar kalkmayacaklardır. Hazret-i Cibril, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a onların bu yaptıklarını haber verdi. Arkasından aynı rüzgâr, bu dört sahabiyi geri götürdü. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara: "Kehf ashabını nasıl buldunuz?" diye sorunca, onlar da durumu haber verdiler. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Allahım! Beni, ashabımı ve akrabalarımı ayırma. Beni, benim ehli beytimi, benîm has yakınlarımı ve ashabımı sevenlere de mağfiret buyur" diye dua etti.

Denildiğine göre, Ashab-ı Kehf, Hazret-i Mesih'den-once mağaraya girmişlerdir. Yüce Allah da Hazret-i Mesih'e onların durumlarını haber verdikten sonra, Hazret-i Îsa ile Hazret-i Muhammed (İkisine de selam olsun) arasındaki dönemde diri İtilmişlerdir.

Bir diğer görüşe göre Kehf ashabı, Mûsa (aleyhisselâm)'dan önce idiler. Hazret-i Mûsa'ya inen Tevrat'ta onlardan söz edilmektedir. İşte yahudilerin Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a onlara dair soru sormalarının sebebi de budur.

Ashab-ı Kehf in mağaraya Hazret-i Mesih'den sonra girdikleri de söylenmiştir. Bunların, hangisinin doğru olduğunu en iyi bilen Allah'dır.

28

Sabah akşam Rabblerinin rızasını dileyerek O'na dua edenlerle beraberliğini sebatla sürdür. Dünya hayatının güzelliğini isteyerek gözlerin onlardan başkasına kaymasın. Kalplerine, Bizi anmaktan yana gaflet verdiğimiz, hevâ ve heveslerine uymuş, İşinde haddini aşmış kimselere de İtaat etme!

Yüce Allah'ın:

"Sabah akşam Rabblerinin rızasını dileyerek O'na dua edenlerle beraberliğini sebatla sürdür" şeklindeki bu âyeti, el-En'âm Sûresi'nde yer alan:

"Sırf O'nun rızasını dileyerek sabah akşam Rabblerine dua edenleri kovma" (el-En'am, 6/52) âyetine benzemektedir. Buna dair açıklamalar da orada geçmiş bulunmaktadır.

Selman-ı Farisi (radıyallahü anh) dedi ki: Kalpleri İslâm'a ısındırılmak istenen Uyeyne b. Hısn ile el-Akra b. Habis , Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelerek şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasulü! Sen, meclisin baş tarafına otursan da yanımızdan şu kişileri ve onların cübbelerinin kötü kokularını bizlerden uzaklaştırsan... -Onlar, bu sözleriyle Selman, Ebû Zer ve müslümanların fakir olanlarını kastediyorlardı. Üzerlerinde yünden cübbeler bulunuyordu ve bunlardan başka da giyecek birşeyleri yoktu.- İşte o vakit biz de senin yanına oturur, seninle konuşur ve senden birşeyler öğrenirdik. Bunun üzerine yüce Allah:

"Rabbinin Kitabından, sana vahyolunanı oku. O'nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. Sen, O'ndan başka bir sığınak asla bulamazsın. Sabah akşam Rabblerinin rızasını dileyerek O'na dua edenlerle beraberliğini sebatla sürdür... Gerçekten Biz, zâlimler için etrafını saran duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmış bir ateş hazırlamışızdır" âyetine kadar olan bölümler, (27-29. âyetler) nazil oldu. Bununla yüce Allah onları cehennem ile tehdit ediyordu. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kalkıp ashab-ı kiramın bu fakirlerini aramaya koyuldu. Nihayet onları mescidin arka taraflarında yüce Allah'ı zikreder halde bulunca, şöyle dedi: "Ümmetimden bir takım kimselerle birlikte beraberliğimi sürdürme emrini verinceye kadar canımı almayan Allah'a hamd olsun. Hayatta da sizinle birlikte kalacağım, ölümüm de sizinle birlikte olacaktır." el-Vahidî, Esbâbu Nüzûli'l-Kur'ân, s. 305-306; Suyûtî, ed-Durru'l Mensur, V, 380.

"Rabblerinin rızasını" O'na itaati

"dileyerek..." Nasr b. Âsım, Mâlik b. Dinar ve Ebû Abdurrahman,

"sabah akşam" âyetini; Şeklinde okumuşlardır. Buna dair delilleri ise, Mushaf'taki yazılışının da "vav" ile olmasıdır. Ancak, Ebû Cafer en-Nehhâs şöyle demektedir: Böyle yazılması bu şekilde okunmasını gerektirmez. Çünkü, "hayat" ile "salat" kelimeleri de "vav" ile yazılmıştır. Araplar ise hemen hemen bu (sabah anlamındaki "el-ğadaât") kelimeyi bu şekilde "ğudves" diye kullanmazlar. Çünkü ne şekilde kullanılacağı bilinmektedir.

el-Hasen'in; Gözlerini onlardan başkasına kaydırma!" şeklinde okuduğu rivâyet edilmiştir ki, gözlerin, dünya süsünü talep ederek onlardan dışarda kalan ve dünyaya yönelmiş kimselere yönelmesin, demektir. Bu kıraati el-Yezidi nakletmektedir. "Gözlerin onları hakir ve küçük görmesin" anlamına geldiği de söylenmiştir. Nitekim: " Filan kişiyi göz görmez". Yani, o hakirdir, küçümsenen bir kimsedir, denilmesi de bu kabildendir.

"Dünya hayatının güzelliğini isteyerek." Fakirleri meclisinde kovma teklifinde bulunan ve bu ileri gelen kimseler ile oturmak suretiyle zinete kendini kaptırarak... demektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle bir işi yapmak istemedi. Ancak, yüce Allah ona böyle bir işi yapmasını da yasaklamıştır. Buradaki âyet, yüce Allah'ın:

"Eğer şirk koşarsan yemin olsun ki amelin boşa çıkar" (ez-Zümer, 39/65) âyetinden daha ileri değildir. Her ne kadar Allah onu şirk koşmaktan himaye etmiş olsa da, ona böyle hitab buyurmuştur.

" istersin" fiili, hal mevkiinde olup, (isteyerek anlamını verir) muzari bir fiildir. Dünya hayatının güzelliğini zinetini isteyerek gözlerin onlardan başkasına kaymasın, demektir. Nitekim, İmruu’l-Kays da şöyle demektedir:

"Ona, ağlamasın gözün dedim. Çünkü biz, bir hükümdarlık

ele geçirmeye çalışıyoruz. Yahut da (bu uğurda) ölür de mazur görülürüz."

Bazıları da

"gözlerin onlardan başkasına kaymasın" anlamındaki ifadenin: "Gözlerini onlardan başkasına kaydırma!" şeklinde olması gerektiğini iddia etmişlerdir. Çünkü buradaki:

"Kaymasın" anlamı verilen fiil, bizatihi müteaddi (geçişli )dir.

Bu iddiada bulunana şöyle cevap verilir: Tilavette varid olan

"gözler" anlamındaki kelimenin merfu' olarak gelmesi, mana itibariyle onların mansub olmalan ile ilgilidir. Çünkü,

"gözlerin onlardan başkasına kaymasın" anlamındaki ifade, "Gözlerin onlardan başkasına yönelmesin, bakmasın" konumundadır. Gözlerinin onlardan başkasına bakmaması ise, sen gözlerini onlardan başkasına kaydırma demektir. Burada fiil gözlere isnad edilmiş olmakla birlikle, gerçekte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a tevcih edilmiştir. Nitekim yüce Allah:

"Artık onların malları... seni imrendirmesin" (et-Tevbe, 9/55) âyetinde de İmrendirmeyi mallara isnad etmiştir. Oysa mana; ey Muhammed! Sen onların mallarına imrenme demektir. Bu konuda ez-Zeccâc'ın şu sözü daha da açıklık getirmektedir: Âyetin anlamı şudur: Sen, gözlerini onları bırakıp güzel görünüş sahibi, zinet ve debdebe içerisinde bulunan başkalarına çevirme.

"Kalplerine bizi anmaktan yana gaflet verdiğimiz, heva ve heveslerine" yani şirke

"uymuş, işinde haddini aşmış kimselere de itaat etme." âyetine gelince ed-Dahhâk'dan, o, İbn Abbâs'dan, yüce Allah'ın:

"Kalplerine Bizi anmaktan yana gaflet verdiğimiz... kimselere itaat etme"(âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bu âyet, Umeyye b. Halef el-Cumahi hakkında inmiştir. Çünkü o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hoşuna gitmeyen fakirlerden uzaklaşıp Mekkelilerin ileri gelenlerini yaklaştırmaya çağırmıştı. Bunun üzerine yüce Allah da:

"Kalplerine Bizi anmaktan yana gaflet verdiğimiz... kimselere de itaat etme" âyetini indifa: "Kalplerine Bizi anmaktan" tevhidi kabul etmekten "yana gaflet verdiğimiz... kimselere de itaat etme!" demektir.

"İşinde haddini aşmış" kimse ile ilgili olarak da şöyle denilmiştir: da haddi aşmak, kusurlu hareket etmek ve imanı terkelmek sureliyle acizliğini öne çıkarmak şeklindeki tefritten gelmektedir. Bunun, haddi aşmak anlamındaki ifrattan geldiği de söylenmiştir. Bunlar şöyle demişlerdi: Bizler, Mudarlıların eşrafıyız. Biz İslâm'a girersek, bütün İnsanlar da İslâm'a girer. Bu ise, tekebbürden ve sözlerde ifrata kaçmaktan ileri geliyordu.

" Haddini aşmış" ifadesinin, eskiden beri kötülükte devam edegelen anlamında olduğu ve bunun; "Bu işi o daha önceden yapmıştı" ifadesinden geldiği de söylenmiştir.

“Kalplerine... gaflet verdiğimiz" âyetinin, kendilerini gaflet içerisinde bulduğumuz... anlamında olduğu da söylenmiştir.

Nitekim; "Filan ile karşılaştım ve onu Övdüm" ifadesinin, ben onu övülmeye değer buldum, anlamında olması da böyledir. Amr b. Ma'dikerib de Haris b. Ka'boğullarına:

Allah'a yemin ederim, biz sizden istedik ve sizi cimri görmedik. Sizlerle çarpıştık, Sizi korkak bulmadık. Sizlerle hicivleştik, yine sizi yenik düşüremedik" demiştir,

Yüce Allah'ın:

"Kalplerine Bizi anmaktan yana gaflet verdiğimiz... kimselere de itaat etme" âyetinin Uyeyne b. Hısn el-Fezarî hakkında indiği söylenmiştir. Bunu Abdurrezzak nakletmektedir. en-Nehhâs da bunu Süfyan es-Sevrî'den nakletmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.

29

De ki: (O) Rabbinizden gelen haktır. Artık dileyen îman etsin, dileyen kâfir olsun. Gerçekten Biz, zâlimler için etrafını saran duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmış bir ateş hazırlamışızdır. Eğer feryad edip yardım isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su ile yardımlarına varılacaktır. O ne fena içecektir ve orası ne kötü bir konaktır!"

Yüce Allah'ın:

"De ki: (O) Rabbinizden gelen haktır. Artık dileyen îman etsin, dileyen kâfir olsun" âyetindeki

"haktır" anlamındaki kelime, hazf edilmiş bir mübtedânın haberi olmak üzere merfu'dur. Yani, "de ki o... haktır" anlamındadır. Bunun mübtedâ olarak merfu' olduğu, haberinin yüce Allah'ın:

"Rabbinizden(dir)" âyetinde olduğu da söylenmiştir. Âyetin anlamı da şudur Ey Muhammed! Sen, şu kalplerine Bizi anmaktan yana gaflet verdiğimiz kimselere de ki: Ey insanlar! Hak, Rabbinizden gelendir. Buna muvafakiyet vermek de, yardımsız bırakmak da O'na aittir. Hidâyete iletmek de. sapıklıkta bırakmak da Onun elindedir. O, dilediğine hidâyet verir ve o kimse îman eder. Dilediğini de sapıklıkta bırakır, o kimse de kâfir olur. Bunlardan herhangi birisindeki tasarruf benim yetkim dahilinde değildir. Hakkı -zayıf olsa dahi- dilediğine veren ve -güçlü ve zengin olsa dahi- dilediğini haktan mahrum bırakan Allah'dır. Ben de sizin heva ve hevesinize uyarak mü’minlerİ kovacak değilim. Dilerseniz îman ediniz, dilerseniz küfre sapınız.

Ancak bu, Îman ile küfür arasında muhayyer bırakmak ve bu konuda ruhsat vermek anlamında değildir. Bu bir tehdit ve bir korkutmadır. Yani, eğer küfre sapacak olursanız, O, sizin İçin cehennem ateşini hazırlamış bulunuyor. Ve eğer îman edecek olursanız, size cennet vardır.

"Gerçekten Biz, zâlimler için" yani, hakkı bile bile inkâr eden kâfirlere,

"etrafını saran duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmış bir ateş hazırlamışızdır."

el-Cevherî der ki: "Duvar" kelimesi, kelimesinin tekilidir. Bu da evin avlusu üzerinde uzatılan şeye denilir. Pamuktan yapılmış her bir hücreye de bu isim verilir. Nitekim şair Ru'be de şöyle demektedir:

"Ey, el-Carud'un oğlu el-Münzir'in oğlu Hakem,

Şan ve şerefin yüksek duvarı senin üzerinde uzatılmış bulunuyor."

" Etrafı surla çevrilmiş ev" denilir. Selâme b. Cendel de (İran hükümdarlarından) Perviz’i ve onun, en-Nu'man b. el-Münzir'i fillerin ayakları altında öldürmesini söz konusu ederek şöyle demektedir:

"en-Nu'man" etrafı surla çevrili evden sonra

Tavanını fillerin göğüsleri teşkil eden bir eve sokan odur."

İbnü'l-A'râbî der ki: " Duvarları" kelimesi, surları anlamındadır. İbn Abbâs'dan nakledildiğine göre bu, ateşten bir duvardır. el-Kelbî de şöyle demektedir: Cehennem ateşinden bir parça çıkacak ve bu, kâfirlerin çevresini bir ağıl gibi kuşatacaktır. el-Kutebî der ki: Buradaki "duvar (es-Surâdik)"den kasıt, büyükçe bir çadırın etrafında bulunan engel demektir. İbn Aziz de böyle açıklamıştır.

Bunun, kıyâmet gününde kâfirleri çepeçevre kuşatacak bir duman olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın, el-Murselât SÛRESİ'nde:

"Haydi, üç kola ayrılmış bir gölgeye gidin" (el-Murselât, 77/30) âyeti ile:

"Kapkara bir gölgede" (el-Vâkıa, 56/43) âyetinde sözünü ettiği budur. Bu açıklamayı Katade yapmıştır.

Bunun, dünyanın etrafını çevrelemiş deniz olduğu da söylenmiştir. Ya'lâ b. Umeyye şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Deniz, cehennemdir." Daha sonra da Hazret-i Peygamber:

"Etrafını saran duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmış bir ateş" âyetini okuduktan sonra şöyle buyurdu: "Allah'a yemin ederim ki, ben de hayatta olduğum sürece ona girmeyeceğim ve ondan bir damla dahi bana isabet etmeyecektir" diye buyurdu. Bunu el-Maverdî zikretmektedir. el-Mâverdî, en-Nuket, III, 30J. Bu sekliyle rivâyetten bu sözlerin tümünün Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a ait olduğu izlenimi doğmaktadır. Ancak bu rivâyet, Müsned, IV, 223'de şu şekildedir: "Peygamber, deniz Cehennem'in kendisidir, diye buyurdu. Ya'la'ya -etrafındakiler (bir şeyler)- söyleyince, Yâ'la dedi ki: Yüce Allah'ın: "Etrafını saran duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmış" diye buyurduğunu görmüyor musunuz? Ya'lâ’nın canı elinde olana yemin ederim ki, Rabbinin huzuruna çıkarılıncaya kadar oraya girmeyeceğim, Yüce Allah'a kavuşuncaya kadar ondan bana bir damla dahi isabet etmeyecektir."

İbnü’l-Mübarek, Ebû Said el-Hudri'den, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet eder: "Cehennem ateşinin etrafını saran duvarları, oldukça enli, dört tane duvardır. Bu duvarların her birisi kırk yıllık yol mesafesi kadardır." Bu hadisi Ebû Îsa et-Tirmizî de rivâyet etmiş olup, onun hakkında: Bu hasen, sahih, garip bir hadistir, demiştir, Tırmızi, Sıfatu Cehennem 4: Müsned, III, 29

Derim ki: İşte bu, "sürâdik: Duvarlar"ın, kâfirlerin üstünde yükselecek olan duman veya ateş olduğuna ve duvarlarının da vasfedilen şekilde olduğuna delildir.

Yüce Allah'ın:

"Eğer feryad edip yardım isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su ile yardımlarına varılacaktır" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs şöyle demektedir; "el-Muhl (erimiş maden gibi su)", zeytinyağı tortusu gibi oldukça katı bir sudur. Mücahid ise bunu kan ve irin diye açıklamıştır. ed-Dahhâk, bu siyah bir sudur ve şüphesiz ki, cehennem de karadır, suyu da karadır, ağacı da karadır, cehennemlikler de karadır. Ebû Ubeyde dedi ki: "el-Muhl", yeryüzünde bulunan madenlerden demir, kurşun, bakır, kalay ve buna benzer eritilen ve kaynayarak kabaran her şeydir. İşte buna el-Muhl denilir. Buna benzer bir açıklama İbn Mes'ûd'dan da nakledilmiştir. Saîd b. Cübeyr de: Harareti en ileri derecesine ulaşmış olandır, diye açıklamıştır. Yine Saîd b. Cübeyr der ki: el-Muhl, bir çeşit katrandır. Mesela, Deveyi katranladım" denilir. Böylesine de " Katranlanmış" denilir. Bunun, zehir olduğu da söylenmiştir.

Bütün bu görüşlerin ihtiva ettiği anlam birbirine yakındır.

Tirmizî'de de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yüce Allah'ın:

"Erimiş maden gibi (el-Mühl)" âyeti hakkında şöyle dediği nakledilmektedir: "Bu, zeytinyağı tortusuna benzer. Onu, yüzüne yakınlaştırdı mı, yüzünün derisi soyulup düşer."

Ebû Îsa dedi ki: Bu hadisi ancak Rişdîn b. Sa'd yoluyla biliyoruz. Rişdîn hakkında ise, hıfzı bakımından tenkitlerde bulunulmuştur. Tirmizî, Sıfatlı Cehennem 4; Müsned, V, 265.

Ebû Umame'den de, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, yüce Allah'ın:

"Ona irinli sudan içirilecektir. Onu yudum yudum içmeye çalışacak..." (İbrahim, 14/16-17) âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Su, ağzına yaklaştırılır, ancak ondan tiksinir. Ona, daha da yaklaştırıldı mı, yüzünü kavurur ve başının perçemi düşer. O suyu içti mi de bağırsaklarını parçalar ve nihayet bağırsakları arkasından çıkar. İşte yüce Allah da:

"Bağırsakları paramparça eden kaynar sudan içirilen kimseler" (Muhammed, 47/15) diye buyurmaktadır. (Yine bir başka yerde): "Eğer feryad edip yardım isterlerse, erimiş, maden gibi yüzleri kavuran bir su ile yardımlarına varılacaktır. O, ne fena içecektir ve orası ne kötü bir konaktır!" diye buyurmaktadır" (Tirmizî) dedi ki: Bu, garip bir hadîstir. Tirmizî, Sıfatu Cehennem 4.

Derim ki: İşte bu, bu hususta nakledilen görüşlerin doğruluğuna ve bunların kastedildiğine delildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır, Dil bilginleri de bunu aynf şekilde ifade etmişlerdir. es-Sıhah'da: "el-Mühla", erimiş bakır demektir" denilmektedir.

İbnu'l-A'râbî der ki: el-Mühl, eritilmiş kurşun demektir. Ebû Amr da; el-Mühl, zeytinyağı tortusu demektir, der. Yine el-Mühl, kan ve irin demektir. Hazret-i Ebû Bekir de şöyle demiştir: Beni, şu iki elbisemle defnediniz. Çünkü nihayet bunlar kan ve irine (el-mühî) ve toprağa ait olacaktır.

"Orası ne kötü bir konaktır" âyeti ile ilgili olarak Mücahid: O ne kötü bir toplanma yeridir diye açıklamıştır. O, bununla bu kelimenin (arkadaşlık demek olan) murat'aka anlamı ile ilgili olduğu kanaatinde gibidir. İbn Abbâs, konaklanacak yer, Atâ da karar kılınacak yer diye açıklamışlardır. Döşek ve yatak diye de açıklanmıştır. el-Kutebî meclis demektir, demiştir. Bunların anlamlan birbirlerine yakındır. Aslı ise, dayanıp yaslanılacak yer demektir. İşte aynı kökten olmak üzere; "Koluma yaslandım" demektir. Şair şöyle demiştir:

"Koluna yaslanarak ona dedi ki: Ey delikanlı!

Günün kuşluk vakti saatleri kavmi önüne katmış sürüp götürüyor."

Koluna yaslanıp da uykusu gelmeyen kimse kendi halini anlatmak üzere; der. Ebû Zueyb el-Hüzelî de der ki:

"Başbaşa kaldığım kişi uyudu da, ben geceyi koluma yaslanarak uykusuz geçirdim.

Sanki gözümde (çok acı bir ağaç olan) sütleğen ağacının usaresi sıkılmış gibi

30

Îman edip güzel amellerde bulunanlara gelince, şüphesiz ki Biz, iyi amel edenin ecrini boşa çıkarmayız.

31

İşte onlara, evet onlara, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Orada tahtları üzerinde kurularak altın bileziklerle süslenecekler, ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler giyeceklerdir. O, ne güzel mükâfattır, orası ne güzel konaktır!

Yüce Allah, kâfirlere hazırlamış olduğu hakir kılıcı azâbı söz konusu ettikten sonra mü’minlerin görecekleri mükâfatları söz konusu etmektedir. İfadede hazfedilmiş sözler de vardır. Yani Biz, onlar arasından güzel amellerde bulunanların mükâfaatını boşa çıkarmayız. Mü’min olmayanlardan güzel amelde bulunanlara gelince, onların amelleri ise boşa gidecektir.

"Amel" kelimesi, temyiz olmak üzere nasb edilmiştir. Bununla birlikte;

"İyi... eden" kelimesinin mef'ûlü de kabul edilebilir.

"Şüphesi ki Biz, iyi amel edenin ecrini boşa çıkarmayız" âyetinin, bir ara cümlesi olduğu, haberin ise yüce Allah'ın:

"İşte onlara, evet onlara... Adn cennetleri vardır" âyeti olduğu da söylenmiştir.

"Adn cennetleri" cennetin göbeğidir. Yani, cennetin ortasıdır, diğer cennetler onun etrafındadır. Çoğul lâfzı ile söz konusu edilmesi ise genişliğinden ötürüdür. Çünkü oranın her bir bölgesi başhbaşına bir cennet olmaya elverişlidir. "Adn"ın, ikamet etmek anlamında olduğu söylenmiştir. Bir yerde İkamet etti anlamında: denilir. " O beldeyi vatan edindim" anlamındadır. "Develer filan yerde kaldılar ve oradan ayrılmadılar" demektir. İşte Adn cennetleri" ifadesi de buradan gelmekte olup, ikamet olunacak cennetler anlamındadır. Madene "el-Ma'din" denilmesi de buradan gelmektedir. Çünkü insanlar orada yaz kış kalırlar. Her şeyin merkezine de o şeyin "ma'dini" denir, "Âdin" ise, merada kalan dişi deve demektir. "Aden" de bir şehirdir. Bu açıklamaları el-Cevherî yapmıştır.

"Altlarından ırmaklar akan" ifadelerine dair açıklamalar, daha önceden bir kaç yerde geçmiş bulunmaktadır. (Mesela, bk. et-Tevbe, 9/72; er-Rad, 13/23)

"Orada... altın bileziklerle süslenecekler" âyetindeki: " Bilezikler" kelimesi 'ın çoğuludur. Saîd b. Cübeyr dedi ki: Onların her birisinin üç bileziği olacaktır. Birisi altından, birisi gümüşten, birisi de inciden.

Derim ki: Bu, Kur'ân-ı Kerîm'de nas ile belirtilmiş bir husustur. Burada

"altın bilezik" diye buyurulmuştur. el-Hac (22/23) ile Fâtır (35/33) de ise,

"altın ve inciden" diye buyurulmakta, ed-Dehr (76/21) SÛRESİ'nde ise "gümüşten bilezikler" denilmektedir. Ebû Hüreyre de der ki: Can dostum (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Mü’minin (cennette) takınacağı süsler (dünyada iken) abdestin ulaştığı yere kadar ulaşacaktır." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir Müslim, Tahâre 40; Nesâî, Tahâre 109; Müsned, II, 232, 371

el-Ferrâ' "süslenecekler" anlamındaki kelimeyi "ye" harfi üstün, "ha" harfi sakin, "lâm" harfi ise şeddesiz ve üstün olmak üzere; diye okumuştur, Kadın, göze hoş gelen şeyleri (süsleri) giyinip takındığı zaman; denilir. " O şey gözüme hoş geldi" anlamındadır. Bu açıklamayı en-Nehhâs nakletmektedir. Bilezik (sivâr); kadının giyindiği bir süs eşyası olup, çoğulu; şeklinde gelir. Bu çoğulun çoğulu ise ...diye gelir. Nitekim;

"Hem üzerine altın bilezikler bırakılmalı... değil miydi" (ez-Zuhruf, 43/53) âyetindeki "bilezikler" anlamındaki kelime, bir kıraatte bu şekilde çoğulun çoğulu olarak okunmuştur. Bununla birlikte; ‘ın normal bir çoğul olması da mümkündür. Yüce Allah da: "Orada... altın bileziklerle süslenecekler" diye buyurmakta ve çoğul olarak bu şekil kullanılmaktadır, Bu açıklamayı el-Cevherî yapmıştır.

İbn Aziz şöyle demektedir: “Bilezikler" kelimesi, Bilezikler" kelimesinin (çokluk.) çoğuludur. Bu ise, ile, 'ın çoğuludur.

Bilezik, kola altından takınılan süs eşyasıdır. Bu, gümüşten olursa buna "kulb" denilir. Çoğulu ise, "kılebe" şeklinde gelir. Eğer bu boynuz yahut fil dişinden yapılmış ise, "meseke" ismini alır. Çoğulu da "mesek" ...diye gelir, en-Nehhâs der ki: Kutrub, "Esallallahü aleyhi ve sellemir: bilezikler" kelimesinin tekilinin "isvar" şeklinde geldiğini nakletmektedir. Ancak Kutrub, oldukça istisna nakillerde bulunan bir kimsedir. Yakub ve başkaları ise bu görüşü almamış ve bunu söz konusu etmemişlerdir. Derim ki: "es-Sıhah"da şu ifadeler yer almaktadır: Ebû Amr b. el-Alâ dedi ki: "Esâvir"in tekili isvâr'dır. Müfessirler de şöyle demektedir: Kırallar, dünyada bilezikler ve taşlar giyindikleri için yüce Allah bu süsleri cennetliklere verecektir.

"İnce ve kalın İpekten yeşil elbiseler giyeceklerdir" âyetindeki

"sündüs" oldukça ince ve nahif olan demektir. Bunun tekili "sündüse" şeklinde gelir. Bu açıklamayı da el-Kisaî yapmıştır.

"İstebrak" ise, İkrime'den nakledildiğine göre kalın olan ipeğe denir. "Harir" ile aynı şeydir. Şair der ki:

"Kimi zaman onların bedenlerine yapışan ince elbise giydiklerini görürsün.

Kimi zaman da kalın ipektir, on(lar)ın giydiği."

O halde istebrak, dibac (yani kalın ipek) demektir. İbn Balır ise, altın ile dokunmuş olandır, diye açıklar. el-Kutebî bu kelimenin Arapçalaştırılmış Farsça bir kelime olduğunu söyler. el-Cevherî de bunun küçültme isminin, "ubeyrık" şeklinde olduğunu söyler. Bu kelimenin "el-berîk"den "İstef afe" veznine sokulmuş bir kelime olduğu da söylenmiştir. Doğrusu bu kelimenin her iki dilde de uygun düşen (sesdeş) kelimelerden olduğudur. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de, daha önceden de geçtiği üzere Arapça olmayan bir kelime yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.

Özellikle yeşil olanın söz konusu edilmesi ise, yeşilin göze uygun düşmesinden dolayıdır. Zira beyaz renk, görmeyi dağıtır ve rahatsız edicidir. Siyah renk yerilir. Yeşillik ise, beyazlıkla siyahlık arasındadır. Bu da ışınları bir araya toplar. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.

Nesâî'nin rivâyetine göre, Abdullah b. Amr b. el-Âs şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda bulunduğumuz bir sırada yanına bir adam gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü! Bize cennet elbiseleri hakkında haber ver. Bunlar, Allah tarafından özel olarak mı yaratılacaktır, yoksa belli bir şekilde mi dokunulacaktır? Hazır bulunanların bazıları buna güldüler. Ona; "Ne diye gülüyorsunuz? Bilen birisine soru soran bir cahile mi?" Adam, az veya kısa bir süre oturdu, bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Cennet elbiselerine dair soru soran kişi nerede?" Adam: O kişi İşte buradadır ey Allah'ın Rasulü, deyince, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, cennetteki meyveler yarılarak bu elbiseler aradan çıkacaktır." Hazret-i Peygamber bu sözü üç defa tekrarladı. Müsned, II. 203. 225

Ebû Hüreyre dedi ki: Mü’minîn evi, ortasında elbiseler dikilen bir ağacın bulunduğu içi oyulmuş bir incidir. Mü’min, parmağı İle -veya iki parmağı da demiş olabilir- inci ve mercan ile süslenmiş yetmiş elbise alır. Bunu, Yahya b. Selam Tefsirin'de, İbnü'l-Mübârek de er-Rekaik adlı eserinde zikretmişlerdir. Biz de bunun senedini et-Tezkire adlı kitabımızda kaydettik. Hadiste de nakledildiğine göre, cennet ehlinden her birisinin üzerinde her biri ayrı bir renk otmak üzere iki yüzlü elbise olacaktır. Bunlar, işitenin hoşuna gidecek bir sesle konuşurlar. İki yüzden birisi diğerine: Ben, Allah'ın dostu için senden daha değerliyim. Çünkü ben, onun bedenine bakan taraftayım, sen öyle değilsin, der. Diğeri ise: Hayır, ben Allah'ın dostuna senden daha yakın ve değerliyim. Çünkü ben onun yüzünü gördüğüm halde sen görmüyorsun, der.

Yüce Allah'ın:

"Orada tahtları üzerinde kurularak" âyetindeki; "Tahtlar" kelimesi, in çoğuludur. Bu örtülerle süslenip bezenmiş tahtlar demektir. Bu şekilde süslenmiş örtüler altındaki döşekler olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır. İbn Abbâs der ki: Bunlar, altından tahtlar olup, inci ve yakut ile süslenmişler, üzerlerinde de Örtüler bulunur. Bu tahtların bir tanesi San'a'dan, Eyle'ye kadar ve Aden ile Câbiye'ye kadar olan bir alanı kapsar.

“Kurularak, yaslanarak" kelimesinin asli; şeklindedir. Nitekim " Yaslandı" kelimesinin asli; dır. Yaslanış'ın aslı da; kelimesidir. Bir şey üzerine dayanarak yaslanma anlamındaki; kelimesi de buradan gelmektedir. Bu kelimede "vav" te'ye kalb edildikten sonra idğam yapılmıştır. "Çokça dayanıp yaslanan adam" demektir.

"O ne güzel mükâfattır, orası ne güzel konaktır" âyetinde kastedilen ise cennetlerdir. Burada ifade "orası ne kötü bir konaktır" âyetinin' aksinedir ki, buna dair açıklamalar az önce geçmiş bulunmaktadır. Şayet, Ne güzel!" kelimesi; şeklinde gelseydi yine câiz olurdu, çünkü bu, cennet için kullanılmış olurdu. Nitekim "orası ne güzel konaktır" ifadesinde de böyle gelmiştir. (Yani, cennet kastedilmektedir.)

el-Berâ b. Âzib'in rivâyetine göre bedevi bir Arap, Veda Haccı esnasında Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda ayağa kalktı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)' da o sırada Arafat'da el-Adbâ diye anılan dişi devesi üzerinde vakfede bulunuyordu. Bedevi dedi ki: Ben, müslüman bir adamım. Bana şu: "Îman edip güzel amellerde bulunanlara gelince..." âyeti hakkında haber ver. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sen de onlardan uzakta değilsin, onlar da senden uzakta değillerdir. Burada sözü edilenler şu dört kişidir: Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali. Sen, kavmine bu âyet-i kerimenin bunlar hakkında inmiş olduğunu bildir." Bu hadisi el-Maverdî zikretmiştir. el-Maverdî, en-Nüket, III, 304

en-Nehhâs da "Meâni'l-Kur’ân" adlı eserinde bunu senediyle kaydetmekte ve şöyle demektedir: Bize Ebû Abdullah Ahmed b. Ali b. Sehî anlattı, dedi ki: Bize, Muhammed b. Humeyd anlattı, dedi ki: Bize, Yahya b. ed-Durays anlattı. Yahya, Züheyr b. Muaviye'den, o, Ebû İshak'dan, o, el-Berâ b. Âzib'den naklen dedi ki: Bedevi bir Arap kalktı... diyerek hadisi zikretti. Yine es-Süheylî de bunu "Kitabu'l-Â'lâm" es-Süheylî'ye ait bu eserin tam ismi, Suyutî, el-İtkan. I, 10'da belirttiğine göre: "et-Ta'rifu ve'l-İ'lâm fîmâ Vekaa fı'l-Kur'âni mine'l-Esmâi ve'l-A'lâm" şeklinde olup İbn Asâkir'in de buna bir zeyli vardır. adlı eserinde senediyle birlikte zikretmiştir. Biz de bütün bunları icazet yoluyla rivâyet etmekteyiz. Yüce Allah'a hamd olsun.

32

Onlara o iki adamı misal ver! Onlardan birine iki üzüm bağı vermiş, iki bağın etrafını hurma ağaçlarıyla donatmış, aralarında ekinler bitirmiştik.

Yüce Allah'ın:

"Onlara o iki adamı misal ver" şeklindeki bu âyeti, dünyalık dolayısıyla kendisini üstün ve güçlü bilen, buna karşılık mü’minlerle birlikte oturup kalkmaktan (büyüklendiği için) çekinen kimseye verilmiş bir misaldir. O bakımdan bu âyet, yüce Allah'ın:

"Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O'na dua edenlerle beraberliğini sebatla sürdür" (Kehf 18/28) âyeti ile alakalıdır.

Burada örnek verilen iki kişinin ismi ve bunların muayyen olarak kim oldukları hususunda farklı görüşler vardır. el-Kelbî der ki: Âyet-i kerîme Mekke ahalisinden Mahzumoğullarına mensup birisi, mü’min olup ismi Ebû Seleme Abdullah b. Abdilesed b. Hilâl b. Abdullah b. Ömer b. Mahzura olan ve Peygmaber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan önce Umm Seleme'nin kocası oları; diğeri ise kâfir olup el-Esved b. Abdilesed olan iki kardeş hakkında inmiştir. Aynı zamanda es-Sâffat Sûresi'nde yüce Allah'ın:

"Aralarından birisi diyecek ki: Gerçekten benim bir dostum vardı..." (es-Sâffât, 37/51) âyetinde sözü edilen iki kardeş de bunlardır. Bunların her birisine dön bin dinar miras kalmıştı. Onlardan birisi malını Allah yolunda harcayıp daha sonra kardeşinden kendisine bir şeyler vermesini İstedi, kardeşi de bilinen sözlerini söyledi... Bunu, es-Sa'lebî ve el-Kuşeyrî zikretmişlerdir.

Âyet-i kerimenin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Mekke ahalisi hakkında indiği de söylenmiştir.

Bir görüşe göre de bu âyet, Allah'a îman eden herkes ile inkâr eden herkese dair bir misaldir.

Bir başka görüşe göre bu, Uyeyne b. Hısn ile arkadaşlarının ve Selman, Suheyb ve arkadaşlarımın bir misalidir, İbn Abbâs'ın görüşüne göre Allah onları, birileri mü’min olup ismi Yahuda olan İsrailoğullarından iki kardeşe benzetmektedir. Mukâtil ise bu kişinin adının Temliha olduğunu söylemiştir. Diğeri ise kâfir olup ismi Kartuş idi. İşte yüce Allah'ın es-Sâffat Sûresi'nde sözünü ettiği iki kişi de bunlardandır, Muhammed b. el-Hasen el-Mukri de bunu böylece sözkonusu ederek şöyle demektedir: Bu iki kişiden hayırlı olan zatın ismi Temliha, diğerinin ismi da Kartuş idi. Bunlar, ortaktılar. Daha sonra mallarını paylaştırdılar. Bunların her birine üç bin dinar düştü. Mü’min olanı bin dinara köle satın alıp onları azad etti, bin dinara elbise satın alıp çıplakları giydirdi, bin dinara da yiyecek satın alarak açları yedirdi. Aynı şekilde mescidler inşa etti, hayır işleri yaptı.

Diğeri ise, sahip olduğu mal ile varlıklı kadınlarla evlendi, adar, İnekler satın aldı ve bunlar çoğaldı. Aşırı derecede bunların yavruları artıp durdu. Parasının geri kalanıyla da ticaret yaptı. Büyük bir kâr sağladı ve bütün çağdaşlarından daha zengin oldu. Birincisi ise muhtaç düştü. Bir bahçede ücretle çalışmak istedi ve kendi kendisine: Eski ortağım ve arkadaşımın yanına gidip ondan, bahçelerinden birisinde beni çalıştırmasını istesem umarım bu benim İçin daha uygundur, diyerek arkadaşının yanına gitti ise de, önündeki teşrifatçıların kabalıkları ve çokluğu dolayısıyla nerdeyse ona ulaşamayacaktı. Arkadaşının yanına varınca arkadaşı onu tanıdı ve ihtiyacını sordu. Ona: Peki, seninle malımızı yan yarıya bölüştürmedik mi? Malına ne yaptın? Arkadaşı şu cevabı verdi: Ben, o malımla daha hayırlı ve daha kalıcı olan şeyleri satın aldım. Arkadaşı kendisine: Sen gerçekten bunu tasdik edenlerden misin? Ben kıyâmetin kopacağını zannetmiyorum. Görüşüme göre de sen anni mahrum bırakmaktan başka bir şey değildir. Benim, malımı ne şekilde kullandığımı görmüyor musun? Nihayet malım işte gördüğün bunca servet ve bu güzel duruma geldi. Bu durumumuzun sebebi, benim kazanıp kâr sağlamam, senin ise beyinsizce harcamandır. Haydi, yanımdan çek git, dedi. Daha sonra Kur'ân-ı Kerîm'de sözünü ettiği şekilde mahsullerinin üzerine yüce Allah'ın, semadan göndermiş olduğu afet ile bu zenginin varlığı ve mahsulleri toptan imha edildi.

es-Sa'leb'î bu olayı bir başka lafızla nakletmekle birlikte; onun da ihtiva ettiği anlam buna yakındır.

Atâ dedi ki: Bunlar, sekizbin dinarı olan iki ortak idiler. Denildiğine göre, bu serveti babalarından miras almışlardı. Ve bunlar iki kardeş idi. Bu serveti aralarında paylaştılar. Onlardan birisi, bin dinara bir arazi satın aldı. Diğeri ise: Allah'ım, filan kişi bin dinara bir arazi satın aldı. Ben de bin dinara karşılık Senden cennette bir arazi satın alıyorum, deyip o bin dinarıtasadduketti. Daha sonra birincileri diğer bin dinara bir ev yaptı. Öteki: Allah'ım, filan kişi bin dinara bir ev inşa etti. Ben de, bin dinara karşılık Senden cennette bir ev satın alıyorum diyerek, bin dinarı tasadduk etti. Daha sonra birincileri evlenip bu evliliği dolayısıyla bin dinar harcadı. Öteki: Allah'ım! Filan kişi bin dinar harcayarak bir kadın ile evlendi, ben de Senden bin dinara karşılık cennet kadınlarından istiyorum, diyerek bin dinar tasadduk etti. Daha sonra diğeri, bin dinara hizmetçiler ve çeşitli eşyalar satın aldı. Öteki: İşte ben de Senden, cennette bin dinara karşılık hizmetçi ve eşyalar satın alıyorum deyip bin dinar tasadduk etti.

Daha sonra ileri derecede muhtaç oldu ve: Olur ki, arkadaşımın bana bir iyiliği dokunur, diyerek arkadaşının yanına gitti, arkadaşı ona: Malına ne oldu deyince, o da yaptıklarını anlattı. Bu sefer, arkadaşı: Sen gerçekten bu söylediklerini tasdik eden birisi misin? Allah'a yemin ederim, ben de sana hiç bir şey vermeyeceğim, dedikten sonra ona şöyle dedi: Sen, semanın ilahına ibadet ediyorsun. Bense ancak bir puta ibadet ediyorum. Bunun üzerine öbürü, Allah'a yemin ederim buna öğüt vereceğim, dedi ve öğüt verip hatırlatmalarda bulundu, korkuttu. Bu sefer diğeri: Haydi beraber gidelim, balık avlayalım.- Kim daha çok balık avlayacak olursa o kişi hak üzeredir, dedi. Öteki: Kardeşim, gerçek şu ki, dünya Allah nezdinde iyilik yapana bir mükâfaat, kâfire de bir ceza kılınmayacak kadar değersizdir.

Böyle demekle onu kendisi ile birlikte ava çıkmaya zorladı. Allah, her ikisini de sınadı. Kâfir olan ağını atıyor, putunun ismini, anıyor ve ağı balıkla dolup taşarak çekiyordu. Mü’min ise Allah'ın ismini anarak ağına attığı halde, ağına bir şey takılmıyordu. Diğeri ona: Durumu nasıl görüyorsun? İşte dünyada benim payım da, konumum da, etrafımdakilerin sayısı da senden daha fazladır. Eğer senin iddia ettiğin bu gerçek ise, âhirette de böylece ben senden daha üstün olacağım, dedi.

(…… dedi ki: Onlar üzerinde görevli olan melek, bu işe üzüldü. Bunun üzerine yüce Allah, Hazret-i Cebrâîl'e bu meleği alıp cennetlere götürmesini ve mü’min kişinin o cennetlerdeki yerlerini göstermesini emretti. Melek, Allah'ın mü’min kişi için hazırladıklarını görünce, şöyle dedi: İzzetin hakkı için o sonunda buraya varacak olduktan sonra, dünyada karşı karşıya kalacağı durumların hiç bir zararı olmaz. Diğer taraftan kâfirin cehennemdeki yerini de gösterince aynı melek şöyle dedi: Bunun da varacağı yer burası olduktan sonra, izzetin hakkı için onun dünyadan elde ettiklerinin hiç bir faydası olmaz.

Daha sonra yüce Allah mü’minin canını aldı, kâfiri de nezdinden gönderdiği bir azâb ile helâk etti. Mü’min, cennete yerleşip Allah'ın kendisi için hazırladıklarını görecek ve arkadaşları ile birlikte birbirlerine soru soracaklarında o;

"Gerçekten benim bir dostum vardı, o diyordu ki: Gerçekten sen inananlardan mısm?" (es-Sâffat. 37/51-52) âyetinde sözü edilenleri söyleyecektir. Bunun üzerine bir münadi de şöyle seslenecektir: Ey cennet ehli!

"Siz de tekrar bakar mısınız? Baktı ve onu cehennemin ortasında gördü," (es-Sâffat 37/51) İşte bunun üzerine "onlara o iki adamı misal ver..." âyeti nazil oldu.

Yüce Allah bu sûrede bu iki kardeşin dünyadaki hallerini beyan ettiği gibi, âhiretleki hallerini de es-Sâffal Sûresi'nde:

"Gerçekten benim bir dostum vardı. O diyordu ki, gerçekten sen inananlardan mısın... İşte çalışanlar böylesi için çalışsınlar" (es-Sâffat, 37/51-61) âyetleri beyan etmektedir.

İbn Atiyye dedi ki: İbrahim b. el-Kasım el-Kâtip, "Acaibü'l-Bilâd" adlı eserinde Tinîs Gölü'nün burada sözü edilen iki bahçe olduğunu zikretmektedir. Bu iki bahçe, iki kardeşe ait idi. Onlardan biri hissesini diğerine sattı ve bu aldığı bedeli Allah'a itaat yolunda harcadı. Diğeri de, bu yaptığı dolayısıyla onu ayıpladı ve aralarında -sözü edilen- konuşma cereyan etti. Allah da bir gece içerisinde o bahçeyi su altında bıraktı. Bu âyet-i kerîme ile Allah onu kast etmiştir.

Diğer görüşe göre, yüce Allah'ın bu ümmete vermiş olduğu bir misaldir, daha önceden meydana gelmiş bir duruma ait bir haber değildir. Bundan maksat ise, dünyaya rağbeti azaltmak ve rağbeti âhirete yöneltmektir. Bu örneği, bir uyarı ve bir korkutma olarak zikretmiştir. Bu görüşü de el-Maverdi nakletmektedir. Ancak âyetin siyakı bunun aksine delildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.

"İki bağın etrafını hurma ağaçları ile donatmış" yani, bu bahçelerin çevresini hurma ağaçları ile çevirmiştik.

"yan ve taraf' demektir. Çoğulu, "ELraf" şeklinde gelir, " Topluluk, filan kimsenin etrafını kuşamlar, çevirdiler" denilir. Yüce Allah'ın:

"Melekleri de Arşın etrafını kuşatmış olarak..." (ez-Zümer, 39/75) âyeti ek buradan gelmektedir.

"Aralarında ekinler bitirmiştik." Yani Biz, üzüm bağının etrafını hurma ağaçları ile çevirmiş, üzüm bağlarının ortasında da ekin bitirmiştik.

33

Bu iki bağ, mahsullerini vermiş, hiç bir şeyi eksik bırakmamıştı. Bunların arasında bir ırmak da akıtmıştık.

"Bu iki bağ" yani, bunların her birisi,

"mahsullerini" eksiksiz olarak

"vermiş"dir. Bundan dolayı yüce Allah burada tekil olarak;

"Vermiş" diye buyurmuş, " İkisi de vermişlerdi" diye buyurmamıştır.

(Her ikisi anlamına gelen):ile, lâfzı tekil midir, yoksa tesniye midir, hususunda görüş ayrılığı vardır. Basralılar bunun tekil olduğunu söylemişlerdir. Çünkü, onlara göre bu iki kelime tesniye olan bir lâfzı te'kid etmek için tıpkı çoğulu te'kid etmek için kullanılan; lâfzına benzemektedir. O bakımdan bu, tesniye olmayan müfred bir isimdir. Eğer bundan sonra zahir bir isim gelecek olursa bu lâfız ref, nasb ve cer hallerinde de aynı şekilde olur. O bakımdan; " Her iki adamı gördüm, bana her iki adam geldi ve yolum her iki adama da uğradı" denilir (ve hiç birisinde bu lâfzın şekli değişmez). Eğer bir zamire bitişecek olursa, sondaki elif, cer ve nasb hallerinde "ya"ya kalbedilerek: "Her ikisini gördüm ve her ikisine de yolum uğradı" denilir. Tıpkı "Onlara, üzerlerine" demek gibi.

el-Ferrâ'' ise şöyle demektedir: Bu, tesniye bir lafızdır. "Hepsi, bütünü" lâfzından alınmış olup, sonundaki lâm, tahfif edilmiş ve tesniye dolayısıyla elif ilave edilmiştir. Müennes için kullanılan; de böyledir. Bunlar, ancak muzaf olarak kullanılırlar ve tekil olarak kullanılmazlar. Şayet tekil olarak kullanılacak olsa o takdirde; denilir. el-Ferrâ'' bu görüşüne şairin şu beyitini de delil göstermektedir:

"Onun (deve kuşunun) her iki ayağının her birinde bir tek fazlalık çıkıntı vardır.

İki ayağının her birisinde böyle bir fazlası vardır."

O, bununla iki ayağından birisini kastettiğinden tekil kullanmıştır.

Ancak bu görüş Basralılara göre zayıftır. Çünkü, eğer bu kelime tesniye olsaydı, nasb ve cer halinde zahir isim ile birlikte kullanıldığı takdirde "elifin "ya"ya dönüşmesi icabederdi. Çünkü; kelimesinin anlamı, kelimesinin anlamından farklıdır. Zira, ikincisi kuşatıcılık için kullanılırken, diğeri belli bir şeye delalet etmektedir. Burada beyiti nakledilen şairin "elifi hazfetmesi ise zaruretten dolayıdır ve o bu "elif'i zâid olarak takdir ettiğinden dolayı hazfetmiştir. Zarureten söylenen bir sözün ise delil olarak kullanılması câiz değildir. Böylelikle bunun; "Benimle beraber" anlamındaki kelime gibi müfred bir isim olduğu sabit olmada ancak tesniyeye delalet etmek için kullanılmıştır. Nitekim Arapların: "Biz" şeklindeki kelimeleri, tek müfred bir isim olmakla birlikte iki ve daha fazla kişiye delalet etmektedir. Buna şair Cerir'in şu sözleri de delildir:

"Umame'nin her iki günü de engel olma günüdür.

Biz, ona ancak seyrek seyrek gitsek bile."

Böylelikle şair burada bu lâfzı tek bir gün hakkında haber vermek için kullanmıştır. Nitekim, yüce Allah'ın Vermiş" âyetinde de haber tekil olarak gelmiştir. Eğer tesniye olsaydı, bunun için "İkisi de vermişti" diye buyurması gerektiği gibi, şairin de burada; "İki gün" demesi gerekirdi.

Aynı şekilde; "ikisi" lâfzının "elifi hususunda da ihtilaf edilmiştir. Sîbeveyh, bu "elifin te'nis için olduğunu ve buradaki "te" harfinin de lamu'l-fi'l üç harfli kelimenin son harfi) den bedel olduğunu ve aslında bunun "vav" olduğunu, kelimenin aslının ise; şeklinde geldiğini söylemiştir. Bu "vav"in "te"ye ibdatine sebep ise, 'te" harfinde müenneslik alameti bulunduğundan dolayıdır. deki "elif ise, zamir ile birlikte "ya"ya dönüşebilir ve bu durumda müenneslik alameti olmaktan çıkar. O halde "vav" harfinin te'ye ibdali, te'nis'in tekidi demek olur. Ebû Ömer el-Cermî ise şöyle demektedir: Buradaki "te" mülhaktır, (Sonradan getirilmiştir). "Elif" ise, lamu'l-fi'l'dir, el-Cermî'ye göre bu kelimenin takdiri vezni; şeklindedir. Ancak durum onun dediği gibi olsaydı, Arapların bu kelimeyi ism-i mensub yapmaları halinde; demeleri gerekirdi. Ancak, bunun yerine; diyerek "te"yi düşürmüş olmaları, onların bunu; "Kız kardeş" kelimesini nisbet yaparak; demeleri şeklindeki "te" gibi değerlendirdiklerini göstermektedir. Bu açıklamayı el-Cevherî yapmıştır.

Ebû Cafer en-Nehhâs ise şöyle demektedir: Nahiv bilginleri, Kur'ân-ı Kerîm dışında, manayı gözönünde bulundurarak; "Bu iki bağ, mahsullerini vermişler,.." denilmesini câiz kabul etmişlerdir. Çünkü, bunun tercih olunan anlamı, "Her ikisi de vermişlerdir" şeklindedir.

el-Ferrâ' -aynı anlamı ifade etmek üzere- denilmesini de uygun kabul etmiş ve şöyle demiştir: Çünkü bu; "Her iki bahçe de" demektir. (el-Ferrâ'') dedi ki: Abdullah (b. Mes'ûd)'un kıraatinde de; şeklindedir. Buna göre el-Ferrâ'’nın kanaatine göre anlam: O, iki bağın hepsi de yemişlerini vermiştir" şeklindedir.

"Mahsul" hurma ve sair ağaçların meyveleri hakkında kullanılır. Bununla birlikte yenilen her bir şey hakkında da bu lâfız kullanılabilir. Yüce Allah'ın:

"Yiyecekleri... devamlıdır" (er-Ra'd, 13/35) âyeti da bu kabildendir.

"Hiç bir şeyi eksik bırakmamıştı." Herşeyi tam ve mükemmel vermişti.

"Bunların arasında da bir ırmak akıtmıştık." Yani, iki bahçenin ortasından bir ırmak akıtmış ve ona akacak yer (yatak) yapmıştık.

34

Onun ayrıca bir geliri de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken arkadaşına dedi ki: "Ben, malca senden zenginim, sayıca da senden güçlüyüm."

"Onun, ayrıca bir geliri de vardı" âyetindeki;

"Gelir" kelimesini Ebû Cafer, Şeybe, Âsım, Yakub ve İbn Ebi İshak, peltek "se" ile "mim" harflerini üstün olarak okumuşlardır. Aynı şekilde;

"Nihayet bütün serveti yok edildi" (42. âyet) âyetinde de bu şekilde ve; (........) in çoğulu olarak okumuşlardır. el-Cevherî dedi ki: "Gelir, mahsul" kelimesi, ile (........) in tekilidir. (........) in çoğulu ise, şeklinde gelir. el-Ferrâ'' da; (........) in çoğulu; şeklinde gelir demiştir. (........) in çoğulu, şeklinde de gelir. (........) aynı şekilde nemâlandırılan mal, anlamına gelir. Ebû Amr ise bu kelimeyi peltek "se" ötreli, "mim" harfini de sakin olarak okumuş ve bunu

"çeşitli mallar" diye açıklamıştır. Diğerleri ise her iki harfi de ötreli olarak okumuşlardır.

İbn Abbâs, altın, gümüş ve çeşitli mallar, diye açıklamıştır. Bundan önce el-En'âm Sûresi'nde (6/99. âyet, 4. başlıkta) buna dair geniş açıklamalar geçmiş bulunmaktadır,

en-Nehhâs şunu nakletmektedir: Bize Ahmed b. Şuayb anlattı, dedi ki: Bana, İmrân b. Bekkâr haber verdi, dedi ki, bize İbrahim b. el-Alâ ez-Zübîdî anlattı, dedi ki, bize Şuayb b. İshak anlattı, dedi ki, Harun dedi ki: Bana Eban, Sa'leb'den anlattı. O, el-A'meş'den naklettiğine göre Haccac şöyle dedi: Eğer ben, "ayrıca onun bir geliri de vardı" anlamındaki âyeti her hangi bir kimsenin; diye okuduğunu İşitecek olursam, şüphesiz dilini keserim. Bunun üzerine ben el-A'meş'e: Sen bunu kabul ediyor musun dedim o, hayır bunu kabul etmeyi gerektirecek hiç bir taraf yok ki, dedi O bakımdan o, diye okur ve bunu; in çoğulu olarak kabul ederdi.

en-Nehhâs dedi ki: Bu görüşe göre; in çoğulu; şeklinde gelir. Bundan sonra; in çoğulu ise ...diye gelir. Bu da Arap dilinde güzel bir şekildir. Ancak, birincisinin doğru olma ihtimali daha kuvvetlidir, doğrusunu en iyi bilen Allah'dır. Çünkü yüce Allah'ın;

"Bu îkl bağ mahsullerini vermiş" âyeti, onun mahsul ve meyvesinin bulunduğuna bir delildir.

"Bu yüzden, arkadaşı ile konuşurken arkadaşına dedi ki..." sözlü olarak onun kanaatini red ederek cevap verdi, demektir.

Muhavere; karşılıklı cevap vermek demektir Tehâvür de birinin diğerine cevap vermesi demektir. Mesela, "Onunla konuştum da o bana karşılık olarak cevap vermedi" denilir. Aynı anlamda olmak üzere tabirleri de kullanılır.

"Ben, malca senden zenginim, sayıca da senden güçlüyüm" âyetindeki "nefer: sayı" kelimesi, on kişiden daha aşağı sayıyı anlatmak üzere kullanılan "raht': demektir. O, burada -önceden açıklandığı üzere- kendisine tabi olanları, hizmetçileri ve çoluk çocuğunu kastetmiştir.

35

O, nefsine zulmede ede bağına girdi. Dedi ki: "Bunun ebediyen yok olacağını sanmıyorum."

36

"Kıyâmetin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabbime döndürülecek olsam dahi, elbette döneceğim yer itibariyle bundan daha hayırlısını bulurum."

"O, nefsine" küfrü sebebiyle

"zulmede ede bağına girdi." Denildiğine göre, mü’min kardeşinin elinden tutarak onu bağında, bahçesinde gezdiriyor ve ona bağ ve bahçesini gösteriyordu.

"O, nefsine zulmedende" anlamındaki âyet, hal mevkiinde bir cümledir. Küfrü sebebiyle kendisini cehenneme sokan bir kimse, elbetteki nefsine zulmeden bir kimsedir.

"Dedi ki: Bunun ebediyen yok olacağını sanmıyorum." Sözleriyle, bu dünya yurdunun yok olacağını kabul etmedi.

"Kıyâmetin kopacağını da sanmıyorum." Yani ben, öldükten sonra diriliş diye bir şey olacağını zannetmiyorum.

"Şayet Rabbime döndürülecek olsam dahi" yani, eğer öldükten sonra diriliş söz konusu olsa bile; O, dünyada bana bunca nimetleri verdiği gibi benim, O'nun nezdindeki üstün konumum ve değerim dolayısıyla bana bunlardan daha iyi ve değerlisini verecektir. İşte yüce Allah'ın:

"Elbette döneceğim yer İtibariyle bundan daha hayırlısını bulurum" ifadesinin anlamı da budur. O, bu sözlerini, kardeşinin kendisini öldükten sonra dirilmeye, amellerin karşılıklarının görülmesine îman etmeye çağırması üzerine söylemiştir.

Mekke ve Medine mushaflarında "Bundan" kelimesi yerine; "Bu ikisinden" şeklindedir. Basralılarla Kûfelilerin Mushaf'ında ise tekildir. Tesniye daha uygundur. Çünkü buradaki zamirin, "iki bağ "a etmesi daha yakın bir ihtimaldir.

37

Arkadaşı ona cevap vererek dedi ki: "Seni önce topraktan, sonra da bir damla sudan yaratan, sonra seni tam bir adam yapana kâfir mi oldun?"

"Arkadaşı" ismi ile ilgili farklı görüşlere göre Yahuda veya Temliha

"ona cevap vererek dedi ki: Seni önce topraktan, sonra da bir damla sudan yaratan, sonra seni tam bir adam yapana kâfir mi oldun?" sözleriyle ona öğüt verdi ve hiç bir kimsenin inkâr etme imkânı bulamadığı ve kendisinin de itiraf ettiği bu şeylerin yaratılmasını, tekrar yaratıp diriîtmekten daha büyük şeyler olduğunu ona açıkladı.

"Seni tam bir adam yapan" ifadesi, seni boyu poşu, hilkati mutedil, azaları sağlıklı ve erkek yapan demektir.

38

"Fakat ben (derim ki): O, Allah'dır, benim Rabbimdir. Ben, Rabbime kimseyi ortak koşmam."

"Fakat ben (derim ki); O, Allah'dır, benim Rabbimdir" anlamındaki âyeti, Ebû Abdurrahman es-Sülemi ile Ebû'l-Âl-iyye; şeklinde okumuştur. el-Kisaî'den de: "Fakat O Allah'dır..." diye ve "Ancak durum şu ki: O, Allah'dır, benim Rabbimdir" anlamında okuduğu, böylelikle de; in ismini içinde gizli kabul ettiği de rivâyet edilmiştir. Diğerleri ise; şeklinde "elifi isbat ile okumuşlardır. el-Kisaî dedi ki: Âyette takdim ve tehir vardır, ifadenin takdiri de şöyledir: "Fakat Allah; O'dur, benim Rabbimdir" şeklindedir. Burada; "Ben"deki hemze, çokça kullanım dolayısıyla söyleyiş hafif olsun diye hazfedilmiş ve iki "nûn"dan biri diğerine idğam edildikten sonra da "ben" anlamındaki zamirin "elifi vasıl halinde hazfedilmiş, vakıf halinde ise isbat edilmiş (okunmuş) olmaktadır.

en-Nehhâs dedi ki: el-Kisaî, el-Ferrâ' ve el-Mazinî'nin kanaatine göre bunun asli; şeklindedir. Hemzenin harekesi önceki edatın "nûn"una verildikten sonra hemze hazfedildi ve iki nûn da birbirine idğam edilmiştir. O bakımdan bunun üzerinde vakıf yapılırsa, şeklinde okunur. Bu ise,"Ben" zamirinin "elifidir ve bunun harekesinin beyanı için böyle okunur. Ebû Ubeyd de şöyle demiştir: Bunun aslı; Fakat ben, şeklindedir. Elif hazfedildikten sonra iki nun yanyana geldiğinden dolayı şeddeli okunmuştur, el-Kisaî de bize şu beyiti okumuştur:

"Allah için sen Abalı ve yalan söyleyenin İftiralarından uzak birisisin."

Görüldüğü gibi şair burada; kelimesi ile; Allah için sen" demek istemiş ve "Allah" lâfzının iki "lâm"ından birisini düşürdükten başka; Muhakkak ki sen" ifadesinin "elifini de hazfetmiştir. Bir başka şair ise aslına uygun olarak şöyle demiştir:

"Göz ucuyla bana iftira ediyor ve sen suçlusun diyorsun.

Üstelik benden de uzaklaşıp ayrılıyorsun.

Ama ben senden uzaklaşmayacağım."

Burada şair; ile, Ama ben" demek istemiştir.

Ebû Hatim dedi ki: Âsım'dan; " Ama bana gelince (derim ki):

O Allah'tır benim Rabbimdîr." diye okuduğunu rivâyet etmişler ve durak yapmaksızın okunması halinde "elifin okunmasının lahn olduğunu iddia ettiğini nakletmişlerdir. ez-Zeccâc ise şöyle demektedir: Durak yapmaksızın (idrâc ile) okumak halinde burada "elifin de okunması güzel bir şeydir. Çünkü, "ben" anlamındaki: zamirinden "elif hazfedilmiş ve burada bu "eli-f"i onun yerine getirmişlerdir. Ubey'in kıraatinde ise bu âyet; Ama ben O, Allah'tır, Rabbim'dir (derim)" şeklindedir. İbn Âmir ile el-Mesilî, Nâfi'den ve Rüveys'den, onlar da Yakub'dan vakıf ve vasıl halinde de "elifin isbatı ile; şeklinde okuduğu nakledilmiştir. Şair de şöyle demektedir:

"Aşiretin sıyrılmış kılıcıyım beni tanıyın beni

Ben, zirvelere tırmanmış Humeyd'im."

el-A'şâ da şöyle demiştir:

"Ben, saçlarım ağardıktan sonra nadsıl olur da

Kafiye çalmaya yönelirim? Utanç olarak bu yeter."

Vakıf yapılması halinde "elifin okunacağında ise görüş ayrılığı yoktur.

"O, Allah'dır, benim Rabbimdir" âyetindeki

"O" zamiri, kıssa, şan ve durum zamiri olarak bilinir. (Yani, durum şu ki, Allah benim Rabbimdir demek olur.) Bu da yüce Allah'ın:

"Bakarsın ki, o kâfirlerin gözleri dehşetle yerinden fırlayarak..." (el-Enbiya, 21/97) âyeti ile;

"De ki: O, Allah'dır, bir tekdir" (el-İhlas, 112/1) âyetine benzemektedir.

"Ben, Rabbime kimseyi ortak koşmam" âyetin mefhumu, diğer kardeşinin yüce Allah'a ortak koşan, O'ndan başkasına ibadet eden bir kimse olduğuna delalet etmektedir.

O bu sözleri ile şunu kastetmiş olma ihtimali de vardır: Ben, zenginliği de fakirliği de ancak O'ndan bilirim. Ve bilirim ki eğer O, dünyalığa sahip olan kimseden dünyalığı almak isterse buna kadirdir, bana fakirliği veren de O'dur.

Bu sözleriyle şunu kastetmiş de olabilir. Senin, öldükten sonra dirilişi inkâr etmen, yüce Allah'ın buna güç yetirememesi manasınadır, Bu ise, şanı yüce ve münezzeh olan Rabbin âciz olduğunu ileri sürmek demektir. O'nun âciz olduğunu ileri süren kimse, O'nu yaratıklarına benzetmiş demektir. Bu ise, Allah'a ortak koşmak ile aynı şeydir.

39

"Bağına girdiğin zaman maşaallah, Allah'ın yardımı olmadan (hiç bir şeye) güç yetirilemez, demeli değil miydin? Her ne kadar malca ve evlâtça beni kendinden az görüyorsan da;

Yüce Allah'ın:

"Bağına girdiğin zaman maşaallah, Allah'ın yardımı olmadan (hiç bir şeye) güç yetirilemez, demeli değil miydin?" âyetine dair açıklamalarımızı iki bağlık halinde sunacağız;

1. Herşey Allah'ın Kudretiyledir:

Yüce Allah'ın:

"Bağına girdiğin zaman maşallah, Allah'ın yardımı olmadan (hiçbir şeye) güç yetirilemez demeli değil miydin" âyeti, bu sözleri kalbin ile söylemeli değil miydin demektir. Bu sözler, mü’minin kâfire bir azan, ona bir tavsiyesi ve onun sözünü de reddetmesi mahiyeti adedin Çünkü o:

"Bunun ebediyen yok olacağını sanmıyorum" (Kehf 18/35) demişti.

Bu âyetteki; Ma..." ref, mahallindedir ki, bunun da takdiri: Bu bahce, Allah'ın meşîeti iledir, anlamındadır. ez-Zeccâc ile el-Ferrâ' şöyle demişlerdir: Bu iş, Allah'ın dilemesi ve iradesiyledir. Yani o, Allah'ın meşîetiyle, iradesiyle olmuştur, demektir. Bunun, cevabının hazfedildiği de söylenmiştir ki, bu da; Allah'ın dilediği olur, dilemediği de olmaz" demektir.

"Allah'ın yardımı olmadan (hiç bir şeye) güç yetirilemez." Yani, senin elinde toplanan bunca mal, yüce Allah'ın kudret ve kuvveti iledir. Senin öz kudret ve gücünle değildir. Eğer Allah dilerse malındaki bu bereketi kaldırır ve bunca mal senin elinde toplanıp bir araya gelmezdi.

2. "Maşâallah", "Lâ Havle Velâ Kuvvete İlla Billah" Dualarının Fazileti:

Eşheb dedi ki: Malik dedi ki: Evine giren her bir kimsenin bunu âyet-i kerimede geçen "maşâallah..." sözlerini, söylemesi gerekir, İbn Vehb de dedi ki: Hafs b. Meysere bana şöyle dedi: Ben, Vehb b. Münebbih'in kapısı üzerinde "Maşâallah, Allah'ın yardımı olmadan hiç bir şeye güç yetirilemez" yazılı olduğunu gördüm.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da Ebû Hüreyre'ye şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Ben sana cennet hazinelerinden olan bir sözü öğreteyim mi? -yahut cennet hazinelerinden bir hazine olan bir sözü demiştir" Öğret ey Allah'ın Rasûlü dedim, şöyle buyurdu: "Bu, La havle velâ kuvvete illa billah'dır. Kul bunu söyledi mi, Aziz ve Celil olan Allah da: Kulum esenlik buldu ve (Bana) teslimiyetini arzetti, diye buyurur. " Müsned, II, 298, 335, 520. "... la havle velâ kuvvece illâ billâh'tır" bölümüne kadar: II, 355, 363, 403. 469, 525, 535- Ayrıca bk..- V, 145, 150, 152, 157, 179, 265

Bu hadisi Müslim Sahihi'nde, Ebû Mûsa'dan rivâyetle zikretmektedir. Bu rivâyette şöyle denilmektedir (Resûlüllah) buyurdu ki: "Ey Ebû Mûsa, yahut ey Abdullah b. Kays, ben sana cennet hazinelerinden olan bir sözü öğreteyim mi? -Bir rivâyette ise: Cennet hazinelerinden bir hazine olan bir sözü... denilmektedir-" Ben: O nedir ey Allah'ın Rasûlü deyince, şöyle buyurdu: "(O), La havle velâ kuvvete illa billah'dır" dedi. Buhâri, Meğâzi 38, Deavât 50, 67, Kader 7, Tevhîd 9; Müslim, Zikir 45-47; Ebû Dâvûd, Vitr 26; Tirmitl, Deavât 57; yakın lâfızlarla: Müsned, IV, 402, 403.

Yine Ebû Mûsa'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana dedi ki: "Ben sana cennet hazinelerinden olan bir sözü öğreteyim mi? -Yahut da cennet hazinelerinden bir hazine olan bir sözü-" diye buyurdu. Ben de; Buyur, öğret dedim. Şöyle buyurdu: "(Bu), La havle velâ kuvvete illa billahil aliyyi’l-azim (sözü)dür" dedi. Müslim, Zikr 44; İbn Mâce, Edeb 59; Müsned, IV, 407, 418.

Yine rivâyet olunduğuna göre bir kimse evine girince yahut çıkınca; "Bismillah, maşaallah, la kuvvete illa billah" diyecek olursa, şeytanlar onun önünden kaçışır giderler, yüce Allah da üzerine bereketler indirir.

Hazret-i Âişe de şöyle demiştir: Kişi, evinden çıkıp da "Bismillah" diyecek olursa, melek kendisine: Doğruya iletildin (hidâyet buldun) der. Eğer "maşaallah" derse, melek ona: Bu (kötülüklere karşı) sana yeterli gelir, der. Eğer "la kuvvete illa billah" derse, melek ona: Koruma akına alındın, der.

Bu hadisi, Tirmizî ayrıca Enes b. Malik'den gelen rivâyetle de kaydetmektedir. Enes b. Malik dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her kim, -evinden çıktığı vakit- Bismillah, tevekkeltü alallah la havle vela kuvvete illa billah diyecek olursa, ona: (Bu sözler musibetlere karşı) sana yeterli gelir ve sen koruma altına alındın, denilir, şeytan da ondan uzaklaşır." (Tirmizî) dedi ki: Bu, garip bir hadistir, biz bunu yalnızca bu yoldan bilmekteyiz. Tirmizî, Deavât 34

Bu hadisi Ebû Dâvûd da rivâyet etmekte olup şu fazlalığı da kaydetmiştir: Ona şöyle der: "Hidâyete İletildin, (musibetlere karşı bu sözler) sana yeterli gelir ve koruma altına alındın." Ebû Dâvûd, Edeb 102

İbn Mâce de bu hadisi Ebû Hüreyre'den rivâyet etmektedir. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kişi, meskeninin yahut evinin kapısından çıktığında, onunla birlikte onun üzerinde görevli iki melek bulunur. Eğer Bismillah derse, o iki melek ona: Hidâyet buldun, derler. La havle vela kuvvete illa billah derse, korundun, derler, Tevekkeltü alallah derse, bunlar sana yeter, derler. Bu sefer onunla birlikte olan iki kişi (ins ve cin şeytanları) onunla karşılaşırlar, şöyle derler: Doğru yola İletilmiş, korunmuş ve söyledikleri sözler kendisine yeterli gelmiş bir kimseden ne istersiniz." İbn Mâce, Dua 18

el-Hakim Ebû Abdullah da "Ulumu'l-Hadis" adlı eserinde şöyle demektedir: Muhammed b. İshak b. Huzeyme'ye, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Cennet ile cehennem birbiri ile tartıştılar. Bu -yani cennet- bana zayıf kimseler girecektir der.,." Hadisin tamamı için bk,: Buhârî, Tefsir 50. sûre 1; Müslim, Cennet 34-36; Tirmizî, Sıfatu'l-Cenne 22; Müsned, II, 276, 314, 450, III, 79. hadisinde geçen "zayıflar" ile kimler kastedilmektedir? Muhammed b. İshak dedi ki: (Zayıf kimse), güç ve kuvvetten uzak olduğunu, hiç bir güç ve kuvvete sahip olmadığını ifade eden kimsedir. Yani, (bunu anlatan sözleri) günde yirmi veya elli defa tekrarlayandır.

Enes b. Malik de dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Kim, bir şey görüp de onu beğenecek olursa, "maşaallah la kuvvete illa billah" derse ona hiç bir nazar değmez." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, V, 109, râvilerinden Ebû Bekr el-Hüzeli'nin "oldukça za.- Bir kesim de şöyle demiştir: Maşaallahu kâne: Allah'ın dilediği olur, deyip de kendisine her hangi bir şey isabet eden herkes, mutlaka ona razı olur,

Yine rivâyet olunduğuna göre dört şeyi söyleyen kimse dört şeyden emin olur. Bu sözü söyleyen nazar değmesinden yana emin olur, hasbunallah ve ni'melvekil diyen şeytanın desiselerinden emin olur, ufevidu emri ilallah diyen şeytanın hile ve tuzaklarından emin olur, lâ ilahe illa ente subhaneke innî kuntu minezzalimîn diyen kimse de üzüntü ve kederden emin olur.

"Her ne kadar malca ve evlatça beni kendinden az görüyorsan da..." âyetindeki; "...sa" şart edatı olup; Beni görüyorsan..." ise, ondan dolayı cezm edilmiş bir fiildir. Cevabı ise: "Belki Rabbim..." âyetidir, " Ben" ise, fasıla olup İ'rabta mahalli yoktur. Bununla birlikte, "nun" ile (hazfedilmiş) "ya"yı tekid için nasb mahallinde olması da mümkündür.

Îsa b. Ömer "Her ne kadar... beni kendinden az görüyorsan da" âyetindeki " Az" kelimesini ref ile okumuş ve o, böylelikle; Ben" kelimesini mübteda ve: " Az" kelimesini de onun haberi olarak kabul ederken cümleyi de ikinci mef'ûl konumunda değerlendirmektedir. Birinci mef'ûl ise, "beni... görüyorsan" anlamındaki fiilin sonundaki "nun" ile "ye"dir. Ancak "ye" harfi kesrenin kendisine delâlet etmesi dolayısıyla hazf edilmiştir. "Ye"yi isbat ile okumak da oldukça güzeldir ve aslolan da budur; çünkü hakikatte isim odur.

40

"Belki Rabbim bana senin bağından daha hayırlısını verir, seninkinin üzerine ise gökten bir felâket indiriverir de kaypak bir toprak haline geliverir;

"Belki" olur ki Rabbim

"bana, senin bağından daha hayırlısını" âhirette; dünyada da denilmiştir,

"verir, seninkinin" senin bağının

"üzerine ise gökten bir felâket" gökten atılacak şeyler

"indiriverir."

"Felâket" kelimesinin tekili şeklinde gelir. Bunu el-Ahfeş, el-Kutebî ve Ebû Ubeyde söylemiştir. İbnü'l-A'râbî ise şöyle demektedir: Bu kelime hem bulut, hem yastık, hem de yıldırım anlamına gelir. et-Cevheri de şöyle demektedir: "Azâb" demektir. Ebû Ziyad el-Küllâbî der ki: "Bir araziye husban isabet etti" demek, çekirge istilasına uğradı, demektir. Yine bu kelime hesap manasına da gelir. Nitekim yüce Allah:

"Ay ve güneş bir hesap iledir" (er-Rahmân, 55/5) diye buyurmaktadır. Burada da "husbân" kelimesi bu şekilde açıklanmıştır. ez-Zeccâc der ki: Husbân, hesab'tan gelmektedir. Yani o, senin bahçenin üzerine hesab azabını gönderir. Bu ise elferînin kazandıklarının hesabı demektir. O halde burada ifade, muzafın hazfedilmesi türündendir. Yine bu kelime, bir defada atılan kısa boylu oklar demektir, Kisralar bu şekilde ok atarlardı. Semadan atılan şeyler ise azaptır.

"...de kaypak bir toprak haline geliverir." Yani, üzerinde hiç bir bitkinin bitmediği ve hiç bir ayağın sağlamca duramadığı bir arazi oluverir. Bu, en zararlı arazi türüdür. Oysa bu felaketten önce o en faydalı bir bağ ve bahçe idi.

"Kaypak" kelimesi,

"toprak" kelimesinin sıfatını tekid içindir. Yani, o dümdüz olacağından dolayı ayaklar üzerinden kayacaktır. Nitekim; "kaygan yer" demektir. Aslında bu, " Ayağı kaydı, kayar" fiilinden bir mastardır. " Ayağını -başkası- kaydırdı" demektir. -Aynı zamanda- atın kuyruk tarafı anlamındadır. Şair Ru'be şöyle demektedir:

Sanki o, (karın bölgesinde) beyaz renk bulunan ve arka tarafı da siyah beyaz renkli olandır."

"Ayağın üzerinde sebat edemediği yer," demektir. de aynı anlamdadır, " Tıraş" anlamında; "Başını tıraş etti, eder" manasınadır. Bu açıklamaları el-Cevherî yapmıştır. Tıraş edilmiş" anlamındadır.

Burada maksat o yerin kaygan ve kaydırın olması değildir. Aksine, anlatılmak istenen tıraş edilen bir baş üzerinde nasılki saç kalmıyorsa, o bahçede, bitki kalmayacağıdır. Bu açıklamayı da el-Kuşeyrî yapmıştır.

41

"Yahut suyu yerin dibine çekiliverir de bir daha onu aramaya gücün yetmez."

"Yahut suyu yerin dibine çekîliverir." O takdirde daha önce suyu en bol bir arazi iken, sudan büsbütün mahrum bir arazi haline gelir.

"Çekilmek" aslında mastar olup isim yerinde kullanılmıştır. Nitekim: "Oruçlu, oruçsuz, adaletli, razı olunan, faziletli, çokça ziyarette bulunan adam..," tabirlerinde de aynı şekilde kullanılmıştır. "Ağıt yakan kadınlar" tabiri de böyledir. Bu kullanımda miizekker, müennes, tesniye ve temi' aynıdır değişmez. Amr b. Kütsûm der ki:

"Onun asil atları onun için ağıt yakar

Yularları takılmış ve üç ayakları üzerinde durup dördüncüsünün toynağını yere değdirmiş olarak."

Bir başkası da şöyle demektedir:

"Ey Dubaa! Onların gözyaşlarını peş peşe akıt ve

Ayakta ağıt yakanlara cevap ver. (sen de katıl)!"

Görüldüğü gibi bu iki beyitte de tekil ve mastar olarak gelen kelime: " Ağıt yakan kadınlar" anlamındadır.

Bu âyet burada: "Yahut onun suyu yerin dibine çekilmiş bir su oluverir" diye açıklanmıştır. Buna göre burada muzaf hazf edilmiştir. Tıpkı

"o kasabaya sor" (Yusuf, 12/82) âyetinde (kasaba ahalisine sor, anlamında) olduğu gibi. Bunu da en-Nehhâs nakletmektedir, el-Kisaî ise, bunu; "Yerin dibine çekilmiş su" diye açıklamıştır. Nitekim; "Su yerin dibine çekildi, çekilir..." demektir. (Son mastarda) "vav" harfinin ötreli olması dolayısıyla hemze ile gelmesi de mümkündür. gözü, başının iç tarafına doğru çekildi," anlamındadır. Bunun, şekli ise bu fiilin bir başka kullanım şekli (şivesi) dir. Şair şöyle demiştir:

"Gözü başına doğru çekildi mi, yoksa çekilmedi mi?"

"Güneş battı, batar" demektir. Ebû Züeyb de şöyle demektedir:

"Zaman denilen şey" bir gece ve onun. gündüzünden

Bir de güneşin doğup sonra da batışından başka bir şey midir?"

"... bir daha onu aramaya gücün yetmez." Yani, yerin dibine çekilmiş olan suyu bir daha geri çeviremezsin ve hiç bir yolla buna gücün yetmez. Şöyle de açıklanmıştır: O suyun yerine ondan başka bir su da bulamazsın, arayamazsın. İşte mü’min kişinin kardeşiyle tartışması ve onu uyarması burada sona ermektedir.

42

Nihayet bütün serveti yok edildi. Bu sebepten onun İçin harcadıklarına pişmanlık duyarak ellerini oğuşturmaya başladı. Çardakları üzerine çökmüş ve: "Ne olurdu, Rabbime hiç bir kimseyi ortak koşmasaydım!" diyordu.

"Nihayet, bütün serveti yok edildi" âyetindeki:

"Yok edildi" meçhul fiilinin ismi (nâib-i faili, sözde öznesi) hazf edilmiştir ki, o da mastardır. Bununla birlikte daha sonra gelen mecrur ismin

"bütün serveti" anlamındaki kelimenin) ref mahallinde olması da mümkündür.

"Bütün serveti yok edildi" ifadesi, malı tamamıyla telef edildi, demektir. Bu yüce Allah'ın, kardeşinin kendisine yaptığı uyarılardan gerçekleştirdiği ilk husustur.

"Bu sebepten, onun için harcadıklarına pişmanlık duyarak ellerini oğuşturmaya başladı." Yani kâfir, pişmanlık duyarak bir elini diğerine vurmaya koyuldu. Çünkü pişman olan kimsenin yaptığı iş budur,

Şöyle de denilmiştir: O, sahip olduğu servetini evirip çeviriyor, ancak serveti arasında harcadıklarının yerini tutacak bir şey bulamıyordu. Bu anlama gelmesi ise bazen "mülk sahibi olma"nın "elde tutma" ile ifade olunmasından dolayıdır ki, bu da Arapların: Mülkiyetinde mal vardır, anlamında: " Elinde mal vardır" şeklindeki tabirlerinden alınmıştır,

"Bu sebepten. . başladı" ifadesi, bu telef etmenin geceleyin gerçekleştiğine delildir. Yüce Allah'ın;

"Onlar uyurlarken hemen onu Rabbin tarafından dört bir yanından saran bir bela sardı da kapkara kesiliverdi" (el-Kalem, 68/19-20) âyetine benzemektedir.

"Ben bu ev için bu kadar harcadım, bu eve bu kadar harcadım" anlamında denilir.

"Çardakları üzerine çökmüş" yani, artık bir bölümü diğeri üzerine düşmüş ve tamamıyla boşalmış oldu. Bu ifade, "Yıldızların doğuş zamanlarında (mutad olan şekilde) yağmur yağmadı" tabirinden alınmıştır. de bunun gibidir. "Ev boşaldı" demektir.

Çöktüğü zaman da bu tabir kullanılır. Allah'ın:

"İpte zulümleri sebebiyle onların, bomboş (harap olmuş) evleri." (en-Neml, 27/52)

Bunun, yıkılmış anlamında olduğu da söylenmiştir. Nitekim (bu âyette da olduğu gibi)

"o, çardakları üzerine çökmüştür," yani, çanları üzerine düşüp yıkılmıştır, denilmektedir.

Yüce Allah, böylelikle o kimsenin hem bütün mahsullerini yok etti, hem de ana sermayesini. Bu ise, karşı karşıya kalınan musibetlerin en büyüğüdür. Bu, onun azgınlığının bir karşılığı (cezası) idi.

"Ve ne olurdu, Rabbime hiç. bir kimseyi ortak koşmasaydım, diyordu." Yani, keşke Rabbimin üzerimdeki nimetlerini bilip tanımış olsaydım, bunların yüce Allah'ın kudretiyle gerçekleştiğini bilseydim ve O'nu inkâr ederek kafi: olmasaydım. Bu, fayda vermeyecek bir zamanda duyduğu bir pişmanlıktı.

43

Ona Allah'dan başka yardım edecek bir topluluk yoktu. Kendisi de kendisini kurtaramadı.

Yüce Allah'ın:

"Ona, Allah'dan başka yardım edecek bir topluluk yoktu" âyetindeki; "Bir topluluk" kelimesi, "...du (idi)"in ismidir. Ona" lâfzı da onun haberidir. "Ona ...yardım edecek" buyrukları sıfat mahallinde olup yardım edici bir topluluk demektir. Bununla birlikte (kâne: İdi firlinin) haberi olması da mümkündür. Sîbeveyh'e göre birinci şekil daha uygundur. Çünkü "ona" anlamındaki kelime bundan önce gelmiştir. Ebû'l-Abbas ise ona muhalefet etmekte ve bu konuda yüce Allah'ın-

"Kimse de O'nun dengi değildir" (el-İhlas, 112/4) âyetini delil göstermektedir. Sîbeveyh'e, bununla birlikte ikinci şekli de câiz kabul etmektedir.

"Ona... yardım edecek" fiili "bir topluluk" kelimesinin çoğul anlamında olması dolayısıyla böyle (çoğul olarak) gelmiştir. Çünkü bu kelime, kimseler anlamındadır. Eğer bu fiil lâfza uygun olarak gelmiş olsaydı, âyetin; şeklinde olması gerekirdi. Yani, onun kendilerine sığınacağı taraftarları ve bir topluluğu yoktu, demek olurdu.

"Kendisi de kendini kurtaramadı." Katade'nin açıklamasına göre, kendisini (başına gelen bu felaketlere karşı) koruyamadı, demektir. Bu. Elinden gidenlerin yerine başkalarım geri alabilecek gücü bulamadı, diye de açıklanmıştır.

"Bir topluluk" kelimesinin iştikakına (kökten türeyişine) dair açıklamalar daha önceden Al-i İmrân Sûresi'nde (3/13. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Sondaki "he" (yuvarlak te) ise, ortasından eksilen "ya" harfinin yerine gelmiştir. Çünkü bu kelimenin aslı, dır.

Böyle olması ise; fiilinden gelmesi dolayısıyladır. Çoğulu: ile şeklinde gelir,

Yani onun, Allah'ın azabına karşı kendisini koruyacak, Allah'ın azabını engelleyecek aşireti, yakınları yoktu. Varlıklarıyla övünüp durduğu hizmetçileri, çoluk çocuklarını ise elinden çıkarmış, kaybetmiş bulunuyordu.

44

İşte bu durumda velayet, hak olan Allah'ındır. O, mükâfatı da hayırlı olandır, sonuçlandırması da hayırlı olandır.

"İşte bu durumda velayet, hak olan Allah'ındır" âyetinde yer alan; "(........): İşte bu durumda (asıl anlamı; orada)" âyetinde zarf olduğu halde, âmilin ne olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Bunda, "ona... bir topluluk yoktu" anlamındaki âyetin amil olduğu söylenmiştir ki, ona yardım edecek bir topluluk yoktu, ve orada da öyle bir şey yoktu anlamındadır. Yani, orada ona yardım olunmadığı gibi, kendisi de kendisini kurtaramadı. Maksat ise, ona isabet eden azabdan kendisini kurtaramadığıdır.

Bir başka görüşe göre; "kendisi de kendisini kurtaramadı" âyetinde ifadenin tamamlandığını ve "işte bu durumda" âyetinde âmil olan kelimenin "velayet" olduğu da söylenmiştir. Bu durumda ifadenin takdiri, takdim ve tehir olduğu esasına göre; "Orada velayet, hak olan Allah'ındır" şeklinde olup, Kıyâmette velayetin Allah'ın olacağı anlamındadır. Ebû Amr ve el-Kisaî ise, Hak olan" kelimesini "veiâyef'e sıfat olmak üzere ref ile okumuşlardır. Medineliler ile Hamza ise "Allah" lâfza-i celâlinin sıfatı olarak esre ile okumuşlardır. İfade "Hak sahibi olan Allah..." takdirindedir. ez-Zeccâc der ki: Bu kelimenin mastar ve te'-kid olmak üzere nasb ile okunması da caizdir. Nitekim; Bu gerçekten senindir demek de böyledir.

el-A'meş, Hamza ve el-Kisaî, "velayet" kelimesini "vav" harfini esreli olarak okumuşlar, diğerleri ise üstün okumuşlardır. Bu iki okuyuş da aynı anlamdadır, Üstün okuyuşun "muvâlât (veli ve dost edinmek)" dan geldiği söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Allah, îman edenlerin velisidir" (el-Bakara, 2/257);

"Bunun sebebi şudur: Çünkü Allah îman edenlerin velisidir." (Muhammed, 47/11) Esreli okuyuşu ise sultan (egemenlik, otorite), kudret ve emirlik anlamındadır. Yüce Allah'ın:

"Ve o günde emir yalnız Allah'ındır" (el-İnfîtâr, 82/19) Yani, o günde mülk ve hüküm yalnız O'nundur. O'nun emri hiç bir kimseye havale edilmez. Esasen her zaman için mülk yalnız Allah'ındır. Fakat, kıyâmet günündeki batıl olsa bu husustaki bütün iddialar ve her türlü vehim ortadan kalkmış olacaktır.

Ebû Ubeyd de şöyle demiştir: Bu kelimenin "vav" harfi üstün okunması halinde yaratıcının sıfatı olur, esreli okunursa, yaratılmışın sıfatı olur.

"O, mükâfatı da hayırlı olandır..." Yani, Allah, kendisine îman edenlere dünyada da âhirette de daha hayırlı mükâfat verecek olandır. Aslında kendisinden mükâfat beklenen O'ndan başka kimse yoktur. Ancak O, cahillerin zanlarındaki bir beklenti dolayısıyla böyle buyurmuştur. Ki O, kendilerinden mükâfat umulanların en hayırlısıdır, demek olur.

"Sonuçlandırması da hayırlı olandır" anlamındaki âyette yer alan; "(Cii): Sonuçlandırma" kelimesini Âsım, el-A'meş, Hamza ve Yahya, "kaf" harfini sakin, diğerleri ise ötreli okumuşlardır ki, her ikisi de aynı anlamdadır. Yanı O, kendisinden uman ve kendisine îman eden kimselere en hayırlı âkibeti verendir, "Bu, filanın işinin sonu, âkibetidir" diye kullanılır.

45

Onlara dünya hayatının misalini de ver. O, gökten indirdiğimiz, sonra yeryüzünün bitkileriyle karışan bir suya benzer. Sonra o bitki, rüzgârların kökünden koparıp sallallahü aleyhi ve sellemurduğu çerçöpe döner. Allah her şeye kadir olandır.

"Onlara dünya hayatının misalini de ver." Bu mü’min ve fakir kimseleri yanından kovmanı isteyen şu mütekebbirlere dünya hayatının misalini ver. Yani, onlara bu dünya hayatının neye benzediğini anlat.

"O, gökten indirdiğimiz, sonra yeryüzünün bitkileri İle" olgunlaşıncaya kadar

"karışan bir suya benzer." Denildi ki: Bitkiler, üzerlerine su indikten sonra birbirlerine karışırlar. Çünkü bitkiler yağmur ile karışırlar ve çoğalırlar. Bu anlamdaki ifadeler geniş açıklamalarıyla daha önceden Yûnus Sûresi'nde (10/24. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Hukemâ, şöyle demişlerdir: Yüce Allah'ın dünyayı suya benzetmesinin sebebi, suyun belli bir yerde karar kılmayışıdır. Dünya da aynı şekilde kimseye kalmaz. Diğer bir sebep, suyun belli bir halde karar kılmadığı gibi, dünyanın da öyle kararsız oluşudur. Ayrıca su, nasıl kalmayıp geçip gidiyorsa, dünya da böylece fanidir. Yine hiç bir kimse suya girip de ıslanmadan çıkamaz. Dünya da böyledir. Kim dünyaya dalarsa, dünyanın fitne ve afetinden kurtulamaz. Su, belli bir ölçüde olursa faydalı olur ve bitkinin yeşermesini sağlar. Ancak, belli ölçüyü aşacak olursa zarar verir ve telef edicidir. Dünyada da aynı şekilde ihtiyaç kadarı fayda verir. Fazlası ise zararlıdır.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hadisinde nakledildiğine göre; bir adam ona: Ey Allah'ın Rasülü! demiş. Ben, umduklarını elde eden, korktuklarından emin olan (fevz bulan) kimselerden olmak istiyorum. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Dünyayı bırak ve ondan durgun su gibi bir miktar al. Ondan az bir şey yeterli gelir. Ondan çok miktarı ise azgınlaştırır." Elimizin altındaki kaynaklarda tesbit edemedik,

Müslim'in Sahihi'nde de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın söyle dediği kaydedilmektedir: "İslâm'a giren, ihtiyacı kadar kendisine rızık verilen ve Allah kendisine verilenlere kani olma lütfunu ihsan ettiği kimse, felâh bulmuştur." Müslim, Zekat 125; Tirmizî, Zühd 35; Müsned, II, 168, 173.

"Sonra o bitki, rüzgârların kökünden koparıp sallallahü aleyhi ve sellemurduğu" yani darmadağın ettiği "çerçöpe döner." Kuruluğundan dolayı param parça, darmadağın, kırılıp dökülmüş çerçöp olur. Yani, ona gelen suyun kesilmesiyle bu hale gelir. İfadenin buna delâlet etmesi dolayısıyla îcâz olsun diye bu ifade hazf edilmiştir.

"Kuru bir şeyi kırmak" demektir. (........); bitki hakkında kullanılırsa, kurumuş ve kırılmış olanları kastedilir. Aynı şekilde oduncunun istediği gibi alabildiği çürümüş ağaç hakkında da kullanılır, Arapların, cömert bir kimse hakkında;"Filan ancak çürümüş bir asmadır" ifadeleri de buradan gelmektedir. "Bedenen zayıf adam" demektir. "Filan kişi ona şefkat gösterdi" demektir. "

Dişi devenin memesindeki sütü sağdı" anlamındadır. "Tirit hazırladı" denilir. İşte Abdumenaf in oğluna, ismi Amr olmakla birlikte Haşim denilmesi bundan dolayıdır. Nitekim Abdullah b. ez-Zib'ara da onun hakkında şöyle demektedir:

"O, yücelerin Amr'ı, kavmine tirit hazırladı

Mekkeli adamlar ise kıtlık ve kuraklık içinde olup zayıf düşmüşlerdi."

Buna sebep de şuydu: Kureyşliler, yıllarca kıtlıkla karşı karşıya kaldılar ve bu kıtlık bütün servetlerini alıp götürdü. Hâşim, Şam'a çıktı ve çok miktarda ekmek pişirilmesini emr etti. Bu ekmekleri çuvallara doldurarak develer üzerinde taşıdı ve Mekke'ye kadar getirdi. İşte bu ekmekleri kırıp tirit yaptı. O develeri de kesti. Sonradan da aşçılara bu develeri pişirmelerini emretti. Arkasından kazanlardan tencereleri doldurup bütün Mekke ahalisini doyurdu. İşte bu, Mekkelilerin kendilerine isabet eden o kıttık yıllarından sonra karşı karşıya kaldıkları ilk bolluk olmuştu. Bundan dolayı Amr'a, Hâşim denilmişti.

"Rüzgârların kökünden koparıp sallallahü aleyhi ve sellemurduğu" darmadağın ettiği... Bu açıklamayı Ebû Ubeyde yapmıştır. İbn Kuteybe sallallahü aleyhi ve sellemurduğu, İbn Keysan onu götürüp getirdiği, İbn Abbâs evirip çevirdiği diye açıklamıştır ki, anlamlar birbirine yakındır.

Talha b. Mûsarrif bu âyeti; diye okumuştur. el-Kisaî der ki: Abdullah'ın kıraatinde ise bu, şeklindedir.

Rüzgâr bir şeyi saçıp sallallahü aleyhi ve sellemurduğunda, havaya uçurduğunda: "Rüzgâr onu havaya uçurdu, uçurur" denilir. el-Ferrâ'' ise, "Adamı atından devirdim" şeklindeki bir kullanımı da nakletmektedir. Sîbeveyh ve el-Ferrâ', şu beyiti de Zikrederler:

"Ben ona dedim ki: Çok hızlı gitme. Atı yorma.

Çünkü böyle yapmazsan o seni terkinin geri tarafından sallallahü aleyhi ve sellemurup devirir

ve sen de kayarsın."

"Allah her şeye kadir olandır." Yoktan var etmek, var olanı yok etmek ve diriltmek gibi. O, her türlü eksiklikten münezzehtir.

46

Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Ama bakî kalacak olan salih amellerdir. Rabbinin nezdinde sevapça da hayırlıdırlar, emelce de hayırlıdırlar.

"Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür" âyetinde, -tekil gelen-: "Zînet: süs" kelimesinin -ikil olarak-şeklinde gelmesi de mümkündür. Bu kelime, ister ikil ister tekil olsun, mübtedânın (mal kelimesinin) haberidir.

Mal ve oğulların dünya hayatının süsü olmasının sebebi, malın güzel ve faydalı olmasından, oğulların da güç ve savunma kaynağı olmalarındandır. O bakımdan her ikisi de dünya hayatının süsüdürler. Ancak beraberlerinde mal ve oğulların sıfatlarının bir karinesi de vardır. Çünkü âyetin anlamı şudur: Mal ve oğullar, şu hakir ve aşağılık dünyanın süsüdür. O bakımdan, kendinizi onların arkasından koşturmayın, tabi kılmayın.

Bu âyet böylece Uyeyne b. Hısn ile onun benzerlerine zenginlik ve şerefleri dolayısıyla iftihar etmelerine karşılık bir red mahiyetindedir. Yüce Allah bununla, dünya hayatının süsü olan bir şeyin rüzgârın sallallahü aleyhi ve sellemurduğu kurumuş çerçöp gibi gelip geçici olduğunu, kalıcı olmayan bir aldanış olduğunu haber vermektedir. Geriye ise ancak kabir azığı ve âhiret hazırlığı olan şeyler kalır. Eskiden beri şöyle denirdi: Sen, gönlünü mala bağlama. Çünkü o geçip giden bir gölgedir. Kadınlara da bağlama. Çünkü bugün seninle beraberdirler, yarın senden başkalarıyla. Yöneticiye de kalbinden bağlanma. Çünkü o bugün senin lehinedir, yarm başkasının lehine olur. Esasen bu hususta yüce Allah'ın:

"Mallarınız da, evlatlarınız da sizin için ancak bir fitnedir" (et-Teğâbun, 64/15) âyeti yeterlidir. Yine bir başka yerde yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Muhakkak ki, eşleriniz ve evlatlarınızdan size düşman olanlar vardır. O halde onlardan sakının." (et-Teğabun, 64/14)

“Ama baki kalacak olan" yani, Selman'ın, Suhayb'ın, müslüman fakirlerin yaptıkları itaatler, Hsalih amellerdir. Rabbinin nezdinde" bunlar, "sevapça da hayırlıdırlar" üstündürler, "emelce de hayırlıdırlar." Yani, salih ameli bulunmayıp mal sahibi, oğul sahibi olan kimseden emelleri daha üstün ve değerlidir. Dünya hayatının zînetinde hayır yoktur. Ancak bu yönüyle yüce Allah'ın:

"O günde cennetliklerin kalacakları yer çok hayırlı ve dinlenecekleri yer çok güzeldir." (el-Furkan, 25/24) âyetini andırmaktadır Bundan dolaylı olarak cehennemliklerin kalıç yerlerinin hayırlı olacağı manası anlaşılsa hile, cehennemliklerin kalacağı yerde hayır olmadığı gibi, salih amellerin daha hayırlı olduğu belirtilmekle birlikte, salih olmayan amellerde hayır bulunduğu manası anlaşılmamalıdır. Merhum müfessir âyetlerin muhtevalarını bu yönleriyle birbirine benzetmektedir.

Şöyle de denilmiştir: Burada "hayırlı oluş"tan kasıt, cahillerin kendi kanaatlerince daha hayırlı olduğunu zannettikleri şeylerden daha hayırlı olduğudur. İlim adamları, "baki kalacak olan salih ameller" âyeti hakkında farklı açıklamalarda bulunmuşlardır. İbn Abbâs, İbn Cübeyr, Ebû Meysere ve Amr b. Şurahbil bunların beş vakit namaz olduklarını söylerler. Yine İbn Abbâs bunların söz ve fiil türünden olsun âhirete kalacak olan her türlü salih amel olduğunu söylemiştir. İbn Zeyd de böyle demiş olup, et-Taberî de bu görüşü tercih etmiştir. İnşaallah sahih olan açıklama da budur. Çünkü sevabı âhirete kalan her bir şey hakkında bu hükmün verilmesi caizdir.

Ali (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: Ekin iki türlüdür. Mal ve oğullar dünya ekinidir. Âhiret ekini ise kalıcı salih amellerdir. Allah, kimi zaman bunları bir arada bazı kimselere verebilir.

Cumhûr şöyle demiştir: Burada kalıcı olan salih amellerden kasıt, faziletleri nakledilmiş bulunan sözlerdir: Allah'ı her türlü eksiklikten tenzih ederim. Hamd, Allah'a mahsustur. Allah'dan başka hiç bir ilâh yoktur, Allah en büyüktür. Her türlü güç ve takat, ancak yüce ve büyük olan Allah iledir. Muvatta’, Kur'ân 23 Bu hadisi Muvatta’'da Umare b. Sayyad'dan, o, Said b. el-Müseyyeb'den rivâyet etmiştir. Umare b. Sayyad, Said b. el-Müseyyeb'i, "baki kalacak olan salih ameller" hakkında şöyle derken dinlemiş: Bu, kulun: "Allah en büyüktür. Allah'ı her türlü noksanlıktan tenzih ederim. Hamd, Allah'a mahsustur. O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur. Her türlü güç ve takata ancak Allah iledir," demesidir.

Bu hadisi, Nesâî de müsned olarak Ebû Said el-Hudrî'den şöylece rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Baki kalacak olan salih amelleri çokça işleyiniz." Onlar hangileridir ey Allah'ın Rasûlü? diye sorulunca şöyle buyurdu: "Tekbir (Allahu ekber), Tehlil (Lâ ilâhe illâlah), Teşbih (Subhanallah), Elhamdülillah ve La havle velâ kuvvete illa billah (bütün güç ve kudret ancak Allah iledir)" (demektir.) Ebû Muhammed Abdulhak -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- sahih olduğunu belirtmiştir.

Katade'nin rivâyetine göre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) eline bir dal alıp onun yapraklarını silkeledi ve şöyle buyurdu: "Müslüman bir kimse, "subhanallahi velhamdu lillahi ve lâilâhe illallahu vallahu ekber: Allah'ı her türlü eksiklikten tenzih ederim, hamd Allah'a mahsustur, Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur, Allah en büyüktür" diyecek olursa, bunun yapraklarının düştüğü gibi onun da günahları dökülür. Ey Ebû'd-Derda! Bunlar (söylemek) ile senin arana engel olunmadan önce bunları al (öğren). Çünkü bunlar cennet hazinelerinden ve sözün en seçkinlerindendir. Hem bunlar, baki kalacak olan salih amellerdir." Bunu, es-Sa'lebî zikretmiş olup, İbn Mâce bu manada Ebû'd-Derdâ yoluyla gelen bir hadis olarak şöylece zikretmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Subhanallahi, velhamdu lillahi, ve lâilâhe illallahu vallahu ekber sözlerine devam etmeye çalış. Çünkü bunlar, tıpkı bu ağaç yapraklarını döktüğü gibi günahları silkelerler." İbn Mâce, Edeb 56. Hadis ile ilgili olarak ez-Zevâid'den nakledildiğine gfire râvilerinden: Ömer b. fiâşid, çeşitli bakımlardan tenkid edilmiştir.

Bu hadisi, Tirmizî de el-A'meş'den, o, Enes b. Malik yoluyla rivâyet etmiştir. Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), yaprakları kurumuş bir ağacın yanından geçti. Bir asa ile ona vurdu, yaprakları etrafa sallallahü aleyhi ve sellemrulunca şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki, Elhamdu lillahi ve Subhanallahi ve La ilâheillallahu Vallahu ekber demekten dolayı, tıpkı bu ağacın yaprakları döküldüğü gibi kulun da günahları dökülür." (Tirmizî) dedi ki: Bu, garip bir hadistir. Biz, el-A'meş'in, Enes'den hadis duyduğuna dair bir şey bilmiyoruz. Ancak, onu görmüş ve ona nazar etmiştir. Tirmizî, Deavât 97. Bundan sonraki ifadeler elimizdeki matbu nüshada bulunmamaktadır.

Yine Tirmizî, İbn Mes'ûd'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İsra'ya götürüldüğüm gece İbrahim (aleyhisselâm) ile karşılaştım. Ey Muhammed! Benden ümmetine selam söyle ve şunları da bildir, dedi: Şüphesiz ki, cennetin toprağı hoş ve güzeldir, suyu tatlıdır. Ancak orada bitki yoktur. Oraya dikilecek ve ekilecek bitkiler Subhanallahi Velhamdu lillahi ve La ilahe îllallahu Vallahu Ekber'dir," (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, garip bir hadistir. Tirmizî, Deavât 57.

el-Maverdî de bu manada olmak üzere bu hadisi rivâyet etmiştir. Orada şöyle denilmektedir: ...ben: Cennete ekilecek ve dikilecek şeyler nelerdir diye sordum, şöyle buyurdu: "La havle velâ kuvvete illâ billah'tır, dedi.” el-Mâverdî, en-Nuket, III, 310-3V1, Müsned, IV. 418.

İbn Mâce'nin de Ebû Hüreyre'den naklettiğine göre ağaç dikmekle meşgul iken, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yanından geçti ve: "Ey Ebû Hüreyre! Şu diktiğin şey nedir: Diye sordu. Ben de ona: Dikilecek bazı şeyler (fidanlar), dedim. Şöyle buyurdu: "Ben sana bundan daha hayırlı dikilecek fidanları göstereyim mi: Subhanallahi velhamdulillahi ve lâilahe illallahu vallahu ekber. Bunların her birisi karşılığında cennetle de bir ağaç dikilir." İbn Mâce, Edeb 56.

Şöyle de denilmiştir; Baki kalacak olan salih ameller, niyetler ve içten verilen kararlardır. Çünkü bunlar sayesinde ameller kabul olunur ve semavata yükseltilir, bu açıklamayı da el-Hasen yapmıştır.

Ubeyd b. Umeyr ise bunlar, kız çocuklarıdır demiştir. Buna da âyet-i kerimenin baştaraflan delalet etmektedir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür." Bundan sonra ise:

"Ama baki kalacak olan salih amellerdir" diye buyurmaktadır ki, bununla da saliha kız çocukları kastedilmektedir. Çünkü bunlar, kendilerine iyilikle davranan babaları için âhirette hem sevapça hayırlıdırlar, hem de emelce hayırlıdırlar. Buna da Âişe (radıyallahü anha)'nın rivâyet ettiği şu hadis delil teşkil etmektedir: Yanıma yoksul bir kadın girdi... Buhârî, Zekat 10, Eden 18; Müslim, Birr 147; Tinnızl, Hin 13; Müsned, VI, 33, HH, 166. 243. Biz, bu hadisin Nahl Sûresinde yüce Allah'ın:

"Kendisine verilen kötü müjdeden ötürü kavminden gizlenir" (en-Nahl, 16/59) âyetini açıklarken zikretmiş bulunuyoruz.

Rivâyet olunduğuna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ümmetimden birisini gördüm. Ateşe atılması emredildi. Kız çocukları ona sımsıkı sarıldı ve feryad etmeye koyularak: Rabbimiz, o dünya hayalında iken bize iyilikte bulunuyordu, demeye koyuldular, yüce Allah da onlar sebebiyle o kimseye merhamet buyurdu." Hadis olarak yerini teshit ödemedik. Meçhul bir kip (uıviye; rivâyet olundu...) kullanması, esasen rivâyetin pek güvenilir olmadığını ortaya koymaktadır

Katade de, yüce Allah'ın:

"Bu bakımdan Rabbinin onlara, bunun yerine daha temiz ve hayırlısını ve daha merhametlisini vermesini diledik" (el-Kehf, 18/81) âyeti hakkında şöyle demektedir: Yüce Allah onlara, o oğulun yerine bir kız çocuğu ihsan etti. Onunla bir peygamber evlendi, o kız çocuktan o peygamberin, hepsi de peygamber olan onikı oğlu oldu.

47

O günde dağları yürüteceğiz. Ve sen, yeryüzünü çırılçıplak göreceksin. Onları da hiç birini bırakmaksızın mahşerde toplamış olacağız.

"O günde dağları yürüteceğiz ve sen yeryüzünü çırılçıplak göreceksin"

âyeti ile ilgili olarak kimi nahivciler şöyle demiştir: İfadenin takdiri şöyledir: Dağları yürüteceğimiz o günde, haki kalacak olan salih ameller Rabbinîn nezdinde daha hayırlıdır.

en-Nehhâs ise şöyle demektedir: Bu, âyetin başına gelen "vav" harfi dolayısıyla yanlıştır. Dağları yürüteceğimiz o günü hatırlat anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani dağlan, yeryüzündeki yerlerinden kaldırıp bulutları yürüttüğümüz gibi yürüteceğimiz günü hatırla. Nitekim yüce Allah bir başka âyet-i kerimede:

"Halbuki onlar (dağlar) bulutların gitmesi gibi giderler" (en-Neml, 27/88) diye buyurmaktadır.

Daha sonra dağlar kırılıp dökülecek ve tekrar yere iade olacaklardır. Nitekim yüce Allah bir başka yerde:

"Dağlar, parça parça ufalandığı, dağılmış toz haline geldiği zaman" (el-Vâkıa, 36/5-6) diye buyurmaktadır.

İbn Kesîr, el-Hasen, Ebû Amr ve İbn Âmir; "O günde... yürütülecek" şeklinde "te" harfi ötreli "ye" harfi üstün; " Dağlar" kelimesini de meçhul fiil dolayısıyla ötreli okumuşlardır.

İbn Muhaysın ile Mücahid, O günde dağlar yürüyecek" şeklinde "te" harfi üstün olarak ve; "yürüdü" fiilinden muzari olmak üzere okumuşlar, "dağlar" anlamındaki kelimeyi merfu olarak okumuşlardır.

Ebû Amr'ın kıraatinin delili, yüce Allah'ın:

"Dağlar yürütüldüğü zaman" (et-Tekvir, 81/3) âyetidir. İbn Muhayaın'ın kıraatinin delili ise:

"Dağlar da yürür" (et-Tur, 52/10) âyetidir. Ebû Ubeyd ise "nün" ile ve "yürüteceğiz" anlamındaki kıraati tercih etmiştir. Buna sebep ise yüce Allah'ın:

"Onları da... mahşerde toplamış olacağız" âyetidir.

"Çırılçıplak" ifadesinin anlamı ise, açıkta, görünür, üzerinde orayı örtecek dağ, ağaç, yapı gibi şeylerin bulunmadığı bir hak- sokacağız, demektir. Yani, "o sırada yeryüzünün mahsulleri kökten koparılmış, dağları sökülmüş, binaları yıkılmış, açıkta görünür ve meydanda olacaktır. Tefsir bilginleri bu görüştedirler.

"Ve sen yeryüzünü çırılçıplak göreceksin" ifadesinin, içinde bulunan hazineler ve mallaı açığa çıkmış olacaktır, anlamında olduğu söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İçinde ne varsa dışarıya bırakıp bütünüyle boşaldığı." (el-İnşikak, 84/4);

"Yer, içindeki ağırlıklarını dışarıya çıkardığında." (el-Zilzal, 99/2) Bu da Ala'nın görüşüdür.

"Onları da hiç birini bırakmaksızın" hiç birini terketmeksizin

"mahşerde" yani Rabbin huzurunda durmak için tayin edilmiş olan yerde

"toplamış olacağız."

Şunu terkettim, bıraktım" denilir. Nitekim Antere de şöyle demiştin

"Azaları yere yıkılmış olarak terkettim onu.

Diğerlerinin ise kimi yaralı, kimi yere yıkılmıştı."

"gadr etmek" de buradan gelmektedir, çünkü bu da sözüne bağlı kalmayı terketmek demektir. Su birikintisine "el-Ğadîr" denilmesinin sebebi, akan suyun onu bırakıp gitmesinden dolayıdır. Kadının saç örüklerine (çoğulu olan:) "el-Gadâir" denilmesinin sebebi ise bu örüklerini arkasına atmasından dolayıdır.

Yüce Allah burada, Biz onları iyileriyle, günahkârlarıyla, cînleriyle, insanlarıyla mahşerde toplamış olacağız, diye buyurmaktadır.

48

Saf halinde Rabbine arz edilecekler. "Yemin olsun ki, ilk kez sizi nasıl yaratmış İsek öylece Bize geldiniz. Hatta size va'dettiğimizi yerine getireceğimiz bir zaman tayin etmediğimizi ileri sürmüştünüz."

"Saf halinde Rabbine arz edilecekler" âyetindeki;

"Saf halinde" kelimesi, hal olarak nasb edilmiştir. Mukâtil der ki: Bunlar, namazdaki saflar gibi biri diğerinin arkasında saflar halinde arz edileceklerdir. Her bir ümmet ve her bir zümre bir saf olacaktır. Yoksa hepsi tek bir saf olacaklardır, demek değildir.

"Saf halinde" hep birlikte, anlamında olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah:

"Sonra da saf halinde gelin" (Tâ-Hâ, 20/64) âyeti da, hep birlikte gelin, demektir. Bunun, ayakta arzedileceklerdir, anlamında olduğu da söylenmiştir.

Hafız Ebû'l-Kasım Abdurıahman b. Mende'nin, "Kitabu't-Tevhid"inde Muaz b. Cebel'den rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "Muhakkak, şanı yüce ve mübarek olan Allah, kıyâmet gününde dehşetli olmayan fakat yüksek bir sesle şöyle nida edecektir: Ey kullarım! Gerçek şu ki Ben Allah'ım. Benden başka hiç bir ilâh yoktur. Merhametlilerin en merhametlisi, hakimlerin en hakimi, hesap görenlerin en çabuk hesap göreniyim, Kullanın! Bu gün sizin için hiç, bir korku da yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz de. Haydi, delilinizi hazırlayınız, vereceğiniz cevabı kolaylaştırın iz. Hiç şüphesiz siz sorguya çekileceksiniz ve hesabınız görülecektir, Ey Meleklerim! Kullarımı hesaplarının görülmesi için parmak uçlarına göre (veya parmak uçları üzerinde) saflar halinde ayakta dikiniz,"

Derim ki: Bu hadis, bu âyetin tefsiri hususunda gayet açık ve açıklayıcıdır. Müfessirlerin birçoğu bunu zikretmemektirler. Biz ise bunu "et-Tezkire" adlı kitabımızda kaydettik ve bu hadisi oradan naklettik. Yüce Allah'a hamd olsun.

"Yemin olsun ki, ilk kez sizi nasıl yaratmış idiysek öylece Bize geldiniz." Yani onlara şöyle denilecektir: Yemin olsun ki siz, huzurumuza çıplak ayaklı, elbisesiz, beraberinizde mal ve evlat olmaksızın geldiniz. Tek tek geldiniz; diye de açıklanmıştır. Bunun delili Yüce Allah’ın:

"Yemin olsun sizi ilk defa yarattığımız gibi yapayalnız, teker teker huzurumuza geldiniz" (el-En'âm, 6/94) âyetidir ki, buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır, ez-Zeccâc da şöyle demektedir: Sizi yarattığımız gibi, öldükten sonra da işte dirilttik, demektir.

"Hatta size... ileri sürmüştünüz" âyeti, öldükten sonra dirilişi inkâr edenlere bir hitaptır. Yani siz, dünyada iken hiç bir zaman öldükten sonra diriltilmiyeceğinizi ve diriliş için bir araya getirilmeniz için size bir vakit tayin etmediğimizi dahi iddia etmiştiniz,

Müslim'in Sahihi'nde Âişe (radıyallahü anha) dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "İnsanlar, kıyâmet gününde çıplak ayaklı, elbisesiz ve sünnelsiz olarak halledileceklerdir." Ey Allah'ın Rasûlü! Erkekler ve kadınlar birbirlerine bakacaklar, öyle mi? diye sordum. Şöyle buyurdu: "Ey Âişe! Durum, biribirlerine bakmalarına imkân vermeyecek kadar dehşetli ve ağır olacaktır." Müslim, Cennet 56: İbn Mâce, Zülul 33; Müsned, VI, =>3.

Buna dair açıklamalar daha önce el-En'âm Sûresi'nde (6/94. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

49

Kitap ortaya konmuş olacak, günahkârları onun içindekilerden korkuya kapılmış göreceksin. "Vay bizim halimize! Bu kitaba ne olmuş, küçük büyük birşey bırakmamış, sayıp dökmüş" diyecekler. Onlar, İşlediklerini de hazır bulacaklardır. Rabbin kimseye zulmetmez.

"Kitap, ortaya konmuş olacak" âyetindeki "el-Kitap" cins isim olup iki anlama gelir. Birincisine göre bunlar, kulların ellerinde bulunacak olan amel kitapları (defterleri) dir. Bu açıklama Mukâtil 'e aittir. İkincisine göre ise, hesabın konulacağı (görüleceği) demektir. Bu açıklamayı da el-Kelbî yapmıştır. Burada hesap'dan "kitap" diye söz edilmiştir. Çünkü o zaman insanlar yazılmış olan amellerine göre hesaba çekileceklerdir.

Ancak, birinci görüş daha güçlüdür. Bunu İbnü'l-Mübarek zikretmiş olup şöyle demektedir: Bize el-Hakem veya Ebû'l-Hakem, -Nuaym tereddüt etmiştir- İsmail b. Abdurrahman'dan, o, Esedoğullarından bir adamdan naklen dedi ki: Hazret-i Ömer, Ka'b'a şöyle dedi: Ne oluyor ey Ka'b! Haydi bize âhireöe olacaklardan sözet! O da olur ey mü’minlerin emiri dedi. Kıyâmet günü oldu mu, Levh-i Mahfuz kaldırılır ve mahlukattan ameline bakmayacak hiç bir kimse kalmayacaktır. -(Devamla) dedi ki:- Sonra, kulların amellerinin yazılı olduğu sahifeler getirilir. Bunlar Arşın etrafında yayılırlar. İşte yüce Allah'ın:

"Kitap, ortaya konmuş olacak. Günahkârları, onun içindekilerden korkuya kapılmış göreceksin. Vay bizim halimize! Bu kitaba ne olmuş, küçük büyük hiç bir şey bırakmayıp sayıp dökmüş" âyetinde kastedilen budur. -el-Esedî dedi ki: "Küçük" şirkten aşağı olan günahlardır, "büyük" ise şirktir ve bunların hepsini sayıp dökmüş olacaktır-. Ka'b dedi ki: Daha sonra mü’min çağırılır ve kitabı ona sağ tarafından verilir. O da o kitaba bakarken, iyilikleri insanlar tarafından görülmektedir. Kötülüklerini ise, kendisi okur. Buna sebep ise, onun: Benim iyiliklerim vardı ve bunlardan söz edilmemektedir, demesin diyedir. Yüce Allah ona bütün amelini göstermeyi murad ettiğinden böyle olacaktır. Nihayet o, kitapta yazılı olanların eksik olduğunu görecek ve bütün bunların sonunda ise, kendisine mağfiret olunduğunu, -şüphesiz ki sen cennet ehlindensin (denildiğini)- görecek. İşte o vakit arkadaşlarına yönelecek ve sonra da:

"İşte alın okuyun kitabımı! Ben, zaten hesabıma gerçekten kavuşacağımı biliyordum" (el-Hakka, 69/19-20) diyecektir. Daha sonra kâfir çağırılacak, ona da kitabı solundan verilecek. Sonra da bu kitabı dürülüp arkasına konulacak ve boynu geriye doğru bükülecektir. İşte yüce Allah'ın;

"Kitabı arkasından verilecek kimseye gelince" (el-İnşikak, 84/10) âyetinde anlatılan budur. O da kitabına bakacak, bütün kötülüklerinin insanlara da göründüğünü görecek. Kendisi de iyiliklerine bakacak. Tâ ki o: Ben, işlediğim kötülüklerden dolayı mı mükâfatlandırılıyorum, demesin.

Fudayl b. İyad da bu âyet-i kerimeyi okudu mu şöyle derdi: Vay başımıza geleceklere! Büyük musibetler gelmeden önce küçüklerden dolayı yüce Allah'a koşunuz.

İbn Abbâs da şöyle demektedir: Küçükten kasıt gülümsemek, büyükten kasıt da gülmektir. Bununla yüce Allah'a isyan olarak yapılanlarını kastetmektedir. Bunu da es-Sa'lebî nakletmektedir. el-Maverdî'nin İbn Abbâs'dan naklettiğine göre, küçükten kasıt gülmektir.

Derim ki: Şayet masiyetten dolayı değilse, gülmenin küçük bir günah olma ihtimali vardır. Çünkü masiyete rıza göstererek gülmek ve masiyete razı olmak bir masiyettir. Buna göre ise gülmek büyük günah olur. Böylelikle bu iki görüş bu şekilde telif edilmiş olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır. Yahut da el-Maverdînin naklettiği rivâyette gülmek, tebessüm olarak yorumlanabilir. Nitekim yüce Allah:

"Sözünden dolayı gülercesine tebessüm edip dedi ki..." (en-Neml, 27/19) diye buyurmaktadır.

Saîd b. Cübeyr de şöyle demektedir: Küçük günahlar dokunmak, öpmek gibi. Büyük günahlar ise, fuhşiyat ve zina işlemektir. Buna dair açıklamalar daha Önceden en-Nisâ Sûresi'nde (4/31- âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Katade der ki: Bunlar, işledikleri her bir şeyin yazılmış olacağından şikâyet edeceklerdir. Ancak, hiç bir kimse zulme uğramaktan şikâyet edemeyecektir. O bakımdan sizler de küçük ve önemsiz bulduğunuz günahlardan alabildiğine sakınınız. Çünkü bu küçük günahlar sahipleri aleyhine toplanıp bir araya gelir ve sonunda o kimseyi helâk ederler. Yine bu açıklama önceden de geçmiş bulunmaktadır.

"Sayıp dökmüş" ifadesi ise, onları çepeçevre kuşatmış ve hepsini birer birer saymış demektir. Burada sayıp dökmenin kitaba İzafe edilmesi, anlam genişletilerek (mecazi olarak) kullanılmıştır.

"Onlar, işlediklerini de hazır bulacaklardır." Yani, bütün yaptıklarının sayılıp dökülme işleminin hazır olduğunu göreceklerdir. Amellerinin karşılığını hazır bulacaklardır, diye de açıklanmıştır.

"Rabbin kimseye zulmetmez." Yani, kimseyi başkasının suçundan dolayı sorumlu tutmaz ve hiç bir kimseyi yapmadığından dolayı muaheze etmez. Bu açıklamayı ed-Dehhak yapmıştır.

Şöyle de denilmiştir: Hiç bir itaatkârın sevap ve mükâfatı eksik verilmez. Hiç bir isyankârın da cezası artırılmaz.

50

Hani Biz meleklere: "Âdem'e secde edin demiştik de, İblis'den başkası hemen secde etmişlerdi O İse cinden olduğu İçin Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı. O halde onlar sizin düşmanınızken siz Beni bırakıp da onu ve onun soyunu veliler mi ediniyorsunuz? Zâlimlerin ne kötü değiş tokuşudur bu!"

"Hani Biz meleklere: Âdem'e secde edin demiştik de, İblis'den başkası hemen secde etmişlerdi. O ise cinden olduğu için Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı" âyetine dair yeterli açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/34, âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Ebû Cafer en-Nehhâs dedi ki: Bu âyet-i kerîme ile ilgili olarak şöyle bir soru sorulmaktadır: "Cinden olduğu İçin Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı" âyetinin anlamı nedir? Bu hususla iki görüş vardır. Birincisi el-Halil ve Sîbeveyh'in görüşüdür, Buna göre anlam: Ona emir verilince, emrinin dışına çıkmak isteği (fısk) ona geldi ve o da asi oldu. Bu durumda onun Rabbinin emrinin dışına çıkması (fıskı)nın sebebi, Rabbinin emridir. Nitekim; açlıktan dolayı ona yemek yedirdim, demekte de bu incelik vardır. Diğer görüş ise, Muhammed b. Kutrub'un görüşü olup, buna göre: Rabbinin emrini reddetmekten dolayı o fasık oldu, anlamındadır.

"O halde onlar, sizin düşmanınızken siz Beni bırakıp da onu ve onun soyunu veliler mi ediniyorsunuz?" yüce Allah, kâfirleri azarlamak sureliyle şöyle demektedir: Ey Âdemoğulları! Siz, onu ve onun soyundan gelenleri, onlar sizin düşmanlarınız iken nasıl olur da veli, dost edinirsiniz? Bu âyette -tekil olarak geçen-: "Düşman" kelimesi, düşmanlar demek olup, cins isimdir.

"Zâlimlerin ne kötü değiş tokuşudur bu!" Yani, Allah'a ibadet etmek yerine şeytana ibadet etmek ne kötü bir şeydir! Yahut da Allah yerine İblis (i veli edinmek) ne kötüdür!

İblis'in, kendi sulbünden zürriyeti olup olmadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. en-Nehaî dedi ki: Bir adam bana, İblis'in karısı var mıdır diye sordu ben: Bu, benim hazır bulunmadığım bir düğündür, dedim. Daha sonra yüce Allah'ın:

"Onu ve onun soyunu veliler mi ediniyorsunuz" âyetini hatırladım, burada karısı olmaksızın onun zürriyetinin olmayacağını anladım, bunun üzerine ona: Evet dedim.

Mücahid dedi ki: İblis, kendi fercini yine kendisinin fercine soktu ve beş tane yumurta çıkardı. İşte zürriyetinin aslı budur. Bir diğer görüşe göre yüce Allah onun sağ baldırında bir erkeklik organı, solunda da ona bir ferc yaratmıştır. O da bunu ötekine birleştirmekte ve her gün onun on tane yumurtası çıkmaktadır. Her bir yumurtadan, erkek ve dişi olmak üzere yetmiş şeytan çıkmaktadır. Bu şeytan, çıkmakla birlikte uçuverir. Babaları nezdinde mevkileri en yüksek olanları, Âdemoğulları arasında en büyük fitne çıkaranlarıdır.

Kimileri de şöyle demiştir: İblis'in ne çocukları, ne de zirriyeti vardır. Onun zürriyeti, şeytan arasındaki yardımcılarıdır,

el-Kuşeyrî Ebû Nasr da der ki: Özetle, yüce Allah, İblis'in bir zürriyetinin ve ona tabi olan kimselerin bulunduğunu haber vermiştir. Bunlar, Âdemoğullarına vesveselerde bulunurlar ve onların düşmanıdırlar. Bizim için onların doğum keyfiyetleri ile İblis'ten zirriyetin meydana gelmesine dair sabit herhangi bir rivâyet yoktur. O bakımdan bu konuda söz söylemek sahih nakle bağlıdır.

Derim ki: Bu konuda sahih olarak sabit olan el-Humeydî'nin "el-Cem' beyne's-Sahiheyn" adlı eserinde İmâm Ebû Bekir el-Berkanî'den naklettiği rivâyettir. O, kendi kitabında müsned olarak Ebû Muhnmmed Abdulğani b. Said el-Hafız'dan, o Âsım'dan, o Ebû Osman'dan, o, Selman'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Pazara ilk giren kişi de sen olma, son çıkan kişi de sen olma. Çünkü şeytan orada yumurtlamış ve orada yavrulanmıştır." Aynı manada, yakın lâfızlarla bir hadis: Müslim, FedSilu's-Sahâbe 100.

İşte bu, şeytanın kendi sulbünden zürriyeti bulunduğunun delilidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İbn Atiyye der ki: Yüce Allah'ın:

"Onun soyunu" âyeti, münker işleyip kişiyi batıla sürükleyen kimselerin vesvese veren şeytanlardan olmalarını gerektirmektedir.

Taberî ve başkalarının da naklettiğine göre Mücahid şöyle demektedir: İblis'in soyu şeytanlardır. O bunları şöyle sayardı: Zelenbûr, pazarlarla görevlidir, O, sema ile arz arasındaki bütün pazarlara sancağını diker. Bu sancağı ilk atılan dükkân ile son kapanan dükkân üzerine koyar. Seber ise, musibetlerle görevlidir. Bu kimse (musibetler vukuunda) yüzlere vurmayı, yakaları yırtmayı, vaveyla ile dua etmeyi ve Savaşa çağırmayı emreder. el-A'ver ise, zina yapılan kapılar üzerinde görevlidir. Mesûd, haberler ile görevlidir. O, haberleri alır insanların ağzına bırakır. İnsanlar ise (tetkik edecek olurlarsa) bu haberlerin aslı olmadığını görürler. Tasim bir kimse evine girip de selam vermeyip, Allah'ın ismini da anmayacak olursa, ev eşyasından kaldırılmayan şeyleri ve güzelce yerine yerleştirilmeyen şeyleri ona gösterir. Yemek yeyip de Allah'ın ismini anmayacak olursa, onunla beraber yer.

el-A'meş der ki: Bazen eve girdiğimde Allah'ın ismini anmıyor ve selam vermeyebiliyorum. Bir abdest leğenini görür: Bunu kaldırın derim ve evdekilerle tartışmaya koyulurum. Sonra durumu hatırlar: Dâsim, Dâsim (bunlar onun işidir, ondan Allah'a sığınırım) derim.

es-Sa'lebî ve başkaları Mücahid'den ayrıca şunu da naklederler: el-Ebyad ise, Peygamberlere vesvese verendir. Sahr, Süleyman (aleyhisselâm)'ın yüzüğünü çalandır. Velhân, taharet ile görevlidir ve bu hususta o, vesvese telkin eder. el-Akyes, namazla görevlidir, namazda vesvese verir. Murre, çalgılar ile görevlidir. Künyesi de budur. (Ebû'l-Mezâmîr) el-Hufâf, çöllerde bulunur, insanların yönlerini kaybetmelerini ve nereye gideceklerini bilmemelerini sağlar, el-Gaylân da onlardan birisidir.

Ebû Mutî’ Meçhul b. el-Fadl el-Nesefî, "Kitabu'l-Lulüiyyat"da, Mücahid'den şöyle dediğini nakletmektedir: el-Hufâf, içki ile görevlidir. Lekus ise, insanları birbirine karşı kışkırtmakla görevlidir, el-A'ver, sultanın kapılarında görevlidir. (Devamla) dedi ki: ed-Darânî de şöyle demektedir: îblis'in "el-Mütekadî" diye bilinen bir şeytanı da vardır. Bu kimse Âdemoğlunun yirmi sene öncesinden gizlice işlemiş olduğu (hayırlı) bir ameli çıkartır ve Âdemoğlu da bundan açık olarak söz eder (ihlâsla yaptığı ameline riya bulaştırır).

İbn Atiyye der ki: Bu ve buna benzer rivâyetler sahih bir senet ile gelmemiş rivâyetlerdendir. en-Nekkâş, bu anlamda uzun uzun rivâyetler nakletmiş ve şahinlikten alabildiğine uzak hikâyeler toplamıştır. Ben, bu hususta Müslim'in kitabında yer alan şu hadisten başka sahih bir hadisle karşılaşmadım: Namaz ile görevli Hinzib adında bir şeytan vardır. Müslim, Selâm 68. Tirmizî de, el Velehân diye adlandırılan abdest ile görevli bir şeytan bulunduğunu zikretmektedir. Tirmizî, Tahâre 43; İbn Mâce, Tatıâre 48; Müsned, V, 136

Derim ki; İsmin tayiniyle ilgili olarak söylenen bu sözler doğrudur' Ancak, İblis'in birtakım tabilerinin, yardımcılarının ve askerlerinin bulunduğu kat'î olarak bilinen bir husustur. Biz, sahih hadiste de zikrettiğimize göre -Mücahid ve başklarının da söylediği gibi- kendi sulbünden olan çocukları vardır.

Müslim'in Sahihi'nde de Abdullah b. Mes'ûd'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Şüphesiz şeytan, bir adam suretine girer. Bir topluluğun yanına varır ve onlara yalan sözler nakleder. Bunlar, etrafa dağılırlar, onlardan birisi de şöyle der: Ben, yüzünü bildiğim, fakat adının ne olduğunu bilemediğim bir adamı şöyle derken dinledim, der...

el-Bezzâr'ın Müsned'inde Selman el-Farisî'den söyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Eğer gücün yetiyorsa, pazara ilk giren ve oradan son çıkan kimse olma. Çünkü orası şeytanın bir Savaş alanıdır ve sancağını da oraya diker." Müslim, Fedâilus-Sahâhe 100

Ahmed b. Hanbd'în Müsned'inde de şöyle denmektedir: Bize Abdullah b. el-Mubarek haber verdi. Bize Süfyan, Atâ b. es-Satb'den anlattı, o Ebû Abdurrahman es-Sülemî'den, o Ebû Mûsa el-Eşarîden dedi ki: İblis, sabah olup da askerlerini etrafa yayınca şöyle der: Müslüman birisini sapıtan kimseye ben tacı giydireceğim. Birisi ona şöyle der: Ben, filana telkinde bulunmaya öyle devam ettim ki, sununda hanımını boşadı. Aradan fazla geçmeden evlenir diye cevap verir. Bir başkası da şöyle der: Ben, filanın yakasını anne-babasına isyan etmedikçe bırakmadım. (İblis) der ki: Aradan fazla zaman geçmez, onlara iyi davranır. Bir diğeri şöyle der: Ben, içki içinceye kadar filanın yakasını bırakmadım. İblis, sen ha! der. O da şöyle söyler: Sonunda zina edinceye kadar da filanın yakasını bırakmadım. O, yine: Sen ha! der, şeytan devamla der ki: Ben, adam öldürünceye kadar yine filanın yakasını bırakmadım. İblis, sen, sen ha! der.

Müslim'in Sahih'inde Hazret-i Cabir'den şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İblis, tahtını suyun üzerine koyar. Sonra da birliklerini etrafa gönderir. Mevki itibariyle ona en yakın olanları en büyük fitne çıkartabilenleridir. Onlardan biri gelir, ben şu şu işleri yaptım der, o, bir şey yapmadın, der. Sonra yine onlardan birisi gelir ve: Ben, onunla ailesi arasına tefrika sokmadan onu terketmedim, der, Bunun üzerine İblis onu kendisine yakınlaştırır. Veya (radıyallahü anhvi) dedi ki; Onu yanından ayırmaz ve sen ne iyisin, der." Müslim, Sıfâru'l-Münâfikîn 67 Bu hadis de daha Önceden geçmiş bulunmaktadır.

Ben, Hocam, İmâm Ebû Muhammed Abdu'l-Mu'ti'yi İskenderiye serhaddinde şöyle derken dinledim: el-Beydâvî diye adlandırılan bir şeytan vardır. Bu şeytan, aralıksız iftar etmeksizin oruçlarını sürdüren fakirlere görünür. Açlık onlarda sağlam bir yer edinip beyinlerine zarar verecek hale gelince, onlara öyle bir ışık ve öyle bir nûr gösterir ki, etraflarındaki bütün evler bu aydınlıkla dolar taşar. Onlar, artık maksatlarına ulaştıklarını ve bunun Allah'dan olduğunu zannederler, oysa durum hiç de zannettikleri gibi değildir.

51

Ben göklerin ve yerin yaradılışında da kendilerinin yaratılışında da onları şahid tutmadım. Ben zaten saptıranları asla yardımcı edinmiş değilim.

"Ben, göklerin ve yerin yaratılışında da kendilerinin yaratılışında da onları şahid tutmadım" âyetinde geçen ("onları" anlamındaki) zamirin İblis'e ve onun soyundan gelenlere ait olduğu söylenmiştir. Yani ne göklerin ve yerin yaratılışında ne de kendilerinin yaratılışında onlara danıştım. Aksine Ben onları dilediğim şekilde yarattım.

Bir diğer açıklama da şöyledir: Ben, İblis'i ve onun soyundan gelenleri göklerin ve yerin yaratılışında da "kendilerinin" yani müşriklerin "yaratılışında da onları şahid tutmadım." Peki nasıl olur da müşrikler Beni bırakıp onları veli edindiler?

Başka görüşe göre yüce Allah'ın:

"Ben...onları şahid tutmadım" buyruğundakî zamir müşriklere ve genel olarak bütün insanlara raci'dir. Buna göre âyeti kerîme, müneccimlerden, tabâ'iyyûn (karakter tahlilcilerin)dan, hadlerine düşmeyen iddialarda bulunan tabiplerden ve bu gibi hususlarda ileri-geri konuşan ve onlardan sayılan kimselerden oluşan çeşitli görüş sahiplerinin kanaatlerinin reddedilmesini de ihtiva etmektedir.

İbn Atiyye der ki: Ben babamı (Allah ondan razı olsun) söyle derken dinledim: el-Mehdiyye'de, Fakih Ebû Abdullah Muhammed b. Muâz el-Mehdî'yi şöyle derken dinledim: Ben Abdulhakk es-Sakalî'yi bu kanaati belirtirken ve bu âyet-i kerîme ile ilgili olarak böylece açıklamada bulunurken dinledim. O âyet-i kerimenin bu gibi taifelerin kanaatlerini reddetmekte olduğunu söylüyordu, Bu kanaati bir lakını usülcüler de zikretmişlerdir.

İbn Atiyye der ki: Ben de derim ki: Öncelikle bu âyet-i kerimede kastedilen İblis ve onun soyundan gelenlerdir. Bu açıklama ile hem sözü edilen taifelerin kanaatlerinin reddedildiği görüşü; hem de cahillere, Araplara ve: Bu vadinin güçlü ve büyük sahibine sığınırım, diyerek cinleri ta'ziuı edenlerin kanaatlerine dair bir reddi ihtiva ettiği seklindeki görüşler açıklık kazanmaktadır. Çünkü bütün bu fırkalar İblis ve onun soyundan gelenlere lâyık olmadığı bir şekilde şirin gözükmeye çalışırlar, Halbuki asıl bunların hepsini saptıranlar İblis ve onun soyundan gelenlerdir. O halde "saptıranlar" ile öncelikle kastedilenler onlardır ve sözü edilen bu taifeler de onların kapsamına girmektedir.

es-Sa'lebî der ki: Kimi ilim ehli: "Ben göklerin... yaratılışında... onları şahid tutmadım" âyeti; Felekler yeryüzünde ve birbirleri üzerinde bir takım etkilere sahiptirler, diyen müneccimlerin kanaatlerini; "yerin yaratılışında da" âyeti ise: Yer küreseldir, diğer felekler onun altından cereyan etmektedir. İnsanlar ise yerin üzerinde ve feleklerin altında yapışıktırlar; diyen hendese ile vığraşanların kanaatlerini; "kendilerinin yaratılışında da..." âyeti ise; nefislerde asıl etki sahibi olan tabiatlardır iddiasında bulunan karakter tahlilcilerin kanaatlerini reddetmeyi ihtiva etmektedir,

Ebû Ca'fer "Ben... onları şahid tutmadım" anlamındaki âyetini ta'zim anlamı ifade etmek üzere "nûn" ve elif ile: " Biz onları şahid tutmadık" şeklinde okumuştur. Diğerleri ise ("ben..." anlamında) "te" ile okumuşlardır. Bu okuyuşlarına delil: "Ben zaten... edinmiş değilim" âyetidir. Yani göklerin ve yerin yaratılışında onların yardımlarım almadığım gibi, onlara danışmadım da.

"Ben zaten saptıranları" yani şeytanları, bir görüşe göre de kâfirleri

"asla yardımcı edinmiş değilim".

" Yardımcı" anlamında kullanılmıştır. Bir kimsenin yardımı alınıp, onunla güç kazanıldığı takdirde: "Filanın yardımını, desteğini aldım" denilir. Bu ifade aslında; " Elin pazusu" tabirinden alındıktan sonra, yardım ve destek manasına kullanılmıştır. Çünkü elin gücü pazudan gelir. Birisine herhangi bir hususça yardım edilip, ona bu konuda güç verilecek olursa; denilir. Allah'ın: " Pazunu (gücünü) kardeşinle pekiştireceğiz" (el-Kasas, 28/35) âyeti, kardeşini sana yardımcı yapacağız, demektir. Burada "el-adud" kelimesi temsili bir ifade olarak (pazu demek olmakla birlikte,güç anlamında) kullanılmıştır. Çünkü yüce Allah'ın herhangi bir kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur. Özellikle saptırıcıları söz konusu etmesi ise yergi ve azarın daha ileri çapta olması içindir.

Ebû Cafer el-Cahderî de "değilim" anlamındaki âyette yer alan "ıe" harfini üstün ile; "Değilsin" şeklinde okumuştur, yani; Ey Muhammed! sen saptırıcıları asla yardımcı edinmiş değilsin, demek olur.

"Adud" kelimesi sekiz türlü okunabilir:

1- "Ayn" harfi üstün, "dat" harfi ötreli okuyuş. Cumhûr'un kıraati olup, en fasih söyleyiş budur.

2- -Ayn" harfi üstün, "daf" harfi sakin okuyuş. Bu da Temim oğullarının şivesidir.

3- "Ayn" harfi de, "dat" harfi de ötreli okuyuş. Ebû Amr ile el-Hasen'in kıraatidir.

4- "Ayn" harfi ötreli, "dat" harfi sakin okuyuş. İkrime'nin kıraatidir.

5- "Ayn" harfi esreli, "dat" harfi üstün okuyuş. ed-Dahhak'ın kıraatidir.

6- "Ayn" harfi de, "dat" harfi de üstün okuyuş. Bu da Îsa b. Ömer'in kıraatidir.

7- Marun el-Kari' de "ayn" harfi üstün, "dat" harfi esreli bir okuyuşu nakletmektedir.

8- Sekizinci okuyuş da (kul anlamında) kitf, (baldır anlamında) fihz diyenlerin söyleyişine uygun olarak "ayn" harfi esreli, "dat" harfi de cezimli okuyuştur.

52

O gün buyurur ki: "Bana ortak olduklarını zannettiklerinizi çağırın." Onlar da çağıracaklar, fakat bunlar kendilerinin çağrılarına olumlu karşılık vermeyeceklerdir. Aralarına derin bir vadi de koyarız.

"O gün buyurur ki: Bana ortak olduklarını zannettiklerinizi çağırın"; yüce Allah'ın Benim ortaklarım nerede, diyeceği günü hatırlayın. Bu da: Bana ortak koşmuş olduklarınızı çağırın da Benim sizi azaplandırmama engel olsunlar, demektir. Yüce Allah bu sözleri puta tapıcılara söyleyecektir.

"Buyurur" anlamındaki fiili Hamza, Yahya ve Îsa b. Ömer "nûn" ile; " Deriz" şeklinde okumuşlardır. Diğerleri ise "ya" ile (buyurur) anlamında okumuşlardır. Çünkü yüce Allah burada:

"Bana ortak zannettiklerinizi" diye buyurmuş, fakat bize ortak zannettiklerinizi... diye buyurmamıştır.

"Onlar da çağıracaklar" yani denileni yapacaklar.

"Fakat bunlar kendilerinin çağrılarına olumlu karşılık vermeyeceklerdir", Onların yardım isteklerini kabul etmeyecekler, az da olsa onlardan azâbı uzaklaştıramayacak, ona engel olamayacaklardır.

"Aralarına derin bir vadi de koyarız". Enes b. Malik der ki: Buradaki "derin vadi" (tnevbık) cehennemde kan ve irinle dolu bir vadidir. İbn Abbâs da şöyle demiştir: Biz mü’minlerle, kâfirler arasında bir engel koyduk, demektir.

Putlar ile onlara ibadet edenler arasında böyle bir engel koyacağız diye de açıklanmıştır. Bu da yüce Allah'ın:

"Sonra onları birbirinden tamamen ayıracağız" (Yûnus, 10/28) âyetine benzemektedir.

İbnu'l-A'râbî der ki: İki şey arasında engel teşkil eden herbir şeye; (âyet-i kerîme'de kullanıldığı gibi) "mevbık" denilir.

İbn Vehb, Mücahid'den yüce Allah'ın:

"derin bir vadi" âyeti hakkında şunları söylediğini nakletmektedir: Cehennemde "mevbık" diye adlandırılan bir vadi vardır. Nevf el-Bikâlî de böyle demiştir. Ancak o; Bu derin vadi cehennemliklerle mü’minlerin arasında engel teşkil edecektir, ilavesini de yapmıştır.

İkrime der ki: Bu, cehennemde ateş halinde akan bir nehirdir. Onun iki kıyısında katırları andıran siyah yılanlar vardır. Bu yılanlar onları yakalamak için üzerlerine gittiğinde kendilerini ateşe atarak kurtulmaya çalışacaklardır.

Zeyd b. Dirhem de Enes b. Malik'ten şöyle dediğini rivâyet eder: "Mevbık" cehennemde kan ve irinden bir vadidir.

Atâ ve ed-Dahhak: Bu, cehennemde helâk edici bir yerdir, demişlerdir. İşte bu anlam ilişkisi dolayısıyla; "(...........): Günahları onu alabildiğine helâk etti" denilir.

Ebû Ubeyde bunu hetâk oluş için tesbit edilmiş bir vade diye açıklamıştır.

el-Cevherî der ki: " helâk oldu" demektir. ise bu fiil kökünden mefıl veznindendir. Yüce Allah'ın:

"Aralarına derin bir vadi de koyarız" âyeti da buradan gelmektedir.

Bu fiilin bir diğer kullanış sekli; olup, üçüncü bir kullanım da her iki kipinde esreli olmak üzere; şeklindedir. "Onu helâk etti" anlamındadır. Züheyr der ki:

"Kim malı ile güzel övgüleri satın alırsa,

Şeref ve haysiyetini helâk edici her türlü çirkinliğe karşı korumuş olur."

el-Ferrâ' der ki: Yüce Allah onların dünya hayatındaki ilişkilerim âhirette helâk oluşlarına sebeb kılmıştır.

53

Günahkârlar ateşi görünce İçine düşeceklerin kendileri olacaklarını anlayacaklar; fakat ondan kaçacak bir yer de bulamayacaklardır.

"Günahkârlar ateşi görünce" âyetindeki: "Gördü" fiilinin asli; şeklindedir. "Ya" harfi, hem kendisi hem de ondan önceki harf fethalı olduğundan dolayı "elif"e kalbedilmiştir. Bundan dolayı Kûfeliler bu fiilin "ya" ile yazılacağını iddia etmişlerdir. Bazı Basralılar da bu hususta aynı kanaatdedirler. Ancak aralarında Muhammed b. Yezid'in de yer aldığı işin erbabı Basralı ilim adamları bu fiili "elif" ile yazarlar. en-Nehhâs der ki: Ben Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: Ben Muhammed b. Yezid'i şöyle derken dinledim: "Gitti, attı" ve buna benzer aslı itibariyle "ya"lı olan bütün fiiller ancak "elif" ile yazılır. Yazıda, kelimenin aslının "ya"lı yahutta "vav"lı olması arasında fark gözetilmez. Tıpkı lafızla aralarında bir fark olmadığı gibi. Şâyet "ya" harfli olanların "ya" ile yazılması gerekmiş olsaydı, "vav"lıların da "vav" ile yazılması gerekirdi. Bununla birlikte onlar bu konuda çelişkiye düşerek; "Attı" fiilini "ya" ile yazarken; "Onu attı" fiilini "elif ile yazarlar. Şayet bu yazmanın illeti onun "ya"lı oluşu olsaydı, bu fiili de (elif ile değil) ya ile yazmaları gerekirdi. Diğer taraftan onlar; "Kuşluk vakitleri" kelimesini; in çoğulu olarak; "Kisveler" kelimesini de; "in çoğulu olarak kutlanmaktadırlar. Ve "vav"lı olan bu kelimeleri "ya" ile yazmaktadırlar. Bu ise asıl kaideye binaen kabul edilemez ve isbatlanamaz bir görüştür.

"İçine düşeceklerin kendileri olacaklarını anlayacaklar" âyetindeki; "Anlayacaklar" (anlamı verilen) fiil, burada yakın ve bilgi anlamında kullanılmıştır. Nitekim şair şöyle demiştir:

"Onlara: Silahlarını kuşanmış ikibin kişi hakkında

Zarurinizi (kesin kanaat ve bilginizi) söyleyiniz, dedim."

Buradaki

"zannediniz" kesin hiliniz anlamında olup daha önceden (Bk. el-Bakara, 2/46) de geçmiş bulunmaktadır.

İbn Abbâs der ki: Ateşe düşenlerin kendileri olacağına kesin kanaat gelirdiler, demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar cehennemi uzakça bir yerden görecekler, kendilerinin oraya düşeceklerini sanacaklar ve derhal bu cehennem ateşinin kendilerini alıveroceğini zannedecekler.

Haberde belirtildiğine göre: "Kâfir cehennemi kırk yıllık bir mesafeden görür ve kendisinin oraya hızlıca düşeceğini zanneder (kesinlikle anlar)." Müsned, III, 75

Alkame'den rivâyete göre o, bu âyetin bölümünü; "Orada coplanacaklarını anlayacaklar" diye okumuştur.

"Fakat ondan kaçacak bir yer de bulamayacaklardır." Çünkü onları herbir yandan kuşatmış olacaktır, el-Kutebî: Kendisine yönelip gidecekleri bir başka yer bulamayacaklardır, demektir. Sığınacakları, barınacakları bir yer bulamayacaklardır, diye de açıklanmıştır. Mana birdir. Bir başka açıklamaya göre putlar, ateşi müşriklerden uzaklaştırabilecekleri bir yer, bir imkân bulamayacaklardır, demektir

54

Yemin olsun ki Biz, bu Kur'ân'da insanlara her misali geniş geniş açıkladık. İnsan ise tartışması herşeyden çok olandır.

"Yemin olsun ki Biz, bu Kur'ân'da insanlara her misali geniş geniş açıkladık" âyetinin iki anlama gelme ihtimali vardır:

1- Yüce Allah'ın Kur'ân'ı Kerîm'de insanlara anlattığı çeşitli ibretler ve geçmis, kavimler.

2- Onlara rubûbiyetinin delillerine dair yaptığı açıklamalar. Buna dair açıklamalar daha önce el-İsra Sûresi'nde (17/41, âyet ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Birinci anlama göre bu bir azardır, ikincisine göre ise bir açıklamadır.

"İnsan ise tartışması herşeyden çok olandır." Yani insanın tartışması, mücadelesi pek çoktur. Burada kastedilen en-Nadr b. el-Hâris ve onun Kur'ân hakkındaki tartışmalarıdır. Âyetin Ubeyy b. Halef hakkında olduğu da söylenmiştir.

ez-Zeccâc der ki: Âyet; kâfir tartışması herşeyden çok olandır, anlamındadır. Bu âyetle kâfirin kastedildiğinin delili ise (biraz sonra gelecek olan):

"Kâfir olanlar ise hakkı yerinden kaydırmak için bâtıl ile mücadele verirler" âyetidir.

Enes, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Kıyâmet gününde kâfirlerden bir adam getirilir. Allah ona: Benim sana rasûlümle gönderdiklerime karşı tutumun ne oldu, ne yaptın? diye sorar. Adam der ki: Rabbim Sana îman ettim, rasûllerini tasdik ettim, kitabın gereğince amel ettim. Allah ona der ki: İşte bu senin (amellerinin yazılı olduğu) sahifen! Onda bu söylediklerinin hiçbirisi yok. Adam der ki: Rabbim ben bu sahifede yazılı olanları kabul etmiyorum. Bu sefer ana şöyle denir: İşte hafaza melekleri! Onlar da senin aleyhine şahidlik ediyorlar. Adam der ki: Rabbim ben onları da kabul etmiyorum. Hem onları nasıl kabul edeyim ki, onlar ne benim nezdimdendirler ne de benim tarafımdan. Yüce Allah şöyle buyurur: İşte kitabın anası olan Levhi Mahfuz! O da bu şekilde senin hakkında şahidlik ediyor. Adam der ki: Rabbim Sen beni zulümden korumadın mı? (Bana zulmetmeyeceğini bildirmedin mi?) Yüce Allah şöyle buyurur: Evet, korudum. Adam der ki: Rabbim ben kendi aleyhime kendimden olmadıkça hiçbir şahidi kabul etmem. Yüce Allah şöyle buyurur: Derhal Biz de senin aleyhine, senin nefsinden bir şahid göndereceğiz. Adam kendi nefsinden, kendi aleyhine kimin şahidlik edeceği hakkında düşünürken ağzına mühür vurulur. Sonra da azaları dile gelerek şirk koştuğunu söylerler. Daha sonra konuşmasına da müsaade edilir. Azalarının biri diğerine lanet okuyarak cehennem ateşine girer. Azalarına der ki: Allah'ın laneti üzerinize olsun, ben sizin için mücadele edip duruyordum. Bu sefer azaları ona şöyle der: Allah'ın laneti senin üzerine olsun, sen yüce Allah'tan tek bir sözün dahi gizlenemeyeceğini bilmiyor muydun? İşte yüce Allah'ın: "İnsan ise tartışması herşeyden çok olandır" âyeti bunu anlatmaktadır. Bu hadisi bu manada Müslim yine Enes (radıyallahü anh)dan rivâyet etmiştir. Müslim, Zühd 16, 17.

Müslim'in, Sahih'inde Ali (radıyallahü anh)dan gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir seferinde gelip -kendisi ve Fatıma (radıyallahü anha) içerde bulunuyorlarken- kapılarını çalar. Ve: "Namaz kılmaz mısınız?" diye buyurur. Ali (radıyallahü anh) der ki: Ey Allah'ın Rasûlü dedim, canlarımız Allah'ın elindedir. O bizi canlandırmak istedi mi canlandırır. Ben bu sözleri Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a söyleyince o da ayrılıp gitti. Sonra da onun elini baldırına vurarak: "İnsan ise tartışması herşeyden çok olandır" âyetini okuyup, gittiğini duydum. Buhâri, Tellettik! 5, Tefsir 18. sûre 1, frisam İH; Müslüm, Salâtu'l-Müsâfirîn 206; Müsned, i, 112

55

İnsanlara hidâyet geldiği zaman, onları îman etmekten ve Rabblerinden mağfiret dilemekten alıkoyan tek şey; ancak öncekilerin başına gelen sünnetin kendilerine de gelip çatmasını, yahut onlara gözleri önünde azâbın gelmesini beklemeleridir.

"İnsanlara hidâyet" Kur'ân, İslâm ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)

"geldiği zaman onları îman etmekten ve Rabblerinden mağfiret dilemekten alıkoyan tek şey, ancak öncekilerin başına gelen sünnetin" yani onları helâk etmek hususundaki sünnetimizin

"kendilerine de gelip çatmasını... beklemeleridir." Yani onları îman etmekten alıkoyan şey, Benim onlar hakkında bu husustaki hükrnümdür. Eğer Ben onlar hakkında îman edeceklerine dair hüküm vermiş olsaydım, îman ederlerdi.

"Öncekilerin başına gelen sünnet"den kasıt, kökten imha edici azap hususunda öncekilere uygulanması adet haline gelmiş azaptır.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: İnsanları îman etmekten alıkoyan tek şey, onların kendilerinden öncekilerin başına gelen sünnetin kendilerinin de başına gelmesini istemeleridir. Buna göre burada hazfedilmiş ifadeler vardır.

Öncekilerin sünneti ise (imha edici) ilâhî azâbı gözleriyle görmek istemektir. Müşrikler bunu İstediler ve:

"Ey Allah! Eğer bu, senin katından hakkın kendisi ise... yahut bize acıklı bir azap gönder" (el-Enfal, 8/32) demişlerdi.

"Yahut onlara gözleri önünde azâbın gelmesini beklemeleridir" âyetinde yer alan;

"Gözleri önünde" kelimesi hal olarak nasb edilmiştir. Göz, görerek anlamındadır. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. el-Kelbî: Bu Bedir günü kılıçtan geçirilmeleridir derken; Mukâtil kasıt, ansızın gelmesini istemektir, demiştir.

Ebû Ca'fer, Âsım, A'meş, Hamza, Yahya ve Kisaî iki ötre ile; diye okumuşlar ve bununla azâbın bütün tür ve çeşitlerini kastetmişlerdir. Buna göre bu kelime; in çoğuludur. "Yol" kelimesinin çoğulunun; gelmesi gibi.

en-Nehhâs der ki: el-Ferrâ'nın görüşüne göre iki ötreli okuyuş; in çoğulu olup ardı arkasına ayrı ayrı, kısım kısım demektir. Yine ona göre; güz göre göre anlamında olması da mümkündür.

el-A'rec der ki: Onun kıraati iki ötreli olup topluca, hep birlikte anlamındadır, Ebû Amr ise; onun kıraati; şeklinde olup, gözleri önünde göz göre göre anlamındadır, demiştir.

56

Biz peygamberleri ancak müjdeleyici ve korkutucu kimseler olmak üzere göndeririz. Kâfir olanlar ise hakkı yerinden kaydırmak İçin batıl ile mücadele verirler. Âyetlerimi ve kendisi ile tehdit edildikleri şeyi ise alaya alırlar.

"Biz Peygamberleri ancak" îman edenleri cennet ile

"müjdeleyici ve" kâfir olanları da azap ile

"korkutucu kimseler olmak üzere göndeririz." Bu âyetin benzerleri daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

"Kâfir olanlar ise hakkı yerinden kaydırmak İçin batıl ile mücadele verirler." Denildiğine göre bu âyet, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında tartışarak sihirbaz, deli, şair ve kahin gibi değişik kanaatler ileri süren

"bölüşenler" hakkında nazil olmuştur. Önceden (el-Hicr, 15/8990. âyetler ve tefsirinde) geçtiği gibi.

"Yerinden kaydırmak" âyeti yerinden izale etmek, iptal edip çürütmek anlamındadır. Bunun asıl anlamı ayağın kayması manasınadır. "Ayağı kaydı" demektir. Muzari' ve mastarı: d'Ye gelir. "Güneş semanın ortasından (batı'ya doğru) kaydı" demektir. "delili çürük oldu" anlamındadır. "Allah onu (delilini) çürüttü" demektir. ise kaydırmak demektir. Sırat köprüsünün niteliği hakkında da Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Ve cehennemin üzerine köprü kurulur, artık şefaat(e) izin verilir ve tahakkuk eder. Onlar (köprüden geçerlerken) Allah'ım esenlik ver, Allah'ım esenlik ver, diye dua ederler". Ey Allah'ın Rasûlü! Köprü nedir? diye sorulunca, O: "(.......): Üzerinde ayakların kaydığı kaygan bir yerdir" diye buyurdu... Buhârî, Tevhîd 24; Müslim, Îman 302; Müsned, III, 17.

Şair Tarafe der ki;

"Ey EM Münzir, sen vefakârlığı isteyip durdun ve onu pek büyük bildin,

Tıpkı bir deve gibi, ayağı kaydırıcı zeminlerden de uzak geçtin."

"Âyetlerimi" Kur'ân-ı Kerîm'i

"ve kendisi ile tehdit edildikleri" korkutuldukları

"şeyi ise alaya alırlar."

"Kendisi ile tehdit edildikleri şeyi" âyetindeki; mastar manasını verir. Buna göre, kendilerine yapılan tehditleri alaya ahrlar, anlamındadır. Bunun; ism-i mevsûlu anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani onlar Kur'ân-ı Kerîm'i ve kendisi ile tehdit edildikleri, korkutup uyarmaları, alaya aldılar yani bir oyun ve batıl bir şey olarak bellediler. el-Bakara Sûresi'nde (2/231. âyet 4. başlıkta) buna dair açıklamalar geçmiştir.

Bunun Ebû Cehil'in tereyağı ve hurmayı alıp, işte zakkum budur, demesi ile ilgili olduğu da söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre bu, onların Kur'ân-ı Kerîm hakkında: O bir sihirdir, anlamsız rüyai ardır, öncekilerin efsaneleridir, şeklindeki sözlerine işarettir. Allah Rasûlü hakkında da:

"Bu sizin gibi bir adamdan başka mıdır?" (el-Enbiya, 21/3);

"Ve dediler ki: Bu Kur'ân iki kasabanın birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (ez-Zuhruf, 43/31);

"Ama kâfirler: Allah bu misal ile ne kastetmiştir, derler" (el-Bakara, 2/26) demişlerdi.

57

Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılıp, onlardan yüz çeviren, iki elinin önden gönderdiğini unutandan daha zalim kim olabilir? Gerçekten Biz onların kalpleri üstüne onu iyice anlamalarına engel perdeler, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen onları doğru yola davet etsen -bile o bakımdan- ebediyyen hidâyete eremezler.

"Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılıp, onlardan yüz çeviren...den daha zalim kim olabilir". Yani Rabbinin âyetleri ile kendisine öğüt verildiği halde bunları önemsemeyen ve bunları kabul etmeyerek yüz çeviren kimseden daha zalim kimse olmaz, demektir.

"İki elinin önden gönderdiğini unutan" küfür ve masiyetlerini terkedip bunlardan tevbe etmeyen demektir. Burada "nisyân (unutmak)" terketmek anlamındadır. Anlamın kendisi için önden neler gönderip ne tür bir azâbı hakettiğini unutan... şeklinde olduğu da söylenmiştir, her iki mana da birbirine yakındır.

"Gerçekten, Biz onların kalpleri üstüne onu iyice anlamalarına engel perdeler, kulaklarına da bir ağırlık koyduk" küfürleri sebebiyle Biz onlara böyle yaptık, yani imanın kalplerine ve kulaklarına girmesine Biz engel olduk.

"Sen onları doğru yola" hidâyete yani îmana

"davet etsen bile o bakımdan ebediyyen hidâyete eremezler." Bu âyet, muayyen kimseler hakkında inmiştir. Aynı zamanda bu Kaderiyyenin görüşlerini de reddetmektedir. Bu âyet-i kerîme ile aynı anlamı dile getiren bir takım âyet-i kerimeler el-İsra Sûresi'nde (17/46. âyette ve tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.

58

Bununla beraber Rabbin Gafûrdur, rahmet sahibidir. O zaman şayet onları kazandıkları yüzünden sorgulasaydı, elbette onlara azâbı çabuklaştırırdı. Fakat onlar için belirlenmiş bir zaman vardır ki, onun karşısında hiçbir sığınak bulamayacaklardır.

"Bununla beraber, Rabbin Gafûrdur" yani günahları bağışlayıcıdır,

"rahmet sahibidir." Bu da yalnız îman ehline mahsustur, kâfirlerin bundan payları yoktur. Buna delil de yüce Allah'ın:

"Muhakkak Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez" (en-Nisâ, 4/48,116) âyetidir.

"Rahmet sahibidir" âyeti ile ilgili dört açıklama söz konusudur:

1- Af edicidir.

2- Mükâfat ve sevap verendir. Bu iki açıklamaya göre bu âyet, yalnızca Îman ehline hastır. Kâfirlerin bunda bir payları yoktur.

3- Nimet sahibidir,

4- Hidâyet verendir. Bu iki açıklamaya göre de bu âyet hem îman ehlini, hem kâfirleri kapsar. Çünkü yüce Allah dünya hayatında mü’mine nimetini ihsan ettiği gibi kâfire de nimet verir. Her ne kadar onun hidâyetiyle kâfirler doğru yolu bulmayıp mü’minler doğru yolu bulsalar da, hidâyetini mü’mine açıkladığı gibi, kâfire de açıklamıştır.

"Şayet onları kazandıkları" küfür ve masiyetler "yüzünden sorgulasaydı elbette onlara azâbı çabuklaştırırdı." Fakat o mühlet verir. "Fakat onlar için belirlenmiş bir zaman" kendisinden sonraya bırakılmayacakları, geciktirilmeyecekleri tesbit edilmiş bir süreleri, bir ecelleri "vardır."

Yüce Allah'ın şu âyetleri de buna benzemektedir:

"Her bir haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır" (el-En'âm,. 6/67);

"Her bir va'denin yazılmış bir hükmü vardır (süresi belirlenmiştir)". (er-Ra'd, 13/38) Yani bu ecel geldi mi ister dünyada, ister âhirette olsun geriye kalmaz.

"Onun karşısında hiçbir sığınak" İbn Abbâs ve İh Zeyd'in açıklamalarına göre barınak

"bulamayacaklardır". el-Cevherî bu açıklamayı "es Sıhah"ta nakletmiştir. " Sığındı, iltica etti" demektir. "Ondan kendisini kurtarmasını istedi" demektir.

Mücahid korunak diye açıklarken, Katade dost, yardımcı, veli; Ebû Ubeyde kurtuluş yeri diye açıklamıştır. Bu (yine kurtuluş yeri demek olan): Mahîs diye de açıklanmıştır. Bu açıklamaların anlamı birdir. Araplar: "Kurtulmayasıca!" derler. Şairin şu beyti de bu kabildendir:

"Kurtulmayasıca sen kendini

Terkettin Âminlere, hiçbir yara almaksızın".

el-A'şâ da şöyle demektedir:

"Bazen ev sahibinin gafil olduğu anı yakalamak isterim,

O da bana karşı kendisini korumak isteyebilir ama sonra da (kendisini benden) koruyamaz. (Kurtulamaz)."

59

İşte zulmettikleri vakit helâk ettiğimiz ülkeler! Biz, onları helâk İçin de belli bir süre tayin etmiştik.

"İşte zulmettikleri vakit helâk ettiğimiz ülkeler" âyetindeki:

"İşte" mübtedâ olarak ref mahallindedir.

"Ülkeler" anlamındaki (el-Kurâ) kelimesi de sıfat yahut bedeldir. " (Kendilerini) helâk ettik" âyeti da haber mahallinde olup manaya hamledilmiştir, çünkü burada "ülkelerin halkı, ahalisi" anlamındadır.

"İşte" anlamındaki kelime; "Zeyd'i vurdum" kullanılışını kabul edenlerin görüşüne göre nasb mahallindedir. Yani işte Bizim sana Âd, Semûd, Medyen ve Lût kavmi ülkeleri gibi, haberlerini anlatmış olduğumuz ülkeleri zulmedip küfre sapmaları üzerine helâk ettik.

"Biz onları helâk için de belli bir süre" yani geride kalmayan ileri de gitmeyen, bilinen bir vakit

"tayin etmiştik".

"Onları helâk etmek için" anlamındaki kelimenin; seki indeki okunuşu helâk edilmeleri için belirlenen vakic demektir. ise "Helâk edildilerden" (ism-i zaman)dır. Âsım bu kelimeyi "mim" ve "lâm" harflerini üstün ile: şeklinde okumuştur ki bu da; Helâk oldu, fiilinin mastarıdır. el-Kisaî ve el-Ferrâ' bu kelimenin; şeklinde "mim" harfini üstün, "lâm"ı da esreli okumuşlardır,

en-Nehhâs der ki: el-Kisaî dedi ki: Bu okuyuşu ben daha çok severim, çünkü bu kelime; Helâk oldu fiilinden gelmektedir.

ez-Zeccâc der ki: Bu bir zaman ismidir ve ifadenin takdiri: Onların helâk edilecekleri vakit anlamındadır. Nitekim: "Dişi deve, erkek deve tarafından aşılandığı zamana uygun geldi (doğurdu)" sözlerine benzemektedir.

60

Hani Mûsa genç delikanlısına şöyle demişti: "Ben iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmadan gideceğim yahut çok yıllar geçireceğim."

Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Hazret-i Mûsa'nın İki Denizin. Birleştiği Yere Yolculuğu:

"Hani Mûsa genç delikanlısına şöyle demişti" âyetinde geçen

"Mûsa" ilim adamlarının ve tarih bilginlerinin büyük çoğunluğunun görüşüne göre; Kur'ân-ı Kerîm'de sözü edilen Mûsa b. İmrân'dır. Kur'ân-ı Kerîm'de başka bir Mûsa'dan söz edilmemektedir. Aralarında Nevf el-Bikâli'nin de bulunduğu bir kesim de şöyle der: Burada sözü edilen kişi İmrân oğlu Mûsa değildir. Bu Yakub'un oğlu, Yusuf'un oğlu, Menşa'nın oğlu Mûsa'dır. Bu İmrân oğlu Mûsa'dan önce peygamber olmuştur.

Ancak bu görüşü Sahih-i Buhârî'de belirtildiğine göre İbn Abbâs ve daha başkaları reddetmişlerdir. Buhârî, İlm AA, Tefsir İH. sûre 2, 3; Müslim, Fedail 170; Tirmizî, Tefsir 18. sûre I, Müsned, V, 117. 11H.

Onun genç delikanlısı ise Yûşa' b. Nündür. el-Mâide Sûresi (5/26. âyetin tefsirinde) ile Yusuf Sûresi'nde (12/101. âyetin tefsirinde) ondan söz edilmişti. Burada sözü edilen Mûsa'nın Menşâ oğlu olduğunu söyleyenlerin görüşüne göre ise onun genç delikanlısı Yuşâ b. Nûn değildir,

"Durmadan gideceğim" kesintisiz olarak yürümemi sürdüreceğim, demektir. Şair de şöyle demektedir:

"Allah kavmimi var ettiği sürece

Hamd ederim O'na, sözlerimle, güzel övgülerde".

"Durmadan gideceğim" (manasını verdiğimiz) tabirinin senden hiç ayrılmayacağını anlamında olduğu da söylenmiştir.

"İki denizin birleştiği" biribirlerine kavuştukları

"yere varıncaya kadar..." Katade der ki: Bu, Bizans ve İran denizidir. Mücahid de böyle demiştir. İbn Atiyye der ki: Bu, Azerbaycan'ın arka taraflarından Fars topraklarındaki büyük denizden ayrılan kuzeyden güneye doğru akan bir koldur. Bu görüşe göre; Şam bölgesinin karasına yakın olan yerdeki iki denizin bir araya geldiği yer iki denizin kavuştuğu yer olmalıdır.

Bu iki denizin Ürdün denizi ile Kulzul (Kızıl) denizi olduğu söylendiği gibi, Tanca yakınlarındaki iki denizin birleştiği yer olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da Muhammed b. Ka'b yapmıştır. Ubey b. Ka'b'dan bunun Afrika'da olduğunu söylediği rivâyet edilmiştir. es-Süddî der ki: el-Kurr ve er-Ress denilen nehirler olup bunlar Ermenistan'dadır.

Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Bu, Endülüs'ün kıyılarının bulunduğu okyanustur. Bunu da en-Nekkaş nakletmiştir, bu da çokça zikredilendir. Bir başka kesim de şöyle demektedir. İki denizden kasıt Mûsa ile Hızır (ikisine de selam olsun)dır. Ancak bu zayıf bir görüştür. İbn Abbâs'tan da nakledilmiş olmakla birlikte bu sahih değildir. Çünkü hadislerden anlaşıldığına göre buradaki deniz suların bulunduğu bir denizdir.

Bu kıssanın sebebi de Buhârî ile Müslim'in Ubey b. Ka'b'dan yaptıkları şu rivâyette yer almaktadır. Ubey b. Ka'b Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı şöyle buyururken dinlemiştir: "Mûsa (aleyhisselâm) İsrailoğullarına bir hutbe irad etmek üzere ayağa kalktı, Kendisine: İnsanların en bilgilisi kimdir? diye soruldu. O da: Benim, dedi. İlmi, Allah'a havale etmediği için yüce Allah ona sitem etti. Ona şunu vahyetti: Benim iki denizin birleştiği yerde bir kulum var. O senden daha bilgilidir. Mûsa: Rabbim, onunla nasıl görüşebilirim? diye sorunca, yüce Allah şöyle buyurdu: Beraberine bir balık alır, onu bir zenbile koyarsın. Balığı kaybedeceğin yerde o kulu da orada bulacaksın" diye hadisin geri kalan bölümlerini nakletti. -Lâfız Buhârî'ye aittir. Buhârî, İlm AA, Enbiyâ Z7, Tefsir 18. sûre 2, }, 4; Müslim, Kedâil 170; Tirmizî, Tefsir 18 sûre 1; Müsned, V, 117, 118

İbn Abbâs der ki: Mûsa (aleyhisselâm) ve kavmi Mısır topraklarında üstünlük sağlayınca kavmini Mısır'da yerleştirdi. Orada yerleşme işleri tamamlandıktan sonra yüce Allah kendisine: Onlara Allah'ın günlerini hatırlat, diye emir verdi. O da kavmine hitab etti, onlara Allah'ın kendilerine ihsan etmiş olduğu hayırları, nimetleri, Fir'avun hanedanından onları kurtarışını, düşmanlarını helâk edişini ve kendilerini yeryüzünde onların yerine halifelik makamına getirişini hatırlattıktan sonra şunları söyledi: Ve Allah sizin peygamberinizle özel bir şekilde konuştu. Onu kendisi için beğenip seçti. Kendi nezdinden onun üzerine bir sevgi bıraktı. Sizlere ne istedinizse hepsinden verdi, sizi yeryüzündeki insanların en faziletlisi kıldı. Önceleri zelilken sizi aziz kıldı, fakır iken zengin kıldı. Cahil iken size Tevrat'ı verdi.

İsrailoğullarından birisi ona şöyle dedi: Biz senin bu söylediklerini biliyoruz. Yeryüzünde senden daha bilgili bir kimse var mıdır? Ey Allah'ın peygamberi! Hayır, deyince yüce Allah ilmi kendisine havale etmediği için ona sitem etti. Allah, Cibril (aleyhisselâm)ı gönderdi: Ey Mûsa! Benim ilmimi nereye tevdi ettiğimi (kime verdiğimi) sen ne bilirsin, dedi. İki denizin birleştiği yerde senden daha bilgili bir kulum vardır... diyerek hadisin geri kalan bölümlerini nakletti. Suyûti, ed-Durru'l-Mensar, V, 418

İlim adamlarımız der ki: Hadiste zikredilen: "O senden daha bilgilidir" ifadesi şu demektir: O teferruat kabilinden bir takım vakaların; muayyen, belirli bir takım olayların hükümlerini senden daha iyi bilir, yoksa mutlak olarak senden daha bilgilidir, demek değildir. Buna delil de Hızır'ın, Mûsa (aleyhisselâm)a söylediği şu sözlerdir: Hiç şüphesiz sen, benim bilmediğim Allah'ın sana öğretmiş olduğu bir bilgiye sahipsin. Ben de Allah'ın bana öğretmiş olduğu fakat senin bilmediğin bir bilgiye sahibim. Buna göre onların her birisi diğerine nisbecle bir bakıma daha bilgilidir. Onların birisinin bildiği diğerinin bilmediği konuda, bilen bilmeyenden daha bilgilidir.

Mûsa (aleyhisselâm) bunu işitince onun faziletli nefsi ve bilmediklerini öğrenmek için üstün gayreti dolayısıyla, kendisi hakkında: O senden daha bilgilidir, denilen kişi ile kavuşma arzusu harekete geçti. O bakımdan buna karar verdi ve zilletle boyun eğerek onunla görüşmenin yolunu sordu. Her halükârda yola koyulmakla emrolundu. Kendisine: Bir zembilde tuzlanmış bir balık taşı, diye emredildi. Bu balığın canlanıp onu kaybedeceğin yerde o kişi ile kavuşacaksın, diye haber verildi. O da gayretle, arzu ve istekle: "Ben iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmadan gideceğim" diyerek teklifini kabul eden delikanlısıyla birlikte yola koyuldu.

"Yahut çok yıllar geçireceğim âyetindeki: ""çok yıllar" kelimesi "ha" ve "kaf" harfleri ötreli olarak okunmuştur ki zaman demektir, çoğulu; şeklinde gelir. Bu kelimenin (tekilinin) "kaf" harfi sakin olarak da okunur. Bu da seksen yıl demektir, bundan daha fazla bir süre olduğu da söylenmiştir. Çoğulu; şeklinde gelir. kelimesi, tekili olup bu da; yıllar, demektir.

2- İlim Talep Etme Adabı:

Bu âyetteki fıkhı inceliklerin bazıları şunlardır: İlim adamı daha çok bilgi elde etmek maksadıyla yolculuğa çıkabilir, bu hususta hizmetçi ve arkadaşının yardımını alabilir. Fazilet sahibi ve ilim adamı kimselerle karşılaşma fırsatını -bulundukları bölgeler uzak olsa dahi- bir ganimet bilmelidir.

Selef-i Salih'in adeti de hep bu idi. Bundan dolayı ilim için yolculuk yapanlar bu hususta üstün pay sahibi oldular, gayretleriyle üstün başarılar elde ettiler, ilimlerde ayaklarıyla yere sağlam bastılar. O bakımdan gerek şanları-şöhretleri, gerek ecirleri, gerekse de faziletleri bakımından en üstün payı elde ettiler.

Buhârî der ki: Cabir b. Abdullah bir hadis için Abdullah b. Üneys'in yanına bir aylık mesafeyi katedip gitti. Buhârî, İlm 19

3- Mûsa (aleyhisselâm)ın Yanındaki Genç Delikanlı:

Yüce Allah'ın:

"Hani Mûsa genç delikanlısına şöyle demişti" âyeti ile ilgili olarak ilim adamlarının üç görüşü vardır:

1-Bu onunla birlikle olup ona hizmet eden hizmetçisiydi. Arapçada "el-fetâ" genç, delikanlı demektir. Hizmetçiler çoğunlukla genç olduklarından dolayı güzel edebin bir neticesi olarak hizmetçiye "fetâ" denilmiştir. Şeriat'da, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şu âyetinde görüldüğü gibi bu edebi teşvik etmiştir: "Sizden herhangi bir kimse benim kölem, benim cariyem, demesin bunun yerine genç oğlum, genç kızım (fetâye-fetâli) desin" Buhârî, İtk 17; Müslim, Elfâz 13-15, Ebû Dâvûd, Edeb, 75; Müsned, II, 316, 423, 444, 463. 4H4, 4yi. 496, 508.

İşte bu alçak gönüllülüğe bir teşviktir. Yusuf Sûresi'nde (12/36. âyetin tefsirinde) bu açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Âyet-i kerimede "fetâ"dan kasıt hizmetçidir. Bu da Yusuf (aleyhisselâm)ın oğlu İfrâim'in oğlu Nun oğlu Yuşa'dır. Bunun Mûsa (aleyhisselâm)ın kızkardeşinin oğlu olduğu da söylenmiştir.

2-Burada "Mûsa'nın fetâsı" denilmesi bu kişinin -hür olsa dahi- ilim öğrenmek için onunla birlikte bulunmasından dolayıdır. Bu da birinci mana ile aynıdır.

3- Ona fetâ denilmesi, kölenin yerini tutmasından dolayıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır;

"Yusuf, fetâlarına (görevlilerine): Bedellerini yüklerinin içine koyuverin... demişti". (Yusuf, 12/62);

"Aziz'in karısı, hizmetçi delikanlısından (fetâ) murad almak istiyormuş." (Yusuf, 12/30)

İbnu'l-Arabî der ki: Kur'ân-i Kerîm'in ifadesinin zahirinden anlaşılan onun köle olduğudur. Hadiste de bu kimsenin Yûsa b. Nûn olduğu belirtilmektedir. TefsiKe dair gelmiş rivâyetler) de belirtildiğine göre o, onun kızkardeşinin oğludur. Bütün bunlar ise kafi olarak söylenebilecek hususlardan değildir. Bu konuda tevakkuf etmek (görüş açıklamamak) daha iyidir.

4- "Çok Yıllar (Hukub)"ın Anlamı:

Allah'ın: "Yahud çok yıllar geçireceğim" âyeti ile ilgili olarak Abdullah b. Ömer der ki: Hukub, seksen yıl demektir. Mücahid, yetmiş yıldır. Katade, uzun bir süredir derken, en-Nehhâs şunları söyler: Dilbilginlerinin bildiklerine göre hukub ve hıkbe sınırları belirli olmayan, belirsiz bir zaman demektir. "Raht" ve "kavim" kelimeleri de müphem ve sınırları belli olmayan (insan topluluğu) demektir. Bunun çoğulu da "ehkaab" ...diye gelir.

61

Nihayet onlar, bu İki deniz arasının birleştiği yere ulaşınca balıklarını unuttular. Balık denizde bir deliğe doğru yolunu tutmuştu.

"Nihayet onlar, bu iki deniz arasının birleştiği yere ulaşınca balıklarını unuttular. Balık denizde bir deliğe doğru yolunu tutmuştu" âyetinde yer alan: ""İkisinin arasındaki zamir iki denize aittir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır (meal de buna göre yapılmıştır).

"Delik" gidecek yer, demektir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Katade ise, su donmuş ve o bakımdan içinden gidilecek bir gedik gibi bir hal almıştı, demiştir.

Müfessirlerin çoğunluğuna göre balığın yol aldığı yer boş kaldı. Mûsa da balığı takip ederek bu boş yerin üzerinden yürüdü. Nihâyet yol onu denizdeki bir adaya kadar götürdü. İşte orada Hızır'ı buldu.

Ancak rivâyetlerin ve Kitabın zahiri onun Hızır'ı deniz kıyısında bulup gördüğünü göstermektedir.

"Balıklarını unuttular" diye buyurulmakla birlikte, unutan sadece Mûsa'nın yanındaki genç delikanlıdır. O bakımdan anlam şöyledir denilmiştir: O gördüğü balığın bu halini Mûsa'ya bildirmeyi unuttu, birlikte olduklarından dolayı unutmak ikisine de nisbet edildi. Bu yönüyle yüce Allah'ın:

"O iki denizden inci ve mercan çıkar" (er-Rahmân, 55/22) âyetini andırmaktadır. Halbuki bunlar ancak tuzlu denizden çıkartılmaktadır. Şu âyet ta bu kabildendir:

"Ey cin ve insanlar topluluğu! İçinizden size âyetlerimi okuyan... peygamberler gelmedi mi?"(el-En'âm, 6/130) Halbuki peygamberler sadece insanlardan gönderilmiştir, cinlerden peygamber gönderilmemiştir.

Buhârî'de de şöyle denilmektedir: "(Mûsa) genç delikanlısına dedi ki: Benim senden istediğim, balığın senden ayrılacağa vakti ve zamanı bana bildirmendir. Delikanlı ona: Sen bana fazla bir yükümlülük yüklemedin, dedi. İşte aziz ve celil olan Allah'ın: "Hani Mûsa genç delikanlısına" yani Yûşa' b. Nûn'a -ki adının böyle olduğu (hadisin ravilerinden) Saîd b. Cübeyr tarafından verilmemiştir, "-"dedi ki..." âyeti bunu anlatmaktadır. O toprağı nemli bir yerde bir kayanın gölgesinde bulunuyor iken -Mûsa da uykuda iken-balık (zembil içinde) hareket etmeye başladı. Beraberindeki genç delikanlı onu uyandırmayayım dedi, uyanınca da ona durumu bildirmeyi unuttu. Balık hareketini sürdürdü, nihayet denize daldı. Yüce Allah denizin balık üzerinden geçmesi gereken akıntısını tultu. Âdeta o taşta iz bırakırcasına, iz bıraktı. (İbn Cüreyc) dedi ki: Amr bana dedi ki: İşte bu şekilde âdeta onun izi taşın içinde imiş gibi çıkıyordu, dedi ve iki elinin baş parmakları ile onlara bitişik olan (şehadet) parmaklarını halka yaptı. Bir diğer rivâyette şöyle denilmektedir: Yüce Allah balığın üzerinden akıntının geçmesini engelledi ve böylelikle üzerinde bir tak gibi oldu. (Mûsa) uyanınca, arkadaşı kendisine balığın durumunu haber vermeyi unuttu. Günün geri kalan bölümünü ve gece boyunca yol aldılar. Ertesi günü Mûsa yanındaki delikanlıya: "Kuşluk yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuzdan gerçekten yorgun düştük" dedi. Mûsa (aleyhisselâm) Allah'ın emretmiş olduğu yeri geçip geride bırakıncaya kadar yorgunluk duymamıştı. Beraberindeki genç delikanlı ona: "Gördün mü; o kayaya sığındığımız zaman doğrusu ben babğı unutmuşum. Onu hatırlamamı bana şeytandan başkası unutturmadı dedi, . Buhâri, Tefsir 18. sûre 3

Her ikisinin de unuttuğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah:

"Balıklarını unuttular" âyetinde unutmayı ikisine nisbet etmiştir. Çünkü balığı ilkin taşıyan -taşıma emri kendisine verilmiş olduğundan- Mûsa (aleyhisselâm) idi. Yollarına devam ettikten ve bir süre yol aldıktan sonra balığı yanındaki delikanlısı taşımıştı.

62

Uzaklaşıp, geçtikleri vakit genç adamına: "Kuşluk yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuzdan gerçekten yorgun düştük" dedi.

 

"Uzaklaşıp geçtikleri vakit" onlar balığı orada unutarak terk ettikleri vakit... demektir.

Mûsa (aleyhisselâm) kuşluk yemeğini isteyince genç delikanlı onunla konuşurken unutmayı kendisine nisbet etti. İki denizin birleştiği yer olan kayanın yanına ulaştıklarında ise yüce Allah her ikisinin de unuttuğunu zikretmektedir. Çünkü Mûsa (aleyhisselâm) da unutmakta ortaktı; unutmak (nisyân) geride bırakmak anlamındadır. Nitekim birisine dua ederlerken: "Allah ecelini geciktirsin, tehir etsin" diye dua etmeleri de bu anlamdadır.

Kayanın yanından ayrılıp gittiklerinde balıklarını taşımayı da geriyebırakular(unuttular) ve hiçbiri balığı taşımadı. O bakımdan her ikisinin balığı bırakıp oradan ayrılıp gitmeleri dolayısıyla unutmanın her ikisine de nisbet edilmesi uygun düşmüştür,

"Kuşluk yemeğimizi getir" âyeti ile ilgili bir hususu açıklamamız gerekmektedir, Bu da yolculuklarda azık edinmek meselesidir. Bu bir, tek ve kahhâr olan Allah'a tevekkül ettikleri iddiası ile kuraklık bölgeleri ve çölleri azık edinmeksizin aşmaya kalkışan bilgisiz ve cahil sufilerin kanaatlerini reddetmektedir. Çünkü işte Allah'ın peygamberi ve onun Kelimi Mûsa yeryüzünde yaşayan bir insan olarak ve kulların Rabbine tevekkül etmesine; iyiden iyiye bilmesine rağmen azık edinerek yola çıkmıştır.

Buhârî'nin, Sahih'inde belirtildiğine göre, Yemenlilerden bir takım kimseler azık edinmeksizin hacca gelirler ve: Biz tevekkül eden kimseleriz, derlerdi. Hacca geldiklerinde de insanlardan dilenirlerdi. Bunun üzerine yüce Allah:

"Birde azık edinin" âyetini indirdi Buhârî, Hacc 6; Ebû Dâvûd, Menâsik 4 Bu hadis daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/197. âyet 12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Mûsa (aleyhisselâm)ın beraberinde aldığı azığın ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır, İbn Abbâs'ın dediğine göre bir zembil içinde tuzlanmış bir balık idi. Onlar sabah-akşam bu balıktan yerlerdi. Deniz kıyısındaki kayalığa vardıklarında beraberindeki genç zembili koydu, Deniz akıntısı balığa değince zembil içindeki balık hareket etmeye başladı. Zembili devirdi ve balık denizde yolunu aldı. Genç delikanlı da Mûsa'ya balığın bu durumunu hatırlatmayı unuttu.

Bir diğer görüşe göre balık Hızır'ın bulunacağı yeri göstermek üzere bir delildi; çünkü hadiste: "Beraberinde zembil içinde bir balık taşı. Balığı kaybedeceğin yerde o kişiyi bulacaksın" denilmektedir. Buna göre o, bu balığın dışında başka bir şeyi beraberinde azık olarak götürmüş olmalıdır. Bunu da hocamız İmâm Ebû'l-Abbas nakletmiş ve tercih etmiştir.

İbn Atiyye der ki: Babam (Allah ondan razı olsun) dedi ki: Ben Ebû’l-Fadl el-Cevherî'yi vaazı esnasında şöyle derken dinledim: Mûsa münacatta bulunmak üzere yola koyuldu. Kırk gün yemek ihtiyacı duymaksızın orada kaldı. Ama bir insanın yanına gitmek için yola koyulunca günün bir bölümünde dahi acıktı.

"Yorgun düştük" yorulduk demektir. "Nesab" yorgunluk ve meşakkat anlamındadır. Burada açlığı kastettiği de söylenmiştir. İşte bu ifade insanın hissettiği acı ve hastalıkları bildirmesinin câiz olduğuna, bunun kadere rızaya da, ilahi kaza ve takdire teslimiyete de aykırı olmadığına delildir. Ancak bu bildirmenin herhangi bir usanç ve kızgınlığın etkisi ile sadır olmaması şarttır.

63

Dedi ki: "Gördün mü; o kayaya sığındığımız zaman doğrusu ben balığı unutmuşum. Onu hatırlamamı bana şeytandan başkası unutturmadı. O şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitti."

"Onu hatırlamamı bana şeytandan başkası unutturmadı" âyetindeki:

" Onu hatırlamamı" ifadesi fiil ile birlikte mastar anlamında olup

"Onu... unutturmadı" âyetindeki zamirden bedel-i istimal olmak üzere nasb mahallindedir. Bu da zahirin (açık ismin) zamirden bedel olmasıdır, yani bana onu hatırlamayı unutturan şeytandan başkası değildir. Abdullah (b. Mes'ûd)un, Mushafında bu âyet: "Onu hatırlamamı bana unutturan şeytandan başkası değildir" şeklindedir.

Bu ifadeleri Mûsa (aleyhisselâm)ın: Benim senden tek istediğim balığın senden ayrılacağı vakti (ve yeri) bana haber vermenden ibarettir demesi, üzerine Yûşa'nın: Sen benden fazla bir şey istemiyorsun, şeklindeki sözleri dolayısıyla son söylediği bu sözleriyle özürünü beyan etmiş oluyordu.

"O şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup, gitti" âyetindeki ifadelerin, Yuşa'nın, Mûsa (aleyhisselâm)a söylediği sözlerin bir bölümü olma ihtimali vardır. Balık insanlara hayret verecek şekilde denizde yol aldı demektir. Bununla birlikte; "o denizde yolunu tutup, gitti" ifadesinin verdiği haberin tamamını teşkil etmesi daha sonra da hayret ve şaşkınlık ifade eden bir sözü kullanarak kendisinin bu işe şaştığını belirtmek üzere; "Bu, şaşılacak bir şeydir" demiş olması da mümkündür. Hayret konusu ise balığın ölmüş olmasına, sol yarısının yenilmiş olmasına rağmen daha sonra dirilmesidir.

Ebû Şüca', et-Taberî kitabında der ki: Ben bu balığı gördüm. Bu tek gözlü ve bir balığın yarısıdır. Öbür yarısında hiçbir şey yoktur. İbn Atiyye der ki; Ben de bu balığı gördüm. Hiçbir şey bulunmayan öbür yarısında akında kılçık dahi bulunmayan ince bir kabuğu vardır Hâla balıkçılarda satılan bir balık çeşidi olupMağrib (Ffis)lilar buna "Hûtu Mûsâ; Mûsa Balığı" ismini verirler. Fransızca buna "sûl" denilmektedir. (İbn Atiyye. el-Mukarrar, X, 424, dn: 19İ)

"O... yolunu tutup, gitti" âyetinin yüce Allah tarafından verilmiş bir haber olma ihtimali de vardır, Bu da iki şekilde açıklanabilir: Ya Mûsa (aleyhisselâm)ın balığın denizde yol almasından dolayı hayret ettiğini, buna şaşıp kaldığını haber vermesi manasınadır. Ya da balığın şaşılacak bir şekilde yol alışını insanlara haber vermesi anlamındadır.

Buhârî de bu âyetin kıssası ile ilgili olarak İbn Abbâs'tan rivâyet edilen garib (hayret edilecek) hususlardan birisi de şudur; Bu balığın dirilmesinin sebebi, orada değdiği şeyi mutlaka canlandıran hayat pınarı (ab-ı hayat) diye adlandırılan bir pınar suyunun ona değmiş olmasıydı Buhârî, Tefsir 18. sûı-e 4.

Tefsir'de belirtildiğine göre alâmet balığın canlanması idi. O bakımdan şöyle denilmiştir: Mûsa yol yorgunluğundan sonra yanında alı hayatın bulunduğu kayaya konaklayınca suyun bir kısmı balığa değdi, o da canlandı.

Tirmizî naklettiği hadisinde der ki: Süfyan dedi ki; Bir takım kimseler bu kayanın yanında ab-ı hayatın bulunduğunu ve bu pınarın suyu neye değerse onun yaşayıp, gittiğini iddia ederler. (Devamla) dedi ki: Bu balığın bir kısmı yenilmişti. Ona bu sudan bir damla değince hayat buldu Tirmizî, Tefsir 18. sûre 1.

"el-Arûs" adlı eserin sahibinin naklettiğine göre: Mûsa (aleyhisselâm) hayat pınarından abdest aldı. Sakalından bir damla balığın üzerine düşünce, balık canlanıverdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

64

Mûsa: "İşte, dedi. Aradığımız o ya." Hemen İzlerini takip ederek gerisin geriye döndüler.

"İşte aradığımız o ya" âyeti, Mûsa yanındaki delikanlıya dedi ki: Balığın bu durumu ve onu yitirmiş olmamız bizim aradığımız şeydi. Kendisini bulmak üzere geldiğimiz adam işte oradadır, demektir.

Bunun üzerine yollarını kaybetmemek için gerisin geri izlerini takip ederek geri döndüler. Buhârî'de şöyle denilmektedir:

"... Hızır'ı denizin ortasında elbisesiyle örtünmüş olarak küçük bir yeşil yaygı üzerinde buldular. Örtüsünün bir tarafını ayaklarının altına, diğer tarafını başının altına almıştı. Mûsa ona selam verdi. Yüzünü açarak: Senin bulunduğun yerde selam diye bir şey var mı? Sen kimsin? dedi. Ben Mûsa'yım dedi. İsrailoğullarının Mûsa'sı mı? diye sordu. Mûsa: Evet deyince, ne işin var? diye sordu. Mûsa dedi ki: Sana Öğretilen doğru ilimden bana da öğretmen üzere geldim, dedi..." Buhârî, Tefsir İH. sûre 3; Müsned, V, 121 ve hadisin geri kalan bölümlerini zikretti.

es-Sa'lebî de "el-Arâis" adlı eserinde der ki: Mûsa ve beraberindeki genç delikanlı Hızır'ı suyun üzerinde yeşil bir yaygıya uzanmış uyur halde buldular. Üzerinde de yeşil bir örtü vardı. Mûsa ona selam verdi, yüzünü açıp dedi ki: Bizim bu topraklarımızda selam da nerden geldi? Sonra başını kaldırıp olurdu ve: Sana da selam olsun, ey İsrailoğullarının peygamberi, dedi. Mûsa ona: Sen beni nereden tanıyorsun? Benim İsrailoğullarının peygamberi olduğumu, sana kim haber verdi!? dedi. Hızır: Sana beni haber veren ve benim bulunduğum yeri bildiren bana söyledi, dedikten sunra şöyle devam etti: Ey Mûsa, senin İsrailoğulları arasında bir meşguliyetin vardı. Mûsa (aleyhisselâm) dedi ki; Rabbim beni sana uyayım ve senin bilginden bir şeyler öğreneyim diye gönderdi. Sonra oturup, konuşmaya koyuldular. Bu sırada dişi bir kırlangıç geldi ve gagasıyla sudan aldı... ileride geleceği üzere hadisin geri kalan bölümünü zikretti.

65

Orada kendisine tarafımızdan bir rahmet vermiş ve nezdimizden bir ilim öğretmiş olduğumuz kullarımızdan bir kul buldular.

"Orada ... kullarımızdan bir kul buldular" âyetindeki

"kul"dan kasıt Cumhûrun görüşüne ve sabit hadisler gereğince Hızır (aleyhisselâm)dır. Görüşüne itibar edilmeyen bir takım kimseler muhalefet ederek: Mûsa'nın gördüğü bu şahıs Hızır değildir, bir başka alimdir, demişlerdir. el-Kuşeyrî de bu görüşü nakleder ve şöyle der: Bir takım kimseler bu kişi salih bir kuldur, demişlerdir. Ancak doğru olan görüş bunun Hızır olduğudur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan varid olan haberler bunu böylece bildirmişlerdir.

Mücahid der ki: Hızır'a bu ismin veriliş sebebi namaz kıldığı vakit etrafının yeşermesidir.

Tirmizîde yer alan rivâyete göre Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Hızır'a bu ismin veriliş sebebi, beyaz bir posta oturup o postun altının aniden sarsılarak yeşermesidir" (Tirmizî der ki): Bu sahih, garib bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 18. sûre 3.

Buradaki post (el-ferve)den kasıt yeryüzüdür. Bunu el-Hattabî ve başkaları böylece açıklamışlardır,

Hızır, Cumhûrun kanaatine göre bir peygamberdir. Onun peygamber olmayıp salih bir kul olduğu da söylenmiştir. Ancak âyet-i kerîme peygamberliğine tanıklık etmektedir. Çünkü onun fiillerinin iç yüzü ancak vahiy ile olabilir. Aynı şekilde bir kimse ancak kendisinden daha üstün bir kişiden öğrenir ve ona uyar. Peygamber olmayan bir kimsenin ise peygamberden üstün olması mümkün değildir.

Bir görüşe göre o bir melek idi. Yüce Allah Iviusa'ya o melekten ona öğretmiş olduğu bâtın ilminin bir bölümünü öğrenmesini sağlamıştı. Ancak birinci görüş doğru olandır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Kendisine tarafımızdan bir rahmet gelmiş..." Bu âyet-i kerimedeki

"rahmet" peygamberlik demektir, nimet olduğu da söylenmiştir.

"Ve nezdimizden bir ilim öğretmiş olduğumuz..." Âyetindeki ilim de gayb ilmidir. İbn Atiyye der ki: Hızır'ın bilgisi kendisine vahiy ile verilmiş, işlerin içyüzlerini bilmek ilmi idi. Onun yaptığı fiillerin hükümleri zahiren görülen şekillere göre verilmezdi, Diğer taraftan Mûsa'nın bilgisi, insanların söz ve fiillerinin zahirine göre hüküm ve fetva vermek ilmi idi. Bütün bu rivâyetlerin doğruluğunu ancak Allah bilir.

66

Mûsa ona: "Sana öğretilen doğru ilimden bana da öğretmen İçin sana tabi olayım mı?" dedi.

Yüce Allah'ın:

"Mûsa ona:

«Sana öğretilen doğru ilimden bana da öğretmen için sana tabi olayım mı?» dedi" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- İlim Öğrenme Edebi:

Yüce Allah'ın:

"Mûsa ona: Sana... tabi olayım mı? dedi" âyetindeki bu soru oldukça yumuşak ifadelerle sorulmuş, son derece edebli bir tavır takınmanın hitabını dile getirmektedir. Böyle bir şey senin için uygun düşer mi? sana ağır gelmez mi? demektir. Bu da Hadîs-i şerîfte geçen: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın nasıl abdest aldığını bana gösterebilir misin? sorusundakı üslûbu andırmaktadır.

Bir yorum şekline göre el-Mâide Sûresi'nde (5/112. âyetin tefsirinde) açıklandığı üzere;

"Rabbin gökten bize bir sofra indirebilir mi?" (el-Mâide, 5/112) âyetindeki soru da bu kabildendir,

2- Öğrenci ve İlim Adamı:

Bu âyet-i kerimede öğrencinin -mertebeler farklı olsa dahi- ilim adamına tabi olacağına dair delil vardır. Mûsa'nın, Hızır'dan ilim öğrenmesinde onun Mûsa'dan daha faziletli olduğuna delil teşkil edecek bir taraf olduğu zannedilmemelidir. Çünkü İstisnai olarak daha faziletli olan kimse faziletçe kendisinden aşağıda olanın bildiklerini bilmeyebilir. Fazilet de Allah'ın üstün kıldığı kimseye aittir. Hızır bir veli olsa dahi Mûsa ondan daha faziletlidir. Çünkü o bir peygamberdir, peygamber de veliden faziletlidir. Eğer bir peygamber idiyse, Mûsa'nın rısalet sahibi olması dolayısıyla ondan üstün olduğu açıktır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Doğru ilimden" ifadesi

"bana da öğretmen için" (anlamındaki) fiilin ikinci mef ûlü'dür.

67

O dedi ki: "Doğrusu sen benimle beraber olmaya asla dayanamazsın."

68

"Sen İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl dayanacaksın?"

Hızır,

"dedi ki; Doğrusu sen benimle beraber olmaya asla dayanamazsın." Yani Ey Mûsa, benim sahip olduğum ilmin tecellilerini görmeye tahammülün olmaz. Çünkü senin bilmiş olduğun zahir bilgisi benim yaptıklarıma uygun değildir. Sen hatalı olduğunu göreceğin ve ondaki hikmet yönü sana haber verilmemiş, doğru yulu gösterilmemiş, bir şeye nasıl tahammül edersin!? Yüce Allah'ın:

"Sen İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl dayanacaksın" âyetinin anlamı İşte budur. Peygamberler hiçbir zamanmünkerekarşı sessiz duramazlar. Münkere karşı tepki göstermemeleri câiz değildir. Yani adetin üzere ve (peygamber olarak) hükmün gereği sen benim yapacaklarıma karşı sessiz duramazsın.

"İç yüzünü" kelimesi failden aktarılmış temyiz olarak nasb edilmiştir. Manası ifadenin zannında bulunan bir fiilin mutlak mef'ûlü olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah'ın:

"kavrayamadığın" fiili; "sana haber verilmemiş..." demektir. "Sana haberi bildirilmemiş kimseye..." denilmiş gibidir. Mücahid de buna işaret etmiştir. İşlerden haberdar (Habîr) ise işlerin gizliliklerini ve işlerin haber alınan iç yüzlerini bilen kimse demektir.

69

O da: "İnşaallah sen beni sabredici bulacaksın. Sana hiç bir işte karşı gelmeyeceğim" dedi.

Yüce Allah'ın:

"O da; İnşaallah sen beni sabredici bulacaksın" âyeti, Allah'ın izni ve iradesiyle sabredeceğim demektir. "Sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim" yani ben kendimi sana itaate mecbur edeceğim.

Âyet-i kerimedeki istisna (inşaallah) hakkında acaba bu "sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim" âyetini da kapsar mı kapsamaz mı? hususunda farklı görüşler vardır. Bunun yüce Allah'ın:

"Allah'ı çokça zikreden erkeklerle, zikreden kadınlar" (el-Ahzab, 33/35) âyetinde olduğu gibi kapsar, denildiği gibi o sabır hususunda istisnada bulunmuş ve sabretmiştir de denilmiştir. "Sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim" âyetinde (inşallah diyerek) istisna yapmamıştır. O bakımdan hem itiraz etti, hem de soru sordu.

İlim adamlarımız der ki: Onun bu şekilde davranmasının sebebi şudur: Sabır gelecekteki bir hadisedir. Bu konuda durumunun ne olacağını bilmiyordu. İsyan etmeyeceğini belirtmesi ise hali hazırda gerçekleşen ve verilen bir karardır. O bakımdan bu hususta istisnada bulunmak, kararlı olmaya aykırıdır.

Aralarında şöylece bir ayırım görmek de mümkündür: Masiyet işlemenin ve onu terketmenin hilâfına sabır her şeyiyle (ve Allah'ın tevfiki olmadan) bizim kazandığımız bir şey değildir. Oysa masiyet işlemek ve sabrı terk etmek tamamen bizim kesbimizdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

70

"Bana uyarsan sana o hususta açıklama yapıncaya kadar bana hiçbir şey sorma" dedi.

"Bana uyarsan sana o hususta söyleyinceye kadar bana hiçbir şey sorma, dedi." Yani ben onu sana açıklamadıkça sen bana sorma. Bu Hızır'ın bir te'dibi ve arkadaşlıklarının devamını gerektirecek sebebi göstermesidir. Eğer sabretmiş ve arkadaşlığı devam etmiş olsaydı, hayret edilecek şeyler görecekti. Ancak çokça itirazlarda bulundu, ondan dolayı ayrılmaları ve birbirlerinden uzak düşmeleri kaçınılmaz oldu,

71

Bunun üzerine ikisi yola koyuldular. Nihayet bir gemiye bindiklerinde o bu gemiyi deliverdi. "İçindekileri suda boğmak için mi onu deldin? Yemin olsun ki sen büyük bir iş yaptın" dedi.

72

O: "Ben sana benimle beraber olmaya asla dayanamazsın demedim mi?" dedi.

73

"Unuttuğum şeyden dolayı bana çıkışma, şu işimde de bana güçlük çıkarma" dedi.

Yüce Allah'ın "Bunun üzerine ikisi yola koyuldular. Niftâyet bir gemiye bindiklerinde o bu gemiyi deliverdi" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Allah'ın İlmine Nisbetle İnsanın Bilgisi:

Müslim'in, Sahih'inde ve Buhârî’de şöyle denilmektedir: "...Denizin kıyısında yürümeye koyuldular. Bir gemi geçti, kendilerini gemiye almak üzere sahipleriyle konuştular. Hızır'ı tanıdıklarından ondan ücret almaksızın gemiye bindirdiler. Gemiye bindikten sonra, Mûsa bir de baktı ki Hızır, gemi tahtalarından birisini keserle yerinden söküp çıkarmış. Mûsa ona dedi ki: Bunlar bizi ücretsiz olarak taşıdılar, sen kalktın içinde bulunanlar suda boğulsun diye onların gemilerini deliverdin: "Yemin olsun ki sen büyük bir iş yaptın. O: Ben sana benimle beraber olmaya asla dayanamazsın, demedim mi? dedi. (Mûsa) Unuttuğum şeyden dolayı bana çıkışma, şu işimde de bana güçlük çıkarma, dedi"

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: Bu birincisi Mûsa'nın unutmasının bir neticesi idi. Derken bir kuş gelip, geminin kenarına (harfine) kondu. Gagasını bir defa denize sokup, çıkardı. Hızır ona dedi ki: Benim de bilgimin, senin de bilginin Allah'ın ilmine göre durumu ancak bu kuşun bu denizden eksilttiğine benzer. Buhârî, tim 44, Enbiyâ 27, Tefsir 18. sûre 2, 4; Müslim, FeclM 170; Tirmizî, Tefsir 18. sûre lj Müsned, V, 118

İlim adamlarımız derler ki: "Geminin kenarı" onun kıyısı ve en dıştaki yanı demektir. Dağın kenarı (harfi), sivri olan zirve kısmıdır. Burada ilim ma'lum (bilinen şey) anlamındadır. Yüce Allah'ın:

"Onun ilminden hiçbir şey kuşatamazlar" (el-Bakara, 2/255) âyetinde olduğu gibi; onun malumatından yani bildiği şeylerden hiçbir şey kuşatamazlar, demektir. Hızır'ın bu ifadesi bir temsildir. Yani benim bildiklerimle, senin bildiklerinin Allah'ın ilmi karşısında sözü edilmez. Tıpkı kuşun bu denizden aldıklarından denizin suyuna nisbetle hiçbir etkisinden söz edilemeyişi gibi. bu hususu denizi örnek göstererek anlatmasının sebebi ise, bizim gördüklerimiz arasında en çok miktarı en çok olanın deniz oluşundan dolayıdır. Burada "eksiltme" lâfzı da temsil ve kavratma kastı ile kullanılmış bir mecazdır. Zira Allah'ın ilminde eksilme söz konusu olmadığı gibi, onun bildiklerinin (ilminin) de sonu olmaz. Bu hususu Buhârî açıklamış ve şöyle demiştir: Allah'a yemin ederim, benim de bilgimin, senin de bilginin Allah'ın ilmi karşısında durumu, ancak bu kuşun gagasıyla denizden aldığı gibi olabilir.

Tefsir'de Ebû'l-Âl-iyye'den şöyle dediği nakledilmektedir: Hızır'ın gemiyi delmesini Mûsa'dan başka kimse görmedi. Çünkü Hızır ancak yüce Allah'ın göstermeyi dilediği kimsenin gözüyle görülebilen birisiydi. Eğer gemi sahipleri onu görmüş olsalardı, gemiyi delmesini engellerlerdi.

Şöyle de denilmiştir: Gemi sahipleri bir adaya çıkmışlar, geride Hızır kalmış ve gemiyi o vakit delmişti.

İbn Abbâs der ki: Hızır gemiyi deldiğinde Mûsa bir kenara çekildi ve kendi kendisine şöyle dedi: Ben bu adamın arkadaşlığını ne yapayım? İsrailoğulları arasında sabah-akşam onlara Allah'ın Kitabını okuyor, onlar da bana itaat ediyorlardı. Hızır ona, ey Mûsa dedi. İçinden neyi geçirdiğini sana haber vermemi ister misin? O, evet deyince, Hızır şunları şunları içinden geçirdin, dedi. Mûsa da, doğru söyledin, diye cevap verdi. Bunu da es-Sa'lebî "el-Arâis" adlı eserinde zikretmektedir.

2- Hızır'ın Bu Uygulamasından Çıkartılan Fıkhı Hükümler:

Gemiyi delmesinde, yetimin velisinin uygun görmesi halinde, yetimin malını eksiltebileceğine delil vardır, Mesela yetimin malına bir zalimin göz dikmesinden korkacak olursa, onun bir kısmını tahrip edebilir. Ebû Yûsuf der ki: Yetimin malının geri kalanını korumak maksadıyla, yetimin velisinin, malın bir bölümünü yöneticinin gönlünü hoş etmek için vermesi caizdir.

Hamza ve el-Kisâî "suda boğasın diye" anlamındaki kelimeyi "nûn" harfi yerine "yâ" harfi ile şeklinde ve "lâm" harfi mansub olan "İçindekileri" anlamındaki kelimeyi fiilin faili olarak; şeklinde merfu okumuşlardır. ("İçindekiler boğulsun diye" anlamına gelir).

Çoğunluğun kıraatine göre; "Suda boğmak İçin" âyetindeki "lâm" meal (âkibet ve sonuç) "lâm"ıdır. Yüce Allah'ın:

"Çünkü sonunda onlara bir düşman, bir tasa olacaktı" (el-Kasas, 28/8) âyetindeki "lamva benzemektedir. Hamza'nın kıraatine göre ise burdaki "lâm", "key lâm'ı dır (.,. için anlamını verir).

Mûsa (aleyhisselâm); beni suda boğman için, demedi. Çünkü o halde diğer insanlara karşı duyduğu şefkat ve onların haklarına riâyet daha baskındı.

"Büyük" kelimesi hayret edilecek, şaşılacak anlamındadır. Bu açıklamayı el-Kutebî yapmıştır. Münker (görülmedik) bir iş diye de açıklanmıştır ki bu da Mücahid'in açıklamasıdır. Ebû Ubeyde ise bu kelime pek büyük bir musibet demektir der ve şu beyiti delil gösterir:

"Benim akranlarım benden görülmedik, alışılmadık

Pek büyük ve pek müthiş bir musibetle karşılaştılar."

el-Ahfeş der ki: Bir iş şiddetli ve celin bir hal aldığı vakit; denilir. Bunun ismi de; şeklinde gelir.

 

"Unuttuğum şeyden dolayı bana çıkışma... dedi" âyetinin anlamına dair iki görüş vardır. Birincisine göre İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir; Bu ta'riz (üstü kapalı) ifadelerdendir. Diğer görüşe göre; o unuttu ve bundan dolayı da özür diledi. Bu ifadede unutmanın sorumlu tutulmamayı gerektirmediğine, unutanın tekliften sorumlu olmadığına, talâk ve daha başka hükümlerin unutmaya taalluk etmediğine delil vardır. Buna dair açıklamalar önceden geçmiştir. Eğer ikincisinde de unutsaydı, yine özür dileyecekti.

74

Yine yola koyuldular. Nihayet bir erkek çocuğa rastgeldiler. O hemen çocuğu öldürdü. (Mûsa) dedi ki: "Tertemiz bir cana, başka bir can karşılığında olmaksızın kıydın öyle mi? Gerçekten sen çok kötü bir şey yaptın."

75

Dedi ki: "Ben sana benimle beraberliğe asla dayanamazsın demedim mi?"

"Yine yola koyuldular. Nihayet bir erkek çocuğa rastgeldiler. O hemen çocuğu öldürdü." Buhârî'de şöyle denilmektedir: Ya'la dedi ki: Said dedi ki: Oyun oynamakta olan çocuklar gördü. Kâfir bir çocuğu alıp yere yatırdıktan sonra onu bıçakla kesti. "(Mûsa) Dedi ki: Tertemiz" hiç günah işlememiş

"bir cana, başka bir can karşılığında olmaksızın kıydın öyle mi?" Buhârî, Tefsir 18. sflre 3; Müsned, V, 120

Buhârî, Müslim ve Tirmizî'nin Sahihinde de şöyle denilmektedir: Sonra gemiden çıktılar. Kıyıda yürüyorlarken Hızır başka çocuklarla oynayan bir çocuk gürdü. Hızır eliyle kafasını tuttu ve kafasını koparıp onu öldürdü. Mûsa ona dedi ki:

"Tertemiz bir cana, başka bir can karşılığında olmaksızın kıydın öyle mi? Gerçekten sen kötü bir şey yaptın. Dedi ki: Ben sana benimle beraberliğe asla dayanamazsın demedim mi?" (Süfyan b. Uyeyne) Dedi ki: Bu ise birincisinden daha ağır idi. "Eğer bundan sonra sana bir şey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme. O takdirde tarafımdan mazur sayılırsın, dedi." Bu, Buhârî'nin lâfzıdır Buhârî, tim 4-4, Enbiyâ 27, Tefsir İH. sûre 2, 4; Müslim, Fedâil 170; Tirmizî, Tefsir, 18. sûre 1; Müsned, V, 118

Tefsir'de de şöyle denilmektedir: Hızır, oynamakta olan çocukların yanından geçti. Bir çocuğu yakaladı, aralarında ondan daha güzeli yoktu. Bir taş aldı, kafasını kırıp, beynini parçalayıncaya kadar o taşla kafasını dövdü ve onu öldürdü, Ebû'l-Âl-iyye der ki: Onu Mûsa'dan başkası görmüyordu, Görmüş olsalardı bu işi yapmasına engel olurlardı.

Derim ki: Bu üç durum arasında herhangi bir tutarsızlık yoktur. Çünkü önce taşla kafasını kırmış olması, sonra onu yatırıp kesmiş, sonra da kafasını koparmış olması muhtemeldir. Bunların hangisinin olduğunu en iyi bilen Allah'tır. Sahih rivâyetlerde yer alan bize yeter.

Cumhûr "tertemiz (günahsız)" anlamındaki kelimeyi; şeklinde "elif" ile okumuşlardır, Kûfelilerle, İbn Âmir ise "elif"siz ve "ya" harfini şeddeli olarak; diye okumuşlardır. Anlamın bir olduğu söylenmiştir. Bunu tla el-Kisâî demiştir. Sa'leb der ki; "Elif"siz ve "ya"nın şeddeli okunuşu daha beliğdir. Ebû Amr da der ki: ". Elifle okuyuş, hiç bir şekilde günah işlememiş demektir. "Elif"siz ve "ya"nın şeddelisi şeklindeki okuyuş ise günah işlemiş, sonra tevbe etmiş kişi demektir.

Yüce Allah'ın:

"Bir erkek çocuk" âyetinde geçen "çocuğun" baliğ olup olmadığı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. el-Kelbî der ki: Bu çocuk baliğ idi ve iki kasaba arasında yol kesicilik yapardı. Babası da bu iki kasabadan birisinin büyükleri arasında idî. Annesi ise öbür kasabanın büyükleri arasında yer alıyordu. Hızır bu çocuğu alıp yere yıktı ve kafasını bedeninden kopardı.

el-Kelbî der ki: Bu çocuğun ismi Şemûn idi. ed-Dahhak adının Haysûn olduğunu söyler. Vehb ise der ki: Babasının ismi Sülâs, annesinin ismi da Ruhmâ idi.

Süheylî'nin naklettiğine göre babasının ismi Kâzîr, annesinin ismi da Sehvâ imiş.

Cumhûr ise der ki: Çotuk henüz baliğ değildi. Bundan dolayı Mûsa; hiç günah işlememiş, tertemiz bir cana kıydın, diye itiraz elti. Diğer taraftan "ğulâm" lâfzının gerektirdiği budur. Çünkü baliğ olmamış erkek çocuğa ğulâm denilir. Aynı durumdaki kız çocuğa ise câriye denilir. Hızır'ın onu öldürmesi, onun iç yüzünü ve sahih hadiste belirtildiği üzere kâfir tabiatlı oluşunu bilmesinden idi. Diğer taraftan eğer yetişmiş olsaydı, anne- babasını küfre zorlayacaktı. Eğer bu hususta Allah'ın izni varsa, küçük bir çocuğun öldürülmesi de imkânsız bir şey değildir. Çünkü dilediğini yapan ve dilediğine kadir olan yüce Allah'tır.

"el-Arâis" adlı eserde belirtildiğine göre Mûsa, Hızır'a: "Tertemiz bir cana başka bir can karşılığında olmaksızın kıydın öyle mi?" deyince, Hızır kızdı ve çocuğun sol kolunu kopartıp, üzerinden eti sıyırdı. Kolunun kemiği üzerinde şunların yazılı olduğunu gördü: Bu bir kâfirdir, ebediyyen Allah'a îman etmeyecektir.

Birinci görüşün sahipleri, Araplar, ğulâm ismini genç delikanlı hakkında da kullanmaya devam ettiklerini söyleyerek, görüşlerine delil getirirler. Leylâ el-Ahyeliyye'nin şu beyiti de bu kabildendir:

"Kendisinde bulunan o onulmaz hastalıktan şifaya kavuşturdu onu,

Bir delikanlı ki (ğulâm) mızrağını salladığında orayı (kanla) sular."

Sâfvan da Hassân'a şöyle demiştir:

"Benden karşılık olarak kılıcın sivri ucunu al, çünkü ben,

Kendisi ile hicivleşildiği zaman şair olmayan bir delikanlıyım (ğulâm)."

Haberde nakledildiğine göre; bu genç yeryüzünde fesad çıkartıyor. Anne-babasına ise böyle bir şey yapmadığına dair yemin ediyordu. Onlar da çocuklarının yeminine güvenerek, yemin ediyor ve kendisini cezalandırmak isteyenlere karşı himaye ediyorlardı. Karşıt görüştekiler derler ki: Yüce Allah'ın: Eğer bunun yaptığı kötülükler birilerini öldürmek olsaydı,

"Başkabir can karşılığında olmaksızın" âyeti gereği öldürülmesinde bir sakınca olmaması gerekirdi, İşte bu da bu gencin yaşça büyük olduğunun delilidir. Yoksa baliğ olmamış olsaydı bir başkasını öldürmesi karşılığında öldürülmesi gerekmezdi. Onun öldürülmesinin câiz oluşu isyankâr ve baliğ olduğundandı.

İbn Abbâs der ki: Bu yol kesen bir genç idi. İbn Cübeyr'in kanaatine göre de bu kişi teklif yaşına ulaşmıştı. Çünkü Ubeyy ve İbn Abbâs'ın kıraati şu şekildedir: "Çocuğa gelince o bir kâfirdi. Anne-babası ise mü’min idiler." Buhârî, Tefsir 18. sûre 2. Küfür ve îman ise mükelleflerin nıteliklerindendir. Mükellef olmayan kimse hakkında ancak anne-babasına tabi olarak bu hükümlerden birisi verilir. Bu çocuğun anne ve babası ise nass ile mü’min idiler. Onun hakkında kâfir adının kullanılması ancak baliğ olması halinde söz konusu olur. O halde bu görüşün kabul edilmesinden başka yol yoktur.

"Gulam: Çocuk" kelimesi karsı cinse aşırı şehvet ve düşkünlük duymak-anlamına gelen "iğtilâm"den türemiştir.

"Çok kötü" kelimesi ile

"Büyük bir iş" (71. âyetin sonu) kelimelerinden hangisinin daha beliğ olduğu hususunda insanlar arasında görüş ayrılığı vardır. Bir kesim şöyle demiştir: Burada açıkça bir öldürme vardır. Öbüründe ise ileride gerçekleşmesi beklenen muhtemel bir öldürme vardır. O bakımdan buradaki ifade daha beliğdir.

Bir başka kesim şöyle demektedir: Burada bir kişinin öldürülmesi; öbür tarafta bir topluluğun öldürülmesi söz konusudur, O bakımdan oradaki ifade daha beliğdir.

İbn Atiyye der ki: Kanaatimce bunlar iki ayrı mana içindir. Yüce Allah'ın:

"Büyük bir iş" âyeti beklenen ve gerçekleşmesi umulan olayın büyüklüğü bakımından daha korkunç ve daha dehşetlidir. Diğer taraftan "çok kötü bir şey" anlamındaki kelimede ise apaçık bir fesat görülmektedir. Çünkü onun hoşlanmadığı iş, fiilen meydana gelmiş bulunuyor. Bu da açıkça anlaşılan bir husustur.

76

"Eğer bundan sonra sana birşey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme. O takdirde tarafımdan mazur sayılırsın" dedi.

"Eğer bundan sonra sana bir şey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme" âyetinde koşulmuş bir şart vardır ve bu şart bağlayıcıdır. Müslümanlar şartlarına bağlı kalırlar. Yerine getirilmesi en çok gerekli şart ise peygamberlerin bağlı kalmayı taahhüt ettikleri şartlardır. Peygamberlerin şartlarına bağlı kalmaları bir yükümlülüktür.

"O takdirde tarafımdan mazur sayılırsın" âyeti kayıtsız ve şartsız olarak tek bir defa ile kişinin mazur sayılabileceğine ve ikinci defadan itibaren delilin ortaya konulmuş olacağına delil teşkil etmektedir, Bu açıklamayı İbnu’l-Arabî yapmıştır. İbn Atiyye der ki: Aynı şekilde bu kıssa bekleme süreleri üç gün olarak öngörülmüş bir takım hükümlerdeki vadelere de dayanak olabilir. Bunu dikkatle- düşünmek gerekir.

"Artık benimle arkadaşlık etme" âyetini, Cumhûr bu şekilde okumuş olup bana tabi olma, benimle birlikte gelme, demektir. el-A'rec ise "Kesinlikle benimle arkadaşlık etme" şeklinde "teT' ve "be" harflerini fethâlı, "nun" harfini de şeddeli olarak okumuştur. Bu kelime " Bana tabi olma, bana arkadaşlık etme" şeklinde de okunmuştur. Ya'kub ise; şeklinde "te" harfini ötreli "ha" harfini de esreli okumuştur. Bu okuyuşu da Sehl, Ebû Amr'dan rivâyet etmiştir. el-Kisâî der ki: Benim seninle arkadaşlık etmeme, seninle beraberliğime müsaade etme, demektir.

"O takdirde tarafımdan mazur sayılırsın" yani benimle arkadaşlık etmeyi urketmekte mazur görüleceğin bir noktaya varmış olacaksın.

Cumhûr "Tarafımdan" kelimesini "dal" harfini ütreli okumuş olmakla birlikte Nâfi' ve Âsım "nun" harfini şeddesiz okumuşlardır. Çünkü sonuna mütekeltim "ya"sı gelmiş, bir; "Taraf" kelimesidir. Ve bundan dolayı da "ya"dan önceki harf benzeri diğer kelimelerde olduğu gibi esreli gelmiştir. Ancak Ebû Bekr'in rivâyetine göre Âsım, "lâm" harfini üstün, "dal" harfini sakin, "nun" harfini de şeddesiz olarak okumuştur. Yine Âsım'dan "lâm" harfini ötreli, "dal" harfini de sakin okuduğu da rivâyet edilmiştir. İbn Mücahid der ki: Bu yanlıştır. Ebû Ali der ki; Böyle bir yanlışlık iddiasının rivâyet cihetinden olma ihtimali vardır. Arapçadaki kıyasa göre doğrudur.

Cumhûr "Mazur" şeklinde okumuşlardır. Ancak Îsa buradaki "zel': harfini ötreli okumuştur. ed-Dânînin naklettiğine göre Ubeyy, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan "re" harfini esreli ve ondan sonra da bir harf-i med olan "ya" ile: diye okuduğunu rivâyet etmektedir.

Duaya Dair Bir Mesele:

Taberî senedini kaydederek der ki; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) birisine dua etti mi kendisine dua etmekle başlardı. Bir gün buyurdu ki: "Allah'ın rahmeti bizim ve Mûsa'nın üzerine olsun. Eğer arkadaşının yaptıklarına sabretmiş olsaydı, hayret edilecek şeyler görecekti. Ancak o: "Artık benimle arkadaşlık etme. O takdirde tarafımdan mazur sayılırsın" dedi. Müsned, V, 121 (az farkla)

Müslim'in, Sahih'indeki İfade ise şu şekildedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah'ın rahmeti bizim ve Mûsa'nın üzerine olsun. Eğer acele etmemiş olsaydı, hayret edilecek şeyler görürdü. Fakat o arkadaşından utandı, sabretmiş olsaydı hayret edilecek şeyler görecekti." (radıyallahü anhvi devamla) Dedi ki; Peygamberlerden birisini andı mı önce kendisine (dua etmekle) başlardi: Allah'ın rahmeti üzerimize ve şu kardeşimin üzerine olsun (derdi) Müslim, Fedai! 172

Buhârî'de de şöyle denilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah, Mûsa'ya rahmet eylesin. Arzu ederdik ki daha da sabretsin; tâ ki (yüce Allah) bize onların başlarından geçeni anlatmış olsun." Buhârî, İlm 44, Enbiyâ 27, Tefsir 18. sûre 2, 4; Tirmizî, Tefsir 18. sûre 1; Müsned, V, 118.

Sanki Mûsa (aleyhisselâm) ona tekrar muhalefet edip ters düşmekten ve ağır bir şekilde yaptıklarına tepki göstermekten utanmış gibiydi.

77

Yine gittiler. Nihayet bir kasaba ahalisinin yanına vardılar. Ora halkından yiyecek İstediler. Fakat kendilerini misafir etmeyi kabul etmediler. Orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular. O bu duvarı doğrultuverdİ. Dedi ki: "Dileseydin, elbet buna karşılık bir ücret alırdım."

Bu âyetlere dair açıklamalarımızı onüç başlık halinde sunacağız;

1- Misafir Kabul Etmeyen Kasaba Halkı:

"Nihayet bir kasaba ahalisinin yanına vardılar." Müslim'in, Sahih'inde Uheyy b. Ka'b'dan, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan (şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Adi ve bayağı kimselere uğradılar. Bunlar meclisleri dolaştılar da "ora halkından yiyecek istediler. Fakat kendilerini misafir etmeyi kabul etmediler. Orada yıkılmaya yüz tutmuş" -meyletmiş, yan yatmış demek istiyor- "bir duvar buldular da" Hızır eliyle "bu duvarı doğrultuverdi." Mûsa ona dedi ki: Biz bunların yanına bizi misafir etmeleri için geldik, onlar bize yiyecek dahi vermediler. "Dileseydin elbet buna karşılık bir ücret alırdın. O da dedi ki: İşte bu benimle senin ayrılışımızdır. Dayanamadığın şeylerin İç yüzünü sana haber vereyim." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah, Mûsa'ya rahmet buyursun. İsterdim ki sabretmiş olsun- tâ ki Allah bize onların haberlerini anlatsın." Müslim, Fedâil 170; Buhârî, İlm 44

2- Misafir Etmeyen Kasabanın Kimliği:

İlim adamları bu kasabanın hangisi olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Katâde'nin dediğine göre bu Ubulle'dir. Muhammed b. Şîrîn de böyle demiştir. Bu en cimri ve semadan (ilahi rahmetten) en uzak bir kasabadır. Buranın Antakya olduğu söylendiği gibi, Endülüs'te bir adadaki bir kasaba olduğu da söylenmiştir. Bu da Ebû Hüreyre ve başkalarından rivâyet edilmiştir. Bunun el-Cezîreıu’l-Hadra (yeşil ada) olduğu söylenir.

Bir kesim de burasının Azerbaycan taraflarında Bacervan diye bilinen bir yerdir. Süheylî de buranın Berkâ olduğunu nakletmektedir, es-Sa'lebî der ki: Bu, Nasıra diye bilinen ve hristiyanların da kendilerine nisbet edildiği, Bizans şehirlerinden bir şehirdir.

Bütün bu görüş ayrılıkları Mûsa (aleyhisselâm)ın kıssasının yeryüzünün hangi tarafında cereyan ettiği ile ilgili görüş ayrılıklarına binaendir. Bunun hangisinin gerçek olduğunu en iyi bilen Allah'tır.

3- Benzer Hallerde Farklı Tutumlar:

Mûsa (aleyhisselâm), Şuayb'ın kızlarının koyunlarını suladığı vakitteki yemeğe olan ihtiyacı Hızır ile birlikte kasabaya geldikleri vakittekinden daha fazlaydı. O, Şuayb'ın kızlarından yiyecek istemeksizin ilk iş olarak koyunlarını suladı. Kasabada ise Hızır'la birlikte yiyecek istediler. Bu hususta ilim adamlarının değişik, etraflı açıklamaları vardır. Bunlardan birisi şudur: Mûsa, Medyen'deki olayda tek başına idi. Hızır kıssasında ise başkasına tabi idi.

Derim ki: Bu kıssanın baş. taraflarında beraberindeki delikanlıya söylediği:

"Kuşluk yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuzdan gerçekten yorgun düştük."(Kehf, 18/62) sözleri de bu manayı ihtiva etmektedir. Arkadaşı Yûşa ile birlikte oluşuna uygun bir şekilde açlığını hissetmiş oldu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Şöyle de açıklanmıştır: Mûsa'nın bu yolculuğu bir te'dib yolculuğu olduğundan dolayı, zorlukları karşılamak işi ona bırakıldı. Ancak öbür yolculuğu bir hicret yolculuğu idi. O bakımdan ilahi yardım ve gıdasını kolaylıkla sağlamak gibi lütuflara mazhar oldu.

4- Aç Kimsenin Yiyecek İstemesi:

Bu âyet-i kerîme'de yiyecek istenebileceğine ve acıkan kimsenin -cahil mutasallallahü aleyhi ve sellemvıfların aksine- açlığını giderecek miktardaki şeyleri istemesinin vacip olduğuna delil vardır. Çünkü "istifam" yemek yedirmeyi istemek demektir. Burada kasıt kendilerinin misafir edilmesini istemektir. Buna delil yüce Allah'ın:

"Fakat kendilerini misafir etmeyi kabul etmediler" âyetidir. İşte bundan dolayı o kasaba halkı yerilmeyi hak ettiler. Peygamberimiz'in (salât ve selam ona) kendilerini nitelendirdiği şekilde bayağılık ve cimrilik ile nitelendirilmeye lâyık görüldüler.

Bu âyet-i kerîme ile ilgili olarak Katade der ki: En kötü kasaba misafir kabul etmeyen, yolcunun hakkını vermeyen kasabadır.

Bundan da anlaşıldığına göre onları misafir edip ağırlamak, kasaba halkı için vacip idi. Hızır ve Mûsa (ikisine de selam olsun) kendileri için bir hak olan misafirliği istediler. Peygamberlere, faziletli kimselere ve evliyaya daha yakışan da budur. Ziyafete dair gerekli açıklamalar -yüce Allah'a hamd olsun ki- daha önce Hud Sûresi'nde (11/69-71. âyetlerin tefsiri 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Allah, Harirî'ye merhamet buyursun. Çünkü o bu âyet-i kerîme'yi hafife almış, edep sınırlarının dışına çıkmış, doğru olmayan ifadeler kullanmış ve ayağı kaymıştır. O bu âyet-i kerîme'yi dilenciliğe ve dilenirken de ısrar etmeye delil göstermiş, bunu yapanın da ayıplanmayacağını ve bunun bir eksiklik olmadığını belirtmiş ve şöyle demiştir:

"Eğer redd olunursan, reddolunmakta bir eksiklik yoktur,

Senin için; çünkü senden önce Mûsa da redd olundu, Hızır da."

Derim ki: Bu din ile oynamaktır. Peygamberlere gereken saygıyı göstermekten sıyrılmaktır. Bu edebî bir tekerleme ve bayağı bir yanılmadır. Allah, Selef-i Salih'e rahmet eylesin. Onlar üstün akıl sahibi herkese vasiyette bulunmakta oldukça üstün gayret göstermiş ve şöyle demişlerdir: Her ne ile oynarsan oyna, ama sakın dininle oynama.

5- "Cidar: Duvar" Kelimesi;

Yüce Allah'ın: " Bir duvar" âyeti ile söyleyişi aynı anlamdadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: " Tâ ki su bahçenin etrafında yükselttiğin yerlere (duvar diplerine) ulaşıncaya kadar sulamaya devam et" Yakın lâfızlarla: Buhârî, Tefsir 4. sûre 12, Sulh 12, Müsâkaat 6-8; Müslim, Fedâil 129; Ebû. Dâvûd, Akdiye 31; Tirmizî, Ahkâm 26, Tefsir 4 sûre 13, İbn Mâce, Mukaddime 2; Wâî, Kudât 19, 27; Müsned, I, 166. diye buyurmuştur.

"Etrafında bir duvar yapılmış yer" demektir. Asıl anlamı yüksekliktir, "Ağaç yerden yükseldi" demektir. "el-Cuderî: Çiçek hastalığı" da buradan gelmektedir.

6- Kur’ân-ı Kerîm'de Mecaz:

Yüce Allah'ın:

"Yıkılmak isteyen (mealde yıkılmaya yüz tutmuş)" yıkılmaya yakın demektir. Bu bir mecaz ve kelimenin anlamını genişletmedir. Hadiste, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "meyletmiş, yan yatmış" diye açıklamıştır. İşte bu Kur'ân-ı Kerîm'de mecazın varlığına bir delil teşkil etmektedir. Cumhûr'un görüşü de budur. Konuşan ve canlı tarafından yerine getirilmesi uygun olan bütün fiiller eğer bir cansıza yahut bir hayvana nisbet edilecek olursa bu bir istiaredir. Yani bunların yerine bir insan olsaydı, bu fiili yerine getirecekti, Böyle bir anlatım üslûbu, Arapların konuşmalarında, şiirlerinde pek çoktur. Bunlardan birisi el-A'şâ'nın şu beyitidir

"Vazgeçer misiniz? Zalimlik edeni vazgeçiremez hiçbir şey,

Yağı da, fitilleri de karnın içine geçiren bir mızrak yarası gibi."

Burada görüldüğü gibi vazgeçirmeyi mızrak yarasına izafe etmiş bulunmaktadır.

Bir diğer şairin şu beyiti de bu kabildendir:

"Mızrak, Ebû Berâ'nın göğsüne saplanmak ister,

Ama Akîloğullarının kanından yüz çevirir,"

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Şüphesiz develer(in)le beni bir araya getiren bir zaman,

Elbetteki iyiliği dokunacak bir zamandır."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Kurak ve uzak bir yerde onların kafaları koparıldı,

Tıpkı çapaların yeri yarması gibi -kılıçların keskin taraflarına doğru gelmek istediklerinde-"

Burada şair kılıçların tepelerine inişini, çapaların yere saplanmasına benzetmektedir. Çapalar yere saplanır ve âdeta çıkmamacasına derine iner.

Hassan b. Sabit de der ki:

"Eğer adiliğin nesebi olsaydı o hiç şüphesiz çirkin yüzlü,

Sakiflilere mensub, bir gözü kör köle olurdu."

Antere de der ki:

"Göğsüne saplanan mızrak yaralarından (atım) yana meyletti,

Ve bana gözyaşları ile göğsündeki hırıltılarla şikâyet etti."

Sonra da bu manayı şu sözleriyle açıkladığını görüyoruz:

"Eğer karşılıklı konuşmanın ne olduğunu bilmiş olsaydı, şüphesiz şikâyet ederdi."

Bu kabilden sözler gerçeklen çoktur. İnsanların konuşma esnasında benim evim filanın evine bakar demeleri, Hadîs-i şerîfte geçen "ateş Rabbine şikâyette bulundu" Buhâri, Bed'ul-Halk 10, Mcvâkitu's-Salât 9; Tirmizî, Cehennem 9, İbn Mâce, Zühtl 38; Muvatta’', Vukıil 27, 2H; Müsned, II, 23«, 277. 462, 503 ifadesi de bu kabildendir.

Bazıları da Kur'ân'da mecaz olduğunu kabul etmezler. Ebû İshak el-İsferâyînî, Ebû Bekr Muhammed b. Davûd el-Asbaham ve başkaları bunlardandır. Çünkü yüce Allah'ın ve Rasûlünün sözlerini, fazilet ve din sahibi kimseler için hakikate hamledip, yorumlamak daha uygundur. Çünkü yüce Allah Kitabında haber verdiği üzere bize hakkı anlatır. Bu konuda getirdikleri delillerden birisi de şudur: Eğer yüce Allah bize mecazi ifadelerle hitap etse idi; -aynı şekside, Kur'ân-ı Kerîm'in mecazi ifadeler taşıyan bir kitap olmakla da nitelendirmesi gerekirdi. Hakikati bırakıp mecaza yönelmek, ifade etmekten acizliği gerektirir. Bu ise yüce Allah hakkında imkânsız bir şeydir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"O gün onların 'dilleri, elleri ve ayakları yaptıkları herşeyi söyleyerek aleyhlerine şehadet edeceklerdir." (en-Nûr, 24/24);

"O gün de Biz cehenneme doldun mu? diye soracağız . O da: Daha var mı? diyecek." (Kâf, 50/30);

"O ateş onları uzaktan görünce onun büyük bir öfke ile çıkaracağı şiddetli uğultusunu işiteceklerdir." (el-Furkan, 25/12);

"O (ateş) yüz çeviren ve arkasına donen kimseyi çağırır." (el-Meâric, 70/17); "Ateş (cehennem) Rabbine şikâyette bulundu" Bir önceki nota bakiniz. "Ateş ile cennet birbirleriyle tartıştılar." Buhârî, Tefsir 50. sike 1; Müslim, Cennet 34-36; Tirmizî, Sıfatu'L-Cenne 22; Müsned, II, 276, 314, 450, III, 79. Bu ve benzeri ifadeler hakikattir. Bunları yarattp herşeyi konuşturan bunları da konuşturacaktır.

Müslim'in, Sahih'inde Enes (radıyallahü anh) yoluyla gelen hadise göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ağzına mühür vurulur, baldırına: Konuş denilir. Baldırı, eti, kemikleri konuşmaya başlar ve yaptıklarını söylerler. Bu şekilde kendi nefsinden şahitler getirilerek ileri sürebilecek bir mazeretinin bırakılmaması içindir. Bu (şekilde muamele görecek kişi) münafıktır. İşte, Allah'ın kendisine gazaplanacağı kimse de budur. " Müslim, Zühd 16

Bunlar âhirette olacaktır. Dünyaya gelince, Tirmizî de Ebû Said el-Hudrî'nin şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; "Nefsim elinde olana yemin olsun ki; yırtıcı hayvanlar insanlarla konuşmadıkça, kamçısının ucu ve ayakkabısının bağı kişi ile konuşarak, baldırı kendisinden sonra aile halkının neler yaptıklarını ona haber vermedikçe kıyâmet kopma -yacaktır." Ebû Îsa dedi ki: Bu hususta, Ebû Hüreyre'den de gelmiş bir rivâyet vardır ve bu hasen, garib bir hadistir. Tirmizî, Fiten 19, Müsned, 111, 84.

7- Hızır'ın Yıkılmaya Yüz Tutmuş Duvarı Düzeltmesi:

Yüce Allah'ın:

"O bu duvarı doğrultuverdi" âyeti ile ilgili olarak denildiğine göre duvarı yıktıktan sonra onu tekrar bina etmeye koyuldu. Bunun üzerine Mûsa (aleyhisselâm): "Dlleseydin elbet buna karşılık bir ücret alırdın" dedi. Çünkü bu, ücrete hak kazandıran bir iştir.

Ebû Bekr el-Enbârî'nin İbn Abbâs'tan naklettiğine göre; Ebû Bekr, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı bu âyeti: "Orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler. (Hızır) onu yıktı, sonra onu yeniden bina etmeye koyuldu" diye okumuştur. Ebû Bekr (el-Enbârî) dedi ki: Eğer hadisin senedi sahih ise; bu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın Kur'ân-ı Kerîm'i tefsiri kabilindendır. Bazı nakikiler de Kur'ân-ı Kerîm'in tefsiri olan ifadeleri bir yere yerleştirmişler ve bu böylelikle -bir takım kastî dil uzatanların söyledikleri gibi- Osman'ın Mushaf'ından, Kur'ân'dan eksilmiş bölümleri olarak nakledilmiştir.

Saîd b. Cübeyr der ki: Eliyle duvarı sıvazladı ve onu doğrultunca o da doğruluverdi, Sahth olan görüş ve peygamberlerin, hatta velilerin fiillerine daha çok benzeyen tavır bu olmalıdır.

Kimi haberlerde şöyle denilmektedir; Bu duvarın kalınlığı o dönemin arşını ile otuz arşın idi. Yeryüzündeki uzunluğu beşyüz arşın, eni elli arşın idi. Hızır (aleyhisselâm) eliyle onu düzeltti, o da düzeliverdi. Bunu da es-Sa'lebi "el-Arâis" adlı eserinde zikretmiştir.

Bunun üzerine Mûsa, Hızır'a: "Dileseydin elbet buna karşılık bir ücret alırdın" yani yiyeceğin bir yemek alırdın, dedi.

İşte bu, evliyanın kerametine bir delildir. Aynı şekilde bu hususta Hızır (aleyhisselâm)ın halleriyle ilgili olarak anlatılan bütün hususlar olağanüstü işlerdendir. El betteki bunları keramet kabul edişimiz, onun bir peygamber değil bir veli olduğunu kabul etmemiz halinde söz konusu olur.

Yüce Allah'ın:

"Ben bunları kendiliğimden yapmadım" (82. âyet) âyeti onun nebi olduğuna ve ona diğer peygamberlere vahyolunduğu gibi teklif ve ahkâm vahyedildiğine delil teşkil etmektedir. Şu kadar var ki o bir rasûl değildi. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.

8- Yıkılmaya Yüz Tutmuş Yerlerden Geçmek:

İnsana düşen yıkılmasından korkulan, yana doğru kaymış herhangi bir duvarın akında oturmamaktır. Aksine böyle bir yerden geçecek olursa çabucak geçmelidir, Çünkü, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın hadisinde şöyle buyurulmuştur: "Sizden herhangi bir kimse yıkılmaya yüz tutmuş bir tırbâlîn yanından geçecek olursa oradan hızlı yürüyüp geçsin." İbnu’l-Esîr, en-Nihâye, 111, 117.

Ebû Ubeyd el-Kâsım b. Sellâm der ki; Ebû Ubeyde şöyle derdi: Tırbâi manastıra ve yüksekçe binaya benzeyen, Acemlerin gözetleme yerlerini andıran benzer bir yerdir (kule) Cerir der ki:

"Zayıflıktan damarları görünen, onu kapıp istediği yere götürdü,

Sanki o bir tırbal üzerinde oturdu."

"es-Sıkah"da şöyle denilmektedir; Tırbâi, duvarın yüksekçe bölümü, dağın uçurum kenarlarındaki büyükçe kaya demektir. Şam bölgesinin tarabîlî (tırb'alîn çoğulu) oranın manastırları demektir. Küçük abdest bozarken belini yukarı doğru yükseltmesini anlatmak üzere de; denilir.

9- Evliyanın Kerametleri:

Sabit haberlerin ve mütevâtir âyetlerin delâleti üzere evliyanın kerametleri sabittir. Kerametleri ya inkarcı bir bidatçı yahut haktan sapmış bir fasıktan başkası inkâr etmez. Yüce Allah'ın -bundan önce geçtiği üzere- Meryem ile ilgili olarak haber vermiş olduğu yaz ayındaki kış meyveleri, kış ayında yaz meyvelerinin yanında bulunması, kendisinin emir vermesi üzere kurumuş olan hurma ağacının meyve verivermesi gibi -ki Meryem konu ile ilgili görüş ayrılıkları bulunmakla birlikte peygamber değildir.- Yine Hızır (aleyhisselâm) vasıtası ile meydana gelen geminin delinmesi, çocuğun öldürülmesi, duvarın onanlıp düzeltilmesi de kerametlere delildir.

Kimi ilim adamı der ki: Hızır hakkında peygamberdir demek câiz değildir. Çünkü ahad haberlere dayanarak birisinin peygamber olduğunu söylemek câiz değildir. Bilhassa te'vil edilme ihtimali olmayacak şekilde tevatür ile, ümmetin icma'ı ile, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Benden sonra peygamber yoktur" Meselâ: Buhârî, Meğâzî 78; Tirmizî, Menâkıb 20; Müsned, I, 177, 179, 182, 184, III, 32, ÜS, VI, 369, 43». hadisi rivâyet edilmiş bulunmaktadır. Yüce Allah da:

"Ve peygamberlerin sonuncusudur" (el-Ahzab, 33/40) diye buyurmaktadır. Hızır ve İlyas ise bu keramet ile birlikte hayattadırlar. O bakımdan ikisinin de peygamber olmamaları gerekir. Çünkü peygamber olsalardı, bizim peygamberimizden sonra bir peygamber olması gerekirdi. Ancak Îsa aslın ondan sonra ineceğine dair hadislerde delilin ortada olması dolayısıyla o, bundan müstesnadır.

Derim ki: Hızır da -önceden geçtiği üzere- bir nebi idi. Bizim peygamberimizden sonra elbette bir nebi gelmeyecektir. Bu da ondan sonra hiçbir kimse nübüvvet İddiasında (doğru olarak) bulunmayacaktır, demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

10- Veli, Veli Olduğunu Bilebilir mi?

Veli olan bir kimsenin kendisinin veli olup olmadığını bilmesinin mümkün olup olmadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Bir görüşe göre kendisinin veli olduğunu bilemez. Onun vasıtasıyla meydana gelecek olağanüstü olayları, korku ve dininde fitneye düşüp ayağının kayma ihtimali bulunan bir husus olarak değerlendirmesi gerekir. Çünkü bunun ayağını kaydıracak bir husus yahut onun için bir istidrâc olup olmadığından emin olamaz.

es-Serrî (es-Sakatî)den şöyle dediği nakledilmektedir: Bir kimse bir bahçeye girse, her bir ağacın tepesinden bir kuş gayet anlaşılır bir lisanla onunla konuşarak: Ey Allah'ın velisi selam olsun sana, dese bu işin ayağının kaydırılacağı bir husus olduğundan korkmayacak olursa, hiç şüphesiz bu husus sebebiyle onun ayağı kaymış olur. Çünkü kendisinin bir veli olduğunu bilecek olsaydı, korkmasına gerek kalmaz ve kendisini emniyette hissederdi. Halbuki velinin şartlarından birisi ise (ölüm halinde) meleklerin onun üzerine ineceği vakte kadar havf (korku) halini sürdürmesidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"... Melekler üzerlerine: Korkmayın, üzülmeyin ve size vaad olunan cennetle sevinin, diye inerler." (Fussilet, 41/30)

Diğer taraftan veli dünyadan saadet ile ayrılacağı takdir edilmiş olan kimsedir. Akıbetler ise örtülüdür. Hiçbir kimse ecelinin bu şekilde bitip bitmeyeceğini bilemez. İşte bundan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ameller ancak hatimelerle (dünyadan son ayrılış haliyle)dir" Buhârî, Kader 5, Rikaak 33; Müsned, V, 335- diye buyurmuştur.

İkinci görüşe göre velinin kendisinin veli olduğunu bilmesi mümkündür. Nitekim, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in veli olduğunu bilmesi mümkündür. O halde başkasının kendisinin Allah'ın velisi olduğunu bilmesinin mümkün olacağında görüş ayrılığı da yoktur. Bundan dolayı velinin kendisinin veli olduğunu bilmesi mümkün kabul edilmelidir.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabı arasından Aşere-i Mübeşşere'nin durumlarını haber vererek cennetliklerden olduklarını bildirmiştir. Ancak bu onların havf (korku)larını ortadan kaldırmamıştır. Aksine yüce Allah'ı daha bir ta'zim ediyorlar, daha çok korkuyorlar ve heybet duyuyorlardı. Aşere-i Mübeşşere için bu mümkün olduğuna, bunu bilmeleri de kendilerini havfın sınırlarının dışına çıkarmadığına göre başkaları da böyledir.

Şîblî şöyle derdi: Ben bu cihetin emanıyım. O vefat edip de defnedildikten sonra aynı gün Deylemliler, Dicle'yi aştılar, karşı tarafa geçtiler, Bağdat'ı istila ettiler. İnsanlar: Birisi Şiblî'nin ölümü, diğeri ise; Deylemlilerin Dicle'nin karşı kıyısına geçmeleri karşı karşıya kaldığımız iki musibettir, derlerdi.

Bunun bir istidrâc olma ihtimali vardır, denilemez. Çünkü böyle bir şey câiz olsa peygamberin kendisinin nebt olduğunu ve Allah'ın velisi olduğunu da bilmemesi mümkün kabul edilmelidir. Çünkü bu bir istidrâc olabilir. Böyle bir şey -mucizeleri iptal anlamına geleceğinden- câiz olmadığına göre bu da câiz (mümkün) değildir. Çünkü bunu kabul etmek kerametleri de iptai etmek olur. Bel'âm vasıtası ile kerametlerin ortaya çıkıp bundan sonra da -yüce Allah'ın:

"O da onlardan sıyrılıp, çıktı" (el-A'raf, 7/175) âyeti dolayısıyla dinden sıyrılmasına dair- gelen rivâyetlere gelince; bir defa bu âyet-i kerimede onun veli olduğu sonra da veliliğin ondan, sıyrılıp alındığına dair bir ifade yoktur. Onun keramete benzer şeyler gösterdiğine dair yapılan nakillere gelince, bunlar ahad haberlerdir. Kesin bilgi sahibi olmayı gerektiren ifadeler değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Keramet ile mucize arasındaki farka gelince, kerametin şartlarından birisi gizii tutulmasıdır. Mucizenin şartlarından birisi ise açığa çıkarılmasıdır.

Bir görüşe göre keramet ortada bir iddia olmaksızın görülen haldir. Mucize ise peygamberlerin peygamberlik davası ile birlikte çıkan bir haldir. Onlardan peygamberliklerine dair delil istenir ve bunun akabinde mucize ortaya çıkar. Bu kitabımızın mukaddimesinde mucizenin şartlarına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Hiçbir ortağı bulunmayan bir ve tek olan yüce Allah'a hamdu senalar olsun.

Kerametlerin sabit olduğuna delil teşkil edecek mahiyette varid olmuş hadislere gelince: Bunlardan birisi Buhârî'nin kaydettiği, Ebû Hüreyre'den gelen bir rivâyettir. Ebû Hüreyre dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) on kişilik bir seriyye'yi (düşmanı) gözetlemek üzere gönderdi. Onların başlarınada Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)ın oğlu, Âsım'ın dedesi olan Âsım b. Sabit el-Ensarî'yi Âsım b. Sabit, Âsım b. Ömer in dayımıdır; dedesi değildir, (Hkz. İbn Hâcer. Fethu'l-Bârî, VII, 361) emir tayin etti. Usfân ile Mekke arasında bir yer olan el-Hed'e'ye kadar yol aldılar.

Orada bulundukları bir sırada Lihyânoğulları diye anılan Huzeyllilerden bir takım kimselere kendilerinden söz edildi. Lihyânoğulları hepsi de iyi ok atıcısı olan ikiyüz kişi dolaylarında bir süvari birliği ile üzerlerine gittiler, izlerini takip ettiler. Sonunda (seriyyedekilerin) Medine'den azık olarak beraberlerinde aldıkları, yedikleri hurma artıklarını buldukları bir yere kadar gittiler. Bunun üzerine: Bu Yesrib hurmasıdır, diyerek izlerini takip etmeye devam ettiler. Âsım ve beraberindekiler onları görünce Fedfed diye bilinen yüksekçe bir tepeye sığındılar. Gelen süvariler etraflarını kuşattı ve onlara; İnin, bize teslim olun. Sizden hiçbir kimseyi öldürmeyeceğimize dair söz ve teminat veriyoruz, yemin ediyoruz, dediler. Seriyyenin kumandanı Âsım b. Sabit dedi ki: Allah'a yemin ederim ki ben bugün bir kâfirin himayesine sığınarak buradan inmeyeceğim. Allah'ım sen bizim durumumuzu peygamberine haber ver. Lihyanoğullarından olan okçular, ok atmaya başladılar ve yedi ok ile Âsım'ı öldürdüler. Onlardan üç kişi söz ve ahidlerine güvenerek indiler. Bu üç, kişi ensardan olan Hubeyb, İbnu'd-Desinne ve bir başka kişi idi. Onları ellerine geçirdikten sonra yaylarının kirişlerini çözüp, onları bağladılar. Üçüncü kişi: İşte bu, verilen sözü bozan ilk harekettir. Allah'a yemin ederim, ben sizinle birlikte olmam. -Şehid edilenleri kastederek- Bunlar bana örnektir, dedi. Beraberlerinde götürmek üzere, onu çekip sürüklemek istedilerse de kabul etmedi ve sonunda onu da öldürdüler.

Hubeyb ve İbnu'd-Desinne'yi beraberlerinde götürdüler ve Bedir vakasından sonra bunları Mekke'de sattılar. Hubeyb'i, Haris b. Âmir b. Nevfel b. Abdimenafoğulları satın aldı. Bedir günü Haris b. Amir'i öldüren, Hubeyb idi. Hubeyb yanlarında esir kaldı.

Ubeydullah b. İyad'ın dediğine göre, Haris'in kızı kendisine şunu anlatmış: "Onu (öldürmek üzere) karar verdikleri için Haris'in kızından (etek) traşı olmak üzere bir ustura istedi, O da bu usturayı ona verdi. Farkında olmadığım bir sırada, onun yanına gitmiş bulunan oğlumu aldı. Kadın dedi ki: Ustura elinde bulunduğu halde oğlumu baldırının üstünde oturtmuş olduğunu gördüm. Öyle bir dehşete kapıldım ki korktuğumu Hubeyb de yüzümden anlamıştı. Onu öldüreceğimden mi korkuyorsun? Asla böyle bir şey yapacak değilim, dedi. Haris'in kızı der ki: Allah'a yemin ederim, Hubeyb'ten daha hayırlı hiçbir esir görmüş değilim. Allah'a yemin ederim, bir gün elinde bir üzüm salkımı bulunduğunu ve ondan yemekte olduğunu gördüm. Bu sırada kendisi zincirlere bağlı idi ve Mekke'de de meyva namına bir şey yoktu. Haris'in kızı derdi ki: Hiç şüphesiz o yüce Allah'ın Hubeyb'e gönderdiği bir rızıktı. Hubeyb'i öldürmek üzere onu Harem'in dışına çıkarttıkları vakit, Hubeyb onlara: Bırakın iki rek'at namaz kılayım, dedi. İki rek'at namaz kılmasına müsaade ettiler, Sonra dedi ki: Eğer benim ölümden korktuğumu zannetmeyecek olsaydınız daha da kılardım.

Sonra şöyle dua etti: "Allah'ım onların hepsini tek tek tesbit etmişsindir. Onların herbirisini lâyık olduğu şekliyle arka arkaya öldür. Onlardan geriye kimseyi bırakma." Daha sonra da dedi ki:

"Müslüman olarak öldürüldükten sonra aldırış etmem,

Allah yolunda hangi yanıma düşüp öldüğüme.

Bu ölüm Allah için olmuşsa eğer, dilerse O;

Azaları parça parça edilmiş bir vücudun eklemlerini mübarek kılar."

Harisoğulları -sonra- onu öldürdüler.

Bu şekilde idam edilen herbir müslüman için iki rek'at namaz kılma sünnetini ilk başlatan Hubeyb oldu.

Yüce Allah öldürüldüğü günü Âsım'ın duasını kabul buyurdu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabına onların durumları ve karşı karşıya kaldıkları haller haber verildi.

Âsım'ın Öldürüldüğü kendilerine haber verilen Kureyş kâfirlerinden bazıları ona ait olduğunu bilecekleri vücudundan bir parça getirsinler diye bir takım şâhıslar gönderdiler. Çünkü Âsım, Bedir günü onların ileri gelenlerinden birisini öldürmüştü. Yüce Allah Âsım'ın üzerine âdeta bir gölge, bir bulut gibi eşek arısı sürüsü gönderdi ve arılar Kureyş'in gönderdikleri adamlara karşı Âsım'ı korudular, onun etinden bir parça kesme imkânını bulamadılar. Buhârî, Cihâd 170, Meğâzî, 10, 28; Müsned, II, 294, 3U.

İbn İshâk bu kıssa ile ilgili olarak der ki: Âsım b. Sabit öldürüldüğünde Kuzeyli iler, Sa'd b. Şubeydin kızı Sülâfe'ye salmak maksadıyla onun başını almak istediler. Çünkü Sülâfe'nin, Uhud'da iki oğlu öldürülünce; eğer onun başını eline geçirecek olursa kafatası ile şarap içeceğine dair adak adamıştı. Aneak gönderilen arılar onun kafasını almalarına imkan vermemişti.

Bu arılar onlara engel olunca kendi aralarında: Akşam oluncaya kadar ona ilişmeyin, dediler. Akşam olunca arılar yanından uzaklaşacak, biz de kafasını alırız. Daha sonra yüce Allah vadide bir sel baskını gönderdi, bu sel Âsım'ı alıp gitti. Âsım yüce Allah'a hiçbir müşrike el cleğdirmemek ve hayatta kaldığı sürece hiçbir müşrikin kendisine elinin dokunmasına imkân vermemek üzere söz vermişti. Yüce Allah da hayatında kabul etmediği bu işi vefatından suma da engelledi.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın tek başına gözcü olarak gönderdiği Amr b. Ümeyye ed-DaınıTden şöyle dediği nakledilmektedir: Hubeyb'in idam edildiği dar ağacının yanına vardım, üzerine çıktım. Bununla birlikte çevredeki gözcülerden korkuyordum, hemen onu çözdüm, yere düştü. Sonra aşağı indim, bir süre bekledim. Ona doğru baktım, âdeta yer onu yutmuştu.

Bir başka rivâyette şöyle denilmektedir: Şu ana kadar biz Hubeyb'in cesedinin ne olduğunu bilmiyoruz. Bunu Beyhakî zikretmiştir.

11-Velilik Mal-Mülk Sahibi Olmaya Engel midir?

Veli olan bir kimsenin kendisi ile malını ve bakmakla yükümlü olduğu çoluk-çocuğunu koruyacağı şekilde mal-mülk sahibi olması kabul edilmeyecek bir şey değildir. Hem veli, hem de fazilet sahibi olmakla birlikte Ashab-ı Kiram'ın mallarının bulunmuş olması bize yeterlidir. Onlar başkalarına karşı delildir. Müslim'in, Sahih'indeki rivâyete göre Ebû Hüreyre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Bir adam geniş düzlük bir arazide bulunuyorken, bir bulut içerisinde: Filanın bahçesini sula! diye bir ses işitti. Bunun üzerine bu bulut o tarafa doğru çekildi ve sularını kara taşlık bir yere boşalttı. Oradaki su yataklarından birisi bu suyun tamamını içine aldı. Adam bu suyu takip etti. Elindeki çapası ile suyu bir tarafa doğru yönlendiren, bahçesinde dikilmiş bir adam gördü. Ey Allah'ın kulu, dedi, senin adın ne? Adam, bu soruyu soranın bulutta işitmiş olduğu sesin zikrettiği ismi vererek filandır, dedi. Sonra da soruyu sorana: "Ey Allah'ın kulu, benim adımı ne diye sordun" deyince, şu cevabı verdi: Ben şu suyu akıtan bulut içerisinde senin ismini zikrederek filanın bahçesini sula, diyen bir ses işittim. Sen bu bahçeyi (mahsulünü) ne yapıyorsun! Adam dedi ki: Madem böyle diyorsun, sana söyleyeyim. Ben bu bahçeden aldığım mahsule bakarım, üçte birini sadaka olarak veririm. Üçte birini ben ve geçindirmekle yükümlü olduğum çoluk-çocuğumla yeriz. Geri kalan üçte birini tekrar bu bahçeye (tohum olarak) geri iade ederim." Bir rivâyette de şöyle denilmektedir: "Üçte birini yoksullara, dilencilere ve yolculara ayırırım." Müslim, Zuhd 45, Müsned, II. 296

Derim ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şu hadisi buna aykırı değildir: "Sizler gelir getirecek mal-mülk, ticaret edinmeyiniz. O takdirde dünyaya meyledersiniz." Bu hadisi Tirmizî, İbn Mes'ûd'dan gelen rivâyet yoluyla kaydetmiş olup hakkında: Hasen bir hadistir, demiştiradıyallahü anh) Bu hadis, daha çok mal ile başkalarına karşı öğünmek, daha çok nimetlere gömülmek ve dünyanın süs ve güzellikleriyle daha çok yararlanmak isteyen kimseler hakkında yorumlanır. Çeşitli gelir kaynaklarını, dinini ve geçindirmekle yükümlü olduğu kimseleri korumak, geçim sağlamak maksadıyla edinen kimselere gelince; bu niyetle geçim kaynaklarına sahip olmak, en faziletli amellerdendir. Bu gibi mallar da en faziletli mallardandır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)da şöyle buyurmuştur: "Salih olan mal, salih olan kişiye ne güzel de yakışır." el-Azm, es-Sirâci't-Munir Şerhu'l-Camii's-Sağir, III, 418 (.3) Müsned, IV, 197. 202.

İnsanlar, evliyanın kerametleri ile ilgili çokça söz söylemişlerdir. Bizim burada açıkladıklarımız yeterlidir. Doğru yolu izleme başarısını veren Allah'tır.

12- İcare Akdinin Hükmü:

Yüce Allah'ın:

"Dileseydin elbet buna karşılık bir ücret alırdın" âyetinde icare akdinin câiz olduğuna ve sahih oluşuna delil vardır. îcare ileride yüce Allah'ın izniyle el-Kasas Sûresi'nde (28/23-28. âyetler, 12. başlık ve devamında) da geleceği üzere peygamberlerin ve velilerin sünnetidir.

Cumhûr; Elbette... ücret alırdın" diye okurken Ebû Amr diye okumuştur. Bu da İbn Mes'ûd, el-Hasen ve Katâde'nin okuyuşudur. Her iki okuyuş aynı kökten gelen, aynı anlamda iki ayrı söyleyiştir. Bu da; "Tabi oldu, takva sahibi oldu" demeye benzer.

Bazı kıraat âlimleri "zel" harfini "te"ye idğam ederken, bazıları da idğam etmemişlerdir.

Ubey b. Ka'b'ın naklettiği hadiste; "Dileseydin, sana ücret vermelerini isteyebilirdin" denilmektedir,

Bu ifade Mûsa (aleyhisselâm) tarafından itiraz olsun diye değil, teklif suretinde bir soru şeklinde söylenmiştir. Bunun üzerine Hızır, ona: "Dedi ki: İşte bu" senin kendin için koşmuş olduğun şart gereğince "ayrılışimizdir." Onun "benimle senin" ifadelerini tekrarlayarak "ikimizin" demeyişi te'kid manasını ihtiva etsin diyedir. Sîbeveyh der ki: Nitekim, Allah benden ve senden kim yalanaysa onu rezil etsin, sözünün bizden kim yalancıysa... anlamında kullanılması da böyledir.

İbn Abbâs der ki: Gemide ve çocuk hakkında Mûsa'nın söyledikleri Allah içindi. Duvar ile ilgili olarak söylediği sözler ise bir kısım dünyalığa talip olmak maksadıyla kendisi içindi. İşte ayrılışın sebebi bu olmuştur.

Vehb b. Münebbih der ki: Bu duvarın yüksekliği altıyüz arşın idi.

78

O da dedi ki: "İşte bu benimle, senin ayrılışımızdır. Dayanamadığın şeylerin İç yüzünü sana haber vereyim...

13- Yapılan İşlerin Akıbeti:

"Dayanamadığın şeylerin iç yüzünü sana haber vereyim" âyetinde geçen "te'vil: işin iç yüzünü bildirmek" bir şeyin sonu, akıbeti demektir. Yani ona: Ben sana yaptıklarımı, ne diye yaptığımı haber vereyim, dedi.

Mûsa ile Hızır (İkisine de selâm olsun)ın başından geçen olaylar ile ilgili bu âyetlerin tefsiri hakkında denildi ki: Bunlar bir taraftan Mûsa (aleyhisselâm)a karşı bir delildi, bir taraftan da onun bu tutumunun hayret edilecek olduğunu ifade eder. Şöyle ki; Geminin delinmesine tepki gösterince ona şöyle seslenildi: Ey Mûsa, sen o sandukada denize atılmış iken ne haldeydin, şimdi bu tedbirin ne oluyor? Çocuğun öldürülmesini tepkiyle karşılayınca ona şöyle denildi: Sen Kıpti'ye bir yumruk vurup onu öldürürken nerdeydin? Senin bu tepkin ne oluyor? Duvarın doğrultuluvermesine karşı çıkınca da ona şöyle seslenildi: Senin Şuayb'ın kızları yerine kuyunun üzerindeki taşı ücretsiz olarak kaldırman neydi? Buna niye itiraz ediyorsun?

79

"O gemi denizde çalışan yoksullarındı. Ben onu kusurlu yapmak istedim. Çünkü arkalarında her (sağlam) gemiyi zorla gasbeden bir hükümdar vardı.

"O gemi denizde çalışan yoksullarındı" âyetini: "Miskin (yoksul) fakirden daha iyi durumdadır" diyenler bu görüşlerine delil göstermişlerdir. Bu anlamdaki açıklamalar yeteri kadar et-Tevbe Sûresi'nde (9/60. âyet, 2. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

Şöyle de denilmiştir: Bunlar aslında ticaretle uğraşan kimselerdi. Fakat az bir malla denizin ortasında yolculuk yaptıkları ve belli bir duruma karşı kendilerini korumaktan yana zayıf düşmüş oldukları için, onlar hakkında "miskinler (yoksullar) tabiri kullanılmıştır. Zira içinde bulundukları bu hat sebebiyle onlar şefkate muhtaç kimselerdi, Bu açıklama senin dehşete yahut zor bir duruma düşmüş, zengin bir kimseye: Miskin (zavallı) demene benzer.

Ka'b ve başkaları derler ki: Bu gemi on tane yoksul kardeşe babalarından miras kalmıştı. Bunların beşi kötürüm, beşi de denizde çalışıyorlardı,

Şöyle de denilmiştir: Bunlar yedi kişi idiler. Bunların her birisinin ötekinden farklı bir kötürümlüğü vardı. en-Nekkâş bunların sakatlıklarının ismini da zikretmektedir. Bunlardan çalışanlardan birisi cüzzamlı, diğerinin bir gözü kör, üçüncüleri topal, dördüncülerinin hayaları şişkin, beşincileri ve aynı zamanda en küçükleri olanları hiçbir şekilde ateşi düşmeyen devamlı hummalı birisi idi. Çalışamayan beş kişiye gelince, bunların birisi kör, birisi sağır, birisi dilsiz, birisi yatalak, diğeri de deli idi. Çalıştıkları deniz de Fars ve Rum ülkeleri arasında bir denizdi. Bunları es-Sa'lebî nakletmiştir.

Bazıları 'Yoksullar" anlamına gelen "mesakin" kelimesini "sin" harfini şeddeli olarak; diye okumuşlardır. Bu hususta görüş ayrılığı vardır. Bunun gemi tayfaları anlamına geldiği söylenmiştir. Çünkü "messâk" geminin dümenini tutan kimseye denilir. Bütün gemi hizmetleri için elverişli ve uygundur. O bakımdan hepsine birden "messâkîn" ismi verilmiştir.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: "Messâkîn" (deri demek olan) meşk tabaklayıcılığı işiyle uğraşanlar, demektir.

Ancak daha güçlü delile dayanan okuyuş şekli "miskin" kelimesinin çoğulu olarak "mesâkîn: yoksullar" okuyuşudur. Bunun da anlamı şudur: Gemi kendilerine şefkat duyulması gereken zayıf, güçsüz bir topluluğa ait idi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Ben onu kusurlu yapmak istedim." Onu ayıplı kılmak istedim, "O şeyi ayıplı, kusurlu kıldım" demektir. Kusurlu olan şeye de; ile denilir.

"Çünkü arkalarında her (sağlam) gemiyi zorla gasbeden bir hükümdar vardı" (diye meali verilen) bu âyeti İbn Abbâs ve İbn Cübeyr "Sağlam" kelimesi ziyadesiyle okumuşlardır. Aynı şekilde İbn Abbâs ve Osman b. Affan'ın da; "Sağlam, kusursuz" ilavesiyle okudukları nakledilmiştir.

(.......) kelimesi asıl anlamı itibariyle: "Arkasında" demektir. Bazı müfessirler derler ki: Bu hükümdar onların arkalarında idi ve ona döneceklerdi. Çoğunluk ise bu kelimenin orada gidecekleri yerde, Önlerinde anlamında olduğunu kabul etmektedirler. İbn Abbâs ve İbn Cübeyr'in bunu:

"Onların önlerinde sağlam her bir gemiyi gasbederek alan bir hükümdar vardı" şeklindeki kıraatleri bunu desteklemektedir,

İbn Atiyye der ki:

"Arkalarında" kelimesi kanaatimce asıl manası üzeredir. Çünkü bu gibi lâfızlar zaman göz önünde bulundurularak kullanslır. Şöyle ki: Daha önceden meydana gelmiş, var olmuş olan bir olay, emam (ön, önce)dir. Ondan sonra gelen olay ise arkadır, o da geriye kalan demektir. Bu ise ilk anda anlaşılan manadan farklı bir manadır. Bundan dolayı bu gibi lâfızları geçtikleri yerde iyice düşünecek olursak bu kaidenin sürekli uygulama alanı bulduğunu görebiliriz. Buna göre bu âyet-i kerimenin manası şudur: Bunların yaptıkları bu işlerinden sonra zaman itibariyle bu hükümdarın gasb etmesi olayı gelir. "Önlerinde" diye okuyanlar ise bununla mekânı kastetmişlerdir. Yani sanki onlar belli bir yere gidiyorlarmış (ve orada bu gasb olayı cereyan edecekmiş) gibi bir manaya gelir, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Namaz önündedir (ileride kılınacaktır)" Hadis, Hazret-i Peygamber in hacda akşam ile yatsı namazlarını bir arada (cem ile) kılması ile ilgilidir. Buhârî, Hacc 95; Müslim, Hacc 276; Ebû Dâvûd, Hacc 63; İbn Mâce, Menâsik 59 v,s... hadisinde de mekân itibariyle önü kastetmektedir. Yoksa onların içinde bulundukları (ve bu sözün söylendiği) o vakit zaman itibariyle namazın önünde (öncesinde) idi, Bu açıklamayı iyice düşününüz. Böyle bir açıklama bu konudaki lâfız karışıklıklarından yana rahata kavuşturur, Taberî'nin Kitab'ında Katade'den

"arkalarında... bir hükümdar vardı" âyeti ile ilgili olarak şöyle dediği nakledilmektedir: Bu, önlerinde demektir. Nitekim yüce Allah'ın:

"Arkalarında cehennem vardır. "(el-Câsiye, 45/10) Halbuki cehennem onların önlerinde bulunmaktadır. Bu açıklama sağlıklı bir açıklama değildir. Esasen bu el-Hasen b. el-Hasen'in kızmasına sebeb teşkil eden Arapçanın fesahatine uygun olmayan açıklama şekilleridir. Bunu ez-Zeccâc söylemiştir.

Derim ki: Bu İmâmın tercih ettiği bu görüşü daha önceden İbn Arafe de ifade etmiştir, el-Herevî der ki: İbn Arafe dedi ki: Kişi soruyor: İleride önünde olduğu halde nasıl olur da "arkasından" demektedir? Ebû Ubeyd ile Ebû Ali Kutrub'un iddialarına göre bu kelime ezdad (zıd anlamlılardandır. Ve burada "verâ (arka)" "kuddâm (ön)" anlamındadır. Ancak bu bir sonuç vermez. Çünkü "emâm" kelimesinin "vera" kelimesinin zıddı olması zaman ile ilgili anlatımlarda uygun düşmektedir. Mesela bir adam Receb ayında, Ramazan ayında gerçekleştirmek üzere sana bir vaatte bulunacak olur da sonra da: "Daha senin arkanda -önünde olsa dahi- Şa'ban da vardır" diyecek olsa bu uygun bir ifadedir. Çünkü Şa'ban, Ramazan ayına yakınlaştırıcı ve Recebin yerine geçen bir zamandır. Bu görüşe aynı şekilde el-Kûşeyrî de işaret etmiş ve şöyle demiştir: Bu ifade vakitler, zamanlar ile ilgili bu şekilde kullanılabilir. Yoksa mekân itibariyle senin arkanda bulunan bir kişi hakkında; önündedir denilmez. el-Ferrâ' der ki: Ondan başkaları bunu câiz kabul etmişlerdir. Gerek el-Feırâ’nın Meânî'l-Kur'ân adlı eserine, gerekse Kurtubî'nin el-Ferrâ''nın kanaatlerini genellikle naklettiği kaynak olan en-Nehhâs'ın İ'râbu'l-Kur'ân'ına baktığımız halde, el-Ferrâ''nın: "o'- demekte kimi kastettiğini teshil edemedik. Gemide bulunanlar bu hükümdarın durumunu bitmiyorlardı. Yüce Allah bu durumu Hızır'a bildirince o da gemide böyle bir kusur meydana getirdi. Bunu ez-Zeccâc da nakletmektedir,

el-Maverdî der ki: "Verâ" kelimesinin "emam" kelimesi yerine kullanılması hususunda Arap dilbilginlerinin üç ayrı görüşü vardır:

1- Her durum ve her mekânda kullanılması mümkündür, zıt anlamlı kelimelerdendir. Nitekim Allah:

"Arkalarında (verâ) cehennem vardır." (el-Câsiye, 45/10) âyetinde: "Önlerinde" anlamındadır. Şair şöyle demektedir:

"Mervânoğulları benim dinleyip itaat edeceğimi mi umar?

Hem benim kavmim Temim'dir ve uçsuz bucaksız çöller de arkam (verâ)dadır."

Bununla: Önümde demek istemiştir.

2- Verâ kelimesi zaman ile ilgili anlatımlarda emam (ön) yerine kullanılır. Çünkü insan bu zamanları aşıp geçer ve onun arkasında kalmış olurlar. Başka yerde bu şekilde kullanımı mümkün değildir.

3- Karşılıklı ve biri diğerinin arkasında bulunan, yüzü arkası bulunmayan iki taşta olduğu gibi cisimlerde kullanılabilir, başkaları hakkında kullanılamaz. Bu Ali b. Îsa'nın görüşüdür.

Sözü edilen hükümdarın ismi hakkında farklı görüşler vardır. Adının Huded b. Buded olduğu söylendiği gibi el-Cdendî olduğu da söylenmiştir ki bunu da es-Süheyll ifade etmiştir. Buhârî gasb yoluyla herbir gemiyi alan bu hükümdarın ismini zikrederek bu kişi Huded b. Buded idi, demektedir. Buhârî, Tefsir 18. sûre 3 Öldürülen çocuğun ismi ise Ceysur'du. Biz ismini Yezid el-Mervezî'nin rivâyetinden el-Camî'de böylece kaydettik. Bundan başka bir rivâyette ise -ha harfi ile- Haysûr'dur. Bendeki kitabın haşiyesinde üçüncü bir rivâyet daha vardır ki o da Haysûn'dur. Uk. İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, VİN, 274 Bu hükümdar güzel ve iyi olan herbir gemiyi gasbedip müsadere ediyordu. İşte Hızır'ın bu gemiyi kusurlu kılıp, delmesinin sebebi budur.

Bu uygulamadan, maslahatın yönü muhakkak olarak bilindiği takdirde mesâlih ile amel edilebileceğine dair bir fıkhî hüküm anlaşılmaktadır. Aynı şekilde bir bölümünü ifsad etmek suretiyle malın tamamını ıslah etmenin câiz olduğu da anlaşılmaktadır ki; az önce geçmiş bulunmaktadır.

Müslim'in, Sahih'inde geminin delinmesindeki hikmet şu sözlerle açıklanmaktadır: Nihayet karşılıksız olarak gemileri gasb eden kişi gelince onun delinmiş olduğunu gördü ve ona ilişmeden geçip, gitti. Sonra da bir tahta parçasıyla onu düzelttiler... Müslim, Fetlâil 172

Bu kıssadan zorluk ve sıkıntılara sabretmenin teşvik edildiği anlaşılmaktadır. Böyle hoşlanılmayan bu gibi hallerin kapsamında nice faydalar vardır. Nitekim yüce Allah'ın:

"Bazen hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur" (el-Bakara, 2/216) âyetinin anlamı da budur.

80

"Erkek çocuğa gelince, annesi de, babası da mü’min kimselerdi. Bunun anne-babasına azgınlık ve nankörlük ederek onları sıkıntıya sokmasından endişe ettik.

"Erkek çocuğa gelince annesi, babası da mü’min kimselerdi" âyeti ile ilgili olarak sahih hadiste şöyle denilmektedir: "Bu çocuk hakkında mühür basıldığı zaman o kâfir olarak mühürlenmişti" denilmektedir Bu şekliyle: Müslim, Fedâil 172; Müsned. V, 119; Buhârî, Enbiyâ 27, Tefsir 18 sûre 2, 3, 4 ile Müsned, V, 120de: "Çocuğa gelince o kâfir idi" anlamında

Bu İfadenin zahiri onun baliğ olmadığı görüşünü desteklemektedir. Bununla birlikte baliğ olmakla beraber ona dair verilmiş bir haber olma ihtimali de vardır, daha önce geçmiş bulunmaktadır.

"Bunun anne-babasına azgınlık ve nankörlük ederek, onları sıkıntıya sokmasından endişe ettik" âyeti ile ilgili olarak; bu sözlerin Hızır (aleyhisselâm)ın sözleri olduğu söylenmiştir. İfadelerin akışı da buna tanıklık etmektedir. Pek çok müfessir de bu görüştedir. Yani bizler bu çocuğun azgınlık ve nankörlük ederek, -anne-babasını zorluğa ve sıkıntılara düşürmesinden korktuk. Yüce Allah bu gibi hal ve maksatlarla insanları öldürmek hususunda içtihatta bulunmayı ona mubah kılmıştı.

Bu âyetlerin yüce Allah'ın buyrukları olduğu ve Hızır'ın da onun âyetini ifadelendirmiş olduğu da söylenmiştir. Taberî der ki: Bu ("endişe ettik" ifadesi) "Bildik" demektir. İbn Abbâs da böyle demiş ve: Bildik demektir, diye açıklamıştır, Bu ise yüce Allah'ın:

"Allah'ın sınırlarını koruyamayacaklarından korkarlarsa" (el-Bakara, 2/229) âyetinde bilmeyi "havf (korkmak)" diye ifadelendirmesine benzemektedir,

Ubeyy'in: "Rabbin...bildi" diye okumuş olduğu rivâyet edilmiştir

Buradaki "endişe (haşyet)" in mekruh görmek, hoşlanmamak anlamına geldiği de söylenmiştir. Mesela birbirleriyle kavga ederler korkusuyla, onları birbirinden ayırdım derken, bu işten hoşlanmadığım, istemediğim için bunu yaptım, demek istenir.

İbn Atiyye der ki: Bu yorumun en güçlü açıklaması -lâfız buna uygun görülmemekle birlikte- ifadenin istiare olduğudur. Yani bu, yaratıkların ve muhatabların zannına göre böyledir: Eğer onlar o çocuğun halini bilmiş olsalardı anne ve babasını sıkıntıya sokacağından korkarlardı. İbn Mes'ûd da; " Rabbin korktu" diye okumuştur ki burada istiare olduğu apaçıktır. Bu da Kur'ân-ı Kerîm'de yüce Allah hakkında kullanılan "belki, olur ki, umulur ki" anlamındaki tabirlere benzemektedir. Yüce Allah’ın bu gibi umutlandıran âyetlerinin kesin vaad anlamında olduğuna işaret etmektedir. Bütün bunlardaki umutlandırıcı ifadeler, beklentiler, korku ve endişe ihtimalleri, ey muhataplar- sizin kendi durumunuza göredir.

"Onları sıkıntıya sokmasından" âyeti onlara zora koşmasından, ağır yükümlülüklerle karşı karşıya bırakmasından... endişe ettik, demektir. Yani onların çocuklarına karşı duydukları sevgi, arkasından gitmelerine sebeb teşkil edecek, ikisi de sapacak ve onun dininin yolunu tutacaklardı, demektir.

81

"Bu bakımdan, Rabbinin onlara bunun yerine daha temiz ve hayırlısını ve daha merhametlisini vermesini diledik.

"Bu bakımdan Rabbinin onlara bunun yerine daha temiz... vermesini diledik" âyetinde

"bunun yerine" anlamındaki lâfzını Cumhûr "be': harfini üstün, "dal" harfini de şeddeli okumuştur. Âsım ise "be" harfini sakin, "dal" harfini de şeddesiz okumuştur. Allah'ın onları bir evlat ihsan edip bağışlamasını diledik, demektir.

"Daha temiz ve hayırlısını" âyeti da daha temiz bir dine sahip ve salah sahibi birisini vermesini diledik, demektir. Burada: "Yerine vermek, değiştirmek" fiili; şeklindeki kullanımı ile aynı manayadır. (Cumhûrun okuyuşu birinci şekilden, Âsım'in okuyuşu da ikinci şekildendir.) Nitekim; " Mühlet verdi, indirdi"; fiillerinde ve benzerlerinde de durum böyledir.

"Ve daha merhametlisini" âyetini İbn Abbâs "ha" harfini (sakin değil) ötreli olarak okumuştur. Şair der ki:

"Kendisinden yumuşaklık ve merhamet görülen

Bir kıza nasıl zulmedilebilir!"

Diğerleri ise bu harfi sakin olarak okumuştur. Ru'be b. el-Accac'ın şu beyitinde de böyle kullanılmıştır;

"Ey rahmeti İdris'e indiren,

Ve ey laneti iblis'e indiren."

Ebû Amr'dan ise farklı rivâyetler gelmiştir.

"Merhamet" kelimesi,

"Temiz ve hayırlı" kelimesine atfedilmiştir. Sonundaki "elif" te'nis içindir. Müzekkeri "elif'siz olarak; şeklinde gelir.

Burada "ruhm"ın "rahim (akrabalık bağı)" anlamına geldiği de söylenmiştir. İbn Abbâs da bu âyeti; "Akrabalık bağını daha bir gözeten Ebû Dâvûd, Vesâyâ 9 diye okumuştur.

Aynı şekilde: "Daha temiz" yerine: şeklinde okumuştur.

İbn Cübeyr ve İbn Cüreyc'den nakledildiğine göre; o çocukları yerine o anne ve babaya bir kız çocuk verildi. el-Kelbî der ki: Bu kız çocukla peygamberlerden birisi evlendi ve o kızın da bir peygamber oğlu oldu. Yüce Allah onun vasıtası ile ümmetlerden birisine hidâyet verdi. Katade, oniki peygamber doğurdu, demiştir. Yine İbn Cüreyc'ten nakledildiğine göre çocuğun annesi çocuk öldürüldüğügünü müslüman olacak bir çocuğa hamile idi. Öldürülen ise kâfirdi.

İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre annesi bir kız çocuğu doğurdu. O da bir peygamber doğurdu.

Bir rivâyette de yüce Allah o anne ve babaya o çocuklarının yerine yetmiş peygamber doğuran bir kız çocuğu verdi. Ca'fer b. Muhammed de bunu babasından nakletmiştir.

İlim adamlarımız derler ki: Bu uzak bir ihtimaldir. İsrailoğulları dışındaki ümmetler arasında pek çok peygamber gönderildiği bilinmemektedir. Bu kadın da İsrailoğullarından değildi,

Bu âyet-i kerimeden şu anlaşılmaktadır: Çocuklar her ne kadar insan ciğerinin bir parçası ise de onları yitirmek musibeti böylelikle hafifletilmiş olur. Esasen kaza ve kadere teslim olan kimsenin akıbeti aydınlıktır.

Katade der ki: O çocukları doğduğunda anne-babası sevinmişti. Öldürüldüğünde de onun için üzülmüşlerdi. Ama hayatta kalmış olsaydı, onların helâk olmalarına sebeb olacaktı. O bakımdan herkese düşen yüce Allah'ın kazasına rıza göstermektir. Şüphesiz ki yüce Allah'ın, mü’minler hakkındaki hoşlarına gitmeyen takdiri, sevdikleri şekildeki takdirlerinden onlar için daha hayırlıdır.

82

"O duvara gelince; şehirdeki iki yetim erkek çocuğundu. Altında da onlara ait bir define vardı. Babaları salih bir kimseydi. Bu sebeble, Rabbin ikisinin de rüştlerine ermelerini ve -Rabbinden bir rahmet olmak üzere- definelerini çıkarmalarını diledi. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte senin tahammül gösteremediğin şeylerin İç yüzü budur."

"O duvara gelince şehirdeki İki yetim erkek çocuğundu." Bu iki çocuk yaşça küçük idiler. Bunu onları

"yetim" olmakla nitelendirmiş olması karinesinden anlamaktayız. Bu çocukların İsimleri Asram ve Surâym idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Baliğ olduktan sonra yetimlik söz konusu değildir" diye buyurmuştur. Kuvvetli (zahir) olan görüş budur. Eğer yetim idilerse, onlara şefkat duymak anlamıyla baliğ olduktan sonra da yetimlik vasfını taşımaya devam etmeleri ihtimali de vardır.

İnsanlar hakkında yetimliğin babayı kaybetmek ile, onların dışındaki canlılarda ise annenin kaybedilmesiyle söz konusu olacağına dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/83- âyet 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır,

"Şehirde (Medine)" âyeti da kasabaya (el-karyeye) medine denilebileceğine delil vardır. "Ben diğer kasabaları (el-kura) yiyen bir kasaba(ya hicret etmek) ile emrolundum." Buhâri Fedailu'l-Medine 2; Müslim, Hacc 488; Muvatta’, Medine 5; Müsned, II, 537. hadisinde de karye (kasaba) medîne (şehir) anlamında kullanılmıştır. Hicret hadisinde de: "Sen kimlere aitsin (kimlerdensin)" diye soruya muhatap olan adam, Mekke'yi kastederek: "Ben, medine ahalisindenim" demiştir.

"Altında da onlara ait bir define vardı." İnsanlar bu define hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İkrime ve Katade derler ki: Bu pek çok miktarda bir mal idi. Define (kenz) adından anlaşılan budur. Çünkü kenz sözlükte bir araya toplanıp getirilmiş mal demektir. Buna dair açıklamalar da daha önceden (et-Tevbe, 9/34. âyet 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

İbn Abbâs der ki: Bu yerin altına gömülmüş bir sahifedeki bir bilgi idi. Yine ondan şöyle dediği nakledilmiştir: Bu üzerinde: Bismillahirrahmanirrahîm. Kadere îman eden kimsenin nasıl üzüldüğüne hayret ederim. Rızka îman eden kimsenin nasıl çalışıp didindiğine şaşarım. Ölüme inanan bir kimsenin nasıl sevindiğine şaşarım. Hesaba inanan bir kimsenin nasıl gaflete düştüğüne şaşarım. Dünyaya ve dünyanın, dünyada yaşayanların hallerinin değişip durmasına inanan kimsenin, yine dünyaya rahat ve huzur içerisinde meyledişine şaşarım. Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur, Muhammed Allah'ın Rasûludür, yazılı, altından bir levha idi.

Buna yakın bir rivâyet İkrime'den ve Ğufra'nın azatlı kölesi Ömer'den de rivâyet edilmiştir. Ayrıca Osman b. Affan bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan rivâyet etmiştir.

"Babaları salih bir kimse idi" lâfzının zahirinden ve ilk olarak hatıra gelen manadan anlaşıldığına göre bu onların Öz, en yakın babalarıdır. Yedinci babaları olduğu da söylenmiştir. Bu Ca'fer b. Muhammed'in görüşüdür. Onuncu göbekten babaları olduğu da söylenmiştir. Bu atalarının salihliğinden söz edilmiyor olmakla birlikte, onun salihliği sebebiyle bu çocukları korunmuş idi. Bunun ismi Kâşih'di. Bu açıklama Mukâtil 'e aittir. Annelerinin ismi da Dinyâ idi. Bunu da en-Nekkaş zikretmiştir.

Bu âyette yüce Allah'ın salih olan bir kimseyi bizzat koruduğu gibi, ondan neseb itibariyle uzaklarda bulunan çocuklarını, torunlarını dahi koruyacağına delil vardır. Yüce Allah'ın, salih bir kimse dolayısıyla soyundan yedi kişiyi muhafaza edeceğine dair rivâyet nakledilmiştir: Yüce Allah'ın:

"Benim velim o kitabı indiren Allah'tır ve o salihleri veli edinir." (el-A'raf, 7/196) âyeti da buna delildir.

Yüce Allah'ın:

"Ben bunları kendiliğimden yapmadım" âyeti Hızır'ın bir nebi olmasını gerektirmektedir. Bu konudaki görüş ayrılığı önceden geçmiştir.

"İşte senin tahammül gösteremediğin şeylerin iç yüzü" yani açıklaması

"budur."

"Tahammül gösteremediğin" âyetini bir kesini; şeklinde "sin"den sonra "te" ile okumuşlardır. Cumhûr ise "te"siz olarak; iye okumuştur. Ebû Hatim der ki: Mushaf ların hattında olduğu gibi biz de böyle okuruz.

Burada açıklığa kavuşturulması gereken beş husus vardır:

1- Mûsa'nın Beraberindeki Delikanlıdan Söz Edilmeme Sebebi:

Bu âyetlerin başında da sonunda da Mûsa'nın beraberindeki genç adamdan hiç söz edildiğini duymadık diye soran birisine şöyle cevap verilir: Bu hususta görüş ayrılığı vardır. İkrime, İbn Abbâs'a: Genç kişi Mûsa ile birlikte olduğu halde niçin ondan söz edildiğini görmüyoruz? diye sorunca, İbn Abbâs şöyle demiş: O genç kişi o sudan içti ve ebedileştirildi. O ilim adamı da onu aldı ve onu bir gemiye kapattıktan sonra onu denize saldı. Bu gemi kıyâmet gününe kadar deniz dalgaları üzerinde onu yüzdürecektir. Çünkü onun o sudan içmemesi gerekirdi, ama içti.

el-Kuşeyri der ki: Eğer bu sabit ise burada sözü edilen genç şahıs Yûşa b. Nûn değildir. Çünkü Yûşa b. Nûn, Mûsa (aleyhisselâm)dan sonra uzun bir süre yaşadı ve onun halifesi oldu. Daha kuvvetli görülen odur ki Mûsa, Hızır ile karşılaşınca beraberindeki genç delikanlıyı geri gönderdi.

Hocamız İmâm Ebû'l-Abbas der ki: Kendisine tabi olunanı (Mûsa'yı) söz konusu etmekle yetinilip tabi olanı zikretmeye gerek görmemiş olma ihtimali de vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

2- İncelikli İfadeler Kullanmak:

Hızır'ın, çocukların hazinelerini çıkartmayı yüce Allah'a izafe ederken gemiyi delme işini "onu kusurlu yapmak İstedim" diyerek kusurlu yapmayı kendisine izafe etmiş olması nasıl izah edilir? diye sorana şöyle cevap verilir:

Duvarın düzeltilmesinde iradenin yüce Allah'a isnad edilmesi, uzun bir zaman sonra ve gayblardan olan bir hususa dair oluşundan dolayıdır. Her ne kadar Hızır da bunu irade etmiş idiyse de böyle bir iradede bulunmayı ona öğreten Allah'tır.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu tamamıyla hayır bir iş olduğundan dolayı yüce Allah'a izafe etmiştir. Geminin kusurlu kılınmasını da edebe riâyet ederek kendi nefsine izafe etti. Çünkü bu bir kusur lâfzı ile ifade edilmektedir. Bu hususta iradeyi yalnızca kendisine isnad etmek suretiyle edebini göstermiştir. Nitekim İbrahim (aleyhisselâm) da:

"Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur" (eş-Şuarâ, 26/80) sözlerinde daha önce geçen fiilde ve sonrasında fiili yüce Allah'a isnad edip, hastalanma fiilîni kendisine isnad ederken, aynı şekilde edebe riâyet etmiştir. Çünkü hastalanmak bir eksiklik ve bir musibet anlamını taşır. O halde yüce Allah'a ancak güzel görülen lâfızlar izafe olunur, çirkin görülen lâfızlar izafe edilmez. Bu da yüce Allah'ın:

"Hayır ancak senin elindedir" (Âl-i İmrân, 3/26) âyetine benzemektedir. Sadece hayır zikredilmiş olup, şerr O'na nisbet edilmemiştir. Her ne kadar hayır da, şerr de, zarar da, fayda da O'nun elinde olsa dahi. Çünkü, O herşeye kadir olandır ve O herşeyden haberdar olandır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın aziz ve celil olan Rabbinin kıyâmet gününde şöyle buyuracağına dair bize yaptığı nakli ileri sürerek itiraza kalkışmak, yerinde değildir: Kıyâmet gününde yüce Allah şöyle buyuracaktır; "Ey Âdemoğlu, Ben hastalandığım halde sen Beni ziyaret etmedin. Ben senden, Bana yemek yedirmeni istediğim halde sen Bana yemek yedirmedin. Senden, Bana su içirmeni istediğim halde sen Bana su içirmedin..," Müslim, Birr 43 Çünkü bu, hitapta bir tenezzüldür ve sitemde oldukça lutufkârane bir ifadedir. Bunun da manası, celal ve ikram sahibi olan Allah'ın lutuflarını, O'nun bu amellere vereceği mükâfatın ne kadar çok olduğunu anlatmaktır. Bu kabilden açıklamalar daha önceden de geçmiş bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Kendi zatı hakkında dilediği İfadeyi kullanmak Allah'ın hakkıdır. Bizler ise ancak O'nun bize izin vermiş olduğu güzel vasıfları ve şerefli fiilleri O'nun hakkında kullanabiliriz. Her türlü eksiklikten, afetten çok yüce ve münezzehtir, alabildiğine yüksektir.

Çocuk hakkında da; "Diledik" ifadesini kullandığını görüyoruz. Burada öldürmeyi kendi nefsine, onun yerine daha hayırlı birisim vermeyi de yüce Allah'a izafe etmiş gibidir.

" Rüşt, reşittik" ise hem hilkatin hem de aklın kemâl derecesini anlatır. Buna dair açıklamalar daha önceden el-En'âm Sûresi'nde (6/151-153. âyetler 12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun.

3- Hızır (aleyhisselâm)ın Tasarruflarını Şerf Hükümlerden Sıyrılmaya Delil Gösterenler:

Hocamız İmâm Ebû’l-Abbas der ki: Bâtıniye’nin zındıklarından bir kesim bir rakım şer'î hükümlerin (haklarında) uygulanmasını gerekli kılan bir yol izlemeye kalkışmışlar ve şöyle demişlerdir: Bu genel şer'î hükümler ile, peygamberler ve avam hakkında hüküm verilir. Veliler ile havasa gelince, onların bu gibi nasslara ihtiyaçları yoktur. Onlardan istenen, kalplerinde doğan şeylerden ibarettir. Kalplerinde etkin olarak geçen düşünceler ile onlar hakkında hüküm verilir. Yine bunlar derler ki: Buna sebep ise kalplerinin bulandırıcı konulardan arınmış, ağyardan uzak düşmüş olmasıdır. Bu sebepten ötürü onlara ilahi ilimler ve Rabbani hakikatler tecelli eder. Kâinatın sırlarına vakıf olurlar, cüz'iyyâtın ahkâmını bilirler. Böylelikle şeriatın külliyâtına dair hükümlere ihtiyaçları kalmaz. Nitekim Hızır da böyle davranmıştır. O kendisine tecelli eden ilimler vasıtası ile Mûsa'nın nezdinde bulunup Kitaptan anlaşılan hükümlere ihtiyaç duymamıştır.

Onların yaptıkları nakiller arasında şu da vardır: Müftüler sana fetva verecek olsa dahi sen fetvayı kalbine sor.

Hocamız -Allah ondan razı olsun- dedi ki: Böyle bir söz söylemek zındıklıktır ve küfürdür. Bu sözleri söyleyen öldürülür ve tevbe etmesi dahi istenmez. Çünkü bu sözler kat'î olarak bilinen şer'i hükümleri inkâr etmektir. Yüce Allah'ın sünneti, hükümlerinin ancak kendisiyle kulları arasında elçilik vazifesini yapan rasûlleri aracılığıyla bilinmesi şeklindedir ve hikmeti bunu gerektirmiştir. Rablerinin mesajlarını ve kelâmını alıp tebliğ edenler onlardır. Onun şeriat ve hükümlerini onlar açıklarlar. Yüce Allah bu görev için onları seçmiş ve bu önemli vazifeyi onlara vermekle, onları ayrıcalıklı kılmıştır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Allah, meleklerden ve insanlardan rasûller seçer. Muhakkak Allah herşeyi işitendir, herşeyi görendir" (el-Hacc, 22/75)

"Allah peygamberliğini kime vereceğini çok iyi bilendir." (el-En'âm, 6/24);

"İnsanlar tek bir ümmetti. Allah da peygamberleri müjdeleyici ve korkutucular olmak üzere gönderdi..." (el-Bakara, 2/213) ve buna benzer daha başka âyet-i kerimeler. Özetle söyleyecek olursak, Yüce Allah'ın emir ve nehiylerini ihtiva eden, hükümlerini bilmenin tek yolunun ancak peygamberler olduğu ve ancak onlar vasıtasıyla bunların öğrenileceği konusunda kat'î bir bilgi ve kesin bir yakîn vardır. Bu konuda ümmetin selefi de, halefi de icmâ’ halindedir. Her kim: Peygamberlerin dışında ve peygamberlere ihtiyaç bırakmayacak şekilde Allah'ın kendisi vasıtasıyla emir ve yasaklarının bilinebileceği başka bir yol bulunduğunu söyleyecek olursa bu kimse kâfirdir, öldürülür, tevbe etmesi de istenmez. Bu konuda onunla tartışıp, ona soru sorup cevap vermeye de gerek yoktur. Diğer taraftan böyle bir iddia Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)dan sonra bir takım peygamberlerin varlığını da kabul etmek demektir. Oysa yüce Allah onu peygamberlerinin ve rasûllerinin sonuncusu kılmıştır. Ondan başka ne bir nebî ne de bir rasûl gelecektir.

Bunu şöyle açıklayabiliriz: Ben hükümleri kalbimden alırım, kalbimde geçen ne ise yüce Allah'ın hükmü odur ve gereğince amel ederim. Bu varken ayrıca Kitab ve sünnete ihtiyacım yoktur, diyen bir kimse özel olarak kendisinin nebî olduğunu iddia etmiş demektir. Böyle bir iddia, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Ruhu'l-Kudüs (Cebrâîl) Benim kalbime şunu üfledi (telkin etti)" hadisinde Devamı: "... kimse rızkını tamamlamadan asla ölmeyecektir. Binâenaleyh Allah'tan korkun ve (rızkınızı) güzel bir şekilde arayın." (el-Aclanî, Keşfu'l-Hafa, I, 231, hn, 707de belirtildiğine göre hadisi İbn Ebi'd-Dünya, Ebû Nuaym, Taberâni, el-Bezzâr ve Hâkim rivâyet etmiş, Hakim sahih olduğuna söylemiştir). söylediklerini andırmaktadır.

4- Hızır Ölü Müdür? Diri Midir?:

İnsanların Cumhûru, Hızır (aleyhisselâm)ın ölmüş olduğu kanaatindedir. Bir kesim de şöyle demektedir: O hayat pınarından içtiğinden dolayı hayattadır, yeryüzündedir ve Beytullah'ı haccetmektedir.

İbn Atiyye der ki: en-Nekkaş bu hususta uzun uzadıya açıklamalarda bulunmuş, kitabında Ali b. Ebi Tâlib'ten ve başkalarından hiçbirisi de ayakları üstünde duramayacak şekilde pek çok şeyler zikredip nakletmiştir. Eğer, Hızır (aleyhisselâm) hayatta olup da haccetse idi, İslâm milleti arasında görülmesi gerekirdi. Eşyanın tafsilatını bütün incelikleriyle bilen yüce Allah'tır. O'ndan başka Rab yoktur. Elan, Hızır (aleyhisselâm)ın ölmüş, olmasını gerektiren hususlardan birisi de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şu Hadîs-i şerîfidir: "Şu gecenizi görüyor musunuz? (yüzyıl sonra) Bugün yeryüzünde bulunanlardan hiçbir kimse kalmayacaktır." Hadis biraz sonra tam olarak ve nisbeten farklı rivâyetleriyle zikredilecek ve kaynakları orada gösterileceklerdir.

Derim ki: Buhâri de bu görüştedir. Kadı Ebû Bekr İbnu'l-Arabî de bunu tercih etmiştir. Ancak sahih olan ikinci görüştür; yani ileride belirteceğimiz üzere o hayattadır.

Hadisi Müslim, Sahih'inde, Abdullah b. Ömer'den gelen rivâyet yoluyla kaydetmektedir. Abdullah b. Ömer dedi ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatının sonlarına doğru bir gece bize yatsı namazını kıldırdı. Sonra ayağa kalkıp dedi ki: Şu gecenizi görüyor musunuz? Bundan itibaren yüz seneye kadar yeryüzünde bulunanlardan hiçbir kimse kalmayacaktır." İbn Ömer dedi ki: İnsanlar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın söylediği o sözler hakkında kendi aralarında yüz sene ile ilgili söyledikleri sözlerde yanıldılar. (Onların yüz sene sonra kıyâmetin kopacağına dair söyledikleri sözlerine işaret ediyor.) Oysa, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şunları söylemişti: "Bugün yeryüzünde bulunanlardan kimse kalmayacaktır. " O bu sözleriyle bu neslin (bu süre zarfında) ölmüş olacağını kastetmiştir. Müslim, FedâilıTs-Sahâbe 217; Buhârî, Mevâkitu's-Salât 40; Ebû Dâvûd, Melâhim 18; Tirmizî. Fiten 64

Bunu aynı şekilde Câbir b. Abdullah yoluyla da rivâyet etmektedir. (Cabir) dedi ki: Ben, Resûlüllah'ı vefat etmeden bir ay önce şöyle buyururken dinledim: "Siz kıyâmetin ne zaman kopacağı hakkında bana soru soruyorsunuz. Onun bilgisi ancak Allah'ın nezdindedir. Ben, Allah adına yemin ederim ki yeryüzünde doğmuş bulunan hiçbir nefis üzerinden (bu andan itibaren) yüzyıl geçmeyecektir." Müslim, Fedâilus-Sahâbe 218; Tirmizî, Fiten 64 Bir diğer rivâyette Sâlim'in şöyle dediği kaydedilmektedir: Biz kendi aramızda: "O gün yaratılmış bulunan" (nefislerden) diye konuştuk." Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 220

Bir başka rivâyette de şöyle denilmektedir: "Bugün doğmuş bulunan hiçbir nefsin üzerinden yüzyıl geçtikten sonra hayatta kalacak yoktur." Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 218

Sikâye (Hac mevsiminde hacılara su dağıtmak) ile görevli Abdu'r-Rahmân bunu tefsir ederek ömürlerin eksilmesidir, demiştir. Aynı yer Ebû Said el-Hûdrî'den de buna yakın bir hadis rivâyet edilmiştir Müslim, Fedâilu's-Sahâhe 219- Ayrıca bk. Buhârî, İlm 41, Mevâkîtu's-Salât 20; Müsned, 1,93, 140,11, 88, 121, 131

İlim adamlarımız derler ki; Bu hadisin muhtevası özetle şudur: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatından bir ay önce Âdemoğullarından o esnada hayatta bulunan herhangi bir kimsenin ömrünün (o andan itibaren) yüzyılı aşmayacağını bildirmiştir. Çünkü, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); "Doğmuş bulunan her bir nefis" diye buyurmuştur. Bu lâfız ise melekleri ve cinleri kapsamaz. Zira onlar hakkında bu ifadenin kullanılması doğru değildir. Akıl sahibi olmayan canlılar da bunun kapsamına girmez. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Yeryüzünde bulunan canlılardan bir kimse" diye buyurmuştur. Burada da ifade aslı itibariyle akıl sahibi varlıklar hakkında kullanılan bir ifadedir. O kasıt Âdemoğullarından başkası olamaz. İbn Ömer de bu manayı açıklamış ve şöyle demiştir: O bu sözleriyle (bu zaman zarfında) bu neslin ölmüş olacağını kastetmiştir.

Hazret-i Peygamber'in: "Doğmuş bulunan hiçbir nefis" ifadesinin umûmî oluşu dolayısıyla Hızır hayattadır, diyenlerin görüşlerinin batıl olduğuna, bu hadisi delil gösterenlerin lehine delil olacak bir tarafı yoktur. Çünkü onun her ne kadar istiğrakı (bütünü kapsayıcılığı) pekiştirici ise de onun hakkında özel bir nass değildir. Aksine bu umûm İfadenin tahsis edilmesi mümkündür. Nitekim bu hadis Îsa (aleyhisselâm)ı da kapsamına almamaktadır. Îsa (aleyhisselâm) ötmediği gibi öldürülmedi de; o Kur'ân'ın nassı ve manası gereğince hayattadır. Aynı şekilde bu hadis -hayatta olmakla birlikte- Deccal'i de kapsamına almaz. Deccal'in hayatta oluşuna delil ise el-Cessâse hadisi diye bilinen hadistir Müsned, VI, 373, 413, 417, 418. Aynı şekilde bu hadis Hızır (aleyhisselâm)ı da kapsamaz ve Hızır İnsanlar tarafından da görülmez. Onlarla beraber oturup kalkanlardan da değildir ki; birbirleriyle konuştukları vakit Hızır mıdır? diye kimsenin hatırından geçmesin. İşte bu gibi umûmî ifadeler özel halleri kapsamaz.

Ashab-ı Kehf'in de hayatta oldukları, Îsa (aleyhisselâm) ile birlikte haccedecekleri -önceden geçtiği gibi- de söylenmiştir, Aynı şekilde daha önce belirttiğimiz gibi İbn Abbâs'ın görüşüne göre Mûsa'nın genç adamı da bu haldedir.

Ebû İshâk es-Sa'lebî "el-Arâis" adlı kitabında şunları söylemektedir. Sahih olan Hızır'ın uzun ömür verilmiş ve gözlerin görmesine karşı perdelenmiş bir peygamber olduğudur. Muhammed b. el-Mütevekkil, Damra b. Rabia'dan, o Abdullah b. Şevzeb'den şöyle dediğini nakletmektedir: Hızır (aleyhisselâm) Farisoğullarındandır. İlyas da İsrailoğullarındandır. Bunlar her sene hac mevsiminde bir araya gelirler. Amr b. Dinar'dan da şöyle dediği nakledilmektedir: Hızır da, İlyas da, Kur'ân yeryüzünde kaldığı sürece hayatta kalacaklardır. Kur'ân kaldırıldı mı onlar da ölecekler.

Hocamız İmâm Ebû Muhammed Abdu'l-Mû'ti b. Mahmud b. Abdi'l-Mû'ti el-Lahrnî, Kuşeyrî'ye ait "er-Risale" şerhinde salih pek çok erkek ve pek çok kadından bir takım hikâyeler nakletmektedir ki, bunlara göre bu kimseler Hızır (aleyhisselâm)ı görmüş ve onunla karşılaşmışlardır. Bunların toplamı, en-Nekkâş, es-Sa'lebî ve diğerlerinin de zikrettikleri ile birlikte onun hayatta olduğuna dair zannı oldukça kuvvetlendirmektedir.

Müslim'in, Sahih'inde yer alan hadiste şöyle buyurulmuştur: "Deccal, Medine yakınlarındaki verimsiz yerlerden birisine gelecektir. O gün insanların en hayırlıları olan bir adam -yahut- insanların en hayırlılarından bir adam onun karşısına çıkacaktır..." Hadisin sonlarında şu kaydedilmektedir; Ebû İshâk dedi ki; Denildiğine göre bu adam Hızır (aleyhisselâm)dır Müslim, Filen 112

İbn Ebi'd-Dünya "en-Nevâdir" adlı eserinde Ali b. Ebi Tâlib (radıyallahü anh)'a ulaşan mevkuf bir senet ile naklettiğine göre Ali (radıyallahü anh) Hızır ile karşılaşmış ve (Hızır) ona şu duayı öğretmiş ve bu duayı her namazın akabinde tekrarlayan kimseye pek büyük bir sevap, mağfiret ve rahmet olacağını da zikretmektedir. Dua şöyledir:

Cl) tik. Müslim, Fiten 119 vd; Ebû Dâvûd, Melâhim 15; Tirmizî, Fiten 66; İbn Mâce, Fiten

"Ey bir şeyi işitmek, başka bir şeyi işitmekten alıkoymayan! Ey isteklerin kendisini şaşırtmadığı! Ey ısrar edenlerin ısrarlarından ötürü kendisine usanç gelmeyen! Bana affının serinliğini, mağfiretinin tatlılığını tattır."

Yine Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)dan, Ali b. Ebi Tâlib (radıyallahü anh)ın Hızır'dan duyduğu belirtilen bu duaya yakın bir duayı işittiğini de zikretmektedir. İlyâs'ın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile bir araya gelişini de zikretmiştir.

İlyâs (aleyhisselâm)ın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın dönemine kadar kalışı mümkün olduğuna göre Hızır'ın hayatta kalışı da mümkündür. Senede bir defa Beyt'in yanında bir araya geldiklerini ve ayrıldıktan vakit şu sözleri söylediklerini de nakletmektedir: "Maşaallah, maşaallah! Kötülüğü Allah'tan başkası kimse önleyemez. Maşaallah, maşaallah! Ne kadar nimet varsa hepsi Allah'tandır. Maşaallah, maşaallah! Allah'a tevekkül ettim, güvenip, dayandım, Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!"

İlyâs'a dair bilgiler de yüce Allah'ın izniyle es-Sâffat Sûresi'nde (37/123. âyet-i kerîme'nin tefsirinde) gelecektir.

Ebû Ömer b. Abdî’l-Berr, "et-Temhid" adlı eserinde Ali (radıyallahü anh)dan şöyle dediğini zikretmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat edip de üzeri bir örtü ile örtülünce evin bir tarafından söyleyeni görülmeyen bir ses işitildi. Onlar bu sesi işitiyorlar fakat bu sesin sahibini görmüyorlardı. Şöyle diyordu: Allah'ın selamı, rahmet ve bereketleri üzerinize olsun. Ey bu hâne halkı, selam size. Her bir nefs ölümü tadacaktır. Şüphesiz Allah ölen herkesin halefidir. Yokolup giden herkesin yerine geçecek olan başkasını verir. Her bir musibete karşı teselli kaynağıdır. O bakımdan Allah'a güvenin, O'ndan ümit edin. Çünkü şüphesiz ki asıl musibetzede ilahi mükâfattan mahrum olandır. Onların kanaatlerine göre bu sözleri Hızır (aleyhisselâm) söylemişti. Kastettiği ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ashabıdır.

Hazret-i Peygamber'in hadisindeki "yeryüzünde" ifadesindeki "elif-lâm" cins için değil ahd İçindir. Bu da Arap topraklarıdır. Buna delil ise onların bu topraklarda tasarruf etmeleri ve çoğunlukla orada bulunmalarıdır.

Bu ifadeyle Ye'cuc ve Me'cuc'un yaşadığı topraklar, Hint ve Sind taraflarında bulunan kulakların duymadığı, hakkında hiçbir şey bilinmeyen uzak adalar girmez.

Deccal'e dair (itiraz İle İlgili olarak) bir cevap vermek gerekmez.

Süheylî der ki: Hızır'ın ismi hususunda insanlar birbirinden oldukça farklı kanaatlere sahiptir. İbn Münebbih'ten şöyle dediği nakledilmektedir: O, Ebleyâ b. Melkân b. Fâliğ b. Şâlih b. Erfahşed b. Sâm b. Nûh'dur. Bir diğer görüşe göre o, İbn Âmîl b. Sümahikîn b. Erya b. Alkâmâ b. îysû b. İshâk'dır, Babası bir hükümdar imiş, annesi de Farslı olup ismi da Elma İmiş. O, mağarada kasabadaki adamlardan birisinin koyunları arasından kendisini her gün emziren bir koyun ile birlikte bulunmuş. Onu bulan bu adam alıp beslemiş. Gençlik yaşına gelip de -babası olan- hükümdar bir kâtip edinmek istemiş. İbrahim ile Şit üzerine indirilen sahifeleri yazmak üzere bu konuda bilgi ve maharet sahiplerini toplamış. Onun huzuruna gelen kâtiplerden birisi de oğlu Hızır imiş. Kendisi de oğlunu tanımıyormuş. Yazısının ve bilgisinin güzel olduğunu görmüş ve onun bu üstün özelliklerini ve durumunu araştırınca oğlu olduğunu öğrenmiş. Onu yanına alıp insanların işlerini görmek ve yönetmek üzere görevlendirmiş. Ancak daha sonra Hızır anlatılması uzun sürecek bir takım sebebler dolayısıyla hükümdarın yanından kaçmış. Nihayet Hayat Pınarı'nı bulmuş ve ondan içmiş. O, Deccal çıkıncaya kadar hayatta kalacaktır. Deccal'in öldüreceği, bölüp parçalayacağı sonra da yüce Allah'ın hayat vereceği adam işte odur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın dönemine yetişmediği de söylenmiştir. (Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır).

Ancak bu görüş sahih değildir.

Buhârî ve aralarında hocamız Ebû Bekr İbnu'l-Arabî -Allah'ın rahmeti üzerineolsunninde bulunduğu hadis ehlinden bir kesim şöyle demişlerdir: O, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın belirttiği: "Yüzyılın nihâyetinde bugün yeryüzünde bulunanlardan hiçbir kimse kalmayacaktır." Yüzyılın bitmesinden önce vefat etmiştir. Çünkü o bu sözleriyle, bu sözü söylediği zaman hayatta olanlardan kimse hayatta kalmayacaktır, demek istemiştir.

Derim ki: Biz bu hadisi ve bu hadis ile ilgili açıklamaları zikrettik ve Hızır'ın şu ana kadar hayatta olduğunu açıkladık. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

5- Hızır'ın, Mûsa (aleyhisselâm)a Vasiyeti:

Denildiğine göre Hızır, Mûsa (aleyhisselâm)dan ayrılmak isteyince Mûsa ona: Bana tavsiyede bulun, demiş. O da şunları söylemiş: Çokça tebessüm et, ama çok gülme. Israrı bırak. Gereksiz hiçbir işi yapma. Hata edenleri yaptıkları hatalar dolayısıyla ayıplama.

Ey İmrân'ın oğlu hatan dolayısıyla da ağla!

83

Sana, Zülkarneyn'i de soruyorlar. De ki: Size ona dair haber okuyayım:

"Sana, Zülkarneyn'i de soruyorlar. De ki: Size ona dair bir haber okuyayım" âyeti ile ilgili olarak İbn İshak dedi ki: Zülkarneyn'e dair haberlerde belirtildiğine göre, ona başkalarına verilmemiş olan şeyler verilmişti. Sebebler onun için alabildiğine çoğaltılmış ve kolaylaştırılmıştı. Nihayet yeryüzünün doğularına da, batılarına da gitmişti. Ayağı nereye bastıysa ora halkına üstün kılındı. Nihayet doğuya, batıya, ötesinde hiçbir mahlûkun bulunmadığı yerlere kadar yolculuklarını bitirdi, İbn İshak der ki: Arap olmayanlardan bir takım haberler nakleden kimselerin bana anlatüklarına göre Zülkarneyn ile ilgili bilgilerden miras olarak ders aldıklarına göre o, Mısır ahalisinden olup ismi Yunanlı Merzubân b. Merdube imiş. Yunan b. Yâfes b. Nûh'un soyundanmış. İbn Hisam der ki: İsmi İskender olup, İskenderiye'yi kuran odur. Bundan dolayı şehir ona nisbet edilmiştir.

İbn İshak der ki: Bana, Sevr b. Yezîd, Halid b. Ma'dân el-Kelâîden -ki Hâlid pek çok kimseye yetişmiş bir kişi idi- anlattığına göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a Zülkarneyn'e dair soru sorulmuş. O da şu cevabı vermiş: "O yeryüzünü alt tarafından İzlediği yollarla tamamen dolaşmış bir hükümdardır." Hâlid dedi ki: Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) bir adamın birisine: Ey Zülkarneyn! diye seslendiğini işitince şöyle demiş: Allah'ım mağfiretini dilerim. Sizler peygamberlerin isimlerini kullanmakla yetinmeyerek şimdi de meleklerin isimlerini mi kullanmaya başladınız? İbn İshak der ki: Zülkarneyn'in bunların hangisi olduğunu en iyi bilen Allah'tır. Resûlüllah gerçekten bunu söyledi mi, söylemedi mi Allah bilir. Doğru onun söylediğidir.

Derim ki: Ali b. Ebi Tâlib (radıyallahü anh)dan da Ömer (radıyallahü anh)ın sözünün bir benzeri rivâyet edilmiştir. O birisinin diğerine: Ey Zülkarneyn! diye seslendiğini işitince şöyle demiş: Peygamberlerin isimlerini kullanmanız size yetmedi de meleklerin isimlerini mi kullanmaya başladınız?

Yine ondan gelen bir rivâyete göre Zülkarneyn salih, hükümdar bir kul idi. O, Allah'a samimiyetle bağlanmış, Allah da ona yardımcı olmuştu.

Allah tarafından gönderilmiş ve yüce Allah'ın ona yeryüzünü fethetmeyi nasib etmiş olduğu da söylenmiştir.

Dârakutnî, "Kitabu'l Ahbâr"da, Rabâkîl adındaki bir meleğin Zülkarneyn'e İndiğinden söz etmektedir. Kıyâmet gününde yeryüzünü katlayıp, dürecek olan melek de budur. O -kimi ilim adamının naklettiğine göre- yeryüzünü birbirinden çözüp ayıracak ve bütün mahtukatın ayakları (yüce Allah'ın yeniden yaratacağı yer olan) es-Sâhire'nin üzerine düşecektir.

es-Süheylî der ki: Bu, bu meleğin yeryüzünün doğu ve batısını kateden Zülkarneyn'in üzerine inmekle görevlendirilmiş olmasına benzemektedir. Nitekim Hâlid b. Sinan'a ateşin musahhar kılınması ile ilgili kıssa da ateş üzerinde görevli olan meleğin durumuna uygun düşmektedir. Bu görevli melek ise Malik'tir. Ona ve bütün meleklere selam olsun.

İbn Ebi Hayseme, "Kitabu'l SedA" adlı eserinde Hâlid b. Sinan el-Absî'yi söz konusu eder ve onun peygamber olduğunu bildirir. Bu peygambere meleklerden ateşin bekçisi Malik'in görevlendirilmiş olduğunu bildirir. Hâlid b. Sinan'ın peygamberliğinin alâmetlerinden (mucizelerinden) birisi de şu idi: Nâru'l-Hadesân diye adlandırılan bir ateş mağaradan insanlar üzerine çıkıyor ve onları yakıyordu. Onlarsa bu ateşi geri çeviremiyorlardı. Hâlid b. Sinan bu ateşi geri çevirdi ve bir daha da bu ateş oradan çıkmadı.

Zülkarneyn'in adının ne olduğu ve hangi sebepten ötürü kendisine bu ismin verildiği hususunda pek çok görüş ayrılıkları vardıf. Adının Yunan -Makedonyalı Kral İskender olduğu söylenmiştir. Adının Hermes olduğu söylendiği gibi Herdis olduğu da söylenmiştir. İbn Hişâm der ki: O, Vail b. Himyer'in oğullarından, Himyerlı es-Sa'b b. Zi Yezen ismini taşır. İbn İshak'ın görüşü de az önceden geçmiş bulunmaktadır.

Vehb b. Münebbih der ki: Zülkarneyn, Romalıdır.

Taberî de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan bir hadis zikrederek Zülkarneyn'in bir Romalı genç olduğunu bildirmektedir. Ancak bu, senedi oldukça gevşek (vâhî) bir hadistir. Bunu da İbn Atiyye ifade etmiştir.

es-Süheylî der ki: Haberler ilminden anlaşıldığına göre; bunlar iki kişi idiler. Bunlardan birisi İbrahim (aleyhisselâm) döneminde olup denildiğine göre; Şam'da bulunan Bi'ru's-Seb' hususunda onun hükmüne başvurduklarında, İbrahim (aleyhisselâm)ın lehine hüküm veren kişidir.

Diğeri ise Îsa (aleyhisselâm) dönemine yakın bir zamanda yaşamıştır.

Onun İbrahim (aleyhisselâm) döneminde yahut ondan az bir süre önce yaşamış azgın hükümdar olan ve Erendâseb oğlu Beyurâseb'i öldürmüş bulunan Efridun (Feridun) olduğu da söylenmiştir.

Ona bu ismin (Zülkarneyn) veriliş sebebi ile ilgili görüş ayrılıklarına gelince; Onun iki tane saç örüğünün bulunduğu ve bundan dolayı ona bu ismin verildiği söylenmiştir ki, bunu es-Sa'lebî ve başkaları nakletmektedir, Çünkü örükler de başın kamları (boynuzları -ki Zülkarneyn boynuzları olan, boynuz sahibi demektir-)dır. Şairin şu beyitinde de böyledir:

"Örüklerinden yakalayarak öptüm ağzını,

Su içmesi yasaklanmış sıtmalının, kaya çukurunda birikmiş soğuk suyu içmesi gibi."

Denildiğine göre; o krallığının ilk dönemlerinde rüyasında güneşin iki tarafını yakalıyormuş gibi görmüş, bunu anlatınca güneşin aydınlattığı her tarafa galip gelip hükmünün altına geçireceği şeklinde yorumlanmış, bundan dolayı da ona Zülkarneyn ismi verilmiş.

Bir diğer görüşe göre; bu ismin ona veriliş sebebi hem doğuya hem batıya ulaşmış olmasıdır. O böylelikle âdeta dünyanın iki boynuzunu eline geçirmiş gibi oldu.

Bir kesim de şöyle demektedir: Güneşin doğuş yerine varınca oradaki boynuzlan görmüş, yahutta onun etrafındaki şeytanın iki boynuzunu görmüş, o bakımdan ona Zülkarneyn ismi verilmiş.

Vehb b. Münebbih der ki: Sarığının altında iki tane boynuzu (örüğü) vardı.

İbnu'l-Kevvâ, Ali (radıyallahü anh)a, Zülkarneyn'e dair: O bir peygamber miydi, yoksa bir hükümdar mıydı? diye sormuş. Şu cevabı vermiş: Ne bu, ne o, O salih bir kul idi. Kavmini yüce Allah'a davet etti. Onun bir karn'ım (alnının bir tarafını) yaraladılar. Sonra yine onları davet etti, bu sefer diğerini yaraladılar. O bakımdan ona Zülkarneyn denildi.

Zülkarneyn'in çağı hakkında da görüş ayrılığı vardır. Kimisi Mûsa'dan sonra idi derken, kimisi Îsa'dan sonraki fetret döneminde yaşamıştır, der. İbrahim ve İsmail döneminde olduğu da söylenmiştir. Hızır (aleyhisselâm) onun en büyük bayrağını taşıyan idi. Biz bunu el-Bakara Sûresi'nin (el-Bakara, 2/259. âyetin) tefsirinde zikretmiş bulunuyoruz.

Hülasa; yüce Allah ona yeryüzünde iktidar vermiş, bütün hükümdarların itaatine girdiği bir hükümdardır.

Rivâyete göre bütün dünyaya hükmetmiş olan krallar dörttür, ikisi mü’min, ikisi kâfirdir. Mü’min olanlar Davud oğlu Süleyman (ikisine de selam olsun) ile İskender, kâfir olanlar ise Nemrut ve Buht Nassar'dır. Bu ümmet arasında da beşinci birisi daha bütün dünyaya hakim olacaktır. Çünkü yüce Allah:

"Onu bütün dinlerin üstüne hakim kılmak için..." (et-Tevbe, 9/33) diye buyurmuştur, bu da Mehdî'dir.

Şöyle de denilmiştir: Ona Zülkarneyn denilmesinin sebebi, her iki cihetten de oldukça asil bir soydan gelmiş olmasıdır. Hem baba tarafı, hem anne tarafı şerefli aile mensubu idiler.

Bir diğer görüşe göre; onun çağında kendisi hayatta olduğu halde insanlardan iki kam (nesil) helâk olmuştur. Yine denildiğine göre; bu ismin ona veriliş sebebi, Savaştığı vakit aynı anda hem İki eliyle hem de bineğinin iki yanından Savaşması idi. Ona zahir ve bâtın ilmi verildiği için bu ismin verildiği de söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre o, karanlığa ve nura girdiğinden dolayı, bir başkasına göre de o hem Fars'lara hem de Rumlara hakim olduğundan dolayı bu ismi almıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

84

Gerçekten, Biz ona yeryüzünde büyük bir iktidar vermiş ve ona her şeyin yolunu göstermiştik.

"Gerçekten, Biz ona yeryüzünde büyük bir iktidar vermiş..." Ali (radıyallahü anh) dedi ki: Yüce Allah ona bulutları musahhar kılmış ve yollar önünde alabildiğine açılmış, önü hep aydınlatılmış idi. O bakımdan onun için gece de gündüz de birdi. Ukbe b. Âmir yoluyla gelen hadisçe, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine Zülkarneyn hakkında soru soran kitab ehlinden bir takım kimselere şöyle demiştir: "O önceleri Rumlardan bir delikanlı idi. Sonra kendisine hükümdarlık verildi. Mısır'a gelinceye kadar yeryüzünde yol aldı. Orada İskenderiye diye anılan bir şehir inşa etti. Bu işi bitirince ona bir melek geldi ve onu yükseltti. Kendisine altında bulunanlara bir bak, dedi, O da sadece yaptığım şehri görüyorum, ondan başka bir şey görmüyorum, dedi. Melek ona: İşte o yerin tamamıdır. Senin etrafını çevirdiğini gördüğün o siyahlık ise denizdir. Yüce Allah sana yeri göstermek murad etti. Sana orada bir saltanat verdi. Haydi yeryüzünde yürü, cahile öğret, ilim adamına da güç ve sebat ver." Suyûti, ed-Dürru’l-Mensur, V, 437. Zülkarneyn'e dair görüşlerin hepsi de, itibar edilebilecek sağlam bir delil niteliğinde değildir. Çünkü bunların hiçbirisi sahih sünnete dayalı görüş değildir.

"Ve ona herşeyin yolunu göstermiştik." İbn Abbâs der ki: Dilediğine ulaşmasına sebeb teşkil edecek her bir şeye dair bilgi vermiştik. el-Hasen der ki: Dilediği yere ulaşması imkanını vermiştik. Bir açıklamaya göre; mahlukatın gerek duyacağı herşeyden vermiştik. Bir diğer görüşe; göre hükümdarların şehirleri" fethetmek, düşmanları kahretmek için kendilerine yardımcı olacak herşeyden vermiştik, demektir.

"Sebeb (mealde; yol)" ise halat ve ip demektir. Kendisi vasıtası ile bir şeye ulaşılan her şey hakkında istiare yoluyla kullanılır olmuştur.

85

O da bir yol tuttu.

"O da bir yol tuttu" âyetini İbn Âmir, Âsım, Hamza ve el-Kisaî "elif"i kat' ile (yani hemze şeklinde) okumuşlardır. Medineliler ve Ebû Amr ise; şeklinde vasl ile okumuşlardır. Kendisine verilmiş olan sebeblerden (yollardan) bir yolu izledi, demektir.

el-Ahfeş der ki: Bu iki ayrı okuyuşta fiilin kullanılmış iki şekli olan: aynı manadadır. Tıpkı; Onun terkisine bindim, fiili gibi. Yüce Allah'ın;

"Meğer ki hızlıca hırsızlayıp bir şey kapan olsun; hemen arkasından parlak, delici bir alev ona yetişir" (es-Sâffât, 37/10) âyetindeki fiil de bu türdendir, "Hasen-besen; kabîh-şakîh: güzel-müzel; çirkin-mirkin" gibi kelâmda itbâ' da bu köktendir,

en-Nahhâs der ki: Ebû Ubeyd, Kûfelilerin kıraatini tercih etmiş ve: Çünkü bu yol almaktan gelmektedir, diyerek açıklamıştır. O da, el-Asrnai de; yol alıp ona yetişmemesi halinde; şeklinin kullanılacağını yetişmesi halinde ise; şeklinin kullanıldığını nakletmişlerdir. Ebû Ubeyd der ki:

"Güneş doğarken onların ardından gittiler" (eş-Şuarâ, 26/60) âyetinde de bunun gibidir.

en-Nahhâs der ki: Böyle bir ayırımı el-Asmai nakletmiş olsa dahi bir gerekçe yahutta bir delil olmadıkça kabul edilmez. Yüce Allah'ın:

"Güneş doğarken onların ardından gittiler" âyetinde onlara yetiştiklerinden söz edilmemektedir. Söz edilen: Mûsa (aleyhisselâm) ve arkadaşları denizden çıktıktan sonra, Fir'avun ve arkadaşlarının onların geçtikleri yerden geçince deniz üzerlerine kapanmış olduğudur. Bu hususta doğru olan bu fiilin her üç şeklinin de aynı anlamda ayrı söyleyişler olduğudur ve üçü de yol almak manasınadır. Bu yol almakla birlikte yetişmenin olması da mümkündür. Sözkonusu olmaması da mümkündür.

86

Nihayet güneşin battığı yere ulaşınca onu kara çamurlu bir pınarda batıyor gördü. Onun yanında bir kavim buldu. Dedik ki: "Ey Zülkarneyn onları istersen azaplandırabilirsin yahut onlara güzel muamelede de bulunabilirsin."

"Nihayet güneşin battığı yere ulaşınca onu kara çamurlu bir pınarda batıyor gördü" âyetinde geçen

"Kara çamurlu" kelimesini İbn Âsım, Âmir, Hamza ve el-Kisaî sıcak anlamında, diye okumuşlardır. Diğerleri ise "elif'siz ve hemzeli okumuşlardır. Yani dibe çöken kara çamuru bol demektir. "Kuyunun çamurunu çekip çıkardım" demektir. Buna karşılık; "ise kuyunun dibindeki kara çamur çoğaldı" demektir. Bununla birlikte Âsım ve diğerlerinin kıraatinin de hemzeli kıraatten gelmesi ve hemzenin tahfif edilerek "ya"ya kalb edilmiş olması da mümkündür. Bazen her iki kıraat bir arada açıklanarak: O pınar hem sıcak, hem de kara çamurlu idi, denilir.

Abdullah b. Amr dedi ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) battığı vakit güneşe baktı ve şöyle dedi: "İşte, Allah'ın kızgın ateşi. Eğer Allah'ın emri onu alıkoymasaydı, yeryüzünde ne varsa hepsini yakardı." Müsned, II, 207 (az farkla).

İbn Abbâs dedi ki: Bunu bana Ubeyy, Resûlüllah kendisine okuttuğu şekilde: (..............) diye okuttu.

Muâviye de: O "elif" iledir, deyince Abdullah b. Amr b. el-As: Ben mü’minlerin emiri ile aynı kanaatteyim, deyince aralarında Ka'b'ı hakem tayin ederek: Ey Ka'b, Tevrat'ta sen bunu nasıl olduğunu görüyorsun, diye sordular. O: Benim gördüğüm kara bir pınarda battığı şeklindedir, diyerek İbn Abbâs'a uygun kanaat belirtti.

Şair -ki o Yemenli hükümdar Tubba'dır- dedi ki:

"Zülkarneyn benden önce müslümandı,

Bir hükümdardı. Hükümdarlar ona itaat eder, secde ederdi,

Doğulara ve batılara kadar ulaştı. Hikmeti sonsuz ve yol

Göstericinin emrinin yollarını arayarak.

Gördü, güneşin battığı vakitte batış yerinin,

Siyah birikmiş bir çamurlu pınarda battığını."

el-Kaffâl der ki: Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Maksat güneşin kendisine ulaşıp temas edinceye kadar doğuş ve batış yerine ulaştığı değildir. Çünkü güneş yere yapışmaksızın arzın etrafında sema ile birlikte deveran eder ve yeryüzünde bilinmeyen bir yerdeki bir pınara sığmayacak kadar-, hatta güneş yeryüzünden kat kat daha büyüktür. Bundan maksat onun batı ve doğu taraflarından yeryüzünün ma'mur olduğu en uç noktalara kadar vardığıdır. İşte o vakit onun gözüne güneşin kara çamurlu bir suda battığı göründü. Nitekim bizler düzlük bir arazide güneşin yerin içine girdiğini görüyoruz. Bundan dolayı yüce Allah:

"Onu, güneşe karşı kendilerine hiçbir siper yapmadığımız bir kavmin üzerine doğduğunu gördü" diye buyurmaktadır. Bundan maksat ise güneşin doğuşu esnasında onlara çarptığını ve değdiğini anlatmak değildir. Aksine güneşin üzerine ilk doğduğu kimselerin durumunu anlatmak istemiştir.

el-Kutebî der ki: Bu pınarın denizin bir parçası olması da mümkündür. Güneşin bu pınarın arka tarafında yahut onunla beraber, ya da onun yakınında batması mümkündür. Böylelikle sıfat, o sıfata sahip olanın yerine ikame edilmiş olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır,

"Onun yanında da bir kavim buldu." Yani o pınarın yanında yahut o pınarın bittiği yerin yakınında bir kavim buldu, Bunlar Cabers halkı idi. Süryanice'de buna Cercîsâ denilir. Burada, geriye kalanları Salih (aleyhisselâm)a îman etmiş, Semûd neslinden bir kavim yaşamaktaydı. Bunu es-Süheylî nakletmiştir.

Vehb b. Münebbih dedi ki: Zülkarneyn, Rumlardan birisi olup, Rum yaşlı kadınlarından birisinin oğlu idi. Bu kadının ondan başka da çocuğu yoktu. İsmi, İskender'di. Ergenlik yaşına geldiğinde -salih bir kul idi- Yüce Allah ona: Ey Zülkarneyn dedi. Ben seni yeryüzü ümmetlerine göndereceğim. Bunların dilleri birbirinden farklıdır. Bu ümmetler yeryüzündeki bütün ümmetlerdir. Bunlar sınıf sınıftır. İki ümmetin arasında yeryüzünün bütün boylamı yer alır. İkisi arasında da yeryüzünün bütün enlemi bulunmaktadır. Kimileri de yeryüzünün ortasındadırlar. Cinler, insanlar, Ye'cuc ile Me'cuc bunlardandır. Yeryüzü boylamının aralarında bulunduğu iki ümmete gelince, bunların birisi güneşin batı tarafında olup Nâsîk diye anılır. Diğeri ise güneşin doğu tarafındadır. Buna da Mensik denilir. Yeryüzü enleminin aralarında bulunduğu iki ümmete gelince; bunların birisi yeryüzünün sağ yarısındadır ve bunlara Hâvîl denilir. Diğeri ise sol bölümünde olup, bunlara da Tâvîl denilir.

Zülkarneyn dedi ki: Ey ilahım. Sen, beni boyutlarını senden başka hiçbir kimsenin bilemediği büyük bir iş için seçtin. Bana bu ümmetlerle hangi güçle baş edeceğimi, hangi sabırla bunlara katlanacağımı, hangi dille bunlarla konuşacağımı haber verir misin? Ben yanımda hiçbir güç yokken onların dillerini nasıl anlayacağım? Yüce Allah şöyle buyurdu: Sana yüklemiş olduğum bu görevi başarı ile yerine getirmeni sağlayacağım. Kalbine bir genişlik vereceğim ve herbir şeyi anlayabileceksin. Kavrayışını sağlamlaştıracağım, herşeyi kavrayabileceksin. Sana bir heybet vereceğim, hiçbir şeyden de korkmayacaksın. Aydınlığı ve karanlığı emrine vereceğim, ikisi senin askerlerinden bir asker olacak. Aydınlık senin önünde yol gösterecek, karanlık arkandan seni koruyacak.

Kendisine bu sözler söylenince, kendisine uyanlarla birlikte yola koyuldu. Güneşin battığı yerin yakınında bulunan ümmete doğru yürüdü. Çünkü ümmetler arasında ona en yakın o idi. Bu ümmetin de ismi Nâsik'di. Orada sayısını Allah'tan başka kimsenin bilmediği pek büyük kalabalıklar, Allah'tan başkasının güç yetiremeyeceği pek büyük çapta güç ve kuvvet buldu. Oldukça değişik diller ve değişik inanışlarla karşılaştı. O da onların çokluklarına karşı karanlıkla çıktı. Onların etraflarına her taraftan onları kuşatacak kadar karanlık askerlerinden üç askeri çevrelerine yerleştirdi, Nihayet bu karanlık onları tek bir yerde topladı. Daha sonra aydınlıkla onların üzerine girdi. Kendilerini yüce Allah'a ve O'na ibadete davet etti. Kimisi ona îman etti, kimisi kâfir oldu ve onun önünde engel teşkil etti. Yüz çevirenler üzerine karanlığı saldı, dört bir yandan onları kapladı. Bu karanlık ağızlarından, burunlarından, gözlerinden girdi. Evlerine girdi, herbir taraftan onları kuşattı. Şaşırıp kaldılar, dalgalar halinde birbirlerine girdiler. Helâk olmaktan korkmaya başladılar. Hep bir ağızdan: Biz îman ettik, diye bağrıştılar. Bu sefer üzerlerindeki karanlığı açtı ve kılıç zoruyla onları eline geçirdi, davetini kabul ettiler. Batıdaki bu insanlardan pek büyük toplulukları asker etti ve hepsini tek bir ordu haline getirdi. Sonra da onları kumandası altına alarak yola koyuldu. Arkalarından karanlık onları ileri doğru götürüyor ve arkasından (gelecek tehlikelere karşı) onu koruyordu. Aydınlık ise önlerinden gidip ona yol gösteriyordu.

Yeryüzünün sağ tarafında bulunan Havil denilen ümmete ulaşmak üzere yeryüzünün sağ tarafından yol alıyordu. Yüce Allah onun elini, kalbini, aklını ve görme duyusunu musahhar kıldı. Bir iş yaptı mı yanlışlık yapmıyordu. Büyükçe bir nehire yahut bir denize varacak olurlarsa ayakkabı parçaları gibi küçük tahta parçalarından gemiler yapar ve kısa bir süre içerisinde bunları bir araya getirirdi. Bu gemilerin bitiminden sonra beraberinde bulunan bütün ümmetleri bunlara doldururdu. Denizleri, nehirleri aştıktan sonra bu parçaları birbirinden çözer ve herbir kişiye bir tahta parçası verirdi. Böylelikle bunu taşımaktan yorulmazdı.

Nihayet, Havil denilen ümmetin butunduğu yere geldi. Bunlara da Nâsik denilen ümmete yaptığını yaptı. Onlar da îman ettiler. Onların işini bitirdikten ve askerlerini beraberine aldıktan sonra yeryüzünün diğer tarafına gitmek üzere yola koyuldu. Nihayet güneşin doğuş yeri yakınındaki Mensik'e ulaştı. Bunlara da aynı şeyleri yaptı ve ilkine yaptığı şekilde bunlardan da ordular aldı. Daha sonra Tâvil üzerine gitmek üzere yeryüzünün sol tarafına doğru yola koyuldu. Bu ümmet Hâvil'in karşı tarafında bulunan ümmetti ve bu iki ümmet arasında yeryüzünün enlemi bulunuyordu. Bunlara da öncekilere yaptığını yaptı. Daha sonra yeryüzünün ortalarında bulunan cinlerden, insanlardan, Ye'cuc ve Me'cuc'tan oluşan ümmetlerin üzerine yöneldi.

Doğu tarafında Türklerin diyarının sol noktasına bitişik yere kadar geldiğinde, insanlardan salih olan bir ümmet ona şöyle dedi: Ey Zülkarneyn şu iki dağın arasında sayılamayacak kadar pek çok Allah'ın yarattığı bir takım varlıklar vardır. Bunlar insanlara benzemezler, bunlar hayvanları andırıyorlar. Otları yerler, yırtıcı hayvanların yaptığı gibi çeşitli canlıları ve evcil olmayan hayvanları avlarlar, Yılan, akrep, kertenkele ve yüce Allah'ın yeryüzünde canlı olarak yaratmış olduğu her türlü haşeratı yerler. Bir yıl içerisinde yüce Allah'ın yarattığı hiçbir varlık onlar kadar artıp çoğalmaz. Eğer durum böylece devam edecek olursa, yeryüzünü dolduracaklar ve orada bulunanları sürecekler. Biz sana belli bir gelir vermenin karşılığında bizimle onlar arasında bir set yapar mısın? diye bu sözün geri kalan kısımlarını da nakletti. İleride Ye'cuc, Me'cuc ve onlardan bir tür olan Türklerin niteliklerine dair yeterli açıklamalar gelecektir.

"Dedik ki: Ey Zülkarneyn" el-Kuşeyrî Ebû Nâsr der ki: Eğer Zülkarneyn bir peygamber idiyse bu bir vahiydir, eğer peygamber değil ise o takdirde bu, yüce Allah tarafından ona gelmiş bir ilhamdır.

“Onları İstersen azaplandırabilirsin yahut onlara güzel muamelede bulunabilirsin." İbrahim b. es-Serrî der ki: Yüce Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ı

"Eğer sana gelirlerse aralarında ister hükmet, ister anlardan yüz çevir" (el-Mâide, 5/42) vb. buyruklarda muhayyer bıraktığı gibi onu da bu iki husustan birisini işlemekte muhayyer bırakmıştır.

Ebû İshâk ez-Zeccâc der ki: Bu âyetin anlamı şu ki: Yüce Allah bu iki hükümden birisini seçmekte onu serbest bırakmıştır.

en-Nahhas der ki: Ancak Ali b. Süleyman onun bu görüşünü reddetmiştir. Çünkü, Zülkarneyn'in peygamber olduğu sahih olarak sabit değildir ki bu şekilde hitab etmesi söz konusu olsun. O yüce Rabbi hakkında:

87

Dedi ki: "Kim zulmederse onu azaplandıracağız. Sonra o Rabbine döndürülecek, Rabbi de onu şiddetli bir azâb ile azablandiracak.

"Sonra o, Rabbine döndürülecek" nasıl desin ve nasıl:

"Onu azaplandıracağız" diyerek çoğul olarak hitab etsin? Buna göre ifadenin takdiri şöyledir: Biz Ey Muhammed dedik. Onlar da: Ey Zülkarneyn... dediler.

Ebû Ca'fer en-Nehhâs der ki: Ebû'l-Hasen'in söylediği bu sözün hiçbir manası yoktur. Çünkü yüce Allah'ın:

"Dedik ki: Ey Zülkarneyn..." âyetinde yüce Allah'ın ona çağında bulunan bir peygamber vasıtası ile böylece hitab etmiş olması mümkün olduğu gibi, Peygamberine:

"Bundan sonra ister karşılıksız bırakın, ister fidye alın." (Muhammed, 47/4) dediği gibi; ona da böyle bir şey söylemiş olması mümkündür.

Yüce Allah'ın:

"...Onu azaplandiracağız. Sonra o, Rabbine döndürülecek" âyetinde açıklanması zor görülen hususa gelince; bunun da takdiri şöyledir; yüce Allah:

"Onları İstersen azaplandırabilirsin..." âyetinde belirtildiği gibi onları öldürmek ile diğer taraftan: "Yahut onlara güzel muamelede bulunabilirsin" âyetinde de onları hayatta bırakmak arasında muhayyer bırakınca o da o kavme şunları söyledi:

"Kim zulmederse" yani aranızdan küfür üzere kalmaya devam ederse

"onu" öldürmek suretiyle

"azaplandıracağız. Sonra o" kıyâmet gününde

"Rabbine döndürülecek, Rabbi de onu" cehennemde oldukça çetin

"şiddetli bir azap ile azaplandıracak.”

88

"Fakat kim îman edip de salih amel işlerse onun için en güzel bir mükâfat vardır. Ona emrimizden en kolay olanı söyleyeceğiz."

"Fakat kim" küfürden tevbe edip

"îman edip de salih amel işlerse..."

Ahmed b. Yahya dedi ki: "Onları istersen azaplandırabilirsin, yahut onlara güzel muamelede bulunabilirsin" âyetinde yer alan; nasb mahallindedir. Bununla birlikte merfu kabul edİ-lîrse; o da doğru olur ve; "Yahutta o (yapacağın iş)..," anlamında olur. Nitekim şair şöyle demiştir:

"Haydi yürümeye koyul, ya ihtiyacınız olan bir işi göreceksiniz

Yahutta güzel bir öğle uykusu ile bir arkadaş bulacaksınız."

" Onun için en güzel bir mükâfat vardır" âyetini Medineliler, Ebû Amr ve Âsımr şeklinde (tenvinli ve fethalı değil de) mübtedâ yahutta İstikrar İstikrar (yani hal) üzere ref ile değil, nasb ile okunması halinde sözkonusu olabilir. (Bk. Husayn b. Ebi’l-İzz el-Hemedinî, el-Ferîd fi İ'rûbi'l- Kur’âni'l-Mecîd, III, 367) üzere ref ile okumuşlardır. ise izafet ile cerr mahallindedir. İzafet dolayısıyla da tenvin hazfedilir. Onun için âhirette Allah nezdinde en güzel bir mükâfat -ki o da cennettir- vardır. Burada görüldüğü gibi mükâfat cennete izafe edilmiştir. Allah'ın:

"Hakku'l-Yakîn"; (el-Vakıa, 56/95);

"Ve şüphesiz âhiret yurdu..." (el-En'âm 5/32) âyetinde olduğu gibi. Bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır.

"En güzel bir mükâfat" -diye meali verilen- "el-Hüsnâ" ile salih amellerin kastedilme İhta mali de vardır.

Mükâfatın Zülkarneyn tarafından verilmesinin de kastedilmiş olması mümkündür. Yani ben ona bağışta bulunurum ve fazladan da ona lütfederim.

İki sakinin arka arkaya gelmesi dolayısı ile tenvinin hazfi câiz olduğu gibi "el-hüsnâ" kelimesinin Basralılara göre bedel olarak, Kûfelilere göre ise tercüme olarak ref mahallinde olabilir. İbn Ebi İshak'ın; şeklindeki kıraati buna göre açıklanır. Ancak burada tenvin hazfedilmez, hazfedilmemesi daha güzeldir. Sair Kûfeliler ise tenvinli ve nasb ile; diye okumuşlardır ki bu da; "ceza olarak ona el-Hüsnâ vardır" takdirinde demektir.

el-Ferrâ' der ki: "mükâfat olarak" kelimesi temyiz olarak nasb edilmiştir. Masdar (mef'ûl-ü mutlak) olarak nasb edildiği de söylenmiştir, ez-Zeccâc ise der ki: Bu hal konumunda bir mastardır; yani"Ona karşılık olarak bu verilecektir" demek olur.

İbn Abbâs ve Mesrûk ise mansub fakat tenvinsiz olarak; diye okumuşlardır. Bu okuyuş İbn Ebi Hatim'e göre iki sakinin yanyana gelmesi dolayısıyla tenvin hazfedilmiştir. Ötreli ve tenvinsiz okuyuşun iki izahından birisinde olduğu gibi.

en-Nehhâs der ki: Ancak bu ondan başkalarına göre bir yanlışlıktır. Çünkü burası, iki sakin dolayısıyla tenvinin hazfedileceği bir yer değildir ve buna göre ifade; "İyiliğinin mükâfatı olarak ona sevab vardır" takdirindedir.

89

Sonra bir başka yol tuttu.

"Sonra bir başka yol tuttu." Bundan önce bu fiilin çeşitli kullanım şekillerinin aynı manada olduğuna dair açıklamalar geçmiştir. Başka bir yol izledi ve çeşitli konaklardan geçti, anlamındadır.

90

Nihayet güneşin doğduğu yere vardığı zaman onun güneşe karşı kendilerine hiçbir siper yapmadığımız bir kavmin üzerine doğduğunu gördü.

91

İşte böyle. Zaten Biz ellerinde ne bulunuyor idiyse, hepsini ilmimizle kuşatmıştık.

"Nihayet güneşin doğduğu yere vardığı zaman" âyetinde geçen;” "Doğduğu yer" kelimesini Mücahid ve İbn Muhaysin "mim" ile "lâm" harfini üstün ile okumuşlardır, "Güneş ve yıldızlar doğdu, doğmak, doğuş" denilir. "Lâm" harfinin üstün ve esreli okunuşu aynı zamanda güneşin doğuş yeri anlamına da gelir. Bu açıklamaları el-Cevherî yapmıştır.

Yani o, sonunda kendileri ile güneşin doğuş yeri arasında insan diye kimselerin bulunmadığı bir kavmin bulunduğu yere vardı. Güneş ise bunun ötesinde oldukça uzak bir yerde doğuyordu. İşte yüce Allah'ın:

"...Bir kavmin üzerine doğduğunu gördü" âyetinin anlamı budur.

Bunlar hakkında görüş ayrılıkları vardır. Bunların kim olduklarına dair Vehb b. Münebbih'in kanaati önceden geçmiş bulunmaktadır. Ona göre bunlar Mensik adında ve Nâsîk denilen ümmetin karşısında yer alan bir ümmet idi. Mukâtil de böyle demiştir. Katade ise her ikisine de Zinc denildiğini söylemiştir. el-Kelbî ise bunlar Tarîs, Hâvîl ve Mensik ismini taşıyan ümmetlerdi, demiştir. Bunlar çıplak ayaklı, elbisesiz ve hakka karşı kör kimselerdi. Köpekler gibi birbirlerine yaklaşır ve eşekler gibi birbirlerine karışırlardı.

Bunların Câbelk ahalisi olduğu da söylenmiştir. Bunlar da Hûd'a îman etmiş olan Âd kavminin mü’minlerinin soyundan geliyorlardı. Süryanice'de bunlara Markîsâ denilir.

Güneşin battığı yerde bulunanlar ise Cabers ahalisidir. Bu iki şehirden her birisinin onbin kapısı ve her bir kapısı arasında bir fersahlık mesafe vardır. Cabelk'in ötesinde başka ümmetler de vardır. Bunlar ise Tâfîl ve Târis'dirler. Ye'cuc ile Me'cuc'e komşudurlar. Cabers ve Cabelk ahalisi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a îman etmişlerdir. İsrâ gecesi onların yanından geçmiş, onları davet etmiş, onlar da davetini kabul etmişlerdir. Diğer ümmetleri de davet ettiği halde onun çağrısını kabul etmediler. Bunu da es-Süheylî zikreder ve şöyle der:

Ben bütün bunları Mukâtil b. Hayyân'ın, İkrime'den, onun İbn Abbâs'tan, onun da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan rivâyet ettiği uzunca bir hadisten özetledim. Bunu Taberî de, Mukâtil ’e kadar senedi ile kayd ettikten sonra, Mukâtil tarafından Peygambere nisbet ederek naklettiği bir hadis olarak rivâyet etmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"...Güneşe karşı kendilerine hiçbir siper yapmadığımız" yani güneşin doğuşu esnasında ona karşı kendilerini koruyabilecek bir engelleri bulunmayan "bir kavmin üzerine doğduğunu gördü."

Katade der ki: Bu kavim ile güneş arasında herhangi bir örtü yoktu. Çünkü onlar üzerinde bina yapılamayan bir yerde bulunuyorlardı. O bakımdan onlar bir takım tüneller içerisinde yaşıyorlardı. Güneş çekilip gitti mi mÂişetlerini kazandıkları yerlere ve tarlalarına geri dönerler. Yani içine girip, barınacakları ne dağdaki bir mağaraları, ne de güneşe karşı kendilerini koruyacak bir evleri vardı,

Umeyye dedi ki; Ben, Semerkant'ta insanlarla konuşan bir takım kişiler gördüm. Onlardan birisi dedi ki: Çin'i aşıp geçinceye kadar yola koyulup gittim. Ona: Seninle onlar arasında bir gün, bir gecelik kadar bir mesafe vardır. Bunun üzerine ben de onları bana gösterecek bir adamı ücretle tuttum. Nihayet sabahleyin onların yurduna vardım. Onlardan herhangi bir kimsenin kulağını altına yatak gibi yaydığını, diğerini de yorgan gibi üzerine örttüğünü gördüm. Benîm yol arkadaşım onların dilini biliyordu. Onlarla birlikte geceyi geçirdik. Ne dîye geldiniz, diye sordular. Biz güneşin nasıl doğduğunu görmek için geldik, dedik. Bu sırada bir çıngırak sesi gibi bir ses işit tik. Ben baygın düştüm, uyandığımda bana sürdükleri yağla vücudumu ovalıyorlardı. Güneş su üzerinde doğunca suyun üzerinde âdeta zeytinyağını andırıyordu. Semanın bir tarafı da bir çadır şeklinde idi. Güneş yükselince beni tünellerine soktular. Gün yükselip güneş tepelerinden yana doğru kayınca balık avlamak üzere çıktılar. Avladıkları bu batıkları güneşe bırakıyor ve pişiyordu.

İbn Cüreyc der ki: Bir gün onlara bir ordu geldi. Oranın ahalisi onlara: Siz burada iken güneş doğmasın. Onlarsa güneş doğmadıkça buradan gitmeyeceğiz, dediler. Daha sonra: Bu kemikler nedir? diye sordular. Onlara: Allah'a yemin olsun ki bu kemikler üzerlerine güneşin doğduğu bir ordunun kemikleridir, hemen buracıkta ölüverdiler, dediler. (İbn Cüreyc) dedi ki: Bunun üzerine hemen gerisin geri kaçmaya koyuldular.

el-Hasen der ki: Onların yaşadıkları yerde ne dağ ne de ağaç vardı. Orada bina yapılamıyordu. Üzerlerine güneş doğdu mu suya girerlerdi. Güneş yükseldi mi sudan çıkarlar ve hayvanların otladığı gibi otlarlardı.

Derim ki: Bu sözler orada hiçbir şehir bulunmadığını göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Onların bir bölümünün suya girdiği, bir bölümünün de tünellere girdiği de söylenebilir. O takdirde el-Hasen ile Katade'nin sözleri arasında çelişki söz konusu olmaz. Zülkarneyn'e dair daha önce kayd ettiğimiz değerlendirmeye ek olarak şunu da belirtelim: Zülkarneyn kıssası ile ilgili olarak anlatılanlar da; diğer hususlara dair söylenen ya da ileri sürülen görüşlerin tabi tutuldukları aynı kıstaslara tabidir. Dolayısıyla Kur'ân'dan ya da sahih sünnetten bir delile dayanılarak yapılan açıklamalar dışındaki diğer açıklamaları her zaman için ihtiyatla karşılarız. Bu gibi rivâyet ve nakilleri aklın ve ilmin süzgecinden geçirmek zorundayız.

92

Sonra bir yol tuttu.

"Sonra bir yol tuttu."

93

Nihayet İki dağ arasına ulaştığı zaman önlerinde hemen hemen hiçbir söz anlamayan bir kavim buldu,

"Nihayet İki dağ arasına ulaştığı zaman..." bunlar Ermenistan ve Azerbaycan taraflarında iki dağdır. Atâ el-Horasanî, İbn Abbâs'tan:

"iki dağ arasına" âyetinden kasıt, Ermenistan ve Azerbaycan'daki iki dağdır, dediğini rivâyet etmektedir.

"Önlerinde" yani o dağların arka taraflarından

"hemen hemen hiçbir söz anlamayan bir kavim buldu." (Mealindeki âyette):

"Anla(ma)yan" kelimesini Hamza ve el-Kisaî "ya" harfini ötreli "kaf" harfini esreli olarak; şeklinde; fiilinden muzari diye okumuşlardır. Bu da kendileri konuşmakla birlikte konuştuklarına başkalarını anlatamayanlar anlamındadır. Diğerleri İse "ya" harfini de "kaf" harfini de üstün okumuşlardır ki; bu da anlamayanların kendileri olduğu manasınadır. Her iki kıraat te sahihtir. Bu; hem kendileri başkalarının sözlerini anlamıyorlar, hem de kendileri başkalarına söylediklerini anlatamıyorlar, demektir.

94

Dediler ki: "Ey Zülkarneyn! Gerçekten Ye'cûc ve Me'cûc bu yerde bozgunculuk yapanlardır. Sana bir vergi versek de buna karşılık bizimle onların arasında bir set yapıversen."

İnsanlardan salih bir ümmet ona:

"Dediler ki: Ey Zülkarneyn! Gerçekten Ye'cuc ve Me'cuc bu yerde bozgunculuk çıkaranlardır."

el-Ahfeş dedi ki: "Ye'cûc" kelimesini hemzeli okuyanlar "Me'cûc" kelimesindeki hemzeleri asıldan kabul eder ve "Ye'cûc"un vezni "yefûT, "Me'cûc"un vezni de "mef ûl" olur. Bu şekliyle-, "Ateşin alev alması, alevlenmesi"nden türemiş gibidir. Hernzesiz telaffuz edenler ve bunları fazladan "elif" olarak kabul edenler ise "Yâ'cûc" diye söylerler ki; bu; den "Mâ'cûc" de; den gelmiş olur. Bu iki özel isim de munsarıf değildir. Ru'be (bu söyleyişe uygun olarak) der ki:

"Şayet Yâcuc ve Macuc hep birlikte,

Âd kavmi de avdet edip, Tubba'ı galeyana getirecek olurlarsa..."

Bunu el-Cevherî zikretmektedir:

Şöyle de açıklanmıştır: Bunlar Arapça olmayan iki isim olduklarından dolayı munsarıf değildirler. Tıpkı Tâlût ve Câlût gibi. Ayrıca bunlar Arapça kökten de türemiş değildirler. Munsarıf olmalarını önleyen ise Arapça olmayışları, marife ve müennes oluşlarıdır.

Bir kesim de şöyle demiştir: Bu iki kelime; den gelmekte olup, Arapçalaştırılmışlardır. Munsarıf olmayışlarının illeti ise marife ve te'nis'dir.

Ebû Ali der ki: Bu iki kelimenin Arapça olmaları da mümkündür. Çünkü "Ye'cûc" kelimesini hemzeli okuyanlara göre bu kelime "Cerbua" kelimesinin fiili yef ûl veznindedir. Bu da; ateş aleviyle etrafı aydınlattı, demek olan; dan gelir. Alev almak anlamındaki; da; "Acı, tuzlu" ifadesi de buradan gelmektedir.

Hemzesiz telaffuz edenlerin ise bu kelimedeki hemzeyi hafifleterek "elif'e kalb etmiş olması mümkündür. (Baş anlamındaki); in hemzesiz okunuşu gibi. "Me'cûc" kelimesi de; den mef'ûl veznindedir. Her iki kelime iştikak bakımından aynı kökten gelirler. Bunu hemze'siz okuyanların da hemzeyi hafifletmiş olmaları mümkün olduğu gibi; bu kelimenin den "fâûl" vezninde olması da mümkündür. Her iki kelimenin munsartf olmayış sebebi ise müenneslik ve marife oluşlarıdır. Çünkü kabile ismini andırmaktadırlar.

Yeryüzünde fesad çıkarmalarına gelince, bu hususta farklı görüşler vardır. Said b. Abdulaziz der ki: Onların fesad çıkarmaları Âdemoğullarını yemeleridir. Bir kesim de şöyle demektedir: Onların fesad çıkarmaları beklenen bir şeydi. Yani fesad çıkaracaklar. O bakımdan onlardan korunmak maksadıyla böyle bir istekte bulundular.

Bir diğer kesim de şöyle demektedir: Fesad çıkarmaları zulüm, baskı, öldürmek ve insanların yaptığı bilinen diğer fesad şekilleridir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Onların nitelikleri, setlerinden çıkışları ve Yâfes’in çocukları olduklarına dair bir takım haberler de varid olmuştur. Ebû Hüreyre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Nûh (aleyhisselâm)ın, Sâm, Hâm ve Yâfes adında oğulları oldu. Araplar, Farslar ve Rumlar, Sâm'ın çocuklarıdırlar, hayır da bunlardadır.

Ye'cuc, Me'cuc, Türkler ve İskitler de Yâfes’in çocuklarıdır, bunlarda hayır yoktur. Kıptiler, Berberîler ve Sudan (yani siyahiler) Hâm'ın çocuklarıdırlar." Tirmizî, Tefsir 37. sûre 4, Menâkıb 69 "hasen bir hadistir" kaydıyla; Müsned, V, 9-10, U'de şöyle bir rivâyet yer almaktadır: Semûre'den, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den buyurdu ki: "Sâm, Arapların babası, Hâro, Haberlilerin babası, Yâfes, Rumların babasıdır,"

Ka'b el-Ahbar dedi ki: Âdem (aleyhisselâm) ihtilam oldu ve suyu (menisi) toprağa karıştı. Bundan dolayı üzüldü, o bakımdan (Ye'cuc ile Me'cuc) bu sudan yaratıldılar. Bundan dolayı onlar anne tarafından değil de, baba tarafından bize ulaşırlar.

Ancak bu haber su götürür bir haberdir. Çünkü peygamberler (Allah'ın salât ve selamı üzerlerine olsun) ihtilâm olmazlar. Onlar (Ye'cuc ile Me'cuc) Yâfes'in çocuklarıdırlar. Nitekim Mukâtil ve başkaları da böyle demişlerdir.

Ebû Said el-Hudrî, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Onlardan (yani Ye'cuc ile Me'cuc'den) herhangi bir kimsenin sulbünden bin adam doğmadıkça birisi ölmez."

Ebû Said (el-Hudrî) dedi ki: Bunlar Ye'cuc ile Me'cuc'un soyundan gelen yirmibeş kabiledirler. Gerek bunlardan, gerekse de Ye'cuc ile Me'cuc'den birisinin sulbünden bin kişi doğmadıkça bir kişi Ölmez. Bunu el-Kuşeyrî nakletmektedir.

Abdullah b. Mes'ûd dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a Ye'cuc ile Me'cuc hakkında soru sordum. O şöyle buyurdu: "Ye'cuc ile Me'cuc iki ümmettirler. Bu ümmetin herbirisi dörtyüzbin ümmettir. Bu ümmetin herbirisinin sayısını da Allah'tan başka hiç kimse bilmez. Onlardan birisinin sulbünden hepsi de silah taşıyacak yaşa gelen bin erkek çocuk doğmadıkça, kimse ölmez." Ey Allah'ın Rasûlü, bize onların niteliklerinden söz et denilince, şöyle buyurdu: "Bunlar üç sınıftırlar. Bir sınıf dağ selvisini -ki bu Şam topraklarında yetişen ve herbirisinin yüksekliği yirmi zira'ı bulan bir ağaçtır- gibidir. Bir diğer kesimin eni boyu yaklaşık bir zira' kadar aynıdır. Bir diğer kesim ise bir kulağını kendisine yatak yapar, öbür kulağını da yorgan yapar, Bunların karşısına fil, yanani hayvan, domuz ne çıkarsa mutlaka onu yerler. Aralarından öleni de yerler. Onların öncü kuvvetleri Şam topraklarında, ardçıları da Horasan'da olacaktır. Bunlar doğudaki nehirleri içecekler, Taberiye gölünü içecekler. Allah, Mekke, Medine ve Beytulmakdîs'e girmelerini de engelleyecektir."

Ali (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: Onlardan bir kesimin boyu bir karıştır. Bunların yırtıcı hayvanlar gibi pençeleri ve parçalayıcı azı dişleri vardır. Güvercinler gibi birbirlerine seslenirler, Hayvanlar gibi çiftledirler, kurtlar gibi ulurlar. Sıcağa ve soğuğa karşı kendilerini koruyacak tüyleri vardır. Kulakları çok büyüktür. Bunlardan birisi kışı içinde geçirdikleri bir tüydür. Diğeri ise yazı içinde geçirdikleri bir deridir. Bunlar şeddi kazırlar, tam onu delip çıkacakları vakit yüce Allah onu eski haline geri çevirir. Yüce Allah'ın izniyle onu yarın deleriz, diyecekler. İşte o vakit onu delecek ve çıkacaklardır. İnsanlar kalelere sığınarak korunmaya çalışacaklar. Bunlar semaya doğru ok atacaklar, attıkları ok kana bulanmış olarak kendilerine geri dönecektir. Sonra yüce Allah onları boyunlarında çıkacak (ve develerin, koyunların burunlarında meydana gelen kurtçuklara benzer) kurtçuklarla helâk edecektir. Bunu el-Gaznevî zikretmektedir.

Ali (radıyallahü anh) da, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Ye'cuc dörtyüz tane kumandanları bulunan bir ümmettir. Me'cuc da böyle. Onlardan herhangi birisi ata binmiş bin tane çocuğunu görmedikçe ölmez." Elimizin altındaki hadis kaynaklarında cesbit edemedik.

Derim ki: Ebû Hüreyre yoluyla gelen merfu bir hadisi İbn Mâce, Sünen'inde rivâyet etmiş bulunmaktadır. Buna göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ye'cuc ile Me'cuc her gün (seddi delmek maksadıyla) kazıyıp dururlar. Tam güneşin ışığını görmeye yaklaştıklarında başlarındaki (âmir) şöyle der: Haydi geri dönün, artık bunu yarın kazırsınız. Ancak yüce Allah öncekinden daha sağlam bir şekilde iade eder. Nihayet onların (sedde kalacakları) süre dolacağında ve yüce Allah onları insanların üzerine göndermeyi murad edeceğinde, yine seddi kazıyacaklar ve güneşin ışığını görmeye yakınlaştıkları bir noktada amirleri geri dönün, yüce Allah'ın izniyle yarın onu kazıyacaksınız (ve deleceksiniz) der. Böylelikle (inşaallah diyerek) istisna yapmış olacaklar. (Ertesi gün) tekrar oraya geleceklerinde onu bıraktıkları şekilde bulacaklar ve orayı da kazıyacaklar. İnsanların üzerine yürüyecekler, suyu içip kurutacaklar. İnsanlar kalelerine sığınarak onlara karşı korunmak isteyecekler. Oklarını yukarı doğru atacaklar, okları üzerlerinde kan izleri olduğu halde geri dönecek. -Ravi der ki: Hıfzettiğime göre böyle.- Bunun üzerine: Bizler yeryüzündeki insanları kahrettik. Semadakilerin de üzerine çıktık. Bunun üzerine yüce Allah, boyun bölgelerinde bir takım kurtçukları üzerlerine salacak ve bunlarla onları öldürecektir." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki yeryüzü hayvanları onların etlerinden dolayı semirecek ve memeleri süt ile dolacaktır." İbn Mâce, Fiten 33.

Vehb b. Münebbih dedi ki: Zülkarneyn bunları gördü. Onlardan birisinin boyu bizden orta boylu bir adamın boyunun yarısı kadardır. Tırnakların olduğu yerde onların hayvan pençelerini andıran tırnakları vardır. Yırtıcı hayvanlar gibi azı dişleri ve parçalayıcı dişleri vardır, Çeneleri deve çenelerini andırır. Kılları serttir. Bütün vücutlarını örtecek kadar kıllıdırlar. Herbirlerinin büyükçe iki kulağı vardır. Bunlardan birisini yorgan olarak kullanır, öbürünü de yatak olarak. Onların herbiri ecelinin ne zaman geleceğini de bilir. Eğer erkek ise sulbünden bin tane erkek çıkmadıkça ölmez. Dişi ise bin dişi doğurmadıkça ölmez.

es-Süddî ile ed-Dahhâk derler ki: Türkler Ye'cûc ile Me'cûc'den küçük bir bölümdür. Bunlar ortaya çıkıp değişiklikler yapmaya koyuldular. Zülkarneyn gelip şeddi yaptı ve şeddin bu tarafında kaldılar.

es-Süddî der ki: Sed yirmi bir kabile üzerine yapıldı. Onlardan tek bir kabile şeddin beri tarafında kaldı, bunlar da Türklerdir. Bunu da Katade demiştir.

Derim ki: Eğer bu böyle ise şunu bilelim ki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ye'cûc ile Me'cûc'u nitelendirdiği gibi; Türkleri de nitelendirmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Müslümanlar yüzleri kat kat kalkanı andıran, giydikleri, kıldan elbiseler olan kıl İçerisinde yürüyen" -bir başka rivâyette de; kıldan yapılmış ayakkabılar giyen- "bir kavim olan Türklerle Savaşmadıkça kıyâmet kopmayacaktır." Bu hadisi Müslim, Ebû Dâvûd ve başkaları rivâyet etmiştir. Buhârî, Cihâd 96; Müslim, Fiten 62-65; Ebû Dâvûd, Melâhim y; İbn Mâce, Fiten 36; Müsned, II, 239, 271, 475, 493.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sayılarını, çokluklarını ve ne kadar güçlü olduklarını bildiğinden dolayı: "Türkler size İlişmedikçe siz de onlara ilişmeyiniz" diye buyurmuştur. Ebû Dâvûd, Melâhim 11; el-Heysemî Mecmau'z-Zevâid, V, J04, "Ravilerinden Mervân b. Sâlim'in Metruk (yaptığı rivâyetler alınmayan bir ravi) olduğu" kaydıyla

Onlardan şu dönemde yüce Allah'tan başka hiçbir kimsenin sayılarını bilmediği ve yüce Allah'tan başka kimsenin müslümanlardan geriye püskürtemeyeceği pek çok ümmetler çıkmış bulunmaktadır. Bunlar sanki Ye'cûc ve Me'cûc yahutta bunların mukaddimeleri (öncü kuvvetleri)dirler.

Ebû Davûd'da, Ebû Bekre'den gelen bir rivâyete göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ümmetimden bir takım kimseler Dicle ismi verilen bir nehrin yakınında Basra diye adlandırılan düz bir yerde konaklayacaklar. Bu nehrin üzerinde bir köprü olacaktır. Oranın ahalisi çoğalacak ve orası muhacirlerin -İbn Yahya dedi ki: Ebû Ya'mer dedi ki: Müslümanların -şehirlerinden bir şehir olacaktır.- Âhir zamanda ise yüzleri geniş, gözleri küçük, Kantûrâoğulları gelecek ve bu nehrin kıyısına konaklayacaklardır. O şehrin ahalisi üç gruba ayrılacak. Bir grup İneklerin kuyruklarının arkasına takılıp çöle gidecekler, bunlar helâk olacaklar. Bir grup kendileri için (bunlardan teminat) alacak ve böylece kâfir olacaklar. Bir grup da çoluk-çocuklarım arkalarına alacak ve Savaşa koyulacaklar. İşte şehidler bunlardır." Ebû Dâvûd, Melâhim 10.

"Basra" gevşek, yumuşak taş demektir. Basra şehrine bu isim bundan dolayı verilmiştir. "Kantûrâoğulları" Türklerdir. Denildiğine göre; Kantura İbrahim (sa)ın cariyelerinden birisinin adıdır. Bu cariyenin Hazret-i İbrahim'den çocukları oldu. Türkler de bunların soyundan geldi. (Allah en iyisini bilir).

"Sana bir vergi versek de buna karşılık bizimle onların arasında bir set yaptırıversen" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Zülkarneyn'e Sed Yapma Teklifi:

"Sana bir vergi versek..." ifadesi güzel bir edeble sorulmuş bir sorudur.

" Vergi" belli bir miktarda mal, anlamındadır. Bu kelime "ra" harfinden sonra "elif" ile (harâc şeklinde) diye de okunmuştur. "Elif"siz söyleyiş, "elif"li söyleyişe göre daha özel bir anlam ifade eder. O bakımdan; " Kendi baş vergini ve şehrinin haracını öde" denilir.

el-Ezherî der ki: Harâc kelimesi vergi, fey malı, cizye ve gelir anlamlarında kullanılır. Aynı şekilde harâc mallarda verilmesi gereken farz hisselerin de adıdır. "Elif"siz "hare" ise mastardır.

"Buna karşılık bizimle onların arasında bir sed yapıversen" âyetindeki sed; "redm; yığılarak yapılan engel" demektir. Redm birbiri ile bitişik ve kaynaşmış şekilde üstüste yapılan yığma demektir, "Yamanmış elbise" demektir. Bu açıklamayı el-Herevî yapmıştır.

Mesela: "Yarığı (çatlağı, çukuru) kapattım" demektir. Redm aynı zamanda isim olup, sed demektir. Redm'in şedden daha beliğ bir anlam ifade ettiği de söylenmiştir. Çünkü sed kendisi ile bir boşluğun, açığın kapatıldığı herşey anlamındadır. Redm ise taş, toprak ve buna benzer şeyleri tam bir engel teşkil edecek şekilde üstüste koyup yerleştirmek demektir. Nitekim elbisesini kalın ve üstüste yamalarla yamayan bir kimsenin halini anlatmak üzere -bu kökten- denilir. Antere'nin şu mısra'ı da burdan gelmektedir.

"Acaba şairler yama yapılması gereken bir yeri, (yamamaksızın) terk ettiler mi?"

Üstüste terkib edilecek, söylenmesi gereken bir sözü söylemeksizin bırakmışlar mıdır, demektir.

"Sed" kelimesi "sin" harfi üstün olarak; diye okunmuştur, el-Halil, ile Sîbeveyh şöyle derler: "Sin" ötreli olursa isim olur, üstün olursa mastardır. el-Kisaî der ki: Üstün ve ötreli okuyuş aynı anlamdaki iki ayrı söyleyiştir. İkrime, Ebû Amr b. el-A'lâ ve Ebû Ubeyde de şöyle derler: Allah tarafından yaratılmış olup da insanların herhangi bir katkıda bulunmadıkları engeller için ötreli söyleyiş, insan tarafından yapılmış olanlar için de üstünlü söyleyiş kullanılır. Ancak bu görüşü kabul eden kimselerin "sin" harfini burada üstün ile okumaları, bundan önceki; "İki dağ arasına" lâfzını da ötreli okumaları gerekir.

Ebû Hatim ise İbn Abbâs ve İkrime'den, Ebû Ubeyde'nin söylediklerinin aksini nakletmektedir, İbn İshak da şöyle demektedir: Gözlerinle gördüklerini "sin" harfi ötreli olarak "süd" şeklinde, görmediklerini de üstün ile "sed" şeklinde zikredersin.

2- Fesad Ehli Olanları Hapsetmek İçin Hapishane Yapımı:

Bu âyet-i kerîmede hapishaneler yapıp, fesad ehli kimseleri burada hapsetmeye, onları diledikleri şekilde tasarrufta bulunmalarını engellemeye, fesİsimleri üzere bırakılmayacaklarına, aksine canlarını incitecek şekilde dövüleceklerine, hapsedileceklerine yahutta kefalet altında bırakılacaklarına -Ömer (radıyallahü anh)ın yaptığı gibi- delil vardır.

95

Dedi ki: "Rabbimin bana verdiği imkânlar daha hayırlıdır. Siz bana (bedeni) güçle yardım edin ki, sizinle onların arasına sağlam bir set yapayım.

"Rabbimin bana verdiği İmkânlar daha hayırlıdır..." âyeti ile ilgili açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız:

1- Yüce Allah'ın Verdiği İmkânları Kullanmayı Tercih Etmek:

"Rabbimin bana verdiği imkânlar daha hayırlıdır" âyetinin anlamı şudur: Zülkarneyn onlara dedi ki: Yüce Allah'ın bana vermiş olduğu güç. ve hükümdarlık imkânları sizin vereceğiniz vergiden ve mallarınızdan daha hayırlıdır, ama beden gücüyle bana yardım ediniz. Yani aranızdan beden ile çalışacak kimseler ve adamlar ile şeddi yapmakta kullanacağım araçlar veriniz.

Bu da yüce Allah'ın aralarında cereyan eden bu konuşmada Zülkarneyn'i bir te'yididir. Çünkü orada bulunanlar eğer ona belli bir vergi vermek üzere aralarından mal toplayıp vermiş olsalardı, kimse ona yardım etmezdi. O şeddi bina etme işini ona bırakırlardı. Bizzat ona yardımcı olmaları ise onun için daha güzeldi ve bu işin daha çabuk bitmesini sağladı. Belki de bu şekilde çalışmaları onun kendisine vereceklerinden söz ettikleri vergiden daha da fazla miktara tekabül ediyordu.

Yalnız İbn Kesîr "bana verdiği imkânlar" (anlamındaki) lâfzı; şeklinde iki "nun" ile, diğerleri ise tek "nûn" ile; diye okumuşlardır.

2- Yöneticinin Yönettiklerine Karşı Görevleri ve İslâm Devleti'nde Mali Siyaset:

Bu âyet-i kerîmede hükümdar kimsenin yönettiklerinin ülkelerini korumakla yükümlü olduğuna, onların gediklerini kapatmak, serhadlerini düzeltip sağlamlaştırmak için çalışmasının farz olduğuna, bunları da faydalarını görecek olan yönetilenlerin mallarından ve kendi himayesi ve gözetimi altında hazinelerinde toplanan hak ettiklerinden karşılayacağına delil vardır. İsterse bu hakları yerine getirmek isterken bütün malları tükenmiş olsun ve bu yükümlülükler servetlerini tamamen bitirmiş olsun. Yönetilenler bütün bu açıklan, gedikleri kendi mallarından kapatmakla yükümlü oldukları gibi yöneticinin de onlara güzel bir şekilde bakması, koruması görevidir. Bu da üç şartla olur;

1- Hiçbir hususta kendisini onlara tercih etmeyecek.

2- Önce muhtaç olanların ihtiyaçlarını görmekle işe bağlayacak, onlara yardımcı olacak.

3- Vereceği atiyyelerde (devlet hazinesinden yapacağı bağışlarda) konumlarına uygun olarak aralarında eşitlik sağlayacak.

Bundan sonra bu hazine tamamıyla bitip boşalacak olursa, karşılaşılan olaylar görülmesi gereken bir işi ortaya çıkmasına sebeb olurlarsa, mallarından önce canlarını ortaya koyarlar. Bunun faydası olmazsa o takdirde belli bir değerlendirmeye göre mallarından alınır ve güzel bir tedbir ile bu mallar harcanır.

İşte, Zülkarneyn'e çekindikleri Ye'cûc ile Me'cûc saldırısını kendilerinden önlemesi maksİsmi ile ona mal vermelerini teklif ettiklerinde, O: Benim malınıza ihtiyacım yok, benim size ihtiyacım var. O bakımdan "siz bana (bedeni) güçle yardım edin" yani benimle birlikte bizzat hizmette bulunun, dedi. Çünkü benim yanımda mal var, sizin yanınızda da adam var. Onların verecekleri malın kendilerine ihtiyacı ortadan kaldırmayacağını, eğer bu malı bir ücret olarak alırsa bunun ihtiyaç duyduğu asıl gücü azaltmış olacağını, o bakımdan tekrar onlara ücretle çalıştırmak için müracaat edeceğini gördü. Dolayısıyla bedenen hizmetçe bulunmalarının daha uygun olduğunu tesbit etti.

Bu konuda ilke şudur: Hiçbir kimsenin malı karşı karşıya kalınacak bir zaruret olmadıkça helâl olmaz. Bu durumda da bu mal gizli değil açıkça alınır. Bir takım kimseleri tercih ederek, kayırarak değil, adaletle harcanır. Kişisel baskı ve dayatma usulüyle değil, cemaatin görüşüne göre harcanır. Doğruya muvaffak kılan yüce Allah'tır.

96

"Bana büyük demir parçaları getirin." Nihayet dağların İki yanını tam denkleştirdiği vakit: "Üfleyin" dedi Nihayet onu bir ateş haline getirince: "Getirin bana üzerine erimiş bakır dökeyim" dedi.

"Bana büyük demir parçaları getirin" yani bana büyük demir parçalarını verin, elime teslim edin. Onlara araç taşımalarını emretmiş oldu. Bütün bunlar hibe anlamı taşımaksızın vermeye davettir. Bu ona gerekli araçları elleriyle vermeye bir çağrıdır. Çünkü o kendilerinden vergi almayacağını söylemişti. Geriye sadece gerekli araçları verme ve bedenen çalışmaya çağırmaktan başka bir şey kalmıyordu.

"Büyük demir parçaları" demir kesitleri demektir. kelimesinin aslı toplanıp, bir araya gelmek demektir. Aslanın boynunun çevresinde toplanan tüylere; " Arslan yelesi" denilmesi de buradan gelmektedir. "Kitabı yazdım ve harflerini bir araya getirip topladım" demektir.

Ebû Bekr ve el-Mufaddal; şeklinde gelmek fiilindenmiş gibi okumuşlardır. Bu da; "Bana demir kütleleri getirerek geliniz" anlamındadır. Cer harfi düşünce (kütle anlamındaki "zübar" kelimesi) fiil ile nasbedilmiştir. Şairin şu mısra ında olduğu gibi:

"Sana hayrı emrettim..."

Burada da cer edatı hazfedildiğinden fiil nasbetmiştir.

Cumhûr "züber" kelimesinin "be" harfini üstün olarak okumuştur. el-Hasen ise bunu ötreli okumuştur. Her iki şekilde de büyük parça demek olan "zübre'nin çoğuludur.

"Nihayet dağların iki yanını" yaptığı inşaat ile

"tam denkleştirdiği vakit" demektir. Asıl söz konusu olan inşaat olduğundan dolayı ayrıca zikredilmeyerek hazfedilmiştir.

" Dağların İki yanını" âyeti ile ilgili olarak Ebû Ubeyde der ki: Kasıt dağın iki yanıdır. Ona "sadefeyn" isminin veriliş sebebi iki yanın biribirlerine tesadüf etmesi yani birbirlerinin karşılarında bulunması, biri diğerine mülakî olmasıdır. Bu açıklamayı ez-Zühri el-Mâverdî, en-Nuket ve'l-Uyûn, III, 343'cle "ez-Zührî" yerine: "el-Ezherî" ve İbn Abbâs yapmıştır. Biri diğerinden sanki yüz çeviriyormuşçasına "sudûPdan gelen bu isim verilmiştir. Şair der ki:

"Onun aydınlığı dağın her iki yanını da aşıp geçiyor,

Karanlıktaki kandil gibi alev saçıyor."

Yüksekçe binaya da dağın kenarına (yar'ına) benzetilerek "sadef' denilir. Hadîs-i şerîfte de şöyle denilmektedir: "Meyletmek üzere olan bir sadefin yanından geçti mi hızlıca yürürdü," İbn Kesîr, en-Nihâye, III, 17de bu lafızla; Müsned, II, 356'cla: "Peygamber yan yatmış bir duvarın (cidar) ya da bir bahçe duvarının (hâit) yanından geçti de yürüyüşünü hızlandırdı..." şeklînde Ebû Ubeyd dedi ki: Sadef ve hedef yüksekçe ve büyük her yapıya verilen isimdir.

İbn Atiyye der ki: "İki sadeP karşılıklı iki dağa verilen isimdir. Yalnız birisine "sadef" denilmez. Ama ikisine "sadefân" denilir. Çünkü biri diğerine tesadüf etmektedir.

Nâfi', Hamza ve el-Kisaî; kelimesini "sad" harfi üstün ve şeddeli "dai" harfi de üstün olarak okumuştur. Aynı zamanda bu Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)ın ve Ömer b. Abdulaziz'in de kıraatidir. Bu, Ebû Ubeyde'nin de tercih ettiği kıraattir. Çünkü en meşhur olan lügat (söyleyiş) budur.

İbn Kesîr, İbn Âmir ve Ebû Amr ise "sad" ve "dal" harflerini ötreli okumuşlardır.

Ebû Bekr yoluyla gelen rivâyetinde Âsım ise "sad" harfini ötreli, "dal" harfini sakin okumuştur. "Curf" ve "cüruf gibi. Bu da bir tahfiftir.

İbnu'l-Macişûn "sad" harfini üstün, "dal" harfini ötreli okumuştur. Katade ise "sad" harfini üstün "dal" harfini sakin okumuştur. Bütün bu okuyuşların anlamı birdir ve karşılıklı iki dağ demektir.

"Üfleyin, dedi" âyetinden itibaren âyetin sonuna kadar âyetin anlamı şudur; Körüklerle, demir kütleleri üzerine üfleyin. Çünkü o bir kat demir kütlesi ve taş konulduktan sonra odun ve kömürü tutuşturup ateş bunları kızdırıncaya kadar körüklemelerini emrederdi. Demirin üzerine ateş yakıldı mı o da tıpkı ateş gibi olur. İşte yüce Allah'ın;

"Nihayet onu bir ateş haline getirince" âyetinin anlamı budur. Sonra da (âyet-i kerîmede geçen): "el-Kıtr" ile ilgili görüş ayrılıklarına göre: Eritilmiş bakır yahut kurşun veya demir getirilir, bunu da hazırlanmış olan bu tabakanın üzerine boşaltırdı. Bu şekilde birbirlerine kaynaşıp iyice birbirine geçip yapıştıktan sonra tekrar yeniden aynı şekilde bir tabaka daha koyardı. Bu da iş tamamlanıncaya kadar ve bu boşluk da son derece sağlam bir dağ haline gelinceye kadar devam etti.

Katade der ki: Bu dağ çizgili bir elbise gibidir. Bir yol siyah ve bir yol kırmızıdır.

Rivâyet edildiğine göre bir adam Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) gelmiş ve: Ey Allah'ın Rasûlu, ben Ye'cûc ile Me'cûc şeddini gördüm, demiş. Peygamber ona: "Onu nasıl gördün" deyince, şu cevabı vermiş: Ben onu çizgili bir elbise gibi gördüm, bir yol sarı, bir yol kırmızı, bir yol siyahtı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sen onu gerçekten görmüşsün" diye buyurdu. İbn Kesîr, Tefsir, V, 192'de bu hadisi İbn Cerîrden naklettikten sonra; "Bu, mürsel bir hadistir" kaydını düşmektedir. "Nihayet onu bir ateş haline getirince" âyeti ateş gibi olunca demektir.

"Getirin bana üzerine erimiş bakır dökeyim" âyeti da şu demektir: Bana bakır getirin, onun üzerine dökeyim, anlamında takdim ve te'hir yapılmış bir ifadedir.

"Getirin bana" âyetini; şeklinde okuyanlara göre anlamı şu olur: Gelin onun üzerine bakır boşaltayım ki, müfessirlerin çoğuna göre "kıtr" eritilmiş bakır, demektir. Bunun da aslı; "Damlamak'tan gelmektedir. Çünkü eritilmesi halinde suyun damlaması gibi o da damlar. Bir başka kesim de "kıtr" eritilmiş demirdir derken, aralarında İbnu'l-Enbarî'nin de yer aldığı bir başka kesim, eritilmiş kurşun demektir, der. Bu kelime; "Damladı, damlar,.

"Biz ona erimiş bakır pınarını sel gibi akıttık" (Sebe’, 34/12) âyetinde ki "el-kıtr" kelimesi de buradan gelmektedir.

97

Artık onu ne aşabildiler, ne de onu delmeye güç bulabildiler.

"Artık onu ne aşabildiler" Ye'cûc ile Me'cûc üzerine çıkamadılar, ona tırmanamadılar. Çünkü bu sed dağın seviyesine gelmiş dümdüz kaygan bir zemindi. Dağ da aşılamayacak kadar yüksekti. Seddin yüksekliği ikiyüzelli zira' idi. Rivâyete göre iki dağ arası uzunluğu ikiyuz fersah, eni de elli fersah idi. Bunu da Vehb b. Münebbih söylemiştir.

"Ne de onu delmeye güç bulabildiler." Buna sebeb ise hem eninin fazla oluşu, hem de çok sağlam bir yapı oluşudur. Sahih hadiste Ebû Hüreyre yoluyla gelen rivâyette Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Bugün Ye'cûc ile Me'cûc seddinden bu kadar bir gedik açıldı" dedi ve Vehb b. Münebbih parmaklarını doksan gibi birbirine getirdi. Bir rivâyette de: Baş parmak ile şehadet parmağını halka yaptı, diyerek hadisin geri kalan kısmını zikretmektedir. Buhârî, Enbiyâ 7; Müslim, Fiten 3; Müsned, II, 341, 530 (Ebû Hüreyre'den); Buhârî, Fiten 4, 28, Talâk 24; Müslim, Fiten 1, 2; Tirmisl, Fiten 23; İbn Mâce, Fiten 9; Müsned, VI, 428, 429 (Zeyneb hint Cahş'tan).

Yahya b. Sellâm, Sa'd b. Ebi Arûbe'den, o Katâde'den, o Ebû Rafî'den, o Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ye'cuc ile Me'cuc her gün seddi del(meye çalışırlar. Nihayet tam güneş ışığını gördüklerinde başlarındaki: Geri dönün, onu yarın deleceksiniz, der. Ama yüce Allah önceki gibi en sağlam şekline iade eder. Nihayet onların süreleri dolunca yüce Allah da insanların üzerine onları göndermeyi murad edeceği vakit kazımaya koyulurlar ve güneşin ışığını görecek noktaya yaklaştıklarında başlarında bulunan kişi: Haydi geri dönün, inşaallah onu kazıyacaksınız (deleceksiniz) der. Tekrar oraya geleceklerinde onu bıraktıkları şekilde bulacaklar, şeddi delecekler ve insanların üzerine çıkacaklar." İbn Mâce. Fiten 33. Hadîs az Önce geçmiş bulunmaktadır.

"Ne de... güç bulabildiler" âyetini Cumhûr "tı" harfini şeddesiz olarak okumuştur. Bunun; anlamında bir söyleyiş olduğu da söylenmiştir. Şöyle de denilmiştir: Hatta aynen budur. Çünkü Araplarca bu fiil çokça kullanıldığından dolayı kimileri "te" harfini tamamen hazfederek; …diye kullanmışlardır. Bazıları da "te harfini hazfederek; …diye kullanmışlardır. Bu da ….anlamındadır ve bu meşhur bir söyleyiştir.

Yalnız Hamza "tı" harfini şeddeli okumuştur ki o da bu okuyuşuyla fiilin; şeklinde olduğuna işaret etmek istemiş gibidir. Sonra da "te" harfini "tı harfine idğam edip, "tı" harfini şeddeli okumuştur. Bu da izah bakımından zayıf bir kıraattir. Ebû Ali ise câiz değildir, demiştir.

el-A'meş de "Artık onu ne aşabildiler, ne de onu delmeye güç bulabildiler" âyetinde her iki yerde de "te" harfi ile okumuştur.

98

"İşte bu, Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin va'di gelince onu dümdüz eder. Rabbimin va'di haktır" dedi.

"İşte bu, Rabbinden bir rahmettir" sözlerini söyleyen Zülkarneyn'dir.

"Bu" ile de yaptığı şedde, buna güç yetirmeye, Ye'cûc ile Me'cûc'ten gelecek zararı önlemek suretiyle ondan yararlanmaya işaret etmiştir. İbn Ebi Abte; "Bu" zamirini müennes (ve rahmete işaret) olarak; diye okumuştur.

"Rabbimin vaadi" yani kıyâmet günü, bir diğer görüşe göre onların çıkacakları vakit

"gelince onu dümdüz eder" yerle bir olur, demektir.

“Dümdüz" kelimesi ile yüce Allah'ın:

"Yer parça parça ve dümdüz edildiğinde" (el-Fecr, 89/21) âyetinde de aynı kökten gelen kelime kullanılmıştır. İbn Arafe der ki: Yer, herhangi bir yüksekliği olmaksızın dümdüz edildiğinde, demektir. Yüce Allah'ın:

"Onu dümdüz eder" âyeti da bu kökten gelmektedir, el-Yezidî der ki: Bu da dümdüz etmesi demektir. Hörgücü gitmiş deveye de; denilir. el-Kutebî der ki; Onu yere yapışmış ve alçaltılmış kılar, demektir. el-Kelbî ise kırık, dökük parçalar haline getirir anlamındadır, demiştir. Şair der ki:

"Sabah yola çıkandan başkası bir mağarayı parça parça edip de yıkan var mıdır?"

el-Ezherî der ki: Bu fiil dövüp, ufalamak anlamındadır.

(.........) diye okuyan dağın küçük bir tepe haline getirilmiş olması anlamını kasteder. Çünkü bu kelime dağ seviyesine ulaşmayan küçük tepe hakkında kullanılır. Çoğulu da; …...diye gelir.

Hamza, Âsım ve el-Kisaî ise hörgücü olmayan deve demek olan "ed-Dekkâ'"ya benzeterek med ile; diye okumuşlardır.

Âyet şu takdirde olup, ondan hazfedilmiş bir ifade vardır: Onu bir tepecik gibi kılar. Böyle bir takdir kaçınılmazdır. Çünkü sed müzekkerdir ve sonu hemze ile biten bu kelime ile sıfatlandırılamaz.

Şeklinde okuyanlara gelince; bu da yıkılıp, ufalanmayı ifade eden; fiilinin mastarıdır.

Etti, kıldı fiilinin yarattı anlamında olma ihtimali de vardır, O takdirde; hâl olarak nasb edilir. Bunu med ile (yani sonu hemze ile) okuyanların kıraatinde de nasb ile okunması da aynı şekilde iki şekilde açıklanabilir.

99

O gün onları birbiri içine dalgalanır bir halde bırakmışızdır. Sûr'a da üfürülmüş olacaktır. Bu suretle hepsini toplayacağız.

"O gün onları birbiri içine dalgalanır bir halde bırakmışızdır" âyetinde

"bırakmışızdır" daki zamir yüce Allah'a aittir. Yani Biz kıyâmet gününde cinleri ve insanları birbiri içine dalga dalga karışacak halde bırakırız.

Şöyle de açıklanmıştır: Biz o gün yani Şeddin (süresinin) tamamlanacağı vakitte Ye'cûc ile Me'cûc'u birbiri içine dalgalanır halde bırakacağız.

Burada "dalgalanma" tabiri, herhangi bir keder ya da korkudan dolayı aklı başından gitmiş, hayret içerisinde ve biri diğerinin içine karışmış olduğu halde gidip gelmelerini anlatmak maksadıyla kullanılan bir istiaredir. Bununla kendilerini birbirine karışan deniz dalgalarına benzetmektedir.

Bir başka açıklamaya göre; Bizler Şeddin açılacağı gün Ye'cûc ile Me'cûc'u dünyada çoklukları dolayısıyla birbirine karışmış halde bırakacağız.

Derim ki: Bunlar üç ayrı görüştür. En kuvvetlileri ortadaki görüştür. En uzak ihtimalde olanı sonuncusudur. Birinci görüş de güzel bir görüştür. Çünkü yüce Allah'ın:

"Rabbinin va'di gelince" âyetinin te'vilinde kıyâmetin söz konusu olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

"Sûr'a da üfürülmüş olacaktır" âyeti ile ilgili açıklamalar daha önceden el-En'âm Sûresi'nde (6/73. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Bu suretle hepsini" yani cinleri ve insanları kıyâmetin Arasat'ında

"toplayacağız.".

100

O gün kâfirleri cehennemle yüzyüze getiririz.

"O gün kâfirleri cehennemle yüzyüze getiririz" yani onlara açıktan açığa gösteririz.

101

Onlar ki, Benim öğüdüme karşı gözleri perdeli idi. Dinleyecek güçleri de yoktu,

"Onlar ki, Benim öğüdüme karşı gözleri perdeli idi," Onlar yüce Allah'ın kesin belgelerine bakmayan, gözü örtütü kimseler durumunda idiler. "Onlar ki anlamındaki; "kâfirler'e sıfat okrak cer mahallindedir.

"Dinleyecek güçleri de yoktu," Yani yüce Allah'ın kelâmını kulak verip dinleyecek takatleri yoktu, onlar sağır durumunda idiler.

102

O kâfirler, Beni bırakıp kullarımı veliler edineceklerini mi sandılar? Biz, cehennemi o kâfirlere bir konak olarak hazırladık.

"O kâfirler, Beni bırakıp da kullarımı" Îsa'yı, melekleri ve Uzeyr'i

"veliler edineceklerini" ve Benim kendilerini cezalandırmayacağımı -buna göre ifadede bir hazf vardır-

"mi sandılar?"

ez-Zeccâc Bunun kendilerine fayda sağlayacağını mı sandılar? anlamındadır, demiştir.

Ali, İkrime, Mücahid ve İbn Muhaysın "...mı sandı(lar)" kelimesini "sin" harfini sakin ve "be" harfini ötreli olarak okumuşlardır. Bu da; bunun onlara yeterli geleceğini mi sandılar? anlamındadır. "Biz, cehennemi o kâfirlere bir konak olarak hazırladık."

103

De ki: "Amelleri açısından en çok ziyana uğrayanları sîze haber verelim mi?

"De ki: Amelleri açısından en çok ziyana uğrayanları size haber verelim mi..." âyetinden itibaren: "... Biz, kıyâmet günü onlar için Ölçü tutmayacağız" âyetine kadarki âyetlere dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Amelleri İtibariyle Zararda Olanlar:

"De ki: Amelleri açısından en çok ziyana uğrayanları size haber verelim mi?" âyetinde şuna delâlet vardır: Kimi insanlar iyilik yaptığı zannı ile bir amelde bulunur. Ancak onun ameli boşa gitmiştir. Amelin boşa gitmesini gerektiren ya itıkad bozukluğudur ya da riyakârlıktır. Burada maksat ise küfürdür.

Buhârî kaydettiği bir rivâyette Mus'ab'ın şöyle dediğini rivâyet eder: Babama:

"De ki: Amelleri açısından en çok ziyana uğrayanları size haber verelim mi?" âyetinde kastedilenler Hârûrâlılar (Haricîler) mıdır? diye sordum. O: Hayır, dedi. Onlar yahudiler ve hristiyanlardır. Yahudiler, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ı yalanladılar. Hristiyanlar ise cenneti inkâr ettiler ve orada ne yiyecek var, ne de içecek, dediler. Hârûrâlılar ise iyice sağlamlaştirdıktan sonra Allah'ın ahdini bozan kimselerdir. Sa'd onları fasıklar diye adlandırıyordu Buhâri, Tefsir 18. sûre 5. Sözü geçen Mus'ah, Sa'd b. Ebi Vakkas'ın oğlu Mus'abdır, Buna göre Sa'd'dan kasıt da babası Sa'd b. Ebî Vakkas'tır. (İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, VIII, 278)

104

"Onlar o kimselerdir ki, dünya hayatında yaptıkları boşa gitmiştir. Üstelik kendilerinin muhakkak İyi yaptıklarını zannederler.

Âyet-i kerîme azar manasını ihtiva etmektedir. Yani, Benden başkalarına ibadet eden şu kâfirlere de ki: Yarın onların bütün yaptıkları boşa çıkacak, bütün ümitlerinin boş olduğunu anlayacaklardır. O bakımdan onlar amelleri itibariyle en çok zarara uğrayacaklar olacaktır. Bunlar aynı zamanda

"o kimselerdir ki dünya hayatında yaptıkları boşa gitmiştir. Üstelik kendilerinin" Benden başkasına ibadet etmek suretiyle" muhakkak iyi yaptıklarını zannederler."

İbn Abbâs der ki: Bununla Mekke kâfirlerini kastetmektedir. Ali (radıyallahü anh) ise bunlar Hâricilerdir yani Hârûrâlılardır, Bir seferinde de: Bunlar manastırlarına çekilmiş rahiplerdir, demiştir.

Rivâyete göre İbn el-Kevvâ ona (Ali -ra.-e) amelleri açısından en çok ziyana uğramış olanlar hakkında soru sormuş, ona sen ve arkadaşların, diye cevap vermiştir.

105

"Onlar, Rabblerinin âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edip amelleri boşa gitmiş olanlardır. Biz kıyâmet günü onlar için Ölçü tutmayacağız.

İbn Atiyye der ki: Ancak bundan sonra gelen yüce Allah'ın şu âyeti bütün bu görüşlerin zayıf olduğunu ortaya koymaktadır:

"Onlar, Rabblerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edip, amelleri boşa gitmiş olanlardır."

Bu taifeler arasında ise Allah'ı inkâr eden, O'na kavuşmayı, öldükten sonra dirilişi, amellerin karşılıklarının verilmesini inkar eden yoktur. Bunlar ancak putlara tapan Mekke müşriklerinin vasıflarıdır. Ali ile Sa'd (radıyallahü anh)ın sözünü eltikleri kimseler ise bu âyet-i kerîmeden paylarına düşeni almış bulunan kimselerdir.

"Amelleri açısından " âyeti temyiz olarak nasbedilmiştir.

"Boşa gitmiştir" âyetini, Cumhûr "be" harfini esreli olarak okumuştur. İbn Abbâs ise "be" harfini üstün olarak okumuştur.

2- Allah Nezdinde Değer Taşıyan Kişiler ve Ameller:

"Biz, kıyâmet günü onlar İçin ölçü tutmayacağız" âyetindeki "Tutmayacağız" âyetini Cumhûr azamet "nûn"u ile (yani yüce Allah'a raci' olan birinci çoğul zamiriyle) okumuşlardır. Mücahid ise gaib "ya"sı ile okumuştur ki; Allah onlar için ölçü tutmayacaktır, anlamında olur. Ebû Ubeyd b. Umeyr ise; diye okumuştur. O takdirde ölçü anlamındaki kelimenin sonunu "elif siz olarak şeklinde okumalıdır. Nitekim mücahid de aynı şekilde; "Kıyâmet gününde hiçbir ağırlıkları olmayacaktır" diye okumuştur.

Ubeyd b. Umeyr der ki: Kıyâmet gününde iriyarı, uzun boylu, çok yiyen -çok içen birisi getirilir de yüce Allah nezdinde sivrisinek kanadı kadar bir ağırlığı olmayacaktır.

Derim ki: Bu ve benzeri bir kanaat, kişisel görüşe dayanılarak söylenemez, Bu manada merfu bir hadis olarak Buhârî ve Müslim'in, Sahih'lerinde Ebû Hüreyre'den gelen bir hadis sabit olmuştur. Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet gününde iriyarı, oldukça şişman adam gelecek de sivrisinek kanadı kadar bir ağırlığı olmayacaktır. Arzu ederseniz: "Biz kıyâmet günü onlar için ölçü tutmayacağız" âyetini okuyunuz." Buhârî, Tefsir 18. sûre 6; Müslim. Sıfatul-Münâfikîn 18.

Onların hiçbir mükâfatları olmayacaktır, demektir. Onların bütün amellerine azâb ile karşılık verilecektir. Çünkü onların kıyâmet günü kurulacak terazilerde tartılabilecek türden hiçbir iyilikleri bulunmayacaktır. İyiliği bulunmayan kimse ise cehennemdedir.

Ebû Said el-Hudri der ki: Tihâme dağlan gibi ameller getirilecek fakat bunların hiçbir ağırlığı olmayacaktır.

Şöyle de açıklanmıştır; Âyetin mecaz ve istiare kastı ile zikredilmiş olma ihtimali de vardır, O gün onların bizim yanımızda hiçbir kıymetleri olmayacaktır, denilmiş gibidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

(Zikrettiğimiz) Hadîs-i şerîfteki fıkhı incelikler arasında şunlar da vardır: Şişmanlamak için gayret gösterenlerin şişmanlığı yerilmektedir. Çünkü bu maksat ile yiyecekler için bir takım külfetlere girilir ve üstün ahlâkî değerler bırakılarak bunlarla meşgul olunur. Hatta lüks ve şişmanlamak maksİsmi ile yeteri miktardan fazla yemek yemenin haram olduğuna dahi delil de görülebilir. Nitekim peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz şanı yüce Allah tarafından en çok buğzedilen adamlar, şişman habr (ilim adam)dır." Bk. el-Aclânî, Keşfu'l-Hafâ, I. 248, h. no: 761.

İmrân b. Husayn tarafından rivâyet edilen hadiste Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Sizin en hayırlınız benim çağdaşlanmdır. Sonra onların arkasından gelenlerdir, -İmrân dedi ki: Kendi neslinden sonra iki mi yoksa üç nesil mi zikrettiğini bilemiyorum. Ondan sonra, sizden sonra öyle bir kavim gelecek ki şahidlik etmeleri istenmeksizin şahidlik edecekler. Hainlik edecekler, kendilerine güvenilmeyecek, adakta bulunacaklar, adaklarını yerine getirmeyecekler ve aralarında şişmanlık başgösterecektir." Bukûrl, Şehâdât 9, Fedâilu Ashâbin-Nebiyy 1, Rikaak 7, Eymân 27; Müslim, Fedâilul Sahâbe 214; Ebû Dâvûd, Sünne 9; Tirmizî, Fiten 45; Nesâi, Eymân 29; Müsned, IV, 426, 427, 440.

İşte bu, yerici bir ifadedir. Buna sebeb de şudur: Kişinin isteği ile (kesbiyle) meydana gelen şişmanlık çokça yemekten ve oburluktan; rahatlıktan, güvenlik duymaktan ve nefsin arzu ve isteklerini sınır tanımadan yerine getirmekten dolayıdır. Böyle bir kimse Rabbinin değil, nefsinin kuludur. Bu durumda olan bir kimse hiç şüphesiz harama düşer. Haramdan oluşan her bir ete ateş her şeyden çok yaraşır. Nitekim yüce Allah kâfirleri pek çok yediklerinden ötürü yererek şöyle buyurmaktadır:

"Kâfirler ise; onlar faydalanırlar ve davarların yediği gibi yerler. Kalacak yerleri ise ateştir onların," (Muhammed, 47/12)

Mü’min onlara benzemeye çalışacak ve bütün hal ve zamanlarında onların nimetlerden istifade ettiği gibi istifade etmeye kalkışacak olursa, imanın hakikati nerede kalır? İslâm'ın görevlerini yerine getirmek nerde kalır? Yemesi, içmesi çoğalan bir kimsenin oburluğu da artar. Yemeye, içmeye daha düşkün olur. Geceleyin tembelliği ve uykusu artar, gündüzü ise boş işlerle geçer, Geceleri uyur kalır, el-A'râf Sûresi'nde (7/31. âyet 4. başlıkta) bu anlamdaki açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Yine aynı sûrede (8 ve 9. âyetlerin tefsirinde) Mizan'dan söz edilmiş, o Mizan'ın, amel sahifelerinin kendilerinde tartılacağı iki kefesinin bulunduğu belirtilmiştir, tekrarlamanın anlamı yoktur.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da İbn Mes'ûd'un hurma ağacına tırmanırken ince bacakları dolayısıyla ashabın gülmesinden ötürü şöyle demişti; "Sizler yeryüzü ahalisinin amelleri ağırlığınca gelecek bir bacaktan dolayı mı gülüyorsunuz?" Müsned, î, 114, 420-42 İde: Ashabın bazılarının Abdullah b. Mesudun bacaklarının inceliğine gülmeleri üzerine; Hazret-i Peygamber: "Kıyâmet gününde bu bacakların Uhuddan daha ağır basacaklarını" bildiren bir rivâyet yer almaktadır. Bu şahısların da tartılacağına delildir. Bunu da el-Gaznevî zikretmiş bulunmaktadır.

106

"İşte böyle. Onların cezası kâfir oldukları, âyetlerimi ve peygamberlerimi alaya aldıkları için cehennemdir."

"İşte böyle" âyetiyle tartılmamaya, ölçü tutmamaya işaret edilmektedir. Mübtedâ olarak ref mahallindedir.

"Onların cezası" anlamındaki âyet da onun haberidir. "Cehennemdir" âyeti, "işte böyle" anlamındaki mübteda'dan yahut ta "kâfir oldukları...için" âyetindeki dan bedeldir. Bu "mâ" (mastar manasını veren) mastariyyedir.

Alaya almak (istihza) hafife almak ve alay etmek demektir. Buna dair açıklamalar da önceden geçmiş bulunmaktadır.

107

Gerçekten îman edip, salih ameller işleyenlerin ise konakları Firdevs cennetleridir.

"Gerçekten Îman edip, salih ameller işleyenlerin ise konakları Firdevs cennetleridir." Katade der ki: Firdevs, cennetin tepesi, en ortası, en yüksek yeri, en üstün ve en yüce yeridir. Ebû Umame el-Bâhilî der ki: Firdevs cennetin göbeğidir. Ka'b da der ki: Cennetler arasında Firdevs cennetinden daha yücesi yoktur. Orada iyiliği emredip münkerden alıkoyanlar vardır.

Buhârî'nin, Sahih'inde Ebû Hüreyre yoluyla gelen rivâyette şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kim Allah'a ve Rasûlüne îman eder, namazı dosdoğru kılar, Ramazan orucunu tutarsa yüce Allah üzerinde onu cennete sokma hakkı olur. Allah yolunda ister cihad etsin, isterse de doğduğu toprakta otursun," Ey Allah'ın Rasûlü, dediler, insanlara müjdelemiyelim mi? Şöyle buyurdu: "Cennette yüz derece vardır. Yüce Allah bu dereceleri Allah yolunda cihad edenler için hazırlamıştır. Her iki derece arası gök ile yer arası kadardır. Bu sebebten yüce Allah'tan dileyeceğiniz vakit O'ndan Firdevs'i isteyiniz. Firdevs cennetin en ortası ve cennetin en yücesidir. -Zannederim şöyle de buyurdu-: Onun üstünde de Rahmân'ın Arşı vardır. Cennet ırmakları oradan kaynar." Buhârî, Cihâd 5, Tevhîd 22; Müsned, I, 335.

Mücahid dedi ki: Firdevs, Rumca'da bahçe demektir. el-Ferrâ': O Arapça bir kelimedir, der, Firdevs cennette bir bahçedir. Firdevs aynı şekilde Yemâme'den beride bir bahçe adıdır. Çoğulu, ferâdîs gelir Umeyye b. Ebi's-Salt es-Sakafî der ki:

"O sıralarda onların evleri yüksekçe idi.

Orda ferâdîs (Firdevsler) vardı, sarımsaklar ve soğan (vardı)."

el-Ferâdîs aynı zamanda Şam'da bir yerin adıdır. ise çardaklı üzüm asması demektir.

108

Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar. Oradan ayrılmak da istemezler.

"Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar." Devamlı orada kalacaklardır.

"Oradan ayrılmak da istemezler." Başka bir yere götürülsünler istemezler. Bu âyette geçen "el-hivel" tahvjl anlamındadır ki, Ebû Ali bunu böylece açıklamıştır. ez-Zeccâc der ki: "Yerini değiştirdi" de nilir. Vezin itibariyle; "Büyüdü, irileşti" gibidir. Bununla birlikte bu kelimenin "hile" kökünden gelmesi de mümkündür. Yani onlar oradan başka bir yere gitmek için çare aramazlar.

el-Cevherî der ki: Tehavvül, bir yerden bir başka yere taşınmak demektir. İsim "hivel" gelir. Yüce Allah'ın:

"Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar. Oradan ayrılmak (hivel) da İstemezler" âyeti da buradan gelmektedir.

109

De ki: "Rabbimin sözleri için deniz(ler) mürekkep olsa, buna yardımcı olarak bir o kadar daha katsak, Rabbinin sözleri tükenmeden o deniz(ler) tükenir."

"De ki: Rabbimin sözleri İçin deniz(ler) mürekkep olsa buna yardımcı olarak bir o kadar daha katsak" yani o denizlere sayıca yahut ağırlık itibariyle o kadarını da eklesek

"Rabbimin sözleri tükenmeden o deniz(ler) tükenir." ifadesi bir şeyin bitip, boşalmasını anlatmak için kullanılır. Buna dair açıklamalar önceden (bk. en-Nahl, 16/96) geçmiş bulunmaktadır.

Ubeyy'in, Mushaf ında; "Yardımcı olarak" kelimesi; "şeklindedir. Mücahid, İbn Muhaysin ve Umeyd de böyle okumuşlardır. (Buna göre âyet meali: Bir o kadar daha mürekkep getirsek, demek olur).

Bu kelimenin mansub olarak gelmesi, temyiz ya da hal olduğundan dolayıdır.

İbn Abbâs dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yahudilere:

"Size ilimden ancak pek az bir şey verilmiştir." (el-İsrâ, 17/85) deyince ona şöyle dediler: Bize Tevrat verilmişken bu nasıl olabilir? Kendisine Tevrat verilmiş olanlara pek büyük bir hayır verilmiş demektir. Bunun üzerine: "De ki: Rabbimin sözleri için deniz(ler) mürekkep olsa...o deniz(ler) tükenir" âyeti nazil oldu. el-Vâhidî, Esbâbu Nüzûli'l-Kur'ân, s 307; Süyutî, ed-Durru'l Mensûr, V, 333 de ayru anlamdaki bir rivâyeti kaydetmektedir. Ancak orada bu sebeple indiği belirtilen bu değil; yakın manadaki Lukmân, 31/27-28, âyetleri olduğu zikredilmektedir,

Şöyle de denilmiştir: Yahudiler: Sana hikmet verilmiş bulunuyor. Her kime hikmet verilmiş ise ona pek büyük bir hayır da verilmiş demektir. Sonra da kalkmış sen ruh hakkında bir şey bilmediğini iddia ediyorsun, dediler. Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: "De ki: Bana Kur'ân, size Tevrat verilmiş olsa bile bunların Allah'ın kelimelerine nisbeti pek azdır."

İbn Abbâs dedi ki: "Rabbimin sözleri" Rabbimin öğütleri anlamındadır. Şöyle de açıklanmıştır: "Kelimeler" ile sonu gelmez kadîm kelâmını kastetmiştir. Bu tek bir kelâm olsa dahi -tek tek kelimeler ihtiva ettiğinden ötürü-çoğul olarak ifade edilmesi mümkündür ve çünkü bu tek tek kelimeler onun yerini tutar. Dolayısıyla onun bir olan kelâmını anlamak için şanını yüceltmek kastıyla çoğul kipiyle ifade edilmesi mümkündür. el-A'şâ der ki:

"Bir yüz ki rengi tertemiz, arı durudur,

Süsler onu boynuyla birlikte; gerdanlar ve bilekler."

Görüldüğü gibi burada gerdan tek olmakla birlikte çoğul kullanılmıştır.

Kur'ân-ı Kerîm'de:

"Biz sizin velileriniziz." (Fussilet, 41/31);

"Şüphesiz Zikr'i Biz indirdik" (el-Hicr, 15/9);

"Şüphesiz hayat verenler ve öldürenler, Bizleriz" (el-Hicr, 15/23) diye buyurulmaktadır.

"Şüphesiz İbrahim tek başına bir ümmetti" (en-Nahl, 16/120) âyeti da böyledir; çünkü o tek başına bir ümmetin yerini tutuyordu.

Şöyle de denilmiştir: Kelâmından anlaşılan mefhumlara delâlet eden ibareler ve delil oluş şekilleri, yönleri bitip tükenmez. es-Süddî der ki: Eğer deniz Rabbimin kelimelerine mürekkep olsa, mükâfat yurdu olan cennetin sıfatları bitip tükenmeden önce deniz biter, tükenir.

İkrime de şöyle demiştir: Lâ ilahe illallah, diyenin sevabı tükenmeden deniz tükenir.

Bu âyetin bir benzeri de yüce Allah'ın:

"Eğer yerde olan bütün ağaçlar kalem olsa ve deniz de ardından yedi deniz daha ona katılsa yine de Allah'ın sözleri tükenmezdi." (Lukman, 31/27)

Hamza ve el-Kisâî de "tükenmeden" anlamındaki fiili "te" ile değilde "ye" ile okumuşlardır. Bu okuyuşa Sebeb (ayni kökten) fiilin önceden geçmiş olmasıdır; (Anlam aynıdır)

110

De ki; "Ben de ancak sizin gibi bir beşerim. Yalnız bana ilâhınızın ancak tek bir İlâh olduğu vahyedillyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı ümid ediyorsa; salih bir amel işlesin ve Rabbîne İbadetinde kimseyi ortak koşmasın."

"De ki: Ben ancak sîzin gibi bir beşerim. Yalnız bana...vahyediliyor."

Yani ben ancak yüce Allah'ın bana öğrettiklerini bilebilirim. Allah'ın ilminin ise sayımı-dökümü imkânsızdır. Ve ben sizlere ancak Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığını tebliğ etmekle emrolundum,

"Artık kim Rabbine kavuşmayı" O'nu görmeyi, O'nun mükâfatını almayı

"ümid ediyorsa" ve cezasından da korkuyorsa

"salih bir amel işlesin ve Rabbine ibadetinde kimseyi ortak koşmasın."

İhlas ve Riya:

İbn Abbâs dedi ki: Bu âyet-i kerîme Cündeb b. Züheyr el-Âmirî hakkında nazil olmuştur. O dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, ben yüce Allah için bir amelde bulunuyorum. Sadece yüce Allah'ın rızasını diliyorum. Şu kadar var ki başkası tarafından da bilinecek olursa bu beni sevindirir, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Muhakkak Allah hoş ve temizdir. Ancak hoş ve temiz olanı kabul eder, O (ihlasla yapılması gerektiği halde) kendisinde ortak koşulan hiçbir şeyi kabul etmez." Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.

Tavus dedi ki: Bir adam, ey Allah'ın Rasûlu dedi. Ben Allah yolunda cihad etmeyi seviyorum. Bununla birlikte benim konumumun ne olduğunun görülmesini de seviyorum. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.

Mücahid dedi ki; Bir adam, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü ben sadaka veririm, akrabalık bağını gözetirim. Bunları da ancak yüce Allah için yaparım. Benim bunları yaptığımdan sözedilir ve bundan dolayı övülecek olursam da bu beni sevindirir ve hoşuma gider. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sustu, birşey demedi. Bunun üzerine yüce Allah:

"Artık kim Rabbine kavuşmayı ümid ediyorsa salih bir amel İşlesin ve Rabbine ibadetinde kimseyi ortak koşmasın" âyetini İndirdi.

Derim ki: Bunların hepsi kastedilmiş hususlardır. Âyet-i kerîme bütün bunları da, bunların dışındaki diğer amelleri de kapsar. Bundan önce Hûd Sûresi'nde (11/15- âyetin tefsirinde) bütün insanlar arasında ilk olarak haklarında hüküm verilecek olan üç kişi ile ilgili Ebû Hüreyre'den gelen sahih hadisi zikretmiş bulunuyoruz. en-Nisâ Sûresi'nde de, (4/36. âyet, 1. başlıkta) riyaya dair açıklamalar geçmiştir. Orada konu ile ilgili haberleri yeteri kadar zikrettik.

el-Maverdî der ki: Bütün tevil ehli âlimler şöyle demiştir; "Rabbine ibadetinde kimseyi ortak koşmasın" âyetinin anlamı, işlediği ameliyle kimseye karşı riyakârlık yapmasın şeklindedir.

et-Tirmizî el-Hakîm (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun) de "Nevâdiru'l-Usûl" adlı eserinde şunu rivâyet etmektedir: Bize babam -yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- anlattı, dedi ki: Bize Mekkî b. İbrahim anlattı, dedi ki:

Bize Abdu'l-Vâhid b. Zeyd, Ubâde b. Nüsey'den anlattı, dedi ki: Ben Şeddad b. Evs’in yanına, namaz kıldığı yerde iken gittim; ağlıyordu. Ona: Ey Abdu'r-Rahmân'ın babası seni ağlatan sebeb ne? dedim. Dedi ki: Bir gün Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)dan duyduğum bir hadistir. O sırada yüzünde hoşuma gitmeyen bir ifade görmüştüm. Şöyle dedim: Anam babam sana feda olsun, ey Allah'ın Rasûlü. Yüzünü bu şekilde görmeme sebeb nedir? O şöyle dedi: "Benden sonra ümmetim adına korktuğum bir iş" Ben: Bunun mahiyeti nedir? ey Allah'ın Rasûlü dedim. Şöyle buyurdu: "Şirk ve gizli şehvet." Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Senden sonra ümmetin şirk koşacak mı? Şöyle buyurdu: "Ey Şeddâd onların güneşe, aya, taşa, puta tapmaları manasına hayır. Fakat amelleriyle insanlara karşı riyakarlık yapacaklar." Ben: Riya şirk midir? dedim. O; "Evet" diye buyurdu. Ben: Peki gizli şehvet nedir? diye sordum. Şöyle buyurdu: "Onlardan birisi oruçlu olarak sabah eder, dünya isteklerinden bir istek hatırına gelir ve bunun için orucunu açar." Bu manadaki rivâyetler için bk.: İbn Mâce, Ztthd 21; Müsned, IV, 124, 126. Abdu'l-Vahid dedi ki: el-Hasen'le karşılaştım. Ben ona: Ey Ebû Said dedim. Bana riyadan haber ver. O bir şirk midir? O, evet dedi. Sen yüce Allah'ın:

"Artık kim Rabbine kavuşmayı ümid ediyorsa, salih bir amel işlesin ve Rabbine ibadetinde kimseyi ortak koşmasın" âyetini okumuyor musun? Nevâdirul-Usûl, II, 585.

İsmail b. İshak rivâyetle dedi ki: Bize Muhammed b. Ebi Beki anlattı, dedi ki: Bize el-Mu'temir b. Süleyman, Leys'ten anlattı. Leys, Şehr b. Havşeb'den dedi ki: Ubâde b. es-Samit ile Şeddâd b. Evs oturuyorlardı. Şöyle dediler: Biz bu ümmet adına şirkten ve gizli şehvetten korkarız. Gizli şehvet kadınlar tarafından gelir. Yine dediler ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı şöyle buyururken dinledik: "Her kim riyakârlık yapmak maksadıyla bir namaz kılacak olursa şirk koşmuş olur. Kim riyakârlık maksadıyla oruç tutarsa şirk koşmuş olur." Sonra yüce Allah'ın:

"Artık kim Rabbine kavuşmayı ümid ediyorsa salih bir amel İşlesin ve Rabbine ibadetinde kimseyi ortak koşmasın" âyetini okudu. Müsned, IV, 126.

Derim ki: Gizli şehvetin mahiyetine dair bundan farklı açıklamalar da yapılmıştır. Biz bu açıklamayı en-Nisâ Sûresi'nde (4/36. âyet, 1. başlıkta) yapmış bulunuyoruz.

Sehl b. Abdullah dedi ki: el-Hasen'e ihlâs ve riya hakkında soru soruldu. Şu cevabı verdi: İyiliklerinin gizlenmesini, buna karşılık kötülüklerinin gizlenmemesini İstemek ihlâstandır. Şayet yüce Allah senin hasenatını açığa çıkartacak olursa: Bu senin lütfün ve senin ihsanındır, dersin. Bu benim yaptığım benim kendi işim değildir, desin ve yüce Allah'ın:

"Artık kim Rabbine kavuşmayı ümid ediyorsa salih bir amel islesin ve Rabbine ibadetinde kimseyl ortak koşmasın" âyetini ve:

"Verdiklerini verirlerken, Rabblerinin huzuruna dönecekler diye kalpleri ürperenler..." (el- Mu'minûn, 23/60) âyetlerini hatırlasın. Bunlar İhlâsla amel ettikleri halde amellerinin kabul olunmayacağından korkan kimselerdir. Riyakârlığa gelince; o da nefsin amelinin payını dünyada istemesi demektir. Ona: Bu nasıl olur diye soruldu. Şu cevabı verdi: Her kim kendisi ile yüce Allah arasında kalması gereken bir amel ile Allah'tan başkasının rızasını ve âhiret yurdundan başkasını arayacak olursa o riyadır.

İlim adamlarımız -yüce Allah onlardan razı olsun- derler ki: Riya kimi zaman kişiyi insanların kendisi ile alay edecekleri bir noktaya kadar götürebilir. Nakledildiğine göre Tahir b. el-Huseyn, Ebû Abdullah el-Mervezî'ye şöyle sormuş: Ey Abdullah'ın babası, ne zamandan beri Irak'a geldin? O da şu cevabı vermiş: Ben, Irak'a yirmi yıldan beri geldim ve otuz yıldan beri oruçluyum. Ona: Abdullah'ın babası, biz sana bir husus hakkında soru sorduk. Sen bize iki hususa dair cevap verdin.

el-Asmaî'nin naklettiğine göre; bir gün bir bedevi namaz kıldı ve namazını uzattıkça uzattı. Yanında da bazı kimseler vardı. Ona: Sen ne güzel namaz kıldın, dediler. O da: Bununla birlikte bir de oruçluyum, demiş.

Bu nerede çabucak kılan el-Eşâs b. Kays'a: Sen çabucak namaz kıldın, demeleri üzerine: O da: Ama ona riyakârlık karışmadı, deyip onların namaz kılışını önemsemeyişlerinden riyakâr olmadığını belirterek ve namazda yapmactklıktan kaçmış olduğunu bildirerek kurtulması nerededir?

Yine en-Nisâ Sûresi'nde (az önce belirtilen yerde) Lukman'ın riyakârlığın ilacına dair sözleri geçmiş ve bunun ameli gizleyip saklamak olduğu bildirilmiştir.

Yine et-Tirmizî el-Hakîm rivâyetle der ki: Babam -yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bize anlattı, dedi ki: Bize el-Himmâni haber verdi, dedi ki: Bize Cerir, Leys'ten haber verdi. O bir hadis hocasından, o Ma'kil b. Yesâr'dan dedi ki: Ebû Bekr bu hususta Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında şahidlikte bulunarak dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şirki söz konusu etti ve şöyle buyurdu: "O sizin içinizde karıncanın yürüyüşünden bile daha gizlidir. Ben sana kendisini yerine getirdiğin takdirde senden küçüğüyle büyüğüyle şirki uzaklaştıracak bir şeyi göstereyim mi?

Şöyle dersin: "Allah'ım bildiğim halde, Sana bir şey ortak koşmaktan Sana sığınırım, bilmediğim şeylerden ötürü de mağfiretini dilerim." Bu sözleri üç defa tekrarlıyacaksın." Nevâdiru'l Usûl, II, 583- Yakın bir rivâyet; Müsned, IV, 403.

Ömer b. Kays el-Kindî dedi ki: Muaviye'yi minber üzerinde iken şu: "Artık kim Rabbine kavuşmayı ümid ediyorsa..." âyetini okuduğunu dinledim. (Devamla) dedi ki: Bu semadan inmiş son âyettir.

Ömer (radıyallahü anh) dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bana şu vahyolundu: Her kim: "Artık kim Rabbine kavuşmayı ümid ediyorsa salih bir amel işlesin" âyetini okursa, onun için Aden'den Mekke'ye kadar içerisini kendisine dua eden ve kendisi için mağfiret dileyen meleklerin dolduracağı bir nûr yükseltilir.” el-Hâkim, el-Müstedrek, II, 371. 

Muâz b. Cebel dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Kim Kehf Sûresi'nin başını ve sonunu okuyacak olursa onun için tepeden tırnağa kadar bir nûr olur. Kim onun tamamını okursa, bu onun için yerden göğe kadar bir nûr olur." İbn Kesîr, V, 131de belirttiğine göre sadece İ, Ahmed Larafından rivâyet edilmiştir.

İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre adamın birisi ona şöyle demiş: Ben içimden geceleyin bir süre namaz kılmayı geçiriyorum. Ancak uyku beni bastırıyor. Ona şöyle dedi: Gecenin istediğin saatinde uyanmak istiyorsan yatağına çekildiğin vakit: "De ki: Rabbimin sözleri için..." âyetinden itibaren surenin sonuna kadar oku. Yüce Allah gecenin istediğin saatinde seni uyandıracaktır.

Bu faziletleri es-Sa'lebî -yüce Allah ondan razı olsun- zikretmiş bulunmaktadır.

Ebû Muhammed ed-Darimînin Müsned'inde de şöyle denilmektedir: Bize Muhammed b. Kesir, el-Evzaî'den haber verdi: O Abde'den, o Zir b. Hubeyş'ten dedi ki: Her kim Kehf Sûresi'nin sonlarını geceleyin uyanmak istediği bir vakit için okursa o vakit uyanır. Abde dedi ki: Biz bunu denedik ve böyle olduğunu gördük. Dârimî, Fedâilul-Kur'ân 18

İbnu'l-Arabî dedi ki: Hocamız et-Turtuşî el-Ekber şöyle derdi: Zamanınızı denk olan kimselerle karşılıklı hücumla ve kardeşlere gidip gelmekle geçirmeyin. Yüce Allah beyanını: "Artık kim Rabbine kavuşmayı ümid ediyorsa salih bir amel İşlesin ve Rabbine ibadetinde kimseyi ortak koşmasın" âyeti ile nihayete erdirmiştir.

0 ﴿