MERYEM SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile İcma' ile Mekke'de indiği kabul edilmiştir; 98 âyet-i kerîmedir. Bedir vakasında yüce Allah, Kureyş kâfirlerinin İleri gelenlerinin öldürülmesini takdir edince Kureyş kâfirleri: İntikamınızı Habeş topraklarındakilerden alabilirsiniz, dediler. Necaşi'ye hediyeler gönderiniz ve ona görüş sahibi adamlarınızdan iki kişiyi yollayınız, Belki size yanında bulunan Kureyşlileri geri verir. Siz de onları Bedir'de öldürülenleriniz karşılığında öldürürsünüz. Kureyş kâfirleri, Amr b. el-Âs ile Abdullah b. Ebi Rebia'yı gönderdiler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onların gönderildiklerini haber aldı. O da Amr b. Ümeyye ed-Damrî'yi gönderdi ve onunla beraber Necaşi'ye hitaben bir mektup yolladı. Amr, Necaşi'nin yanına vardı, ona Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın mektubunu okudu. Sonra (Necaşi) Ca'fer b. Ebî Talib ile muhacirleri çağırdı. Rahiplere, keşişlere haber göndererek onları bir araya getirdi. Arkasından Cafer'e kendilerine Kur'ân okumasını emretti. O da "Kâf, Ha, Yâ, Ayn, Sâd" diye başlayan Meryem Sûresi'ni okudu. Gözlerinden yaşlar boşalarak yerlerinden kalktılar. İşte yüce Allah'ın; "... Îman edenlere sevgi bakımından en yakınlarını da: Biz hristiyanlarız, diyenleri bulursun. Bu aralarında keşişlerin, rahiplerin olmasından ve onların büyüklük taslamamalarındandır. " (el-Mâide, 5/82) -Ravi bir sonraki âyetin sonuna kadar okudu- buyrukları bunlar hakkında indirilmiştir. Bu hadisi Ebû Dâvûd zikretmiştir. (İbn İshak'a ait) Sîret'te, Necaşi'nin şöyle dediği kaydedilmektedir; Allah'tan gelenlerden bildiğin bir şeyler var mı? Ca'fer: Evet, dedi. Necaşi ona: Hadi onu bize oku, dedi. O da "Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd" (diye başlayan Meryem Sûresin)i okudu. Kendilerine okunanı dinleyince -Allah'a yemin olsun- Necaşi de, keşişleri de sakallan ıslanıncaya kadar ağladılar. Necaşi dedi ki: Bu ve Mûsa'nın getirdikleri hiç şüphesiz aynı kaynaktan beslenmektedir, gidiniz. (Size gelince Kureyş elçileri) Allah'a yemin olsun bunları size ebediyyen teslim etmeyeceğim... diyerek haberin geri kalan bölümlerini zikretti İbn Hişâm, es-Siretu'n-Nebeviyye, I, 266. Habeşistan'a hicret ve buna bağlı diğer olay lar için bk. Müsned, I, 201 vd., I, 461, V, 290, vd.; İbn Hişâm, es-Sire, I, 255 vd. 1Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd "Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd." Sûrelerin başlarında (bu kabilden bulunan harflere dair) açıklamalar önceden (el-Bakara, 2/1. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. İbn Abbâs "Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd" ile ilgili olarak şunları söylemiştir: "Kâf harfi "Kâff"den, "ha" harfi "Hacirden, "ya" harfi "Hakîrr"den, "ayn" harfi "Halîm"den, "Sâd" harfi de " Sâdık"dandır. Bunu İbn Aziz el-Kuşeyrî, İbn Abbâs'tan nakletmektedir. Anlamı da şudur: O mahlukatına kâfi gelendir, kullarına hidâyet verendir. O'nun kudreti onların ellerinin üzerindedir. Onları bilendir, vaadinde sadık olandır. es-Sa'lebî bunu el-Kelbî, es-Süddî, Mücahid ve ed-Dahhak'tan nakletmektedir. Yine el-Kelbî şöyle demiştir: "Kâf" Kerîm, Kebir ve Kâfi'den. "Ha" harfi Hâdi'den, "ya" harfi Rahîm'den. "Ayn" harfi Alîm ve Azîm'den. "Sad" harfi Sâdık'tan gelir. Anlam birdir. Yine İbn Abbâs'tan şöyle dediği nakledilmektedir: Bu, yüce Allah'ın isimlerinden bir isimdir. Ali (radıyallahü anh)dan da: Bu yüce Allah'ın ismidir, dediği nakledilmiştir. O Ey Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd, bana mağfiret buyur, dermiş. Bunu da el-Gaznevî zikretmektedir. es-Süddî der ki; Bu yüce Allah'ın kendisi zikredilerek, kendisine dua edildiğinde îstenenleri bağışladığı, duaları kabul ettiği İsm-i A'zam'ıdır. Katade ise bu, Kur'ân'ın isimlerinden bir isimdir, demiştir. Bunu da Abdu'r-Rezzak, Ma'mer'den, o da Katade'den nakletmektedir. Bunun sûrenin ismi olduğu da söylenmiştir. el-Kuşeyrî'nin harflerin baş tarafları ile ilgili olarak tercih ettiği görüş budur. Buna göre şöyle denilmiştir: İfade yüce Allah'ın: "Kâf, Hâ, Ya, Ayn, Sâd" âyeti ile tamam olmaktadır. Bu âdeta sûrenin ismini bildirmek gibidir. Nitekim: Filan kitap yahut filan bölüm, dedikten sonra maksada geçmen de buna benzemektedir. İbn Ca'fer bu harfleri mukatta' olarak (kopuk kopuk) okumuştur. Diğerleri ise vasl ile okumuşlardır. Ebû Amr ise "he" harfini imâle ile "yâ" harfini de üstün ile okumuştur. İbn Âmir ve Hamza ise aksi şekilde okumuştur, el-Kisaî, Ebû Bekr ve Halef ise hepsini imale ile okumuşlardır. Medineliler, Nâfi' ve başkaları ise ikisi arasında okumuşlardır. Diğerleri ise fetha ile okumuşlardır. Hârice'den gelen rivâyete göre el-Hasen "kafi ötreli olarak okurmuş. Başkaları da onun "hâ" harfini de ötreli okuduğunu nakletmektedir. İsmail b. İshak'ın naklettiğine göre ise o, "yâ"yı ötreli okurmuş. Ebû Hatim der ki: "Kâf', "hâ" ve "yâ" harflerinin ötreli okunması câiz değildir. en-Nahhâs der ki: Medinelilerin kıraati bu hususta en güzel yoldur. "Hâ" ve "yâ" harflerinde de imale caizdir. el-Hasen'in kıraati ise bazı kimselere açıklanması oldukça zor geldiğinden dolayı: Böyle bir kıraatin câiz olmadığını dahi söylemişlerdir. Ebû Hatim bunlardan birisidir. Bu konuda kabule değer açıklama ise Harun el-Kâri'in yaptığı açıklamadır. O şöyle der: el-Hasen ref’i işmam ile okurdu. Bu ise onu (sessiz olarak) ima ettiği (işaretle gösterdiğini) anlamına gelir. Nitekim Sîbeveyh'in naklettiği gibi Araplar arasından "salât ve zekât" derken "vav"a ima edenler vardır. O bakımdan Mushaf ta (bu kelimeler) "vav" ile yazılmışlardır. Nafi', İbn Kesîr, Âsım ve Ya'kub da "sad" harfinin okunuşu esnasında açıkça "dal"i de telaffuz etmişlerdir. Ebû Ubeyd'in tercih ettiği de budur. Diğerleri ise bunu ("dal" harfini sonraki âyetin ilk harfi olan "zel" harfine) idğam ile okumuşlardır. 2(Bu) Rabbinin kulu Zekeriyâ'yı rahmetle anışıdır. "Bu, Rabbinin kulu Zekeriyyâ'yı rahmetle anışıdır. Hani o Rabbine gizlice niyaz edip, yalvarmıştı. " Âyeti ile ilgili açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: "Rabbinin... rahmetle anışıdır. " Âyetinde geçen: "Anış" kelimesinin merfu oluşu ile ilgili üç görüş vardır. el-Ferrâ' der ki: Bu "Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd" ile ref edilmiştir. Ancak ez-Zeccâc şöyle demektedir: Buna imkan yoktur. Çünkü "Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd" yüce Allah'ın Zekeriyyâ'ya dair bize vermiş olduğu haberler cümlesinden değildir. Yüce Allah bize hem ona dair, hem ona verilen müjdeye dair haber vermiş olmakla birlikte "Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd" onunla ilgili kıssadan değildir. el-Ahfeş ise şöyle demektedir: İfadenin takdiri: Rabbinizin size kıssa olarak anlattıkları arasında Rabbinin rahmetle anısı da vardır, şeklindedir. Üçüncü görüşe gelince: Âyetin anlamı: Size okumakta olduğu bu âyetler Rabbinin rahmetle anışıdır. Bir diğer görüşe göre bunun merfu olması, bir mübtedânın takdiri dolayısıyladır, Bu Rabbinin rahmetle anışıdır, demektir. el-Hasen bu buyrukları; "Rabbinin rahmetini hatırlattı" diye okumuştur. Kur'ân'dan okunan bu bölümler Rabbinin rahmetini hatırlattı, demektir. Emir olarak; "Hatırlat" şeklinde de okunmuştur, "Rahmet" kelimesi yuvarlak "te" ile yazılır. Üzerinde vakıf yapıldığı zaman "he" diye vakfedilir. Buna benzeyen bütün kelimeler de bu şekildedir. Bu hususta nahivciler arasında görüş ayrılığı da yoktur. Bu konuda şunu gerekçe gösterirler: Bu "he" (yuvarlak te) isimler ile fiilleri birbirinden ayırdetmek için olup isimlerin müennesliğini gösterir. 2- Allah'ın Kula Zekeriyyâ (aleyhisselâm): el-Ahfeş; "Kulu" âyeti "rahmet" kelimesi ile mansubtur, demiştir. "Zekeriyyâ" kelimesi de ondan bedeldir. Bu da; "Bu Zeyd'in Amr'ı dövüşünü anıştır" demeye benzer. Burada "Amr" kelimesi darb (dövme) ile nasb edilmiştir. Nitekim "kulu" kelimesi de "rahmet" ile nasb edilmiştir. Burada takdim ve te'hir olduğu da söylenmiştir. Anlamı da şöyle olur: Rabbinin kulu Zekeriyyâ'yi bir rahmet ile anışıdır. Buna göre "kulu" kelimesi "zikr: anış" ile nasb edilmiştir. Bunu da ez-Zeccâc ile el-Ferrâ' zikretmişlerdir. Bazıları da ref ile; diye okumuşlardır ki bu da Ebû'l-Âl-iyye'nin kıraatidir. (Bu, kulu Zekeriyyâ'nın Rabbinin rahmetini anıtıdır, anlamında olur). Yahya b. Ya'mer; şu anlamda olmak üzere nasb ile okumuştur: Bu Kur'ân, Allah'ın kulu Zekeriyyâ'nın rahmetini anmaktadır. "Zekeriyyâ" kelimesinin söylenişi ve kıraati ile ilgili açıklamalar, bundan önce Âl-i îmrân Sûresi'nde (3/37. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 3Hani o, Rabbine gizlice niyaz edip, yalvarmıştı; 3- Gizli ve Açık Dua: "Hani o, Rabbine gizlice niyaz edip, yalvarmıştı" âyeti: "Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Gerçek şu ki: O, haddi aşanları sevmez" (el-A'raf, 7/55) âyetini andırmaktadır ki, buna dair açıklamalar önceden (belirtilen âyet 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Âyet-i kerîmedeki "nida" (mealde; niyaz etmek) dua ve rağbet anlamındadır. Yani o bu şekilde ibadet ettiği mihrabında Rabbine seslenmişti. Buna delil de yüce Allah'ın: "O mihrabda durmuş namaz kılarken, melekler ona seslendiler" (Âl-i İmrân, 3/39) âyetidir. Bu âyet namazda iken yüce Allah'a niyaz ettiği gibi, duasının da o namazda iken kabul edildiğini açıklamaktadır. Bu dua ve niyazını niçin gizli yaptığı hususunda görüş ayrılığî vardır. Bir görüşe göre bunu yaşlanmış olduğu bir dönemde çocuk sahibi olmayı dilediği için kınanmasın diye kavminden gizli yapmıştır. Çünkü bu, dünyevi bir husustur. Eğer bu husustaki isteği kabul edilirse amacını elde etmiş olacaktı. Kabul edilmeyecek olursa bunu kimse bilmeyecekti. Bir diğer açıklamaya göre o, bu duasını yüce Allah'tan başka hiçbir kimse tarafından bilinmeyerek ihlâslı olmak üzere böyle yapmıştır. Bir başka görüşe göre: Gizli ameller daha faziletli ve riyakârlığın karışma ihtimali daha bir uzak olduğundan dolayı o bu yalvarışını gizli yapmıştı. "Gizlice" demek, gecenin ortasında, kavminden habersiz ve gizli olarak yaptı demektir, diye de açıklanmıştır. Hepsi ihtimal dahilindedir. Birincisi daha kuvvetli görünmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (az önce belirtilen yerde) duanın gizli yapılmasının müstehab olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet-i kerîme bu hususta açık bir nasstır. Çünkü şanı yüce Allah bundan dolayı Zekeriyyâ (aleyhisselâm)ı övmektedir. İsmail dedi ki: Bize Müsedded anlattı, dedi ki: Bize Yahya b. Said, Üsame b. Zeyd'den anlattı. O Muhammed b. Abdu'r-Rahmân'dan -İbn Ebi Kebşe'dir- o Sa'd b. Ebi Vakkas'tan, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan dedi ki: "Zikrin hayırlısı gizli olandır, rızkın hayırlısı da yeterince olandır." Müsned, I, 172, 180, 187. Her üç yerde de "Sa'd b. Mâlikten" diye zikredilmekle bitlikle; Sa'd b. Mâlik (el-Kureşi)in Sa'd b. Ebî Vakkâsın kendisi olduğu bilinen bir husustur. (İbnü'l-Esir, Usdu'l-Gâbe, II, 214). Ayrıca Ahmed b. Hanbel bu rivâyetleri (I, 168'den itibaren başlayan) "Sa'd b. Ebî Vakkas'ın Müsnetii" kapsamında zikretmiş bulunmaktadır. Bu âyet, umumîdir. Yûnus b. Ubeyd dedi ki: el-Hasen kunutta İmâmın sesini yükseltmeksizin dua etmesi, arkasında bulunanların da âmin demesi görüşünde idi. Sonra Yûnus: "Hani o Rabbine gizlice niyaz edip, yalvarmıştı" âyetini okudu. İbnu'l-Arabî der ki: Malik, kunutu gizli okur, Şâfiî ise açıktan okur. Kunut'u açıktan okumak daha faziletlidir. Çünkü, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kunut duasını açıktan yapardı. 4Demişti ki: "Rabbim gerçekten kemiklerim zayıflayıp gevşedi; ağarmış saçıyla başım, alev alıp tutuştu. Rabbim, Sana duam sayesinde bedbaht olmadım. "Demişti ki: Rabbim, gerçekten kemiklerim zayıflayıp gevşedi" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık Ancak, görüleceği üzere başlıklar üçlür. halinde sunacağız. 1- Kemiklerinin Zayıflayıp Gevşediğini Zikretmesinin Sebebi: "Demişti ki: Rabbim, gerçekten kemiklerim zayıflayıp gevşedi" âyetindeki: "Gevşedi" kelimesinin üç harfi de harekeli olarak (üstün ile) okunmuştur, zayıfladı demektir. Zayıflamayı anlatmak üzere; "Zayıfladı, zayıflar, zayıflamak" fiili kullanılır. Zayıf, zayıflamış bulunan" demektir. Ebû Zeyd dedi ki: Bu fiil; şekillerinde kullanılır. "Kemik"i söz konusu etmesinin sebebi, kemiğin bedenin direği olmasından, bedenin onunla ayakta durmasından, bedenin yapısının esasını teşkil etmesinden dolayıdır. Kemik zayıflayıp gevşedi mi, bedenin sair kuvvetleri de buna bağlı olarak zayıflar. Çünkü bedendeki en güçlü ve en sağlam odur. Bizzat kendisi gevşeyip zayıflayacak olursa onun dışındakiler daha da gevşek olur. Kemiğin ayette tekil olarak zikredilmiş olması, tekilin cins anlamını vermesinden dolayıdır. Ayrıca onun maksadı bedenin direği ve bedeni ayakta tutan, bedenin meydana geldiği unsurların en sağlamı olanın zayıflayıp gevşemiş olduğunu anlatmaktır. Eğer çoğul gelmiş olsaydı bir başka manayı kastetmiş olurdu. Çünkü onun kemiklerinin bir bölümü değil, tamamı zayıflamışlardı. (Mealde bu manayı yansıtmak için "kemikler" diye çoğul tercüme edilmiştir). "Ağarmış saçıyla başım, alev alıp tutuştu" âyetinde "baş" anlamındaki kelimenin son harfi olan "sin"i, Ebû Amr, sonraki kelimenin "şın" harfine idğam ile okumuştur. Bu âyet, Arap dilindeki istiarelerin en güzellerindendir. Yanıp tutuşmak (iştial) ateşin aydınlığının yaygınlaşması demektir. Ağarmanın başa yayılması buna benzetilmiştir. Yani ben yaşlandım ve zayıfladım demek istemiştir. Burada yanıp tutuşmayı saçın yeri ve saçın bittiği yer olan başa izafe ettiğini, buna karşılık başı herhangi bir şeye izafe etmediğini görüyoruz. Çünkü muhatabın bu başın Zekeriyyâ (aleyhisselâm)a ait olduğunu bilmesi ile yetinilmiştir. "Ağarmış saç... kelimesinin nasb edilmesi iki şekilde açıklanabilir. Birincisi mastardır. Çünkü "Yanıp, tutuştu" fiili, ağardı demektir. Bu el-Ahfeş'in görüşüdür, ez-Zeccâc ise temyiz olarak mansûbtur, der. en-Nehhâs der ki: el-Ahfeş'in görüşü daha uygundur. Çünkü bu bir fiilden türetilmiştir. Onun mastar (mef'ûl-i mutlak) olması daha uygundur. Şeyb (saçın ağarması), beyaz saçların, siyaha karışması demektir. İlim adamları derler ki: Kişi dua ettiğinde yüce Allah'ın üzerindeki nimetlerini ve O'nun önünde alçak gönüllülüğüne yakışır sözleri ifadelendirmesi müstehabtır. Çünkü yüce Allah'ın: "Gerçekten kemiklerim zayıflayıp, gevşedi" âyeti ile Allah'ın huzurunda alçak gönüllülük açığa vurulmaktadır. "Rabbim, Sana duam sayesinde bedbaht olmadım" âyeti da yüce Allah'ın onun yaptığı duaları lutfuyla kabul etmesini itiyat haline getirdiğini açığa vurmaktadır. Yani ben, Sana dua ettiğimden dolayı bedbaht olmadım. Bu da: Ben, Sana dua ettiğim zaman benim duamı boşa çıkarmadın, demektir. Bu da: Eskiden beri yaptığım duaları kabul etmeye beni alıştırageldin, demektir. Bir iş için yorulup maksadını elde etmeme halini anlatmak için de; "Bu iş için yorulup didindi maksadını elde edemedi (bedbaht oldu)" denilir. Birisinden nakledildiğine göre; ihtiyaç sahibi kimse ondan bir istekte bulunurken: Ben filan vakit kendisine iyilikte bulunduğun kimseyim, demiş. O da: Bize yine bizim yaptığımızı vesile koyarak dilekte bulunan kimse hoş sefa geldi, demiş ve ihtiyacını karşılamış. 5"Gerçekten ben arkamdan gelecek akrabamdan endişe ediyorum. Hanımım da kısırdır. Bundan dolayı bana lûtfundan bir veli bağışla! "Gerçekten ben, arkamdan gelecek akrabamdan endişe ediyorum, hanımım da kısırdır. Bundan dolayı bana lütfundan bir veli bağışla!" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: 1- Hazret-i Zekeriyyâ'nın Evlat Sahibi Olmak İstemesinin Sebebi: Yüce Allah'ın: "Gerçekten ben arkamdan gelecek akrabamdan endişe ediyorum" buyruğundakı: "Endişe ediyorum" fiilîni Osman b. Affân, Muhammed b. Ali ve Ali b. el-Huseyn (radıyallahü anhüm) ve Yahya b. Ya'mer "hı" harfini üstün "fe" harfini şeddeli "te" harfini esreli olarak; şeklinde; "Akraba" kelimesinin "ya" harfini de sakin (harf-i med şeklinde) okumuştur. Çünkü bu haliyle kelime, fiil dolayısıyla ref mahallindedir. Bu okuyuşun anlamı: Akrabalarım öldükleri için kesilmiş bulunuyorlar, demektir. Diğerleri ise "hı" harfini esreli, "fe" harfini sakin, "te" harfini ötreli olarak okumuşlardır. "Akraba" anlamındaki "el-mevâli" kelimesinin "ya" harfini de nasb ile okumuşlardır. Çünkü bu fiil dolayısıyla nasb mahallindedir. Burada "el-Mevâli" kelimesi akrabalar, amcaoğulları ve neseb itibariyle ondan sonra gelen asabedir. Araplar amca çocuklarına da "el-mevâli" derler. Şair der ki: "Yavaş geliniz amcamızın çocukları, yavaş olunuz Mevâlîmiz (amca oğullarımız); Aramızda defnedilmiş olan şeyleri eşelemeyiniz." İbn Abbâs, Mücahid ve Katade dediler ki: Malına mirasçı olmalarından, uzak akrabalarının mirasına kanacaklarından ve çocuğundan başkalarının mirasını alacağından çekinmişti. Bir kesim de şöyle demiştir: Mevâlîsi (amca çocukları, uzak akrabaları) dini ihmal eden kimselerdi. Ölümü ile dinin zayi olacağından korktu. O bakımdan kendisinden sonra dinin gereklerini yerine getirecek birisini istedi. Bu görüşü ez-Zeccâc nakletmiştir. Bu görüşe göre malına mirasçı olacak kimseyi dilemiş değildir. Çünkü peygamberlere mirasçı olunmaz. Âyet-i kerîmenin te'vili ile ilgili olarak bu iki görüşten sahih olanı da budur. O (salât ve selâm olsun ona) ilim ve nübüvvet bakımından mirasçı olacak kimseyi dilemiştir, mal mirasçılığını değil. Çünkü, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğu sabittir: "Biz peygamberler topluluğu miras bırakmayız. Ne bıraktıysak o sadakadır." Buhârî, Hum* 1, Feclâilu Ashâhi'n-Nebiyy 12, Meğâzî, 14, 38...; Müslim, Cihâd 49-52, 54, 56; Ebû Dâvûd, İnme 19; Tirmizî, Siyer 44; Nesâî, Fey' 9, 16; Muvatta’', Kelâm 27; Müsned, I, 4, 6, 9..,, II, 463, VI, 145, 262. Ebû Dâvûd'un Kitabı'nda da şöyle denilmektedir: "İlim adamları peygamberlerin mirasçılarıdır. Peygamberler miras olarak ne dirhem ne de dinar bırakmışlardır, onlar ilmi miras bırakmışlardır. Ebû Dâvûd, tim 1; Tirmizî, tim 19; ibn Mâce, Mukaddime 17; Dârimi, Mukaddime 52; Müsned, V, 196. "ileride "Bana da... mirasçı olsun" âyeti açıklanırken, daha geniş açıklamalar yapılacaktır. 2- Peygamberlerin Mirası: Yukanda zikredilen bu Hadîs-i şerîf müsned tefsir tütündendir. Çünkü yüce Allah: "Ve Süleyman, Davud'a mirasçı oldu." (en-Neml, 27/16) diye buyurmaktadır. Zekeriyyâ (aleyhisselâm)ın da şöyle dua ettiğini bize nakletmektedir: "Bundan dolayı bana lütfün dan bir veli bağışla ki bana da mirasçı olsun, Yakuboğullarına da mirasçı olsun." Bununla umumun tahsisi de söz konusudur. Diğer taraftan Süleyman (aleyhisselâm), Davud (aleyhisselâm)dan geriye bıraktığı herhangi bir malı miras almış değildir. Ondan hikmeti ve ilmi miras almıştır. İşte Yahya da aynı şekilde Yakuboğullarına mirasçı olmuştur. Kur'ân te'vili bilgisinde yetkin kimseler böyle açıklamışlardır. Bundan Rafizîler müstesnadır. Diğer bir istisna da el-Hasen'den onun: "Bana" mal cihetiyle "Yakuboğullarına da" peygamberlik ve hikmet bakımından "mirasçı olsun" şeklindeki açıklamasıdır. Esasen, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın âyetine muhalif olan her bir görüş reddedilir ve terkedilir. Bu açıklamayı Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) yapmıştır. İbn Atiyye der ki: Müfessirlerin çoğunluğu Zekeriyyâ (aleyhisselâm)ın mal bakımından kendisine mirasçı olacak kimseyi istediği kanaatindedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Biz peygamberler topluluğu miras bırakmayız" âyeti ile umumu kastetmemis olması, aksine peygamberlerin çokça rastlanılan halini dile getirmek maksadıyla söylenmiş olması ihtimali de vardır. Bunun üzerinde iyice düşünmek gerekir. Bununla beraber Zekeriyyâ (aleyhisselâm)a daha çok yakışan ve daha kuvvetli görülen, onun ilim ve din bakımından kendisine mirasçı olacak kimseyi istemiş olmasıdır. O takdirde burada mirasçılık istiare yoluyla kullanılmış olur. Nitekim o "veli" talebinde bulunurken özel olarak bir evlât istemediğini görüyoruz. Yüce Allah da ona bu isteğini en mükemmel şekliyle vermiş oldu. Ebû Salih ve başkaları derler ki: Yüce Allah'ın; "Yakuboğullarına da mirasçı olsun" âyetinden kasıt; ilim ve peygamberliktir. 3- Kıraat Farkı ve Açıklamaları: "(...........)- Arkamdan gelecek... den" âyetini İbn Kesîr med ile, hemze ile ve "ya" harfini fetha ile okumuştur. Yine ondan nakledildiğine göre o, kasr ile ve "ya" harfini fetha ile gibi okuduğu da nakledilmiştir. Diğerleri ise hemze, med ve "ya" harfini sakin olarak okumuşlardır. Kıraat âlimleri "Endişe ediyorum" fiilinin ilk harfinin -Osman (radıyallahü anh)dan naklettiğimiz müstesna- esreli okunduğunu kabul etmişlerdir. Osman (radıyallahü anh)ın kıraati ise hem "şaz"dır, hem de doğru olma ihtimali oldukça uzaktır. Hatta kimi ilim adamı câiz olmadığı kanaatindedir. Bu ilim adamları şöyle itiraz etmişlerdir: Kendisi daha hayatta iken, ölümünden sonra anlamında olmak üzere nasıl "arkamdan gelecek akrabam kesilmiştir" diyebilir? en-Nehhâs der ki: Bu kıraatin lehine şöyle bir te'vil mümkündür: O; "arkamdan gelecek" ifadesi ile "ölümümden sonra" yi kastetmemis olmalıdır. Bunun yerine o vakitte arkasında bulunanları kastetmiş olabilir, Ancak bu da uzak bir ihtimaldir ve o dönemde onların azalmış ve kesilmiş olduklarına dair bir delile gerek vardır. Çünkü yüce Allah onların: "Meryem'in bakımını hangisi üzerine alacak diye kâlemlerini atarlarken..." (Al-i İmrân, 3/44) âyetinde, sayıca çok olduklarına delil teşkil eden ifadeleri bize bildirmiş bulunmaktadır. İbn Atiyye der ki: "Arkamdan" zaman itibariyle benden sonra, demektir. O bakımdan bu el-Kehf Sûresi'nde (18/79- âyetin tefsirinde) geçtiği üzere "verâ: Arka" kelimesinin burada da zaman hakkında kullanıldığını göstermektedir. 4- Hazret-i Zekeriyyâ'nın Kısır Hanımı: "Hanımım da kısırdır" âyetinde sözü edilen hanımının ismi Kabîloğlu Fâkûâ kızı î'şâ'dır. Fâkûzâ kızı, Hanne'nin kızkacdeşidir. Bunu et-Taberî demiştir. Hanne ise daha önceden Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/35. âyet, 1. başlıkta) açıklandığı üzere Meryem'in annesidir. el-Kutebî der ki: Zekeriyyâ'nın hanımı, İmrân'ın kızı î'şâ'dır. Bu görüşe göre Yahya, Îsa (ikisine de selâm olsun)nın gerçek manada teyzesinin oğlu demektir. Öbür görüşe göre ise annesinin teyzesinin oğludur. İsrâ'nın anlatıldı ğı hadiste ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "... Orada iki teyze çocuğu Yahya ve Îsa ile karşılaştım... " Buhârî, Enbiyâ 43, Menakıbul-Ensac 42; Müslim, Îman 259; Nesâî, Salât 1; Müsned, III, 148, IV, 208. denilmektedir. Bu ise birinci görüşün (el-Kutebînin görüşünün) lehine bir delildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır, "Âkir: Kısır"; yaşının ilerlemiş olması dolayısıyla doğum yapamayan kadın demektir. Yine buna dair açıklamalar Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/40. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bu kelime aynı zamanda yaşlılık söz konusu olmaksızın doğum yapamayan kısır kadınlar hakkında da kullanılır. Yüce Allah'ın: "Dilediğini de kısır bırakır" (eş-Şûrâ, 42/50) âyeti da bu manadadır. Erkekler hakkında "akîr" aynı anlamdadır. Âmir b. et-Tufeyl'in şu beyiti de bu türdendir: "Ne kötü bir gencim demektir; şayet bir gözü kör, kısır ve korkak isem, Her su başına gidildiğinde (gidenlerin) önünde mazeretim ne olur!" 5- Duada Sözlerin Seçimine Dikkat: Zekeriyyâ (aleyhisselâm)ın: "Bundan dolayı bana tütfundan bir veli bağışla" sözleri bir dilek ve bir duadır. Açıkça oğul ifadesini kullanmaması bunun halinden anlaşılması ve hanımının kısırlığı dolayısı ile de böyle bir ihtimalin uzaklığı dolayısıyladır. Katade der ki: O bu duayı yetmiş küsur yaşında iken yapmıştı. Mukâtil ise doksanbes/ yaşındayken yapmıştı, demektedir. Daha uygun görünen budur. Çünkü o, kanaatine göre yaşlılığından ötürü erkek çocuğunun olmayacağını zannetmişti. Bundan dolayı da: "Benim ise yaşlılıktan kemiklerim kurumuşken... " (8. âyet) demişti. Bir başka kesim de şöyle demektedir: O çocuk sahibi olmayı diledi. Daha sonra da bu çocuğun kendisine mirasçı olacak yaşa gelinceye kadar yaşaması şeklinde duasının kabul edilmesini istedi. Böylelikle çocuk sahibi olma isteği kabul edilirken bunun erken vefat edip maksadın gerçekleşmemesi korkusundan bu şekilde dua etmişti. 6- Zekeriyyâ (aleyhisselâm)ırı Çocuk İstemesinin Sebebi: İlim adamları derler ki: Zekeriyyâ (aleyhisselâm)ın çocuk istemesi dinini üstün kılmak, peygamberliğini canlandırmak, ecir ve mükâfatını kat kat arttırmak içindi, yoksa dünya için yapılmış bir dua değildi. Rabbi de onu, dualarını kabul etmeye alıştırmıştı. Bundan dolayı o: "Rabbim, Sana duam sayesinde bedbaht olmadım" demişti. Yüce Allah'ın üzerindeki nimetlerini şefaatçi kılarak bu şekildeki bir duası, güzel bir vesiledir. Üzerindeki lütfunun daha bir çoğalmasını, lütfunu dile getirerek istemektedir. Rivayate göre Cömert Hatem'in karşısına bir adam çıkmış. Hatem ona: Sen kimsin? diye sorunca, O: Ben kendisine geçen yıl iyilikte bulunduğun kişiyim, diye cevap verince, Hatem: Bizi ileri sürerek şefaatçi kılan kimse hoş sefa geldi, diye cevap vermiş. Zekeriyyâ (aleyhisselâm) izinsiz olarak olağanüstü bir dilekte bulunmaya nasıl kalkıştı, diye sorulursa su şekilde cevap verilir; Peygamberler döneminde böyle bir duada bulunmak caizdir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de de bu hususa açıklık getiren âyetler vardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Zekeriyyâ ne saman onun yanına mihraba girdiyse, yanında bir rızık buluyordu. Ey Meryem, bu sana nereden geliyor? dedi. O da: Bu, Allah'tandır. Şüphesiz Allah dilediğine hesapsız rızık verir, dedi." (Âl-i İmrân, 3/37) O bu olağan üstü durumu görünce artık duasının kabul olunacağı doğrultusundaki umudu daha bir sağlamlaştı, O bakımdan yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Orada Zekeriyyâ, Rabbine dua etti: Rabbim bana katından çok temiz bir soy bağışlaleyhisselâmen duayı işitensin, dedi." (Âl-i İmrân, 3/38) 7- Çocuk İstemek Üzere Dua Etmenin Hükmü: Birisi kalkıp dese ki: Bu âyet-i kerîme dua edip çocuk istemenin câiz olduğuna delildir. Halbuki yine yüce Allah bizleri mal ve evlat fitnelerinden sakındırmış, bunların sebep olacakları çeşitli kötülüklere dikkatlerimizi çekerek şöyle buyurmuştur: "Mallarınız da, evlatlarınız da sizin için ancak bir fitne (sınama aracı)dir." (et-Teğabun, 64/15) Yine şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki eşleriniz ve evlatlarınızdan size düşman olanlar vardır. O halde onlardan sakının." (et-Teğabun, 64/14) Buna cevap şudur: Çocuk sahibi olmak maksİsmi ile dua etmek daha önceden Âl-i-İmrân Sûresi'nde (3/37. âyet, 3. başlıkta) açıklandığı üzere Kitap ve sünnetten bilinen bir husustur. Diğer taraftan Zekeriyyâ (aleyhisselâm) kayıtlı olarak dilekte bulunmuş ve: "Çok temiz bir soy" (Âl-i-İmrân, 3/38) ile: "Rabbim, sen onu rızanı kazanacak bir kişi kıl" diye dua etmiştir. Çocuk bu niteliklere sahip olduktan sonra dünyada da, âhirette de anne-babasına faydalı olur. Böyle bir çocuk düşmanlık ve fitne kapsamından çıkar, sevinç kaynağı ve nimete sebeb olma kapsamına girer. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da hizmetçisi Enes'e şöylece dua etmiştir: "Allah'ım, sen ona çokça mal ve evlat ver ve ona verdiklerini de mübarek kıl." Buhârî, Savm 61, Deavât 26, 47; Müslim, Feclâilu"s-Sahâbe 141-143; Tirmizî, Menâkıb 45; Müsned, III, 194, 24H, VI, 430 Böylelikle verdiklerini mübarek kılması için dua etmek suretiyle çokluğun helake götürebilen türünden sakınmış olmaktadır, işte Allah'ın kullarının çocuklarına hidâyet vermesi hususunda Mevlâlarına böylece niyaz etmeleri gerekir. Dünyada da, âhirette de kurtuluşları için dua etmelidir. Bu yolla peygamberlere (hepsine salal ve selam olsun) ve fazilet sahibi kimselere uymuş olsun. Buna dair açıklamalar daha önceden Âl-i-İmrân Sûresi'nde (3/37. âyet, 4, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 6"Ki bana da mirasçı olsun, Yakuboğullarına da mirasçı olsun. Rabbim, Sen onu rızanı kazanacak bir kişi kıl.” "Ki bana da mirasçı olsun, Yakuboğullarına da mirasçı olsun. Rabbim, onu rızanı kazanacak bir kişi kıl!" âyetine dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: "Bana da mirasçı olsun... da mirasçı olsun" âyetindeki fiilleri Mekke'liler, Medineliler, el-Hasen, Âsım ve Hamza ref ile okumuşlardır. Yahya b. Ya'mer, Ebû Amr, Yahya b. Vessâb, el-A'meş ve el-Kisaî ise her iki fiili de cezm ile okumuşlardır. Ancak bunlar Sîbeveyh'in görüşüne göre: "Bağışla" fiilinin cevabı değildirler. İfadenin takdiri: "Eğer onu bağışlarsan, o bana da mirasçı olur... da mirasçı olur" takdirindedir. Ancak birinci görüş mana itibariyle daha uygundur. en-Nehhâs, İ'râbu'l-Kur'ân, II, 303'deki ifadeleri şöyledir: "Birinci okuyuş şekli olan ref ile okuyuş Arapça açısından daha uygun ve daha güzeldir Bu hususta delil de Ebû Ubeydin söyledikleridir. Gerçekten onun delili güzeldir..." diyerek Ebû Ubeyd'in açıklamasını aktarmaktadır. Çünkü o belli niteliklere sahip bir mirasçı dilemişti. Yani, sen bana durumu ve nitelikleri bunlar olan bir veliyi tarafından bana bağışla, demektir, Çünkü velilerden mirasçı olmayanlar da vardır. O bakımdan o: Bana miraşçı olacak olanı bağışla, demiş olmaktadır. Bu açıklamayı Ebû Ubeyd yapmış olup, cezm kıraatini reddetmiş ve şöyle demiştir: Çünkü o takdirde cezm kıraati -şart cümlesi şeklinde-: Eğer Sen onu bağışlarsan o da mirasçı olur, anlamında olur. Yüce Allah bunu ondan daha iyi bildiği halde nasıl olur da böyle bir şeyi haber verdiği düşünülebilir? en-Nehhâs der ki: Bu oldukça ileri seviyede bir delildir. Çünkü nahivcilere göre emrin cevabında şart ve cevabı manası vardır. Mesela: Allah'a itaat et. O da seni cennete sokar, denilir ve bu, eğer O'na itaat edersen seni cennete koyar, demek olur. 2- Yahya (aleyhisselâm)ın Mirasçı Oluşunun Anlamı: en-Nehhâs der ki: "Ki bana da mirasçı olsun, Yakuboğullarına da mirasçı olsun" âyeti ile ilgili olarak ilim adamlarının üç türlü cevabı vardır: Buradaki mirasçılığın nübüvveti miras almak olduğu söylendiği gibi, hikmeti miras almak olduğu da söylenmiştir. Mal mirasçılığı olduğu da söylenmiştir. Peygamberliği miras almak şeklindeki görüşün kabul edilmesi imkânsızdır. Çünkü peygamberlik miras alınmaz. Eğer miras alınabilen bir şey olsaydı, bir kimsenin kalkıp: İnsanbr Nûh (aleyhisselâm)a mensubturlar. -Ki o mürsel bir nebidir- demesinin de doğru olması gerekirdi. İlim ve hikmet mirasçılığı olduğuna dair görüş güzel bir görüştür. Hadîs-i şerifte de: "İlim adamları peygamberlerin mirasçılarıdır" denilmiştir. Beşinci âyet ikinci başlıkta da geçen bu hadisin kaynakları orada gösterilmişti. Malına mirasçı olma görüşüne gelince, bu da İmkânsız bir şey değildir. Her ne kadar bazı kimseler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Biz miras bırakmayız, geriye bıraktıklarımız bir sadakadır" Bir önceki nota bakınız. hadisi dolayısıyla bunıt kabul etmemiş iseler de, bu hadiste bunun imkânsızlığına delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü bir kimse bazen kendisi hakkında çoğul kipiyle haber verebilir. Ayrıca bu hadis, bizim sadaka olarak terkettiğimiz miras alınmaz, anlamında da yorumlanabilir. Çünkü, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) geriye kendisinden miras alınacak bir şey bırakmamıştır. Onun geriye bıraktığı hayatta iken yüce Allah'ın kendisine şu buyrukları ile mubah kıldığı şeylerdir: "Bilin ki; ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, Rasûlüne... aittir." (el-Enfal, 8/41) Çünkü burada "Allah'a aittir" âyeti; Allah yolunda harcanır, demektir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatta olduğu sürece onun maslahatına olan hususlar da Allah yolunun kapsamı içerisindedir. Bazı rivâyetlerde: "Biz peygamberler topluluğu miras bırakmayız. Geriye bıraktığımız sadakadır" denilmektedir şeklindeki itiraza gelince; Bu rivâyet hakkında da her iki te'vil geçerlidir. Çünkü; "Geri bıraktığımız" ifadesindeki ism-i mevsul olup, anlamındadır. (Yani bizim sadaka olarak geriye bıraktıklarımız miras alınmaz). Diğer yorum (ki onun kendisinden miras alınacak bir şey bırakmaması yorumu olup) bu durumda olan bir kimseden miras alınmaz, şeklindedir. Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Biz miras bırakmayız. Geriye bıraktığımız sadakadır" âyetinin te'vili hususunda ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır: Birinci görüş -ki bu çoğunluğun kabul ettiği ve Cumhûrun benimsediği görüştür- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın bıraktıkları miras alınmaz, o geriye ne bırakmışsa sadakadır. İkinci görüşe göre ise; Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)a mirasçı olunmaz. Çünkü yüce Allah'ın ona verdiği özelliği dolayısıyla o malının tümünü faziletinin daha bir artması için sadaka kılmıştır. Nitekim nikâh hususunda da yüce Allah'ın kendisine mubah kıldığı, başkasına ise haram kıldığı özelliklen vardır. Bu görüşü de aralarında İbn Uleyye'nin de bulunduğu kimi Basralı ilim adamı benimsemiştir. Sair İslâm âlimleri ise birinci görüşü benimsemişlerdir. 3- Zekeriyyâ (aleyhisselâm)ın Ya'kub (aleyhisselâm) İle Akrabalığı: "Ya'kuboğullarına da" âyeti ile İlgili olarak Ya'kub, İsrail'in kendisidir denilmiştir. Zekeriyyâ (aleyhisselâm) da İmrân kızı Meryem'in kızkardeşi ile evli idi. Onun nesebi de Ya'kub (aleyhisselâm)a ulaşır. Çünkü nesebi Davud oğlu Süleyman'ın soyundan gelir. O ise Ya'kub'un oğlu Yehuda'nın soyundandır. Zekeriyyâ (aleyhisselâm), Mûsa'nın kardeşi Harun'un soyundandır. Harun ve Mûsa, Ya'kub'un oğlu Lavi'nin soyundan gelirler. Peygamberlik de İshak oğlu Ya'kub kolundan idi. Şöyle de denilmiştir: Burada Ya'kub'tan kastedilen İmrân b. Mâsân'nın kardeşi Ya'kub b. Mâsân'dır. Mâsân ise Meryem'in babasıdır. İmrân ile Ya'kub da Davud oğlu Süleyman'ın soyundan gelirler. Çünkü Ya'kub ve İmrân, Mâsân'ın oğullarıdır. Ma'san oğulları da İsrailoğullarının başkanlarıdırlar. Bu açıklamayı Mukâtil ve başkaları yapmıştır. el-Kelbî der ki: Ya'kuboğulları (Zekeriyyâ)nın dayıları idiler. Burada kastedilen Ya'kub, Mâsân oğlu Ya'kub'dur. Hükümdarlık bunlarda idi. Zekeriyyâ ise Mûsa'nın kardeşi Harun b. İmrân’ın soyundan gelirdi, Katade, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğunu rivâyet eder: "Yüce Allah Zekeriyyâ'ya rahmet buyursun. Kendisinin mirasçılarından ona bir zarar gelecek değildi." Suyûtî, ed-Dürru’l-Mensûr, V, 480 "Ya'kub" ismi Arapça olmadığından dolayı munsarıf değildir. 4- Kendisinden Rabbin Razı Olduğu Kul: Yahya (aleyhisselâm): "Rabbim, Sen onu rızanı kazanacak bir kişi kıl!" Yani ahlâkı ve davranışları itibariyle kendisinden razı olunacak bir kişi olsun. Senin kaza ve kaderine razı olacak bir kişi olsun diye de açıklandığı gibi; kendisinden razı olacağın salih bir kişi olsun diye de açıklanmıştır. Ebû Salih de: Babasını peygamber kıldığın gibi, kendisini de peygamber kıl, diye açıklamıştır. 7(Allah buyurdu): "Ey Zekeriyyâ! Gerçekten, Biz sana Yahya adında bir oğul müjdeleriz. Bundan önce kimseye bu ismi vermemiştik. " "Ey Zekeriyyâ" diye başlayan âyette bir hazf vardır. Yani yüce Allah onun duasını kabul buyurdu ve: "Ey Zekeriyyâ. Gerçekten, Biz sana Yahya adında bir oğul müjdeleriz" buyurdu, demektir. Böylelikle bu müjde şu üç hususu ihtiva etmiş oluyordu: 1- Duasının kabul edilmesi: Bu bir keramet üstünlük ve şerefidir. 2- Ona oğul ihsan edilmesi. Bu da bir güçtür. 3- İsminin yalnızca kendisine has olması. Ona bu adın verilişinin anlamına dair açıklamalar daha önceden Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/39- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Mukâtil dedi ki: Ona "Yahya" ismini verdi. Çünkü o yaşlı bir babanın ve kocamış bir hanım olan bir annenin evladı olarak hayat bulmuştu. Ancak bu su götürür bir açıklamadır. Çünkü daha önceden de belirtildiği gibi, Zekeriyyâ (aleyhisselâm)ın hanımı çocuk doğurmayan kısır bir kadın idi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Bundan önce kimseye bu ismi vermemiştik. " Yani, Yahya'dan önce bu ismi kimseye vermiş değildik. Bu açıklamayı İbn Abbâs, Katade, İbn Eşlem ve es-Süddî yapmıştır. Yüce Allah isim vermeyi anne-babaya bırakmamakla da ona lütufta bulunmuş idi. Mücahid ve başkaları: "Adaş" kelimesinin eş ve benzer anlamında olduğunu söylemişlerdir. Bu da yüce Allah'ın: "Onun adıyla anılan bir kimse biliyor musun?" (Meryem, 19/65) âyetine benzemektedir. Burada bu kelime onun eşi ve benzerinin olduğunu biliyor musun? anlamını vermektedir. Sanki bu kelime; "yücelikten" türetilmiş gibidir. Ancak böyle bir açıklamanın doğru olma ihtimali uzaktır. Çünkü onun İbrahim ve Mûsa (ikisine de selam olsun)dan faziletli olmadığı bilinen bir husustur. Ancak Âl-i İmrân Sûresi'nde de önceden açıklandığı gibi, seyyidlik, hasûrluk gibi özel bir takım hususlarda daha faziletli olduğunu söyleme hali müstesnadır. Yine İbn Abbâs der ki: Bu kısır kadınlar onun gibi bir evlat doğurmadı, demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah burada "öncelik" şartını koşmuştur. Çünkü ondan sonra ondan daha faziletlisini yaratmayı murad etmiştir ki; o da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)dır. Bu âyet-i kerîmeden güzel isimlerin tercih edilmeye değer olduğuna delil vardır ve buna tanıklık etmektedir. Araplar da isim koyarken bu yolu seçerdi. Çünkü bu gibi isimler daha değerli ve dikkat çekicidir. Ayrıca bunların lakaplaştırılmaktan uzak olma ihtimali de daha yüksektir. Nitekim şair şöyle demiştir; "İsimleri çok güzel, kırmızı renkli elbiselerinin eteklerini de Aşağıya kadar sarkıtırlar, saçakları yere değer, " Ru'be nesebini soran büyük neseb bilgini el-bekrî'ye: Ben el-Accac'ın oğluyum, demiş. O da ona: Çok özlü cevap verdin ve kendini çok iyi tanıttın, demiştir. 8Dedi ki: "Rabbim zevcem kısır bir kadın, benim ise yaşlılıktan kemiklerim kurumuşken nasıl oğlum olabilir?" "Dedi ki; Rabbim... nasıl oğlum olabilir?" Bu ifade, yüce Allah'ın verdiği haberi kabul etmemek anlamında değildir. Aksine kısır bir hanımdan ve oldukça yaşlı bir kocadan bir çocuk dünyaya getiren yüce Allah’ın kudretine hayret ettiğini ifade etmek üzere söylenmiştir. Bundan önce Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/40. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere başka türlü açıklamalar da yapılmıştır. "Benim ise yaşlılıktan kemiklerim kurumuşken" yani oldukça yaşlanmış, son derece kurumuş ve kaskatı kesilmiş bulunuyorken... Bu anlamın bir benzerini; kelimesi vermektedir. el-Asmaî dedi ki: "Kurudu ve katılaştı, kurur, katılaşır" demektir. de tıpkı; gibi yaşı oldukça ilerledi ve kocadı, manasına gelir. denilir ki; büyüdü, yaşı ilerledi anlamındadır. Bunun da aslı; şeklindedir. Çünkü bu fiilin kökü "vav'lıdır. "Vav"ı "ya" ile değiştirmişlerdir. Çünkü "ya" da "vav"ın kardeşidir ve ondan daha hafiftir. (Bu surede) âyetler de "ya" harfleri ile bitmektedir. Bu kelimeyi; şeklinde okuyanlar kesre ve "ya" ile birlikte ötreyi hoş karşılamadığından dolayı böyle kullanmışlardır. Şair der ki: "Ancak küçük yaştakilerin özrü kabul edilebilir ama Zaman içerisinde eskimiş ve zamanın yaşlandırdığı kimse mazur kabul edilemez. " İbn Abbâs; diye okumuştur. Ubeyy'in Mushaf'ında da böyledir. Ancak Yahya b. Vessâb, Hamza, el-Kisaî ve Hafs ise "ayn" harfini esreli olarak; diye okumuşlardır. kelimesi ile kelimelerini de nerede olurlarsa olsunlar böylece okumuşlardır, Hafs da özel olarak; ötreli okumuştur. Diğer kıraat âlimleri de hepsini bu şekilde okumuşlardır, bunlar iki ayrı söyleyiştir. (.............) ın, çok katı anlamına geldiği de söylenmiştir. O bakımdan oldukça katı kalpli olan hükümdar hakkında; denilir. 9(Melek) dedi ki: "Öyle (fakat); Rabbin buyurdu ki: Bu Benim için pek kolaydır. Çünkü sen daha önce bir şey değilken seni yarattım. " "Dedi ki: Öyle; Rabbin buyurdu ki: Bu, Benim İçin pek kolaydır." Yani melek ona dedi ki: "Öyle buradaki "kef" ref mahallindedir. Yani durum böyledir, sana denildiği gibidir: "Bu, Benim için pek kolaydır." el-Ferrâ' onu yaratmak Benim için pek kolaydır, diye açiklamıştır. "Çünkü Ben daha önce" yani Yahya'dan önce "bir şey değilken seni yarattım. " Medineliler, Basralılarla, Âsım (ilsük): Seni yarattım" diye okumuşlardır. Diğer Kûfeliler ise ta'zim anlamını vermek üzere "nûn" ve "elif ile çoğul olarak; "Seni yarattık" dîye okumuşlardır. Ancak birinci kıraat Mushaf hattına daha uygun düşmektedir. "Sen bir şey değilken" yani yüce Allah seni yokluktan sonra ve sen hiç bir şekilde var değilken yarattığı gibi; Yahya'yı da yaratmaya var etmeye kadirdir. 10(Zekeriyyâ): "Rabbim, bana bir alâmet ver" dedi. "Senin alâmetin sapasağlam olduğun halde insanlarla tam üç gece konuşamamandır" buyurdu. "Rabbim, bana bir alâmet ver. " Bu duası ile meleklerin kendisine verdiği müjdeden sonra hanımının gebe kalışına dair bir alâmet istedi. Bunu yüce Allah'ın kendisine; "Çünkü sen daha önce birşey değilken seni yarattım" âyetine rağmen istemesi, itmi'nanının daha da artması içindir. Yani bana bir alâmet vermekle nimetini tamamla, bu alâmet nimeti daha bir arttırsın. Bana lütuf ve ihsanlarını daha da çoğaltsın. Şöyle de açıklanmıştır: O Yahya'nın doğumu müjdesinin yüce Allah'tan olup şeytandan olmadığını kendisine gösterecek bir alâmet istemişti. Çünkü bu konuda İblis ona bir vehim vermişti. Bu açıklamayı ed-Dahhak yapmıştır; es-Süddî'nin açıklamasının manası da budur. Ancak böyle bir açıklama su götürür. Çünkü yüce Allah daha Önceden Âl-i İmrân Sûresi'nde de geçtiği üzere, meleklerin kendisine seslendiğini haber vermiştir. "Senin alâmetin sapasağlam olduğun halde insanlarla tam üç gece konuşamamandır" buyurdu. Buna dair açıklamalar daha önceden Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/41. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bunları tekrarlamanın anlamı yoktur. 11Mabedden kavminin karşısına çıkıp, onlara: "Sabah-akşam tesbih edin" diye İşaret etti. "Mabedden kavminin karşısına çıkıp onlara: -Sabah-akşam tesbih edin» diye İşaret etti" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: "Mabed'den kavminin karşısına çıkıp..." Mihrab (ma'bed) onlar için namaz kılınan yerden daha şerefli idi. Mihrab en yüksek yer ve oturulacak yerlerin en şereflisi idi. Onlar yüksek yerlerde mihrab yaparlardı, Buna delil de ileride geleceği üzere Dâvûd (aleyhisselâm)’ın mihrabıdır. (Bk. Sâd, 38/21. âyetin tefsiri) Bu kelimenin iştikakı hususunda görüş ayrılığı vardır. Bir kesim milv rab'dan ayrılmayan bir kimse, şeytana ve şehvetlere karşı Savaş verir gibi ol feslime "harb"den alınmıştır, demektedir. Bir başka kesim de mihiab'tan ayrılmayan bir kimse âdeta yorulup didinen gibi olduğundan dolayı -"re" harfi fethalı olarak- "el-hareb"den alındığını kabul etmektedir. 2- Mihrab'ın Cemaatin Namaz Kıldığı Yerden Yüksek Olmasının Hükmü: Bu âyet-i kerîme İmâmlık eden kimsenin İmâmlık ettiği kimselerden daha yüksekçe bir yerde bulunmasının namazlarında meşru olduğuna delil teşkil etmektedir. Bu mesele hakkında çeşitli bölgelerin fakihleri farklı görüşlere sahiptir. İmâm Ahmed ve başkaları mimber kıssasını delil göstererek bunu câiz kabul ederken, Malik az miktardaki yüksekliği değil de çok miktardaki yüksekliği kabul etmemekte, onun mezhebine mensub ilim adamları kabul etmeyişini İmâmın büyükle ne bileceği korkusu ile gerekçelendi rmektedirler. Derim ki: Ancak bu tartışılır bir konudur. Bu konuda en güzel rivâyet Ebû Dâvûd'un, Hemmam'dan yaptığı şu rivâyettir. Buna göre Huzeyfe, Medâin'de bir dükkanda insanlara İmâmlık yapmıştır. Ebû Mes'ûd onun gömleğinden yakalayarak onu çekmiş, namazını bitirince şöyle demişti: Sen onların bu işi yasakladıklarını -yahut bu işin yasaklandığını- bilmiyor muydun? diye sorunca, Huzeyfe: Biliyordum, sen beni çekince, bunu hatırladım, dedi. Ebû Dâvûd, Salât 66 Yine Adiyy b. Sabit el-Ensarî'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Zannederim Medâin'de Ammâr b. Yasir ile birlikte bulunan bir adam bana anlattı. Namaz için kamet getirildi, Ammâr b. Yasir öne geçti. Bir dükkanın üzerine çıkarak namaz kıldı. İnsanlar ise ondan daha aşağıda bulunuyordu. Huzeyfe öne geçti ve onu ellerinden yakaladı. Ammâr da ona tabi oldu. Nihayet Huzeyfe onu aşağı indirdi. Ammâr namazını bitirince Huzeyfe ona: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı şöyle buyururken dinlememiş miydin? "Bir adam bir topluluğa İmâm olacağı vakit onların ayakta durdukları yerden daha yüksekçe bir yerde ayakla durmasın" veya buna yakın bir ifade kullandı. Ammâr dedi ki: İşte sen benim elimden yakalayınca sana uymamın sebebi de budur. Ebû Dâvûd, Salât 66 Derim ki: İşte burada üç tane sahabi bu işin yasaklandığını haber vermektedirler. Onlardan herhangi bir kimse minber hadisini diğerine karşı delil göstermemiştir. Böylelikle bu, o hadisin mensuh olduğunu göstermektedir. Bunun mensuh olduğuna delil teşkil eden hususlardan birisi de şudur: Burada namazdan ayrı olarak fazladan bir amel vardı. Bu da inip çıkmaktır. Namazda konuşma ve selam verip alınanın nesh olunduğu gibi, bu da nesh edilmiştir. Bu ise bizim mezhebimize mensub ilim adamlarının gerekçe diye gösterdikleri, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kibire düşmekten korunmuş idi, şeklindeki gerekçelerinden daha uygundur. Zira pek çok İmâmda kibir bulunmamaktadır. Kimisi de sözü edilen minberin yüksekliğinin az olduğunu da belirtip (Mâlikî mezhebinin görüşüne) delil diye göstermiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 3- Bu Âyet-i Kerîmedeki Vahyin Anlamı: "Sabah akşam tesbih edin diye işaret etti" âyetindeki; "İşaretetti" kelimesi el-Kelbî, Katade ve İbn Münebbih: Onlara işaret etti, diye açıklamışlardır, el-Kutebî; ima etti; Mücahid, yerin üzerinde yazı yazdı, İkrime bir kitaba yazdı, diye açıklamıştır. Arapça'da "vahiy" yazmak demektir. Zu'r-Rimme'nin şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır: "Sahifelerin iç taraflarında bir yazı (vahiy) kalıntısını Andıran o dört siyah at dışında..." Antere de şöyle demiştir: "Kisra döneminde kalmış sahifelerdeki bir yazı (vahiy) gibi ki Onları açık-seçik konuşamayan bir Arap olmayana hediye etmiştir." "Sabah-akşam" iki zarftır. el-Ferrâ' "akşam" anlamındaki kelimenin müennesinin kullanılacağını ve müphem olması halinde müzekkerinin de kullanılabileceğini ileri sürmüş, ayrıca; "Akşam" şeklinin, şeklinin çoğulu olabileceğini de söylemiştir. İşaretin hükmüne dair açıklamalar daha önceden Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/41. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. İlim adamlarımız bir kimseyle konuşmamak üzere yemin edip de ona bir mektup yazan yahut bir elçi gönderenin hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Malik dedi ki: Ağızla konuşmayı niyet etmesi hali müstesna, yeminini bozmuş olur. Daha sonra bu görüşünden dönerek: Mektup yazarken niyeı taşımaz. Ancak mektup sahibine ulaşmadan önce onu geri çevirmedikçe, yeminini bozmuş olur. İbnu'l-Kasım der ki: O şahıs mektubunu okuduğu takdirde yemin edenin yemini bozulmuş olur. Aynı şekilde yemin eden kişi de hakkında yemin olunanın mektubunu okuyacak olursa yine hüküm böyledir. Eşheb der ki: Yemin eden kişi mektubu okuyacak olursa yemini bozulmaz, bu açıktır. Çünkü onunla konuşmadığı gibi kendisi de konuşmaya başlamamıştır. Ancak yemin ederken onun sözünün manasını da bilmek İstememek kastını gütmüş ise; o takdirde yeminini bozmuş olur. İbnu'l-Kasım'ın görüşü de buna göre açıklanır, Şayet, mutlaka onunla konuşacağına dair yemin edecek olursa, ağızdan ağıza onunla konuşmadıkça yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz. İbnu’l-Mâcişûn der ki: Eğer şunu bilirse mutlaka ona bildirecek yahut ona haber verecek, diye yemin ederse ve bu maksatla ona bir mektub yazar yahut bir elçi gönderirse, yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Şayet o hususu ikisi de öğrenmiş olurlarsa, ona bildirmedikçe yeminini yerine getirmiş olmaz. Çünkü her ikisinin de bilgisi farklı farklıdır. Malik, Şâfiî ve Kûfeliler ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Dilsiz eliyle talâkı yazacak olursa bu, onun için bağlayıcı olur. Kûfeliler derler ki: Ancak bu kimsenin günlerce konuşması engellenmiş olan bir kişi olması müstesnadır. Bu kişi boşamayı yazı i)e bildirecek olursa hiçbir şekilde câiz olmaz. Tahavî der ki: Dilsizlik ârizî olan konuşamamaktan farklıdır. Nitekim bir hastalık vb. sebebler dolayısıyla ârizî olarak bir gün yahut buna yakın bir süre cimadan âciz olmak cimadan ümit kesilmiş acizlikten farklıdır ve kadının ayrılmayı tercih etmesi hususunda deliliğe benzer. 12"Ey Yahya, kitabı tam bir kuvvetle al. " Biz ona hikmeti çocuk iken verdik. "Ey Yahya! Kitabı tam bir kuvvetle al!" âyetinde hazfedilmiş ifadeler vardır. Anlamı şudur: Sonunda onun bir oğlu oldu. Yüce Allah doğan çocuğa: "Ey Yahya, Kitabı tam bir kuvvetle al" diye emir buyurdu. Bu ise kelâmın delâlet ettiği bir ihtisardır. "Kitab" tan kastın Tevrat olduğunda görüş ayrılığı yoktur. "Tam bir kuvvetle" yani tam bir gayret ve ciddiyetle al, demektir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Şöyle de açıklanmıştır: Maksat o kitabın bilgisidir. Onun iyice bellenmesi, gereğince amel edilmesidir. Bu da emirlerine bağlanmak, onun yasaklarından uzak durmakla olur. Bu açıklamayı Zeyd b. Eslem yapmıştır. Önceden de el-Bakara Sûresi'nde (2/63. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Biz ona hikmeti daha çocuk iken verdik." Bunun şer'î hükümler ve bunları bilmek olduğu söylenmiştir. Ma'mer'in rivâyetine göre çocuklar Yahya'ya: Haydi gel, seninle oyuna gidelim, demişler. O da: Ben oyun oynamak için yaratılmadım, demiş. İşte bundan dolayı yüce Allah: "Biz ona hikmeti daha çocuk iken verdik" diye buyurmuştur, Katade de der ki: O sırada iki ya da üç yaşında idi, Mukâtil : Üç yaşında idi, demektedir. "Çocuk iken" hat olarak nasb edilmiştir. İbn Abbâs dedi ki: Her kim ergenlik yaşına gelmeden önce Kur'ân'ı okuyabilirse işte o, çocuk iken kendisine hikmet verilenlerdendir. Bu âyeti kerimenin tefsiri ile ilgili olarak Abdullah b. Ömer yolu ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Kıyâmet gününde bütün Âdemoğulları günah işlemiş olarak geleceklerdir. Ancak Zekeriyyâ'nın oğlu Yahya müstesna. " Süyûtî, ed-Dürru’l-Mensûr, V, 4H6 Katade dedi ki: Yahya (aleyhisselâm) küçük olsun, büyük olsun bir günah işleyerek asla Allah'a asi olmadığı gibi, bir kadına da yaklaşmayı içinden geçirmemistir. Mücahid dedi ki; Yahya (aleyhisselâm)ın yediği ot cinsinden şeylerdi. Yanaklarında göz yaşlarının değişmez, sabit aktığı yollan vardı. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce yüce Allah'ın: "Bir efendi, nefsini sakındıran..." (Âl-i İmrân, 39) âyetine dair açıklamalarda bulunurken geçmişti. Yüce Allah'ın: "Katımızdan ona bir kalp inceliği" âyetindeki; Kalp inceliği"; "hikmet" anlamındaki kelimenin üzerine atfedilmiştir. İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Allah'a yemin ederim ki ben "el-Hanân (kalp inceliği)"in ne demek olduğunu bilmiyorum. Müfessirlerin Cumhûru şöyle demişlerdir: el-Hanân şefkat, rahmet ve muhabbet demektir. Bu da kalbî (ruhî) fiillerden bir fiildir. en-Nehhâs der ki: Hanân kelimesinin manası ile ilgili olarak İbn Abbâs'tan iki görüş nakledilmiştir. Birisine göre bu, yüce Allah'ın rahmet ile atıfette bulunmasıdır. Diğer açıklamasına göre insanları küfür ve şirkten kurtarsın diye onun kalbine verilen insanlara karşı rahmet ve şefkat duygusudur. Bunun aslı dişi devenin yavrusuna şefkat ve özlem duyması demek olan; dan gelmektedir. şekillerinin aynı anlamdaki iki ayrı söyleyiş olduğu söylendiği gibi ikincisinin, birincisinin tesniyesi olduğu da söylenmiştir. Ebû Ubeyde der ki; Araplar rahmetini kastederek aynı anlamda olmak üzere; ile "Rabbim, şefkat ve merhametini dilerim" derler. İmruu’l-Kays’te şöyle demiştir: "Şemece b. Cennoğulları keçilerini sağmak üzere karşılıksız verirler, (Bu hallere düştük demek istiyor) Ey merhametliler merhametlisi, bize şefkat ve merhamet eyle!" Şair Tarafe de şöyle demektedir: "Ey Ebû Münzir, bitirip tükettin (bizleri) bir kısmımızı (hayatta bırak) hiç olmazsa; Artık şefkat ve merhametini dileriz; çünkü kimi kötülük kimisinden daha hafiftir." ez-Zemahşerî der ki: "Kalp inceliği" burada anne babasına ve başkalarına atıfet ve şefkat duyarak, merhamet etmek demektir. Sîbeveyh de şu beyti zikretmektedir: "Dedi ki: Benim bütün işim şefkat ve merhamet (hanân)dır; senin buraya gelmenin sebebi ne? Bir akrabalığın mı var? Yoksa sen bu kabileyi tanıyan birisi misin?" İbnu'l-A'râbî dedi ki: el-Hannân, yüce Allah'ın sıfatlarından birisidir, er-Rahîm demektir. "el-Hannân" ise atıfet ve rahmet demektir. Yine bu kelime rızık ve bereket anlamına da gelir. İbn Atiyye der ki: Arapça da el-Hannân aynı şekilde yüce Allah için, uğrunda katlanılan, göğüs gerilen, büyük işler, zorluklar demektir. Zeyd b. Amr b. Nüfeyl'in Bilâl hakkındaki sözlerinde de bu tabiri manada kullanmıştır: "Allah'a yemin ederim. Eğer siz bu köleyi öldürecek olursanız. Ben onun kabrini "hannân" edinirim, Bu haberi el-Herevî zikretmiş olup, şöyle demektedir: Bilal ile ilgili hadiste de şöyle denilmektedir: Varaka b. Nevfel onun yanından işkence görmekte iken geçti ve dedi ki: Allah'a yemin ederim. Eğer onu öldürecek olursanız, ben onu hannân edinirim. Yani teberrüken gelir, ellerimi ona sürerim, İbnu'l-Esîr, en-Nihâye, I, 452 el-Ezherî der ki: Yani ben ona şefkat ve merhamet dilerim, onun için Allah'tan rahmet talep ederim. Çünkü o cennetliklerdendir. Derim ki: "Hannân" atıfet demektir. Mücahid de böyle demiştir. Yine bu kelime bizim ona atıfetimiz, meylimiz, yönelmemiz yahut la onun bütün mahlukata atıfeti ve meyli demektir. el-Hutay'a da şöyle demektedir: "Bana merhamet eyle! Herşeyin mutlak maliki sana hidâyet veresice Şüphesiz her bir konuma uygun söylenecek bir boz vardır. " İkrime bunun muhabbet demek olduğunu söylemiştir. Erkeğin hanımına şefkat ve merhamet duyması demek olan: "hanne", birbirlerine karşı duydukları sevgiden dolayıdır. Nitekim şair de böyle demiştir: "Şefkat ve merhamet, dedi; ne diye geldin buraya? Senin bir aksaklığın mı var; yoksa kabileyi tanıyan birisi misin?" 13Katımızdan ona bir kalp inceliği ve bir temizlik te verdik. O takva sahibi bir kimse idi. "Bir temizlik de verdik" âyetinde geçen "zekât" temizlemek, bereket, hayır ve iyilik yollarında arttırmak demektir. Yani, Biz onu insanların faydasına olmak üzere mübarek kıldık. O onları hidâyete iletiyordu. Şu anlama geldiği de söylenmiştir: Şahidlerin bir insanı tezkiye edip temize çıkardıkları gibi, Biz de ondan güzel övgülerle söz etmek suretiyle tezkiye ettik. "Zekât"ın burada onu anne-babasına sadaka olarak verdik, anlamında olduğu da söylenmiştir ki bu açıklamayı İbn Kuteybe yapmıştır. "O takva sahibi bir kimse idi." Yani Yüce Allah'a itaat edendi. Bundan dolayı ne bir günah işledi, ne de bir günah işlemeyi İçinden geçirdi. 14Ana-babasına karşı İtaatkârdı. Büyüklük taslayan ve isyankâr bir kimse değildi. "Ana-babasına karşı itaatkârdı." Âyette "itaatkâr" anlamı verilen "el-Berr" "be'den sonra "elif ile "el-Bârr': anlamındadır. Bu da iyiliği pek çok olan kimse demektir. "Büyüklük taslayan... bir kimse değildi." Büyüklük taslayan anlamındaki "cebbar" büyüklenen kimse, demektir. İşte bu âyetler, Yahya (aleyhisselâm)ı yumuşak huyluluk ve alçak gönüllü olmakla nitelendirmektedir. 15Doğduğu günde, vefatı gününde ve diri olarak kaldırılacağı günde selâm olsun ona. "Doğduğu gün de... selâm olsun ona..." Taberî ve başkaları selâm'ın eman anlamında olduğunu söylemişlerdir. İbn Atiyye der ki: Bence daha kuvvetli olan görüş şudur: Buradaki selâm bildiğimiz tahiyye (selâm verme)dir. Bu emandan daha şerefli ve daha üstündür. Çünkü İsyankâr olmadığı belirtilmek suretiyle zaten onun için emân gerçekleşmiş olmaktadır. Bu da emânın asgarî derecesidir. Fakat asıl şeref insanın son derece zayıf, muhtaç, çarelerinin oldukça az, gücü-kuvveti azametli yüce Allah'a muhtaç olduğu bir dünemde ve konumlarda yüce Allah'ın ona selam vermesidir. Derim ki: Bu güzel bir açıklamadır. Bu anlamdaki bir açıklamayı Yahya (aleyhisselâm)ın öldürülmesi ile ilgili olarak el-İsra Sûresi'nde (17/7. âyetin tefsirinde) Süfyan b. Uyeyne'den zikretmiş idik. Taberî de el-Hasen'den şunu nakletmektedir: Îsa ile Yahya -ki teyze çocuklarıdırlar- birbirleriyle karşılaştılar. Yahya, Îsa'ya: Benim için Allah'a dua et çünkü sen benden hayırlısın, dedi. Îsa da ona; Hayır, asıl sen benim için Allah'a dua et, sen benden hayırlısın. Çünkü Allah sana selâm vermiş, ben ise kendi kendime selâm verdim. (Bu sûrenin 33. âyet-i kerimesinde zikredilen hususa işarettir). Kimi ilim adamı bu âyet-i kerîmeden selâm hususunda Hazret-i Îsa'nın daha faziletli olduğu sonucunu çıkartmış ve bunu şöyle açıklamıştır: Onun kendi kendisine selâm vermek hususunda nazının kabul edilmesi ve bunu gerektirecek şekilde yüce Allah nezdindeki üstün mevkiinin muhkem olan bu Kitab'da halinin zikredilmiş olması; makamı itibariyle kendisine selâm verilmesinden daha üstün olduğunu ortaya koymaktadır, İbn Atiyye der ki: Bunların herbirisinin kendisine uygun bir açıklaması vardır. 16Kitab'ta Meryem'i de an. Hani o kendi ailesinden, doğu tarafında bir yere çekilmişti. "Kitabta Meryem'i de an." Yani kıssayı sonuna kadar zikret. Bu, birincisinden ayrı, yeni bir kıssanın başlangıcıdır. Hitap, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)edir. Yani kudretimizin kemalini bilmeleri için onlara bu kıssayı öğret. "Hani o kendi ailesinden" beraberinde bulunanlardan "doğu tarafında" doğu cihetinde "bir yere çekilmişti. " "Hani o... çekilmişti" âyetinde geçen ve "hani" anlamı verilen; Meryem'den bedel-i istimaldir. Çünkü zamanlar, içinde barındırdıkları şeyleri de kapsar (onlara da şamildir). "İntibâz" uzaklaşmak, tek başına ayrılıp çekilmek demektir. Meryem'in niçin ayrılıp bir kenara çekildiği hususunda farklı görüşler vardır. es-Süddî der ki: Ay halinden yahut lohusalıktan temizlenmek için ayrı bir yere çekilmişti. Başkaları ise, yüce Allah'a ibadet etmek için uzaklaşmıştı, demektir. Bu güzel bir açıklamadır. Çünkü Meryem (selâm olsun ona) mabedin koruyuculuğu, hizmeti ve orada ibadet etmek için vakfedil misti. Bu maksatla insanlardan ayrı bir tarafa çekilmişti. Kendisini tek başına İbadete vermek için mescidin doğu tarafında mihraba yakın bir yerde mescide girmişti. Cibril (aleyhisselâm) da onun yanına girmişti. "Doğu tarafında" âyeti doğu cihetinde bir yer demektir. Şark (doğu) "re" harfi sakin olarak söylenir ki, kendisinden güneşin doğduğu (görülen) yer demektir. "Re" harfi üstün olarak "eş-Şerak" ise güneşin kendisi demektir. Burada özellikle "doğu" tarafının zikredilmesi, onların doğu tarafını ve nurların çıktığı yeri ta'zim etmelerindendi, Onlara göre doğu ciheti diğer bütün cihetlerden daha faziletliydi. Bunu et-Taberî nakletmektedir. İbn Abbâs'dan da şöyle dediğini naklet(il)mektedir; Ben, Hristiyanların doğuyu niçin kıble edindiklerini insanlar arasında en iyi bilenim. Bu, yüce Allah'ın: "Hani o kendi ailesinden doğu tarafında bir yere çekilmişti" âyeti dolayısıyladir. Onlar Îsa (aleyhisselâm)ın doğduğu ciheti kıble edindiler ve şöyle dediler: Eğer yeryüzünde doğu tarafından daha hayırlı bir yer bulunmuş olsaydı Meryem, Îsa (aleyhisselâm)ı o tarafla doğururdu. Meryem (aleyhisselâm)ın peygamberliği hususunda görüş ayrılığı vardır. Ona bu şekilde bir elçi gönderilmesi ve melek ile konuşması dolayısıyla peygamber olduğu söylendiği gibi, onun bir peygamber olmadığı, onunla bir beşer imiş gibi konuştuğu, onun meleği görmesinin tıpkı Cibril'in îman ve İslâm ile ilgili soru sorması esnasında Dıhye (el-Kelbî) suretinde görülmesi gibidir, diye de açıklanmıştır. Ancak birinci görüş daha kuvvetlidir. Bu hususa dair yeterli açıklamalar önceden Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/42. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun. 17Sonra onlarla kendi arasına bir perde germişti. Derken, Biz ona ruhumuzu gönderdik. Ona tam bir insan suretinde göründü. "Derken, Biz ona ruhumuzu gönderdik. " Burada ruhtan kastın Îsa (aleyhisselâm)ın ruhu olduğu söylenmiştir. Çünkü yüce Allah ruhları cesetlerden önce yaratmıştır. Onun yarattığı bu ruhu, Îsa (aleyhisselâm)ın Meryem'in karnında yarattığı cesedine yerleştirmiştir. Burada ruhtan kastın Cebrâîl olduğu da söylenmiştir. Ruhun yüce Allah'a izafe edilmesi özelliği; değeri ve şerefi dolayısıyladır. İfadenin zahirinden anlaşılan Cebrâîl (aleyhisselâm) olduğudur. Çünkü şöyle buyurulmaktadır: "Ona" melek kendisine hilkat itibariyle eksiksiz "tam bir insan suretinde göründü." "Bir insan" kelimesi burada ya tefsir (temyiz) yahut haldir. Meleğin ona insan suretinde görünmesinin sebebi ise, aslî suretinde Cibril (aleyhisselâm)ı görebilecek yahut ona bakabilecek takatinin bulunmayışıdır. Meryem (aleyhisselâm) İnsan suretinde güzel bir şekle sahip bir adamın perdeyi aşarak yanına gelmiş olduğunu görünce; kendisine kötülük yapmak isteyen birisi olduğunu zannettiğinden: 18"Senden Rahmân'a sığınırım. Eğer takva sahibi bir kimse isen" dedi. "Senden, Rahmân'a sığınırım. Eğer takva sahibi" yani Allah'tan korkan takvalı "bir kimse isen, dedi." el-Bikâlî der ki: Cibril (aleyhisselâm), şanı yüce ve mübarek Rahmân'ın anılışından dolayı dehşetinden geri çekildi. es-Sa'lebî dedi ki: "Takî (mealde: Takva sahibi bir kimse)" salih bir insan idi, Bu işine hayret ederek ondan Rahmân'a sığındı, "Takî" kelimesinin "mef'ûl" anlamında fail vezninde olduğu söylenmiştir. Yani eğer sen kendisinden sakınılması gereken birisi isen, senden Allah'a sığınırım, demektir. Buhârî'de Ebû Vâil'in şöyle dediği bildirilmektedir: Meryem takva sahibi olan bir kimsenin: "Eğer takva sahibi bir kimse İsen" sözü üzerine vazgeçeceğini bildiğinden böyle demişti Buhârî, Tefsir 18. sûre başlangıcında Bir görüşe göre Takî o dönemde bilinen facir bir kimsenin ismi idi. Bu Vehb b. Münebbih’in görüşüdür. Bunu Mekkî ve başkaları da nakletmiştir. İbn Atiyye der ki: Bu zayıf bir görüştür, tahmine dayalı ileri sürülmüştür. Bunun üzerine; 19O da dedi ki: "Ben ancak senin Rabbinin gönderdiği elçisiyim. Sana temiz bir oğul vermeye geldim." "O" Cibril (aleyhisselâm): "da dedi ki: Ben ancak senin Rabbinin gönderdiği elçisiyim. Sana temiz bir oğul vermeye geldim." Burada "oğul vermeyi (hibe)" kendi tarafından diye ifade etmesinin sebebi, ona bunu haber verenin kendisi oluşundan dolayıdır. Verş, Nâfi'den rivâyetle: "Beni Allah sana bir oğul versin diye gönderdi" anlamını verecek şekilde; diye okumuştur. "Vereyim diye" şeklindeki hemzeli okuyuşun manaya hamledilmesi gerektiği de söylenmiştir. Yani (yüce Allah buyurdu ki); Ben onu (Cebrâîl'i) sana bir oğul vereyim, diye gönderdim, demektir. Diğer taraftan hemzesiz olarak "ya" İle (Nafi'in) okuyuşunun hemzeli anlamında olması, sonradan hemzenin hafifletilmiş olması ihtimali de vardır. Meryem onun bu sözlerini işitince; bunun hangi yotla gerçekleşeceğini sormak üzere: 20Meryem dedi ki: "Bana hiçbir insan eli değmemiş İken ve ben iffetsiz de olmadığıma göre benim nasıl bir oğlum olabilir?" "Dedi ki: Bana hiçbir insan eli" nikâh yoluyla "değmemiş iken ve ben iffetsiz" zaniye "de olmadığıma göre; benim nasıl bir oğlum olabilir?" Meryem (aleyhisselâm)ın burada bunu söz konusu etmesi te'kid içindir. Çünkü onun "bana İnsan eli değmemiş" ifadesi, helâl ve haram bütün yollan kapsar. Şöyle de açıklanmıştır: O yüce Allah'ın kudreti dışında herhangi bir şey görmüş değildir. Ancak bu çocuğun nasıl olacağını öğrenmek istemişti: Gelecekte evlenecek ve kocasından mı çocuğu olacak yoksa yüce Allah bunu vasıtasız alarak mı yaratacaktı? Rivâyete göre Cibril (aleyhisselâm) ona bu sözleri söyledikten sonra gömleğinin yakasına ve yenine üfleyiverdi. Bu açıklamayı İbn Cüreyc yapmıştır. İbn Abbâs der ki: Cibril (aleyhisselâm) parmağı ile gömleğinin kolunu yakaladı ve ona üfledi. Derhal Îsa (aleyhisselâm)a gebe kaldı. Taberî dedi ki: Hristiyanlar, Meryem (aleyhisselâm)ın, Îsa (aleyhisselâm)a onüç yaşında iken gebe kaldığını, Îsa (aleyhisselâm)ın göğe kaldırılıncaya kadar otuziki yıl ve bir kaç gün dünyada kaldığını, Meryem (aleyhisselâm)ın onun göklere kaldırılmasından sonra altı yıl daha yaşadığını iddia ederler, Buna göre Meryem (aleyhisselâm) elli küsur yaşında vefat etmiş demektir. 21Dedi ki: "Evet Durum dediğin gibidir. Fakat, Rabbin: O, Bana kolaydır. Biz onu İnsanlar için bir âyet ve Biz'den bir rahmet kılacağız, diye buyurdu. Buna dair hüküm verilmiş, bitmiştir. " "Biz onu insanlar İçin bir âyet" kudretimize dair hayrete düşürücü bir belge "ve" ona îman eden kimseler için "bir rahmet kılacağız." âyetinde: "Biz onu... kılacağız" âyetindeki "lâm", hazfedilmiş bir fiile taalluk etmektedir. Yani, Biz onu... olmak üzere yaratacağız, anlamındadır. "Buna dair hüküm verilmiş, bitmiştir." Levh-i Mahfuz'da yazılmış ve tak dir edilmiştir. 22Derken ona hamile kaldı. Onunla yalnız başına uzak bir yere çekildi. "Onunla yalnız başına uzak bir yere çekildi." Yani gebe kaldığı yavrusu ile birlikte uzakça bir yere ayrılıp, gitti. İbn Abbâs dedi ki: Vadinin en uzak yerine gitti, Bu ise Beyt Lahm vadisidir. Bu vİsmi ile İlyâ arasında dört millik bir mesafe vardır. Kavminin kendisini kocasız çocuk doğurması dolayısıyla ayıplayacağından kaçmak için uzaklaşmıştı. İbn Abbâs der ki: O gebe kalmakla birlikte derhal onu doğurdu. İfadenin zahirinden anlaşılan da budur. Çünkü yüce Allah, gebe kaldığını bildirmesinin akabinde kavminden uzakça bir yere çekildiğini haber vermektedir. İleride geleceği üzere başka görüşler de vardır. 23Sonunda doğum sancısı onu kuru bir hurma ağacına dayanmaya mecbur etti. "Keşke bundan önce ölseydim de büsbütün unutulsaydım" dedi. "Sonunda doğum sancısı onu kuru bir hurma ağacına dayanmaya mecbur etti" âyetindeki: "Onu mecbur etti" fiili; "Geldi" fiilinin hemze ile müteaddi (geçişli) kılınmış şeklidir. Bu anlamı vermek üzere meselâ Filan yere gelmesini sağladı, gelmek zorunda bıraktı" denilir. Nitekim; "Onu götürdü, gitmek zorunda bıraktı" kullanımı da bu şekildedir. Şubeyi İbn Atiyye, el-Muharrar..., XI, 20-21'de: "Şibl b. Azra" şeklindedir. ile Âsım'dan rivâyete göre o bu kelimeyi; şeklinde -aniden karşı karşıya kalmak anlamındaki- len gelen bir fiil olarak okumuştur. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Doğum sancısı onu aniden kuru bir hurma ağacının yanına getirdi, demek olur. Ubeyy'in, Mushaf'ında ise; "Doğum sancısı onu... dayanmaya mecbur edince... " şeklindedir. Züheyr der ki; "Ve Bize ulaşmak maksadıyla yola koyulmuş bir komşu ki, Korku ve ümit onu (Bize) gelmek zorunda bıraktı." Cumhûr -"Doğum sancısı" anlamındaki-: kelimesini "mim" harfini üstün olarak okumuştur. İbn Kesîr'den gelen rivâyete göre ise o bunu esreli okumuştur ki; bu da doğum sancısı ve ağrıları demektir. "Kadın doğum sancı ve ağrılarını çekti, çeker, doğum sancısı, doğum sancısı çekmek" demektir, "Doğumu yaklaşmış dişi deve" anlamındadır. "Kuru bir hurma ağacına dayanmaya... " âyeti da, onun gebe bir kadının doğum ağrıları dolayısıyla tutunacak bir şeye ihtiyaç duyması gibi, dayanacak ve tutunacak bir şey aramış gibi olduğuna İşarettir. "Üzerinde herhangi bir dal ve yaprak bulunmayan çölün ortasında kurumuş hurma gövdesi kütüğü" demektir. Bundan dolayı sadece; Hurma ağacına dememiştir. "Keşke bundan önce öleydim de..." Dindarlığı bakımından şu iki sebeb dolayısıyla ölümü temenni etti: 1-O dine bağlılığı noktasında kendisi hakkında kötü zanlarda bulunulacağından ve ayıplanarak bundan dolayı fitnelere maruz kalacağından korktu. 2-Kendisi sebebiyle bir takım kimseler ona iftiraya kalkışmasını, kendisine zina nisbetinde bulunmasını İstememiştir. Çünkü böyle bir şey, kişiyi helâk eder. Bu şartlar çerçevesinde ölümü temenni etmek, câiz olur. Bu hususa dair yeterli açıklamalar -yüce Allah'a hamd olsun ki- Yusuf Sûresi'nde (12/101. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Derim ki: Duyduğuma göre Meryem (aleyhisselâm): Ey Allah'tan başka kendisine ibadet olunacak kişi çık, diye bir ses duymuş. O da bundan dolayı üzülerek: "Keşke bundan önce ökeydim de büsbütün unutulsaydun, dedi" âyetindeki "unutulan şey" anlamındaki (sonradan İkinci kelimenin) "nûn" harfi esreli okunuşuna göre, buradaki "Büsbütün unutulmak": Arapça'da unutulmaya lâyık ve kaybolunmasından ötürü rahatsız olunmayan değersiz şey demektir. Yolcu bir kimsenin küçük bir kazığı, bir ip parçasını vb. unutması gibi. Yine, Araplardan nakledildiğine göre; konakladıkları bir yerden ayrılmak istedikleri vakit: "Unutmanız muhtemel şeylere dikkat ediniz" derlermiş. Buradaki; kelimesi, in çoğulu olup değersiz ve unutulabilecek türden şeyler demektir. el-Kumeyt'in şu beyiti de bu kabildendir: "Kudaalılar bizleri Kelp (oğulların)a bir köprü mü kılacak? Halbuki ben Meadlılar arasında önemsiz bir kimse olmadığım gibi, o ulara sonradan katılmış bir kimse de değilim. " el-Ferrâ' der ki: Bu kelime kadının hastalığı esnasında kullandığı ve attığı bez parçalan demekcir. Buna göre Meryem'in: "Büsbütün unutulsaydım" sözleri bir kenara atılmış bir ay hali bezi (gibi) olsaydım, anlamındadır. kelimesi "nün," harfi üstün olarak da okunmuştur. (Esreli okuyuş ile) bunlar iki ayrı söyleyiştir. "Engel, tek" kelimelerinde olduğu gibi, Muhammed b. Kâ'b el-Kurazî ise bunu hemzeli olarak ve "nün" harfi de esreli olarak: diye okumuştur. Nevf el-Bikâlî ise "nün" harfini üstün ve hemzeli olarak şeklinde; yüce Allah'ın ecelini ertelemesi anlamındaki kökten gelir gibi okumuştur. Bunu Ebû’l-Feth ve ed-Dânî, Muhammed b. Ka'b'dan da nakletmişlerdir. Ebû Bekr b. Habib ise şeklinde hemzesiz olarak "sin" harfini şeddeli ve "nün" harfini üstün okumuştur. Taberî'nin Meryem kıssası ile ilgili olarak naklettikleri arasında şu da vardır: Meryem (aleyhisselâm), Îsa (aleyhisselâm)a gebe kalınca kızkardeşi (ablası da) Yahya'ya gebe kalmıştı. Ablası onu ziyarete geldiğinde: Ey Meryem, benim gebe kaldığımın farkında mısın? diye sormuştu. [Meryem de ona: Benim de aynı şekilde gebe olduğumun farkında mısın? Dedi. Köşeli parantez içindeki ifadeler: Taberî, Câmiu'l-Beyân, XVI, 63'den. Ablası ona: Ben karnımdakinin senin karnındakine secde ettiğini hissediyorum. Çünkü rivâyete göre ablası karnındaki ceninin başını Meryem'in karnına doğru döndürdüğünü hissediyordu. es-Süddî dedi ki: İşte yüce Allah'ın: "Muhakkak Allah sana, Allah'tan bir kelimeyi (Îsa'yı) doğrulayıcı bir efendi, nefsini sakındıran ve salihlerden bir peygamber olmak üzere Yahya'yı müjdeler." (Âl-i İmrân, 3/39) âyetinde de buna işaret vardır. Yine Taberî'nin onun kıssası ile ilgili olarak zikrettikleri arasında şu da vardır; Meryem (aleyhisselâm), Yusuf en-Neccâr (marangoz) diye bilinen İsrailoğullarından birisi ile birlikte bulunduğu yerden kaçmıştı. Bu kişi onunla birlikte mescidde hizmetkârlık ediyordu. Taberî bu konuda uzun uzadıya açıklamalarda bulunur. el-Kelbi dedi ki: Yûsuf’a -ki ona zinadan gebe kaldığı söylenmişti- şöyle denildi: Şimdi hükümdar onu öldürecek. Bunun üzerine Yusuf onunla kaçtı. Yolda Meryem'i öldürmek istedi. Cibril (aleyhisselâm) ona gelerek: Bu Ruhu'l-Kudüs'ten dolayı böyledir, dedi. İbn Atiyye der ki: Bütün bunlar zayıf iddialardır. Bu kıssa ayrıca onun gebe kalmış olmasını ve kadınların alışılmış şekildeki gebelik döneminin devam ettiğini gerektirmektedir. Sekizinci ayda Îsa'yı doğurduğuna dair rivâyetler birbirini desteklemektedir. Bu görüşü İkrime ifade etmiştir. İşte bundan dolayı Îsa (aleyhisselâm)ın bu özelliğini korumak üzere sekizinci ayda doğan çocuklar yaşamazlar. Dokuzuncu ayda doğurduğu söylendiği gibi, altıncı ayda doğurduğu da söylenmiştir. Ancak bizim İbn Abbâs'tan zikrettiğimiz rivâyet daha sahih ve daha güçlüdür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 24Ona aşağısından: "Üzülme, Rabbin senin altında küçük bir ırmak akıttı" diye seslendi. "Ona aşağısından... seslendi" âyetindeki; lâfzının "mim" harfi hem üstün hem de esreli olarak okunmuştur. Meal esreli okunuşuna göredir, üstün okuyuşa göre: Aşağısında bulunan kimse ona seslendi, demek olur. İbn Abbâs dedi ki: "Kimse"den kasıt Cibril'dir, Îsa (aleyhisselâm) annesi kavminin yanına getirinceye kadar hiç konuşmadı. Alkame, ed-Dahhak ve Katade böyle demiştir. İşte bu durum, bu işin yüce Allah'ın pek büyük bir muradı bulunduğu olağanüstü işlerden bir iş olduğuna dair Meryem'in lehine tanıklık eden bir belgedir, Yüce Allah'ın: "Üzülme" âyeti da ona seslenilen sözün mahiyetini açıklamaktadır. Bu da; doğum yaptın diye üzülme, demektir. "Rabbin senin altında küçük bir nehir yarattı" âyetinde geçen "seriy" den kasıt Îsa (aleyhisselâm)dır. Çünkü seriy, pek büyük özellikleri bulunan ve efendi demektir. el-Hasen der ki: Allah'a yemin olsun ki o gerçekten "seriy" bir adam idi. tabiri ise; filân filâna lütuf ve İkramda bulundu, anlamındadır. "Filan kişi oldukça şerefli bir kavme mensub, şerefli bir kimsedir" demektir. Cumhûr ise (burada geçen seriy kelimesinin mealde olduğu gibi); hurma kütüğünün yakınındaki su arkma işaret olduğunu söylemiştir. İbn Abbâs dedi ki: Bu, suyu kesilmiş küçük bir ırmak idi. Yüce Allah bunu Meryem için yeniden akıttı. Irmak (yatağın)a bu ismin veriliş sebebi, suyun içinde akmasından dolayıdır. Şair der ki: "O tek kulplu bir kovadır, ondan su çeken kimsenin Küçük ırmaktan su içtiği vakit, yana yatarak ses çıkarır." Şair Lebid de şöyle demektedir: "Her ikisi ırmağın ortasına doğru ilerlediler ve ayıkladılar, Üzerini misk otu kaplamış bir pınarı otlardan ve sazlardan. " Ona seslenenin Îsa (aleyhisselâm) olduğu da söylenmiştir. Bu da bir mucize, bir âyet (alâmet ve belge) olup onun kalbine de sükûn vermek içindi. Ancak birinci görüş daha kuvvetlidir. İbn Abbâs İse; "Ona alt tarafından... bir melek seslendi" diye okumuştur. İlim adamları dedi ki; Cibril (aleyhisselâm); Meryem'in üzerinde bulunduğu yerden daha alçakça bir yerde idi. 25"O kuru hurma ağacını kendine doğru salla! Senin üzerine derilmiş, taze hurma düşecektir. " "O kuru hurma ağacını kendine doğru salla! Senin üzerine derilmiş taze hurma düşürecektir. Artık ye, iç, gözün aydın olsun..." âyetine dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1- Hurma Ağacının ve Hurmanın Mahiyeti: Yüce Allah, Meryem (aleyhisselâm)a hurma kütüğünü "salla!" emrini vererek, ona ölü hurma kütüğünü canlandırmakla, ölüleri diriltmek şeklinde ortaya çıkan bir başka belgeyi gösterdi. Yüce Allah'ın; "Kuru hurma ağacı kütüğünü" "be" harfi te'kid için fazladan gelmiştir. Mesela; "Dizginleri tut, elini ver" demek gibi. Yüce Allah'ın: "Tavana bir ip bağlasın" (el-Hac, 22/15) âyetinde de "be" harfi bu şekildedir. Âyetin: Sen hurma ağacının üzerinde bulunan taze hurmayı kendine doğru silkele, anlamında olduğu da söylenmiştir. "Düş(ür)ecektir" kelimesini şeklindeki okuyuşta iki "te"den birisi "sin" harfine idğam edilmiştir. Hamza ise; şeklinde şeddesiz olarak okumuş olup, başkasının "sin" harfine idğam ettiği "te"yi de hazfetmiştir. Âsım ise Hafs'ın rivâyetine göre "te" harfini ötreli, şeddesiz ve "kaf" harfini esreli olarak okumuştur. İki "te" harfi izhar edilerek; dîye okunduğu gibi;şeklinde "ya" harfi ile ve (ondan sonra gelen) "te" harfi(nin "sin" harfine) idğamı ile de okunmuştur. Ayrıca; şeklindeki okuyuşlar da vardır. "Te" harfi ile okumalarda kasıt hurma ağacıdır, "ya" harfi ile okumalarda kasıt hurma ağacının kütüğüdür. İşte toplam dokuzu bulan bu kıraatlerin hepsini de ez-Zemahşerî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- zikretmiş bulunmaktadır. "Taze hurma" kelimesi "sallama" emri ile nasb edilmiştir. Yani sen bu kuru hurma ağacı kütüğünü sallayacak olursan, üzerine derilmiş taze hurma düşecektir. Özetle söyleyecek olursak; bu kelimenin nasb edilme sebebi kıraatlerin manalarına uygun olarak değişiklik gösterir. Bir seferinde fiil hurma ağacının kurumuş kütüğüne isnad edilirken, bir seferinde sallamaya, bir diğer seferinde ise hurma ağacının kendisine İsnad edilmektedir. "Derilmiş" âyeti derilmeye hazır, olgunlaşmış ve yenilebilecek hurma, demektir. Bu da; "Meyveyi devşirdim, topladım" ifadesinden gelmektedir. İbn Mes'ûd'dan rivâyete göre o "Senin üzerine derilmeye hazır taze ve bernî türünden bir hurma düşürecektir" diye okumuştur. Mücahid dedi ki: "Derilmiş taze hurma" ile kastedilen acve türü diye bilinen hurmadır. Abbas b. el-Fadl dedi ki: Ben Ebû Amr b. el-Alâ'ya yüce Allah'ın: "Taze hurma" âyetinin mahiyeti hakkında soru sordum da o bana: Tam devşirilmeye hazır, yenilmeye elverişli, diye cevap vermiş ve bunu şöyle açıklamıştı. Kuru olmayan, onu toplamak isteyenin de elini uzattığı zaman uzak düşmeyen demektir. Sahih olan da budur. el-Ferrâ' dedi ki: İle eşanlamlı (derilmiş anlamında)dır. O bununla bu kelimenin iki halinin,ile Oun maktul anlamına; ile un da; yaralı anlamına gelmesine benzediği kanaatindedir. el-Ferrâ''dan başkası ise şöyle demiştir: bir tek hurma ağacından koparılıp, bittiği yerden alınmış olan hurma, demektir. Bunlar (görüşlerine delil olarak da) şu beyti nakletmektedirler: "Verimi pek bol bahçelerde olgun meyveler ve meyvelerinin Kopartılıp, alınması yakın (yüksekte olmayan) ağaçların dalları... İbn Abbâs dedi ki: Bu, içi boşalmış bir hurma kütüğü idi, Bunu sallayınca kütüğün üst taraflarına baktı, aniden dallarının çıkmış olduğunu gördü. Dallarına baktı, bu sefer dallardan hurma tomurcuklarının çıktığını gördü. Sonra yeşerdi, arkasından sarardı, daha sonra kızardı ve yeni olgunlaşmış hurma haline geldi, arkasından taze hurma oluverdi, Bütün bunlar bir göz açıp kapayıncaya kadar tamamlandı. Taze hurmalar onun önüne, hem de hiçbir şekilde yara bere almadan dökülmeye başladı. 2- Rızık Talebi îçin Çalışmak: Bazıları bu âyet-i kerîmeyi şuna delil göstermişlerdir; Rızık her ne kadar kesin ise de, yüce Allah Âdemoğlunu elinden geldiğince rızık için çalışmakla görevlendirmiştir. Çünkü o, Meryem (aleyhisselâm)a bir mucize vermek için hurma ağacını sallamasını emretti, Halbuki onu sallamaksızın mucize daha ileri çapta olacaktı. 3- Rızkın Elde Edilmesi İçin Çalışma Yükümlülüğü: Rızkın kazanılması için çalışma yükümlülüğü ve buna dair emir yüce Allah'ın kullarındaki bir sünnetidir. Bu -zâhidlik taslayan bir takım cahillerin söylediklerinin aksine- tevekküle de aykırı değildir. Bu manadaki açıklamalar ve bu husustaki görüş ayrılıkları da daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Halbuki daha önceden rızkı kendisine, rızık kazanmak için herhangi bir yola başvurmaksızın geliyordu. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Zekeriyyâ ne zaman onun yanına mihraba girdiyse, yanında bir rızık buluyordu." (Âl-i İmrân, 3/37) Doğum yapınca hurma ağacım sallaması emredildi. İlim adamlarımız derler ki: Kalbinde hiçbir düşünce yokken Allah da onun bedenini yorulmaktan kurtardı. Ancak Îsa'yı doğurup onun sevgisi kalbinde yer edince iç dünyası da onun hakkında ve onun durumu ile meşgul olunca, bu sefer rızkını kazanma işini O'na havale etti ve kulları hakkında geçerli olan sebeblere yapışmak şeklindeki ilâhî sünnete göre davranmasını emretti. . Taberî, İbn Zeyd'den naklettiğine göre Îsa (aleyhisselâm) annesine; Üzülme, demiş. Annesi ona: Benim kocam da yok, kimsenin cariyesi de olmadığım halde ve sen benimleyken nasıl olur da üzülmeyeyim? İnsanlara karşı ileri sürebileceğim herhangi bir mazeretim var mı ki? "Keşke bundan önce ölseydlm de büsbütün unutulsaydun, dedi" Îsa (aleyhisselâm) ona: Ben senin ayrıca konuşmana gerek bırakmayacağım, dedi. 4- Meryem (aleyhisselâm)ın Yediği ve Lohusalara Uygun Yiyecekler: er-Rabi b. Haysem dedi ki: Bu âyet-i kerîme dolayısıyla bana göre lohusa kadının en iyi yiyeceği taze hurmadır. Yüce Allah eğer lolvusa kadın için taze hurmadan daha iyi bir şey olsaydı, şüphesiz onu Meryem'e yedirirdi. Bundan dolayı da: Ta o zamandan bu yana lohusalara hurma yedirmek adet olagelmiştir. Tahnîk (yeni doğmuş çocuğun ağzına çalınan çiğnenmiş az miktardaki hurma) için de böyledir. Denildiğine göre kadının doğum yapması zorlaşacak olursa, en iyisi ona taze hurma yedirmektir. Hastaya da baldan faydalı bir şey yoktur. Bunu da ez-Zemahşerî zikretmiştir. İbn Vehb dedi ki: Malik dedi ki: Yüce Allah: "Derilmiş taze hurma" diye buyurmuştur. Bu da dalındaki hurma meyvesinin altından delinmeksizin ve bozulmaksızın kendiliğinden olgunlaşması demektir. Dalındaki hurmanın olgunlaşması için böyle bir uygulama mekruhtur. Malik bununla bu işin, bir meyvenin vaktinden önce olgunlaşmasını çabuklaştırmak olduğunu ve kimsenin böyle bir iş yapmaya kalkışmaması gerektiğini, birisi bunu yapacak olursa bu halinin o meyvenin satılmasını câiz kılmayacağını ve olgunlaşmış olduğu hükmünü taşımayacağını anlatmak istemiştir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-En'âm Sûresi'nde (6/99. âyet, 6. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun. 26"Artık ye, İç, gözün aydın olsun. Eğer insanlardan birini görürsen de ki: Gerçekten ben, Rahmâna oruç adadım. Onun için bugün hiçbir insanla konuşmam. " Talhâ b. Süleyman'dan rivâyete göre o; "Derilmiş" kelimesindeki "cim" harfini "nûn" harfine tabi kılarak esreli okumuştur. Yani Biz senin için akan küçük ırmakta ve taze hurmada iki fayda takdir ettik: Bunlardan birisi yiyip, içmendir. İkincisi ise gönlünün teselli bulması ve ferahlamasıdır. Çünkü bunların ikisi de mucize idi. İşte yüce Allah'ın: "Artık ye, İç, gözün aydın olsun" âyetinin anlamı da budur. Yani sen derilmiş taze hurmadan ye, akan sudan iç, peygamber olan evladını görmekle de gözün aydın olsun. "Aydın olsun" kelimesi "kaf" harfi üstün olarak okunmuş olup Cumhûrun kıraati böyledir. et-Taberî ise "kaf" harfi esreli olarak okumayı da nakletmektedir ki; bu Necidlilerin şivesidir. Bu fiilin mûzârisi "kaf" harfi esreli de söylenir, ötreli de kullanılır. "Allah gözünü aydın etti, onun gözü de aydın oldu" demektir. Bu kelime soğuk anlamına gelen; den alınmıştır. Diğer taraftan sevinç gözyaşı serindir, keder gözyaşı da sıcaktır. Bazıları bu görüşün zayıf olduğunu belirterek şöyle demişlerdir: Bütün gözyaşları sıcaktır. "Allah gözünü aydın etti" ifadesi Allah onun gözüne karar ve sükun buluncaya kadar sevdiği şeyleri görmeyi nasip etmekle ona huzur ve sükûn verdi, demektir, "Filan kişi benim gözbebeğimdir, tabiri ona yakın olmakla benim ruhum huzur ve sükûn bulur, demektir. eş-Şeybâni der ki: "Gözün aydın olsun" âyeti, uyu anlamındadır. Yemeye, içmeye ve uyumaya onu teşvik etmiştir. Ebû Amr der ki: "Allah gözünü aydın etti" ifadesi ona uyku verdi ve uykusuzluğunu giderdi, demektir. "Gözün" temyiz olarak nasb edilmiştir. Bu; "Gönlün hoş olsun" demeye benzer. Gerçekte fiil, göze ait olmakla birlikte burada fiil göz sahibine nakledilmiş bulunmaktadır. Gerçek manada fail olan bir kelime ise tefsir (temyiz) olarak nasb edilmiştir. "Gönlüm hoş oldu, her tarafım yağ doldu, her tarafımdan ter boşandı" ifadeleri de bunun gibidir. Buna benzer ifadeler pek çoktur. "Eğer insanlardan birini görürsen de ki: Gerçekten ben Rahmâna oruç adadım" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız. "Görürsen'in aslı (te'kid ve cezmden önce): şeklindedir. Burada hemze hazfedilip fethası "re" harfine nakledildiğinden; şekline dönüşmüştür. Daha sonra birinci "ya" harfi harekeli olduğundan kendisinden önceki harf de meftuh olduğundan "elife kalb edilmiştir. Bu sefer birisi "ya"dan "elife dönüşmüş olan harf, diğeri müenneslik "ya "sı olmak üzere iki sakin harf arka arkaya gelince, iki sakinin arka arkaya gelişi dolayısıyla "elif" hazfedilince oldu. Sonra da cezm alâmeti olarak "nün" hazfedildi. Çünkü; "... se" şart edatıdır. ise sıladır. Geriye; kaldıktan sonra şeddeli te'kid "nûn"u girmiştir. Bu sebebten de iki sakin arka arkaya geldiğinden te'nis "ya"sı esreli olmuştur. Çünkü şeddeli "nûn" birisi sakin tılan iki "nun" demektir. O bakımdan fiil; haline gelmiştir. İbn Düreyd'in şu mısraında da böyledir: "Sen benim başımın renginin... e benzediğini görüyorsan" el-Efveh'in şu mısraında da benzer bir şekilde kullanılmıştır: "Sen eğer başımı... küçümsediğini görürsen" Burada "nun"un gelmesi; tevtiesi (zemin hazırlaması) dolayısıyladır. Nitekim kasem "lâm"ının gelmesi dolayısıyla da böyle bir "nun" gelir. Talha, Ebû Ca'fer ve Şeybe ise; şeklinde "ya" harfini sakin "nûn" harfini üstün ve şeddesiz olarak okumuşlardır. Ebû’l-Feth, bu şâz bir kıraattir, demiştir. 2- Konuşmamak Suretiyle Oruç Tutmak ve Hazret-i Meryem'in Suskunluğu: Şanı yüce Allah'ın: "De ki: Gerçekten ben... adadım" âyeti şartın cevabını teşkil etmektedir ki, bunda takdirî bazı ifadeler de vardır. Yani; eğer birisi sana çocuğun hakkında soru soracak olursa sen: "De ki: Gerçekten ben Rahmân'a oruç" yani konuşmamayı "adadım." Bu şekildeki açıklamayı İbn Abbâs ve Enes b. Malik yapmıştır. Ubeyy b. Ka'b'ın kıraatinde: "Gerçekten ben Rahmân'a konuşmamak suretiyle oruç adadım" şeklindedir. Bu, Enes'ten de rivâyet edilmiştir. Yine ondan "vav"lı olarak; diye okuduğu da rivâyet edilmiştir. İki lâfzın (yani rivâyetin) farklı oluşu, bu fazlalığın Kur'ân'ın bir lâfzı olarak değil, tefsir olarak zikredilmiş olduğunu göstermektedir. Burada "Savm; oruç" ile birlikte "vav" harfinin (Enes'ten gelen ikinci rivâyette olduğu gibi) getirilmesi halinde, bu susmanın oruçtan ayrı bir şey olduğunu kabul etmek imkânı vardır. Ancak hadis ehlinden ve dil ravilerinden gelen ve birbirini destekleyen haberler Savın, susmanın kendisi olduğu şeklindedir. Çünkü Savm, ahkayr mak anlamına gelmektedir. Susmak (samt) ise konuşmakta uzak durmak anlamındadır. Bunun bilinen oruç olduğu da söylenmiştir. Onlar oruçlu oldukları gün işarette bulunmaları müstesna konuşmamakla da yükümlü idiler. Enes (radıyallahü anh)ın "vav" ile okuyuşu buna göre açıklanır. Diğer taraftan oruç tuttukları gün konuşmamak yükümlülüğü adakla birlikte söz konusu olurdu. Nitekim bizim ümmetimizden herhangi bir kimse Beytullah'a yürüyerek gitmeyi adayacak olursa bu, onun hac yahut umre kastı ile ihrama girmesini gerektirir. Bu âyet-i kerîmenin anlamı şudur: Yüce Allah, Meryem (aleyhisselâm)a, Cibril (aleyhisselâm) -yahut az önce geçen görüş ayrılıklarına binaen oğlu- vasıtası ile insanlarla konuşmaktan uzak durmasını ve bu konuda utanmasının önlenmesi için de oğluna işi havale etmesini ve böylelikle mucizenin açıkça ortaya çıkarak, mazur olduğunun kesinlikle ortaya çıkmasını sağlamasını emretmişti. Âyetin zahirinden anlaşıldığına göre âyet-i kerîmede geçen bu lâfızları söylemesi, kendisine mubah kılınmıştı. Cumhûrun kabul ettiği görüş budur. Bir kesim de şöyle demiştir; "De" emri sözlü olarak değil, işaretle bunu anlat demektir. Zemahşerî der ki: Bu görüşe göre sefih (şirret) kimselere karşı susmak vaciptir. İnsanların en zelillerinden birisi de, kendisine karşı şirretlik edecek kendisi gibi şirret birisini bulamayan şirret kimsedir. 3- Hiçbir İnsanla Konuşmamayı Adayan Kimsenin Hükmü: Hiçbir insanla konuşmamayı adayan bir kimsenin bu adağı Allah'a yakınlaşma (kurbet)dır. O bakımdan bu adağını yerine getirmesi gerekir, denilebileceği gibi: Bu bizim şeriatimizde câiz değildir. Çünkü böyle bir adak hareket alanını daraltır ve nefse azaptır. Bir kimsenin güneşte ayakta durmayı vb. şeyleri adamasına benzer. Buna göre bizim şeriatimizde değil de onların semtinde susmayı adamak caizdi. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiştir. İbn Mes'ûd böyle bir adakta bulunan kimseye konuşmasını emretmiştir, doğru olan da budur. Çünkü Ebû İsrail ile ilgili Buhârî'nin İbn Abbâs'tan rivâyet ettiği hadis bunu gerektirmektedir. Hazret-i Peygamber, hutbe irâd etmekte iken bir adamın güneşte ayakta dikildiğini gördü. Durumunu sorunca, adının Ebû İsrail olduğu ve konuşmamak, oruç tutmak, güneşte durmak ve oturmamak üzere adakta bulunduğu cevabını alır, Hazret-i Peygamber; orucunu devam ettirmesi dışında diğer hususlardan vazgeçmesini emretmelerini buyurur. Buharî, Eyinân 31; Ebû Dâvûd, Eymân 19; İbn Mâce, Keffârât 21; Muvattâ, Nüzûr 6; Müslim, IV, 1681. İbn Zeyd ve es-Süddî der ki: Onların sünnetinde oruç hem yemekten hem de konuşmaktan uzak durmayı gerektiriyordu. Derim ki: Bizim oruç tutmaktaki sünnetimiz (yolumuz) ise çirkin sözler söylemekten uzak durmaktır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse oruçlu olduğu vakit çirkin söz söylemesin, cahillik etmesin. Bir kimse onunla çarpışmaya yahut onunla sovüşmeye gelirse, o: Gerçek şu ki ben oruçluyum, desin. " Buhârî, Savm 2; Müslim, Siyam 163; Ebû Dâvûd, Savm 29; Nesâî, Siyam 42; Muvatta’', Siyam 57; Müsned, II, 245, 257, 273, 313, 462, 465, 504. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kim yalan ve kötü söz söylemeyi ve onun gereğince amel etmeyi terketmeyecek olursa o kimsenin yemesini, içmesini terketmesine Allah'ın bir ihtiyacı yoktur. " Buhârî, Savm 8, Edeb 51; Ebû Dâvûd, Savm 26; Tirmizî, Savm 16; İbn Mâce, Sivâm 21 27Onu taşıyarak kavmine götürdü. "Ey Meryem, gerçekten sen görülmedik bir iş yaptın" dediler. "Onu taşıyarak kavmine götürdü." Rivâyete göre Meryem (aleyhisselâm) gördüğü mucizeler ile mutmain olarak kalbi yatışıp yüce Allah'ın bu konuda mazeretini açıklayacağını bilince; kavminden ayrılıp çekildiği o uzakça yerden oğlunu taşıyarak götürdü. İbn Abbâs dedi ki: Güneş doğduğu sırada kavminin yanından ayrıldı, öğlen vakti de beraberinde taşıdığı bir bebek ile yanlarına geldi. Gebe kalması ve doğurması bir gündüzün üç saati içerisinde tamamlandı. el-Kelbî dedi ki: Kavminin farkına varmadığı bir şekilde doğumunu yaptı, lohusalık dolayısıyla da kırk gün bekledi. Sonra da bebeğini taşıyarak kavminin yanına gitti. Beraberinde bir bebek bulunduğu halde onu görmelerinden ötürü üzüldüler. Çünkü yakınları salih bir aile halkı idi. Bu halini tepkiyle karşılayarak: "Gerçekten sen görülmedik bir iş yaptın" yani bir kimsenin iftira ortaya atması gibi çok büyük bir şey yaptın "dediler. " Mücahid dedi ki: "Pek büyük bir iş"tir. Said b. Mes'ade de: Yani asla görülmedik, olmadık bir iş yaptın demektir, diye açıklanmıştır, ile aynı anlamdadır. Zinadan olma çocuk da iftira olunmuş, görülmedik bir şey gibidir. (O bakımdan ona bu sözleri söylediler). Yüce Allah'ın: "Elleri ve ayakları arasında bir iftira düzüp getirmemeleri" (el-Mümtehine, 60/12) âyeti: Kocalarından olmadığı halele, doğurdukları bir çocuğu kocalarının nesebine ilhak etmek kastını gütmemeleri demektir, "En ileri derecede çalışır, çabalar" anlamındadır. Ebû Ubeyde der ki: "Hayret edilecek ve çok az rastlanılan şey" demektir, el-Ahfeş de böyle açıklamıştır, bu kelimenin hayret edilecek bir şey anlamında olduğunu söylemiştir. (Mastarı olan): ise kesmek demektir. Âdeta harikulade bir iş yahut hayret edilecek ve çok az rastlanılan bir iş olduğundan, sözü kesen (söylenecek söz bırakmayan) bir İş olduğundan dolayı bu manada kullanılır. Kutrub dedi ki: Bu kelime yeni kaplara verilen addır. Yani sen daha önce hiçbir kimsenin yapmadığı yeni bir şey yaptın demektir. "Görülmedik bir iş" anlamındaki âyeti Ebû Hayve şeklinde "ra" harfini sakin olarak okumuştur. es-Süddî ile Vehb b. Münebbih dediler ki: Îsa (aleyhisselâm) beraberinde taşıyarak kavminin yanına gittiğinde İsrailoğulları haberi birbirinden duydular, erkek ve kadınlarıyla toplandılar. Kadınlardan birisi onu dövmek üzere el kaldırdı. Yüce Allah onun vücudunun yarısını kurutu verdi. Bu haliyle oradan taşınıp götürüldü. Bir başkası kanaatimce bu zina etmiştir, dedi. Derhal yüce Allah onu dilsiz yaptı. Bu sefer insanlar onu dövmekten, ona el kaldırmaktan yahut onu rahatsız edici bir söz söylemekten uzak durdular. Önünde alçak sesle ve yumuşak sözlerle konuşmaya koyuldular. Bunun üzerine: "Ey Meryem! Gerçekten sen görülmedik" pek büyük "bir iş yaptın, dediler. " Şair recez vezninde şöyle demiştir: "Bana üzerinden bir yıl geçmiş oldukça adi, güvelenmiş, Kurtlanmış Hacr hurması yedirdi. Sen onu da çok büyük bir iş kabul ediyordun. " 28"Ey Harun'un kardeşi!; Senin baban kötü bir adam değildi. Anan da ahlâksız bir kadın değildi. " "Ey Harun'un kardeşi" âyetinde geçen "kardeşlik"in anlamı ve "Harun'un kim olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre; Mûsa'nın kardeşi olan Harun'dur. Maksat da şudur; Biz seni İbadette Harun gibi zannediyorduk. Nasıl olur böyle bir iş yaparsın? demektir. Bir başka açıklamaya göre: Meryem, Mûsa'nın kardeşi Harun'un soyundan geliyordu. Ona kardeşlik suretiyle nisbet edilmiş oldu. Çünkü onun soyundandır. Nitekim Temimli olan birisine "Ey Temim'in kardeşi", Araplardan olan birisine "Ey Arapların kardeşi" denilir. Bir başka açıklamaya göre: Onun Harun adında baba bir kardeşi vardı. Çünkü bu isim Mûsa'nın kardeşi Harun'un adının bereketinden yararlanmak maksadıyla İsrailoğulları arasında çokça verilen bir isimdi. İsrailoğullarında da örnek bir kişi kabul ediliyordu. Bu açıklamayı el-Kelbî yapmıştır. Bir diğer açıklamaya göre; burada sözü geçen Hanın, o dönemde salih bir zat idi. Öldüğü günü cenazesinde hepsi de Harun ismini taşıyan kırkbin kişi vardı. Katade de şöyle demiştir: O donemde İsrailoğulları arasında kendisini tamamen yüce Allah'a veren ve Harun diye bilinen âbid birisi vardı. Meryem'i önceleri onun yolunda gittiğinden dolayı onun kardeşi olarak andılar. Çünkü o da ma'bedlerin hizmetlerini görmek üzere vakfedilmişti. Yani, Ey Saliha Kadın! Sen böyle bir iş yapacak birisi değildin. Ka'b el-Ahbar da mü’minlerin annesi Âişe (radıyallahü anhnha)ın huzurunda şöyle demişti: Meryem, Mûsa'nın kardeşi Harun'un kızkardeşi değildi. Âişe (radıyallahü anhnha) ona: Yalan söyledin, dedi, Ka'b ona: Ey mü’minlerin annesi! Eğer Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle bir şey demişse cihetteki o daha doğru söyler, daha iyi bilir. Aksi takdirde ben bildiğim kadarıyla aralarında altıyüz yıllık bir zaman süresi vardır. Bunun üzerine Âişe (radıyallahü anhnha) sesini çıkarmadı Suyûtî, ed-Durrul-Mensûr, V, 507'de belirttiğine göre linini İbn Ebû Hatim, İbn Şîrîn'den: "Bana haber verildiğine göre Ka'b dedi ki..." şeklinde kaydetmektedir ki; İbn Şiirinin bu rivâyeti kimden naklettiği meçhuldür. Müslim'in, Sahih'inde el-Muğîre b. Şu'be'den söyle dediği nakledilmektedir: Ben Necran'a vardığımda bana şunu sordular: Sizler "Ey Harun'un kızkardeşi!" diye okuyorsunuz halbuki Mûsa, Îsa'dan şu kadar, şu kadar yıl öncedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın huzuruna gelince buna dair ona soru sordum. Şöyle buyurdu: "Onlar peygamberlerinin ve kendilerinden önceki salihlerin isimlerini ad olarak veriyorlardı. " Müslim, Âtlâb 9; Tirmizî, Tefsir 19. sûre 1; Müsned, IV, 252 Bu hadisin Sahih'in dışındaki rivâyet yollarının birisinde de şöyle denilmektedir: Hristiyanlar ona (Muğîre b. Şu'be'ye): Senin arkadaşın Meryem'in Harun'un kızkardeşİ olduğunu iddia ediyor. Halbuki aralarında altıyüz yıllık bir zaman vardır, Muğire ne diyeceğimi bilemedim, dedi ve hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Taberî, Câmiu'l-Beyân, XVI, 78 Yani burada isimler arasında bir benzerlik olduğu anlaşılıyor. Bundan da peygamberlerin isimlerini vermenin câiz olduğu anlaşılmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır, Derim ki: Sahih hadis Mûsa ve Îsa ile Harun arasında uzun bir zaman süresi geçtiğini göstermektedir. ez-Zemahşeri der ki: Mûsa, Harun ve Îsa arasında bin yıl yahutta bundan daha fazla bir zaman vardı. O bakımdan Meryem (aleyhisselâm)ın Mûsa ile Harun'un kızkardeşi olduğu düşünülemez. Eğer Mûsa'nın kardeşi Harun'un kızkardeşi olduğu görüşü doğru kabul edilecek olursa o takdirde, es-Süddî'nin açıkladığı şekilde kabul edilebilir. Yani onun neslinden olduğu için ona böyle denilmiş olabilir. Bu da bir kabileye mensub olan bir adama: Ey filanların kardeşi! demeye benzer. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şu hadisi de bu kabildendir: "Sudahların kardeşi ezan okumuş bulunuyor. O bakımdan ezanı kim okursa kamet getirecek olan da odur." Ebû Dâvûd, Salât 30; Tirmizî, Salât 32; İbn Mâce, Ezan 3; Müsned, EV, 1Ö9 Bu da birinci görüştür. İbn Atîyye der ki: Bir kesim şöyle demiştir: O dönemde ismi Harun olan fâcir bir kişi vardı, Onu ayıplamak ve azarlamak maksİsmi ile onu Harun'a nisbet ettiler. Bu görüşü Taberi zikretmiş olmakla birlikte bunu söyleyenin ismini vermemiştir. Derim ki: Bunu el-Gaznevî, Said b. Cübeyir'den nakletmektedir. Buna göre o ahlâksızlıkta örnek gösterilecek kadar ileri fâsık bir kişi idi. Ona nisbet edildi. Bunun da anlamı şudur: Senin baban da, annen de bu türden bir iş yapacak kimseler değillerdi. Sen nasıl böyle bir şey yaptın. Bu gibi ifadeler ise açıkça konuşma seviyesinde ta'riz (üstü kapalı) ifadelerdir. Bize göre bu tür ifadeler haddi gerektirir. Yüce Allah'ın izniyle bu hususa dair görüşler ve açıklamalar en-Nûr Sûresi'nde gelecektir. Ancak bu son görüşü sahih hadis reddetmektedir. Hadis bu konuda açık bir nass'tır. Bunun karşısında artık kimsenin söyleyecek bir sözü de yoktur. Hadisin sıhhati konusunda da en ufak bir şüphe söz konusu değildir, Yüce Allah'a hamd olsun. Amr b. Leca et-Teymî; "Senin baban kötü bir adam değildi" anlamındaki âyeti; (........) şeklinde okumuştur. 29Bunun üzerine çocuğa işaret etti. Onlar: "Beşikte bulunan bir çocuk ile nasıl konuşuruz?" dediler. Bu âyetlere dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1- Hazret-i Meryem'in İşareti: "Bunun üzerine çocuğa işaret etti. Onlar: Beşikte bulunan bir çocuk ile nasıl konuşuruz dediler." (Görüldüğü gibi) Meryem (aleyhisselâm) kendisine verilen konuşmama emrine riayet etmiştir. Bu âyet-i kerimede: "Gerçekten ben Rahmân'a oruç adadım" (Meryem 19/26) diyerek konuştuğu kastedilmemiştir. Onun işaret ettiği ifade edilmiştir. Bununla yüce Allah ona "de" emrini vermekle işaret etmesini emretmiştir, diyenlerin görüşü de pekiştirilmiş olmaktadır. Rivâyet edildiğine göre Meryem (aleyhisselâm) bebeğe işaret edince, onlar: Bu kadının bizi hafife alması, bizim İçin zina etmesinden daha ağır bir iştir. Daha sonra da ona dili ile itiraf ettirmek kastıyla: "Beşikte bulunan bir çocuk ile nasıl konuşuruz" dediler. Buradaki: "İdi (mealde bulunan)" lâfzından kasıt mazi değildir. Çünkü beşikte olan herkes hakkında bu fiti kullanılacak otursa maksat hal-i hazırda onun beşikte olduğudur. Ebû Ubeyd ise bu kelimenin burada zâid (fazla) olduğunu söylemiştir. Şairin şu mısraında olduğu gibi: "Bizim şerefli olan komşularımız..." Bu kelimenin burada var olmak ve meydana gelmek anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Ödeme zorluğu çekmekte olan birisi ise" (el-Bakara, 2/280) âyetinde olduğu gibi. Buna dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. İbnu'l-Enbârî der ki: Bu kelimenin: "Çocuk" kelimesini nasbetmiş iken fazladan geldiğini söylemek mümkün olmadığı gibi; oluş, meydana geliş anlamını ifade ettiğini söylemeye de imkân yoktur. Çünkü oluş ve meydana geliş anlamına kullanılmış olsaydı, burada ayrıca haberine ihtiyaç kalmazdı. Bu gibi durumda mesela; "Sıcaktır denilir ve bu kadarıyla yetinilir. Doğrusu şudur: "... an" kelimesi ceza ve "Olan" kelimesi ise muzari fiil anlamındadır. İfadenin takdiri de şöyledir: "Beşikte bulunan bir çocukla biz nasıl konuşuruz?" Bu da; "O; Bağış kabul etmeyen bir kimseye ben nasıl bağışta bulunabilirim?" ifadesinin; "... kabul etmez birisine... anlamındadır." (Görüldüğü gibi) mazi bazen şart cümlesinde muzari anlamında kullanılabilir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Dilerse sana bunlardan daha hayırlı, altından nehirler akan bahçeler verebilen... Allah, yüceler yücesidir." (el-Furkan, 25/10) âyetinde; "tıp: Dilerse..." şart cümlesindeki bu mazi fiil muzari olarak; takdirindedir. Yine "her kimin bana bir iyiliği dokunursa, benden de ona onun misli bir iyilik dokunur" cümlesinde kullandığımız mazi; şartı, muzari olarak; takdirindedir. Burada "beşik"den kasıt denildiğine göre beşiği andıran yüksekçe bir kerevet idi. Bir başka görüşe göre burada beşik anne kucağıdır. Şöyle de açıklanmıştır: Yani biz küçük yaşından ötürü beşikte uyutulması gereken bir bebekle nasıl konuşuruz? Îsa (aleyhisselâm) onların bu sözlerini duyunca yattığı yerden kendilerine: "Ben Allah'ın kuluyum" dedi. Buna dair açıklamalar bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir: 30Dedi ki: "Ben Allah'ın kuluyum. Bana kitap vermiş ve beni peygamber kılmıştır. 2- Îsa (aleyhisselâm)ın Konuşması: Denildiğine göre Îsa (aleyhisselâm) süt emmekte idi. Onların konuştuklarını duyunca süt emmeyi bırakıp yüzünü onlara çevirip, sol tarafına dayandı ve sağ işaret parmağı ile onlara işaret edip: "Ben Allah'ın kuluyum" dedi. Böylelikle onun ilk sözleri yüce Allah'a kulluğunu itiraf etmek, O'nun rubûbiyeti'ni dile getirmek oldu. Bununla kendisinden sonra kendisi hakkında aşırıya kaçacak olanların kanaatlerini de reddetmiş oluyordu. Kendisine verdiğini söylediği kitap ise İncil'dir. Denildiğine göre; o bu halde iken Allah ona kitabı verdi. Kitabı kavradı ve öğrendi. Ona Âdem'e bütün isimleri öğrettiği gibi peygamberliği de verdi. Oruç tutar ve namaz kılardı. Ancak bu, bundan sonraki başlıkta açıklayacağımız üzere son derece zayıf bir görüştür. Şöyle de açıklanmıştır: O benim hakkımda -henüz kitap üzerine indirilmiş iken ezelden beri bana kitabı vereceği ve beni peygamber kılacağı şeklinde- hüküm vermiştir. Bu açıklama daha doğru bir açıklamadır. 31"Nerede olursam beni mübarek kıldı. Hayatta olduğum sürece namaz kılmamı, zekât vermemi emretti. "Nerede olursam beni mübarek kıldı." Yani dinde, dine çağırmak ve dini öğretmek hususlarında beni bereketlerle donattı ve faydalı kıldı. et-Tüsterî'nin açıklamasına göre: Beni iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan, sapık kimselere doğru yolu gösteren, mazluma yardım eden, korkup dehşete kapılmış olana kucak açan kıldı. "Hayatta olduğum sürece namaz kılmamı, zekât vermemi emretti." Yani -son olarak aktarılan ve sahih olan görüşe göre- mükellefiyet yaşına gelip bunları edâ etmek imkânını bulacağım vakit mutlaka bunları eda edeceğim. "Hayatta olduğum sürece" ifadesi zarf olarak nasb mahallindedir. Hayatım boyunca... demektir. 32"Beni valideme iyi davranan birisi kıldı. Mütekebbir, bedbaht kılmadı. "Beni valideme iyi davranan birisi kıldı." İbn Abbâs dedi ki: O "valideme iyi davranan birisi kıldı" deyip de "anne-babama" demeyince onun yüce Allah tarafından olduğu bilinmiş oldu. "Beni mütekebbir" yani gazaplandığı vakit vuran, kıran, kendisini büyük ve azametli gören -denildiğine göre; cebbar (mütekebbir) hiçbir kimsenin kendisi üzerinde hakkı bulunduğu kanaatini taşımayan demektir-; "bedbaht" yani hayırdan mahrum, ziyana uğramış "kılmadı," İbn Abbâs, annesine karşı kötü davranan diye açıkladığı gibi, Rabbine isyan eden diye de açıklanmıştır. Şöyle de açıklanmıştır: O beni emrini terkederek, -İblis emrini terkettiğinde bedbaht olduğu gibi- beni bedbaht kılmadı. 3- Îsa (aleyhisselâm)’ın Bu Sözleri Kaderiyye'nin Görüşlerini Reddetmektedir: Malik b. Enes -yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bu âyet ile ilgili olarak der ki: Kaderiyye'nin aleyhine bu âyet ne kadar da ağır bir delildir! Îsa (aleyhisselâm) kendisi hakkında hükme bağlanmış, kaderi haber vermekte, ölünceye kadar olacak şeyleri bildirmektedir. İbn Zeyd ve başkalarından bu âyetin kıssaları çerçevesinde rivâyet edildiğine göre; Îsa (aleyhisselâm)ın sözlerini işitince kulak kesildiler ve: Şüphesiz ki bu çok büyük bir iştir, dediler. Yine rivâyet edildiğine göre Îsa (aleyhisselâm) bebekken bu âyet-i kerîmeyi konuştu. Sonra bebeklerin, çocukların hali üzere yaşadı. Nihayet çocukların adeti üzere yürüdü ve çocukluğunu yaşadı. Onun o dönemdeki konuşması, annesinin temizliğini açıkça ortaya koymak içindi. Yoksa o yaşta aklı eren bir kişi olarak konuşmuş değildir. Bu, kıyâmet gününde yüce Allah'ın organları konuşturmasına benzer. Onun konuşmasının bu halden sonra devam ettiği nakledilmediği gibi, bir günlükken yahut bir aylıkken namaz kıldığına dair bir rivâyet de nakledilmiş değildir. Doğuşu esnasından itibaren küçük yaşta konuşmasının, teşbihinin, öğüt verip namaz kılmasının devamı söz konusu olsaydı, şüphesiz ki bu gibi hallerin gizli saklı kalmasına imkân olmazdı. İşte bütün bunlar bu doğrultudaki görüşün tutarsızlığına delâlet etmekte ve bu görüşü ileri sürenin cahilliğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu aynı zamanda Îsa (aleyhisselâm)ın yahudi ve hristiyanların kanaatlerine muhalif olarak beşikte bir bebekken konuştuğuna delildir. Buna delil de bütün fırkaların annesine zina ettiği gerekçesiyle hadd vurulmadığı üzerinde icma etmiş olmalarıdır. Onun zinadan uzak olduğu gerçeği Îsa (aleyhisselâm)ın beşikte bir bebek iken konuşması ile tahakkuk etmiştir. Bu âyet-î kerîme namazın, zekâtın, anne ve babaya iyi davranmanın bizden önceki ümmetlere ve geçmiş nesillere de farz olduğuna delildir. Bu gibi hususlar hükmü sabit ve değişmez türdendir. Buna dair emirler hiçbir şeriatte nesh edilmiş değildir, Îsa (aleyhisselâm) son derece mütevazi idi. Ağaç (yaprakları)nı yer, yün ve kıldan dokunmuş elbiseler giyer, toprak üzerinde oturur. Akşamı ettiği yerde uyurdu, meskeni yoktu. Allah'ın salât ve selâmı üzerine olsun. 4- İşaret Söz Yerine Geçer mi? İşaret söz söylemekle aynı ayardadır. Sözden anlaşılanı işaret de anlatır. Hern nasıl böyle olmasın ki? Yüce Allah Meryem (aleyhisselâm) hakkında: "Bunun üzerine çocuğa işaret etti" diye buyurmakta ve orada bulunanlar onun maksadını ve ne demek istediğini anlayarak: "Beşikte bulunan bir çocuk ile nasıl konuşuruz" dediler. Buna dair yeterli açıklamalar Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/41. âyet, 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 5- Dilsizin Zina İftirası ve Liân Yapması; Kûfeliler: Dilsizin zina iftirası da, liân yapması da sahih değildir, derler. Benzeri bir görüş en-Nehaî'den de rivâyet edilmiştir. Evzaî, Ahmed ve İshak ta bu görüştedirler. Onlara göre zina iftirası (kazf) ancak sarih zina tabiri kullanılarak sahih olur. Onun anlamına gelecek ifadelerle olmaz. Dilsiz bir kimsenin böyle bir şey söylemesi ise zorunlu olarak mümkün değildir. O halde dilsiz kimse de kâzif (zina iftirasında bulunan kimse) olamaz. Diğer taraftan zina işareti, helal veya şüpheli ilişki kurma işaretinden ayırt da edilemez. Yine bu görüş sahipleri derler ki: Liân bize göre bir takım şahidliklerdir. Dilsizin şahidliği ise icma ile kabul edilmez. İbnu'l-Kassar der ki: Onların, zina iftirası ancak açık ifade ile sahih olur, şeklindeki sözleri Arapça dışındaki diğer diller ile (yapılması halinde kabul edildiğinden) bâtıldır. Dolayısıyla dilsizin işareti de böyledir. Dilsizin şahidüği hususunda sözünü ettikleri icma' iddiası da yanlıştır. Çünkü Malik dilsizin şahidliğinin, işaretinin anlaşılması halinde kabul edileceğini ve şahidlik lâfzını kullanmanın yerini tutacağını açıkça ifade etmiştir. Dil ile şahidlikte bulunmaya güç yelirmek halinde ise şahidlik, ancak lâfız ile tahakkuk eder. İbnu'l Münzir de der ki: Muhalif görüşü savunanlar dilsizin boşamasının, alış-verişlerinin, vesair hükümlerdeki tasarruflarının bağlayıcı olduğunu kabul ediyorlar. Zina İftirasında bulunmanın da böyle olması gerekir. el-Mühelleb dedi ki: Fıkhın bir çok meselesinde işaret, söz söylemekten daha güçlü bile olabilir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Benim peygamber olarak gönderilişim ile kıyâmet şu ikisi gibidirler" Buhârî, Tefsir 79. sûre 1, Rikaak 39, Talâk 25; Müslim, Cumua 43, Fiten 132-135; İbn Mâce, Mukaddime 7, Fiten 25, Dârimî, Rikaak 46; Müsned, V, 92, 103, 108 hadisi buna örnektir. Biz onun peygamber olarak gönderilişi ile kıyâmetin birbirine yakınlığını şehadet parmağı ile orta parmağın birbirlerine olan yakınlığından anlamaktayız. Aklın icmaı ile kabul ettiğine göre; gözle görmek haberden daha kuvvetli olduğunun kabul edilmesi, işaretin bazı konularda söz söylemekten daha güçlü olduğunun da delilidir. 33"Doğduğum günde, vefatım gününde ve diriltileceğim günde selâm banadır." "Doğduğum günde" yani dünyada -Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/35-36. âyetler, 8. başlıkta) geçtiği gibi şeytanın dürtmesinden esenlikteyim diye de açıklanmıştır.- "Vefatım gününde" yani kabirde "ve diriltileceğim günde" yani âhirette "selâm" yani yüce Allah'tan esenlik "banadır." ez-Zeccâc dedi ki: Bundan önce "selâm", "elif'siz ve "lâm"sız olarak zikredilmiş idi. O bakımdan bu ikincisinde "es-selâm" şeklinde "elif ve "lâm"lı olarak zikredilmesi uygun düşmüştür. Bu üç halin söz konusu edilmesine gelince dünyada hayatta iken, kabirde ölü iken, âhirette de ölümden sonra dirilişi halinde bütün bu hallerde kendisine selâm dilemiştir, el-Kelbînin konu ile ilgili açıklamasının anlamı budur. Bundan sonra beşikteki konuşması, çocukların konuşma yaşına ulaşıncaya kadar kesildi. Katade dedi ki: Bize anlatıldığına göre Îsa (aleyhisselâm)ı bir kadın ölüleri diriltiyor, anadan doğma körü ve abraşı iyileştiriyor ve bir takım mucizeleri gösteriyor görünce şunları söyledi: Seni taşıyan karna, sana süt emziren memeye ne mutlu! Bunun üzerine Îsa (aleyhisselâm) ona şöyle dedi: Yüce Allah'ın kitabını okuyan, ondaki hükümlere uyan ve gereğince amel edene ne mutlu! 34İşte hakkında şüpheye düştükleri Meryem oğlu Îsa, hak söze göre budur. "İşte... Meryem oğlu Îsa... budur." Yani, Bizim sözünü ettiğimiz kişi, Meryem oğlu Îsa'dır. Onun hakkındaki inancınız böyle olsun. Yahudilerin söyledikleri gibi siz de; -haşa- o bir zina çocuğudur ve o Yusuf en-Neccar'ın oğludur, demeyin. Hristiyanların dedikleri şekilde, o bir ilahtır yahut bir ilâh oğludur, da demeyin. "Hak söze göre" âyeti ile ilgili olarak el-Kisaî bu, Îsa'nın bir sıfatıdır, demiştir. Yani hak söz olan Meryem oğlu Îsa işte budur. -el-Hakk, aziz ve celil olan Allah olmakla birlikte- ona: "Allah'ın kelimesi" ismi verildiği gibi "Hak söz" diye de adlandırılmıştır. Ebû Hatim de; o hakkın sözüdür, anlamındadır demiştir. İfadenin takdirinin şu şekilde olduğu da söylenmiştir: Bu sözler hak sözlerdir. İbn Abbâs dedi ki: Bu söz Îsa (sa)ın sözü olup o söz haktır, batıl değildir. Burada "söz", "hakk"a izafe edilmiştir. Bu yönüyle yüce Allah'ın: "(Bu) kendilerine verilmiş gerçek sözdür." (el-Ahkaf, 46/16) âyetine benzemektedir. Buradaki: “Gerçeğin sözü" ifadesi; "Gerçek söz" demektir. Yine yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Âhiret yurdu elbette daha hayırlıdır." (el-En'âm, 6/32) burada da; "Âhiretin yurdu" (anlamındaki bu ifade); "Âhiret yurdu" takdirindedir. Âsım ve Abdullah b. Âmir; şeklinde hal olarak nasb ile okumuştur ki; Ben hak olarak bir söz söylüyorum demektir. Âmilî ise "bu" anlamındaki işaret isminin manasıdır. ez-Zeccâc ise şöyle demektedir: Burada (söz anlamındaki "kavi" kelimesi) mastar olup: Ben hak olan sözü söylüyorum, demektir. Çünkü ondan önceki ifadeler buna delildir. Bunun bir övgü olduğu söylendiği gibi, iğrâ (teşvik) anlamında olduğu da söylenmiştir, Övgü oluşuna gftre; "Hak olan bu söz ne güzeldir!" anlamına iğrâ oluşuna göre; "(sen bu hususta) bu hak sözden ayrılma" anlamına gelir. Abdullah; şeklinde, el-Hasen "kaf: harfi ötreli olarak;diye okumuştur. el-En'âm Sûresi'ndeki: "Sözü haktır, O'nun" (el-En'âm, 6/73) âyeti da böyledir. (Bu okuyuşlardaki): şekilleri hep aynı anlamda olup "söz söylemek" demektir, lâfzı da (korku, korkmak) böyledir. "Hakkında şüpheye düştükleri” ifadesi de Îsa (aleyhisselâm)ın sıfatlarındandır. Yani hakkında şüphe ettikleri hak söz olan Meryem oğlu Îsa budur. "Şüpheye düştükleri" lâfzı, anlaşmazlığa düştükleri diye de açıklanmıştır. Abdu'r-Rezzak dedi ki: Bize Ma'mer, Katade'den, yüce Allah'ın: "İşte hakkında şüpheye düştükleri Meryem oğlu Îsa hak söze göre budur" âyeti hakkında şöyle dediğini haber verdi: İsrailoğulları bir araya gelerek aralarından dört kişi çıkardılar. Her bir kesim kendi ilim adamını öne sürdü. Göğe yükseltildiği vakit Îsa hakkında tartışmaya koyuldular. Onlardan birisi dedi ki: O Allah'tır. Yere indi, dirilttiği kimseleri diriltti, öldürdüklerini öldürdü. Sonra da semaya yükseldi, Bunlara Ya'kubiyye denilir. Geri kalan üç kişi: Yalan söyledin, dediler. Arkasından iki kişi üçüncülerine: Sen onun hakkında görüşünü söyle, dediler. O da şöyle dedi: O, Allah'ın oğludur. Bunlara Nasturîler denilir. Geri kalan iki kişi: Sen de yalan söylüyorsun, dediler. Daha sonra diğer iki kişiden birisi ötekine: Sen onun hakkında ne dersin, diye sordu. O da: O, üçün üçüncüsüdür, Allah bir ilâhtır, o da bir ilahtır, annesi de bir ilâhtır, dedi. Bunlar Hristiyanların hükümdarları olan İs rallilerdir. Dördüncüsü de: Yalan söylüyorsun dedi. Aksine o Allah'ın kulu, Rasûlü, ruhu ve kelimesidir. Bunlar ise müslümanlardır. -Onun (Katade'nin) dediğine göre -bu dört kişiden her birisine uyanlar oldu. Bunlar birbirleriyle çarpıştılar. Müslümanlara karşı üstünlük sağlandı. İşte yüce Allah'ın: "İnsanlar arasından adaletle emredenleri öldürenlere..." (Al-i İmrân, 3/21) âyeti buna işaret etmektedir. Katade dedi ki: İşte yüce Allah'ın (burada) haklarında "cemaatler kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler" âyetinde kastettiği kimseler bunlardır. Îsa (aleyhisselâm) hakkında ihtilâfa düştüler ve ayrı ayrı cemaatlere bölündüler. Yüce Allah'ın: "Hakkında şüpheye düştüğünüz" şeklindeki Ebû Abdu'r-Rahmân es-Sülemî'nin ve başkalarının "te" harfi ile kıraatinin manası budur. İbn Abbâs dedi ki: Meryem'in amcasının oğlu Meryem'i oğlu ile birlikte Mısır'a alıp götürdü. Şerrinden korktukları hükümdar ölünceye kadar orada oniki yıl kaldılar. Bunu el-Maverdî nakletmektedir. Derim ki: Gördüğüme göre Mısır Tarihinde ve İncil'de şunlar zikredilmektedir: Göründüğü gibi Mesih (aleyhisselâm) Beyt Lahm'da dünyaya geldiği sırada Hirodos hükümdar idi. Yüce Allah rüyada Yusuf en-Neccar (marangoz Yusuf)'a şunu vahyetti: Kalk bu çocuğu annesiyle beraber al, onu Mısır'a götür. Benim sana söyleyeceğim vakte kadar orada kal. Çünkü Hirodos Îsa'yı öldürmek için takib ettirmeyi kararlaştırmış bulunuyor, Yusuf uykudan uyandı. Rabbinin emrini yerine getirdi. Mesih (aleyhisselâm)ı ve annesi Meryem'i alıp Mısır'a geldi. Mısır'a geldiği sırada Kahire'nin dış taraflarında bulunan el-Belesan kuyusu yakınlarında konakladı. Meryem (aleyhisselâm) elbiselerini o kuyunun başında yıkadı. Belesan (pelesenk, balsam, mürver) sadece o bölgede yetişir. Hristiyanların vaftiz yağına karıştırılan yağ da buradan çıkartılır. Bundan dolayı Mısırlılar döneminde tek bir şişesinin pek büyük bir değeri vardı. Mesela Konstantiniye (İstanbul), Sicilya, Habeşistan, Nûbe (Yukarı Sudan), Frank hükümdarları ve diğer hükümdarlara Mısır hükümdarları tarafından böyle bir hediye gönderildiği vakit oldukça üstün bir değere sahip hediye olarak kabul ediliyordu. Değerli bütün hediyelerden daha çok bu hediyeyi seviyorlardı. İşte bu yolculuk esnasında Mesih, Eşmunin ve şu anda el-Muhraka diye bilinen Kaskam'a kadar geldi. Bundan dolayı hristiyanlar burayı şu ana kadar ta'zim ederler ve Fısh bayramında buraya her yerden gelirler. Çünkü burası Mesih'in Mısır topraklarında vardığı son noktadır. Buradan Şam'a (Suriye'ye) dönmüştür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 35Allah'ın çocuk edinmesi olacak şey değildir. O bundan münezzehtir. Bir işe hükmettiğinde ona yalnızca; "Ol" der. O da oluverir. "Allah'ın çocuk edinmesi olacak şey değildir." Yani Allah için böyle bir şey gerekmez ve imkânsızdır. Bu âyetteki: Söz için bir sıladır. Yani hiçbir çocuk edinmemiştir. ise nin ismi ref konumundadır. Yüce Allah'a çocuk edinmek yakışmaz. Çocuk edinmek O'nun sıfatlarından değildir, demektir. Arkasından onların bu iddialarından zatmı tenzih ederek: "O bundan" yani çocuğu bulunmasından "münezzehtir" diye buyurmaktadır. "Bir işe hükmettiğinde ona yalnızca: Ol, der. O da oluverir." Buna dair açıklamalar el-Bakara Sûresî'nde (2/117. âyet, 3. başlıkta) yeterlice geçmiş bulunmaktadır. 36Muhakkak Allah, benim de Rabbîmdir, sizin de Rabbinizdir. O halde yalnız O'na ibadet edin. Dosdoğru yol budur. "Muhakkak, Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbînizdir." Medineliler, İbn Kesîr ve Ebû Amr üstün ile; (........) şeklinde, Kûfeliler ise yeni bir ifade başlangıcı olmak üzere hemzeyi esreli okumuşlardır. Ubeyy'in arada: "Dedi ki: Ben Allah'ın kuluyum" âyetine atfeden "vav" olmaksızın şeklindeki okuyuşu buna delildir. Üstün okuyuş ile ilgili bir takım görüşler vardır: 1. Halil ve Sîbeveyh'in görüşüne göre anlamı: "Ve çünkü Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir" şeklindedir. Aynı şekilde; "Şüphesiz ki mescidler de Allah'a mahsustur" (el-Cin, 72/18) âyetinde de böyledir. O halde burada: onlara göre nasb mahallindedir. 2. el-Ferrâ' "lâm"ın hazfedilmesi esası üzere cer mahallinde olmasını câiz kabul ettiği gibi; 3. "Ve bana hayatta olduğum sürece namazı, zekâtı ve; " Allah'ın benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olduğunu tavsiye etti" anlamında cer mahallinde olmasını câiz kabul ettiği gibi; cer mahallinde olacağını da kabul etmiştir. 4. el-Kisaî de şu anlamda ref mahallinde olmasını uygun görmüştür: "Durum şu ki, Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir." 5. Bu hususta beşinci bir görüş daha vardır ki, o da şudur: Ebû Ubeyd'in naklettiğine göre bu görüş, Ebû Amr b. el-Ala'ya aittir. Buna göre bu âyet; "Ve muhakkak Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir diye hükmetti" anlamındadır. Buna göre bu, yüce Allah'ın; "Bir işe hükmettiğinde" âyetindeki; "İşe" âyetine atfedilmiştir. Yani yüce Allah bir işe hükmettiğinde.., ve muhakkak Allah... diye hükmetti, demektir. Ancak gerek bu takdire göre gerekse de üçüncü takdire göre bununla (durak yaptıktan sonra okumaya) başlanılmaz. Geri kalan diğer şekillere göre başlangıç caizdir. "O halde yalnız O'na ibadet edin. Dosdoğru yol" hiçbir eğriliği bulunmayan dosdoğru din "budur." 37Cemaatler kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler. O büyük günde hazır olacaklarından dolayı vay o kâfirlerin haline! "Cemaatler kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler" âyetinde; zaiddir. Cemaatler kendi aralarında ihtilâf ettiler, demektir. Katade; Birbirleriyle ihtilâf ettiler demektir, diye açıklamıştır. Kitap ehline mensub çeşitli fırkalar Îsa (aleyhisselâm)ın durumu hakkında anlaşmazlık içerisindedirler. Yahudiler ona dil uzatmak ve onun büyücü olduğunu ileri sürmekle, hristiyanların Nasturi fırkası o Allah'ın oğludur demekle, Melkâriîler üçün üçüncüsüdür, Yakubîler Allah'ın kendisidir; demekle ihtilâfa düşmüşlerdir. Hristiyanlar agırıya kaçtılar, ifrata düştüler, yahudiler kusur ile tefrite düştüler. Buna dair açıklamalar daha önceden en-Nisâ Sûresi'nde (4/171. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. İbn Abbâs da dedi ki: Burada "ahzâb (cemaatler)"den kasıt, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a karşı ayrı gruplar halinde duran ve onu yalanlayan müşriklerdir. "O büyük günde" kıyâmet gününde "hazır olacaklarından" o günü göreceklerinden "dolayı vay o kâfirlerin haline!" “Hazır olmak" mastar anlamındadır. Hazır olmak (şuhûd), hazır bulunmak demektir. Onların hazır bulunmalarının kastedilmiş olması muhtemeldir. Hazır olmanın zarfa (güne) izafe edilmesi ise, hazır oluşun o günde gerçekleşeceğinden ötürüdür. Nitekim; "Filan günü Savaşmaktan ötürü, filan kişinin vay haline!" tabiri o günde hazır bulunmasından dolayı vay haline, demektir. "Hazır olmak (anlamındaki "meşhed" kelimesinin) mahlukatın görecekleri ve şahit olacakları yer anlamında olduğu da söylenmiştir. Nitekim insanların kendisinde haşredilip toplanacakları yere Mahşer denilmesi de böyledir. Şöyle de açıklanmıştır: Danışmak maksadıyla bir araya toplanarak Allah'ı inkâr ve: Allah üçün üçüncüsüdür, görüşü üzerinde söz birliği ettikleri büyük toplantıda bir araya gelmelerinden ötürü kâfirlerin vay haline! 38Bize gelecekleri günde nasıl İşitirler, ne biçim görürler! Fakat zulmedenler bu günde apaçık bir sapıklık içindedir. "Bize gelecekleri günde nasıl İşitirler, ne biçim görürler!" âyeti hakkında: Ebû'l-Abbas dedi ki: Araplar bu tür ifadeleri teaccub (hayret) halinde kullanırlar. Mesela; dedikleri zaman; bu Zeyd ne biçim işitir, ne biçim görür! demek isterler. O bakımdan bunun manası, onların bu hallerine peygamberlerinin hayret etmesi gerektiğine dikkat çekmektir. el-Ketbî der ki: Kıyâmet gününde şanı yüce ve mübarek olan yüce Allah, Îsa (aleyhisselâm)a: "İnsanlara: Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki ilâh edinin, diye sen mi söyledin?" (el-Mâide, 5/116) diyeceği Kıyâmet gününde onlardan daha ileri derecede İşiten ve gören hiçbir kimse olmayacaktır. Buradaki "işitme"nin itaat etmek anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani o günde onlar yüce Allah'a ne kadar da itaal edeceklerdir, demek olur. "Fakat o zulmedenler bu günde" yani dünyada "apaçık bir sapıklık içindedir." Kişinin kendisi gibi bir anneden doğmuş, yemiş, içmiş, ihtiyacını karşılamış ve bir takım şeylere gerek duymuş bir kimsenin ilâh olduğuna inanmasından daha büyük bir sapıklık var mıdır? Bu vasfa sahip olan bir kimse hiç şüphesiz kördür, sağırdır ama âhirette azâbı göreceği vakit işitecektir ve görecektir. Fakat bunun ona faydası olmayacaktır. Bu anlamdaki açıklamaları Katade ve başkaları yapmıştır. 39Sen onları İşin bitiriliverileceği hasret günü ile korkut. Halbuki onlar bundan gaflet İçindedirler. Onlar hâlâ inanmazlar. "Sen onları İşin bitirilivereceği hasret günü ile korkut." Abdullah b. Mesud'dan şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Cehenneme girip de cennette elinden kaçırdıkları için kendisine hasretler çekeceği bir köşkü bulunmayan hiçbir kimse yoktur. Bir diğer açıklamaya göre: Amel defteri sol tarafından verileceğinde hasret çekilecektir, "İşin bitiriliverileceği" yani hesabın bitirilip cennetliklerin cennete, cehennemliklerin de ateşe sokulacakları vakit, demektir. Müslim'in, Salih'inde Ebû Said el-Hudri (radıyallahü anh)dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Cennetlikler cennete, cehennemlikler de cehenneme girdikten sonra kıyâmet gününde ölüm âdeta siyah karışımı, beyaz renkli bir koçmuş gibi getirilecek. Cennet ile cehennem arasında durdurulacak. Ey cennetlikler! Bunu tanıyor musunuz? diye sorulacak. Kafalarını kaldırıp, boyunlarını uzatarak bakacaklar ve: Evet bu ölümdür, diyecekler. (Ebû Said devamla): Dedi ki: -Sonra: Ey cehennemlikler! denilir. Bunu tanıyor musunuz? Onlar da kafalarını kaldırıp, boyunlarını uzatarak bakacaklar ve: Evet bu ölümdür, diyecekler.- (Ebû Said) dedi ki: -Bu sefer verilen emir üzerine- o koç kesilecek. Sonra şöyle denilecek: Ey cennetlikler! Artık ebedisiniz. Ölüm diye bir şey olmayacaktır ve ey cehennemlikler! Artık ebedisiniz. Ölüm olmayacaktır. -Sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sen onları işin bitirilivereceği hasret günü ile korkut. Halbuki onlar bundan gaflet İçindedirler. Onlar hâlâ Îman etmezler" âyetini okudu." Buhâri, Tefsir 19. sûre 1; Rikaak 51; Müslim, Cennet 40, 42, 43; Tirmizî, Tefsir 19. sûre 2, Sıfatu'l-Cenne 20; İbn Mâce, Zühd 38j Dârimî, Rikaak 90; Müsned, II, 118, 120, 121, 261, 377, 423, 513. Hadisi Buhârî bu manada İbn Ömer'den, İbn Mâce Ebû Hüreyre'den, Tirmizî de Ebû Said'den merfu olarak rivâyet etmiş ve hakkında: Hasen, sahih bir hadistir demiştir. Biz bunu "et-Tezkire" adlı eserimizde zikrettik ve orada bu hadis ve ayetler gereğince kâfirlerin cehennemde ebediyyen kalacaklarını beyan ettik. Bu açıklamalarımız da: Gazap sıfatı kesintiye uğrar (son bulur.) İblis ve ona uyan Fir'avun, Haman, Karun ve bunlara benzer kâfirler cennete gireceklerdir, diyenlerin kanaatlerini reddetmek üzere zikrettik. 40Arza ve üzerindekilere elbet Biz mirasçı oluruz ve yalnız Bize döndürülürler. "Arza ve üzerindekilere elbet Biz mirasçı oluruz." Yani orada sakin olanları Biz öldürürüz ve ona Biz mirasçı oluruz. "Ve" kıyâmet gününde "yalnız; Bize döndürülürler." Herkese amelinin karşılığını veririz. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Hicr Sûresi'nde (15/23. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. 41Kitapta İbrahim'i de an. O son derece doğru sözlü bir peygamberdi. "Kitapta İbrahim'i de an. O son derece doğru sözlü bir peygamberdi." Yani sana indirilen kitab olan bu Kur'ân-ı Kerîm'de İbrahim'in de kıssasını, haberini oku. "Son derece doğru sözlü (sıddîk)"ın anlamına dair açıklamalar daha önceden en-Nisâ Sûresi'nde (4/69-70. âyet, 1. başlıkta) sıdkın türediği kökü (iştikakı) ile ilgili açıklamalar da Bakara Sûresi'nde (2/23-âyetin tefsirinde) geçtiğinden dolayı burada tekrarlamaya gerek yoktur. Âyet-i kerîmenin anlamı şudur: "Ey Muhammed! Kur'ân-ı Kerîm'de İbrahim'in durumunu da onlara oku. Çünkü onun soyundan geldiklerini biliyorlar. Şüphesiz ki o hanîf bir müslümandı, Allah'a denk tuttuğu ortaklar koşmuyordu. Bunlar ne diye Allah'a ortak koşuyorlar" O, yüce Allah'ın: "Kendini bilmezden başka kim İbrahim'in dininden yüz çevirebilir?" (el-Bakara, 2/130) âyetinde dile getirdiği gibidir, 42Hani babasına: "Babacığım, demişti. İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeye niçin ibadet edersin? "Hani babasına" önceden de (el-A'raf, 7/74. âyetin tefsirinde) geçtiği gibi Âzer'e "babacığım, demişti." Bu lâfza dair açıklamalar da Önceden Yusuf Sûresi'nde (12/4. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeye" putları kastediyor. "Niçin ibadet edersin?" İbadet etmenin sebebi nedir? 43"Babacığım, ilimden sana gelmeyen bana geldi. Bana uy ki seni dosdoğru yola ileteyim. "Babacığım, İlimden sana gelmeyen" Allah'a kesin inanış, onu biliş, ölümden sonra neler olacağı, Allah'tan başkasına ibadet edenlerin azap göreceğine dair bilgiler, "bana geldi. Bana" seni kendisine davet ettiğim şeylere "uy ki, seni dosdoğru yola ileteyim." Kurtuluşun kendisiyle gerçekleşeceği dosdoğru dini göstereyim. 44"Babacığım, şeytana İbadet etme! Muhakkak şeytan Rahmâna âsi olmuştur. "Babacığım, şeytana ibadet etme!" Onun sana emrettiği küfür ve İnkârda ona uyma. Çünkü masiyet hususunda herhangi bir şeye veya kimseye itaat eden ona ibadet etmiş olur. "Muhakkak şeytan Rahmân'a âsi olmuştur" âyetindeki; in fazladan gelmiş bir sıla olduğu söylendiği gibi; "Oldu" anlamında olduğu da söylenmiştir. Hal (isyankârdır) manasına geldiği de söylenmiştir. Yani o Rahmân'a karşı isyankârdır. Asi ile aynı anlamdadır. Bunu el-Kisaî söylemiştir. 45"Babacığım, doğrusu Rahmân'ın azâbı sana dokunur da şeytanın velisi olursun diye korkarım." "Babacığım" eğer şimdiki halin üzere ölecek olursun "doğrusu Rahmân'ın azâbı sana dokunur da şeytanın velisi" ateşte onunla beraber "olursun diye korkarım." "Korkanm", bilirim anlamına da kullanılır. Aslî manası üzerinde de kullanılmış olabilir. O takdirde anlam şöyle olur: Ben küfrün üzere öleceksin de ilâhî azaba çarptırılacaksın diye korkarım. 46Dedi ki; "Ey İbrahim! Sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen seni mutlaka taşlarım. Uzun bir süre benden uzaklaş, yanımdan git!" "Dedi ki: Ey İbrahim! Sen benim ilâhlarımdan" onları bırakıp başkalarına yönelmek suretiyle "yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen seni mutlaka taşlarım." el-Hasen dedi ki: Taşa tutarım, ed-Dahhak ise sözlü olarak seni taşlarım yani sana söver ve sayarım. İbn Abbâs; seni döverim diye açıklamışlardır. Senin iç yüzünü, durumunu açıklarım, diye de açıklanmıştır.
"Uzun bir süre benden uzaklaş, yanımdan git." İbn Abbâs dedi ki: Yani benden sana kötü bir şey isabet etmeden, şeref ve haysiyetini kurtarmış olarak beni terket, benden uzaklaş. Taberî de bunu tercih etmiştir.
"Uzun bir süre" İfadesi buna göre İbrahim (aleyhisselâm)den haldir. el-Hasen ve Mücahid, bu kelimenin uzun bir süre anlamında olduğunu söylemişlerdir. el-Mühelhü"in şu beyitinde de bu anlamdadır: "Ölümü dolayısıyla sapasağlam dağlar bile parçalandı, Dul kadınlar onun için uzun bir süre ağladı." el-Kisaî dedi ki: "Uzun süre ondan ayrılıp, uzaklaştım" denilir. Bu açıklamaya göre kelime zarftır. Uzun bir dönem, uzun bir süre anlamındadır. 47Dedi ki: "Selâm olsun sana. Ben, Rabbimden senin İçin mağfiret İsteyeceğim. Çünkü Rabbim bana gerçekten merhametli ve lütufkârdır. "Dedi ki: Selam olsun sana!" İbrahim (aleyhisselâm) ona kötü bir şekilde karşılık vermedi. Çünkü kâfir olması dolayısıyla onunla Savaşmakla emrolunmamıştı. Cumhûrun kanaatine göre kasıt burada selâmlaşmak anlamında bu sözü söylemeyip onu terkedip, bırakmak anlamı ile silm yapmak (barış yapmak)tır. Taberî dedi ki: Benden yana emin ol, demektir. Bu açıklamaya göre kâfire öncelikle selâm verilmez. en-Nekkaş, dedi ki: Burada halîm (kötülüklere tahammül eden) bir kimsenin, sefih (beyinsiz, şirret) bir kimseye nasıl hitap edeceği gösterilmektedir. Yüce Allah'ın: "Cahiller onlara kitap ettiklerinde onlar: Selâm, derler." (el-Furkan, 25/63) âyetinde olduğu gibi. Kimisi de ona; "Selâm olsun sana" demesi, ayrılma maksadıyla bir selamlaşmadır, demişlerdir. Bunlar kâfire hem selâm vermeyi ve ondan önce selâm vermeyi câiz kabul etmişlerdir. İbn Uyeyne'ye: Kâfire selâm vermek câiz midir? diye sorulmuş. O: Evet, demiştir. (Çünkü) Yüce Allah: "Sizinle din hususunda Savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmanızı ve onlara adaletli davranmanızı Allah size yasaklamaz. Çünkü Allah adaletli davrananları sever." (el-Mümtehine, 60/8) diye buyurduğu gibi; "İbrahim de ve onunla beraber olanlar da sizin için gerçekten uyulacak güzel bir örnek vardır." (el-Mümtehine, 60/4) diye buyurmuştu. İbrahim de babasına: "Selâm olsun sana" demişti. Derim ki: Âyet-i kerîmeden anlaşılan kuvvetli görüş, Süfyan b. Uyeyne'nin dediğidir. Ancak bu hususta sahih iki hadis vardır. Ebû Hüreyre'nin rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yahudi ve hristiyanlara öncelikle siz selâm vermeyiniz. Onlardan herhangi birisi ile yolda karşılaşacak olursanız onu yolun en dar tarafından geçmek zorunda bırakınız." Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Selâm 13; Ebû Dâvûd, Edeb 137; Tirmizî, Siyer 41, İstizan 12; Müsned, II, 263, 266, 546, 444, 459, 525 Yine Buhârî ve Müslim'de Üsâme b. Zeyd'den gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), el-Hâris b. el-Hazrecoğulları (diyarı)nda bulunan Sa'd b. Ubâde'yi rahatsızlığı dolayısıyla ziyaret etmek üzere terkisine de Üsâme b. Zeyd'i bindirmiş olarak, altında Fedek mamulü bir kadifenin bulunduğu, bunun da üzerinde bir semeri bulunan bir eşeğe binmiş idi. -Bu Bedir vakasından önceydi- Müslümanlarla putlara tapan müşriklerden ve yahudilerden oluşan kimselerin oturduğu bir yerden geçti. Aralarında Abdullah b. Ubeyy b. Selûl da vardı. Yine o mecliste Abdullah b. Revâha da bulunuyordu. Bineğin çıkardığı toz-toprak mecliste oturanların üzerine gelince, Abdullah b. Ubey, elbisesi ile burnunu örttü, sonra da şöyle dedi: Üzerimize toz çıkarmayınız. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)da onlara selâm verdi... Bahârl, Merdâ 15, Edeb 115, İstizan 20; Müslim, Cihâd 116; Müsned V, 203 Birinci hadis kâfirlere ilk olarak selâm vermeyi terk etmek gerektiğini ifade etmektedir. Çünkü selâm bir ikramdır. Kâfir ise ikrama ehil değildir. İkinci hadis ise bunun câiz olduğunu göstermektedir. Taberî dedi ki: Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği hadis Üsame'nin rivâyet ettiği hadise karşı gösterilemez. Çünkü bu hadislerin biri diğerine muhalif değildir, Zira Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği hadis genel bir mana ifade eder. Üsame'nin rivâyeti ise anlamının hususî olduğunu ortaya koymaktadır. en-Nehaî dedi ki: Bir yahudi yahut bir hristiyanın yanında göreceğin bir ihtiyacın varsa ona ilk olarak selâm verebilirsin. Bununla Ebû Hüreyre'nin: "İlk olarak siz onlara selâm vermeyiniz" diye rivâyet ettiği hadisin üzerimizdeki bir hakkı yerine getirmek yahut onlar nezdinde görmeniz gereken bir ihtiyatınızın bulunması, arkadaşlık, komşuluk ya da yolculuk hakkı gibi onlara öncelikle selâm vermenizi gerektirecek bir sebebin bulunmaması hali için söz konusu olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Taberî dedi ki: Seleften onların kitab ehli olan kimselere selâm verdiklerine dair rivâyetler gelmiştir. İbn Mes'ûd da yolda beraber yolculuk yaptığı bir dihkan'a (eski İranlı toprak ağası) bu şekilde davranmıştır. Alkame dedi ki: Ben ona ey Abdu'r-Rahmân'ın babası, onlara bizim tarafımızdan öncelikle selâm verilmesi mekruh değil mi? diye sordum. O, evet öyledir ama arkadaşlık hakkı vardır, dedi. Ebû Usame evine gitti mi yolda müslüman olsun, hristiyan olsun, küçük olsun, büyük olsun kime rastlarsa hepsine selâm verirdi. Bu hususta ona soru sorulunca şöyle cevap verdi: Bize selâmı yaymamız emrolunmuştur. el-Evzaî'ye bir kâfirin yanından geçip ona selâm veren müslümanın durumu hakkında soruldu. O şöyle dedi: Eğer selâm verecek olursan senden önceki salih kimseler de selâm vermiştir. Şayet vermeyecek olursan yine senden önceki salihler de selâm vermeyi terketmişlerdir. Hasen el-Basrî'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Müslümanların da, kâfirlerin de bulunduğu bir meclise uğrarsan onlara selâm ver. Derim ki: Birinci görüşün sahipleri delil olarak selâmın bir tahiyye (selamlaşma) anlamında olduğu ve bu ümmete has olduğunu delil gösterirler. Çünkü Enes b. Malik yoluyla gelen hadiste Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Şüphesiz yüce Allah benim ümmetime onlardan Önce hiç kimseye vermediği üç hususiyet vermiştir: Biri selâmdır ki bu cennetliklerin selamlaşmalarıdır." Bu hadisi et-Tirmizî el-Hakîm rivâyet etmiştir. et-Tirmizî el Hakim, Nevâdirul-Usûl, I. 697 Senedi ile birlikte el-Fâtiha Sûresi'nde (amin bahsi, 8. baslıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yine yüce Allah'ın: "Rabbimden senin için mağfiret isteyeceğim" âyetinin anlamına dair açıklamalar da geçmiş bulunmaktadır. Âyet-i kerîmede "selâm" kelimesinin merfu gelmesi mübtedâ olduğundan dolayıdır. Nekre olmakla birlikte câiz oluşunun sebebi, tahsis edilmiş bir nekre oluşundan dolayıdır. O bakımdan marifeye benzemektedir. "Çünkü Rabbim bana gerçekten merhametli ve lütufkârdır" âyetinde geçen "Merhametli ve lütufkâr" (anlamı verilen kelime): Oldukça ileri derecede lütuf ve ihsanda bulunan demektir. Birisine iyilikte bulunmayı anlatmak üzere; denilir. el-Kisaî der ki: "Bana iyilikte bulundu, lütfetti" denilir. el-Ferrâ' der ki: "Çünkü Rabbim bana gerçekten merhametli ve lütufkârdır" âyeti, kendisine dua ettiğim vakit duamı kabul eden, herşeyi bilen lütufkârdır demektir. 48"Ben sizi de, sizin Allah'tan başka taptıklarınızı da terkediyorum. Yalnız, Rabbime dua ediyorum. Rabbime dua etmekle bedbaht olmayacağımı ümit ederim." "Ben sizi de, sizin Allah'tan başka taptıklarınızı da terk ediyorum" âyetindeki "terketmek (uzlet)" ayrılmak demektir. Bu lâfza dair açıklamalar daha önceden el-Kehf Sûresi'nde (18/16. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Rabbime dua etmekle bedbaht olmayacağımı ümit ederim" âyeti şöyle açıklanmıştır: O bu duası ile yüce Allah'ın kendisine kendileri ile güç kazanacağı ve kavminden ayrıldığından ötürü yalnızlık çekmesini önleyecek şekilde aile ve çoluk-çocuk bağışlamasını murad etmiştir. Bundan dolayı (bir sonraki âyette) şöyle buyurmaktadır: 49İbrahim onları ve onların Allah'tan başka taptıklarını terkedince Biz ona İshak'ı ve Ya'kub'u bağışladık. Onların hepsine peygamberlik verdik. "İbrahim, onları ve onların Allah'tan başka taptıklarını terkedince Biz ona İshak'ı ve Ya'kub'u bağışladık." İbn Abbâs ve başkalarından nakledildiğine göre; Biz onun yalnızlığını evlat bağışlamakla giderdik, ona teselli verdik. "Ümit eder"İn şuna delil olduğu söylenmiştir: Kul hiçbir zaman gelecekte Rabbini tanımaya devam edip etmeyeceği konusunda kesin bir şey söylememelidir. Bununla babasının hidayet bulması için dua ettiği de söylenmiştir. "Ummak, ümit etmek" anlamını veren bu lâfız, şüphe ifade eder. Çünkü babasına yaptığı bu duanın kabul edilip edilmeyeceğini bilmiyordu. Ancak birinci açıklama daha kuvvetlidir. 50Ve Biz onlara rahmetimizden bağışladık ve onlara doğruyu söyleyen yüce bir dil verdik. "...Ve onlara doğruyu söyleyen yüce bir dil verdik." Yani onlardan güzel övgülerle söz ettik. Çünkü bütün diller onlardan güzelce söz etmektedir. "Dil (anlamındaki lisan)" kelimesi hem müzekker hem müennes olarak kullanılabilir. Buna dair açıklamalar da daha önceden (Âl-i İmrân, 3/78. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 51Kitapta Mûsa'yı da an. O ihlâsa erdirilmiş bir rasûl ve bir peygamberdi. "Kitapta Mûsa'yı da an." Yani Kur'ân-ı Kerîm'den onlara Mûsa kıssasını da oku. "O" Rabbine ibadetinde riyakarlık yapmayan "ihlâsa erdirilmiş bir rasûl ve bir peygamberdi." "İhlâslı ibadetinde riyakârlık yapmayan" demektir. Kûfeliler, "lâm" harfini üstün olarak okumuşlardır. Biz onu ihlâslı ve onu seçilmişlerden kıldık, anlamına gelir. 52Biz ona Tûr'un sağ tarafından seslendik ve onu kendimize yaklaştırarak özel bir şekilde konuştuk. "Biz ona Tur'un sağ tarafından" yani Mûsa'nın sağ tarafından "seslendik." Cuma gecesi onunla konuştuk. Sesin cihetinden geldiği ağaç, Mûsa, Medyen'den Mısır'a doğru giderken dağın yan tarafında ve Mûsa'nın sağında bulunuyordu. Bu açıklamayı Taberî ve başkaları yapmıştır. Çünkü dağların sağı da olmaz, solu da olmaz. "Ve onu kendimize yaklaştırarak özel bir şekilde konuştuk" âyetindeki; "Özel bir şekilde konuştuk" kelimesi hal olarak nasb edilmiştir. Yani, Biz onunla (arada bir vasıta) olmaksızın konuştuk. Şöyle de açıklanmıştır: Mevkiinin yakınlaşması için Biz onu oldukça yakınlaştırdık ve nihayet onunla konuştuk, Vekr" ve Kabîsa, Süfyan'dan o Atâ b. es-Sâib’den, o Saîd b. Cübeyr'den, o İbn Abbâs'tan yüce Allah'ın: "Ve onu kendimize yaklaştırarak özel bir şekilde konuştuk" âyeti hakkında şöyle dediğini zikretmektedir; Yani, Mûsa (aleyhisselâm) (meleklerin) kalem seslerini işitinceye kadar yakınlaştırıldı. 53Ona rahmetimizden kardeşi Harun'u peygamber olarak bağışladık. "Ona rahmetimizden kardeşi Harun'u peygamber olarak bağışladık." Bu da Rabbinden dilekte bulunarak: "Bana ailemden bir yardımcı ver. Kardeşim Harun'u" (Ta-Ha, 20/29-30) diye dua etmesi üzerine olmuştu. 54Kitapta İsmail'i de an. O sözünde duran rasûl bir peygamberdi. Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: 1- Sözünde Duran Peygamber: İsmail (aleyhisselâm): "Kitapta İsmail'i de an!" âyetindeki İsmail'in kimliği hususunda farklı görüşler vardır. Hazkiye) oğlu tsmail olduğu söylenmiştir. Allah onu kavmine peygamber olarak göndermiş, onlarsa kafasının derisini yüzmüşlerdi. Yüce Allah da onu kavmi hakkında dilediği azâbı seçmekle muhayyer bırakmıştı. Buna karşılık kendisi Rabbinden (kavmini) affetmesini dilemiş ve kendisine vereceği sevaba razı olmuştu. Böylelikle affedilip cezalandırılmaları hususunda kavminin işlerini Rabbine havale etmişti. Cumhûr ise burada sözü edilen İsmail'in Arapların atası, kurban edilmek istenen İbrahim oğlu İsmail olduğunu kabul etmiştir. Kurban edilmek istenen kişinin İshak olduğu söylenmiş ise de, daha önceden geçtiği üzere (Hud, 11/73. âyet, 1. başlıkta) birinci görüş daha kuvvetlidir. Yüce Allah'ın izniyle es-Sâffât Sûresi'nde 07/102. âyette) de gelecektir. Her ne kadar onun dışındaki diğer peygamberlerde de doğru sözlülük ve sözünde durmak özelliği varsa da, özellikle bu niteliği ile söz konusu edilmesi onun için bir şereflendirme ve bir ikramdır. Nitekim halım, evvâh ve sıddîk gibi lakapların verilmesi de bu kabildendir. Diğer taraftan onun sahip olduğu hasletler arasında meşhur olan niteliği de budur. Sözünde durmak, övülmeye değer bir özelliktir. Nebi ve rasûllerin ahlâkındandır. Bunun zıttı sözünü yerine getirmemek, yerilmiştir. Bu ise daha önceden et-Tevbe Sûresi'nde (9/75-78. âyetler, 7. başlıkta) geçtiği üzere fâsık ve münafıkların huylarındandır. Yüce Allah peygamberi İsmail (aleyhisselâm)dan övgüyle söz ederek onu sözünde durmakla nitelendirmiştir. Bunun nasıl olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Bir açıklamaya göre o boğazlanmaya sabredeceğine dair söz vermiş ve onun yerine fidye olarak koç getirilinceye kadar buna sabrelmiştir. Bu kurban edilmesi istenenin İsmail (aleyhisselâm) olduğu görüşünde olanların açıklamasıdır. Bir diğer açıklamaya göre o, birisine bir yerde karşılaşmak üzere söz vermişti. İsmail (aleyhisselâm) geldi ve sözl eştiği adamı bir gün bir gece bekledi. Ertesi gün adam geldi ve ona: Dünden beri burada seni bekliyorum, dedi. Bir diğer görüşe göre onu orada üç gün beklemiştir. Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) da peygamber olarak gönderilmeden önce aynısını yapmıştır. Bunu en-Nekkaş zikrettiği gibi Tirmizî ve başkaları da Abdullah b. Ebi't-Hamsâ'dan rivâyet etmişlerdir. Buna göre Abdullah dedi ki: Ben peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile peygamber olarak gönderilmeden önce bir aliş-veriş yaptım. Bende bir miktar alacağı kaldı. Ona bu alacağını bulunduğu bu yerde getirip kendisine vereceğime dair söz verdim, fakat unuttum. Üç gün sonra verdiğim sözü hatırladım. Geldiğimde bir de ne göreyim, hâlâ yerinde duruyor. Bana şöyle dedi: "Ey genç adam! Gerçekten beni zora koştun. Üç günden beri ben burada seni bekliyorum." Ebû Dâvûd'un lâfzı ile rivâyet bu şekildedir. Ebû Dâvûd, Edeb 82 Yezid er-Rukaşî'nin dediğine göre; İsmail (aleyhisselâm) sözleştiği o kimseyiyirmiikigün beklemiştir. Bunu da el-Maverdî nakletmektedir. İbn Selâm'ın kitabında onu bir sene beklediği zikredilmektedir. ez-Zemahşeri de bunu İbn Abbâs'dan şöylece nakletmektedir: O arkadaşına bir yerde bekleyeceğine dair söz vermiş ve onu bir yıl beklemiş. el-Kuşeyrî de bunu zikretmiş ve şöyle demiştir: Cibril (aleyhisselâm) ona gelip şu sözleri söyleyinceye kadar bir sene süreyle yerinden ayrılmadı: Sana geridonünceyekadar oturup kendisini beklemeni söyleyen o tacir İblis'tir. Artık sen burada kalma; çünkü o buna değmez. Bu ise oldukça uzak bir ihtimaldir ve sahih değildir. Şöyle de açıklanmıştır: İsmail ne söz vermişse mutlaka onu tastamam yerine getirmiştir. Bu ise sahih bir açıklamadır, âyetin zahiri de bunu gerektirmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Söz vermek bir borçtur" el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, IV, 166. âyeti bu kabildendir. Bir rivâyette de: "Mü’minin vaadi vacibtir;" yani mü’minlerin ahlakında verilen süzün yerine getirilmesi vacibtir, denilmektedir. Ancak biz şunu söylüyoruz: Bu farz anlamıyla vacib değildir. Çünkü Ebû Ömer (İbn Abdi'l-Berr)in naklettiğine göre ilim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Bir kimse birisine belli bir miktar mal vermeye söz verse, o kimse diğer alacaklılar arasında (onlar gibi) bir hak sahibi olarak görülmez. Bundan dolayı biz şöyle deriz; Böyle bir söze bağlı kalmak, güzel ve insani bir gerekliliktir. Ancak mahkemede hakim tarafından bunun gereğince hüküm verilmez, Araplar sözde durmakla övünür ve över, sözde durmamayı ve ahdi bozmayı da yererler. Diğer ümmetler de böyledir. Bu beyiti söyleyen şair ne güzel söylemiş: "Hür bir kişi bir arkadaşa ihtiyacını görmek üzere «evet» diyecek olursa, Onu yerine getirir; çünkü hür kimse verdiği sözün teminatıdır." Sözünde duranın övülmeye, teşekküre lâyık olduğu, sözünde durmamanın da yerilmeyi hak ettiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Yüce Allah da sözünde duranı ve adaklarının gereğini yerine getireni övmüştür, övgü olarak bu yeter. Buna muhalefet edene de bu kadar yergi yeter. 4- Hibe (Bağış) Vaadinde Bulunmak: Malik dedi ki: Birisi, birisinden kendisine bir şeyler hibe etmesini istese o da ona: Evet, dedikten sonra bunu yerine getirmeme kanaatine sahip olsa, görüşüme göre onun evet demiş olması bağlayıcı değildir. Malik dedi ki: Şayet bu bir borcun ödenmesi için yapılmış bir istekse ve ondan borcunu kendi adına ödemesini istemiş o da: Evet demişse, bu esnada ona şahitlik edecek kimseler bulunuyor ise, en uygun olan şu ki, onun evet demesinin bağlayıcı olduğudur. Ebû Hanîfe mezhebine mensub ilim adamları, el-Evzai, Şâfiî ve diğer fukaha şöyle demişlerdir: Böyle bir vaatte bulunmak dolayısıyla hiçbir şey gerekmez. Çünkü bu gibi sözler ariyet olarak kabzedilmemiş bir takım menfaatlerdir ve ariyet gelip geçici bir şeydir. Ariyetin dışında ise ya şahıslar söz konusudur, yahut hibe edilmiş fakat kabzedilmemiş aynların varlığı söz konusudur. Bunların sahibinin de bunlardan geri dönmek hakkı vardır. Buhârî de; "Kitapta İsmail'i de an. O sözünde duran rasûl bir peygamberdi." (âyetini kaydettikten sonra) şöyle demektedir: İbn Eşva' verilen söze göre hüküm vermiştir. Bunu da Semura b. Cundub'dan nakletmektedir. (Yine) Buhârî dedi ki: Ben İshak b. İbrahim'in, İbn Eşva' hadisini delil gösterdiğini gördüm. Buhârî, Şehâdât 28 5- İsmail (aleyhisselâm) Kime Peygamber Gönderilmişti? "O rasûl bir peygamberdi" âyeti ile ilgili olarak denildiğine göre; İsmail (aleyhisselâm) Curhumulara peygamber olarak gönderilmiştir. Bütün peygamberler söz verdiler mi sözlerinde dururlardı. Özellikle İsmail (aleyhisselâm)ın zikredilmesi, onun için bir ikramdır, bir teşriftir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 55O, ehline namazı ve zekâtı emrederdi. Ve o Rabbi katında makbul bir kimse idi. 6- İsmail (aleyhisselâm)ın Ümmetine Emirleri: "O ehline" el-Hasen'in dediğine göre ümmetine "...emrederdi." İbn Mes'ûd'un rivâyetinde; "O ehline (yani) Curhumlulara ve çocuklarına namazı ve zekâtı emrederdi" şeklindedir. "O, Rabbi katında makbul bir kimse idi." Yani kendisinden hoşnud olunan tertemiz ve salih bir kimseydi. el-Kisaî ve el-Ferrâ' dediler ki: "Makbul, razı olunmuş kimse" şeklinde kullananlar bunu; “Razı oldum" fiilinden getirerek bina ederler. Yine derler ki: Hicazlılar -aynı anlamda olmak üzere-: "Makbul, razı olunmuş" derler. Yine el-Kisaî ve el-Ferrâ' şöyle demişlerdir: Araplar arasında (tesniye olmak üzere):diyenleri de diyenleri de vardır. Birinci tesniye şekli; den, ikinci tesniye şekli ise; den gelmektedir. Basralılar ise ancak; "İki razı oluş" ve "İki artış" demeyi uygun görürler. Ebû Cafer en-Nehhâs dedi ki: Ben Ebû İshak ez-Zeccâc'ı şöyle derken dinledim: Onlar yazıda hata ederek "ribâ" kelimesini "ya" ile yazarlar. Bundan daha ağır olmak üzere ikinci bir hata daha işleyerek (tesniyesini); diye yazarlar. Halbuki bu kelimenin tesniyesi ancak şeklinde gelir. "Rıza" kelimesinin tesniyesinin; şeklinde geldiği gibi. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "İnsanların malları arasında artış göstersin diye verdiğiniz herhangi bir faiz. (riba).." (er-Rûm, 30/39) 56Kitapta İdris'i de zikret. Gerçekten o çok doğru sözlü bir peygamberdi. "Kitapta İdris'i de zikret. Gerçekten o çok doğru sözlü bir peygamberdi" âyetinde geçen İdris (aleyhisselâm) kalemle ilk yazı yazan, ilk elbise diken ve ilk dikişli elbise giyen kişidir. Aynı zamanda yıldızlar ilmi (astronomi) ile matematik ve yıldızların hareketi ile ilk ilgilenen kişidir. Ona "İdris" adının veriliş sebebi yüce Allah'ın kitabını çokça ders etmesi (okuması)dır. Yüce Allah ona Ebû Zerr hadisinde belirtildiği gibi otuz sahife indirmiştir. ez-Zemahşerî dedi ki: İdris'e bu adın veriliş sebebi yüce Allah'ın kitabını çokça okumasıdır. İsmi Ahnûh idi. Ancak (ona İdris adının verilişiyle ilgili bu açıklama) doğru değildir. Çünkü eğer bu isim "ders"den "if 11" vezninde olsaydı gayr-ı munsarıf oluşu için gerekli iki sebebten sadece birisi bulunurdu ki o da özel isim oluşudur ve o takdirde munsarıf olurdu. Gayr-ı munsarıf olması Arapça bir isim olmadığına delildir. Aynı şekilde "İblîs" kelimesi de Arapça değildir ve bazılarının iddia ettiği gibi "iblâs (ümitsiz kılmak, ümitsizliğe düşürmek)"den gelmemektedir. Ya'kub kelimesi "el-akîb"den, İsrail kelimesi de "isrâV'den -İbn es-Sikkît'in ileri sürdüğü gibi- değildir. Bu konuda tahkikte bulunamayan ve gerekli maharete sahip olamayan kimselerin bu gibi hataları çoktur. Bununla birlikte İdris (aleyhisselâm)ın kelimesinin anlamının Arapçaya geçmiş olduğu dilde buna yakın olma ihtimali de vardır. Bundan dolayı da ravi bunu "ders"ten türemiş sanmış olmalıdır. es-Sa'lebî, el-Gaznevî ve başkaları da şöyle derler: İdris, Nûh (aleyhisselâm)ın dedesidir. Ancak bu da yanlıştır. el-A'raf Sûresi'nde (7/59 âyetin tefsirinde) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Aynı şekilde "Sîyref'de Nûh (aleyhisselâm)ın Lamek oğlu olduğu, Lamek'in babasının Müteveşlıh, onun babasının Ahnuh olduğu ve bunun iddia ettiklerine göre peygamber İdris olduğu kaydedilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. Âdemoğullarından ilk nübüvvet verilen kişi ve kalemle yazı yazan ilk kişi odur. Babasının ismi Yered'dir, onun babası Mehlâîl, onun babası Kaynân, onun babası Yâneş, onun babası da Âdem oğlu Şit'tir. Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine olsun İbn Hişam, es-Siretu'n-Nebeviyye, 1, 4-5 57Biz onu yüce bir makama yükselttik. "Biz onu yüce bir makama yükselttik." Enes b. Malik, Ebû Said el-Hudrî ve başkaları dediler ki; Dördüncü semaya yükselttiğini kastetmektedir. Bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan da rivâyet edilmiştir. İdris'in dördüncü semâda olduğunu gösteren rivâyetler için bk.: Buhârî, Bed'u'l-llalk 6, Menâkıbul-Ensâr 42; Müslim, Îman 259, 264; Nesâi, Salât 1; Müsned, İH 148, 268; IV 207, 209 Ka'b el-Ahbâr da böyle demiştir. İbn Abbâs ve ed-Dahhak ise: Kastedilen altıncı semadır, demişlerdir. Bunu da el-Mehdevî zikretmektedir. Derim ki: Buhârî’de, Şerik b. Abdullah b. Ebi Nemir'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Ben Enes b. Malik'i şöyle derken dinledim; Ka'be mescidinden Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın İsra'ya yürütüldüğü gece,,, diye nakledilen hadiste her bir semada isimlerini verdiği bir takım peygamberler vardır. Bunlardan birisi de ikinci semada bulunduğu belirtilen İdris'tir. Buhâri, Tevhid 37 Ancak bu bir yanılmadır. Doğrusu İclris'in dördüncü semada olduğudur. Sabit el-Bunânî, Enes b. Malik'len, onun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan yaptığı rivâyet te bu şekildedir. Bunu da Müslim, Sahih'inde zikretmiş bulunmaktadır Müslim, Îman 259 Malik b. Sa'saa'dan rivâyetle dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Beni semaya yükselttiklerinde dördüncü semada İdris'in yanından geçtim." Bunu da Müslim rivâyet etmiştir Müslim, Îman 264 İbn Abbâs, Ka'b ve başkalarının dediklerine göre semaya yükselliliş sebebi şudur; Bir gün bir ihtiyacını görmek üzere güneşin sıcağından rahatsız oldu. Rabbim dedi: Ben bir gün bu şekilde yürüdüm, peki onu tek bir günde beşyüz yıllık taşıyanın hali ne olabilir? Allah'ım, güneşin onun üzerindeki ağırlığını kısmen hafiflet. O bununla güneşin yörüngesi ile görevli meleği kastetmişti. İdris (aleyhisselâm) demişti ki: Allah'ım, sen onun üzerindeki ağırlığından kısmen de olsa hafiflet, onun sıcağından bir bölümünü kaldır. Melek sabah olunca daha önce görmediği şekilde güneşin hafiflemiş olduğunu ve gölgelendiğini gördü. Rabbim dedi; Beni güneşi taşımak için yarattın, hakkımda hüküm verdiğin şeyin mahiyeti nedir? Yüce Allah şöyle buyurdu: İdris kulum Benden senin üzerindeki güneş yükünü ve sıcaklığını hafifletmemi diledi. Ben de onun dilediğini kabul ettim. Melek: Rabbim dedi; Beni onunla bir araya getir ve benimle onun arasında bir dostluk peyda et. Yüce Allah ona izin verdi ve o da İdris'in yanına vardı. İdris (aleyhisselâm) Allah'a dua ediyordu. Dedi ki: Bana haber verildiğine göre sen meleklerin en değerlileri ölüm meleğinin yanında da sözü geçen birisisin. Benim ecelimi geciktirsin diye bana nezdinde şefaatte bulun ki şükrümü ve ibadetimi daha da arttırayım. Melek dedi ki: Eceli geldiği vakit Allah hiçbir nefsi ertelemez. Meleğe şu cevabı verdi: Ben bunun böyle olduğunu biliyorum, fakat böylesi nefsime daha hoş gelir. Evet, dedi. Sonra kanadı üzerinde onu semaya kadar çıkardı ve güneşin doğuş yerinde onu bıraktı. Daha sonra ölüm meleğine dedi ki: Benim Âdemoğullarından bir arkadaşım var. Ecelini geciktiresin, diye nezdinde şefaatçi olmamı İstedi. (Ölüm Meleği) dedi ki: Bu benim yapabileceğim bir şey değildir. Fakat onun öğrenmesini de istiyor isen ona ne zaman öleceğini söyleyebilirsin. Melek: Peki, dedi. Sonra (ölüm meleği) kayıtlarına baktı ve şöyle dedi: Sen bana öyle bir insan hakkında soru soruyorsun ki, ben onun ebediyyen öleceğini görmüyorum. Öbür melek: Bu nasıl olur deyince, ölüm meleği söyle dedi: Ben onun ancak güneşin doğuş yerinde öleceğini görüyorum. Melek: Senin yanına geldiğimde ben onu orada bırakıp geldim, dedi. (Ölüm Meleği) dedi ki: Git, zannederim sen onu ölmüş göreceksin, Allah'a yemin ederim, İdris'in ecelinden geriye hiçbir şey kalmamıştır. Melek döndüğünde onu ölmüş, buldu. es-Süddî de şöyle demiştir: Bir gün uyudu ve güneşin sıcağı onu oldukça bastırdı. Bundan dolayı sıkıntı içerisinde kalkıp, şöyle dua etti: Allah'ım güneşin, güneş meleği üzerindeki sıcaklığını hafiflet ve güneşin ağırlığına karşı ona yardımcı ol. Çünkü o kızgın bir ateş üzerinde görevlidir. Güneşle görevli melek baktı ki kendisine nurdan bir taht kurulmuş, Sağında yetmişbin melek, solunda bir o kadar melek kendisine hizmet ediyor, onun hükmü altında onun emirlerini ve işlerini görüyorlar. Güneş meleği; Rabbim bunlar bana nereden geldi deyince, (yüce Allah) şöyle buyurdu; Âdemoğullarından İdris diye anılan bir adam sana dua etti. Sonra Ka'b'ın anlattığına yakın hadisi zikretti. Güneşle görevli melek ona: Görülmesini istediğin bir ihtiyacın var mıdır? diye sordu. O: Evet, keşke güneşi görsem diye arzu ediyorum. Melek kanadı üzerinde onu yükseltti ve onu uçurdu. Dördüncü semada iken ölüm meleğinin semada sağa sola baktığını gördü. Güneş meleği ona selâm verdi ve ey İdris dedi; bu ölüm meleğidir, ona selâm ver. Ölüm meleği subhanallah sen bunu ne diye buraya kadar yükselttin dedi. Ona cenneti göstereyim diye onu yükselttim deyince (ölüm meleği) dedi ki: Yüce Allah bana İdris'in ruhunu dördüncü semada almamı emretti. Ben, Rabbim dedim. İdris dördüncü semaya nereden gelecek dedim, buraya indim onu seninle birlikte gördüm. Hemen ruhunu kabzetti ve onu cennete yükseltti. Melekler cesedini dördüncü semada defnettiler. İşte yüce Allah'ın: "Biz onu yüce bir makama yükselttik" âyeti buna işarettir. Vehb b. Münebbih dedi ki: İdris'in bir günde yükseltilen ibadeti dönemindeki bütün yeryüzündeki insanların ibadeti kadardı. Melekler bundan hayrete düştüler. Ölüm meleği onu tanıma şevkini duydu. Rabbinden onu ziyaret etmek için izin istedi, ona izin verdi. İnsanoğlu suretinde yanına vardı. İdris (aleyhisselâm) gündüzleri oruç tutardı, iftar vakti gelince meleği kendisiyle beraber yemek yemeğe çağırdı, yemeği kabul etmedi. Üç gün bu şekilde onu çağırdığı halde kabul etmeyince İdrîs durumundan şüphelendi ve ona: Sen kimsin? dedi. Ben ölüm meleğiyim, dedi. Rabbimden seninle birlikte olmak için izin istedim, bana izin verdi. İdris: Senden bir ihtiyacımı karşılamanı istiyorum, dedi. Melek, nedir? diye sorunca, İdris: Ruhumu kabzetmeni istiyorum, dedi. Yüce Allah meleğe ruhunu kabzet, diye vahyetti. O da ruhunu kabzetti ve bir süre sonra tekrar ruhunu ona geri iade etti. Ölüm meleği ona sordu: Ruhunu kabzetmemdeki fayda nedir? İdris dedi ki: Ölümün sıkıntılarını tadıp, ona daha ileri derecede hazır olayım diye. Bir süre sonra İdris ona: Senin başka bir ihtiyacımı görmeni istiyorum, dedi. Melek; O nedir? deyince şu cevabı verdi: Beni semaya yükseltmeni istiyorum. Cennet ve cehennemi göreyim. Yüce Allah onu semavata yükseltmesine izin verdi. Cehennemi gördü, baygın düştü. Ayılınca: Bana cenneti göster, dedi. Onu cennete girdirdi. Daha sonra ölüm meleği ona: Eski yerine dönmen için oradan çık, dedi. Bir ağaca yapıştı ve buradan daha çıkmam, dedi. Yüce Allah aralarında hakemlik etmek üzere bir melek gönderdi. Melek: Ne diye dışarı çıkmıyorsun? dedi. O: Çünkü yüce Allah: "Her nefis ölümü tadacaktır" (Âl-i İmrân 3/185) diye buyurmuştur ve ben ölümü tattım, dedi. Yine: "Sizden oraya (cehenneme) uğramayacak yoktur" (Meryem 19/71) dedi ve ben ona uğradım. Yine yüce Allah: "Onlar oradan çıkartılmayacaklardır" (el-Hicr 14/48) dediği halde ben nasıl çıkartılacakmışım? Yüce Allah ölüm meleğine buyurdu ki: "O iznimle cennete girdi. Benim emrimle oradan çıkar." O bakımdan o cennette hayattadır. İşte yüce Allah'ın: "Biz önu yüce bir makama yükselttik" âyeti buna işarettir. bu rivâyetlerin Ka'b ile Vehb b. Münebbih'ten gelen ilâhî âyetlerin anlaşılmasına bir katkıları olmadığı gibi Peygambere kadar ulaşan sahih bir senedi de zikredilmemektedir. İsrailiyattan olmaları ihtimali çok yüksektir. en-Nehhâs dedi ki: İdris'in: "Onlar oradan çıkartılmayacaklardır" (el-Hicr 14/48) âyetini okuması şöyle açıklanabilir: Yüce Allah'ın bu gerçeği İdris'e öğretmiş olması sonra da bu hükmün Kur'ân-ı Kerîm'de indirilmiş olması mümkündür. Vehb b. Münebbih dedi ki: O bakımdan İdris kimi zaman cennet nimetlerinden yararlanır. Kimi zaman da semada meleklerle birlikte yüce Allah'a ibadet eder. 58İşte bunlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği, Âdem'in soyundan, Nûh ile taşıdıklarımızın soyundan, İbrahim ve İsrail soyundan olan peygamberlerdendir. Bizim hak yola ilettiğimiz ve seçtiklerimizdendir. Onlara Rahmân'ın âyetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1- Ağlayarak Secdeye Kapananlar: "İşte bunlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği, Âdem'in soyundan" yalnızca İdris'i kastetmektedir. "Nûh ile taşıdıklarımızın soyundan" yalnızca İbrahim'i kastetmektedir. "İbrahim" bununla da İsmail, İshak ve Ya'kub'u kastetmektedir. "Ve İsrail soyundan olan" Mûsa, Harun, Zekeriya, Yahya ve Îsa'yı kastetmektedir. "Peygamberlerdendir." Böylelikle İdris ve Nûh'un, Âdem (aleyhisselâm)a, İbrahim'in Nûh (aleyhisselâm)a, İsmail, İshak ve Ya'kub'un İbrahim (aleyhisselâm)a yakın olmak şerefleri vardır. "Bizim hak yola" yani İslâm'a "İlettiğimiz ve" îman ile "seçtiklerimizdendir. Onlara Rahmân'ın âyet'leri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı." "Okunduğunda" âyetini Şibl b. Abbâd el-Mekkî müzekker olarak "te" harfi yerine "ya" ile okumuştur. Çünkü burada hem müenneslik hakiki değildir, hem de araya başka bir kelime girmiştir. Yüce Allah bunları Allah için huşu' duymak ve ağlamakla nitelendirmektedir. el-İsra Sûresi'nde (17/109. âyetin tefsirinde) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır, "Ağladı, ağlar, ağlamak" diye kullanılır. Ancak Halil şöyle demektedir: Eğer "ağlamak" kelimesi inedsiz olarak (kasr ile) kullanılacak olursa, o takdirde bu "hüzün" gibidir yani (ağlamanın) sessiz olanıdır. Nitekim şair şöyle demektedir: "Gözüm ağladı ve onun zaten ağlaması gerekir. Halbuki ağlamanın da faydası yok, feryadın da." "Secdeye kapanırlar" âyeti hâl olarak nasb edilmiştir, " Ağlayarak" da ona atfedilmiştir. 2- Kur'ân Âyetlerinin Kalbe Tesiri: Bu âyet-i kerîmede Rahmân'ın âyetlerinin kalplerde etkili olduğuna delâlet vardir. el Hasen dedi ki: "Onlara Rahmân'ın âyetleri okunduğunda" namazda iken "ağlayarak secdeye kapanırlardı." el-Asamm dedi ki: Rahmân'ın âyetlerinden kasıt, O'nun tevhid edilmesini ve belge ve delillerini ihtiva eden kitaplardır. Onlar bunları okuduklarında secde ediyorlar ve bunları hatırladıklarında da ağlıyorlardı. Ancak İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre bundan kasıt, özel olarak Kur'ân-i Kerîm'dir. Onlar Kur'ân'ı okuduklarında secde ederler ve ağlarlardı. el-Kiya (et-Taberi) dedi ki: Onun bu sözlerinden bütün peygamberlere okunanın Kur'ân-ı Kerîm olduğu anlaşılmaktadır. Ancak durum büyle olsaydı Kur'ân-ı Kerîm'in özel olarak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a indirilmiş olması söz konusu olmazdı. 3- Tilâvet Secdesi Kime Vaciptir: Ebû Bekr er-Razî (el-Cessâs) bu âyet-i kerîmeyi secde âyetini okuyanın da dinleyenin de tilâvet secdesi yapmasının vacip olduğuna delil göstermiştir. el-Kiya (et-Taberî) de; bu uzak bir ihtimaldir, demektedir. Çünkü bu vasıf yüce Allah'ın bütün âyetlerini kapsamakladır. Secde etmenin ağlamakla birlikte olması ve peygamberlerin -Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine olsun- yüce Allah'ı ve âyetlerini ne kadar ta'zim ettiklerini ve ta'zim etme yollarını açıklamaktadır. Bu âyette özel bir âyetin okunması halinde böyle bir secdeye kapanma gereğine delâlet yoktur. 4- Secde Âyeti Okunurken Yapılacak Dua: İlim adamları derler ki: Secde âyetini okuyan kimsenin orada o secde âyetine uygun bir duada bulunması gerekir. Meselâ, es-Secde Sûresi'ndeki secde âyetini okuduğu vakit şöyle dua eder: Allah'ım, beni zatın için secde edenlerden, hamdin ile teşbih edenlerden kıl. Senin emrine karşı büyüklük taslayanlardan olmaktan sana sığınırım," el-İsra Sûresi'ndeki secde âyetini okuduğunda da şöyle dua eder: "Allah'ım, beni Senin için ağlayanlardan ve Senin önünde zillet ile eğilenlerden kıl." Şayet bu âyeti okursa şöyle dua eder; Allah'ım, beni kendilerine nimet ihsan olunmuş, hidayete erdirilmiş, Senin için secde eden, âyetlerinin okunması esnasında ağlayan kullarından eyle!" 59Bunlardan sonra ise namazı terkeden, arzularına uyan bir kavim geldi. İşte onlar ğayy ile karşılaşacaklar. Bu âyete (59. âyet) dair açıklamalarımızı dört başlık Görüleceği gibi başlıklar üçtür. halinde sunacağız: "Bunlardan sonra ise namazı terkeden.,. bir kavim geldi." Kötü nesil ve evlâtlar geldi. Ebû Ubeyde dedi ki: Bize Haccac, İbn Cüreyc'ten anlattı. O Mücahid'den şöyle dediğini nakletti: Bu, kıyâmetin kopacağına yakın ve bu ümmetin yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ümmetinin salih insanlarının katmayacağı bir zamanda olacaktır. Sokaklarda biribirSeriyle zina edeceklerdir. el-A'raf Sûresi'nde (169. âyetin tefsirinde): "Sonra... bir kavim"e dair açıklamalar geçmiş olduğundan burada tekrarlamanın anlamı yoktur. 2- Namazı Yitirenler, Terkedenler: Yüce Allah'ın: "Namazı terkeden...ler" âyetini Abdullah ve el-Hasen; "Namazları terk eden... ler" şeklinde çoğul olarak okumuşlardır. Bu âyet bir yergidir. Namazı terketmenin kişiyi helâk eden büyük günahlardan olduğu hususunda da açık bir nasstır. Bu konuda da görüş ayrılığı yoktur. Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir; "Namazı zayi eden (kaybeden, terkeden) onun dışındaki şeyleri daha bir zayi eder." Muvattâ., Vııkûtus-Salâı 6; Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)’in valilerine gönderdiği bir mektup (genelge)den. Bu âyet-i kerîme ile kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler vardır. Mücahid, bunlar yahudilerden sonra gelen hristiyanlardır, demiştir. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî ve yine Mücahid ile Atâ şöyle demişlerdir: Bunlar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ümmetinden âhir zamanda gelecek bir topluluktur. Yani bu ümmet arasında bu niteliklere sahip kimseler bulunacaktır. Ancak bu âyet-i kerîmede kastedilenler onlardır, (demek istemiş) değillerdir. Yine namazı zayi etmenin (mealde; terketmenin) anlamı hususunda farklı görüşler vardır. el-Kurazî, bu onu inkâr etmek ve küfür demek olan kaybetmek demektir. el-Kasım b. Muhaymire ile Abdullah b. Mes'ûd şöyle demişlerdir Bu, vakitlerini kaybetmek ve haklarını gereğince yerine getirmemek demektir. Sahih olan da budur. Kılınacak olsa dahi hakları ihlâl edilecek, sahih olmayacak ve yerini de bulmayacaktır (edâ edilmiş olmayacaktır). Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kıldıktan sonra gelip kendisine selâm veren kimseye: "Geri dön namaz kıl, sen namaz kılmadın" sözünü üç defa söylemiştir. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir, Buhârî, Ezan 122, İsti'zân 18, Ey mân 15; Müslim, Salât 45; Ebû Dâvûd, Salât 143; Tirmizî, Salât 110; Nesâî, İftitâh 7, Tatbik 15, Sehv 67; İbn Mâce, İkametus-Salât 72; Müsned, IV, 340. Huzeyfe (radıyallahü anh) da doğru-dürüst namaz kılmayan bir kimseye şöyle demiş: Sen ne zamandan beri bu şekilde namaz kılıyorsun? O: Kırk yıldan beri, demiş. Ona: Sen namaz kılmış değilsin, eğer sen bu şekilde namaz kıldığın halde ölmüş olsaydın Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın fıtratı dışında bir şey üzere ölmüş olacaktın. Sonra şöyle dedi: Kişi çabuk namaz kılmakla birlikte namazını eksiksiz ve güzel kılabilir. Hadisi Buhârî rivâyet etmiştir, lâfız da Nesâî'ye aittir. Nesâi, Sehv 66; Buhârî, Ezan 119; Müsned, V, 3«4, 396 Tirmizî'de de Ebû Mes'ûd el-Ensarî'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kişinin kendisinde gereği gibi doğrulmadığı bir namaz yeterli olmaz." Yani rükû ve sücudu doğru-dürüst yapmayan kimseyi kastetmektedir. (Tirmizî) Dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ashabından ve onlardan sonra gelenlerden olan ilim ehline göre amel de buna göredir. Onların görüşlerine göre kişi rükû ve sücudu eksiksiz yerine getirmelidir. Şâfiî, Ahmed ve İshak şöyle demişlerdir: Rükû' ve sücudda vücudunu doğrultmayan kimsenin namazı fâsidtir. Tirmizî, Salât al Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İşte o namaz münafıkın namazıdır. Oturur ta güneş şeytanın iki boynuzu arasına geleceği vakti gözetler. O zaman kalkar, yüce Allah'ı ancak pek az zikrettiği dört rek'at gagalar. " Müslim, Mesâcid 195; Eftü Dâvûd, Salât 5; Tirmizî, Salât 6; Nesâî, Mevâkit 9; Müsned, III, 149 İşte bu, bu şekilde davrananlara bir yergidir. Ferve b. Halid b. Sinan dedi ki: Dahhak'ın arkadaşları bir seferinde kendilerine ikindi namazını kıldıracak emirin geciktiğini gördüler. Nerdeyse güneş batacaktı. Bunun üzerine Dahhak bu âyet-i kerimeyi okudu, sonra şöyle dedi: Allah'a yemin olsun, onu zayi etmektense onu bırakmak benim için daha iyidir. -Bu hususta söylenecek sözlerin özeti şudur: Abdestini, rükûunu, sücudunu mükemmel bir şekilde yapmaya çalışmayan bir kimse namazı gereği gibi korumuş olmaz. Namazı gereği gibi korumayan da onu kaybetmiş olur. Onu kaybedenin başkalarını kaybetmesi ise daha da beklenir. Nitekim namazı gereği gibi koruyan bir kimsenin de Allah dinini korur. Namazı olmayanın dini de olmaz. el-Hasen dedi ki: Bunlar mescidleri işlemez hale getirdiler, çeşitli sanatlarla ve sebeblerle meşgul oldular. "Arzularına uyan" ifadesinden kasıt ise, lezzet veren şeylerin ve masiyetlerin arkasından gidenlerdir. 3- Namazdan Hesaba Çekilmek ve Ta'dil-i Erkân: Tirmizî ve Ebû Dâvûd'un, Enes b. Hakim ed-Dabbi'den rivâyetlerine göre o Medine'ye gelmiş ve Ebû Hüreyre ile karşılaşmış, Ebû Hüreyre ona şöyle demiş: Ey delikanlı! Sana bir hadis nakledeyim mi? Umulur ki yüce Allah onunla seni faydalandırır. (Enes b. Hakim); Ben de, naklet, dedim. Dedi ki; "Kıyâmet gününde insanların hesaba çekilecekleri ilk amelleri namaz olacaktır. Şanı yüce ve mübarek olan Allah meleklerine -kendisi en iyi bildiği halde-; Kulumun namazına bir bakınız. Onu tamam mı kılmıştır, yoksa eksiltmiş midir? der. Eğer namazının tam olduğu ortaya çıkarsa onun lehine tam olarak yazılır. Şayet ondan bir şey eksiltmiş ise şöyle buyurur: Bakın bakayım acaba kulumun nafile namazı var mıdır? Eğer onun nafile namazları varsa kulumun farz namazlarını kıldığı nafilelerden tamamlayınız. Daha sonra diğer ameller de buna göre ele alınır." Yûnus dedi ki: Zannederim "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan..." diye hadisi nakletti. Lâfız Ebû Dâvûd'undur, Ebû Davûd, Salât 144; Tirmizî, Salât 188; İbn Mâce, İkametu's-Salât 202; Müsned, II, 290, 425 Yine Ebû Dâvûd dedi ki: Bize Mûsa b. İsmail anlattı. Bize Hammâd anlattı, Bize Davud b. Ebi Hind, Zürâre b. Evfâ'dan anlattı. O Temim ed-Dârî'den o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan bu manada (hadisi naklettikten sonra) dedi ki; "Sonra zekât da böyle ele alınır. Sonra da diğer ameller buna göre ele alınır." Ebû Dâvûd, Salât 144. Bunu Nesâî de Hemmam'dan, o el-Hasen'den, o Hureys b. Kablsa'dan, o Ebû Hüreyre (yoluyla) rivâyet etmektedir. (Ebû Hüreyre) Dedi ki: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı şöyle buyururken dinledim; "Kıyâmet gününde kulun kendisinden ilk hesaba çekileceği husus onun namazıdır. Eğer namazı düzgün çıkarsa kurtuldu, iflah oldu, demektir. Eğer bozuk çıkarsa hüsrana uğradı, zarar etti -Hemmam dedi ki: Bilemiyorum bu Katade'nin sözünden mi yoksa rivâyetin aslından mı.- Eğer farzından bir şey eksik çıkarsa, bakın bakalım kulumun farzından eksik bıraktığını kendisi ile tamamlayacağı nafilesi var mıdır? diye buyurur. Sonra da diğer amelleri de buna göre muamele görür." Nesâî, Salât 9, Tirmizî, Salât 188 Ebû'l-Avvâm ona muhalefet ederek bu hadisi Katade'den, o el-Hasen'den, o Ebû Rafi'den, o Ebû Hüreyre yoluyla rivâyet etmiştir. (Buna göre) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kıyâmet gününde kulun kendisinden hesaba çekileceği İlk husus onun namazıdır. Eğer eksiksiz olduğu görülürse ona tam olarak yazılır. Şayet ondan bir şeyler eksiltmiş ise şöyle buyurur: Bakın bakalım, onun farzından zayi ettiğini kendisi ile tamamlayacağı bir nafilesini buluyor musunuz? Sonra da sair amellerinin hesabı buna göre görülür." Nesâî, Salât 9 Nesâî dedi ki: Bize İshak b. İbrahim haber verdi. Dedi ki: Bize en-Nadr b. Şumeyl anlattı. Dedi ki: Bize Hammâd b. Seleme, el-Ezrak b. Kays'tan bildirdi. (el-Ezrak) Yahya b. Ya'mer'den, o Ebû Hüreyre'den, o Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)dan naklen buyurdu ki: "Kıyâmet gününde kulun kendisinden hesaba çekileceği ilk husus onun namazıdır. Eğer onu eksiksiz' kıldıysa (mesele yok.) Aksi takdirde yüce Allah şöyle buyuracak: Bakın bakalım, kulumun bir nafilesi var mıdır? Eğer onun nafilesi olduğu görülürse onunla farizayı tamamlayın, diye buyurur. " Nesâî, Salât 9 Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr, "et-Temhid" adlı eserinde der ki: Farz namazın nafileden tamamlanması -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- ancak bir farz namazı yanılarak, unutarak kılmaz yahut onun rükû' ve sücudunu doğru-dürüst yapmaz ve bunun miktarını bilmez ise, söz konusu olur. Namazıterkedenyahut unuttuktan sonra hatırladığı halde kasti olarak onu kılmayan, farzını edâ etmeyerek nafile ile -bunu brtûıgı "ve havttl%<i\ğ,v halde- meşgul olursa, bunun farzı nafilesinden tamamlanmaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu hususta Şamlıların rivâyet ettikleri münker bir hadis vardır. Bu hadisi Muhammed b. Himyer, Amr b. Kays es-Sekûnî'den, o Abdullah b. Kurt'dan o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan rivâyet etmektedir. Buyurdu ki: "Kim bir namaz kılar da bu namazının rükû' ve sücudunu tam yapmazsa tamamlanıncaya kadar getirdiği teşbihlerden o namazına ilave yapılır." Ebû Ömer dedi ki: Böyle bir hadis, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan bu rivâyet yolunun dışında bellenmiş değildir. Ancak bu yol da pek güçlü bir yol değildir. Eğer sahih ise manası şöyle olur: O -bir namazı kendi kanaatine göre tam kılmış olduğu halde hükürn itibariyle tam değildir. (İşte bu hadiste söz konusu edilen bu gibi haller olmalıdır). Derim ki: İnsanın kıldığı farz namazı da, nafileyi de güzelce kılması gerekir. Tâki Rabbine kendisini yakınlaştıracak farzından ayrı fazladan bir nafilesi olsun. Nitekim şanı yüce Allah (kudsi hadiste) şöyle buyurmuştur: "Kulum, nafilelerle bana yakınlaşmaya devam eder ve nihayet Ben de onu severim..." Buhârî, Rikaak 38; Müsned, VI, 256 Çünkü farzın kendisi ile tamamlanacağı bir nafilenin de mana itibariyle hükmü farz ile aynı olmalıdır. Dolayısıyla farzı güzel ve doğru-dürüst kılmayan bir kimsenin nafile namazı doğru-dürüst kılmaması öncelikle söz konusudur. Gerçek şu ki: İnsanlar kıldıkları nafile namazları son derece eksik ve kusurlu kılmaktadırlar. Buna sebeb ise nafilenin kanaatlerince hafife alınması ve nafileleri önemsemeyişleridir. Sanki nafilenin, hiç önemi yokmuş gibi davranıyorlar. Allah'a yemin ederim ki: Parmakla gösterilen ve ilim adamı olduğu zannedilen bir takım kimselerin bile bu şekilde nafile kıldıkları görülmektedir. Hatta farzlarını bile bu şekilde kılanlar vardır. Hadisi bilmediğinden dolayı farzını horozun gagalaması gibi gagalarlar. Peki ya bilgisi olmayan cahillerin hali nedir? İlim adamları derler ki: Kişinin rükûunda, aradaki kalkışlarında, secdelerinde ve oturuşlarında doğru-dürüst azaları yerine gelmeden rükûu da, sücûdu da, rükudan kalkışı da, secdeler arasındaki oturuşu da yerini bulmaz. İşte rivâyet bakımından sahih olan görüş budur. İlim adamlarının Cumhûru da, kıyas ehlinin çoğunluğu da bu kanaattedir. Aynı zamanda İbn Vehb ve Ebû Mus'ab'ın, Malik'ten rivâyeti de budur. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/3. âyet, 14. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Durum böyle olduğuna göre; bu şekilde kılınan bir nafile ile cehalet ve yanılmak esasları üzere eksik kılınmış olan farzlar nasıl tamamlanacaktır? Ak sine bu şekilde kılınmış bütün namazlar sahih değildir, makbul değildir. Çünkü hepsi de istenen şekilde kılınmamıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "Arzularına uyan" âyeti ile ilgili olarak Ali (radıyallahü anh)dan gelen rivâyete göre o şöyle demiştir: Burada kastedilen kişi yüksek bina yapan, başkalarının dikkatini cezbeden bineğe binen ve meşhur olacak türden elbise giyendir. Derim ki: Arzular (şehevât) insanın hevâsına uygun düşen arzu ettiği, uygun bulduğu ve kendisinden çekinmediği şeylerdir. Sahih hadiste de şöyle denilmektedir: "Cennet hoşlanılmayan şeylerle çevrelenmiş; ateş de arzularla (şehevâtla) çevrelenmiştir." Müslim, Cennet 1; Ebû Dâvûd, Sünne 22; Tirmizî, Sıfatul-Cenne 21; Nesâî, Eymân 3; Dârimî, Rikaak 117; Müsned, II, 260, 333, 354, 380, III, 153, 254, 284 Ali (radıyallahü anh)ın söylediği nakledilen bu sözde bunların bir bölümünü ifade etmektedir. "İşte onlar ğayy ile karşılaşacaklar." İbn Zeyd kötülük yahut sapıklık veya hüsran diye açıklamıştır. Şair der ki: "Her kim hayırla karşılaşırsa insanlar onun bu halinden övgü ile söz ederler, Kim de azgınlık ederse bu azgınlığı (ğayyı) dolayısıyla kınayanları elbette bulunur." Abdullah b. Mes'ûd dedi ki: Bu cehennemde bir vadidir. Dilbilginlerine göre de ifadenin takdiri şöyledir; Onlar böyle bir ğayy ile karşılaşacaklardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim bunları işkrse o günah(lan) İle karşılaşır." (el-Furkan, 25/68) Kuvvetli görülen görüşe göre ğayy (cehennemdeki) vadinin adıdır. Çünkü azgın olanlar (ğavi'ler) sonunda oraya gideceklerdir. Ka'b dedi ki: Ahir zamanda ellerinde inek kuyruklarını andıran kamçılar taşıyan bir takım kimseler ortaya çıkacaktır. Sonra da: "İşte onlar ğayy ile karşılaşacaklardır" yani onlar cehennemde helâk olacaklar ve sapacaklardır. Yine ondan nakledildiğine göre; ğayy cehennemde dibi en derin, harareti en fazla bir vadidir. Orada "el-behim" diye anılan bir kuyu vardır ki; cehennemin alevi yavaşladıkça yüce Allah bu kuyuyu açar ve onunla cehennem tekrar alevlenir, İbn Abbâs dedi ki: Ğayy, cehennemde bir vadidir. Cehennemin vadileri onun sıcağından Allah'a sığınırlar. Yüce Allah bu vadiyi zinayı ısrarla sürdüren, sürekli içki içen, vazgeçmeksizin faiz yiyen, anne-babasına itaat etmeyen, yalan şahidlikte bulunan ve kocasından olmadığı halde kocasından olduğunu iddia eltiği bir çocuk peydahlayan kadınlara hazırlamıştır. 60Tevbe eden, îman eden ve salih amel işleyenler müstesna. İşte onlar cennete girecekler ve hiçbir şekilde zulme uğratılmazlar. "Tevbe eden" yani namazı terk etmekten, zayi etmekten, arzu ve heveslerinin arkasına gitmekten vazgeçerek Rabbine itaate dönen, O'na "îman eden ve salih amel işleyenler müstesna. İşte onlar cennete girecekler." "Girecekler" âyetini Ebû Cafer, Şeybe, İbn Kesîr, İbn Muhaysın, Ebû Amr, Ya'kub ve Ebû Bekir ("ya" harfi ötreli) "hı" harfi üstün olarak; "Girdirilirler" diye okumuşlardır. Diğerleri ise "ya" harfini üstün olarak okumuşlardır. "Ve hiçbir şekilde zulme uğratılmazlar." Yani salih amellerinden hiçbir şey eksiltilmez. Hatta onların her bir iyiliği on mislinden, yediyüz misline kadar yazılır. 61Rahmân'in kullarına ğayb ile vaad ettiği Adn cennetlerine (gireceklerdir). O'nun va'd ettiği muhakkak gerçekleşecektir. "Rahmân'ın kullarına ğayb ile" yani kendisine ibadet eden ve Onu görmediği (ve başkası tarafından da görülmediği) hallerde bile O'na olan ahdini koruyanlar, "va'dettiğİ Adn cennetlerine (gireceklerdir)." Bu âyetteki "Adn cennetleri" Önceki âyette geçen "cennet"den bedel olduğundan dolayı nasb edilmiştir. Ebû İshak ez-Zeccâc dedi ki: Mübteda olarak; şeklinde okunması da mümkündür. Ebû Hatim dedi ki; Eğer hat ("eliF' ile "te" şeklinde müennes, salim, çoğul olarak) olmasaydı bunun; şeklinde olması gerekirdi. Çünkü ondan önce geçen ifade: Cennete girecekler" şeklindedir. "Gayb ile" âyeti ile ilgili bir açıklama da onlar görmedikleri halde cennete îman etmişler, şeklindedir. "O'nun vaadettiği muhakkak gerçekleşecektir." Âyetindeki: "Gerçekleşecektir" kelimesi; Gelmek"ten mef'ûl isimdir. Sana ulaşan her bir şeye sen de ulaşmışsın demektir. O bakımdan: Üzerinden altmış yıl geçti; dediğin gibi; altmış yıl geride bıraktım, da denilir. Yine: Filanın bana iyiliği dokundu, denildiği gibi, ondan iyilik gördüm, de denilir. el-Kutebî dedi ki: Burada "gerçekleşecektir" (anlamı verilen) kelimesi, gelecektir manasınadır. Yani ism-i mef'ûl olup ism-i fail manasınadır. Bu kelime hemzelidir çünkü kökü; "Geldi, gelindendir. Hemze'yi hafifleterek okuyan bunu "elif olarak okur. Ta beri dedi ki: Burada "vaad" vaad olunan şey demek olup o da cennettir. Yüce Allah'ın dostları O'na gideceklerdir, demektir. 62Onlar orada boş sözler İşitmezler. İşittikleri ancak selâmdır. Onlara orada sabah ve akşam rızıkları verilecektir. "Onlar orada" yani cennette "boş sözler İşitmezler." "Boş (lağv)’in anlamı batıl, çirkin, fuzuli sözler ve faydasız sözlerdir, Şu hadiste de aynı kelime bu manada kullanılmıştır "Cuma gününde arkadaşına İmâm hutbe okumakta iken: Dinle diyecek olsan (dahi) lağvetmiş (boş söz söylemiş) olursun." Buhârî, Cumua 36; Müslim, Cumua 11; Ebû Dâvûd, SalâC 229; Tirmizî, Cumua 16; Nesâî, Cumua 22, Salâtu'l-îydeyn 21; İbn Mâce, İkametus-Salât «6; Muvatta’, Cumua 6; Dârimî, Salât 195; Müsned, II, 272, 280, 393, 396, 485, 518, 532 Buradaki: "Lağvetmiş olursun ifadesi; diye de rivâyet edilmektedir. Müslim, Cumua 12; Müsned, II, 244 Bu ise Ebû Hüreyre'nin şivesidir. Nitekim şair şöyle demiştir: "Kendilerini boş sözlerden, çirkin, söz söylemekten alıkoyan Hacı kafilelerinin Rabbi hakkı için." Bu beyit Lisânu'l-Arab, XII, 520'de bu şekildedir. Ancak daha önce el-Bakara, 2/187. 3yet 2. başlıkta da geçmiş olup gerek orada gerekse geçtiği başka yerlerde (meselâ Taberi, Camiu'l-Beyân, II, 413 ve notunda belirtildiği üzere el-Accâc'ın Üivan'ında) ilk kelime buradaki gibi: "ve Rabbi" şeklinde değil "ve rubbe" şeklindedir. Bu şekliyle anlamı için ilk geçtiği yere bakılabilir. İbn Abbâs dedi ki: Lağv, yüce Allah'ın zikrinin geçmediği bütün sözlerdir. Yani onların cennetteki sözleri yüce Allah'a hamdetmek ve O'nu tesbih etmektir. "İşittikleri ancak selâm'dır." Yani onlar selâm işitirler. Buradaki istisna munkatıdır. Yani onların birbirlerine verdikleri selâmlarını ve herşeyin mutlak maliki yüce Allah'ın selâmını işitirler. Bu açıklamayı Mukâtil ve başkaları yapmıştır. "Selâm" bütün hayırları ifade eden kapsamlı bir isimdir. Âyetin anlamı da şöyledir: Onlar orada yalnız sevdikleri sözleri İşitirler. "Onlara orada sabah ve akşam rızkları verilecektir." Sabah-akşam canlarının çektikleri yiyecek ve içecekler verilecektir. Yani bu iki zaman arasındaki süre kadar fasılalarla verilecektir. Zira orada sabah da yoktur, akşam da. Yüce Allah'ın: "Sabah esişinde bir aylık yol alırdı. Akşam da bir aylık yol giderdi." (Sebe' 34/12) âyeti da bir aylık kadar süre demektir. Bu anlamdaki açıklamaları İbn Abbâs, İbn Cüreyc ve başkaları yapmıştır. Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah onlara cennetliklerin hallerinin oldukça mutedil olduğunu bildirmektedir. Araplarca en rahat ve huzur verici nimet sabah-akşam yiyecek ve içecek imkânını bulmaktır. Yahya b. Ebi Kesir ve Katade dediler ki: Araplardan o dönemlerde hem sabah, hem akşam yemeği buldular mı, böyle bir kimse nimet içinde kabul edilirdi. İşte bu âyet bu sebebten nâzıl olmuştur. Şöyle de açıklanmıştır: Yani onların cennetteki rızıkları kesintisizdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ardı arkası kesilmez ve asla men olunmaz." (el-Vakıa, 56/33) Bu âyet bir kimsenin: Ben sabah-akşam seni anıp duruyorum, demesine benzer; seni hatırlayışım daimadır, süreklidir, demektir. Burada "sabah" âyetinin özel lezzetleriyle meşgul olmadan önce; "akşam" âyetinin lezzetlerini karşılamayı bitirdikten sonra, anlamına gelme ihtimali de vardır. Çünkü arada bir halden bir diğer hale geçiş zamanları girmektedir. Bu da nihayet birinci görüşün kapsamı içerisindedir. ez-Zübeyr b. Bekkâr, İsmail b. Ebi Üveys'den şöyle dediğini nakletmektedir: Malik b. En es dedi ki; Mü’minler bir günde iki defa yemek yer. Sonra da yüce Allah'ın: "Onlara orada sabah ve akşam razıkları verilecektir" âyetini okudu ve şöyle dedi: Yüce Allah oruçta mü’minlere sabah yemeği yerine sahur yemeğini verdi ki, Rabblerine ibadet etmek için onunla güç bulsunlar. Şöyle de denilmiştir: Bunun zikredilip sebebi şudur: Sabah yemeğinin şekli ve nitelikleri, akşamınkinin şekil ve niteliklerinden farklıdır. Bunu ise ancak hükümdarlar bilirler. İşte cennette de sabah rızkı, akşam rızkından farklı olacaktır. İçinde bulundukları nimet ve huzurları daha bir artsın diye nimetleri çeşitlenip, duracaktır. et-Tirmizî el-Hakîm, "Nevâdiru'l-Usûrde Eban'dan onun el-Hasen'den ve Ebû Kilâbe'den şöyle dediklerini nakletmektedir: Bir adam: Ey Allah'ın Rasûlü dedi, cennette gece var mıdır? Şöyle buyurdu: "Seni böyle bir soru sormaya iten ne oldu?" O: Ben yüce Allah'ı Kitab-i Kerîm'inde "onlara orada sabah ve akşam rızıkları verilecektir" buyurduğunu gördüm. Ben: Gece sabah ile akşam arasında kalan bir zamandır, dedim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Orada gece diye bir şey olmayacaktır. Sadece ışık ve nûr vardır. Sabahı öğleye, öğleni sabaha döndürür. Yüce Allah'tan dünyada iken kılmış oldukları namaz vakitlerinde yüce Allah'tan onlara en değerli hediyeler gelir ve melekler onlara selâm verir." İşte bu, âyetin anlamını en ileri derecede beyan etmektedir. Biz "et-Tezkire" adlı eserimizde bunu zikretmiş bulunuyoruz. İlim adamları derler ki: Cennette gece ve gündüz yoktur. Onlar ebediyyen nûr İçerisindedirler. Gece ve gündüz kadar sürelerini perdelerin indirilmesinden, kapıların kapatılmasından anlarlar. Gündüz süresini de perdelerin kaldırılıp, kapıların açılmasından anlarlar. Bunu da Ebû'l-Ferac el-Cevzî, el-Mehdevî ve başkaları zikretmişlerdir. 63İşte kullarımızdan takva sahibi olanlara miras olarak vereceğimiz cennet budur. "İşte kullarımızdan takva sahibi olanlara miras olarak vereceğimiz cennet budur." Oraya gireceklerin hallerini nitelendirdiğimiz cennet İşte budur. "Miras olarak vereceğimiz" âyeti şeddesizdir. Ancak Ya'kub "vav" harfini üstün "ra" harfini de şeddeli olarak okumuştur. Tercih edilen okuyuş ise şeddesiz olandır. Çünkü yüce Allah'ın: "Sonra kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras verdik." (Fatir, 35/32) diye buyurulmuştur. İbn Abbâs dedi ki: Yani, Bana karşı takvâh olana ve itaatim gereğince amel edenlere (miras olarak vereceğimiz cennet budur). Bu ifadede takdim ve te'hir olduğu da söylenmiştir ki takdiri şöyledir: "Kullarımızdan takva sahibi olanlara... miras veririz " 64Biz, ancak Rabbi'nin emriyle ineriz. Bizim önümüzdeki arkamızdaki ve bu ikisinin arasındaki her şey yalnız O'nundur. Rabbin unutkan değildir. Tirmizî'deki rivâyete göre İbn Abbâs dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Cibril'e: "Bizi ziyaret etmekte olduğundan daha sık etmeni engelleyen nedir?" Bunun üzerine şu: "Biz ancak Rabbinin emri ile ineriz" âyeti sonuna kadar nazil oldu. (Tirmizî) Dedi ki: Bu hasen, garib bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 19- sûre i Ayrıca: Buhârî, Bed'ul Halk 6, Tefsir 19. sûre 2; Müsned, I 231, 234 Bunu Buhâri de rivâyet etmiştir: Bize Haltâd b. Yahya anlattı. Bize Ömer b. Zir anlattı. Dedi ki: Ben babamı Saîd b. Cübeyr'den naklederken dinledim: Saîd b. Cübeyr, İbn Abbâs'tan rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Cibril'e şöyle demiş: "Bizi ziyaret etmekte olduğundan daha sık ziyaret etmene engel nedir?" Bunun üzerine: "Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz" âyeti nazil oldu. (Devamla) dedi ki: İşte bu Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)a cevap teşkil etti. Buhârî, Tevhîd 28; Müsned, I, 357. Mücahid dedi ki: Meleğin, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a gelişi gecikti. Bir süre sonra ona gelince: "Gecikmene sebeb ne oldu?" diye sordu melek dedi ki: Siz tırnaklarınızı kesmezken, bıyıklarınızı kısaltmazken, parmak aralarınızı temizlemezken, misvak kullanmazken size nasıl gelelim? Mücahid dedi ki: İşte bu âyet, bu hususta nazil olmuştur. Yine Mücahid, ayrıca Katade, İkrime, ed-Dahhak, Mukâtil ve el-Kelbî dedi ki: 'Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a kavmi Ashabu’l-Kehf ile Zülkarneyn kıssaları ve Nûh'a dair soru sorduklarında onlara ne cevap vereceğini bilemedi. Cibril (aleyhisselâm)ın kendisine sorduklarına dair bir cevap getireceğini ümit etti. Ancak, Cibril'in, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a gelmesi de gecikti. İkrime: Ona cevap getirmesi kırk gün gecikti derken, Mücahid: Oniki gün gecikti demektedir. Onbeş gün geciktiği söylendiği gibi, onüç gün ve üç gün de söylenmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bana gelişin o kadar gecikti ki başka düşünceler beni aldı ve seni özledim" dedi. Cibril (aleyhisselâm): Ben daha da özlem duydum, Fakat ben emir kuluyum, gönderildiğim takdirde inerim, gönderilmeyecek olursam gelemem. Bunun üzerine: "Biz ancak Rabbinin emri ile ineriz âyeti ile: "Yemin olsun kuşluk vaktine. Örtüp bürüdüğünde geceye ki, Rabbin seni terk de etmedi, sana darılmadı da" (ed-Duha, 93/1-3) âyetlerini indirdi. Bunu es-Sa'lebî, el-Vâhidî, el-Kuşeyrî ve başkaları da zikretmiştir. Şöyle de açıklanmıştır: Bu âyet cennet ehlinin hali hakkında haber vermektedir. Onlar cennete girecekleri vakit: Biz bu cennetlere ancak Rabbimizin emriyle iner konaklarız, diyeceklerdir. Buna göre âyet-i kerîme kendisinden Önceki âyetlerle ilişkili olmaktadır. Zikrettiğimiz görüşlere binaen de şöyle denilmistir: Âyet-i kerîme kendisinden önceki âyetlerle ilişkili değildir. Kur'ân-ı Kerîm bir çok sûrelerden meydana gelmiştir. Sûreler de bir takım cümleler ihtiva elmektedir. Kimi zaman bir cümle diğer bir cümleden ayrı olabilir. "Biz... ancak ineriz" yani yüce Allah buyurdu ki: "Ey Cibril! De ki: Biz ancak Rabbinin emri ile ineriz." Bu da iki şekilde açıklanabilir: Birincisi O bize emrederse biz de senin üzerine ineriz. İkincisi Rabbin sana emir verdiği takdirde biz (o emri) üzerine indiririz. Buna göre birinci açıklamada "emir" meleklerin inmesi ile ilgilidir. İkinci açıklamaya göre ise âyetlerin indirilmesi ile ilgilidir. "Bizim önümüzdeki" nin bilgis "arkamızdaki ve bu ikisinin arasındaki herşey yalnız O'nun'dur" Allah'ındır. İbn Abbâs ve İbn Cüreyc dedi ki: Dünya ile ilgili olarak önümüzden geçmiş olanlar yine dünyada bizden sonra olacaklarla âhiret ve "bu ikisinin arasındaki" yani Berzah âleminde olanlar "yalnız O'nundur." Katade ve Mukâtil dedi ki: "Bizim önümüzdeki" âhiret ile ilgili hususlar "arkamızdaki" dünyada geçmiş olanlar "ve bu ikisinin arasındaki" iki Nefha (Sûr'a üfürüş) arasında bulunanlar -ki ikisi arasında kırk yıl vardır.- "herşey yalnız O'nundur." el-Ahfeş dedi ki: "Bizim önümüzdeki" yaratılışımızdan önce olanlar "arkamızdaki" ölümümüzden sonra olacaklar "ve bu ikisinin arasındaki herşey" yaratılışımızdan öleceğimiz vakte kadar olacak herşey demektir. Bir diğer açıklamaya göre: "Bizim önümüzdeki" sevap, ceza ve âhirete dair işler, "arkamızdaki" dünya hayatında yaptığımız ameller "ve bu İkisinin arasındaki herşey" yani bu vakitten kıyâmet gününe kadar meydana gelecek herşey demektir. Beşinci bir anlama gelme ihtimali de vardır: "Bizim önümüzdeki" sema ile "arkamızdaki" yer "ve bu ikisinin arasındaki" yani sema ile arz arasındaki "herşey" demektir. İbn Abbâs ta bir rivâyette şöyle demiştir: "Bizim önümüzdeki" dünyadaki, arzdaki "arkamızdaki" -bir önceki görüşün aksine semavatı kastediyor- "ve bu İkisinin arasındaki herşey" bununla da havayı (atmosferi) kastediyor, "yalnız O'nundur." Birinci görüşü el-Maverdî, ikincisini de el-Kuşeyrî zikretmiştir. ez-Zemahşerî dedi ki: Geçmiş ve geride kalmış ömürlerimiz ile hali hazırda içinde bulunduğumuz durum, diye de açıklanmıştır. Burada "bu İkisinin arasındaki herşey" anlamında: (..............) denilerek; (tekil işaret zamiri kullanılıp) (........) diye (şeklinde tesniye zamiri) kullanılmayışının sebebi; Sözünü ettiğimiz şeyler arasındaki herşey maksadı güdüldüğünden dolayıdır. Nitekim yüce Allah'ın şu âyetinde de böyle kullanılmıştır: "O çok yaşlı da değildir, çok genç de değildir. İkisi arasında bir dinçtir." (el-Bakara, 2/68) yani sözünü ettiğimiz iki tür arasında demektir. "Rabbin unutkan değildir" yani O, sana rîsaletini göndermeyi diledi mi gönderir, bunu unutmaz. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Sana vahyin gelmesi gecikse dahi O seni unutmuş değildir. Şöyle de açıklanmıştır: O öncesiyle, sonrasıyla herşeyi bilendir. O hiçbir şeyi unutmaz. 65Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi'dir. O halde O'na İbadet et ve O'na ibadetinde sebat göster. O'nun adıyla anılan bir kimse biliyor musun? "Göklerin, yerin ve İkisi arasında bulunanların Rabbi'dir." Yani O, her ikisinin Rabbi, yaratıcısı, ikisinin arasında bulunanları yaratan ve onların ve aralarında bulunanların mutlak Mâlikîdir. Bütün zamanları çekip çeviren O olduğu gibi, eşyayı da çekip çeviren O'dur. "O halde O'na ibadet et." Bu sebebten ötürü O'nu tevhid et. Bu âyette kulların kazandıkları fiillerin yüce Allah tarafından yaratılmış, meydana getirilmiş olduğuna delâlet vardır, Nitekim hak ehlinin söylediği de budur, hak görüş de budur. Çünkü burada bulunan "Rab" lâfzının ihtiva ettiği manalar arasında, mutfak mâlik manasından başkasına hamdedilmesine imkân yoktur. Onun sema ile arz arasında bulunan herşeyin Mâlikî olduğu sabit olduğuna göre, bunun kapsamı içerisine elbette mahlukatın kazandıkları (fiilleri) de girer ve O'na ibadet etmek vacip olur, Çünkü O'nun kayıtsız ve şartsız olarak mâlik olduğu sabit olmuştur. İbadetin gerçek manası ise tam bir alçak gönüllülük ile itaat etmektir. Mutlak mâlik ve ma'bûdun dışında kimse ibâdete lâyık olamaz. "Ve O'na ibadetinde sebat göster." O'na sebatla itaat et. Sana vahyin gelişinin gecikmesinden ötürü üzülme. Bunun yerine emrolunduğun ile meşgul ol. "Sebat göster" kelimesindeki "ti" harfi aslında "te"du\ "Te" ile "sad" aralarındaki farklılık dolayısıyla bir arada telaffuzları ağır geldiğinden dolayı "te"nin yerine "ti" kullanılmıştır. Nitekim "Savm"dan; "Oruç tuttu" denilir. "O'nun adıyla anılan bir kimse biliyor musun?" İbn Abbâs dedi ki: Bununla sen O'nun bir evlâdının yani benzerinin yahut O'nun mislinin yahut O'nu andıran bir varlığın bulunduğunu ve o varlığın Rahmân olan adım hakettiğini, o ada lâyık olduğunu biliyor musun? Mücahid de böyle açıklamıştır. "İsmi ile anılan kelimesi; "Ki bu da karşılıklı olarak aynı ismi taşımak" lâfzından gelmektedir. İsrail, Simâk'dan o İkrime'den, o da İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Sen herhangi bir kimsenin O'nun ismi olan "er-Rahmân': ismini taşıdığını bilir misin? en-Nehhâs dedi ki: Bu benim bildiğim kadarıyla bu husustaki rivâyetler arasında isnadı en değerli olandır. Ayrıca sahih bir görüştür. Allah'tan başkasına "er-Rahmân" denilmez. Derim ki: Buna dair geniş açıklamalar. Daha önce, Besmele bahsinde (21. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun. İbn Ebi Necîh, Mücahid'den: "O'nun adıyla anılan bir kimse biliyor musun?" âyeti hakkında: O'na benzer kimse biliyor musun? diye açıkladığını rivâyet etmiştir. İbnü'l-Müseyyeb: Ona denk... Katade ve el-Kelbî ise yüce Allah'tan başka Allah adıyla anılan yahut ta Allah'tan başka kendisine Allah denilen bir kimsenin varlığını biliyor musun? diye açıklamışlardır. Burada soru edatı olumsuzluk edatı anlamındadır, bilmezsin demektir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. 66İnsan: "Ben öldükten sonra mı diriltilip çıkarılacak mışım?" der. "İnsan: Ben öldükten sonra mı diriltilip çıkarılacak mışım? der." Burada insan'dan kasıt Ubeyy b. Haleftir. Eline geçirdiği çürümüş kemikleri eliyle ufalayarak, dedi ki: Muhammed, ölümden sonra diriltileceğimizi iddia ediyor. Bunu el-Kelbî söylemiş, el-Vâhidî, es-Sa'lebî ve el-Kuşeyrî de zikretmişlerdir. el-Mehdevî dedi ki: Âyet-i kerîme el-Velid b. el-Muğîre ve arkadaştan hakkında nazil olmuştur. Bu da İbn Abbâs'ın görüşüdür. "Ben... diriltilip çıkarılacak mışım?" anlamındaki âyetin başında yer alan "lâm" te'kid içindir. Sanki ona: Öldüğün takdirde şüphesiz tekrar diriltileceksin denilmiş de o da: "Gerçekten ben öldükten sonra mı diriltilip çıkarılacak mışım?" demiş gibidir. O bu sözlerini inkâr eden bir edâ ile söylediğinden dolayı birincisinde olduğu gibi cevabın başında da "lâm" gelmiş bulunmaktadır. Eğer (bu şekilde söylenmiş bir söz kabul edilmeden) kendisi ibtidâen böyle bir söz söylemiş olsaydı "lâm" gelmezdi. Çünkü bu, hem te'kid hem de olumluluk için kullanılır. Halbuki o öldükten sonra dirilişi inkâr eden birisidir. İbn Zekvân -soru edatı olmaksızın-: "Öldüğüm zaman" diye haber olmak üzere okumuştur. Diğerleri ise kendi usullerine uygun olarak hemze ile istifham olmak üzere okumuşlardır. el-Hasen ve Ebû Hayve: "Ben diri olarak (mı) çıkacak mışım?" diye okumuştur. O (insan) bu sözlerini alay olsun diye söylemiştir. Çünkü onlar öldükten sonra dirilişe inanmıyorlardı. 67İnsan daha önce hiçbir şey değilken, gerçekten Bizim kendisini yarattığımızı düşünmez mi? Burada "insan"dan kasıt kâfirdir. "İnsan" yani bu sözleri söyleyen kişi "daha önce" soru sormadan ve bu sözü söylemeden "önce, hiçbir şey değilken, gerçekten Bizim kendisini yarattığımızı düşünmez mi?" bunu hatırlamaz mı? Çünkü tekrar yaratmak, ilkin yaratmak gibidir. Niye bunda çelişki görüyor ki? Âsım dışında Kûfeliler, Mekkeliler, Ebû Ömer ile Ebû Ca'fer "Düşünüp ibret almaz mı?" şeklinde okurken, Şeybe, Nâfi' ve Âsım ise şeddesiz olarak; "Düşünmez mi?" diye okumuşlardır. Tercih edilen şeddeli okuyuştur ve bunun aslı; Bunun tercih edilmesine sebeb ise yüce Allah'ın: "Ancak özlü akıl sahipleri öğüt alır. "(ez-Zümer, 39/9) âyeti ve benzerlerinde bu şekilde gelmiş olmasıdır, Ubeyy'in kıraati de; şeklindedir. Bu kıraat tefsir olarak kabul edilir. Çünkü, Mushaf'ın hattına aykırıdır. Ubeyy'in kıraatinin anlamı düşünmez mi? şeklindedir. Şeddesiz (Şeybe, Nâfi' ve Âsım'ın kıraatleri) ise uyanıp dikkat etmez mi, bilmez mi? şeklindedir. Bu açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır. 68Rabbin hakkı için onları ve şeytanları elbette haşredeceğiz, sonra cehennemin etrafına dizleri üzere (çökmüş olarak) elbette hazır edeceğiz. "Rabbin hakkı için onları ve şeytanları elbette haşredeceğiz." Yüce Allah mü’minleri haşredeceği gibi onları haşredeceğine dair delili ortaya koyduktan sonra, kendi zatına kasem etmekte ve şeytanları da haşredeceğini bildirmektedir. Denildiğine göre; her kâfir bir şeytan ile birlikte aynı zincire vurulmuş olarak haşredilecektir. Nitekim yüce Allah: "Toplayınız zulmedenleri ve onlara eş olanları" (es-Saffat, 37/22) diye buyurmaktadır. ez-Zemahşerî dedi ki: "Ve şeytanları" âyetinde ki "vav"ın atıf için olması da mümkündür. "Beraber" anlamında olması da mümkündür. Bununla birlikte "beraberlik" anlamı daha kuvvetli görülmektedir. Yani onlar kendilerini azdırmış ve saptırmış, arkadaşları olan şeytanlarla birlikte haşredilecekler ve herbir kâfir bir şeytan ile birlikte aynı zincire vurulacaktır. Desen ki: Bu, "insan" ile özel olarak kâfirlerin kastedilmesi halinde uygundur. Pekt ya genel olarak bütün insanlar kastedilmiş ise şeytanlarla birlikte haşredilmeleri nasıl uygun görülebilir? Derim ki: Bütün insanlar aralarında kâfirler, şeytanlarla birlikte olmak üzere bir defada haşredileceklerine göre, tıpkı şeytanların kâfirlerle birlikte haşredilmesi gibi (bütün İnsanlar da) şeytanlarla birlikte haşredilmiş olur. Desen ki: Amellerinin karşılıklarının görülmesi halinde birbirlerinden ayrıldıkları gibi, haşirde de bahtiyarlarla bedbahtlar niye birbirlerinden ayrı değildir. Derim ki: Mahşerde birbirlerinden ayrılmayacaklar ve cehennem etrafında diz üstü çökecekleri yerde hazır edilecekler. Onlarla birlikte ateşin yanına getirilecekler; tâki bahtiyar olan insanlar da yüce Allah'ın kendilerini kurtarmış olduğu halleri görsünler, böylelikle sevinçlerine sevinç katılmış olsun, kendilerinin ve Allah'ın düşmanlarının cezalarından ötürü de sevinsin, onların da kötülükleri, hasretleri ve Allah'ın dostlarının bahtiyarlıkları, kendi hallerine sevinmelerinden ötürü de kendilerini öfkelendirecek şeyler daha da artsın. Desen ki: Dizleri üstü hazır edilmelerinin anlamı nedir? Derim ki: Eğer "insan" tabiri özel anlamı ile (yani kâfir diye) tefsir edilecek olursa anlam şöyle olur: Onlar mahşerden cehennemin kıyısına hesab için durdurulacakları yerdeki hallerinde olduğu gibi şiddetlice sürüklene sürüklene, itile kakıla getirileceklerdir. Buraya gelişleri dizleri üstünde olacak, ayakları üzerinde yürüyerek gelmeyeceklerdir. Çünkü hesab için durdurulmuş olanlar, dizleri üstünde bulunmakla nitelendirilmişlerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her ümmeti de diz çökmüş göreceksin." (el-Câsiye, 45/28) Yani karşılıklı sözleşme ve çeşitli alış-veriş, ve intikal durumlarında alışılagelmiş hat olan dizler üzerinde çökmüş olacaklardır. Bu şekilde gelişleri huzursuzluk, tedirginlik ifadesi olduğundan dolayıdır. Böyle bir duruş, rahat ve huzurun zıttı bir mana ifade eder. Yahut ta karşı karşıya kalacakları ve ayakları üzerinde durma takatlerini bırakmayacak şiddetli hallerden ötürü dizleri üzerine kapaklanacaklardır. Eğer "insan" umumi manasıyla ele alınırsa o takdirde: Onlar cehennemin kıyısına varacaklarında diz üstü çökecekler demek olur ki; bu da diz üstü çökmenin mevkıf de (hesap için durdukları yerde) diz üstü çöktükleri gibi burada da haklarında takdir edilmiş bir hal olduğu kabul edilmesi suretiyle bu açıklama yapılabilir. Çünkü bu da mükâfat ve cezanın görüleceği yere varılmasından önce hesap için durmaya tabi olan hususlardandır. Şöyle de denilmektedir: "Sonra onları cehennemin etrafında dizleri üzere elbette hazır edeceğiz" âyetinin anlamı Mücahid ve Katade'den nakledildiğine göre dizleri üzerine çökmüş olarak haşredeceğiz, demektir. Yani onlar içinde bulundukları halin dehşetinden ötürü ayakta duramayacaklardır. "Cehennemin etrafına" âyetinin, cehennemin içinde anlamında olması da mümkündür. Mesela, evin iç tarafında çevirmişler olarak oturanların durumunu anlatmak üzere: "Gelenler evin etrafında oturdular" demek te buna benzer. Buna göre "cehennemin etrafına" ifadesinin cehenneme girdikten sonra gerçekleşecek olması mümkündür. Cehenneme girmeden önce olması da mümkündür, "Dizleri üzere" kelimesi Dizleri üzerinde çökmüş kişi' kelimesinin çoğuludur. Bu fiil; "Dizüstü çöktü, çöker, dizüstü çökmek" şeklinde kullanılır. "Ona diz çöktürdü" demektir. Topluluk hakkında aynı şekilde; da kullanılabilir. Aynı şekilde "cim" harfinden sonraki harf esreli olduğu için "tim" harfi esreli olarak; Dizleri üzere çökmüşler" denilebilir. İbn Abbâs dedi ki: Bumda bu kelime "cemaatler halinde" anlamındadır. Mukâtil de; Ayıt ayrı topluluklar halinde diye açıklamıştır. Bu açıklamaya göre bu kelime üç ayrı söyleyişi ile; in çoğuludur ki, bu da bir araya gelmiş, toplanmış taşlar ve toplanmış toprak anlamındadır. Yani içkiciler ayrı, zina etmişler ayrı ve bu şekilde gruplar halinde toplanacaklardır, demektir. Şair Tarafe de şöyle demiştir: "İkisinin üzerinde iki toprak yığını görürsün, Bir de muntazam bir şekilde dizilmiş enlice sağlam taşlar." el-Hasen ve ed-Dahhak, dizleri üzere çökmüşler olarak diye açıklamışlardır. Bu te'vile göre kelimenin çoğulu bundan önce geçtiği gibidir. Buna sebeb ise yerin darlığıdır. Yani tam anlamıyla oturmak imkânını bulamayacaklardır. Birbirleri ile davalaşmak için dizleri üzere çökecekler, diye de açıklanmıştır. Bu da yüce Allah'ın şu âyetini andırmaktadır "Sonra muhakkak sizler kıyâmet gününde Rabbinizin huzurunda muhakeme olacaksınız." (ez-Zümer, 39/31) el-Kumeyt de şöyle demektedir: "Onlar ileri gelenlerini dizleri üzere çökmüş bıraktılar. Kendileri ise o efendilerinin dışında birbirleriyle zincire vurulmuş haldedirler." 69Sonra her bir kesimden Rahmân'a karşı küfürde daha cesur, şiddetli kim ise onu ayırırız. "Sonra her bir kesimden" yani her bir ümmet ve her bir din mensubundan "Rahmân'a karşı küfürde daha cessur ve şiddetli kim ise onu ayırırız" çıkartırız. en-Nehhâs dedi ki; Bu âyet-i kerîme i'râb cihetinden müşkildir. Çünkü bütün kıraat âlimleri; "Kim ise" kelimesini ref’ ile okumuşlardır. Yalnız Sîbeveyh'in, kendisinden naklettiğine göre Harun el-Karî bunu nasp ile okumuştur ve "ayırırız" anlamındaki fiilin mef'ûlü olmuştur. Ebû İshak bu kelimenin merfu okunuşu ile ilgili olarak üç görüş olduğunu bildirmektedir. 1- Sîbeveyh'in naklettiği el-Halil b. Ahmed’in görüşü. Buna göre hikâye (söylenecek bir sözü nakletmek) üzere merfû'dur. Yani: Sonra, Biz azgınlığı dolayısı ile kendilerine: Rahmân'a karşı küfürde daha cesur ve şiddetli hangileridir, denilecek. Her bir kesimden (böyle olanları) ayıracağız. el-Halil şu beyiti nakletmektedir: "Ve ben yiğidin nezdinde öyle bir konumda olurum ki: (Ona): Ne senin için bir sakınca vardır, ne de mahrum edilirsin (denilir)." Yani ben kendisine: Senin için bir sakınca da yoktur, mahrum da bırakılmayacaksın, denilen bir kişi konumunda olurum, Ebû Ca'fer en-Nehhâs dedi ki: Ben Ebû İshak'ın bu görüşü tercih edip beğendiğini gördüm. O: Çünkü tefsir âlimlerinin söyledikleri sözlerin manası da budur, demiştir. Onun iddiasına göre: 'Sonra her bir kesimden... ayırırız" âyetinin manası şudur: Sonra, Biz her kesimden en ileri derecede azgın olanları mertebelerine göre ayırırız. Sanki azgınlıkları en şiddetli olanların azâbı ile başlanılacak, sonra mertebe itibariyle onlardan sonra gelenlere geçilecek gibi bir mana anlamıştır. Âyetin anlamı ile ilgili olarak Ebû İshak'ın sözlerinin lâfzan ifadesi budur. 2- Yûnus dedi ki: "Ayırırız" fiili amel etmeyen fiiller durumundadır. Buna göre; "...den kim" ise mübtedâ olarak ref edilmiştir. el-Mehdevî ise söyle demektedir: Buradaki "ayırırız" anlamındaki fiil, Yûnus'a göre muallaktır. Ebû Ali der ki: Bunun manası ise bu fiil; "Şiddetli kim ise" ibaresinin mahallinde amel eder yoksa amelinin lağvedilmiş olduğu manasına değildir. el-Halil ve Sîbeveyh'e göre ise böyle bir fiil muallak olmaz. Çünkü tahakkuku söz konusu olmadığı sürece, ancak şüphe ve benzeri manalar ifade eden fiiller muallak olur. 3- Sîbeveyh dedi ki: "...den kim ise" kelimesi ötre üzere mebnıdir. Çünkü bu edat hazf hususunda benzerlerinden farklıdır. Zira -en faziletli olanı gördüm maksİsmi ile- ile denilecek olursa, bu çirkin olur. Bunun için denilmesi gerekir. Bununla birlikte; de hazf caizdir. Ebû Ca'fer dedi ki: Ben nahivciler arasında bu hususta Sîbeveyh'in hata ettiğini söylememiş bir kimse bilmiyorum. Ebû İshak'ı da şöyle derken dinledim: Benim görebildiğim kadarıyla Sîbeveyh "Kitab"ında sadece iki yerde hata etmiştir. Bu da onlardan birisidir. (Devamla Ebû İshak) dedi ki: Biz biliyoruz ki Sîbeveyh; (it) kelimesini izafe edilmeden ve müfred olduğu takdirde i'rab edilir kabul etmiştir. Ya muzaf olduğu takdirde bunu nasıl mebni kabul eder? Bildiğim kadarıyla Ebû İshak (bu hususta) yalnızca bu üç görüşü zikretmektedir. Ebû Ali ise der ki: Sîbeveyh'in görüşüne göre burada bu edatın mebni olması vacibtir. Çünkü ondan kendisi ile marifelik vasfını kazanacağı lâfız hazfedilmiştir ki, o da kendisine ihtiyaç duyulmasına rağmen zamirdir. Tıpkı; "Öncesinden, sonrasından" lâfızlarından hazf edildiği gibidir. Buralarda muzafın, muzafun ileyhe İhtiyacına rağmen, kendisi ile marifelik vasfını kazanacakları muzafun ileyhler hazfedilmiştir. Çünkü sıla, mevsûlu açıklar ve onu beyan eder. Tıpkı muzafun ileyh muzaf'ı beyan edip tahsis ettiği gibi. Ebû Ca'fer dedi ki: Ebû İshak'ın sözünü ettiği bu üç görüşün dışında dört görüş daha vardır. el-Kisaî dedi ki: " Ayırırız" fiilî bir manaya dairdir. Meselâ, "Elbiselerden giyindim, yemekten yedim" demek bu türdendir. Halbuki bu fiil; "...den... kim ise" de amel etmediğinden onu nasb etmesi de söz konusu değildir. el-Mehdevî şunu da ekler: Ona göre bu fiil: "Her bir kesimden" ibaresinin mahallinde amel etmektedir. Buna karşılık "...den... şiddetli kim ise" İfadesi yeni bir cümle olup mübtedâ olarak meıfu'dur. Sîbeveyh vâcib (yerine getirilmesi gerekli) anlamın ifade edildiği hallerde de ...den..." in gelmesinin vacip olduğu görüşünde değildir. el-Ferrâ' dedi ki: Âyet, sonra Biz nida ile (seslenerek) ayırırız, demektir. Buna göre "ayırırız" fiili nida ederiz, anlamındadır. el-Mehdevî der ki: "Nida etti" fiilinden sonra bir cümle geliyorsa muallak olur. Meselâ "Zannettim" fiili manada amel eder, fakat lafızda amel etmez. Ebû Ca'fer dedi ki: Ebû Bekr b. Şukayr'ın naklettiğine göre bazı Kûfeliler; "..den kim..." lâfzında şart ve ceza manası olduğunu söylemişlerdir. İşte bundan dolayı ondan önceki fiil kendisinde amel etmemiştir. Anlamı da şöyle olun Sonra bizler her bir kesimden... -ister birbirleriyle ortak vasıfları olsun, ister olmasın- ayırırız. Bu da bir kimsenin; ifadesinin; "ister gazap etsinler, ister etmesinler ben o topluluğu dövdüm" anlamında olması gibidir. Ebû Ca'fer dedi ki: İşte bunlar toplam olarak altı görüştür. Ayrıca Ali b. Süleyman'ın, Muhammed b. Yezîd'den naklen şöyle dediğini de dinledim: ...den... kim ise" lâfzı: "KesiirTe taalluk etmektedir. O halde mübtedâ olarak merfu'dur. Anlamı da söyle olur: Sonra Biz birbirlerine benzeyen kimselerden yani birbirleriyle yardımlaşanlardan Rahmân'a karşı cesur ve şiddetli olduğunu gördükleri kimseleri ayırırız. Bu da güzel bir açıklamadır. el-Kisaî "Teşâyu"un yardımlaşmak anlamında olduğunu nakletmektedir. "Cesur ve şiddetli" kelimesi de temyiz olarak nasb edilmiştir. 70Hem oraya atılmaya kimlerin daha lâyık olduğunu da en iyi Biz biliriz. "Hem oraya atılmaya kimlerin daha lâyık olduğunu" kimlerin cehennem ateşine girmeyi hakettiğini "da en iyi Biz biliriz." "Girdi, girer, girmek" denilir. Bu (fiil olarak, binası itibariyle): Geçip gitti..." ile; "Yukarıdan aşağı düştü" fiillerine benzemektedir. el-Cevherî dedi ki: Bir kimseyi ateşe koyup, orada bırakmayı anlatmak üzere; denilir. Yine bir kimseyi, onu yakmak maksİsmi ile ateşe bırakma halini anlatmak üzere de "elif" ile; denilir. Yüce Allah'ın: "Ve alevli ateşe atılacaktır." (el-İnşikak, 84/12) âyeti; şeklinde de ("larn" harfi şeddeli ve "ya" harfi ötreli "sad" harfi de üstün olarak) okunmuştur. Bunu ("lâm" harfini) şeddesiz olarak okunmasına göre ise fiil" Filân kigi ateşte yandı" kullanımından gelmektedir. Bu âyet-i kerîmede; "Atüma" kelimesinin "sad" harfinin ötreli okunması bu kabildendir. el-Accâc dedi ki: "Allah'a yemin ol sun ki; eğer ateşte yanmayacak olsaydık..." Yine bir işin aşırı şiddetli sıcak olduğunu anlatmak için de; denilir. et-Tuhavî'nin şu beyti böyledir: "Kahramanlıkları bitip tükenmez onların, isterse Ardı arkasına Savaşın şiddet ve sıkıntılarını çekmiş olsunlar." ile ateşin hararetiyle ısındım demektir. Ebû Zeyd dedi ki: "Ve ben onların Savaşlarının sıcaklığıyla ısındım. Neredeyse donacak kimsenin aşırı soğuktan ısındığı gibi." Karşı konulamayacak kadar kahraman bir kimseyi nitelendirmek üzere de; Lafzî anlamıyla-: Filânın ateşiyle ısınılmaz, denilir, 71Şüphe yok ki aranızda oraya uğramayacak hiç kimse yoktur. Bu, Rabbinin gerçekleştirmeyi üzerine aldığı kesin bir hükümdür. "Şüphe yok ki aranızda oraya uğramayacak hiç kimse yoktur. Bu, Rabbinin gerçekleştirmeyi üzerine aldığı kesin bir hükümdür" âyetine dair açıklamalarımızı da beş başlık halinde sunacağız: 1- Herkes Cehenneme Uğrayacaktır: Yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki aranızda..." âyeti bir kasemdir. Baştaki "vav" harfi bu kasemi (yemini) ihtiva etmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şu hadisi de bunu açıklamaktadır "Müslümanlardan olup ta üç çocuğu ölen bir kimsenin -yemin gereği olanı müstesna- ateşin dokunması mümkün değildir." Buhârî, Cenâiz 6, Eymân 9; Müslim, Hirr 150; Tirmizî, Cenâiz 64; Nesâî, Cenaiz 25; Müsned, II, 276, 473, 479. ez-Zührî dedi ki: Sanki: "Şüphe yok ki aranızda oraya uğramayacak hiç kimse yoktur" âyetini kasteder gibidir. Bunu Ebû Dâvûd et-Tayâlisî zikretmektedir. Ahmed Ahdurrahmân el-Hennâ, Minhatu't-Ma'bOd fi Tertibi Müsnedi't-Tayâlısî Ebi Dâvüd, II, 46 Hazret-i Peygamber’in: "Yemin gereği müstesna" ifadesi de müsned tefsir kabilindendir. Çünkü bu hadiste sözü edilen kasem ilim ehline göre yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki aranızda oraya uğramayacak hiç kimse yoktur" âyetinde kastedilendir. Kasem ile yüce Allah'ın: "Yemin olsun tozutup sallallahü aleyhi ve sellemuranlara" âyetinden itibaren: "Şüphesiz vaad olunduğunuz elbette doğrudur. Ve şüphesiz ki din elbette gerçekleşecektir." (ez-Zâriyat 51/1-6) âyetinin kastedildiği de söylenmiştir. Birinci görüş daha meşhurdur, ikisinin de anlamı birbirine yakındır. 2- Cehenneme Uğramanın Mahiyeti ile İlgili Görüşler: İnsanlar cehenneme uğramanın mahiyeti hakkında farklı görüşlere sahiptir. Burada uğramanın (vürûd) girmek anlamında olduğu söylenmiştir. Câbir b. Abdullah'tan rivâyete göre o şöyle demiştir: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı şöyle buyururken dinledim: "Uğramak, girmek demektir, İster iyi olsun, ister kötü olsun oraya girmeyecek kimse kalmayacaktır. Mü’minler için serin ve esenlik olacaktır. Tıpkı İbrahim için olduğu gibi." "Bundan sonra takva sahiplerini kurtarırız. Zâlimleri ise orada dizleri üzerine çökmüş olarak terkederiz." Bu hadisi Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr), "et-Temhîd" adlı eserinde senediyle birlikte zikretmektedir. Müsned, III, 328-329; İbn Abdi’l-Berr, el-htUkâr, VIII, 327. Bu aynı zamanda İbn Abbâs’ın, Halid b. Mâ'dâ'nın İbn Cüreyc ve başkalarının da görüşüdür. Yûnustan rivâyet edildiğine göre o; "Şüphe yok ki aranızda oraya uğramayacak kimse yoktur" âyetindeki "uğramak (vürûd)" girmek demektir, diye "uğrama"nın tefsirini de zikrederek okurdu. Bazı raviler bu konuda hataya düşerek onun bu açıklamasını da Kur'ân diye nakletmişlerdir, Dârimî'nin, Müsned'inde Abdullah b. Mes'ûd'dan gelen rivâyete göre o şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İnsanlar ateşe uğrayacaklar sonra amelleriyle oradan uzaklaşacaklardır Bu kadarıyla; Müsned, I, 433, 435. Kimisi bir göz açıp kapamak gibi; sonra kimisi rüzgar gibi, kimisi atın koşması gibi, kimisi yüklen arasında hızlıca koşturan binici gibi, kimisi hızlıca yürüyen kişi gibi (oradan ayrılacaklardır.)" Dûrîmî, Rikaak 89; Tirmizî, Tefsir 19 sûre 5, 6 İbn Abbâs'tan da bu mesele hakkında Haricilerden Nafi' b. el-Ezrak'a şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ben ve sen mutlaka oraya uğrayacağız. Beni yüce Allah o ateşten kurtaracaktır. Sana gelince sen (bunu) yalanladığın için seni kurtaracağını zannetmiyorum. Cehenneme uğramanın muhakkak oluşuyla birlikte oradan ayrılışın bilinmeyişinden dolayı pek çok ilim adamı oldukça korkmuştur. Biz bunu "et-Tezkire" adlı eserimizde açıklamış bulunuyoruz. Bir kesim şöyle demektedir: Uğramaktan kasıt Sırat'ın üzerinden geçiştir. Bu görüş İbn Abbâs, İbn Mes'ûd, Ka'b el-Ahbâr ve es-Süddî'den de rivâyet edilmiştir. Ayrıca es-Süddî bunu İbn Mes'ûd'dan, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yoluyla da rivâyet etmektedir. el-Hasen de bu görüştedir. O şöyle demiştir: Uğramak, girmek demek değildir. Mesela sen: Ben Basra'ya uğradım, ama içine girmedim, diyebilirsin. O halde burada uğramaktan kasıt, Sırat’ın üzerinden geçecekleridir. Ebû Bekr el-Enbârî dedi ki: Dil bilginlerinden bazıları el-Hasen'in bu görüşüne dayanarak açıklamalar yapmış ve yüce Allah'ın: "Şüphesiz kendileri için daha önceden tarafımızdan iyilik takdir edilmiş olanlar, işte onlar oradan uzaklaştırılmışlardır" (el-Enbiyâ, 21/101) âyetini delil göstererek şöyle demişlerdir: Yüce Allah'ın kendilerine, kendilerini oradan uzaklaştırmayı taahhüt ettiği kimseler ateşe girmeyecektir. Bu görüşün sahipleri (72. âyetin başındaki "bundan sonra" anlamındaki kelimeyi): diye peltek "se': harfini üstün olarak okurlardı. (Buna göre: Oradan takva sahiplerini kurtarırız, anlamında olur). Ancak birinci görüşü savunan diğerleri buna karşı şunu delil gösterirler: Yüce Allah'ın: "İşte onlar oradan uzaklaştırılmışlardır" âyetinin anlamı orada azap görmekten ve o ateş ile yakılmaktan uzak tutulacaklardır, demektir. Ve şöyle derler: Oraya girdiği halde bunun farkına varmayan, ondan Ötürü herhangi bir acı ve ızdırap duymayan bir kimse gerçek manada ondan uzaklaştırılmış bir kimsedir. Yine yüce Allah'ın: "Sonra takva sahiplerini kurtarırız" âyetindeki; "Sonra" kelimesinin ötreli okunuşunu da delil gösterirler ve bu oraya girdikten sonraki bir kurtuluşun delilini teşkil etmektedir, derler. Derim ki: Müslim'in, Sahih'inde şöyle denilmektedir: "Sonra köprü cehennem üzerine kurulur. Ve artık şefaat tahakkuk eder, Allah'ım esenlik ver, Allah'ım esenlik ver, derler." Ey Allah'ın Rasûlü köprü nedir? diye sorulunca şöyle buyurdu: "O çok kaygan ve üzerinde durulması zor bir yerdir. Onda kancalar ve Necid taraflarında bulunan üzerinde de dikencik bulunan es-Sa'dân diye bilinen dikenler vardır, Mü’minler göz açıp kaparcasına şimşek gibi, rüzgar gibi, kuş gibi, en asil atlar gibi ve develer gibi (üzerinden) geçerler. Kimisi tamamıyle yarasız beresiz kurtulur, kimisi yara bere almış olarak serbest bırakılır, kimisi de cehennem ateşine itilip atılır." Buhârî, Tevhîd 24; Müslim, îman 302; Müsned, III, 17. Sırat'ın üzerinden geçmek bu âyet-i kerîmenin ihtiva ettiği cehennem ateşine uğramaktır, içine girmek değildir, görüşünde olanlar da bu hadisi delil göstermişlerdir. Bir başka kesim de şöyle demektedir: Buradaki "uğramak (vürûd)" yüksekçe yerden bakmak, muttali olmak, yakınına gelmek şeklinde olacaktır. Çünkü onlar hesabın görüleceği yerde bulunacaklar. Bu da cehenneme yakındır. Hesap halinde cehennemi görecekler, ona bakacaklar. Daha sonra yüce Allah, takva sahibi olan kimseleri o bakıp gördükleri cehennemden kurtaracak ve cennete götürülecekcıı. "Zâlimleri ise... terkederiz" cehenneme götürülmeleri emredilir. Yüce Allah; "Medyen suyuna varınca" (vürûd ile aynı kökten) (el-Kasas, 28/23) diye buyurmakladır ki; bu da oraya yaklaşınca demektir. İçine girince demek olamaz. Züheyr de şöyle demiştir: "O kadınlar tertemiz, arı ve duru ve derin yerleri maviye çalan suyun başına geldiklerinde, Çadırını kurup, ikamet etmiş kimse gibi (güvenlik duyduklarından dolayı) asalarını bıraktılar." Hafsa (radıyallahü anhnhâ), Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Bedir ve Hudeybiye'ye katılanlardan hiçbir kimse ateşe girmeyecektir." Ben: Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki aranızda oraya uğramayacak hiç kimse yoktur" âyeti nerede kaldı? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sen ne diyorsun? "Bundan sonra takva sahiplerini kurtarırız, zâlimleri ise orada dizleri üzerine çökmüş olarak terkederiz" (âyeti var ya)" Bu hadisi Müslim, Um Mubeşşir yoluyla rivâyet etmektedir. Um Mubeşşir dedi ki: Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ı Hafsa'nın yanında şöyle buyururken dinledim... deyip, hadisi zikretti Müslim, Fedailu’s-Sahabe 163;İbn Mâce, Zühd 33; Müsned, VI, 285, 362. ez-Zeccâc yüce Allah'ın: "Şüphesiz kendileri için daha önceden tarafımızdan iyilik takdir edilmiş olanlar, işte onlar oradan uzaklaştırılmışlardır." (el-Enbiyâ, 21/101) âyeti dolayısıyla bu görüşü tercih etmiştir. Mücahid de şöyle demektedir: Mü’minlerin ateşe uğramaları dünya yurdunda mü’mine isabet eden humma (ateş yüksekliği)dir. İşte mü’minin cehennem ateşinden payı budur. Bunu geri çeviremez. Ebû Hüreyre'nin rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ateşi yükselmiş bir hastayı ziyaret etti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona dedi ki: "Müjdeler olsun sana! Şanı yüce ve mübarek olan Allah buyuruyor ki: O benim ateşimdir. Ben onu (cehennem) ateşinden payı olsun diye mü’min kuluma musallat ederim." Tirmizî, Tıb 35; İbn Mâce, Tıh 18; Müsned, II, 440 İbn Abdi’l-berr, et-Temkid, VI, 3Î9, el-İsüzkâr, Vlü, 330 Bu hadisi Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) senedi ile kaydederek dedi ki: Bize Abdu'l-Vâris b. Sufyan anlattı, dedi ki: Bize Kasım b. Asbağ anlattı, dedi ki: Bize Muhammed b. İsmail es-Sâiğ anlattı, dedi ki: Bize Ebû Üsame anlattı, dedi ki: Bize Abdu'r-Rahmân b. Yezid b. Cabir anlattı. O ismail b. Ubeydullah'tan, o Ebû Salih el-Eşârî'den, o Ebû Hüreyre'den, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan: Peygamber bir hastayı ziyaret etti... diyerek hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Ayrıca hadiste: "Humma (sıtma ve yüksek ateşli hastalık) mü’minin cehennem ateşinden payına düşendir" diye buyurmuştur. İbn Abdi"l-berr, et-Temkid, VI, 3Î9, el-İsüzkâr, Vlü, 330 Bir kesim de şöyle demektedir: Burada uğramak (vürûd) kabirde ona bakmaktır. Kurtuluşa nail olan o ateşten kurtarılır ve oraya girmesi takdir edilmiş olan da oraya girer. Daha sonra ya şefaatle oradan çıkar, yahut ta yüce Allah'ın rahmeti ile şefaatten başka bir sebeble çıkar. Bunlar İbn Ömer'in rivâyet ettiği şu hadisi delil gösterirler: "Sîzden herhangi bir kimse öldüğü takdirde sabah ve akşam onun kalacağı yer kendisine gösterilir..." Buhârî, Cenâiz 90, Rikssak 42; Müslim, Cenne! 6% 66: Nesâî, Cenâiz 116; İbn Mâce, Zühd 32; Muvatta’', Cenâiz, 47; Müsned, II, 51, 11.-5, 123. Veki', Şu'be'den, o Abdullah b. es-Sâib'den, o bir adamdan, o da İbn Abbâs’tan rivâyete göre yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki aranızda oraya uğramayacak hiç kimse yoktur" âyeti hakkında: Bu kâfirlere bir hitaptır, demiştir. Yine ondan gelen rivâyete göre o, daha önce kâfirler hakkında vârid olmuş: "Rabbin hakkı için onları ve şeytanları elbette haşredeceğiz. Sonra onları cehennemin etrafına dizleri üzere elbette hazır edeceğiz. Sonra her bir kesimden Rahmâna karşı küfürde daha cesur ve şiddetli kim ise onu ayırırız. Hem oraya atılmaya kimlerin daha lâyık olduğunu en iyi Biz biliriz" âyetinde kâfirler hakkındaki bu hükümlere paralel olarak: "Şüphe yok ki ("aranızda" yerine): aralarında oraya uğramayacak hiç kimse yoktur" diye okuduğu rivâyet edilmiştir. Aynı şekilde İkrime ve bir topluluk da böyle okumuştur. Bu kıraate göre cehenneme uğrayacaklar çeşitli gruplar olmayacaktır. (Sadece kâfirler uğrayacaktır). Bir kesim de şöyle demektedir: Burada: "Aranızda" ile kastedilenler kâfirlerdir. Yani, Ey Muhammed! onlara de ki: Aranızda... Böyle bir te'vilîn de aynı şekilde açıklaması kolaydır. "Aranızda" ifadesindeki "kef (...nız...) yüce Allah'ın; "Onları ve şeytanları elbette haşredeceğiz. Sonra onları cehennemin etrafına dizleri üzere (çökmüş olarak) elbette hazır edeceğiz" âyetindeki "onlar" zamirine aittir. Bu zamirin "onlar"a raci' olduğu red olunamaz. Benzeri bir durum, yüce Allah'ın şu âyetinde de görülmektedir: "Ve Rableri onlara son derece temiz bir şarap içirmiştir. İşte bu, gerçekten sizin için bir mükâfattır. Yaptıklarınızın karşılığını da fazlası ile görmüşsünüzdür." (el-İnsan, 76/21-22) ise; bu onlar için bir mükâfattır, anlamındadır. Görüldüğü gibi buradaki muhatap zamiri de (tefsir edilmekte olan buyruklarda olduğu gibi) "he" harfine (gaib zamire) gitmektedir. Çoğunluk ise şöyle demektedir: Burada muhatap bütün âlemdir. Herkesin cehenneme uğraması kaçınılmazdır, Bundan dolayı zaten uğramak ile ilgili görüş ayrılığı ortaya çıkmıştır. Biz ilim adamlarının bu konudaki görüşlerini açıklamış bulunuyoruz. Uğramanın (vürüdun) zahirinden anlaşılan girmektir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) (bu başlığın baş taraflarında) zikredilen hadiste: "Mutlaka ateş ona değecektir, temas edecektir" diye buyurmaktadır. Çünkü bunun sözlükte anlamı değmek ve temas etmektir. Ancak bu, mü’minler için serin ve selâmet olacaktır. Oradan esenlikle kurtulacaklardır. Halid b. Ma'dân dedi ki: Cennet ehli cennete girecekleri vakit şöyle diyecekler: Rabbimiz bizim ateşe uğrayacağımızı buyurmamış mıydı? Onlara denilecek ki: Siz uraya uğradınız ve orayı kül haline getirdiniz. Derim ki: Bu görüş değişik ve dağınık görüşleri bir arada toplamaktadır. Ancak cehennem ateşi oraya uğrayacak kimseyi alevi ve harareti ile rahatsız etmeyecektir. Mü’min kimse böylelikle ondan uzaklaştırılmış ve kurtarılmış olacaktır. Şanı yüce Allah'tan, lütuf ve keremiyle bizleri ondan kurtarmasını ve oraya esenlikle uğrayıp giren ve oradan ganimete nail olmuş olarak çıkan kullarından eylesin. Peygamberler de ateşe girecekler midir? diye sorulursa, deriz ki: Bu konuda mutlak bir ifade kullanamayız, ancak şunu söyleyebiliriz: Bu bahsin baş tarafında zikrettiğimiz hadisin delil olduğu üzere bütün insanlar oraya uğrayacaklardır. Günahkârlar günahları sebebiyle oraya girecekler, Allah'ın dostları ve bahtiyar kimseler de onlara şefaat etmek için oraya girecektir. Her iki giriş arasında ise pek büyük bk fark vardır. İbnu'l-Enbârî de Osman (radıyallahü anh)ın Mushaf inin ve genelin kıraatinin lehine delil olmak üzere şöyle der: Dilde gaibe hitaptan, muhataba hitab lâfzına geçiş mümkündür. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbleri onlara son derece temiz bir şarap içirmiştir. İşte bu gerçekten sizin için bir mükâfattır. Yaptıklarınızın karşılığını da fazlasıyla görmüşsünüzdür." (el-İnsan, 76/21-22) Böylelikle yüce Allah gaib zamirin yerine muhatablara ait hitab zamirini kullanmıştır. Bu türden açıklamalar daha önce Yûnus Sûresi'nde (10/22-23. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Yemin gereği müstesna..." (anlamındaki) istisnanın munkatf bir istisna olma ihtimali vardır: Ama yeminin gereğini yerine getirmek için (girilecektir), demektir. Bu Arap dilinde bilinen bir üslûptur. Manası ise ateş ona asla temas etmeyecektir. İfade burada tamam olmaktadır, daha sonra yeni bir cümleye başlayarak: "Yemin gereği müstesna" diye buyurmuştur. Yani ama yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki aranızda oraya uğramayacak hiç kimse yoktur" âyetindeki yeminin gereğinin de yerine getirilmesi kaçınılmaz bir şeydir. Bu ise ya Sırat'ın üzerinden geçiştir yahut cehennem ateşini görmektir ya da herhangi bir zarar gömleksizin esenlik içerisinde oraya girmektir ve bunda cehennem ateşinin hiçbir şekilde dokunması söz konusu olmayacaktır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi birinizin üç çocuğu ölür de (bunların acısının) mükâfatını Allah'tan beklerse mutlaka cehennem ateşine karşı ona kalkan olurlar." Aynı manada yakın lâfızlarla Buhâri, İlm 36, Cenâiz 6, Eymâtı 9; Müslim, Hin 150, 152; Tirmizî, Cenâiz 64; Nesâî, Cenâiz 25; İbn Mâce, Cenâiî 57; Muvatta’, Cenâiz 38, 39; Müsned, I, 121,11, 239-240, 378. Kalkan (cunne): Koruyucu ve perde, demektir. Ateşten korunan ve ateşe karşı siper edilen ve perdelenen bir kimseye, ateş asla temas etmeyecektir. Eğer ateş ona dokunursa herhangi bir şekilde korunmuş olmaz. Bu hadis ilk hadîsi tefsir etmektedir. Çünkü bunda "ecrin Allah'tan beklenmesi (hisbe)" söz konusu edilmektedir. Bundan dolayı Malik bunu açıklayıcı olmak üzere eseri (bunun üzerine bir hanımın ona sorduğu soru ve Peygamberin cevabı) ile birlikte onu açıklayıcı olmak üzere zikretmektedir. Yine bu ikinci hadise Buhârî'nin, Ebû Hüreyre'den rivâyet ettiği şu hadis kayıt getirmektedir. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kimin henüz ergenlik yaşına ulaşmamış üç çocuğu ölürse bunlar onun için cehennem ateşinden bir perde olurlar -yahut cennete girer.-" Buhâri, İlm 36, Cenâiz 6 (Enes'ren), 92; Müslim, Birr 153; İbn Mâce, Cenâiz 57; (Uibe b. Ahd ile Ömer b. el-Hattâb’dan); Nesâi, Cenâiz 25, Müsned, li, 276, 473, 510, 536, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ergenlik yaşına gelmemiş ve henüz günahları yazılacak yaşa ulaşmamış anlamında olan: "Henüz ergenlik yaşına gelmemiş" ifadesi -ilim adamlarına göre- müslümanların çocuklarının cennette olduklarına bir delildir. -Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.- Çünkü rahmet onların babalarına nazil olduğu takdirde, rahmete nail olmamış kimse dolayısıyla rahmete nail olmaları imkânsız bir şey olur. Bu müslüman çocukların cennette olduklarına dair ilim adamlarının icma ile kabul ettikleri bir husustur. Bu konuda ancak Cebriye'den bir kesim istisna teşkil ederek, durumlarının ilâhî meşîcte ait olduğunu söylemişlerdir. Bu ise kendilerine muhalefet edilmesi câiz olmayan ve aynı şekilde haklarında, yanlışlık yapmaları düşünülemeyen hüccet olan kimselerin icmaı ile reddedilmiş ve terkedilmiş bir görüştür. Buna ek olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan gelmiş adaletli ve güvenilir ahad rivâyetler de vardır. Ayrıca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Bedbaht kimse annesinin karnında bedbaht olan kimsedir, bahtiyar kimse de annesinin karnında bahtiyar olan kimsedir. Melek iner ve onun ecelini, amelini ve rızkını yazar." Müslim, Kader 3 (yakın ifadelerle, Abdullah b. Mesudun sözü olarak; İbn Mâce, Mukaddime 7: Dörimî, Mukaddime 231 (kısmen, Abdullah b. Mesud un sözü olarak). Bu hadis tahsis edilmiştir. Hiç şüphesiz henüz ameli yazılacak yaşa gelmeden önce ölen müslüman çocuklar, annelerinin karnında bahtiyar olan ve bedbaht olmayanlardandır. Buna delil ise konu ile ilgili hadîsler ve icmadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın Âişe (radıyallahü anhnhâ)ya söylediği bildirilen şu sözler de bu durumdadır; ı;Ey Âişe! Şüphesiz Allah cenneti yarattı ve oraya girecekleri de henüz babalarının sulblerinde iken yarattı. Ateşi de yarattı ve oraya girecek kimseleri de -henüz babalarının sulblerinde oldukları halde- yarattı." Bu hadis delil olamaz, zayıftır, icma ile ve konu ile ilgili rivâyetler ile red olunur. Bu hadisi rivâyet eden Talha b. Yahya zayıftır, rivâyeti delil gösterilmez. Ayrıca bu hadis, onun tek başına (münferiden) rivâyet ettiği hadislerdendir. Ona iltifat edilmez. Şu'be, Muaviye b. Kurra b. İyaz el-Muzenî'den, o babasından, onun da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan rivâyetine göre Ensar'dan birisinin küçük bir oğlu öldü. Ona üzüldü, kederlendi, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona dedi ki; "Cennet kapılarından hangisine gidersen oğlunun senin için o kapının açılmasını istediğini görmek, seni sevindirmez mi?" Ey Allah'ın Rasûlü! dediler. Bu ona mı hastır yoksa genel olarak bütün müslümanlar için de böyle midir? Peygamber: "Hayır. Bütün müslümanlar için geneldir" diye buyurdu. Nesâî, Cenâiz 22; İbn Abdi'l-Berr, et-Temhîd, VI, 349; el-îstızkâr, VIII, 325-326 Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) dedi ki; Bu hadis sabit ve sahih bir hadistir. Yani sözünü ettiğimiz Cumhûrun icmaı ile böyledir. Aynı zamanda bu hadis Talhâ b.-Yahya'nın rivâyet ettiği hadisle çelişmekte ve onu reddetmektedir. Yine Ebû Ömer dedi ki: Bu hadis ve buna benzer rivâyetlerin bence izahı şudur: Bunlar farzlarını gereğince eda etmeye devam eden, büyük günahlardan kaçınan, uğradığı musibete karşı sabredip ecrini Allah'tan bekleyen kimseler içindir. Çünkü hitap o dönemde ancak çoğunluğunun durumu bu vasfettiğimiz şekilde olan bir topluluğa yöneltilmişti ki onlar da Ashab-ı Kiram'dır. Yüce Allah onların hepsinden razı olsun İbn Abdi’l-Berr, et-Temhîd, VI, 349 vd en-Nekkaş kimi ilim adamından şunları söylediğini nakletmektedir: Yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki aranızda oraya uğramayacak hiç kimse yoktur" âyetini; "Şüphesiz kendileri için daha önceden tarafımızdan iyilik takdir edilmiş olanlar, işte onlar oradan uzaklaştırılmışlardır." (el-Enbiyâ, 21/101) âyeti neshetmektedir. Ancak bu zayıf bir iddiadır, çünkü burası neshin söz konusu olacağı yerlerden değildir. Çünkü nesh için gerekli şartlardan birisi de nesh olduğu ileri sürülen âyetin haber muhtevasını taşımamasıdır Biz bundan önce, eğer kişiye ateş dokunmayacak olursa oradan zaten uzaklaştırılmış demek olduğunu açıkladık. Haberde; "Ateş kıyâmet gününde mü’mine: Çabuk geç ey mü’min! senin nurun benim alevimi söndürüyor, diyecektir" denilmektedir. Hadisi Suleym b. Mansur b. Ammâr, babası Mansur b. Ammâr'dan rivâyer etmiştir. Hadis rivâyeti kabul görmemiş birisidir. (lik. ez-Zehebî, Mizânu'l-Î'tidâl, V, 312) 5- Gerçekleştirilmesi Kesin Olan Hüküm: Yüce Allah'ın: "Bu, Rabbinin gerçekleştirmeyi üzerine aldığı kesin bir hükümdür" âyetinde geçen: ilâhî hükmü kesin vacip kılmak demektir. Yani bu kesin olacak bir şeydir. ise; yüce Allah'ın hakkınızda vermiş olduğu hüküm budur, demektir, İbn Mes'ûd dedi ki: Bu (gerçekleştirilmesi) farz olan bir yemindir, anlamındadır. 72Bundan sonra takva sahiplerini kurtarırız. Zâlimleri ise orada dizleri üzerine çökmüş olarak terkederiz. "Bundan sonra takva sahiplerini kurtarırız. Zâlimleri ise orada dizleri üzerine çökmüş olarak terkederiz." Bu da önceki âyet-i kerîmede geçen "uğrama (vürûd)"un girmek anlamında olduğunun delillerindendir. Çünkü yüce Allah burada zâlimleri girdiririz, diye buyurmamıştır. Bu hususa dair yeterli açıklamalar (az önce) geçmiş bulunmaktadır. Bu hususta kabul edilen görüş şudur: Büyük günah sahibi kimse oraya girse dahi günahı kadar cezalandırılacak, sonra kurtulacaktır. Mürcie oraya girmeyecektir derken, Vaîdiyye orada ebeddiyyen kalacaktır, derler. Yine buna dair açıklamalar önceden birden çok yerde geçmiş bulunmaktadır. Âsım el-Cahderî ve Muaviye b. Kurrâ "Bundan sonra... kurtarırız" şeklinde den ("cim" harfi) şeddesiz olarak okumuşlardır. Bu aynı zamanda Humeyd, Ya'kub ve el-Kisaî'nin de kıraatidir. Diğerleri ise bunu sakil ("cim" harfini şeddeli olarak) okumuşlardır. İbn Ebi Leylâ (sonra anlamındaki kelimeyi) "orada" anlamına gelecek şekilde peltek "se1" harfini üstün olarak; diye okumuştur. zarftır. Ancak mebnidir, türetilmiş olduğu bir kökü yoktur. Bundan dolayı (mesela): "Bu" işaret isminin mebni olduğu gibi bu da mebnidir. Sonundaki "he" harfinin harekeyi açığa çıkarmak için gelmiş olması mümkündür. Vasıl halinde hazfedilir. Bununla birlikte "yer'in müennes olduğunu belirtmek için de gelmiş olabilir. O takdirde vasl halinde "tc" diye okunarak sabit kalır. 73Âyetlerimiz onlara açık açık okunduğunda kâfirler, mü’minlere derler ki: "Bu İki kesimden hangisinin makamı daha hayırlı, oturup kalktığı kimseleri daha İyidir?" "Âyetlerimiz onlara açık açık okunduğunda" âyetinde sözü edilenler; yüce Allah'ın: "Ben öldükten sonra mı diriltilip çıkarılacak mışım?" (66. âyet) diye kendilerinden söz edip haklarında: "Zâlimleri ise orada dizleri üzerine çökmüş olarak terkederiz" buyurduğu bu kâfirlere Kur'ân-ı Kerîm okunduğu vakit ellerinde tuttukları dünyalık ile güç, kuvvet sahibi olduklarını ileri sürerler ve şöyle derler: Eğer biz batıl üzere isek peki ne diye malca daha çokluğuz, sayıca daha güçlüyüz? Onların bu sözlerden kayıtları, mustaz'af insanları şüpheye düşürmek ve onlara malı çok olan kimsenin bu durumunun dininde de haklı olduğunun delili olduğu şeklinde yatnış bir kanaat vermektir. Onlar bu sözleriyle kâfirler arasında fakir, müslümanlar arasında da zengin bulunduğuna hiç dikkat etmiyor, gibidirler. Yüce Allah'ın gerçek dostlarını dünyaya aldanmaktan uzak tuttuğunu ve ona aşırı meyletmekten onları koruduğunu bilmiyor gibidirler. "Açık açık" âyeti lâfızları ağır ağır ve tane tane okunan, manaları oldukça özlü, maksatları açıkça ortaya koyan demektir. Bu âyetler, ya muhkemdirler, ya muhkemler ile açıklanmış müteşâbihtirler, ya da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunları sözüyle ya da fiiliyle açıkça beyan etmiştir. Yahut bu âyetlerin i'cazı açıkça ortadadır. İşte i'cazı açıkça ortada olan âyetlerle onlara meydan okunmuştur. Hiçbir kimse onlara karşı durmaya, benzerlerini getirmeye güç bulamamıştır. Ya da bu âyetler apaçık deliller ve kesin belgelerdir. "Açık açık" anlamındaki "beyyinâf'ın te'kid için hâl gelmesi (gramer açısından) en uygun açıklamadır. Yüce Allah'ın: "Halbuki o... doğruyalayan, gerçeğin ta kendisidir" (el-Bakara, 2/91) âyetine benzemektedir. Çünkü yüce Allah'ın âyetleri esasen, ancak açık ve kesin belgedirler. "Kâfirler" âyetiyle Kureyş'in müşrikleri olan en-Nadr b. el-Hâris ve arkadaşlarını kastetmektedir. "Mü’minlere" âyetiyle da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ashabının fakirlerini kastetmektedir. Bunlar oldukça yoksul idiler, yaşayışları da mahrumiyet içinde idi, elbiseleri eski püskü idi. Müşrikler ise saçlarını tarıyorlar, başlarını yağlıyorlar, en güzel elbiselerini giyiniyorlardı. O bakımdan mü'mînlere: "derler" di "ki: Bu iki kesimden hangisinin makamı daha hayırlı, oturup kalktığı kimseleri daha İyidir?" "Makamı (oturup kalktığı yeri)" anlamındaki; kelimesini İbn Kesîr, İbn Muhaysın, Humeyd ve Şibl b. Abbâd "mim" harfini ötreli olarak okumuşlardır ki bu da kalınan yer, ikamet yeri demektir. Bunun ikamet elmek anlamında mastar olması da mümkündür. Diğerleri ise "mim" harfini üstün olarak okumuşlardır. Bu da oturup kalkılan ev ve mesken anlamındadır. Şöyle de açıklanmıştır: Makam önemli işler için kendisinde durulan mekân demektir. İki kesimden hangisinin mevki ve yardımcıları daha çoktur, demektir. "... Oturup, kalktığı kimseleri daha iyidir?" âyetindeki ve "oturup kalktığı kimseler" anlamı verilen; kelimesini İbn Abbâs "meclisi" diye açıklamıştır. Yine ondan görünüşü, manzarası diye açıkladığı rivâyet edilmiştir. Sözlükte ise bu, meclis ve toplantı yeri (nâdî) anlamındadır. "Dâru'n-Nedve" de buradan gelmektedir. Çünkü müşrikler burada kendi işleriyle ilgili görüşmeler yapar, danışırlardı. "Mecliste (nâdî) onunla birlikte oturdu" demektir. Şair de şöyle demiştir; "Ben orada el-Velid ailesi ve Ca'fer(in ailesi) ile otururum," (Âyet-i kerîmede) bu kelime (nedy) "faîl" vezninde olup topluluğun meclisi ve oturup konuştukları yer demektir. "Nedve, nâdî, muntedâ ve müteneddâ" kelimeleri de aynı anlama gelir. Eğer hazır bulunanlar ayrılacak olurlarsa buna "nedîy (meclis, toplantı yeri)" denilmez. Bu açıklamayı el-Cevherî yapmıştır. 74Halbuki bunlardan önce hem malı mülkü itibariyle hem de görünüşü İtibariyle onlardan daha üstün olan nice nesilleri helâk etmiş bulunuyorum "Halbuki bunlardan önce hem malı mülkü itibariyle" pek çok malı, eşyası bulunan "...nice nesilleri" nice ümmet ve toplulukları "helâk etmiş bulunuyoruz." Şair "mal, mülk" anlamındaki (aynı kökten gelen) kelimeyi kullanarak şöyle demiştir: "Ve birbirine girmiş, -meyvesinin çokluğundan aşağı sarkmış hurma salkımı gibi- kökünden dahi pek bol, Ve omuzları süsleyen simsiyah bir saç..." "Esâs" aynı zamanda ev eşyası anlamındadır. Bunun, eski ev eşyası ile bunların giyilenlerinin en adi ve bayağıları anlamında olduğu da söylenmiştir, el-Hasen b. Ali et-Tûsi de şu beyiti nakletmektedir; "Bizim Ummu'l-Velid'den ayrıldığımızdan beri uzun zaman geçti. Ve artık ev eşyalarımız (zamanla eskidiğinden) adi ve bayağı hale geldi," İbn Abbâs dedi ki: Bu kelime hey'et ve görünüş demektir. Mukâtil ise elbise anlamında olduğunu söylemiştir. "Görünüş": Güzel görünüş anlamındadır. Bu kelime beş türlü okunmuştur. Medincliler hemzesiz olarak ve "ya" harfini şeddeli;şeklinde; Kûfeliler hemzeli; diye okumuşlardır. Ya'kub'un naklettiğine göre ise Talha şeddesiz tek "ya" ile; diye okumuştur. Süfyan, el-A'meş/ten, o Ebû Zabyan'dan, o İbn Abbâs'tan; "Kılık, kıyafet" şeklinde "ze" harfi ile okuduğunu nakletmektedir. Bunlar dört kıraattir. Ebû İshak dedi ki: Bu kelimenin; şeklinde ve sonrasında hemze olan bir "ya" ile okunması da mümkündür. en-Nehhâs dedi ki: Burada Medinelilerin kıraati güzeldir. Bu da iki şekilde açıklanabilir: 1- Bu kelimenin, "Gördüm"den türetilmiş olması sonradan hemze hafifletilerek yerine "ya" getirilmiş olması, daha sonra da iki "ya"nin birbirine idğam edilmiş olması şeklinde. Bunun güzel oluşu ise, âyet sonlarının birbirine uymasıdır. Çünkü (bu sûrede) âyet sonları hemzeli değildir. İşte buna binaen İbn Abbâs bunun görünüş anlamına geldiğini söylemiştir. Âyet; hem malı mülkü itibariyle, hem de elbisesi itibariyle, anlamında olur. 2- Nimetten dolayı terlerinin, derilerinin semirmiş görünmesi demektir. Bu açıklamaya göre ise hemzeli okuyuş câiz değildir. Verş'in, Nâfi'den, İbn Zekvân'ın da İbn Âmir'den; şeklindeki okuyuşları da birinci şekil ile açıklanır. Kûfelilerin ve Ebû Amr'ın kıraati de böyle olup asıl üzere "görmek" anlamındaki fiilden gelir. Talha b. Mûsarrif'in kıraati ise tek bir "ya" ile; şeklinde olup yalnış olduğunu zannediyorum. Bazı nahivciler şöyle açıklamışlardır: Bunun aslı hemze iken "ya"ya dönüştürülmüştür. Daha sonra iki "ya"dan birisi hazfedilmiştir. el-Mehdevî dedi ki: Bu kelimenin; şeklimle olması sonra da bu hemzenin "ya"ya dönüştürüldükten sonra iki "ya" olması, bilahare hemzenin harekesinin "ya"ya nakledildikten sonra ilk "ya'nın hazfedilmiş olması da mümkündür. Nitekim kimisi bu kalb (dönüştürme) esasına göre; diye de okumuştur ki; bu da beşinci kıraattir. Sîbeveyh kelimesinin; "Gördü" anlamında kullanıldığını da nakletmiştir. el-Cevherî dedi ki: Bu kelimeyi hemzeli okuyan bunu görünüş anlamında; "Gördüm" fitlinden gelmiş kabul eder. Bu ise gözün görmüş olduğu güzel hal ve açıktaki giyiniş anlamına gelir. Ebû Ubeyde de, Muhammed b. Numeyr es-Sakafî'ye ait Şu beyiti nakletmektedir: "Senden ayrıldıkları günü özledi seni hanımlar, Güzel görünümlü eşyaların, yanında (olduklarında)," Bunu hemzesiz okuyanlara gelince; ya hemzeyi hafifleterek okumuşlardır. Yahut da bu kelime; "Renkleri güzelleşti ve derileri doldu" anlamındaki kökten gelmektedir. İbn Abbâs, Ubeyy b. Ka'b, Saîd b. Cübeyr, el-A'sam, el-Mekkî ve Yezid el-Berberi'nin "ze" harfi ile; "Kılık, kıyafet itibariyle" şeklindeki okuyuşları ise hey'et (görünüş) ve güzellik demektir. Bununla birlikte bunun "topladım" anlamına gelen; kökünden gelmesi de mümkündür. O takdirde bunun aslı; olup "vav" harfi "ya"ya kalb edilmiş olur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Yeryüzü benim için toplanıp bir araya getirildi" Bu lafızla: İbn Mâce, Fiten 9; aynı manada olmak i'ızere ve bu lâfzın da kullanıldığı bazı rivâyetler için bk.: Müslim, Fiten 19; Tirmizî, Fiten 14; Müsned, IV, 123, V, 278, 284. hadisinde de aynı kelime kullanılmıştır, Âyetin anlamı şudur: Bunların Allah'ın azabına karşı kendilerine hiçbir faydası yoktur. Bunlar istedikleri kadar yaşasınlar, nihayet öleceklerdir ve ömürleri uzasa dahi ulaşacakları nokta azap olacaktır. Yahut; yüce Allah'ın kendilerini yakalamak üzere göndereceği dünya azâbı gelip onları bulacaktır. 75De ki: "Kim sapıklıkta İse Rahmân ona verdiği mühleti uzattıkça uzatsın. Nihayet kendilerine vaad olunanı, azâbı ya da kıyâmeti göreceklerinde hangisinin makamca daha kötü ve askerce daha zayıf olduğunu bileceklerdir." "De ki; "Kim sapıklıkta küfürde İse Rahmân ona verdiği mühleti uzattıkça uzatsın." Cahilliğinin azgınlığında ve küfrü içerisinde onu terkedip, bıraksın. Burada lâfız emir olmakla birlikte, anlamı haberdir yani sapıklık içerisinde olana yüce Allah uzunca bir süre verir. Nihayet onun aldanışı da uzayıp gider. Bu ise onun azabının daha çetin olmasına sebeb olur. Şu âyetler da buna benzemektedir: "Onlara mühlet vermemiz, ancak günahlarını arttırmaları içindir."(Âl-i İmrân, 3/178); "Biz de onları azgınlıkları içerisinde kör ve şaşkın terkederiz." (el-En'âm, 6/110) Buna benzer âyetler pek çoktur. Yani istediği kadar yaşasın, ömür boyunca kendisine istediği kadar genişlik verilsin, nihayette varacağı yer ölüm ve ceza olacaktır. Bu da en ileri derecede tehdit ve korkutmadır. Bir görüşe göre bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın yapması emrolunan bir duadır. Mesela; Benim malımı çalanın yüce Allah elini kessin, denildiği zaman bu, hırsıza bir bedduadır. "Rahmân ona verdiği mühleti uzattıkça uzatsın" âyeti şartın cevabıdır. Bu açıklamaya göre yüce Allah'ın "uzattıkça, uzatsın" anlamındaki âyeti haber olmaz, "Nihayet kendilerine vaad olunanı... göreceklerinde" âyetinde "görecekler" diye çoğul gelmesi Kim" lâfzının hem tekil, hem çoğul için kullanılabilmesinden dolayıdır. "İse" mazi ile birlikte kullanılacak olursa, müstakbel (müzan) anlamında olur. (Muzari olarak):Kendilerine vaad olunanı görecekleri vakte kadar, anlamındadır. Burada "azap" ya yüce Allah'ın, onlara karsı mü’minlere yardım edip muzaffer kılmak suretiyle mü’minlerin onları kılıçla ve esir almakla azaplandırmalarıyla olacaktır. Yahut kıyâmetin kopması ve onların cehenneme gitmeleriyle olacaktır. "Hangisinin makamca daha kötü ve askerce daha zayıf olduğunu bileceklerdir." O vakit gerçekler açıkça ortaya çıkacaktır. Bu da onların: "Bu iki kesimden hangisinin makamı daha hayırlı, oturup kalktığı kimseleri daha iyidir" şeklindeki sözlerine bir cevaptır. 76Allah hidâyete erenlerin hidâyetini arttırır. Kalıcı olan salih ameller ise sevap bakımından da Rabbin yanında hayırlıdır, akıbetçe de daha hayırlıdır. "Allah, hidâyete erenlerin hidâyetini arttırır." Mü’minleri hidayetleri dolayısıyla mükâfatlandırır ve onlara yardımım da arttırır. Onların hidâyetlerine karşılık bir mükâfat olmak üzere yakînlerinin artışına sebeb teşkil edecek âyetler indirir. Şöyle de açıklanmıştır; Başkalarının inkâr ettikleri nâsih ve mensûhu tasdik etmeleri suretiyle onların hidayetlerini arttırır. Bu anlamdaki açıklamaları el-Kelbî ve Mukâtil yapmıştır. Üçüncü bir anlama gelme ihtimali de vardır: Yani "Allah hidayete erenlerin" itaate yönelmeleri suretiyle "hidayetini" cennete yol bulmalarını "arttırır." Anlamlar birbirlerine yakındır. Amellerin artışı, imanın ve hidayetin artışının anlamı ile ilgili açıklamalar daha önceden Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/173. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. "Kalıcı olan salih ameller" ile ilgili açıklamalar daha önceden el-Kehf Sûresi'nde (18/46. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Sevap bakımından" yani mükâfat açısından "da Rabbin yanında hayırlıdır, akıbetçe de" yani âhirette kâfirlerin kendisiyle dünyada iken öğünüp durdukları şeylerden "daha hayırlıdır." "Akıbet" kelimesi mastardır. Yani bunların bu İşleri yapanlara dönüşleri sevap itibariyle daha hayırlı olacaktır. "Bu senin için daha faydalıdır" anlamındadır, "Akıbetçe de daha hayırlıdır" âyeti; dönüş itibariyle daha hayırlıdır diye de açıklanmıştır. Çünkü herkes (dünyada iken) yaptığı ameline döndürülecektir (amelinin karşılığını görecektir). 77O âyetlerimizi inkâr eden ve: "Elbette bana mal ve evlât verilir" diyen kimseyi gördün mü? "O âyetlerimizi inkâr eden... kimseyi gördün mü?". Lâfız Müslim'in olmak üzere hadis İmâmlarının rivâyetine göre; Habbâb dedi ki: Benim el-Âs b. Vâil'de bir alacağım vardı. Alacağımı tahsil etmek maksadıyla yanına gittim. Bana dedi ki: Muhammed'i inkâr etmedikçe borcunu ödemeyeceğim. Ben de ona şöyle dedim: Sen ölüp tekrar diriltilecek olsan dahi onu asla inkâr etmeyeceğim. Bu sefer dedi ki: Ben öldükten sonra diriltilecek miyim? İşte o vakit benim malım ve evlâdım olacaktır. Ben de borcunu öderim. Veki' dedi ki: İşte el-A'meş böyle dedi: Bunun üzerine şu: "O âyetlerimizi İnkâr eden ve: Elbette bana mal ve evlât verilir diyen kimseyi gördün mü?" âyeti; "o Bize tek başına gelecektir" âyetine kadar nazil oldu. Bir rivâyette de şöyle denilmektedir: Ben cahiliye döneminde kuyumcu idim. el-Âs b. Vâil'e bir iş yaptım, sonra ücretimi ondan istemek üzere yanına gittim... Bunu Buhârî de rivâyet etmiştir Buhârî, Buyû’ 29, İcâre 15, Tefsir 19. sûre 3, 4, 6, Husûmât 10; Müslim, Sıfâtu'l-Münafikîn 35; Tirmizî, Tefsir 19. sûre 7; Müsned, V, 110, 111. el-Kelbî ve Mukâtil dedi ki: Habbab kuyumcu idi. el-Âs'a bir süs eşyası yaptı, sonra da ondan ücretini istedi. el-Âs: Bugün sana yanımda ödeyecek bir şey yok, dedi. Habbab dedi ki: Alacağımı verinceye kadar yanından ayrılmayacağım. el-Âs dedi ki: Habbab ne oluyor sana? Sen önceden böyle değildin. Sen şüphesiz alacağını güzel bir şekilde isteyen birisiydin. Habbab dedi ki: Ben senin dinin üzere idim. Bugün ise İslâm dini üzereyim, Senin dininden ayrılmış bulunuyorum, Bu sefer dedi ki: Peki sizler cennette attın, gümüş ve ipek olduğunu iddia etmiyor musunuz? Habbab: Evet deyince, bu sefer el-Âs şöyle dedi: O zaman -alay olmak üzere- cennette senin alacağını ödeyinceye kadar bana mühlet ver. Allah'a yemin ederim, şayet senin dediğin gerçek Çıkarsa hiç şüphesiz senin alacağını orada öderim. Allah'a yemin ederim, ey Habbab! Sen ve arkadaşların oraya girmeye benden daha lâyık olmayacaksınız. Bunun üzerine yüce Allah: "O âyetlerimizi İnkâr eden... kimseyi gördün mü?" âyetini diğer âyetlerle birlikte indirdi. Burada kastedilen kişi el-Âs b. Vâil'dir. 78Acaba gaybı görerek mi bildi? Yoksa Rahmân'dan bir söz mü aldı? "Acaba gaybı görerek mi bildi?" İbn Abbâs dedi ki: Yani Levh-i Mahfuz'a mı baktı? Mücahid de; O gaybı mı biliyor ki, cennette olup olmadığım bilebilsin, diye açıklamıştır. "Yoksa Rahmân’dan bir söz mü aldı?" Katade ve es-Sevrî dedi ki: Yani salih amel mi işledi? Bir görüşe göre bu ahitten kasıt tevhiddir. Bir diğer açıklamaya göre buradaki ahit söz vermek anlamındadır. el-Kelbî de şöyle açıklamıştır: O yüce Allah ile Allah'ın kendisini cennete sokacağına dairsözleşmişmidir? 79Hayır, öyle değil. Biz onun dediğini yaz(dır)ıp azabını da uzattıkça uzatırız. "Hayır". Bu söz ile onun iddiası reddedilmektedir, yani böyle bir şey olmamıştır. O gaybı da görüp bilmemiştir, Rahmân'ın nezdinde de herhangi bir ahid almamıştır. Yüce Allah'ın; "Hayır" anlamındaki âyeti ile ifade tamam olmaktadır. el-Hasen dedi ki; Âyet-i kerîmeler el-Velid b. el-Muğire hakkında inmiştir. Ancak birincisi daha sahihtir, çünkü sahih kitaplarda kaydedilen odur. "Ve evlât" kelimesini Hamza ve el-Kisaî, ikinci "vav"ı ötreli olarak okumuşlar, diğerleri ise üstün ile okumuşlardır. Ötre ve üstün okuyuş hakkında iki farklı görüş vardır. Birinci görüşe göre bunlar iki ayrı söyleyiş olup, anlamlan aynıdır. ile denilir. Tıpkı ile denildiği gibi, (İkisi de yokluk anlamındadır). el-Haria b. Hillize de şöyle demiştir; "Ben nice topluluklar gördüm ki yemin olsun, Pek çok malları olmuş ve çocukları" Bir başka şair de şöyle demiştir: "Keşke filan kişi annesinin karnında kalsaydı (doğmayaydı) Ve keşke filan kişi bir eşek yavrusu olsaydı." İkinci açıklamaya göre Kaysklar bu kelimeyi "vav" harfi ötreli olarak çoğul, üstün olarak tekil kabul ederler. el-Maverdî dedi ki: Yüce Allah'ın: "Elbette bana mal ve evlât verilir" âyeti iki türlü açıklanmıştır. Birincisine göre; O yüce Allah'ın kendisine itaat ve ibadete vaad ettikleri ile alay olmak üzere: Cennette bana bunlar verilecektir, demek istemiştir. Bu açıklamayı el-Kelbî yapmıştır. İkincisine göre o: Bunlar dünyada bana verilecektir demek istemiştir, bu da Cumhûrun görüşüdür. Bunda da muhtemel iki açıklama vardır: Birincisi: Eğer ben atalarımın dini ve ilâhlanma ibadet üzere kalmaya devam edecek olursam, hiç şüphesiz bana mal ve evlât verilecektir. İkinci ihtimale göre: Eğer ben batıl üzere bulunsaydım, hiçbir şekilde bana mal ve evlât verilmezdi. Derim ki: el-Kelbî'nin görüşü hadisin zahirinden anlaşılan manaya daha yakındır. Hatta bu hadislerin nassları buna delil teşkil etmektedir. Mesrûk dedi ki: Ben Habbab el-Eret'i şöyle derken dinledim: Sehmoğullarından el-Âs b. Vâil’in yanına ondaki bir -alacak hakkımı istemek üzere gitmiştim. Bana, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’i İnkâr etmedikçe sana vermeyeceğim, dedi. Ben de ona: Sen ölünceye ve hatta dirilinceye kadar bu olmayacaktır. Bana: Ben öleceğim sonra da diriltilecek miyim? dedi. Ben: Evet, dedim. Bu sefer şöyle dedi: Orada benim malım ve evlâdım olacaktır, sana o vakit alacağını veririm. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Tirmizî dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir Tirmizî, Tefsir 19- sûre 7 Yüce Allah'ın "Acaba gaybı görerek mi bildi?" âyetindeki "elif" istifham (soru edatı) içindir. Çünkü ondan sonra; "Yoksa" gelmiştir. Bu sorunun anlamı da azardır. Bunun aslı; şeklinde olup, İkinci "elif', vasl elifi olduğundan dolayı hazfedilmiştir. Peki; "Allah mı hayırlıdır..." (en-Neml, 27/59) âyeti ile: "İki erkeği mi haram kıldı..."(el-En'âm, 6/143-144) âyetinde olduğu gibi niçin "elif'ten sonra med ile okumadılar, denilecek olsa şöyle cevap verilir: Bu kelimelerde aslolan iki tane "eliftir. Bunlar da ikinci "elif yerine istifham (soru) ile haberi birbirinden ayırdetmek için ikinci "elifi med ile değiştirmişlerdir. Çünkü eğer medsiz olarak sadece; "Allah hayırlıdır" denilecek olsa, istifham ve haber birbirine karışır. Ancak; "Görerek mi bildi?" âyetinde böyle bir medde ihtiyaç yoktur. Çünkü istifham "elifi meftuntur, haber "elifi meksûrdur, Çünkü istifham halinde "elif üstün olarak "Görüp bildi mi, iftira etti mi, seçti mi, mağfiret diledin mi?" denilirken haberde "elif" esreli olarak; "Görüp bildi, İftira etti, beğenip seçti, onlara mağfiret diledin" denilir. Görüldüğü gibi buradaki farkı üstün ve esre ile göstermekle yetinmişler, başka bir farka da ihtiyaç görmemişlerdir. "Hayır, asla" Kur'ân-ı Kerîm'in ilk yarısında geçmemektedir. Bu edat Kurân-ı Kerîm'in ikinci yarısında zikredilmektedir Kur'ân-ı Kerîm'in ikinci yarısında bu lâfız ilk olarak burada geçmektedir. Bundan sonra otuîiki defa daha zikredilmiştir. lîk. M, Fuâd Abdulbakî, el Mu'cemu'l-Mufehres fi Elfâsi'l-Kur'âni'l'Kerîm, s. 612-620) İki anlamı vardır: Birincisi hak ve gerçek budur anlamında, ikincisi hayır anlamındadır. "Hak ve gerçek budur" anlamında olduğu yerde; ondan önceki kelime üzerinde vakıf câiz olur. Bundan sonra "gerçek budur" anlamı ile bu edatla okumaya başlanılır. Şayet "hayır, asla" anlamında ise o takdirde bu kelime üzerinde vakıf câiz olur, bu âyette olduğu gibi. Çünkü anlam: Hayır durum böyle değildir, şeklindedir. Bununla birlikte "Söz" âyeti üzerinde durak yapılarak; ile ibtidâ yapılabilir. Âyet, gerçek şu ki "Biz onun dediğini yazıp..." anlamında olur. Nitekim yüce Allah'ın: (el-Mu'minûn, 23/100)deki âyetinde de; üzerinde durak yapılabilir. O taktirde anlamı şöyle olur: "Belki geride bıraktıklarımla salih amel işlerim. Asla..." kelimesi üzerinde de durak yapılabilir. O taktirde de anlamı şöyle olur: "Belki geride bıraktıklarımla salih amel İşlerim. Gerçek şu ki..." (O takdirde anlam şöyle olur): "Belki geride bıraktıklarımla salih amel işlerim. Gerçek şu ki..," (el-Mu'minun, 23/100) Yüce Allah'ın: "Ayrıca onların bana isnad ettikleri bir suç da vardır. Onun için beni Öldürmelerinden korkuyorum, buyurdu ki: Asla" (eş-Şuarâ, 26/14-15) âyetinde vakıf; kelimesi üzerindedir, çünkü anlamı şöyledir: Hayır durum zannettiğin gibi değildir. "İkiniz âyetlerimizle gidin." Burada bu edata "gerçek şu ki" anlamım vvermek, uygun değildir. el-Ferrâ' dedi ki: Bu edat -muzâri fiille, uzak istikbal manasını kazandıran: durumundadır. Çünkü bir sıladır ve bu bir red edatıdır. Sanki bu anlamı ile yetinilmesi bakımından; Evet, ile Hayır gibidir. (el-Ferrâ'' devamla) der ki: Eğer bunu kendisinden sonraki lâfzın sılası kabul edecek olursak, üzerinde durulmaz. Kabe'nin Rabbi hakkı için hayır, demek gibi. Burada bu edat üzerinde durulmaz. Çünkü bu ifade "Kabe'nin Rabbi hakkın için evete benzemektedir. Yüce Allah da "Yemin olsun ay'a ki hayır" (el-Müddessir, 74/32) diye buyurmaktadır. Burada bu edat üzerinde durmak çok çirkindir, çünkü yeminin sılasıdır. Ebû Ca'fer Muhammed b. Sa'dân da bu edat ile ilgili olarak el-Ferrâ'' ile aynı görüşte idi. el-Ahfeş te şöyle demektedir: Bu edat sakındırmak ve azarlamak anlamındadır. Ebû Bekr el-Enbârî dedi ki: Ben Ebû'l-Abbas'ı şöyle derken dinledim; Kur'ân'ın tümünde bu edat üzerinde durak yapılmaz. Çünkü bu bir cevaptır ve asıl mananın tamamlanması ondan sonra gelen âyetlerle tahakkuk eder. Ancak birinci görüş, tefsir âlimlerinin kabul ettiği görüştür. "Biz, onun dediğini yazıp..." yani söylediği sözleri onun için tesbit edeceğiz ve âhirette ona bunların cezasını vereceğiz. "Azabını da uzattıkça uzatacağız" azabına azâb katacağız. 80Onun dediklerini Biz ondan miras alacağız ve o, Bize tek başına gelecektir. "Onun dediklerini Biz ondan miras alacağız." Yani dünyada kendisine vermiş olduğumuz malını ve evlâdını ondan alacağız. İbn Abbâs ve başkaları şöyle demiştir: Biz onu helâk ettikten sonra malı ve evlâdı Bize miras kalacaktır. Şöyle de açıklanmıştır: Âhirette kavuşmayı temenni ettiği mal ve evlâttan onu mahrum bırakacağız ve bunları ondan başka kimselere, müslümanlara vereceğiz. "Ve o Bize" malı, evlâdı ve kendisine yardım edecek aşireti, akrabaları olmaksızın "tek başına gelecektir." 81Onlar Allah'tan başka ilâhlar edindiler ki onlarla aziz olalar. "Onlar Allah'tan başka ilâhlar edindiler ki onlarla aziz olalar." Bu âyet Arap müşriklerini kastetmektedir. "Aziz olmak", kendilerine yardımcı ve koruyucu olmaları demektir. Kastedilen de çocuklardır. "el-İz" aynı zamanda oldukça bol yağmur anlamına da gelir. Bu açıklamayı el-Herevî yapmıştır. İfadenin zahirinden anlaşıldığına göre bu kelime, Allah'tan başka ibadet ettikleri ilâhlara râci'dir. Tekil gelmesinin sebebi, mastar anlamında oluşundan dolayıdır. Yani onlar vasıtası ile izzet, güç, kuvvet elde etsinler ve böylelikle Allah'ın azabından kendilerini koruyabilsinler, demektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır; "Hayır, Öyle değil" yani durum zannettikleri, umdukları gibi olmayacaktır. Aksine onlara ibadet ettiklerini inkâr edeceklerdir. Yani putlar kendilerine tapındıklarını kabul etmeyeceklerdir. Yahut ta ilâhlar, müşriklerin kendilerine ibadet ettiklerini inkâr edeceklerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz, sana onlardan uzak olduğumuzu bildiriyoruz. Onlar Bize ibadet etmiyorlardı." (el-Kasas, 28/63) Çünkü putlar cansız varlıklardır, ibadetin ne olduğunu bilmezler, "Onlara karşı olacaklar." Yani onlara karşı güdülen davalara yardımcı olacaklar ve onları yalanlayacaklar. Mücahid ve ed-Dahhak'dan: Onlara düşman olacaklar, diye açıkladıkları nakledilmiştir. İbn Zeyd dedi ki: Onların aleyhine bir belâ olacaklar. İlâhları haşredilecek, İlâhlarına akıl verilerek konuşacaklar ve şöyle diyecekler: Rabbimiz, seni bırakıp da bize ibadet eden bu insanları azaplandır. 82Hayır, öyle değil. Onların ibadetlerini reddedip onlara karşı olacaklar. "Hayır öyle değil" âyetinin burada "lâ; hayır" anlamında olma ihtimali olduğu gibi "gerçek şu ki" anlamında olma ihtimali de vardır. "Gerçek şu ki onların ibadetlerini reddedecekler" demek olur. Ebû Nehîk bu edatı tenvin ile; şeklinde okumuştur. Bununla birlikte onun bu edatın "kef" harfini ötreli ve üstün diye okuduğu da rivâyet edilmiştir. el-Mehdevî dedi ki: Bu edat. red, azar, uyarıp dikkat çekmek ve önceden geçen sözün manasını reddetmek anlamındadır. Bazen de kendisinden sonraki ifadenin muhakkak olduğunu ve ona dikkat çekmek için de kullanılır. Yüce Allah'ın: "Gerçek şu ki, insan muhakkak azar" (el-Alak, 96/6) âyetinde olduğu gibi. Burada bu lâfız üzerinde vakıf yapılmaz. Ancak birinci manaya göre vakıf yapılabilir. Eğer aynı anda her iki mana da elverişli ise üzerinde vakıf da yapılabilir; ondan önce vakıf yapılarak onunla yeniden okumaya da başlanılabilir. Yüce Allah'ın "Hayır, öyle değil. Onların İbadetlerini reddedip onlara karşı olacaklar" âyetindeki bu edatı tenvinli okumakla birlikte "kef" harfini de üstün okuyanlara göre bu kelime; "Zayıfladı, cılız düştü" fiilinin mastarıdır. Mansub okunması da mahzuf bir fiil dolayısıyladır. Anlamı da şöyle olur: Böyle bir görüş ve inanış alabildiğine cılızdır. Bundan maksat onların: "Onlarla aziz olalar" diye ilâhlar edinmeleridir. Bu açıklamaya göre hem bir önceki âyetin son kelimesi üzerinde vakıf yapılabilir, hem de bu edat üzerinde vakıf yapılabilir. Cemaatin kıraatinde de aynı şekildedir. Çünkü bu edat burada kendisinden önceki ifadeleri reddetmeye de elverişlidir, kendisinden sonra gelen âyetlerin muhakkak olarak gerçekleşeceğini ifade etmeye de elverişlidir. Tenvinle birlikte "kef harfinin ötreli okunduğunu rivâyet edenlere gelince; bu da aynı şekilde mahzuf bir fiil ile nasp edilmiştir. Sanki ilâhları kastetmek suretiyle: "Onların hepsi kendilerine yaptıkları ibadetlerini inkâr edeceklerdir." Derim ki: Böylelikle bu edatın dört manası olduğu ortaya çıkmaktadır. Tahkîk: O da bu edatın, gerçek şu ki, nefyetmek, dikkat çekip uyarmak, yemine sıla manalarıdır. Bu manalardan sadece birinci anlama gelmesi halinde üzerinde vakıf yapılır. el-Kisal dedi ki; "Lâ: Hayır" sadece nefyeder. "Kellâ" ise bir şeyi nefy bir şeyi de isbal eder. Mesela birisi sana: "Sen hurma yedin" diyecek olursa, sen: "Asla (kellâ), gerçek şu ki ben bal yedim, hurma değil" dersin. Burada kendisinden önceki nefyedilmekle sonraki ise tahkik edilmektedir. "Zıt (karşı olmak)" tek kişi de olabilir, topluluk da olabilir. Düşman (aduv) ve rasûl gibi. Burada "zit"tın mastar mahallinde olduğu da söylenmiştir. Yani onlara karşı yardımcı olacaklardır. Bundan dolayı bu kelime çoğul gelmemiştir. Bu da yüce Allah'ın: "Onlarla aziz olalar" âyetinin bir karşılığıdır. "Izz: (aziz olmak)" mastardır. Dolayısıyla onun mukabilinde kullanılan da böyledir. Diğer taraftan şöyle de denilmiştir: Âyet-i kerîme pullara ibadet edenler hakkındadır. Burada putlar da aklı eren varlıklar gibi -kâfirlerin bu husustaki vehimleri doğru varsayılarak- değerlendirilmiştir. Şöyle de açıklanmıştır: (Âyet) Mesih'e yahut meleklere, yahut cinlere, ya da şeytanlara ibadet eden kimseler hakkındadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 83Bilmez misin ki; Biz şeytanları, kâfirler üzerine salarız da onları alabildiğine teşvik ederler. "Bilmez misin ki; Biz şeytanları, kâfirler üzerine salarız." Şeytanların onları azdırması için musallat ederiz. Bu da İblis'e: "Onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle yerinden oynat..." (el-İsra, 17/64) diye buyurduğu zaman olmuştu, Denildiğine göre burada "salarız" âyeti serbest bırakırız, anlamındadır. Aynı kökten olmak üzere; "Deveyi serbest bıraktım" demektir. Yani, Biz onları şeytanlarla başbaşa bırakırız ve şeytanların telkinlerini kabul etmeye karşı onları korumayız. ez-Zeccâc hazırlarız anlamındadır, demiştir. "Onları alabildiğine teşvik ederler." İbn Abbâs dedi ki: Onları itaatten isyana doğru iteler. Yine ondan nakledildiğine göre; onları kötülüğe oldukça teşvik ederler, Bu işe devam et, devam et, diye diye sonunda onu ateşe düşürürler, şeklinde açıkladığı da nakledilmiştir. Birinci açıklamasını es-Sa'lebî, ikincisini el-Maverdî nakletmektedir ki, ikisinin de anlamı birdir. ed-Dahhak, onları alabildiğine azdırırlar diye açıklarken, Mücahid onları harekete ve galeyana getirirler, demektir, der. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında rivâyet edilen şu haberde de (âyet-i kerimedeki) aynı kökten gelen kelime kullanılmıştır: "O namaza kalktığında ağladığından ötürü içinden tencerenin hareket edip kaynamasını andıran bir kaynama vardı (işitilirdi)." Nesâi, Sehv 18; Müsned, IV, 25, 26; ayrıca Ebû Dâvûd, Salât 157de. "Tencere oldukça kaynadı", "Kışkırtmak ve teşvik etmek" demektir. Yüce Allah'ın: "Bilmez misin ki? Biz şeytanları kâfirler üzerine salarız da onları alabildiğine teşvik ederler" yani masiyetleri işlemeye teşvik ederler. Bu kelime aynı zamanda karışmak, birbirine girmek anlamına da gelir, "Bir şeyin bir bölümünü, öbür bölümüne kattım" demektir. Bu açıklamaları el-Cevherî yapmıştır. 84O bakımdan sen onlar için acele etme! Biz onlara mükemmel bir şekilde sayarız, "O bakımdan sen onlar İçin acele etme." Onlar için azap isteme. "Biz onlara mükemmel bir şekilde sayarız." el-Kelbî dedi ki: Onların ecellerini sayarız. Yani onların günlerini, gecelerini, aylarını, yıllarını, tâki azâbın geleceği süreye kadar sayarız. ed-Dahhak: Nefeslerini sayarız, İbn Abbâs: Dünyada onların yıllarını saydığımız gibi nefeslerini de sayarız, diye açıklamışlardır. Adımlarını sayarız, lezzetlerini sayarız, anlarını sayarız, saatlerini sayarız diye de açıklanmıştır. Kutrub dedi ki: Biz onların amellerini tam anlamıyla sayarız, demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Sen onlar için acele etme. Bizim onları geciktirmemizin sebebi günahları artsın diyedir. Rivâyet edildiğine göre; Me'mun bu sûreyi okumuş, yanında fukahâdan bir grup da olduğu halde bu âyet-i kerimeye kadar gelmiş, başıyla kendisine öğüt versin diye İbn es-Simâk'a işaret edince, o da şöyle demiş: Nefesler sayılı olduğuna, bunların uzamaları söz konusu olmadığına göre; bunların tükenişi ne kadar çabuk olacaktır. İşte bu anlamda ulmak üzere şöyle denilmiştir: "Hayatın belli nefeslerden ibarettir, sayılır; geçtikçe her bir nefesin Onunla hayatın bir parça eksilir. Her gece sana hayat veren (aslında) seni öldürmekte, Sana şarkı söyler gibi görünenin maksadı aslında alay etmektir." Denildiğine göre Âdemoğlunun bir gün, bir gece boyunca aldığı nefeslerin sayısı yirmidörtbin nefestir. Onikibini gündüzün, onikibini de geceleyindir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu nefesler tamı tamına sayılıp, dökülmektedir. Yaşanacak nefeslerin sayısı bellidir. Bunların daha da uzaması söz konusu değildir. Ne kadar da çabuk bitip tükenmektedirler! 85O günü Biz takva sahiplerini Rahmân'ın huzuruna binekli olarak toplayacağız. Mahşere ve Cennete Geliş: "O gün, Biz takva sahiplerini Rahmânın huzuruna binekti olarak toplayacağız." İfadede bir hazf vardır. Biz Rahmân'ın cennetine ve O'nun lütuf ve ihsan yurduna onları toplayacağız demektir. Bu da yüce Allah'ın: "Ben, Rabbime gidiyorum. Pek yakında beni doğru yola iletecektir." (es-Sâffât, 37/99) âyetine benzemektedir. Hadîs-i şerîfteki şu ifade de bunu andırmaktadır: "Kimin hicreti Allah'a ve Rasûlüne olursa, onun hicreti Allah'a ve Rasûlünedir." Buhârî, Îman 41, Itk 6, Menâkıbu'l-Ensâr 45, Nikâh 5, Ey mân 41; Müslim, imârc 155; Ebû Dâvûd, Talâk IV, Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 16; Nesâî, Tahâre 59, Talâk 24, EymSn "Vefd (mealde; binekli olarak)" hey’et olarak gelenlere verilen isimdir. Nitekim "Savm, fatr ve zevr (oruç tutanlar, oruç açmış olanlar, ziyaretçiler)" denilmesi de böyledir. Vefd kelimesinin tekili "vâfid"dır. Rakb ve râkib, sahb ve sâhib (binekliler-binekli, arkadaşlar-arkadaş) gibi. Bu kelime;den gelmekte olup, fetih yahut önemli bir iş için hükümdara gitmek anlamındadır. el-Cevherî dedi ki; "Elçi olarak emiria huzuruna vardı" demektir. Bu işi yapana da "vafîd" denilir, çoğulu ise "vefd" ...diye gelir, Tıpkı "sâhib" ve "sahb" kelimesi gibi. "Vefd"in çoğulu ise "vifâd ve vufûd" ...diye gelir, İsmi, vifâde gelir. "Onu emire ben gönderdim" demektir. Tefsir'de şöyle denilmektedir: "Vefden (binekli olarak)" yani itaatlerinin asil bineklerine binmiş olarak, demektir. Çünkü elçi çoğunlukla binekli olur. "Vefd" ise binekliler demektir. Bunun tekil olarak gelmesi mastar oluşundan dolayıdır. İbn Cüreyc dedi ki: Asil develer üzerinde, hey'etler halinde demektir. Amr b. Kays el-Mülât dedi ki; Mü’min kabrinden çıktığı vakit ameli en güzel bir surette ve en hoş bir koku ile onu karşılar. Ona: Beni tanıyor musun? diye sorar. O: Hayır, ancak yüce Allah sana çok hoş bir koku ve çok güzel bir suret vermiştir, der. O da der ki: Ben dünyada iken de böyleydim. Ben senin salih amelinim. Dünyada iken ben sana uzun süre bindim. Şimdi bugün sen bana bineceksin. Daha sonra da: "O gün Biz takva sahiplerini Rahmân'ın huzuruna binekli olarak toplayacağız" âyetini okudu. Kâfirin karşısına da arneli en çirkin suretle ve en kötü koku ile çıkar. Ona beni tanıdın mı? der. O da: Hayır, der. Şu kadar var ki Allah sana çok çirkin bir suret ve çok kötü bir koku vermiştir. Ona şu cevabı verir: Ben dünyada iken de böyleydim. Ben senin kötü amelinim. Dünyada iken sen uzun zaman bana bindin. Şimdi bugün ben sana bineceğim. Sonra da: "Onlar günahlarını sırtlarına yüklenmiş oldukları halde..." (el-En'âm, 6/31) âyetini okudu. Ancak bu sened bakımından sahih değildir. Bunu (Ebû bekr) İbnu'l-Arabî, "Sirâcu'l-Muridîn" adlı eserinde zikretmektedir. Yine bu haberi Ebû Nasr, Abdu'r-Rahîm b. Abdu'l-Kerîm el-Küşeyrî de Tefsir'inde İbn Abbâs'tan bu lafızda ve bu manada zikretmiş bulunmaktadır. Yine İbn Abbâs'tan şunu nakletmektedir: Atları seven kimse yüce Allah'ın huzuruna küçük-büyük pislik yapmayan, dizginleri kırmızı yakuttan, yeşil zümrütten, beyaz inciden, eğerleri yeşil ve kalın ipekten atlar üzerinde gelecektir. Develere binmeyi sevenler de küçük-büyük pislik yapmayan, dizginleri yakuttan, zümrütten, asil develer üzerinde gelecektir. Gemilere binmeyi seven kimseler de yakuttan, gemilerle suda batmaktan ve dehşetti fırtınalardan yana güvenlik akında oldukları halde geleceklerdir. Yine el-Kuşeyrî, Ali (radıyallahü anh)dan şöyle dediğini nakletmektedir: Bu âyet-i kerîme nazil olunca Ali (radıyallahü anh) şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü! Ben kralları ve onların heyetlerini gördüm. Ne kadar heyet gördüysem hepsi binekliydiler. Allah'ın heyetleri nasıldır? Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Onlar ayakları üzerinde haşredilmeyecekler, arkadan itilerek götürülmeyecekler ama onlara cennet develerinden develer götürülecek, insanlar benzerlerini görmemişlerdir. Bunların eğerleri altın, dizginleri zümrüttür. Cennetin kapısını çalacakları vakte kadar bunlara bineceklerdir." Bu haberi Ali (radıyallahü anh)dan zikreden es-Sa'lebî'nin lâfzı daha açıktır: Ali (radıyallahü anh) dedi ki: Bu âyet-i kerîme nazil olunca, Ey Allah'ın Rasûlü! dedi. Ben hükümdarları ve onların heyetlerini gördüm, Ne kadar heyet gördüysem hepsi binekli idi. Şöyle buyurdu: "Ey Ali! Yüce Allah'ın huzurundan ayrılıp gitme zamanı geldiğinde melekler mü’minleri beyaz develerle karşılarlar. Bunların eğerleri ve dizginlen altından olacaktır. Her binicinin üzerinde Öyle bir elbise olacak ki bu dünyadan daha değerlidir. Her mü’min böyle bir elbise giyecek, sonra da binekleri onları sırtlarında taşıdıkları halde yol alacaklardır. Develerin sırtında nihayet cennetin kapısına geleceklerinde melekler onları karşılayacaklar: "Selam olsun üzerinize, tertemiz geldiniz. Hemen oraya ebediler olarak girin." (ez-Zümer, 39/73) diyeceklerdir." Derim ki: Bu haber onların ancak (hesab için durulacak yer olan) Mevkıf ten itibaren bineklere binip elbise giyineceklerini açıkça ifade etmektedir. Kabirlerden çıkacakları vakit ise yayandırlar, ayakları da çıplaktır, üzerlerinde elbise olmayacaktır ve sünnetsiz olacaklardır. Bu halde de hesap yerine gideceklerdir. Buna delil de İbn Abbâs'ın rivâyet ettiği şu Hadîs-i şerîftir. Rasülullah bir öğüt vermek üzere kalktı ve şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Sizler yüce Allah'ın huzuruna çıplak ayaklı, elbisesiz ve sünnetsiz olarak haşredileceksiniz (toplanacaksınız.)" Buhârî, Enbiyâ 8, 48, Tefsir 5. sûre 14, 21. sûre 2; Müslim, Cennet 58; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 3, Tefsir 80. sûre 2; Nesâi, Cenâiz 118, 119; Müsned, II, 223, 229, 235- Hadisi Buhârî ve Müslim rivâyet ettiği gibi, tamamıyla yüce Allah'ın izniyle el-Mü’minun Sûresi'nde de gelecektir. Bundan önce de Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/169-170. âyetler, 3. başlıkta) Abdullah b. Ümeys'in rivâyetiyle bu manada geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun. Bahtiyar kimseler için bu iki halin de hasıl olması uzak bir ihtimal değildir, Bu durumda İbn Abbâs'ın hadisi tahsis edilmiş olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ebû Hüreyre dedi ki: Develerin sırtında geleceklerdir, İbn Abbâs da şöyle açıklamıştır: Onlar kendilerine cennetten getirilecek develere binmiş olacaklardır. Bunların eğerleri alcından, yularları ve dizginleri zümrütten olacaktır. Bunların üzerinde haşredileceklerdir. Ali (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: Allah'a yemin ederim; ayakları üzerinde haşredilmeyecekler. Aksine bunlar eğerleri altından dişi develer üzerinde yine eğer takımları yakuttan asil atlar sırtında haşredileceklerdir. İçlerinden bunların yürümelerini geçirecek olurlarsa yürürler, hafif hareket ettirirlerse uçarlar. Az önce İbn Abbâs'tan nakledildiği gibi; söyle de açıklanmıştır: Onlar sevdikleri şekilde deve, at ya da gemiler üzerinde geleceklerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Burada " bi ne kli olarak" geleceklerinin söylenmiş olması, Araplara göre binekli heyetlerin, genelde müjdeler getirmeleri ve kendilerine verilecek müjdelik ve mükâfatları beklemelerinden ötürüdür. Takva sahibi kimseler de kendilerine verilecek ilâhî bağış ve mükâfatları bekleyeceklerdir. 86Suçluları ise susamışlar olarak cehenneme süreriz. "Suçluları ise susamışlar olarak cehenneme süreriz." Sürmek (sevk); hızlıca yürümeyi istemek demektir. "(........): Susamışlar olarak" demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve Ebû Hüreyre (Allah ikisinden de razı olsun) ile el-Hasen yapmıştır. el-Ahfeş, el-Ferrâ' ve İbnu'l-Arabî: Çıplak ayaklı ve piyade olarak diye açıklamışlardır. Bunun grup grup, fevc fevc anlamına geldiği de söylenmiştir. el-Ezherî de şöyle açıklamıştır: Yani suya giden develer gibi susamışlar olarak ve piyade olarak haşredileceklerdir. "Filanoğullarının su alanları geldi" denilir. el-Kuşeyrî dedi ki: Yüce Allah'ın bu âyeti susuzluğa delildir. Çünkü genelde suya susuzluk dolayısıyla gidilir. Tefsir'de şöyle denilmektedir: Bunlar piyade ve susamışlar olarak hatta susuzluktan boyunları kopmuş olarak geleceklerdir. Günahkârların cehennem ateşine sürülmeleri gerçekleşeceğinde, takva sahibi kimseler de cennete doğru toplanacaklardır. Yüce Allah'ın: "Susamışlar olarak" kelimesinin, gelmek anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu da: Sana ikram olsun diye geldim, anlamında demeye benzer. Biz onları ateşe girmeleri için süreceğiz demektir. Derim ki: Bu görüşler arasında bir çelişki yoktur. Buna göre günahkârlar cehenneme susamışlar olarak, çıplak ayaklı, bineksiz ve gruplar halinde sürüleceklerdir. İbn Arafe dedi ki: Vird: Suya giden topluluk demektir. Susamış kimselere bu ismin veriliş sebebi, suya gitmek istemeleridir. Nitekim oruçkılar anlamına; (.........), ziyaretçi topluluk anlamına; demek de böyledir, Buna göre bu mastar lâfzı üzere bir isimdir. Tekili ise; (........) şeklindedir. Yine "vird" suya gelen kuş ve deve topluluğu anlamındadır. Aynı zamanda bu, içmek üzere başına gidilen su anlamında da kullanılır. Bu ise bir şeye, bir şey ile imada bulunmak kabilindendir. Yine vird, Kur'ân'ın bir bölümü anlamında da kullanılır. Mesela, virdimi okudum, denilir. Vird, belli bir sürede ve belli aralıklarla gelen sıtma günü anlamında da kullanılır. Zahirinden anlaşıldığı kadarıyla bu, müşterek (birden çok mana hakkında) kullanılan bir lafızdır. Şair de kuyuyu vasfederken şöyle demektedir: "Su almak üzere gelenler, onun etrafında kalabalık oluşturdukları vakit o da dolar." Bu mısrada "el-vird", su (almak) isteyen kimseler, demektir. 87Rahmân'ın yanında ahd almış olanlardan başkası şefaate sahip olmayacaktır. Şefaat: "Rahmânın yanında ahd almış olanlardan başkası şefaate sahip olmayacaklardır." Yani bu kâfirler hiçbir kimseye şefaat etmek imkânım bulamayacaklardır. Rahmân'ın yanında ahd almış olanlar ise müslümanlardır. Onlar şefaat etme imkânına sahip olacaklardır. Bu bir şeyin kendi cinsinden olmayan bir şeyden istisna edilmesidir. Yani "Rahmânın yanında ahd almış olanlar" şefaat edeceklerdir. Buna göre; Alan" nasb mahallindedir. Şöyle de açıklanmıştır: Bu "Sahip olmayacaklardır" daki (çoğul anlamını veren) "vav"dan bedel olmak üzere ref mahallindedir. Yani yüce Allah nezdinde hiç kimse şefaat etmek imkânını bulamayacaktır. Ancak "Rahmân'ın yanında ahd almış olanlar" şefaat etmek imkânını bulacaklardır. Buna göre istisna, muttasıl olur. Yüce Allah'ın: "Suçluları ise susamışlar olarak cehenneme süreriz" âyetindeki "suçlular" bütün kâfir ve isyankârları kapsamına alır. Sonra bunların -günahkâr mü’minler dışında- şefaate sahip olamayacaklarını haber vermektedir. Bunlar şefaate, kendilerine şefaatçi olunmak suretiyle sahip olacaklardır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ben şefaat edip duracağım. Nihayet, Rabbim lâ ilâhe illâlah Muhammedun Resûlüllah, diyen kimseler hakkında da şefaatimi kabul buyur, diyeceğim. O şöyle diyecek: Ey Muhammed! O sana ait değildir, ama o Bana aittir." Bunu Müslim bu manada rivâyet etmiştir. Müslim, Îman 326 Daha önceden de geçmiş bulunmaktadır. Fazilet ehli, ilim ehli salih kimselerin şefaat edeceklerine ve şefaatlerinin kabul edileceğine dair haberler birbirini pekiştirmektedir. Birinci görüşe göre ifade yüce Allah'ın: "Onlar, Allah'tan başka ilâhlar edindiler ki, onlarla aziz olalar" (81. âyet) âyeti ile ilişkilidir. Yani, yarın putlara tapanların hiçbir kimseye şefaatleri kabul edilmeyeceği gibi, putların da kimseye şefaatleri kabul edilmeyecektir. Herhangi bir kimsenin kendilerine şefaat etme imkânını da bulamayacaklardır. Yani, hiçbir şefaatin onlara faydası olmayacaktır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık şefaat edenlerin şefaati onlara fayda vermez." (el-Müddessir, 74/48) Şöyle de açıklanmıştır: Biz takva sahiplerini de, günahkârları da hiçbir kimse şefaat imkânına sahip olmadığı halde haşrederiz. "Rahmân'in yanında ahd almış olanlardan başka" yani yüce Allah şefaat hususunda kendisine izin verdiği takdirde bu kimseler şefaat edebilecektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onun izni olmaksızın nezdinde kim şefaat edebilir?" (el-Bakara, 2/255) Bu ahid ise yüce Allah'ın: "Yoksa Rahmândan bir söz (ahid) mü aldı?" (78. âyet) âyetinde sözü edilen ahiddir. Bu ise imanı ve sahibinin kendisi vasıtası ile şefaat edecekler arasına ulaşabileceği bütün salih amelleri ifade eden kapsamlı bir lafızdır. İbn Abbâs dedi ki: Ahidden kasıt lâ ilahe illallah'tir. Mukâtil ve İbn Abbâs da dedi ki: Lâ İlahe illallah deyip, Allah'ın güç ve yardımı dışında hiçbir güç ve kuvvete sahip olmadığını itiraf eden ve ancak yüce Allah'tan ümid eden kimseler şefaat edebilecektir. İbn Mes'ûd dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı ashabına şöyle derken dinledim: "Sizden herhangi bir kimse sabah-akşam Allah nezdinde bir ahid edilmekten âciz kalır mı?" Ey Allah'ın Rasûlü! Bu ne demektir? diye soruldu. Şöyle buyurdu: "Her sabah ve akşam: "Ey gökleri ve yeri yaratan, gizliyi-açığı bilen Allah'ım! Ben bu dünya hayatında Senden başka hiçbir İlah olmadığına, ortağın bulunmaksızın bir ve tek olduğuna, Muhammed'in kulun ve Rasûlün olduğuna şehâdet ettiğimi Sana ahdediyorum. Beni bana bırakma, çünkü eğer beni bana bırakacak olursan, beni hayırdan uzaklaştırır, kötülüğe yaklaştırırsın. Ben ancak Senin rahmetine güvenirim, Nezdinde kıyâmet gününde bana tastamam vereceğin bir ahdin olsun. Şüphesiz ki, Sen sözünden caymazsın." Kul bunu söyledi mi yüce Allah onun üzerini mühürler ve Arşın altına koyar, Kıyâmet günü oldu mu bir münadi; Allah'ın nezdinde, ahdi olanlar nerededir diye seslenir. Bu kimse kalkar ve cennete girer. " Hakim. el-Müstedrek, II, 377 88"Rahmân evlât edindi" dediler. "Rahmân evlâd edindi, dediler" âyeti ile yahudileri, hristiyanları, meleklerin Allah'ın kızları olduklarım iddia edenleri kastetmektedir. Yahya, el-A'meş, Hamza, el-Kisaî, Âsım ve Halef "Evlâd" kelimesini dört yerde "vav" harfi ötreli, "lâm" harfi de sakin olarak okumuşlardır. Birincisi bu sûrede -az önce geçmiş bulunan "Elbette bana mal ve evlad verilir. " (77. âyet) âyetinde, diğeri: "Rahmân, evlâd edindi dediler... Halbuki Rahmân'a evlâd edinmek yaraşmaz." (88 ve 92. âyetler) âyetinde, bir de Nûh Sûresi'nde "...malı ve evlâdı..." (Nûh, 71/21) âyetinde. İbn Kesîr, Mücahid, Humeyd, Ebû Amr ve Ya'kub sadece Nûh Sûresi'nde onlara muvafakat etmişlerdir. Geri kalan kıraat âlimleri hepsinde "vav" ve "lâm"ı üstün olarak okumuşlardır. Bu iki okuyuş "Arap ve Urb, Acem ve Ucm" demek gibi iki ayrı söyleyiştir. Şair der ki: "Ben nice topluluklar gördüm ki yemin olsun, Pekçok malları olmuş ve çocuklaın." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Keşke filân kişi annesinin karnında kalsaydı (doğmasaydı). Ve keşke filân kişi bir eşek yavrusu olsaydı." Yine bu manada en-Nabiğa şöyle demektedir: "Yavaş ol, feda olsun sana bütün kavimler, Ve ayrıca sahip olduğum ne kadar mal ve evlat varsa." Burada Nâbiğa "vav" ve "lâm" harflerini üstün okumuştur. Kâyslılar ise "vav" harfini ötreli olarak çoğul, üstün olarak da tekil kabul ederler. el-Cevherî dedi ki: "Vav" harfi ve "lâm" harfi üstün söyleyişte tekil de olabilir, çoğul da olabilir, "Vav" harfi ötreli ve "lâm" in sakin olması halinde de böyledir. Esedoğullarının ata sözlerinden birisi de şudur: "Senin oğlun, senin topuklarını (lohusalık kanı dolayısıyla) kana bulayandır." "Vav" harfi ötreli çoğul, "vav" harfi üstün tekil olabilir. Mesela "usd"(arslanlar) kelimesinin "esed"in çoğulu oluşu gibi. "Vav" harfinin esreli okunuşu ötreli okunuşunun bir başka söyleyişidir. en-Nehhâs dedi ki: Ebû Ubeyde aralarında fark gözeterek şöyle demektedir: "Vav" ve "lâm" harfleri üstün söylenirse, hem hanım, hem de çocuklar hakkında bir arada kullanılır. Ebû Ca'fer dedi ki: Bu dilbilginlerinden hiçbir kimsenin bilmediği ve red olunan bir görüştür. Her iki söyleyiş te ancak kişinin kendi çocukları ve çocuklarının çocukları hakkında kullanılır. Şu kadar var ki: "Lâm" harfinin üstün okunuşu Arap dilinde daha çok kullanılır. Nitekim şair şöyle demiştir: Tavas ol, feda olsun sana bütün kavimler Ve ayrıca sahip olduğum ne kadar mal ve evlât varsa," Ebû Cafer dedi ki; Ben, Muhammed b. el-Velid'i şöyle derken dinledim: "Vav" harfi ötreli ve "lâm" harfi sakin söyleyişin, "vav" ve "lâm" harflerinin Üstün söyleyişinin çoğulu olması da mümkündür. Diğer taraftan her iki söyleyişin aynı anlamda olma ihtimali de vardır. Nitekim Acem ve Ucm, Arab ve Urp da denilmektedir. Az önce de geçtiği gibi. 89Yemin olsun ki siz pek çirkin bir şey söylediniz. "Yemin olsun ki siz, pek çirkin bir şey söylediniz." Son derece görülmedik, pek büyük bir iddiada bulundunuz. Bu açıklamayı İbn Abbâs, Mücahid ve başkaları yapmıştır. el-Cevherî dedi ki: "Pek çirkin" son derece çirkin durum, büyük musibet" demektir. Yüce Allah'ın: "Yemin olsun ki siz pek çirkin bir şey söylediniz" âyetinde de bu lâfız, bu manada kullanılmıştır. Fail vezninde; de böyledir. in çoğulu şeklinde gelir, "Filan kişinin başına pek büyük bir musibet geldi "demektir. aynı şekilde şiddet anlamında gelir. "çokluk ve güç" anlamındadır. Şair recez vezninde şöyle demiştir: "Ben önceleri son derece sağlam, güçlü iten o kadınlar Çok dehşetli ve korkunç bir şekilde benden uzaklaşıp, gittiler." el-Cevherî'nin açıklamaları burada sona ermektedir. Ebû Abdullah ve Ebû Abdu'r-Rahmân es-Sülemî bu lâfzı hemzeli, üstün olarak okumuşlardır. en-Nehhâs dedi ki: Fiil olarak: şeklinde kullanılır. İsm-i fail; ...diye gelir. İsmi ise şeklinde gelir. Bu da görülmedik ve pek büyük bir iş yapmayı anlatır. Yine recez vezninde şair şöyle demektedir: "Benim dengim kimseler benden görülmedik şeyler gördüler, Oldukça büyük bir musibet ve oldukça görülmedik şeyler." (Bu) en-Nehhâs'tan başkasından nakledilmiştir. es-Sa'lebî dedi ki: Bu kelime üç türlü söylenir. Birincisi hemzenin esreli okunuşu, bu genelin kıraatidir. İkincisi hemzenin üstün okunuşu, bu da es-Sülemî'nin kıraatidir. Üçüncüsü şeklînde; gibi okuyuş, bu da bazı Arapların söyleyişidir. Bu söyleyiş de İbn Abbâs ve Ebû'l-Âl-iyye'den rivâyet edilmiştir. Bu söyleyiş sanki "ağırlık" anlamından alınmış gibidir. Nitekim; "Yük ona ağır geldi, gelir" denilir. 90Bundan dolayı neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp dağılarak yıkılacak. "Bundan dolayı nerdeyse gökler parçalanacak" çatlayacak. Gerek bu âyet-i kerîmede gerekse de eş-Şûrâ Sûresi'nde (42/3) genel olarak kıraat âlimleri "Nerdeyse" kelimesini "te" ile okumuşlardır. Nâfi', Yahya ve el-Kisaî ise öncesinden fiil geçtiğinden dolayı "ya" ile okumuşlardır. Diğer taraftan "(Gökler) çatlayacak" kelimesini de Nâfi', İbn Kesîr, Hafs ve başkaları "ya" den sonra "te" ve "ti" harfi de şeddeli olmak üzere -burada ve eş-Şûrâ Sûresi'nde (42/3'te) "tefattur"dan gelen bir fiil olarak okumuşlardır. Yalnız Şûra Sûresi'nde Hamza ve İbn Âmir bu şekilde onlara uygun okumuş, burada ise; (.........) şeklinde "infitar" kökünden gelen muzari bir fiil olarak okumuştur. Ebû Amr, Ebû Bekr ve el-Mufaddal her iki sûrede de bu şekilde okumuştur. Ebû Ubeyd'in tercih ettiği kıraat de budur. Buna yüce Allah'ın: "Gök yarıldığı zaman" (el-İnfitar, 82/1) âyeti ile; "Gök bile o sebeble yarılmış" (el-Müzzemmil, 73/18) âyetinde aynı kökten gelmiş olmasından dolayı tercih etmiştir. "Ve yer yarılacak." O da çatlayıp birbirinden ayrılacak; diye buyurulmuştur. "Ve dağlar parçalanıp dağılarak yıkılacak." İbn Abbâs dedi ki: Yani oldukça şiddetli bir gürültü ile dökülecek, yıkılacak. Hadîs-i şerîfte de: "Allah'ım, yıkıncıdan ve yerin dibine geçirilmekten sana sığınırım." İbnul-Esîr, en-Nikaye fi Gâribi'l-Hadis, V, 250 diye buyurulmuştur. Şemir dedi ki: Ahmed b. Ğıyâs el-Mervezî dedi ki: Burada geçen "el-hedd", yıkım demektir. "el-Hedde" yerin dibine geçmek demektir. el-Leys ise bu oldukça şiddetli ytkım demektir, demiştir. Mesela, bir duvarın bir defada yıkılması gibi. Ayrıca; da denilir ki; bu iş beni yıktı ve beni çok etkiledi, anlamındadır. Bu açıklamaları el-Herevî yapmıştır. el-Cevherî der ki: "Binayı yıktı ve zayıflattı" anlamındadır, "Musibet onu sarstı" "Dağ parçalandı" demektir. el-Asmaî dedi ki: "Zayıf ve güçsüz adam" demektir. Bir kişi, diğer kişiyi tehdit edecek olursa; ben zayıf bir kimse değilim anlamında: der. İbnu'l-A'rabî dedi ki: Erkeklerden; "cömert, eli açık olan" demektir. Korkak ve güçsüz kimse hakkında "he" harfi esreli olarak bu kelime kullanılır. Buna delil olarak da şu beyiti nakleder: "Savaşlarda korkak değildir onlar, Dizlerin üzerine kuşaklar sarıldığında." Duvar ve buna benzer şeylerin yıkılma sesleridir." Bu kökten olmak üzere; "Yıkılırken ses çıkardı, çıkarır, yıkılma sesi" denilir. Yerden uğultulu olarak deniz tarafından gelen ve kıyıdakilerin duydukları ses, demektir. Bazen bundan dolayı zelzele dahi olabilir. en-Nehhâs dedi ki: Bu kelime, bu şekliyle mastardır (mutlak mef'ûl'dür.) Çünkü "Parçalanıp, dağılarak yıkılacak" anlamındadır. Başkaları ise bu kelimenin hal olduğunu söylemektedir ki, yıkılarak anlamım verir. 91Rahmân'a evlât İsnad ettiler diye. "Rahmân'a evlâd isnâd ettiler diye" âyetindeki: Diye" lâfzı el-Ferrâ''ya göre nasb mahallindedir. Çünkü bu iddia ettiler diye ve iddia ettiklerinden dolayı anlamındadır. Buna göre bu, cer edatının düşmesi dolayısıyla nasb mahallindedir. el-Ferrâ''nın iddiasına göre el-Kisaî de şöyle demiştir; Bu bir cer edici takdiri ile cer mahallindedir. İbnu'l-Mubarek şunu zikretmektedir: Bize Misâr, Vâsıl'dan anlattı. O Avn b. Abdullah'tan dedi ki: Abdullah b. Mes'ûd dedi ki: Dağ dağa: Ey filan, bugün senin yanından Allah'ı zikreden bir kimse geçti mi? diye sorar. Evet derse bundan dolayı sevinir. Sonra Abdullah; "Rahmân evlâd edindi dediler" âyetini okudu. (Avn) dedi ki: Sen onların yalan sözleri işittiklerini, buna karşılık hayırlı sözleri işitmediklerini mi zannedersin? Yine devamla dedi ki: Bana Avf, Ğalib b. Acıeb'ten anlattı. Dedi ki: Bana Mina mescidinde Şamlılardan bir adam anlattı. Dedi ki: Yüce Allah yeryüzünü, oradaki ağaçları yarattığında yeryüzünde ne kadar ağaç varsa Âdemoğulları o ağacın yanına gittiler mi, mutlaka ondan bir menfaat elde ededer ve o ağaçtan faydalanırlar. Yeryüzü ve ağaçlar, Âdemoğullarının günahkârları o pek büyük olan sözü söyleyînceye kadar yani: "Rahmân evlâd edindi" deyinceye kadar bu halde devam ettiler. Onlar bu sözü söyledikten sonra yeryüzü bundan ürperdi. Ağaçlar ise diken çıkardı. İbn Abbâs dedi ki: Dağlar ve üzerinde bulunan ağaçlar, denizler ve İçinde bulunan balıklar bu sözden ürperdiler. İşte bundan dolayı balıklarda ve ağaçlarda dikenler oldu. Yine İbn Abbâs ve Ka'b dediler ki: Gökler de, yer de, dağlar da bundan dolayı dehşete kapıldılar. Bütün mahlukat da aynı şekilde. Yalnız insanlar ve cinler müstesna. Bütün yaratıklar neredeyse yok olacaklardı. Melekler bu işe çok öfkelendiler. Cehennem alev aldı, ağaçlar diken yaptı. Yeryüzü karardı ve kuraklaştı. (Bunlar) günahkârlar; Allah evlâd edindi dedikleri zaman oldu. Muhammed b. Ka'b dedi ki: Allah'ın düşmanları neredeyse başımıza kıyâmetin kopmasına sebeb olacaklardı. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bundan dolayı nerdeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp dağılarak yıkılacak. Rahmâna evlâd isnad ettiler diye." İbnu'l-Arabî dedi ki: O doğru söylemiştir, Çünkü bu gerçekten daha önceden kaza ve kaderin hakkında geçmiş olduğu bir sözdür. Eğer şanı yüce ve mübarek olan yüce yaratıcı, kâfirin küfründen zarar görmeyen, mü’minin İmâm dolayısıyla yücelrneyen, kâfir mülkünü eksiltmediği gibi, mü’minin de mülkünde bir şeyler arttırması,söz konusu olmamış olsaydı, dillerden böyle bir söz de dökülmezdi. Fakat o Kuddûs, Hakîm ve Halîm'dir. Artık bundan sonra batılcıların neler söylediklerine aldırış bile etmez. 92Halbuki Rahmân'a evlâd edinmek yaraşmaz. "Halbuki Rahmân'a evlâd edinmek yaraşmaz" âyetine dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1- "Halbuki Rahmân'a Evlâd Edinmek Yaraşmaz." Bu âyet ile yüce Allah kendi zatının çocuk sahibi olmasını nefyetmektedir. Çünkü el-Bakara Sûresi'nde (2/116. âyet, 4. başlıkta) açıkladığımız gibi, çocuğun babasının cinsinden olmasını ve sonradan meydana gelmiş olmayı gerektirir. Yani böyle bir şey yüce Allah'a yakışmaz. O bununla nitelendirilemez ve O'nun hakkında böyle bir şey mümkün değildir. Çünkü çocuk mutlaka bir babadan olur ve babası olur, aslı olur. Şanı yüce Allah ise bundan pek yüce ve pek mukaddestir, Şair söyle demiştir: "Oldukça yüksek bir tepenin dümdüz kayasının başında, Onun aşağısında ne düzlüğe gerek vardır, ne de bir dağa." 93Göklerde ve yerde kim varsa hepsi Rahmân'ın huzuruna ancak kul olarak gelecektir. "Göklerde ve yerde kim varsa hepsi Rahmânın huzuruna ancak kul olarak gelecektir" âyetindeki; edatı nefy edatıdır. Yani göklerde ve yerde bulunanların hepsi başka hiçbir surette değil, kıyâmet gününde sadece Allah'a ubudiyeti ikrar ile ü'nun huzurunda zilletle boyun eğmiş olarak gelecektir. Yüce Allah'ın şu âyetinde dile getirildiği gibi: "Hepsi de huzuruna küçülmüşler olarak geleceklerdir." (en-Neml, 27/87) Yani zelil ve alçalmalar olarak, küçülmüşler olarak geleceklerdir. Yani bütün yaratıklar O'nun kuludur. Onlardan herhangi birisi nasıl olur da O'nun evlâdı olabilir? O zâlimlerin ve inkarcıların söylediklerinden alabildiğine yücedir. "(........): Gelicidir (gelecektir)" kelimesi hatta "ya" iledir. Aslı itibariyle tenvinlidir, hafifletilmek maksadıyla tenvin hazfedilmiş ve (sonraki er-Rahmân kelimesine) izafe edilmiştir. 2- Çocuk Babasının Kölesi Olabilir mi?: Bu ayet-i kerîmede çocuğun babasının kölesi olmasının - oğlunu satın alır ve ona matik olur. Kendisi onu azad etmedikçe, ona rağmen çocuğu azad edilmez, diyenlerin aksine- çocuk babasının kölesi olarak mülkiyetine girmeyeceğine delil vardır. Yüce Allah çocuk sahibi olmak ile mülkiyet arasındaki aykırılığı da açıklamış bulunmaktadır. Buna göre baba herhangi bir tasarruf türü ile oğlunun maliki olursa ona rağmen azad edilir. Bu âyet-i kerîmeden bu hükme delil çıkarma şekline gelince, yüce Allah evlâd olmayı ve kul olmayı iki zıt konumda zikretmektedir. Birincisini reddederken ötekisini isbat etmektedir. Eğer bu ikisi bir arada bulunabilecek olsaydı, bu sözün delil olabilecek şekilde bir faydası olmazdı. Sahih hadiste de şöyle denilmiştir: "Bir evlâdın babasının hakkını ödemesi ancak onu köle olarak bulması ve sonra onu azad etmesi halinde mümkün olabilir. Müslim, Itk 25; Ebû Dâvûd, Edeb 120; Tirmizî, Birr 8; İbn Mâce, Edeb 1; Müsned, II, 230, 263, 376. 445. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Baba onun üstündeki mertebesine rağmen oğlunu mülkiyetine alamadığına göre, oğlun babasını mülkiyetine alamaması -bu konuda ondan daha geride olduğundan dolayı- öncelikle söz konusudur. 3- Ortak Olunan Kölenin Azad Edilmesi Halinde Erkek Ya da Kadın Olması Fark Eder mi?: İshak b. Râheveyh, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın; "Her kim bir köledeki ortaklığını azad edecek olursa..." Buhârî, Şirket 5, 14, Itk 5; Müslim, Itk 1, Eymân 47, 48, 51; Ebû Dâvûd, Itak 6; Tirmizî. Ahkâm 14; Nesâî, Duyu' 105, 106; İbn Mâce, Itk 7; Müsned, I, 56, II, 15, 112. âyetinin te'vili ile ilgili olarak şu kanaati ileri sürmüştür: Maksat yalnızca erkek köleler olup dişi köleler söz konusu edilmemiştir, o bakımdan bir kimse dişi köledeki ortaklığını azad edecek olursa bu geri kalan kısmı da azad edilmek suretiyle tamamen hürriyetine kavuşturulmaz. Ancak bu görüş selefin de, ondan sonrakilerin Cumhûrunun kabul ettiği görüşün aksinedir. Çünkü onlar erkek ile dişi arassnda (bu konuda) fark gözetmezler, Çünkü kul (abd) lâfzı ile cinsi kastedilmektedir. Nitekim yüce Allah; "Göklerde ve yerde kim varsa hepsi Rahmân in huturuna ancak kul olarak gelecektir" diye buyurmuştur. İşte bu, kesin olarak erkek olsun, dişi olsun kölelerin tümünü ifade eder. İshak'ın dayandığı delil ise (Arapçada) dişi köle için "abde" lâfzının kullanıldığının nakledilmiş olmasıdır. 4- Burada Hatırlatılması Uygun Bir Hadîs-i şerîf: Buhârî, Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şanı yüce ve mübarek Allah buyuruyor ki: Âdemoğlu, Beni yalanladı. Ancak, Beni yalanlamak ona yakışmaz. Bana dil uzattı, ancak onun böyle bir şey yapması ona yakışmaz. Onun, Beni yalanlaması O, beni ilkin yarattığı gibi tekrar yaratmayacaktır. Mahlukatı ilkin yaratmış olması onu tekrar iade etmekliğimden Benim için daha kolay değildir, iddiasında bulunmasıdır. Bana dil uzatmasına gelince; onun Allah evlâd edindi, demesidir. Halbuki Ben, Ehad'im (bir ve tekim), Samed'im (herkesin ihtiyacım gören, hiç kimseye muhtaç olmayanım), doğmadım, doğrulmadım ve hiç kimse Benim eşim ve dengim değildir. " Buhârî, Tefsir 2. sûre 8, 112. sûre I, 2; Nesâî, Cenâiz 117; Müsned, II, 317, 350, 394 Bu hadis daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/116. âyet, 2. başlıkta İbn Abbâs'tan yakın lâfızlarla) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. Böyle bir yerde bunu tekrarlamak gerçekten uygun düşmemektedir. 94Yemin olsun ki, hepsini kuşatıp onları teker teker saymıştır. "Yemin olsun ki hepsini kuşatıp" sayılarını bilip "onları teker teker saymıştır." Bu ifade bir te'kiddir. Yani onlardan hiçbir kimse ona gizli-saklı kalmaz. Derim ki: Biz O'nun isimleri arasında "el-Muhsî" diye bir isminin olduğunu da biliyoruz. Yani sünnette Ebû Hüreyre'nin, Tirmizî tarafından rivâyet edilen hadisinde bunu görüyoruz Tirmizî, Deavât H2; İbn Mâce, Duâ 10, Bu fiilin kökü de buna delil teşkil etmektedir. Üstad Ebû İshak el-İsferâyînî dedi ki: Onlardan birisi de "el-Muhsî" adıdır. Mahlukatın çok oluşu O'nun herşeyi bilmesine engel değildir. O'nu meşgul etmez. Mesela ışığın aydınlığı, rüzgarın şiddetlenmesi, yaprakların ardı arkasına düşmesi gibi. O bu hallerde her bir yaprağın hareketinin bütün cüzlerini bilir. Her şeyi yaratan O iken bilmemesi nasıl söz konusu olabilir. Nitekim şöyle buyurmuştur; "Yaratan bilmez mi hiç? O Latiftir, herşeyden haberdardır." (el-Mülk, 67/14) İbn Abbâs'ın tefsirinde: "Yemin olsun ki hepsini kuşatıp onları teker teker saymıştır" âyetinin tefsiri ile ilgili olarak şöyle dediği nakledilmektedir: Bununla O'na kulluğu ikrar ettiklerini ve rububiyyetine tanıklık ettiklerini kastetmektedir. 95Hepsi Kıyâmet gününde O'na yalnız başlarına gelirler. "Hepsi kıyâmet gününde O'na yalnız başlarına gelirler." Yani tek baslarına, yardımcısız, beraberlerinde kendilerine fayda sağlayacak mallar da bulunmaksızın gelirler. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O günde malın da, evlâdın da hiç faydası olmaz. Allah'a salim kalb ile gelmiş olanlar müstesna." (eş-Şuarâ, 26/88-89) Sadece dünyada iken işlemiş olduğu amellerinin faydası olacak. Yüce Allah'ın: "Hepsi... gelecektir" âyetinde "gelecektir" anlamındaki ism-i failin tekil gelmesi "hepsi" anlamındaki kelimenin lâfzına binaendir. Manaya göre okunacak olsaydı, "(.......): Geleceklerdir" diye çoğul olması gerekirdi. el-Kuşeyrî dedi ki: Bu âyette şuna işaret edilmektedir: Sizler kendiniz adına -ki herkes O'nun kulu olduğu halde- çocuklarınızın köleleştirilmesine razı olmazken, kendiniz için razı olmadığınız şeylere nasıl olur da O'nun için razı olursunuz? Yine benzeri bir husustan dolayı kendileri için kız çocukları istemezken; melekler Allah'ın kızlarıdır, dediklerini belirterek bu görüşlerini reddetmektedir. Yüce Allah bundan pek yüce ve münezzehtir. Yine; Putlar Allah'ın kızlarıdır, demeleri de bu kabildendir. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: "Ortaklarına ait olan Allah'a ulaşmaz ama, Allah'a ait olanlar ise ortaklarına ulaşır." (el-En'âm, 6/136) 96Muhakkak îman edip salih amel işleyenlere Rahmân bir sevgi var edecektir. "Muhakkak îman edip" tasdik edip "salih amel işleyenlere Rahmân" kullarının kalbinde "bir sevgi var edecektir." Nitekim Tirmizî, Sa'd ve Ebû Hüreyre (Allah ikisinden de razı olsun)den rivâyet etçiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah bir kulu sevdi mi, Cibril'e: Ben filânı sevdim, sen de onu sev diye nida eder. Bunun üzerine o da semâda nida eder. Sonra (ona) sevgi yeryüzündekiler arasına iner, İşle yüce Allah'ın: "Onlara Rahmân bir sevgi var edecektir" âyeti bunu anlatır." Allah bir kula da buğz etti mi, Cibril'e; Ben filana buğzediyorum, diye nida eder, O da semâda (öylece) nida eder. Sonra yeryüzünde de ona karşı duyulan nefret iner." Tirmizî dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 19. sûre 6 Bu hadisi bu manada Buhârî, Müslim rivâyet ettikleri gibi Malik de, Muvatta’'da rivâyet etmiştir tik. Buhârî, Bed'u'l-Halk 6, Edeb 41, Tevhîd 33; Müslim, Birr 157; Muvatta’, Şear 15; Müsned, II, 267, 341, 413, 509, 514, V, 259, 263. "Nevadiru'l-Usûl"de şöyle denilmektedir: Bize Ebû Bekir Sabık el-Ümevî anlattı dedi ki: Bize Ebû Malik el-Cenbî anlattı. O Cüveybir'den, o ed-Dahhak'tan, o İbn Abbâs'tan dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz Allah salihlerin kalplerinde ve mukarreb melekler nezdinde mü’mine ülfeti (iyi kaynaşmayı), ağır başlılığı ve kibarlığı vermiştir. Daha sonra yüce Allah'ın: "Muhakkak Îman edip, salih amel işleyenlere Rahmân bir sevgi var edecektir" âyetini okudu." et-Tirmizî, el-Hakîm, Nevâdirul-Usûl, I, 662, II, 507. Bu âyetin kimin hakkında indiği hususunda farklı görüşler vardır. Ali (radıyallahü anh) hakkında nazil olduğu söylenmiştir. el-Berâ b. Âzib'in rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ali b. Ebî Tâlib'e şöyle demiştir: "Ey Ali! De ki: Allah'ım, benim için nezdinde bir ahid kıt, mü’minlerin kalplerinde de benim için bir sevgi var et." Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Bunu es-Sa'lebî nakletmektedir. İbn Abbâs İse: Abdu'r-Rahmân b. Avf hakkında inmiştir, demiştir. Yüce Allah kulların kalplerinde onun için bir sevgi yaratmıştır. Onu gören bir mü’min mutlaka ona saygı gösterirdi. Onu gören bir müşrik ya da bir münafık olsun, mutlaka onu tazim ederdi. Herim b. Hayyân da şöyle derdi: Bir kimse kalbiyle yüce Allah'a yönelecek olursa mutlaka yüce Allah da îman ehlinin kalplerini ona yöneltir ve sonunda Allah, onlar tarafından sevilmeyi ve ona rahmet etmeyi, ona rızıklandırır. Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah kıyâmet gününde mü’minlerin ve meleklerin kalplerinde onlar için bir sevgi var edecektir. Derim ki: Mü’min dünyada sevildiğine göre âhirette de böyle olacaktır. Çünkü yüce Allah ancak takva sahibi bir mü’mini sever ve ancak halis ve tertemiz olandan razı olur. Yüce Allah lütuf ve insanıyla bizleri de onlardan kılsın, Müslim'in rivâyetine göre Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Yüce Allah bir kulu sevdi mi Cibril (aleyhisselâm)ı çağırır ve Ben filan kişiyi seviyorum. Onu sen de sev der. Bunun üzerine Cibril onu sever, sonra da semâda şöyle seslenir: Şüphesiz Allah filan kişiyi sever, siz de onu seviniz. Bunun üzerine semâdakiler de onu sever. Sonra yeryüzünde onun için kabul mazhariyeti konulur. (Yüce Allah) bir kula da buğz etti mi Cibril (aleyhisselâm)ı çağırır ve der ki: Ben filana buğzediyorum. Sen de ona buğz et. Bunun üzerine Cibril ona buğzeder, sonra semâdakiler arasında: Şüphesiz Allah filân kişiye buğzeder, siz de ona buğzediniz diye seslenir. Bunun üzerine onlar da ona buğzederler. Daha sonra yeryüzünde de yeryüzündekilerin ona buğzetmesi sağlanır." Müslim, Birr 157; Müsned, 11, 341, 413, 509. 97Biz onu, onunla takva sahiplerini müjdeleyesin, İnad edenleri de korkutasın diye senin dilinle kolaylaştırdık. "Biz onu... senin dilinle kolaylaştırdık" âyetinde kasıt Kur'ân-ı Kerîm'dir. Yani Biz onu senin dilin olan Arap dili ile açıkça ortaya koyduk. Üzerinde düşünen, tefekkür eden kimselere de kolay kıldık. Biz bu kitabı senin üzerine insanların anlamalarının kolaylaşması maksadıyla Arapça indirdik, diye de açıklanmıştır. "Onunla takva sahiplerini müjdeleyesin, inad edenleri de korkutasın diye" âyetindeki: "înad edenler" in çoğulu olup ileri derecede düşmanlık eden demektir. Yüce Allah'ın: "Halbuki o düşmanların en azılı olanıdır." (el-Bakara, 2/204) âyetinde de bu kökten gelen kelime kullanılmıştır. Şair de şöyle demiştir: "Gecemi sessizce kederlerimle fısıldaşarak geçiriyorken sanki ben, Tartışma kabiliyetleri yüksek ve ileri derecede düşman kimselerle tartışıyor gibiyim." Ebû Ubeyde dedi ki: "el-EIedd: İnad eden, aşırı düşman" hakkı kabul etmeyen ve batılı ileri süren demektir. el-Hasen dedi ki: Hakka karşı sağır kimseler demektir. er-Rabî kalpteki kulakları sağır olanlar demektir; Mücahid, fâcir kimseler demektir; ed-Dahhak batıl uğrunda mücadele verenler demektir; İbn Abbâs da düşmanlıklarında aşırıya gidenler demektir, diye açıklamışlardır. Bu kelimenin, hiçbir şekilde istikamet üzere olmayan zalim, anlamında olduğu da söylenmiştir. Anlam birdir. Özellikle bunların uyarılmasından söz edilmesi, İnatçılığı olmayan kimsenin, itaat çemberine girmesinin kolay oluşundan dolayıdır. 98Bunlardan önceki zamanlarda nice nesilleri helâk ettik. Şimdi onlardan birisini görüyor yahut gizli seslerini bile işitiyor musun? "Bunlardan önceki zamanlarda nice nesilleri" nice insan topluluklarını, nice ümmetleri "helâk ettik." Bununla yüce Allah Mekkelileri korkutmaktadır. "Şimdi onlardan birini görüyor, yahut gizli bir seslerini bile işitiyor musun?" âyeti nasb mahallindedir. Sen onlardan herhangi bir kimse görüyor ya da buluyor musun? anlamındadır. "Yahut gizli seslerini bile işitiyor musun?" Onların sesleri sedaları sana geliyor mu? Bu şekildeki açıklama İbn Abbâs ve başkalarından nakledilmiştir. Yani onlar ölmüş ve artık amelleriyim karşılaşmış bulunuyorlar. "Kısık dahi olsa seslerini (işitiyor musun?)" diye de açıklanmıştır ki bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır, Şöyle de açıklanmıştır: Bu kelime anlaşılmayan ses veya hareket demektir. Bu açıklamayı da el-Yezidî ve Ebû Ubeyde yapmıştır, "Kafilenin rikzi (anlaşılmayan sesi)" tabiri bu kabildendir. Ebû Ubeyde, Lebîd'in şu beytini nakletmektedir: "O (yaban ineği) kendisine arkadaşlık edecek kimsenin seslerini duymaya çalıştı; fakat daha onu görmeden, Korktu (ondan); çünkü arkadaş (sandığı) onu avlayacak olandır." "Gizli ses" anlamına geldiği de söylenmiştir. Mızrağın ucunu yere batırdı anlamındaki (..........) de buradan gelmektedir. Tarafe de şöyle demektedir: "(Devemin) iki kulağı ister gece yolculuğundaki en hafif sesler olsun, isterse de Yüksekçe söylenen sözleri olsun; (onları) doğru olarak işitir." Şair Zu'r-Rime'de avcı ve köpeklerin seslerini işiten bir öküzü nitelendirirken şöyle demiştir: "O gizli bir fısıltıyı (rikzi) işitmeye kulak verecek olursa, onu iyi takib eder ve maharetle işitir, O gizli sesi dahi; hem onun. işitmesi yalan değildir (doğru işitir.)" Burada beyitteki lâfızların anlamına dair iki satırlık açıklama, tercüme içinde yer almış olduğundan ayrıca tercüme edilmemiştir Rikâz da gömülmüş mal demektir. Doğruyu en iyi bilen yüce Allah'tır. |
﴾ 0 ﴿