TÂHÂ SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile

Tâ-Hâ (aleyhisselâm) Sûresi'nin, Mekke'de indiği ittifakla kabul edilmiş bir görüştür. Ömer (radıyallahü anh)ın İslâm'a girişinden önce inmiştir.

Dârakutnî'nin, Sünen'indeki rivâyete göre Enes b. Malik (radıyallahü anh) şöyle demiştir: (Bir gün) Ömer bir kılıç kuşanmış olarak çıktı. Kendisine: Enişten dinini değiştirdi, denildi. Bunun üzerine onların (eniştesi ile kızkardeşinin) yanına gitti. Orada da muhacirlerden Habbâb diye anılan birisi de vardı. Tâ-Hâ Sûresi'ni okuyorlardı. Yanmadaki yazıyı bana da veriniz, ben de onu okuyayım, dedi. -Ömer (radıyallahü anh) okumayı bilirdi.- Kızkardeşi kendisine: Sen pissin, ona ise tertemiz olanlardan başkası dokunamaz. Kalk, guslet yahut abdest al. Bunun üzerine Ömer (radıyallahü anh) kalktı, abdest aldı. Yazılı belgeyi aldı ve Tâ-Hâ'yı okudu. Dârakutnî, I, 123

İbn İshak bunu daha uzunca şöylece zikretmektedir:

Ömer, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı bulup öldürmek maksadıyla kılıcını kuşanarak çıktı. Yolda Nuaym b. Abdullah ile karşılaştı. Ona: Nereye gitmek istiyorsun ey Ömer diye sordu. Ömer: Dininden donen, şu Kureyş'in dirliğini bozan, onları beyinsizlikle itham eden, dinlerini ayıplayan, ilâhlarına dil uzatan Muhammed'e gidip onu öldürmek istiyorum. Nuaym ona şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, ey Ömer! Sana asıl senin içinde olanlar tuzak kuruyor, seni aldatıyor. Sen zanneder misin ki Abdumenâfoğulları Muhammed'i öldürdüğün halde yeryüzünde senin yürümene imkân vereceklerdir? Niçin kendi ailene dönüp de onların işlerini yoluna koymayı düşünmüyorsun? Ömer: Hangi ailemden söz ediyorsun? deyince, Nuaym dedi ki: Senin enişten ve amcanın oğlu Saîd b. Zeyd ile kızkardeşin Hattab'ın kızı Fâtıma'yı kastediyorum. Allah'a yemin ederim, onlar müslüman olmuşlar ve Muhammed'e dini üzere tabi olmuşlar. Bana kalırsa sen asıl git, onlarla uğraş.

Bunun üzerine Ömer kızkardeşi ve eniştesini bulmak üzere geri döndü. Yanlarında Habbâb b. el-Eret de vardı. Beraberinde de Tâ-Hâ Sûresi'nin yazılı olduğu bir sahife bulunuyordu. Bunu onlara öğretiyordu. Ömer (radıyallahü anh)ın sesini işitmeleri üzerine Habbab onların odalarından birine yahut da evin bir tarafına gizlendi. Hattab kızı Fatıma da sahifeyi alıp üzerine oturdu. Ömer eve yaklaştığı sırada Habbab’ın onlara okuduğu Kur'ân'ın sesini işitmişti. Ömer içeri girincer Duymuş olduğum bu lakırdılar neyin nesiydi? Ona; Sen bir şey işitmiş olamazsın dediler. Hayır, Allah'a yemin ederim. Ben sizlerin Muhammed'e dini üzere tabi olduğunuzu haber almış bulunuyorum, dedi ve hemen eniştesi Said b. Zeyd'in üzerine atıldı. Kızkardeşi Hattab'ın kızı Fatıma onu kocasından uzaklaştırmak üzere ayağa kalkınca ona bir tokat attı ve yüzünü yaraladı. Ömer bunu yapınca kızkardeşi de eniştesi de ona: Evet, biz müslüman olduk. Allah'a ve Rasûlune îman ettik, ne istiyorsan yap, dediler.

Ömer, kardeşinin yüzündeki kanı görünce yaptığına pişman oldu, aklı başına geldi. Kızkardeşine: Az önce okuduğunuzu duyduğum şu sahifeyi bana ver de Muhammed’in neler getirdiğine bir bakayım, dedi.

Ömer okuma yazma bilen birisi idi, Bu sözleri söyleyince kızkardeşi kendisine: Biz senin ona bir zarar vereceğinden korkarız, dedi. Bu sefer kızkardeşine: Korkma, dedi ve kendi ilâhları adına yemin ederek okuyup onlara geri vereceğini söyledi. Ömer bu sözleri söyleyince kardeşi müslüman olacağı umuduna kapıldı ve ona dedi ki: Kardeşim sen şirk üzeresin ve pissin, buna ise ancak temiz olanlar el sürebilir.

Bunun üzerine Ömer kalktı ve yıkandı. Kızkardeşi de kendisine içinde Tâ-Hâ'nın yazılı bulunduğu sahifeyi uzattı. Ömer Tâ-Hâ Sûresi'nin baş taraflarını okuyunca dedi ki: Bu ne güzel, bu ne şerefli sözler! Habbab onun bu sözleri söylediğini işitince yanına çıktı ve ona dedi ki: Ey Ömer! Allah'a andolsunki ben yüce Allah'ın, Peygamberinin duasını özellikle senin hakkında kabul etmiş olacağını ümit ederim. Çünkü ben dün onu şöyle dua ederken dinledim: "Allah'ım sen İslâm'ı ya Ebû'l-Hakem b. Hişam ile, yahut Ömer b. el-Hattâb ile güçlendir," Allah'tan kork ey Ömer, Allah'tan!

Bunun üzerine Ömer ona: Ey Habbab! Bana Muhammed’in yerini söyle. Onun yanına gidip, İslâm'a gireyim, dedi ve hadisin geri kalan bölümlerini zikretti. İbn Hişâm, es-Siretu'n-Nebeviyye, I, 271 vd.

Yüce Allah'ın Ta-Hâ ve Yâsîn Sûrelerini Okuduğuna Dair Hadis'in Açıklaması:

Dârimî Ebû Muhammed, Müsned'inde Ebû Hüreyre'den gelen bir rivâyeti senediyle kaydederek, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın şöyle buyurduğunu zikretmektedir: "Şüphesiz şanı yüce ve mübarek olan Allah gökleri ve yeri yaratmadan ikibin yıl önce Tâ-Hâ ve Yâsîn sûrelerini okumuştur. Melekler bu Kur'ân'ı dinleyince: Bu kitabın üzerine ineceği ümmete ne mutlu! Bu buyrukları ezberleyecek kalplere ne muclu. Bu sözleri telaffuz edecek dillere ne mutlu!" Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân 20. dediler.

İbn Fûrek dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Şanı yüce ve mübarek olan Allah Tâ-Hâ ve Yâsîn sûrelerini... okudu" demesinin anlamı şudur: O kelâmını o zaman melekler arasından dilediği kimselere açıkladı, işittirdi ve kavrattı demektir. Araplar bir şeyi takip edip, izlediğin vakit "onu kıraat ettin" derler. Mesela; "Bu dişi devenin hiç yavrusu olmadı" demektir. İşte bu şekilde anlaşıldığı vakit, ifade de bir yanlış anlaşılmaya meydan kalmaz.

Onun kıraat edilmesi ise, yüce Allah'ın Kitabını yaratmış olduğu ibarelerle ve ihdas ettiği yazı ile dinletmesi, kavratmasıdır. İşte bizim, Allah'ın kelâmını kıraat ettik, (okuduk) sözlerimizin anlamı da budur. Yüce Allah'ın:

"Artık Kur'ân'dan size kolay geleni okuyun." (el-Müzzemmil, 73/20) âyeti ile:

"Artık ondan, kolayınıza geleni okuyun." (Aynı âyet) âyetindeki kıraatin manası da budur.

Kimi (mezhebimize mensub) ilim adamımız da şöyle demiştir: Peygamber efendimizin: "Okudu" âyeti, o sözleri söyledi, demektir. Bu ise mecazi bir ifadedir. Arapların: Denedim, tecrübe ettim anlamında, ben bu sözün tadına baktım, demeye benzer. Yüce Allah'ın:

"Allah da ona ısrarla işledikleri yüzünden açlık ve korku elbisesini tattırdı." (en-Nahl, 16/112) âyetinde de bu anlamda kullanılmıştır. Yani yüce Allah onları bu şekilde imtihan etti, mübtelâ kıldı, demektir. Korku gerçek manada tadına bakılan bir şey olmadığı halde, bundan "tadına bakmak" diye söz edilmesi tadına bakmanın gerçekte diğer organlarla değil, sadece ağızla oluşundan dolayıdır.

İbn Fûrek dedi ki: Ancak ilk söylediğimiz bu haberin yorumu hususunda daha doğrudur. Çünkü yüce Allah'ın kelâmı ezelî ve kadîmdir. Bütün hadislerden (sonradan meydana gelmiş herşeyden) öncedir.

O, yarattıklarından dilediği kimselere, dilediği vakitlerde ve zamanlarda, dilediği sözlerini işittirmiş ve kavratmıştır. Yoksa O'nun bizzat kelâmının var oluşunun, belli bir müddet ve zaman ile alâkalı olduğu kastedilmiş olamaz,

1

Tâ-Hâ.

"Tâ-Hâ" âyetinin anlamı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Ebû Bekr es-Sıddîk (radıyallahü anh): Bu sırlardan bir sırdır demiştir. Bunu el-Gaznevî nakletmektedir. İbn Abbâs: Ey adam, demektir der. Bunu da el-Beyhakî zikretmektedir. Bunun Ukllüler arasında bilinen bir şive olduğu da söylenmiştir. Aklılar arasında bilinmektedir, diyenler de vardır. el-Kelbîdedi ki; Sen Aklılar arasında bir adama: Ey adam diye seslenecek olursan ona: "Tâ-Hâ" demediğin sürece sana karşılık vermez. Bu hususta et-Taberî şairin şu beytini nakletmektedir:

"Savaşta Tâ-Hâ'yı çağırdım, fakat bana karşılık vermedi,

Kendi adına kurtulmayı istediğinden (ve bu maksatla kaçtığından) korktum."

Abdullah b. Amr dedi ki: Aklıların şivesinde habibi (ey sevdiğim) anlamındadır. Bunu da el-Gaznevî nakletmiştir. Kutrub da şöyle demektedir: Bu Taylıların şivesindedir. Daha sonra Yezid b. el-Mühelhil'in şu beyitini nakletmektedir:

"Ey adam! Hiç şüphesiz beyinsizlik sizin özelliklerinizdendir,

Lanetli bir topluluğu Allah mübarek kılmasın."

el-Hasen de aynı şekilde Tâ-Hâ'nın, ey adam anlamında olduğunu söylemiştir. İkrime de böyle demiştir. İkrime, Süryanice'de de bunun böyle olduğunu söylemiştir ki, bunu da el-Mehdevî nakletmektedir. el-Maverdî de bunu aynı şekilde İbn Abbâs'tan da Mücahid'den de nakletmektedir. et-Taberî ise bunun Nabatice'de ey adam, anlamında olduğunu nakletmiştir. es-Süddî'nin, Saîd b. Cübeyr'in ve yine İbn Abbâs'ın da görüsü budur. O (et-Taberî) şu beyiti nakletmektedir:

"Ey Tâ-Hâ (adam) beyinsizlik sizin huylarınızdandır,

Allah lanetlilerin ruhlarını takdis etmesin."

Yine İkrime dedi ki: Bu Habeşçe'de ey adam, demek anlamındadır. Bunu da es-Sa'lebî nakletmektedir.

Doğrusu şudur: Bu lâfız her ne kadar başka bir dilde de bulunmakta ise de -önceden belirttiğimiz gibi- Arapça'dır. Ve bu Akk, Tay' ve Ukllüler arasında bir Yemen bölgesi şivesidir.

Bunun yüce Allah'ın isimlerinden bir İsim ve O'nun adına yaptığı bir yemin olduğu da söylenmiştir. Bu da aynı şekilde İbn Abbâs’dan rivâyet edilmiştir.

Tâ-Hâ'nın, yüce Allah'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a -ona Muhammed adım vermesi gibi- verdiği bir isim olduğu da söylenmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Benim, Rabbimin nezdinde on tane ismim vardır" diye buyurmuş ve bunlar arasında Tâ-Hâ ile Yâsîn'i saymıştır. Suyûtî, ed-Durru’l-Mensûr, V, 551

Şöyle de denilmiştir. Bu lâfız, bu sûrenin adıdır ve bu sûrenin anahtarı durumundadır. Yüce Allah'ın, bilgisini özel olarak Rasûlüne verdiği "Allah'ın kelâmının kısaltılmışı olduğu da söylenmiştir.

Bir başka görüşe göre Tâ-Hâ, mukatta' harflerden olup bu harflerin her biri bir anlama delâlet etmektedir. Bu harflerin hangi anlamda oldukları hususunda da görüş ayrılığı vardır. Bir görüşe göre "Tâ" Tûbâ ağacıdır, "Hâ" ise ateşin bir ismi olan "Hâviye" demektir, Araplar bazen bir şeyin bir bölümünü zikrederek onun tümünü kastederler. Sanki bunlarla yüce Allah, cennet ve cehenneme yemin etmiş gibidir.

Saîd b. Cübeyr dedi ki: "Tâ" Peygamber efendimizin Tâhir ve Tayyib isimlerinin başlangıcıdır, Hâ da onun Hadi isminin başlangıcıdır.

Bir diğer görüşe göre "Tâ" ey ümmetine şefaati tama' eden, "Hâ" ise ey yüce Allah'ın kullarını hidayete ileten demektir.

"Tâ"nın taharetten, "Hâ"nın hidayetten kısaltma olduğu da söylenmiştir. Sanki yüce Allah Peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem)ne: Ey günahlardan tahir (temiz) ve insanları gaybları en iyi bilene hidayet eyleyen kişi, diyor gibidir.

Bir diğer görüşe göre "Tâ" gazilerin davullarını (tubûl) "Hâ" ise onların kâfirlerin kalplerindeki heybetini ifade eder. Bunu da yüce Allah'ın şu buyrukları açıklamaktadır:

"O kâfirlerin kalplerine korku salacağız." (Âl-i İmrân, 3/151);

"Kalplerine de korku saldı." (el-Ahzâb, 33/26)

"Tâ"nın cennet ehlinin cennetteki Urab'ı (sevinci), "Hâ"nın da cehennem ehlinin cehennem ateşi içerisindeki hevânı (aşağılıkları) demek olduğu da söylenmiştir.

Altıncı bir görüşe göre "Tâ-Hâ", hidayet bulan kimseye ne mutlu demektir. Bu görüş Mücahid ile Muhammed b. el-Hanefiyye'ye aittir.

Yedinci bir görüşe göre "Tâ-Hâ" sen yeryüzüne bas, demektir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ayakları şişinceye kadar namazın sıkıntılarına tahammül ediyor ve ayaklarını sırayla dinlendirmek gereğini duyuyordu. O bakımdan kendisine yere bas denildi, yani sen bu şekilde dinlenme ihtiyacını görecek kadar kendini yorma! Bunu da İbnu'l- Enbarî nakletmektedir.

Kadı Iyad'ın "eş-Şifa" adlı eserinde naklettiğine göre er-Rabi' b. Enes şöyle demiş: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kıldığında ağırlığını bir ayağına verir, diğerini rahat tutardı. Bunun üzerine yüce Allah ona: "Tâ-Hâ" yani ey Muhammed yere bas, "Biz, sana Kur'ân'ı güçlük çekmen için indirmedik" âyetlerini indirdi.

ez-Zemahşerî dedi ki: el-Hasen'den bunu "Tahh" şeklînde okuduğu ve bunun da yere basmak emri diye açıklandığı nakledilmektedir. Bu rivâyete göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) teheccüd namazı kıldığında ağırlığını bir ayağına veriyordu. Ona her iki ayağını da yere basması emri verildi. Bu okuyuşun aslı sakin hemze olup onun hemzesi "he"ye kalb edilmiştir. Nitekim; deki hemze "elife kalb edilmiştir. Şu mısraın bir bölümünde de ("la"dan sonraki kelime) hemze "elif"e kalb edilmiştir:

"Bu nimetleri afiyetle içinize sindiremiyesin..."

Sonra buna binaen bu emri yapmıştır; sonundaki "he" ise sekt (susarken telaffuz edilen) "he"sidir.

Nüzul Sebebi:

Mücahid dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabı gece namaz kıldıklarında, uzun süre namaz kıldıklarından ötürü göğüslerine ip bağlıyorlardı. Daha sonra bu farz nesh edildi ve bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi.

el-Kelbî dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a Mekke'de iken vahiy nazil olunca çokça ibadele koyuldu. İbadeti de oldukça ağırlaştı. Bu âyet-i kerîme ininceye kadar epey bir süre bütün gece namaz kılmaya koyuldu. Yüce Allah ona; yükünü hafifletmesini, namaz kıldığı gibi bir miktar da uyumasını emretti. Böylelikle bu âyet-i kerîme gece boyunca namaz kılmayı nesh etmiş oldu. Bu âyetten sonra (geceleyin) hem namaz kılıyor, hem uyuyordu.

Mukâtil ve ed-Dahhâk dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a İnmeye başlayınca ashabı ile birlikte kalkıp gece namazı kıldılar. Kureyş kâfirleri; Allah bu Kur'ân'ı, Muhammed’in üzerine ancak yorulsun diye indirmiştir, dediler. Bunun üzerine yüce Allah şu âyetlerini indirdi: "Tâ-Hâ" yani ey adam, "Biz, sana Kur'ân'ı güçlük çekmen İçin indirmedik." İleride geleceği üzere yomlasın diye indirmedik. Bu görüşe göre Tâ-Hâ" : Yere bas" demek olur. Bu durumda "he" ile "elif" yere ait zamir olur. Yani namazlarında iki ayağınla yere bas. Sonra hemze harfi hafifletilerek sakin bir "elife dönüşmüştür.

Bir kesim de bunu "Tahh" diye okumuştur. Bunun aslı ise; olup, yere bas demektir. Hemze hazfedildikten sonra yerine sekt "he"si getirilmiştir.

Zir b. Hubeyş. dedi ki: Bir adam Abdullah b. Mes'ûd'un önünde "(medsiz olarak) "Tâ-Hâ. Biz, sana Kur'ân'ı güçlük çekmen için İndirmedik" âyetini okudu. Abdullah onu: "Tı-Hi" diye düzeltti. Bunun üzerine adam; Ey Abdu'r-Rahmân'ın babası, yüce Allah ona ayağıyla veya iki ayağıyla yere basmasını emretmedi mi? O: "Tı-Hi" dedi ve devamla: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu bana böylece okuttu.

Ebû Amr ve Ebû İshak "He"yi imâle ile "Tı"yı da üstün olarak okumuşlardır. Ebû Bekr, Hamza, el-Kisaî ve el-A'meş ise her iki harfi de imâle ile okumuşlardır. Ebû Ca'fer, Şeybe ve Nâfi’ ise ikisi arasında okumuş, Ebû Ubeyd de bunu tercih etmiştir. Diğerleri ise tefhim ile (Tâ-Hâ şeklinde) okumuşlardır.

es-Sa'lebî dedi ki: Bunların hepsi sahih ve fasih söyleyişlerdir. en-Nehhâs dedi ki: Arapça dilbilginlerinin çoğunluğuna göre burada imalenin açıklanabilir bir tarafı yoktur. Bunun da iki sebebi vardır: Birincisi evvela burada ne "ya" harfi vardır. Ne de esre vardır ki; imale olsun. İkinci sebeb ise "Ta" imaleye engel harflerdendir. İşte bunlar iki açık engeldir.

2

Biz, sana Kur'ân’ı güçlük çekmen için İndirmedik.

"Biz, Sana Kur'ân'ı güçlük çekmen için indirmedik" âyetindeki;

"İndirmedik" lâfzı; "İndirilmedi" diye de okunmuştur. Bundan ötürü de "Kur'ân" kelimesi birinci okuyuşa göre üstün iken, ikinci okuyuşa göre ötrelidir.

en-Nehhâs dedi ki: Kimi nahvciler şöyle demektedir: Buradaki "lâm" nefy "lâm"ıdır. Bazıları buna "lâm el-cuhûd (reddetme lamı)" derler. Ebû Ca'fer dedi ki: Ben Ebû'l-Hasen b. Keysân'ı şöyle derken dinledim: Bu "lâm", "hafd lâm"ı (cer lamı)dır. "Biz Kur'ân'ı sana bedbahtlık için indirmedik" anlamındadır.

Bedbahtlık (anlamındaki şekâ)" kelimesi ise, hem med ile hem kasr ile okunur ve bu kelime "vav"hdır. Bedbahtlığın dilde asıl anlamı ise yorgunluk ve sıkıntı demektir. Biz Kur'ân'ı sana yorulman için indirmedik, demek olur. Şair der ki:

"Akıl sahibi akl sebebiyle nimetler arasında bedbahttır,

Cahilliğin kardeşi ise bedbahtlık içerisinde nimettedir (zanneder.)"

Buna göre "güçlük çekmen"; onlara ve küfürlerine aşırı derecede üzülmekle îman etmiyorlar diye hasret çekmek suretiyle yorulasın diye indirmedik demek olur. Bu durumda yüce Allah'ın şu âyetini andırır:

"Su söze îman etmezler diye arkalarından üzülerek kendini helâk edeceksin nerdeyse." (el-Kehf, 18/6) Yani, sana düşen sadece lebliğ edip hatırlatmaktan İbarettir. Risaletinin gereğini yerine getirmek ve güzel surette öğüt vermek hususlarında kusurun olmadıktan sonra, ne olursa olsun onlar mutlaka îman edecekler dîye bir görevle görevlendirilmiş değilsin.

Rivâyet edildiğine göre Ebû Cehil -Allah'ın laneti üzerine okun- ile en-Nadr b. el-Hâris, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a: Sen bedbaht birisisin, çünkü atalarının dinini terkettin demişlerdi. Bununla onlara şöylece cevap verilmek istendi: İslam dini ve bu Kur'ân-ı Kerîm her türlü güzel arzu ve isteğe kavuşmanın basamağıdır. Her türlü mutluluğu idrâk etmeye sebebtir. Asıl kafirlerin İçinde bulundukları durum bizzat bedbahtlığın tâ kendisidir.

Sıraladığımız görüşlere binaen Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) geceleyin ayaklarışişinceyekadar namaz kılmıştır. Cebrâîl ona: Kendini o kadar fazla yorma, çünkü nefsinin de senin üzerinde bir hakkı vardır. Yani bu Kur’ân-ı Kerîm nefsini ibadette tüketesin, onu son derece zorluklarla karşı karşıya bırakasın diye indirilmediği gibi, sen ancak müsamahakâr Hanîflik ile gönderilmiş bulunuyorsun.

3

Ancak korku duyan kimseye öğüt almak üzere (gönderdik.)

"Ancak korku duyan kimseye öğüt olmak üzere" âyeti hakkında Ebû İshak ez-Zeccâc dedi ki; Bu âyet, Güçlük çekmen" âyetinden bedeldir. Biz bu Kitabı ancak bir öğüt olmak üzere indirdik, demektir. en-Nehhâs dedi ki: Bu açıklamanın doğru olma ihtimali uzaktır. Ebû Ali de "öğüt verme"nin güçlük çekmek demek olmadığını belirterek bu açıklamayı kabul etmemiştir.

Burada

"Öğüt olmak üzere" kelimesi mastar olarak nasb edilmiştir. Yani, Biz onu sana, onunla bir öğüt veresin diye indirdik. Yahut da bu mef'ûlün leh'dir. Yani, Biz bu Kur'ân'ı senin üzerine ondan ötürü güçlük çekmen için indirmedik. Biz onu sana ancak öğüt olsun diye indirdik.

el-Huseyn b. el-Fadl dedi ki: Bu âyette bir takdim ve te'hir vardır. Bunun anlamı da şudur: Biz, Kur'ân-ı Kerîm'i sana ancak korku duyan kimseye öğüt olmak üzere ve sen güçlük çekmeyesin diye indirdik, takdirindedir.

4

O, yeri ve yüksek gökleri yaratan Allah tarafından İndirilmiştir.

"O yeri ve yüksek gökleri yaratan Allah tarafından indirilmiştir" âyetindeki:

"İndirilmiştir" kelimesi mastar (mef'ûl-ü mutlak)dır.

Biz, onu... indirdik" demektir. Bunun "öğüt" âyetinden bedel olduğu da söylenmiştir, Ebû Hayve eş-Şamî bu kelimeyi: "Bu... indirilmiştir" anlamında merfu olarak okumuştur.

"Yüksek" kelimesi pek yüce, pek yüksek anlamında olup; in çoğuludur. Bu da; "Büyük ve küçük" kelimelerinin çoğulunun; "şeklînde gelmesine benzer.

Yüce Allah azametine, mutlak egemenliğine ve celaline dair haber verdikten sonra şöyle buyurmaktadır:

5

Rahmân Arş'a İstiva etti.

"Rahmân Arş'â İstiva etti." Burada "er-Rahmân" lâfzının medh üzere mansub gelmesi caizdir. Ebû İshak dedi ki: Bedel olarak cer mahallinde de olabilir. Buna göre bir önceki âyet-i kerîmedeki "yarman" lâfzından hedel olacağından iki âyetin birlikte meali şöyle olur: "O yeri ve yüksek gökleri yaratan ve Arş'a istiva eden. Rahmân olan Allah tarafından indirilmiştir."

Said b. Mes'ade dedi ki: Ref ile okunursa, o Rahmân...dır, anlamında olur,

en-Nehhâs dedi ki: Mübteda olarak merfu olması da caizdir, O takdirde haber de: "Göklerde, yerde, onların arasında... olanların hepsi O'nundur" âyeti olur. Bu takdirde bu âyetin sonunda vakıf yapılmaz.

"Yaratan" kelimesindeki zamirden bedel kabul ettiğimiz takdirde, o zaman beşinci âyet-i kerîmenin sonunda vakıf mümkün olur. Mahzuf bir mübtedânın haberi olduğu takdirde de böyledir ve buna göre dördüncü âyet-i kerîmenin sonunda vakıf yapılmaz.

"İstiva"nın anlamına dair açıklamalar daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/54. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Şeyh Ebû'l-Hasen ve başkalarının kabul ettiği görüşe göre; yüce Allah, yaratıklar hakkında söz konusu olduğu şekilde herhangi bir keyfiyet veya bir sınır söz konusu olmaksızın Arş'ı üzerinde istiva etmiştir.

İbn Abbâs dedi ki: Bununla şunu kastetmektedir: O, olmuşları yarattığı gibi kıyâmet gününe kadar ve kıyâmet gününden sonra olacakları da yaratandır.

6

Göklerde, yerde, onların arasında ve nemli toprağın altında olanların hepsi O'nundur.

"Göklerde, yerde, onların arasında ve nemli toprağın altında olanların hepsi O'nundur." Bununla altında ne bulunduğunu yüce Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilmediği o malum kayanın altındakileri yalnız kendisinin bildiğini kastetmektedir.

Muhammed b. Ka'b: Kastettiği yedinci arzdır derken, İbn Abbâs da şunları söylemiştir: Yer bir balık üzerindedir. Balık da denizin üzerindedir. Balığın iki yanı, başı ve kuyruğu da Arşın altında bir araya gelmektedir. Denizde yeşil bir kaya üzerindedir. Semanın yeşilliği de oradan gelmektedir. Yüce Allah'ın hakkında:

"Eğer sen bir kaya içinde veya göklerde yahut yerde olsan..." (Lukman, 31/16) âyetinde sözünü ettiği kaya da budur. Bu kaya ise bir öküzün boynu üzerindedir, bu öküz de nemli toprak üzerindedir. O nemli toprağın altında ne olduğunu da Allah'tan başkası bilmez.

Vehb b. Münebbîh dedi ki: Yeryüzünde yedi deniz vardır. Yerler de yedi tanedir. Herbirisi arasında bir deniz vardır. En alttaki deniz ise cehennemin kenarı üzerinde kapanmıştır. Eğer bunun büyüklüğü, suyunun çokluğu ve soğukluğu olmasaydı, cehennem, üzerindeki herşeyi yakıp bitirecekti. Yine o şöyle demiştir; Cehennem rüzgarın sırımdadır, rüzgarın sırtı da karanlıktan bir perde üzerindedir. Bunun büyüklüğünü Allah'tan başka kimse bilmez. Bu perde de nemli toprak üzerindedir. Mahlukatın bilgisi bu nemli toprağa kadar uzanmıştır. Açıkça görüldüğü gibi, İbn Ka'b ile İbn Münebbih'ten gelen bu rivâyetlerin ne şer'î, ne aklî ne de ilmî bir dayanağı vardır.

7

Sen sözünü açığa vursan da muhakkak O, saklı olanı da, ondan gizli olanı da bilir.

"Sen sözünü açığa vursan bile muhakkak O saklı olanı da O'ndan gizli olanı da bilir." İbn Abbâs dedi ki: "Saklı olan (sır) insanın kimsenin görmediği bir yerde gizlice başkasına söylediği sözlerdir." O'ndan gizli olan "Cahfâ)" ise, insanın kendisinden başka hiç kimseye sözünü etmediği, içinde sakladığı şeylerdir. Yine ondan nakledildiğine göre; saklı olan kişinin içinden geçirdikleridir. Ondan da gizli olan ise, henüz olmamış fakat ileride olacak ve hatırından geçecek olan şeylerdir. Sen bugün içinden ne geçirdiğini bilebiliyorsun ancak yarın içinden ne geçireceğini bilemezsin. Yüce Allah ise bugün İçinden geçirip sakladığını da yarın içinden geçirip saklayacağını da bilir.

Yüce Allah gizli, saklı olanı ve O'ndan da gizli olanı bilir, demektir.

Yine İbn Abbâs dedi ki: "Saklı olan (sır)", Âdemoğlunun içinde gizleyip sakladığıdır. "Ondan gizli olan (ahfâ)" ise Âdemoğlunun ileride yapacağı fakat halihazırda bilmediği ve kendisi için saklı olan şeyler demektir. Yüce Allah ise bütün bunları bilir. O'nun geçmişe dair bilgisi de, geleceğe dair bilgisi de birdir. Bütün yaratıklar O'nun ilminde tek bir nefis gibidirler.

Katade ve başkaları der ki; "Saklı olan" insanın nefsinde gizleyip sakladığıdır. "Ondan da gizli olan" ise henüz olmamış ve hiçbir kimsenin de içinde gizlemediği şeylerdir.

İbn Zeyd dedi ki: "Saklı olan" mahlukattan gizlenip saklanan, "ondan da gidi olan" ise yüce Allah'ın gizleyip sakladıklarıdır. Ancak Taberî bu açıklamayı kabul etmeyerek şöyle demektedir; Ondan da saklı olandan kasıt, henüz insanın sır olarak dahi içinden geçirmediği, fakat ileride içinden geçireceği şeylerdir. İbn Abbâs'in dediği gibi.

8

Allah O'dur ki; O'ndan başka ilâh yoktur. En güzel isimler yalnız O'nundur.

"Allah O'dur ki O'ndan başka ilâh yoktur. En güzel isimler yalnız O’nundur." Bu âyetteki "Allah" lâfzı mübtedâ olarak yahut mukadder bur mübtedâ(nın haberi) olması dolayısıyla yahut da "bilir" âyetindeki zamirden bedel olarak merfu'dur.

Şanı yüce Allah kendi zatını tevhid etmektedir. Şöyle ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), müşrikleri yüce Allah'a, O'na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın bir ve tek olarak ibadete çağırmıştır. Bu onlara pek ağır geldi. Ebû Cehil onun Rahmân ismini da zikrettiğini görünce, el-Velid b. Muğiyre'ye dedi ki: Muhammed bizlere Allah ile birlikte bir başka ilâha dua ve ibadet etmeyi yasaklarken, kendisi hem Allah'a hem de Rahmân'a dua etmektedir. Bunun üzerine yüce Allah:

"De ki: İster Allah diye dua edin, ister Rahmân diye dua edin. Hangisi ile dua ederseniz edin. Esasen en güzel isimler O'nundur." (el-İsra, 17/110) âyetini indirdi.

Yüce Allah bir ve tektir. İsimleri ise pek çoktur.

Daha sonra:

"Allah O'dur ki Ondan başka ilâh yoktur. En güzel isimler yalnız O'nundur" diye buyurmaktadır. el-A'raf Sûresi'nde (7/180. âyet, 1. başlık ve devamında) buna dikkat çekilmiş idi.

9

Sana, Mûsa'nın haberi geldi mi?

"Sana Mûsa'nın haberi geldi mi?" Meâni (el-Kur'ân'a dair eser yazan) ilim adamları dedi ki: Bu bir sorudur? İsbat ve icabdır. Sana gelmedi mi? anlamındadır. Anlamının sana gelmiştir, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu açıklama İbn Abbâs'a aittir. el-Kelbî dedi ki: Henüz Mûsa'ya dair haber ona gelmemişti. Daha sonra ona Mûsa'ya dair haberi verdi.

10

Hani o bir ateş görmüştü de ailesine: "Siz burada durun, çünkü ben bir ateş gördüm. Belki size ondan bir parça kor getiririm ya da ateşin yanında bana yol gösteren bulurum" demişti.

"Hani o bir ateş görmüştü de ailesine: Siz burada durun. Çünkü ben bir ateş gördüm. Belki size ondan bir parça kor getiririm ya da ateşin yanında bana yol gösteren bulurum, demişti."

İbn Abbâs ve başkaları dedi ki: Bu, Mûsa (aleyhisselâm)ın kayınpederi ile olan anlaşma süresini bitirip ailesi ile birlikte Medyen'den Mısır'a gitmek üzere yola koyulduğu sırada otmuştu. O sırada yolunu da şaşırmıştı. Mûsa (aleyhisselâm) oldukça gayretli (kıskanç) birisi idi. Hanımını görmesinler diye, kıskançlığından ötürü geceleyin sair insanlarla birlikte olur, gündüzün onlardan ayrı kalırdı. Şanı yüce Allah'ın Hmindekilerin tahakkuk etmesine sebeb teşkil etsin diye arkadaşlarını da kaybetti. Gece oldukça karanlıktı.

Mukâtil 'in dediğine göre, kış mevsiminde bir cuma gecesi idi. Vehb b. Münebbih'in dediğine göre de Mûsa annesine dönmek maksİsmi ile Şuayb'dan izin istemişti. Ona izin vermiş, o da koyunlarını da beraber alarak hanımı ile birlikte yola çıkmıştı. Oldukça soğuk, karlı bir gecede bir oğlu dünyaya geldi. O sırada yolunu kaybetmiş, koyunları da etrafa dağılmıştı. Mûsa ateş yakmak istediyse de elindeki çakmak taşları hiçbir şekilde çakmadı. Aniden yolun sol tarafında uzaklarda bir ateş gördü "de ailesine: Siz burada durun" olduğunuz yerde kalın "çünkü ben bir ateş gördüm." İbn Abbâs dedi ki; O ateşe doğru gittiğinde bir de ne gürsün, ateş bir hünnap ağacında yanmaktadır. Bu ışığın özelliği ve o ağacın oldukça yeşil olması karşısında hayretle yerinde durdu. Ne ateşin ileri derecedeki sıcaklığı, ağacın yeşilliğinin güzelliğini etkiliyordu, ne de ağacın oldukça yaş olması, yeşilliğinin güzelliği, ateşin güzel ışığını etkiliyordu.

el-Mehdevî'nin naklettiğine göre; rivâyet edildiği üzere, o ateşi bir böğürtlen ağacında görmüştü. Ona doğru gitti, fakat ağaç ondan geriye çekildi. Bunun üzerine o da içinde bir korku hissederek geri döndü. Sonra ağaç ona yaklaştı ve yüce Allah onunla ağaçtan konuştu,

el-Maverdî dedi ki: (O gördüğü) Mûsa'ya göre nâr (ateş); yüce Allah'ın nezdinde ise nûr idi.

Hamza;

"Ailesine: Siz burada durun" anlamındaki âyeti; şeklinde "he" harfi ötreli olarak okumuştur. el-Kasas Sûresi'nde (28/29. âyette) de böyle okumuştur. en-Nehhâs dedi ki: Bu okuyuş; "Ey adam ben ona uğradım" diyenlerin şivesine uygundur. Böylece o asla uygun okumuş olmaktadır. Bu okuyuş câiz olmakla birlikte; Hamza bu iki yerde özel olarak benimsediği asıl okuyuş kaidesine muhalefet etmiştir.

Burada:

"Siz burada durun" deyip de "burada ikamet edin" dememiş olması ikametin devamlı kalışı gerektirmesinden dolayıdır. Ancak burada kullanılan fiil bunu gerektirmez.

"Gördüm" demektir. Bu açıklamayı da İbnu’l-Arabî yapmıştır. Yüce Allah'ın;

"Şayet onlarda bir reşittik görürseniz." (en-Nisa, 4/6) âyetinde de bu kelime kullanılmış olup, "...bilirseniz..." anlamındadır. Ses için kullanılırsa işitmek manasınadır.

"el-Kabes" ateşten alınan bir alev demektir, "el-Mikbas" da aynı anlamdadır. "Ben ondan bir ateş aldım, alırım" da o bana ateşten bir alev verdi, demektir. de aynı anlamdadır.

"Ben ondan bilgi elde ettim" anlamına gelir, el-Yezidî dedi ki: "Ben o adama bir bilgi öğrettim ve ona ateş verdim" demektir. Eğer onun için başkasından ateş istemişsen, o takdirde: demek gerekir. el-Kisaî dedi ki: Bu fiilin nâr (ateş) ve ilim hakkında kullanılması arasında fark yoktur. Her ikisi hakkında: de kullanılır.

"Yol gösteren" kelimesi burada yola ileten demektir.

11

O ateşin yanına vardığında ona: "Ey Mûsa" diye seslenildi.

"O ateşin yanına vardığında ona" el-Kasas Sûresi'nde belirtildiği gibi. ağaçtan yani ileride geleceği üzere ağaç tarafından ve onun yakınlarından:

"Ey Mûsa diye seslenildi."

12

"Gerçekten Ben senin Rabbinim, hemen pabuçlarını çıkar. Çünkü sen kutsal vadi Tuvâ'dasın.

"Gerçekten Ben, senin Rabbinim. Hemen pabuçlarını çıkar; çünkü sen kutsal vadi Tuvâ'dasın" âyetine dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

1- Mûsa (aleyhisselâm)ya Ayakkabılarını Çıkartmasının Emredilmesindeki Hikmet:

Yüce Allah'ın "Hemen pabuçlarını çıkar" âyeti ile ilgili olarak Tirmizî'de rivâyet edildiğine göre Abdullah b. Mes'ûd, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğunu zikretmektedir: "Mûsa'nın üzerinde Rabbi kendisiyle konuştuğu gün yünden bir elbise, yünden bir ciibbe, yünden bir takke, yünden bir şalvar vardı. Ayakkabıları ise ölmüş bir eşeğin derisinden yapılmıştı." (Tirmızî) Dedi ki: Bu garip bir hadistir. Biz bunu sadece Humeyd el-A'rec (ki Humeyd İbn Ali el-Kûfî'dir) yoluyla biliyoruz ve onun rivâyet ettiği hadisler münkerdir. Mücahid'in arkadaşı Humeyd b. Kays el-A'rec el-Mekkî ise sika bir ravidir Tirmizî, Libâs 10. Muvatta’', Libâs lfi'da, Ka'b el-Ahbâr tarafından yapıldığı rivâyet edilen bir açıklamada yalnızca "ayakkabıları ölmüş eşek derisinden idi" ifade edilmiştir

"Gerçekten Ben" âyetini herkes esreli okumuştur. Yani ona seslenilerek: Ey Mûsa denildi, demektir. Ebû Ubeyd de bunu tercih etmiştir. Ancak Ebû Amr, İbn Kesîr, İbn Muhaysın ve Humeyd, nidayı amel ettirerek hemzeyi üstün olarak okumuşlardır.

İlim adamları Mûsa (aleyhisselâm)a ayakkabılarını çıkartma emrinin veriliş sebebi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ayakkabı (na'l) yere karşı ayakları korumak üzere giyilen şeydir.

Bir görüşe göre ona pabuçlarını çıkartıp atma emrinin veriliş sebebi, necis olmalarıydı. Çünkü bu ayakkabılar seran uygun bir şekilde kesilmiş bir hayvan derisinden mamul değildi. Bunu Ka'b, İkrime ve Katade söylemiştir.

Bir başka görüşe göre ona bu emrin veriliş sebebi, mukaddes vadinin bereketine nail olması, ayaklarının da bu vadinin toprağına temas etmesiydi. Bu açıklamayı da Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh), el-Hasen ve İbn Cüreyc yapmışlardır.

Bir başka açıklamaya göre ona pabuçlarını çıkartma emrinin veriliş sebebi, yüce Allah ile münacatta bulunurken huşu ve tevazu içindir. Nitekim selef-i salihîn de Beytullah'ı tavaf ederken böyle yapmışlardır.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu o yeri ta'zim etmek için verilmiş bir emirdir. Nitekim Harem-i Şerefi ta'zim etmek için oraya ayakkabılarla girilmez.

Said b. Cubeyr dedi ki: Ona, Ka'be'ye ayakkabısız girildiği gibi, sen de yere çıplak ayakla bas, denildi. Hükümdarların örfünde huzurlarına girildiği vakit ayakkabıların çıkartılması ve insanın son derece mütevazi görünmesi bilinen bir husustur. Sanki Mûsa (aleyhisselâm)a bu anlamda böyle bir emir verilmiş gibi görünüyor. Ayakkabılarının leş derisinden yahutta başka bir deriden yapılmış olmasının önemi yoktur. İmâm Mâlik de, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın pek şerefli kemiklerini ve pek değerli cüssesini barındıran Medine toprağına saygısından ötürü, Medine'de binek sırtına binmeyi kendisi için uygun görmezdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın mezarlar arasında ayakkabısı ayağında olduğu halde yürümekte olan Beşir b. el-Hasâsiyye'ye söylemiş olduğu şu sözler de bu kabildendir: "Sen böyle bir yerde bulunduğun vakit ayakkabılarını çıkart." Beşir dedi ki: Bunun üzerine ben de ayakkabılarımı çıkarttım. Ebû Dâvûd, Cenâiz 74; Nesâî, Cenâiz 107; İbn Mâce, Cenâiz 46, Müsned, V, 83, 84, Z24. Ancak ayakkabılarıyla kabirler arasında dolaşanın, hadisin râvisi olan Beşir (radıyallahü anh) değil, "bir adam" olduğu belirtilmektedir.

Beşinci bir görüşe göre bu, onu kalbinin çoluk-çocuğuyla, ailesiyle meşgul olmaktan kurtarmaktan ibarettir. Nitekim aile ve ev ahalisini anlatmak üzere nâl (pabuç) tabiri kullanılır. Nitekim rüya yorumunda da böyledir. Bir kimse ayakkabı giymekte olduğunu görürse o evlenecek demektir.

Bir başka açıklamaya göre yüce Allah ona nûr ve hidayet sergisini yaymıştı. Âlemlerin Rabbinin sergisini ayakkabısı ile çiğnememesi gerekirdi.

Mûsa (aleyhisselâm)a, ilk farz kılınan emrin pabuçlarını çıkartma emri olma ihtimali de vardır. Nitekim Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)a ilk verilen emirler:

"Kalk ve uyar. Yalnız Rabbini yücelt, elbiseni temizle, pisliklerden uzak dur." (el-Müddessir, 74/2-5) âyetleridir.

Bundan maksadın ne olduğunu en iyi bilen Allah'tır.

2- Ayakkabı İle Namaz Kılmak;

Nakledildiğine göre Mûsa (aleyhisselâm) ayakkabılarını çıkartmış ve onları vadinin arka taraflarına atmıştı.

Ebû'l-Ahvas dedi ki: Abdullah, Ebû Mûsa (el-Eş'arî)'ye evinde ziyaretine gitmişti. Namaz kılınacak oldu. Bunun üzerine Ebû Mûsa kamet getirdi ve Abdullah'a: Geç, namaz kıldır dedi, Abdullah: Sen öne geç, çünkü evinde bulunuyorsun, dedi. Bunun üzerine o da öne geçti ve ayakkabılarını çıkarttı. Abdullah ona: Sen o kutsal vadide mi bulunuyorsun, dedi. Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, V, 559

Müslim'in, Sahih’inde yer aldığına göre Said b. Yezid şöyle demiştir: Ben Enes'e; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) pabuçlarını çıkartmaksızın namaz kılar mıydı? diye sordum: O, evet dedi. Buhâri, Libâs 37; Müslim, Mesâcid 60; Tirmizî, Salâı 176; Dârimî, Salât 103; Müsned, III, 100, 166, 189 Bunu Nesâî de rivâyet etmiştir. Nesâî, Kıble 24,

Abdullah b. es-Saib'den gelen bir rivâyete göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'nin fethi günü namaz kıldırmış ve pabuçlarını sol tarafına bırakmıştır. Nesâî, Kıble 25. Ebû Dâvud, Salât 88; İbn Mâce, İkametu's-Salât 205; (Kurtubi’nin ibaresinden bir önceki rivâyeti, Nesâî, Abdullah b. es-Sâib'den yaptığı şeklinde anlaşılmakta ise de görüldüğü gibi, Müslim'e atfettiği rivâyet ile bu rivâyet, ayrı ayrıdır).

Ebû Dâvûd'daki rivâyete göre de Ebû Said el-Hudrî (radıyallahü anh) dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabına namaz kıldırmakta iken aniden pabuçlarını çıkarıverdi ve onları sol tarafına koydu. Arkasında namaz kılanlar bunu görünce onlar da ayakkabılarını çıkardılar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namazı bitirince: "Ayakkabılarınızı çıkarmanıza sizi iten sebeb nedir?" dedi. Onlar: Biz senin ayakkabılarını çıkardığını gürdük. Biz de ayakkabılarımızı çıkardık. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Cibril bana geldi ve bana pabuçlarımda pislik olduğunu haber verdi." (Devamla) dedi ki: "Sizden biriniz mescide geldiği vakit baksın, eğer pabuçlarında bir pislik yahut rahatsızlık verici bir şey görürse onu silsin ve onlarla namaz kılsın." Ebû Dâvûd, Salâı 88; Müsned, V, 92.

Ebû Muhammed Abdu’l-Hakk bu hadisin sahih olduğunu bildirmiştir. Bu hadis kendisinden önceki iki hadisi te'lif etmekte, aralarındaki çelişkiyi kaldırmaktadır. Şer'î usule göre kesilmiş bir hayvan derisinden olup ayrıca kendileri cemiz olmaları halinde pabuçlarla namaz kılmanın câiz olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Hatta kimi ilim adamı şöyle demiştir: Onlarla namaz kılmak daha faziletlidir. Yüce Allah'ın -önceden de geçtiği gibi-;

"Her mescidde ziynetinizi alın" (el-A'râf, 7/31) âyetinin anlamı da budur,

İbrahim en-Nehaî pabuçlarını çıkartanlar hakkında: Keşke ihtiyaç sahibi bir kimse gelip de bu ayakkabıları atıp, gitse! demiştir.

3- Çıkartılan Pabuçlar Nereye Konur:

Eğer pabuçlarını çıkartacak olursan, onları önünde bırak. Çünkü Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse namaz kılacak olursa, pabuçlarını çıkartıp önünde bıraksın." Ebû Dâvûd, Salâl 89 Ebû Hüreyre de el-Makburî'ye şöyle demiştir: Onları çıkartıp, önünde bırak ve müslüman bir kimseyi onlar sebebiyle rahatsız etme. Ebû Dâvûd, Salât 89; Ebû Said el-Makbuıî'nin Ebû Hüreyre yoluyla rivâyet eniği bir hadis olarak.

Abdullah b. es-Sâib (radıyallahü anh)ın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan pabuçlarını çıkartıp, sol tarafına koyduğuna dair rivâyeti ise onun İmâm oluşu ile açıklanır. Şayet sen İmâm olursan yahut yalnız başına namaz kılmakta isen, arzu edersen böyle yapabilirsin. Ancak cemaat arasında bulunuyor ve safta isen, ayakkabılarınla sol tarafında namaz kılan şahsı rahatsız etme. Onları ayaklarının arasına da koyma, seni uğraştırırlar. Fakat ayaklarının ön tarafında bırak.

Cübeyr b. Mut'im'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Kişinin pabuçlarını ayaklarının arasında bırakması bir bidattir.

4- Ayakkabılarda Necaset Bulunursa:

Şayet kan, Âdemoğlunun sidiği gibi pis, necis oldukları icma ile kabul edilmiş bir pisliğin ayakkabılarda bulunduğu muhakkak ise, bu pisliği su ile yıkamaktan başka hiçbir şey temizlemez. Malik, Şâfiî ve çoğu ilim adamlarına göre hüküm böyledir.

Davarların sidiği ve kurumamış olan kaba pislikleri kabilinden necaseti hususunda ihtilâf edilmiştir. Ayakkabı ve pabuçların toprağa sürtülmekle temiz olup olmadıkları hususunda bizim (Maliki) mezhebimizde iki görüş vardır.

el-Evzaî ve Ebû Sevr herhangi bir tafsilata girişmeksizin bu gibi pisliklerin toprağa sürtülmesinin yeterli olacağını mutlak olarak ifade etmişlerdir.

Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Böyle bir pislik kuruyacak olursa bunu sürtmek ve ovalamak necaseti izale eder. Necaset yaş ise, -sidik müstesna- yıkamaktan başka bir şey onu izale etmez. Sidik ise ona göre ancak yıkanmakla temizlenebilir.

Şâfiî de şöyle demektedir: Bunların hiçbirisini sudan başka bir şey temizlemez.

Sahih görüş ise şöyle diyenlerin görüşüdür: Silmek ve sürtmek suretiyle ayakkabılardaki bu tür necasetler temizlenir. Çünkü Ebû Sâid'in rivâyet ettiği hadis Az önce ikinci başlıkta geçen hadise işaret etmektedir bunu gerektirmektedir. Şayet ayakkabı yahut pabuç bir leş derisinden yapılmış ise, eğer bu leşin derisi tabaklanmamış ise ittifakla necistir. Ancak daha önce en-Nahl Sûresi'nde (16/80. âyet, 60. başlıkta) geçtiği üzere, ez-Zührî ile el-Leys'in kanaatleri bu hususta istisna teşkil etmektedir.

et-Tevbe Sûresi'nde (9/108. âyet, 10. başlıkta) da necasetin izale edilmesi ile ilgili açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun.

5- Mukaddes Tuvâ Vadisi:

"Çünkü sen kutsal vadi Tuvâ'dasın" âyetinde geçen "mukaddes': Kutsal, tertemiz edilmiş demektir. el-Kuds da temizlik, taharet, tahir oluş anlamındadır. Mukaddes arz, tertemiz edilmiş anlamındadır. Bu ismin ona veriliş sebebi yüce Allah'ın kâfirleri oradan çıkartmış olması ve mü’minlerle orayı imar etmiş olmasıdır.

Yüce Allah bazı zamanlan, diğer bazılarına üstün kıldığı gibi bazı yerleri de başka yerlere üstün kılmıştır. Nitekim bazı canlılar için de bu böyledir. Allah dilediğini üstün kılmak hakkına sahiptir. Buna göre oranın mukaddes oluşu kâfirlerin oradan çıkartılıp mü’minlerin oraya yerleştirilmiş olmasından kaynaklanmıyor. Çünkü bu özellik başka yerlerde de vardır.

"Tuvâ" İbn Abbâs, Mücahid ve diğerlerinden nakledildiğine göre vadinin adıdir. ed-Dahhâk: O dürülmüş bir şeyi andıran dairemsi ve derin bir vadidir.

İkrime "Tuvâ"nın "ti" harfini esreli (Tıvâ) şeklinde okurken diğerleri ise "Tuvâ" diye okumuşlardır.

el-Cevherî der ki: "Tuvâ" Şam bölgesinde bir yerin adıdır. "Ti" harfi esreli de okunabilir, ötreli de okunabilir. Bu kelime munsarıf da kabul edilmiştir, gayr-ı munsarıf da. Bunu munsarıf kabul edenler orayı bir vadi ve bir mekân ismi kabul eder ve belirtisiz (nekre) sayar. Munsarıf kabul etmeyenler ise orayı bir belde ve bir bölge olarak kabul eder ve onu marife olarak değerlendirir. Kimisi de şöyle demiştir; "Tuvâ" tıpkı "tıvâ" gibidir. Bu da katlanıp, dürülmüş şey demektir. Yüce Allah'ın:

"Kutsal vadi Tuvâ" âyeti hakkında da burası iki defa katlanmış yani kutsanmıştır, diye açıklamışlardır.

el-Hasen dedi ki: Burada bereket ve takdis (kutsama) iki defa tekrarlanmıştır.

el-Mehdevî, İbn Abbâs (radıyallahü anh)dan şöyle dediğini nakleder: Buraya "Tuvâ" deniliş sebebi, Mûsa (aleyhisselâm)ın buradan geceleyin geçmiş olması (tavâhu)dır. Çünkü bu vadiden geçtiğinde önce üst taraflarına doğru çıktı, (sonra indi.) O bakımdan bu kelime burada asıl lâfzından olmayan bir başka kelimenin kendisinde amel ettiği bir mastar (mef'ûl-i mutlak)dır.

Sanki: "Çünkü sen" içinde gidip geldiğin "kutsal vadi Tuvâ'dasın." Yani sen yürüyerek katlayıp geçtiğin bir vadidesin, denilmiş gibidir.

el-Hasen dedi ki: Bunun anlamı, İki defa takdis edilmiş demektir. Buna göre bu isim; "Onu katlayıp, dürdüm (aşıp, geçtim)"den mastardır,

13

"Ben seni seçtim. Şimdi sana vahyolanı dinle!

"Ben seni" risalet için

"seçtim."

Medineliler, Ebû Amr, Âsım ve el-Kisaî "Ben seni seçtim" diye okurlarken Hamza; "Biz seni seçtik" şeklinde okumuştur. Anlam birdir, ancak burada birinci okuyuş şu iki sebebten ötürü daha uygundur: Evvela bu okuyuş hatta daha uygundur. İkinci olarak ifadenin akışına da daha yatkındır. Zira yüce Allah:

"Ey Mûsa! Gerçekten Ben senin Rabbinim, hemen pabuçlarını çıkart" diye buyurmuştur. İşte bu akışa uygun olarak hitab devam etmiştir. Bu açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır.

"Şimdi sana vahyolanı dinle" âyeti ile ilgili açıklarımızı tek başlık halinde sunacağız:

Söylenen Sözü Güzelce Dinlemek:

İbn Atiyye dedi ki: Bana babam -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- anlattı, dedi ki: Ben Ebû'l Fadl el-Cevherî'yi -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle derken dinledim: Mûsa (aleyhisselâm)a; "Şimdi sana vahyolanı dinle" denilince, o bir taşın üzerinde durdu, bir taşa dayandı. Sağ elini soluna koydu, sakalını göğsüne dayadı ve dinlemek üzere durdu. Giydiği bütün elbise de yündü.

Derim ki: Gereği gibi güzelce dinlemeyi yüce Allah övmüş bulunmaktadır:

"Onlar sözü işitip en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir." (ez-Zümer, 39/18) Aksi niteliklere sahip olanları da yermiş ve şöyle buyurmuştur:

"Onların neyi dinlediklerini Biz pek iyi biliriz." (el-İsrâ, 17/47)

Böylelikle yüce Allah dikkatini toplayarak sözünü dinlemek üzere kulak verenleri övmüş ve kullarına da böyle bir edeble edeblenmelerini emrederek şöyle buyurmuştur:

"Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki, merhamet olunasınız." (el-A'râf, 7/204) Burada da: "Şimdi sana vahyolanı dinle" diye buyurmaktadır. Çünkü böylelikle yüce Allah'tan gelen buyrukları kavrama, anlama lütfuna erişilir.

Vehb b. Münebbih'ten şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Dinlemenin âdabından bazıları şunlardır: Organların hareketsiz durması, gözün sağa-sola bakmaması, kulak kabartması, dikkatini toplamak, gereğince amel etmeye karar vermek. İşte yüce Allah'ın sevdiği şekilde dinlemek budur. Bu ise kulun azalarını tutması ve onları başka şeylerle meşgul etmemesi ile olur. Aksi takdirde kalbi dinledikleriyle uğraşamaz, başka şeylerle meşgul olur. Gözü sağa-sola bakmasın ki, kalbi gördükleriyle oyalanmasın. Dikkatini toplasın ki, dinlediğinden başka şeyler içinden geçmesin. Ayrıca kavramaya karar vermeli ve kavradığıyla da amel etmelidir.

Süfyan b. Uyeyne dedi ki: İlmin başı dinlemek, sonra kavramak, sonra bellemek, sonra amel etmek, sonra da onu yaymaktır. Kul yüce Allah'ın Kitabına, Peygamberinin sünnetine, Allah'ın sevdiği üzere samimi bir niyet ile kulak verip dinleyecek olursa, Allah da sevdiği şekilde ona duyduklarını kavratır ve kalbinde ona bir nûr verir.

14

"Ben, evet Ben Allah im. Benden başka ilâh yoktur. Öyleyse Bana ibadet et ve Beni zikretmek için namaza kalk."

"Ben, evet Ben Allah'ım. Ben'den başka ilâh yoktur. Öyleyse Bana ibadet et ve Beni zikretmek için namaza kalk!" âyetine dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

1- Bu Âyette "Allah'ı Zikretme”nin Anlamı:

Yüce Allah'ın:

"Beni zikretmek için" âyetinin açıklanması hususunda farklı görüşler vardır. Bunun, beni namazda anman İçin namaz kıl, anlamına gelme ihtimali olduğu gibi, namaz kıldığın için Ben de seni en yüceler arasında övgüyle anayım, anlamına geldiği de söylenmiştir. Buna göre mastarın bir faile veya bir mef'ûle izafe edilmiş olma ihtimali vardır.

Bir diğer açıklamaya göre anlam şöyledir: Tevhid'ten sonra namaza dikkat et ve onu koru. Bu da namazın değerinin büyüklüğüne dikkat çekmektir. Zira namaz yüce Allah'a bir yakarıştır, O'nun huzurunda durmaktır. Bu açıklamaya göre namaz, zikrin kendisidir. Nitekim yüce Allah: "Cuma günü namaz için çağrıda bulunulduğu vakit Allah'ın zikrine koşun" (el-Cuma, 62/9) âyetinde namazı zikir diye adlandırmıştır.

Bir açıklamaya göre bundan maksat şudur: Sen unuttun mu namaz kıl. Nitekim hadîste: "Onu hatırladığı vakit kılıversin" Bu husustaki bazı rivâyetler, bir sonraki başlıkta sözkonusu edilecektir. Kaynakları da ilgili notlarda gösterilecektir. diye buyurulmaktadır ki bu unutmakla namazın sakıt olmadığını (düşmediğini) gösterir.

2- Uyuyarak ya da Unutarak Namaz Vaktini Geçiren Kimse:

Malik ve başkaları Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedirler: "Her kim uyuyarak yahut unutarak bir namazı geçirecek olursa, onu hatırladığında hemen o namazı kılıversin. Çünkü yüce Allah:

"Beni zikretmek İçin namaza kalk" diye buyurmuştur. " Müslim, Mesâcid 309, 314, 316; Tirmizî, Tefsir 20. sûre 1; İbn Mâce, Salât 10; Ebû Dâoûd, Salât 11; Muvatta’, Vukfıt 25; Müsned, fil, 184, 269

Ebû Muhammed Abdu’l-Gani b. Said Haccac b. Haccac'dan -ki bu Yezid b. Zürey’in kendisinden rivâyette bulunduğu ilk Haccac'dır şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bize Katade anlattı. O Enes b. Malik'ten dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a uyuyup ta namaz vaktini geçiren ve namazı unutan kişinin durumu hakkında soru sorulmuş, o da şöyle buyurmuştur: "Onun kefareti o namazı hatırladığı vakit kılmasıdır." İbrahim b. Tahmân da Haccac'dan onun gibi rivâyette bulunarak ona uymuştur. Hemmam b. Yahya da Katade'den böylece rivâyet etmektedir. Buhârî, Mevâkîtu's-Salât Müslim, Mesâcid 314-316; Ebû Dâvûd, Salat 11; Müsned, III, 269.

Dârakutnî de Ebû Hüreyre'den, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Her kim bir namazı unutacak otursa, o namazın vakti onu hatırlayacağı vakittir. " Dârakutnî, I, 423

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Onu hatırladığında onu kılıversin" âyeti uyuyanın da unutanın da, az olsun, çok olsun namazının kazasının vacip oluşuna delildir. Genci olarak ilim adamlarının görüşü de budur. Bununla birlikte pek önemi olmayan gaz bir görüş de nakledilmiştir. Bu görüşün önemsenmeyiş sebebi ise, hadisin nassına muhalif olmasıdır. Bu şaz görüşe göre eğer kazası yapılacak namazlar beşten fazla olursa kazası gerekmez.

Derim ki: Yüce Allah namazın kılınmasını emretmiş ve:

"Güneşin (batıya) kaymasından, gecenin karanlığına kadar namazı dosdoğru kıl..."(el-İsrâ, 17/78) âyeti ve daha başka âyetlerle de muayyen bazı vakitleri nass ile tayin etmiştir. Gece kılınması gereken namazı gündüzün kılacak olursa yahut aksini yaparsa, o bu işi yüce Allah'ın kendisine emrettiğine uygun yapmış olmaz. Bu yaptığından dolayı da sevap almaz ve böyle bir kimse isyan etmiş bir kimsedir, İşte bu durumda olan kimsenin vaktinde kılmadığı, kazaya kalmış namazını kaza etmemesi gerekirdi. Eğer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın: "Kim uykuda olduğu İçin yahut unuttuğu için bir namazı geçirecek olursa onu hatırladığında kilıversin" âyeti olmasaydı, hiçbir kimsenin vaktinin dışında kıldığı namazından faydalanması söz konusu olmazdı. Bu itibarla böyle birisinin kıldığı namaz kaza değil eda olur. Çünkü kaza ayrı ve yeni bir emirle yapılandır. İlk emirle yapılan değildir.

3- Kasten Namazı Terk Eden:

Kasti olarak namazı terkeden kimseye gelince; yine Cumhûra göre bunun asi olsa bile namazını kaza etmesi farzdır. Ancak Davud (ez-Zahirî) bu kanaatte değildir. Şâfiî mezhebine mensub Ebû Abdıt'r-Rahmân el-Eşarî de ona muvafakat etmiştir. Bu görüşü ondan İbnu’l-Kassâr nakletmektedir.

Kasten namazı vaktinde kılmayan kimse ile unutan ve uyuyan kimse arasındaki fark, günahm kaldırılmış olmasındadır. Kasten terkeden günah kazanır, bununla birlikte hepsinin de kaza etmeleri gerekir.

Cumhûrun delili yüce Allah'ın:

"Namazı kılınız" diye buyurmuş olması ve bunun vaktinde olması ya da olmaması arasında fark gözetmemiş olmasıdır. Bu ise vücub (farziyyet) ifade eden bir emirdir. Aynı şekilde uyuyanın ve unutanın da -günahkâr olmamalarına rağmen- namazlarını kaza etmekle emrolundukları sabit olmuştur. O halde kasti olarak namazını geçirenin kaza etmesi öncelikle söz konusudur.

Yine Peygamber Efendimizin: "Kim bir namazı uyur ya da unutur da geçirirse" âyeti da bunu İfade eder. Çünkü unutmak (nisyan) terketmekle aynı şeydir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onlar Allah'ı unuttular. O da onları unuttu." (et-Tevbe, 9/67);

"Allah'ı unuttukları için Allah'ın da kendilerine, kendilerini unutturduğu kimseler..." (el-Haşr, 59/19) Bu nisyânın, unutma ile olması ile olmaması arasında fark yoktur. Çünkü yüce Allah hakkında nisyân söz konusu değildir. Onun hakkında bu tabirin kullanılmasının anlamı, onları terk etmektir.

"Biz bir âyeti nesh eder ya da unutturursak" (el-Bakara, 2/106) âyetinde de nisyân terk etmek anlamındadır. Hatırlamak da nisyândan sonra da olabilir, başka bir şeyden sonra da olabilir. Nitekim yüce Allah (kudsî hadiste): "Benî kendi nefsinde zikredeni Ben de kendi zatımda anarım." Buhârî, Tevhîd 15, Müslim, Zikr 2, 21; Tirmizî, Deavat 131; İbn Mâce, Edeb 58; Müsned, II, 251, 405, 413, 480... diye buyurmaktadır. Şanı yüce Allah'ın unutması (nisyânı) söz konusu değildir. Onun için bu fiilin ne anlama geldiğini az Önce açıklamış bulunuyoruz. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Onu hatırladığı zaman" âyeti, onu bildiği zaman demektir.

Aynı şekilde İnsanlara karşı olan borçların ödenmesinin belli bir vakti varsa bu vakit gelmekle bunların ödenmesinin vücubu sözkonusu olduktan sonra, (ödenmezse) kazası (ödenme gereği) ortadan kalkmaz. Ancak bu gibi zimmetteki borçlan ibra düşürür. Yüce Allah'ın borçlan hususunda ibranın sahih olmaması ve bunların kazasının ondan gelmiş bir izin olmadıkça düşmemesi de öncelikle söz konusudur.

Diğer taraftan bizler ittifakla şunu kabul etmiş bulunuyoruz: Kasti olarak ve özürsüz bir şekilde Ramazan orucunun bir gününü terkeden bir kimsenin, o günü kaza etmesi farzdır. Namaz da aynı şekildedir. Şayet Malik'ten: Kasti olarak namazı terkeden bir kimse ebediyyen onu kaza etmez, dediğine dair bir rivâyet vardır, denilecek olursa; şunu belirtelim ki bundan maksat geçmiş olanın asla geri dönmeyeceğine bir işarettir yahut da bu, bu davranışın vebalinin ne kadar ağır olduğunu anlatmak için söylenmiş bir söz olarak kabul edilmelidir. Nitekim İbn Mes'ûd ve Ali (Allah ikisinden de razı olsun)'in: "Bir kimse Ramazan'da kasten oruç yiyecek olursa, isterse sene boyunca oruç tutsun bu ona kefaret olmaz" şeklinde rivâyet edilen sözleri buna benzemektedir..

Ayrıca kazanın edâ yerine geçirilmesi yahut arkasından tevbe edilmesi mükellefiyetin hakkının yerine getirilmesi açısından kaçınılmaz bir şeydir. Bundan sonra da yüce Allah dilediğini yapar.

Ebû'l-Mutavves babasından, o Ebû Hüreyre'den rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kasti olarak Ramazan'dan bir gün yiyen bir kimse bütün yılı oruçla geçirecek olsa dahi onun yerini tutmaz." Ebû Dâvûd, Savm 39; Tirmizî, Savm 27; İbn Mâce, Siyam 14; Dârimî, Savm 18; Müsned, II, 386, 442, 458, 470. Eğer bu rivâyet sahih ise bunun vebalinin büyüklüğünü anlatması anlamına gelme ihtimali vardır.

Kazaya kalan namazın keffaretine dair sahih hadisler gelmiş bulunmaktadır. Bazılarında ise bir günün kaza edileceği de belirtilmiştir. Yüce Allah'a hamd olsun.

4 Uyuyanın Ve Benzeri Durumda Olanların Sorumlulukları:

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Her kim uyuyarak yahut unutarak bir namazı geçirecek olursa..." hadisi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Üç kişiden sorumluluk kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan... Buhâri, Hudûd 22; Ebû Dâvûd, Hudûd 1; İbn Mâce, Talâk 15, 16; Dârimi, Hudûd 1; Müsned, VI, 100-101, 144. hadisinin umum ifadesini tahsis etmektedir. Sorumluluğun kaldırılması demek, günahın kaldırılması demektir. Yoksa üzerindeki Farzın kaldırıldığı anlamında değildir. Bu hadis Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "...Ve ergenlik yaşına kadar çocuktan" Buhâri, Hudûd 22; Ebû Dâvûd, Hudûd 1; İbn Mâce, Talâk 16; Dârimi, Hudûd 1, Müsned, VI, 100-101, 144. sözü -tek bir rivâyette gelmiş olsa dahi- kabilinden değildir, Bu asıl kaideyi iyice bellemek gerekir.

5- Bir Namazı Başka Bir Namaz Vaktinde Hatırlayanın Durumu:

Bu kabilden olmak üzere ilim adamları, geçmiş bir namazı bir başka namazın son vaktinde iken hatırlayan yahut da namaz kılarken bir namazı geçirdiğini hatırlayan kimsenin durumu hakkında farklı görüşlere sahiptirler.

Bu hususta İmâm Mâlik'in görüşü özetle şöyledir: Bir namazı geçirdiğini, başka bir namaz vaktinde hatırlayan bir kimse, eğer bu geçirdiği namazlar beş ve daha az ise unuttuğundan (sırasıyla) başlar. İsterse içinde bulunduğu vaktin namazı geçsin. Şayet geçirdiği namaz vakitleri bundan daha fazla ise, bu sefer vakti girmiş olan namazı kılmakla başlar.

Ebû Hanîfe, es-Sevrî ve el-Leys'in görüşü de buna yakındır.

Şu kadar var ki Ebû Hanîfe ve mezhebine mensub ilim adamları derler ki: Bize göre eğer vakit hem geçen namazlara hem de vakti girmiş namaza elverişli bulunuyor ise, bir gün ve bir gecelik namazlarda tertib vacibtir. Şayet içinde bulunulan vakit namazının geçeceğinden korkarsa, onu korumakla başlar. Eğer geçmiş namazları bir gün ve geceden fazla ise, onlara göre tertib vacib değildir.

Tertibin vacib olduğu görüşü es-Sevrî'den rivâyet edilmiştir. O az ile çok arasında fark görmez. Şâfiî mezhebinde de varılan sonuç budur. Şâfiî der ki: Tercihe değer olan, içinde bulunduğu vakit geçmeyecek olursa, geçmiş namazla başlamaktır. Eğer böyle davranma yarak vakit namazını kılmakla başlayacak olursa bu dahi ona yeter.

el-Esrem, Ahmed'in görüşüne göre altmış sene ve yukarısında dahi tertibin vacib olduğu görüşünü nakletmekte ve şöyle demekcedir: Bir kimse içinde bulunduğu vakitten önceki namazı hatırlamakta ise, herhangi bir namaz kılmaması gerekir. Çünkü kılacağı o namaz fasid olur.

Dârakutnî'nin rivâyetine göre Abdullah b. Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse farz bir namazı hatırlayacak olursa, içinde bulunduğu (vakit) namazı(nı) kılmakla başlasın. Onu bitirdikten sonra bu sefer unuttuğunu kılsın." (Hadisin ravilerinden) Ömer b. Ebi Ömer meçhuldür. Dârakutnî, I, 421.

Derim ki: Eğer bu sahih olsaydı, içinde bulunulan vaktin namazını kılmaya başlama gereği hususunda Şâfiî'nin lehine bir delil olurdu. Sahih olan görüş ise sahih hadis derleyicilerinin Cabir b. Abdullah'tan geldiğini belirttikleri şu rivâyettir: Ömer (radıyallahü anh) Hendek günü Kureyş kâfirlerine sövüp saymaya başladı ve dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'a yemin ederim ki neredeyse güneşin batmaya yaklaştığı bir vakte kadar ikindi namazını kılamayacaktım. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah'a yemin ederim, ben daha kılmadım." Bunun üzerine el-Buthân denilen yere indik. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) abdest aldı, biz de abdest aldık. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) güneş battıktan sonra ikindi namazını kıldı. Ondan sonra da akşam namazını kıldı. Buhârî, Mevâkîtu's-Salât 36, 3«, Ezan 26, Salârul-Havf 4. Meğâzî 2% Müslim, Mesâcid 209; Tirmizî, Salât 18; Nesâî, Sehv 105.

İşte bu, vakti girmiş namazı kılmaya başlamadan önce geçmiş namazı kılmakla başlanacağına dair bir nasstır. Özellikle akşam namazının vakti birdir, oldukça dardır. Bizce meşhur olan görüşe göre uzayıp giden bir vakiv değildir, Önceden geçtiği üzere Şâfiî'de de böyledir. Tirmizî'nin rivâyetine göre de Ebû Ubeyde b. Abdullah b. Mes'ûd babasından rivâyet ettiğine göre müşrikter Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı Hendek günü dört vakit namazı kılmaktan meşgul ederek, alıkoydular. Nihayet gecenin yüce Allah'ın dilediği kadar bir bölümü geçip gidince Bilâl'e ezan okuması için emir verdi, o da kalkıp ezan okudu. Sonra kamet getirip öğle namazını kıldı, sonra kamet getirip ikindiyi kıldı, sonra kamet getirip akşamı kıldı, sonra da kamet getirip yatsıyı kıldı. Tirmizî, Salât 18; Müsned, I, 375.

İşte ilim adamları bunu bir namaz vaktini geçiren kimsenin o namazı belli bir vakitte hatırlayacak olursa, geçtiği şekilde sırasına uygun (tertib ile) kılacağına delil göstermişlerdir. Ancak geçirdiği namazları, vakti girmiş fakat çıkmasına az kalmış, vakti daralmış bir namaz vaktinde hatırlayacak olursa, üç ayrı görüşleri vardır; Bir görüşe göre geçmiş namazı kılmakla başlar. İsterse içinde bulunduğu vakit çıksın. Malik, el-Leys, ez-Zührî ve başkaları -önceden açıklamış olduğumuz gibi- bu görüştedir.

İkinci görüşe göre; mevcut vakit namazını kılmakla başlar. el-Hasen, eş-Şâfiî, hadis fukahası, el-Muhasibî ve Maliki mezhebine mensub İbn Vehb bu görüştedirler.

Üçüncüsüne göre; muhayyerdir, dilediğini önce kılabilir. Bu da Eşheb'in görüşüdür.

Birinci görüş şöyle açıklanır: Kılınması gereken namazların sayısı çoktur, Eğer bu şekilde namazlar çoksa mevcut vaktin namazını kılmakla başlayacağı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bu açıklamayı Kadı Iyad yapmıştır.

Azın miktarı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Malik'ten gelen rivâyete göre beş ve daha aşağısıdır, Câbir'in hadisi dolayısıyla dört ve daha aşağısıdır da denilmiştir. Altı vakit namazın çok olduğu hususunda mezhebimizde görüş ayrılığı yoktur.

6- Namazda İken Geçirdiği Namazı Hatırlamanın Hükmü:

Namaz kılmakta iken geçmiş bir namazı hatırlayana gelince; eğer İmâm ile birlikte ise tertibin vücubunu kabul edenler de etmeyenler de, o namazını tamamlayıncaya kadar İmâmla birlikte kalmaya devam eder, demişlerdir. Bu hususta asıl delil Malik ve Dârakutnî'nin rivâyet ettikleri İbn Ömer'den gelen şu hadistir: "Sizden herhangi bir kimse bir namazı unuturda o namazı ancak İmâmla birlikte iken hatırlayacak olursa İmâmla beraber namaz kılsın. O namazını bitirdikten sonra bu sefer kendisi unutmuş olduğu namazı kılsın. Sonra da İmâm ile birlikte kıldığı namazı iade etsin." Darakutnînin lâfzı ile hadis böyledir. Mûsa b. Harun da dedi ki: Bize bunu bir de Ebû İbrahim et-Tercümanî anlattı, dedi ki: Bize Said bu hadisi zikretti ve bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a ref etti. Ancak bunu ref etmekle yanılmıştır, şayet bu hadisi ref etmekten sonraları vazgeçmiş ise doğruya eriştirilmiş demektir. Dâraktıtnt, I, 421.

Diğer taraftan ilim adamları arasında farklı görüşler vardır. Ebû Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel derler ki: Hatırladığı namazı kılar, sonra da İmâm ile birlikte kıldığı namazı kılar. Ancak bu iki namaz arasında beş vakitten fazla olması hali -az önce Kûfelilerden naklettiğimiz üzere- müstesnadır. Bu aynı zamanda Medineli olup, Malik'in mezhebine mensub bir topluluğun da görüşüdür. et-Hirakfnin nakline göre Ahmed b. Hanbel de şöyle demiştir: Her kim başka bir namazı kılmakta iken bir namazı hatırlayacak olursa, o kılmakta olduğu namazı tamamlar, hatırladığı namazın da kazasını yapar, eğer vakit elverişli ise kılmış olduğu vakit namazını tekrar kılar. Şayet o namazı kılmakta iken vaktin çıkacağından korkarsa, kanaatime göre o namazı iade etmez, kıldığı o vakit namazı onun için yeterli olur, üzerindeki namazın da kazasını yapar.

Malik dedi ki: Bir vakit namazını kılmakta iken, bir başka namazı (geçirdiğini) hatırlayan kimse, eğer İki rekat kılmış ise iki rekatın sonunda selâm verir. Şayet İmâm ise kıldırmakta olduğu namazı da, cemaatin onun arkasında kıldıkları namazları da yıkılır ve batıl olur. Mâlikî mezhebinde zahir (kuvvetli) görülen görüş budur. Ancak kıyası belli bir oranda önceleyen onun mezhebine mensub ilim adamlarına göre hüküm böyle değildir. Çünkü onun kılmakta olduğu namaz esnasında bir başka namazı geçirdiğini hatırlayacak olursa ve bu namazın da bir rekatini kılmış ise, buna bir rekat daha katar ve selam verir. Şayet üç rekatini kılmış olduğu bir namazda geçirdiği bir namazını hatırlayacak olursa, ona dördüncü bir rekat daha ilave eder. Bu namazı da fasit olmayıp nafile olur. Eğer iddia edildiği gibi namazı bozulup batıl olsaydı ona bir rekat daha ilave etmesi emrolunmazdı. Nitekim bir rekat kıldıktan sonra abdesti bozulursa ona bir rekat daha ilave etmez.

7- Uyuyup Kalmak Suretiyle Namazı Vaktinde Kılamamak:

Müslim'in rivâyetine göre Ebû Katade: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize bir hutbe irad etti deyip, abdest kabı ile abdest almayı söz konusu ettiği hadisi uzun uzadrya zikretti. Bu hadiste şunları da söyledi: Sonra Peygamber buyurdu ki: "Sizin bana uymanız gerekmez mi?" Sonra buyurdu ki: "Şunu bilin ki uykudan dolayı kusur söz konusu değildir. Asıl kusurlu hareket ediş, bir sonraki namazın vakti gelinceye kadar namazı kılmayanın yaptığıdır. Kim bunu yaparsa (uyur-kalırsa) uyanacağı vakit o namazı kılsın. Ertesi günü de o namazı aynı vaktinde kılsın." Müslim, Mesârid 311; Müsned, V, 298.

Dârakutnî de bu hadisi bu şekilde Müslim'in lâfızlarının aynısı ile rivâyet etmiştir. Dârakutnî, I, 386.

Bu hadisin zahiri kazaya kalmış namazın hatırlanması esnasında bir defa ve bir sonraki gün aynı vakti gelince de bir defa olmak üzere iki defa kılınmasını gerektirmektedir. Hadisin zahirinden anlaşılan bu hükmü Ebû Dâvûd'un İmrân b. Husayn yoluyla rivâyet ettiği hadis desteklemektedir. O olayı söz konusu ettikten sonra sonlarında şunları söylemektedir: "Sizden her kim ertesi günün sabah namazını sağlıklı bir şekilde idrâk edecek olursa, o namaz ile birlikte bir de onun gibisini de kaza kılsın." Ebû Dâvûd, Salat 11, h. no: 43«. Ancak burada râvî, İmrân b. Husayn değil, Ebû Katâdedir.

Derim ki: Ancak bu zahirinden anlaşıldığı üzere kabul görmemiştir. Kazaya kalmış olan namaz yalnız bir defa iade edilir. Çünkü Dârakutnî'nin rivâyetine göre İmrân b. Husayn şöyle demiştir: Biz Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile bir gaza da -yahut bir seriyye geceleyin yol yürüdük. Seher vakti girince konakladık, ancak güneş sıcağı bizi uyandırıncaya kadar uyanamadık. Her birimiz yerinden korku ve dehşetle uyanıp fırlıyordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) uyanınca bize emir verdi, biz de oradan yola koyulduk. Güneş yükselinceye kadar yolumuza devam ettik. Kafiledekiler ihtiyaçlarını gördüler, sonra Bilal'e emir verdi. O da ezan okudu ve iki rekat namaz kıldık. Sonra yine ona verdiği emir üzerine Bilal kamet getirdi ve sabah namazını kıldık. Ey Allah'ın Peygamberi! dedik. Biz bu namazı ertesi günü aynı vakitte kaza etmeyelim mi? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara dedi ki: "Allah size hem faizi yasaklayacak, hem de sizden faiz mi alacak Dârakutni, I, 3H5-386.

el-Hattabî dedi ki: Bu şekilde (iki kere) kaza yapacağını vacip olarak kabul etmiş bir kimse bilmiyorum. Ancak kaza esnasında vaktin faziletini de elden kaçırmamak için müstehab olarak bunu emretmiş olma ihtimali vardır. Sahih olan ise bu hadis gereğince ameli terketmektir; çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah size faizi yasaklarken sizden onu kabul mü edecek?"

Diğer taraftan İmrân b. Husayn yoluyla gelen hadisin sahih rivâyet yollarında bu fazlalığın hiçbir bölümü yoktur. Ancak Ebû Katade'nin zikredilen hadisinde bu vardır. Bu da beyan ettiğimiz gibi ihtimallidir.

Derim ki: el-Kiya et-Taberî "Ahkâmu'l-Kur'ân" adlı eserinde belirttiğine göre seleften kimisi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Her kim bir namazı unutacak olursa onu hatırlayacağı vakit kılıversin. Bu namazın bundan başka bir keffareti yoktur" âyetine muhalefet ederek şöyle demiştir: O namazın bir sonraki gün vakti girinceye kadar sabretsin, o vakit namaz kılsın. Sabah namazı geçti mi ertesi günü kılsın. Ancak bu, nasstan uzak ve şaz bir görüştür.

15

"Muhakkak kıyâmet saati gelecektir. Her nefis yaptığının karşılığını görsün diye vaktini gizli tutarım."

Gizli Tatulan Kıyâmet Anı:

"Muhakkak kıyâmet saati gelecektir. Her nefis yaptığının karşılığını görsün diye vaktini gizli tutarım" âyeti müşkildir.

Saîd b. Cübeyr'den:

"Vaktini gizli tutarım" âyetinde hemzeyi üstün olarak okuduğu rivâyet edilmiş ve onu açığa çıkarırım diye açıklamıştır.

"Karşılığını görsün diye" yani onu açığa çıkarmak, amellerin karşılığının görülmesi için olacaktır. Bu açıklamayı Ebû Ubeyd, el-Kisaîden, o Muhammed b. Sehl'den, o Vika' b. Iyâs'tan, o Saîd b. Cübeyr yoluyla rivâyet etmiştir. en-Nehhâs dedi ki; Bu rivâyetin bundan başka yolu yoktur.

Derim ki: el-Enbârî de bunu "Kitabu'r-Red" adlı eserinde böylece rivâyet etmiştir: Bana babam anlatti, bize Muhammed b. el-Cehm anlattı, bize el-Ferrâ' anlattı, bize el-Kisaî anlattı. Ve bize Abdullah b. Naciye anlattı, bize Yusuf anlattı, bize Yahya el-Himmânî anlattı, bize Muhammed b. Sehl anlattı. en-Nehhâs dedi ki: Bu isnattan daha iyisi şudur: Yahya el-Kattan, es-Sevrî'den, o Atâ b. es-Said'den, o Saîd b. Cübeyr'den rivâyet ettiğine göre, (........) lâfzında, hemzeyi ötreli olarak okumuştur.

İbn Cübeyr'in hemzenin üstün okuduğuna dair sözü geçen isnadla rivâyet edilmiş olması hakkında Ebû Bekr el-Enbarî dedi ki: Bunun anlamı, ben onu izhar ederim, şeklindedir. Çünkü bir şeyin izhar edişini anlatmak üzere; "Ben onu izhar ettim, ederim" denilir. el-Ferrâ' da İmruu'l-Kays'ın şu beytini zikretmektedir:

"Şayet siz hastalığı gömerseniz, biz onu açığa çıkarmayız.

Ve eğer Savaşı harekete geçirecek olursanız biz de oturmayız."

Âyet-i kerîmede "gizli tutmak" diye meali verilen ve aynı zamanda "açıklamak" anlamına geldiği söylenen kelime ile aynı kipten.

Kimi dil bilginleri şöyle demiştir: Bu kelimenin hemzesinin ötreli okunuşu ile "ben bunu açığa çıkartırım" anlamında olması mümkündür. Çünkü bir şeyi açığa çıkardım, manasına; denilir. O bakımdan bu kök, zıt anlamlı kelimelerdendir. Hem gizlemek ve örtmek anlamı, hem de açığa çıkarmak anlamı vardır.

Ebû Ubeyde dedi ki: Bu fiilin aslî üç harfli oluşu ile başına hemze ziyade edilmesi (âyet-i kerîmede olduğu gibi) aynı anlamı ifade eder. en-Nehhâs dedi ki: Bu güzel bir açıklamadır. İbn Ebi'l Hattab da bunu nakletmiştir ki, o da doğruluğu hususunda hiçbir şüphe bulunmayan dilci önderlerinden bir önderdir. Sîbeveyh de ondan rivâyet etmiş ve buna göre şu beyiti okumuştur:

"Şayet siz hastalığı gizleyecek olursanız, biz onu açığa çıkarmayız,

Ve eğer Savaşı canlandırıp harekete geçirecek olursanız oturmayız."

Aynı şekilde bunu Ebû Ubeyde, Ebû'l-Hattab'dan "nun" harfini ötreli olarak rivâyet etmiştir, Îmruul-Kays şöyle demektedir:

"Onları içinde bulundukları deliklerinden çıkardı (gizledi anlamına da gelen hafâ); sanki onları,

Akşamleyin yağan gürültülü bir yağmur çıkarmışçasına (yine aynı anlam ve kökteki fiil)"

Burada; onları dışarı çıkardı, manasınadır. Bu beyit "akşamdan gürültülü..." ibaresi yerine "üstüste yığılmış buluttan" anlamındaki ifadelerle de rivâyet edilmiştir.

Ebû Bekr el-Enbân dedi ki: Âyetin bir başka tefsiri de vardır: "Muhakkak kıyâmet saati gelecektir...un" âyetinde ifade sona ermektedir. Ondan sonra ise takdiri olarak: "Ben onu nerdeyse kopartacağım." Daha sonra: "Her nefis yaptığının karşılığını görsün diye vaktini gizli tutarım" diye başlanır.

Şair Dabi' el-Burcumî der ki:

"İçimden geçirdim fakat yapmadım, az kalsın yapacaktım ve keşke,

Osman'ı hanımları kendisi için ağlayacak halde bıraksaydım."

Burada da görüldüğü gibi şair "keşke yapsaydım" demek istemiştir ve burada Kur'ân-ı Kerîm'de olduğu gibi, bu fiille birlikte uygun başka bir fiili takdir ederek beyici söylemiştir.

Derim ki: en-Nehhâs'ın tercih ettiği görüş budur. Bundan bir önceki görüşün zayıf olduğuna işaret etmiştir.

O dedi ki: Deniyor ki "Şevi açıkladı, açıklar" demektir. Yine "açıkladı" manasına; denildiği söylenmektedir. Ancak bu pek bilinen bir kullanım şekli değildir. (Devamla) dedi ki: Ben Ali b. Süleyman'ı: "Onu gizli tutarım"ın manası onun için müşkil görününce bu görüşü kabule meyletti ve dedi ki: Bunun da manası hemzenin üstün okunuşunun manası gibidir, en-Nehhâs ise şöyle demektedir: Ancak, burada bunun anlamı, ben onu açıklarım, şeklinde değildir. Özellikle de hemzenin üstün ile okunuşu şaz bir kıraattir. Yaygın ve sahih olan bir kıraat, nasıl şaz bir kıraate göre açıklanabilir. Halbuki burada ifade takdiri daha uygundur. Buna göre de ifadenin takdiri şöyledir: Kıyâmet saati gelecektir ve neredeyse Ben onu getireceğim. Buradaki "gelecektir" ifadesi "Ben onu getireceğim" ifadesinin takdir edildiğine delildir. Sonra dedi ki: Burada "onu (vaktini) gizli tutarım" ifadesi de yeni bir başlangıçtır. Bu sahih bir anlamdır. Çünkü yüce Allah kıyâmetin kendisi demek olan Saati de gizlemiştir, insanın öleceği anı da gizlemiştir. İnsanın buna dair bilgileri açık olmadığından dolayı, böylece tevbeyi geciktirmeyerek amelde bulunmasının sağlanması istenmiştir.

Derim ki: Buna göre yüce Allah'ın:

"Karşılığını görsün diye" âyetindeki ("diye" anlamı verilen) "lâm" harfi "gizli tutarım" anlamındaki fiile taalluk etmektedir,

Ebû Ali de dedi ki: Bu selb (böyle bir şeyi ortadan kaldırmak) kabilindendir. Zıt anlamlı ifadelerden değildir. Burada "onu gizli tutarım" ifadesinin anlamı onun gizliliğini kaldırırım, demektir. "Hafâ" kelimesi üzerindeki örtü demektir. Bunun tekili "hı" harfi esreli olarak; şeklinde olup çoğulu da "ahfrye" şeklinde gelir ve bu da kırbanın etrafına sarılan şey demektir. Onun üzerindeki bu örtü ortadan kalktı mı, kendisi de açığa çıkar, İşte onun şikâyet sebebini ortadan kaldırdım, anlamında: onun husumette bulunmasını kabul ettim ve bunu tekrarlamasına gerek bırakmadım anlamında; ifadeleri de bu şekilde (bu kalıba) uygundur.

Ebû Hatim de el-Ahfeş'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Buradaki; te'kid edici ve zâiddir. Buna benzer bir ifade de yüce Allah'ın şu buyruğundadır:

"Elini çıkarsa neredeyse onu dahi göremeyecektir." (en-Nûr, 24/40) Çünkü yüce Allah'ın burada sözünü ettiği üstüste karanlıklar esasen bakan ile kendisine bakılan arasında engel teşkil etmektedîr. Dolayısıyla burada: neredeyse anlamı verilen ve tefsirini yapmak sadedinde olduğumuz âyet-i kerîmede aynı kökten gelip, kullanılan fiil hem burada, hem orada fazladan ve te'kid için geldiği kabul edilmektedir. Bu anlamda ki açıklama İbn Cübeyr'den de rivâyet edilmiştir, ifadenin takdiri de şöyledir: Kıyâmet saati gelecektir. Ben her bir nefis yaptığının karşılığını görsün diye onun vaktini gizli tutarım. (Meal de buna göredir).

Şair der ki:

"Savaşa hızlıca atılır, silâhını kuşanmış olarak,

Rakibine hemen hemen nefes aldırmaz."

Şair burada "hiç nefes aldırmaz" demek istemiştir. Bir başka gair de şöyle demektedir:

"Ve bana isabet edenler dolayısıyla nefsimi kınamayacağım,

Ve ele geçirdiklerim ile de nerdeyse başarılı olamayacağım,"

Burada "ele geçirdiklerimle başarılı olamayacağım" anlamındadır. Görüldüğü gibi burada; "Neredeyse" ifadeyi te'kid için gelmiştir.

Bir başka açıklamaya göre: "Onu gizlemeye pek yaklaştım" demektir. Çünkü bir kimse; "Zeyd neredeyse kalkacaktı" dediğinde kalkmış olması ihtimali de vardır, kalkmamış olması ihtimali de. Onun bunu tamamen gizleyip saklamış olduğu ise, başka bir yerdeki ifadelerin delâleti ile burada yapılabilecek itiraza cevap teşkil etmektedir. Lugatçiler derler ki: ın manası, Araplara göre ben onu az kalsın yapacaktım, fakat yapmadım demektir. ise bir süre geciktikten sonra yaptım, anlamındadır. Buna delil de şanı yüce ve azametli olan Allah'ın:

"Nihayet o ineği boğazladılar, fakat az kalsın yapamayacaklardı." (el-Bakara, 2/71) âyetidir. Yani onlar böyle bir ineği bulmakta oldukça zorlandıklarından bir süre geciktikten sonra bu işi yapabildiler. tabirinde, eğer ifade pekiştirilsin diye kullanılmış ise, ben yapmadım, yapmak noktasına dahi yaklaşmadım, anlamında da olabilir.

Burada: ifadesinin, ben onu gizli tutmak istiyorum, anlamında olduğu da söylenmiştir. el-Enbarî dedi ki: Bunun delili de fasahatli şairin şu sözleridir:

"O da istedi, ben de istedim ve bu en hayırlı bir istektir.

Şayet geçmişte kalan, şevkin oyai anı sının bir bölümü geri dönse."

Görüldüğü gibi burada bu fiil istemek, irade etmek anlamındadır.

es-Sa'lebînin naklettiğine göre İbn Abbâs ve çoğu müfessirler de şöyle demişlerdir: Bu, neredeyse Ben onu kendimden dahi gizleyeceğim, Ubeyy'in, Mushaf'ında da bu böyledir. İbn Mes'ûd, Mushaf'ında ise: "Ben onu neredeyse kendimden dahi gizleyeceğim, herhangi bir yaratık onu nasıl bilebilir anlamındadır. Kimi kıraatlerde de: "Ben onu size nasıl açıklarım" ifadesi de vardır. Bu gibi açıklamalar, Arapların konuşmalarında adet edindikleri anlatım üslubuna göre yapılmıştır. Şöyle ki: Onlardan herhangi bir kişi bir hususu gizlemekte aşırıya kaçacak olursa: O işi neredeyse kendimden dahi gizleyecektim, der. Şanı yüce Allah'a ise hiçbir şey gizli kalmaz. Bu anlamdaki açıklamaları Kutrub ve başkaları yapmıştır. Şair de şöyle demektedir:

"Hind'in benimle beraber olduğu günler;

Ona haber veririm:

Kendi nefsimden gizlediğim ihtiyaçlarımı ve sırlarımı."

Elbetteki nefsinden de gizlemiş olduğu şeyleri ona haber vermesi söz konusu değildir. (Gizlemekte aşırı titizlik gösterdiği şeyleri dahi, ona açıklayacak demektir).

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şu âyeti da bu kabildendir: "Ve sağ elinin verdiğini, sol eli bilmeyecek derecede gizlediği sadaka veren bir kimse.,." Buhârî, Zekâ! 16, Ezan 36, Hudûd 19; Müslim, Zekât 91; Tirmizî, Sıfatu’l-Cenne 25, Zühd 53; Nesâî, Âdâbu'l-Kudâl 2; Muvatta’, Şear 14; Müsned, II, 439

ez-Zemahşerî dedi ki: Bunun: Ben neredeyse onu kendimden dahi gizleyeceğim, anlamında olduğu da söylenmiştir. Ancak ifadelerde böyle bir şeyin hazfedildiğine dair delil yoktur. Kendisine delâlet edecek ifadeler bulunmadan hazfedilen ifadeler bulunduğuna dair iddialara itibar edilmez.

Bu iddiada bulunanları aldatan şey Ubeyy'in, Mushaf'ındaki: Neredeyse Ben onu kendimden dahi gizleyeceğim, açıklaması ile bazı Mushaflarda: Ben onu nerdeyse kendimden dahi gizleyeceğim, nasıl olur da onu sîze açıklarım, ifadeleridir.

Derim ki: Ben neredeyse onu kendimden dahi gizleyecektim, diye açıklama yapanların bu sözlerinin şu anlama geldiği söylenmiştir; Yani onu gizlemek, Benim taranandandır. Onu gizleyen Benim, Benden başkası değil.

Yine Ebû'l-Abbas'tan: Ben onu neredeyse kendimden gizleyecektim, dediği rivâyet edilmiştir. Bunu Talha b. Amr, Atâ'dan da rivâyet etmiştir. Ayrıca Ali b. Ebi Talha da İbn Abbâstan şöyle dediğini rivâyet eder: Ben onu kimseye açıklamam.

Saîd b. Cübeyr'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Onu gizlemiştir. Bu açıklama ise buradaki in zâid olduğunu kabul edenlere göredir. Yani kıyâmet saati gelecektir ve Ben onu gizlemekteyim.

Kıyâmet saatinin gizlenmesindeki fayda ise, korkutmak ve kıyâmetin korkusunu hissettirmektir.

Şöyle de denilmiştir: "Karşılığını görsün diye" ifadesinin (bir önceki âyette geçen): "Namaza kalk" âyetine taalluk ettiği de söylenmiştir. Buna göre ifade de takdim ve te'hir söz konusu olur. Yani "her bir nefis yaptığının karşılığını görsün diye" Beni anıp-hatırlaman için namazı kıl. "Muhakkak kıyâmet saati gelecektir. Ben onu gizil tutarım." Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Bu âyetin yüce Allah'ın;

"Gelecektir" âyetine taalluk ettiği de söylenmiştir, Kıyâmet, her nefis yaptığının karşılığını görsün diye gelecektir, demek olur.

16

"Ona îman etmeyen ve hevâsına uyan kimse ondan seni alıkoymasın. O takdirde helâk olursun."

"O'na Îman etmeyen ve hevâsına uyan kimse O'ndan" yani O'na îman edip O'nu tasdik etmekten

"seni alıkoymasın" engellemesin.

"O takdirde helâk olursun." Bu, nehyin cevabı olarak nasb mahallindedir.

17

"O senin sağ elindeki nedir? Ey Mûsa."

Bu âyetlere dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

1- Mûsa (aleyhisselâm)ın Elindeki Asa:

Yüce Allah'ın:

"O senin sağ elindeki nedir?" hitabı denildiğine göre yüce Allah tarafından Mûsa'ya vahiy yoluyla yapılmıştır. Çünkü yüce Allah:

"Şimdi sana vahyolanı dinle!" (Tâ-Hâ 20/13) diye buyurmuştur. Peygamber olacak kimsenin de bizzat kendi şahsında, kendi nübüvvetini kendisi vasıtasıyla bileceği bir mucizesinin bulunması kaçınılmaz bir şeydir. Böylelikle yüce Allah ona bu maksatla asasında ve kendi nefsinde gösterdiği mucizeleri göstermiştir.

Ağaçta kendisine gösterdiklerinin kendi şahsı hakkında kendisi için yeterli bir mucize olma ihtimali de vardır. Daha sonra el ve asa bunu pekiştirmiş ve kavmine karşı ortaya koyacakları deliller olmuştur.

"O... nedir?" âyetindeki "Ne" edatı hususunda farklı görüşler vardır. ez-Zeccâc ile el-Ferrâ''nın görüşüne göre bu, nakıs bir isim olup "senin sağ etin" kelimesine ism-i mevsuf olmuştur ve: Bu elinde bulunan nedir? demektir. Yine o burada; in: "Bu" anlamında olduğunu da söylemiştir. Bunun yerine; de kullanılabilir. Yani; bu elindeki şey nedir?

Bu sorunun sorulmasından kasıt, konu ile ilgili açıklamayı yaptırmaktır. Tâ ki Mûsa; O benim asamdır, demek suretiyle itirafta bulunduktan sonra, ona karşı delilin sabit olması söz konusu olsun. Yoksa yüce Allah zaten ezelden beri onun ne olduğunu biliyordu.

İbnu’l-Cevherî dedi ki: Kimi rivâyetlere göre yüce Allah, Mûsa (aleyhisselâm)ın bu konumda asayı kendi nefsine izafe etmesinden dolayı sitemde bulunmuş ve ona: Sen hayret verici hususları göresin diye bu asanı yere bırak! O vakit bu asaya malik olmadığını ve bunun sana izafe edilemeyeceğini bileceksin, denildi.

İbn Ebi İshak, Hüzeyllilerin şivesine uygun olarak; "Asam" diye okumuştur.

"Asam müjde..." (Yusuf, 12/19);

"Hayatım" (el-En'âm, 6/162) şeklindeki okuyuşlar da böyledir. Bunlara dair açıklamalar önceden (belirtilen âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. el-Hasen ise iki sakinin arka arkaya gelmesi dolayısıyla; diye "ya" harfini esreli olarak okumuştur. Hamza'nın;

"...ne de siz beni kurtarabilirsiniz" (İbrahim, 14/22) şeklindeki okuyuşu da böyledir. İbn Ebi İshak'tan ise "ya"yı sakin olarak okuduğu nakledilmiştir.

2- Soruya İstenilenden Fazla Cevap Vermek:

Bu âyet-i kerîmede sorulan soruya istenenden fazla cevap verilebileceğine delil vardır. Çünkü ona:

"O senin sağ elindeki nedir? Ey Mûsa" diye sorulduğunda şu dört hususu söz konusu etmişti: Asayı kendisine izafe etmişti. Halbuki uygun olan o bir asadır demesiydi. İkinci olarak ona dayandığı, üçüncüsü koyunlarına onunla yaprak silkelediğini, dördüncü olarak da mutlak olarak başka işlerinde ondan yararlandığını zikretti. Böylelikle Mûsa (aleyhisselâm) asasının en büyük ve belli başlı faydalarını zikrettikten sonra, diğerlerini de topluca ifade etmiş oluyordu.

Hadîs-i şerîfte belirtildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a deniz suyu hakkında soru sorulmuş: "O suyu temiz, meytesi de helal olandır." Ebû Dâvûd, Tahare 41; Tirmizî, Tahâre 52; Nesâî, Tahâre 47, Miyâh 4, Sayd 35; İbn. Mâce, Tahâre 38; Müsned, II, 237, 361, 393. diye buyurmuştur. Bir kadın da kaldırdığı küçük çocuğu, Peygamber'e göstererek: Bunun için hac olur mu? diye sormuş. O da: "Evet. Senin için de ecir vardır" diye buyurmuştur. Müslim, Hacc 409-411; Ebû Dâvûd, Menâsik 8; Tirmizî, Hacc 83; Nesâi, Menâsikul-Hacc 15; İbn Mâce, Menâsik 11; Müsned, I, 219, 244, 28K, 343, 344. Hadiste bunun benzerleri pek çoktur.

18

"O asamdır, ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkelerim ve ondan başka işlerimde de yararlanırım" dedi.

3- Asasına Yaslanması ve Onunla Yaprak Silkelemesi:

"Ona dayanırım" yani yürürken, dururken, ağırlığımı ona veririm. "Dayanmak, yaslanmak" da buradan gelmektedir.

"Onunla... yaprak silkerim" âyetindeki:

"Silkelerim" kelimesi " harfinin esreli olarak da okunduğunu en-Nehhâs nakletmektedir, Bu en-Nehî'nin kıraatidir. Onunla yaprak silkelerim, demektir. Yani yapraklarını düşürmek maksadıyla ağaç dallarına vururum. Böylelikle benim koyunlarım o yaprakları daha kolay yiyebilir. Recez vezninde şöyle denilmiştir:

"Sopayla yaprak silkelerim koyunlarıma,

İnce erak ve pelesenk yapraklarını."

Koyunlarına silkti, silkeledi" şeklindeki kullanımın muzarisinde "ha" harfi ötreli gelir. Ancak; "Adama tebessüm etti" anlamındaki kullanımın müzariinde "he" harfi üstündür. Aynı şekilde iyiliğe elini çabuk tuttu, anlamındaki; ifadesinde de müzari' bu şekilde gelir. Mütekellim kipi de; şeklindedir. Nitekim Ömer (radıyallahü anh)ın: "Gündüzün kendimi tutamayıp oruçlu olduğum halde (zevcemi) öptüm." Ebû Dâvûd, Savm 34; Dârimî, Savm 21; Müsned, I, 21, 52. hadisinde de aynı kökten gelen fiil kullanılmıştır.

Şimr dedi ki: Neşeye gelip arzuladım, canım çekti, anlamındadır. in, anlamında kullanılması da mümkündür. Şair dedi ki:

"Gördüğünden dolayı tekbir getirdi ve kalpten sevindi,

Öncesinden sitem ettiği bir nefse de müjde verdi."

Bu kelimenin asıl anlamı gevşekliktir. Mesela; "Gevşek adam" ve "Gevşek eş" denilir.

İkrime bu kelimeyi "sin" harfi ile okumuştur, Bunlar da aynı anlamda iki ayrı söyleyiştir. Anlamlarının farklı olduğu da söylenmiştir. Nüktah olursa ağacın yaprağını silkelemek demektir. Noktasız olursa koyunları uyarmak demektir. Bu açıklamayı el-Maverdî naklettiği gibi ez-Zemahşerî de böyle nakletmiştir.

İkrime'den "sin" harfi ile okunuşun: Ben sopamla koyunlarımı alıkoymak, uyarmak üzere üzerlerine giderim, anlamındadır. Buna göre bu kelime koyunları alıkoymak, engellemek demek olur.

4- "Başka İhtiyaçlar":

Yüce Allah'ın:

"Başka işlerimde de yararlanırım." Onunla başka ihtiyaçlarımı da görürüm, demektir. "İşler, ihtiyaçların tekili; şekillerinde gelir. Buradaki "başka" anlamındaki; kelimesinin tekil gelmesi "işler" anlamındaki kelimenin çoğul manasını ihtiva etmesinden dolayıdır. Ancak bilindiği gibi akil ermeyen varlıkların çoğullarına tabi olan kelimelerde tekil olmak söz konusudur ve bu şekilde onlardan söz edilir. Çünkü böyle bir çoğul, tekil ve müennes gibi kabul edilir. Yüce Allah'ın:

"En güzel isimler Allah'ındır, O halde O'na bunlarla dua edin" (el-A'raf, 7/180) âyeti ile:

"Ey dağlar, siz de onunla teşbih edin." (Sebe', 34/10) âyetinde de böyledir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-A'râf Sûresi'nde (7/180. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

5- Asanın Faydaları:

Bazıları asaların faydalarını sayıp, dökmeye koyulmuştur. Bunlardan birisi de İbn Abbâs'tır. O dedi ki: Bir kuyunun başına varacak olsam da kovanın ipi kısa gelirse, asamı ona eklerim. Güneşin ışığından etkilenecek olursam onu yere saplar ve üzerine bana gölge yapacak bir şey bırakırım. Yerdeki haşerelerden herhangi birisinden korkacak olursam, asamla onu öldürürüm. Yürüdüğüm takdirde onu omuzuma bırakırım, üzerine yayımı, ok torbamı ve azık torbamı asarım. Yırtıcı hayvanlara karşı koyunları onunla sallallahü aleyhi ve sellemunurum.

Meymûn b. Mihrâm'dan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Asa tutmak peygamberlerin sünneti ve mü’min kimsenin alâmetidir.

Hasan-ı Basrî dedi ki: Asanın altı özelliği vardır: Peygamberlerin sünnetidir, salihlerin ziynetidir, düşmanlara karşı silahtır, zayıfların yanında yardımcıdır, münafıklara keder sebebidir, itaatlerin artışında yardımcıdır.

Denildiğine göre; mü’minle birlikte asa bulunuyor ise şeytan ondan kaçar. Münafık ve günahkâr kimse ondan çekinir. Namaz kılacağı vakit onu kıblesine (sütre diye) koyar, yorulduğu vakit ona güç verir,

Haccac bir bedevi ile karşılaşmış, ona: Nereden geliyorsun ey bedevi diye sormuş, o: Çölden demiş. Peki elindeki nedir? diye sormuş. O da: Elimdeki asamdır. Namaz kılmak için onu yere saplarım, hazırlayacağını şeyler için onu hazır bulundururum. Onunla bineğimi sürerim. Onunla yolculuğumda güç kazanırım. Adımlarımı daha geniş atmak için ona dayanırım. Onun yardımı ile akar suları geçerim, tökezlemekten yana beni korur. Üzerine elbisemi bırakırım, böylelikle beni sıcağa karşı korur, soğuğa karşı ısıtır. Bana uzak olan şeyi bana yakınlaştırır. Azığımı onun üzerinde taşırım, su kabımı ona asarım. Döğüşürsem onunla kendimi korurum. Onunla kapıları çalarım. Uyuz köpeklere ve saldırgan vahşi hayvanlara karşı onunla kendimi korurum. Çarpışmalarda mızrağın yerini tutar, denk kimselerle döğüşeceğim vakit de kılıcın yerini. Ben onu babamdan miras aldım, benden sonra da oğluma miras bırakacağım. Onunla koyunlarıma yaprak silkelerim. Onunla gördüğüm daha sayılamayacak kadar pek çok ihtiyacımı görürüm.

Derim ki: Asanın faydaları pek çoktur. Şeriatte de bir kaç yerde asanın dahli bulunmaktadır: Önü açık olan yerlerde asa Kıble'ye sütre diye konulur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın küçük bir harbesi vardı. Önü açık yerlerde önüne yere sapla, ona karşı namaza dururdu. Bayram günü namaza çıktığı vakit harbenin Kıblesine konulmasını emreder ve ona doğru namaz kılardı. Bu ise sahih hadiste sabit olmuştur. Buhârî, Salât 92, 93; Müslim, Salât 250, 252; Müsned, V, 307.

Harbe, aneze ve neyzek ile alet aynı şeylerin adıdır.

Peygamber Efendimizin bir tarafı eğri bir bastonu vardı. O Hacer-i Esved'i (tavaf sırasında) Öpme imkânını bulamadığı vakit bu bastonuyla ibaret eder (istilâm yapar)dı. Bu da yine sahih hadiste sabittir. Buhârî, Hîk-c 58; Müslim, Hacc 253, 254, 257; Ebû Dâvûd, Menâsik 4H; Nesâî, Hacc 140, 159; İbn Mâce, Menasik 2H- Müsned, i, 214, 237, 24«, 304

Muvatta’'da yer alan rivâyete göre es-Saib b. Yezid şöyle demiştir: Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh), Ubeyy b. Ka'b ile Temim ed-Darî'ye müslümanlara onbir rekat namaz kıldırmalarını emretmişti, İmâm olan kişi Miûn (âyet sayısı yüz dolaylarında olan sûreler) okurdu. Biz de uzun süre ayakta durmaktan dolayı bastonlarımıza, asalarımıza dayanırdık. Bu namazdan ancak tan yeri ağardığı vakit dağılabiliyorduk. Muvatta’, es-Salâtu fi Raınaclân 4. Buhârî ile Müslim'de yer aldığına göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın elinde, üzerine dayandığı bir sopası vardı. Buhârî, Cenâiz S3, Tefsir 96. sûre 6; Müslim, Kader f>; Ebû Dâvûd, Sünne 16.

Hatibin bir kılıca yahut bir asaya dayanarak hutbe okuyacağı hususunda ıcma vardır.

O halde asa şerefli bir soydan, değerli bir kökten gelmektedir. Asanın önemini cahilden başkası inkâr etmez. Yüce Allah Mûsa'nın asasında pek çok büyük belgeleri, muhteşem mucizeleri bir arada göstermiş idi. Bunları gören inatçı sihirbazlar dahi îman etmişti. Süleyman (aleyhisselâm)da hutbe okumak, öğüt vermek ve uzunca namaz kılmak için asa edinmişti.

İbn Mes'ûd, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın asa ve harbesinin muhafızı idi. Buhâri, Aslıatm'n-Nebiy 20. 27; Tirmizî, Menâkıb 37; Müsned, VI, 449 dn Ahdtıllnh 1>. Mes'LK.1 Hazret-i Peygamber'in ayakkabıları, yastık ve ihriği ile görevli olduğu belirtilmekte. ancak bastonu ile harbesinden söz edilmemektedir. O elindeki asa ile hutbe okuyordu ibn Mâce, İkametus-Salât 85; Mitsned, IV, 304, 3j5. -Asanın durumunun şeref ve üstünlüğünü ifade etmek için bu kadarı da yeterlidir.- Halifeler ele, büyük hatipler de böyle davranmışlardır. Dilleri açık ve beliğ, katıksız Araplar da adetleri gereği baston ve sopa edinirler ve konuştukları vakit toplantılarda ve hutbe irad ettiklerinde buna dayanırlardı.

Şuûbîler (Arap hatiplerinin ellerine) baston almalarını ve bir takım hususları asa ile işaret ederek anlatma yolunu seçmelerini tepki ile karşılamışlardır. Şuûbiyye ise Araplara buğz eder ve Arap olmayanların üstünlüklerini iddia ederler.

Malik dedi ki: Atâ b. es-Sâib baston alır ve bununla güç kazanırdı. Yine Malik dedi ki: Adam yaşlandı mı gençler gibi kalmaz, o kalkacağı vakit asa ile güç kazanır.

Derim ki: Kimi şairlerin dedikleri gibi yürüyüşünde de asa ile güç kazanır

"Önceleri sapasağlam iki ayağıma dayanarak yürürdüm,

Bu sefer birileri tahtadan olan üzerine (dayanarak) yürür oldum."

Malik (Allah'ın rahmeti üzerine olsun ve Allah ondan razı olsun) dedi ki: Yağmur yağdığında insanlar ellerine sopalarını alarak çıkar, üzerine dayanarak giderlerdi. Hatla gençler onların asalarını saklarlardı. Bazen Rabia yanında oturduğu zatlardan birisinin asasını alır ve ona dayanarak ayağa kalkardı.

Asanın faydalarından birisi de kişinin hem onları ıslah etmek, hem kendisinin, hem de kendisiyle birlikte onların halini düzeltmek için onunla hanımlarını vurması da vardır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın -bu hadisin rivâyetlerinden birisinde- şu sözleri de bu kabildendir: "Ebû Cehm'e gelince; o asasını omuzundan aşağı indirmez." Müslim, Talâk 36; Ebû Dâvud, Talâk 9\Tirmizî, Nikâh 38; Nesâî, Talâk 70; Dârimi, Nikâh 7; Muvatta’, Talâk 67; Müsned, VI, 412, 413.

Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın tavsiyede bulunduğu bir adama: "Aile halkının üzerinden asanı kaldırma. Allah uğrunda onları korkut." Müsned, V, 238 dediği de rivâyet edilmiştir. Bunu Ubâde b. es-Sâmit rivâyet etmiş, Nesâî de kaydetmiştir.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şu hadisi de bu kabildendir: "Kamçını aile halkının göreceği yere as." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, VIII, 106 Daha önce bu en-Nisa Sûresi'nde (en-Nisa, 4/34. âyet, 11. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Yine asanın faydalarından birisi de, bu dünya yurdundan geçişe dikkat çekmesidir. Nitekim zahidlerden birisine şöyle sorulmuş: Yaşlı da hasta da olmadığın halde ne diye asaya dayanarak yürüyorsun? O şu cevabı vermiş: Böylelikle misafir olduğumu ve buranın ayrılıp gitme yurdu olduğunu biliyorum. Asa yolculuk aracıdır. Bu noktadan hareketle şairlerden birisi de şöyle demiştir:

"Asa taşıdım fakat onu taşımamı gerektiren benim ne zayıflığımdır.

Ne de yaşlılık dönemine girmiş olmamdır.

Fakat ben kendimi onu taşımakla yükümlü görüyorum;

Nefsime ikamet edenin misafir olduğunu bildirmek için."

19

"Onu bırak, Ey Mûsa!" buyurdu.

"Onu bırak! ey Mûsa! buyurdu." Yüce Allah nübüvveti ve yükümlülüklerini omuzlamak üzere «gitmek istediğinden, ona asasını bırakmasını emretti.

20

Onu bıraktığı gibi hızlıca koşan bir yılan oluverdi.

Mûsa

"onu bıraktığı gibi" yüce Allah o asanın nitelik ve arazını dönüştürdü. Bu asa çatallı idi. Onun çatal kısmı ağır oldu ve hareketli bir yılana dönüşüverdi. Bu yılan Kızlıca yürüyor, taşlan yutuyordu. Mûsa (aleyhisselâm) onu bu halele görünce çok ibretli bir hal görmüş olduğundan

"arkasına bakmaksızın, dönüp gitti" (en-Neml, 27/10) Yüce Allah da ona; "Onu al, korkma" diye buyurdu. Buna sebeb ise onun

"içten içe bir korkuya kapılmış olması idi." (Tâ-Hâ, 20/67) Yani insanların (bu gibi hallerde) duyduklarını o da duymuştu.

Rivâyet edildiğine göre Mûsa yılanı elbisesinin yenleri ile almış, ona bu şekilde alması yasaklanmıştı. Bu sefer onu eliyle yakaladı ve önceden olduğu gibi asa oldu. İşte onun ilk hali budur. Yüce Allah'ın bu mucizeyi ona göstermesi, Fir'avun'un yanında asasını bırakacağı vakit ondan korkmamasını sağlamaktı.

Denildiğine göre bundan sonra asa onunla birlikte yürüyor, onunla konuşuyor, üzerine eşyalarını asıyor, o çatal kısmı geceleyin mum gibi önünü aydınlatıyordu. Su almak islediği vakit çatal bölümü âdeta bir kovaya dönüşüyordu. Canı bir meyve çekti mi onu yere saplar ve hemen o meyveyi veriyordu.

Denildiğine göre bu asa, cennetteki mersin ağacındandır. Yine denildiğine göre bu asayı ona Cebrâîl getirmiştir. Herhangi bir meleğin getirdiği de söylenmiştir. Yine denildiğine göre Şuayb (aleyhisselâm) ona şöyle demiş: Şu evden bir asa al, eline bu asa geçmiş. Bu ise Âdem (aleyhisselâm)ın asası olup. cennetten indiğinde onu beraberinde almıştı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Onu bıraktığı gibi hızlıca koşan bir yılan oluverdi." en-Nehhâs dedi ki: Buradaki "yılan" anlamındaki kelimenin sonu iki ötre olduğu gibi, iki üstün okunması da mümkündür. Nitekim, "Dışarı çıktım, bir de ne göreyim, Zeyd oturuyor" denirken oturduğunu bildiren kelimenin hem iki ötre, hem iki üstün olarak söylenmesi mümkündür.

"Yılan" anlamındaki lâfız üzerinde durulacak olursa "he" ile diye durulur. "Süratle ve çabucak yürümek" demektir.

İbn Abbâs'dan nakledildiğine göre asa taşları, ağaçları yutan erkek bir yılana dönüşüverdi. Onun herşeyi yuttuğunu görünce ondan korktu ve kaçtı. Kimilerinden nakledildiğine göre o, bu yılandan korktu. Çünkü Âdem'in yılandan neler çektiğini biliyordu.

21

"Onu al, korkma! Biz onu ilk şekline döndürürüz" buyurdu.

Denildiğine göre Rabbi kendisine:

"Korkma" deyince korkusundan eser kalmadı ve o kadar huzurlu oldu ki, elini ağzına soktu ve iki çenesinden yakaladı.

"Biz onu ilk şekline döndürürüz." Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim Bu ifadeler en-NehhSs'a aittir. Bk. İ'rûbu'l-Kur'ân, II, 336. İfadenin takdirinde hazfedilmiş; " vardır.

"Mûsa kavmi arasından seçti." (el-A'raf, 7/155) âyetinde de benzer bir harf-i cerrin takdirî olarak varlığı gibi. Burada "ilk şeklî" anlamındaki kelimenin mastar olması da mümkündür. Çünkü ifadenin anlamı, Biz onu geri çevireceğiz, döndüreceğiz şeklindedir.

22

"Başka bir alâmet olmak üzere de elini koltuğunun altına götür. Kusursuz, hastalıksın, bembeyaz olarak çıkacaktır.

"Başka bir alâmet" asanın dışında

"olmak üzere de elini koltuğunun altına götür." Kur'ân-ı Kerîm'in dışında;

"Götür" fiilinin şeklinde "mim" harfi fethalı ve esreli olabilir. Çünkü iki sakin arka arkaya gelmiştir. Ancak daha hafif oluşundan dolayı üstün daha güzeldir, aslına uygun olarak da esreli olması uygundur. Ötreli olması da itbâ' üzere (önceki harfin harekesine uydurulmakla) olur.

“El” anlamındaki "yed" kelimesinin aslı; Buna delil ise çoğulunun; şeklinde, küçültme isminin de; şeklinde gelmesidir.

Âyet-i kerîmedeki "el-cenâh" pazu ve koltuk demektir Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Ayrıca o buradaki;"; altına' anlamındadır. Kutrub dedi ki: Bundan kasıt "yakana sok"tur. Recez vezninde şairin şu mısraı da bu kabildendir:

"Ben onu göğsüme ve bağrıma basarım."

Bunun "yanına" anlamında olduğu da söylenmiştir. Burada yan kelimesinin "cenah" ile ifadelendirilmesi söz konusudur. Çünkü kişinin yanı cenahın (kanadın) yerinde ve meyillidir. "Kendi tarafına" anlamında olduğu da söylenmiştir. Mukâtil buradaki; "nın; "( f): Beraber" anlamında olduğunu söylemiştir. Elin cenahınla beraber olsun, demek olur.

"Kusursuz, hastalıksız, bembeyaz olarak çıkacaktır." Yani herhangi bir baraş hastalığı olmaksızın, geceleyin de gündüzün de ay ve güneş gibi, hatta ondan da daha ileri derecede aydınlatan ve pırıl pırıl bir nûr olarak görülecektir, İbn Abbâs ve başkalarından nakledildiğine göre eli onun ten renginden farklı bir nûr halinde çıktı.

"Bembeyaz" hal olarak nasb edilmiştir. Munsarıf olmayışının sebebi bu kelimede iki te'nis "elifinin ondan ayrılmamak üzere bulunmasıdır. Sanki bu "eliflerin ondan ayrılmayışı (gayr-ı munsarıf olmak için gerekli iki illetten) ikincisi gibi görülmüş ve nekre halinde munsarıf olmadığı kabul edilmiştir. Bu İki te'nis "elifinin, te'nis "he"sinden ("te"sinden) farklılığı şudur: Te'nis "he"si kimi zaman isimden ayrılabilmektedir.

"Kusursuz" âyetindeki; sıladır.

Mûsa (aleyhisselâm) elini yakası açık, Mısır işi yün cübbesinin içinden gözleri kamaştıracak güneş ışığını andıran şekilde parıldar haliyle çıkardı.

"Bir alamet olmak üzere" kelimesi "beyaz"den bedel olarak nasb edilmiştir. Bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır. en-Nehhâs dedi ki: Bu güzel bir görüştür.

ez-Zeccâc da şöyle demektedir: Yani, Biz sana başka bir âyet daha verdik, yahut vereceğiz anlamındadır. Çünkü "kusursuz, hastalıksız, bembeyaz olarak çıkacaktır" diye buyurması, ona bir başka âyet (mucize) vermiş olduğunu göstermektedir,

23

"Sana en büyük âyetlerimizden gösterelim diye."

"Sana en büyük âyetlerimizden gösterelim diye." Burada "en büyük' anlamında; denilmesi gerekirken; denilmesi, âyet sonlarına uyması içindir. Burada takdiri bir ifadenin bulunduğu da söylenmiştir. Biz âyetlerimizden o en büyük olanı sana gösterelim diye, demektir. Buna delil de İbn Abbâs'ın: Mûsa'nın el mucizesi, onun mucizelerinin en büyüğüdür, şeklindeki açıklamasıdır.

24

"Fir'avun'a git! Çünkü o iyice azmıştır."

"Fir'avun'a git! Çünkü o iyice azmıştır." Yüce Allah, Mûsa (aleyhisselâm)ı asa ve el (mucizesi) ile teselli edip ona Rasül olduğuna delil olan hususları gösterdikten sonra, Fir'avun'a gidip davet etmesini emretti.

"iyice azmıştır" İsyan etmiş, büyüklük taslamış, küfre girmiş, zorbalık etmiş ve haddi aşmıştır, demektir.

25

Dedi ki: "Rabbim, göğsümü genişlet;

26

"İşimi kolaylaştır.

27

"Bir de dilimden bağı çöz ki,

28

"Sözümü anlasınlar.

29

"Bana ailemden bir yardımcı ver.

30

"Kardeşim Harun'u,

"Dedi ki: Rabbim, göğsümü genişlet, İşimi kolaylaştır. Bir de dilimden bağı çöz ki sözümü anlasınlar. Bana ailemden bir yardımcı ver, kardeşim Harun'u." Bu sözleriyle risaletin tebliği için yüce Allah'tan kendisine yardımcı olmasını diledi.

Denildiğine göre yüce Allah, kendisine Fir'avun'un kalbini bağlamış olduğunu ve onun îman etmeyeceğini bildirmişti. Bunun üzerine Mûsa (tıs) şöyle demişti: Rabbim, Sen kalbini bağlamışken bana ona gitmemi nasıl emredersin? Ona rüzgar ile görevli meleklerden birisi geldi, ey Mûsa dedi. Allah'ın sana emrettiği göreve git. Bunun üzerine Mûsa: "Rabbim, göğsümü genişlet" dedi. Yani Sen ona genişlik ver, îman ve nübüvvet ile onu nurlandır. "İşimi kolaylaştır." Bana vermiş olduğun Fir'avun'a risaleti tebliğ emrini kolaylıkla yerine getirebilmem için yardım et. "Bir de dilimden bağı çöz." Küçükken ağzında söndürmüş olduğu kor ateşten ötürü dilindeki ağırlığı kastetmektedir.

İbn Abbâs dedi ki: Dilinde bir ağırlık vardı. Şöyle ki: O, günün birinde daha küçükken Fir'avun'un kendisini kucağına aldığı bir sırada ona bir tokat vurdu, arkasından sakalını tutup yolmaya koyuldu. Fir'avun, Âsiye'ye: Bu benim düşmanımdır. Haydi kesicileri çağır! dedi. Asiye: Yavaş ol dedi, o küçük bir çocuktur. Eşyayı birbirinden ayırt edemiyor. Daha sonra iki leğen getirtti. Bunlardan birisine kor ateş, diğerine mücevher koydurdu. Cibril, Mûsa (aleyhisselâm)ın elini alarak ateşe uzattırdı ve o ateşi kaldırıp dilinin üzerine koydu. İşte dilindeki ağırlık bundan olmuştu.

Rivâyete göre eli yanmış, Fir'avun da onu tedavi etmek için çok gayret göstermiş idiyse de iyileşmemişti. Mûsa, Fir'avun'u davet edince, o: Sen beni hangi rabbe davet ediyorsun, diye sormuş. O da: Senin iyileştirmekten acze düştüğün elimi İyileştirene, demişti.

Kimilerinden nakledildiğine göre de: Elinin iyileşmeyiş sebebi Fir'avun ile birlikte elini aynı yemek kabına uzatmayarak, aralarında karşılıklı yemek yeme hukukunun oluşmaması içindi.

Acaba dilindeki bu ağırlık sonradan çözüldü mü yoksa devam mı etti hususunda farklı görüşler vardır. Yüce Allah'ın:

"İstediğin sana verildi. Ey Mûsa" (Tâ:Hâ, 20/36) âyetinin delil olduğu üzere bu ağırlık çözülmüştür denildiği gibi, büsbütün çözülmemiştir. Fir'avun'un söylediği bize nakledilen:

"Ve sözünü nerede ise açıklayamayan" (ez-Zuhruf, 43/52) âyeti buna delildir. Diğer taraftan Mûsa (aleyhisselâm): Dilimin bağını büsbütün çöz, dememiştir. İşte bu dilinde bir parça ağırlık ve tutukluk kaldığını göstermektedir.

Bir diğer görüşe göre yüce Allah'ın:

"İstediğin sana verildi" âyetinin delil olduğu üzere büsbütün çözülmüştür. Fir'avun'un:

"Ve sözünü nerede ise açıklayamayan" (ez-Zuhruf, 43/52) demiş olması, onu terbiye ettiği dönemlerdeki bu bağın bulunduğunu bilmekle birlikte, rahatsızlığın ortadan kalkmış olduğunu henüz kesin tesbit edememiş olduğundandı.

Derim ki: Bu açıklama tartışılabilir bir açıklamadır. Çünkü durum böyle olmuş olsaydı Mûsa (aleyhisselâm), Fir'avun ile gayet açık ve akıcı bir üslupla konuştuğunda: "Ve sözünü nerede ise açıklayamayan" demezdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Bir diğer açıklamaya göre; dilindeki bu ağırlık, Rabbi ile münacaatı esnasında meydana gelmiştir. Tâ ki O'nun izni olmaksızın başkasıyla konuşamasın.

"... ki sözümü anlasınlar" Benim kendilerine söyleyeceklerimi bilsinler ve iyice kavrasınlar. Fıkıh, Arap dilinde anlamak ve kavramak demektir. Bir bedevi Îsa b. Ömer'e: Ben senin anlayış (fıkh) sahibi bir kimse olduğuna tanıklık ederim İşte buradan hareketle; "Adam anladı (fakih oldu)" ve; "Filan kişi ne bilir, ne beller" denilir. "O şeyi sana kavrattım, bellettim" demektir. Daha sonra fıkıh şeriat ilminin özel ismi olmuştur. Bu ilmi bilene de fakîh denilir. "Fakih oldu" demektir. "Fakihlik" anlamındadır. Bu ilimle uğraşmayı anlatmak üzere de; Allah ona fıkhı öğretti, fıkıh ile uğraştı, fıkhı öğrendi" denilir, İlim hususunda karşılıklı olarak tartışmayı anlatmak için kullanılır. Bu açıklamayı el-Cevherî yapmıştır.

"Vezir, yardımcı" demektir. Çünkü bu kişi sultanın üzerindeki vizri yanı ağırlığı taşır. Nesâî'de yer alan bir rivâyete göre el-Kasım b. Muhammed dedi ki; Halamı (Âişe radıyallahü anha'yı) şöyle derken dinledim: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse bir işin yönetimi başına getirilecek olursa Allah o kimse hakkında hayır dileğinde ona salih bir vezir nasip eder. Unutursa hatırlatır, hatırlarsa kendisine yardımcı olur." Nesâi, Bey'at 33; Müsned, VI, 70; ayrıca bk.: Ebû Dâvûd, İmâre 4.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şu âyeti da bu muhtevayı dile getirmektedir: "Allah'ın gönderdiği herbir peygamber ve işbaşına getirdiği herbir halifenin mutlaka iki türlü sırdaşı vardır. Bir tür sırdaşlar ona iyiliği emreder ve onu iyiliğe teşvik eder. Öbür tür sırdaşlar ise, ona kötülüğü emreder ve onu işlemeye teşvik ederler. Günahtan korunan İse Allah'ın koruduğu kimselerdir." Bunu Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Ahkâm 42, Kader 8; Nesâî, Beyat 32; Müsned, II, 237, 289, II!, 39, 88.

Mûsa, yüce Allah'tan kendisine bir vezir (yardımcı) ihsan etmesini diledi. Ancak yardımcılığının sadece yardımcılık çerçevesine münhasır kalmasını istememiştir. Çünkü bunu istemiş olsaydı, peygamberlikte ona ortak olmazdı. Peygamberlikte ortaklığını istememiş olsaydı, böyle bir dilekte bulunmaksızın da onu görevlendirebilirdi.

Yardımcı olarak kimi istediğini açıkça tayin ederek: "Kardeşim Harun'u" demiştir, Hârûn kelimesi "vezir (yardımcı)" kelimesinden bedel olarak nasb edilmiştir. Takdim ve te'hir esası üzere de "kıl" anlamındaki kelime ile de mansub olabilir. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur Ve kardeşim Harun'u bana vezir yap. Harun, Mûsa (ikisine de selam olsun)dan bir yaş daha büyüktü. Üç yaş daha büyük olduğu da söylenmiştir.

31

"Onunla sırtımı pekiştir;

"Onunla sırtımı pekiştir." ("Sırt" anlamı verilen:) el-Ezr; iki yan arası, sırt demektir. Yani onunla beni güçlendir. Yine "el-ezr" güç kuvvet anlamındadır, "Onu güçlendirdi" demektir. Yüce Allah'ın:

"Sonra onu gittikçe kuvvetlendirmiş" (el-Feth, 48/11) âyeti da böyledir. Ebû Talib dedi ki:

"Bizim atamız Haşim değil midir ki, o gücünü pekiştirmişti ve,

Evlatlarına mızrak sallayıp kılıç kullanmalarını tavsiye etmişti."

"el-Ezr"in yardım anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani, kendisi vasıtasıyla işimin doğru yola gireceği şekilde onu bana yardımcı kıl demek istemiş şair de şöyle demiştir:

"Onun yardımı ile ben işimi doğrultup pekiştirdim ve inandım ki o.

Gideceği yolları daralmış fakirliğin kardeşidir."

Harun (aleyhisselâm), Mûsa (aleyhisselâm)a nisbetle etine daha dolgun, daha uzun boylu, daha beyaz tenli ve dili daha fasih idi. Mûsa (aleyhisselâm)dan üç yıl önce vefat etmişti. Alnında bir beni vardı. Mûsa (aleyhisselâm)ın da bunun yumuşağı üzerinde bir beni vardı. Dilinin kenarında da bir beni vardı. Bu ise ne ondan önce kimsede görülmüştür, ne ondan sonra kimsede görülecektir. Dilindeki ağırlığın sebebinin bu olduğu dahi söylenmiştir.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

32

"Ve onu İşimde ortak yap!

"Ve onu İşimde" nübüvvette ve risaletin tebliğ edilmesinde

"ortak yap!"

Müfessirler derler ki: Harun o sırada Mısır'da idi. Yüce Allah da Mûsa'ya Harun ile birlikte gitmesini emretti. Harun'a da Mısır'da iken Mûsa'yı karşılamasını emretti. Onu (Mısır'a) bir merhale kala karşıladı ve kendisine vahyolunanı haber verdi. Mûsa da ona dedi ki: Allah bana Fir'avun'a gitmemi emredince, ben Rabbimden seni de benimle birlikte rasûl kılmasını istedim.

Kıraat âlimleri genel olarak: "Kardeşim... pekiştir" şeklinde hemzeyi vasl ile, buna karşılık; "Ortak yap" lâfzında dua olmak üzere hemzeyi üstün okumuşlardır. Yani, ey Rabbim onunla sırtımı pekiştir ve benimle birlikte işimde onu da ortak kıl!

İbn Âmir, Yahya b. el-Harîs, Ebû Hayve, el-Hasen ve Abdullah b. Ebi İshak ise; -aynı lâfızları- şeklinde kat' "elifi ile ve; diye okumuşlardır. Yani ey Rabbim ben onunla sırtımı pekiştirecek ve onu işime ortak kılacağım demektir.

en-Nehhâs dedi ki: Böyle okuyanlar bu iki fiili "bana ailemden bir yardımcı kıl" sözüne cevap olarak cezm mahallinde kabul etmişlerdir. Ancak bu kıraat, hem şaz hem de açıklanması zor bir kıraattir. Çünkü böyle bir yerde cevap, şart ve ceza manasını taşır,

O vakit de: Şayet aile halkımdan bana bir yardımcı kılacak olursan onunla sırtımı pekiştir ve onu işimde ortak kıl, demek olur. Onun işi ise peygamberlik ve asalettir. Böyle bir şey ise onun yetkisinde değil ki, bunu ayrıca haber verebilsin. O, yüce Allah'tan kardeşini peygamberlikte kendisine ortak kılmasını dilemiştir.

"Kardeşim" kelimesinde İbn Kesîr ve Ebû Amr "ya" harfini üstün okumuşlardır.

33

"Tâ ki, Seni çok teşbih edelim,

34

"Seni çok analım.

"Tâ ki Seni çok teşbih edelim." Burada teşbihin, Senin için namaz kılalım anlamında olduğu söylenmiştir. Dil ile teşbih anlamına gelme ihtimali de vardır. Yani Seni celaline yakışmayan şeylerden tenzih edelim.

"Çok" anlamındaki kelime de hazfedilmiş bir mastarın sıfatıdır. Zamanın sıfatı olması da mümkündür. Buradaki "kef'lerin birbirine idğam edilmesi güzeldir.

"Seni çok analım" âyetinde de böyledir.

35

"Çünkü Sen bizi hakkıyla görensin."

"Çünkü Sen bizi hakkıyla görensin." el-Hattabî dedi ki: el-Basîr (çok iyi gören) işlerin gizliliklerini bilen demektir. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur.

Ey bizi bilen ve küçüklüğümüzde bizim imdadımıza yetişerek, bize iyilikte bulunan! Aynı şekilde bu hususta da Sen bize ihsanda bulun!

36

"İstediğin sana verildi Ey Mûsa" buyurdu.

"İstediğin sana verildi Ey Mûsa, buyurdu." Rabbinden göğsüne genişlik vermesini, işlerini kolaylaştırmasını ve diğer sözü edilen hususları isteyince onun dileğini kabul etti. İstediğini, arzuladığını ona verdi.

"İstek, istenen ve dilenilen şey" demektir. Bu kelime "fu'l" vezninde olup, "mef ûl" manasınadır. Nitekim pişirilmiş (mahbûz) anlamında "hubz" (ekmek)" ile "me'kul" (yenen şey) anlamında "ukl" demeye benzer.

37

"Yemin olsun ki sana başka bir sefer daha lütufta bulunmuştuk.

"Yemin olsun ki sana" bundan önce

"başka bir sefer daha lutufta bulunmuştuk." Bu da şanı yüce Allah'ın onu tâ baştan beri düşmanların kötülüklerine -ki bu da onların doğan İsrailoğullarının erkek çocuklarını boğazlamaları idi- karşı koruması idi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Minnet etmek" İyilikte bulunmak, lütufta bulunmak demektir.

38

"Hani annene vahyolan şeyleri vahyetmiştik:

"Hani annene vahyolan şeyleri şöylece vahyetmiştik." Buradaki "vahyetmiştik" âyetinin, ilham vermiştik anlamında olduğu söylenmiştir. Denildiğine göre ona uykuda iken vahy etmişti. İbn Abbâs da, peygamberlere vahyettiği gibi ona da vahyetmişti, demiştir.

39

"Mûsa'yı sandığın içine koy ve onu denize bırak. Deniz onu kıyıya çıkarsın. Benim de düşmanım, onun da düşmanı olan onu alır ve Ben tarafımdan senin üzerine bir muhabbet bıraktım. Benim gözetimim altında yetiştirilesin diye.

"Mûsa'yı sandığın İçine koy." Mukâtil dedi ki: Fir'avun hanedanından Îman eden kişi, o sandığı yapan, ağaçlarını kesen kişidir. İsmi Hizkîl (Hazkiel) olup bu sandık Arabistan inciri ağacından yapılmıştır.

"Ve onu denize" Nil nehrine

"bırak."

"Deniz onu kıyıya çıkarsın." el-Ferrâ' dedi ki: "Onu denize bırak" âyeti bir emirdir. Bu emirde aynı zamanda nrücâzât (karşılık vermek) da vardır. Yani sen onu at, deniz onu kıyıya çıkaracaktır. Nitekim yüce Allah'ın:

"Bizim yolumuza uyun da günahlarınızı biz yükleniriz." (el-Ankebut, 29/12) âyetinde de böyledir.

"Benim de düşmanım onun da düşmanı olan onu alır." Burada kasıt Fir'avun'dur. Bunun üzerine annesi bir sandık yaptırdı, içine de bir deri parçası yaydı ve Mûsa'yı koydu. Üst tarafını ve aradaki boşluklarını ziftledi, sonra da Nil nehrine bıraktı. Bu nehrin büyükçe bir kolu Fir'avun'un sarayının içinden akardı. Yüce Allah sandığı bu kolun içinde Fir'avun'un evine doğru sürükledi.

Rivâyet edildiğine göre; o sandığın dibine atılmış pamuk yerleştirdi. Mûsa'yı içine koydu ve etrafını ziftleyip alçıladıktan sonra suya bıraktı. Irmağın bir kolu Fir'avun'un bahçesinden akıyordu. Fir'avun, Âsiye ile birlikte havuzun başında otumyorken aniden sandığı görüverdiler. Verdiği emir üzerine bu sandık oradan çıkartıldı. Sandığın açılması ile birlikte insanlar arasında en güzel surete sahip bir küçük çocuk gördü. Allah'ın düşmanı kendisini tutamayacak kadar ileri derecede onu sevdi.

Kur'ân'ın zahirinden anlaşıldığına göre su, sandığı Fir'avun'un (sarayının) kıyısına bırakmıştır. Fir'avun da bu sandığı kıyıda bulup alınmasını emretmiştir. Bununla birlikte suyun Fir'avun'un bulunduğu yerdeki ırmağın ağzına doğru kıyıda bir yere bırakmış olma ihtimali de vardır. Daha sonra ırmak bunu havuzun bulunduğu yere kadar götürmüş olabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Denildiğine göre onu bulan Fir'avun'un kızı idi. Bunun baraş hastalığı vardı. Bu sandığı açınca şifa buldu.

Yine rivâyet edildiğine göre; sandığı çıkardıkları vakit, açmak istediler, ancak buna güçleri yetmedi. Kırmaya çalıştılar, başaramadılar. Âsiye yaklaştı, sandığın iç tarafında bir nûr gördü, o uğraşarak sandığı açtığında gözleri arasında (alnında) nûr parıldayan küçük bir yavru gürdü. Bu yavru süt yerine parmağını emiyordu. Onu çok sevdiler. Fir'avun'un da baraş hastalığına yakalanmış bir kızı vardı. Doktorlar ona; bu ancak deniz taraflarında bulunacak insana benzer bir varlığın tükürüğü ile tedavi olabilir, demişlerdi: Baraş hastalığına yakalanmış bu kızı baraş bulunan yerlere, tükürüğünü sürdü ve iyileşti.

Bir görüşe göre yüzüne bakmakla birlikte iyileşiverdi, Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Bir diğer görüşe göre onu Fir'avun'un hanımına ait cariyeler bulmuştu. Fir'avun insanlar arasında yüzü en güzellerden bir yavru görünce alabildiğine onu sevdi. İşte yüce Allah'ın:

"Ve Ben tarafımdan senin üzerine bir muhabbet bıraktım" âyeti bunu anlatır.

İbn Abbâs dedi ki: Onu hem Allah sevmiştir, hem de kullarına sevdirmiştir. İbn Atiyye dedi ki: Ona öyle bir güzellik vermişti ki; gören onu sevmeden kendisini alıkoyamazdı.

Katade dedi ki; Mûsa'nın gözlerinde bir güzellik, bir hoşluk vardı. Onu kim görse mutlaka sever, aşık olurdu.

İkrime dedi ki: Yani Ben sana öyle bir güzellik ve öyle bir hoşluk verdim ki, seni gören herkes mutlaka sever.

et-Taberî dedi ki: Bu, Ben senin üzerine rahmetimi bıraktım, anlamındadır. İbn Zeyd de şöyle demiştir: Ben seni gören herkesin seni sevmesini sağladım. Öyle ki Fir'avun dahi seni sevdi ve onun şerrinden kurtulabildin. Müzahim kızı Âsiye de seni sevdi ve evlât edindi.

"Benim gözetimim altında yetiştirilesin diye." İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah'ın muradı şudur: Annen seni sandığa koyup denize bıraktığında Fir'avun'un hanımının cariyeleri aldığında ve içinde ne var diye sandığı açmak istediklerinde, onlardan birisi: Siz bunu hanımefendinize götürmedikçe açmayınız, çünkü böyle bir şey sizin onun yanındaki değerinizi arttırır ve sizleri içinde birşeyler buldunuz da onu alıkoydunuz, diye itham etmemesi için böyle davranmanız gerekir, dediğinde bunları Ben hep görüyordum. Bunun üzerine cariyeleri sandığı kapalı haliyle hanımefendilerine getirdiler. Onu açlığında benzeri asla görülmedik bir bebek gördü. Allah onun içine Mûsa'nın sevgisini koydu. Onu alıp Fir'avun'un yanına girdi ve ona:

"Benim için de, senin için de bir gözbebeğin (olsun)" (el-Kasas, 28/9) deyince Fir'avun ona; Senin için olabilir, benim için hayır, demişti. Bize ulaştığına göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "Eğer Fir'avun evet o benim için de senin için de bir gözbebeğidir demiş olsaydı, îman eder ve tasdik ederdi." Bunun üzerine hanımı: Bunu bana bağışla ve onu öldürme! dedi. O da onu hanımına bağışladı.

Bir diğer açıklamaya göre: "Benim gözetimim altında yetiştirilesin diye" âyeti Benim gözetimim altında terbiye edilesin, beslenip büyütülesin demektir. Bu açıklamayı da Katade yapmıştır.

en-Nehhâs dedi ki; Bu mana dilde bilinen bir manadır. Meselâ, ata güzel bir şekilde bakıldığını anlatmak üzere; denilir. Ben bütün bunları gözetimim akında yetiştirilesin diye yaptım, demektir.

Buradaki "diye" anlamı verilen "lâm" harfinin bundan sonra gelen yüce Allah'ın:

"Şunu hatırla; Kızkardeşin gelip" âyetine taalluk etmektedir ve burada takdim ve tehir söz konusudur. Bu âyetteki; Hani" (mealde: Hatırla) "yetiştirilesin diye" anlamındaki fiilin zarfıdır.

"Yetiştirilesin diye" âyetindeki "vav" harfinin zâid olduğu da söylenmiştir.

İbnu'l-Ka'ka' bunu "lâm" harfi ile "ayn" harfini sakin olarak, emir kipinde okumuştur. İfadenin zahiri muhatap olmakla birlikte kendisine emir verilen gaibtir. Buna göre anlam: "Yetiştiril" şeklinde olur ki; seni yetiştirsinler, demektir.

Ebû Nûheyk ise "te" harfini üstün olarak okumuştur. Senin yapacağın işler ve tasarrufların Benim meşîetim ve gözetimim altında olsun, demek olur. Bu açıklamayı da el-Mehdevî zikretmiştir.

40

"Şunu da hatırla; Kızkardeşin gelip: Buna süt verecek birini göstereyim mi size? demişti. Böylece seni yine annene döndürdük. Gözleri aydın olup üzülmesin diye. Ve sen birisini öldürmüştün ama, yine de seni gamdan kurtardık ve seni deneyip mihnetten mihnete uğrattık. Sonra Medyenliler arasında senelerce kaldın, sonra bir takdir gereği geldin Ey Mûsa!

"Şunu da hatırla ki, kızkardeşin gelip" âyetinde yer alan: "Şunu da hatırla... gelip" âyetindeki âmil ya "bıraktım" anlamındaki ya da "yetiştirilesin" anlamındaki fiildir. Bununla birlikte bunun: "Hani... vahyetmiştik" âyetinden bedel olması da mümkündür.

Kızkardeşinîn ismi da Meryem idi.

"Buna süt verecek birini göstereyim mi size? demişti." Çünkü kızkardeşi durumunun ne olduğunu öğrenmek üzere çıkmıştı. Fir'avun, Mûsa'yı hanımına bağışlayınca ona süt emzirecek birilerini aradı. Kızkardeşi gelene kadar, kimseden süt almayı kabul etmemişti. Onu alıp göğsüne dayadı ve memesini ona verdi. Hemen sevinçle onu emmeye koyuldu, ona sen bizim yanımızda kal, dediler. Kızkardeşi: Benim sütüm yok, dedi fakat ben sizlere ona bakacak ve ona gerçekten samimiyetle muamele edecek birilerini gösterebilirim, dedi. Bu kimdir? dediler. Benim annemdir, dedi. Peki sütü var mı? diye sordular. Kardeşim Harun'un sütünü ona verir, dedi. Harun, Mûsa'dan bir yaş daha büyüktü. Üç yaş ve dört yaş daha büyük olduğu da söylenmiştir. Şöyle ki: Fir'avun, İsrailoğullarına acımış ve dört yıl süre ile çocuklarını öldürme hükmünü kaldırmıştı. İşte Harun da bu zaman zarfında doğmuştu. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır.

Nihayet annesi geldi ve onun memesini almayı kabul etti. İşte yüce Allah'ın:

"Böylece seni yine annene döndürdük" âyeti bunu anlatmaktadır. Ubeyy'in, Mushaf'ında: "Böylece seni... döndürdük" âyeti; şeklindedir, (mana aynıdır).

"Gözleri aydın olup, üzülmesin diye" Abdu'l-Hamid'in, İbn Âmir'den rivâyetine göre o; kelimesini "kaf" harfini esreli olarak okumuştur, el-Cevherî dedi ki; Bu fiil; "Gözüm onunla aydın oldu" şekillerinde kullanılır. Her iki kullanımın da mastarı; şeklinde gelir. “Gözü aydın adam" demektir. "Gözleri soğudu" anlamındadır, Allah kendisine gözü aydın olup artık daha ilerisini istemeyecek kadar verdi" demektir. Gözü soğuyuncaya ve hararet bulmayıncaya kadar diye de açıklanmıştır. Denildiğine göre sevincin gözyaşı serin, kederin gözyaşı sıcakmış. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce Meryem Sûresi'nde (19/25-26. âyetler, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"Üzülmesin diye" yani seni yitirdiği için üzülmesin diye böyle yaptık.

"Ve sen birisini öldürmüştün." İbn Abbâs dedi ki: Kâfir bir Kıptî'yi öldürmüştü. Kâb da şöyle demişti: O sırada oniki yaşında idi. Müslim'in, Sahih'inde de- ileride (el-Kasas, 28/15-16. âyetlerin tefsirinde) geleceği üzere-"onu hataen öldürmüştü" denilmektedir Müslim, Fiten 50.

"Ama yine de seni gamdan kurtardık." Korkuya kapılmaktan, öldürülmekten, hapse atılmaktan yana seni güvenlik altında tuttuk.

"Ve seni deneyip mihnetten mihnete uğrattık." Yani risalete elverişli hale gelinceye kadar seni sınadıkça sınadık. Katade dedi ki: Seni imtihan ettik. Mücahid; Seni alabildiğine arındırıp temizledik, demektir.

İbn Abbâs dedi ki: Risaletten önce seni bir takım hususlarla sınadık. Bunların ilki annesi kendisine Fir'avun'un çocukları boğazladığı bir yılda gebe kalmıştı. Sonra onun suya atılması, sonra annesinin memesinden başka kimseden süt almaması, sonra Fir'avun'un sakalını çekmesi, sonra inci yerine kor ateşi eline alması ve bununla Fir'avun'un öldürmesi tehlikesini uzaklaştırması. Arkasından Kıptî'yi öldürmesi ve etrafını gözetleyerek korku içerisinde çıkıp gitmesi. Bilahare insanları yönetmeye alışmak üzere koyun çobanlığı yapması...

Denildiğine göre bir gün bir oğlak koyun sürüsünden kaçtı. Günün uzunca bir bölümü onu takip etti, onu çok yordu. Sonra da onu alıp öptü ve bağrına bastı. Ona: Hem beni yordun, hem kendini yordun demiş, ona kızmamıştır.

Vehb b. Münebbih dedi ki: İşte bundan dolayı yüce Allah onu ketim edindi. Daha önceden en-Nisa Sûresi'nde (4/164. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Medyenliler arasında senelerce kaldın." Bununla anlaştığı iki şıklı sürenin daha eksiksiz olan on yıllık süreyi kastetmektedir. Vehb dedi ki: Şuayb'ın yanında yircnisekiz yıl kalmıştır. Bunun on yılı hanımı Şuayb kızı Safûrâ'nın mehri idi. Onsekiz yıl da çocuğu doğuncaya kadar yanında ikamet etti.

"Sonra bir takdir gereği geldin. Ey Mûsa" İbn Abbâs, Katade ve Abdu'r-Rahmân b. Keysan dediler ki: Bununla nübüvvet ve risalete uygun hale geldin, demek istenmektedir. Çünkü peygamberler ancak kırk yaşında peygamber olurlar. Mücahid ve Mukâtil , "bir takdir gereği" âyetini bir vade gereği, diye açıklamışlardır.

Muhammed b. Ka'b da şöyle demiştir: Sonra sen Benim, senin hakkında geleceğini takdir etmiş olduğum kadere uygun olarak geldin, demektir. İkisinin de anlamı birdir. Yani sen Bizim seni rasûl olarak göndermeyi murad ettiğimiz vakit geldin. Şair de şöyle demiştir:

"O hilafete nail oldu ya da onun için bir kaderdi,

Nitekim Mûsa'nın Rabbine belli bir kader gereği vardığı gibi."

41

"Ve seni Kendim için seçtim.

"Ve seni Kendim için seçtim" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs şöyle demektedir: Seni vahyim ve risaletim için seçtim. Burada;

"Seni... seçtim" âyetinin san'at'tan alınma, yarattım anlamında olduğu söylenmiştir. Bunun kullanma emir ve nehiylerimi tebliğ etmen için sana güç verdim, ilim öğrettim demek olduğu da söylenmiştir.

42

"Sen ve kardeşin âyetlerimle gidin! Beni anmakta gevşeklik göstermeyin!"

"Sen ve kardeşin âyetlerimle gidin." İbn Abbâs: Ona indirilmiş olan dokuz âyeti kastetmektedir, der.

"Beni anmakta gevşeklik göstermeyin." İbn Abbâs dedi ki: Risalet hususunda asla zaafa düşme. Katade de böyle açıklamıştır. Hiçbir şekilde fütura kapılmayın. Gevşemeyin, diye de açıklanmıştır. Şair dedi ki:

"Muhammed o mutlak ilâh kendisine geçmiş ve geride kalmış

(Günahlarını) bağışladığından beri Asla gevşemedi, zaaf göstermedi."

Bu kelime zaaf göscermek, fütur göstermek, zayıflamak, bitip tükenmek anlamlarına gelir. İmruu’l-Kays da şöyle demektedir:

"Diğer yüzücüler (atlar) zaaf gösterip, yorulduklarında tırnaklarını

Sert yerlere vurup toz çıkartırlarken; (benim atını) hızlıca yürümeye devam eder."

"Bu işi görmekte zaafa düştüm..." denilir. İsm-i faili; dir. Müennes İsm-i fail de; dır. "Ben onu zaafa düşürdüm, yordum" anlamındadır. "Filan kişi hâlâ bu işi yapmaya devam eder" demektir. Ebân da âyetin anlamını böylece açıklamış ve delil olarak da Tarafe'nin şu beytini göstermiştir:

"Sanki önlerindeki o muazzam tencereler,

Kurdukları kubbelere (çadırlara) benzer; hiç durmaksızın kaynayıp dururlar."

Yine İbn Abbâs'tan bunun "gecikmeyin" anlamında olduğu nakledilmiştir.

İbn Mes'ûd'un kıraatinde: "Beni anmakta gevşekliğe kapılmayın" şeklindedir. Anmaktan kasıt; Bana hamdetmek, Benim şanımı, şerefimi yüceltmek ve risaletimi tebliğ etmektir.

43

"İkiniz Fir'avun'a gidin. Çünkü o, haddini aşmıştır.

Bu âyetlere dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Hitab Mûsa ve Harun'adır:

Yüce Allah'ın:

"İkiniz Fir'avun'a gidin" âyetinden önce:

"Sen ve kardeşin âyetlerimle gidin" (Tâ-Hâ, 20/40) denilmişti. Burada ise "ikiniz gidin" denilmektedir. Bu şöyle açıklanmıştır: Yüce Allah bu âyet-i kerîmede Mûsa ve Harun'a, Fir'avun'a davette bulunmak üzere gitmelerini emretmektedir. Önce yalnızca Mûsa'ya -ona şeref kazandırmak için- hitab ettikten sonra te'kid için bunu tekrarlamış bulunmaktadır.

Bir başka açıklama da şöyledir: Bununla onlardan birisinin gitmesinin yeterli olmadığını açıklamaktadır. Bir diğer görüşe göre; birincisindeki emir bütün insanlara gitme emridir, ikincisinde ise Fir'avun'a gitme emri verilmiştir.

44

"Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır yahut korkar."

2- İyiliği Emretmek, Kötülükten Nehyetmek:

"Ona yumuşak söz söyleyin" âyetinde iyiliği emredip münkerden alıkoymanın câiz oluşuna delil vardır. Ayrıca bunun, elinde güç ve kuvvet bulunduranlara kaçşı yumuşaklıkla yapılacağına da delil vardır. Bununla birlikte onun (bu güçlülere karşı) korunacağı da teminat altına alınmıştır. Nitekim: "Ona yumuşak söz söyleyin" diye buyurulduğu gibi:

"Korkmayın çünkü Ben sizinle beraberim. İşitir ve görürüm." (46. âyet) diye buyurduğuna dikkat edelim, O halde bu şekilde davranmak, öncelikle bizim için söz konusu olmalıdır. İşte o vakit emredip alıkoyan kimse istediğini elde eder, arzusunu gerçekleştirir. Bu da açıkça görülen bir husustur.

3- Emredip Nehyetme Üslubu:

İlim adamları yüce Allah'ın:

"Yumuşak söz" âyetinin anlamı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Aralarında el-Kelbî ve İkrime'nin yer aldığı bir kesim şöyle demiştir: Bu ona künyesi ile hitap edin demektir. İbn Abbâs, Mücahid ve es-Süddî de böyle demiştir. Künyesinin de Ebû'l-Abbas olduğu söylenmiştir. Ebû'l-Velid olduğunu, Ebû Murre olduğunu söyleyenler de vardır. Bu görüşe göre, kâfir bir kimse ileri gelen, etkin ve müslüman olması ümit edilen birisi İse, künyesiyle hitap etmek caizdir. Müslüman olacağı ümit edilmese dahi bu câiz olabilir. Çünkü ümitlenmek belli ameli gerektiren hakikat değildir.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)da: "Size bir kavmin nezdinde değerli olan birisi geldiği takdirde ona değer veriniz." İbn Mâce, Edeb 19; ayrıca bk. el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 42 diye buyurmuş ancak, müslüman olacağını ümit ederseniz diye buyurmamıştır. İşte kâfire künyesi ile hitap etmek te ona değer vermenin bir parçasıdır.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Safvan b. Umeyye'ye; "İn ey Vehb'in babası" diyerek, ona künyesiyle hitab etmiş. Sa'd'a da: "Ebû Hubab'ın söylediklerini duymuyor musun?" demiş ve bununla da Abdullah b. Ubeyy'i kastetmiştir.

İsrâiliyât'ta rivâyet edildiğine göre Mûsa (aleyhisselâm) bir sene boyunca Fir'avun'un kapısında ayakta bekledi. O dışarı çıkıncaya kadar ona sözünü ulaştıracak bir elçi bulamadı ve aralarında yüce Allah'ın bize nakletmiş olduğu olay cereyan etti.

Bu da ondan sonra gelen mü’minlere zâlimler ile aralarında geçecek olaylara dair bir teselli kaynağıdır. Hidayet bulanları en iyi bilen senin Rabbindir. Yine denildiğine göre Mûsa ona: Benim getirdiklerime îman eder, âlemlerin Rabbine ibadet edersen, ölüme kadar asla yaslanmamak üzere genç kalacaksın, yine ölünceye kadar elinden alınmayacak hükümdarlığın olacak ve dörtyüz yıl yaşayacaksın, öldüğün takdirde de cennete gireceksin. İşte sözü edilen "yumuşak söz" budur.

İbn Mes'ûd da şöyle demektedir; "Yumuşak söz" yüce Allah'ın bize aktardığı üzere şunlardır:

"De ki: Sen temizlenmek istiyor musun? İster misin ki sana Rabbine giden yolu göstereyim de korkâsın?" (en-Nâziât, 79/18)

"Yumuşak söz"ün, Mûsa (aleyhisselâm)ın söylediği şu sözler olduğu da söylenmiştir: Ey Fir'avun, biz âlemlerin Rabbi olan senin de Rabbinin elçileriyiz.

Ona bu şekilde Fir'avun adıyla hitap etmesinin sebebi, kendisine hitap edildiğinde kullanılan isimler arasında en sevdiği ismin o oluşundandır. Nitekim hükümdar, kral vb. isimler de bu kabildendir.

Derim ki: "Yumuşak söz" sert olmayan sözdür. "O şey yumuşadı, yumuşar" denilir. "Yumuşak" denildiği gibi "ya" harfi şeddesiz ve sakin olarak da kullanılır, çoğulu da şeklinde gelir.

Mûsa (aleyhisselâm)a, Fir'avun'a yumuşak söz söylemekle emrolunduğuna göre; ondan daha aşağı mertebede bulunan kimselerin de hitabında buna uyması daha uygundu. İyiliği emrederken sözlerinde buna dikkat etmesi daha uygundur. Nitekim yüce Allah el-Bakara Sûresi'nde (2/83- âyet, 8. başlıkta) geçtiği üzere

"insanlara güzellikle söz söyleyin" (el-Bakara, 2/83) diye buyurmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun.

4- Öğüt Alması Yahut Korkması Umulan Fir'avun:

"Belki öğüt alır yahut korkar" âyetinin anlamı şudur: Yani sizin umudunuza ve sizin beklentinize göre bu böyledir. Burada umut ve beklenti insanlar ile ilgilidir. Nahivcilerin büyüklerinden Sîbeveyh ve başkaları böyle demiştir. Buna dair açıklama el-Bakara Sûresi'nin de baş taraflarında (2/21. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

ez-Zeccâc dedi ki: "Belki, umulur ki..." kelimesi umut ve beklenti ifade eden bir kelimedir. Yüce Allah akıllarıyla kavrayacakları bir üslupla onlara hitab etmiştir. Burada edatın soru anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani bak bakalım, o öğüt alacak mı? demektir. Bunun; anlamında olduğu da söylenmiştir. (Öğüt alsın yahut korksun diye, demek olur.)

Bir görüşe göre bununla yüce Allah, Harun'un Mûsa'ya: "Belki o öğüt alır yahut korkar" diye söylemiş olduğunu haber vermektedir. Bu açıklamayı da el-Hasen yapmıştır.

Şöyle de denilmiştir; Kur'ân-ı Kerîm'deki bu ve benzeri umut ve beklenti ifade eden edatların tamamı fiilen meydana gelmiş ve gelecek hususlar hakkında kullanılmıştır. Fir'avun da boğulduğu esnada hatırlamış ve korkmuş, bu sebebten dolayı da:

"İsrailoğullarının îman ettiklerinden başka bir ilâhın olmadığına inandım. Ben de müslümanlardanım." (Yûnus, 10/90) demiş, ancak bu îman ona fayda vermemişti. Bu açıklamayı Ebû Bekr el-Verrâk ve başkaları yapmıştır.

Yahya b. Muâz da bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demektedir: Ben ilâhım, diyen kimselere karşı senin yumuşak davranman bu şekilde olması gerektiğine göre, ilâh bizzat sensin diye(rek ortak koşa)nlara karşı yumuşak davranman nasıl olmalıdır?

Bir diğer açıklama da şu şekildedir: Fir'avun, Mûsa kendisini davet ettiğinde söylediği sözlere dikkat etti. Bu hususta hanımıyla danıştı, o îman etti ve ona da îman etmesi yönünde telkinde bulundu. Haman ile danıştı, Haman: Sen önceleri her şeyin sahibi bir kral iken başkasının mülkü olacaksın. Rab iken başkasının rabliğini kabul edeceksin, bunun için yapma, dedi, Sonra da: Ben sana gençliğini geri veririm dedi, sakalını siyaha boyadı. İlk saç boyayan o oldu.

45

"Ey Rabbimiz! Biz, bize karşı aşın gitmesinden veya azgınlığını arttırmasından korkarız" dediler.

"Ey Rabbimiz! Biz bize karşı aşırı gitmesinden veya algınlığım arttırmasından korkarız, dediler" âyeti ile ilgili olarak ed-Dahhak: "Aşırı gitmedi acele etmesi diye; "azgınlığını arttırmasını da haddi aşarak düşmanca davranması diye açıklamıştır. en-Nehhâs da şöyle demektedir: İfadenin takdiri şöyledir. Biz, bizim aleyhimize aşırıya kaçarak olmadık bir iş yapacağından korkarız. el-Ferrâ' dedi ki: "Bir işi yaptı" demektir. ise aşırıya gitti, anlamındadır. "Terketti" demektir.

Cumhûr: "Aşırı gitmesi" şeklinde "ya" harfini üstün "ra" harfini ötrelî olarak okumuştur. Bu da elini çabuk tutarak bizi cezalandırmakta acele edeceğinden korkarız anlamındadır. Su almak üzere topluluğun önünden giden kişiye; denilmesi de buradan gelmektedir. Yani bizler günahta ileriye gitmiş, aşırıya kaçmış bir kimsenin yapacağı gibi bizi azaba, işkenceye uğratacağından korkarız. Bu açıklamayı el-Müberred yapmıştır.

Aralarında İbn Muhaysın'ın da yer aldığı bir kesim bu kelimeyi "ya" ve "ra" harfleri üstün olarak okumuştur. el-Mehdevî dedi ki; Bu bir söyleyiş olabilir. Yine ondan "ya" harfi ötreli, "ra" harfi de Üstün olarak okuduğu da nakledilmiştir. Bunun, herhangi bir kimsenin ya da sebebin etkisi altında kalarak bize karşı acelecilik edeceğinden korkarız, demektir.

Bir başka kesim "ya" harfini ötreli "ra" harfini de esreli olarak okumuşlardır. İbn Abbâs, Mücahid, İkrime ve İbn Muhaysın da böyle okumuşlardır. Bu da bize vereceği eziyette, yapacağı işkencelerde çok ileriye gitmesinden korkarız, demek olur. Şair recez vezninde şöyle demektedir:

"Bu dev gibi adam bize çok fazla eziyet etti ve elini çabuk da tuttu."

46

Buyurdu ki: "Korkmayın! Çünkü Ben sizinle beraberim. İşitir ve görürüm."

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Korkmak Fıtrîdir:

İlim adamları dedi ki: Onların da sair İnsanlarda olduğu gibi kendileri adına korkmaları üzerine, yüce Allah kendilerine Fir'avun'un da, kavminin de onlara eziyet verme imkânı bulamayacağını haber verdi, öğretti.

Bu âyet-i kerîme, ben korkmam diyenlerin kanaatlerini reddetmektedir. Düşmanlardan korkmak yüce Allah'ın peygamberlerinin, velilerinin -kendisini bilip ona güvenmelerine rağmen- bir sünnetidir,

Hasan-ı Basrî'nin -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- kendisine Âmir b. Abdullah hakkında haber verene söylediği sözleri gerçeklen güzeldir. Bu kişiye göre Âmir b. Abdullah arkadaşları ile birlikte Şam yolunda bir suyun kenarında konaklamışlar. Arslan gelip onlarla suyun arasında durmuş. Âmir suya kadar gitmiş, ihtiyacı olan suyu almış. Kendisine: Kendini tehlikeye attın, denilince şöyle demiş: Kılıç ve mızrakların karnıma teker teker saplanmaları yüce Allah'ın benim kendisinden başka bir şeyden korktuğumu bilmesinden daha sevdiğim bir iştir. Bunu duyan Hasan-ı Basrî şöyle demiş: Âmir'den daha hayırlı olanlar korkmuş, Mûsa (aleyhisselâm) haber getiren kişi kendisine: "İleri gelenler seni öldürmek için hakkında danışıyorlar. Çık git, muhakkak ben sana öğüt verenlerdenim" deyince korku ile etrafı gözeterek o şehirden çıkıp:

"Rabbim, beni zâlimler topluluğundan kurtar." (el-Kasas, 28/20) demişti. Yine onun hakknıda şöyle buyurulmaktadır:

"Nihayet şehirde korku ile gözetleyerek sabahı etti." (el-Kasas, 28/18) Bu buyruklarda korktuğunu gördüğümüz gibi; sihirbazlar da iplerini ve sopalarını yere bıraktıkları hali anlatırken:

"Mûsa içten içe bir korkuya kapıldı. Biz ona: Korkma dedik, çünkü üstün gelecek olan sensin." (Tâ-Hâ, 20/67-68) diye buyurmaktadır.

Derim ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in Medine çevresinde müslümanları ve mallarını korumak maksadıyla Hendeği kazması da bu kabildendir. Halbuki o hiçbir kimsenin ulaşamayacağı seviyede Rabbine tevekkül eden ve O'na güvenen kimse idi. Diğer taraftan herkesin de bildiği gibi; onun ashabı kendi yurtlarını bırakıp bir sefer Habeşistan'a, bir başka sefer Medine'ye göç ettiler. Çünkü Mekke müşriklerinin kendilerine zarar vereceğinden korkuyorlardı. Kendilerine yapacakları işkencelerle dinleri sebebiyle azaba uğratılmaktan korktukları için kaçıyorlardı.

Ömer (radıyallahü anh) da Esma binti Umeys'e: Biz sizden önce hicret ettik. O bakımdan sizden daha çak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a yakın olmaya hak sahibiyiz deyince, Esma binti Umeys şu cevabı vermişti: Doğruyu söylemedin ey Ömer, asla. Allah'a yemin ederiz, sizler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte idiniz. O aranızdaki açları yedirir, cahillerinize öğüt verirdi. Biz ise Habeşistan'da bizimle akrabalıkları bulunmayan, bize uzak, (dinlerini) buğz ettiğimiz bir diyarda -yahut bir yerde- bulunuyorduk. Bu ise Allah ve Rasûlü uğrunda idi. Allah'a yemin ederim, senin bu söylediklerini Rasülullah'a nakletmedikçe ne bir yemek yiyeceğim, ne de bir şey içeceğim, Biz orada eziyetler görüyorduk ve korkuyor idik... Hadisi uzun uzadıya Müslim rivâyet etmektedir. Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 169

İlim adamları der ki: Yüce Allah'ın Âdemoğullarının nefislerinde yaratmış olduğu tabiatın dışında, kendisi hakkında haber veren kimseler yalancıdırlar. Yüce Allah İnsanın tabiatına kendisine zarar ve acı verecek yahut telef edecek şeylerden kaçmayı yerleştirmiştir.

Yine dediler ki: Düz bir arazide saldırgan ve yırtıcı bir hayvandan kendisini sallallahü aleyhi ve sellemunacak kılıç, mızrak, ok, yay ve buna benzer hiçbir silahı bulunmayan kimseye bu halinden daha zararlı hiçbir şey yoktur.

2- Allah'ın Beraberliği:

"Çünkü Ben sizinle beraberim" yardımım, desteğim ve Fir'avun'a kadir oluşumla beraberim demektir. Bu bir kimsenin emir tarafından himaye edilişini anlatmak istediği zaman:

Emir filan kişi ile birliktedir, demeye benzer.

"İşitir ve görürüm" yani hiçbir gizli şeyin dahi kendisinden gizli ve saklı kalmayacağını ve herşeyi bilip, idrâk ettiğini anlatmaktan ibarettir. Âlemlerin Rabbi Allah'ın şanı ne yücedir!

47

"Artık ona varıp deyiniz ki: Muhakkak biz senin Rabbin tarafından gönderilmiş rasûlleriz. O halde İsrailoğullarını bizimle gönder. Onlara azâb etme! Biz sana Rabbin tarafından bir âyet ile geldik. Selâm olsun hidayete uyanlara.

"Artık ona varıp deyiniz ki Muhakkak biz senin Rabbin tarafından gönderilmiş rasûlleriz" âyetinde hazfedilmiş ifadeler vardır. Yani sonra ona gittiler ve ona bu sözleri söylediler.

"O halde İsrailoğullarını bizimle gönder." Onları serbest bırak.

"Onlara" angarya işlerle ve yaptıkları işlerde onları yormak suretiyle

"azâb etme!"

İsrailoğulları Fir'avun'un eli altında oldukça çetin bir azap içerisinde bulunuyorlardı. Oğullarını boğazlıyor, kızlarını diri bırakıyordu. Çamur, kerpiç ve şehir inşaatında altından kalkamayacakları işlerle onları yükümlü tutuyordu.

"Biz sana Rabbin tarafından bir âyet ile geldik." İbn Abbâs dedi ki: Bununla âsa ve el mucizelerini kastetmektedir.

Denildiğine göre Fir'avun ona: Bu mucize nedir? diye sormuş; o da elini gömleğinin yakasına soktuktan sonra güneş ışığını andıran bir parıldayış ile bembeyaz çıkarıvermişti. Onun ışığı, güneşin nurunu gölgelemişti, buna hayret etti. Asa mucizesini ona ancak toplandıkları tören gününde göstermişti.

"Selam olsun hidayete uyanlara!" ez-Zeccâc dedi ki; Yani hidayete uyan kimse yüce Allah'ın gazabından ve azabından kurtulmuş, esenliğe kavuşmuş olur. O bu ifadesiyle ona selam vermek maksadını gülmemişti. Buna delil ise bu sözlerinin karşılaşmalarının veya hitabının başında söylenmemiş olmasıdır.

el-Ferrâ' dedi ki: "Selam hidayete uyanlara!" demek kasdı ile; ile demek arasında bir fark yoktur.

48

"Gerçekten bize: Muhakkak azâb, yalanlayan ve yüz çevirenler üzerinedir, diye vahyolundu."

"Gerçekten bize: Muhakkak azâb" yani dünya hayatında yok olup, helâk olmak, âhiret hayatında da cehennemde ebedi kalmak, Allah'ın peygamberlerini

"yalanlayan ve" îman etmekten

"yüz çevirenler üzerinedir, diye vahyolundu." İbn Abbâs dedi ki: Bu âyet-i kerîme muvahhidler için en büyük ümit kaynağıdır, çünkü onlar ne yalanlamışlardır ne de yüz çevirmişlerdir.

49

"Sizin Rabbiniz kimdir? Ey Mûsa" dedi.

"Sizin Rabbiniz kimdir? Ey Mûsa." Fir'avun'un, Harun'u söz konusu etmeyip, Mûsa'yı söz konusu ettiğinin belirtilmesi, âyet sonları (arasında uyum) dolayısıyladır.

Şöyle de açıklanmıştır: Özellikle onun ismini söylemesi, risaletin, yüce Allah ile konuşmanın ve mucizelerin sahibinin o oluşundan dolayıdır.

Bir diğer görüşe göre; her ikisi de -Harun susuyor idiyse dahi- risaleti tebliğ etmişlerdir. Çünkü konuşma esnasında ancak bir kişi konuşabilir. Birisinin sözü kesildi mi öbürü onu destekler ve te'yid eder. Böylelikle buradan hareketle biz bir ilmî fayda elde ediyoruz, İki kişiye bir görev verilecek olursa, bu görevi onlardan birisi yerine getirirken diğeri kişi de onun yanında bulunmakla birlikte, kimi zaman ona ihtiyaç duyulur, kimi zaman ihtiyaç duyulması dahi onlar kendilerine verilen görevi eksiksiz yerine getirmiş, onu ifa etmiş ve mükâfat almayı haketmiş olurlar. Çünkü yüce Allah:

"İkiniz Fir'avun'a gidin" (43, âyet);

"Sen ve kardeşin... gidin" (42. âyet) ve; "Ona deyiniz ki" diye buyurmakta ve her ikisine de gidip ona emredilenleri söylemelerini emretmiş bulunmaktadır. Sonra yüce Allah Fir'avun'un onlara hitap ettiğinde: "Sizin Rabbiniz kimdir?" dediğini haber vermekte ve bununla Harun'un da Mûsa (ikisine de selam olsun) ile birlikte olduğunu bildirmektedir.

50

"Rabbimiz, bütün herşeye hilkatini verip sonra da ona doğru yolu gösterendir" dedi.

Mûsa:

"Rabbimiz, bütün herşeye hilkatini verip, sonra da doğru yolu gösterendir, dedi," Yani bizim Rabbimiz sıfatları ile bilinir, O'nun, O filandır denilecek şekilde (mahlukat gibi) özel bir ismi yoktur. Aksine o bütün kâinatı yaratandır. Her bir yaratığa belli şekil ve sureti veren O'dur. Eğer onlarla konuştuğunda her ikisi de cevap vermiş olsalardı, yüce Allah'ın: Rabbimiz... dediler, diye buyurması gerekirdi.

"Hilkatini" anlamındaki lâfız, "verip" anlamındaki fiilin ilk mef'ûlüdür. Yani O, herbir şeye gerek duydukları şekilde ve kendilerine uygun olacak şekilde hilkatlerini verendir. Yahut ikinci mef'ûl de olabilir. Yani herbir şeye suretini ve ondan sağlanacak faydaya uygun olan şeklini veren O'dur. Bu; geleceği üzere ed-Dahhak'ın görüşüne göredir.

"Sonra da doğru yolu gösterendir" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs, Saîd b. Cübeyr ve es-Süddî şöyle demişlerdir: O her bir şeye kendi türünden onun öbür tekini, eşini vermiş, sonra da onunla ilişki kurma yolunu, yiyecek elde etme, içecek elde etme ve meskene sahip olma yolunu göstermiştir.

Yine İbn Abbâs'tan şöyle dediği nakledilmiştir: Sonra ona kaynaşmak, bir araya gelmek ve çiftleşmek yolunu göstermiştir.

el-Hasen ve Katade dedi ki: O her bir şeye kendisine uygun olanı vermiş ve halini ıslâh edip, düzeltecek olanı göstermiştir.

Mücahid de şöyle demektedir: O her bir şeye bir SÛRE vermiştir ki, insanların yaratılış ve suretlerini diğer hayvanlara, canlılara vermediği gibi, hayvanlara verdiği yaratılışı da insanlara vermemiştir, O her bir şeyi ayrı ayrı yaratmış ve belli bir ölçü ile takdir etmiştir. Şair şöyle demektedir:

"Her bir şeyi O ayrı bir hilkatte yaratmıştır.

İşte Allah böyledir, O ne dilerse yapar."

Yani O, dilediği gibi yaratır ve suret verir, Bu Atıyye ve Mukâtil ’in de görüşüdür.

ed-Dahhak dedi ki: Her bir varlığa kendisine uygun ve kendisinden beklenen faydaya elverişli bir hilkat vermiştir. Yani eli yakalamak, ayağı yürümek, dili konuşmak, gözü görmek, kulağı işitmek için yaratmıştır.

Şöyle de açıklanmıştır: Her bir şeye ilham ettiği bilgi yahut sanatı vermiştir.

el-Ferrâ' da şöyle demektedir: O erkeği kadın için yaratmıştır. Her bir erkeğe de kendisine uygun dişiler yaratmıştır. Sonra da erkeğin dişisine gideceği yolu göstermiştir. Buna göre ifadenin takdiri şöyledir: O her bir şeye kendi yaratılışının bir benzerini vermiştir.

Derim ki: Bu İbn Abbâs'ın açıklaması ile aynı anlamı ifade eder. Ayet-i kerîme genel anlamı ile bütün bu görüşleri kapsar. Zaide, el-A'meş'den: "Herşeye hilkatini verip..." âyetini (son kelimedeki) "lâm" harfini cezm yerine üstün ile okumuştur. Bu aynı zamanda İbn Ebi İshak'ın da kıraatidir. Ayrıca bunu Nusayr, el-Kisaî'den ve başkalarından da rivâyet etmiştir. Şu demektir: O, Âdemoğullarına gerek duydukları herşeyi verendir.

Her iki kıraat mana itibariyle birbirine uygundur.

51

"Geçmiş asırlar halkının halleri nicedir?" dedi.

Bu âyetlere dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Geçmiş Kavimler:

"Geçmiş asırlar halkının halleri nicedir?" Onların durumu nedir? Halleri nedir? Mûsa (aleyhisselâm) kendisine onların bilgisinin Allah'ın nezdinde olduğunu bildirdi. Yani bu senin hakkında soru sorduğun şey, gayb ümindendir. Yüce Allah'ın bilgisini kendisine sakladığı ve kendisinden başka kimsenin bilmediği bir bilgi türündendir. Ben de ancak senin gibi bir kulum. Bana gayblan bilenin verdiği haberlerden başkasını bilmem. Geçmiş asırlardaki kavimlerin durumlarına dair bilgi yüce Allah'ın nezdinde Levh-i Mahfuz'da yazılı bulunuyor.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Önceki asırların ahalisinin bunu kabul etmeyişlerinin sebebi nedir? Yani neden onlar da senin Rabbinden başkasına ibadet ettikleri halde yok olup gittiler?

Şöyle de açıklanmıştır; O, Mûsa (aleyhisselâm)a önceki nesillerin amelleri hakkında soru sormuştur. O da kendisine bu amellerinin Allah tarafından tesbit edilmiş olduğunu ve O'nun nezdindeki bir kitapta kayıtlı bulunduklarını bildirdi. Yani bunların yaptıkları yazılıdır. Yarın onlara bu amellerinin mükâfatını ya da cezasını verecektir.

Mûsa (aleyhisselâm) "kitap" ile Levh-i Mahfuz'u kastetmiştir. Bunun kimi meleklerle birlikte bulunan bir kitap olduğu da söylenmiştir.

2- İlimlerin Tedvin Edilip Yazılmaları ve Hadisin Yazılması:

Bu âyet-i kerîme ve buna benzer geçmiş ve gelecek olan âyetler, ilimlerin tedvin edilip unutulmamaları İçin yazılmaları gerektiğine delil teşkil etmektedir. Çünkü ezberlemek, yanlışlık ve unutmak gibi bir takım tehlikelere maruz kalabilir. İnsan bazen duyduğunu ezberlemeyebilir, O bakımdan bu bilgiyi elden kaçırmamak için onu yazı ile belgeler.

Bizler muttasıl bir isnad ile Katade'den şunu rivâyet ediyoruz: Ona: Senden duyduklarımızı yazalım mı? diye sorulmuş. O da şöyle demiş: Latif ve Habir olan, sana yazdığını haber vermişken seni yazmaktan alıkoyan nedir? Çünkü O: "Onların bilgisi Rabbimin yanında bir kitaptadır. Rabbim yanılmaz ve unutmaz" diye buyurmuştur.

Müslim'in, Sahih'inde kaydedildiğine göre Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah yaratıkları yaratmayı hükmettiğinde, Kendisine ait ve nezdinde bulunan kitabında, Kendi üzerine şunu yazdı: Şüphesiz rahmetim gazabımı geride bırakır. " Buhârî, Tevhki 15, 22, 28, 55, BedVl-Halk I; Müslim, Tevhe 14-16; Tirmizî, Deavâi 99; İbn Mâce, Mukaddime 13, Zühd 35; Müsned, 11, 242, 258, 260, 313, 358...

el-Hatib Ebû Bekr de senedini kaydederek Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini nakleder: Ensar'dan bir adam, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın huzurunda oturur, ondan hadis dinler. Bu onun hoşuna gider, fakat onu bellemezdi. Bu halinden, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a şikayette bulundu. Ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Ben senden hadislerini dinliyorum, hoşuma da gidiyor, fakat onu belleyemiyorum. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yazı yazmaya işaret ederek: "Sağ elinin yardımını al" diye buyurdu Tirmizî, İlm 12

Bu açık bir nasstır. Ashab'in ve Tabiînin Cumhûru ilmin yazılarak, tedvin edilmesinin câiz olduğunu kabul etmişlerdir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hac'da irad etmiş olduğu hutbenin, Yemen'den bir adam olan Ebû Şah'ın yazılıp kendisine verilmesini istemesi üzerine yazılmasını emretmişti. Bunu da Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Lukata 7, Diyât 8; Müslim, Hacc 447, 448; Ebû Dâvûd, Menâsik 89, Diyât 4; Tirmizî, İlm 12; Müsned, II, 23S

Amr b. Şuayb babasından, o dedesinden rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İlmi yazı ile kaydediniz." Hâkim, el-Müstedrek, I, 106

Muaviye b. Kurra dedi ki: İlmi yazmayan kimsenin ilmi ilim olmaktan çıkar.

Kimileri de yazmanın yasak olduğu kanaatindedir. Ebû Nasra rivâyet ederek dedi ki: Ebû Said'e: Sizin bu hadisinizi yazalım mı diye sorulmuş, o da: Siz bunu niye Kur'ân gibi değerlendiriyorsunuz? Bunun yerine biz nasıl ezbedediysek, siz de öylece ezberleyin, demiştir.

Yazmayanlar arasında en-Nehaî, Yûnus b. Ubeyd ve Halid el-Hazzâ da vardır. Halid dedi ki: Tek bir hadis müstesna hiçbir şey yazmadım. Onu da ezberledikten sonra sildim. İbn Avn ve ez-Zührî de yazmayanlardandır. Bunların kimisi önce yazar, sonra onu ezberledikten sonra silerdi. Böyle yapanlardan birisi Muhammed b. Şîrîn ve Âsım b. Damra'dır,

Hişanı b. Hassan dedi ki: Ben "el-A'mâk hadisi" diye bilinen hadis dışında asla hadis yazmadım. Onu da ezberledikten sonra sildim.

Derim ki: Biz Halid el-Hazzâ'dan da bunun benzeri bir sözü zikretmiş bulunuyoruz. "el-A'mâk" diye bilinen hadisi de Müslim, kitabının sonlarında rivâyet etmiş bulunmaktadır: "Rumlar, el-A'mâk denilen yere -yahut ta şüphe raviden olmak üzere Dâbik'a inmedikçe... kıyâmet kopmayacaktır." Müslim, Fiten 34. Bu hadisi Müslim, Fiten bölümünde zikretmiş bulunmaktadır.

Kimisi de ezberler, sonra da ezberlediğini yazardı. el-A'meş, Abdullah b. İdris, Huşeym ve başkaları bunlardandır. Bu da ezberleme için bir ihtiyattır. Genel olarak yazmak daha İyidir,

Âyetler ve hadisler de bu doğrultuda vârid olmuştur. Ömer, Ali, Câbir ve Enes (Allah hepsinden razı olsun) rivâyet edilen kanaat bu olduğu gibi; onlardan sonra gelen el-Hasen, Atâ, Tavus, Urra b. ez-Zübeyr gibi tabiînin büyükleri ile onların ardından gelen ilim ehlinden de nakledilen kanaatler bu doğrultudadır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Bir de ona levhalarda herşeye ait bir öğüt ve herşeye dair açıklamayı yazdık." (el-A'raf, 7/145);

"Yemin olsun Biz, Tevrat'tan sonra Zebur'da: Arza Benim salih kullarım mirasçı olur, diye yazdık." (el-Enbiya, 21/105);

"Bize hem bu dünyada, hem de âhirette iyilik yaz." (el-A'raf, 7/156);

"Küçük-büyük herşey satır satır yazılıdır." (en-Necm, 54/52)

52

Dedi ki: "Onların bilgisi Rabbimin yanında bir kitaptadır. Rabbîm yanılmaz ve unutmaz."

Burada da yüce Allah:

"Onların bilgisi Rabbimin yanında bir kitaptadır" diye buyurmaktadır. Ve buna benzer daha başka âyet-i kerîmeler.

Yine ilim, ancak yazmak ile sağlam bir şekilde tesbit edilebilir. Yazdıktan sonra karşılıklı okuma, ders arkadaşlarıyla müzakere, zaman zaman kontrol etme, gereği gibi koruyup belleme, müzakere etme, soru sorma, nakilcilerin ve güvenilir ravilerin naklettiklerini kontrol etme ile ancak sağlamlaştırılabilir.

Diğer taraftan ilk nesilden yazı yazmayı mekruh gören ve bunu benimsemeyenlerin bu tutumlarının sebebi, henüz kendileri ile Peygamber arasında fazla bir zaman geçmemiş olması, isnadda zikredilen ravilerin sayısının az olması ve yazmak suretiyle yazanın yazdığına güvenerek, İsnadı ihmal edeceğinden yahut da onu iyice belleyip gereğince amel edeceğinden yüz çevirmelerinden korkulmasıdır.

Şimdilerde ise aradaki zaman uzayıp gittiğine, isnadda zikredilenlerin sayısı zaman kısa olmadığından dolayı çok olduğuna, sened yolları değişik olduğuna, nakilde bulunanların isimleri birbirine benzediğine, nisyan denilen âfet ârız olduğuna, yanılmadan emin olunmadığına göre; ilmin, yazmak suretiyle kaydedilmesi daha uygundur ve konu ile ilgili şüpheleri gidericidir. Hem yazmanın vücubuna dair deliller de daha kuvvetlidir.

Ebû Saîd'in, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan rivâyet etmiş olduğu ve Müslim tarafından kaydedilmiş bulunan: "Benden bir şey yazmayın, kim Kur'ân'ın dışında bir şey yazmış ise onu silsin" Müslim, Zühd 72; Dârimi, Mukaddime 42; Müsned, III, 12, 21, 39, 56. hadisini delil getiren kimseye cevabımız şudur:

Bu önceleri böyleydi, daha sonra yazmaya dair vermiş olduğu emir ile Ebû Şah ve başkalarına bunu mubah kılmış olması ile nesh edilmiştir. Aynı şekilde bu Kur'ân-ı Kerîm'e, Kur'ân'dan olmayan şeylerin karışmasını engellemek içindi. Yine Ebû Said'den gelen rivâyet de böyledir: Biz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın hadis yazmamıza izin vermesini çok istedik, fakat kabul etmedi. Dârimî, Mukaddime 42

Eğer bu hadis sağlam ve bellenmiş bir hadis ise bu hicretten önce ve hadisle uğraşıp Kur'ân'ın ihmal edileceğinden emin olunmadığı dönemlerde olmuş olmalıdır.

3- Hadisin Yazılmasında Dikkat Edilecek Hususlar:

Ebû Bekr el-Hatib dedi ki: Hadisin siyah (mürekkep) ile yazılması gerekir. Sonra özellikle renkli değil de siyah mürekkebin kullanılması gerekir. Çünkü siyah, renklerin en koyusudur. Ve siyah mürekkep en uzun ömürlüdür. İlim ehlinin de aleti, marifet sahiplerinin aracıdır.

Abdullah b. Ahmed b. Hanbel'in naklettiğine göre o şöyle demiş: Bana babam anlattı, dedi ki; Şâfiî, beni meclisinde bulunduğum bir sırada gömleğimin üzerinde bulunan mürekkebi gizlemeye çalışırken gördü ve; Onu niye örtüp saklıyorsun, dedi.

Elbise üzerinde mürekkep mertliktendir, çünkü onun gözlere görünen rengi siyah olsa bile basiretlerde görünen rengi beyazdır.

Halid b. Yezid de dedi ki; Hadis ile uğraşan kimsenin elbisesinde mürekkep gelinin elbisesindeki hoş koku gibidir. Ebû Abdullah el-Belevî bu anlamda şöyle demiştir:

"Mürekkep hokkalarının mürekkebi erkeklerin kokusudur,

Kadınların kokusu ise zaferandan yapılır.

Bu bunların elbiselerine yakışır,

Öteki de iffetli kadının elbisesine yaraşır."

el-Maverdî'nin naklettiğine göre Abdullah b. Süleyman şunu anlatmış: Elbiselerinin bir tarafı üzerinde bir sarılık izi görünce, hokkadan mürekkep alıp o sanlığı onunla boyamış, sonra da: Bizim için mürekkep zaferandan daha güzeldir, diyerek şu beyti okumuş:

"Zaferan bakirelerin kokusudur,

Mürekkep hokkalarının mürekkebi de erkeklerin kokusudur."

4- Yanılmayan ve Unutmayan Yüce Allah:

"Rabbim yanılmaz ve unutmaz" âyetinin anlamı hususunda beş görüş vardır:

Birinci Görüş: Bu, yeni bir ifadenin başlangıcıdır. Yüce Allah bu iki vasıftan tenzih edilmektedir. Bundan önce de ifade "bir kitaptadır" âyetinde bitmiştir. ez-Zeccâc da böyle demiştir. "Yanılmaz" anlamı verilen; ise:

"Biz yerde helâk olduktan, sonra mı..." (es-Secde, 32/10) âyetinde geçtiği gibi "helâk olmak (ölmek)" anlamında kullanılmıştır. "Ve unutmaz" hiçbir şey unutmaz demektir. Böylelikle yüce Allah'ı helâk olmaktan ve unutmaktan tenzih etmiş olmaktadır.

İkinci' Görüş: "Rabbin yanılmaz" hata etmez demektir. Bu açıklama İbn Abbâs'a göredir. Yani, Rabbim kâinatı idare etmekte asla hata etmez. Birisine eğer süre tanırsa bir hikmet dolayısıyla ona süre tanır. Birisinin de azabını çabucak vermişse yine bir hikmet dolayısıyla azabını acilen vermiştir.

Üçüncü Görüş: "Yamlmaz" âyeti kaybolmaz anlamındadır. İbnu’l-A'rabî şöyle demiştir: "Daların aslı kayboluştur. Meselâ, bir kimse ezberlediği ve bellediği şeyi unutursa; denilir. Buna göre "Rabbim, yanılmaz ve unutmaz" âyeti, O'ndan hiçbir şey kaybolmaz ve O (bilgisiyle) herşeyin yanındadır, demektir.

Dördüncü görüş: ez-Zeccâc tarafından ifade edilmiş, en-Nehhâs da benimsemiştir âyetin en uygun açıklaması da bu görünmektedir: Yüce Allah kendisinin hiçbir şekilde yazı yazmaya ihtiyacı olmadığını haber vermektedir. Yani hiçbir şeye dair bilgi ve onun bilinmesi O'ndan uzak değildir ve onlara dair bildiklerinden hiçbir şeyi de unutmaz.

Derim ki: Bu açıklama İbnu'l-Arabi'nin açıklamasının kapsamı içerisindedir.

Beşinci Görüş: "Rabbim yandmaz ve unutmaz" âyeti "bir kitaptadır" âyetinin sıfatı konumundadır. Yani bu kitap yüce Allah'tan kaybolmaz, çıkmaz. "Ve unutmaz" bu kitabı da hiçbir şekilde unutmaz, demektir, O halde bunların ikisi de "bir kitaptadır" in sıfatı durumundadır. Bu açıklamaya göre de âyet-i kerîmede ifade muttasıldır ve "bir kitaptadır" âyeti üzerinde vakıf yapılmaz. Araplar bulamadıkları bir şeyi anlatmak maksadıyla; "O şeyi kaybettim" derler. Bir şeyi bıraktıkları yerde bulamayacak olurlarsa; "Ben onu bıraktığım yerde bulamadım" derler.

el-Hasen, Katade, Îsa b. Ömer, İbn Muhaysın, Âsım el-Cahderî ile Şibl'in rivâyetine göre İbn Kesîr; diye okumuştur. Bunun da; Rabbim onu kaybetmez ve unutmaz, demektir. İbn Arafe der ki: Araplara göre dalâlet asıl maksadın dışındaki bir yolu izlemektir. Mesela; "Yolu kaybetti (şaşırdı), o şeyi yitirdi" denilir. İşte "ya" harfini öneli okuyanların kıraati de buradan gelmektedir. O kaybetmez, yitirmez demektir. Arapların bu konuda anlatım şekilleri böyledir.

53

"O, yeryüzünü size bir döşek yapan, sizin İçin orada yollar açan ve gökten yağmur indirendir." Biz onunla bitkilerden çifter çifter çıkardık.

"O yeryüzünü size bir döşek yapan" âyetindeki:

"O" lâfzı

"Rabbin" lâfzının bir sıfatıdır. Yeryüzünü size bir döşek yapan Rabbin yanılmaz, demektir. Bunun: hazfedilmiş bir mübtedânın haberi olması da mümkündür. O, öyle bir Rabdir ki... demek olur. Kastettiğim Rab O'dur ki... anlamında takdir edilecek bir fiilin mansubu da olabilir.

Kûfeliler burada ve ez-Zuhruf Sûresi'nde (43/10. âyette); "Bir döşek" şeklinde "mim" harfini üstün "ne" harfini sakin olarak okumuşlardır. Diğerleri ise; diye okumuşlardır. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim de bunu tercih etmişlerdir. Sebeb ise bütün kıraat İmâmlarının:

"Biz yeri bir beşik yapmadık mı?" (en-Nebe', 78/6) âyetinde hep bu şekilde okumuş olmalarıdır. en-Nehhâs dedi ki: (Bu ittifakla okunduğu üzere) çoğul kıraati daha uygundur. Çünkü tekil kıraat, mastardır. Burası hazfedilmiş bir ifadenin yani; takdirinin kabul edilmesi halinde, mastarın kullanılabileceği bir yer değildir.

el-Mehdevî dedi ki: Bu âyeti Kûfelîler gibi okuyanların kıraatine göre bu kelimenin yaymak gibi bir anlamı ifade eden mastar olması mümkündür. Yani;" O yeri sizin için belli bir şekilde yaymıştır." Bununla birlikte muzafın hazfedilmiş olduğu da kabul edilebilir, "O, yaygılara sahip bir özetliktedir" demek olur. Bu kelimeyi diğerleri gibi okuyanların kıraatine gelince; bunun döşek (el-fîrâş) gibi müfred olması câiz olduğu gibi "mehd"in çoğulu olup, isimler gibi kullanılarak kırık çoğul yapılmış olması da mümkündür. Diğerlerinin kıraatinin anlamı da şöyle olur; Biz orayı bir döşek ve üzerinde karar bulacağınız bir karargah kıldık, demek olur.

"Sizin İçin orada yollar açan..." âyetine şu âyetler da benzemektedir:

"Allah yeri sizin için bir sergi kılmıştır; tâ ki onun geniş yollarında gidesiniz." (Nûh, 71/19-20);

"O ki yeri size döşek kılmış ve yolunuzu bulabilmeniz için orada size yollar da açmıştır." (ez-Zuhruf, 43/10)

"Ve gökten yağmur indirendir" âyetinin anlamına dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/22. âyet, 164. âyet, 7. baslıkta ve el-En'âm, 6/99. âyet, 1. başlıkta ve benzer yerlerde) geçmiş bulunmaktadır.

Burada Mûsa (aleyhisselâm)ın sözleri son bulmaktadır. Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Biz onunla..."

Bütün bunların Mûsa (aleyhisselâm)ın söylediği sözler olduğu da söylenmiştir. Yani, Biz onunla tarlaların sürülmesi ve diğer işlemlerinin yapılması suretiyle anlamındadır. Çünkü gökten indirilen su, bitkilerin çıkıp yeşermesine sebeptir.

"Çeşitli bitkilerden çifter çifter çıkardık." Yani çeşitli türler ve birbirine benzeyen bitkiler çıkardık. Türleri, çeşitleri birbirinden farklı değişik sınıflardan bitkiler çıkardık, anlamındadır. el-Ahfeş dedi ki; İfadenin takdiri bitkilerden çeşitli çiftler çıkardık şeklindedir. Bitkinin de çeşitli olması söz konusu olabilir. Buna göre "çeşitli" anlamındaki kelimenin "çifter çifter" kelimesinin sıfatı olabildiği gibi "bkkiler"in sıfatı da olabilir,

"Çeşitli" kelimesi bir şeyin dağılması anlamında; den alınmıştır. "Darmadağınık iş" anlamında da; denilir. "İş darmadağınık oldu" demektir. de bu anlamdadır. "Teşettüt" de böyledir. "Onu darmadağın etti, demektir. "Kavmim, benim bir olan İşimi darmadağın, etti."kendisi darmadağın olan şey, demektir. Ru'be bir deveyi vasfederken şöyle demektedir:

"Onlarla birlikte geldi, fakat onlardan apayrı bir yol izledi,

O bu arada tozu dumana da katıyordu."

"Dişleri eğri-büğrü ağız" demektir. "Darmadağın kişiler" "Darmadağın şeyler" demektir. Ayrı gelen kimseleri anlatmak üzere; "ayn ayrı geldiler" denilir. Tekili ise: dır. Bu açıklamaları el-Cevherî yapmıştır.

54

Siz de yeyiniz, davarlarınıza da yediriniz. şüphe yok ki bunlarda tam akıl sahipleri için belgeler vardır.

"Siz de yiyiniz, davarlarınıza da yediriniz" âyetindeki emir mubahlık bildirmektedir.

"Yediriniz" emri "Davarlar ot otladı" "Davarların sahibi onları otlattı" yani otlağa saldı demektir. Bu fiil hem lâzım hem de müteaddi gelir.

"Şüphe yok ki bunlarda tam akıl sahipleri için belgeler vardır."

"Akıllar" demek olup, bunun tekili; şeklinde gelir. Onlara (nihayetten gelen) bu ismin veriliş sebebi, nihayette onların görüşlerine başvurulduğundan dolayıdır. Onlara (nehyetmekten geldiği kabul edilerek) nefsi çirkinliklerden nehyedip, alıkoydukları için bu ismin verildiği de söylenmiştir.

Bütün bunları Mûsa (aleyhisselâm) şanı yüce Allah'ın varlığını "sizin Rabbiniz kimdir ey Mûsa" sözüne cevap olmak üzere Fir'avun'a karşı delil getirmek üzere söylemiştir. O böylelikle yüce yaratıcının şu anda yaptıklarının, varlığına delil gösterilmesi gerektiğini açıklamış olmaktadır,

55

Bîz sizi ondan yarattık. Ona İade ederiz. Bir kere daha yine ondan çıkarırız.

"Biz sizi ondan yarattık." Âdem (aleyhisselâm)ı kastetmektedir, çünkü o yerden yaratılmıştır. Bu açıklamayı Ebû İshak ez-Zeccâc ve başkaları yapmıştır. Her bir nutfe topraktan yaratılmıştır, diye de açıklanmıştır. Kur'ân'ın zahiri de buna delildir. Ebû Hüreyre'nin de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:

"Doğan her bir çocuğun üzerine mutlaka gömüleceği çukurun toprağından serpilir." Bunu hafız Ebû Nuaym, İbn Şîrîn ile ilgili açtığı babta rivâyet etmiş ve: Bu Avn yoluyla gelen hadis olarak garip bir hadistir. Biz bunu ancak Ebû Âsım en-Nebîl yoluyla kaydetmiş bulunuyoruz. Bu da Basralı ilim adamlarının güvenilir ve belli başlı âlimlerindendir.

Bu hususa dair İbn Mes'ûd'dan gelen rivâyet ile geniş açıklamalar el-En'âm Sûresi'nde (6/2. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Atâ el-Horasanî dedi ki: Nutfe, rahime düştü mü, rahim ile görevli olan melek gider, onun gömüleceği yerin toprağından alır ve gelip bu nutfenin üzerine serper. Böylelikle yüce Allah o canlı varlığı nutfeden ve topraktan yaratır. İşte yüce Allah'ın:

"Biz sizi ondan yarattık, ona iade ederiz. Bir kere daha yine ondan çıkarırız" âyeti bu demektir.

el-Berâ b. Âzib (radıyallahü anh)ın rivâyet ettiği hadiste, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğu bildirilmektedir: "Mü’min kulun ruhu çıktı mı melekler onu (semalara doğru) çıkartırlar. Kaç melek grubu yanından o ruhu geçirirlerse mutlaka onlar da; Bu hoş ve güzel ruh neyin nesidir? diye sorarlar. Onlar da: Bu -dünyada iken onun hakkında kullanılan en güzel ismini zikrederek- filan oğlu filandır, derler. O ruha kapıların açılmasını isterler, kapılar açılır. Her bir semanın mukarreb melekleri bir diğer semaya onu uğurlarlar. Nihayet yedinci semaya kadar ulaşır.

Aziz ve celil olan Allah da şöyle buyurur: "Kulun lehine İlİtyyîn'de konulacak bir kitap yazınız ve onu tekrar yere iade ediniz. Çünkü ben onları ordan yarattım, onları oraya iade ederim. Bir defa daha onları yine ondan çıkartırım." Bunun üzerine ruhu tekrar cesedine iade edilir" diye hadisin geri kafan kısmını zikreder. Müsned, IV, 287, 295-296; Hâkim, el-Müstedrek, I, 37-38.

Biz bu hadisi bütünüyle "et-Tezkire" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Aynı zamanda bu Ali (radıyallahü anh) yoluyla da rivâyet edilmiş olup es-Sa'lebî zikretmiştir.

Ölümden sonra

"ona iade ederiz. Bir kere daha" diriliş ve hesap için

"yine ondan çıkarırız." Buradaki "bir kere daha" âyeti "ona iade ederiz" âyetine değil de "sizi ondan yarattık" âyetine râci'dir. Bu da bir kimsenin: "Dişi bir deve ve bir ev satın aldım ve bir dişi deve daha" demesine benzer. Biz sizi yerden çıkardık, ölümden sonra bir defa daha yine yerden çıkartacağız, demektir.

56

Yemin olsun, Biz ona âyetlerimizin hepsini gösterdik de o yalanladı ve yüz çevirdi.

"Yemin olsun Biz ona ayetlerimizin hepsini gösterdik." Mûsa'nın peygamberliğine delil teşkil eden bütün mucizeleri gösterdik. Yüce Allah'ın tevhidine delil olan bütün belgeleri gösterdik, diye de açıklanmıştır.

"O yalanladı ve yüz çevirdi" îman etmedi. İşte bu, onun inat ederek küfürde direndiğini göstermektedir. Çünkü o, bütün belgeleri, kendisine verilen haber ile duyarak değil, gözleriyle gördü, müşahede etti. Yüce Allah'ın şu âyeti da buna benzemektedir:

"Kalbleri onlara İnandığı halde zulümle büyüklenmeleri sebebiyle onları inkâr ettiler." (en-Neml, 27/14)

57

"Sen büyünle bizi topraklarımızdan çıkarmaya mı geldin, Ey Mûsa" dedi.

"Sen büyünle bizi topraklarımızdan çıkarmaya mı geldin, ey Mûsa, dedi." Fir'avun, Mûsa (aleyhisselâm)ın getirdiği bunca belge ve mucizeyi görünce bunlar büyüdür, dedi. Yani sen, insanlara sana uyulmasını, îman etmeyi gerektiren bir mucize ile geldiğin izlenimini vermek maksadıyla geldin. Tâ ki sen bu topraklarımıza ve bize üstünlük sağlayasın,

58

"Yemin olsun biz de sana senin büyün gibi bir büyü getiririz. Bizimle senin aranda bir buluşma yeti ve vakti belirle ki, sen de biz de caymayalım. Düz ve geniş bir yer olsun."

"Yemin olsun biz de sana senin büyün gibi bir büyü getiririz." Biz de senin getirdiğinin bir benzeri ile sana karşı çıkacağız. Tâ ki insanlar bu getirdiklerinin Allah'tan gelmediğini açıkça görsünler, bunu anlasınlar.

"Bizimle senin aranda bir buluşma yeri ve vakti belirle!" âyetindeki mastardır. Sen bize bir vade belirle, demektir. Bunun sözleşilen yerin ismi (ism-i mekân) olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah'ın şu âyeti da bu anlamdadır:

"Şüphesiz ki onların hepsine vaad olunan yer cehennemdir." (el-Hicr, 15/43) Burada "mev'id"; vaad olunan yer demektir. Aynı şekilde bunu vaad olunan zamanın ismi (ism-i zaman) olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Onlara vaad olunan zaman sabahtır." (Hud, 11/81) Buna göre anlam şöyle olur: Sen bizim için ya belli bir gün yahut da bilinen bir yer tayin et.

el-Kuşeyrî dedi ki: Daha kuvvetli görülen bunun bir mastar olduğudur. Bundan dolayı şöyle demiştir: "Ki sen de biz de caymayalım" yani bu vaade muhalefet etmeyelim. Vaade muhalefet ise, bir şeye söz verip onu yerine getirmemek demektir, el-Cevherî dedi ki: Mîâd, vaidleşmek, vaidleşme zamanı, vaidleşme yeri demektir. "Mev'id" de böyledir.

Ebû Ca'fer İbnu'l-Ka'kâ", Şeybe ve el-A'rec -caymayalım, ona muhalefet etmeyelim anlamındaki kelimeyi- cezm ile; şeklinde ve "belirle" fiilinin cevabı olarak okumuşlardır. Bunu merfu olarak okuyanlara göre bu kelime, "mev'id: buluşma yer ve zamanı"nın sıfatıdır. İfadenin takdiri de: Caymanın söz konusu olmadığı bir va'de, sözleşiten yer ve zaman, demek olur,

"Düz ve geniş bir yer olsun" âyetindeki "suvâ: Düz ve geniş" kelimesini İbn Amir, Âsım ve Hamza, "sin" harfini ötreli olarak, diğerleri ise esreli olarak (sivâ şeklinde) okumuşlardır. Bunlar da iki ayrı söyleyiştir. "Tuvâ ve Tivâ" gibi. Ebû Ubeyd ile Ebû Hâkim, "sin" harfinin esreli okunuşunu tercih etmişlerdir, çünkü üstün ve'fasih olan söyleyiş budur. en-Nehhâs da: Esreli okuyuş daha çok bilinen ve meşhur olan bir söyleyiştir, der. Bununla birlikte hepsi de "vav" harfini tenvinli okumuşlardır. el-Hasen'den de böyle rivâyet edilmiştir. Yine ondan farklı olarak "sin" harfini ötreli, fakat "vav" harfini tenvinsiz okuduğu da rivâyet edilmiştir.

Bunun manası hususunda farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre; bu yerden başka bir yer, demektir. Bu açıklamayı el-Kelbî yapmıştır. Bir diğer görüşe göre şu demektir: Herkesin bizim açıkça ortaya koyduğumuzu, açık-seçik bir şekilde görebilecekleri düz bir yer, demektir. Bu açıklamayı da İbn Zeyd yapmıştır. İbn Abbâs ortalama bir yer, Mücahid insafla belirlenmiş bir yer diye açıklamışlardır. Yine Mücahid ve Katade'den, bizimle senin aranda âdil bir yer olsun, diye açıkladıkları nakledilmiştir.

en-Nehhâs dedi ki: Tefsir âlimleri bu kelimenin adaletli ve insaflıca bir yer anlamında olduğunu söylemişlerdir. Bu da güzel bir açıklamadır. Sîbeveyh dedi ki: Sivâ ve süvâ adaletli, âdil demektir. Yani İnsaflıca belirlenmiş, iki yer arasında adaletli olan bir yer anlamında olur. Bu tabirin aslı ise med ile; "(..........): Evin ortasında oturdu" ifadesinden alınmıştır. Herşeyin vasatt ise onun en mutedil, en iyi yeri demektir. Hadiste de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın:

"Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık," (el-Bakara, 2/143) âyetini "adlen (en mutedil) demektir" diye açıkladığı rivâyet edilmiştir. Tirmizî, Tefsir 2. sûre 8; Müsntsd, III, 9, 32.

Şair Züheyr şöyle demiştir:

"Bize zillet ve zulmün olmadığı bir yol gösterin ki,

Bu da bizim aramızda adaletli bir çözümü göstersin."

Ebû Ubeyde ve el-Kutebî iki kesim arasında vasat (adaletli bir yer) demektir, diye açıklamışlardır. Ebû Ubeyde, Mûsa b. Cabir el-Halefî'nin şu beyitini zikretmektedir:

"Bizim atamız Kays yani Kays-ı Aylan ile el-Fizr arasında

Ortada (sevâ) bir yerde konaklamıştı."

Sözü edilen "el-Fizr" Sa'd b. Zeyd-i Menat b. Temim'dir.

el-Ahfeş dedi ki: "Süvâ, sivâ" eğer "gayr: başka, dışında..." yahut ta âdil ve mutedil anlamında kullanılır ise; üç türlü söylenişi vardır. Şayet "sin"i ötreli yahut esreli söyleyecek olursak, bu sefer her iki söyleyişte de kasr ile okunur. Eğer üstün okursak med ile okunur. Buna göre "şiven ve süven" denilirken "seva" denilir. Bu da iki kesim arasında adaletli ve vasat anlamındadır. Mûsa b. Câbir dedi ki:

"Biz atamızı öyle bir yerde konaklamış bulduk ki..."

diyerek (az önce zikrettiğimiz) beyti zikreder.

"Düz ve geniş (süva) bir yer" in, orta yollu bir yer anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu görüşün sahibi (delil olarak) şu beyiti zikretmektedir:

"Eğer benim sevdiğim temenni etse, benden başkasına yönelmez,

Yahut ben temenni edecek olsam, ondan başkasına yönelmem."

Senden başka bir adama uğradım, denilirken; şeklinde her üç türlü söyleyiş de kullanılabilir. İki kişi için; "Onlar bu işte eşittirler" denilebileceği gibi; de denilebilir. Çoğul için tekil şekli medli olarak kullanıldığı gibi; diye de çoğulu kullanılabilir. Kıyas dışı olmak üzere; "Onlar birbirlerine eşittirler" denilmektedir.

"(.........): Yeri" kelimesi "belirle" anlamı verilen; fiilinin ikinci mef'ûlüdür. "Mev'id: Buluşma yer ve zamanı" kelimesinin mef'ûlü yahut zarfı olarak mansub kabul edilmesi uygun değildir. Çünkü bu kelime sıfat almış bulunmaktadır. Fiiller gibi amel eden isimler ise sıfat alır yahut küçültme ismi yapılacak olurlarsa artık fiile benzeyiş özellikleri ortadan kalkmış olacağından amel etmeleri uygun durmaz. Bunun ikinci mef'ûlün yerini tutan bir zarf olarak kabul edilmesi de uygun değildir. Çünkü "mev'id" kelimesinden sonra eğer bir zarf gelecek olursa, Araplar onu zarflarla birlikte gelen mastarlar gibi değerlendirmezler. Aksine bu konuda isi geniş tutarlar.

59

"Sizinle karşılaşma zamanımız tören günü olsun. Kuşluk vakti insanlar toplansınlar" dedi.

Yüce Allah'ın:

"Onlara vaad olunan vakit sabahtır" âyeti ile

"Sizinle karşılaşma zamanımız tören günü olsun" âyeti gibi.

"Tören günü" hususunda farklı görüşler vardır. Bunun süslendikleri ve bir araya gelip toplandıkları bir bayram olduğu söylenmiştir. Bu görüş Katade, es-Süddî ve başkalarına aittir. İbn Abbâs ve Saîd b. Cübeyr ise şöyle demişlerdir: Bu aşura günü idi. Said b. el-Müseyyeb de şöyle demiştir: Bu onların pazar (panayır) günleri idi. Bu günde süslenirlerdi. Katade de böyle demiştir. ed-Dahhak ise bunun cumartesi günü olduğunu söylemiştir. Nevruz günü olduğu da söylenmiştir. Bunu da es-Sa'lebî zikretmektedir.

Bu günün Halic'in kırılma geçirdiği bir gün olduğu da söylenmiştir. Onlar bugün evlerinden dışarı çıkarlar, etrafı seyreder, gezerler, piknik yaparlardı. İşte o vakit Mısır diyarı da Nil'den yana emin olur kabul edilirdi.

el-Hasen el-A'meş, Îsa es-Sekafi, es-Sülemî ve Hubeyre'nin rivâyetine göre Hafs: "Tören günü(nde)" şeklinde nasb ile okumuştur. Bu kıraat Ebû Amr'dan da rivâyet edilmiştir. Yani sözünüz tören gününde gerçekleşecektir. Diğerleri ise mübtedanın haberi olarak, ref ile okumuşlardır.

"Kuşluk vakti insanlar toplansınlar" yani insanların toplanma zamanı da kuşluk vakti olsun. Burada; "Gün" anlamındaki kelimeyi merfû' okuyanların kıraatine göre ref mahallindedir. "Kuşluk vakti insanlar toplansınlar" âyetinin atıf ile gelmesi de ref ile kıraati pekiştirmektedir, çünkü bu edat zarf olmaz. Eğer sarih mastar olursa o vakit zarf olur. "Hacıların gelmesi" gibi. Çünkü ben sana hacıların gelmesi zamanı geleceğim diyen bir kimse herhangi bir şekilde; demez.

en-Nehhâs der ki: Bundan daha uygunu bunun "tören" anlamındaki kelimeye atf ile cer mahallinde olmasıdır. "Kuşluk vakti (ed-Duha)" müennestir. Araplar bunu "he" koymaksızın küçültme ismini yaparlar ki; onun küçültme ismi; "Kuşluk vakti" lâfzına benzemesin. Bu açıklamayı da en-Nehhâs yapmıştır.

el-Cevherî de şöyle demektedir: "Güneşin doğuşundan sonraki zaman" demektir. Bundan sonra "duhâ" vakti gelir ki, bu da güneşin etrafı aydınlatma zamanıdır. Bu kelimenin "elif-i maksur" olup müennes de gelir, müzekker de gelir. Bunun müennes olduğunu kabul edenler; "Kuşluk vakti" lâfzının çoğulu olduğu kanaatindedirler. Müzekker olduğunu kabul eden kimseler ise; bunun "surad" ve "nuğar" gibi "fu'al" vezninde isim olduğunu kabul ederler. Bu da "seher" kelimesi gibi (süresi itibariyle) belirsiz bir zarftır. "Ben ona kuşluk vakti rastladım" denir. Eğer bu günün kuşluk vakti kastedilirse tenvinsiz söylenir. Bundan sonra gelen vakte med ile; denilir ki, bu da güneşin tepeye doğru yükselme vaktidir.

Özellikle kuşluk vaktinin tesbit edilmesi, günün başlangıcı oluşundandır. Aralarındaki karşılaşma uzayıp gidecek olursa yeterli zaman kalmış olacaktır.

İbn Mes'ûd, el-Cahderîve diğer rivâyetlere göre; diye okumuşlardır ki bu: "Allah'ın insanları kuşluk vaktinde toplaması" gibi bir anlama gelir. Kimi kıraat alimi de; diye okumuşlardır ki; bu da Ey Fir'avun senin insantan... toplaman, anlamındadır. Yine el-Cahderîden "biz toplayalım" anlamında diye okuduğu da rivâyet edilmiştir.

Onlarla o günde karşılaşmak üzere sözleşmesi, Allah'ın kelimesinin yücelmesi, dininin galibiyeti, kâfirin susturulması, bâtılın can çekişerek yok olmasının, herkesin ve hıncahınç kalabalıkların gözü önünde gerçekleşmesini istemesidir. Böylelikle, Hakka isteği bulunanın isteği daha bir güçlensin, bâtıla lan n ve onların taraftarlarının da keskin kılıçları körelsin. Bu pek önemli işten, göçebeler ve, şehirliler arasında da çokça söz eden bulunsun. Şehirlerde oturanlar, çadırlarda yaşayanlar arasında bunun haberi yaygınlaşsın.

60

Fir'avun dönüp hilesini topladı, sonra geldi.

"Fir'avun dönüp hilesini" ve büyü hünerlerini

"topladı." Maksat sihirbazların toplanmasıdır, İbn Abbâs dedi ki: Bunların her birisi ile birlikte pek çok ip ve sopa bulunmak üzere, yetmişiki sihirbaz idiler. Dörtyüz kişi oldukları söylendiği gibi, onikibin, ondörtbin kişi oldukları dahi söylenmiştir. Hatta İbnu'l-Munkedir seksenbin kişi olduklarını söylemiştir.

Bir görüşe göre bunlar Şem'ûn diye anılan bir kişinin başkanlığını İttifakla kabul etmişlerdi. Bir diğer görüşe göre başkanlarının ismi Yuhanna idi. Beraberinde oniki usta sihirbaz vardı. Bu ustaların her birisinin beraberinde yirmi kalfa, bunların her birisi ile beraber de bin yetişkin sihirbaz vardı. Bir başka görüşe göre bunlar Feyyümlu üçyüzbin kişi, Said'den üçyüzbin kişi ve köylerden üçyüzbin kişi olmak üzere toplam dokuzyüzbin sihirbaz idiler. Bunların başı da kör bir kimse idi.

"Sonra" tayin edilen yer ve zamanda

"geldi."

61

Mûsa onlara: "Vay size! Allah'a yalan uydurmayın. Yoksa sizi azâb ile helâk eder. O'na İftira eden zaten zarar eder" dedi.

"Mûsa onlara" yani Fir'avuna ve büyüklere

"vay size!" Bu onlara helâk olmaları için bir bedduadır. Mastar manasınadır. Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: Bu; "Allah veyli onların yakalarından düşürmedi." Onlardan ayırmadı, anlamında mansubtur. Bunun yüce Allah'ın:

"Vay bize... kim kaldırdı bizi." (Yasin, 36/52) âyetinde olduğu gibi, nida olma ihtimali de vardır.

"Allah'a yalan uydurmayın." O'na yalan uydurup iftirada bulunmayın, O'na ortak koşmayın. Mucizelere: Bunlar büyüdür, demeyin.

"Yoksa sîzi azâb ile helâk eder." Katından göndereceği bir azâb ile sizi kökten imha eder.

(.........) ile aynı anlamda olup, helâk oldu, demektir. Bunun aslı saçı kökünden kesmek anlamındaki; den gelir.

Kûfeliler: "Sîzi... helâk eder" diye; den gelen müzari bilfiil olarak okumuşlardır. Diğerleri ise, şeklinde; den gelen müzari bir fiil olarak okumuşlardır. Bu, Hicazlıların şivesidir. Birincisi ise Temimoğullarının şivesidir. Fiil nehyin cevabı olarak nasbedilmiştir. el-Ferezdak şöyle demektedir:

"Ey Mervanoğlu, bırakmadı zamanın sıkıntıları,

Maldan geriye hiçbir şey; hepsini yok etti;

yahutta kalan ufak-tefek kırıntılardır."

ez-Zemahşerî dedi ki: Bu öyle bir beyittir ki, hâlâ biniciler (bu işin erbabı) i'rabım düzeltmek İçin çarpışıp dururlar.

"O'na iftira eden zaten zarar eder." Hüsrana uğrar, helâk olur. Yüce Allah hakkında izin vermediği iddialarda bulunan, O'nun rahmet ve mükâfatını kaybeder.

62

Büyücüler durumlarını aralarında karşılıklı konuştular. Danışmalarını da gizli yaptılar.

"Büyücüler durumlarını aralarında karşılıklı konuştular." Birbirleriyle danıştılar.

"Danışmalarını da gizli yaptılar." Katade dedi ki:

"Dediler ki:"

Eğer bunun ortaya koyacağı bir büyü ise onu yeneriz. Şayet onun getirdiği, Allah'tan ise o vakit bu işin karşısında durmamız mümkün değildir. işte aralarında gizlice konuştukları buydu.

Aralarında gizledikleri sözün:

"Bu ikisi gerçekten sihirbazdır" âyeti ile ifade edilenler olduğu da söylenmiştir ki bu es-Süddî ve Mukâtil 'in görüşüdür, Bir diğer açıklamaya göre gizledikleri: Eğer o bizi yenik düşürürse biz ona uyarız, sözleridir. Bunu da el-Kelbî söylemiştir. Buna delil de sonunda sergiledikleri tutumlarıdır.

Bir başka görüşe göre onların gizlice konuştukları, Mûsa (aleyhisselâm)ın kendilerine:

"Vay size! Allah'a yalan uydurmayın" sözünü söylediğinde; "bu bir sihirbaz sözü değildir” sözleridir.

"Gizli konuşmak" anlamı verilen "en-necvâ" kelimesi

"münâcât (kendi aralarında konuşmak)" demek olur. Bu hem isim, hem mastar olarak kullanılabilir. Buna dair açıklamalar daha önceden en-Nisa Sûresinde (4/114. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

63

Dediler ki: "Bu ikisi gerçekten sihirbazdır. Sizi sihirleriyle yurdunuzdan çıkarmak ve sizin en güzel olan bu yolunuzu yok etmek istiyorlar.

"Bu İkisi Gerçekten Sihirbazdır" Âyetinin Okunuşu Ve Dilcilerin Açıklamaları:

Yüce Allah'ın:

"Bu İkisi gerçekten sihirbazdır" âyetini Ebû Amr; diye okumuştur. Bu kıraat Osman, Âişe (Allah ikisinden de razı olsun) ve onlardan başka sahabilerden de rivâyet edilmiştir. el-Hasen, Saîd b. Cübeyr, İbrahim en-Nehaî ve başka tabiîler de böyle okumuştur. Kıraat âlimlerinden Îsa b. Ömer ve Âsım el-Cahderî -en-Nehhâs'ın naklettiğine göre de böyle okumuşlardır. Böyle bir kıraat i'raba uygun olmakla birlikte, Mushaf'a muhaliftir.

ez-Zührî, el-Halil b. Ahmed, el-Mufaddal, Eban. İbn Muhaysın, İbn Kesîr ve Hafs'ın rivâyetine göre Âsım ise; şeklinde "nun" harfini şeddesiz olarak ve; "İki sihirbazdır" diye okumuşlardır. İbn Kesîr ise; "Bu ikisi" lâfzının "nûn'unu şeddeli okumuştur. Bu şekildeki kıraat hem Mushaf'a muhalif olmaktan, hem i'rab bakımından yanlışlıktan kurtuh muştur. Bu da; bu ikisi ancak iki sihirbazdır, demek olur.

Medineliler ve Kûfeliler ise "nûn" harfini şeddeli olarak; şeklinde ve; diye okumuşlar, Ancak bu okuyuşlarıyla Mushaf'a uygun okurlarken, i'raba muhalefet etmişlerdir.

en-Nehhâs dedi ki; Bunlar İmâmlardan belli bir çoğunluğun rivâyet etmiş olduğu üç ayrı kıraattir. Abdullah b. Mes'ûd'dan; "Bu ikisi ancak iki sihirbazdır" şeklinde okuduğu rivâyet edilmiştir. el-Kisaî de Abdullah'ın kıraatinin; şeklinde "lâm"sız olduğunu söylemiştir. el-Ferrâ' da Ubeyy'in kıraatinin; şeklinde olduğu söyler. İşte bunlar da tefsir olarak değerlendirilecek farklı üç ayrı kıraattir. Hatları Mushaf'a uygun olmadığından dolayı bu şekilde okumak câiz değildir.

Derim ki: İlim adamlarınsn, Medine ve Kûfelilerin kıraati ile ilgili olarak altı görüş vardır. Bunları İbnu'l-Enbarî "Kitabu'r-Red" adlı eserinde, en-Nehhâs da "Irabu'l-Kur'ân" adlı eserinde, el Mehdevî de Tefsir'inde zikretmişlerdir. Onlardan başkaları ise; bu açıklamaları naklederken birinin sözünü diğerininkine karıştırmıştır. Ancak böyle bir kıraati bazıları da hatalı görmüşler. O kadar ki Ebû Amr; Ben; diye (Medineliler ile Kûfeliler gibi) okumaktan Allah'tan haya ederim, demiştir.

Urve, Âişe (radıyallahü anha)dan rivâyet ettiğine göre ona şöyle soruldu: Yüce Allah;

"Fakat onlar arasında ilimde yüksek bir dereceye erenler" (en-Nisa, 4/162) diye buyurduktan sonra; "Namaz kılanlar" denilmistir. Burada- "Namaz kılanlar" anlamındaki lâfzın "el-mukîmın" şeklinde değil de "el-mukîmûn" şeklinde olması gerektiğine işaret ediyor. el-Mâide Sûresi'nde de:

"îman edenlerle, Yahûdiler ve Sâbiî'ler..." (el-Mâide, 5/69) denilmiş Burada da "Sâbiler" anlamındaki "es-Sâbiûn" yerine, "es-Sâbiîn" şeklinde olması gerektiğine işaret ediyor. "Ve: "Bu ikisi gerçekten sihirbazdır" Burada da "bu ikisi" anlamındaki "hâzâni" lâfzının "bu kıraate göre) "hâzeyni" şeklinde olması gerektiğine işaret ediyor. diye buyurulmuştur. Bu konuda ne dersin? şu cevabı verdi: Ey kizkardeşimin oğlu! Bu katibin bir yanlışlığıdır Merhum Kurtuhî'nin Tefsirine yazdığı "Mukaddime’ye: "Kur'ân'da Eksiklik Vardır, Diyenlere Reddiye" (Tercüme, I, 192 vd.) başlığına ve Suyuti, et-îtkan, I, 239 vd.na bakınız.

Osman b. Affan (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: Mushafta lahn vardır. (Arap dil kurallarına aykırı yazımlar vardır.) Araplar dilleriyle bunu düzelteceklerdir. Hazret-i Osman'dan böyle bir rivâyet, sahih olarak gelmemiştir. Çünkü isnadı hem zayıf, hem munkatı", hem de muzdaribtir... (Süyûtî, el-İtkân, I, 239; ayrıca bk. Kurtubî, Mukaddime, anılan başlık).

Eban b. Osman da şöyle demiştir: Ben bu âyeti babam Osman b. Affan'ın huzurunda okudum, bu bir lahn ve bir hatadır, dedi. Bu sefer birisi ona: Niye onu değiştirmiyorsun? deyince, o da: Onu bırakın dedi. Çünkü helali haram kılmıyor, haramı da helal kılmıyor, dedi.

Bu husustaki altı görüşten ilkine göre el-Haris b. Ka'boğullarının ve Zebid, Has'am ve Kinane b. Zeyd'in lügati (şivesi) olduğu şeklindedir. Onlar tesniyenin refini de, nasbini da, cer'ini de "elif ile yaparlar ve (şu üç hale birer örnek olmak üzere mesela) şöyle derler;

"İki Zeyd geldi, iki Zeyd'i gördüm, iki Zeyd'e uğradım." Yüce Allah'ın önceden geçtiği gibi (Yûnus, 10/16. âyetin tefsirinde):

"Onu size bildirmezdi" (Yûnus, 10/16) âyetinde böyledir, el-Ferrâ' da, -ve ben kendisinden daha fasih bir kimse görmedim dediği Esedoğullarından bir adama ait şu beyiti nakletmektedir:

"Tıpkı yılanın çenesini kapatması gibi, o da çenesini kapattı ve eğer yılan,

Dişlerini geçirmek için uygun bir yer bulursa sonuna kadar batırır ve asla bırakmaz."

Burada şair açıklanmakta olan hususa uygun olarak İinâbeyhi" demesi gerekirken; "ya" ile değil de "elif" ile bu kelimeyi kullanmıştır.

Araplar: "Ellerini kırdım ve üstüne bindim" ifadelerini; anlamında (yani "ya" ile kullanmalan gerekirken "elif ile) kullanırlar. Şair der ki:

"Bizden azık olarak iki kulağı arasında bir darbe aldı.

Bu darbe de onu, ardı arkası kesilmiş olarak toz-toprağa buladı."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Onlar onun üstüne uçtular, sen de onun üstüne uç."

Burada; demesi gerekirdi. Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Şüphesiz onun babası ve babasının babası,

Şerefte en ileri dereceye ulaştılar."

Burada da; demiş gibidir.

Ebû Ca'fer en-Nehhâs dedi ki: Bu açıklama âyet-i kerîme ile ilgili yapılmış açıklamaların en güzelidir. Çünkü bu şekildeki kullanım bilinen bir kullanımdır. İlim ve emanetine güvenilir kimseler de nakletmiş bulunmakladır ki, Ebû Zeyd el-Ensarî bunlardan birisidir. Şu sözler de onundur; Eğer Sîbeveyh: Bana kendisine güvendiğim kişi anlattı, diyecek olursa, beni kastetmektedir. Yine Ebû'l-Hattab el-Ahfeş de bu kullanımı nakletmiş bulunmaktadır ki; bu da dilin önderlerinden birisidir. el-Kisaî de el-Ferrâ' da dahil hepsi: Bu el-Haris b. Ka'boğullarının şivesidir, demişlerdir. Ebû Ubeyde de Ebû'l-Hattab'dan bunun Kinaneoğullarının şivesi olduğunu nakletmektedir. el-Mehdevî der ki: Ondan başkası bunun Has'amlıların bir şivesi olduğunu nakletmektedir.

en-Nehhâs dedi ki: Bu hususta en açık ifade Sîbeveyh'in şu görüşüdür; Şunu bil ki sen tekil olan bir kelimeyi tesniye yapacak olursan, ona iki şey ziyade edersin. Bunlardan birisi harf-i meddir, diğeri de harf-i lîndir. îrab harfi de budur. Ebû Ca'fer dedi ki; Sîbeveyh'in: "İ'rab harfi de budur" demiş olması kelimenin aslının değişmemesini gerektirir. Buna göre: "Bu ikisi" ifadesi onun kabul ettiği bu asıl kaideye göre gelmiş olmaktadır, bunu bilelim. Nitekim yüce Allah:

"Şeytan onlara galip ve üstün geldi" (el-Mücadele, 58/19) diye buyurmuş; şeklinde kullanmamıştır. Bu şekilde gelmesi kelimenin aslına delâlet etmesi içindir. Aynı şekilde burada "Bu ikisi gerçekten sihirbazdır" âyeti da böyledir. Eğer önder dil bilginleri bu şiveyi rivâyet etmiş iseler, herhangi bir kimse böyle bir kıraati de inkâr etmeyi aklından geçiremez.

İkinci görüşe göre buradaki; "(........): Muhakkak ki, gerçekten" kelimesi; "Evet" anlamındadır. Nitekim el-Kisaî, "Âsım'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Araplar bazen "muhakkak" edatını "evet" anlamında kullanırlar. Sîbeveyh de bunun yine "evet" anlamında kullanıldığını nakletmektedir. Muhammed b. Yezid ile Kadı İsmail b. İshak da bu görüşü kabul ediyorlardı. en-Nehhâs dedi ki; Ben de Ebû İshak ez-Zeccâc ile Ali b. Süleyman'ın bu görüşü kabul ettiklerini gördüm. ez-Zemahşerî dedi ki: Ebû İshak ayrıca bu görüşü beğenirdi.

en-Nehhâs dedi ki: Bize Ali b. Süleyman da anlattı dedi ki: Bize Abdullah b. Ahmed b. Abdi's-Selam en-Neysaburî anlattı. Daha sonra da burada sözünü ettiğim Abdullah b. Ahmed ile karşılaştım, o bana anlattı dedi ki: Bana Umeyr b. el-Mütevekkil anlattı. Bize Haris b. Abdu'l-Muttalib oğullarından Muhammed b. Mûsa en-Nevfel", anlattı, dedi ki: Bize Ömer b. Cumey' el-Kûfî, Ca'fer b. Muhammed'den anlattı. Ca'fer, babasından o, Ali b. el-Huseyn'den, o babası (el-Huseyn)den, o Ali b. Ebî Tâlib'den -Allah hepsinden razı olsun- dedi ki: Ben, Rasûllullah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı minberi üzerinde;

"Muhakkak (evet), hamd yalnız Allah'ındır, O'na hamdeder ve O'ndan yardım dileriz" dedikten sonra da: "Ben bütün Kureyşlilerin en fasih konuşanıyım. Benden sonra fasih kişi de Eban b. Said b. el-Âs'dır" dediğini sayamayacağım kadar çok duymuşumdur.

Ebû Muhammed el-Haffâf dedi ki; Umeyr dedi ki: Arap dili bilginleri ve nahiv bilginlerine göre bunun irabı "Şüphesiz ki hamd, yalnız Allah'ındır" şeklinde nasb iledir. Ancak Araplar; Muhakkak, şüphesiz" edatını; "Evet" anlamında da kullanırlar. Bununla, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sanki; "Evet, hamd Allah'a mahsustur" demek istemiş gibidir. Çünkü cahitiye dönemi hatibleri hutbelerine "neam: evet" diyerek başlarlardı. Şair de bu edatı "neam: evet" anlamında şöylece kullanmaktadır:

"Sen sözünde durmadın dediler, ben de: Evet belki de, dedim,

Sözünde durmayan kimse yücelere ulaşır ve susamışın yüreğine su serper."

Abdullah b. Kays er-Rukayyât da şöyle demektedir:

"Sabahın erken vaktinde genç kızlar.

Beni kınıyorlar, ben de kınıyorum onları.

Diyorlar ki; saçların ağarmış bulunuyor,

Ve yaşlandın, ben de onlara: Evet öyledir, dedim."

Buna göre şanı yüce Allah'ın:

"Bu ikisi gerçekten sihirbazdır" âyetinin: Evet, bunların ikisi sihirbazdır" anlamında olması ve bu edatın ismini nasb etmemesi mümk'ndür.

en-Nehhâs dedi ki: Bana; Dâvûd b. el-Heysem nakletti, dedi ki: Bana Sa'leb şu beyti nakletti:

"Ah, keşke bilseydim! Sevenin yüreğini yakan

Onların aşklarından bir şifa var mıdır? Evet, o kavuşmadır."

en-Nehhâs dedi ki: Bu güzel bir görüştür. Ancak bir husus var. O da şudur; "Evet, Zeyd çıkmaktadır" denilir ve hemen hemen burada (âyet-i kerîmede olduğu gibi değil de) "lâm" hiç kullanılmaz. Eğer nahivciler bu konuda söz söylemiş ve: Burada "lâm"ın takdimi niyet edilir demirlerse, (buna diyecek bir itiraz kalmaz.) Nitekim şair şöyle demiştir:

"Dayım şüphesiz ki sensin, kimin dayısı Carîr olursa,

Yücelere nail olar ve o da dayılarına ikramda bulunur.'

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Ummul-Huleys oldukça yaşlı bir koca-karıdır.

Koyunun boyun kemiğine dahi razı olur."

Burada birinci beyitte "dayım" kelimesinin, ikinci beyitte "Ummu'l-Huleys" kelimesinin başında "lâm" harfi gelmesi gerekirken, bir sonraki kelimeye getirilmiştir.

ez-Zeccâc dedi ki: Bu âyet-i kerîmede bu âyet; Köşeli parantez içindeki ifadeler, el-Ferrâ', Menâni'l-Kur'ân, II, 184’deki ifadeleri esas alınarak tercüme edilmiştir. Bu ikisi gerçekten şüphesiz sihirbazdır" takdirinde olup daha sonra mübtedâ hazfedilmiştir.

el-Mehdevî dedi ki: Ancak Ebû Ali ile Ebû’l-Feth Osman b. Cinnî bunu kabul etmemişlerdir. Ebû'l-Feth dedi ki: Burada hazfedildiği belirtilen: "İkisi" anlamındaki zamir marife olmadıkça hazfedilmez. Marife olduğu takdirde de marife oluşu sebebiyle "lâm" ile te'kid edilmesine ihtiyaç kalmaz. Müekkedin hazfedildikten sonra te'kid edenin bırakılması da uygun bir şey değildir.

Üçüncü görüşü el-Ferrâ' kabul etmiş olup şöyledir: Ben buradaki ("Hazâ": Bu" lâfzındaki "elifin bir destek (deâme) olduğu görüşündeyim. iTesniye yapılınca ona bir nûn ilâve edip nûn, hiçbir şekilde ortadan kalkmaksızın olduğu haliyle bırakılmıştır. Tıpkı Arapların: O kimse ki... diyerek, daha sonra çoğula delâlet eden bir "nûn" ilâve edip]: Köşeli parantez içindeki ifadeler, el-Ferrâ', Menâni'l-Kur'ân, II, 184’deki ifadeleri esas alınarak tercüme edilmiştir.

"Yakında bulunan kimseler bana geldi, yanında bulunan kimseleri gördüm, yanında bulunan kimselere uğradım" dedikleri gibi.

Dördüncü görüş; bazı Kûfelilerin görüşüdür. Buradaki "elif deki "elife benzer. Bu "elif değişmez.

Beşinci görüş: Ebû İshak dedi ki: Eski nahivciler buradaki "he'nın gizlenmiş olduğunu söylerler. Yani; "Gerçek şu ki bu ikisi sihirbazdır" demektir. İbnu'l-Enbârî dedi ki: "İnne"nin nasbettiği "ne" harfi gizlendikten sonra artık "bu ikisi" anlamındaki kelime "inne"nin haberidir. "İki sihirbazdır" anlamındaki kelimenin de gizli olan "ikisi" anlamındaki zamir merfu olmasını sağlamaktadır. İfadenin takdiri de; şeklinde olup: "Gerçek şu ki; bu ikisi şüphesiz iki sihirbazdırlar" demektir.

Bu şekilde cevap verenlerin görüşüne göre daha uygunu "he"nin, "inne"nin ismi oluşu "bu ikisi" anlamındaki zamirin mübteda olarak merfu gelişi, ondan sonrasının da mübtedânın haberi olduğudur.

Altıncı görüş: Ebû Ca'fer en-Nehhâs dedi ki; Ben Ebû'l-Hasen b. Keysân'a bu âyete dair soru sordum, dedi ki: Dilersen sana nahivcilerin cevabı gibi cevap veririm, dilersen kendi görüşümü belirterek cevap veririm. Ben ona: Kendi görüşünle cevap ver, dedim. Bana dedi ki: Bana İsmail b. İshak bu âyet hakkında soru sordu, ona şöyle dedim: Benim kabul ettiğim görüşe göre "haza; bu" şekli hem ref, hem nasb, hem cer hallerinde aynı kaldığına; tesniyenin de müfredi değiştirmemesi gerektiğine göre; ben de tesniyeyi tekil gibi kabul ettim. Bana dedi ki: Bu ne kadar güzel bir görüştür; ama keşke bir de senin bu görüşüne ışık tutması açısından senden önce birisi bu görüşü söylemiş olsaydı. İbn Keysan dedi ki: Ben de ona dedim ki: Kadı da (ki İbn Keysan'a soru soran İsmail b. İshak'ın kendisidir) bu görüştedir. Ve onun görüşü benim görüşüme ışık tutar dedim, o da gülümsedi.

"Sizi sihirleriyle yurdunuzdan çıkarmak ve sizin en güzel olan bu yolunuzu yok etmek istiyorlar" sözleri, Fir'avun'un büyücülere söylediği sözlerindendir. Yani bunların maksatları sizin izlemekte olduğunuz dininizi bozmaktır. Nitekim Fir'avun'un söylediği bize nakledilmiş bulunan şu sözleri de bu kabildendir:

"Çünkü ben onun dininizi değiştirmesinden yahut yerde bozgunculuk çıkarmasından korkuyorum.” jitdj (Mü’min, 40/26)

"Filanın yolu (tarikatı) güzeldir" denilir, bu (taponun gidişi güzeldir demektir. Yine "bir kavmin izlediği yol, söyledikleri sözlerin en değerlisidir" denilmiştir. "İşte yolunu (tarikatını) izlemeleri gereken ve kendisine uymaları gereken kişi budur" sözü de bu kabildendir.

Âyetin anlamı şudur: Bunlar sizin ileri gelenlerinizi, sizin başınızda bulunanları kendilerine doğru çekerek, kendi yollarından götürmek istiyorlar yahut da en ideal insanlar olan İsrailoğullarını alıp götürmek istiyorlar. Çünkü her ne kadar onlar sizin hizmetiniz altında bulunuyor iseler de, nesebleri peygamberlere kadar ulaşmaktadır. Ya da: Bunlar sizin yolunuzu izleyen insanları alıp götürmek istiyorlar, anlamında olup muzaf hazfedilmiş olabilir.

"el-Müslâ: En güzel" kelimesi "el-emset"in müennesidir. Nitekim el-efdalın müennesi olarak el-fudlâ denilmesi de böyledir, "Tarikat" kelimesinin müennes getirilmesi de lâfza binaendir. Bununla erkekler kastedilse bile. Müennesliğin çoğul olması dolayısıyla bu şekilde gelmiş olması mümkündür.

el-Kisaî dedi ki: "Sizin yolunuz" yani sizin sünnetiniz, gitmekte olduğunuz yol demektir. "el-Müslâ: En güzel" ise bir sıfattır. "Yaşlı kadın" demek kabildendir. Araplar da hidayeti ve dosdoğru yolu kastederek; Filan kişi en güzel olan yol (et-tarîkatu'l muslâ) üzeredir, derler.

64

"O bakımdan bütün becerilerinizi bir araya getirip saf saf gelin. Çünkü bugün kim üstün gelirse umduğunu elde eder."

"O bakımdan bütün becerilerinizi bir araya getirin" âyetindeki ("Bir araya getirmek" anlamı verilen:) "el-icmâ" işi sağlam tutmak ve bir şeye kesin karar vermek demektir. Mesela; "Çıkmaya azmettim, karar verdim" demektir.

Bütün bölgelerde kıraat âlimleri, bu kelime "Bir araya getirin" şeklinde okumuşlardır. Ancak Ebû Amr bu kelimeyi; şeklinde "elifin vaslı ile ve "mim" harfini de üstün olarak okumuştur. Buna delil olarak yüce Allah'ın:

"Fir'avun dönüp hilesini topladı, sonra geldi." (60. âyet) âyetini göstermektedir.

en-Nehhâs dedi ki: Bana Muhammed b. Yezid'den nakledildiğine göre o şöyle demiş: Ebû Amr'ın, bu şekildeki kıraatinden başka türlü okuması gerekirdi. Okuması gereken bu kıraat insanların çoğunun benimsediği okuma şeklidir,

Çünkü o yüce Allah'ın:

"Fir'avun dönüp hilesini topladı" âyetini delil göstermiştir. Evet, bu böyle sabit olmuştur, fakat bunun kendisinden sonra gelen "bir araya getirin (toplayın)" kelimesinin de bu şekilde okunmasına delil olması uzak bir ihtimaldir. Bunun yerine bundan sonra gelen bu kelimenin; "karar verin, bu işe ciddiyetle sarılın" anlamında; şeklinde olma ihtimalini yükselti») Onun belirttiği şekildeki kıraate delil olan husus önceden geçtiğine göre, sonradan gelen (kökü bir) bu kelimenin farklı bir manada olması icab eder, Mesela; "Karar verilmiş bir iş" denilir.

en-Nehhâs dedi ki: Bununla birlikte Ebû Amr'ın kıraatinin sahih olduğunu ortaya koyan husus şu anlama gelmesidir: Siz ne kadar çare, tedbir ve beceriye sahip iseniz onları arka arkaya, hep birlikte, bir araya getiriniz. Bu açıklamayı Ebû İshak da yapmıştır.

es-Sa'lebî dedi ki: "Elifin kat' ile "mim'in de esreli (ki büyük çoğunluğun kıraati böyledir) okunuşunun iki türlü açıklanması mümkündür. Birincisi bir araya getirip toplamak manasıdır. Meselâ; şeklindeki kullanımların ikisi de (o şeyi toplayıp, bir araya getirdim) aynı anlamdadır, "es-Sihâh"da şöyle denilmektedir; " Onu bir araya getirdim, topladım" demektir. Ebû Züeyb de (yaban) eşekleri(ni) nitelendirirken şunları söylemektedir;

"Sanki onlar Nübâyı' vadisindeki el-Ciz denilen yer ile

Zü’l-Arcâ'lıların arasında bir araya gelip toplanmış, hedef (ya da talan edilecek şeyler)dırlar."

Burada da görüldüğü gibi bu kelime "bir araya gelip toplanmak" anlamını ihtiva etmektedir,

İkinci açıklamaya göre bu kelime, işi sağlam tutmak, azimli olmak, karar vermek demektir. Şair şöyle demiştir;

"Ah keşke -ki temennilerin faydası yok-,

Bir gün olsun işimi sağlama almış olarak sabahı edebilseydim?"

"Saf saf gelin." Mukâtil ve el-Kelbî hep birlikte bir arada gelin, diye açıklamışlardır. Bunun, daha heybetli olmanız için saflar halinde dizilmiş olarak gelin, anlamında olduğu da söylenmiştir.

Buradaki "saf' kelimesinin nasb ile gelmesi Ebû Ubeyde'nin görüşüne göre mef'ûl oluşundan dolayıdır. O dedi ki: Mesela; "Ben namazgaha gittim" denilir. Ebû Ubeyde'nin bu açıklamasına göre anlamı: Tören günü toplanacağınız yere gidiniz, demektir.

Arapların fasihlerinden birisinin "Ben (namazgahı kastederek) saffa gelemedim" dediği nakledilmiştir.

ez-Zeccâc da şöyle demiştir: Burada anlamın: Sonra insanlar dizilmiş oldukları halde, siz geliniz şeklinde olması da mümkündür. Buna göre bu âyette "saf" kelimesi hal konumunda mastar demektir. Bundan dolayı çoğul gelmemiştir.

"...ib... gelin" âyeti "mim" harfi ve "ya" harfi esreli olarak da okunmuştur. Çünkü hemzeli okumayanlar hemzenin yerine bedel olarak "elif getirirler.

"Çünkü bugün kim üstün" yani galip

"gelirse umduğunu elde eder."

Bütün bunlar, sihirbazların birbirlerine söyledikleri sözlerdir. Fir'avun'un onlara söyledikleri sözler olduğu da söylenmiştir.

65

Dediler ki: "Ey Mûsa, sen mi bırakırsın, yoksa ilk bırakan biz mi olalım?"

Sihirbazlar

"dediler ki: Ey Mûsa, sen mi" elinden asanı

"bırakırsın yoksa îlk bırakan biz mi olalım?" Böylelikle Mûsa'ya karşı edebli davranmış ve bu onların îman etmelerine sebeb teşkil etmiştir.

66

O "Hayır, siz bırakın" dedi. Bir de baktı ki: Onların ipleri ve değnekleri büyülerinden ötürü kendisine yürüyorlarmış gibi geldi.

"O, Hayır, siz bırakın dedi. Bir de baktı ki onların ipleri..." ifadesinde hazfedilmiş kelimeler vardır. Yani "onlara; Siz bırakın" dedikten sonra, onlar da bıraktılar. Buna da ifadelerin anlamı delil teşkil etmektedir.

el-Hasen: "Ve değnekleri" âyetini ("ayn" harfini esreli okumak yerine): şeklinde "ayn" harfini ötreli olarak okumuştur. Harun el-Karî dedi ki: Temimoğullarının söyleyişi bu şekildedir. el-Hasen de onların söyleyişlerini esas alır. Diğerleri ise "sad"ın esresine tabi kılmak suretiyle "ayn" harfini esre ile okurlar. "Kovalar, yaylar" kelimelerinin iki türlü söylenişi de bu şekildedir.

"Büyülerinden ötürü kendisine yürüyorlarmış gibi geldi." İbn Abbâs, Ebû Hayve, İbn Zekvân ve Ya'kub'tan Ravh; "Gibi geldi" kelimesini -"ya" yerine- "te" ile okumuşlardır. Bu okuyuşlarıyla onlar müennes olduklarından ötürü "asalar" ve "ipleri" lâfızlarını göz önünde bulundurmuş olmaktadırlar.

Büyücüler iplerini cıvaya batırmışlardı. Güneşin ısısı bunlara isabet edince kımıldamaya ve hareket etmeye başladılar. el-Kelbî dedi ki: Mûsa'ya yerde yılanların dolup taştığı ve bu yılanların karınları üzere yürümekte oldukları intibaını verdiler.

"Gibi geldi" anlamındaki kelime; şeklinde "gibi güründüler" anlamında okunmuştur. Bunun anlamı ile; ın anlamı aynıdır. Böyle okunuşu, (İbn Abbâs ve diğerlerinin okuyuşu olan gibi açıklanır). Bu kelimeyi; şeklinde "ya" ile okuyanlar fiilin failini onların hileleri kabul etmektedir. Bu kelime; şeklinde "nun" harfi ile de okunmuştur ki, sınamak ve denemek maksadıyla bu şekilde gösterenin yüce Allah olduğu manasına gelir.

Failin "yürüyorlarmış gibi" anlamındaki kelime olduğu da söylenmiştir. Buna göre baştaki; "Yürüyorlarnuş gibi" lâfzı ref mahallindedir. Onun gözlerine, onların yürüdükleri görünüyordu, demek olur. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır. el-Ferrâ' ise bunun nasb mahallinde olduğunu iddia etmiştir. Yani bu; demek olup sonradan "be" harfi hazfedilmiştir.

Birinci şekle göre anlam şöyledir: Onların büyüleri ve hilelerinden ötürü onların yürümekte olduklarını zannedecek hale geldi. ez-Zeccâc dedi ki: Bu kelimeyi harfi ile okuyanlar; ı nasb mahallinde kabul ederler. Yani bunların yürümek özelliğine sahib oldukları intibaı uyanmıştı. Bununla birlikte bunun "...gibi geldi'deki zamirden bedel, ref mahallinde olması da mümkündür. Bu zamir de iplere ve sopalara râci'dir. Buradaki bedel de bedel-i istimaldir.

67

Mûsa içten İçe bir korkuya kapıldı.

"Mûsa içten İçe bir korkuya kapıldı." Yani içinde böyle bir korku gizledi. Bu korkunun farkına vardı, yahut hissetti, diye de açıklanmıştır. Bu korkunun sebebi yılanlardı. Çünkü önceden de geçtiği üzere insan tabiatına arız olan sebebler bunu gerektirir.

Şöyle de açıklanmıştır: O asasını yere bırakmadan önce insanların bu işe kanarak sapmalarından korkmuştu. Bir diğer açıklama da şöyledir: Asayı yere bırakmasını emreden vahyin kendisine gelişi gecikince, insanların asasını yere bırakmadan önce dağılacaklarından ve böylelikle sapıtacaklarından korkmuştu.

Kimi hakikat ehli kimseler de şöyle demiştir: Sebeb Mûsa (aleyhisselâm)ın sihirbazlarla karşılaşıp:

"Vay size! Allah'a yalan uydurmayın, yoksa sizi azâb ile helâk eder" (61. âyet) dediğinde, yan tarafına baktığında Cebrâîl'in sağında olduğunu görüverdi. Ona; Ey Mûsa! Allah'ın dostlarına karşı yumuşak davran, dedi. Mûsa ona; Ey Cebrâîl! Bunlar büyücüdür. Mucizeyi iptal etmek, Fir'avun'un dinîni desteklemek, Allah'ın dinini reddetmek maksadıyla pek büyük bir sihir ortaya attılar. Sen kalkmış bana: Allah'ın dostlarına yumuşak davran, diyorsun. Bunun üzerine Cebrâîl ona şöyle dedi: Onlar şu andan ikindi namazına kadar yanında kalacaklar, ikindi namazından sonra ise cennette olacaklar. Cebrâîl kendisine bu sözleri söyleyince Mûsa'nın içinde bir korku belirdi ve Allah'ın benim hakkımdaki bilginin ne olduğunu ben nasıl bilebilirim? Belki ben şimdi bu durumdayım, Allah'ın benim hakkımdaki bilgisi ise bunların önceki hali gibi, şu andaki halimin hilâfına da olabilir, diye bir düşünce geçti. Yüce Allah onun kalbindekileri bildiğinden ona şunları vahyetti;

68

Biz ona: "Korkma!" dedik. "Çünkü üstün gelecek olan sensin.

"Biz ona: Korkma, dedik. Çünkü üstün gelecek olan sensin." Dünyada onları yenik düşüreceksin, cennette de üstün derecelerde bulunacaksın. Buna sebeb de peygamberlik ve yüce Allah'ın seni seçmiş olması dolayısıyla sana vermiş olduğu nübüvvettir.

"Korku" kelimesinin asli; olup, "hı" harfi esreli olduğundan dolayı "vav" harfi de "ya"ye kalb olmuştur.

69

"Sağ elindekini bırak, onların yaptıklarını yutacak. Onların yaptıkları ancak bir büyücü hilesidir. Büyücü ise nereye giderse iflah olmaz."

"Sağ elindekini bırak. Onların yaptıklarını yutacak." Asanı bırak diye buyurulmadı. Bunun, asanın küçüklüğünü anlatmak kastı ile söylenmiş olması da mümkündür. Yani onların ip ve sopalarının çokluğunu aldırmaleyhisselâmen sağ elinde bulunan, hacim itibariyle oldukça küçük o biricik sopacığıns bırakıver. Yüce Allah'ın kudreti ile o bir tane olmasına, onların yaptıklarının da pek çok olmasına, senin sopanın küçüklüğüne, onların büyülerinin de büyüklüğüne rağmen onları yutuverecektir.

Bu ifadenin asayı ta'zim için kullanılmış olma ihtimali de vardır. Yani sen pek çok ve pek büyük olan cisimlere önem verme, senin sağ elinde bütün dünyadan daha büyük bir şey vardır. Bunlar pek çok olmasına rağmen senin asan karşısında pek az ve küçük kalırlar. Allah'ın izniyle asan onları yutacak ve mahvedecektir.

"(.............) Yutacak" kelimesi emrin cevabı olmak üzere cezrn ile gelmiştir. Yani eğer sen asanı bırakırsan onların yaptıklarını alıp yutacaktır, denilmiş gibidir. es-Sülemî ve Hafs bu kelimenin "lâm" harfini sakin olarak; den gelen bir fiil olmak üzere okumuşlardır. İbn Zekvân, Ebû Hayve es-Şamî ve Yahya b. el-Hâris ise; şeklinde "te" harfinin hazf; ve "fc" harfini ref ile o "yutacaktır" anlamında okumuşlardır. Burada hitab Mûsa (aleyhisselâm)adır. Asaya olduğu da söylenmiştir.

"Süratle alıp, yakalamak" anlamındadır. Bu fiil "kaf harfi esreli olarak; şeklinde kullanılır ki; ben onu hızlıca, süratle, aldım, yakaladım demektir.

Ya'kub'tan nakledildiğine göre; "Süratli, hafif hareket eden ve maharetli" anlamında olmak üzere kullanılır. "Câ Duvarın düşmesi, yıkılması" demektir. "Havuz dibinden çöktü ve genişledi" demektir. ile yutar fiilleri aynı anlamda olup

"yutar" demektir. Daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/115-117. âyetlerin tefsirinde) yavaş yavaş bir şeyi yutmayı anlatmak üzere; in kullanıldığına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Aynı şekilde; "Onu yuttu" anlamındadır,

"Onların yaptıklarını" yani onların ortaya koyduklarını

"yutacak." Aynı şekilde

"onların yaptıkları" yani onların ortaya koydukları o şey

"ancak bir büyücü hilesîdir."

Bu âyetteki "büyücü" kelimesi -Âsım dışında- Kûfeliler tarafından; "Büyü" anlamında olmak üzere "sin" harfi esreli "ha" harfi de sakin olarak okunmuştur. Bu kıraat iki şekilde açıklanır: Birincisi "hile" anlamındaki "keyd" kelimesinin hazf takdiri söz konusu olmaksızın doğrudan "sihre" muzaf olmasıdır. (Bir büyü hilesidir, demek olur). İkincisi ise, ifadede hazf takdiri olmak üzere "büyü sahibinin sihri" anlamında olur. Diğerleri ise, "yapmak" kökünden gelen fiilin unda cereyan etmesi suretiyle; "Hilesi" diye okumuşlardır. ise ameli Önleyen "kâffe"dır ve dolayısıyla burada (ism-i mevsul gibi ona ait olacak şekilde) "he" zamiri takdir edilmez. " Büyücü" kelimesi ise (hile kelimesine) izafe ile okunmuştur.

Burada "el-Keyd (hile)" bu kıraate göre gerçekte

"büyücü "ye muzaftır. Büyüye değildir. Bununla birlikle "ma"dan önce gelen; …..edatının hemzesinin: "Çünkü onların yaptıkları ancak bir büyücünün hilesidir" anlamında olmak üzere üstün gelmesi de mümkündür.

"Büyücü ise nereye giderse iflah olmaz." Yeryüzünün neresine giderse gitsin, kurtulamaz, muradına eremez. Hile yaptığı zaman kurtulamaz diye de açıklanmıştır. el-Bakara Sûresi'nde (2/102. âyet, 3. başlık ve devamında) büyücünün hükmü ve büyünün anlamına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Bu konuyu oradan takip edebilirsiniz.

70

Derken büyücüler secdeye kapandılar. "Harun ve Mûsa'nın Rabbine îman ettik" dediler.

"Derken büyücüler" bu büyük İşi ve asadaki bu olağanüstü özelliği gördüklerinde

"secdeye kapandılar." Çünkü bu asa onların hile yoluyla ortaya koymuş oldukları bütün ip ve sopalarını yutuvermişti. Bunlar üçyüz deve yükü kadardı. Daha sonra tekrar eski haline döndü ve yüce Allah'tan başka bunca sopa ve ipin nereye gittiğini hiç kimse bilemedi. Bu hususa dair açıklamalar ve asa ile ilgili yeterli bilgiler, bundan önce el-A'raf Sûresi'nde (7/115-117. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır,

"Harun ve Mûsa'nın Rabbine îman ettik dediler."

71

Dedi ki; "Ben size izin vermeden ona îman mı ettiniz? Muhakkak ki o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür. Yemin olsun ki sizin el ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hurma dallarına asacağım. Hangimizin azabının daha şiddetli ve kalıcı olduğunu da mutlaka bileceksiniz."

"Dedi ki: Ben size izin vermeden O'na Îman mı ettiniz?"

"Ona Îman etti" anlamında olmak üzere; denildiği gibi; da denilebilir. Yüce Allah'ın:

"Bunun üzerine kendisine Lût îman etti." (el-Ankebut, 29/26) âyetinde birinci şekil; buna karşılık el-A'raf Sûresi'nde Fir'avun:

"Ben size izin vermeden Önce mi ona îman ettiniz... dedi." (el-A'raf, 7/123) âyetinde de ikinci şekil kullanılmıştır. Onun söylediği bu sözler, onların yaptıklarını reddetmek manasına bir tepki idi. Yani siz haddinizi aştınız ve benim size emretmediğim işi yaptınız.

"Muhakkak ki o size büyüyü öğreten buyüğünuzdür." O, bunu öğretmekte size başkanlık edendir. Onun size galip gelmesinin biricik sebebi, bu konuda sizden daha becerikli olmasındandır.

Fir'avun bu sözleriyle insanları şüpheye düşürmek İstemişti. Tâ ki insanlar büyücülere uyarak, onların îman ettikleri gibi inanmasınlar. Gerçekte Fir'avun onların Mûsa'dan hiçbir şey öğrenmediklerini biliyordu. Onlar Mûsa, Mısır'a geri dönmeden hatta doğmadan önce bile büyüyü öğrenmişlerdi. "Yemin olsun ki sizin el ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hurma dallarına asacağım." Buradaki; "...de, da"; "...e, a" anlamındadır. Nitekim Suveyd b. Ebi Kâhil de böyle kullanmıştır:

"Onlar Abdî (Abdül-Kays'ten) olan o kimseyi hurma ağacına astılar,

Şeybanlılar ancak burnu kesik birisi eliyle helâk olsunlar."

Fir'avun o büyücüler vefat edinceye kadar -yüce Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- el ve ayaklarını kesti ve idam etti.

İbn Muhaysın burada ve el-A'raf Sûresi'nde: "Elbette keseceğim" ile "Elbette sizi asacağım" anlamındaki fiilleri; ile diye "elifi üstün ve birinci fiilde "ti" harfini, ikinci fiilde de "lâm" harfini şeddesiz olarak; Kesti ve: Astı kökünden gelmiş olarak okudu.

"Hangimizin" ben mi yoksa Mûsa'nın Rabbi mi

"azabının daha şiddetli ve kalıcı olduğunu da mutlaka bileceksiniz."

72

Dediler ki: Bize gelen apaçık delillerle ve bizi yaratana seni üstün tutmayız. Ne hüküm vereceksen ver sen ancak bu dünya hayatında hükmedersin.

Büyücüler

"dediler ki: Bize gelen apaçık delillerle ve bizi yaratana seni üstün tutmayız" tercih etmeyiz.

İbn Abbâs dedi ki: Bununla kendilerine gelen kesin bilgi ve yakîni kastetmişlerdir. İkrime ve başkaları da şöyle dediler: Onlar secdeye kapandıklarında yüce Allah cennetteki yerlerini kendilerine gösterdi. İşte bundan dolayı Fir'avun'a "seni üstün tutmayız" dediler. Fir'avun'un hanımı: Kim galip geldi? diye soruyordu. Ona: Mûsa ve Harun galip geldi, denilince o da: Ben de Mûsa ve Harun'un Rabbine Îman ettim, demişti. Fir'avun una adamlarını gönderdi ve şu talimatı verdi; En büyük ve yüksek kayayı bulunuz, eğer inancını sürdürecek olursa o kayayı onun üzerine bırakınız. Yanına vardıklarında başını kaldırıp semaya baktı, cennetteki yerini gördü ve inancını dile getiren ifadelerini sürdürdü, ısrar etti. Bu esnada da ruhu kabz edildi, cesedinde ruh olmadığı halde kayayı üzerine bıraktılar,

Şöyle de denilmiştir: Büyücülerin önde gelen kimseleri Mûsa'nın asasını, neler yaptıklarını görünce güvendiği bir kimseye şunları söyledi: Şu yılana bak, korktu mu korkmadı mı, eğer korkarsa cinlerdendir, şayet korkuya kapılmayacak olursa kendisinin bilgisinden hiçbir beşeri eserin kaybolmadığı mutlak yaratıcının bir takdiridir. O güvendiği şahıs: Hayır hiç korkmadı deyince, sihirbazların ileri gelenleri: Ben Harun'un ve Mûsa'nın Rabbine îman ettim, dedi.

"Ve bizi yaratana" anlamındaki âyet, yüce Allah'ın:

"Bize gelen apaçık delillere" âyetine atfedilmiştir. Yani biz seni ne bize gelen apaçık delillere tercih ederiz, ne de bizleri yaratana üstün tutarız.

Bu âyetin bir yemin olduğu da söylenmiştir; yani Allah'a yemin olsun ki seni.,. üstün tutmayız.

"Ne hüküm vereceksen ver" yani vereceğin hüküm ne ise onu ver.

"Vereceğin hüküm ne ise" âyetindeki; "Ne" fiil ile beraber geldiği vakit, mastar durumunda olan değildir. Çünkü o fiillere muttasıl gelir, bu ise mübtedâ ve haberin başına gelmiştir.

İbn Abbâs dedi ki: Sen ne yapacaksan onu yap demektir. Vereceğin hüküm her ne ise -yanı ellerin ayakların kesilmesi ve hurma dallarına asılması hükmünü- ver, diye de açıklanmıştır. "Hüküm vereceksen" kelimesinin sonunda "ya" harfinin vasl halinde hazfedilmesinin sebebi (bu harfin) sakin oluşu ve tenvinin de sakin oluşudur. Sîbeveyh ise vakf halinde bu kelimede "ya" harfinin okunmasını tercih etmiştir. Çünkü artık iki sakin illeti ortadan kalkmış olur.

"Sen ancak bu dünya hayatında hükmedersin." Yani senin vereceğin emirler ancak dünya hayatında geçer. "Dünya hayatı" anlamındaki terkip zarf olarak mansub gelmiştir. Yani sen ancak bu dünya hayatındaki meta ile ilgili olarak hüküm verebilirsin, yahut sen bu dünya hayalı süresince hüküm verebilirsin, anlamında olup mef'ûlün hazfedildiği kabul edilebilir.

İfadenin takdiri şöyle de olabilir: Sen ancak bu dünya hayatının işleri hakkında hüküm verirsin. Bu durumda "hayat': kelimesi mef'ûl olarak nasb edilmiş olur, "mâ" da kendisinden önce gelen: "İnne"nin amelini önleyen (kâffe) olur.

el-Ferrâ' ise merfu okumayı câiz kabul etmiştir. Ancak buradaki "mâ"nın ism-i ınevsul kabul edilmesi ve "hükmedersin" anlamındaki fiilin sonundaki "he" zamirini hazfedip daha sonra: "Bu dünya hayatı" terkibini de merfu kabul etmek mümkündür.

73

"Gerçekten biz Rabbimize Îman ettik ki günahlarımızı ve bizi işlemeye zorladığın büyüyü bağışlayarak bizi affetsin. Allah hem daha hayırlıdır, hem daha kalıcıdır."

"Gerçekten biz Rabbimize îman ettik." Allah'ın, hiçbir ortağı söz konusu olmaksızın bir ve tek olduğuna ve Mûsa'nın getirdiklerine inandık.

"Ki günahlarımızı" -üzerinde bulundukları şirki kastediyorlar.-

"ve bizi işlemeye zorladığın büyüyü bağışlayarak bizi affetsin."

"Bizi işlemeye zorladığın" anlamındaki âyette bulunan; edatı "günahlarımız" kelimesine atf ile nasb mahallindedir. Bunun i'rabtan mahalli olmayıp nefy edatı olduğu da söylenmiştir. Bu takdirde anlam şöyle olur: Bizim büyücülükten ötürü kazandığımız günahları bağışlayacağını ümit ederiz ve sen bizi bu büyücülüğe zorlamadığın halde "biz bunu yapmıştık."

en-Nehhâs dedi ki: Birincisi daha uygundur. el-Mehdevî de: Birincisinin uygun olduğu uzak bir ihtimaldir, çünkü onlar:

"Eğer galip gelen biz olursak herhalde bize bir mükâfat var değil mi?" (el-A'raf, 7/113) demişlerdi. Bu sözler zorlanan kimselerin söyleyecekleri sözler değildir. Ayrıca ikrah da zaten bir günah değildir. Her ne kadar küçükken büyüyü öğrenmek üzere zorlanmış olmaları düşünülebilirse dahi bu böyledir.

el-Hasen dedi ki: Bunlara çocukken büyü öğretiliyordu. Sonra da büyüyü kendi iradeleriyle yaptılar.

Buradaki "mâ" edatının mübtedâ olarak ref mahallinde olması, haberin mukadder olması da mümkündür. İfadenin takdiri şöyle olur: Ve senin bizi işlemeye zorladığın büyünün günahı bizden kaldırılmıştır.

"Büyüyü" kelimesi bu görüşe ve birinci açıklama şekline göre "işlemeye zorladığın" anlamındaki fiile taalluk eder. "Mâ"nın nefy edatı olduğunu söyleyen görüşe göre ise "günahlarımızı" anlamındaki kelimeye taalluk etmektedir.

"Allah hem daha hayırlıdır, hem daha kalıcıdır." O'nun mükâfatı daha hayırlı ve daha kalıcıdır, demektir. Burada muzaf hazfedilmiştir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Şöyle de açıklanmıştır: Bizim için Allah senden daha hayırlıdır. O'nun bize vereceği azap da senin azabından daha kalıcıdır. Bu da Fir'avun'un: "Hangimizin azabının daha şiddetli ve kalıcı olduğunu da mutlaka bileceksiniz" sözlerinin cevabını teşkil etmektedir.

Şöyle de açıklanmıştır: Eğer biz Allah'a itaat edersek, O bizim için daha hayırlıdır. İsyan edecek olursak O'nun azâbı da seninkinden daha kalıcıdır.

74

Gerçek şu ki: Kim Rabbine günahkâr olarak gelirse onun için cehennem vardır, orada ölmez de dirilmez de.

"Gerçek şu ki, kim Rabbine günahkâr olarak gelirse..." Bunun îman ettikten sonra sihirbazların söylediği sözlerden olduğu söylendiği gibi, yüce Allah'ın söylediği sözlerin başı olduğu da söylenmiştir.

"Gerçek şu ki" ifadesindeki zamir, işe ve şe'ne râci'dir. (Zamir-i şa'ndır). Bununla birlikte: "Gerçekten kim... gelirse" anlamında olması da mümkündür. Şairin şu beyitinde de böyledir:

"Şüphesiz kim bir gün kiliseye girecek olursa,

Orada yabani öküz yavruları ve ceylanlarla karşılaşır."

Burada şair: "Gerçek şu ki..." demek istemiştir. Yani durum şudur: Günahkâr olan kimse ateşe girecektir, mü’min olan kimse de cennete girecektir. Buradaki günahkâr (mücrim), kâfir demektir.

Masiyetler işleyen ve günah kazanan kimse olduğu söylenmiş ise de, birinci anlam daha uygun görünmektedir. Çünkü bundan sonra:

"Onun için cehennem vardır, orada ölmez de dirilmez de" diye buyurmaktadır. Bu ise daha önceden en-Nisâ Sûresi'nde (4/116. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde açıklandığı üzere inkarcı ve yalanlayıcı kâfirin niteliğidir. Böyle bir kimse ne hayatından istifade eder, ne de ölüm dolayısıyla rahat yüzü görür. Şair der ki:

"Söyleyin bana ölüp de bedbahtlığı sona ermeyen,

Tadı bulunan bir hayat da sürmeyen bir kimseye kim ne yapabilir?"

Şöyle de açıklanmıştır: Kâfirin canı hançeresinde askıda kalır. Yüce Allah'ın onun hakkında haber verdiği şekilde; ne bu canı hançeresinden ayrılarak ölür, ne de bedeninde karar bularak hayat bulur.

"Kim Rabbine günahkâr olarak gelirse" âyetinin anlamı; kim Rabbinin huzuruna gelmek için tesbit edilen vakitte bu halde gelecek olursa, demektir.

75

Kim de O'na mü’min olarak salih amelde bulunmuş halde gelirse onlar İçin en yüksek dereceler vardır.

"Kim de ona mü’min olarak" yani îman üzere ölüp, O'nu tasdik ederek vefat edip

"salih amelde bulunmuş halde gelirse" itaat etmiş, kendisine verilmiş emirleri yerine getirmiş ve yasak kılınmış şeylerden de uzak kalmış ise

"onlar için en yüksek" nitelendirilemeyecek kadar üstün

"dereceler vardır."

Ayrıca yüce Allah'ın:

"Kimde O'na mü’min olarak... gelirse" âyeti burada sözü geçen "mücrim; günahkâr" ile müşrikin kastedildiğine delil teşkil etmektedir.

76

Altından ırmaklar akan Adn cennetleri. Onlar orada ebedidirler. İşte arınan kimselerin mükâfatı budur.

"Altından" yani (onlar için) o cennetlerin köşklerinin ve tahtlarının altından -önceden de geçtiği gibi- şaraptan, baldan, sütten ve sudan "ırmaklar akan Adn cennetleri" (vardır). Bu âyet hem dereceleri açıklamaktadır, hem de

"dereceler"den bedeldir. Adn ise ikamet, temelli kalmak demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Kehf, 18/30-31) âyetlerin tefsirinde geçmiş bulunmaktadır,

"Onlar orada ebedidirler" devamlı kalıcıdırlar.

"İşte arınan" küfür ve isyandan kendisini temizleyen

"kimselerin mükâfatı budur."

Bunların büyücülere ait sözler olduğunu söyleyenler de şöyle demektedir: Büyücülerin bu gerçekleri Mûsa'dan yahut da İsrailoğullarından dinlemiş olmaları ihtimali vardır. Çünkü Mısır'da bulunan İsrailoğulları arasında, büyücülerden bazı kimseler de vardı. Yine Fir'avun hanedanından îman eden kişi de onlar arasında bulunuyordu.

Derim ki: Bunun îman etmeleri üzerine yüce Allah'ın kendilerine ilham vererek bu ilham ile söylettiği sözler olma ihtimali de vardır. Doğrusunu eniyi bilen Allah'tır.

77

Yemin olsun ki Biz Mûsa'ya şunu vahyettik: "Kullarımla geceleyin yola çık! Yetişmeden yana korkun ve endişen olmaksızın onlar için denizde kupkuru bir yol aç."

" Yemin olsun ki Biz Mûsa'ya şunu vahyettik; Kullarımla geceleyin yola çık." Bu hususa dair yeterli açıklamalar önceden geçmişti.

"Yetişmeden" Fir'avun ve askerlerinin size kavuşmasından

"yana korkun ve endişen olmaksızın onlar için denizde kupkuru" yani camursuz ve susuz

"bir yol aç." Daha önceden el-bakara Sûresi'nde (2/50. âyetin tefsirinde) Mûsa'nın denize (asasını) vuruşu, denize künyesiyle hitap etmesi ve Fir'avun'un suda boğulması ile ilgili açıklamalar geçmiş bulunduğundan bunları tekrarlamanın antamı yoktur.

İbn Cüreyc dedi ki: Mûsa (aleyhisselâm) ile birlikte bulunanlar! İşte Fir'avun, arkamızdan yetişti, işte önümüzde de deniz, bizi örtecek, dediler. Bunun üzerine yüce Allah:

"Yetişmeden yana korkun ve endişen olmaksızın" âyetini indirdi. Yani Fir'avun'un sana yetişmesinden yana korkma, eğer denizin içine dalacak olursan sana değeceğinden ve içinde boğulmaktan yana da endişelenme!

"Korkun... olmaksızın" âyetini Hamza, emrin cevabı olmak üzere "Korkma" diye okumuştur, İfade: Sen denizde onlara yol açacak olursan, bundan dolayı korkma! takdirindedir. Diğer taraftan Endişen olmaksızın" âyeti da: Sen endişeye düşmeyerek... takdirinde yeni bir cümledir. Yahut da aslında bu (da emrin cevabı olarak) cezmedilmiş. fakat (sın harfinin) fethasının doyurulmuş şekli (işbâı) ile elif (-i maksûra) gelmistir. (O takdirde anlam burada da: Endişelenme şeklindedir.) Bu da yüce Allah'ın:

"Onlar da bizi yoldan saptırdılar" (el-Ahzab, 33/67) âyetindeki (işba' için getirilmiş) elif gibidir. Yahut bu, şairin şu sözüne (bu yönüyle) benzemektedir.

"Sanki sen benden önce Yemenli bir esir görmemiş gibisin."

Bu da sahih olan fiilde harekenin hazfedilin esi gibi hazfın yapıldığı varsayımına göredir. "Görmemiş" anlamındaki fiilin bacına cezm edatı geldiğinden, sondaki illet harfi olan "ya'nın hazfedilmesi gerekirdi. Ancak bu harf hazfedilmeyince, sahih fiilde olduğu gibi sadece harekenin harfi ile yetinildiği kabul edilmektedir. el-Ferrâ''nın görüşü budur. Bir başka şair de şöyle demiştir

"Sen önce Zebbân'ı hicvettin sonra Zebbân'ı hicvettiğin için,

Özür dileyerek geldin; (böylelikle) sen ne hicvetmiş oldun, ne de (esenlikte bırakarak) terketmiş oldun."

Burada "hicvettin" anlamındaki fiilde de aynı durum sözkonusudur.

Bir diğer şair de şöyle demiştir;

"Haberler Ziyadoğullarının süt veren develerinin neyle karşılaştıklarını

anlatıp dururken, (Buna dair) haberler sana gelmedi mi?"

Burada "sana gelmedi mi" anlamındaki fiilde aynı durum sözkonusudur.

en-Nehhâs dedi ki: Yüce Allah'ın Kitabının şiirdeki bu gibi şâz söyleyişlere göre yorumlanması hataların en çirkin şekillerindendir. Aynı şekilde onun örnek göstermiş olduğu bu şiirler hiçbir yönüyle âyet-i kerîmeye benzememektedir. Çünkü "ya" ile "vav" harfleri "eliften farklıdırlar. Zira bu iki harf hareke aldıkları halde, "elif hareke almaz. Ayrıca şair çaresiz kaldığı takdirde bu iki harfi harekeli kabul edebilir, sonra da cezm dolayısıyla bu hareke hazfedilir, "elifte böyle bir şey yapmaya imkan yoktur. Birinci kıraat ise daha açık ve anlaşılırdır. Çünkü ondan sonra gelen "Endişen olmaksızın" kelimesinin cezimsiz olduğu hususunda İcma vardır. Ve bunda üç takdir söz konusudur:

Birincisi "korkun... olmaksızın" âyeti muhatabın hali konumunda olabilir. İfadenin takdiri de şöyle olur: Sen korkuya kapılmadan ve endişelenmeden onlar için denizde kupkuru bir yol aç.

İkinci takdir; Yolun sıfatı konumunda olabilir, çünkü sıfat olan "kupkuru oluş" üzerine atfedilmiştir ve buna göre ifadenin takdiri; Sen onda (o yolda) korkmaksızın... takdirindedir. Böylelikle ona ait olan sıfat hazfedilmiş demektir.

Üçüncü takdire gelince: Önceki ile ilgisi olmayan ve: Sen korkmayacaksın korkmaksızın, takdirinde hazfedilmiş bir mübtedânın haberi olabilir.

78

Fir'avun askerleriyle onların ardınca gitti. Ancak kendilerini denizden ne kapladıysa, kapladı.

"Fir'avun, askerleriyle onların ardınca gitti." Fir'avun beraberinde askerleri bulunduğu halde onları izledi. " Onların ardınca gitti" âyeti, şeklinde "teT: harfi şeddeli olarak da okunmuştur. Bu takdirde " Askerleriyle'deki "be" harfi fiilin ikinci mef'ûle geçiş yapmasını sağlamış olmaktadır. Çünkü bu fiil tek başına (yani harfi cer olmaksızın) tek bir mef'ûle geçiş yapar. Yani Fir'avun askerleri ile birlikte onların arkasından yetişmek maksadıyla onların ardından gitti. Bu da, emir kılıcı da beraberinde bulunduğu halde bindiğini anlatmak üzere bu harf-i cerr-i kullanarak: demeye benzer.

Bu fiili kat' ile; şeklindeki okuyuşa göre ise fiil iki mef'ûle geçiş yapar ve bu durumda "be" harfinin zaid olması da mümkündür. Fiilin tek bir mef'ûle geçiş almasıyla yecînilmesi de mümkündür. Nitekim aynı anlamda olmak üzere; " ile: Onu izledi" ve; ile "Ona yetişti" denilir. Bu durumda "askerleriyle" âyeti da hal konumunda olur. "Askerlerini önünden yürüterek onları takip etti" denilmiş gibidir.

"Ancak kendilerini denizden ne kapladıysa kapladı." Yani denizden onları boğacak kadar su isabet etti. Burada "kapladıysa kapladı" şeklindeki tekrar, tanzim ve durumun bilinmesinin anlatılması maksİsmi iledir.

79

Fir'avun kavmini saptırdı, hidayet yolunu göstermedi.

"Fir'avun kavmini saptırdı, hidayet yolunu göstermedi." Yani Fir'avun onları doğru yoldan saptırıp uzaklaştırdı, onları hayra ve kurtuluşa iletmedi. Çünkü o, Mûsa (aleyhisselâm) ile beraberinde bulunanların kendisinden önce gidemeyeceklerini ve Önlerinde deniz bulunduğundan dolayı elinden kurtulamayacaklarını zannetmişti. Ancak Mûsa (aleyhisselâm) asasıyla denize vurunca, denizde oniki yol ayrıldı ve bu yollar arasındaki sular yukarı doğru dağlar gibi yükseldi. eş-Şuarâ Sûresi'nde de;

"Ardından deniz ayrılıp her bir tarafı büyük bir dağ gibi oldu" (eş-Şuarâ, 26/63) diye buyurulmaktadır. Her bir kol (sıpt), bu yolların birisini izledi. Yüce Allah dağ gibi ayrılan sulara: Sizlerde pencereler olsun, diye emredince, bunlar arasında birbirlerini görmelerini sağlayacak şekilde pencere gibi delikler açıldı, birbirlerinin sözlerini duyar oldular. Bu ise en büyük mucizelerden, en büyük belgelerden biri olmuştu.

Fir'avun gelip denizde yol açılmış, suyun da yukarı doğru yükselmiş olduğunu görünce, beraberindeki askerlerine denizin kendi heybeti dolayısıyla bu hali aldığı vehmini verdi. Beraberinde bulunanlarla birlikte denize girdi ve deniz üzerlerine kapanıverdi.

Yüce Allah'ın:

"Hidayet yolunu göstermedi" anlamındaki âyetin Fir'avun'un onları saptırmalarını te'kid manasına olduğu da söylenmiştir. Bununla birlikte bir başka görüşe göre bu, Fîravun'un:

"Ben size ancak gördüğümü gösteriyorum ve ben sizi doğru yoldan başkasına da iletmiyorum" (el-Mu'min, 40/29) âyetine bir cevaptır ve yüce Allah onun bu iddiasını böylece yalanlamaktadır.

İbn Abbâs dedi ki: "Hidayet yolunu göstermedi" yani o bizzat kendisini hidayete iletemedi, aksine kendisini de kavmini de helake sürükledi.

80

Ey İsrailoğulları! Gerçekten Biz sizi düşmanınızdan kurtardık ve sizinle Tur'un sağ yanında sözleştik. Sîze kudret helvası ve bıldırcın da İndirdik.

"Ey İsrailoğulları! Gerçekten Biz sizi düşmanınızdan kurtardık." Yüce Allah, Fir'avun'dan kurtardıktan sonra şükretsinler diye onlara bu sözleri söylemişti,

"Ve sizinle Tur'un sağ yanında sözleştik" âyetinde geçen

"yan" anlamındaki kelime

"sözleştik" fiilinin ikinci mef'ûlu olmak üzere nasb edilmiştir. Bunun zarf olarak nasb edilmesi uygun düşmez. Çünkü bu müphem olmayan, katıksız bir mekân zarfıdır. Fiillerin ve mastarların mekân zarflarına teaddi etmesi (geçişi) müphem olmaları halinde harf-i cersiz olur.

Mekkî dedi ki: Bu hakkında görüş ayrılığı bulunmayan bir esastır. Âyetin takdiri şöyledir: Biz sizinle Tur'un yan tarafına gelmek üzere süzleştik. Daha sonra bundan muzaf hazfedilmişler.

en-Nehhâs dedi ki: Yani Biz. Mûsa'ya sizlere size kendisi ile birlikte çıkmanızı emretsin diye emir verdik. Çünkü yüce Allah sizin huzurunuzda onunla konuşacak ve siz de bu kelâmı işitecektiniz.

Şöyle de açıklanmıştır: Fir'avun'un suda boğulmasından sonra, Mûsa'ya Tur'un sağ tarafına gelmesi ve burada kendisine Tevrat'ı vermesi vaadinde bulunmuştu. Buna göre verilen söz Mûsa'ya verilmiştir. Ancak bu hususta onlara hitap edilmesi, bu sözün kendileri dolayısıyla verilmiş olmasından dolayı idi.

"Sizinle... sözleştik" âyetini Ebû Amr "vav"dan sonra "elif"siz olarak okumuş, Ebû Ubeyd de bunu tercih etmiştir. Çünkü burada "vaadetmek (söz vermek)" yüce Allah tarafından özellikle Mûsa'yadır. "Sözleşmek" ("elif"li okuyuşun manası) ise ancak iki kişi tarafından yapılır. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/51. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"Sağ" (anlamındaki: el-eymen) kelimesi de

"yan" anlamındaki kelimenin sıfatı olduğundan dolayı nasb edilmiştir. Dağın kendisinin ne sağı, ne solu olur. O bakımdan birisine: Dağın sağ tarafından git, denilecek olursa bu, sen dağı sağ tarafına al git, demektir. Mûsa (aleyhisselâm) da dağa geldiğinde, dağ onun sağ tarafında bulunuyor idi.

"Size kudret helvası ve bıldırcın da indirdik." Yani Tîh'te üzerinize bunları indirdik. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/57. âyet, 2. başlıkla) geçmiş bulunmaktadır.

81

Size verdiğimiz güzel rızıktan yeyin ve bu hususta haddi aşmayın. Çünkü o takdirde gazabım gelip sizi bulur, gazabım her kime gelip çatarsa yıkılır gider.

"Size verdiğimiz güzel rızıktan" yani rızkın lezzetlisinden

"yeyin." Helalinden yeyin anlamında ulduğu da söylenmiştir. Çünkü herhangi bir insanın bu rızkın meydana gelmesinde emeği ve katkısı yok ki buna bir şüphe girsin.

"Ve o hususta haddi aşmayın." İçinde bulunduğunuz bolluk ve afiyet sizi isyankârlığa götürmesin, çünkü tuğyan, câiz olmayana doğru haddi aşmaktır.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Sizler nimete karşı nankörlük ederek bu nimetleri size ihsan edene şükretmeyi unutmayınız.

Bir diğer açıklama da şöyledir: Sizler bu nimetler yerine başkalarını istemeye kalkışmayınız. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Siz daha hayırlı olanı böyle daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz?" (el-Bakara, 2/61)

Bir diğer açıklama da şu şekildedir: Siz bu rızıktan bir gün ve bir gecelikten fazlasını saklamaya kalkışmayınız. İbn Abbâs dedi ki: Saklayıp biriktirdikleri kurtlandı. Eğer onlar bunu yapmamış olsalardı, ebediyyen hiçbir yiyecek kurtlanmazdı,

"Çünkü o takdirde gazabım gelip sizi bulur." Yani hakkınızda vacip olur ve üzerinize iner.

Gelip... bulur" kelimesi yüce Allah'ın:

"Haddi aşmayın" âyetindeki nehyin cevabı olarak başına gelen "fe" ile nasb edilmiştir.

"Çünkü o takdirde gazabım gelip sîzi bulur. Gazabım her kime gelip çatarsa yıkılıp gider."

el-A'meş, Yahya b. Vessâb ve el-Kisaî "Gelip ... bulur" anlamındaki fiildeki "ha" harfini -esre yerine- ötre ile; şeklinde ve; "Kime gelip çatarsa" lâfzını da birinci "lâm"ı -esre yerine- ötre ile okumuşlardır. Diğerleri ise (her iki kelimedeki, her iki harfi de) esreli okumuşlardır ve bunların ikisi de ayrı birer söyleyiştir.

Ebû Ubeyde ve başkasının naklettiğine göre; bir şeyin gelmesi vacip olduğunda denilir. Gelip çattığında ise; şekli kullanılır, el Ferrâ da böyle demiştir: "Hulul" mastarında (muzariinde aynu'l-fiilin) ötreli gelmesi, vuku bulmak demektir. Esreli gelmesi ise vacip olmak anlamındadır.

Her İki mana da birbirine yakın olmakla birlikte; esreli okuyuş daha uygundur. Çünkü bütün kıraat âlimleri yüce Allah'ın:

"Ve kalıcı azâbın da kimin başına ineceğini..." (Hud, 11/39) âyetinde bu kelimeyi icma ile esreli okumuşlardır.

"Allah'ın gazabı" cezası, intikamı ve azâbı demektir.

" Yıkılır, gider" âyeti, ez-Zeccâc dedi ki: Helâk oldu, demektir. Yani bu kimse cehennem ateşinin dibi olan "el-Hâviye"ye gider demektir. Bu da yukarıdan aşağıya doğru düşmeyi anlatan; den gelmektedir. "Filan öldü" demektir.

İbnu'l-Mubarek şunu nakletmektedir: Bize İsmail b. 'Ayyaş haber verdi, dedi ki: Bize Sa'lebe b. Müslim anlattı, o Eyyub b. Beşir'den, o Şufey el-Asbahi'den dedi ki: Cehennemde Saûd diye adlandırılan bir dağ vardır. Kâfir kırk yıl süreyle tırmandığı halde tepesine ulaşamaz. Yüce Allah da;

"Ben onu Saûd'a (sarp yokuşa) sardıracağım." (el-Muddessir, 74/17) diye buyurmaktadır. Yine cehennemde "Hevâ" diye adlandırılan yüksek bir bina vardır. Kâfir bu binanın üst tarafından aşağı doğru atılır ve kırk yıl süre ile o aşağı doğru inmeye devam eder de bunun dibine daha ulaşmış olmaz. İşte yüce Allah da: "Gazabım her kime gelip çatarsa yıkılır gider" diye buyurmaktadır. Daha sonra hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir. Biz bu hadisi "et-Tezkire" adlı kitabımızda zikretmiş bulunuyoruz.

82

Muhakkak Ben tevbe eden, îman eden ve salih amel işleyip hidayet üzere olana da çok çok mağfiret ediciyim.

"Muhakkak Ben" şirkten

"tevbe eden, îman eden ve salih amel işleyip hidayet üzere olana da çok çok mağfiret ediciyim." Ölünceye kadar imanı üzere kalmaya devam edene "mağfiret ediciyim" demektir. Bu açıklamayı Süfyan es-Sevrî, Katade ve başkaları yapmıştır. İbn Abbâs dedi ki: Îmanında şüphe etmeyen kimseye... demektir. Bu açıklamayı da el-Maverdî ve el-Mehdevî zikretmişlerdir.

Sehl b. Abdullah et-Tüsterî ile yine İbn Abbâs şöyle demişlerdir: Sünnete ve cemaate bağlılığını sürdüren kimseye... anlamındadır. Bunu da es-Sa'lebî nakletmiştir, Enes dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın sünnetini izleyen kimse söz konusudur. Bunu el-Mehdevî zikretmiş, el-Maverdî, bunu er-Rabî' b. Enes'ten de nakletmiştir.

Diğer bir görüşe göre: İsabetli amel yapan kimselere... anlamındadır. Bu açıklamayı da İbn Zeyd yapmıştır. Yine İbn Zeyd'den nakledildiğine göre her kim nasıl davranacağını bilmek üzere İlim öğrenirse bu durumda olacaktır. Birincisini el-Mehdevî, ikincisini de es-Sa'lebî zikretmiştir.

en-Nehaî, Mukâtil ve el-Kelbî de şöyle demişlerdir; Bu işlerin iyi olanına mükâfat, kötü olanlarına ceza olduğunu bilen kimselere... demektir. el-Ferrâ' da böyle demiştir. Başka bir görüşe göre: "Hidayet üzere olana" yani Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ehl-i beytini dost edinmeye, veli edinmeye devam edene demektir. Bu açıklamayı da Sâbit el-Bünânî yapmıştır. Bütün bu görüşlerin en güzeli yüce Allah'ın İzniyle birinci görüştür ve diğer görüşler de onun kapsamına girmektedir.

Vekî', Süfyan'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Bizler yüce Allah'ın: şu âyetinin şöylece açıklandığını dinliyorduk:

"Muhakkak Ben" şirkten "tevbe eden" şirkten sonra ise "îman eden ve" namaz kılıp oruç tutarak "sa-Uh amel İşleyip hidayet üzere olana" ve bu şekilde ölene "da çok çok mağfiret ediciyim."

83

"Kavminden erken gelmek için seni aceleye iten nedir, ey Mûsa!"

"Kavminden erken gelmek için seni aceleye İten nedir, ey Mûsa?" Ondan önce seni gelmeye ne itti?

Denildiğine göre; burada kavimden kasıt, bütün İsrailoğullarıdır. Buna binaen şöyle denilmiştir: O, İsrailoğullarının başına Harun'u yerine halef bırakmış, kendisi ise beraberinde yetmiş kişi ile birlikte tayin edilen vakitte hazır bulunmak üzere gitmişti.

84

"Onlar da arkamdan geliyorlar. Rabbim razı olasın diye ben huzuruna gelmek için acele ettim" dedi.

"Onlar da arkamdan geliyorlar." O bu sözleriyle kavminin arkasından ve bu tarafa doğru yürümekle olduklarını kastetmemiştir. Bu sözleriyle: Onlar benim yakınımda bulunuyorlar ve benim kendilerine dönmemi bekliyorlar, demek istemişti.

Şöyle de açıklanmıştır: Hayır Harun'a, İsrailoğulları ile birlikte izini takip edip kendisine yetişmeleri emrini vermiştim.

Bir kesim de şöyle demiştir: O "kavim" ile seçtiği yetmiş kişiyi kastetmişti. Mûsa, Tur'a yaklaştığında yüce Allah'ın kelâmını dinleme şevki dolayısıyla onlardan daha çabuk hareket ederek önlerine geçmişti.

Bir başka açıklama da şöyledir: O sözleşilen şekilde Tûr-i Sina'ya gelince, Rabbine kavuşma şevkini duydu. Yüce Allah'a olan aşırı şevkinden dolayı aradaki mesafe kendisine çok uzak geldi, bundan dolayı o kadar sıkıldı ki, gömleğini dahi yırttı. Fakat yine de dayanamayarak onları geride bırakıp tek başına gitti. Huzurda durunca şanı yüce ve mübarek olan Allah: "Kavminden erken gelmek için seni aceleye iten nedir, ey Mûsa?" diye sordu. O ise ne cevap vereceğini kestiremeyip şaşırdı ve cevap olmak üzere: "Onlar da arkamdan geliyorlar, dedi." Yüce Allah kendisine acele etme sebebini sorduğu halde, o kavminin arkasından gelmekte olduklarını bildirdi. Daha sonra da: "Rabbim razı olasın diye ben huzuruna gelmek için acele ettim, dedi." Böylelikle şevkini ve Allah'ın rızasını aramaktaki samimiyetini dile getirmiş oluyordu.

Abdu'r-Rezzak, Ma'mer'den, o Katade'den yüce Allah'ın:

"Rabbim razı olasın diye ben huzuruna gelmek için acele ettim" âyeti hakkında: Sana olan şevkimden dolayı (böyle hareket ettim) diye açıkladığını nakletmektedir.

Âişe (radıyallahü anhnha) da uyumak üzere yalağına çekildiğinde: el-Mecîd'i getirin, derdi. Bunun üzerine ona Mushaf getirilir, onu alır, göğsüne bastırır ve o şekilde uyurdu. Bununla teselli bulurdu. Bunu Süfyan. Misar’den, o Âişe (radıyallahü anha) dan rivâyet etmektedir.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)da yağmur yağdığında elbiselerini çıkartır ve yağmur tenine değinceye kadar elbisesiz kalır ve şöyle derdi: "Çünkü bunun Rabbimin yanından gelişi yepyenidir." Müslim, Isriska 13; Ebû Dâvûd, 104, 105 İşte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ve ondan sonrakilerin bu gibi davranışları yüce Allah'a duyulan şevk kabilindendir. Bundan dolayı yüce Allah'ın (kudsİ hadiste) şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "İyi insanların Bana kavuşmaya olan şevkleri epey uzadı. Onlara kavuşmaya Benim şevkim onlarınkinden fazladır." Buhârî, Rikaak 4i; Müsned, Zikr 14, 16-18; Tirmizî, Cenâiz 67, ZUhd 6; Nesâî, Cenâiz 10; İbn Mâce, Zühd 31; Dârimi, Rikaak 43; Müsned, II, 312, 346...

İbn Abbâs dedi ki: Elbette yüce Allah bunun sebebini biliyordu. Lakin Mûsa (aleyhisselâm)a rahmet olmak, bu sözleriyle ona ikramda bulunmak, kalbine sükûnet vermek ve ona karşı duyduğu merhamet dolayısıyla: "Kavminden erken gelmek İçin seni aceleye İten nedir, ey Mûsa?" diye buyurdu. O da Rabbine cevap olmak üzere: "Onlar da arkamdan geliyorlar" dedi.

Ebû Hatim der ki: Îsa dedi ki: Temimoğulları: -"onlar..,lar" anlamında-:şeklinde "elifi maksura" ile söylerler. Hicazlılarsa medli olarak; derler. el-Ferrâ'; "Onlar da arkamdan geliyorlar" diye okunduğunu da nakletmektedir.

Ebû İshak ez-Zeccâc, bu okuma şeklinin uygun bir açıklaması bulunmadığını iddia etmiştir, en-Nehhâs dedi ki: Bu onun dediği gibidir. Çünkü bu edat izafe yapılan bir kelime değil ki; "Benim hidayetimde benzesin. Diğer taraftan şu iki husustan birisi de mutlaka söz konusudur: Bu ya müphem bir isimdir, buna göre izafet yapılması imkansızdır. Yahut da; Onlar" anlamındadır, yine izafe olmaz. Çünkü ondan sonraki ifadeler onu bütünlemektedir ve bu marfedir,

İbn Ebi İshak, Nasr ve Ruveys, Ya'kub'dan; şeklinde hemzeyi esreli, "se"yi sakin olarak okumuşlardır. Bu da; anlamındadır, İki ayrı söyleyiştir. (Mealdeki anlamıyla: Arkamdan, izimden)

"Rabbim razı olasın diye ben huzuruna gelmek için acele ettim." Yani gelmemi emretmiş olduğun yere benden razı olasın diye acele edip geldim, Nitekim; " Aceleci adam ve aceleciliği apaçık adam" denilir. Acele, geç hareket etmenin, geç davranmanın aksidir.

85

Buyurdu ki: "Senden sonra Biz kavmini fitneye düşürdük. Sonra Sâmirî de onları saptırdı."

"Senden sonra, Biz kavmini fitneye düşürdük." Yüce Allah'ın varlığına delil göstermelerini istemek suretiyle onları denedik, sınadık.

"Sonra Sâmirî de onları saptırdı." Yani onları sapıklığa davet etti. Yahut da sapıklıklarına o sebeb oldu.

Şöyle de açıklanmıştır: Biz onları fitneye düşürdük, yani buzağıya tapmayı kendilerine süslü gösterdik. Bundan dolayı Mûsa (aleyhisselâm):

"Zaten o ancak senin fitnendir" (el-A'raf, 7/155) demiştir.

İbn Abbâs (radıyallahü anh) dedi ki: Sâmirî ineğe tapan bir topluluktandı. Mısır topraklarına gelmişti ve zahiri itibariyle İsrailoğulları dinine girmişti. Kalbinde ineklere tapma duygusunu hâlâ taşıyordu.

Kimisine göre de Sâmirî Kıbtîlerden idi. Mûsa (aleyhisselâm)ın komşusu olup ona îman etmiş, onunla birlikte Mısır'dan dışarıya çıkmıştı.

Bir diğer açıklamaya göre o, İsrailoğullarının büyüklerinden birisi idi. es-Sâmirâ diye bilinen bir kabileye mensubtu. Bunlar Şam topraklarında bilinen bir kabiledir. Said b. Cubeyr dedi ki: Sâmirî, Kimıân ahalisindendi.

86

Mûsa kızgın ve kederli bir şekilde kavmine döndü. Dedi ki: "Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Yoksa aradan geçen süre size uzun mu geldi? Yahut üzerinize Rabbinizden bir gazabın gelmesini mi istediniz de bana olan vaadinizde durmadınız?"

"Mûsa kızgın ve kederli bir şekilde kavmine döndü." (Bu âyette: "kızgın ve kederli bir şekilde" anlamındaki ifadeler) hal'dir. Buna dair yeterli açıklamalar daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/150. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Dedi ki: Ey Kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı?" Yüce Allah kendisine itaati sürdürdükleri takdirde cenneti vaad etti ve ayrıca Mûsa (aleyhisselâm) diliyle Tevrat'ta kelâmını kendilerine işittireceği sözünü de vermişti. Böylelikle Tevrat'ta bulunan hükümler gereğince amel etsinler ve amellerine karşılık mükâfatı hak etsinler.

Bir görüşe göre onlara yardım ve zafer vaadinde bulunmuştu. Bir diğer görüşe göre onun vaadi;

"Muhakkak Ben tevbe eden, Îman eden ve salih amel işleyip hidayet üzere olana da çok çok mağfiret edeceğim." (82. âyet) âyetinde dile getirdiğidir.

"Yoksa aradan geçen süre size uzun mu geldi?" Yani -denildiği üzere- siz bunları unuttunuz mu? Aradan geçen uzun bir süre dolayısıyla bir şey unutulabilir.

"Yahut üzerinize Rabbinizden bir gazabın gelmesini mi istediniz de Bana olan vaadinizde durmadınız?" Bu âyetteki: "Gelmesi" hakkınızda bunun vacip olup inmesi.,, demektir. Gazab da ceza ve musibet, intikam demektir. Yani yoksa sizler Allah'ın gazabının sizi gelip bulmasına sebeb teşkil edecek bir fiil mi yapmak istediniz! Çünkü hiçbir kimse Allah'ın gazabını istemez, ama ilâhî gazaba sebeb teşkil edecek işler yapabilir.

"...Bana olan vaadinizde durmadınız?" Çünkü onlar Mûsa (aleyhisselâm)a Tur dağından geri dönünceye kadar yüce Allah'a itaate devam edeceklerine söz vermişlerdi. Bir diğer açıklamaya göre; hemen arkasından gelmek üzere kendileriyle sözleşmiş olduğu halde onlar duraksadılar.

87

Dediler ki: "Biz kendi güç ve isteğimizle vaadine muhalefet etmedik. Fakat kavmin süs eşyasından İğreti aldığımız ağırlıklar yüklenmiştik de onları attık. Sâmirî de böylece attı."

"Dediler ki: Biz kendi güç ve isteğimizle vaadine muhalefet etmedik" âyetindeki:

"Kendi güç ve isteğimizle" lâfzı Nâfi', Âsım ve Îsa b. Ömer tarafından "mim" harfi üstün olarak okunmuştur. Mücahid ve es-Süddî, "kendi güç ve takatimizle" demektir diye açıklamışlardır. İbn Zeyd de şöyle açıklamıştır: Biz kendimizi tutamadık, yani buna mecbur kaldık.

İbn Kesîr, Ebû Amr ve İbn Âmir ise bu kelimeyi "mim" harfini esreli olarak okumuşlardır. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim de bunu tercih etmişlerdir. Çünkü üstün şive budur. Bu da; "Bir şeye malik oldum, malikim" fiilinin mastarıdır, Burada mastar faile izafe edilmiş, mef'ûl de hazfedilmiştir. Şöyle denilmiş gibidir: Biz kendi imkanlarımızla doğruya muhalefet etmedik, aksine hata ettik. Bu onların hata ettiklerini itiraftır.

Hamza ve el-Kisaî ise "mim" harfini ötreli olarak okumuşlardır ki; bu da, biz kendi otoritemiz ve sultamızla... anlamındadır. Yani bizler hiçbir şeye malik değildik ki sana vermiş olduğumuz söze muhalefet etmiş olalım.

Diğer taraftan şöyle denilmiştir: Yüce Allah'ın:

"Dediler ki" âyeti umumî olmakla birlikte, maksad özel kimselerdir. Yani Mûsa, Tur'dan kendilerine geri dönünceye kadar Allah'a itaat üzere sebat eden kimseler: "Biz kendi güç ve isteğimizle vaadine muhalefet etmedik" dediler. Bunlar onikibin kişi idiler, bütün İsrailoğulları ise toplam akıyüzbin kişi idi.

"Fakat kavmin süs eşyasından iğreti aldığımız ağırlıklar yüklenmiştik de onları attık" âyetinde ki: "Yüklenmiştik" anlamındaki kelimenin "ha" harfi ötreli, "mim" şeddeli ve esrelidir. Nâfi', İbn Kesîr, İbn Âmir, Hafs ve Ruveys böyle okumuşlardır. Diğerleri ise her iki harfi de üstün ve şeddesiz okumuşlardır. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim bu okuyuşu tercih etmişlerdir. Çünkü onlar kavmin süs eşyalarım beraberlerinde taşıyıp getirmişler, bunları zorla taşımamışlardır.

Mûsa (aleyhisselâm) İle beraber çıkmayı istediklerinde Kıptîlerden süs eşyalarını iğreti olarak almışlardı. Bir bayramları yahut bir ziyafetleri dolayısıyla toplantıya gidecekleri izlenimini vermişlerdi.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu onların Fir'avun hanedanından deniz kendilerini sahile attığı vakit aldıkları şeylerdi. Bunlara "ağırlıklar (evzâr)" deniliş sebebi bunların hepsinin günah oluşlarıdır. Yani bunları almak kendilerine helâl değildi, ganimet onlara helâl kılınmamıştı. Aynı şekilde dilde de "evzâr" ağırlıklar, ağır yükler demektir.

"... onları attık" yani beraberimizde bulunan süs eşyalarını taşımak bize ağır geldi. Biz de erisinler diye onları ateşe bıraktık.

Şöyle de açıklanmıştır: Biz geri dönüp bu hususta görüşünü açıklayasın diye onları Sâmirî'ye attık.

Katade dedi ki: İsrailoğulları, Mûsa (aleyhisselâm)’ın geciktiğini görünce Sâmirî kendilerine şöyle dedi: Onun size geri dönüşünün gecikmesinin sebebi, yanımızda bulunan süs eşyalarıdır. Bunun üzerine bütün bu süs eşyalarım toplayıp Sâmirî'ye verdiler. O da bunları alıp ateşe attı ve bunlardan kendilerine bir buzağı yaptı. Sonra da o buzağının üzerine elçinin -ki Cibril (aleyhisselâm)dir- atının ayağının izinden bir avuç bıraktı.

88

Onlara böğüren bir buzağı heykeli yaptı. Dediler ki: "Bu sizin de ilâhınızdır, Mûsa'nın da İlâhıdır, o unuttu."

Ma'mer dedi ki: Cibril (aleyhisselâm)ın üzerinde bulunduğu at, hayatın kendisi idi. O bakımdan bu aldığı avucu buzağının üzerine bırakınca, hemen böğürtüsü olan bir buzağı heykeline dönüşüverdi.

İbn Abbâs dedi ki: Süs eşyaları ateşte eriyince, Sâmirî geldi ve Harun'a: Ey Allah'ın peygamberi, ben de elimde olanı bırakayım mı? -O da Sâmirî'nin de diğerleri gibi süs eşyası getirmiş olduğunu zannediyordu.- Sâmirî erimiş süs eşyası arasına o toprağı attı ve böğürtüsü olan bir buzağı ol dedi, dediği gibi oldu. Buna sebeb ise sınamak ve denemekti. Bu buzağı tek bir defa böğürdü ve daha sonra onun gibi de boğürmedi.

Bir diğer açıklamaya göre onun böğürüp ses çıkarması, rüzgar ile oluyordu. Çünkü o bu buzağıda bir takım delikler yapmıştı. Rüzgar onun içine girdi mi ses çıkarıyordu; canlı değildi. Bu da Mücahid'in görüşüdür.

Birinci görüşe göre etten, kemikten bir buzağı olmuştur. Bu da el-Hasen, Katade ve es-Süddî'nin görüşüdür.

Hammâd , Simâk'dan o Said b. Cubeyr'den, o da İbn Abbâs'tan rivâyete göre İbn Abbâs şöyle demiş: Harun buzağıyı yapmakça olan Sâmirî'nin yanından geçti. Bu nedir? diye sordu. O da: Bu fayda verir ve zarar vermez demişti. Bunun üzerine Allah'ım ona nefsinde olana uygun olmak üzere Senden istediğini ver, dedi. Bunun üzerine Sâmirî de: Allah'ım, Senden bunun böğürmesini dilerim, dedi. Buzağı böğürdüğü vakit secdeye kapanıyorlardı. Bu böğürme de Harun'un yaptığı bu duadan dolayı olmuştu.

İbn Abbâs dedi ki: Bu buzağı canlı bir buzağı imiş gibi böğürdü.

Rivâyet edildiğine göre Mûsa (aleyhisselâm) şöyle demiş: Rabbina, şu Sâmirî beraberlerindeki süs eşyalarından böğürtüsü olan bir buzağı heykeli yaptı. Bu heykeli ve bu böğürtüyü yaratan kim? Şanı yüce ve mübarek olan Allah; Ben, diye buyurdu, Mûsa (aleyhisselâm) dedi ki: İzzetin, celâlin, yüceliğin, azametin ve saltanatın hakkı için senden başka kimse onları saptırmadı. Yüce Allah:

"Ey hikmetliler hikmetlisi doğru söyledin" dedi... Bütün bunlar daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/148. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Dediler ki: Bu sizin de İlâhınızdır, Mûsa'nın da ilâhıdır." Sâmirî ve ona uyanlar demektir. -Ki bunlar teşbihe meyilli kimseler idiler. Zira:

"Onların nasıl tanrıları varsa sen de bize böyle bir tanrı yap." (el-A'raf, 7/138) demişlerdi,

"O unuttu." Yani Mûsa bu konuda şaşırdı ve ilâhını gidip başka yerde aradı. Bulunduğu yeri bilemedi. Rabbine giden yolu da şaşırdı.

Anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Mûsa ilâhını burada bırakıp gitti; gidip başka yerde aradı.

İsrail, Simâk'dan, o İkrime'den o da İbn Abbâs'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Mûsa sizlere bunun kendisinin de ilâhı olduğunu söylemeyi unuttu, demektir.

Buradaki hitabın Sâmirî hakkında bir haber olduğu da söylenmiştir. Yani Sâmirî Mûsa'nın kendisine emretmiş olduğu imanı terketti ve o bakımdan şaşırıp sapıttı. Bu açıklamayı İbnul-Arabî yapmıştır.

Yüce Allah onların bu iddialarına karşı delil getirerek şöyle buyurmaktadır:

89

Onun, hiçbir sözlerine karşılık veremediğini, onlara bir zararının dokunmadığını, bir fayda da sağlayamadığını görmezler mi?

"Onun hiçbir sözlerine karşılık veremediğini" onlarla hiçbir şekilde konuşamadığını, bir diğer açıklamaya göre hiçbir şekilde tekrar böğüremeyip ses çıkaramadığını

"onlara bir zararının dokunmadığını, bir fayda sağlayamadığını görmezler mi?" O halde o nasıl ilâh olabilir? Mûsa (aleyhisselâm)ın ibadet ettiği ise zarar verir, fayda sağlar, mükâfat verir, ihsanda bulunur ya da engeller.

"Karşılık veremediğini" âyeti; takdirindedir, Bundan dolayı da fiil merfu olarak gelmiş; şeddesiz gelmiş ve zamir hazfedilmiştir. Görmek, bilmek ve zannetmek fiilerinin, bu şekilde gelmeleri halinde, tercih edilen açıklama şekli budur. Şair dedi ki:

"Hint kılıçlarından (onlar gibi genç ve dinç) gençler arasında bulunanlar biliyorlar ki,

Çıplak ayaklı olsun, ayakkabılı olsun, herkes mutlaka ölecektir."

Zamir bazen bu (vb.) edatların şeddeli olmasına rağmen yine de hazfedilebilir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Eğer sen Dabblı (Dabboğullarından) birisi olsaydın yakınlığımı bilirdin,

Ama (sen) kalın dudaklı zencinin birisisin."

Burada; "Ama sen" takdirindedir.

90

Yemin olsun ki daha önce Harun onlara şöyle demişti: "Ey kavmim, siz bununla ancak sınandınız. Muhakkak sizin Rabbiniz, Rahmândır. O halde bana uyun, emrime İtaat edin."

"Yemin olsun ki daha önce" yani Mûsa geri dönüp yanlarına dönmeden önce

"Harun onlara şöyle demişti: Ey kavmim siz bununla" yani bu buzağı ile

"ancak sınandınız" imtihan edildiniz ve onun sebebiyle sapıklığa uğratıldınız.

"Muhakkak sizin Rabbiniz, Rahmândır." Buzağı değildir.

"O halde" gerçek Rabbinize ibadet hususunda

"bana uyun"; Sâmirînin emrine değil de benim

"emrime İtaat edin." Yahut da Mûsa'ya doğru yol almak hususunda bana uyun, buzağıyı bırakın. Ancak ona karşı geldiler ve:

91

Onlar: "Mûsa bize dönünceye değin biz buzağıya ibadete mutlaka devam edeceğiz" dediler.

"Onlar: Mûsa bize dönünceye değin, biz buzağıya ibadete mutlaka devam edeceğiz." O vakit bizim bu buzağıya ibadet ettiğimiz gibi onun da ibadet edip, etmeyeceğini göreceğiz. Bu nedenle buzağıya ibadetimizi kesinlikle sürdüreceğiz, "dediler."

Onlar Mûsa da buzağıya ibadet edecek sandılar. Bunun üzerine Harun buzağıya ibadet etmeyen onikibin kişi ile birlikte onlardan ayrıldı. Mûsa geri döndüğünde onlar buzağının etrafında raksedip duruyorlardı. Bu esnada onların çıkardıkları sesleri ve gürültüleri duyunca beraberinde bulunan yetmiş kişiye: İşte bu, (onların içine düştükleri) fitnenin sesidir, dedi. Kardeşi Harun'u görür görmez sağ eliyle başından, sol eliyle de sakalından öfke ile yakaladı ve:

92

"Ey Harun" dedi. "Onların sapıttıklarını görünce seni alıkoyan ne oldu

"Ey Harun, dedi. Onların sapıttıklarını" yollarını şaşırdıklarını ve kâfir olduklarını

"görünce seni alıkoyan ne oldu, bana uymaktan."

93

"Bana uymaktan? Yoksa emrime karşı mı geldin?"

"Bana uymaktan" âyetindeki; olumsuzluk edatı fazladan gelmiştir. Emir ve tavsiyeme uymaktan seni alıkoyan ne oldu, demektir.

Onların yaptıklarım reddedip tepkiyle karşılamak hususunda bana uymanı engelleyen ne oldu diye açıklandığı gibi; anlamının şu olduğu da söylenmiştir: Niçin onlarla çarpışmadın? Çünkü sen kesinlikle biliyorsun ki ben onların arasında olsaydım mutlaka küfre saptıkları için onlarla vuruşurdum.

Onlar fitneye düşünce gelip bana kavuşmaktan seni alıkoyan ne oldu? diye de açıklanmıştır.

"Yoksa emrime karşı mı geldin?" Bununla şunu anlatmak istemişti: Onlar yüce Allah'a ibadet etmedikleri halde senin aralarında kalman bana karşı gelmen demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır.

Şu anlamda olduğu da söylenmiştir: Niye onlardan ayrı durmadın? Senin onlardan ayrılışın onlara bir azar ve bu yaptıklarından vazgeçmeleri gerektiğine dair bir tavır olurdu.

"Yoksa emrime karsı mı geldin?" âyetinin anlamının şu olduğu söylenmiştir: O kardeşine yüce Allah'ın bize naklettiği şekilde şu emri vermişti:

"Mûsa kardeşi Harun'a: Kavmim içinde yerime geç, ıslah et, fesadçıların yoluna da uyma, dedi." (el-A'raf, 7/142) Ama Harun aralarında kalıp onları bu işten alıkoymak ve yaptıklarına tepki göstermek hususunda daha ileri dereceye gitmediğinden dolayı, kendisine karşı gelmekle ve emrine aykırı hareket etmekle onu nitelendirdi.

İyiliği Emredip, Kötülükten Sakındırmak Ve Mutasallallahü aleyhi ve sellemvıfların Raks Ve Semâ' Yapmalarının Hükmü:

Bütün bu âyetler iyiliği emredip, münkerden alıkoymanın, münkeri değiştirmenin, münker ehlinden ayrılıp uzaklaşmanın, onlar arasında kalmaya devam edenin -bilhassa yaptıklarından razı ise- onlarla aynı hükümde olacağının acık bir delilidir, Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden Âl-i İmrân, (3/104,110,159. âyet, 8. başlık), en-Nisâ (4/114. âyetin tefsiri) el-Mâide, el-En'âm (6/68,93) el-A'raf (7/157. âyetin tefsiri) -ve el-Enfal sûrelerinde geçmiş bulunmaktadır. (Ayrıca İmâm Kurtubî'nin hayatı ve eserlerine dair hazırladığımız bölüm sahife: 47, "Tasallallahü aleyhi ve sellemvufa Yaklaşımı" başlığına bakılabilir.)

İmâm Ebû Bekr et-Turtuşî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)ye şöyle bir soru sorulmuş: Fakih efendimiz sufîlerin tutumları hakkında ne der? Bu arada kendisine -Allah hayatta olduğu sürece onu muhafaza buyursun- şu da bildirilmektedir: Bir takım kimseler bir araya gelirler, yüce Allah'ı ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ı çokça zikrederler. Daha sonra onlar ellerindeki çubukla bir deriye vururlar. Onlardan kimileri de kalkar, rakseder ve baygın olarak yere düşünceye kadar vecde gelir. Sonra da yiyecek bir şeyler getirirler... Bunlarla bulunmak câiz midir, değil midir? Bu hususta Allah'tan ecrinizi vermesini dileyerek bize fetva veriniz. Onların söyledikleri sözler de şunlardır:

"Ey yaşlı kişi günahlardan vazgeç,

Darmadağın olmadan ve hatalara düşmeden.

Kendin için salih amel işle,

Amel sana faydalı olduğu sürece.

Gençliği sorarsan o geçip gitti,

Başına da aklar işte düştü."

Ve buna benzer sözler ve bu gibi hususlar hakkında (ne dersiniz?) Cevap; Allah'ın rahmeti üzerine olsun. Şunu bil ki sufîlerin izledikleri yol tembelliktir, cahilliktir, sapıklıktır. İslâm ise ancak Allah'ın Kitabı ve Rasûlünün sünnetinden ibarettir. Raksa ve vecde gelmeye gelince; onu ilk ortaya atanlar Sâmirî'nin yanında yer alanlardır. Sâmirî onlara böğüren bir buzağı yapınca, ayağa kalktılar, onun etrafında raksetmeye ve vecde gelmeye koyuldular.

İşte bu kâfirlerin dinidir, buzağıya tapanların yoludur. Çubukla vurmaya gelince; müslümanları yüce Allah'ın Kitabından başka şeylerle uğraştırmak maksadıyla onu ilk olarak zındıklar icad etmişlerdir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise ashabı ile birlikte oturduğunda vakarlarından dolayı âdeta başlarının üzerine kuşlar konmuşçasına duruyorlardı. Buna göre devlet yöneticisinin ve onun vekili durumunda olanların bu gibi kimseleri mescidlere gelmekten ve başka yerlerde bulunmaktan alıkoymaları gerekir. Allah'a ve" Âhıret gününe îman eden bir kimsenin bunlarla birlikte bulunması helal değildir. Bâtılları hususunda onlara yardımcı olmaması gerekir. İşte bu Malik'in. Ebû Hanîfenin. Şâfiî'nin, Ahmed b. Hanbel'in ve bunlar gibi diğer müslüman İmâmların mezhebidir. Başarı Allah'tandır.

94

Dedi ki: "Anamın oğlu! Sakalıma, başıma yapışma! Bana: İsrailoğulları arasında tefrika çıkardın ve benim sözüme uymadın, diyeceğinden korktum."

"Dedi ki: Anamın oğlu! Sakalıma, başıma yapışma!" İbn Abbâs dedi ki: Saçlarını sağ eliyle, sakalını da sol eliyle yakalamıştı. Çünkü Allah'ın dini için duyduğu gayret ona büsbütün hakim olmuştu. Sen böyle bir şey yapma! Çünkü bunu görenler senin bana bu şekilde davranmakla, beni küçümsediğini yahut cezalandırdığını zannedecekler.

Şöyle de açıklanmıştır: Mûsa (aleyhisselâm) onu ne hafife almak, ne de cezalandırmak maksadıyla büyle yakalamıştı. Bir insanın kendi sakalım tutması gibi, onu da öylece tutmuştu. Buna dair gerekli açıklamalar el-A'raf Sûresi'nde (7/150. âyetin tefsirinde) yeterince geçmiş bulunmaktadır. Peygamberinin neyi murad ettiğini en iyi bilen yüce Allah'tır,

"Bana: İsrailoğulları arasında tefrika çıkardın ve benim sözüme uymadın diyeceğinden korktum." Yani -sen bana onlarla birlikte katmayı emretmiş bulunuyorken ben onları bırakıp çıkacak olsaydım bir takım kimselerin benim arkamdan geleceklerinden, bir takım kimselerin de buzağı ile birlikte kalacaklarından korktum. Belki de iş birbirlerinin kanlarım dökecek noktaya kadar da gelebilirdi. Ayrıca bu işten vazgeçin, diye onları alıkoymaya kalkişsaydım, aralarında bir çarpışma çıkacağından ve bundan dolayı senin beni kınayacağından da korktum. İşte Harun (aleyhisselâm)ın, Mûsa (aleyhisselâm)ın: "Yoksa emrime karşı mı geldin?" sözlerine karşı cevabı budur. el-A'raf Sûresi'nde ise şöyle dediği bildirilmektedir;

"Bu kavim beni gerçekten zayıf buldu. Neredeyse beni öldüreceklerdi bile. Sen de bana düşmanları sevindirecek bir iş yapma!" (el-A'raf, 7/150) Çünkü sen bana onlarla birlikte kalmayı emretmiş bulunuyordun. Bu açıklamalar önceden geçmiş idi.

"Ve benim sözüme uymadın" Benim dediklerimi yerine getirmek hususunda tavsiyem gereğince uygulama yapmadın "diyeceğinden korktum." Bu şekildeki açıklamayı Mukâtil yapmıştır. Ebû Ubeyde de şöyle açıklamıştır: Sen benim yanına geleceğim vakti ve geri dönüşümü beklemedin, (diyeceğinden korktum).

Daha sonra Mûsa (aleyhisselâm) onu bıraktı ve Sâmirî'ye yönelerek:

95

"Senin bu yaptığın nedîr? Ey Sâmirî" dedi.

"Senin bu yaptığın nedir ey Sâmirî, dedi." Yani bu yaptıklarını yapmaya seni iten ne oldu, senin bu halin ne, ne yaptın böyle? Katade dedi ki: Sâmirî, Sâmira diye bilinen bir kabileden olup, İsrailoğulları arasında büyük değer verilen birisiydi. Ancak, Mûsa (aleyhisselâm) denizi aşıp geçtikten sonra Allah'ın düşmanı münafıklık yapmaya başladı. İsrailoğulları yolda Amalikalıların putlarının önünde ibadet etmekte olduklarını görünce:

"Ey Mûsa, onların nasıl tanrıları varsa sen de bize böyle bir tanrı yap, dediler." (el-A'raf, 7/138) Sâmirî onların bu sözlerini ganimet bildi ve buzağıya tapmaya eğilimli olduklarını anladığından onlara buzağı yaptı.

Sâmirî, Mûsa'ya cevap olmak üzere;

96

"Onların görmediklerini ben gördüm. Bunun için elçinin bastığı yerden bir avuç almıştım da onu bıraktım. Nefsim de bana böylece süsledi" dedi.

"Dedi ki; Onların görmediklerini ben gördüm." Yani ben Cibril (aleyhisselâm)ı "ebedi" hayat atı üzerinde gördüm. Benim içimden de onun izinden bir avuç almak geçti. Ben bu aldığım avucu neye bırakırsam mutlaka onun canı, eti ve kanı olur. Onlar senden kendilerine bir tanrı yapmanı isteyince, benim nefsim de bana bu işi yapmayı güzel ve süslü gösterdi.

Ali (radıyallahü anh) dedi ki: Cibril, Mûsa (aleyhisselâm)ı semaya yükseltmek üzere indiğinde, bütün insanlar arasından Sâmirî onu gördü. O da, o atın izinden bir avuç aldı.

Sâmirî'nin şöyle dediği de söylenmiştir: Ben Cibril'i atının üzerinde gördüm. O gözün uzanabildiği en uzak noktaya kadar adımını atabiliyordu. Benim içimden onun izinden bir avuç almak geçti. Ben onu neyin üzerine bırakırsam hemen onun canı ve kanı olur.

Şöyle de denilmiştir: O, Cibril'i indiği günü erkeği arzulayan cins bir kısrak üzerinde görmüştü. Denizden geçmek için de Fir'avun'un atlarının önünden gitmişti.

Şöyle de denilmektedir: Sâmirî'nin annesi onu doğurunca Fir'avun öldürür korkusuyla bir mağaraya bırakmıştı. Cibril (aleyhisselâm) gelip Sâmirî'nin avucunu ağzına yerleştirdi. Böylelikle o bal ve süt emmeye başladı. Cibril zaman zaman onun yanına gider gelirdi, işte Cibril'i ta o zamandan tanıyordu. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/148. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Yine denildiğine göre Mûsa (aleyhisselâm) birisi öküz, diğeri de at suretinde balmumundan İki heykelcik yapıp bunları Nil nehrine attığında, Yusuf (aleyhisselâm)ın kabrinin bulunmasını istemişti. Onun kabri Nil'de Ustan bir tabutun içersinde idi. Öküz bu tabutu boynuzu üzerinde taşıyarak getirmişti. İşte Sâmirî bu esnada Mûsa (aleyhisselâm)ın söylediği sözleri işitmişti. Mûsa (aleyhisselâm)ın söylediğini duyduğu bu sözleri tekrarladı ve elçinin atının bastığı yerden aldığı bir avucu da yaptığı buzağının içine yerleştirdi. Bunun üzerine de buzağı böğürmeye başladı.

"Onların görmediklerini" anlamındaki âyeti Hamza, el-Kisaî, el-A'meş ve Halef muhatap kipi olarak "te" ile; "Sizin görmediklerinizi..." diye okumuşlardır. Diğerleri ise gaib kipi olarak "ya" ile ("Onların görmediklerini..." diye) okumuşlardır.

Ubeyy b. Ka'b, İbn Mes'ûd, el-Hasen ve Katade noktasız olarak "sad" harfiyle; diye okumuşlardır. el-Hasen'den; kelimesini "kaf harfi ötreli ve "sad" harfi ile okuduğu rivâyet edilmiştir. Diğerleri ise: "Bir avuç almıştım" diye "dât" harfi ile okumuşlardır.

Bu iki okuyuş arasındaki farka gelince, diğerlerinin okuyuşuna göre "avuçlamak (kabzetmek)" elin tamamıyla olur. "Sad" harfiyle (kabzetmek) ise parmak uçlarıyla yapılır. Mesela "ağzın tümüyle yakalamak" demek olan; lı) ile dişlerin uçları ile bir şeyi kesip parçalamak anlamına gelen; kelimeleri de bunlara benzemektedir. "Kaf" harfi ötreli olarak "kubda" ise kabzedilen miktar demektir. Bunu da el-Mehdevî zikretmektedir.

el-Cevherî ise "sad" harfi ve "kaf" harfi ötreli olarak; kelimesinden söz etmeyip, sadece "kaf" harfi ötreli ve "dat" harfi ile söylenen; kelimesini kaydetmektedir ki; bu da eline avucuna aldığın herhangi bir şey demektir. Mesela-, "Ona bir avuç sevik yahut hurma verdi" denilir. "Kaf" harfinin üstün kullanıldığı da olur. "Kaf harfi esreli olarak ve "sad" harfi ile "el-kıbs" kelimesi ise çok sayıdaki insan demektir. Şair el-Kümeyt söyle demektedir:

"Sizindir ziyaret olunan Allah'ın iki mescidi ve bir de çakıl taşları,

Fakiriyle, zenginiyle yine onun çok sayıdaki insanları da."

"...da onu bıraktım." Buzağının içine attım.

"Nefsim de bana böylece süsledi." Bana bunu süslü gösterdi. Bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır. İbn Zeyd dedi ki: İçimden böyle geçti, nefsim bana bunu telkin etti. İkisinin de anlamı birbirine yakındır.

Mûsa ona:

97

Dedi ki: "Haydi gitl Çünkü sen hayatta oldukça: 'Ne siz bana dokunun, ne ben sîze dokunayım' diyeceksin. Sana verilmiş ve asla geri bırakılmayacak bir va'de vardır. Şimdi de taptığın İlâhına bir bak. Biz onu -yemin olsun ki- yakacak, sonra da denize sallallahü aleyhi ve sellemurup darmadağın edeceğiz."

"Dedi ki: Haydi" aramızdan

"git. Çünkü sen hayatta oldukça ne siz bana dokunun, ne ben size dokunayım, diyeceksin." Hayat boyunca ne ben kimseye dokunurum, ne de kimse bana.

Mûsa (aleyhisselâm) onu kavminin arasından sürüp uzaklaştırdı. İsrailoğullarına onunla oturup kalkmamalarını, ona yaklaşmamalarını ve onunla konuşmamalarını bir ceza olmak üzere- emretmiş idi. Şair de şöyle demektedir:

"Temimliler, Sâmîri'ye ve onun şu sözlerine benzerler:

Şunu bilin ki; Sâmirî ne kimseye dokunmak ister, ne kimsenin kendisine dokunmasını."

el-Hasen dedi ki: Yüce Allah Sâmirî'ye ve ondan olanlara ceza olmak üzere kıyâmet gününe kadar kendisine dokunmamayı, kendisinin de başkalarına dokunmamasını diye tesbit etmiştir. Yüce Allah âdeta onun mihnetini kimseye dokunmaması ve kimseye de ona dokunma imkânını vermemesi suretiyle daha bir ağırlaştırmıs gibidir. Bunu dünyada onun için bir ceza olarak tesbit etmiştir.

Şöyle de denilmektedir: O vesveseye mübtela olmuştu. Vesvese esas itibariyle o zamandan beri görülegelmiştir.

Katade de şöyle demektedir: Onların kalıntıları bugüne kadar devam etmektedir. Onlar şu "lâ misas (dokunmak yok)" sözlerini söyler dururlar. Onlardan birisi bir diğerine dokunacak olursa, aynı anda her ikisi de sıtmaya tutulurlardı.

Şöyle de denilmektedir: Mûsa, Sâmirî'yi öldürmek istedi. Yüce Allah ona: Onu öldürme, çünkü o cömert birisidir, dedi.

Yine denildiğine göre Mûsa kendisine: "Haydi git. Çünkü sen hayatta oldukça: Ne sîz bana dokunun, ne ben size dokunayım diyeceksin" deyince bundan korktu ve kaçmaya koyuldu. Çöllerde yırtıcı ve vahşi hayvanlarla beraber serserice dolaşmaya başiadı ve sonunda insanlardan kendisine dokunacak hiç kimse bulamaz oldu. Âdeta "dokunma yok" diyene benzedi. Buna sebeb ise kendisinin insanlardan uzaklığı, insanların da ondan uzak oluşuydu. Nitekim şair şöyle demektedir;

"O, eğimi olan bayraklar taşıyandır,

Ve nihayet Ezdliler "lâ misâs (dokunma yok)" derler."

Kurtubî'de heyitin son kelimesi "misâhisâ seklinde olmakla birlikte; bu durumda, açıklanan âyet lâfzı ile ilgili olmakları çıkacağından; İbn Atiyye, el-Muharrar el-Veclz, XI, lOZdeki şeklini esas aldık.

Bid'at Ve Masiyet Ehli Kimselerle Oturup Kalkmamak, Onlardan Uzaklaşmak Ve Onları Sürmek:

Bu âyet-i kerîme bid'at ve masiyet ehli kimselerin sürgüne gönderilmesi, onlardan uzak kalınması, onlarla oturup kalkılmaması hususunda aslî bir dayanaktır, bir delildir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ka'b b. Malik ile onunla birlikte geriye bırakılan kimselere böyle davranmıştır. Bunların kıssaları, et-Tevbe, 9/118, âyet-i kerimede ve tefsirinde geçmiş bulunmaktadır. Aynı şekilde Harem-i Şerife katil olduktan sonra sığınan kimseler de kimi fakihlere göre öldürülmez, onunla herhangi bir muamelede bulunulmaz, ondan bir şey alınmaz, ona bir şey satılmaz. Bu ise onun oradan çıkması için bir zorlamadır.

Zina cezasında, sürgüne göndermek de bu kabildendir. Bütün bunlara dair açıklamalar yerlerinde geçmiş bulunmaktadır. Bunları tekrarlamanın bir anlamı yoktur. Hamd yalnız Allah'adır.

Harun el-Karî dedi ki: Bu lâfzın Arapça söylenişi "mim" harfi üstün, "sin" harfi de esreli olmak üzere; şeklindedir. Nahivciler bu hususta açıklamalarda bulunmuşlardır. Sîbeveyh dedi ki: Bu kelime; "O adamı döv" denilmesinde olduğu gibi, esre üzere mebntdir.

Ebû İshak ise şöyle demektedir: Bu söyleyiş bir nefydir. "Sin"in esreli oluşu, onun te'nis alâmeti olduğundan dolayıdır. Mesela; "Ey kadın sen (bu işi) yaptın (mı?)" denilir.

en-Nehhâs dedi ki: Ben Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: Ben Muhammed b. Yezid'i şöyle derken dinledim: Bir kelime üç bakımdan da illetli oldu mu artık onun mebni olması gerekir. İki cihetten illetli oldu mu munsarıf olmaması gerekir. Çünkü munsarıf olmayıştan sonra geriye sadece mebni olmak kalır. Buna göre; " Ona dokun, ona yetiş" tabirleri üç bakımdan illetlidirler, Evvela bunlarda adi özelliği vardır, ikinci olarak bunlar müennestır, üçüncü olarak bu kelimeler marifedir. Bunların mebni olmaları vacip olup da "sin"den önceki "elif, sakin olduğundan dolayı, iki sakinin arka arkaya gelişinden ötürü "sin" harfi esreli olmuştur. Tıpkı; "Adamı döv" demek gibi. Ben Ebû İshak'ın bu görüşün hatalı olduğu kanaatinde olduğunu gördüm. O Ebû'l-Abbas'ı bir kadına "Fir'avun" ismini verecek olursa, bunun mebni olması gerektiğine ikna ettiğini de gördüm." Ancak bu görüşte kimse bulunmamaktadır.

el-Cevherî, "es-Sıhâh" adlı eserinde şöyle demektedir: Arapların "la nıe-sâsi" demeleri, "Katâmi" demelerine benzer. Bunun esre üzere mebni olması mastardan adi olmasıdır ki; bu da "mess"dir. Ebû Hayve de "la mesâsi" diye okumuştur.

"Sana verilmiş ve asla geri bırakılmayacak bir vâde vardır." Kıyâmet gü nünü kastetmektedir, "el-Mev'ıd (vâde)" mastardır. Yani senin azaba uğratılman için belirlenmiş bir vâde, bir süre vardır.

İbn Kesîr ve Ebû Amr bu kelimeyi "lâm" harfi esreli olarak; diye okumuşlardır ki; bunun iki manası vardır; Birinci anlamı: Sen bu va'de geleceksin ve bunun geri bırakılmadığını göreceksin. Nitekim: Beti onun övülür bir kişi olduğunu gördüm, anlamında: demek de buna benzer. İkincisi ise tehdit anlamında olur. Yani senin bu vakte ulaşman kaçınılmaz bir şeydir.

Diğerleri ise: Allah sana vermiş olduğu bu va'deyi geri bırakmayacaktır, anlamında "lâm" harfini üstün olarak okumuşlardır,

"Şimdi de taptığın" tapmayı sürdürdüğün

"ilâhına bir bak" âyetindeki; "Sürdürdüğün" kelimesinin asıl şekli; dir. Nitekim şair şöyle demektedir:

"Ancak o asil binekler, onun farkına vardılar.

O bakımdan gözlerinin ucuyla ona bakıyorlardı."

Buradaki; kelimesi takdirindedir.

el-A'meş de bu kelimeyi aslına uygun olarak iki "lâm" ile okumuştur. İbn Mes'ûd'un kıraatinde bu kelime "zı" harfi esrelidir. Bir işi gündüzün yaptığını anlatmak isteyen; der. Aynı şekilde; ile dahi diyebilir. Burada "zı" harfini üstün ve tek "lâm" ile kullanan "tahfif maksadıyla birinci "lâm"ı hazfetmiş olur. "Zı" harfi esreli olarak kullanan ise "lâm"ın harekesini "zı" harfine vermiş olur.

"Biz onu -yemin olsun ki- yakacağa" kelimesini kıraat âlimleri umumi olarak "nun" harfini ötreli ve "ra" harfini şeddeli olarak; den gelmiş bir şekilde okumuşlardır.

el-Hasen ve başkaları ise "nun" harfini ötreli, "ha" harfini sakin, "ra" harfini şeddeli; den okumaktadır.

Ali, İbn Abbâs, Ebû Ca'fer, İbn Muhaysın ve Eşheb el-Ukaydî; şeklinde "nun" harfini üstün ve şeddesiz olmak üzere "ra" harfini de ötreli okumuşlardır. Bu da; den gelen bir fiildir. Ve onu birbirine sürttüm, türpüledim anlamındaki fiilden gelir.

Arapların; "işitilecek şekilde dişlerini birbirine gıcırdattı" tabirleri de buradan gelmektedir. Bu kıraat; Biz onu eğelerle törpüleyeceğiz, demektir. Eğe ve törpü demek olan; "el-mibred"e: de denilir.

İlk iki kıraat; ateşle yakmak anlamını verir. Bu iki işlemin yapılmış olması da mümkündür.

es-Süddî dedi ki; Buzağı boğazlandı, bir buzağının boğazlanması esnasında kanının aktığı gibi onun da kanı aktı. Sonra da kemiklerini eğe iletörpüledive yaktı.

İbn Mes'ûd'un kıraatinde: "Yemin olsun onu mutlaka boğazlayacağız, sonra da onu yakacağız" şeklindedir. Et vtı kan yakıldığı takdirde kül olur ve bu durumda da denize sallallahü aleyhi ve sellemrulması mümkün olur. Altının kül olması söz konusu değildir.

Şöyle de açıklanmıştır: Mûsa altını ne ile küle dönüştüreceğini bilmişti. Bu da onun mucizelerindendi.

"Onu sallallahü aleyhi ve sellemurup darmadağın edeceğiz" demektir. Ebû Recâ bu kelimeyi "sin" harfini ötreli olarak da okumuştur. Bunların her birisi ayrı birer söyleyiştir.

Sallallahü aleyhi ve sellemurmak (nesf): Bir şeyi rüzgar alıp götürsün diye silkelemek demektir, ile aynı anlama gelir. "el-Minsef" buğdayın (unun) kepeğinin kendisiyle alındığı alettir. Bu ise üst tarafı yüksekçe ve etrafı eğimli bir şeydir, "en-Nüsâfe" ise ondan düşen şeye denilir. Mesela; "Sen kepeği ayır ve katıksız olanı (has olanı) ye." Yine; "Filan kişi bize sakalı bir minsefmiş gibi geldi" denilir. Bunu da Ebû Nasr Ahmed b. Hatim nakletmektedir. Yine "el-minsefe" kendisi ile yapıların söküldüğü alet (kazma vb.) demektir. "Onu yıktım, söktüm anlamındadır. Deve otu kökünden kopararak yedi" demektir. Bir şeyi kökünden söktüm" demektir. Bu açıklamalar İbn Zeyd'den nakledilmiştir.

98

Sizin ilâhınız ancak kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır. İlmi herşeyi kuşatmıştır O'nun.

"Sizin ilahınız" buzağı değil

"ancak kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır, ilmi herşeyi kuşatmıştır O'nun." O ne yaparsa ilme istinaden yapar.

(.........) kelimesi temyiz olarak mansub gelmiştir. Mücahid ile Katade; O ilmiyle herşeye genişlik vermiştir" diye okumuşlardır.

99

İşte geçmiş olanların haberlerinden sana böylece anlatıyoruz. Şüphe yok ki sana katımızdan bir zikir verdik.

"İşte... böylece" âyetindeki "kef" harfi hazfedilmiş bir mastarın sıfatı konumundadır. Yani, Biz sana Mûsa'nın haberini anlattığımız gibi

"işte geçmiş olanların haberlerinden" de

"sana böylece anlatıyoruz." Aynı şekilde geçmişlerin haberlerinden bir takım kıssalar anlatıyoruz ki, senin için bir teselli olsun ve senin doğruluğuna delil teşkil etsin.

"Şüphe yok ki sana katımızdan bir zikir verdik." Yani Kur'ân'ı verdik. Kur'ân'a "zikir" denilmesinin sebebi, onda bulunan öğütler ve hatırlatmalar dolayısıyladır. Nitekim Rasûle de "zikir" ismi verilmiştir. Buna sebeb ise zikrin onun üzerine nazil olmasıydı.

Şöyle de açıklanmıştır: "Şüphe yok ki sana katımızdan bir zikir verdik" şeref verdik, demektir. Nitekim bir başka yerde:

"Şüphesiz ki o senin için bir zikirdir." (ez-Zuhruf, 43/44) diye buyurulmaktadır. Senin için bir şeref ve şanını yüceltmektir.

100

Kim O'ndan yüz çevirirse muhakkak o kimse kıyâmet gününde ağır bir yük yüklenecektir.

"Kim ondan" yani Kur'ân-ı Kerîm'den ona Îman etmeyerek ve gereğince amel etmeyip

"yüz çevirirse muhakkak o kimse kıyâmet gününde ağır" pek büyük bir günah ve altından kalkılması zor

"bir yük yüklenecektir."

101

O kimseler onda (günah yükünün altında) ebediyyen kalacaklardır. Kıyâmet gününde de o kendileri için ne kötü bir yük olacaktır!

"O kimseler onda ebediyyen kalacaklardır." Yani o ağır yükürt, günahın cezasını devamlı çekeceklerdir. Bunun cezası ise cehennemdir.

"Kıyâmet gününde o kendileri için ne kötü bir yük olacaktır!" Kıyâmet gününde onların taşıyacakları yük ne kötüdür!

O kimse... yüklenecektir" âyetini Davud b. Rufey'; ): Bu yük onun sırtına vurulacaktır" diye okumuştur.

102

Sûr'a üfürüldüğü güne Biz, günahkârları, o gün gözleri göğermiş olduğu halde, haşrederiz.

"Sûr'a üfürüldüğü gün" âyetinde "üfürüldüğü" anlamındaki fiil genel olarak "ya" harfi ötreli meçhul fiil olarak okunmuştur. Ancak Ebû Amr ve İbn Ebi İshak "üfüreceğimiz gün" anlamında "nûn" ile malum fiil olarak okumuşlardır. Ebû Amr yüce Allah'ın:

"Haşrederiz" fiilinin de böyle olduğunu, bu şekildeki okuyuşuna delil göstermiştir. İbn Hürmüz ise "üfüreceği" anlamında, üstün "ya" ile okumuştur. İsrafil'in üfüreceği... demektir. Ebû İyad "es-sûr" kelimesini "es-suver" diye okumuştur. (Suretlere üfürüleceği günde anlamına gelir.) Diğerleri ise "Sûr'a" anlamına gelecek şekilde okumuşlardır. Buna dair yeterli açıklamalar el-En'âm Sûresi'nde (6/71-73- âyetlerin tefsirinde) ve "et-Tezkire" adlı eserimizde geçmiş bulunmaktadır.

Talha b. Mûsarrif ise "haşrederiz" anlamındaki fiili ötreli "ya" ile: Haşredilir" şeklinde buna karşılık Mushafa aykırı olarak da; Günahkârlar (haşredilir)" diye' okumuştur.

Diğerleri ise "günahkârları... haşrederiz" anlamında okumuş olup günahkârlardan kasıt müdriklerdir,

"Gözleri göğermiş halde" anlamındaki kelime, günahkârların halini belirtmektedir. "Göğermişlik" sürmeli oluşun aksinedir, Araplar gözlerin göğermişliğini uğursuz kabul eder ve bunu yererlerdi. Yani onların hilkatleri gözlerinin göğermesi, yüzlerinin de kararması ile çirkinleştirilecektir.

el-Kelbîve el-Ferrâ' "göğermiş halde" kör olarak... demektir, demişlerdir. el-Ezherî de şöyle açıklamıştır: Aşın susuzluktan dolayı gözleri göğermiş susuzlar olarak demektir. ez-Zeccâc da böyle açıklamış ve şöyle demiştir: Çünkü gözlerin siyahı susuzluktan dolayı değişikliğe uğrar ve göğerir.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu akabinde hüsranın gelişi halindeki yalan umutlanmanın adıdır. Meselâ, şunu uzunca beklediğimden dolayı gözüme ak düştü, denilir.

Beşinci bir açıklama da şu şekildedir: Göğermişlikten kasıt, aşırı korkudan ötürü gözlerin yukarı doğru kayması demektir. Şair der ki;

"Ey Muka' biroğlu gözlerin göğerdî,

Nitekim Dabboğullarından her bir kişi de, adilikten dolayı göğermiş renktedir."

Erkek için: "Mavi gözlü adam" denilirken, kadın için de: "Kadın açıkça görülecek şekilde mavi (gözlü)dür" denilir. Bu kökten isim: "Mavilik" şeklinde gelir.

"Gözü göğerdi, göğeriş" denilir.

Said b. Cubeyr dedi ki: İbn Abbâs'a yüce Allah'ın:

"Biz günahkârları o gün gözleri göğermiş halde haşrederiz" âyeti ile bir başka yerde geçen:

"Biz onları kıyâmet günü körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüzü koyun haşredeceğiz" (el-İsrâ, 17/97) âyeti hakkında soru soruldu da, şunları söyledi: Kıyâmet gününün bir çok halleri vardır. Hallerin birisinde günahkârların gözleri göğermiş olacak, bir diğerinde kör olacaklardır.

103

Kendi aralarında gizlice: "Siz ancak on gün eğlendiniz" diye fısıldaşırlar.

104

Biz onların ne söylediklerini çok iyi biliriz. Onların daha iyi yolda olanları der ki: "Siz ancak bir gün eğlendiniz."

"Kendi aralarında gizlice: Siz ancak on gün eğlendiniz, diye fısıldaşırlar." Sözlükte; "Gizlice fısıldaşmak" aslında sakin olmak, hareketsiz olmak demektir. Daha sonra sesini alçaltan kimse hakkında; "Sesini yükseltti" denilmiştir. Birbirleriyle gizlice konuşurlar, demektir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Yani o durak yerinde (Mevkıf de) birbirlerine gizlice derler ki: "Siz" dünya hayatınızda bir görüşe göre de kabirlerde: "Ancak on gün eğlendiniz diye fısıldaşırlar" oralarda kaldığınız süre bu kadardır. "Ancak on'dan kasıt da on gündür. Burada iki üfürüş arasındaki sürenin kastedildiği de söylenmiştir ki, bu da kırk yıldır. Bu süre içerisinde kâfirlerin üzerindeki azap kaldırılacaktır. Bu da İbn Abbâs'ın görüşüne göre böyledir. O bakımdan bu süreyi çok kısa bulacaklardır. Yahut bu, onların dünyadaki kalış sürelerini ifade eder. Çünkü kıyâmet gününde görecekleri dehşetler onları böyle düşündürecektir. Sözleri en mutedil, en akıllı ve kendisince en bilgilileri olan kimselere de durum şöyle görünecektir; Onların dünya hayatındaki kalış süreleri sadece bir günden ibarettir. Bu açıklama Katade'den nakledilmiştir. Buna göre ifade: Ancak bir gün kadar kaldık, takdirindedir.

Bir diğer açıklamaya göre; o günün ileri derecedeki dehşetinden ötürü dünya hayatı içerisindeki nimetleri, bir günmüş gibi soracak kadar unutmuş olacaklardır.

Şöyle de açıklanmıştır: Bununla onların iki üfürüş arasında kaldıkları süre yahut önceden geçtiği üzere, kabirlerde kaldıkları süre kastedilmiştir.

"On" ve

"bir gün" kelimeleri

"eğlendiniz" anlamındaki fiil ile nasbedilmişlerdir,

105

Sana dağları sorarlar: "Rabbin onları kökünden koparıp parça parça dağıtacak" de.

"Sana dağları" yani kıyâmet gününde dağların durumunun ne olacağını

"sorarlar. Rabbim onları kökünden koparıp" uçuracak; "parça parça dağıtacak, de."

Buradaki "De" âyetinin "fe" ile geldiğini görüyoruz. Halbuki Kur'ân-ı Kerîm'de her bir soruya cevap olarak gelen; "de" anlamındaki âyet, -bunun dışında- hep "fe" harfi başa getirilmeden gelmiştir. Bunun sebebi burada anlamın; eğer sana dağlar hakkında soru sorarlarsa... "de" şeklinde oluşudur. O bakımdan ifade şart anlamını taşımaktadır. Yüce Allah onların dağlar hakkında soru soracaklarını bildiğinden dolayı onlar sormadan önce onlara cevap vermektedir. Diğerleri ise önceden Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a sorulmuş sorular olup onlara dair cevap da sorunun akabinde gelmiştir. Onların cevaplarının "fe" harfi getirilmeden geliş sebebi budur. Buradaki ise henüz sormadıkları bir soruyu dile getirmektedir. Bunu iyice kavramak gerekir.

"Onları kökünden koparıp parça parça dağıtacak" âyeti ile ilgili olarak İbnu'l-A'rabî ve başkaları şöyle demektedir: Onları köklerinden söküp koparacak, sonra onları akabilecek şekilde kum haline dönüştürecek, sonra da rüzgarların etrafa dağıtabilecekleri şekilde atılmış yün gibi yapacaktır. (Bazı âyetlerde sözü edilen): "el-îhn" İse ancak boyanmış yünden olur. Bundan sonra dağlar, etrafa dağıtılmış toz zerreleri haline gelecektir.

106

"Yerlerini dümdüz edecektir.

"Yerlerini dümdüz edecektir." Onların yerlerini bitki ve üzerinde yapı bulunmayan dümdüz ve kaygan bir zemine dönüştürecektir. Bu açıklamayı İbnu'l-A'rabî yapmıştır.

el-Cevherî dedi ki: "dümdüz yer" demektir. Çoğulu da; şekillerinde gelir. (Son şekilde) "vav"ın bir önceki harfi esreli olduğundan dolayı "ya "ya dönüşmüştür.

el-Ferrâ' da şöyle demektedir: Bu kelime "su birikintisi" demektir. ise bitkisiz, kel arazi demektir. el-Kelbî dedi ki: Bu hiçbir bitkisi bulunmayan arazi demektir, Bunun: Düzlüğünde âdeta bir safmış gibi görünen düz yer, demek olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Bu iki kelime de aynı anlamdadır. Çünkü; " Açık ve geniş yer" ise düz ve girintisi, çıkıntısı olmayan yumuşak yer demektir. Sîbeveyh de şu beyiti nakletmektedir:

"Senin evine varıncaya kadar nice düzlük araziler,

Alabildiğine ufak kumlu yollar ile

Üstüste yığılmış kumlardan yollar var."

"Dümdüz" kelimesi haldir. Ondan sonraki kelime de böyle.

107

"Sen orada alçaklık da, yükseklik de göremeyeceksin"

"Sen orada alçaklık da, yükseklik de göremeyeceksin" ifadesi sıfat mahallindedir. İbnu'l-A'rabî dedi ki: "el-Ivec" yollardaki iniş çıkışlardır. "el-Emt" ise küçük tepeler demektir. Ebû Ömer dedi ki: "el-Emt" küçük tepeler demektir. Yani orası ne tümsekliği de alçaklığı da bulunmayan dümdüz bir yerdir. Mesela; "Ağzına kadar doldu, dolmadık boş bir yeri kalmadı, kırbayı boş. bir yer kalmamacasına doldurdum" denilir.

"el-Emt" sözlükte yüksekçe yer demektir.

İbn Abbâs: "Ivec" meyil demektir. "el-Emt" ise otlağa giden yol gibi bir iz demektir. Yine ondan nakledildiğine göre "ıvec" vadi, "emi" ise tepe demektir. Ondan gelen bir başka rivâyete göre "el-ıvec" alçaklık, "el-emt" ise yükseklik demektir.

Katade dedi ki: "Ivec" çatlaklık, yarık, "emt" tepe demektir. Yemân dedi ki: "el-Emt" yerdeki çatlaklar demektir. Bunun düzlükte yahut dağda bir yerin kalınlaşması, bir başka yerde de incelmesi anlamına geldiği de söylenmiştir. Bunu da es-Sûlî nakletmektedir.

Bu Âyetle Siğillerin Tedavisi:

Derim ki: Bu âyet-i kerîme, okunarak rukye yapılan âyetlerdendir. Bununla siğiller tedavi edilir. Bizde bunlara "el-berârik" denilir ki bunun tekili "be-rûka"dır. Bunlar genel olarak vücudun çeşitli yerlerinde özellikle ellerde çıkarlar. Bunun için arpa samanından üç tane çubuk alınır. Bu çubukların her birisinde bir düğüm bulunur. Bu çubukların her birisi siğiller üzerinden geçirilerek bu âyet-i kerîme bir defa okunur. Sonra da bu çubuklar nemlice bir yere gömülür. Bunlar küflenince bu siğiller de küflenir ve onların hiçbir izi kalmaz.

Ben bunu hem kendimde denedim, hem de başkasına uyguladım. Yüce Allah'ın izniyle faydalı olduğunu gördüm.

108

O günde davetçiye uyarlar. Hiçbir tarafa sapmayarak giderler. Rahmânın huzurunda sesler kısılmış olacak, kıpırdanan dudakların fısıltısından başkasını duyamayacaksın.

"O gün davetçiye" yani Sûr'a üfüreceği vakitte İsrafil (aleyhisselâm)a

"uyarlar. Hiçbir tarafa sapmayarak giderler." Yani ondan ayrı bir yere gitmezler. Bu da şu demektir: Onun çağrısından uzaklaşmazlar. Başka bir tarafa meyledip gitmezler. Aksine hızlıca ona doğru giderler ve onun bulunduğu yönden başka bir yöne sapmazlar. İlim adamlarının çoğunluğunun kabul ettiği görüş budur.

("Hiçbir tarafa sapmayarak giderler" anlamını verdiğimiz:) "Onun bir eğriliği yoktur" âyetinin yani İsrafil'in çağrısının bir eğriliği yoktur, anlamına geldiği de söylenmiştir.

Bir başka görüşe göre; onlar herhangi bir eğriliği olmayan bir şekilde davetçinin davetine tabi olurlar, demektir. Buna göre mastar gizlidir. Yani onlar davetçinin mahşere çağıran sesine uyarlar. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Nida edenin yakın bir yerden sesleneceği güne kulak ver." (Kaf, 50/41) İleride gelecektir.

"Rahmân'ın huzurunda sesler kısık olacak." Yani orada sesler oldukça alçalmış ve âdeta sükûnet bulmuş olacak. İbn Abbâs'tan şöyle dediği nakledilmektedir: ez-Zübeyr'in (şehâdet) haberi ulaştığında Medine'nin Sûr'u ve o huşu duyan dağlar alçaldı.

Orada suskun her bir dil, ilâhî huzurun heybetinden susmuş olacaktır.

"Rahmân'ın huzurunda" demek, Ondan dolayı susacaktır, demektir.

"Kıpırdanan dudakların fısıltısından başkasını duyamayacaktır." Âyetindeki (fısıltı anlamı verilen): "el-Hems" gizli ses demektir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. İbn Abbâs'tan; gizli saklı ses demektir. el-Hasen ve İbn Cüreyc de şöyle demişlerdir: Bu mahşere doğru giderken ayakların çıkaracakları sestir. Şairin vecez veznindeki şu mısraı da bu anlamdadır:

"Onlar, biz onların sırtında olduğumuz halde ayak sesleri duyularak giderler."

Bununla şair yürürken develerin ayaklarının çıkardıkları sesleri kastetmektedir. Arslana "el-hemûs" ismi, karanlıkta farkettirmeden yavaşça yürümesinden dolayı verilmiştir. Ru'be de kendisinin güçlü kuvvetli oluşunu anlatırken şöyle demektedir:

"Öyle bir arşlardım) ki karanlıkta sessizce ilerleyen arslanı da

Kirli renkleri olan fili ve camuzu da vurup perişan ederim, ben."

"Yemeğin hems"i, ağzı kapalı bir şekilde yemeği çiğnemek demektir. Recez vezninde şair şöyle demektedir:

"Dünden beri ben hayret edilecek bir şey gördüm,

Tıpkı gulyabaniler gibi beş tane koca karı,

Ben ne yapıyorsam onlar ağızları kapalı çiğneyip çiğneyip (bitirip) duruyorlar."

Bu kelimenin dili ve dudağı hareket ettirmek anlamında olduğu da söylenmiştir.

Ubeyy b. Ka'b: “Onlar ancak fısıltı ile konuşurlar" diye okumuştur ki, anlamlar birbirine yakındır. Yani sen onların ne konuşma seslerini, ne konuştuklarını, ne de ayak seslerini işitirsin. Bu kelimenin kökünü teşkil eden "he, mim ve sin" harflerinin asıl anlamı ne olursa olsun gizliliktir. "Mehmûs" (hems ile çıkan harfler de) buradan gelmektedir ki, bunlar on tane harf olup, kelimelerinde toplanmıştır. Harfe "hemsli (mehmûs)" denilmesinin sebebi mahreçlerine fazla dayanılmayarak harf telaffuz edilirken nefesin akmasıdır.

109

O günde Rahmân'ın izin vereceği ve sözünden razı olacağı kimseninki müstesna, şefaatin hiçbir faydası olmayacaktır.

"O gün de Rahmân'ın İzin vereceği ve" şefaat hususunda söyleyeceği

"sözünden razı olacağı kimseninki müstesna, şefaatin hiçbir faydası olmayacaktır."

Bu âyetteki ("kimse" anlamı verilen): "Men" kelimesi birincisinin dışına çıkartılan (muttasıl) istisna olarak nasb mahallindedir. Yani şefaat, Rahmân'ın kendisine şefaat edilmesine izin vereceği kimseden başkasına fayda sağlamayacaktır.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Şefaat ancak razı olunan bir sözü bulunan ve kendisine şefaat edilmesi hususunda Rahmân'ın izin verdiği kimseye faydalı olacaktır. İbn Abbâs da der ki: Bu söz "lâ ilahe illallah"tır,

110

O, onların önlerindekini de, arkalarındakini de bilir. Onlar ise bilgileri ile O'nu kuşatamazlar.

"O onların önlerindekini de" kıyâmette meydana gelecek hususları

"da arkalarındakini de" dünyada olanları da

"bilir." Bu şekildeki açıklama Katade tarafından yapılmıştır.

Şöyle de açıklanmıştır: Onların ileride görecekleri mükâfat ve cezayı bildiği gibi, dünyadan geride bıraktıkları, arkada terkettikleri şeyleri de bilir.

Âyet-i kerîmenin bütün insanlar hakkında umumî olduğu söylendiği gibi; sadece "davetçiye uyanlar"ın kastedildiği de söylenmiştir. Hamd Allah'a mahsustur.

"Onlar ise bilgileriyle O'nu kuşatamazlar" âyetindeki "Onu' zamiri yüce Allah'a aittir. Yani hiçbir kimse bilgisiyle O'nu kuşatamaz. Çünkü "kuşatmak" sınırlılık anlamını da çağrıştırmaktadır. Yüce Allah ise sınırlı oluştan münezzehtir.

Bu zamirin "bilgf'ye ait olduğu da söylenmiştir. Yani hiçbir kimse Allah'ın bildiğini bilgisiyle kuşatamaz.

Taberî der ki; "Önlerindeki", "arkalarındaki" ile "kuşatamazlar"daki zamirler meleklere aittir. Yani yüce Allah bu meleklere ibadet edenlere, meleklerin önlerindekini de arkalarındakini de bilemediklerini bildirecektir.

111

Yüzler Hayy ve Kayyûm'a zillet ile boyun eğmiş olacaktır. Zulüm taşıyanlar gerçekten zarara uğrayacaktır.

"Yüzler... zillet ile boyun eğmiş olacaktır" anlamındaki âyette yer alan; kelimesinin "zillet ile boyun eğme" anlamında olduğunu İbnu’l-A'rabî ve başkaları söylemiştir. Esire; denilmesi de bundan dolayıdır. Ümeyye b. Ebi's-Salt da şöyle demiştir:

"O mutlak bir egemendir, Semanın Arşı üzerinde ve mutlak sözü geçendir,

Yüzler O'nun izzeti dolayısı ile zilletle boyun eğer ve secdeye kapanır."

Yine şöyle demiştir:

"Yüzüm de, bütün varlığım da zilletle O'na boyun eğmiştir,

Secde edenler arasında şükrederek O'nun zâtına."

el-Cevherî der ki: " Zilletle boyun eğdi" demektir. "O'na boyun eğdirdi" anlamındadır. Allah'ın:

"Yüzler Hayy ve Kayyum'a zillet ile boyun eğmiş olacaktır." âyeti da bu anlamdadır. "Aralarında esir olarak ve hapsedilmiş olarak kaldı" demektir. "Onu hapsetti, alıkoydu" demektir. "Esir" demek olup, erkekler için çoğulu; kadınlar için çoğulu da; şeklinde gelir. "Başına bir takım işler geldi" anlamındadır.

İbn Abbâs dedi ki: "Boyun eğdi" demektir. Mücahid de: Zillet duyarak boyun eğdi, anlamındadır, demiştir. el-Maverdî de der ki: Zillet ile huşu' -anlamları birbirine yakın olmakla birlikte- aralarında bir fark vardır. Zillet, kişinin Özü itibariyle zelil olması demektir, huşu ise kendisine itaat edilen kimsenin önünde zelil olduğunu göstermektir.

el-Kelbî, kelimesinin bildi anlamında olduğunu söylemiştir. Atıyye el-Avfî ise "teütym oldu" diye açıklamıştır. Talk b. Habib de şöyle açıklamıştır: Bu secde esnasında alnı ve burnu yere koymaktır. en-Nehhâs da şöyle demektedir: "Zillet ile boyun eğmiş olacaktır" âyetinin anlamı ile ilgili olarak iki görüş vardır. Birincisine göre bu âhirette olacaktır. İkrime, İbn Abbâs'tan; "Yüzler Hayy ve Kayyum'a zillet ile boyun eğmiş olacaktır." âyeti ile ilgili olarak şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bu rükû' ve sücuddur. Sözlükte bu kelime kahretmek ve yenik düşürmek anlamındadır. "Ülke galip gelinerek ve kahredilerek fethedildi" tabiri de buradan gelmektedir. Şair de şöyle demektedir:

"Onlar orayı isteyerek ve (ahalisinin) teslim etmesi suretiyle almadılar,

Ama asıl orayı düşüren şarif kılıçlarıyla indirilen darbelerdir."

Bu kelimenin yorgunluk anlamıyla kullanıldığı da söylenmiştir.

İnsanlardan

"yüzler" diye söz edilmesi zilletin eserlerinin ancak yüzde açığa çıkmasından dolayıdır.

"Hayy ve Kayyûm" âyetindeki

"el-Kayyûm" ile ilgili üç te'vil yapılmıştır. Birincisi yaratıkların işlerini çekip çeviren, ikincisi her bir nefsin neler kazandığını görüp gözetleyen, üçüncüsü zeval bulmayan, sonu gelmeyen, daimi ve ebedi olan demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/255. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Zulüm taşıyanlar gerçekten zarara uğrayacaktır." Yani şirk yükü taşıyarak gelecekler, zararlı çıkacaklardır.

112

Kim mü’min olduğu halde salih ameller işlerse o, zulme uğratılmaktan da korkmaz, eksiltilmesinden de.

"Kim mü’min olduğu halde salih ameller işlerse..." Çünkü imansız hiçbir amel kabul edilmez.

"Salih ameller" âyetindeki; "..den, dan" teb'îz (kısmîlik) bildirmek içindir. Salih amellerden bir bölüm İşlerse.., demektir. Bunun cins (tür) bildirmek için olduğu da söylenmiştir.

"O zulme uğratılmaktan" yaptığı itaatlerin sevabının eksiltilmesinden ve kötülüklerinde aleyhine bir fazlalıktan da

"korkmaz." Hakettiği mükâfatının

"eksiltilmesinden de" korkmaz.

"Korkmaz" âyetini İbn Kesîr, Mücâhid ve İbn Muhaysın "kim... İşlerse" âyetinin cevabı olmak üzere cezm ile; "Korkmasın" diye okumuştur. Diğerleri ise haber olarak merfu olmak üzere elif ile okumuşlardır. Yani; "O korkmaz" yahut; O korkmayacaktır" anlamındadır.

"Eksiltmek": Eksik vermek, kırmak demektir. Mesela;

Ben bunu hakkımdan düşürdüm, hakkım olduğu halde almadım" demektir. "Bu kişi buğdayın ağırlığını eksiltiyor (eksik tartıyor)" demektir, "Göbeği olmayan kadın" demektir.

el-Maverdî der ki: Bu kelime ile zulüm arasındaki fark şudur: Zulüm hakkın tamamını engellemektir, vermemektir. Bu ise onun bir bölümünü dahi vermemek demektir. Bir bakıma birbirlerinden ayrı olsalar bile, bu da bir zulümdür. el-Mütevekkü el-Leyst de şöyle demiştir:

"Şüphesiz ki zelillerle bayağı kimseler öyle bir topluluktur ki,

Onların dostları zulme uğrayan ve hakkı tamamen verilmeyen kimselerdir."

el-Cevherî dedi ki: Zulme uğramış adam, demektir. O ona zulmetti, hakkını eksik verdi" demektir.

113

Böylece onu Arapça bir Kur'ân olarak İndirdik ve onda tehditlerimizi tekrar ettik. Olur ki korkarlar, yahut o yeniden öğüt almalarını sağlar.

"Böylece" yani sana bu sûrede açıklamış olduğumuz gibi

"onu Arapça" Arap diliyle

"bir Kuran olarak indirdik ve onda tehditlerimizi" muhtevasında bulunan korkutmaları, tehditleri, amellerinin karşılıklarını ve cezasını

"tekrar ettik."

"Olur ki korkarlar." Allah'dan korkup O'na isyanı gerektiren işlerden uzaklaşırlar. O'nun cezasına uğramaktan sakınırlar, çekinirler.

"Yahut o yeniden öğüt almalarını sağlar." Katade: Olur ki sakınırlar ve takvaya yönelirler, diye açıklamıştır. Olur ki... yeniden şeref sahibi olmalarını sağlar, diye de açıklanmıştır. Bu açıklamaya göre burada (öğüt anlamı verilen) "zikr" şeref manasına kullanılmış demek olur. Bu da yüce Allah'ın:

"Ve muhakkak o sana ve senin kavmine bir zikirdir" (ez-Zuhruf, 43/44) âyetinde "bir şereftir" anlamında olmasına benzer.

Kendisi ile tehdit olundukları azâbı hatırlamalarını sağlar, anlamında olduğu da söylenmiştir.

el-Hasen; "(............): ... yeniden... sağlar" âyetini "nün" harfi ile "sağlarız" anlamında okumuştur. Yine ondan "se" harfini hem merfu, hem cezimli okuduğu da rivâyet edilmiştir.

114

Mutlak egemen ve hak olan Allah ne yücedir! Sana onun vahyi tamamlanmadan önce Kur'ân'ı okumayı acele etme ve: "Rabbim ilmimi arttır!" de.

"Mutlak egemen ve hak olan Allah ne yücedir!" Şanı yüce Allah nimetlerinin büyüklüğünü, kullara gösterip Kur'ân'ı indirişini söz konusu ettikten sonra, kendisini çoluk-çocuk sahibi olmaktan ve eşi bulunmaktan tenzih ederek:

"Mutlak egemen ve hak" yani mutlak hak sahibi

"olan Allah ne yücedir!" diye buyurmaktadır.

"Sana onun vahyi tamamlanmadan önce Kur'ân’ı okumayı acele etme"

âyeti ile peygamberine Kur'ân'ı nasıl belleyeceğini öğretmektedir. İbn Abbâs dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân'ı belleme tutkusu ve unutmak endişe -si ile, Cebrâîl (aleyhisselâm) vahyi bitirmeden acele eder ve kendisi de okumaya koyulurdu. Yüce Allah bunu ona yasaklayarak:

"Kur'ân'ı okumayı acele etme" âyetini indirdi. Bu da ileride,geleceği gibi yüce Allah'ın:

"Onu çabuklaştırmak için dilini onunla kıpırdatma!" (el-Kıyame, 75/16) âyetini andırmaktadır.

İbn Ebi Necîh'in rivâyetine göre Mücahid şöyle demiştir: Onu iyice anlamadan okumaya koyulma!

"Acele etme" âyetinin; "sana onun vahyi" nin gelişi "tamamlanmadan Önce" indirilmesini isteme, anlamında olduğu da söylenmiştir.

Bir diğer açıklamaya göre anlam şudur: Onun te'viline dair açıklama sana gelmeden önce onu insanlara bildirme.

el-Hasen de şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme hanımının yüzüne bir tokat atan adam hakkında inmiştir. Hanımı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a gelerek kısas uygulanmasını istedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’da kadının kısas hakkı olduğuna dair hüküm verdi. Bunun üzerine yüce Allah'ın:

"Erkekler kadınlar üzerine yöneticidirler." (en-Nisa, 4/34) âyeti indi. İşte bundan dolayı:

"Ve Rabbim ilmimi" kavrayışımı, anlayışımı "arttır, de" âyeti inmiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kısas hükmünü vermiş olmakla birlikte yüce Allah bunu kabul etmemiştir.

İbn Mes'ûd ve başkaları "sana onun vahyi tamamlanmadan önce" anlamındaki âyeti; "Biz sana onu vahyetmeyi tamamlamadan önce" diye -"nun" harfi ve "daı" harfi esreli olarak "vahiy" kelimesinde de "ya" harfini üstün olarak- okumuşlardır.

115

Yemin olsun ki Biz daha önce Âdem'e vahyetmiştik; fakat o unuttu. Biz onu azimli bulmadık.

"Yemin olsun ki Biz daha önce Âdem'e vahyetmiştik; fakat o unuttu" âyetinde geçen

"fakat o unuttu" anlamındaki lâfzı, el-A'meş kendisinden farklı rivâyetlerde gelmiş olmakla birlikte "ya" harfini sakin olarak; linde okumuştur. Bunun iki anlamı vardır: Bunların birincisi terketti demek olup, ona verilen emri, ahdi (vahyi) terketti demektir. Mücahid ile çoğu müfessirlerin görüşü budur. Yüce Allah'ın:

"Onlar Allah'ı unuttular. Allah da onları unuttu" (et-Tevbe, 9/67) âyetinde de bu anlamdadır.

İkinci anlamı da İbn Abbâs'ın dediğine göre şöyledir: Burada "unutmak" yanılmaktan ve nisyân'dan (unutmaktan) gelmektedir. "İnsan" kelimesi de buradan gelmiştir. Çünkü yüce Allah ona emir verip vahy etmiş olduğu halde, o bunu unutmuştu.

İbn Zeyd dedi ki: O bu hususta Allah'ın kendisine vermiş olduğu ahdi (vahyi) unutmuştu. Eğer kararlılığı bulunmuş olsaydı, düşmanı İblis'e itaat etmezdi. Bu görüşe göre Âdem (aleyhisselâm)ın o vakitte yanılmaktan dolayı sorumlu tutulmuş olması gerekmektedir. Her ne kadar bugün unutmanın sorumluluğu bizden kaldırılmış olsa bile.

"Daha önce" nin anlamına gelince; ağaçtan yemeden önce demektir. Çünkü ona, o ağaçtan yemesi yasaklanmıştı.

Maksat, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ı tesclü etmektir. Yani, Âdemoğullarının şeytana itaat etmeleri oldukça eski bir durumdur. Eğer bunlar verilen sözü bozuyor ve durmuyor iseler aynı şekilde Biz de Âdem'e emretmiş, vahyetmiş o da bunları unutmuştu. Bu manayı el-Kuşeyrî, aynı şekilde et-Taberî de nakletmektedirler.

Yani ey Muhammed, şu kâfirler benim âyetlerimden yüz çeviriyor, peygamberlerime muhalefet ediyor ve İblis'e itaat ediyor iseler de çok eskiden beri onların ataları Âdem de böyle yapmıştır.

İbn Atiyye dedi ki: Böyle bir yorum (te'vil şekli) zayıftır. Çünkü Âdem (aleyhisselâm)ın Allah'ı inkâr eden kâfirlere örnek teşkil etmesinin kabul edilebilir hiçbir tarafı yoktur. Âdem (aleyhisselâm) belli bir yorumun etkisiyle emre karşı gelmiştir, Dolayısıyla böyle bir açıklama şekli onun değerini düşürür. Aksine âyet-i kerîmenin zahirinden anlaşılan şu olmalıdır; Ya bu âyet kendisinden önceki âyetlerle ilgisi olmayan yeni bir kıssanın başlangıcıdır. Yahut bu âyet, yüce Allah'ın Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)a Kur'ân-ı Kerîm'i bellemekte acele etmemesi emri ile ilgilidir. Bu hususta da kendisine önceden emir verilmiş, unutmuş ve bundan dolayı cezalandınlmış bir peygamber misal gösterilmektedir ki, bu onu sakındırma üslubunu daha ileriye götürsün. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)a verilen bu emrin ileri derecedeki önemi ortaya çıksın.

Burada "ahdetmek (mealde; vahyetmek)"; vasiyet etmek (emretmek) anlamındadır. "Unutmak", terketmek anlamındadır. Burada nisyânın hatırlamamak ve yanılmak (unutmak) anlamıyla kullanılması mümkün değildir. Çünkü unutanın ceza görmesi söz konusu olmaz

"Azimli olmak" ise ne olursa olsun inanılan bir hususu sürdürmek demektir. Âdem (aleyhisselâm) da ağaçtan yememe gereğine inanıyordu, ancak İblis ona vesvese verince bu inancını azimle sürdürmedi. Âdem (aleyhisselâm)a verilen ahid (vahiy) ise ağaçtan yememesi anlamında idi. Bununla birlikte İblis'in kendisinin düşmanı olduğu da bildirilmişti.

Yüce Allah'ın:

"Biz onu azimli bulmadık" âyetinin anlamı ile ilgili farklı görüşler vardır. İbn Abbâs ve Katade der ki: Biz ağacın meyvesinden yemek konusunda onu sabırlı ve emre bağlılığını sürdürmek noktasında dirençli bulmadık, demektir.

en-Nehhâs dedi ki: Lügatte de bunun anlamı böyledir. Meselâ "filânın azmi vardır" denildiği vakit, o masiyetlere karşı, onlardan kurtuluncaya kadar kendisini korumakta sabır ve sebat sahibidir, demektir. Yüce Allah'ın: "Peygamberlerden büyük azim sahipleri sabrettiği gibi sen de sabret!" (el-Ahkaf, 46/35) âyetinde de bu anlamdadır.

Yine İbn Abbâs'tan ve Atiyye el-Avfî'den şöyle dedikleri nakledilmektedir; Kendisine verilen emre riayet konusunda korunmadı. Yani o Allah'ın kendisine yasak kıldığı şeyi iyice hıfzetmedi, bellemedi, sonunda unuttu ve istidlali terketmek suretiyle de buna dair bilgiyi elden kaçırdı. Çünkü İblis ona şöyle demişti: Eğer sen bu meyveden yersen, cennette ebedî kalırsın. Bunu söylediği zaman muayyen bir ağacı göstermişti. Âdem ona itaat etmedi. Bu sefer yasağın genel çerçevesine giren o ağacın benzeri bir başka ağaçtan yemeye çağırdı. Halbuki bu durumda onun delil kullanması gerekirdi, fakat o bunu yapmadı. Diğer ağacın yasağın kapsamına girmediğini zannetti, te'vil'de bulunarak ondan yedi. Bir işin masiyet olduğunu bilerek bir işi yapan kimse unutmuş sayılamaz.

İbn Zeyd dedi ki: "Azim" Allah'ın emrini korumak demektir, ed-Dahhak dedi ki: Bir işte kararlı olmak demektir. İbn Keysân da: Biz bu konuda onda ısrar da görmedik, günaha tekrar dönmeyi içinden sakladığını da görmedik, diye açıklamıştır.

el-Kuşeyrî dedi ki: Birinci açıklama şekli ifadenin te'vili açısından daha uygundur. İşte bundan dolayı bazıları şöyle demişlerdir: Âdem (aleyhisselâm) azim sahibi peygamberlerden değildi, çünkü yüce Allah:

"Biz onu azimli bulmadık" diye buyurmuştur.

Çoğunluk ise şöyle demektedir: Bütün peygamberler azim sahibidirler. Nitekim haberde şöyle buyurulmuştur: Zekeriya oğlu Yahya dışında hata etmemiş yahut bir günah İşlemeyi içinden geçirmemiş hiçbir peygamber yoktur. " Hakim, el-Müstedrek, II, 591

Eğer işlediği günahı dolayısıyla Âdem (aleyhisselâm) azim sahibi peygamberler arasından çıkacak olsa Yahya dışında bütün peygamberlerin de bunun dışına çıkmaları gerekirdi.

Ebû Umâme de şöyle demiştir: Eğer Allah'ın mahlukatı yarattığından beri kıyâmet gününe kadar bütün Âdemoğullarının akılları bir araya getirilip, bir terazinin bir kefesine konulsa, Âdem (aleyhisselâm)ın da aklı bir diğer kefeye konulsa şüphesiz onunki ağır basar. Şanı yüce Allah da: "Biz onu azimli bulmadık" diye buyurmuştur.

116

Hani meleklere: "Âdem'e secde edin" demiştik de İblis dışında hepsi secde etmişlerdi. O ise yüz çevirmişti.

"Hani meleklere: Âdem'e secde edin, demiştik de İblis dışında hepsi secde etmişlerdi. O ise yüz çevirmişti" âyetine dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi 'nde (2/34. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

117

"Ey Âdem dedik, şüphesiz ki bu, sana ve eşine düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın. Sonra sıkıntıya uğrarsın.

"Ey Âdem dedik, şüphesiz ki bu, sana ve eşine düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın." Bu bir yasaklamadır. Bunun mecazi anlamı da şudur: Onun telkinlerini kabul etmeyiniz, kanmayınız. O takdirde sizin "cennetten" çıkışınıza sebeb teşkil eder.

"Sonra" sen ve eşinle birlikte

"sıkıntıya uğrarsın." Çünkü her ikisinin de sıkıntıya uğrama sebebi aynıdır. Bu konuda aralarında hiçbir fark yoktur.

Burada (tesniye olarak): "İkiniz sıkıntıya uğrarsınız" denilmeyişi, anlamın anlaşılmasından ve Âdem (aleyhisselâm)'ın asıl muhatap oluşundandır; ve asıl maksat da odur. Diğer taraftan eşi için çalışıp didinen, onun için kazanmakla yükümlü olan kendisi olduğu için, özellikle onun hakkında "sıkıntıya uğramak" öncelikle söz konusu olur. Şöyle de açıklanmıştır: Cennetten çıkış ikisi için olmuştur, fakat sıkıntıya uğramak yalnız Âdem içindir. Bu da bedeni bir sıkıntıdır. Nitekim hemen akabinde, yüce Allah:

"Çünkü orada" yani cennette

"sen aç da kalmazsın, çıplak da. Ve sen orada susuz da kalmazsın, güneş sıcağını da çekmezsin" diye buyurmakta ve böylelikle bütün bunların cennette verileceğini ona bildirmektedir: Yiyecek, içecek, giyecek ve mesken. Diğer taraftan sen bu emre riayet etmeyip de düşmanına itaat edecek olursan, ikinizi de cennetten çıkartırım ve sen yorularak, didinerek sıkıntıya uğrarsın. Yani aç kalırsın, çıplak kalırsın, susuz kalırsın, güneş sıcağı da seni yakar. Zira sen cennetten çıkartılacak olursan yere döndürüleceksin.

Özellikle onun sıkıntıya uğrayacağının belirtilip, "ikiniz sıkıntıya uğrayacaksınız" diye buyurulmamiş olması, bize hanımın nafakasını karşılama yükümlülüğünün kocaya ait olduğunu göstermektedir. İşte o günden beri kadınların nafakalarını sağlamak erkekler üzerine bir yükümlülük olagelmiştir. Havva'nın nafakasını karşılamak, Âdem'in yükümlülüğü olduğu gibi, onun kızlarının nafakalarını karşılamak da eş olmak hukuku dolayısıyla Âdemoğullarının bir yükümlülüğüdür.

Yüce Allah bu âyet-i kerîmede bize şunu da öğretmektedir: Kocanın hanımının lehine sağlamakla yükümlü olduğu nafaka; yiyecek, içecek, giyecek ve meskenden ibaret bu dört ihtiyacı kapsar. Koca hanımının bu dört ihtiyacını karşılayacak olursa, ona karşı nafaka yükümlülüğünü de yerine getirmiş olur. Bunların dışında bir şeyler verecek olursa o takdirde Allah'tan ecir alır. Bu dört temel ihtiyacın karşılanması, kadının lehine yerine getirilmesi gereken haklardır, Zira kişinin hayatta kalması bunlarla mümkündür.

el-Hasen dedi ki: Yüce Allah'ın:

"Sonra sıkıntıya uğrarsın" âyetinde kastedilen, dünyadaki sıkıntılardır. Âdemoğlu ne zaman görülürse yorgun, argın görülür.

el-Ferrâ' dedi ki: Bu "sıkıntı" kendi el emeğinden yemek durumunda olması demektir. Saîd b. Cübeyr dedi ki: Âdem'e kırmızı bir öküz de indirildi. Onu toprağı sürmekte kullanırdı. Diğer taraftan alnının terini silerdi. İşte yüce Allah'ın sözünü ettiği sıkıntıya uğraması budur.

Şöyle de denilmiştir: Cennetten indirildikten sonra onun ilk sıkıntısı Cibril (aleyhisselâm)ın ona cennetten bir kaç tane indirmiş olmasıydı. Ey Âdem sen bunları ek, dedi. O da toprağı sürdü ve ekti. Daha sonra ekinleri biçti, sonra topladı, sonra ayıkladı, sonra öğüttü, sonra hamur yoğurdu, sonra pişirdi. Bunca yorgunluktan sonra ekmeği yemek üzere oturdu. Elindeki ekmek yuvarlandı gitti, dağın dibine kadar vardı. Âdem de onun arkasından koşup gitti, yoruldu ve alnı terledi. Ey Âdem, dedi, işte senin rızkın bu şekilde yorgunluk ve sıkıntı ile elde edilecektir. Senden sonra çocuklarının da rızkı dünyada kaldığınız sürece hep böyle olacaktır.

"Çünkü orada sen aç da kalmazsın çıplak da. Ve sen orada susuz da kalmazsın, güneş sıcağını da çekmezsin" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık Ancak, merhum müfessirimiz yalnızca tek bir başlık zikretmektedir. halinde sunacağız:

118

"Çünkü orada sen aç da kalmazsın, çıplak da.

1- Cennetteki Hayat:

"Çünkü sen orada" yani cennette

"aç da kalmazsın, çıplak da."

119

"Ve sen orada susuz da kalmazsın, güneş sıcağını da çekmezsin.

"Ve sen orada susuz da kalmazsın, güneş sıcağını da çekmezsin." Yani güneşe karşı çıkmayacak, görünmeyeceksin ki, onun sıcağını duyasın. Çünkü cennette güneş olmayacaktır. Orada uzayıp giden gölgeden başka bir şey yoktur. Tıpkı tan yerinin ağarması ile güneşin doğuşu arasında olduğu gibi.

Ebû'l-Âl-iyye dedi ki: Cennette gündüz şöyledir deyip, namaz kılanların sabah namazını kılış vakitlerine işaret etti.

Ebû Zeyd dedi ki: Yol göründü, açığa çıktı, ortaya çıktı" demektir. "Terledim" demektir.

Yine; "Güneşe karşı çıktım" demektir. lâfzı da aynı anlamdadır. Her iki kullanım için de muzari mütekellim; " Çıkarım" şeklinde kullanılır.

Ömer b. Ebi Rabia dedi ki:

"Bir adam gördü ki güneş onun karşısında olursa,

Sıcağından etkilenir, akşam oldu mu da soğuktan rahatsız olur."

el-Ferrâ', Meâni'l-Kur'ân, II, 194'de "eymâ" yerine, "emmâ" şeklindedir. Tercüme de ona göre yapılmıştır.

Hadiste de rivâyet edildiğine göre İbn Ömer gölgelenen ihramlı bir adam görmüş, ona; kendisi için ihrama girdiğin kimse uğruna güneşin sıcağını duy, demiş İbnul-E-sîr, en-Nihâye, III, 77. Buradaki "güneş sıcağını duy" anlamındaki; kelimesini muhaddisler bu şekilde "elifi üstün, "ha" harfini esreli olarak; den gelen emir kipi halinde rivâyet etmektedirler.

el-Asmaî dedi ki: Ancak bunun doğru şekli "elifin esreli, "ha"n:n üstün olarak; den gelmesidir. Çünkü ona güneşin önüne çıkmasını emretmiştir. Yüce Allah'ın:

"Ve sen orada susuz da kalmazsın, güneş sıcağını da çekmezsin" âyeti da buradan gelmektedir. Sonra şu beyiti nakletmektedir:

"Ben onun için güneş sıcağını çektim ki, onun gölgesiyle gölgeleneyim,

Kıyâmet gününde gölge çekilmiş olacağı vakit,"

Ebû Amr ile -Ebû Bekr'in kendisinden yaptığı rivâyete göre Âsım müstesna- Kûfeliler; "Ve sen" lâfzını hemzeyi üstün olarak ve "Aç da kalmazsın" âyetine atfederek okumuşlardır. Bununla birlikte mahalline atf ile, ref konumunda olması da mümkündür. Sen orada aç kalmazsın, demektir.

Diğerleri ise ya isti'naf (yeni bir cümle olarak) ya da; "Çünkü... sen" lâfzına atf ile esreli okumuşlardır.

120

Şeytan ona vesvese verip dedi ki: "Ey Âdem, sana ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir mülkü göstereyim mi?"

"Şeytan ona vesvese verip..." âyeti ile ilgili açıklamalar daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/20. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Şeytan ona

"dedi ki: Ey Âdem, sana ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir mülkü göstereyim mi?" Bu, -önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/36, âyet, 2. başlık ve devamında) açıklandığı gibi- karşılıklı konuştuklarına ve şeytanın yılanın karnında cennete girmiş olduğuna delildir. Yine orada (2/35. âyet, 8. başlık ve devamında) bu ağacın hangisi olduğuna dair açıklamalar ile bu konudaki ilim adamlarının değişik görüşleri kaydedilmiş bulunmaktadır. Burada tekrarlamanın bir anlamı yoktur.

121

İkisi de ondan yediler. Hemen kendilerine ayıp yerleri görünüverdi. Cennetin yapraklarını yamayarak üstlerini örtmeye başladılar. Âdem, Rabbinin emrine karşı geldi de şaşırdı.

"İkisi de ondan yediler. Hemen kendilerine ayıp yerleri görünüverdİ. Cennetin yapraklarını yamayarak üstlerini örtmeye başladılar." Bu âyete dair yeterli açıklamalar da önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/22-24. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

el-Ferrâ' dedi ki: "Başladılar" Arapçada koyuldular, demektir. Denildiğine göre onlar incir yapraklarını üzerlerine yapıştırmaya başladılar.

Yüce Allah'ın:

"Âdem, Rabbinin emrine karşı geldi de şaşırdı" âyetine dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:

1- Peygamberlerin İşledikleri Hatalar ve Günahlar Onları Mertebelerinden Düşürecek Çapta Değildir:

Yüce Allah:

"Âdem, Rabbi'nin emrine karşı geldi" diye buyurmaktadır. el-Bakara Sûresi'nde (2/35. âyet, 12. başlıkta) peygamberlerin günahları ile ilgili görüşler geçmiş bulunmaktadır. Bizim ilim adamlarımızın müteahhirlerinden kimisi şöyle demişlerdir: Söylenmesi gereken şudur: Yüce Allah kimi peygamberlerden bazı günahlar sadır olduğunu haber vermiş, bu günahları kendilerine nisbet etmiş, bundan dolayı onlara serzenişte bulunmuş, bizzat kendileri de bu konuda kendileri hakkında haber vermiş, bu günahlardan sıyrılmış, bunlardan ötürü mağfiret dileyip tevbe etmişlerdir. Bütün bunların tek tek te'villeri her ne kadar mümkün ise de hep birlikte te'vili kabil olmayacak şekilde pek çok yerde varid olmuşlardır. Ancak bunların hepsi de onların mevkilerinden düşürecek şekilde değildir. Onlardan sadır olan bütün bu hususlar, ancak nadiren görülen şeylerdir ve ancak hata ve unutma yoluyla meydana gelmiştir. Yahut bu işi yapmaya kendilerini iten bir te'vil sonucu bu işi yapmışlardır. Onların bu yaptıkları başkalarına nisbetle hasenattır, Ancak kendilerine, mevkilerine ve üstün değerlerine nisbetle seyyiâttır. Zira kimi zaman vezir, bir seyisin, bir idarecinin mükâfat gördüğü aynı iş sebebiyle sorgulanabilir. Bundan dolayı peygamberler emniyet altında olduklarını, kendilerine eman verildiğini ve esenliğe kavuşacaklarını bilmiş olmalarına rağmen, Kıyâmet gününde bunlardan (ceza görebilmeleri ihtimali dolayısıyla) çekinmişlerdir. İşte hak olan da budur.

Cüneyd'in şu sözleri ne kadar güzeldir: "İyilerin hasenatı mukarreblerin seyyiatıdır." Onlar (Allah'ın salât ve selâmları üzerlerine olsun) her ne kadar bir takım nasslar, onların bir takım günahları İşlemiş olduğuna tanıktık etmekte ise de, bu onların mevkilerini ihlâl etmez, rütbelerini alçaltmaz. Aksine yüce Allah onların bu hatalarını telafi etmelerine İmkân vermiş, onları seçmiş, onları doğru yola iletmiştir. Onları övmüş, onları tertemiz edip arındırmış, seçip beğenmiştir. Allah'ın salât ve selâmları üzerlerine olsun.

2- Söze Peygamberlerin Hatalarını Ya da Yüce Allah'ın Müteşûbih Vasıflarım Zikrederek Başlamanın Hükmü:

Kadı Ebû Bekr İbnu’l-Arabî dedi ki: Bugün bizden herhangi bir kimsenin bu şekilde Âdem (aleyhisselâm) hakkında haber vererek sözlerine başlaması câiz değildir. Ancak bunu şanı yüce Allah'ın onun hakkında söylediği sözler arasında yahut peygamberinin sözleri arasında zikretmemiz müstesnadır. Yoksa bir kimsenin kendiliğinden söze başlayarak bunu dile getirmesi, Âdem (aleyhisselâm) bir tarafa bize zaman itibariyle oldukça yakın ve bizim benzerimiz bulunan kendi atalarımız hakkında bile câiz değilken; en eski, en büyük, en keremli öne geçirilmiş bir peygamber yüce Allah'ın mazeretim, tevbesini kabul edip kendisine mağfiret buyurduğu atamız hakkında nasıl câiz olabilir?

Derim ki; Bu tutum yaratılmış birisi hakkında câiz olmadığına göre; söze yüce Allah'ın el, ayak, parmak, böğür, inmek ve buna benzer sıfatlarının varlığını haber vererek başlamanın engellenmesi, öncelikle söz konusudur ve Allah'ın Kitabının yahut Rasûlünün sünnetinin okunması esnasında bu gibi şeylerden söz etmek dışında, söze bunlarla başlamak câiz değildir. Bundan ötürü İmâm Mâlik b. Enes şöyle demiştir: Her kim yüce Allah'ın:

"Yahudiler Allah'ın eli bağlıdır, dediler." (el-Mâide, 5/64) âyeti gibi yüce Allah'ın zatının vasıflarını ilgilendiren bir âyet okur da bu esnada elini boynuna götürürse eli kesilir. İşitme ve görmede de bu böyledir. Onun bu organları kesilir, çünkü o şanı yüce Allah'ı kendisine benzetmiş olur.

3- Atamız Âdem'i Hatası Dolayısıyla Ayıplamak:

Lâfız Müslim'e ait olmak üzere hadis İmâmlarının rivâyet ettiklerine göre Ebû Hüreyre (radıyallahü anh), Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Âdem ile Mûsa birbirleriyle tartıştılar. Mûsa: Ey Âdem, dedi. Sen bizim atamızsın, fakat bizi hüsrana uğrattın, bizi cennetten çıkarttın.

Bunun üzerine Âdem; Ey Mûsa dedi. Aziz ve celil olan Allah kelâmı ile seni seçti ve eli ile sana (Tevrat'ı) yazdı. Ey Mûsa, sen beni yüce Allah'ın benim hakkımda, beni yaratmadan kırk yıl öncesinden takdir etmiş bulunduğu bir iş dolayısıyla mı kınıyorsun? Böylece Âdem getirdiği delille Mûsa'yı yenik düşürmüş oldu. (Peygamber -sa- bu sözünü) üç defa tekrar etti." Buhârî, Enbiyâ 31, Tefsir 20. sûre 1-3, Kader 11, Tevhid 37; Müslim, Kader 13-15; Ebû Dâvûd, Sürme 16; Tirmizî, Kader 2; İbn Mâce, Mukaddime 10; Muvatta’, Kader î; Müsned, II, 248, 264, 287, 392, 398, 448, 464 el-Mühelleb dedi ki: Hazret-i Peygamber'in: "Âdem getirdiği delille Mûsa'yı yenik düşürmüş oldu" ifadesi delil ile onu yendi, demektir.

el-Leys b. Sa'd dedi ki: Bu kıssadan Âdem'in Mûsa (ikisine de selam olsun)ya karşi getirmiş olduğu delilin sağlıklı oluş sebebi, yüce Allah'ın Âdem'e günahını bağışlamış olması ve tevbesini kabul etmiş olmasıdır. Mûsa (aleyhisselâm)ın yüce Allah'ın kendisine bağışlamış olduğu bir günahı dolayısıyla onu ayıplamaması gerekirdi. Bundan dolayıdır ki Âdem: Sen Allah'ın kendisine Tevrat'ı vermiş, olduğu Mûsa'sın. O Tevrat'ta herşeye dair bir bilgi vardır. Sen orada Allah o masiyeti benim hakkımda takdir ettiğine dair ifadeyi de görmüşsün. Yine ondan dolayı tevbe etmeyi takdir ettiğini de. Böylelikle benden kınamayı kaldırmış oluyordu. Şimdi Allah beni kınamazken sen mi beni kınıyorsun! dedi.

Nitekim İbn Ömer de; Osman Uhud günü kaçtı, diyen kişiye benzer bir ifadeyle delil getirmiş ve şöyle demişti: Osman'ın bir günahı yoktur. Çünkü yüce Allah:

"Yemin olsun Allah onları affetmiştir." (Âl-i İmrân, 3/155) diye buyurmuştur. Buhâri, Meğâzi 19, Fedâilu Ashâbin-Nebiyy 7; Müsned, II, 101; Taberâni, el-Evsat, IX, 224, 225.

Şöyle de denilmiştir: Âdem (aleyhisselâm) bir babadır. Bir başkası dahi olsaydı ve bundan Ötürü o başkasını ayıplamak bile ona karşı gösterilmesi gereken hürmete aykırı olurdu. Çünkü şanı yüce Allah kâfir olan anne-baba hakkında bile:

"Dünyada onlarla güzel bir şekilde geçin." (Lukman, 31/15) diye buyurmaktadır. İşte bundan dolayı İbrahim (aleyhisselâm), kâfir olan babası kendisine:

"Eğer vazgeçmezsen seni mutlaka taşlarım. Bir süre benden uzaklaş, yanımdan git!" (Meryem, 19/46) dediğinde o:

"Dedi ki: Selâm olsun sana." (Meryem, 19/47) Ya Rabbi tarafından seçilmiş, tevbesi kabul olunmuş ve hidayete iletilmiş bir peygamber olan bir babaya karşı nasıl davranmak gerekir?

4- Günah İşleyenler Kaderi Delil Gösterebilirler mi?

Günah işleyip, mağfirete mazhar olmamış kimselere gelince, ilim adamları icma ile şunu belirtmişlerdir: Böyle bir kimsenin Âdem (aleyhisselâm)ın gösterdiği delil gibi delil ileri sürerek: Allah bu İşi hakkımda takdir ettiğine göre beni; adam öldürdüm, zina ettim yahut hırsızlık yaptım diye kınıyor musun? deyip Âdem (aleyhisselâm)ın delil ileri sürdüğü gibi delil getirmesi câiz değildir.

Yine ümmetin icmâ' ile kabul ettiğine göre iyilikte bulunan kimseyi iyiliği dolayısıyla öğmek, kötülükte bulunan kimseyi de kötülükleri dolayısıyla kınamak ve onun aleyhine olmak üzere günahlarını sayıp dökmek caizdir.

5- Âdem. (aleyhisselâm)’ın Şaşırması:

"Şaşırdı" yani onun aleyhine olmak üzere yaşayışı bozuldu. Bu açıklamayı en-Nekkaş nakletmiş olup, el-Kuşeyrî de bunu tercih etmiştir.

Ben hocamız Üstad mukri' (Kur'ân okuyucusu ve öğreticisi) Ebû Cafer el-Kurtubî'yî şöyle derken dinledim: "Şaşırdı" yani dünyaya inmesi sebebiyle yaşayışı bozuldu. ("ğavâ"nın mastarı olan:) el-Gayy ise fesad yani bozuluş demektir. Bu da güzel bir açıklamadır. Bu açıklama, "bunun anlamı, doğru yolda olmanın zıddı olan "el-ğayy"den gelmekte olup, sapıttı anlamındadır" diyenlerin görüşünden daha uygundur.

Bunun, o nerede doğru yolu bulabileceğini bilemedi. Yani kendisine yasak kılınan ağacın o olduğunu bilemedi, anlamında olduğu da söylenmiştir. Burada "el-ğayy" bilememek, bilmemek demektir,

Kimilerine göre de bu, ancak çokça yemekten dolayı karnı şişti anlamındadır. ez-Zemahşerî dedi ki: Bu her ne kadar mâ kabli (önceki harfi) esreli olan "ya"yı "elife kalb ederek; gibi fiilleri; şeklinde kullanan Tayyoğullarının şivesine göre sahih ise de, çok kötü bir açıklama şeklidir.

6- Âdem'e İsyankâr ya da Şaşkın Denebilir mi?

el-Kuşeyrî Ebû Nasr dedi ki: Bazıları şöyle demişlerdir: Âdem asi oldu ve şaşırdı denilir; ama isyankârdı ve şaşkındı denilemez. Nitekim bir defa dikiş diken hakkında; dikti denilebilirse de defalarca dikiş dikmedikçe ona terzi denilemez. Şöyle de denilmiştir: Efendinin külü kendisine karşı geldiği takdirde onun bu karşı gelişi hakkında başkalarının kullanamayacağı tabirleri kullanması mümkündür.

Ancak bu, çok zorlanarak yapılmış bir açıklamadır. Peygamberlere bu kabilden izafe edilen şeyler ya küçük günahtır yahut evlâ olanı terketmektir ya da peygamberlikten önce yapılan işlerdir.

122

Sonra Rabbi onu seçti, tevbesinİ kabul etti ve doğru yola iletti.

Derim ki: Bu açıklama güzeldir. îmam Ebû Bekr b. Fûrek -yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- dedi ki: Bunu Âdem peygamber olmadan önce işlemişti. Buna delil yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Sonra Rabbi onu seçti, tevbesini kabul etti ve doğru yola iletti." Burada seçme ve hidayete iletmenin, doğruyu göstermenin isyandan sonra olduğunu zikretmektedir. Onun bu yaptığı iş peygamberlikten önce olduğuna göre; peygamberlerin yalnız bu şekilde günah işlemeleri câiz olur. Zira peygamberlikten önce onları tasdik etmemiz hususunda bizim şer'î bir yükümlülüğümüz yoktur. Yüce Allah onları kullarına peygamber olarak gönderip onlar da peygamberliklerini edâ etmekte güvenilir ve masum olduklarına göre; daha önceden onların işlemiş oldukları günahların bir zararı olmaz.

Bu açıklama değerli bir açıklamadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

123

Buyurdu ki: "Hepiniz oradan inin. Kiminiz kiminize düşman olacaktır. Benden sîze bir hidâyet geldiğinde, kim Benim hidâyetime uyarsa o hem sapıtmaz, hem bedbaht olmaz.

"Buyurdu ki: Hepiniz oradan" yani cennetten

"inin." Bu âyetiyle Âdem'e ve İblise hitap etmektedir. Ayrıca İblis'e:

"Küçülmüş, kınanmış ve koğulmuş olarak çık oradan" (el-A'raf, 7/18) dediği de bildirilmiştir. Muhtemeldir ki; o cennetten semada herhangi bir yere çıkartılmış, sonra da yeryüzüne indirilmiştir,

"Kiminiz kiminize düşman olacaktır." Daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/36. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yani sen yılana da, İblis'e de düşman olacağın gibi, onlar da sana düşmandırlar. Bu da yüce Allah'ın: "(İkiniz) inin" âyetinin Âdem ve Havva'ya hitap olmadığını göstermektedir. Çünkü her ikisi karşılıklı olarak birbirine düşman değildiler. Ayrıca Âdem (aleyhisselâm)ın yere indirilmesi, Havva'nın da indirilmesini kapsamıştır.

"Benden size bir hidayet" doğruluk ve doğru bir söz

"geldiğinde" -ki bu da daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/38, âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.-

"... kim benim hidâyetime" peygamberlere ve kitaplara

"uyarsa o, hem sapıtmaz hem bedbaht olmaz."

İbn Abbâs: Şanı yüce Allah Kur'ân'ı okuyup içindekilerin gereğince amel eden kimseye dünya hayatında sapıtmamayı, âhirette de bedbaht olmamayı garantilemiştir, diyerek bu âyet-i kerîmeyi okumuştur. Yine ondan nakledildiğine göre o şöyle demiştir: Kim Kur'ân'ı okur, içindekilere uyarsa Allah onu şaşkınlıktan, sapıklıktan kurtarıp hidayete iletir. Kıyâmet gününde de kötü hesaptan onu korur. Sonra da bu âyet-i kerîmeyi okudu.

124

"Kim de zikrimden yüz çevirirse gerçekten onun için dar bir geçim vardır ve onu kıyâmet gününde kör olarak haşrederiz,"

"Kim de Benim zikrimden yüz çevirirse" Benim dinimden, Kitabımı okumaktan ve içindekiler gereğince amel etmekten yüz çevirirse... Bir diğer açıklamaya göre, indirmiş olduğum delillerden yüz çevirirse... demektir.

Zikr'in Rasûl diye açıklanması da mümkündür, çünkü o Allah tarafından gelmiş bir zikir (öğüt veren ve hatırlatıcı) idi.

"Gerçekten onun için dar bir geçim vardır." Dar ve sıkıntılı bir yaşayışa mahkûm olur. Meselâ; "Dar ev ve dar geçim" denilir. Bu kelimenin tekili, ikili, müzekkeri, müennesi ve çoğulu aynı gelir. Antere şöyle demiştir:

"Eğer onlara yetişilirse ben de hücum ederim, şayet etrafları sarılırsa,

Ben de (onlara karşı) hamle yaparım.

Ve eğer (Savaşta) bir darlıkla karşılaşırlarsa (atımın üstünden) inerim (ve böylece Savaşırım.)"

Yine Antere şöyle demektedir:

"Gerçek şu ki; eğer ölümün bir timsali yapılacak olsa benim gibi temsil edilir,

Onlar (Savaşta) dar bir yere indikleri vakit."

"Dar geçim" anlamındaki kelime; şeklinde de okunmuştur. Bunun da anlamı şu olur: Şanı yüce Allah teslim, kanaat, kendisine tevekkül ve kısmetine rızayı, dinin muhtevası içerisine yerleştirmiştir. Dine sahip bir kimse yüce Allah'ın kendisine vermiş olduğu rızıktan gönül hoşluğuyla ve kolaylıkla infak eder bol ve rahat bir geçim içerisinde yaşar, gider. Nitekim yüce Allah:

"Biz şüphesiz ona çok güzel bir hayat yaşatırız" (en-Nahl, 16/97) diye buyurmuştur,

Dinden yüz çeviren kimseyi hırs istilâ eder. O bakımdan bu hırsın etkisi ile sürekli dünyalığının artmasına göz diker. Cimrilik ona musallat olur. Bu cimrilik onun infak etmesini engeller. Böylesinin yaşayışı dardır, hali kapkaranlıktır. Nitekim birisi şöyle demiştir; Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse mutlaka kendi aleyhine olmak üzere zamanını karartır. Rızkından bir türlü memnun olmaz ve dar bir geçim içerisinde kalır.

İkrime dedi ki: "Dar geçim" haram kazanç demektir. el Hasen ise: (cehennemliklerin yiyeceği olan ve zehirli bir ot olduğu bildirilen:) Dâri' ile Zakkum yemektir, demiştir.

Sahih olan dördüncü görüşe göre ise bu kabir azabıdır. Bu görüşü Ebû Said el-Hudrî, Abdullah b. Mes'ûd ifade etmiş: Ebû Hüreyre de bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan merfû' bir hadis olarak rivâyet etmiştir. Biz de bunu "et-Tezkire" adlı eserimizde kaydetmiş bulunuyoruz. Ebû Hüreyre dedi ki: Kâfirin üzerine kabri, kaburga kemikleri birbirine girinceye kadar daralır. İşte dar olan geçim budur. Kâfir ve münafıkın kabrinde sıkıştırılıp kaburga kemiklerinin birbirine geçeceğini teliften rivâyetler için bk.: Ebû Dâvûd, Sünne 24; Tirmizî, Cenâiz 70, Sıfatu'l-Kıyâme 26; Müsned, III, 126, IV, 288

"Ve onu kıyâmet gününde kör olarak haşrederiz." Denildiğine göre kimi hallerde kör, kimi hallerde de gözü görecektir. Buna dair açıklamalar el-İsrâ Sûresi'nin sonlarında (17/97. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Delil getirmekten yana kör olacaktır, diye açıklanmıştır ki bu görüş de Mücahid'e aittir. Hayır yönlerini bilemeyecek ve bu yolların hiçbirisini bulamayacak şekilde kördür, diye de açıklandığı gibi; nasıl ki körün göremediği şeylere karşı alacak hiçbir tedbiri bulunmuyor ise onun da kendisinden azâbı uzaklaştırma yolunu göremeyecektir, diye de açıklanmıştır.

125

Der ki: "Rabbim, niçin beni kör haşrettin? Halbuki ben görüyordum"

"Der ki: Rabbim, niçin beni kör haşrettin?" Hangi günahım dolayısı ile beni körlükle cezalandırdın?

"Halbuki ben" dünyada iken

"görüyordum." Bu gibi kimselerin, sanki günahları olmadığım zannedecekleri görülmektedir. İbn Abbâs ve Mücahid şöyle demişlerdir: Yani "niçin benî" delil getirme imkânını bulamayacak şekilde "kör haşrettin? Halbuki ben" delilimi bilen bir kimse olarak "görüyordum."

el-Kuşeyrî dedi ki: Bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü kâfirin dünyada hiçbir zaman delili olmamıştır ki.

126

Buyurur ki: "Böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldiğinde onları unuttun. Bugün de sen böylece unutulursun."

"Buyurur ki: Böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldiğinde onları unuttun."

Yani yüce Allah kendisine:

"Çünkü sana âyetlerimiz" vahdaniyetimize ve kudretimize dair belgelerimiz

"geldiğinde onları unuttun" terkettin, onlar üzerinde hiç düşünmedin, onlardan yüz çevirdin.

"Bugün de sen böylece unutulursun." Azap içerisinde -ki cehennemi kastetmektedir- bırakılırsın,

127

Haddi aşıp Rabbinin âyetlerine îman etmeyenleri de böylece cezalandırırız. Âhiret azâbı ise elbette daha şiddetli ve daha kalıcıdır.

"Haddi aşıp Rabbinîn âyetlerine îman etmeyenleri" onları tasdik etmeyenleri

"de böylece cezalandırırız." Yani Kur'ân-ı Kerîm'den yüz çevirenleri, Allah'ın yarattıkları üzerinde düşünmekten, onlar hakkında tefekkür etmekten yüz çevirip masiyette haddi aşanları işte böyle cezalandırırız.

"Âhiret azâbı ise elbette daha şiddetli" dar geçimden ve kabir azabından daha korkunç, daha dehşetli

"ve daha kalıcıdır." Daha sürekli ve yakayı bırakmayan bir azaptır. Çünkü bu azap asla kesintiye uğramaz ve asla onun sonu gelmez.

128

Meskenlerine uğrayıp geçtikleri, kendilerinden önceki nice nesilleri helâk edişimiz, onlar İçin bir hidayet sebebi olmadı mı? Şüphe yok ki bunda üstün akıl sahiplerine âyetler vardır.

"Meskenlerine uğrayıp geçtikleri... onlar için bir hidâyet sebebi olmadı mı?" Bununla Mekkelileri kastetmektedir. Yani bunlar kendilerinden önce geçmiş olup kendileri de yolculuk yaptıklarında ve geçimlerini elde etmek kastıyla, ticaret için Mekke'nin dışına çıktıklarında daha önce helâk etmiş olduğumuz nesillerin haberlerini açık seçik bir şekilde bilmiyorlar mı? Geçmiş ümmetlerin ve nesillerin ülkelerini bomboş, ıpıssız görmüyorlar mı? Yani bunlar da, kendilerinden önce kâfirlerin başına gelenlerin bir benzerinin kendilerinin de başına geleceğinden korkmuyorlar mı?

İbn Abbâs, es-Sülemî ve başkaları "bir hidâyet sebebi olmadı mı?" anlamındaki âyeti; "Onlara bir hidayet sebebi kılmadık mı?" diye "nun" harfi ile okumuşlardır. Bu daha açık bir okuyuştur, şeklinde "ya" ile okuyuşun, fail dolayısıyla izah edilmesi biraz zordur. Kûfeliler; Nice, kelimesinin fail olduğunu söylemişlerdir. en-Nehhâs dedi ki: Bu bir hatadır, çünkü bu kelime soru edatıdır. Ondan önceki ifadeler bunda amel etmezler. ez-Zeccâc da şöyle demiştir: Anlamı şudur: Helâk ettiğimiz kimselerin, helâk edilmesine dair vermiş olduğumuz emir. onlar için hidâyet sebebi olmadı mı?

Bu kelimenin gerçek anlamı hidâyete delâlet etmek, hidâyeti göstermek demektir. Buna göre fail bizzat hidâyetin kendisidir ve ifadenin takdiri de şöyle olur: Hidâyetin kendisi onlara hidâyet sebebi olmadı mı?

ez-Zeccâc dedi ki: "Nice" anlamındaki kelime "helâk edişimiz" anlamındaki fiil ile nasb mahallindedir.

129

Eğer Rabbinden bir söz verilmemiş ve belli bir va'de olmasaydı (bunlara da azap) lâzım olurdu.

"Eğer Rabbinden bir söz verilmemiş olsaydı (bunlara da azap) lazım olurdu." (anlamındaki) âyette bir takdim ve te'hir vardır. Eğer Rabbinden bir söz verilmemiş ve belli bir va'de olmasaydı (bunlara da azap) lazım olurdu, demektir. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Türkçe cümle kuruluşu dolayısıyla meal de bu şekilde yapılmıştır.

Lizâm (lazım olma): Ayrılmamak, yakayı bırakmamak demektir. Yani azap onların yakasına yapışırdı. Burada; "(ols): Olurdu" edatının İsmi (olan azap) hazfedilmiş bulunmaktadır.

ez-Zeccâc dedi ki: "Ve belli birva'de" anlamındaki âyet "bir söz"e atfedilmiştir. Katade dedi ki: Bu belli vakitten kasıt kıyâmet günüdür. el-Kutebi de böyle demiştir. Onların Bedir gününe kadar ertelenmeleri olduğu da söylenmiştir.

130

O halde söylediklerine sabret. Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbini hamd ile tesbih et. Gecenin saatlerinde ve gündüzün çeşitli vakitlerinde de tesbih et. Umulur ki razı olursun.

"O halde söylediklerine sabret!" Yüce Allah onların kendisi hakkında: Bir sihirbazdır, bir kâhindir, o bir yalancıdır ve buna benzer sözlerine sabretmesini emretmektedir. Yani onlara aldırma: Çünkü onların azaba uğratılacakları ve öne de alınmayan, sonraya da bırakılmayan belli bir süreleri vardır.

Diğer taraftan bunun Savaşı emreden âyet ile nesh olduğu söylendiği gibi, mensuh olmadığı da söylenmiştir. Çünkü Savaşı emreden âyetten sonra kâfirlerin kökünü kurutmamıştır. Aksine onların büyük bir bölümü hayatta kalmaya devam etmiştir.

"Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbinİ hamd ile tesbih et." Te'vilcilerin çoğunluğu: Bu beş vakit namaza bir işarettir, demişlerdir.

"Güneşin doğmasından önce" ile sabah namazı

"ve batmasından önce" ikindi namazı

"gecenin saatlerinde" yatsı namazı,

"ve gündüzün çeşitli vakitlerinde de" akşam ve öğle namazında

"tesbih et!" Çünkü öğle namazı günün ilk bölümünün son vaktinde ve ikinci bölümünün ilk vaktinde kılınır. O bakımdan bu namaz günün iki vaktinde yer almaktadır. Üçüncü vakit ise güneşin batış vakti olup bu da akşam namazı vaktidir.

Şöyle denilmiştir: Gündüz iki kısma ayrılmakta olup bunları zeval vakti birbirinden ayırır. Her bir kısmın da iki tarafı (vakti) bulunmaktadır. Zeval vakti esnasında ise biri birinci kısmın son vakti, diğeri ikinci kısmın ilk vakti olmak üzere iki tarafı vardır. O bakımdan burada iki "taraf dan çoğul olarak "etraf diye söz edilmesi, yüce Allah'ın:

"İkinizin kalpleri meyletmiş bulunuyor." (et-Tahrîm, 66/4) âyetine benzemektedir. Buna İbn Fûrek, "el-Muşkîl" adlı eserinde işaret etmektedir.

Şöyle de denilmiştir: Buradaki "nehâr (gündüz)" cins için kullanılmıştır. Her bir günün bir tarafı vardır, Burada çoğul getiriliş sebebi, bu tarafın her bir günde tekrar edilmesinden ötürüdür.

"Gecenin saatlerinde" gecenin anlarında, vakitlerinde demektir. "Saatler" (anlamı verilen): "el-Ânâ"in tekili ise ...diye gelir.

Bir kesim de âyet-i kerîmede kastedilenin nafile namazlar olduğunu söylemişlerdir, Bunu da el-Hasen söylemiştir.

 

"Umulur ki razı olursun." Yani umulur ki sen bu amellere karşılık razı olacağın şeklide mükâfat görürsün,

el-Kisaî ve Âsım'dan rivâyetle Ebû Bekr: "Razı edilirsin" dîye "te" harfini ötreli olarak okumuşlardır. Yani sana seni razı edecek şeylerin verilmesi umulur.

131

Onlardan bir kısmına bunlarla kendilerini İmtihan edelim dîye, dünya hayatının süsü olarak verip faydalandırdığımız şeylere gözlerini dikme! Rabbinin rızkı ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır.

"Onlardan bir kısmına... dünya hayatının süsü olarak verip faydalandırdığımız şeylere gözlerini dikme!" Bu âyetin anlamına dair açıklamalar daha önceden el-Hicr Sûresi'nde (15/88. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Bir kısmına" anlamındaki; kelimesi

"faydalandırdığımız" anlamındaki fiilin mef'ûlüdür.

"Süsü olarak" anlamındaki; da hâl olarak nasb edilmiştir. ez-Zeccâc da şöyle demektedir: Bu kelime "faydalandırdık" fiilinin anlamı ile nasb edilmiştir. Çünkü bu: Biz dünya hayatını onlar için bir süs kıldık, anlamındadır. Yahut gizli bir fiil ile nasb edilmiştir ki o da "kıldık" anlamındaki fiildir. Yani Biz dünya hayatını onlar için bir süs kıldık. Bu da aynı şekilde ez-Zeccâc'dan nakledilmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu kelime "bunlarla" anlamındaki; deki "he" zamirinden bedeldir. Mesela; Ona, (yani) kardeşine uğradım" demeye benzer. el-Ferrâ' da bunun hâl olarak nasbedildiğine işaret etmiştir. Bunun âmili ise "faydalandırdığımız" anlamındaki; fiilidir. O der ki: Bu; "Ben ona yoksul olduğu halde uğradım" demeye benzer. Bunun takdirinin de şöyle olduğunu söyler: Biz onları dünyada, hayatın süsü ve onda bir ziynet olarak kendisi ile kendilerini faydalandırdığımız... takdirindedir. "Süsü olarak" anlamındaki lâfız, hâl olarak nasb edilmiştir. Bu lâfız her ne kadar ma'rife ise de, Araplar; "Ona -şerefli keremli haliyle- uğradım" derler. (el-Ferrâ', Meâni'l-Kur'ân, II, 196)

Bunun mastar (mef'ûl-i mutlak) olarak nasb edilmesi de caizdir. Yüce Allah'ın:

"Allah'ın sanatı..."(en-Neml, 27/88) âyeti ile:

"Allah'ın va'di" (en-Nisa, 4/122; Yûnus, 10/4 vs.) âyetinde olduğu gibi. Ancak bu tartışılabilir bir görüştür.

En güzeli bunun hâi olarak nasbedilmesi ve tenvinin hem kendisinin sakin olması hem de "el-hayat"ın "lâm'ının sakin olması dolayısıyla da hazfedilmesidir. Nitekim

"Güneşin aya erişip yetişmesi gerekmediği gibi, gece de gündüzü geride bırakıcı değildir." (Yasin, 36/40) âyetinde "gündüz" anlamındaki kelime "geride bırakıcı" anlamındaki kelime ile nasbedilmiştir. Bu da hem tenvinin kendisi, hem de "âm" sakin olduğundan dolayı tenvinin hazfedildiği takdirine göredir. Bu durumda "el-hayat" kelimesi de yüce Allah'ın:

"Bunlarla kendilerini... faydalandırdığımız şeylere" âyetindeki "mâ"nın bedeli olmak üzere mecrur olur. Buna göre de ifadenin takdiri şöyle olur: Sen gözlerini dünya hayatına süslü olarak yani süslü oluşu halinde... dikme, takdirinde olur. "Süsü olarak" kelimesinin "faydalandırdığıma şeylere" âyetindeki "ma"nın bedeli olması da güzel değildir. Çünkü "kendilerini imtihan edelim diye" âyeti "faydalandırdığımız" âyetine taalluk etmektedir.

"Dünya hayatının süsü olarak" ifadesi ile de dünya hayatının bitkilerle süslenmesini kastetmektedir.

"Ze" harfi ile ondan sonraki "ne" harfinin üstün ile "ez-zeheratü" şeklinde bitkilerin beyazlığı demektir. "ez-Zühre (Venüs)" ise bir gezegen adıdır. "Zühreoğulları" söylenirken "he" harfi sakin telaffuz edilir. Bu açıklamaları İbn Aziz yapmıştır.

Îsa b. Ömer de "he" harfini "nehr ve neher" kelimelerinde olduğu gibi üstün olarak okumuştur. "Parlaklığı olan kandiİ" demektir. "Zehratu’l-Eşcâr" ağaçların parlak ve göz alıcı renkleri demektir. Hadiste de şöyle buyurulmuştur: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın rengi ezher (parlak) idi. Buhârî, Menâkıb 23; Müslim, Fedâil 82; Dârimî, Mukaddime 10; Müsned, I, 89, 101, III, 228, 240, 270. Aydınlık saçan her bir şeye "zahir" denilir ki,' bu da renklerin en güzelidir, "Kendilerini imtihan edelim" sınayalım "diye" demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Biz bunu kendileri için bir fitne ve sapıklık sebebi yapalım diye... anlamındadır.

Âyetin manası şudur: Ey Muhammed, sen dünyanın parlaklığına, göz alıcılığına hiçbir değer verme, bunun kalıcılığı yoktur. "Dikme" ifadesi "bakma" ifadesinden daha beliğdir. Çünkü bir kimseyi gözünü bir şeye dikmeye iten ancak bununla birlikte bulunan bir hırs olabilir. Bakan bir kimsede ise böyle bir hırs bulunmayabilir.

Bu Âyetin Nüzul Sebebi İle İlgili Bazı Görüşlerin Değerlendirilmesi:

Kimisi şöyle demiştir: Bu âyetin nüzul sebebi, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın azatlı kölesi Ebû Râfi'in yaptığı gu rivâyettir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a bir misafir geldi, O (selâm ona) beni yahudilerden birisinin yanına gönderdi ve dedi ki: Ona şunları söyle; Muhammed sana diyor ki: Bizim bir misafirimiz geldi, ancak yanımızda onun işine yarayacak az da olsa bir şey yok, sen bana Receb ayına kadar şu kadar şu kadar un sat yahut bana borç ver. Adam: Hayır. Rehin almadıkça vermem dedi. Ben de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a geri döndüm ve ona durumu bildirince şöyle buyurdu: "Allah'a yemin ederim. Şüphesiz ki ben semada da eminim, yeryüzünde de eminim. Şayet bana borç verseydi yahut satmış olsaydı mutlaka ona öderdim. Al, benîm bu zırhımı ona götür (rehin bırak.)" Bu âyet-i kerîme de dünyalığa karşı onu teselli etmek üzere nazil oldu. Suyûtî, ed-Durru'l-Mensar, V, 612.

İbn Atiyye dedi ki: Bunun nüzul sebebi olmasına itiraz edilir. Çünkü bu sûre Mekke'de inmiştir. Sözü edilen olay ise Medine'de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ömrünün sonlarına doğru cereyan etmiştir. Zira o zırhı bu sözü edilen olay sebebiyle bir yahudinin yanında rehin bırakılmış olduğu halde vefat etti. Ancak zahiren görülen o ki, âyet-i kerîme kendisinden önceki âyetlerle uyumlu bir şekilde konuyu sürdürmektedir. Şöyle ki: Yüce Allah onları geçmiş ümmetlerin halinden ibret almayı terkettikleri için azarladıktan sonra, süresi belirlenmiş gelecek olan azâb ile tehdit etti, arkasından da peygamberine onların hallerini küçük görmesini, sözlerine karsı sabretmesini, mallarından ve ellerinde bulunan dünyalıktan yüz çevirmesini emretti. Zira bütün bunlar ellerinden çıkacak ve sonunda onlar rezil ve rüsvay olacaklardır.

Derim ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan gelen şu rivâyet de böyledir: Bu rivâyete göre o Mustalıkoğullarına ait bir takım develerin yanından geçer. Bu develer semiz olduklarından ötürü sidikleri ve kaba pislikleri üzerlerinde (yağlı bölgelerine takılarak) kurumuştu. Bunun üzerine Peygamber elbisesi ile yüzünü başını örttü ve yoluna devam etti. Buna sebeb de yüce Allah'ın:

"Onlardan bir kısmını bunlarla kendilerini imtihan edelim diye dünya hayatının süsü olarak verip faydalandırdığımız şeylere gözlerini dikme" âyetidir.

Daha sonra yüce Allah peygamberini teselli ederek şöyle buyurmaktadır:

"Rabbinin rızkı ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır." Yani Allah'ın sabra karşılık vereceği mükâfat ile dünyalığa pek aldırış etmemek daha iyidir. Çünkü mükâfat kalıcıdır, dünya (ve dünyalık) fanidir.

Buradaki "rızık" ile yüce Allah'ın mü’minlere fethetmeyi müyesser kılacağı ülkelerle alacakları ganimetlerin kastedildiği de söylenmiştir.

132

Sen aile halkına namazı emret! Kendin de sabırla ona devam et! Senden rızık istemeyiz, sana rızkı Biz veririz. Güzel akıbet ise takva sahiplerinindir.

"Sen aile halkına namazı emret!" Yüce Allah ona aile halkına namaz kılmalarını emretmesini, onlarla birlikte kendisinin de namaz kılmasını, namaz kılmada sabır ve sebat göstererek terketmemesini emretmektedir, Bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a bir hitaptır. Bunun genel çerçevesi içerisine bütün ümmet, özellikle de aile halkı girmektedir. Bu âyet-i kerîmenin inişinden sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) her sabah Fatıma ve Ali (Allah onlardan razı olsun)nin evlerine gider ve "namaza kalkınız" derdi.

Rivâyet edildiğine göre Urve b. ez-Zübeyr (radıyallahü anh) sultanların durumları ile ilgili bir takım haberler işitir, bazı hallerini gördü mü hemen çabucak evine gider, evinin içerisine girerdi. Bu esnada da yüce Allah'ın:

"Onlardan bir kısmına bunlarla kendilerini imtihan edelim diye dünya hayatının süsü olarak verip faydalandırdığımız şeylere gözlerini dikme! Rabbinin rızkı ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır" âyetini okur, sonra da namaz kılmak üzere seslenir: Haydi Allah'ın rahmeti üzerinize olsun, namaza, der ve kendisi de namaz kılardı. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) da gece namazı kılmak için aile halkını uyandırırken bu âyeti okurdu.

"Senden rızık istemeyiz." Ne kendine ne de onlara rızık vermeni isteriz. Rızkını elde etmek için uğraştığından, namaz kılamayacak hale gelmeni de istemeyiz. Aksine senin de, onların da rızkını vermeyi Biz üstleniyoruz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) aile halkı geçim sıkıntısına düştüler mi onlara namaz kılmalarını emrederdi, Zaten yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ben cinleri de insanları da ancak bana ibadet etsinler diye yarattım. Ben onlardan bir rızık da istemiyorum. Bana yedirmelerini de istemiyorum. Çünkü şüphesiz ki Allah'tır kem rızkı veren, hem de pek çetin kudret ve kuvvet sahibi olan." (ez-Zâriyât, 51/56-58)

"Güzel akıbet ise takva sahiplerinindir." Yani cennet takva sahiplerinindir. Yani övülmeye değer güzel akıbet onlarındır. Çünkü takva sahibi olmayanların da bir akıbeti vardır. Ancak onların akıbeti yerilen bir akıbettir. O bakımdan böyle bir âkıbel yok gibidir.

133

"Rabbinden bize bir mucize getirmeli değil miydi?" dediler. Da ha önceki sahifelerde bulunan apaçık deliller onlara gelmedi mi ki?

"Rabbinden bize bir mucize getirmeli değil miydi? dediler." Mekke kâ firlerini kastetmektedir. Yani Muhammed bize zorunlu ve kat'î bilgiyi gerektirecek bir belge getirmeli değil mi? Yahut dişi deve ve asâ gibi apaçık bir mucize ile gelmeli değil mi? Yahut bize kendisinden önceki peygamberlerin getirdiği gibi, bizim kendisine teklif edeceğimiz mucizeleri bize neden göstermiyor?

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Daha önceki sahifelerde bulunan apaçık deliller onlara gelmedi mi ki?" Bununla Tevrat, încil ve daha önce indirilmiş kitapları kastetmektedir. İşte bu, en büyük bir belgedir, zira o bu kitaplarda bulunanları haber vermiştir. "Sahifeler" anlamındaki "es-Suhuf' kelimesi "ha" harfi sakin olarak "es-Suhf" şeklinde de okunmuştur.

Şöyle de açıklanmıştır: Bunlar peygamberliğine delil teşkil eden bir belge olmak üzere, önceki kitaplarda gördükleri geleceği müjdesini veren âyetler kendilerine ulaşmış bulunmuyor mu?

Bir diğer açıklama da şöyle yapılmıştır Bizim küfre sapan ve bir takım mucizeler gösterilmesini teklif eden ümmetleri helâk edişimize dair haberler onlara ulaşmadı mı? İstedikleri bu mucizeler kendilerine geldiği takdirde, bunların hallerinin de ötekilerinin hali gibi olmayacağına dair kendilerine emniyet ve güven veren nedir?

Ebû Ca'fer, Şeybe, Nâfi, Ebû Amr, Ya'kub, İbn Ebi İshak ve Hafs "beyyine: apaçık delil" kelimesinin müennes oluşu dolayısı ile "onlara gelmedi mi ki?" anlamındaki âyeti da; (........) şeklinde te'nis "te"si ile okumuşlardır. Diğerleri ise fiilin önceden geçmiş olması dolayısıyla bunu "ya" ile oku muşlardır. Diğer taraftan "beyyine" beyan (açıklamak) ile, burhan (delil) aynı şeydir. O bakımdan onlar bu fiili manayı göz önünde bulundurarak böyle okumuşlardır. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim de bu okuyuşu tercih etmiştir.

el-Kisaî; "İlk sahifelerde bulunanlar o apaçık deliller onlara gelmedi mi!" şeklinde bir okuyuşu da nakletmektedir. Buna bağlı olarak da şunları söyler: Buna göre; şeklinde okunması da mümkündür.

en-Nehhâs dedi ki: "Beyyine" kelimesini tenvinli ve merfu olarak okuyacak olursak; ondan bedel olur. Mansub okunursa hâl olur. Önceki sahifelerde bulunanlar açıklanmış olarak onlara gelmedi mi?

134

Biz onları bundan önce bir azap ile helâk etmiş olsaydık, elbette şöyle diyeceklerdi: "Rabbimiz, bize bir peygamber gönderseydin de alçalmadan, rezil olmadan önce âyetlerine uysaydık"

"Biz onları bundan önce" yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın peygamber olarak gönderilmesinden ve Kur'ân'ın indirilmesinden önce

"bir azâb ile helâk etmiş olsaydık, elbette" kıyâmet gününde

"şöyle diyeceklerdi: Rabbimîz bize bir peygamber gönderseydin de" yani bize bir peygamber göndermeli değil miydin de

"alçalmadan, rezil olmadan önce âyetlerine uysaydık."

"Alçalmadan ve rezil olmadan önce" âyetindeki fiiller; "Alçaltılmadan ve rezil edilmeden..." şeklinde meçhul fiil olarak da okunmuştur.

Ebû Said el-Hudrî'nin şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) fetret döneminde ölen, bunak ve çocukken ölen kimse hakkında şöyle buyurmuştur: "Fetret döneminde ölen der ki: Bana ne bir kitap geldi, ne de bir peygamber. Sonra da: "Biz onları bundan önce bir azap ile helâk etmiş olsaydık. Elbette şöyle diyeceklerdi: Rabbimiz, bize bir peygamber gönderseydin..." Bunak da şöyle diyecek: Rabbim Sen bana kendisi ile hayrı ve şerri kavrayabileceğim bir akıl vermedin. Çocukken ölen de şöyle diyecek: Rabbim ben amel edebilecek bir yaşa gelmedim. Bunun üzerine onların önünde bir ateş yükseltilir. Onlara: Haydi o ateşe gidiniz ve içine giriniz, denilir. (Devamla) Buyurdu ki: Eğer amelde bulunacak çağa gelmiş olsaydı, Allah'ın ilminde mutlu kimselerden olduğu bilinen kişiler o ateşe varacak yahut ona girecek. Allah'ın ilminde amel edecek yaşa geldiği takdirde bedbaht olacağı bilinen kimse ise, onun yanına gitmeyecek. Bunun üzerine şanı yüce ve mübarek olan Allah şöyle buyuracak: Şimdi siz Bana karşı geldiniz, ya peygamberlerim size gelmiş olsaydı, ne yapardınız?"

Bu Ebû Said'den onun bir sözü diye mevkuf olarak rivâyet edilir. Ancak bu hadis(in sıhhati) su götürür. Biz bunu "et-Tezkire" adlı eserimizde açıklamış bulunuyoruz. Çocuklar ve diğerleri âhirette imtihana tabi tutulurlar, diyenler bunu delil göstermişlerdir.

 

"Uysaydık" anlamındaki fiilin, nasb ile gelmesi tahsis'in cevabı olması dolayısıyladır.

Azâb içerisinde

"alçalmadan" cehennemde de

"rezil olmadan önce âyetlerine" Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın getirdiklerine

"uysaydık." Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Şöyle de açıklanmıştır: Dünyada azap ile "alçalmadan" âhirette de âhiret azâbı ile "rezil olmadan önce..."

135

De ki: "Her birimiz gözetliyoruz, siz de gözetleyin. Dosdoğru yolun sahipleri kimdir ve hidayet bulmuş kimdir, bileceksiniz..."

"De ki: Her birimiz gözetliyoruz." Yani ey Muhammed onlara de ki: Herkes gözetlemekte, beklemektedir; bütün mü’minler de. kâfirler de. Hepsi zamanın ne gibi olaylar getireceğini gözetlemekte ve kimin zafer kazanacağını beklemektedir.

"Siz de gözetleyin. Dosdoğru yolun sahibleri kimdir? ve hidayet bulmuş kimdir? bileceksiniz." Bununla dosdoğru (müstakim) dini ve hidayeti kastetmektedir. Yani sizler ilâhî yardım sayesinde kimin hak dine götüren yolu bulup hidayete erdiğini bileceksiniz.

Bir başka açıklama da şöyledir: Siz kıyâmet gününde cennete götüren yolu kimin bulduğunu bileceksiniz.

Bu ifadeler bir çeşit tehdit ve korkutma anlamında olup bunlarla sûre bitirilmiş olmaktadır.

"Bileceksiniz" âyeti; "Bir süre sonra bileceksiniz" diye de okunmuştur. Ebû Rafi' dedi ki: Ben bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)dan (böylece) belledim. Bunu da ez-Zemahşerî nakletmektedir.

"Kim" ez-Zeccâc'a göre ref mahallindedir. el-Ferrâ' da şöyle demiştir: Bu yüce Allah'ın:

"Allah kimin ıslâh ettiğini, kimin fesad yaptığını bilir" (el-Bakara, 2/220) âyetinde olduğu gibi nasb mahallinde de olabilir.

Ebû İshak dedi ki: Bu yanlıştır. Çünkü soruda ma kabli (ondan önceki lâfızlar) amel etmez. Buradaki "kim" anlamındaki edat mübtedâ olarak ref mahallinde bir İstifham (soru)dır ve: Sizler dosdoğru yolun izleyicilerinin biz mi yoksa siz mi olduğunu bileceksiniz, demektir.

en-Nehhâs dedi ki: el-Ferrâ'' "dosdoğru yolun sahipleri kimdir" âyeti sapıtmayan kimdir, anlamında olduğu kanaatindedir. "Ve hidayet bulmuş kimdir?" âyeti da ona göre önce sapıtan, sonra da hidayet bulan kimdir, anlamındadır.

Yahya b. Ya'mer ile Âsım el-Cahderî

"dosdoğru yolun sahipleri kimdir ve hidayet bulmuş kimdir bileceksiniz" anlamındaki âyeti; "Dosdoğru yolun sahipleri kimlerdir... bilecekler" diye ve

"dosdoğru" anlamındaki kelimeyi "vav" harfi şeddeli ve ondan sonra da te'nis elifi ile hemzesiz olarak "fu'lâ" vezninde okumuşlardır. Ancak

"es-Sırât: Yol" kelimesinin müennes kabulü oldukça az görülen bir istisnadır. Nitekim yüce Allah:

"Bizi dosdoğru yola (es-sıratal müstakim) ilet" diye buyurmakta ve gerek burada, gerek başka yerde bu kelime müzekker olarak kullanılmış olmaktadır.

Ebû Hatim bunu reddederek şöyle der: Eğer bu kelime "es-sev"den geliyor ise o takdirde; denilmesi gerekirdi. Eğer "es-sevâ"den geliyor ise bu takdirde "sin" harfi esreli olarak; denilmesi gerekirdi ve bunun aslı da; şeklindedir.

ez-Zemahşerî dedi ki: Bu kelime vasat ve âdil yahut da dümdüz, dosdoğru anlamında olmak üzere; diye de okunmuştur.

en-Nehhâs dedi ki: Yahya b. Ya'mer ile el-Cahderî'nin kıraatinin câiz oluşu bu kelimenin aslının; şeklinde oluşu halinde mümkündür. Sakin olan harf sağlam bir engel olmadığından dolayı sanki hemze, dammeye kalbedilmiş ve onun yerine de -mâ kabli meftuh geldiği takdirde "elif" getirildiği gibi- "vav" getirilmiş gibidir.

(Tâ-Hâ Sûresi) burada sona ermektedir. Hamd, yalnız Allah'a mahsustur.

0 ﴿