ENBİYÂ' SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile

Genelin görüşüne göre Mekke'de inmiştir. 112 âyettir.

1

İnsanların hesaba çekilecekleri vakit yaklaştı; Onlar ise gaflet içerisinde yüz çeviricidirler.

"İnsanların hesaba çekileceği vakit yaklaştı." Abdullah b. Mes'ûd dedi ki: Kehf, Meryem, Tâ-Hâ ve el-Enbiyâ sûreleri ilk ve eski sûrelerdendir. Benim de ilk olarak bellediğim sûrelerdendir. Buhârî, Tefsir 21. sûre 1.

O, bu sözleriyle eskiden beri edinilmiş bir mal gibi Kur'ân-ı Kerîm'den eskiden beri ezberleyip kazanmış olduğu sûrelerden olduklarını kastetmektedir.

Rivâyet edildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ashabından birisi bir duvar inşa etmekte idi. Bu sûrenin nazil olduğu gün bir başka kişi onun yanından geçti ve duvar inşa etmekte olan kişi: Bugün Kur'ân'dan ne nazil oldu diye sorunca, diğeri:

"İnsanların hesaba çekilecekleri vakit yaklaştı, onlar ise gaflet içerisinde yüz çeviricidirler" âyeti indi, dedi. Duvar yapan kişi ellerindeki harcı silkeleyerek; Allah'a yemin ederim, hesap yaklaşmış bulunuyorken ebediyen bina yapmayacağım, dedi.

"Yaklaştı" yani amelleri dolayısıyla kendisinde hesaba çekilecekleri zaman yaklaştı.

"İnsanların" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs şöyle demiştir: Burada "insanlar"dan kasıt müşriklerdir. Buna yüce Allah'ın;

"Her seferinde mutlaka onu alay ederek dinlerler... Siz görüp dururken büyüyü kabule nasıl yanaşırsınız?" buyrukları delildir.

Bir diğer görüşe göre "insanlar" ile o dönemde her ne kadar Kureyş'in kâfirlerine işaret edilmekte idiyse de bütün insanlar kastedilmektedir. Buna da bu âyetlerden sonra gelen âyetler delil teşkil etmektedir.

Hesabın yakın olduğunu bilen bir kimsenin emeli uzun olmaz.

Gönül hoşluğu ile tevbeye yönelir, dünyaya meyletmez. Daha önce elde bulunan bir şey, elden gittiği vakit sanki hiç yokmuş ve olmamış gibi gelir. Gelecek olan her şey de pek yakındır. Ölüm de kaçınılmaz olarak gelecektir. Her insanın ölümü kıyâmetinin kopuşu demektir. Kıyâmet te aynı şekilde geçen zamana nisbetle pek yakındır. Çünkü dünyanın geriye kalan süresi geçmiş olandan daha azdır,

ed-Dahhak dedi ki:

"İnsanların hesaba çekilecekleri vakit yaklaştı" âyeti, azap edilecekleri vakit yaklaşü, demektir. Burada da kasıt Mekkelilerdir. Çünkü onlar yalanlamak kastı ile kendilerine vaad olunmuş ve kendisiyle tehdit olundukları azâbın geciktiğini ileri sürdüler. Halbuki Bedir gününde onlar kılıçtan geçirildiler.

en-Nehhâs dedi ki: Konuşma esnasında: "Hesaba çekilmeleri insanlar için yaklaştı" demek câiz değildir. Çünkü bu şekildeki bir ifadede zamir açık ismin önüne geçmiş olur ve zamirin sonradan gelişini niyet etmek te câiz olmaz.

"Onlar ise gaflet İçerisinde yüz çeviricidirler" âyeti mübtedâ ve haberdir. Kur'ân'ın dışındaki ifadelerde hâl olarak mansub olması da mümkündür.

İki türlü açıklanabilir. Birincisi: "Onlar ise gaflet içerisinde yüz çeviricidirler" yani onlar dünyaya aldanarak âhiretten yüz çeviricidirler, İkincisi ise onlar hesaba çekilmek için gerekli hazırlıkları yapmaktan ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın getirdiklerinden yüz çevirmektedirler.

Sîbeveyh'e göre buradaki "vav" (........) anlamındadır. Nahivcilerin "hâl vav"i ismini verdikleri "vav" da budur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır;

"O içinizden bir kısmını örtüp duruyordu. Bir kısmı da canları sevdasına düşmüşlerdi." (Âl-i İmrân, 3/154)

2

Kendilerine Rabblerinden yeni bir öğüt geldiği her seferinde mutlaka onu alay ederek dinlerler.

"Kendilerine Rabblerinden yeni bir öğüt geldiği her seferinde..." âyetindeki "yeni" lâfzı "öğüt”ün sıfatıdır. el-Kisaî ve el-Ferrâ' "yeni" anlamındaki kelimenin şeklinde gelişini de câiz kabul ederler ki bu: "Kendilerine... yeni olarak" anlamında hâl olarak nasb edilir.

Yine el-Ferrâ' "öğüt" anlamındaki kelimenin sıfatı olmak üzere "yeni" anlamındaki kelimenin merfu gelmesini de câiz kabul etmektedir. Çünkü; edatı hazfedilecek olursa "zikir (öğüt)" kelimesi merfu gelir. Buradaki "yeni"den kasıt, Kur'ân-ı Kerîm'in bölümlerinin nüzulü ve Cibril (aleyhisselâm)ın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a onu okumasıdır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'in bir sûresi diğerinden, bir âyeti ötekinden sonra iniyordu. Nitekim yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'i zaman zaman böyle indirmekteydi. Yoksa burada Kur'ân'ın yaratılmış olduğu anlamı kastedilmemiştir.

Denildi ki; Zikir (öğüt) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın kendilerine hatırlattığı ve kendisiyle onlara öğüt verdiğidir,

"Rabblerinden" diye buyurması ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ancak vahiy ile konuşmasından ötürüdür. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın öğüt vermesi ve sakındırması bir zikirdir ve bu muhdes (yeni)dir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Artık sen hatırlat, sen ancak bir hatırlatıcısın." (el-Ğâşiye, 88/21)

Meselâ: Filân kişi zikir meclisindedir, denilir. Bir diğer görüşe göre zikir, bizzat Allah Rasûlünün kendisidir. Bunu da el-Huseyn b. el-Fadl söylemiştir. Âyet-i kerîmede geçen: "Bu sizin gibi bir beşerden başka mıdır?" ifadeleri buna delildir. Eğer "zikir (öğüt)" ile Kur'ân-ı Kerîm'i kastetmiş olsaydı, onların: Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey midir? şeklindeki sözlerini aktarması gerekirdi. Bu yorumun bir başka delili de yüce Allah'ın;

"Bir de: Muhakkak ki o bir delidir, diyorlar. Halbuki o ancak âlemler için bir öğüttür." (el-Kalem, 68/51-52) âyetidir. Burada da kasıt Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)dır. Bir başk'a yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Gerçek şu ki, Allah size bir zikir indirmiştir... bir peygamber (göndermiştir.)" (et-Talâk, 65/10-11)

"Mutlaka onu" yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ı yahut Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan ya da onun ümmetinden Kur'ân-ı Kerîm'i

"alay ederek dinlerler." "Alay ederek" âyetindeki "vav" hâl vavıdır. Buna da: "Kalpleri başka şeylerle meşgul olarak" âyeti delildir. "Alay ederek"; oyalanarak anlamındadır. Meşgul olarak, uğraşarak anlamında olduğu da söylenmiştir.

Eğer bu kelimenin oyalanma anlamı kabul edilirse, onların kendisiyle oyalandıkları şeylerin iki türlü olma ihtimali vardır: Birincisi onlar zevk ve arzularıyla oyalanmaktadırlar. İkincisi onlar kendilerine okunanları dinlerken oyalanmaktadırlar.

Eğer meşguliyet anlamı kabul edilecek olursa, iki türlü meşguliyetleri düşünülebilir. Birincisi onlar dünya ile meşguldürler, çünkü dünya bir oyundur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Dünya hayatı ancak bir oyun ve bir eğlencedir." (Muhammed, 47/36) İkincisi onlar, tenkid etmek ve İtiraz etmekle uğraşıp durmaktadırlar. el-Hasen dedi ki: Onlara yeni bir zikir geldiği her seferinde yine cahilliklerini sürdürüp gittiler. Bunun, alay ederek Kur'ân'ı dinlerler, anlamında olduğu da söylenmiştir.

3

Kalpleri başka şeylerle meşgul olarak. Zulmedenler aralarında gizlice danışıp: "Bu sizin gibi bir beşerden başka mıdır? Siz görüp dururken büyüyü kabule nasıl yanaşırsınız?" (dediler).

"Kalpleri başka şeylerle meşgul olarak" kalpleri oyalanarak, Allah'ın zikrinden yüz çevirerek, dikkatle düşünmek ve kavramaktan uzaklaşıp başka şeylerle uğraşarak demektir. Bu tabir Arapların bir şeyi terkedip başka şeylerle uğraşıp teselli bulmayı anlatmak üzere; denilmesinden gelmektedir.

"Meşgul olarak" İsimden önce gelmiş bir sıfattır. Halbuki sıfatın bütün i'râb hallerinde mevsûfa tabi olması gerekir. Sıfat İsimden Önce gelecek olursa o takdirde mansub olur. Yüce Allah'ın;

"Gözleri önlerine eğilmiş..." (el-Kalem, 68/43);

"Gölgeleri üzerlerine yakınlaşmış" (el-İnsan, 76/14); âyetinde olduğu gibi: "Kalpleri başka şeylerle meşgul olarak" âyeti da böyledir. Şair der ki:

"Azze'nin bomboş kalmış, ıpıssız bir diyarı vardır,

Ve bu, âdeta kılıç kınının süsü gibi parıldamaktadır."

Şair burada kalıntılarının ıssız olduğunu kastetmek istemiştir.

el-Kisaî ve el-Ferrâ': "Kalpleri başka şeylerle meşgul olarak" âyetinin "kalpleri başka şeylerle meşguldür" anlamında olmak üzere merfû' olmasını câiz kabul etmişlerdir. Başkaları da burada ref i, ikinci haber olarak ve mübtedânın hazfedilmiş olduğu takdiriyle câiz kabul etmişlerdir. el-Kisaî şöyle demiştir: Bu: Onlar bunu mutlaka kalpleri başka şeylerle meşgul olarak dinlerler, demektir.

"Zulmedenler aralarında gizlice danışıp..," Yani kendi aralarında gizlice danışarak yalanlamayı söz konusu ettiler. Daha sonra bunların kim olduklarını açıklayarak: "Zulmedenler" yani şirk koşanlar olduklarını bildirmektedir. Buna göre "zulmedenler"; lâfzı, "gizlice danıştılar" âyetindeki çoğul bildiren "vav'den bedeldir. Bu da daha önce kendilerinden söz edilen insanlara aittir. Bu görüşe göre "gizlice danışmak" anlamını ifade eden "en-Necvâ" kelimesi üzerinde vakıf yapılmaz. el-Muberred dedi ki: Bu bir kimsenin: "Evde bulunanlar (yanı) Abdullah'ın oğulları ayrılıp, gittiler' demeye benzer. Burada "oğullar" lâfzı, "ayrılıp gittiler" anlamındaki fiilin çoğul takısını ifade eden "vav"den bedeldir.

Bunun zem olmak üzere merfû' olduğu da söylenmiştir. Yani onlar zulmeden kimselerdir.

"Söz söylemek" mastarının hazfedildiği de söylenmiştir. İfadenin takdiri şöyledir: O zâlimler derler ki... Bu da yüce Allah'ın:

"Melekler de her kapıdan onların yanına girip: Sabrettiğiniz şeylere karşılık selam sizlere" (er-Rad, 13/23-24) âyetine benzemektedir. en-Nehhâs da bu görüşü tercih etmiştir. Bu şekildeki bir cevabın doğruluğunun delili de bundan sonraki İfadenin: "Bu, sizin gibi bir beşerden başka mıdır?" şeklinde olmasıdır.

Dördüncü bir görüşe göre bu, "ben zâlimleri kastediyorum" anlamında mansub olabilir. el-Ferrâ' ayrıca; "Zulmeden insanların hesaplarının görüleceği vakit yaklaştı" anlamında mecrur olmasını da uygun kabul etmektedir. Bu açıklamaya göre ise "en-necvâ; gizlice konuşup danışmak" kelimesi üzerinde vakıf yapılmaz. Ancak önce geçen üç açıklama şekline göre bundan önce vakıf yapılabilir. Böylelikle bu hususta beş görüş ortaya çıkmaktadır.

el-Ahfeş; "Pireler beni yediler" söyleyişine uygun olarak merfu olmasını da câiz kabul etmiştir ve bu güzel bir açıklamadır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Sonra onlardan bir çoğu yine görmezler ve işitmezler oldular." (el-Mâide, 5/71) Şair şöyle demektedir:

"Senin ile verilen mücadele kendisi için çalışılan maksatlara erişti,

Ve atılan oklar da hedeflerini buldu."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Fakat (sen) Diyaflısın, babası da, annesi de,

Akrabaları da Havrân'da zeytinyağı sıkarlar."

el-Kisaî de şöyle demiştir: İfadede takdim ve te'hir vardır. İfade; o zulmedenler aralarında gizlice danıştılar, demektir.

Ebû Ubeyde dedi ki: "Gizlice... lar" ifadesi burada zıt anlamlı kelimelerdendir. Konuşmalarını gizlemiş olma anlamında olduğu gibi; bunu açığa vurup ilân etmiş olmaları anlamına gelme İhtimali de vardır.

"Bu sizin gibi bir beşerden başka mıdır?" Yani kendi aralarında gizlice fısıldaşıp şöyle dediler; Şu Rasûlün kendisi olan zikir (öğüt) yahut ta şu sizi davet eden kişi sizin gibi ve sizden herhangi bir farklılığı bulunmayan bir beşerden başkası mıdır? O da sizin yaptığınız gibi yemek yiyen, çarşı pazarlarda dolaşan birisidir.

Ancak onlar yüce Allah'ın söylediklerini bellemeleri ve kendilerine dini öğretmesi için beşerden başka birisini kendilerine peygamber olarak göndermesinin câiz olamayacağım bilemediler.

"Siz", sizin gibi bir insan olduğunu

"görüp dururken büyüyü kabule nasıl yanaşırsınız?" Yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın getirdikleri bir büyüdür. Sizler nasıl olur ona gider, arkasından yürürsünüz. Yüce Allah peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)i kendi aralarında gizlice neyi konuştuklarına muctali kılmış oldu.

"Büyü (sihir)" sözlükte gerçeği bulunmayan ve doğru da olmayan, gerçekle İlişkisiz bir şekilde varmış gibi gösterilen şey demektir.

"Siz görüp dururken" âyeti "siz akıl edip dururken" ifadesine benzemektedir. Çünkü akıl; eşyayı basiret ile görmektir. Anlamıh şöyle olduğu da söylenmiştir; Sizler bunun büyü olduğunu bildiğiniz halde büyüyü kabul edecek misiniz?

Bir başka görüşe göre anlam şöyledir: Sizler hakkı biliyor iken, batıla mı yöneleceksiniz? Bu, azarlama anlamını taşımaktadır.

4

"Rabbim, gökte ve yerde söylenen her sözü bilir ve O, her şeyi İşitendir, bilendir" dedi.

"Rabbim, gökte ve yerde söylenen her sözü bilir." Yani gökte ve yerde söylenenlerden hiçbir şey O'na gizli ve saklı kalmaz. Kûfelilerin Mushaflarında, "Rabbim... dedi" Merhum müfessirimiz, Nâfî'in kıraati üzere "kale; dedi' yerine, "kul; de" emri şeklindeki kıraati esas aldığından bu açıklamayı yapmaktadır. şeklinde olup yani Muhammed, Rabbim söylenen her sözü bitir dedi, demektir. Bunun da: O, sizin kendi aranızda fısıldaştığınız, gizlice yaptığınız konuşmaları bilir, demektir.

Birinci kıraatin ("dedi" değil "de" anlamındaki kıraatin) daha uygun ve daha güzel olduğu da söylenmiştir. Çünkü onlar bu sözlerini gizlice söylemişlerdi. Yüce Allah bu sözleri peygamberine açıkladı ve onlara bu sözleri söylemesini emretti.

en-Nehhâs dedi ki: Her iki kıraat de sahihtir ve bu iki kıraat iki âyet gibidir. Her iki kıraatte de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a ernir verildiği ve onun da emrolunduğu sözleri söylediğini anlatan ifadeler bulunmaktadır.

5

Hatta onlar: "Anlamsız rüyalardır. Hayır, onu kendisi uydurmuştur. Hayır, o bir şairdir. O halde öncekilerle gönderildiği gibi o da bize bir âyet getirsin" dediler.

"Hatta onlar: Anlamsız rüyalardır." dediler." ez-Zeccâc dedi ki: Yani onlar şöyle dediler: Muhammed'in getirdikleri, anlamsız karma karışık rüyalardır. Başkası da şöyle açıklamıştır: Onlar dediler ki: Onun bu getirdikleri, rüyasında görmüş olduğu dehşet verici ve karmakarışık karışık şeylerdir. Bu anlamdaki açıklamayı Mücahid ve Katade yapmıştır. Şairin şu mısraında da bu anlamda kullanılmıştır:

"Kendisinden dolayı onu görenin aldanışa düştüğü karmakarışık bir rüya gibi."

el-Kutebî dedi ki: Bunlar yalan (yani gerçek çıkmayan) rüyalardır. Şairin şu beyiti de böyledir:

"(Onlar) ya Ta simliların haberlerine dair sözlerdir, yahut geniş düzlük bir arazide,

Yol alana, akan ince bir şuymuş gibi görünen bir serap ve rüya görenin gerçekle ilgisi olmayan rüyalarıdır."

el-Yezidî dedi ki:

"Anlamsız rüyalar (el-edğâs)" Te'vili olmayan, yorumlanamayan rüyalar demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden Yusuf Sûresi 'nde (12/44. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Müşrikler durumun dedikleri gibi olmadığını görünce, bu sefer ağız değiştirerek:

"Hayır, onu kendisi uydurmuştur" dediler. Sonra bunu da bırakıp:

"Hayır, o bir şairdir" dediler. Yani onlar, şaşırmış haldeydiler. Belli bir iddiada karar kılaraıyorlardı. Bir sefer büyüdür dediler, bir sefer anlamsız karışık rüyalardır dediler, bir sefer onu kendisi uyduruyor dediler, bir başka seferinde de o bir şairdir dediler.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu şu demektir: Bir kesim: O bir sihirbazdır derken, bir başka kesim: O (Kur'ân) anlamsız rüyalardır, bir başka kesim: Onu kendisi uydurmuştur, bir diğeri ise; O bir şairdir demiştir.

Uydurma (iftira); bir şeyi aslı ve gerçeği olmaksızın, ortaya koymak, iddia etmek demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

"O halde öncekilere gönderildiği gibi o da bize bir âyet getirsin." Yani Mûsa ile birlikte asâ ve buna benzer mucizeler gönderildiği gibi, Salih'in dişi devesi gibi o da bize bir mucize göstersin.

Onlar Kur'ân-ı Kerîm'in büyü de olmadığını, bir rüya da olmadığını biliyorlardı ama şöyle diyorlardı: Peygamberin bizim İstediğimiz bir mucizeyi getirmesi gerekir. Halbuki tek bir mucize görmelerinden sonra artık onların teklif edecekleri bir mucizeyi İsteme hakları kalmamıştı. Aynı şekilde insanlar arasında bu hususu en iyi bilenler onlar olduğuna ve hiçbir şekilde şüphe etmelerine yer bulunmayan bir mucizeye îman etmediklerine göre; onun dışında başka bir mucizeye nasıl îman edeceklerdir? Eğer anadan doğma körü ve abraşı tedavi etmiş olsaydı, bu tıp ile ilgili bir iştir, derlerdi. Biz de bu işten anlamayız. Ancak onların bu istekleri sadece inatlaşmak ve işi yokuşa sürmek kabilindendi. Zira yüce Allah onlara yeteri kadar âyetler (belge ve mucizeler) vermiş bulunuyordu. Yüce Allah da şunu beyan etmektedir: Eğer onlar îman edecek olsalardı, elbette onlara istediklerini verirdi. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Eğer Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi, elbette onlara işittirirdi. Şayet onlara işittirmiş olsaydı, yine onlar muhakkak yüz çevirerek arkalarına döner, giderlerdi." (el-Enfâl, 8/23)

6

Bunlardan önce helâk ettiğimiz hiçbir ülke halkı îmana gelmemişti. Acaba bunlar îman ederler mi?

"Bunlardan önce helâk ettiğimiz" yani helâk edileceklerini bildiğimiz

"hiçbir ülke halkı îmana gelmemişti." İbn Abbâs dedi ki: Bu âyeti ile Salih ve Fir'avun kavimlerini kastetmektedir.

"Acaba bunlar îman ederler." Yanı tasdik ederler "mi?" Bu da şu demektir: Öncekiler gönderilen mucizelere îman etmedikleri için kökten imha edildiler. Şayet bunlar gösterilmesini istedikleri mucizeleri görecek olsalardı, yine îman etmeyeceklerdir. Çünkü bu husustaki ilâhî hüküm onların îman etmeyecekleri şeklindedir. Onların cezalarının gecikmesi ise Bizim onların sulblerinden, nesillerinden îman edecek kimselerin geleceğini bilmemizdir.

"Hiçbir ülke" ifadesindeki cer harfi yüce Allah'ın:

"O zamanda sizden hiçbir kimse bunu ona yapmamıza engel olamazdı" (el-Hakka, 69/47) âyetinde olduğu gibi fazladan gelmiştir.

7

Senden önce gönderdiklerimiz de ancak kendilerine vahiy İndirdiğimiz erkekler idiler. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.

"Senden önce gönderdiklerimiz de ancak kendilerine vahiy indirdiğimiz erkekler idiler." Bu âyet onların:

"Bu sizin gibi bir beşerden başka mıdır?" (Âyet 3) sözlerini reddetmekte, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ı teselli etmektedir.

Yani senden önce gönderilen bütün peygamberler erkek idiler,

"Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun." Burada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a îman eden, Tevrat ve İncil ehli kimseleri kastetmektedir. Bu açıklamayı Süfyan yapmıştır. Onlara "zikir ehli" ismini vermesinin sebebi Arapların bilmedikleri peygamberlerin haberlerini zikrediyor olmaları idi. Kureyş kâfirleri de Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın durumu ile ilgili olarak kitap ehline başvuruyorlardı.

İbn Zeyd dedi ki: "Zikir" ile Kur'ân-ı Kerîm'i kastetmiştir. Yani Kur'ân ehlinden ilim sahibi olan mü’minlere sorunuz.

Cabir el-Cu'fî dedi ki; Bu âyet-i kerîme nâzit olunca Ali (radıyallahü anh): Zikir ehli bizleriz, dedi.

Tevatür ile sabit olmuştur ki; bütün peygamberler insanlardandı. O halde anlam şudur: Sizler işe inkârla ve peygamberlerin meleklerden olması gerekir, şeklindeki sözlerle başlamayınız. Bunun yerine peygamberlerin insanlar arasından gönderilmesinin mümkün olduğunu size açıklamaları için mü’minlerle tartışınız. Meleğe ise "erkek" denilmez. Çünkü "erkek" lâfzı, lâfzından zıddı bulunan varlık hakkında kullanılır. Meselâ bir erkek, bir kadın. Yahut bir erkek ve bir çocuk denilir. Buna göre yüce Allah'ın:

"Ancak... erkekler idiler" âyeti Âdemoğullarından idiler, demektir.

Hafs, Hamza ve el-Kisaî "kendilerine vahiy indirdiğimiz" anlamında; diye okumuşlardır. Müfessir bu âyetin başını tefsire başlarken Nâfi’in kıraati olan "nun" yerine "ye" ile ve: "Kendilerine vahiy edilen erkekler" anlamındaki kıraati tefsirine kaydetmiş bulunmaktadır.

Avamdan Olanların İlim Adamlarını Taklid Etmesi: Avamdan olanların ilim adamlarını taklid etmekle yükümlü oldukları hususunda ve yüce Allah'ın:

"Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun" âyetinde kastedilenlerin âlimler oldukları hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Yine icma ile kabul ettiklerine göre, kör olan bir kimse eğer kıbleyi bulmakta güçlük çekiyor ise, güvendiği kimseler arasından başka birisini taklid etmesi kaçınılmaz bir şeydir. Aynı şekilde bilgisi olmayan, dini hususunda nasıl bir yol takip edeceğini bilemeyen, bu konuda basiret sahibi olmayan kimsenin de ilim adamını taklid etmesi kaçınılmazdır, Yine ilim adamları ittifakla avamın fetva vermesinin câiz olmadığını kabul etmişlerdir. Çünkü avam helâl ve haram kılmanın kendisine bağlı olarak câiz olduğu manaları (hususları) bilmez.

8

Onları yemek yemez bir cesed de kılmadık, onlar ebedî de kalmadılar.

"Onları yemek yemez bir cesed de kılmadık" âyetindeki

"onları" zamiri peygamberlere aittir. Yani Biz senden önceki peygamberleri insan tabiatı dışında yemeye ve içmeye ihtiyacı olmayan kimseler kılmadık.

"Onlar ebedi de kalmadılar." Ölümsüz değildiler. Bu da onların:

"Bu ancak sizin gibi bir insandır." (el-Mu'minün, 23/33) sözleri ile:

"Bu nasıl peygamberdir ki yemek yer ve pazarlarda dolaşır" (el-Furkan, 25/7) şeklindeki sözlerine bir cevaptır.

"Bir ceset" cins isimdir. Bundan dolayı çoğul olarak "cesetler (anlamında: ecsâden)" denilmemiştir. Bir diğer görüşe göre böyle denilmeyiş sebebi onun: "Biz onların her birisini yemek yemeyen bir cesed kılmadık' demek istediğinden dolayıdır. Cesed, beden ile aynı şeydir. İşte bundan dolayı (bu kökten olmak üzere): "Cesed haline geldi" denilir. Nitekim "cisim' kelimesinden; "Tecessüm etti" denilir. Cesed aynı şekilde zaferan ve buna benzer boyalara verilen isimdir. Kana da cesed denilir. Nitekim en-Nâbiğa şöyle demektedir:

"Ve putların üzerine akıtılan cesetlere (kanlara) yemin olsun."

el-Kelbî dedi ki: Cesed canı bulunan, yiyen ve içen beden sahibi varlık demektir. Bu görüşe göre yemeyen ve içmeyene cesed değil, cisim denilir. Mücahid dedi ki: Cesed, yemeyen ve içmeyen varlıktır. Bu görüşe göre de; yiyen ve içen varlık "nefs" olur. Bunu da el-Maverdî nakletmektedir.

9

Sonra onlara verdiğimiz sözümüzde durup onları ve dilediğimiz kimseleri kurtarıp, haddi aşanları da helâk ettik.

"Sonra onlara" yani peygamberlere onları kurtarmak, onlara yardım etmek ve kendilerini yalanlayanları da helâk etmek üzere

"verdiğimiz sözümüzde durup onları ve" peygamberleri tasdik eden

"dilediğimiz kimseleri kurtarıp, haddi aşanları" şirk koşanları

"da helâk ettik."

10

Yemin olsun ki Biz size, sizin için bir şan ve şeref kaynağı olan bir kitap indirdik. Hiç akıl etmez misiniz?

"Yemin olsun ki Biz size, sizin İçîn bir şan ve şeref kaynağı olan bir kitap" yani Kur'ân-ı Kerîm'i

"indirdik."

Bu âyetteki (şan ve şeref kaynağı anlamı verilen): "Zikir" kelimesi mübtedâ olarak merfu olmuştur. "(......): Sizin İçin bir şan ve şeref kaynağı olan" cümlesi ise nasb mahallindedir. Çünkü "kitab"ın sıfatıdır.

Burada "zikir"den kasıt şereftir. Yani onda sizin şerefiniz vardır. Bu da yüce Allah'ın:

"Muhakkak o sana ve senin kavmine bir zikir (büyük bir şeref)dir." (ez-Zuhruf, 43/44) âyetine benzemektedir,

Daha sonra bu yaptıklarından vazgeçip konu üzerinde düşünmeleri anlamını ihtiva eden bir soru ile dikkatlerini çekerek yüce Allah:

"Hiç akıl etmez misiniz?" diye buyurmaktadır.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu kitapta sizin yani dininizin emirleri, şeriatinizin hükümleri, sonunda karşı karşıya kalacağınız mükâfat ve cezanın söz konusu edildiği bir kitap İndirilmiştir. Siz sözü edilen bütün bu hususlar üzerinde akıl edip düşünmeyecek misiniz?

Mücahid dedi ki; "Sizin İçin bir şan ve şeref kaynağı olan bir kitap" sizin söz konusu edildiğiniz bir kitap demektir. Bir diğer açıklamaya göre sizin için üstün ahlâkî değerler ve güzel ameller ihtiva eden bir kitap... demektir. Sehl b. Abdullah dedi ki: Sizin kendileri vasıtasıyla hayat bulacağınız şeyler gereğince ameli ihtiva eden bir kitap, demektir.

Derim ki: Bütün bu görüşler aynı anlamdadır. Birinci görüş hepsini kapsar. Çünkü bütün bunların hepsi bir şan ve şereftir. Kitap, Peygamberimiz için bir şan ve şereftir. Çünkü onun mucizesidir. Eğer biz ondakiler gereğince amel edecek olursak, bizim için de şan ve şereftir. Buna delil de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Kur'ân ya senin lehine yahut aleyhine bir delildir. " âyetidir. Müslim, Tahâre 1; Tirmizî, Deavât 85; Nesâî, Zekât 1; İbn Mâce, Tahâre 5; Dârimî, Vudû' 2; Müsned, V, 342, 343

11

Zalim olan nice ülkeleri helâk ettik ve onlardan sonra başka kavimler yarattık.

"Zalim olan nice ülkeleri helâk ettik." Bununla Yemen taraflarında bulunan bir takım şehirleri kastetmektedir. Tefsir ve ahbâr (geçmiş kavimlerin hallerine dair haberler) bilginleri de derler ki: Bununla Hadur denilen yerin ahalisini kastetmektedir. Onlara Zu Mehdem oğlu Şuayb adında bir peygamber gönderilmişti. Bu peygamberin kabri Yemen de, karı pek bol ve Danan diye bilinen bir dağda bulunmaktadır. Bu Şuayb Medyenlilere peygamber olarak gönderilen Şuayb'dan başkasıdır. Çünkü Hadur ile ilgili kıssa Îsa (aleyhisselâm)ın peygamberliğinden önce ve Süleyman (aleyhisselâm)dan birkaç yüzyıl sonra olmuştur. Bunlar peygamberlerini öldürdükleri gibi o sırada da Ashabu'r-Ress diye bilinenler, kendilerine gönderilmiş ismi Safvan oğlu Hanzala olan bir peygamberi öldürmüşlerdi. Hadur denilen bölge Şam cihetinde, Hicaz topraklarında idi. Yüce Allah, Ermiyâ'ya şunu vahyetti: Buhtunassar'a git ve ona Benim kendisini Arap topraklarına musallat kıldığımı ve onun vasıtası ile onlardan intikam alacağımı bildir. Ayrıca yüce Allah Ermiyâ'ya şunu da vahyetti: Sen Adnan oğlu Mead'ı Burak'ın üzerinde Irak topraklarına taşı ki, onlara isabet edecek olan belâ ve musibet ona isabet etmesin. Çünkü Ben onun sulbünden âhir zamanda ismi Muhammed olan bir peygamber göndereceğim. Bunun üzerine o da Mead'ı oniki yaşında iken burak üzerinde taşıdı. Büyüyünceye kadar İsrailoğulları arasında kaldı ve Meane adında bir kadın ile evlendi. Sonra Buhunassar orduları ile yola çıktı. Araplara belli bir yerde pusu kurdu. -Naklettiklerine göre ilk pusu kuran kişi o olmuştur.- Sonra da Hadurlular üzerine baskınlar düzenledi. Pek çok kimseyi öldürdü, esirler aldı, bayındır yerleri tahrib etti. Hadur'dan geriye hiçbir iz bırakmadı. Sonra da (Irak'ın) Sevad bölgesine geri döndü.

"Nice" edatı

"helâk ettik" anlamındaki kelime ile nasb mahallindedir. "el-Kasm: Helâk etmek"; kırmak demektir. Meselâ; "Filânın belini kırdım" denilir. Dişi kırıldı" demektir.

Burada da bununla kastedilen helâk etmektir. "Fe" harfi ile; "Bir Şeyde ayrı bir parça haline gelmeksizin, çatlaklık meydana gelmesi' demektir. Şair de der ki:

"Sanki o (ceylan) gümüşten -çevre genç kızlarının oynadığı yerde-

Unutuverdikleri çatlak bir bilezik gibidir."

Hadiste geçen: "Ona gelen vahiy kesildiğinde alnından ter sızıyordu" Buhârî, liedul-Vahy 2; Tirmizî, Menâkıb 7; Nesâî, İftitâh 37; Muvatta’, Kur'ân 7; Müsned, VI, 257. hadisinde de bu kökten gelen kelime (el-fasm) kullanılmıştır.

"Zalim olan" kâfir olan demektir ki, maksat oranın ahalisidir. Zulüm, bir şeyi olmaması gereken bir yere koymaktır. Onlar küfrü imanın yerine koydukları için zalim olmuşlardır.

"Ve onlardan" onları helâk ettikten

"sonra başka kavim yarattık." İcad ettik, var ettik.

12

Onlar Bizim azabımızı gördüklerinde hemen hızlıca oradan kaçışıyorlardı.

"Onlar Bizim azabımızı gördüklerinde..." Bu anlamda meselâ; "Ben onda bir zaaf gördüm" denilir.

el-Ahfeş; bunu azabımızdan korktuklarında ve onun geleceğini bekleyip umduklarında anlamındadır, der.

"Hemen hızlıca oradan kaçışıyorlardı." "Hızlıca koşmak" demek olup aynı zamanda ayağı hareket ettirmek anlamına da gelir. Nitekim yüce Allah'ın:

"Ayağını yere vur." (Sâd, 38/42) diye buyurmaktadır. Atı hızlıca koşması için topukladım" demektir. Daha sonra bu Fiilin kullanımı çoğalarak nihayet atın koşmasını anlatmak için dahi; kullanılır oldu, ancak asıl sekil bu değildir. At hakkında doğru kullanım şekli; diye meçhul fiil olarak kullanılmasıdır. Bu şekilde koşturulana da; denilir.

13

"Kaçışmayın. İçinde bulunduğunuz refaha ve evlerinize dönün. Belki size soru sorulur" (denildi.)

"Kaçışmayın" dağılmayın. Denildi ki: Onlar geri dönüp kaçışmaya başlayınca melekler onlara alay olmak üzere seslendi ve:

"Kaçışmayın" dediler.

"İçinde bulunduğunuz refaha ve evlerinize dönün." Sizin azgınlaşmanıza, şımarmanıza sebeb olan nimetlerinize dönün, demektir. Mutref de nimetlere mazhar olan kişi demektir. Meselâ; "Geçiminde bolluk görüldü" demektir. Onlara bu şekilde refahı sağlayan, ihsan eden yüce Allah'tır. Nitekim şöyle buyurmaktadır;

"Ve dünya hayatında kendilerine refah ve nimet verdiğimiz ileri gelenler..." (el-Mu'minun, 23/33)

"Belki size soru sorulur." Katade'nin açıklamasına göre -onlarla alay olsun diye-: Belki sahip olduğunuz dünyalıktan sizden bir şeyler vermeniz istenir, demektir. Bir diğer açıklamaya göre "belki size soru sorulur" âyeti şu demektir: Belki size başınıza gelen bu ceza hakkında sorulur da siz de bunu bildirirsiniz. Bir diğer açıklamaya göre anlam şöyledir: Bu azap başınıza gelmeden önce sizden istendiği gibi, belki yine îman etmeniz istenebilir. Bu sözler ise onlara alay olsun diye ve azarlanmaları için söylenir.

14

Onlar: "Vay bize! Çünkü biz gerçekten zâlimlerdendik" dediler.

"Onlar: Vay bize... dediler." Melekler kendilerine:

"Kaçışmayın" deyip de haydi peygamberlerin intikamı alalım diye seslendiklerinde, kendileri kendileriyle konuşan bir kişi görmeyince artık aralarında gönderilen peygamberi öldürdükleri İçin kendilerine düşmanlarını musallat edenin aziz ve celil olan Allah olduğunu anladılar. İşte o vakit de:

"Vay bize! Çünkü biz gerçekten zâlimlerdendik, dediler." Ve itirafta bulunmanın fayda vermeyeceği bir zamanda zalimlik ettiklerini itiraf ettiler.

15

Biz onları tırpanla biçilmiş bir ekin, alevi sönmüş bir ateş haline getirinceye kadar feryatları bu oldu.

"Biz onları tırpanla biçilmiş bir ekin" Mücahidin açıklamasına göre tırpanla ekinlerin biçildiği gibi kılıçla onları biçinceye... el-Hasen'e göre de azabla onları helâk edinceye ve

"alevi sönmüş bir ateş haline getirinceye" ölünceye

"kadar feryİsimleri bu oldu." Yani: "Vay bize! Çünkü biz gerçekten zâlimlerdendik" deyip durdular.

(Alevi sönmüş bir ateş haline gelmek, anlamı verilen): el-Humûd: Dinmek demektir. Söndüğü vakit ateşin alevinin dinmesi gibi. Burada hayatın son bulması, ateşin dinmesine benzetilmiştir. Nitekim ölen kimseye, ateşin sönmesine benzetilerek; "söndü" denilir.

16

Biz, göklerle yeri ve aralarında olanları oynayalım diye yaratmadık.

"Biz, göklerle yeri ve aralarında olanları oynayalım diye yaratmadık." Boşuna ve batıl yere yaratmadık. Aksine bunların her şeye gücü yeten, emrine uyulması gereken, kötülük işleyenin de, iyilikte bulunanın da yaptığının karşılığını veren bir yaratıcısının olduğuna dikkat çekelim diye yarattık. Yani, Bizler gökleri ve yeri insanlar birbirlerine zulmetsin diye, onların bir bölümü küfre sapsın ve emrolunduklarına bazıları muhalefet etsin, sonra da amellerinin karşılıkları verilmeksizin ölsünler, dünyada kendilerine hiçbir iyilik emredilmesin; çirkin ve kötü olan hiçbir şey de kendilerine yasaklanmasın diye yaratmış değiliz. İşte hikmetin zıttı olan ve hakim olan Allah hakkında söz konusu olmayan "oyun ve eğlence" budur.

17

Eğer Biz eğlence edinmek isteseydik, elbette onu kendi katımızdan edinirdik. Fakat Biz yapanlar değiliz.

"Eğer Biz eğlence edinmek isteseydik..." Bir takım kimseler onun evladı bulunduğuna inandığından dolayı O: "Eğer Biz, eğlence edinmek isteseydik" diye buyurmuştur.

Eğlence (lehv); Yemenlilerin lehçesinde kadın demektir. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Ukbe b. Ebi Cesra -kendisine yüce Allah'ın:

"Eğer Biz, eğlence edinmek isteseydik" âyeti hakkında soru sormak üzere gelmiş bulunan Tavus, Atâ ve Mücahid'e- şöyle demiştir: Lehv (eğlence) zevce demektir. el-Hasen de böyle demiştir.

İbn Abbâs da: Lehv evlât demektir. Yine el-Hasen de böyle demiştir, el-Cevherî dedi ki: Bazen kinaye yoluyla cima dan lehv diye söz edilebilir.

Derim ki: İmruu'l-Kays'in şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:

"Besbâse bugün benîm yaşlandığımı ve,

Benim gibi bir kimsenin güzelce lehv yapamayacağını iddia etti."

Cima'a lehv denilmesinin sebebi, kalbi oyalamasıdır. Nitekim şair şöyle demiştir:

"Onlar arasında arkadaş için bir oyalanma ve güzelce bakılacak özellikler vardır."

el-Cevherî dedi ki: Yüce Allah'ın:

"Eğer Biz, eğlence edinmek isteseydik" âyetindeki "eğlence" nin, kadın olduğunu söylemişlerdir, evlad da denilmiştir.

"Elbette onu kendi katımızdan edinirdik." Yani bunu Biz kendi nezdimizden edinirdik, sizden değil,

İbn Cüreyc dedi ki: Biz onu sema ehlinden edinirdik, arz ehlinden değil. Şöyle de açıklamıştır: Bu âyeti ile: Putlar Allah'ın kızlarıdır, diyenlerin iddialarını reddetmeyi murad etmiştir. Yani sizin ellerinizle yonttuğunuz varlıklar, nasıl bizim evladımız olabilir?

İbn Kuteybe dedi ki: Ayet-i kerîme hristiyanların kanaatlerini reddetmektedir;

"Fakat biz yapanlar değiliz." Katade, Mukâtil , İbn Cüreyc ve el-Hasen: "Biz böyle bir şey yapanlar olmadık" demektir. Nitekim yüce Allah'ın:

"Sen ancak bir nezirsin (korkutucu ve uyarıcısın)" (Fâtır, 35/23) âyeti, sen bir uyarıcıdan başka bir şey değilsin, demektir. Burada; red ve inkâr manasınadır.

"Elbette onu kendi katımızdan edinirdik" âyetinde ifa de tamam olmaktadır.

Bu âyetin şart anlamını taşıdığı da söylenmiştir. Yani eğer Biz böyle bir şey yapanlar olsaydık (bunu kendi katımızdan edinirdik); ancak Bizler böyle bir şey yapanlar değiliz. Çünkü Bizim evladımızın olması imkânsızdır. Zira böyle bir şey olsa Bizim cennet, cehennem, ölüm, diriliş ve hesabı yaratmamız söz konusu olmazdı.

Şöyle de denilmiştir: Eğer Biz evlat edinmek yoluyla evlat sahibi olmak isteseydik; elbette bunu kendi nezdimizden melekler arasından edinirdik. Bazıları da bu kanaate meyletmişlerdir. Çünkü kimi zaman kişi evlat edinmek isteyebilir. Ancak yüce Allah'ın evlat edinmek istemesi imkânsız bir şeydir (muhaldir.) İmkânsız (müstahîl) olan bir şeye de ilâht irade taalluk etmez. Bunu da el-Kuşeyrî nakletmiştir.

18

Bilakis Biz, hakkı bâtıl üzerine bırakırız da hak onun beynini darmadağın eder. O da derhal çekişerek can verir. Nitelendirmenizden ötürü vay size!

"Bilakis Biz hakkı batıl üzerine bırakırız” âyetindeki "el-kazf atmak demektir. Yani hakkı batilin üzerine atarız

"da hak onun beynini darmadağın eder." Onu kahreder, helâk eder.

"ed-Damğ" beyne ulaşıncaya kadar kafayı yaralamak demektir. (Kafadaki yaralama şekillerinden birisi olan): ed-Dâmiğa da buradan gelmektedir.

Burada haktan kasıt, Kur'ân-ı Kerîm'dir, bâtıldan kasıt da Mücahid'in görüşüne göre şeytandır. O şöyle demiştir: Kur'ân-ı Kerîm'de nerede bâtıl tabiri geçiyorsa o, şeytandır.

Şöyle de açıklanmıştır. Batıl onların yalanları, yüce Allah'ı sahip olmadığı evlat vb. sıfatlarla nitelendirmeleridir. Hak ile kesin delili, batıl ile onların şüphelerini kastettiği söylendiği gibi, hak ile ilâhi öğütler, batıl ile masiyetlerin kastedildiği de söylenmiştir. Manalar birbirine yakındır. Kur'ân-ı Kerîm de hem kesin delilleri hem de Öğütleri ihtiva etmektedir.

"O da derhal çekişerek can verir." Helâk olur, yok olur gider. Bu açıklamayı Katade yapmıştır.

"Nitelendirmenizden" -Katade ve Mücahid'e göre- söylediğiniz yalanlarınızdan ötürü

"vay size!" Yüce Allah'ı câiz olmayan sıfatlarla nitelendirdiğinizden ötürü âhirette azaba uğratılacaksınız.

İbn Abbâs dedi ki: Veyl, cehennemde bir vadi demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/79- âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"Nitelendirmenizden ötürü" yani söylediğiniz yalanlardan ötürü demektir. Bu açıklamayı Katade ve Mücahid yapmıştır. Bunun benzeri bir başka âyet da şudur: "(Allah) onların bu nitelendirmelerinin cezasını verecektir." (el-En'âm, 6/139) Yalanları sebebiyle onları cezalandıracaktır, demektir.

Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah'ı imkânsız bir şey olan evlad edinmek ile nitelendirdiğinizden dolayı size veyl vardır.

19

Göklerde ve yerde kim varsa O'nundur. Onun yanında olanlar ise O'na İbadete karşı büyüklenmezler ve usanmazlar;

"Göklerde ve yerde kim varsa" hem yaratılmaları hem mülkiyetleri itibariyle

"O'nundur." O halde hem kendi kulu, hem kendi yaratığı olan varlıkların O'na ortak koşulması nasıl düşünülebilir

"O'nun yanında olanlar" sizin Allah'ın kızlan olduklarını söylediğiniz melekler

"ise O'na ibadete" O'nun önünde zelil olmaya, alçalmaya

"karşı büyüklenmezler;" bundan çekinmezler

"ve usanmazlar." Katade'ye göre bundan dolayı yorulmazlar.

Bu kelime bitkin düşmüş ve oldukça yorulmuş deve anlamına gelen "el-hasî"den alınmıştır. "Yorgun ve bitkin düştü" demektir. de bu anlamdadır. "Onu yordum, bitkin düşürdüm" demektir. Bitkin düşmek fiili müteaddi de olabilir, olmayabilir de, şekli de böyledir. İsm-i faili; ...diye gelir.

İbn Zeyd bunu onlara bundan ötürü usanç gelmez diye açıklarken, İbn Abbâs bundan çekinmezler diye açıklamıştır. Ebû Zeyd de bundan dolayı yorgun argın düşmezler, diye açıklamıştır. Bitkin düşmezler diye de açıklanmıştır. Bunu da İbnu'l-A'rabî zikretmektedir. Anlam birdir.

20

Gece ve gündüz aralıksız teşbih ederler.

"Gece ve gündüz aralıksız teşbih ederler." Yani namaz kılarlar, Allah'ı anarlar ve daima O'nu tenzih ederler. Bundan dolayı da ne zaafa düşerler, ne usanırlar. Tıpkı nefes alıp vermek gibi teşbih ve takdis ederler.

Abdullah b. el-Hâris dedi ki: Ben Ka'b'a onları teşbihten alıkoyacak başka uğraşıları, bundan onları alıkoyacak şeyleri yok mudur? diye sordum. O: Kimlerdensin? diye sordu. Ben Abdutmuttatib oğullarındanım dedim. Aldı, beni bağrına bastı ve dedi ki: Ey kardeşimin oğlu, herhangi bir meşguliyet seni nefes almaktan alıkoyar mı? İşte teşbih de onlar için nefes alıp vermek gibidir.

Melekler Âdemoğullarından daha faziletlidir diyenler, bu âyet-i kerîme'yi delil göstermişlerdir. Bu husus daha önce (el-Bakara, 2/33. âyetin tefsiri, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun.

21

Acaba onlar yerden ilahlar mı edindiler? Onlar diriltir mi hiç?

"Acaba onlar yerden İlâhlar mı edindiler? Onlar diriltir mi hiç?" el-Mufaddal dedi ki: Bu istifhamdan (sorundan) kasıt, red ve inkârdır. Yani onlar diriltmeye gücü yeten İlâhlar edinmemişlerdir.

Buradaki; edatının; mi? anlamında olduğu söylenmiştir. Yani bu müşrikler yeryüzünden ölüleri dirilten ilâhlar mı edindiler?

Burada bu edatın; "Hayır, bilakis" anlamında olması mümkün değildir. Çünkü böyle bir mana onların ölüleri diriltmelerini gerektirir. Ancak bu edat istifham ile birlikte kabul edilecek olursa, o takdirde munkatı' olur ve mana doğru olur. Bu açıklamayı el-Müberred yapmıştır.

Bunun manaya atıf olduğu da söylenmiştir, Yani, Biz gökleri ve yeri boşuna mı yarattık? Yoksa onların Bize bu izafe ettikleri şeyler Bizden midir ki, bu konuda onların şüphe edecekleri bir hususları olsun? Yahut onların yeryüzünden ilâh diye edindikleri bu varlıklar ölüleri diriltebilir mi ki, bu onların şüphe etmelerine sebeb olsun!

Şöyle de açıklanmıştır:

"Yemin olsun ki Biz size, sizin için bir şan ve şeref kaynağı olan bir kitap indirdik. Hiç akıl etmez misiniz?" (âyet 10) diye buyurulduktan sonra, mütabaat yoluyla bu da ona atfedilmiştir. Bu iki açıklamaya göre ise edat burada muttasıldır.

"Onlar diriltir" anlamındaki; fiilini Cumhûr "ya" harfini ötreli "sin" harfini de esreli olarak; "Allah ölüyü diriltti, o da dirildi" kipinden gelmiş bir fiil olarak okumuşlardır. el-Hasen ise "ya" harfini üstün olarak okumuştur. Bu da onlar hayat bulurlar ve asla ölmezler (mi), demek olur.

22

Eğer göklerle yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı ikisinin de düzeni bozulup gitmişti. Arş'ın Rabbi olan Allah nitelemelerinden münezzeh ve yücedir.

"Eğer göklerle yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, ikisinin de düzeni bozulup gitmişti." Yani göklerde ve yerde Allah'tan başka kendilerine ibadet olunan ilâhlar bulunmuş olsaydı, ikisi de bozulur giderdi.

el-Kisaî ve Sîbeveyh derler ki: "Müstesna (mealde; başka)" edatı; "Başka" anlamındadır. Birincisi, ikincisinin yerine kullanılınca istisna edatından sonra gelen isim diğerinin i'rabını almış oldu. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Babanın ömrü hakkı için yemin ederim, her kardeş kardeşinden

Ayrılacaktır, iki kutup yıldızından başka."

Sîbeveyh de (bu manada olmak üzere) şöyle denildiğini nakletmektedir: Eğer bizimle birlikte Zeyd'den başkası olsaydı, mutlaka helâk olurdu."

el-Ferrâ' da şöyle demektedir: Buradaki istisna edatı; "Dışında" anlamındadır. Yani eğer her ikisinde Allah'ın dışında bir takım ilâhlar bulunmuş olsaydı, orada bulunanların düzeni bozulurdu.

Başkası da şöyle demiştir: Eğer göklerde ve yerde iki tane ilâh bulunmuş olsaydı, kâinatın idaresi bozulurdu. Çünkü ilâhlardan birisi bir şey, diğeri onun aksi olan bir şey isteyecek olursa (istediği olmayanlardan) birisi âciz olurdu.

Yine "bozulup gitmişti" ifadesinin, onlar harab olur giderdi ve ortaklar arasında meydana gelen anlaşmazlıklar dolayısı ile birbirleriyle çekiştiklerinden ötürü her ikisinde bulunanlar helâk olurlardı, anlamına geldiği de söylenmiştir.

"Arş'ın Rabbi olan Allah nitelemelerinden münezzeh ve yücedir." Yüce Allah kendisini ortağı yahut evladı bulunmaktan tenzih ettiği gibi, kullarına da kendisini böylece tenzih etmelerini emretmektedir.

23

O, işlediklerinden sorumlu tutulmaz. Halbuki onlara sorulur.

"O işlediklerinden sorumlu tutulmaz. Halbuki onlara sorulur." Bu âyet Kaderiyye'nin ve başkalarının belini kıran bir âyettir. İbn Cüreyc dedi ki: Yani kullar O'nun yarattıkları hakkındaki kaza ve kaderinden ötürü O'na soru soramazlar. Aksine O, bütün yaratıklara yaptıklarından ötürü soru sorar. Çünkü onlar kuldurlar. Bununla şunu açıklamaktadır: Yarın Mesih gibi, melekler gibi amellerinden sorumlu tutulacak herhangi bir kimse hiçbir şekilde ilâh olmaya elverişli değildir.

Şöyle de açıklanmıştır: O, yaptıklarından dolayı sorgulanamaz ama kendileri sorgulanacaklar.

Ali (radıyallahü anh)dan rivâyet edildiğine göre bir adam ona: Ey mü’minlerin emiri demiş. Rabbimiz kendisine isyan edilmesini sever mi? diye sormuş. O da şu cevabı vermiş: Peki Rabbimize rağmen O'na isyan edilebilir mi? Adam sormuş: Beni hidayet bulmaktan alıkoysa ve beni helâk etse, bana iyilik mi etmiş olur, kötülük mü? Ona şu cevabı vermiş: Eğer hakkın olan bir şeyi senden alıkp-yarsa, sana kötülük etmiş olur. Şayet lütfunu sana vermemiş ise, bu O'na ait bir şeydir. Onu dilediğine verir. Daha sonra şu: "O işlediklerinden sorumlu tutulmaz, halbuki onlara sorulur" âyetini okumuş.

İbn Abbâs'tan da şöyle dediği nakledilmektedir: Yüce Allah Mûsa'yı peygamber olarak gönderip onunla konuşunca ve üzerine Tevrat'ı indirince şöyle dedi: Allah'ım, şüphesiz ki Sen pek büyük bir Rab'sin, Eğer Sana itaat olunmasını dilersen, şüphesiz ki Sana İtaat olunur. Eğer hiçbir şekilde Sana isyan edilmemesini dilesen, Sana isyan edilmez. Bununla birlikte Sen, Sana İtaat edilmeyi seversin. Ve yine bu hususta Sana isyan olunuyor. Rabbim bu nasıl olur? Yüce Allah kendisine: Bana yaptığımdan dolayı soru sorulmaz, ama onlara sorulur diye vahyetti.

24

Yoksa Ondan başka ilâhlar mı edindiler? "Delilinizi getirin" de. "Bu benimle olanın da zikridir, benden öncekilerin de zikridir." Bilakis onların çoğu hakkı bilmezler. Bundan ötürü de yüz çeviricidirler.

"Yoksa ondan başka İlâhlar mı edindiler?" Allah'tan başka ilâh edinmekten ötürü azarı daha da ileri götürmek üzere tekrar bu hayret ifade eden soruyu sormaktadır. Yani yaratmakta ve hayat vermekte sıfatları önceden geçtiği gibi İken... (nasıl olur da ondan başkasını ilâh edinirler)? Bu durumda; "Yoksa" burada önceden de geçtiği üzere "...mı, mu" anlamında olur. O halde buna dair delillerini getirsinler.

Şöyle de açıklanmıştır: Birincisi aklî bakımdan bir delillendirme idi. Çünkü orada; "Onlar diriltir mi hiç?" yani ölüleri diriltebilirler mi? Heyhat... demekti. İkincisi ise naklî delillerle bir delillendirmedir. Yani haydi bu açıdan delilinizi getirin, hangi kitapta böyle bir. şey indirilmiştir. Kur'ân'da mı yoksa diğer peygamberlere indirilmiş kitaplarda mı?

"Bu benimle olanın da zikridir." Yani Kur'ân'da ihlasla tevhid emri verilmiştir. "Benden öncekilerin de zikridir." Tevrat'ta, İncil'de ve Allah'ın indirmiş olduğu bütün kitaplarda da olan budur. Bakın bakalım, bu kitaplardan herhangi birisinde Allah, kendisinden başka ilâh edinmeyi emretmiş midir? Çünkü tevhid ile ilgili hususlarda şeriatler arasında farklılık yoktur. Farklılık emir ve nehiylerdedir sadece.

Katade de şöyle demektedir: Burada Kur'ân-ı Kerîm'e işaret edilmektedir. Yani "bu benimle olanın" onlar için gerekli ve bağlayıcı olan helâl ve harama dair hükümleri İhtiva eden "zikridir. Benden öncekilerin" îman ile kurtulup, şirk dolayısıyla helâk olan önceki ümmetlerin "de zikridir."

Şöyle de açıklanmıştır: "Benimle olanın zikri" îman dolayısıyla onlara verilecek mükâfat ile, küfür dolayısıyla onlara verilecek ceza; "Benden öncekilerin zikri" ise benden önceki ümmetlere dünyada yapılacak şeyler ile âhirette yapılacak şeylere dair bilgi demektir.

Bu ifadenin tehdit anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani siz istediğinizi yapınız, pek yakında perde açılacaktır.

Ebû Hatim'in de naklettiğine göre Yahya b. Ya'mer ile Talha b. Mûsarrif bu âyeti: "Bu nem benimle beraber olandan bir zikirdir hem benden öncekilerden bir zikirdir" diye tenvin ile ve "mim"i esreli okumuşlardır. Ebû Hatim bu okuyuşun izah edilecek bir tarafı olmadığını söylemiştir. Ebû İshak ez-Zeccâc ise şöyle demiştir; Bu kıraate göre anlam şöyle olur; Bu bana indirilen ve benimle birlikte olanlardan bir zikirdir ve benden öncekilerden de bir zikirdir. Şöyle de açıklanmıştır: Bu benden öncesinden beri devam eden bir zikirdir. Yani ben, benden önceki peygamberlerin getirdiklerini getirmiş bulunuyorum.

"Bilakis onların çoğu hakkı bilmezler." İbn Muhaysın ve el-Hasen "hakkı" kelimesini diye ötreli olarak;" ile o haktır, bu hakkın ta kendisidir" anlamında ref ile okumuştur. Bu kıraate göre bundan önceki kelime olan "bilmezler" kelimesi üzerinde vakıf yapılır. Buna göre âyet: "... Bilâkis onların çoğu bilmezler. (Bu) hakkın kendisidir; bundan ötürü onlar yüzçeviricidirler" anlamında olur. Ancak "hak" kelimesinin nasb ile kıraatine göre burada vakıf yapılmaz.

"Bundan ötürüde" haktan ki bu da Kurandır

"yüzçeviricidirler." Tevhidin delil ve belgesi üzerinde düşünmezler.

25

Senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere mutlaka şunu vahyederdik: "Benden başka İlâh yoktur. O halde yalnız Bana ibadet edin."

"Senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere mutlaka şunu vahyederdik..." Hafs, Hamza ve el-Kisaî "gönderdiğimiz" âyeti dolayısı ile "vahyederdik" anlamında olmak üzere; diye okumuşlardır. (Nafî ise "ona vahyolunurdu" anlamında olmak üzere "nun" harfi yerine "ya" ile okumuştur).

"Benden başka ilâh yoktur, o halde yalnız Bana ibadet edin." Yani Biz, onların hepsine: Lâ ilahe illallah: Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur, dedik. Aklî deliller O'nun hiçbir ortağı bulunmadığına tanıklık etmekte, bütün peygamberlerden gelen nakiller de O'nun varlığını bildirmektedir. Delil denilebilecek bir şey ise ya aklîdir, ya da nakildir.

Katade dedi ki: Ne kadar peygamber gönderilmişse mutlaka tevhidi getirmiştir. Şer'î hükümler ise Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'ân'da farklı farklıdır. Bütün bunlar ise ihlâs ve tevhid temeli üzerinde yükselirler.

26

"Rahmân evlâd edindi" dediler. O bundan münezzehtir. Bilâkis onlar mükerrem kullardır.

"Rahmân evlâd edindi, dediler. O bundan münezzehtir." Bu âyet-i kerîme melekler Allah'ın kılarıdır, dedikleri için Huzaalılar hakkında inmiştir. Onlar meleklerin kendilerine şefaat edecekleri umuduyla meleklere İbadet ediyorlardı.

Ma'mer, Katade'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Yahudiler dediler ki -Ma'mer rivâyetinde: Ya da insanlardan bir takım kesimler dediler ki demiştir-: O cinlerden zevce almıştır. Melekler de cinlerdendir. Şanı yüce Allah da "subhanehû" diye buyurmuştur, yani O bundan münezzehtir.

"Bilakis onlar mükerrem kullardır." Yani bu kâfirlerin iddia ettikleri gibi değildirler, ez-Zeccâc'a göre: "Mükerrem...lardır" kelimesinin; bilakis O mükerrem kullar edinmiştir, anlamında olmak üzere nasb ile gelmesi caizdir, el-Ferrâ' da bunun "edindi" fiilinin anlamı dolayısıyla mansub olabileceğini kabul etmiştir. Yani, bilakis Biz onları evlad edinmedik, aksine Biz onları mükerrem kılınmış kullar edindik.

Burada "evlâd" anlamındaki "el-veled" kelimesi çoğul İçindir. Bu aynı zamanda tekil için de, çoğul için de kullanılabilir bir şekildir. Bununla birlikte "el-veled" lâfzının cins için olması da mümkündür. Nitekim, filânın malı vardır, denilmesi de böyledir.

27

Sözleri ile O'nun önüne geçemezler. Onlar, O'nun emri gereğince iş görürler.

"Sözleri ile O'nun önüne geçemezler." Yani O buyurmadıkça onlar bir söz söylemezler, kendilerine emir vermedikçe konuşmazlar.

"Onlar O'nun emri gereğince" O'na İtaat ve O'nun emirlerine uygun olarak

"İş görürler."

28

Onların önündekini de, arkalarındakini de bilir. O'nun razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler. Onlar korkusundan titrerler.

"Onların önündekini de, arkalarındakini de bilir." Yani yaptıklarını da, yapacaklarını da bilir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Yine ondan nakledildiğine göre

"önündekileri" âhireti,

"arkalarındakini" dünyayı

"de bilir" demektir. Birinci açıklamayı es-Sa'lebî, ikincisini de el-Kuşeyrî nakletmektedir.

"O'nun razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler." İbn Abbâs dedi ki: Bunlar; lâ ilahe illallah şehadetini getirenlerdir. Mücahid dedi ki: Bunlar Allah'ın kendisinden razı olduğu herkestir. Sahih-i Müslim'de ve başkalarında olduğu gibi melekler yarın âhirette şefaat edecekleri gibi dünyada da şefaat ederler, çünkü onlar ileride geleceği üzere mü’minlere ve yeryüzünde bulunanlara -Kur'ân-ı Kerîm'de açık nassla belirtildiği gibi- mağfiret dilerler.

"Onlar" melekler

"korkusundan titrerler." O'nun kendilerine duymadıkları bir azap ve bir tehlike saklamış olup olmadığından yana emin değildirler,

29

Onlardan kim: "Ben O'ndan gayrı İlâhım" derse, Biz böylesini cehennemle cezalandırırız. İşte zâlimleri böyle cezalandırırız.

"Onlardan kim: Ben O'ndan gayrı İlâhım derse..." Katâde, ed-Dahhâk ve başkaları şöyle demişlerdir: Bu âyet-i kerîme ile ortaklık iddiasında bulunduğu, kendisine ibadete davet ettiği için İblis'i kastetmiştir. Halbuki o önceden melekler arasında idi. Meleklerden hiçbir kimse: Ben Allah'tan gayrı ilâhım dememiştir.

Burada bütün meleklere bir işaret vardır, denilmiştir. Yani kim böyle diyecek olursa

"Biz böylesini cehennemle cezalandırırız." Bu şuna delildir: Onlar her ne kadar günahlardan korunmuş olmak lütfuna mazhar iseler de yine onlar Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardır. Bazı cahillerin de zannettiği gibi onlar ibadet etme mecburiyetinde değildirler ve çaresizliklerinden ibadet etmiyorlar. İbn Abbâs bu âyet-i kerîmeyi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın semadakilerin de en faziletlisi olduğuna delil göstermişlerdir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/253, âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır,

"İşte zâlimleri böyle cezalandırırız." Yani Biz böylesini cehennem ateşiyle cezalandırdığımız gibi, ulûhiyet ve ubudiyeti olması gereken yerlerinden başka yere koyan zâlimleri de böylece cezalandırırız.

30

Acaba kâfirler görmedi mî ki göklerle yer birleşik ve yapışık idi. Biz onları ayırdık ve canlı her şeyi sudan yarattık. Hâlâ îmana gelmezler mi?

"Acaba kâfirler görmedi mi ki?" âyetindeki;

"...medi mi ki" âyeti genel olarak "vav" İle okunmuştur. İbn Kesîr, İbn Muhaysın, Humeyd ve Şibl b. Abbâd ise "vav"sız, diye okumuşlardır, Mekke Mushaf'ında da bu böyledir,

"Görmedi mi ki"; bilmedi mi ki anlamındadır.

"Göklerle yer birleşik ve yapışık idi." el-Ahfeş dedi ki: Burada: "(İkisi) idi" şeklinde gelmesi gök ve yerin iki ayrı sınıf olmasındandır. Nitekim Araplar "onların ikisi iki siyah erkek devedir" derlerken, yine bu şekilde tesniyeye riayet ederek söylerler. Nitekim yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Muhakkak Allah göklerle yeri zeval bulmasınlar diye tutar." (Fatir, 35/41)

Ebû İshak dedi ki: Burada "idi(ter)" lâfzının tesniye geliş sebebi semavâttan tek bir semâ gibi söz edilmesinden dolayıdır. Çünkü bütün semavât bir tek semâ idi. Arzlar da aynı şekilde böyleydi. Yüce Allah'ın burada "birleşik ve yapışık" anlamındaki lâfzı tekil olarak kullanıp "ikisi birleşik ve yapışık idi" şeklinde tesniye kullanmaydı da bunun mastar oluşundandır. İkisi de birleşik ve yapışık olmak özelliğinde idi, anlamındadır. el-Hasen bu lâfzı "te" harfini de üstün olarak; diye okumuştur, Îsa b. Ömer dedi ki; Bu doğru bir okuyuştur ve bir söyleyiştir. "er-Ratk" sed ve kapalı almak demektir. Fetk'in (söküp ayırmanın) zıttıdır. Meselâ;"Söküğü kapattım, kapanrım, kapandı" denilir. Ferci dar olana "er-retkâ" denilmesi de buradan gelmektedir.

İbn Abbâs, el-Hasen, Atâ, ed-Dahhâk ve Katide şöyle demişlerdir: Yani gökler ve yer tek bir bütün idiler. Ve bunlar birbirlerine yapışıktılar. Yüce Allah ikisinin arasını hava ile ayırdı. Ka'b da böyle demiştir: Allah gökleri ve yeri birbirinin üstünde yarattı. Sonra aralarında bir rüzgar var etti ve bu rüzgarla onları birbirinden ayırıp uzaklaştırdı. Gökleri yedi gök, yeri de yedi yer yaptı.

İkinci bir görüş de Mücahid, es-Süddî ve Ebû Salih tarafından şöylece ifade edilmiştir: Semalar tek bir tabaka halinde birbiri içinde idi. Yüce Allah bunları birbirinden ayırdı ve yedi sema haline getirdi. Yerler de aynı şekilde birbirine bitişik tek bir tabaka halinde idi. Yüce Allah onları da birbirinden uzaklaştırıp yedi tabaka haline getirdi. Bunu el-Kutebî de "Uyunu'l-Ahbâr" adlı eserinde İsmail b. Ebi Halid'den şanı yüce Allah'ın:

"Acaba kâfirler görmedi mi ki göklerle yer birleşik ve yapışık idî. Biz onları ayırdık" âyeti hakkındaki açıklamalarından nakletmekte ve şöyle demektedir: Sema tek başına ayrı bir mahluk, yer de tek başına ayrı bir mahluk idi. Yüce Allah birinden yedi sema ayırdı, ötekinden de yedi arz yarattı. En üstteki arzı yaratıp oranın sakinlerini cinler ve insanlar kıldı. Orada nehirler açtı, meyveler, bitkiler yetiştirdi. Denizleri yarattı ve oraya mer'a ismini verdi. Onun eni de beşyüz yıllık bir mesafedir. Daha sonra ikinci arzı da eni ve kalınlığı itibariyle onun gibi yarattı, orada da bir takım kavimler var etti. Bunların ağızları köpek ağzı gibi, elleri ise insan eli gibidir. Kulakları sığır kulaklarına, saçları da koyun tüylerine benzer. Kıyâmetin yakınlaşacağı sırada yer onları Ye'cuc ve Me'cuc'un üzerine bırakır. Bu arzın ismi da "ed-Dekmâ"dır. Sonra üçüncü arzı yarattı. Bunun da kalınlığı beşyüz yıllık bir mesafedir. Bundan da arza doğru bir hava (akımı) vardır, Dördüncüsünde ise karanlık ve cehennem ehli için siyah katırları andıran akrepler yarattı. Bu akreplerin uzun atların kuyruklarını andıran kuyrukları vardır. Biri diğerini yer ve bunlar Âdemoğullarına musallat edilir. Sonra beşinci arzı, kalınlığı eni ve boyu İtibariyle onun gibi olmak üzere yarattı. Bu arzda cehennem ehli İçin zincirler, bukağılar ve tasmalar vardır. Sonra altıncı arzı yarattı, bunun da ismi Mâd'dır. Orada simsiyah taşlar vardır. Âdem (aleyhisselâm)ın toprağı da buradan yaratılmıştır. Kıyâmet gününde bu siyah taşlar ve bundaki her bir taş, pek büyük bir dağ gibi gönderilecektir. Bu büyük taşlar kibrittendir, kâfirlerin boyunlarına asılacak ve yüzlerini, ellerini yakıncaya kadar tutuşacak, yanacaktır. İşte yüce Allah'ın:

"Yakıtı insanlar ve taşlar olan... o ateş" (el-Bakara, 2/24) âyetinde anlatılan budur. Arkasından yedinci arzı yarattı, bunun da ismi Arabiyye'dir, Cehennem de ordadır. Burada iki tane kapı vardır. Birisinin ismi Siccîn'dîr, diğeri ise el-Ğalak adındadır. Siccîn denilen kapı açıktır. Kâfirlerin amel defterleri oraya ulaşır. Îsa (aleyhisselâm)a indirilen sofraya rağmen îman etmeyenlerle, Fir'avun kavmi bu kapıya arz olunurlar (ve Berzah azabını çekerler.) el-Galak denilen kapı ise kilitli olup kıyâmet gününe kadar açılmayacaktır.

el-Bakara Sûresi'nde (2/29. âyet, 8. başlıkta) arzların sayısının yedi olduğuna ve her birisinin arasında beşyüz yıllık bir mesafe bulunduğuna dair açıklamalar geçmişti. İleride yüce Allah'ın izniyle et-Talâk Sûresi'nin sonlarında (65/16. âyetin tefsirinde) daha başka açıklamalar da gelecektir.

Üçüncü bir görüşü de İkrime, Atiyye, İbn Zeyd ve -el-Mehdevî'nin zikrettiğine göre- yine İbn Abbâs şöylece ifade etmiştir: Gökler yapışık idi, yağmur yağdırmıyordu. Yer de aynı şekilde yapışıktı, bitki bitirmiyordu. Yüce Allah semayı yağmur ile yeryüzünü de bitki ile ayırdı. Buna benzer bir anlam da yüce Allah'ın şu âyetinde dile getirilmektedir:

"Yemin olsun dönüşlü olan semâya ve yarılan yere..." (et-Târık, 86/11-12) et-Taberî de bu görüşü tercih etmiştir. Çünkü bundan sonra da: "Ve canlı herşeyi sudan yarattık. Hâlâ îmana gelmezler mi?" diye buyurmaktadır.

Derim ki: Gözle görmekle ve gözlem ile bununla ibret alınacak hususlar vardır. Bundan dolayı yüce Allah bu hususu birden çok âyet-i kerîmede bize haber vermektedir ki, kudretinin kemaline, öldükten sonra dirilişe ve amellerin karşılıklarının verileceğine delil teşkil etsin, Şair şöyle demiş:

"Öfkelendiler mi onlar için basit kalır,

Düşmanların gazabı ve boyun eğdirmesi.

Bir de açıkları kapatmakla, kapalıları açmak,

Ve bir de işleri bozmak ve bağlamak."

"Ve canlı her şeyi sudan yarattık" âyeti ile ilgili olarak üç türlü açıklama yapılmıştır:

Birinci açıklamaya göre O, herşeyi sudan yaratmıştır. Bu görüş Katade'nindir.

İkincisine göre, herşeyin hayatının korunması su ile mümkündür.

Üçüncü açıklamaya göre; Biz canlı olan her şeyi sulbün suyundan yarattık. Bu açıklamayı da Kutrub yapmıştır.

"Yarattık" demektir. Ebû Hatim el-Bustî, "el-Müsned es-Sahih" adlı eserinde rivâyet ettiğine göre Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Seni görünce gönlüm bir hoş oluyor, gözüm aydın oluyor. Sen bana herşeyden haber verir misin? Şöyle buyurdu: "Herşey sudan yaratıldı" İbn Kesîr, Tefslru'l-Kur'âni't-Azîm, V, 233 Ebû Hatim dedi ki: Ebû Hüreyre'nin: "Herşeyden bana haber ver" sözü ile o, sudan yaratılmış herşeyden bana haber ver. demek istemiştir. Bu kanaatin doğruluğunun delili de Mustafa (aleyhisselâm)ın kendisine: "Herşey sudan yaratılmıştır" diye cevap vermiş olmasıdır. Velev ki (ondan) yaratılmamış olsa dahi.

Bu ise; daha önce geçen göklerin ve yerin bitişik olduklarına dair delilden ayrı bir delildir.

Şöyle de denilmiştir: "Herşey (el-kül)" bazen "bazı şeyler" anlamında da kullanılabilir. Yüce Allah'ın:

"Kendisine herşeyden verilmiş" (en-Neml, 27/23) âyeti,ile:

"Rabbinin emri ile her şeyi helâk eder." (el-Ahkaf, 46/25) âyetinde olduğu gibi. Ancak sahih olan umum ifade ettiğidir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Herşeyi sudan yaratmıştır" diye buyurmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Hâlâ Îmana gelmezler mi?" Gördüklerine, bunların kendiliklerinden olmadığına, aksine bir var edici tarafından var edildiklerine, herşeyi idare eden tarafından icat edildiğine ve bütün bunların var edicisinin sonradan yaratılmış olmasının mümkün olmadığına inanmaz ve bu gerçekleri tasdik etmezler mi?

31

Ve yer onları çalkalamasın diye onda sağlamlaştırıcı kazıklar yarattık. Orada yol bulabilsinler diye de ondaki dağlar arasından yollar açtık.

"Ve yer onları çalkalamasın diye onda sağlamlaştıncı kazıklar" son derece sağlam ve sarsılmaz dağlan

"yarattık." Yerin üzerinde iyice karar kılınsın, yer hareket etmesin, onları çalkalamasın diye böyle yaptık. Bu açıklamayı Kûfeliler yapmıştır. Basralılar ise şöyle demiştir: Yani onun çalkalanmasını istemediğimiz için böyle yaptık, (Âyet-i kerîmede geçen): "el-Meyd" hareket etmek, deveran etmek demektir. Meselâ; "Başı döndü" demektir. Buna dair açıklamalar yeterli bir şekilde en-Nahl Sûresi'nde (16/15. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Orada yol bulabilsinler" yeryüzünde yolculuk yapma imkânını elde edebilsinler

"diye de ondaki dağlar arasından yollar açtık." Bu yolların oradaki dağlar arasından açıldığına dair açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır.

"eMffccâc" gidilebilecek yollar demektir. (Tekili olan): el-Fecc; İki dağ arasındaki geniş yol demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Biz yerde geniş yollar açtık. et-Taberî'nin tercih ettiği görüş budur. Bu tercihe sebeb ise "yol bulabilsinler diye" ifadesidir. Bundan sonra gelen "yollar" ifadesi "el-ficâc"in tefsiridir. Çünkü "el-fecc" bazen bir yere ulaşan ve izlenen bir yol olabilir de, öyle olmayabilir de.

Bunlardan ibret alarak dinleriyle hidâyet bulabilsinler (doğru dini bulabilsinler) diye,., şeklinde de açıklanmıştır.

32

Ve gökyüzünü korunmuş bir tavan yaptık. Halbuki yine onlar O'nun âyetlerinden yüz çeviricidirler.

"Ve gökyüzünü korunmuş bir tavan yaptık." Onu düşmeye ve yeryüzünün üstüne çökmeye karşı korunmuş kıldık. Buna delil de yüce Allah'ın:

"O'nun izni olmadıkça, yerin üzerine düşmesin diye semâyı O tutuyor" (el-Hac, 22/65) âyetidir.

Şöyle de denilmiştir: O (semâ) yıldızlarla, şeytanlara karşı korunmuştur. Bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır. Buna delil yüce Allah'ın:

"Biz o göğü koğulmuş her şeytandan koruduk," (el-Hicr, 15/17) âyetidir.

Orasını yıkılmaktan ve çözülmekten, herhangi bir yol ile birilerinin oraya ulaşmasından yana onu koruduk, diye açıklandığı gibi; herhangi bir direğe ihtiyaç duymaksızın korunmuştur, diye de açıklanmıştır. Mücahid; yükseltilmiştir diye açıklamıştır. Şirk ve masiyetlere karşı korunmuştur, diye açıklayanlar da olmuştur.

"Halbuki yine onlar" kâfirler

"O'nun âyetlerinden yüz çeviricidirler."

Mücahid'den (âyetlerden) kasıt, güneş ve aydır, dediği rivâyet edilmiştir. Ayetlerin semâya izafe edilmesi, bunların orada yaratılmış olmalarındandır. Âyetleri başka yerlerde kendi nefsine de İzafe etmiştir. Çünkü onları var eden kendisidir.

Müşriklerin semâlara, oranın gece, gündüz, güneş, ay, yörüngeler, rüzgarlar, bulutlar ve onlarda bulunan yüce Allah'ın kudretinin eserlerinden ibaret olan âyetlere (belge ve mucizelere) bakarak üzerlerinde dikkatle düşünmekten gaflette olduklarını beyan etmektedir. Çünkü bunlara bakıp ibretle düşünecek olurlarsa, bunların bir, tek, mutlak kudret sahibi ve yaratıcısının olduğunu, ortağının olmasının da imkânsızlığını kesinlikle bilirlerdi,

33

O gece ve gündüzü, güneşi ve ay'ı yaratandır. Her biri bir yörüngede yüzerler.

"O gece ve gündüzü, güneşi ve ayı yaratandır." Kendilerine bir nimet daha hatırlatmaktadır. Geceyi içinde sükûn bulsunlar, gündüzü de geçimleri için gerekeni yapsınlar diye yaratmıştır. Ayrıca güneşi, gündüzün âyeti, ayı da gecenin âyeti kılmıştır. Böylelikle aylar, yıllar ve hesap bilinebilsin diye. el-İsrâ Sûresi'nde (17/12. âyetin tefsirinde) geçtiği gibi.

"Her biri" yani güneş, ay, yıldızlar, gezegenler, gece ve gündüz

"bir yörüngede yüzerler." Suda yüzer gibi hızlıca akarlar ve yol alırlar. Söz söyleyenlerin en doğrusu olan yüce Allah:

"Dalıp yüzenlere de yemin olsun ki..." (en-Nâziât, 79/3) diye buyurmaktadır. Koşarken ön ayaklarını ileri atan ata da "yüzen" anlamında: "Sâbih" denilir.

Bu âyette nahiv bakımından şu husus dikkat çekicidir. Yüce Allah burada:veya; şeklinde (çoğul müennesi hatırlatan) bir kip kullanmamıştır. Sîbeveyh'in görüşüne göre yüce Allah bu varlıklar hakkında aklı eren varlıkların işi gibi bir iş yaptıklarını haber verip itaatte onları akıllı varlıklar seviyesinde dile getirince, onlar hakkında da (akıllı varlıklar için kullanılan) "vav" ve "nûn" ile çoğul olarak haber vermektedir. el-Ferrâ'’nın açıklaması da buna yakındır. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden Yusuf Sûresi'nde (12/4. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır,

el-Kisaî de şöyle demektedir: Burada "yüzerler" fiilinin "vav-nûn" ile çoğul gelmesi âyet-i kerîmenin sonu oluşundan dolayıdır. Nitekim bir başka yerde:

"Biz birbirine yardım eden bir topluluğuz." (el-Kamer, 54/44) diye buyurmuş ve bunu çoğul olarak "vav-nûn" ile getirmemiştir.

Bir görüşe göre asıl akıp yüzüş

"yörünge" içindir. O bakımdan bu ona nisbet edilmiştir. Ancak daha doğru olan gezegenin yörüngede aktığıdır. Bu yörüngeler meleklerin alanı ve melekûtun esbabı olan tabaka tabaka olan göklerin dışında yedi tanedir. Ay en yakın yörüngededir. Bundan sonra Utarit (merkür), sonra Zühre (venüs), sonra Güneş, sonra Merih (mars), sonra Müşteri (Jüpiter), sonra Zuhal (satürn), sonra burçların yörüngesi gelir, dokuzuncusu ise en büyük felektir.

Felek; gezegenlerin yörüngeleri demek olan "eflâk"in tekilidir.

Ebû Amr dedi ki: Bu kelimenin çoğulunun "(yani fulk) şeklinde yapılması da mümkündür. "Arslan, arslanlar, tahta, tahtalar" gibi.

Bu kelimenin aslı dönmek anlamındadır. Nitekim dönüp durduğu için kirmenin "felke"si de buradan gelmektedir. "Kadının memesi yuvarlaklaştı" ifadesi de buradan gelmektedir.

İbn Mes'ûd'un naklettiği hadiste de şöyle demektedir: Ben atımı âdeta bir felekte dönüyormuş gibi bıraktım. İbnul-Esîr, en-Nikâye, III, 472. Atını dönüşü dolayısıyla üzerinde yıldızların döndüğü semânın felekine benzetmiş gibidir.

İbn Zeyd dedi ki; Felekler yıldızların, güneşin ve ayın akıp gittiği yerlerdir. Bunlar sema ile arz arasındadırlar.

Katade ise şöyle demiştir: Felek semânın sabit olması ile birlikte yıldızlarla beraber semâdaki bir dairesel dönüştür.

Mücahid de şöyle demektedir: Felek, değirmenin merkez noktasını ve eksenini teşkil eden demiri şeklindedir.

ed-Dahhâk da şöyle demiştir: Feleği, onun akışı ve hızlıca yol alışıdır.

Feleğin dairesel bir dalga olduğu, güneş ve ay'ın onun içinde aktığı da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

34

Senden önce hiçbir beşere ebedilik vermedik. Sen ölürsen eğer onlar ebedi mi kalacaklar?

"Senden önce hiçbir beşere ebedilik vermedik." Yani dünyada devamlı kalıcılık vermedik.

Bu âyeti kerîme, müşrikler: Biz Muhammed'e ölümün musibetlerinin gelip çatmasını bekliyoruz, demeleri üzerine inmiştir. Çünkü müşrikler onun peygamber olduğunu reddediyor ve: O bir şairdir. Onun ölümün musibetlerine uğramasını bekliyoruz. Belki o da filân oğullarının şairi öldüğü gibi ölür, diyorlardı. Yüce Allah da bunun üzerine şöyle buyurdu: Senden önceki peygamberler öldü. Yüce Allah da onun dinini zafere kavuşturmayı ve korumayı üzerine aldı. İşte Biz senin dinini ve şeriatını da böylece koruyacağız.

"Sen Ölürsen eğer onlar ebedi mi kalacaklar?" Burada "Onlar" kelimesi, Onlar mı?" takdirindedir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Korkumu teskin ettiler ve: Ey Huveylid korkma, dediler,

Ben de onların yüzlerini tanıyamadım ve onlar onlar (mı)dır, dedim."

Görüldüğü gibi burada da; Onlar mıdır? demek istemiştir.

Âyetteki istifham (soru) inkârdır (yani onlar da ebedî kalmayacaklardır).

el-Ferrâ' dedi ki: Bu âyette "fe" harfinin getirilmesi şarta delâlet etmesi içindir. Çünkü bu onların "ölecektir" sözlerine bir cevaptır. Burada "fe" harfinin geliş sebebi, şu takdirde olması da mümkündür: "Eğer sen Ölürsen, onlar ebedi mi kalacaklardır?"

el-Ferrâ' dedi ki: Burada "fe'nin hazfedilerek takdiri olarak var kabul edilmesi de mümkündür. Çünkü "onlar" zamirinde i'rab açıkça görülmez (yani mebnidir). Bu da şu demek olur; Eğer sen ölürsen, onlar da aynı şekilde öleceklerdir. O halde senin öldürülecek olmanda onları sevindirecek bir husus yoktur.

"Sen ölürsen" anlamındaki;"mim" harfi esreli okunduğu gibi, ötreli de okunmuştur ve bunlar iki ayrı söyleyiştir.

35

Her nefs ölümü tadıcıdır. Biz sizi şer ve hayırla -imtihan olmak üzere- deneriz. Sonunda Bize döndürüleceksiniz.

"Her nefs ölümü tadıcıdır." Bu âyet, daha önceden de Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/185. âyet, 1 ve 2. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

"Biz sizi şer ve hayırla -İmtihan olmak üzere- deneriz" âyetindeki:

"İmtihan olmak üzere" kelimesi başka kökten gelen (aynı manadaki) bir lâfız olarak mastar (mef'ûl-i mutlak)dır. Yani Bizler, şükür ve sabrınızın nasıl olduğuna bakmak için, sizleri darlıkla, bollukla, helalla, haram ile sınarız.

"Sonunda" amellerinizin karşılığının verilmesi için

"bize döndürüleceksiniz."

36

Kâfirler seni gördüklerinde, seni ancak alaya alırlar: "Bu mudur İlâhlarınızı kötülükle anan?" (derler.) Halbuki onlar Rahmân'ın zikrini inkâr edenlerdir.

"Kâfirler seni gördüklerinde seni ancak alaya alırlar." Seninle alay etmekten başka bir şey yapmazlar.

"Alay etmek" ile ilgili açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/14 ve 15. âyederin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bunlar daha önce el-Hicr Sûresi'nin sonlarında:

"O alay edip duranlara karşı muhakkak ki Biz sana yeteriz." (el-Hicr, 15/95) âyetinde sözü edilen "alay edenlerdir." Putlarının İlâhlığını inkâr eden kimseleri ayıplıyorlardı. Buna karşılık kendileri de Rahmân olan Allah'ın ilâhlığını inkâr ediyorlardı, Bu ise cahilliğin en ileri derecesidir. Onlar "bu mudur ilâhlarınızı kötülükle anan" diyorlardı.

Burada

"gördüklerinde" âyetindeki zaman bildiren edatın cevabı olmakla birlikte "diyorlar" anlamındaki kelime hazfedilmiştir. "Seni ancak alaya ahrlar" anlamındaki âyet ise, şart edatı ile şartın cevabı arasına girmiş bir mu'tarîza (ara) cümledir.

"Bu mudur ilâhlarınızı" kötüleyerek ve ayıplayarak

"anan?" Antere de şu beyitinde kelimeyi bu anlamda kullanmıştır:

"Sen benim bu tayımı ve ona yedirdiklerimi (ayıplayarak) söz konusu etme,

O takdirde senin derin uyuza yakalanmışın derisi gibi olur,"

O "tayımı ağzına alma" derken, onu ayıplama, demek istemiştir.

"Halbuki onlar Rahmânın zikrini" yani Kur'ân-ı Kerîm'i

"İnkâr edenlerdir." Buradaki ikinci ( f): Onlar ...ler" onların küfürlerini te'kid etmektedir. Yani onlar, küfürle nitelendirilişleri oldukça ileri derecede olan kâfirlerin tâ kendileridir.

37

İnsan aceleden yaratılmıştır. Yakında size âyetlerimi göstereceğim. Benden acele istemeyin.

"İnsan aceleden yaratılmıştır." Onun yapısında acele vardır. O aceleci olarak yaratılmıştır. Yüce Allah'ın şu âyeti da insanın yaratılışının bir başka özelliğini dile getirmektedir:

"Allah sizi bir zaaftan yaratan... dır." (er-Rûm, 30/54) Yani O, insanı zayıf olarak yaratmıştır. Meselâ, insan serden yaratılmıştır denilir. Yani biz, onun bu sıfatını mübalağa yolu ile dile getirmek istersek o çok şerlidir, anlamında bu ifadeyi kullanırız. Yine: Sen çok gider ve çok gelirsin, denilir. Yani işin gücün gidip gelmektir, anlamındadır. Buna göre ifade acele insanın tabiatında vardır. O bakımdan o zararlı dahi olacak olsa pek çok şeyi alelacele isteyiverir.

Diğer taraftan burada "insan"dan kastın Âdem (aleyhisselâm) olduğu da söylenmiştir. Saîd b. Cübeyr ve es-Süddî dedi ki: Ruh, Âdem (aleyhisselâm)ın gözlerine girince cennet meyvelerine baktı. Karnına girdiğinde canı yemek istedi, Ruh henüz ayaklarına ulaşmadan çabucak cennet meyvelerine uzanmaya çalıştı. İşte yüce Allah'ın:

"İnsan aceleden yaratılmıştır" âyetinde anlatılan budur.

Şöyle de açıklanmıştır: Âdem cuma günü günün sonlarına doğru yaratıldı. Yüce Allah onun başına hayat verince acele etmek istedi ve güneşin batınımdan önce ruhun ona tamamen üflenmesini istedi. Bu açıklamayı da el-Kelbî, Mücahid ve başkaları yapmıştır.

Ebû Ubeyde ve meânî bilginlerinin pek çoğu "acele (el-acel)" Himyer dilinde çamur demektir, derler ve şu mısraı naklederler:

"Hurma ağacı ise a ile el-acel (çamur) arasında yetişir."

Bir diğer görüşe göre "insan"dan kasıt bütün İnsanlardır. Maksadın en-Nadr b. el-Hâris b. Alkame b. Kelede b. Abdu'd-Dar olduğu da söylenmiştir. İbn Abbâs'ın tefsirine göre böyledir. Yani değersiz çamurdan yaratılmış olan bir kimsenin Allah'ın âyetleri ve peygamberleri ile alay etmeye kalkışmaması gerekir.

Bunun ters çevrilmiş ifadelerden olduğu da söylenmiştir. Yani acele insandan yaratılmıştır. Bu da Ebû Ubeyde'nin görüşüdür. en-Nehhâs dedi ki: Ancak Allah'ın Kitabında böyle bir açıklama yoluna gitmemek gerekir. Çünkü kalb ancak şiirde zaruretten dolayı söz konusu olur. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

"Zina recmin farizanıdır (yani recm, zinanın farz olan cezasıdır.)"

Bu âyetin bir benzeri de:

"İnsan pek acelecidir." (el-İsra, 17/11) Buna dair açıklamalar da el-İsra Sûresi'nde (belirtilen yerde) geçmiş bulunmaktadır.

"Yakında size âyetlerimi göstereceğim. Benden acele istemeyin." Bu birinci görüşü ve acelenin insanın tabiatında olduğu, onun kendisine hakim olamayacak şekilde yaratılmış olduğu kanaatini pekiştirmektedir. Nitekim el-İsra Sûresi'nde (17/11. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın buyurduğu gibi, kendi kendisine hakim olamayan bir şekilde yaratılmıştır.

Buradaki âyette geçen "âyetlerim"den kasıt, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın doğruluğuna delil teşkil eden mucizeler ile yüce Allah'ın onun için takdir etmiş olduğu güzel âkıbettir.

Bir başka açıklamaya göre: Onların istedikleri azap kastedilmiştir. Onlar azâbın çabuklaştırılmasını İstediler ve: "Bu vaad ne zaman gerçekleşecek?" dediler. Halbuki onlar her bir iş için tayin edilmiş bir süre olduğunu bilmediler.

Bu âyet-i kerîme, en-Nadr b. el-Hâris ile onun:

"Ey Allah: Eğer bu senin katından (indirilmiş) hakkın kendisi ise..." (el-Enfal, 8/32) şeklindeki sözleri hakkında inmiştir.

el-Ahfeş Said'de şöyle demektedir: Yüce Allah'ın:

"İnsan aceleden yaratılmıştır" âyetinin anlamı şudur: Yani ona, ol denildi, o da oluverdi. Bu görüşe göre "benden acele istemeyin" âyetinin anlamı şu olur: Bir şeye ol der demez, o istediği olan kimse, sizin alelacele gösterilmesini istediğiniz mucizeleri göstermekten âciz değildir.

38

"Eğer doğru söyleyenler İseniz bu vaad ne zaman gerçekleşecektir" derler.

"Eğer doğru söyleyenler iseniz, bu vaad ne zaman gerçekleşecektir, derler" âyetindeki "vaad"den kasıt, vaad olunan şeydir. "Allah umudumuzdur" denilince, Biz Allah'tan umarız denilmek istenmesi gibidir. Burada "vaad"den kasıt, vaîd (tehdit)dir. Yani bizi kendisi ile tehdit ettiği azâbın va'desi ne zamandır? Maksadın kıyâmet olduğu da söylenmiştir.

39

O kâfirler, azap geleceğinde ateşi yüzlerinden, sırtlarından geri çeviremeyecekleri, kendilerine yardım da olunmayacağı zamanı bir bilselerdi.

"O kâfirler... bir bilselerdi." Buradaki "bilmek" böyle bir bilgi sahibi olmak (marifet) anlamındadır. O bakımdan ikinci bir mef'ûl alması gerekmemektedir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi;

"Siz onları bilmezsiniz, Allah onları bilir." (el-Enfâl, 8/60)

"...se" edatının cevabı hazfedilmiştir. Yani; eğer onlar "azap geleceğinde ateşi yüzlerinden, sırtlarından geri çeviremeyecekleri, kendilerine yardım da olunmayacağı zamanı bir bilselerdi" hiç de tehdit olunduktan o azâbı acele istemezlerdi.

ez-Zeccâc dedi ki: Yani (şartın cevabı:).,, va'din de doğru olduğunu bilirlerdi, demektir.

Anlamın şu olduğu da söylenmiştir: Onlar bunu bilmiş olsalardı, küfür üzere kalmazlar ve mutlaka îman ederlerdi.

40

Bilakis o, onlara ansızın gelip kendilerini hayrete düşürüp şaşırtacaktır da onu geri çevirmeye güçleri de olmayacak ve onlara bir mühlet de verilmeyecektir.

el-Kisaî de şöyle demektedir: Bu, kıyâmetin kopmasının gerçekleşeceğinin kesin olduğuna dikkat çekmektedir. Yani eğer onlar bunu kesin olarak bilmiş olsalardı, kıyâmetin de mutlaka geleceğini bilirlerdi. Buna yüce Allah'ın:

"Bilakis o, onlara ansızın gelip" âyeti delil teşkil etmektedir. Yani kıyâmet onlara ansızın gelecektir. Onlara gelecek olanın cezalandır, diye açıklandığı gibi, bu ceza ateştir ve onlar buna karşı hiçbir çare bulamayacaklardır, diye de açıklanmıştır.

"Kendilerini hayrete düşürüp şaşırtacaktır." el-Cevherî dedi ki: "Onu ansızın aldı, yakaladı" demektir. Nitekim yüce Allah:

"Bilakis o, onlara ansızın gelip kendilerini hayrete düşürüp şaşırtacaktır" diye buyurmuştur.

el-Ferrâ' da: "Onları şaşırtacaktır" diye açıklamıştır. Bir kimsenin karşısına onu şaşırtacak bir şey ile çıkmayı anlatmak üzere; fiili kullanılır. Bir görüşe göre de bu, ansızın onlara gelir, anlamındadır.

"Onu çevirmeye" yani o ateşi sırtlarından uzaklaştırmaya

"güçleri de olmayacak ve onlara bir mühlet de verilmeyecektir." Tevbe etmeleri, özür beyan etmeleri için onlara süre tanınmayacak ve ertelenmeyecektir.

41

Yemin olsun ki senden önceki bir çok peygamberle alay edildi de onlarla alay edenleri, alay ettikleri şey çepeçevre kuşattı.

"Yemin olsun ki senden önceki bir çok peygamberle alay edildi" âyeti Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a bir tesellidir. Şunu kastetmektedir: Eğer bunlar seninle alay etmekte iseler, şunu bil ki senden önce de pek çok peygamberle alay edilmiştir. Önceki peygamberlerin sabrettiği gibi sen de sabret. Daha sonra ona yardım vaadinde bulunarak şöyle buyurmaktadır: O kâfirleri ve

"onlarla alay edenleri alay ettikleri şey" yani alay etmelerinin cezası

"çepeçevre kuşattı." Onları her taraftan çevirdi.

42

De ki: "Gece ve gündüz Rahmân'a karşı sizi kim koruyabilir?" Hayır, onlar Rabblerinin zikrinden dahi yüz çevirenlerdir.

"De ki: Gece" uyuduğunuz vakit

"ve gündüz" uyanıp işlerinizi gördüğünüzde

"Rahmân'a karşı" yani O'nun azap ve intikamından

"sizi kim koruyabilir?" Yani sizi kim bekler ve kim muhafaza eder. Bu da yüce Allah'ın:

"Allah'a karşı" yani Allah'ın azabına karşı

"bana kim yardım eder?" (Hud, 11/63) âyetini andırmaktadır.

"(-İkil): Bekçilik ve korumak" demektir. "Allah onu korudu" anlamındadır." Allah'ın koruması altında git" denilir. Onlara karşı kendimi korudum" anlamındadır. Şair İbn Herine şöyle demiştir:

"Şüphesiz ki Silleyma -ki Allah onu korusun- (vermiş olması halinde) hiç de kendisine zarar vermeyecek,

Bir şeyini eksiltmeyecek bir hususta bize cimrilik etti."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Çöktürdüm devemi ve onun (uyumayan) gözüyle kendimi korudum.

el-Kisaî ve el-Ferrâ' ise: "Sizi koruyabilir" âyetinin "lâm" harfi üstün ve "vav" harfi sakin okunduğunu naklettikleri gibi yine her iki halde de hemzenin hafif okunduğunu da nakletmişlerdir. Ancak bilinen şekil hemzenin tahkikidir. Bu da genel olarak kıraat âlimlerinin okuyuşudur.

(.........) şeklindeki okuyuşa gelince; bu da en-Nehhâs'ın naklettiğine göre İki bakımdan yanlıştır. Evvela hemzenin değiştirilmesi ancak şiirde olur. İkincisi, mazide (buna göre) "ya" ile; demeleri gerekir ki, bu takdirde mana değişir. Çünkü bu, onun böbreğini ağrıttım, anlamına gelir. Bir kimse birisine; diyecek olursa; Allah'ın onun böbreklerine ağrı vermesi için beddua etmiş olur.

Şöyle de denilmiştir: Burada ifade soru anlamında olmakla birlikte maksat nefiydir ve ifade: Sizi, O'ndan başka koruyacak kimse yoktur, takdirindedir.

Hitab, aralarından Allah'ın yaratıcılığını kabul edenleredir. Yani sizler, O'nun yaratıcı olduğunu kabul ettiğinize göre; sizin çabuk gelmesini istediğiniz azâbı başınıza getirmeye kadir olan da O'dur.

"Hayır, onlar Rabblerinin zikrinden" yani Kur'ân-ı Kerîm'den, Rabblerinin öğütlerinden diye açıklandığı gibi, O'nu bilip tanımaktan diye de açıklanmıştır;

"yüz çevirenlerdir" başka şeylerle oyalanarak gaflete düşenlerdir.

43

Yoksa onların kendilerini Bize karşı koruyan İlâhları mı vardır? Onlar kendi kendilerine bile yardım edemezler. Onlara tarafımızdan destek de verilmez.

"Yoksa onların kendilerini Bize" yani azabımıza

"karşı koruyan İlâhları mı vardır?" Buradaki; "Onların... mı" âyetinde "mim" sıladır (fazladan gelmiştir).

"Onlar" yani kâfirlerin kendilerine yardımcı olacaklarını zannettikleri bu varlıklar bizzat

"kendi kendilerine bile yardım edemezler." Nasıl kendilerine ibadet edenlere yardım edebilsinler?

"Onlara tarafımızdan destek de verilmez." İbn Abbâs dedi ki: Onlar tarafımızdan korunmazlar. Onlar tarafımızdan himaye edilmezler, diye açıklandığı nakledilmiştir. Taberî bu ikinci açıklamayı tercih etmiştir. Araplar; sözleriyle; ben seni filâna karşı korurum, desteklerim derler. Şair de şöyle demektedir;

"Sesi çıkabildiği kadar himaye isteyerek seslenir,

Ona karşı korunmak maksadıyla, halbuki mızraklar da ona pek yakındır."

Ma'mer, İbn Ebi Necîh'ten, o Mücahid'den şöyle dediğini nakletmektedir: Onlara yardım olunmaz, yani onlar korunmazlar. Katade dedi ki: Allah onlara hayır namına bir şey vermez ve rahmetini onlara arkadaş kılmaz.

44

Hayır. Biz bunları da, atalarını da o kadar faydalandırdık ki ömürleri uzayıp gitti. Bizim arza gelip onu etrafından eksilttiğimizi görmüyorlar mı? Acaba üstün gelenler onlar mıdır?

"Hayır. Biz bunları da atalarını da o kadar faydalandırdık ki..." İbn Abbâs dedi ki: Mekkelileri kastetmektedir. Yani Biz, hem onlara, hem de atalarına bol bol nimetler verdik ki, nimet içerisinde

"ömürleri uzayıp gitti" ve bu nimetlerin kendilerinden alınmayacağını sandılar, aldanışa düştüler ve yüce Allah'ın delil ve belgelen üzerinde düşünmekten yüz çevirdiler.

"Bizim arza gelip onu etrafından eksilttiğimizi görmüyorlar mı?" Yani ey Muhammed, senin Mekke çevresinde bulunan yerlere peşpeşe galip geldiğini, etrafındaki şehirleri biri diğeri ardınca fethettiğini görmüyorlar mı? Bu anlamdaki açıklamaları el-Hasen ve başkaları yapmıştır. Öldürmek ve esir almakla... diye de açıklanmıştır ki, bunu da el-Kelbî nakletmektedir, anlam birdir. Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden (er-Rad 13/41. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Acaba üstün gelenler onlar mıdır?" Yani Biz, onların çevrelerini eksiltip durduktan sonra Mekke kâfirleri mi üstün geleceklerdir? Aksine sen onlara galip gelecek ve onları yenik düşüreceksin.

45

De ki: "Ben sizi ancak vahy ile korkutuyor ve uyarıyorum." Halbuki sağırlar uyarıldıkları zaman yapılan çağrıyı işitmezler.

"De ki: Ben sizi ancak vahy ile" Kur'ân ile

"korkutuyor ve uyarıyorum" ve onunla sizi sakındırıyorum.

"Halbuki sağırlar uyarıldıkları zaman" yani âyetleri kavramalarını, hakkı işitmelerini önleyecek şekilde Allah'ın kalbini sağırlaştırdığı, kulaklarını mühürleyip gözlerini perdelediği kimseler

"yapılan çağrıyı işitmezler."

Abdu'r-Rahmân es-Sülemî ve Muhammed b. es-Semeykâ "işitmezler" anlamındaki âyeti; şeklinde "ya" harfi ötreli ve "mim" harfi üstün olarak meçhul bir fiil diye okumuştur. "Sağırlar" anlamındaki kelime ise nâib-i faili olarak merfudur. Yani Allah onları işittirmez.

Ebû Âmir ve yine es-Sülemî ile Ebû Hayve ve Yahya b. el-Hâris bu kelimeyi "te" harfi ötreli, "mim" harfi esreli "sağırlar" anlamındaki kelime de üstün ile, mansub olarak okumuşlardır. "Şüphesiz ki sen ey Muhammed, sağırlara çağrıyı işittiremezsin" demek olur. Bu kıraate göre hitap, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)adır. Ancak kimi dilbilginleri bu okuyuşu reddetmişlerdir. Çünkü bu takdirde; "Kendilerini uyardığın" zaman denilmesi gerekirdi. en-Nehhâs ise şöyle demektedir: Bu caizdir, çünkü mana zaten bilinmiş oluyor.

46

Eğer Rabbinin azabından onlara azıcık bir şey dokunursa, elbette: "Vay bize! Çünkü biz gerçekten zâlimlerden olduk" diyeceklerdir.

"Eğer Rabbinin azabından onlara azıcık bir şey" İbn Abbâs, bir parça, Katade, bir miktar ceza, İbn Keysan az ve asgari bir miktardaki

"şey dokunursa" diye açıklamıştır.

"Azıcık bir şey" kelimesi, "Misk kokusu" tabirinden alınmıştır. Şair şöyle demiştir:

"Amre ise hanımların en şereflilerindendir,

Onun kolları etrafa misk kokusu saçıyor."

İbn Cüreyc de bunun hâl anlamında olduğunu söylemiştir. Nitekim; "Filan kişi filana kendi malından bir pay verdi" denilmektedir. Şair de şöyle demektedir:

"Sizin yanına lutf ile yapacağınız bağışlarınızı umarak geldiğimde.

Sen. bana öyle bir mal verdin ki, gönlümü onunla hoş ettin."

Burada "el-Arab" kelimesi nefis (gönül) demektir.

Nefha, sözlükte basit bir itme anlamındadır. Buna göre anlam şöyle olur: Şayet onlara azabtan asgari bir bölüm dahi isabet edecek olsa;

"Elbette: Vay bize! Çünkü biz gerçekten zâlimlerden olduk" haddi aşanlar olduk

"diyeceklerdir." Böylelikle günahları itiraf etmenin kendilerine fayda vermeyeceği bir zamanda itirafta bulunacaklardır.

47

Kıyâmet gününe has adalet terazilerini koyarız. Kimseye en ufak bir zulüm yapılmaz. Bir hardal tanesi ağırlığınca olsa bile Biz onu getiririz, hesaba çekenler olarak Biz yeteriz.

"Kıyâmet gününe has adalet terazilerini koyarız. Kimseye en ufak bir zulüm yapılmaz" âyetindeki: "el-Mevâzîn": Mîzân (terazi) kelimesinin çoğuludur.

Şöyle denilmiştir: Bu âyet zahiri itibariyle her bir mükellef için amellerinin kendisi ile tartılacağı bir mizan olduğuna delildir. Yapılan iyilikler bu terazinin bir kefesine, kötülükler de diğer kefesine konulacaktır.

Tek bir kişinin dahi bir çok terazileri olabilir, denilmiştir. Bu terazilerin her birisiyle amellerinin bir çeşidi tartılacaktır. Nitekim şair şöyle demiştir:

"Bir hükümdar ki hadiseler kopar, adaleti dolayısıyla,

Her bir hadisenin kendine has ayrı bir terazisi vardır."

Diğer taraftan çoğul lâfzı ile ifade edilmiş tek bir mîzân'ın varlığı da mümkündür. el-Lâlekâi Hafız Ebul-Kasım, "Sünen'inde Enes'ten merfu olarak (Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Mizan ile görevli bir melek vardır. Âdemoğlu getirilir ve mizanın iki kefesi arasında durdurulur. Eğer (iyilikleri) ağır gelirse, melek bütün mahlukatın, sesini işiteceği bir sesle: Filan kişi artık sonrasında ebedıyyen bedbaht olmayacak şekilde mutlu oldu, diye seslenir. Eğer (iyilikleri) hafif gelirse melek şöyle seslenir: Filan kişi artık sonrasında ebediyyen mutlu olamayacağı bir şekilde bedbaht olmuştur." Huzeyfe (radıyallahü anh)dan da şöyle dediğini rivâyet etmektedir; "Kıyâmet gününde mizan ile görevli melek Cibril (aleyhisselâm)dır."

Denildiğine göre; terazinin iki kefesi, ipleri, dili ve destek yerleri vardır. Çoğul halinde gelmesi bundan dolayıdır.

Mücahid, Katade ve ed-Dahhâk şöyle demişlerdir: Mizanın söz konusu edilmesi bir temsildir, yoksa ortada mizan dîye bir şey olmayacaktır, olan şey adaletten ibarettir.

Ancak haberlerin vârid olduğu ve ümmetin büyük çoğunluğunun kabul ettiği husus birinci görüştür. Buna dair açıklamalar daha önceden el-A'raf Sûresi (7/8-9- âyetlerin tefsirinde) ile el-Kehf Sûresi'nde (18/105. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Biz bunu "et-Tezkire" adlı eserimizde de yeterince söz konusu etmiş bulunuyoruz. Allah'a hamd olsun.

"el-Kıst" adalet demektir. Yani orada dünya tartılarında olduğu gibi eksik vermek ve zulüm söz konusu değildir.

Burada "el-kıst (adalet)" terazilerin sıfatıdır, tekil gelmesi mastar olduğundan dolayıdır. "Kist bir terazi, kist iki terazi ve kist teraziler" denilir. Nitekim; "Âdil ve razı olunan adamlar" denilmesi de böyledir.

Bir kesim "el-kıst" kelimesini "sin" yerine "sad" ile okumuşlardır.

"Kıyâmet gününe has" ifadesi, kıyâmet günü insanlarına has demektir. Anlamın kıyâmet gününde... olduğu da söylenmiştir.

"Kimseye en ufak bir zulüm yapılmaz." İyilik yapanın iyiliği eksiltilmeyecek, kötülük yapanın kötülüklerine de bir şey katmayacak.

"Bir hardal tanesi ağırlığınca olsa bile Biz onu getiririz." Nâfî, Şeybe ve Ebû Ca'fer

"miskal; ağırlığınca" kelimesini burada ve Lukman Sûresi'nde (31/16. âyette) ref ile okumuşlardır ki bu, öyle bir şey olursa veya meydana gelirse... anlamını taşır. Bu durumda; tam bir fiil olur ve ayrıca habere ihtiyacı olmaz. Diğerleri ise bu kelimeyi nasb ile "eğer amel yahut da o şey... ağırlığınca olursa" anlamında okumuşlardır. Bir şeyin miskali şeyin kendi mislinden ağırlığı demektir.

"Biz onu getiririz." Cumhûrun kıraatine göre "getiririz" anlamındaki fiildeki "elif" maksuredir. "Eteyna: Getiririz" fiilindeki "nâ" bitişik birinci çoğul zamiridir. "Etâ: Getirdi" demek olup, "maksur eliF diyerek kastettiği, fiilin yalın halinin sonunda "ya" olarak yazılıp elif gibi harf-i med olacak okunan harfi kastetmektedir. yani onun mükâfatını yahut cezasını vermek üzere hazır ederiz, getiririz demektir. O, yani tane getirilir. Şayet; yerine denilseydi, yine câiz olurdu ki; bu da onun ağırlığım getiririz, demektir.

Tanenin ağırlığının, tanenin dışında bir şey olmadığı da söylenmiştir, Bundan dolayı burada zamir müennes olarak getirilmiştir, diye de açıklanmıştır.

Mücahid ve İkrime ise "getiririz" anlamındaki fiildeki "elif'i med ile: "Onun karşılığını veririz" anlamında okumuşlardır.

Bu fiil; verdi, verir, şeklinde kullanılır.

Onların önden göndermiş oldukları hayır ve şerri "hesaba çekenler olarak Biz yeteriz." Burada; "Hesaba çekenler" denilmesinin, Biz'den daha süratli hesaba çeken yoktur, anlamında olduğu söylenmiştir.

Hesab; saymak demektir.

Tirmizî, Âişe (radıyallahü anh)dan şunu rivâyet etmektedir: Bir adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın önünde oturdu ve şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, benim iki tane kölem var. Bana yalan söylüyorlar, bana hainlik ediyorlar, bana isyan ediyorlar. Ben de onlara sövüp sayıyorum, onları dövüyorum. Benim onlara karşı halim nedir?

Peygamber şöyle buyurdu: "Sana yaptıkları hainlik, sana isyan etmeleri ve sana yalan söylemeleri ile senin onları cezalandırman hesap edilir. Eğer senin onları cezalandırman onların günahları kadar ise o zaman hesabınız başa baş çıkar. Ne senin lehine, ne de aleyhine olur. Şayet senin onları cezalandırman, onların suçlarından daha aşağıda olursa bu senin için bir fazilet olur, eğer senin onlara verdiğin ceza suçlarından daha yukarıda ise fazlalık kadarıyla onlar lehine sana kısas uygulanır."

Bu sefer adam bir kenara çekilip ağlamaya ve kendi kendisine konuşmaya başladı. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sen yüce Allah'ın Kitabını (ve şu âyetini): "Kıyâmet gününe has adalet terazilerini koyarız. Kimseye en ufak bir zulüm yapılmaz" âyetini okumuyor musun?" Adam şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, ey Allah'ın Rasûlü ben kendim ve bunlar için onlardan ayrılmaktan daha hayırlı bir şey bulamıyorum. Seni hepsinin hür olduğuna (onları azad ettiğime) şahit tutuyorum. (Tirmizî) dedi ki: Bu garib bir hadistir. Tirmizî, Tefeir 21. sûre 2; Müsned, VI, 280-281.

48

Yemin olsun ki Biz, Mûsa İle Harun'a Furkan'ı takva sahiplerine bir ışık ve bir zikir olmak üzere verdik.

"Yemin olsun ki Biz, Mûsa ile Harun'a Furkan'ı takva sahiplerine bir ışık ve bir zikir olmak üzere verdik." İbn Abbâs ve İkrime'den: "Furkan'ı... bir ışık..." âyetini "vav"sız olarak hâl olmak üzere okudukları nakledilmiştir. el-Ferrâ'’nın İddia ediğine göre burada "vav"ın hazfedil mesi ile zikredilmesi arasında fark yoktur,

Yüce Allah'ın:

"Muhakkak Biz dünyaya en yakın gökyüzünü bir süsle, yıldızlarla süsledik ve koruduk" (es-Sâffât, 37/6-7) âyetinde olduğu gibi: Burada da "vâv"ın olması ile olmaması arasında fark yoktur. Ancak ez-Zeccâc onun bu görüşünü reddedip şöyle demektedir: Çünkü "vav" belli bir anlam için getirilir, zâid olarak gelmez (ki zikredilmesiyle hazfedilmesi bir olsun.) (ez-Zeccâc) dedi ki: Burada "el-Furkan'dan kasıt Tevrat'tır. Çünkü Tevrat'ta helal ile haram birbirinden ayırt edilmektedir. "Bir ışık" ifadesi de:

"Onda bir hidayet ve bir nûr vardır." (el-Mâide, 5/44) âyetine benzemektedir.

İbn Zeyd dedi ki: Burada "hırkan" düşmanlara karşı zaferdir. Buna delil de yüce Allah'ın:

"Furkan günü olan iki ordunun birbirleriyle karşılaştıkları günde" (el-Enfal, 8/41) âyetinde Bedir gününün kastedilmiş olmasıdır.

es-Sa'lebî dedi ki: Bu görüş "ziya (bir ışık)" kelimesinin başına "vav" gelmiş olması dolayısıyla, âyetin zahirine daha uygun gibi görünmektedir. Buna göre âyetin manası şöyle olur: Yemin olsun Biz Mûsa ve Harun'a zaferi, ışık ve zikrin kendisi olan Tevrat'ı verdik.

49

Onlar ki Rabblerinden gıyaben korkarlar, hem onlar kıyâmetten de oldukça çekinirler.

"Takva sahiplerine bir ışık ve zikir olmak üzere verdik. Onlar ki Rablerinden gıyaben korkarlar." Yani onlar yüce Allah'ı görmemektedirler. Onlar düşünmekle, delilleri görmekle, herşeye gücü yeten, amellerin karşılığını veren bir Rabblerinin olduğunu bilmişlerdir. O bakımdan onlar gizli hallerde de insanlar tarafından görülmedikleri, yalnızlık hallerinde de yalnız O'ndan korkarlar.

"Hem onlar kıyâmetten" tevbe edemeden önce kıyâmetin kopmasından

"de oldukça çekinirler" korkarlar ve irkilirler.

50

İşte bu, indirdiğimiz mübarek bir zikirdir. Siz onu inkâr edenler misiniz?

"İşte bu" yani Kur'ân-ı Kerîm

"indirdiğimiz mübarek bir zikirdir. Siz" ey Araplar

"onu inkar edenler misiniz?" Halbuki o, benzerini getirme gücünü bulamadığınız bir mucizedir.

el-Ferrâ' "Biz onu mübarek olarak İndirdik" anlamında olmak üzere; "Bizim kendisini mübarek olarak indirdiğimiz bir zikirdir bu" diye okumanın (nahiv bakımından) câiz olduğunu söylemiştir.

51

Yemin olsun ki Biz İbrahim'e daha önceden doğru yolu bulma imkânını verdik. Biz onu biliyorduk.

"Yemin olsun ki Biz İbrahim'e daha önceden" peygamberlikten önce

"doğru yolu bulma" hidayete ulaşma

"imkânı verdik." Yani gece kararınca yıldızları, ayı ve (gündüzün) güneşi görünce aklını kullanma ve delil getirme başarısını ihsan ettik. "Daha önceden" Mûsa ve İbrahim'den önce anlamında olduğu da söylenmiştir. "Doğru yolu bulma imkânı" (rüşd) de buna göre peygamberlik demek olur. Ancak tefsir bilginlerinin çoğunluğu birinci kanaattedir. Nitekim Yahya (aleyhisselâm) hakkında şöyle buyurulmuştur:

"Ve Biz ona hikmeti daha çocuk iken verdik." (Meryem, 19/12) el-Kurazî de der ki: "Doğru yolu bulma imkânı (rüşdünü)" salâh'ını verdik demektir, demiştir.

"Biz onu" ona bu şekilde rüşdünü vermeye ve nübüvvete uygun olduğunu zaten "biliyorduk."

52

O zaman babasına ve kavmine demişti ki: "İbadet edip durduğunuz bu heykeller de ne oluyor?"

"O zaman babasına ve kavmine demişti ki..." Anlamın şöyle olduğu söylenmiştir: Babasına şöyle dediği zamanı hatırla! Bu durumda ifade "Biz onu biliyorduk" âyeti ile birlikte tamamlanmış olur.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: "Biz onun babasına ve kavmine şöyle dediğinde onu biliyorduk." Bu durumda ifadeler muttasıldır ve yüce Allah'ın "biliyorduk" anlamındaki âyeti üzerinde vakıf yapılmaz.

"Babası" İse Âzer'dir, "Kavmine" gelince onlar da Nemrut ve ona uyan kimselerdir.

"İbadet edip durduğunuz" kendilerine ibadeti sürdürdüğünüz

"bu heykeller" bu putlar

"de ne oluyor?"

Timsâl (heykel); yüce Allah'ın yarattıklarından birisine benzer şekilde yapılmış şeyler hakkında kullanılan bir İsimdir. Meselâ, bir şeyi bir şeye temsil ettim, onu ona benzettim, demektir. İşte bu benzetilen ve benzer yapılan şeye "timsâl" denilir.

53

"Atalarımızı bunlara ibadet ederken bulduk" dediler.

"Atalarımızı bunlara ibadet ederken bulduk, dediler." Yani biz de geçmişlerimizi taklid ederek bu heykellere ibadet ediyoruz.

54

"Yemin olsun ki siz de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içerisindesiniz" dedi.

"Yemin olsun ki siz de, atalarınız da apaçık bir sapıklık İçerisindesiniz, dedi." Bu heykellere ibadet ettiğinizden ötürü hüsrandasınız. Çünkü bunlar cansız varlıklardır, ne fayda sağlayabilir, ne zarar verebilir, ne de birşey bilebilirler.

55

"Sen bize hakkı mı getirdin, yoksa şaka mı yapıyorsun" dediler.

"Sen Bize hakkı mı getirdin?" Yani sen bu söylediklerini hak olarak mı getirdin?

"Yoksa şaka mı yapıyorsun?" Bizimle eğleniyor musun?

"dediler."

56

Dedi ki: "Hayır. Sizin Rabbiniz göklerle yerin Rabbi ve onları yoktan var edendir ve ben buna tanıklık edenlerdenim."

"Dedi ki: Hayır." Ben sizinle eğlenmiyorum, şaka da yapmıyorum.

"Sizin Rabbiniz göklerle yerin Rabbi ve onları yoktan var edendir." Rabbiniz ve işlerinizi çekip çeviren, ihtiyaçlarınızı gören bu putlar değil, gökleri ve yeri "yoktan var edendir" ve onları oldukça mükemmel bir şekilde yaratandır.

"Ve ben buna" O'nun göklerin ve yerin Rabbi olduğuna

"tanıklık edenlerdenim."

Tanıklık eden (şahid): Hükmü açığa çıkartır. Yüce Allah'ın:

"Allah... şahidlik etti." (Âl-i İmrân, 3/18) âyetinde de; Allah açıkladı ki... demektir. Burada âyet: Ve ben işte söylediklerimi delil ile açıklıyorum, demek olur.

57

"Vallahi siz arkanızı dönüp gittikten sonra ben bu putlarınıza mutlaka bir tuzak kuracağım."

"Vallahi siz arkanızı dönüp gittikten" buradan uzaklaşıp ayrıldıktan sonra

"ben bu putlarınıza mutlaka bir tuzak kuracağım."

Kendisinin yalnız dil ile onlara karşı delil getirmekle yetinmeyeceğini, aksine yüce Allah'a güvenen ve kendisini dini korumak uğrunda hoşa gitmeyecek şeylere karşı katlanmaya hazırlayan bir kimsenin tutumunu ortaya koyarak, putlarını dahi kıracağını haber verdi.

"Vallahi" deki "te" harfi yalnızca yüce Allah'ın adına yemin etmek için kullanılır. "Vav" harfi ise açıkça zikredilen her bir isme yemin etmekte kullanılmak özelliğini taşır, "Be" harfi ise hem zikredilmeyen (zamir olarak kullanılan) ile hem de açıktan zikredilen ile yeminde kullanılır. Şair de şöyle demektedir:

"Tallahi (vallahi) yasemin ile mersin ağacının bulunduğu

Yüksek bir dağın tepesindeki çıkıntıda, günler boyunca (başkası) kalmaz."

İbn Abbâs dedi ki: Allah'a karşı duyulan saygı hakkı için ben sizin putlarınıza mutlaka bir tuzak kuracağım, demektir.

Tuzak; (el-keyd): Hile ve tuzak demektir. "Ona tuzak hazırladı, hazırlar" anlamındadır. "el-Mukâyede" de aynı anlamdadır. "Savaş"a da "keyd" denildiği olabilir. Mesela filan kişi gazaya çıktı, ama herhangi bir keyd ile karşılaşmadı (çarpışmadı) denilebilir. Kendisine karşı ve kendisine bir şeyler yaptığın her bir şey hakkında da; "Sen ona keydde bulunuyorsun" denilir.

İbrahim (aleyhisselâm)ın kavminin her sene toplandıkları bir tören günleri vardı. İbrahim (aleyhisselâm)a: Sen de bizimle birlikte törenimize gelecek olursan bizim dinimizi beğeneceksin, dediler. -Bu açıklama ileride es-Sâffât Sûresi'nde (37/91-93. âyetlerin tefsirinde) geleceği üzere İbn Mes'ûd'dan rivâyet edilmiştir,- İbrahim de kendi içinden; "Vallahi... ben bu putlarınıza mutlaka bir tuzak kuracağım" dedi.

Mücahid ve Katade de şöyle demişlerdir; İbrahim (aleyhisselâm) bu sözleri kavminden gizlice söylemişti. Onun bu sözünü yalnız bir kişi duymuştu, işte onun bu gizli sözünü onun aleyhine olmak üzere açıklayan o kişi olmuştu. Bazen bir kişi hakkında eğer onun söyledikleri başkalarım da hoşnut edecek türden ise, çoğul kipi kullanılarak haber verilebilir. Yüce Allah'ın şu âyeti da bunun gibidir;

"Derler ki: Eğer Medine'ye dönersek elbetteki en şerefli ve kuvvetli olan, en hakir olanı oradan mutlaka çıkartacaktır." (el-Munâfikûn, 63/8)

Şöyle de denilmiştir: O bu sözlerini kavmi çıkıp gittikten ve geriye güçsüz (çıkamayacak durumda) olanlar kaldıktan sonra söylemişti. İşte onun bu sözlerini işitenler de onlar olmuştu. İbrahim (aleyhisselâm) da:

"Gerçekten ben hastayım." (es-Sâffât, 37/89) yani hareket edecek gücüm yok sözleri ile onlarla birlikte çıkmama yoluna baş vurmuştu.

58

Derken ona başvururlar diye, büyükleri dışında onların hepsini paramparça etti.

"Derken ona baş vururlar diye büyükleri dışında onların hepsini paramparça etti" âyetindeki

"Derken... onların hepsini paramparça etti" âyetindeki; lâfzı "cim" harfi esreli olmak üzere; kesmek demektir, "O şeyi kırdım ve parçaladım" demektir. ile ise; o şeyden kırılanlar anlamındadır. Bununla birlikte "cim" harfinin ötreli okunması, esreli okunuşundan daha fasihtir. Bu açıklamayı el-Cevherî yapmıştır.

el-Kisaî dedi ki: Altın (karışımı) bulunan taşa da "cüzâ2" denilir, çünkü kırılıp parçalanır.

el-Kisaî, el-A'meş ve İbn Muhaysın bu kelimeyi "cim" harfini esreli olarak diye okumuşlardır ki bu, kırılıp dökülmüş anlamındaki; in çoğulu olmak üzere, kırık dökük parçalar demektir. Kelime (vezin itibariyle);ile andırmaktadır. Şair de şöyle demektedir:

"(O) putları mabedlerinde paramparça etti,

Bunu da herşeye gücü yeten pek yüce Allah için yaptı."

Diğerleri ise "cim" harfini ötreli olarak okumuşlardır. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim de bunu tercih etmişlerdir. ile kelimeleri gibi. Bunun tekili de; şeklinde gelir. İşte İbrahim (aleyhisselâm)ın, kuracağına dair yemin ettiği tuzağı da bu idi.

Yüce Allah burada "Onları... etti" diye buyurması kavminin putlarının ilâhlığına inanmaları dolayısı iledir. İbn Abbâs, Ebû Nehîk ve Ebû's-Simal "paramparça" anlamındaki kelimeyi (........) şeklinde "cim" harfini üstün olarak okumuşlardır. Üstün ve esreli okunması da; kelimelerinde olduğu gibi; iki ayrı söyleyiştir. Ebû Hatim der ki: "Cim"in üstün, esre ve ötreli okunması aynı manaya gelir. Bunu da Kutrub nakletmiştir.

"Büyükleri dışında" yani cüsse itibariyle putların büyüğünü kirmayıp sağlam bıraktı. es-Süddî ve Mücahid dedi ki: O en büyük putu sağlam bırakıp kendisiyle putları kırdığı baltayı -bu yolla onlara karşı delil getirmek üzere-boynuna astı.

"Ona" yani İbrahim'e ve onun dinine, onlara karşı böylelikle delili ortaya koyması halinde "başvururlar diye" böyle yaptı. Bir diğer açıklama; "ona" en büyük puta bu putların kırılması hususunda "başvururlar diye" böyle yaptı, şeklindedir.

59

Dediler ki: "Bunu putlarımıza kim yaptıysa şüphesiz ki o zâlimlerdendir."

"Dediler ki: Bunu putlarımıza kim yaptıysa şüphesiz ki o zâlimlerdendir." Yani onlar törenlerinden geri dönüp de putlarına yapılanları gördüklerinde hem araştırmak, hem de böyle bir şeye tepki göstermek maksadıyla: "Bunu putlarımıza kim yaptıysa şüphesiz ki o zâlimlerdendir" dediler.

Buradaki; "Kini'in soru anlamında kullanılmayıp mübtedâ olduğu, haberinin de: "O zâlimlerdendir" âyeti olduğu da söylenmiştir. Yani bu işi yapan zalim bir kimsedir. Ancak; "İbrahim adındaki bir gencin onları diline doladığını işitmiştik" âyeti dolayısıyla birinci görüş daha sahihtir Birinci görüşe göre de âyetin anlamı şöyle olur: Dediler ki: Putlarımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz ki o zâlimlerdendir." Bu ifade ise "bunu kim yaptı?" sorusunun cevabını teşkil etmektedir.

60

Dediler ki: "İbrahim adındaki bir gencin bunları diline doladığını işitmiştik."

"Dediler ki: İbrahim adındaki..." âyetinde diyenler İbrahim (aleyhisselâm)ın sözlerini işiten (ve törene gidemeyen) zayıf kimselerdir yahut -az Önce geçtiği gibi- onun bu sözünü işiten tek kişidir.

"Bunları diline doladığını" âyeti, onları ayıpladığını, onlara dil uzattığını bundan dolayı bu işi yapan belki de odur... demektir.

Nahivciler

"İbrahim" lâfzının niçin merfu geldiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. ez-Zeccâc dedi ki: Bu; "Kendisine o İbrahim'dir, denilen..." anlamında olmak üzere merfu'dur. Buna göre hazfedilmiş bir mübtedânın haberi olup cümle de başkası tarafından hikâye edilmiş olur. Yine şöyle demiştir: Bunun nida olup (özel isim olması dolayısıyla) münâdânın (ref üzere mebni olması dolayısıyla) dammesinin de bu mebnilik dolayısıyla gelmiş olması da mümkündür. Bu durumda "kendisine İbrahim denilen" deki; "Kendisine" lâfzı da meçhul fiilin naib-i faili olur.

Şöyle de açıklanmıştır: Bunun ref ile gelmesi nâib-i fail olduğundan ötürüdür. Bu durumda "İbrahim" lâfzı belli bir şahsa delalet etmeyen, bunun yerine onun telaffuz edilmesi, bu lâfzın bu şekilde mebni oluşuna delil teşkil ettiği kabul edilir. Yani bu sözle ve bu lafızla anılan kişinin (onları diline doladığını işitmiştik), demek olur. Mesela Zeyd, fa'l veznindedir, yahut Zeyd üç harfli bir kelimedir, anlamındaki ifadeler de böyle olup, bunlar herhangi bir şekilde şahsa delalet etmeyip bunları telaffuz etmekle bizzat lâfzın kendisine işaret edilmiş olur. İşte buna binaen bir kimse; "Ben İbrahim dedim" denildiğinde "İbrahim" lâfzı sahih bir mef'ûl olur ve bu, söylenen söz ve telaffuz edilen lâfız konumunda olur. Bu durumda artık fiilîn meçhul gelmesinde de herhangi bir imkânsızlık düşünülemez. Burada "İbrahim" lâfzının merfu geliş sebebi hususunda İbn Atiyye'nin tercih ettiği açıklama şekli de budur,

Üstaz Ebû’l-Haccac el-İşbilî "el-A'lemde" şöyle demiştir: Bu lâfız mühmel olduğu için (yani kendisinde amel eden bir başka lâfız olmadığından) merfu gelmiştir. İbn Atiyye dedi ki: O merfu geliş şekli ile ilgili açıklamaların bu sözü söyleyenlerin maksadını açıklamaya yeterli olmadığını görmüş gibi olduğundan olmalıdır ki; herhangi bir sebeb olmaksızın merfu olduğu kanaatine varmıştır. Nitekim her türlü amilden uzak, lâfızların da mübtedâ olarak merfu gelmesi böyledir.

"el-Fetâ" genç demektir. "el-Fetât" de genç kız demektir. İbn Abbâs dedi ki: Allah'ın gönderdiği bütün peygamberler genç yaşta peygamber olmuşlardır. Sonra da:

"İbrahim adındaki bir gencin bunları diline doladığımı işitmiştik" âyetini okudu.

61

Dediler ki: "Onu herkesin gözü önüne getirin, belki sahidlik ederler."

"Dediler ki: Onu herkesin gözü önüne getirin" âyeti ile ilgili açıklanacak tek bir husus vardır. O da şudur: Buna dair haber Nemrud'a ve kavminin ileri gelenlerine ulaşınca, onu herhangi bir delil olmaksızın yakalayıp sorgulamak istemediler. Bundan ötürü insanların gözü önünde açıkça görülebileceği bir şekilde onu getirin dediler, tâ ki onu görsünler ve

"belki" söyledikleri hususunda aleyhine

"şahidlik ederler." Böylelikle bu ona karşı bir delil teşkil etsin.

Bir açıklama şekli de şöyledir: "Belki şahidlik ederler" şu demektir: Böylelikle onun çarptırılacağı cezayı görsünler ve kimse onun yaptığı işi yapmaya kalkışmasın. Ya da belki bir topluluk, onu putları kırarken gördüklerine dair "şahidlik ederler" ya da "belki" onun ilâhlarına dil uzattığına dair "şahidlik ederler" ve böylelikle cezayı hak ettiğini bilmiş olurlar.

Derim ki: Bu âyette, bundan önceki dönemlerde de herhangi bir kimsenin mücerred bir iddia ile sorumlu tutulmadığına dair delil vardır. Çünkü yüce Allah:

"Onu herkesin gözü önüne getirin. Belki şahidlik ederler" âyeti bunu gerektirmektedir. Bizim şeriaıimizde de durum böyledir ve bunda hiçbir görüş ayrılığı yoktur.

62

Dediler ki: "Tanrılarımıza bunu sen mi yaptın; ey İbrahim?"

63

"Hayır" dedi. "Onların bu büyükleri bunu yapmıştır, onlara sorun; eğer konuşabilirlerse."

"Dediler ki: Tanrılarımıza bunu sen mi yaptın, ey İbrahim?..." âyetine dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Konuşamayan, İş Yapamayan Putlar:

Onun bu sözlerini herkes işitmediğinden ve şahitlik de sabit olmadığından dolayı böyle bir işi yapıp yapmadığını sordular. Burada hazfedilmiş sözler de vardır: Yani İbrahim getirildi ve ona: Bu putlara bu işi sen mi yaptın? diye soruldu. İbrahim de karşı delil getirme üslûbu ile: "Hayır, dedi. Onların bu büyükleri bunu yapmıştır" dîye cevap verdi. Yani o, kendisi ile birlikte küçük küçük putlara da tapılmasını kıskandı ve bu işe öfkelendi. Bundan dolayı diğer küçük putlara bu işi yaptı. Eğer onlar konuşabiliyor iseler onlara sorun. Böylelikle büyüğün yaptığı işin ortaya çıkmasını diğerlerinin konuşabilmesi şartına bağladı. Bununla onların inançlarının tutarsızlığına dikkat çekmek istedi. Sanki şöyle demiş gibiydi: Eğer bunlar konuşabilirlerse o zaman bu işi o yapmıştır. Bu açıklamaya göre yüce Allah'ın:

"Onlara sorun, eğer konuşabilirlerse" âyetinde bir takdim (ve te'hir) vardır.

Bir başka açıklamaya göre: O, hayır bu işi -eğer öbürleri konuşabilirlerse- bu büyükleri yapmıştır. Böylelikle o konuşamayan ve hiçbir şey bilmeyen varlıkların ibadete lâyık olmadığını açıklamış oldu. Onun bu söylediği sözler de ta'riz (üstü kapalı açıklamalar) kabilinden sayılır. Ta'rizli ifadeler ise yalan söylemekten kurtarıcı bir yoldur. Yani siz kendilerine sorun, eğer konuşabilirlerse onlar doğruyu söyleyeceklerdir ve eğer konuşamazlarsa bu işi o yapmamıştır, demektir. Böyle bir ifadenin kapsamı içerisinde bu işi yapanın kendisi olduğunu İtiraf etmek de vardır. Sahih olan da budur, çünkü o bu sözleri kendi aleyhine anlam çıkacak şekilde İfadelendirmiştir. O halde onun bu sözlerinin ta'riz türünde olduğunu da ortaya koymaktadır.

Şöyle ki; onlar Allah'tan başka bu putlara İbadet ediyorlar ve onları ilâh ediniyorlardı. Nitekim İbrahim (aleyhisselâm) babasına şöyle demişti;

"Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeye niçin ibadet edersin?" (Meryem, 19/42)

İbrahim: "Hayır, dedi. Onların bu büyükleri bunu yapmıştır" sözlerini, muhatapları: Bunlar konuşmazlar, faydaları da yoktur, zarar da vermezler desinler; o da kendilerine: O halde onlara niye ibadet ediyorsunuz, desin diye söylemişti. Böylelikle bizzat kendilerinin ifadesiyle onlara karşı delil ortaya koymuş olacaktı.

Bundan dolayı ümmet nazarında karşıt görüşü savunanın iddiasını görünüşte kabul ederek, batılın doğruluğunu var saymak câiz görülmüştür, tâ ki karşı kanaati savunan bizzat kendi söylediklerinden hareketle hakka dönebilsin. Çünkü böyle bir tutum delil olma özelliği açısından daha açıktır ve şüpheyi daha bir ortadan kaldırmaktadır. Nitekim o kavmine:

"Bu, benim Rabbimdir." (el-En'âm, 6/76) Bu benim öz kardeşimdir ve:

"Muhakkak ben hastayım." (es-Sâffât, 37/89) ile:"Hayır, onların bu büyükleri bunu yapmıştır" demişti.

İbn es-Sümeyka Hayır ... bunu yapmıştır" âyetini "lâm" harfi şeddeli olarak: diye okumuştur ki: Bunu şu büyüklerinin yapmış olması muhtemeldir, anlamındadır.

el-Kisaî dedi ki: "Hayır... bunu yapmıştır" âyeti üzerinde vakıf yapılır, yani bu işi yapan yapmıştır. Sonra; "Büyükleri budur (onlara sorun eğer konuşabilirlerse)" diye okumaya başlar.

Bir görüşe göre; onlar bu işi şu büyüklerinin yaptığını niye kabul ediyorlar ki, demektir. Bu ise haber lâfzı ile karşı tarafı iddiayı kabul etmeye mecbur etme anlamını taşır, yani bunların ibadet ettiklerine inanan bir kimse onların bir işi yaptıklarını da kabul etmelidir. Bu da: Hayır -sizin de kabul etmek Zorunda olduğunuz gibi- bu İşi onların şu büyükleri yapmıştır, demektir.

2- Dış Görünüşü İtibariyle İbrahim (aleyhisselâm)ın Yalan Söylediği Kabul Edilen Sözlerinin Anlamı:

Buhârî, Müslim ve Tirmizî'nin rivâyetlerine göre Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Peygamber İbrahim -üç husus dışında- asla hiçbir şey hakkında yalan söylemiş değildir. Bunların birisi onun: "Şüpheşiz ki ben hastayım" (es-Sâffât, 37/89) sözü, diğeri Sara hakkında: O benim kızkardeşimdir demesi, diğeri de: "Hayır; onların bu büyükleri bunu yapmıştır" demesidir." Lâfız Tirmizîye aittir. Tirmizî dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Buhâri, Enbiyâ 8; Müslim, Fedâil 154, Ebû Dâvûd, Talâk 16; Tirmizî, Tefsir 21. sûre 3; Müsned, II, 403-404.

İsra’yı anlatan hadiste, Müslim'in Sahih'indeki rivâyete göre Ebû Hüreyre (radıyallahü anh), İbrahim (aleyhisselâm) kıssası hakkında şöyle demiştir: Ve onun yıldız hakkındaki;

"Bu benim Rabbimdir." (el-En'âm, 6/76) sözünü de zikretmektedir. Müslim, İsrâ hadislerini: Îman 259, 266, 267 ve 279'da zikretmektedir. Ancak bunların herhangi birinde merhum müfessirimizin işaret ettiği hususu tesbit edemedik. Buna göre onun söylediği yalanların sayısı dört tane olmaktadır. Ancak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "İbrahim peygamber ancak üç defa yalan söylemiştir. Bunların ikisi şanı yüce Allah'ın zatı hakkındadır. (Biri): "Gerçekten ben hastayım" sözü ile: "Hayır; onların şu büyükleri bunu yapmıştır" sözleri, birisi de Sara hakkındadır." Bu lâfzıyla hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Fedâil 154,

Yıldız hakkında söylediği:

"Bu benim Rabbimdir" sözünü yalan kapsamına girmekle birlikte; söylediği yalanlar arasında saymayışının sebebi -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- bu sözünü henüz çocukken ve mükellef olmadığı bir halde söylemiş olabilir. Yahut da o kavmine bu sözleri onları azarlamak ve yaptıklarını reddetmek anlamında, soru maksİsmi ile söylemiş olmalıdır ve soru edatı hazfedilmiştir. Ya da kavmine karşı değişikliğe uğramak özelliğinde bulunan varlığın rab olmaya elverişli olmadığına dikkatlerini çekmek maksadıyla delil getirmek üzere söylemiş olabilir. Bütün bu şekiller geniş açıklamaları ile birlikte el-En'âm Sûresi'nde (6/76. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun.

3- Ancak Allah İçin Yapılan İşler, îhlâslı İşler Olabilir:

Kadı Ebû Bekr İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu hadiste insanın âdeta belini kıran çok büyük bir ilke vardır. O da şudur: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "İbrahim yalnız üç defa yalan söylemiştir. Bunların ikisinde Allah'ın dini hakkında mücadele vermiştir. Bunlar da:

"Gerçekten ben hastayım." (es-Sâffât, 37/89) sözü ile:

"Hayır, onların şu büyükleri bunu yapmıştır" sözüdür. " Bir önceki başlıkta geçen bu hadisin kaynakları da orada geçmişti. O: Bu benim kizkardeşimdir sözünü her ne kadar o sözle hoşlanılmayan bir hali Savak istedi ise de, Allah için söylenmiş bir söz olarak saymamıştır. Çünkü İbrahim (aleyhisselâm)ın söylediği bu sözlerde namusunu korumak ve hanımını kollamak gibi şahsına ait bir payı bulunduğundan, bu sözü Allah için söylenmiş bir söz olarak değerlendirmemiştir. Buna sebeb de her türlü dünya şaibelerinden tamamiyle arınmış amel dışında herhangi bir ameli Allah için ve Allah uğrunda yapılmış bir amel olarak değerlendirmemiş olmasıdır. Nefse raci' olan ta'rizli ifadeler eğer halis bir şekilde din için yapılacak olursa, o vakit yalnız yüce Allah için yapılmış olurlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur;

"Şunu bilin ki halis olan din yalnız Allah'ındır" (ez-Zümer, 39/3) Böyle bir davranışı eğer biz yapmış olsaydık, Allah için olurdu, fakat İbrahim (aleyhisselâm)in konumu bunun öbür türlü olmasını gerektirmiştir, Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

4- Yalanın Mahiyeti:

İlim adamlarımız der ki: Yalan bir şey hakkında üzerinde bulunduğu halden farklı olarak haber vermek demektir. Kuvvetli görülen o ki, İbrahim (aleyhisselâm)ın haber verdiği hususlar bir takım ta'rizlerden ibarettir. Her ne kadar bunlar ta'riz, hasenat ve mahlukat hakkında bir takım deliller ve belgeler ise de, rütbeyi olumsuz olarak etkilemiş ve (onu) Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın mevkiinden daha aşağıya indirmiş, bu sözleri söyleyen bunlardan dolayı -şefaat hadisinde varid olduğu üzere- haya etmiştir. Çünkü peygamberler yüce Allah'ı ta'zim ettiklerinden, başkalarının çekinmedikleri şeylerden çekinirler. Peygamberlik ve halillik mertebesinde ona yakışan hakkı açıkça söylemek ve ne olursa olsun durumu açıktan açığa bildirmekti. Bununla birlikte ona bu hususta ruhsat verilmiş, o da ruhsatı kabul etmişti. Bundan dolayı da o olayda anlatılanlar olmuştu. Bu sebebten ötürü şefaat hadisinde de şöyle diyeceği belirtilmiştir: "Ben ise ötelerden ötelerden halil edinildim," Müslim, Îman 329. Bu hadiste "ötelerden ötelerden" anlamı verilen; lâfzının her ikisi de "Onbeş" lâfzında olduğu gibi, fetha üzere mebnidirler, "O ev ev dolaşıyor" ifadesinde de böyledir.

Müslim'in bazı nüshalarında ise; denilerek tekrar edilmiştir. Bu takdirde (kelime sonlarındaki hemzelerin) fetha üzere bina edilmesi câiz olmaz. Bunların her birisi damme üzere mebni olur. Çünkü burada izafe kesilmiş ve muzaf da niyet edilmiştir. "Önce ve sonra" kelimeleri gibi. Eğer muzaf niyet edilmeyecek olursa hem i'rabı verilir, hem de tenvin alır. Ancak: "Öte" kelimesi munsarıf değildir, çünkü bunda te'nis elifi vardır. Zira Araplar bunun küçültme ismini yaparlarken: derler. el-Cevherî der ki: Bu kelime şazdır. Buna göre; lâfzının tekrarlanması ile birlikte, fetha gelmesi sahih olur. Hadisin anlamı da şu olun Ben, benden başkalarından sonra halil oldum.

Bundan da şu anlaşılır: Halil oluşun, kemal derecesine ulaşmak, ancak o günde -daha önceden de geçtiği gibi- Makam-ı Mahmud'da olması mümkün olan kimse için söz konusudur ki; bu da bizim Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)dır.

64

Kendi vicdanlarına dönerek dediler ki: "Muhakkak asıl zalim let sizlersiniz."

"Kendi vicdanlarına dönerek" yani kendisi delil getirmekten acze düşmüş ve karşı görüşü savunanın delilinin doğruluğunu fark etmiş kimse gibi birbirlerine dönerek

"dediler ki: Muhakkak" tek bir söz söyleyemeyen, bir an dahi kendi kendisine sahip olamayan varlıklara ibadet etmek suretiyle

"asıl zâlimler sizlersiniz." Peki başına inen baltaya karşı kendisini koruyamayan, onu geri çeviremeyen bir varlık, nasıl olur da kendisine ibadet edenlere fayda sağlayabilir, onlara gelecek bir sıkıntıyı giderebilir?

65

Sonra baş aşağı edildiler de: "Sen de çok iyi bilirsin ki, bunlar konuşamazlar."

"Sonra başaşağı edildiler." Yani cahilliklerine ve putlara ibadet etmeye geri döndüler

"de" şöyle dediler:

"Sen de çok iyi bilirsin ki bunlar konuşamazlar."

66

Dedi ki: "Peki; Allah'tan başka, size fayda ve zarar veremeyen şeylere İbadet eder misiniz?"

67

"Yuh size ve sizin Allah'tan başka taptıklarınıza! Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?"

Bunun üzerine İbrahim (aleyhisselâm) onların hezeyanlarını sona erdirmek, uydurdukları yalanlara karşı onları susturmak üzere

"dedi ki: Peki, Allah'tan başka size fayda ve zarar veremeyen şeylere İbadet eder misiniz? Yuh size" yazıklar olsun sizlere, siz gerçekten kokuşmuşsunuz

"ve sizin Allah'tan başka taptıklarınıza! Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?"

Şöyle de açıklanmıştır:

"Sonra başaşağı edildiler," Yani İbrahim'den utançlarından dolayı başlarını önlerine eğdiler. Ancak bu açıklama su götürür bir açıklamadır. Çünkü bu takdirde "kef" harfi üstün olarak; Başlarını eğdiler" diye buyurulmamış; bunun yerine "Başaşağı edildiler" diye buyurulmuştur. Yani, ilkin bulundukları hale geri döndürüldüler. İbn Abbâs da böyle demiştir: Bedbahtlık onlara yetişiverdi ve küfürlerine geri dönüverdiler.

68

Dediler ki: "Onu ateşle yakın ve ilâhlarınıza yardım edin. Eğer yapacaksanız (bunu yapın)."

69

"Ey ateş, İbrahim'e karşı serin ve selâmet ol" dedik.

"Dediler ki; Onu ateşle yakın!" Onlar delil ileri süremeyecek hale geldiklerinde günahkârlık ile üstünlük duygusu onları yakaladı ve zorbalık, galip gelmek yoluna koyularak:

"Onu ateşle yakın" dediler.

Rivâyet edildiğine göre bu sözleri söyleyen kişi Pers Bedevilerinden yani çölde yaşayan göçebelerden Kürtlerden bir adammış. Bunu İbn Ömer, Mücahid ve İbn Cüreyc demiştir. Denildiğine göre ismi; Heyzer imiş. Allah onu yerin dibine geçirmiş ve kıyâmet gününe kadar yerin içinde batmaya devam edip durmaktadır. Bir diğer görüşe göre bu sözü söyleyen, onların hükümdarları Nemrut imiş.

İbrahim'i ateşte yakmak suretiyle de

"İlâhlarınıza yardım edin." Çünkü o, onlara dil uzatmakta ve onları ayıplamaktadır.

Haberde nakledildiğine göre; Nemrut seksen arşın yüksekliğinde ve kırk arşın eninde büyükçe bir köşk inşa etmişti. İbn İshak dedi ki: Bir ay boyunca odun topladılar, sonra ateş yaktılar. Ateş alev aldı ve gittikçe alevi arttı. Öyle ki etrafından uçan bir kuş geçecek olursa, saçtığı ısının etkisiyle yanıyordu. Sonra İbrahim (aleyhisselâm)ın ayaklarını bağladılar; elleri de boynuna doğru bağlanmış olduğu halde mancınıka yerleştirdiler. Denildiğine göre o gün mancınıkı onlara yapan İblis olmuş. Semavat, arz ve onlarda bulunan bütün melekler ve bütün yaratıklar -insanlar ve cinler müstesna- tek bir ses halinde:

Rabbimiz diye feryat ettiler. Bu yeryüzünde İbrahim'den başka sana ibadet eden kimse yük, senin uğrunda ateşe atılıp yakılacak. Ona yardımcı olmak üzere bize izin ver. Yüce Allah şöyle buyurdu: "Eğer sizden herhangi bir şeyin yardımını ister yahut yardıma davet edecek olursa, ona yardım edin. Bu hususta Ben ona izin verdim. Eğer benden başkasına dua etmeyecek ve çağırmayacak olursa onun halini en iyi bilen Benim, onun dostu ve yardımcısı da Ben olacağım."

İbrahim'i ateşe atmak istediklerinde -henüz o daha havada iken- su hazinedarı olan melekler ona gelip; Ey İbrahim, dediler. Dilersen ateşi su ile söndürebiliriz. O: Benim size bir ihtiyacım yok, dedi. Rüzgarla görevli olan melek ona gelip; Dilersen ateşi uçururum, dedi. Yine: Hayır dedi. Sonra başını semaya kaldırıp: "Allah'ım semada olan biricik (ilâh) sensin. Yeryüzünde de yapayalnız olan benim. Benden başka Sana ibadet eden kimse yok. Allah bana yeter, O ne güzel vekil'dir."

Ubeyy b. Ka'b (radıyallahü anh)ın rivâyetine göre; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İbrahim'i ateşe atmak üzere el ve ayaklarını bağladıklarında; "Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim, ey âlemlerin Rabbi, Hamd yalnız Senindir, mülk yalnız Senindir. Senin hiçbir ortağın yoktur" dedi. Sonra onu mancınık ile oldukça uzak bir mesafeden attılar. Cebrâîl onu karşıladı ve: Ey İbrahim dedi; Bir ihtiyacın var mı? O, sana bir ihtiyacım yok dedi. Cebrâîl, o halde Rabbinden iste, deyince şöyle dedi; "O'nun halimi bilmesi O'ndan dilekte bulunmama gerek bırakmıyor." Bunun üzerine söz söyleyenlerin en doğru sözlüsü olan yüce Allah şöyle buyurdu: "Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve selâmet ol!"

Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Allah o ateşte hararetini kaldıracak bir soğukluk, soğukluğunu da kaldıracak bir hararet yarattı. Böylelikle ateş onun için esenlik oldu.

Ebû'l- Âl-iye dedi ki: Eğer

"serin ve selâmet ol" dememiş olsaydı, ateşin soğuğu hararetinden daha fazla olurdu. Eğer

"İbrahim'e" dememiş olsaydı, soğukluğu da ebediyete kadar devam edecekti.

Kimi ilim adamının da naklettiğine göre yüce Allah cennetten bir yaygı indirdi ve onu canimde yaydı. Allah Cebrâîl, Mikail, soğuk meleği ve selâmet meleği gibi melekleri indirdi.

Ali ve İbn Abbâs dediler ki: Eğer soğukluğunun akabinde "selâmet olması"nı dilememiş olsaydı, İbrahim o ateşin soğuğundan ölürdü ve o gün kendisi kastediliyor kanaatiyle sönmedik hiçbir ateş kalmayacaktı.

es-Süddî dedi ki: Yüce Allah ağaçtan alınmış her bir odun parçasına ağacına geri dönüp, meyvesini bırakmasını emretti. Ka'b ve Katade dediler ki: Ateş İbrahim'in kendisiyle vurulup bağlandığı bağlardan başka şeyleri yakmadı. O ateşin içerisinde yedi gün kaldı, kimse ateşe yaklaşamadı. Sonra oraya vardıklarında onun ayakta namaz kılmakta olduğunu gördüler.

el-Minhâl b. Amr dedi ki: İbrahim dedi ki: Ben ateşte bulunduğum günlerde, karşı karşıya kaldığım nimetlerin benzerini hiçbir zaman görmedim.

Ka'b, Katade ve ez-Zührî de dediler ki: O gün zehirli keler dışında, İbrahim'in ateşini söndürmeye çalışmamış hiçbir hayvan kalmadı, Bu zehirli keler ona karşı ateşi üflüyordu. İşte bundan dolayı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) öldürülmesini emretmiş ve ona Fuveysika (fasıkçık, küçük bozguncu) ismini vermiştir.

Şuayb el-Himmanî dedi ki: İbrahim onaltı yaşında iken ateşe atıldı.

İbn Cüreyc dedi ki: İbrahim yirmialtı yaşında iken ateşe alıldı. Birincisini es-Sa'lebî, ikincisini de el-Maverdî nakletmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

el-Kelbî dedi ki: Bütün yeryüzü ateşleri soğudu, bir davar paçası dahi pişiremedi. Nemrut, yaptırdığı köşkten, onun gölge meleği tarafından teselli edilerek bir divan üzerinde oturmakta olduğunu görünce: Senin Rabbin ne iyi bir Rabbdir! Yemin ederim O'na dörtbin tane ineği kurban edeceğim, dedi ve İbrahim (aleyhisselâm)a ilişmedi.

70

Ona bir tuzak kurmak istediler. Bizse onları en büyük zarara uğrayanlar kıldık.

"Ona” Nemrut ve beraberindekiler

"bir tuzak kurmak istediler. Bizse onları" yaptıkları işlerinde

"en büyük zarara uğrayanlar kıldık." Ve onların tuzaklarını en zayıf yaratığımızı, kendilerine musallat kılmak suretiyle başlarına geçirdik.

İbn Abbâs dedi ki: Allah onların üzerine en zayıf mahluku olan sivrisineği musallat etti. Aradan vakit geçmeden Nemrut arkadaşlarının ve atlarının parıldayan kemiklerini gördü. Bu sinekler onların etlerini yemiş, kanlarını içmişti. Bir tanesi de onun burun deliğine girmiş ve beynine ulaşıncaya kadar önüne geleni kemirip durmuştu. İnsanlar arasında en değerli kabul ettiği kişi demir bir balyozla kafasına vuran kişi oluyordu. O yaklaşık kırk yıl bu şekilde kaldı.

71

Biz onu ve Lût'u âlemler için bereketlendirdiğimiz arza (ulaştırıp) kurtardık.

"Biz onu ve Lût'u âlemler için bereketlendirdiğimiz arza (ulaştırıp) kurtardık." Biz İbrahim'i ve Lût'u Şam arzına ulaştırarak kurtardık, demektir. İkisi ise daha önce Irak topraklarında idiler. İbrahim (aleyhisselâm) -İbn Abbâs'ın dediğine göre- Lût (aleyhisselâm)ın amcası idi.

Oraya "mübarek" denilmesinin sebebi ise çok verimli, mahsûllerinin ve ırmaklarının bol olmasıdır. Ayrıca orası peygamberler yatağıdır.

Bereket hayrın bir yerde karar kılması demektir. Eğer deve bir yere çakılıp kalır da oradan ayrılmazsa: denilmesi de buradan gelmektedir.

İbn Abbâs dedi ki: Mübarek topraklardan kasıt Mekke'dir. Beytu’l-Makdis olduğu da söylenmiştir. Çünkü peygamberlerin çoğunu yüce Allah oradan göndermiştir. Aynı şekilde orası da çok verimli ve mahsulü bol bir yerdir, suları tatlıdır ve tatlı sular da yere oradan dağılır. Ebû'l-Âl-iyye dedi ki: Ne kadar tatlı bir su varsa, mutlaka semadan Beytu'l-Makdis'teki kayaya iner, sonra oradan yere dağılır. Benzeri bir söz Ka'b el-Ahbar'dan da nakledilmiştir.

Mübarek toprakların Mısır olduğu da söylenmiştir,

72

Ve ona İshak'ı, istediğinden ayrı olarak da Ya'kub'u bağışladık. Onların her birini de salih kimseler kıldık.

"Ve ona İshak'ı, istediğinden ayrı" fazla

"olarak da Ya'kub'u bağışladık."

Çünkü o İshak için dua etmiş, fakat dua etmeksizin de ona fazladan Ya'kub (aleyhisselâm) verilmişti, O bakımdan bu da ona istediğinden ayrı (nafile) olarak verilmiş oldu. Çünkü o

"Rabbim, bana salihlerden bağışla." (es-Sâffât, 37/100) diye dua etmişti. Oğlun oğluna da "nafile (fazladan, ayrı olarak)" da denilir.

Çünkü torun oğlun dışında fazladan verilmiş bir bağıştır.

"Onların her birini de salih kimseler kıldık." Yani İbrahim de, İshak da, Ya'kub da salih kimseler idiler ve Allah'a itaat ediyorlardı. Onların salih kimseler kılınmalan ancak onların lehine salâh ve itaatin tahakkuku ve itaata kudret sahibi olmalarının yaratılması, sonra da kulun bunu kazanması ile mümkün olur. O bakımdan bu, Allah tarafından halk edilen bir şeydir.

73

Onları emrimizle doğru yolu gösteren önderler kıldık. Onlara hayırlar yapmayı, namazı dosdoğru kılmayı ve zekâtı vermelerini vahyettik. Onlar yalnızca Bize ibadet eden kimselerdi.

"Onları emrimizle doğru yolu gösteren önderler kıldık." Hayırlarda ve itaat olan İşlerde kendilerine uyulan başkanlar idiler.

"Emrimizle" âyeti da: Onlara indirmiş olduğumuz vahiy, emir ve yasaklarla, demektir. Onlar bizim kitabımızla doğru yolu gösteren önderlerdi, denilmiş gibidir.

Anlamın şu şekilde olduğu da söylenmiştir: Onlar Bizim kendilerine: İnsanları irşad edin, ve tevhide onları davet edin diye emir vermemiz üzerine insanları dinimize ileten kimseler idiler.

"Onlara hayırlar yapmayı" itaatler işlemeyi

"namazı dosdoğru kılmayı ve zekâtı vermelerini vahyettik. Onlar Bize İbadet eden" itaat eden

"kimselerdi."

74

Lût'a da hikmet ve ilim verdik. Onu kötülükleri işleyen o ülkeden kurtardık. Çünkü onlar kötü bir kavim idiler, hem fasıktılar.

"Lût'a da hikmet ve ilim verdik." Bu âyette

"Lût" kelimesi ikinci fiilin delil olduğu gizli bir fiil ile nasb edilmiştir ki; Biz Lût'a verdik, ona verdik, takdirindedir. Bir başka açıklamaya göre; Lût'u da hatırla şeklindedir.

Hikmetten kasıt peygamberlik, din İşlerini bilmek ve davalılar arasında kendisi ile hüküm verilen şey demektir.

"İlim" ise kavrayış diye açıklanmıştır ki, anlam birdir.

"Onu kötülükleri İşleyen o ülkeden kurtardık." Sedum ülkesini kastetmektedir. İbn Abbâs dedi ki: Bunlar yedi kasaba idiler. Cibril (aleyhisselâm) bunların altısını altüst etti, bir tanesini ise Lût ve aile halkı için bıraktı. Buranın ismi ise Zeğar idi, bunda pek çok mahsûller yetişirdi. Bu Serat sınırına kadar Filistin kasabalarından birisidir. Hicaz denizi sınırına kadar da bunun pek çok köyleri, kasabaları vardır.

Onların işledikleri kötülükler hususunda iki görüş vardır. Birisi önceden geçtiği gibi Lût kavminin işidir, diğeri ise yüksek sesle yellenmektir. Yani onlar oturup kalktıkları yerlerde ve meclislerinde bu şekilde hareket ediyorlardı. Yüksek sesle yellenmek ile parmak uçlarıyla çakıl taşları atmak olduğu da söylenmiştir ki, ileride gelecektir,

"Çünkü onlar kötü bir kavim idiler, hem fâsıktılar." Allah'a itaatin dışına çıkan kimselerdi, Fâsıklık, önceden geçmiş olduğu gibi sınırın dışına çıkıştır,

75

Ve Biz onu rahmetimizin içine aldık. Çünkü, o salihlerdendir.

"Ve Biz onu rahmetimizin içine" peygamberliğe

"aldık." İslâm'a aldık diye de açıklanmıştır, Cennete koyduk diye açıklandığı gibi, rahmetten kasıt onun kavminden kurtarılmasıdır, diye de açıklanmıştır.

"Çünkü o salihlerdendir."

76

Nûh'u da (an.) Hani o daha önce Bize dua etmişti de onun duasını kabul edip hem onu, hem ailesini o büyük sıkıntıdan kurtarmıştık.

"Nûh'u da" an.

"Hani o daha önce" İbrahim ve Lût'tan önce, kavmine karşı "Bize dua etmişti."

Bundan kasıt onun:

"Ey Rabbim? Yeryüzünde kâfirlerden dönüp dolaşan bir kimse bırakma" (Nûh, 71/26) şeklindeki duasıdır. Kendisini yalanladıklarında da:

"Ben gerçekten yenik düşürüldüm, artık intikamımı al!" (el-Kamer, 54/10) diye dua etmişti.

"Onun duasını kabul edip hem onu, hem ailesini o büyük sıkıntıdan" suda boğulmaktan

"kurtarmıştık."

Büyük sıkıntı (el-kerb) ileri derecedeki üzüntü ve keder demektir. "Ailesinden kasıt ise aralarından îman edenlerdir.

77

Âyetlerimizi yalanlayan kavminden onun intikamını aldık. Çünkü onlar kötü bir kavim idiler. Bundan ötürü hepsini suda boğduk.

"Âyetlerimizi yalanlayan kavminden onun İntikamını aldık." Ebû Ubeyde dedi ki: Buradaki:

"...den"...e, a anlamındadır. Buna göre Âyetlerimizi yalanlayan kavmine karşı ona yardım ettik, demek olur. Anlamının (mealde olduğu gibi:) "Âyetlerimizi yalanlayan kavminden onun intikamını aldık" şeklinde olduğu da söylenmiştir.

"Bundan ötürü hepsini" kücükleriyle büyükleriyle

"suda boğduk."

78

Dâvud ve Süleyman'ı da (an.) Hani kavmin koyunlarının girdiği ekin hakkında hüküm veriyorlardı. Biz onların hükümlerine şahit idik.

Bu âyete dair açıklamalarımızı yirmialtı başlık halinde sunacağız:

1- Dâvûd ve Süleyman (ikisine de selâm olsun)ın Hükümleri:

"Dâvûd ve Süleyman'ı da" an.

"Hani kavmin koyunlarının girdiği ekin hakkında hüküm veriyorlardı."

Yüce Allah'ın:

"Hüküm veriyorlardı" âyetinde her ne kadar bir arada kendilerinden söz edilmekte ise de hüküm vermekte ikisinin bir araya gelmeleri kastedilmemiştir. Çünkü aynı konu ile ilgili olarak İki hakimin (bir arada) hüküm vermeleri câiz değildir. Onların her birisi tek başına hüküm vermiştir. Bu hükmü doğru olarak kavrayan ise yüce Allah'ın ona kavratması sayesinde Süleyman (aleyhisselâm) olmuştu.

"Ekin hakkında" âyeti ile ilgili olarak iki görüş vardır. Bir görüşe göre bu bir ekin (ziraat) idi. Bu görüş Katade'ye aittir. Bir diğer görüşe göre ise salkımları ortaya çıkmış bir üzüm bağı idi, bu da İbn Mes'ûd ve Şureyh'in görüşüdür. "el-Harsi Ekin" her ikisi hakkında kullanılır. Ancak ziraat hakkında kullanılması istiâreli anlatımdan daha bir uzaktır. (Yani hakikate daha yakındır).

2- Koyunların Yayılması:

"Hani kavmin koyunlarının" geceleyin "girdiği" ve otladığı "ekin hakkında hüküm veriyorlardı." Görüldüğü gibi burada "en-nefş" geceleyin otlamak demektir. O bakımdan çobansız olarak otlamaları halinde; "Geceleyin yayıldı" denilirken, gündüzün yayılmayı anlatmak üzere de; (........) denilir. Sahibi tarafından otlatılırlarsa: denilir. ): Alabildiğine yayılan develer" demektir.

Abdullah b. Amr'ın rivâyet ettiği hadiste de şöyle denilmiştir: Cennetteki bir tane geceyi yayılarak geçiren devenin İşkembesi gibidir. lbnü’l-Esîr, en-Nihâye, V, 97 Bunu da el-Herevî nakletmektedir. İbn Sîde ise şöyle demektedir: Gündüzün yayılmak anlamındaki "el-hemel" koyunlar hakkında kullanılmaz, bu sadece develer hakkında kullanılır,

3- Arapçada İki Kişi İçin Çoğul Kipi Kullanılabilir mi?

"Biz onların hükümlerine şahit idik" âyeti çoğulun asgari miktarının iki kişi olduğuna delildir. Ancak bir görüşe göre maksat, hüküm veren iki şahıs ile hakkında hüküm verilenlerdir. Bundan dolayı (üç ve yukansi çoğul için kullanılan): "Onların hükümlerine" denilmiştir.

79

Biz onu hemen Süleyman'a kavratmıştık. Bununla beraber her birine hikmet ve İlim verdik. Davud'a da onunla birlikte tesbih etsinler diye dağları ve kuşları müsahhar kıldık. Yapanlar Bizleriz,

4- Hükümlerinin Mahiyeti:

"Biz onu" yani meseleyi ve onun hakkındaki hükmü

"Süleyman'a kavratmıştık." Burada hakkında hüküm verilen meseleden zamir ile söz edilmesi, buna delil teşkil edecek ifadelerin önceden geçmiş olmasındandır.

Süleyman (aleyhisselâm)ın hükmünün babasının hükmünden daha üstün oluşu şu bakımdandır: O, onların her birisinin elinde bulundurduğu öz malını elinde bulundurmasına devam etmesine hükmetmiş ve böylelikle rahat içerisinde kalmasını sağlamıştı. Dâvûd (aleyhisselâm) ise koyunları ekinin sahibine vermeyi uygun görmüştü.

Bir kesim şöyle demiştir: Hayır, o koyunları ekin sahibine, ekini de koyunların sahibine vermişti.

İbn Atiyye dedi ki: Birinci görüşe göre o, koyunların telef ettikleri mahsule eş değerde olduklarını görmüş olmalıdır. İkinci görüşe göre ise o, koyunların ekine ve gelire eş değerde olduklarını görmüştür.

Süleyman (aleyhisselâm) hasımların çıktıkları kapı tarafında oturdu. Dâvûd (aleyhisselâm)ın yanına da bir başka kapıdan giriyorlardı. Hasımlar, Süleyman (aleyhisselâm)ın bulunduğu taraftan çıktıklarında onlara: Aranızda Allah'ın peygamberi Dâvûd ne şekilde hüküm verdi? diye sordu. Hasımlar: Koyunların ekin sahibine verilmesine hükmetti, dediler. O: Hüküm belki başka türlü alabilir, benimle beraber geliniz, dedi. Babasının yanına varıp: Ey Allah'ın Peygamberi, dedi. Sen şunu şunu hükme bağladın, ben ise her iki kişiye de daha uygun gelen bir görüşe vardım. Dâvûd (aleyhisselâm) O nedir? deyince şöyle dedi: Koyunları ekin sahibine ver, o koyunların sütlerinden, yağlarından, yünlerinden faydalansın. Ekini de ona bakmak Üzere koyunların sahibine ver. Koyunların zarar verdiği o ekin ercesi sene telef olmadan önceki haline gelince herkes elindeki malı öbürüne teslim etsin.

Bunun üzerine Dâvûd (aleyhisselâm): Oğulcağızım, gerçekten başarılı bir hüküm verdin. Allah senin bu kavrayışını sürekli kılsın, deyip oğlu Süleyman'ın verdiği şekilde o da hüküm verdi. Bu manadaki açıklamaları İbn Mes'ûd, Mücahid ve başkaları yapmıştır.

el-Kelbî dedi ki: Dâvûd (aleyhisselâm) koyunları ve koyunların telef ettikleri bağın kıymetini göz önünde bulundurdu. Her ikisinin eşit değerde olduklarını görünce koyunları bağın sahibine verdi. en-Nehhâs da böyle demiştir: Onun koyunların ekin sahibine verilmesini hükme bağlaması, koyunların değerinin ona yakın olmasından ötürüdür.

Süleyman'ın hükmü hakkında da şöyle denilmiştir; Ekin sahibinin koyunlardan elde ettiklerinin değeri ile koyunların telef ettikleri ekinlerin değeri aynı şekilde eşit idi.

5- Dâvûd ve Süleyman (aleyhisselâm)ın Hükümlerinin Değeri:

"Bununla beraber her birine hikmet ve ilim verdik" âyetinden bazı kimseler Dâvûd (aleyhisselâm)ın bu olayda hata etmediğini, aksine bu hususta kendisine ilim ve hikmetin verilmiş olduğu sonucunu çıkarmışlar. Yüce Allah'ın:

"Biz onu hemen Süleyman'a kavratmıştık" âyetinin da Süleyman (aleyhisselâm)ın Dâvûd (aleyhisselâm)a karşı bir üstünlüğünü İfade ettiğini ve üstünlüğünün de nihayette Dâvûd (aleyhisselâm)a döndüğünü söylemişlerdir. Baba da zaten oğlunun kendisinden üstün olmasına sevinir.

Bir diğer kesim şöyle demiştir: Hayır, o bu olayda istenen muayyen sonucu isabet ettirememiştir. Allah onu, başka bir olay ile ilgili olarak kendisine hikmet ve ilim vermiş olduğunu belirterek öğmektedir. Bu olayda isabet eden Süleyman (aleyhisselâm)dır, hata eden de Dâvûd (aleyhisselâm)dır. Başkalarında görüldüğü gibi peygamberlerde de yanlış ve hata yapmak imkânsız bir şey değildir. Aksine onlar hataları üzerinde bırakılmazlar. Başkaları hataları konusunda (uyarılmayıp) bırakılsalar dahi.

Velid, Dimaşk (Şam)daki kiliseyi yıkınca, Bizans Hükümdarı ona şu mektubu yazdı: "Sen babanın ilişmediği kiliseyi yıkmış bulunuyorsun."

Eğer sen isabet ettiysen baban hata etmiştir, eğer baban isabet ettiyse sen hata etmiş bulunuyorsun. Bunun üzerine Velid: "Dâvûd ve Süleyman'ı da (an.) Hani kavmin koyunlarının girdiği ekin hakkında hüküm veriyorlardı. Biz onların hükümlerine şahit idik. Biz onu hemen Süleyman'a kavratmıştık. Bununla beraber her birine hikmet ve İlim verdik" âyetini yazarak cevap verdi.

Bir kesim de şöyle demiştir: Dâvûd ve Süleyman -İkisine de selâm olsun-peygamberdi. Bunlar kendilerine gelen vahye göre hüküm verirlerdi, Dâvûd bir vahye göre hüküm verdi, Süleyman da yüce Allah'ın kendisi ile Davud'un hükmünü neshetmiş olduğu başka bir vahye göre hüküm verdi. İşte buna göre "Biz onu hemen Süleyman'a kavratmıştık" âyeti Davud'a verilen vahyi neshedici vahiy yoluyla kavratmıştık ve Süleyman'a da bunu Davud'a tebliğ etmesini emretmiştik demek olur. "Bununla beraber her birine hikmet ve ilim verdik."

Bu da İbn Fûrek'in de aralarında bulunduğu bir grup ilim adamının görüşüdür. Cumhûrun kanaatine göre ise; her ikisi ictihİsimlerina dayanarak hüküm vermişlerdi ki, bu da bir sonraki başlığın konusudur;

6- Peygamberlerin tçtihad Etmeleri Câiz midir?:

İlim adamları peygamberlerin içtihad etmelerinin câiz olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Câiz olmadığını söyleyenler olmuş ise de; muhakkikler câiz olduğunu bildirmişlerdir. Çünkü peygamberlerin içtihad etmeleri aklen imkânsız değildir. Diğer taraftan içtihad şer'î bir delildir. O halde peygamberlerin bunu delil olarak kullanmalarının imkânsız görülecek bir tarafı yoktur. Nitekim şanı yüce Allah'ın:

"Bu husus ağırlıklı olarak sende bir kanaat halini alırsa, kanaatinin ağır bastığı tarafı sen kesin inanıp ve Benim hükmüm olduğunu kabul edip bunu ümmetine tebliğ et" diye buyurmuş olması da aklen imkânsız bir şey değildir.

Eğer: İçtihadın delil olması nassın olmaması halinde söz konusudur. Peygamberlerin nass bulamaması ise söz konusu değildir, denilecek olursa biz de şöyle cevap veririz:

Melek inmeyecek (ve gerek duyulan nassı getirmeyecek) olursa, onlarda da nass bulunmamış olur. Onlar da ellerinde bulunan nassların manalarını araştırmak hususunda kendileri dışındaki diğer müçtehidlerle aynı durumda olurlar. Kendileri ile sair müçtehidler arasındaki fark; peygamberlerin içtihİsimlerinda hatadan, yanlışlık yapmaktan ve kusurlu davranmaktan masum (korunmuş) olmalarında ortaya çıkar. Başkaları ise böyle değildir. Nitekim Cumhûrun kanaatine göre bütün peygamberler içtihİsimlerinda hata etmekten ve yanlışlık yapmaktan yana korunmuşlardır.

Şâfiî mezhebi âlimlerinden Ebû Ali İbn Ebi Hüreyre'nin kanaatine göre de Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamberlerin hata etmeleri açısından özel bir konumda bulunmaktadır. O, bizim peygamberimiz ile sair peygamberler arasında fark gözetmekte ve son peygamberin arkasından hatasını telafi edecek bir kimse bulunmadığı için, yüce Allah'ın onu hatadan korumuş olduğunu, diğer peygamberlerden sonra ise hatalarını telafi edecek kimselerin gelmiş olduğunu söylemektedir.

Şöyle de denilmiştir: Genel olarak bütün peygamberlerle bizim peygamberimiz arasında hatalarının mümkün olması açısından bir fark yoktur. Ancak onlar, o hatalarını uygulama noktasında bırakılmazlar. Dolayısıyla onlardan sonra gelecek olan peygamberlerin o hatalarını telâfi etmelerine itibar edilmez. İşte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a bir kadın iddet hakkında soru sormuş, o da ona: "Dilediğin yerde iddet bekle" dedikten sonra, aynı kadına: "Yazılı vade sona erinceye kadar evinde bekle" diye buyurmuştur. Ebû Dâvûd, Talâk 44; Tirmizî, Talâk 23; Nesâî, Talâk 60; İbn Mâce, Talâk 8; Dârimî, Talâk 14; Muvattâ', Talâk 87; Müsned, VI, 370, 421

Bir adam ona: Ne dersin? Ben ecrimi Allah'tan bekleyerek öldürülecek olursam, cennete ulaşmama herhangi bir şey engel olur mu? diye sorunca, ona önce; "Hayır" demiş, sonra da onu çağırarak: "Borç müstesna, Cebrâîl (aleyhisselâm) bana böyle haber verdi" diye buyurmuştur. Müslim, İmâre 117; Tirmizî, Cihad 33; Nesâî, Cihâd 32; Muvatta’', Cihâd 31; Dârimî, CihSıl 21; Müsned, V, 297, 304, 308.

7- Hakim ve Müçtehidlerin Farklı İçtihİsimlerinın Hükmü:

el-Hasen dedi ki: Eğer bu âyet-i kerîme olmasaydı, hakimlerin helâk olacakları görüşüne varırdım. Ancak yüce Allah Süleyman (aleyhisselâm)ı doğruluğu isabet ettirmesi dolayısıyla överken, Dâvûd (aleyhisselâm)ı da içtihadı dolayısıyla mazur görmüştür.

İlim adamları farklı sonuçlara varmaları halinde feri meselelerde içtihad eden müçtehidlerin hükmü hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir kesimin kanaatine göre hak Allah'ın nezdinde yalnızca bir taraftadır. Buna dair de bir takım deliller ortaya koymuş, müçtehidleri de bu delilleri araştırmaya, bunlar üzerinde düşünmeye davet etmiştir. Belli bir meselede istenen muayyen hükme ulaşan bir kimseye gelince; işte mutlak olarak isabet eden odur. Böyle bir kişinin de iki ecri vardır, biri içtihad ecri, diğeri de İsabet ettirme ecri. Hakka isabet ettiremeyen ise, içtihad etmekte isabetli fakat muayyen hakki isabel ettirememek bakımından da hatalıdır. Böyle bir kimsenin de bir ecri vardır. Bununla birlikte mazur da değildir. İşte Süleyman da istenen hakka isabet ettirmiş ve kavradığı husus da bu olmuştur.

Bir başka kesim hata eden âlimin mazur olmamakla birlikte, hatası dolayısıyla günahkâr da olmayacağı görüşündedir. Bir kesim de şu görüştedir: Hak belli bir taraftadır. Yüce Allah da ona dair delilleri açıkça ortaya koymuş değildir. Aksine o meseleyi müçtehidlerin görüşlerine havale etmiştir. Bu hakkı isabet ettiren isabet etmiş, ettiremeyip hata eden ise hem mazurdur hem de ecir alır. Yüce Allah (bu gibi hususlarda) bizden muayyen gerçeği isabet ettirmekle kulluk etmemizi istememiştir. O bizden sadece içtihad ederek, kulluk etmemizi istemiştir.

-Aynı zamanda Malik'in ve mezhebine mensub ilim adamlarının (Allah onlardan razı olsun) bellenmiş ve tesbit edilmiş görüşlerinin de ifadesi olan- ehl-i sünnetin Cumhûru da şöyle demektedir: Fer'î meselelerde hak her iki taraftadır. Her müçtehid isabet eder. İstenen şey ise kendi kanaatince daha faziletli olanı tesbit etmesinden ibarettir. Her müçtehid kendi özel kanaatince en faziletli olanı İçtihİsmi ile tesbit etmiştir.

Bu görüşün deliline gelince; Ashab-ı Kiram ve onlardan sonra gelenlerin biri diğerinden farklı hükümleri kabul etmiştir. Onlardan herhangi bir kimse kendisine muhalefet edenin görüşünü bırakılarak, kendi görüşünün kabul edilmesi kanaatinde olmamıştır,

Ebû Ca'fer el-Mansur'un insanları Muvatta’'ı kabul etmeye zorlama isteğini Malik (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)in reddetmesi de bu kabildendir. Buna göre bir İlim adamı bir husus hakkında helaldir diyecek olsa, bu yüce Allah'ın nezdinde bu alime has olan bu konuda hak odur. Onun kanaatini kabul eden herkes için de böyledir. Aksinde de durum böyledir. Bu kanaatin sahipleri derler ki: Süleyman (aleyhisselâm) meseleyi en mükemmel şekilde kavramış ve daha tercihe değer olan o olmakta birlikte, birincisi de hatalı değildir. Bu kanaat sahipleri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "İlim adamı içtihad edip de hata ederse " Buhârî, İ'tisâm 20, 21; Müslim, Akdtye 15; Ebû Dâvûd, Akdiye 2; Tirmizî, Ahkâm 2; Nesâî, Adâbul-Kudât 3; İbn Mâce, Ahkâm 3; Müsned, II, 187, IV, 198, 204, 205 hadisini daha faziletli olanı isabet ettiremezse diye açıklamışlardır.

8- İçtihad Eden. Hakimin Ecri:

Müslim ve başkalarının rivâyetlerine göre Amr b. el-Âs, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı şöyle buyururken dinlemiş: "Hakim hükmedip, içtihad eder sonra da isabet ettirirse onun için iki ecir vardır. Hakim içtihad eder, sonra da hata ederse onun İçin bir ecir vardır. " Bir önceki notta gösterilen yerler. Müslim'in eserinde bu şekilde "hükmedip içtihad ederse" şeklinde içtihaddan önce hükmetmeyi zikretmiştir. Halbuki durum aksinedir. İçtihad hüküm vermekten öncedir. İcma ile içtihad etmeden hüküm vermek câiz kabul edilmemiştir. Hadisin manası şundan ibarettir: Hükmetmek isteyip de içtihad ederse... Nitekim yüce Allah'ın:

"Kur’ân okuduğun zaman Allah'a sığın." (en-Nahl, 16/98) âyeti da böyledir. (Yani önce istiâze çekilir, sonra Kur'ân okunur). Buna göre burada olay hakkında içtihad etmesini kastetmiştir. Bu da usûl âlimlerinin şu kanaatlerinin doğruluğunu ifade eder: Müçtehidin aynı olayın yeniden tekrarlanması halinde bir daha içtihad edip düşünmesi icab eder. Daha önceki içtihadına dayanmamahdır, çünkü birincisinde kuvvetli gördüğü kanaatin farklısının ikinci seferinde ona kuvvetli görüş olarak görünmesi mümkündür. Ancak ilk içtihadının esaslarını hatırlıyor ve ona meylediyor ise; bir başka emare üzerinde yeniden düşünmeye ihtiyacı olmaz.

9- Hata Etmekle Birlikte İçtihadında Ecir Alan Müçtehidin Nitelikleri:

Hata eden hakimin ecir alması ancak içtihadı, sünnetleri, kıyası ve geçmiş hakimlerin hükümlerini bilmesi halinde söz konusudur. Çünkü onun yaptığı içtihad bir ibadettir. Hataya karşılık ona ecir verilmez, aksine sadece ondan günah kaldırılır. Eğer o mesele içtihad konusu değil ise bu sefer kendisi böyle bir yükümlülüğün altına gereksiz yere girmiş demektir. Bu durumda da verdiği hükmünde hatadan dolayı mazur görülemez. Aksine onun en ağır günahı kazanacağından korkulur. Buna da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın Ebû Dâvûd tarafından rivâyet edilen bir başka hadisi delil teşkil etmektedir: "Hakimler üç türlüdür..." "... Hakkı bilip gereğince hükmeden cennette; hakkı bilmekle birlikte zulmeden ile, cahilce hüküm veren cehennemdedir" mealinde: Ebû Dâvûd, Akdiye 2- İbn Mâce, Ahkâm 3

İbnu'l-Münzir dedi ki; Hakime içtihad ederken hata ettiği için değil, doğruyu bulmak için çalıştığından dolayı ecir verilir. Bunu destekleyen delillerden birisi de yüce Allah'ın:

"Biz onu hemen Süleyman'a kavratmıştık" âyetidir. el-Hasen dedi ki: Yüce Allah Süleyman (aleyhisselâm)ı övmekte, Dâvûd (aleyhisselâm)ı da yermemektedir.

10- Müçtehidlerin Farklı Görüşlerinden Yalnız Birisi İsabetlidir;

Ebû Temmâm el-Mâlikî'nin naklettiğine göre Maliksin görüşü şudur: Hak müçtehidlerin görüşleri arasında yalnız birisindedir. Diğer farklı kanaatlerde bu özellik yoktur, fukahanın çoğunluğu da bu kanaattedir, Ebû Teramam dedi ki: İbnu'l-Kasım'ın naklettiğine göre o Malik'e, ashabın ayrılıkları hakkında sormuş, o da; kimisi hata etmiştir, kimisi isabet etmiştir. Onların bütün görüşleri haklı demek değildir, diye cevap vermiştir.

Bu görüşün İmâm Mâlik'in meşhur görüşü olduğu söylenmiştir. Muhammed b. el-Huseyn de bu kanaattedir. Bu görüşü kabul edenler Abdullah b. Amr'ın hadisini delil göstermişler Ancak "sekizinci başlık'ta geçtiği gibi, hadisin ashabdan ravisi, Abdullah b. Amr değil, babası, Amr. b. el-Âs'tır. ve şöyle demişlerdir: Bu, müçtehidler ve hakimler arasında hata edenin de, isabet edenin de bulunduğu hususunda açık bir nasstır. Her bir müçtehidin isabet ettiğini söylemek aynı şeyin hem helal, hem haram, hem vacib, hem mendub olmasını gerektirebilir.

Diğer görüşün sahipleri de İbn Ömer'in şu hadisini delil göstermişlerdir;

İbn Ömer dedi ki: Resûlüllah Ahzab gazvesinden sonra (Kurayzaoğullarına) gittiği günü aramızda nida et(tir)di: "Hiç kimse Kurayzaoğulları diyarı dışında ikindi namazını kılmasın." (Yolda) bazı kimseler vaktin geçeceğinden korktular, Kurayzaoğulları diyarına varmadan namazlarını kıldılar. Diğerleri ise; vakti geçirecek dahi olsak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın bize emrettiği yerden başka bir yerde namaz kılmayacağız. Resûlüllah bu iki kesimden de kimseyi azarlamadı. Buhârî, Meğâzî, 30; Müslim, Cihâd 69

Bu kanaatte olanlar derler ki; Eğer iki kesimden birisi hata etmiş olsaydı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu elbette tayin ederdi.

Şöyle de denilebilir: Belki hata edenleri tayin etmeyip susması, hata edenin de günahkâr olmayıp ecir almış olmasından dolayıdır. O bakımdan ha ta edeni tayin etmeye ihtiyaç duymamıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İçtihad meselesi uzun ve dallı budaklı bir meseledir. Bizim burada ondan bu kadarcık söz etmemiz âyetin anlamı ile ilgili olarak yeterlidir. Hidayete ulaşmak başarısını veren Allah'tır.

11- Hakimin Hüküm Verdikten Sonra İçtihadından Dönmesi:

Âyet-i kerîme ile ilgili başka meseleler vardır. Bunlardan birisi de; hakimin kendi içtihİsmi ile vermiş olduğu birinci hükümden daha tercihe değer bir başka içtihada dönmesidir. İşte Dâvûd (aleyhisselâm) böyle yapmıştır. Bizim (mezhebimize mensub) ilim adamlarımız -yüce Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- bu hususta farklı görüşlere sahiptirler. Abdu'l-Melik ve Mutarrif, "el-Vâdiha"da şöyle demektedirler: Yetki alanı içerisinde olduğu sürece bu hakka sahiptir. Eğer başkasının yetki alanına girerse böyle bir hakka sahip değildir ve o da yargı bakımından başkası gibidir. Malik (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)in "el-Müdevvene" deki sözünün zahirinden anlaşılan budur.

Suhnûn da hakkında (aleyhinde) görüş belirtilmiş bir içtihaddan daha doğru kabul ettiği bir başka içtihada dönüşü hususunda: "Buna hakkı yoktur" demektedir. İbn Abdi'l-Hakem de böyle demiştir. Onlar derler ki: O bu durumda kendisince güçlü kabul ettiği görüşüne göre yeniden hüküm verir. Suhnûn dedi ki: Ancak o vakitte kendisince daha kuvvetli görüşün hangisi olduğunu unutmuş, yahut yanılmış ise ve bundan başka bir hüküm gereğince hükmetmiş ise, o verdiği hükmünü bozabilir. Ama hüküm verdiği zaman kendisince daha güçlü kabul ettiği hüküm gereğince hükmetmiş, sonra da başka bir görüşün kuvvetli olduğunu görmüş ise, birinci hükmünü bozma imkânı yoktur. Suhnun bunu "oğlunun kitabında (mektubunda?)" ifade etmiştir. Eşheb de "İbnu’l-Mevvazın Kitabı"nda şöyle demektedir; Eğer onun verdiği hükümden daha doğru olana dönüşü mali bir hususa ait ise birinci hükmünü nakzedebilir, Şayet talâk, nikâh ya da köle azad etmek ile ilgili ise önceki hükmünü bozmak hakkı yoktur.

Derim ki: Hakim eğer hakkın başka kanaatte olduğunu açıkça görecek olursa o hüküm kendi yetki alanı çerçevesinde kaldığı sürece vermiş olduğu hükümden dönebilir. Ömer (radıyallahü anh)ın Ebû Mûsa (radıyallahü anh)a yazdığı ve Darakutnî'nin rivâyet ettiği Dârakutnî IV 206-207 mektubunda da böyledir. Biz bunu el-A'raf Sûresi'nde (el-A'raf, 7/12. âyetin tefsiri, 4. başlıkta) zikretmiştik. Orada Ömer (radıyallahü anh) böyle bir tafsilata girişmemiştir. Malik'in zahir görüşü lehine delil de budur.

Hakim haddini aşarak ve ilim ehline muhalefet ederek hüküm verecek olursa, hükmünün -içtihad etmiş olsa dahi- reddedileceği hususunda ilim adamlarının görüş ayrılığı yoktur.

Bir hakimin hükmünü, bir başka hakimin koğuşturmasına gelince; bu o kimseye câiz değildir, çünkü hükümlerin nakledilmesi açısından ve helali harama değiştirmek bakımından bunun pek büyük bir zararı vardır. Ayrıca İslâm kanunları da zaptu rapt altına alınmış olmaz, İlim adamlarından hiçbir kimse bir başkasının rivâyetini nakzetmeye kalkışmamışım Herkes ancak kendisince kuvvetli gördüğüne göre hüküm vermiştir.

12- Dâvûd (aleyhisselâm)ın Verdiği Hükümden Dönüşünün Mahiyeti:

Bazıları: Dâvûd (aleyhisselâm) henüz hükmünü yürürlüğe koymamış ve başkasının söylediği görüşün haklı olduğunu görmüştü. Başkaları da: Onun verdiği hüküm hakim hükmü değil, bir fetva idi, demişlerdir.

Derim ki: Ebû Hüreyre'nin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan yaptığı şu rivâyet de böylece yorumlanır. Ebû Hüreyre dedi ki: Bir seferinde beraberlerinde birer oğulları da bulunan iki kadın vardı. Bir kurt gelip onlardan birisinin oğlunu kapıp gitti. Biri öteki kadına: O kurt senin oğlunu alıp gitti, dedi. Diğeri de ötekine: Hayır, o senin oğlunu kaptı, dedi. Her ikisi Dâvûd (aleyhisselâm)ın hükmüne başvurdular. O da oğlun büyük kadına ait olduğuna dair hüküm verdi. Davud'un oğlu Süleyman'ın (ikisine de selâm olsun) yanına çıktılar ve durumu ona haber verdiler. O da: Bana bir bıçak getirin, çocuğu ikiye böleceğim, her birinize yarısını vereceğim, küçük kadın: Hayır, Allah'ın rahmeti üzerine olsun, böyle yapmana gerek yok, o onun oğludur, dedi. Bunun üzerine oğulun küçük kadına ait olduğuna dair hüküm verdi. Ebû Hüreyre dedi ki: Ben o zamana kadar (bıçağa) sikkîn denildiğini duymamıştım. Bizler bu anlamda ancak "el-mudye" lâfzını kullanırdık. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Enbiyâ 40, Ferâiz 30; Müslim, Aktliye 20; Nesâi, Âdâbu'l-Kudât H. 16; Müsned, II, 322, 340.

Bu hükmün Dâvûd (aleyhisselâm)ın bir fetvâsıdır, şeklindeki görüş zayıf bir görüştür. Çünkü o bir peygamberdi ve onun verdiği fetva bir hüküm idi. Diğer görüş de uzak bir ihtimaldir. Çünkü yüce Allah:

"Hani... ekin hakkında hüküm veriyorlardı" diye buyurmakta ve böylelikle onların her birisinin ayrı ayrı hüküm vermiş olduğunu beyan etmektedir. Hadîs-i şerîfte geçen: "Çocuğun büyük kadına ait olduğuna dair hüküm verdi" ifadesi de vermiş olduğu hükmünün geçerli ve yerine getirilen bir hüküm olduğuna delil teşkil etmektedir.

Hele şöyle diyenler oldukça uzak bir İhtimali dile getirmişlerdir: Onun çocuğun büyük kadının hakkı olduğuna dair hüküm vermesi, kadının büyük olması dolayısıyla lehine hüküm vermesinin, Davud'un şeriatının bir gereği olduğundandı. Bunun tutarsızlık sebebi, büyüklüğün ve küçüklüğün davalar esnasında uzunluk, kısalık, siyahlık ve beyazlık gibi göz önünde bulundurulmaması gereken şeyler oluşundan dolayıdır. Çünkü bunların hiçbirisi davacıların herhangi birisinin görüşünü tercih etmeyi gerektirmez ki, bundan dolayı onun lehine ya da aleyhine hüküm vermek söz konusu olsun. Hüküm şer'î âyetlerin getirdiklerinin iyice kavranılmasından hareketle doğruluğu kestirilebtlen şeyler arasında yer alır.

Burada söylenmesi gereken şudur: Dâvûd (aleyhisselâm)ın çocuğun büyük kadına ait olduğuna hüküm vermesi, kendisince o kadının sözünü tercih etmesini gerektiren bir sebepten ötürü olmuştur. Hadîs-i şerîfte bunu tayin eden bir ifade yoktur. Çünkü bunun tayin edilmesini gerektiren bir sebep de yoktur. Belki çocuk elinde idi. Diğerinin ise delil getirebilmekten yana âciz olduğunu bilmişti. Bu sebebten ötürü çocuğun o kadına ait olduğuna dair hüküm verdi ve bunu mevcut olanı, mevcut hali üzere bırakmak (İstishâb) esasına dayanarak yapmıştı.

Böyle bir yorum bu hadis ile ilgili olarak yapılan açıklamaların en güzelidir. İndirilmiş şeriatlerin hakkında ihtilâf etmiş olmaları uzak bir ihtimal bulunan şer'î davalar ile ilgili kaidelerin, lehine tanıklık ettiği de budur. O bakımdan; Eğer Dâvûd şer'î bir sebebe binaen böyle bir hüküm vermiş ise, Süleyman'ın onun hükmünü nakzetmesi nasıl uygun düştü, denilemez. Böyle bir itiraza şu şekilde cevap verilir:

Süleyman (aleyhisselâm) babasının hükmünü nakzetmeye kalkışmış değildir. O oldukça incelikli bir yola başvurmuştur ve bu sebebten küçük kadının doğru söylediğini anlamıştır. Bu da şudur: Haydi bana bir bıçak getir. Ben aranızda bu çocuğu ikiye paylaştırayım deyince, küçük kadın: Hayır dedi. Böylelikle o küçük kadında tesbit ettiği şefkat karinesi İle, bunun büyük kadında bulunmadığını görmesi, bir de küçük kadının doğru söylediğine dair kendisinde yeterli bir kanaat ve bilgi hasıl edecek başka bir takım karineleri de eklemiş olması muhtemel olduğundan, çocuğun küçük hanıma ait olduğuna hüküm vermiştir. Onun bu şekilde bir hüküm vermesine uygun sebep teşkil eden hususlardan birisi de, kendi bilgisine dayanarak hüküm vermesi olabilir.

Nesâî bu hadisi naklettiği babta: "Hakim'in kendi bilgisine dayanarak hüküm vermesi" Nesâî, Âdâbu'l-Kudât 14. diye bir başlık kullandığı gibi, yine aynı şekilde bu hadis için: "Hakim'in hakkın ortaya çıkması için yapmayacağı bir şey hakkında: Onu yapayım diyebileceği" Nesâî, ÂdâbıTI-Kudât 15. şeklinde; yine bu hadis ile ilgili olarak: "Hakim'in kendisi gibi yahut kendisinden daha üstün bir başka hakimin vermiş olduğu hükmü bozması" Nesâi. Âdâbu'l-Kudât 16. diye bir başlık açmıştır.

Büyük hanımın çocuğun Süleyman (aleyhisselâm)ın bu hususta ciddi ve kararlı olduğunu görmesi üzerine küçük kadına ait olduğunu itiraf etmiş olması ve bunun üzerine onun da çocuğun küçük hanıma ait olduğuna dair hüküm vermiş olması İhtimali de vardır. Böylelikle bu, hakimin yemin ile hükmetmiş olmasına benzer. Kişi yemin etmeye kalkınca bu sefer inkâr edenden ikrar etmesini gerektiren bir husus ortaya çıkar. Bu durumda hakim onun aleyhine yeminden önce de, sonra da bu ikrar gereğince hüküm verir ve bu da birinci hükmü nakzetmek kabilinden olmaz. Aksine sebeplerin değişmesine uygun olarak hükümlerin değişmesi kabilinden olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Bu hadisteki fıkhî İnceliklere gelince; peygamberlerin de içtihİsimlerina göre hüküm vermeleri câiz görülmüştür. Bunu daha önceden zikrettik. Bir diğer fıkhî incelik şudur: Hakimler hakları ortaya çıkartacak bir takım yollara başvurabilirler ve bu güçlü bir zekâ ve kavrayışın, insanların durumlarım yakından tanıyışın bir neticesidir. Bazen takva ehlinde dini ve nuranî bir feraset bulunabilir. Bu da Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Bu hususta: Anne (çocuğunun nesebine) ilhak edilebilir, diyenlerin lehine bir delil de vardır. Bu Malik'in mezhebinde meşhur bir görüş değildir, bunu söz konusu etmenin yeri de burası değildir.

Özetle söyleyecek olursak bu meselede Süleyman (aleyhisselâm)ın hüküm vermesi dolayısıyla yüce Allah:

"Biz onu hemen Süleyman'a kavratmıştık" âyeti ile ona övgüyü de kapsamaktadır.

13- Hayvanların Verdikleri Zararların Hükmü:

Ekine dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Bu olayda şeriatimizdeki hükme gelince: Bahçe ve ekin sahipleri gündüzün bahçelerini ve ekinlerini korumakla yükümlüdürler. Bundan sonra ise mislî olan şeylerde misilleriyle kıyemî olan şeylerde de kıymetleriyle tazminat söz konusudur. Şeriatimizde bu meselenin asıl dayanağı, Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)in, el-Berâ b. Âzib'in devesi ile ilgili olarak vermiş olduğu hükümdür. Bunu İmâm Mâlik, İbn Şihab'dan rivâyet etmektedir. Onun, Haram b. Sa'd b. Muhayyisa'dan rivâyet ettiğine göre el-Bera'nin devesi bir adamın bahçesine girdi ve orada bir takım zararlara sebeb oldu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)da bahçe sahiplerinin bahçelerini gündüzün konamakla yükümlü olduklarına, davarların geceleyin verdikleri zararların tazminatının da sahipleri tarafından ödeneceğine hüküm verdi. Muvattâ'; Akdiye 37; Ebû Dâvûd, Buyû’ 90; İbn Mâce, Ahkam 13; Müsned, V, 436.

Hadîsi bu şekilde bütün raviler mürsel olarak rivâyet etmişlerdir. Aynı şekilde İbn Şihab'ın arkadaşları da İbn Şihab'dan böylece rivâyet etmişlerdir. Ancak İbn Uyeyne bunu ez-Zührî'den, o Said b. Haram b. Sa'd b. Muhayyisa'dan: el-Berâ'nın devesi diyerek bunun bir benzerini ve bu manada rivâyet etmiştir.

Diğer taraftan İbn Ebi Zi'b de İbn Şihab'dan rivâyet ettiğine göre kendisine el-Berâ'nın devesinin baz: kimselere ait bir bahçeye girdiğine dair haber ulaştığını belirterek Malik’in rivâyet ettiği hadisin aynısını nakletmektedir. Ancak o Haram b. Sa'd b. Muhayyısa'yı da başkasını da zikretmemektedir.

Ebû Ömer dedi ki: İbn Ebi Zi'b bu rivâyetin senedini bozmaktan başka bir şey yapmış değildir.

Yine bunu Abdu'r-Rezzak, Ma'mer'den, o ez-Zührî'den, o Haram b. Muhayyisa'dan, o babasından, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan rivâyet etmiş olmakla birlikte; bu hususta Abdu'r-Rezzak'a mutabaat yapılmamıştır ve onun Haram b. Muhayyisa'dan, o babasından... demesini kabul etmemişlerdir.

Yine bu hadisi İbn Cüreyc, İbn Şihab'dan rivâyet etmektedir. İbn Şihab dedi ki; Bana Ebû Umame b. Sehl b. Huneyf naklettiğine göre; bir dişi deve bazılarına ait bir bahçeye girdi ve orada bazı zararlara sebeb oldu diyerek, hadisi İbn Şihâb'dan, o Ebû Umame'den diye nakletmiştir. Bu dişi devenin el-Berâ'ya ait olduğundan da söz etmemektedir. Hadisin İbn Şihab'dan, o İbn Muhayyisa'dan senedi ile ve yine aynı şekilde Said b. el-Museyyeb'den ve Ebû Umame'den de rivâyet edilmiş olması mümkündür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Böylelikle onlardan rivâyet eden, onlardan dilediği kimseden, hatırına geldiği üzere rivâyet etmiştir. Bunların hepsi de güvenilir ravilerdir.

Ebû Ömer dedi ki: Her ne kadar bu hadis mürsel ise de, hadis İmâmlarının mürsei olarak rivâyet ettikleri meşhur bir hadistir. Güvenilir raviler de bunu nakletmiş, Hicaz fukahâsı bu hadise göre hüküm vermiş ve onu kabul ile karşılamıştır. Medine'de de bu hadis gereğince amel edilegelmiştir. Gerek Medinetilerin, gerekse de diğer Hicazlıların bu hadisi delil alıp kullanmış olmaları yeterlidir. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, XXII, 250 vd. Ayrıca bk.: İbn Abdi’l-Berr, et-Temhîd, XI, 81.

14- Davarların, Verdikleri Zararların Hükmü;

Malik ve İmâmların Cumhûru el-Berâ hadisi gereğince görüş belirtmişlerdir, Ebû Hanîfe, arkadaşları ve bir grup Küfe alimi bu hükmün nesh olduğu kanaatindedir. Bunlara göre davarlar, gece ya da gündüz eğer bir ekine zarar verecek olurlarsa, o davarların sahiplerinin herhangi bir sorumlulukları yoktur. Bunlar davarların bu gibi zararlarını Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Hayvanın yaralaması hederdir" Buhârî, Zekât 66, Diyât 28; Müslim, Hudûd 45, 46; Ebû Dâvûd, Diyât 27; Tirmizî, Zekât 16, Diyât 37; Nesâî, Zekât 28; İbn Mâce, Diyar 27; Dârimî, Zekât 30, Diyât 19; Muvattâ', Uhûl 12; Müsned, II, 239, 254, 285... hadisinin genel çerçevesi içerisine sokmuşlar ve hayvanların yaptıkları bütün diğer işlerini (verdikleri zararları) yaralamalarına kıyas etmişlerdir.

Bu görüşü Ebû Hanîfe'den önce belirten kimsenin olmadığı da söylenmiştir. Ne onun ne de ona tabi olanların bu hadiste lehlerine delil olacak bir taraf yoktur. Bunun el-Berâ hadisini neshetmiş olması ve onunla çelişmesine gelince; nesh şartlan burada bulunmamaktadır. Çelişki (tearuz) ise bir hadisin hükmünü kabul etmenin ancak diğer hadisi reddetmekle mümkün olması halinde söz konusu olabilir. "Hayvanın yaralaması hederdir" genel ve ittifakla kabul edilmiş bir hadistir. Daha sonra Peygamber ekinleri ve bahçeleri el-Berâ hadisiyle tahsis etmiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın aynı hadiste; "Hayvanın gündüzün yaralaması hederdir, geceleyin heder değildir. Ekinlerde, bahçelerde ve tarlalarda böyledir" diye bir rivâyet gelmiş olması; imkânsız görülecek bir şey değildir. Bu durumda (bu hadisler hakkında) bunların çeliştikleri (taaruz ettikleri) nasıl söylenebilir? Bu gibi hadisler usûl kitaplarında belirtildiği üzere umum ve hususiyet bildiren hadisler kabilindendîr, o kadar,

15- Hayvanın Geceleyin Verdiği Zarar İle Gündüzün Verdiği Zarar Arasında Fark Gözetmenin Hikmeti:

Leys b. Sa'd: Davar sahipleri gece olsun, gündüz olsun yaptıkları bütün zararların tazminatını öder. Ancak davarların değerinden daha fazla da tazminat ödemez; demişken Sari'in gece ile gündüz verilen zarar arasında fark gözetmesinin hikmeti nedir? diye sorulacak olursa cevabımız şu olur

Aralarındaki fark açıktır. Çünkü davar sahiplerinin hayvanlarını gündüzün otlamak üzere salmaları bir zorunluluktur. Çoğunlukla görülen de şu ki: Ekini bulunan kimseler gündüzün ekinlerini gözetler, korur ve ona zarar vermek isteyenlere karşı ekinini himaye eder. O bakımdan ekinin gündüzün korunmasını ekin sahiplerine görev olarak tesbit etmiştir. Çünkü gündüz geçimi sağlamak için tasarrufta bulunulacak bir vakittir. Nitekim yüce Allah:

"Gündüzü degeçim zamanı kıldık" (en-Nebe', 78/11) diye buyurmaktadır. Gece geldi mi artık herşeyin yerine ve istirahat edeceği meskenine dönüş zamanı geldi, demektir. Nitekim yüce Allah söyle buyurmaktadır:

"Allah'tan başka size içinde rahat bulacağınız geceyi getirecek ilâh kimdir?" (el-Kasas, 28/72);

"Geceyi de bir sükûn vakti... kıldı." (el-En'âm, 6/76) Davar sahipleri de davarlarını korumak maksadıyla yerlerine geri getirirler. Davar sahibi bir kimse davarını evine geri çevirmekte kusurlu hareket eder yahut geceleyin yayılmasını başkasına ait herhangi bir şeyi telef edecek şekilde zaptedemeyîp etrafa yayılmasını engelleyemeyecek olursa, o vakit verdiği bu zararın tazminatını ödemesi gerekir. Böylelikle hüküm daha uygun ve daha müsamahalı olan şekilde cereyan edegelmiştir. Bu şekildeki bir hüküm her iki kesim hakkında da daha insaflıcadır. Her İki kesim için daha kolaydır, her iki tarafın malını daha bir koruyucudur. Artık gözlen gören ve duyu organları sağlam olan kimseler için sabah apaçık aydınlığıyla ortadadır.

el-Leys b. Sa'd'ın: "Davarın kıymetinden daha fazlasını tazminat olarak ödemez" şeklindeki sözlerine gelince, Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) şöyle demiştir: el-Leys b. Sa'd'ın bu görüşünü neye dayanarak İleri sürdüğünü bilmiyorum, ancak bunu cinayet işleyen köleye kıyas etmiş olması hali müstesnadır. Çünkü böyle bir köle kendi değerinden daha fazlası karşılığında azad edilmiş sayılmaz. Kölenin cinayet işlemesi halinde de kölesinin kıymetinden fazlasını efendi ödemekle mükellef değildir. Ancak böyle bir kıyas şekli oldukça zayıftır. İbn Abdi’l-Berr, "et-Temhid" ve "el-İstizkâr"da böyle demiştir. Böylelikle (el-Leys) "hayvanın yaralaması hederdir" hadisine de el-Berâ'ya ait dişi deve ile ilgili hadise de muhalefet etmiştir. Bu konuda aralarında Atâ'nın da bulunduğu İlim adamlarından bir kesim ondan daha önce bu doğrultuda görüş belirtmişlerdir. İbn Cüreyc dedi ki: Atâ'ya şöyle sordum: Ekine davar gece yahut gündüz zarar verecek olursa (ne olur?) Sahibi bunun tazminatını öder, zararını verir. Ben: Ekin ister korunmuş, ister korunmamış olsun (hüküm yine böyle midir)? diye sordum. O, evet. Tazminatını öder, dedi. Bu sefer ben: Ne öder? diye sordum. O da: Eşeğinin, bineğinin ve davarının yediklerinin kıymetini, dedi.

Ma'mer de, İbn Şubrüme'den şöyle dediğini nakletmektedir: Ekine zarar görmüş haliyle dirhem cinsînden değer biçilir.

Ömer b. el-Hattâb ile Ömer b. Abdu'l-Aziz'in -Allah ikisinden de razı olsun- (Sahih olmayan yollarla); Davar sahibi gece ya da gündüz (davarının verdiği zararın) tazminatını öder, dedikleri rivâyet edilmektedir.

16- Hayvanların Gece Verdikleri Zararların Tazminatı Ödeme Şekli:

Malik dedi ki: Davarların geceleyin ekinlere verdikleri zararlar korku ile ümit arası (bir hassasiyetle) değerlendirilir. Korunan bahçelerle, korunmayanlar, üzerlerinde engel bulunanlarla, bulunmayanlar arasında fark yoktur.

17- Telef Edilen Ekinin Kıymetini Tesbit Zamanı:

Ekinde yeşermesi yahut yeşermemesi -küçük çocuğun dişinin çıkmasının beklenmesinde olduğu gibi- beklenmez. Îsa, İbnu'l-Kasım'dan naklen şöyle demektedir: Kıymeti onun satış zamanına göre tesbit edilir. Eşheb ve İbn Nâfî ise "el-Mecmua"da ondan şöyle dediğini nakletmektedir: İsterse olgunlaşacağı ortaya çıkmamış olsun, farketmez.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Ancak birinci görüş daha kuvvetlidir. Çünkü ekinin sıfatı odur. Dofayısı ile telef olunan şey o anda sahip olduğu nitelikleriyle değer biçildiği gibi, ona da bu haliyle değer biçilir.

18- Telef Edilen Ekinin Tazminatı Ertelenecek Olursa:

Eğer ekin yeşerinceye ve zarar böylelikle ortadan kalkıncaya kadar, malı telef olan lehine herhangi bir hüküm verilmeyecek olursa, bu halden önce otlatmak yahut buna benzer bir menfaat sağlanıyor ise; (hayvanın verdiği zarar dolayısıyla) sağlanamayan o menfaatin tazminatı ödenir. Eğer böyle bir menfaatin sağlanması söz konusu değil ise, tazminat Ödemek de söz konusu olmaz.

Asbağ şöyle der: (Durum ne olursa olsun) tazminat öder. Çünkü telef tahakkuk etmiştir. Bu telefin telafi edilmesi İse, hayvan sahibi tarafından olmamıştır. Dolayısıyla bu telafi, hiçbir şekilde onun lehine değerlendirilemez.

19- Etrafı Çevrili Bahçeler İle Geniş ve Bitişik Tarlalarda Verilen Zararların Tazminatı:

İbn Suhnûn'un "Kitabı"nda şu zikredilmektedir; Hadis, bahçelerinin etrafı çevrili olan Medine gibi yerler hakkındadır. Birbirine bitişik ekinleri ve etrafı korunmamış tarlalar ve aynı şekilde bu türden bahçelerin bulunduğu yerlerde ise, hayvan sahipleri gece ya da gündüz hayvanlarının verdikleri her türlü zararın tazminatını öderler.

Bu görüşüyle sanki hayvanın bu gibi yerlerde eğitilmemesini bir haksızlık olarak kabul etmiş gibidir. Çünkü (eğitilmemiş hayvanların) zarar vermeleri kazınılmaz bir şeydir. Böyle bir kanaat, el-Leys'in görüşüne doğru meyletmek demektir.

20- Bölgenin, Otlak Yahut Ekin Bölgesi Olması Halinde Zararların Tazminatı:

Asbağ, Medine'de şöyle demiştir: Davar sahiplerinin davarlarını, ekincilik yapan köy ve kasabalarda çobansız bırakmamaları gerekir.

İlim adamları buradan harekede şunu söylemişlerdir: Her bir bölge ya ekin ekilen bir yerdir yahut hayvanların otlamak üzere yayıldıkları bir yerdir. Eğer ekin bölgesi ise oraya ancak telef edici bir davar girer. Döylelerini ise sahipleri korumakla görevlidirler. Bu gibi davarların verdikleri zararların tazminatt ister gece, ister gündüz olsun sahipleri tarafından ödenir. Şayet bölge otlak bölgesi ise, bu durumda böyle bir yerdeki ekin sahibi ekinini korumakla görevlidir, davar sahiplerine de bir şey düşmez.

21- Dizginlenebilen Davarlar İle Bizginlenemeyenler:

Davarlar iki türlüdür; Saldırgan olup, zaptedilemeyenler ve zaptedilebilenler. Buna göre Malik de davarların hükmünü iki kısımda mütalâa etmiştir. Dizginlenemeyenler ekinlere, meyvelere saldırma alışkanlığı bulunan davarlar demektir. Malik dedi ki: Bu gibi davarlar başka yere götürülür ve ekin bulunmayan bir yerde satılırlar. Bunu İbnu'l-Kasım "el-Küab"da ve başka yerlerde zikretmektedir.

İbn Habîb de: Sahibi bunu kabul etmese dahi böyledir, demektedir. Yine Malik; ekinleri bozup telef etmekten alıkonulamayan hayvan hakkında: Başka yere götürülür ve satılır demiştir, Zararlarına karşı korunabilen hayvanların sahiplerine, başka yere götürmeleri emredilmez,

22- Arı, Güvercin ve Kümes Hayvanlarının Zararları:

Asbağ dedi ki: Arı, güvercin, ördek ve tavuk da davarlar gibidir. Bunlar saldirganlaşacak olsalar dahi kimse bunlara sahip olmaktan engellenmez. Köy ve kasaba ahalisinin de (bunlara karşı) ekinlerini korumaları gerekir,

İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu zayıf bir rivâyettir. Ona iltifat edilmez. Her kim başkasına zarar vermeksizin, kendisinin de faydalanabileceği bir şey edinmek isterse, ona bu imkân verilir. Ancak başkasına zarar verecek şeyleri edinerek fayda sağlamasına gelince buna yol yoktur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Zarar da yoktur, zarara zararla karşılık vermek de yoktur" İbn Mâce, Ahkâm 17; Muvatta’, Akdiye 31; Müsned, V, 327. diye buyurmuştur.

İbnu'l-Kasım'dan nakledildiğine göre; bu saldırgan hayvanların şehirde olmaları halinde sahiplerine -fiilen zarar vermedikçe- tazminat söz konusu değildir. İbnu'l-Arabî der ki; Benim görüşüme göre hayvanların eğer saldırganlık özellikleri varsa, bundan öncesinden tazminatta bulunmaları gerektiği görüşündeyim. Buradaki tazminattan kastın, hayvanların satımı ve uzaklaştırılması anlamında olma ihtimali vardır.

23- Hayvanın Verdiği Zararın Zamanla İlişkisi:

Abdu'r-Rezzak, Ma'mer'den, o Katade'den, o en-Nehaî'den naklettiğine göre bir koyun, bir dokumacının eğirmiş olduğu yüne zarar verdi. Davayı Şureyh'e götürdüler. en-Nehaî dedi ki: Vereceği hükme dikkat edin. O onlara, bu iş geceleyin mi oldu, yoksa gündüzün mü oldu? diye soracaktır. Gerçekten de öyle sordu, sonra dedi ki: Eğer bu zarar geceleyin olmuşsa (hayvan sahibi) tazminat ödeyecektir, eğer gündüzün olmuşsa tazminat ödemeyecektir. Daha sonra Şureyh: "Hatıl kavmin koyunlarının girdiği ekin hakkında hüküm veriyorlardı" âyetini okudu ve dedi ki: (Ayette geçen): "en-Nefş" geceleyin yayılmak, el-Hemel ise gündüzün yayılmak demektir.

Derim ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın; "Hayvanın yaralaması da hederdir" Bu hadis, daha önce "14. başlık"ta geçmiş bulunmaktadır. Kaynakları da orada gösterilmiştir. âyeti da bu kabildendir.

İbn Şihab dedi ki: "el-Cubâr" heder demektir. "el-Ecma'"de hayvan demektir. İlim adamlarımız dediler ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Hayvanın yaralaması hederdir" âyetinin zahirinden anlaşıldığına göre hayvanın tek başına telef ettiği şeylerde herhangi bir şey söz konusu değildir. Şayet beraberinde onu önden çeken yahut arkadan yeden ya da bir binicisi var da onlardan birisi bir şeyin üzerine gitmesini sağlayarak telef etmesine sebeb teşkil ederlerse, o takdirde telef olunan şeyin hükmü gereğince sorumlu olur. Şayet bu kısas ile tazminatı ödenen bir cinayet olursa ve hayvanın üzerine sürülmesi kasti ise; bunda kısas gerekir. Bu konuda ihtilaf yoktur, çünkü binek de bu durumda alet gibidir. Eğer kasıt yoksa o takdirde karşılığında âkile tarafından diyet ödenmesi gerekir. Telef edilen şey mal ise; bu cinayete sebeb teşkil edenin malından tazminat söz konusu olur.

24- Hayvanın Ayağından Yahut Kuyruğundan Zarar Görenin Durumu:

Hayvanın ayağı yahut kuyruğu kendisine isabet eden kişi hakkında fukahâ farklı görüşlere sahiptir. Mâlik, el-Leys ve el-Evzaî o hayvanın sahibinin tazminat ödemesi gerektiği kanaatinde değildir.

Şâfiî, İbn Ebi Leylâ ve İbn Şubrume ise, sahibi tazminat öder, demişlerdir. Saldırgan olan hayvan hakkında ise farklı görüşleri vardır. Onların çoğunluğu, bu da öyle olmayan diğer hayvanlar gibidir derken, Malik ve kimi arkadaşları sahibinin tazminat ödemesi gerektiği kanaatindedirler.

25- Heder Kabul Edilen Diğer Zararlar:

Süfyan b. Huseyn, ez-Zührî'den, o Said el-Museyyeb'den, o Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "(Hayvanın) ayak(ıyla isabet ettiği) hederdir." Dârakutnî dedi ki: Bu hadisi Süfyan b. Huseyn'den başkası rivâyet etmemiştir, bu hususta ona uyan yoktur. Ayrıca ez-Zührî'den rivâyet eden hadis hafızları ona muhalefet etmişlerdir. Malik, İbn Uyeyne, Yûnus, Ma'mer, İbn Cüreyc, ez-Zübeydî, Ukayl ve Leys b. Sa'd ile başkaları bunlar arasındadır. Bunların hepsi de bu hadisi ez-Zührî'den rivâyet ederek şöyle demişlerdir: "Hayvan(ın telefi) hederdir. Kuyu (ile telef olan) hederdir. Maden (dolayısıyla telef olan) hederdir,"

Bunların hiçbirisi ayağın telef ettiğinden söz etmezler. Doğru rivâyet de budur.

Ebû Salih es-Semmân, Abdu'r-Rahmân el-A'rec, Muhammed b. Şîrîn, Muhammed b. Ziyad ve diğerleri de Ebû Hüreyre'den böylece rivâyet etmişler ve bu rivâyetlerinde "ayakdn telef ettiği) de hederdir" lâfzını söz konusu etmemişlerdir. Ebû Hüreyre'den bellenen şekil de böyledir. Dârakutnî, III, 152

26- Zararları Heder Olan Şeyleri Sayan Hadislere Dair:

Hazret-i Peygamber'in: "Kuyu (ile telef olan) da hederdir" âyetinden, bunun yerine "ve ateş(de telef olan)" diye de rivâyet edilmiştir. Dârakutnî dedi ki: Bize Hamza b. el-Kasım el-Haşimî anlattı. Bize Hanbel b. İshak anlattı, dedi ki: Ben Ebû Abdullah Ahmed b. Hanbel'i, Abdu'r-Rezzak'ın hadisi hakkında şöyle derken dinledim: Ebû Hüreyre yoluyla geldiği söylenen: "Ve ateş(de telef olan) da hederdir" şeklindeki hadisin hiçbir değeri yoktur. Bu ifade kitapta yazık değildir ve batıldır, sahih de değildir. Bize Muhammed b. Mahled anlattı, bize İshak b. İbrahim b. Hanî anlattı, dedi ki: Ben Ahmed b. Hanbel'i şöyle derken dinledim: Yemen ehli "en-nar" kelimesini (elif yerine ya ile); "en-neyr" şeklinde "el-bi'r" kelimesini de (şeklen ona benzer) ve hemze yerine "ya" ile yazarlar. Yani bunlar (hat itibariyle) birbiri gibidir. "Ateş(de telef olan) da hederdir" ifadesini telkin eden de Abdu'r-Rezzak'tır. er-Remâdî dedi ki; Abdu'r-Rezzak dedi ki: Ma'mer dedi ki: Benim görüşüme göre bu ancak bir vehimdir (yanılmadır) Dârakutnî, III, 152-153.

Ebû Ömer (İbn Abdi'l-Berr) dedi ki; Ma'mer, Hemmam b. Münebbih'den, o Ebû Hüreyre'den, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan: "Ateş(de telef olan) da hederdir" hadisi rivâyet edilmektedir. Yahya b. Maîn ise şöyle demiştir: Bunun aslı "el-bi'r (kuyu)"dır. Ancak Ma'mer bunu tashif Tüsklf: Hadislerin metin ve senedinde geçen bazı kelime ve isimlerin bazı harflerine nokta yokken koymak ya da olanı koymamak suretiyle yapılan yanlışlıktır. (Prof. Dr Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, s. 428) etmiştir. Ebû Ömer (devamla) dedi ki: İbn Main bu sözüne delil getirmemektedir. Güvenilir ravîlerin hadisleri böylece reddedilmez. Vekî', Abdu’l-Aziz b. Husayn'dan o Yahya b. Yahya el-Gassânî'den şöyle dediğini nakletmektedir: Adamın birisi tarlasında ekininde arta kalanları yaktı. Ateşten bir kıvılcım sıçrayıp komşusuna ait bir şeyler yaktı. Bu hususta İbn Husayn, Ömer b. Abdu’l-Aziz (radıyallahü anh)a mektup yazıp, hükmü sordu. O da şunları yazdı: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Hayvan(ın telef ettiği) hederdir" diye buyurmuştur. Benim görüşüme göre ateşin telef ettiği de hederdir. İbn Abdi’l-Berr, el-İsüzkâr, XXV, 216-217

Bu hadiste (hayvan demek olan): el-Acmâ' yerine (yayılan hayvan demek olan): "es-Sâime(nin telef ettiği) de hederdir." Müsned, III, 335, 354 şeklinde de rivâyet edilmiştir. İşte bu hadisin lâfızları ile ilgili olarak varid olanlar bunlardır. Her bir mananın hadisin şerhinde ve fıkıh kitaplarında söz konusu edilmiş sahih bir lâfzı da vardır.

"Davud'a da onunla birlikte tesbih etsinler diye dağları ve kuşları müsahhar kıldık" âyeti hakkında Vehb dedi ki; Dâvûd teşbih ederek dağların yanından geçer, dağlar da teşbih ile ona karşılık verirlerdi, kuşlar da aynı şekilde.

Şöyle de açıklanmıştır: Dâvûd kendisinde biraz yorgunluk hissetti mi dağlara emreder, onlar teşbih ederlerdi ve bu kendisi teşbihi özleyinceye kadar devam ederdi. İşte bundan dolayı

"müsahhar kıldık" diye buyurulmuştur. Biz o dağları onlara tesbih etmelerini emrettiği vakit ona itaat edecek şekilde yarattık, demektir.

Bir diğer açıklamaya göre; dağların onunla birlikte yol alması onların teşbihi idi. Çünkü teşbih (yüzmek demek olan) "sibâhafdan alınmadır. Buna delil de yüce Allah'ın:

"Ey dağlar, siz de onunla dönüş yapın (tesbih edin.)" (Sebe’, 34/10) âyetidir.

Katade dedi ki:

"Tesbih etsinler" o namaz kıldığı vakit, onlar da namaz kılsınlar demektir. Çünkü teşbih namazdır.

Bunların hepsi muhtemel açıklamalardır. Bu da yüce Allah'ın dağlara yaptırdığı bir iştir. Çünkü dağların eren bir akılları yoktur. Onların tesbih etmeleri yüce Allah'ın, âcizlerin ve sonradan yaratılmışların (muhdeslerin) sıfatlarından münezzeh oluşuna delil teşkil etmektedir.

80

Ve Biz, ona sizin faydanıza sizi Savaşlarınızda korusun diye giyecek yapma sanatını öğrettik. Acaba şükredecek misiniz?

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1- Demirden Zırh Yapma Sanatı:

"Ve Biz, ona sizin faydanıza... giyecek yapma sanatını öğrettik." Yani demiri kendisine yumuşatmak suretiyle zırh edinme sanatını öğrettik.

"Lebûs": Giyecek" Araplarca her türlü silâhın adıdır. Bu ister tam bir zırh olsun, ister yarım zırh olsun, ister kılıç, ister mızrak olsun. el-Hüzelî bir mızrağı nitelendirirken şöyle demektedir:

"Beraberimde Öyle bir lebûs (mızrak) vardır ki o kahraman için;

Dehşetle kaçıp giden öküzün alnındaki bir boynuz gibidir "

Lebûs, giyilen herbir şey demektir: İbnu's-Sikkît de şu beyiti nakletmektedir:

"Her bir durum için ona has elbisesini giyin,

Ya onun nimetlerini yahut da sıkıntılarını.”

Yüce Allah burada zırhı murad etmektedir. Bu kelime melbûs (giyilen şey) anlamındadır. Nitekim "binilen" anlamında "er-rekûb" ile "sütü sağılan" anlamında da "el-halûb" de bu kabildendir.

Katade dedi ki: Halkalı zırhlan ilk imal eden kişi Dâvûd (aleyhisselâm)dır, O zamana kadar zırhlar düz parçalardan oluşuyordu, bunları ören ve halkalar halinde ilk yapan kişi odur.

2- Savaşta Silâhlara Karşı Korunmak:

"Sizi Savaşlarınızda korusun diye" yani giriştiğiniz Savaşlarda sizi himaye etsin diye.

Kılıç, ok ve mızrağa karşı yani Savaşlarınızdaki âletlere karşı sizi korusun diye anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna göre muzaf hazfedilmiştir.

İbn Abbâs dedi ki:

"Savaşlarınızda" âyeti, silâhlarınıza karşı... demektir. ed-Dahhak: Düşmanlarınızın size karşı Savaşlarınızda diye... açıklamıştır. Anlam birdir.

el-Hasen, Ebû Ca'fer, İbn Âmir, Hafs ve Ravh "Sizi... korusun diye" âyetini sıfata bağlı olarak "te" ile okumuştur. Burada: "Sıfata bağlı olarak" diye tercüme ettiğimiz ibare; metinde: "redden ale's-sıfatı" şeklindedir. Ancak bunun böyle olmasının burada bir manası yoktur. Doğrusu: Reciden ala's-san'ti" şeklinde olması gerekir. O taktirde ifade "(âyette geçen) sanat lâfzı müennes (dişil) olduğundan fiil de milennes kipi ile gelmiştir..." demek olur. Bu sanatla Savaşta kendinizi koru yasınız... anlamına gelir Bundan sonraki diğer açıklamalar da bu kanaatimizi doğrulamaktadır Ayrıca bk. el-Ferrâ', Meâni'l-Kur'ân, II, 209.

Bunun giyecek ve zırhlar demek olan "koruma"ya ait olduğu da söylenmiştir. Şeybe, Ebû Bekir, el-Mufaddal, Ruveys ve İbn Ebi İshak ise bunu "sizi koruyalım diye" anlamında olmak üzere "te" yerine "nûn" ile okumuşlardır. Buna sebeb de "ve Bizona... öğrettik" diye buyurulmuş olmasıdır. Diğerleri ise "ya" ile (sizi koruması için anlamında) diye okumuşlar ki, bu fiilin öznesi ya "giyecekler"dir, yahut da mana "Allah sizi korusun diye" demektir.

"Acaba" sizin için zırh yapmanın kolaylaştırılması nimetine karşılık

"şükredecek misiniz" âyet Rasûlüme itaat etmek suretiyle "acaba şükredecek misiniz" diye de açıklanmıştır.

3- Sanayi ve Sebeblere Başvurmak:

Bu âyet-i kerîme çeşitli sanayi dallarıyla uğraşmak ve sebeblere baş vurmak noktasında aslî bir delildir. Akıl ve fikir sahiplerinin kabul ettiği görüş de budur. "Bu gibi şeyler zayıf kimseler için meşru kılınmıştır" diyen cahil ve ahmakların görüşü doğru olamaz, sebeblere başvurmak Allah'ın yarattıklarındaki bir sünnetidir. Buna kim dil uzatırsa Kitab ve sünnete de dil uzatmış olur ve sözünü ettiğimiz kimseleri de zaafa ve Allah'ın minnetini kabul etmemeye nisbet etmiş olur. Yüce Allah, peygamberi Dâvûd (aleyhisselâm)'ın zırh yaptığını bize haber vermektedir. Aynı şekilde o hurma yaprağından zenbil de yapardı, el emeği ile geçinirdi. Âdem çiftçi, Nûh marangoz, Lokman terzi, Talut da tabak idi, sakalık yaptığı da söylenmiştir. Kişi sanat sahibi olmakla İnsanlara el açmaktan kendisini korur, sanat sayesinde kendisine gelecek zararları ve fakirliği uzaklaştırır. Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmaktadır: "Muhakkak Allah meslek sahibi (mesleğinde çalışan) zayıf, iffetli hareket eden mü’mini sever. Buna karşılık ısrarla dilencilik yapan kimseye de buğz eder." "Muhakkak Allah meslek sahibi mü’mini sever" şeklinde: Taberâni, el-Mu'cemu'l-Evsat, IX, 431; Beyhâkl, Şuabvrl-Îman II, 88. 

Buna dair daha geniş açıklamalar ileride el-Furkan Sûresi'nde (25/20. âyet, 3. başlıkta) gelecektir. Daha önceden de birden çok âyet-i kerîmede bu hususa dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Bu açıklamalar da yeterlidir. Yüce Allah'a hamd olsun.

81

Süleyman'ın emrine de şiddetli rüzgarı verdik. Onun emriyle bereket verdiğimiz toprağa hızlıca götürürdü. Biz herşeyi bilenleriz.

"Süleyman'ın emrine de şiddetli rüzgarı verdik." Yani şiddetle esen rüzgarı Süleyman'ın emrine musahhar kıldık. Bu kökten olmak üzere; Rüzgar şiddetle esti" denilir. Şiddetle esen rüzgara da; ve denilir. Esedoğulları lehçesinde; "Rüzgar şiddetle esti" denilir. îsm-i faili de; İle ...diye gelir. ise, saman demektir. Rüzgarın şiddetli esişine de bu isim verilmiştir. Çünkü rüzgar samanı yerinden alıp şiddetle uçurur.

Abdurrahman el-A'rec, es-Sülemî ve Ebû Bekr "ha" harfi ötreli olarak makabli (önemli âyetler) ile ilişkili olmaksızın diye okumuşlardır. "Süleyman'a da rüzgar musahhar kılınmıştı" anlamında mübtedâ ve haber olur.

"Onun emriyle bereket verdiğimiz toprağa" yani Şam'a

"hızla götürürdü."

Rivâyet edildiğine göre rüzgar onu ve arkadaşlarını istediği yere götürür, sonra tekrar Şam'a geri getirirdi.

Vehb dedi ki: Dâvûd oğlu Süleyman meclisine gitmek üzere çıktığı vakit kuşlar huzurunda dururlar. Cinler ve insanlar o tahtına oturuncaya kadar huzurunda ayakta kalırlardı. Çokça Savaşan, gazaya çıkan birisi idi. Gaza yapmaksızın yerinde durmazdı. Gaza yapmak istedi mi emir verir, keresteler yere uzatılır, insanlar, hayvanlar, Savaş aletleri bu kerestelerin üzerlerine konurdu.

Sonra hızlıca esen rüzgara emir verir. O da bunları taşırdı. Sonra tatlı ve yumuşak esen rüzgara emir verir ve bu rüzgar onu gidişi bir ay, gelişi bir ay süren bir mesafeye kadar götürürdü. İşte yüce Allah'ın:

"Biz de emriyle yumuşak olarak istediği yere akıp giden rüzgarı emrine verdik." (Sad, 38/36) âyetinin anlamı budur. "er-Ruhâ"' yumuşak esen rüzgar demektir.

"Biz herşeyi bilenleriz." Yani Biz her ne yaparsak onun tedbir ve idaresini çok iyi bilenleriz.

82

Şeytanlardan denize dalan ve onun İçin bundan başka işler görenleri de (emrine vermiştik). Onları gözetenler Bizlerdik.

"Şeytanlardan denize dalan...lan da" musahhar kılmıştık. Bununla su allına dalanları kastetmektedir. Yani bunlar onun İçin denizden mücevherat çıkartırlardı.

"el-Ğavs" suyun altına inmek demektir. "Suya battı, demek" olur. Bir şeye hücum edene de; denilir. "el-Ğavvâs" inci çıkarmak üzere denize dalan kişi demektir. Bu işin yapılmasına da "el-ğıyâse" denilir.

"Ve onun için bundan başka işler görenleri" yani dalmanın dışında başka işler yapanları... (musahhar kıldık.) Bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır. Bununla büyük binalar, büyük heykeller ve buna benzer yerine getirilmesi için kullandığı, görevlendirdiği işlerin yapılmasını kastetmektedir; de denilmiştir.

"Onları" yani amellerini

"gözetenler Bizlerdik." el-Ferrâ' dedi ki: Amellerini bozmaya karşı onları koruyanlar; yahut Süleyman döneminde Âdemoğullarından herhangi birisini rahatsız etmelerine karşı onları koruyanlar Bizlerdik.

Onları kaçmaktan yahut da emre karşı gelmekten "gözetenler Bizlerdik" diye de açıklanmıştır. Yahut da Biz onları emrime karşı gelmekten yana koruduk.

Hamam, hamam otu, değirmenler, şişelerdeki çeşitli ilaçlar ve sabunun şeytanların ortaya çıkardıkları şeyler oldukları da söylenmiştir.

83

Eyyûb'u da (an). Hani Rabbine: "Rabbim, başıma bu belâ gelip çattı ve Sen merhametlilerin merhametlisisin" diye seslenmişti.

"Eyyûb'u da" an.

"Hani Rabbine! Rabbim başıma bu belâ gelip çattı... diye seslenmişti." Yani benim bedenimde bir belâ, malımda ve aile halkımda bir musibel gelip beni buldu.

İbn Abbâs dedi ki: Ona

"Eyyûb" adının veriliş sebebi, her durumda yüce Allah'a dönüşünden dolayıdır.

Rivâyet edildiğine göre Eyyûb (aleyhisselâm) oldukça büyük serveti bulunan Rumlardan bir adam idi. Oldukça iyi, takva sahibi, yoksullara merhametli idi. Yetimleri ve dulları görüp gözetiyor, ihtiyaçlarını karşılıyor, misafire ikramlarda bulunuyor, yolda kalmışı gideceği yere kadar ulaştırıyor, yüce Allah'ın nimetlerine şükrediyordu. Kavmi ile birlikte zorba olan büyüklerinin huzuruna girdiler ve bir hususta onunla konuştular. Eyyûb kendisine ait olan bir ekin dolayısıyla onunla yumuşak konuşmaya başladı. Yüce Allah da kendisini, malını ve ailesini kaybetmekle bedeninde de hastalıkla imtihan etti. Öyle ki eti parça parça döküldü, bedeni kurtlandı. Sonunda onun hemşehrileri kendisini kasabanın dışına çıkardılar. Hanımı kendisine hizmet ederdi.

el-Hasen dedi ki: Bu şekilde dokuz yıl, altı ay kaldı. Yüce Allah onu kurtarmayı murad edince kendisine;

"Ayağını yere vur. Bu hem yıkanacak, hem içilecek soğuk bir sudur." (Sâd, 38/42); bu senin için şifa kaynağı olacaktır, Ben sana aile halkını, malını, çocuklarını ve onlarla beraber bir o kadarını geri bağışladım, diye buyurdu. İleride Sâd Sûresi'nde (38/41. âyet ve devamının tefsirinde) müfessirlerin Eyyûb kıssası İle İlgili olarak şeytanın kendisine musallat kılınması ve bu kanaati savunanların görüşlerinin reddedilmesi ile ilgili açıklamalar -yüce Allah'ın izniyle- gelecektir.

Eyyûb (aleyhisselâm)ın:

"Rabbim, başıma bu belâ gelip çattı" âyeti ile ilgili olarak farklı onbeş (görüleceği gibi onyedi) görüş ileri sürülmüştür.

1- O namaz kılmak üzere ayağa kalkmak istedi, kalkacak gücü kendisinde bulamayınca belâst dolayısıyla şikayet etmek kastıyla değil, halini bildirmek üzere

"başıma bu belâ gelip çattı" dedi. Bu açıklamayı Enes, (peygambere) merfu olarak rivâyet etmiştir.

2- Bu âyet, onun aczini ifade ettiğini göstermektedir. Dolayısıyla bu sabra aykırı değildir.

3- Şanı yüce Allah bu sözleri söylemesini sağladı. Tâ ki başlarına gelen musibetleri açıklamak hususunda ondan sonra gelecek belâ ehline delil olsun.

4- Âdemoğlu niteliği ile belâya katlanmaktaki zaafını ortaya koymasını sağlamak üzere, yüce Allah bu sözleri ona söyletti.

5- Kırk gün süreyle ona vahiy gelmez oldu. Rabbinin kendisinden uzaklaşacağından korkarak; "Bu belâ başıma gelip çattı" dedi. Bu da Ca'fer b. Muhammed'in görüşüdür.

6- Onun söylediklerini yazan öğrencileri bu hale ulaştığını görmeleri üzerine ondan yazdıklarını sildiler ve: Bu adamın Allah nezdinde bir değeri yoktur, dediler. O da vahyin ve dinin, insanların elinden gitmesi şeklindeki bu belâdan Allah'a şikâyette bulundu. Bu açıklama, senedi sahih olmayan açıklamalardandır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır, Bu görüşü İbnu'l-Arabî ifade etmiştir.

7- Bir kurt onun etinden yere düştü, onu yerden alıp yerine koydu. Bu kurt onu sokunca bu sefer: "Başıma bu belâ gelip çattı" diye bağırdı. Bu sefer ona: Sen bize karşı mı sabır gösterisinde bulunuyorsun, denildi, İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu, sahih bir nakle ihtiyacı olmakla birlikte oldukça uzak bir ihtimaldir. Bu şekilde sahih bir naklin varlığına da imkân yoktur.

8- Kurtlar onun bedenini yiyip duruyorlardı. O buna sabretti, nihayet bir kurt kalbine, diğeri onun diline daldı. Bu sefer: "Başıma bu belâ gelip çattı" dedi. Çünkü böylelikle Allah'ı anmaktan başka şeylerle meşgul olacaktı. İbnu'l-Arabî dedi ki: Eğer bunun bir senedi bulunsaydı ve gelişigüzel bir iddia olmasaydı, ne kadar da güzel olurdu!

9- Ona bu belânın hangi sebeb ve maksatla verildiği açıklanmadı, bunu da anlamasına fırsat verilmedi. Acaba bu belâ bir tehdit miydi, bir azaptandınız mıydı, bir özellik miydi, bir arındırma mıydı, bir azık yahut bir temizleme miydi? O bakımdan o: "Başıma bu belâ gelip çattı" dedi. Yani hangi sebebten ötürü bu sıkıntıların geldiği benim için içinden çıkılamaz bir hal olarak musibete dönüştü. İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu gereksiz bir aşırıya kaçmaktır.

10- Ona: Allah'tan afiyet vermesini dile, denildi. O da şöyle dedi: Ben yetmiş yıl boyunca nimetler içinde yüzdüm. Yedi yıl da belâ içerisinde kalabilirim. İşte o vakit ondan dilekte bulunurum. Bunun İçin: "Başıma bu belâ gelip çattı" dedi. İbnu'l-Arabî dedi ki; Böyle bir şey mümkündür fakat onun belâda kaldığı süre ile ilgili sahih bir haber bulunmadığı gibi bu kıssa hakkında da sahih bir rivâyet yoktur.

11- Onun belâsı İblis'in hanımına: Bana secde et, demesi idi, O hanımının imanının gideceğinden, böylelikle helâk olacağından ve kendisine bakacak kimse kalmayacağından korktu.

12- Onun belâya uğradığı üzerinde görülmeye başlayınca kavmi: Onun bizimle birlikte kalması pislikleri bize zarar vermeye başladı. Haydi bizim yanımızdan uzaklaşıp çıksın, dediler. Hanımı onu alıp şehrin dış taraflarına çıkardı. Şehrin dışına çıktıklarında onu görürler ve onu görmeyi bir uğursuzluk sayarlardı. Bunun üzerine: onu göremeyeceğimiz bir yere kadar uzaklaşıp gitsin, dediler. O da kasabadan uzakça bir yere çıkıp gitti. Hanımı onun işlerini görüyor ve günlük gıdasını ona götürüyordu. Bu sefer şöyle dediler: O ona değiyor, gelip bizimle oturup kalkıyor. Bu sebebten de onun belâsı da bize bulaşıyor. O bakımdan hanımını ondan büsbütün koparıp uzaklaştırmak istediler. O da: "Başıma bu belâ gelip çattı" dedi.

13- Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr dedi ki: Eyyûb'un iki kardeşi vardı. Yanına geldiler, uzakta bir yerde ayakta durdular. Aşırı kokusundan ötürü ona yaklaşamadılar. Onlardan birisi şöyle dedi: Allah Eyyûb'un hayırlı bir kimse olduğunu bilseydi, ona böyle bir belâyı vermezdi. O kendisi için bu sözden daha ağır bir söz işitmemişti. Tam bu esnada: "Başıma bu belâ gelip çattı" dedi. Sonra şöyle dua etti:" Allah'ım eğer Sen benim herhangi bir yerde aç bir kimse olduğunu bildiğim halde asla tok bir karınla gecelememiş olduğumu biliyor isen beni tasdik et." Semada bir münadi: "Benim kulum duğru söyledi" diye seslendi. Kardeşleri de bu sesi işittiler, hemen secdeye kapandılar.

14- "Başıma bu belâ gelip çattı" ifadesi, düşmanların benim bu halime sevinmeleri belâsı demektir. Bundan dolayı kendisine: Başına gelen belâda sana en ağır gelen ne oldu? diye soruldu. Kendisi de: Düşmanların halime sevinmeleri, diye cevap verdi. İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu mümkündür, çünkü kelimullah Mûsa'dan kardeşi kendisini bu hale düşmekten kurtarmasını istemiş ve şöyle demişti:

"Bu kavim beni gerçekten zayıf buldular. Neredeyse beni öldüreceklerdi. Sen de bana düşmanları sevindirecek bir iş yapma!" (el-A'râf, 7/150)

15- Hanımının uzunca zülüfleri vardı. Eyyûb'a ihtiyacı olan bir faydayı sağlamak maksİsmi ile bu zülüflerini kesmiş ve bunların bedeli ile yiyecek bazı şeyler alıp, bunları ona getirmişti. O ise hareket ederken, bir yerden başka bir yere giderken onun zülüflerine tutunuyor idi. Yerinden kalkıp başka yere gitmek isteyince bunları bulamayınca buna güç yetiremedi ve bu sefer: "Başıma bu belâ gelip çattı" dedi.

Bir diğer görüşe göre hanımı sattığı zülüfleri karşılığında yiyecek satın alınca îblis bir adam suretinde ona geldi ve: Senin hanımın hayasızlık işledi ve bunun karşılığında ücret aldı, saçlarını kestirdi, dedi. Eyyûb da ona sopa vuracağına dair yemin etti. Bu sebeble hanımının kalbinin uğradığı belâ ve sıkıntı, Eyyûb'un kalbindeki belâ ve sıkıntıdan daha ağır idi.

16- Derim ki: Burada İbn el-Mubarek'in söz konusu ettiği onaltıncı bir görüş daha vardır: Bize Yûnus b. Yezid, Akîl'den haber verdi. O İbn Şihab'dan naklettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün peygamber Eyyûb (aleyhisselâm)ı ve ona isabet eden belâyı söz konusu etti... deyip hadisi zikretti. Hadiste şu ifadeler de yer almaktadır: Ona sabrı tavsiye eden ve onun yanından ayrılmayan yakın arkadaşlarından birisi ona dedi ki; Ey Allah'ın Peygamberi! Senin halin beni hayrete düşürmüştür ve ben bunu senin kardeşin ve arkadaşına zikretmiş bulunuyorum: Allah seni, hanımını, malını kaybetmekle belâya düşürdüğü gibi, cesedinde de seni belâya uğrattı. Bu onsekiz yıldan beri böylece devam ediyor ve sonunda şu gördüğün hale kadar geldi. Allah sana merhamet edip senin bu belâ ve sıkıntılarını gidermeli değil mi? Sen öyle bir günah işlemiş olmalısın ki, kimsenin böyle bir günah işlemiş olduğunu sanmıyorum. Bunun üzerine Eyyûb (aleyhisselâm) dedi ki: "Ben onların neler söylediklerini bilmiyorum. Ancak aziz ve celil olan Rabbim biliyor ki ben karşılıklı iddialarda bulunan ve her birisi Allah adına yemin eden -yahut ta karşılıklı olarak birbirine kızarak iddialarda bulunan ve her birisi Allah adına yemin eden- iki kişi yanımdan geçiyor, ben de ailemin yanına geri dönüyor, onların yeminlerinin keffaretini ödüyordum. Bundan maksadım ise, onun ismini anan herhangi bir kimsenin günaha girmesini; kimsenin hak olmayan bir maksatla ismini anmayıgını isteyişimdi." Bunun üzerine Rabbine: "Rabbim, başıma bu belâ gelip çattı ve Sen merhametlilerin merhametlisisin" diye seslenmişti. Onun bu duası şanı yüce ve mübarek olan Allah'a halini arzetmesinden ibaretti. O, durumunun ulaştığı noktayı haber veriyordu. Şanı yüce ve mübarek olan Allah'tan gelenlere O'nun uğrunda sabrediyordu... deyip hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir.

17- Birilerinden işittiğim fakat tesbit edemediğim bir görüş de şudur: Bir kurtçuk bedeninden yere düştü. Onu yerine iade etmek için aradıysa da bulamadı. Bu sefer: "Başıma bu belâ gelip çattı" dedi. Bunu söylemesi ise o kurtçuğu bulamamaktan ötürü kaçırdığı ecir idi. İyileşeceği vakte kadar ecrinin tam ve eksiksiz kalmasını istemişti. Bu açıklamalarının hiçbirisinin itibar edilecek bir senedi bulunmamaktadır. Kimisi bir takım kıssacıların hayali açıklamasıdır, kimisi İsrailiyyâttır. Bu güzel bir açıklamadır, ama senede ihtiyacı vardır.

İlim adamları dediler ki: Onun "başıma bu belâ gelip çattı." sözleri tahammülsüzlükten dolayı söylenmiş sözler değildi. Çünkü yüce Allah:

"Biz onu sabredici bulduk" (Sâd, 38/44) diye buyurmaktadır. Aksine o bu sözlerini dua olarak söylemişti. Şikâyette sabırsızlık ise, yüce Allah'a değil, mahlukata yapılandır. Allah'a dua etmek, kaderine rızaya aykırı değildir.

84

Biz onun duasını kabul ettik ve başındaki sıkıntıyı açıp giderdik. Ayrıca ona hem katımızdan bir rahmet hem de iyi kullukta bulunanlara bir ibret olmak üzere, aile ve çocuklarını ve onlarla birlikte bir o kadarını da verdik.

es-Sa'lebî dedi ki: Ben hocamız Ebû'l-Kasım b. Habib'i şöyle derken dinledim: Sultanın sarayında fukahâ ve ediblerle dopdolu bir mecliste bulunmuştum. Onlar Eyyûb (aleyhisselâm)ın bu sözlerinin şikâyet yolu ile söylendiği üzerinde icma ettiklerinden sonra bu âyet hakkında bana soru soruldu. Halbuki yüce Allah;

"Gerçekten Biz onu sabredici bulduk" diye buyurmaktadır. Ben şu cevabı verdim: Onun bu sözleri bir şikâyet olsun diye söylenmemiştir. O bu sözlerini dua maksadıyla söylemiştir. Bunun açıklayıcı ifadesi ise

"Biz onun duasını kabul ettik" âyetidir. Duanın kabul edilmesi ise şikayette bulunmanın arkasından değil, duanın arkasından gelir. Orada bulunanlar benim bu açıklamamı güzel buldular, beğendiler.

Cüneyd'e bu âyet-i kerîme hakkında soru sorulmuş, o da söyle demiş: Kendisine yaptığı bol lütuf ve ihsanları dolayısıyla, Allah'a minnet duygularını beslemesi için ona dilemenin fakirliğini, dilenciliğin muhtaçlığını öğretti.

"Ve başındaki sıkıntıyı açıp giderdik. Ayrıca ona... aile ve çocuklarını ve onlarla birlikte bir o kadarını da verdik." Mücahid ve İkrime dedi ki: Eyyûb (aleyhisselâm)a denildi ki: Biz aile halkını sana cennette verdik. Dilersen onları senin için cennette bırakırız, dilersen onları sana dünyada veririz. Mücahid dedi ki: Yüce Allah onları onun adına cennette bıraktı ve dünyada da onların bir benzerini verdi. en-Nehhâs dedi ki: Bu hususta onlardan gelen sened sahihtir.

Derim ki: el-Mehdevî de bunu İbn Abbâs'tan nakletmektedir. ed-Dahhak dedi ki; Abdullah b. Mes'ûd dedi ki: Eyyûb'un hanımı dışında aile halkı vefat etmişti. Yüce Allah onları göz açıp kırpacak kadar bir süreden daha kısa bir süre zarfında diriltti ve ona onlarla birlikte bir o kadarını daha verdi,

Yine İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Çocukları vefat etmişti. Diriltildiler ve onlarla birlikte bir o kadar daha çocukları oldu. Katade, Ka'b el-Ahbar, el-Kelbî ve başkaları da böyle demiştir. İbn Mes'ûd dedi ki: Onun yedisi erkek, yedisi kız olmak üzere bütün çocukları vefat etmişti. Ona şifa verildikten sonra hepsi de diriltildiler. Hanımı yedi erkek, yedi kız çocuk daha doğurdu, es-Sa'lebî dedi ki: Âyetin zahirine daha yakın görülen bu görüştür.

Derim ki: Çünkü onlar daha önce el-Bakara Sûresİ'nde (2/243. âyetin tefsirinde);

"Binlerce kişi oldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi?" (el-Bakara, 2/243) ayetinin kıssasında açıklandığı üzere; ecelleri gelmeden önce imtihan olmak üzere ölmüşlerdi. Yine benzeri bir açıklama (Mûsa -as- ile birlikte bulunup) yıldırım çarpması sonucu ölen, sonra da diriltilen kişilerin kıssasında (bk. el-Bakara, 2/55-56. âyetler, 3. başlık ve el-A'raf, 7/155. âyetlerin tefsiri) geçmiş bulunmaktadır. Bunlar hep ecellerinden önce vefat etmişlerdi. Burada da durum böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Mücahid ve İkrime'nin görüşüne göre âyetin anlamı şöyle olur: "Ona aile ve çocuklarını" âhirette; "ve onlarla birlikte bir o kadarını da" dünyada "verdik."

Nakledildiğine göre yüce Allah'ın emri üzerine ayağını yere bir defa vurup sıcak bir su pınarı kaynayınca eliyle bir avuç su alıp, bir defa silkeleyince kurtçuklar üzerinden etrafa yayıldı. Suya bir defa dalınca eti geldi ve yerli yerine oturdu. Yüce Allah ona ailesini ve onlarla birlikte bir o kadarını geri verdi. Evinin temelleri ölçüsünde bir bulut ortaya çıktı. Gece, gündüz üç gün süreyle altın çekirgeler yağdırıp durdu. Yüce Allah ona Cebrâîl (aleyhisselâm)ı gönderdi vt; ona; Doydun mu? dedi. O, Allah'tan (O'nun lutfundan) kim doyar ki? dedi. Yüce Allah ona şunu vahyetti: Sen belâya düşmeden önce de, düştükten sonra da seni sabırlı diye övdüm. Eğer Ben senin her bir saç telinin altına sabrı koymamış olsaydım, sen sabredemezdin.

"Hem katımızdan bir rahmet" yani Biz bunu nezdimizden bir rahmet olmak üzere ona yaptık. Bir görüşe göre de yarın mükâfatı daha büyük olsun diye Biz onu böylece sınadık.

"Hem de iyi kullukta bulunanlara bir ibret olmak üzere" kullara hatırlatmak üzere "onu böylece sınadık." Çünkü onlar çağdaşlarının en faziletlisi olmakla birlikte Eyyûb'un uğradığı belâyı, bu belâya sabrını ve Allah tarafından imtihan edilişini hatırlayacak olurlarsa, dünyanın zorluk ve sıkıntılarına sabredip katlanmak noktasında Eyyûb (aleyhisselâm)ın yaptığına benzer bir tutum takınmaya kendilerini hazırlarlar. Böylelikle bu ibadetlerini sürdürmek ve zorluklara tahammül etmek noktasında onlar için bir uyarıcı olur.

Eyyûb (aleyhisselâm)ın bu belâsının devam ettiği süre hususunda farklı görüşler vardır, İbn Abbâs: Bu belâsı yedi yıl, yedi ay, yedi gün ve gece devam etmiştir derken, Vehb otuz sene devam etmiştir der, el-Hasen yedi yıl, altı ay devam etmiştir, demiştir.

Derim ki: Bundan daha sahih olanı -doğruyu en iyi bilen Allah'tır- onsekiz senedir. Bunu da İbn Şihâb Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan rivâyet etmiş olup önceden geçtiği üzere İbnu'l-Mubârek bunu zikretmiştir.

85

İsmail, İdris ve Zülkifl'i de (an). Onların her biri sabredenlerdendi.

"İsmail, İdris" önceden de geçtiği gibi Ahnuh diye de bilinir

"ve Zülkifl'i de" an. et-Tirmizî el-Hakîm, "Nevâdiru'l-Usul" adlı eserinde ve başkaları İbn Ömer (radıyallahü anh)ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurduğunu nakletmektedirler: "İsrailoğullarında Zülkifl diye anılan bir adam vardı. Bu kişi her tür günahı işlemekten çekinmezdi. Bir kadının arkasından gitti ve onunla ilişki kurmak karşılığında ona altmış dinar verdi. Erkeğin hanımının önünde oturması gibi oturduğunda kadın sarsıldı ve ağlamaya başladı. Niye ağlıyorsun? dedi. Kadın bu işi yapmaktan ötürü, dedi. Allah'a yemin ederim. Ben hiç böyle bir şey yapmadım.

Peki ben seni zorladım mı? dedi. Kadın: Hayır dedi. Fakat muhtaç olduğumdan dolayı bu işi yapmak zorunda kaldım.

Ona: Git, o verdiğim para senin olsun. Allah'a yemin ederim bundan sonra ebediyyen bir daha Allah'a isyan etmeyeceğim, dedi. Sonra da aynı gece öldü. Evinin kapısı üzerinde: Muhakkak Allah Zülkifl'e mağfiret buyurdu, yazısını gördüler."

Bu hadisi Ebû Îsa, et-Tirmizîde rivâyet etmiştir. İbn Ömer (radıyallahü anh)dan gelen rivâyetiyle lâfzı şöyledir: (İbn Ömer) dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ı bir hadis buyururken dinledim. Eğer ben onu bir, iki -yedi defaya sayıncaya kadar- defa duymamış olsaydım, asla onu nakletmezdim. Yani ben bunu ondan daha fazla defa duymuşumdur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı şöyle buyururken dinledim: "Zülkifl, İsrailoğullarından idi. Hiçbir günahı işlemekten çekinmezdi Ona bir kadın geldi. O da onunla ilişki kurmak şartıyla ona altmış dinar verdi. Erkeğin hanımının karşısında oturduğu gibi oturunca kadın titredi ve ağladı. Niye ağlıyorsun, ben seni zorladım mı? dedi. Kadın, hayır fakat bu daha önce hiçbir şekilde yapmadığım bir iştir. Beni bu işe yapmaya iten tek sebep, muhtaç oluşumdur. Sen bu işi şimdiye kadar hiç yapmamış iken mi yapacaksın? Haydi git, o paralar da senin olsun. (Devamla) dedi ki: Allah'a yemin ederim. Bundan sonra ebediyyen bir daha Allah'a isyan etmeyeceğim. Aynı gece öldü, sabah olduğunda kapısının üzerinde: Şüphesiz Allah Zülkifl'i bağışladı (mağfiret buyurdu), ibaresinin yazılı olduğu görüldü." Tirmizî dedi ki: Hasen bir hadistir. Tirmizî, Sıfatuf-Kıyâme 48; Müsned, II, 23.

Denildiğine göre; el-Yesa' yaşlanınca: Ben insanların başına benim yerime geçecek birisini tayin etsem de onun ne şekilde amelde bulunacağını bir görsem. Bunun üzerine dedi ki: Şu üç hususu bana kim garantiler: Gündüzün oruç tutacak, geceleyin namaz kılacak ve hüküm verirken öfkelenmeyecek. el-Iys soyundan gelen bir adam: Ben, dedi. Ancak onun bu teklifini kabul etmedi, geri çevirdi. Ertesi günü aynı şeyleri söyledi. Yine o adam, ben dedi. Bunun üzerine onu kendisinin yanına tayin etti ve sözünde durdu. Yüce Allah ondan övgüyle söz etti ve ona "Zülkifl" denildi. Çünkü o, belli bir işi tekeffül etmişti. Bu açıklamayı Ebû Mûsa, Mücahid ve Katade yapmışlardır.

Amr b. Abdurrahman b. el-Hâris dedi ki: Ebû Mûsa (radıyallahü anh) da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurduğunu nakletti: "Zülkifl bir peygamber değildi, ama o salih bir kul idi. Vefatı esnasında salih bir kişinin ameli ile amelde bulunmayı tekeffül etti. Her gün Allah için yüz namaz kılardı. Yüce Allah da ondan güzel bir şekilde, övgü ile söz etti." Hadis olarak kaynağım tespil edemedik. Ancak, Suyûtt, ed-Durru'l-Mensûr, V, 664'de-Ebû Mûsa el-Eşarînin sözü olarak zikretmektedir.

Ka'b da dedi ki: İsrailoğulları arasında kâfir bir kral vardı. Onun ülkesinden salih bir insan geçti. Allah'a yemin ederim, ben bu krala İslâm'ı sunmadıkça bu topraklardan çıkmayacağım dedi ve ona İslâm'ı sunduktan sonra kral: (Müslüman olursam) Benim mükâfatım ne olacak? dedi. Ona: Cennet deyip cennetin,niteliklerini bildirdi. Peki bana bunun böyle olacağının garantisini kim verebilir, deyince o, ben dedi. Bunun üzerine kral müslüman oldu ve krallığı bıraktı. Ölünceye kadar Rabbine itaate yöneldi. Defnedildiği sabahı elinin kabrin dışına çıkmış olduğunu ve elinde de beyaz bir nûr ile içinde şu ifadelerin yazılı bulunduğu yeşil bir parça gördüler: Allah bana mağfiret buyurdu, beni cennete koydu ve filanın kefil olduğu hususu eksiksiz bana verdi. Bunun üzerine halk acele yola koyularak o adamı bulmaya ve îman ettiklerini ona bildirip krala verdiği teminatı kendilerine de vermesini istemeye koyuldular, o da bunu yaptı. Hepsi de îman ettiler, işte bundan dolayı ona "Zülkifl" ismi verilmiştir.

Bir başka açıklamaya göre o oldukça iffetli davranan bir insandı. Bir belâya düşen, bir itham altında kalan, kendisinden bir alacak istenen her bir kişiye kefil oluyor ve yüce Allah da o kişiyi onun vasıtası ile kurtarıyordu.

Bir diğer açıklamaya göre ona Zülkifl adının veriliş sebebi, yüce Allah'ın ona yapmış olduğu iş ve amellerinin karşılığında kendi döneminde bulunan diğer peygamberlerin amellerinin iki katını vermeyi tekeffül etmiş olmasıdır.

Cumhûr onun peygamber olmadığı görüşündedir. el-Hasen dedi ki: O İlyas'tan önce gönderilmiş bir peygamberdir. Zülkifl'in -Meryem'in geçimini tekeffül etmesi sebebiyle- Zekeriya (aleyhisselâm) olduğu da söylenmiştir.

86

Biz onları rahmetimizin içine aldık. Gerçekten onlar Salihlerden idiler.

"Onların her biri" Allah'ın emirleri üzerinde ona itaatin gereklerini yerine getirmek ve masiyetlerden kaçınmak hususunda

"sabredenlerdendi. Biz onları rahmetimizin içine" yani cennete

"aldık. Gerçekten onlar salihlerden idiler."

87

Ve balık sahibini de (an). Hani gazaplanarak gitmiş ve Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. O bakımdan karanlıklar içinde: "Senden başka ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum" diye seslenmişti.

"Ve balık sahibini de" an,

"Zünnûn (balık sahibi)" Met ta oğlu Yûnus'un lakabıdır. Çünkü nûn (balık) kendisini yutmuştu. Nûn da balık demektir. Osman (radıyallahü anh)dan nakledilen hadise göre o güzel şimali bir çocuk görmüştü. Bunun üzerine: Ona nazar değmesin diye çenesindeki çukurunu (nûn'unu) siyaha boyayınız, demişti. Sa'leb'in İbnu’l-A'rabî'den rivâyetine göre "en-nûne" küçük çocuğun çenesindeki küçük çukur (gamze) demektir.

"Hani o gazaplandırıp gitmiş... ti" el-Hasen, en-Nehaî ve Saîd b. Cübeyr dediler ki: O aziz ve celil olan Rabbini gazaplandırıp gitmişti. et-Taberî ve el-Kutebî bu açıklamayı tercih etmiş, el-Mehdevî bunu güzel bulmuştur. Bu açıklama İbnu Mes'ûd'dan da rivâyet edilmiştir.

en-Nehhâs dedi ki: Dil bilmeyen kimseler böyle bir açıklamayı reddedebilirler, ancak bu doğru bir açıklamadır. Rabbinden ötürü o gazaplanmıştı, demektir. Nitekim; "Ben senin için gazaplandım" demek de böyledir. Mü’min de yüce Allah için -ona isyan edilmesi halinde- gazaplarım Dilbilginlerinin çoğunluğu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın, Âişe (radıyallahü anhnhâ)ya söylemiş olduğu: "Onlara velânın (sana ait olacağı) şartını koş." Buhârî, Mükâteb 3, Şuıût 13, Buyû’ 73; Müslim, Itk S; Muvatta’', Itk 17. ifadesinin bu kabilden olduğu görüşündedirler. el-Kutebî de bu görüşü desteklemek noktasında oldukça ileriye gider.

İlgili haberde Yûnus (aleyhisselâm)ın nitelikleri hakkında şöyle denilmektedir: O tahammülü az birisiydi. Peygamberlik yüklerini yüklenince, bahar mevsiminde doğmuş deve yavrusunun ağır yük altında çatlaması gibi o da peygamberliğin yükleri altında âdeta çatlıyordu. O bakımdan o, efendisinden kaçıp uzaklaşan bir köle gibi uzaklaşıp gitti. Bu şekilde bir gazaplandırış küçük bir günahtı. O Allah'a karşı öfkelenmemişıi, aksine kavmi üzerinden azâbı kaldırdığından ötürü Allah için öfkelenmişti.

İbn Mes'ûd da şöyle demektedir: O Rabbinden yani Rabbinin emrinden kaçmıştı. Nihayet ona, kavminin üzerinden azâbın kaldırılmasından sonra, geri dönmesi emri verildi. Çünkü o kavmini belli bir zamanda azâbın ineceği ile tehdit edip duruyordu. O vakit yaklaştığında kavminin arasından çıkıp gitti. İlahi azap gelip tepelerinde onları gölgelendirdi. Allah'a yalvarıp yakardılar. Üzerlerinden azap kaldırıldı. Yûnus (aleyhisselâm) ise onların tevbe ettiklerini bilmiyordu. İşte bundan dolayı gazaplanarak gitmiş oldu. Halbuki onun belirli bir izin olmaksızın gitmemesi gerekirdi.

el-Hasen de dedi ki: Yüce Allah kendisine kavmine gitmesi emrini verdi. Hazırlık yapmak üzere kendisine mühlet verilmesini diledi. Allah onun acele etmesini istedi. Sonunda ayağına geçirmek üzere bir ayakkabı almayı niyaz etti, ancak bu süre kadar dahi ona zaman verilmeyerek şöyle denildi: Durum bundan da acildir. -Biraz çabuk dadanan bir huya sahipti.- Böylece Rabbini gazaplandırarak çıkmış oldu.

Bu da bir görüştür; fakat en-Nehhâs'ın açıklaması âyetin te'vili hususunda yapılan açıklamaların en iyisidir. Yani o Rabbi için öfkelenerek çıktı. Bu da şu demektir: Kavmi, Rabbini inkâr ettiklerinden onlara gazaplanıp çıktı.

Şöyle de açıklanmıştır: O kavminin uzun süre küfürde devam ettiklerini, işi yokuşa sürdüklerini görünce, kavmine öfkelenerek tek başına kaçıp gitti. Onların eziyetlerine sabredip katlanmadı. Halbuki Allah kendisine onlarla birlikte kalıp dua etmesini emretmişti. Onun günahı Allah'tan izin almaksızın kavminin arasından çıkıp gitmesi idi.

Bu anlamdaki açıklamalar, İbn Abbâs ve ed-Dahhâk'tan rivâyet edilmiştir. Yine rivâyete göre Yûnus (aleyhisselâm) genç birisi idi. Peygamberlik yükünün ağırlıklarını taşiyamamıştı. Bundan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a:

"Ve o balık sahibi gibi olma!" (el-Kalem, 68/48) dîye buyurulmuştur.

Yine ed-Dahhak'tan nakledildiğine göre o, kavmini öfkelendirerek çıkmıştı. Çünkü o Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olmakla birlikte, kavmi davetini kabul etmemiş, bunu inkâr etmişlerdi. Bundan dolayı onlara gazaplanması gerekirdi. Yüce Allah'a isyan eden her kimseye herkesin gazap duyması, öfkelenmesi görevidir.

Aralarında el-Ahfeş'in de bulunduğu bir kesim de şöyle demiştir: O kavminin başında bulunan krala öfkelenerek çıkmıştı.

İbn Abbâs dedi ki: Peygamber Şi'yâ ile onun döneminde bulunan ve Hazkiyâ adındaki hükümdar Yûnus'u Ninova kralına göndermek istediler. Bu kral İsrailoğullarına Savaş açmış, onlardan pek çok kimseyi de esir almıştı. Yûnus bu kral ile konuşacak ve İsrailoğullarını kendisi ile birlikte göndermesini sağlayacaktı. O dönemde peygamberlere vahiy gelir, emir ve siyaset de onlar tarafından seçilmiş bir hükümdarın hakkı idi. Bu hükümdar da dönemindeki peygambere gelen vahiy gereğince uygulama yapardı. Allah, Şi'yâ peygambere şunu vahyetmişti: Hükümdar Hezkiyâ'ya İsrailoğullarından güçlü ve güvenilir bir peygamber seçerek onu Ninovalılara göndermesini söyle. Bu peygamber kendilerine İsrailoğullarını serbest bırakmalarını emretsin. Ben de onların hükümdarlarının ve ileri gelenlerinin kalplerine onları serbest bırakma isteğini salacağım.

Yûnus, Şi'yâ'ya dedi ki: Allah bizzat beni göndermeni mi sana emretti? O, hayır dedi. Sana benim adımı verdi mi? dedi. Yine; Hayır dedi. Bunun üzerine Yûnus dedi ki: Burada güçlü ve güvenilir başka peygamberler de vardır. Ancak ona ısrar ettiler. O da hem peygambere, hem hükümdara, hem de kavmine kızgınlıkla çıkıp gitti. Rum denizine geldi ve başından geçen olaylar geçti. Şi'yâ'nın emrini terkettiğinden dolayı balığın karnında kalmakla imtihan edildi. Bundan dolayı da yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Kendini kınayıcı olduğu halde balık onu yuttu." (es-Sâffât, 37/141) Yani kınanacak bir iş yaptığından ötürü kendisini kınadı. Onun bu yaptığı ise ya küçük bir günahtı yahut evlâ olanı terketmekti.

Bir görüşe göre de o, henüz peygamber değilken çıkıp gitmişti. Ancak İsrailoğulları hükümdarlarından birisi ona Ninova'ya gitmesini ve ora ahalisini -Şi'yâ'nın emri üzere- davet etmesini istemişti, O da Allah'tan başka birisinin emri ile onlara gitmeyi kabul etmedi. Bundan dolayı hükümdarı gazaplandırarak çıkıp gitti. Balığın karnında (ölümden) kurtulunca, Allah onu kavmine (peygamber olarak) gönderdi ve onları davet etti, onlar da ona îman ettiler.

el-Kuşeyrî dedi ki: Daha kuvvetli görülen görüş şu ki: Onun bu şekildeki gazaplanması (ya da gazaplandırması), yüce Allah'ın kendisini peygamber olarak göndermesinden ve azap kavmini gölgelendirmişken üzerlerinden azâbın kaldırılmasından sonra olduğudur. O (âdeta) onlardan azâbın kaldırılmasından hoşlanmamıştı.

Derim ki: İleride yüce Allah'ın izniyle es-Sâffât Sûresi'nde (37/139-144. âyetlerin tefsirinde) açıklanacağı üzere bu, bu husustaki açıklamaların en güzelidir.

Şöyle de açıklanmıştır: Yalan söylediğini tesbit ettikleri kimseyi öldürmek, kavminin huylarındandı. O da öldürülmekten korktu ve bundan dolayı öfkelenerek kaçıp gitti. Nihayet bir gemiye bindi. Gemi yol alamayıp hareketsiz kalakaldı. Gemide bulunanlar: Aranızda kaçan bir kimse var mı? dediler. O: Evet, ben dedi. Sonra başından geçen olaylar oldu, küçük günahından arındırılmak üzere balığın karnında sınandı. Nitekim Uhud'a katılanlar hakkında da:

"Nihayet... yılgınlık gösterdiniz." (Âl-i İmrân, 3/152) diye buyurduğu gibi:

"Bir de Allah mü’minleri temizlesin." (Âl-i İmrân, 3/141) diye buyurmuştur. Peygamberlerin günahları bağışlanmıştır. Ancak bazen onların arındırılması söz konusu olabilir ve bu tekrar benzeri bir işin yapılmasına karşı bir azar mahiyetini de taşıyabilir,

Dördüncü bir görüş de şudur: O ne Rabbini gazaplandırmiş, ne kavmini, ne de hükümdarı. Bu Arapların bir işi yapmak istememeyi anlatmak üzere bu fiili kullanmaları kabilindendir. Bu fitlin "fâale" vezni bazen tek kişi tarafından yapılan bir İşi anlatabilir. Buna göre anlam şöyledir: O kavmine azâbın geleceği tehdidinde bulunup aralarından çıkıp gidince, onlar da tevbe ettiler ve üzerlerinden azap kaldırıldı. Geri dönüp helâk edilmediklerini öğrenince, bu işi kabullenmek istemedi ve aralarından kaçıp gitti. Bu anlamda şu mısra da nakledilmektedir:

"Ve ben Dârimliler dolayısıyla Temîmlîlerin hicvedilmesini kabul edemiyorum."

Ancak bu açıklama su götürür bir açıklamadır. Böyle bir görüş sahibine denilir ki: Böyle bir gazaplanış eğer kabullenmemekten ise; yine de kabullenmemek ile birlikte bir gazabın bulunması kaçınılmaz bir şeydir. İşte bu gazap kime karşı olursa olsun, az da olsa vardı. Siz ise onun Rabbine de, kavmine de gazaplanmadığını söylemektesiniz. (Dolayısıyla bu İddia kabul edilemez).

"Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. O bakımdan karanlıklar içinde... diye seslenmişti" âyetinin şu anlama geldiği söylenmiştir: İblis bu hususta onu yanıltmış ve yüce Allah'ın kendisini cezalandırmasının mümkün olmadığı zannına kapılmıştı. Ancak bu reddedilen ve kabul edilmemiş bir görüştür. Çünkü böyle bir zan küfürdür.

Bu görüş Saîd b. Cübeyr'den rivâyet edilmiştir. el-Mehdevî bunu Said'den, es-Sa'lebî de el-Hasen'den nakletmiştir. Yine es-Sa'lebî'nin zikrettiğine göre: Atâ, Saîd b. Cübeyr ve pek çok İlim adamının dediklerine göre anlamı şudur: O bizim kendisini sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. el-Hasen dedi ki: Bu da yüce Allah'ın:

"Allah rızkı dilediğine genişletir ve kısar" (er-Ra'd, 13/26) yani daraltır, âyeti ile;

"Rızkı kendisine daraltılan kimse de" (et Talâk, 65/7) buyrukları kabilindendir. Bununla işaret edilen âyetlerıleki fiilin aynı kökten olup, "sıkıştırmak, daraltmak, kısmak" anlamlarında da kullanıldığına ibaret edilmektedir.

Derim ki: Said ve el-Hasen'in görüşünün bu olma ihtimali daha yüksektir.

(.......) hep aynı manada olup daraltılmak, sıkıştırılmak demek olur, el-Maverdî ve el-Mehdevî'nin naklettiklerine göre İbn Abbâsın görüşü de budur.

Bir diğer açıklamaya göre; bu kaza ve hüküm anlamındaki "kader"den gelmektedir, Yani, onun hakkında kendisini cezalandırmayı takdir etmeyeceğimizi, hükme bağlamayacağımızı zannetti. Bu açıklamayı da Katade, Mücahid ve el-Ferrâ' yapmıştır. Bu ise kudret ve istitâat(güç yetirebilmek)'in dışındakİ hüküm demek olan "kader"den alınmıştır.

Ebû'l-Abbas Ahmed b. Yahya Sa'leb'den rivâyet edildiğine göre yüce Allah'ın:

"Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı" âyeti hakkında şöyle demiştir: Bu âyetteki muktedirlik, "takdir"den gelmektedir, "kudret'ten değil. O bakımdan; ifadesi, Allah senin için hayır takdir etsin, anlamındadır. Sa'leb şu beyitleri de zikreder:

"O yumuşak kumların geceleri bizim için ebediyyen geri dönmeyecek

Parlak yapraklı palamut ağaçları yaprak verdikçe.

O geçmiş zaman da geri gelmeyecek,

Sen ne mübareksin, ne takdir edersen o olur, şükür Sanadır."

Yani Sen ne takdir edersen, ne hükmedersen o meydana gelir, demek istiyor.

İlim adamları bu iki açıklamayı kabul etmişlerdir.

Ömer b. Abdu’l-Aziz ve ez-Zührî: "Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı" âyetindeki; ifadesini "nûn" harfini ötreli, "dal" harfini şeddeli olarak; "takdir"den gelen bir fiil şeklinde "hakkında takdir etmeyeceğimizi..." anlamında okumuşlardır. Bu kıraati el-Maverdî, İbn Abbâs'tan da nakletmektedir.

Ubeyd b. Umeyr, Katade ve el-A'rec ise; şeklinde "ya" harfi ötreli ve şeddeli olarak, meçhul bir fiil şeklinde okumuşlardır. ("Hakkında asla tadir edilmeyeceğini sanmıştı, demek olur).

Ya'kub, Abdullah b. Ebi İshak, el-Hasen ve yine İbn Abbâs'da; diye "ya" harfi ötreli "dal" harfi üstün ve şeddesiz olarak meçhul bir fiil diye okumuşlardır ki "ki kendisine güç yetirılmeyecek..." anlamındadır.

Yine el-Hasen'den; şeklinde (kendisine güç yetiremeyecek... anlamında) okumuştur.

Diğerleri ise; şeklinde "nun" harfi üstün "dal" harfi de esreli (... "güç yetiremeyeceğiz" anlamında) okumuşlardır ki bunların hepsi "takdir etmek" anlamından gelmektedir.

Derim ki: İlim adamları hiçbir hayır İşlememiş adamın ölmesi halinde kendisini yakmalarını emretmiş olduğu akrabalarına söylediği; "Allah'a yemin ederim ki eğer Allah beni sıkıştıracak olursa..." hadisini yorumlarken de bu iki şekilde açıklamışlardır. Buhârî, Enbiyâ 54, Rikaak 25, Tevhîd 35; Müslim, Tevhe 25, 27; Nesâî, Cenâîz 117; İbn Mâce, Zühd 30; Muvatta’, Cenâiz 51; Müsned, II, 269, III, 13, 17, 77.

Birinci açıklama şekline göre bu hadis: Allah'a yemin ederim şayet Allah beni sıkıştıracak, beni hesaba çekmekte, günahlarımdan dolayı beni cezalandırmakta işi sıkı tutacak otursa elbette böyle olur (yani beni hiç kimseye etmediği şekilde azaplandırır) demek olur... Sonra aşın korkusundan dolayı yakılmasını emretmişti.

İkinci açıklama şekline göre şu demek olur: Eğer yüce Allah'ın kader ve kazası gereği her günah işleyenin günahı dolayısıyla azaplandırılması hükme bağlanmış ise; hiç şüphesiz yüce Allah suçlarım ve günahlarım sebebiyle beni âlemlerden başka hiçbir kimseyi azaplandırmayacağı bir şekilde azaplandıracaktır.

Bu hadisi, hadis İmâmları Muvatta’'da ve başka yerlerde rivâyet etmişlerdir. Bu sözleri söyleyen kişi mü’min ve muvahhid idi. Nitekim hadisin kimi rivâyet yollarında: "Tevhid dışında hayır namına hiçbir iş işlememişti" denilmektedir. Yüce Allah kendisine: Sen bu işi niye yaptın? diye sorunca da o; Senden korktuğumdan ötürü Rabbim, demiştir. Korkmak (haşyet) ise ancak tasdik eden bir mü'mînde bulunur. Nitekim yüce Allah:

"Kulları arasında Allah'tan ancak âlimler korkar." (Fatır, 35/28) diye buyurmaktadır.

"Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı" âyetinin soru anlamında olduğu da söylenmiştir. İfadenin de takdiri... sıkıştırmayacağımızı mı sanmıştı? şeklinde olup, burada; mı sanmıştı?" da soru edatı olan hemze îcaz kastıyla hazfedilmiştir. Bu İse Süleyman Ebû'l-Mu'temir'in görüşüdür. Kadı Münzir b. Said'in naklettiğine göre de bazıları bu lâfzı bu şekilde hemze ile okumuşlardır.

"O bakımdan karanlıklar içinde: Senden başka ilâh yoktur, seni tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum, diye seslenmişti" âyetine dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Yûnus (aleyhisselâm)ın Fazileti:

Yüce Allah'ın:

"Karanlıklar içinde... seslenmişti" âyetinde geçen "karanlıklar"ın çoğul gelmesinden ne kastedildiği hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Aralarında İbn Abbâs ve Katade'nin de bulunduğu bir kesime göre bu, gecenin karanlığı, denizin karanlığı ve balığın (karnının) karanlığıdır.

İbn Ebi'd-Dünya şunu nakletmektedir: Bize Yusuf b. Mûsa anlattı, bize Ubeydullah b. Mûsa, İsrail'den anlattı. O Ebû İshak'tan, o Amr b. Meymun'dan dedi ki: Bize Abdullah b. Mes'ûd, Beytul-MâTde anlattı, dedi ki: Balık, Yûnus (aleyhisselâm)ı yuttuktan sonra yerin dibine kadar indirdi. Yûnus çakıl taşlarının tesbih ettiğini duydu. O da karanlıklarda, balığın karnının karanlığı, gecenin karanlığından ibaret üç karanlık ve denizin karanlığı içinde: "Senden başka İlâh yoktur, seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum" diye seslendi.

"Biz onu hasta olduğu halde apaçık bir yere bıraktık." (es-Saffat, 37/145) O dışarı çıktığında üzerinde hiçbir tüy bulunmayan küçük bir civcivi andırıyordu.

Aralarında Salim b. el-Cad'in de bulunduğu bir kesim de şöyle demiştir: "Karanlıklar" denizin karanlığı ve daha önce bir başka balığı yutmuş olan balığın karanlığıdır. İlk balığın karanlığı hakkında da "karanlıklar" tabirinin kullanılması mümkündür. Nitekim yüce Allah ("dipler" anlamındaki kelimesini çoğul okuyanların kıraatine göre):

"Kuyunun diplerine" (Yusuf, 12/15) diye buyurmaktadır ki, kuyunun her bir tarafı karanlık olduğundan dolayı bunun çoğul gelmesi uygun görülmüştür.

el-Maverdî'nin naklettiğine göre de günahın karanlığı, sıkıntının karanlığı ve yalnızlığın karanlığının "karanlıklar" diye ifade edilmiş olma ihtimali de vardır.

Rivâyet edildiğine göre yüce Allah balığa: "Onun bir kılını dahi rahatsız etme. Çünkü ben senin karnını ona zindan kıldım. Onu sana yem diye vermedim" diye vahyetmiştir.

Yine rivâyet edildiğine göre Yûnus (aleyhisselâm), denizin dibinde balıkların tesbih ettiklerini işitince balığın karnında secdeye kapandı.

İbn Ebi'd-Dünya şu rivâyeti kaydetmektedir: Bize el-Abbas b. Yezîd el-Abdî anlattı. Bize İshak b. İdris anlattı. Bize Ca'fer b. Süleyman, Avf tan anlattı. Avf, Said b. Ebi'l-Hasen'den, dedi ki: Balık Yûnus (aleyhisselâm)ı yutunca öldüğünü zannetti, ayaklarını uzatınca ölmediğini anladı. Adeti üzere namaz kılmak üzere kalktı ve duasında şunları söyledi: "Hiç kimsenin mescid edinmediği bir yeri ben senin için mescid edindim."

Ebû'l-Meâlî dedi ki; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Benim Metta oğlu Yûnus'tan daha faziletli olduğumu söylemeyiniz." Aynı lâfızlarla olmamakla birlikte aynı anlamda: Buhârî, Enbiyâ 35; Müslim, Fedâîl 166, 167; Dârimî, Rikaak 33; Müsned, II, 405, 451, 468, 539 Hadisinin anlamı şudur: Ben Sidretu’l-Müntehâ'da iken onun denizin dibinde balığın karnında Allah'a yakın olduğu kadar yakın olmadım. Bu şuna delildir: Şanı yüce yaratıcı belli bir cihette değildir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-Bakara ve el-A'raf Sûresi'nde geçmiş bulunmaktadır.

"Senden başka ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum." Bununla şunu anlatmak istemektedir: Ben kavmi arasında kalmayı, onlara karşı sabredip katlanmayı terketmek suretiyle aykırı hareket ettiğim husustan dolayı zâlimlerden oldum.

Kendisine izin verilmeksizin çıkıp gitmesinin kastedildiği de söylenmiştir. Bu Allah tarafından ona verilmiş bir ceza değildi, çünkü peygamberlerin cezalandırılmaları mümkün değildir. Bu onun için bir arındırmadan ibaretti. Nitekim çocuklar gibi cezalandırılmayı haketmeyen kimseler bazen te'dib edilebilir. Bu açıklamayı el-Maverdî zikretmiştir.

Ben kavmime azâb ile dua ettiğim için zâlimlerden oldum demektir, diye de açıklanmıştır. Bununla birlikte Nûh (aleyhisselâm) kavmine beddua etmiş, bundan dolayı da sorgulanmamışım

Âyetin anlamı ile ilgili olarak el-Vâsıtî de şöyle demektedir: O Rabbini zulümden tenzih etti. Hem bir itiraf, hem de buna müstehak olduğunu belirtmek üzere de zulmü nefsine izafe etmiştir. Âdem ve Havva'nın:

"Rabbimiz, biz kendimize zulmettik" (el-A'raf, 7/23) şeklindeki sözleri de buna benzemektedir. Çünkü kendilerinin Allah tarafından yerleştirilmiş oldukları yerden başka bir yere indirilmesine yine kendileri sebeb olmuşlardı.

88

Biz de duasını kabul edip kendisini gamdan kurtarmıştık. Biz mü’minleri işte böyle kurtarırız.

2- Yûnus (aleyhisselâm)ın Yaptığı Duanın Fazileti:

Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre Sa'd b. Ebi Vakkas, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğunu bildirmiştir: "Zünnûn'un balığın karnındaki: "Senden başka ilâh yoktur, Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum" duasını müslüman bir kimse her ne husus ile ilgili olarak okursa okusun mutlaka onun duası kabul edilir." Tirmizî, Deavât 81; Müsned, I, 170

Bunun Allah'ın İsm-i Azam'ı olduğu da söylenmiştir. Sa'd bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan rivâyet etmiştir. Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, V, 66H.

Haberde denildiğine göre bu âyette Allah'ın Yûnus'un duasını kabul ertiği gibi, kendisine dua edenlerin duasını kabul edeceğine, onu kurtardığı gibi o kimseyi de kurtaracağına dair bir taahhüdü vardır. Bu ise yüce Allah'ın:

"Biz mü’minleri işte böyle kurtarırız" âyeti ile ifade edilmektedir. Onun bu ifadelerinde açık bir dua yoktur. Dua,

"gerçekten ben zulmedenlerden oldum" sözlerinin muhtevasından anlaşılmaktadır. O, bu sözleriyle zalim olduğunu itiraf etmiş, o bakımdan bu üstü kapalı bir dua mahiyetindedir.

"Biz mü’minleri işte böyle kurtarırız." Onları yapmış oldukları işler dolayısıyla karşı karşıya kaldıkları sıkıntılarından kurtarırız. Bu da yüce Allah'ın şu âyetinde ifade edilmektedir:

"Eğer o gerçekten teşbih edenlerden olmasaydı, diriltilecekleri güne kadar karnında kalırdı elbet." (es-Saffat, 37/143-144) Bu, yüce Allah'ın kulu Yûnus'u kendisine ibadet ve taabbüdü dolayısıyla korumasının, onu gözetmesinin ve önceden yapmış olduğu itaatleri dolayısıyla muhafaza etmesinin bir tecellisidir. Üstad Ebû İshak (el-İsferâyînî) der ki: Zünnun az sayılacak kadar gün balığın karnında kaldı, ama kıyâmet gününe kadar ona Zünnun denilecek. Ona yetmiş yıl süreyle ibadet eden kimsenin, bu amelinin onun nezdinde boşa çıkacağını zannedebilir misin? Elbette böyle bir zan beslenemez.

"Kendisini gamdan kurtarmıştık." Onu balığın karnından kurtarmıştık, demektir.

"Biz mü’minleri İşte böyle kurtarırız" âyeti genel olarak iki "nûn" ile; "Kurtardı, kurtanr" fiilinden gelmiş olarak okumuşlardır. İbn Âmir ise; diye tek bir "nûn" şeddeli bir "cim" ve "ya" harfini sakin olarak, mazi bir fiil ve mastar takdiri ile okumuştur ki; işte mü’minler böyle bir kurtuluş ile kurtulmuşlardır anlamındadır. Bu da; "Zeyd dövüldü" derken; "Zeyd İ5İr surette dövüldü" anlamında kullanmaya benzer. Şair de şöyle demiştir:

"Eğer Kufeyra (Ferezdak'ın annesi) bir köpek yavrusu doğurmuş olsaydı,

Bu köpek yavrusu dolayısıyla bütün köpeklere sövülürdü."

O bununla bu köpek yavrusu sebebiyle alabildiğine diğer köpeklere de sövülürdü, demek istemiştir.

"Ya" harfinin sakin oluşu ise; Kaldı, razı oldu" derken "ya" harfine hareke vermeyenlerin söyleyişine göre sakindir.

el-Hasen de:

"Faizden arta kalanı da bırakın." (el-Bakara, 2/278) âyetinde "ye"yi böyle okumuştur. Buna sebeb ise makabli (öncesi) esre olan bir "ya" harfini harekelendirmenin ağır görülmesidir. Şair şöyle demiştir:

"Ağaran saçlar başımı bir Örtü gibi bürüdü,

Kabirlere doğru (beni götüren) deveye de şarkı söyledi.

Bilsem keşke kıyâmet kopup da,

Hesaba çağırılacağımda dönüşümün nereye olacağını."

Burada şair; "Çağırıldı" fiilinde "ya" harfini makabli esre olduğu için harekelendirmeyî ağır bulmuştur. Şarkı söyleme fiilinin öznesi de ağaran saçlardır. Yani ağaran saçlarım deveye şarkı söyledi, keşke dönüşümün neresi olduğunu bilseydim diye,

el-Ferrâ', Ebû Ubeyd ve Sa'leb'in bu kıraatin doğruluğunu açıklarken yaptıkları yorum şekli budur. Ebû Hatim ve ez-Zeccâc ise bu kıraatin yanlış olduğunu belirterek; bu bir lahndir demişlerdir. Çünkü bu durumda meçhul fiilin ismi (naib-i faili) nasbedilmiş olmaktadır. Bu şekilde olması halinde; " Mü’minler kurtarıldı" denilir. Nitekim; "Salihlere ikram olundu" derken de böyledir. "Zeyd vuruldu" deyip de bunun; "Zeyd vuruldukça vuruldu" anlamında kullanılması doğru değildir. Çünkü bunun bir faydası yoktur. Zira "vuruldu" demek, onun vurulmuş olduğuna zaten delil teşkil etmektedir. Diğer taraftan böyle bir beyitin yüce Allah'ın Kitabına karşı delil gösterilmesi de câiz olamaz.

Ebû Ubeyd'in -el-Kutebî'nin de kabul ettiği- bir başka görüşü vardır. Buna göre (ikinci) "nün" "cim"e idgam edilmiştir. en-Nehhâs dedi ki: Bu görüş hiçbir nahivcİ tarafından uygun görülmemiştir. Çünkü "nün" harfinin mahreci "cim" harfinin mahrecinden uzaktır, o bakımdan ona idgam edilmez. Çünkü:

"Kim bir iyilik yaparsa" (el-En'âm 6/160) âyetinin; diye ("nun" harfi "cim"e idgam edilip "cim"in şeddeli) okunması câiz değildir. en-Nehhâs dedi ki; Ben bu hususta Ali b. Süleyman'dan duyduğum açıklamadan daha güzelini duymuş değilim. O dedi ki: Aslı iki "nun"lu olup iki "te"den birisinin hazf edilmesi gibi, burada da arka arkaya geldiklerinden "nun"lardan birisi hazfedilmiştir.

Yüce Allah'ın:

"Ve ayrılmayın" (Âl-i İmrân, 3/103) âyetinde olduğu gibi; burada asıl ise iki "te'li olduğudur.

Muhammed b. es-Sümeyka, ve Ebû'l-Âl-iyye de; "Mü’minleri işte böylece kurtardı" yani Allah mü’minleri böylece kurtardı, diye okumuştur. Bu da güzel bir okuyuştur.

89

Zekeriyâ'yı da (an). Hani: "Rabbim, beni bir başıma bırakmal Sen varislerin en hayırlısısın" diye Rabbine dua etmişti.

"Zekeriya'yı da" an. Daha önce Âl-i İmrân Sûresi'nde de (3/39- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Hani Rabbim, beni bir başıma" tek başıma ve -önceden de geçtiği gibi- çocuksuz

"bırakma! Sen vârislerin en hayırlısısın, diye Rabbine dua etmişti." Yani ölen herkesten sonra ebedi kalan en hayırlı Sensin.

Burada onun: "Sen vârislerin en hayırlısısın" demesi, daha önce:

"Bana mirasçı olsun" (Meryem, 19/6) demiş olmasındandır. Yani ben dinini zayi etmeyeceğini biliyorum, fakat dinin emirlerini yerine getirip uygulamak şeklindeki bu fazileti soyumdan kesme, demişti. Nitekim Meryem Sûresi'nde (belirtilen âyet ve devamında) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

90

Biz onun duasını kabul edip ona Yahya'yı bağışladık. Zevcesini de ona ıslah ettik. Şüphesiz bunlar hayırlı İşler yapmaya koşarlar; umarak, korkarak Bize dua ederlerdi. Bize gönülden derin saygı duyarlardı.

"Biz onun duasını kabul edip ona Yahya'yı bağışladık." Buna dair yeterli açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

"Zevcesini de ona ıslâh ettik." Katâde, Saîd b. Cübeyr ve müfessirlerin çoğunluğu: Hanımı kısır idi, doğurmaya elverişli hale getirildi, demişlerdir. İbn Abbâs ve Atâ da: Kötü huylu, uzun dilli idi. Allah onu ıslah etti ve güzel huylu kıldı, demişlerdir.

Derim ki: Her İki özelliğin kendisinde bulunmuş olması ve daha sonra güzel huylu ve doğurgan kılınmış olması mümkündür.

"Şüphesiz bunlar" yani bu sûrede ismi anılan peygamberler

"hayırlı işler yapmaya koşarlar." Zamirin Zekeriya, onun hanımı ve Yahya'ya ait olduğu da söylenmiştir.

Yüce Allah'ın:

"Umarak, korkarak Bize dua ederlerdi" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Yüce Allah'a Dua Şekli;

 

"Umarak, korkarak Bize dua ederlerdi." Yani onlar rahat ve bolluk zamanlarında da, darlık ve sıkıntı halinde de Bize sığınır, Bize niyaz ederlerdi . Şu anlama geldiği de söylenmiştir: Onlar ibadet ettiklerinde umarak, korkarak Bize dua ediyorlardı. Çünkü korku ve ümit birbirinden ayrılmazlar.

Denildiğine göre

"ummak (er-rağab)": Avuç içlerini semaya açmaktır.

"Korkmak (er-rahab)" ise ellerin sırtım semaya doğru açmaktır. Bu açıklamayı Huseyf yapmıştır.

İbn Atiyye dedi ki: Bunun özeti şudur: İnsanlardan dua eden herkesin duada ellerini kullanması bir adettir. Umut halinde kişinin talepte bulunduğu cihete kendisinden talepte bulunduğu zata doğru avuç içlerini açması güzeldir. Zira verilen bir şeyin verildiği yer orasıdır, yahut da avuç içiyle bir şey mülkiyete alınır. Korkmak da gelecek bir zararı önlemeyi gerektirdiğinden, bu işin bir kenara bırakılması, onun gitmesine işaret edilmesi ve elin silkelenmesi ve buna benzer bir yolla ondan sakınılması uygun bir şeydir.

2- Dua Esnasında Yapılan Hareketler:

Tirmizî'nin rivâyetine göre Ömer b. Hattab (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dua esnasında ellerini kaldırdı mı, onları yüzüne sürmedikçe aşağı indirmezdi." Tirmizî, Dua 11.

Daha önce el-A'raf Süresi'nde (7/55- âyet, 2. başlıkta) ellerin kaldırılmasıyla ilgili görüş ayrılıklarına dair açıklamalar geçmiş, orada bu hadisi ve başka hadisleri de zikretmiş bulunuyoruz.

Ellerin kaldırılması görüşünü kabul edenler de kaldırmanın niteliği ve nereye kadar kaldırılacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi avuçlarını göğüs hizasına kaldırarak açmayı ve avuç içlerinin de bu halde yüzüne doğru getirmeyi tercih ederdi. Bu İbn Ömer ve İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir. Ali (radıyallahü anh)da avuç içleriyle dua ederdi, Enes'ten de ona benzer rivâyet gelmiştir, Tirmizî'nin naklettiği hadisin zahirinden de bu anlatmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)da şöyle buyurmuştur: "Allah'tan dilekte bulunduğunuz vakit avuç içlerinizle isteyin. Ellerinizin sırtlarıyla O'ndan dilekte bulunmayın ve ellerinizi yüzünüze sürün." Ebû Dâvûd, Vitr 23

İbn Ömer ve İbn ez-Zübeyr'den ellerini yüzlerine kadar kaldırdıkları rivâyet edilmiştir. Bu görüşü kabul edenler Ebû Said el-Hudrî (radıyallahü anh)ın rivâyet ettiği hadisi delil gösterirler. O dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Arafe'de vakfe'ye durdu. Dua etmeye başladı. Ellerinin sırtını yüzüne yakın getirip, memelerinin yukarısına, omuzlarının biraz aşağısına kaldırdı. Müsned, III, 13, 14 (aynı anlamda, yakın lâfızlarla).

Elleri yüzün hizasına getirilinceye kadar ve sırtları da yüzünün tarafına olacak şekilde kaldırılır da denilmiştir.

Ebû Ca'fer et-Taberî dedi ki: Doğrusu şöyle denilmesidir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan rivâyet edilen bütün bu haberler mana itibariyle birbiriyle uyumludur, ihtilâf halinde değildir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın dua halleri farklı farklı olduğundan hepsini yapmış olması mümkündür. Nitekim İbn Abbâs şöyle demiştir: Sizden herhangi bir kimse tek bir parmakla işaret ederse o ihlâstır. Ellerini göğsünün hizasına kaldırırsa o duadır, ellerini başından yukarıya kaldıracak ve sırtları da yüzüne doğru bakacak olursa bu da niyaz etmektir.

Taberî dedi ki: Katade, Enes'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir; Ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ı hem ellerinin arka tarafıyla, hem de avuç içleriyle dua ettiğini görmüşümdür. Ebû Dâvûd, Vitr 23.

 

"Umarak, korkarak" buyrukları mastar (mef'ûl-i mutlak) olarak nasbedilmislerdir. Yani; demektir. Yahut da mef'ûlün leh oldukları için nasb halindedirler. Bu da; "umdukları ve korktukları için" anlamında olur (mealde olduğu gibi) ya da hâl olabilirler.

Talha b. Mûsarrif

"Bize dua ederlerdi" anlamındaki âyeti tek "nün" ile (........) diye okumuştur.

 

"Umarak" kelimesini el-A'meş "re" harfini ötreli, "ğayn" harfini sakin "korkarak" kelimesini de "re" harfini ötreli, "he" harfini sakin; "Hastalık, cimrilik, yokluk, darlık" kelimeleri gibi okumuşlardır ki iki ayrı söyleyiştir. İbn Vessâb ve yine el-A'meş "re" harflerini üstün, "ğayn" İle "he" harflerini de sakin okumuşlardır. Bunlar da iki ayrı söyleyiştir. Irmak ve kaya" kelimeleri gibi. Bu kıraat aynı zamanda Ebû Amr'dan da rivâyet edilmiştir.

"Bize gönülden saygı duyarlardı." Bize karşı alçak gönüllü ve boyun eğenlerdi.

91

Irzını koruyan o kızı da (an). Biz ona ruhumuzdan üfledik. Onu ve oğlunu âlemlere bir ibret kıldık.

"Irzını koruyan o kızı da" yani iffetini koruyan Meryem'i de an. Peygamberlerden olmamakla birlikte onun anılması Îsa (aleyhisselâm)ın anılmasında bir eksiklik kalmasın diyedir. Bundan dolayı: "Onu ve oğlunu âlemlere bir ibret kıldık" diye buyurmuş, "İki ibret (âyet)" diye buyurulmamıştır. Yani onların ikisinin hali, durumu ve kıssaları âlemler için bir ibrettir.

ez-Zeccâc dedi ki: İkisinde de âyet oluş, aynıdır. Çünkü annesi onu erkeksiz dünyaya getirdi.

Sîbeveyh'in usulüne göre ifadenin takdiri şöyledir: Biz onu (annesini) da âlemlere bir ibret kıldık, oğlunu da âlemlere bir ibret kıldık. Sonra oğlu ile ilgili bu takdir hazfedilmiştir.

el-Ferrâ''nın görüşüne göre de ifade; Biz onu âlemlere bir ibret kıldık, oğlunu da (aynı şekilde ibret kıldık), takdirindedir. (Bu yönüyle) şanı yüce Allah'ın:

"Halbuki daha doğru olan Allah'ı ve Rasûlünü hoşnut etmeleridir." (et-Tevbe, 9/62) âyetine benzemektedir.

Denildiğine göre; onun âyetlerinden (ibret verici özelliklerinden) birisi mabede hizmet etmek üzere adanması kabul edilen ilk hanımdır. Yüce Allah onu kullarından hiçbir kimseye göndermediği özel bir rızıkla rızıklandırmıştır. Meryem (aleyhisselâm)ın hiçbir meme almadığı da söylenmiştir.

Irzını koruyan o kız iffetini koruyan ve hayasızlıktan uzak kalan demektir. Ayet-i kerîmede geçen "el-ferc: ırz"ın, gömleğinin açık yakası olduğu' da söylenmiştir. Yani onun elbisesine şüphe bulaşmamıştır. Bu da elbiseleri tertemiz, tahir demektir. Gömleğin fercleri (açık yerleri) dört tanedir. Kollar, yaka kısmı ve aşağısı.

es-Süheylî dedi ki: Sakın hatırına bundan başka bir şey gelmemelidir. Çünkü bu oldukça incelikli, kinayeli bir anlatımdır. Çünkü Kur'ân en yüce anlatımlı, en nezih anlatımlı, lâfız itibariyle en ölçülü, işaretleri itibariyle en İncelikli, cahil kimsenin vehminin hatırından geçirmek isteyeceğinden oldukça uzak, ibaresi itibariyle en güzel bir kitaptır. Özellikle "üfleme" her türlü eksiklikten uzak (el-Kuddûs)un emriyle Ruhu'l-Kudus tarafından yapılmıştır. Burada el-Kuds'u, el-Kuddus'a izafe et ve o tertemiz ve kutsal kızı yalan zanlardan ve gerçek olmayan vesveselerden tenzih et.

"Biz ona ruhumuzdan üfledik" Yani Cebrâîl'e emrettik, o da gömleğinin içine üfledi. Bu üfleme ile karnında Mesih Îsa varoldu. Buna dair açıklamalar daha önceden en-Nisâ Sûresi (4/lf 1. âyet, 3. başlık ve devamında) İle Meryem Sûresi'nde (19/16. âyet ve devamının tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Tekrarlamanın anlamı yoktur.

"Bir ibret" (anlamı verilen âyet) alâmet, insanlar için hayret edilecek bir Özellik, Îsa'nın peygamberliğine bir belge, dilediğimizi yapmaya gücümüzün yettiğine dair bir delil

"kıldık" demektir.

92

Şüphe yok ki bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir. Sizin Rabbinîz de Benim. O halde yalnız Bana ibadet edin.

"Şüphe yok ki bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir." Yüce Allah peygamberleri söz konusu ettikten sonra şöyle buyurmaktadır: İşte bunların hepsi tevhidi ittifakla tebliğ etmişlerdir. Burada "ümmet" İslâmın kendisi olan "eddin" anlamındadır. Bu açıklamayı İbn Abbâs, Mücahid ve başkaları yapmıştır. Müşriklere gelince; onlar bütün peygamberlere ters düşmüşlerdir.

"Sizin Rabbiniz de Benim." Biricik ilâhınız Benim, Benden başka ilâhınız yoktur.

"O halde yalnız Bana ibadet edin." Benden başkasına ibadet etmeyin.

Îsa b. Ömer ile İbn Ebi İshak: "Şüphe yok ki bu sizin ümmetiniz, tek bir ümmettir" diye okumuştur. Bunu Hüseyn de Ebû Amr'den rivâyet etmiştir. Diğerleri ise "ümmet" kelimesini nasb ile ifadenin tamamlanışından sonra nekrenin gelişi suretiyle kat' üzere (önceki âyetle anlam ilişkisi koparılarak) okumuştur. Bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır, ez-Zeccâc der ki: Burada "ümmet" kelimesi hâl olarak nasbedilmiştir. Yani (bu sizin ümmetiniz) hak üzere toplanmış haliyle (bir ümmettir). Tek bir ümmet olarak kaldığı sürece ve siz de tevhid etrafında toplu bulundukça sizin ümmetiniz budur, demek olur Eğer tefrikaya düşer, muhalefet ederseniz, hakka muhalefet eden kimseler bu hak- dine mensup olan kimseler olmaktan çıkarlar. Bu (üslub itibariyle) şöyle demeye benzer: Filan kişi afif olarak benim arkadaşımdır. Yani afif kalmaya devam ettiği sürece, benim arkadaşımdır. İffete muhalefet etti mi benim arkadaşım olmaz.

Ref ile okunuşuna gelince; bunun "sizin ümmetiniz"den bedel olması yahut da mübtedanın takdir edilmesi şeklinde, merfu gelmiş olabilir. Yani şüphesiz sizin bu ümmetiniz, evet bu ümmet(iniz) bir tek ümmettir. Yahut bu, haberden sonra ikinci bir haber olabilir. Eğer "sizin ümmetiniz" anlamındaki ifade "bu" lâfzından bedel olarak nasbedilecek olursa, câiz olur. Bu durumda "tek bir ümmettir" anlamındaki ifade "Şüphe yok ki" lâfzının haberi olur.

93

Buna rağmen onlar aralarında İşlerini parça parça edip ayrılığa düştüler. Bunların hepsi Bize döneceklerdir.

"Buna rağmen onlar aralarında İşlerini parça parça edip ayrılığa düştüler." Yani dinde tefrikaya düştüler. Bu açıklamayı el-Kelbî yapmıştır, el-Ahfeş de: Dinde ihtilâf ettiler, diye açıklamıştır. Kastedilenler müşriklerdir. Hakka muhalefet ettikleri, Allah'tan başka ilâhlar edindikleri için onları yermektedir.

el-Ezherî dedi ki: Onlar kendi işlerinde aralarında tefrikaya düştüler. Burada "İşlerini" âyeti; edatının hazfedilmesi dolayısıyla nasbedilmiştir. (Bu takdire göre: İşleri hakkında ayrılığa düştüler" demek olur). Buna göre "parça parça edip ayrılığa düşmek" lazım bir fiildir. Birinci görüşe göre ise müteaddidir.

Maksat bütün insanlardır, yani onlar dinleri ile ilgili işlerini parçalara ayırdılar, kendi aralarında kısımlara böldüler. Kimisi muvahhid, kimisi yahudi, kimisi hristiyan, kimisi bir meleğe ibadet ediyor, kimisi de bir puta.

"Bunların hepsi Bize döneceklerdir." Bizim hükmümüze dönecekler, Biz de onlara amellerinin karşılığını vereceğizdir.

94

Kim mü’min olduğu halde salih amel işlerse, onun yapıp ettikleri karşılıksız kalmaz. Biz onu muhakkak yazarız.

"Kim mü’min olduğu halde salih amel işlerse..." âyetindeki

"Salih amel" lâfzındaki cins için değil, teb'îz (kısmîlik bildirmek) içindir. Zira hiçbir mükellef farzıyla, nafilesiyle bütün itaatleri yerine getiremez. Buna göre âyetin anlamı şöyledir: Kim farz yahut nafile itaat olan amellerden muvahhid ve müslim olduğu halde amelde bulunursa... İbn Abbâs dedi ki: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ı tasdik ederek (amelde bulunursa) demektir.

"Onun yapıp ettikleri karşılıksız kalmaz." Yaptıkları inkâr edilmez. Yani amelinin karşılığı kaybolmaz ve örtülmez. Küfrün zıttı imandır. Küfür aynı zamanda nimeti inkâr etmek (nankörlük etmek)dır. Bu ise şükrün zıttıdır. "Onu inkar etti, inkâr etmek" diye kullanılır.

İbn Mes'ûd'un kıraatinde; şeklinde (elif ve nûn'suz)dir.

"Biz onu muhakkak yazarız." Amellerini tesbit edip, koruyanlarız. Yüce Allah'ın şu âyeti da buna benzemektedir:

"İçinizden gerek erkek, gerek kadın olsun, amel işleyenin amelini karşılıksız bırakarak boşa çıkarmayacağım."(Âl-i İmrân, 3/195) Yani bütün bunlar, mükellefe karşılığının verilmesi için muhafaza edilir, tesbit edilir.

95

Helâk ettiğimiz bir ülke halkının dönmemeleri İmkânsızdır.

"Helâk ettiğimiz bir ülke halkının dönmemeleri imkânsızdır." Zeyd b. Sabit ile Medinelilerin kıraati " İmkânsızdır" şeklindedir, Ebû Ubeyd İle Ebû Hatim'in tercih ettiği kıraat de budur. Kûfelilerin kıraati ise; şeklindedir. Bu aynı zamanda Ali, İbn Mes'ûd ve İbn Abbâs (Allah hepsinden razı olsun)dan da rivâyet edilmiştir. Her ikisi ayrı birer söyleyiştir. "Helal" kelimesi gibi. İbn Abbâs ve Saîd b. Cübeyr'den "ha" harfi üstün, "ra" harfi esreli, "mim" harfi de üstün şeklinde okudukları da rivâyet edilmiştir. Yine İbn Abbâs, İkrime ve Ebû'l-Âl-iyye'den "ra" harfi ötreli, "ha" ve "mim" harfleri üstün olarak okudukları da nakledilmiştir. İbn Abbâs'tan "ha", "ra" ve "mim" harfleri üstün, "ra" harfi şeddeli ve üstün, (her ikisi de: İmkânsız kıldı anlamında) ayrıca "ha" harfi ötreli, "ra" harfi şeddeli ve esreli (imkânsız kılındı, anlamında) şekillerinde okuduğu da rivâyet edilmiştir. İkrime'den de "ha" harfi üstün, "ra" harfi esre, "mim" harfi iki ötre (imkânsızdır, anlamında) olmak üzere de okuduğu rivâyet edilmiştir. Katade ve Matar el-Verrak'dan da "ha" harfi üstün, "ra" harfi cezm ve "mim" harfi iki ötre şeklinde (bu da: İmkânsızdır, anlamında) okuduğu da rivâyet edilmiştir. Böylelikle toplam dokuz kıraat etmektedir.

es-Sülemî; Helâk ettiğim bir ülke" şeklinde okumuştur. "Dönmemeleri" âyetindeki (olumsuzluk anlamı veren); "lâ" hakkında ihtilâf edilmiştir. Bunun sıla olduğu söylenmiştir. Bu görüş İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiş, Ebû Ubeyd de bunu tercih etmiştir. Helâk ettiğimiz bir ülke halkının helâk edilmelerinden sonra geri dönmeleri imkânsızdır, demek olur.

Bunun sıla olmadığı, aksine sabit olduğu da söylenmiştir. O takdirde "haram" kelimesi "vacip" anlamındadır. Helâk ettiğimiz bir ahali halkının dönmemeleri vacip olmuştur, demek olur. Nitekim el-Hansa da böyle demiştir;

"Ona kederim dolayısıyla zamanın ağla(ma)dığını görürsem mutlaka

Benim Sahr için ağlamam gerekir."

O, Sahr ile kardeşini kastetmektedir. Bu görüş göre "lâ" olumsuz edatı sabittir (fazladan gelmiş, yani sıla değildir.)

en-Nehhâs dedi ki: Âyet-i kerîme müşkildir. Hakkında söylenmiş en güzel ve en değerli görüş İbn Uyeyne, İbn Uleyye, Huşeym, İbn İdris, Muhammed b. Fudayl, Süleyman b. Hayyan ve Muallâ’nın Dâvûd b. Ebi Hind'den, onun İkrime'den, onan İbn Abbâs'tan şanı yüce Allah'ın:

"Helâk ettiğimiz bir ülke halkını... imkânsızdır" âyeti hakkında şöyle dediğini zikretmektedirler: Onların geri dönmemeleri artık gerekmiştir, yani tevbe etmezler.

Ebû Ca'fer (en-Nehhâs) dedi ki: Bu mananın sözlük açısından iştikakı açıkça anlaşılmaktadır. Şerhi de şöyledir: Bir şeyin haram kılınması, yasak kılınması, engellenmesi demektir. Nitekim helal kılınması da mubah kılınıp engellenmemesi demek olur. Eğer "haram" ile "hirm" vacip anlamında ise, bu ondan çıkış alanı daraltılmış, engellenmiş ve bu sebebten dolayı da yasak ve sakıncalı alana girmiş demek olur. Ebû Ubeyd'in buradaki "lâ"nın zâid olduğu görüşüne gelince; bir grup ilim adamı onun bu görüşünü reddetmiştir. Çünkü bu edat böyle bir yerde fazladan getirilmez. Anlaşılmasında müşkülât çıkacak yerlerde de getirilmez. Eğer fazladan getirilmiş olsaydı, açıklanması oldukça zor olurdu. Çünkü eğer "Bizim helâk ettiğimiz bir kasabanın tekrar dünyaya dönmeleri haramdır (yasaktır)" demek istenmiş olsaydı, böyle bir mananın hiçbir faydası olmazdı. Eğer bununla kasıt tevbe ise, tevbe de asla haram kılınmaz (engellenmez.)

Şöyle de açıklanmıştır: Bu ifadede hazfedilmiş kelimeler vardır, yani Bizim kökten imha etme hükmünü vermiş olduğumuz yahut haklarında kalplerinin mühürlenmesi hükmünü vermiş olduğumuz bir ülke ahalisinden herhangi bir amelin kabul edilmesi haramdır (mümkün değildir,) Çünkü onlar geri dönmezler, yani tevbe etmezler. Bu açıklamayı da ez-Zeccâc ve Ebû Ali yapmıştır ki, buna göre "lâ" zâid değildir. İbn Abbâs'ın sözünün anlamı da budur.

96

Nihayet Ye'cûc ile Me'cûc açılıp, her yüksekçe tepeden hızlıca indiklerinde;

"Nihayet Ye'cuc İle Me'cuc açılıp..." Ye'cûc ile Me'cûc'a dair açıklamalar daha önceden (el-Kehf, 18/94. âyet ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Âyette hazfedilmiş ifadeler vardır. Nihayet Ye'cûc İle Me'cûc'un şeddi açıldığında... demektir ki, bu da:

"O kasabaya sor." (Yusuf, 12/82) âyetine benzemektedir.

"Her yüksekçe tepeden hızlıca indiklerinde..." İbn Abbâs dedi ki: Her yüksekçe yerden geleceklerinde demektir. Yani onlar sayıca çok olacaklarından ötürü her bir taraftan akın akın geleceklerdir. "el-Hadeb" yüksekçe yer demektir, çoğulu "el-hidâb" ...diye gelir. Bu da sırttaki kambur demek olan "el-hadbe"den alınmadır. Antere dedi ki:

"Ne ellerim titredi, ne de ne yaptığımı bilmez hale getirdi beni,

Onların bana doğru her yüksekçe bir yerden ardı arkasına gelmeleri."

Hızlıca inerler " çıkarlar anlamındadır, denilmiştir. İmruu'l-Kays’ın şu mısraında da bu anlamda kullanılmıştır:

"Haydi elbisemi, elbisenden sıyırıp çıkar (kalbinden kalbimi çıkar),

onlar (elbiselerim) da çıkacaktır."

Hızlıca yol alırlar, anlamında olduğu da söylenmiştir. en-Nâbiğafnın şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır.

"Kurdun hızlıca yürüyüşü artık gece yürüyüşüne döndü.

Gece ona soğuk gelmeye başladığından, o da hızlıca yürümeye koyuldu.

Hadîs-i şerîfte de: "Yalan söyledi, hızlıca yürümeye bak" İbnu’l-Esîr, en-Nihâye, III, 237 denilmektedir. ez-Zeccâc dedi ki; "en-neselân" kurdun hızlıca yürümesi demektir. Mesela; "Filan kişi hızlıca koştu, koşar" denilir.

Her yüksekçe tepeden hızlıca inenlerin Ye'cûc ile Me'cûc oldukları söylenmiştir. Daha kuvvetli görülen görüş budur. İbn Mes'ûd ile İbn Abbâs da bu görüştedirler.

Bütün yaratıklardır da denilmiştir. Onlar hesaplan görülmek üzere duracakları yerde toplanmak için haşredileceklerdir. O vakit onlar her taraftan hızlıca gelecekler,

Şâz olan kıraatlerden birisinde; "Ve onlar her bir mezardan hızlıca gelirler" şeklinde okunmuştur ki şanı yüce Allah'ın:

"Hemen kabirlerinden Rabblerine doğru süratle gidecekler. "(Yasin, 36/51) âyetinden hareketle böyle okumuşlardır, Bu kıraati el-Mehdevî", İbn Mes'ûd'dan, es-Sa'lebî de Mücahid ve Ebû's-Sahbâ'dan nakletmektedirler.

97

Ve gerçek vaad yaklaştığında, bakarsın ki kâfirlerin gözleri dehşetle yerinden fırlayarak: "Vay bize! Gerçekten biz bundan gafil idik. Hayır, biz zulmetmişiz meğer" (diyecekler).

"Ve gerçek vaad" yani kıyâmet

"yaklaştığında..." el-Ferrâ', el-Kisaî ve başkaları buradaki "vav"ın fazladan olduğunu söylemişlerdir. Yani nihayet Ye'cûc ile Me'cûc açıldığında, artık hak olan vaad yaklaşmış olacaktır. Buna göre "yaklaştı" âyeti; "dip: ...inde" edatının cevabıdır, el-Ferrâ' şu mısraı nakletmektedir:

"Kabilenin sınırlarını aştığımızda ...a doğru yol aldı."

Burada da "vav" fazladan gelmiştir. Yüce Allah'ın:

"Onu alnı üzere yıkınca Biz ona... seslendik." (es-Saffat, 37/103-104) Burada da "vav" fazladan gelmiştir.

el-Kisaî

"ki kâfirlerin gözleri dehşetle yerinden fırlayarak" âyetinin, "(........): ...inde" edatının cevabını "bakarsın" olmasını câiz kabul etmektedir. Buna göre; "ve gerçek vaad yaklaştığında" şart olan fiile atfedilmiş olmaktadır. Basralılar ise şöyle demektedirler: Cevap hazfedilmiştir, ifadenin takdiri de şöyledir: Onlar: Vay bize... diyecekler. Bu ez-Zeccâc'ın da görüşüdür ve güzel bir açıklamadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"O'ndan başka veliler edinenler: Biz bunlara ancak bizleri Allah'a yakmlaştırsınlar diye ibadet ediyoruz," (ez-Zümer, 39/3) Biz, onlara... ibadet ediyoruz derler, demektir. "De" anlamı veren fiilin hazfi çokça görülen bir husustur.

"Bakarsın ki kâfirlerin gözleri dehşetle yerinden fırlayarak" âyetindeki;

"Onlar" zamiri gözlere aittir. Ondan sonra zikredilen "gözler" ise bu zamirin bir tefsiridir. Şöyle denilmiş gibidir; O vaadin gelişi esnasında, dehşetlerinden dolayı kâfirlerin gözlerinin fırlamış olduğunu göreceksin. Şair şöyle demektedir:

"Babasının ömrü hakkı için benim hanımım demez ki:

Malik b. Ebi Kab haberiniz olsun ki benden kaçıp gitti."

Burada önce, "babasının" ifadesindeki zamir ile hanımından söz ettikten sonra açıkça onu zikretmektedir.

el-Ferrâ' buradaki zamirin İmâd olduğunu söylemiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Çünkü gerçek şu ki gözler kör olmaz..." (el-Hac, 22/46)

Burada sözün bu zamirle birlikte bittiği de söylenmiştir. İfadenin takdiri de; "Ansızın onunla karşılaşılmış olur." Yani kıyâmet ortaya çıkmış ve gerçekleşmiş olur.

Bu da şu demektir: Kıyâmet yakınlığından dolayı âdeta gelmiş ve hazır olmuş gibidir. Sonra da yeni bir cümle olarak: "Kâfirlerin gözleri dehşetle yerinden fırlamış olacaktır" diye buyurulmaktadır.

Burada haberin mübtedâya takdimi söz konusudur. Yani o kâfirlerin gözleri bugünden dolayı dehşetle yerinden fırlayacaktır. Yani o günün dehşetinden dolayı gözler hemen hemen kırpılmayacaktır ve şöyle diyeceklerdir: Vay bizlere! Gerçekten bizler masiyetlerimiz ve ibadeti lâyıkı olmayan yere koymamız (uydurma ilâhlara tapınmamız) sebebiyle zâlimler idik.

98

Gerçekten siz de, Allah'tan başka taptıklarınız da cehennemin odunusunuz. Sîz oraya gireceksiniz.

Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Âyetin Nüzul Sebebi:

"Gerçekten siz de, Allah'tan başka taptıklarınız da..." âyeti hakkında İbn Abbâs dedi ki: Bir âyet var ki, insanlar onun hakkında bana soru sormuyorlar. Onu bildiklerinden dolayı mı, yoksa bilmediklerinden dolayı mı ona dair soru sormuyorlar, bilmiyorum. Ona: Bu hangisidir? diye sorulunca; O:

"Gerçekten siz de, Allah'tan başka taptıklarınız da cehennemin odunusunuz. Siz oraya gireceksiniz" âyeti nazil olunca bu Kureyş kâfirlerine ağır geldi ve: Bu bizim ilâhlarımıza sövdü diyerek, İbnu'z-Zibâri'ye gidip durumu haber verdiler. O da: Ben orada olsaydım, ona cevap verirdim, dedi. Ne diyecektin, diye sordular: Ona şöyle derdim: İşte hristiyanlar Mesih'e ibadet ettiler, yahudiler de Üzeyr'e ibadet etmektedirler. Acaba bunların ikisi de cehennemin udunu mudurlar? Kureyşliler onun bu sözünü beğendi ve böylelikle Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın buna bir cevap veremeyeceği kanaatine sahip oldular. Bunun üzerine yüce Allah da şöyle buyurdu:

"Şüphesiz kendileri için daha önceden tarafımızdan iyilik takdir edilmiş olanlar, işte onlar oradan uzaklaştırılmışlardır" (el-Enbiyâ, 21/101) âyetini indirdi. Yine onun hakkında:

"Meryem oğlu bir misal olarak verilince" (ez-Zuhruf 43/5Ğ) -ki burada İbnu'z-Zibarî kastedilmektedir.-

"Hemen senin kavmin bundan dolayı bağrışıp çağrışmaya koyuldu." (ez-Zuhruf, 43/57) âyeti indi. Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, V, 679-680. Anlam itibariyle aynı olmakla birlikte, İbnu'z-Zibari sözkonusu edilmeksizin: Müsned, I, 317-318. İleride buna dair açıklamalar (belirtilen âyetin tefsirinde) gelecektir.

2- Umum İfade Eden Sigalar (kipler):

Bu âyet-i kerîme umum sığalarını kabul etmeye ve onun özel bir takım sığalarının bulunduğuna dair aslî bir dayanak teşkil etmektedir. Umuma delâlet eden belli bir takım sığalar yoktur, diyenlerin kanaatlerinin aksine bu böyledir. Bu ve diğer âyet-i kerimelerin delâleti dolayısıyla varılan kanaat yanlıştır. İşte Abdullah b. ez-Ziba'rî cahiliye döneminde "mâ (şey)" edatından bütün ibadet edilen varlıkların kastedildiğini anlamıştı. Fasih Araplar ve beliğ konuşan Kureyşliler de onun bu kanaatini uygun bulmuşlardı. Eğer bu lâfız umum ifade eden bir lâfız olmasaydı, bundan istisna yapılması sahih olmazdı. Bu ise uygulamada fiilen görülen bir husustur. O halde bu edat, umum ifade eden bir edattır ve bu açıkça görülmektedir.

3- Cehennemin Odunları:

"Hasab: Odun" anlamındaki kelime genel olarak "sad" ile okunmuştur. Yani, ey kâfirler topluluğu! Sizler ve Allah'tan başka kendilerine ibadet edindiğiniz putlar cehennemin yakıtısınız. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Mücahid, İkrime ve Katade de "odunudurlar" diye açıklamışlardır, Ali b. Ebî Tâlib ve Âişe (Allah ikisinden de razı olsun) bu kelimeyi "hatab" şeklinde "ti" ile okumuşlardır. İbn Abbâs bunu "dat" harfi ile okumuştur. el-Ferrâ' der ki: Bununla "hasab"ı kastetmektedir. Çünkü bize nakledildiğine göre noktalı olarak "el-hadab" kelimesi Yemenlilerin şivesinde "el-hatab (odun)" demektir. Ateşin kendisi ile tutuşturulduğu ve kendisi ile yakıldığı her bir şeye de denilir. Bunu el-Cevherî nakletmektedir. Ateş yakılan ocağa da -aynı kökten olmak üzere-: "Mihdab" denilir.

Ebû Ubeyde yüce Allah'ın: "Cehennemin odunu" âyeti hakkında şöyle demektedir: Ateşe her ne atarsan, onunla ateşi yakmış olursun.

Bu âyet-i kerimeden açıkça anlaşıldığına göre kâfir olan insanlar ve onların tapındıkları putlar cehenneme odundurlar. Bu âyet-i kerîmenin bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir:

"O halde yakıtı insanlarla taşlar olan... o ateşten sakının." (el-Bakara, 2/24) Taşlardan maksadın kibrit taşı olduğu 'da söylenmiştir. Nitekim daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/24. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Ayrıca ateşin putlar için azap da ceza da olmayacağı orada belirtilmiştir. Çünkü kendileri bir günah İşlememişlerdir, fakat bu onlara ibadet edenlere bir azap olacaktır. Evvelâ hasret ve pişmanlık duymalarını sağlayacaktır, sonra bunlar ateşte bir araya getirilecek ve bunların ateşi her türlü ateşten daha çetin ve ağır olacaktır. Sonra da bu ateşle azap göreceklerdir.

Denildiğine göre bu putlar, ateşte kızdırılacak ve azaplarının daha da arttırılması için onlara yapışacaktır. Bu putların ateşe atılmalarının onlara ibadet edenlerin azarlanmaları için olacağı da söylenmiştir.

4- Müşrikler Cehenneme Gireceklerdir:

"Siz oraya gireceksiniz" âyetinde hitap putlara tapan müşrikleredir. Yani sizler putlarınızla beraber oraya gireceksiniz. Hitabın putlara ve onlara ibadet edenlere olduğu da söylenebilir. Çünkü putlar her ne kadar cansız varlıklar iseler de insanlara ait zamirler kullanılarak onlara dair haber verilebilir.

İlim adamları derler ki: Bunun kapsamına ne Îsa, ne Uzeyr, ne de melekler -Allah'ın salât ve selâmları üzerlerine olsun- girer. Çünkü; "Şey" insan dışındaki varlıklar hakkında kullanılır. Eğer bunların girecekleri kastedilmek istenseydi: "O kişi, kimse" denilmesi gerekirdi, ez-Zeccâc der ki: Çünkü bu âyete muhatab olanlar yalnızca Mekke müşrikleridir, başkaları bu hitabın kapsamına girmemektedir.

99

Eğer bunlar ilâh olsalardı, oraya girmezlerdi. Hepsi orada ebediyyen kalacaklardır.

"Eğer bunlar" yani bu putlar

"İlâh olsalardı" onlara ibadet edenler

"oraya” cehennem ateşine

"girmezlerdi." İbadet edenler de, mabutları da oraya girmezlerdi diye de açıklanmıştır. İşte bundan dolayı:

"Hepsi orada ebediyyen kalacaklardır" diye buyurmaktadır.

100

Onlar orada ah edip inleyeceklerdir. Onlar orada İşitmezler de.

"Onlar orada ah edip inleyeceklerdir." Yani şu cehennem ateşine girmiş olan kâfirlerle, şeytanların durumu bu olacaktır. Putlara gelince onların durumu da bu husustaki görüş ayrılığına göre değişecektir. Yani yüce Allah acaba bu putlara hayat verip bunları azaplandıracak ve nihayette bunların da ah edip inlemeleri olacak mıdır, olmayacak mıdır? Bu hususta iki görüş vardır:

Zefir ( ah edip inleyiş) kederli bir kimsenin kalbinden çıkardığı nefesin sesidir. Buna dair açıklamalar daha önceden Hûd Sûresi'nde (11/106. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Onlar orada işitmezler de" denildiğine göre; bu ifadede hazfedilmiş kelimeler var, demektir. Yani onlar orada hiçbir şey işitmezler. Çünkü sağır olarak haşredileceklerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Biz onları kıyâmet günü körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüzükoyun haşredeceğiz." (el-İsrâ, 17/97)

Eşyanın seslerini işitmek insanı rahatlatır ve ona teselli verir. Yüce Allah cehennem ateşinde kâfirlere bu imkânı vermeyecektir.

Bir başka görüşe göre; onlar kendilerini sevindirecek bir söz işitmeyeceklerdir. Aksine kendilerini azaplandırmakla görevli olan zebanilerin seslerini işiteceklerdir.

Yine denildiğine göre; kendilerine:

"Tıkılın içerisine; bana da söz söylemeyin!" (el-Mu'minûn, 23/108) denileceğinde o vakit sağır ve dilsiz olacaklardır.

Nitekim İbn Mes'ûd da şöyle demiştir: Geriye cehennemde ebedi bırakılacaklar kalınca ateşten tabutlar içerisine yerleştirilirler. Sonra bu tabutlar ateşten çivileri bulunan başka tabutlara yerleştirilecek, hiçbir şey işitemeyeceklerdir. Onlardan hiçbir kimse cehennem ateşinde kendisinden başka azap gören bir kimse bulunduğunu da görmeyecektir. Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, V, 681

101

Şüphesiz kendileri için daha önceden tarafımızdan iyilik takdir edilmiş olanlar, işte onlar oradan uzaklaştırılmışlardır.

"Şüphesiz kendileri İçin daha önceden tarafımızdan İyilik" cennet

"takdir edilmiş olanlar, işte onlar oradan" cehennem ateşinden

"uzaklaştırılmışlardır." İfade (cehenneme girmeyip onlardan) istisna edilenler hakkındadır. Bundan dolayı kimi ilim adamı buradaki; "Şüphesiz" edatı "Ancak", anlamındadır der. Kur'ân-ı Kerîm'de de bu kabilden başka bir yer yoktur.

Muhammed b. Hâtıb dedi ki: Ben Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)ı şu: "Şüphesiz kendileri için daha önceden tarafımızdan İyilik takdir edilmiş olanlar..." âyetini okurken dinledim. Dedi ki: Ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ı: "Muhakkak Osman onlardandır" derken dinledim.

102

Onlar ateşin sesini dahi işitmezler. Canlarının arzu ettiği şeyler arasında ebedidirler.

"Onlar ateşin sesini" ve alevinin hareketini

"dahi işitmezler." "Ses" anlamını' verdiğimiz "el-hasîs" ile "el-his" hareket demektir.

İbn Cüreyc, Atâ'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ebû Râşid el-Harurî, İbn Abbâs'a: "Onlar ateşin sesini dahi işitmezler" deyince, İbn Abbâs: Sen deli misin? dedi. Yüce Allah'ın:

"Şüphe yok ki aranızda oraya uğramayacak hiç kimse yoktur." (Meryem, 19/71);

"Ve onları ateşe sürüklemiş olacaktır." (Hud, 11/98);

"Suçluları ise susamışlar olarak cehenneme süreriz" (Meryem, 19/86) buyrukları nerede kaldı? Geçmişlerin yaptıkları dualardan biri de: Allah'ım, esenlikle beni ateşten çıkar ve umduğumu elde etmiş olarak cennete girdir, demekti.

Ebû Osman en-Nehdî dedi ki: Sıratın üzerinde cehennemlikleri sokacak yılanlar vardır. Bunlar "has has" derler.

Şöyle de açıklanmıştır: Cennetlikler, cennete girecekleri vakit cehennemliklerin sesini duymayacaklardır. Bundan önce ise duyacaklar. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Canlarının arzu ettiği şeyler arasında ebedidirler." Yani onlar canların çektiği, gözlerin zevk aldığı şeyler arasında ebediyyen kalacaklardır. Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Orada canlarınız neyi arzu ediyorsa, orada neyi istiyorsanız sizin için hepsi vardır." (Fussilet, 41/31)

103

En büyük korku onları üzmez. Melekler onları karşılayıp: "İşte bu, vaad olunduğunuz gündür" derler.

"En büyük korku onları üzmez." Ebû Cafer ve İbn Muhaysın

"Onları üzmez" âyetini "ya" harfini ötreli, "ze" harfini de esreli olarak okumuşlardır. Diğerleri ise "ya" harfini üstün ve "ze" harfini ötrelî okumuşlardır, el-Yezidî dedi ki: Kureyşlilerin kullanımı birinci şekildir, ikinci şekil ise Temimlilerin şivesidir. Her ikisi ile de okunmuştur.

"En büyük korku" İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre; kıyâmet günü ve öldükten sonra dirilişin dehşetli halleridir. el-Hasen dedi ki: O, kulların cehennem ateşine götürülmesi emri verileceği vakittir. İbn Cüreyc, Saîd b. Cübeyr ve ed-Dahhak ise; o ateş cehennemliklerin üzerine kapatılıp ölüm cennet ile cehennem arasında boğazlanacağı vakittir, demişlerdir.

Zünnûn el-Mısrî dedi ki: Bu, her türlü bağın koparılması ve ayrılığın gerçekleşmesidir.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet gününde üç kişi vardır ki; bunlar en değerli miskten bir tepenin üzerinde olacaklardır. "O en büyük korku" da kendilerini üzmeyecektir: Allah için bir topluluğa İmâmlık yapan ve arkasından namaz kılanların da bu İmâmlığına razı oldukları kişi, bir kavme ecrini Allah'tan bekleyerek ezan okuyan kişi, bir de dünyada köle olmakla imtihan olunduğu halde, bu hali kendisini Rabbine itaatten alıkoymayan kişidir." Tirmizî, Birr 48, Stfatu'l-Çerine 25; Müsned, II, 26.

Ebû Seleme b. Abdurrahman dedi ki: Kölesini dövmekte olan bir adamın yanından geçtim. Köle bana İşaret etti. Ben efendisiyle konuştum ve nihayet onu affetti. Ebû Said el-Hudrî ile karşılaştım ve ona bunu haber verdim. Bana: Ey kardeşimin oğlu dedi; "Her kim sıkıntı ve keder içerisinde olan birisinin imdadına yetişirse Allah onu o en büyük korku ve dehşet gününde, cehennem ateşinden azad eder." Ben bunu Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem)dan dinledim. "Kim bir mü minin dünya sıkıntılarından bir sıkıntısını giderirse, yüce Allah da buna karşılık o kimsenin âhiretteki sıkıntılarından birisini giderecektir" anlamındaki hadis: Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58, Zikir 38; Ebû Dâvûd, Etleb 38, 60; Tirmizî, Hudûd 3, Birr 19; İbn Mâce, Mukaddime 17; Müsned, II, 91, 252, 2%, 500, 514.

"Melekler onları karşılayıp" yani melekler cennet kapılarında onları tebrik ederek karşılarlar ve onlara:

"İşte bu vaad olunduğunuz gündür" derler. Kabirden çıkacakları vakit rahmet melekleri onları karşılar, diye de açıklanmıştır. İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre: "İşte bu, vaad olunduğunuz gündür" âyeti; onlara... derler demek olup; bu ifadeler hazfedilmiştir.

"İşte bu" kendisinde lütuf ve ihsana mazhar olduğumuz

"vaad olunduğunuz gündür."

104

Ki o günde gökleri kitapların katlandığı gibi katlayacağız. İlk yaratmaya başladığımız gibi onu tekrar iade ederiz. Biz bunu vaad edip üzerimize almıştık. Şüphesiz yapanlar Bizleriz.

"Ki o günde gökleri... katlayacağız." Ebû Cafer b. el-Kâ'kâ', Şeybe b. Nisâh, el-A'rec ve ez-Zührî; şeklinde ötreli "te" ile ve; da nâib-i fail olarak ref ile okumuşlardır. (Ki o günde gök katlanacaktır, demek olur). Mücahid de; şeklinde; "ki o günde Allah gökleri katlayacaktır" anlamında olmak üzere okumuştur. Diğerleri ise azamet "nûn"u (katlayacağız anlamı) ile okumuşlardır.

"O günde" kelimesinin nasb edilmesi (bir önceki âyet-i kerîmede yer alan) sılada hazfedilmiş "he" zamirinden bedel olması dolayıstyladır. İfade: Vaad olunduğunuz o günki, o günde gökleri düreceğiz" takdirindedir. Yahut da bu "İlk yaratmaya başladığımız gibi onu tekrar iade ederiz" âyetindeki "onu tekrar iade ederiz" fiili ile nasb edilmiştir. Ya da "onları üzmez" âyeti dolayısıyla nasbedilmiştir. Bu da: Kendisinde göğü katlayacağımız günde en büyük korku onları üzmez, demek olur. Ya da "an" anlamındaki fiil takdir edilerek nasbedilmiştir.

Buradaki "es-semâ" ile cins (gökler) kastedilmiştir. Buna delil de yüce Allah'ın:

"Gökler ise onun sağ eli ile dürülmüş olacaktır." (ez-Zümer, 39/67) âyetidir.

"Kitapların katlandığı gibi." İbn Abbâs ve Mücahid dediler ki: Bir sahifenin içindekilerle katlandığı gibi demektir. Buna göre "kitaplar" âyetinin başındaki "lâm"; "Üzerine" anlamındadır.

Yine İbn Abbâs'tan buradaki "sicil" Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın bir kâtibinin adıdır. Ancak bu pek güçlü bir görüş değildir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın kâtipleri bi linen kimselerdir, aralarında bu ismi taşıyan kimse yoktur. Hatta ashab arasında dahi ismi es-Sicil olan kimse yoktur.

Yine İbn Abbâs ve İbn Ömer ile es-Süddî şöyle demişlerdir: "es-Sicil" bir melektir. Âdemoğullarının amel defterleri kendisine kaldırıldığı vakit katlayıp düren odur. Denildiğine göre o, üçüncü semadadır. Kulların işledikleri ameller ona yükseltilir. İnsanlarla birlikte kalmakla görevli olan Hafaza melekleri her perşembe ve pazartesi günleri bu defterleri ona çıkartırlar. Naklettiklerine göre bunun yardımcıları arasında Harut ile Marut da var imiş.

"Sicil" yazılı belge (es-sak) demektir, Bu da yazmak demek olan "es-sicâle"den türetilmiştir. Bunun da aslı kova demek olan "es-sed"den gelir. ifadesi; ben bir kova çektim, o da bir kova çekti, demektir. Sonra bu kelimeden istiare yoluyla, karşılıklı yazışma ve başvurmaya, gözden geçirmeye de "müsâcele" denildi, "Hakim tescil etti" demektir. el-Mufaddal b. el-Abbas b. Utbe b. Ebi Leheb dedi ki:

"Kim benimle kuyudan kovayla su çekme yarışına girerse (bilsin ki) o,

Kovayı ta ipin bağlandığı yere (ağzına) kadar dolduran soylu birisiyle yarışıyor."

Daha sonra bu İsim; kelimeleri gibi "fiil" vezni üzere bina edilmiştir.

Ebû Zür'a b. Amr b. Cerir "sin" ve "cim" harflerini ötreli, "lâm" harfini de şeddeli olarak okumuştur. el-A'meş ve Talha ise "sin" harfini üstün, "cim" harfini sakin, "lâm" harfini de şeddesiz okumuştur. en-Nehhâs dedi ki: Allah'ın izniyle mana birdir.

İfade yüce Allah'ın:

"Kitapların" kelimesi ile tamam olmaktadır. Türkçe cümle kuruluşu dolayısıyla "katlayacağız" da cümle tamam olmaktadır.

Bu âyet-i kerîmede "katlama"nın iki anlama gelme ihtimali vardır: Birincisi açmanın, yaymanın zıttı olan katlayıp dürmek. Nitekim yüce Allah:

"Gökler ise O'nun sağ eli ile dürülmüş olacaktır" (ez-Zümer, 39/67) diye buyurmaktadır. İkinci anlam ise: Saklamak, bilinmeyecek hale getirmek ve tamamen silmek. Çünkü yüce Allah göğün alâmetlerini siler ve onları saklar, yıldızlarını söndürür ve darmadağın eder.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Güneş tortop edilip dürüldüğü zaman, yıldızlar ardarda döküldüğü zaman" (et-Tekvîr, 81/1-2);

"Gök yerinden söküldüğü zaman" (et-Tekvîr, 81/11).

"Kitapların" anlamındaki âyette ifade tamam olmaktadır. el-A'meş, Hafs, Hamza, el-Kisaî, Yahya ve Halef "Kitapların" şeklinde çoğul okumuşlardır. Sonra yeni bir cümle ile şöyle buyurulmaktadır: "İlk yaratmaya başladığımız gibi onu tekrar iade ederiz." Yani Biz insanları annelerinin karınlarında yaratıldıkları gibi tekrar çıplak ayaklı, elbisesiz, sünnetsiz olarak diriltiriz.

Nesâî'nin rivâyetine göre İbn Abbâs, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "İnsanlar kıyâmet gününde elbisesiz, sünnetsiz olarak yaratılacaklardır. Kıyâmet gününde insanlar arasında elbise giydirilecek ilk kişi İbrahim (aleyhisselâm)dır. Daha sonra: "İlk yaratmaya başladığımız gibi onu tekrar iade ederiz" âyetini okudu." Buhârî, Enbiyâ 8, 48; Nesâî, Cenaiz 118; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 3; Müsned, I, 223, 229

Müslim de bu hadisi yine İbn Abbâs'tan nakletmektedir. O dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize ayakta bir öğüt verdi ve buyurdu ki: "Ey insanlar! Şüphesiz sizler yüce Allah'ın huzuruna çıplak ayaklı, elbisesiz ve sünnetsiz olarak haşredileceksiniz: "İlk yaratmaya başladığımız gibi onu tekrar iade ederiz. Biz bunu vaad edip üzerimize almıştık. Şüphesiz yapanlar Bizleriz." Şunu bilin ki: İnsanlar arasında kıyâmet gününde elbise giydirilecek ilk kişi İbrahim (aleyhisselâm)dır..." deyip hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir. Buhârî, Tefsir 5. sûre 14, 21. sûre 2, Rikaak 45; Müslim, Cennet 48; Tirmizî, Tefsir 21. sûre 3; Nesâî, Cenâiz 119; Müsned, I, 235, 253.

Biz bu hususa dair açıklamaları "et-Tezkire" adh kitabımızda eksiksiz bir şekilde kaydetmiş bulunuyoruz.

Süfyan es-Sevrî, Seleme b. Küheyl'den, o Ebû'z-Ze'râ'dan, o Abdullah b. Mes'ûd'dan rivâyetle dedi ki: Aziz ve celil olan Allah, Arşın altından erkeklerin menisi gibi bir su gönderir. Bu sudan onların etleri ve cisimleri nemli arazinin bitkiyi bitirmesi gibi biter. Ve: "İlk yaratmaya başladığımız gibi onu tekrar İade ederiz" âyetini okudu.

İbn Abbâs dedi ki: Biz ilkin olduğu gibi herşeyi helâk edecek ve yok edeceğiz, demektir. Buna göre bu âyet; "ki o günde gökleri... katlayacağız" âyeti ile muttasıldır. Yani Biz gökleri dürecegiz, işte o vakit de gökleri yok edecek, imha edeceğiz. Hiçbir şey kalmayacaktır.

Şöyle de açıklanmıştır: Biz semâyı yok edeceğiz, sonra onu katlayıp dürdükten ve yok olduktan sonra, bir defa daha tekrar yaratacağız. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"O gün yer başka bir yerle değiştirilecektir, göklerde." (İbrahim, 14/48) Ancak birinci görüş daha sahihtir. Bu da yüce Allah'ın:

"Yemin olsun sizi ilk defa yarattığımız gibi, yapayalnız, teker teker huzurumuza geldiniz." (el-En'âm, 6/94) âyeti ile:

"Saf halinde Rabbine arz edileceklerdir. Yemin olsun ki ilk kez sizi nasıl yaratmış idiysek öylece Bize geldiniz." (el-Kehf, 18/48) âyetini andırmaktadır.

(..........) kelimesi mastar (mef'ûl-i mutlak) olarak nasbedilmiştir. Yani; "Vaad edip..." demektir. "Biz ...... üzerimize almıştık" yani öldükten sonra dirilişi ve tekrar yaratma vaadini gerçekleştirmeyi ve yerine getirmeyi üstlenmiştik. Buna göre hazfedilmiş ifadeler vardır. Daha sonra yüce Allah:

"Şüphesiz yapanlar Bizleriz" âyeti ile bunu pekiştirmektedir, ez Zeccâc dedi ki:

"Şüphesiz yapanlar Bizleriz" âyeti, dilediğimize güç yetirenler Bizleriz, demektir. "Şüphesiz yapanlar Bizleriz"; size vaad ettiğimizi Biz yerine getiririz demektir, diye de açıklanmıştır. Bu da yüce Allah'ın:

"O'nun vaadi yerine getirilmiş olacaktır." (el-Muzzemmil, 73/18) âyetini andırmaktadır.

Buradaki ın, haber vermek için (nakıs fiil olarak) geldiği de söylenmiştir, (Bu, üzerimizdeki bir vaaddir, demek olur). Sıla (zâid) olduğu da söylenmiştir.

105

Yemin olsun ki Biz zikirden sonra Zebur'da: "Arza Benim salih kullarım mirasçı olur" diye yazdık.

"Yemin olsun ki Biz" semâda bulunan

"zikirden sonra Zebur'da"; Zebur ile kitap aynı şeylerdir. Bundan dolayı Tevrat'a da, İncil'e de, Zebur denilebilir, "Yazdım" demektir. Çoğulu "zubur" ...diye gelir. Saîd b. Cübeyr dedi ki; "Zebur" Tevrat, İncil ve Kur'ân-ı Kerîm'dir.

"Arza" cennete

"Benim salih kullarım mirasçı olur, diye yazdık." Bu açıklamayı Süfyan, el-A'meş'den, o Saîd b. Cübeyr'den rivâyet etmiştir,

en-Nehaî dedi ki: Zebur, Davud'a verilen Zebur'dur. Zikir'den kasıt da Mûsa (aleyhisselâm)a indirilen Tevrat'tır. Mücahid ve İbn Zeyd dediler ki: Zebur bütün peygamberlere (hepsine selam olsun) verilen kitaplardır. Zikir ise yüce Allah'ın nezdinde semâda bulunan kitapların anasıdır.

İbn Abbâs dedi ki: Zebur Allah'ın Mûsa (aleyhisselâm)dan sonra peygamberlerine indirmiş olduğu kitaplardır. Zikir ise Mûsa (aleyhisselâm)a indirilen Tevrat'tır.

Hamza "ez-Zubûr" diye "ze" harfini ötreli "zîbr"in çoğulu olarak okumuştur.

"Arza benim salih kullarım mirasçı olur" âyeti hakkında yapılan en güzel açıklama, Saîd b. Cübeyr'in de dediği gibi, bununla cennet arzının kastedildiğidir. Çünkü dünyada arza salih olanlar da, başkaları da mirasçı olmuştur. Bu aynı zamanda İbn Abbâs, Mücahid ve başkalarının da görüşüdür. Mücahid ve Ebû'l-Âl-iyye dediler ki: Bu te'vilin delili yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Bize olan vaadini yerine getiren, cennetten dilediğimiz yere konmak üzere arzı bize veren Allah'a hamdolsun." (ez-Zumer, 39/74)

Yine İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre; orası Arz-ı Mukaddes'tir. Ondan gelen bir başka rivâyete göre; orası kâfir ümmetlerin arzıdır. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)in ümmeti fetihlerle oraya mirasçı olur.

Bu âyetle İsrailoğullarının kastedildiği de söylenmiştir. Bunu delil de yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Zaafa uğratılagelmiş kavmi de bereketlendirdiğimiz yerin doğularına da, batılarına da mirasçı kıldık." (el-A'râf, 7/137) Fakat müfessirlerin çoğunluğu "salih kullar" ile Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ümmetinin kastedildiği görüşündedir.

Hamza Salih kullarım" âyetini "ya" harfini sakin (harekesiz, harf-i med) olarak okumuştur.

106

Gerçekten bunlar ibadet eden bir topluluk İçin yeter.

"Gerçekten bunlar" yani bu sûrede söz konusu edilen öğütler ve uyanlar; bir başka açıklamaya göre Kur'ân-ı Kerîm'de,

"ibadet eden bir topluluk için yeter."

Ebû Hüreyre ve Süfyan es-Sevrî dedi ki: "İbadet eden topluluk'tan kasıt beş vakit namaz kılanlardır. İbn Abbâs (radıyallahü anh)da dedi ki: "İbadet edenler" itaat edenler demektir. İbadet eden kişi zilletle itaat edip boyun eğen kimse demektir.

el-Kuşeyrî dedi ki: Aklı başında her bir varlığın bunun kapsamına girmesi uzak bir İhtimal değildir, Çünkü her bir varlık fıtratı itibariyle, yaratıcının önünde zilletle eğilir. O eğer Kur'ân-ı Kerîm'in üzerinde dikkatle düşünecek ve onun yolunu izleyecek olursa şüphesiz ki bu o kimseyi cennete ulaştırır.

Yine İbn Abbâs dedi ki: Bunlar beş vakit namazı kılan, ramazan ayı orucunu tutan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ümmetidir. Bu da birinci görüşün aynısıdır.

107

Biz seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik.

"Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." Saîd b. Cübeyr, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün insanlara rahmet idi. Ona îman edip onu tasdik eden mutlu oldu. Ona îman etmeyen ise, geçmiş ümmetleri bulan yerin dibine geçmek ve suda boğulmak gibi azaplardan kurtuldu.

İbn Zeyd dedi ki:

"Âlemler" ile özel olarak mü’minleri kastetmiştir.

108

De ki: "Bana sizin ilâhınız ancak tek bir ilâhtır, diye vahyolunur. Artık siz müslüman olacak mısınız?"

"De ki: Bana sizin ilâhınız ancak tek bir ilâhtır diye vahyolunur." O halde O'nâ ortak koşmak câiz değildir.

"Artık siz müslüman olacak mısınız?" Allah'ın tevhidine itaatla boyun eğecek misiniz? İslâm'a giriniz, demektir. Bu da yüce Allah'ın:

"Artık vazgeçtiniz değil mi?" (el-Mâide, 5/91) âyetinin; "vazgeçiniz!" anlamında olması gibidir.

109

Eğer yüz çevirirlerse de ki: "Ben size eşit olarak bildirdim. Size vaad olunan yakın mıdır, uzak mıdır, bilemiyorum."

"Eğer yüz çevirirlerse" İslâm'dan yüz çevirecek olurlarsa

"de ki: Ben size eşit olarak bildirdim." Size açıkça şunu bildiriyorum ki; ben ve sizler Savaş halindeyiz, aramızda barış yoktur. Bu da yüce Allah'ın:

"Eğer bir kavmin hainliğinden endişeye düşersen adalet üzere kendilerine anlaşmalarını bozduğunu bildir." (el-Enfâl, 8/58) âyetine benzemektedir. Yani onlara ahdi bozmuş olduğunu bildir. Bu da şu demektir: Bu durumda seninle onlar arasında bir eşitlik vardır. Herhangi bir tarafın karşı taraf hakkında uymak zorunda olduğu bir ahdi, bir antlaşması yoktur.

ez-Zeccâc dedi ki: Anlam şudur: Ben size bana vahyedilenleri bilmenizi sağlamak noktasında eşit bir şekilde size bildirmiş bulunuyorum. Başkasından gizleyip sakladığım bir şeyi kimseye açıklamadım.

"(........): Bilemiyorum" âyetindeki nefy edatı olup anlamındadır, bilmiyorum, bilemiyorum demektir.

"Size vaad olunan yakın mıdır, uzak mıdır?" Yani kıyâmet gününün vaktini ne gönderilmiş bir peygamber, ne de mukarreb bir melek bilebilir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır.

Şöyle de açıklanmıştır: Ben size açıkça Savaş ilan ettim. Ancak bununla birlikte size karşı fiilen Savaşmak üzere bana ne zaman izin verileceğini bilemiyorum.

110

Şüphe yok ki O, sözün açığa vurulanını da bilir, gizlediğinizi de bilir.

"Şüphe yok ki O, sözün açığa vurulanını da bilir, gizlediğinizi de bilir."

Saklayıp açıklamadığınız şirki de bilir. Bunun cezasını verecek olan da O'dur.

111

"Bilmiyorum, belki de o sizin için bir imtihandır, bir süreye kadar bir faydalanmadır."

"Bilmiyorum, belki de o" size süre verilmesi

"sizin için bir imtihandır."

Kendisi her şeyi en iyi bilen olduğu halde, sizin ne şekilde amel edeceğinizi ortaya çıkarmak için bir sınamadır.

"Bir süreye kadar" sürenin sona ermesine kadar, diye de açıklanmıştır.

"Bir faydalanmadır."

Rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyasında Umeyyeoğullarının insanları yönettiklerini gördü. el-Hakem onun yanından çıkıp bu hususu Umeyyeoğullarına haber verdi. Ona: Dön, bu işin ne zaman gerçekleşeceğini ona sor, dediler. Bunun üzerine yüce Allah:

"Size vaad olunan yakın mıdır, uzak mıdır? bilemiyorum." âyeti ile:

"Bilmiyorum, belki de o sizin için bir imtihandır. Bir süreye kadar bir faydalanmada” âyetlerini indirdi. Yani peygamberine onlara bunu söyle, diye emretti.

112

Dedi ki: "Rabbim hak ile hükmet! Bizim Rabbimiz Rahmândır. Sizin niteleyegeldiklerinize karşı yardımı İstenen O’dur."

"Dedi ki: Rabbim, hak ile hükmet!" Yüce Allah bu sûreyi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a işi kendisine havale etmesini, kurtuluşu da kendisinden beklemesini emretmekle sona erdirmektedir. Yani benimle şu yalanlayıcılar arasında hükmet, onlara karşı bana yardım et, bana zafer ver!

Said, Katade'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Peygamberler:

"Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında sen hak ile hükmet!" (el-A'râf, 7/89) diye dua ederlerdi. Peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)a da: "Rabbim, hak ile hükmet" demesini emretti. O bakımdan o, düşmanı ile karşılaştığında kendisinin hak üzere, düşmanının da batıl üzere olduğunu bilerek: "Rabbim, hak ile hükmet" yani hak gereğince hükmünü ver, onu yerine getir, diye dua ederdi.

Ebû Ubeyde dedi ki: Burada sıfat (hak), mevsufun yerine ikame edilmiştir. İfadenin takdiri: Rabbim hak olan hükmünle hükmet, şeklindedir.

"Rabbim" kelimesi nasb mahallindedir. Çünkü muzaf olan bir nidadır

Ebû Ca’fer b. el-Ka'kâ’ ve İbn Muhaysın: "Rabbim, hak ile hükmet" âyetini; şeklinde "be" harfini ötreli olarak okumuşlardır.

en-Nehhâs dedi ki: Bu nahivcilere göre bir lahn (yanlış)dır. Onlara göre; "Ey adam gel" demek câiz değildir. Bunu demek için; şeklinde veya buna benzer bir şekilde kullanmak gerekir.

ed-Dahhak, Talha ve Ya'kub ise; şeklinde "elifi kat1 ile, "kaf' harfini üstün, "mim" harfini de ötreli olarak okumuşlardır ki, şu demektir: Muhammed dedi ki: Rabbim her bir hükmedenden daha çok hak ile hükmedendir.

el-Cahderî ise; diye okumuştur ki bu da; hak ile işleri muhkem kılmış (sağlamlaştırmış) olandır, demek olur.

"Bizim Rabbimiz Rahmândır. Sizin niteleyegeldiklerinize" Onu küfür ve yalanlama türünden nitelendirmelerinize

"karşı yardımı İstenen O'dur."

el-Mufaddal ve es-Sülemî "niteleyegeldiklerinize karşı" anlamındaki âyeti; şeklinde haber olmak üzere "ya" ile ("niteleyegeldiklerine..." anlamında) okumuşlardır. Diğerleri ise hitab olarak "te" ile "niteleyegeldiklerinize" anlamında okumuşlardır.

0 ﴿