HACC SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile Mekke'de inmiştir, 78 âyettir. Bu sûre şu üç âyet-i kerîme müstesna Mekke'de inmiştir. Bunlar: "Bunlar Rableri hakkında davalaşan iki hasımdırlar." (el-Hacc, 21/19) âyetinden itibaren üç âyettir. Bu açıklama İbn Abbâs ve Mücahid tarafından yapılmıştır. Yine İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre Medine'de inen âyet-i kerîmeler dört tanedir. Bunlar da; bu âyetten itibaren; "yakıcı ateşin azabını tadın" (el-Hacc, 22/22) âyetine kadar olan âyetlerdir, ed-Dahhak yine İbn Abbâs'tan bu sûrenin Medine'de indiğini söylediğini nakletmektedir. Katade de böyle demiştir. Bundan müstesna olan âyetler ise dört tanedir: "Senden önce ne kadar rasûl ve peygamber gönderdiysek..." (el-Hacc, 22/52) âyetinden itibaren "... akîm bir günün azâbı gelinceye kadar..." (el-Hacc, 22/55) âyetine kadar olan âyetler Mekke'de inmişlerdir, en-Nekkaş ise Medine'de inen âyetlerin on tane olduğunu bildirmektedir. Cumhûr da şöyle demiştir: Sûre karışıktır. Onun bir bölümü Mekke'de inmiştir, bir bölümü Medine'de İnmiştir. Daha doğru olan görüş de bu olmalıdır. Çünkü âyetler bunu gerektirmektedir. Zira "ey insanlar" diye başlayan âyetlerin Mekke'de, "ey îman edenler" diye başlayan âyetlerin da Medine'de indiği kabul edilmiştir. el-öaznevî der ki; Bu, hayret verici özelliklere sahip sûrelerden birisidir. Onun bir bölümü gece bir bölümü gündüz, bir bölümü yolculuk halinde bir bölümü ikamet halinde, bir bölümü Mekke'de bir bölümü Medine'de inmiştir. Bir takım buyrukları barışı öğütleyen ve o döneme ait âyetlerken, bir takım buyrukları Savaşı emretmektedir. Dazı âyetleri nâsih, bazıları mensûhtur. Bazıları muhkem, bazıları da müteşabihtir. (Bunların) herbirilerinin sayısı da farklı farklıdır. Derim ki: Bu sûrenin faziletine dair Tirmizî, Ebû Dâvûd ve Dârakutnî'nin rivâyet ettikleri bir Hadîs-i şerîf gelmiştir. Buna göre Ukbe b. Âmir şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasûlü, dedim, el-Hacc Sûresi kendisinde bulunan iki secde ile (diğerlerine) üstün kılınmıştır. Şöyle buyurdu: "Evet; bu iki secdeyi yapmayacak olan, o iki âyeti okumasın." Bu, Tirmizî'nin lâfzı olup, Tirmizî: Bu hasen bir hadistir, isnadı o kadar kuvvetli değildir demiştir. Tirmizî, Cumua 54;Biû Dâvûd, Sdcûd 1; Müsned, IV, 151; Dârakutnî, I, 408 Bu hususta ilim ehlinin görüş ayrılıkları vardır. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) ile İbn Ömer'den şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Hac Sûresi kendisinde bulunan iki secde ile üstün kılınmıştır. Muvatta’, Kur'ân 14 İbnu'l-Mubarek, Şâfiî, Ahmed ve İshak da bu görüşü kabul etmişlerdir. Kimisinin görüşüne göre de bu sûrede bir tek secde vardır. Süfyan es-Sevrî'nin görüşü budur. Dârakutnî'de, Abdullah b. Sa'lebe'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ben Ömer b. el-Hattâb'ın Hacc Sûresi'nde iki kere secde ettiğini gördüm. Ona: Sabah namazında mı? diye sordum. O: Evet, sabah namazında dedi. Dârakutnî,I 409 1Ey İnsanlar! Rabbinizden sakının! Çünkü kıyâmetin sarsıntısı büyük bir şeydir. Tirmizî'nin kaydettiği rivâyete göre İmrân b. Husayn: "Ey insanlar! Rabbinizden sakının, çünkü kıyâmetin sarsıntısı büyük bir şeydir... fakat Allah'ın azâbı pek şiddetlidir" (1 ve 2. âyetler) âyetinin nüzulü hakkında şunları söylemiştir: Bu âyet-i kerîme ona yolculukta iken nazil oldu ve: "Bunun hangi gün olduğunu biliyor musunuz?" diye sordu. Ashab; Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, deyince şöyle buyurdu: "Bu yüce Allah'ın Âdem'e şu sözleri söyleyeceği gündür: Ey Âdem! Haydi cehenneme gidecek olan kafileyi gönder. O: Rabbim, cehenneme gidecek kafile de ne oluyor? diye soracak. (Yüce Allah) şöyle buyuracak: Dokuz yüz doksan dokuz kişi cehennem ateşine, bir kişi ise cennete!" Müslümanlar ağlamaya koyuldular, bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Aşırılıktan uzak durunuz, orta yolu tutunuz. Çünkü ne zaman bir nübüvvet dönemi başlamış ise mutlaka ilerisinde bir cahiliye olmuştur. (Devamla) buyurdu ki-: Cahiliye'ye mensub olanlardan belli bir sayı alınır, eğer bu tamamlanırsa mesele yok, aksi takdirde münafıklardan tamamlanır. Sizin (sayınız itibariyle) misaliniz ile sair ümmetlerin misali ancak bir bineğin ön ayağında tüy bitmeyen sertçe, yuvarlak yahut ta devenin böğründeki bir ben gibisiniz. -Sonra şöyle buyurdu-: "Ben sizin cennetliklerin dörtte birini teşkil edeceğinizi ümid ediyorum." Bunun üzerine ashab tekbir getirdiler. Daha sonra şöyle buyurdu: "Ben sizin cennetliklerin üçte biri olacağınızı ümid ediyorum." Yine ashab tekbir getirdi. Devamla şöyle buyurdu: "Ben sizin cennetliklerin yarısı olacağınızı ümid ediyorum." Bunun üzerine tekbir getirdiler. (İmrân b. Husayn) dedi ki: Üçte ikisi (olacağınızı ümid ediyorum) dedi mi, demedi mi bilemiyorum. Tirmizî dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Bu ayrıca el-Hasen'den, o İmrân b. Husayn... yolu ile başka şekilde de rivâyet edilmiştir. Tirmizî, Tefsir 22. sûre 1 Yine Tirmizî'deki bir diğer rivâyette şöyle denilmektedir: Bunu duyanlar ümitsizliğe kapıldılar, öyle ki yüzlerinde tebessüm görülemedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu görünce şunları söyledi: "Siz amel ediniz ve size müjdeler olsun, nefsim elinde olana yemin ederim ki, sizler iki yaratık türü ile birlikte olacaksınız ve bunlar kiminle birlikte olurlarsa mutlaka onun sayısını çoğaltırlar. Bunlar ise Ye'cuc ve Me'cuc ile Âdemoğullarından ve İblis’in çocuklarından ölenlerdir." (İmrân) dedi ki: Bunun üzerine duydukları o sıkıntı kısmen gitti. Daha sonra şöyle buyurdu: "Siz amel ediniz, size müjdeler olsun ki; Muhammed'in canı elinde bulunana yemin ederim. Siz (sayınız itibariyle) insanlar arasında ancak devenin böğründeki bir ben; gibi yahut bineğin ön ayağındaki tüy bitmeyen sert benek gibisiniz." (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 22. sûre 2. Ayrıca Müsned, IV, 432, 435. Müslim'in Sahih'inde de Ebû Said el-Hudrî'nin şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Yüce Allah: Ey Âdem! diye buyuracak. O, buyur Rabbim huzurundayım. Her türlü hayır Senin ellerindedir. (Peygamber) buyurdu ki: Şöyle buyuracak: Cehennem ateşine gidecek kafileyi çıkart. O: Cehennem ateşine gidecek kafile ne oluyor? diyecek. Yüce Allah şöyle buyuracak: Her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuz kişi. (Peygamber) buyurdu ki: İşte küçük çocuğun saçlarının ağarıp ihtiyarlayacağı, gebe olan herbir annenin yavrusunu bırakacağı, insanlar sarhoş olmadıkları halde kendilerini sarhoş göreceğin vakit budur." "Çünkü Allah'ın azâbı pek çetin olacaktır." (Ebû Said) dedi ki: Bu onlara (ashab-ı kirama) çok ağır geldi ve dediler ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Bizden hangimiz o kişi (yüzde bir arasına giren kişi) olabilir ki? Şöyle buyurdu: "Size müfde olsun ki Ye'cuc ile Me'cuc'dan bin kişi ve sizden bir kişi." Buhâri. Enbivİ 7, Tefsir 221, Rikaak 46: Müslim, Îman 379; Müsned, III, 32-33. Bundan sonra da hadisin geri kalan bölümlerini az önce geçen İmrân b. Husayn hadisine benzer bir şekilde tamamladı. Ebû Ca'fer, en-Nehhâs dedi ki: Bize Ahmed b. Muhammed b. Nafi' anlattı, dedi ki: Bize Seleme anlattı dedi ki: Bize Abdu'r-Rezzak anlattı, dedi ki; Bize Ma'mer, Katade'den haber verdi, Katade, Enes b. Malik (radıyallahü anh)dan dedi ki: "Ey İnsanlar! Rabbinizden sakının, çünkü kıyâmetin sarsıntısı büyük bir şeydir... Fakat Allah'ın azâbı pek şiddetlidir" âyetini okuduktan sonra dedi ki: Bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a bir yolculukta bulunduğu sırada nazil oldu. Bunu yüksek sesle okudu ve sonunda ashabı onun etrafında gelip toplanınca, dedi ki: "Bugünün hangi gün olduğunu biliyor musunuz? Bu aziz ve celil olan Allah'ın Âdem (aleyhisselâm)a: "Ey Âdem! Kalk, cehennem ehli olacak olan kafileyi gönder. Her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuz kişi cehennem ateşine, bir tanesi de cennete." Bu müslümanlara çok ağır geldi, bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Siz bütün işlerinizde aşırılıktan kaçının ve orta yolu takip edin. Size müjdeler olsun ki, nefsim elinde olana yemin ederim. Siz sair insanlar arasında ancak devenin böğründeki bir ben yahut ta eşşeğin ön ayağında tüy bitmeyen sertçe bir benek gibisiniz. Sizinle birlikte iki grub yaratık bulunacak ki bunlar ne ile birlikte bulunurlarsa mutlaka onu çoğaltırlar: Ye'cuc ve Me'cuc ile helâk olmuş cin ve insan kâfîrleri” Müsned, IV, 432 ve 435’de yakın ir rivâyet İmrân b. Hüsayn’dan. "Ey insanlar! Rabbinizden sakının!" âyetindeki bu nidadan kasıt bütün mükelleflerdir. Yani O'nun size vermiş olduğu emirleri terketmekten, yasaklarını da işlemek cesaretini göstermekten korkunuz, çekininiz. İttika (sakınmak, korkmak); hoşlanılmayan şeyden korunmak demektir. Buna dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresinin baş taraflarında (2/1-2. âyetler, 4. başlıkta) geçmiştir, tekrara gerek yoktur. Âyet: O'na itaat etmek suretiyle, O'nun cezalandırmasından korununuz, sakınınız demektir. "Çünkü kıyâmetin sarsıntısı büyük bir şeydir." Sarsıntı (zelzele); ileri derecede hareket etmek demektir. Yüce Allah'ın: "Ve öyle sarsıldılar ki, hatta peygamber kendisine îman edenlerle birlikte... derlerdi." (el-Bakara, 2/214) Kelimenin aslı; "Bir yerden ayrıldı, hareket edip uzaklaştı", kökünden gelmektedir. "Allah onun ayağını sarstı, hareket ettirdi", demektir. Bu kelime bir şeyin dehşetini anlatmak için kullanılır. Bu "sarsıntıdan maksadın kıyâmet gününden önce dünyada gerçekleşecek ve kıyâmetin alâmetlerinden birisi olan bilinen, büyük sarsıntı (zelzele) olduğu da söylenmiştir. Hatta Cumhûrun görüşü budur. Denildiğine göre bu sarsıntı, ramazan ayının ortalarında olacak, ondan sonra ise güneş batıdan doğacaktır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır, 2Onu göreceğiniz gün bütün emzikliler, emzirdiklerini unuturlar. Her hamile (karnındaki) yükünü bırakır. Sen İnsanları sarhoş görürsün, halbuki onlar sarhoş değillerdir. Fakat Allah'ın azâbı pek şiddetlidir. "Onu göreceğiniz gün" âyetindeki zamir Cumhûra göre "sarsıntıya aittir. Yüce Allah'ın: "Bütün emzikliler emzirdiklerimi unuturlar. Her hamile (karnındaki) yükünü bırakır" âyeti da bu görüşü pekiştirmektedir. Süt emzirmek ve hamilelik ise ancak dünya hayatında olur. Bir kesim de burada sözü edilen sarsıntı kıyâmet gününde olacaktır, der ve daha önce sözünü ettiğimiz İmrân b. Husayn'ın hadisini delil gösterirler. Çünkü o hadiste: "Bugünün hangi gün olduğunu biliyor musunuz?..." ifadeleri geçmektedir. Müslim'in rivâyet ettiği Ebû Said el-Hudrî yoluyla gelen hadisin gereği de budur.
"Unuturlar" yani onlarla değil başka şeylerle uğraşırlar. Bu açıklamayı Kutrub yapmış ve şu beyiti zikretmiştir: "Kafaları kaylûle uykusuna daldıkları yerden kaldıran, Ve dostu dostundan başka bir şeyle uğraştıran bir darbe..." Bunun: "Unuturlar" anlamında olduğu söylendiği gibi "başka şeylerle oyalanırlar" ve "başka şeylerle uğraşırlar" anlamında olduğu da söylenmiştir. Anlamlar birbirlerine yakındırlar. el-Müberred, "emzirdiklerini" âyetinde yer alan; mastar anlamını vermek üzere kullanıldığını söylemiştir. Süt emzirmeyi unuturlar, demektir. el-Müberred der ki: İşte bu, bu sarsıntının dünyada olacağına delildir. Zira öldükten sonra dirilişten sonra ne gebelik, ne de süt emzirmek söz konusudur. Ancak şöyle denilmesi müstesnadır: Gebe olarak Ölen bir kadın, yine gebe olarak diriltilir ve kıyâmetin dehşetinden dolayı karnındaki yavruyu düşürür. Süt emzirdiği halde Ölen kadın da aynı şekilde diriltilir... Şöyle açıklanır: Bu şanı yüce Allah'ın: "Çocukların saçlarını ağartacak bir günden..." (el-Müzzemmil, 73/17) âyetini andırmaktadır, diye açıklanır. Bir diğer görüşe göre bu, Sûr'a birinci üfürüş ile birlikte gerçekleşecektir. Kıyâmetin kopmasıyla birlikte insanlar ikinci Nefha'da (üfürüşte) kabirlerinden hareket edip çıkacakları vakte kadarki sürede olacağı da söylenmiştir. Âyet-i kerîmede sözü edilen "sarsıntının kıyâmet gününün dehşetli hallerini anlatan bir ifade olma ihtimali de vardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlara öyle yoksulluklar ve sıkıntılar gelip çattı ve öyle sarsıldılar ki.,." (el-Bakara, 2/214) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şu duası da buna benzemektedir: "Allah'ım! Sen onları bozguna ve sarsıntıya (zelzeleye) uğrat." Buhârî, Cihid 98, Meğizî 29, Tevhîd 34, Deavât 58; Müslim, Cihad 21; Tirmizî, Cihâd 8; İbn Mâce, Cihâd 15; Müsned, İV, 353, 355, 381. O günün dehşetini söz konusu etmenin faydası, o gün için gerekli hazırlıkları yapmaya ve salih amellerde bulunarak hazırlıklı olmaya teşvikte bulunmaktır. "Sarsıntının "şey" diye adlandırılması ya gerçekleşmesinin kesinlikle bilinen bir husus oluşundan dolayıdır. O bakımdan ona fiilen şu anda olmadığı halde "şey" ismi vermek mümkün olmuştur. Zira kesinlikle bilinen bir husus fiilen var olanlara benzer. Yahut ta sonuç göz önünde bulundurularak böyle denilmiştir. Yani bu meydana geleceği vakit büyük bir şey olarak ortaya çıkacaktır. Bu açıklamaya göre; sanki bu ad ona şimdiden verilmemiş gibi bir mana çıkmaktadır. Yani bu sarsıntı meydana geleceğinde çok büyük bir şey ile karşılaşılmış olacaktır. İşte bundan dolayı emzikliler, emzirdiklerini unutacak ve insanları sarhoş edecektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sen İnsanları" o kıyâmetin dehşetinden, kuşatacak korku ve dehşetten "sarhoş görürsün. Halbuki onlar" içki içtikleri için "sarhoş değillerdir." Meânî âlimleri şöyle demişlerdir: Sen insanları sanki sarhoşmuşlar gibi göreceksin. Bu şekildeki anlamaya Ebû Zür'a, Herim b. Amr b. Cerir b. Abdullah'ın -"te" harfini ötreli olarak-: "Ve insanlar... sana gösterilecek", şeklindeki kıraat de buna delâlet etmektedir. Sen insanları bu haldedirler diye zannedeceksin ve sana böyle gelecek, demektir. Hamza ve el-Kisaî de "sarhoşlar" anlamındaki kelimeyi "elifsiz olarak; diye okumuşlardır. Diğerleri ise "elif ile şeklinde okumuşlardır. Bu İki şekil de "sarhoş" anlamındaki; kelimesinin çoğulunun iki ayrı şeklidir. (Tembel demek olan keslân kelimesinin çoğulunun): “Tembeller" şeklinde gelmesi gibi. Zelzele (sarsıntı); şiddetlice hareket ettirmek, oynatmak demektir. Zühal (unutmak) ise kişinin karşı karşıya kaldığı İteder, ağrı veya başka meşgul edici herhangi bir sebep dolayısıyla bir şeyden gafil olmak demektir. İbn Zeyd dedi ki: Bu âyet, kadının karşı karşıya kaldığı keder ve üzüntü dolayısıyla çocuğunu terkedeceği anlamındadır. 3İnsanların bazısı Allah hakkında bilgisizce tartışır ve azgın her şeytana uyar. "İnsanlardan bazısı Allah hakkında bilgisizce tartışır." Denildiğine göre kastedilen kişi, en-Nadr b. el-Hâris'dir, O: Yüce Allah çürümüş ve toprağa dönüşmüş olan varlıkları diriltmeye kadir değildir, demişti. "Ve" o bu sözlerinde "azgın" azgınlaşıp, duran "her şeytan'a uyar." 4Onun hakkında şu yazılmıştır: "O kendisini dost edinen herkesi mutlaka saptırır ve onu alevli ateş azabına götürür." "Onun hakkında şu yazılmıştır: O kendisini dost edinen herkesi" -Katade ve Mücahid'e göre- şeytanı dost edinen herkesi "mutlaka saptırır ve onu alevli ateş azabına götürür." 5Ey İnsanlar! Eğer öldükten sonra diriltilmekten yana şüpheniz varsa, muhakkak Biz sîzi topraktan yarattık. Sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra şekil belli belirsiz bir çiğnem etden (ya rattık), Size açıklayalım diye rahimlerde dilediğimizi belli bir zamana kadar durduruyoruz. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkartıyoruz, sonra en güçlü ve olgun çağınıza ermeniz için (bunu yapıyoruz). Kiminiz ölür, kiminiz de ömrün en zayıf ve fena dönemine döndürülür. Önceden bilmiş olduğu şeyleri bilmez olsun diye. Sen yeryüzünü kuru ve ölü görürsün de Biz üzerine suyu indirdiğimizde sarsılır, kabarır ve her çeşit güzel bitkiden bitirir. Yüce Allah'ın: "Ey insanlar! Eğer öldükten sonra diriltilmekten yana şüpheniz varsa... belli bir zamana kadar durduruyoruz" âyeti ile ilgili olarak açıklamalarımızı on iki başlık halinde sunacağız: 1- İnsanın Yaratılışı, Öldükten Sonra Dirilişin Delilidir: Yüce Allah'ın: "Eğer öldükten sonra diriltilmekten yana şüpheniz varsa..." âyeti ile bütün insanlara karşı ilk yaratılış delil olarak gösterilmektedir. "Şüpheniz varsa" İfadesi bu hususta bilgiye bağlı olarak söz söyleme gereğini ihtiva etmektedir. el-Hasen b. Ebi'l-Hasen; "el-ba's: Öldükten sonra diriltilmek" kelimesini "ayn" harfini üstün olarak; şeklinde okumuştur. Bu Basralılara göre "el-ba's"in bir söyleyiş şeklidir. Kûfelilere göre ise bu; in hafifletilmiş (sükunu kaldırılmış) söylenişidir. Âyet: Ey insanlar! Eğer tekrar yaratılmaktan yana şüphe içerisindeyseniz "muhakkak Biz sizi topraktan yarattık" demektir. Yani insanlığın ilk atası olan babanız Âdem (aleyhisselâm)ı "topraktan yarattık" demektir. "Sonra" onun soyundan gelenleri "nutfeden" yarattık. Nutfe; menidir, azlığı dolayısıyla ona nutfe denilmiştir. Nutfe az miktardaki su demektir, çok miktarda olması halinde de aynı tabir kullanılabilir. Şu hadiste de bu İfade kullanılmıştır: "O kadar ki süvari her iki nutfe arasında yolculuk yapar ve hiçbir zulümden korkmaz. " İbnu’l-Esîr, en-Nihâyefî Ğarlbi'l-Hadls, V, 74. Bununla doğudaki deniz ile batıdaki denizi kastetmiştir. "en-Natf" yağmur demektir. Fiil olarak; şeklinde kullanılır. Yağmuru sürekli devam eden gece demektir. "Sonra alakadan" âyetindeki; "Alaka" donmuş kan demektir, "el-Alak" ise taze kan anlamına gelir. Oldukça kırmızı kan demek olduğu da söylenmiştir. "Sonra da... bir çiğnem etten" yarattık. "Mudğa (bir çiğnem et)" çiğnenebilecek miktardaki az et demektir. Hadîs-i şerîfte yer alan: "Şunu biliniz ki hiç şüphesiz bedende bir çiğnemlik et vardır..." Buhâri, Îman 39; Müslim, Müsakaat 107; İbn Mâce, Fiten 14; Dârimî Buyû! 1-Müsned, IV, 270, bulgunda da bu kelime kullanılmıştır. Burada sözü edilen aşamalar dört aylık bir süreyi kapsar. İbn Abbâs der ki; Bu dört aydan sonraki on günde ise cenine ruh üflenir. İşte kocası vefat etmiş olan kadının iddeti de bu kadardır, yani dört ay on gündür. 2- Anne Karnındaki Yavrunun Durumu ile İlgili Rivâyetler: Yahya b. Zekeriya b. Ebi Zaide şunu rivâyet eder: Bize Davud, Âmir'den anlattı. O Alkame'den, o İbn Mes'ûd'dan, onun da İbn Ömer'den rivâyetine göre nutfe, rahimde yerleştikten sonra melek onu eline alır ve: Rabbim der erkek mi, dişi mi, bahtiyar mı, bedbaht mı, eceli ne, ameli ne, ve nerede ölecek? diye sorar. Ona: Ana kitaba git, sen orada bu nutfe ile ilgili bilgileri bulacaksın, denir. Melek oraya gider ve ana kitapta onun ile ilgili bilgileri bulur. Bu nutfe yaratılır, rızkını yer, izlerini bırakır (amelde bulunur). Eceli geldi mi canı alınır, kendisi için takdir edilmiş olan yerde defnedilir. Âmir daha sonra: "Ey insanlar! Eğer öldükten sonra diriltilmekten yana şüpheniz varsa, muhakkak Biz sizi topraktan yarattık" âyetini okudu. Benzer ve nisbeten farklı rivâyetler için bk, Suyûtî, ed-Durru’l-Mensûr, VI, 9-10. Sahih(-i Buhârî ve Müslim)'de Enes b. Mâlik'ten -hadisi Resûlüllah'a ref ederek- şöyle dediği kaydedilmektedir: "Şüphesiz Allah rahim ile bir melek görevlendirmiştir. Bu melek: Rabbim nutfe oldu, Rabbim alaka oldu, Rabbim mudğa (bir çiğnemlik et) oldu, der, Yüce Allah bir şeyi yaratmaya hükmetmeyi murad edince, melek der ki; Rabbim erkek mi, dişi mi, bedbaht mı, bahtiyar mı? diye sorar. Rızkı nedir? Eceli nedir? O, annesinin karnında iken (bunlar) böylece yazılır. " Buhârî, Hay? 17, Enbiyâ 1, Kader 1; Müslim, Kader 5;Müsned, 111,116, 118. Yine Sahih(-i Müslim)'de Huzeyfe b. Esîd el-Gıfârî'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı şöyle buyururken dinledim: "Nutfe üzerinden kırk iki gün geçtikten sonra yüce Allah ona bir melek gönderir. Ona suret verir, kulağını, gözünü, derisini, etini, kemiklerini yaratır. Sonra da o melek: Ey Rabbim! erkek mi, yoksa dişi mi?... diye sorar" deyip, hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Müslim, Kader 3 (bazı lâfzı farklırla) Yine Sahih(-i Buhârî ve Müslim)'de Abdullah b. Mes'ûd'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir Doğru sözlü ve doğru sözlülüğü tasdik edilen Allah Rasûlü bize şunu anlattı; "Sizden herbirinizin hilkati annesinin karnında kırk günde bir araya getirilir. Sonra yine bu kadarlık bir süre içerisinde bir alaka olur, sonra onun gibi bir sürede bir mudğa olur. Daha sonra melek gönderilir, o da ona ruh üfler. Meleğe şu dört kelimeyi (yani) rızkını, ecelini, amelini, mutlu mu, bahtiyar mı olduğunu yazması emredilir..." Buhârî, Bcd'u’l-halk 6, Enbiyâ lv Tevhîd 28; Müslim, Kader 1; Ebû Dâoüd. Sünne 16; -Armirf. Kader 4; İbn Mâce, Mukaddime 10; Müsned, I, 382, 414, 430. İşte bu hadis, bundan önceki hadisleri tefsir etmektedir. Çünkü burada şu ifadeler yer almaktadır: "Sizden herhangi biriniz annesinin karnında kırk günlük bir süre içerisinde nutfe olarak bir araya getirilir. Sonra kırk günlük bir sürede bir alaka olur, sonra kırk günlük bir sürede bir mudğa olur. Sonra da melek gönderilir ve ona ruhu üfler." İşte böylelikle dört aylık bir süre geçmiş olur. Bundan sonraki on gün İçerisinde de melek ruhu üfler. İşte İbn Abbâs'ın dediği gibi kocası vefat etmiş kadının beklemesi gereken İddet süresi de bu kadardır. Hadisteki: "Sizden herhangi biriniz annesinin karnında,., yaratılır" şeklindeki ifadeyi İbn Mes'ûd açıklamış bulunmaktadır. el-A'meş'e: Annesinin karnında bir araya getirilir ifadesi ne demektir? diye sorulmuş, o şöyle cevab vermiştir: Bize Hayseme anlattı, dedi ki: Abdullah (b. Mes'ûd) dedi ki: Nutfe rahime düşüp de ondan (yüce Allah) bir insan yaratmayı murad ederse bu nutfe kadının teninin her tarafına, herbir tırnağının, herbir tüyünün altına dağılır. Sonra kırk gün süre ile kalır, sonra rahimde bir kan olur. İşte onun bir araya getirilmesi demek, bu demektir. İşte alaka oluş süresi de budur. 3- İlgili Hadislerde Yaratma ve Suret Vermenin Melek'e Nisbet Edilmesi Mecazidir; Bu rivâyetlerde yaratıp, suret vermenin meleğe nisbet edilmesi gerçek anlamıyla değil, mecazi anlamdadır. Onun mudğada yaptığı işler yüce Allah'ın kudreti, yaratması ve icİsmi ile suret verip şekillendirmesi sonucu gerçekleşir. Nitekim yüce Allah gerçek yaratmayı bizzat kendisine nisbet etmiş ve bütün yaratıklara nisbetinîn kökünü ortadan kaldırmış ve şöyle buyurmuştur: "Yemin olsun ki sizi yarattık, sonra da size şekil verdik." (el-A'raf, 7/11); "Yemin olsun ki Biz insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık. Sonra onu sağlam bir karargahta yerleşen bir nutfe kıldık." (el-Mu'minun, 23/12-13) Burada da şöyle buyurmaktadır: "Ey İnsanlar! Eğer öldükten sonra diriltilmekten yana şüpheniz varsa, muhakkak ki Biz sizi topraktan yarattık. Sonra nutfeden, sonra alakadan..." Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Sizi yaratan O'dur. Buna rağmen kiminiz kâfir oluyor, kiminiz de mü’min oluyor." (et-Teğâbun, 64/2) Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O size suret verip, suretlerinizi güzelleştirmiştir" (el-Mu'min, 40/64); "Yemin olsun Biz, insanı gerçekten ahsen-i takvimde yarattık." (et-Tîn, 95/4); "O insanı bir kan pıhtısından yarattı." (el-Alak, 96/2) Ve buna benzer daha bir çok âyet-i kerîme. Bununla birlikte pek çok kafi delil ve belgede âlemlerin Rabbinden başka yaratıkların yaratıcısı olmadığını ortaya koymaktadır. İşte Hadîs-i şerîfteki: "Sonra melek gönderilir ve ona ruh üfler" ifadeleri hakkında da aynı şeyleri söyleyebiliriz. Yani "üflemek" yüce Allah'ın nutfeye ruhu ve hayatı yaratmasının bir sebebidir. Mutad olan diğer sebebler hakkında da aynı şeyler söylenebilir. Bütün bunlar hep yüce Allah'ın yaratması ve var etmesi ile olur, başka yolla değil, Bu esas kaideyi iyice düşünmeli ve buna sımsıkı sarılmalıyız. Böylelikle sapıkların görüşlerinden, tabiatçıların ve diğerlerinin yanlış kanaatlerinden kurtulmak mümkün olur. 4- Cenine Ruh Üflenmesi İçin Geçen Süre ve İlgili Hükümler: Cenine yüzyirminci günden sonra ruh üflendiği hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Bu da dört ayın tamamlanıp, beşinci aya girmesi demektir. Nitekim hadislerle bunu açıklamış bulunuyoruz. İşte çocuğun kimden olduğu hususunda anlaşmazlık halinde, boşanmış kadınlar hamile iseler, onlara verilmesi gereken nafaka hakkında söz konusu olan hükümlerde buna baş vurulur. Böyle olmasının sebebi artık ceninin annesinin karnında hareket etmeye başlaması ile varlığının kesinlikle anlaşılmasıdır. Şöyle de açıklanmıştır: Bu, kocası vefat etmiş kadının dört ay, on günlük süre iddet beklemesinin hikmetidir. Bu şekilde beşinci aya girmekle birlikte hamilelik ortaya çıkmayacak olursa, bu süre sonucunda rahimde hamileliğin bulunmadığı muhakkak olarak anlaşılır. Nutfenin bir şey olmadığı kesinlikle bilinmektedir. Dolayısı ile eğer rahimde bir araya gelip toplanmadan kadın bu nutfeyi bırakacak (düşürecek) olursa, ona herhangi bir hüküm taalluk etmez. Bu haliyle tıpkı erkeğin sulbünde gibidir. Şayet kadın bunu bir alaka olarak düşürecek olursa, o vakit biz nutfenin (radıyallahü anhhimde) karar kıldığına, toplanmış olduğuna ve bir çocuk olduğu muhakkak olarak anlaşılan hallerden ilk hale geçmiş olduğuna dair kesin bilgi sahibi oluruz. Buna göre alaka ve ondan daha ileri durumdaki bir çiğnemlik et parçasının düşürülmesi, gebeliğin düşürülmesidir ve bununla rahim (gebelikten yana) temizlenmiş olur ve böylelikle de iddet sona erer. Bu şekildeki bir düşük ile de kadın (cariye) hakkında um-veled (efendisinden çocuk doğurmuş olma) hükmü sabit olur. Malik'in ve onun mezhebindekilerin görüşü budur. Şâfiî (radıyallahü anh) da şöyle demektedir: Alaka düşürme muteber değildir. Yalnızca suretin ve çizgilerin ortaya çıkmasına itibar edilir. Eğer çizgiler belirgin olmayıp sadece et parçası ise, bu husustaki nakil ve tahrice binaen iki görüş söz konusudur. Nass ile sabit görüşe göre bu yolla iddetin sona ereceğidir, ancak annenin bununla um veled olamayacağıdır. Onlar şunu gerekçe gösterirler: Çünkü iddet, akan kan ile sona erdiğine göre, başka şey ile sona ermesi öncelikle söz konusudur. 6- "Şekli Belli Belirsiz Bir Çiğnem Et": Yüce Allah'ın: "Şekli belli belirsiz" ifadesi hakkında el-Ferrâ' şöyle demektedir: "Şekli belli" hilkati tam ve eksiksiz, "belirsiz" ise düşük demektir. İbnu'l-Arabî de şöyle demektedir: "Şekli belli" yani hilkati başlamış, "belirsiz" ise henüz suret ve şekil verilmemiş demektir, İbn Zeyd dedi ki: "Şekli belli" yüce Allah'ın başını, ellerini ve ayaklarını yaratmış olduğudur. "Belirsiz" ise hiçbir şeyi yaratılmamış olan demektir. İbnu'l-Arabî der ki: Bizler kelimenin asıl köküne (iştikakına) baş vurduğumuz takdirde şunu görürüz: Nutfe, alaka ve mudğanın herbirisi "muhallaka' dır, çünkü hepsi de yüce Allah'ın yaratması (halkı)dır. Ancak şanı yüce Allah'ın: "Sonra onu bambaşka bir hilkat olarak var ettik" (el-Mu'minûn, 23/14) âyetinde belirtildiği gibi, hilkatin son aşaması olan suret vermeyi göz önünde bulunduracak olursak, o vakit İbn Zeyd’in görüşünü kabul etmemiz uygun olur. Derim ki: (Şekli belli, belirsiz diye meali verilen "muhallaka ve ğayr-i muhallaka" İfadelerinin mastarı olan) et-tahlîk; "halk: yaratmak"dan gelmektedir. Bu kipte çokluk anlamı vardır, buna göre ardı arkasına değişik aşamalardan geçen, ardı arkasına yaratılmış demektir. Nutfe olduğu takdirde de o mahluk demektir. Bundan dolayı yüce Allah: "Sonra onu bambaşka bir hilkat olarak var ettik" (el-Mu'minûn, 23/14) diye buyurmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah'ın: "Şekil belli belirsiz" âyeti düşük yapılan yavruya değil, bizatihi anne karnındaki yavruya râci'dir. Yani şanı yüce Rabbimiz onlardan kimisinin bir çiğnem etten sonraki yaratılışını tamamlar ve onun bütün azalarını yaratır. Kimisinin ise hilkati eksik olur, organları tam olmaz. Bir başka açıklama da şöyledir: Şekli belli demek kadının tam doğum zamanında doğurmasıdır, İbn Abbâs der ki: "Şekli belli" canlı doğan demektir, "belirsiz" ise düşük demektir. (Şair) şöyle demiştir: "Şekli belirsiz (ğayr-i muhallaka, düşük) için mi ağlıyorsun? Yazık sana, nerede kararlılık, nerede haya?" 7- Düşük Yapmak ve Tam Çocuk Doğurmakla ile İlgili Bazı Hükümler: İlim adamlarının icmâı ile cariye, hilkati tam bir düşük yapacak olursa, "um veled" olur. Malik, Evzaî ve diğerlerinin kanaatine göre ise şekli ister belirli, ister belirsiz olsun bir çiğnem et ile dahi um veled olur. Mâlik, eğer onun bir çiğnem et olduğu bilinirse, şartını kaydeder. Şâfiî ve Ebû Hanîfe derler ki: Eğer parmak, göz yahut buna benzer Âdemoğullarının hilkatinden olduğu bilinen herhangi bir organı açıkça şekillenmiş ise, bundan dolayı düşük yapan cariye, um veled olur. Yine ilim adamları icmâ ile şunu kabul etmişlerdir: Doğan çocuk ağlayarak doğduğu takdirde cenaze namazı kılınır, eğer ağlayarak doğmazsa Mâlik, Ebû Hanîfe, Şâfiî ve diğerlerine göre cenaze namazı kılınmaz. İbn Ömer'den cenaze namazının kılınacağı rivâyet edilmiştir. İbnu’l-Müseyyeb, İbn Şîrîn ve başkaları da böyle demişlerdir, el-Muğire b. Şu'be'den rivâyet edildiğine göre o, düşüğün de cenaze namazının kılınmasını emreder ve şöyle dermiş: Onlara isim veriniz, yıkayıniz, kefenleyiniz ve kefenlerini kokulandırınız. Çünkü yüce Allah İslâm sayesinde sizin küçüğünüzü de, büyüğünüzü de mükerrem kılmıştır. Daha sonra da şu: "...Muhakkak Biz sizi topraktan yarattık. Sonra nutfeden, sonra... şekli belli belirsiz bir çiğnem etden" âyetini okurdu. İbnu'l-Arabî der ki: Muğîre b. Şu'be'nin "düşük" tabiri ile hilkati belirginleşmiş düşüğü kastetmiş olma ihtimali vardır. İşte kendisine isim verilen düşük budur. Hilkati belirginleşmemiş düşük ise bu manada bir varlık sahibi değildir, Seleften bazıları şöyle demişlerdir: Kendisine ruh üflendiği ve dört ayı tamamladığı takdirde düşüğün namazı kılınır. Ebû Dâvûd'da yer alan rivâyete göre; Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den: "Doğan çocuk ağlayarak doğdu mu miras alır" diye buyurduğunu rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Ferâiz 15. İstihlâl (hadisin tercümesinde: Ağlayarak doğmak) sesi yükseltmek demektir. O halde bu şekilde sesi çıkan, yahut organlarını oynatan, aksıran ya da nefes alan herbir çocuk, hayat sahibi olduğuna delâlet eden bu hususların varlığı dolayısıyla miras alır. Süfyan es-Sevrî, el-Evzaî ve Şâfiî de bu görüşü benimsemişlerdir. el-Hatta bî der ki: En güzel görüş rey sahiplerinin görüşüdür. Malik ise şöyle demektedir: Hareket etse ve aksırsa dahi sesini çıkarmadıkça ona miras verilmez. Bu görüş Muhammed b. Şîrîn, en-Nehaî, ez-Zührî ve Katade'den de rivâyet edilmiştir. 8- Müessir Bir Fiil Dolayısıyla Düşük Yapmanın Hükmü: Malik (radıyallahü anh) der ki: Bir kimsenin, karnına vurması dolayısı ile kadın düşük yapsa ve bunun, bir çiğnem et yahut bir kan pıhtısı ya da bir cenin olduğu anlaşılırsa, gurre Ğurrc: Cenine etki eden müessir bir fiil dolayısıyla ödenmesi gereken mali bir tazminat olup elli dinar, ya da beş yüz dirhem olarak takdir edilmiştir. (Dr. Vehbe ez-Zuhaylî, el-Fukhu'l-îslâmî, IV, II) Bu takdire esas dayanak ise beş deve değerinde bir köle ya da bir cariyedir. Bu da tam diyetin yirmide biridir, yada bunun değeri olarak altın ve gümüştür. Dinar ile dirhemin karşılıklı birim değerine göre bu miktar hanefilere göre toplam elli dinar yahut beş yüz dirhem, diğer mezheblere göre, elli dinar ya da altıyüz dirhemdir. (Dr. V. ez-Zuhayli, a.g.e., VI, 3(52). verilir. Şâfiî de şöyle demektedir: Onun hilkati açıkça ortaya çıkmadıkça hiçbir şey gerekmez. Malik der ki: Cenin düşüp de ağlayarak doğmazsa gurre icab eder. İster hareket edip kımıldasın, ses çıkararak doğmadıkça gurre gerekir. Ses çıkarması halinde ise tam bir diyet verilir. Şâfiî (radıyallahü anh) ile diğer bölgelerin fukahası şöyle derler: Hareket edip kımıldamak, aksırmak, ağlamak yahut başka bir yolla hayatta olduğu kesin olarak bilinen herbir sebeb dolayısıyla tam bir diyet gerekir. 9- Düşük Dolayısıyla İddet Sona Erer mi?: Kadı İsmail, iddet bekleyen kadının düşük yapmakla, iddetinin sona ereceğini zikretmektedir. O, buna düşüğün de bir hamilelik olduğunu delil gösterir ve şunları söyler: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hamile olanların iddetleri ise yüklerini bırakmalarıdır." (et-Talâk, 65/4) Kadı İsmail der ki: Buna delil de böyle bir düşüğün babasından miras almasıdır. Bu da onun hem hilkat itibariyle var olduğuna, hem çocuk olduğuna, hem de kendisine hamile kalındığına delildir. İbnu’l-Arabî der ki; Eğer şekli belirgin değil ise sözü edilen bu hükümlerin hiçbirisinin cenin ile ilgileri olmaz. Derim ki: Sözünü ettiğimiz kelimenin türeyişi ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Sizden herbirinizin hilkati annesinin karnında.,, bir araya getirilir" ifadeleri söylediklerimizin doğruluğuna delil teşkil etmektedir. Diğer taraftan ister kan pıhtısı, isterse de bir çiğnemlik et halinde düşük yapan bir kadın hakkında: Önce hamile idi ve rahminde karar kılmış bulunanı bıraktı, dememiz doğru olur. O halde yüce Allah'ın: "Hamile olanların iddetleri ise yüklerini bırakmalarıdır." (et-Talâk, 65/4) âyeti bu gibi kadınları da kapsamına alır. Diğer taraftan kadının, henüz bedeninin ilk aşamasında bulunan nutfeyi düşürmesi, şekli belirgin düşük yapması gibidir, bu da açıkça anlaşılan bir husustur. İbn Mâce şunu rivâyet etmektedir: Bize Ebubekr b. Ebi Şeybe anlattı: Bize Halid b. Mahled anlattı: Bize Yezid, Abdu'l-Melik en-Nevfelî'den anlattı. O, Yezid b. Rûman'dan, o Ebû Hüreyre'den naklen dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Önden göndereceğim bir düşük benim için geride bırakacağım bir at binicisinden daha hayırlıdır." İbn Mâce, Cenâiz 58. Bu hadisi el-Hakim, "Mârifetu Ulûmi'l-Hadîs" adlı eserinde Süheyl b. Ebi Salih'den, o babasından, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivâyet etmiş ve şöyle demiştir: "... geriye bırakacağım bin tane at binicisinden benim için daha sevimlidir." 11- Kudretimizi Size Açıkça Gösterelim Diye: "Size açıklayalım diye" âyeti, sizin yaratılışınızı aşamadan aşamaya geçirmek suretiyle, kudretimizin kemalini size gösterelim diye, demektir. "Rahîmlerde... durduruyoruz" âyetinde "durduruyoruz" anlamındaki; nasb ile okunmuştur. "Çıkartıyoruz" kelimesi de böyle okunmuştur. Bunu Ebû Hatim, Ebû Zeyd'den o el-Mufaddal'dan, o Âsım'dan rivâyet etmiş ve şöyle demiştir: Ebû Hatim dedi ki: Nasb ile okumak bu fiilleri atfetmek dolayısıyladır. ez-Zeccâc der ki: "Durduruyoruz" anlamındaki fiil sadece üstün ile okunabilir, çünkü burada anlam: Biz bunları rahimlerde dilediğimizi durduralım diye yapıyoruz, şeklinde değildir. Yüce Allah'ın onları yaratması kendilerine doğruyu ve salâhın yomnu göstermesi içindir. Biz onlara öldükten sonra dirilişi açıkça gösterelim diye... anlamında olduğu da söylenmiştir. O takdirde bu, iki ifade arasında bir ara cümlesi demek olur. Bu kesim de "durduruyoruz" anlamındaki fiili ref ile okumuşlardır. Anlamı da: Biz durduruyoruz, şeklînde olur. Cumhûrun kıraati bu şekildedir. Bu fiil; "Durduruyor" diye "ya" ile okunduğu gibi "çıkartıyoruz" anlamındaki fiil de "ya" ile şeklinde (çıkartıyor anlamında) okunmuştur. Buna göre fiillerin ref' ile okunması uygundur. İbn Vessâb "dilediğimizi" anlamındaki âyeti "nûn" harfini esrelî olarak; diye okumuştur. "Belli bir zaman (ecel-i müsemmâ)" teninden, cenine değişebilmektedir. Kimisi erken düşmekte, kimisi tamamlanmakta ve canlı olarak dünyaya gelmektedir. Şanı yüce Allah'ın "dilediğimizi" diye buyurarak "dilediğimiz kimseyi" diye buyurmaması, ifadenin hamile kalınana râci olmasından dolayıdır. Yani o gebe kalınan ceninden ve et parçasından dilediğini orada bırakmaktadır. Bunlar ise cansız varlıklar olduğundan dolayı bunlardan "şey" anlamına gelen; lâfzı ile söz edilmiştir. 12- Çocukluk ve Sonraki Aşamalar: "Sonra sîzi bir çocuk olarak" yani çotuklar halinde "çıkartıyoruz." Çünkü bu, bir cins isimdir. Diğer taraftan Araplar kimi zaman çoğuldan da (burada olduğu gibi) tekil isimle söz etmektedirler. Şair de söyle demiştir; "Onu seviyorum diye (o kadınlar) kınıyor ve ayıplıyorlar beni. Elbetteki kınayıcılar bana bir emir olamaz." Burada şair "emirler" demiyerek tekil olarak "emir" demiştir. el-Muberred de şöyle demektedir: Bu "rıza, adi (adalet)" gibi mastar olarak kullanılan bir isimdir. O bakımdan tekil hakkında da, çoğul hakkında da kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve kadınların avret yerlerini anlamayan erkek çocuk(lar)dan..." (en-Nûr, 24/31) et-Taberî der ki: Burada "çocuk olarak" anlamındaki kelime temyiz olarak nasbedilmiştir. Yüce Allah'ın: "Bununla beraber gönül hoşluğu ile size onun bir kısmını bağışlarlarsa..." (en-Nisa, 4/4) âyetinde olduğu gibi. Manası: Sonra sizden herbirinizi çocuk olarak çıkartıyoruz, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Tıfl (çocuk); kelimesi çocuğun sütten kesildiği zamandan itibaren ergenlik yaşına kadar olan dönemi anlatmak için kullanılır. Yabani herbir dişinin yavrusuna da aynı şekilde "tıfl" denilir. (........) da görüldüğü gibi bir, iki ve daha çok kız çocukları için, bir erkek çocuğu için ve birden fazla erkek çocukları için hep aynı şekilde olmak üzere "tıfl" kullanılır. Bununla birlikle "Erkek çocuk, kız çocuk, iki erkek çocuk, iki kız çocuk ve çocuklar" şeklinde de kullanılır. Kız çocukları kastetmek maksadıyla; şekli kullanılmaz. "Kadının çocuğu oldu" demektir, ise beraberinde yavrusu bulunan ve doğurma vakti de yakın ceylan demektir. Dişi deve hakkında da böyle kullanılır, çoğulları da; şekillerinde gelir. "Ta" harfi üstün olarak Yumuşak demektir, mesela; "Yumuşak (küçük) kız çocuğu", demektir. da yumuşak parmak anlamındadır, "Gecenin karanlığı bastırdı", anlamındadır. Harekeli olarak; ise güneşin batıya doğru kaydığı ikindi sonrası vaktini anlatır. Yine şekli, yağmur demektir. Şair şöyle demiştir: "Süreyya yıldızı yağmurunun bağışladığı alçak düzlük bir araziye..." "Sonra en güçlü ve olgun çağınıza ermenîz için" âyetindeki "sonra" âyeti yüce Allah'ın: "Nihayet oraya gelip, kapıları açılacağında..." (ez-Zümer, 39/73) âyetindeki "vav" gibi fazladan gelmiştir. "Sonra" kelimesi "vav" gibi nesak ….. O harflerindendir. "Güçlü ve olgun çağınıza" akıllarınızın kemal derecesine ve gücünüzün nihai noktasına... Buna dair açıklamalar daha önceden el-En'âm Sûresi'nde (6/151-153. âyetler, 11. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Kiminiz ölür, kiminiz de ömrün en zayıf ve fena" en değersiz ve en geri "dönemine döndürülür." Bu, kocamıslık ve bunamışlık halidir ve sonunda kişi akledemeyecek dereceye kadar varır. Bundan dolayı yüce Allah: "Önceden bilmiş olduğu şeyleri bilmez olsun diye" diye buyurmaktadır. Yasin Sûresi'nde de şöyle buyurmaktadır: "Kime uzun ömür verirsek, yaratılışta onu baş aşağı çeviririz." (Yasin, 36/68) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şu şekilde dua ederdi: "Allah'ım cimrilikten Sana sığınırım, korkaklıktan Sana sığınırım, ömrün en zayıf ve fena dönemine döndürülmekten Sana sığınırım, dünya fitnesinden ve kabir azabından Sana sığınırım. " Buhâri, Cihad 25, Deavât 41;W<sâE, İstiâze 5, 6, 27; Müsned, I, 183, 186. Bu hadisi Nesâî, Sad'dan rivâyet etmiştir. O da bu duayı yazı öğreten öğretmenin küçük çocuklara öğrettiği gibi çocuklarına öğretirdi. en-Nahl (16/70. âyetin tefsirinde) bu anlamdaki açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. "Sen yeryüzünü kuru ve ölü görürsün" âyetinde yüce Allah öldükten sonra dirilişe daha güçlü bir delili söz konusu etmektedir. Birincisinde: "Muhakkak Biz sizi topraktan yarattık" diye buyurmuş ve belli bir topluluğa hitab etmişti. İkincisinde ise: "Sen yeryüzünü... görürsün" diye buyurarak tek bir kişiye hitab etmektedir. Böylelikle bir lâfız, diğerinden ayrılmış olmaktadır. Ancak öldükten sonra dirilişi inkâr edenlere delil getirmek bakımından anlam arasında bir ilişki vardır, kopukluk yoktur. "Kuru ve ölü" hiçbir şey bitirmeyen kupkuru demektir. Bu açıklamayı İbn Cüreyc yapmıştır. İzi, alametleri silinmiş diye de açıklanmıştır, çünkü: "iz ve alâmetlerinin silinmesi" demektir. el-A'şâ şöyle demiştir: "Kuteyle: Tenine ne oldu seni solgun ve zayıf görüyorum, Elbiselerini de çürümüş ve el değmekle darmadağın olacak gibi." el-Herevî bu ifadenin toprağı bulunan kuru arazi demek olduğunu söylemiştir. Şemir de şöyle demektedir: Bir yerin ağaçlarının çürüyüp yok olması halini anlatmak üzere; denilir. "Sesleri dindi", demektir, ise, yerde hayat, bitki, ağaç gibi bir şeyin bulunmaması ve ona yağmurun isabet etmemesi halini anlatır. Hadîs-i şerîfte: "O kadar ki açlıktan nerdeyse helâk olacaktı İbnu’l-Esîr, en-Nihâye, V, 273 denilmiştir. Elbise çürüyüp, eskimesi halinde; "Elbise eskidi, eskir" şeklinde fiil kullanılır. Ateşin sönüp, dinmesini anlatmak için de : denilir. "Biz ürerine suyu indirdiğimizde sarsılır" yani hareket eder. Sarsılmak (el-ihtizâz): Şiddetlice hareket etmek demektir. "Bir şeyi hareket ettirdim, o da hareket etti", demektir. Develerin kendilerine söylenen şarkı üzerine yürüyüşünde hareket etmesi halini anlatır. Yıldızın hızlıca kayıp, dağılması halinde; denildiği gibi, "Hızlıca kayıp dağılan yıldız" demektir. Buna göre yer de bitki ile sarsılıp, dağılır. Çünkü bitki görülmeyecek bir şekilde yerin bir bölümünü diğer bir bölümünden ayırmadıkça toprağın üzerine çıkmaz. Bundan dolayı bitkinin çıkmasına mecazi olarak "sarsılma (ihtizaz)" denilmiştir. "Onun (yerin) bitkisi sarsıldı", ifadesinde ise muzaf hazfedilmiştir. Bu açıklamayı da el-Müberred yapmıştır. Bir şeyin sarsılması (ihtizazı) şiddetlice hareket etmesidir. Nitekim şair de böyle demiştir: "Ayağa kalktı mı eğilip, bükülür, yürürse sarsılır (salınır), Tıpkı yeşil yaprakları ile sorgun ağacı dalının sarsılması gibi." Sarsılma, yere göre bitkide daha fazla görülür. "Kabarır" yani yükselir ve artış gösterir demektir. Bunun şişer anlamına geldiği de söylenmiştir, mana itibariyle birdir. Asıl anlamı ise artış göstermektir, çünkü; Arttı anlamındadır (Faiz anlamındaki) er-ribâ ile (yüksekçe yer ve tepe anlamındaki) er-Rabve de buradan gelmektedir. Yezid b. el-Ka'kâ ile Halid b. İlyas bu kelimeyi; diye okumuşlardır. Yani kavmi etrafı görebilen yüksekçe bir yerden gözetleyerek koruyan kişi demek olan "er-rabîe" konumuna gelinceye kadar yükseldi, demektir. Bu işi yapan kimseye de ile mübalağa kipi olarak da denilir. Şair İmruul-Kays der ki: "Bundan, önce biz kimse kendisinin farkına varmasın diye saklanıp, gizlenen bir gözcü gönderdik. Ağaçlar arasında gizlenerek kendisini koruyup, gizleyen ve tuzak kurmak kastıyla hilekârca yürüyen bir kurt gibi." "Ve her çeşit" her türlü ve "güzel" görünümlü "bitkiden bitirir." Bu açıklama Katâde'den nakledilmiştir. Yani onu gören ondan hoşlanır, güzel görür. "Behçet;" güzellik demektir, mesela; "Güzel görünümlü adam” denilir. "He" harfi ötreli olarak; "Güzel göründü, güzel görünmek, güzel görünüş, güzel görünümlü kişi (veya şey)" denilir, "Güzelliği hoşuma gitti," anlamındadır. Şanı yüce Allah'ın yeryüzünü bitki bitirmek ile nitelendirmesi, "Sarsılır, kabarır" fiilleri bitkiye değil de yeryüzüne raci olduğunu göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 6Bu böyledir. Çünkü Allah hakkın tâ kendisidir ve çünkü O, ölüleri diriltir. Gerçekten O, herseye güç yetirendir. "Bu böyledir. Çünkü Allah hakkın tâ kendisidir." Yüce Allah bütün varunn mnrlaka kendisine muhtaç olduklarını, kudret ve tercihine uygun bir şekilde bunları müsahhar kıldığını daha önce geçen; "Ey insanlar! Eğer öldükten sonra diriltilmekten yana şüpheniz varsa, muhakkak Biz... ve her çeşit güzel bitkiden bitirir" âyeti ile dile getirdikten sonra: "Bu böyledir. Çünkü Allah hakkın tâ kendisidir ve çünkü O, ölüleri diriltir. Gerçekten O, herşeye güç yetirendir. Ve çünkü hiç şüphesiz kıyâmet gelecektir, onda hiç şüphe yoktur ve Allah muhakkak kabirdekileri diriltecektir" diye buyurmaktadır. Böylelikle şanı yüce Allah bununla O'nun dışında bulunan bütün varlıkların gerçekten var olmalarına rağmen bizzat kendilerinden kaynaklanan bir hakikatlerinin bulunmadığına dikkat çekmektedir. Çünkü bu varlıkların hepsi Allah tarafından musahhar kılınmış ve O'nun tasarrufu altındadır. Gerçek anlamıyla hak ise mutlak var ve mutlak gani (muhtaç olmayan) varlıktır. Herbir varlığın var oluşu, varlığı vacib olandan gelmektedir. İşte bundan dolayı yüce Allah bu sûrenin sonlarında "O'ndan başka taptıkları ise bizatihi bâtıldır" (el-Hacc, 22/62) diye buyurmaktadır. Hak hiçbir şekilde değişikliğe uğramayan, zeval bulmayan, sabit olarak var olan demektir, Bu ise yüce Allah'tır. Kulları üzerinde hak sahibi diye de açıklandığı gibi, fiilerindeki mana itibariyle O haktır, diye de açıklanmıştır. ez-Zeccâc der ki: "Bu" anlamındaki âyet ref mahallindedir. Durum size nitelendirildiği ve açıklandığı şekildedir, demektir. "Çünkü Allah hakkın tâ kendisidir." Yani buna sebep yüce Allah'ın hakkın tâ kendisi olmasıdır. (ez-Zeccâc) ayrıca der ki: "Bu" işaret İsminin nasb mahallinde olması da mümkündür. Yani Allah bunu böylece yapmıştır, çünkü O hakkın tâ kendisidir. "Ve çünkü O, ölüleri diriltir. Gerçekten O, herşeye de güç yetirendir." Çünkü O, istediği her şeye kadir olandır. 7Ve çünkü hiç şüphesiz kıyâmet gelecektir. Onda hiç şüphe yoktur ve Allah muhakkak kabirdekileri diriltecektir. "Ve çünkü hiç şüphesiz kıyâmet gelecektir" âyeti "çünkü Allah hakkın tâ kendisidir" âyetine lâfız itibariyle bir atıftır, mana itibariyle atıf değildir. Zira yüce Allah sözü edilen hususları kıyâmet geleceği için yapmıştır denilemez, aksine burada bu manayı ihtiva edecek bir hazfin takdiri kaçınılmazdır. Yani: Şunu da bilsinler ki, kıyâmet mutlaka gelecektir. "Onda hiç şüphe ve tereddüt yoktur ve Allah muhakkak kabirdekileri" mükâfatlandırmak ve cezalarını vermek İçin "diriltecektir." 8İnsanlardan kimisi Allah hakkında bilgisiz, delilsiz ve aydınlatıcı bir kitabı olmaksızın mücadele eder. "İnsanlardan kimisi Allah hakkında bilgisiz, delilsiz ve aydınlatıcı bir kitabı" önünü aydınlatacak açık, seçik bir delili "olmaksızın mücadele eder." Bu âyeti kerîme en-Nadr b. el-Haris hakkında nazil olmuştur. Ebû Cehil b. Hişam hakkında indiği de söylenmiştir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır, ancak çoğunluk bunun ilk âyet gibi en-Nadr b. el-Haris hakkında indiğini kabul etmektedir. Her ikisi de aynı kesim hakkındadır, bunun tekrar edilmesi ise bu kesimin yerilmesini mübalağa üslubuyla ileriye götürmektir. Nitekim yerdiğin ve azarladığın bir kimseye; Bu işi sen yaptın, bu İşi sen yaptın diye tekrar tekrar söyleriz. Buradaki tekrarlamanın herbir âyette fazladan yeni bir sıfat ile nitelendirmiş olması dolayısı ile yapılmış olması da mümkündür. Şöyle denilmiş gibidir: en-Nadr b. el-Haris yüce Allah hakkında bilgisizce tartıştığı gibi, azgın herbir şeytana da uyar. Yine en-Nadr b. el-Haris, yüce Allah hakkında hiçbir bilgiye dayanmadan, belirsiz ve aydınlatıcı bir kitabı da bulunmaksızın mücadele eder. Böylece Allah'ın yolundan saptırmak ister. Bu da şu ifadelerimize benzer; Zeyd bana söver ve Zeyd beni döver. Bu tekrarın faydası ek bir mana ihtiva etmesidir. Bu açıklamayı da el-Kuşeyrî yapmıştır. Onun hakkında on küsur âyet-i kerîme nazil olmuştur. Birinci âyette kastedilen onun öldükten sonra dirilişi inkâr etmesidir. İkincisinden kasıt ise peygamberliği ve Kur'ân-ı Kerîm'in Allah tarafından indirildiğini inkâr etmesidir. Bir başka açıklama şöyle yapılmıştır: en-Nadr b. el-Hâris'in söylediği bir söz de meleklerin Allah'ın kızı oldukları şeklinde idi. Bu ise yüce Allah hakkında bir tartışmadır. "Kimisi" ifadesi mübtedâ olarak ref mahallindedir. Haberi ise (önceden geçen): "İnsanlardan" ifadesidir. 9İnsanları Allah'ın yolundan saptırmak için büyüklenerek yüz çevirir. Dünyada onun için rüsvaylik vardır. Kıyâmet günü de Biz ona yakıcı ateş azabını tattırırız. "Büyüklenerek" anlamındaki âyet, hal olarak nasbedilmistir. Bunun iki türlü açıklaması yapılabilir: 1- İbn Abbâs'ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bu kişi en-Nadr b. el-Hâris'tir. Böbürlenerek ve büyüklenerek o yüzünü haktan başka tarafa çevirmiştir. 2- el-Ferrâ''nın görüşüne göre ifadenin takdiri şöyledir: İnsanlar arasından kimisi yüce Allah'ın zatı hakkında bilgisizce ve yan çizerek tartışır, yani ona gelen öğütten yüz çevirir. Bu açıklamayı da ed-Nehhas zikretmiştir. Mücahid ve Katade de: Küfre saparak, yüzünü çevirir, diye açıklamışlardır, İbn Abbâs da: Küfürde direnerek kendisine çağrıldığı şeyden yüz çevirir, diye açıklamıştır ki her ikisinin de anlamı birdir. el-Evzal'nin, Mahled b. Huseyn'den, onun Hişam b. Hassan'dan, onun İbn Abbâs'tan rivâyetine göre, yüce Allah'ın: "İnsanları Allah'ın yolundan saptırmak için büyüklenerek yüz çevirir" âyeti hakkında şöyle demiştir: Burada kastedilen kişi bid'at sahibi olan kimsedir. el-Müberred der ki: Âyet-i kerîmede geçen: "Yüz çevirmek" ifadesi boynun bükülmesi demektir. el-Mufaddal ise bu kelime; yan (el-cânib) demektir, der. Arapların; "Filan kişi yan taraflarına bakar" tabirleri de buradan gelmektedir. Kişinin iki yanı ise başından baldırlarına kadar olan bölümü demektir. Aynı şekilde herbir şeyin iki yanı da bu manadadır. Bir kimse senden yüz çevirecek olursa, onun bu halini anlatmak üzere: denilir. Buna göre âyetin anlamı şu olur: Böyle bir kimse tartışmasında haktan yüz çeviren ve ona söylenen hak söz üzerinde düşünmeyi kabul etmeyen bir kimse demektir. Bu da yüce Allah'ın şu âyetlerini andırmaktadır: "... bunları işitmemiş gibi büyüklenerek yüz çevirir." (Lukman, 31/7); "Sen onların büyüklenerek yüz çevirdiklerini görürsün." (el-Münafikun, 63/5); "yüz çevirir ve yan çizer." (el-İsra, 17/83); "Sonra da gerine gerine taraftarlarının yanına gitmişti." (el-Kiyame, 75/33) "Allah'ın yolundan" yani yüce Allah'a itaatten "saptırmak için büyüklenerek yüz çevirir" âyetindeki: " Saptırmak için" ifadesi (kendisi sapmak için anlamına gelecek şekilde) "ya" harfi üstün olarak da okunmuştur. Buradaki lâm "lâm-ı akıbef'dir. Yani o tartışır ve sonunda saptırır, (diğer okuyuşa göre sapar). Bu da yüce Allah'ın şu âyetindeki "larn" harfine benzer: "Çünkü sonunda onlara bir düşman, bir tasa olacaktı" (el-Kasas, 28/8) yani sonunda onlara bu şekilde oldu. Bunun bir diğer benzeri de yüce Allah'ın: "İçinizden bir grub Rabblerine şirk koşuverirler. Nankörlük etsinler diye" (en-Nahl, 16/54-55) "Dünyada onun İçin rüsvaylık vardır." Yani kıyâmet gününe kadar mü’minler tarafından kötü ve çirkin bir şekilde anılacağından ötürü, onun için aşağılanmak ve zelil olmak söz konusudur. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Sakın itaat etme, çokça yemin eden aşağılık ve değersiz her kişiye" (el-Kalem, 68/10); "Ebû Leheb'in iki eli kurusun, kendisi de helâk oldu zaten." (el-Mesed, 111/1) Burada "rüsvaylık"ın öldürülmek anlamında kullanıldığı da söylenmiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) en-Nadr b. el-Hâris'i Bedir günü -daha önce el-Enfal Sûresi'nde geçtiği üzere- ölüme mahkûm etmişti. "Kıyâmet günü de Biz ona yakıcı ateş azabını" yani cehennem ateşini "tattırırız." 10"Bu senin ellerinin önden gönderdiği sebebiyledir ve çünkü Allah kullarına zulmedici değildir." "Bu, senin ellerinin önden gönderdiği sebebiyledir." Yani onaâhirettecehennem ateşine gireceği vakit şöyle denilecektir: Bu azâb senin ellerinin önden göndermiş olduğu isyanlar ve küfür sebebiyledir. Burada "el" ile bedenin tümü ifade edilmektedir çünkü bedenin bütün işlerini el yapar ve yakalar. Uzak için işaret zamiri olan "Şu" (yakın için ism-i işaret olan):Bu anlamındadır, Nitekim el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında (2/2. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 11İnsanlardan bazıları (dinin) bir tarafından Allah'a ibadet eder. Eğer ona hayır isabet ederse, onunla mutmain olur. Şayet ona bir bela İsabet ederse, yüzü üzere döner. Dünyayı da, âhireti de kaybetmiş olur. İşte bu, apaçık ziyanın tâ kendisidir. "İnsanlardan bazıları (dinin) bir tarafından Allah'a ibadet eder" âyetindeki: "(......): ...dan" kelimesi mübtedâ olarak ref mahallindedir. îfade "...yüzü üzere döner" âyetinde tamam olmaktadır. "(.......): Kaybetmiş olur" kelimesi Cumhûr tarafından böylece okunmuştur. Bu âyet-i kerîme münafıkların durumunu haber vermektedir. İbn Abbâs der ki: Bu âyet ile Şeybe b. Rabia kastedilmektedir. Bu kimse Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) davetini açıklamadan önce İslâm'a girmişti. Allah, (davetini açıklaması doğrultusunda) ona vahiy indirince bu sefer Şeybe b. Rabia irtidad etti. Ebû Said el-Hudrî de şöyle demektedir: Yahudilerden bir adam İslâm'a girdi. Sonra da gözlerini ve malını kaybetti. Bunların İslâm'ın uğursuzluğundan başına geldiğini zannederek Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a gidip; Benim İslâm'dan dönüşümü kabul et deyince, Peygamber şöyle buyurdu: "İslâm'a girdikten sonra, İslâm'dan dönüş kabul edilmez." Bu sefer adam: Ben bu yeni dinimden dolayi herhangi bir hayır ile karşılaşmadım. Gözlerimi, malımı, çoluk çocuğumu kaybettim, dedi. Peygamber şöyle buyurdu: "Ey Yahudi! Demirin, gümüşün ve altının pisliklerini ateşin potada eritip giderdiği gibi, şüphesiz İslâm da adamların pis(lik)lerini öylece alıp götürür." Bunun üzerine yüce Allah: "İnsanların bazıları (dinin) bir tarafından Allah'a ibadet eder" âyetini indirdi. İsrail, Ebû Husayn'dan, o Saîd b. Cübeyr'den, o İbn Abbâs’tan rivâyete göre İbn Abbâs: "İnsanlardan bazıları (dinin) bir tarafından Allah'a İbadet eder" âyeti hakkında şöyle demiştir: Adam Medine'ye gelirdi. Şayet hanımı erkek gocuk doğurur, atları yavmlayacak olursa bu iyi bir dindir derdi. Hanımı doğurmaz, atları da yavrulamazsa bu sefer: Bu kötü bir dindir derdi. Buhâri, Tefsir 22. sûre 2 Müfessirler de şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın huzuruna gelerek İslâm'a girdiklerini bildiren bedevi bir takım Araplar hakkında nazil olmuştur. Bunlar bolluk ile karşılaşacak olurlarsa, Medine'de kalmaya devam ederlerdi. Şayet darlık ve sıkıntıyla karşı karşıya kalırlarsa, irtidad eder dönerlerdi. Bu âyet-i kerîmenin de en-Nadr b. el-Hâris hakkında indiği de söylenmiştir. İbn Zeyd ve başkaları İse; bu münafıklar hakkında inmiştir, demişlerdir, "(Dinin) bir tarafından" ifadesi Mücahid ve başkalarının açıklamalarına göre; şüphe üzere... anlamındadır. Bunun gerçek anlamı ise; böyle bir kimse bulunduğu yarın kenarında sallanıp duran kişinin gösterdiği zaaf gibi ibadetinde zayıflık gösterir demektir. Herbir şeyin harfi (tarafı, kenarı), onun etrafı, kıyıcı ve ..sınırını teşkil eden uç noktaları demektir. "Dağın harfi" tabiri de btaada gelmektedir ki; üst ve sivri yanı demektir. "Bir tarafından" ifadesini yalnız bir yönünde anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu da bir kisfısenin darlık ve zorluk zamanında değil de sadece bolluk ve rahatlık zamanında Allah'a ibadet etmesi demektir. Eğer bu gibi kimseler botluk zamanlarında şükür üzere, darlık zamanlarında da sabır üzere ibadet etmiş olsalardı, yüce Allah'a bir kenarından, bir ucundan ibadet etmiş olmazlardı. "Bir tarafından" ifadesinin şartlı olarak anlamında olduğu da söylenmiştir. Şöyle ki: Şeybe b. Rabia, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) davetini açığa vurmadan önce şöyle demişti; Rabbine dua et ki bana mal, deve, at ve evlad ihsan etsin. Ben de sana inanayım ve senin dinine döneyim. Bunun üzerine Peygamber onun için dua etti. Yüce Allah da onun dileklerini ihsan etti. Daha sonra yüce Allah -durumunu en iyi bilen olduğu halde- onu fitneye düşürüp, denemeye tabi tuttu. İslâm'a girdikten sonra ona ihsan etmiş olduklarını geri aldı. Bu sefer o da İslâm'dan döndü. Bunun üzerine yüce Allah hakkında: "İnsanlardan bazıları (dinin) bir tarafından Allah'a, ibadet eder" yani şartlı olarak ibadet eder, âyetini indirdi. el-Hasen de şöyle demektedir: Burada kasıt kalbi ile değil de sadece dili ile Allah'a ibadet eden münafıktır. Özetle söyleyecek olursak, yüce Allah'a dinin bir tarafından ibadet eden böyle bir kimse, bütünüyle dine girmiş değildir. Bu hali de yüce Allah şöylece açıklamaktadır: "Eğer ona hayır" bedenen sağlık, geçiminde bolluk "isabet ederse, onunla mutmain olur." Bundan razı olur ve dini üzere kalmaya devam eder. "Şayet ona bir belâ isabet ederse" yani bunun aksi durumlarla sınanacak olursa "yüzü üzere döner." Yani daha önce tutturmuş olduğu küfür yolunda gerisin geriye döner, "Dünyayı da, âhireti de kaybetmiş olur. İşte bu apaçık ziyanın tâ kendisidir" âyetinde geçen: "kaybetmiş olur" âyetini Mücahid, Ubeyd b. Kays, el-A'rec, ez-Zührî ve İbn İshak -ayrıca Ya'kub'dan da- rivâyet edildiğine göre bir elif ziyadesiyle ve hal olarak nasb ile: "Kaybeden" diye okumuşlardır. Buna göre bu âyette; "Yüzü üzere" kelimesi üzerinde vakıf yapılmaz. Buna göre âyer-i kerîmenin meali şöyle verilebilir; Şâyet ona bir bela isabet ederse yüzü üzere dönen olarak dünyayı da, âhireti de kaybetmiş olur. Böyle bir kimsenin dünyayı kaybetmesi ganimet ve övgüden pay almaması, âhireti kaybetmesi ise orada alacak bir sevap ve mükâfatının bulunmaması şeklindedir. 12O Allah'ı bırakıp kendisine zarar da veremeyen, fayda da veremeyen şeye tapar. İşte bu, uzak sapıklığın tâ kendisidir. "O" yani küfre sapan bu kimse "Allah'ı bırakıp kendisime zarar da veremeyen, fayda da veremeyen şeye" yani putlara "tapar. İşte bu, uzak sapıklığın" el-Ferrâ''nın açıklamasına göre alabildiğine uzayıp giden sapıklığın "tâ kendisidir." 13O, zarar vermesi, fayda vermesinden daha yakın olana ibadet eder. (O) ne kötü bir yardımcı, ne kötü bir arkadaştır! "O, zarar vermesi, fayda vermesinden daha yakın olana ibadet eder." Yani şu yüzüstü dönüp, giden kişi zarar vermesi fayda vermesinden çok daha yakın olan kimselere ve şeylere dua eder. Bu zarardan kasıt ise, âhiretteki zarardır. Zira böylesine ibadet etmekten ötürü cehenneme girmiş olacaktır ve ondan asla hiçbir fayda da göremeyecektir. Ancak burada ifadeye bir yüce (latif, incelikli) mana kazandırmak maksadıyla "zarar vermesi, fayda vermesinden daha yakın olan" tabiri kullanılmıştır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Şüphe yok ki Biz yahut siz, ya bir hidayet üzereyiz ya da apaçık bir sapıklıkta." (Sebe’, 34/24) Şöyle de açıklanmıştır: Onlar bu putları yarın kendilerine şefaat edecekler diye vehmedip ibadet ediyorlardı. Bu hususta da yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne bir zarar, ne de bir fayda vermeyecek olan şeylere taparlar. Bir de: 'Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir'derler." (Yûnus, 10/18); "O'ndan başka ilâh edinenler: 'Biz bunlara ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz' derler." (ez-Zümer, 39/3) el-Ferrâ', el-Kisâî ve ez-Zeccâc derler ki: İfadenin anlamında hem yemin hem de te'hir vardır. Yani; O kimse -Allah'a yemin olsun ki- zarar vermesi, fayda vermesinden daha yakın olana ibadet eder." Görüldüğü gibi burada (hem yemin vardır) hem de "lâm" harfi, gelmesi gereken gerçek yerinden öncesine alınmıştır. Ayrıca: "Kimse" kelimesi "ibadet eder" fiili ile nasb mahallinde olup, "lâm" harfi de yeminin cevabıdır, "Zarar vermesi" mübtedâ, "Yakın olan" kelimesi de onun haberidir. en-Nehhâs ise ifadede bir te'hir olduğu görüşünü zayıf kabul eder ve şöyle der: Bu "lâm" harfinde takdim veya te'hir olduğunu söylemeyi gerektirecek herhangi bir özellik yoktur. Derim ki: (Bu) "lâm'ın hakkı takdimdir, bazen te'hir de edilebilir. Şair de şöyle demiştir: "Dayım elbetteki sen(sin) ve kimin dayısı Cerir olursa, Yüceliklere nail olur ve dayılara da ikramda bulunur." "Dayım elbetteki sensin" demektir. Bu beyit daha önceden (Tâ-Hâ, 20/63. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. en-Nehhâs der ki: Bize Ali b. Süleyman'ın naklettiğine göre Muhammed b. Yezid şöyle demiştir: İfadede hazfedilmiş tabirler vardır. Yani: O, ilâh olarak zarar vermesi, faydalı olmasından daha yakın olana ibadet eder. en-Nehhâs der ki; Zannederim bu açıklama Muhammed b. Yezid'den yapılmış yanlış bir nakildir. Çünkü böyle bir ifadenin anlamı yoktur, zira "lâm" harfinden sonra gelen ifade mübtedâdır. Buna göre "ilâh" anlamındaki kelimenin (İbn Zeyd'den nakledildiği bildirilen açıklamasına göre mansub olması gerekir) nasb edilmesi câiz değildir. Ben Muhammed b. Yezid'in görüşünün, el-Ahfeş'in görüşü gibi olacağını zannediyorum ve bu da bana göre âyet-i kerîme ile ilgili olarak yapılmış açıklamaların en güzelidir, (en-Nehhâs devamla) der ki: "(Mealde) İbadet eder âyeti söyler anlamındadır, "Kimse" ise mübtedâ olup, haberi hazfedilmiştir. Bunun anlamı da şöyledir: O zarar vermesi, fayda verme ihtimalinden daha yüksek olan kimse hakkında kendisinin ilâhıdır, der. Derim ki: Bu görüşü el-Kuşeyri -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- ez-Zeccâc'dan naklederken, el-Mehdevi de el-Ahfeş'ten nakledip, irabını da tamamlayarak şunları söylemektedir: "İbadet eder" âyeti söyler anlamındadır. " Kimse" kelimesi mübtedadır. "Zarar vermesi" ikinci mübtedâ " Yakın olan" ise onun haberidir. Cümle de; Kimse'nin sılası olup, haberi de hazfedilmiştir. İfadenin takdiri de şöyledir: " O kimse şüphesiz zararı, faydasından daha yakın olan kimseye ilahıdır," der. Antere'nin şu beyiti de (bu yönüyle) bunun gibidir: "Atımın göğsüne kuyuya sarkıtılan ipler gibi, Saplanırken mızraklar, Anter diye çağırırlar." el-Kuşeyri der ki: Put benim mabudumdur diyen kâfir, elbetteki onun zararı faydasından daha yakındır, demez. Ancak anlamı şudur: Kâfir şüphesiz -müslümanların inancına göre- faydası, zararından daha yakın kimseye: mabudum ve ilahım der. Bu da yüce Allah'ın şu âyetini andırmaktadır: "Ey Sihirbaz! dediler. Senin yanında, sana olan ahdi gereği Rabbine dua et." (ez-Zuhruf, 43/49) Yani -seni sihirbaz diye adlandıran o kimselere göre- ey sihirbaz kişi.,, dediler demektir. ez-Zeccâc da der ki: Buradaki "tapar" âyetinin hat mahallinde olması ve bunda (sonunda) bir "he"nin hazfedilmiş olması da mümkündür. Yani işte onun kendisine ibadet ettiği, taptığı büyük sapıklık budur. Bu da; ona dua etmesi halindeki sapıklığı budur demektir. Buna göre: ""Tapar" fiilinin sonunda "ona" anlamını veren bir "he" zamiri hazfedilmiştir. Bu açıklamaya göre: ""Tapar" kelimesi üzerinde vakıf yapılır. Buna karşılık yüce Allah'ın: "Zarar vermesi, fayda vermesinden daha yakın olan" anlamındaki âyet mübtedâ olarak ref mahallinde ve yeni bir cümle olur. Haberi ise "(o) ne kötü bir yardımcı" âyetidir. Buna sebeb ise baştaki "lâm"ın "yemin lâm"ı olmasıdır. Te'kid dolayısıyla ifadenin başına gelmiştir. Buna göre bir önceki âyetin sonlarından itibaren âyet şöyle anlaşılabilir: İşte onun, ona dua etmesi (çağırması, ibadet etmesi) haktan uzak sapıklığın tâ kendisidir. Yemin olsun ki zarar vermesi, fayda vermesinden daha yakın olan (o mabudlar) ne kötü bir yardımcıdır, ne kötü bir arkadaştır! ez-Zeccâc der ki: Bu âyette: "İşte bu" kelimesinin: "O kimse ki, o ki" ism-i mevsûlü anlamında ve bunun "ibadet eder" fiilinin onda ameli dolayısıyla nasb mahallinde olması mümkündür. Yani: " Uzak sapıklığın ta kendisi olana o dua eder." Nitekim yüce Allah'ın: "O senin sağ elindeki nedir? Ey Mûsa" (Tâ-Hâ, 20/17) âyetinde de ism-i mevsulü anlamındadır. Daha sonra da yüce Allah'ın: "Zarar vermesi" âyeti yeni (mübtedâ) bir sözdür, Buna karşılık "O ne kötü bir yardımcıdır" ifadesi de mübtedânın haberi olur. Buna göre âyetin takdiri: "Uzak sapıklığın kendisi olana dua eder" takdirinde olup, mef'ûl olan önceden zikretmiş olmaktadır. Mesela; "Zeyd’i dövdüm," demek bunun gibidir, Ebû Ali (el-Farisı) bu açıklamayı güzel diye değerlendirmiştir, ez-Zeccâc'ın iddiasına göre de nahivciler bu görüşe pek dikkat etmemişlerdir. ez-Zeccâc buna (şahit olarak) şu beyiti de zikretmektedir: "Dur ey atım, Abbâd'ın senin üzerinde bir emirliği yoktur, Kurtuldun artık ve bu taşıdığın özgür bir kimsedir." Buradaki "ve bu" anlamındaki işaret ismi; Ve... kimse" anlamındadır. Yine ez-Zeccâc ve el-Ferrâ' şöyle demişlerdir: Bu âyetteki "İbadet eder" kelimesinin dua (ibadet) anlamındaki bu fiili çokça zikretmek suretiyle ma kablinin (bir önceki âyette geçen ve "tapar" anlamı verilen aynı lâfzın) tekrarı olması da mümkündür, "Vurdum Zeyd'i vurdum” ifadesi gibidir. Daha sonra birincisi ile yetinerek ikincisi hazfedilmiştir. el-Ferrâ' der ki: "Zarar vermesi... olan"ın "lâm" harfi esreli okunması da mümkündür. O kimse zararı faydasından daha yakın olana dua (ibadet) eder, demektir. Nitekim yüce Allah'ın şu âyeti da (bu yönüyle) buna benzemektedir: "Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir." (ez-Zilzâl, 99/5) bu âyetteki: Ona" kelimesi "(........): Ona anlamındadır. Yine el-Ferrâ' ve el-Kaffal şöyle demişlerdir: Bu âyetteki "lâm" sıla'dır. (Ulama amacıyla fazladan getirilmiştir). Yani; "O faydası, zararından daha yakın olana ibadet eder," demektir. Nitekim Abdullah b. Mes'ûd'un kıraatinde de bu şekildedir. "(O) ne kötü bir yardımcı" yani yardımlaşması ne kötü; "ne kötü bir arkadaştır!" Kendisiyle arkadaşlık yapılan, dostluk kurulan ve ilişkilerde bulunulan kişi olarak o ne kötüdür! Mücahid: Bununla put kastedilmektedir, demiştir. 14Muhakkak Allah mü’min olup salih amel işleyenleri altlarından ırmaklar akan cennetlere girdirir. Şüphe yok ki Allah ne dilerse yapar. "Muhakkak Allah mü’min olup salih amel İşleyenleri altlarından ırmaklar akan cennetlere girdirir." Cenab-ı Allah müşriklerin durumunu, münafık ve şeytanların halini söz konusu ettikten sonra yine âhirette mü’minlerin durumunu söz konusu etmektedir. "Şüphe yok ki Allah ne dilerse yapar." Dilediği kimseyi mükâfatlandırır, dilediğini azaplandırır. Onun doğru olan va'di ve lütfü gereğince mü’minlere cennet vardır. Ezeli adaletinin, ezeli hükmü gereğince de kâfirlere cehennem ateşi vardır. Yoksa kulların fiilleri, Rabbin fiillerinin bir gerekçesi değildir. 15Allah'ın ona dünyada ve âhirette yardım etmeyeceğini sanan kimse tavana bir ip bağlasın, sonra kessin. Sonra başvurduğu bu yol öfkelendiği şeyi giderir mi bir baksın? "Allah'ın ona dünyada ve âhirette yardım etmeyeceğini sanan kimse tavana bir İp bağlasın." Ebû Ca'fer en-Nehhâs der ki: Bu hususta yapılan en güzel açıklamalardan birisine göre buradaki mana şudur: Kim yüce Allah'ın Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)a yardım etmeyeceğini zannediyor ve ona verilmiş bulunan ilâhî yardımın kesilebileceğini kabul ediyorsa... "tavana bir ip bağlasın" yani kendisi vasıtasıyla semaya ulaşabileceği bir çare arasın. "Sonra kessin." Yani imkân bulursa ona verilen yardımın sonunu getirsin, "Sonra başvurduğu bu yol" ve bu çaresinin "öfkelendiği şeyi" Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın yardıma mazhar oluşundan dolayı öfkelenirini "giderir mi bir baksın?" Bu âyetin anlatmak istediği şudur; Böyle bir kimse bunun gibi bir işi yapabilmeye yol bulamayacak ve bu doğrultuda bir tuzak hazırlayamayacak olduğuna göre; ona verilen ilâhî yardımı da keısemez, İbrı Abbas da böyle demiştir. Buna göre "Allah'ın ona... yardım etmeyeceğini" âyetindeki zamir Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)a râci'dir. Her ne kadar daha önceden onun ismi zikredilmemiş ise de bütün sözler zaten buna delâlet etmektedir. Zira îman Allah'a ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)a îman demektir. Dinden dönmek ise Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın getirdiklerinden dönmektir. Yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)a düşmanlık eden ve yüce Allah'a bir tarafından ibadet eden kimseler arasından bizim Muhammed'e yardımcı olmayacağımızı zannedenler varsa onlar da şunu şunu yapsın demektir. Yine İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre buradaki zamir "kimse"ye aittir. Mana da şöyle olur; Her kim Allah'ın kendisine rızık vermeyeceğini zannedecek olursa, haydi kendisini boğarak kendi kendisini öldürsün. Zira Allah'ın yardımından uzak bir hayatın hiçbir hayrı yoktur. Bu görüşe göre buradaki "yardım" rızık demektir. Nitekim Araplar şöyle derler; Bana yardım edene Allah da yardım etsin, yani kim bana bir şeyler verirse Allah da ona versin. Yine Arapların "yardım görmüş bir arazi" ifadeleri de bu kabilden olup yağmur isabet eden, yağmur alan arazi demektir. Nitekim el-Fek'asî şöyle demektedir: "Ve sen hiçbir kimseye hakkından fazlasını vermiyorsun, Üstelik yağmurun yardım ettiği (yağdığı) tarafa da malik değilsin." İbn Ebi Necih de, Mücahid'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Allah'ın ona... yardım etmeyeceğini" asla rızık vermeyeceğini "sanan kimse..." demektir, Bu Ebû Ubeyde'nin de görüşüdür, Buradaki "ona" zamirinin dine ait olduğu da söylenmiştir, mana şöyle olur: Allah'ın, dinine yardımcı olmayacağını sanan kimse... "Tavana bir ip bağlasın" âyetindeki "sebeb" ip demektir. Sebeb kendisi vasıtasıyla bir şeye ulaşılan bir şey demektir. Âyetteki "semâ" kelimesi de evin tavanı anlamındadır. İbn Zeyd, bildiğimiz sema kastedilmiştir demektedir. Kûfeliler "Sonra kessin" âyetini "lâm" harfini sakin olarak okumuşlardır. en-Nehhâs der ki: Ancak bu, Arapça bakımından doğru olma ihtimali uzak bir okuyuştur, çünkü "Sonra" vav ile fâ gibi değildir. Zira onun üzerinde vakıf yapılabildiği gibi, tek başına da kullanılabilir. Abdullah (b. Mes'ûd)un kıraatinde ise "Sonra onu kessin, sonra baş vurduğu bu yol öfkelendiği şeyi giderir mi bir baksın?" diye okumuştur. Bu âyetteki: "Şey" kelimesinin ism-i mevsul anlamında olduğu söylenmiştir. Yani onun baş vurduğu bu yol, öfkelendiği o hususu giderir mi bir baksın? demektir. Buna göre; "Öfkelendiği o husus" ifadesinde daha hafif olsun diye "he" zamiri hazfedilmiştir. "Şey" kelimesinin mastar anlamını verdiği de söylenmiştir. Onun başvurduğu bu yol öfkelenmesini giderir mi?... demektir. 16İşte Biz onu böylece apaçık âyetler halinde indirdik. Muhakkak Allah dilediğini doğru yola iletir. "İşte Biz onu" yani Kur'ân'ı "böylece apaçık âyetler halinde indirdik" ve "muhakkak Allah" böylece "dilediğini doğru yola İletir." Bu âyetle yüce Allah hidayeti kendi iradesine bağlı olarak yarattığını bildirmektedir. Hidayete ileten sadece O'dur, O'ndan başka hidayete iletecek kimse yoktur. 17Îman edenler, yahudiler, sabiîler ve hristiyanlar, ateşperestler ve müşrikler (var ya); muhakkak Allah kıyâmet gününde aralarında hükmedecektir. Muhakkak Allah herşeye şâhiddir. "Îman edenler" Allah'a ve Muhammed'e inananlar, "yahudiler" Mûsa (aleyhisselâm)ın dinine müntesib olanlar, "sabiiler" yıldızlara tapan bir kavimdir, "hristiyanlar" bunlar da Îsa (aleyhisselâm)ın dinine muntesib olanlardır. "Ateşperestler" bunlar da âlemin biri aydınlık biri karanlık olmak üzere iki aslı olduğunu söyleyen ateşe tapanlardır. Katade der ki: Dinler beş tanedir, bunların dördü şeytana biri de Rahmân'adır. Denildiğine göre mecusilerin asıl ismi "en-necûs"dur. Bu ismi alış sebebleri ise necasetleri kullanmayı dinlerinin bir gereği kabul etmeleridir. Mim ile nun harfleri ise biri diğerinin yerine kullanılabilir. (Bulut anlamında) hem "el-ğayn", hem de "el-ğaym" demek; "yemin anlamında", "el-eym" ile "el-eyn" demek gibi. Bütün bu hususlara dair geniş açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/62. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. "Ve müşrikler" bunlar puta tapan Araplardır. "Muhakkak Allah kıyâmet gününde aralarında hükmedecektir." Bunlar arasında hüküm vererek kâfirler için cehennem ateşi, mü’minler için de cenneti verecektir. Şöyle de açıklanmıştır: Burada sözü edilen hüküm vermek onlara kafi bir şekilde kimin haklı olduğunu, kimin de batıl yolda olduğunu tanıtmak, bildirmektir. İşte o günde haklı ve haksız, düşünmek ve istidlal ile değil, açık bir şekilde birbirinden ayırd edilecektir. "Muhakkak Allah herşeye şâhiddir." Kullarının amellerini, davranışlarını, sözlerini bilir. Onlardan hiçbir şey O'na kaybolmaz, (O'nun bilgisi dışında kalmaz) O bundan münezzehtir. "Muhakkak Allah kıyâmet gününde aralarında hükmedecektir" âyeti; "Îman edenler" âyetindeki "Muhakkak"in haberidir. Nitekim; "Şüphesiz ki Zeyd'in yanında muhakkak hayır vardır," demeye benzer. el-Ferrâ' ise der ki: Konuşma esnasında; "Muhakkak Zeyd, muhakkak kardeşi gitmekte olandır," şeklindeki bir kullanım câiz değildir. Onun iddiasına göre bunun âyet-i kerîmede câiz olması, ifadede mücazât (karşılık verme) anlamı bulunduğundan dolayıdır. Yani kim îman eder, kim yahudiliğe bağlanır, kim hristiyan olur, kim sabiî olursa onların aralarında hüküm verir ve hesaplarını görmek aziz ve celil olan Allah'a aittir. Ebû İshak (ez-Zeccâc) ise el-Ferrâ''nın bu görüşünü reddederek onun: "Muhakkak Zeyd kardeşi gitmekte olandır," ifadesi câiz değildir demesini çirkin bir ifade olarak kabul eder ve şöyle der: Çünkü burada Zeyd demek ile (âyet-i kerîmedeki) ism-i mevsul olan; "...ler" arasında bir fark yoktur ve bu edat mübtedâ olan her kelimenin başına gelebilir. Buna göre; "Muhakkak Zeyd o gitmekte olandır" denilebilir. Sonra bunun başına edatı getirilerek Muhakkak Zeyd şüphesiz ki o gitmekte olandır, diyebiliriz. Nitekim şair de şöyle demektedir: "Şüphesiz ki halifeye, muhakkak Allah ona giydirmiştir. İzzet elbisesini; onunla (güzel) sonuçlar umud edilir." 18Görmedin mi, göklerde ve yerde olan herkes güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayranlar ve insanlardan bir çoğu Allah'a secde ederler? Bir çoğuna da azâb hak olmuştur. Allah'ın hor kıldığını yüceltebilecek yoktur. Muhakkak Allah dilediğini yapar. "Görmedin mi, göklerde ve yerde olan herkes... Allah'a secde ederler?" âyetinde sözü edilen "görmek" kalble görmektir. Yani kalbin ve aklın ile bunları görmedin mi? Secde etmenin anlamı ile ilgili açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/34. âyet, 4. başlıkta) cansız varlıkların secde etmesi ile ilgili açıklamalar da en-Nahl Sûresi'nde (16/49-50. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Güneş" kelimesi daha önceden geçen "herkese" atfedilmiştir. "Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan bir çoğu" âyetleri de aynı şekildedir. "Bir çoğuna da azâb hak olmuştur" anlamındaki âyet, i'rab bakımından biraz zor açıklanabilir bir haldedir. Çünkü fiilin kendisinde amel ettiği lâfza yine fiilin kendisinde amel ettiği lafızın atfedilebilmesi için nasıl olmuş da nasb edilmemiştir Bu cümleyi şöylece açabiliriz: "Görmedin mi" anlamındaki fiil, lafzen âyetin başında yer almaktadır. Ondan sonra gelen cümle mef'ûldür. Mef ûl nasb ile gelir. Buradaki: "Bir çoğuna" anlamındaki lâfız da "vav" atıf edatı dolayısıyla ona, yani mansub olan cümleye atf edilmiştir. Bu bakımdan onun da mansub -yani lafzen: "kesirlin" değil de "kesiran" gelmesi gerekirken, niye gelmemiştir? " Yüce Allah'ın: "Zâlimlere gelince, onlara çok acıklı bir azâb hazırlamıştır" (el-İnsan, 76/31) âyetinde olduğu gibi (niye mansub değildir)? el-Kisaîve el-Ferrâ' burada bu kelime mansub olsaydı, güzel olurdu diye iddiada bulunmuşlardır. Ancak merfu gelmesi tercih edilmiştir, çünkü manasa "Çoğu ise secde etmeyi kabul etmemiştir," şeklindedir. Bu durumda mübtedâ ve haber olur, ifade de yüce Allah'ın: "İnsanlardan bir çoğu..." ile tamam olabilmektedir. (......) bunun sözü edilen secde etmenin şanı yüce Allah'ın zayıflık, kuvvet, sağlık, hastalık, güzellik, çirkinlik gibi tedbirlerine boyun eğmek ve zilletle İtaat etmek şeklindeki secde anlamında olmak üzere atfedilmiş olması da mümkündür. Bunun kapsamına ise herşey girmektedir. "Üzerine azâbın hak olduğu pek çok kimseyi de hakir düşürmüştür" şeklinde ve benzer takdirler ile mansub olması da mümkündür. Yüce Allah'ın: "Ve hayvanlar (secde ederler)" âyetinde ifade tamam olduktan sonra "insanlardan bir çoğu da" cennettedirler "bir çoğuna da azâb hak olmuştur" diye yeni bir cümle başlamıştır, diye de açıklanmıştır. İbn Abbâs'tan da aynı şekilde şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Anlam şöyledir: İnsanların bir çoğunun cennette, bir çoğu aleyhine de azâb hak olmuştur. Bunu İbnu'l-Enbarî nakletmektedir. Ebû'l-Âl-iyye der ki: Göklerde ne kadar yıldız varsa, ay ve güneş mutlaka battığı vakit yüce Allah için secdeye kapanır. Sonra da kendisine izin verilmedikçe secdeden ayrılmaz. İzin alınca da tekrar doğuş yerine geri döner. el-Kuşeyrî der ki: Bu husus güneş hakkında muttasıl senet ile rivâyet edilmiştir. Burada hakiki bir secdeden söz edilmektedir. Bunun kaçınılmaz bir gereği olarak bu secde eden varlıkta hayat ve akıl da yerleştirilir. Derim ki: Kendisine işaret ettiği muttasıl senetli hadisi Müslim rivâyet etmiştir. İleride yüce Allah'ın: "Güneş kendisi için belirlenmiş bir karar yerine kadar akıp gider..." (Yâsîn, 36/38) âyeti açıklanırken geleceği gibi, daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/34. âyet 4. başlıkta) sucud'un sözlük ve terim anlamı ile ilgili açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. "Allah'ın hor kıldığını yüceltebilecek yoktur." Allah her kimi bedbaht kılmak ve küfür ile hakir kılmış ise hiçbir kimsenin onun üzerindeki bu horlanmışlığı kaldırmaya gücü yetmez. İbn Abbâs der ki: Allah'a ibadet etmeyi önemsemeyen kimse sonunda cehenneme varır, "Muhakkak Allah dilediğini yapar." Onların sonunda cehenneme ulaşacağını kastetmektedir. Kimse O'na İtiraz edemez, el-Ahfeş, el-Kisaî ve el-Ferrâ': "İkram edici (mealde; yüceltebilecek)" kelimesini; şeklinde yani bir ikram, bir yücelik... diye okumuşlardır. 19Bunlar Rabbleri hakkında davalaşan İki hasımdırlar. Kâfir olanlar için ateşten elbiseler biçilir, başları üzerinden gayet kaynar su dökülür. "Bunlar Rabbleri hakkında davalaşan iki hasımdırlar." Müslim'de rivâyet edildiğine göre Kays b. Ubad şöyle demiştir: Ben Ebû Zerr'i yemin ederek: Muhakkak "bunlar Rabbleri hakkında davalaşan iki hasımdırlar" âyeti Bedir günü teke tek çarpışmak üzere meydana atılan Hamza, Ali ve Ubeyde b. el-Hâris (radıyallahü anh) ile onlara karşı çıkan Rabia'nın oğulları Utbe ve Şeybe ile el-Velid b. Utbe hakkında nazil olmuştur. Müslim, Tefsir 35; Buhâri, Mcğâzî 8, Tefsir 22. sûre 3; İbn Mâce, CiHâd 29 Müslim -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- kitabını bu hadis ile bitirmiştir. İbn Abbâs da şöyle demektedir; Bu üç âyet-i kerîme, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a Medine'de mü’minlerden üç ve kâfirlerden üç kişi hakkında nazil olmuştur, Daha sonra da Ebû Zerr'in dediği şekilde bunların isimlerini vermiştir. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) da şunları söylemektedir: Kıyâmet gününde Allah'ın huzurunda davalaşmak için ilk diz çökecek kişi benim. O bununla kendisinin ve diğer iki arkadaşının teke tek çarpışmaları ile ilgili olaya işarette bulunmaktadır. Bunu da Buhârî zikretmektedir. Buhâri, Meğizî 8, Tefsir 22. sûre 3 Hilal b. Yesaf ile Atâ b. Yesar ve başkaları da bu görüşü benimsemişlerdir. İkrime ise şöyle demektedir: İki hasımdan kasıt cennet ile cehennemdir. Bunlar birbirleriyle davalaştılar. Cehennem; O beni cezasını vermek maksadıyla yaratmıştır, dedi. Cennet de; Beni rahmetini ihsan etmek için yaratmıştır, demiştir... Derim ki: Cennet ile cehennemin birbirleriyle davalaşması hususunda Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)dan bir hadis vârid olmuştur. Ebû Hüreyre dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Cennet ile cehennem tartıştılar. Biri (cehennem) dedi ki: Zorbalar ve mütekebbirler bana girecektir. Diğeri (cennet) dedi ki: Bana da zayıflar ve miskinler girecektir. Bunun üzerine yüce Allah ona: Sen Benim azabımsın, seninle dilediğim kimseyi azaplandırırım dedi. Ötekine de: Sen Benim rahmetimsin, seninle dilediğim kimseye rahmet ederim. Sizden herbirinizi de mutlaka dolduracağım, dedi." Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir. Tirmizî de rivâyet etmiş olup: Hasen, sahih bir hadistir demiştir. Buhâri, Tefsir 50. sûre 1; Müslim, Cenne, 34, 36; Tirmizî, Sıfatu’l-Cenne 22; Müsned, II, 276, 314, 450, -Ebû Said el-Hudri yoluyla-: III, 79. Yine İbn Abbâs şöyle demektedir: Bunlar kitab ehli olanlardır. Mü’minlere: Biz Allah'a sizden daha çok yakınız, bizim kitabımız sizden daha öncedir. Peygamberimiz de, peygamberinizden öncedir dediler. Mü’minler de şöyle dedi; Biz sizden daha çok Allah'a yakın olmaya lâyıkız, çünkü Muhammed'e îman ettiğimiz gibi, peygamberinize de îman ettik. Ona indirilen kitapların hepsine de îman ettik. Sizler, bizim peygamberimizi bilip tanıdığınız halde kıskandığınızdan dolayı onu bıraktınız ve inkâr ettiniz. İşte aralarındaki davalaşma bu itli. Yüce Allah da haklarında bu âyet-i kerîmeyi indirdi. Bu da Katade'nin görüşüdür. Birinci görüş daha sahihtir. Bu görüşü de Buhârî, Haccâc b. Minhal'den, o Hüseyin'den, o Ebû Haşim'den, o Ebû Miclez'den, o Kays b. Ubad'dan, o Ebû Zerr'den diye rivâyet etmiştir. Müslim de Amr b. Zürare'den, o Hüseyin'den rivâyet etmiştir. Süleyman et-Teymî'de bunu Ebû Miclez'den, o Kays b. Ubad'dan rivâyet etmiştir. Kays, Ali'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bu âyet-i kerîme "bunlar Rabbleri hakkında davalaşan İki hasımdırlar... yakıcı ateşin azabını tadın" âyetine kadar, bizim ve Bedir günü teke tek çarpışmamız (mübarezemiz) hakkında inmiştir. Bu yollarla gelen rivâyetler az önce geçmişti; kaynakları da orada gösterilmişti. İbn Kesîr "bunlar... İki hasımdırlar" âyetindeki; "Bunlar... iki" kelimesinde "nûn" harfini şeddeli okumuştur. el-Ferrâ'' "İki has im "ı, iki ayrı din mensubu, iki kesim olarak yorumlamış ve bir hasmın müslümanlar, diğerlerinin ise yahudilerle, hristiyanlar olduklarını İddia etmiştir. Bunlar Rabbleri hakkında davalaşmalardır. O der ki: Yüce Allah'ın "Davalaşan(lar)" âyetinin çoğul olarak gelmesi cem'i oluşlarından dolayıdır. Yine el-Ferrâ' der ki: Eğer: "İkisi de davalaştılar" diye kullanılmış olsaydı yine câiz olurdu. en-Nehhâs der ki: Bu; hadisi ve tefsir âlimlerinin kitaplarını bilmeyen kimsenin yaptığı bir te'vildir. Çünkü bu âyet ile ilgili hadis meşhurdur, bunu Süfyan es-Sevrî ve başkaları Ebû Haşim'den, o Ebû Miclez'den, o Kays b. Ubad'dan yoluyla rivâyet etmişlerdir. Kays dedi ki: Ben Ebû Zerr'i yemin ederek şunları söylerken dinledim: Bu âyet-i kerîme Hamza, Ali, Ubeyde b. el-Haris b. Abdu'l-Muttalib ile Rabia'nın iki oğlu Utbe ve Şeybe bir de el-Velid b. Utbe hakkında nazil olmuştur. Ebû Amr b. el-A'lâ da aynı şekilde Mücahid'den, o da İbn Abbâs'tan rivâyette bulunmuştur. Bu hususta dördüncü bir görüş daha vardır. Buna göre burada sözü edilenler, hangi dinden olurlarsa olsunlar bütün kâfirler ile bütün mü’minlerdir. Bu görüş Mücahid, el-Hasen, Atâ b. Ebi Rebah, Âsım b. Ebi'n-Necûd ve el-Kelbî'nin görüşüdür. Bu şekilde umumu kapsayan bu görüş, hem âyetin hakkında nazil olduğu kimseleri, hem de başkalarım kapsamına almaktadır. Bu âyet-i kerîmenin öldükten sonra diriliş ile amellerin karşılığının verilmesi ile ilgili davalaşma hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Çünkü bir takım kimseler bunu kabul ederken, başkaları bunu inkâr etmişlerdir. "Kâfir olanlar" yani az önce sözü edilen kesimlerden kâfir olanlar "için ateşten elbiseler biçilir." Yani böyle elbiseler dikilmiş ve hazırlanmıştır. Ateşin elbiselere benzetilmesine sebep, tıpkı elbisenin giydirilmesi gibi, ateşin de onlara gtydirileceğindendir, "Biçilir âyeti da âhirette onlara ateşten elbiseler kesilip biçilecek demektir. Âyet-i kerîmede fiilin mazi lâfzı ile zikredilmesi şundan dolayıdır: Âhirete dair olan haberlerde verilen vaadler ve yapılan tehditler fiilen meydana gelmiş, muhakkak olarak var olmuş, gibidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hatırla ki Allah: Ey Meryem oğlu Îsa:İnsanlara... diye sen mi söyledin? dedi (diyecek.)" (el-Mâide, 5/116) Burada "dedi" anlamındaki mazi fiil, yüce Allah böyle diyecek demektir. Şöyle de denilebilir: Cehenneme varacakları vakit giysinler diye o elbiseler hazırlanmış bulunuyor. Saîd b. Cübeyr der ki: "Ateşten" âyeti bakırdan demektir. Bu sözü edilen elbiseler eritilmiş bakırdandır. Yüce Allah'ın: "Gömlekleri katrandandır." (İbrahim, 14/50) âyetinde sözü edilen elbiseler ile aynı şeylerdir. Kullanılan kap kaçak arasında ısıtıldığı zaman harareti ondan daha ağır olacak hiçbir maden yoktur. Denildiğine göre âyetin anlamı şudur; Biçilmiş, elbiseleri üzerlerine giydiklerinde nasıl her taraflarını kuşatırsa, ateş de onları öylece kuşatmış olacaktır. Bu yönüyle ateş onlara elbise olacaktır, çünkü kuşatmasıyla elbiseyi andıracaktır. Bu da yüce Allah'ın: "Geceyi bir elbise yaptık" (en-Nebe', 78/10) âyetine benzemektedir. "Başları üzerinden" cehennem ateşinde kaynatılmış son derece sıcak "gayet kaynar su dökülür." Tirmizî'de kaydedilen rivâyete göre Ebû Hüreyre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir; "Şüphesiz kaynar su onların başları üzerine dökülecek ve bu kaynar su (onlardan) herbirisinin karnına ulaşıncaya kadar içenlere nüfuz edecek, karnında ne varsa yerinden söküp alacak ve nihayet bunlar ayaklarından çıkıp gidecek. İşte (20. âyette) sözü edilen eritme budur. Sonra da tekrar eski haline iade edilecek." Tirmizî dedi ki; Bu hasen, sahih, garib bir hadistir. Tirmizî, Sıfattı Cehennem 4; Müsned, II, 374. 20Onunla karınlarında ne varsa eritilir, derileri de. "Onunla karınlarında ne varsa eritilir." Eritmek (es-sahr) yağın eritilmesi demektir. "Suhâre" ise ondan eriyen şey demektir. Mesela; "Ben bir şeyi erittim, o da eridi" denilir. Bu şekilde eriyen şeye de; denilir. İbn Ahmer bir keklik yavrusunu şöylece nitelendirmektedir: "Dümdüz bir yere terkedilip, bırakılmış birisine su verir, Güneş ise onu (beynini) eritir, o ise (direnir) erimez." Yani güneş onu (beynini) eritirken, o buna katlanır. "Derileri de" deriler de yakılır, yahut kızartılır, demektir. Çünkü deriler eritilmez. Ancak herbir şeye yakışan uygulama ne ise o yapılır. Bu da şöyle demeye benzer: Ona vardım ve bana tirit yedirdi, Allah'a yemin ederim, bir de soğuk bir süt. Bu da bana soğuk bir süt içirdi, demektir. Şair de şöyle demiştir: "Ve ben ona yem olarak saman verdim, bir de soğuk bir su." 21Ve onlar İçin demirden topuzlar da vardır. "Ve onlar için demirden topuzlar da vardır." Bu topuzlarla vurulurlar, itilip kakılırlar. "Topuzlar" kelimesinin tekili şeklinde gelir, Aynı şekilde; diye de gelebilir. Bu topuz kendisiyle filin kafasına vurulan "mihcen (baston)" gibidir. "(........): Onu topuzla vurdum," demektir. ile aynı anlamda olup, onu kahrettim, onu zelil kıldım, o da öyle oldu, demektir. İbn es-Sikkît der ki: Bir kimsenin yanına gelip, senin onu geri çevirip uzaklaştırma halini anlatmak üzere; denilir. "Topuzlar"ın balyozlar anlamına geldiği de söylenmiştir. Hadîs-i şerîfte şöyle denilmektedir: "Cehennem bekçilerinden herbir meleğin elinde iki çatalı bulunan bir balyoz vardır. O bir darbe indirdi mi onunla yetmişbin (yıl) aşağıya doğru yuvarlanır." Ebû Dâvûd, Sünne 24; Müsned, IV, 296; kabir sualini gerçekleştirecek meleklerin ve sorularına dair hadiste benzer ifadelerle. Bu kelimenin, cehennem ateşinden kamçılar demek olduğu da söylenmiştir. Bunlara bu ismin veriliş sebebi, kendisine bunlarla vurulan kimseyi zelil kılmalarıdır. 22Oradan bir ızdıraptan kurtulmak istedikleri her seferinde oraya geri iade olunurlar ve: "Yakıcı ateşin azabını tadın” (denilir, onlara). "Oradan" yani cehennem ateşinden, "bir ızdıraptan kurtulmak istedikleri her seferinde oraya" topuzlarla vurulmak suretiyle "geri iade olunurlar." Ebû Zabyan dedi ki; Bize nakledildiğine göre cehennemlikler, cehennem ateşinin alevi coşup kaynadığında ve içinde bulunanları üst kapılarına doğru atacağında, cehennem ateşinden çıkmaya çalışacaklar, çıkmak isteyecekler, Ancak cehennem bekçileri ellerindeki topuzlarla, balyozlarla onları tekrar cehenneme iade edecekler. Şöyle de açıklanmıştır: Oradaki gam ve kederleri artacağında kaçmaya çalışacaklar. Kaçanlar arasından kıyısına yakın bir yere ulaşabilenleri melekler, topuzlarla cehennem ateşine geri döndürür ve onlara: "Yakıcı ateşin azabını tadın" derler. Âyetteki "el-harîk: Yakıcı" (anlam itibariyle) elîm ve vecî' (can yakıcı ve acıtıcı) gibidir. "el-Harîk"in el-ihtirak (yanmak)dan İsim olduğu da söylenmiştir. Bir şeyin ateşte yanması demektir. İsmi ile şeklinde gelir. "Tatmak"da tadın idrâkinin beraberinde gerçekleştiği bir dokunuştur. Burada ifadenin manası genişletilmiştir. Onların can yakıcı acı ve ızdırabı idrâk edecekleri kastedilmiştir. 23Muhakkak Allah mü’min olup salih amel işleyenleri altından ırmaklar akan cennetlere girdirir. Onlar orada altından bileziklerle ve incilerle bezenirler. Orada giyecekleri de ipektir. "Muhakkak Allah mü’min olup salih amel işleyenleri altından ırmaklar akan cennetlere girdirir" âyetinde yüce Allah iki hasımdan birisi olan kâfiri söz konusu ettikten sonra, diğer hasım olan mü’mini söz konusu etmektedir. "Onlar orada altından bileziklerle... bezenirler" âyetindeki: "...dan" edatı bir sıladır. "el-Esâvir (bilezikler)" kelimesi "esvira"nin çoğuludur. Bunun da tekili "sivâr" şeklinde gelir. Üç türlü söylenir, "sin" harfi ötreli, "sin" harfi esreli ve "isvâr" şeklinde. Müfessirler derler ki: Dünyada krallar, hükümdarlar bilezik ve taç giydikleri gibi yüce Allah da bunu cennetliklere ihsan edecektir. Cennetlik olup da elinde birisi altın, birisi gümüş, diğeri de inciden olmak üzere üç tane bilezik olmayacak hiçbir kimse yoktur. Şanı yüce Allah burada ve Fâtir Sûresi'nde: "Altından bileziklerle ve incilerle süslenirler." (Fâtır, 35/33) diye buyurmaktadır, el-însan Sûresi'nde de: "Gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir." (el-İnsan, 76/21) diye buyurmaktadır. Müslim'in, Sahihinde yer alan Ebû Hüreyre yoluyla gelen hadiste Ebû Hüreyre şöyle demektedir: Ben candan dostumu (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyururken dinledim: "Mü’minin süsü abdestin ulaştığı yere kadar ulaşır." Müslim, Tahârc 40; Nesâî, Tahârc 109; Müsned, II, 232, 371. Bir görüşe göre de kadınlar altın süs eşyaları ile erkekler de gümüş ile süsleneceklerdir. Ancak bu açıklama su götürür bir açıklamadır, Kur'ân-ı Kerîm de bunu reddetmektedir. "Ve incilerle bezenirler" âyetindeki: "İncilerle" lâfzını Nâfi", İbnu'l-Ka'kâ, Şeybe ve Âsım gerek burada gerekse de el-Melâike (Fatır) Sûresi'nde nasb ile ve: "Ve incilerle süslenirler, bezenirler" anlamında olmak üzere okumuşlardır. Bütün mushaflarda burada elif ile yazılmış olduğunu da kıraatlerine delil göstermişlerdir. Ya'kub, el-Cahderî ve Îsa b. Ömer de burada nasb ile Fâtır Sûresi'nde ise mushafa tabi olarak esreli okumuşlardır. Çünkü bu kelime burada elif ile Fatır Sûresi'nde ise elifsiz olarak yazılmıştır. Diğerleri ise her iki yerde de esreli okumuşlardır. Ebubekr, Kur'ân-ı Kerîm'in tamamında: "İnci" kelimesini hemzeli okumazdı. Burada bu kelime ile denizde sadef (denilen midye türü)in içinden çıkartılan kastedilmektedir. el-Kuşeyrî der ki: Maksat bileziklerin inciler ile süsleneceğidir. Bununla birlikte cennette tek parça inciden bileziklerin bulunması ihtimali de uzak değildir. Derim ki: Kur'ân'ın zahirinden hatta nassından anlaşılan budur. İbnu'l Enbarî der ki: Burada "inci" anlamındaki kelimeyi esreli okuyanlar bu kelime üzerinde vakıf yaparlar. "(........): Altından" kelimesi üzerinde vakıf yapmazlar. es-Sicistanî de şöyle demektedir; "el-Lu'lu: İnci" kelimesini nasb ile okuyanların okuyuşuna göre yeterli vakıf: "Altından..." kelimesi üzerindedir. Çünkü mana: ... ve inci ile de bezenirler, şeklindedir. İbnu'l-Enbarî şöyle demektedir: Durum onun dediği gibi değildir, çünkü bizler "inci" kelimesini esreli okuyacak olursak, "Bilezikler" lâfzı üzerine atf-ı nesak yapmış oluruz. Eğer nasb ile okuyacak olursak, "bilezikler" lâfzının teviline (yanı cümle içindeki konumunun i'rabma) nesak yaparak (atıfta bulunarak) okumuş oluruz. Sanki biz: "Orada bileziklerle ve incilerle süslenirler" demiş gibi oluruz. Buna göre onun nasb halindeki konumu, tıpkı cer halindeki konumu gibidir. Dolayısıyla onun birincisi ile ilişkisini koparmanın anlamı yoktur. "Orada giyecekleri de ipektir." Bütün giyecekleri, yaygılan, elbiseleri, perdeleri hep İpektir ve elbetteki bu dünyadakinden çok daha üstün olacaktır. Nesâî'de yer alan Ebû Hüreyre'den gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Dünyada ipek giyen kimse, âhirette onu giyinemıyecektir. Dünyada şarab içen bir kimse, âhirette onu içemeyecektir. Dünyada altın ve gümüş kaplarda içen bir kimse, âhirette onlardan içemeyecektir." Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Cennetliklerin elbiseleri, cennetliklerin içeceği, cennetliklerin kap kaçakları (bunlar olacaktır)." Hadisi bu kuzla Nesâî'de tesbit edemedik. Bu manada benzer rivâyetler için bk. Buhârî, Libâs 25;Müslim, Libâs 11, 21; Tirmizî, Edeb l;İbn Mâce, Libâs 16; Müsned, II, 166, 208, 209, 329, 337 ile bundan sonraki notlarda gösterilecek yerler. Eğer: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu üç şeyi aynı seviyede tutmuştur. Bunları kullananın âhirette bunlardan mahrum olacağını belirtmiştir. Böyle bir kimse acaba cennete girecek olursa, onlardan mahrum edilecek mi? diye sorulursa, biz de deriz ki: Evet bunları kullanmaktan vazgeçip tevbe etmeyecek olursa, cennete girecek olsa dahi âhirette bunlardan mahrum edilecektir. Çünkü yüce Allah'ın dünyada kendisine haram kılmış olduğu şeyi acilen elde etmiştir, Burada cehennem ateşinde azâb göreceği vakitlerde bunlardan mahrum edilir, yahut ta hesap için duracağı o uzun süre boyunca mahrum bırakılır, cennete girdikten sonra mahrum edilmez. Çünkü cennette bulunan bir kimsenin cennetin lezzetlerinden herhangi birisinden mahrum bırakılması bir çeşit ceza ve bir çeşit sorgulanmadır. Cennet ise cezalandırma yurdu olmadığı gibi, hiçbir şekilde orada sorgulanma da olmayacaktır, denilemez. Çünkü buna biz şöyle cevap veriyoruz: Sözünü ettiğiniz husus ihtimal dahilindedir. Ancak sözünü ettiğimiz hadisin zahiri bu ihtimali bertaraf edip onu reddetmektedir. Ayrıca hadis İmâmlarının da İbn Ömer yoluyla rivâyet ettikleri şu hadis de bizim bu kanaatimizi pekiştirmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Dünyada şarab (içki) içip de sonra bundan tevbe etmeyen kimse, âhirette ondan mahrum edilecektir. " Buhâri, Eşribe I; Müslim, Eşribe 77,78; Nesâi, Eşribe 45; Muvatta’, Eşribe 11 Aslolan ise elimizdeki nassın zahirinin kastedilmediğini ortaya koyan bir nass çıkıncaya kadar nassın zahirine yapışmaktır. Hatta bizim sözünü ettiğimiz hususun doğruluğuna dair nass dahi vârid olmuştur. Bu da Ebû Dâvûd et-Tayalisî'nin Müsned'inde yer alan şu rivâyettir; Bize Hişam, Katade'den anlattı, o Davud es-Serrâc'dan, o Ebû Said el-Hudrî'den rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Dünyada ipeği giyinen bir kimse âhirette onu giyinemeyecektir. Eğer cennete girecek olsa dahi, cennet ehli onu giyinecek, o ise onu giyinemeyecektir. " A. A. el-Benna, Minhatu'l-Ma'bud fi Tertibi Müsnedit-Tayalisi Ebû Dâvûd, I, 356. Bu çok açık bir nasstır ve senedi de sahihtir. Şayet "eğer cennete girerse, cennet ehli onu giyecektir. O ise onu giyemeyecektir" ifadesi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın sözü ise en ileri derecede bir beyandır. Eğer belirtildiği üzere ravinin bir sözü ise, elbetteki O, söylenen sözün maksadını en iyi bilendir, hale yakışan ifadenin hangisi olduğunu çok iyi bitendir ve böyle bir şey elbetteki re'ye dayanarak söylenemez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır, "İçki içip de tevbe etmeyen" ifadesi ile "altın ve gümüş kaplarını kullanan..." ifadeleri de böyledir. Nasıl ki cennettik bir kimse kendisinden daha yüksek mevkide bulunanın makamını arzulamayacak ve bu hali bir ceza değil ise aynı şekilde cennete giren böyle bir kimse de cennette şarab içmeyi, cennet ipeğini giyinmeyi arzulamayacaktır, canı çekmeyecektir ve bu da bir ceza olmayacaktır. Biz bütün bunları yeterli açıklamalarıyla "et-Tezkire" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun. Yine orada cennetin ağaçlarının ve meyvelerinin cennetteki örtüler arasından çıktığını da zikretmiş bulunuyoruz. Biz bu hususu el-Kehf Sûresi'nde (18/31. âyetin tefsirinde) sözkonusu etmiştik. 24Onlar hem güzel söze hidayet olunurlar, hem de Hamîd olanın yoluna hidayet olunurlar. "Onlar hem güzel söze hidayet olunurlar." Yani bu yol onlara gösterilir. İbn Abbâs der ki: Bundan kasıt; lâ ilahe illallah ve elhamdülillah zikirleridir. Kur'ân olduğu da söylenmiştir. Şöyle de denilmiştir: Bu, dünyada olacaktır, onlar kelime-i şehadet getirmeye ve Kur'ân okumaya hidayet olunmuşlardır. "Hem de Hamîd olanın yoluna hidayet olunurlar." Kasıt Allah'ın yoluna iletildikleridir. Allah'ın yolu ise O'nun dini demektir ki bu da İslâm'dır, Şöyle de açıklanmıştır: Onlar âhirette güzel söz söylemeye hidayet olunurlar ki bu da elhamdülillah sözüdür. Çünkü onlar yarın (cennette): Bizi buna ileten Allah'a hamdolsun; Bizden keder ve üzüntüyü gideren Allah'a hamdolsun" diyeceklerdir. Cennette boş söz yoktur, yalan yoktur. Onların söyledikleri bütün sözler hoş ve güzel sözlerdir ve cennette onlar yüce Allah'ın yoluna iletilmiş olacaklardır. Zira cennette Allah'ın emrine muhalefet diye hiçbir şey olmayacaktır. "Güzel söz"den kastın, Allah'tan onlara gelen güzel müjdeler olduğu da söylenmiştir. "Hamid olan Allah'ın yoluna hidayet olunurlar" âyeti da cennetin yoluna iletilirler, demektir. 25Şüphe yok ki kâfir olanlar, İnsanları Allah'ın yolundan ve insanlar için kendisinde hem yolcuları, hem de yerli olanları eşit kıldığımız Mescidi Haram'dan alıkoyanlar... Kim orada zulümle, ilhâdı isterse Biz ona pek acıklı azâbı tattırırız. Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: 1- Kâfirler Allah'ın Yolundan Alıkoy arlar: Yüce Allah: "Şüphe yok ki kâfir olanlar insanları Allah'ın yolundan... alıkoyanları..," âyeti ile, tekrar Arap müşriklerinden, Hudeybiye yılı Allah Rasûlü (sallallahü aleyhi ve sellem)nü Mescid-i Haram'dan alıkoymaları dolayısıyla, söz konusu etmektedir. Çünkü onların, -insanlar arasından ferdî bir takım alıkoymaları kastediyor olması halî müstesna- bundan önce bu topluluğu alıkoymalarından başka bir alıkoyuşSarı bilinmemektedir. Ferdî alıkoymaları ise peygamberliğin ilk yıllarında olmuş bir şeydir. "es-Sadd: Alıkoymak": Mani olmak, engel olmak demektir ve kendileri alıkoyanlar... takdirindedir. Muzari fiilin, mazi fiile atfedilmesi böylelikle uygun düşmektedir. Bununla birlikte "Ve... alıkoyanlar" ifadesindeki "vav" zaid olup, fiil bu haliyle; "(........): Şüphe yok ki"nin haberidir. Ancak bu açıklama maksad olarak gözetilen anlamı ifsad edici bir özelliktedir. Haber olsa olsa mahzuftur ve yüce Allah'ın: "Yolcuların" âyetinde takdir edilmiş olup, takdiri de: Helâk oldukları takdirde hüsrana uğramışlardır, şeklindedir. "Alıkoyanların muzari bir fiil şeklinde gelmesi, onların alıkoyma işini devamlı yapıyor olmalarındandır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Bunlar îman edenlerdir, gönülleri Allah'ın zikri ile huzura kavuşanlardır" (er-Ra'd, 13/28) Burada da görüldüğü gibi mazi bir fiile müzari bir fiil vav harfiyle atfedilin iştir. Çünkü bu özellikler îman edenlerin sürekli özelliğidir. Burada şöyle buyurulmuş gibidir: Şüphesiz ki kâfir olanların özelliklerinden birisi de alıkoymalarıdır. Şayet "alıkoymak" fiili de mazi olarak kullanılmış olsaydı, bu dahi ifade bakımından uygun düşerdi. en-Nehhâs der ki: Benim Ebû İshak'tan yazdıklarıma göre o şöyle demiştir: Burada haberin -ki uygun açıklama da budur- "Biz ona pek acıklı azâbı tattırırız" anlamındaki âyet olması da mümkündür. Ebû Ca'fer (en-Nehhâs) der ki: Ancak bu bir yanlıştır. Çünkü ben uygun açıklama şeklinin bunun nasıl görülebildiğini bilmiyorum. Zira burada; in haberi olduğu belirtilen ifade cezm ile gelmiştir. Aynı şekilde bu, şartın da cevabıdır. Şayet haber olsaydı o takdirde şart cevapsız kalırdı. Bilhassa şart cümlesinde yer alan fiil de muzari bir fiil olduğundan dolayı mutlaka cevabının gelmesi de kaçınılmaz bir şeydir. 2- Mescidi Haram'dan Alıkoyanlar: "Mescid-i Haram'dan alıkoyanlar..." âyetinde, kastedilenin bizatihi Mescidin kendisi olduğu söylenmiştir. Kur'ân'ın zahirinden anlaşılan da budur. Zira ondan başkası zikredilmiş değildir. Kastın Harem bölgesinin tamamı olduğu da söylenmiştir. Çünkü müşrikler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı ve ashabını Hudeybiye yılı Harem’in İçerisine girmekten alıkoymuşlardır. O da Harem'in dışında konaklamak durumunda kalmıştı. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "...Sizleri Mescidi Haram'dan... alıkoyanlardır." (el-Feth, 48/25); "Kulunu geceleyin Mescid-i Haramdan... götüren (Allah) münezzehtir." (el-İsra, 17/1) Bu da doğru bir açıklama olmakla beraber, burada Harem bölgesinden maksat önemli olarak gözetilen yer bilhassa zikredilmiş bulunmaktadır. 3- Yolcunun da, İkamet Edenin de Birbirine Eşit Olduğu Yer, Mekke ve Çevresi ile İlgili Hükümler: "İnsanlar için... kıldığımız" yani namaz, tavaf ve ibadet için tayin ettiğimiz.,. Bu da yüce Allah'ın: "Şüphesiz insanlar için ilk kurulan ev..." (Al-i İmrân, 3/96) âyetine benzemektedir, "Kendisinde hem yolcuları, hem de yerli olanları eşit kıldığımız..." âyetindeki "el âkif: Orada ikamet edip, oradan ayrılmayan", "el-Bâdi; Çölde yaşayıp onların bulundukları yere gelen kimseler" demektir. Âyet şu anlama gelir: Onun saygınlığını (hürmetini) ta'zim edip, orada ibadetlerini ifa etmek bakımından etrafında bulunan ve ikamet eden kimseler ile sair bölgelerden gelen kimseler birbirine eşittirler. Mekke ahalisi bu hususta dışardan oraya gelenlere göre daha bir hak sahibi değildirler. Şöyle de açıklanmıştır: Burada eşitlikten kasıt, Mescid-i Haram'ın evleri ve konaklama yerleri ile ilgilidir. Orada ikamet eden kimselerin oraya dışarıdan gelenlere göre bir öncelikleri yoktur. Bu açıklama Mescid-i Haram'ın bütün Harem bölgesini kapsadığı görüşüne göredir. Mücahid ve Malik'in görüşü de budur. İbnu’l-Kasım bunu Mâlik'ten rivâyet etmiştir. Ömer, İbn Abbâs ve belli bir topluluktan rivâyet edildiğine göre dışardan gelen kimsenin, bulduğu yerde konaklamak hakkı vardır. O yer ve ev sahibinin de ister istemez onu orada barındırması vazifesidir. Süfyan es-Sevrî ve başkası da bu görüştedir. Aynı şekilde İslâm'ın ilk dönemlerinde de durum böyleydi. (Harem bölgesi ahalisinin) evleri kapısızdı. Hırsızlık olayları çoğalmcaya kadar bu böyle devam etti. Adamın birisi evine bir kapı yaptırınca Ömer (radıyallahü anh) bunu tepki ile karşılayarak: Allah'ın evini haccetmeye gelen bir kimsenin yüzüne kapı mı kapatacaksın? demiş. O adam da şu cevabı vermişti: Ben onların eşyalarını hırsızlğa karşı korumak istedim. Bunun üzerine Hazret-i Ömer ona ilişmedi. Oranın ahalisi de böylelikle evlerine kapılar yapmaya başladılar. Yine Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)dan rivâyet edildiğine göre o hac mevsiminde Mekke'deki evlerin kapılarının sökülmesini emrederdi, tâ ki oraya gelen dilediği yerde konaklayabilsin. Konaklamak için büyük çadırlar da evlerin bahçelerine kurulurdu. Malik'ten rivâyet edildiğine göre etrafı çevrilmiş bahçe ve avlular mescid gibi değildir. Ora sahiplerinin böyle bir konaklamayı kabul etmemek ve kendi tasarrufları altında tutmak hakları vardır. Bugüne kadar uygulama da budur, ümmetin Cumhûrunun benimsediği görüş de bu şekildedir. Bu husustaki görüş ayrılığının iki temel dayanağı vardır: Bunlardan birisine göre Mekke evleri oranın sahiplerinin mülkü müdür, yoksa insanların mıdır? Bu görüş ayrılığının da iki nedeni vardır; Birincisine göre Mekke kılıç zoru ile fethedilmiş bir yer midir? O takdirde orası ganimet demektir. Ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) orayı paylaştırmamış ve ora ahalisi ile onlardan sonra gelenlerin elinde bırakmıştır. Tıpkı Ömer (radıyallahü anh)ın Sevâd (Irak) topraklarında uyguladığı ve onların esir alınmalarını, köle edinilmelerini -diğer kâfirler arasından istisna olarak- bağışlayarak, onları affettiği gibi affetmiştir. O bakımdan bu haliyle oralar satılmamak ve kiralanmamak üzere kalmıştır. Böyle bir yere öncelikle sahip olan kimse ise, başkalarına göre öncelik hakkına sahiptir. Malik, Ebû Hanîfe ve el-Evzaî de bu görüşü benimsemiştir, Diğer bir görüşe göre -ki Şâfiî'nin kabul ettiği görüş de budur- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi sulh yoluyla fethetmiştir. O bakımdan evleri ellerinde kalır ve onların mülkle rindedir. Burada diledikleri gibi tasarruf ederler. Ömer (radıyallahü anh)dan rivâyet edildiğine göre o Safvan b. Ümeyye’nin evini dört bine satın almış ve orayı hapishane yapmıştır. Daha önceden el-Mâide Sûresi'nde muharipler (yol kesiciler) ile ilgili âyet-i kerimede (5/33-34) açıklandığı üzere, İslâm tarihinde hapiste ilk tutuklayan kimse odur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın bir itham dolayısıyla hapsettiği rivâyet edilmiştir. Tavus ise Mekke'de hapsetmeyi mekruh görür ve şöyle derdi: Rahmet evinde bir azâb evinin bulunmaması gerekir. Derim ki: Doğrusu Malik'in söylediğidir. Bu hususta sabit olan haberlerin zahirleri Mekke'nin kılıç zoruyla fethedildîğine delalet etmektedir. Ebû Ubeyd der ki: Bildiğimiz kadarıyla hiçbir şehir Mekke'ye benzememektedir. Dârakutnî'nin kaydettiği rivâyete göre Alkame b. Nadla şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebubekir ve Ömer (Allah ikisinden de razı olsun) vefat ettiler de Mekke'nin evleri ve konaklama yerleri sadece "es-Sevâib" (serbest kılınmış yerler) diye anılıyordu. İhtiyaç duyan orada konaklar, ihtiyacı olmayan da başkasının konaklamasına imkân verirdi. Bir diğer rivâyette de "... ve Osman döneminde de" (fazlalığı vardır). Dârakutnî, III, 58 Yine Alkame b. Nadla el-Kinânî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Mekke evleri Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebubekir ve Ömer (r. anhuma) dönemlerinde "es-Sevaib" diye adlandırılırdı. Bunlar satılmazlardı, ihtiyacı olan orada yerleşir, ihtiyacı olmayan da başkalarını yerleştirirdi. Dârakutni, III, 59 Yine Abdullah b. Amr'dan, onun da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak yüce Allah Mekke'yi haram bölge kılmıştır. Bundan dolayı oranın evlerinin satılmaları ve paralarının yenilmesi de haramdır." -Şöyle de buyurdu-: "Kim Mekke evlerinin kiralarından bir şeyler yiyecek olursa, hiç şüphesiz ki o bir ateş yemiş olur." Dârakutnî dedi ki: Bunu Ebû Hanîfe bu şekilde merfu olarak rivâyet etmiş, ancak bu hususta yanılmıştır. Yine o "Ubeydullah b. Ebi Yezid" dîye ravinin ismini verirken de yanılmaktadır, Çünkü bu kişinin asıl ismi Ubeydullah b. Ebi Ziyad el-Kaddah'tır. Sahih olan da bu hadisin mevkuf olduğudur. Dârakutni, 111, 57 Yine Dârakutnî, Abdullah b. Amr'dan senedini kaydederek şöyle dediğini nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Mekke bir konaklama yeridir. Evleri, avluları satılmaz, evleri icara (kiraya) verilmez." Dûrakutnî, III, 57 Ebû Dâvûd'da ki rivâyete göre de Âişe (radıyallahü anhnhâ) şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Ben sana Mina'da bir ev yahut seni güneşe karşı gölgelendirecek bir yapı yapayım mı? O şöyle buyurdu: "Hayır, orası oralara öncelikle gelenin konaklama yerleridir." Ebû Dâvûd, Menâsik 89; Tirmizî, Hacc 51; İbn Mâce Menâsik 52; Dârimi, Menâsik 87; Müsned, VI, 187, 207 l Şâfiî (radıyallahü anh) da delil olarak yüce Allah'ın: "Onlar ki evlerinden, yurtlarından çıkartılmışlardır" (el-Hacc, 22/40) âyetine sarılmıştır. Burada görüldüğü gibi yüce Allah evleri onlara izafe etmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Mekke'nin fethi gününde şöyle demiştir: "Kim evinin kapısını kapatırsa, o kimse emniyet altındadır. Ebû Süfyan’ın evine giren de emniyet altındadır." Müslim, Cihâd 86, Ebû Dâvûd, Haraç ve İmâre 25; Müsned, II, 292. 4- Kıraat ve Nahiv Açıklamaları: İnsanların çoğunluğu; "Eşit" kelimesini ref ile mübtedâ olarak okumuşlardır. "Yerli olanlar" kelimesi de onun haberidir. "Eşit" anlamındaki kelimenin mukaddem bir haber olduğu da söylenmiştir. Yani orada ikamet eden de, dışardan yolculuk ederek oraya gelen de orada eşittir. Bu açıklama Ebû Ali'nin açıklamasıdır, yani: Bizim kendisini insanlara bir kıble yahut ibadet olunacak yer kıldığımla mekânda, ikamet eden de, oraya yolculuk edip gelen de eşittir. Hafs'ın, Âsım'dan kıraatine göre ise o, "Eşit" kelimesini nasb ile okumuştur. el-A'meş'in kıraati de budur. Bu da iki şekilde açıklanabilir: Birincisine göre "kıldığımız" anlamındaki fiilin ikinci bir mef ûlüdür. Bu durumda " Yerli olan" kelimesi, ("eşit" kelimesi) mastar olduğundan ötürü onunla merfû' olur. Böylelikle ism-i fail gibi amel etmiş demektir, çünkü ism-i fail; manasınadır. İkinci açıklama şekline göre bu; "Kıldığımız" kelimesindeki zamirden hal olabilir. Bir kesim de "eşit" anlamındaki lâfzı nasb ile "yerli olan" anlamındaki kelimeyi de cer ile okumuşlardır. "Yolcu" kelimesini de "İnsanlar" anlamındaki kelimeye atf ile okumuşlardır. İfade de: Orada ikamet edeni ile, dışardan yolculuk edip geleni ile insanlara... kıldığımız... takdirindedir. İbn Kesîr "yolcu" anlamındaki "el-bâdı" kelimesini hem vakfederken, hem vaslederken "ya" ile okumuştur. Ebû Amr ise vakıf halinde "ya"siz, vasl halinde "ya" ile okumuştur, Nâfî ise hem vakıf, hem vasl halinde "ya"sız okumuştur. İnsanlar bizzat Mescid-i Haram'da eşitlik hususunda icmâ' etmiş olmakla birlikte, Mekke'de eşitlik hususunda farklı görüşlere sahiptir ki biz bunu (az önce) söz konusu ettik. 5- Orada Zulüm ile İlhâd'ı İstemenin Cezası: "Kim orada zulümle ilhâd'ı İsterse" âyeti şarttır. Bunun cevabı: "Biz ona pek acıklı azâbı tattırırız" âyetidir. Sözlükte "ilhâd" meyletmek demektir. Ancak yüce Allah burada meylin zulüm ile olmasını zikrederek buna açıklık getirmiştir ki, maksat da budur. Zulmün ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Ali b. Ebi Talha’nın İbn Abbâs'tan rivâyetine göre "kim orada zulümle İlhad'ı isterse" âyetini, şirki isterse diye açıkladığını rivâyet etmektedir. Atâ da şirk ve öldürme diye açıklamıştır. Anlamının, oranın güvercinlerini avlayıp, ağacını kesmek, ihramsız olarak oraya girmek olduğu da söylenmiştir. İbn Ömer der ki: Biz kendi aramızda orada ilhâd'ın insanın, hayır vallahi, evet vallahi, asla vallahi demek olduğunu konuşurduk. Bundan dolayı İbn Ömer'in biri helâl bölgesinde (Harem'in dışında) diğeri de Harem bölgesinde olmak üzere iki tane çadırı olurdu. Namaz kılmak istediği takdirde Harem hudutları İçerisindeki çadırına girer, diğer bazı işlerini görmek istediği vakit Harem bölgesi dışındaki çadırına girerdi. Böylelikle Harem bölgesi içerisinde asla vallahi, evet vallahi demekten kendilerini korumuş oluyorlardı. Çünkü yüce Allah orada işlenen günahın pek büyük olduğunu belirtmiş bulunmaktadır. Aynı şekilde Abdullah b. Amr b. el-Âs'ın da birisi Harem bölgesinin dışında "Hill'de", diğeri ise Harem bölgesi içerisinde iki tane çadırı vardı. Çoluk-çocuğuna sitem etmek istediği vakit onlarla Harem bölgesi dışında sitemleşirdi, namaz kılmak istediği vakit de Harem bölgesinde namaz kılardı. Bu durumu hakkında ona soru sorulunca o şu cevabı vermişti; Gerçek şu ki biz kendi aramızda Harem bölgesinde: Asla vallahi, evet vallahi dememizin bir ilhad olduğunu söyler dururduk. Masiyetler de tıpkı hasenatın katlandırıldığı gibi Mekke'de katlandırılır. Dolayısıyla bir masiyet iki masiyet olur. Birisi bizatihi emre muhalefet şeklindeki masiyet, ikincisi ise haram olan beldenin hürmetini çiğnemekle işlenen masiyet. İşte haram aylar da aynen bu şekildedir. Buna dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Ebû Dâvûd'da yer alan bir rivâyete göre Ya'lâ b. Ümeyye, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir; "Harem bölgesinde yiyecek ihtikâr etmek, orada bir ilhâddır." Ebû Dâvûd, Menâsik 89 Bu, aynı zamanda Ömer b. el-Hattâb'ın da görüşüdür. İfadenin umumi olduğunu kabul etmemiz halinde bütün bunlar da kapsama girer. 6- Mekke'de Yapılması Niyet Edilen Masiyetler Dolayısıyla Günahkâr Olmak Söz Konusu mudur?: Aralarında ed-Dahhâk ve İbn Zeyd’in de bulunduğu bazı te'vil bilginlerinin kanaatine göre bu âyet-i kerîme; Mekke'de işlemeyi niyet ettiği masiyetler sebebiyle -o masiyeti işlemeyecek olsa dahi- kişinin cezalandırılacağına delil teşkil etmektedir. Buna benzer bir görüş İbn Mes'ûd ile İbn Ömer'den rivâyet edilmiştir. Buna göre onlar şöyle demişlerdir: Şayet bir kimse bu Beyt'te bir adamı öldürmeyi içinden geçirecek olursa ve kendisi "Aden Ebyen" denilen yerde bulunsa dahi, şüphesiz Allah onu azaplandıracaktır. Derim ki: Bu doğrudur, çünkü bu mana yüce Allah'ın: "Nûn. Kalem'e... yemin olsun ki" (el-Kalem, 68/1) âyetinde -orada yüce Allah'ın izniyle açıklaması geleceği üzere- açıkça ifade edilmiş bir husustur. Yüce Allah'ın: "ilhâd'ı" âyetindeki "be" fazladan gelmiştir, Nitekim yüce Allah'ın: "Yağ veren" (el-Mu'minûn, 23/20) âyetinde de bu harf fazladan gelmiştir. Şairin şu beyitini de (nahivciler) böyle açıklamışlardır : "Biz Ca'deoğullarıyız, el-Pelec denilen yerin sakinleri, Kılıçla darbe indirir ve kurtulmayı da ümid ederiz." Burada şair -"be" harfi olmaksızın-: Kurtuluşu ümid ederiz, demek istemiştir. el-A'şâ da şöyle demektedir: "Bizim mızraklarımız çoluk-çocugumuzun rızkını teminat altına almıştır." Burada da "rızık" kelimesinin başına "be" harfi fazladan gelmiş bulunmaktadır. Bir başka şair de şöyle demiştir: "Sana ulaşmadı mı -ki haberler yayılıp, durmaktadır- Ziyadoğullarının süt veren develerinin karşılaştıklarını." Burada da; Karşılaştıkları" kelimesinde "be" harfi fazladan gelmiştir. Bu şekilde kullanım pek çoktur. el-Ferrâ' da şöyle demektedir: Ben kendisine bir şeye dair soru sorduğum bedevi bir Arab'ın: Böyle olacağını ümid ederim" anlamında "be" harfi ziyadesi ile; O dediğini duydum. Şair de şöyle demektedir: "Bereketli bir vadi ki üst tarafı boya bitkisi (eş-şes) yetişir, Alt tarafında ise (ateş yakmakta kullanılan) merh ile yine (çok güzel kırmızı gülleri olan) eş-şebehan yetişir." Burada da "el-merh" kelimesinin başına "be" harfi fazladan gelmiştir. Bu el-Ahfeş'in de görüşüdür ve ona göre mana; "Her kim orada zulüm ile ilhâdı isterse..." şeklindedir. Kûfeliler de şöyle demektedirler: Burada "be" harfinin gelmesi anlamın; "İthad etmek suretiyle" şeklinde olduğundan dolayıdır. "Be" harfi ise; (üt) ile kullanıldığı gibi, hazf de edilebilir. İfade; Kim orada insanlara bir ilhadde (haksızlık meyli) isteğinde bulunursa, takdirinde de olabilir. Buradaki ilhad ve zulüm küfürden, küçük günahlara kadar bütün masiyetleri bir arada ifade eder, İşte mekânın hürmetinin büyüklüğü dolayısıyla yüce Allah orada kötülük yapma niyeti dolayısıyla dahi tehditte bulunmaktadır. Bir kötülük yapmayı niyet ettiği halde işlemeyen kimse bundan dolayı hesaba çekilmez, Mekke müstesna. İbn Mes'ûd ile Ashab-ı Kiram'dan bir topluluğun ve başkalarının kabul ettiği görüş budur, bunu da az önce zikretmiş idik. 26Hani Biz, İbrahim'e Beyt'in yerini tayin etmiş ve şöyle demiştik: "Bana hiçbir şeyi ortak koşma! Tavaf edenler, orada ikamet edenler, rükû' ve sucud edenler için Beyt'imi temizle!" Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- Beyt'in Yerinin İbrahim (aleyhisselâm)a Gösterilmesi: "Hani Biz, İbrahime Beyt'in yerini tayin etmiş" âyeti ibrahim'e Beyfin yerini tayin edişimizi hatırla demektir. "Ona tayin ettim," anlamında kullanılır. Nitekim; "Sana imkân verdim, imkân hazırladım," derken de böyledir. "İbrahim'e" anlamındaki âyetteki "lâm" harfi te'kid için bir sıladır. Yüce Allah'ın: "Hemen ardınızda..." (en-Neml, 21/72) âyetinde olduğu gibi. Bu, el-Ferrâ''nın görüşüdür. "Hani Biz, İbrahim'e Beyt'in yerini tayin etmiş" âyetinin yeniden inşa etmek için, temellerini ona göstermiş idik, anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü tufan ve başka etkenler sebebiyle Ev yıkılmıştı, tbrahim (aleyhisselâm)ın dönemi gelince yüce Allah orayı yeniden bina etmesini emretti. O da Beyt'in bulunduğu yere geldi ve onun izlerini tesbit etmeye koyuldu. Yüce Allah'ın gönderdiği bir rüzgar Âdem (aleyhisselâm)ın kurduğu temelleri açığa çıkardı, o da Beyt'i o temeller üzerinde -daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/127. âyetin cefsi rinde) belirtildiği gibi- bina etti. "Tayin etmiştik" âyetinin Kıldık" fiili gibi "lâm" ile teaddi (geçiş) yapan bir fiil konumunda olduğu söylenmiştir. Yani Biz Beyt'in yerini İbrahim'e tayin edilen bir yer kıldık. Şair de şöyle demektedir: "Benim nice şanlı kardeşim vardır ki, Kendi ellerimle ben onu lahde yerleştirmişimdir." 2- Îman ve İbadetin Esası Allah'a Ortak Koşmamak: "Bana hiçbir şeyi ortak koşma, demiştik" ifadesi Cumhûrun görüşüne göre İbrahim (aleyhisselâm)a bir hitaptır. İkrime bunu; "Bana ortak koşmasın diye..." şeklinde "ya" harfi ile ona söylenen sözün anlamının aktarılması suretinde okumuştur. Ebû Hatim: Bu kıraate göre Ortak koşmaması için" anlamında olmak üzere "kef" harfinin nasb ile okunması kaçınılmaz bir şeydir, der. Ayrıca; ( af )nin şeddeli olanından hafifletilmiş olduğu söylendiği gibi, müfessire (açıklayıcı) olduğu da, zaide (fazladan geldiği) de söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Müjdeci gelince" (Yusuf, 12/96) âyetinde olduğu gibi. Âyet-i kerîmede Beyt'in etrafında yerleşmiş bulunanlar arasından şirk koşanlar da yerilmektedirler. Yani sizin atanız İbrahim'e, ondan sonra gelenlere ve sizlere bu şekilde hareket etmek bir şarttı. Siz bu şartı yerine getirmediniz, aksine şirk koştunuz. Bir başka kesim de yüce Allah'ın: "Bana hiçbir şeyi ortak koşma" âyetinden itibaren hitab Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)adır. O Beytullah'ı temizlemek ve hac için insanları çağırmakla da emrolunmuştur, Ancak Cumhûr bu emirlerin İbrahim (aleyhisselâm)a verildiği kanaatindedir, daha sahih olan görüş de budur. Küfür, bid'at, bütün pisliklerden ve kan davalarından Beytullah'ın temizlenme emri umumidir. Bir görüşe göre bu temizleme emri ile putlardan temizlenmesi kastedilmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şu halde pisliğin tâ kendisi olan puflardan uzak durun." (el-Hacc, 22/30) Çünkü Curhumlular İle Amalikalıların Beytullah'ın bulunduğu yerde ve etrafında -İbrahim (aleyhisselâm) onu bina etmeden önce- putları bulunmakta idi. Şöyle de açıklanmıştır: Âyetin anlamı benim evimi orada bir puta ibadet edilmesi gibi bir pislikten uzak tut. Bu, orada tevhidin açıkça ortaya konulmasına dair bir emirdir. Mescid-i Haram'in ve diğer mescidlerin bu gibi pisliklerden tenzih edilmesi ile ilgili olarak ilim adamlarının görüşlerine dair yeterli açıklamalar daha önceden et-Tevbe Sûresi'nde (9/28. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır, "Orada ikamet edenler" orada ayakta duranlar demek olup, namaz kılanlar kastedilmektedir. Şanı yüce Allah, burada namazın rükünlerinden en büyük olanlarını söz konusu etmiştir ki, bu da kıyam, rükû ve sücuddur. 27"Ve insanlar arasında haccı ilân et. Hem yayan, hem de her uzak yoldan gelecek zayıf develer üstünde sana gelsinler," Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız; Yüce Allah; "Ve insanlar arasında haccı İlan et" âyetinde yer alan "İlan et" anlamındaki kelimeyi büyük çoğunluk "zel" harfini şeddeli olarak; diye okumuşlardır. el-Hasen b. Ebi'l-Hasen ile İbn Muhaysın ise "zel" harfini şeddesiz, "elifi de med ile; diye okumuşlardır. İbn Atiyye der ki: İbn. Cinnî bu okuyuşun tashif olduğunu (yanlış yazıldığını) söylemiştir. O, onların bunu mazi bir fiil olarak; "İlan etti" diye okuduklarını da nakletmekte ve buna binaen bu kelimeyi; "Tayin etmiş...tik" kelimesine atf diye i'rabım yapmıştır, Ezan, bildirmek demektir. Buna dair açıklamalar daha önce et-Tevbe Sûresi'nde (9/3. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 2- İbrahim (aleyhisselâm)ın İlânı ve Yüce Allah'ın Bu İlânı Ulaştırması: İbrahim (aleyhisselâm), Beyt'i İnşa etme İşini bitirdikten ve ona: "İnsanlar arasında haccı İlan et" emri verildikten sonra, Rabbim benim sesim nereye kadar ulaşır ki deyince, yüce Allah şöyle buyurdu: Sen ilan et, ulaştırmak bana ait. Bunun üzerine yüce Allah'ın Halil'i İbrahim, Ebû Kubeys tepesine çıkarak, "ey insanlar" diye seslendi. "Allah size karşılığında cenneti verip mükâfatlandırmak, ateş azabından da sizi korumak İçin bu Beyt'i haccetmenizi emretmektedir. Siz de haccediniz." Erkeklerin sulblerinde ve kadınların rahimlerinde bulunan herkes ona: Lebbeyk, Allahumme lebbeyk diye cevap verdi. İşte o gün bu çağrıya icabet eden kimseler, icabet ettiği kadarıyla hacceder. Bir defa icabet ettiyse bir defa, iki defa icabet etmişse iki defa hacceder. Telbiye de bu şekilde cerayan edegeldi. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve İbn Cubeyr yapmıştır. Ebû't-Tufeyl'den şöyle dediği rivâyet olunmaktadır: İbn Abbâs bana dedi ki: Telbiye getirmenin esasının ne olduğunu biliyor musun? Ben: Hayır, dedim. Bunun üzerine dedi ki: İbrahim (aleyhisselâm)a insanlar arasında haccı ilan etmesi emredilince, dağlar başlarını eğdi, yerleşik beldeler onun için yukarılara kaldırıldı. O da insanlar arasında seslendi ve herşey ona: Lebbeyk Allahumme lebbeyk, diye cevap verdi. Bir diğer görüşe göre İbrahim (aleyhisselâm)a yapılan hitab yüce Allah'ın; "Ve sücud edenler için Beyt'imi temizle" âyeti ile sona ermektedir. Daha sonra yüce Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)a hitab ederek: "Ve insanlar arasında haccı ilan et" diye buyurmaktadır. Yani onlara haccetmekle yükümlü olduklarını bildir, Üçüncü bir görüşe göre yüce Allah'ın: "Bana hiçbir şeyi ortak koşma" âyetinden itibaren Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a hitab edilmektedir. Nazar ehlinin kabul ettiği görüş budur, çünkü Kur'ân Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a indirilmiştir. Ondaki bütün hitablar böyle olmadığına dair kat'î bir delil bulunmadığı sürece yalnızca ona yöneliktir. İşte burada bir diğer delil daha buradaki hitabın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a yönelik olduğunu göstermektedir. Bu da muhatab kipi ile: "Bana hiçbir şeyi ortak koşma" hitabıdır. Bu ise şahit olan kimseye bir hitaptır. İbrahim (aleyhisselâm) ise gaibtir. Buna göre âyetlerin anlamı şöyle olur: Hatırla ki Biz, İbrahim'e Beyt'in yerini tayin edip göstermiş, sana da yüce Allah'ın tevhidine ve İbrahim'in de yalnızca Allah'a ibadet ettiğine dair delilleri göstermiş bulunuyoruz. Büyük çoğunluk "Haccı" kelimesini "ha" harfini fethalı olarak okumuştur. İbn Ebi İshak ise bu kelimeyi Kur'ân-ı Kerîm'de geçtiği her yerde aynı harfi esreli olarak okumuştur. Bir görüşe göre İbrahim (aleyhisselâm)a yapılan nida, ona emredilmiş bulunan dinin şer'î hükümleri arasındadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 3- Hacca Geliş (Gidiş) Keyfiyeti: "Hem yayan, hem de her uzak yoldan gelecek zayıf develer üstünde sana gelsinler" âyeti ile yüce Allah insanların kimi yayan, kimi binekli olarak Beyt'i hac etmek çağrısını kabul edecekleri va'dinde bulunmaktadır. Gelecekler Ka'be'ye gelecek olmakla birlikte, yüce Allah'ın "sana gelsinler" diye buyurması nida edenin İbrahim (aleyhisselâm) oluşundan dolayıdır. Buna göre haccetmek maksadıyla Ka'be'ye giden bir kimse İbrahim (aleyhisselâm)a gitmiş gibidir, çünkü bununla onun nidasını kabul etmiş, çağrısına icabet etmiş olmaktadır. Bu ifade ile İbrahim (aleyhisselâm)ın şanı ve şerefi yüceltilmektedir. İbn Atiyye der ki: "Yayan(lar)" kelimesi, çoğuludur. Tacir, tacirler" ile "Arkadaş, arkadaşlar" kelimeleri gibi. Bir diğer görüşe göre "Yayalar" kelimesi (........)in çoğuludur. Bu da; in çoğuludur. Tıpkı ile kelimeleri gibi. Bunun çoğulu olarak "cim" harfi şeddeli: de denilebilir in çoğulunun, şeklinde gelmesi gibi. İbn Ebi İshak ve İkrime "yayan" kelimesini; şeklinde "re" harfi ötreli ve "cim" harfini de şeddesiz olarak okumuştur. Bu kip ise çoğul şekillerinde az kullanılır. Bu kıraat Mücahid'den de rivâyet edilmiştir. Yine Mücahid'in "fuâlâ" vezninde; diye okuduğu rivâyet edilmiştir. "Tembeller" kelimesi gibi. en-Nehhâs der ki: "Yayan" kelimesinin beş türlü çoğulu yapılabilir. "Rükkâb" gibi "rüccâl" şeklinde. İkrime'den rivâyet edilen budur. "Kıyam" gibi "rical" şeklinde, bir de "reci" ve "reccâle" diye. Mücahid'den rivâyet olunan "rücâl" kıraati ise bilinen bir çoğul şekli değildir. Ancak uygun olan bu kelimenin tenvinsiz olarak "küsâlâ" ve "sükârâ" gibi tenvinsiz olarak yapılmasıdır. Eğer tenvinli olursa, bunun vezni "fuâl" olur ki bu çoğulda az kullanılan bir vezindir. Âyet-i kerîmede yayan geleceklerin binekli olarak geleceklerden önce söz konusu edilmesi, yürümek suretiyle onların daha çok yorulduklarından dolayıdır. "Her zayıf develer üstünde... gelsinler" diye buyurulmasının sebebi "Zayıf deve" kelimesinin çoğul anlamını ihtiva etmesinden dolayıdır. el-Ferrâ' der ki: Burada fiilin çoğul değil de lâfza uygun tekil olarak şeklinde gelmesi de mümkündür. Zayıf deve" ise yolda oldukça yorgun düşmüş ve zayıflamış deve demektir. Fiili: Zayıfladı, zayıflar, zayıflamak" şeklinde gelir. Şanı yüce Allah burada develeri Mekke'ye ulaşacakları vakitteki son halleriyle nitelendirmektedir. Ayrıca zayıflayışlarının sebebini de zikredip: "Her uzak yoldan gelecek..." diye buyurmaktadır. Yani bu develeri yapılan uzun yolculuklar etkilemiş olacaktır. Zamirin develere İrca edilmesi ise, sahipleriyle birlikte hac maksİsmi ile gidişlerinden ötürü onlara bir üstünlük vermek kastıyladır. Nitekim yüce Allah cihada giden atlar hakkında Allah yolunda koştuklarında onlara bir ikram olmak üzere: "Yemin olsun (mücahidlerin) harıl harıl koşan atlarına" (el-Âdiyât, 100/1) diye buyurmaktadır. 4- Yayan Haccetmenin Fazileti: Kimisi şöyle demiştir. Yüce Allah'ın burada: "(.........): Yayan olarak" diye buyurması (bu kelime aynı zamanda erkekler anlamında da kullanılabilir) çoğunlukla hacca gidenlerin kadınlar değil, erkekler oluşundandır. Bu görüşe göre buradaki bu kelime: Bu bir racul'dür (adamdır) demekten gelmiş kabul edilmektedir, ancak bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü daha sonra yüce Allah binicileri kastederek: "Hem de her uzak yoldan gelecek zayıf develer üstünde" diye buyurmaktadır. Bunun kapsamına ise erkekler ve kadınlar dahildir. Yüce Allah: "Yayan" diye buyurup önce onları söz konusu etmesi yayan haccetmenin binekli olarak haccetmekten faziletli olduğuna delildir. İbn Abbâs der ki: Yapamadığım hiçbir şeye üzülmedim, sadece yürüyerek haccetmemiş olduğuma üzülüyorum. Çünkü ben yüce Allah'ın: "Hem yayan... sana gelsinler" diye buyurduğunu işitmiş bulunuyorum. İbn Ebi Necîh de der ki: İbrahim ve İsmail -ikisine de selâm olsun- yürüyerek haccettiler. İbn Mes'ûd'un arkadaşları; şeklinde ("ya" harfi yerine, "vav" ile) okumuşlardır. Bu aynı zamanda İbn Ebi Able ve ed-Dahhak'ın kıraatidir. O takdirde zamir insanlara ait olur. (Diğer okuyuşa göre ise zamir zayıf develere aittir). 5- Yürüyerek Haccetmek mi, Binerek mi Faziletlidir?: Hac yolculuğunda binmenin de, yürümenin de câiz oluşunda görüş ayrılığı yoktur. Ancak bunların hangisinin daha faziletli olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı vardır. Malik, Şâfiî ve başkaları binmenin daha faziletli olduğu kanaatindedir. Böylelikle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a uyulmuş olur ve daha çok para harcanmış, haccın şeâiri de binmek için gerekli hazırlıklar yapılmak suretiyle, daha bir ta'zim edilmiş olur. Başkalarının kanaatine göre ise nefse verdiği meşakkat dolayısıyla yürümek daha faziletlidir. Ayrıca Ebû Said'in rivâyet ettiği hadis de bunu gerektirmektedir. O şöyle demektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabı Medine'den, Mekke'ye yürüyerek haccettiler. Peygamber de: "Kuşaklarınızı, izarlarınıza (örtü şeklindeki elbiselerinize) bağlayınız." diye buyurdu ve bazen koşarcasına, bazen de normal yürüdü. Bu hadisi İbn Mâce, Sünen'inde rivâyet etmiştir İbn Mâce, Menâsik 108. Bütün hac ibadetlerinde binek üzerinde olmanın, -Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a uymak bu yolla gerçekleşeceğinden dolayı- daha fazîfetli oluşunda Malik'e göre (gelen rivâyetlerde) görüş ayrılığı yoktur. 6- Deniz Yoluyla Hac Farz mıdır?: Bazı ilim adamları bu âyet-i kerîmede denizin söz konusu edilmemesinin deniz yoluyla haccetme farzının sakıt olduğuna delil göstermişlerdir. Malik "el-Mevvâziyye"de şöyle demektedir: Ben denizden söz edildiğini duymadım. Ancak bu sadece işaret yoluyla bir kavrayıştır, yoksa denizin söz konusu edilmemesi denizde yolculuk yapmak durumunda olanlardan bu farzın sakıt olması manasına gelmez. Çünkü Mekke deniz kıyısında değildir ki, insanlar oraya gemilerle gelsinler. Denizde yolculuk yapan kimsenin de Mekke'ye kıyıdan itibaren ya piyade, yahut ta deve üzerinde yolculuk yapması kaçınılmaz bir şeydir. Âyet-i kerîmede sadece Mekke'ye ulaşılabilecek iki hal söz konusu edilmiştir. Yalnızca deniz zikredilmedi diye hac farzını iskat etmek pek kabul edilebilecek ve güçlü bir delil değildir. Ancak bununla beraber düşman, korku yahut büyük bir dehşet ya da kişinin maruz kalabileceği bir hastalık bulunması halinde Malik, Şâfiî ve ilim adamlarının Cumhûru bu özürler sebebiyle haccın vücubunun düşeceğini kabul etmektedirler. Böyle bir yolculuk ise güç yetirîlebilecek bir yolculuk değildir. İbn Atiyye der ki: "el-İstihzâr" müellifi bu anlamda bir takım sözler nakletmektedir ki, bunların zahirinden anlaşıldığına göre bu özürlerden hiçbirisi dolayısıyla hac farizası sakıt olmaz. Ancak bu zayıf bir görüştür. Derim ki: Hatta bu zayıftan da zayıftır. Nitekim buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/164. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "el-Fecc: geniş yol" demektir. Bunun çoğulu da; şeklinde gelir. Nitekim daha önce el-Enbiyâ Sûresi'nde (21/30-33- âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "el-Amîk: Uzak" anlamındadır. Büyük çoğunluk:"Gelsinler" diye okumuşlardır. Abdullah (b. Mes'ûd'un) arkadaşları ise; (.........) diye okumuşlardır. Bu şekildeki okuyuşa göre zamir binicilere aittir. Öbür okuyuşa göre ise zamir develere raci'dir: Gelecek olan zayıf ve güçsüz develer üzerinde... denilmiş gibidir. "Her uzak yoldan" âyetindeki; kelimesi uzak demektir, "Dibi uzak (derin) kuyu" tabiri de buradan gelmektedir. Şu mısrada da bu kelime bu manadadır: "Derinlikleri çok derin, geçilen yolu da çok tenhadır." 7- Beytullah'a Ulaşanın Yapacağı İş: Beytullah'a ulaşan kimsenin, Beytullah'ı görünce ellerini kaldırıp kaldırmayacağı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Ebû Dâvûd'un kaydettiği rivâyete göre Cabir b. Abdullah'a Beytullah'ı görüp de ellerini kaldıran kişinin durumu hakkında soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: Ben bu işi yahudilerden başka yapan hiçbir kimseyi görmemiştim. Biz Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte haccettik ve böyle bir şey yapmazdık Ebû Dâvûd, Menâsik 45; Tirmizî, Hacc 32; Nesâî, Menâsik 122 İbn Abbâs (radıyallahü anh) da, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir; "Eller yedi yerde kaldırılır: Namaza başlarken, Beytullah'a yönetirken, Safa'ya-Merve'ye yönelirken, vakfe yapılan iki yerde (Arafat ve Meg'ar-i Haram'da) ve iki cemrede." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, I, 103. es-Sevrî, İbnu’l-Mübarek, Ahmed ve İshak, İbn Abbâs'ın bu hadisi doğrultusunda görüş belirtmişler ve Cabir'in rivâyet ettiği hadisi zayıf kabul etmişlerdir. Çünkü Muhacir el-Mekki isimli ravi meçhul bir ravidir. İbn Ömer de Beytullah'ı gördüğünde ellerini kaldırırdı. İbn Abbâs'tan da bunun gibi bir rivâyet nakledilmiştir. 28"Tâ ki kendileri için menfaatlere şahit olsunlar. Belirli günlerde Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurban edilen hayvanlar üzerine Allah'ın ismini ansınlar. Artık onlardan yeyin ve eli dar olan fakire de yedirin." Bu âyetlere dair açıklamalarımızı yirmi üç başlık halinde sunacağız: 1- Haccın Faydalarına Şahit Olmak: " ... Şahit olsunlar." Yani şahit olsunlar diye sen haccı ilan et, onlar da sana yayan ve binekli olarak gelsinler. "Şahit olsunlar" hazır bulunsunlar demektir. Çünkü şahit olmak (şuhûd) hazır bulunmak demektir. "Kendileri İçin menfaatlere" yani Arafat ve Meş'ar-i Haram gibi hac menasiklerinde bulunsunlar. Mağfiret diye de açıklandığı gibi, ticaret diye de açıklanmıştır. Genel kapsamlı olduğu da söylenmiştir, yani kendileri için faydalı olacak şeylere şahit olsunlar, hazır bulunsunlar. Yani dünya ve âhiret ile ilgili işlerden Allah'ı razı edecek işler yapsınlar. Bu açıklamayı da Mücahid ve Atâ yapmış, İbnu'l-Arabî de tercih etmiştir. Çünkü bu açıklama hac ibadetleri, ticaret, mağfiret, dünya ve âhiret menfaatlerini kapsayan bir açıklamadır. Yüce Allah'ın: "(Hac aylarında) Rabbinizden bir lütuf istemenizde size bir günah yoktur" (el-Bakara, 2/198) âyetinde ticaretin kastedildiğinde görüş ayrılığı yoktur. "Belirli günlerde Allah'ın... ismini ansınlar." Daha önce "bilinen günler" ile "sayılı günler"e dair açıklamalar el-Bakara Sûresi'nde (2/203. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın adının anılmasından kasıt ise, davarların ve develerin kesilip boğazlanması esnasında besmele çekmektir. "Bismillahi vellahu ekber, Allahumme minke ve leke: Allah'ın İsmi ile, Allah en büyüktür, Allah'ını, bu Sendendir, Senin içindir" demek gibi. Ya da kesim esnasında: "Şüphesiz benim namazım, kurban kesmem,.." (el-En'âm, 6/162) âyetini okumak gibi. Kâfirler putlarının ismini anarak keserlerdi. Şanı yüce Rabbimiz Allah'ın ismini anarak kesmek gerektiğini açıklamış olmaktadır. Buna dair açıklamalar da daha önceden el-En'âm Sûresi'nde (6/118-121. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 3- Kurban Bayramı Birinci Günü Kurban Kesme Vakti: İlim adamları kurban bayramı birinci günü (yevmu'n-nahr) kurban kesme vakti hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Malik (radıyallahü anh) İmâmın (halifenin ve onun namaz kıldırmak için tayin ettiği kimsenin) namaz kılıp kurbanını kesmesinden sonradır, der. Ancak haddi aşacak kadar bir gecikmede bulunursa, o takdirde ona uyma gereği de sakıt olur. Ebû Hanîfe, kurban kesmeyi değil de sadece namazı bitirmeyi göz önünde bulundurmuştur. Şâfiî, namaz vaktinin girip iki hutbe irad edilecek kadar bir süre geçmesini göz önünde bulundurmuştur. Buna göre, namazı değil de vakti nazar-ı itibara almaktadır. el-Müzent'nin ondan yaptığı rivâyet bu şekildedir, et-Taberî'nin görüşü de budur, er-Rabî’in el-Buveytî'den naklettiğine göre Şâfiî şöyle demiştir: İmâm kurbanını kesmedikçe -kurban kesmesi gerekmeyenlerden olması müstesnâ- hiç kimse kurbanını kesmez. İmâm namazını kılıp hutbeyi bitirdikten sonra da kurban kesmek helâl olur. Bu, Malik'in görüşüne benzemektedir. Ahmed der ki: İmâm namazını bitirdi mi, sen de kurbanını kesebilirsin. Bu, İbrahim'in de görüşüdür. Bu görüşlerin en sahih olanı, Malik'in görüşüdür. Çünkü Câbir b. Abdullah rivâyet ettiği hadiste şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kurban günü bize Medine'de namaz kıldırdı. Bir takım kimseler acele edip kurbanlarını kestiler. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın kesmiş olduğunu zannettiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kesmiş olanlara tekrar yeni bir başka kurban kesmelerini emretti ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kesmedikçe, kesmemelerini söyledi. Bu hadisi Müslim ve Tirmizî rivâyet etmiş olup Müslim, Edahi (Mesâcid) 14; Müsned, III, 294, 324, 349. Bu hususta Cabir'den, Cundub'dan, Enes'ten, Uveymir b. Eşkar'dan, İbn Ömer'den ve Ebû Zeyd el-Ensarî'den de rivâyetler gelmiştir, bu da hasen bir hadistir. İlim ehli de buna göre uygulama yapmaktadırlar. Şehirde bulunan bir kimse İmâm kesmedikçe, kurbanını kesmemelidir. Ebû Hanîfe de el-Berâ’nın rivâyet ettiği hadisi delil göstermektedir. O hadiste şöyle denilmektedir: "Kim namazdan sonra kurbanını keserse, artık önün kurban kesmesi tamam demektir ve müslümanların sünnetini de isabet ettirmiştir." Bu hadisi de Müslim rivâyet etmiştir. Buhâri, Edahi 1, 8; Müslim, Edâhi 4. Görüldüğü gibi burada kurban kesme sadece namaza bağlı olarak zikredilmiş ve İmâmın kurban kesmesi söz konusu edilmemiştir. Cabir'in rivâyet ettiği hadis ise bunu kayıtlamaktadır. Aynı şekilde yine el-Berâ yoluyla gelen hadis de böyledir. Buna (bu hadisin başka rivâyetlerine) göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "Bizim bugünde yapacağımız ilk iş önce namaz kılmak, sonra dönüp kurban kesmektir. Kim böyle yaparsa bizim sünnetimizi de isabet ettirmiş olur." Buhârî, Edâhî 1; Müslim, Edâhi 7. Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr de şöyle demektedir; İlim adamları arasında şehir halkından (yani bayram namazı kılınan bir yerde yaşayanlardan) olup da namazdan önce kurbanını kesen bir kimsenin kurban kesmemiş olacağında bir görüş ayrılığı bulunduğunu bilmiyorum. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Namazdan önce kim kurban keserse, o kestiği (kurban değil) et için kesilmiş bir koyun olur” Buhâri, 'îydeyn 23; Müslim, Edâhî 4, 10, 11; Ebû Dâvûd, Edâhî 5; Nesâi, Salâtu'l-İdeyn 8, 23. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, XV, 149 vd. 4- Bayram Namazı Kılınmayan Yerde Ne Zaman Kurban Kesilir?: Çölde yaşayanlarla, İmâmları olmayanlara gelince Malik'in mezhebindeki meşhur görüşe göre İmâmın yahut da kendi bölgesine yakın İmâmın kurban kesim vaktini tesbit etmeye çalışır. Rabia ile Atâ, İmâmı olmayan kimseler hakkında şöyle demişlerdir; Şayet güneş doğmadan Önce kurbanım keserse, yerini bulmaz. Güneş doğduktan sonra keserse, yerini bulur, Re'y sahipleri ise tan yerinin ağırmasından sonra yeterli olur demişlerdir. İbnul-Mubarek'in görüşü de budur, Tirmizî bu görüşü ondan nakletmektedir. Bunlar yüce Allah'ın: "Belirli günlerde Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurban edilen hayvanlar üzerine Allah'ın ismini ansınlar" âyetini delil göstermişlerdir. Burada görüldüğü gibi yüce Allah, kurban kesmeyi güne izafe etmiştir. Günün tan yerinden mi, yoksa güneşin doğuşundan itibaren mi başladığı hususunda da iki görüş vardır. Kurban bayramı birinci günü can yeri ağırımdan önce kurban kesmenin yerini bulmayacağı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Kurban kesme günlerinin kaç gün olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Malik, kurban bayramı birinci günü ve ondan sonraki iki gün olmak üzere üç gündür, demiştir. Ebû Hanîfe, es-Sevrî ve Ahmed b. Hanbel de bu görüştedirler. Aynı zamanda bu Ebû Hüreyre ve Enes b. Malik'ten de -onlardan farklı bir rivâyet söz konusu olmaksızın- nakledilmiştir. Şâfiî, kurban bayramı birinci günü ve ondan sonraki üç gün olmak üzere dört gündür, demiştir. el-Evzaî de bu görüştedir. Bu görüş Ali (radıyallahü anh), İbn Abbâs ve İbn Ömer (radıyallahü anhüm)dan da rivâyet edilmiştir. Yine onlardan Malik ve Ahmed'in görüşlerinin aynısı da rivâyet edilmiştir. Kurban günlerinin özel olarak kurban bayramının birinci günü yani zülhicce'nin onuncu günü olduğu da söylenmiştir. Bu görüş İbn Şîrîn'den de rivâyet edilmiştir. Saîd b. Cübeyr ile Câbir b. Zeyd'den şöyle dedikleri nakledilmektedir: Şehirlerde kurban kesme günü bir gündür. Minâ'da ise üç gündür. Hasan-! Basrî'den bu hususta üç rivâyet gelmiştir. Birisi Malik'in görüşü gibi, ikincisi Şâfiî'nin görüşü gibidir. Üçüncüsü ise zülhicce'nin son gününe kadar devam eder. Muharrem ayının hilali görülmekle birlikte artık kurban kesmek söz konusu olmaz. Derim ki: Bu, aynı zamanda Süleyman b. Yesâr ve Ebû Seleme b. Abdu'r-Rahmân'ın da görüşüdür. Bunlar Dârakutnî'nin, Sünen'inde kaydettiği mürsel ve merfu bir hadis olarak: "Kurban kesmeler zülhicce ayı(nın sonundaki muharrem) hilâline kadardır" Dârakutnî, IV, 275 şeklinde bir hadis rivâyet etmişlerse de bu hadis sahih değildir. Bizim delilimiz ise yüce Allah'ın: "Belirli günlerde" âyetidir ki, bu cem-i kıllet (azlık bildiren çoğul)dır. Bundan kat'î olarak bilinen sayı ise üçtür. Üçten sonrasının bu çoğula girip girmediği kat'î olarak bilinmemektedir. O bakımdan ondan sonrası ile amel edilmez. Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr der ki: İlim adamları yevmu'n-nahr'ın kurban kesme günü olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Yine zülhicce ayının bitiminden sonra kurban kesmenin söz konusu olmayacağını da icma ile kabul etmişlerdir. Bana göre bu hususta sadece İki görüş sahihtir. Bunlardan birincisi Malik ile Kûfelilerin görüşüdür, diğeri ise Şâfiî ile Şamlıların görüşüdür. Bu iki görüş Ashab-i Kiram'dan rivâyet edilmiştir. O halde bunlara muhalif olan görüşlerle uğraşmanın bir anlamı yoktur, çünkü bunlara muhalif olan görüşlerin ne sünnette, ne de Ashab-ı Kiram'ın sözlerinde herhangi bir asli dayanağı bulunamaz. Bu iki görüşün dışında görüş belirtenler, görüşleriyle başbaşa bırakılırlar. Katade'den altıncı bir görüş daha rivâyet edilmiştir ki buna göre kurban yevmu'n-nahr (kurbanın birinci günü) ile ondan sonraki altı gündür. Bu da aynı şekilde Ashab-ı Kiram'ın görüşleri dışında kalmaktadır ve bunun da bir anlamı yoktur, 6- Kurban Kesme Günlerinin Geceleri, Kurban Kesme Günlerine Dahil midir? Kurban kesme günlerinin gecelerinin, kurban kesme günlerine dahil olup olmadığı ve bu gecelerde kurban kesmenin câiz olup olmadığı hususunda farklı görüşler vardır. Malikten rivâyet olunan meşhur görüşüne göre geceler dahil değildir ve geceleyin kurban kesmek câiz olmaz. Ashabın Cumhûru ile re'y sahiplerinin çoğunluğu bu görüştedir. Çünkü yüce Allah: "Belirli günlerde Allah'ın... ismini ansınlar" âyeti bunu gerektirmektedir. Burada görüldüğü gibi "el-eyyâm: Günler"i söz konusu ermektedir. Günlerin söz konusu edilmesi, geceleyin kurban kesmenin câiz olmadığına delildir. Ebû Hanîfe, Şâfiî, Ahmed, İshak ve Ebû Sevr ise şöyle demektedirler: Geceler de günlere dahildir ve geceleyin de kurban kesmek yerini bulur. Malik ve Eşheb'den de buna yakın bir görüş rivâyet edilmiştir. Eşheb'in görüşüne göre ise hedy (hediye kurbanı) ile udhiye (kurban) arasında fark gözetilir. Hediye kurbanının geceleyin kesilmesini câiz kabul etmiş, udhiye'nin geceleyin kesilmesini câiz kabul etmemiştir. Yüce Allah'ın: "Kendilerine rızık olarak verdiği" ve kurban olarak kestikleri "kurban edilen hayvanlar üaserine Allah'ın ismini ansınlar" âyetinde sözü edilen hayvanlar (el-en'âm), kurban olarak kesilen deve, inek ve koyun türleridir. "Kurban edilen hayvanlar" bizzat hayvanlar (demek olan: el-en'âm) demektir. Bu da bir kimsenin "birinci namaz" "cami' mescid" demesine (yani bir şeyin bizzat kendisine izafe edilmesine) benzer. 8-Kurban Etinden Yemenin Hükmü: "Artık onlardan yeyin" âyetindeki emrin anlamı, Cumhûra göre mendubluk ifade etmesidir. Kurban kesen bir kimsenin hediye ya da udhiye kurbanı olsun, ondan yemesi ve çoğunluğunu da tasadduk etmesi müstehabtır. Bununla birlikte ilim adamları tamamını sadaka olarak vermeyi de tamamını yemeyi de câiz görmüşlerdir. Bir kesim istisnaî olarak yemeyi ve yedirmeyi âyet-i kerîmenin zahiri dolayısıyla, bir de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Yiyin, saklayın ve tasadduk edin." Buhârî, Edâhi 16; Müslim, Edâhî 28, 33; Ebû Dâvûd, Edâhî 9; Tirmizî, Edâhî 14; Nesâî, Dahâyâ 36, 37; Dirimi, Edâhî 6; Muvatta’', Dahâyâ 6-8; Müsned, IV, 15, V, 75, 76..., VI. 51. âyeti dolayısıyla vacib kabul etmişlerdir. el-Kiyâ (et-Taberî) der ki: Yüce Allah'ın: "Artık onlardan yeyin... ve yedirin" âyeti tamamını satmanın yahut tâ tamanını tasadduk etmenin câiz olmadığına delil teşkil etmektedir. Keffaret maksİsmi ile kesilen kurbanlardan kurban sahipleri yiyemezler. Malik (radıyallahü anh)ın meşhur olan görüşü kurban sahibi üç kurbandan yiyemez: (İhramlı iken) avlandığı hayvana ceza olarak kestiği kurban, yoksulların adak kurbanları ve eziyet (başındaki rahatsızlık) dolayısı ile (başını traş ettiği için) kestiği fidye kurbanı. Bunun dışında kestiği kurbanlar, kurban kesme yerine ulaşması şartıyla ister vacib, ister nafile olsun yiyebilir. Bu hususta gerek seleften, gerek değişik bölgelerdeki fukahadan bir topluluk Mâlik'in görüşüne uygun kanaat belirtmişlerdir. 10- Kurban Sahibi Yemesi Yasak Olan Kurbanından Yerse: Kurban kesen şahıs şayet kendisi için yemesi yasak olan kurbandan yiyecek olursa, acaba yediği miktarının tazminatını mı öder, yoksa kendisinden bir miktar yediği hediye kurbanının tamamını mı öder? Bu hususta mezhebimizde İki görüş vardır. İbnu'l-Macişun birinci görüşü benimsemiştir. İbnu'l-Arabî de: Hak olan görüş budur ve kurban sahibine bunun dışında bir mükellefiyet de düşmez, demektedir. Aynı şekilde bir kimse yoksullar için bir kurban hediye etmeyi adayacak olur da kurban mahalline ulaştıktan sonra ondan yiyecek olursa -"el-Müdevvene"deki ifadenin aksine- sadece yediği kadarının tazminatını öder. Çünkü kurban kesme işi (nahr) gerçekleşmiş bulunmaktadır. Herhangi bir haddi aşmak ise sadece ete yapılmıştır, o bakımdan bu hususta haddi aştığı kadarının tazminatını öder. Yüce Allah'ın "adaklarını yerine getirsinler" âyeti adağın gereğinin yerine getirilmesinin vacib olduğuna delildir. Bu adak ister bir kan akıtmak (kurban kesmek), ister hediye kurbanı, isterse de başka türlü olsun hüküm değişmez. Bir kimsenin adağını gereği gibi yerine getirmesi ondan yemesinin câiz olmaması buna delildir. İhramlı iken avlanmanın cezası da baştaki rahatsızlık dolayısıyla (traş etmekten dolayı) kesilen fidye kurbanının durumu da böyledir. Çünkü istenen şey, etinden, yahut başka cihetten herhangi bir eksiklik söz konusu olmaksızın adağını lâm anlamıyla yerine getirmektir. Şayet ondan bir şey yiyecek olursa, onun tam bir hediye kurbanı kesmesi icab eder. (Bu da ikinci görüşe bir delildir). Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 11 Tazminat Aynî mi Ödenir? Nakdî mi Ödenir?: Bu şekildeki bir kurban etinden yiyen kimse etin kıymetini mi tazminat olarak öder? yoksa yiyecek olarak mı tazminat öder. "Muhammed'in Kitabı"nda Abdu'l-Melik'ten rivâyetle yiyecek olarak tazminat öder, ancak birinci görüş daha sahihtir. Çünkü yiyecek ibadet olarak hediye kurbanının tamamiyle gönderilmesine imkân bulunmadığı halde hediye kurbanının karşılığı olarak verilir. Haddi aşmanın hükmü ile ibadetin hükmü ise aynı değildir. 12- Hediye Kurbanı Yerine Ulaşmadan Önce Sakatlanır ya da Telef Otursa: İhramlı iken avlanmanın cezası yahut (baştaki) rahatsızlık dolayısıyla fidye olarak verilmesi gereken kurban, ya da yoksullar için adanmış olan ve tazminat altında olan bu hediye kurbanında bir sakatlık olursa, bu kurbanın sahibi ondan yiyebilir, zenginlere de, fakirlere de, sevdiği kimselere de ondan yedirebilir. Ancak etini, derisini ve ona gerdanlık olarak taktığı şeylerden herhangi bir şeyi satamaz. İsmail b. İshak dedi ki: Çünkü (gerektiğinde) tazminatı ödenmesi icab eden hediye kurbanı mahalline ulaşmadan önce telef olursa, onun bedelini vermesi gerekir. Bundan dolayı o kurban sahibinin ondan yemesi de, yedirmesi de caizdir. Şayet nafile hediye kurbanı mahalline ulaşmadan önce telef olursa, ondan yemesi de, başkasına yedirmesi de câiz değildir. Çünkü onun bedelini ödeme mükellefiyeti olmadığından dolayı hediye kurbanı telef olmadan da bu uygulamayı yapabileceğinden ve telef olmadan kurbanı kesmeye kalkışabileceğinden korkulur. O bakımdan insanlara karşı ihtiyatta hüküm verilmiştir, uygulama da böylece devam edegelmiştir. Ebû Dâvûd'un, Nâciye el-Eslemî'den rivâyet ettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisi ile birlikte hediye kurbanlarını göndermiş ve şöyle buyurmuştur: "Şayet bunlardan sakatlanan bir şey olursa, onu kes. Sonra da (boyunlarına alâmet olarak taktığın) nalınlarını kanı ile boya, sonra da onu insanlarla başbaşa bırak (onların yemesine izin ver)." Ebû Dâvûd, Menâsik 18; Tirmizî, Hacc 71; İbn Mâce, Menâsik 101. benzeri başka rivâyetler için bk.: Müslim, Hacc 377, 378; Müsned, 1, 217, IV, 64, 187, 238, V, 377. Malik ile iki görüşünden birisinde Şâfiî, Ahmed, İshak, Ebû Sevr, Re'y ashabı ve onlara tabi olanlar da nafile hediye kurbanında bu hadisin gereğine göre görüş belirtmişler ve bu hediye kurbanlarını götüren kimse onlardan bir şey yemez ve o kurbanı insanlar yesinler diye onlara terkeder, demişlerdir. Müslim'in, Sahih'indeki hadiste şöyledir: "Sen de, beraberindeki yol arkadaşlarından hiçbir kimse de ondan yemesin." Müslim, Hacc 377, 378; Müsned, I, 217 İbn Abbâs ve diğer görüşünde de Şâfiî bu nehyin zahirine uygun olarak görüş belirtmişlerdir. İbnu'l-Münzir de bunu tercih etmiştir. İbn Abbâs ile Şâfiî derler ki: Hediye kurbanlarını güden onlardan bir şey yemediği gibi arkadaşlarının ahalisinden hiç kimse de o kurbanlardan bir şey yemez. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Onlardan sen de, yol arkadaşlarından bir kimse de yemesin" ifadesi sadece İbn Abbâs'in rivâyet ettiği hadiste vardır. Hişam b. Urve'nin babasından, onun Naciye'den naklettiği hadiste bu şekilde değildir. Bize göre Naciye yoluyla gelen hadis İbn Abbâs'ın hadisinden daha sahihtir, fukahaya göre uygulama da ona göredir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "O kurbanlığı insanlara terket" ifadesinin kapsamına kişinin yol arkadaşının yakınları da, başkaları da girer. Şâfiî ve Ebû Sevr derler ki: Aslı itibariyle vacib olan hediye kurbanlarından hiçbir şey yemez. Ancak tatavvu', yahut hac ibadetinin bir nüsükü (kurbanı) ise ondan yer, hediye eder, saklar ve tasadduk da eder, Ona göre temettü' ve kıran haccı da bir nüsüktür. el-Evzaî'nin mezhebi de buna yakındır. Ebû Hanîfe ve arkadaşları da derler ki: Temettü ve tatavvu' dolayısıyla kesilen kurbanlardan yer. Bunların dışında ihramlı olması dolayısıyla kesmesi vacib olan diğer kurbanlardan ise yemez, Malikten de: İhrama aykırı fiilleri dolayısıyla kestiği kurbanlardan yemez, dediği nakledilmiştir. Buna kıyasen bir hatayı telâfi etmek için kesilen kurbandan da yiyemez. Şâfiî ve Evzaî'nin dediği gibi. Mâlik bu görüşlerine şunları delil göstermektedir: Yüce Allah: "Yahut düşkünlere yemek yedirmek şeklinde bir keffaretdir" (el-Mâide, 5/95) âyetinde ihramlı iken avlanmanın cezasını yoksullara (düşkünlere, miskinlere) tahsis etmiştir. Başındaki bir rahatsızlık dolayısıyla saçlarını traş edenin fidyesi ile ilgili olarak da: "Oruç, sadaka yahut kurbandan bir fidye vermesi gerekir" (el-Bakara, 2/196) diye buyurmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Ka'b b. Ucre'ye şöyle demiştir: "Sen ya herbir miskine İki mud olmak üzere altı yoksul doyur, yahut üç gün oruç tut, yahut ta bir koyun kurban kes" demiştir. Buhârî, Muhsar 5, Meğâzî 35, Tıb 16; Müslim, Hacc HO-86; Ebû Dâvûd, Menâsik 42; Tirmizî, Hacc 107, Tefsir 2. sûre 21; Nesâî, Menâsik 96; Muvatta’, Hacc 237. 258; Müsned, IV, 243. Yoksullar için yapılan adak zaten açıkça ifade edilmiştir. Bunun dışındaki hediye kurbanlıklar ise yüce Allah'ın şu âyetinde belirtilen esas hüküm üzeredir: "Kurbanlık develeri de size Allah'ın şeâirinden kıldık... Artık yanları üzere, düşüp can verince etinden yeyin..." (el-Hac, 22/36) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da, Ali (radıyallahü anh) da getirdikleri hediyelik kurbandan yemişler, etinin suyundan içmişlerdir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de konu ile ilgili en sahih rivâyete ve görüşe göre hacc-ı kıran yapmıştır. O bakımdan onun getirdiği hediye kurbanı vacib idi. Dolayısıyla Ebû Hanîfe'nin delil diye yapıştığı sahih olamaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Şanı yüce Allah'ın hediye kurbanlıklardan yemeye izin vermesi şundan dolayıdır: Araplar hac dolayısıyla kesilen kurbanlıklardan yemeyi uygun görmüyorlardı. Şanı yüce Allah peygamberine onlara muhalefet etmeyi emretmiştir. Şüphesiz ki o bunu böylece teşrî' buyurmuş ve böylece tebliğ etmiştir. Nitekim hediye olarak kurbanlık gönderip ihrama girdiğinde de o böyle yapmıştır. 13- Kurbanlık Etlerinden Yemek: "Artık onlardan yeyin" âyeti ile ilgili olarak kimi ilim adamı şöyle demiştir: Yüce Allah'ın: "Artık onlardan yeyin" âyeti Arapların (İslâm'dan önceki) uygulamalarını neshetmiştir. Çünkü onlar kurbanlık ellerinden yemeyi kendilerine haram kabul ediyorlardı ve bunlardan -dediğimiz gibi -hediye kurbanlıklarından yemezlerdi. İşte yüce Allah onların bu uygulamasını: "Artık onlardan yeyin" âyeti ile; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Kim bir kurban keserse, o kestiği kurbandan yesin" Müsned, 11,391 âyeti ile neshetmiştir. Ayrıca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bizzat kendi kurbanından ve hediye kurbanlıklarından yemiştir. ez-Zührî der ki: Sünnet ilk olarak kurbanın ciğerinden yemektir. 14- Kurban Etinin Müstehab Olan Paylaştırma Şekli: İlim adamlarının çoğunluğunun kanaatine göre kurban etinin üçte birini sadaka olarak vermek, üçte birini (dost, tanıdık ve akrabaya) yedirmek, üçte birini de çoluk-çocuğuyla birlikte yemek müstehabtır. İbnu'l-Kasım, Malik'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Bize göre kurbanlıkların nitelikleri belli ve bilinen bir paylaştırma şekli yoktur. Malik bu husustaki hadis hakkında şunları söylemektedir: Bana İbn Mes'ûd'dan (bu şekilde bir rivâyet) ulaşmış olmakla birlikte uygulama buna göre yapılmamıştır. Sahih(-i Müslim) ile Ebû Dâvûd'un kaydettikleri rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir koyun kurban etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Ey Sevban! Bu koyunun etini pişir." Dedi ki: Ben Medine'ye gelinceye kadar peygambere o koyunun etinden yedirip, durdum. Müslim, Edâhî 35; Ebû Dâvûd, Edâhi 11; Dârimî, Etlâhi 6; Müsned. V, 277, 281. Bu rivâyet, bu maksada açıklık getiren bir nasstır. Şâfiî'nin bu husustaki görüşü farklıdır. Bir seferinde: Yarısını yer, öbür yarısını da tasadduk eder demiştir. Çünkü yüce Allah: "Artık onlardan yeyin ve elî dar olan fakire de yedirin" buyurmuş ve burada iki şahıs söz konusu etmiştir. Bir başka seferinde de şöyle demektedir: Üçte birini yer, üçte birini hediye eder, üçte birini de yoksullara yedirir. Çünkü yüce Allah: "Artık yanları üzere düşüp can verince etinden yeyin ve ondan dilenen, dilenmeyen fakirlere yedirin." (el-Hac, 22/36) âyetinde üç kişiden söz etmektedir. 15- Yolcunun Kurban Kesme Yükümlülüğü: Mukim kurban kesmekle muhatab olduğu gibi, yolcu da kurban kesmekle muhataptır. Çünkü aslolan bu hususta hitabın umumî olduğudur. Genel olarak bütün ilim adamlarının görüşü de budur. Ancak bu hususta Ebû Hanîfe ve en-Nehaî farklı kanaattedirler. Bu farklı kanaat Ali (radıyallahü anh)dan da rivâyet edilmiştir, ancak hadîs onlara karşı delil teşkil etmektedir. Malik yolculardan Mina'daki hacıları istisna etmiştir. Ona göre hacının kurban kesme yükümlülüğü yoktur. Temettu ve kıran haccı dolayısıyla kesilen kurbanlar, kurban bayramı dolayısıyla kesilen kurbanlar olmayıp, hac ve umrenin birlikte yapılması dolayısıyla kesilen şükür kurbanlarıdırlar. en-Nehaî de bu görüştedir. Yine bu görüş iki halife Ebubekir ve Ömer ile seleften bir topluluktan (Allah hepsinden razı olsun) da rivâyet edilmiştir. Çünkü hacı aslında hediye kurbanı kesmeye muhataptır, eğer o kurban kesmek isteyecek olursa hediye kurbanı olarak keser. Hacı dışındakiler ise Mina'da bulunanlara kendilerini benzetmek maksadıyla kurban kesmekle emrolunmuşlar, böylelikle onlar da Mina'dakilerin ecirlerinden bir pay elde etmiş olurlar. İlim adamları kurban etini saklamak hususunda dürt farklı görüşe sahiptirler. Alî ve İbn Ömer (radıyallahü anh)dan sahih bir yolla rivâyet edildiğine göre üç günden sonra kurban etlerinden bir şey saklanmamalıdır. Onlar bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan rivâyet etmişlerdir, İleride gelecektir, Bir topluluk da şöyle demektedir: Kurban etlerinin saklanmasının yasaklandığına dair gelen rivâyet neshedilmiştir. O bakımdan kurban kesen istediği vakte kadar etini saklayabilir. Ebû Said el-Hudrî ile Bureyde el-Eslemî bu görüştedirler. Bir başka kesim şöyle demektedir: Kurban etinden yemek mutlak olarak caizdir. Bir başka kesim de şöyle der: Şayet insanların kurban etine ihtiyaçları varsa saklamaz, çünkü yasaklama belli bir illet (sebeb) dolayısıyla yapılmıştır. O da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şu âyetinde dile getirilmektedir: "Benîm size (kurban etlerini saklamanızı) yasaklamamın sebebi çevreden misafir olarak gelen bedevi Araplardır." Müslim, Edâhî 2H; Ebû Dâvûd, Edâhi 10; Nesâi, Dahâyâ 37; Muvatta’, Dahâya 7; Müsned, VI, 51. Bu ihtiyaç ortadan kalkınca daha önceden söz konusu edilmiş olan yasak, bu yasağı gerektiren sebeb kalktığı için kaldırılmış oldu, yoksa neshedildiği için kaldırılmış değildir. İşte burada bir usûl meselesi ortaya çıkmaktadır ki o da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir: Nesh dolayısıyla hükmün kaldırılması ile illetinin kalkması dolayısıyla hükmün kaldırılması arasında bir fark vardır. Şunu belirtelim ki, nesh dolayısıyla kaldırılmış bir hükümle bir daha ebediyyen hüküm verilemez. İlletinin kalkması dolayısıyla kaldırılmış olan hüküm, illetinin avdet etmesi dolayısı ile tekrar geri gelir. Buna göre bir belde ahalisinin yanına kurban kesme zamanında ihtiyaç sahibi bir takım insanlar gelecek olursa ve o belde ahalisi gelenlerin İhtiyaçlarını ancak kurban etleri ile karşılayabiliyorlarsa, o takdirde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın yaptığı gibi üç günden sonrası için kurban etlerini saklamamaları muayyen bir yükümlülük olarak ortaya çıkar. 18. Kurban Etini Saklamayı Yasaklayan ve Mubah Kılan Rivâyetler: Bu hususta yasak kılan ve mubah kılan hadisler sahih ve sabittir. Aynı zamanda hem yasaklayıcı, hem mubah kılıcı ifadeler gelmiştir. Nitekim Âişe, Seleme b. el-Ekva', Ebû Said el-Hudrî yoluyla gelen ve sahih kitaplarda yer alan hadislerde bu hususlar açıkça belirtilmiştir. Sahih(-i Buhârî)nin, İbn Ezher'in azatlısı Ebû Ubeyd'den rivâyetine göre Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) ile birlikte (kurban bayramında) hazır bulundu ve dedi ki: Sonra Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) ile de bayram namazı kıldım. Bize hutbe okumadan önce namaz kıldırdı, sonra insanlara hutbe irad edip, dedi ki: Muhakkak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sizlere üç günden sonra kestiğiniz kurbanların etlerinden yemenizi yasak kılmıştır. O bakımdan onlardan yemeyiniz. Buhârî, Edâhi 16; Müslim, Edâhî 25; Nesâî, Dahâyâ 35; Müsned, I, 61, 70, 141. İbn Ömer'den de rivâyet ettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) üç günden sonra kurban etlerinin yenilmesini yasaklamıştır. Salim dedi ki: İbn Ömer üç günden sonra kurban etlerinden yemezdi. Müslim, Edâhî 27; Müsned, II, 81. SSHm'in açıklamasını kayd etmeksizin yalnızca İbn Ömer'in rivâyeti: Tirmizî, Etiâhî 13; Nesâi, Dahayâ 35; Müsned, ü, 16, 34, 37. Yalnız Salimin açıklaması: Müsned, II, 9 Ebû Dâvûd da, Nubeyşe'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Biz sizlere yetsin diye üç günden sonra kurban etlerinden yemenizi yasaklamıştık. Artık Allah sizlere bolluk vermiş bulunuyor, yeyiniz, saklayınız ve (Allah'tan) ecir isteyiniz. Şunu bilin ki bu günler yeme, içme ve aziz ve celil olan Allah'ı anma günleridir." Ebû Dâvûd, Edâhî 10; İbn Mâce, Edâhi 16 (kısmen); Dârimî, Edâhî 6 (kısmen); Müsned, V, 75-76. Ebû Ca'fer en-Nehhâs dedi ki: Bu, bu hususta söylenmiş sözlerin en güzelidir. Tâ ki konu ile ilgili hadisler arasında uyum olduğu ve çelişki bulunmadığı ortaya çıksın. Mü’minlerin emiri Ali b. Ebî Tâlib o sözleri Osman (radıyallahü anh) kuşatma altında bulunurken söylemiştir. Çünkü o sırada insanlar ihtiyaç içerisinde idiler ve darlık çekiyorlardı. O da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye dışardan pek çok kimseler geldiği vakit yaptığı gibi yaptı. Buna delil İse İbrahim b. Şerîk'in bize naklettiği şu rivâyettir: İbrahim dedi ki: Bize Ahmed anlattı, dedi ki: Bize Leys anlattı, dedi ki: Bana el-Haris b. Yakub, Yezid b. Ebi Yezid'den anlattı: O hanımından naklettiğine göre, hanımı Âişe (radıyallahü anh)ya kurbanlık etlerine dair soru sormuş, şu cevabı vermiş: Ali b. Ebî Tâlib bir yolculuktan bizim yanımıza geldi. Biz de ona kurban etinden takdim ettik. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a sormadan yemeyi kabul etmedi. Ona sorunca, Peygamber şöyle buyurdu: "Sen (kurban etinden) zülhicce ayından gelecek zülhicce ayına kadar yiyebilirsin. " Taberânî, el-Evsât, IV, 417. Şâfiî der ki: Üç günden sonra kurban eti saklamanın yasak olduğu görüşünü kabul edenler bu husustaki ruhsat bildiren rivâyetleri işitmemişlerdir. Mutlak olarak ruhsatı kabul edenler de et saklamayı yasaklayan hadisleri İşitmemişlerdir. Hem yasak olduğunu, hem ruhsat olduğunu söyleyen de her iki tür hadisi de İşitmiş ve gereklerince amel etmiş demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İleride -yüce Allah'ın izni ile- el-Kevser Sûresi'nin tefsirinde kurban kesmenin vücubu ve mendub oluşu ile ilgili görüş ayrılıklarına; kurbanın daha önceden söz konusu olan (ve ibadet maksatlı) bütün kesimleri neshedici olduğuna dair açıklamalar gelecektir. 19- Eli Dar Olan Fakire Yedirmek: "Ve eli dar olan fakire de yedirin" âyetinde aslında "el-fakir" kelimesi "el-bâis: eli dar" kelimesinin sıfatıdır. Bu da sefil düşmüş ve ileri derecede fakir kimse demektir. Fakir düşen bir kimse hakkında; Fakir düştü, düşer, fakir düşmek" denilir. Bu durumda olan kimseye de denilir (ism-i fail). Fakir olmamakla birlikte başına bir musibet gelen kimse hakkında da kullanılır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın; "Fakat o zavallı Sa'd b. Havle..." Buhârî, Cenâiz 37; Müslim, Vasiyye 5; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 2; Tirmizî, Vesâyâ 1; Muvatta’, Vesâyâ 4, Müsned, I, 172, 176, 179, Hz Peygamber bu sözlerini, Sa'd b. Havle (radıyallahü anh)nin, hicret ettiği Mekke'de vefat etmesi üzerine üzüntüsünü dile getirmek üzere söylemiştir. ifadeleri de bu kabildendir. İleri derecede güçlü kimseyi kastetmek üzere; denilir. Oldukça güçlü kimse hakkında: "Oldukça güçlendi, güçlenir, oldukça güçlü olmak" denilir. Yüce Allah'ın: "Zulmedenleri de yapageldihleri fasıklıkları yüzünden şiddetli bir azabla yakaladık." (el-A’raf, 7/165) Burada görüldüğü gibi "beîs" şiddetli (güçlü, çetin) anlamındadır. Kurbanlık etleri ne kadar çok tasadduk edilirse, ondan da daha çok ecir alınır. Kendisinden yenilmesi câiz olan miktar hususunda ise sözünü ettiğimiz şekliyle görüş ayrılıkları vardır. Yüce Allah'ın: "Yeyin... ve yedilin" âyeti dolayısıyla yarısının yenilebileceğİ söylendiği gibi, Hazret-i Peygamber'in: "Yeyin, saklayın ve başkasına yedirmek suretiyle de ecir bekleyin" âyeti dolayısıyla üçte ikisinin yenilebileceğİ dahi söylenmiştir. Yemenin ve yedirmenin hükmü hususunda da görüş ayrılığı vardır. Her ikisinin vacib olduğu söylendiği gibi, müstehab oldukları da söylenmiştir. Yemek ile yedirmek arasında fark olduğu da söylenmiştir. Buna göre yemek müstehab, yedirmek vacibtir ve bu Şâfiî'nin görüşüdür. 29"Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve Beyt-i Atik'i tavaf etsinler." 20- Kurban Kestikten Sonra Haccın Diğer İşleri: "Sonra kirlerini gidersinler" âyeti kurbanlıklarını ve hediye kurbanlıklarını kestikten sonra traş olsunlar, cemrelere taş atıp (ihramda kalmaktan ötürü) üstbaşlarının kirlerini gidersinler ve buna benzer hac İşlerinden geri kalanlarını yerine getirsinler, demektir. İbn Arafe der ki: "Üzerlerindeki kirlerini gidersinler" anlamındadır. el-Ezherî der ki: "Kirleri gidermek" bıyıkları kısaltmak, tırnakları kesmek, koltuk altlarını yolmak ve etek traşı yapmaktır. Bu da ihramdan çıktıktan sonra olur. en-Nadr b. Şumeyl der ki; Bu kelime Arap dilinde insanın üzerindeki kir pası gidermesi demektir. el-Ezherî'yi şöyle derken dinledim: Arapçada bu kelimenin ne demek olduğu ancak İbn Abbâs ile tefsir âlimlerinin açıklamalarından bilinmektedir. el-Hasen dedi ki: Bu ihram dolayısıyla insanın vücudundaki bakımsızlık sonucu meydana gelen kir pasın izale edilmesi demektir. Bu kelimenin haccın bütün menâsiki demek olduğu da söylenmiştir. Bunu da İbn Ömer ve İbn Abbâs rivâyet etmişlerdir. İbnu'l-Arabî der ki: Eğer bu rivâyet onlardan sahih olarak gelmişse bu onların ashabdan olmak şerefi ve dili İyice bilmek özellikleri dolayısıyla bir delil olurdu... Bu lâfız garib (yabancı) bir lafızdır, Arap dili ile uğraşanlar bu kelimenin kullanıldığı bir şiir tesbit edemedikleri gibi, anlamına dair herhangi bir rivâyet te bilmemektedirler. Ancak ben bu kelimenin sözlük anlamının ne olabileceğini tesbit etmeye çalıştım. Ebû Ubeyde Ma'mer b. el-Müsennâ'nın şunları söylediğini gördüm: Bu, tırnakları kesmek, bıyıkları kısaltmak ve -nikâh (cinsî beraberlik) dışında- ihramlı olan kimseye haram olan herbir İşi yapabilmektir. Bu hususta delil gösterilebilecek bir şiir de bize ulaşmamıştır. "Kitabu’l-Ayn"ın müellifi (Halil b. Ahmed) der ki: et-Tefes: Taş atmak, traş olmak, saçları kısaltmak, kurban kesmek, tırnakları kesmek, bıyık ve koltuk altlarını da traş etmek demektir. ez-Zeccâc ve el-Ferrâ' da benzer açıklamalarda bulunmuşlardır. Ancak ben onların bu açıklamaları, ilim adamlarının konu ile ilgili açıklamalarından almış oldukları kanaatindeyim. Kutrub da der ki: (........) tabiri; adamın kiri pası arttığı zaman kullanılır. Ümeyye b. Ebi's-Salt da şöyle demektedir: "Başlarını çepeçevre kuşattılar (veya: saçlarını kısalttılar) hiçbir kirlerini (uzamış saçlarını) da traş etmediler. Ne bitlerini ayıkladılar, ne de bitlerin sirkelerini." Kutrub'un işaret ettiği bu anlam İbn Vehb'in, Malik'ten naklettiği anlamın aynısıdır. Bu kelimenin doğru anlamı da budur. İşte bu, sözlük anlamı itibariyle kirleri giderme şeklini ortaya koymaktadır. Şer'î bakımdan gerçek manasına gelince, hac yahut umre yapan kimse kurbanını kesip de saçlarını traş edip, kirlerini giderip temizlendiğinde, kirlerinden arınıp da elbise giydi mi artık o kimse "üzerindeki kirleri gidermiş ve adağını yerine getirmiş" olur. Adak ise insanın yerine getirmesi gereken ve kendisinin yerine getirmeyi üstlendiği şey demektir. Derim ki: Kutrub'un naklettiği ve zikrettiği şiiri aynı şekilde el-Maverdî de Tefsir'inde zikretmiş bulunmaktadır. Bir diğer beyit daha zikrederek şöyle demektedir: "Kirlerini de giderdiler, ihtiyaç ve adaklarını da, sonra yola koyuldular, Necid'e doğru ve Ali'yi de beklemediler," es-Sa'lebî der ki: Bu kelimenin sözlükteki asıl anlamı kirdir. Araplar kirli buldukları bir adama: "(........): Ne kadar pis, ne kadar kirlisin," derler, Umeyye b. Ebi's-Salt'ta şöyle demiştir: "Koltuk altlarını (oldukları gibi) bıraktılar, hiçbir kirlerini atmadılar, Üzerlerinden ne bir bit, ne de sirkesini uzaklaştırdılar." el-Maverdî der ki: Salihlerden birisine: İhramlı olan kimsenin kir, pas içersinde kalmasından maksat nedir, diye sorulmuş o şu cevabı vermiştir; Yüce Allah'ın senin kendi nefsine ihtİmâm göstermekten yüz çevirdiğini görüp, nefsini O'na itaat uğrunda feda etmekte samimi olduğunu ortaya çıkarmasıdır, 21- Adakları Yerine Getirip el-Beytul-Atîk'i Tavaf Etmek: "Adaklarını yerine getirsinler" âyetinde masiyet olması hali müstesna kayıtsız ve şartsız olarak adaklarını gereği gibi yerine getirmekle emrolunmuşlardır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah'a isyan hususunda adaği yerine getirmek söz konusu değildir" Müslim, Nezr 8; Ebû Dâvûd, Eymân 21, 22; Dârimî, Siyer 62, Nüzûr 3; Müsned, IV, 430, 434. "kim Allah'a itaat etmeyi adamış ise O'na itaat etsin, O'na isyan etmeyi adayan ise asla O'na isyan etmesin. " Buhâri, Eymân 2e, 31; Ebû Dâvûd, Eymân 19; Tirmizî, Nüzür 2; Nesâî, Eyman 27, 28; İbn. Mâce, Keffârât 16; Muvatta’, Nüzûr i?, Dârimî, Nüzûr 3; Müsned, VI, 36, 41, 224. "Ve Beyt-i Atîk'i tavaf etsinler" âyetinde sözü edilen tavaf haccın farzlarından olan ifâda tavafıdır. Taberî der ki: Bu hususta te'vil âlimlerinin herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Hacda üç türlü tavaf vardır. Kudüm tavafı, ifâda tavafı ve veda tavafı. İsmail b. İshak der ki: Kudüm tavafı sünnettir. Murahik, Mekkeli ve hac için Mekke'den İhrama giren herkesin üzerinden düşen bir tavaftır. (Yine) der ki: Vacib olan tavaf ise hiçbir şekilde sakıt olmayan tavaftır. Bu da Arafe'den sonra yapılan ifâda tavafıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sonra kirlerini gidersinler, adaklarım yerine getirsinler ve Beyt-i Atik'i tavaf etsinler." İşte yüce Allah'ın Kitabında farz kılınan tavaf budur. Hacının bütünüyle ihramdan çıkıp (bütün) yasakların kendisine helâl kılınmasına sebeb olan tavaf da budur. Hafız Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) dedi ki: İsmail b. İshak'ın ifâda tavafı ile ilgiü naklettikleri Medinelilere göre Malik'in görüşüdür. Bu aynı zamanda İbn Vehb'in, İbn Nâfî'in ve Eşheb'in ondan yaptığı rivâyettir. Hicaz ve Irak fukahâsından ilim ehlinin çoğunluğunun görüşü de budur. Ancak İbnu'l-Kasım ve İbn Abdi'l-Hakem, Malik'ten Kudüm tavafının vacib olduğunu nakletmektedirler. İbnu'l-Kasım "el-Müdevvene"nin birkaç yerinde de böyle demiş ve bunu yine İbn Malik'ten rivâyet etmiştir: Vacib tavaf, Mekke'ye gelenin yapacağı tavaftır. Mekke'ye girdiği sırada tavaf etmeyi unutan yahut onun bir şavtını (turunu) ya da sa'y etmeyi yahut ondan bir şavtı unutup da beldesine dönünceye kadar bunu hatırlamaz, sonra bunu hatırlayacak olursa, şayet kadına yaklaşmamış ise Mekke'ye geri döner, Beyt'i tavaf eder, tavaf namazını kılar Safa ile Merve arasında sa'y eder, sonra da kurbanını keser. Şayet kadına yaklaşmış ise geri döner, tavaf eder ve sa'y eder. Sonra da umre yapıp hediye kurbanını keser. Onun bu görüşü tıpkı İfâda tavafını unutan kimse hakkındaki görüşü gibidir. Bu rivâyete göre ise her İki tavaf da ve aynı şekilde say etmek de vacibtir. Veda tavafı diye de adlandırılan Sader tavafına gelince; İbnu'l-Kasım ve başkalarının Malik'ten abdestsiz olarak İfâda tavafı yapan bir kimse hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Böyle bir kimse memleketinden geri döner ve İfada tavafı yapar. Bundan sonra tatavvu' (nafile tavaf) yapmış olması müstesnadır. Bu da Malik'in ve arkadaşlarının icma ettikleri hususlardandır. Buna göre yaptığı nafile tavaf, onun hakkında farz olan tavafın yerini tutar. Yine icma ile kabul ettiklerine göre haccı esnasında hac amellerinden herhangi birisini tatavvu' olarak yapan bir kimse, eğer hac amellerinden yapması farz olan o amelin de vakti geçmiş bulunuyor ise, onun yaptığı o nafile amel -namazın hilâfına- tatavvu' değil, vacib'in yerine geçer. Hac esnasında yapılan nafile amel, farzın yerini tuttuğuna göre, Mekke girişi dolayısıyla, yapılan tavafın, İfâda tavafının yerini tutması daha bir uygundur. Ancak kurban bayramı birinci günü Akabe cemresine taş atmaktan yahut ta bundan sonra veda maksadıyla yapılan tavaf böyle değildir. İbn Abdi’l-Hakem'in, Malik'ten yaptığı rivâyet ise bundan farklıdır. Çünkü oradaki rivâyete göre Mekke'ye giriş tavafı ile birlikte sa'y etmek, kurban kesmekle birlikte beldesine geri dönen kimse için yapması gereken İfâda tavafının yerini tutar. Tıpkı sa'y ile birlikte yapılmış İfâda tavafının Mekke'ye girdiği esnada tavaf da, sa'y de yapmayan bununla birlikte kurban kesmiş kimsenin bu tavafının Kudüm tavafı yerine geçmesi gibi. Bu görüşü kabul eden şunu da söyler: Mekke'ye giriş tavafının da İfada tavafının vacib olduğunun söylenmesi onların birisinin, diğerinin yerini tutmasından dolayıdır. Çünkü Malik'ten rivâyet edildiğine göre bunlardan herhangi birisini unutan bir kimse -belirttiğimiz üzere- beldesinden döner ve yerine getirir. Zira yüce Allah hac eden kimseye şu âyetiyle sadece bir tavaf farz kılmıştır: "Ve insanlar arasında haccı İlan et... ve Beyt-i Atîk'i tavaf etsinler." Bu görüşü kabul edenlere göre bu âyetteki ve başka yerlerdeki "vav"ın rütbeyi (tertibi) vacib kılması ancak tevkif ile (konu ile ilgili vârid olmuş bir nass ile) söz konusu olabilir. et-Taberî de Amr b. Seleme'den senedini kaydederek şöyle dediğini nakletmektedir: Ben yüce Allah'ın: "Ve Beyti Atîk'i tavaf etsinler" âyeti ile ilgili olarak Züheyr'e soru sordum da şöyle dedi: Buradaki tavaf, Veda tavafıdır, İşte bu da onun vacib olduğuna delildir. Şâfiî'nin iki görüşünden birisi de budur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ay hali olanın bu tavafı yapmadan Mekke'den ayrılmasına müsaade etmiştir. Böyle bir müsaadeyse ancak vacib olan hakkında söz konusu olabilir. 23- Beytullah'ın "Atik" Diye Nitelendirilmesi: Te'vil bilginleri, Beytullah'ın "el-Atîk" ile nitelendirilmesinin sebebi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Mücahid ve el-Hasen: el-Atîk kadim, eski demektir. "Atık kılıç" demek "eski kılıç" demektir. Bu görüşü kıyas da desteklemektedir. Sahih hadiste de: "O yeryüzünde kurulmuş ilk mesciddir" Bu manadaki rivâyetler için bk: Müslim, Mesâcid 1, 2; Müsned, V, 150, 156, 157, İÖO, 166. denilmektedir. Bir diğer açıklamaya göre "atik" denilmesi, yüce Allah'ın zorba herhangi bir kimsenin kıyâmete kadar onu küçümseyecek bir surette oraya musallat olmaktan yana o Ev'i kurtarmış olmasından dolayıdır. Bu anlamdaki bir açıklama İbn ez-Zübeyr ve Mücahid'den yapılmıştır. Tirmizî'de de, Abdullah b. ez-Zübeyr'den şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Beyt'e "el-Atîk" adının verilmesi, herhangi bir zorbanın onun üzerinde üstünlük sağlayamamasından dolayıdır." Tirmizî dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan mürsel olarak da rivâyet edilmiştir. Tirmizî, Tefsir 22. sûre 3 Herhangi bir kimse eğer Haccac b. Yusuf'un sözünü edip de onun Ka'be'ye karşı mancınıklar kurup, oranın bir bölümünü yıktığını ileri sürecek olursa, ona şöyle denilir: Yüce Allah orayı zorba kâfirlerin tasallutundan azade etmiştir. Çünkü bizzat onlar Allah'a karşı isyan ile gelip Beytullah’ın hürmetine inanmayacak olurlarsa ve böylelikle Ka'be'ye kötülük yapmak isteyecek olurlarsa, Ka'be onlara karşı korunur ve onlar eliyle Ka'be'ye bir kötülük ulaşmaz. İşte bu, şanı yüce Allah'ın onları kendileri istemese bile ve zorla bu işten uzak tuttuğunu gösterir. Ka'be'nin saygınlığına inanan müslümanlara gelince, onlar eğer Ka'be'ye zarar vermekten uzak duracak olurlarsa, bu durum Ka'be'nin Allah nezdindeki değerine, düşmanların önlenmesi halinde ortaya çıkacak olan değeri kadar ortaya çıkmaz, O bakımdan yüce Allah mü’minler taifesini Ka'be'ye yasak ve tehdit suretiyle zarar vermekten vazgeçmelerini istemiştir. Bundan İleriye geçerek, kötülük yapmak isteklerini mecburen ve çaresizce önlemek noktasına kadar götürmemiştir. Bu şekilde (Ka'be'nin hurmiyetine inananların) Ka'be'ye saygısızlık etmeleri dolayısıyla onları kıyâmet günü ile tehdit etmiştir. Kıyâmet günü ise daha büyük bir musibet ve daha uzun sürelidir. Bir başka kesim de şöyle demektedir: Beyt'e "el-Atîk" denilmesinin sebebi, onun hiçbir kısmının asla mülkiyet altına alınamayacağından dolayıdır. Bir kesim de şöyle der: Beyt'e "el-Atîk" denilmesinin sebebi, yüce Allah'ın orada günahkârların boyunlarım azaptan kurtarmasıdır. Şöyle de açıklanmıştır: Beyt'e "el-Atîk" denilmesi, tufan suyunun baskınından azad edilmiş, kurtarılmış olmasıdır. Bu açıklamayı İbn Cübeyr yapmıştır. el-Atîk'in, el-Kerîm anlamında olduğu da söylenmiştir. "îtk" de kerem demektir. Tarafe atın kulaklarını nitelendirirken şöyle demektedir: "Kulakları çok keskindir, sen onları görünce asaletini anlarsın, Yaban öküzü sürüsü içerisinde korkuya kapıldığı için kulaklarını dikmiş bir koyunun kulakları gibi." Rakik'in (kölenin) ıtk'ı (azadı) ise köleliğin zilletinden, hürriyetin şerefine çıkıp kurtulmaktır. "el-Atîk"in bir şeyin kaliteli oluşunu gerektiren bir övgü sıfatı olması ihtimali de vardır. Nitekim Ömer (radıyallahü anh)'in: Atik bir ata bindim... sözleri bu kabildendir. Birinci görüş, kıyas ve sahih hadis dolayısıyla daha sahihtir. Mücahid der ki: Allah Beyt'i yeryüzünden ikibin yıl önce yaratmıştır, bundan dolayı oraya atîk (eski) denilmiştir. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır, 30Bu (böyledir). Kim Allah'ın saygı duyulmasını İstediği şeyleri ta'zim ederse, bu, Rabbi katında kendisi İçin daha hayırlıdır. Size davarlar helâl kılındı, ancak size okunanlar müstesna. Şu halde pisliğin tâ kendisi olan putlardan uzak durun ve yalan söylemekten de kaçının; Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: 1- Allah'ın Saygı Duyulmasını İstediği Şeyleri Ta'zim: Yüce Allah'ın "bu" anlamındaki âyetinin: Üzerinizdeki farz yahut vacip budur, takdirinde ref mahallinde olması ihtimali olduğu gibi "bu emre uyunuz" anlamındaki bir takdir ile nasb mahallinde olma ihtimali de vardır, Züheyr'in şu beyiti de, buradaki bu beliğ işaretle benzerlik arzetmektedir: "Bu (böyledir; işte) planı dolayısıyla yorulan bir kimse gibi değildir, Meclisin ortasında söz söyleyen konuştuğu vakit." Burada sözü edilen "el-hummât: Allah'ın saygı duyulmasını istediği şeylerden kasıt, yüce Allah'ın: "Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler" (Hacc-22/29) âyetinde kendilerine işaret edilen hac fiilleridir. Bunun kapsamına hac mahallerinin ta'zim edilmesi de girmektedir. Bu açıklamayı İbn Zeyd ve başkası yapmıştır. el-Hunımât (saygı duyulması İstenen şeyler) farz ve sünnetleriyle emirlere uymak demektir, şeklindeki bir açıklama bütün bunları kapsar. "Bu, Rabbi katında kendisi için daha hayırlıdır" âyeti onun gerek li ta'zimde bulunması Rabbi katında bunların herhangi birisini önemsememekten, daha hayırlıdır. Şöyle de açıklanmıştır: Böyle bir ta'zim kendisi vasıtası ile faydalanılan hayırlarından bir hayırdır. Buradaki "daha hayırlıdır" ifadesi bir tafdil (başkasına göre daha üstünlük) manasını ifade etmek için değil, hayır vaadetmek anlamındadır. 2- Davarlardan Helâl Kılınanlar: "Size davarlar"ı yemeniz "helâl kılındı." Davarlar: "el-En'âm"dan kasıt ise deve, inek ve koyun türüdür. "Ancak size okunanlar" Kitab-ı Kerîm'de haram oldukları belirtilenler "müstesna." Bunlar, meyte (leş), başına ağır bir darbe indirilmiş ve diğer benzerleridir. Bunun hac ile yakın bir ilişkisi vardır. Çünkü hacda kurban kesmek söz konusudur. Böylelikle kesilmesi ve etinin yenilmesi helâl olanları da açıklamış olmaktadır. Bununla yüce Allah'ın: "îhram'da iken avlanmayı helâl saymamak şartı ile ve size okunacak olanlar hariç olmak üzere..." (el-Mâide, 5/1) âyetine atıfta bulunulduğu da söylenmiştir. 3- Putlardan ve Pis Şeylerden Kaçınmak: "Şu halde pisliğin tâ kendisi olan putlardan uzak durun" âyetinde geçen (ve pislik anlamına gelen): er-rics, pis olan şey demektir. (Put demek olan): el-vesen ise tahta, demir, altın, gümüş ve buna benzer şeylerden yapılan heykel demektir. Araplar bu heykelleri diker ve onlara ibadet ederlerdi. Hristiyanlar ise haçı diker, ona ibadet eder ve onu ta'zim ederler. Bu da aynı şekilde kendisine tapınılan heykel durumundadır. Adiy b. Hatim dedi ki: Boynumda altından bir haç bulunduğu halde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın huzuruna vardım. O; "Üzerindeki şu putu at" yani haçı at, dedi. Tirmizî, Tefsir 9. sûre 10. Bu kelimenin aslı; "O şey yerinde kaldı" tabirinden alınmadır. Puta "vesen" denilmesinin sebebi dikilmesi ve belli bir yerde bırakılarak o putun da oradan ayrılmamasıdır. Yüce Allah bununla putlara ibadet etmekten uzak durun, demektedir. İbn Abbâs ve İbn Cüreyc'den bu açıklama rivâyet edilmiştir. Putlara (pislik anlamına gelen:) "rics" demesi, onların azâbın kendisi olan ricz'e sebeb olmalarından ötürüdür. Bir diğer açıklamaya göre putların "er-ricz" diye nitelendirilmesi, necaset anlamına gelmesi ve putların da hükmen necis olmalarından dolayıdır. Necaset, bu putların bizatihi nitelikleri değildir. Bu nitelik imanın hükümlerinden olup, şer'î bir vasıftır. Nasıl ki taharet ancak su ile yapılabiliyor ise, bu vasıf da ancak Îman ile izale olunur. 4- Özel ve Geneliyle Pislikten Uzak Durmak: Yüce Allah'ın: "Putlardan" âyetindeki" ...dan" edatının cinsin beyanı için olduğu söylenmiştir. Buna göre yüce Allah sadece cins olarak putların pisliğinden yasaklamış olmaktadır. Diğer pisliklerden yasaklamak ise, bir başka âyette söz konusu edilmiştir. Buradaki bu edatın gayenin ihtidası (başlangıç noktası)nı ifade etmek için gelmiş olma ihtimali de vardır. Sanki önce onlara genel olarak pisliği yasakladıktan sonra, bu pisliğin kendilerine gelip bulaşacağı noktanın başlangıcını tayin etmiş gibi olmaktadır. Zira puta tapmak, her türlü fesad ve pisliği ihtiva eder. Buradaki bu edatın teb'îd (kismîlik bildirmek) için olduğunu söyleyenler, âyetin manasını altüst eder ve bozarlar. 5- Batıl Sözlerden Uzak Durmak: "Ve yalan söylemekten de kaçının" âyetindeki (yalan anlamı verilen): "ez-zûr" batıl ve yalan demektir. Ona bu ismin veriliş sebebi, haktan uzaklaştırılmış olması dolayısıyladır. Yüce Allah'ın: "Mağaralarından... meyledip, yöneldiğini"(el-Kehf, 18/17) âyetiyle: "Eğimli, meyilli bir şehir," ifadeleri buradan gelmektedir. Kısacası hakkın dışındaki herbir şey yalandır, batıldır ve zûr'dur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın hutbe irad ederken de: "YalanşahidlikAllah'a şirk koşmayla birlikte zikredilmiştir" diye buyurmuş ve bunu iki ya da üç defa tekrarlamıştır. Ebû Dâvûd, Akcliye 15; Tirmizî, Şehâdât 3; İbn Mâce, Ahkâm 32; Müsned, IV, 178, 233, 321,322. Yani yalan şahidlik puta tapmanın yasaklanması ile birlikte yasaklanmıştır. Bu âyet-i kerîme yalan şahidliğe tehdidi ihtiva etmektedir. Hakimlik yapan bir kimsenin yalan şahidlik yapan birisini tesbit ettiği takdirde onu ta'zir ile cezalandırması ve onun şahidliğine kimsenin kanmamasını sağlamak için ve bilinmesi maksadıyla onu teşhir etmesi gerekir. Tevbe etmesi halinde şahidlik ederse, durumuna göre hükümleri farklıdır. Eğer adalet vasfına sahip olmakla meşhur olmuş, bu hususta bariz bir halde görülüyor ise tevbesi kabul olunmaz. Çünkü tevbe ederken halini bilmeye imkân yoktur. Zira bu kimse hal-i hazırda yapmakta olduğu Allah'a yakınlaştırıcı amellerden fazlasını yapamaz. Eğer bundan daha aşağı merhalede olup da daha sonra ciddi bir şekilde ibadete kendisini verir, takva hali daha ileri dereceye ulaşırsa, şahitliği kabul edilir. Sahih'de, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir; "Şüphesiz büyük günahların en büyüğü Allah'a ortak koşmaktır. Anne-baba haklarına riayet etmemek, yalan şahitlikte bulunmak ve yalan söz söylemektir." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yaslanmış iken oturdu ve bizler: Keşke sussa diye temennide bulununcaya kadar, bu sözlerini tekrarlayıp durdu. Buhâri, Edeb 6; Müslim, Îman 143; Tirmizî, Şehâdât 3, Tefsir 4. sûre 5; Müsned, V, 36-37. 31Yalnız O'na yönelenler olarak ve O'na şirk kosmaksızın. Kim Allah'a ortak koşarsa, o sanki gökyüzünden düşüp, kuşların kaptığı yahut rüzgarın kendisini uzak bir yere attığı kimseye benzer. 7- Yalnız Allah'a Yönelmek (Haniflik): "Yalnız Allah'a yönelenler olarak" âyeti, hakka istikamet üzere dosdoğru giden yahut teslimiyet arzeden kimseler olarak... demektir. "HanîP kelimesi zıt anlamlı kelimelerdendir. Bu kelime hem istikamet, hem de meyletmek anlamında kullanılır. "Yönelenler olarak" hal olarak nasb edilmiştir. Bu kelimenin haccedenler olarak anlamında kullanıldığı da söylenmiştir, ancak bu herhangi bir delili bulunmayan bir tahsistir. 8- Allah'a Şirk Koşanın Misali: "Kim Allah'a ortak koşarsa o sanki" kıyâmet gününde kendisine hiçbir fayda sağlayamayan, kendisine gelecek herhangi bir zarar ve azâbı önleyemeyen kimse durumunda olup "gökyüzünden düşüp" ve bundan dolayı kendisini hiçbir şekilde sallallahü aleyhi ve sellemunamayan "kuşların kaptığı" yani pençeleriyle paramparça ettiği... "kimseye benzer." Bir görüşe göre bu durum onun canının çıkıp meleklerin ruhunu dünya semasına doğru yükseltmeleri esnasında olur. Bu ruha göğün kapıları açılmayacağından tekrar yerin üzerine atılır. Nitekim el-Berâ yoluyla gelen hadiste de böyle bildirilmektedir Daha önce el-A'râf, 7/40. âyetin tefsirinde de kısmen değinilen bu uzunca hadis için bk : Ebû Dâvûd, Sünne 23; Müsned, IV, 287, 295-6; Haktin, el-Müstedrek, I, 37-38. ve biz bunu "et-lhzkire" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Uzak, demek olup yüce Allah'ın: "Allah'ın rahmeti cehennemliklerden uzak olsun" (el-Mülk, 67/11) âyetinde de bu kökten gelen kelime kullanıldığı gibi; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Benden uzak olsunlar, benden uzak olsunlar" Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Havz'ın başında iken, Havza gelmek istedikleri halde melekler tarafından uzaklaştırılanları görecek ve: "Bunlar benim ümmetimdendir niye onları uzaklaştırıyorsunuz" diye soracak; melekler kendisine: "Bunlar senden sonra dininizde değişiklikler yaptılar" diyecekler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); bunun üzerine: "Benden sonra dinimde değişiklik yapanlar benden uzak olsunlar, benden uzak olsunlar" diye buyuracaktır. Buhârî, Rikaak 53, Fiten 1; Müslim, Tahâre 39, Feciâil 26, 29; İbn Mâce, Zühd 36; M,,,,nffn Tahâre 28: Müsned. II. 300. 408; V, 333, 339) ifadesi de buradan gelmektedir. 32Bu (böyledir). Kim Allah'ın şeâirini tazim ederse, şüphesiz ki o kalplerin takvâsındandır. Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: 1- "Bu" Âyetinin Cümle İçindeki Yeri; "Bu” âyeti ile ilgili üç açıklama söz konusudur. Birincisine göre bu mübtedâ olarak ref mahallindedir, yani "bu Allah'ın emridir." (İkincisi): Hazfedilmiş bir mübtedânın haberi olarak ref’ mahallinde olması da mümkündür. Ayrıca; "Buna tabi olunuz" anlamında nasb mahallinde olması da mümkündür. 2- Allah'ın Şeâirini Ta'zim Etmek: "Kim Allah'ın şeâirini ta'zim ederse" âyetindeki "şeftir" kelimesi "seîra" kelimesinin çoğuludur. Bu da yüce Allah'ın hakkında emri bulunan yahut da kendisini farkettirdiği ve bildirdiği herşey demektir. Savaşta Savaşanların şiarı da buradan gelmektedir. Bu da kendisi vasıtasıyla biri birlerini tanıdıkları alametleri (parolaları) anlamındadır. Kurbanlık develerin iş'ârı da buradan gelmektedir. Bu da kanı akıp bir alâmet haline gelinceye kadar sağ yanına bir bıçak darbesi indirmek demektir. Bu şekildeki kurbanlık hayvana şiârlandınlmış (el-meş'ûra) anlamında "şeîra" denilir. Buna göre Allah'ın şeâiri dininin alâmetleri ve bilhassa hac ibadetleriyle ilgili olanları demektir. Bazı kimseler de şöyle demiştir; Burada şeâir'den kasıt kurbanlık develerin kilo almalarını sağlamak, onlara gereken önemi vermek ve bu konuda onların pahalı olanlarını tercih etmek demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs, Mücahid ve bir topluluk yapmıştır. Bunda lâfzı bir işaret de vardır, çünkü develerin satın alınması bazen kişiyi kaçınılmaz bir takım işleri yapmak zorunda bırakabilir ve bu ihlâsa delâlet etmeyebilir. Ancak daha aşağısı yeterli olmakla birlikte, kurbanlığını ta'zim ederse (yani büyük olanlarından seçerse) o vakit böyle bir kimsenin sadece şeriatı ta'zim ettiğini ortaya koyan bir ameli ortaya çıkar. İşte bu da kalplerin takvasından ileri gelir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki o" âyetindeki zamir ifadenin ihtiva ettiği işe aittir. O bakımdan; denilseydi, bu da (lâfzan) câiz olurdu, Bir görüşe göre de burada zamir şeâire râcidir. Yani şüphesiz ki şeâirin ta'zim edilmesi... demektir. Burada ifadenin delâleti dolayısla, muzaf hazfedilmiştir ve böylelikle zamir de şeâire râci olmuştur. 4- Şeâirin Tazimi Kalplerin Takvasından İleri Gelir: "Şüphesiz ki o kalplerin takvâsındandır" âyetinde "kalpler" kelimesi 'takva" şeklindeki mastar dolayısıyla fail olduğundan ref ile de okunmuştur. Bir diğer kıraate göre ise takva, "el-kulûb: kalbler"e izafe edilmiştir, (Bundan dolayı mecrûr olunmuştur). Çünkü takva hakikati itibariyle kalpte bulunur. Bundan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da sahih hadiste: "Takva buradadır" deyip göğsüne işarette bulunmuştur. Müslim, Birr 32; Tirmizî, Birr 18; Müsned, II, 277, 360, III, 135, 491, IV, 66, 69, V, 24, 25, 71, 379,381. 33Onlarda sizin için belirli bir süreye kadar faydalar vardır. Sonra onların varacakları yer Beyt-i Atîk'tir. 5- Kurbanlıkların Faydaları: Yüce Allah: "Onlarda sizin için belirli bir süreye kadar faydalar vardır" âyeti ile; bu develere sahip olanlar onları hediyelik kurban olarak göndermeyecek olurlarsa, sırtlarına binmek, sütlerini sağmak, üremeleri, yün vb. özellikleriyle faydalanmalarını kastetmektedir. Bunları kurbanlık olarak gönderdiği takdirde, "belirli olan süre" ortaya çıkmıştır. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. İşte bunlar hediye gönderilecek kurbanlık haline getdi mi yine bunlardan ihtiyaç duyulduğu takdirde sırtlarına binmek ve yavrularının süt ihtiyaçlarını karşılamasından sonra sütlerini içmek suretiyle yararlanılır. Sahih hadiste Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)dan rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir deveyi önünden süren bir adam görünce ona: "Ona bin" diye emretmiş, adam: Ama bu bir kurbanlıktır, deyince ona: "Ona bin" diye buyurmuş, yine: Bu bir kurbanlıktır deyince, Peygamber: -İki veya üçüncü defasında-: "Yazıklar olsun sana ona binsene" diye söyledi. Buhârî, Hacc 102, 103, Edeh 95; Müslim, Hacc 373; Ebû Dâvûd, Menasik 17; Tirmizî, Hacc 72; Nesâî, Menâsik 73-75; Müsned, III, 99. Câbir b. Abdullah'tan rivâyete göre kendisine hediyelik kurbanların sırtına binmeye dair soru sorulunca şöyle demiş: Ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ı şöyle buyururken dinledim: "Bir başka binek buluncaya kadar mecbur kalırsan ona maruf bir şekilde binebilirsin." Müslim, Hacc 375; Ebû Dâvûd, Menâsîk 17; Nesâî, Menâsik 76. Bu görüşe göre "belirli süre" onun boğazlanması demektir. Bu açıklamayı da Atâ b. Ebi Rebâh yapmıştır. 6- Kurbanlık Deveye Binmenin Hükmü: Kimi ilim adamı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın; "Ona bin" âyeti dolayısıyla, kurban edilmek üzere götürülen devenin sırtına binmenin vacib olduğunu kabul etmiştir. Bu emrin zahirini esas alanlar arasında Ahmed, İshak ve Zahirîler de vardır. İbn Nâfi’, Malikten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Kurban olarak götürülen devenin sırtına aşırı olmayacak şekilde binmekte bir mahzur yoktur. Meşhur olan görüş ise kurbanlık sahibinin böyle bir deveye mecbur kalmadıkça binmeyeceği şeklindedir. Cabir (radıyallahü anh)in hadisi bunu gerektirmektedir, çünkü bu hadis bir kayıt getirmektedir. Kayıt getiren nass ise mutlakın hükmünü kayıtlandırır. Şâfiî ve Ebû Hanîfe de bu doğrultuda görüş belirtmişlerdir. İhtiyaç halinde bindiği takdirde (ihtiyacını karşıladıktan sonra) üzerinden iner. Bu açıklamayı İsmail el-Kadî yapmıştır. Maliki mezhebinin delâlet ettiği görüş de budur. Ancak bu, İbnu'l-Kasım'ın "inmek yükümlülüğü yoktur" şeklindeki nakline muhaliftir. Buna dair delili ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın devenin sırtına binmeyi mubah kılmış olmasıdır. O halde bu binmenin istishâbı (yani hükmünün bu şekilde kalması) da caizdir. Peygamber efendimizin: "Bir başka binek buluncaya kadar mecbur kalırsan" ifadesi ise İmâm Şâfiî ve Ebû Hanîfe (radıyallahü anh)ın görüşleri ile İsmail'in, Malik'in mezhebine dair naklettiğinin doğruluğuna delil teşkil etmektedir. Ayrıca açık bir şekilde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın kendisi yorgun argın düştüğü halde bir deveyi süren bir adamı gördüğü ve ona: "Ona bin" dediği açık olarak rivâyet edilmiştir. Ebû Hanîfe ve Şâfiî derler ki: Eğer mubah olan şekliyle o devenin sırtına binmek onu(n değerini) eksiltirse, o takdirde bunun kıymetini ödemesi gerekir ve bu kıymetitasaddukeder. 7- Kurbanlıkların Varacağı Yer: "Sonra onların varacakları yer Beyt-i Atîk'tir" âyeti ile bu kurbanlıkların Beyt'e kadar gideceklerini kastetmektedir ki, bundan kasıt da tavaftır. Yüce Allah'ın: "Varacakları yer" ifadesi ihramlı olan kimsenin ihlâli (ihramdan çıkması) tabirinden alınmıştır. Yani Arafe'ye vakfede durmaktan, cemrelere taş atmaktan ve sa'y etmekten ibaret olan bütün hac şeâiri sonunda, Beyt-i Atîk'te İfada tavafı yapmakla sona erer. Bu açıklamaya göre bu âyette bizzat Beyt'in kendisi kastedilmektedir. Bu açıklamayı da Malik, Muvatta’'da yapmış bulunmaktadır. Atâ; Mekke'ye, Şâfiî ise Harem bölgesine ulaşıncaya kadar, diye açıklamıştır. Bu açıklama da burada sözü edilen "şeâir"in kurbanlık develer olmasına binâendir. Ancak umumî bir anlam ifade etmekle birlikte şeâirin tahsis edilmesinin ve ayrıca özellikle Beytin zikredilmiş olmasını anlamsız gibi kabul etmenin açıklanabilir bir tarafı yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 34Biz, kendilerine rızık olarak verdiğimiz kurbanlık hayvanlar üzerine Allah'ın ismini ansınlar diye her ümmete kurban kesmeyi meşru kıldık. İlâhınız bir tek ilâhtır. O halde Ona teslim olun. İtaatkâr ve alçak gönüllü olanları müjdele! Yüce Allah kesilecek kurbanları söz konusu ettikten sonra "Biz... her ümmete kurban kesmeyi meşru kıldık" âyeti ile kurban kesmeyi teşri' buyurmadık bir ümmet bırakmadığını beyan etmektedir. Ümmet belli bir görüş ve inanç etrafında toplanmış olan topluluk demektir. Yani Biz, îman etmiş herbir topluluğa böyle bir kurban kesmeyi teşri' etmişizdir. "el-Mensek" kesmek ve kan akıtmak demektir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Kurban kestiği vakit; denilir. Kesilen hayvana; denilir, çoğulu: şeklinde gelir. Şanı yüce Allah'ın: "Yahut bir sadaka, yahut da kurbandan bir fidye" (el-Bakara, 2/196) âyetinde de bu manada kullanılmıştır. Aynı zamanda bu kelime itaat anlamına da gelir. el-Ezherî yüce Allah'ın: "Biz... her ümmete kurban kesmeyi meşru kıldık" âyeti hakkında şöyle demektedir: Bu, bu gibi yerlerde kurban kesme yerine delâlet etmektedir. Kurbanın kesileceği yeri gösterdik, demektir. Bu manada olmak üzere; ile denilir ve bunlar iki ayrı söyleyiştir. Her iki şekilde de okunmuştur. Âsım dışında Kûfeliler "sin"i esreli olarak okurken, diğerleri üstün olarak okurlar. el-Ferrâ' der ki: Bu kelimenin "sin" harfi kesreli olarak okunursa, Arapça'da, hayır yahut şerrin işlenmesi mutad olan yer anlamındadır. Hac menâsiki denilmesi, insanların Arafe'de vakfe yapmak, cemrelere taş atmak, sa'y etmek gibi ameller için belirlenen yerlere gidip, gelmeleri dolayısıyladır. İbn Arafe ise yüce Allah'ın: "Biz... her ümmete kurban kesmeyi meşru kıldık" âyeti hakkında şöyle demektedir: Her ümmete yüce Allah'a itaat etmek için izleyecekleri bir yol tesbit ettik. Çünkü bir kimse kavminin gittiği yolu takib ettiği takdirde denilir. (..............) kelimesinin "bayram" anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır, Katade ise bunu hac diye açıklamıştır. Ancak birinci görüş yüce Allah'ın şu âyeti dolayısıyla daha kuvvetli görülmektedir: "(Allah'ın) kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine" yani Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları kurban edip keserken "Allah'ın ismini ansınlar diye..." Böylelikle yüce Allah kurbanın kesilmesi esnasında adının anılmasını ve yalnız kendisi için kesilmesini emretmektedir. Çünkü bunları rızık olarak veren O'dur. Daha sonra ifade geçmiş ümmetlere dair verilen haberden hazır olanlara: O, sizin hepinizin bir tek ilâhıdır, anlamında bir haber şekline geçmektedir. O halde kurban kesimi esnasında da durum böyledir. Bunun ihlâsla yalnızca O'na yapılması icab eder. "O halde O'na teslim olun" âyeti O'nun hakkı, O'nun rızası ve size olan nimetleri dolayısıyla O'na îman edin ve O'na teslim olun, demektir. Bu âyetin teslimiyet gösterin, anlamını kastetme ihtimali de vardır. Bu da O'na İtaat edin, O'nun emirlerine boyun eğin, anlamındadır. "İtaatkâr ve alçak gönüllü olanları müjdele!" âyetindeki "Alçak gönüllü" ifadesi mü’minler arasında huşu' duyan ve alçak gönüllü kimseler demektir. ise yerin alçak olan bölümü demektir. Âyet, işte böyle olanları pek büyük mükâfatla müjdele, anlamındadır. Amr b. Evs der ki: Alçak gönüllü olanlar zulmetmeyenlerdir, zulmedildikleri vakit intikam almaya kalkışmayanlardır, Süfyan'ın, İbn Ebi Necîh'den, onun da Mücahid'den rivâyetine göre Mücahid şöyle demektedir: "Alçak gönüllüler (el-muhbitûn)" yüce Allah'ın emri ile mutmain olanlar, huzur bulanlardır. 35Onlar ki; Allah anılınca kalpleri titrer. Kendilerine isabet edenlere karşı sabreder, namazı dosdoğru kılarlar ve onlara rızık olarak verdiklerimizden de infak ederler. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- Allah Anılınca Kalpleri Titreyenler: "Kalpleri titrer" korkar, ona muhalefet etmekten çekinir, demektir. Yüce Allah, ismi anıldığında korkmak ve çekinmekle onları nitelendirmektedir. Bu ise onların güçlü bir yakîne sahip olmaları ve Rabblerinin emirlerine riayet etmeleri dolayısıyladır. Âdeta O'nun huzurundaymış gibidirler. Yine onları sabırla, namazı dosdoğru ve devamlı kılmakla da nitelendirdiğini görüyoruz. Bu âyet-i kerîmenin, (önceki âyetin sonunda yer alan) "itaatkâr ve alçak gönüllü olanları müjdele" âyeti ile birlikte Ebubekir, Ömer ve Ali (Allah onlardan razı olsun) hakkında nazil olduğu da rivâyet edilmiştir. "Namazı" kelimesini Cumhûr izafet olarak esreli okumuştur. Ebû Amr ise bir önceki kelimenin sonunda "nûn"un bulunduğunu kabul ederek nasb ile okumuştur. Ona göre buradaki "nûn"un hazfedilmesi ismin uzunluğu dolayısıyla hafif olsun diyedir, Sîbeveyh de şu beyiti nakletmektedir: "Aşiretin avretini (korunması gereken yerlerini) koruyanlar." Görüldüğü gibi burada knruyanlar kelimesinin sonundaki "nün" da düşmüş; ondan sonraki kelime de nasb ile okunmuştur. 2- Allah'ı Bilip Tanıyan ve O'ndan Korkanların Hali: Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın şu âyetlerini andırmaktadır: "Gerçek mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer. Âyetleri karşılarında okunduğu zaman (bu) onların imanını arttırır ve onlar ancak Rabblerine dayanıp, güvenirler" (el-Enfâl, 8/2); "Allah sözün en güzelini müteşâbih, tekrar edilen (mesânî) bir kitap halinde indirmiştir. Ondan dolayı Rabblerine kalpten saygı duyanların derileri ürperir. Sonra Allah anıldığı için derileri ve kalpleri yumuşar..." (ez-Zümer, 39/23) İşte Allah'ı bilip tanıyanların, O'nun azâb ve cezasından korkanların hali budur. Bid'atçi, sapık ve bağırıp çağıran, avam ve cahillerin yaptıkları gibi çıkardıkları sesleri eşeklerin anırmasını andıranların bağırışları gibi bağırmazlar. Bu şekilde hareket eden ve bunun vecd ve huşu' olduğunu iddia eden kimselere şöyle demek gerekir: Allah'ı tanımak, O'ndan korkmak, O'nun celâlini hakkıyla ta'zim etmek hususlarında ne Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a, ne de Ashab-ı Kiram'ın haline eşit bir hale ulaşabilirsin. Bununla birlikte onlar, kendilerine öğüt verildiğinde Allah'tan gelen öğütleri kavramaya çalışır ve Allah'tan korktukları için ağlarlardı. Aynı şekilde yüce Allah kendi adının anıldığını ve Kitabının okunduğunu işiten marifet ehli kimselerin hallerini de böylece bizlere anlatmış bulunmaktadır. Bu halde olmayan bir kimse, hiç şüphesiz onların gösterdikleri yoldan giden ve onların yollarını takib eden bir kimse olamaz. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Peygambere indirileni işittiklerinde, hakkı bildiklerinden gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Derler ki: Rabbimiz îman ettik. Artık bizi şâhid olanlarla beraber yaz." (el-Mâide, 5/83) İşte bu İfadeler onların hallerini nitelendirmekte ve söylediklerini nakletmektedir. Her kim sünnete tabi olmak İstiyorsa, işte bunların sünnetine uysun. Kim de delilerin halleriyle hallenmek istiyorsa bilsin ki; delilik insanların halinin en bayağışıdır ve delilik de çeşit çeşittir. Sahih(-i Buhârî)'de Enes b. Mâlik'ten rivâyet edildiğine göre bazı kimseler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a aşırıya kaçacak kadar çok soru sordular. O da bir gün mescide çıkageldi ve minbere çıkıp şöyle buyurdu: "Haydi bana soru sorunuz. Bugün bana neye dair soru sorarsanız, bu bulunduğum yerde kaldığım sürece onu mutlaka size açıklayacağım." Bunu işitmeleri üzerine sustular ve artık gelip çatmış bir işin yanı başında olduklarından korktular. Enes dedi ki: Sağa sola bakmaya başladım. Baktım ki herkes başını elbisesine sokmuş ağlıyor.., deyip, hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir. Buhârî, Ftten 15; Müslim, Fedâil 134, 136, 137; Müsned, III, 177. Bu mesele ile ilgili açıklamalar bundan daha doyurucu bir şekilde el-Enfâl Sûresi'nde (8/1-2. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. 36Kurbanlık develeri de size Allah'ın şeâirinden kıldık. Onlarda sizler için hayır(lar) vardır. Onlar ayakları üzere iken, üzerlerine Allah'ın ismini anın. Artık yanları üzere düşüp can verince etinden yeyin ve ondan dilenen, dilenmeyen fakirlere yedirin. Onları şükredesiniz diye böylece size müsahhar kıldık. Bu âyete dair açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Kurbanlık develer " âyetini İbn Ebi İshak "dal" harfini (sükûn yerine) ütreli olarak okumuştur. Bunlar iki ayrı söyleyiştir. Tekili: şeklinde gelir. Nitekim "meyve" anlamına gelen: kelimesirsin-çoğulu da; şeklinde, tahta anlamına gelen; kelimesinin çoğulu da: şekillerinde gelir. Kur'ân-ı Kerîm'de de: "Onun ayrıca bir geliri de vardı" (Kehf 18/34) âyetindeki "gelir" anlamındaki kelime "mim" harfi üstün olarak değil de; şeklinde ötreli okunduğu gibi, peklinde sakin olarak da okunmuştur ve bunlar iki ayrı söyleyiştir. Deveye; denilmesi, semizleyip kilo almasından dolayıdır "Sensizlik" demektir. Bu ismin develere has bir İsim olduğu da söylenmiştir. Develer, kelimesinin -be ve dal harfleri üstün olmak üzere in çoğulu olduğu da söylenmiştir. "Adam kilo aldı," anlamındadır, "Yaşı ilerledi, yaşlandı" anlamındadır. Hadiste de: Gerçekten ben büyüdüm, yaşlandım" Ebû Dâvûd, Salât 74; İbn Mâce, İkâmetu’s-salat 41; Dârimi, Salât 72; Müsned, IV, 92, denilmektedir. Bu kelime; (........) diye de rivâyet edilmiş olmakla, birlikte bunun bir anlamı yoktur. Çünkü bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın sıfatına muhaliftir, zira bu, etim çoğaldı, arttı demektir. Nitekim "Adam irileşti, kilolandı..." denilir. "İri-yarı adam," demektir. 2- "el-Budn" Kelimesi Develer Dışında İnekler Hakkında da Kullanılabilir mi?; İlim adamları "el-budn" kelimesinin develer dışında, inekler hakkında kullanılıp kullanılmayacağı hususunda farklı görüşlere sahiptir. İbn Mes'ûd, Atâ ve Şâfiî, kullanılmaz derler. Malik ve Ebû Hanîfe ise kullanılır demişlerdir. Bu husustaki görüş ayrılığının etkisi, bir bedene kurban etmeyi adayıp ta, bedene (deve) bulamayıp, yahut bulduğu halde buna gücü yetmeyip, inek kesmeye gücü yetenin durumu hakkında ortaya çıkar. Böyle birisi için inek kesmek yeterli olur mu, olmaz mı? Şâfiî'nin mezhebine ve Atâ'ya göre yeterli olmaz, Malik'in mezhebine göre ise yeterli olur. Sahih olan görüş ise Şâfiî ve Atâ'nın kabul ettiği görüştür. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) cuma günü ile ilgili sahih hadisinde şöyle buyurmaktadır: "İlk saatte (cuma namazına) giden kişi sanki bir bedene (deve) kurban etmiş gibi olur. İkinci saatte giden kimse ise sanki bir inek kurban etmiş gibi olur..." Buhârî, Cumua 4; Müslim, Cumua 10; Ebû Dâvûd, Tahâre 217; Tirmizî, Cumua 6; Nesâî, Cumua 14; Muvatta’, Cumua 1; Müsned, II, 462, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın burada inek (bakara) ile bedene arasında fark gözetmesi, ineğe ayrıca bedene demlemeyeceğinin delilidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Aynı şekilde yüce Allah'ın: "Artık yanları üzere düşüp, can verince" âyeti da buna delâlet etmektedir. Çünkü buradaki vasıf develere hastır. İnek ise ileride geleceği gibi koyunlar gibi yatırılarak boğazlanır. Bizim delilimize gelince, bu kelime iri cüsse sahibi olmak demek olan "el-bedâne"den alınmıştır. İri cüsseli olmak vasfı ise hem develerde, hem ineklerde bulunur. Aynı şekilde kanlarının akıtılması suretiyle yüce Allah'a yakınlaşmak özelliği ineklerde, develerdeki gibidir. Öyle ki, bir inek kurban olarak tıpkı deve gibi yedi kişi için yeterlidir. Bu Ebû Hanîfe lehine de bir delildir, zira Şâfiî de bu hususta ona muvafakat etmektedir. Ancak bizim mezhebimizde bu görüş yoktur. İbn Şecere'nin naklettiğine göre koyunlara da "bedene" denilebilir, Ancak bu gaz bir görüştür. "el-Budn" ise Ka'be'ye hediye olarak gönderilen (kurbanlık) develerdir. "el-Hedy" ise deve, inek ve koyun türü(nün hediye olarak gönderilmesi) hakkında kullanılan genel bir tabirdir. 3- Kurbanlıklar Haccın Sedirinin Bir Kısmıdır: Yüce Allah'ın: "Size Allah'ın şeâirinden kıldık" İfadesi bunların, şeâirin bir kısmı olduğu hususunda açık bir nasstır. Yüce Allah'ın: "Onlarda sizler İçin hayır vardır" âyetinde de daha önce sözü edilen faydalar kastedilmektedir. Doğrusu, bu hayrın hem dünya, hem âhiret hayırları hakkında umumi, olduğudur. 4- Kurbanlık Develerin Allah Adına Kesilmeleri: "Onlar ayakları üzere İken, üzerlerine Allah'ın ismini anın" Yani Allah'ın adına onları boğazlayın, "Ayakları üzerinde duruyorken," demektir. Develer ayakları bağlı, ayakta oldukları halde boğazlanırlar. Bu vasıf asıl itibariyle atlar için kullanılan bir vasıftır. Nitekim atın, üç ayağı üstünde dikilip, dördüncüsünün toynağını yere değdirecek şekilde duruşu halini anlatmak üzere denilir. Böyle duran ata da; denilir. Deve boğazlanacağı vakit, ön ayaklarından birisi bağlanır ve üç ayağı üzerinde ayakta durur. el-Hasen, el-A'rec, Mücahid, Zeyd b. Eslem ve Ebû Mûsa el-Eş/arî bu anlamdaki kelimeyi- diye okumuşlardır. Bu da; yüce Allah'a hâlis olarak, onları boğazlarken Allah'tan başkasının ismini onunla ortak olarak zikretmeyerek boğazlayınız demektir. Yine el-Hasen'den; şeklinde "fe" harfini esreli, şeddesiz ve tenvin ile okuduğu da nakledilmiştir ki; bu da bundan önceki okuyuş ile aynı anlamdadır. Ancak kıyasa muhalif olarak tahfif kastıyla "ya" harfi hazfedilmiştir, şekli, Cumhûrun kıraati olup, "Sıraya dizdi, hizaya soktu," fiilinden gelen bir kelime olarak "fe" harfini üstün ve şeddeli okumuşlardır. Bunun tekili de; şeklindedir. Öbür okuyuş olan; in tekili de seklinde gelir. İbn Mes'ûd, İbn Abbâs, İbn Ömer, Ebû Ca'fer, Muhammed b. Ali ise "nun" harfi ile; şeklinde ve; nin çoğulu olarak (anlamı biraz sonra gelecek) okumuşlardır. Bunun tekili ise sonunda "te"nis "te"st olmaksızın gelmez. Çünkü "fail" veznindeki bir kelimenin, ancak kıyasa konu olmayan özel bir takım harflerde "fevâil" diye çoğulu yapılabilir. Bu da "faris, fevâris, hâlik, hevâlik, hâlif, havâlif" gibi kelimelerdir. "Ön ayaklarından birisi çırpınmasın diye bağlanarak yukarıya kaldırılmış olan" demektir. Şanı yüce Allah'ın: "Bir ayağını tırnağı üzere dikip, üç ayağı üzere duran asil atlar" (Sad, 38/31) âyeti da bu kabildendir. Amr b. Külsûm da şöyle demiştir: "Atları onun yanıbaşında durur bıraktık, Yularları boyunlarına üç ayağı yerde diğerinin tırnağını yere dikmiş olarak." Bu beyit şu şekilde de rivâyet edilmektedir: "Atları onun için feryad eder durur, Yularları boyunlarına dolanmış, üç ayağı yerde diğerinin tırnağını yere dikmiş olarak." Bir başka şair de şöyle demektedir: "O, bir ayağının tırnağını diken asil atlara alışkındır hâlâ o, Üç ayağı üzerinde, birini de kırmış (bükmüş) olarak duranlardandır." Ebû Amr el-Cermî der ki: es-Sâfîn ayağın ön taraflarında bir damar adıdır, Atâ vuruldu mu ayağını kaldırır. el-A'şâ da şöyle demektedir: "Uzunca ağaç gövdesini andıran herbir siyah at, göz ucuyla gözünü kırpmadan mızraklara bakar. Asaletle üç ayağı üstünde durup, tekinin tırnağını yere değdirince," 5- Develerin Boğazlanma Şekli: İbn Vehb dedi ki: Bana İbn Ebi Zi'b'in anlattığına göre o İbn Şihab'a develeri ayakta kesmenin hükmü hakkında soru sormuş, ona: Önce bir ayağını bağlarsın, sonra da üç ayağı üstünde bırakırsın diye cevap vermiştir. Malik b. Enes de bana onun benzerini söylemiştir. İlim adamları bunu müstehab görürlerdi. Ancak Ebû Hanîfe ile es-Sevrî develerin çökmüş olarak da, ayakta oldukları halde de kesilmelerini câiz görmüşlerdir. Atâ istisna kabilinden buna muhalefet etmiş ve çökmüş halleriyle develeri kesmeyi müstehab kabul etmiştir. Sahih olan ise Cumhûrun kabul ettiğidir, çünkü yüce Allah: "Artık yanları üzerine düşüp can verince..." diye buyurmaktadır. Bu da kesimlerinden sonra yere yıkılırlarsa anlamındadır. Nitekim "Güneş batıya kaydı" İfadesi de buradan gelmektedir. Müslim'in, Sahih'inde Ziyad b. Cübeyr'den rivâyete göre İbn Ömer çökmüş olduğu halde deve kesen bir adamın yanından geçmiş ve ona şöyle demistir: Sen (bir ayağı) bağlı olarak ve ayakta olduğu halde onu kes. Peygamberinizin (salât ve selâm ona) sünnetine uyunuz, demiştir. Buhârî, Hacc 118; Müslim, Hacı 358; Ebû Dâvûd, Menâsik 20; Dârimî, Menâsik 70; Müsned, 11, 3, 86, 139 Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre de ez-Zübeyr, Câbir'den yine ez-Zübeyr, Abdu'r-Rahmân b. Sabit bana haber verdi diyerek. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ashabı deveyi sol ayağı bağlı ve diğer ayakları üzerinde ayakta dikili olduğu halde keserlerdi." Ebû Dâvûd, Menâsik 20 6- Devenin Belirtilen Şekilden Başka Türlü Boğazlanması: Mâlik dedi ki: Şayet bir insan deveyi bu şekilde kesemeyecek olursa, yahut devesinin kaçıp kurtulacağından korkarsa onu bağlayarak boğazlamasında bir mahzur görmüyorum. DeVe uygun halde, bağlı olmayarak ve ayakta boğazlanır. Ancak bu imkânsız olursa, o takdirde ön ayakları bağlanır, arka ayaklarının bağlanması ise kesicinin ona güç yetirememesi yahut zorlanmasından korkması halinde söz konusu olur. Çökmüş halde boğazlanması arka ayaklarının bağlanmasından daha faziletlidir. İbn Ömer gençliğinde harbeyi eline alır, göğsüne saplar, hörgücünden çıkartırdı. Ancak yaşlanınca gücü azaldığından ötürü, çökmüş haliyle deveyi boğazlar, harbeyi onunla birlikte bir başka adam tutar, bir başkası da devenin yularını tutardı. İnek ve koyunlar ise yatırılarak kesilirler. 7- Kurban Gününden Önce Kurban Kesmek: Kurban günü tan yeri ağarmadan önce, hacda develeri kurban etmek, icma ile câiz olmadığı gibi, hacda olmayanların da can yeri ağarmadan önce kurban kesmeleri câiz değildir. Tan yeri ağardıktan sonra Minâ'da kurban kesmek câiz olur. İmâmlarının kurban kesmesini beklemek görevleri yoktur. Diğer bölgelerdeki kurban kesmek ise böyle değildir. Hac yapan herkes için kurban kesme yeri Minâ'dır. Umre yapan herkes için kurban kesme yeri de Mekke'dir. Hacceden bir kimse Mekke'de, umre yapan ise Mina'da kurban kesecek olursa, yüce Allah'ın izniyle herhangi birisi için vebal yoktur. 8- Yanları Üzere Düşen Develer: Yüce Allah'ın: "Artık yanları üzere düşüp, can verince..." âyetinde benzer lafızla: "Güneş batıya kaydı" denilir. "Duvar yıkıldı" demektir. Kays b. el-Hatîm der ki: "Avfoğulları kendilerine barışı yasaklayan bir emire itaat etti, Sonunda ilk yere yıkılan o oldu." Evs b. Hacer de şöyle demektedir: "O yıkılan dağ dolayısıyla güneş tutulmaz, Ay tutulmaz ve yıldızlar sönmez mi?" Buna göre yüce Allah'ın: "Artık yanları üzere düşüp can verince..." âyeti ile, bu develer yan tarafları üzerine ölü yıkıldıkları zamanı kastetmek istemektedir. Yüce Allah "yanı üzere yıkılmayı" ölümden kinaye olarak zikretmiştir. "Onlar ayakları üzere İken, üzerlerine Allah'ın adım anın" âyetinde onları kesip boğazlamayı kinaye yoluyla kastettiği gibi. Bir çok yerde kinaye açık ifadeden daha beliğdir. Şair şöyle demektedir: "Onu yırtıcı hayvanlara parçalasınlar diye bıraktım, onlar da onu Tepeden tırnağa kadar paramparça edip yediler." Yine Antere şöyle demektedir; "Ben onun koçunun iki boynuzuna bir darbe indirdim, o da yere yıkıldı." Yani yere ölmüş olarak yıkılıp düştü. Bu tür anlatımların benzerleri pek çoktur. Kesimden sonra yanı üzere yıkılıp düşmek, kanının akmasının ve canının çıkmasının alâmetidir. İşte bu da etinin yenileceği yani yenilmesinin yaklaştığı vakittir. Çünkü bundan sonra artık derisi yüzülmeye başlanır ve kesilen kurbanlıktan bir parça koparıldıktan sonra pişirilir. Soğumadıkça (hareketi kesilmedikçe) derisi yüzülmez. Çünkü bu bir çeşit işkence kabilindendir. Bundan dolayı Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Canları çıkarmakta acele etmeyiniz. "Etinden yeyin" emri mendübluk ifade eder. Bütün ilim adamları insanın kestiği hediye kurbanından yemesini müstehab kabul etmişlerdir. Bunda hem ecir almak, hem de ilâhî emre uymak söz konusudur. Zira cahiliye dönemi insanları önceden de geçtiği üzere hediye kurbanlıklarından bir şey yemezlerdi. Ebû'l-Abbas b. Şureyh der ki; Yemek ve yedirmek müstehabtır. O bunlardan dilediği herhangi birisini de yapabilir. Şâfiî ise şöyle demektedir: Yemek müstehab, yedirmek vaciptir. Hepsini başkasına ikram edip yedirecek olursa bu dahi yeter. Ancak hepsini tek başına yiyecek olursa bu olmaz. Bu hüküm, kestiği hediye kurbanının tatavvu' (nafile) olması halinde böyledir. Eğer kesilmesi vacib olan kurban türünden ise, önceden de açıklandığı üzere onlardan yemesi câiz olmaz. 10- Dilenen ve Dilenmeyen Fakirlere Yedirmek: "Ve ondan dilenen, dilenmeyen fakirlere yedirin” âyeti ile ilgili olarak Mücahid, İbrahim ve et-Taberî şöyle demişlerdir: Yüce Allah'ın "yedirin" âyeti mübahlık bildiren bir emirdir. "Dilenci" demektir. Dilencilik yaptığı takdirde; "Adam dilencilik etti, eder" diye mazisinde "nün" meftuh, muzariinde meksûr olarak Arapça baskıyı hazırlayanın da belirttiği gibi; muzari'in (aynulfi'linin yani birinci harfinin) meksûr gelmesi sözkonusu değildir; böyle bir kullanıma sözlüklerde işaret edilmemektedir. Mazisinin aynu'l-fi'li (ikinci harfi) kesreli, muzâri"inde fethalı kullanım ise, merhum müfessirin de belirttiği gibi dilenmek fiili için sozkonusudur. Yine baskıyı hazırlayanın belirttiği gibi, yazma nüshalar arasında birbirini tutmayan farklılıklar da vardır. kullanılır. Müzari'i şeklinde, mastarı şeklinde, ism-i faili şeklindeki kullanım, elinde az miktardaki şey ile yetinerek, iffetli davranıp dilenmeyen kimsenin halini anlatmak içindir. Mastarları da; şekillerinde gelir, Bu açıklamaları el-Halit yapmıştır, eş-Şemmâh'ın şu beyitinde birinci manasıyla kullanılmıştır: "Kişinin malı kendisini ıslah edip fakirlikten onu kurtarırsa, Elbetteki dilenmekten onu daha iffetli kılar." İbnu's-Sikkît der ki: Araplardan "el-kunû"u kanaat anlamında kullananlar da vardır. Bu da razı olmak, iffetli davranmak ve dilenmemektir. Ebû Recâ'dan; diye okuduğu rivâyet edilmiştir. Bunun anlamı ise birincisinden farklıdır. Çünkü bir kimse hoşnut olduğu vakit; "Adam hoşnut oldu, o hoşnut olandır," denilir. "Dilenmeyen fakir"; senin etrafında dolaşıp da senden yanından bir şeyler isteyen kimsedir. İster açıkça istesin, ister sussun. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî, Mücahid, İbrahim, el-Kelbî ile el-Hasen b. Ebi'l-Hasen der ki: Bu kelime dilenmeksizin karşında dikilen kimse demektir. Şair Zuheyr der ki: "Karşılarına çıkıp dilenmeyen fakirlerin ihtiyaçlarını karşılamak, varlıklılarının görevidir, Az malı olanlar ise hem cömerttirler, hem de bolca verirler." Malik dedi ki: Bu kelimelerin anlamı ile ilgili duyduğum en güzel açıklama "el-kanî"' kelimesinin fakir, "el-mu'ter" kelimesinin ise ziyaretçi anlamına geldiğidir. el-Hasen'den ("dilenmeyen fakir" diye meali verilen lâfzı): diye okuduğu da rivâyet edilmiştir, bunun manası; ile aynıdır. Bir kimsenin yanında bir şeyler ister gibi davranan yahut fiilen isteyen kimsenin halini anlatmak üzere; denilir. Bu açıklamaları en-Nehhâs zikretmiştir. 37Onların etleri de, kanları da Allah'a asla ulaşmaz. Fakat sizden O'na takva ulaşır. Bu şekilde O, onları size musahhar kıldı ki, size hidayet verdiği için tekbir getirip Allah'ı ta'zim edesiniz. İhsan edenleri müjdele! Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1-Allah'a Ulaşan Kurban Etleri Değildir: "Onların etleri de, kanları da Allah'a asla ulaşmaz" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs şöyle demektedir: Cahiliye dönemi insanları kestikleri develerin kanlarını Beyt'e sürerlerdi, müslümanlar da aynı işi yapmak isteyince bu âyet-i kerîme nazil oldu. Nail olmak (ulaşmak), yüce yaratıcı ile alâkası olan bir fiil değildir. Bu fiil kabul etmek manasını mecazi bir yolla anlatmaktadır. O'na asla ulaşmaz demektir. İbn Abbâs: O'na asla yükselmez diye açıklamıştır. İbn Îsa da: Allah kurbanların etlerini de kanlarını da asla kabul etmez, fakat sizden O'na takva ulaşır, diye açıklamıştır. Yani yalnız kendi rızası istenenleri kabul eder, onları kendisine yükseltir, bunu işitir (kabul eder), bunun mükâfatını verir, "Ameller ancak niyetler iledir" Buhâri, Bed'u'l-Vahy 1, Îman 41, Nikâh 5...; Müslim, İmâre 155; Ebû Dâvûd. Talâk 11; Tirmizî, Fedâilu'l-ahâd 16; Nesâî, Tahâre 59, Talâk 24; İbn Mâce, Ztthd 26; Müsned, I, 25, 43. hadisi bu manadadır. "Allah'a asla ulaşmaz" ile: "Ona ulaşır" fiillerinin her ikisi de "ya1" iledir. Ancak Ya'kub bu iki Fiili de "el-luhm; etler" kelimesini nazar-ı itibara alarak "te" ile okumuştur. Yani, o etler Allah'a asla ulaşmaz... 2- Kurbanlıkların Bize Müsahhar Kılınması İlâhî Bir Lütuftur: "Bu şekilde O, onları size müsahhar kıldı." Şanı yüce Allah, onları bizim emrimize vermekle ve onlarda tasarruf etme imkânını sunmakla bize lütufta bulunmuştur. Halbuki bunlar yapı itibariyle bizden daha iri, organları da bizden daha güçlüdür. Bunun böyle olması ise, kulun İşler zahiren kula göründüğü şekliyle idare edilmemekte olduğunu, işlerin ancak aziz ve kadir olanın iradesine göre tedbir edildiğini bilmesi; insanların da O'nun iradesiyle küçük olanın, büyük olana galip geldiğini, mutlak galibin, kulları üstünde kahhâr olan bir ve tek Allah olduğunu bilmeleri içindir. 3- Hidayete İleten Allah'a Şükür: Şanı yüce Allah, bundan önceki âyet-i kerimede adının kurbanlıklar üzerinde anılması gereğini dile getirerek: "Onlar ayakları üzere iken, üzerlerine Allah'ın ismini anın" diye buyurmuştu. Burada "Size hidâyet verdiği için tekbir getirip Allah'ı ta'zim edesiniz" âyeti ile Allah'ın ismini tekbir ederek yüceltmeyi söz konusu etmektedir. İbn Ömer (radıyallahü anh) da hediyelik kurbanını boğazladığı zaman her iki emri yerine getirmek üzere; "Bismillahî vallahu ekber: Allah'ın adına ve Allah en büyüktür" derdi. Bu onun fıkhının bir göstergesidir. Sahih(-i Buhârîde, Enes'ten şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) beyaz ve boynuzlu iki koç kurban etti. (Enes) dedi ki: Ben onu o iki koçu elleriyle keserken gördüm. Ayağını yanları üzerine koyup besmele çekip tekbir getirdiğini gördüm. Buhârî, Edâhî % 13, 14; Müslim, Eclâlıî 17, !«; Tirmizî, Edâhî 2; Nesâî, Dahâya 14, 29, 30. 31; İbn Mâce, Edahî 1, 13; Dârimî, Edâhî 1; Müsned, 111, 115, 170, 183, 1H9, 211, 222, 255, 279 İlim adamları bu hususta farklı görüşlere sahiptirler. Ebû Sevr der ki: Besmele çekmek, namazdaki tekbir gibi olup yerine getirilmelidir. Ancak bütün ilim adamları bunun müstehab olduğunu kabul etmişlerdir. Şayet yüce Allah'ın isimlerinden bir başka ismi zikrederek, bununla da besmele getirmeyi kastetmiş ise bu da caizdir. Sırf "Allahu ekber" yahut Lâ ilahe İllallah" dese de böyledir. Bunu İbn Habib söylemiştir. Eğer besmele kastıyla söylemeyecek olursa, bu sözleri besmelenin yerini tutmaz ve yenilmez. Bu görüş, de Şâfiî ve Muhammed b. el-Hasen'in görüşüdür. Bizim mezhebimize mensub ilim adamlarının tamamı ve başkaları kesim esnasında besmele ile birlikte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a salavât getirmeyi, veya onun ismini anmayı mekruh görmüşler ve: Böyle bir durumda yalnızca yüce Allah'ın ismi anılır demişlerdir. Şâfiî kesim esnasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a salavât getirmeyi câiz görmektedir. 4- Kurban Kesenin Kabulü İçin Dua Etmesinin Hükmü: Cumhûr kurban kesen kimsenin: Allah'ım, benden kabul buyur demesinin câiz olduğu kanaatindedir. Ancak Ebû Hanîfe bunu mekruh görmektedir. Oysa Sahih(-i Müslim)'in kaydettiği Âişe (radıyallahü anhnhâ) yoluyla gelen rivâyet onun aleyhine bir delildir. Bu rivâyette şöyle denilmektedir: ...Sonra: "Bismillahi, Allah'ım sen Muhammed'den, Muhammed'in aile halkından ve Muhammed'in ümmetinden kabul buyur" dedi, sonra da onu kurban etti. Müslim, Edâhî 19; Ebû Dâvûd, Edâhî 4; Müsned, VI 7<S. Bazıları da kurban kesenin kabulü için dua etmesini, âyet-i kerîmenin şu nassı gereği müstehab görmüşlerdir: "Rabbimiz! Bizden kabul buyur. Şüphesiz sen işitensin, hakkıyla bilensin." (el-Bakara, 2/127) Ancak Malik, Allah'ım bu Sendendir ve Sanadır, demelerini mekruh kabul etmiş ve bunun bid'at olduğunu söylemiştir. Fakat bizim (Maliki mezhebimizin) mensublarından İbn Habib ile el-Hasen bunu câiz kabul etmektedirler. Bunların lehlerine delil de Ebû Dâvûd'un, Câbir b. Abdullah'tan kaydettiği şu rivâyettir: Câbir dedi ki; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kurban kesme günü boynuzlu, burulmuş ve beyaz iki koç kesti. Onları kıbleye yönelttiğinde: "Şüphesiz ki ben yüzümü hanif olarak gökleri ve yeri yaratana çevirdim ve ben müşriklerden değilim." (el-En'âm, 6/79)... âyeti İle (el-En'âm, 6/162-163 âyetlerini)... "ve ben müslümanların ilkiyim" âyetine kadar okudu. "Allah'ım (bunlar) Sendendir, Sanadır. Muhammed'den ve onun ümmetinden, Bismillahi vallahu ekber" dedikten sonra kurbanlarını kesti. Ebû Dâvûd. Edâhî 4; İbn Mâce, Edâhî 1 Bu haberin Malik'e ulaşmamış olması yahut sahih bir rivâyetle ona varmamış olması veya Medine'de yapılan uygulamanın bundan farklı olduğunu görmüş olması ihtimali vardır. İşte onun: Bu bir bid'attir, sözü buna delâlet etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 5- İhsan Edenlere Müjdeler Olsun: Yüce Allah'ın: "İhsan edenleri müjdele" âyetinin -bundan önceki âyet-i kerîmede geçtiği üzere- dört râşid halife hakkında nazil olduğu rivâyet edilmiştir. Lâfzın zahiri ihsan edici herkes hakkında umumî olmasını gerektirmektedir. 38Muhakkak Allah mü’minleri sallallahü aleyhi ve sellemunur. Çünkü Allah hainlik ve nankörlük edenlerin hiçbirisini sevmez. Rivâyete göre bu âyet-i kerîme mü’minler dolayısıyla nazil olmuştur. Şöyle ki; mü’minler Mekke'de sayıca çoğalıp kâfirler onlara eziyet ve işkenceler yapınca, onların bir bölümü Habeşistan'a hicret etti. Mekke'de kalan bir takım mü’minler de imkân bulduğu kâfirleri öldürmek, suikast tertiplemek, emanetlerine hainlik etmek ve hile yapmak istediler. Bunun üzerine bu âyeti kerîme -yüce Allah'ın: "... ve nankörlük edenlerin hiçbirisini sevmez" âyetine kadar nâzil oldu. Bu âyet-i kerîme ile şanı yüce Allah, mü’minleri savunma va'dinde bulundu ve çok açık bir şekilde hainliği ve gadretmeyi yasakladı. Gadredip ahdi bozmanın çok ağır bir vebal olduğuna dair açıklamalar daha önceden el-Enfal Sûresi'nde (8/58. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yine orada (belirtilen âyet, 3. başlıkta) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Ahdini bozanın arkasında ahdini bozduğu kadarıyla bir sancak dikilir ve bu filanın hainliğidir, denilir" Buhârî, Edeb 99; Müslim Edep, 8-10, 16; Ebû Dâvûd, Cihâd 150; İbn Mâce, Cihâd 42; Dârimî, Buyu 11; Müsned, II, 49, 70, III, 7, 46, 61, 64 âyeti da geçmişti. Âyetin anlamının şu olduğu da söylenmiştir: Yüce Allah îman kalplerinde iyice yer edinceye kadar mü’minlerin muvaffakiyetlerini sürdürerek sallallahü aleyhi ve sellemunur. Kâfirler onları dinlerinden uzaklaştıramazlar. Eğer herhangi bir baskı ve zorlama ile karşı karşıya kalacak olurlarsa, kalpleriyle İrtidad etmemeleri için onları korur, muhafaza eder. Bir başka açıklama da şöyledir: O, mü’minleri ortaya koydukları delillerle onları üstün getirmek suretiyle sallallahü aleyhi ve sellemunur. Diğer taraftan bir kâfirin, bir mü’mini öldürmesi nadirdir. Şayet bir kâfir, bir mü’mini öldürecek olursa, yüce Allah o mü’mini kendi rahmetine ruhunu kabzederek almak suretiyle sallallahü aleyhi ve sellemunur. Nafî': "Sallallahü aleyhi ve sellemunur" şeklinde, "eğer Allah... Savasaydı" (el-Hac, 22/40) âyetindeki "fe" harfinden sonra elif ilavesiyle; diye okumuştur. Ebû Amr ve İbn Kesîr bu âyetteki bu kelimeyi "dal" harfi ile "fe" harfi arasında elif siz, kırkıncı âyet-i kerîme'deki kelimeyi de aynı şekilde elifsiz olarak okumuştur. Âsım, Hamza ve el-Kisaî ise bu âyetteki bu kelimeyi "dal" harfi ile "fe" harfi arasında elif ile, kırkıncı âyet-i kerîmedeki kelimeyi ise elifsiz olarak okumuştur. Elifli okuyuş ile elifsiz okuyuş aynı anlamdadır. "Hırsızı cezalandırdım" ve "Allah ona afiyet versin" tabirlerinde olduğu gibi. Mastarı da şeklinde gelir. ez-Zehravî’nin naklettiğine göre elifli okuyuş mastarıdır, de olduğu gibi. 39Kendileri ile Savaşılanlara zulme uğradıkları için (Savaşmaya) İzin verildi. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir, Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın; "Kendileri ile Savaşılanlara... izin verildi" âyeti ile ilgili bir açıklamaya göre: Bu âyet yüce Allah'ın: "Muhakkak Allah mü’minleri sallallahü aleyhi ve sellemunur" âyetini beyan etmektedir. Yani onlara Savaşmayı mubah kılmak, onlara yardım etmek suretiyle kâfirlerin başlarına açtıkları musibetlere karşı onları sallallahü aleyhi ve sellemunur. Bu âyette hazfedilmiş kelimeler vardır: Savaşabilecek durumda olanlara Savaşmaya izin verilmiştir, demektir. Bunun hazfedilmesine sebep ifadenin hazfedilen ifadelere delâlet etmesidir. ed-Dahhak dedi ki; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ashabı Mekke'de kâfirler kendilerine eziyet ve işkence ettikleri için kâfirlerle Savaşmak için izin istediler. Yüce Allah da: "Çünkü Allah hainlik ve nankörlük edenlerin hiçbirini sevmez" âyetini indirdi. Hicret ettikten sonra da: "Kendileri ile Savaşılanlara zulme uğradıkları için izin verildi" âyeti nazil oldu. İşte bu âyet, Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan yüz çevirmek, terketmek ve affedip, bağışlamak emirlerinin hepsini neshetmektedir. Savaş hakkında nâzil olmuş ilk âyet-i kerîmede budur. İbn Abbâs ve İbn Cübeyr derler ki: Bu âyet-i kerîme Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın Medine'ye hicret etmesinden sonra nazil olmuştur. Nesâî ve Tirmizî'nin İbn Abbâs'tan rivâyetlerine göre o şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'den çıkartılınca Ebubekir: Peygamberlerini çıkarttılar, mutlaka helâk edileceklerdir, dedi. Bunun üzerine yüce Allah da; "Kendileri ile Savaşılanlara zulme uğradıkları için İzin verildi. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir" âyetini indirdi. Ebubekir de dedi ki: Bunun üzerine anladım ki artık Savaş olacaktır. Tirmizî, Tefsir 22. sûre; Nesâî, Cihâd 1; Müsned, 1, 216 (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen bir hadistir. Ayrıca bunu birden çok kişi Süfyan'dan, o el-A'meş'ten, o Müslim el-Batîn'den, o Saîd b. Cübeyr'den mürsel olarak rivâyet etmiş ve bu rivâyette: "İbn Abbâs'tan" kaydı zikredilmemiştir. Tirmizî, Tefsir 22. sûre 4 2- Mubah Kılmak da Şer’i Hükümlerdendir: Bu âyet-i kerîmede -Mutezile'nin kanaatinin aksine- mubah kılmanın şer'i hükümlerden olduğuna dair bir delil vardır. Çünkü yüce Allah'ın: "İzin verildi" âyeti, mubah kılındı, anlamındadır. Bu da sözlükte yasak olan herbir şeyin mubah kılınması manasına kullanılmıştır. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. "İzin verildi" anlamındaki âyet, hemzenin (ötre yerine) üstün okunmasıyla: "İzin verdi" şeklinde de okunmuştur ki, Allah İzin verdi demektir. "Kendileri ile Savaşılanlara" anlamındaki âyette "te" harfi esreli olarak; şeklinde "düşmanlarıyla Savaşanlara" diye okunmuştur, "te" harfi üstün olarak da okunmuştur. Yani müşriklerin kendileriyle Savaştıkları kimseler demek olup, bunlar da mü’minlerdir. İşte bundan dolayı "zulme uğradıkları için" denilmiştir. Bu da onların yurtlarından çıkartıldıkları anlamındadır. 40Onlar ki, yurtlarından haksız yere ve sadece "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için çıkarıldılar. Eğer Allah insanların bir kısmıyla, diğer bir kısmını Savasaydı elbette manastırlar, kiliseler, havralar ve içlerinde Allah'ın adının çokça anıldığı mescitler yıkılırdı. Allah kendi (dini)ne yardım edene, elbette yardım eder. Muhakkak Allah güçlüdür, Azizdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: 1- Zulmün İlk Şekli: Yurtlarından Çıkarılmaları: Yüce Allah'ın: "Onlar ki yurtlarından haksız yere... çıkarıldılar" âyeti kendilerine yapılan zulümlerin birisini dile getirmektedir. Yurtlarından çıkartılıp sebebleri sadece: Rabbimiz bir ve tek olarak Allah'tır demiş olmalarıdır. Yüce Allah'ın: "Sadece Rabbimiz Allah'tır, dedikleri İçin" âyeti munkatı' bir istisnadır. Yani, ama onların Rabbimiz Allah'tır (demeleri bir haktır ve bu hakka karşı gelerek onları çıkarmışlardır). Bu açıklamayı Sîbeveyh yapmıştır. el-Ferrâ' ise şöyle demektedir: Bu ifadenin cer mahallinde olması da mümkündür. O böylelikle bunun, "haksız yere" anlamındaki âyetin başında bulunan cer harfi olan "be"ye merdûd (bağlı) olduğunu kabul etmektedir. Ebû İshak ez-Zeccâc'ın görüşü de budur, ona göre de mana şöyledir: Onlar yurtlarından haksız yere çıkarıldılar. Çıkarılmalarının tek sebebi, Rabbimiz Allah'tır demeleridir. Yani onlar tevhidleri sebebiyle yurtlarından çıkarıldılar, onları çıkartanlar da putperest kimselerdir. "Yurtlarından... çıkarıldılar" anlamındaki ifade, yüce Allah'ın: "Kendileri ile Savaşılanlara" anlamındaki âyetten bedel olarak cer mahallindedir. 2- Savaş İzninden Önce ve Sonra Müslümanların Hali: İbnu'l-Arabî dedi ki: İlim adamlarımız şöyle demişlerdir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a Akabe bey'atinden önce Savaşmaya izin verilmemiş ve kan dökmek ona helâl kılınmamıştı. Ona -on yıl süreyle- sadece yüce Allah'ın dinine davet etmek, eziyetlere sabretmek, cahillerin cahilliklerini affetmekle emir verilmişti. Bundan maksat ise yüce Allah'ın onlara karşı delilini ortaya koymak ve: "Biz bir rasûl göndermedikçe de azâb ediciler değiliz" (el-İsrâ, 17/15) âyetinde lütfunu dile getirdiği vaadini yerine getirmek için böyle yapmıştır. Tebliğe muhatab olan insanlar ise azgınlıklarını sürdürdükleri gibi apaçık delilleri de delil olarak görüp benimsemediler. Kureyşliler ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a tabi olan muhacirlere çok ağır baskılar yapmıştı. Öyle ki onları dinlerinde fitneye düşürdüler, ülkelerinden sürdüler. Onlardan kimisi Habeşistan topraklarına kaçtı, kimisi de Medine'ye çıkıp gitti. Kimileri de eziyete sabretti. Kureyş yüce Allah'a karşı azgınlaşıp emrini reddedip peygamberini yalanlayınca, Allah'a îman ederi, O'nu tevhid ile ibadet edenlere, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ı tasdik edip, dinine sımsıkı sarılanlara işkencelerini sürdürünce, yüce Allah da Rasûlüne Savaşmak için izin verdi. Kendilerine zulmedenlere karşı kendilerini sallallahü aleyhi ve sellemunup İntikam almalarına müsaade etti ve: "Kendileri ile Savaşılanlara... izin verildi... îşlerin akıbeti Allah'ındır." (el-Hac, 22/39-41) âyetlerini indirdi. 3- İkrah Altında Bulunanın Fiili, Zorlayana Nisbet Edilir; Bu âyet-i kerîmede zorlama ve baskı altında kalan kimsenin yaptığı fiilinin, onu zorlayıp o işi işlemeye mecbur edene nisbet edileceğine dair delil vardır. Çünkü yüce Allah burada çıkarmayı kâfirlere nisbet etmektedir. Çünkü ifade günahın miktarını dile getirmek ve bu günahı işlemeye mecbur tutmak sadedindedir. Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın: "Hani kâfirler onu çıkardıklarında..." (et-Tevbe, 9/40) âyetine benzemektedir. Her ikisi hakkında bu kabilden yapılacak açıklamalar aynıdır. Buna dair açıklamalar daha önce et-Tevbe Sûresi'nde (9/40. âyet, 2. bastıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. "Eğer Allah İnsanların bir kısmıyla, diğer bir kısmını Savasaydı" yani yüce Allah peygamberlere ve mü’minlere düşmanlarla Savaşmayı meşru' kılmamış olsaydı, müşrikler her tarafı istila eder ve çeşitli dinlere mensub kimselerin inşa ettikleri ibadet yerlerini işlemez hale getirirlerdi. Fakac O, çeşitli din mensuplarının kendilerini ibadete verebilmeleri için Savaşmayı farz kılarak, böyle bir olumsuz hali önlemiş bulunmaktadır. O halde cihad geçmiş ümmetlere de emredilmiştir. Şeriatler onunla salâh bulmuş ve ibadet yerleri o sayede ayakta durabilmiştir. Sanki şöyle buyurulmuş gibidir: Savaşmaya izin verilmiştir, o halde mü’minler Savaşsınlar. Daha sonra yüce Allah bu Savaşma emrini: "Eğer Allah İnsanların bir kısmıyla, diğer bir kısmını Savasaydı..." âyetiyle de pekiştirmektedir. Yani eğer Savaş ve cihad olmasaydı, her ümmet arasında mutlaka hakka galib gelinirdi. Buna göre hristiyan ve sabitlerden cihadı uygun bir iş görmeyenler, aslında kendi kabul ettikleri inançlarıyla çelişmektedirler. Zira Savaş olmasaydı, uğrunda savunma yapılan din diye bir şey kalmazdı. Aynı şekilde şu dinlerini tahrif etmeden, değiştirmeden önce yaptıkları mabedler ve İslâm'ın bu dinleri neshetmesinden önce yapılmış mabedler İşte bu maksatla burada söz konusu edilmiştir. Yani bu savunma olmasaydı, Mûsa döneminde havralar, Îsa döneminde kiliseler ve manastırlar, Muhammed (aleyhisselâm) döneminde de mescidler yıkılacaktı. "Yıkılırdı" kelimesi; "Binayı yıktım", O da yıkıldı" ifadesinden alınmıştır. İbn Atiyye der ki: Bu, bu âyet-i kerîmenin te'vilt hususunda yapılmış en doğru açıklamadır. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Eğer Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ashabı vasıtasıyla kâfirleri, tabiînden ve daha sonra gelecek olanlardan Savasaydı (onların zararlarını önlememiş olsaydı) ... diye açıklamıştır. İfadelerde her ne kadar bir kavmin, bir başka kavim vasıtasıyla sallallahü aleyhi ve sellemulması yani bertaraf edilmesi söz konusu ise de buna Savaş manasının verilmesi -önceden de geçtiği gibi- daha uygundur. Mücahid şöyle demektedir: Eğer Allah bir kavmin zulmünü âdil kimselerin şahitliğiyle Savasaydı... Bir kesim şöyle açıklamıştır: Eğer Allah zâlimlerin zulmünü, adaletli yöneticilerle bertaraf etmemiş olsaydı... Ebû'd-Derdâ şöyle demektedir: Şayet yüce Allah mescidde bulunmayanlara gelecek kötülükleri mescidlerde bulunanlar vasıtasıyla, gazaya katılmayanlara gelecek kötülükleri gazaya katılanlar vasıtasıyla Savasaydı, elbetteki azâb onları gelir bulurdu. Bir başka kesim de şöyle demektedir: Eğer Allah faziletli ve hayırlı kimselerin duası ile azâbı Savasaydı... ve buna benzer âyet-i kerîmenin anlamını açıklayıcı daha başka açıklamalar da yapılmıştır. Çünkü âyet-i kerîmeye göre insanların bir kısmı vasıtasıyla, bir şeylerin sallallahü aleyhi ve sellemulması ve kendilerinden bir şeyler sallallahü aleyhi ve sellemulan kimselerin varlığı mutlak olarak gereklidir. Bunun üzerinde dikkatle düşünelim. 5- Zimmet Ehlinin İslâm Ülkesindeki Mabedleri: İbn Huveyzîmendad der ki: Bu âyet-i kerîme zimmet ehlinin kiliselerini, havralarını, ateş yaktıkları mabedlerini yıkmayı yasaklamaktadır. Ancak daha önce bulunmayan yeni mabedler inşa etmelerine izin verilmez. Mevcut binalarını ne genişletebilirler, ne de yükseltebilirler. Müslümanların ise bu mabedlere girmemeleri ve orada namaz kılmamaları gerekir. Eğer zimmet ehli mabedlerinde bir fazlalık meydana getirecek olurlarsa, yıkılması gerekir. Harb ülkesinde bulunan havra ve kiliseler ise yıkılır. Ancak İslâm ülkesinde zimmet ehline ait olanlar yıkılmaz, çünkü bunlar İslâm ülkesi ile ahitleştikleri vakit korunmalarını isledikleri evleri ve malları durumundadır. Bununla birlikte daha fazla bir şey yapma imkânını vermek câiz değildir. Çünkü bu yolla küfrün sebeplerinin açığa çıkartılması, güçlendirilmesi söz konusudur. Mescidlerin yeniden yapılması için yıkılmaları caizdir. Nitekim Osman (radıyallahü anh) da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın mescidini bu şekilde yıkıp yeniden yapmıştır. 6- Manastırlar, Kiliseler ve Havralar: "Yıkılırdı" anlamındaki kelimenin "dal" harfi hem şeddesiz,hem de şeddeli olarak okunmuştur. "Manastırlar" kelimesi; ın çoğulu olup "fev'ale" veznindedir. Bu da üst tarafı sivri, yüksekçe yapı demektir. Tiridin üst tarafını yükseltip inceltti, anlamında: denilir. "Keskin zekalı adam," demektir. "Keskin sözlü adam," anlamına gelir. İnsanlardan olsun, başka varlıklardan olsun kulağı küçük kimseye denildiği de söylenmiştir. Buralar İslâm'dan önce hristiyan rahiplere ve sabiîlerin âbidlerine mahsus yerlerdi. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Daha sonra ise müslümanların ezan okudukları yer (minare) hakkında da kullanılmaya başlanmsştır. "Kiliseler" kelimesi in çoğuludur, hristiyanların mabedi olan kilise demektir. Taberî der ki: Bunun yahudilerin kiliseleri (havraları) anlamında olduğu da söylenmiştir. (Ancak) daha sonra Mücahid'den böyle bir anlamı gerektirmeyen açıklamalar bu kelimenin anlamı arasına sokuşturulmuştur. "Havralar" kelimesi ile ilgili olarak ez-Zeccâc ve el-Hasen: Bunlar yahudilerin kiliseleri (manastırları)dır, demişlerdir, İbranice'de bu kelime; şeklinde söylenir. Ebû Ubeyde der ki: Bu kelime hristiyanların çöllerde yolculuklarında dua ve ibadet etmek İçin yaptıkları binaların adıdır. Bunlara "salûtâ" ismi verilir ve Arapça'ya uydurularak "salavât" diye kutlanılmıştır, Bu kelimede İbn Atiyye'nin söz konusu ettiği şekilde dokuz ayrı kıraat vardır: ile "fuûlî" vezninde; ile "salîb"in çoğulu olarak "be" harfi ile; şeklinde fuûl vezninde üç noktalı peltek se ile; şeklinde, "sâd" ve "lâm" harfleri ötreli, "vav"dan sonra da elif ile; şeklinde, yine "sâd" ve "lâm" harfleri ötreli, üç noktalı peltek "se" den sonra elif ile; şeklinde. Ayrıca "sâd" harfi esreli, "lâm" harfi sakin, ondan sonra esreli bir "vav" harfi ile "ye" harfi, arkasından üç noktalı peltek bir "se" ve ondan sonra da elif ile; şeklinde. en-Nehhâs'ın naklettiğine göre de Âsım el-Cahderî bu kelimeyi; diye okumuştur. ed-Dahhak'tan da üç noktalı pekek "se" ile; diye okuduğu da rivâyet edilmiştir. Ancak bu kıraatinde "sâd" harfini üstün mü, yoksa ötreli mi okuduğunu bilmiyorum. Derim ki; Buna göre bu kelimede oniki kıraat söz konusu olmaktadır. İbn Abbâs der ki: "Salavât" kiliseler demektir. Ebû'l-Âl-iyye der ki: Salavât, sabiîlerin mabedleri demektir. İbn Zeyd der ki: Bunlar müslümanların kıldıkları namazlardır. Düşman onların üzerine baskın yapacak olursa, namazları kesilir ve mescidler yıkılır. Buna göre "salavât" hakkında "yıkılma" kelimesi, artık kılınmaları imkânsız hale getirileceği anlamında istiare olarak kullanılmıştır. Yahut da bu ifadeyle salavât (namaz kılma) yerlerini kastetmiş ve muzafı hazfetmiş de olabilir. İbn Abbâs, ez-Zeccâc ve başkalarının açıklamalarına göre; yıkma İşi hakikat anlamında kullanılmıştır. el-Hasen ise salavâtın yıkılması, namazların terkedilmesi demektir. Kutrub ise: Salavât küçük manastırlar, demektir. Bunun tekilinin kullanıldığı işitilmiş değildir. HasîPin kanaatine göre bu isimlerden maksat, ümmetlerin ibadet ettikleri yerlerin kısımlarına işaret etmektir. Manastırlar (es-sevâmi1) rahiplere, kiliseler (el-bîa) hristiyanlara, havralar (es-salavât) yahudilere, mescidler de müslümanlara aittir. İbn Atiyye der ki: Daha açıkça anlaşılan, bu âyetler ile ibadet yerlerinin anılmasında mübalağa kastının güdülmüş olmasıdır. Bu isimler çeşitli ümmetler tarafından aynı yerler hakkında isim olarak kullanılabilir. Ancak kilise (el-bî'a) Arapça'da hristiyanlara has mabedin adıdır. Bu isimler kitab ehli olan bütün ümmetlerde eskiden beri bilinen anlamları olan kelimelerdir. Bu âyet-i kerîmede mecusiler de, müşrikler de söz konusu edilmemişlerdir. Çünkü bunların korunmaları gereken yerleri olmadığı gibi, Allah'ın anılması, ancak semavi şeriat sahibi ümmetler arasında söz konusudur. en-Nehhâs der ki: Arapça'da işin gerçeğine bakılacak olursa, "içlerinde Allah'ın adının çokça anıldığı" vasfının -başkalarına değil de- sadece mescidlere ait olması gerekir. Çünkü zamir hemen mescidlerden sonra zikredilmektedir. Bununla birlikte bu zamirin "manastırlar" ile ondan sonra gelen mabed isimlerine ait olması da mümkündür. O takdirde âyet, onların şeriatlerinin tahrif edilmediği ve hakkı ikame ettikleri zamanı kastetmiş olur. 7- Gayr-ı Müslimlerin Mabedlerinin, Müslümanların Mescidlerinden Önce Zikredilmesinin Sebebi: Zimmet ehlinin mabedleri ve dua ettikleri yerler niçin müslümanların mescidlerinden önce zikredilmiştir, denilecek olursa, cevap olarak: Çünkü onların bina ve yapılışları daha eskidir, denilir. Bir diğer açıklama da şöyledir: Buna sebep bunların yıkılma ihtimallerinin daha yüksek, mescidlerde de Allah'ın adının anılmasının daha ileri bir ihtimal oluşudur. Nitekim yüce Allah'ın: "Onlardan kimisi nefsine zulmedicidir, kimisi itidal üzeredir, kimisi Allah'ın izni ile hayırlarda öne geçmiştir" (Fâtır, 35/32) âyetinde "ileri geçen"in sonradan anılması da buna benzemektedir. 8- Allah, Dinine Yardım Edene, Yardım Eder: "Allah, kendi (dini)ne yardım edene, elbette yardım eder." Yani O, dinine ve peygamberine yardım edene yardım eder. "Muhakkak Allah güçlüdür." Yani kudret sahibidir, gücü yetendir. el-Hattâbî der ki: Güçlü (el-Kavî) kadir (gücü yeten, muktedir) anlamında kullanılabilir. Bir şeye güç yetiren, ona muktedir olur, demektir. "Azizdir." Pek yücedir, şanı pek üstündür. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır. Kendisine zarar ulaştırılamayan mutlak güçlü anlamında olduğu da söylenmiştir. Biz bu iki ismi "el-Kitabu'l-Esnâ fi Şerhi Esmâi'llahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde açıklamış bulunuyoruz. 41O kimselere eğer, Biz, yeryüzünde bir iktidar imkânı verirsek, onlar namazlarını dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, marufu emreder, münkerden alıkoyarlar. İşlerin akıbeti Allah'ındır. ez-Zeccâc der ki: "O kimselere" âyeti "Allah kendi (dini)ne yardım edene elbette yardım eder" (Hacc 22/40) âyetinde yer alan "...ene" âyetinden bedel olarak nasb mahallindedir. Başkaları ise bunun yüce Allah'ın: "Kendileri ile Savaşılanlara" (Hacc 22/39) âyeti dolayısı ile cer mahallindedir, demiştir. Bu durumda; "O kimselere eğer Biz yeryüzünde bir iktidar imkânı verirsek" anlamındaki âyet, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ashabından yeryüzünde bu imkâna sahib olan dört kişi (Râşid Halifeler) olur ve başkaları bunun kapsamına girmez. İbn Abbâs der ki: Maksat muhacirler, ensar ve onlara güzel bir şekilde tabi olanlardır, Katade: Bunlar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ashabıdır, demektedir. İkrime: Bunlar beş vakit namaz kılanlardır, der. el-Hasen ve Ebû'l-Âl-iyye de der ki: Bunlar şanı yüce Allah'ın kendilerine zafer nasib ettiği vakit namazı kılan bu ümmettir. İbn Ebi Nerîh: Maksat yöneticilerdir derken, ed-Dahhak da şöyle demektedir: Bu, yüce Allah'ın kendisine mülk ve yönetim imkânını verdiği kimselere koştuğu bir şarttır. Bu da güzel bir açıklamadır. Sehl b. Abdullah da der ki: İyiliği emredip münkerden alıkoymak, yöneticiye ve onun yanına gidip gelen ilim adamlarına vaciptir. İnsanların yöneticiye emretmek gibi görevleri yoktur, çünkü bu onun bir vazifesidir ve onun bunu yapması vacibtir. İlim adamlarına da emretmezler, çünkü zaten delil onların bunun gereğini yerine getirmelerini vacib kılmıştır. 42Eğer seni yalanlıyorlarsa, senden önce Nûh'un kavmi, Âd ve Smûd kavmi de yalanlamıştı; 43İbrahim'in kavmi ve Lût'un kavmi de; 44Medyen Ashabı da yalanlamıştı. Mûsa da yalanlandı. Ben de o kâfirlere mühlet verdim. Sonra onları yakaladım. Benim cezalandırmam nasılmış? Bu âyetler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a bir teselli 've onun acısını hafifletme maksadına yöneliktir. Yani senden önce de yalanlanmış peygamberler vardı. Onlar da yüce Allah, yalancıları helâk edinceye kadar sabrettiler, sen de onlara uy ve sabret. "Mûsa da yalanlandı." Yani Fir'avun ve kavmi onu yalanladı. İsrailoğulları ise onu yalanlamamış!!. Bundan dolayı yüce Allah bu ifadeyi daha önceki âyetlere atfetmemiştir. O takdirde; Mûsa'nın kavmi de yalanladı, demek olurdu. "Ben de o kâfirlere mühlet verdim." Yani onların cezalandırılmalarını erteledim. "Sonra onları yakaladım." Cezalandırdım, "Benim cezalandırmam nasılmış?" Bu da değişiklik yapmak anlamını taşıyan bir sorudur. Yani onların içinde bulundukları nimeti azâb ve helâk etme ile değiştirmemin nasıl olduğuna bir bak. İşte ben Kureyş'ten yalanlayıcılara da böyle yapacağım. el-Cevherî der ki: Münkeri değiştirmek (mealde: cezalandırmak) demektir. "Münker" kelimesi de "el-menâkîr" kelimesinin tekilidir. 45Nice memleketler vardır ki (ahalisi) zalim İken, Biz onu helâk ettik. İşte çatıları düşüp üzerlerine duvarları yıkılmış; kuyular sahipsiz, yüksek köşkler (ıssız) kalmıştır. "Nice memleketler vardır ki" ahalisi küfür ile "zalim iken Biz onu" oranın ahalisini "helâk ettik." "Nice" kelimesine dair açıklamalar da daha önce Al-i İmrân Sûresi'nde (3/146. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "İşte çatılan düşüp, üzerlerine duvarları yıkılmış." Bu âyete dair açıklamalarla daha önceden el-Kehf Sûresi'nde (18/42. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Kuyular sahipsiz, yüksek köşkler (ıssız) kalmıştır." ez-Zeccâc der ki; "kuyular sahipsiz" ifadesi "memleketler" kelimesine atfedilmiştir. Yani nice memleketler ahalisi ile nice kuyular ahalisi (vardır ki, Biz onları helâk etmişizdir). el-Ferrâ'’nın kanaatine göre ise "kuyular" kelimesi "çatıları" kelimesine atfedilmiştir. el-Ferrâ', Meâni'l-Kur'ân, 11, 228'cle bu kanaatini açıklamaktadır. Ancak açıklamaları bun dan ibaret değildir. İfadelerinden, böyle bir atfın manayı da etkileyeci bir atıf olarak görmediği anlaşılmaktadır. Çünkü manayı da kapsayan bir atıf olarak kabul edilirse, doğrusu pek tutarls bir mana, ortaya çıkmamaktadır. O bakımdan: "... fakat (lâfız) bir birine tabi kılınmak sureliyle atıf yapılmıştır1" demektedir. el-Esmaî der ki: Ben Nafî' b. Ebi Nuaym'e "(kuyu anlamına gelen): bi'r" kelimesi ile "(kurt anlamına gelen) zi'b" kelimesinde hemze var mıdır? diye sordum. O şu cevabı vermiştir: Eğer Araplar bunları hemzeli okuyorlarsa, sen de onları hemzeli oku. Nâfî'den rivâyet edenlerin bir çoğu bu iki kelimeyi hemzeli okurlar. Ancak Verş'in, Nâfî'den rivâyeti bu iki kelimeyi hemzesiz okumak şeklindedir, aslolan ise hemzeli olduklarıdır. "Sahipsiz" kelimesi terkedilmiş anlamındadır. Bu açıklamayı ed-Dahhak yapmıştır. Ahalisi helâk olduğu için çevresinde kimse kalmamış, boş anlamına geldiği de söylenmiştir. Suyu çekilmiştir, diye de açıklanmıştır. Kuyuların başında kovaları ve bu kovaların bağlandığı ipleri yokcur, diye de açıklanmıştır. Anlamlar birbirine yakındır. "Yüksek köşkler" âyetini Katâde, ed-Dahhâk ve Mukâtil , yüksek ve uzun diye açıklamışlardır. Adiy b. Zeyd der ki: "O sarayını sert mermerle yükseltti ve kireç ile sıvadı, Onun tepelerinde ise kuşlara yuvalar vardır." Saîd b. Cübeyr, Atâ, İkrime ve Mücahid de "meşîd; yükseltilmiş" kelimesinin alçı ile sıvanmış anlamında kullanıldığını söylemişlerdir. Recez vezninde de şair şöyle demektedir: "Ben her ne tadar deneyimsiz bir kimse isem dahi, sen beni sanmayasın, Çamur ile alçı arasındaki su yılanı gibi." İmruu’l-Kays da şöyle demektedir; "(Gelen sel) taş ve çakıldan yapılmış hiçbir yapı bırakmadı; Oldukça sağlam taşlarla yükseltilmiş olan müstesna." İbn Abbâs, bu kelimenin oldukça sağlam, korunan anlamında olduğunu söylemiştir. el-Kelbî de böyle açıklamıştır. Bu kelime "mefûl" anlamında ve "mef il" veznindedir. Mebyû' (satılan) anlamında mebî' demek gibi. el-Cevherî der ki: "el-Meşîd" kelimesi şîd ile yapılmış olan demektir. Bu da alçı yahut buna benzer duvarın kendisi ile sıvandığı herbir malzemenin adıdır. "Şin" harfi üstün söylenirse (şeyd şeklinde) mastar olur. "Onu alçıladı," demektir. Şeddeli olarak; "Uzunca yapılmış, boyu uzatılmış" anlamındadır. el-Kisaî der ki: "Yüksek" tekil için kullanılır. Yüce Allah'ın: "Yüksek köşkler" âyetinde olduğu gibi. Şeddeli olarak kullanılırsa, çoğul anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Yüksek kaleler içinde..." (en-Nisâ, 4/78) âyetinde olduğu gibi. Bu âyette hazfedilmiş sözler de vardır. İfadenin takdiri de: Ve onlar gibi nice yüksek köşkler de ıpıssız katmıştır, şeklindedir. Denildiğine göre sözü edilen kuyu ve köşk Hadramut'ta bilinen iki yerdir. Buradaki köşk, hiçbir şekilde yanına çıkılamayan bir dağın tepesinde yüksekçe bir köşktür. Sözü edilen kuyu da bu dağın alt taraflarında bulunup içine düşen ne olursa olsun rüzgar mutlaka onu dışarı çıkartırdı. Köşk sahipleri şehirlerin hükümdarlarıdır. Kuyu sahipleri ise çöllerin hükümdarlarıdır. Yani Biz, onları da, öbürlerini de helâk ettik. es-Sa'lebî, Ebû Muhammed b. el-Hasen el-Mukrî ve başkalarının naklettiklerine göre ed-Dahhak ve başkaları şöyle demiştir: Sözü geçen kuyu "er-ress" kuyusudur. Bu kuyu Hadramut bölgesinde, Yemen'de Aden'de idi. Hadûrâ denilen bir beldede bulunuyordu. Burada Salih (aleyhisselâm)a îman edenlerden dört bin kişi gelip konaklamışlar ve beraberlerinde Salih (aleyhisselâm) ile birlikte azabtan kurtulmuşlardı. Salih burada vefat etti, o bakımdan bu yere "Hadra Mevt" ismi verildi. Çünkü Salih (aleyhisselâm)ı ölüm burada yakalamış ve vefat etmişti. Buraya bir Hazire bina ettiler ve bu kuyunun etrafında kaldılar, başlarına el-Ils b. Cülâs b. Suveyd diye bilinen birisini emir yaptılar. el-Gaznevî'nin naklettiklerine göre böyledir. es-Sa'lebî'ye göre bu emirin ismi Culhüs b. Cülâs imiş. Bu emir, uygulamaları güzel ve onlara karşı adaletle davranan birisi idi. Senhârîb b. Sevâde'yi de ona vezir yaptılar. Bir süre orada kalıp, zamanla nesilleri çoğaldı. Bu kuyu şehrin tamamının ve etrafındaki göçebe diyarının su ihtiyacını karşıladığı gibi, buralarda bulunan bütün binek, koyun, inek ve diğer hayvanların su ihtiyacını da karşılıyordu. Çünkü bu kuyunun üzerinde kurulmuş pek çok çıkrıklar, dolaplar vardı. Bu kuyunun başında da görevli bir çok kimse bulunuyordu. Ayrıca kuyunun kenarında bir kısmı insanlar için bir kısmı binekler için, diğer bir kısmı inekler, diğerleri de koyunlar için doldurulan büyükçe havuzlar da bulunuyordu. Bunlar üzerinde görevli olan kimseler de gece-gündüz nöbetleşerek bu havuzlardan su ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlıyorlardı. Başka kuyuları da bulunmuyordu. Başlarına geçirdikleri hükümdar uzun bir ömür sürdü. Ölüm gelip çatınca, suretinin olduğu gibi kalıp değişmemesi için vücudunu yağla sıvadılar. Onlardan birisi Ölüp de kendileri için değerli olan herkese bu şekilde uygulama yaparlardı. Hükümdarları ölünce bu İş onlara ağır geldi ve işlerinin bozulduğu kanaatine kapıldılar. Hepsi feryad edip ağlamaya başladılar, şeytan onların bu hallerini ganimet bildi. Hükümdarlarının ölümünden pek çok gün sonra hükümdarlarının cesedinin içine girdi, onlarla konuşup dedi ki: Ben ölmedim, ancak sizin neler yapacağınızı görmek üzere sizin gözünüzden kayboldum. Buna çok sevindiler. Çok yakın adamlarına kendisi ile kavmi arasına bir perde germesini ve bedenindeki şeklî değişiklikler dolayısıyla, öldüğünün anlaşılmaması için bu perde arkasından onlarla konuşmayı emretti. Onlar da perde gerisinden yemeyen, içmeyen bir putu diktiler. Onlara hükümdarlarının ebediyyen ölmediğini ve bu putun kendilerinin ilâhı olduğunu da haber verdi. Bütün bunları şeytan söylüyor ve onlara hükümdarları konuşuyormuş intibaını veriyordu. Bir çoğu bunu tasdik etti, bazıları ise bu işten tereddüde düştü. Bunu yalanlayan îman eden kimseler, bunu tasdik edenlerden daha azdı. Onlara bu hususta öğüt veren bir kimse konuştu mu mutlaka azarlanır ve tesirsiz hale getirilirdi. Sonunda hepsi de ona ibadet etrafında toplanmış oldular. Yüce Allah kendilerine bir peygamber gönderdi. Bu peygambere de vahiy uyanıkken değil, sadece uykudayken inerdi. Peygamberin ismi, Hanzala b. Safvan idi. Onlara bu suretin cansız bir put olduğunu, şeytanın kendilerini saptırdığını, yüce Allah'ın mahlukatın suretine asla girmediğini, hükümdarın yüce Allah'a ortak olmasının imkânsız olduğunu bildirdi. Onlara öğüt verdi, nasihat etti, Rabblerinin intikamını ve mutlak kudretini hatırlatarak sakındırdı. Onlar da bu peygambere eziyet ve düşmanlık ettiler. O da sırası geldikçe onlara öğüt veriyor ve bundan geri kalmıyordu. Nihayet çarşıda gezerken onu öldürdüler ve bir kuyuya attılar. İşte o vakit başlarına gelen geldi. Geceleyin tok ve suya kanmış olarak uyudular, ancak sabahleyin uyandıklarında kuyunun suyu çekilmiş ve kovalan, ipleri işlemez hale gelmişti. Hep birlikte bağırıştılar, kadınlar çocuklar feryad ettiler. Hayvanlar da susuzluktan bağırıp, çağırılmaya koyuldular. Sonunda hepsi öldüler ve toptan helâk edildiler. Yaşadıkları topraklarda onların yerine yırtıcı hayvanlar kaldı. Evlerinde ise tilkiler ve sırtlanlar yaşadı. Güzel bahçeleri ve mallarının yerine Arabistan kirazı, dikenleri bol ve keresteleri sert ve işe yaramaz ağaçlar kaldı. Orada sadece cinlerin sesleri ve yırtıcı hayvanların ulumaları İşitilir oldu, Yüce Allah'ın satvetlerinden ve O'nun intikam almasını gerektiren günahlar üzerinde ısrar etmekten O'na sığınırız. es-Süheylî dedi ki; Bu yüksek köşk Şeddad b. Âd b. İrem'in yaptırdığı bir köşktür. Nakledip iddia ettiklerine göre yeryüzünde onun bir benzeri yapılmamıştır. Bunun da durumu aynen sözü edilen kuyu gibi olmuştu, yani önceleri orada insanlar varken sonradan ıpıssız kalmıştır. Önceleri mamurken sonradan kurumuştur. Hiçbir kimse onun yanına bir çok millik mesafe kadar dahi ona yaklaşamaz çünkü orada işittiği cinlerin çalgıları ve görülmedik sesler buna imkân vermemektedir. Halbuki daha önceden pek çok nimetler, rahat bir yaşayış, göz kamaştırıcı bir mülk ve insanlar arasında bir gerdanlık ahenginde bir düzen vardı. Fakat yok oldular ve bir daha geri dönemediler. Şanı yüce Allah iste bu âyet-i kerîmede bir öğüt, bir ibret ve bir hatırlatma olmak üzere onları hatırlatmaktadır. Masiyetin içine düşüp kalmaktan ve kötü akıbete uğramaktan sakındırarak onları hatırlamamızı istemektedir, Böyle bir durumdan yüce Allah'a sığınırız, kötü akıbetten O'nun himayesini taleb ederiz. Şöyle de denilmiştir: Onları helâk eden, daha önceden el-Enbiya Sûresi'nde: "(Halkı) zalim olan nice ülkeler helâk ettik." (el-Enbiyâ, 21/11) âyetini açıklarken belirttiğimiz üzere Buht Nassar'dır, Bunun sonucunda kuyuları ıpıssız kalmış ve sarayları harab olmuştu. 46Acaba onlar yeryüzünde gezmezler mi ki, kendileri ile akledecek kalpleri, kendileri ile işitecekleri kulakları olsun. Çünkü gözler kör olmaz, asıl göğüslerdeki kalbler kör olur. "Acaba onlar" Mekke kâfirleri "yeryüzünde gezmezler mi ki" şu kasabaları görüp de öğüt alsınlar, kendilerinden öncekilerin başına indiği gibi Allah'ın azabının kendilerinin de başına inmesinden sakınıp, çekinsinler de "kendileri ile akledecek kalpleri, kendileri ile işitecekleri kulakları olsun." Bu âyette yüce Allah aklı, kalbe izafe etmiştir. Çünkü aklın mahalli orasıdır. Nitekim işitme yeri de kulaklardır. Aklın bulunduğu yerin dimağ (beyin) olduğu da söylenmiştir. Bu görüş Ebû Hanîfe'den de rivâyet edilmiştir. Ancak ben bu rivâyetin ondan sahih bir yolla geldiğini zannetmiyorum. "Çünkü gözler kör olmaz" âyetinde yer alan: "Çünkü"deki "he" zamiri el-Ferrâ''ya göre imaddır. Elifsiz olarak diye okunması da uygundur.-Nitekim Abdullah b. Mes'ûd'un kıraati böyledir, anlam birdir. Müzekker (elifsiz) kabul edilirse haber olarak i'rabı yapılır. Müennes (elifli) olarak gelmesi ise; gözlere bağlı olarak yahut bu kıssaya bağlı olarak, böyle gelmiş kabul edilir. Yani "şüphesiz ki gözler kör olmaz" veya kıssa (yani olay gerçek) şu ki "gözler kör olmaz." Yani onların göz ile görmeleri sabit bir şeydir. Hsd göğüslerdeki kalbler kör olur." Hakkı idrak edemez, ibret alamaz. Katade der ki: Gören göz, insan için bir gaye ile ve bir fayda olarak yaratılmıştır. Fakat asıl faydalı olan basiret kalptedir, Mücâhid der ki: Herbir ayn'ın (kişinin) dört gözü vardır. Yani herbir insanın dört gözü bulunmaktadır. Bunların ikisi dünyası için başındadır, ikisi de âhireti için kalbindedir. Başındaki gözleri kör olup da, kalbindeki gözleri görecek olursa, bu körlüğünün ona hiçbir zararı olmaz. Şayet başındaki gözleri görür de, kalbindeki gözleri kör olursa, onun dünya gözü ile görmesinin kendisine hiçbir faydası olmaz. Katade ve İbn Cübeyr dedi ki: Bu âyet-i kerîme gözleri görmeyen İbn Um Mektûm hakkında nazil olmuştur. İbn Abbâs ve Mukâtil derler ki: Yüce Allah'ın: "Kim bunda kör ise, o âhirette de kördür." (el-İsra, 17/72) âyeti nazil olunca, İbn Um Mektûm: Ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Ben dünyada gözleri görmeyen bir kimseyim,âhirettede kör mü olacağım? diye sorunca, "Çünkü gözler kör olmaz. Asıl göğüslerdeki kalbler kör olur" âyeti indi. Yani bu dünyada kalbi kör olduğu için İslâm'ı görmeyen bir kimse âhirette de cehennem ateşinde olacaktır. 47Senden azâbı çabucak getirmeni isterler. Allah sözünden asla caymaz. Gerçek şu ki, Rabbinin yanında bir gün, sayacağınız bin yıl gibidir. "Senden azâbı çabucak getirmeni İsterler" âyeti en-Nadr b. el-Hâris hakkında nazil olmuştur, Çünkü o: "O halde doğru söyleyenlerden isen bizi kendisiyle tehdit ettiğin şeyi (azâbı) getir" (el-A'râf, 7/70) demişti. Bu âyet-i kerîmenin Ebû Cehl b. Hişam hakkında indiği de söylenmiştir. O da: "Ey Allah! Eğer bu Senin katından hakkın kendisi ise durma, bizim üzerimize gökten taş yağdır..." (el-Enfâl, 8/32) demişti. "Allah" azâbı indirmeye dair "sözünden asla caymaz." ez-Zeccâc der ki: Azâbın çabucak gelmesini istediler, yüce Allah da azabından hiçbir şeyin kurtulamayacağını onlara bildirdi. Nitekim dünya hayatında bu azâb Bedir günü onlara gelip çatmıştı. "Rabbinin yanında bir gün, sayacağınız bin yıl gibidir." İbn Abbâs ve Mücahid dediler ki: Bununla şanı yüce Allah'ın kendilerinde gökleri ve yeri yaratmış olduğu günleri kastetmektedir. İkrime der ki: Bununla âhiret günleri kastedilmektedir. Yüce Allah onlara şunu bildirmiştir: Onlar kısacık günlerde azâbın çabucak gelmesini kendisinden isteyecek olurlarsa, O bu azâbı upuzun günlerde onlara verir. el-Ferrâ' der ki: Bu onların âhiretteki azablarının uzayıp gideceğine dair bir tehdididir. Yani onların âhiretteki azablarının bir günlük süresi, bin yıl gibi olacaktır. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Âhirette korku ve çetin azâb içerisinde geçecek bir gün, dünyada korku ve sıkıntının bulunduğu bin yıllık bir süreye denktir. Nimet günleri de dünyaya kıyasen böyledir. İbn Kesîr, Hamza ve el-Kisaî "sayacağınız" anlamındaki âyeti "(.........): Sayacakları" anlamına gelecek şekilde "ya" ile okumuşlardır. Ebû Ubeyd; (.........): Senden çabucak getirmeni isterler" âyeti dolayısıyla bu okuyuşu tercih etmiştir. Diğerleri ise muhatab kipi ile "te" ile "sayacağınız" anlamında okumuşlardır. Ebû Hatim de bu okuyuşu tercih etmiştir. 48Zalim oldukları halde, kendilerine mühlet verdiğim nice memleketler vardır. Sonra onları yakaladım. Dönüş yalnız Bana'dır. "Zalim oldukları halde, kendilerine" azgınlıklarına rağmen süre tanıyarak "mühlet verdiğim nice memleketler vardır. Sonra onları" azâb İle "yakaladım. Dönüş yalnız Bana'dır." 49De ki: "Ey İnsanlar! Ben size apaçık bir korkutucuyum sadece." "De ki: Ey insanlar" ey (ilk muhatablar olan) Mekke ahalisi "ben size apaçık bir korkutucuyum sadece." Korkutup uyaran bir kimseyim. Korkutup uyarmanın (inzârın) anlamına dair açıklamalar el-Bakara Sûresi'nin baş taraftarında (2/6. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Apaçık" yani ben size dininiz ile ilgili gerek duyacağınız hususları çok açık bir şekilde bildiren bir kimseyim. 50Şu mü’min olup salih amel işleyenler (var ya); onlar için mağfiret ve bitmez tükenmez bir rızk vardır. "Şu mü’min olup salih amel işleyenler (var ya); onlar için mağfiret ve bitmez tükenmez bir rızık" yani cennet "vardır." 51Biri diğerini âciz bırakircasına âyetlerimizi iptal etmeye çalışanlar ise, azgın alevli ateşin arkadaşıdırlar. Âyetlerimizi hükümsüz kılmak uğrunda "biri diğerini aciz bırakırcasına âyetlerimizi İptal etmeye çalışanlar ise azgın alevli ateşin arkadaşıdırlar." Bu âyetteki "biri diğerini aciz bırakırcasına" anlamındaki âyeti İbn Abbâs bu hususta biri diğerini yenmek istercesine, hatta bu hususta biri birleri ile ayrılığa düşercesine... el-Ferrâ' biri, diğerinin inadına; Abdullah b. ez-Zübeyr İslâm'dan uzak tutmak isteyerek... diye açıklamışlardır. el-Ahfeş: İnatlaşmakta biri birleriyle yarışarak; ez-Zeccâc: Onlar bizi aciz bırakacaklarını zannederek.,, diye açıklamışlardır. Çünkü onlar ölümden sonra diriliş olmadığı kanaatine sahiptiler. Yüce Allah'ın da onlara güç yetiremeyeceğini sanıyorlardı. Katâde de böyle açıklamıştır. İbn Kesîr ile Ebû Amr'ın "ayn"dan sonra elifsiz olarak ve "cim" harfini şeddeli olarak; (..........) şeklindeki okuyuşunun anlamı da budur. Bunun anlamının şu şekilde olması da mümkündür: Onlar mü’minleri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a ve âyetlere îman etmekte âciz bırakmaya çalışıyorlardı. Bu açıklamayı da es-Süddî yapmıştır. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)a tabi olanları acizliğe nisbet ediyorlar. Bu da Arapların: "Onu cahilliğe nisbet etti onu fasıklığa nisbet etti" şeklindeki sözlerini andırmaktadır. 52Senden önce ne kadar rasûl ve peygamber gönderdiysek, o bir şey okumak İstediği zaman şeytan mutlaka onun okumasına bir şey katmak istemiştir. O şeytanın katacağını Allah iptal eder. Sonra Allah kendi âyetlerini sapasağlam yerleştirir. Allah herşeyi bilendir, hükmünü yerine getirendir. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1- Peygamber'in Okuduğu: "Ne kadar rasûl ve peygamber gönderdiysek, o bir şey okumak istediği zaman şeytan mutlaka onun okumasına bir şey katmak istemiştir." Âyet-i kerîmesindeki: "Okumak İstediği..." lâfzına dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/28. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. İbn Atiyye der ki: İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre o: Senden önce ne kadar rasûl, peygamber ve ilhama mazhar birisini gönderdiysek..." diye okuyormuş. Bunu Mesleme b. el-Kasını b. Abdullah zikrettiği gibi, Süfyan, Amr b. Dinar'dan, o İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. Mesleme dedi ki: Bizler -İbn Abbâs'ın kıraatine binaen- (ilhama mazhar) muhaddeslerin peygamberliğe sımsıkı sarılmış olduklarını gördük. Çünkü onlar da gayba dair haberlerden çok üstün meseleler ile ilgili konuşup söz söylediler. Batınî hikmet gereği konuştular ve konuştuklarında isabet ettiler, söylediklerinde ismete mazhar oldular. Ömer b. el-Hattâb'ın, Sâriye kıssasında Ömer (radıyallahü anh) bir cuma günü hutbe irad ederken, orada: "Ey Sâriye dağa yönel, dağa" diye seslenmiş. Namazdan sonra bu durum kendisine hatırlatılınca şöyle açıklamış: "Müşriklerin kardeşlerimizi bozguna uğratmak üzere oldukları içime doğdu. O sırada kardeşleriniz bir dağın yakınından geçiyorlardı. Dağa sığınırlarsa kurtulacaklarını anladım, ben de o işittiğiniz sözleri söyledim." Sözü geçen Sâriye b. Zuneymîn kumandanlık ettiği bu Savaşta, müslümanların zaferi kazandıklarına dair haber, Medine'ye bu olaydan bir ay sonra ulaştı. Ömer (radıyallahü anh)in sözlerini söylediği aynı gün ve saatte onun sesine benzer bir sesin kendilerine böylece seslendiğini duyduklarını belirttiler. (İbnu’l-Esîr, Usdu'l-Gabe, II, 154), olduğu ve kendisinin söylediği pek üstün belgelerde olduğu gibi. Derim ki; Bu haberi Ebubekr el-Enbari "Kitabu'r-Redd" adlı eserinde zikretmiştir: Bana babam -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- anlattı, bize Alî b. Harb anlattı, bize Süfyan b. Uyeyne anlattı. O Amr'dan, o İbn Abbâs (radıyallahü anh)dan rivâyet ettiğine göre: "Senden önce ne kadar rasûl, peygamber ve ilhama mazhar gönderdiysek..." diye okumuştur. Ebubekr dedi ki: Bu hadis, buradaki fazla ifadenin Kur'ân'dan olduğuna dair delil olarak ele alınamaz. Muhaddes (ilhama mazhar) kul ise uykuda iken kendisine vahiy gelen kimse demektir. Çünkü peygamberlerin rüyası da bir vahiydir. 2- Bu Âyet-i Kerîmede Açıklanması Gerekli Hususlar: İlim adamları derler ki: Bu âyet-i kerîme iki bakımdan müşkildir (anlaşılması zordur). Evvela bazıları nebilerden kiminin rasûl olduğunu, kiminin de rasûl olarak gönderilmediğini kabul etmektedirler. Diğer başkaları ise bir kimse rasûl olarak gönderilmedikçe, ona nebî denilmesinin câiz olmadığını söylemişlerdir. Bu görüşün sahih olduğunun delili yüce Allah'ın: "Senden Önce ne kadar rasûl ve peygamber gönderdiysek..." âyetidir. Böylelikle peygamber için risaletin gerekli olduğunu dile getirmektedir. Buradaki "nebî; Peygamber"in manası aziz ve celil olan Allah'tan nebe' (haber) veren demektir. Allah'tan nebe' (haber) vermek ise bizatihi risâlet ile aynı şeydir. el-Ferrâ' der ki: Rasûl, Cibril (aleyhisselâm)’ın ona açıktan açığa gönderilmesi suretiyle diğer insanlara da elçi olarak gönderilen kimsedir. Nebî ise ilham ya da rüyasında nebi olduğu kendisine bildirilen kimsedir. Dolayısıyla herbir rasûl nebidir, fakat herbir nebi rasûl değildir. el-Mehdevî der kifSahih olan da budur. Çünkü gerçekten bütün rasûller nebidirler, fakat bütün nebiter rasûl değildir. Kadı Iyad da "eş-Şifâ" adlı eserinde bunu böylece zikredip şöyle demiştir: Sahih olan ve büyük çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre herbir rasûl aynı zamanda nebidir, fakat herbir nebi rasûl değildir. Buna delil olarak da Ebû Zerr (radıyallahü anh)ın hadisini Müsned, V, 178 ve 179 (Ebû Zer'den) 266 (Ebû Hmâme el-Bâhili'den) göstermektedir. Bu hadise göre üç yüz on üç bin nebi arasından rasûller gönderilmiştir ve bunların ilki Âdem, sonuncuları da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)dır. Bu âyet-i kerîmenin anlaşılması için açıklanması gereken ikinci husus ise bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir: 3- Bu Âyetin Nüzulü ve İşaret Ettiği Olaya (Ğarânik) Dair Rivâyetler ve Bu Rivâyetlerin Değeri: Bu âyet-i kerîmenin nüzulüne dair rivâyet edilen hadisler arasında sahih hiçbir rivâyet yoktur. Kâfirlerin avam olanlarına gerçeği ters yüz edip gösterdikleri hususlardan birisi de onların şu sözleri idi: Aslında peygamberlerin hiçbir şeyden âciz olmamaları gerekir. Muhammed niye bize olan düşmanlığında bu kadar aşın gittiği halde, bizi tehdit ettiği azâbı getirmiyor? Yine onlar şöyle diyorlardı: Peygamberlerin herhangi bir şekilde yanılmamaları, hata etmemeleri gerekir. Ancak yüce Allah onların birer insan olduklarını, azâbı ancak Allah'ın dilediği gibi getireceğini açıkladı ve yüce Allah âyetlerini sapasağlam yerleştirip, şeytanın hilelerini hükümsüz kılıncaya kadar insanların yanılabileceklerini, unutup hata edebileceklerini de belirtti. el-Leys, Yûnus'tan, o ez-Zührî'den, o Ebubekr b. Abdu'r-Rahmân b. el-Haris b. Hişam'dan şöyle dediğini rivâyet eder; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Battığı zaman yıldıza yemin olsun ki..." (en-Necm, 53/1) diye Necm Sûresini okumaya başladı. "Şimdi haber verin Lat ve Uzza'dan ve diğer üçüncüleri olan Menât'tan." (en-Necm, 53/19-20) buyruklarına ulaşınca yanılmış ve: "Şüphesiz ki onların şefaatleri umulur" demiştir. Bunun üzerine onunla karşılaşan müşrikler ve kalplerinden hastalık bulunan kimseler, ona selâm verdiler ve bu işe çok sevindiler. O: "Şüphesiz ki bu şeytandan olan bir şeydi" dedi. Bunun üzerine yüce Allah: "Senden önce ne kadar rasûl ve bir peygamber gönderdiysek..." âyetini indirdi. en-Nehhâs dedi ki: Bu, munkatı' bir hadistir, üstelik bu hadiste çok büyük bir husus vardır. Aynı şekilde Katade'nin hadisi de böyledir, orada: "Ve şüphesiz ki onlar o pek yüce heykellerdir" fazlalığım da katmaktadır. Bundan da daha korkuncu Vakıdî'nin, Kesir b. Zeyd'den, onun el-Muttalib b. Abdullah'tan şöyle dediğine dair naklettiği rivâyettir: el-Velid b. Muğire müstesna bütün müşrikler secde etti. O, yerden bir miktar toprak aldı ve bunu alnına değdirerek üzerine secde etti. Oldukça kocamış bir yaşlı idi. Bu kişinin Ebû Uhayha Said b. el-Âs olduğu da söylenir. Nihayet Cebrâîl (aleyhisselâm) indi ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona bu âyetleri de okudu. Cebrâîl (aleyhisselâm) ona: "Ben sana böyle bir şey getirmedim" dedi. Yüce Allah da bunun üzerine: "Onlara az kalsın biraz meyledecektin." (el-İsra, 17/74) âyetini indirdi. en-Nehhâs der ki; Bu da münker ve munkatı' bir hadistir. Bilhassa Vakidî yoluyla gelen bir rivâyettir. Buhârî'de belirtildiğine göre yerden bir avuç toprak alıp, bunu alnına götürüp, üzerinde secde eden kişi Ümeyye b. Haleftir. İleride bu bahsin sonunda yüce Allah'ın izniyle en-Nehhâs'ın hadise dair açıklamalarının tamamı gelecektir. İbn Atiyye dedi ki: Şu kendisinde yüksek put ve heykellerin söz konusu edildiği hadis, tefsir kitaplarında ve benzerlerinde zikredilmiştir. Bunu ne Buhârî, ne de Müslim kitaplarına almadıkları gibi, bildiğim kadarıyla meşhur bir musannif dahi bunu eserinde zikretmiş değildir. Ancak hadis ehlinin izlediği yol şunu gerektirmektedir: Şeytan bir telkinatta bulunmaya çalışmıştır. Ancak onlar bu hususta ne bu sebebi, ne de bir başkasını tayin etmemektedirler. Şeytanın telkinatının işitilen sesler ile olduğunda şüphe yoktur ve bunlarla fitne vukua gelmiştir. Daha sonra insanlar bu telkinin şekli hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Tefsirlerde yer alan ve meşhur olan açıklamalara göre; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendi diliyle bu lâfızları söylemiştir. Babam (Allah ondan razı olsun)ın bana anlattığına göre, doğuda karşılaştığı ileri gelen ilim adamları ve kelaracılardan bazıları şöyle demiştir: Böyle bir şey Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında câiz olamaz, o tebliğde masumdur. Durum şundan ibarettir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Şimdi haber verin Lat ve Uzza'dan ve diğer üçüncüleri Menat'tan" (en-Necm, 53/19-20) âyetlerini okuyunca şeytan, bu (anılan) sözleri kâfirlere sesini işittirecek şekilde söylemiştir. Bu esnada sesini de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın sesine benzetmeye çalışmış ve nihayet müşrikler işi karıştırmışlar ve: Bunları Muhammed okudu, demişlerdir. Böyle bir te'vile benzer bir açıklama İmâm Ebû’l-Meairden de rivâyet edilmiştir. Bu sözleri telkin edenin, insan şeytanlarından birisi olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah'ın: "O Kur'ân okunurken anlamsız sesler çıkarın." (Fussilet, 41/26) âyetinde ve benzerlerinde de buna işaret edilmektedir. Katade der ki: Bu, Peygamber efendimizin uyuklama esnasında okuduğu bir âyettir. Kadı Iyad "eş-Şifa" adlı eserinde, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın doğruluğuna dair delili söz konusu edip, peygamberin tebliğ etmekle yükümlü olduğu hususlarda, herhangi bir şey hakkında gerçek halinden başka türlü haber vermekten yana masum olduğunu, bu hususta kasti, bilerek ya da yanılarak yahut hata ederek yanılmasının söz konusu olmadığını ümmetin k-ma ile kabul etmiş olduğunu belirtirken şunları söylemektedir: Şunu bil ki -Allah'ın lütfuna mazhar olasıca- bu hadisin müşkil tarafları hakkında bizim aleyhte iki tane mülahazamız vardır: Evvela bu hadis aslı itibariyle çok gevşektir. İkincisi de bu hadisin doğru kabul edilemeyeceği hakkındadır. Birincisi ile ilgili olarak söyleyeceğimiz şudur: Sahih hadis rivâyet edenlerden hiçbir kimsenin bunu kitaplarına almamış olması yeterlidir. Güvenilir tek bir ravi dahî bunu sahih, sağlıklı ve muttasıl bir senetle de rivâyet etmiş değildir. Bu ve benzeri hadislere iltifat edenler sahifelerden doğru ve yanlış herbir şeyi ağızlarına dolayan, garib herbir rivâyete iltifat eden müfessirler ve tarihçiler olmuştur. Ebubekr el-Bezzâr der ki: Biz bu hadisin zikredilmesi câiz olabilecek muttasıl bir sened ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan rivâyet edildiğini bilmiyoruz, Ancak Şu'be, Ebû Bişr'den, o Saîd b. Cübeyr'den, o İbn Abbâs'tan -zannettiğim kadarıyla- rivâyet etmiştir. Hadiste şüphe etmenin sebebi de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın Mekke'de bulunuşu dolayısıyladır... deyip, kıssayı zikretmektedir. Bu hadisi Ümeyye b. Halid'den başka, Şu'be yoluyla muttasıl senedle kaydeden olmamıştır. Başkası ise bu hadisi Saîd b. Cübeyr'den mürsel olarak nakletmektedir. Hadis, el-Kelbî'den, o Ebû Salih'ten, o da İbn Abbâs yoluyla bilinmektedir. Ebubekr -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- da bu hadisin, bunun dışında zikredilmesi câiz olan bir rivâyet yoluyla bilinmediğini açıklamış bulunuyor. Bu hadiste sözünü ettiğimiz kendisine güven duyulamayan ve bir hakikati bulunması söz konusu olmayan, böyle bir şüphe ile birlikte; ayrıca dikkat çektiği şekilde de hadis oldukça zayıftır. el-Kelbî'nin rivâyet ettiği hadise gelince, bu da ondan rivâyet edilmesi, ondan nakledilmesi câiz olmayan rivâyetlerdendir. Buna sebeb ise el-Kelbî'nin oldukça zayıf olması ve yalancılığıdır. Nitekim el-Bezzâr -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- buna işaret etmiştir. Bu rivâyetten Sahih'de bulunan kısmına gelince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'de iken "ve'n-Necmi" suresini okumuş, onunla birlikte müslümanlar da, müşrikler de, cinler de, insanlar da secde etmiştir. İşte bu, hadisin nakil bakımından gevşekliğini ortaya koymaktadır. Bu rivâyetin aleyhindeki ikinci mülahazaya gelince, bu da bu hadisin sahih olduğunu bir varsayım olarak kabul etme esasına mebnidir. Esasen böyle bir hadisin sahih olmasından yana Allah bizi korumuş bulunmaktadır. -Fakat durum ne olursa olsun, yine müslümanların önderleri buna bir kaç çeşit cevap vermişlerdir. Verilen bu cevapların kimisi yerindedir, kimisinin de herhangi bir değeri yoktur. Bu hadisin sahih olduğu farzedilecek olsa bile te'vilinde güçlü ve ağır basan te'vil şekli şudur: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Rabbinin kendisine emrettiği üzere Kur'ân-ı Kerîm'i tertil ile okurdu. Kur'ân okurken sika ravilerin ondan rivâyet ettiği üzere âyetleri birbirinden rahatlıkla ayırdedilmesini sağlayacak şekilde okurdu. Bu ise şeytanın âyet aralarındaki susmalarını gözetlemesine ve bu tür uydurduğu sözleri arada telkin etmesine imkân verebiliyordu. Şeytan bunu yaparken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın nağmesini taklit ediyordu. Bu nağmeyi oraya yakın olan kâfirler işitebilecek şekilde söylüyordu, O bakımdan kâfirler de bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın sözlerinden zannetmiş ve bunu yaygınlaştırmalardı. Bu durum müslümanların daha önceden bu sûreyi yüce Allah'ın indirmiş olduğu şekliyle ezberleyip bellemelerine, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın putları yermesi ve onun bilinen hali üzere bunları ayıplamış olması halinden kesin olarak emin olmalarına hiçbir şekilde gölge düşürmez. Dolayısıyla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın böyle bir haberin yayılmasına, böyle bir şüphenin ortaya çıkmasına ve böyle bir fitnenin sebebine oldukça üzüldüğüne dair rivâyetlerde anlatılan hali söz konusu olmuş olabilir. Şanı yüce Allah da: "Senden önce ne kadar rasûl ve peygamber gönderdiysek, o bir şey okumak istediği zaman..." âyetini indirmiş olmaktadır. Kadı İyâd, eş-Şifâ, II, 116-131. Derim ki: Böyle bir yorum bu hususta yapılmış açıklamaların en güzelidir. Süleyman b. Harb de şöyle demektedir: Buradaki edatı, anlamındadır. Şeytan, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın okuması esnasında kâfirlerin kalplerine böyle bir şey katmıştır, demek olur. Bu da yüce Allah'ın: "Aramızda eğlendin" (eş-Şuarâ, 26/18) âyetinin, yanımızda kaldın anlamına gelmesine benzer. İşte İbn Atiyye'nin Şark ulemasından naklen babasından yaptığı naklin manast budur. Kadı Ebû Bekir b. el-Arabî de buna işaret etmiştir. Bundan önce de şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme bizim maksadımızı anlatan açık bir nasstır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a söyledi diye nisbet edilen sözlerden uzaklığı hususunda bizim izlediğimiz yolun doğruluğuna dair asli bir delildir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Senden önce ne kadar rasûl ve peygamber gönderdiysek, o bir şey okumak İstediği zaman şeytan mutlaka onun okumasına bir şey katmak istemiştir." Yüce Allah böylelikle şunu haber vermektedir: O'nun rasûlleri hakkındaki sünneti ve peygamberlerine yapageldiği uygulaması şu şekildedir: Kendileri yüce Allah'tan naklen bir söz söyledikleri vakit, şeytan o sözlere -diğer masiyetleri işlediği gibi- kendiliğinden bir şeyler ilave etmeye kalkışır. Mesela: Ben eve şunu ilka ettim (bıraktım) ve torbaya, keseye şunu bıraktım (ilka ettim), denilir. (Âyet-i kerîmenin lâfzının manasına işaret ediyor.) Bu ise şeytanın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın söylediklerine birşeyler ilave etmeye çalıştığı hususunda açık bir nasstır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın bunları söylediğini ortaya koymamaktadır... O, Kâdı Iyâd'ın açıklamalarıyla aynı anlama gelecek şeyler söyledikten sonra şunları belirtmektedir: Bu hakikati ancak Taberî görebilmiştir, bu da onun üstün değerinin düşüncesinin temizliğinin, ilimdeki iktidarının kıyas ve aklını kullanmaktaki güçlü konumunun bir neticesidir. Sanki o bu maksada işaret etmiş ve bu hedefe doğru yönelmiş gibidir. Belirtilen hususlardan sonra buna dair hepsi de batıl ve aslı astarı olmayan bir takım rivâyetleri kaydedip durmuştur. Rabbim dilemiş olsaydı, elbetteki bunları hiç kimse rivâyet etmez ve hiç kimse bunları yazmazdı, fakat O dilediğini yapandır. Bunun dışındaki açıklamalara ve bazılarının belirttikleri: Şeytan bu hususta onu zorladı ve nihayet o bu sözleri söyledi, iddiaları ise imkânsızdır. Zira şeytanın insandan tercih gücünü kaldırabilmesi imkânı yoktur. Yüce Allah şeytanın durumu hakkında haber vererek şöyle buyurmaktadır: "Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir nüfuzum da yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de çağrımı kabul ettiniz." (ibrahim, 14/22) Şayet şeytanın böyle bir gücü olsaydı, Âdemoğullarından hiçbir kimse Allah'a itaat edecek gücü kendinde bulamazdı, Şeytanın böyle bir güce sahip olduğunu vehmeden bir kimse şunu bilmeli ki, bu seneviye'nin (hayır ve şer ilâhlarının mevcudiyetine inananların) ve mecusilerin görüşüdür. Onlara göre hayır Allah'tan, şer ise şeytandandır. Bu sözlerin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın dilinden sehven döküldüğünü söyleyenler de şöyle demektedirler: Bu iki kelimeyi müşriklerden vaktiyle işitmiş olması ve bunların ezberinde kalmış olduğu, sûreyi okuduğu esnada ise sehven ezberinde bulunan bu kelimelerin dilinden dökülmüş olması uzak bir ihtimal değildir. Ancak bu görüşe göre peygamberlerin yanılmaları, sehvetmeleri caizdir, fakat bu halleri üzere bırakılmazlar. Yüce Allah bunun üzerine bu âyet-i kerîmeyi onun mazur olduğunu anlatmak ve onu teselli etmek için indirmiştir. Tâ ki: O, vaktiyle okumuş olduğu hükümlerin bir bölümünden vazgeçmiştir, denilmesin. Bu âyet-i kerîme ile yüce Allah, benzeri bir durumun sehven diğer peygamberlerin başından da geçtiğini beyan etmektedir. Sehvetmek ise ancak yüce Allah hakkında düşünülemez. İbn Abbâs da şöyle demiştir: el-Ebyad diye anılan bir şeytan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a Cebrâîl suretinde gelmiş ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın kıraati arasında şunu da telkin etmişti: İşte bunlar o yüksek putlardır ve elbette onların şefaatleri umulur. Böyle bir te'vil her ne kadar birinci te'vilden daha uygun gibi görünüyor ise de, asıl kabul edilen birinci te'vildir. O te'vil bırakılıp, başka bir tevile iltifat edilmez. Çünkü muhakkik ilim adamları onu tercih etmişlerdir. Esasen hadisin bu derece zayıf olması hiçbir te'vile de ayrıca ihtiyaç bırakmamaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. Bu hadisin zayıf ve senedinin de çok gevşek olduğunu ortaya koyan Kur'ân-ı Kerîm'deki delillerden birisi de yüce Allah'ın şu âyetidir: "Neredeyse seni bile, sana vahyettiğimizden başkasını Bize karşı uydurasın diye fitneye düşüreceklerdi..." (el-İsra, 17/73) Bu ve bundan sonraki âyet bunu göstermektedir. Bu iki âyet-i kerîme bunların, bu hususta rivâyet ettikleri haberi reddetmektedir. Çünkü yüce Allah nerdeyse onu iftirada bulununcaya kadar fitneye düşüreceklerini belirtmektedir. Eğer Allah ona sebat vermemiş olsaydı, onlara meyledecekti demektedir. Bunun muhtevası ve bundan anlaşılan şu ki; yüce Allah onu iftirada bulunmaktan korumuş, ona sebat vermiş ve az dahi onlara meyletmesine imkân vermemiştir. Peki çokça meyletmesi nasıl düşünülebilir? Onlar kendi gevşek haberleri arasında meyletmenin de ötesinde, ilâhlarını övmek suretiyle iftirada dahi bulunduğunu belirtirler ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle dediğini de kaydederler: Ben Allah'a iftirada bulundum ve onun söylemediğini söyledim. Bu ise âyet-i kerîmeden anlaşılan mananın tam aksinedir. Sahih dahi olsa, böyle bir hadîsin (mana itibariyle) zayıf olduğunu ortaya koymaktadır. Kaldı ki hadis hiç de sahih değildir. Bu yüce Allah'ın şu âyetini da andırmaktadır: "Eğer senin üzerinde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı, onlardan herbir zümre seni saptırmaya çalışırlardı. Halbuki onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar ve sana hiçbir zarar veremezler." (en-Nisâ, 4/113) el-Kuşeyrî dedi ki: Kureyşliler ve Sakifliler putlarının yanından geçtiği vakit yüzünü onların tarafına çevirmesini dahi istediler. Böyle bir şey yaptığı takdirde ona îman edeceklerine söz verdiler; ama o bunu yapmadı, yapacak da değildi. İbnu'l-Enbarî dedi ki: Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ne böyle bir şeye yaklaştı, ne de meyletti. ez-Zeccâc dedi ki: Âyet (îsrâ, 17/73. âyeti kastediyor) onların bunu gerçekleştirmek İçin tuzak hazırladıklarını vurgulamaktadır. Şöyle de denilmiştir: "Okumak İstedi" konuştu, söyledi demektir. Okudu anlamında değildir. Ali b. Ebi Talha'dan, o İbn Abbâs'tan yüce Allah'ın: "Okumak istediği zaman... mutlaka" âyeti; ancak konuştuğu zaman şeytan onun konuşmasına bir şey katmak istemiştir; yani onun konuşmaları arasına bir şeyler sokuşturmaya çalışmıştır, diye açıklamıştır. "O şeytanın katacağını Allah iptal eder." (İbn Abbâs) dedi ki: Allah, şeytanın kattığını, bıraktığını iptal eder, boşa çıkartır. en-Nehhâs dedi ki: Bu açıklama âyet-i kerîme hakkında yapılmış açıklamaların en üstünü ve en değerlisidir. Ahmed b. Muhammed b. Hanbel dedi ki: Mısır'da tefsire dair bir sahife vardır. Bunu Ali b. Ebi Talha rivâyet etmektedir. Eğer bir adam Mısır'a onu almak maksadıyla yolculuk yapsa, değer, fazla sayılmaz. Bu açıklamaya göre mana şöyle olur: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendi içinden bazı hususlar geçirdiğinde, şeytan hile kastı ile onun İçinden geçirdiği düşüncelere bir takım telkinlerde bulunmaya çalışır ve şöyle derdi: Yüce Allah'tan müslümanların darlıktan kurtulması için sana ganimetler ihsan etmesini dileyecek olsan! Yüce Allah salâhın bunun dışındaki hallerde olduğunu bilmektedir. O bakımdan -İbn Abbâs (radıyallahü anh)’ın dediği gibi- şeytanın bu telkinlerini iptal ediyordu, el-Kisaî ile el-Ferrâ' birlikte: "Okumak İstediği" lâfzının, kendi içinden bir şeyler geçirdiği zaman anlamında olduğunu nakletmişlerdir. Sözlükte bilinen manası da budur. Yine her ikisi de bu kelimenin "okuduğu zaman" anlamına geldiğini de nakletmişlerdir. Bu görüş yine İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiş, Mücahid, ed-Dahhak ve başkaları da bunu benimsemişlerdir. Ebû'l-Hasen b. Mehdî der ki: Buradaki temenni (okuma)nın Kur'ân'la, vahiyle hiçbir ilgisi yoktur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın elinde mal namına bir şey kalmayıp da ashabının kötü halini görünce, kalbinden ve şeytanın vesvesesinin bir sonucu olarak, dünyayı temenni ederdi. el-Mehdevî'nin, İbn Abbâs'tan naklettiğine göre ise mana: O içinden bir şeyler geçirdiği zaman, şeytan da bu içinden geçirdiği düşüncelere bir şeyler katardı, şeklindedir. Taberî'nin tercih ettiği kanaat de budur. Derim ki: Yüce Allah'ın: "Tâ ki şeytanın koyacağı şeyi... Allah bir fitne (imtihan sebebi) kılsın" âyeti (bunun) içinden geçirdiği şeyler hakkında olduğuna dair yorumlan reddetmektedir. İbn Attyye de şöyle demektedir: Şeytanın telkinlerinin işitilen lâfızlar olduğu hususunda bir görüş ayrılığı yoktur. Fitne bundan dolayı söz konusu olmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. en-Nehhâs dedi ki: Eğer hadis sahih olup senedi de muttasıl olsaydı, buna dair bu açıklama da sahih olurdu. O takdirde bu husustaki rivâyetlerde geçen ve peygamberin yanıldığı belirtilen "yanıldı" ifadesi "ıskat etti, düşürdü" anlamına gelir. İfadenin takdiri de şöyle olur: "Gördünüz mü Lat ve Uzza'yı" sözlerinde ifade tamam olur. Daha sonra "el-ğarânîk el-uiâ" ifadesini düşürdü. Bundan kasıt da meleklerdir. "Muhakkak onların şefaatleri" ifadesinde de zamir meleklere ait olur. Ancak burada ifadeyi; "Şüphesiz ki onlar o yüce putlardır" şeklinde rivâyet edenlere gelince, bu rivâyete dair de bir kaç türlü cevap verilebilir. Mesela Arapların pek çok yerde kullandıkları gibi "demek" emri hazfedilmiş olabilir, edilmemiş de olabilir. Bu durumda ifade azar manasını taşır, çünkü bundan önce " Şimdi haber verin" denilmektedir. Bu da onlara karşı bir delil getirmek manasınadır. Şayet bu sözler namazda iken okunmuş ise, o zamanlar namazda konuşmak mubah idi, (denilir). Bu olayda okunan ifadeler arasında: Şimdi haber verin Lat ve Uzza'dan ve diğer üçüncüleri olan Menat'tan ve yüksek putlardan ve şüphesiz onların şefaatleri umulur" sözleri de rivâyet edilmektedir. Bu manadaki bir rivâyet Mücahid'den de nakledilmiştir. el-Hasen dedi ki; Buradaki "el-ğarânik el-ulâ (tercümede; yüksek putlar)" ile melekleri kastetmiştir. el-Kelbî de burada "el-ğaranikatu" kelimesini melekler diye tefsir etmiştir. Çünkü kâfirler putların da, meleklerin de Allah'ın kızları olduğuna inanıyorlardı. Nitekim yüce Allah da onların bu inanışlarını bize nakletmiştir. Yüce Allah bu sûrede onların kanaatlerini: "Erkekler sizin, dişiler onun mu ?" (en-Necm, 53/21) âyeti ile reddetmektedir. Yüce Allah onların bütün bu sözlerini böylelikle reddetmiş olmaktadır. Meleklerin şefaat etmelerini ummak doğru bir kanaattir. Müşrikler bu ifadelerle putlarının kastedildiğini zannedip şeytan da bu hususta onları tereddüde düşürünce yüce Allah şeytanın bıraktığı bu telkinatı neshetti, âyetlerini muhkemleştirdi ve şeytanın işi karıştırmaya kendileri vasıtasıyla yol bulduğu bu iki lâfzın da okunuşunu kaldırdı. Kur'ân-ı Kerîm'in pek çok âyetini neshedip tilâvetini kaldırdığı gibi, el-Kuşeyrî der ki: Böyle bir açıklama pek uygun bir açıklama değildir. Çünkü yüce Allah: "O şeytanın katacağını Allah iptal eder" diye buyurmaktadır. Meleklerin şefaati ise bâtıl değildir. "Allah herşeyi bilendir." Peygambere (salât ve selam ona) neleri vahyettiğini çok iyi bilir. Yarattıkları hakkında "hükmünü yerine getiren" Hakim "dir." 53Tâ ki şeytanın koyacağı şeyi kalplerinde hastalık bulunan ve kalbkri gayet katı olanlar için Allah bir fitne (sebebi) kılsın. Muhakkak zâlimler uzak bir ayrılık içindedirler. "Tâ ki şeytanın koyacağı şeyi kalplerinde hastalık" şirk ve münafıklık "bulunan ve kalbleri gayet katı olanlar" ve yüce Allah'ın emrine kalbleri yumuşamayanlar "İçin Allah bir fitne" yani bir sapıklık sebebi "kılsın." es-Sa'lebî der ki: Âyet-i kerîmede peygamberlerin şeytanın vesvesesi ile yanılmalarının, unutmalarının ve şaşırmalarının câiz olduğuna yahut ta şaşıracak kadar kalplerinin meşgul olabileceğine delil vardır. Daha sonra peygamber uyarılır, dikkati çekilir ve doğru olana döner. İşte yüce Allah'ın: "O şeytanın katacağını Allah iptal eder. Sonra Allah kendi âyetlerini sapasağlam yerleştirir" (Hacc 22152) âyetinin anlamı budur. Ancak peygamberin şaşırması bizden herhangi birimizin şaşırması gibidir. Asılsız rivâyetleri nakledenlerin rivâyetlerinde ona izafe olunan: İşte bunlar o yüksek putlardır, gibi ifadeler ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a uydurulmuş bir yalandır. Çünkü bu ifadelerde putların ta'zim edilmesi söz konusudur. Peygamberler hakkında ise bu câiz değildir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'in bir bölümünü okuyup, daha sonra da bir şiir okuyarak: Ben şaşırdım ve bunu Kur'ân zannettim, demesinin câiz olmadığı gibi. "Muhakkak zâlimler" yani kâfirler "uzak bir ayrılık içindedirler." Allah'a ve Rasûlüne karşı muhalefet, isyan ve onun zıddı bir konumdadırlar. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/137. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Hamd yalnız Allah'adır. 54Ve tâ ki kendilerine ilim verilenler, bunun Rabbinden gelen hak olduğunu bilip ona îman etsinler ve onunla kalbleri rahat ve huzur bulsun. Muhakkak Allah îman edenleri dosdoğru yola iletendir. "Ve tâ ki kendilerine ilim verilenler" yani îman edenler, bir görüşe göre de kitap ehli "bunun" yani Kur'ân âyetlerini muhkem kılıp sağlamlaştıranın "Rabbinden gelen hak olduğunu bilip, ona îman etsinler ve onunla kalpleri rahat ve huzur bulsun." Huşu' ve sükûna ersin. Bir açıklamaya göre de ihlâsa kavuşsun. "Muhakkak Allah Îman edenleri dosdoğru yola iletendir." Bu âyetteki: "İleten" kelimesini Ebû Hayve; şeklinde tenvirdi okumuştur. "İletendir" hidayete karşılık onları mükâfatlandırandır, anlamındadır. 55Kendilerine ansızın kıyâmet gelinceye dek yahut kendilerine akim bir günün azâbı gelinceye kadar, kâfirler ondan yana şüphe İçinde kalmaya devam edeceklerdir. "Kendilerine ansızın kıyâmet gelinceye dek yahut kendilerine akim bir günün azâbı gelinceye kadar, kâfirler ondan yana" İbn Cüreyc'e göre Kur'ân'dan yana, başkalarına göre ise dosdoğru yol demek olan dinden yana "şüphe içinde kalmaya devam edeceklerdir." Bir açıklamaya göre de: Şeytanın, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) dili ile bıraktıklarından yana şüphe içinde kalmaya devam edeceklerdir, demektir. Onlar: Ne diye önce putlardan iyilikle söz etti, sonra da bundan geri döndü, demeye devam edeceklerdir. Ebû Abdu'r-Rahmân es-Sülemî: "Şüphe içinde" âyetini "mim" harfini ötreli olarak diye okumuştur. Ancak esreli okuyuş daha çok bilinendir, bunu da en-Nehhâs zikretmiştir. "Akim bir gün"ü ed-Dahhâk: Gecesi olmayan bir gün olan kıyâmet gününün azâbı diye açıklamıştır. en-Nehhâs da şöyle demektedir: Kıyâmet gününe akîm (kısır) denilmesinin sebebi, akabinde benzeri bir gün gelmeyeceğinden dolayıdır. ed-Dahhak'ın açıklaması da bu anlamdadır. "el-Akim" sözlükte çocuğu olmayan kimse hakkında kullanılır. Çocuk ebeveynin semeresi olduğundan, günler de önce ve sonra, ardı arkasına geldiğinden dolayı, sonradan gelişi evlat sahibi olmaya benzetmiştir. Bu günün ardından bir gün gelmeyeceğinden dolayı, bu gün "akîm" olmakla nitelendirilmiştir. İbn Abbâs, Mücahid ve Katade derler ki: Burada kastedilen Bedir günü azabıdır. Akîm de benzersiz büyüklükte demektir, çünkü melekler bu günde Savaşmışlardır. İbn Cüreyc der ki: Çünkü bu günde kendilerine geceye kadar mühlet verilmedi. Akşamdan önce öldürüldüler, o bakımdan bu gün onlar için gecesi olmayan bir gündüz oldu. Aynı şekilde ed-Dahhâk'ın açıklamasına göre de bu gün, kıyâmet günü demek olur. Çünkü kıyâmet gününün de gecesi olmayacaktır. Bir açıklamaya göre: Bu günde şefkat ve rahmet olmayacağından ve hayırların her türlüsünden mahrum (kısır) olacağı itibariyle bu isim verilmiştir. Yüce Allah'ın: "Hani onların üzerine akîm rüzgarı göndermiştik." (ez-Zâriyât, 51/41) yani hayırsız ve yağmur da, rahmet de getirmeyen rüzgarı göndermiştik, âyeti da bu kabildendir. 56O gün mülk Allah'ındır, aralarında O hükmeder. Îman edip, salih ameller işleyenler İse Naîm cennetlerindedirler. 57Kâfir olup âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar İçin küçültücü bir azâb yardır. "O gün mülk Allah'ındır, aralarında O hükmeder." Yani kıyâmet gününde mülk yalnız Allah'ın olacaktır. Hiç kimse bu konuda onunla çekişemeyecektir ve böyle bir iddiada bulunamayacaktır. Mülk; işleri çekip çevirme hakkına sahip olan kimsenin muktedir olduğu alanın genişliğini ifade eder. Daha sonra yüce Allah hükmünü beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Îman edip salih amel İşleyenler ise Naîm cennetlerindedirler. Kâfir olup âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar için küçültücü bir azâb vardır." Derim ki: Burada "o gün" âyeti ile Bedir gününe işaret edilmiş olma ihtimali de vardır. O günde yüce Allah kâfirleri helâk etmeyi, mü’minlerin de bahtiyarlığa erişmesini hükme bağlamıştır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Ömer (radıyallahü anh)a şöyle demiştir: "Ne biliyorsun Allah'ın Bedir ehline muttali olup onlara: Dilediğinizi yapınız, Ben size mağfiret buyurdum, demediğini." Buhârî, Meğâzî 9, 46, Tefsir 60. sûre 1, Edeb 74, İstitâbetu'l-murteddin 9, Cihâd 141; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe Kil; Ebû Dâvûd, Cihâd 98, Sünne 8; Tirmizî, Tefsir 60. sûre 1; Dârimî, Rikaak 48; Müsned, I, 80, 105, 331. II. 109, III, 350. 58Allah yolunda hicret eden, sonra öldürülen yahut ölenleri Allah, elbette güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Çünkü rızık verenlerin hayırlısı şüphesiz ki, bizzat Allah'tır. Yüce Allah, ölen ve öldürülen muhacirleri tek başlarına söz konusu etmektedir. Böylelikle onların diğer ölülerden üstün ve şerefli olduklarına dikkat çekmiş olmaktadır. Bu âyet-i kerîmenin nüzul sebebine gelince, Osman b. Maz'un ve Ebû Seleme b. Abdi’l-Esed Medine'de vefat ettiklerinde bazıları şöyle demişti: Allah yolunda öldürülenler, yataklarında ölen kimselere göre daha faziletlidirler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme aralarında bir fark bulunmadığını, Allah-u Teala'nın hepsine de çok güzel bir rızık vereceğini belirtmek üzere nazil oldu. Şeriatın zahiri Allah yolunda öldürülenin daha faziletli olduğuna delildir. Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Allah yolunda öldürülen de Allah yolunda ölen kimse de şehittir. Fakat öldürülenin Allah uğrunda kendisine isabet eden ölüm gibi bir üstün meziyeti vardır. Bazıları da bunlar arasında fark yoktur, demiş ve hem bu âyeti hem de yüce Allah'ın şu âyetini delil göstermişlerdir: "Allah'a ve Rasûlüne hicret maksadıyla evinden çıkan kimseye daha sonra ölüm erişirse, onun mükâfatı Allah'a ait olur." (en-Nisâ, 4/100) Ayrıca Um Haram'ın rivâyet ettiği hadisi de delil gösterirler. O bineğinin sırtından düşmüş ve ölmüştü. Kimse onu öldürmemişti, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise ona: "Sen ilklerdensin" demişti. Buhârî, Cihâd 63; Müslim, İmâre 160; Ebû Dâvûd, Cihâd 9; Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 15, Nesâî. Cihâd 40; İbn Mâce, Cihâd 10; Dârimî, Cihâd 29; Muvatta’, Cihad 39; Müsned, VI, 361, 423. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın Abdullah b. Atik yoluyla rivâyet edilen şu hadisini delil göstermişlerdir: "Kim Allah yolunda hicret ederek evinden çıkar da, bineğinin sırtından düşer ve ölürse, yahut onu bir yılan sokar ve ölürse, ya da ölüm gelip kendisini bulursa, onun ecrini vermek Allah'a ait olur. Her kim de yediği bir darbe ile bulunduğu yerde ölürse o da güzel bir şekilde Allah'a dönüşü hak eder." Müsned, IV, 36 İbnu'l-Mübarek de, Fedâle b. Ubeyd'den şunu nakletmektedir: İki adamdan birisi bir gazada mancınıktan yapılan atış ile isabet alıp ölmüş, diğeri ise orada ölmüştü. Fadâle ölen kişinin yanında oturmuştu, kendisine: Sen şehidi bıraktın ve onun yanında oturmadın (niye?) diye sorulunca, şu cevabı vermişti: Bu ikisinden hangisinin kabir çukurundan dirıltileceği benim için hiç önemli değildir. Daha sonra yüce Allah'ın: "Allah yolunda hicret eden, sonra öldürülen, yahut Ölenleri Allah elbette güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır" âyetini tamamen okudu. Süleyman b. Âmir dedi ki: Fadâle Rodos'ta gaziler başında kumandan idi. Birisi öldürülmüş, diğeri vefat etmiş iki kişinin cenazesi çıkarılıp getirildi. O insanların öldürülen cenazenin mezarına doğru gittiklerini görünce şunları söyledi: Ey insanlar! Bakıyorum ki sizler öldürülenle beraber gidiyorsunuz. Nefsim elinde olana yemin olsun ki bu ikisinden hangisinin mezar çukurundan diriltileceği benim için önemli değildir. İsterseniz yüce Allah'ın: "Allah yolunda hicret eden, sonra öldürülen, yahut ölenleri..." âyetini okuyunuz. Bunu es-Sa'lebî de Tefsir'inde böylece zikretmiştir. İbnu'l-Mubarek'in naklettiği ile aynı manadadır. Öldürülenin fazileti daha çoktur, diyenler de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın söylediği sabit olan şu hadisi delil gösterirler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a: Hangi cihad daha faziletlidir? diye sorulmuş, o da: "Kanı akıtılan ve bineği de kesilen kimsenin ki" diye buyurmuştur. Ebû Dâvûd, Vitr 12; Nesâî, Zekât 49; İbn Mâce, Cihâd 15; Dârimî, Saiât 135, Cihâd 3; Müsned, II, 191, III, 300, 302, 346, 391, 412, IV, 114, 385, V, 265. Bazılarında: Hangi cihâd, bazılarında: Hangi öldürülme.... şeklinde! Kanı akıtılan ve bineği de öldürülenler, şehitlerin en faziletlisi olduğuna göre bu nitelikte olmayan kimsenin fazilet itibari ile daha aşağıda olduğu anlaşılmaktadır. İbn Âmir ve Şam ahalisi "öldürülen" anlamındaki âyeti; şeklinde çokluk ifade edecek şekilde şeddeli okumuşlardır, diğerleri ise şeddesiz okumuşlardır. 59Onları elbette razı olacakları bir yere girdirecektir. Muhakkak ki Allah çok İyi bilendir, Halîm'dir. "Onları elbette razı olacakları bir yere" cennetlere "glrdirecektir." Medineliler; "Girilecek bir yer" kelimesini "mim" harfini üstün olarak okumuşlardır Bu da giriş, girmek anlamındadır, diğerleri ise bunu ötreli okumuşlardır. Buna dair açıklamalar ise daha önceden el-lsrâ Sûresi'nde (17/80. âyetin tefsirinde) geçnrş bulunmaktadır. "Muhakkak Allah çok iyi bilendir, Halîm'dir." İbn Abbâs dedi ki: Niyetlerini çok iyi bilir, onları cezalandırmakta acele etmez. 60Bu (böyledir). Kim kendisine yapılan haksızlığı misliyle cezalandırır, sonra yine ona haksızca saldırılırsa, Allah elbette ona yardım eder. Şüphesiz ki Allah çok affedicidir, çok mağfiret edicidir. "Bu (böyledir)" âyetindeki: "Bu" ref mahallindedir. Yani bu, bizim sana anlattığımız durumdur. Mukâtil dedi ki: Bu âyet-i kerîme, Mekke müşriklerinden bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Bunlar muharremin bitmesine iki gün kala bir grub müslüman ile karşılaşmışlar ve şöyle demişlerdi: Muhammed'in ashabı haram ayda Savaşmaktan hoşlanmazlar, haydi onların üzerine bir hamle yapınız. Müslümanlar onlara haram ayda kendileriyle Savaşmamaları için hatırlatmada bulundular. Ancak müşrikler Savaşmaktan başka bir şey kabul etmediler. Onlara bir hamle yaptılar, müsfümanlar karşılarında sebat gösterdi ve yüce Allah müşriklere karşı onlara zafer verdi. Ancak haram ayda Savaşmaktan ötürü, müslümanlar içten içe rahatsız oldular. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Bir başka görüşü göre, bu âyet-i kerîme müşriklerden bir topluluk hakkında inmiştir. Bunlar Uhud günü öldürdükleri bazı müslümanlara müsle yapmışlardı (Öldürdükten sonra organlarını kesmişlerdi.) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da bu şekilde bir uygulamayı onlara yaparak cezalandırdı. Buna göre yüce Allah'ın: "Kim kendisine yapılan haksızlığı misliyle cezalandırır" âyeti, her kim zalime yaptığı zulmün misli ile ceza verecek olursa... demek olur. Burada haksızlığa (ukubete) karşılık olarak verilen cezaya da "ukubet" denilmesi, şeklen her iki fiilin birbirine eşit olmalarından dolayıdır. Bu bakımdan yüce Allah'ın şu buyruklarına benzemektedir: "Bir kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür" (eş-Şûrâ, 42/40); "Onun için size kim haksızlık edip saldırırsa, siz de tıpkı onların saldırdıkları gibi karşılık verin." (el-Bakara, 2/194) Buna dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara, 2/194. âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Sonra yine ona haksızca" sözlü olarak veya rahatsız edilerek yurdundan uzaklaştırılarak "saldırılırsa..." Çünkü müşrikler peygamberlerini yalanlamış, ona îman edenlere eziyet etmiş, onu da, mü’minleri de Mekke'den dışarı çıkartmışlar ve çıkarılmalarına da yardımcı olmuşlardı. "Allah elbette ona yardım eder." Muhakkak Allah Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabına yardım edecektir. Çünkü kâfirler onlara haksızlık etmişlerdi. "Şüphesiz ki Allah çok affedicidir." Yani mü’minlerin günahlarını bağışlamıştır. "Çok mağfiret edicidir." Haram ayda Savaşlarının günahını da bağışlamış, örtmüştür. 61Bu (böyledir) Çünkü Allah geceyi, gündüze ular, gündüzü de geceye ular. Ve çünkü Allah her şeyi işitendir, görendir. "Bu (böyledir,) Çünkü Allah geceyi, gündüze ular." Yani Benim sana anlatmış olduğum mazluma yardım edişim, Benim geceyi gündüze bitiştiren oluşumdan dolayıdır. Benim güç yetirdiklerime hiçbir kimse güç yetiremez. Yani buna güç yetiren elbette kuluna yardım etmeye de kadirdir. Âl-i İmrân Sûresi'nde de (3/27. âyetin tefsirinde) geceyi gündüze ulamasının anlamına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. "Ve çünkü Allah herşeyi işitendir, görendir." Sözleri işitir, fiilleri görür. Zerre ağırlığı kadar hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Bir karıncanın hareket edişini bile mutlaka bilir, işitir ve görür. 62Bu (böyledir). Çünkü Allah hakkın ta kendisidir. O'ndan başka taptıkları ise bizatihi batıldır. Şüphesiz ki Allah yücedir büyüktür. "Bu (böyledir.) Çünkü Allah hakkın" hak sahibinin "ta kendisidir." O'nun dini haktır, O'na ibadet haktır. Mü’minler de O'nun hak olan vaadi gereğince, O'nun yardımına hak kazanırlar. "O'ndan başka taptıkları" ibadet namına hiçbir şeyi hakketmeyen putlar "ise bizatihi batıldır." Nâfî, İbn Kesîr, İbn Âmir ve Ebubekr "taptıkları" anlamındaki âyeti muhatab kipiyle ve "te" harfiyle; "taptığınız" şeklinde okumuşlardır. Ebû Hatim de bunu tercih etmiştir. Diğerleri ise burada ve Lukman Sûresi'nde (31/30. âyette) gaib şahıslardan haber kipi olarak "ye" harfiyle okumuşlardır Ebû Ubeyd de bunu tercih etmiştir. "Şüphesiz ki Allah yüce" kudretiyle herşeyin üstünde yüce, benzeri ve eşi bulunmaktan yüce, zâlimlerin söyledikleri O'nun celâl ve azametine yakışmayan her türlü vasıftan yüce "dir, büyüktür." Azamet, celâl ve şanının büyüklüğü sıfatlarıyla mevsuftur. "el-Kebîr (büyük)"in kibriyâ sahibi anlamında olduğu da söylenmiştir. Kibriya ise zatın kemalinin ifadesidir, yani ebedi olarak ve ezelden beri mutlak vücud (varlık) sahibidir. O ilk ve kadim olandır, bütün mahlukatı yok olduktan sonra son ve baki kalacak olandır. 63Görmedin mi Allah gökten bir su indirir de yeryüzü yemyeşil oluverir? Muhakkak Allah lütfedicidir, haberdardır. "Görmedin mi Allah gökten bir su indirir de yeryüzü yemyeşil oluverir." Bu, kudretinin kemaline delildir. Yani buna kadir olan elbette ölümden sonra tekrar hayat verip yeniden yaratmaya da kadirdir. Yüce Allah'ın şu âyeti da buna benzemektedir: "Biz üzerine suyu indirdiğimizde sarsılır, kabarır..." (el-Hac, 22/5) Benzeri âyetler pek çoktur. "Oluverir" anlamındaki; âyeti cevab değildir. O bakımdan mansub gelmemiştir. el-Halif ve Sîbeveyh'e göre bu bir haberdir. el-Halil dedi ki: Dikkat et, Allah semadan bir su indirdi de bunlar bunlar oluyor, demektir. Nitekim şair şöyle demektedir: "Sen. kupkuru yere sorup da o konuşmadı mı? Bugün sana kupkuru bitkisiz arazi (herhangi bir şeye dair) haber verir mi ki?" Burada ifade sen ona sordun, o da konuştu anlamındadır. Âyetin tahkik anlamında istifham (soru) olduğu da söylenmiştir. Yani sen bunu görmüşsündür, nasıl bir hale geldiğini iyice düşün. Atıf da olabilir; çünkü anlamı: Görmez misin ki Allah... indirmektedir, şeklindedir. el-Ferrâ' da "görmedin mi?" ifadesinin haber olduğunu söylemiştir. Nitekim konuşma esnasında; şunu bil ki muhakkak Allah gökten bir su indirir, demeye benzer. "Yeryüzü yemyeşil oluverir." Yeşillenir. Nitekim bir arazi hakkında onda bakliyat vardır, yırtıcı hayvanlar vardır demek için de aynı kökten gelen kelimeler bu vezinde kullanılır. Burada ifade yerin suyun inişinin akabinde çabucak bitkiyi bitirdiğini ve adeten bu halini sürdürüp, gittiğini anlatmaktadır. İbn Atiyye der ki: İkrime'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bu ancak Mekke ve Tihame'de olur. Bunun anlamı da şudur: O yüce Allah'ın: "Yemyeşil oluverir" anlamındaki âyetinin (kelime kökünden hareketle) yağmurun yağdığı gecenin sabahının kastedildiğini kabul etmiştir. Onun kanaatine göre yerin yağmur yağdığı gecenin sabahında yeşermesi sair beldelerde söz konusu olmayıp, daha sonra gerçekleşir. Ben Sûs el-Aksa'da bunu müşahede ettim. Kuraklıkla geçen bir süreden sonra geceleyin yağmur yağdı ve ertesi sabah o rüzgarların sallallahü aleyhi ve sellemurduğu kumlu yerin ince ve zayıf bir bitki ile yeşermiş olduğunu gördüm. "Muhakkak Allah lütfedicidir, haberdardır." İbn Abbâs dedi ki O: yağmurun gecikmesi esnasında kulun içine düştüğü ümitsizlikten haberdar olan (Habîr)dır. Kullarının rızıklarını lütfeden (Latif)dir. Bir diğer açıklamaya göre; yeryüzünden bitkiyi çıkartmak suretiyle Latif, onların ihtiyaç ve fakirliklerinden haberdar olandır. 64Göklerde olanlar da, yerde olanlar da yalnız O’nundur. Allah muhtaç olmayandır, kendisine hamd edilendir. "Göklerde olanlar da, yerde olanlar da" yaratılışları itibariyle de, mülkiyetleri itibariyle de "yalnız O'nundur." Bütün yaratıklar O'nun tarafından tedbir ve idare edilmeye sağlam ve muhkem bir şekilde yaratılışa muhtaçtırlar. "Allah muhtaç olmayandır." O'nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Her halükârda "kendisine hamd edilendir." 65Görmedin mî Allah yerde olanları da, emriyle denizde akıp giden gemileri de emrinize vermiştir. O'nun izni olmadıkça, yerin üzerine düşmesin diye semâyı O tutuyor. Muhakkak Allah insanları çok eslrgeyendir, onlara çok merhametlidir. "Görmedin mi Allah yerde olanları da, emriyle denizde akıp giden gemileri de emrinize vermiştir." Yüce Allah bu âyetinde diğer bir nimeti söz konusu etmekte, kullarına kendilerine ihtiyaç duydukları binek, davar, ağaç ve ırmakları kullarının emrine verdiğini, akıp giden gemileri de onların emrine müsahhar kıldığını bildirmektedir. Ebû Abdu'r-Rahmân el- A'rec: "Gemiler" kelimesini mübtedâ olarak merfû' okumuş ve ondan sonrasını da haber kabul etmiştir. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Görmedin mi Allah yerde olanları emrinize vermiştir. Gemiler de O'nun emriyle denizde akıp gitmektedir. Geri kalanları ise yüce Allah'ın: "Yerde olanları" anlamındaki âyeti üzerine atf-ı nesak olarak nasb ile okumuşlardır. "O’nun İzni olmadıkça yerin üzerine düşmesin diye semâyı o tutuyor." Semânın düşmesini istemediği için O tutuyor. Kûfeliler de (mealde olduğu gibi) düşmesin diye... açıklamışlardır. O'nun semâyı tutması ise ardı arkası kesilmeden oradaki sükûnu yaratması sureciyle olur. "O'nun izni olmadıkça..." Sema ancak Allah'ın ona düşme izni vermesi halinde, O'nun izniyle düşebilir, demektir. Yani O'nun iradesiyle ve O'nun bırakmasıyla düşebilir. "Muhakkak Allah" kendilerine müsahhar kılmış olduğu bu şeylerle "insanları çok mehamet edendir, onlara çok merhametlidir." 66Sizi dirilten, sonra sizi öldürecek olan, sonra tekrar sizi diriltecek olan O'dur. Şüphesiz ki insan çok nankördür. "Sizi" önceden nutfe halinde iken "dirilten, sonra" ecellerinizin bitimi halinde "sizi öldürecek olan, sonra tekrar sizi" hesaba çekmek, mükâfatlandırmak ve cezalandırmak için "diriltecek olan O'dur." "Şüphesiz ki insan çok nankördür." Yüce Allah'ın kudret ve vahdaniyyetine delâlet eden bunca belgeleri ortaya koymuş olmasına rağmen bunları çokça inkâr edendir. İbn Abbâs der ki: Bu âyet ile yüce Allah el-Esved b. Abdi'l-Esed'i, Ebû Cehl b. Hişam'ı, el-Âs b. Hişam'ı ve müşriklerden bir topluluğu kastetmektedir. Bir diğer açıklamaya göre yüce Allah'ın böyle buyurması çoğunlukla insanın nimetlere karşı nankörlük etmesinden dolayıdır. Nitekim yüce Allah: "Kullarımdan şükreden ise pek azdır" (Sebe’ 34/13) diye buyurmaktadır. 67Her ümmet için bir ibadet yolu tayin ettik ki, ona göre ibadet etsinler. O halde bu hususta seninle asla çekişmesinler ve sen Rabbine çağır. Muhakkak sen hakka götüren dosdoğru yol üzeresin. "Her ümmet için bir ibadet yolu" bir şeriat "tayin ettik ki, ona göre ibadet etsinler." Ona göre amel ederler. "O halde bu hususta seninle asla çekişmesinler." Yani yüce Allah'ın senin ümmetin için ön görmüş olduğu şeriat hakkında onlardan hiçbir kimse seninle tartışmasın. Çünkü her asırda şeriatler var olagelmiştir. Bir kesimin rivâyet ettiğine göre bu âyet-i kerîme, kâfirlerin kesilen hayvanlar hakkında tartışmaları ve mü’minlere: Siz kendinizin kestiğinizi yersiniz ama yüce Allah'ın kestiği meyteleri yemezsiniz. Oysa Allah'ın doğrudan öldürdüğünü yemeniz sizin bıçaklarınızla öldürdüklerinizi yemenizden daha uygundur, demeleri üzerine bu âyet-i kerîme nazil olmuştur. Bu husus daha önceden el-En'âm Sûresi'nde (6/119. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. Yine bu sûrede şanı yüce Allah'ın: "Bir ibadet yolu (mensek)" âyeti ile ilgili ilim adamlarının görüşlerine dair açıklamalar, daha önceden bu sûrede (34. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Ona göre ibadet etsinler" âyeti "el-mensek" kelimesinin mastar olduğunu ortaya koymaktadır. Eğer bundan kasıt yer olsaydı, burada; "Onlar orada ibadet ederler, etsinler," demesi gerekirdi. ez-Zeccâc der ki: "O halde bu hususta seninle asla çekişmesinler." Bu konuda seninle asla mücadele etmesinler, seninle tartışmasınlar, demektir. Bu anlama geldiğini gösteren ise (bundan sonraki âyette gelecek olan): "Yine de seninle tartışırlarsa..." (Hacc 22/68) âyetidir. Onlar, onunla tartıştılar, nasıl olur da seninle tartışmasınlar, çekişmesinler denilmiştir, diye sorulursa, cevap şudur: Bu, sen onlarla tartışmaya, çekişmeye girişme, demektir. Âyet-i kerîme Savaş emrinden önce nazil olmuştur. Meselâ, günlük konuşmamızda birisine: " Filân seni vurmasın, sen de onu vurma" denilir. Bu "müfâale" babında cereyan eden bir anlam ve kullanmadır. Ancak: Sen Zeyd'i vurma, demek isterken: "seni vurmasın," diye söylenmez. Ebû Miclez bu âyeti diye okumuştur. Yani sakın onlar seni aceleciliğe sevketmesin ve dininde sana verilmemiş bir emri yapmaya itmesin demektir. Cemaatin (büyük çoğunluğun) kıraati ise "münazaa"den gelmektedir. Her iki kıraatde de nehy lâfzı kâfirlere olmakla birlikte, kasıt Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dır. "Ve sen Rabbine" O'nu tevhid etmeye, dinine ve O'na îman etmeye "çağır. Muhakkak sen hakka götüren dosdoğru yol" bir din "üzeresin" ve bunda hiçbir eğrilik yoktur. 68Yine de seninle tartışırlarsa deki: "Allah yapmakta olduğunuzu en iyi bilendir." "Yine de seninle tartışırlarsa" yani ey Muhammed, Mekke müşrikleri seninle düşmanlık ederek, mücadelelerini sürdürürlerse "deki: Allah yapmakta olduğunuzu en iyi bilendir." Bununla onların Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ı yalanlamalarını kastetmektedir. Bu açıklama İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. Mukâtil de şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a İsra gecesinde Rabbinin pek büyük âyetlerinden bazılarını gördüğü yedinci semada iken nazil olmuştur. Yüce Allah ona: "Yinede seninle" bâtılı ileri sürerek "tartışırlarsa" sen de: "Allah yapmakta olduğunuzu" küfür ve yalanlamanızı "en iyi bilendir" sözlerinle onlara karşı savunma yap. Yüce Allah, böylelikle ona, onların işi yokuşa sürmeleri ile uğraşmaktan koruyarak gereksiz yere tartışmaktan yüz çevirmesini emretmektedir. Çünkü bile bile inad eden kimseye cevap verilmez. 69Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz hususlara dair kıyâmet gününde Allah aranızda hüküm verecektir. "Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz hususlara dair kıyâmet gününde Allah aranızda hüküm verecektir." Anlaşmazlığa düştükleri hususlardan kasıt Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile kavmi arasındaki ayrılıklardır. Anlaşmazlığa düşülen hususlar ise Allah'ın âyetleri ile ilgili muhalefetleridir. Yüce Allah hüküm verdiğinde, o vakit siz neyin hak, neyin bâtıl olduğunu bileceksiniz, demektir. Bir Mesele: Bile Bile İnatçılık Edenlere Karşı Takınılacak Tutum: Bu âyet-i kerîmede yüce Allah'ın kullarına öğrettiği güzel bir edeb vardır. Bu da işi yokuşa sürmek ve sırf tartışmış olmak için inatlaşan kimselere karşı takınılacak tutuma dairdir. Böyle bir kimseye cevap vermemeli, onunla tartışmamalıdır. Yüce Allah'ın peygamberine öğretmiş olduğu bu söz ile onların inatlaşmaları defedilmelidir. Bu âyet-i kerîmenin, yani muhalif kimselere karşı susup yalnızca: "Allah aranızda hüküm verecektir" sözleri ile yetinmenin, kılıç âyetiyle nesholduğu da söylenmiştir. 70Bilmez misin ki Allah, gökte ve yerde olan herşeyi bilir. Şüphesiz ki bütün bunlar bir kitaptadır. Gerçekten bu Allah'a çok kolaydır. "Bilmez misin ki Allah, gökte ve yerde olan herşeyi bilir." Yani ey Muhammed, sen bu gerçeği bilip kesin olarak inandığına göre şunu da bil ki; aynı şekilde sizin hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz hususları da bilir. Aranızda hüküm verecek olan O'dur. Bunun başkasına yönelik takriri bir istifham olduğu da söylenmiştir, "Şüphesiz ki bütün bunlar bir kitaptadır." Kâinatta ne cereyan ediyorsa, o yüce Allah'ın nezdinde Ümmü'l-Kitab'ta yazılıdır. "Gerçekten bu, Allah'a çok kolaydır." Yani anlaşmazlığa düşenler arasında ayırd edici hükmü vermek, Allah'a pek kolaydır. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Yüce Allah'ın, kıyâmet gününe kadar olacak herşeyi yazmasını emrettiği Kalemin yazması, Allah için pek kolaydır. 71Onlar Allah'ı bırakıp Onun haklarında bir delil İndirmediği ve kendilerinin herhangi bir bilgilerinin de bulunmadığı şeylere ibadet ederler. Zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur. "Onlar" yani Kureyş kâfirleri "Allah'ı bırakıp, O'nun haklarında bir delil" belge ve burhan "İndirmediği ve kendilerinin herhangi bir bilgilerinin de bulunmadığı şeylere İbadet ederler." Bu âyette geçen (ve delil anlamı verilen) "sultan" kelimesine dair açıklamalar dpha önceden Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/151. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Zâlimler İçin hiçbir yardımcı yoktur." 72Onlara âyetlerimiz apaçık okunduğu zaman, o kâfirlerin inkârlarını çehrelerinden anlarsın. Neredeyse onlara âyetlerimizi okuyanların üzerlerine hücum edip çullanacaklar. De ki: "O yaptığınızdan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Ateştir o. Allah onu kâfirlere vaad etmiştir. O ne kötü bir dönüş yeridir!" "Onlara âyetlerimiz" yani Kur'ân-ı Kerîm "apaçık okunduğu zaman, o kafirlerin inkârlarını" öfkelerini, astıkları "çehrelerinden anlarsın. Neredeyse onlara âyetlerimizi okuyanların üzerlerine hücum edip, çullanacaklar." Onları şiddetle yakalayacaklar. "Hücum edip, çullanmak (satvet)" şiddetle yakalamak demektir. Bir kimseyi şiddetle yakalamayı anlatmak üzere fiili kullanılır. Bu yakalayış esnasında dövmek ya da sövmek de olabilir. Aynı zamanda; de kullanılır. İbn Abbâs dedi ki: Bundan kasıt zarar vermek kastıyla onlara el uzatmalarıdır. Muhammed b. Ka'b der ki: Onları dillerine dolayıp onlardan kötülükle söz etmeleri demektir, ed-Dahhâk dedi ki: Onları elleriyle şiddetle yakalarlar, demektir. Hepsinin anlamı birdir ve bu kelimenin asıl anlamı kahretmektir. Yüce Allah ise; satvetler sahibidir, yani şiddetle yakalayandır. "De ki; O yaptığınızdan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Ateştir o." Yani size, sizin için bu dinlediğiniz Kur'ân'dan kendisinden daha çok hoşlanılmayacak bir şeyi bildireyim mi? O cehennem ateşidir. Sanki onlar; Daha kötü olan nedir? diye sormuşlar da bunun üzerine: O ateştir, diye cevap verilmiştir. Şöyle de açıklanmıştır: Ben size, sizin Kur'ân okuyanlara yaptığınız kötülüklerden daha kötü olan bir şeyi haber vereyim mi? O ateştir. O takdirde bu ifade, onların Kur'ân okuyanlara uyguladıkları baskılara karşılık bir tehdit olur. "Ateştir o" anlamındaki; kelimesinin ref, nasb ve cer ile okunması caizdir, Ref ile okunması "ateştir o" anlamını verecek şekilde; ya da; takdirindedir. Nasb halinde "ateşi kastediyorum" anlamında bir takdir ile okunur. Yahut ta ikinci fiile benzer bir fiil takdiriyle, ya da manaya hamledilerek nasb ile okunur. Bu da: Ben size bu yaptığınızdan daha kötü olanı bildiriyorum, ateşi (bildiriyorum) demek olur. Cer ile okuyuş, ("daha kötü" anlamındaki şer kelimesinden) bedel olarak okunması halinde söz konusudur. "Allah onu kâfirlere" kıyâmet gününde "vaadetmiştir. O" kendisine varacağınız yer olan ateş "ne kötü bir dönüş yeridir!" 73Ey İnsanlar! Bir misal verildi, onu iyice dinleyin. Allah'tan başka kendilerini çağırdığınız putların hepsi -bu İş için bir araya toplansalar dahi- şüphesiz bir sinek bile yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey alsa, bunu dahi ondan geri alacak güçleri olmaz. İsteyen de âciz, istenen de. "Ey İnsanlar! Bir misal verildi, onu İyice dinleyin" âyeti daha önce geçen: "Onlar Allah'ı bırakıp, O'nun haklarında bir delil indirmediği... şeylere ibadet ederler" (71. âyet) âyeti ile alakalıdır. Yüce Allah'ın: "Bir misal verildi" diye buyurması, yüce Allah'ın onlara karşı misaller vermek suretiyle getirmiş olduğu delillerin onlar tarafından daha iyi kavranılabilir oluşundan dolayıdır. Verilen misal nerededir? diye sorulacak olursa, buna iki türlü cevap verilmiştir: 1- el-Ahfeş dedi ki: Burada misat diye bir şey yoktur. Anlam şudur: Onlar Allah'a bir misal vermişlerdir, onların söylediklerine kulak veriniz. Yani kâfirler, yüce Allah'a, O'ndan başkasına ibadet etmekle misal göstermiş oldular. Sanki şöyle buyurulmuş gibidir: Onlar Bana ibadet hususunda başkalarını Bana benzettiler, şimdi bu benzetmenin haberine kulak veriniz, dinleyiniz. 2- el-Kutebî'nin şu sözü buna cevap teşkil etmektedir: Âyetin anlamı şöyledir: Ey İnsanlar! Bir sinek dahi yaratacak gücü olmayan ve eğer bu sinek kendilerinden bir şey alacak olursa, onu kendilerinden kurtaramayacak durumdaki ilâhlara İbadet edenlerin misali şudur... en-Nehhâs da der ki: Âyetin anlamı şudur: Aziz ve celil olan Allah kendisinden başka ibadet edilen varlıklara misal vermiştir. en-Nehhâs dedi ki: Bu, bu hususta yapılan açıklamaların en güzelidir. Yani yüce Allah sizin ve mabudlarınızın neye benzediğini şöylece açıklamıştır: "Allah'tan başka çağırdığınız putların hepsi..." Kıraat âlimleri genel olarak: "Çağırdığınız" anlamında; şeklinde "te" harfi ile okumuşlardır. es-Sülemî, Ebû'l-Âl-iyye ve Ya'kub ise "çağırdıklarının" anlamını verecek şekilde "ya" ile okumuşlardır. Maksat, onların Allah'tan başka tapındıkları putlardır. Ka'be'nin etrafında olan bu putlar üç yüz altmış tane idi. Kastedilenlerin, onları yüce Allah'a itaat etmekten alıkoyan ileri gelenleri oldukları söylendiği gibi; yüce Allah'a isyana kendilerini iten şeytanların kastedildiği de söylenmiştir: Ancak birincisi daha doğrudur. "Bu iş için bir araya toplansalar dahi- şüphesiz bir sinek bile yaratamazlar." Sinek (ez-zübâb) erkeği ve dişisi için aynen kullanılan bir isimdir. Bunun azlık çoğulu; şeklinde, çokluk çoğulu da; şeklinde gelir. Tıpkı; Karga, kargalar kelimesi gibi. Sineğe bu ismin veriliş sebebi ise çokça hareket etmesinden dolayıdır. el-Cevherî der ki: ez-Zübâb (sinek)in ne olduğu bilinmektedir. Tekili; şeklinde gelir, denilmez. ise kendisi ile sineğin kovalandığı araç demektir. ise develerin dişlerinin keskin tarafı, kılıcın kendisi ile vurulan keskin tarafı; gözün bebeği; da borcun geri kalan kısmı demektir. Günün geriye pek az bir bölümünün kaldığını anlatmak üzere de; denilir. Hareket etmek; İse havada asılı bir şeyin hareket etmesi demektir. " Gidip, gelmesi dolayısıyla zekerin adıdır." Nitekim hadiste; " Her kim zekerinin şerrinden korunursa..." İbnul-Esîr, en-Nikâye, II, 154. denilmektedir. Bu, yani hadisteki bu kullanım, el-Cevherî'nin söz konusu etmediği bir husustur. "Sinek onlardan bir şey alsa, bunu dahi ondan geri alacak güçleri olmaz." (Geri alacak güç anlamı verilen:) el-istinkâz ve inkâz; kurtarmak demektir. İbn Abbâs der ki: Onlar putlarını zaferan ile sıvarlardı. Daha sonra bu zaferan kurur, sinek gelir ve onlardan bir şeyler götürürdü. es-Süddî dedi ki: Putların önüne yemekler koyarlardı, o yemeklere sinekler konar ve o yemeklerden yerdi. "İsteyen de âciz, İstenen de." Denildiğine göre burada isteyen putlar, istenenler de sineklerdir, aksi de söylenmiştir. Bir diğer açıklamaya göre isteyen puta ibadet eden, istenen de puttur. İsteyen bu puttan yakınlaşmayı dilemektedir, put da kendisinden istenendir. "Sinek onlardan bir şey alsa" ifadesi ile, sineğin onları sokarken sabır ve tahammüllerini ortadan kaldıracak ve vakarlarını koruyacak imkânını bırakmayacak şekilde, bedenlerine acı vermesinin kastedildiği söylenmiştir. Özellikle sineğin zikrediliş sebebi, sahip olduğu dört Özellik dolayısıyla -dır. Hakirliği, güçsüzlüğü, tiksinti verişi ve çokça bulunması. Canlıların en zayıf ve en hakirinin durumu bu olduğuna ve Allah'tan başka tapındıkları varlık, onun gibi bir varlık yaratamayacaklarına, eziyetini önleyemeyeceklerine göre; peki bu tapındıkları varlıklar nasıl mabud ve kendilerine itaat olunan rabbler olabilirler? Bu, en güçlü delillerden ve en açık belgelerdendir. 74Onlar Allah'ı gereği gibi tanıyamadılar. Muhakkak Allah güçlüdür, Azizdir. "Onlar Allah'ı gereği gibi tanıyamadılar." Hakkı İle O'nun azametini anla mayamadılar, çünkü onlar bu putları O'na ortak bellediler. Buna dair açıklamalar daha önceden el-En'âm Sûresi'nde (6/91. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Muhakkak Allah güçlüdür, Azizdir." Buna dair açıklamalar da önceden geçmiştir. 75Allah, meleklerden ve insanlardan rasûller seçer. Muhakkak Allah herşeyi İşitendir, herşeyi görendir. "Allah, meleklerden ve İnsanlardan rasûller seçer." Yüce Allah sûreyi, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ı risaletini tebliğ etmek üzere seçtiğini beyan ederek sona erdirmektedir. Yani O'nun, Muhammed'i peygamber olarak göndermesi daha önce benzeri görülmedik bir iş değildir. Denildiğine göre; el-Velid b. el-Muğire'nin: Zikir (Kur'ân-ı Kerîm) aramızdan ona mı indirildi, demesi üzerine bu âyet-i kerîme nazil olmuş ve peygamber gönderilecek şahsın seçiminin yüce Allah'a ait olduğunu bildirmiştir. "Muhakkak Allah her şeyi" kullarının sözlerini "işitendir. Herşeyİ" insanlar arasından risaleti için kimi seçeceğini de "görendir." 76Onların önceden yaptıklarını da, yapacaklarını da bilir. Bütün işler ancak Allah'a döndürülür. "Onların önceden yaptıklarını da, yapacaklarını da bilir." Bu da Yasîn Sûresi'ndeki şu âyeti andırmaktadır: "Muhakkak Biz, ölüleri diriltiriz. Onların önden gönderdiklerini de, geride bıraktıklarını da yazarız." (Yâsîn, 36/12) "Bütün işler ancak Allah'a döndürülür." 77Ey îman edenler! Rükû edin, secde edin, Rabbinize ibadet edin. Hayır işleyin ki, kurtuluşa eresiniz. "Ey îman edenler! Rükû' edin, secde edin." Sûrenin baş taraflarında bu sûrede iki secde bulunmak meziyetine sahip olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Ancak Malik ve Ebû Hanîfe'nin görüşüne göre bu ikinci secde azimet yoluyla yapılması istenen bir secde değildir. Çünkü burada rükû' ve sücûd birlikte zikredilmiştir ve bundan maksat farz olan namazdır. Özellikle rükû ve sucûdun söz konusu edilmesi, namazın şerefini dile getirmektir. Rükû ve sucuda dair geniş açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/43. âyet, 5-11. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır. Hamd yalnız Allah'adır. "Rabbinize İbadet edin." Yani Onun emirlerine uyun. "Hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz." Yüce Allah, daha başka bir çok yerde vacib (farz) olduğu sahih olarak sabit olmuş farzların dışındaki amelleri de âyetle teşvik etmektedir. 78Allah (yolun)da da hakkıyla cihad edin. Sizi O seçti, dinde size güçlük vermedi. Atanız İbrahim'in milletine (uyunuz.) Önceden de bu (Kur'ân)'da da sizi "müslüman" diye o adlandırdı. Ta ki Rasûl size şahîd olsun, siz de İnsanlara karşı şahidlik edesiniz. İmdi namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah'a güvenin. Mevlânız O'dur. O, ne iyi ve ne güzel mevlâ, ne iyi ve ne güzel yardımcıdır! "Allah (yolun)da da hakkıyla cihad edin." Bu âyetle kâfirlere karşı cihad kastedilmiştir, denildiği gibi; yüce Allah'ın vermiş olduğu bütün emirleri yerine getirmek ve bütün yasakladıklarından uzak durmaya İşaret olduğu da söylenmiştir. Yani nefislerinize karşı Allah'a itaat etmek, nefislerinizi hevalardan uzak tutmak uğrunda cihad ediniz. Vesveselerini reddetmek suretiyle şeytana karşı cihad ediniz. Zulümlerini reddetmek uğrunda zâlimlere karşı cihad ediniz. Küfürlerini bertaraf etmek için de kâfirlere karşı cihad ediniz. İbn Atiyye dedi ki: Mukâtil dedi ki: Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın: "O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun." (et-Teğâbun, 65/16) âyeti ile nesh olunmuştur. Hibetullah da böyle demiştir: Yüce Allah'ın: "Hakkıyla cihad edin" âyeti ile diğer âyet-i kerîmedeki: "Allah'tan nasıl korkmak lazım geliyorsa, öylece korkun." (Âl-i İmrân, 3/102) âyeti, verilen bu gibi emirlerde güç yetirilebilinen dereceye hafifletilmek suretiyle neshedilmiştir. Ancak burada bir neshin varlığını kabul etmeye ihtiyaç da yoktur. Çünkü zaten başından beri hükümden kastedilen de budur. Çünkü "hakkıyla cihad edin" âyeti sizi zora koşmayacak kadarıyla cihad edin, demektir, Said b. el-Müseyyeb'in de rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Dininizin en hayırlı olanı, en kolay olanıdır," Müsned, IV, 338, V, 32 Ebû Ca'fer en-Nehhâs dedi ki: Bu âyet, hakkında neshin câiz olmayacağı âyetlerdendir, çünkü bu(radıyallahü anhdaki hüküm) İnsan üzerine farzdır. Nitekim Hayve b. Şureyh de, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a ref ederek şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Mücahid, aziz ve celil olan Allah için nefsine karşı cihad eden kimsedir. " Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 2; Müsned, VI, 20-22. Yine Ebû Galib'in Ebû Umame'den rivâyet ettiğine göre bir adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a birinci cemrenin yakınında: Hangi cihad daha faziletlidir!? diye sormuş ve ona cevap vermemiştir. Sonra ikinci cemre yanında da ona sormuş, yine cevap vermemiş. Sonra Akabe cemresinin yanında ona sorunca, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Soru soran nerede?" diye buyurunca, adam: İşte ben buradayım, demiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Zalim bir yöneticinin huzurunda söylenecek hak (adaletli) bir sözdür" diye buyurmuştur. Müsned, V, 251, 256. Aynı manayı vurgulayan başka rivâyetler: Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Nesâî, Bey'at 37; İbn Mâce, Fiten 20; Müsned, II!, 19. 61, IV, 314, 315. "Sizi O seçti." Dinini korumak ve emrine bağlanmak için sizi seçen O'dur. Bu da mücahede emrini te'kid etmektedir. Yani üzerinize cihad etmek farzdır, zira bunun için sizi seçen Allah'tır, Yüce Allah'ın: "Dinde size güçlük vermedi" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı üç bağlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın "güçlük" âyeti darlık demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-En'âm Sûresi'nde (6/125. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet-i kerîme bir çok ahkâm ile yakından ilgilidir. Bu da yüce Allah'ın bu ümmete vermiş olduğu Özelliklerdendir. Ma'mer, Katade'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bir peygamber olması müstesna kimseye verilmemiş üç özellik bu ümmete verilmiştir. Peygamber'e: Git, senin için bir güçlük, darlık yoktur, denilirdi. Bu ümmete de: "Dinde size güçlük vermedi" diye buyurulmuştur. Herbir peygamber ümmetine karşı şahittir. Bu ümmete de: "İnsanlara karşı şahidler olasınız diye..." (el-Bakara, 2/143) denilmiştir. Peygamber'e: İste, istediğin sana verilecektir denilirdi. Bu ümmete de: "Bana dua edin ki ben de duanızı kabul edeyim." (el-Mu'min, 40/60) diye buyurulmuştur. 2- Kaldırılan Güçlüğün Mahiyeti: İlim adamları yüce Allah'ın kaldırmış olduğu bu güçlüğün mahiyeti hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İkrime dedi ki: Bu, helâl kılınan hanımlardan ikişer, üçer ve dörder nikâhlamak ile sahip olunan cariyelerdir. Maksat namazın kısaltılması, yolcununorucunu açabilmesi, başka türlüsüne gücü yetmeyen kimsenin ima ile namaz kılması, kör, topal, hasta, gazaya çıkmak için gerekli harcamaları bulamayan fakir, borçlu, anne-babası bulunan kimselerden cihad yükümlülüğünün kaldırılması ve İsrailoğulları üzerinde bulunan ağır yüklerin kaldırılmasıdır. Bu hususların pek çoğuna dair geniş açıklamalar daha önceden (meselâ; el-Bakara, 2/143, 286. âyetler, el-A'râf, 7/157. âyetin tefsiri) geçmiş bulunmaktadır. İbn Abbâs'tan ve Hasan-ı Basrî'den rivâyet edildiğine göre bu husus ramazan orucunu bitirmek, kurban bayramı birinci gününü tesbit etmek ve oruca başlamak için hilâlleri (kasıt olmaksızın) daha önce veya daha sonra görmüş kabul etmek hakkındadır. Mesela, müslüman cemaat, zülhicce hilâlinin görüldüğünü tesbit etmek hususunda yanılacak olup da Arefe gününden bir gün önce vakfe yaparlarsa, yahut ta kurban bayramı birinci günü vakfede bulunurlarsa, bu onlar için yeterli gelir. Bu hususta bizim "el-Muktebes fi Şerhi Muvatta’i Muliki'bni Enes" adlı eserimizde açıkladığımız üzere görüş ayrılıkları da vardır. Bizim sözünü ettiğimiz ise bu hususta sahih olan açıklamalardır. Ramazan sonu oruç açmak ve kurban kesmek de böyledir. Çünkü Hammâd b. Zeyd, Eyyub'dan, o Muhammed b. el-Munkedir'den, onun da Ebû Hüreyre'den rivâyetine göre Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizin oruç açmanız, oruç açtığınız gündür. Kurban gününüz de kurban kestiğiniz gündür," Bu hadisi Ebû Dâvûd ve Dârakutnî rivâyet etmiş olupc Ebû Dâvûd, Savm 5; Tirmizî, Savm 11; İbn Mâce, Siyam 9; Dârakutnî, II, 163 lâfzı da zikrettiğimiz şekildedir. Bunun anlamı da şudur: İçtihadınız ile nasıl tesbit ederseniz size herhangi bir vebal ve zorluk söz konusu olmaksızın öyledir. Hadis İmâmlarının rivâyetine göre; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a kurban günü bazı hususlara dair sorular sorulmuş, ona kişinin unutabileceği yahut ta bir takım işleri öne alınıp, bazılarının sonraya bırakılmasına dair bilinmeyen bazı hususlar ve benzerleri hakkında kendisine ne kadar soru sorulduysa, mutlaka: "Yap, bir vebal yoktur" diye cevap vermiştir. Buhâri, Um 23, 24; Hacc 125, 131; Müslim, Hacc 327, 331; Ebû Dâvûd, Menâsik 78, 87; Tirmizî, Hacc 45, 76; İbn Mâce, Menâsik 74; Ebû, Dâvûd, Menâsik 65; Muvatta’, Menâsik 242; Müsned, II. 159, 160T 192..., III, 326, 3B5 3- Zorluğun Kaldırılması Kimler Hakkında Söz Konusudur? İlim adamları derler ki: Zorluğun kaldırılması ancak şeriatın gösterdiği yol üzere dosdoğru yürüyen kimseler içindir. Talancılar, hırsızlar ve bir takım hadleri gerektiren suç işlemiş olanlar için ise zorluk vardır. Onlar zaten dinden uzaklaşmakla bu zorluğu kendi aleyhlerine tesbit etmiş oluyorlar. Şeriatte Allah yolunda bir tek kişinin iki kişinin karşısında sebat etmekle mükellef tutulmasından daha büyük bir zorluk yoktur. Ancak sağlam bir yakın ve mükemmel bir azim ile birlikte olması halinde bu, hiç de zor olmaz. "Atanız İbrahim'in milletine," ez-Zeccâc der ki: Ataniz İbrahim'in milletine uyunuz, demektir. el-Ferrâ' da "millet" kelimesi başta gelmesi gereken "kef (benzetme edatı)"nın hazfedildiği takdirine göredir. Sanki; "Milleti gibi (olun)" denilmiş gibidir. Sizler babanızın yaptığı hayır işleri yapınız, anlamında olduğu da söylenmiştir. Burada fiil kelimesi (yapınız) emri "millet" kelimesi yerine kullanılmış olmaktadır. İbrahim bütün Arapların atasıdır. Burada hitabın bütün müslümanlara yönelik olduğu da söylenmiştir. Her ne kadar bütün müslümanlar onun soyundan gelen çocukları değilse bile İbrahim (aleyhisselâm)ın müslümanlar nezdindeki saygınlığı, tıpkı evladı nezdinde babanın saygınlığı gibi oluşundandır. "Önceden de bunda sizi müslüman diye o adlandırdı." İbn Zeyd ile el-Hasen dedi ki: Buradaki "o" zamiri İbrahim'e racidir, yani Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan önce size müslümanlar diye ad veren odur. "Bunda" da şu demektir: Yani onun hükmü gereğince Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)a tabi olan muslümandır. İbn Zeyd dedi ki: İşte bu âyet, yüce Allah'ın: "Rabbimiz, ikimizi de Sana teslim olmuş kimselerden kıl. Soyumuzdan da yalnız Sana itaat eden müslüman bir ümmet var et" (el-Bakara, 2/128) âyeti ile aynı anlamdadır. en-Nehhâs dedi ki: Bu görüş ümmetin ileri gelen (ilim adam)lerinin görüşüne muhaliftir. Çünkü Ali b. Ebi Talha'nın, İbn Abbâs'tan rivâyetine göre o şöyle demiştir: Daha önceden size müslümanlar ismini veren aziz ve celil olan Allah'tır. Yani hem daha önceki kitaplarda, hem de bu Kur'ân-ı Kerîm'de size bu ismi O, vermiştir. Bu açıklamayı Mücahid ve başkaları da yapmıştır. "Ta ki Rasûl size" size tebliğ ettiğine dair "şahit olsun. Siz de insanlara karşı" resullerin kendilerine tebliğ ettiklerine dair "şahitlik edesiniz." Nitekim daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/143. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "İmdi namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah'a güvenin. Mevlâ'nız O'dur. O, ne İyi ve ne güzel mevlâ, ne İyi ve ne güzel yardımcıdır!" Bu âyete dair yeterli açıklamalar da daha önceden Mesela el-Bakara, 2/3. âyet, 4. başlık ve devamı; 2/43. âyet, 1-4. haslıklar; Al-i İmrân, 3/101. âyet... geçmiş bulunmaktadır. Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun. |
﴾ 0 ﴿