MÜ'MİNÛN SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile

Herkesin kabul ettiği görüşe göre bütünüyle Mekke'de inmiş bir sûredir.

1

Mü’minler gerçekten felâh bulmuşlardır.

Bu âyetlere dair açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız;

1- Kurtuluşa Eren Mü’minler ve Bu Âyetlerin Fazileti:

"Mü’minler gerçekten felâh bulmuşlardır." Âyeti ile ilgili olarak Beyhakî, Enes b. Malik'ten şu hadisi rivâyet etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah Adn cennetini yaratıp kendi eliyle oranın ağaçlarını dikince, ona: Konuş, dedi. O da: "Mü’minler gerçekten felâh bulmuşlardır" dedi. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 397; aynı manada, bazı fazlalıklarla, İbn Abbâstan,

Nesâî'nin rivâyetine göre de Abdullah b. es-Sâib şöyle demiştir: Fetih günü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın huzurunda bulundum. Kabe'ye doğru namaz kıldı. Ayakkabılarını çıkartıp sol tarafına koydu, el-Mu'minûn Sûresi'ni okudu. Mûsa ya da Îsa -ikisine de selâm olsun- dan söz eden âyetlere gelince, onu bir öksürük tuttu, rükû'a vardı... Bu manada Müslim de bu hadisi rivâyet etmiştir. Müslim, Salât 163; Ebû. Dâvûd, Salât 88; Nesâî, İftitah 76; İbn Mâce, İkametu's-Salât 5; Müsned, III, 411; Buhâri, Ezan 106'da muallak olarak

Tirmizî'de de Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a vahiy indirildiğinde yüzünün yakınlarında arı vızıltısı gibi bir ses işitilirdi. Bir gün ona vahiy indirildi, biz de bir süre onun yanında durduk. Sonra üzerinden vahiy hali geçti, kıbleye döndü, ellerini kaldırıp dedi ki: "Allah'ım üzerimizdeki nimetlerini arttır, üzerimizdeki nimetlerinden bir şey eksiltme. Bizi razı kıl ve bizden de razı ol. -Sonra şöyle buyurdu:- Bana on âyet-i kerîme indirildi ki, onları gereği gibi uygulayan bir kimse cennete girer." Sonra da: "Mü’minler gerçekten felâh bulmuşlardır" âyetini on âyet-i kerîme sona erinceye kadar okudu Tirmizî, Tefsir 23- sûre 1; Müsned, 1, 34. İbnu’l-Arabî bu hadisin sahih olduğunu belirtmiştir.

en-Nehhâs dedi ki: "Onları uygulayan" ifadesi onların belirlediklerini yerine getirip ihtiva ettikleri hükümlere muhalefet etmeyen demektir. Bu da: Filan kişi ameli ile gereğini yerine getirir, demeye benzer.

Daha sonra bu âyet-i kerîmelerden sonra abdest alma farzı ve hac da nazil oldu. O bakımdan bunlar da burada belirtilen hükümlerin kapsamına girmektedir.

Talha b. Mûsarrif:

"Felâh buldu" fiilini elifi ötreli olarak meçhul kip ile okumuştur ki onlar sevap ve hayırda bırakıldılar, anlamındadır. el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında (2/5. âyetin tefsirinde) hem sözlük, hem de terim anlamı ile felahın ne demek olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Hamd yalnız Allah'a mahsustur,

2

Onlar ki, namazlarında huşa İçindedirler.

2- Huşû'un Önemi:

Yüce Allah'ın:

"Huşu' içindedirler" âyeti ile ilgili olarak el-Mu'temir, Halid'den, o Muhammed b. Sîrîn'den şöyle dediğini rivâyet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namazda semaya bakardı, bunun üzerine yüce Allah şu:

"Onlar ki namazlarında huşu içindedirler" âyetini İndirdi. Bu sefer Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) secde ettiği yere bakmaya başladı. Ebû Dâvûd, el-Merâsil, 96; Beyhakî, es-Sunenu'l-Kubrâ, II, 402. el-Hakîm, el-Müstedrek, II, 293'te bü hadisi İbn Sirîn'den sonra "Ebû Hüreyre'den" diyerek muttasıl bir sened ile kaydettikten sonra, muttasıl olduğu ihtilaflı olduğunu bildirmekte; Telhiste ise doğru ve sahih olanın mürsel olduğu kaydedilmektedir.

Huşeym yoluyla gelen rivâyette de şöyle denilmektedir: Müslümanlar namazda iken sağa sola dönüyor ve bakıyorlardı. Nihayet yüce Allah: "Mü’minler gerçekten felâh bulmuşlardır. Onlar ki namazlarında huşu içindedirler" âyetlerini indirince, bu sefer kendilerini namazlarına verdiler ve önlerine bakmaya başladılar. Süyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, VI, 83, 84'te yakın rivâyetten

İlim adamlarının namaz kılan bir kimsenin bakacağı yer ile ilgili hükümlere dair çeşitli görüşleri el-Bakara Sûresi'nde:

"Artık yüzünü Mescidi Haram'a doğru çevir" (el-Bakara, 2/144) âyetinde (5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yine huşû'un sözlük anlamı ile ilgili açıklamalar da orada geçmiştir ki, bu da yine el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın:

"Gerçi bu Hâşi'lerden başkasına elbette büyük gelir" (el-Bakara, 2/45) âyetini açıklarken (3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Huşû'un yeri kalptir. Kalb huşu' buldu mu bütün organlar da kalbin huşû'u dolayısıyla huşu' bulur. Zira el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında açıkladığımız gibi kalb bütün azaların hükümdarıdır.

İlim adamlarından bir kimse namazı ikame edip namaza kalktı mı gözünü herhangi bir şeye dikmekten yahut içinden dünyevi herhangi bir şey geçirmekten ötürü Allah'tan korkar ve çekinirdi.

Atâ der ki: Huşu' bir kimsenin namaz kılarken bedeninde herhangi bir şeyle boşu boşuna uğraşmamasıdır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kılarken sakalıyla uğraşan bir adamı görünce, şöyle buyurmuştur: "Şayet bu adamın kalbi huşû' duymuş olsaydı, azaları da elbette huşu' bulacaktı." Câmi'u's-Sagîr, III, 200.

Ebû Zerr dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sizden herhangi biriniz namaza kalktı mı şüphesiz ki rahmet onun karşısında bulunur. Sakın çakılları hareket ettirmesin." Bu hadisi de Tirmizî rivâyet etmiştir. Tirmizî, Salât 162; İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 62; Dârimî, Salât 110; Müsned, V, 150, 163. Şair de şöyle demektedir:

"Şunu bil ki namazdadır hayır ve bütünüyle lutf-ı ilâhî,

Çünkü bütün azalar namazda itaatle boyun eğer, Allah'a

Odur dinimizin şeriatînin ilk farzı,

Ve din kaldırılacağında en sona kalacak olan.

Her kim tekbîr için ayağa kalkarsa, onu karşılar bir rahmet,

Ve o tıpkı efendisinin kapısını çalan bir köle gibidir.

Namazı esnasında Arşın Rabbine seslenir,

Eğer huşu'a eren birisi ise ne mutlu ona."

Ebû İmrân el-Cevnî rivâyetle dedi ki: Âişe (radıyallahü anha)ya: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ahlakı ne idi? diye sorulmuş, o da: Siz el-Mu'minun Sûresi'ni biliyor musunuz? diye sormuştu. Evet denilince; Okuyun, dedi, ona: "Mü’minler gerçekten felâh bulmuşlardır... Onlar namazlarını muhafaza ederler" âyetlerini okudular. Hâkim, el Müstedrek, II, 292 Nesâî'nin rivâyetine göre İbn Abbâs (radıyallahü anh) dedi ki; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namazda sağa sola baktığı olur, fakat boynunu geriye doğru bükmezdi. Nesâî, Sehv 11; Tirmizî, Cuma 60; Müsned, I, 275, 306

Ka'b b. Malik de uzunca hadisinde şöyle demektedir; ...Sonra onun -yani Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın- yakınında namaz kılar ve far ketti rmeden ona bakardım. Ben namazıma kendimi verince, bu sefer o bana bakardı. Ona doğru döndüğüm vakit kendisi yüzünü benim tarafımdan çevirirdi. Buhârî, Meğâzî 79; Müslim, Tevbe 53; Müsned, III, 458 Peygamber bununla birlikte ona namazını iade etmesini emretmemiştir.

3- Huşû'un Hükmü:

İnsanlar huşû'un hükmü namazın farzlarından mıdır, yoksa faziletlerinden ve onu tamamlayıcı unsurlardan mıdır, hususunda iki farklı görüşe sahiptirler. Ancak doğru olan birincisidir. Huşû'un mahalli de kalptir. İnsanlar arasından ilk kaldınlacak amel de odur. Bunu Ubade b. es-Samit söylemiştir. Tirmizî de Cubeyr b. Nufeyr yoluyla, o Ebû'd-Derdâ'dan nakletmiş ve: Bu hasen, garib bir hadistir demiştir. Tirmizî, İlm 5

Nesâî de bu hadisi yine Cubeyr b. Nufeyr yoluyla, Avf b. Malik el-Eşcaf den sahih bir yolla rivâyet etmiştir. Dârimî, Mukaddime 29'da Müsned, VI, 27de rivâyet etmektedir. Ebû Îsa (et-Tirmizî) dedi ki: (Hadisin senedindeki ravilerden birisi olan) Muaviye b. Salih hadis âlimlerince güvenilir bir ravidir. Yahya b. Said el-Kattan dışında hakkında söz söylemiş bir kimse olduğunu bilmiyoruz. Tirmizî, İlm 5

Derim ki: Muaviye b. Salih Ebû Amr'ın künyesinin Ebû Ömer olduğu da söylenir. Onun nisbeti el-Hadramî el-Hımsî olup, Endülüs kadılığı yapmıştır. Ebû Hatim er-Razî'ye hakkında soru sorulmuş, o: Hadisi salih (sağlam) bir kimsedir. Hadisi yazılır, fakat (tek başına) onunla delil gösterilmez. Yahya b. Main'in hakkındaki sözleri ise farklıdır. Abdu'r-Rahmân b. Mehdî, Ahmed b. Hanbef ve Ebû Zür'a er-Razî onun sika olduğunu belirtmişlerdir. Müslim de Sahih'inde onu(n rivâyetini) delil diye göstermiştir. Bk. İbn Hacer, Tehzibu't-Tehzib, X, 189 vd.

3

Onlar boş şeylerden yüz çevirirler;

Daha önceden el-Bakara Sûresi'nde lağvin (2/225. âyet, 1,başlık) anlamı ile zekâtın (2/43. âyet, 2. başlık) anlamına dair açıklamalar geçtiğinden bunları tekrarlamaya gerek yoktur.

ed-Dahhâk der ki: Buradaki

"lağv (boş şeyler)"den kasıt şirktir. el-Hasen ise; bütün masîyetlerdir, demiştir. Bu da kapsamlı bir açıklama olup bunun şirk olduğunu söyleyenlerin görüşleri de şarkı olduğunu söyleyenlerin görüşleri de buna dahildir. Nitekim Malik b. Enes, Muhammed b. el-Münkedir'den -ileride Lukman Sûresi'nde (31/6. âyet, 1. başlıkta) açıklaması geleceği üzere- bu anlamda olduğunu nakletmiştir.

4

Onlar zekâtı eda ederler;

"Eda ederler," demektir ve bu fasih bir kullanımdır. Arapçada bu manada kullanılmıştır. Umeyye b. Ebi's-Salt şöyle demektedir:

"Onlar sıkıntılı (kıtlık) yılında yemek yedirendir,

Ve zekâtlarını da edâ edenlerdir."

5

Onlar ırzlarını korurlar;

6

Eşlerine yahut sağ elleriyle sahip olduklarına karşı müstesna. Çünkü onlar bundan dolayı kınanmazlar.

4- Irzlarını Harama Karşı Koruyanlar:

Yüce Allah'ın:

"Onlar ırzlarını korurlar" âyeti ile ilgili olarak İbnu'l-Arabî şunları söylemektedir: "Kur'ân-ı Kerîm'deki garib (farklı) üslûplardan birisi de şudur: Bu on âyet-i kerîme erkekler ve kadınlar hakkında umumidir, Tıpkı Kur'ân-ı Kerîm'in diğer lâfızlarının da bu manaya gelme ihtimalini taşımaları ve her ikisi hakkında umumî olmaları gibi. Ancak burada yüce Allah'ın:

"Onlar ıralarını korurlar" âyeti ile zevceler dışarda tutularak, sadece erkekler muhatab alınmıştır. Buna delil de yüce Allah'ın:

"Eşlerine yahut sağ elleriyle sahip olduklarına karşı müstesna" âyetidir. Çünkü kadının ırzını koruması gereği, genel ve özel ihsana (iffeti korumaya) dair âyetler ile diğer başka bir takım delillerden anlaşılan bir husustur."

Derim ki: Ayet-i kerîme ile ilgili bu yoruma göre; kadının sahip bulunduğu kölesinin kendisi ile ilişki kurması ilim adamlarının icmaı ile helâl değildir. Çünkü kadın bu âyet-i kerîmenin kapsamına girmemektedir. Ancak kadın böyle bir köleye sahip olduktan sonra azad edecek olursa, Cumhûra göre başkasının o kadınla evlenmesi câiz olduğu gibi, azad ettiği kölesinin de o kadın ile evlenmesi caizdir.

Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe'den, en-Nehaî ve en-Nehaîden rivâyet edildiğine göre; kadın (kocası olan) köleye sahip olur olmaz, onu azad edecek olursa, her ikisi de eski nikâhları üzere kalırlar. Ebû Ömer dedi ki: Çeşitli bölgelerdeki İslâm fukahasından bu görüşü söyleyen bir kimse yoktur. Çünkü fukahaya göre kadının (kocasına) malik olması aralarındaki nikâhı iptal eder. Bu bir talâk değildir, bu nikâhın feshedilmesidir. Şayet kocasına köle olarak malik olduktan sonra azad edecek olursa, kocasının ona tekrar dönmesi ancak yeni bir nikâh ile mümkün olabilir. Velev ki ondan iddet beklemekte bulunsun.

5- İstimnâ'da Bulunmanın Hükmü:

Muhammed b. el-Hakem dedi ki: Harmele b. Abdu'l-Aziz'i şöyle derken dinledim: Ben Malik'e Umeyra'yı celd eden (istimnadan kinayedir) adam hakkında soru sordum. O şu:

"Onlar ırzlarını korurlar... İşte onlar sınırı aşan kimseler olurlar" âyetlerini bana okudu. Çünkü onlar (Hicazlılar) zekerden kinaye yoluyla, Umeyra diye söz ederler. Şair de şu beyitinde bu lafızla onu kastetmektedir:

"Eğer teselli edecek kimsenin bulunmadığı bir vadiye konaklarsan,

Artık sen de Umeyra'yı celd et. Ne hastalık kalır, ne sıkıntı."

Iraklılar buna "istimna" ismini verirler. Bu da "meni"den istifa! veznindedir. Ahmed b. Hanbel ise oldukça takvalı olmasına rağmen bu işi câiz görmektedir. Delil olarak da bunun bedenden atılan bir fazlalık olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla ihtiyaç halinde caizdir, Bunun aslî dayanağı da kan çıkarmak ve hacamat (kan aldırmak)tır.

Genel olarak ilim adamları ise haram olduğunu kabul ederler. Bazı ilim adamları da: Böyle yapan bir kimse, kendi kendisine yapan gibidir. Bu şeytanın ihdas ettiği ve yaygın bir hal alıncaya kadar yaygınlık gösteren bir masiyettir. Keşke yayılmamış olsaydı. Eğer bunun câiz olduğuna dair bir delil bulunabilse dahi erdemli bir kişi bayağı bir iş olduğundan dolayı ondan yüz çevirir. Böyle bir iş cariyeyi nikâhlamaktan daha iyidir denilecek olursa, biz de şöyle deriz; Kâfir dahi olsa cariyeyi nikâhlamak kimi ilim adamlarının görüşlerine göre bundan hayırlıdır. Her ne kadar birileri bu görüşte ise de istimnanın cevazı delil itibariyle oldukça zayıftır. Bayağı bir kişi için dahi utanılacak bir şey olduğuna göre yaşlı başlı bir kişi için durumu ne olur?

6- Eşlerle ve Cariyelerle Yetinmek:

"Eşlerine" el-Ferrâ' dedi ki: Yüce Allah'ın kendilerine helâl kılmış olduğu zevcelerinden anlamındadır. Yani onları bırakıp, haram olana yaklaşmazlar.

"Yahut sağ elleriyle sahip olduklarına karşı müstesna" anlamındaki âyet

"eşlerine" lâfzına atfedilmiş olarak cer mahallindedir, mastariyedir.

Bu zinanın ve daha önce sözünü ettiğimiz şekilde istimnanın ve mut'a nikâhının haram olmasını gerektirmektedir. Çünkü kendisi ile mut'a nikâhı yapılan kadın, zevceler konumunda değildir. Ne miras alır, ne de mirası alınır. Çocuğu da neseb itibariyle ona ilhak edilmez. Onun nikâhı boşamak suretiyle sona erdirilerek, yeniden ric'at yapılmaz. Onunla yapılan akit ancak akitte belirtilen sürenin bitimi ile nihayete erer ve o bu akide ücretle tutulmuş gibidir. İbnu'l-Arabî der ki: Bizler mut'a nikâhının câiz olduğunu söyleyecek olursak, bu nikâh ile kendisi üzerine akit yapılan kadın evlilik adının verilebileceği belli bir süreye kadar zevce sayılır. Eğer ümmetin icma ile kabul etmiş olduğu, mut'a nikâhının haram oluşu görüşünü esas alarak hakkı söyleyecek olursak, elbetteki mut'a nikâhı ile akit yapılan kadın zevce olamaz ve âyetin kapsamı içerisine girmez.

Derim ki: Bu husustaki görüş ayrılığının faydası şudur: Acaba açık zinada olduğu gibi had uygulamak gerekir mi ve çocuk (annesine) ilhak edilmez mi? Yoksa şüphe dolayısıyla had kalkar ve çocuk da annesinden doğmuş kabul edilir mi? Bu hususta bizim mezhebimize mensub ilim adamlarının iki görüşü vardır.

Mut'a nikâhının helâl ve haram kılınışı bakımından bir kaç hali olmuştur. Bunlardan birisi de şuydu: Mut'a nikâhı önceleri mubah idi. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hayber günlerinde onu haram kıldı. Sonra Mekke'nin fethi gazvesinde tekrar helâl kıldı, daha sonra onu bir daha haram kıldı. Bu açıklamayı bizim mezhebimize mensub İbn Huveyzimendad ve başkaları yapmıştır. İbnu'l-Arabî de buna işaret etmektedir. en-Nisâ Sûresi'nde (4/24. âyet, 9. başlıkta) buna dair yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

7

Artık her kim bundan başkasını isterse, İşte onlar sınırı aşan kimseler olurlar.

7- Meşruiyet Hududlarının Dışına Çıkanlar:

"Artık her kim bundan başkasını isterse, işte onlar sınırı aşan kimseler olurlar" âyetinde yüce Allah helâl olmayan nikâh yapan kimseleri haddi aşan ve bu haksızlığı dolayısıyla kendisine had uygulanmasının vacib olmasına sebeb teşkil eden kimse diye nitelendirmektedir. Lût kavminin işini yapan kimse de hem Kur'ân hükmü gereğince, hem de sözlükteki anlamları itibariyle haddi aşan bir kimsedir. Buna delil yüce Allah'ın:

"Hayır, siz haddi aşan bir kavimsiniz" (eş-Şuarâ, 26/166) âyeti gereğince ve daha önce el-A'râf Sûresi'nde (7/80. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere bu durumdadır. O bakımdan bunlara haddin uygulanması gerekmektedir. Bu da apaçık bir hükümdür ve bunun anlaşılmayacak hiçbir tarafı yoktur.

Derim ki: Ancak burada düşünülmesi gereken bir nokta vardır. O da bu işi yapan kimsenin, cahil ya da te'vilde bulunan bir kimse olmadığı sürece böyle olduğudur. Her ne kadar yüce Allah'ın:

"Onlar ırzlarını korurlar, eşlerine yahut sağ elleriyle sahip olduklarına karşı müstesna. Çünkü onlar bundan dolayı kınanmazlar" âyetinde kadınlar dışarda tutularak, özellikle erkeklerin söz konusu edildiği üzerinde icmâ' yapılmış ise de Ma'mer'in rivâyetine göre Katade şöyle demiştir: Bir kadın erkek kölesi ile birlikte evlilik hayatı yaşadı. Bu husus Ömer (radıyallahü anh)a aktarıldı, kadına: Seni bu şekilde davranmaya iten nedir? diye sordu, kadın: Benim görüşüme göre nasıl ki kadın, erkeğe malik olması sebebiyle helâl ise ben de onun bana, ona malik olduğum İçin helâl olacağı kanaatine sahip oldum. Ömer (radıyallahü anh) bu kadını recmetmek hususunda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ashabıyla danıştı. Onlar: Bu kadın yanlış bir şekilde yüce Allah'ın kitabını te'vil etmiştir. O bakımdan ona recm cezası uygulanmaz. Bu sefer Ömer (radıyallahü anh): Şüphesiz bu böyledir, dedi. (Kadına da:)

Allah'a yemin olsun bundan sonra ebediyyen senin hür bir kimse ile evlenmene müsaade etmeyeceğim. Böylelikle Ömer o kadını cezalandırdı ve ona had de uygulamadı. Köleye de o kadına yaklaşmamasını emretti.

Ebubekr b. Abdullah'tan rivâyete göre o babasını şöyle derken dinlemiş: Ömer b. Abdu'l-Aziz'in huzurunda idim. Bir kadın yanında kendisine ait parlak bir köle ile gelip, dedi ki: Ben bu kölem ile evlilik hayatı yaşadım. Amcamın çocukları bana bunu engellediler. Halbuki ben cariyesi bulunup da onunla birlikte olan bir erkek konumundayim. Amcamın çocuklarına söyle de beni engellemekten vazgeçsinler. Ömer dedi ki; Sen bundan önce hiç evlendin mi? Kadın; Evet deyince, şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, eğer bu kadar cahil birisi olmasaydın, seni taşlarla recmederdim. Ancak siz bu köleyi alınız ve onu kadının bulunduğu şehirden bir başkasına götürecek birisine satınız.

(.........) kelimesi (aslında arkasında, ötesinde demek olmakla birlikte burada) dışında, başkası anlamındadır. Bu kelime "isterse" anlamındaki kelimenin mef ütüdür. Kim zevcelerinden ve malik olduğu cariyelerinden başkasını arayacak olursa,.. anlamındadır.

ez-Zeccâc der ki; Kim bundan sonra başkalarını isterse demektir. Buna göre; istemenin mef'ûlü mahzuftur. "Başkasını" anlamındaki kelime de zarftır. "Bu" ile ister müennes, ister müzekker olsun daha önce anılmış herbir şeye İşaret olunur.

"İşte onlar sınırı aşan kimseler olurlar." Yani bunlar haddi aşan kimselerdir.

"Haddi aştı, haddi çiğneyip geçti" anlamındadır.

8

Onlar emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler.

9

Onlar namazlarını muhafaza ederler.

8- Emanetlere, Ahit ve Namazlara Riâyet:

"Onlar emanetlerine ve ahitlerine riâyet ederler. Onlar namazlarını muhafaza ederler." Cumhûr burada "emanetler" lâfzını çoğul olarak okumuş, İbn Kesîr tekil olarak okumuştur. Emanet ve ahit ise insanın gerek din, gerek dünya işlerinden söz ya da fiil olarak yapmakla yükümlü olduğu herbir hususu ifade eder. Bu ise insanlar arası geçimi, verilen sözleri ve başka hususları kapsar. Bundan maksat ise bunları gereği gibi korumak ve yerine getirmektir. Emanet, ahitten daha genel bir mana taşır. Herbir ahit daha önce hakkında söz, fiil ya da inanış sözkonusu herbir husus bir emanettir.

9- Firdevs Cennetinin Mirasçıları:

Cumhûr "namazlarını" anlamındaki âyeti "namaz" lâfzını da çoğul olarak; diye okumuşlardır. Hamza ve el-Kisaî ise

"namaz" anlamındaki lâfzı; şeklinde tekil olarak okumuşlardır. Bu tekil okuyuş cins ismi olduğundan dolayı içoğul anlamını vermektedir.

Namazı muhafaza etmek; namazı dosdoğru kılmak, ilk vakitlerinde edâ etmek için eli çabuk tutmak, rükû ve sucûdunu tam ve eksiksiz yapmak demektir. Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/3. âyet, 4. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

10

İşte bu kimseler mirasçılardır;

Daha sonra yüce Allah:

"İşte bu kimseler mirasçılardır" diye buyurmaktadır. Yani bu âyet-i kerîmelerde sözü edilen hususlar gereğince amel edenler mirasçılardır. Onlar cennette, cehennem ehli adına bulunan konaklara mirasçı olacaktır.

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)dan gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz yüce Allah herbir insan için cennette bir mesken ve cehennemde bir mesken ayırmıştır. Mü’minler hem kendi konaklarını alırlar, hem de kâfirlerin konaklarına mirasçı olurlar. Kâfirleri de mü’minlerin cehennem ateşindeki yerlerine koyacaktır." Bu hadisi bu manada İbn Mâce rivâyet etmiştir. İbn Mâce, Züht! 39

Yine Ebû Hüreyre'de dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Aranızdan cennette bir konak, cehennemde kalacak bir yer olmak üzere iki konaklama yeri bulunmayan hiçbir kimse yoktur. Kişi ölüp de cehenneme girecek olursa, cennet ehli onun (cennetteki) konağına mirasçı olurlar. İşte yüce Allah'ın: "İşte bu kimseler mirasçılardır" âyeti bunu dile getirmektedir. " İbn Mâce, Zühd 39 Bu hadisin isnadı sahihtir.

Bununla birlikte cenneti elde etmeye, cennete sadece cennetliklerin sahip olmaları açısından "mirasçılık" adının verilmiş olma ihtimali de vardır. O halde burada mirasçı olmak, her iki şekilde de istiare yoluyla kullanılmış bir lafızdır.

11

Firdevs'e mirasçı olanlardır. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar.

"el-Firdevs ise cennetin en üst yeri, ortası ve en değerli yeridir." Bunu et-Tirmizî, Um Harise diye bilinen en-Nadr kızı er-Rubeyi' yoluyla gelen hadisle rivâyet etmiş ve: Hasen, sahih bir hadistir, demiştir. Tirmizî, Tefsir 23. sûre 5; Müsned, III, 360

Müslim'in, Sahih'inde de şu hadis yer almaktadır: "Allah'tan dilediğiniz vakit, O'ndan Firdevs'i dileyiniz. Çünkü o cennetin ortası, en yüksek yeridir. Cennet ırmakları da oradan kaynayıp, coşar." Buhârî, Cihâd 4, Tevhîtl 22; Tirmizî, Sıfatu'l-Cenne 4; Müsned, II, 335

- Ebû Hatim Muhammed b. Hibban dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "O cennetin en orta yeridir" ifadesi şu demektir: Firdevs eni itibariyle cennetlerin ortasındadır ve cennetin en yüksek yeridir. Bununla da yüksekliği kastetmektedir. Bütün bunlar Ebû Hüreyre'nin şu sözünün doğruluğunu ortaya koymaktadır: Firdevs cennet ırmaklarının kendisinden kaynadığı, cennetin dağıdır. Firdevs kelimesi Mücahid'in dediğine göre Rumca olup, Arapçalaştırılmıştır. Farsça olup, Arapçalaştırıldığı söylendiği gibi, Habeşçe olduğu da söylenmiştir. Eğer böyle bir şey sabit ise bu, diller arasındaki uygun bazı lâfızlardan ibarettir. ed-Dahhak ise şöyle demektedir: Bu kelime Arapçadır ve bağ demektir. Araplar da bağlara "ferâdîs" ismini verirler.

"Onlar orada ebedî kalıcıdırlar." Burada müennes zamirin kullanılması "cennet" lâfzının manası göz Önünde bulundurulduğundan dolayıdır.

12

Yemin olsun ki Biz, insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık.

Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

1- İnsanın Yaratılışı:

Yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki Biz insanı" âyetinde kastedilen insan Âdem -salat ve selam onadır. Bu açıklamayı Katade ve başkaları yapmıştır. Çünkü o çamurdan süzülerek yaratılmıştır. Buna göre yüce Allah'ın:

"Sonra onu... kıldık" âyetindeki zamir de Âdemoğluna ait olur. Her ne kadar burada ondan söz edilmiyorsa da durumun herkesçe bilinmesi dolayısıyla bu uygun düşmüştür. Çünkü âyetin anlamı bu zamirin ondan başkasına gitmesine elverişli değildir. Bunun (bu açıdan) bir benzeri de yüce Allah'ın:

"Nihayet o perdenin arkasına girince..." (Sâd, 38/32) âyetidir. Burada zamir kendisinden söz edilmeyen güneşe aittir.

Burada "sülâle"den (süzülmüş olmaktan) kastın, Âdemoğlu olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve başkaları yapmıştır. Bu açıklamaya göre sülâle süzme su demek olur ki, kasıt menidir. Sülâle "es-sell" kökünden "fuâle" veznindedir. Bu da bir şeyden, bir şeyi çıkartmak anlamındadır. Mesela-, " Saçı hamurdan çektim, kılıcı kınından çektim, o da çekildi" denilir. Şairin şu mısraı da buradan gelmektedir:

"Haydi elbiselerimi, elbiselerinden (kalbimi, kalbinden) çıkart, o zaman rahat edersin."

Buna göre nutfe bir sülâledir. Çocuk da selîl ve sülâle diye adlandırılır. Bununla sırttan belli bir şekilde süzülen su (meni) kastedilmektedir. Şair de der ki:

"Onu derisi kalın, cüssesi iri biri olarak doğurdu,

Gereği gibi korunmamış fercin bir sülâlesi olarak."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Hind ancak bir Arap tayıdır,

Üzerlerine katırın çıktığı, atlardan süzülmüştür."

Lisanul-Arab (XI, 339)'ra belirtildiğine göre burada "katır" anlamına gelen bağl kelimesinin asıl doğru şekli adi ve bayağı demek olan "nağl" kelimesinden yanlışlıkla değiştirilmiştir. Çünkü katırın zürriyeti olmaz.

Yüce Allah'ın:

"Bir çamurdan" âyeti, asıl Âdem'dir ve o da çamurdandır, anlamındadır.

Derim ki: Bu da onun halis çamurdan yaratıldığı anlamındadır. Onun soyu ise el-En'âm Sûresi'nin baş taraflarında (6/2. âyetin tefsirinde) açıkladığımız gibi çamur ve meniden yaratılmıştır. el-Kelbî dedi ki: Sülâle çamurun kendisidir, çünkü çamuru sıktığın zaman o parmaklarının arasından sıyrılıp çıkar. İşte çıkan kısım sülâledir.

13

Sonra ona sağlam bir karargahta yerleşen bir nutfe kıldık.

2- Nutfe:

Yüce Allah'ın:

"Sonra onu... bir nutfe kıldık" âyetine gelince, nutfe, alaka, mudğa ve bunun ile ilgili hükümlere dair açıklamalar el-Hac Sûresi'nin baş taraflarında (22/5. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

14

Sonra o nutfeyi alaka kıldık, sonra o alakayı bir parça et ve o bir parça eti kemik yaptık; kemiğe de et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir hilkat olarak varettik. Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir!

3- "Bambaşka Bir Yaratılış":

Yüce Allah'ın:

"Sonra onu bambaşka bir hilkat olarak varettik" âyetinde sözü edilen bu bambaşka hilkatin ne olduğu hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbâs, en-Nehaî, Ebû'l-Âl-iyye, ed-Dahhâk ve İbn Zeyd dedi ki: Bundan kasıt önceleri cansız bir varlık iken daha sonra ona ruhun üflenmesidir. Yine İbn Abbâs'tan, dünyaya gelişidir, diye açıkladığı rivâyet edilmiştir. Katâde de bir kesimden naklen: Saçlarının bitmesidir, diye açıklarken, ed-Dahhak ta: Dişlerin çıkması ve saçların bitmesidir, üye açıklamıştır, Mücahid de; Gençliğinin kemale ermesidir, demiştir. Yine bu açıklama İbn Ömer'den de rivâyet edilmiştir.

Doğru olan, bunun hem bu hususları, hem de bunların dışında kalan konuşmak, idrâk, güzel çabalamalar, makul olan şeyleri elde etmek ve ölünceye kadar hayatında görülen gelişmeleri kapsayan umumî bir ifade olduğudur,

4- Yaratanların En Güzeli:

"Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir" âyetine gelince, rivâyet edildiğine göre Ömer b. el-Hattâb bu âyet-i kerimenin baş tarafından itibaren

"sonra onu bambaşka bir hilkat olarak varettik" âyetine kadar dinledikten sonra:

"Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir" demiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine: "Evet, bu böylece (bana) indirilmiştir" diye buyurdu. Taberânî, el-Evsât, VI, 309

Ebû Dâvûd et-Tayalisî'nin, Müsned'inde kaydedilen rivâyete göre:

"Yemin olsun ki Biz, insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık" âyeti nazil oldu. Bu âyet nazil olunca, ben de: "Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir." dedim. Bunun üzerine: "Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı yücedir" âyeti nazil oldu. Ahmed el-3ennâ, Minhatu'l-Ma'bûd fi Tertibi Müsnedi't-Tbyâlisî Ebû Dâvûd, II, 172 Bu sözleri söyleyenin Muaz b. Cebel olduğu da rivâyet edilmektedir. Yine bu sözleri Abdullah b. Ebi Serh'in söylediği de rivâyet edilmiştir; o bu sebeble irtidad etmiş ve: Muhammed'in getirdiğinin bir benzerini ben de getiriyorum demişti. İşte yüce Allah'ın:

"Allah'a yalan iftira edenden, yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmamışken: 'Bana da vahyolundu' diye söyleyenden, bir de: 'Allah'ın indirdiği gibi ben de indiririm 'diyenden daha zalim kim olabilir" (el-En'âm, 6/93) âyeti el-En'âm Sûresi'nde açıklandığı gibi, onun hakkında nazil olmuştur.

Yüce Allah'ın:

"Ne yücedir" tabiri "bereket"den "tefâ'ale" vezninde bir kelimedir.

"Yaratanların en güzeli" sanatı en sağlam olan demektir. Nitekim bir şeyi güzel yapana onu halketti, denilebilir. Şairin şu sözleri de bu kabildendir:

"Ve şüphesiz ki sen yarattığını kesersin fakat,

Kimileri yaratır, ama sonra da kesemez."

Bazıları da insanlar hakkında bu kelimenin kullanılmayacağı, yaratmanın ancak yüce Allah'a izafe edilebileceği kanaatindedir.

İbn Cüreyc der ki: Yüce Allah:

"Yaratanların en güzeli" diye buyurmuştur. Çünkü O, Îsa (aleyhisselâm)a yaratması hususunda belli bir izin vermiştir. Bazıları da bu hususta karar verememiştir. Ancak "san'at" anlamında bu lâfzın insanlar hakkında kullanılmayacağı söylenemez. Yoktan var etmek ve icad etmek anlamıyla ise insanlar hakkında kullanılamaz.

5- İbn Abbâs’ın Kur'ân'ı Anlayışına Bir Örnek:

Ömer (radıyallahü anh), Ashab-ı Kiram'ın ileri gelenlerine Kadir gecesiyle ile ilgili soru sorması üzerine onlar: En iyi bilen Allah'tır, diye cevap vermişler. Ömer (radıyallahü anh) İbn Abbâs'a: Ey İbn Abbâs sen ne dersin? diye sorunca, o da -bu âyet-i kerimeden hareketle- şöyle demişti: Ey mü’minlerin emiri! Şüphesiz ki yüce Allah gökleri yedi, yeri yedi olarak yaratmıştır. Âdemoğlunu da yediden yarattığı gibi, onun rızkını da yedi şeyde kılmıştır. Görüşüme göre Kadir gecesi yirmiyedinci gecedir. Ömer (radıyallahü anh) da şöyle demişti: Henüz daha yaşını, başını almamış bu gencin dediğinin bir benzerini söylemekten acze mi düştünüz? Suyûti, ed-Durrul-Mensür, VIII, 576 vd. (Kadr Sûresi'nin tefsirinde) Bu hadisi İbn Ebi Şeybe uzun uzadıya Müsned'inde kaydetmektedir.

İbn Abbâs: "Âdemoğlu yedi şeyden yaratılmıştır" sözleriyle bu âyet-i kerîmeyi kastetmiştir. "Rızkını da yedi şeyde yaratmıştır" sözleriyle yüce Allah'ın:

"Böylece orada taneler bitiririz. Üzümler, sebzeler, zeytinlikler, hurmalıklar, şife ve bol ağaçlı bahçeler, meyveler ve otlaklar (bitirdik.)" (Abese, 80/27-31) âyetlerini kastetmektedir. Burada sözü edilenlerin yedisi Âdemoğlu içindir. Otlaklar ise davarlar İçindir. Sebzeleri ise Âdemoğlu yer ve hanımlar sebze yiyerek kilo alırlar. Bu bir görüş. Bir diğer görüşe göre; "el-kadb" (mealde; sebzeler) bakliyat demektir. O halde bunlar Âdemoğlunun rızkıdır. Bir başka görüşe göre el-kadb (mealde; sebzeler) ile otlaklar, davarlara aittir, geri kalan altısı da Âdemoğluna aittir. Yedincisi ise davarların kendileridir, çünkü davarlar Âdemoğluna verilen rızıkların en büyüklerindendir.

15

Bundan sonra siz, şüphesiz öleceksinizdir.

"Sonrada" yani yaratılmaktan ve hayattan sonra.,, demektir. en-Nehhâs dedi ki:

"Şüphesiz öleceksinizdir" ile aynı anlamda olmak üzere; da denilmektedir.

16

Sonra da şüphesiz ki sizler kıyâmet gününde elbette diriltileceksiniz.

Daha sonra yüce Allah ölümden sonra diriltilişi de haber vererek:

"Sonra da şüphesiz ki sizler kıyâmet gününde elbette diriltileceksiniz" diye buyurmaktadır.

17

Yemin olsun ki sizin üstünüzde yedi yol yarattık. Biz, yaratmaktan gafil değiliz.

"Yemin olsun ki sizin üstünüzde yedi yol yarattık." Ebû Ubeyde dedi ki: Yedi sema yarattık, demektir. Ondan nakledildiğine göre; "Bir şeyi bazısını, bazısının üstüne kıldım" tabiri kullanılır. Bundan dolayı semavata (aynı kökten gelen ve mealde; "yollar" diye verilen:) "tarâik" denilmiştir. Çünkü semavâtın biri diğerinin üstündedir. Araplar bir şeyin üstünde bulunan herşey hakkında "tarikat" (tabaka) tabirini kullanırlar.

Bir görüşe göre semavâta meleklerin tarâikı (izledikleri yollar) oldukları için bu isim verilmiştir.

"Biz yaratmaktan gâfil değiliz." Kimi İlim adamı: Biz semâyı yaratmaktan gafil değiliz, diye açıklamıştır. Müfessirlerin çoğu ise şöyle demektedir: Biz mahlukatın tümünden gafil değiliz, o bakımdan semâ onların üzerine düşüp onları helâk etmez.

Derim ki:

"Biz yaratmaktan gafil değiliz" âyetinin şu anlama gelme ihtimali de vardır: Biz onların maslahatına olan şeyleri gerçekleştirmek ve onları gereği gibi korumaktan yana gafil değiliz. Bu da yüce Allah'ın -önceden geçtiği üzere (el-Bakara, 2/255)- hayy ve kayyûm İsimlerinin anlamını İfade etmektedir.

18

Gökten bir miktarda su indirdik ve o suyu yerde durdurduk. Gerçekten Bizim onu gidermeye de gücümüz yeter.

Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Su Nimeti:

Bu âyet-i kerîmede şanı yüce Allah'ın yarattıklarına olan ve kendisini hatırlatarak onlara olan lütfunu dile getirmiş olduğu nimetlerinden birisi dile getirilmektedir. Bu lütufların en büyüklerinden birisi, bedenin hayat kaynağı, canlıların gelişme sebebi olan sudur. Semâdan indirilen su iki kısımdır. Birisi şanı yüce Allah'ın burada sözünü ettiği ve yeryüzünde emanet olarak koruyup, sakladığını haber verdiği insanların su ihtiyaçlarını karşılamak için orada depoladığı sudur. Onlar gerek duydukları vakit bu suyu bulup alırlar. İşte ırmakların, pınarların suyu ile kuyulardan çıkartılan su budur. İbn Abbâs ve bekalarından rivâyet edildiğine göre bu âyetle Seyhan, Ceyhan, Mısır Nili ve Fırat... nehirlerini kastetmiştir. Mücahid de şöyle demiştir: Yeryüzünde ne kadar su varsa, hepsi mutlaka semâdandır. Ancak bu ifade, bu şekliyle mutlak olarak ele alınmamalıdır. Çünkü tuzlu su yeryüzünde sabit kalır. Dolayısıyla onun bu açıklamasının tatlı su ile kayıtlandırılmasi mümkündür. Şüphesiz ki yüce Allah yeryüzünde de bir su yaratmıştır, semâdan da bir su yaratmıştır.

Bir başka açıklamaya göre yüce Allah'ın:

"Gökten bir su indirdik" âyeti tatlı suya bir işarettir. Bunun da aslı denizdendir. Yüce Allah o suyu lütfuyla ve güzel takdiri ile denizden, semâya doğru yükseltmiştir. Bu yükseltmesi ve yukarı doğru kaldırmastyla da suyun tadı güzelleşmiştir. Sonra da bu suyu kendisi ile faydalanılsın diye yeryüzüne indirmiştir. Yoksa durum sadece deniz suyuna kalmış olsaydı, tuzlu olduğundan dolayı insanlar ondan istifade edemezlerdi.

2- Herşey Gibi Su Da Belli Bir Miktar İledir:

Yüce Allah'ın:

"Bir miktarda" âyeti halleri ıslah edecek bir miktar üzere anlamındadır. Çünkü su çoğalacak olursa, helâk edici olur. Yüce Allah'ın:

"Hazineleri nezdimizde bulunmayan hiçbir şey yoktur. Biz onları ancak belli bir miktar ile indiririz" (el-Hicr, 15/21) âyeti bu anlamı ifade etmektedir.

"Gerçekten Bizim onu" yani yerde depolanmış halde bulunan suyu

"gidermeye de gücümüz yeter." Bu ifade bir tehdittir, yani onu gidermek ve yerin dibine geçirmek Bizim kudretimizde olan bir şeydir. O takdirde insanlar susuzluktan dolayı helâk olur, onların davarları da helâk olur, gider. Bu da yüce Allah'ın:

"De ki: 'Bana haber verin eğer suyunuz yerin dibine geçiriliverse size kim kaynar bir su getirebilir?" (el-Mülk, 67/30) âyetine benzemektedir.

3- Yeryüzüne İndirilen Sular ve Bu Suların Yerden Kaldırılması:

en-Nehhâs şöyle bir rivâyet zikretmektedir: Ebû Ya'kub İshak b. İbrahim b. Yunûs'a, Camî' b. Sevâde'den (yazılı metinden) şöyle dediği okundu: Bize Said b. Sabık anlattı, dedi ki: Bize Mesteme b. Ali, Mukâtil b. Hayyan'dan, o İkrime'den, o İbn Abbâs (radıyallahü anh)dan, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan rivâyetle dedi ki:

"Aziz ve celil olan Allah cennetten yeryüzüne beş nehir indirmiştir: Hind'in nehri olan Seyhun, Belh nehri Ceyhun, Irak'taki nehirler olan Dicle ile Fırat, Mısır'ın nehri Nil. Yüce Allah bunları cennet derecelerinin en altındaki cennet pınarlarından bir tek pınardan Cibril (aleyhisselâm)ın kanatları üzerinde indirmiş. (O da) bunları dağlara tevdi etmiş ve yeryüzünde bunları akıtmıştır. Bu nehirlerde insanlar için geçimlerinin çeşitli alanlarında bir çok menfaatler yaratmıştır. İşte şanı yüce Allah'ın:

"Gökten bir miktar da su İndirdik ve o suyu yerde durdurduk" âyeti bunu dile getirmektedir. Nihayet Ye'cuc ile Me'cuc'un çıkacağı vakit geleceğinde aziz ve celil olan Allah, Cibril'i gönderecek, o da yeryüzünden Kur'ân'ı, ilmi ve bu beş nehrin tümünü kaldıracak. Bunlar semâya yükseltilecektir. İşte yüce Allah'ın:

"Gerçekten Bizim onu gidermeye de gücümüz yeter" âyeti bunu anlatmaktadır. İşte bu şeyler yerden kaldırıldı mı artık yeryüzü halkı dinin de, dünyanın da hayrını yitirmiş olacaktır. "

4- Semâdan İnen Su Temizdir, Temizleyicidir:

Semâdan inen bütün sular İster depolanmış olsun, ister depolanmamış olsun hem tâhirdir, hem mutahhirdir (temizdir, temizleyicidir.) Onunla gusledilir, ondan abdest alınır. Nitekim ileride el-Furkan Sûresi'nde (25/48. âyetin tefsirinde) buna dair açıklamalar gelecektir.

19

O su ile sizin için hurma ve üzümden bağlar, bahçeler var ettik. Onlarda sizin için çok meyveler vardır ve onlardan yersiniz de.

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Bağ ve Bahçelerin Yetişmesinde Suyun Önemi:

Yüce Allah'ın:

"... var ettik" âyeti şu demektir: Biz bunu bitkilerin yeşermesine sebep kıldık. Bitkileri onunla varettik ve yarattık. Yüce Allah özellikle hurma ve üzümleri söz konusu etmektedir. Çünkü bunlar Hicaz bölgesinde bulunan Taif, Medine ve diğer yerlerdeki meyvelerdir. Bu açıklamayı Ta bert yapmıştır. Diğer taraftan bunlar meyvelerin en değerlileridir, Onların köz konusu edilmeleri, onların değerlerine ve önemlerine dikkat çekmek içindir.

"Onlarda" yani bu bağ ve bahçelerde

"sizin için" hurma ve üzümün dışında daha

"çok meyveler vardır." Burada zamirin özellikle hurma ve üzüme ait olma ihtimali de vardır. Çünkü bunların çeşitli türleri ve mertebeleri vardır. Ancak birinci açıklama diğer meyveleri de daha kapsayıcıdır.

2- Meyve Yememeye Dair Yapılan Yeminin Kapsamı:

Bir kimse meyve yememek üzere yemin ederse, bizim mezhebi mi zdeki rivâyete göre yeşil bakliyat ve benzerlerini yemekle yeminini bozmuş olur.

Ebû Hanîfe ise der ki: Böyle yemin eden bir kimse acur, salatalık ve havuç yemekle yeminini bozmuş olmaz, çünkü bunlar meyve değil bakliyattan sayılırlar. Ceviz, badem ve fıstıkta aynı şekildedir. Çünkü bunlar meyveler arasında sayılmazlar. Eğer elma, şeftali, kayısı, incir yahut ta erik yiyecek olursa, yemini bozulur. Kavun da böyledir. Çünkü bunların tümü yemekten önce de, sonra da meyve yemek kastıyla yenilirler. O babımdan bunlar meyve kapsamındadır. Aynı şekilde bunların -kuru kavun müstesna- kuruları da bu hükmü taşırlar. Kuru kavun ise sadece bazı yerlerde yenilir. Hint kavunu yiyen yeminini bozmuş olmaz, çünkü bu meyveler arasında sayılmamaktadır.

Eğer üzüm, nar ve taze hurma yiyecek olursa, yeminini bozmuş olmaz. Ancak iki arkadaşı (Ebû Yûsuf ve Muhammed) bu hususta Ebû Hanîfe'ye muhalefet ederek, yemini bozufur, demişlerdir. Çünkü bu gibi şeyler en değerli meyveler arasındadırlar ve bunlar nimetlerden istifade eden bir tarzda yenilirler.

Yüce Allah'ın Kitab-i Kerîm'inde bunların tek tek zikredilmiş olmaları ise, bunların meyve olarak mükemmelliklerinden dolayıdır. Nitekim melekler arasında Cibril ve Mikâil'in özellikle anılması da bu kabildendir. Ancak Ebû Hanîfe görüşünü delille güçlendirerek şöyle demektedir: Yüce Allah bazen bu şeyleri meyveye atfederek şöyle buyurmaktadır:

"İkisinde de meyve, hurma ve nar vardır" (er-Rahmân, 55/68) Kimi zamanda meyveyi bu şeylere atfederek şöyle buyurmuştur:

"Meyveler ve otlaklar (bitirdik.)" (Abese, 80/31) Atfedilen ise kendisine atfedilenden farklıdır. Lütfü sıralamak sadedinde aynı şeyi farklı lâfızlarla zikretmek ise ilahi hikmete uygun değildir. Diğer taraftan üzüm ve nar ile bazı yerlerde (gıda olarak) yetinilmektedir. O halde bunlar meyve sayılamazlar, zira meyve sayılan bir şeyin kurusu ile tazesi arasında hiçbir fark yoktur. Bu gibi şeylerin kurusu ise meyve sayılmayacağına göre tazesi de böyle olmalıdır.

20

Ve Tûr-u Sina'dan çıkan, yağ veren ve yiyenlere katık olan bir ağaç da (var ettik).

Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:

1- Tûr-u Sina ve Ondan Çıkan Ağaç:

Yüce Allah'ın:

"Bir ağaç da" âyeti "bahçeler" âyetine atfedilmiştir. el-Ferrâ' bu kelimenin ref ile okunmasını da câiz görmektedir, çünkü fiil zahir değildir. O takdirde bunun anlamı; "(.........): Orada bir ağaç daha vardır ki..." anlamında olur.

Bununla zeytin ağacını kastetmektedir. Yüce Allah Şam, Hicaz ve diğer beldelerde bulunan bu ağacın menfaatlerinin pek büyük olması dolayısıyla bunu tek başına ayrıca zikretmiş bulunmaktadır. Bu ağacın faydalarının çokluğuna rağmen sulamak, etrafını çapalamak ve buna benzer diğer ağaçların gerek duydukları bakım, bu ağaç için daha az gereklidir.

"Çıkan" anlamındaki ifade sıfat mahallindedir.

"Tûr-u Sina'dan" ifadesine gelince, yani yüce Allah aslında bu ağacı mübarek kılmış olduğu bu dağdan bitirmiştir.

Tûr-u Sina, Şam (bugünkü Suriye, Filistin ve Ürdün toprakları) arazisindendir ve bu şanı yüce Allah'ın üzerinde Mûsa (aleyhisselâm) ile konuştuğu dağdır. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve başkaları da yapmıştır. Daha önce el-Bakara Sûresi (2/253- âyetin tefsirinde) ile el-A'raf Sûresi'nde (7/150-151. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Tür, Arapçada dağ demektir. Arap olmayanların dilinden, Arapçalaştmlmış kelimelerden biri olduğu da söylenmiştir.

İbn Zeyd dedi ki: Tûr, Mısır'dan, (ki bugün Akabe diye bilinen) Eyle'ye doğru uzanan Beytu'l-Makdis dağının kendisidir.

"Seynâ (Sina)" kelimesinin anlamı hakkında farklı görüşler vardır. Katade: Güzel demektir, diye açıklamıştır. Bu açıklamaya göre Tûr kelimesinin na't (sıfat) olarak tenvinli gelmesi icab eder. Mücahid; mübarek, anlamındadır, demektedir. Ma'mer bir kesimden naklenr Ağaç demek olduğunu nakletmektedir. O takdirde bu görüşte olanların "tûr" kelimesini tenvirdi okumaları gerekir.

Curahûr ise "Seynâ" dağın adıdır, demiştir. Uhud dağı demek gibi. Yine Mücahid'den, Seynâ muayyen bir taşın ismi olup, bu taş o dağın yanında bulunduğundan dolayı dağ ona izafe edilmiştir.

Mukâtil der ki: Üzerinde meyveler bulunan herbir dağ seyna'dır, yani güzeldir.

Kûfeliler bu kelimeyi "fe'lâ" vezninde "sin" harfini üstün olarak okumuşlardır. Arapça'da bu vezinde kelime pek çoktur. Marife ve nekre olması hallerinde gayr-ı munsarıftır. Çünkü sonunda tenis elifi vardır, te'nis elifi ise bulunduğu kelimeden ayrılmaz. Arap dilinde "fi'lâ" diye bir kelime yoktur, fakat "sin" harfini esreli olarak "sînâ" diye okuyanlar bu kelimeyi "Mâl" vezninde kabul ederler. Bu durumda bu kelimedeki hemze; "Bukalemun" kelimesinin hemzesine benzer. Bu âyet-i kerîmede bu kelimenin munsarıf olmayış sebebi belli bir bölgenin ismi olarak kullanıldığındandır. el-Ahfeş, bunun Arapça olmayan bir isim olduğunu iddia etmiştir.

2- Bu Ağacın Bitirdiği Nimet:

"Yağ veren" âyetindeki: "Veren" kelimesini Cumhûr "te" harfini üstün, "be" harfini de ötreli olarak okumuştur. İfade: Bu ağaç beraberinde yağ ile birlikte yetişir, takdirindedir, Zeyd silahıyla çıktı demek gibi, İbn Kesîr ile Ebû Amr ise "te" harfini ötreli ve "be" harfini de esreli okumuşlardır. Bu kıraate göre ifadenin takdirinde ise farklı görüşler vardır. Ebû Ali el-Farisî der ki; İfadenin takdiri şöyledir: Bu ağaç beraberinde yağ ile meyvesini verir takdirindedir, Buna göre mef'ûl hazfedilmiştir. Âyetteki "yağ" anlamındaki kelimenin başına gelen "be" harfinin zaid olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın:

"Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız." (el-Bakara, 2/195) âyetinde olduğu gibi. Ebû Ubeyde'nin görüşü de budur. Şair şöyle demektedir:

"Biz kılıçla vururuz ve kurtuluşu umarız."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Onlar hür kadınlardır, örtü sahipleri değil,

Siyah gözlüdürler, sûreler okumazlar."

Ebû Ali de buna yakın açıklamalarda bulunmuştur, az önce geçti.

(......) ile in aynı anlamda olduğu da söylenmiştir. Buna göre mana daha önce geçen Cumhûrun kıraatinde belirtildiği gibi olur. el-Ferrâ' ve Ebû İshak'ın görüşü budur. Züheyr'in şu mısraı da bu kabildendir:

"... Ve nihayet bakla bitip yeşerinceye kadar"

el-Esmaî; kullanışını kabul etmez ve Züheyr'in:

"Ben ihtiyaç sahiplerini evlerinin etrafında gördüm,

Orada yerleşmişlerdi tâ ki, bakla bitinceye kadar."

Beyitinİ yanlış diye nitelendirir ve bunun; şeklinde olması gerektiğini söyler.

ez-Zührî, el-Hasen ve el-A'rec de "te" harfi ötreli, "be" harfi de üstün olarak; "Yağ ile birlikte biten" diye okumuşlardır. İbn Cinnî ve ez-Zeccâc "yağ" kelimesinin başındaki "be," hal be'sidir. Yani o ağaç beraberinde yağı da olduğu halde bitirilir, demektir. İbn Mes'ûd'un kıraatinde; Yağ ile çıkar, şeklindedir ve buradaki "be" de hal be'sidir. İbn Deresteveyh der ki: Yağ yumuşak su demektir. da,dan gelmektedir. Zirr b. Hubeyş de; şeklinde "te" harfi ötreli, "be" harfi de esreli olarak okumuş; kelimesini ise "be" harfi hazfedilmiş ve kelimeyi mansub olarak okumuştur. takdirde; yağ verir, anlamına gelir).

Süleyman b. Abdu'l-Melik ile el-Eşheb: diye okumuşlardır. - Âyet-i kerîmeden kasıt, insan üzerindeki yağ nimetinin söz konusu edilmesidir. Bu da sağlığın kendisi olmadan söz konusu olamayacağı temel nimetler arasındadır. Çeşitli bölgelerde görülen her türlü yağın elde edilmesine elverişli ağaçlar da zeytinin kapsamı içerisine girmektedir.

3- Katık Olarak Kullanılan Yağ:

"Ve yiyenlere katık olan" âyetini Cumhûr; şeklinde okumuştur. Bir kesim ise "katık" anlamındaki kelimeyi çoğul olarak; diye okumuştur. Amir b. Abd-i Kays; "Fayda olan" diye okumuştur. Bununla da yemekte katık olarak kullanılan yağ kastedilir.

"Katık" anlamındaki kelime; diye kullanılır. Tıpkı: Tabaklama, tabaklamalar, giyim ve giyimler" gibi, Katık olarak kullanılan herbir yiyeceğe; denilir. Bunu el-Herevî ve başkaları nakletmiştir. Aslında bu kelime elbisenin kendisi ile boyandığı şey anlamındadır. Yağın katık olarak kullanılmasının buna benzetilmesi, ekmeğin katığa batırılması halinde onun rengini almasından dolayıdır.

Mukâtil dedi ki: Yemek zeytindir, yağ da zeytin yağıdır. Şanı yüce Allah bu ağacı hem yemek, hem de yağ olarak takdir buyurmuştur. Bu açıklamaya göre burada söz konusu edilen katık, zeytin olmaktadır,

4- Katık Olarak Kullanılan Sıvı Yemekler:

Zeytinyağı, yağ, bal, reçel, sirke ve buna benzer sulu yemeklerin hepsinin idam (sulu yemek veya katık) olduklarında görüş ayrılığı yoktur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sirkenin bu şekilde olduğunu açıkça belirtmiş ve: "Katık olarak sirke ne güzeldir!" diye buyurmuştur. Bu hadisi yedisi erkek, ikisi hanım olmak üzere dokuz sahabi rivâyet etmiştir. Sahih'de bunu rivâyet edenler arasında Câbir, Âişe, Hârice, Ömer, onun oğlu Ubeydullah, İbn Abbâs, Ebû Hüreyre, Semura b. Cündub, Enes ve Um Hânî' de vardır. Müslim, Eşribe IÖ4-169; Ebû Dâvûd, Efime 39; Tirmizî, Et'ime 35; Nesâî, Eyman 21; İbn Mâce, Ec'ime 33; Dârimî, Efime 18.

5- Katı Yiyecekler:

Et, hurma, zeytin ve buna benzer katı yiyecekler hususunda görüş ayrılığı vardır. Cumhûr bütün bunların hepsinin idam olduklarını kabul etmektedir. Dolayısıyla bir kimse tdâm (katık) yememek üzere yemin edip de et yahut peynir yiyecek olursa yemini bozulmuş olur, Ebû Hanîfe ise bozulmaz demekte ise de Ebû Yûsuf ve Muhammed ona muhalefet etmişlerdir. Ebû Yûsuf tan da, Ebû Hanîfe'nin görüsü gibi görüş rivâyet edilmiştir. Bakliyat (sebze türleri) ise hepsinin görüşüne göre katık değildir. Hurma ile ilgili Şâfiî'den iki görüş nakledilmiştir. et-Tenbih'teki görüşü dolayısıyla; bunun idam olmadığı şeklindeki görüşü meşhur olan görüştür. Bununla birlikte yeminin bozulacağı da söylenmiştir. Sahih olan ise; bütün bunların hepsinin bir idâm (katık) olduklarıdır. Ebû Dâvûd, Yusuf b. Abdullah b. Selâm'dan şöyle dediğini rivâyet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ı bir parça arpa ekmeği alıp, onun üzerine bir hurma koyduktan sonra: "Bu, bunun katığı (idamı) olsun, dediğini gördüm. " Ebû Dâvûd, Et'ime 41, Eymân 8.

Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Dünya ve âhiretin katığının efendisi ettir." Bunu da Ebû Ömer (b. Abdi'l-Berr) zikretmektedir. İbn Abdi'l-Berr, et-îstizkâr, XVII, 160, XXVI, 346el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, V, 35te belirttiğine göre senedinde meçhul râvî vardır.

Buhârî "idam babı" diye bir başlık açmış ve Âişe yoluyla gelen hadisi rivâyet etmiştir. Buhâri, Et'ime 31. Hadiste, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) eve gelip tencerede etin kaynamakta olduğunu görmesinden sonra, kendisine yiyecek bir şeyler getirilmesini istediği, ona getirilenler arasında et görmeyince sebebini sorduğu, gördüğü etin Berire'ye sadaka verilen, Berire'nin de kendilerine hediye ettiği et olduğu cevabı verilince, "O et ona sadaka, bize de hediyedir" diye buyurduğu belirtilmektedir. Çünkü "idâm" kelimesi muvafakat anlamına gelen "muâdeme"den alınmadır. Bütün bu gibi şeyler de ekmeğe muvafıktırlar, o bakımdan bunların hepsi de idamdırlar.

Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle dediği nakledilmektedir: "Su ile dahi olsa idâm yeyiniz (katık yapınız.)" el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid. V, 35- Senedinde meçhul râvi bulunduğu kaydıyla,

Ebû Hanîfe'nin lehine delil şudur: İdam'ın gerçek anlamı, ayrılığı kabul etmeyecek bir şekilde bir arada bulunma halinde muvafakat etmektir, uyum arzetmektir. Sirke, yağ ve benzerleri, et, yumurta ve diğerleri ise ekmeğe muvafık düşmezler. Bilakis bunlar ekmekle yanyana bulunurlar. Kavun, hurma ve üzüm gibi.

Velhasıl yenilmesi halinde ekmek ile muvafakat (birlikte yenilmesi) ihtiyacı duyulan herşey idâm (katık)dır. İhtiyacı olmayan ve tek başına yenilebilen şey de idâm değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

6- Zeytinyağı ve Kullanılması:

Tirmizî'nin, Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) yoluyla kaydettiği hadise göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Zeytinyağını yiyiniz ve onu vücudunuza sürününüz. Çünkü o mübarek bir ağaçtandır." Tirmizî, Et’ime 43; İbn Mâce, Et'ime 34; Dârimi, Et’ime 20; Müsned, III, 497 Bu hadis ancak Abdu'r-Rezzak yoluyla bilinmektedir. O bu hadisi rivâyet ederken ızdıraba düşer ve kimi zaman bunu rivâyet ederken Ömer'den, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan, derdi. Bazen de şüphe ederek; Zannederim Ömer'den, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan dediği olurdu. Kimi zaman da: Zeyd b. Eslem'den, o babasından, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan derdi. Tirmizî, Et’ime 43. Basılı nüshada Tirmizî'nin hadise dair notunun ilk cümlesi, "Biî, bu hadisi ancak Abdurrezzak yoluyla biliyoruz' şeklindedir. Geri katan açıklamalardaki az farklılıklara ayrıca işaret etmeye gerek yoktur.

Mukâtil dedi ki: Zeytinin özellikle Tûr'a tahsis edilmesi, zeytinin ilk olarak oradan yetişmiş olmasından dolayıdır. Bir diğer görüşe göre zeytin Tufan'dan sonra dünyada yetişen ilk ağaçtır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

21

Sizin için davarlarda gerçekten bir İbret vardır. Onların karınlarında olandan size içiririz. Sizin için onlarda çok faydalar da vardır, onların etinden yersiniz de.

Yüce Allah'ın:

"Sîzin için davarlarda gerçekten bir ibret vardır- Onların karınlarında olandan size İçiririz. Sizin için onlarda çok faydalar da vardır. Onların etinden yersiniz de. Bir de hem onların üzerinde, hem de gemilerin üzerinde taşınırsınız" âyetleri ile ilgili açıklamalar daha önceden en-Nahl Sûresi'nde (16/5-8. âyetler ile 14. âyet, 9. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd u senalar olsun.

Hûd Sûresi'nde de (11/36. âyet ve devamında) gemi ve Nûh (aleyhisselâm)ın kıssası geçmişti. Denizde gemiye binmek ve denizde yolculuk yapmak hakkında açıklamalar da bir kaç yerde (meselâ, el-Bakara, 2/164. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

22

Bir de hem onların üzerinde, hem de gemilerin üzerinde taşınırsınız.

"Bir de hem onların" yani karada iken davarların

"üzerinde hem de" denizde

"gemilerin üzerinde taşınırsınız." Aslında karada develer üzerinde taşınılır. Dolayısıyla buradaki zamirin bazı davarlara raci olması mümkündür. Rivâyete göre adamın birisi geçmiş dönemlerde bir ineğe binmiş, şanı yüce Allah o ineği konuşturmuş ve o; "Bizler bunun için yaratılmadık, bizler tarlaları sürmek için yaratıldık" demiştir. Buhârî, Fedâihı Ashftbi'n-Nebiyy 5, Hars 4, Enbiya 54; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 13; Tirmizî, Menâkıb 16; Müsned, H, 245, 3H2.

23

Yemin olsun ki Nûh'u kavmine gönderdik. Dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a ibadet edin, sizin Ondan başka ilâhınız yoktur. Hiç korkmaz mısınız?"

"Sizin O'ndan başka İlâhınız yoktur" âyetindeki

"O'ndan başka" kelimesi bir önceki lâfza uygun olarak cer ile de okunmuştur, mana nazar-ı itibara alınarak ref ile de okunmuştur. Daha önce el-A'raf Sûresi'nde (7/59. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

24

Kavminden kâfir olan ileri gelenler dediler ki: "Bu ancak sizin gibi bir beşerdir. O size karşı üstünlük sağlamak istiyor. Allah dileseydi elbette melekler indirirdi. Önce gelen atalarımızdan böyle bir şey işitmedik.

"Bu ancak sizin gibi bir beşerdir. O size karşı üstünlük sağlamak istiyor." O kendisine uyulan, biz de ona uyanlar olmamızı sağlamak suretiyle size önder olmak ve başınıza geçmek istiyor.

"Allah dileseydi elbette melekler İndirirdi." Yani yüce Allah gerçekten kendisinden başka hiçbir kimseye ibadet edilmemesini isteseydi, O, kendi elçisini bir melek kılardı.

"Önce gelen atalarımızdan" İbn Abbâs'ın açıklamasına göre önceki ümmetler arasında

"böyle bir şey" onun daveti gibi bir çağrı

"işitmedik." Biz herhangi bir insanın onun getirdiği gibi Rabbinîn risaletini getirdiğini işitmedik, diye de açıklanmıştır.

"Böyle bir şey" ifadesindeki "be" zâiddir; biz önceki atalarımız arasında böyle bir şey olduğunu duymadık, demektir. Sonra biri, diğerine dönerek dediler ki:

25

"O ancak deliliği olan bir adamdır. O halde bir zamana kadar onu bekleyin."

"O" Nûh (aleyhisselâm)ı kastediyorlar

"ancak deliliği olan bir adamdır." Ne söylediğini bilmeyen deli birisidir.

"O halde bir zamana kadar onu bekleyin." Ölümünü gözetleyin. Deliliği açıkça ortaya çıkıncaya kadar bekleyin, diye de açıklanmıştır.

el-Ferrâ' dedi ki: Burada geçen "el-hîn: bir süre" ile muayyen bir vakit kastedilmemektedir. Bu: Onu bir vakte kadar terket, demeye benzer.

26

"Ya Rab! Beni yalanladıkları için intikamımı al" dedi.

Onlar küfürlerini sürdürmeleri üzerine şöyle dua etti;

"Ya Rab! Beni yalanladıkları için intikamımı al!" Bana itaat etmeyip benim risaletime kulak vermeyenlerden intikam al!

27

Biz de ona şunu vahyettik: "Vahyimizle ve gözetimimiz altında bir gemi yap. Emrimiz geldiğinde ve tandır kaynayıp taşınca o gemiye her hayvandan çifter çifter ve -aralarından aleyhlerine (azâb) söz(ü) geçmiş olanların dışında kalan- aile halkını götür. Zulmedenler hakkında da bana bir şey söyleme! Çünkü onlar suda boğulacaklardır.

"Biz de ona şunu vahyettik." Yani semadan ona rasûller gönderdik ve daha önceden beyan edildiği üzere

"vahyimizle ve gözetimimiz altında bir gemi yap" dedik.

Allah'ın:

"O gemiye... götür" âyeti o gemiye koy ve yerleştir, demektir. Meselâ, bir yere yerleştirip koyulan bir şeyi anlatmak üzere; "Onu oraya koydum, yerleştirdim" denilir. Abdumenaf b. Rib' el-Hüzetî der ki:

"Deve çobanlarının kaçan develeri kovaladığı gibi,

Onları kovalayarak Kutâide denilen yere soktular nihayet."

"Her hayvandan çifter çifter" âyetindeki;

"Her" kelimesini Hafs tenvin ile, diğerleri ise izafet şeklinde (tenvinsiz) okumuşlardır. Bu hususu daha önceden (Hûd, 11/40. âyetin tefsirinde) söz konusu etmiştik.

el-Hasen der ki: Nûh (aleyhisselâm) gemide ancak doğurarak ve yumurtlayarak çoğalan hayvanları taşımıştı. Sivrisinek, sinek ve kurtçuklardan hiçbir şey taşımadı. Bunlar çamurdan ürediler. Gemi ile İlgili açıklamalar, daha önceden yeteri kadar geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.

28

"Sen ve beraberinde bulunan mü’minler gemiye bindiğinizde de ki: Bizi zâlimler topluluğundan kurtaran Allah'a hamdolsun."

"Sen ve beraberinde bulunan mü’minler gemiye bindiğinizde de ki: Bizi zâlimler topluluğundan" ve suda boğulmaktan

"kurtaran Allah'a hamdolsun." Sizi kurtardığı için Allah'a hamdedin. Elhamdülillah (Allah'a hamdolsun) demek, Allah'a şükreden herkesin söyleyeceği bir sözdür. Buna dair açıklamalar daha Önceden el-Fâtiha Sûresi'nde (1. sûre, 4. bölüm, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

29

"Ve de ki: Rabbim beni mübarek bir yere İndir. Sen indirenlerin en hayırlısısın."

"Ve de ki: Rabbim beni mübarek bir yere indir" âyetinde; "İndirilen yer" kelimesi genel olarak "mim" harfi ötreli, "ze" harfi de üstün olarak; "İndirmek" mastarından gelmektedir. Sen, beni mübarek bir şekilde indir anlamındadır. Zirr b. Hubeyş ve Ebubekir, Âsım ile el-Mufaddal'dan bu kelimeyi "mim" harfini üstün, "ze" harfini esreli olarak, yer anlamında okumuşlardır ki, buna göre sen beni mübarek olan bir yere indir, demektir.

el-Cevherî der ki: Bu kelime "mim" ve "ze" harfi üstün olarak kullanılırsa; iniş ve bir yere konaklamak manasına gelir. Buna göre; ile aynı manada olmak üzere, "inmek, iniş" demektir. Şair de şöyle demektedir:

"Bu diyar ve deve sana inişlerini hatırlattı diye,

Sen de ağladın ve göz yaşların ardı arkasına yuvarlanmaktadır."

Burada mastar olduğu için "(........): İniş" kelimesi nasb edilmiştir.

(......) ile aynı anlamda (indirdi, inmesini sağladı)dır. Tenzil ise tertib demektir. İbn Abbâs ve Mücahid dedi ki: Bu gemiden iniş halindedir. Yüce Allah'ın:

"Bizim katımızdan selâmetle in, sana ve seninle beraber bulunan ümmetlere de hayır ve bereketler olsun" (Hûd, 11/48) âyetini andırmaktadır. Bu sözleri, gemiye bindiği vakit söylemesi emredildiği de söylenmiştir. Buna göre yüce Allah'ın "mübarek" âyeti selâmetle ve kurtuluşa ermiş olarak in, anlamına gelir.

Derim ki: Özetle âyet-i kerîmede yüce Allah kullarına bindikleri yahut indikleri vakit bu duayı yapmalarını öğretmektedir. Hatta evlerine girip selam verdikleri vakit böyle demelidirler. Ali (radıyallahü anh)dan rivâyet edildiğine göre o mescide girdiği sırada:

"Rabbim beni mübarek bir yere indir. Sen indirenlerin en hayırlısısın" dermiş.

30

Gerçekten bunda âyetler vardır. Biz elbette deneyenleriz.

"Gerçekten bunda" Nûh'un ve geminin durumu ile kâfirlerin helâk edilmesinde

"âyetler vardır." Yüce Allah'ın kudretinin kemaline belgeler vardır. O'nun peygamberlerine yardımcı olup düşmanlarını helâk edeceğine dair deliller vardır.

"Biz elbette deneyenleriz." Yani Bizler, sizden önceki ümmetleri mutlaka denemişizdir. Onlara peygamberler göndermek suretiyle onları sınadık. Böylelikle kimin itaat ettiği, kimin isyan ettiği ortaya çıksın ve melekler onların hallerini açıkça bilsin. Yoksa yüce Rabbin bilmediği birşey ortaya çıksın, manasına değildir.

Şöyle de açıklanmıştır: Biz onlara sınayıp deneyenlerin muamele ettiği gibi muamele ettik. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/155. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.

"Bîz elbette deneyenleriz" âyeti da, Biz elbette denemiştik, anlamına gelir.

31

Bunlardan sonra başka bir nesil var ettik.

32

Aralarında: "Allah'a ibadet edin, Ondan başka İlâhınız yoktur. Acaba korkmaz mısınız?" diyen kendilerinden bir rasûl gönderdik.

"Bunlardan" Nûh kavminin helâk edilmesinden

"sonra başka bir nesil" denildiğine göre bunlar Âd kavmi idi

"var ettik. Aralarında: Allah'a ibadet edin... diyen kendilerinden bir rasûl" yani Hûd'u peygamber olarak

"gönderdik." Çünkü Nûh kavmi arkasından Âd kavmi dışında herhangi bir ümmet ortaya çıkmış değildir. Bir görüşe göre bunlar Semûd'un kavmi idiler. O takdirde "aralarında... kendilerinden bir rasûl gönderdik" âyetinde kastedilen Salih (aleyhisselâm) olur. Bu görüşün sahipleri derler ki: Buna delil de (kıssanın) sonlarında yer alan:

"Çığlık onları hak ile aldı." (el-Mu'minun, 23/41) âyetidir. Bunun bir benzeri de:

"O zulmedenleri ise korkunç bir ses yakaladı..." (Hûd, 11/67) âyetidir.

Derim ki; Çığlık ile azâb edilip yakalananlar arasında Şuayb’in kavmi olan Medyen ahalisi de vardır. Dolayısıyla burada onların kastedilmiş olma ihtimali de pek uzak değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Kendilerinden" onların aşiretinden demektir. Yani o, doğumunu, yetişmesini bildikleri bir kimse idi. Böylelikle onun söylediklerini huzur ile kabullenmeleri daha bir kolay olsun.

33

Onun kavminden kâfir olan, âhirete kavuşmayı yalanlayan ve dünya hayatında kendilerine refah ve nimet verdiğimiz ileri gelenler dedi ki: "Bu ancak sizin gibi bir insandır. Sizin yediğinizden yer ve sizin içtiğinizden İçer."

"Onun kavminden kâfîr olan, âhirete kavuşmayı" öldükten sonra dirilişi ve hesaba çekilmeyi

"yalanlayan ve dünya hayatında kendilerine refah ve nimet verdiğimiz" dünya nimetlerini kendilerine bolca verdiğimiz ve nihayet azan ve rahat ve lüks içerisinde yaşamaya koyulan

"ileri gelenler" soylular, kumandanlar ve başkanlar

"dedi ki: Bu, ancak sizin gibi bir insandır. Sizin yediğinizden yer ve sizin içtiğinizden içer." Yani onun size herhangi bir üstünlüğü yoktur. Çünkü o da sizin gibi yemeye ve içmeye muhtaçtır.

el-Ferrâ'

"ve sizin içtiğinizden içer" âyetinde; in hazfedilmiş olduğunu ve bunun: "Kendisinden İçtiğinizden içer" takdirinde olduğunu iddia etmektedir. Ancak bu Basralılara göre câiz değildir ve hiçbir şekilde hazfe ihtiyatı yoktur. Çünkü mastar olduğu takdirde ayrıca ait bir zamire ihtiyacı yoktur. Eğer anlamında ism-i mevsûl kabul edilirse, o takdirde mef'ûl hazfedilir. Yine bu durumda da; in takdirine de gerek olmaz.

34

"Eğer kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz, elbette ziyan edenlerden olursunuz."

"Eğer kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz, elbette ziyan edenlerden olursunuz." Kendi ilâhlarınızı terketmek ve ona, onun size herhangi bir üstünlüğü olmamasına rağmen uymak suretiyle aldanışa düşmüş olursunuz.

35

"Acaba o, siz ölüp toprak ve kemik olduktan sonra muhakkak çıkartılacaksınız, diye sizi tehdit mi ediyor?"

"Acaba o, siz ölüp toprak ve kemik olduktan sonra muhakkak çıkartılacaksınız" kabirlerinizden diriltileceksiniz

"diye sizi tehdit mi ediyor?" Bu âyetteki birinci; edatı başına; "Sizi tehdit... ediyor" dolayısı ile nasb mahallindedir, İkincisi ise ondan bedeldir. Sîbeveyh'in görüşü bu şekildedir. Âyet; O, öldüğünüz takdirde sizi çıkartılacaksınız diye tehdit mi ediyor? anlamındadır. el-Ferrâ' der ki: Abdullah'ın kıraatinde; "Acaba o, sizi ölüp toprak ve kemik olduktan sonra muhakkak çıkartılacaksınız diye tehdit mi ediyor?" şeklindedir. Bu da bizim: Dışarı çıktığın takdirde senin pişman olacağım zannediyorum, dememize benzer. el-Ferrâ', el-Cermî ve Ebû'l-Abbas, el-Müberred ise ikinci in te'kid için tekrarlanmış olduğu kanaatindedir. İfade uzayınca tekrarlanması güzeldir. el-Ahfeş de der ki; Âyetin anlamı şudur: O sizlere, siz ölüp de sizler toprak ve kemik olduktan sonra kabirlerinizden çıkartılma olayınız meydana gelecek diye mi tehdit ediyor, anlamındadır. Buna göre ikinci hazfedilmiş bir fiil ile ref mahallindedir. Nitekim: ifadesi de; bugün bir Savaş meydana gelecektir, demek olur. Ebû İshak da şöyle demektedir: Buradaki Gerçekten sizi..." ifadesinde "elifin esreli okunuşu da mümkündür. Çünkü; Sizi tehdit mi ediyor? ifadesi: Muhakkak sizler... mi söylüyor? anlamındadır.

36

"Tehdit olunduğunuz o şey uzaktan da uzaktır."

İbn Abbâs dedi ki: O (heyhat); uzaklık manası ifade etmek üzere kullanılan bir kelimedir. -Sanki onlar: Sizin tehdit olunduğunuz o şey uzaktır, demişler gibidir. Yani bunun (peygamberin) söz konusu ettiği öldükten sonra diriliş diye bir şey olmayacaktır.

Ebû Ali der ki: Bu kelime fiil konumundadır. Yani sizin tehdit olunduğunuz şey uzak düşmüştür, anlamındadır.

İbnu'l-Enbarî der ki: "Heyhat" kelimesi on türlü telaffuz edilir.

1. Birincisi cemaatin de okuduğu şekil olan "te" harfi üstün okuyuştur.

2. İkincisi "te" harfi esreli okuyuştur. Bu okuyuş Ebû Ca'fer b. el-Ka'kâ'dan rivâyet edilmiştir.

3. "Te" harfi iki esreli okuyuş hakkında da Îsa b. Ömer'den rivâyet edilmektedir.

4. "Te" harfi ötreli okuyuş hakkında es Sa'lebî der ki: Nasr b. Âsım ve Ebû'l-Âl-iyye böyle okumuşlardır.

5. Te" harfini iki ötre ile Ebû Hayve eş-Şami okumuştur, yine bu okuyuşu es-Sa'lebî zikretmektedir.

6. "Te" harfi iki üstün ile okuyuş. el-Ahvas der ki: "Gençliğin geçen bir takım günlerini hatırladın, O günlerin sana tekrar dönüşü uzaktan da uzaktır."

7. Yedinci söyleyiş ise; Eyhât, eyhât şeklindedir. el-Ferrâ' şu beyiti zikreder:

"el-Akîk ve oradakiler ne kadar da uzaktır,

Akîk'de kendisini (ziyaret edip) gönlünü hoş edeceğimiz bir dost yok mu, yok."

8. el-Mehdevî dedi ki: Îsa el-Hemdanî "te" harflerini sakin olarak okumuştur.

9. İbnu’l-Enbârî dedi ki: Araplardan; şeklinde "nün" ile söyleyenleri de vardır.

10. Kimisi de "nûn"suz olarak; diye söylerler. el-Ferrâ' şu beyiti zikreder:

"Benim önümde de el-A'yân ve bütünüyle el-Kın' (denilen yerler) daha var,

Bir de Kütman (diye bilinen) yer; bunlar ne kadar uzak ve ne kadar dağınıktırlar!"

Böylece on ayrı söyleyiş tamamlanmış olmaktadır. Bu kelimeyi "te" harfini üstün olarak telaffuz eden, onu Nerede ve Nasıl gibi kullanır. Çünkü bunlar da; onbeş, Balebekke, Ramehurmuz gibi mürekkeb iki edattırlar. İkincisinin "te"si üzerinde vakıf yapılırsa, "ne" diye vakıf yapılır. Tıpkı: Onbeş ve onyedi demek gibi.

el-Ferrâ' der ki: Bunun "te" harfinin nasb ile okunması; Sonra ile Nice, gibidir. Fetha'nın "elife ve daha önceki fethaya tabi kılınarak kullanılması da mümkündür. "Te"yi esre'll okuyan kimseler de; Dün ile Onlar kelimesi gibi kabul etmektedirler. Şair de şöyle demiştir:

"Onların sana geri dönüşü uzaktan da uzaktır."

el-Kisaî dedi ki: "Te"yi esreli okuyan, üzerinde vakıf yapacak olursa "he" diye vakıf yapar ve; der. Nasb ile okuyan kimse "te" diye vakıf yapar, dilerse "he" diyerek de vakıf yapabilir. Ötre'li okuyan kimse; kelimelerini kullandığı gibi kullanılır. "Te"yi tenvin ile okuyan kimseye gelince; bu bir çeşit nekre gibi kabul edilen bir cemi' olarak değerlendirmiş olmaktadır. Sanki; uzak oldukça uzak... denilmiş gibidir.

Yine denildiğine göre; hem esreli, hem lenvin'Ü okuyuş bir takım seslerin taklidine benzetmedir. Meselâ Gak ve tak demek gibi.

el-Ahfeş der ki: "Heyhat" kelimesi çoğul olabilir, bu durumda buradaki "tc" harfi müennesler için kullanılan; " O kadınlar ki" edatındaki çoğul için gelen "te" gibi demektir.

"Te" harfini çift esreli okuyanlara gelince, onların bu kelimeyi uzaklık manası bulunan mu'reb bir isimden çıkartmış olması, fakat bir fiilimsi kabul etmediğinden dolayı bina etmiyor olması da mümkündür.

Buradaki "te"nin, çoğul "te"sine benzetildiği de söylenmiştir. Yüce Allah'ın:

"Arafat'tan hep birlikte geri döndüğünüzde" (el-Bakara, 2/198) âyetinde olduğu gibi.

el-Ferrâ' dedi ki: Ben "te" üzerinde vakıf yapmayı müstehab görüyor gibiyim. Çünkü Araplar arasında her halükârda "te"yi esre'li okuyanlar vardır. Sanki bu "Arafat, melekût" ve buna benzer kelimeleri andırmaktadır.

Mücahid, Îsa b. Ömer, Ebû Amr b. el-Alâ, el-Kisaî ve İbn Kesîr bu kelime üzerinde "heyhâh" diyerek vakıf yaparlardı. Yine Ebû Amr'dan onun "heyhat" diyerek "te" ile vakıf yaptığı da rivâyet edilmiştir. Diğer kıraat âlimleri de böyle vakıf yapmaktadırlar, çünkü "te" muayyen bir harftir.

İbnu'l-Enbari dedi ki: "Heyhat, heyhat" kelimelerini her iki şekilde de aynı telaffuz eden bir kimse, birini diğerinden ayırt etmez ve ikincisi üzerinde "he" ile vakıf yapar, birincisi üzerinde vakıf yapmaz ve: Heyhat, heyhâh der. Tıpkı az önce geçtiği üzre: "Onbeş" diyenin yaptığı gibi yapar. Bunların birini, diğerinden ayırdetmeyi düşünen kimse ise her ikisinde "he" ile de "te" ile de vakıf yapar, çünkü "he'nin aslı da "te"dir.

37

"O, ancak bu dünya hayatımızdır. Ölürüz, diriliriz yoksa biz tekrar diriltilecek değiliz."

"O, ancak bu dünya hayatımızdır" âyetindeki

"o" zamiri dünya'ya aittir. Yani hayat denilen şey, ancak bizim içinde bulunduğumuz bu hayattır; ölümden sonra diriltil menin akabinde bizi kendisi ile tehdit ettiğin âhiret hayatı değildir.

"Ölürüz, diriliriz." Burada: Bunlar öldükten sonra dirilişi kabul etmediklerine göre nasıl olur da ölürüz ve diriliriz dediler, diye bir soru sorulabilir.

Buna bir kaç şekilde cevap verilebilir. Bu ifadenin anlamı: Bizler önce ölü haldeyiz, yani nutfe halindeyiz, sonra dünyada diriliriz. Bir diğer açıklamaya göre ifadede takdim ve te'hir vardır. Yani hayal denilen şey ancak bizim dünya hayatımızdır. Bu hayatta diriliriz ve sonra ölürüz. Yüce Allah'ın:

"Secdeye kapan, rükû edenlerle beraber rükû et" (Âl-i İmrân, 3/43) âyetinde olduğu gibi.

Bir diğer açıklama: Burada

"ölürüz"den kasıt babalardır,

"diriliriz"den kasıt da çocuklardır,

"Yoksa biz" ölümden sonra

"tekrar diriltilecek değiliz."

38

"Bu, ancak Allah'a karşı yalan düzüp iftira eden bir adamdır. Biz ona inanmayız."

39

Dedi ki: "Rabbim! Benî yalanladıkları için bana yardım et!"

"Bu" sözleriyle rasûlü kastetmektedirler. Ancak

"Allah'a karşı yalan düzüp iftira eden" yalan uyduran

"bir adamdır." Başka bir şey değildir.

"Biz ona inanmayız. Dedi ki: Rabbim! Beni yalanladıkları için bana yardım eti"

Bunun ne demek olduğu az önce geçmişti.

40

Buyurdu ki: "Az zaman sonra elbette pişman olacaklardır."

"Buyurdu ki: Az zaman sonra" âyetindeki: te'kid edici olarak fazladan gelmiştir.

"Elbette" kâfir oldukları için "pişman olacaklardır." Buradaki;

"Elbette... olacaklardır" âyetindeki "lâm" kasem lâm'ıdır. Allah'a yemin olsun ki elbette... olacaklardır, demektir.

41

Çığlık onları hak ile aldı. Biz de onları süprüntü yaptık. Zulmeden topluluklara uzak olmak vardır.

"Çığlık onları hak ile aldı." Tefsirlerde belirtildiğine göre Cibril (aleyhisselâm) onlara yüce Allah'ın kendisiyle, kendilerini helâk etmiş olduğu rüzgar ile birlikıe bir çığlık bastı. Onlar da geriye tek bir kişi dahi kalmamak üzere hep öldüler.

"Biz de onları süprüntü yaptık." Tıpkı selin üzerindeki köpükler gibi, hareketsiz ve helâk edilmişler kıldık.

"Süprüntü" selin üstünde taşıdığı çürümüş ot, kurumuş ve dağılmış kamış vb. şeylere denilir.

"Zulmeden topluluklara uzak olmak vardır," Yani onlar için helâk olmak söz konusudur. Allah'ın rahmetinden uzak olurlar, diye de açıklanmıştır.

 

"Uzak kalmak" mastar olarak nasbedilmiştir. O sulanır ve otlanır, ifadesi gibidir.

42

Sonra onların ardından başka nesiller var ettik.

"Sonra onların ardından" bu sözü edilenlerin helâk edilmelerinden sonra

"başka nesiller" başka ümmetler

"var ettik."

İbn Abbâs dedi ki: Bununla İsrailoğulları kastedilmektedir. İfadede hazfedilmiş sözler de vardır: Onlar peygamberlerini yalanladılar, bu sebebten Biz de onları helâk ettik.

43

Her ümmet ne ecelini öne getirebilir, ne de kendileri geriye kalabilirler.

"Her ümmet ne ecelini öne getirebilir..." âyetindeki; sıladır (fazladan gelmiş bir çeşit bağlaçtır). Yani hiçbir ümmet kendisi için tesbit edilmiş vaktin önüne de geçmez, sonrasına da kalamaz. Bu da yüce Allah'ın şu âyetini andırmaktadır;

"Her ümmetin bir eceli vardır. O ecelleri gelince ne bir an geri bırakabilirler, ne de ileri alabilirler." (el-A'râf, 7/34)

44

Sonra peygamberlerimizi birbiri ardınca gönderdik. Herbir ümmete peygamberleri geldikçe, onu yalanladılar. Biz de onları birbirinin arkasına kattık ve onları ibretli hikâyeler kıldık. Îman etmeyen bir kavim artık uzak dursun.

"Birbiri ardınca" ifadesi de korkutarak ve teşvik ederek biri diğerinin izinden, biri diğerinin arkasından kesintisiz olarak geldiler... demektir. el-Esmaî der ki: Ardı arkasına mektuplarımı ona gönderdim, demektir. Şu kadar var ki, bunların ikisi arasında kısa bir süre geçer.

Başkası ise şöyle demektedir: "Müvâtere" arada mühlet olmaksızın ardı arkasına gitmek demektir.

İbn Kesîr ve Ebû Amr bu kelimeyi "ra" harfi üstün kılınarak, tenvinle okunmuş bir mastar suretinde; diye okumuşlardır. Bu da: Hamdolsun ve şükrolsun, demeye benzer. Bu takdirde tenvinin yerine getirilmiş olan bu elif üzerine vakıf yapılır. Bununla birlikte bu kelimenin "Ca'fer" gibi dört harflilere katılmış bir kelime olması da mümkündür. O zaman; Bir çeşit çöl ağaççığı ile İnce yapraklı bir çeşit sandal ağacı funda, kelimelerine benzer. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"O, fundalar ile koyun sarmaşığı arasında gidip geliyor "

Bu şekilde vakıf yapılacak olursa imâle de câiz olur. Ancak bu durumda mülhak elif üzerine vakfı niyet ederek vakıf yapmalıdır. Verş iki lâfız arasında okumuştur, "Sarhoşlar, kızgınlar" kelimeleri gibi. Bu; Çeşitli kimseler, şeyler, esirler, kelimeleri gibi çoğul isimdir. Aslı da "müvâtere ve tevâtür"den gelen; şeklinde olup "vav", "te"ye kalbedilmiştir. Takva, tüklât, tücah kelimeleri gibi.

Bu kelimenin tek anlamına gelen "vitr'den geldiği de söylenmiştir. O zaman anlam: Biz onları tek tek gönderdik, şeklinde olur. en-Nehhâs der ki: Buna göre, bu kelimenin ilk "te"si esreli olarak okunabilir ve kelime mastar olarak nasb mahallindedir. Çünkü "sonra... gönderdik"; Tek tek birini, diğerinin arkasından gönderdik, anlamındadır. Hal konumunda olması da mümkündür, onları birer birer gönderdik demek, olur.

"Biz de onları" helâk etmek suretiyle

"birbirinin arkasına kattık ve onları ibretli hikâyeler kıldık." Bu âyetteki;

"İbretli hikayeler" kelimesi; in çoğulu olup, bu da kendisi hakkında konuşulan, anlatılan şey demektir. ….kelimesinin: in çoğulu olması gibi. Bu da, kendisinden hayrete düşülen, acayip karşılanan şey demektir,

el-Ahfeş der ki: Buradaki "Onları ibretli hikayeler kıldık" ifadesi kötü haller için kullanılır, hayırlı haller hakkında böyle denilmez. Nitekim; ifadesi, filan kişi ibret alınacak veya örnek gösterilecek bir duruma düştü, denilir. Nitekim bir başka âyet-i kerîmede yüce Allah (bu lâfzı da aynı anlamda kullanarak) şöyle buyurmaktadır:

"Biz de onları anlatılan ibretli hikâyeler kıldık ve onları darmadağın ettik." (Sebe', 34/19)

Derim ki: Bazen; Filan kişi güzel bir sözdür (hikayedir), de denilebilir. Ancak güzellikle kayıtlı olması şartı ile büyle kullanılır. İbn Düreyd'in şu beyti de bu kabildendir:

"Şüphesiz ki kişi kendisinden sonra bir söz (mevzuu)dır.

O halde sen de belleyip anlayan kimseye güzel bir söz (konusu) ol."

45

Sonra Mûsa ve kardeşi Harun'u âyetlerimizle ve apaçık belge ile gönderdik;

46

Fir'avun'a ve İleri gelenlerine. Ama onlar büyüklük tasladılar. Zaten onlar kendilerini üstün sayan bir topluluktu.

"Sonra Mûsa ve kardeşi Harun'u âyetlerimizle ve apaçık belge ile gönderdik" âyetine dair açıklamalar daha önceden (Hûd, 11/96-99. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"... onlar kendilerini üstün sayan" mütekebbir, başkalarına zulmederek kahreden

"bir topluluktu" demektir. Nitekim yüce Allah:

"Şüphe yok ki Fir'avun arzda üstünlük sağlamaya kalkıştı..." (el-Kasas, 28/4) diye buyurmaktadır.

47

Onun İçin dediler ki: "Kavimleri bize kulluk etmekte iken, bizim gibi iki insana mı Îman edeceğiz?"

48

Bu sebeble onları yalanladılar ve sonunda helâk edilenlerden oldular.

"Onun İçin dediler ki: Kavimleri bize kulluk etmekte iken, bizim gibi iki insana mı îman edeceğiz?" ayetine (benzerlerine) dair açıklamalar da yine ünceden geçmiş bulunmaktadır,

"Ve sonunda" denizde boğulmak suretiyle

"helâk edilenlerden oldular."

49

Yemin olsun Biz, hidayet bulurlar diye Mûsa'ya kitabı verdik.

" Yemin olsun Biz... Mûsa'ya kitabı verdik." Buradaki kitaptan kasıt Tevrat'tir. Özellikle Mûsa'nın adının anılması Tevrat'ın, üzerine Tur dağında indirilmiş olmasından dolayıdır. O sırada da Hârûn (ikisine de selam olsun) onun yerine kavmi arasında vekil (halife) olarak bulunuyordu. Şayet "yemin olsun ki İkisine de verdik" denilmiş olsaydı, bu da olabilirdi. Nitekim yüce Allah bir başka yerde:

"Yemin olsun ki Biz, Mûsa ile Harun'a furkan'ı... verdik." (el-Enbiyâ, 21/48) diye buyurmaktadır.

50

Ve Biz, Îsa'yı da, anasını da bir(er) âyet kıldık ve onları yüksek ve akar suyu olan rahat bir yerde barındırdık.

"Ve Biz, Îsa'yı da, anasını da bir(er) âyet kıldık" âyetine dair açıklamalar daha önceden el-Enbiyâ Sûresi'nde (21/91. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Ve onları yüksek ve akar suyu olan rahat bir yerde barındırdık." Bu âyette geçen

"er-rabvej yüksek yer"; yerdeki yüksekçe yer anlamındadır. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/265. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Burada bundan kasıt, Ebû Hüreyre'ye göre Filistin topraklarıdır. Yine ondan nakledildiğine göre (Filistin'in belli başlı şehirlerinden birisi olan) er-Ramle'dir. Bu açıklama Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den de rivâyet edilmiştir. İbn Abbâs, İbnu'l-Müseyyeb ve İbn Selâm ise: Dımaşk'tır demişlerdir. Ka'b ile Katade, Beytu'l-Makdis derken, yine Ka'b; Burası yeryüzünde (diğer yerlere göre) semaya onsekiz mil daha yakındır, demiştir. Şair der ki:

"Ben tepe üstündeki bir kabrin altında çok rahattım,

Güneyden ve kuzeyden bana sırayla rüzgar gelirdi."

İbn Zeyd dedi ki: Kasıt Mısır'dır.

Salim el-Aftas da, Said b. Cubeyr'den:

"Ve onları yüksek... bir yerde barındırdık" âyeti hakkında; Orası yerin tümsekçe, yüksekçe olan bölümü demektir, demiştir.

"Rahat bir yerde" orada karar kılınabilecek dümdüz bir yerde, demektir. Meyvesi bol bir yer diye de açıklanmıştır. Esasen orada yaşayanlar, meyvesi dolayısıyla orada kalır, rahatça geçinirler.

"Akar suyu olan" yani gözle görülen akar suyu olan demektir. Akar su anlamında; ile denilir. Ekmek anlamında; ile denildiği gibi. Bu açıklamayı Ali b. Süleyman yapmıştır, ez-Zeccâc da şöyle demektedir; Bu, pınarlarda akan su demektir. Buna göre "mim" harfi fazladan gelmiştir. "Satılan" kelimesinde fazladan geldiği gibi. Aynı şekilde bu gözle görülen su anlamındadır, diyenlere göre de fazladan gelmiş olur.

Bir diğer açıklamaya göre "maîn (akar su)" kelimesi mef'ûl anlamında "fatl" veznindedir. Ali b. Süleyman dedi ki: ". Su aktı" denilir. Bu şekilde akan suya; denilir ve mef'ûl vezninde; anlamındadır. İbnu'l-Arabî der ki: Su aktığı ve yumuşak olduğu zaman; denilir. Yine aynı şekilde; aktı ve "Onu akıttım" denilir. (........) da, akar sular anlamındadır.

51

Ey peygamberler! Temîz olan şeylerden yeyîn ve salih amel İşleyin. Çünkü şüphe yok ki Ben yaptıklarınızı çok iyi bilenim.

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1- Helâl ve Temiz Yemek Salih Amel İşlemek:

Sahih(-i Müslim)de, Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ey insanlar! Şüphesiz Allah hoş ve temizdir. Ancak hoş ve temiz olanı kabul eder. Muhakkak Allah mü’minlere, rasûllerine verdiği emirlerin aynısını vermiş ve şöyle buyurmuştur:

"Ey peygamberler! Temiz olan şeylerden yeyin ve salih amel işleyin. Çünkü şüphe yok ki Ben yaptıklarınızı çok iyi bilenim." Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ey îman edenler! Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin (helâl ve) temiz olanlarından yeyin..." (el-Bakara, 2/172) -Daha sonra- (peygamber) şunu zikretti: "Bir adam düşünün ki: Üstü başı kirli uzunca yolculuk yapmış olduğu halde ellerini semaya doğru uzatır; Rabbim, Rabbim diye dua eder ama yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, haram ile gıdalanmışsa böyle birisinin duası nasıl kabul olunacak?" Müslim, Zekât 65; Tirmizî, Tefsir 2. sûre 37; Dârimî, Rikaak 9; Müsned, II, 328.

2- Âyet-i Kerîmede Muhatap Kimlerdir:

Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîmede hitab Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e olup o bütün peygamberler konumunda muhatab alınmıştır. Nitekim yüce Allah:

"Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar kendilerine..." (Al-i İmrân, 3/173) âyetinde insanlardan kasıt Nuaym b. Mes'ûd'dur.

ez-Zeccâc dedi ki: Bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a bir hitaptır. Çoğul gelmiş olması da bütün peygamberlerin aynı emirlere muhatab olduklarının delilidir. Yani helâl şeylerden yeyiniz, demektir.

et-Taberî der ki: Hitab, Îsa (aleyhisselâm)adır. Rivâyete göre o, annesinin eğirdiği yünün gelirinden yerdi. Hakkında nakledilen meşhur rivâyetlere göre ise o, çölde biten bakla ve sebze türü şeylerden yerdi. Bu hitabın, Îsa (aleyhisselâm)a yöneltilmesi, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın -işaret ettiğimiz üzere şerefine İşaret etmek içindir.

Şöyle de denilmiştir: Bu sözler ile bütün peygamberlere hitab edilmiştir. Çünkü onların da izlemeleri gereken yolları budur. O halde âyetin anlamı şöyle olur: Ve biz ey peygamberler! Hoş ve temiz şeylerden yeyiniz dedik. Nitekim ticaretle uğraşan bir kişiye: Ey ticaretle uğraşanlar! Faizden uzak kalmanız gerekir denilir ve mana itibariyle o tek kişiye de hitab edilmiş olur. Fakat bu hitab ile birlikte bulunan karine, onun türünden olan herkes için de bu sözü elverişli bir hale getirmektedir. Çünkü bütün peygamberler bir arada muhatab alınmış değillerdir. Herbir peygambere ancak kendi çağında hitab edilmiştir.

el-Ferrâ' der ki; Bu tek bir kişiye; Bize eziyet etmekten uzak durunuz, demek gibidir.

3- Bu Hususta Peygamberlerle Mü’minler Eşit Seviyede Muhatab Alınmışlardır:

Yüce Allah, helâl yemenin ve haramdan uzak durmanın vücubu ile ilgili hitabında peygamberlerle, mü’minleri eşit seviyede muhatab almıştır. Daha sonra yüce Allah'ın;

"Çünkü şüphe yok ki Ben yaptıklarınızı çok iyi bilenim" âyetinin ihtiva ettiği tehdit de, onların hepsini kapsamına almaktadır. Allah'ın bütün rasûl ve peygamberlerine salât ve selâm olsun.

Onlara hitab böyle; olduğuna göre bütün insanların kendileri hakkındaki kanaatleri acaba ne olmalıdır?

Hoş ve temiz yani helâl şeylere dair açıklamalar (el-A'raf, 7/32. âyet, 3. başlık) ile rızka dair açıklamalar (el-Bakara, 2/3. âyet, 22. başlıkta) birden çok yerde önceden geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Ellerini uzatır" âyetinde dua esnasında elleri semaya doğru uzatmanın meşruiyetine bir delil vardır. Bu hususta açıklamalar yüce Allah'a hamdolsun ki, daha önceden (el-A'raf, 7/55. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Peygamber Efendimizin: "Böylesinin duası nasıl kabul olunabilir?" ifadesi duanın kabul olunacağını uzak bir ihtimal olarak gördüğünü göstermektedir. Yani böyle bir kimse duasının kabul olunmasına lâyık olamaz. Bununla birlikte yüce Allah, lütfü ve keremi ile yine de böyle birisinin duasını kabul edebilir.

52

Ve gerçekten sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, o halde Ben'den korkun.

Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağsZr

1- Tek Bir Ümmet, Tek Bir Din:

"Ve gerçekten sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir." Yani daha önceden sözü edilen bu hususlar sizin dininiz, sizin milletiniz (şeriatiniz)dir, ona sımsıkı bağlı kalınız. Burada ümmet, din demektir. Buna dair açıklamalar ve bu kelimenin manaları daha önceden (el-Bakara, 2/128 ve 213. âyetlerde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın:

"Gerçekten biz atalarımızı bir ümmet üzere bulduk" (ez-Zuhruf, 43/23) âyeti, bir din üzere bulduk, demektir, en-Nâbiğa da şöyle demiştir:

"Yemin ettim, artık senin için şüpheyi gerektirecek bir şey bırakmadım,

Bir ümmet (din) sahibi kendisi itaatkar olduğu halde hiç günah kazanır mı?"

2- Bu Ayetin Önceki Âyetlerle İlişkisi:

"Ve gerçekten... bu" âyetinde; "Gerçekten" lâfzı hemze esreli olarak ve önceki âyetle bağlantısı koparılarak okunmuştur. Hemze üstün ve "nun" harfi de şeddeli olarak da okunmuştur. el-Halil der ki: Bu cer edatt ortadan kalktığından dolayı nasb mahaîlindedir. Size kendisine îman etmenizi emretmiş olduğum bu dininizi en iyi bilenim, takdirindedir.

el-Ferrâ' der ki: Hemze'nin üstün okunması halinde şu takdirdeki hazfedilmiş bir fiile taalluk eder: Ve şunu bilin ki; gerçekten sizin bu ümmetiniz.,. Sîbeveyh'e göre ise bu, "Benden korkun" âyetine taalluk etmektedir. İfadenin takdiri de şöyle olur: Benden korkun, çünkü sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Bu da yüce Allah'ın: "Şüphesiz yüce Allah'ın:

"Şüphesiz ki mescidler de Allah'a mahsustur. Onun için Allah ile birlikte hiçbir kimseye dua (ve ibadet) etmeyin" (el-Cin, 72/18) âyeti gibidir. Bu da: Çünkü şüphesiz mescidler Allah'ındır. O halde onunla beraber başkasına dua (ve ibadet) etmeyin, demektir. Yine bu yüce Allah'ın:

"Kureyş'in güvenlik ve esenliği için" (Kureyş, 106/1) âyetine benzemektedir. Bu da: İbadet etsinler şu Beyt'in Rabbine, Kureyş'in güvenlik ve esenliği için, takdirindedir.

53

Ama insanlar işlerini kendi aralarında parça parça ettiler. Her güruh ellerinde bulunandan memnundur.

3- Peygamberlerin Ümmetleri:

Bu âyet-i kerîme daha önceden geçen:

"Ey peygamberler" (Mü’minun 23/51) âyetinin bütün peygamberlere hitab olduğunu ve bu hitabın onların hep birlikte hazır olduğu varsayılmış gibi yapıldığı görüşünü güçlendirmektedir. Çünkü "ey peygamberler" âyetinin sadece Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)a yönelik bir hitab olduğunu kabul edecek olursak, bu âyet-i kerîme ile

"ama İnsanlar işlerini kendi aralarında parça parça ettiler" âyetinin ilişkisi sağlam bir İlişki olmaz.

"Bende sizin Rabbinizim, o halde yalnız Ben'den korkun" âyetine gelince, eğer bu peygamberlere yönelik bir hitab ise, o takdirde onların ümmetleri de mana itibariyle bunun kapsamına girmektedir. İşte bundan sonra:

"Ama İnsanlar... parça parça ettiler" âyetinin ilişkisi de güzel bir şekilde ortaya çıkar. "Tefrikaya düşenler"den kasıt ümmetlerdir, yani onlar bir olan dinlerini, bir araya gelmekle emrolunmuşken ayrı ve farklı dinlere böldüler, bölündüler. Daha sonra da yüce Allah onların herbir fırkasının kendi görüş ve dalâletini beğendiğini söz konusu etmektedir ki, bu da sapıklığın en ileri derecesidir.

4- Bu Ayet-i Kerîme İle Peygamber Efendimizin "Geçmiş Ümmetlerin ve Muhammed Ümmetinin Fırkalarına Dair" Hadisi Arasındaki İlişki:

Bu âyet-i kerîme, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şu âyetine İşaret etmektedir: "Şunu biliniz ki; sizden önceki kitab ehli yetmişiki millete bölündüler. Bu ümmet de yetmişüç fırkaya bölünecektir. Yetmişikileri ateşte, bir tanesi ise cennette olacaktır. O da cemaattir." Bu hadisi Ebû Dâvûd rivâyet ettiği gibi Tirmizî de rivâyet etmiş ve rivâyetinde ek olarak şunu kaydetmiştir: Ashab: Bu hangisidir, ey Allah'ın Rasûlü, dediler. O: "Benim ve ashabımın üzerinde gittiği yolda gideceklerdir" diye buyurdu. Tirmizî bunu Abdullah b. Ami yoluyla rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Sünne 1; Tirmizî, Îman 18; İbn Mâce, Filen 17; Dârimî, Siyer 75; Müsned, II. 332.

Bu hadis, âyet-i kerîmede sakındırılan fırkalara ayrılıştan neyin kastedildiğini açıklamaktadır. Hadis dinin esasları ve kaideleriyle ilgili ayrılık hakkındadır. Çünkü Peygamber burada "milletler" lâfzını kullanmış ve bunlardan herhangi birisine sarılmanın cehenneme girmeyi gerektireceğini haber vermiştir. Fer'î hususlardaki görüş ayrılıkları hakkında ise böyle bir şey söylemeye imkân yoktur. Çünkü fer'î (fıkhî) meselelerde görüş ayrılığı, milletlerin (itikadı fırkaların) çok olmasını da gerektirmez, cehennem azabını da gerektirmez. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Sizden herbiriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik." (el-Mâide, 5/48)

Yüce Allah'ın: "Parça, parça" âyeti uydurduktan kitaplar ve telif ettikleri sapıklıklar, demektir. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar kitapları kısımlara ayırdılar. Bir kısım sahifelere tabi oldu, bir kısım Tevrat'a, bir kısım Zebur'a, bir kısım da İncil'e uydular. Sonra da onların hepsi ellerindeki kitapları tahrif ettiler ve değiştirdiler. Bu açıklamayı da Katade yapmıştır,

Bir diğer açıklama da şöyledir: Onların herbir kesimi bir kitap alıp ona îman etti, onun dışındakileri de inkâr etti.

Bu kelimeyi Nâfî' "be" harfini ötreli "Zebur"ın çoğulu olarak okumuştur. el-A'meş ve Ebû Amr ise ondan farklı olarak "be" harfini ötreli "demir parçalarım andıran parçalar anlamında" okumuşlardır. Nitekim bu kelime Yüce Allah’ın:

"Bana büyük demir parçaları getirin" (el-Kehf, 18/96) âyetinde de böyledir.

"Her güruh" yani herbir fırka ve herbir mezheb

"ellerinde bulunandan" din diye sahip olduklarından

"memnundur" onu beğenirler.

Bu âyet-i kerîme Kureyşin durumunu da açıklamaktadır. Çünkü hemen bu âyetin akabinde Kureyş'in durumu ile ilgili olarak Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)a şöylece hitab etmektedir:

54

Şimdi sen onları bir süreye kadar gaflet ve bilgisizlikleri içinde bırak.

"Şimdi sen onları bir süreye kadar gaflet ve bilgisizlikleri İçinde bırak." Yani daha önce sözü edilenler durumunda olan bu gibi kimseleri terket. Azaplarının ertelenmesi dolayısıyla da kalbine sıkıntı girmesin, herşeyin belli bir vakti vardır.

Sözlükte: "(mealde; gaflet ve bilgisizlik): Seni örten, üstünü kapatan şey" demektir. Asıl anlamı setretmek, Örtmektir. Kin anlamına gelen da bu köktendir, çünkü kin kalbin üstünü örter. "Çok su" demektir. Çünkü çok su yerin üzerini örter. "Verdiği bağışlarla bütün insanları kapsayan, örten" demektir. Şair de şöyle demiştir:

"Gülercesine tebessüm ettiğinde herkesi kapsar iyilikleri,

Ve bütün inallar esir olur onun gülmesine."

Burada âyetten kasıt, şaşkınlık, gaflet ve sapıklık içinde olduklarını anlatmaktır.

"İnsanların kalabalığı arasına girdi, karıştı" demek olur.

Yüce Allah'ın:

"Bir süreye kadar" âyetini Mücahid, ölüme kadar diye açıklamıştır. Bu bir tehdittir, bir süre vermek değildir. Nitekim; Senin de günün gelecektir, demek de böyledir.

55

Zannederler mi ki Biz kendilerine mal ve oğullar vermekle;

"Zannederler mi ki Biz kendilerine mal ve oğullar vermekle" âyetindeki edatı, anlamındadır. Yani ey Muhammed, bunlar kendilerine dünya hayatında vermiş olduğumuz mal ve evladın kendileri için bir mükâfat olduğunu mu zannediyorlar? Aslında bu onlar için sadece biristidrâc(derece derece azaba yaklaştırma)dır ve bir mühlet vermektir. Yoksa hayırların kendilerine çabucak ulaştırılması kabilinden değildir.

(..........)in haberinin hangisi olduğu hususunda da üç görüş vardır. Bu görüşlerden birisine göre haber hazfedîlmiştir.

ez-Zeccâc dedi ki; "Kendilerine hayırlarda acele edip, kendisini çabucak verdiğimiz" anlamında olup; "Kendisini" lâfzı hazfedilmiştir.

Hişam ed-Darîr ise incelikli bir açıklamada bulunarak şöyle demektedir: "Lâfzı (bir dereceye mealdeki; "oğullar" lâfzındaki "...lar" Hayırlar demektir. Bu durumda anlam şöyle olmaktadır: Ve Biz, bu hayırları onlara çabucak veriyoruz. Daha sonra hazfedilmiş bulunan bu "hayırlar (mealde; iyilikler)" kelimesini izhar ederek " iyilikleri..." diye buyurmuştur. Bu takdire göre ifadede hazf yoktur. el-Kisaî'nin görüşüne göre ise tek bir edattır. Dolayısıyla bir hazf takdirine ihtiyaç yoktur ve âyetin son kelimesi olan "oğullar" kelimesi üzerinde vakıf yapılabilir.

Bu edatın iki edattan meydana geldiğini kabul edenlere gelince, o takdirde haberden; in ismine ait bir zamirin bulunması kaçınılmaz olur ve bu durumda "ve oğullar" kelimesi üzerinde vakıfta anlam tamam olmaz. es-Sahtiyanî de: "Ve oğullar" kelimesi üzerinde vakıf yapmak uygun düşmez, çünkü "zannederler mi ki" anlamındaki fiilin iki tane mef'ûle ihtiyacı vardır. İki tane mef'ûl ise "iyilikleri" anlamındaki kelime ile birlikte tamam olmaktadır.

İbnu'l Enbarî ise bu bir hatadır demektedir. Çünkü, edatı isim ve haberi ile birlikte yeterli bulunmaktadır. (İki mef'ûle artık gerek bırakmamaktadır) Bundan sonra ayrıca ikinci bir mef'ûl getirmek câiz değildir.

56

İyilikleri kendilerine çabucak ulaştırıyoruz? Hayır, onlar farkında değiller.

Ebû Abdu'r-Rahmân es-Sülemî ile Abdu'r-Rahmân b. Ebi Bekre de:""O: Çabucak ulaştırıyor" anlamında ("ulaştırıyoruz" anlamını verecek şekilde "nun" ile değil de) "ya" ile ve faili "bizim onlara ulaştırmamız" anlamında bir kelime olmak üzere okumuşlardır. Bu da, -hazif söz konusu olmayacak şekilde- caizdir. Yani onlara yardımı çabucak veriyor. Hazfin bulunması da mümkündür, o takdirde mana: Allah onlara çabucak veriyor demek olur.

"İyilikler kendilerine çabucak ulaştırılıyor" anlamında da okunmuştur,cı) Bunun da üç türlü açıklaması söz konusudur. Birincisine göre burada; "Çabucak verilen şey"(e ait bir zamir) hazfedilmiştir, İkinci görüşe göre "imkânlar çabucak ulaştırılıyor' anlamında olabilir ve "onlara" anlamındaki kelime meçhul fiilin nâib-i faili (sözde öznesi) olur. Bu açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır, el-Mendevî der ki; el-Hurr en-Nahvî de şeklinde okumuştur ki, cemaatin kıraati olan "İyilikleri kendilerine çabucak ulaştırıyoruz" ile aynı anlamdadır. es-Sa'lebî dedi ki: Doğru olan umumun kıraatidir, çünkü "Biz kendilerine vermekle" diye buyurulmuştur.

 

"Ulaştırıyoruz” anlamındaki lâfzın, "nun" yerine "ya" ile okunmasının ikinci şekli olarak, meçhul ve gaib olarak okunması halinde anlam böyle olur.

"Hayır, onlar" bunun kendileri için bir fitne ve bir istidrâc (tedricilik) olduğunun

"farkında değiller."

57

Şüphe yok ki Rabblerinden korkuları sebebiyle titreyenler,

"Şüphe yok ki Rabblerinden korkuları sebebiyle titreyenler" âyetine gelince; yüce Allah kâfirleri ve onlara olan tehditleri söz konusu ettikten hemen sonra, hayırlarda ellerini çabuk tutan mü’minleri ve onlara olan vaadlerini dile getirmekte ve bunu onların en açık ve beliğ sıfatları ile birlikte söz konusu etmektedir.

"Titreyenler" kelimesi yüce Allah'ın kendilerini korkuttuğu şeyler dolayısıyla korkanlar, bundan dolayı titreyenler, demektir.

58

Rabblerinin âyetlerine îman edenler,

59

Rabblerine ortak koşmayanlar,

60

Verdiklerini verirlerken Rabblerinin huzuruna dönecekler dîye kalpleri ürperenler...

"Rabblerinin âyetlerine îman edenler, Rabblerine ortak koşmayanlar, verdiklerini verirlerken Rablerinin huzuruna dönecekler diye kalpleri ürperenler" âyeti ile İlgili olarak el-Hasen şöyle demektedir: Bunlara ihlâs verilmiş olmakla birlikte, yaptıklarının kendilerinden kabul edilmeyeceğinden de korkarlar.

Tirmizî’nin rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın hanımı Âişe (radıyallahü anhnhâ) şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a şu:

"Verdiklerini verirlerken Rablerinin huzuruna dönecekler diye kalpleri ürperenler" âyeti hakkında soru sordum. Âişe dedi ki: Acaba bunlar içki içip, hırsızlık eden kimseler midir? (Peygamber -sallallahü aleyhi ve sellem-) şöyle buyurdu: "Hayır, ey Sıddîk'ın kızı! Bunlar oruç tutan, namaz kılan ve sadaka veren, bununla birlikte kendilerinden kabul olunmayacak diye korkan ve hayırlarda ellerini çabuk tutan kimselerdir." Tirmizî. Tefsir 23- sûre 4

el-Hasen dedi ki: Yemin olsun öyle kimselere yetiştik ki; sizin işlemiş olduğunuz günahlar dolayısıyla azaba uğrayacağınızdan korktuğunuzdan daha fazla, yaptıkları iyiliklerinin kabul edilmeyerek yüzlerine geri çarpılacağından korkuyorlardı.

Âişe (radıyallahü anhnhâ), İbn Abbâs ve en-Nehaî "yaptıklarını yaparlarken" anlamına gelecek şekilde, diye ve son kelimenin hemzesini uzatmaksızın; "Yapmak" kökünden gelmiş bir kelime gibi okumuşlardır,

el-Ferrâ' der ki: Âişe (radıyallahü anhnhâ)dan böyle okuduğu sahih olarak nakledilmişse, bu kıraatiyle cemaate muhalefet etmiş sayılmaz. Çünkü Araplar arasından hemzeyi kullanırken yazması halinde her durumda elif ile yazmayanları vardır. Mesela; "Adama soruldu" ibaresini, "sin"den sonra elif ile yazabilir. Yine; "Alay ederler" kelimesini de "ze" ile "vav" harfleri arasında "elif" ile de yazabilir, "Şey" kelimesini de "ya" harfinden sonra elif ile yazdığı da olur. Bu sebebten bu gibi kimselerin görüşlerine göre; Verirler" kelimesinin "ya"den sonra elif ile yazılması kusur kabul edilecek bir şey değildir. İşte bu lâfzın bu hatta binaen iki şekilde de okunması muhtemel olur: Hem -cemaatin kıraati olan-: şeklinde, hem de -Âişe ve diğerlerinin okuduğu gibi-:şeklinde okunabilir.

Cemaatin kıraati için özel olarak iki türlü yorumlanma ihtimali vardır. Birincisine göre: Onlar verdikleri zekât ve sadakaları kalpleri (kabul olunmaz diye) korku duyar. Diğerine göre ise kutların amellerini yazan meleklere (karşı) verdiklerini kalpleri titreyerek verirler. Burada anlamı zaten açık olduğundan dolayı mef'ûl hazfedilmiştir. Yüce Allah'ın:

"İnsanlar onda yağmura kavuşturulacak ve onda sıkacaklar." (Yusuf, 12/49) âyetinde de mef'ûl hazfedilmiştir, manası; onlar susam ve üzüm sıkacaklardır, şeklindedir. Te'vili açıkça ortada olduğundan dolayı, mef'ûl ayrıca zikredilmemiştir Bu durumda kıraatte asıl, İmâm mushafta mevcut olan şekliyle hemzeden değiştirilerek elif ile; diye yazılmış demek olur. Burada elif, med ve lin harfleri saklı oluşta birbirlerine benzediklerinden dolayı "vav" olarak yazılmıştır. Bu açıklamayı İbnu'l-Enbarî nakletmiştir.

en-Nehhâs da şöyle demektedir Bilinen şu ki; İbn Abbâs bu lâfızları; Yaptıklarını yapanlar" şeklinde okumuştur; aynı zamanda bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Âişe (radıyallahü anhnhâ)dan rivâyet olunan kıraat şeklidir. Bu da hadiste de rivâyet edildiği gibi, işledikleri amelleri yapanlar, anlamındadır.

"el-Vecel (mealde; ürpermek) endişelenmek ve korkmak demektir. Takva sahibi ve tevbe eden bir kimsenin korkusu işin sonu ile ilgilidir; ölümden sonra karşı karşıya kalacağı halleridir. Yüce Allah'ın:

"Rabblerinin huzuruna dönecekler diye" âyeti da ölüm halinde ruhun nasıl teslim edileceğine dikkat çekmektedir. Sahih-i Buhârî'de de: "Ameller ancak hatimeler iledir." denilmektedir. Buhârî, Kader 5, Rikaak 33; Müsned, V, 335. Ameli (iyi ve kötüden) karışık olanın, bu karıştırması sebebiyle tehdidin gereğinin kendisine uygulanacağından yana korku İçerisinde olması gerekir.

Kimi arifler şöyle demiştir: Arifin itaati dolayısıyla duyauğu korku, muhalefeti dolayısıyla duyduğu korkudan fazladır. Çünkü muhalif hareketi tevbe siler, itaat ise maksadın tashih edilmesini de gerektirir.

"diye onlar" çünkü onlar; yahut ta "Rabblerinin huzuruna dönecekler dîye" yani bundan dolayı "kalpleri ürperenler" demektir.

61

İşte bunlar hayırlarda yarışırlar. Onlar bu işlerde ellerini çabuk tutanlardır.

"İşte bunlar hayırlarda" yani bu yolla yüksek derecelere ve cennet köşklerine nail olmak maksadıyla, İtaatlerde

"yarışırlar."

"Yarışırlar" âyeti;

"ellerini çabuk tutarlar" şeklinde de okunmuştur. Yani onlar hayırlara hızlıca koşarlar. Birinci okuyuş ise; kendilerinden önce hayra koşan kimseler ile yarışırlar, anlamını ifade etmektedir ki, bu durumda mef'ûl hazf edilmiştir.

ez-Zeccâc der ki: "Sin"den sonra "elif'li okuyuş, "elipsiz okuyuştan daha beliğdir.

"Onlar bu İşlerde ellerini çabuk tutanlardır" âyeti ile ilgili olarak yapılmış en güzel açıklama: Onlar bu işleri vaktinde yapmak üzere çabuk davranırlar, şeklindedir. Böylelikle bu açıklama ilk vaktinde kılınan namazın daha faziletli olduğuna delil teşkil etmektedir. Nitekim el-Bakara Sûresi'nde (2/148. âyet, 3- başlıkla) da geçmişti. Herhangi bir hususta her kim öne geçmişse o konuda ileri geçmiştir. Geri kalan kimse de bu hususta geçilmiş ve o işi elden kaçırmış demektir. Bu açıklamaya göre; Bu işlerde kelimesindeki "tâm" anlamındadır. Bu işlere çabuk koşmuş, ulaşmış demek olur. Yüce Allah'ın:

"Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir" (Zilzal, 99/5) âyetindeki "lârrfın da "İlâ" anlamında olması gibi. Sîbeveyh de şu beyiti zikretmektedir:

"Devem Yemâme'nin geniş vadilerinden uzakça sapıp gitmektedir,

Halbuki ben ora ahalisinden senden başkasının yanına varmayı kastetmedim."

Burada görüldüğü gibi "lâm" harfi ilâ manasına kullanılmıştır.

Yüce Allah'ın:

"Onlar bu İşlerde ellerini çabuk tutanlardır" âyetinin manası hakkında İbn Abbâs'tan şöyle dediği nakledilmektedir: Haklarında bahtiyar kimselerden olduklarına dair Allah'ın hükmü, ezelden beri verilmiştir. İşte hayırlarda ellerini çabuk tutmaları da bundan dolayıdır.

Bir diğer açıklamaya göre: Onlar hayırlar için ve hayırlardan dolayı çabuk hareket eder, acele ederler.

62

Kimseye gücünden fazlasını da teklif etmeyiz. Nezdimizde hak ile konuşan bir kitap vardır. Onlara zulmedilmez.

"Kimseye gücünden fazlasını da teklif etmeyiz" âyetine dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/285-286. âyetler, 4 ve 5. başlıkta) geçmiş olup bu âyetin şeriatte vârid olmuş güç yetirilemeyen bütün teklifleri neshedici olduğu belirtilmiş idi.

"Nezdimizde hak ile konuşan bir kitap vardır" âyetinin açıklamasına dair yapılmış en güçlü açıklama şudur: Burada "kitab"tan kasıt, meleklerin yüce Allah'a yükselttikleri amellerin tesbit edilmesidir. Bu kitabı yüce Allah'ın kendi zatına izafe etmesinin sebebi meleklerin, O'nun emriyle o kitaba kulların amellerini yazmış olmalarıdır. İşle hak ile konuşan O'dur. Bu âyet, hem bir tehdit manasınadır, hem de herhangi bir haksızlık ve zulüm yapılacağından yana korkusunu tamamen ortadan kaldırmaktır.

"Konuşma"nin kitap hakkında kullanılması mümkündür. Maksat ise peygamberlerin o kitapta bulunanın gereğini söyleyip açıklamalarıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Levh-i Mahfuz'un kastedildiği de söylenmiştir. Yüce Allah onda herşeyi tesbit etmiştir ve kendileri orada tesbit edilenlerin dışına çıkamamaktadırlar.

"Nezdimizde... bir kitap vardır" âyetiyle Kur'ân-ı Kerîm'e işaret edildiği de söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Hepsi muhtemel olmakla birlikte, kuvvetli görüş birincisidir.

63

Bilakis onların kalpleri bundan habersizdir. Onların bundan başka bizzat İşledikleri amelleri de vardır.

"Bilakis onların kalpleri bundan habersizdir." Mücahid dedi ki: Onların kalpleri Kur'ân'dan gaflet içindedirler. Kalbleri ona karşı perdelidir ve kördür.

"Su onu örttü" denilir. "İçine gireni örten ırmak" demektir. ise (tecrübesizliği dolayısıyla) insanların görüşlerine aldanan kimse demektir. Zaferandan yapılan ve gelinlerin yüzüne sürülen bir çeşit boyaya (makyaj malzemesine) bu ismin veriliş sebebi ise yüzü örtmesidir. "Kendisini örtüp kapatan bir kalabalık içerisine girdi" anlamındadır.

"Bilakis onların kalpleri bundan habersizdir" âyetinin şaşkınlık ve körlük içerisindedir, anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani bundan önceki âyetlerde süzü edilen iyilik amellerine dair vasıflardan tamamiyle habersizdirler. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Veya onların hak ile konuşan kitaptan haberleri yoktur, demektir, Bu Lâfza dair bazı açıklaırtalar daha önce bu sûrenin 54. âyet-i kerîmesinin tefsirinde de geçmiş bulunmaktadır.

"Onların bundan başka bizzat İşledikleri amelleri de vardır" âyeti hakkında Katade ile Mücahid şöyle demektedirler: Onların hakkın dışında işlemeleri kaçınılmaz olan bir takım günahları da vardır, el-Hasen ve İbn Zeyd de şöyle açıklamışlardır: Yani onların işlemekte olduklarından başka ve henüz işlemedikleri bayağı amelleri de olacaktır. Mü’minlerin amelleri arasında yakışmayan bu amelleri mutlaka işleyeceklerdir ve bundan dolayı da haklarında verilmiş olan bedbahtlık hükmü dolayısıyla cehenneme gireceklerdir.

Üçüncü bir anlama gelme ihtimali de vardır: Bunlar yaratıcıyı inkâr ile birlikte yaratılmışa da zalimlik ettiler. Bu açıklamayı da el-Maverdî zikretmektedir. Anlam itibariyle açıklamalar birbirine yakındır.

64

Nihayet onların refah İçinde olanlarını azâb ile aldığımızda hemen feryadı basıverirler.

"Nihayet onların refah içinde olanlarını azâb ile aldığımızda" Bedir günü kılıçtan geçirdiğimizde, demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır, ed-Dahhak dedi ki: Bundan kasıt karşı karşıya kaldıkları açlıktir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendileri hakkında: "Allah'ım, Mudar üzerindeki baskını daha arttır. Allah'ım, karşılaşacakları bu yılları Yusuf'un (dönemindeki kıtlık) yılları gibi kıl." Buhârî, Ezan 12B, kiskaa 2, Cihât 98, Enbiyâ 19, Tefsir 3. sûre 9; Müslim, Mesâcid 294, 295; Ebû Dâvûd, Vitr 10; Nesâî, Tatbik 27; Dârimî, Salât 216; Müsned, II, 255; III, 75, 20 demesi üzerine yüce Allah onları kıtlık ve açlığa mübtelâ etti. Öyle ki kemikleri meyteyi, köpekleri, leşleri yemek zorunda kaldılar. Malları ve evlâtları da telef olmuştu.

"Hemen feryadı basıverirler." Bağırıp, çağırırlar ve yalvara yakara feryad ederler. kelimesinin asıl anlamı, yalvarıp yakanrken "öküzün yaptığı şekilde" sesi yükseltmektir. el-A'şâ da bir ineği nitelendirirken şöyle demektedir:

"O aralıksız üç gün boyunca dolaşıp durdu,

Ve onun görülmedik tek işi (yitirdiği yavrusu için) korkması ve feryat etmesi idi."

el-Cevherî der ki: Bu kelime (anlam İtibariyle) böğürmek gibidir, Öküz böğürdü, böğürür denilir. Bazıları da:

"Onlara böğüren bir buzağı heykeli yaptı." (Tâ-Hâ, 20/88) âyetindeki; "Böğürme" anlamındaki kelimeyi -yine aynı anlamda olmak üzere-: diye okumuşlardır. Bunu da el-Ahfeş nakletmektedir. "-Adam yüce Allah'a yalvarıp, yakardı" demektir. Katade, onlar feryad ile tevbe ettikleri halde, tevbe onlardan kabul olunmaz, diye açıklamıştır. Şair der ki;

"O herşeyijt hakimine namaz kılışında kimi zaman,

Secde eder haldedir, kimi zaman da yalvarıp yakarır."

İbn Cüreyc dedi ki:

"Nihayet onların refah İçinde olanlarını azâb ile aldığımızda" âyetinde sözü edilenler, Bedir'de öldürülenlerdir. "Hemen feryadı basıverirler" âyetinde kastedilenler de Mekke'de bulunanlardır. O böylelikle daha önce sözü edilen iki görüşü bir arada zikretmiş olmaktadır, güzel bir açıklamadır.

65

Bugün feryad etmeyin. Çünkü tarafımızdan size yardım olunmaz.

"Bugün feryat etmeyin, çünkü tarafımızdan size yardım olunmaz." Yani Bizim, size gelecek olan azabımız önlenemez ve sizin bu katlanamayışınızın da size bir faydası olmaz. el-Hasen de şöyle açıklamıştır: Tevbeniz kabul edilmek suretiyle size yardım olunmaz. Bir diğer açıklama da şu şekildedir: Buradaki nehiy (feryad etme yasağının) : Sizler yalvarıp yakaracak olsanız dahi bunun size faydası olmaz demektir.

66

"Âyetlerim sîze okunuyordu da topuklarınızın üstünde gerisin geri dönüyordunuz;

"Ayetlerim size okunuyordu da topuklarınızın üstünde gerisin geri dönüyordunuz." Burada geçen "âyetler" ile Kur'ân-ı Kerîm kastedilmektedir, ed-Dahhak derki: Öldürülmek suretiyle azaba uğratılmadan önce böyle idiniz, demektir.

"Gerisin geri dönüyordunuz" arkanıza dönüp gidiyordunuz. Mücahid ise geri geri kaçıyordunuz, diye açıklamıştır. Asıl anlamı geri dönüp gitmektir. Şair der ki:

"Onlar kurtuluş yolları üzerinde olduklarını zannettiler,

Oysa onlar topukları üstünde gerisin geri dönenlerdir."

Âyette bu ifade haktan yüz çevirmeyi anlatmak üzere bir istiaredir. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) "topuklarınız" kelimesinin yerine; "Arkalarınız, diye okumuştur. "Gerisin geri dönüyordunuz" âyetinde de "kef harfini ötreli olarak okumuştur.

67

"Onu ileri sürerek büyüklük taslıyordunuz. Geceleyin onun hakkında hezeyanlar ederdiniz."

"Onu ileri sürerek büyüklük taslıyordunuz" âyetinde

"büyüklük taslıyordunuz" anlamındaki kelime haldir, "Onu"daki zamir Cumhûrun görüşüne göre Harem'e yahut Mescid-i Haram'a veya Mekke şehrine aittir. Her ne kadar önceden bunlardan söz edilmiyor ise de bu husustaki şöhretleri dolayısıyla bu uygundur. Yani onlar: Biz Harem ehliyiz, o bakımdan korkmalıyız, diyorlardı.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Onlar Mescid-i Haram'ın ve Harem bölgesinin ahalisi olduklarından dolayı kendi kanaatlerine göre insanlar üzerinde en büyük bir hakka ve mevkie sahip idiler. Bundan dolayı büyüklük taslıyorlardı. Halbuki büyüklük taslamanın hak ile bir ilgisi yoktur.

Bir başka kesim buradaki zamir âyetler söz konusu edildiğinden Ötürü Kur'ân-ı Kerîm'e aittir, demiştir. Yani: Siz, Benim âyetlerimi dinledikten sonra büyüleniyorsunuz, azgınlaşıyorsunuz, bundan dolayı da Kur'ân'a îman etmiyorsunuz. İbn Atiyye dedi ki: Bu güzel bir görüştür. en-Nehhâs ise: Birinci görüş daha uygundur, demektedir. Âyetin ifade ettiği mana da; Onlar Harem dolayısıyla böbürleniyorlar ve biz: Yüce Allah'ın Harem'inin ahalisiyiz diyorlardı.

"Geceleyin onun hakkında hezeyanlar ederdiniz." âyeti ile ilgili açıklamalarımızı da dört başlık halinde sunacağız:

1- Gece Sohbetleri:

Yüce Allah'ın:

"Geceleyin onun hakkında hezeyanlar ederdiniz" âyetindeki

"Geceleyin" kelimesi hal olarak nasb edilmiştir. (Tekil olan bu kelime): çoğulu olan: anlamındadır. Bu da geceleyin konuşan topluluk demektir. Ayın gölgesi demek olan den alınmıştır, "Esmer renk" de buradan gelmektedir. Araplar ayın ışığında Kabe etrafında konuşur, sohbet ederlerdi. İşte geceleyin konuşup sohbet etmeye buradan hareketle bu isim verilmiştir.

es-Sevrî dedi ki: Ayın gölgesine; denilir. Rengin esmerliğine; denilmesi de buradan gelmektedir. Yine bu esmerliğe; da denilmekte olup, Fâhite ismi de buradan alınmadır. Ebû Recâ' bu kelimeyi; "sâmirin çoğulu olarak; diye okumuştur. Nitekim şair şöyle demiştir:

"(O kadın dedi ki:) gece sohbet edenlerin ve insanların etrafımda bulunduklarını görmez misin?"

Kayle hadisinde de: "Kocası sâmir'den geldiğinde..." İbnul-Esîr, en-Nihâye, II, 399. denilmektedir. Yani geceleyin sohbet eden topluluk arasından çıkıp geldiğinde, demektir. Burada bu isim çoğul manasına tekildir. Suyun kenarında konaklayan topluluğa -kip olarak- tekil olarak "hadır" denilmesi ineklerin çoğulu olarak "bakır", develerin çoğulu olarak da "camii" denilmesi gibi. Erkekleri için de, müennesleri için de aynı ifade kullanılır. Şanı yüce Allah'ın:

"Sonra sizi bir çocuk olarak çıkartıyoruz." (el-Hac, 22/5) âyetinde de (tek çok demek olan) "etfâl: çocuklar" demektir. ifadeleri de gece sohbet eden, konuşan topluluk manasınadır. Bu kelime "es-semer"den alınmış olup bu da ağaçlara gelen ay ışığı anlamındadır. el-Cevherî dedi ki: "es-Sâmir" aynı şekilde "es-sümmar" anlamında olup, bunlar da geceleyin konuşup sohbet eden topluluk demektir, Nitekim haccedene çoğul olarak "hüccâc" denilmesi gibi. Şair de şöyle demiştir:

"Ve eğlenmenin ve sohbetin uzunca yapıldığı gece, sohbet edenler..."

"Sâmir" lâfzı sanki bu hususta gece sohbet yapmak için bir araya gelinip toplanılan yerin ismi olarak kullanılmış gibidir. Bir diğer açıklamaya göre (şair) burada "sâmir" kelimesini tekti olarak kullanmış ancak "es-sümmar" şeklinde çoğul anlamındadır. Çünkü bu kelime burada zaman yerinde kullanılmıştır. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Geceleyin onların yakınına sohbet ettikleri vakit gelirsen eğer,

Şarkıcıların çalgılarını (işitirsin) ve meclislerinin oldukça kalabalık olduğunu (görürsün.)"

Şairin burada; demesi, sen geceleyin onlara gelecek olursan, onların geceleyin sohbet etmekte olduklarını görürsün, anlamında (hal) oluşundan dolayıdır. "Gece ve gündüz" anlamındadır, çünkü her İkisinde de sohbet edilip, konuşulur. Deyim olarak; "Semîr'in İki oğlu devam ettiği sürece bu işi yapmam," denilir. "Semîr"in zaman anlamında, onun iki oğlunun gece ve gündüz anlamında olduğu söylenmiştir. " İnsanlar ayın görüldüğü bir gecede sohbet ettikleri sürece ben bu İşi yapmayacağım" demektir, tabiri de (bu manada olmak üzere) kullanılır. eş-Şenferî der ki:

"İşte orada ümit etmem asla beni sevindirecek bir hayatı,

Gece sohbetleri devam ettiği sürece; basımdaki musibetler dolayısıyla ümit kesmiş olarak."

"es-Semar" katı olmayan süt demektir.

Araplar geceleyin sohbet etmek maksadıyla oturur ve konuşurlardı. Bundan dolayı da yıldızları tanımışlardı. Sahrada otururlar ve doğan ve batan yıldızları takip ederlerdi, görürlerdi. KureyşÜler de Kabe'nin etrafında oluşturdukları meclislerinde batılları ve küfürleri çerçevesinde gece sohbet ederlerdi, yüce Allah bundan dolayı da onları ayıplamış bulunmaktadır.

"Hezeyanlar ederdiniz" kelimesi "te" harfi ötreli ve "cim" harfi de esreli olarak; kökünden gelmiş gibi okunmuştur. Bu da çirkin sözler söylemek anlamındadır. Hasta bir kimsenin hezeyan etmesini anlatan; den gelmiş olarak "te" harfi üstün ve "cim" harfi ötreli olarak okunmuştur. Bunun da: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Kur'ân-ı Kerîm hakkında kötü sözler ve çirkin üsiublar ile konuşurlardı, demektir. Bu açıklama İbn Abbâs ve başkalarından nakledilmiştir.

2- Batıl Şeyler Konuşarak Gece Sokbet Etmek:

Saîd b. Cübeyr, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Şu: "Onu İleri sürerek büyüklük taslıyordunuz. Geceleyin onun hakkında hezeyanlar ederdiniz" âyet-i kerîmesi nazil olunca geceleyin konuşup sohbete dalmak mekruh görülmeye başlandı. Yani yüce Allah kendisine itaatin dışındaki hususlarda geceleyin konuşup sohbet eden bir takım toplulukları yermiştir. Bunların sohbetleri ya hezeyan kabilindendi yahut ta eziyet vermeye dairdi.

el-A'meş de şöyle demektedir: Sen hadisle uğraşan bir adamı gördüğün vakit eğer o hadisi yazmıyor ise onu çimdikle, çünkü o ay ışığında sohbet eden hocalardandır. Yani ayın görüldüğü gecelerde toplanıp halifelerin, emirlerin başından geçmiş önemli olayları anlatıp duran kimselerdendir. Halbuki bu onlardan herhangi bir kimse namaz için doğru dürüst abdest almasını dahi bilmemektedir.

3- Yatsı Namazını Kılmadan Uyumanın ve Yatsıyı Kıldıktan Sonra Sohbet Etmenin Hükmü:

Müslim'in rivâyetine göre Ebû Berze şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yatsı namazını gecenin üçte birine kadar erteler, yatsıdan önce uyumayı ve ondan sonra da konuşmayı mekruh görürdü. Müslim, Mesâcid 237; Buhârî, Mevâkit 13; Nesâi, Mevâkît 20; Müsned, IV, 424

İlim adamları derler ki: Yatsının kılınmasından önce uyumanın mekruh oluşu, vakti tamamen çıkıp da namazı kaçırmak yahut efdal olan vaktinden sonraya bırakmak tehlikesinden ötürüdür. Bundan dolayı Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Her kim (yatsıdan önce) uyursa, gözüne uyku girmesin, demiş ve bu sözünü üç defa tekrarlamıştır.

Yatsı namazını kılmadan önce uyumayı mekruh görenler arasında Ömer, oğlu Abdullah, İbn Abbâs ve başkaları da vardır. Malik'in mezhebi de budur,

Bazıları da buna ruhsat vermişlerdir. Ali, Ebû Mûsa ve başkaları bu görüşte olanlardandır. Kûfelilerin kabul ettiği görüş de budur.

Kimileri de bu hususta kendisini namaza uyandıracak kimseleri görevlendirmesi şartını koşmuşlardır. İbn Ömer'den buna benzer bir görüş rivâyet edilmiş, Tahavt de bu kanaati benimsemiştir.

Yatsıdan sonra konuşmanın mekruh oluşuna gelince, çünkü namaz onun günahlarına artık keffâret olmuşiur. Böylelikle günahtan yana selâmete erişmiş olarak uyur ve yazıcılar onun amel defterini ibadetle mühürlemiş olurlar. Şayet oturup geceleyin sohbet eder ve konuşursa bu sefer amel sahifesini hevâ ve hevesle doldurtur, sonunu boş ve batıl sözlerle mühürletir. Bu ise mü’minlerin yapacağı işlerden değildir.

Aynı şekilde geceleyin sohbet edip konuşma halinde, gecenin sonuna kadar uykuya dalma ihtimalini yükseltir. Böylelikle gecenin sonuna doğru uyanıp namaz kılma İmkânını da -uyuduğundan dolayı- kaybeder. Hatta bazen sabah namazını da uykuda olduğu için kaçırabilir.

Şöyle de açıklanmıştın Yatsı namazından sonra konuşmanın mekruh görülmesi, Câbir b. Abdullah'ın rivâyet ettiği şu hadis dolayısıyladır: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ayakların çekilmesinden sonra sohbet edip konuşmaktan sakınınız. Çünkü hiçbiriniz yüce Allah mahlukatından etrafa neleri saçtığını bilemez. (Bundan dolayı) kapıları kapatınız, su kırbalarının ağzını bağlayınız, kapların üstünü örtünüz, kandilleri de söndürünüz." Müsned, III, W6, 355; Ebû Dâvûd, Edeb 106 -az farkla

Ömer (radıyallahü anh)dan rivâyet edildiğine göre o, yatsı namazından sonra konuşmaya dalmaları dolayısıyla insanları dövermiş ve: Gecenin başlangıcında sohbet edersiniz, sonunda uyku mu uyuyacaksınız? Haydi yazıcı meleklerinizi de rahata kavuşturunuz. Hatta rivâyet edildiğine göre İbn Ömer şöyle demiş: Kim yatsıdan sonra bir beyit şiir dahi okuyacak olursa, sabah oluncaya kadar onun hiçbir namazı kabul olunmaz. Şeddâd b. Evs ise bu hadisi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a isnad etmiştir. Müsned, IV, 125.

Şöyle de denilmiştir: Yatsıdan sonra konuşmanın mekruh görülmesindeki hikmet şudur: Şanı yüce Allah geceyi sükûn bulunacak zaman olarak yaratmıştır. Kişi bu zaman konuşmaya dalacak olursa, o takdirde o geceyi geçimin sağlanması İçin tasarrufta bulunulacak zaman olan gündüze katmış olur. Sanki o bu davranışı ile yüce Allah'ın varlık âleminde uygulayagetdîği hikmetine muhalefet etme maksadını gütmüş gibi olur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmakladır:

"Geceyi sizin için elbise, uykuyu da rahatlık kılan O'dur, O gündüzü deyeni bir hayata başlangıç yapmıştır." (el-Furkan, 25/47)

4- Yatsıdan Sonra Mekruh Olmayan Sohbetler:

Bu vakitten sonra sohbetin mekruh olması, yüce Allah'a yakınlaştırıcı ameller, zikirler, ilim öğretmek, aile halkı ile ilmî sohbetlerde bulunup, menfaatlerine olacak şeyleri öğretmek ve buna benzer şeylerin konu olmadığı sohbetlere mahsustur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan da selef-i salihten de bu tür hayırlı işlerde geceleyin sohbet etmenin câiz oluşuna hatta mendub oluşuna dahi delil olacak rivâyetler vârid olmuştur. Buhârî: "Yatsıdan sonra fıkıh ve hayır hususlarda gece sohbeti" diye bir başlık açtıktan sonra Kurre b. Halid'in şöyle dediğini zikreder; Biz el-Hasen'i bekledik, durduk. Yanımıza çıkıp, gelmesi oldukça gecikti, hatta gece namazına kalkacağı vakte yakın bir zamanda gelip dedi ki: Şu komşularımız bizleri davet etmişlerdi. Sonra da Enes dedi ki: Bir gece Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı bekledik. Nihayet gece yarısı oldu, çıkıp geldi ve namaz kıldırdı. Sonra da bize bir hutbe irad edip, şöyle dedi: "Şüphesiz insanlar namazlarını kıldılar. Sizler de namazı beklediğiniz sürece namaz içindesiniz." el-Hasen dedi ki; İnsanlar hayrı gözetleyip, durdukları sürece hayır içinde olmaya devam ederler, Buhâri, Mevâkıt 40. (Buhârî) dedi ki: "Misafirlerle ve aile halkı ile birlikte gece sohbeti yapmak." Bu başlıktan sonra şu hadisi zikretmektedir: Ebubekir b. Abdu'r-Rahmân'dan nakledildiğine göre Suffe ashabı fakir kimseler idiler... deyip, hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir. Buhârî, Mevâkit 41, Menâkıh 25, Edeh 77, 78; Müsned, I, 198. Bu hadisi Müslim de rivâyet etmiştir. Müslim, Eşribe 176, 177.

Serhadleri bekleyip korumak, geceleyin askerlerin gözcülükleri ile ilgili büyük mükâfat ve pek büyük ecirlere dair gelen rivâyetler, bu hususta vârid olmuş haberler arasında oldukça meşhurdur. Bunların bir bölümü daha önceden Âl-i İmrân Sûresi'nin sonlarında (3/190-200. âyetler, 23. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Hamd yalnız Allah'a mahsustur.

68

Onlar söyleneni düşünmediler mi? Yoksa bunlara önce geçen atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?

"Onlar söyleneni" yani Kur'ân-ı Kerîm'i

"düşünmediler mi?" Bu da yüce Allah'ın şu âyetini andırmaktadır:

"Hâlâ onlar Kur’ân'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi?" (en-Nisâ, 4/82) Kur'ân-ı Kerîm'e

"kavi; söz" denilmesinin sebebi onların Kur'ân'a muhatab alınmalarından dolayıdır.

"Yoksa bunlara önce geçen atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?" Bundan dolayı mı onu inkâr edip ondan yüz çevirdiler. Buradaki "Yoksa" lâfzının, "Bilakis" anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani bilakis onlara atalarının da alışkın olmadıkları şeyler geldi. İşte bundan dolayı onu terkettiler, onun üzerinde düşünmeye kalkışmadılar. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Şöyle de denilmiştir:

Yoksa onlara azaptan yana bir güvenlik mi gelmiştir, anlamındadır. Halbuki böyle bir şey, onların önceki atalarına dahi gelmemiştir. Onlar bundan dolayı mı en değerli ve üstün sözü terkettiler?

69

Yahut onlar peygamberlerini tanımıyorlardı da bunun için mi şimdi onu İnkâr ediyorlar?

Araplar bu üslûbu bir husus ile ilgili bilgi sahibi kılmak ve azarlamak anlamında kullanırlar. Derler ki: Sen hayrı mı daha çok seversin, yoksa şerri mi? Yani sana şer haber verilmiş bulunuyor, artık ondan uzak dur. Bunlar da rasûllerini tanımış bulunuyorlar. Onun doğru ve emanet sahibi kimselerden olduğunu da biliyorlar. Ona tabi olmak -eğer onların inatları olmasa- kurtuluştur, hayırdır. Süfyan dedi ki: Evet yemin olsun ki onlar, onu tanıyorlardı, fakat onu kıskandılar.

70

Yoksa: "Onda delilik vardır" mı diyorlar? Bilakis o, kendilerine hakkı getirmiştir. Halbuki onların çoğunluğu haktan hoşlanmazlar.

"Yoksa: Onda delilik vardır, mı diyorlar?" Yani onlar ona imanı terk etmelerine, onun deli olduğunu mu gerekçe gösteriyorlar? O böyle değildir ki. Çünkü onda deliliğin hiçbir emaresi yoktur.

"Bilakis o kendilerine hakkı getirmiştir." Kur'ân'ı, hak olan tevhidi ve hak olan dini getirmiştir.

"Halbuki onların çoğunluğu" yani hepsi kıskançlıklarından, haddi aştıklarından ve geçmişlerini taklit ettiklerinden dolayı,

"haktan hoşlanmazlar."

71

Eğer hak hevalarına uysaydı, göklerle yer ve içlerinde olanlar fesada uğrardı. Hayır, Biz, onlara zikirlerini verdik. Onlar ise kendi zikirlerinden yüz çeviricidirler.

"Eğer hak hevâlarına uysaydı" âyetinde

"hak" şanı yüce Allah demektir, çoğunluk böyle açıklamıştır, Mücahid, İbn Cüreyc, Ebû Salih ve başkaları bunlar arasındadır. Arapça'ya göre ifade: Şayet hakkın sahibi hevâlarına uysaydı... takdirindedir. Bu açıklamayı da en-Nehhâs yapmıştır.

Şöyle de açıklanmıştır: İfade mecazdır. Hak onların hevâlarına uygun düşse... takdirindedir. Burada "hakkın uygun düşmesi" mecazen "uymak" anlamında kullanılmıştır. Yani onlar rasûlleri inkâr edip yüce Allah'a isyan etmekle beraber cezalandırılmayacak ve bundan dolayı amellerinin karşılığı kendilerine verilmeyecek olsaydı, bu ya acizlikten ya cahillikten dolayı olurdu ve o takdirde de göklerin ve yerin düzeni bozulur, giderdi.

Anlamın şu şekilde olduğu da söylenmiştir: Eğer onların dedikleri gibi Allah ile birlikte bir takım ilâhlar edinmeleri hak olsaydı, elbetteki ilâhlar kendi aralarında çekişirlerdi. Onların kimisi, diğerlerinin istemediği şeyleri isterdi. Böylelikle kâinatın idaresi bozulur, gökler ve yer fesat bulurdu. Her ikisi fesat buldu mu ikisinde bulunanlar da bozulur, giderdi.

Bir diğer açıklamaya göre "eğer hak hevâlarına uysaydı" insanların arzu edip istedikleri şekilde olsaydı, kâinatın düzeni mutlaka bozulurdu. Çünkü insanların arzu ve istekleri farklıdır ve birbirleriyle çelişir. Hakkın yolu ise kendisine tabi olunmasıdır. İnsanların izlemeleri gereken yol da hakka bağlı olmak, ona tabi olmaktır.

Bir açıklamaya göre burada "hak" Kur'ân-ı Kerîm'dir. Yani Kur'ân onların istedikleri gibi inmiş olsaydı, göklerle yerin düzeni "ve içlerinde olanlar, fesada uğrardı." Burada akıl sahibi olan varlıklara yani semavattaki meleklere, yeryüzündeki insanlara ve cinlere işaret edilmektedir. Bu açıklamayı el-Maverdî yapmıştır, el-Kelbî de şöyle demektedir: Burada her ikisinde bulunan (akıllı-akılsız) bütün varlıklar kastedilmektedir. Nitekim İbn Mes'ûd kıraati de bu anlama gelecek şekildedir: "Gökler ve yer ile ikisi arasında bulunan şeyler fesada uğrardı." Bu durumda, el-Kelbînirı te'vili ile İbn Mes'ûd'un kıraatine göre hem akıl sahibi varlıklar, hem de akıl sahibi olmayan canlı ve diğer cansızlar fesada uğrardı, demektir. Cumhûrun kıraatinde ilâhî âyetin zahirinden anlaşılana göre de bu, akıl sahibi canlı varlıkların fesada uğraması şeklinde yorumlanır. Çünkü akil sahibi olmayan varlıklar salâh ve fesad bakımından akıl sahibi olan varlıklara tabidirler. Buna göre meydana gelecek olan fesad, göklerde bulunan meleklerin aslında bir Rabbe tabi oldukları halde, rab olarak kabul edilmeleri, kendileri kul oldukları halde onlara ibadetle kulluk edilmesinden dolayı ortaya çıkar.

İnsanların fesadı da iki türlü olur: Birincisi hevâya tabi olmaktır, bu da helâk edicidir. İkincisi Allah'tan başkasına ibadet etmekle olur, bu da küfürdür. Bunun dışındaki fesad ise (bu temel fesatlara) tabi olmak suretiyle ortaya çıkar. Çünkü diğer varlıklar akıl sahibi varlıkların tedbiri ile idare olunurlar. O bakımdan tedbir edicilerin fesadı onlara da döner.

"Hayır, Biz onlara zikirlerini verdik." Onların şeref ve aziz oluşlarını sağlayacak şeyler verdik. Bu açıklamayı es-Süddî ve Süfyan yapmıştır. Katade de şöyle demektedir: Yapacakları iyiliklerin sevabı ve kötülüklerin cezasının söz konusu edildiği bir âyet getirdik. İbn Abbâs der ki: Yani Biz onlara hakkı beyan ettik ve din ile ilgili kendilerinin gerek duyacakları herşeyi söz konusu ettik.

"Onlar ise kendi zikirlerinden yüz çeviricidirler."

72

Yoksa sen onlardan ücret mi istersin? Rabbinin verdiği rızık daha hayırlıdır ve O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.

"Yoksa sen onlardan ücret mi istersin?" Onlara getirdiğin risalet karşılığında bir ücret mi istiyorsun? Bu açıklamayı el-Hasen ve başkaları yapmıştır.

"Rabbinin verdiği rızık daha hayırlıdır." Hamza, el-Kisaî, el-A'meş ve Yahya b. Vessâb "Ücret" lâfzını şeklinde "elif" ile okumuşlardır, diğerleri ise "elisiz okumuşlardır.

"Rızık" (anlamını verdiğimiz) lâfzını da hepsi "elif" ile: şeklinde okurken, İbn Âmir İle Ebû Hayve "elif'siz okumuşlardır. Manası da sen onlardan bir rızık mı istersin? Rabbinin rızkı hayırlıdır, şeklindedir.

"Ve O, rızık verenlerin en hayirlısıdır." Yani hiç kimse O'nun verdiği rızık gibi, rızık verme kudretine sahip değildir. Kimse O'nun ihsan ettiği nimetin benzerini ihsan edemez.

Şöyle de açıklanmıştır: Allah'ın sana kendisine itaat ve yoluna davet etmen sebebiyle vereceği ecir ve mükâfat dünya malından daha hayırlıdır. Çünkü onlar sana Kureyş'in en zengin adamı oluncaya kadar mallarını vermeyi teklif ettiler. Ancak sen onların bu tekliflerini kabul etmedin. Bu anlamdaki bir açıklamayı el-Hasen yapmıştır.

(Âyet-i kerîmede kullanılan): "Hare ve haraç (mealde; ücret ve rızık)" kelimeleri aynı manadadır, ancak ifadede farklılık daha güzeldir. Bu açıklamayı da el-Ahfeş yapmıştır.

Ebû Hatim der ki: Hare ön görülen mükâfat, harâc ise bağış demektir.

el-Müberred de: Hare mastar, harâc ise isimdir, demektedir.

en-Nadr b. Şumeyl der ki: Ben Ebû Amr b. el-A'la'ya hare ile harâc arasında ne fark vardır? diye sordum. Şu cevabı verdi: Harâc senin ödemen gereken şeydir, hare ise bağışladığın şeydir. Yine ondan nakledildiğine göre hare kişilerin boyun borcudur, harâc ise yerin borcudur. Birincisini es-Sa'lebt, ikincisini de el-Maverdî zikretmiştir.

73

Sen onları şüphesiz ki dosdoğru yola davet edersin.

"Sen onları şüphesiz ki dosdoğru yola" dosdoğru dine

"davet edersin."

Sırat, sözlükte yol demektir, dine "yol" adının verilmesi, cennete götürü -cülüğünden dolayıdır. O halde din, cennete götüren yol demektir.

74

Muhakkak ki âhirete Îman etmeyenler, doğru yoldan sapanlardır.

"Muhakkak ki âhirete" yani öldükten sonra dirilişe

"îman etmeyenler, doğru yoldan sapanlardır." Buradaki "yol (sırat)"ın birincisi ile aynı anlamda olduğu söylendiği gibi, şöyle de açıklanmıştır: Şüphesiz ki onlar cennete götüren yoldan sapmaktadırlar, nihayet onlar cehenneme ulaşacaklardır. Yoldan saptı, sapar" ifadesi izlemekte olduğu yolu bırakıp, başka bir yola meylettiği (saptığı) zaman kullanılır. Rüzgar belli bir şekilde doğru bir istikamet almadan estiği vakit; şeklinde kullanılan İfade de buradan gelmektedir. En kötü rüzgar da (.......): belirli yönden esmeyen rüzgardır.

75

Eğer Biz onlara merhamet edip içinde bulundukları sıkıntılarını kaldırsak, onlar yine de azgınlıkları içinde şaşkın kalmaya devam ederler.

"Eğer Biz onlara merhamet edip İçinde bulundukları sıkıntılarını kaldırsak" yani tekrar onları dünyaya geri döndürüp cehenneme girdirmeyerek onları yine sınayacak olursak

"onlar yine de azgınlıkları" es-Süddî'nin açıklamasına göre masiyetleri

"içinde şaşkın kalmaya devam ederler." el-A'meş: Yine tereddütleri sürer gider, diye açıklamıştır.

İbn Cüreyc de şöyle demiştir: "Eğer Biz onlara" dünya hayatında İken "merhamet edip içinde bulundukları sıkıntılarını" kıtlık ve açlıklarını "kaldırsak, onlar yine de azgınlıkları" sapıklıkları ve haddi aşmaları "içinde şaşkın kalmaya" gidip, gelmeye ve bir türlü hakka yol bulmamaya "devam ederler." Bu hallerini sürdürür, giderler.

76

Yemin olsun ki onları azâb ile aldığımız halde yine de Rabblerine itaatle boyun eğmediler, yalvarıp yakamadılar.

"Yemin olsun ki onları azâb ile" ed-Dahhak açlık ile denemiştir. Hastalık, ihtiyaç ve açlık ile denildiği gibi, öldürülmek ve açlık ile diye de açıklanmıştır

"aldığımız halde yine de onlar Rabblerine" buyruklarına

"itaatle boyun eğmediler" itaat etmediler.

"Yalvarıp, yakarmadılar." Başlarına gelen zorlu musibetler halinde bile yüce Allah'ın önünde İtaat ve zilletle eğilmediler.

İbn Abbâs dedi ki: Bu âyet, Sümâme b. Üsâl'ın başından geçen olay hakkında inmiştir. Peygamber efendimizin gönderdiği seriyye onu esir alıp İslâm'a girdikten sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da onu serbest bıraktı. O da Mekke ile oraya giden kervanın yolunu tuttu ve şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, Yemâme'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) size İzin vermediği sürece bir tek buğday tanesi dahi gelmeyecektir. Yüce Allah da Kureyş'i kıtlık ve açlıkla mübtelâ kıldı. Öyle ki ölmüş hayvanları, köpekleri ve îlhiz denilen şeyi dahi yemek zorunda kaldılar. İlhiz nedir? diye sorulunca, dedi ki: Onlar bir miktar yün ve deve tüyü alır, kan ile ıslatır, sonra da bunu közde pişirip yerlerdi. Ebû Süfyan, Peygamber'e şöyle yalvardı: Ben senden Allah adına ve aramızdaki akrabalık bağı hakkı için yalvarıyorum. Sen Allah'ın, seni âlemlere rahmet olmak üzere gönderdiğini söylemiyor musun? Peygamber: "Evet" diye buyurdu. Bunun üzerine Ebû Süfyan şöyle dedi: Allah'a yemin olsun ki benim gördüğümse şudur; Sen ataları kılıçlarla öldürdün, oğulları da açlıkla öldürdün. Bunun üzerine yüce Allah:

"Eğer Biz, onlara merhamet edip İçinde bulundukları sıkıntılarını kaldırsak, onlar yine de azgınlıkları içinde şaşkın kalmaya devam ederler" âyetini indirdi. Hâkim, el-Müstedrek, II, 394.

77

Nihayet üzerlerine şiddetli bir azâb kapısı açtığımızda o zaman azâbın içinde şaşkın ve ümitsiz kalıverirler.

"Nihayet üzerlerine şiddetli bir azâb kapısı açtığımızda..." İkrime der ki: Bu cehennem kapılarından bir kapıdır. Onun üzerinde dörtyüzbin bekçi vardır. Hepsinin de yüzleri simsiyahtır, azı dişleri dışarı fırlamıştır, Rahmet kalplerinden sökülüp alınmıştır. O kapıya ulaşacakları vakit yüce Allah onların önünde o kapıyı açacaktır.

İbn Abbâs der ki; Kasıt onların Bedir günü kılıçla öldürülmeleridir.

Mücahid der ki: Burada kasıt açlıklarından -az önce geçtiği üzere- ilhizi yiyecek hale gelinceye kadar başlarına gelen kıtlık musibetidir. Kastın Mekke'nin fethi olduğu da söylenmiştir.

"O zaman azâbın içinde şaşkın ve ümitsiz kalıverirler." Kurtuluştan, herhangi bir hayır elde etmekten yana ümidini kesmiş kimse gibi ne yapacaklarım bilemeyen şaşkınlar ve ümitsiz kimseler haline geliverirler. Bu lâfza dair açıklamalar daha önce el-En'âm Sûresi'nde (6/44. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

78

Size kulak, göz ve kalpler yaratan O'dur. Ne az şükredersiniz!

"Size kulak, göz ve kalpler yaratan O'dur." Yüce Allah üzerlerindeki pek çok nimetlerini ve kudretinin kemalini tanıtmaktadır.

"Ne az şükredersiniz!" Yani siz ancak pek az şükredersiniz. Hiçbir şekilde şükretmezsiniz, diye de açıklanmıştır.

79

Sizi yeryüzünde yaratıp yayan O'dur. Yalnız O'nun huzurunda toplanacaksınız.

"Sizi yeryüzünde yaratıp yayan" var eden, çeşitti bölgelerine dağıtan ve sizi halkeden

"O'dur. Yalnız O'nun huzurunda" amellerinizin karşılığını görmek üzere

"toplanacaksınız."

80

Dirilten ve öldüren O'dur. Gece ve gündüzün değişmesi O'nun emriyledir. Akletmez misiniz?

"Dirilten ve öldüren O'dur. Gece ve gündüzün değişmesi O'nun emriyledir." Yani onları değişen halleriyle yaratan O'dur. Bu; "ecir vermek te, ilişkiyi gözetmek te sana aittir" demeye benzer, Yani ecir veren de sensin, akrabalık İlişkisini gözeten de sensin. Bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır.

Bir diğer açıklama şöyledir: Gece ile gündüzün değişip durmaları, birinin eksilip diğerinin artmasıdır. Bunların değişikliği karanlık ve aydınlık bakımındandır, diye de açıklanmıştır. Bir başka açıklamaya göre kasıt, geceden sonra gündüzün gündüzden sonra gecenin gelmesinin tekrarlanıp durmasıdır. Beşinci bir ihtimal de şöyledir: Onlarda geçen mutluluk, bedbahtlık, sapıklık ve hidayettir.

"Akletmez misiniz?" O'nun kudretinin özünü, rubûbiyetini, vahdaniyetini, O'nun yarattıklarından ortağının bulunmasının imkânsızlığını, öldükten sonra tekrar diriltmeye kadir olduğunu aklınızla kavramaz mısınız?

Daha sonra yüce Allah onları, söyledikleri sözleri dolayısıyla ayıplamakta ve onlar hakkında şöylece haber vermektedir:

81

Aksine bunlar da öncekilerin dedikleri gibi dediler.

82

Dediler ki: "Ölüp toprak ve kemik olduğumuz zaman gerçekten biz tekrar diriltilecek miyiz?"

"Aksine bunlar da öncekilerin dedikleri gibi dediler. Dediler ki: Ölüp toprak ve kemik olduğumuz zaman gerçekten Biz tekrar diriltilecek miyiz?" Böyle bir şey olmaz ve asla düşünülemez.

83

"Biz ve babalarımız bundan önce bunun İle -yemin olsun ki- tehdit olunmuş idik. Bu, ancak önce gelenlerin efsane ve yalanlarıdır."

"Biz ve babalarımız bundan önce bunun İle -yemin olsun ki- tehdit olunmuş idik." Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın gelişinden önce de böyle tehdit olunmuştuk, fakat biz bunun hakikatle bir ilgisinin olduğunu görmedik.

"Bu ancak önce gelenlerin efsane ve yalanlarıdır." Onların batıl ve saçmalıklarından başka bir şey değildir. Bütün bunlar(a dair açıklamalar) daha önceden geçmişti.

84

De ki: "Yer ve ondakiler kimindir? Eğer biliyorsanız (söyleyin.)"

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Ey Muhammed! Onların söylediklerine cevap olmak üzere

"de ki: Yer ve ondakiler kimindir?" Bununla yüce Allah rubûbiyetini, vahdaniyetini, sonu gelmeyecek olan mutlak Mâlikîyet ve egemenliğini, asla engellenemeyecek olan kudretini haber vermektedir.

85

Onlar: "Allah'ındır" diyeceklerdir. Sen de ki: "O halde siz İyice düşünüp, ibret almaz mısınız?"

"Onlar: Allah'ındır, diyeceklerdir" ve bundan kaçınamayacaklardır. O halde

"sen de ki: O halde siz iyice düşünüp İbret almaz mısınız?" Hiç öğüt almaz ve ilkin mahlukatı bu şekilde yaratmaya kadir olanın ölüleri, ölümlerinden sonra da tekrar diriltmeye güç yetireceğini bilmez misiniz?

86

De ki: "Yedi göğün ve büyük Arş'ın Rabbi kimdir?"

87

"Allah'ındır" diyeceklerdir. De ki: "O halde korkmaz mısınız?"

"De ki: Yedi göğün ve büyük Arşın Rabbi kimdir? Allah'ındır, diyeceklerdir. De ki: O halde korkmaz mısınız?" Yani sizler hoşlanmadığınız varlıkları Bana nisbet ederek kendiniz için kız çocuklarından hoşlanmazken, meleklerin Benim kız çocuklarım olduğunu iddia ederken hiç korkmaz mısınız?

88

De ki: "Herşeyin hakimiyeti elinde bulunan, himaye eden, fakat kendisine karşı kimsenin himaye altına almasına imkân tanımayan kimdir? Evet, biliyorsanız (söyleyin.)"

"De ki: Herşeyin hakimiyeti elinde bulunan" gökleri, onlarda bulunanları ve aralarında bulunanları, yerleri, altlarında ve aralarında bulunanları ve O'ndan başka hiç kimsenin bilmediği herşeyi kastetmektedir, Mücahid dedi ki:

"Herşeyin hakimiyeti" herşeyin hazineleri demektir. ed-Dahhak herşeyin mülkü diye açıklamıştır.

"el-Melekût" mübalağa sıfatlarındandır. Ceberut ve rehabut gibi. Buna dair açıklamalar daha Önceden el-En'âm Sûresi'nde (6/75. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Himaye eden fakat kendisine karşı kimsenin himaye altına alınmasına imkân tanımayan kimdir?" Yani başkasını koruduğu halde, kendisine karşı kimsenin korunamadığı kimdir?

Bir diğer açıklamaya göre "himaye eden" dilediğine eman veren "fakat kendisine karşı kimsenin himaye alınmasına imkân tanımayan" İse, kendisinin korkuttuğu kimseye asla eman verilemeyen, demektir.

Diğer taraftan şöyle de açıklanmıştır: Bu dünyadadır. Yüce Allah bir kimseyi helâk etmeyi ve korkutmayı dilerse, hiç kimse O'na karşı duramaz, O'nu engelleyemez. Kime de yardım ve güvenlik vermek isterse, kimse O'nun yardımına ve ulaştırmak istediği güvenliğine karşı koyamaz.

Bunun âhirette söz konusu olacağı da söylenmiştir. Yani sevap ve mükâfatı hak eden kimseyi mükâfatlandırmasına hiçbir kimse engel olamaz, azâb olunmayı hakeden kimsenin azabını da kimse önleyemez.

89

Onlar: "Allah'ındır" diyeceklerdir. De ki: "Öyle ise nasıl olur da aldanıyorsunuz?"

"Öyle ise nasıl olur da aldanıyorsunuz?" Yani nasıl kandırılıyorsunuz, O'na itaatten, O'nu tevhid etmekten döndürülüyorsunuz? Yahut size nasıl olur da fayda da veremeyen, zarar da önleyemeyen şeyleri O'na ortak koşuyorsunuz?

"Sihir" hayallendirmek, havalen göstermek demektir. Bütün bu ifadeler, yaratıcıyı kabul eden Araplara karşı bir delil lendirmedir,

Ebû Amr son iki yerde: "Allah'ındır, diyeceklerdir" âyetlerini: "(.......): Allah'tır diyeceklerdir" şeklinde okumuştur. Iraklıların kıraati böyledir, diğerleri ise; "Allah'ındır" diye okumuşlardır. Birincisinin ise "Allah'ındır" şeklinde olduğunda ihtilâf yoktur. Çünkü bu; "Yer ve ondakiler kimindir" sorusuna cevabtır. "(............): Kimindir" âyetinde "lâm" tekaddüm ettiğinden dolayı cevapta da tekrarlanmıştır.

Bütün mushaflarda da (Allah lâfzının) "elif"siz olarak yazıldığında ihtilâf da yoktur, Ebû Amr'ın kıraatine gelince, soru "lâm"sız olduğundan dolayı, cevab da onun lâfzına uygun olarak (lâmsız) gelmiştir. Birincisinde ise soru "lâm" ile olduğundan dolayı cevapta da "Allah'ındır" diye "lâm"lı gelmiştir.

Son ikisinde cevabı "Allah'ındır" diye "lâm" ile okuyanlara gelince, soruda "lâm" olmamakla birlikte böyle okumanın sebebi "De ki: Yedi göğün ve büyük Arşın Rabbi kimdir?" âyeti: De ki; yedi gök kimindir ve büyük arşın Rabbi kimdir? anlamında olduğundan cevab da "lâm" harfi ile "Allah'ındır" şeklinde gelmiştir, çünkü soruda da "lâm" harfinin varlığı takdir edilmiştir. Üçüncüsünün gerekçesi de ikincisi ile aynıdır. Şair de şöyle demektedir:

"Şayet köyler ve kasabaların Rabbi (sahibi) kimdir, diye sorulursa,

Bir de tüyleri kısa asil atların Rabbi (sahibi) Halid'indir, derim."

Burada görüldüğü gibi "lâm" takdiri ile; (O?) :Kime aittir? takdirindedir.

Bu âyet-i kerîmeler kâfirlerle tartışmanın, onlara karşı delil ortaya koymanın câiz olduğuna delâlet etmektedir. Daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/258. âyet, 1. başlıkta) buna dair açıklamalar geçmiş; Ayrıca ilkin yaratıp, yoktan var edenin ulühiyyete ve ibadete müstehak olduğuna da dikkat çekmiş bulunmaktadır.

90

Hayır, Biz, onlara hakkı getirdik. Onlar ise muhakkak yalancıdırlar.

91

Allah, hiçbir evlâd edinmedi. Onunla birlikte herhangi bir ilâh da yoktur. Eğer olsaydı, bu takdirde herbir ilâh yarattığını alır, elbette kimisi, kimisine üstünlük sağlardı. Allah onların niteleyegeldiklerinden münezzehtir.

92

O, gizliyi de, açığı da bilendir. Ortak koşmalarından yücedir O.

"Hayır Biz, onlara hakkı" kâfirlerin söyledikleri Allah'a ortak koşmak ve öldükten sonra dirilişi kabul etmemek şeklindeki sözleri değil, hak ve doğru sözü

"getirdik. Onlar ise muhakkak" melekler Allah'ın kızlarıdır, dediklerinden

"yalancıdırlar." Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Allah hiçbir evlad edinmedi" âyetindeki; sıladır.

"Onunla birlikte herhangi bir ilâh da yoktur" âyetindeki; zâîddir, ifadenin takdiri şöyledir: Allah sizin iddia ettiğiniz gibi, hiçbir evlad edinmiş değildir. Onunla birlikte yarattıklarında bir başka ilâh da yoktur. Yani ifadede hazfedilmiş sözler de vardır. Anlamı da şudur: Eğer onunla birlikte başka ilâhlar bulunmuş olsaydı, herbir ilâh kendi yarattıklarının başında bulunurdu.

"Elbette kimisi, kimisine üstünlük sağlardı." Yeryüzündeki hükümdarlar arasında adet olduğu üzere, güçlü olan mutlaka zayıf olanın peşine düşer, onu yenik düşürürdü. Zayıf olan da bu sefer yenik düşer ve ilâh olmayı hak etmezdi.

Yüce Allah'ın ortağının bulunmadığına delâlet eden bu gerçek aynı şekilde O'nun evlâd sahibi olmadığını da göstermektedir. Çünkü evlad mülk hakkında tıpkı ortağın çekiştiği gibi babası ile çekişir.

"Allah onların niteleyegeldiklerinden münezzehtir." Yani O, evlad sahibi ve ortağı bulunmasından tenzih edilmelidir, bundan münezzehtir.

"O, gizliyi de, açığı da bilendir." Yani gaybı bilen yalnız Odur.

"Ortak koşmalarından yücedir." Bu âyet, bir tenzih ve bir takdisi ifade eder.

Nafî', Ebubekir, Hamza ve el-Kisaî "Bilendir" âyetini yeni bir cümle olarak ref ile okumuşlardır. O, gaybı bilendir, demektir. Diğerleri ise "Allah" lâfzının sıfatı olarak cer ile okumuşlardır. Ruveys de Ya'kub'dan vasıl ile okuması halinde cer ile mübtedâ olarak; (kat') ile okuması halinde ise ref ile okuduğunu rivâyet etmektedir.

93

De ki: "Rabbim eğer onların tehdit olundukları şeyi bana göstereceksen;

94

"Rabbim, o halde beni o zâlimler topluluğu arasında kılma!"

Yüce Allah bu buyruklarıyla ona yapacağı duayı öğretmektedir. Yani ey Rabbim, de. Eğer bana tehdit olundukları azâbı gösterecek olursan "o halde beni o zâlimler topluluğu arasında kılma!" Yani beni üzerlerine azâbın indiği kimseler arasında bulundurma, beni onlar arasından çıkart!

Nidanın mu'tariza olduğu; "Eğer" lâfzındaki "mâ"nın zaid olduğu da söylenmiştir. Bunun aslının: ile olduğu da söylenmiştir ve her ikisi de şart içindir, te'kid olmak üzere iki şartı bir arada zikretmiştir. Cevabı da: "O halde beni o zâlimler topluluğu arasında kılma" âyetidir. Yani eğer onları cezalandırmayı murad edersen, beni aralarından çıkar,

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kavminin başına bir azâb inecek olursa yüce Allah'ın kendisini zâlimler arasında bırakmayacağını biliyordu. Bununla birlikte yüce Allah, ona böyle bir dua yapmasını ve böyle bir dilekte bulunmasını emretmiştir ki, ecri daha bir artsın ve bütün zamanlarda şanı yüce Rabbini zikreden olsun.

95

Biz onları tehdit edegeldiğimizi sana göstermeye elbette güç yetirenleriz.

Yüce Allah malumun hilâfına (yani gerçekleşeceğini bildiği hususlara muhali) olan şeylerin makduru (Allah'ın kudreti çerçevesinde) olduğuna da dikkat çekmektedir. Yüce Allah, onlara yaptığı tehdidi aç bırakmakla, kılıçtan geçirilmekle ona göstermiş, onu ve onunla birlikte îman edenleri de bundan korumuştur.

96

Sen kötülüğü en güzel olan ile sallallahü aleyhi ve sellem. Biz onların ne ile nitelendirmekte olduklarını çok iyi biliyoruz.

"Sen kötülüğü en güzel olan ile sallallahü aleyhi ve sellem" Affetmeyi ve üstün ahlâkî değerleri emretmektedir. Bu ümmetin kendisi arasında uygulamaları istenen hususlar yine muhkemdir ve bu ümmet arasında hükümleri ebediyyen bakidir. Ancak kâfirlerle ateşkes yapmak, onlara saldırıyı terketmek manasındaki âyetler ile onları affedip, bağışlamaya dair emirler, Savaşmak emriyle neshedilmiştir.

"Biz onların ne ile nitelendirmekte olduklarını" yani şirk koşup yalanlamalarını

"çok iyi biliyoruz." Bu âyet bu âyetin bir ateşkes âyeti olmasını gerektirmektedir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır.

97

Ve de ki: "Rabbim, şeytanların vesveselerinden, kışkırtmalarından Sana sığınırım.

98

"Rabbim, yanımda hazır olmalarından da Sana sığınırım."

Yüce Allah'ın:

"Ve de ki: Rabbim, şeytanların vesveselerinden, kışkırtmalarından Sana sığınırım" âyetine dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Şeytanların Kışkırtmaları:

Yüce Allah'ın:

"Şeytanların vesveselerinden, kışkırtmalarından" âyetindeki; "Vesveseler, kışkırtmalar" kelimesi in çoğuludur. Sözlükte bu kelime; itmek ve dürtmek anlamındadır. "Onu dürttü ve itti" demektir.

el-Leys der ki: Hemz, arkadan söylenen sözdür. Lemz ise yüze karşı söylenendir. Şeytan Âdemoğlunun kalbine vermiş olduğu vesveselerde, gizlice vesvese fısıldar.

Yüce Allah'ın:

"Vesveselerinden, kışkırtmalarından Sana sığınırım"

âyeti. Allah'ı zikretmekten alıkoyan şeytanların dürtülerinden Sana sığınırım, demektir, Hadîs-i şerîfte belirtildiğine göre (peygamber) şeytanların hemz'inden, lemz'inden ve hems’inden sığınırdı. Bu manadaki rivâyetler için bk.: Ebû Dâvûd, Salat 119, Tıb 19; Tirmizî, Deavât 93; İbn Mâce, İkametu's-Salât 2; Muvatta’; Şear 9\ Müsned, I, 403, 404, II, 181, IV, 57, 80, VI, 6.

Ebû'l-Heysem dedi ki: Sözü gizli, saklı söyleyecek olursa bu hems'tir. Arslan'a "hemûs" denilmiştir, çünkü arslan ayak sesleri işitilmeyecek şekilde hafif ve hızlı yürür. Buna dair açıklamalar daha önceden Tâ-Hâ Sûresi'nde (20/108. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır,

2- Şeytanların Vesvese ve Kışkırtmalarından Bazıları:

Yüce Allah, peygamberine ve mü’minlere şeytanın vesvese ve kışkırtmalarından kendisine sığınmalarını emretmektedir. Bunlar insanın kendisine hakim olamadığı gazab ve kızgınlık halleridir. Sanki bu hal kâfirlerle karşılaştıklarında mü’minlere isabet eden bir hal olup bundan dolayı birbirlerine karşı sertleşiyorlardı da bu sebepten bu âyetlerle birlikte bu âyet-i kerîme zikredilmiş olmaktadır.

Şeytandan gelen kızgınlıklar ve köpürmeler âyet-i kerîmede kendilerinden Allah'a sığınılması emredilen hallerdir. Daha önceden el-A'raf Süresi'nin sonlarında (7/347. âyet, 2. başlıkta) yeteri kadar açıklamalar geçtiği gibi, kitabın baş taraflarında da (İstiâze bahsinde) geçmiş bulunmaktadır.

Ali b. Harb b. Muhammed et-Taî'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bize Süfyan, Eyyûb'dan nakletti. Onun Muhammed b. Hibbân'dan naklettiğine göre, Halid geceleyin uykusuzluk çekerdi. Bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a bildirince ona yüce Allah'ın gazabından, ikabından, kullarının şerrinden ve şeytanın vesvese ve dürtülerinden ve yanında hazır olmalarından Allah'ın eksiksiz kelimeleri ile (Allah'a) sığınmasını emretti. el-Heysemî, Mecmau'z Zevâid, X, 127.

Ebû Dâvûd'un Sünen'inde de Ömer'in şöyle dediği zikredilmektedir: Şeytan'ın hemz'i "mu'te"dir. Ebû Dâvûd, Salat 119. Müsned, I, 403, 404, IV, 80, 81, «3, VI, 156. Ebû Davûd'da olsun biraz sonra açıklamasına atıfta bulunacak İbn Mâce'de olsun diyen "Ömer" değil, hadisin ravilerinden biri olan Amr b. Murre'dir. İbn Mâce'de mu'te delilik demektir. İbn Mâce, İkâmetus Salât 2. Ancak aradaki açıklama da Ebû Dâvûci'daki kadardır. Ancak Mute'nin delilik olduğu lügatta bilinen bir manadır. Ancak Müsned, IV, 80 ve 81'de Cubeyr'in, babası Mufin'den rivâyetine göre, Mut'in sorusu üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in şu açıklamayı yaptığı kaydedilmektedir: (Şeytanın) hemz'i Âdemoğlunu yakalayan mflte'cîir. -Bir sonraki rivâyette: Bir çeşit sar'adır- Nefh'i kibir, nefsi şiirdir." Müsned, VI, 15Ğ'da Âişe (radıyallahü anha)nın rivâyetiyle ashabın sorusu üzerine bu açıklamayı yaptığı belirtilmektedir. IV, 83'de bu açıklama ravilerden Husayn'a nisbet edilmekte ve delilik anlamına açıklanmaktadır. Yine delilikten de Allah'a sığınmak kesin olarak istenen birşeydir.

Ubeyy: "Rabbim, şeytanların vesvese ve dürtülerinden sana sığınarak ve yanımda hazır bulunmalarından sana sığınarak..." diye okumuştur. Yani benim yapacağım işlerde, benimle birlikte olmalarından sana sığınıyorum. Çünkü şeytanlar insanla birlikte hazır bulunacak olurlarsa, ona vesvese verip dürtmeye hazır beklerler. Eğer yanında bulunmayacak olurlarsa vesvese ve dürtme de söz konusu olmaz.

Müslim'in, Sahih'inde Cabir'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı şöyle buyururken dinledim: "Kişinin her hali ile birlikte şeytan sizden herhangi birinizin yanında hazır bulunur. Hatta yemek yediği vakit de orada bulunur. Herhangi birinizden bir lokma düşecek olursa, onun üzerindeki pisliği izale etsin, sonra onu yesin, şeytana bırakmasın. Yemeğini bitirdi mi parmaklarını emsin, çünkü bereketin yemeğinin neresinde bulunduğunu bilemez." Müslim, Eşribe 134; Tirmizî, Et'ime 11 (kısmen); İbn Mâce, Et'ime 9 (kısmen)

99

Onların herbirine ölüm geldiğinde: "Rabbim beni döndürün" der.

"Onların herbirine ölüm geldiğinde: Rabbim beni döndürün der." Burada tekrar müşrikler söz konusu edilmektedir. Yani onlar:

"Ölüp toprak ve kemik olduğumuz zaman... bu, ancak önce gelenlerin efsane ve yalanlandır" (el-Mu'minûn 23/35) dediler. Sonra yüce Allah onlara karşı delil getirdi, herşeye kadir olduğunu hatırlattı. Daha sonra da şöyle buyurdu: Onlar bu hususta ısrar edicidirler. Nihayet onlardan herhangi birisine ölüm gelip çattığında ve artık sapıklığına kesinlikle kanaat getirip meleklerin de ruhunu kabzetmekte olduklarını gördüğünde yüce Allah'ın:

"Meleklerin, o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura... canlarını alırken bir görseydin." (el-Enfal, 8/50) âyetinde anlatılan durum gerçekleştiğinde:

"Rabbim, beni döndürün der." Geriye bıraktıkları arasında salih amel işlemek için geri döndürülmeyi temenni eder. Bu sözler kişinin nefsinde (kalbinde)n geçirdiği, kendi kendisine söyleyeceği sözler de olabilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ve kendi kendilerine derler ki: Söylediğimiz sebebi ile Allah bize azâb etmeli değil mi?" (el-Mücâdele, 58/8)

Böyle bir kâfirin söyleyeceği belirtilen "beni döndürün" âyetinde o aziz ve celil olan Rabbine hitab ediyor olmakla birlikte "beni döndür" dememesi muhatabın anılırken, ta'zim edilmesi dolayısıyladır.

Şöyle de açıklanmıştır: Onlar Önce Allah'tan yardım isterler. Onlardan herhangi bir kimse: Rabbim... der, daha sonra meleklere hitaba yönelerek: Beni dünyaya döndürün, diyecektir. Bu açıklamayı da İbn Cüreyc yapmıştır.

"Beni döndürün" ifadesinin, çokça tekrarlanacağını anlatmak anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani beni döndür, beni döndür, beni döndür ve bu böylece sürüp gidecek, demektir. el-Müzenî de yüce Allah'ın:

"Atınız cehenneme..." (Kâf, 50/24) âyeti hakkında şöyle demektedir: Bu, at, at... demektir. ed-Dahhak der ki: Bununla kastedilenler müşriklerdir.

Derim ki: Geri dönmeyi islemek kâfire has değildir. İleride el-Münafikun Sûresi'nin sonlarında (63/10-11, âyetler, 2. başlıkla) geleceği üzere mü’min de böyle bir dilekte bulunabilir. Ayet-i kerîme ayrıca şuna delildir: Hiçbir kimse kesin bir şekilde Allah'ın dostlarından mıdır, yoksa düşmanlarından mıdır, bilmedikçe ruhunu teslim etmez. Çünkü durum böyle olmasa geri döndürülmeyi istemez. O bakımdan herkes, bunu ölümün inişinden ve ölümün tadının alınışından önce bilecektir.

100

"Belki geride bıraktıklarımla salih amel işlerim." Asla! Bu onun söylemiş olduğu bir sözden İbarettir. Onların önünde de diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır.

"Belki geride bıraktıklarımla salih amel İşlerim." İbn Abbâs: "Eşhedu en lâ ilahe illallah" demeyi kastetmektedir, der.

"Geride bıraktıklarımla"; geride kaybettiklerim ve gereğince ameli terkettiğim itaatlerde bulunmakla, demektir. Bunun, belki geride bıraktığım malı tasadduk ederim, anlamında olduğu da söylenmiştir.

"Belki" tereddüt anlamını da ihtiva etmektedir. Halbuki geri döndürülmeyi isteyen böyle bir kimse kesinlikle azaba uğratılacağını anlamış bir kimsedir. O ise tereddütsüz olarak, kat'î bir şekilde kendisini salih amele de hazırlamaktadır. O halde burada tereddüt ya dünyaya geri döndürülüşü ile alakalıdır yahut bu hususta böyle bir tevfike mazhar olup olmaması ile alakalıdır. Yani eğer Sen bana böyle bir tevfik nasip edersen, salih amel işlerim. Zira eğer dünyaya geri döndürülecek ofsa dahi, salih amel işleme kudret ve tevfikinin var olacağı kat'î değildir.

"Asla!" Bu bir red sözüdür, yani durum onun zannettiği şekilde olmayıp dünyaya döndürülme isteği kabul edilecek değildir. Aksine bu onun rüzgara karşı söylediği ve rüzgarın kapıp götürdüğü bir sözden ibarettir. Şöyle de denilmiştir: İsteği yerine getirilecek olsa dahi sözünü yerine getirmeyecektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Eğer geri döndürülürlerse yine kendilerine yasaklanan şeylere geri dönerler." (el-En'âm, 6/38)

Yine denildiğine göre;

"Asla! Bu onun söylemiş olduğu bir sözden ibarettir" âyeti yüce Allah'a aittir. Yani O'nun haberinde değişiklik, sözünden caymak söz konusu değildir. O, hiçbir nefsi eceli geldiği takdirde geriye bırakmayacağını haber verdiği gibi, böyle bir kâfirin asla îman etmeyeceğini de haber vermiştir,

"Asla! Bu onun söylemiş olduğu bir sözden ibarettir" âyeti ölüm esnasında söyleyeceği bir sözdür, fakat bunun faydası olmayacaktır, diye de açıklanmıştır.

"Onların önünde de... bir berzah vardır" âyetinde geçen "Arkalarında" anlamında olmakla birlikte, "Önlerinde" anlamın da kullanılmıştır. Bunun "arkalarında" anlamında kullanıldığı da söylenmiştir.

"Berzah" ölüm ile diriliş arasında bir engel, bir ara yerdir. Bunu ed-Dahhak, Mücahid ve İbn Zeyd söylemiştir. Yine Mücahid'den nakledildiğine göre, Berzah ölüm ile dünyaya dönüş arasındaki engeldir, ed-Dahhak'tan nakledildiğine göre Berzah dünya ile âhiret arasıdır. İbn Abbâs da o bir hicab (perde)dir, demiştir, es-Süddî ise eceldir, va'dedir derken, Katade dünyanın geri kalan süresidir, diye açıklamıştır. Bir diğer açıklamaya göre, kıyâmet gününe kadar mühlet vermektir. Bunu da İbn Îsa nakletmiştir.

el-Kelbî der ki: Berzah iki nefha arasındaki süredir. İkisi arasında kırk yıllık bir zaman vardır.

Bütün bu görüşler birbirine yakındır. Her iki şey arasındaki her engele de berzah denilir, el-Cevherî der ki: Berzah iki şey arasındaki engel demektir. Yine Berzah dünya ile âhiret arasında ölümden dirilişe kadar geçen zamandır. Bir kimse öldü mü artık o Berzah'a girer.

Bir adam en-Nehaî'nin huzurunda dedi ki: Allah filâna rahmet eylesin, artık o âhiret ehlinden oldu. O şöyle dedi: Henüz daha âhiret ehlinden olmadı, o Berzah ehlinden oldu. Çünkü orası dünyadan da değildir, âhiretten de değildir.

"Gün" kelimesinin

"diriltilecekleri" fiiline izafe edilmesinin sebebi, zaman zarfı oluşundan dolayıdır. Burada izafetten kasıt da mastardır. "Diriltilmeleri günü" anlamına, demek istemektedir.

101

Sür'a üfürüldüğü o günde aralarında akrabalık bağı olmayacaktır. Birbirlerine soru da sormazlar.

"Sûr'a üfürüldüğü o günde" âyetinde kastedilen üfürme, İkinci üfürüştür.

"Aralarında akrabalık bağı olmayacaktır. Birbirlerine soru da sormazlar." İbn Abbâs dedi ki: Âhirette dünyada olduğu gibi neseblerle öğünmeyeceklerdir. Dünyada birbirlerine sordukları gibi, sen hangi kabiledensin, senin nesebin ne, diye soramayacaklar ve birbirleriyle tanışamayaklardır, Sebeb ise kendilerini dehşete düşüren dehşetli hallerdir.

İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre bu, yüce Allah'ın diledikleri dışında göklerde ve yerde bulunan herkesin baygın düşeceği ilk üfürüş hakkındadır. İşte o vakit aralarında akrabalık bağı da olmayacak, birbirlerine soru da sormayacaklardır. Sonra bir daha Sûr'a üfürülecek ve o vakit ayağa kalkıp, bakınacaklardır. Bu sefer biri diğerine yönelecek ve birbirlerine soru soracaklardır,

Bir adam İbn Abbâs'a bu âyet-i kerîme ile yüce Allah'ın:

"Birbirlerine yönelip karşılıklı soru sorarlar." (es-Saffât, 37/50) âyeti hakkında soru sordu da şu cevabi verdi: Birinci üfürüşte birbirlerine soru sormayacaklar, çünkü yeryüzünde canlı diye bir kimse kalmayacaktır. Ne arada akrabalık bağları kalacak, ne de karşılıklı soru sormak. Yüce Allah'ın:

"Birbirlerine yönelip karşılıklı soru sorarlar" (es-Saffât 37/50) âyetine gelince; cennete girecekleri vakit biri diğerine soru soracaktır.

İbn Mes'ûd da der ki: Bu âyet-i kerîmede İkinci üfürüş kastedilmektedir.

Ebû Ömer Zâzân da dedi ki: Ben İbn Mes'ûd'un huzuruna girdim. Hayır ve bereket sahiplerinin benden önce onun yanına varmış olduklarını gördüm. Sesimin çıkabildiği kadar: Ey Abdullah b. Mes'ûd dedim. Ben Arap olmayan bir adam olduğum için mi bu adamları yakınlaşırdın, beni uzak tuttun. O: yaklaş, dedi. Yaklaştım, nihayet benimle onun arasında oturmuş hiçbir kimse olmayıncaya kadar sokuldum. Onun şu sözleri söylediğini duydum: Kıyâmet gününde erkek veya kadının da elinden tutulur. Öncekilerin de, sonrakilerin de gözü önüne dikilir, sonra bir münadi şöyle seslenir: Bu filan oğlu filandır. Her kimin bundan alacak bir hakkı varsa, gelsin hakkını alsın. Öyle ki kadın babasının üzerinde yahut kocasının üzerinde, kardeşinin yada oğlunun üzerinde bir hakkı bulunacağından dolayı sevinecektir. Sonra İbn Mes'ûd:

"O günde aralarında akrabalık bağı olmayacaktır. Birbirlerine soru da sormazlar" âyetini okudu. Şanı yüce Allah şöyle buyuracak: "Haydi bunların haklarını ver." Rabbim dünya artık geçip, gitti. Ben onlara haklarını nereden vereceğim, diyecek. Bunun üzerine yüce Rabb meleklere şöyle diyecek: "Bunun hasenatından alınız ve her insana ondan istediği hak kadarını ona veriniz." Şayet bu kişi Allah'ın dostu bir kimse ise iyilikleri geriye hardal tanesi ağırlığınca bile artacak olursa, yüce Allah onu o hardal tanesi ağırlığındaki iyiliği sebebiyle cennete girdirinceye kadar kat kat arttırıp, durur. Sonra İbn Mes'ûd:

"Allah şüphesiz zerre ağırlığı kadar dahi zulmetmez. Bir iyilik olursa, onu kat kat arttırır ve lütfundan büyük bir mükâfat verir" (en-Nisâ, 4/40) âyetini okudu. Eğer bu kişi bedbaht bir kimse ise melekler: Rabbim bunun hasenatı bitip tükendi ve hak isteyenler hâlâ var, derler. Yüce Allah da: "Onların amellerinden alınız, bunun kötülüklerine ekleyiniz ve ona cehenneme gitmek üzere bir belge yazınız." Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, VI, 117

102

Kimlerin tartılan ağır gelirse, işte onlar felâh bulanların tâ kendileridir.

103

Kimlerin de tartıları hafif gelirse, İşte onlar kendilerine zarar verenlerdir. Cehennemde ebedî kalıcıdırlar.

Bu iki âyet-i kerîmeye dair açıklamalar daha önceden (el-A'raf, 7/8-9 âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

104

Yüzlerini ateş yalar onların. Orada dudakları gerileceğinden, dişleri sırıtıp kalacakta.

105

"Âyetlerim size okunmuyor muydu? Ve siz onları yalanlamıyor muydunuz?"

"Yüzlerini ateş yalar onların" âyetindeki

"Yalar" ile aynı anlamda olduğu söylenmiştir.

Yüce Allah'ın:

"Eğer Rabbinin azabından onlara azıcık bir şey dokunursa" (el-Enbiya, 21/46) âyetinde de bu kökten gelen kelime kullanılmıştır. Şu kadar var ki "yalar" kelimesi azâbı anlatmak açısından daha beliğdir. "Ateş ve dumansız alev hararetiyle onu yaktı" denilir, "Kılıçla ona bir hafif darbe indirdim" demektir.

"Orada dudakları gerileceğinden, dişleri sırıtıp kalacaktır." İbn Abbâs dedi ki; Yüzlerini asacaklardır. Dilciler de şöyle demektedir: "Asık suratla birlikte dudakların gerilip dişlerin görünmesidir. "Dudaktan gerilip çekilmiş ve dişleri görünen kimse" demektir. el-A'şâ da der ki:

"(Savaş esnasında diğer Savaşçıların dehşetten) ağızlarını açıp dudaklarını gerip, dişlerini gösterdiklerinde,

O eşsiz bir şekilde ileriye atılandır."

Fiil; şeklinde kullanılır. Ağız ve çevresi ne kadar çirkindir" anlamındadır, "Çok sıkıntılı, zorlu bir zaman" demektir.

Yine İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre "orada dudakları gerileceğinden, dişleri sırıtıp kalacaktır" âyeti ile şu kastedilmektedir: Onların durumları dudakları gerilmiş, dişleri görünen ve irinleri akan bir kimsenin durumu gibi olacaktır,

İbn Mes'ûd da şöyle demektedir: Sen hiç ateşte tütsülenmiş bir baş görmedin mi? O başın dişleri çıkmış ve dudakları geri çekilmiş haldedir.

Tirmizî'deki rivâyete göre Ebû Said el-Hudrî, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir:

"Orada dudakları gerileceğinden, dişleri sırıtıp kalacaktır" (âyeti hakkında) buyurdu ki: "Ateş onu yakacak ve ust dudağı başının ortasına varıncaya kadar geri çekilecek. Alt dudağı ise göbeğine değinceye kadar gevşeyecektir." Tirmizî dedi ki: Bu sahih, garib bir hadistir. Tirmizî, Sıfatlı Cehennem 5, Tefsir 23. sûre 5; Müsned, III, 88.

106

"Rabbimiz, bedbahtlığımız bize galib geldi. Biz doğru yoldan sapmış bir topluluk idik" dediler.

"Rabbimiz, bedbahtlığımız bize galip geldi... dediler." Medineliler, Ebû Amr ve Âsım

"bedbahtlığımız" anlamındaki kelimeyi; şeklinde okumuşlardır. Âsım'ın dışında Kûfeliler ise; diye okumuşlardır. Bu kıraat İbn Mes'ûd ve el-Hasen'den rivâyet edilmiştir. Hem med, hem de kasr ile; ve denilebilir.

Bu âyetin anlamı ile ilgili olarak yapılmış en güzel açıklama da şudur:

Bizim zevk ve hevâlarımıza düşkünlüğümüz bize galip geldi. Burada zevk ve hevâlar "bedbahtlık" diye adlandırılmış olmaktadır. Çünkü bu ikisi bedbahtlığa götürürler. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Şüphe yok ki zulümle yetimlerin mallarını yiyenler, karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar." (en-Nisâ, 4/10) Çünkü bu, onları sonuçta ateşe götürür.

Senin ezelî ilminde böyledir ve Ümmü'l-Kitab'da (Levh-i Mahfuz'da) hakkımızda "bedbahtlık" yazılmıştır, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu, kendi nefsimiz hakkında hüsn-i zanda, diğer insanlar hakkında su-i zanda bulunduk, diye de açıklanmıştır,

"Biz doğru yoldan sapmış bir topluluk idik." Bizler yaptıklarımızla hidayeti kaybetmiş, sapıtmış kimselerdik. Bu onların mazeret bildirmeleri değil, onların bir ikrarı obcaktır. Buna da söyleyecekleri şu sözler delil teşkil etmektedir:

107

"Rabbimiz, bîzî buradan çıkar. Eğer bundan sonra bir daha dönersek, şüphesiz biz zalim kimseleriz."

108

Buyuracak ki: "Yıkılın İçerisine! Bana da söz söylemeyin!"

"Rabbimiz bizi buradan çıkar. Eğer bundan sonra bir daha dönersek, şüphesiz biz zalim kimseleriz." Bu sözleriyle, ölüm halinde istedikleri şekilde, tekrar dünyaya geri dönüş talebinde bulunacaklardır.

"Bir daha" küfre

"dönersek şüphesiz biz" tekrar küfre dönmek suretiyle kendi nefislerimize zulmedecek olan

"zalim kimseleriz." Bin yıl (uzun yıllar) sonra kendilerine şöyle cevap verilecektir:

"Yıkılın içerisine! Bana da söz söylemeyin!” Yani tıpkı köpeğe; Defol, yahut: Uzak ol, denildiği gibi onlara da cehennemde, uzaklara defolup gidin, denilecektir. Aynı kökten gelmek üzere: Köpeği kovdum" denilir. "Kendiliğinden defolup gitti, uzaklaştı" demek olur. Yani bu fiil hem lazım, hem müteaddi gelir, "Köpek uzaklaştı" şeklinde de kullanılır.

İbnu'l-Mübarek dedi ki: Bize Said Ebi Arûbe anlattı: O Katade'den, Katade, Ebû Eyyub'dan naklederek, Abdullah b. Amr b. el-Âs'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Cehennem ehli Malik'e seslenirler, kırk yıl süreyle onlara hiçbir cevap vermez. Sonra onlara: "Şüphesiz sizler orada kalacaksınız" diye cevap verecektir, (Abdullah b. Amr) dedi ki: Allah'a yemin olsun ki onların bu seslenmelerinin Malik nezdinde de, Malik'in Rabbi nezdinde de hiçbir ehemmiyeti olmayacaktır. Sonra Rabblerine dua ederek: "Rabbimiz, bedbahtlığımız bize galip geldi. Biz doğru yoldan sapmış bir topluluk idik. Rabbimiz bizi buradan çıkar, eğer bundan sonra bir daha dönersek, şüphesiz biz zalim kimseleriz" diyeceklerdir. Bu sefer dünyanın ömrünün İki katı kadar onlara cevab vermeyip susacaktır. Sonra da onlara: "Yıkılın içerisine..." diye cevap verecektir. Allah'a yemin ederim, artık bundan sonra onlar tek bir söz dahi söylemeyeceklerdir. Hâkim, el-Müstedrek, II, 395 Geriye sadece cehennem ateşindeki yüksek hırıltılarla ve iniltilerle solumalarından başka bir şey kalmayacaktır.

Bu sözleriyle onların seslerini, eşeğin sesine benzetmiştir. Çünkü eşeğin sesi hırıltıyla başlar ve şiddetli soluma ile biter. Bunu Tirmizî bu manada Ebû'd-Derdâ yoluyla merfu bir hadis olarak da rivâyet etmiştir. Tirmizî, Sıfatu Cehennem 5

Katade dedi ki: Kâfirlerin cehennemdeki sesleri, eşeğin sesi gibidir. Onun başlangıcı zefir (yüksek sesli hırıltı), sonu ise şehîk (şiddetli iniltili soluma) şeklindedir.

İbn Abbâs dedi ki: Onların köpek havlamaları gibi havlamaları olacaktır.

Muhammed b. Ka'b el-Kurazî dedi ki: Bana ulaştığına yahut nakledildiğine göre cehennem ehli cehennemin bekçilerinden yardım ve imdat isteyecekler... Bu haberi uzun uzadıya İbnu'l-Mübarek zikretmektedir. Biz de bunu bütünüyle "et-Tezkire" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Bu haberin sonunda şöyle denilmektedir: Sonra da yüce Allah dilediği kadar bir süre onlara cevap vermeyecektir. Daha sonra onlara şöyle seslenecektir: "Âyetlerim size okunmuyor muydu? Ve siz onları yalanlamıyor muydunuz?" Onlar sesim işiteceklerinde: Şimdi Rabbimiz bize merhamet buyuracak, diyecekler ve bu sırada; "Rabbimiz bedbahtlığımız" yani aleyhimize yazıp aleyhimize takdir ettiğin hüküm "bize galip geldi. Biz doğru yoldan sapmış bir topluluk idik. Rabbimiz, bizi buradan çıkar. Eğer bundan sonra bir daha dönersek, Şüphesiz biz zalim kimseleriz" diyecekler. Bunun üzerine onlara: "Yıkılın İçerisine! Bana da söz söylemeyin!" diye buyuracak ve bu esnada onların dua ve ümitleri de kesilmiş olacaktır. Biri diğerine dönecek, birbirlerinin yüzlerine âdeta havlayacak ve cehennem üzerlerine kapatılacaktır.

109

Gerçek şu ki, kullarımdan: "Rabbimiz Îman ettik, bize mağfiret ve rahmet buyur. Sen rahmet edenlerin hayırlısısin" diyen bir topluluk vardı.

"Gerçek şu ki, kullarımdan: Rabbimiz Îman ettik, bize mağfiret ve rahmet buyur..." âyeti hakkında Mücahid şöyle demektedir: Bunlar Bilal, Habbab, Suhayb ve müslümanların zayıflarından filan ve filan kişilerdir. Ebû Cehil ve arkadaşları onlarla alay ediyorlardı.

110

Sizse onları alaya aldınız. Nihayet onlar da size Beni anmanızı unutturdu. Siz onlara gülüp geçiyordunuz.

"Sizse onları alaya aldınız" âyetindeki:

"Alay(a almak)" kelimesini Nâfi', Hamza ve el-Kisaî burada ve Sâd Sûresi'nde (38/63. âyette) ötreli okumuşlardır. Diğerleri ise esreli okumuşlardır. en-Nehhâs dedi ki; Ebû Amr ise bunlar arasında fark gözetmektedir. Esreli okuyuşun sözle alay ve küçümsemek, anlamında ötreli davranışla küçük düşürmek ve küçümsemek anlamında olduğunu söylemiştir. Ancak böyle bir ayırımı ne el-Halil, ne Sîbeveyh, ne el-Kisaî, ne de el-Ferrâ' bilmektedir. el-Kisaî dedi ki; Bunlar aynı anlama gelen iki ayrı söyleyiştir. "Asa, asalar ile kurbağa, kurbağalar" gibi. es-Sa'lebî de, el-Kisaî ile el-Ferrâ''dan, Ebû Amr'ın sözünü ettiği ayırımı uygun gördüklerini nakletmekte ve esreli okuyuşun söz ile istihza ve alay, ötreli okuyuşun ise fiil ile alay ve uzak görmek anlamında olduğunu söylediklerini bildirmektedir.

el-Müberred der ki; Anlamlar arasında fark Araplardan öğrenilir. Tevil ile olmaz. Burada lâfzının esreli okunuşu her iki mana için de söz konusudur, çünkü bu gibi yerlerde ötre ağır kabul edilir.

"Nihayet onlar da size Beni anmanızı unutturdu." Yani nihayet siz, onlarla alay etmekle meşgul oldunuz ve beni hatırlamaz oldunuz.

"Siz onlara gülüp geçiyordunuz." Onlarla alay ederek, gülüyordunuz. Burada "unutturma"nın mü’minlere izafe edilmesi, onların mü'mînlerle alay etmekle meşgul olup O'nu anmayı unutmalarına sebeb teşkil etmelerinden ve mü’minlerle alay etmenin vebalinin kâfirlerin kalplerini istila edecek hale kadar gelmesindendir.

111

İşte onlar sabrettiklerine karşılık, bugün, Ben de gerçekten onları mükâfatlandırdım. Onlar kurtuluşa erenlerdir.

"İşte onlar" sizin eziyetlerinize ve Bana itaat üzere

"sabrettiklerine karşılık bugün Ben de gerçekten onları mükâfatlandıracağım. Onlar kurtuluşa erenlerdir." Hamza ve el-Kisaî" Onlar" lâfzındaki hemzeyi yüce Allah'ın onlara övgüyü başlatmasını esas kabul ederek esreli okumuşlardır,

Diğerleri ise üstün okumuşlardır. Çünkü onlar kurtuluşa erenlerdir, demek olur. Bununla birlikte "mükâfatlandırdım" anlamındaki fiilin mef'ûlü bu edat ile başladığından ötürü de nasb edilmesi mümkündür. İfadenin takdiri de şöyle olur: Bugün Ben, onları umduktan cenneti elde etmekle mükâfatlandırdım.

Derim ki: el-Mutaffifîn Sûresi'nde yer alan yüce Allah'ın:

"İşte bugün ise îman edenler, o kâfirlere gülerler..." (el-Mutaffifîn, 83/34) âyeti ile -yüce Allah'ın izniyle orada açıklaması geleceği üzere- sûrenin sonuna kadar gelecek olan âyetler da burada dile getirilen anlama benzemektedir: Bundan şu anlaşılmaktadır: Alay etmek, zayıflarla yoksullarla dalga geçmek, onları küçümsemek, onları önemsememek ve anlamsız şekilde onlarla uğraşmak sakınılması gereken bir iştir. Böyle bir tutum kişiyi yüce Allah'tan uzaklaştırır.

112

"Siz yeryüzünde kaç yıl kaldınız?" diyecek;

"Siz yeryüzünde" yani kabirlerinizde... Bir görüşe göre bu, onlara dünya hayatında yaşadıkları süreye dair sorutacak bir sorudur.

"Kaç yıl kaldınız diyecek." Bu soru müşriklere ya kıyâmet gününün Arasat'ında yahut cehennem ateşinde sorulacaktır.

"Kaç yıl" âyetinde "nün" harfi salim cemi1 olmak üzere üstündür. Araplardan bunu esreli ve tenvinli okuyanlar da vardır.

113

Onlar: "Bir gün yahut bir günün bir bölümü kadar eğlendik, haydi sayanlara sor" diyecekler.

"Onlar: Bir gün yahut bir günün bir bölümü kadar eğlendik... diyecekler." Görecekleri çetin azâb onlara kabirlerde kaldıkları süreyi unutturmuş olacaktır. Denildiğine göre; çünkü azâb iki üfürüş arasında onlardan kaldırılmış olacak, bundan ötürü onlar da bu süre içerisinde kabirlerindeki azâbı unutmuş olacaklardır.

İbn Abbâs dedi ki: Birinci üfürüşten, İkinci üfürüşe kadar içinde bulundukları azâb, onlara bunu unutturmuş olacaktır. Çünkü bir peygamber tarafından öldürülen yahut bir peygamber öldüren, ya da bir peygamber huzurunda ölmüş ne kadar kişi varsa, mutlaka öldüğü andan Birinci nefhaya (üfürüşe) kadar azâb görecektir. Sonra azâbı kaldırılacak ve İkinci nefhaya kadar su gibi olacaktır.

Yine denildiğine göre: Onlar dünya hayatında ve kabirlerde kaldıktan süreyi çok kısa bulacaklar ve karşılarında uzayıp gidecek olan azabanisbetlebunu çok basit göreceklerdir.

"Haydi sayanlara sor, diyecekler." Yani bunu bilen, hesab eden kimselere sor. Çünkü biz onu unuttuk. Ya da: Dünyada iken bizimle birlikte olan meleklere sor, diyecekler. Birincisi Katade'nin, ikincisi de Mücahid'in görüşüdür.

İbn Kesîr, Hamza ve el-Kisaî emir olarak: "Deki: Siz yeryüzünde kaç yıl kaldınız?" şeklinde okumuşlardır. Bunun da üç anlama gelme ihtimali vardır:

1- Siz yeryüzünde ne kadar kaldınız? deyiniz. Böylelikle ifade tek kişiye emir olmakla birlikte, kasıt çoğul demek olur. Zira mana anlaşılmaktadır.

2- Bu, öldükten sonra diriliş günü meleğe dünyada kaldıkları süreye dair soru sorması için verilecek bir emirdir.

3- Yahut ta şu kastedilmiş olabilir: Söyle ey kâfir, ne kadar kaldınız? Bu da üçüncü görüştür.

114

Buyurdu ki: "Siz ancak az bir süre eğlendiniz, eğer gerçekten bilmiş olsaydınız."

Diğerleri ise:

"Siz... kaldınız, diyecek" anlamında haber veren bir ifade olarak okumuşlardır. Yani yüce Allah yahut melekler onlara, ne kadar bir süre kaldınız, diye soracaktır.

Yine Hamza ve el-Kisaî:

"Siz ancak az bir süre eğlendiniz... de" anlamında okumuşlar, diğerleri ise:

"Buyurdu ki..." şeklinde birinca te'vilde açıklandığı üzere haber diye okumuşlardır. Yani siz yeryüzünde ancak pek az bir süre kaldınız. Çünkü onların kabirlerde kaldıkları süre uzasa dahi nihayet sonu gelen bir süredir.

Şöyle de açıklanmıştır: O, onların ateşte kalışlarına nisbetle az bir süredir, çünkü ateşte kalışlarının sonu yoktur.

"Eğer gerçekten" bunu

"bilmiş olsaydınız."

115

"Acaba siz, Bizim sizi boşuna yarattığımızı ve sizin Bize gerçekten döndürülmeyeceğinizi mî zannettiniz?"

"Acaba siz, Bizim sizi boşuna yarattığımızı... mı zannettiniz?" Haklarında mükâfat ve ceza söz konusu olmaksızın, hayvanları yarattığım gibi, sizi de böyle yaratmış olduğumu mu zannediyorsunuz? Bu da yüce Allah'ın şu âyetini andırmaktadır:

"Yoksa insan başıboş bırakılacağını mı sanır?" (el-Kıyame, 75/36) Yani hayvanlar gibi ihmal edilmiş ve faydasız bırakılacağını mı zanneder?

et-Tirmizî el-Hakîm Ebû Abdullah Muhammed b. Ali dedi ki: Muhakkak yüce Allah bütün İnsanları kul olarak ve kendisine ibadet etsinler diye yaratmıştır, İbadetleri karşılığında onları mükâfatlandıracak, onu terkettikleri için de cezalandıracaktır. Eğer onlar, O'na ibadet edecek olurlarsa, bugün O'nun köleleridirler ama dünyaya kölelikten kurtulmuş, şerefli, hür kimselerdirler. Selam yurdunda (cennette) ise hükümdarlar olacaklardır. Şayet O'na kulluğu reddedecek olurlarsa, bugün kaçkın, bayağı ve düşük seviyeli köledirler. Yarın da cehennemin tabakaları arasında, hapislerde düşman olacaklardır.

"Boşuna" kelimesi Sîbeveyh ve Kutrub'a göre hal olarak nasbedîlmistir. Ebû Ubeyde dedi ki: Bu kelime mastar veya ta mef'ûlün leh olduğu için nasbedilmiştir.

"Ve sizin Bize gerçekten döndürülmeyeceğinizi" ve amellerinizin karşılığının size verilmeyeceğini

"mi zannettiniz."

"Döndürülmeyeceğinizi" anlamındaki âyeti Hamza ve el-Kisaî "te" harfini üstün, "cim" harfini de esrelî olarak "rücû"'den gelmek üzere; "Dönmeyeceğinizi..." diye okumuşlardır.

116

Melik ve hak olan Allah'ın şanı yücedir. O'ndan başka hiçbir İlâh yoktur. Şanı yüce Arşın Rabbi O'dur.

"Melik ve hak olan Allah'ın şanı yücedir." Mutlak egemen ve hakkın tâ kendisi olan Allah evlad sahibi, ortak ve eşlerinin bulunmasından münezzeh ve mukaddestir. Boş bir şey yahut anlamsız, boşu boşuna bir şeyler yaratmaktan da münezzehtir, çünkü O Hakîm'dir.

"O'ndan başka hiçbir İlâh yoktur. Şanı yüce Arşın Rabbi O'dur." Kur ân-ı Kerîm'de bu şekilde başka bir âyet-i kerîme bulunmamaktadır. İbn Muhayiin ve kendisinden yapılan rivâyete göre İbn Kesîr "el-Kerîm: şanı yüce" kelimesini yüce Allah'ın sıfatı olarak; diye ref ile okumuşlardır.

117

Kim buna dair hiçbir delili bulunmaksızın, Allah ile birlikte başka bir ilâha İbadet ederse, onun hesabı ancak Rabbinin katındadır. Kâfirler -hiç şüphesiz- kurtuluşa eremezler.

118

Ve deki: "Rabbim mağfiret ve rahmet buyur. Zaten Sen merhamet edicilerin en hayırlısısın."

"Kim buna dair hiçbir delili bulunmaksızın" bu hususta elinde herhangi bir belge olmadan

"Allah ile birlikte başka bir ilâha ibadet ederse, onun besabı ancak Rabbinin katındadır." Yani onu cezalandıracak ve onu hesaba çekecek olan O'dur.

"Kâfirler hiç şüphesiz kurtuluşa eremezler" âyetindeki:

"Hiç şüphesiz"deki "he," şan zamiri diye bilinir.

"Kurtuluşa eremez" el-Hasen ve Katade "ya" harfini üstün okumuşlardır. Yani yalanlayan, getirdiklerini inkâr eden, nimetine nankörlük eden... kurtuluşa eremez. Daha sonra yüce Allah, peygamberine ümmetinin kendisine uyması için istiğfarda bulunmayı emretmektedir. Ümmetine istiğfar etmesi emrolunmuştur, diye de açıklanmıştır.

es-Sa'lebi, İbn Lehîâ'dan, o Abdullah b. Hübeyre'den, o Haneş b. Abdullah es-San'anî'den, o Abdullah b. Mes'ûd'dan rivâyet ettiğine göre Abdullah b. Mes'ûd bir gün belâ ve musibete uğramış birisinin yanından geçmiş, kulağına: "Acaba siz, Bizim sizi boşuna yarattığımızı... mı zannettiniz?" âyetinden itibaren surenin sonuna kadar okudu ve o hasta iyileşti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Kulağına ne okudun?" diye sorunca, ona okuduklarını söyleyince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim, eğer yakîn sahibi bir adam bunu bir dağa okuyacak olursa mutlaka o dağ zeval bulur."

0 ﴿