NÛR SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah’ın İsmi ile

Medine’de indiği icma ile kabul edilmiştir.

1

(Bu) indirdiğimiz ve farz kıldığımız bir sûredir. Öğüt alasınız diye onda apaçık âyetler de indirdik.

Bu sûrenin maksadı iffet ve tesettüre dair hükümleri zikretmektir.

Ömer (radıyallahü anh) Küfe ahalisine: "Hanımlarınıza Nûr Sûresi'ni öğretiniz" diye talimat yazmıştır. Âişe (radıyallahü anha) da şöyle demiştir: "Kadınları yüksek köşklerde yerleştirmeyiniz, onlara yazı yazmayı da öğretmeyiniz. Onlara Nûr Sûresi ile yün eğirmeyi öğretiniz. "

"Ve farz kıldığımız" âyeti "ra" harfi şeddesiz olarak okunmuştur. Yani bu sûrede bulunan hükümleri sizlere de, sizlerden sonra gelecek olanlara da farz kılmışızdır.

Şeddeli okuyuşun anlamı da: Biz bu sûrede çeşitli hükümleri farz kılmışızdır, demek olur.

Ebû Amr "ra" harfini şeddeli olarak okumuştur. Yine bunun anlamı, onu kısımlara ayırarak, kısım kısım indirdik, demektir. Çünkü "farz" kesmek demektir. "Yayın kesmesi" ifadesi de buradan gelmektedir. Miras feraizi, nafaka farzı da böyledir. Yine ondan şeddeli okuyuşun, onu tafsilatlı açıklamalar ihtiva eden bir sûre kıldık ve geniş geniş açıkladık anlamında olduğu da nakledilmiştir.

Bir diğer açıklamaya göre bu okuyuş, çokluk manasını ifade eder. Bu da sûredeki çok sayıdaki farzlar dolayısı iledir.

Sûre sözlükte şerefli bir konuma verilen addır. Kur'ân-ı Kerîrn'deki sûrelere bu adın veriliş sebebi de budur. Şair Züheyr (doğrusu Nâbiğa'dır) der ki:

"Allah'ın sana bir sûre (yüksek bir makam ve üstünlük) verdiğini görmez misin?

Ondan aşağıda kalan herbir hükümdarın O'na doğru yükselmeye çalıştığını görürsün."

Buna dair açıklamalar kitabımızın mukaddimesinde (sûre, âyet, kelime ve harf başlığı altında) geçmiş bulunmaktadır.

"Sûre" kelimesi mübtedâ olarak merfû' da okunmuştur. Haberi de

"İndirdiğimiz" anlamındaki kelimedir. Bu açıklamayı Ebû Ubeyde ve el-Ahfeş yapmıştır. ez-Zeccâc, el-Ferrâ' ve el-Müberred ise

"sûre" kelimesini mübtedânın haberi olarak merfû' okumuşlardır. Çünkü bu kelime nekredir, Hiçbir yerde ise nekre ile başlanmaz. Bu da: "Bu... bir sûredir" anlamındadır.

"Sûre" kelimesinin mübtedâ, ondan sonraki âyetlerin da katıksız bir nekre olmaktan çıkarttığı sıfatı olması da ihtimal dahilindedir. Böyle bir durum sebebiyle de mübtedâ olması uygun düşmektedir. Haber de yüce Allah'ın;

"Zina eden dişi..." âyetinde yer almış olur.

"Biz bir sûre indirdik, o sureyi İndirdik" takdirinde olarak "sûre" kelimesi nasb ile de okunmuştur. Şair şöyle demektedir:

"Tek başıma yanından geçecek olursam korkarım kurttan,

Artık korkarım, rüzgarlardan korkarım yağmurdan."

Ya da bir fiil takdiri ile de nasb edilmiş olabilir. Yani: Sûreyi oku, demek olur. el-Ferrâ' der ki: (Nasb ile okuyuşa göre) "(kendisini) indirdiğimiz" âyetindeki zamirden haldir. Bu şekilde zamirden hal olan bir kelimenin, hal sahibi olan zamirden önce gelmesi caizdir.

2

Zina eden dişi ile zina eden erkeğin herbirine yüzer değnek vurun, Allah'a ve âhiret gününe îman etmiş kimseler İseniz, Allah'ın dini hususunda her ikisine de acıyacağınız tutmasın. Mü’minlerden bir topluluk da azaplarına şahit olsunlar.

Bu âyete dair açıklamalarımızı yirmiiki başlık halinde sunacağız:

1- Zinanın Tarifi:

Yüce Allah'ın:

"Zina eden dişi ile zina eden erkeğin..." âyetinde geçen zina -hırsızlık ve öldürme gibi- sözlükte de şeriatte de ne anlama geldiği bilinen bir terimdir. Bu da erkeğin bir kadın ile -aralarında nikâh ve nikâh şüphesi olmaksızın- kadının da iradesi ile fercinde İlişki kurmanın adıdır. Şöyle de tarifi yapılabilir: Zina, tabiat itibariyle arzu edilen, fakat şer'an haram kılınan şekilde bir ferci, bir ferce sokmaktır. Bu husus gerçekleşti mi had vacib olur.

Zina haddi, bunun gerçek mahiyeti, ilim adamlarının bu husustaki görüşlerine dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet-i kerîmenin en-Nisâ Sûresi'nde yer alan "zina edenleri evlerde hapsetme" âyeti ile

"onlara eziyet etme" âyetini (en-Nisâ, 4/15-16. âyetleri) neshettiği ittifakla kabul edilmiştir.

2- Evli Olmayanın Zina Cezası:

Yüce Allah'ın:

"Herbirine yüzer değnek vurun" âyeti zina eden hür, bâlığ ve evlenmemiş olanın haddini (cezasını) ifade etmektedir. Erkek ve dişi için ceza budur. Sünnette de, bir yıllık sürgün bu husustaki görüş ayrılıkları söz konusu olmakla birlikte de sabit olmuştur.

Cariyelere ceza elli celdedir. Çünkü yüce Allah:

"Şayet evlendikten sonra fuhuş işlerlerse onlara muhsan olanlara verilen cezanın yarısı verilir." (en-Nisâ, 4/25) diye buyurmaktadır. Bu cariye hakkındaki hükümdür, köle de aynı durumdadır.

Hür ve muhsan (evli) kimselerin zina halinde cezaları ise, sopa değil recmdir. İlim adamları arasında hem yüz celde vurulur, sonra da recmedilir diyenler de vardır, Bütün bu hususlar geniş bir şekilde en-Nisâ Sûresi'nde (belirtilen âyetlerin tefsirinde) geçmiş olduğundan burada onları tekrarlamaya gerek kalmamıştır. Yüce Allah'a hamdolsun.

3- Kıraate Dair Bazı Açıklamalar:

"Zina eden dişi ile zina eden erkeğin" anlamındaki âyeti Cumhûr ref ile okumuşlardır. Îsa b. Ömer es-Sakafî ise "Zina eden dişi" lâfzını nasb ile okumuştur. Sîbeveyh'e göre bu daha uygundur, çünkü ona göre bu; "Zeyd'i vur" takdirindedir. Yine Sîbeveyh'e göre ref ile okumanın da izahı şöyle olur: Bu bir mübtedanın haberidir ve takdiri de şöyledir: "Size okunanlar arasında zina eden dişi ile zina eden erkeğin... hükmü...dır." Her ne kadar Sîbeveyh'e göre kıyas nasb ile okumak şeklinde ise de, insanlar bunu icmâ' ile merfû' okumuşlardır. el-Ferrâ', el-Müberred ve ez-Zeccâc ise refi daha uygun görmektedirler. Haber de yüce Allah'ın:

"Vurun" âyetidir. Çünkü ifadenin manası şöyledir: Zina eden dişi ile zina eden erkeğe Allah'ın hükmü gereğince celde vurulur." Bu da güzel bir açıklamadır ve nahivcilerin çoğunluğunun görüşüdür. Arzu edilirse haber; "(zina eden dişi ile zina eden erkeğe) celde vurmak gerekir" şeklinde takdir de edilebilir. İbn Mes'ûd ise sonda "ye" harfi olmaksızın, "Zina eden erkek" diye okumuştur.

4- Bu Âyette Dişi İle Erkeğin Birlikte Zikredilmesinin Hikmeti:

Şanı yüce Allah, erkeği ve dişiyi birlikte zikretmiştir. Halbuki "zani" demek yeterli olurdu. Bir görüşe göre ikisinin de zikredilmesi te'kid içindir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Hırsızlık eden erkekle, hırsızlık eden kadının... ellerini kesin." (el-Mâide, 5/38)

Burada her ikisinin birlikte söz konusu edilmesi herhangi bir kimsenin; erkek bu fiili işleyen, kadın da bu fiilin kendisinde işlendiği nesne olduğundan dolayı kadına had icab etmez, diye bir kanaate kapılmaması içindir. İşte burada dişinin de söz konusu edilmesi, aralarında Şâfiî'nin de bulunduğu bir takım ilim adamlarının içine düştüğü bir müşkülü ortadan kaldırmak içindir. Bunlar şöyle demişlerdir; Ramazan ayında ilişki kurmak halinde kadına keffaret yoktur, çünkü bu hususta peygamberden hükmü sormaya gelen kişi: Ben ramazan gününde eşimle cima ettim demiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da ona: "Keffarette bulun" diye cevap vermiştir. Buhârî, Siyam 50, Nafakat 13, Keffârât 2-4, Müslim, Siyam 81 vd; Ebû Dâvûd, Savm 38,İbn Mâce, Siyam 14; Müsned, II, 241, VI, 276. Görüldüğü gibi Peygamber burada erkeğe keffarette bulunmayı emretmiştir, kadın ise cima eden değildir, ilişkiyi kuran da değildir.

5- Zina Eden Dişinin Önce Zikredilmesi:

Bu âyet-i kerîmede zina eden dişinin önce anılmış olması, o dönemde kadınların zinalarının çokça yaygın olmasından dolayıdır. O dönemin fahişeleri ile Arapların cariyelerinin sancaktan olurdu ve zinayı açıktan açığa işlerlerdi.

Şöyle de açıklanmıştır: Zina, kadınlar için daha bir utanç vericidir ve hamilelik dolayısıyla onların zinaları daha bir zararlıdır.

Bir diğer açıklama da şöyle yapılmıştır Kadında şehvet daha çoktur ve onda daha baskındır. İşte hükmün ağırlığına dikkat çekmek için kadının öncelikle söz konusu edilmesi şehvetini bastırması İçindir. Her ne kadar kadında fıtrî olarak haya varsa da zina etti mi büsbütün hayası gider. Aynı şekilde (zina dolayısı ile) kadın için utanılacak durum daha ileri derecededir. Zira kadınların asıl konumu hicab ve korunmak çerçevesindedir. Onların önceden anılmaları bu hükmün ağırlığına ve bu açıdan onlara dair hükmün önemine dikkat çekmek içindir.

6- Celd (Sopa) Hükmü Umumi Değildir;

Yüce Allah'ın:

"Zina eden dişi ile zina eden erkeği" âyetinde isimlerin başına gelen elif ve lâm cins içindir. Bu da bütün zina edenler hakkında hükmün böylece umumî olduğu anlamına gelir. Recm ile birlikte celde cezasının da verileceğini kabul edenler derler ki: Sünnet fazladan bir hüküm gelirmiş ve o bakımdan recm ve celd birlikte uygulanır. Bu İshak b. Râhaveyh ve el-Hasen b. Ebi'l-Hasen'in görüşüdür. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) da Şuraha'ya böylece uygulama yapmıştır. Buna dair açıklamalar daha önceden en-Nisâ Sûresi'nde (4/16. âyet, 4. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

Cumhûr ise şöyle demektedir: Bu hüküm (celd hükmü) evlenmemiş erkek ve dişi hakkındadır. Onlar, kölelerin ve cariyelerin bu umumun kapsamı dışında olduğunu belirterek, bu âyetin umumî olmadığına delil göstermişlerdir.

7- Aynı Örtü Altında Bir Erkek ve Bir Kadın Bulunursa:

Şanı yüce Allah, zina eden İki kişiye, bu hususta aleyhlerine şahidlîk edilmesi halinde, uygulanması gereken cezayı -ileride de açıklanacağı üzere- belirtmiş bulunmaktadır. İlim adamları da icma ile böyle demişlerdir. Ancak bir erkek, bir kadın ile aynı örtü altında bulunacak olursa, uygulanması gereken hükmün ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İshak b. Râhaveyh der ki: Bunların herbirine yüzer değnek vurulur. Bu görüş Ömer ve Ali (radıyallahü anh)dan da rivâyet edilmekle birlikte; böyle bir görüş onlardan sabit olmamıştır.

Atâ ve Süfyan es-Sevrî de: Te'dib edilirler, demişlerdir. Malik ve Ahmed de te'dib'in sınırı ile ilgili görüşleri göz önünde bulundurarak böyle demişlerdir. İbnu'l-Munzir dedi ki: Bizim gördüğümüz ilim adamlarının büyük çoğunluğu bu halde bulunan kimselerin te'dib edileceği kanaatinde idiler. Bu mesele ile ilgili tercihe değer görüşün hangisi olduğu ile ilgili açıklamalar, daha önceden Hûd Sûresi'nde (11/84-95. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Hamd, yalnız Allah'adır.

8- Celde (Değnek, Sopa) Cezası:

Yüce Allah'ın:

"Vurun" âyetinde "fe" harfi başa gelmiş bulunmaktadır. Çünkü bu bir emirdir, emir de şarta benzer.

el-Müberred der ki: Bu âyette bir çeşit (şart ve) ceza manası da vardır. Bir kimse zina ederse, ona şunu şunu uygulayınız, anlamındadır. Burada "fe" harfi gelmesinin sebebi budur. Yüce Allah'ın;

"Hırsızlık eden erkek ile hırsızlık eden kadının ellerini kesiniz" (el-Mâide, 5/38) âyeti da böyledir.

9- Bu Emrin Muhatabı:

Bu emirle muhatab olan kimselerin, İmâm (İslâm devlet yöneticisi) ile onun adına görevde bulunanlar olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Malik ile Şâfiî ek olarak: Kölelere de efendileri uygular, demişlerdir. Şâfiî; bütün sopa ve el kesme cezalarında da böyledir (yani efendi köleye cezayı uygular), der. Malik ise el kesme cezasında değil de sopa cezasında efendinin cezayı uygulayacağını kabul etmiştir.

Burada hitabın müslümanlara yönelik olduğu da söylenmiştir. Çünkü dinin hükümlerim uygulamak, bütün müslümanların görevidir. Bundan sonra İmâm, bu hükümleri onların adına vekaleten uygular. Zira hepsinin hadlerin uygulanması için bir araya gelip toplanmalarına imkân yoktur.

10- Sopa Cezası Nasıl Uygulanır?

İlim adamları sopa cezasının kamçı ile uygulanması gerektiğini icmâ ile kabul etmişlerdir. Bu uygulamada kullanılacak olan kamçının ne çok sert ve katı ne de pek yumuşak olmayıp ikisi arasında olması gerekir. Malik, Zeyd b. Eslem'den rivâyet ettiğine göre; bir adam Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde zina ettiği itirafında bulundu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine bir kamçı getirilmesini istedi. Ona kırık bir kamçı getirildi: "Bundan daha yukarıda olsun" diye buyurdu. Bu sefer yeni, henüz yanları keskince bir yeni kamçı getirildi. Bu sefer: "Bundan daha aşağıda olsun" diye buyurdu. Bunun üzerine ona, keskinliği nisbeten gitmiş ve bir parça yumuşamış bir kamçı getirildi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın emir verilmesi üzerine ona ceza uygulandı. Muvatta’, Hudûd 12

Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) dedi ki: Bütün Muvatta’' ravileri bu hadisi böylece mürsel olarak rivâyet etmişlerdir. Herhangi bir şekilde bu lafızla, bu hadisin muttasıl bir senedle rivâyet edildiğini bilmiyorum, Ma'mer de Yahya b. Ebi Kesir'den, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan aynen onun benzeri bir hadis rivâyet etmiştir. Ömer (radıyallahü anh)ın şarab içmesi dolayısıyla Kudame (b. Maz'un)u tam bir kamçı ile vurduğuna dair açıklamalar daha önceden el-Mâide Sûresi'nde (5/93. âyet, 9. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Burada sözü edilen tam kamçıdan kasıt, ortalama bir kamçıdır.

11- Zina Cezası Uygulanacak Olanın Elbiselerinin Soyulması:

İlim adamları zina dolayısıyla sopa vurulacak olan kimsenin elbiselerinin soyulması hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Malik, Ebû Hanîfe ve başkaları, üzerlerinden elbiseleri çıkartılır, demişlerdir. Ancak kadının üzerinde kendisini vurulacak sopalara karşı koruyacak olan elbiseler dışında, onu setredecek kadarı bırakılır.

el-Evzaî de şöyle demektedir; İmâm muhayyerdir, isterse (erkeğin) elbiselerini çıkartır, isterse bırakır. en-Nehaî ve en-Nehaî şöyle demektedirler: Elbiselerini üzerinden soymaz ama üzerinde de bir gömlek bırakır. İbn Mes'ûd dedi ki: Bu ümmette tamamen elbiseleri soymak da, upuzun yatırmak da helâl değildir. es-Sevri de bu görüştedir.

12- Erkek ve Kadınları Dövme Keyfiyeti:

İlim adamları erkek ve kadınların dövülmesi keyfiyeti hususunda farklı görüşlere sahiptir. Malik der ki: Bütün hadlerde erkek ile kadın arasında hiçbir fark yoktur. İkisinden yalnızca birisine haddin uygulanması söz konusu değildir. Ona göre had, ancak sırta uygulanırsa yerini bulur.

Re'y ashabı ve Şâfiî'lerin görüşüne göre ise erkek ayakta durur halde dövülür. Bu aynı zamanda Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)ın da görüşüdür.

el-Leys b. Sa'd ile Ebû Hanîfe ve Şâfiî derler ki: Bütün hadlerde dövmek ve ta'zir'de dövmek, yere uzunlamasına yatırılmaksızın, ayakta ve üzerinde elbise bulunmaksızın uygulanır. Ancak kazf haddi üzerinde elbise bulunduğu halde vurulur. Bunu el-Mehdevî, et-Tahsil'de Malik'ten nakletmektedir. Üzerindeki palto ve kürk gibi kalın elbiseler de çıkartılır. Şâfiî de şöyle demektedir; Eğer yatırmakta bir salah varsa yatırılır.

13- Hadlerin Uygulanacağı Yerler:

İlim adamları had uygulanması esnasında insanın nerelerine vurulacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Malik dedi ki: (Vurarak uygulanan) bütün hadler ancak sırta vurulur. Ta'zir de bu şekildedir. Şâfiî ve mezhebine mensub ilim adamları derler ki: Yüze ve ferce vurulmaz, diğer azalara vurulur. Bu görüş Ali (radıyallahü anh)dan da rivâyet edilmiştir. İbn Ömer de zina dolayısıyla celde vurdurduğu bir cariyenin ayaklarına da vurulmasını işaret etmiştir.

İbn Atiyye der ki: Yüze, avrete ve Öldürme tehlikesi bulunan yerlere vurulmayacağı hususunda icmâ' vardır. Başa vurulması hususunda görüş ayrılığı vardır. Cumhûr başa vurmaktan sakınılır derken, Ebû Yûsuf: Başa vurulur, demiştir. Ömer ve oğlu (Abdullah)ın da başa vurulur, dedikleri rivâyet edilmiştir. Ömer (radıyallahü anh) da, had olarak değil de ta'zir olarak Sabiğ'in başına vurmuştur. Malik’in delillerinden birisi de: İnsanların yaptıklarını gördüğü uygulama ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Ya delil getirirsin, yahut ta sırtına had uygularım" Buhâri, Şehâdât 21. Tefsir 24. .sûre 3; Müslim, Liân 11, 12; Ebû Dâvûd, Talâk 27; Tirmuî, Tefsir 24. süre 3; Nesâi, Talâk 37, 38; ibn Mâce, Talâk 27; Müsned, 1, 238 şeklindeki hadisidir, ileride gelecektir.

14- Had Cezasında Vurma Şekli:

Gereken şekilde vurmanın, can yakıcı olmakla birlikte, yaralamaması ve deriyi yırtmaması gerekir. Vuran kimsenin koltuk altı görünecek kadar elini kaldırmaması gerekir. Cumhûr bu görüştedir, Ali ve İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)ın da görüşü budur.

Ömer (radıyallahü anh)a had uygulanması gereken bir adam getirildi. Ona iki kamçı arası bir kamçı getirildi. Vurana: Vur, fakat koltuk altın görünmesin ve her azasına da hakkını ver, diye buyurdu.

- Yine Ömer (radıyallahü anh)a içki içmiş birisi getirildi, o da şöyle dedi: Şimdi ben seni, sana karşı içinde bir şefkat duymayacak birisine göndereceğim. Onu Mutî' b. el-Esved el-Adevî'ye gönderdi ve; Yarın sabah ona had vur, dedi.

Ömer (radıyallahü anh) onun yanına vardığında, ona şiddetle vurmakta olduğunu gördü ve: Sen adamı öldürdün, ona kaç celde vurdun? diye sordu. O: Altmış deyince, bunları (şiddetli vurduğun için) geri kalan yirmisinin yerine say, dedi.

Ebû Ubeyde dedi ki: Ömer (radıyallahü anh)ın: "Bunları geriye kalan yirminin yerine say" sözleri şu demektir: Senin ona vurduğun bu şiddetli darbeleri geriye kalmış ve vurmadığın yirmi celdenin yerine say ve geri kalan yirmi celdeyi ona vurma.

Bu hadisteki fıkhı inceliklerden birisi de şudur: İçki içene uygulanacak cezada vuruşlar hafiftir.

İlim adamları hangi hadlerin vuruşlarının daha ağır olacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler ki, bu da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir.

15- Vurma Hadlerinin Şiddeti:

Malik ve mezhebine mensub ilim adamları ile el-Leys b. Sa'd şöyle demişlerdir: Vurma bütün hadlerde birbirine eşittir ve bu vurma iz bırakmayacak ve iki vuruş şekli arasında ortalama olacaktır. Şâfiî (radıyallahü anh)ın görüşü de budur.

Ebû Hanîfe ve mezhebine mensub ilim adamları derler ki: Ta'zir, vurmanın en şiddetli olanıdır. Zina dolayısıyla vurma, içki dolayısıyla vurmadan daha şiddetlidir. İçki içene uygulanacak vurma cezası kazfteki vurmadan daha ağırdır.

es-Sevrî ise şöyle demektedir: Zinada vurma cezası, kazfin vurma cezasından daha şiddetlidir. Kazfin vurması ise şarab içmenin cezası olan vurmadan daha şiddetlidir.

Malik bu hususta vurmaların sayısının nass ile tesbit edildiğini delil göstermiştir. Hükmü kabul edilmesi gerekenden (şeriat koyucudan) bu hadlerin herhangi birisinin hafifletileceğine ya da ağırlaştıracağına dair bir nass varid olmamıştır.

Ebû Hanîfe ise Ömer (radıyallahü anh)ın uygulamasını delil göstermiştir. Onun ta'zir dolayısıyla uyguladığı vurma cezası, zina dolayısıyla uyguladığı vurma cezasından daha ağırdır.

es-Sevrî de şunu delil göstermiştir: Zinanın vurma cezası sayıca daha fazla olduğundan dolayı kazfin cezasından daha ağır şiddette olması imkânsızdır. İçki hakkında da aynı şey söylenir. Çünkü içki ile İlgili had ictihad ile sabit olmuştur. İctihad ile ilgili meseleler ise tevkif ile sabit olmuş (nass ile tesbit edilmiş) meselelerin kuvvetinde olamazlar.

16- Haddi Uygulama Yetkisi Kimindir?

Yüce Allah'ın zina, şarab, zina iftirası ve buna benzer uygulanmasını farz kıldığı hadlerin, yöneticilerin huzurunda uygulanması gerekir. Bu haddi ancak İmâmın bu iş için seçeceği faziletli ve hayırlı kimseler uygularlar. Böyle bir durum ortaya çıktığı her seferinde sahabe (Allah hepsinden razı olsun) böyle yapardı. Buna sebeb, bunların yerine getirilmeleri, miktarları, uygulanacakları yerleri ve halleri itibariyle gereği gibi korunmaları gereken, uygulanan şer'i bir(er) kural ve Allah'a yakınlaştırıcı bir(er) ibadet olmalarıdır. Bunlara dair şart ve hükümler aşılamaz. Çünkü müslümanın kanı ve değeri pek büyüktür. Mümkün olan her yolla buna gereken riayetin gösterilmesi icab eder.

Sahih(-i Müslim)in rivâyetine göre Hudayn b. el-Münzir Ebû Sâsân şöyle demiştir: Osman b. Affan'ın huzuruna Velid'în getirildiğini gördüm. Velid sabah namazını iki rek'at kıldırdıktan sonra: Size daha da kıldırayım (mı)? diye sormuş. Birileri Humran olan iki kişi aleyhine şahitlik etmişti. Humran onun şarab içtiğine dair, diğeri ise onu kusarken gördüğüne dair şahitlik etmişti. Osman (radıyallahü anh) dedi ki: Onun kusmasının tek sebebi içmiş olmasıdır. Sonra da: Ey Ali! Kalk, buna sopa vur, dedi. Ali: Ey Hasan! Kalk, ona sopa vur, dedi. Bu sefer el-Hasen -bu sözlerinden rahatsız gibi- şöyle dedi: Bunun nimetinden istifade eden kimse külfetine de onun katlanmasını iste! Bunun üzerine: Ey Abdullah b. Ca'fer kalk, buna sopa vur, dedi. O da ona sopa vurmaya başladı, Ali (radıyallahü anh) da sayıyordu... Müslim, Hudûd 38; İbn Mâce, Hudûd 16; Müsmd, 1, 140, 144.

(Buna dair açıklamalar) daha önceden el-Mâide Sûresi'nde de geçmişti. Şimdi Osman (radıyallahü anh)ın, İmâm Ali'ye: Kalk, ona sopa vur, demesi üzerinde dikkatle düşünelim.

17- Zina ve Kazfte Sopa Cezasının Sayısı Nass ile Tesbit Edilmiştir:

Yüce Allah zina ve kazfte sopa cezalarının sayısını nass ile tesbit etmiş bulunmaktadır. İçki içmenin cezasının seksen sopa olduğu da Ömer (radıyallahü anh)ın Ashab-ı Kiram’ın huzurunda -el-Mâide Sûresi'nde (5/93. âyet, 9. başlıkta) geçtiği üzere- tesbit edilmiş bulunmaktadır. O halde bütün bu hususlarda tesbit edilmiş olan bu had aşılamaz.

İbnu'l-Arabî der ki: "Bunun böyle olması, insanların peşi peşine kötülük işlememeleri, masiyetlerin onlara tatlı görünmemeleri halinde böyledir. Ta ki insanlar kötülük İşlemeye alışmasınlar ve sürekli kendilerini masiyet işlemeye vermesinler. İşledikleri münkerden birbirlerini nehyetmeyecek bir hale düşmesinler. Bu hale geldikleri takdirde, o vakit hadleri ağırlaştırmak kaçınılmaz bir hal alır. Günahın daha fazla işlenmesi dolayısıyla had de arttırılır. Ömer (radıyallahü anh)a Ramazanda sarhoş olmuş bir kişi getirilir, ona yüz değnek vurur. Bunun sekseni içki içme haddi idi, yirmisi de Ramazan ayının saygınlığını çiğnemesi dolayısıyla idi. İşte bu şekilde işlenen suçun ağırlığı ve çiğnenen saygınlıkların ileri derecede olması halinde de cezaların arttırılması gerekmektedir. Bir adam küçük bir çocukla oynaşınca vali ona üçyüz kamçı vurmuştu. Malik bunu haber alınca, buna karşı bir tepki göstermedi. Peki ya bizim şu çağımızda saygınlıkların nasıl çiğnendiğini, masiyetlerin nasıl önemsenmediğini, münkerlerin açıkça işlenip hadler karşılığında rüşvet alınarak satıldıklarını ve hakimlerin huzurunda kölelerin hadleri uyguladıklarını görmüş olsaydı, hiç şüphesiz kahrından ölür, kimseyle oturmazdı. Hasbunallah ve ni'melvekil (Allah bize yeter! O ne güzel vekil)dir!"

Derim ki: Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya belki de bundan dolayı içki haddi seksen sopaya ulaşıncaya kadar arttırılmıştır. Darakutnî rivâyet ediyor: Bize Kadı el-Huseyn b. İsmail anlattı: Bize Ya'kub b. İbrahim ed-Devrakî anlattı. Bize Safvan b. Îsa anlattı, bize Üsame b. Zeyd, ez-Zührî'den anlattı. ez-Zührî dedi ki: Bana Abdu'r-Rahmân b. Ezher haber verdi. Dedi ki: Huneyn günü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı insanlar arasından geçerek Halid b. el-Velid'in evini sorduğunu gördüm. Huzuruna sarhoş birisi getirildi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında bulunanlara söyleyince, onlar da ellerinde bulunanlarla onu vurdular. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da onun üzerine toprak attı. Sonra Ebubekir (radıyallahü anh)ın huzuruna sarhoş birisi getirildi. O günlerde onların vurdukları ceza miktarını tesbit etmeye çalıştı ve kırk sopa vurdu. ez-Zührî dedi ki: Sonra bana Humeyd b. Abdu'r-Rahmân, İbn Vebra el-Kelbî'den şöyle dediğini nakletti: Halid b. el-Velid beni Ömer'e gönderdi, yanına vardım. Huzurunda Osman b. Affan, Abdu'r-Rahmân b. Avf, Ali, Talha ve ez-Zübeyr vardı. Onunla birlikte mescidde yaslanmış oturuyorlardı. Dedim ki; Halid b. el-Velid beni sana gönderdi, onun sana selamı var, diyor ki; İnsanlar içki içmeye iyiden iyiye alıştılar. Onun cezasını da önemsemez oldular. Ömer dedi ki: İşte bunlar senin yanında bulunuyorlar, haydi onlara sor. Ali dedi ki: Görüşümüze göre sarhoş olan bir kimse hezeyana başlar. Hezeyana başladı mı iftira eder. İftira eden kimseye de seksen sopa ceza uygulanmalıdır. Bunun üzerine Ömer dedi ki: Arkadaşına onun bu söylediklerini tebliğ et. Bunun üzerine Halid de seksen sopa vurdu, Ömer de seksen sopa ceza uyguladı. Ömer (radıyallahü anh)ın huzuruna böyle bir işi yanılarak işlemiş zayıf bir kimse getirildi mi kırk celde vururdu. Osman da aynı şekilde kimine seksen, kimine kırk sopa vururdu." Dârakutni, III, 157

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ashabı azarlayıcı bir üslupla: "Eğer hilalin gözükmesi gecikmiş olsaydı, ben de size daha fazla (oruç tuttururdum)" Buhârî, Savm 49, Hudûd 42, Temenni 9, t'tisâm 5; Müslim, Siyam 57; Dâriml, Savm 14; Müsned, II, 281, 516. sözleri de bu kabildendir. Çünkü onlar (Peygamber efendimize uyarak) aralıksız oruç tutmaktan vazgeçmemişlerdi. Bir rivâyette de şöyle buyurmuştur: "Eğer ay uzayıp gitmiş olsaydı, sizinle öyle aralıksız bir oruç tutardık ki, bu konuda gereksiz yere işi sıkı tutanlar, böyle sıkı tutmalarından vazgeçeceklerdi." Buhârî, Temenni 9; Müslim, Siyam 59-60; Müsned, III, 124, 193, 200, 253

Hamıd b. Yahya, Süfyan'dan, o Mis'ar'dan, o Atâ b. Ebi Mervan'dan rivâyetine göre Ali, Necaşi'ye içki dolasıyla yüz celde vurmuştur. Bunu Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) zikretmiş, ancak sebebini belirtmemiştir.

18- Şefkat ve Merhamet Allah'ın Hadlerinin Uygulanmasına Engel Olmamalıdır;

Yüce Allah'ın:

"Allah'a ve âhiret gününe îman etmiş kimseler İseniz, Allah'ın dini hususunda her İkisine de acıyacağınız tutmasın" âyeti şu demektir: Kendilerine had uygulanacak olanlara şefkat duyarak hadleri uygulamaktan uzak durmayınız. Acıtmayacak bir şekilde vuruşlarınızı hafifletmeyiniz.

Tefsir âlimlerinin büyük çoğunluğunun açıklaması bu şekildedir.

en-Nehaî, en-Nehaî ve Saîd b. Cübeyr de "Allah'ın dîni hususunda her İkisine de acıyacağınız tutmasın" âyeti hakkında şöyle demişlerdir: Vurma ve celde cezasının uygulanması sırasında demektir. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) dedi ki: Bir yerde, bir haddin uygulanması, o yerin ahalisi İçin kırk günlük yağmur yağmasından daha hayırlıdır. Nesâi, Kat'us-Sârik 7; ayrıca bu manada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a menfi bir hadis olarak. Nesâî, aynı yer; İbn Mâce Hudûd 3; Müsned, II, 362, 402. Daha sonra bu âyet-i kerîmeyi okudu.

"Ra'fet (acımak)"; rahmetten daha ince bir duygudur.

Bu kelime "feale" vezninde elifin üstün telaffuzu ile; şeklinde okunduğu gibi, "fe'âle" vezninde; diye de okunmuştur. Böylelikle bu kelimenin üç türlü söylenişi bulunmaktadır, hepsi de mastardır. En meşhur olanı birincisi "elifin sakin okunuşu)dır. Bu da kalbi incelip merhamet duyma halini anlatan; dan gelmektedir. Elif sakin ve medli olarak; şekillerinde söylenir. "Üzüntü, keder" gibi. ise; ona ra'fet duydum, demektir. Rauf, yüce Allah'ın sıfatlarından olup, şefkatli ve çok merhametli demektir.

19- "Allah'ın Dini" Allah'ın Hükmüdür:

Yüce Allah'ın:

"Allah'ın dini hususunda" âyeti, Allah'ın hükmü hususunda anlamındadır. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Yoksa o hükümdarın dinine göre kardeşini alıkoyabilecek değildi." (Yusuf, 12/76) Burada "hükümdarın dini"nden kasıt, onun hükmüdür.

"Allah'ın dini hususunda" âyetinin Allah'a size emretmiş ve şeriat kılmış olduğu hadlerin uygulanmasında, Allah'a itaat hususunda... diye de açıklanmıştır.

Daha sonra yüce Allah bu hususta onların kararlılık göstermeleri gerektiğini hatırlatmak ve teşvik etmek üzere:

"Allah'a ve âhiret gününe Îman ediyorsanız diye" buyurmaktadır. Bu ifade bir işe teşvik etmek istediğiniz bir kimseye: Eğer adamsan bu işi yap, demeye benzer. Yiğit adamların yapmaları gereken İş budur, demektir.

20- Mü’minlerden Bir Kesim Cezanın Uygulanışına Şahit Olmalıdır:

"Mü’minlerden bir topluluk da azaplarına şahit olsunlar" âyeti ile ilgili olarak şöyle denilmiştir: Cezanın uygulanışına te'dib edilmeyi hakedenlerden başkaları şahit olmaz.

Mücahid dedi ki: Bir adamdan, bin kişiye kadar; İbn Zeyd de: Zina hakkında şahitliğe kıyas ederek dört kişinin hazır olması kaçınılmazdır, demiştir. Çünkü bu da onunla ilgili bir husustur. Malik, el-Leys ve Şâfiî'nin de görüşü budur.

İkrime ve Atâ ise şöyle demektedirler: İki kişinin şahitlik etmesi kaçınılmazdır. Malik'in meşhur görüşü de budur. Çünkü o bunu bir şahitlik konusu olarak değerlendirmiştir.

ez-Zührî: Üç kişi demiştir. Çünkü çoğul kipinin asgari miktarı o kadardır. el-Hasen de: Bir ve daha yukarısı demiştir, yine ondan on kişi dediği de rivâyet edilmiştir. er-Rabi ise üçten fazla olmalıdır, demiştir.

Mücahid'in delili yüce Allah'ın:

"Onların herbir kesiminden bir topluluk da... kalmalı değil miydi?" (et-Tevbe, 9/122);

"Eğer mü’minlerden iki topluluk birbirleri ile çarpışırlarsa..." (el-Hucurat, 49/9) âyetleridir. Bu ise iki adamın dövüşmesi hakkında nazil olmuştur. O halde yüce Allah'ın; "Mü’minlerden bir topluluk da azaplarına şahit olsunlar" âyetinde de böyle olmalıdır. Birden, bine kadar sayıdaki kimseye de "taife (mealde; topluluk)" ismi verilir. İbn Abbâs ve İbrahim de böyle demişlerdir.

Ebû Berze el-Eslemî de zina edip çocuk doğurmuş bir cariyesinin üzerine bir elbise örttükten sonra, oğluna; iz bırakmayacak, hafif te olmayıp fakat acıtacak şekilde elli sopa vurmasını emretti. Bir topluluk da çağırdıktan sonra; "Mü’minlerden bir topluluk da azaplarına şahit olsunlar" âyetini okudu.

21- Cezanın Uygulanması Esnasında Topluluğun Hazır Bulunmasından Maksat Nedir?:

Topluluğun hazır bulunmasındaki maksadın ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Acaba bundan kasıt zina edenlere sert davranıp herkesin huzurunda onların azarlanması mıdır ve bu, hem ceza uygulananları bu suçtan uzaklaştırıp hazır bulunanların da bununla öğüt alarak, bundan dolayı uzak kalmaları, buna dair haberin yaygınlaşarak geride kalanların da bundan ibret almaları mıdır? Yoksa bu cezanın uygulandığı kimselere tevbe etmeleri ve ilahi rahmete nail olmaları için midir? Bu hususta ilim adamlarının iki görüşü vardır:

22- Zina Suçunun Ağırlığı:

Huzeyfe (radıyallahü anh)dan gelen rivâyete göre o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Ey insanlar topluluğu! Zinadan uzak durunuz. Çünkü onda altı tane kötü haslet vardır. Bunların üçü dünyada, üçü âhirettedir. Dünyadakiler şunlardır: Zina güzelliği giderir, fakirliğe sebeb olur, ömrü kısaltır. Âhiretteki kötü hasletlere gelince: (İlâhî) gazabı, kötü bir şekilde hesaba çekilmeyi ve cehennemde de ebedî kalmayı gerektirir."

Enes'ten rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her cuma iki defa ümmetimin amelleri bana sunulur. Allah'ın zina edenlere gazabı pek şiddetlidir." Bu anlamda teshil edemedik. Ancak, amellerin yüce Allah'a her pazartesi ve perşembe günü arzedildiğine dair rivâyetler için bk.: Müslim, Birr 35, 36; Ebû Dâvûd, Savm 59; Tirmizî, Savm 43; Dârimî, Savm 41; Muvatta’', Husnu’l-Huluk 18; Müsned, II, 268, 329, 48.4, V, 200, 201, 205, 209.

Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Şa'ban ayının onbeşinci gecesinde yüce Allah ümmetime (radıyallahü anhhmet nazarıyla) bakar. Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamış her mü’mine mağfiret buyurur. Beşi müstesna: Sihirbaz, kâhin, anne-babasına karşı gelen, içkici ve zina üzere ısrar eden." Bu hadisi de bu lâfzıyla teshit edemedik. "Şaban ayının onbeşinci gecesinde yüce Allah'ın, müşrik ya da kardeşine kin besleyenlerin dışındakilere mağfiret edeceğine dair" sıhhat mertebesine ulaşamayan bazı rivâyetler için bk. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VIII, 65.

3

Zina eden erkek ancak zina eden veya müşrik olan bir kadını nikâh edebilir. Zina eden kadını da ancak zina eden veya müşrik olan bir erkek nikâhlayabilir. Böylesi mü’minlere haram kılınmıştır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

1- Bu Âyetin Anlamı:

İlim adamları bu âyetin anlamı hususunda, altı türlü te'vil olunabileceğini söyleyerek, farklı görüşler belirtmişlerdir:

1-Bu âyetten maksat, zinanın ne kadar çirkin ve ne kadar kötü olduğunu, mü’minlere de kesinlikle haram kılınmış olduğunu anlatmaktır. Bu anlamın önceki âyetlerle da ilişkisi gayet güzel ve beliğdir. Yüce Allah:

"Ancak ... nikâh edebilir" âyeti ancak böyle birisi ile ilişki kurabilir demektir. Burada nikâh, cima manasına kullanılmış olur. Bunun hem erkek, hem kadın için ayrı ayrı söz konusu edilmesi ise, mübalağa ve her iki tarafı da bu hususta sorumlu tutmak manasındadır.

Daha sonra fazladan bir de müşrik kadın ile müşrik erkeği de zikretmektedir ki, şirk zinaya göre masiyetler arasında daha genel bir masiyettir. Bunun da anlamı şöyle olur: Zina eden bir kimse, zina ettiği vakit ya müslümanlardan zina eden bir kadın ile ilişki kurmaktadır, veya ondan daha güzel müşriklerden bir kadın ile ilişki kurmaktadır.

İbn Abbâs ve yakın öğrencilerinden bu âyet-i kerîmedeki "nikâh" lâfzının ilişki kurmak ve cima manasına olduğunu söylediği rivâyet edilmiştir.

ez-Zeccâc bunu kabul etmeyerek şöyle der: Yüce Allah'ın Kitabında m-kâh lâfzı ancak evlendirmek, evlenmek manasına kullanılmıştır.

Ancak durum dediği gibi değildir. Kur'ân-ı Kerîm'de:

"Ondan sonra başka bir koca ile nikâhlanmadıkça" (el Bakara, 2/230) diye buyurulmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bunun (nikâhlanıp, evlenmek suretiyle) ilişki kurmak anlamında olduğunu beyan etmiştir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/230. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Taberî de bu te'vile uygun bir rivâyeti Saîd b. Cübeyr, İbn Abbâs ve İkrime'den nakletmektedir. Ancak bu rivâyeti tamamlayıcı da olmayan, sonuca da götürmeyen bir şekilde kaydetmiştir. el-Hattabî de bu görüşü İbn Abbâs'tan nakletmiş ve bunun anlamının ilişki kurmak olduğunu belirtmiştir. Yani bu zina, ancak bir zaniye ile yapılır. Bu da her iki tarafın da zina etmiş olacağını ifade eder. Bu bir görüş.

2-Ebû Dâvûd ve Tirmizî'nin rivâyetine göre Amr b. Şuayb babasından, o dedesinden rivâyet ettiğine göre Mersed b. Ebi Mersed Mekke'deki esirleri taşır (Medine'ye getirir, kurtanr)dı. Mekke'de "Anak" diye adlandırılan bir fahişe vardı, bu da onun dostu idi. Mersed dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a gelip dedim ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Anak'ı nikâhlayayım mı? Bir süre sustu, bana cevap vermedi. Bunun üzerine:

"Zina eden kadını da ancak zina eden veya müşrik olan bir erkek nikâhlayabilir" âyeti nazil oldu, beni çağırdı ve bana bu âyeti okuduktan sonra: "Onu nikâhlama" dedi. Ebû Dâvûd, Nikâh 4; Tirmizî, Tefsir 24. sûre 1; Nesâi, Nikâh 12,

Ebû Dâvûd'un lâfzı bu şekildedir, Tirmizî'nin rivâyeti ise daha eksiksizdir. el-Hattabî dedi ki: Bu hüküm o kadına hastır, çünkü o kadın kâfir idi. Zina eden müslüman bir kadının nikâh akdi feshedilmez.

Bu görüşe göre de bu âyet-i kerîme müslümanlardan özel bir kişi hakkında inmiştir. Bu kişi, zinakâr fahişelerden olup Um Mehzûl diye bilinen bir kadını nikâhlamak için izin istemişti. Bu kadın, (kendisiyle evlenecek olanın) nafakasını karşılamayı da taahhüt etmişti. Bunun üzerine yüce Allah bu âyeti indirdi. Müsned, U, 159, 225; Hakim, el-Müstedrek, II, 396; Beyhakî, Sünen, VIII, 246. Bu görüşü Amr b. el-Âs İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, III, 132£J'de, İbn Ömer demektedir. Hadisin (yukarıda gösterilen kaynaklarda) râvisi ise Abdullah b. Amr b. el-Âs'tır. Ashabdan bu görüşü ifade edenin o olması daha uygun geliyor. ile Mücâhid ifade etmiştir.

4- Bu âyet-i kerîme, Suffa ashabı hakkında nazil olmuştur. Bunlar muhacirlerden olup Medine'de evleri, aşiretleri yoktu. Mescidin suffasında yerleşmişlerdi. Dörtyüz kişi idiler. Gündüzün rızık peşinde koşar, geceleyin de suffada kalırlardı. Medine'de de açıktan açığa fuhuş işleyen fahişeler vardı. Bunların elbiseleri ve yemekleri pek çoktu. Suffadakiler bunlarla evlenip onların meskenlerinde barınıp yemeklerinden yiyip elbiselerinden giyinmek istediler. Bu âyet-i kerîme onları böyle bir duruma düşmekten korumak üzere nazil olmuştur. Bu açıklamayı da İbn Ebi Salih yapmıştır.

5- ez-Zeccâc ve başkası bu görüşü el-Hasen'den nakletmişlerdir. Buna göre o şöyle demiştir: Burada kasıt, kendilerine zina haddi uygulanmış, zina eden erkek ve kadındır. O şöyle demiştir: Bu yüce Allah'ın bir hükmüdür.

Zina haddi uygulanmış bir erkeğin, zina haddi uygulanmış bir kadından başkasıyla evlenmesi câiz değildir. İbrahim en-Nehaî de buna yakın görüş belirtmiştir.

Ebû Dâvûd'un, Mûsannef'inde (Sünen'inde) kaydedildiğine göre Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; "Zina edip had uygulanmış bir erkek ancak kendisi gibi olanı nikâhlayabilir." Ebû Dâvûd, Nikâh 4; Müsned, II, 324.

Rivâyete göre had uygulanmış bir kimse, had uygulanmamış bir kadın ile evlenmiş, Ali (radıyallahü anh) da onları birbirlerinden ayırmıştır. İbnu'l-Arabî der ki: Bu naklen sabit olmadığı gibi, aklen de sahih olmayan bir husustur. Erkekler arasından had uygulanmış birisinin yalnızca had uygulanmış kadınları nikâhlayabileceğini söylemek doğru olabilir mi? Bu hangi rivâyete dayanarak kabul edilebilir ve şeriatteki hangi aslî hüküm, bu kıyasın dayanağını teşkil edebilir?

Derim ki: el-Kiya (el-Herâsî) bu görüşü aynı zamanda Şâfiî mezhebine mensub kimi müteahhir fakihlerden de nakletmiş ve zina eden bir erkek eğer zina etmeyen bir kadın ile evlenecek olursa, âyetin zahiri gereğince birbirlerinden ayrılacaklarını belirtmişlerdir. el-Kiyâ der ki: Ancak bu zahir ile amel etmektir. Bu görüşü kabul eden bir kimsenin zina eden bir erkeğin, müşrik bir kadınla evlenmesini de câiz kabul etmesi, zina eden bir kadının da müşrik bir erkekle evlenmesini câiz kabul etmesi gerekir. Bunun câiz olması ise son derece uzak bir ihtimaldir ve hatta bu büsbütün İslâm'dan çıkıştır. Hatta bunlar bazen şunu da söylerler: Âyet-i kerîme zina eden kadın hakkında değil de özel olarak müşrik erkeğin nîkâhlanması hususunda neshedilmiştir.

6- Âyet-i kerîme neshedilmiştir. Malik, Yahya b. Said'den, o Said b. el-Müseyyeb'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Zina eden erkek ancak zina eden veya müşrik olan bir kadını nikâh edebilir. Zina eden kadını da ancak zina eden veya müşrik olan bir erkek nikâhlayabilir" âyeti hakkında(Said b. el-Müseyyeb) dedi ki; Bu âyet-i kerîmeyi daha sonra gelen:

"İçinizden evli olmayanları... evlendirin" (en-Nûr, 24/32) âyeti neshetmiştir. İbn Amr da böyle demiştir. O dedi ki: Zina eden kadın da müslümanların evli olmayan (dul)ları arasına girer.

Ebû Ca'fer en-Nehhâs dedi ki: İlim adamlarının çoğunluğu bu görüşü benimsemişlerdir. Fetva verme ehliyetine sahip kimseler de şöyle derler: Bir kadın ile zina eden bir kimse o zina ettiği kadın ile evlenebileceği gibi başkası da onunla evlenebilir, Bu İbn Ömer'in, Salim'in, Cabir b. Zeyd'in, Atâ, Tavus ve Malik b. Enes'in görüşü olduğu gibi, Ebû Hanîfe ve mezhebine mensup ilim adamlarının da görüşüdür.

Şâfiî der ki: Bu âyet hakkında söylenecek söz Said b. el-Müseyyeb'in sözü gibidir. Allah'tan yanılmayacağımı ümit ederek söylüyorum ki, bu âyet mensuhtur.

İbn Atiyye dedi ki: Bu âyet-i kerîmede müşriklerden söz edilmesi bütün bu yaklaşımları zayıf kılmaktadır. İbnu'l-Arabî der ki: Bence uygun görüş şudur: Nikâh lâfzı ile ya İbn Abbâs'ın dediği gibi, ilişki kurmak kastedilmiştir, yahutda akit. Eğer ilişki kurmak kastedilmiş ise bunun manası: Bir zina ancak zaniye bir kadın ile yapılır. Bu da şu demektir: Erkek de, kadın da her iki taraf da zinakârdır. Buna göre âyetin takdiri de şöyle olur: Zinakâr bir kadın ile ilişki kurmak, ancak zina eden bir erkeğin yahut müşrik bir erkeğin işidir. Bu açıklama İbn Abbâs'tan rivâyet edilmektedir ve sahih bir manadır.

Eğer: Baliğ bir kimse bir kız çocuğu ile yahut akıllı bir kişi deli birisi ile yahut uyuyan bir kişi uykuda olan bir kadın ile zina edecek olursa, bu sadece erkek tarafından bir zinadır ve bu erkek zaniye olmayan birisini nikâhlamış (ilişki kurmuş) olmaktadır. O takdirde daha önce geçen maksadın dışına çıkılmış olmaktadır denilirse, cevabımız şu olur: Bu, her bakımdan bir zinadır. Şu kadar var ki onlardan birisinden had düşer, diğerine ise uygulanır.

Şayet "nikâh" lâfzı ile akit kastedilmiş ise âyetin anlamı şöyle olur: Zina etmiş bir kadın ile evlenip de, hamile olup olmadığını anlamadan onunla gerdeğe giren bir kimse zina eden kişi gibidir. Ancak bu hususta ilim adamlarının ihtilâfı dolayısıyla ona had uygulanmaz. Şayet böyle birisi ile nikâh akdi yapıp da onun hamileliği, ortaya çıkıncaya kadar, onunla gerdeğe girmeyecek olursa, İcma ile bu akit caizdir.

Bir diğer görüşe göre âyet-i kerîmenin maksadı, zina eden bir erkek, zaniye bir kadından başkasıyla evlenemez, demek değildir. Çünkü böyle birisinin zaniye olmayan bir kadın ile evlenmesi de düşünülebilir. Ancak mana şöyle olur: Zaniye bir kadın ile evlenen bir kimse de zanidir. Sanki: Zaniye kadını ancak zina eden erkek nikâhlar, denilmek istenmiş ve ifadelerde lâfızlar yer değiştirmiştir. Bu da şu demektir: Zaniyeyİ ancak onun zinasına razı olan bir erkek nikâhlayabilir. Böyle bir şeye de ancak kendisi zina ediyor ise razı olur,

2- Zaniye Kadın ile Evlenmek Sahihtir:

Bu âyet-i kerîmede zaniye ile evlenmenin sahih olduğuna delil vardır. Aynı şekilde evli birisinin hanımı zina edecek olursa, nikâh fâsid olmaz. Koca da zina edecek olursa, hanımı ile olan nikâhı fâsid olmaz. Bu açıklama ise âyet-i kerîmenin mensûh olduğunu kabul etmeye binâendir. Âyetin muhkem olduğu da söylenmiştir, bu da ileride gelecektir.

3- Zina Eden Erkek ve Kadının Biribirleriyle Evlenmeleri:

Rivâyete göre Ebubekir (radıyallahü anh) döneminde bir adam bir kadın ile zina etti. Her ikisine de yüzer sopa had uyguladıktan sonra olduğu yerde onları birbirleriyle evlendirdi ve sonra da onları bir sene sürgüne gönderdi. Benzeri bir uygulama Ömer, İbn Mes'ûd ve Câbir (radıyallahü anhüm)dan da rivâyet edilmiştir.

İbn Abbâs dedi ki: Bunun başı zina, sonu nikâhla bitmiştir.

Buna şöyle bir Örnek gösterilebilir: Bir adam birisinin bahçesinden meyve çalar, sonra bahçe sahibine gider. O çaldığı meyveyi ondan satın alır. Çalması haram, satın alması helâldir.

Şâfiî ve Ebû Hanîfe bu görüşü kabul etmişler ve suyun (zinanın) hurmiyetinin olmadığı görüşünü benimsemişlerdir, Yani evlilik sebebiyle sabit olan bir akım haramlar zina sebebiyle sabit olmaz.

İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)dan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bir adam, bir kadın ile zina eder, sonra da onu nikâhlayacak olursa, her ikisi de ebediyyen zinakârdırlar. İşte Malik de bu görüşü kabul etmiştir. Onun görüşüne göre o fasit olan suyundan rahminin temizliğini anlayıncaya kadar onu nikâhlayamaz. Çünkü nikâhın kendine göre bir hürmeti (saygınlığı) vardır. Onun saygınlığından birisi de nikâh dolayısı ile helâl olan suyun, zina suyunun üzerine dökülmemesi ve böylelikle haramın helâla, hakir ve bayağı halin suyunun, şerefli halin suyu ile karışmamasıdır.

4- Zinakar Bilinen Bir Kimsenin Böyle Olmadığı İntibaını Vererek Evlenmesinin Hükmü:

İbn Hüveyzimendâd der ki: Zina veya fasıklık türlerinden bir başkası ile bilinen ve bunu açıktan işleyen bir kimse, şayet namus ve iffet ehli bir ailenin kızı ile evlenir de kendisi hakkında onları aldatacak (namus ehli birisi olduğunu gösterecek) olursa, onunla birlikte kalmak yahut ondan ayrılmak hususunda muhayyerdirler. Çünkü bu da kusurlardan bir kusur gibidir. İbn Hüveyzimendâd bu görüşüne Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Zinakâr ve bundan dolayı had cezası uygulanmış olan bir kimse ancak kendisi gibi olanı nikâhlayabilir" Birinci başlıkta geçmiş olan bu hadisin kaynakları da orada gösterilmişti. hadisini delil göstermiştir.

İbn Hüveyzimendâd der ki: Hadiste had cezası uygulanmış birisinin söz konusu edilmesinin sebebi, fasıklıkla meşhur olmasıdır. İşte evlenmesi halinde eşinden ayrılması icab eden kişi budur. Fâsıklıkla meşhur olmayan kişi hakkında bu hüküm söz konusu değildir.

5- Âyetin Muhkem Olmadığını Söyleyenler ve Bu Görüşün Bazı Hükümlere Etkisi:

Mütekaddiminden bir kesim şöyle demiştir; Âyet-i Kerîme nesh edilmiş değildir. Bunlara göre zina eden bir kimsenin kendisi ile hanımı arasındaki nikâhı fasid olur. Kadın zina edecek olursa, kendisi ile kocası arasındaki nikâhı da fasid olur. Bunlardan bir topluluk da şöyle demiştir: Bu yolla nikâh fesh olmaz, ancak kocaya hanımı zina ettiği takdirde karısını boşaması emredilir. Boşamayacak olursa, günahkâr olur. Ne zina eden bir kadınla, ne zina eden bir erkekle evlenmek caizdir. Ancak tevbe açıkça tesbit edilecek olursa, o takdirde nikâhlanmak câiz olur.

6- Mü’minlere Fahişelerle Evlenmek Haramdır:

"Böylesi mü’minlere haram kılınmıştır." Yani bu gibi fahişeleri nikâhlamak mü’minlere haramdır. Kimi te'vil âlimleri şunu iddia ederler: Böyle fahişelerle nikâhlanmayı yüce Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetine haram kılmıştır. Bu türden kadınların en meşhurlarından birisi de Anâk diye bilinen kadındır,

7- İslâm ve Harb Diyarında Zinanın Hükmü:

Yüce Allah Kitab-ı Kerîm'inde zinayı haram kılmıştır. Erkek nerede zina ederse etsin, ona had uygulanmalıdır. Malik, Şâfiî ve Ebû Sevr'in görüşü budur. Re'y ashabı ise müslüman bir kimse eğer Dar-ı Harbde eman ile bulunur da orada zina ettikten sonra İslâm diyarına çıkıp gelecek olursa, ona had uygulanmaz.

İbnu'l-Münzir der ki: Dar-ı Harb ile Dar-ı İslam arasında fark yoktur. Kim zina ederse, ona had uygulanır. Bu yüce Allah'ın:

"Zina eden dişi ile zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun" âyetinin zahirinin bir gereğidir.

4

Muhsan hanımlara iftira edenler, sonradan dört şahit getirmeseler o kimselere seksener (değnek) vurun ve şahitliklerini ebediyyen kabul etmeyin. Onlar fâsıkların tâ kendileridir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı yirmialtı başlık halinde sunacağız:

1- Âyetin Nüzul Sebebi:

Bu âyet-i kerîme zina iftirasını yapanlar hakkında inmiştir. Saîd b. Cübeyr dedi ki: Bu âyetin iniş sebebi mü’minlerîn annesi Âişe (radıyallahü anhnhâ) hakkında söylenenler olmuştur.

Bir diğer görüşe göre bu âyet-i kerîme özel olarak o olay hakkında değil, genel olarak zina İftirasında bulunanlar sebebiyle nazil olmuştur. İbnu’l-Münzir dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın haberleri arasında iftiraya açıkça delâlet eden bir haber bulamamaktayız. Ancak yüce Allah'ın Kitabı bu konuda yeterli olup başkasına ihtiyaç bırakmamaktadır ve haddi gerektiren kazfin var olduğuna delil teşkil etmektedir, ilim ehli de bu hususta icmâ' halindedirler.

2- İftiranın Sözlük Anlamı:

Yüce Allah'ın:

"...iftira edenler" âyeti ile seb edenler, sövenler kastedilmektedir. Bu kelime İçin "ram'ı" ismi istiare olarak kullanılmıştır. Çünkü bu, sözlü olarak eziyet vermek anlamındadır. Nitekim en-Nâbiğa şöyle demiştir:

"Dilin yarası, elin yarası gibidir."

Bir başka şair de şöyle demektedir;

"Benim de babamın da uzak olduğu bir hususta bana iftirada bulundu,

O kuyu sebebiyle bana iftira etti."

Buna "kazf ismi da verilir. Hadîs-i şerîfte geçen: "İbn Ümeyye hanımını, Şerik b. es-Sahmâ ile (zina etmekle) kazfetti (suçladı)" hadisinde de bu ifade kullanılmıştır. Buhârî, Şehâdât 21, Tefsir 24. sûre 3; Müslim, Liân 11; Ebû Dâvud, Talâk 26; Tirmizî, Tefsir 24. sûre 3; Nesâî, Talâk 37, 38; İbn Mâce, Talâk 27; Müsned, III, 142.

3- İffetlilere İftira:

Yüce Allah, kadınları -bu açıdan- daha önemli olduklarından, böyle bir fiili işledikleri iftirası nefisleri daha bir yaralayıcı ve daha çirkin olduğundan dolayı bu âyet-i kerîmede söz konusu etmiştir. Erkeklere böyle bir iftirada bulunmak da mana itibariyle âyetin hükmüne girmektedir. Ümmet de bu hususta icmâ' etmiştir. Bu da yüce Allah'ın domuz etinin haram olduğunu nass ile bildirmekle birlikte, yağının, kıkırdaklarının ve benzerlerinin de mana itibariyle benzemeleri ve icmâ' dolayısıyla (o hükme) dahil olmasına benzemektedir.

ez-Zehravî'nin naklettiğine göre âyet, muhsan olan kişiler anlamındadır. Dolayısıyla bu kelime lâfzı itibariyle erkekleri de, kadınları da kapsamaktadır. Buna delil yüce Allah'ın:

"Kadınlardan muhsan olanlar da..." (en-Nisâ, 4/24) âyeti da buna delildir.

Bir toplulukla şöyle demiştir: "Muhsana" ile kasıt ferclerdir. Nitekim yüce Allah:

"Fercini muhsan kılan (ırzını koruyan) o kızı da (an)" (el-Enbiya, 21/91) diye buyurmaktadır. O takdirde âyetin kapsamına erkek ve kadınların avret yerleri girer.

Bir diğer görüşe göre yabancı kadına İftiranın söz konusu edilmesi, daha sonra erkeğin kendi hanımına iftira etmesi halini atfetmek içindir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Cumhûr "Muhsan hanımlara" kelimesini "sâd" harfini üstün olarak okumuşlardır. Yahya b. Vessâb ise esreli okumuştur.

"Muhsan kadınlar" burada iffetli kadınlar anlamındadır. en-Nisâ Sûresi'nde (4/25. âyet, 5- başlık ve devamında) ihsandan söz edilmiş ve mertebeleri belirtilmiştir. Yüce Allah'a hamdolsun.

4- Zina İftirasında Aranan Şartlar:

Zina iftirası (kazf)de ilim adamlarına göre dokuz şart bulunmalıdır: Bu şartların ikisi iftirada bulunan kimsede olmalıdır. Bunlar akıl ve bulûğdur. Çünkü bu iki şart mükellef olmanın asıl dayanaklarıdır. Bu şartlan taşımayanlar mükellef değildir.

İki şart iftira (kazf)de kullanılan ifadelerde aranır. Bu da bu iftirasında haddi gerektirecek bir ilişkiyi söz konusu etmelidir ki, bu da zina ya da Lut kavminin amelidir, yahut iftira ettiği kimseyi -diğer masiyetler ile değil de- babasından olmadığını söylemekle olur.

Beş şart da hakkında iftirada bulunulan kimsede aranır. Bunlar da akıl, bulûğ, müslüman olmak, hürriyet, kendisine iftira yoluyla isnad edilen fuhuştan uzak iffetli olmak -başkasından uzak olup, olmaması aranmaz.- İftirayı atanda akıl ve buluğu şart koştuğumuz gibi, iftiraya uğrayanda da bunları şart koşmamız -ihsanın mahiyeti çerçevesinde olmamakla birlikte- haddin, ancak kendisine iftira atılan kimseye gelebilecek zarar yolu ile eziyetten uzak tutmak için emredilmiş olmasından dolayıdır. Âkil ve baliğ olmayan kimse hakkında ise böyle bir zarar söz konusu değildir. Zira bu gibi kimselerin İster kendilerinin yaptıkları, ister kendilerine yapıldığı söylenmiş olsun, Lût kavminin amelini işlemeleri zina diye adlandırılmaz.

5- Zina İftirasında Kullanılan Açık ve Kapalı İfadelerin Hükmü:

İlim adamları zina iftirası açıkça zikredilmesi halinde bunun haddi gerektirici bir iftira olacağını ittifakla kabul etmişlerdir. Şayet açık olmayarak üstü kapalı bir ifade kullanacak olursa, Malik: Bu da bir iftiradır, demiştir. Şâfiî ve Ebû Hanîfe ise; ben bu sözlerimle ona zina iftirasında bulunmayı kastettim, demedikçe kazf (zina iftirası) olmaz,

Malik'in görüşünün delili, iftira dolayısıyla haddin ancak iftirada bulunanın iftira ettiği kimseyi karşı karşıya bıraktığı musibeti ortadan kaldırmak için öngörülmüş olmasıdır. Eğer böyle bir musibet kapalı ifade ile gerçekleşiyor ise, o halde bu kapalı ifadenin de açıkça kullanılan ifade gibi bir kazf olması icab eder. Bu hususta da esas dayanak, kullanılan İfadeden anlaşılandır. Şanı yüce Allah Şuayb (aleyhisselâm) hakkında bize şunu haber vermektedir:

"Çünkü sen muhakkak yumuşak huylu ve aklı başında bir kimsesin." (Hûd, 11/87) Kavmi bu sözleriyle onun beyinsiz ve sapık olduğunu söylemek istemişlerdi. Onlar daha önceden Hûd Sûresi'nde (belirtilen âyetin tefsirinde) geçtiği üzere yorumlardan birisine göre, zahiren övgü olan sözlerle ona kapalı ifadelerle hakaret etmek istemişlerdi. Yüce Allah, Ebû Cehil hakkında da (kıyâmette kendisine) şöyle denileceğini bildirmektedir:

"Tat bakalım, çünkü sen güçlü ve değerli imişsin." (ed-Duhan, 44/49) Meryem (selâm ona)e de şu sözlerin söylendiğini bize nakletmektedir:

"Ey Harun'un Kardeşi! Senin baban kötü bir adam değildi. Anan da ahlâksız bir kadın değildi." (Meryem, 19/28) Onlar bu sözleriyle babasını öğmüş, annesinin de hayasızlık etmediğini yani zina etmemiş olduğunu söylemişler, fakat kapalı bir ifadeyle Meryem hakkında bunu kullanmış oluyorlardı. Bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Bir de onların küfürleri ve Meryem aleyhinde pek büyük bir iftirada bulunmaları sebebiyle..." (en-Nisa, 4/156) Onların küfürlerinin ne olduğu bilinmektedir, pek büyük iftiraları ise kapalı sözlerle onun hakkında söyledikleridir. Yani senin baban kötü bir adam değildi, annen de hayasız bir kadın değildi. Yani sen (kocan bulunmadığı halde) bu çocuğu doğurmuş olmakla onlar gibi olmadığını göstermiş oluyorsun, (demek istemişlerdi).

Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Deki: 'Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kimdir?' Allah'tır de. Şüphe yok ki Biz yahut siz ya bir hidayet üzereyiz, veya apaçık bir sapıklıkta." (Sebe’ 34/24) Bu İfadelerden anlaşıldığı üzere kasıt, kâfirlerin hidayet üzere olmadıkları, yüce Allah'ın ve Rasûlünün gösterdiği yolun ise hidayet olduğudur. İşte böylelikle kapalı ifadelerden tıpkı açık ifadelerden, anlaşılanın kendisi anlaşılmaktadır. Nitekim Ömer (radıyallahü anh) da şair el-Hutay'a'yı şu sözleri söylemesi üzerine hapsetmiş idi:

"Bırak üstün değerleri için. yolculuk yapma, onları ele geçirmek

Otur (evinde)! Çünkü sen (kendisine) yemek yedirilen, elbise giydirilensin."

Çünkü o bu sözleriyle (hicvettiği şahsı) yemek yedirilmeleri, içirilmeleri ve giyimlerinin karşılanması bakımından kadınlara benzetmiş olmaktadır. Necaşî'nin şu:

"Onun kabilesi hiçbir taahhüdü ihlâl etmezler,

İnsanlara bir hardal tanesi kadar dahi zulmetmezler."

Sözlerini işitince: Keşke Hattab da böyle olsaydı, demişti. Şair ise bu sözleriyle kabilesinin zayıf olduğunu anlatmak istemiştir. Buna benzer ifadeler pe'k çoktur,

6- Kitap Ehli Kimselere Zina İftirasında Bulunmak:

İlim adamlarının Cumhûru (çoğunluğu) kitab ehline mensub bir erkek veya onlardan bir kadına zina iftirasında bulunan kimseye had uygulanmayacağı kanaatindedirler.

ez-Zührî, Said b. el-Müseyyeb ve İbn Ebi Leylâ ise şöyle demişlerdir: Şayet kadının müslüman bir kocadan olma bir çocuğu varsa, bu iftirada bulunana had uygulanır,

Bu hususta üçüncü bir görüş daha vardır: Bu görüşe göre, bir kimse eğer müsl umanın nikâhı altında bulunan hristiyan bir kadına iftirada bulunacak olursa, ona had uygulanır.

İbnu'l-Münzir der ki: İlim adamlarının ileri gelenleri birinci görüşü benimsemiş ve ittifakla bunu dile getirmişlerdir. Ben bu hususta muhalefet eden bir kimseye ne yetiştim, ne de karşılaştım. Hristiyan bir kimse, hür müslüman bir kimseye zina iftirasında bulunacak olursa müslümanın cezası gibi ona da seksen sopa vurulur. Bu hususta görüş ayrılığı olduğunu bilmiyorum.

7- Zina İftirasında Bulunan Kölenin Cezası ve Had Kimin Hakkıdır?

İlim adamlarının Cumhûruna göre; köle, hür bir kimseye zina iftirasında bulunacak olursa, ona kırk sopa vurulur. Çünkü bu da tıpkı zina haddi gibi kölelik dolayısıyla yan yarıya indirilir.

İbn Mes'ûd, Ömer b. Abdu'l-Aziz, Kabisa b. Züeyb'den gelen rivâyete göre ise köleye seksen sopa vurulur. Ebubekr b. Muhammed de hür bir kimseye zina iftirasında bulunmuş bir köleye seksen sopa vurmuştur. el-Evzaî de bu görüştedir.

Cumhûr, yüce Allah'ın:

"Şayet... fuhuş işlerlerse onlara evli ve hür kadınlara verilen cezanın yarısı verilir" (en-Nisa, 4/25) âyetini delil göstermektedirler.

Diğerleri de şöyle demektedir: Biz daha önceki âyetlerden zinanın yüce Allah'a ait bir hak olduğunu anlamaktayız. Yüce Allah'ın üzerindeki nimetleri az olan kimseler hakkında daha hafif, yüce Allah'ın nimetleri üzerinde pek çok olan kimse hakkında ise daha çirkin bir iş olabilir. Ancak iftira suçunun cezası insanın bir hakkıdır ve bu hak, iftiraya uğrayanın ırzına karşı işlenen suç dolayısıyla vacib olmuştur. Böyle bir suç kölelik ya da hürriyet dolayısıyla farklılık arzetmez. Bu görüşün sahipleri şöyle de diyebilirler: Eğer bu hususta farklılık olsaydı, zina hakkında söz konusu edildiği gibi burada da söz konusu edilmeliydi.

İbnu'l-Münzir der ki; Ancak genel olarak İslâm âleminin belli başlı bölgelerindeki ilim adamlarının kabul ettiği görüş birincisidir, ben de birinci görüşü kabul etmekteyim.

8- Hür Bir Kimse Köleye Zina İftirasında Bulunursa:

İlim adamlarının icma ile kabul ettiklerine göre; hür bir kimse köleye iftirada bulunacak olursa, bundan dolayı ona ceza uygulanmaz. Buna sebep aralarındaki mertebe farkı ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şu âyetleridir: "Kim kölesine zina İftirasında bulunacak olursa, böyle olması hali müstesna kıyâmet gününde ona had uygulanır." Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Hudûd 45; Müslim, Eymân 37; Ebû Dâvûd, Edeb 124; Tirmizî, Birr 30; Müsned, II, 431, 500 Bazı rivâyet yollarında şu ifadeler de bulunmaktadır: "Kim kölesine zina iftirasında bulunup da bunu ispatlamayacak olursa, kıyâmet gününde ona had, seksen sopa olarak uygulanır. " Darakutnî, III, 91 Bunu da Darakutnî zikretmektedir.

İlim adamları derler ki: Bunun âhirette uygulanacak olmasının sebebi orada böyle bir mülkiyetin kaldırılacağından, üstün olan ile aşağıda olanın, hür ile kölenin eşit olacağından ve kimsenin kimseye takva dışında herhangi bir üstünlüğünün bulunmayacağından dolayıdır. Bunlar gerçekleşeceğinde insanlar hadlerde ve saygınlıkta birbirlerine eşit olurlar. Kimde bir hak varsa, o hak alinip sahibine verilir. Mazlumun, zalimi affetmesi hali müstesna.

Dünyada birbirlerine denk olmayışlarının sebebi, kölelere malik olanların onları mükâfatlandırmak (ya da cezalandırmak) hususunda herhangi bir olumsuz hal ile karşı karşıya kalmamalarıdır. O takdirde hiçbir hususta efendilerin herhangi bir saygınlıkları ve üstünlükleri de kalmaz. İnsanların birbirlerinin emirlerine verilmesinin faydası da ortadan kalkar. Bu, hikmeti sonsuz, herşeyi bilenin bir hikmetidir. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur.

9- Hür Olan Kimseye Köle Zannıyla Zina İftirasında Bulunanın Hükmü:

Malik ve Şâfiî derler ki: Bir kimse köle zannettiği bir kişiye zina iftirasında bulunup da onun hür olduğu anlaşılırsa, ona had uygulanır. Hasan-ı Basrî de bu görüştedir, İbnu'l-Münzir de bunu tercih etmiştir. Yine Malik der ki: Um veled (efendisinden çocuk doğurmuş cariye)e zina İftirasında bulunan bir kimseye de had uygulanır. İbn Ömer'den de bu görüş rivâyet edilmiştir. Şâfiî'nin görüşüne kıyasen o da bu görüşte olmalıdır. Hasan-ı Basrî ise: Böyle bir kimseye had uygulanmaz, demiştir.

10- Zina İftirasına Dair Kapalı Bir İfadeye Örnek:

İlim adamları bir erkeğe: Ey iki bacağı arasında kendisiyle ilişki kurulmuş kişi, diyen kimsenin hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptirler. İbnu'l-Kasım; Böylesine had uygulanır, çünkü bu kapalı bir ifadedir, demiştir. Eşheb ise: Bu söz dolayısıyla had uygulanmaz demiştir, Çünkü bu söz, icma ile zina sayılmayan bir fiile nisbet etmedir.

11- Bazı Şartları Eksik Olan Zina İftirasında Bulunmanın Hükmü:

Bulûğdan önce ve kendisiyle ilişki kurulması mümkün olan bir kız çocuğuna zina iftirasında bulunan bir kimsenin bu sözleri Malik'e göre bir kazf (zina iftirası)dır. Ebû Hanîfe, Şâfiî ve Ebû Sevr ise: Bu kazf sayılmaz, çünkü bu durumdaki bir çocuğa had uygulanmayacağı için yapılan bu iftira da zina iftirası sayılmaz. Ancak bunu söyleyen kimseye de ta'zir cezası uygulanır, demişlerdir.

İbnu'l-Arabî der ki: Mesele her iki ihtimali de kaldırır ve zorcadır. Çünkü Malik iftiraya uğrayanın ırzını koruma altına almayı göz önünde bulundururken, diğerleri ise iftirada bulunanın haksız cezaya karşı korunmasını göz önünde bulundurmuşlardır. Ancak iftiraya uğrayanın ırzını koruma altına almak daha önceliklidir. Çünkü iftirada bulunan bir kimse dilinin ucu ile mahremiyetini açığa çıkarmıştır, o bakımdan ona had uygulamak gerekir,

İbnu'l-Münzir der ki: Ahmed dokuz yaşındaki kız çocuğu hakkında: Ona iftirada bulunana sopa cezası vurulur, demiştir. Oğlan çocuğu da on yaşına ulaştığı takdirde ona iftirada bulunan dövülür. İshak der ki: Benzeri ilişki kurabilen bir erkek çotuğa zina iftirasında bulunan kimseye had uygulanır. Kız çocuğu da dokuz yaşını geçti mi bu durumdadır, İbnu'l-Münzir der ki: Baliğ olmayan bir kimseye iftirada bulunana had uygulanmaz, çünkü bu bir yalandır. Ancak verdiği rahatsızlık dolayısıyla ona ta'zir cezası uygulanır.

Ebû Ubeyd dedi ki: Ali (radıyallahü anh)dan rivâyet edildiğine göre bir kadın yanına gelmiş ve ona kocasının kendisine ait olan cariye ile ilişki kurduğunu söz konusu etmiş. Ali (radıyallahü anh) ona şöyle demiş; Eğer doğru söylüyor isen, biz onu recmederiz. Şayet yalan söylüyor isen, o takdirde sana iftira cezası uygularız. Bu sefer kadın: İçimdeki kin ve öfke ile birlikte beni serbest bırakınız, aileme geri gideyim, cevabını vermiş.

Ebû Ubeyd dedi ki: Bu hadisteki fıkhl inceliklerden birisi şudur: Koca hanımına ait olan cariye ile ilişki kuracak olursa, ona had uygulanır.

Bir diğer incelik de şudur: Bir kimse bu hususta ona iftirada bulunacak olursa, ona iftirada bulunan kişiye had uygulanır. Ali (radıyallahü anh)ın: Eğer yalan söylüyor isen, sana iftira cezası uygularız, sözüne dikkat etmemiz gerekir. Bütün bunlar şöyle izah edilir: Eğer bu işi yapan kişi, yaptığını ve söylediğini bilmeyen bir kimse değilse bu hüküm söz konusudur. Eğer bunları bilmeyen yahut helal olduğu şüphesi iddiasında bulunan bir kimse ise, bütün bu hallerde had cezası ondan bertaraf edilir.

Bu rivâyetteki bir diğer fıkhî incelik de şudur: Bir adam, bir adama hakimin huzurunda zina iftirasında bulunacak olsa, iftiraya uğrayan da hazır bulunmuyor ise, iftiraya uğrayan kişi gelip cezanın uygulanmasını isteyinceye kadar, iftirada bulunana bir ceza verilmez. Çünkü gelip onu tasdik edebilir, bunu bilemiyoruz. Nitekim Ali (radıyallahü anh)ın bu kadına ceza vermeye kalkışmadığı görülmektedir.

Yine bundan anlaşıldığına göre; hakimin huzurunda bir adama zina iftirasında bulunulacak olsa, daha sonra iftiraya uğrayan kişi gelip hakkım isterse, kendisi bu iftirayı dinlemiş olduğundan dolayı hakim bu hakkı alır. Nitekim: Eğer yalan söylüyor isen, sana ceza uygularız, dediğini görüyoruz. Buna sebep ise iftiranın insanlara ait haklar arasında yer almasıdır.

Derim ki: Kazf haddi Allah'ın haklarından mıdır, yoksa insanların haklarından mıdır, hususunda görüş ayrılığı vardır, ileride gelecektir.

Ebû Ubeyd dedi ki: el-Esmaî dedi ki: Şu'be bu rivâyette kadının söylediği: "Beni hıncım ve öfkemle başbaşa bırakınız" sözleri hakkında bana soru sordu, ben de ona şöyle dedim: Bu ifade tencerenin kaynayıp taşması tabirinden alınmıştır, O bakımdan tencerenin kaynayıp taşmasını anlatmak üzere: denilir. O bakımdan bu kadının sözlerinin anlamı şu olur: İçinde öfke ve kıskançlık -istediği sonucu alamayınca- kaynayıp, taşmaktadır. İşte bu anlamdan hareketle; denilir, yani içinde ona karşı kaynayıp coşan bir kini vardır, demek istenir.

12- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın Hanımlarından Birisine Zina İftirasında Bulunanın Hükmü:

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın hanımlarından birisine zina iftirasında bulunan kimseye iki had uygulanır. Bu görüş Mesrûk'a aittir, İbnu’l-Arabî der ki: Sahih olan bu haddin bir tane olacağıdır, çünkü yüce Allah'ın:

"Muhsan hanımlara iftira edenler..." âyeti umumidir; onların sahib oldukları şeref onlara yapılan iftira dolayısıyla haddin arttırılmasını gerektirmez. Çünkü konumun şerefi hadlere etki etmez. Şerefin azlığı da azaltılması suretiyle haddi etkilemez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İleride Âişe (radıyallahü anhnhâ)ya İftirada bulunan kimsenin öldürülüp öldürülmeyeceğine dair açıklamalar gelecektir.

13- İftiralarını Şahitle îspatlayamayanlar:

Yüce Allah'ın:

"Sonradan dört şahit getirmeseler" âyeti, böyle bir iddianın ispatlanması İçin gerekli olan dörc şahidi getiremeyenler, demektir. Bu dört şahit diğer haklardan farklı olarak zina için gereklidir, bu da yüce Allah'ın kullarına bir rahmeti ve onların hallerini setretmek içindir. Buna dair açıklamalar daha önceden en-Nisâ Sûresi'nde (4/15- âyet, 5. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

14- Şahidlerin, Şahitlikte Bulunmalarında Aranan Şartlar:

Malik'e -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- göre şahitlerin şehadeti edâ şartlarından birisi de; bunun aynı mecliste (tek oturumda) gerçekleşmesidir. Eğer bu şahitlik değişik meclislerde gerçekleşirse, şahitlik olmaz. Abdu'l-Melik dedi ki: Şahitlerin toplu olarak da, ayrı olarak da şahitlikleri kabul edilir.

Malik şahitlerin bir arada bulunup (Öylece şehadet etmelerini) bir taabbud kabul etmektedir. İbnu'l-Hasan da böyle demiştir.

Abdu'l-Melik'in görüşüne göre ise maksat, şahitliğin edâ edilmesi ve bunun toplamı bulmasıdır. Bu da hasıl olmuştur. Osman el-Bettî ve Ebû Sevr'in görüşü de budur, İbnu'l-Münzir de bunu tercih etmiştir. Çünkü yüce Allah:

"Sonradan dört şahit getirmeseler" ile

"şahitlerini getiremediklerine göre..." (en-Nûr, 24/13) diye buyurmakta, bunların ayrı ayrı veya bir arada bulunmalarını söz konusu etmemektedir.

15- Şahitlik Tamam Olmakla Birlikte, Şahitlerin Âdil Oldukları Belirtilmezse:

Şahitlik tamam olmakla birlikte, şahitlerin âdil oldukları tesbit edilmeyecek olursa, o takdirde Hasan-ı Basrî ve Şa'bînin görüşlerine göre ne şahitlere had gerekir, ne de hakkında şahitlikte bulunulan kimseye. Ahmed, en-Nu'man (b. Sabit yani Ebû Hanîfe) ve Muhammed b. el-Hasen de bu görüştedirler.

Malik der ki: Dört kişi onun zina ettiğine dair şahitlik etse ve bunlardan birisi âdil olarak kabul edilmeyen yahut ta köle olursa, hepsine celde vurulur. Süfyan es-Sevrî, Ahmed ve İshak da bir kadının zina ettiğine dair şahitlik eden dört âmâya celde vurulacağı görüşündedirler.

16- Zina Cezası Uygulandıktan Sonra Şahidlerden Birisi Şehadetinden Dönecek Olursa:

Zina ettiği hususunda aleyhinde şahitlik edilen şahıs recmedildikten sonra, şahitlerden birisi şahitliğinden geri dönerse, bir kesimin görüşüne göre diyetin dörtte birini tazminat olarak öder, diğerlerine de bir şey düşmez. Katade, Hammâd , İkrime, Ebû Haşim, Malik, Ahmed ve Re'y ashabı böyle demişlerdir.

Şâfiî de şöyle der: Eğer: Ben bunu öldürülsün diye kasten yaptım diyecek olursa, ölenin velileri muhayyerdirler, Dilerlerse onun öldürülmesini taleb ederler, dilerlerse onu affedip diyetin dörtte birini alırlar ve bununla birlikte ona da (kazf) haddi uygulanır.

Hasan-ı Basrî de o kimse öldürülür, diğer üçüne de her birisi diyetin dörtte biri ödetilir, demiştir.

İbn Şîrîn der ki: Şayet ben hata ettim, benim kastettiğim bir başkası idi diyecek olursa, bütünüyle tam bir diyet öder. Eğer kasten böyle yaptım diyecek olursa, ona karşılık öldürülür. İbn Şubrume de bu görüştedir.

17- Kazf Haddi Allah'ın Hakkı mıdır? Kul Hakkı mıdır?:

İlim adamları kazf haddi Allah'ın haklarından mıdır, kul haklarından mıdır yoksa her iki hakkın karışımı mıdır, hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Birincisi Ebû Hanîfe'nin görüşüdür, ikincisi Malik ve Şâfiî'nin görüşüdür, üçüncüsü ise kimi müteahhir ilim adamlarının görüşüdür.

Görüş ayrılığının etkisi şudur: Şayet bu yüce Allah'ın bir hakkı olup İmâma ulaşacak olursa, iftiraya maruz kalan kişi bu hususta talepte bulunmayacak olsa dahi İmâm bu haddi uygular. İftirada bulunan kişiye de kendisi ile Allah arasında yapacağı tevbenin faydası olur. Zinada olduğu gibi, kölelik sebebiyle had yarıya iner.

Şayet kul hakkı ise, İmâm bu hakkı iftiraya maruz kalanın talebi olmadıkça uygulamaz. Kulun affetmesiyle de bu ceza düşer, İftiraya maruz kalan kişi hakkını helâl etmedikçe, iftira edene de tevbenin faydası olmaz.

18- "Dört Şahit" İfadesi İle İlgili Kıraat ve Açıklanması:

Yüce Allah'ın:

"Dört şahit" ibaresini Cumhûr "dört" anlamındaki kelimeyi "şahitler" anlamındaki kelimeye izafet yaparak okumuşlardır. Abdullah b. Müslim b. Yesâr ile Ebû Zür'a b. Amr b. Cerir ise "Dört" kelimesini tenvinli olarak okumuşlardır. "Şahit" kelimesi ile ilgili de dört türlü açıklama yapılmıştır; Bu kelime "dört" anlamındaki kelimenin sıfatı ya da bedeli olarak cer mahallindedir. Bununla birlikte nekreden hal ya da temyiz de olabilir. Ancak hal ve temyiz olması tartışılır. Zira burada hal, nekredendir, temyiz ise çoğul gelmiştir. Sîbeveyh'in görüşüne göre sayı tenvinli gelmekle birlikte, onu izafe yapmamak, ancak şiirde câiz olur. Ebû’l-Feth Osman b. Cinnî ise bu kıraati güzel görmekle birlikte, Cumhûrun kıraatini daha sevimli bulmuştur, en-Nehhâs der ki: "Şahitler" kelimesi,

"sonra da dört şahit getiremeyecek olurlarsa" antamında nasb mahallinde olabilir.

19- Dört Şahidin, Şahitliğinde Aranan Şartlar:

Dört şahidin bizzat gördüklerine ve bu işi tıpkı (sürme) milin(in) sürmedanlıkta olduğu gibi, gördüklerine şahitlik edecek şekilde olmalıdır. Bundan önce en-Nisa Sûresi'nde (4/15.'âyet, 5. başlıkta) ve hadisin nassında geçtiği gibi.

Ayrıca bu şahitlik Malik'in görüşüne göre; aynı yerde bir arada yapılmalıdır. Onlardan birisi bu hususta tereddüt geçirecek olursa, (açıkça) şahitlik eden diğer üçüne iftira cezası uygulanır. Nitekim Ömer, el-Muğire b. Şu'be'nin durumu hakkında böyle yapmıştı. Çünkü Muğire'nin aleyhinde Ebû Bekre Nufey' b. el-Hâris ile kardeşi Nafî -ez-Zehravî'ye göre; (kardeşi) Abdullah b. el-Haris'tir- ve bu İkisinin anne bir kardeşi ve Muaviye'nin kardeşi olduğunu belirterek nesebine ilhak ettiği Ziyad ile (dördüncü olarak) Şibl b. Ma'bed el-Becelî şahitliği eda etmek için geldiklerinde, Ziyad durdu ve bu konuda şahitlik etmedi. Bunun üzerine Ömer (radıyallahü anh) sözü edilen üç kişiye kazf cezasını uyguladı.

20- "Seksen Celde"

Yüce Allah'ın:

"O kimselere... celde vurun" âyetinde geçen "celd" vurmak demektir. "Mücâlede" derilerde veya derilerle vuruşmak anlamındadır. Bilahare "celd" bunların dışında kılıç ya da başka şeylerle vuruşmak için istiare olarak kullanılmıştır. Kays b. el-Hatim'in şu beyiti de bu kabildendir;

"el-Hadika günü kılıçla miğfersiz ve zırhsız olarak çarpışırım onlarla,

Elimde kılıç, çocukların oynarken dürüp katladığı bir mendil gibidir."

Çocukların dürüp katladığı mendil" anlamını verdiğimiz kelime aslında noktalı "hı" iledir. Ancak elimizdeki nüshada bu kelime noktasızdır. Noktasız olarak bu beyite uygun bir anlam ihtiva etmediğinden, bu kelimeyi böylece anlamlandırmayı uygun gördük.

"Seksener" kelimesi mastar olarak nasbedilmiştir.

"Değnek" kelimesi de temyizdir.

"Ve şahitliklerini ebediyyen kabul etmeyin" ifadesi ömür boyunca onların şahitliklerinin kabul edilmemesini gerektirmektedir. Daha sonra onların fâsık, yani yüce Allah'a itaatin dışına çıkan kimseler olduklarına hüküm vermektedir.

5

Ancak bundan sonra tevbe edenler ve ıslâh olanlar müstesna. Şüphesiz Allah günahları bağışlayandır, rahmet edendir.

21- Tevbe Edenlerin Durumu:

"Ancak... tevbe edenler müstesna" âyeti istisna olarak nasb mahallindedir. Bedel olarak cer mahallinde olması da mümkündür, yani iftira ettikten sonra tevbe edip hallerini düzelten kimseler dışında onların şahitliklerini ebediyyen kabul etmeyiniz.

"Şüphesiz Allah günahları bağışlayandır, rahmet edendir."

Ayet-i kerîme iftirada bulunan hakkında üç hüküm ihtiva etmektedir: Sopa vurulması, şahitliğinin ebediyyen reddedilmesi ve fasıklığı.

Âyetteki İstisnanın, ona vurulacak sopa cezasında herhangi bir etkisinin olmadığı icma ile kabul edilmiştir. Bundan tek istisna ileride geleceği üzere Şa'bî'den gelen rivâyettir. İstisnanın, fâsıklığı hususunda etkili olacağı da icma ile kabul edilmiştir. Ancak ilim adamları bu istisnanın, bu kimselerin şahitliğinin reddi hususundaki etkisi ile ilgili farklı görüşlere sahiptirler.

Kadı Şureyh, İbrahim en-Nehaî, Hasan-ı Basrî, Süfyan es-Sevrî ve Ebû Hanîfe der ki: İstisnanın şahitliğinin reddedilmesinde herhangi bir etkisi yoktur. Onun fâsıklığı ancak Allah nezdinde ortadan kalkar. İftirada bulunan kimsenin şahitliği, tevbe etse, kendi kendisini yalanlasa dahi hiçbir şekilde, hiçbir durumda asla kabul edilmez.

Cumhûrun kanaatine göre ise istisnanın şahitliğin reddi hususunda etkisi olur. İftira eden kimse tevbe ettiği takdirde, şahitliği de kabul edilir. Çünkü onun şahitliğinin reddedilmesi ancak fasıklıktan dolayı idi. Tevbe ile bu ortadan kalktığına göre, kendisine iftira haddinin uygulanmasından önce olsun, sonra olsun şahitliği kabul edilir. Genel olarak fukahânın kabul ettiği görüş budur.

Ancak böyle bir kimsenin tevbesinin ne şekilde olacağı hakkında farklı görüşler vardır. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh), eş Şa'hî ve diğerlerine göre; kendisine had uygulandığı nususta yalancı olduğunu belirtmedikçe tevbe etmiş olmaz. Ömer (radıyallahü anh)ın uygulaması da bu şekildedir, çünkü o Muğire aleyhine şahitlik edenlere şöyle demişti: Kim yalancı olduğunu söylerse bundan sonra ben onun şahitliğini kabul ederim, kim de böyle yapmayacak olursa ben de şahitliğini geçerli kılmam. eş-Şibl b. Ma'bed ve Nafî b. el-Hâris b. Kelede kendilerini yalanladılar ve tevbe ettiler. Ebû Bekre ise böyle bir işe yanaşmadı, o bakımdan onun şahitliğini kabul etmezdi. en-Nehhâs bu görüşü Medinelilerden de nakletmektedir.

Aralarında Malik -yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- ve başkalarının da bulunduğu bir kesim de şöyle demiştir: Böyle bir kimsenin tevbesi halini ıslah edip, düzeltmesidir. İsterse yalanlamak suretiyle söylediği sözden geri dönmesin. İftirası dolayısıyla pişmanlık duyup mağfiret dilemesi ve benzeri bir işe tekrar dönmeyi terketmesi ona yeter. İbn Cerir'in de görüşü budur.

en-Nehaî'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: İstisna her üç hükümden de yapılmıştır, Böyle bir kimse tevbe eder, tevbesi açığa çıkarsa ona had uygulanmaz, şahitliği kabul edilir ve fasıklıkla nitelendirilmesi de ortadan kalkar. Çünkü artık o, kendilerinden razı olunan (şahitliği kabul edilen) kimselerden olmuş olur. Yüce Allah da:

"Muhakkak Ben tevbe eden... kimselere çok çok mağfiret ediciyim." (Tâ-Hâ, 20/82) diye buyurmuştur.

22- İftirada Bulunanın Şahitliği Ne Zaman Düşer?:

İlim adamlarımız -yüce Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- zina iftirasında bulunan kimsenin şahitliğinin ne zaman düşeceğini (geçersiz olup kabul edilmeyeceği) hususunda farklı görüşlere sahiptir. İbnu'l-Macişun: Bizzat iftira etmesiyle birlikte (düşer) derken, İbnu'l-Kasım, Eşheb ve Suhnun ise: Ona had cezası uygulanmadıkça şahitliği düşmez, demişlerdir. Eğer af ya da buna benzer haddi uygulamaya engel herhangi bir sebeb bulunursa şahitliği reddedilmez.

Şeyh Ebû'l-Hasen el-Lahmî der ki: Böyle bir kimsenin eceli gelinceye kadar şahitliği İptal edilir. Ancak iftira halinde kişinin kendisini yalanlamak suretiyle tevbenin söz konusu olacağı, görüşü tercih edilmektedir. Aksi takdirde eğer iftirada bulunup kendisine had uygulandıktan sonra yine de adaleti üzere kalacağı söyleniyorsa, adaletin geri dönmesi nasıl söz konusu olsun?

23- Böyle Bir Günahtan Tevbe Eden Kimsenin Tevbeden Sonra Şahitliği Hangi Alanlarda Caizdir?

Tevbe ettikten sonra şahitliğinin geçerli olacağını kabut edenler, hangi hususlarda şahitliğinin kabul edileceği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Malik -yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- dedi ki: Kayıtsız ve şartsız olarak her hususta şahitliği caizdir. Herhangi bir günah sebebiyle had cezası uygulanmış olan herkesin durumu da budur. Bu görüşü Nâfî ve İbn Abdi'l-Hakem, Malik'ten rivâyet etmişlerdir. Aynı zamanda bu İbn Kinâne'nin de görüşüdür.

el-Vakaar (lakabli Zekeriya b. Yahya)'nın Malikten naklettiğine göre; özel olarak haddin kendisine uygulandığı hususta şahitliği kabul edilmez, ancak diğer hususlarda şahitliği kabul edilir. Mutarrif ve İbnu'l-Macişun'un da görüşü budur.

el-Utbî, Esbağ ve Suhnun'dan da benzerini rivâyet etmektedir. Suhnun dedi ki: Herhangi bir hususta kendisine had uygulanmış bir kimsenin şahitliği, kendisine haddin uygulandığı benzer bir durumda geçerli değildir. Muttarrif ve İbnu'l-Macişun da şöyle demişlerdir: Zina İftirası dolayısıyla ya da zina sebebiyle kendisine had uygulanmış olan bir kimsenin zina, kazf ve liân ile ilgili hiçbir hususta şahitliği kabul edilmez, isterse adaletli bir kimse olsun. Onlar bu görüşlerini Malik'ten rivâyet ederler.

Zina mahsulü çocuğun şahitliğinin zina ile ilgili hususlarda câiz olmayacağını da ittifakla kabul etmişlerdir.

24- Atıf İle Birbirine Bağlanmış Cümlelerden Sonra Yapılan İstisnanın Fıkıh Usulü Açısından Hükmü:

Birbirine atıf ile bağlanmış cümlelerden sonra, istisna yapıldığı takdirde Malik, Şâfiî ve mezhebine mensub ilim adamlarına göre bu istisna, bütün cümlelere ait olur.

Ebû Hanîfe ve onun mezhebine mensub ileri gelen ilim adamlarına göre istisna zikredilmiş en yakına râci olur. Burada da fâsıklıktır, bundan dolayı şahitliği kabul edilmez. Çünkü istisna özel olarak fasıklığa raci'dir, şahitliği kabulüne değil.

Bu usûl kaidesinde görüş ayrılığının İki sebebi vardır.

Birinci sebep: Cümleler bünyelerindeki atıf dolayısıyla tek bir cümle hükmünde midir, yoksa herbir cümlenin bağımsız olarak ayrı bir hükmü vardır ve atıf harfi ifadeyi güzelleştirici ve hükmü ortak kılıcı mıdır, şeklindeki görüş ayrılığıdır. Cümlelerin atfı hususunda doğru olan görüş budur. (Hükümlerde ortak kılıcıdır) Çünkü nahivde de bilindiği üzere farklı cümlelerin birinin diğerine atfedilmesi caizdir.

İkinci sebep; istisnanın önceki cümlelere ait olması bakımından şarta benzetilmesidir. Bunu kabul eden fukahâ istisnanın önce geçen bütün cümlelere ait olduğunu kabul ederler.

Bir diğer görüş ise; bu benzerliğin olmadığı doğrultusundadır. Zira böyle bir şey dilde kıyas kabilindendir, bu ise fıkıh usûlünde bilindiği üzere fasittir. Aslolan bütün bunların ihtimal dahilinde olduğu ve bir tercihin yapılamayacağıdır. O halde bu konuda el-Kadi'nin dediği şekilde genel bir kanaat belirtmemek gerekir. Bu hususta yüce Allah'ın Kitabında her iki şeklinde varid olması meseleyi daha da zorlaştırmaktadır. Mesela, muharebe (yol kesme) âyetinde (el-Mâide, 5/33) zamirin önce zikredilenlerin hepsine ait olduğu ittifakla kabul edilmiştir. Hata yoluyla mü’minin öldürülmesi ile ilgili âyette (en-Nisa, 4/92) istisnanın da son cümleye ait olduğu İttifakla kabul edilmiştir. (Konumuzu teşkil eden) kazf âyetinde ise her iki ihtimal de söz konusudur. O halde burada meselenin tetkik edilerek bir sonuca ulaşmak gereği kaçınılmaz biricik yol olarak, ortaya çıkmaktadır.

İlim adamlarımız der ki: İşte bu, usûle dair genel bir yaklaşım tarzıdır. Cüzî alanda, fikhî bakış açısında Malik ve Şâfiî -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun-nin görüşleri ağırlık kazanmaktadır. Şöyle ki: Burada istisna fasıklığa ve şahitliğin kabul edilmesi yasağına bir arada râci'dir. Bu hususta kabul edilmesi gereken bir haberin, aralarında fark olduğunu belirtmesi hali müstesna. Ümmet tevbenin küfrü dahi sileceğini icma ile kabul etmiştir. Küfürden daha aşağı mertebede olanları silmesi ise öncelikle söz konusudur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır,

Ebû Ubeyd der ki: İstisna bir önceki cümleye râci'dir. Bir kimseyi zina etmekle suçlayan bir kişi bizzat zinayı işleyenden daha büyük bir günah işlemiş olamaz. Zina eden tevbe ettiği takdirde şahitliği kabul edilir, çünkü; "günahtan tevbe eden, günahı olmayan bir kimse gibidir." İbn Mâce, Zühd 30

Yüce Allah kulundan tevbeyi kabul ettiğine göre, kulların tevbe edenin tevbe ettiğini kabul etmeleri öncelikle söz konusudur. Üstelik böyle bir istisna Kur'ân-ı Kerîm'de bir kaç yerde mevcuttur. Bunlardan birisi yüce Allah'ın:

"Allah'a ve Rasûlüne karşı Savaşanların... yalnız... tevbe edenler müstesnadırlar" (el-Mâide, 5/33-34) âyetidir. Şüphesiz ki bu istisna daha önce anılanların hepsine aittir.

ez-Zeccâc der ki: Zina iftirasında bulunan kimsenin günahı kâfirden daha büyük değildir. O halde tevbe edip halini düzelttiği takdirde şahitliğinin kabul edilmesi de onun hakkıdır. (ez-Zeccâc devamla) der ki: Yüce Allah'ın:

"Ebediyyen" âyeti ise, iftira etmeye devam ettiği sürece anlamındadır. Nitekim: Kâfirin şahitliğini ebediyyen kabul etme! denildiği takdirde, bu kâfir kaldığı sürece kabul etme, anlamındadır,

en-Nehaî der ki: Bu meselede muhalif kanaat sahipleri lehine şöyle bir delil vardır: Allah onun tevbesini kabul ederken, siz onun şahitliğini kabul etmemektesiniz.

Diğer taraftan, istisna bir takım usûl âlimlerinin kanaatine göre eğer son cümleye râci' ise yüce Allah'ın:

"Onlar fasıkların tâ kendileridir" âyeti bir ta'lildir. Yoksa bizatihi muştakil bir cümle değildir, fasıklıkları sebebiyle şahitliklerini kabul etmeyiniz, demektir. Fâsıklık ortadan kalkacak olursa, şahitlikleri ne diye kabul edilmesin?

Diğer taraftan iftirada bulunan kimsenin tevbesi, kendi kendisini yalanlamasıdır. Nitekim Ömer (radıyallahü anh), Muğire'ye iftirada bulunan kimselere benzeri bir sözü ashabın huzurunda söylemiş ve onlardan kimse buna itiraz etmemiştir. Halbuki mesele Basra'dan, Hicaz'a kadar ve oradan diğer bölgelere kadar oldukça yaygınlık kazanmıştı. Eğer âyetin te'vili Kûfelilerin dediği gibi olsaydı, Ashab-ı Kiram'ın böyle bir şeyi bilmemeleri düşünülemez ve Ömer'e: İftirada bulunan bir kimsenin tevbesinin kabul edilmesi, ebediyyen câiz değildir, derlerdi. Yüce Allah'ın Kitabının yanlış te'vil edilmesi sonucunda verilen bir hükme karşı susmaları mümkün olmazdı. Böylelikle onların (muhalif kanaatte olanların) görüşleri çürütülmüş olmaktadır. Yardım Allah'tandır.

25- Şehadetin Kabul Edilmemesi, İftira Cezasının Uygulanması Şartına Bağlıdır:

el-Kuşeyrî dedi ki: Şayet iftiraya maruz kalan kişi, İftirada bulunana haddin uygulanmasını istemeden ya da yetkili devlet otoritesine konu arzedilmeden Önce ölür, yahut affederse, o takdirde iftirada bulunan şahsın şahitliğinin kabul edileceğinde görüş ayrıltğı yoktur. Çünkü karşı kanaati savunanlara göre bu meselede şahitliğin kabul edilmesinin yasaklanışı, cezanın uygulanmasına atfedilmiştir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"O kimselere seksener değnek vurun ve şahitliklerini ebediyyen kabul etmeyin." İşte bu hususta Şâfiî de şöyle demektedir: Böyle bir kimsenin had uygulanmadan önceki hali, had uygulandıktan sonraki halinden daha kötüdür, çünkü hadler keffârettir. Daha iyi halinde şahitliği reddedilirken, olumsuz ve daha aşağı halde nasıl kabul edilebilir?

Derim ki: O böyle demiştir, ancak bu hususta bir aykırılık yoktur. Çünkü daha önce İbnu’l-Macişun'dan bizzat iftirada bulunmakla şahitliğinin reddedileceğine dair görüş kaydedilmiş bulunmaktadır. Bu, el-Leys, el-Evzaî ve Şâfiî'nin de görüşüdür. Had uygulanmayacak olsa dahi şahitliği reddedilir, çünkü İftirada bulunmakla fâsık olur. Zira bu büyük günahlardandır. İftiraya maruz kalan kimsenin zina ettiğini ikrar etmedikçe, ya da aleyhine delil,ortaya konulmadıkça, onun böyle bir günahtan uzak olduğu sahih bir şekilde ortaya konulamaz.

26- Allah Günahları Bağışlayandır:

"Ve ıslah olanlar müstesna" âyeti ile tevbe ettiklerini açığa vuranları kastetmektedir. Amellerini ıslah edenler diye de açıklanmıştır.

"Şüphesiz Allah günahları bağışlayandır, rahmet edendir." Çünkü onlar da tevbe etmişler ve yüce Allah tevbekrini kabul etmiştir.

6

Eşlerine zînâ İsnad edip kendilerinden başka şahidleri olmayanların herbirisinin şahitliği dört defa "Kendisi muhakkak doğru söyleyenlerdendir" diye Allah adına şehadet etmesidir.

7

Beşincisinde de: "Eğer yalancılardan ise Allah'ın laneti üzerine olsun" diye şehadet eder.

8

Kadının: "Billahi o, muhakkak yalancılardandır" diye dört defa şahitlik etmesi, o zevceden cezayı Savar.

9

Beşincisinde de: "Eğer o doğru söyleyenlerden ise Allah'ın gazabı benim üzerime olsun" der.

10

Ya üzerinizde Allah'ın lütfü, rahmeti ve Allah gerçekten tevbelerİ kabul eden Hakîm olmasaydı...

Bu âyete dair açıklamalarımızı otuz başlık halinde sunacağız:

1- Kıraate ve Nahve Dair Bazı Açıklamalar:

"Kendilerinden başka şahitleri olmayanların" âyetinde;

"Kendileri" lâfzı ref ile bedel olarak okunmuştur. İstisna olarak ve bir de; "ol... an"ın haberi olarak nasb ile de okunabilir.

"Herbirisinin şahitliği dört defa... Allah adına şehadet etmesidir" âyetinde

"Şahitliği" ref ile mübtedâ okuyuş, Kûfelilerin kıraati olup; "Dört defe" da onun haberidir. Yani kişinin üzerinden iftira haddini ortadan kaldıracak olan kimsenin şahitliği, dört defa yapacağı şahitliktir.

Medineliler ile Ebû Amr "dört defa" anlamındaki kelimeyi nasb ile okumuşlardır. Çünkü "şahitliği" kelimesi; " Şahitlik etmesi" anlamındadır. İfadenin takdiri de şöyledir: Onlardan herhangi birisi dört defa şahitlik etmelidir. Yahut da durum onlardan herhangi birisinin dört şahitlikte bulunmasıdır. İkincisinde; bu lâfzın "şehâdet" kelimesi ile mansub olduğunda da görüş ayrılığı yoktur.

"Beşincisinde" anlamındaki âyet mübteda olarak merfu'dur. Haber ise ve onun sılasıdır. Bu edatın şeddesiz gelmesinin anlamı şeddeli geleninki gibidir. Çünkü; manasındadır.

Ebû Abdu'r-Rahmân, Talha ve Hafs'ın rivâyetine göre Âsım bu kelimeyi nasb ile okumuştur. Bunun da anlamı: Beşinci defa şahitliği de... diye yapar. Diğerleri, mübteda olarak merfû' okumuşlardır. Haber, "Allah'ın laneti üzerine olsun" buyruğundadır. Yani beşinci şehadet, adamın söyleyeceği:"...Allah'ın laneti üzerine olsun" sözleridir, şeklindedir.

2- Âyetlerin Nüzul Sebebi:

Ebû Dâvûd'un zikrettiği İbn Abbâs yoluyla gelen rivâyete göre Hilâl b. Ümeyye Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın huzurunda hanımının Şerik b. Sahmâ ile zina ettiğini ileri sürdü. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ya delil getirirsin yahut sırtına had uygularım" diye buyurdu. Hilâl dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Bizden herhangi bir kimse bir adamı hanımının üzerinde görecek olursa, gidip delil mi arayacak? Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yine: "Ya delil getirirsin yahut sırtına had uygularım" demeye devam etti. Hilâl dedi ki: Seni hak ile gönderene yemin ederim ki ben gerçekten doğru söylüyorum ve yemin ederim ki Allah benim bu işim hakkında sırtımı uygulanacak hadden kurtaracak buyrukları indirecektir. Bunun üzerine;

"Eşlerine zina İsnad edip kendilerinden başka şahitleri olmayanların herbirisine..." âyeti nazil oldu ve bu buyrukları:

"Eğer o doğru söyleyenlerden ise... der" âyetine kadar okudu ve hadisin tamamını zikretti. Bu hadis daha finceden ikinci âyetin tefsirinde 13 haslıkla işaret edilmiş, kaynakları da orada gösterilmişti.

Denildiğine göre daha önce geçen ve muhsan hanımlara zina iftirasında bulunan kimseler hakkındaki âyet-i kerîme nazil olunca ve bu âyet zahiri itibariyle gerek kocaları, gerekse de başkalarını kapsadığından dolayı Sa'd b. Muâz dedi ki; Ey Allah'ın Rasûlü! Ben hanımımla birlikte bir adamı göreceğim de gidip dört şahit getirinceye kadar ona mühlet vereceğim öyle mi? Allah'a yemin ederim (korkutmak maksadıyla) kılıcın eniyle değil de keskin tarafıyla öldürmek kastıyla vururum. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Siz Sa'd'ın bu derece kıskançlığına hayret mi ediyorsunuz? Elbette -ki ben ondan daha kıskancım, yüce Allah ise benden de kıskançtır. " Buhârî, Hudûd 40, Tevhid 20; Müslim, Liân İĞ, 17; Dârimî, Nikâh 37; Müsned, IV, 248. Ancak sözü geçen bu şahıs, Sad b. Muâz değil, Sa'd b. öbâde'dir.

Sa'd'in söylediği sözler ile ilgili farklı rivâyetler gelmiş ise de manaları buna yakındır.

Daha sonra da Hilal b. Ümeyye el-Vâkifî geldi ve hanımının Şerik b. Sahmâ el-Belevî ile -belirttiğimiz üzere- zina ettiğini ileri sürdü. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona kazf haddi vurmayı kararlaştırdı ise de bunun üzerine bu âyet-i kerîmeler nazil oldu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onları mescidde bir araya getirdi ve lanetleştiler. Beşinci şahitlik esnasında kadın kendisine öğütler verilip de: Eğer yalan söylüyor isen (artık bu), ilâhî azâbı gerektirecek bir ifadedir denilince, tereddüt etti. Sonra da: Ben bu günden itibaren artık kavmimi rezil edemem dedi ve lanetleşmeyi tamamladı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da onları birbirinden ayırdı. Daha sonra o kadın -istenilmeyen vasıflarda- teni siyah, beyaza çalan deveyi andıran bir çocuk doğurdu. Bundan sonra bu oğlu Mısır'a emir oldu ve babasının kim olduğunu bilmiyordu.

Yine Uveymir (b. Eşkar) el-Aclânî gelerek hanımının zina ettiğini İleri sürdü ve lanetleşti. Meşhur olan ise Hilal'in başından geçen olayın daha önce meydana geldiği ve âyetin nüzul sebebini teşkil ettiğidir. Bir görüşe göre de Uveymir b. Eşkar'ın başından geçen olay daha önce olmuştur. Bu da hadis İmâmlarının rivâyet ettikleri meşhur bir hadistir. Uveymir b. Eşkan el-Adânî'nin başından geçen bu olaya dair rivâyetler için bk.: Buhârî, Tefsir 24. sûre 1T Talâk 4, 29, hisâm 5; Müslim, Liân 1; Ebû Dâvûd, Talâk 27; Nesâi, Talâk 7, 35; İbn Mâce, Talâk 27; Dârimî, Nikâh 39; Muvatta’', Talâk 34; Müsned, v, 334, 336, 337.

Ebû Abdullah b. Ebi Sufra dedi ki: Doğru olan hanımının zina ettiğini ileri süren Uveymir olduğudur. Hilal b. Ümeyye ismi hata yoluyla zikredilmiştir. et-Taberî dedi ki: Hadiste Hilal b. Ümeyye adının zikredilmesi münkerdir. İftira eden şahsın asıl ismi Uveymir b. Zeyd b. el-Ced b. el-Aclanî'dîr. Bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Uhud'da hazır bulunmuştu. Hanımının Şerik b. es-Sehma ile zina ettiğini söylemişti. es-Sahma Şerik'in annesinin adıdır. Ona bu ismin veriliş sebebi siyah oluğu idi. Kendisi asıl İbn Abde b. el-Ced b. el-Aclânî'dir. Ahbar bilginleri böyle diyorlardı.

Denildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) cuma günü hutbesinde insanlara: "Muhsan hanımlara İftira edenler..." âyetlerini okudu. Âsım b. Adî el-Ensarî dedi ki: Allah beni sana feda etsin. Bizden bir kimse hanımının karnı üzerinde bir adam bulacak olsa ve cereyan eden olayı haber verip, konuşursa ona seksen sopa vurulacak. Müslümanlar da o kimseye fasık diyecekler, şahitliği de kabul edilmeyecek. Peki böyle bir durumda biz dört şahidi nereden bulacağız? O gidip dört şahit buluncaya kadar adam işini görmüş, bitirmiş olacak. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Âyet böyle indirildi. Ey Âsım b. Adî." Âsım âyeti dinleyen ve itaat eden bir halde çıkıp gitti. İstirca etmekte (innâ lillah ve innâ ileyhi raciun demekte) olan Hilal b. Ümeyye ile karşılaştı. Ona; Ne haber? diye sordu. O da: Kötü dedi, Şerik b. es-Sahma'yı karım Havle'nin karnı üzerinde onunla zina ederken buldum. Burada sözü edilen Havle ise Âsım b. Adiy'in kızıdır. Bu rivâyet te bu şekildedir: Yani hanımı ile Şerik’i gören kişi Hilal b. Ümeyye'dir. Fakat sahih olan, -daha önce açıklandığı üzere- buna muhaliftir.

el-Kelbî dedi ki: Daha kuvvetli ihtimale göre hanımı ile birlikte Şerik'i gören kişi Uveymir el-Aclanîdir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan el-Aclanî ile hanımı arasında lanetleşmeyi gerçekleştirdi, şeklindeki rivâyetler çoktur. Raviler de zina eden bu şahsın Şerik b. Abde olup annesinin adının es-Sahmâ olduğunu ittifakla belirtmektedirler. Uveymir ile Kays'ın kızı Havle ve Şerik ise Âsım'ın amca çocuklarıdırlar. Bu olay hicretin dokuzuncu yılında, Şa'ban ayında, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın Tebuk'ten Medine'ye dönüşü sırasında olmuştu. Bu açıklamaları et-Taberî yapmıştır.

Darakutnî'nin rivâyetine göre de Abdullah b. Ca'fer şöyle demiştir; Uveymir el-Aclânî ile hanımı arasında lanetleşmeyi gerçekleştirdiği sırada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın huzurunda bulundum. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) o sırada Tebûk gazvesinden dönmüştü. (Uveymir) karısının karnında gebe bulunduğu çocuğu kabul etmemiş ve bunun İbnu's-Sahmâ'dan olduğunu söylemişti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da ona şöyle buyurmuştu: "Hanımını getir. Hakkınızda Kur'ân nazil olmuş bulunuyor." Peygamber ikindi namazından sonra minber’in yakınında bir örtü üzerinde aralarında lanetleşmeyi icra etti. Dârakutnî, III, 277.

Bu rivâyetin senedinde el-Vâkıdî, ed-Dahhâk b. Osman'dan, o İmrân b. Ebi Enes'ten İsmi; "İmrân b. Ebû Enes'" diye kaydedilen şahıs, Dârakutnî, belirtilen yerde: "İmrân b. Ebî Uveys" olarak zikredilmektedir. dedi ki; Ben Abdullah b. Ca'fer'i şöyle derken dinledim... diyerek hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir.

3- Hanımlara Zina İftirasının Mahiyeti ve Bazı Hükümleri:

Yüce Allah'ın:

"Eşlerine zina isnad edip..." âyeti her türlü zina isnadı hakkında umumi bir tabirdir. İster hanımına: Sen zina ettin, ister: Ey zâniye, desin, isterse de: Ben onu zina ederken gördüm, ya da: Bu çocuk benden değildir desin, âyet-i kerîme bütün bunları kapsamaktadır. Koca eğer dört şahit getirmeyecek olursa, liân icab eder, İlim adamlarının Cumhûru, fukahânın geneli ve hadis ehlinin büyük topluluğu bu görüştedir. Malik'ten de buna benzer bir rivâyet nakledilmiştir. Malik şöyle derdi: Ben seni zina ederken gördüm demedikçe, yahut karısının hamileliğinin ya da çocuğunun kendisinden olmadığını söylemedikçe lanetleşme olmaz.

Ebû'z-Zinâd, Yahya b. Said ve el-Bettî'nin de görüşleri Malik'in görüşü gibidir: Mülâane (lânetleşme, liân) zina iftirasını yapmakla gerekmeyip ya görmekle yahut da istibrâya rağmen Burada "istihrâ'dan kasıt, kocanın ay halinden sonra hanımı ile ilişki kurmamış olmakla birlikte kendisinden de hamile olmadığının anlatılmış olması demektir. hamilelikle birlikte çocuğun kendisinden olmadığını iddia etmekle olur. Malik'in meşhur olan görüşü budur, İbnu'l-Kasım da böyle demiştir.

Ancak doğru olan -yüce Allah'ın:

"Eşlerine zina isnad edip..." âyetinin umumiliği dolayısıyla- birinci görüştür. İbnu'l-Arabî der ki: Kur'ân-ı Kerîm'in zahir ifadesi, görmek söz konusu olmaksızın mücerred iftira sebebiyle lanetleşmenin vacib olmasında yeterlidir. O bakımdan onun esas alınması gerekir. Özellikle sahih hadiste de şöyle denilmektedir: Ne dersin? Bir adam karısı ile birlikte birisini görürse, ne yapmalıdır? Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Git onu getir" demiş ve gördüğünü açıkça söylemekle onu mükellef tutmamıştır. Kör bir kimsenin hanımına zina İsnad etmesi halinde lanetleşeceği icmâ ile kabul edilmiştir. Eğer görmek, lanetleşmenin bir şartı olsaydı, âmâ için lanetlenme söz konusu olmazdı. Bu açıklamayı Ebû Ömer yapmıştır. İbnu’l-Kassar'ın da Malik'ten naklettiğine göre; âmânın lanetleşmesi: Ben o adamın fercinin, karımın fercinde olduğunu elimle dokunarak tespit ettim, demedikçe sahih olmaz.

Bu hususta Malik ve ona uyanların lehine delil, Ebû Dâvûd'da yer alan şu rivâyettir: İbn Abbâs (radıyallahü anh)dan dedi ki: (Tebuk'e mazeretsiz olarak gitmedikleri için) tevbeleri kabul edilen üç kişiden birisi olan Hilâl b. Ümeyye, akşam vakti çalıştığı arazisinden geri dönünce hanımı yanında bir adam gördü. Gözüyle gördü, kulağıyla işitti. Sabah oluncaya kadar onu tedirgin edecek bir şey yapmadı. Sabah olunca Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın yanına gidip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü! Ben akşam vakti ailemin yanına geri döndüm. Onların yanında bir adam gördüm. Gözümle gördüm, kulağımla işittim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun bu söylediklerinden hoşlanmadı ve bu ifadeler ona çok ağır geldi. Bunun üzerine: "Eşlerine zina isnad edip, kendilerinden başka şahitleri olmayanların her birisinin şahitliği..." âyeti nazil oldu deyip hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Ebû Dâvûd, Talâk 27, hadis no: 2256

İşte bu, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın hakkında hüküm verdiği lânetleşmenin ancak görmek halinde söz konusu olduğunu ve dolayısıyla bundan daha ileriye gitmemek gerektiğini göstermektedir. Kim hanımına zina isnad edip de görmekten söz etmezse ona had uygulanır. Buna sebep yüce Allah'ın:

"Muhsan hanımlara iftira edenler..." âyetinin genel ifadesidir.

4- Gebeliğin Kendisinden Olmadığını İddia Ederse:

Koca hanımının gebeliğinin kendisinden olmadığını iddia ederse lanetleşîr. Çünkü bu görmekten daha kuvvetli bir delildir, ancak ilişki kurmamış olduğunu ve ondan sonra da hamile olmadığının anlaşıldığını (istibrâ) söz konusu etmelidir.

İlim adamlarımız istibrâ (hamile olmadığının anlaşılması) hususunda farklı görüşlere sahiptirler. el-Muğîre ve Malik bu husustaki İki görüşlerinden birisine göre bu hususta bir defa ay hali olmak yeterlidir, derler. Yine Malik: Ancak üç ay hali olduktan sonra o çocuğun kendisinden olmadığını söyler, demiştir. Ancak sahih olan birincisidir, çünkü rahimde hamileliğin bulunmadığı bir ay hali ile gerçekleşir. Nitekim cariyenin istibrâsı (hamile olmadığının anlaşılması) da bununla gerçekleşir. Üç defa ay hali olmayı iddetlerde göz önünde bulundurmak, ileride yüce Allah'ın izniyle et-Talâk Sûresi'nde açıklanacağı üzere bir başka sebepten dolayıdır.

el-Lahmî, Malik'ten bir defasında şöyle dediğini nakletmektedir: Çocuk istibrâ ile (kadının ay hali olması delil gösterilmekle) nefyedilmez (reddedilmez,) Çünkü gebelikle beraber ay hali de olunabilir. Eşheb, İbnu'l-Mevvâz'ın Kitab'ında böyle demiştir, el-Muğire de bu görüştedir. O ayrıca şöyle der: Çocuğun kendisinden olmadığını ancak beş yıl süre geçmekle İleri sürebilir, çünkü -önceden de geçtiği üzere- hamilelik süresinin azamisi budur,

5- Liân Kimler Arasında Olur? Liân Sonucu Ayrılmanın Mahiyeti:

Mezhebimize (Maliki mezhebine) göre liân hür olsunlar, köle olsunlar, mü’min ya da kâfir olsunlar, fâsık ya da adaletli olsunlar her iki eş arasında olur. Şâfiî de bu görüştedir. Ancak adam ile cariyesi arasında, kendisi ile um veledi arasında la netleşme söz konusu değildir.

Bir görüşe göre cariyenin çocuğunun ondan olmadığı ancak -Kândan farklı olarak- tek bir yemin ile kabul edilebilir. Şöyle de denilmiştir: Um veledinin çocuğunu reddedecek olursa lanetledir.

Birinci görüş, Mâlikî mezhebi esaslarından çıkartılan sonuçtur, doğrusu da budur. Ebû Hanîfe der ki: Lian ancak hür ve müslüman iki eş arasında sahih olur. Çünkü ona göre Hân bir şahitliktir. Bize ve Şâfiî'ye göre liân bir yemindir. Yemini sahiholan herkesin zina iftirasında bulunup liân yapması da sahihtir. Erkek ve kadının mükellef olmalarının şart olduğunu (fukahâ) ittifakla kabul etmişlerdir.

Hadiste yer alan; "Hanımıyla birlikte bir adam buldu" ifadesi lanetleşmenin karı ve kocaya vacib olduğunun delilidir. Çünkü bu hususta erkekler arasında da, kadınlar arasında da herhangi bir tahsise gidilmemiştir. Liân âyeti de bu soruya cevap olarak nazil olmuş ve: "Eşlerine zina İsnad edip..." buyrularak eşler arasında bir tahsis yoluna gidilmemiştir. Malik ile Medineliler de bu görüştedirler. Şâfiî, Ahmed, İshak, Ebû Ubeyd ve Ebû Sevr'in de görüşleri budur.

Aynı şekilde liân nikâhın feshedilmesini gerektirdiğinden bu yönüyle talâka benzemektedir. Dolayısıyla talâk yapması câiz olan herkesin liân yapması da câiz olur. Liân ise yapılan yeminlerden ibarettir, şahitlik değildir. Nitekim söz söyleyenlerin en doğrusu olan yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Bizim şahitliğimiz o iki kişinin şahadetinden elbette daha doğrudur." (el-Mâide, 5/107) Burada "şahitlik" yemin anlamındadır. Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Münafıklar sana geldiklerinde dediler ki: 'Şehadet ederiz ki muhakkak sen Allah'ın Rasûlüsün.'" (el-Munafikun, 63/11) Daha sonra ise:

"Onlar yeminlerini kalkan edindiler." (el-Munafikun, 63/2) diye buyurmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da; "Şayet yeminler olmasaydı, ben ona ne yapacağımı bilirdim. " Hadisin, ikinci âyetin tefsiri 13. başlıkçı gösterilen kaynaklarına bakınız, diye buyurmaktadır,

es-Sevrî ve Ebû Hanîfe'nin getirdikleri delillere gelince; bu deliller ayakları üstünde durabilecek kadar güçlü değildir. Bunlardan birisi Amr b. Şuayb'in babasından, onun dedesi Abdullah b. Amr'dan gelen rivâyettir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dedi ki: "Dört kişi arasında lanetleşme yoktur: Hür ile cariye arasında liân yoktur. Hür kadın ile küle arasında liân yoktur. Müslüman ile yahudi kadın arasında liân yoktur. Müslüman ile hristiyan kadın arasında liân yoktur." Bunu Darakutnî hepsi de zayıf olan çeşitli yollardan rivâyet etmektedir, Darakutnî, III, 163, râvilerinden Osman b. Abdurrahman'ın, İıadİNİ metruk bir râvî" olduğunu kaydetmektedir.

İki İmâm el-Evzaî ve İbn Cüreyc, Amr b. Şuayb'dan, o babasından, o da dedesinden, dedesinin sözü olarak rivâyet etmekte olup, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a merfu olarak nisbet etmemektedirler. Dârakutni, III, 164. Hadis ile ilgili Ebû't-Tayyib Muhammed Abâdinin ÎVliA'inde: "bu mevkuf rivâyetin dahi sitbûuı tanışılır" denilmektedir.

Kıyastan da şunu delil göstermişlerdir: Kocalar yüce Allah'ın:

"Kendilerinden başka şahitleri olmayanların" âyetinde şahidler arasından istisna edildiklerinden; ancak şahitliği câiz olan kimselerin Iânetleşmeleri icab etmektedir. Aynı şekilde şayet bu bir yemin olsaydı, defalarca tekrarlanmazdı. Bunun tekrarlanmasındaki hikmet ise sayı itibariyle zinada aranan şahitler sayısının yerini cutmasıdır.

Biz deriz ki: Bu iddia kasame yemini ile çürütülebilir, çünkü kasame yemini icmâ' İle şahitlik olmamakla birlikte defalarca tekrarlanır. Tekrarlanmasındaki hikmet ise namus ve kanların vebalinin büyüklüğüdür. İbnu'l-Arabî der ki: Liânın yemin olup şahitlik olmadığının ayırıcı ölçüsü şudur: Koca iddiasını ispatlamak ve kendisini azaptan (cezadan) kurtarmak için, kendi nefsi için kendisi lehine yemin eder. Herhangi bir kimsenin kalkıp "şeriatte şahit başkası aleyhine hüküm gerektirecek sözlerle kendisi hakkında ve kendi adına şahitlik eder" iddiasında bulunması mümkün müdür? Böyle bir şey aslı (nastan dayanağı) itibariyle (delil olmaktan) uzaktır, kıyas yoluyla da buna benzer bir hükme varılamaz.

6- Dilsizin. Lanetleşmesi:

İlim adamları dilsizin lanetleşmesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Malik ve Şâfiî lanetleşir derler. Çünkü dilsiz bir kimse, -ne dediği anlaşıldığı takdirde- talâkı, ziharı ve îlâsı sahih olan kimselerdendir. Ebû Hanîfe: Lanetleşmez demiştir, çünkü dilsiz, şahitlik yapmaya ehil kimselerden değildir. Zira konuştuğu takdirde lanetleşmeyi kabul etmeyebilir. O halde bizim ona haddi uygulamaya imkânımız olmaz. Bu anlamdaki açıklamalar ve buna dair deliller daha Önce Meryem Sûresi'nde (19/29-33. âyetler, 5- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.

7- Daha Sonra Evlendiği Hanımına Liân Yapabilir mi?

İbnu'l-Arabî dedi ki: Ebû Hanîfe'nin görüşüne göre âyet umumîdir. O bakımdan o şöyle demektedir; Adam kendisiyle evlenmeden önce eşine zina ettiği iftirasında bulunacak olursa, onunla lanetleşir. Ancak o bu görüşü ileri sürerken yüce Allah'ın:

"Muhsan hanımlara iftira edenler" âyetinin muhtevasını unutmuş görünmektedir. Bu durumda koca, henüz daha evli değilken kadının zina ettiği iftirasında bulunmuştur. Liân, ancak nesebi de ilgilendiren bir zina iftirası hakkında söz konusudur. Bu ise nesebi ilgilendirmeyen bir zina İftirasında bulunmuştur. O bakımdan tıpkı yabancı bir kadına zina isnadında bulunması halinde olduğu gibi, bu da lânetleştirmeyi gerektirmez.

8- Boşamadan Sonra Zina İsnadında Bulunmak:

Hanımını boşa diktan sonra zina iftirasında bulunacak olursa, duruma bakılır. Eğer ortada kocanın, kendisinden olmadığını ileri sürdüğü bir neseb yahut bir hamilelik bulunup onunla alakası olmadığını ortaya koymak istiyorsa lanetleşir, aksi takdirde lanetleşemez.

Osman el-Bettî dedi ki: Hiçbir şekilde lanetleşemez, çünkü böyle bir kadın zevce değildir.

Ebû Hanîfe dedi ki: Her iki halde de la neti eşmez, çünkü zevce değildir.

Ancak az önce sözünü ettiğimiz şekilde hanımı henüz olmadan önce iftira dolayısıyla lanetleşmeyi kabul etmesi ile bu, bir çelişkidir. Daha doğrusu bu durumda lanetleşmesi daha uygundur. Çünkü nikâh önceden vardı ve o kendisine katılacak bir nesebi reddedip onunla ilgisinin olmadığını ortaya koymak istemektedir. Dolayısıyla lanetleşme kaçınılmaz bir şeydir. Eğer ortada beklenilen bir hamilelik ve kendisine taalluk edeceğinden korkulan bir neseb bulunmuyorsa, lanetlenmenin bir faydası yoktur. Ne diye lanetleşme hükmünü vermektedir. Bu durumda zina isnadı katıksız bir iftira olup yüce Allah'ın;

"Muhsan hanımlara İftira edenler..." âyetinin genel çerçevesi içerisine girmektedir. Buna göre böyle birisine had uygulamak icab eder ve açıkça tutarsızlığı dolayısıyla el-Betrî'nin söylediği de çürütülmüş olur.

9- İddetin Bitiminden Sonra Koca İle Hanımı Arasında Lanetleşmenin Yapılabileceği Yer:

İddetin bitiminden sonra koca ile önceki hanımı arasında yalnızca tek bir meselede lanetleşme yapılabilir. O da kocanın hanımının yanında değil iken gıyabında bir çocuk doğurmuş olması ve onun durumdan haberdar olmayarak onu boşayıp iddetinin bu haliyle sona ermesidir. Daha sonra koca gelip de bu çocuğun kendisinden olmadığını söyleyecek olursa, bu noktada iddetten sonra eski karısıyla lanetleşebilir. Aynı şekilde karısının vefatından sonra gelip de çocuğun kendisinden olmadığını söyleyecek olursa, iddetin geçişinden sonra kadın ölmüş olmakla birlikte, kendi kendisine (yalnız başına) lanetleşir. Karısına mirasçı olur. Çünkü aralarında ayrılık meydana gelmeden önce ölmüş bulunmaktadır.

10- Hamile Kadın İle Doğumdan Önce Lânetleşilir mi?

Koca hamileliğin kendisinden olmadığını iddia edip bu husus şartlarına uygun şekilde gerçekleşecek olursa, doğumdan önce de lanetleşebilir. Şâfiî de bu görüştedir.

Ebû Hanîfe ise: Ancak doğum yaptıktan sonra lanetleşebilir; çünkü gebelik diye zannedilen husus, herhangi bir hastalığın sebebi de olabilir, demektedir.

- Bizim açık delilimiz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın doğumdan önce lanetteşmeyi kabul ettiği ve şöyle buyurduğudur: "Eğer şu şekilde çocuk doğurursa, o babasına aittir. Eğer böyle bir çocuk doğurursa, filana aittir." Çocuk, Peygamberin belirttiği hoşlanılmayan vasıflarda dünyaya geldi.

11- Arka Yoldan İlişki İsnadında Lânetleşme Gerekir mi?

Hanımını arka yoldan başkasıyla ilişki kurmakla itham ettiği takdirde lânetleşir. Ebû Hanîfe: Lânetleşmez, demiştir. O, bunu Lût kavminin ilişkisinin haddi gerektirmediği kaidesine binâen söylemiştir. Ancak bu yanlıştır, çünkü böyle bir iftira da başlı başına bir musibettir ve yüce Allah'ın:

"Eşlerine zina edip... " âyetinin genel kapsamı içerisine girmektedir. Daha önce el-A'raf Sûresi (7/80. âyet, 2. başlıkta) ve el-Mu'minun Sûresinde (23/10-11. âyetler, 7. başlıkta) bundan dolayı haddin gerektiğine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

12- Bir Kişi Kendi Hanımına ve Kayınvalidesine Zina İsnad Ederse:

İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu adamın (Ebû Hanîfe'nin) garib kanaatlerinden birisi de şudur: Koca hanımının ve annesinin zina ettiğini ileri sürer de anne dolayısıyla kendisine had uygulanacak olursa, kız dolayısı ile ona had uygulanmaz. Şayet kızı dolayısıyla lanetlenirse, annesi dolayısıyla uygulanması gereken had düşmez. Ancak bu görüşünün açıklanabilir bir tarafı yoktur ve ben bu hususta onların nakledilen bir rivâyetlerini de görmedim. Bu son derece yanlış bir iddiadır. Çünkü o aynı zamanda eşi olan kız hakkında annenin haddi dolayısıyla âyetin umumunu tahsis ederken herhangi bir rivâyete ve kıyasını esas aldığı herhangi bir asla dayanması da söz konusu değildir.

13- Hanımının Zina Ettiğini İleri Sürdükten Sonra Hanımı Lânetleşmeden Önce Zina Edecek Olursa:

Bir kimse, hanımının zina ettiğini ileri sürdükten sonra, lânetleşmeden önce zina edecek olursa (kocaya) ne had gerekir, ne de lânetleşme. Ebû Hanîfe, Şâfiî ve ilim ehlinin çoğunluğu da böyle demiştir.

es-Sevrî ve el-Müzeni ise iftira edenden had sakıt olmaz demişlerdir. İftiraya maruz kalanın iftiradan sonra zina etmiş olması daha önceki muhsan oluşuna bir halel getirmez ve bu, ihsanı ortadan kaldırmaz. Çünkümuhsanlıkve iffetin göz önünde bulundurulacağı vakit iftira halidir, ondan sonrası değil. Nitekim bir müslümana iftira edip zina ettiğini söyledikten sonra, iftiraya maruz kalan kimse bu iftiraya maruz kaldıktan sonra ve iftira edene had uygulanmasından önce, irtidad edecek olursa, iftira edenden had düşmez. Aynı şekilde bütün hadler uygulanması gereken vakitlerinde göz önünde bulundurulurlar, uygulanma vaktindeki durum değil.

Bizim delilimiz şudur: Lânetleşmeden ve haddin uygulanmasından önce öyle bir husus ortaya çıkmaktadır ki, eğer bu baştan beri mevcut olsaydı, lânetleşmenin sıhhatini ve haddin vücubunu engellerdi. İkinci halde de bunun ortaya çıkması aynı şeydir. Nitekim bir kimse zahiren adaletli olan iki şahit tutacak olsa, hakim de onların zina etmek, içki içmek gibi bir fiil İşledikleri için, fasıklıkları ortaya çıkıncaya kadar şahitlikleri gereğince hüküm vermeyecek olursa (bu durumun ortaya çıkışından sonra) hakimin onların, o husustaki şahitlikleri ile hüküm vermesi câiz değildir. Aynı şekilde iffet ve muhsan oluşa dair hüküm de zahire bakılarak tesbit edilir, kat'î ve yakîn bir kanaat göz önünde bulundurulmaz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Mü’minin sırtı koruma altındadır." Dolayısıyla katî bir delil bulunmadıkça iftira edene had uygulanmaz. Başarı Allah'tandır.

14- Bir Kimse Hamile Kalmayacak Kadar Yaşlı Olan Hanımına Zina İftirasında Bulunacak Olursa:

Bir kimse hamile kalmayacak kadar yaşlanmış karısına zina isnadında bulunacak olursa lânetleşirler. Erkek kendisine uygulanacak haddi, kadın da kendisine gelecek olan azâbı defetmek için lanetlesin Şayet hamile kalmayacak kadar küçük yaşta olursa, bu sefer erkek, üzerinden haddi defetmek için lânetleşir, kadın lânetlegmez. Çünkü ikrar edecek olursa, ona herhangi bir ceza uygulanmaz. İbnu'l-Mâcişûn der ki: Buluğ yaşına gelmemiş olana iftira eden kimseye had uygulanmaz. el-Lahmî der ki: Buna göre hamile olmayacak kadar küçük kadının kocasının lânetleşme yükümlülüğü de yoktur.

15- Birisi Koca Olmak Üzere Dört Kişi Bir Kadının Zina Ettiğine Dair Şahitlik Ederlerse:

Dört kişi bir kadının zina ettiğini söyleyip, bu dörtten birisi kadının kocası ise koca lânetleşir, diğer üç şahide de had cezası vurulur. Şâfiî'nin iki görüşünden birisi budur, ikinci görüşe göre ise bunlara had uygulanmaz.

Ebû Hanîfe der ki: Eğer koca ile birlikte üç kişi baştan şahitlik ederse, şahitlikleri kabul edilir ve kadına had cezası uygulanır. Bizim delilimiz yüce Allah'ın:

"Muhsan hanımlara iftira edenler..." (6. âyet) âyetidir. Bu âyet ta yüce Allah muhsan bir kimseye iftira edip de dört şahit getiremeyen kimseye had cezası uygulanacağını haber vermektedir. Bu âyetin zahiri iftira eden kimsenin dışında dört tane şahidin getirilmesini gerektirmektedir. Koca ise hanımına iftira eden bir kimsedir. Dolayısıyla o da şahitlerden birisi olmaktan çıkmıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

16- Koca, Karısının Hamileliğinin Kendisinden Olmadığını İddia Etmeyecek Olursa:

Koca, hanımının hamile olduğunu görüp de onun kendisinden olmadığını söylemeyecek olursa, artık sustuktan sonra onu tekrar reddetme hakkı kalmaz. Şureyh ile Mücahid: Ebediyyen o çocuğu reddetme hakkına sahiptir, demişlerdir. Ancak bu bir hatadır, çünkü hamileliği öğrendikten sonra susması, onun kendisinden olduğuna rıza göstermesi demektir, Tıpkı önce çocuğun kendisinden olduğunu ikrar edip daha sonra onu nefyetmesi gibidir. O durumda onun bu nefyi kabul edilmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

17- Koca, Karısının Hamileliğinin Kendisinden Olmadığını Söylemeyi Gerekçeye Bağlı Olarak Erteleyecek Olursa:

Koca, karısının hamileliğinin kendisinden olmadığını İleri sürmeyi doğum yapıncaya kadar erteler ve: Ben bunun ileride boşalacak bir kist olacağını yahut ta düşük yaparak böylelikle iftiradan kurtulmuş olacağımı ümit ediyordum, diyecek olursa, doğumdan sonra o çocuğun kendisinden olmadığını söylemesi mümkün belirli bir süresi var mıdır ve bu süreyi geçirecek olursa bu İmkân ortadan kalkar rru? Bu hususta görüş ayrılığı vardır.

' Biz (Mâlikîler) deriz ki: Şayet o, üç gün geçinceye kadar mazeretsiz olarak susarsa, o çocuğun kendisinden olduğuna razı demektir ve o çocuğun kendisinden olmadığını ileri süremez. Şâfiî de bu görüştedir. Yine Şâfiî şöyle demiştir: Adet olduğu üzere hakimin huzurunda imkân bulmakla birlikte, çocuğun kendisinden olmadığını söylemeyecek olursa, artık bundan sonra o çocuğun kendisinden olmadığını söyleme hakkı kalmaz.

Ebû Hanîfe: Ben bu hususta herhangi bir iddete itibar etmiyorum, demektedir, Ebû Yûsuf ile Muhammed: Bu hususta nifâs (lohusalık) müddeti olan kırk günlük bir süre muteberdir, demişlerdir.

İbnu'l-Kassar der ki; Görüşümüzün delili şudur: Babanın kendi çocuğunun, kendisinden olmadığını söylemesi haramdır. Kendisinden olmayan bir çocuğun kendisinden olduğunu söylemesi de haramdır. O bakımdan bu çocuğun kendisinden olmadığını söylemesinin câiz olup olmadığı hususunda gereği üzere düşünüp taşınabilmesi için ona genişlik tanımak kaçınılmaz bir şeydir. Bu süreyi üç gün olarak belirlememizin sebebi çokluğun ilk sınırı, azlığın da son sının oluşundandır. Nitekim el-Mûsarrat (diye bilinen memeleri bağlandığı için, memeleri sütle dolmuş koyun, inek, dişi deve vs.)nin durumunun tecrübe edilebilmesi için tanınan süre de üç gündür. Burada da bu sürenin öylelikle tanınması gerekir.

Ebû Yûsuf İle Muhammed'in kabul ettikleri süreyi (mesela) doğum ve süt emzirme süresine tercih etmeyi haklı kılacak herhangi bir sebeb yoktur. Çünkü bu konuda onların lehine şeriatte herhangi bir şahit bulunmamaktadır. Biz ise bu hususta şeriatte musarrat için l,anınan sürede bir şahit zikretmiş bulunmaktayız.

18- Birisine Harf Ziyadesi ya da Eksiği ile "Zinakâr" Demek:

İbnu'l-Kassar der ki: Bir kadın kocasına ya da yabancı birisine: Ey zaniye (erkeğe zani, kadına zaniye denilir) diyecek olursa, aynı şekilde yabancı bir erkek, yabancı bir erkeğe böyle hitab edecek olursa, bu hususta bizim mezhebimize mensub ilim adamlarının herhangi bir ifadelerinin bulunduğunu bilmiyorum. Ancak kanaatime göre böyle bir söz kazf olur ve bunu söyleyene de had uygulanır, çünkü böyle diyen bir kimse bununla bir harf ziyade söylemiş olmaktadır. Şâfiî ile Muhammed b. el-Hasen de böyle demiştir. Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf derler ki: Bu söz kazf olmaz. (Hanefi mezhebi İmâmları) ittifakla derler ki: Karısına ("ya" eksiği ile) ey zani diyecek olursa, bu bir kazftir. Bunun erkek hakkında kazf oluşunun delili ise şudur: Şayet hitabtan manası anlaşılıyor ise hükmü de sabit olur. İster bu Arapça almayan bir lafızla söylensin, ister Arapça söylensin. Nitekim bir kimse kadına (erkeğe hitab olan kip ile:) sen zina ettin diyecek olursa, bu dahi kazf olur. Çünkü bunun manası bu lâfızdan anlaşılmaktadır, Ebû Hanîfe İle Ebû Yûsuf’un lehine delil şudur: Yüce Allah'ın:

"Bir kısım kadınlar... dediler." (Yusuf, 12/30) âyetinde kadınlar hakkında müzekker kipin kullanılması uygun olduğuna göre, bir kimsenin bir kadına "(erkeğe hitab olan şekliyle): ey zani" demesinin kazf olması da uygun düşmektedir. Ancak müzekker fiilin önceden gelmesi halinde müennes olarak kullanılması câiz olmadığından dolayı, müennes kip ile ona hitab etmesinin bir hükmü olmaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

19- Fasit Nikâhla Nikâhlandığı Zevcesi ile Liân Olur mu?

Fasit nikâh ile nikâhlı zevcesi ile liân yapar. Çünkü o kadın ile ilişki kurmuş bulunmaktadır ve bu durumda neseb ona ilhak edilir. O bakımdan bu hususta liân da söz konusu olur.

20- Koca Lânetleşmeyi Kabul Etmeyecek Olursa:

Koca lânetleşmeyi kabul etmeyecek olursa, hükmün ne olacağı hususunda farklı görüşler vardır. Ebû Hanîfe der ki: Ona had uygulanmaz, çünkü yüce Allah, yabancı İçin haddi, koca için Hânı öngörmüştür. Yabancı kimsenin iftirası halinde liân söz konusu olmayacağına göre, koca hakkında da had söz konusu olmaz. Ancak lânetleşmeyi kabul edinceye kadar hapse atılır. Çünkü hadler kıyasa başvurmak suretiyle ertelenemez.

Malik, Şâfiî ve fukahânın çoğunluğu şöyle demektedirler: Koca lânetleşmeyi kabul etmeyecek olursa, ona had uygulanır. Çünkü yabancı için şahitler ne ise, onun İçin iftiradan uzak olduğunu ortaya koymakta laneti eşmek odur. Eğer yabancı bir kimse şahit getirmeyecek otursa ona had uygulanır. Lânetleşmeyecek olursa kocanın hükmü de bu olmalıdır. el-Aclânî ile İlgili hadiste buna delâlet eden hususlar vardır. Çünkü o hadiste el-Aclânî'nin şöyle dediği kaydedilmektedir: "Eğer susarsam, beni öfkelendiren bir hususa rağmen susmuş olacağım. Eğer öldürürsem öldürüleceğim, konuşursam bana sopa cezası uygulanacak."

21- Şahitleri ile Birlikte Kocanın Lânetleşme Hakkı Var mıdır?:

Yine ilim adamları kocanın şahit getirmekle birlikte lânetleşme hakkı olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Malik ile Şâfiî der ki: Şahitleri ister olsun, ister olmasın lânetleşir. Çünkü şahidlerin, haddi bertaraf etmenin dışında herhangi bir etkileri yoktur. Çocuğun kendinden olmadığını İleri sürmek ve bunu kabul etmemek için de lânetleşme kaçınılmaz bir şeydir.

Ebû Hanîfe ve mezhebine mensub ilim adamları şöyle derler: Kocanın lânetleşmesi kendisinden başka şahitlerinin bulunmadığı halde söz konusudur. Çünkü yüce Allah:

"Kendilerinden başka şahitleri olmayanların herbirisinin şahitliği..." diye buyurmaktadır.

22- Lânetleşmeye Önce Kim Başlar:

Lânetleşmeye, yüce Allah'ın âyetinde öncelikle kendisinden söz ettiği kimse olan koca başlar. Bunun sonucunda koca kendisine uygulanacak iftira cezasını önlemiş ve çocuğun kendisinden olmadığını bildirmiş olmaktadır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ya delil getirirsin yahut da sırtına bir had uygulanacaktır."

Şayet kocadan önce kadının başlaması istenecek olursa câiz olmaz. Çünkü bu yüce Allah'ın zikrettiği sıranın aksine olur. Ebû Hanîfe, câiz olur demiştir, ancak bu batıldır. Çünkü Kur'ân'ın zahirine muhaliftir, Ayrıca bu hususta onun dayandığı bir esası olmadığı gibi, mana itibariyle de görüsünü güçlendirecek bir taraf yoktur. Bilakis mana bizi desteklemektedir, çünkü kadın iânetleşmeye başladığı takdirde o sabit olmamış bir şeyi reddetmiş olur ki; bunun da açıklanabilir bir tarafı yoktur.

23- Lûnetleşme Keyfiyeti:

Lânetleşme keyfiyetine gelince; hakim lânetleşecek kocaya şöyle der: Deki: Allah adına şahitlik ederim ki, ben bu kadını zina ederken gördüm. Zina eden erkeğin fercini, onun fercinde sürmedanlıktaki sürme mili gibi gördüm ve onu gördükten sonra ben onunla ilişki kurmadım. Dilersen şöyle de diyebilirsin: Yemin olsun ki bu kadın zina etti ve onun zinasından sonra da ben onunla bir ilişki kurmadım. Bu iki lâfızdan dilediği herhangi birisini dört defa tekrarlar. Şayet bu lâfızlar hakkında veya herhangi birisinde yemin etmekten kaçınacak olursa, ona had uygulanır.

Şayet hamileliğin kendisinden olmadığını ileri sürecek olursa şöyle der: Allah adına şahitlik ederim ki, ben onun hamile olup olmadığını anlamak için ondan uzak'durdum ve ondan sonra da onunla ilişki kurmadım ve bu hamilelik benden değildir, diyerek ona işaret eder. Bu hususta da dört defa yemin edip bu yeminlerin herbirisinde: Onun aleyhine söylemiş olduğum bu sözümde şüphesiz ki ben doğru söyleyenlerdenim, Daha sonra beşincisinde de: "Eğer yalan söyleyenlerden isem Allah'ın laneti üzerime olsun" der. İsterse: Eğer onun hakkında söylediğim hususlarda yalan söylüyor isem... da diyebilir.

Koca bunları söylediği takdirde ona had uygulanmaz ve çocuğun da kendisinden olmadığı sabit olur. Koca lânetleşmesini bitirdikten sonra kadın kalkar ve Allah adına dört defa yemin eder. Bu yeminlerinde: Allah adına şahitlik ederim ki o yalancıdır. Yahut; o benim aleyhime ileri sürdüğü iddia ve söz konusu ettiği hususlarda yalan söyleyenlerdendir, der. Şayet hamile ise: Ve şüphesiz benim bu gebeliğim ondandır, der. Sonra da beşincisinde:

Eğer o doğru söyleyen birisi ise, Allah'ın gazabı üzerime olsun; ya da: Eğer bu söylediği sözlerinde doğru söyleyenlerden ise... der.

Zina iftirası dolayısı ile lânetleşmeyi vacib kabul edenlere göre bu dört şahitlikten herbirisinde: Allah adına şahitlik ederim ki, şüphesiz ki ben filan kadın hakkındaki zina iddiamda doğru söyleyenlerdenim, der. Beşincisinde ise: Eğer onun hakkında iddia ettiğim zina hususunda ben yalan söylüyor isem Allah'ın laneti üzerime olsun. Kadın da der ki: Allah adına şahitlik ederim ki, o bana isnad ettiği zina hususunda yalan söyleyen birisidir. Beşincisinde de: Eğer o bana isnad etmiş olduğu zina hususunda doğru söyleyen birisi ise Allah'ın gazabı üzerime olsun, der.

Şâfiî der ki: Lânetleşen kişi; Ben eşim, filanın kızı filana isnad ettiğim zina iddiasında doğru söyleyenlerden olduğuma dair Allah adına şahi'lik ederim, der ve eğer hazır bulunuyor ise ona işaret eder. Bu sözlerini dört defa tekrarlar. İmâm (halife, hakim) ona öğüt verir, yüce Allah'ı hatırlatır ve ona der ki: Eğer doğru söylemiyor isen, Allah'ın lanetine uğrayacağından korkarım. Şayet bu lânetleşmeye devam etmek istediğini görür ise birisine eliyle ağzını kapatmasını ister ve şöyle demesini emreder: Senin: Eğer yalancılardan isem Allah'ın taneli üzerime olsun, sözlerini söylemen lanetin senin üzerine inmeni gerektirir. Şayet yine kabul etmeyecek olursa onu bırakır ve şu sözleri söyler: Eğer ben filan kadına İsnad ettiğim zina iddiasında yalan söyleyenlerden isem, Allah'ın laneti üzerime olsun.

Şâfiî bu hususta Ebû Dâvûd'un, İbn Abbâs'tan naklettiği rivâyeti delil göstermektedir. Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) lânetleşen karı-kocaya lânetleşmelerini emrettiği esnada bir adama da, beşinci yemini yapacağı sırada elini ağzına koymasını emredip: Bu (lanetin sana gelmesini) gerektiricidir, demiş olmasını delil göstermektedir. Ebû Dâvûd, Talâk 27, hadis no: 2256'da; bu hatırlatmaların yapıldığı zikredilmekte ise de, ağızlarının birisi tarafından kapatıldığına dair bir ifade geçmemektedir.

24- İsmini Zikrettiği Bir Adam ile Karısının Zina Ettiğini Söyleyenin Hükmü:

İlim adamları ismen zikrettiği bir adam ile zina ettiğini söyleyerek, karısına zina isnad eden kimseye had uygulanıp uygulanmayacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Malik der ki: Karısı dolayısıyla liân yapması gerekir. Zina ettiğini söylediği adam dolayısıyla da ona had uygulanır. Ebû Hanîfe de böyle demiştir, çünkü bu sözleriyle zina iftira etmek zorunda olmadığı bir kimseye zina isnadında bulunmuş olmaktadır.

Şâfiî: Ona had gerekmez, demektedir, çünkü yüce Allah karısının zina ettiğini söyleyen bir kimseye: "Eşlerine zina isnad edip..." âyeti ile sadece bir haddin uygulanmasını öngörmüş ve muayyen bir kimsenin ismini zikreden ile zikretmeyen arasında herhangi bir ayırım gözetmemiştir, el-Aclanî de karısının Şerik ile zina ettiğini söylediği gibi, Hilal b. Ümeyye de aynı şekilde söylemiş ve bunlardan herhangi birisine ayrıca had uygulanmamıştır. İbnu'l-Arabî der ki: Kur'ân-ı Kerîm'in zahiri bizim lehimizedir, çünkü yüce Allah yabancı bir kimse ile zevceye zina iftirasında bulunma ile ilgili haddi mutlak olarak zikretmiş, daha sonra zevceye zina isnadı dolayısıyla hadden liân ile kurtulacağı hususi hükmünü getirmiştir. Yabancılara zina isnad etme hükmü ise âyetteki mutlak hal ile kalmıştır. Şerik dolayısıyla el-Aclânî'ye ve Hilal'e had uygulanmayışının sebebi ise, Şerik'in böyle bir talepte bulunmayışıdır. Kazf haddi de gerek bizim, gerek onların icmaı ile ancak mağdur tarafın talebinden sonra İmâm tarafından uygulanır.

25- Liânın Yapılacağı Yer:

Lânetleşen iki kişi lânetleşmelerini bitirdikten sonra ayrılırlar ve onların herbirisi caminin, diğerinin çıktığı kapıdan farklı bir kapısından çıkar. İkisinin de aynı kapıdan çıkmalarının lanetlenmelerine bir zararı olmaz.

Laneti eşmenin ancak sultanın yahut da onun yerini tutan bir hakimin huzurunda ve cuma namazının kılındığı bir camide yapılacağı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Kimi ilim adamları lânetleşmenin ikindi namazından sonra camide yapılmasını müstehab kabul etmiştir.

Hristiyan olan bir kadın, müslüman kocası ile kendisinin tıpkı müslüman kadının laneti eşeceği gibi, kilisesinin ta'zim edeceği bir yerinde laneti esir.

26- Lânetleşmenin Sonucu Olan Hükümler:

Malik ve mezhebine mensub ilim adamları derler ki: Lânetleşme tamam oldu mu lânetleşen kişiler artık birbirlerinden ayrılırlar. Ebediyyen bir daha bir araya gelemezler, biri diğerinden miras alamaz. İster bir kocayla evlenmeden önce, ister sonra bir daha tekrar kocanın o kadına dönmesi de helâl olmaz. el-Leys b. Sa'd'ın, Züfer b. el-Huzeyl'in ve el-Evzaî'nin görüşü de budur.

Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve Muhammed b. el-Hasan ise der ki: Hakim onları birbirlerinden ayırmadığı sürece lânetleşmeyi bitirmelerinden sonra birbirlerinden ayrılmış olmazlar. es-Sevri de bu görüştedir. Çünkü İbn Ömer şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) lânetleşen kimseleri birbirinden ayırmıştır. Buhârî, Tefsir 24. sûre 4; Ebû Dâvûd, Talâk 27; Dârimi, Nikâh 39. İbn Ömer bu sözleriyle ayırma işini Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a izafe etmiştir. Diğer bir delilleri de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın; "Senin onun aleyhine bir yolun yoktur" Buhârî, Talâk 33, 53; Müslim, Liân 5; Ebû Dâvûd, Talâk 27; Nesâî, Taiük 44; Müsned, U, 11. âyetidir

Şâfiî de der ki: Koca şahitliği ve laneti eşmeyi tamamladıktan sonra artık karısının onunla evlilik bağı kesilmiş olur. Karısı ister lânetleşsin, ister lânetleşmesin. (Şâfiî) der ki: Kadının lânetleşr ıesi sadece kendine haddin uygulanmasını önlemek içindir, başka bir sebebi yoktur. Onun lânetleşmesinin aradaki evlilik bağının sona ermesinde herhangi bir katkısı olmaz. Erkeğin lanetlenmesi, çocuğun kendisinden olmadığını ortaya koyduğuna ve erkeğin üzerinden haddi kaldırdığına göre; aradaki evlilik bağı da sona erer.

Osman el-Bettî ise lanetlenmenin, koca ayrıca karısını boşamadıkça aradaki evlilik bağına bir eksiklik getirdiği görüşünde değil idi. Böyle bir görüşü ondan önce Ashab-ı Kiram'dan herhangi bir kimse ifade etmiş değildir. Bununla birlikte el-Bettî lânetleşen kocanın lânetleşmeden sonra karısın) boşamasını müstehab kabul etmiş, bundan önce müstehab kabul etmemiştir. Bu da ona göre lânetleşmenin yeni bir hüküm ihdas etmiş olduğunun delilidir. Osman'ın aynı görüşünü -et-Taberî'nin naklettiğine göre- Cabir b. Zeyd de ifade etmiştir. Bu görüşü el-Lahmî, Muhammed b. Ebi Sufra'dan da nakletmektedir. (Mâlikî) mezhebin(in) meşhur olan görüşü ise lânetleşmenin bizzat tamamlanması ile birlikte birbirlerinden ayrılmalarının gerçekleşeceği şeklindedir. Bu görüşün sahipleri şunu delil gösterirler: Yüce Allah'ın kitabında erkek veya kadının lânetleşmesi halinde ayrılığın gerçekleşmesini gerektirecek bir hüküm yoktur. Ayrıca Uveymir de: Eğer onu yanımda tutacak olursam, ona yalan söylemiş olurum, demiş ve onu üç defa boşamıştır. Ona: Böyle bir söz söylemene gerek olmadığı halde niye böyle bir söz söyledin, çünkü sen lânetlegmekle onu boşamış oldun, dememiştir.

Meşhur olan görüşünde Malik'in ve ona muvafakat edenlerin lehine delil Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Senin onun aleyhine herhangi bir yolun yoktur" diye buyurmuş olmasıdır. Bu ise onun lânetleşmenin tamamlanmasıyla birlikte, karısının aleyhine herhangi bir yolunun kalmamış olduğunu bildirmektedir, Onları birbirinden ayırması ise yeni bir hüküm değildir, o yüce Allah'ın aralarında emretmiş olduğu uzaklaşmanın yerine getirilmesinden ibarettir. Zaten tânetleşmenin sözlükteki anlamı da budur. Lânetleşmek, karşılsklı olarak uzaklaştırmak, birinin diğerini kovması anlamındadır.

27- Koca Lânetleşmeden Sonra Kendisinin Yalan Söylediğini İleri Sürerse:

İlim adamlarının çoğunluğunun kanaatine göre lânetleşen karı-koca bir daha ebediyyen nikâhtanamazlar. Şayet koca, daha sonra kendisinin yalan söylediğini söyleyecek olursa, ona had uygulanır ve çocuk onun nesebine katılır. Bununla birlikte karısı da ona ebediyyen bir daha geri dönmez. Uygulama, hakkında şüphe ve ihtilâfın söz konusu olmadığı bu sünnet üzere yapılagelmiştir.

İbnu’l-Münzir'in, Atâ'dan naklettiğine göre lânetleşen koca eğer lânetleşmeden sonra yalan söylediğini söyleyecek olursa, ona had uygulanmaz. Ancak onlar Allah'tan gelen bir lanet sebebiyle de birbirlerinden ayrılmış olurlar.

Ebû Hanîfe ve Muhammed de şöyle demektedirler: Yalan söylediğini bildirecek olursa, ona had uygulanır ve çocuk nesebine katılır. Bundan sonra da artık o da o kadına talib olacaklardan birisi olur, dilerse onu ister. Bu aynı zamanda Said b. el-Müseyyeb, el-Hasen, Saîd b. Cübeyr ve Abdu'l-Aziz b. Ebi Seleme'nin de görüşüdür. Derler ki; Çocuk onun nesebine katıldığı gibi artık nikâhlanması da onun için helâl olur. Çünkü bu İkisi arasında herhangi bir fark yoktur.

Çoğunluğun görüşüne delil, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Senin onun -aleyhine bir yolun yoktur" hadisidir. Burada "kendi kendini yalanlama halin müstesna" diye buyurulmamıştır,

İbn İshak ve bir topluluk ez-Zührî'den şöyle dediğini rivâyet ederler: Sünnet, bu ikisi laneti eştikleri takdirde bunların birbirlerinden ayrılacakları ve ebediyyen bir araya gelemeyecekleri şeklinde uygulana gelmiştir.

Bunu Dârakutnî de rivâyet ettiği gibi, bunu Saîd b. Cübeyr yoluyla gelen merfû' bir hadis olarak da rivâyet etmiştir. Saîd b. Cübeyr'in, İbn Ömer (radıyallahü anh)dan, onun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan rivâyetine göre Peygamber şöyle buyurmuştur: "Lânetleşen iki kişi ayrıldıkları takdirde, ebediyyen bir daha bir araya gelemezler." Dârakutnî, III, 276

Ali ile Abdullah (b. Mes'ûd)un da şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Sünnetin uygulanması şu ki: Lânetleşen kişiler bir daha bir araya gelemezler. Ali (radıyallahü anh)dan; "ebediyyen" kaydı da vardır. Dârakutnî, III, 276-7

28- Lânetleşmenin Gerçekleşmesi İçin Gerekli Unsurlar;

Lanetlenmenin dört hususa ihtiyacı vardır:

Lâfızların sayısı: Bu da az Önce geçtiği üzere dört defa şahitliktir.

Yer: Orada bulunulan yerdeki en şerefli bir mekâna gidilir. Eğer Mekke'de iseler rükün ile makam arasında, Medine'de iseler minberin yanında, Beytu'l-Makdis'te iseler malum kayanın yanında, şayet diğer şehirlerde bulunuyor iseler oranın mescidlerinde lânetleşirler. Eğer kâfir iseler ta'zimine inandıkları yerlere gönderilirler, yahudi iseler havrada, mecusi iseler ateş mabedinde, putperest gibi dinsiz kimseler iseler hakimin hüküm vereceği mecliste aralarında lânetleşirler.

Zaman: İkindi vaktinden sonradır.

İnsanların toplanması: Bu da dört ve daha fazla kişinin huzurunda yapılmasıdır.

Görüldüğü gibi lâfız ve insanların bir arada bulunması temel şartlar, zaman ve mekan ise müstehab şartlardır.

29- Lânetleşmede Ayrılığın Gerçekleşeceği Zaman ile İlgili Görüş Ayrılıklarının Etkisi:

Lânetleşenlerin birbirinden ayrılması ancak lânetleşmenin tamamlanmasıyla gerçekleşir, diyenlerin görüşüne göre lânetleşme tamamlanmadan önce taraflardan birisi Ölecek olursa, diğeri ona mirasçı olur.

Ayrılık ancak İmâmın (veya onun yerine bakanın) ayırması ile gerçekleşeceğini söyleyenlerin görüşüne göre; birisi bundan ve lânetleşmenin tamamlanmasından önce ölecek olursa, diğeri ona mirasçı olur.

Şâfiî'nin görüşüne göre kadın lanetlenmeden önce, taraflardan birisi ölecek olursa, biri diğerinin mirasçısı olamaz.

30- Lânetleşme Sonucu Meydana Gelen Ayrılık Nikâhın Feshedilmesi midir?

İbnu’l-Kassâr dedi ki: Bize göre lânetleşme dolayısıyla meydana gelen ayırma nikâhın feshi değildir. el-Müdevvene'de benimsenen görüş budur. Çünkü Hân ile meydana gelen ayrılığın hükmü, tıpkı talâk sonucu ayrılığın hükmü gibidir. Kendisi ile gerdeğe girilmemiş olan kadına mehrin yarısı verilir.

İbnul-Cellâb'ın Muhtesasında ise: Böyle bir kadına hiçbir şey verilmez. ' Bu görüşe göre; lânetleşme sonucu meydana gelen ayırmanın, fesholması gerekir.

11

O olmadık İftirada bulunanlar sizden bir topluluktur. Siz bunu kendiniz için kötü bir şey sanmayın, bilakis o sizin için hayırlıdır. Onlardan herbirisînin kazandığı günah kendisinindir. Aralarından sözün en büyüğünü söyleyene ise çok büyük bir azâb vardır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı yirmisekiz başlık Ancak, görüleceği gibi başlık sayısı yirmisekiz değil, yirmiyedidir. halinde sunacağız:

1- Âyetlerin Nuzül Sebebi:

Yüce Allah'ın:

"O olmadık iftirada bulunanlar sizden bir topluluktur." âyetindeki;

"Bir topluluktur" âyeti; "Muhakkak ki..." edatının haberidir. Hai olarak nasbedilmesi de caizdir. O takdirde haber "onlardan herbirisînîn kazandığı günah kendisinindir" âyeti olur.

Bu âyetlerin nüzul sebebine gelince; hadis İmâmlarının rivâyet ettiği Âişe (radıyallahü anhnhâ)nın başından geçen olayla ilgili uzunca İfk hadisinde zikredilenlerdir. Bu da sahih ve meşhur bir haberdir. Bu haberin şöhreti onu ayrıca zikretmeye ihtiyaç bırakmayacaktır. Biraz sonra muhtasar olarak gelecektir. Ayrıca Buhârî bu hadisi muallak olarak da rivâyet etmiştir, onun rivâyeti daha eksiksizdir. O şöyle demektedir:

Üsâme, Hişam b. Urve'den, o babasından, o Âişe'den rivâyetle dedi ki:.. Merhum müfessirimizin verdiği bu sened ile Buhârî'nin verdiği senedlerin mukayesesi için bk.: Buhârî, Şehâdât 2, 15, Tefsir 12. sürt- 3, 24. sûre 6, 7, Meğâzî, 32, 34, Eyinân 13, 18, İ'tisâm 28, Tevhîd 35, 52.

Yine Buhârî bu hadisi Muhammed b. Kesir'den, o kardeşi Süleyman'dan, Mesrûk'un rivâyetinden, Mesrûk, Âişe'nin annesi Um Rûrnân'dan rivâyete göre Um Rûmân dedi ki: Âişe'ye iftira edilince (ve o da bu haberi aldığında) bayılıp yere düştü... Buhârî, Tefsir 24. sûre 7.

Yine Mûsa b. İsmail'den, o Ebû Vail yoluyla gelen hadiste şöyle dediği nakledilmektedir: Bana Mesrûk b. el-Ecda' anlattı dedi ki: Bana Âişe'nin annesi olan Um Ruman anlattı dedi ki: Ben ve Âişe oturduğumuz bir sırada ensardan bir kadın yanımıza gelip dedi ki: Allah filana şunu yaptı, Allah filâna şunu yaptı. Um Ruman; Bu dediğin de ne demek oluyor? diye sordu. Kadın dedi ki: Ben bu söze dalıp konuşanlardan birisiydim. Yine: Bu da ne demek? diye sorunca, kadın: Şöyle şöyle dedi. Âişe: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da duydu mu? diye sorunca, kadın: Evet, dedi, Peki ya Ebubekir? diye sordu, kadın yine: evet, dedi ve olduğu yerde baygın düştü. Kendisine geldiğinde ateşi yükselmiş ve titriyordu. Üzerine elbiselerini bıraktım ve onu örttüm. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) geldi: "Buna böyle ne oluyor?" diye sordu. Ben: Ey Allah'ın Rasûlü! Onu titreten bir hummaya yakalandı (ateşi yükseldi.) Şöyle buyurdu: "Bu konuda dilde dolaşan bir söz dolayısıyladır belki." (Um Rûmân): Evet, dedi. Bunun üzerine Âişe oturdu ve dedi ki: Allah'a yemin ederim, yemin edecek olursam benim doğru söylediğime inanmazsınız. Eğer bir şeyler söyleyecek olursam, benim hiçbir kusurumun olmadığını kabul etmezsiniz. Benim misalim ile sizin misaliniz Ya'kub ile onun oğullarına benzer. Bu söylediklerinize karşı Allah'tan yardım taleb ederim. (Um Rûmân) dedi ki: Peygamber bir şey söylemeksizin çıkıp gitti. Yüce Allah da onun suçsuz olduğuna dair âyetlerini indirdi. (Âişe) dedi ki: Bundan dolayı Allah'a hamdederim. Bundan ötürü ne kimseye, ne de (Resûlüllahı kastederek) sana hamd etmem söz konusudur. İfk Hadisi'nin az önce Buhârî'de gösterilen yerler dışında zikredildiği başka yerlerin bazıları: Müslim, Tevbe 56; Tirmizî, Tefsir 24. sûre 4; Müsned, VI, 59-60, 194-196.

Ebû Abdullah el-Humeydî dedi ki: Karşılaştığımız Bağdatlı hadis hafızlarından birisi şöyle derdi: Bu hadisin mürsel oluşu açıkça ortadadır. O buna şunu delil gösterir; Um Rûmân, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hayattayken vefat etmiştir. Mesrûk'un, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı görmediğinde ise hiçbir görüş ayrılığı yoktur.

Buhârî'nin kaydettiği Ubeydullah b. Abdullah b. Ebi Muleyke yoluyla gelen hadise göre de Âişe (radıyallahü anhnhâ) -yüce Allah'ın 15. âyet-i kerîmede ki:

"O zaman siz o sözü birbirinizin dilinden alıp, duruyordunuz." anlamındaki âyeti-: "Dillerinizle yalan yere onu uyduruveriyordunuz" diye okur Buraya kadar: Buhârî, Tefsir 24. sûre 8 ve "el-velk" yalan söylemek demektir, dermiş. İbn Ebi Müleyke dedi ki: O, bu hususu başkalarından daha iyi bilirdi. Çünkü bu âyetler onun hakkında nazil olmuştur. Buhârî, Meğâzî 34.

Buhârî dedi ki: Ma'mer b. Râşid, ez-Zührî'den naklen dedi ki: İfk olayı el-Müreysî, gazvesinde meydana gelmiştir. Buhârî, Meğâzî 32. Ancak, "Ma'mer b. Râşid" yerine: "en-Nu'mân b. Râşid" İbn İshak da der ki: Bu hicretin altıncı yılında olmuştur. Mûsa b. Ukbe ise dördüncü yılında demektedir. Buhârî, Meğâzî 32 Yine Buhârî, Ma'mer'den, o ez-Zührî'den şöyle dediğini kaydeder: el-Velid b. Abdi'l-Melik bana dedi ki: Ali'nin iftiraya katılanlar arasında olduğuna dair sana bir rivâyet geldi mi? Ben: Hayır, dedim fakat senin kavminden iki kişi olan Ebû Seleme b. Abdu'r-Rahmân ile Ebubekir b. Abdu'r-Rahmân b. el-Haris b. Hişam'ın bana haber verdiklerine'göre Âişe kendilerine şöyle demiştir: Ali kendisi ile alakalı bu hususta konuşmamış kimselerden idi. Buhâri, Meğâzî 34 Bunu ayrıca Ebubekr el-İsmailî de "el-Muharrac ale's-Sakih" adlı eserinde Ma'mer'in, ez-Zührî'den aktardığı bir başka rivâyetle kaydetmiştir. Orada da şöyle denilmektedir: (ez-Zührî) dedi ki: Ben el-Velid b. Abdi'l-Melik'in yanında idim. Bana dedi ki: "Aralarından sözün en büyüğünü söyleyen kişi" Ali b. Ebî Tâlib'dir. Ben, hayır dedim. Bana Said b. el-Müseyyeb, Urve, Alkame, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe anlattı. Hepsi dedi ki: Âişe'yi şöyle derken dinledim: "Aralarından sözün en büyüğünü söyleyen kişi" Abdullah b. Ubeyy b. Selûl'dür. Bk. ibn Hâcer, Fethu'l-Bârl, VII, 502 Yine Buhârî'nin, ez-Zikrî'den, o Urve'den o Âişe yoluyla rivâyet ettiğine göre, "aralarından sözün en büyüğünü söyleyen kişi" Abdullah b. Ubeyy idi. Buhârî, Tefsir 24. sûre 5.

2- Âyetlerdeki Bazı Lâfızlar:

Yüce Allah'ın:

"Olmadık iftira" (anlamını verdiğimiz): İfk: yalan, demektir. "el-Usbe (bir topluluk)" ise üç adam demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Yine ondan nakledilen bir açıklamaya göre üçten dokuza kadar kişiyi ifade eder. İbn Uyeyne kırk adam diye açıklamıştır. Mücahid, ondan onbeşe kadar demiştir. Bu kelimenin sözlükte ve Arap dilinde asıl anlamı biri diğerini destekleyip güçlendiren topluluk demektir.

"Hayır"ın gerçek mahiyeti faydası, zararından daha fazla olan demektir. "Şer" ise zararı, faydasından çok olana denilir. Hiçbir şer ihtiva etmeyen hayır cennet, hiçbir hayır ihtiva etmeyen şer ise cehennemdir,

Allah'ın dostlarına inen belâ hayırdır, çünkü onun verdiği dünyadaki acı dolayısıyla zararı azdır. Hayrı ise âhiretteki pek büyük sevap ve mükâfatıdır.

Yüce Allah Âişe (radıyallahü anhnhâ)nın, onun yakınlarının ve Safvan'ın dikkatini çekmektedir. Çünkü

"siz bunu kendiniz İçin kötü bir şey sanmayın, bilakis o sizin İçin hayırlırdır" âyetinde hitab onlaradır. Hayırlı olmasına sebeb ise, fayda ve hayırlılık tarafının, şer tarafına ağır basmasıdır.

3- İfkin (Hazret-i Âişe'ye İftiranın) Sebebi:

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) el-Mureysî' gazvesinin kendisi olan Mustalıkoğulları gazvesinde Âişe'yi de beraberinde almıştı. Geri dönüp Medine'ye yaklaştığında gece vakti yola koyulmak ilanı verildi- O da yola koyulma ilanı esnasında kalkıp ordugahın bulunduğu yerden bir parça uzaklaştı. İhtiyacını görüp de geri döndüğünde, içine girip yerleşmek üzere hevdece doğru yürüdü. Elini göğsüne değdirdiğinde Zafar boncuğundan yapılmış bir gerdanlığının kopmuş olduğunu anladı. Geri dönüp onu aradı. O gerdanlığı aramasından dolayı kafileden geri kaldı. Nihayet gerdanlığı bulup geri döndüğünde kimseyi bulamadı. Âişe (radıyallahü anhnhâ) yaşı genç ve zayıf idi. Görevli olan adamlar hevdecini kaldırdığında, onun hevdecin içinde olmadığını farketmediler bile. Kendisi geri döndüğünde kimseyi bulamayınca, hevdecin içinde olmadığı anlaşılıp geriye gelip alırlar ümidi ile olduğu yerde yattı ve uykuya daldı. Uykudan Safvan b. el-Muattal'ın: "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn" demesi üzerine uyandı. Çünkü Safvan ordudaki artçıları korumak maksİsmi ile ordunun arkasından gitmek üzere geri kalmıştı.

Denildiğine göre Âişe (radıyallahü anhnhâ), onun istircâda bulunması üzerine uyandı. Safvan devesinin sırtından indi ve Âişe (radıyallahü anhnhâ) deveye bininceye kadar oradan uzaklaştı. Devenin yularından tutup deveyi çekti ve nihayet öğle vakitlerinde orduya ulaştılar. Bu sefer iftiracılar bu sözlerini düzüp ortaya atlılar. Bu hususta etrafında toplanılan, bunu gizliden gizliye soruşturup kulaktan kulağa yayan ve körükleyen kişi münafık Abdullah b. Ubeyy b. Selûl idi. Safvan'ın, Âişe (radıyallahü anhnhâ)nın devesinin yularından tutup çektiğini görünce: "Allah'a yemin olsun ki ne kadın bu adamın şerrinden kurtulabilmiştir, ne de bu adam kadının şerrinden" diyen o olmuştur. Yine: "Sizin peygamberinizin hanımı bir adamla birlikte geceyi geçirmiştir" diyen odur. Bu sözleri dillerine dolayanlar arasında Hassan b. Sabit, Mistah b. Üsâse ve Hanife bint Cahş da vardı.

Bu hususta rivâyet edilen hadisin kısaca muhtevası budur. Bu hadis tamamiyle ve güzel bir şekilde rivâyeti Buhârî ve Müslim'de yer alır. Müslim'deki rivâyet ise daha eksiksizdir. İfk hadisinin kaynakları birinci başlıkta gösterilmişti.

Hassân'ın iftiraya dalıp ileri geri konuştuğunu işiten Safvan, ona gelerek başına kılıçla bir darbe indirip şöyle dedi:

"Benden kılıcın keskin ucunu karşıla; çünkü ben,

Hicvedildiği zaman şairliği olmayan bir delikanlıyım."

Bunun üzerine bir grub kişi Hassan'ı alıp onu yakalarından sürükleyerek Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın huzuruna getirdiler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Hassan'ın yarası karşılığında kısas uygulama yoluna gitmedi ve ondan hakkını bağışlamasını istedi. İşte bu da Hassan'ın ileride geleceği üzere sözün en büyüğünü söyleyenlerden birisi olduğunu da göstermektedir, Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Burada sözünü ettiğimiz Safvân, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın gazvelerinde kahramanlığı dolayısıyla artçıların başında bulunurdu. Ashabı Kiram'ın en hayırlılarından idi. Onun kadınlara karşı meyli olmayan (kısır) birisi olduğu da söylenmiştir. Bunu da İbn İshak, Âişe (radıyallahü anhnhâ) yoluyla zikretmektedir. İki oğlunun olduğu da söylenmiştir. Buna da hanımı ile başından geçen olayla ilgili rivâyet edilen hadis ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın iki oğlu hakkında söylediği: "Bu ikisi bir karganın, bir kargaya benzeyişinden daha çok ona (babalarına) benzemektedirler" sözü ile Buhâri, Libâs 22 yine Hadîs-i şerîfteki: "Allah'a yemin ederim, asla hiçbir yabancı kadının Örtüsünü kaldırmış değilim" Buhâri, Meğâzî 34; Müslim, Tevte 57. sözleri -ki zina etmediğini kastediyor- de buna delil teşkil etmektedir.

Safvan (radıyallahü anh), Ömer (radıyallahü anh) döneminde hicri 19 yılında, Ermenistan gazvesinde şehit olmuştur. Muaviye döneminde 58 yılında, Bizans topraklarında şehit düştüğü de söylenmiştir.

4- Herkesin Kazandığı Günah Kendisinindir:

"Onlardan herbirisinin kazandığı günah kendisinindir" âyeti ile İfk olayına karışıp ileri geri konuşanları kastetmektedir. Bunların kim olduklarının ismi bize ulaşmamıştır. Yalnızca Hassan, Mistah, Hamne ve Abdullah'ın İsimleri bilinmektedir, diğerlerinin ismini bilemiyoruz. Bunu da Urve b. ez-Zübeyr söylemiştir. Abdu'l-Melik b. Mervan bu hususta ona soru sormuş, o da: Şu kadar var ki, onlar yüce Allah'ın buyurduğu gibi bir topluluk idiler, demiştir.

Hafsa (radıyallahü anhnhâ)nın Mushaf'ında "topluluk" anlamındaki kelimeden sonra "dört kişilik bir topluluk" anlamına gelecek şekilde; şeklindedir.

5- O Büyük Sözü Dillerine Dolayanlar:

"Aralarından sözün en büyüğünü söyleyene İse" âyetindeki "en büyüğü" anlamındaki kelimeyi Humeyd el-A'rec ve Ya'kub "kef" harfini -esreli okumak yerine- ötreli olarak; diye okumuşlardır. el-Ferrâ': Bu, güzel bir kıraat şeklidir, çünkü Araplar: "Filan kişi şunun, şunun en büyüğünü üstlendi, söyledi" derler, demektedir,

Âişe (radıyallahü anhnhâ)dan bu kişinin Hassan olduğunu söylediği ve yine gözleri kör olduğunda: "Muhtemeldir ki yüce Allah'ın kendisini tehdit etmiş olduğu büyük azâb gözlerinin görmeyişidir" dediği rivâyet edilmiştir. Onun bu sözleri söylediğini ondan Mesrûk rivâyet etmektedir. Buhârî, Meğâzî 34, Tefsir 24. sûre 10; Müslim, Fedâilu's-sahâbe 155'te: Mesrûk'un sorusu üzerine Âişe (radıyallahü anhnhâ)nın' "Kötülükten daha şiddetli hangi azap vardır!" dediği belirtilmektedir. Yine ondan rivâyet edildiğine göre bu kişi Abdullah b. Ubeyy b. Selûrdur, Suyûtî, ed-Durru'l-Mensur, VI, 152. doğru olanı da bu olmalıdır. Bunu da İbn Abbâs söylemiştir.

Ebû Ömer b. Abdi'l-Berr'in naklettiğine göre Âişe (radıyallahü anhnhâ), Hassan'ın iftirada bulunmaktan uzak olduğunu söylemiş ve: O hiçbir şey demedi, demiştir. Hassan da şu beyitlerinde bu hususta bir şey söylemiş olduğunu kabul etmemektedir:

"İffetlidir, vakarlıdır o bir şüphe ile onun hayasızlık ettiği söylenemez,

Ve o hiçbir şeyden haberi olmayan kadınların etlerinden yana acıkmış olarak sabahlar (kimseden kötülükle söz etmez).

Din ve mevki itibariyle insanların en hayırlısının hanımıdır o,

O hidayet peygamberinin, üstün değerlerin ve faziletlerin sahibinin hanımıdır.

Lüeyy b. Ğâlib kabilesinin (en şereflisi olup) örtüler arkasındaki hanım efendidir,

O yüksek ve şerefli hedefler için çalışır, şanı asla zeval bulmaz.

Üstün bir terbiyeye sahiptir, Allah ona güzel bir ahlak bağışlamıştır,

Her türlü kötülükten ve batıldan tertemiz etmiştir onu.

Şayet sana benim söyledim diye ulaştırılan sözler varsa,

Şunu bil ki, kamçımı ellerim yukarı doğru kaldırmış değildir.

Nasıl olabilir ki; hayatta olduğum sürece sevgim ve desteğim,

Bütün mahfillerin süsü olan Allah Rasûlünün hanedanınadır,

Onun insanlar üzerinde üstün ve faailetli rütbeleri vardır.

Yüksek köşklere sahip olanların, yüksek konakları bu rütbelere ulaşamazlar."

Rivâyete göre Hassan, Âişe (radıyallahü anhnhâ)a: "O iffetlidir, vekar sahibidir" diye başlayan şiirini okuyunca, ona: Sen aslında böyle değilsin demiştir. Buhârî, Meğazî 34, Tefsir 24. süre 10, 11; Müslim, Fedâilu's-sahâhe 155 Bu sözleriyle sen hiçbir şeyden haberi olmayan kadınlar hakkında ileri geri konuşmuştun, demek istemiştir.

Burada ise bir çelişki vardır, ancak bu iki rivâyeti şöylece bağdaştırmak mümkündür: Hassan bu hususta açık seçik ifadelerle konuşmamış, bu konuda üstü kapalı sözler söylemiş ve bazı işaretlerde bulunmuştur, o bakımdan onun böyle bir şeyi söylediği de kendisine nisbet edilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Hassan'ın İfk olayında, iftirayı diline dolayıp dolamadığı ve ona had uygulanıp uygulanmadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Bunun hangisinin doğru olduğunu en iyi bilen yüce Allah'tır. Bundan sonraki baslığın konusu da budur.

6- İfk Hadisesi Dolayısı ile Kendilerine Had Uygulanan Şahıslar:

Muhammed b. İshak ve başkalarının rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), İfk dolayısı ile iki erkek ve bir kadına had cezası uygulamıştır. Bunlar Mistah, Hassan ve Hamne'dirler. Bunu et-Tirmizîde zikretmektedir. Tirmizî Tefsir 74. süre 5

el-Kuşeyrî de İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), İbn Ubeyy'e seksen sopa vurdu, âhirette de onun için ateş azâbı vardır. Yine el-Kuşeyrî der ki: Haberlerde sabit olduğuna göre Peygamber İbn Ubeyy'e, Hassan'a ve Hamne'ye had cezası vurmuş, Mistah'in da açık ifadelerle iftirada bulunduğu sabit olmamıştır. Bununla birlikte o açık ifadeter kullanmaksızın bir takım sözleri dinler ve bunları yaygı ulaştırırdı.

el-Maverdî ve başkaları derler ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in İfke karışanlara had uygulayıp uygulamadığı hususunda iki farklı görüş vardır. Birincisine göre o tfke karışanlardan hiçbir kimseye had uygulamamıştır, çünkü hadler ancak ya ikrar ya da beyyine ile uygulanır. Yüce Allah ise bu hususta kendisine haber vermek suretiyle hadleri uygulamasını isteyerek, kendisine olan kulluğunun gereğini yerine getirmesini istememiştir. Tıpkı ona münafıkların kâfir olduklarını haber vermekle birlikte, onları öldürmek suretiyle kendisine ibadette bulunmasını istemediği gibi.

Derim ki: Bu hem yanlıştır, hem de Kur'ân nassına muhaliftir. Çünkü yüce Allah:

"Muhsan hanımlara iftira edenler, sonradan" söylediklerinin doğruluğuna dair "dört şahit getiremeyenlere seksener (değnek) vurun" diye buyurmaktadır.

İkinci görüşe göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İfke karışan kimseler olan Abdullah b. Ubeyy, Mistah b. Üsase, Hassan b. Sabit ve Hamne bint Cahş'a had cezası uygulamıştır. İşte müslümanlardan bir şair bu hususta şöyle demektedir:

"Yemin olsun bu iftira sahiplerinden olan Hassan tatmıştır,

Hamne ile birlikte; -çünkü onlar yalan bir söz söylediler- ve bir de Mistah.

İbn Selûl da uygulanan had ile rezilliğin tadını almıştır.

Çünkü o açık seçik bir şekilde yalan iftiralara dalmıştı.

Peygamberlerinin hanımlarına gayba taş atıp durdular.

O kerim olan Arş sahibinin gazabı ise (onlaradır) ve onlar çok büyük bir günah işlediler.

Bu hususta Allah Rasûlüne eziyet ettiler, o bakımdan

Ebediyyen üzerlerinde kalacak rezilliklere büründürüldüler ve rezil edildiler.

Onların üzerlerine (iyilikleri) tırpanlayıcı günahlar öyle bir yağdırıldı ki,

Tıpkı yüksek bulutlardan üzerlerine yağan yağmur taneleri gibi."

Derim ki: Haberlerde meşhur ve ilim adamlarınca bilinen şu ki: Kendilerine had uygulanan şahıslar Hassan, Mistah ve Hamne'dirler. Abdullah b. Ubeyy'e had uygulandığı işitilmiş değildir.

Ebû Dâvûd'da, Âişe (radıyallahü anhnhâ)dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Benim günahsızlığıma dair âyet nazil olunca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kalktı ve bu hususu söz konusu edip (inen) Kur'ân-ı Kerîm (âyetlerin)i okudu. Minberden indikten sonra da o iki erkek ile kadına hadlerinin uygulanmasını emretti. Ebû Dâvûd, Hudûd 34 Bunların isimlerini de Hassan b. Sabit, Mistah b. Üsase ve Hamne bint Cahş diye vermektedir. Ebû Dâvûd, Hudûd 34

et-Tahavî'nin Kitab’ında da: "Seksener, seksener (değnek vurdu)" denilmektedir.

İlim adamlarımız derler ki: Abdullah b. Ubeyy b. Selûl'a had uygulanmayışının sebebi yüce Allah'ın âhirette ona pek büyük bir azâb hazırlamış olmasıdır. Şayet dünyada ona had uygulanmış olsaydı, bu onun âhiretteki azabının eksiltilmesi ve hafifletilmesi anlamına gelirdi. Diğer taraftan yüce Allah Âişe (radıyallahü anhnhâ)nın günahsız olduğuna, buna karşılık ona iftirada bulunan herkesin de yalancı olduğuna tanıklık etmiş olmaktadır. Böylelikle hadden beklenen fayda da gerçekleşmiş olmaktadır. Zira bundan maksat, iftira edenin açığa çıkması ve iftiraya maruz kalanın günahsız olduğunun ispatlanmasıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Şahitleri(ni) getiremediklerine göre onlar Allah katında yalancıların tâ kendileridir." İsmi geçen müslümanlara had uygulanmasının sebebi ise onlardan sadır olmuş iftiranın günahının keffârete uğramasıdır. Ta ki bu iftira dolayısıyla âhirette onların üzerinde herhangi bir sorumluluk kalmasın. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da hadler hakkında: "Onlar uygulandığı kimseler için bir keffarettir" Buhârî, Îman 11, Menâkihu'l-Ensâr 43, Tefsir 60. sûre 3, Hudûd ü, 14, Ahkâm 49, Tevhîd 31, Müslim, Hudhud 41; Tirmizî, Hudûd 12; Nesâî, lîey'at 9; Müsned, V, 3K 320. diye buyurmuştur. -Ubâde b. es-Sâmit yoluyla gelen hadiste olduğu gibi.-

Şöyle de denilebilir: İbn Ubeyy'e had uygulanmayı; kavminin kalbim İslâm'a ısındırmak ve oğluna duyulan saygı sebebiyledir. Bir de bu hususta beklenen fitnenin alevini söndürmek maksadıyladır. Zira Sa'd b. Ubâde ve onun kavminden -Müslim'in, Sahih'inde olduğu gibi- fitnenin uçları görünmeye başlanmıştı. Müslim, Tevbe 56. hadiste zikrettiği üzere Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ıninhec üzerinde: "Ey ııuis-. [umanlar, eziyeti hane halkım hususunda dahi beni rahatsız edecek noktaya gelmiş bulunun bir kişiye, benim adıma ağzının payını kim verecek..." deyince, Sa'd b. Muâz: Bu işi ben yaparım, demişti. Âişe (radıyallahü anhnhâ) dedi ki: Salih bir zat olan Hazreclileriniıı reisi, taassuba kapılarak Sa'd b. Muâz'a: Yalan söyledin... diye cevap vermişti... Merhum müfessirimiz buna işaret etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

12

Bu iftirayı işittiğinizde mü’min erkekler ve kadınlar kendileri hakkında güzel bir zanda bulunup: "Bu apaçık bir iftiradır" demeli değil miydi?

7- Mü’minlerin Birbirlerine Karşı Takınmaları Gereken Tavır:

"Bu iftirayı İşittiğinizde mü’min erkekler ve kadınlar kendileri hakkında güzel bir zanda bulunup... değil miydi?" âyeti, iftiracıların söyledikleri yalanlar karşısında beslemeleri gereken zan hususunda yüce Allah'ın mü’minlere bir sitemidir.

İbn Zeyd dedi ki: Mü’minler, "mü’min bir şahıs annesine karşı böyle bir hayasızlığı işleyemez" diye düşünmeli idiler, demiştir. Bu açıklamayı el-Mehdevî nakletmektedir.

"Değil miydi?" ifadesi; Niye ... medi?", anlamındadır. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Fazilet sahibi mü’min erkeklerle mü’min kadınların bu hususu kendilerini ölçü alarak değerlendirmeleri gerekirdi. Böyle bir hal kendilerinden uzak olduğu gibi Âişe ve Safvân hakkında da aynı şekilde hatta daha da uzak bir ihtimaldir. Böyle doğru bir bakış açısının Ebû Eyyûb el-Ensarî ve hanımı hakkında söz konusu olduğu rivâyet edilmektedir. Şöyle ki: Ebû Eyyûb hanımının yanına girmiş, o da ona; Ey Ebû Eyyûb söylenenleri duydun ımı? diye sormuş. O: Evet, bu bir yalandır demiştir. Ey Eyyub'un anası sen olsaydın, böyle bir şey yapar miydin? O: Allah'a yemin ederim ki hayır deyince, şu cevabı verdi: Allah'a yemin ederim ki Âişe senden daha faziletlidir. Um Eyyub: Evet, diye cevab vermiştir. Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, Vî, 159

İşte böyle bir davranış ve böyle bir tutumun benzerini mü’minlerin hepsi gösteremedikleri için yüce Allah bundan dolayı mü’minlere sitem etmiştir.

8- Mü’minlerde Aslolan Günahsızlıktır:

Yüce Allah'ın:

"Kendileri hakkında" âyeti ile İlgili olarak en-Nehhâs şöyle demiştir:

"Kendileri hakkında" kardeşleri hakkında anlamındadır. Yüce Allah müslümanlara bir kimsenin birisine iftira ettiğini yahut kendilerinin bilmedikleri bir şekilde bir çirkinlikle ondan söz ettiğini işitecek olurlarsa, onların bu sözlerini reddedip, onu yalanlamaları gerektiğini bildirip bunu farz kılmakta, bunu terkeden ve bu gibi sözleri nakledenleri tehdit etmektedir.

Derim ki: İşte bundan dolayı ilim adamları şöyle demişlerdir: Bu âyet-i kerîme şu hükmün asıl dayanağını teşkil etmektedir: İnsanın elde ettiği îman mertebesini, mü’minin işgal ettiği salih konumu, müslümanın kendisiyle örtündüğü İffet elbisesini yaygınlık kazansa dahi -esası itibariyle bozuk ya da belirsiz ise- onun üzerinden hiçbir şey izâle edemez.

13

(İftirada bulunanlar) buna dair dört şahit getirmeli değil miydiler? Şahitleri getiremediklerine göre onlar Allah katında yalancıların tâ kendileridir.

9- Böyle Bir İddianın İsbatlanması İçin Dört Şahit Gerekir;

"Buna dair dört şahit getirmeli değil miydiler?" âyeti iftirada bulunanlar için bir azardır.

"Değil miydi?" lâfzı, "niye ... medi, anlamındadır. Yani niye ileri sürdükleri iftira hakkında dört şahit getirmediler.

Bu ifade daha önce geçen ilk hükme râci'dir ve iftira (kazf) âyetinde geçen âyetlere atıf söz konusudur.

10- İftiralarını Dört Şahit Getirerek İspatlayamayanların Cezası:

"Şahitler(ini) getiremediklerine göre onlar, Allah katında yalancıların tâ kendileridir." Yani onlar Allah'ın hükmü gereğince yalancıdırlar. Kişi iddiasında doğru olmakla birlikte, buna dair delil ortaya koymaktan acze düşebilir. Ancak böyle bir kimse, yüce Allah'ın bilgisinde böyle olmasa dahi, şeriatın hükmü ve işin zahirine göre yalancı sayılır. Şanı yüce Allah da hadleri dünyada teşri' buyurduğu hükümlere göre tertib etmiştir; gerçek mahiyetiyle İnsana dair bilgisi gereğine göre değil. Bu âhiretteki hükümlere esas teşkil eder.

Derim ki: Bu hususu güçlendirip pekiştiren delillerden birisi de Buhârî'nin kaydettiği şu rivâyettir; Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) dedi ki: Ey İnsanlar! Gerçek şu ki, artık vahiy kesilmiştir ve biz, sizleri amellerinizden bizim için açığa çıkanlar sebebiyle sorumlu tutacağız. Kim bize hayır izhar ederse, biz de onu güvenlik altında bulundurur ve onu yakınlaştırırız. Onun içinde sakladıkları ile bizim hiçbir ilgimiz yoktur. İçinde sakladıkları dolayısıyla onu hesaba çekecek olan Allah'tır. Kim de bize kötü bir şey izhar edecek olursa, bu hususta onu emniyet altında tutmaz ve onu tasdik etmeyiz. İsterse içinin güze) olduğunu söylemiş olsun. Buhârî, Şehâdât 5

İlim adamları icmâ' ile dünya ahkâmının zahire göre olduğunu, içte saklananların hakkındaki hükmü de yüce Allah'ın vereceğini kabul etmişlerdir.

14

Eğer Allah'ın size dünya ve âhirette lütuf ve rahmeti olmasaydı, İçine daldığınızdan ötürü size elbette büyük bir azâb dokunurdu.

11- "Allah'ın Lütuf ve Rahmeti Olmasaydı..."

Yüce Allah'ın;

"Eğer Allah'ın size... lütuf ve rahmeti olmasaydı..." âyetindeki: kelimesi Sîbeveyh'e göre mübtedâ olarak merfu'dur, haberi ise hazfedilmiştir. Araplar bunun haberini açıkça zikretmezler. "Olmasaydı"nın cevabının hazfedil meşinin sebebi ise, bunun benzeri ifadelerin daha sonra söz konusu edilecek olmasıdır. Nitekim yüce Allah da

"üzerinizde lütfü, rahmeti ve... olmasaydı" (en-Nûr, 24/10) diye buyurmuştur. (Daha sonra bu âyette de):

"Size elbette... dokunurdu" diye cevabını vermiştir. Yani Âişe hakkında söyledikleriniz sebebiyle dünyada da, âhirette de size büyük bir azâb dokunurdu, demektir. Bu da yüce Allah tarafından pek büyük bir sitemdir, fakat o rahmeti sayesinde dünyada sizi setrettiği gibi, âhirette de tevbe ile huzuruna gelenlere merhamet buyuracaktır.

"el-İfâda (dalmak)": Söze dalmak demektir. İşte kendisi dolayısıyla sitemin söz konusu olduğu da budur, Arapça'da; "Adamlar söze daldılar" denilir.

15

O zaman siz o sözü birbirinizin dilinden alıp duruyordunuz. Hakkında hiçbir bilginizin olmadığı bir şeyi ağızlarınızla söylüyordunuz. Bunu basit bir şey sanıyordunuz. Halbuki o Allah katında çok büyüktür.

12- Bazı Kelimelerin Okunuşu ve Anlamlan:

Yüce Allah'ın;

"O zaman siz o sözü birbirinizin dilinden alıp duruyordunuz." âyetinde geçen; "Onu... alıp, duruyordunuz" anlamındaki kelimeyi Muhammed b. es-Semeyka' "te" harfini ötreli, "lâm" harfini sakin, "kaf" harfini de ötreli olarak (vav harfi de harf-i med olmak üzere); den gelen bir kelime olarak okumuşlardır. Bu açıkça anlaşılan bir kıraattir. Buna göre âyet: O zaman siz o sözü dillerinizle (ortaya) atıveriyordunuz, anlamına gelir.

Ubeyy ve İbn Mes'ûd ise iki "te"li olmak üzere; "O zaman siz o sözü... karşılıyordunuz" anlamında "telakki"den gelen bir kelime olarak okumuşlardır.

Yedi kıraat İmâmının büyük çoğunluğu ise tek "te" ve (önceki) "zel" harfini açıkça izhar edip idğâm etmeksizin okumuşlardır. Bu da aynı şekilde "telakki"den gelmektedir. Ebû Amr, Hamza ve el-Kisaî "zel" harfini, "te" harfine idğâm ile okumuşlardır. İbn Kesîr ise "zel" harfini izhar ederek, iki "te"yi de birbirine idğâm ile okumuştur. Bu ise pek tutarlı olmayan bir kıraattir, çünkü iki sakin harfin arka arkaya gelmesini gerektirmektedir ve bu; "Gizlice konuşmayın ve birbirinize lakab takmayın" kıraatindeki idğâm gibi değildir. Çünkü bu "te" harflerinden önce sakin bir elif bulunmaktadır. "Te"nin yumuşak bir harf olması, bu gibi kelimelerde idgam ile okunması güzel olmakla birlikte; "zel" harfi sakin olduğu taktirde o kadar güzel görünmemektedir,

İbn Ya'mer ve Âişe (radıyallahü anhüma) -bu hususu insanlar arasında en iyi bilenler olarak- bu kelimeyi "te" harfini üstün, "lâm" harfini esreli, "kaf" harfini de ötreli olarak okumuşlardır. Bu kıraatin manası da Arapların bir yalan söyleyip onu sürdürmesi anlamına gelen; sözlerinden alınmıştır. Onlar müteaddi (geçişli) olan bir fiili böylelikle müteaddi olmayan (geçişsiz) bir fiile delil olarak göstermektedirler.

İbn Atiyye der ki; Bana göre bu kıraatte maksat; "Siz o yalanı söylüyor ve sürdürüyordunuz" anlamfnda olup cer harfi hazfedildikten sonra bu fiile zamir bitişmiştir. el-Halü ve Ebû Amr ise: aslında süratlenmek demektir, derler. Mesela "Develer hızlıca geldi" denilir. Şair de şöyle demektedir:

"Onlar bir ordunun, üzerlerine baskın yaptığım görünce,

Şe'm (sol) taraftan onlara kılıçla darbeler indiren büyük sürüler getirdiler.

Şüphesiz ki Husayn dereyi görmeden paçaları sıvayandır,

Güçlü develer onu Şam'dan (sırtlarında taşıyarak) hızlıca getirdiler.

Cimada bulunmadan önce inzal eden kimse"

demektir. En hafif şekliyle kılıç (ya da mızrak) darbesi indirmektir. Fiil şeklinde kullanılır, Ona bir kaç kılıç darbesi indirdi" anlamındadır. O halde bu kelime müşterek (birkaç anlamı bulunan) bir kelimedir.

13- Dille Söylenen ve Önemsenmeyen Allah Katında İse Büyük Günah Görülen Bir İş:

"Ağızlarınızla söylüyordunuz" ifadesi bir mübalağa, bağlayıcı ve pekiştirici bir ifadedir.

"Bunu... sanıyordunuz" ifadesindeki zamir ise konuşulan şeylere, o sözlere dalmaya ve onu yaymaya aittir.

"Basit bir şey" yani kendisi sebebiyle günahın sizi gelip bulmayacağı önemsiz bir şey

"sanıyordunuz. Halbuki o Allah katında" günahı itibariyle

"çok büyüktür." Bu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın iki mezarın yanından geçişi ile ilgili hadiste zikredilen; "Şüphesiz ki bunlar azâb görmektedirler. Bununla birlikte büyük bir günah sebebiyle de azâb edilmiyorlar" Buhârî, Vudû' 55, 56, Cenaiz 89, Edeb 46, 49; Müslim, Tahâre 111; Ebû Dâoüd, Tahâre 11; Tirmizî, Tahâre 53; İbn Mâce, Tahâre 26; Dârimi, Vudû' 61; Müsned, I, 225, V, 35, 39. âyetini andırmaktadır ki, bu size göre büyük değildir anlamındadır.

16

Bu sözü işittiğinizde: "Böyle söz söylemek bize yakışmaz. (Ya Rab) Seni tenzih ederiz. Bu büyük bir iftiradır" demeli değil miydiniz?

14- Asılsız ve İspatlanamayan İddialara Karşı Mü’minlerin Takınmaları Gereken Tavır:

"Bu sözü işittiğinizde: Böyle söz söylemek bize yakışmaz. (Ya Rab) Seni tenzih ederiz. Bu büyük bir iftiradır, demeli değil miydiniz? Eğer mü’minler İseniz bunun gibisine ebedîyyen dönmeyesiniz diye Allah size öğüt verir. Allah sizlere âyetlerini açıklıyor Allah en iyi bilendir, Hakîm'dir" âyeti bütün mü’minlere bir sitemdir. Yani sizin böyle bir sözü tepki ile karşılayıp, reddetmeniz ve anlatmak ve nakletmek suretiyle bunları dilden dile dolaştırmamanız, peygamberin hanımının böyle bir şeye bulaşmış olabileceğinden yüce Allah'ı tenzih etmeniz, böyle bir sözün kesin bir iftira olduğuna hükmetmeniz icab ederdi.

Bühtan (iftira); insan hakkında kendisinde olmayan şeyleri söylemektir. Gıybet ise, insan hakkında olan şeyleri (gıyabında) söz konusu etmektir. Bu mana Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan sahih hadiste nakledilmiş bulunmaktadır. Müslim, Hirr 70; Ebû Dâvûd, Edeb 35; Tirmizî. Birr 23; Dârimî, Rikaak 6; Müsned, II, 230, 384, 386, 458

Daha sonra yüce Allah benzeri bir duruma tekrar dönmemek hususunda onlara öğüt vermektedir.

" ... diye" anlamındaki âyet mefûlün leh'dir. Bu da; "(.......) Dönmeniz hoş olmadığı için..." vb. bir takdir iledir.

17

Eğer mü’minler iseniz bunun gibisine ebediyyen dönmeyesiniz diye Allah size öğüt verir.

18

Allah sizlere âyetlerini açıklıyor. Allah en iyi bilendir, Hakîm'dir.

15- "Eğer Mü’min İseniz..."

Yüce Allah'ın:

"Eğer mü’minler İseniz" ifadesi durup düşünmeyi hatırlatan ve pekiştirici bir ifadedir. Bu bir kimsenin: Eğer erkeksen şunu, şunu yapman gerekir, demesine benzer.

16- Ebediyyen Benzer Bir İşe Dönmemek Gerekir:

"Bunun gibisine ebediyyen dönmeyesiniz diye Allah size öğüt verir"

âyetinde, Âişe (radıyallahü anhnhâ) hakkında böyle bir söze dönmemeyi kastetmektedir. Çünkü böyle bir sözün benzeri, ancak hakkında bu sözlerin söylendiği bir kimsenin benzeri hakkında söylenebilir. Ya da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın hanımları arasından onun mertebesinde olan bir kimse hakkında söylenebilir. Çünkü böyle bir söz söylemek Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a hem namusu, hem de hanımları dolayısıyla eziyet etmektir. Böyle bir iş yapan ise (bundan böyle) kâfir olur.

17- Hazret-i Âişe'ye Dil Uzatmanın Cezası:

Hişam b. Ammar dedi ki; Ben Malik'i şöyle derken dinledim: Ebubekir ve Ömer'e söven te'dib edilir. Âişe (radıyallahü anhnhâ)ya söven ise öldürülür, çünkü yüce Allah;

"Eğer mü'mînler iseniz bunun gibisine ebediyyen dönmeyesiniz diye Allah size öğüt verir" diye buyurmaktadır. Buna göre Âişe (radıyallahü anhnhâ)ya söven bir kimse Kur'ân'a muhalefet etmiş olur. Kur'ân'a muhalefet eden kimse de öldürülür.

İbnu'l-Arabî der ki: Şâfiî âlimleri: Âişe (radıyallahü anhnhâ)ya söven kimse, sair mü’minler hakkında olduğu gibi te'dib edilir. Yüce Allah'ın:

"Eğer mü’minler iseniz" âyeti Âişe (radıyallahü anhnhâ) hakkında bu işin küfür olduğu manasına değildir. Bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Herhangi bir kimsenin komşusu onun eziyet verici hallerinden emin olmadığı sürece o kişi îman etmiş olmaz" Buhârî, Edeb 29; Müslim, îman 73; Tirmizî, Kiyâıne 60; Müsned, I, 387, II, 288, 336, 373, III, 154, IV, 31, VI, 385 anlamındaki hadise benzemektedir. Şayet Âişe (radıyallahü anhnhâ)ya söven kimseden imanın kaldırılması hakikat anlamında olsaydı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Zina eden bir kimse, zina ettiği vakit mü’min olarak zina etmez" Buhârî, Mezalim 30, Eşriha 1, Hudud 1, fi; Müslim, İmân 100, 104; Ebû Dâvûd, Sünne 15; Tirmizî, İmân 11; Nesâî, Kasâme 49, Kutus-Sârik 1, Eşribe 42; İbn Mâce. Fiten 3; Dârimî, Eşribe 11; Müsned, II, 243, 317, 376, 386, 479, III, 346, VI, 139 hadisinde olduğu gibi, hakikat manasına kullanılmış olurdu. Biz deriz ki: Durum sizin iddia ettiğiniz gibi değildir, çünkü İfk hadisesine karışanlar o tertemiz Âişe (radıyallahü anhnhâ)yı hayasızca bir iş işlemekle nitelendirip ona iftirada bulundular. Yüce Allah'ın kendisinin uzak olduğu bir işi ona nisbet ederek söven herkes Allah'ın hükmünü yalanlayan bir kimsedir. Allah'ı yalanlayan bir kimse de kâfirdir. İşte Malik'in bu görüşünün izlediği yol budur. Bu da gören, basiret sahibi kimseler tarafından açıkça görülen bir husustur. Eğer bir kimse, Âişe (radıyallahü anhnhâ)ya Allah'ın kendisinin uzak olduğunu bildirdiği hususun dışında bir sözle sövecek olursa, o kimsenin cezası te'dib edilmesidir.

19

Şüphe yok ki mü’minler arasında hayasızlıkların yayılmasını sevenlere dünyada da, âhirette de çok acıklı bir azâb vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.

20

Eğer Allah'ın size lütuf ve rahmeti ve Allah gerçekten ra'fetli ve merhametli olmasaydı (dünyada hemen sizi azablandırıverirdi.)

18- Mü’minler Arasında Hayasızlığın Yayılmasını İsteyenlerin Cezası:

"Şüphe yok ki mü’minler arasında hayasızlıkların yayılmasını sevenlere" âyetindeki

"Yayılması" fiili; den gelmekte olup "açıkça ortaya çıkmak ve dağılmak" anlamını ifade eder.

"Mü’minler arasında" âyetinden kasıt da iffetli erkeklerle kadınlar arasında.,, demektir. Bu umumi lâfızdan kasıt, Âişe İle Safvan (Allah ikisinden de razı olsun)dır. Âyet-i kerîmedeki "el-fâhişe (hayasızlıklar)" ise son derece çirkin, oldukça kötü fiil demektir. Bu âyette bu kelimenin kötü söz anlamına geldiği de söylenmiştir,

"Dünyada da âhirette de çok acıklı bir azâb vardır." Dünyadaki azablan had cezasıdır. Âhiretteki cezalan cehennem azabıdır. Cehennem azâbı münafıklar için söz konusudur. O halde bu ifade, tahsis edilmiştir. Çünkü daha önceden de açıkladığımız gibi had mü’minler için bir keffârettir. Taberî der ki: Eğer tevbe etmeksizin ve ısrar edici olarak ölürse (âhireete de onun için acıklı bir azâb vardır), anlamındadır.

19- Allah Herşeyi Bilendir:

"Allah bilir." O, bu günahın ne kadar büyük olduğunu da, onun cezasının ne olması gerektiğini de, herşeyi de bilir.

"Siz bilmezsiniz" âyetine gelince, Ebû'd-Derdâ yoluyla rivâyet edilen hadise göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Herhangi bir kimse kendisinin o hususta bir bilgisi olmadığı halde bir husumet hakkında insanlardan bir kimsenin gücünü pekiştirecek olursa, bu işten vazgeçinceye kadar o kimse Allah'ın gazabına maruz kalır. Herhangi bir kimse Allah'ın hadlerinden birisinin uygulanmasını şefaati (iltimas ve torpil) ile engellemeye kalkışacak olursa o, hak olan bir hususta Allah'a karşı inatlaşmış demektir. O'nun gazabına kendisini maruz bırakır Allah'ın laneti kıyâmet gününe kadar kesintisiz üzerinde olur. Herhangi bir kimse, müslüman bir kimse aleyhine, onunla hiçbir ilgisi olmadığı halde ve bu sözüyle dünyada onu hakir düşüreceğini bilerek, bir sözü yaygınlaştıracak olursa, yüce Allah'ın o sözü sebebiyle o kimseyi cehennem ateşine atması bir hak olur." Daha sonra Allah'ın Kitabından bunu tasdik eden şu:

"Şüphe yok ki mü’minler arasında hayasızlıkların yayılmasını sevenlere dünyada da, âhirette de çok acıklı bir azâb vardır..." âyetini okudu. Ebû'd-Derdâ'dan gelen iki ayrı rivâyetin tek bir rivâyet halinde zikredildiği bu hadisleri: el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV, 201'de; pek Önemli olmayan bazı farklılıklar ve bazı takdim ve tehirle; "birincisinin ravileri arasında tanımadığı bir ravinin bulunduğu ikincisinin râvilerinin sika (güvenilir) kimseler oldukları" kaydıyla.

21

Ey Îman edenler! Şeytanın adımlarını izlemeyin. Kim şeytanın adımlarını izlerse, şunu bilsin ki o, çirkin işleri münkeri emreder. Eğer Allah'ın üzerinizde lütuf ve rahmeti olmasaydı, sizden hiçbir kimse ebediyyen temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini temize çıkarır. Allah herşeyi işitendir, çok iyi bilendir.

20- Şeytanın Adımları İzlenmemelidir;

"Ey îman edenler! Şeytanın adımlarını" İzlediği yolları, gittiği yerleri

"izlemeyin." Yani şeytanın sizi kendisine çağırmış olduğu yolları izlemeyin, o yollardan gitmeyin. "Adımlar" demek olan "el-hutuvat"ın tekili "hutve"dir. Bu da iki ayak arasındaki mesafedir. "el-Hatve" şeklinde mastardır, çoğulu da "hatavât" ...diye gelir. "Filan kişi bize geldi" anlamındadır. Hadîs-i şerîfte geçen: "O cuma günü insanların boyunları üzerinden adımlarını atarak gelen bir adam gördü" Az farkla: Ebû Dâvûd, Salât 232; Nesâî, Cumua 2; ayrıca bk: Ebû Dâvûd, Tahâre 127, Salât 219; Tirmizî, Cumua 17; Müsned, II, 214, III, 81, 417, 437, V, 198. ifadesinde bu kökten geten fiil kullanılmıştır.

Cumhûr "adımlar" anlamındaki kelimeyi "ti" harfini ötreli olarak; diye okumuşlardır. Âsım ve el-A'meş ise bunu sakin okurlar.

"Temize çıkamazdı" ifadesini Cumhûr "kef" harfini şeddesiz olarak okumuşlardır. Yani ne hidayet bulur, ne müslüman olur, ne de doğruyu bilebilirdi. Bunun, ıslah olamazdı -anlamına geldiği de söylenmiştir, "(........): Islah oldu, olur" anlamındadır. el-Hasen ve Ebû Hayve ise bu kelimeyi şeddeli okumuşlardır, yani O'nun sizi temizlemesi, arındırması, sizi hidayete iletmesi ancak O'nun lütfuyla olur, amellerinizle değil.

el-Kisaî der ki:

"Ey îman edenler! Şeytanın adımlarını İzlemeyin" âyeti bir ara cümlesidir.

"Sizden hiçbir kimse ebediyyen temize çıkamazdı" âyeti da ilk ve ikinci defa geçen:

"Eğer Allah'ın üzerinizde lütuf ve rahmeti olmasaydı..." âyetinin cevabını teşkil etmektedir.

22

Sizden fazilet ve imkân sahipleri yakınlara, fakirlere ve Allah yolunda hicret edenlere infak etmemeye yemin etmesinler. Affetsinler ve görmezlikten gelsinler. Allah'ın size mağfiret etmesini sevmez misiniz? Allah çok bağışlayandır, bol bol rahmet edicidir.

21- İyilik Yapmamaya Yemin Etmek:

"Sizden fazilet ve İmkân sahipleri... yemin etmesinler" âyeti ile ilgili olarak rivâyetlerden anlaşıldığına göre; bu âyet Ebubekir b. Ebi Kuhafe (radıyallahü anh) ile Mistah b. Üsase arasındaki olay hakkında nazil olmuştur. Mistah, Ebubekir'in teyzesi kızının oğlu idi. Bedir'e katılmış yoksul muhacirlerden birisi idi. Nesebi Mistah b. Üsase b. Abbâd b. el-Muttalib b. Abdi Menaf’dır. Adının Avf olup, Mistah'ın lakab olduğu da söylenmiştir. Ebubekr (radıyallahü anh) hem yoksulluğu, hem de akrabalığı dolayısıyla ona infak ederdi. Mistah, bu iftira işine katılıp bu hususta söyleyeceklerini söyleyince, Ebubekir (radıyallahü anh) ona infakta bulunmamaya, ebediyyen hiçbir şekilde ona Faydalı olacak bir iş yapmamaya yemin etti. Mistah geldi, özür diledi ver Ben Hassan'ın meclislerine gider gelir, onun söylediklerini işitir fakat bir şey söylemezdim, dedi, Ebubekir ona: Sen de güldün ve söylenenlere katıldın, dedi. Yemini üzerinde de böylelikle ısrar etti. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.

ed-Dahhak ve İbn Abbâs dedi ki: Mü’minlerden bir topluluk İfk hadisesinde söz söyleyen herkese ulaştırdıktan iyiliklerini kestiler ve: Allah'a yemin olsun ki Âişe hakkında ileri geri konuşan hiçbir kimseye iyiliğimiz dokunmayacaktır, dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme onların hepsi hakkında nazil oldu.

Birincisi daha doğrudur. Şu kadar var ki, âyet-i kerîme kıyâmet gününe kadar bütün ümmeti kapsamakta ve fazilet ve bolluk sahibi kimselerin öfkelenerek bu nitelikte olan kimselere ebediyyen faydalı olmayacaklarına dair yemin etmeleri halini kapsamaktadır.

Sahih’in rivâyetine göre şanı yüce ve mübarek olan Allah: "O olmadık İftirada bulunanlar sizden bir topluluktur" âyetinden itibaren on âyeti kerîmeyi indirince, Ebubekir -ki yakınlığı ve fakirliği dolayısıyla Mistah'a infakta bulunuyordu- dedi ki: Allah'a yemin ederim, Âişe'ye bu söylediklerinden sonra ona (Mistah'a) ebediyyen hiçbir infakta bulunmayacağım. Bunun üzerine yüce Allah:

"Sizden fazilet ve imkân sahipleri... yemin etmesinler... Allah'ın size mağfiret etmesini sevmez misiniz?" âyetini indirdi. Buhârî, Şehâdât 15, Meğâzî 34, Tefsir 24. sûre 6, 11, Eyman 18; Müslim, Tevbe 56; Tirmizî. Tefsir 24. sûre 4; Müsned, VI, 60, 197, 36H

Abdullah b. el-Mubarek dedi ki: Bu, yüce Allah'ın Kitabında en çok ümit veren âyetlerdendir. Ebubekr (radıyallahü anh) da dedi ki: Allah'a yemin ederim ki Allah'ın bana mağfiret etmesini çok severim. Sonra da daha önceden infak ettiği şekilde Mistah'a infak etmeye koyuldu ve: Ebediyyen bundan geri durmayacağım, dedi. Müslim, Tevbe 56.

22- İftira Büyük Günahlardan Olduğu Halde Diğer Amelleri Boşa Çıkartmaz:

Bu âyet-i kerîmede İftira (kazf)ın -her ne kadar büyük bir günah ise de- bütün amelleri boşa çıkartmayacağına dair bir delil vardır. Çünkü yüce Allah Mistah'ı daha sonradan hicret etmek ve îman sahibi olmakta nitelendirmiş bulunmaktadır. Diğer büyük günahlar da böyledir. Allah'a ortak koşmanın dışında amelleri boşa çıkartan hiçbir amel yoktur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Yemin olsun eğer şirk koşarsan, amelin boşa çıkar." (ez-Zümer, 39/65)

23- Bir Hususa Yemin Ettikten Sonra O îşi Yapmanın Daha Uygun Olduğu Görülürse:

Bir hususu işlememek üzere yemin ettikten sonra o işi yapmanın yeminine bağlı kalmasından daha uygun olduğunu gören kişi, o uygun olan İşi yapar ve yemininin keffâretini yerine getirir. Yahut önce yemininin keffâretini yerine getirir, sonra o işi yapar. Nitekim daha önceden el-Mâide Sûresi'nde (5/89- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Fukahânın görüşüne göre bir kimse, herhangi bir sünneti ya da mendubu işlememeğe dair yemin edip bunu ebedi olmakla da kayıtlandıracak olursa bu onun şahitliğinin kabulünü engelleyicidir. Bunu el-Bacî "el-Munteka" adh eserinde zikretmektedir.

24- "Yemin" Lâfzı:

"Sizden fazilet... sahibleri... yemin etmesînler" âyetindeki; ibaresi: "Yemin etmesinler" demektir. "Yeftailu" vezninde olup yemin demek olan; den gelmektedir. Yüce Allah'ın:

"Hanımlarıyla cinsi temasta bulunmamaya yemin edenler..." (el-Bakara, 2/226) âyetinde de bu kökten gelen fiil kullanılmıştır. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/226-227. âyetler, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bir kesim de şöyle demektedir: Bu, kusurlu hareket etmek demektir. Bu da; "Bu hususta kusurlu davrandım" ifadesinden gelmektedir. Yüce Allah'ın:

"Onlar halinizi bozmaktan hiç geri kalmazlar." (Âl-i İmrân, 3/118) âyeti da buradan gelmektedir.

25- Allah'ın Mağfireti Sevilmez mi?:

"Allah'ın size mağfiret etmesini sevmez misiniz?" âyeti bir temsili ifade olup aynı zamanda bir delildir. Yani sizler, Allah'ın günahlarınızı affetmesini sevdiğiniz gibi, sizden daha aşağı durumda olanları da bağışlayınız. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz" âyeti da bu manayı dile getirmektedir.

26- En Umut Verici Âyetler:

Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme İfk hadisesine karışan isyankâr iftiracılara bu lâfız ile ne kadar İutfadici olduğunu dile getirmesi açısından, yüce Allah'ın Kitabında en umut verici bir âyet-i kerîmedir.

Yüce Allah'ın Kitabında en umut verici âyet-i kerîmenin: "Mü’minlere de muhakkak onlar için Allah'tan büyük bir lütuf ve ihsan olduğu müjdesini ver." (el-Ahzab, 33/47) âyeti olduğu da söylenmiştir.

Yüce Allah bir başka yerde de:

"Îman edip, salih amel işleyenlere gelince, onlar cennetlerin bahçelerindedir. Onlar için Rabbleri yanında istedikleri her şey vardır. İşte bu büyük lütuf ve ihsanın tâ kendisidir" (eş-Şûrâ, 42/22) diye buyurmaktadır. Yüce Allah bu âyet-i kerîmede geçen pek büyük lütfü İzah ederken bir önceki âyet-i kerîmede de bu lütfün müjdesini vermektedir.

Yine umut verici âyetlerden birisi de yüce Allah'ın:

"De ki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım..." (ez-Zümer, 39/53) âyeti ile:

"Allah kullarına çok lütufkârdır." (eş-Şûrâ, 42/19) âyetidir.

Bazıları da şöyle demektedir: Yüce Allah'ın Kitabında yer alan en umut verici âyet-i kerîme:

"Elbette Rabbin sana verecek, sen de hoşnut olacaksın." (ed-Duhâ, 93/5) âyet-i kerîmesidir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), ümmetinden herhangi bir kimsenin cehennem ateşinde kalmasına razı olmaz.

27- Affetmek:

Yüce Allah'ın:

"Vermemeye (mealde; etmemeye)" kelimesi; demek olup, burada, olumsuzluk edatı hazfedilmiştir. Şairin:

"Allah adına yemin ederim, oturmaya devam edeceğim (oturmayı bırakmayacağım)"

demesi gibidir. Bunu ez-Zeccâc zikretmektedir. Ebû Ubeyde'nin açıklamalarına göre ise burada bu olumsuzluk edatının takdirine gerek bulunmamaktadır.

"Affetsinler" âyeti; "Evin kalıntıları, izleri silindi" ifadesinden gelmektedir. Affetmek, tıpkı evin kalıntı ve izlerinin silindiği gibi, günahın silinmesi anlamındadır.

23

İffetli, hiçbir şeyden haberi olmayan mü’min kadınlara İftira edenlere muhakkak dünyada ve âhirette lanet edilmiştir. Onlar İçin çok büyük bir azâb da vardır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Âyet Kimler Hakkındadır?

Yüce Allah'ın:

"İffetli... kadınlar (el-muhsanat)" âyetinin ne demek olduğuna dair açıklamalar daha önceden en-Nisâ Sûresi'nde (4/24. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

İlim adamlarının icma ile kabul ettiklerine göre muhsan (iffetli) erkeklere iftirada bulunmanın hükmü, kıyâs ve İstidlal yoluyla tıpkı muhsan (İffetli) kadınların hükmü gibidir. Biz bunu sûrenin baş tarafında açıklamış bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun.

Bu âyet-i kerîme ile kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler vardır. Saîd b. Cübeyr der ki: Âyet-i kerîme özel olarak Âişe (radıyallahü anhnhâ)ya iftira eden kimseler hakkındadır. Bazıları da şöyle demektedir: Âyet-i kerîme hem Âişe (radıyallahü anhnhâ) hakkında, hem de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın diğer zevceleri hakkındadır. Bu açıklamayı da İbn Abbâs, ed-Dahhak ve başkaları yapmıştır. Tevbenin de bunlara (şahitliklerinin kabulü hususunda) bir faydası yoktur. Peygamberin hanımları dışında kalan iffetli (muhsan) kadınlara iftira eden kimse için yüce Allah tevbe imkânı tanımış bulunmaktadır. Çünkü yüce Allah:

"Muhsan hanımlara iftira edenler, sonradan dört şahit getiremeyenlere seksener (değnek) vurun... Ancak bundan sonra tevbe edenler ve ıslâh olanlar müstesna." (en-Nûr, 24/4-5) diye buyurmakta ve böyleleri için tevbe imkânını tanımakla birlikte, öbürlerine tevbe imkânını tanımamaktadır. Bu açıklamayı ed-Dahhâk yapmıştır.

Bir diğer açıklamaya göre bu tehdit iftira etmekte ısrar edip, bundan tevbe etmeyen kimseler içindir.

Bir diğer görüş de şöyledir: Âyet Âişe (radıyallahü anhnhâ)ya iftira edenler hakkında nazil olmuş olmakla birlikte bununla, bu vasfa sahip olan herkes kastedilmektedir.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu âyet-i kerîme erkek olsun, kadın olsun iftirada bulunan bütün insanlar hakkında umumidir. Buna göre ifadenin takdiri de şöyle olur: Şüphesiz ki iffetli olan kimselere iftirada bulunanlar... Böylelikle bunun kapsamına (iftiraya maruz kalan) erkek de, dişi de dahil olmaktadır. en-Nehhâs da bu açıklamayı tercih etmiştir.

Âyetin Mekke müşrikleri hakkında indiği de söylenmiştir. Çünkü onlar hicret eden bir kadın hakkında, bu kadın ancak zina etmek için yurdundan çıkmıştır, diyorlardı.

2- İffetli ve Bir Şeyden Haberdar Olmayan Mü’minlere İftirada Bulunanların Cezası:

"Muhakkak dünyada ve âhirette lanet edilmiştir" âyeti hakkında ilim adamları derler ki: Eğer bu âyet-i kerîme ile, kastedilenler iftira eden mü’min kimseler ise lanetten kasıt uzaklaştırmak, had vurmak ve mü’minlerin onları yalnız bırakıp onlarla pek konuşmamaları, adalet mertebesinden aşağıya inmeleri, mü’minler tarafından kendilerinden güzel övgü ile söz edilmesinden uzak kalmalarıdır.

Bu âyet-i kerîme sadece Âişe (radıyallahü anhnhâ)ya iftira eden kimseler hakkında özeldir, diyenlerin görüşlerine göre; bu zorlu azap Abdullah b. Ubeyy ve benzerleri hakkında söz konusu olur.

Âyet-i kerîme, Mekke müşrikleri hakkında nazil olmuştur, diyenlerin açıklamalarına göre de başka bir şey söylemeye gerek yoktur. Zaten onlar uzak tutulmuşlardır, âhirette de onlar için pek büyük bir azap vardır. Aralarından müslüman olan kimseye gelince, İslâm kendisinden öncekileri siler, süpürür.

Ebû Ca'fer en-Nehhâs der ki: Bu âyet-i kerîmenin te'vili ile ilgili olarak yapılmış en güzel açıklamalardan birisi de âyet-i kerîmenin erkek olsun, kadın olsun iftirada bulunan bütün insanlar hakkında umumî olduğudur. Bu durumda ifadenin takdiri şöyle olur: Şüphesiz ki iffetli kimselere iftirada bulunanlar... Bu açıklamanın kapsamına erkek-dişi herkes girer. Aynı şekilde haklarında iftirada bulunanlar için de böyledir. Şu kadar var ki, bu âyette müzekker kipi, müennes kipi yerine tağlîb (ağırlık vermek) yoluyla kullanılmıştır.

24

O gün onların dilleri, elleri ve ayakları yaptıkları herşeyi söyleyerek aleyhlerine şehâdet edeceklerdir.

"Yaptıkları" anlamındaki âyet genel olarak "ya" ile okunmuştur. Ebû Hatim de bu okuyuşu tercih etmiştir.

"Şehâdet edeceklerdir" anlamındaki kelimeyi de el-A'meş, Yahya, Hamza, el-Kisaî ve Halef -"te" ile değil de- "ya" ile; şeklinde okumuşlardır, Ebû Ubeyd de bunu tercih etmiştir. Çünkü câr ile mecrûr isim ile fiilin arasına girmiş bulunmaktadır. İfadenin anlamı da şudur: Onların kimilerinin dilleri, kimilerinin aleyhine yaptıkları kazf ve iftiraya dair şahitlikte bulunacakları o günde... Bir diğer açıklamaya göre; dilleri o günde söyledikleri şeyter ile aleyhlerine şahitlik edecektir.

"Elleri ve ayakları" da dünya hayatında yaptıklarını, organları konuşup söyleyeceklerdir, anlamına gelmektedir.

25

O günde Allah onlara hakkettikleri cezalarını bütünüyle verecektir ve Allah'ın apaçık hakkın tâ kendisi olduğunu da bileceklerdir.

Onların hakkettikleri hesaplan ve cezalarıdır.

Mücahid:

"O günde hak olan Allah, onlara cezalarını bütünüyle verecektir." anlamında "hak" lâfzını yüce Allah'ın sıfatı olacak şekilde okumuştur.

Ebû Ubeyd der ki: Şayet insanlara (bu hususta) muhalefet etmek güzel olamayan bir şey olmasaydı, uygun okuma şekli ref, (bu şekil) olurdu. Böylelikle bu lâfız yüce Allah'ın sıfatı oturdu. Ayrıca bu Ubeyy’in kıraatine de uygun düşerdi. Şöyle ki Cerir b. Hâzim dedi ki: Ben Ubeyy'in mushafında: "Hak olan Allah onların cezalarını eksiksiz verecektir" şeklinde yazılı olduğunu gördüm, en-Nehhâs dedi ki: Ebû Ubeyd'in bu sözleri pek uygun değildir. Çünkü o Sevad-ı A'zam'a (en büyük kitlenin ittifakına) muhalif olan bir delil göstermektedir. Onun bu açıklamasında delil olacak bir taraf da yoktur. Çünkü böyle bir ifadenin Ubeyy'in Mushaf'ında bu şekilde olduğu sahih olsa dahi kıraat; şeklinde: "O gün Allah onlara hak ettikleri cezalarını eksiksiz verecektir" anlamında "ve cezalan" hak'tan bedel olarak da okunabilir. Umumun kıraatinde ise "hak" kelimesi, "cezaları" anlamındaki kelimenin sıfatıdır, manası da güzeldir. Çünkü yüce Allah kötülük işleyenleri söz konusu edip onları hak ile cezalandıracağını bildirmektedir.

Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır;

"Biz nankörlük edenlerden başkasını cezalandırır mıyız?" (Sebe’, 34/17) Çünkü yüce Allah'ın kâfire de, kötülük işleyene de ceza vermesi hak ve adalet iledir. İyilikte bulunan kimselere amellerinin karşılığını vermesi ise ihsan ve lütuf iledir.

"Ve Allah'ın apaçık hakkın tâ kendisi olduğunu da bileceklerdir." Burada geçen "el-hakk" ve "el-mubîn" yüce Allah'ın isimlerinden iki isimdir. Biz bunlara dair daha önce bir kaç yerde açıklamalarda bulunduğumuz gibi özellikle de "el-Kitabu'l-Esnâ (fi Şerhi Esmai'l-lâhil Hüsnâ)" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz.

26

Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara yakışır. İyi kadınlar da iyi erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yakışır. İşte onlar, o müfterilerin dediklerinden uzak olanlardır. Onlar için bir mağfiret ve cömertçe bir rızık vardır.

İbn Zeyd dedi ki: Âyetin anlamı şudur: Kötü olan kadınlar, kötü olan şrkeklere yakışır. Aynı şekilde kötü olan erkekler, kötü olan kadınlara yakışır. Yine iyi olan kadınlar iyi olan erkeklere, iyi olan erkekler de iyi olan kadınlara vakısır.

Mücahid, İbn Cübeyr, Atâ ve müfessirlerin çoğunluğu da şöyle demektedirler: Âyetin anlamı şudur: Kötü sözler kötü erkeklere, aynı şekilde kötü olan İnsanlara kötü sözler yakışır. İyi sözler aynı şekilde İyi insanlara, iyi insanlar da iyi sözlere yakışırlar.

en-Nehhâs, "Meâni'l-Kur'ân" adlı eserinde şöyle demektedir: Bu açıklama bu âyet-i kerîme hakkında yapılmış en güzel açıklamadır. Bu açıklamanın doğruluğuna delil yüce Allah'ın:

"İşte onlar, o müfterilerin dediklerinden uzak olanlardır" âyetidir. Yani Âişe ve Safvân kötü erkeklerin ve kötü kadınların söylediklerinden uzaktırlar.

Bir diğer açıklamaya göre; bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın:

"Zina eden erkek ancak zina eden veya müşrik olan bir kadını nikâh edebilir..." (en-Nûr, 24/3) âyetine bina edilmiştir. Buna göre "kötü kadınlar" zina eden kadınlar, "iyi kadınlar" ise iffetli kadınlar demektir. Aynı şekilde iyi olan erkekler ile İyi olan kadınlar da böyledir. Bu görüşü de yine en-Nehhâs tercih etmiştir, İbn Zeyd'in açıklamasının manası da budur.

"İşte onlar o müfterilerin dediklerinden uzak olanlardır" ifadesinde genel olarak bu türden olan kimseler kastedilmektedir. Âişe ve Safvân'ın da kastedildiği, o bakımdan ifadenin (ikil gelmesi gerektiği halde), cem' olarak getirildiği de söylenmiştir. Nitekim yüce Allah:

"Şayet kardeşleri varsa" (en-Nisâ, 4/11) âyetinde de kastedilen iki kardeştir (bununla birlikte ifade üç ve fazlası için kullanılan cem' halinde getirilmiştir). Bu açıklamayı da el-Ferrâ' yapmıştır.

 

"Uzak olanlar" kendilerine yapılan iftiradan uzak ve münezzeh olanlar, demektir.

Bazı tahkik ehli kimseler şöyle demişlerdir: Yusuf (aleyhisselâm) zina iftirasına maruz kaldığında yüce Allah beşikte yatan bir çocuğu konuşturarak uzaklığını açıkladı. Meryem (aleyhisselâm) da zina iftirasına maruz kaldığında yüce Allah onu Îsa (Allah'ın salât ve selâmları üzerine olsun) vasıtası ile temize çıkardı. Âişe (radıyallahü anhnhâ) da zina iftirasına maruz kaldığında yüce Allah onu Kur'ân-ı Kerîm ile temize çıkardı. Onun bir çocuk ya da bir peygamber tarafından temize çıkarılmasına razı olmayıp yüce Allah bizzat kendi kelâmıyla onun iftira ve bühtandan uzak olduğunu ilân etti.

Ali b. Zeyd b. Cüd'an'dan rivâyete göre o dedesinden, o da Âişe (radıyallahü anhnhâ)dan şöyle dediği nakledilmiştir: Bana hiçbir kadına verilmemiş dokuz özellik verilmiştir; Cebrâîl (aleyhisselâm), Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a benimle evlenmesini emrettiğinde avucu içerisinde benim suretimle (peygambere) nazil oldu. Peygamber benimle bakire olarak evlendi, benden başka bakire ile evlenmiş değildir. Peygamber (salât ve selâm) başı benim göğsüme dayalı olduğu halde vefat etti. Benim odamda gömüldü, melekler benim evimi kuşattılar. O hanımlarından birisiyle birlikte ise hanımları yanından uzaklaşır ve ona vahiy öylece nazil olurdu. Halbuki ben onunla aynı örtünün altında ve tenini benden ayırmadığı halde vahiy ona nazil olurdu. Ben onun halifesinin ve onun sıddîkının kızıyım, benim suçsuz olduğuma dair hüküm semâdan nazil olmuştur. Ben tertemiz olarak ve tertemiz olanın nezdinde yaratıldım. Bana bir mağfiret ve pek cömertçe ve şerefli bir rızık vaadinde bulunuldu. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IX, 241

O bununla yüce Allah'ın:

"Onlar için bir mağfiret ve cömertçe bir rızık vardır" âyetini kastetmektedir ki, o da cennettir.

27

Ey îman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere, İzin alıp o ev halkına selâm vermeden girmeyin. Bu, sizin İçin daha hayırlıdır. Olur ki öğüt alırsınız.

Bu âyete dair açıklamalarımızı on yedi başlık halinde sunacağız:

1- Başkalarına Ait Meskenlere Girme Adabı:

"Ey îman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere... girmeyin" âyeti ile yüce Allah bize şunu bildirmektedir: Şanı yüce Allah şerefli ve üstün kıldığı Âdemoğluna meskenlerde kalma özelliğini vermiş, başkalarının görmelerine karşı onları bu meskenlerde setretmiştir. Tek başlarına bu meskenlerden gereği gibi faydalanma hakkını tanımıştır. Diğer insanların dışarıdan bu meskenlere muttali olmalarını yahut mesken sahiplerinin izni olmaksızın oralara girmelerini yasaklamıştır. O bakımdan herhangi bir kimse onların herhangi bir avretlerine (başkaları tarafından görülmesini istemedikleri bir hallerine) muttali olmaması için, başkalarına karşı tesettüre raci' olan hususlara riâyeti bildirip onlara gereken edebleri öğretmiş bulunmaktadır.

Müslim'in, Sahih’inde yer alan rivâyete göre Ebû Hüreyre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: "Her kim izinleri olmaksızın başkalarına ait bir eve muttali olursa, o ev halkının o kimsenin gözünü çıkartmaları helâl olur." Müslim, Edeb 43; Müsned, II, 266.

Bu âyetin te'vili hususunda farklı görüşler vardır. Kimi ilim adamı: Bu hadis zahirinin anlaşıldığı şekliyle anlaşılmamalıdır, demişlerdir, Çünkü gözün çıkartılması karşılığında bir tazminat söz konusudur ve bu haber, bu yönüyle neshedilmîş olmaktadır. Bu âyet yüce Allah'ın:

"Şayet bir ceza verecek olursanız, size yapılan saldırının misliyle karşılık verin" (en-Nahl. 16/126) âyetinin inişinden önce vârid olmuştur. Diğer taraftan kat'î bir hüküm ifade etmek maksadıyla değil de, tehdit maksadıyla söylenmiş olma ihtimali de vardır yüce Allah'ın Kitabına muhalif gelen bir rivâyet gereğince amel etmek de câiz değildir. Hem Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in bazen zahirinden anlaşılan mananın dışında bir maksatla söz söylediği olurdu. Nitekim haberde rivâyet edildiğine göre Abbas b. Mirdâs onu övmeye koyulunca, Bilâl'e: "Kalk, onun dilini kes" diye buyurmuştur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ileri gelen bazı kimselerin kalplerini İslâm'a ısındırmak maksadıyla, bir takım bağışlarda bulunmuştur. Şair Abbas b. Mirdâs'a da diğerlerine göre daha az sayıda deve bağışlamıştı. O da bu hususta Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e sitem ifadeleri ihtiva eden bir şiir söyleyivermişti. Allah Rasülu: Bunu alın da bana karsı uzattığı dilini kesin" diye buyurdu. Ashâb da gönlünü hoş edinceye kadar ona hirşeyler verdiler. İşte Peygamberin emrettiği "dilinin kesilmesi" budur. (İbn Hişânı, ea-Siretu'n-Nebeviyye, IV, 107-108) Halbuki bundan maksadı ona bir şeyler vermesidir, yoksa bu sözleriyle gerçekten dilini kesmeyi kastetmiş değildir. İşte bu buyrukda -aynı şekilde- gözün çıkarılmasını söz konusu etmekle birlikte, daha başka bir eve bakmasını önleyecek bir şekilde ona bir uygulama yapılmasını kastetmiş olmalıdır.

Kimisi de şöyle demiştir; Böyle bir durumda (göz çıkarana) ne tazminat ödemek, ne de kısas söz konusudur. Yüce Allah'ın izniyle ileride geleceği üzere Enes yoluyla rivâyet edilen hadisten ötürü sahih olan da bu olmalıdır.

2- Bu Âyetin Nüzul Sebebi;

Bu âyetin nüzul sebebi Taberi ve başkalarının Adiy b. Sâbit'ten rivâyetlerine göre şöyledir: Ensara mensub bir kadın: Ey Allah'ın Rasûlü dedi. Ben evimde baba olsun, oğlum olsun hiçbir kimsenin görmesini istemediği bir hal üzere bulunabiliyorum. Ben bu halde iken babam gelir yanıma girer, yine ailemden bir başka adam çıkıp gelebilir. Ne yapayım? Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.

Bu sefer Ebubekir (radıyallahü anh) dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Şam yolu üzerinde hanlar ve meskenler vardır. Oralarda da hiç kimse bulunmuyor, (Bu gibi yerlere nasıl girilir?) deyince, yüce Allah da:

"Oturulmayan ve içlerinde... evlere girmenizde size günah yoktur" (en-Nûr, 24/29) âyetini inzal buyurdu.

3- Evlere Girmek İçin İzin İstemek:

Yüce Allah bize ait olmayan evlere girmenin haram oluşunu, izin istemek demek olan isti'nâsa kadar ileri götürmüştür. İbn Vehb dedi ki: Malik dedi ki: İsti'nâs bizim görüşümüze göre -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- isti'zân (izin istemek) demektir. Nitekim Ubeyy, İbn Abbâs ve Saîd b. Cübeyr'in kıraatinde "İzin alıp, o ev halkına selâm vermeden girmeyin" şeklindedir, "İsti'nâs"ın öğrenmek istemek anlamında olduğu da söylenmiştir. Evde kim olduğunu öğrenmeden girmeyin, demek olur. Mücahid dedi ki: Bu da öksürmekle yahut mümkün olan herhangi bir şekilde olur. Kendisinin geldiğinin farkedildiğini anlayacağı bir süre kadar da ağır hareket eder ve bundan sonra içeri girer. Bu anlamdaki bir açıklamayı et-Taberî de yapmıştır. Yüce Allah'ın:

"Şayet onlarda bir reşitlik görürseniz." (en-Nisâ, 4/6) âyetinde (aynı kökten gelen bu kelime) bilirseniz" demektir. Şair de şöyle demektedir:

"Hafif bir ses duydu ve korkuttu avcı onu,

İkindi vakti idi hatta akşam yaklaşmıştı,"

Derim ki: İbn Ma'ce'nin, Sünen'inde şöyle bir rivâyet vardır: Bize Ebubekr b. Ebi Şeybe anlattı: Bize Abdu'r-Rahîm b. Süleyman anlattı. O, Vâsıl b. es-Sâib'den, o Ebû Sevre'den, o Ebû Eyyub el-Ensarî'den dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, dedik. Selam ne olduğunu biliyoruz, peki isci'nâs ne demektir? Şöyle buyurdu: "Adam ya subhanallah, ya Allahu ekber, ya elhamdülillah der, öksürür ve aile halkını haberdar eder." İbn Mâce, Edeb 17.

Derim ki: İşte bu, Mücahid ve ona uygun kanaat belirtenlerin dedikleri gibi isti'nâsın, isti'zândan farklı olduğu hususunda açık bir nasstır,

4- "İsti'nâs" Kelimesinin Yazılışı İle İlgili Asılsız Bir Rivâyet:

İbn Abbâs'tan -bazı kimselerin ise Saîd b. Cübeyr'den- rivâyetlerine göre "İzin alıncaya kadar" âyeti(nda, hemzeden sonra nûn ve sin harflerinin gelmesi) katibin bir hatası ya da bir yanılmağıdır. Asıl doğrusu "İzin ah..,ncaya kadar" şeklindedir.

Ancak böyle bir rivâyet İbn Abbâs'tan da, başkasından da sahih olarak gelmiş bir rivâyet değildir. Çünkü İslâm mushaflarının tümünde bu ifade onların hata dedikleri şekilde sabit olmuştur, Osman (radıyallahü anh) döneminden beri bu hususta icma ile sahih olarak nakledilmiştir. Bu hatta muhalefet câiz değildir. Ashab-ı Ki ram'in üzerinde icma' ettiği bir lafızın yazımında kâtibin hata ya da yanıldığını söylemek ise İbn Abbâs'tan sahih olarak nakledilmesi imkânsız bir iddiadır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Önünden de, arkasından da bâtıl ona erişemez. (Çünkü o) hikmeti sonsuz, her hamde lâyık olan tarafından indirilmiştir." (Fussilet, 41/42);

"Şüphe yok ki o Zikri (Kur'ân'ı) Biz indirdik, onu koruyacak olan elbette Biziz." (el-Hicr, 15/9)

Ancak İbn Abbâs'tan ifadede bir takdim ve tehir olduğuna dair rivâyet gelmiştir ve buna göre mana: "Tâ ki ev halkına selâm verip, izin İstemeden girmeyin" şeklindedir. Bunu da Ebû Hatim nakletmiştir.

İbn Atiyye der ki: İbn Abbâs'tan ve başkalarından böyle bir görüşün nakledilmesinin imkânsız olduğunu ortaya koyan hususlardan birisi de; "isti'nâs" kökünden gelen fiilin mana itibariyle çok sağlam bir bütünlük arzetmekte oluşu ile Arap dilinde bunun gayet kolay açıklanabilir olmasıdır. Ömer (radıyallahü anh), Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a: Ey Allah'ın Rasûlü! Ben isti'nâs ediyorum (izin istiyorum), demişti. Bu esnada Ömer de odanın kapısında ayakta duruyordu. Bu sözlerin geçtiği hadis de meşhur'bir hadistir. Buhâri, Mezâlim 25, Nikâh 93; Müslim, Talâk 30, 34; Tirmizî, Tefsir 66. sûre; Müsned, I, 33. Sözü edilen bu meşhur hadis, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in haramlarına îlâ (onlara yaklaşmamaya dair yemin) etmesi ve Ömer (radıyallahü anh)in endişelenip gerçeği öğrenmek istemesi üzerine vârid olmuş bir hadistir. Hadisin belirtilen kaynaklarda delil olarak gösterilen ve "izin istemek" anlamındaki kelime burada belirtildiği gibi "isti'nâs" kökünden değil, "istizan" kökündendir Ancak, merhum müfessirimiz açıklamaları paragrafın başında belirtildiği gibi, İbn Atiyyeden nakletmektedir. Nitekim İbn Atiyye'nin Tefsir'imte (XI, 291) ifade nakledildiği gibidir. İbn Atiyye, lâfzın bu şekilde kullanıldığı bir kaynağa dayanmış olmalıdır. Bu da onun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)tan izin (isti'nâs) talebinde bulunmuş olmasını gerektirmektedir. İbn Abbâs böyle bir durumda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ashabının hata ettiğini nasıl söyleyebilir?

Derim ki: Ebû Eyyub yoluyla gelen (bir öndeki başlıkta kaydedilen) hadiste isti'nâsın selâmdan önce olduğunu ve buna göre âyet-i kerîmenin olduğu haliyle, takdim ve tehir söz konusu olmadan hüküm ifade ettiğini, içeri girdikten sonra selâm verileceğini ortaya koymaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

5- İzin îstemenin Sünnet Şekli:

İzin İstemede sünnet üç defadır, daha fazla izin istenmez. İbn Vehb dedi ki: Malik dedi ki: İzin istemek üç defadır, herhangi bir kimsenin daha fazla izin istemesini uygun görmüyorum. Ancak iznini İşittiremediğini kabul eden kimsenin, işittirmediği kanaati kendisinde hasıl olursa, daha fazla iznini tekrarlamasında mahzur görmemekteyim.

İzin isteme şekli kişinin: "es-Selâmu aleykum, gireyim mi?" demesi suretiyle olur. Ona izin verilirse, içeri girer. Geri dönmesi söylenirse, geri döner. Ses çıkarılmazsa, üç defa izin ister ve üçüncüsünden sonra geri döner.

İzin istemekte sünnet, izin isteğini üç defa tekrarlamaktır ve bundan fazla izin istenmez, deyişimizin sebebi Ebû Mûsa el-Eş'arî yoluyla gelen Hadîs-i şerîftir, O, Ömer b. el-Hattâb'a karşı bu hadis gereğince uygulama yapmış, bu hususta Ebû Mûsa lehine önce Ebû Said el Hudrî sonra da Ubeyy b. Ka'b şahitlikte bulunmuştur. Bu, meşhur bir hadis olup bunu Sahih(-i Buhârî) rivâyet etmiştir. Bu hadis, bu hususta açık bir nasstır. Hadiste şöyle denilmektedir: ... Ömer: Yanımıza gelmene engel olan ne oldu? diye sordu, o da şöyle dedi: Ben geldim, kapında durup üç defa selâm verdim. Sen benim selâmımı almayınca, ben de geri döndüm. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse üç defa izin istediği halde, ona izin verilmeyecek olursa, geri dönsün. " Buhâri, İstizan 13; Müslim, Âdâb 33-37; Ebû Dâvûd, Edeb Î27; Tirmizî, İsti'zfm 3; İbn Mân, Edeb 17; Dûrirrû, İstizan 1; Müsned, III, 19; IV, 403, 410.

İzin isteme şekli ile ilgili olarak sözünü ettiğimiz hususa gelince; bu da Ebû Dâvûd'un, Rib'î'den kaydettiği rivâyete dayanmaktadır. O dedi ki: Bize Âmiroğullarından bir adam anlattı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir evde bulunuyorken huzuruna girmek üzere izin istedi(m) ve içeri gireyim mi? diye sordu(m). Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hizmetçisine şöyle buyurdu: "Çık da bu adama izin İstemeyi öğret. -Ona dedi ki-:.es-Selâmu aleykum, gireyim mi? de" dedi. Adam onun bu sözlerini işitince: es-Selamu Aleykum, gireyim mi? dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da ona izin verince, o da içeri girdi. Ebû Dâvud, Edeb 126

Taberide bunu zikretmiş ve şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ravda" diye anılan bir cariyesine şöyle dedi: "Sen bu adama; es-Selâmu aleykum, gireyim mi? demesini söyle" deyip, hadisi zikretmektedir. Suyûtî, ed-Durru'l-Mtnsûr, VI, 172.

Rivâyet edildiğine göre İbn Ömer bir gün çölün sıcağından rahatsız olmuş ve Kureyş'e mensub bir kadına ait bir çadıra giderek- es-Selâmu aleykum, gireyim mi? diye sormuş. Kadın: Selâm ile gir, demiş. Ömer (radıyallahü anh) sözlerini tekrarlayınca, kadın da tekrarlamış. Sonunda Ömer (radıyallahü anh) kadına: Gir de deyince, kadın da böyle demiş! Görüldüğü gibi o: "Selâm ile (gir)" deyince, içeri girmeyip durmuş. Çünkü bu lâfız ile; şahıs olarak değil, selâmınla gir, demeyi kastetmiş olma ihtimali de vardır.

6- İzin İstemenin Üç Defa İle Sınırlandırılmasının Sebebi:

İlim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- derler ki: İzin istemenin üç defa tekrarlanmasının sebebi, bir sözün, üç defa tekrarlanmasının duyulup anlaşılmış olmasını -çoğunlukla- sağlamasından dolayıdır. Bunun için Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir söz söyledi mi, söylediği iyice anlaşılsın diye üç defa tekrarlardı. Bir topluluğa da selam verdi mi, selamını üç defa tekrarlardı. Üç defa çoğunlukla duyulup, anlaşıldığına göre; üç defa izin istediği halde izin isteyene müsaade edilmeyecek olursa, ev sahibinin izin vermeyi istemediği ortaya çıkar ya da kesintiye uğratması imkânı bulunmayan bir mazereti dolayısıyla cevap veremeyecek durumda demektir, İşte o vakit izin isteyenin geri dönmesi gerekir, çünkü izin istemeyi daha fazla tekrarlamak, ev sahibini rahatsız edebilir. Hatta meşguliyetini kesmesine sebep olup kendisine zararlı olabilir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Eyyub'dan izin istediğinde o da alelacele çıkınca, Peygamber: "Biz seni aceleye getirmiş de olabiliriz..." demiştir. Buhârî, VudıY 34; Müslim, Hayz «3; İbn Mâce, Tahâre 110; Müsned, III, 21, 26.

Akîl b. Şihab'ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Üç defa selam verme sünnetine gelince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Sa'd b. Ubade'ye gidip: "es-Selâmu aleykum" dediği halde, ona cevap vermediler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sonra tekrar: "es-Selâmu aleykum" dediği halde, onlar yine selâmını almadılar. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) geri döndü. Sa'd orilın bir daha selâm vermediğini görünce, geri döndüğünü anladı. Arkasından çıktı ve nihayet ona yetişip: Ve aleykumü's-selâm ya Rasûlallah, dedi. Biz sadece senin bize daha çok selâm vermeni istedik. Allah'a yemin ederiz ki selamını işittik. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Sa'd ile birlikte geri döndü ve evine girdi. Ebû Dâvûd, Edeb 128 İbn Şihab dedi ki: İşte üç defa selam verme bu kabilden rivâyetlerden alınmıştır.

Ayrıca bunu el-Velid b. Müslim, el-Evzaî'den rivâyet etmiştir. el-Evzaî dedi ki: Yahya b. Ebi Kesir'i şöyle derken dinledim: Bana Muhammed b. Abdu'r-Rahmân b. Es'ad b. Zürare, Kays b. Sad'dan anlattı, o dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) evimizde bizi ziyarete getdi ve: "es-Selâmu aleykum ve rahmetullah" dedi. Sa'd yavaş bir sesle selamını aldı. Kays (b. Sa'd) dedi ki: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a (içeri girmesi İçin) izin vermeyecek misin? dedim. O da: Onu bırak da bize çokça selâm versin... dedi ve hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Bu hadisi Ebû Dâvûd da rivâyet etmiş olup onda: "İbn Şihab dedi ki: İşte üç defa selam vermek bu kabilden rivâyetlerden alınmıştır." sözü yoktur. Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi ayrıca Ömer b. Abdu'l-Vahid ile İbn Semaa, el-Evzaî'den mürsel olarak rivâyet etmiş olup bunlar Kays b. Sa'd'ı zikretmemişlerdir, Ebû Dâvûd, Edeb 128

7- Evlerin Girişlerinde Kapı Ya da Perdenin Bulunmasının İzin İstemeye Etkisi:

İbn Abbâs (radıyallahü anh)dan: İnsanlar isti'zan gereğince uygulamayı terk etmişlerdir, dediği rivâyet edilmektedir.

Bizim ilim adamlarımız da -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- şöyle demişlerdir: Buna sebeb insanların evlerine kapılar yaptırmış olmaları ve kapıların çalınmasıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Ebû Dâvûd da, Abdullah b. Busr'dan şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir ailenin kapısına gitti itli yüzü kapıya karşı durmazdı. Bunun yerine kapının ya sağ ya da sol tarafında durur ve: "es-Selâmu aleykum, es-selâmu aleykum" derdi. Çünkü o gün evlerin (kapıları) üzerinde perde bulunmuyordu. Ebû Davüd, Edeh 128

8- Kapı Kapalı Bulunuyor îse:

Şayet kapı kapalı ise istediği yerde durur ve öylece izin ister, dilerse de kapıyı çatar. Çünkü Ebû Mûsa el-Eş'arî'nin rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'de bir evin bahçesinde, bir kuyunun kenarında bulunuyor idi. Ayaklarını kuyunun içine uzatmıştı, Ebubekir kapıyı çaldı. Resûlüllah (ona): "Ona izin ver ve onu cennetle müjdele" diye buyurdu. Buhârî, Fi ten 17, Ahbârul-Âhâd 3, Fedflilu's-Sahâbe 6; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 28, 29; Tirmizî, Menâkıh 18; Müsned, 1, 5, II, 165, 111, 408, IV, 393, 406, 407 Bu hadisi Abdu'r-Rahmân b. Ebi'z-Zinâd böylece rivâyet etmiş, Salih b. Keysân ile Yûnus b. Yezid de ona mütabaat etmiş olup hep birlikte Ebû'z-Zinâd'dan, o Ebû Seleme'den, o Abdu'r-Rahmân b. Nâfi'den, o da Ebû Mûsa'dan diye rivâyet etmişlerdir. Ancak Muhammed b. Amr el-Leysî onlara muhalefet ederek bu hadisi Ebû'z-Zinâd'dan, o Ebû Seleme'den, o Nâfi' b. el-Hâris'den, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan böylece rivâyet etmiştir. Ancak birincisinin isnadı daha sahihtir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

9- Kapı Nasıl Çalınır?

Kapı işitilebilecek kadar yavaş çalınmalıdır, şiddetle çalınmaz. Enes b. Malik şöyle demektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın kapıları tırnaklarla çalınırdı. Bunu Ebubekr Ahmed b. Ali b. Sabit el-Hatib "Cami'"inde zikretmektedir. Ebû Bekr Ahmed el-Hatib, el-Câmi' li Ahl&ki'r-Râvî ve Âdâbi's-Sâmi; Beyrut I416/199û, t 740 Vf H. 444.

10- Kapıyı Çalanın: Kim O Diye Sorulması Üzerine: "Ben" Diye Cevap Vermesi:

Buhârî, Müslim ve başkalarının rivâyetine göre Câbir b. Abdullah (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın huzuruna girmek üzere izin istedim. O: "Kim o?" diye sordu. Ben de: Benim, dedim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bundan hoşlanmamışcasına: "Benim, benim" diye buyurdu. Buhârî, İstizan 17; Müslim, Âdâb 38, 39; Tirmizî, istizan 18; Müsned, III, 363

İlim adamlarımız derler ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın bu sözden hoşlanmayışının sebebi "benim" demesi ile tanımanın hasıl olmamasından dolayıdır. Bu hususta uyulması gereken hüküm ise Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) ile Ebû Mûsa'nın uygulamasında olduğu gibi ismini zikretmesidir. Çünkü kişi ismini zikretmekle tekrar soru ve cevab külfeti ortadan kaldırılmış olur.

Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)dan sabit olduğuna göre o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın yanına -o (îlâ sebebiyle) yüksekçe odasında bulunuyor iken- gitmiş ve: es-Selamu aleyke ya Rasûlallah, es-selamu aleykum Ömer girebilir mi? demiştir.. Bu hadisin kaynakları için dördüncü başlığa bakınız.

Müslim'in, Sahih'inde de kaydedildiğine göre Ebû Mûsa, Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)ın huzuruna varmış ve: es-Selâmu aleykum, bu Ebû Mûsa'dır, es-Selamu aleykum, bu el-Eş'arî'dir... demiştir. Bu hadisin kaynakları için beşinci başlığa bakınız.

11- Kim O? Sorusuna: "Ben" diye Cevap Vermenin Sakıncası:

el-Hatib, "el-Camî'..." adlı eserinde Ali b. Âsım el-Vâsitî'den şöyle dediğini nakletmektedir: Basra'ya gittim, Şu'be'nin evine vardım. Kapısını çaldım, kim o? dedi. Ben: Benim, dedim. Şu cevabı verdi: Ey adam! Benim, benim diye anılan bir arkadaşım yoktur, Sonra yanıma çıkıp dedi ki: Bana Muhammed b. el-Munkedir anlattı. O Cabir b. Abdullah'tan naklen dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın huzuruna bir ihtiyacım dolayısıyla gitmiştim. Kapısını çaldım. O: "Kim o?" diye sordu. Ben de: Benim, dedim. O da: "Benim, benim" diye tekrarladı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) benim bu sözümden -ya da onun bu sözünü- hoşlanmadı gibi. el-Hatîb a.g.e.. I, 243,

Ömer b. Şebbe'den de naklettiğine göre o şöyle demiş: Bize Muhammed b. Selâm babasından naklen anlattı, dedi ki: Amr b. Ubeyd'in kapısını çaldım. Bana: Kim o? diye sordu. Ben de: Benim deyince, gaybı Allah'tan başka kimse bilemez, dedi. el-Hatib (el-Bağdadî) dedi ki: Ben Kadı Ali b. el-Muhassin'in hadis şeyhlerinden birisinden şunu naklettiğini duydum: Kapısı çalındı mı: Kim o? diye sorar. Kapıdaki kişi: Benim, diyecek olursa, Hoca da: Benim, işte bu kapıyı çalan bir kederdir derdi. el-Hatîb, a.g.e., 1, 243-244

12- Örfe Göre İzin İsteme Şekilleri:

Herbir kavmin izin isterken kendi örflerine göre kullandıkları İfadeleri vardır. Nitekim Ebubekir el-Hatib senedini kaydederek Ömer b. el-Hattâb’ın oğlu Âsım'ın kızı Um Miskin'in azadlı kölesi Ebû Abdi’l-Melik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Hanım efendim beni Ebû Hüreyre'ye gönderdi, o da benimle birlikte geldi. Kapıya gelince Ender (içeri gireyim mi?) diye sordu. O da: Enderun, dedi. Hatib bu bahsin başına "Farsça İzin isteme" başlığını koymuştur. Ahmed b. Salih'ten de şöyle dediğini zikretmektedir: ed-Derâverdî, Isfahan halkından olup, Medine'ye yerleşmiş birisi idi. İçeri girmek isteyen adama da: Enderun derdi. O bakımdan Medineliler kendisine "ed-Deıaverdî" demişlerdir. el-Hâtib, a.g.e., I, 247.

13- İçeri Girmeden Selam Vermek:

Ebû Dâvûd'un, Kelede b. Hanbel'den rivâyetine göre; Safvan b. Ümeyye Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a götürmek üzere onunla bir miktar süt, altı-yedi aylık bir ceylan yavrusu ve bir miktar acur göndermişti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da o sırada Mekke'nin yukarı taraflarında bulunuyordu. Yanına selâm vermeden girdim, o da; "Geri dön ve: es-selâmu aleykum de, diye buyurdu." Bu da Safvân b. Umeyye'nin müslüman oluşundan sonra idi. Ebû Dâvûd, Edeb 127; Tirmizî, İsti'zân 18; Müsned, IV, 414.

Ebû'z-Zübeyr'in, Câbir'den rivâyetine göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Selam ile söze başlamayana izin vermeyiniz." el-Heysemî, Mecmâu'z-Zevâid, VIII, 32; el-Hatîb, a.g.e., I, 241

İbn Cüreyc şunu zikreder: Bana Atâ haber verip dedi ki: Ebû Hüreyre'yi şöyle derken dinledim: Adam gireyim mi? diye sorup da selâm vermeyecek olursa, sende ona: Anahtarı getirinceye kadar hayır, de. Ben: es-selamu aleykum mu? dedim. O: Evet, dedi. el-Heysemî, Mecmâu'z-Zevâid, VIII, 32; el-Hatîh, a.g.e. I, 241.

Rivâyet edildiğine göre Huzeyfe (radıyallahü anh)a bir adam geldi ve evin içinde ne olduğuna bakıp: es-Selamu aleykum gireyim mi? dedi. Huzeyfe'de ona: Sen kıçınla henüz girmeden gözünle zaten girmiş bulunuyorsun.

14- Davet, Girmek İçin İzin Sayılır mı?

Bu bahse giren hususlardan birisi de Ebû Dâvûd'un kaydettiği şu rivâyettir. Ebû Hüreyre'den rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Bir kimsenin, bir kimseye elçi göndermesi ona izin vermesi demektir," Ebû Dâvûd, Edeb 128 Yani bir kişi diğerine haber gönderecek (ve çağıracak) olursa, içeri girmesi için ona izin vermiş demektir. Peygamber efendimizin şu hadisi de buna açıklık getirmektedir: "Sizden biriniz, bir yemeğe davet edilip de o da gönderilen elçi ile birlikte gelirse, şüphesiz ki bu, ona verilmiş bir izin demektir." Bu hadisi de Ebû Dâvûd, Ebû Hüreyre'den rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Edeb 128

15- Ne Zaman Selam Vermek Gerekir?

Göz göze değdi mi artık selâm vermek icab eder. Onun seni görmüş olmasını, sakın yanına girmen için bir izin olarak kabul etmeyesin. Selamın hakkını yerine getirmen gerekir, çünkü onun huzuruna girmek isteyen ve: Gireyim mi? diyen sensin. Sana izin verecek olursa girersin, aksi takdirde geri dönersin. Ebû Dâvûd, Edeb 128

16- Kişinin Kendi Evine Girmesi İle İlgili Hükümler:

Sözünü ettiğimiz bütün bu hükümler kişinin kendi evi dışındaki evler hakkındadır. Kişinin kaldığı evine gelince, şayet o evde kişinin kendi hanımı varsa, yanına girmek için izin İstemeye gerek yoktur. Ancak yanına girdi mi, selâm verir.

Katade der ki: Evine girdiğin takdirde ailene selâm ver, çünkü onlar kendilerine selâm verdiklerin arasında bu işe en lâyık olanlardır. Şayet evde seninle birlikte annen ya da kızkardeşin varsa, ilim adamları derler ki: Öksür, ayağını yere vur ki senin girdiğinin farkına varsınlar. Çünkü hanımının senden utanmanı gerektirecek bir taraf yoktur, ancak annen ile kızkardeşin senin kendilerini görmek istemediğin bir durumda olmaları mümkündür.

İbnu'l-Kasım dedi ki: Malik dedi ki: Kişi annesinin ve kızkardeşinîn yanına girmek istediği takdirde izin ister. Atâ b. Yesâr'dan rivâyete göre: Bir adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a: Annemin yanına, girmek için izin isteyeyim mi? diye sormuş. O da: "Evet" diye buyurmuş. Adam: Ben ona hizmet ediyorum ama; deyince, yine ona: "Yanına girmek için izin iste" diye buyurdu. Adam sözlerini üç defa tekrarladı. Peygamber de: "Sen onu çıplak görmek ister misin?" deyince, adam: Hayır, diye cevap verdi. Bu sefer peygamber: "O halde yanına gireceğin vakit izin iste" diye buyurdu. el-Beyhakî, es-Sunenu't-Kübrâ, VII, 157 Bunu Taberî (de) zikretmektedir.

17- Kişi Kendi Evine Girdiğinde Kimse Yoksa:

Kişi kendi evine girip de evde kimse bulunmuyor ise ilim adamlarımız derler ki: "Selam olsun bizlere Rabbimizden, o en güzel selamlar; hoş, temiz ve mübarek kılınmış sözler. Selâm Allah'a mahsustur" der. Bunu İbn Vehb, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan zikretmiş ise de senedi zayıftır.

Katâde dedi ki: Sen içinde kimsenin bulunmadığı bir eve girecek olursan: es-Selimu aleynâ ve alâ ıbâdillahi's-salihîn, de. Çünkü böyle demek emrulunmuştur. Bize nakledildiğine göre de melekler böyle diyenlerin selâmını alırlar. İbnu'l-Arabî der ki: Sahih olan selam da vermemek, izin de istememektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Derim ki: Katâde'nin sözü güzeldir.

28

Eğer onlarda kimse bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oralara asla girmeyin. Eğer size: "Geri gidin" denilirse, geri dönüp gidin. Bu sîzin İçin daha temizdir. Allah sizin ne yaptığınızı çok iyi bilir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Eğer Evlerde Kimse Yoksa:

"Eğer onlarda kimse bulamazsanız" âyetinde geçen

"onlarda... bulamazsanız" btıyruğundaki zamir "başkasına ait olan evler"e aittir.

Taberî'nin, Mücahid'den naklettiğine göre o şöyle demiştir: "Eğer onlarda kimse bulamazsanız" âyeti, eğer sizin o evlerde eşya ve ihtiyacınız yoksa demektir. Taberî bu yorumu zayıf kabul etmiştir, gerçekten de bu açıklama oldukça zayıftır. Mücahid sanki, içinde kimsenin bulunmadığı ve mesken olarak kullanılmayan evlere orada ihtiyacı veya eşyası bulunanın izinsiz olarak girebileceği kanaatinde olduğunu gösteriyor gibidir. Yine onun görüşüne göre "meta1" lâfzı yaygı ve örtü kabilinden ev eşyası olmalıdır. Bütün bu açıklamalar zayıftır.

Sahih olan, bu âyet-i kerîmenin kendisinden önceki âyetlerle ve hadislerle alakalı bulunduğudur. İfadenin takdiri de şöyledir; Ey îman edenler! Sizler kendinizin olmayan evlere izin istemeden ve selâm vermeden girmeyiniz. Şayet size izin verilecek olursa giriniz, aksi takdirde geri dönünüz. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın Sa'd'den İzin istemesiyle yaptığı bu olmuştu. Ebû Mûsa'nın da Ömer (radıyallahü anh)a karşı davranışı böyle olmuştu. Şayet sizler o evlerde size izin verecek kimse bulamayacak olursanız, izin alıncaya kadar da girmeyiniz, demek olur.

Taberî senedini kaydederek Katade'den şöyle dediğini nakletmektedir: Muhacirlerden bir adam dedi ki: Bütün ömrüm boyunca bu âyet-i kerîmenin gereğini uygulayayım diye uğraşıp durdum. İstedim ki, kardeşlerimden izin istediğim biri bana; Geri dön desin de ben de yüce Allah'ın:

"Bu sizin için daha temizdir" âyeti ile amel edip memnuniyetle geri döneyim.

2- Kapının Açık Yada Kapalı Olması İzin İsteme Gereğini Etkilemez:

Kapının kapalı ya da açık olması arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü şeriat ev sahibinin izni ile açılmadıkça evin içerisine girmeyi haram kılmak suretiyle bu yolu kapatmış bulunmaktadır. O bakımdan kişiye düşen, hem eve gelirken, hem geri dönerken evin içinde ne olduğunu bilmeyecek bir şekilde kapıya gelip izin almaya çalışmaktır. İlim adamlarımızın rivâyet ettiklerine göre Ömer b. el-Hattâb şöyle demiştir: Bir evin İçindekilerle güzünü dolduran bir kimse fâsıklık etmiş olur.

Sahih(-i Buhârî)nın, Sehl b. Sa'd'dan kaydettiği rivâyete göre bir adam Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın kapısındaki bir delikten içeriyi gördü. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın elinde de saçlarını taradığı demir ya da tahtadan bir ucu sivri bir tarak vardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Senin içeri doğru baktığını bilsem, bunu gözüne batırırdım. Çünkü yüce Allah'ın izin istemeyi emretmiş olması görmekten ötürüdür." Buhârî, Libâs 75, İstizan 11, Diyât 23; Müslim, Âdâb 40, 41; Ebû Dâvûd, Edeb 126; Tirmizî, İstizan 17; Nesâî, Kasame 47; Dârimî, Diyât 23; Müsned, V, 330, 335

Enes'ten rivâyet edildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "Bir adam izinsiz bir şekilde seni görecek olursa, sen de attığın bir çakıl taşı ile onun gözünü çıkartacak olursan, bundan dolayı senin için bir vebal söz konusu değildir, " Buhârî, Diyât 23; Müslim, Âdâb 44; Nesâî, Kasame 4H; Müsned, II, 243

3- Küçüğün de Büyüğün de İzin Alması Geçerlidir:

İzin istemenin eve girmenin şartı olduğu sabit olduğuna göre; şunu da belirtelim ki küçüğün de büyüğün de izin atması caizdir. Enes b. Malik daha ergenlik yaşına gelmeden önce Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın huzuruna girmek üzere izin isterdi. Ashab-ı Kiramın oğulları ve kölelerine karşı tutumları da bu idi. Yüce Allah'ın izniyle sûrenin sonlarında buna dair daha geniş açıklamalar gelecektir.

4- Ne Yaparsanız Allah Bilir:

"Allah sizin ne yaptığınızı çok iyi bilir" âyeti evlerin içindekini görmek kastı ile tecessüsde bulunup masiyet maksadıyla ev halkının haberi olmadan içeri giren, helâl ve câiz olmayan şeylere bakmak ve buna benzer günah işleme kastında olan diğer kimseler için bir tehdittir.

29

Oturutmayan ve içlerinde size ait meta' bulunmayan evlere girmenizde size günah yoktur. Allah açıkladığınızı da, gizlediğinizi de bilir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız:

1- İzinsiz Girilebilecek Yerler:

Rivâyet edildiğine göre izin istemeyi emreden âyet-i kerîme nazil olduktan sonra bazıları bu işte çok aşırıya gittiler. İster harabe olsun, ister orada kimseler yaşasın, nereye giderse mutlaka selâm verir ve izin isterdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu ve yüce Allah bu âyet-i kerîme ile kimsenin yaşamadığı herbir ev ya da yere girmek için izin isteme yükümlülüğünü kaldırıp izinsiz girmeyi mubah kıldı. Çünkü izin istemenin sebebi, sadece kişinin kendisi için görülmesi haram olan şeyleri görme korkusudur. Böyle bir sebep ortadan kalktı mı, hüküm de ortadan kalkar.

2- Âyet-i Kerîmede Zikredilen "Evler"den Kasıt:

İlim adamları burada sözü edilen

"evler" ile neyin kastedildiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Muhammed b. el-Hanefîyye, Katade ve Mücahid der ki: Bunlar kervanların gidip geldiği yollarda bulunan oteller, kervansaraylardır. Mücahid dedi ki: Bunlar içlerinde kimsenin yaşamadığı fakat bütün yolcuların içlerinde girip barınmak üzere vakfedilmiş ve orada kendileri için meta’ın yani içindeki şeylerle faydalanacakları malzemenin bulunduğu yerlerdir.

Yine Muhammed b. el-Hanefîyyeden rivâyete göre burada kasıt, Mekke evleridir. Malik'in bu husustaki görüşü de bunu açıklamaktadır. Bu açıklama da Mekke evlerinin mülk edinîlemeycceği ve insanların bu evlerde ortak oldukları, Mekke'nin de kılıç zoruyla fethedildiği görüşüne binâendir.

İbn Zeyd ile en-Nehaî derler ki: Burada kasıt, çarşı-pazarlardaki dükkanlardır. en-Nehaî dedi ki: Çünkü kişiler buraya satacakları malları getirip oraya koymuş olurlar ve insanlara: Haydi gelin, demişlerdir.

Atâ da der ki; Burada kasıt insanların küçük-büyük abdest bozmak maksadıyla daldıkları harabelerdir. Bunda da bir çeşit meta' vardır.

Cabir b. Zeyd dedi ki: Buradaki "meta" İle belli eşyalar kastedilme inektedir. Bunların dışındaki ihtiyaçlar kastedilmektedir. Bir topluluğun gece ya da gündüz konakladıkları bir yer yahut ihtiyaçlarını karşılamak için girdikleri bir harabe, veya görmek maksadıyla- içine girdikleri bir evdir. Bütün bunlar birer meta'dır ve bütün dünya menfaatleri de birer metâ'dır.

Ebû Ca'fer en-Nehhâs dedi ki: Bu, müslümanların İmâmlarından birisinin yaptığı güzel bir açıklamadır. Ayrıca lügat anlamına da uygun düşmektedir, çünkü Arap dilinde meta': menfaat demektir. "(........): Allah seninle faydalandırsın" ifadesi buradan geldiği gibi, yüce Allah'ın:

"Onları metâ'landınn" (el-Ahzâb, 33/49) âyeti da buradan gelmektedir.

Derim ki: Kadı Ebubekr b. el-Arabî de bu görüşü tercih etmiş ve şöyle demiştir; "Meta"' lâfzını bütün faydalanılan hususlar diye açıklayan bir kimse, etraflı bir şekilde âyeti tatbik etmiş ve bu konuda kesin sözü söylemiş olup, bu lâfzın kişi için fayda sağlayan her şeyi kapsadığını açıklamış olmaktadır. Meselâ, öğrenci ilim talebi için yapılmış okullar demek olan hankâhlara girer. Bir yerde kalan bir kimse kervansaraylara girer. Müşteri bir şeyler satın almak için dükkana girer. Tuvalet ihtiyacı olan bir kimse ihtiyacını görmek İçin tuvalete girer. Kısacası herkes ihtiyacı ne ise ona uygun bir yere gider. İbn Zeyd ile en-Nehaî'nin sözleri ise görüşlerden bir görüştür. Ancak büyük iş hanlarında bulunan yerler, insanların malları dolayısıyla girilmesi mutlaka mubah olan yerler değildir. Oraya girmek isteyen herkes için girmelerinin mubah olmadığı İcmâ' ile kabul edilmiştir ve bu gibi yerlere ancak sahibi tarafından kendilerine İzin verilmiş kimseler girer. Hatta bu gibi yerlerin sahipleri insanların gelmesini önlemekle görevlidirler.

30

Mü’minlere söyle ki: Gözlerini sakınsınlar, mahrem yerlerini de korusunlar. Böylesi onlar için daha temizdir. Şüphe yok ki Allah yaptıkları İşlerden çok iyi haberdar olandır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız;

1- Gözleri Haramdan Sakınmak:

Yüce Allah görülmemesi gereken şeyleri setredip örtmeyi söz konusu ettikten sonra; "mü’minlere söyle ki: gözlerini sakınsınlar" âyeti ile görmekle ilgili hususu söz konusu etmektedir.

"Sakınsınlar" lâfzı, "Gözünü sakındı sakınır" denilir. Şair de der ki:

"Gözünü sakın çünkü sen Numeyrlisin,

Ne Ka'b'a ulaşırsın, ne de Kilâb'a."

Antere de şöyle demiştir:

"Hanım komşum görünürse gözüme, sakınırım gözümü,

Tâ ki komşumun barındığı yer onu örtünceye."

Yüce Allah gözün neden sakınılacağım ve mahrem yerlerinin neden korunacağını söz konusu etmemektedir. Ancak bu, âdeten bilinen bir husustur ve bundan kasıt da helâl olandan değil, haram olandan sakınmaktır.

Buhâri'de şöyle denilmektedir: Said b. Ebi'l-Hasen, el-Hasen'e dedi ki: Acem kadınları göğüslerini ve başlarını açıyorlar. (el-Hasen) dedi ki: Sen de gözünü ondan sakın. Yüce Allah: "Mü’minlere söyle ki; Gözlerini sakınsınlar, mahrem yerlerini de korusunlar" diye buyurmaktadır. Katâde de der ki: Kendilerine helâl olmayan şeylerden (sakınsınlar) demektir. "Mü’min kadınlara da deki: Gözlerini sakınsınlar, mahrem yerlerini korusunlar..."

Yani kendisine yasak kılınan şeye bakmak demek olan "hain bakış"tan sakınsınlar (demektir) Buhâri, İsti'zâtı 2

2- Gözlerin Sakınması:

Gözlerini" âyetindeki kelimesi, şanı yüce Allah'ın:

"zaman da sizden hiçbir kimse bunu ona yapmamıza engel olamazdı" (el-Hakka, 69/47) âyetinde olduğu gibi zâid (fazla) olduğu söylenmiştir. Bunun teb'îz (kısmîlik bildirmek) için olduğu da söylenmiştir, çünkü kimi bakmalar mubahtır.

"Sakınmak" eksiklik diye de açıklanmıştır, "Filan kişi filândan eksiltti" denilir. Buna göre eğer göz işini yapma imkânı verilmeyecek olursa, ondan bir şeyler düşülmüş ve eksiltilmiş demektir. Buna göre burada bu edat "sakınma"nın sılasıdır. Ne kısmîlik (teb'îz) bildirmek içindir, ne de fazladan gelmiştir.

3- Görmek Kalbe Açılan En Büyük Kapıdır:

Görmek kalbe açılan en büyük kapıdır. Oraya ulaşan duyu yollarının en mükemmelidir. İşte bundan dolayı görme dolayısıyla düşüşler de pek çoktur. Ondan sakındırmak gerekti görülmüştür. Bütün haramlardan ve kendisi sebebiyle fitneye düşülmesi korkulan her husustan gözün sakınılması farzdır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yollarda oturmaktan sakınınız," Ey Allah'ın Rasûlü! Bizim için orada oturmak kaçınılmaz bir şeydir. Biz oralarda sohbet ederiz, dediler. Şöyle buyurdu: "Madem oturmaktan başka şeyi kabul etmiyorsunuz, o takdirde yolun hakkını veriniz." Yolun hakkı nedir, ey Allah'ın Rasûlü! dediler. Şöyle buyurdu: "Gözün haramdan sakınılması, rahatsızlık verici şeylerin önlenmesi, selâmın alınması, iyiliğin emredilip kötülüğün sakındırılması." Bu hadisi Ebû Said el-Hudrî rivâyet etmiş olup, Buhârî ve Müslim kitaplarına kaydetmişlerdir. Buhâri, Mezâlim 22, İsti'zân 2; Müslim, Libâs 114; Ebû Dâvûd, Edeb 12; Müsned, III, 36.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da, Ali (radıyallahü anh)a şöyle demiştir: "Bir bakışın arkasına diğerini salma. Birincisi senin hakkın olabilirse de, ikincisi senin hakkın değildir." Ebû Dâvûd, Nikâh 43; Tirmizî, Edeb 2b, Dârimî, Rikaak 3; Müsned, V, 351, 353, 357

el-Evzaî de şöyle demiştir: Bana Harun b. Riâb'ın anlattığına göre, Gazvan ve Ebû Mûsa el-Eş'arî birlikte bir gazada bulunuyorlardı. Bir cariye üzerini açtı, Gazvan ona baktı. (Ebû Mûsa) elini kaldırıp gözüne bir tokat indirdi, gözünü şişirdi ve dedi ki: Sen, sana zarar verecek ve sana fayda sağlamayacak bir şeye bakıyorsun. Ebû Mûsa ile karşılaşınca halini sordu ve dedi ki: Sen gözüne zulmettin, Allah'tan mağfiret dile ve tevbe et. Çünkü ilk bakışı onun lehine ise de bundan sonrası onun aleyhinedir. el-Evzaî dedi ki: Gazvan gerçekten kendi nefsine hakim oldu, ölünceye kadar gülmedi. Allah ondan razı olsun.

Müslim'in, Sahih'inde Cerir b. Abdullah'tan şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a ani bakış hakkında sordum. Bana gözümü çevirmemi emretti. Müslim, Âdâb 45; Ebû Dâvûd, Nikâh 43; Tirmizî, Edeb 28; Müsned, IV, 358, 561.

İşte bu

"gözlerini" âyetindeki "min" edatının teb'îz (kısmîlik bildirme) için olduğunu söyleyenlerin görüşlerini desteklemektedir. Çünkü ilk bakışa kişi hakim otamayabilir, o bakımdan ilk bakış hitabın teklifi kapsamına girmez. Zira ilk bakışın kasti olma İhtimali yoktur. Dolayısıyla bu günah kazandırıcı olmaz. O bakımdan bu hususta da mükellefiyet söz konusu olmaz. Bundan dolayı, bunun bir kısmının ele alınması gerekmektedir. Ancak "mahrem yerleri" için böyle buyurulmamıştır. Zira kişi mahrem yerine hakim olabilir. en-Nehaî kişinin kızına, annesine ya da kızkardeşine dahi uzun uzun ve devamlı bakmasını mekruh görmüştür. Elbetteki onun zamanı da bizim bu zamanımızdan çok daha hayırlıdır. Kişinin kendisi için muharrem kılınmış, mahrem birisine arzuyla ve tekrar tekrar bakması haramdır.

4- Mahrem Yerlerin Korunması:

"Mahrem yerlerini de korusunlar." Yani helâl olmayan kimsenin görmesine karşı örtsünler, gizlesinler. "Mahrem yerlerini" zinadan "korusunlar" diye de açıklanmıştır. Bu görüşe göre şayet "gözlerini sakınsınlar" âyetinde olduğu gibi burada da edatı ile birlikte kullanılmış olsaydı, yine uygun düşerdi. Sahih olan, hepsinin kastedildiği ve lâfzın da umumî olduğudur.

Behz b. Hakim b. Muaviye el-Kuşeyrî babasından, o dedesinden rivâyetle dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Biz mahrem yerlerimizden neyi bırakalım, neyi gösterelim. Şöyle buyurdu: "Sen mahrem yerini (avretini) zevcen ya da cariyen dışında herkesten korumalısın." Adam: Peki kişi kendisi gibi bir erkek- ile birlikte bulunursa? diye sorunca, şöyle buyurdu: "Eğer onun görmemesini sağlayabiliyorsan, bunu sağla." Bu sefer: Peki kişi ya tek başına kalırsa diye sordum, şöyle buyurdu: "Allah kendisinden haya edilmeye insanlardan daha bir lâyıktır." Buhâri, Ğusl 20; Ebû Dâvûd, Hammâm 2; Tirmizî, Edeb 22, 39; İbn Mâce, Nikâh 28: Müsned, V, 3-4

Âişe (radıyallahü anhnhâ), Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile kendisinin durumunu söz konusu ederek şöyle demiştir: Ne ben onunkini gördüm, ne de o benimkini. İbn Mâce, Nikâh 28 (yakın bir rivâyet)

5- Umumi Banyolara (Hamamlara) Girmenin Hükmü:

İlim adamları bu âyet-i kerîmeye dayanarak peştemalsız hamama girmenin nass ile haram olduğunu belirtmişlerdir. İbn Ömer'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bir adamın yaptığı en güzel infak, halvette kalacak şekilde hamama vereceği bir dirhemdir. Yine İbn Abbâs'tan sahih olarak nakledildiğine göre o et-Cuhfe'de ihramlı olduğu halde hamama girmiştir. Buna göre erkeklerin peştemallı olmak şartıyla, hamama girmeleri caizdir. Ay hali, lohusalık ya da bir hastalıkları dolayısıyla yıkanmak gibi bir zaruretten ötürü kadınlar için de hüküm böyledir. Ancak onlar için daha evla ve faziletli olan mümkün olduğu takdirde evlerinde yıkanmalarıdır. Ahmed b. Menî' şunu rivâyet etmektedir: Bize el-Hasen b. Mûsa anlattı, bize İbn Lehîa anlattı. Bize Zebban, Sehl b. Muaz'dan anlattı. Sehl babasından, -o Um ed-Derdâ'dan naklen- Um ed-Derdâ'yı şöyle derken dinledi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile hamamdan çıktığım bir sırada karşılaştım. "Nerden geliyorsun ey Um ed-Derda?" dedi. Um ed-Derdâ: Hamamdan, deyince, şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki herhangi bir kadın elbiselerini annelerinden olmayan birisinin evinde çıkartacak olursa, mutlaka kendisi ile aziz ve celil olan Rahmân arasındaki her türlü perdeyi parçalamış olur." Müsned, VI, 362.

Ebubekr el-Bezzâr Tavus'tan rivâyetine göre İbn Abbâs (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Hamam ismi verilen bir evden sakınınız," Ey Allah'ın-Rasûlü! Kiri temizler, dediler. "O halde avretlerinizi setrediniz" diye buyurdu. Bu anlamdaki hadisler için bk.: Ebû Davûd, Hammâm 1; Tirmizî, Edeh 43; Nesâi, Öusl 2

Ebû Muhammed Abdu'l-Hakk Bk. el-Kettânî, er-Risâletu'l-Mustatrafe, s. 173. dedi ki: Bu hadisi insanlar Tavus'tan mürsel olarak rivâyet etmelerine rağmen bu hususta isnadı en sahih olan hadistir. Ebû Dâvûd'un bu konuda haram ve mübâhlığa dair naklettiği rivâyete gelince, senedlerinin zayıflığı sebebiyle hiç sahih olanı yoktur. Tirmizî’nin rivâyet ettiği de böyledir.

Derim ki: Bu zamanlarda hamama girmeye gelince, fazilet ve din ehli kimselere haramdır. Çünkü insanlar çoğunlukla cahildirler ve hamamın ortasına geldiler mi hükümlere hiç de aldırış etmezler. Peştemallarını bir kenara fırlatırlar, öyle ki yaşını başını almış bir adamın hamamın içinde ve dışında, ayakta, avreti açıkta, bacaklarını birbirine yaklaştırarak avretini kapatmaya çalışır, kimse de ona bu yaptığının yanlış olduğunu söylememektedir. Bu, erkekler arasında böyleyken ya kadınlar arasında durum nedir? Özellikle şu Mısır diyarında... Çünkü onların hamamları insanların gözlerine karşı setredict özelliğe sahip değildir, taharetlenme yerleri de bulunmamaktadır. Lâ havle velâ kuvvete İllâ billahi'l-aliyyîl azîm.

6- Hamama Girmenin Şartları:

İlim adamları der ki: Eğer hamama giren setr-i avrete riayet edecek olursa, şu on şarta da riayet ederek hamama girebilir:

1- Hamama ancak ya tedavi ya da ter ve sıtmanın etkilerinden temizlenmek niyetiyle girmelidir.

2- Kimsenin olmadığı ya da insanların az bulunduğu vakitleri gözetmelidir.

3- Sağlam, iyi dokunmuş bir peştamal ile avretini örtmelidir.

4- Gözüne bakılması haram olmayan bir şey değmesin diye ya yere bakmalı ya da duvara dönmelidir.

5- Gördüğü münkeri yumuşak bir dille değiştirmeli, (mesela) tesettüre riayet et! Allah seni setretsin (hatalarını örtsün), demelidir.

6- Herhangi bir kimse ona masaj yapacak olursa, göbeğinden diz kapağına kadar olan avretine elinin değmesine -hanımı ya da cariyesi olması müstesna- fırsat vermemelidir. Baldırların bu açıdan avret olup olmadıkları hususunda görüş ayrılığı vardır.

7- Hamama şartlı olarak belli bir ücret ile veya insanların bu husustaki adetlerini kabul ederek girmelidir.

8- Suyu ihtiyaç kadar kullanmalıdır.

9- Şayet tek başına hamama girme imkânı yoksa ücreti kendisi vermek üzere, dinlerini gereği gibi koruyacak bir topluluk ile ittifak edip girmelidir.

10- Hamamda cehennemi hatırlamalıdır. Eğer bütün bunları sağlama imkanını bulamıyor ise avretini iyice örtmeli ve gözünü haramdan sakınmaya gayret göstermelidir.

Tirmizî Ebû Abdullah, "Nevâdiru'l-Usûl" adh eserinde Tavus'tan şu rivâyeti kaydetmektedir: Tavus, Abdullah b. Abbas (radıyallahü anh)dan şöyle dediğini nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Hamam ismi verilen bir evden sakınınız." Ey Allah'ın Rasûlü! Orada kirler giderilir ve cehennem ateşini hatırlatır, denilince şöyle buyurdu: "Şayet mutlaka gidecekseniz, o takdirde avretinizi setrederek oraya giriniz." Bir önceki başlıkta benzer bir rivâyet geçti. İlgili nota bakınız.

Ebû Hüreyre yoluyla naklettiği hadise göre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Müslüman adamın girdiği hamam denilen ev ne güzel evdir el-Aclûnî, Keşfu'l-Hafa, II, 322, senedinin 'metruk (rivâyetleri terk edilip alınmayan), yalancı bir ravî olan Salih b. Ahmed bulunduğu ve bu râvînin hadis uydurduğu belirtilip örnek olarak da bu rivâyetinin gösterildiği kaydıyla. -Çünkü oraya girdi mi Allah'tan cenneti ister ve cehennem ateşinden ona sığınır.- Adamın girdiği bir ev olan damat evi de ne kötü evdir." Çünkü bu da kişiye dünya şevkini aşılar, âhireti unutturur." Ebû Abdullah (Tirmizî el-Hakîm) dedi ki: Bu gaflet ehli için böyledir. Yüce Allah, bu dünyayı içindekilerle birlikte gaflet ehli için onlarla âhiretlerini hatırlamalarına sebeb teşkil etsin diye yaratmıştır. Yakın ehli olan kimselere gelince, zaten âhiret onların daima gözlerinin önündedir. Ne bir -hamam onu tedirgin eder, ne de bir damat evi onu korkutur. Çünkü dünya, içindeki bu iki tür özelliği ile âhirete nisbetle çok cılız kalır. Öyle ki bütün dünya nimetleri onların gözünde pek büyük bir sofradan geriye kalan yemek kırıntılarını andırır. Onların gözlerinde dünyanın bütün sıkıntıları, bütün dünya ehlinin çekeceği ceza türleri arasından öldürülmeyi ya da asılmayı haketmiş, günahkâr veya suçlu birisinin kendisi sebebiyle cezalandırıldığı bir öldürülme gibidir.

7- Haramdan Sakınmanın Güzelliği:

"Böylesi" yani gözü haramdan sakınmak ve mahrem yerlerini korumak

"onlar İçin daha temizdir." Dinleri bakımından daha temizdir ve dünya pisliklerinden daha bir uzaklaştırıcıdır.

"Şüphe yok ki Allah yaptıkları işlerden çok İyi haberdar olandır." Ne yaptıklarını çok iyi bilir. Bu, bir tehdittir.

31

Mü’min kadınlara da de ki: Gözlerini sakınsınlar, mahrem yerlerini korusunlar, dışarıda kendiliğinden görünen kısmı hariç süslerini göstermesinler. Başörtülerini de yakalarının üzerine indirsinler. Zînetlerini eşlerinden, babalarından, kocalarının babalarından, oğullarından, kocalarının oğullarından, kardeşlerinden, kardeşlerinin oğullarından, kızkardeşlerinin oğullarından, kendi kadınlarından, cariyelerinden, kadınlara meyli olmayan erkeklerden ve kadınların avret yerlerini henüz anlamayan erkek çocuklardan başkasına sakın göstermesinler. Gizledikleri zînetleri bilinsin diye de ayaklarını vurmasınlar. Ey îman edenler! Allah'a topluca tevbe edin ki, felâh bulasınız.

Bu âyet-i kerîmenin: "Mü’min kadınlara da de ki: Gözlerini sakınsınlar, mahrem yerlerini korusunlar, dışarıda kendiliğinden görünen kısmı hariç süslerini göstermesinler" bölümüne dair açıklamalarımızı yirmiüç başlık halinde sunacağız:

1- Mü’min Hanımlar da Gözlerini Haramdan Sakınmalıdır:

"Mü’min kadınlara da de ki" âyetinde şanı yüce Allah te'kid yoluyla özellikle de hanımlara hitab etmektedir, Aslında "mü’minlere söyle ki,.." âyeti yeterü idi. Çünkü bu âyet umumî olup erkeğiyle, kadınıyla bütün mü’minleri kapsamaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'deki bütün umumî hitablarda olduğu gibi.

Bu âyette;

"Sakınsınlar" kelimesinde tad'ıf (aynı harfin arka arkaya tekran)in çözüldüğünü görüyoruz. Halbuki (önceki âyette): "Sakınsınlar" kelimesinde çözülmemiştir. Çünkü bu âyette lâmu'l-fiil (fiifin son harfi) sakindir, önceki âyette ise hareketidir. Her ikisi de cevab olmak üzere cezm mahallindedir,

Ayet-i kerîmede mahrem yerlerinin korunmasından önce gözün haramdan sakmılmasının emredilmesi, görmenin kalbin yol göstericisi oluşundan dolayıdır. Ölümden önce humma şeklindeki ateş yükselmesinin öncü olması gibi. Bir şair de bu anlamdan hareketle şöyle demektedir:

"Sen gözün, kalbin önderi olduğunu görmez misin?

İki göz ülfet sağladı mı, kalb daha da ısınır, bilmez misin?"

Haberde de şöyle denilmektedir: "Bakış İblis'in zehirli oklarından bir oktur. Kim gözünü sakınırsa, yüce Allah onun kalbine bir halâvet (tatlılık)

Mücahid der ki: Kadın geldi mi şeytan onun başı üzerinde oturur ve bakan kimselere onu süsler, Geri gitti mi bu sefer onun kalçaları üzerine oturur ve ona bakanlara, onu süslü gösterir.

Halid b. Ebi İmrân'dan, dedi ki: Arka arkaya bakışlarını sürdürme, çünkü kul kimi zaman bir defa bakar da ondan dolayı tıpkı yemeğin bozulup da kendisinden istifade edilemeyecek hale gelmesinde olduğu gibi, kalp de bozulur, gider.

İşte bundan dolayı şanı yüce Allah, mü’min erkeklere ve kadınlara helâl olmayan şeylere bakmaktan gözlerini sakınmalarını emretmiştir. Ne erkeğin kadına bakması helâl olur, ne de kadının erkeğe bakması. Çünkü kadının erkeğe ilgisi, erkeğin ona ilgisi gibidir. Erkek kadına ne maksatla bakıyorsa, kadın da aynı maksatla ona bakar.

Müslim'in, Sahih'inde yer aldığına göre Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı şöyle buyururken dinledim: "Şüphesiz yüce Allah, Âdemoğlunun zinadan payını yazıp takdir etmiştir. Kaçınılmaz olarak bunu gerçekleştirecektir. Gözler zina eder, onların zinaları bakmaktır..." Buhârî, İsti'zân 12, Kader 9; Müslim, Kader 20, 21; Ebû Dâvûd, Nikâh 43; Müsned, II, 276, 317, 329...

ez-Zührî de (yaşlan küçük olduğundan) ayhali olmayanlara bakma hususunda şöyle demektedir: Küçük dahi olsa, canın kendileri bakmaya çektiği kimselerin herhangi bir yerlerine bakmak uygun değildir.

Atâ da bir kimsenin satın almak İstemesi hali dışında Mekke'de satılan cariyelere bakmayı mekruh görmüştür.

Buhârî ile Müslim'deki rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisine soru soran Has'amlı kadına bakan el-Fadl'ın yüzünü başka bir tarafa çevirmiştir Buhârî, Hacc 1; İsti'zân 2; Müslim, Hacc 407; Ebû Dâvûd, Menasik 25; Nesâî, Menâsik 12; Muv'atta, Hacc 97; Müsned, I, 359. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Gayret (kıskançlık) imandandır. Mizâ (karşılıklı olarak birbirlerinden lezzet almak) ise münafıklıktandır" diye buyurmuştur

Miza, erkek ve kadınların bir araya getirilip sonra da birinin diğerinden lezzet almasını sağlayacak şekilde onları başbaşa bırakmak demektir. Bu kelime "mezi"den alınmadır. Bunun erkeklerin, kadınların üzerine salınması anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu ifade meraya bırakılan atı anlatmak üzere; tabirinden alınmıştır. Erkek hakkında "mezi" dişi hakkında da "kazi" tabirleri kullanılır.

O halde Allah'a ve âhiret gününe îman eden herhangi bir kadının helâl olduğu veya ebedi olarak haram olduğu kimselerin dışında kalanlara zînetini göstermesi helâl değildir. Böyle bir kimseye zînetini gösterebilmesi ise, bu hususta erkek ondan ebediyyen ümit kestiğinden dolayı tabiatı itibariyle ona karşı bir hareket duymayacağından emin oluşundandır.

2- Kadınların da Erkeklere Bakmaktan Sakınmaları:

Tirmizî, Ummu Seleme'nin azatlısı Nebhân'dan rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İbn Um Mektûm bulunduktan yere girdiğinde, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona ve Meymune'ye; "Hicab'ın arkasına geçiniz" demiştir. Onlar: Ama o âmâdır deyince, kendisi: "Siz de mi körsünüz, siz onu görmüyor nutsunuz?" diye buyurmuştur. Ebû Dâvûd, Libas 34; Tirmizî, Edeb 29; Müsned, VI, 296.

Şayet: "Bu hadis nakil ehlince sahih değildir, çünkü bu hadisi Ummu Seleme'den rivâyet eden onun azatlısı Nebhân, hadisi delil gösterilmeyen kimselerdendir. Sahih olduğunu kabul etsek bile, bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın hicab hususunda işlerini sıkı tuttuğu gibi, hanımlarının hürmeti dolayısı ile işleri onlara karşı sıkı tutması kabilindendir. Nitekim Ebû Dâvûd ve başka hadis İmâmları da buna böylece işaret etmişlerdir. Ebû Dâvûd, işaret edilen hadisi kaydettikten sonra: "Bu peygamberin hanımlarına hastır, deyip "Fatıma bint Kays'a: İbn Um Mektûm'un yanında iddet bekle demiş olduğuna dikkat çekmektedir. Geriye bu hususu sabit olmuş sahih hadisin ifade ettiği manadan başka bir delil kalmaktadır. O da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın Kays'ın kızı Fatıma'ya, Um Şerik'in yanında iddet beklemesini emrettikten sonra: "O kadının yanına ashabım gider gelir. Sen İbn Um Mektûm'un yanında iddetini bekle, çünkü o gözü görmeyen bir adamdır. Sen elbiselerini üzerinden bırakacak olursan, o seni görmez" Müslim, Talâk 36; Ebû Dâvûd, Talâk 39; Nesâi, Nikâh 22; Mavatta, Talâk 67; Müsıud, VI, 412 demesidir" denilirse, cevabımız şu olur:

Kimi ilim adamı bu hadisi delil göstererek, kadının erkeğin bazı yerlerini görmesi câiz olduğu halde erkeğin kadının aynı yerlerini görmesi câiz değildir. Baş, küpelerin takıldığı yer gibi. Ancak avret câiz değildir. Buna göre bu hadis yüce Allah'ın: "Mü’min kadınlara da de ki: Gözlerini haramdan sakınsınlar" âyetinin genel ifadesini tahsis etmekte ve bu durumda: edatı bundan önceki âyet-i kerîmede olduğu gibi teb'îz (kısmilik bildirmek) için zikredilmiş olmaktadır.

İbnu’l-Arabî der ki; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın Fatıma bint Kays'a, Um Şerîk'in evinden, İbn Um Mektûm'un evine taşınmasını emretmesi, bunun onun için Um Şerik'in evinde kalmasından daha iyi ve uygun olmasından ötürüdür. Zira Um Şerik'in yanına gidip gelenlerin çokluğu gibi özel bir durumu vardı. Dolayısıyla Fatıma’yı görecek kişiler de çoğalırdı. İbn Um Mektûm'un evinde ise kimse onu görmezdi. Fatıma'nın gözünü İbn Um Mektum'dan sakındırması ihtimali buna göre daha yüksek ve daha uygun düştüğünden, Peygamber bu hususta ona müsaade etmiş olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

3- Kadının Yabancılara Göstermesi Câiz Olmayan "Zînet’i:

Şanı yüce Allah kadınlara âyet-i kerîmenin geri kalan bölümünde istisna ettiği kimseler dışında zînetlerini kimseye göstermemelerini emretmektedir. Buna sebeb fitneye düşmekten ve düşürmekten sakınmaktır. Daha sonra görülebilecek durumdaki zîneti istisna etmiştir. İlim adamları bunun miktarı hususunda farklı görüşlere sahiptir. İbn Mes'ûd dedi ki: Zînetin görünen kısmı elbiselerdir. İbn Cübeyr yüzü de buna ekler. Yine Saîd b. Cübeyr, Atâ ve el-Evzaî: Yüz, eller ve elbiselerdir, demektedirler.

İbn Abbâs, Katade ile el-Misver b. Mahreme derler ki: Zînetin görünen kısmı sürme, bilezik, kolun yarısına kadar olan kına, küpeler ve ellerde bulunan büyükçe yüzüklerdir. Bu ve benzerlerinin kadının yanına girenler tarafından görülmesi mubahtır.

Taberî, Katade'den "kolun yarısı"nın manası hakkında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan gelmiş bir hadis zikretmektedir. Âişe (radıyallahü anhnhâ)dan, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan diye zikrettiği başka bir hadise göre de Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allah'a ve âhîret gününe îman eden bir kadının, ayhali olmaya başladığı takdirde yüzü ve şuraya kadar elleri dışında herhangi bir yerini göstermesi helâl olmaz." Peygamber böyle derken kolunun yarısını da eliyle kavradı. Taberî, Câmiu'lBeyan, XVIII, 118-119.

İbn Atiyye dedi ki: Âyet-i kerîmenin lafızlan hükmü gereğince benim kuvvetli gördüğüm şudur: Kadın zînetini göstermemekle emrolunmuştur. Zînet sayılabilen herbir şeyi saklamak için gayret göstermelidir. Görünen kısmı, kaçınılmaz olan hareketler halindeki bir zaruret gereğince yahut üstünü, başını düzeltmek ve buna benzer hallerdeki zaruret gereğince istisna edilmiştir. Buna göre "görülen kısan" kadınlar için zaruretin kaçınılmaz kıldığı yerlerdir ve affedilmiş bulunan kısım da budur.

Derim ki: Bu güzel bir görüştür. Ancak yüz ve ellerin hem adet İtibariyle hem de namazda ve hacda ibadet esnasında görülmeleri çoğunlukla rastlanılan bir durum olduğundan dolayı bu istisnanın yüz ve ellere raci olması uygun düşmektedir. Buna da Ebû Dâvûd'un rivâyet ettiği şu hadis delil teşkil eder: Âişe (radıyallahü anhnhâ)dan: Ebubekir'in kızı Esma (radıyallahü anhnhâ), üzerinde şeffaf elbiseler olduğu halde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın huzuruna girdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ondan yüzünü çevirip ona: "Ey Esma! Kadın baliğ olup ay hali olmaya başladı mı onun şu kısmı müstesna görülmesi uygun olmaz" deyip yüz ve ellerine işaret etti. Ebû Dâvûd, Libas 31.

Bu, ihtiyat açısından daha güçlü görülmektedir. İnsanların fesada erdiklerini göz önünde bulundurarak kadın zînetinin görünen kısmı sayılan yüz ve ellerinden başkasını göstermemelidir. Başarıyı ihsan edecek olan kendisinden başka hiçbir rab bulunmayan Allah'tır.

Bizim (mezhebimize mensub) ilim adamlarımızdan İbn Huveyzimendâd der ki: Kadın güzel olup da yüz ve ellerinden ötürü fitneden korkulacak olursa, bunları da örtmesi gerekir. Şayet yaşlı yahut da çirkin kabul edilen birisi ise o takdirde yüz ve ellerini açması câiz olur.

4- Zînetin Kısımları:

Zînet iki kısımdır. Birisi yaratılıştan gelir, diğeri ise kesbidir. Yaratılıştan gelen zînet kadının yüzüdür. Zînetin aslını, yaratılışın güzelliğini ve hayatiyetin manasını o ifade eder. Çünkü pek çok menfaat ve ilim edinme yolları yüzde toplanmıştır.

Kesbî zînet ise kadının kendi hilkatini güzelleştirmek için giriştiği çabalar sonucu ortaya çıkandır. Elbiseler, zînet eşyaları, sürme, kına gibi. Yüce Allah'ın;

"Her mescidde zinetinizi alın" (el-A'raf, 7/31) âyeti da bu kabildendir. Şair de şöyle demektedir:

"Zînetlerini takınırlar, gördüğün en güzel şekilde,

Güzelliklerinden ötürü süslenmeyecek olurlarsa da onlar,

süslenmeyen kadınların en hayırlılarıdır."

5- Görünen ve Görünmeyen Zînet:

Zînetin kimi zahirdir (görünendir), kimisi bâtındır (görülmeyendir). Zînetin görünen kısmt her zaman için ister mahrem, ister yabancı olsun bütün insanlara mubahtır. Bu hususta ilim adamlarının görüşlerini zikretmiş bulunuyoruz. Zînetin görünmeyen kısmının ise, şanı yüce Allah'ın bu âyet-i kerîmede ismen zikrettiği kimseler ya da onların yerini tutanlar dışındakilere gösterilmesi helâl olmaz.

Bilezik hususunda görüş ayrılığı vardır. Âişe (radıyallahü anhnhâ) şöyle demiştir: Bilezik görünen süs kısmındandır, çünkü o ellerdedir. Mücahid de dedi ki: O zînetin gizlenmesi gereken kısmına dahildir, çünkü ellerin dışındadır. O kollara takılır. İbnu'l-Arabî der ki: Kına ise eğer ayaklara yakılırsa, o batın (gizlenmesi gereken) zînet türündendir.

6- Başörtülerini Taksınlar:

"Başörtülerini de yakalarının üzerine indirsinler" âyetinin: "İndirsinler" lâfzındaki "lâm" harfini Cumhûr sakin olarak okumuşlardır ki, bu da "emir lâm"ıdır. Ebû Amr ise İbn Abbâs'ın rivâyetine göre "emir lâm"ının aslına uygun olarak esreli okumuştur. Çünkü "emir lâm"ında aslolan esreli olmasıdır. (Cumhûr'un kıraatinde) esrenin hazfedilmesi, ağırlığı dolayisıyladır. Sakin okunması ise, bir takım kelimelerin hafifletilmesi maksadıyla bazı esreli harflerinin sakin okunması kabilindendir. Bu fiil, emir olduğundan ötürü cezm mahallindedir. Şu kadar var ki, Sîbeveyh'e göre maziye tabi kılmak suretiyle tek bir halde mebnidir.

Bu âyetin (nüzul) sebebi şudur: Kadınlar o dönemde başlarını örttükleri takdirde, başörtülerini sırtlarının arka tarafına salıverirlerdi. en-Nekkaş der ki: Nabatilerin yaptıkları gibi yaparlardı. Böylelikle boyun ve göğüs kısımları, kulakları da örtülmeksizin açıkta kalırdı. Yüce Allah da başörtülerini yakalarının üzerine bükmelerini emretmektedir. Bunun şekli de kadının başörtüsünü göğsünü örtmek maksİsmi ile yakasının üzerinden geçirmesidir.

Buhârî'nin rivâyetine göre Âişe (radıyallahü anhnhâ) şöyle demiştir: Allah, ilk muhacir hanımlara rahmet buyursun. "Başörtülerini de yakalarının üzerine İndirsinler" âyeti nazil olunca, çarşaflarını yırttılar ve onlarla başlarını örttüler. Buhâri, Tefsir 24. sûre 12; Ebû Dâvûd, Libâs 30

Âişe (radıyallahü anhnhâ)nın huzuruna kardeşi Abdu'r-Rahmân'ın kızı Hafsa -Allah hepsinden razı olsun- boynunu ve orada bulunanları gösterecek şekilde şeffaf bir örtü giyinmiş olduğu halde girdi. Âişe (radıyallahü anhnhâ) bunu alıp yırttı ve: Başörtüsü örten (alttakini göstermeyen) kalın bir şeyden olup yakanın üzerinden geçirilirse ancak (başörtüsü) olabilir. Süyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, VI, 182

7- "el-Himar (Başörtüsü)":

"Başörtüleri" kelimesi in çoğuludur. Bu da kadının kendisiyle başını örttüğü şey demektir. "Kadın başörtüsüne büründü, bürünür" tabiri ile; "O kokusu hoş olandır" ifadeleri de buradan gelmektedir.

(.........) kelimesi, çoğulu olup, "yakalar" demektir. Bu da gömlek ya da entarinin (baştan geçirmek için) kesildiği yer manasınadır. Kesmek anlamına gelen; den türemiştir. Meşhur kıraate göre "yakalan" anlamındaki; kelimesinin "cim" harfi ötreli okunmuştur. Kimi Kûfeliler ise "ya" harfi sebebiyle esreli okumuştur. Nitekim: "Evler, yaşlılar" kelimelerini de böyle okurlar. Eski nahivciler böyle bir kıraati câiz kabul etmezler ve bu kelimelerin ilk harflerinin ötreli okunması gerektiğini söylerler. "Fels ve fulûs" gibi,

ez-Zeccâc der ki: Ötrenin yerine esre okumak (ibdâl yoluyla) caizdir. Hamza'dan rivâyet olunan hem ötre, hem de esreyi bir arada okuyuşa ise imkân yoktur. Çünkü -câiz olmayan imâ ile olması hali dışında- böyle bir telaffuza güç yetirebilmesine imkan bulunmamaktadır.

Mukâtil der ki: "Yakalarının üzerine" âyeti, göğüslerinin üzerine demektir. Yani yakalarının bulunduğu yerin üzerine başörtülerini indirsinler.

8- "Yaka"nın Yeri ve Mahiyeti:

Bu âyet-i kerîmede "ceyb"in (yani yakanın), elbisede göğüs mahallinde olacağına delil vardır. Selefin -Allah onlardan razı olsun- elbiselerinde de yakalar böyle idi. Tıpkı günümüzde Endülüs'te kadınların ve Mısır diyarında da erkeklerin, çocukların ve diğerlerinin yaptığı gibi yaparlardı, Buhârî de -yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun-: "Gömleğin ve başka giyeceklerin yakasının göğüs kısmında olduğuna dair' Buhârî, Libâs 9 diye bir başlık açmış ve sonra da Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)ın rivâyet ettiği şu hadisi kaydetmiş bulunmaktadır: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) cimri kimse ile tasaddukta bulunan kimsenin misalini üzerlerinde demirden iki cübbe bulunan, iki adamın misaline benzetmiştir. (Bu cübbeleri dolayısıyla) elleri mecburen göğüslerinin hizalarına ve boğazlarına kadar ulaşmıştır..." Bu hadis tamamiyle daha önceden geçmiş bulunmaktadır. (Bk. el-İsra, 17/29. âyet, 1. başlık) Bu hadiste şu ifadeler de yer almaktadır; Ebû Hüreyre dedi ki: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın parmağı ile yakasına şöylece yaptığını gördüm. O yakasını genişletmek isterken, onun da bir türlü genişlemediğini bir görmüş olsaydın. Buhârî, Libâs 9; Müslim, Zekât 75-76; Nesâî, Zekât 61; Müsned, II, 256, 523

İşte bu açıkça şunu göstermektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın yakası elbisesinin göğüs bölümünde idi. Zira yakası şayet omuz tarafında bulunsaydı, elleri göğsüne ve boğazına doğru zorunlu olarak toplanmış olmazdı. Bu da (bu hususta) güzel bir istidlaldir.

9- Kadınların Zînetlerini Görebileceklerden: Kocaları:

"Eşlerinden" anlamındaki: lâfzı Arap dilinde koca ve efendi anlamına gelen; çoğuludur. Cibril hadisinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın belirttiği: "Cariye, efendisini doğuracağı vakit" Esasında birçok yerde zikredilen Cibril hadisinde "cariyenin efendisini doğurması" anlamındaki ibare bu lâfız ile Müslim, Îman 7'de geçmektedir. âyetinde bu lâfız, "efendi" anlamındadır ve burada fütuhatın artması sebebiyle edinilecek cariyelerin çoğalacaklarına işarettir. Bunun sonucunda cariye olan herbir anne, çocuğu sebebiyle hürriyetine kavuşacaktır. Sanki onu lütfedip, azad etmiş efendisiymiş gibi olacaktır. Çünkü azadlık onun sebebiyle gerçekleşmiş olmaktadır. Bu açıklamayı İbnu'l-Arabî yapmıştır.

Derim ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın, Mariye (radıyallahü anhnhâ) hakkında söylediği: "Oğlu onu azad etmiştir" İbn Mâce, Itk 2 sözünde hürriyeti oğluna nisbet etmesi de bu kabildendir. Bu hadise dair en güzel açıklama şekillerinden birisi budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Bu âyetin bizim ile ilgili olan kısmı da şudur: Koca ve efendi, kadının zînet mahallini görebileceği gibi, zînetin ötesini de görmek durumundadır. Çünkü onun bedeninin tamamı koca ya da efendiye hem lezzet almak, hem de bakmak itibariyle helâldir. Bundan dolayı yüce Allah ilk olarak "eşlerMen söz etmiştir. Zira onların muttali oldukları, zînetin daha da İlerisidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onlar ırzlarını korurlar Eşlerine yahut sağ elleriyle sahip oldukları (cariyeleri)ne karşı müstesna. Çünkü onlar bundan dolayı kınanmazlar." (el-Mu'minûn, 23/5-6)

10- Kocanın, Karısının Avret Mahalline Bakması:

İnsanlar kocanın, karısının fercîne bakmasının cevazı hususunda farklı iki görüşe sahibtirler. Bir görüşe göre caizdir, çünkü onun karısından lezzet alması câiz olduğuna göre bakmak öncelikle câiz olmalıdır. Câiz olmadığı da söylenmiştir. Çünkü Âişe (radıyallahü anhnhâ) kendisi ile Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın durumunu söz konusu ederken: "Ne ben onunkini gördüm, ne de o benimkini" demiştir. İbn Mâce, Nikâh 28 (yakın bir rivâyet).

Ancak birinci görüş daha sahihtir. Buradaki ifade İse, edebe daha uygundur, diye açıklanmıştır. Bu açıklamayı İbnu'l-Arabî yapmaktadır.

İlim adamlarımızdan Esbağ da: Diliyle yalaması dahi caizdir, demektedir. İbn Huveyzîmendâd der ki: Koca ve efendi, vücudunun diğer bölümlerine ve fercin -içine değil de- dış kısmına bakması caizdir. Kadının da kocasının, cariyenin de efendisinin avretine bakması aynı şekilde caizdir.

Derim ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir; "Ferce bakmak körlüğe sebeptir."

11. Kadınların Zînetlerini Görebileceklerin Arasındaki Farklılık:

Yüce Allah öncelikle kocaları söz konusu ettikten sonra ikinci olarak mahrem olanları söz konusu edip, kendilerine süs yerlerinin gösterilmesi bakımından onları eşit seviyede zikretmiştir. Şu kadar var ki, insan nefsinde bulunana uygun olarak mertebeleri farklı farklıdır. Kadının, kocasının oğlu önünde zînet mahallini göstermekte baba ve kardeşine göre, daha ihtiyatlı olma gerektiğinde şüphe yoktur. Bunların herbirisinin önünde gösterilebilecek yerler farklı farklıdır. Elbetteki babanın görebileceği yerlerin bazıları, kocanın oğlunun önünde açılması câiz değildir. Kadı İsmail'in naklettiğine göre Hasan ve Hüseyin (radıyallahü anhüma) mü’minlerin annelerini görmezlerdi. İbn Abbâs ise onların mü'mînlerin annelerini görmeleri helâldir, demiştir. İsmail der ki: Zannederim Hasan ve Hüseyin bu kanaatlerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın hanımları ile ilgili âyet-i kerîmede kocaların oğulları söz konusu edilmediğinden ulaşmış olmalıdırlar. Bu âyet te yüce Allah'ın:

"Hanımlar için babaları, oğulları, kardeşleri... hakkında günah yoktur." (el-Ahzab, 33/55) âyetidir, en-Nûr Sûresi'nde de: "Zînetlerini eşlerinden... başkasına sakın göstermesinler" diye buyurmaktadır. İbn Abbâs da bu âyet-i kerîmeden hareketle görüş belirtirken, Hasan ile Hüseyin diğer âyete dayanarak sözü geçen kanaate sahip olmuşla rdır.

12- Kocaların Oğulları:

Yüce Allah:

"Kocalarının oğullarından" âyeti ile kocaların erkek evlatlarını kastetmektedir.

Bunun kapsamına erkek veya dişilerden olma -oğulların oğulları ve kızların oğulları gibi- ne kadar aşağıya inerlerse insinler, çocukların çocukları girer.

Aynı şekilde erkekler tarafından babaların babaları ve annelerin babaları gibi ne kadar yukarı çıkarlarsa çıksınlar, kocaların babaları ve dedeler de bu kabildendir. Bunların oğulları da ne kadar aşağıya inerlerse insinler, aynı hükümdedir.

Ne kadar aşağı inerlerse insinler kızların oğulları da böyledir. Oğulların çocukları ile kızların çocukları arasında hiçbir fark yoktur. Kadınların kızkardeşleri açısından da durum böyledir. Bunlar ise öz baba ve annelerden olma kardeşler ile ikisinden birisi vasıtasıyla kardeş olanlardır.

Erkek kardeşlerin ve kızkardeslerin oğulları da ne kadar aşağıya İnerlerse insinler aynı durumdadırlar. Bunların erkek ya da dişi olmaları farketmez. Kızkardeslerin oğulları ile kızkardeslerin kızlarının oğulları gibi. Bütün bunlar kendileri ile nikâhlanmaları da haram kılınanlar hükmündedirler. Nikâhta haramlık, doğum sebebiyle meydana gelen akrabalıktan ötürüdür, bunlar mahrem diye adlandırılırlar. Buna dair açıklamalar daha önceden en-Nisâ Sûresi'nde (4/23. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

Cumhûrun kanaatine göre amca ve dayı da, kadınlara bakmalarının câiz olması bakımından sair mahremler durumundadırlar.

Âyet-i kerîmede süt emmekten söz edilmemektedir. Önceden de geçtiği üzere süt emme yoluyla akrabalık, neseb yoluyla akrabalık gibidir. en-Nehaî ve İkrime'ye göre ise, amca ve dayı mahrem olanlardan değildir. İkrime şöyle demektedir: Âyet-i kerîmede bunları söz konusu etmemesi (bu hususta) kendi oğullarına tabî olmalarından (yani amca ve dayı çocuklarının mahrem olmayışından) dolayıdır.

13- "Kendi Kadınlarından":

"Kendi kadınlarından" âyeti ile kastedilenler müslüman kadınlardır, müslüman cariyeler de bunun kapsamına- girer. Zimmet ehlinden olsun, başkalarından olsun müşrik kadınlar, kapsamın dışındadır. Mü’min bir kadının, kendisinin cariyesi olması hali müstesna müşrik bir kadının önünde bedeninin herhangi bir tarafını açması helâl değildir. Cariyelerin müstesna kılınması İse, yüce Allah'ın: "Cariyelerinden" âyeti dolayısıyladır.

İbn Cüreyc, Ubade b. Nusey ve Hişam el-Kâri' hristiyan kadının, müslüman kadın ile öpüşmesini yahut avretini görmesini mekruh kabul ederlerdi. Onlar, "kendi kadınlarından" âyetini buna yorumluyorlardı.

Ubâde b. Nusey dedi ki; Ömer (radıyallahü anh), Ubeyde b. el-Cerrah'a yazdığı mektubunda şunları söylemişti: "Bana ulaştığına göre zimmet ehli kadınları, müslüman kadınlarla birlikte hamamlara girmektedirler. Sen bunu yasakla ve buna engel ol. Çünkü zimmi bir kadının müslüman kadının açıkta bulunan bedeninin herhangi bir tarafını görmesi câiz değildir." Suyûtî, ed-Durru'l-Mensur, VI, 183 (Ubade) devamla dedi ki: Bunun üzerine Ebû Ubeyde kalktı, yüce Allah'a dua edip yakardıktan sonra dedi ki: Herhangi bir kadın mazeretsiz olarak sadece yüzünün beyazlaşması maksİsmi ile hamama girecek olursa, yüzlerin ağaracağı o günde Allah onun yüzünü karartsın.

İbn Abbâs (radıyallahü anh) dedi ki: Yahudi ya da hristiyan bir kadının, müslüman bir kadını görmesi -kocasına nitelendirmemesi için- helâl değildir.

Bu mesele çerçevesinde fukahânın farklı görüşleri vardır. Şayet kâfir kadın, müslüman bir kadının cariyesi ise hanımefendisine bakması câiz olur. Başkası ise câiz değildir. Buna sebeb ise müslümanlarla kâfirler arasında velayet bağının olmaması ile sözünü ettiğimiz hususlardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

14- "Cariyelerinden":

"Kendi cariyelerinden" âyetinin zahiri erkek köleleri, müslüman ve kitab ehli olan cariyeleri de kapsar, ilim ehlinden bir kesimin görüşü de budur. Âişe ve Ummu Seleme (radıyallahü anhümâ)nın görüşlerinin de bu olduğu anlaşılmaktadır. İbn Abbâs der ki: Erkek kölenin, hanımefendisinin saçına bakmasında bir mahzur yoktur.

Eşheb der ki: Malik'e: Kadın hadım edilmiş kimsenin önünde başörtüsünü bırakır mı? diye sorulmuş, o da: Onun yahut da bir başkasının kölesi olduğu takdirde evet, ancak hürrün karşısında olmaz, demiştir. Şayet erkekliği yerinde olup yaşça büyük, karın tokluğuna çalıştırılan ve sahib olduğu kölesi ise, pek üstü başı muntazam olmayıp görünüşü de yerinde değilse, saçlarını görebilir. Yine Eşheb dedi ki: Malik dedi ki: Oğlun yahut da hanımın cariyesinin, adamın yanına tuvalete girmesi uygun değildir. (Çünkü) yüce Allah:

"Yahut sahibi olduğunuz cariye(ler) ile yetinmelisiniz" (en-Nisâ, 4/3) diye buyurmaktadır.

Yine Eşheb, Malik'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Bayağı olan bir köle hanımefendisinin saçına bakabilir. Ancak kocanın kölesi için bunu uygun görmemekteyim. Said b. el-Müseyyeb dedi ki: Şu "cariyelerinden" âyeti sakın sizi aldatmasın. Bununla sadece cariyeler kastedilmiştir, erkek köleler kastedilmiş değildir.

en-Nehaî, erkek kölenin hanımefendisinin saçına bakmasını mekruh görürdü. Aynı zamanda bu Mücahid ile Atâ'nın da görüşüdür. Ebû Dâvûd'un kaydettiği rivâyete göre Enes (radıyallahü anh)ın naklettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bağışlamış olduğu bir köleyi Fatıma'nın yanına götürüp gitti. Fatıma'nın üzerinde de bir elbise vardı ki, onunla başını örtecek olursa, ayaklarına kadar ulaşmazdı. Ayaklarından itibaren örtmeye başlayacak olursa, başına kadar ulaşmazdı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun bundan çektiği sıkıntıyı görünce dedi ki: "Senin için bir mahzur yok, çünkü bunlardan birisi senin babandır, diğeri ise kölendir." Ebû Dûvad. Libâs 32

15- Kadınlara Meyli Olmayan Erkekler:

"Kadınlara meyli olmayan erkeklerden" âyeti kadınlara ihtiyacı kalmamış erkekler demektir. Âyet-i kerîmedeki; kelimesi, (mealde; meyil) ihtiyaç duymak demektir.

Mesela; Şuna ihtiyaç duydum, duyarım, denilir. da ihtiyaç demektir, çoğulu; ...diye gelir. Yüce Allah'ın:

"Ve onunla başka ihtiyaçlarımı da görürüm" (Tâ-Hâ, 20/18) âyetinde de bu kelime kullanılmıştır. Buna dair açıklamalar daha önceden (Tâ-Hâ, 20/17-18. âyetler 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Şair Tarafe de şöyle demektedir:

"Eğer kişi cahilce sözler, günah ve hayasızca sözler söyleyecek olursa,

(Belki) bir gün ileri gidebilir (ama) sonra da bütün ihtiyaçları yok olur, gider (hiçbir ihtiyacını karşılayamaz.)"

İlim adamları

"kadınlara meyli olmayan erkeklerden" âyetinin anlamı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bunun kadınlara bir ihtiyacı olmayan ahmak kimse olduğu söylendiği gibi, ebleh diye de söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre insanlar arkasından gidip onlarla beraber yemek yiyen ve onlarla oturup kalkan kimse demektir, Böyle bir kimse zayıf ve güçsüa kişi olup kadınlar dolayısıyla içinde herhangi bir istek duymaz, onları arzulamaz,

Kastın, erkekliği olmayan kimse olduğu söylendiği gibi, hayaları burulmuş, erkek de olmayan dişi de olmayan kimse olduğu da söylenmiştir. Pir-i fanî ve henüz hiçbir şeyin farkında olmayan küçük çocuk olduğu da söylenmiştir.

Bütün bu ayrı ifadelerin hepsinin anlamı birbirine yakındır. Ortak özellikleri, kadınların durumunu kavrayamayan ve bunlara dikkat edecek bir yanı bulunmayan kimse olduğudur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın yakınlarında bulunan ve hünsâ olan Hit de böyle idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun Ğaylan kızı Bâdiye'nin güzelliklerini anlatırken söylediklerini işitince (hanımlarına) ondan perde arkasına saklanmalarını emretti. Buna dair hadisi Müslim, Ebû Dâvûd ve Muvatta’'ında Malik ile başkaları Hişam b. Urve'den, o Urve'den, o da Âişe (radıyallahü anhnhâ)dan yoluyla rivâyet etmişlerdir. Buhârî, Meğâzî 56, Nikâh 113, Libâs 62; Müslim, Selam 32, 33i Ebû Dâvûd, libâs 33; Muvatta’, Vasiyyet 5; Müsned, VI, 290, 318. Ancak merhum müfessirımizin kaydettiği senetle bu hadisi yalnızca Müslim, kaydettiği rivâyetin birinde bir de Ebû Dâvûd zikretmiş bulunmaktadır. Diğer yerlerde hadis Ummu Seleme yoluyladır.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) dedi ki: Abdu'l-Melik b. Habib, Malik'in kâtibi Habib'den rivâyetle dedi ki: Malik'e dedim ki: Süfyan, Ğaylan'ın kızı hadisinde "kendisine Hit ismi verilen bir Hünsâ" ifadesini ziyade etmiştir. Halbuki senin kitabında Hit kaydı yoktur. Malik: Doğru söylemiştir, o böyledir, dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu Zü’l-Huleyfe Mescidinin sol taraflarında bir yer olan el-Hima denilen yere sürgüne göndermişti. Habib dedi ki: Yine Malik'e dedim ki: Süfyan hadiste: Oturdu mu bir bina gibidir, konuştu mu yumuşacık konuşur, demiştir. İbn Abdi’l-berr, et-Temhîd, XXII, 277'deki açıklaması ışığında böylece tercüme edildi. Malik dedi ki: Doğru söylemiştir, o (hadis) böyledir.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) dedi ki: Malik'in kâtibi Habib'in, Süfyan'dan hadiste yani Hişam b. Urve'nin hadisinde söylediğini naklettiği: "Hit ismi verilen bir hünsâ" ifadesi bu hadisi Hişam'dan rivâyet eden hiçbir kimse ne İbn Uyeyne, ne de başkası tarafından bilinmemektedir. Yine hadisin ifadeleri arasında "Hît ismi verilen bir hünsa" diye kimse söylememiştir. Bunu sadece İbn Cüreyc hadisin tamamlanmasından sonra zikretmiştir. Süfyan'dan naklen onun hadiste: "Oturdu mu bina gibi oturur, konuştu mu yumuşacık konuşur" ifadeleri de bu şekildedir. Bunu da Hişam b. Urve yoluyla gelen hadiste ne Süfyan, ne de başkaları söylemiş değildir. Bu lâfız sadece el-Vâkıdî'nin rivâyetinde bulunmaktadır. Hayret edilecek şu ki, bunu Süfyan'dan nakletmekle, o da Malik'ten onun böyle olduğunu tasdik ettiğini de nakletmektedir. Buna bağlı olarak bu Malik'ten gelen bir rivâyet olmaktadır. Halbuki bunu Malik'ten, Habib'ten başkası rivâyet etmediği gibi, yine ondan başkası da bunu Süfyan'dan diye zikretmiş değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Mâlik’in kâtibi olan Habib ise bütün hadis âlimlerine göre hadisi terkedilen zayıf bir ravidir, onun hadisi yazılmaz. el-Vakidî ile el-Kelbî'nin Hünsâ Hit denilen şahsın, Ummu Seleme'nin baba bir kardeşi olan annesi de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın halası Atike olan, Abdullah b. Umeyye el-Mahzumî'ye söylediklerini belirttikleri sözlere de iltifat edilmez. Bu rivâyete göre Hit kızkardeşi Ummu Seleme'nin evinde bulunan Abdullah b. Umeyye'ye, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın da duymakta olduğu şu sözleri söylemiştir: Yarın Allah size Taif’i fethetmeyi nasib ederse, sana Sakifli Gaylân b. Seleme'nin kızı Bâdiye'yi (Resûlüllah'tan istemeni) tavsiye ederim. O sana doğru gelince (şişmanlığından) dört lop et ile gelir, geriye döndüğünde sekiz ile gider. Papatya gibi bir ağzı vardır, oturdu mu yapı gibi oturur, konuştu mu şarkı söyler gibi konuşur. Bacaklarının arasındaki yüz üstü kapatılmış kapak gibidir. O Kays b. el-Hatim'in şu beyitinde dediği gibidir:

"Bakan kimsenin dikkatini üzerinde toplar, kendisi ise hiç oralı olmaz,

Yüzünde sanki inceden inceye kan sızar.

Kadın çeşitleri arasında onun hilkati,

Mu'tedildir o, ne kaba sabadır, ne de son derece zayıf ve bir deri bir kemiktir.

Şanlı ve şerefli olarak uyur,

Yavaşça kalktı mı kırılır, dökülür gibidir."

Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Ey Allah'ın düşmanı! Sen gerçekten ona inceden inceye ve dikkatlice bakmış bulunuyorsun." Sonra da onu Medine'den, el-Himâ denilen yere sürdü. el-Kelbî'nin dediğine göre Taif fethedilince, Abdu'r-Rahmân b. Avf onunla (Bâdiye ile) evlendi ve ondan Bureyhe denilen oğlu dünyaya geldi. Hit, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat edinceye kadar orada sürgünde kaldı. Ebubekir halife seçilince, ona Hit'ten sözedildi, geri çevirmeyi kabul etmedi. Yine Ömer halife olunca tekrar ona Hit'ten bahsedildi, o da geri gelmesini kabul etmedi. Daha sonra Osman (radıyallahü anh)a söz edildi ve ona şöyle denildi: O artık yaşlandı, zayıfladı ve ihtiyaç içindedir. Bunun üzerine her cuma Medine'ye girip bir şeyler dilenmesine ve tekrar yerine dönmesine izin verdi. Hit, Abdullah b. Ebi Umeyye el-Mahzumî'nin azatlısı idi. Aynı zamanda Abdullah'ın yine Tuveys adında bir kölesi de vardı. Burada: ibaresini terceme etmekte zorlandığımız gibi; bu ifadelerin aktarıldığı ve biraz sonra yerine ibaret edeceğimiz et-Temhîd'de de bulunmamaktadır. Ebû Ömer dedi ki: Bu kadının adının "ya" harfi İle "Bâdiye" olduğu söylendiği gibi, "nun" harfiyle "Bâdine" olduğu da söylenmiştir. Ancak ilim adamlarına göre doğrusu "ya" ile olduğudur, çoğunluğunun kabul ettiği görüş de budur. ez-Zübeyrî de adının "ya" ile olduğunu böylece zikretmiştir. İbn Abdi'l-Berr, et-Temhîd, 270-277. Ayrıca bk. el-îstizkâr, XXIII, 59-65.

16- "Kadınlara Meyli Olmayanlar'a Dair Bir Açıklama:

Burada "erkekler", "kadınlara meyli olmamak" ile nitelendirilmiştir. Çünkü bizzat erkekler kastedilmiş değildirler. Bundan dolayı lâfız nekre gibi olmuştur. "(Mealde): Olmayan" kelimesi katıksız bir nekre sayılmayacağından marife olan bir kelimenin vasfı (sıfatı) olabilir. Buna bedeldir de diyebilirsiniz. Buna dair yapılacak açıklamalar, daha önce:

"...gazaba uğrayanların...kine değil" (el-Fâtiha, 1/7) âyeti ile ilgili yapılan açıklamalara benzemektedir.

Âsım ve İbn Âmir bu lâfzı nasb ile okumuştur. O takdirde bu istisna olur. Zînetlerini (kadınlara) meyli olanlar müstesna, tabi' olanlara (mealde erkeklere) gösterebilirler, demektir. Hal olması da mümkündür, yani kadınlara yaklaşmamdan acze düşmüş olup onlara tabi olan erkekler zînetlerini görebilirler demektir. Bu açıklamayı da Ebû Hatim yapmıştır. Zü'l-hal ise "et-tâbiîn (mealde; erkekler)"deki müzekker zamirdir.

17- Çocuklar:

"Çocuklar" âyeti çoğul anlamında cins ismidir. Buna delil ise "O kimseler ki..." ile nitelendirilmesidir. Hafsa'nın, Mushafında ise;.

"Çocuklar" şeklinde çoğul olarak gelmiştir. Ergenlik yaşına yaklaşmadıkça (küçüğe) tıfl (çocuk) denilir.

"Kadınların avret yerlerini henüz anlamayan" ifadesi, kadınlarla ilişki kuracak durumda olmayanlar, demektir. Bu da yaşlan küçük olduğundan dolayı cima' maksadıyla kadınların avretlerini açmamış kimseler anlamındadır. Kadınlarla ilişki kurabilecek yaşa ulaşmamış çocuklar diye de açıklanmıştır. Nitekim; "O şeyi bildim" anlamındadır. Yine bu ifade, o şeyi kahrettim, ona güç yetirebildim anlamına gelir.

Cumhûr "avret yerleri" kelimesindeki "vav" harfini sakin olarak okumuşlardır. Çünkü "vav"ın üzerinde hareke ağırdır. İbn Abbâs'tan "vav" harfini üstün okuduğu rivâyet edilmiştir, "(o-birj tt): Tencere, tencereler" gibi. el-Ferrâ' da, Kayslıların bu kelimeyi "vav" harfini üstün olarak okuduklarını nakletmektedir. en-Nehhâs: Kıyas böyle söylenebilmesini gerektirir, çünkü bu bir sıfat değildir. Nitekim "Caz önce geçen) tencere, tencereler" kelimesinde de böyledir. Şu kadar var ki "Avret yerleri" kelimesi ve beherlerinde (vav harfini) sakin okumak daha güzeldir. Zira "vav" hareke alıp da, makabli de harekeli ise o takdirde elife kalbedilir. Bu şekilde söylenecek olursa da anlam ortadan kalkar.

18- Yüz ve Ellerin Dışında Kalan Vücudun Sair Yerlerini Çocuğa Karşı Örtmenin Hükmü:

İlim adamları küçük çocuğun karşısında yüz ve ellerin dışında kalan bedenin diğer yerlerini örtmenin hükmü hususunda farklı görüşlere sahibtir. Bu görüşlerden birine göre bu, bağlayıcı değildir, zira çocuk mükellef değildir, sahih olan görüş de budur. Diğerine göre ise lazımdır, çünkü çocuk da bazen arzu duyabilir. Örtünmekle emrolunmuş olan kadın da arzu duyabilir. Şayet ergenlik çağına yaklaşacak olursa, tesettüre riayetin vücubu hususunda ergenlik yaşına basmış çocuk hükmündedir. Şehveti kaybolmuş yaşlı da onun gibidir. Yine onda da tıpkı küçük çocukta olduğu gibi, iki farklı görüş dile getirilmiştir. Sahih olan ise (avreti açmanın) haramlığının kalıcı olduğudur. Bu açıklamayı İbnu'l-Arabî yapmıştır.

19-Avret Mahalli:

Ön ve arkanın hem erkek, hem kadın için avret olduğunu müslümanlar icmâ' ile kabul etmişlerdir. Yine kadının tamamen -yüz ve elleri müstesnâ-avret olduğunda da icmâ' etmişlerdir. Ancak yüz ve elleri hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İlim adamlarının çoğunluğu da erkeğin avretinin göbekten, diz kapağına kadar olduğunu kabul etmişlerdir ve bu avretinin görülmesi câiz değildir. Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden el-A'râf Sûresi'nde (7/26. âyet, 1. bastıkta) geçmiş bulunmaktadır.

20- Kadınların Avreti ve Avretlerini Gösterebilecekleri Bazı Kimseler ile İlgili Açıklamalar:

Re'y ashabı derler ki: Kadının kölesine karşı avreti göbek ile diz kapağı arasındadır. Ancak Hanefilerin bu husustaki görüşü böyle değildir. Meselâ, el-Cessâs şöyle demektedir: "... Erkek köle, hanımefendisinin saçına bakamaz. Bizim mezhebimize mensup ilim adamlarının görüşü hudur. Mahrem bir kimse olması müstesna... Çünkü (bakmasının) haram oluşu bakımından köle ile hür arasında fark yoktur. Hanımefendinin kölesine haram oluşu ebedî olmadığı için köle de diğer yabancı erkekler gibidir." (Ahkamu'l-Kur'ân, III, 318).

İbnu’l-Arabî der ki: Onlar sanki bu durumda hanımefendiyi erkek, köleyi de kadın gibi değerlendirmişlerdir. Yüce Allah ise kadına bakmayı ya da ondan zevk almayı mutlak olarak haram kılmış, ondan sonra kadından zevk almayı kocalara helâl kıldığı gibi, cariyeleri de helâl kılmıştır. Daha sonra oniki kişiye karşı süslenmeyi istisna etmiştir, köle de bunlardandır. Böyle bir kanaatle bizim nasıl ilgimiz olabilir? Bu yanlış bir görüştür ve doğruluktan uzak bir ictihaddır. Bazıları yüce Allah'ın: "Cariyelerinden" âyetini yalnızca cariyeler hakkında te'vil etmiş, köleleri dışarda bırakmıştır. Said b. el-Museyyeb bunlardan birisidir. Peki nasıl olur da bu açıklamalarında köleyi dışarda bırakırlar, sonra da erkek köleleri kadınlar gibi değerlendirirler? Bu gerçekten uzak bir ihtimaldir. İbnu'l-Arabî der ki; Şöyle de denilmiştir: İfadenin takdiri şöyledir: Yahut onların ihtiyaç sahibi olmayan köleleri ile kadınlara meyli olmayan erkekler... Bu açıklamayı da el-Mehdevî nakletmiştir.

21- Ayakları Yere Vurmadan Yürümek:

"Gizledikleri zînetleri bilinsin diye de ayaklarını vurmasınlar" âyeti şu demektir: Kadın yürüdüğü vakit ayağındaki halhalların sesleri İşitilmesin diye ayağını yere vurarak yürümez. Çünkü zînetin sesini işittirmek, tıpkı onu açıkça göstermek gibidir. Hatta daha da ileridir, oysa maksat tesettürdür.

Taberî senedini kaydederek el-Mu'temir'den, o babasından naklen şöyle dediğini zikreder: Hadramî'nin iddiasına göre bir kadın, biri gümüşten, biri de boncuktan iki halhal edinip bunları ayak bileklerine takınmış. Erkeklerin yanından geçtiğinde, ayağını yere vurunca halhal boncuğa isabet edip ses çıkarmış. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme inmiş.

Böyle bir zÎnetin sesinin işitilmesi onu açığa çıkarmaktan daha çok şehveti tahrik eder. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır.

22- Zîneti Dolayısıyla Şımarmak:

Zîneti dolayısıyla şımarıp böyle yapan kadınların bu davranışları mekruhtur. Bunu süslenmek ve erkeklerin dikkatini çekmek için yapmak ise haramdır ve yerilmiştir.

Erkek de kendisini beğenerek (ucb) ayağını yere vurursa bu haramdır. Çünkü ucb büyük bir günahtır. Eğer bunu süslenmek kastı ile yaparsa, bu da câiz değildir.

23- Bu Âyetteki Zamirlerin Sayısı:

Mekkî -yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir: Yüce Allah'ın Kitabında bu âyetten daha çok zamir ihtiva eden bir başka âyet-i kerîme yoktur. Bu âyet-i kerîmede mecrûr ve merfû' olmak üzere mü’min hanımlara ait yirmi beş zamir vardır. Ancak, zamirler 26 adettir,

Bu âyet-i kerîmenin: "Ey Îman edenler! Allah'a topluca tevbe edin ki felâh bulasınız" bölümüne dair açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız. Aynı âyetin devamı olduğundan biz de başlık numaralarını 23'ten itibaren devam ettirmeyi uygun bulduk.

24- Tevbenin Gereği:

"Tevbe edin" âyeti bir emirdir. Tevbenin vacib ve bir farz-ı ayn olduğu hususunda ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur. Buna dair açıklamalar daha önceden en-Nisâ Sûresi (4/17-18. âyetler, 1. başlık ve devamı) ile başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. Bunları tekrarlamanın bir anlamı yoktur.

Âyetin anlamı: Allah'a tevbe ediniz, çünkü sizler yanılmaktan, yüce Allah'ın haklarını edâ etmekte kusurlu hareket etmekten uzak kalamazsınız. O bakımdan durum ne olursa olsun tevbeyi terketmemelisiniz.

25- "Ey: Eyyuhâ'nın Okunması:

Cumhûr: "Ey" lâfzım "he" harfini üstün olarak okumuştur. İbn Âmir ise ötreli okumuştur. Bunun izahı da "he" harfini bizzat kelimenin kendisinden kabul etmesi şeklinde yapılır. Bu durumda münâdanın i'rabı da onun üzerinde yapılmış olur. Ebû Ali ise bunun oldukça zayıf olduğunu belirtmiş ve şöyle demiştir: İsmin sonu "ey'in ikinci "ya"sıdır. O bakımdan ötrenin ismin sonunda yer alması gerekir. Şayet burada kelime ile bir arada gelmesi dolayısıyla "he"nin ötreli olması câiz olursa, o takdirde "Allahumme" lâfzında "mim" harfinin de uzunca bir ifadede, sonraki bir kelimeyle bir arada geleceğinden ötreli okunması da câiz olmalıdır. Sahih olan ise şudur: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan bir kıraat şekli sabit olduğu takdirde geriye dilde bunun doğru olduğuna inanmaktan başka bir şey kalmaz. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm delilin tâ kendisidir. el-Ferrâ' buna şu beyiti de örnek gösterir:

"Ey başka bir şey kabul etmeksizin direten kalb,

Beyaz, güzel yüzlü ve siyaha çalan dudaklılardan ayılıp, kendine gel!"

Bazıları da: "Ey" üzerinde durak yaparlar, Bazıları da "elif" ile; diye durak yaparlar. Çünkü bunun vash halinde bu "elifin hazfediliş illeti hem kendisinin, hem de ondan sonra gelen "lâm"ın sakin oluşudur. Vakıf yapıldığı takdirde illet ortadan kalkar, dolayısı ile elif de eski haline döner. Nitekim: "İhramda iken avlanmayı helâl saymamak şartı İle" âyetindeki "Helâl saymak" kelimesi üzerinde vakıf yapılırsa, "ya" aynı şekilde geri döner.

Burada sözünü ettiğimiz kıraat farklılığı yüce Allah'ın:

"Ey sihirbaz" (ez-Zuhruf, 43/49) âyeti ile

"Ey ağır yükler altında bulunan iki fırka (insanlar ve cinler)" (er-Rahmân, 55/31) âyetinde de aynı şekilde söz konusudur.

32

İçinizden evli olmayanları köle ve cariyelerinizden de salih olanları evlendirin. Eğer onlar fakir İseler, Allah onları lütfü ile zengin kılar. Allah Vâsidir, herşeyi çok iyi bilendir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

1- Bu Âyetin Önceki Buyruklarla İlişkisi:

Bu hitab tesettür ve salâh bahsi ile ilgilidir. Yani aranızdan eşi bulunmayan kimseleri evlendiriniz, çünkü iffetli kalmanın yolu budur. Hitab velileredir. Kocalara olduğu da söylenmiş ise de doğru olan birincisidir. Zira yüce Allah kocaları kastetmiş olsaydı,

"Nikâhlayınız (evleniniz)" demesi ve hemzesiz okunması gerekirdi. Elif de o takdirde vasl için olurdu.

İşte bu da kadının veli olmaksızın kendisini nikâhlayamayacağının bir delilidir. Çoğu ilim adamlarının görüşü de budur. Ebû Hanîfe dedi ki: Dul ya da bakire velisiz olarak denk birisi ile evlenecek olursa, bu nikâh câiz olur. Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresinde (2/221. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

2- Nikâhlanmanın Hükmü:

İlim adamlarının bu hususta üç farklı görüşü bulunmaktadır. Bizim ilim adamlarımız derler ki: Bu hususta hüküm, mü’minin günaha düşmek korkusunun varlığına, sabredememesine ve sabretme gücü bulup bu hususta günaha düşme korkusunun sona ermesi farklılığına göre değişiklik arzeder. Eğer din veya dünya yahut her ikisinde helâk olmaktan korkacak olursa, o takdirde nikâhlanmak kesinlik kazanır. Şayet hiçbir korku söz konusu değilse, her iki hal de onun İçin müsallallahü aleyhi ve sellemi ise Şâfiî bu durumda nikâh mubahtır, demektedir. Malik ve Ebû Hanîfe ise müstehabdır demektedir. Şâfiî nikâhlanmak bir zevki karşılamaktır, o bakımdan bu da yemek ve içmek gibi mubah olur, der. Bizim ilim adamlarımız ise: "Kim benim sünnetimden yüz çevirirse o benden değildir" Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5; Nesâî, Nikâh 4; Dârimi, Nikâh 3; Müsned, II, 158, (mealindeki) sahih hadisi delil olarak almışlardır.

3- Evli Olmayanlar:

Yüce Allah'ın:

"İçinizde evli olmayanları" âyeti, erkek olsun, kadın olsun eşleri olmayanlar demektir. Bunun tekili: dır. Ebû Amr dedi ki: Bu kelime; ın maklûbu (yani "mim" ile "ya" harfi arasında değişiklik meydana gelmiş şekli)dır. Dilciler bu kelimenin asıl itibariyle, ister bakire, ister dul olsun kocası olmayan kadın demek olduğunu ittifakla belirtmektedirler. Bu açıklama Ebû Amr, el-Kisâî ve diğerlerinden nakledilmiştir. Araplar: " Kadın evlenmeksizin kaldı" derler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın hadisinde de şöyle denilmektedir: "Ben ve ergenleşecekleri yahut ta yüce Allah lütfundan onları zengin kılacağı zamana kadar küçük çocukları için evlenmeden duran (süslenmeyi terkedip, çocuklarının bakımına kendisini verdiğinden dolayı da) yanakları kararan kadın ile birlikte cennette şu ikisi gibi olacağız." Ebû Dâvûd, Edeb 121; Müsned, VI, 29.

Şair de şöyle demektedir:

"Eğer sen nikâhlanırsan ben de nikâhlanırım, şayet evlenmeden kalırsan,

-Ben sizden daha genç olmakla birlikte- ben de evlenmeden kalırım"

Bu kelimenin müzekker ismi; mastar ismi; şeklindedir. Müennes ırmi şekli; müfred mütekellimi de; şeklinde getir. Şair der ki:

"Ben evlenmeden kaldım, öyle ki herbir arkadaş beni kınadı,

Benim evlenmeden kaldığım gibi, Selma da evlenmeden kalır ümidiyle."

Ebû Ubeyd dedi ki: Erkek için de, kadın için de; denilir. Bu çoğunlukla kadınlar hakkında kullanılır. Erkekler için sanki istiare yoluyla kullanılmış gibidir. Umeyye b. Ebi's-Salt der ki:

"Alioğullarının mükâfatlarını versin Allah,

Onların evli olanlarına da, evli olmayanlarına da."

Bir kesim de şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın:

"Zina eden kadını da ancak zina eden veya müşrik olan bir erkek nikâhlayabilir. Böylesi mü’minlere haram kılınmıştır." (en-Nûr, 24/23) âyetinin hükmünü neshetmektedir. Biz bunu sûrenin baş tarafında açıklamış bulunuyoruz, Allah'a hamdolsün.

4- Cariye ve Köleleri Evlendirmek:

Yüce Allah'ın:

"içinizden evli olmayanları... evlendirin" âyeti ile kastedilenler, hür erkek ve kadınlardır. Daha sonra yüce Allah başkasının mülkiyeti altında bulunanların hükmünü beyan ederek şöyle buyurmaktadır:

"Köle ve cariyelerinizden de salih olanları evlendirin."

el-Hasen "köleleriniz" anlamındaki: kelimesini, şeklinde okumuştur. Bu ise çoğul isimdir.

el-Ferrâ' der ki: "Cariyeleriniz" anlamındaki kelimenin nasb ile; şeklinde okunması caizdir. Bu durumda onu " Salih olanlar" kelimesine atfetmektedir. Bu durumda kasıt erkekler ve dişiler olur. Salâhtan kasıt îman olur. (Îman sahibi köle ve cariyelerinizi nikâhlayınız, demek olur).

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Salih olmaları halinde cariye ve kölelerin evlendirilmesi istenebilir. Onların evlendirilmesi caizdir, fakat bu hususta bir teşvik ve müstehablık söz konusu değildir. Nitekim yüce Allah:

"Eğer onlarda bir hayır görürseniz, onlarla mükâtebe yapınız." (en-Nûr, 24/33) âyeti da buna benzemektedir. Diğer taraftan kölede hayır olduğu bilinmese dahi kitabet câiz olabilir. Ancak hitab burada teşvik ve müstehablık bildirmek sadedinde vârid olmuştur. O bakımdan ancak kendisinde hayır bulunan kimselerle kitabet yapmak müstehab olur.

5- Efendi, Cariye ve Kölesini Nikâhlanmaya Zorlayabilir mi?:

İlim adamlarının çoğunluğu efendinin köle ve cariyesini nikâhlanmaya (evlenmeye) zorlayabileceği görüşündedirler. Bu Malik, Ebû Hanîfe ve başkalarının da görüşüdür. Malik der ki: Ancak bu zararlı olduğu takdirde câiz olmaz. Buna benzer bir görüş Şâfiîden de rivâyet edilmiştir. Sonra da şunu kaydeder: Efendinin kölesini nikâhlanmaya zorlama hakkı yoktur. en-Nehaî der ki: Daha önceden köleleri nikâhlanmaya zorluyorlar ve üzerlerine kapıyı kapatırlardı,

Şâfiî mezhebine mensub olanlar şöyle derler: Köle mükelleftir, o bakımdan nikâha mecbur edilemez. Zira onun mükellef oluşu, kölenin insan olmak bakımından kâmil olduğuna delil teşkil eder. Köle olmak itibariyle mülkiyetin ona taalluku, efendisinin onun rakabesine ve menfaatine malik oluşu açısındandır. Cariye ise böyle değildir. Cariyede onun mülkiyet hakkı, cariye ile birlikte olup arzusunu gerçekleştirmek için de söz konusudur. Kölenin cinsi isteğinde ise efendisinin herhangi bir hakkı yoktur. İşte bundan dolayı hanımefendi kölesine mubah değildir.

Horasan ve Irak ilim adamlarının dayanağı budur. Diğer bir dayanakları da talâk (boşama) hakkıdır. Köle kendi adına nikâh akdine sahip olmakla birlikte, talâk hakkına da sahip olur.

Bizim ilim adamlarımızın lehine olan delil ise, efendinin malik oluş hakkının, kölenin malik oluş hakkını da kuşatmış olması şeklindeki büyük inceliktir. Bundan dolayı kölenin ancak efendisinin izniyle evlenebileceği icmâ' ile kabul edilmiştir. Nikâh vb. hususlar ise maslahatlar kabilindendir. Kölenin maslahatı ise efendinin yetkisi çerçevesindedir. Onun maslahatını görüp gözeten odur ve köle adına bu maslahatı yerli yerince o gerçekleştirir.

6- Eğer Fakir îseler Allah Onları Lütfuyla Zengin Kılar:

"Eğer onlar fakir iseler, Allah, onları lütfü ile zengin kılar" âyetinde ifade, hürler hakkındadır. Yani erkek ve kadının fakirliği sebebiyle evlilikten kaçınmaya kalkışmayınız. Çünkü "eğer onlar fakir İseler, Allah, onları lütfü ile zengin kılar." Bu yüce Allah'ın rızasını isteyerek, O'na masiyet olan hususlardan korunmak maksİsmi ile evlenen kimseleri zengin kılacağına dair bir vaaddir. İbn Mes'ûd der ki: Nikâh yoluyla zengin olmaya bakınız demiş ve bu âyet-i kerîmeyi okumuştur.

Ömer (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: Yüce Allah:

"Eğer onlar fakir İseler, Allah onları, lütfü ile zengin kılar" diye buyurmuşken nikâhlanmak suretiyle zengin olmanın yolunu aramayana hayret ederim.

Bu anlamdaki bir ifade İbn Abbâs (radıyallahü anh)dan da rivâyet edilmiştir. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)’ın rivâyet ettiği bir hadise göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Üç kişi vardır ki hepsine Allah'ın yardım etmesi Allah'ın üzerinde bir haktır. Allah yolunda cihad eden kimse, iffetli olmayı isteyerek nikâh yapan bir kimse ve borcunu ödemek isteyerek efendisiyle kitabet (yazışma) akdi yapmış bir kimse." Bu hadisi İbn Mâce, Sünen'inde rivâyet etmiş bulunmaktadır. Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 20; Nesâî, Nikâh 5, Cihâd 12; İbn Mâce, İlk 3; Müsned. II, 251 437.

Şayet: Bazen nikâh yapmış fakat zengin olmamış kimseler görebiliyoruz, denilecek olursa, cevabımız şu olur: Bunun sürekli olması gerekmemektedir. Bu bolluk bir an dahi gerçekleşse, Allah'ın vaadi de doğru bir şekilde yerini bulmuş olur. Buradaki zengin kılmanın, "nefsini zengin kılar" anlamında olduğu da söylenmiştir. Nitekim sahih hadiste şöyle buyurulmuştur: "Zenginlik çokça dünya malına sahip olmakla değildir. Zenginlik ancak nefsin zenginliğidir. " Buhârî, Rikaak 15; Müslim, Zekât 120; Tirmizî, Zühd 40; İbn Mâce, Zühd 9; Müsned II, 243, 261, 315, 390, 438, 443, 539, 540.

Şöyle de denilmiştir: Bu, kendisine asla muhalif olunmayan bir vaad değildir. Aksine kastedilen şudur: Mal gider ve gelir, o bakımdan zengin olmayı ümid ediniz.

Şöyle de açıklanmıştır: Yani yüce Allah dilediği takdirde lütfundan onları zengin kılar. Bu da:

"O dilerse yalvardığınız şeyi giderir." (el-En'âm, 6/41) âyeti ile;

"Allah rızkı dilediğine genişletir." (er-Ra'd, 13/26) âyetini andırmaktadır.

Anlamı: Eğer nikâha muhtaç kimseler iseler, yüce Allah, zinaya yaklaşmayıp iffetlerini korumaları için onları helâl yoldan muhtaç olmaktan kurtarır, diye de açıklanmıştır,

7- Fakirlik Sebebiyle Evlenmekten Uzak Durmamak Gerekir:

Bu âyet-i kerîme fakirin evlendirilebileceğine delildir. Fakir, benim malım yokken nasıl evlenebilirim, dememelidir. Onun rızkını vermek Allah'a aittir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da kendisini Peygambere bağışlamak üzere gelmiş olan hanımı sadece bir tek elbisesi olan bir kimse ile evlendirmiştir. Böyle bir durumda kadının, fakirlik dolayısıyla nikâhı feshetme hakkı yoktur. Çünkü kadın fakir olduğu halde kocasıyla evlenmeyi kabul etmiştir. Şayet onunla evlendiğinde zengin olmak şartıyla evlenmiş olup da fakir olduğu ortaya çıkarsa ya da daha sonra fakirleşecek olursa, ancak o vakit nikâhı feshetme hakkı doğabilir. Çünkü açlığa sabretmek mümkün değildir. Bu görüş bizim (Maliki mezhebimize mensup) ilim adamlarının görüşüdür.

en-Nekkaş der ki: Bu âyet-i kerîme: Hakim, koca nafakayı sağlamayacak kadar fakir olduğu takdirde, karı ile kocayı birbirinden ayırır, diyen kimselere karsı bir delildir. Çünkü yüce Allah; "Allah onları zengin kılar" diye buyurmaktadır. Onları birbirinden ayırır, diye buyurmamıştır.

Ancak bu oldukça zayıf bir istidlaldir. Bu âyet-i kerîme nafakasını sağlamaktan acze düşmüş kimseler hakkında hüküm bildirmemektedir. Bu sadece fakir olup da, evlenen kimseleri zengin kılmaya dair bir vaaddir, Önceleri zengin iken daha sonra nafakayı sağlayamayacak kadar fakirleşen kimseye gelince, bunlar hakim kararıyla birbirlerinden ayrılırlar. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Eğer birbirlerinden ayrılırlarsa Allah herbirini lütfü ile zengin kılar." (en-Nisa, 4/130)

Yüce Allah'ın lütuflan ise her zaman umulur ve bu lütfunu ihsan edeceği de vaadedilmiştir.

33

Nikâh (imkânı) bulamayanlar da Allah, lütfundan kendilerine zenginlik verinceye kadar, iffetlerini korusunlar. Sahib olduğunuz köle ve cariyeler arasından sizden mükâtebe isteyenlerle -eğer onlarda bir hayır görürseniz- mükâtebe yapınız. Onlara Allah'ın size verdiği maldan verin. Cariyeleriniz kendilerini korumak İsterken, dünya hayatının geçici metâVm kazanmak için onları zinaya zorlamayın. Kim onları zorlarsa, şüphe yok ki Allah onların zorlanmalarından sonra mağfiret ve rahmet edicidir.

34

Yemin olsun ki Biz, size açıklayıcı âyetler, sizden önce geçmiş olanlardan misaller ve takva sahiplerine de bir öğüt indirdik.

Bu âyetlerin:

"Nikâh (imkânı) bulamayanlar da Allah, lütfundan kendilerine zenginlik verinceye kadar, iffetlerini korusunlar" bölümüne dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- İffetlerini Koruma Emrinin Muhatabları:

"Nikâh (imkânı) bulamayanlarda... iffetlerini korusunlar" âyetinde hitab, kendi işinin yetkisini elinde bulunduran kimseleredir. Yetkisi başkasının elinde bulunanlara hitab değildir, çünkü bu durumda olan kişiyi yetkili uygun göreceği cihete götürür. Hacr altında bulunan kimse gibi. Bu hususta farklı bir görüş bulunmamaktadır. İlim adamlarının bu husustaki iki görüşünden birisine göre de hitab köle ve cariyeyedir.

2- İffetini Korumanın Mükâfatı:

İffetini korudu, iffetli davrandı" fiilinin veznî dir. Afif olmayı istemek demektir. Yüce Allah bu âyet-i kerîme ile, nikâhlama imkânını herhangi bir şekilde bulamayan kimselere iffetli olmalarım emretmektedir. Nikâhın engellerinden çoğunlukla görüleni mal sahibi olamamak olduğundan ötürü lütfuyla onu zengin kılarak kendisi ile evlenebileceği malı rızık olarak vereceği vaadinde bulunmaktadır. Ya da az miktardaki bir mehire razı olacak bir kadın bulacağını yahut kadınlara karşı duyduğu arzunun zail olacağı vaadini vermektedir.

Nesâî'nin rivâyetine göre Ebû Hüreyre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir; "Üç kişi vardır ki hepsine aziz ve celil olan Allah'ın yardım etmesi O'nun üzerinde bir haktır; Allah yolunda cihad eden, iffetli davranmak talebiyle nikâhlanan ve efendisine borcunu ödemeyi isteyen kitabet (yazışma) akdi yapmış olan.” Otuzikinci âyet, beşinci başlıkta da geçmiş bulunan bu hadisin kaynakları orada gösterilmiş htılnnmakladır.

3- İffetli Davranma Emrinin Muhatabları:

"Nikâh (imkânı) bulamayanlar da" anlamındaki âyette -görüldüğü gibi- muzaf hazfedilmiştir. Denildiğine göre burada nikâh hanımın nikâhlanrnası için gerekli olan mehir ve nafakadır. Nitekim kendisi ile örtülen elbiseye "lihâf", giyilen şeye "libâs" denilmesi de bu kabildendir. Bu açıklamaya göre âyette hazf söz konusu değildir. Bu açıklamayı müfessirlerden bir topluluk yapmıştır. Onları bu açıklamaya iten yüce Allah'ın:

"Allah lütfundan kendilerine zenginlik verinceye kadar" âyetidir. Onlar buradan hareketle iffetli davranmakla emrolunan kimsenin, kendisiyle evlenebilecek kadar malı bulunmayan kişi olduğunu zannetmişlerdir. Ancak böyle bir açıklamaya göre, iffetli davranmakla emrolunanlar tahsis edilmektedir, bu da zayıf bir açıklamadır. Aksine iffetli davranma emri daha önceden de açıklamış olduğumuz gibi, hangi sebebten ötürü olursa olsun, nikâhlanma imkânı bulamayan herkese yöneliktir.

4- Evlenmek İsteyip İmkânları Elverişli Olmayanın Tutumu Ne Olmalıdır?

İçinde nikâhlanma arzusu bulunan bir kimse eğer buna imkân bulabiliyorsa, onun evlenmesi müstehabdır. Şayet imkânı yoksa, ona düşen iffetli hareket etmek, iffetini korumaktır. Oruçla dahi olsa bunun imkânını araştırmalıdır, çünkü oruç kişinin şehvetini keser. Nitekim sahih haberde de böyle bildirilmiştir Buhâri, Savm 10, Nikâh 2, 3; Müslim, Nikâh 1; Nesâî, Siyam 43; İbn Mâce, Nikâh 1; Dârimî, Nikâh 2; Müsned, I, 57, 378, 424, 425, 432.

Nikâhlanma arzusu taşımayan kimseye de uygun olan kendisini yüce Allah'a ibadete vermektir. Çünkü haberde: "Sizin en hayırlınız ailesi ve çocuğu olmayan (ve bu bakımdan) hafif olan kimsedir" denilmiştir.

Hür kadınlar ile evlenme İmkânı bulamama halinde cariyeleri nikâhlamanın câiz olduğuna dair açıklamalar daha Önceden en-Nisa Sûresi'nde (4/25. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.

Yüce Allah'ın bu durumda olan bir kimse için iffetli olmak ile nikâhlamak arasında başka bir mertebeyi tesbit etmemiş olması, bunların dışındaki halin haram olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak bu hanımlığın kapsamına sağ elinin malik olduğu (cariyeler) girmemektedir. Çünkü o başka bir nass ile mubah kılınmıştır ki, bu da yüce Allah'ın:

"... yahut sahibi olduğunuz cariyefler) ile (evlenmekle) yetinmelisiniz" (en-Nisâ, 4/3) âyetidir. Bu âyette böylece fazladan cariyelerle evlenilebileceği hükmü de zikredilmiş olmaktadır. İmâm Ahmed'in bu husustaki görüşünün aksine de istimnâ’nın haram olma hükmü de söz konusu olmaktadır. Aynı şekilde müt'a nikâhı da nesh olduğundan dolayı bu kapsamın dışındadır. Buna dair açıklamalar da daha önceden el-Mu'minûn Sûresi'nin baş taraflarında (23/1-H. âyetler, 7. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Âyetin: "Sahip olduğunuz köle ve cariyeler arasından sizden mükâtebe isteyenlerle -eğer onlarda bir hayır görürseniz- mükâtebe yapınız" bölümüne dair açıklamalarımızı da onaltı başlık Açıklamalar aynı âyetin devamına ait olduğundan dolayı, merhum mufessirin yaptığı şekilde değil de, başlık numaralarını "bef"ten itibaren devam ettirmeyi uygun bulduk. halinde sunacağız:

5- Kitabet (Yazışma) İsteyen Köleler:

"Sahip olduğunuz köle -ve cariyeler arasından sizden mükâtebe İsteyenlerle" anlamındaki âyette yer alan: "...enler" ref mahallindedir. el-Halil ve Sîbeveyh'e göre bir fiil takdiri ile nasb mahallindedir. Çünkü ondan sonra bir emir gelmektedir.

Daha önceden köle ve cariyelerden söz edildiğinden, burada da kölenin kitabet isteğinde bulunması halinde onunla kitabet akdi yapmanın müstehab olduğu belirtilmektedir. Çünkü o, bağımsız olmak, kazanç sahibi olmak ve istediği takdirde de evlenmek maksİsmi ile bu istekte bulunmuş olabilir ve bu, onun için daha iffetli olur.

Denildiğine göre bu âyet-i kerîme, Huvaytıb b. Abdu'l-Uzza'ya ait Subh -Sabîh de denilmiştir- adındaki bir köle hakkında nazil olmuştur. Bu efendisinden mükâtebe talebinde bulunduğu halde efendisi kabul etmemişti. Yüce Allah da bu âyet-i kerîmeyi indirdi. Bunun üzerine Huveytıb onunla yüz dinar üzere yazıştı; ödemiş olduğu yirmi dinarı da ona geri verip bağışladı ve Huneyn Savaşında öldürüldü. Bunu zikreden el-Kuşeyrî olup, en-Nekkaş da nakletmiştir.

Mekkî dedi ki: Bu Kıptî, Sabîh olup Hâtıb b. Ebi Beltea'nın kölesiydi.

Özetle; yüce Allah bütün mü’minlere kölesi bulunur bu köle kitabeti ister, efendisi de bu işin onun için hayırlt-olacağını bilirse, onlarla mükâtebe yapmalarını efendilere emretmektedir.

6- Mükâtebe Akdi:

(Âyet-i kerîmede lâfzan geçen:) "el-Kitâb" ile "el-mükâtebe" aynı şeylerdir. Mükâtebe de ancak iki kişi arasında cereyan eden işler hakkında kullanılan "müfâale" veznindedir. Çünkü "mükâtebe" efendi ile kölesi arasındaki bir akitleşmedir. Mesela; "Kitabet akdinde bulundu, mükâtebe yaptı, mükâtebe yapmak" denilir. "Savaştı, Savaşmak" denildiği gibi.

Buna göre âyet-i kerîmede "kitab" kelimesi fital, cilad ve difa' (çarpışma, vuruşma, savunma) kelimeleri gibi bir mastardır.

Burada "kitab" tabirinin, üzerinde bir şeyler yazılan bildiğimiz "kitab" anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü Araplar köle ile yazıştıklarında buna dair hem kendileri, hem de köleleri hakkında bir yazı yazarlardı.

Buna göre âyet, kendisi sebebiyle bir kitabın (belgenin) yazılıp kendilerine verilmesini gerektiren azat olmak isteğinde bulunanlar.,. demek olur.

7- Sert Bir Terim Olarak Mükâtebenin Anlamı:

Şeriatte mükâtebe, efendinin kölesi ile taksitlerle ödemek üzere belli bir mal üzerinde anlaşması demektir. Bunu tamamen ödediği takdirde o köle hür olur.

Mükâtebenin iki hali söz konusudur: Birincisi köle mükâtebe talebinde bulunur, efendi de bunu kabul eder. Âyetin mutlak ve zahir ifadesinden anlaşılan budur.

İkinci halde ise köle taleb eder, fakat efendi bunu kabul etmez. Bu hususta iki görüş vardır: Birisi İkrime, Atâ, Mesrûk, Amr b. Dinar, ed-Dahhak b. Müzahim ve Zahirilerden bir topluluğun görüşü olup böyle bir talebi kabul etmek efendinin görevidir, derler.

Ancak İslâm âleminin çeşitli bölgelerindeki ilim adamları, böyle bir yükümlülük yoktur, derler.

Bunun vacib olduğunu kabul edenler, emrin mutlak olduğunu delil gösterirler. "Yap" mutlak olarak zikredildiği takdirde, başka bir delil ile başka bir mananın kastedildiği anlaşılmadığı sürece vücub ifade eder. Bu görüş Ömer b. el-Hattâb ve İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiş olup, Taberî de bunu tercih etmiştir. Yine Davud (ez-Zahirî) şunu delil göstermektedir: Muhammed b. Sîrin'in babası olan Şîrîn, efendisi olan Enes b. Malik'ten kitabet akdi talebinde bulunmuş ancak Enes kabul etmemiştir. Ömer (radıyallahü anh) elindeki kamçıyı tepesine kaldırıp: "Eğer onlarda bir hayır görürseniz, mükâtebe yapınız" âyetini okuyunca, o da mükâtebede bulunmuştur. Buhârî, Mukâtib 1 Dâvûd dedi ki: Ömer (radıyallahü anh)'ın, Enes için yapmaması mubah olan bir hususta elindeki kamçıyı kaldırması söz konusu olamazdı.

Cumhûr da şunu delil göstermektedir: Köle, efendisinden kendisini bir başkasına satmasını isteyecek olursa, efendinin bunu yerine getirmesi icmâ' ile gerekli değildir. Bunun için mecbur edilemez, isterse ona değerinin kat kat fazlası verilsin. Aynı şekilde köle, efendisine: Beni azad et yahut beni müdebber kıl (ölümünden sonra azad olacağımı söyle) yahut ta beni evlendir diyecek olsa, yine efendinin bunları yerine getirmesi icmâ' ile zorunlu değildir. Kitabet de bu şekildedir, Çünkü kitabet karşılıklı bir ivaz akdidir. O bakımdan ancak rıza ile sahih olur. (Karşı görüşü savunanların) mutlak emir vücub gerektirir, sözleri doğrudur. Ancak o emrin vücubtan başka bir hükme yönlendirilmesini gerektirecek bir başka karinenin bulunmaması halinde bu böyledir. Burada ise "kölede bir hayır bilinmesi" şartına bağlı olarak zikredilmiştir. Yani vücub bâtını bir işe taalluk etmektedir. O da efendinin bu işin hayırlı olacağını bilmesidir. Şayet köle: Benimle yazış deyip, efendi: Ben bu işin senin için hayırlı olacağını bilmiyorum, diyecek olursa, -ve bu gizli bir iş olduğu halde- bu hususta ona başvurulur ve onun de- . diği esas alınır. Bu açıklama bu hususta gerçekten güçlüdür.

8- Bu Âyette Sözü Edilen "Hayr'ın Mahiyeti:

İlim adamları yüce Allah'ın:

"Bir hayır" âyeti hakkında farklı görüşlere sahibtirler. İbn Abbâs ve Atâ, maldır demişlerdir. Mücahid mal ve ödeyebilme demektir, der. el-Hasen ve Nehaî din(darlık) ve güvenilirliktir derler.

Malik der ki: Kimi ilim adamını şöyle derken dinledim: Bundan kasıt kazanabilme ve (mükâtebe borcunu) ödeyebilme gücüdür. el-Leys'ten de buna benzer bir görüş nakledilmiştir. Şâfiî'nin görüşü de budur. Abîde es-Selmânî dedi ki: Bundan kasıt namaz ve hayırdır. Tahavî der ki: Bundan kastın mal olduğunu söyleyenlerin görüşü bize göre sahih değildir. Çünkü kölenin kendisi efendisinin malıdır. Onun ayrıca bir malı nasıl olabilir? Bize göre âyetin anlamı şudur: Sizler onların din(dar) ve doğru kimseler olduk larını bilirseniz, ayrıca onların size karşı kendileri üzerindeki kitabet bedelini eksiksiz ödemek ve davranışlarında doğru olmakla yükümlü olduklarını ve bunun kendileri İçin bir ibadet olduğunu bilerek size karşı böylece davranacaklarını bilmeniz halinde onlarla yazışınız.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki; Burada "hayır"dan kasıt, maldır görüşünü kabul etmeyenler "ben onların malının olduğunu biliyordum" anlamında: ifadesinin kullanılabileceğini kabul etmezler. Ancak buna benzer ifade şekli; "Ben onlarda hayır, salah ve emanet vasıflarının olduğunu biliyorum" denilebilir. Ben yanında mal olduğunu biliyorum, anlamında; denilmeyip, ancak; denilir.

Derim ki: Berîre hadisi -biraz sonra geleceği üzere-: Hayır'dan kasıt maldır, diyenlerin kanaatlerini reddetmektedir.

9- Mesleği Olmayanla Kitabet Akdi Yapmak:

İlim adamları meslek sahibi olmayan köle ile kitabet akdi yapmak hususunda farklı görüşlere sahiptir. İbn Ömer mesleği bulunmayan kölesi ile yazışma akdi yapmayı mekruh görür ve: Sen bana insanların kirlerini yememi mi emrediyorsun? derdi. Buna benzer bir görüş Selman el-Farisî'den nakledilmiştir.

Hakim b. Hizam'ın da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ömer b. el-Hattâb, Umeyr b. Sa'd'a şunları yazdı: İmdi, sen huzurunda bulunan müslümanlara insanlardan dilenmesinler diye köleleri ile yazışmalarını yasakla.

el-Evzaî, Ahmed ve İshak da bunu mekruh görmüşler. Malik, Ebû Hanîfe ve Şâfiî ise buna müsaade etmişlerdir.

Ali (radıyallahü anh)dan rivâyet edildiğine göre müezzini olan İbnu't-Teyyah kendisine şöyle demiştir: Malım bulunmadığı halde mükâtebe yapabilir miyim? Ali (radıyallahü anh): Evet, dedikten sonra insanları bana sadaka vermeye teşvik etti, Bana mükâtebe akdinde ittifak ettiğimiz miktardan fazlasını dahi verdiler. Ben Ali (radıyallahü anh)ın yanına vardım, bana: Sen bu artan miktarı da kölelikten kurtulmak isteyenlere ver, dedi.

Malik'ten bunu mekruh gördüğü ve mesleği bulunmayan cariyenin halinin bozulmasına, fesada uğramasına sebeb teşkil edeceğinden dolayı böyle bir cariye ile mükâtebe yapmayı mekruh gördüğü de rivâyet edilmiştir. Ancak delil sünnettir, sünnete muhalefet eden şeyler delil olamaz. Hadis İmâmlarının Âişe (radıyallahü anhnhâ)dan rivâyetlerine göre o şöyle demiştir: Berîre yanıma geldi ve dedi ki: Benim efendilerim, her sene bir ukiye ödenmek üzere dokuz yılda dokuz ukiye ödemem şartıyla benimle mükâtebe akdi yaptılar, bana yardımcı ol... diye hadisin geri kalan bölümünü rivâyet etmektedir. Buhârî, Şurût 13, Buyû’ 73, Mukâtib 3; Müslim, Itk 6-8; Ebû Dâvûd, Itk 2; Nesâî, Buyû’ 86; İbn Mâce, Itk 3; Muvattâ, Itk 17; Müsned, VI, 213.

İşte bu; efendinin, yanında hiçbir şey bulunmasa dahi kölesiyle mükâtebe akdi yapabileceğine delildir. Nitekim Berire'nin, Âişe (radıyallahü anhnhâ)ya gelerek, ona efendileri ile yazıştığını ve ondan kendisine yardımcı olmasını istediğini görüyoruz. Bu da henüz yazışmanın ilk sıralarında olmuştu, ondan herhangi bir taksit ödemeden gerçekleşmişti. Bunu İbn Şihab, Urve'den bu şekilde zikretmiştir ki Âişe'nin, Urve'ye haber verdiğine göre Berire yazışma bedelini ödemek hususunda Âişe'den yardım istemeye gelmişti ve henüz yazışma bedelinden herhangi bir ödeme yapmamıştı. Bunu Buhârî ve Ebû Dâvûd rivâyet etmektedir. Bir önceki kaynakta gösterilen yerler.

İşte bunda herhangi bir sanat, meslek ve mal sahibi olmasa dahi cariye ile yazışma akdi yapmanın câiz oluşuna delil vardır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Berîre'nin bir kazanç yolunun yahut da sürekli bir işinin ya da malının bulunup bulunmadığını sormamıştır. Eğer bu gerekli bir şey olsaydı, elbette bu hususta onun hüküm vermesi için buna dair soru sorması gerekirdi. Çünkü o, açıklayıcı ve öğretici olarak gönderilmiştir. Bu hadiste yüce Allah'ın:

"Eğer onlarda bir hayır görürseniz" âyetinde geçen "hayr"ı mal diye yorumlayanların tevillerinin sağlıklı bir te'vil olmadığına ve sözü geçen "hayr"ın güvenilirlikle birlikte kazanabilme gücü olduğuna delil bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

10- Kitabet Bedelinin Nitelikleri ve Bedelin Taksitlere Bölünmesi:

Kitabet bedeli az miktarda da olabilir, çok da olabilir, taksitli de olabilir.' Çünkü Berire ile ilgili hadisten anlaşılan budur. Bu hususta da ilim adamları arasında görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Hamd, Allah'adır.

Efendi, kölesi ile bin dirhem ödemek üzere anlaşacak olup da herhangi bir vade söz konusu etmeyecek olursa, bu -efendinin hoşuna gitmese dahi-çalışma imkânını bulması miktarına göre taksitlere bölünür.

Şâfiî der ki: Kitabet bedeli için belli bir vadenin bulunması kaçınılmaz bir şeydir, asgarisi de üç taksitte ödenmesidir.

Bir defada ödenmesi üzerinde anlaşacak olurlarsa, ilim adamları arasında farklı görüşler vardır. Çoğu ilim adamı bir defada ödenmesini câiz kabul ederler. Şâfiî ise bir defada Ödenmesinin câiz olmadığını söyler. Derhal ve peşin olarak ödenmesi ise elbette câiz olmaz. Çünkü bu, ancak belli bir şarta bağlı olarak azad etmektir. Sanki ona: Sen şunu şunu ödediğin takdirde hür olursun, demiş gibi olur ve bu bir kitabet değildir.

İbnu'l-Arabî der ki: İlim adamları ile selef, kitabet bedelinin peşin ödenmesi halinde iki farklı görüş ileri sürmüşlerdir. Bizim (Maliki mezhebine mensub) ilim adamlarımızın görüşleri de aynı şekilde farklı farklıdır. Kıyasa göre sahih olan, kitabetin vadeli olmasıdır. Berîre hadisinde vârid olduğu gibi yapılmalıdır. Çünkü efendileri onunla her yıl birer ukiye ödemek şartıyla dokuz ukiye ödemek üzerine onunla yazışmalardır.

Ashab-ı Kiram da böyle yapmıştır. Bundan dolayı buna "kitabet" ismi verilmiştir. Zira bu akid yazılır ve ona şahit tutulur. Böylelikle bu akde verilen isim ve gelen rivâyet birbirini desteklemekte, bu akdin anlamı da buna güç kazandırmaktadır. Şayet ödenmesi istenen mal, peşin olacak ve kölenin yanında da bir şeyler var ise, bu bir mukataa malı ve mukataa akdi olur, kitabet akdi olmaz. Biraz sonra gelecek açıklamalardan da anlaşılacağı üzere mukaıaa belirli bir miktarı derhal ve peşin ödemek üzere anlaşmak demektir.

İbn Hüveyzimendâd der ki: Peşin ödenmek şartı üzere kölesiyle kitabet akdi yapacak olursa, bu belli bir mat karşılığında azad etmek olur, kitabet olmaz. Ondan başka bizim mezhebimize mensub ilim adamları, peşin ödenecek olan kitabet akdini câiz kabul etmiş ve buna "kitâa" ismini vermişlerdir. Kıyas da bunu gerektirmektedir, çünkü kitabet akdinde vade belirlemek, sadece köleye kazanç elde etmek için geniş bir zaman tanımak demektir. Nitekim kitabet bedelini belirli taksitlerle Ödemekle yükümlü olan köle, eğer taksit vadeleri dolmadan ödemesini getirip verecek olursa, efendi o ödemeleri almak ve (ödemesi bitmiş ise) mükatebi vadeden önce azad etmek zorundadır. Kûfeli ilim adamları câiz peşin ödenmek şartıyla yapılan kitabet akdini kabul etmişlerdir.

Derim ki: Peşin kitabet hususunda Malik'ten açık bir nass varid olmuş değildir. Ancak Mâlikî mezhebine mensub ilim adamları: Bu caizdir derler ve buna "kitaa" ismini verirler, Şâfiî'nin üç taksitten aşağısında kitabet câiz değildir, görüşü ise sahih olamaz. Zira bu sahih olsaydı, bir başkasının: Kitabet bedelinin beş taksitten daha aşağı ödenmesi câiz olamaz, demesi de mümkün olabilirdi. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın döneminde Berîre ile ilgili taksitlerin asgari miktarı bu idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu bilmiş ve bu hususta hüküm vermişti. O halde bunun doğru bir delil olması öncelikle daha uygundur.

Buhârî, Âişe (radıyallahü anhnhâ)dan rivâyet ettiğine göre Berîre, Âişe (radıyallahü anhnhâ)nın yanına gelmiş ve ondan kitabet bedelinde kendisine yardımcı olmasını istemişti. Üzerinde de beş yıllık taksitlere bölünmüş beş ukiye kitabet bedeli borcu vardı.. Buhârî, Mukâtih 1

Ancak (bu rivâyetin senedinde) el-Leys Yûnus'tan, o İbn Şihab'dan, o Urve'den, o da Âişe'den: Üzerinde beş yılda ödenmek üzere taksitlere bölünmüş beş ukiye borç vardı diye rivâyet etmiştir. Buhârî, aynı yer.

Ebû Üsame, Hişam b. Urve'den, o babasından, o Âişe (radıyallahü anhnhâ)dan dedi ki: Berîre gelip şöyle dedi: Ben efendilerimle dokuz ukiye... ödemek üzere mükâtebe yaptım... Buhârî, Mükâtib 3

Her iki rivâyetin zahiri birbiriyle teâruz halindedir. Şu kadar var ki Hişam'ın hadisi muttasıl Yûnus'un hadisi de munkatı' olduğundan (Hişam'ın rivâyeti) daha uygundur. Zira Buhârî "el-Leys dedi ki: Bana Yûnus anlattı (haddesenî)" demiştir. Diğer taraftan Hişam babası ve dedesinden rivâyet edilen hadislerde başkasına göre daha bir sağlamdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

11- Kitabet Akdi Yapan Köle Hürriyetine Kavuşmak İçin Bedelin Tamamını Ödemek Zorunda mıdır?

Mükâteb üzerinde kitabet bedelinden herhangi bir miktar ödenmeden kaldığı sürece, köle kalmaya devam eder. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Mükâteb üzerinde kitabet bedelinden bir dirhem (ödenmeden) kaldığı sürece yine köledir. " Ebû Davûd, Itk 1; Tirmizî, Buyû’ 35; İbn Mâce, İtk 3; Müsned, II, 178, 184, Z06, 209. Bu hadisi Ebû Dâvûd, Amr b. Şuayb'dan, o babasından, o da dedesinden yoluyla rivâyet etmiştir.

Yine ondan rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "Herhangi bir köle yüz dinar ödemek üzere mükâtebe akdi yapıp da on dinar müstesna geri kalanını ödemiş ise o yine köledir. " Ebû Dâvûd, İtk 1.

Malik, Şâfiî, Ebû Hanîfe ve mezheblerine mensub ilim adamları ile es-Sevrî, Ahmed, İshak, Ebû Sevr, Dâvûd (ez-Zahirî) ve Taberî de hep bu görüştedir. Bu görüş aynı şekilde İbn Ömer'den de çeşitli yollardan rivâyet edildiği gibi Zeyd b. Sabit, Âişe ve Ummu Seleme'den de rivâyet edilmiştir. Bu konuda onlardan farklı bir rivâyet gelmiş değildir.

Bu görüş aynı zamanda Ömer b. el-Hattâb'dan da rivâyet edilmiştir. İbnu’l-Müseyyeb, el-Kasım, Salim ve Atâ da bu doğrultuda görüş belirtmişlerdir. Malik der ki: Beldemizde (ilim adamlarından) kime yetiştiysek hep bu şekilde görüş beyan ederdi.

Bu hususta bir başka görüş daha vardır ki, bu görüş Ali (radıyallahü anh)dan rivâyet edilmiştir. Buna göre köle eğer kitabet bedelinin yarısını ödeyecek olursa artık o bir borçludur. en-Nehaî de böyle demiştir. Bu görüş Ömer (radıyallahü anh)dan da rivâyet edilmiştir. Ancak ondan, mükâteb üzerinde bir dirhem kaldığı sürece köle kalmaya devam eder, şeklindeki görüşün isnadı, mükâteb kitabet bedelinin yarısını ödediği takdirde artık onun üzerinde kölelik yoktur, şeklindeki görüşünün isnadından daha iyidir. Bu hükmü de Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) ifade etmiştir.

Yine Ali (radıyallahü anh)dan rivâyet edildiğine göre; ödediği miktar kadar o kölenin de bir bolümü hürriyete kavuşmuş olur. Yine ondan gelen bir başka rivâyete göre, ödediği ilk taksit ile birlikte azad olmak, onun üzerinde cereyan eder.

İbn Mes'ûd dedi ki: Köle kitabet bedelinin üçte birini ödediği takdirde artık o azad olmuş bir borçludur. Şureyh'in görüşü de budur. Yine İbn Mes'ûd'dan rivâyet edildiğine göre, şayet kitabet bedeli ikiyüz dinar olup kölenin değeri yüz dinar ise, köle değerini teşkil eden yüz dinarı ödediği takdirde artık hürriyetine kavuşur. Bu aynı şekilde en-Nehaî'nin görüşüdür.

Bir yedinci görüş de şöyledir: Köle bedelinin dörtte üçünü ödeyip geriye dörtte biri kaldığı takdirde, artık o bir borçludur ve bir daha köle olmaz. Bunu da Atâ b. Ebi Rebah ifade etmiş olup ondan bu görüşü İbn Cüreyc rivâyet etmiştir.

Kimi selef âlimlerinden nakledildiğine göre; köle bizzat kitabet akdi ile artık hürdür ve kitabet bedeli karşılığında borçludur, ebediyyen bir daha köle olmaz.

Ancak Berîre hadisi -Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan gelişinin sıhhati dolayısıyla- bu görüşü reddetmektedir. Yine bu hadiste mükâtebin köle olduğuna dair açık bir delil vardır. Eğer bu olmasaydı, Berîre satılmayacaktı. Şayet Berîre'nin bir bölümü azad edilmiş olsaydı, hiçbir şekilde bu azad edilmiş bölümünün satışı câiz olmazdı. Zira Peygamber efendimizin icmâ' ile kabul edilmiş sünnetlerinden birisi de hür olan kimsenin satılamayacağı şeklindedir.

Selman ile Cuveyriye'nin kitabeti de bu şekildedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kitabet bedellerini ödeyinceye kadar onların herbirisinin tamamen köle olduklarına dair hüküm vermiştir. Bu da; mükâtebin üzerinde ödemesi gereken herhangi bir miktar kaldığı sürece o bir köledir, şeklindeki görüşlerin lehine bir delildir.

Mükâteb hususunda Zeyd b. Sabit, Ali b. Ebî Tâlib ile tartışmıştır. Ali'ye şöyle demiştir: Böyle birisi zina edecek olursa, onu recm eder misin, yahut ta şahitlik edecek olursa, şahitliğini geçerli kabul eder misin? Ali (radıyallahü anh): Hayır demiş. Bu sefer Zeyd: O halde üzerinde ödemesi gereken bir şey kaldığı sürece o bir köledir, demiş.

Nesâî'nin, Ali ve İbn Abbâs (radıyallahü anhüm)dan naklen kaydettiği rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Mükâteb'ten ödediği miktar kadarı azad edilir. Ödediği miktar kadarıyla ona had uygulanır ve ondan azad edildiği kadarı ile de miras alır." Bu hadisin isnadı sahihtir. Nesâi, Kasâme 39; Tirmizî, Buyû’ 35; Müsned, I, 94, 104, 260, 292, 363 (kısmen)

Bu da Ali (radıyallahü anh)dan gelen rivâyetin lehine bir delildir. Ayrıca Ebû Dâvûd'un, Ummu Seleme ile kitabet akdi yapmış bulunan Nebhân'dan kaydettiği rivâyeti ile de desteklenmektedir. Nebhan dedi ki: Ben Ummu Seleme'yi şöyle derken dinledim: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize (biz hanımlarına) buyurdu ki: "Sizden herhangi birinizin mükâteb bir kölesi olur da onun yanında (kitabet bedelini) ödeyecek bir şeyler var ise, o vakit ondan perde arkasına saklanmalısınız." Bu hadisi Tirmizî de rivâyet etmiş olup, hasen, sahih bir hadistir, demiştir. Ebû Dâvûd, Itk 1; Tirmizî, Buyû’ 35; İbn Mâce, Itk 3; Müsned, VI, 289, 308, 311

Şu kadar var ki, bunun Peygamber efendimizin zevcelerine bir hitabı olup onlar hakkında ihtiyat ve vera'a uygun olan bir talimat olma ihtimali vardır. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in, bir erkeğin, hanımı Sevde'nin kardeşi olduğuna hüküm vermiş olmakla birlikte (ihtiyaten): "Ondan hicab arkasında gizlen" demesi Meselâ: Buhârî, Itk 8, Buyû’ 3, 100...; Ebû Dâvûd, Talâk 34; Nesâî, Talâk 48, .49; İbn Mâce, Nikâh 59; Dârimî, Nikâh 41; Muvattâ', Akdiye 20; Müsned, IV, 5, VI, 37, 129... ile Âişe ve Hafsa'ya: "Siz ikiniz de kör müsünüz? Siz onu görmüyor musunuz?" demesi de bu kabildendir. Otuzbirincî âyet, ikinci başlıkta da geçmiş bulunan bu hadisin kaynakları için oraya bakınız. Burada kastettiği şahıs İbn Um Mektum'dur. Halbuki aynı zamanda o Fatıma bint Kays'ar "İbn Um Mektum'un yanında iddetini bekle" demişti. Bu hadis de daha önce otuzbirinci âyet, ikinci başlıkta geçmişti. Kaynakları için oraya bakınız. Bu hususa dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

12- Köle Taksitlerini Ödemez, Efendi de İstemezse:

İlim adamlarının icmâ' ile kabul ettiklerine göre kitabet akdi yapmış olan kölenin ödemesi gereken taksitlerden birisinin veya ikisinin, yahut bütün taksitlerin zamanı geldiği halde, bu taksitleri istemeyip onu kendi haline bırakırsa, onlar kitabet akdini sürdürmekte sabit kalmaya devam ettikleri sürece fesholmaz.

13- Kölenin Kitabet Akdini Ödeyememesi ve Bundan Önce Yaptığı Ödemelerin Durumu:

Malik dedi ki: Kölenin görünen malı bulunuyor ise (kitabet bedelini ödemekten) âciz olduğunu söylemek hakkı yoktur. Eğer açıkta görünen bir malı yoksa, böyle bir hakka sahiptir.

el-Evzaî der ki: Eğer köle borcunu ödeyecek kadar güç, kuvvet sahibi bir kimse ise aciz olduğunu söyleme imkânına sahip değildir.

Şâfiî ise der ki: Onun malının olduğu bilinsin, bilinmesin kitabetin bedelini ödeyebilecek gücünün olduğu bilinsin, bilinmesin ödemekten âciz olduğunu söylemek hakkına sahiptir. Ben bu bedeli ödeyemiyorum, kitabet akdini iptal ettim, diyebilmek hakkına sahfptir.

Malik de der ki: Mükâteb âciz olduğunu ortaya koyarsa, acizlikten önce efendisinin ondan kabzettiği bütün taksitler efendiye helâl olur. Bu İster kölenin kendi öz kazancı olsun, isterse de ona verilen sadaka olsun, farketmez. Kölelikten kurtarılması için kendisine yapılan fakat kitabetini karşılayamayacak miktardaki bedellere gelince, bu hususta ona yardımcı olan herkesin verdiğini yahut mükâtebin helâllik dilediği miktarı rucû’ edip geri almak hakkı vardır. Şayet kölelikten kurtulmak için değil de sadaka olsun diye ona yardımcı olmuş iseler, bu miktar kölenin âciz olduğunu bildirmesi halinde efendisine helâl olur. Eğer aldığı miktarlar kendisini kölelikten kurtarmaya yeterli gelip geriye bir miktar da artacak olursa verilen bu miktarlar şayet kölelikten kurtanlmast maksİsmi ile verilmiş İse; artan miktan bu maksatla kendisine yardımcı olanlara hisselerine göre geri çevirir, veya o miktarı ona helâl ederler. Bütün bunlar İbnu'l-Kasım'ın naklettiği üzere Malik'in görüşleridir.

İlim adamlarının çoğunluğu da şöyle demektedir: Efendinin mükâteb kölesinden kitabet bedeli olarak kabzettikleri ve köle âciz olduğunu beyan ettikten sonra efendisinin elinde artan sadaka ya da başka mallar, efendisine aittir. Efendisinin bütün bunları alması ona helâldir. Şâfiî ve Ebû Hanîfe mezheblerine mensub ilim adamlarının, Ahmed b. Hanbel'in görüşü ve Şureyh'ten gelen bir rivâyet böyledir.

es-Sevri der ki: Efendi kölenin kendisine verdiklerini kölelikten azad etmeye ayırır. Mesrûk'un, en-Nehaî'nin görüşü ve Şureyh'ten gelen bir rivâyet bu şekildedir.

Bir kesim de şöyle demektedir: Efendinin köleden kabzettikleri efendiye aittir. Acizlikten sonra elinde artmış olan miktar ise efendisine değil, köleye aittir. Bu da; kölenin de mülkiyet hakkı vardır, kanaatinde olan bazı ilim adamlarının görüşüdür.

İshak da der ki: Kitabet hali esnasında kendisine verilen miktarlar, gerçek sahiplerine geri iade edilirler.

14- Kitabet Akdi ile İlgili Çeşitli Hükümler:

Berîre hadisi değişik yollardan ve çeşitli lâfızlarla gelmiş olmakla birlikte Berîre'nin satışının, önceden yapılmış bir kitabet akdinden sonra gerçekleştiğini ihtiva etmektedir. İlim adamları bundan dolayı mükâtebin satışı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Buhârî de "razı olması halinde mükâtebin satılması" diye bir başlık açmış bulunmaktadır. Buhâri, Mukâtib 3

İbnu'l-Münzir ile ed-Dâvûdî mükâtebin satılmaya razı olması halinde, bedelini ödemekten âciz olmasa dahi azad ettirmek maksİsmi ile satılmasını câiz kabul edenlerdendir. Ebû Ömer b. Abdİ'l-Berr'in beğendiği görüş de budur. İbn Şihab, Ebû'z-Zinad ve Rabia da böyle demişlerdir. Ancak onlar şöyle de derler: Çünkü kölenin satılmaya razı olması, onun bir acizliğinin ifadesidir.

Malik, Ebû Hanîfe ve mezheblerine mensub ilim adamları ise şöyle demektedirler: Mükâteb, mükâteb olarak kaldığı sürece -âciz olduğunu bildirmedikçe- satışı câiz olmaz. Onun kitabetinin satışı da hiçbir halde câiz değildir. Şâfiî'nin Mısır'daki görüşü de budur. Irak'ta ise: Satışı caizdir, ancak kitabetinin satılması câiz değildir, derdi. Malik ise kitabetin satışını câiz kabul etmektedir. Onu ödeyecek olursa azad olur, aksi takdirde kitabeti satın alanın kölesi olmaya devam eder. Ebû Hanîfe ise bunu kabul etmez, çünkü bu bir ğarar satışıdır (kesin olmayan satış).

Şâfiî'nin ise câiz kabul eden ve etmeyen şeklinde farklı görüşleri gelmiştir. Bir kesim de şöyle demektedir: Mükâtebin kitabet bedeli devam etmek şartıyla satılması caizdir, eğer bedelini tamamen ödeyecek olursa azad olur ve onun velâsı onu satana ait olur. Eğer ödemekten acze düşerse, onu satanın kölesi olur. en-Nehaî, Atâ, el-Leys, Ahmed ve Ebû Sevr de böyle demiştir.

el-Evzaî de şöyle demektedir: Mükâteb ancak azad edilmek için satılır. Bedelini ödemekten acze düşmeyen önce satılması ise mekruhtur. Ahmed ve İshak'ın da görüşü budur.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Berîre hadisinde mükâtebin vadesi gelmiş herhangi bir taksidi ödemekten âciz olmamakla birlikte, satılmaya razı olduğu takdirde, satılmasının câiz olduğunu göstermektedir ve bu mükâtebin âciz olmadıkça, satılması câiz değildir, iddiasında bulunanların görüşlerine muhaliftir. Çünkü Berîre herhangi bir taksidi ödemekten acze düşmüş olduğunu söz konusu etmediği gibi, ödeme vadesi gelmiş bir taksidinin olduğunu da bildirmemiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da kendisine: Sen ödemekten âciz misin? Yoksa vadesi gelmiş bir taksidin var mı? diye de sormamıştır. Şayet kitabet akdi yapmış köle ve cariyenin satılması ancak vadesi gelmiş bir taksidin ödenmesinden acze düşülmesi halinde câiz olması gibi bir durum olsaydı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mutlaka ona: Âciz midir? değil midir? diye sorar ve onun vadesi gelmiş bir taksidini dahi olsun ödemekten acze düştüğünü bilmeden onun satın alınmasına asla izin vermezdi.

ez-Zührî yoluyla gelen hadiste de Berîre'nin henüz kitabet bedelinden bir şey ödememiş olduğu kaydedilmektedir. Ben bu hususta sözü edilen Berîre hadisinden daha sahih delil olacak bir rivâyet bilmemekteyim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan da onunla çelişen bir rivâyet nakledilmemiştir. Gelen haberlerin hiçbirisinde de ödemekten yana âciz olduğuna delil teşkil edecek bir ifade bulunmamaktadır.

Mükâtebin satılmasını kabul etmeyenler bazı hususları delil göstermişlerdir: Bunlardan birisi şudur: Sözü edilen bu kitabet akdi henüz gerçekleşmemişti. Berîre'nin: "Ben efendilerimle kitabet akdi yaptım" demesinin anlamı, bu hususta onlarla karşılıklı rızamız oldu ve onlar kitabet miktarını ve vadesini belirlemekle birlikte henüz bu akdi gerçekleştirmediler, demektir. Şu kadar var ki, hadislerin zahiri ifadelerin akışı üzerinde dikkatle düşünülecek olursa, durumun bunun aksi olduğu görülecektir.

Bir diğer görüşe göre, Berîre ödemekten acze düşmüş, o bakımdan efendileri ile birlikte kitabeti feshetmek üzere ittifak etmiştir. İşte o vakit satış sahih olmuştur. Ancak bu açıklama şu görüşü ileri sürenler için uygun düşer: Mükâtebin âciz olduğunun anlaşılması eğer köle ile efendi bu hususta anlaşacak olurlarsa, ayrıca hakimin hükmüne muhtaç değildir. Çünkü hak bu ikisi ile ilgilidir, bilinen mezheb (görüş) de budur. Suhnûn ise şöyle der: Bu konuda mutlaka yetkilinin hükmü gereklidir. Çünkü o her ikisinin karşılıklı olarak yüce Allah'ın hakkını terketmek üzere anlaşabileceklerinden korkmuştur.

Berîre'nin ödemekten yana âciz olduğunun doğruluğuna şu rivâyet delildir: Berîre, Âişe (radıyallahü anhnhâ)nın yanına gelmiş ve kitabet bedelinin ödenmesi hususunda ondan yardım istemişti. Henüz daha kitabet bedelinden de hiçbir şey ödememişti. Âişe (radıyallahü anhnhâ) kendisine şöyle dedi: "Sahiplerinin yanına geri dön. Şayet istiyorlarsa senin yerine kitabet bedelini ödeyebilirim." Bu, ifadenin zahirine göre onun kitabet bedelinin tamamını ya da bir bölümünü ödemesi tahakkuk etmişti. Zira ödenmesi icab etmedikçe hiçbir hakkın yerine getirilmesine dair hüküm verilmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İşte bu açıklamalar onların bu husustaki açıkladığımız görüşlerine dair en kuvvetli delilleridir.

İbnu'l-Münzir der ki: Efendi mükâtebini satamaz, diyen kimselerin: Berîre (ödemekten yana) acizlik çekmiş olabilir, demesi dışında herhangi bir delilinin bulunduğunu bilmiyorum. Şâfiî de der ki: Bu hadisin en açık manalarından birisi de, mükâtebin sahibi olan kimsenin mükâtebi satabileceğidir.

15- Mükâteb Kitabet Bedelini Ödemekle Hürriyetine Kavuşur:

Mükâteb kitabet bedelini tamamen öder ödemez hürriyetine kavuşur ve ayrıca efendisinin onu azad ettiğini bildirmesine gerek yoktur. Kitabet akdi döneminde kölenin cariyesinden doğan çocuklarının durumu da aynı şekildedir. Onun hürriyetine kavuşması ile onlar da hürriyetlerine kavuşurlar, ancak onun köleleşmesi dolayısıyla onlar köle olmazlar. Çünkü bir kimsenin cariyesinden olma çocuğu, hür olan nazar-ı itibara alınmak suretiyle kendi mesabesindedir. Kitabet akdi yapmış olan cariyenin çocukları da aynı durumdadır. Eğer kitabet akdinden önce çocukları varsa, bunlar şart koşulmadık -ça kitabetin kapsamına girmezler.

16- Kitabet Akdi Yapanlara Yardımcı Olmak:

"Onlara Allah'ın size verdiği maldan verin" âyeti efendilere kitabet malı hususunda kölelere yardımcı olmaya dair bir emirdir. Bu ya efendilerin ellerinde bulunan mallardan onlara bir şeyler vermeleri suretiyle gerçekleşir, yahut onların ödemekle yükümlü tutuldukları kitabet malının bir kısmını üzerlerinden indirmekle gerçekleşir. Malik der ki: Mükâtebin üzerindeki son kitabet taksidinden indirim yapar. Nitekim İbn Ömer de otuzbeşbinden beşbin indirim yapmıştır. Ali (radıyallahü anh) da indirilen bu miktarın kitabet bedelinin dörtte biri kadarı olmasını güzel görmüştür.

ez-Zehravî der ki: Bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan rivâyet edilmiştir. İbn Mes'ûd ile el-Hasen b. Ebi'l-Hasen ise üçte birinin indirilmesini güzel görmüşlerdir.. Katade onda biri indirilir derken, İbn Cübeyr ondan bir şeyler indirir demiş ve buna dair bir sınır belirlememiştir. Şâfiî'nin görüşü de budur, es-Sevrî de bu görüşü güzel bulmuştur.

Şâfiî der ki: "Şey" kendisine şey denilebilecek asgari miktardaki şey hakkında kullanılır. Efendi bu indirime mecbur edilir, efendi ölmüş ise hakim tarafından bu hususta mirasçıların aleyhine hüküm verilir.

Malik -Allah'ın rahmeti üzerineolsuningörüşüne göre bu emir mendubluk ifade eder. İndirilecek miktar için herhangi bir sınır takdir etmemiştir.

Şâfiî yüce Allah'ın:

"Onlara...verin" emrinin mutlak oluşunu delil göstermiş ve vacibin menduba atfedil meşinin Kur'ân-ı Kerîm'de olsun, Arap dilinde olsun bilinen bir ifade tarzı olduğu görüşünü dile getirmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz Allah adaleti, ihsanı, akrabaya (birşeyler) vermeyi emreder..." (en-Nahl, 16/90) vb.

İbnu'l-Arabî der ki: Bu hususu ondan önce Kadı İsmail b. İshak da zikretmiş bulunmaktadır. Şâfiî bir şeyler vermeyi vacib kabul etmiş, kitabeti ise vacib kabul etmemiştir. Böylelikle o aslolan kitabeti gayr-ı vacib, onun fer'i durumundakini (birşeyler vermeyi) ise vacib olarak değerlendirmiştir. Böyle bir görüşün ise benzeri bulunmamaktadır, o vakit bu katıksız bir iddia olur (delilsizdir.) Şayet: Bu nikâh gibidir, nikâh vacib değildir, fakat nikâh akdi gerçekleşti mi onun hükümleri de vacib olur. Bunlardan birisi de (boşanan kadına) mut'a vermektir, denilecek olursa, biz de şu cevabı veririz: Bize göre mut'a vacib değildir, dolayısıyla Şâfiî'nin görüşünü kabul edenlerin ileri sürebilecekleri bir dayanak yoktur. Osman b. Affan ise kölesi ile mükâtebe akdi yapmış ve onun kitabet bedelinden hiçbir indirim yapmayacağına dair de yemin etmiştir... diye uzun açıklamalarda bulunur.

Derim ki: el-Hasen, en-Nehaî ve Büreyde şöyle demişlerdir: Yüce Allah'ın:

"Onlara... verin" âyetinde hitab bütün insanlara, kitabet akdi yapmış olanlara sadaka vermeleri ve kölelikten kurtulmaları hususunda onlara yardımcı olmaları için bir hitabtır. Zeyd b. Eslem de der ki: Burada hitab yöneticileredir, kitabet akdi yapmış olanlara zekât mallarından paylarına düşeni vermelerini emretmektedir. İşte yüce Allah'ın:

"Sadakalar... kölelere... mahsustur." (et-Tevbe, 9/60) âyetinin ihtiva ettiği anlam budur. Bu iki görüşe göre mükâtebin efendisinin kitabet bedelinden bir şeyler indirmek yükümlülüğü yoktur. Buna delil de şudur: Şayet yüce Allah kitabet taksitlerinden herhangi bir indirimde bulunmalarını kastetmiş olsaydı: Ve onlardan şunu indirin, demesi gerekirdi.

17- Kitabet Bedelinden İndirim İlk Taksitlerden mi, Son Taksitlerden mi Yapılır?

Eğer bizler, bu âyette muhatablar efendilerdir, görüşünü kabul edecek olursak, şunu da belirtelim ki Ömer b. el-Hattâb'ın görüşüne göre indirim bedelin ilk taksidinden yapılmalıdır. Böylelikle son taksidine erişilemeyecek korkuşuyla yapılacak hayırda, efendi elini çabuk tutmuş olur.

Malik -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- ve başkalarının görüşüne göre ise indirim en son taksitte yapılır.

Bunun sebebine gelince, şayet indirim ilk taksitten yapılacak olursa, belki köle kitabet bedelini ödemekten acze düşer, o takdirde köle de malı da efendisine geri döner. O zaman da yaptığı indirim sadakanın bir bakıma tekrar kendisine dönüşü gibi dönmüş olur. Bu da Abdullah b. Ömer ve Ali'nin görüşüdür.

Mücahid der ki: Herbir taksitten bir miktar indirir.

İbnu'l-Arabî der ki: Görüşüme göre daha kuvvetli olan indirimin son taksitten olacağıdır. Çünkü indirim her zaman için borçların son ödemeleri sırasında gerçekleşir.

18- Kitabet Akdi Yapmış Olan Kölenin Satılması:

Mükâteb, kitabet akdinden sonra kendisinin rızası ile azad edilmek üzere satılacak olur da satıcısı onun bedelini kabzettikten sonra, satıcının ona karşılık almış olduğu bedelden ona bir şeyler ödemek yükümlülüğü yoktur. İster azad edilsin diye satmış olsun, ister bü maksatla satmamış olsun farketmez. Bu da mükâtebin kitabet bedelini ödediği efendisinin kölesine bu bedelden bir şeyler ödemesine yahut yüce Allah'ın kitabında emrettiği üzere son taksidinden ya da herhangi bir şekilde ödemelerinden bir şeyler indirmesine benzememektedir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Berîre'nin efendilerine, -azad edilmesi için onu satmış olmalarına rağmen- ondan kabzetmiş oldukları maldan tekrar Berîre'ye bir şeyler vermelerini emretmiş değildir.

19- Kitabet Akdinin Niteliği:

İlim adamları kitabet akdinin niteliği hususunda farklı görüşlere sahibtirler. İbn Huveyzimendâd der ki: Bu akdin niteliği şu şekildedir: Efendi kölesine; seninle şu kadar malı, şu taksitlerle ödemen şartı ile kitabet akdi yapıyorum. Bu ödemeleri tamamladığın takdirde sen hürsün, der. Yahut ona: Sen bana on taksitte bin (dirhem) öde ve o takdirde hür olursun, demesi suretiyle olur. Köle de: Ben bunu kabul ettim veya buna benzer lâfızlarla karşılık verir. Bu ödemeyi ne zaman tamamlarsa, hürriyetine kavuşur.

Aynı şekilde köle, efendisine benimle kitabet akdi yap diyecek olursa, ' efendi de yapayım yahut seninle yazışayım demesi halinde de böyledir.

İbnu'l-Arabî der ki; Böyle bir şeye gerek yoktur. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'in lâfzı böyle bir şeyi gerektirmediği gibi, hal de buna tanıklık etmektedir. Ancak söz konusu edilecek olursa güzel olur, şayet sözü edilmeyecek olursa bu da zaten bilinen bir husustur. Ayrıca sözle söylenmesine gerek yoktur.

Aslında bu bahsin meseleleri ve bunların dalları budakları pek çoktur. Biz bu meselelerin esaslarının bir bölümünü zikretmiş bulunuyoruz. Kısa açıklamaları yeterli görenler için bu kadarı kâfidir. Hidayete iletme başarısı Allah'tandır.

20- Mükâtebin Mirası:

Mükâtebin mirası hususunda ilim adamlarının üç farklı görüşü vardır. Malik'in görüşüne göre mükâteb ölüp geriye, kalan kitabet borcundan daha fazla miktarda bir mal terkedecek olursa ve kitabet döneminde dünyaya gelmiş ya da onlar adına da kitabet yapmış olduğu çocukları varsa, onun çocukları kitabet bedelinin ödenmesinden sonra arta kalan mala mirasçı olurlar. Çünkü onların da hükmü babalarının hükmü gibidir. Eğer geriye artan bir mal bırakmamış ise, kitabet bedelinin geri kalan bölümünü onlar temin etmek için çalışmalıdırlar. Babaları azad edilmedikçe, onlar hürriyetlerine kavuşamazlar. Babaları onların da kitabet bedelini ödemiş ise, çocukların aleyhine bu hususta (efendinin) bir rücû' hakkı yoktur. Çünkü efendilerine rağmen hürriyetlerine kavuşurlar. Dolayısıyla babalarının mirasına onlar daha bir hak sahibidirler, çünkü babalarının bütün hallerinde babaları ile eşittirler.

İkinci görüşe gelince, geriye bıraktığı malından bütün kitabet bedeli ödenir ve hür alarak ötmüş gibi değerlendirilir. Bütün çocukları da ona mirasçı olurlar. Çocuklarından ölümünden önce hür olanlar ile kitabet akdi esnasında hür olmayıp, onlar adına akitleştiği çocukları yahut kitabet döneminde doğmuş olan çocukları arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü hepsi de kitabet yükümlülükleri kendi İsimlerina ödenmiş olmakla birlikte, hürriyet bakımından birbirleriyle eşitlenmiş olurlar.

Bu görüş Ali ve İbn Mes'ûd'dan, Tabiîn arasından Atâ, el-Hasen, Tavus ve İbrahim'den rivâyet edilmiştir. Küfe fakihleri Süfyan es-Sevrî, Ebû Hanîfe mezhebine mensub fakihler, el-Hasen b. Salih b. Hayy da bu görüştedir. İshak da bu görüşü benimsemiştir.

Üçüncü görüş; mükâteb kitabet bedelinin tamamını ödemeden önce ölürse, köle olarak ölmüş olur. Geriye bırakacağı bütün mal da efendisine ait olur. Çocuklarından hiçbir kimse ondan miras alamaz. Ne hür çocukları, 'ne de kitabet akdinde onunla birlikte olan çocuklan. Çünkü o bütün kitabet bedelini ödemeden önce öldüğünden ötürü köle olarak ölmüş olur, malı da efendisine ait olur. Dolayısıyla ölümünden sonra onun hürriyetine kavuşturulması sahih değildir. Zira bir kölenin ölümünden sonra hürriyetine kavuştunılması imkânsız bir şeydir. Kendileri hakkında da kitabet akdi yapmış yahut kitabet akdi esnasında doğmuş çocuklarının ise, kitabetin geri kalan bölümünü tamamlamaya çalışmaları vazifeleridir. Onların üzerinden (babalarının) ödediği pay kadar da sakıt olur. Eğer (geri kalanı) ödeyecek olurlarsa, hürriyetlerini elde ederler. Çünkü bu hususta onlar babalarına tabi idiler. Eğer ödeyemezlerse kölelikleri devam eder. Şâfiî'nin görüşü budur. Ahmed b. Hanbel de böyle demiştir. Ömer b. el-Hattâb'ın, Zeyd b. Sabit'in, Ömer b. Abdu'l-Aziz'in, ez-Zührî ve Katade'nin görüşü de budur.

"Cariyeleriniz kendilerini korumak İsterken dünya hayatının geçici metaını kazanmak İçin onları zinaya zorlamayın" âyeti ile ilgili olarak Câbir b. Abdullah ve İbn Abbâs (radıyallahü anhüm)dan rivâyet edildiğine göre bu âyet-i kerîme Abdullah b. Ubeyy hakkında nazil olmuştur. Onun birisi Muâze, diğeri Museyke diye adlandırılan iki cariyesi vardı. O bu cariyelerini zina etmeye zorlar ve hem ücretlerini almak, hem de çocuklarının kazancına sahip olmak maksadıyla zina etmeleri için onları döverdi. Bu durumlarını Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a şikâyet ettiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme hem onun, hem de münafıklardan onun yaptığı gibi yapanların hakkında nazil oldu. Müslim, Tefsir 26; Süyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, VI, 192-194.

Sözü edilen Muâze, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile kocası hakkında mücadele eden Havle'nin annesidir.

Müslim'in, Sahih'inde Câbir'den gelen rivâyete göre ise Abdullah b. Ubeyy'in birisi Museyke, diğeri de Umeyme adında iki cariyesi vardı. O bunları zina etmeleri için zorlardı. Bu hususu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a şikâyet etmeleri üzerine yüce Allah: "Cariyeleriniz kendilerini korumak isterken... onları zinaya zorlamayın... mağfiret ve rahmet edicidir" âyetini indirdi. Müslim, Tefsir 27.

Yüce Allah'ın:

"Kendilerini korumak isterken" âyeti "câriyeler"e râci'dir. Çünkü ancak cariyenin iffetini korumak istemesi halinde efendisinin onu zorlamaya kalkışması düşünülebilir ve ancak bu halde zorlamanın yasaklanması mümkün olur. Eğer cariye iffetini korumak istemiyor ise bu durumda efendisine: Sen onu zorlama, demek düşünülemez. Çünkü cariyenin kendisi zina etmeyi istiyor ise zorlamanın tasallallahü aleyhi ve sellemvuruna imkân yoktur. O halde bu âyet, durumu bu olan cariyeler hakkında bu gibi efendilere yönelik bir emirdir. İbnu'l-Arabî işte bu manaya işaret etmekte ve şöyle demektedir: Yüce Allah'ın burada kadının iffetini korumak isteyişini söz konusu etmesi zorlamanın ancak bu halde söz konusu olabileceğinden dolayıdır. Eğer kendisi zinayı istiyor ise zorlama düşünülemez, işte bunu iyi anlamak gerekir, Bu ince noktaya nüfuz etmek pek çok müfessir için mümkün olmamıştır. Kimi müfessir: Yüce Allah'ın:

"Kendilerini korumak isterken" âyeti (bir önceki âyette sözü edilen): "evli olmayanlar"a râci'dir, demiştir.

ez-Zeccâc ve el-Huseyn b. el-Fadl ise: İfadede takdim ve tehir vardır, demişlerdir. Yani sizler içinizden evli olmayanları ve kölelerinizden de salih olanları iffetlerini korumak istemeleri halinde evlendirin, demektir. Kimisi ise: Yüce Allah'ın;

"Kendilerini korumak isterken" âyetindeki şart lağvedilmiştir ve buna benzer zayıf açıklamalar yapılmıştır, Başanya ulaştıran Allah'tır.

"Dünya hayatının geçici metaını kazanmak için" âyetinden kasıt ise, cariyenin zina yoluyla kazanacağı ve kol eleştirilip satılmak kasdı ile zina mahsulü doğuracağı çocuktur. Şöyle de açıklanmıştır: Zina eden kimse kendisiyle zina ettiği cariyeden doğma çocuğuna karşılık cariyenin efendisine yüz deve fidye öder ve onu kölelikten kurtarırdı.

"Kim onları zorlarsa" buna mecbur bırakırsa

"şüphe yok ki Allah onların zorlanmalarından sonra" onlar için

"mağfiret ve" onlara

"rahmet sahibidir."

İbn Mes'ûd, Cabir b. Abdullah ve İbn Cübeyr

"onlar İçin" lâfzını ilave ederek Onlar için mağfiret edicidir" diye okumuşlardır.

İkraha dair açıklamalar daha önceden en-Nahl Sûresi'nde (16/106. âyet, 2. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.

Daha sonra yüce Allah mü’minlere indirmiş olduğu apaydın âyetlerindeki nimetlerini sayıp dökmekte ve bu âyetlerde geçmiş ümmetlere dair misaller de vermektedir. Bundan maksat, geçmiş bu ümmetlerin içine düştükleri hatalara "düşmekten korunmaktır.

35

Allah, göklerle yerin nurudur. Nurunun misali içinde kandil bulunan bir kandil yuvasına benzer. O kandil de bir cam içindedir. O cam ise doğuya da, batıya da nisbeti olmayan mübarek bir zeytin ağacından tutuşturulan, parıltısı İnciyi andıran bir yıldız gibidir. O ağacın yağı neredeyse kendisine ateş dokunmaksızın dahi aydınlık verecektir. Nûr üstüne nurdur, Allah dilediği kimseyi nuruna hidayet eder. Allah, insanlar için misaller getirir. Allah, herşeyi çok iyi bilendir.

"Allah, göklerle yerin nurudur" âyetinde geçen

"nûr" Arap dilinde: Gözle idrâk olunan ışıklar demektir. Mecazi olarak doğru ve aydınlık anlamlar hakkında da kullanılmıştır. Bu kabilden olmak üzere "nuru olan bir söz ve aydınlatıcı kitab (el-Kitabu’l-Münîr)" denilmektedir. Şairin şu beyiti de bu türdendir:

"Öyle bir neseb ki sanki kuşluk güneşinden onun üzerinde,

Bir nûr ve sabahın tan yeri aydınlığından bir direk vardır."

İnsanlar da: Filan kişi şehrin nuru, asrın güneşi ve ayıdır, derler. Yine şair şöyle demektedir:

"Sen bir güneşsin. diğer hükümdarlar ise gezegen yıldızlarıdır."

Bir diğer şair de şöyle demiştir;

"Sen şehirler arasından belli bir maksadı niye tahsis etmedin,

Kabilelerin ay'ı olan Halid b. Yezid'i."

Bir diğer şair de şöyle demiştir:

"Abdullah geceleyin Merv'den yola koyuldu mu,

Oradan, oranın nuru ve güzelliği yola koyuldu, demektir."

Buna göre yüce Allah'ın bir nuru vardır, ifadesi övmek kastı ile söylenebilir. Çünkü eşyayı var eden O'dur, bütün eşyanın nuru ilk olarak O'ndandır ve eşyanın nuru O'ndan sâdır olmuştur. Şanı yüce Allah ise idrâk olunan 'aydınlıklar kabilinden değildir. Zâlimlerin söylediklerinden O pek yüce ve pek büyüktür.

Hişam el-Cevatikî ve Mücessime'den bir grub şöyle demektedir: O diğer nurlar gibi olmayan bir nurdur ve diğer cisimler gibi olmayan bir cisimdir. Bütün bunlar yüce Allah hakkında aklen ve naklen -Kelâm ilminde ilgili bahislerinde görüleceği gibi- muhal şeylerdir. Diğer taraftan onların sözlerinde de çelişki vardır. Çünkü onların: Yüce Allah hakkında O: bir cisimdir, yahut bir nurdur demek, O'nun hakkında bunların hakikati gereğince hüküm vermek demektir. Diğer taraftan diğer nurlar ve diğer cisimler gibi olmayan ifadesi ise, önceden kabul ettikleri cisim oluş ve nûr oluşu nefyetmektedir. Bu da bir çelişkidir. Yine bunun tahkiki Kelâm ilmindedir. Onları bu çelişkilere düşüren ise tabi oldukları bir takım zahir ifadelerdir ki, bunlardan birisi de bu âyeti kerîmedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın geceleyin teheccüde kalktığı vakit söylediği: "Allah'ım, hamd Sanadır, göklerin ve yerin nuru Sensin." Buhârî, Teheccüd 1, Deavât 10, Tevhîd 8, 24, 35; Müslim, SalâtıVl-Müsâfirîn 199; Ebû Dâvûd, Salât 119; Tirmizî, Deavât 29; Nesâî, Kıyâmu'l-leyl 9; İbn Mâce, İkâmetu’s-Salât 180; Dârimî, Salât 169; Muvatta’, Kur'ân 34; Müsned, 1, 298, 308. âyeti ile kendisine: Rabbini gördün mü? diye sorulması üzerine, onun; "Ben bir nûr gördüm" demesi Müslim, Îman 292, Müsned, V, 147. ve benzeri diğer hadisler de bunlar arasındadır.

İlim adamları bu âyeti kerîmenin te'vili hususunda farklı görüşlere sahibtirler. Anlamın şöyle olduğu söylenmiştir: O'nun varlığı ve kudreti ile göklerin ve yerin nuru aydınlık vermiştir, onların işleri dosdoğru yoluna girmiştir. Onlardaki yaratıklar bu uygun halleriyle var olabilmiştir. Buna göre burada ifade, (maksadın) anlaşılması için bir temsildir. Nitekim: Hükümdar ülkenin nurudur, denilmesi de böyledir. Yani ülkenin İşleri onun sayesinde ayakta durur ve onun sayesinde ülkenin bütün işleri düzelir. Çünkü onun bütün yaptıkları dosdoğru yoldadır. Görüldüğü gibi burada nûr, hükümdar hakkında mecazi bir ifadedir. Yüce Allah'ın sıfatı hakkında ise, katıksız bir hakikattir. Zira bütün mevcudatı yoktan var eden ve aklı hidayete ileten bir nûr kılan O'dur. Zira mevcudun zuhuru O'nunla husule gelmiştir. Tıpkı görülen şeylerin ışıkla zuhurunun gerçekleşmesi gibi. Şanı yüce Allah, her türlü eksiklikten münezzehtir, O'ndan başka rab yoktur. Bu anlamdaki açıklamaları Mücahid, ez-Zührî ve başkaları yapmıştır.

İbn Arafe de şöyle demektedir: Yani gökleri ve yeri nûrlandıran O'dur. ed-Dahhak ve el-Kurazî böyle demiştir. Bu da: Filan kişi bizim kurtuluşumuzdur, demelerine benzer ki; kurtarıcımizdır anlamındadır. Filan kişi benim azığımdır ifadesinin, beni azıklandırandır, anlamında kullanılması gibi. Şair Cerir de şöyle demektedir:

"Sen bizim nurumuz, yağmurumuz ve korumamızsın,

Ve sen, senin gece nemini (şebnem)ini umanlar için çok bol yapraklı bir bitkisin."

Mücahid dedi ki: Göklerin ve yerin işlerini çekip çeviren, idare eden demektir. Ubeyy b. Ka'b, el-Hasen ve Ebû'l-Âl-iyye de: Gökleri güneş, ay ve yıldızlarla, yeryüzünü de peygamberlerle, ilim adamlarıyla ve mü’minlerle süsleyen demektir.

İbn Abbâs ve Enes de şöyle demiştir: Göklerdeki ve yerdekileri hidayete ileten Allah'tır. Birinci açıklama diğer bütün hususları daha bir kapsayıcı dır ve te'vil bakımından daha sahihtir.

"Nurunun misali"; mü’minin kalbine yerleştirmiş olduğu delillerin niteliği... demektir. Çünkü delillere de "nûr" ismi verilir. Şanı yüce Allah Kitabına da nûr ismini vermiş ve şöyle buyurmuştur:

"Size apaçık bir nûr da indirmiştedir." (en-Nisâ, 4/174) O, peygamberine de "nûr" ismini vermiş ve şöyle buyurmuştur;

"Size muhakkak ki Allah'tan bir nûr ve apaçık bir kitap gelmiştir." (el-Mâide, 5/15)

Çünkü kitab hidayete İletir ve açıklar, rasûl de böyledir.

Nurun yüce Allah'a izafe edilmesinin açıklaması da şöyle yapılır: Delâleti tesbit eden, onu açıklayan ve koyan O'dur.

Âyet-i kerîmenin bir başka anlama gelme ihtimali de vardır. Bu anlamda misalin bir parçası ile misal gösterilenin bir parçası birbirinin karşılığında bulunmamaktadır. Bunun yerine bir cümlenin, diğer bir cümleye benzetilmesi söz konusudur. Şöyle ki: Allah'ın hidayeti ve herbir mahluku mükemmel bir şekilde ve sapasağlam yaratmış olması demek olan Allah'ın nurunun ve göz kamaştırıcı burhanların genel olarak misali, yine genel olarak şu sizin en mükemmel bir şekilde edindiğiniz ışığın sıfatlarına benzemektedir. Bu da insanların elinde bulunan nura dair vasıfların en ileri derecesidir. Yüce Allah'ın nurunun apaçıklığının misali ey İnsanlar, sizin aydınlığınızın en ileri derecesi olan bu misal gibidir.

"el-Miskât (kandil yuvası)"; Duvarda pencerenin dışında bulunan küçük oyuktur. Bu açıklamayı İbn Cübeyr ve müfessirlerin büyük çoğunluğu yapmıştır. Böyle bir küçük oyuk ışığı daha bir toparlayıcıdır.

Onun içinde yer alan kandil "el-misbâh" ise; bulunduğu başka yere göre daha çok ışık verir. Mişkât'ın asıl anlamı, içine bir şeyler konulan kabtır. Yine mişkât, kova gibi içinde suyun soğutulduğu deriden yapılmış kab (su kırbası)dır. Bu kelime "mifale" vezninde olup, el-mikrât (tencere) ve el-misfât (süzgeç) gibi kelimeler de bu vezindedir. Şair de şöyle demektedir:

"Onun iki gözü sanki bir taş içinde oyulmuş iki yuva (mişkât) gibidir

Burçların uçları ile özellikle açılmış gibi."

Mişkât (kandil yuvası)nın, içinde fitilin bulunduğu kandilin iskeleti olduğu da söylenmiştir. Mücahid, kandilin kendisidir demektedir, yine Mücahid: "Bir cam içindedir" diye buyurması nurun şeffaf bir cisim oluşundan dolayıdır, demiştir. Kandilin camın içinde bulunması, camın içinde bulunmamasına göre daha çok aydınlık verir.

Kandil (el-misbâh) ise saçtığı aydınlık ralev ile birlikte fitilin adıdır.

"O... parıltısı inciyi andıran bir yıldız gibidir." Aydınlığında ve ışığında yıldızı andırır. Bunun da iki anlama gelme ihtimali vardır: Ya kandil ile birlikte böyledir demeyi murad etmiştir, yahut o arılığı ve özünün mükemelliği dolayısıyla bizatihi böyledir, demeyi kastetmiş olabilir. Bu te'vil aydınlığın bir arada daha fazla olmasını daha bir sağlayıcıdır. ed-Dahhak der ki: İnciyi andıran yıldız, zühre yıldızıdır.

"Mübarek bir zeytin ağacından tutuşturulan" ifadesi zeytin ağacının yağından tutuşturulan takdirinde olup, muzaf hazfedilmiştir. "Mübarek"; bereketlendirilmiş, geliştirilip büyütülmüş demektir. Zeytin ise meyveler arasında en bereketli ve verimli olan bir ağaçtır, nar da bu şekildedir. Gözle görülüp, müşahede edilen de bunun böyle olmasını gerektirmektedir. Ebû Talib'in, Müsafir b. Ebi Amr b. Umeyye b. Abd-i Şems hakkında söylemiş olduğu mersiyesinde şu beyitler yer almaktadır:

"Ah keşke Müsafir b. Ebi Amr (ile birlikte olsam),

Evet "ah keşke'yi kederli olan söyler.

O yabancı ölü mübarek kılınsın,

airarınm mübarek kılındığı gibi."

Denildiğine göre, dallarının aşağıdan yukarıya doğru yaprak vermesi de bu iki ağacın bereketlerindendir. İbn Abbâs der ki: Zeytinde bir takım menfaatler vardır. Zeytinyağı kandillerde kullanılır. Bir katıktır, vücuda sürülür, tabaklayıcı özelliği vardır, Zeytinağacının odunu ve ondan sızan (reçinesi) bir yakıttır. Onda ne varsa mutlaka onun bir faydası vardır. Hatta külü ile ibrişim yıkanır.' Dünyada yeşermiş ilk ağaç odur, yine Tufandan sonra yeşeren ilk ağaç odur. Peygamberlerin konakladıkları yerlerde ve arz-ı mukaddes'te yetişir. Yetmiş peygamber o ağacın mübarek olması için dua etmiştir. İbrahim ve Muhammed (salât ve selâm onlara) onlardandır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); "Allah'ım sen bize zeytinyağını ve zeytini mübarek kıl" diye buyurmuş ve bunu iki defa tekrarlamıştır. Tirmizî, Et'ime 43; İbn Mâce, Et'ime 34; Dârimî, Et'îme 20; Müsned, III, 494'de rivâyet etmişlerdir.

Bu

"doğuya da, batıya da nisbeti olmayan" bir ağaçtır. İlim adamları yüce Allah'ın:

"Doğuya da, batıya da nisbeti olmayan" âyeti hakkında farklı açıklamalar yapmıştır, İbn Abbâs, İkrime, Katade ve başkaları derler ki: Doğuya nisbeti olan ağaç, güneşin doğuşu esnasında isabet ettiği, batışı esnasında ise isabet etmediği ağaçtır. Buna sebeb ise önünde bulunan engeldir. Batıya nisbeti olan ağaç ise bunun aksidir, yani bu ağaç bir çölde ve açık bir arazidedir. Herhangi bir engel güneşin ışığını engellemez. Böyle bir hal zeytin ağacının yağını daha bir güzelleştirir. O bakımdan bu ağaç katıksız doğu ışığını alan bir ağaç olmadığından ona "doğuya mensub (şarkıyye)" denilemediği gibi, batıya da mensub olmayacağından ona "ğarbiyye" de denilmez. Aksine böyle bir ağaç hem doğuya, hem batıya nisbeti olan bir ağaçtır.

Taberî de İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Bu ağaç etrafını kuşatmış daha başka ağaçlar arasındadır. Bu ağaç ne doğu tarafından açıktır, ne de batı tarafına açıktır.

İbn Atiyye der ki: Bu İbn Abbâs'tan sahih olmayan bir rivâyettir. Bu nitelikteki bir ağacın doğru-dürüst meyvesi olmaz ve bu meyve de güzel bir şekilde toplanamaz. Varlık aleminde görülen de budur.

el-Hasen der ki: Bu ağaç dünya ağaçlarından değildir, bu yüce Allah'ın nuruna vermiş olduğu bir misaldir. Eğer bu ağaç dünyada olmuş olsaydı, ya doğuya ya da batıya nisbeti olacaktı.

es-Sa'lebî ise şöyle demektedir: Kur'ân-ı Kerîm bu ağacın dünya ağaçlarından olduğunu açıkça ifade etmiş bulunmaktadır. Çünkü bu ifade "ağaç"dan bedeldir. O bakımdan o: "Bir zeytin ağacı" diye buyurmuştur.

İbn Zeyd de şöyle demektedir: Bu Şam bölgesindeki ağaçlardan birisidir; çünkü Şam bölgesindeki ağaçların ne doğuya, ne de batıya nisbetleri vardır. Şam bölgesindeki ağaçlar, ağaçların en güzelidir. Arz-ı Mübarek de orasıdır.

"Doğuya da (nisbeti olmayan)" ifadesi

"zeytin ağacı"nın sıfatıdır. olumsuzluk edatı ise sıfat ile mevsuf arasına girmiş sayılmaz.

"Batıya da" anlamındaki ifade de buna atfedilmiştir.

"O ağacın yağı neredeyse kendisine ateş dokunmaksıznı dahi aydınlık verecektir." Bu âyet, bu aydınlığın ne kadar güzel, ne kadar pırıl pırıl ve ne kadar kaliteli olduğunu en ileri derecede ifade etmektedir.

"Nûr üstüne nurdur." Kandil yuvası içinde kandilin ışığı, camın ışığı ve zeytinyağının ışığı bir araya gelmiş olmaktadır. Böylelikle bu, nûr üstüne nûr olur. Bütün bu nurlar kandil yuvasında bir arada âdeta hapsolduğundan en ileri derecede bir aydınlık olmuştur.

İşte yüce Allah'ın burhanları da böyledir, apaçıktırlar ve O'nun burhanları biri diğerinin üstüne gelir. Bir uyarının arkasından bir başka uyarı gelir. Peygamberler göndermesi, kitaplar indirmesi gibi. Akledip ibret alan bir kimse için bunlarda tekrar tekrar öğütler gelmiş bulunmaktadır.

Daha sonra yüce Allah, dilediği kimseleri kendi nuruna ilettiğini ve kullarından istediğini mutluluğa kavuşturduğunu söz konusu etmektedir. Verdiği misallerle îmana götürecek şekilde ibret olsunlar ve düşünsünler diye kullarının üzerindeki lutfunu da hatırlatmaktadır.

Abdullah b. Ayyaş b. Ebi Rabia ve Ebû Abdu'r-Rahmân es-Sülemî: "Allah... nûrlandırdı" şeklinde "nün" harfini ve şeddeli "vav"ı üstün ile okumuştur.

Te'vilciler "nurunun misali" âyetinde ki zamirin kime ait olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ka'b el-Ahbar ile İbn Cübeyr bunun Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)a ait olduğunu söylemişlerdir. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın nurunun misali... şeklindedir. İbnu'l-Enbarî der ki: "Allah göklerle yerin nurudur" âyetinde durmak, güzel bir duraktır. Sonra da "nurunun misali içinde kandil bulunan bir kandil yuvasına benzer" diye başlanır ki, bu da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın nurunun misali demek olur.

Ubeyy b. Ka'b ile yine İbn Cübeyr ve ed-Dahhak da zamir mü’minlere aittir, demişlerdir. Ubeyy'in kıraatinde: "Mü’minlerin nurunun misali..." şeklindedir. Yine onun "mü’minin nurunun misali" anlamında okuduğu rivâyet edildiği gibi; Ona îman edenin nurunun misali" diye bir kıraati de rivâyet edilmiştir.

el-Hasen der ki: Bu zamir Kur'ân'a ve îmana aittir. Mekkî de: Bütün bu görüşlere göre yüce Allah'ın: "(........): Yerin" lâfzı üzerinde vakıf yapılır.

İbn Atiyye der ki: Bu görüşlerin muhtevasında zamirin, daha önce sözü edilmemiş kimseye râci olması söz konusudur. Yine misalin bir bölümünün misal gösterilenin bir bölümüne tekabül etmesi söz konusudur. Kendisine misal verilenin Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğunu söyleyenlere göre -ki bu Ka'b el-Ahbar'ın bir görüşüdür- Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kandil yuvası yahut kandilin içinde bulunduğu bölümdür. Kandil de nübüvvet ve onunla ilişkisi bulunan ameli ve hidayetidir. Cam onun kalbidir, mübarek ağaç vahiydir. Melekler de Allah'ın ona gelen elçileri ve ona ulaşan bağlardır. Zeytinyağı ise vahyin İhtiva etmiş olduğu deliller, apaçık belgeler ve âyetlerdir. Misali verilen kimse mü’mindir -ki bu Ubeyy'in sözüdür- diyenlerin görüşlerine göre kandil yuvası mü’minin kalbidir. Kandil îman ve ilimdir, cam mü’minin kalbidir. Zeytinyağı kalbin ihtiva ettiği deliller ve hikmettir. Ubeyy der ki: O en güzel hali üzere, insanlar arasında tıpkı ölülerin kabirleri arasında yürüyen canlı kimse gibi yürür.

Hakkında misal verilen kişi Kur'ân ve imandır diyenlerin görüşlerine göre de ifadenin takdiri şöyle olur: Mü’minin kalbinde bulunan îman nurunun misali, bir kandil yuvasına benzer. Yani bu buyruklarda ifade edilenler gibidir. Bu görüşe göre benzetme öncekiler gibi değildir. Çünkü kandil yuvası îmana tekabül etmemektedir.

Bir kesim de şöyle demektedir: "Nurunun" âyetindeki zamir yüce Allah'a aittir. Bu da es-Sa'lebî, el-Maverdî ve el-Mehdevî'nin naklettiğine göre İbn Abbâs'ın görüşü olup bunun anlamına dair açıklama daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Bu görüşe göre İse "yerin" anlamındaki "el-ard" kelimesi üzerinde vakıf yapılmaz.

el-Mehdevı der ki: "Nurunun" kelimesindeki "ne" (nun) zamiri yüce Allah'a aittir. İfadenin takdiri de şöyledir: Allah göklerde ve yerde bulunanları hidayete, iletendir. O'nun mü’minlerin kalbindeki hidayetinin misali bir kandil yuvası gibidir. Bu açıklama İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. Zeyd b. Eslem de böyle demiştir. el-Hasen der ki: "Nûrunun'daki "he" zamiri Allah'a aittir. Ubeyy ve İbn Mes'ûd bu âyeti;"( "Mü’minin kalbindeki nurunun misali bir kandil yuvasına benzer" şeklinde okurlardı. Muhammed b. Ali et-Tirmizî der ki: Onlardan başkaları ise Kur'ân-ı Kerîm'de böyle okumuş değildir. Şu kadar var ki, onların okumalarına uygun tevilde bulunulmuş ve burada kasıt mü’minin kalbindeki nurudur, denilmiştir. Bir başka âyet-i kerîme de bunu tasdik etmektedir: "Acaba -kendisi Rabbinden gelmiş bir nûr üzere bulunup da- Allah'ın göğsünü İslâm için genişlettiği bir kimse (sapıklıkta olan gibi) midir?" (ez-Zumer, 39/22)

Zamirin Allah'a ait olmadığını söyleyenler şunu gerekçe gösterirler: Zamirin yüce Allah'a ait olması mümkün değildir, çünkü yüce Allah'ın nuruna sınır olmaz.

Ebû Amr ed-Dûrî'nin kendisinden rivâyetine göre el-Kisaî "Bir kandil yuvası" kelimesindeki "elif'i İmale ile okumuş ve ondan önceki "kef"i de esreli okumuştur. Nasr b. Âsım; "Bir cam" kelimesini "ze" harfini üstün okumuştur. Ondan sonra gelen; "O cam" kelimesini de böylece okumuştur. Bu da bir söyleyiştir.

İbn Âmir ve Âsım'dan Hafs: "İnciyi andıran" şeklinde de "dâl" harfini ötreli, "ya" harfini şeddeli okumuşlardır. Bu şekilde okunarak yıldızın inciyi andırmakla vasfedilmesi ise ya beyazlık ve anlığı dolayısı iledir yahut bu kelimenin aslı hemzeli; şeklinde ve itmek, bertaraf etmek anlamında olan; den gelen "fu'îl" vezninde bir kelime olup hemzesi hafifletilmiştir. ("Ya" harfi şeddelenmiştir). Bu durumda "biri diğerini iten" anlamına gelir. İsimleri bilinemeyen pek büyük yıldızlara da hemzesiz olarak; denilir. Bu isimdeki hemzeyi hafifletmiş olabilirler, aslolan ise itmek anlamın-a gelen; den gelmesidir.

Hamza ve Âsım'dan rivâyetle Ebubekir ise hemzeli ve medli olarak; diye okumuşlardır ki bu da "defetmek, bertaraf etmek" anlamındaki kelimeden "fu'îl" vezninde olur. Yani o yıldızın nuru birbirini defeder demek olur. el-Kisaî ve Ebû Amr da: şeklinde "dal" harfi esreli ve hemzeli olarak yine itmek anlamındaki kökten gelen bir lâfız olarak okumuşlardır. Bu da "es-sikkîr ve el-fissîk (çok sarhoş, çok fâsık kimse)" kelimelerine benzemektedir. Sîbeveyh der ki: Çok parlak olduğundan dolayı ışığı âdeta birbirini iter, demektir.

en-Nehhâs der ki: Ebû Ubeyd, Ebû Amr ile el-Kisaî'nin kıraatlerini son derece zayıf bulur. Çünkü o bu kıraate göre bu kelimenin "itmek" anlamından geldiğini kabul etmektedir. O, bir ufuktan, diğer bir ufuğa akıp giden bir yıldızdır derriek olur. Şayet onun bu açıklaması gibi olsaydı, bu ifadenin bir faydası olmazdı. Böyle bir yıldızın pek çok yıldızdan ayrı bir meziyeti de bulunmazdı. Çünkü, Âdemoğullarından bir insan geldi denilmeyeceği bilinen bir husustur. Ayrıca Ebû Amr ve el-Kisaî gibi değerli ilim adamlarının böyle uzak bir ihtimale uygun bir şekilde okumamaları gerekir. Ancak Muhammed b. Yezid'den rivâyet olunduğuna göre, onların bu okuyuşlarının te'vilini şu manada yorumladığı nakledilmektedir: Bu, nuru etrafa doğru itilip, duran (yayılan) bir yıldızdır. Nitekim yangın etrafa yayıldığı zaman; denilir. Bu da böyle bir kıraate uygun bir te'vildir.

Said b. Mesâde'nin nakline göre şöyle denilir: Yıldızın ışığı uzaklara kadar gidip yükselecek olursa; denilir. el-Cevherî de es-Sıhah adlı eserinde şöyle demektedir: Yanımıza ansızın çıkageldi, demektir. ifadesi de sikkîr ve hımmîr gibi "fiil" veznin-He nlmak üzere buradan gelmektedir. Böyle bir kullanım da onun oldukça ileri derecede aydınlık saçması ve parıldâmasından dolayıdır.

"Yıldız oldukça parıldadı" denilir.

Ebû Amr b. el-A'lâ der ki: Sa'd b. Bekr'e mensub ve Zat-u Irk ahalisinden bir adama şöyle sordum: Şu büyük yıldıza ne ad veriyorsunuz? O, ona "ed-dirrî'" ismini veriyoruz, dedi. Bu kişi insanların en fasihlerinden birisi idî.

en-Nehhâs der ki; Hamza'nın kıraatine gelince, bütün dilciler: Bu câiz olmayan bir lahndir demişlerdir. Çünkü Arap dilinde "fu'îl" vezninde bir kelime yoktur. Ancak Ebû Ubeyd bu hususta itiraz eder ve Hamza'nın lehine delil getirip, şöyle demektedir: Bu kelime "fu'îl" vezninde değildir, bunun aslı "fu'ûl"dür. Subbûh kelimesi gibi, "vav" yerine bedel olarak "ya" harfi getirilmiştir. Nitekim Araplar; demişlerdir.

Ebû Ca'fer en-Nehhâs der ki: Böyle bir itiraz da, böyle bir delillendirme de en büyük ve en ağır hatalardan birisidir. Çünkü böyle bir şey asla câiz olmaz. Eğer onun söyledikleri câiz olsaydı, bu sefer "subbûh" yerine "subbîh" denilmesi gerekirdi ki, bu görüşü ileri süren hiçbir kimse yoktur. "Utiyy" kelimesinde bu kabilden değildir. Aralarındaki fark gayet açıktır, zira "utiy" kelimesinde şu iki cihetten birisi mutlaka vardır: Bu kelime ya -azgın anlamına gelen-: İn çoğuludur, o takdirde böyle bir kelimede bedel lazım olur. Çünkü bu çoğul, bir değişiklik kabilindendir ve "vav" da makabli ötre olduğu halde isimlerin son harfi olarak bulunmaz. Bunun, bir öncesi sakin harf olup da, sakinin öncesi de ötre olup sakin de güçlü ve sağlam bir engel olmadığından dolayı,ötre yerine esre getirilmiş ve böylelikle "vav" "ya"ya kalbedilmiştir. Eğer "utiy" kelimesi çoğul değil, tekil ise o takdirde bunun "vav" lı olması daha uygundur. Kalbedilmesinin câiz oluşu ise kelimenin son harfi oluşundan dolayıdır. "Fuûl" vezninde ise "vav" kelimenin son harfi olmadığından dolayı kalbedilmesi câiz olmaz. el-Cevherî der ki: Ebû Ubeyd dedi ki: Şayet "dal" harfini ötreli okuyacak olursak; denir ki bu durumda bu kelime "ed-durr: inci" kelimesine nisbet edilmiş olur ki vezni de "fu'lî" olur ve bunda hemze telaffuz edilmez. Zira Arap dilinde "fu'îl" vezni yoktur. Kıraat âlimleri arasında bunu hemzeli okuyanlar ise bu kelimenin "fu'ûl" vezninde olduğunu kastetmek istemişlerdir. Subbûh kelimesi gibi. Dammelerin çokluğu dolayısıyla, kelime ağır bulunduğundan kimi harfleri esreli okunmuştur.

el-Ahfeş de kimilerinin; şeklinde; Onu defettim" kökünden olmak üzere okuduğunu da nakletmektedir. Bu kelimeyi hemzeli olup,. bunu ilk harfi fethalı olmak üzere "fa'îl" vezninde kabul etmiştir. Ayrıca: Bu da onun parıldayışından ötürü böyledir, demiştir.

es-Sa'lebî dedi ki: Said b. el-Müseyyeb ile Ebû Recâ bu kelimeyi "dal" harfi üstün ve sonu hemzeli olmak üzere; diye okumuşlardır. Ebû Hatim dedi ki: Bu yanlıştır, çünkü Arap dilinde "fail" vezni yoktur. Eğer her ikisinden böyle okuduklarına dair rivâyet sahih olarak gelmiş ise, onlarûn okuyuşu) bir delildir.

"Tutuşturulan" kelimesini Şeybe, Nâfi', Eyyûb, Sellâm, İbn Âmir, Şamlılar ve Hafs, ötreli "ya" ile "kaf" harfi şeddesiz ve "dal" harfi de ötreli olarak okumuşlardır. el-Hasen, es-Sülemî, Ebû Ca'fer ve Ebû Amr b. el-Alâ el-Basrî ise; şeklinde harflerinin tamamı üstün ve "kaf harfi de şeddeli olarak okumuşlardır. Bu kıraati Ebû Hatim ve Ebû Ubeyd tercih etmiştir.

en-Nehhâs der ki: Bu iki kıraat te birbirine yakındır. Çünkü her ikisi de "kandil" hakkındadır, kandilin de bu sıfata sahip olması uygundur. Çünkü kandil etrafa ışık' saçan ve aydınlatandır. "ez-Zücâce (cam)" ise onun bir kabından ibarettir. el-Hasen ve diğerlerinin okuyuşuna göre bu fiil;' Parıldadı, parıldarın mazisidir. "Tutuşturulan" kelimesi ise; den muzari fiildir. Nasr b. Âsım diye okumuştur. Onun kıraatine göre bu kelimenin aslı şeklinde olup, iki "te"den birisi hazfedilmiştir. Çünkü diğeri ona delâlet etmektedir. Kûfeliler de camı kastetmek üzere; "te" ile okurlar. Bu iki kıraat ise "ez-zücâce: cam" kelimesinin müennes olmasına binâendir.

"Batıya da, doğuya da nlsbetl olmayan mübarek bir zeytin ağacından" âyetine dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

"O ağacın yağı neredeyse kendisine ateş dokunmaksızın dahi aydınlık verecektir. Nûr üstüne nurdur" âyetinde

"dokunmaksızın dahi" anlamındaki fiilin "te" harfi ile okunması "nar; ateş" kelimesi müennes kabul edildiğinden dolayıdır. Ebû Ubeyd; bu kıraatten başkasını bilmediğini söylemektedir. Ebû Hatim'in naklettiğine göre ise es-Süddî'nin, Ebû Malik'ten, onun da İbn Abbâs'tan rivâyetine göre; İbn Abbâs "ta" harfi yerine "ya" harfi ile "Ateş dokunmaksızın dahi" diye okumuştur. Muhammed b. Yezid der ki: Fiilin (ya ile) müzekker olarak okunması "ateş" anlamındaki kelimenin hakiki müennes olmayışından dolayıdır. Ona göre müennes kelimelerin durumu budur.

İbn Ömer de şöyle demektedir: "Kandil yuvası" Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın karnı (göğsü), "cam" onun kalbi, "kandil" ise yüce Allah'ın kalbine yerleştirmiş olduğu ve mübarek bir ağaçtan tutuşturulan nurdur. Yani onun aslı İbrahim'den gelmektedir, onun ağacı da odur. Yüce Allah, nuru tıpkı İbrahim (aleyhisselâm)ın kalbinde tutuşturduğu gibi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın kalbinde de tutuşturmuştur.

Muhammed b. Ka'b da şöyle demektedir: "Kandil yuvası" İbrahim'dir.

"Cam" İsmail'dir.

"Kandil" Muhammed'dir. Allah'ın salât ve selâmlan hepsine olsun. Yüce Allah ona burada kandil dediği gibi; bir başka yerde de ondan "sirâc; kandil" diye söz ederek şöyle buyurmaktadır:

"Allah'a izni ile çağıran ve nûr saçan bir kandil olarak da..." (el-Ahzab, 33/46) O mübarek bir ağaçtan tutuşturulmuştur. Bu da Âdem (aleyhisselâm)dır. Onun nesli bereketli kılınmış ve o nesilden pek çok peygamber ve Allah dostu gelmiştir. Bu ağacın İbrahim (aleyhisselâm) olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın ona "mübarek" demesi, peygamberlerinin çoğunun onun sulbünden gelmiş olmasından dolayıdır.

"Doğuya da, batıya da nlsbeti olmayan" ifadesi de şu demektir: Yani o yahudi de değildi, hristiyan da değildi. O hanif bir müslümandı. Böyle buyurmasının sebebi yahudilerin batı tarafına dönerek, hristiyanların da doğuya doğru dönerek namaz kılmalarındandır.

"O ağacın yağı neredeyse kendisine ateş dokunmaksızın dahi aydınlık verecektir." Yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın güzellikleri yüce Allah kendisine vahiy ihsan etmeden önce de insanlar tarafından açık seçik bir şekilde görülmüştür. "Nûr üstüne nurdur." Yani o, peygamber soyundan gelen bir peygamberdir. ed-Dahhâk der ki: Abdu'l-Muttalib’i kandil yuvasına, Abdullah'ı cama, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ı kandile benzetmiştir. O, onların içinde idi, peygamberliği de İbrahim'den miras almıştır.

"Ağacından"; takva ve ndvan ağacı demektir. Hidayet ve îman aşireti demek olup, bunun aslı da peygamberliktir, feri (dalı) mürüvvet insanlık, mertliktir, dalları indirilen Kur'ân-ı Kerîm'dir, yaprakları te'vildir. Bu ağacın bakıcıları Cebrâîl ve Mikail'dir.

Kadı Ebû Bekr b. el-Arabî der ki: Bazı fakihlerin bu, yüce Allah'ın İbrahim, Muhammed, Abdu'l-Muttalib ve oğlu Abdullah'a vermiş olduğu bir misaldir, demesi oldukça garib hususlardan birisidir, "el-Mişkât (kandil yuvası) Habeşçe'de duvardaki küçük oyuk demektir. Abdu'l-Muttalib, içinde kandil bulunan kandil yuvasına benzetilmiştir. Bu ise cam demektir. Abdullah'ı ise kandile benzetmiştir, cam da odur. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) da kandil gibidir, yani onların sulblerinden gelmiştir ve sanki o inci gibi parıldayan bir yıldız -ki o da müşteri (Jüpiter) yıldızıdır- gibidir. "Mübarek bir zeytin ağacından tutuşturulan" âyeti o peygamberliği İbrahim (aleyhisselâm)dan miras almıştır, demektir. Mübarek ağaç da odur, kasıt ise haniflik dinidir. Bu ağacın doğuya da, batıya da nisbeti yoktur. Yahudi de değildir, hristiyan da değildir. "O ağacın yağı neredeyse kendisine ateş dokunmaksızın dahi aydınlık verecektir" âyeti da şu demektir: İbrahim neredeyse kendisine vahiy, gelmeden önce dahi vahye uygun şeyler söyleyecektir. "Nûr üstüne nurdur." Yani önce İbrahim, sonra da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak etrafı aydınlatmışlardır. Kadı (Ebû Bekir) dedi ki: Bütün bunlar, âyetin zahir anlamından sapmadır, bununla birlikte temsili ifadelerde kişinin geniş açıklamalarda bulunması da imkânsız değildir.

Derim ki: Aynı şey bu husustaki bütün görüşler hakkında söylenebilir. Çünkü bu görüşlerden birincisi müstesna, âyet ile irtibatlı değildir. Bu, yüce Allah'ın kendi nuruna dair vermiş olduğu bir misaldir. Onun ta'zime lâyık olan nuruna misal vermek imkânsız bir şeydir. Bu ancak bazı mahlukatı aracılığı ile insanların dikkatlerini çekmek için verilmiş bir Örnektir. Zira insanlar kusurlu oldukları için ancak kendi zatları ile ve kendi zatlarından olan şeyleri kavrayabilirler. Eğer bu (temsili ifadeler) olmasaydı, yüce Allah'ı, Allah'tan başka kimse de tanımış olmazdı. Bu açıklamayı da İbnu'l-Arabî yapmıştır.

İbn Abbâs dedi ki: Bu mü’minin kalbindeki Allah'ın nurunun ve hidayetinin misalidir. Nasıl ki saf zeytinyağı ateş değmeden önce neredeyse parıldayacak, ateş dokunduğu takdirde ışığı artıyor ise, mü’minin kalbi de kendisine ilim gelmeden önce neredeyse hidayetin gereği işler yapar. İlim kendisine geldiği takdirde ilim, hidayetine hidayet, nuruna da nûr katar. İbrahim (aleyhisselâm)ın ilâhî marifetin kendisine gelmesinden önce;

"Bu benim Rabbimdir." (el-En'âm, 76) demesi gibi. Halbuki daha önceden kimse ona Rabbinin olduğunu haber vermemişti. Yüce Allah ona Rabbinin kendisi olduğunu haber verince bu sefer hidayeti daha bir artmış oldu.

"Rabbi ona: Teslim ol dediği zaman, o da; âlemlerin Rabbine teslim oldum, demişti." (el-Bakara, 2/131)

Bunun mü’minin kalbindeki Kur'ân'ın misali olduğunu söyleyenler de şöyle demektedirler: Nasıl ki kandil ile aydınlanılıyor ve bu eksilmeden sürüp gidiyorsa, Kur'ân-ı Kerîm ile de hidayet bulunduğu halde, onda bir eksiklik meydana gelmez. O halde "kandil" Kur'ân-ı Kerîm, "cam" mü’minin kalbi, "kandil yuvası" onun dili ve kavrayışı, "mübarek ağaç" ise vahiy ağacıdır. "O ağacın yağı neredeyse kendisine ateş dokunmaksizın dahi aydınlık verecektir." Kur'ân'ın delilleri okunmadan dahi açıkça ortadadır. "Nûr üstüne nurdur." Yani Kur'ân-ı Kerîm, yüce Allah'ın insanlara göndermiş olduğu bir nurdur ve bu nûr Kur'ân'ın nüzulünden sonra onların önüne dikmiş olduğu deliller Ve bilgilendirmelerle birliktedir. Böylelikle onların nuruna nûr katılmış oldu. Daha sonra sözü edilen bu nurun oldukça üstün ve değerli olduğunu haber vermektedir. Bu nura ancak yüce Allah'ın hidayete nail olmasını murad ettiği kimseler nail olabilir. O bakımdan şöyle buyurmaktadır:

"Allah dilediği kimseyi nuruna hidâyet eder. Allah İnsanlar için misaller getirir." Yani daha iyi kavrayabümeleri için benzerlikleri onlara açıklar.

"Allah herseyi" kimin hidayet bulduğunu, kimin de sapıklıkta olduğunu

"çok iyi bilendir."

İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre yahudiler: Ey Muhammed! Yüce Allah'ın nuru semânın altına nasıl ulaşır? diye sormuşlar. Bunun üzerine yüce Allah bu örneği nurunun misali olarak zikretmiştir.

36

(Bu) Allah'ın yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerdedir. Sabah-akşam Onu oralarda teşbih ederler;

Bu âyetin: "(Bu) Allah'ın yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına İzin verdiği evlerdedir. Sabah-akşam O'nu oralarda teşbih ederler. (Bunlar) kendilerini ticaretin de, alışverişin de Allah'ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymadığı yiğitlerdir" bölümüne dair açıklamalarımızı ondokuz başlık halinde sunacağız:

1- Allah'ın Adının Yüceltildiği Evler:

Yüce Allah'ın: "(Bu) Allah'ın yüceltilmesine ve... evlerdedir" âyetinde yer alan "Evler âyetindeki "be" harfi hem ötreli, hem de esreli olarak okunabilir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/189. âyet, 11. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"...dedir" edatının nereye taalluk ettiği hususunda farklı görüşler vardır. Bunun

"misbâh: kandil"e taalluk ettiği söylenilmiştir. Bu takdire göre anlam: O kandiller... evlerdedir, anlamında olur. Bunun:

"O'nu... teşbih ederler" âyetine taalluk ettiği de söylenmiştir. Bu açıklamaya göre (bir önceki âyetteki):

"Allah herşeyi çok iyi bilendir" âyetinde vakıf yapılır. İbnul-Enbarî dedi ki: Ben Ebû'l-Abbas'i şöyle derken dinledim: Bu, kandil, cam ve yıldız kelimelerinin halidir. Sanki: Bunlar... evlerdedir, denilmiş gibidir.

et-Tirmizî el-Hakim Muhammed b. Ali de şöyle demektedir:

"... evlerdedir" âyeti munfasıl (önceki âyetten ayn)dır. O: Allah, adının yüceltilmesine izin verdiği evlerdedir, diyor gibidir. Zaten bu doğrultuda haberler de gelmiş bulunmaktadır. "Kim mescidde oturursa, o Rabbi ile oturuyor demektir" gibi. Tevrat'tan nakledildiği üzere haberde de şöyle varid olmuştur: "Mü’min mescide yürüdüğü zaman şanı yüce Allah şöyle buyurur: Kulum beni ziyaret etti, onu ağırlamak da Bana düşer. Ben onu cennetin dışında her hangi bir şeyle ağırlamaya da razı olmuyorum. "

İbnul-Enbarî der ki: Buradaki; "...dedir" anlamındaki edatı eğer "teşbih ederler" anlamındaki fiile mutaallak kabul eder, yahut da bunun "er-ricâl: yiğitler" kelimesinin ref edicisi olduğunu kabul edersek, o takdirde yüce Allah'ın;

"Allah herşeyi çok iyi bilendir" âyeti üzerinde vakıf güzel olur.

er-Rummânî der ki: Bu edat "tutuşturulan" anlamındaki fiile mutaallaktır. Buna göre; "çok iyi bilendir" lâfzı üzerinde vakıf yapılmaz.

Eğer: "Evlerdedir" lâfzı, "tutuşturulan" lâfzına taalluk ettiğine göre "kandil, kandil yuvası" müfred olarak gelirken "evler'in çoğul gelmesi nasıl izah edilir? Halbuki kandil yuvası bir evde sadece bir tane olur, denilecek olursa, şöyle cevap verilir: Bu tekil olarak başlayan ve çoğul olarak sona erdirilen çeşitli (mütelevven) hitab kabilindendir. Yüce Allah'ın:

"Ey Peygamber! Kadınları boşadığınız zaman..." (et-Talâk, 65/1) âyeti ve benzerleri gibidir.

Şöyle de açıklanmıştır: Burada ayrı ayrı herbir evden söz edilmektedir. Bunun yüce Allah'ın:

"Onların arasında ay'ı bir nûr kılmış" (Nûh, 71/16) âyeti gibi olduğu da söylenmiştir. Halbuki ay göklerden sadece birisindedir.

Burada sözü edilen "evler"den maksadın ne olduğu hususunda beş görüş ileri sürülmüştür:

1- Yüce Allah'a ibadet için tahsis edilmiş olan mescitlerdir. Bu mescitlerde semadaki yıldızlar nasıl yeryüzünde bulunanlara aydınlık veriyorsa, semadakilere öylece aydınlık görünürler. Bu açıklamayı İbn Abbâs, Mücahid ve el-Hasen yapmışlardır.

2- Bu evler Beytu'l-Makdis'teki evlerdir. Bu görüş de el-Hasen'den nakledilmiştir.

3- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın haneleridir. Bu da Mücahid'den nakledilmiştir.

4- Bundan kasıt bütün evlerdir. Bu açıklamayı da İkrime yapmıştır. Yüce Allah'ın:

"Sabah akşam O'nu oralarda teşbih ederler" âyeti ise bu evlerin mescitler olduğu kanaatini güçlendirmektedir.

5- Bunlar hepsi de peygamber tarafından inşa edilmiş olan dört mesciddir: Ka'be, Beyt-i Erîha (Beytu'l-Makdis), Medine Mescidi ve Küba Mescidi'dir. Bu açıklamayı İbn Büreyde yapmıştır. Bu, daha önce et-Tevbe Sûresi'nde (9/108. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Derim ki: Kuvvetli olan birinci görüştür. Çünkü Enes b. Malik (radıyallahü anh), Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Aziz ve celil olan Allah'ı seven beni de sevsin. Beni seven ashabımı sevsin, ashabımı seven Kur'ân'ı sevsin. Kur'ân'ı seven, mescidleri sevsin. Çünkü onlar Allah'ın avlularıdır, yüceltilmelerine Allah'ın İzin verdiği binalarıdır. Oraları mübarek ve hayırlı kılmıştır, orada bulunanlar da hayırlıdır. Oralar muhafaza altındadır, oradakiler de muhafaza altındadırlar. Onlar namazlarında iken aziz ve celil olan Allah da ihtiyaçlarını karşılar, onla? mescitlerinde bulunuyorlarken, Allah da onları muhafaza eder."

2- Mescidlere İhtİmâm Göstermek:

Yüce Allah'ın:

"Allah'ın yüceltilmesine... İzin verdiği" âyetindeki "izin vermek emretmek ve hükmetmek" anlamındadır. İzinin gerçek anlamı, bilmek ve yasak koymaksızın imkân tanımaktır. Eğer onunla birlikte emir ve uygulama bulunacak olursa, anlamı daha da güçlü olur,

"Yüceltilmesine" âyetinin bina edilip, yükseltilmelerine demek olduğu söylenmiştir. Bu açıklamayı Mücahid ve İkrime yapmıştır. Yüce Allah'ın:

"Hani İbrahim ve İsmail o Evin temellerini birlikte yükseltiyorlardı" (el-Bakara, 2/127) âyetinde de aynı kökten gelen kelime kullanılmıştır.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmaktadır: "Kim kendi malından bir mescid bina edecek olursa, yüce Allah da ona cennette bir ev bina eder." İbn Mâce, Mesâcid 1. Yakın lâfızlarla vârid olmuş benzeri rivâyetler: el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, II, 7-8.

Bu anlamda mescid bina etmeyi teşvik eden pek çok Hadîs-i şerîf vardır. Hasan-ı Basrî ve başkaları şöyle demişlerdir: "Yüceltilmesine" âyetinin anlamı tazim edilip şanlarının yükseltilmesine, necaset ve pisliklerden arındırılıp, temizletilmesine... demektir. Çünkü Hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmaktadır: "Deri ateşten dolayı çekildiği gibi, mescitler de necasetten böylece çekilirler. " el-Aclûnî. Keşfu'l-Hafâ, I, 253'te, Aliyyu'l-Karîden naklen, böyle bir hadisin bulunmadığım zikretmektedir.

İbn Mâce de Sünen'inde Ebû Said el-Hudrîden şöyle dediğini kaydetmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kim mescidden rahatsızlık verici bir şeyi (pislik ve benzerini) dışarı çıkartacak olursa, Allah da ona cennette bir ev bina eder." İbn Mâce, Mesâcid 9

Âişe (radıyallahü anhnhâ)dan da şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizlere mahallelerde mescidler edinmemizi ve bu mescidlerin temiz tutulup, hoş kokularla kokulandırılmasını emretmiştir. Ebû Dâvûd, Salât 13; Tirmizî, Cumua 64; İbn Mâce, Mesâcid 9

3- Mescidlere Süs ve Nakış Yapmak:

Bizler burada kastedilenin, mescidlerin bina edilmesi olduğunu kabul edecek olursak, acaba mescidlere süs ve nakış yapılır mı? Bu hususta farklı görüşler vardır. Kimileri bunu mekruh görürken, kimileri de mubah kabul etmektedirler.

Hammâd b. Seleme, Eyyub'dan, o Ebû Kılabe'den, o Enes'ten; Katade'nin de, Enes'ten rivâyet ettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar mescidlerle birbirlerine karşı öğüneceklerî vakit gelmedikçe, kıyâmet kopmayacaktır." Bu hadisi Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir Ebû Dâvûd, Salât 12; Nesâî, Mesâcid 2; İbn Mâce, Mesâcîd 2; Dârimi, Salât 123; Müsned, III, 134, 145, 152, 230, 283.

Buhârî'de de şöyle denilmektedir: ...Enes de dedi ki: "Mescidlerle karşılıklı öğünürler. Sonra da pek az müstesna orayı imar etmezler (namaza gitmezler.)" Buhârî, Saiât 62.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Yahudiler ve hristiyanlar (mabedlerini) süsledikleri gibi yemin olsun sizler de oraları (mescidleri) süsleyeceksinizdir. Ebû Dâvûd, Salât 12.

Tirmizî el-Hakim Ebû Abdullah da "Nevadiru'l-Usul" adlı eserinde Ebû'd-Derdâ'dan şöyle dediğini zikretmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Mescidlerinizi süsleyip mushaflarınızı da allayıp pulladığınız takdirde artık helâk olmak gelip sizi bulacaktır.

Bunun mubah olduğunu kabul edenler de mescidlerin süslenmesinin mescidleri ta'zim etmek demek olduğunu söyleyerek delil göstermişlerdir. Çünkü yüce Allah da: "Allah'ın yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerdedir" diye buyurmakla mescidlerin ta'zim edilmesini emretmektedir.

Osman (radıyallahü anh)dan da rivâyete göre o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın mescidini tik ağacından bina etmiş ve güzelleştirmiştir.

Ebû Hanîfe der ki: Mescidleri altın suyu ile nakışlamakta bir mahzur yoktur.

Rivâyet edildiğine göre Ömer b. Abdu’l-Aziz de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın mescidini nakışlarla süslemiş, mescidin imar ve süsleme işini ileriye götürmüştür. Bu da onun halifeliğinden önce Medine valiliği döneminde olmuş, kimse onun bu yaptığını tepki ile karşılamamıştı.

Nakledildiğine göre el-Velid b. Abdu'l-Melik de Dımaşk'taki (Şam'daki) mescidin yapımı ve süslenmesi için Şam (Suriye) bölgesinden toplanan haracın üç mislini harcamıştır. Yine rivâyet edildiğine göre Davud oğlu Süleyman (İkisine de salât ve selâm olsun) Beytu'l-Makdis mescidini bina etmiş ve onu ileri derecede süslemiştir.

4- Mescidin, Rahatsızlık Verici Şeylere Karşı Korunması:

Mescidin kendilerine karşı korunması ve uzak tutulması gereken hususlar arasında hoş olmayan kokular, kötü sözler ve buna benzer açıklayacağımız diğer hususlar vardır. Bunlara riayet etmek mescidlere gösterilen saygının bir parçasıdır. İbn Ömer (radıyallahü anh)dan rivâyet edilen sahih hadise göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebûk gazvesinde şöyle buyurmuştur: "Kim bu bitkiden -sarımsağı kastediyor- yiyecek olursa, sakın mescidlere gelmesin. " Buhâri, Ezân 160; Müslim, Mesâcid 68; Ebû Dâvûd, Efîme 40; Dârimî, Et'ime 21; Müsned, II, 13, 20, Buhârî, Mflstim ve Dârimî'de bu gazvenin Tebûk değil, Hayber olduğu kaydedilmektedir,

Cabir b. Abdullah (radıyallahü anh)ın rivâyetine göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kim bu bakliyattan yani sarımsaktan yiyecek olursa... " Bir seferinde de "kim soğan, sarımsak ve pırasa yiyecek olursa, bizim mescidimize asla yaklaşmasın. Çünkü melekler de Âdemoğullarının rahatsız olduğu şeylerden rahatsız olurlar." Müslim, Mesâcid 72-74; Tirmizî, Efime 13; Nesâî, Mesâcid 16; İbn Mâce, tkâmetus-salât 58; Müsned, II,

Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) da irad ettiği bir hutbesinde şöyle demiştir; Sonra siz ey insanlar iki bitkiden yiyorsunuz ki benim görüşüme göre bunlar ancak pis şeylerdir. Şu soğan ve sarımsağı kastediyorum. Yemin olsun Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidde bunların kokularının bir adamdan geldiğini gördüğü takdirde o kimse hakkında emir vererek, Bakî'e kadar çıkartılırdı. O bakımdan bunlardan kim yiyecek olursa, onları pişirmek suretiyle öldürsün. (Pis kokularının gitmesini sağlasın.) Bu hadisi Müslim, Sahih'inde rivâyet etmiştir. Müslim, Mesâcid 78; Nesâî, Mesâcid 17; İbn Mâce, tkâmetus-Salât 58, Et'ime 59; Müsned, I, 28.

İlim adamları derler ki: Böyle bir kimsenin mescidden çıkartılmasının illeti onun başkalarını rahatsız etmesi olduğuna göre; kıyasen şunu da söyleyebiliriz: Mescidde kötü diliyle onlara karşı güzel olmayan davranışlarda bulunarak çevresindekilere rahatsızlık veren yahut mesleğinin kötülüğü dolayısıyla kendisinden ayrılmayan bir şekilde kötü kokan yahut cüzzam ve buna benzer rahatsızlık verici bir hastalığı bulunan ve insanları rahatsız edecek bir hususu olan herkesi, bu illet o kimsede bulunduğu sürece -ondan ayrılıncaya kadar- mescitten çıkartabilmek hakkına sahiptirler.

Aynı şekilde sarımsak ve buna benzer insanları rahatsız edici, hoş olmayan kokusu bulunan şeyleri yiyen, kimseler namaz ya da ilim meclisinden, ziyafet vb. başka sebebler için insanların toplu olarak bulunduğu yerlerden uzak kalırlar. Bundan dolayı (Ömer -radıyallahü anh-) soğan, sarımsak ve pırasayı bir arada söz konusu etmiş ve bunların rahatsızlık verici şeylerden olduğunu haber vermiştir.

Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr dedi ki: Hocamız Ebû Ömer Ahmed b. Abdul-Melik b. Hişam'ın -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- komşuları tarafından şikâyet edilen ve mescidde eliyle ve diliyle kendilerine eziyet ettiği ittifakla söylenen birisine nasıl bir uygulama yapılması gerektiği hususunda kendisiyle danışılması üzerine; o şahsın mescidden çıkartılıp oradan uzaklaştırılması, komşularıyla birlikte namazda hazır bulunmaması doğrultusunda fetva verdiğini gördüm. Zira böyle bir kimsenin delicesine ve haksızca hareketlerinden kurtulmanın başka bir yolu yoktur. Bir gün bu kişi hakkında onunla müzakere ettim, bu hususta vermiş olduğu fetva ile ilgili delil getirmesini istedim ve karşılıklı olarak söz alışverişinde bulunduk. O da sarımsak yiyen kimse ile ilgili hadisi delil gösterdi ve dedi ki: Bana göre böyle bir kimsenin bu. hali sarımsak yiyen kimseden daha çok eziyet vericidir. Sarımsak yiyen bir kimse de mescide cemaate katılmaktan alıkonulur. İbn Abdi’l-Berr, et-Temhîd, VI, 423. Ancak İbn Abdi’l-Berr, sözünü ettiği hocasının ismi gerek burada, gerek, el-İstizkâr, I, 394te: "Abdulmelik b. Hişam" olarak değil de, "... Abdulmelik b. Hâşim..." olarak kaydedilmektedir.

Derim ki: Mürsel rivâyetler arasında şöyle denilmektedir: "Kişi bir tek yalan söylediğinden melek onun pis kokusundan dolayı uzaklaşıp gider."

Buna göre yalan söylemek ve batıl sözler uydurmakla tanınan bir kimse de dışarı çıkartılır. Çünkü bu da eziyet verici bir iştir.

5- Mescidlerin, Mescidleri İmar Etmenin, Mescidlere Devam Etmenin Fazileti:

İlim adamlarının çoğunluğu İbn Ömer hadisi dolayısıyla bütün mescidlerin eşit olduğu kanaatindedirler. Kimileri de şöyle demektedir: Buradaki (sarımsak vb. şeyler ile ilgili) yasak sadece Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın mescidi hakkındadır. Buna sebep ise Cebrâîl (aleyhisselâm) ve onun mescide inişidir. Zira Cabir hadisinde: "Sakın bizim mescidimize yaklaşmasın" diye buyurmuştur. Ancak birinci görüş daha sahihtir, çünkü bu hükmü etkileyen sıfatt söz konusu etmiştir ki, bu da mescid oluştur. Hükmü etkileyen sıfatın söz konusu edilmesi ise bir illet bildirmedir. es-Sa'lebî isnadını kaydederek Enes (radıyallahü anh)dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah kıyâmet gününde dünya mescidlerini beyaz ve asil develer suretinde getirir. Ayakları anberden, boyunları zaferandan, basları miskten, yularları yeşil zebercetten. O mescidlerde ikamet edip ezan okuyanlar o develerin yularını çekecekler. İmâmları da arkadan sürecekler. Mescidleri imar edenler de onlara asılmış olacaklar. Böylelikle kıyâmetin Arasatından süratli bir şimşek gibi geçecekler, Mevkıf te bulunan kimseler; Bunlar mukarreb melekler ve mürsel peygamberlerdir, diyecekler. Bunun üzerine şöyle nida olunacak: Bunlar melek de değildir, peygamber de değildir. Bunlar mescid ehli kimselerdir. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetinden namazları dikkatle koruyanlardır."

Kur'ân-ı Kerîm'de de şöyle buyurulmaktadır:

"Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe îman eden... kimseler imar eder." (et-Tevbe, 9/18) Bu âyet bütün mescidler hakkında geneldir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmaktadır; "Sizler bir kimsenin mescidlere devam etmeyi itiyat haline getirdiğini görecek olursanız, onun îman ehli olduğuna şahitlik ediniz. Çünkü yüce Allah: "Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe îman eden... kimseler imar eder" diye buyurmaktadır." Tirmizî. Tefsir 9. sûre 9: İbn Mâce. Mesâcid 19; Dârimî, Salât 23; Müsned, HI, 68, 76. Bu hadis daha önceden de (bk. et-Tevbe, 9/18. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

6- Mescidlerde, Mescidlerle Bağdaşmayan İşlerin Yapılması:

Aynı şekilde mescidler alışveriş ve (benzeri) bütün işlerin yapılmasına karşı himaye edilirler. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kaybetmiş olduğu kırmızı devesinin kayıbını yüksek sesle ilan eden kimseye şöyle demiştir: "Hay bulmaz olasın! Mescidler ancak bina ediliş maksatları için kullanılır." Bu hadisi Müslim, Süleyman b. Bureyde'den, o babasından diye rivâyet etmiş olup buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namazı bitirdikten sonra bir adam kalkıp, şöyle demiştir: Benim kırmızı devemi bulan var mı:' Beni haberdar etsin. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Hay bulmaz olasın! Mescidler bina ediliş maksatları için kullanılır," Müslim, Mesâcid 80-81; İbn Mâce, Mesacid 11

İşte bu da mescidlerde aslolanın namaz, zikir ve Kur'ân kıraati olduğuna, bunun dışında herhangi bir iş yapılmaması gerektiğine delildir. Nitekim Enes (radıyallahü anh)ın rivâyet ettiği şu hadiste de böylece açıklanmış bulunmaktadır: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte mescidde bulunduğumuz bir sırada Bedevi bir Arap geldi ve ayakta durup, mescidde küçük abdestini bozdu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ashabı: Dur, dur dediler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu: "İhtiyacını görmesini ortada bıraktırmayın. Onu haline terkedin." Bunun üzerine ihtiyacını giderinceye kadar ona ilişmediler. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onu çağırıp şöyle dedi: "Bu mescidlerde hiçbir şekilde böyle bir küçük abdest bozmak ya da kirletilmeleri uygun değildir. Bu mescidler ancak Allah'ı zikretmek, namaz kılmak ya da Kur'ân okumak içindir." -Ya da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın buyurduğu gibi... (Enes devamla) dedi ki: Orada bulunanlardan birisine emir verdi, o da bir kova su getirip üzerine döktü. Bu hadisi de Müslim rivâyet etmiştir. Buhâri, Ecleb 35; Müslim, Tahâre 98, 199; Nesâî, Tahâre 45, Miyâh 2; İbn Mâce, Tahâre 78; Müsned, III, 191, 226.

Yüce Allah'ın Kitabından buna delil olan âyetlerden birisi de O'nun:

"İçlerinde adının anılmasına izin verdiği evler..." âyetidir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın Muaviye b. el-Hakem es-Sülemî'ye söylediği şu sözler de buna delildir: "Şüphesiz ki bu mescidlerde insanların kelâmından herhangi bir şey söylemek uygun düşmez. Söylenebilecek sadece teşbihtir, tekbirdir ve Kur'ân kıraatidir." Yahut ta Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın buyurduğu gibi... Müslim, Tahâre 100; Müsned, III, 191.

Bu hadisi bütün uzunluğu ile Müslim, Sahihinde rivâyet etmiş bulunmaktadır; bu kadarı da yeter,

Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh), mescidde bir adamın sesini duyunca: Bu ses de ne oluyor? Nerede olduğunu biliyor musun? diye çıkışmıştır.

Halef b. Eyyub bir seferinde mescidinde oturmakta iken kölesi yanına gelip ona bir hususa dair soru sordu. O da ayağa kalkıp nıescidden çıktı ve ona öylece cevap verdi. Niye böyle yaptığı sorulunca, şöyle dedi: Şu, şu kadar zamandan bu yana mescidde dünya kelâmı konuşmuş değilim. Bu gün de konuşmak hoşuma gitmedi.

7- Mescidde Kayıp İlânı, Alış-veriş Yapmak, Şiir Okumak vs. nin Hükmü;

Tirmizî, Amr b. Şuayb'dan, o babasından, o da dedesi yoluyla rivâyet ettiğine göre; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidde şiir okumayı, orada alışveriş yapmayı ve cuma gününde namazdan önce insanların halkalar oluşturarak oturmalarını yasaklamıştır. (Tirmizî) dedi ki: Bu hususta Büreyde, Cabir ve Enes'ten de rivâyetler gelmiştir. Abdullah b. Amr'in hadisi de hasen bir hadistir, Muhammed b. İsmail dedi ki: Ben Muhammed'i (Tirmizî'de Ahmed'i) ve İshak'ı -başkalarını da zikrederek- Amr b. Şuayb'in hadisini delil gösterdiklerini gördüm. Kimi ilim ehli kimseler de mescidde alışveriş yapılmasını mekruh karşılamışlardır. Ahmed ve İshak da bu görüştedirler. Tirmizî, Salât 123. Hadis ayrıca: Nesâî, Mesâcld 23; İbn Mâce, Mesâcid 5'de de yer almaktadır. .

Rivâyet edildiğine göre de Meryem oğlu Îsa (ikisine de selam olsun) mescidde alışveriş yapan bir topluluğun yanından geçince, elbisesini sarıp sarmaladıktan sonra onları vura vura üzerlerine yürüdü ve bu arada da; Ey yılanların çocukları! Sizler Allah'ın mescidlerini pazar edindiniz. Burası âhiretin pazarıdır, diyordu.

Derim ki: Mezhebimize mensub kimi İlim adamı mescidlerde çocuklara öğretmeyi mekruh görmüş ve bunun da alışveriş kabilinden olduğu görüşünü belirtmiştir. Bu, ilim öğretmenin ücret karşılığı yapılması halinde böyledir, Şayet ücretsiz yapılacak olsa, yine bir başka açıdan bunun engellenmesi söz konusu olur. O da çocukların pisliklerden ve kirletmekten kendilerini koruyamayacaklarıdır. Bu ise mescidlerin temiz tutulmaması sonucunu doğurur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da mescidlerin temizlenmesini ve hoş kokularla kokulandırılmasını emrederek şöyle buyurmuştur: "Çocuklarınızı, delilerinizi, kılıçlarınızı kınsız tutmayı, orada hadlerinizi uygulayıp seslerinizi yükseltmeyi, karşılıklı tartışmalarınızı mescidlerinizden uzak tutunuz. Cuma günlerinde oraları kokulandırıp, tütsülendiriniz. Mescidlerinizin kapılarında da tuvalet ve abdest alma yerleri yapınız." Müslim, Mesâcid 5

Bu hadisin isnadında Umeyyeoğullarının azatlısı Dımaşklı el-Alâ b. Kesir vardır. Bu da hadis âlimlerine göre zayıf bir ravidir. Bunu hadis hafızı Ebû Ahmed b. Adî el-Cürcanî zikretmiştir. Hadisin senedine bakıldığında el-Alâ b. Kesîrin ismen zikredilmediği görülecektir. Künyesi verilen Ebû Saîd, el-Alâ b. Kesîr'in kendisidir. İlk. ez-Zehebî, Mîzûnu'l-İtidât, IV, 24; İbn Hacer, Tekztbul-Tekzîb, VIII, 170.

Yine Ebû Ahmed'in zikrettiğine göre, Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) şöyle demiştir: İkindi namazını mü’minlerin emin Osman ile birlikte kıldım. Mescidin bir tarafında bir terzi gördü. Onun dışarı çıkartılmasını emretti. Ona: Ey mü’minlerin emiri! O mescidi süpürüyor, kapıları kapatıyor ve bazen de su serpiyor denilince, Osman şöyle dedi: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı şöyle buyururken dinledim: "Sanatkârlarınızı mescidlerinizden uzaklaştırınız." Bu bellenmiş bir hadis değildir, isnadında Muhammed b. Mucîb es-Sakafî vardır. Bu ise Zâhibu'l-Hadis (hiçbir surette hadisi alınmayan) bir ravidir Bk. Zehebî, Maûnu'l-l'tidût, V, 149; İbn Hacer, Tehzîbul-Tehzîb, IX, 379-Î80.

Derim ki: Bu anlamda vârid olmuş rivâyetlerin, rivâyet yolları her ne kadar gevşek ise de manaları sahihtir. Bu manaların sahih olduğuna, daha önce zikrettiklerimiz delil teşkil etmektedir. Tirmizî der ki: Tabiîne mensub kimi ilim ehlince mescidde alışverişe ruhsat verildiğine dair rivâyet gelmiş bulunmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den de birden çok hadiste mescidde şiir okunabileceğine dair ruhsat da rivâyet edilmiş bulunmaktadır. Tirmizî. Salât 123

Derim ki: Mescidlerde şiir okumak hakkında farklı görüşler vardır. Kimisi mutlak olarak kabul etmezken, kimisi mutlak olarak câiz kabul etmektedir. Ancak uygun olan bu hususta hükmün tafsilatlı olarak ele alınmasıdır. Şöyleki: Şiire bakılır, eğer şiir yüce Allah'a ya da Rasûlüne övgü ihtiva ediyor, yahut onları yakışık olmayan şeylerden tenzih ediyor ise -Hassan'ın şiirlerinde olduğu gibi- veya hayra teşvik, öğüt, dünyaya karşı zahîdliği, dünyalıktan az şeylerle yetinmeyi ihtiva ediyor ise böyle şiirleri mescidlerde de, başka yerlerde de okumak güzeldir. Mesela şairin şu beyitleri bu kabildendir:

"Dolaş, dur ey nefis ki, ben de tek ve samed olana doğru gideyim,

Bırak benim peşimi, Rabbimden başkasını aramıyayım.

O benim tesellim, benim sohbet ettiğimdir, insanları terket artık,

Çünkü sen O'nun dışında sığınacak kimse bulamazsın."

Böyle olmayan şiirler de câiz olmaz. Çünkü şiirde çoğunlukla çirkin sözler, yalan ve batılın süslü gösterilmesi söz konusudur. Bu gibi hususlardan uzak kalan şiirde bile en azından boş sözler ve gereksiz ifadeler vardır. Mescidler ise bundan uzak tutulmalıdır. Çünkü yüce Allah:

"Allah'ın yûceltilmesine ve İçlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerdedir" diye buyurmaktadır. Şiirin mescidde okunması bazen câiz olabilir. Şairin şu beyiti gibi:

"Yumuşak kumların (üzerinde yürüyen) ve yağmurun vurduğu

bir erkek deve gibi, Ki sırtında yağmur vardır ve oradan aşağı düşmüştür."

Bir başka sairin su beviti de bövledir:

"Sema (yağmur) bir kavmin topraklarına düştü mü,

Orada otlatırız isterlerse kızsınlar (bizlere)"

Bu kabil şiirde her ne kadar Allah'a hamd ve sena bulunmamakta ise de caizdir. Çünkü hayasızca sözler ve yalan ihtiva etmemektedir. Câiz olan ve olmayan şiirlere dair yeterli açıklamalar yüce Allah'ın izniyle eş-Şuarâ Sûresi'nde gelecektir.

Dârakutnî'nin rivâyetine göre Hişam b. Urve babasından, o Âişe (radıyallahü anhnhâ)dan şöyle dediğini nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın huzurunda şiirden söz edildi de şöyle buyurdu: "O bir sözdür, güzeli güzeldir, çirkini çirkindir. " Dârakutnî, IV, 155

Bu. hususta Abdullah b. Amr b. el-Âs'tan, Ebû Hüreyre'den ve İbn Abbâs'tan rivâyet edilen Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in hadisleri de bulunmaktadır. Bunları (Dârakutnî) Sünen'inde zikretmiş bulunmaktadır.

Derim ki: Şâfiî mezhebihe mensup ilim adamları bu sözü Şâfiî'den nakletmektedirler ve ondan başkasının bu sözleri söylemediğini ileri sürerler. Sanki onlar bu husustaki hadislere vakıf olmamış gibidirler. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

8- Mescidlerde Seslerin Yükseltilmesi:

Mescidlerde sesin yükseltilmesine gelince, şayet bu sesini yükseltenin maslahatının bir gereği ise o vakit maksadının zatına olmak üzere ona beddua edilir. Çünkü az önce kaydettiğimiz Bureyde yoluyla gelen hadis bunu İfade etmektedir. Aynı şekilde Ebû Hüreyre'nin naklettiği hadise göre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Kim birisinin mescidde bir şey kaybettiğini ilan ettiğini işitirse: Allah onu sana geri çevirmesin, desin, çünkü mescidler bunun İçin bina edilmiş değildir, " Müslim, Mesâcid 79; Ebû Dâvûd, Salât 21; İbn Mâce, Mesâcid 11; Müsned, II, 349, 420.

Malik ve bir grub ilim adamı bu kanaattedir. Öyle ki bunlar, ilim ve başka bir maksat için dahi mescidde sesin yükseltilmesini mekruh kabul ederler. Ebû Hanîfe mezhebine mensub ilim adamları bizim -Maliki- mezhebimize mensub Muhammed b. Mesleme ise davalaşma ve ilim maksİsmi ile sesi yükseltmeyi câiz kabul eder ve şöyle derler: Çünkü onlar için bu şekilde seslerini yükseltmek kaçınılmaz bir şeydir. Ancak bu, hadisin zahirine muhaliftir. "Onlar için bu şekilde davranmak kaçınılmaz bir şeydir." sözleri ise uygun değildir. Aksine İki sebeb dolayısıyla bundan kaçınabilirler. Evvela vakar ve hürmette kusur etmezler. Sürekli bunu hatırlarında tutarlar ve aksi olan işlerden kendilerini sakındırırlar. İkinci olarak eğer buna imkân bulunmayacak olursa, o takdirde bu maksatla özel bir yer tesbit edilmelidir. Nitekim Ömer (radıyallahü anh), el-Butayha diye adlandırılan geniş bir yer bina etmiş ve: Kim yüksek sesle konuşmak yahut bir şiir okumak isterse -Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın mescidinde bunları yapmak isteyenleri kastetmektedir- haydi bu geniş yere çıkıp gitsin. İşte bu da Ömer (radıyallahü anh)ın, mescidde şiir okunmasına karşı çıktığının delilidir. el-Butayha denilen yerde, Mescidin dışında bunun için bir yer bina etmiştir.

9- Mescidde Uyumak:

Yabancı ve evi olmayan erkek ya da kadınlardan bu işe ihtiyaç duyan kimselerin mescidde uyumalarına gelince, bu caizdir. Çünkü Buhârî'de şöyle denilmektedir: ...Ebû Kılâbe, Enes'ten naklen dedi ki: Ukl kabilesinden bir grup Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın yanına geldiler. Onlar Suffe'de kaldılar. Abdu'r-Rahmân b. Ebi Bekr dedi ki: Suffa ashabı fakir kimseler idiler. Buhârî, Salât 5HT Mevakîtus-Salâ 41; Müsned, I, 197, 19S.

Buhârî ile Müslim'de kaydedildiğine göre de İbn Ömer bekâr bir delikanlı iken evlenmeden Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın Mescidinde (kimi zaman) uyurdu. Buhârî, Salât 58; Müslim, Fedâikı's-Sahâbe 140; Nesâî, Mesâcid 29. Buhârî'nin lâfzı bu şekildedir,

Buhârî: "Kadının mescidde uyuması" diye bir başlık açmış ve bu başlık altında Âişe (radıyallahü anhnhâ)nın rivâyet ettiği hadisi de zikretmiştir. Bu hadis ahalisi tarafından bir kemer çalmakla itham edilen siyahi bir cariyenin başından geçenler hakkındadır. Âişe dedi ki: Bu cariyenin mescidde kıldan bir çadırı ya da küçükçe bir evi vardı... Buhârî, Salât 57.

Atâ b. Ebi Rebah da kırk yıl süreyle gecelerini mescidde geçirmiştir.

10- Mescide Giriş ve Çıkışın Adabı:

Müslim, Ebû Humeyd ya da Ebû Useyd'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse mescide girdiği takdirde; "Allah'ım bana rahmetinin kapılarını aç" desin. Mescidden çıkacak olursa da: "Allah'ım, lütfundan dilerim" desin." Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 68; Ebû Dâvûd, Salât 18; Nesâî, Mesâcid 36; İbn Mâce, Mesâcid 13; Dârimi, İsti'zân 56; Müsned, III, 497, V, 425. Ebû Dâvûd da bu hadisi böylece rivâyet etmiş, ancak o: "Sizden herhangi bir kimse mescide girecek olursa: Selâm versin, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a salât getirsin, sonra da: "Allah'ım bana rahmetinin kapılarını aç, desin..." fazlalığıyla rivâyet etmektedir. Ebû Dâvûd, Salât 18.

İbn Mâce'nin rivâyetine göre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın kızı Fâtıma (radıyallahü anhnhâ) şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) mescide girdi mi:

"Allah'ın adıyla, Resûlüllah'a selâm olsun. Allah'ım, bana günahlarımı bağışla ve bana rahmetinin kapılarım aç" derdi. Çıktımıda:

"Allah'ın adıyla, Allah'ın Rasûlüne salât olsun. Allah'ım, günahlarımı bana bağışla ve bana rahmetinin ve lütfunun kapılarını aç," derdi İbn Mâce, Mesâcid 13; Tirmizî, Salât 117.

Ebû Hüreyre'den rivâyete göre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse mescide girdi mi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a salât (ve selâm) getirsin ve şöyle desin: "Allah'ım, bana rahmetinin kapılarını aç." Mescidden dışarıya çıktı mı yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a selâm getirsin ve: "Allah'ım, beni kovulmuş şeytandan koru" desin." İbn Mâce, Mesâcid 13

Ebû Dâvûd da Hayve b. Şureyh'den şöyle dediğini rivâyet eder: Ukbe b. Müslim ile karşılaştım. Ben ona şöyle dedim: Bana ulaştığına göre senin Abdullah b. Amr b. el-Âs'dan rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mescide girdi mi şöyle dermiş: "Azim olan Allah'a, O'nun kerim olan zatına, kadim olan sultanına (egemenligine), kovulmuş şeytandan sığınırım." (Ukbe) Evet, dedi. Dedi ki: O bunu söyledi mi şeytan da: Günün diğer vakitlerinde de bana karşı korunmuş oldu, der. Ebû Dâvûd, Salat 18

11- Mescide Girdikten Sonra Oturmadan İki Rek'at Namaz Kılmak (Tahiyyetu'l-Mescid):

Müslim'in, Ebû Katade'den rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse mescide girdi mi oturmadan önce iki rek'at kılıversin." Buhârî, Salât 60; Müslim, Salâtul-Müsâfirîn 69; Ebû Dâoüd, Salât 19; Tirmizî, Salât 118; Nesâî, Mesâcid 37; Dârimi, Salât 114; Muvatta’, Kasru's-Salât 57; Müsned, V, 295, 296, 303, 305, 311 Yine ondan rivâyete göre: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) insanlar arasında oturuyor iken mescide girdim. Ben de geçip oturdum, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Oturmadan önce iki rek'at namaz kılmana engel olan nedir?" Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Ben senin ve sair insanların oturmakta olduğunu gördüm. Şöyle buyurdu: "Sizden herhangi bir kimse mescide girecek olursa, iki rek'at namaz kılmadan oturmasın. " Müslim, Salâtu'l-Müsâfirûn 70; Müsned, V, 305.

İlim adamları derler ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidi diğer evlerden ayıran bir Özellikle mümtaz kılmıştır. O da namaz kılmadan oturmama meziyetidir.

İlim adamları genel olarak burada namaz kılma emrinin mendubluk ve teşvik ifade ettiğini kabul etmekle birlikte, Dâvûd (ez-Zahirî) ve mezhebine mensub ilim adamları bunun vücub ifade ettiği kanaatindedirler. Ancak bu kanaat batıldır. Eğer durum onların dedikleri gibi olsaydı, abdestsiz bir kimsenin abdest almadan mescide girmesinin haram olması gerekirdi. Bildiğim kadarıyla da kimse böyle bir görüş ileri sürmüş değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İbrahim b. Yezid, el-Evzaî'den, o Yahya b. Ebi Kesir'den, o Ebû Seleme b. Abdu'r-Rahmân'dan, o Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse mescide girdi mi iki rek'at namaz kılmadan oturmasın. Sizden herhangi bir kimse evine girdi mi iki rek'at namaz kılmadan oturmasın. Şüphesiz Allah onun, o iki rek'atmdan dolayı evinde hayır takdir buyurur." Bu hadis mescid ile ev arasında eşitliği gerektirmektedir; denilse;

Böyle diyene şu şekilde cevap verilir: Eve giriş esnasında namaz kılmayı ifade eden bu fazlalığın aslı yoktur. Bunu Buhârî söylemiştir ez-Zehebî, Mîzânu'l-Hidâl, I, 74. Bu hususta az önce kaydettiğimiz Müslim tarafından rivâyet edilen Ebû Katade hadisi sahihtir. Burada sözü edilen İbrahim'den bildiğim kadarıyla Sa'd b. Abdu'l-Hamid'den başka hadis rivâyet eden olmamıştır. Bildiğim kadarıyla da onun bu hadisten başka rivâyeti de yoktur. Bk. ez-Zehebî, aynı yer. Bu ifadeler Ebû Muhammed Abdu'l-Hakk'a aittir.

12- Mescidlerin Kandillerle Aydınlatılması:

Said b. Zebbân rivâyetle dedi ki: Bana babam, babasından anlattı. O (babam) dedesinden, o Ebû Hind (radıyallahü anh)dan rivâyetle dedi ki: Temim -yani ed-Darî- Şam'dan, Medine'ye kandiller, zeytinyağı ve ipler getirdi. Medine'ye ulaştığında cuma gecesine rastgeldi. Ebû'l-Büzad diye anılan bir köleye emir vermesi üzerine köle kalkıp o ipleri bağladı, kandilleri astı. Onlara su ve zeytinyağı doldurdu ve aralarına da fitil yerleştirdi. Güneş batınca Ebû'l-Büzâd'a emir vererek bu kandilleri yaktı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) mescide çıkınca, kandillerin parıldadığını gördü. "Bunu kim yaptı?" diye sorunca, Temim ed-Darî yaptı ey Allah'ın Rasûlü, dediler. Şöyle buyurdu: "Sen İslâm'ı aydınlattın, Allah da dünyada da, âhirette de seni nûrlandirsın. Eğer bir kızım olsaydı, onu seninle evlendirirdim." Nevfel b. el-Haris dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Benim Nevfel kızı el-Muğire adında bir kızım var, sen onu istediğinle evlendirebilirsin deyince, Peygamber o kızı Temim'e nikâhladı.

Zebbân yalnızca Said'in adıdır. Onun nesebi de şu şekildedir: Ebû Osman Said b. Zebban b. Kaid b. Zebbân b. Ebi Hind. Burada anılan Ebû Hind de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın hacamatçısı ve Beyâdaoğullarının azadlısıdır.

İbn Mâce'nin rivâyetine göre de Ebû Said el-Hudrî şöyle demiştir: Mescidlerde kandil yakan ilk kişi Temim ed-Darî'dir. İbn Mâce, Mesâcid 9

Enes'ten rivâyet edildiğine göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim bir mescidde bir kandil yakacak olursa, o ışık onda bulunduğu sürece melekler ve Arşı yüklenenler ona dua edip dururlar ve şüphesiz ki mescidin süpürülmesinin tozu Hür el-Iyn'in mehiridir."

İlim adamları derler ki: İçinde Kur'ân'ın okunduğu evin kandiller asmak suretiyle ve içinde mumlar dikmekle aydınlatılması müstehabtır. Ramazan ayında da mescidlerin aydınlatılması arttırılır.

13- Allah'ı Teşbih Edenlerin Nitelikleri:

"Sabah akşam O'nu oralarda teşbih ederler; ... yiğitlerdir" âyetinde teşbih edenleri nitelendirmesi hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. Bir görüşe göre bunlar yüce Allah'ın emirlerini gözetenler ve onun rızasını taleb edenlerdir. Dünya işlerinden hiçbir iş onları narnaz kılmaktan ve Allah'ın anmaktan, engellemez.

Ashab-ı Kiram'dan bir çok kimse de şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme namaz için ezanı işittiklerinde, işlerini bırakıp hemen namaza koşuşan, çarşı ve pazardakiler hakkında inmiştir.

Salim b. Abdullah pazarda bulunanların namaza gitmekte olduklarını görünce şöyle demiştir: İşte yüce Allah'ın:

"Kendilerini ticaretin de, alışverişin de Allah'ı anmaktan... alıkoymadığı yiğitlerdir" âyetinde kastettiği kimseler bunlardır. Bu sözün İbn Mes'ûd tarafından söylendiği de rivâyet edilmiştir.

Abdullah b. Âmir ve Ebubekr'in kendisinden rivâyetine göre Âsım ile el-Hasen "O'nu teşbih ederler" âyetini; O'na, oralarda teşbih olunur" anlamında meçhul bir fiil olarak "be" harfini üstün okumuştur. Nâfî', İbn Ömer, Ebû Amr ve Hamza ise "teşbih ederler" anlamında olmak üzere "be" harfini esreli okurlardı. Ebû Âmr'ın, Âsım'dan rivâyeti de bu şekildedir.

"Be" harfini üstün okuyanların kıraatine göre bunun iki türlü manası vardır: Birincisine göre, açıktan zikredilen fiilin delâlet ettiği gizli bir fiil ile "yiğitlerdir" anlamındaki "rical" kelimesinin merfû' olmasıdır. Bu da, yiğitler O'nu teşbih ederler, manasınadır. Buna göre (âyetin son kelimesi olan) "akşam (el-âsâl)" kelimesi üzerinde vakıf yapılır. Sîbeveyh bunun benzeri bir açıklamayı zikretmiş ve şu beyiti kaydetmiş bulunmaktadır:

"Ağlansın Yezid için, düşmanlık dolayısı ile zelil olup boyun eğen,

Ve atılan silahların helâk edip öldürmelerinden dolayı ihtiyacı olan kimseler"

Burada ifade, zelil olan kimse onun için ağlasın, anlamındadır. İşte buna binaen: İfadesi Zeyd, Amr'ı dövdü, anlamında kullanılır.

Diğer bir açıklama da şöyledir: "Yiğitler" anlamındaki kelime mübtedâ olarak merfû' okunur, haberi ise (birinci âyetin başındaki) "evlerdedir" anlamındaki âyettir. Yani Allah'ın yücekilmelerine izin verdiği evlerde bir takım yiğitler vardır ki...

"O'nu orada teşbih ederler" ifadesi de "yüceltilmesi" fiilindeki zamirden hat olur. Şöyle denilmiş gibidir: Oralarda O'na teşbih edilerek yüceltilmesine... izin vermiştir. Bu durumda "akşam" anlamındaki kelime üzerinde vakıf yapılmaz.

"Teşbih ederler" fiilini "be" harfi esreli olarak okuyanlar ise "akşam" (anlamındaki: "el-âsâl" kelimesi) üzerinde vakıf yapmazlar. Çünkü bu durumda "teşbih ederler" fiili "yiğitler" anlamındaki kelimenin fiilidir. Fiilin ise faile (özneye) ihüyacı vardır ve burada hazfedilmiş de değildir.

"Sabah-akşam" anlamındaki kelimelere dair açıklamalar da daha önceden el-A'raf Sûresi'nin sonlarında (7/205. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Hamd yalnızca Allah'a mahsustur.

14- Bu Âyette Geçen "Tesbih"in Anlamı:

"O'nu oralarda teşbih ederler" âyetinin namaz kılarlar anlamında olduğu söylenmiştir. İbn Abbâs da: Kur'ân-ı Kerîm'de geçen her teşbih lâfzı namaz demektir, demiştir. Buna da yüce Allah'ın:

"Sabah-akşam" âyeti delildir. Sabah ve öğleden sonra (akşama kadar) anlamındadır. Müfessirlerin çoğu da şöyle demektedir: (İbn Abbâs) "namaz" ile farz olan namazı kastetmiştir. Sabah (el-ğuduvv) sabah namazını, akşam (el-âsâl); öğle, ikindi, akşam ile yatsı namazlarım kapsar. Çünkü "el-âsâl" ismi onların hepsini ifade eder.

15- Mescidlere Gidip Gelmenin Orada Kalmanın Fazileti:

Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre Ebû Umâme Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir; "Kim evinden abdest almış olarak farz bir namaz kılmak üzere çıkarsa, onun ecri tıpkı ihrama girmiş hacmin ecri gibidir. Kim de kuşluk namazı için çıkıp da yalnız bu maksatla çıkacak olursa, onun da ecri umre yapan kimsenin ecri gibidir. Aralarında lağv (boş söz ve iş) bulunmayan şekilde ardı arkasına namaz kılmak ise illiyyînde bir kitabdır." Ebû Dâvûd, Salât 48 "

Bureyde'den de, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Karanlıklarda mescidlere yürüyüp, gidenleri kıyâmet gününde tam nûr ile müjdele. " Buhârî, Ezan 37; Müslim, Mesâcid 285; Uüsned, II, 509

Müslim'in, Sahih'inde kaydedildiğine göre Ebû Hüreyre (radıyallahü anh), Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Her kim sabah veya akşam mescide gidecek olursa, Allah ona cennette sabah veya akşam gittiği her vakit bir İkram ve ziyafet hazırlar." Ebû Dâvûd, Salât 48; Tirmizî, Mevâkûtul-Salât 51; İbn Mâce, Mesâcid 14.

Sahih'in dışındaki kaynaklarda da şu ziyade vardır: "Nasıl ki sizden herhangi bir kimse sevdiği kimseyi ziyaret edecek olursa, ona ikramda elinden geleni yapıyorsa (ona öylece ikramda bulunacaktır.)" Bu fazlalığı hadis olarak teshit edemedik. Bunu es-Sa'lebî zikretmektedir.

Müslim'in rivâyetine göre Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kim evinde abdest alır, sonra da Allah'ın evlerinden herhangi birisine Allah'ın farzlarından bir farizayı edâ etmek üzere yürüyerek giderse, atacağı iki adımdan birisi ile bir günahı silinir, diğeri onu bir derece yükseltir." Müslim, Mesâcid 282.

Yine Ebû Hüreyre'den rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kişinin cemaatle birlikte kıldığı bir namaz, evinde ve pazarında kıldığı namazdan yirmi küsur kat daha fazladır. Çünkü onlardan herhangi bir kimse güzel bir şekilde abdest alıp sonra da namaz kılmaktan başka bir arzusu bulunmayıp yalnızca namaz kılmak arzusu ile mescide gidecek olursa, attığı herbir adım sebebiyle mutlaka onun bir derecesi yükseltilir ve mutlaka onun bir günahı silinir; tâ ki mescide girinceye kadar. Mescide girdikten sonra onun orada kalmasına sebep namaz olduğu sürece namazda sayılır. Sizden herhangi bir kimse namaz kıldığı yerinde kaldığı sürece melekler de sizden o kimseye dua eder dururlar ve: Allah'ım ona rahmet eyle, Allah'ım ona mağfiret eyle, Allah'ım onun tevbesini kabul buyur, derler. Orada başkasını rahatsız etmediği ve abdestini bozmadığı sürece (bu böylece sürer gider.)" Buhârî, Eîan 30, Salât 87, Buyû’ 49; Müslim, Mesâcid 282; Ebû Dâvûd, Salar 48; İbn Mâce, Mesâcid 14.

Bir rivâyette de şöyle denilmektedir: Abdestini bozmadıkça (ne demektir!) diye soruldu. (Ebû Hüreyre): Yellenmedikçe yahut osurmadıkça, diye cevap verdi. Müslim, Mesâcid 274; Ebû Dâvûd, Salât 20

Hakîm b. Zurayk dedi ki: Said b. el-Müseyyeb'e: Sence cenazede hazır bulunmak mı daha iyidir, yoksa mescidde oturmak mı? diye soruldu. Şu cevabı verdi: Bir cenazenin namazını kılan bir kimseye bir kırat (ecir) vardır. Onun defnedilmesine şahit olan kimseye iki kırat vardır. Bense mescidde oturmayı daha çok severim, çünkü melekler: Allah'ım ona mağfiret buyur, Allah'ım ona rahmet eyle, Allah'ım tevbesini kabul et, derler.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ashabından olan el-Hakem b. Ömer'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Dünyada misafir (gibi) olunuz. Mescidleri ev edininiz, kalblerinizi rikkate alıştırınız. Çokça tefekkür edip ağlayınız. Hevâlarıruz sizleri ihtilâfa düşürmesin. Yerleşmeyeceğiniz binalar yapmayınız, yemeyeceğiniz kadarını toplamayınız, erişemeyeceğiniz umutlar beslemeyiniz. "

Ebû'd-Derdâ da oğluna şöyle demiştir: Mescid senin evin olsun, çünkü ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı şöyle buyururken dinledim: "Mescidler takva sahiplerinin evleridir. Mescidleri ev edinen kimseye yüce Allah huzur ve sükûnu ve sırat üzerinden geçmeyi taahhüd etmiştir. " el-Heysemî, Mecmâu'zZevâd, II, 22.

Ebû Sadık el-Ezdî Şuayb b. el-Habhab'a yazdığı mektubunda şunları söyler: Sana mescidlere gidip oradan ayrılmamanı tavsiye ederim. Çünkü bana ulaştığına göre mescidler peygamberlerin meclisleri idi.

Ebû İdris el-Havlânî dedi ki; Mescidler insanlar arasından kerim kimselerin meclisleridir.

Malik b. Dinar da şöyle demektedir: Bana ulaştığına göre şanı yüce Allah şöyle buyurmuştur: Ben kullarımı azaplandırmak isterim; ancak mescidleri imar edenlere, Kur'ân için birlikte oturanlara ve müslüman olarak yetişen çocuklara bakarım da gazabım sükûn bulur.

Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Âhir zamanda bir takım insanlar olacaktır. Bunlar mescidlere gelirler ve halkalar halinde otururlar. Dünyayı ve dünya sevgisini konuşurlar. Bunlarla oturmayınız, Allah'ın da böylelerine ihtiyacı yoktur. " el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, II, 24; "râvileri arasında hadis uyduran birisinin bulunduğu" kaydıyla

İbnu'l-Müseyyeb de şöyle demiştir: Her kim bir mescidde oturursa o ancak Rabbinin huzurunda oturur. Artık onun hayırdan başka bir şey söylemek hakkı yoktur.

Mescidlerin tazimi ve mescidlere gereken saygının gösterilmesi ile ilgili yeterli açıklamalar daha önceden (bk. et-Tevbe, 9/17-18. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Kimi ilim adamı bu hususta onbeş madde zikrederek şöyle demektedir: Mescide duyulan saygının gereği olarak: Şayet cemaat oturmakta ise girdiği vakit selâm vermelidir, Eğer mescidde kimse yoksa "es-selâmu aleynâ ve alâ ibadillahi's-salihîn" demelidir ve oturmadan önce de iki rek'at namaz kılmalıdır.

Mescidde alışveriş yapmamalıdır.

Orada herhangi bir ok ya da kılıç çekmemelidir.

Mescidde kayıp aramaya kalkışmamalıdır.

Yüce Allah'ın zikri dışında sesini yükseltmemelidir, dünya sözleri konuşmamalıdır.

İnsanların boyunları üzerinden yürümeye kalkışmamalı, bir yerde oturmak için kimseyle çekişmemelidir, safta da kimsenin yerini daraltmamahdır.

Namaz kılan kimsenin önünden geçmemeli, tükürmemeli, balgam çıkarmamalı, sümkürmemelidir.

Parmaklarını çıtlatmamalı, bedeninde herhangi bir şeyle oynamamalıdır.

Necis şeyleri, küçük çocukları ve delileri mescidden uzak tutmalıdır. Mescidde hadler uygulanmamalıdır. Mescidde yüce Allah'ı çokça zikretmeli, O'ndan gafil olmamalıdır.

Bir kimse bunlara riâyet edecek olursa, mescidin hakkını ifa etmiş olur. Mescid onu koğulmuş şeyeana karşı korur ve himaye eder, Haberde şöyle denilmektedir: "Bir mescid içindekilerle birlikte semaya yükselerek, içinde konuştukları dünya sözleri dolayısıyla o kimseleri yüce Allah'a şikâyet etri."

Dârakutnî'nin rivâyetine göre Amir en-Nehaî şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Hilâlin iri görülmesi ve (kalınlığı sebebiyle) iki geceliktir denilmesi, mescidlerin yol edinilmesi ve ani Ölümlerin ortaya çıkması kıyâmetin yakınlaşmasından ötürüdür,".

Bunu Abdu'l-Kebir b. Muâfâ, Şerîk'den, o el-Abbas b. Zerîh'den, o Şa'bî'den, o Enes'den rivâyet etmektedir. Başkası ise bunu eş-Şa'brden mürsel olarak rivâyet etmektedir, doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Ebû Hatim dedi ki: Abdu'l-Kebir b. Mûâfâ sikadır, o ebdâldan sayılırdı, Buhârî'de kaydedildiğine göre Ebû Mûsa, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Her kim bizim herhangi bir mescidimizden ya da pazarımızdan ok ile geçecek olursa, okun ucunu tutsun ve eli İle (okun ucuyla) müslüman bir kimseyi yaralamasın." Buhârî, Salât 67

Müslim'in kaydettiğine göre de Enes şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Mescid'de tükürmek bir günahtır, onun keffareti de onu gömmektir." Buhârî, Salat 37; Müslim, Mesâcid 55-56; Ebû Dâvûd, Satât 22; Tirmizî, Cuma 49; Nesâî, Mesâeid 30; Dârimî, Salât 116; Müsned, III, 109, 173, 183..., V, 260

Ebû Zerr'den rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir; "İyisiyle, kötüsüyle ümmetimin amelleri bana gösterildi. Onların güzel amelleri arasında yoldan kaldırılan rahatsız verici şeyler vardı. Kötü amelleri arasında da mescidde atılan ve gömülmeyen balgam vardı. " Müslim, Mesâcid 57; İbn Mâce, Edeh 7; Müsned, V, 178, 1Ö0.

Ebû Dâvûd'un rivâyet ettiğine göre el-Farac b. Fedâte, Ebû Sa'd el-Himyerî’nin şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Ben Vasile b. el-Eska'ı, Dımaşk Mescidinde hasır üzerine tükürdükten sonra ayağıyla onu sildiğini gördüm.

Ona: Niye böyle yaptın? denilince, şöyle dedi: Çünkü ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı böyle yaparken gördüm. Farac b. Fedâle zayıf bir râvidir.. Aynı şekilde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın Mescid'inde hasır da yoktu. Ebû Dâvûd, Salât 22

Sahih olan; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın yere tükürdüğü ve bunu sol ayakkabısı ile sürttüğüdür. Ebû Dâvud, Salât 22 Vâsile'nin bunu kastetmiş olması muhtemeldir, bu sefer hasır da ona yorumlanmış olur.

16- Hanımların Mescidlere Gitmelerinin Hükmü:

Yüce Allah'ın:

"Yiğitlerdir" diye buyurması ve özellikle erkekleri söz konusu etmesi, kadınların mescidlerde herhangi bir paylarının olmadığını göstermektedir. Zira onların ne cuma namazı kılmak, ne de cemaate katılmak sorumlulukları vardır. Onların evlerinde kılacakları namazlar daha faziletlidir. Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre Abdullah (b. Mes'ûd) (radıyallahü anh) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Kadının namazını odasında kılması, evin genişçe bir yerinde kılmasından daha iyidir. Evinin iç taraflarında kılması, orta yerlerindeki geniş bir yerinde kılmasından daha faziletlidir." Ebû Dâvûd, Salât 53

37

Kendilerini ticaretin de, alışverişin de Allah'ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymadığı yiğitlerdir (bunlar). Onlar kalblerin ve gözlerin döneceği bir günden korkarlar.

17- Allah'ı Anmanın Önünde Engel Tanımayanlar:

"Kendilerini ticaretin de, alışverişin de Allah'ı anmaktan... alıkoymadığı" meşgul etmediği

"yiğitlerdir." Özellikle ticaretin söz konusu edilmesi, insanı namazdan alıkoyan en büyük işlerden birisi olduğundan dolayıdır. Ticaretin kapsamına girmekle birlikte niçin alışverişi tekrar zikretmiştir? diye sorulacak olursa, şöyle cevap verilir: Ticaret ile satın almak kastedilmiştir. Çünkü yüce Allah burada "bey' (mealde; alışveriş)" tabirini kullanmıştır. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Onlar bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman..." (el -Cumua, 62/11) Bu açıklamayı el-Vakidî yapmıştır.

el-Kelbî der ki: Tüccar başka yerlerden mal getiren ve bir yerden bir yere yolculuk yapan kimselerdir. Satıcılar ise yerlerinde ikamet edenlerdir.

"Allah'ı anmaktan" âyetinin te'vili hususunda farklı görüşler vardır. Atâ der ki: Burada kasıt namazda hazır bulunmaktır. İbn Abbâs da böyle demiştir. Ayrıca o, "farz namaz" diye kayıtlamıştır. Ezandan alıkoymadığı diye de açıklanmıştır ve bunu Yahya b. Selâm zikretmiştir.

O'nu güzel isimleriyle anmak yani O'nu tevhid edip şanını yüceltmek diye de açıklanmıştır.

Âyet-i kerîme pazarda ticaret yapanlar hakkında inmiştir. Bunu da İbn Ömer ifade etmiştir. Salim dedi ki: Abdullah b. Ömer pazardan geçiyordu, o sırada iş yerleri sahipleri dükkânları kapatmış bulunuyorlar ve cemaat halinde namaz kılmak üzere kalkmışlardı. İşte: "kendilerini ticaretin de alışverişin de Allah'ı anmaktan... alıkoymadığı yiğitlerdir" âyeti bunlar hakkında nazil olmuştur, dedi.

Ebû Hüreyre dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurdu: "Bunlar yeryüzünde Allah'ın lütfundan arayarak, yeryüzünde yolculuk yapan kimselerdir." Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, VI, 207-208

Denildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde iki kişi vardı. Bunların birisi satıcı olup namaz için ezan okunduğunu işitir işitmez eğer terazi elinde bulunuyorsa onu atıverirdi, güzel bir şekilde dahi koymazdı. Şayet terazi yerinde bulunuyorsa, onu oradan kaldırmazdı. Diğeri ise demirci idi, ticaret maksadıyla kılıç yapardı. Eğer çekici, Örsün üzerinde bulunuyor ise onu yerinde bırakırdı, şayet kaldırmış ise ezanı işittiği takdirde arkasına atardı. İşte yüce Allah, onları ve onlara uyan herkesi övmek üzere bu âyeti indirmiştir.

18- Namazı Kılmak:

"Namazdan" ifadesi, yüce Allah'ın:

"Allah'ı anmaktan" âyetinde kastın, namazdan başka bir şey olduğunu göstermektedir, yoksa tekrar olurdu. "Namaz kıldı" denilir. Mastarının aslı, şeklinde olup, "vav"ın harekesi "kafa intikal edince "vav" da, "elif"e kalboldu. Ondan sonra sakin bir elif olduğundan birileri hazfedildi. "He"nin (yuvarlak te'nin) sabit kalması ise, hazfedilerek kelimenin bozulmaması içindir. Ancak bu mastar izafe yapılınca, muzaf, "he"nin yerine geçtiğinden hazfedilmesi câiz olmuştur. -İzafe edilmediği takdirde, hazfedilmesi de câiz olmaz. Nitekim; "Vaadetti, vaadetmek" ile; "tarttı, tartmak" denilir. Burada "he"nin (te harfinin) hazfedilmesi câiz değildir. Çünkü zaten (ilk harf olan) "vav" hazfedilmiştir. Zira kelimelerin aslı; ile dır. İzafet yapılması halinde bu "he" (yuvarlak te) hazfedilir. el-Ferrâ' şu beyiti nakletmektedir:

Seninle yakınlıkları olanlar çabuk tuttular ellerini ayrılıkta ve bu hususta çok acele ettiler,

Hem de sana vermiş oldukları o sözlerinde de durmadılar."

Burada şair "söz, vaad" anlamındaki kelimenin sonundaki "he"yi (yuvarlak te'yi) hazfetmiş bulunmaktadır. Buna sebeb ise bunun muzaf olarak gelmiş olmasıdır.

Enes (radıyallahü anh)dan gelen rivâyete göre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah kıyâmet gününde dünya mescidlerini beyaz develermiş gibi getirir. Bunların ayakları amberden, boyunları zaferandan, başları miskten, yularları yeşil zebercetten olacaktır. Bu mescidlerin kayyûmları ve oradaki müezzinler bu (deve suretindeki mescid)leri önden çekecekler. İmâmları ise arkadan sürecekler. Bu mescidleri İmar edenler ise ona asılmış olacaklardır. Kıyâmetin Arasatında hızlıca çakan şimşek gibi geçeceklerdir. Mevkıf te bulunanlar: Bunlar mukarreb melekler yahut mürsel peygamberlerdir, diyecekler. Bu sefer: Bunlar melek de değildir, peygamber de değildir. Fakat onlar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmeti arasından namazları dikkatle koruyanlar ve mescidlere devam eden kimselerdir diye seslenecektir." Daha önce beşinci başlıkta geçmiş olan bu rivâyet ile ilgili not orada görülebilir.

Ali (radıyallahü anh)dan şöyle dediği nakledilmektedir: İnsanlar üzerinden öyle bir zaman gelecek ki İslâm'ın sadece ismi, Kur'ân'ın sadece resmi kalacaktır. Mescidlerini ma'mur ederler, fakat Allah'ı zikretmek bakımından harabe olacaktır. O zamanın en kötüleri âlimleridir, fitne onlardan başlayacak, onlara dönecektir.

Bu sözleriyle onların bildikleri halde, bildiklerinin gereği ile amel etmeyeceklerini kastetmektedir.

19- Zekât Verenler ve Kıyâmet Gününden Korkanlar:

"Zekâtı vermekten" âyeti, el-Hasen'in dediğine göre farz olan zekâtı edâ etmekten demektir. İbn Abbâs da dedi ki: Burada zekâttan kasıt yüce Allah'a itaat ve ihlâstır. Zira her mü’minin zekât verecek kadar malı olmaz.

"Onlar kalblerin ve gözlerin döneceği bir günden" yani kıyâmet gününden

"korkarlar." Bu, bugünün dehşetinden korkarlar, helâk edilmekten endişe ederler, demektir. "Dönmek (tekallub)" başka bir hale geçmek demektir. Burada kasıt, kâfirlerin kalpleri ve gözleridir. Onların kalplerinin döndürülmesi yerlerinden sökülüp, gırtlaklara kadar gelip dayanmasıdır. Artık o kalpler ne yerlerine geri dönebilecektir, ne de çıkacaktır. Gözlerin dönmesi ise; gözlerin sürmeli gibi iken morarması, görüyor iken görmez olup körelmesidir.

Şöyle de açıklanmıştır: Kalpler kurtulma ümidi ile helâk olma korkusu arasında döner, durur (gider, gelir). Gözler de kitaplarının kendilerine hangi taraftan verileceğine ve nerelere götürüleceklerine bakar durur.

Şöyle de açıklanmıştır: Şüphe edenlerin kalpleri bulundukları şüphe halinden başka bir hale geçer. Artık gözleri de böyle olacaktır, çünkü onlar kesin olarak herşeyi görmüş olacaklardır. Bu da yüce Allah'ın şu âyetine benzemektedir:

"Şimdi senden perdeni kaldırdık, bugün gözün pek keskindir." (Kâf, 50/22) Onun dünyada iken sapıklık olarak gördüğü şeyin, artık doğruluğun tâ kendisi olduğunu görecektir. Şu kadar var ki; bu görmelerinin âhirette kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır.

Bir başka açıklama da şöyledir: Onların kalbleri cehennemin kor ateşleri üzerinde döndürülüp duracaktır. Anlamın, kalplerin cehennem alevi ve ateşi üzerinde döndürülüp, duracağını söyleyenlerin görüşlerine göre bu âyet, yüce Allah'ın şu buyruklarına benzemektedir:

"Yüzlerinin ateşte evirilip, çevirileceği o günde..." (el-Ahzâb, 33/66);

"Biz de onların kalplerini ve gözlerini çeviririz." (el-En'âm, 6/110)

Şöyle de açıklanmıştır: Ateş kimi sefer onları alevi ile yalayarak, kimi sefer de pişirerek evrilip çevirilirler. Bir başka açıklamaya göre kalplerin evirilip çevirilmesi onların çarpması, ızdırap duymasıdır. Gözlerin döndürülmesi de, gözlerle dehşetin değişik yerlerine bakmaktır.

38

Çünkü Allah, onları işledikleri amellerinin en güzeli ile mükâfatlandıracak ve onlara lütfundan fazlasıyla verecektir. Allah dilediğine hesapsız rızık verir.

"Çünkü Allah onları İşledikleri amellerinin en güzeli ile mükâfatlandıracak." Yüce Allah burada güzelliklere karşılık verilecek mükâfatı söz konusu etmekte, kötülüklere karşılık verilecek cezaları zikretmemektedir. Bunların da cezasını verecek olmakla birlikte, söz konusu etmemesinin iki sebebi vardır:

1- Bu bir teşviktir. O bakımdan sadece arzu edilen, şevk duyulan şeyi zikretmekle yetinilmiştir.

2- Bu'onların büyük günah işlemelerinin söz konusu edilmeyeceği bir günün niteliklerini anlatmaktadır. O bakımdan küçük günahları da affedilmiş olacaktır.

"Ve onlara lütfundan fazlasıyla verecektir." Bunun iki anlama gelme ihtimali vardır: Birincisine göre yüce Allah herbîr iyiliğe on misliyle karşılık verecektir, ikincisi ise karşılıksız olarak onlara kendi lütfundan ihsanlarda bulunacaktır.

"Allah dilediğine hesapsız rızık verir." Yani verdiklerinin hesabını yapmayacaktır, sormayacaktır. Zira O'nun ihsanının, bağışlarının sonu yoktur.

Rivâyet olunduğuna göre; bu âyet-i kerîme nazil olunca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Küba Mescidi'nin inşa edilmesini emretti. Abdullah b. Revâha gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü! Mescidleri bina eden kurtuluşa erer mi?

"Evet, ey Revâha'nın oğlu" diye buyurdu. Peki ya orada ayakta ve oturarak namaz kılanlar diye sorunca, Peygamber: "Evet onlar da ey Revâha'nın oğlu" buyurdu. Bu sefer: Peki, ya Allah'a geceyi ancak secde ederek geçirirse deyince, Peygamber şu cevabı verdi: "Evet, ey Revâha'nın oğlu. Sec' yapmayı bırak, çünkü hiçbir kula akıcı bir dilden (güzel konuşmadan) daha kötü bir şey verilmiş değildir." Bunu da el-Maverdî zikretmektedir. el-Mâverdi, en-Nuket ve'l-Uyûn, IV, 108

39

Kâfir olanların amelleri, susuz kimsenin su sandığı dümdüz çöldeki bir serab gibidir. Nihayet ona yaklaşınca, onun bir şey olmadığını görür. Halbuki kendisi yanında Allah'ı bulmuştur, O da hemen onun hesabını tamamen öder. Allah hesabı çabuk görendir.

Yüce Allah mü’minlerin misalini verdikten sonra,

"kâfir olanların amelleri ... çöldeki bir serab gibidir" âyeti ile kâfirin misalini vermektedir, Mukâtil dedi ki: Bu âyet, Şeybe b. Rabia b. Abdi Şems hakkında nazil olmuştur. O bir din arayışı içerisinde kendisini ibadete vermeye çalışan birisiydi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamber olarak ortaya çıkınca kâfir oldu.

Ebû Sehl dedi ki: Âyet-i kerîme kitab ehli hakkında inmiştir. Dahhak'a göre ise âyet kâfir kimsenin hayırlı amelleri hakkındadır, Sıla-i rahim, komşulara faydalı olmak gibi.

Serab: Sıcağın arttığı, günün orta vakitlerinde, tehlikeli geçitlerde yere bitişik su gibi görünen şeylerdir. Âl denilen şey ise kuşluk vakti su gibi görünen (serab) çeşididir, ancak sema ile yer arasında görününceye kadar yerden yükseliyormuş gibi görünür.

Seraba bu ismin veriliş sebebi, onun su gibi akması (serbetmesi)nden dolayıdır. Meselâ; "Erkek deve yerde yürüdü, gitti" demektir. Serab'a "el-âl" ismi da verilir, bu da ancak çölde ve sıcakta olur. Susuz bir kimse onu su zannederek aldanır. Şair der ki:

"Çıplak bir tepe üstünde bir âl'in (serab'ın) parıldayışını gördü) diye,

Kırbaamdaki suyu boşaltan gibi oldum."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Biz Savaşı bırakınca onların ahidleri,

Düz alandaki parlak serabın parıldayışı gibi oldu."

Şair İmruu’l-Kays da şöyle demektedir:

"Ben binekleri serabı çokça parıldayan alabildiğine uzak

Herbir gediğe sürmedim mi?"

"Çöl(ler)" kelimesi, in çoğuludur. "Komşular" kelimesinin: "Komşu" kelimesinin çoğulu olması gibi. Bu açıklamayı el-Herevî yapmıştır. Ebû Ubeyde de der ki: Bu iki şekilde de aynı anlamdadır. Bunu da en-Nehhâs nakletmiştir. Yeryüzünün düz, geniş ve bitkisi bulunmayan bölgelerine bu ad verilir. Serab da böyle bir yerde olur. Bu kelimenin asıl anlamı, suyun karar kıldığı çukur yer demektir, çoğulu da; şeklinde gelir.

el-Cevherî dedi ki: "Yerin düz olan kısmı" demektir, çoğulu da; şeklinde gelir. Makabli esreli olduğundan dolayı (sonuncusunda) "vav", "ya"ya dönüşmüştür. İle aynıdır, bu da "vav"lıdır. Bazısı ise bunun çoğul olduğunu söylemektedir.

"Susuz kimsenin" o serabı "su sandığı dümdüz çöldeki bir serab gibidir. Nihayet ona yaklaşınca, onun bir şey olmadığını görür." Zannettiği gibi olmadığını görür ve hiçbir suyu bulunmayan bir yer ile karşılaşır.

Bu yüce Allah'ın kâfirlere verdiği bir misaldir. Onlar amellerinin sevapları konusunda böyle bir neticeyle karşılaşacaklardır. Yüce Allah'ın huzuruna geleceklerinde amellerinin sevabının küfür sebebiyle boşa çıkmış olduğunu göreceklerdir. Yani serab gören bir kimse, nasıl suyu bulunmayan bir şey su görüyor ve sonunda helâk olur ya da ölüyorsa, kâfir olanlar da böylece hiçbir şey bulamayacaklardır.

"Halbuki kendisinin yanında Allah'ı" gözetlemekte olduğunu

"bulmuştur. O da hemen onun hesabını" yani amelinin karşılığını

"tamamen öder." İmruu’l-Kays der ki:

"Geri dönüp, süratle (yukardan aşağı) düşercesine koşup gitti,

Ve o, artık hesabına kavuşacağına kesinlikle inandı."

Allah'ın ameline karşılık vaadettiği cezayı bulmuş olacaktır, diye açıklandığı gibi, haşrolacağı vakit Allah'ın emri ile karşı karşıya kalacaktır, diye de açıklanmıştır. Anlam birbirine yakındır.

"Serab" anlamındaki kelime; diye de okunmuştur. el-Mehdevî dedi ki: Buradaki (te'den önceki) "elifin, "ayn"ın üzerindeki fetha'nın tok söylenişi olması da mümkündür. Ayrıca kadınlara yaklaşmayan erkek için kullanılan; söylenişine de benziyor olabilir. Ayrıca bu kelimenin; Çöl"ün çoğulu olması da mümkündür. Buna göre vasl ve vakf halinde de "te" okunmalıdır.

Nafi’, İbn Ca'fer ve Şeybe'den

"susuz kimse" anlamındaki kelimeyi hemzesiz olarak; diye okudukları rivâyet edilmiştir. Ancak onlardan nakledilen meşhur rivâyet hemzeli okunduğudur. Susadı, susar, susamak, susayan" denilir. Şayet hemze okunmayacak olursa; "Susayan" denilir.

"Kâfir olanlar" anlamındaki ifade mübtedâ,

"amelleri" anlamındaki kelime de ikinci mübtedâdır.

"Serab gibidir"deki benzetme edatı olan "keP de haberdir. Cümle tamamiyle; "lar" haberdir. Bununla birlikte "amelleri" kelimesinin "kâfir olanların" terkibinin bedeli olması da mümkündür. Yani; "Küfre sapanların amelleri... bir serab gibidir" takdirindedir ve buna göre muzaf hazfedilmiş olmaktadır.

40

Yahut derîn bir denizdeki karanlıklar gibidir. Onu bir dalga örter, onu da üstünden bir dalga kaplar. Onların üzerlerinde bulutlar vardır. Birbiri üstünde karanlıklar. Elini çıkarsa, neredeyse onu dahi göremeyecektir. Allah kime nûr vermemişse, onun nuru olmaz.

"Yahut derin bir denizdeki karanlıklar gibidir" âyeti ile yüce Allah, kâfirlere bir başka örnek vermektedir. Yani onların amelleri ya çöldeki bir serab gibidir, yahut karanlıklar gibidir. ez-Zeccâc der ki: Dilersen amellerine serabı örnek al, dilersen karanlıkları örnek al, demektir. Buna göre buradaki "yahut" mübahlık (serbestlik) bildirir. Nitekim daha önce bu kabilden açıklamalar yüce Allah'ın:

"Yahut... yağmura benzer" (el-Bakara, 2/19) âyetini açıklarken geçmişti.

el-Cürcanî dedi ki: Birinci âyet, kâfirlerin amellerini söz konusu etmektedir. İkincisi ise onların küfürlerini dile getirmektedir. Küfrün amellere atfedilmesine sebeb ise, küfrün de onların amellerinden oluşundan dolayıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onları karanlıklardan, nura çıkarır," (el-Bakara, 2/257) Yani onları küfürden, îmana çıkarır demektir.

Ebû Ali (el-Farisî) dedi ki; Yahut "... karanlıklar gibidir" ifadesi yahut karanlıklara sahip kimse gibidir, demektir. Böyle bir muzafın varlığına yüce Allah'ın:

"Elini çıkarsa..." âyeti delâlet etmektedir, Buna göre buradaki zarnir hazfedilmiş muzafa aittir.

el-Kuşeyrî dedi ki: ez-Zeccâc'a göre örneklendirme kâfirlerin amefleri hakkındadır. el-Cürcanî'ye göre örnek kâfirin küfrü hakkında, Ebû Ali'ye göre, örnek kâfirin kendisi hakkındadır.

İbn Abbâs kendisinden nakledilen bir rivâyette: Bu kâfirin kalbinin misalidir, demektedir.

"Derin bir denizdeki" âyetinin terkibi, derinliğe mensub deniz anlamındadır; denizde dibine ulaşılamayan demektir. "el-Lucce" de çok büyük su anlamındadır, çoğulu "lucec" şeklinde gelir. "Dalgaları ardı sıra geldi" anlamındadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şu âyeti da buradan gelmektedir: "Denizin dalgalı olduğu sırada denizde yolculuğa çıkan kimsenin üzerinden (ilahi) himaye kalkar." "Dalgalı olduğu zaman anlamındaki fiil olan; "izel-tecce" yerine; yine aynı anlamı ifade eden: '"inde'dticâcihî" ve "ize'rtecce" şeklinde; Müsned, V, 79, 271. Yüce Allah'ın;

"Onu derin bir su sandı" (en-Neml, 27/44) âyeti, oldukça derin sandı, demektir. "Gemi büyük suya (denize) daldı" denilir. "el-Lecc'e" ise insanların çıkardıkları ses demektir, mesela "İnsanların seslerini ve gürültülerini duydum" anlamındadır. Şair Ebû'n-Necm de şöyle demektedir:

"Gürültü ve patırtı içerisinde filânı filândan tut (ona yaklaşmasını Önle)!"

Sesler birbirine karıştı ve yükseldi" demek olur.

"Onu bir dalga örter." Bu derin denizin üzerinde bir dalga bulunmaktadır, demektir.

"Onu da üstünden bir dalga kaplar." Yani dalganın üstünde bir başka dalga vardır. Bu ikinci dalganın üstünde de bir bulut vardır. Öylelikle dalga korkusu, rüzgar korkusu ve bulut korkusu bir arada bulunur.

Onu dalga üstüne dalga örter, anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna göre; Dalgalar peşpeşe gelir, öyle ki âdeta biri diğerinin üstündeymiş gibi, demektir. Denizin dalgaları kesintisiz arka arkaya gelip de bu dalgaların da üstünde bulut var ise, bu en korkulu bir haldir. İki bakımdan daha korkunçtur: Bir defa kişinin kendileriyle yolunu bulacağı yıldızların görülmesini önlemektedir. Diğer taraftan bulutlarla beraber rüzgar ve bulutlardan inen yağmur dolayısı ile korkunçtur.

"Birbiri üstünde karanlıklar." İbn Muhaysın ve İbn Kesîr'den, el-Bezzî izafet terkibi halinde ve "karanlıklar" anlamındaki kelimeyi esreli olarak; diye okumuştur. Buna göre meal şöyle olur: Onların üzerinde de karanlık bulutlar vardır. Biri diğerinin üstündedir...

Kunbul, "bulutlar" anlamındaki kelimeyi; şeklinde tenvinli olarak; "Karanlıklar" kelimesini de esreli ve tenvinli okumuştur. Bu okuyuş ise biraz sonra geleceği üzere birinci "karanlıklar" kelimesinin tekidi veya bedeli olur.

Diğerleri ise (her iki kelimeyi de) ref ile ve tenvinli okumuşlardır.

el-Mehdevî dedi ki: Bu âyeti; "Onun üstünde karanlık bulutlar vardır" şeklinde izafet halinde okuyanların kıraati şöyle açıklanır: Bulut bu karanlıklar zamanında yukarı doğru yükseldiğinden dolayı, ona izafe edilmiştir. Nitekim yağmur yağacağı vakit yükselen buluta da; "Rahmet bulutu" denilir. "Bulutlar vardır. O karanlıklar ki..." şeklinde "karanlıklar" anlamındaki kelimeyi mecrur okuyanlar, birinci "karanlıklar" kelimesini te'kid veya ondan bedel olmak üzere esreli okurlar. Bu durumda "bulut" kelimesi mübtedâ, "üstünden" kelimesi de haber olur. (Üstünde bulut vardır, anlamında). "Bulutlar vardır... karanlıklar" diye okuyanların kıraatine göre "karanlıklar" mahzuf bir mübtedânın haberidir, ifadenin takdirî de: Onlar karanlıklardır yahut bunlar karanlıklardır, şeklindedir.

İbnu'l-Enbarî dedi ki: "Onu da üstünden bir dalga kaplar" ifadesi tam değildir. (Burada cümle tamamlanmamaktadır). Çünkü; "onların üzerlerinde, bulutlar vardır" ifadesi "dalga" lâfzının sılasıdır. Vakıf ise yüce Allah'ın "onların üzerlerinde, bulutlar vardır" âyetinin bitiminde yapılırsa güzel bir vakıf olur. Sonrada; "birbiri üstünde karanlıklar" diye başlanılır. Onlar biri diğerinin üstünde olan karanlıklardır, demek olur. Mekkelilerden onların, yahut ... karanlıklar gibidir. Öyle karanlıklar ki biri diğerinin üstündedir" anlamına gelecek şekilde; şeklinde okudukları da rivâyet edilmiştir. Bu takdirde "bulutlar" anlamındaki kelime üzerinde vakıf yapmak güzel olmaz.

Diğer taraftan şöyle denilmiştir: Bu karanlıklarla kastedilen bulutun karanlığı, dalganın karanlığı, gecenin karanlığı ve denizin karanlığıdır. Bu karanlıklar içerisinde olan bir kimse hiçbir şey, bir yıldız dahi göremez.

Karanlıklarla, zorlukların kastedildiği" de söylenmiştir. Biri diğerinin üstünde olan zorluklar ve sıkıntılar, demektir. Bir başka açıklamaya göre karanlıklarla kâfirlerin amelleri, derin dalgalı denizle kâfirin kalbi, üstüste dalgalar ile onun kalbini bürüyen cehalet, şüphe ve şaşkınlık, bulutla kastedilen kalbinin kabuk bağlaması, kalbinin mühürlenmesidir. Bu anlamdaki açıklamalar İbn Abbâs ve başkalarından rivâyet edilmiştir. Yani o kalbiyle îman nurunu göremez, tıpkı denizde bu gibi karanlıklar içerisinde bulunan kimsenin elini yukarı doğru kaldırdığında onu göremeyecek halde olması gibi.

Ubeyy b. Ka'b dedi ki: Kâfir beş karanlık içerisinde döner durur. Sözü karanlıktır, ameli karanlıktır, girdiği yer karanlık, çıktığı yer karanlık, kıyâmet gününde varacağı yer de cehennem ateşindeki karanlıklardır, ki o ne kötü bir varış yeridir!

"Elini çıkarsa" bakan bir kimse

"neredeyse" karanlıkların şiddetinden dolayı

"onu dahi göremeyecektir." ez-Zeccâc ve Ebû Ubeyde dediler ki: Yani onu göremez, görme noktasına dahi yaklaşamaz. el-Hasen'in sözünün anlamı da budur. "Neredeyse" ifadesi onu görmeyi ummaz anlamındadır, el-Ferrâ' der ki: "Neredeyse" sıladır, (zâiddir) yani onu asla göremez, demektir. Nitekim onu tanımıyorum, anlamında -bu edat kullanılarak denilebilir.

el-Muberred der ki: Ancak olanca bir gayret harcadıktan sonra elini görebilir, demektir. Nitekim: "(...........) Karanlıktan dolayı neredeyse seni göremeyecektim" denildiği zaman ümit kestikten ve çok zorlandıktan sonra onu gördü, anlamını ifade eder.

Bunun görmeye yaklaşmakla birlikte görememek anlamını verdiği de söylenmiştir. Nitekim: "Damat neredeyse prens olacak, devekuşu neredeyse uçacak, ayakkabısı olan neredeyse binekli olacak" sözleri bu kabildendir.

en-Nehhâs dedi ki; Bu hususta en doğru açıklama şudur: Yani elini görecek noktaya yaklaşamaz. Onu görecek hale yaklaşamadığına göre ne yakın, ne uzak hiçbir şekilde onu göremez, demektir.

"Allah kime nûr vermemişse, onun nuru olmaz." Artık onun kendisiyle hidayet bulacağı bir nuru bulunmaz ve herşey onun için kapkaranlık olur. İbn Abbâs dedi ki: Allah'ın kendisine din vermediği bir kimsenin dini olmaz. Allah'ın kıyâmet gününde kendisinin aydınlığında yürüyeceği bir nûr vermediği kimse cennete giden yolu bulamaz. Yüce Allah'ın su âyetinde olduğu gibi:

"Sizin için aydınlığında yürüyeceğiniz bir nûr verir." (el-Hadîd, 57/28)

ez-Zeccâc der ki: Bu, dünyada olan bir şeydir. Allah'ın kendisine hidayet vermediği kimse, kendiliğinden hidâyet bulamaz, demektir.

Mukâtil b. Süleyman dedi ki: Bu âyet Utbe b. Rabia hakkında nazil olmuştur. O cahiliye döneminde bağlanacağı bir din arıyordu. O bakımdan rahiplerin kıyafetlerini giyinmiş, daha sonra da İslâm gelince kâfir olmuştu.

el-Maverdî de, Şeybe b. Rabia hakkında inmiştir, demektedir. O cahiliye döneminde rahipler gibi davranmaya çalışır, yün elbise giyinir ve bağlanacağı dini araştırırdı. Fakat İslâm gelince küfre saptı.

Derim ki: İkisi de kâfir olarak öldüler. Âyet-i kerîme ile her ikisinin de, başkalarının da kastedilmiş olma ihtimali uzak değildir. Şöyle de denilmiştir: Âyet-i kerîme Abdullah b. Cahş hakkında inmiştir. O müslüman olmuş, Habeşistan'a hicret etmiş, müslüman olduktan sonra da hristiyanlığa girmişti. es-Sa'lebi'nin naklettiğine göre Enes (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Muhakkak yüce Allah beni bir nurdan yarattı. Ebubekir'i de benim nurumdan yarattı. Ömer ve Âişe'yi; Ebubekir'in nurundan yarattı. Ümmetimin diğer mü’minlerini Ömer'in nurundan yarattı. Ümmetimin mü’min kadınlarını da Âişe'nin nurundan yarattı. Buna göre kim beni de sevmez, Ebubekir, Ömer ve Âişe'yi de sevmezse onun nuru olmaz." Bunun üzerine: "Allah kime nûr vermemişse, onun nuru olmaz" âyeti nazil oldu.

41

Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve saf saf uçan kuşlar, Allah'ı teşbih ederler. Onların herbiri kendi dua ve teşbihlerini bilir. Allah onların yaptıklarını çok iyi bilendir.

"Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve saf saf uçan kuşlar Allah'ı teşbih ederler." Şanı yüce Allah, âyetlerin açıklığını söz konusu ettikten sonra apaçık delilleri daha da arttırmakta ve O'nun yarattıklarının değişiklikleri ile kendilerini mutlak kemale kadir bir yaratan olduğuna delâlet ettiklerini açıklamaktadır. O halde rasûller gönderen O'dur. O rasûlleri göndermiş ve mucizelerle onları desteklemiştir. Onlar da cennet ve cehennemi haber vermişlerdir. "Görmedin mi ki" âyetinde hitab da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a olup, bilmedin mi ki anlamındadır ve maksat herkesdir.

"Göklerde" bulunan melekler

"ve yerde olanlar" cinler ve insanlar

"ve saf saf uçan kuşlar." Mücahid ve başkaları derler ki: Namaz kılmak insana aittir, teşbih getirmek de O'nun dışındaki yaratıkların özelliğidir. Süfyan da der ki: Kuşların rükû' ve secdesi olmayan bir namazları vardır. Denildiğine göre kuşların kanat çırpmaları bir namazdır, sesleri teşbihtir. Bunu da en-Nekkaş nakletmiştir.

Bir açıklamaya göre burada sözü edilen teşbih, yaratılmış varlıklarda görülen ilâhî sanatın eserleridir.

"Saf saf uçan kuşlar" âyeti, havada kanatlarını sıraya dizmiş kuşlar, demektir. Cemaat; "Kuşlar" kelimesini" Olan" kelimesine atf ile merfû' okumuşlardır. ez-Zeccâc der ki; "Ve saf saf uçan kuşlarla beraber" anlamını da vermek üzere "kuşlar" anlamındaki kelime nasb ile okunabilir. en-Nehhâs dedi ki: Ben onun; ifadesi Zeyd ile birlikte ayağa kalktım anlamında kullanıldığını söylediğini duydum. Hatta burada nasb ile okumak, ref ile okumaktan daha uygundur, demiştir. Şayet; Ben ve Zeyd kalktım" diyecek olursan, burada ref ile okumak daha güzeldir, nasb da caizdir.

"Onların herbiri kendi dua ve teşbihlerini bilir" ifadenin anlamı şöyle olabilir: Yüce Allah, onların herbirüsinin namazlarını ve teşbihlerini bilmektedir. Yani namaz kılan herkesin namazını, teşbih eden herkesin teşbihini bilmektedir. Bundan dolayı da "Allah onların yaptıklarını çok iyi bilendir" diye buyurmaktadır. Yani onların itaatlerinden de, teşbihlerinden de hiçbir şey ona gizli kalmaz. İşte bu bakımdan sonraki fiilin ne olduğunu açığa çıkardığı bir fiil takdir ederek, Basra'lılara ve Kûfe'lilere göre; "Herbiri" kelimesinin nasb ile okunmasını câiz kabul etmişlerdir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Namaz kılan ve teşbih eden herkes kendisinin mükellef tutulduğu namazı ve teşbihi bilir. Bazıları da; "Onların herbirinin namazı ve teşbihi bilinmiştir" şeklinde meçhul fiil olarak okumuşlardır. Kimi nahivcilerin naklettiğine göre de bazıları; diye okumuştur. Bu ifadenin takdiri de şöyle olabilir: Yüce Allah onların herbirisine namazlarını ve teşbihlerini öğretmiştir. Anlam şöyle de olabilir: Herkes başkasına kendisinin namazım ve teşbihini öğretmiştir. Buna göre burada "öğretmek" kavratmak ve anlatmak demek olur. Maksat, özellikle kendilerine öğretilenlerdir. Çünkü insanlar arasında kendilerine öğretilmeyenler de vardır. Anlam şöyle de olabilir: Delil olarak gören herkes, bunlardan delil olarak faydalanmıştır. Buna göre delillendirme "öğretme" ile ifade edilmiş olmaktadır.

Burada "salât (namaz)" teşbih manasınadır, te'kid olmak üzere tekrarlanmıştır. "O sırrı ve fısıltıyı bilir" demek gibi. Namaza bazen "teşbih" ismi da verilebilir. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî yapmıştır.

42

Göklerle yerin mülkü Allah'ındır ve dönüş Allah'adır.

"Göklerle yerin mülkü Allah'ındır ve dönüş Allah'adır." Bu âyet da ha önce bir kaç yerde açıklanmış bulunmaktadır.

43

Görmez misin ki Allah, bulutları sürüyor, sonra aralarını birleştiriyor, sonra onları üstüste yığıyor? Yağmurun onların aralarından çıktığını görürsün ve gökten içinde dolu bulunan bazı dağlardan (dolu) indirir. Onu dilediğine isabet ettirir, dilediğinden de uzak tutar. Onun şimşeğinin şiddetli ışığı gözleri neredeyse alıverecek.

"Görmez misin ki Allah bulutları sürüyor..." âyetinde yüce Allah, delillerinden bir başkasını söz konusu etmektedir. Kalp gözlerinle

"görmez misin ki Allah bulutları" yine kendisinin dilediği yere

"sürüyor" demektir. "Rüzgar bulutlan sürer, inek de yavrusunu sürer" demektir, "Haracın toplanması kolaylaştı" tabiri de buradan gelmektedir. Şair en Nâbiğa da şöyle demiştir:

"Sana ailemin yanından ve vatanımdan geldim,

Zayıf düşmüş bir canı -onda bir ramak kaldıkça- sana doğru sürüyorum."

Yine şair şöyle demektedir:

"Cevza hurcundan üzerine geceleyin bir yağmur yürüdü,

Kuzey (tarafından gelen bulut) onun üzerine dolu yağdırıyor."

"Sonra aralarını birleştiriyor." Yani güçlensin, birbirine bitişsin, kesafeti artsın diye dağınıkken onları toplayıp bir araya getiriyor. "Te'lif (birleştirmek)" kelimesi aslında hemzelidir. O bakımdan: "Birleşti" denilir. Hemzesiz olarak "vav" ile; "Birleştiriyor" şeklinde de okunmuştur.

"Bulut (anlamındaki; es-sehâb)" kelimesi lâfız İtibariyle tekildir, ancak anlamı çoğuldur. Bundan dolayı yüce Allah:

"Bulutları sürüyor" diye buyurmaktadır.

“Araları" kelimesi ancak iki ve daha fazlası için kullanılır. Burada (tekil olarak): "Arasını (mealde; aralarını)" şeklinde kullanılması nasil câiz olmuştur? Cevab şudur: Burada bu kelime çoğul olan bulutlar hakkında kullanılmıştır. Nitekim: "Ağaçlar arasında oturdum" denirken "ağaçlar" anlamındaki kelime olan "eş-şecer" kelimesi de lafıen tekildir. Böyle denilebilmesi mana itibariyle çoğul olmasından dolayıdır. "Aralarında" kelimesindeki "he" zamirinin müzekker olarak gelmesi râci olduğu "es-sehâb; bulutlar" kelimesinin lâfzı böyle olduğundan dolayıdır. Bu anlamdaki açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır.

Bir diğer cevab da şu şekildedir: "es-Sehab: bulut" kelimesi tekil olduğundan dolayı; "Arasında" demek câiz olmuştur. Çünkü bulut (tekil olmakla birlikte) pek çok parçayı ihtiva etmektedir. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

"Dehul ile Havmel arasında..."

Görüldüğü gibi burada şair "arasında" anlamındaki kelimeyi tekil olmasına rağmen "Dehûl" kelimesinin başına getirmiş bulunmaktadır. Buna sebeb ise oranın bir çok yeri kapsaması dolayısıyladır.

Nitekim: "Küfe arasında dolaşıp durdum" derken de böyledir. Çünkü Kûfe'de pek çok yerler bulunmaktadır. Bu açıklamayı da ez-Zeccâc ve başkası yapmıştır. el-Esmaî ise böyle bir kullanımın câiz olmadığı kanaatindedir. O bakımdan o (az önce naklettiğimiz mısraın bir bölümünü): diye rivâyet ederdi.

"Sonra onları üstüste yığıyor." Yani topluca bir arada, biri diğerinin üstüne getiriyor. Yüce Allah'ın şu âyeti da buna benzemektedir:

"Eğer gökten düşen bir parça görseler: Üstüste yığılmış bir buluttur diyeceklerdir." (et-Tûr, 52/42) "er-Rakm: Üstüste yığmak"; bir şeyi üstüste toplamak demektir. Bu anlamdan hareketle bir şeyi toplayıp, birini diğerinin üzerine bırakan kimsenin bu halini anlatmak üzere; "Bir şeyi üstüste yığdı, yığar" denilir. Bir şey kendisine toplanıp, bir araya geldiği vakit de; "Teraküm etti, birikti" denilir. "er-Rukme" de bir araya gelmiş toplu çamur demektir. "er-Rukâm" da üstüste yığılmış kum anlamındadır. Bulut ve benzeri şeyler de böyledir. da, yolun yürünen geniş bölümü demektir.

"Yağmurun onun aralarından çıktığını görürsün" âyetinde (yağmur anlamı verilen): "el-vedk" kelimesi ile İlgili iki görüş vardır. Bir görüşe göre bundan kasıt şimşektir. Bu açıklamayı Ebû'l-Eşheb el-Ukaylî yapmıştır. Şairin şu beyîti de bu kabildendir:

"Bir toz bulutu çıkardık biz, onlar da arasından çıktılar,

Tıpkı bulutun arasından şimşeğin çıkması gibi."

İkinci açıklamaya göre bu kelime yağmur demektir. Cumhûr böyle açıklamıştır. Şairin şu beyiti de bu kabildendir:

"Ne onun yağmuruna benzer bir yağmur yağdırabilmiştir bir bulut,

Ne de herhangi bir yer O'nun bitirdiğini bitirebilmiştir."

İmruu’l-Kays de şöyle demektedir:

"O iki gözün yaşı yağmurdur, ardı arkasına dökülen bir sudur,

uzun süre devam eden yağmurdur,

Kesintisiz akandır, damla damla yaştır ve (iki gözüm yaş) dökmektedir."

Bulut yağmur yağdırdı" denilir. "Yağışlı" anlamına; denilir. "Yağmur damla damla yağdı" demektir. ) Ona yakınlaştım" anlamındadır. Bir şeye olan tutkusu dolayısıyla boyun eğen kimseye misal olarak verilen;" Deve suya yaklaştı" tabiri de buradan gelmektedir.

Yakın olan yere; denilir. "Bir şeyle teselli buldum, ünsiyet buldum" kısrak atı istedi" demek olur." Eşeği arzulayan dişi eşek"; "Karşı cinsi isteyen at veya kısrak" demektir. da denilir. "Aşırı sıcak" demektir.

Aralar" kelimesi in çoğuludur. "Dağ" kelimesinin çoğulunun; diye gelmesi gibidir. Bu kelime, yağmurun arasından çıktığı boşluklar ve aralıklar, çıkış yerleri demektir. Daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/164. âyet, 13. başlıkta) Ka'b el-Ahbâr'ın şöyle dediği kaydedilmiştir: Bulut, yağmurun eleğidir. Şayet semadan su indiğinde bulut olmasa, inen bu su, yerde neyin üzerine düşerse onu bozardı, tahrib ederdi.

İbn Abbâs, ed-Dahhak ve Ebû'l-Âl-iyye bu kelimeyi tekil olarak "Arasından" diye okumuşlardır. Nitekim günlük konuşma esnasında; "Ben kavim ortasında, arasında idim" denilir.

"Ve gökten İçinde dolu bulunan bazı dağlardan (dolu) indirir." Denildiğine göre yüce Allah, semada dolu dağları yaratmıştır. O bunlardan doluları yağdırır, İfadede hazfedilmiş kelimeler vardır, yani, O dolu dağlarından dolu indirir. Buna göre burada "dolu" anlamındaki mef'ûl hazfedilmiştir. el-Ferrâ' da buna yakın bir açıklama yapmıştır. Çünkü ona göre ifadenin takdiri "dolu dağlarından" şeklindedir. Ona göre dağlar ile dolu aynı şeylerdir. Âyet-i kerîmedeki "dolu" anlamındaki kelime de cer mahallindedir, Onun bu açıklamasına göre anlam: Orada dolu dağlarından indirir" burada "dağlar" anlamındaki kelime tenvinli olmalıdır.

Şöyle de açıklanmıştır: Allah, semâda içlerinde dolu bulunan dağlar yaratmıştır. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Ve O, içinde dolu bulunan semadaki dağlardan (dolu) indirir. Buna göre buradaki: "...dan" sıladır.

Bir başka görüşe göre anlam şudur: O, semâdan dağlar kadar yahut dağlar gibi doluları yere indirir. O takdirde birinci: "...dan" gaye içindir. Çünkü başlangıç yeri semadan indirmektir. İkincisi ise teb'îz içindir, çünkü dağların bir kısmı doludur. Üçüncüsü ise cinsin beyanı içindir, zira o dağların türü doludan olmaktır. el-Ahfeş dedi ki: Burada: "min; ...dan" edatı "dağlarda" lâfzında, "dolu" kelimesinden önce de, yani her iki yerde de fazladan gelmiştir. "Dağlar" ve "dolu" nasb mahallindedir. Yani O, semadan dağlar gibi olan dolu indirir, anlamındadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Onu dilediğine isabet ettirir, dilediğinden de uzak tutar." Bu durumda O'nun isabet ettirmesi bir azap, uzaklaştırması da bir nimet olmaktadır. Daha önceden el-Bakara Sûresi (2/19. âyetin tefsiri) ile er-Ra'd Sûresi (13/12-13. âyetlerin tefsiri)nde geçtiği üzere gökgürültüsünü duyan bir kimse üç defa: "Gökgürültüsünün kendisine hamd ile meleklerin de korkusundan tesbih ettiği zat, her türlü eksiklikten münezzehtir" diyecek olursa, o gökgürültüsü dolayısıyla meydana gelecek musibetlerden esenliğe kavuşturulur.

"O'nun şimşeğinin şiddeti" yani o bulutta meydana gelen şimşeğin ışığı, ileri derecedeki parlaklığı ve ışığından dolayı

"gözleri neredeyse alıverecek." Şair eş-Şemmâh şöyle demektedir:

"Şiddetli parıltısını yükselttiğinde,

Mutlaka ışığını görecekti neredeyse; gören müstesna."

Şair İmruu’l-Kays da şöyle demektedir:

"Aydınlatıyor ışığı ya da (onun ışığı) bir papazın bol zeytinyağına

Fitilini batırdığı kandil gibi etrafı aydınlatıyor."

Buna göre; hem şimşeğin ışığı hem tedavi amacıyla kullanılan bir bitki demektir, (........) ise yükseklik antemim ifade eder. İşte Talha b. Mûsarrif de bu kelimeyi bu şekilde ve ışığının şiddeti ve netliği hususunda mübalağa ifade anlamında okumuştur. O böylelikle hakkında "şeref" anlamını ihtiva eden kipi kullanmış olmaktadır. el-Muberred dedi ki: Sonu hemzesiz olarak bu kelime parlaklık anlamındadır. Eğer şeref ve şan manasına kullanılacak olursa, medli (sonu hemzeli) olarak kullanılır. İkisinin de asıl anlamı birdir, o da parlamaktır. Talha b. Mûsarrif de; "Işıklarının üstün aydınlığı" diye okumuştur. Ahmed b. Yahya dedi ki: İkinci kelime; in çoğuludur. en-Nehhâs da şu açıklamayı yapmaktadır: Bu, şimşek (anlamına gelen: el-berk)in bir miktarını ifade eder. "Be" harfi üstün okunursa, bir tek şimşek çakışı anlamına gelir.

el-Cahderî ile İbnu'l-Ka'kâ' da: şeklinde "ya" harfini ötreli ve "he" harfini e'sreli olarak; kökünden gelmiş bir fiil şeklinde okumuşlardır. Bu durumda; deki "be" zâid ve sıla demektir, (Anlamı, Cumhûrun kıraatinde olduğu gibi, gözleri... alıverecek, şeklindedir). Diğerleri ise "ya" ve "he" harflerini üstün olarak; "Gözleri... alıverecek" diye okumuşlardır. Buradaki "be" harfi de insak içindir.

Şimşek, bulutun kesif olarak üstüste yığılmış olduğuna delildir. Ayrıca yağmurun şiddetli geleceğinin müjdesidir. Yıldırım düşeceğinden de sakındıncidır.

44

Allah, gece ve gündüzü evirip çevirir. Şüphesiz ki bunda basîret sahipleri için bir İbret vardır.

"Allah gece ve gündüzü evirip çevirir." Denildiğine göre onları evirip çevirmesi, birini diğerinden sonra getirmesi demektir. Bir diğer açıklamaya göre, onları eksiltip arttırması demektir. Bir başka açıklamaya göre bu, gündüzün kimi zaman bulutun karanlığıyla, kimi zaman da güneşin aydınlığı ile değiştirilmesidir. Gece de aynı şekilde kimi zaman bulutun karanlığı ile kimi zaman da ayın ışığı ile değişmektedir. Bu açıklamayı en-Nekkaş yapmıştır.

Bir diğer açıklamaya göre; evirilip çevirilmeleri bunlarda takdir edilmiş bulunan hayır ve şer, fayda ile zararın farklılığı ile olur.

"Şüphesiz ki bunda" yani sözünü ettiğimiz gece ile gündüzün evirilip çevirilmesi ile yağmur, yaz ve kış hallerinde

"basiret sahipleri" Benim yarattığım insanlar arasından basiret ehli olanlar

"için bir İbret" dersi

"vardır."

45

Allah, bütün canlıları sudan yarattı. Onlardan bazısı karnı üzerinde yürür, bazısı İki ayak üzere yürür, bazısı dört ayak üzere yürür. Allah dilediğini yaratır. Muhakkak Allah, herşeye güç yetirendir.

"Allah, bütün canlıları sudan yarattı" anlamındaki âyeti Yahya b. Vessâb, el-A'meş, Hamza ve el-Kisaî izafet yaparak; "Allah herşeyin... yaratıcısıdır" diye okumuşlardır, Diğerleri de: "... yarattı" diye fiil olarak okumuşlardır. Denildiğine göre: Her iki kıraatin de mana itibariyle anlamı doğrudur. Yüce Allah, iki hususu haber vermiş olmaktadır. Bununla ilgili olarak: İki kıraatten biri diğerinden daha sahihtir, demeyi gerektirecek bir durum yoktur.

Bir diğer açıklamaya göre "yarattı" ifadesi özel bir şey için kullanılır. "Yaratıcı" da genel anlamda kullanılır. Nitekim yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:

"Yaratıcıdır, bari'(yoktan var eden)dir." (el-Haşr, 59/24) Özel yaratmayı ifade etmek üzere de:

"Hamd gökleri ve yeri yaratan... Allah'ındır." (el-En'âm, 6/1) diye buyurmuştur.

"Sizi tek bir candan yaratan...O'dur." (el-A'raf, 7/189) âyeti da böyledir. O halde: "Allah bütün canlıları sudan yarattı" âyetinin da böyle olması gerekir.

Canlı (demek olan; ed-dâbbe): Yeryüzünde hareket eden herbir canlı için kullanılır. "Hareket etti, debelendi, hareket etti, debelenir, hareket edici" denilir. Sondaki "he" (yuvarlak te) mübalağa İçindir. Buna dair açıklamalar da daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/164. âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"Sudan" âyetinin kapsamına cinler ve melekler dahil değildir. Çünkü bizler onları görmediğimiz gibi, sudan yaratıldıkları da sabit olmamıştır. Hatta sahih hadiste şöyle denilmektedir: "Melekler nurdan yaratılmışlardır, cinler de nârdan (ateşten) yaratılmışlardır." Müslim, Zühci 60; Müsned, VI, 153 Bu hadis daha önceden de geçmiş bulunmaktadır. (Bk. el-Hicr, 15/27. âyetin tefsiri)

Müfessirler derler ki: "Sudan" âyeti ile kastedilen nutfeden yaratıldıklarıdır. en-Nekkaş der ki: Bununla erkeklerin menileri kastedilmiştir. Aklî ilimlerle uğraşanların çoğunluğu (Cumhûrun-nazara) derler ki; Bu âyetle yüce Allah'ın yaratmış olduğu herbir canlıda bir su bulunduğunu kastetmektedir. Âdem (aleyhisselâm)ı su ile çamurdan yarattığı gibi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın Bedir gazvesinde, kendisine: Sîz kimlerdensiniz? diye soran yaşlı adama: "Biz su'danız." İbn Hişâm, es-Sîretu'n-Nebeviyye, II, 195 cevabını verdiği hadiste buna göre açıklanır.

Bazıları da şöyle açıklamışlardır: Burada cin ve melekler müstesna değildir. Aksine herbir canlı sudan yaratılmıştır. Ateş de sudan yaratıldığı gibi, rüzgar da sudan yaratılmıştır. Zira yüce Allah'ın kâinatta ilk yarattığı şey sudur. Daha sonra da ondan herbir şeyi yaratmıştır.

Derim ki: Bu açıklamanın doğruluğuna yüce Allah'ın:

"Onlardan bazısı karını üzerinde yürür" âyeti delil teşkil etmektedir. Karın üzerinde yürümek yılanlar ve balıklar ile onlara benzer kurtçuk ve diğerleri hakkındadır. İki ayak üzerinde yürümek insan ile yürümesi halinde kuşlar için söz konusudur. Dört ayak üzerinde yürümek de diğer canlılar içindir. Ubeyy'in Mushaf ında da: Aralarından daha fazlası üzerinde yürüyenler de vardır" fazlalığı da bulunmaktadır. Bu fazlalık yengeç ve yeraltında bulunan çeşitli haşeratın tümünü kapsamaktadır. Ancak bu icmâ' ile sabit olmuş Kur'ân ifadesi değildir. Bununla birlikte en-Nekkaş şöyle demektedir: Yüce Allah'ın âyetinde "dört ayak" üzerinde yürüyenler söz konusu edilmekle daha fazla ayak üzerinde yürüyenlerin söz konusu edilmesine gerek duyulmayarak yetinilmiştir. Çünkü bütün hayvanların aslında esas dayandıkları dört ayaktır. Bunlar da onun yürümesinin esasını teşkil ederler. Bazılarında ayakların çokluğu yaratılışındaki bir fazlalıktır. O hayvan yürürken onların hepsine ihtiyaç duymaz.

İbn Atiyye der ki: Görünen şu ki, bu çok sayıdaki ayak boşuna yaratılmış değildir. Aksine hayvanın bir yerden bir yere gitmesinde onlara gerek duyulur. Hepsi de hayvanın hareketi halinde hareket ederler.

Kimisi de şöyle demiştir: Âyet-i kerîmede dört ayak üzerinde yürümenin söz konusu olmadığını belirten bir ifade yoktur. Zira âyette aralarında dört ayaktan fazlası üzerinde yürüyenleri yoktur, denilmemiştir. İfadede hazfedilmiş sözler olduğu da söylenmiştir: "Onların arasından da dört ayaktan daha fazlası üzerinde yürüyenleri de vardır." Tıpkı Ubeyy'in Mushaf'ında olduğu gibi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Dâbbe (canlı)" kelimesi aklı eren ve ermeyen bütün varlıkları kapsar. Bu bakımdan akıl sahibi olan varlık, akıl sahibi olmayan varlıklarla birlikte bulunduğundan dolayı galib getirilmiştir (tağlîb.) Çünkü muhatab olan ve kendisinden ibadet etmesi istenilen odur. Bundan dolayı yüce Allah (akıl sahibi varlıklar için kullanılan zamir olan);

"Onlardan bazısı" ile:

"Yürür" diye buyurmuştur. Yüce Allah, bu farklılıkları söz konusu etmekle yaratıcının varlığını isbata işaret etmektedir. Yani eğer bütün bunları mutlak hür irade ve tercih sahibi bir yaratan olmasaydı, bunların arasında böyle farklılıklar olmazdı. Aksine hepsi tek bir tür olurdu, bu da yüce Allah'ın şu âyetini andırmaktadır:

"Hepsi bir su ile sulanır. Yine de onlardan bir kısmını lezzetlerinde, bir kısmından üstün kılıyoruz. Şüphesiz bunlarda da aklını kullananlar için âyetler vardır." (er-Ra'd, 13/4)

"Allah dilediğini yaratır, muhakkak Allah herşeye güç yetirendir." Dilediği herşeyi yaratma kudretine sahiptir.

46

Yemin olsun ki Biz, açıklayıcı âyetler indirdik. Allah, dilediğini sırat-ı müstakime iletir.

"Yemin olsun ki Biz, açıklayıcı âyetler indirdik. Allah dilediğini sıratı müstakime iletir." Buna dair açıklamalar birden çok yerde daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

47

"Biz, Allah'a ve Rasûlüne îman ve itaat ettik" derler. Bundan sonra da onlardan bir kısmı geri dönerler. Onlar mü’minler değildir.

Yüce Allah'ın:

"Biz, Allah'a ve Rasülüne Îman ve itaat ettik, derler"

âyeti ile kastedilenler münafıklardır. Onlar dilleriyle, yakînleri ve ihlâsları bulunmaksızın: Allah'a ve Rasûlüne îman ettik, itaat ettik, derler. Ancak onlar bu sözlerini söylemekle birlikte yalan söylüyorlar. Çünkü

"sonra da onlardan bir kısmı geri dönerler. Onlar mü’minler değildir."

48

Aralarında hükmetmek İçin onlar Allah'a ve Rasûlüne çağırıldıklarında, onlardan bir kısmı yüz çevirir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Âyetlerin Nüzul Sebebi:

"Aralarında hükmetmek İçin onlar Allah'a ve Rasûlüne çağırıldıklarında..." âyeti ile ilgili olarak Taberî ve başkaları şöyle demişlerdir: İsmi Bişr olan münafıklardan biri ile yahudilerden bir adam arasında bir arazi hakkında anlaşmazlık vardı. Yahudi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın huzurunda mahkemeleşmeye, onun hükmüne başvurmaya çağırdı onu. Münafık haksız idi, o bunu kabul etmeyerek: Muhammed bize haksızlık yapar. Bunun yerine biz Ka'b b. el-Eşref in hakemliğine başvuralım, dedi. Bu âyet onun hakkında nazil oldu.

Bir görüşe göre de âyet-i kerîme, Ümeyye oğullarına mensub el-Muğîre b. Vâil hakkında inmiştir. Muğire ile Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) arasında bir su ve bir arazi ile ilgili anlaşmazlık konusu vardı. Muğire, Ali ile Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın huzurunda mahkemeleşmeyi kabul etmeyerek: O, bana buğzeder deyince, âyet-i kerîme nazil oldu. Bunu da el-Maverdî nakletmektedir. el-Maverdî der ki: Burada (tekii olarak):

"Hükmetmek için" diye buyurufup "hükmetmeleri için" denilmemesi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın kastedilmiş olması dolayısıyladır. Yüce Allah'ın anılarak âyete başlanması ise, Allah'ı ta'zim ve söz başlangıcı içindir.

49

Eğer hak kendilerinin ise ona sürat ve İtaatle gelirler.

2- Allah ve Rasûlü Hükmü Karşısında Münafıkların Tavırları:

"Eğer hak kendilerinin ise ona sürat ve itaatle gelirler." Ona itaat eder boyun eğerler. Çünkü Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın hak ile hükmedeceğini bilirler.

"Filan kişi filanın hükmüne itaat (iz'an) etti, eder" denilir. en-Nekkaş da bu kelimenin boyun eğmek anlamında olduğunu söylemiştir, Mücahid, hızlıca gelmek diye açıklamıştır. el-Ahfeş ve İbnu’l-Arabî de kabul ve ikrar etmek, diye açıklamışlardır.

50

Acaba kalblerinde hastalık mı vardır bunların? Yoksa şüpheye mi düştüler? Yahut Allah ve Rasulü kendilerine haksızlık eder diye mi korkarlar? Hayır, onlar zulmedenlerin tâ kendileridir.

"Acaba kalblerinde hastalık" şüphe ve tereddüt

"mı vardır bunların? Yoksa şüpheye mi düştüler?" Yoksa Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın peygamberliği ve adaleti hususunda onlarda bir şüphe mi meydana geldi?

"Yahut Allah ve Rasûlü" vereceği hükümde haksızlık ederek, zulme saparak

"kendilerine haksızlık eder diye mi korkarlar?" Burada âyetin soru lâfzıyla gelmesi, azarlama üslûbunun daha ağır, yermenin daha ileri derecede oluşundan dolayıdır. Cerir'in överken kullandığı ifadeler de böyledir:

"Sizler bineklerin sırtına binenlerin en hayırlıları,

Ve bütün insanlar arasında el ayaları en ıslak en cömert ihsanlarda

bulunan) kimseler değil misiniz?"

"Hayır onlar zulmedenlerin" inatçı kâfirlerin

"tâ kendileridir." Çünkü yüce Allah'ın hükmünden yüz çeviriyorlar.

3- Zımmîlerin, Müslümanlarla ve Kendi Aralarındaki Anlaşmazlıklarda Hüküm Vermek Yetkisi Kime Aittir?

Eğer verilecek hüküm antlaşmalı ile müslüman arasında ise yargı yetkisi müslümanlara aittir, zimmet ehlinin bu konuda herhangi bir hakları yoktur. Şayet anlaşmazlık konusu iki zımmî arasında ise bu hususta yetki onlarındır. Şayet taraflar İslâm'ın hakimine başvuracak olurlarsa, o dilediği takdirde hüküm verir, dilediği takdirde onlardan yüz çevirir. el-Mâide Sûresi'nde (5/42. âyet, 2. başlıkta) geçtiği gibi.

4- Allah ve Rasûlünün Hükmüne Daveti Kabulün Gereği:

Bu âyet-i kerîme Allah ve Rasûlünün hükmüne çağıranın, çağrısını kabul etmenin farz olduğuna delil teşkil etmektedir. Çünkü yüce Allah, kendisi ile hasmı arasında hüküm vermek üzere Allah Rasûlüne çağırılan (ve bunu kabul etmeyen) kimseyi en çirkin ifadelerle yermiş ve: "Acaba kalblerinde hastalık mı vardır bunların?" diye buyurmuştur,

İbn Huveyzîmendâd der ki: Hakimin meclisine çağırılan herkesin bu çağrıyı -hakimin fasık olduğunu bilmediği sürece, yahut ta davacı ile davalı arasında bir düşmanlık olduğunu bilmediği sürece- bu çağrıyı kabul etmesi farzdır.

ez-Zehrâvi senedini kaydederek el-Hasen b. Ebi'l-Hasen'in rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kimin hasmı kendisini müslüman hakimlerden bir hakime çağırdığı halde bunu kabul etmeyecek olursa, o kimse zalimdir ve onun hiçbir hakkı yoktur." Benzer rivâyetler ve değerlendirmeler için bk.- el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV, 198 Ayrıca bk. el-Mâverdi, en-Naket ve'l-Uyûn, IV, İlâda muhakkikin 2 no'lu notu. Bunu el-Maverdî de zikretmiş bulunmaktadır.

İbnu'l-Arabîdedi ki: Bu, bâtıl bir hadistir. "O zalim bir kimsedir" sözü ise doğru bir sözdür. "Onun hiçbir hakkı yoktur" ifadesi ise sahih olamaz. Bununla o kimse hak üzere olamaz, demek,istemiş olabilir.

51

Aralarında hükmetmek üzere Allah'a ve Rasûlüne davet olunduklarında, mü’minlerin sözleri ancak: "İşittik ve itaat ettik" demektir. İşte bunlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.

"Aralarında hükmetmek üzere Allah'a ve Rasûlüne" yani Allah'ın kitabına ve Rasûlünün hükmüne

"davet olunduklarında mü’minlerin sözleri ancak; İşittik ve itaat ettik, demektir." İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah bu âyeti ile hoşlarına gitmeyen hususlarda olsa dahi muhacirlerle, ensarın itaatkâr olduklarını haber vermektedir. Yani bu gibi hallerde onların söyleyecekleri söz budur. Diğerleri ise eğer mü’min olsalardı, onlar da: İşittik ve itaat ettik, demeliydiler. Âyetteki

"demek" anlamındaki kelime; in haberi olarak nasbedilmiştir. Bunun ismi ise "demektir" âyeti nd ad ir. Bu da yüce Allah'ın şu âyetini andırmaktadır:

"Onlar yalnızca şöyle diyorlardı: Rabbimiz günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlıklarımızı affet..." (Al-i İmrân, 3/147)

Bir açıklamaya göre: "Mü’minlerin sözleri ancak..." âyeti anlatılan diğer ifadeler arasında bir sıla (ara cümlesi) durumundadır. Yüce Allah'ın:

"Onlar: Beşikte bulunan bir çocuk ile nasıl konuşulur?, dediler" (Meryem, 19/29) âyeti gibi.

İbnu'l-Ka'kâ da: "Aralarında hükmetmek üzere" âyetini meçhul olarak; "Aralarında hükmolunmak üzere" diye okumuştur, Ali b. Ebî Tâlib de: "söz..." kelimesini re ile okumuştur.

52

Kim, Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa, İste onlar kurtulan kimselerdir.

"Kim" vermiş olduğu emir ve hükümlerde

"Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa" âyetindeki

"O'ndan sakınırsa" anlamındaki kelimeyi Hafs; şeklinde cezm etmek niyetiyle "kaf" harfini sâkin okumuştur. Şair de şöyle demiştir:

"Kim sakmıra, muhakkak, Allah onunla beraberdir,

Nitekim yüce Allah'ın rızkı gider ve gelir."

Diğerleri ise bunu esrelî okumuşlardır. Çünkü bu kelimenin cezm hali (zamirden önceki) son harfi (olan "ya")nin hazfi İledir. Ebû Amr ve Ebubekr ise "he" harfini sakin okumuşlardır. Ya'kub ile Kalûn, Nafî'den Ebû Amr'dan el-Busti ve Hafs ise kesreyi belli belirsiz (ihtilas ile) çıkartmışlardır. Diğerleri ise "he" harfini açıkça kesreli okumuşlardır.

"İşte onlar kurtulan kimselerdir" âyeti ile ilgili olarak Eslem'in naklettiğine göre Ömer (radıyallahü anh), Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın mescidinde ayakta namaz kılmakta iken Rum Dih kan 'larından bir adam onun yanı başında durmuş ve şöyle diyormuş: Ben de şehadet ederim ki Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur ve yine şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın Rasûlüdür. Ömer ona: Bu halin ne, diye sorunca, o da: Allah'a teslim oldum, demiş. Ömer (radıyallahü anh) ona: Bunun bir sebebi var mı, diye sorunca, şu cevabı vermiş: Evet, ben Tevrat'ı, Zebur'u, İncil'i ve peygamberlere gönderilen kitapların bir çoğunu okudum. Bir esirin Kur'ân'dan bir âyeti okuduğunu işittim. Bu âyet-i kerîmede daha önce geçen kitaplardakî bütün muhtevayı toplamış olduğunu gördüm. Bildim ki bu Allah tarafından gönderilmiş bir kitaptır. O bakımdan ben de müslüman oldum. Ona: Bu hangi âyettir? diye sorunca, şu cevabı verdi: Bu âyet yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Kim" farz olan hususlarda

"Allah'a" sünnet olan hususlarda

"ve Rasûlüne itaat ederse" ömrünün geçmiş olanında

"Allah'tan korkar ve" geri kalan ömründe de

"O'ndan sakınırsa, İşte onlar kurtulan kimselerdir." Kurtulan kimse ise cehennem ateşinden kurtulup, cennete girdirilen kimse demektir. Bunun üzerine Ömer (radıyallahü anh) dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bana geniş kapsamlı, özlü sözler (cevâmiu'l-kelim) verildi." Sadece kıssanın sonunda işaret edilen hadis için: Buhârî, Ta'bir 11; Müslim, Mesâcid 5-8; Tirmizî, Siyer 5. Ayrıca bk.: el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, I, 169.

53

Eğer sen, onlara emredersen "muhakkak çıkacaklardır" dîye var güçleriyle Allah adına yemin ettiler. De ki: "Yemin etmeyin (Sizden istenen) ma'rûf bir itaattir. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır."

"... var güçleriyle Allah adına yemin ettiler" âyeti ile tekrar münafıklardan söz edilmektedir. Çünkü yüce Allah, onların Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın hükmünden hoşlanmadıklarını açıklayınca, onlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın yanına gelerek şöyle dediler: Allah'a yemin olsun, şayet bizlere yurdumuzu bırakıp çıkmayı, hanımlarımızı ve mallarımızı terketmeyi emredecek olursan, bunları dahi yaparız. Bize cihadı emredecek olursan, elbette cihad ederiz, dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Yani onlar Allah adına yemin ederek bundan böyle seninle birlikte Savağa çıkacaklarına ve itaat edeceklerine dair yemin ettiler.

"Var güçleriyle"; yemin edebildikleri kadar yemin ettiler, demektir. Mukâtil dedi ki: Kim Allah adına yemin ederse, o yemini var gücüyle yapmış demektir. Daha önceden buna dair açıklamalar el-En'âm Sûresi'nde (6/109. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"Var güçleriyle" anlamındaki kelime mastar kabul edilerek nasb edilmiştir. İfade; "İleri derecede yemin ederek" takdirindedir.

İfade, "de ki: Yemin etmeyin" âyeti ile tamam olmaktadır. "Mâruf bir İtaat" yemin etmenizden sizin için daha uygundur. Ya da siz ma'rûf bir şekilde itaat edin, halis bir kalble ma'rûf söz söyleyin, yemine gerek yoktur. Mücahid dedi ki: İfadenin anlamı şu şekildedir: Sizin itaatinizin mahiyeti bilinen bir iştir. O da yalan söylemektir ve yalanlamaktır. Yani sizden ma'rûf olan (sizin bilinen tavrınız) ihlâs değil, yalancılıktır.

"Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır." Sözle itaat ettiğinizi, fiilen de muhalefet ettiğinizi bilir.

54

De ki: "Allah'a da İtaat edin, Rasûlüne de itaat edin." Eğer yüz çevirirseniz, ona düşen ancak ona yükletilendir. Size düşen de size yükletilendir. Ona itaat ederseniz, hidayet bulursunuz. Peygambere düşen de ancak apaçık tebliğdir.

"De ki: Allah'a da itaat edin, Rasûlüne de itaat edin." İhtâsla itaat edin, münafıklığı terkedin.

"Eğer yüz çevirirseniz" anlamındaki; âyetinde iki "te"den birisi hazfedilmiştir. Buna da bundan sonra gelen "size...". ifadesi olup "onlara" denilmemiş olması, delildir.

"Ona düşen ancak ona yükletilen" risaleti

"tebliğdir. Size düşen de size yükletilen" O'na itaat etmek

"dir." Bu şekildeki açıklama İbn Abbâs ve başkalarından nakledilmiştir.

"O'na İtaat ederseniz, hidayet bulursunuz." Yüce Allah hidayet bulmayı O'na itaat ile birlikte takdir buyurmuştur.

"Peygambere düşen ancak apaçık tebliğdir."

55

Allah, İçinizden îman edip, salih amel işleyenlere vaad etti ki: "Onlardan öncekileri halife yaptığı gibi -yemin olsun ki- onları da muhakkak yeryüzünde halife kılacak. Kendileri için seçip beğendiği dinlerini onlar için iktidar yapacak, önceki korkularını güvene çevirecektir." (Böylece) onlar Bana hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibadet etsinler. Bundan sonra artık kim kâfir olursa, onlar fâsıkların tâ kendileridir.

Bu âyet-i kerîme Ebubekir ve Ömer (radıyallahü anh) hakkında nazil olmuştur. Bu açıklamayı İmâm Mâlik yapmıştır.

Yine denildiğine göre, bu âyetin iniş sebebi şudur: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın bazı ashabının, düşmanla çarpışmanın zorluklarından ve bu hususta başlarına gelecek tehlikeden, duydukları korkulardan ve bir türlü silahı elden bırakmadıklarından (sürekli Savaştıklarından) söz etmesi üzerine bu âyet-i kerîme nazil olmuştur.

Ebû'l-Âl-iyye dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), yüce Allah kendisine vahyi bildirdikten sonra, on yıl Mekke'de kendisi ve ashabı korku içerisinde kaldılar. Gizli ve açık Allah'ın yoluna davet ettiler. Sonra Allah Rasûlüne Medine'ye hicret etmesi emri verildi. Orada da korku içindeydiler, sabah-akşam silahla beraberdiler. Bir adam: Ey Allah'ın Rasûlü dedi, içinde güvenlik duyacağımız ve silahımızı bırakacağımız bir gün görecek miyiz? Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Aradan fazla zaman geçmeyecek; öyle ki sizden herhangi bir adam pek büyük bir topluluk arasında üzerinde silah namına bir şey bulunmaksızın oturmuş olacaktır" diye buyurdu ve bu âyet-i kerîme nazil oldu. Yüce Allah da peygamberini Arap yarımadasının tamamında hakim kıldı. Silahlarını bıraktılar ve güvenlik duydular. el-Vâhîdî, Esbâbu Nüzuli'l-Kur'ân, s, 338; Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, VI, 217.

en-Nehhâs dedi ki: Bu âyet-i kerîmede Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın peygamberliğine açık bir delâlet vardır, Çünkü yüce Allah, ona vermiş olduğu bu vaadi yerine getirmiştir.

en-Nekkaş, Kitab'ında naklettiğine göre Dahhak şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali'nin halifeliğini ihtiva etmektedir. Çünkü onlar hem îman ehli idiler, hem salih amel işlediler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Halifelik benden sonra otuz yıldır" Ebû Dâvûd, Sünne 8; Tirmizî, Fiten 48, Müsned, V, 220, 221. . diye buyurmuştur.

İbnu'l-Arabî "Ahkamu'l-Kur'ân" adlı eserinde bu görüşü benimsemiş ve tercih ederek şöyle demiştir: İlim adamlarımız derler ki: Bu âyet-i kerîme dört halifenin halifeliğine delildir. Bu âyette yüce Allah'ın onları halifelik makamına getirdiğine ve onların emanet sahibi olup onlardan razı olduğuna delil bulunmaktadır. Onlar, Allah'ın kendileri için beğenip seçtiği din üzere idiler. Zira günümüze kadar hiçbir kimse fazilette onların önüne geçebilmiş değildir, Onlar yönetimi ellerinde tuttular, müslümanları idare ettiler. Dinin alanını himaye ettiler, O bakımdan verilen bu,ilâhî söz onlar hakkında gerçekleşmiş olmaktadır. Eğer bu verilen söz onlar için gerçekleştirilmemiş, onlar vasıtasıyla gerçekleşmemiş, onlar hakkında vârid olmamış ise, o takdirde başka kim hakkında söz konusu olabilir ki? Onlardan sonra da günümüze kadar onlar gibi kimse gelmemiştir, bundan sonra da gelmeyecektir. Allah onlardan razı olsun.

Bu görüsü el-Kuşeyrî de İbn Abbâs'tan rivâyet etmiş bulunmaktadır. Bu görüşün sahipleri Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın azadlı kölesi Sefîne'nin rivâyet ettiği şu hadisi de delil-gösterirler. Sefine dedi ki: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Halifelik benden sonra otuz yıldır, sonra da hükümdarlık olacaktır." Sefine dedi ki: Şimdi hesab et. Ebubekir'in halifeliği iki yıl, Ömer'in halifeliği on yıl, Osman'ın halifeliği oniki yıl, Ali'nin halifeliği de altı yıl. Ebû Dâvûd, Sünne 8; Tirmizî, Fiten 48; Müsned, V, 220, 221.

Kimileri de şöyle demiştir: Bu yeryüzünün tamamının İslâm ismi altında egemenliğe kavuşacağı hususunda bütün ümmete verilmiş bir sözdür. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yeryüzü benim önüme getirildi. Doğularını ve batılarım gördüm. Benim ümmetimin mülkü bana yeryüzünün gösterilen her tarafına yayılacaktır. " Müslim, Fiten 19; Ebû Dâuüd, Fiten 1; Tirmizî, Filen 14; İbn Mâce, Fiten 9; Müsned, V, 278, 284.

İbn Atiyye de Tefsir'inde bu görüşü şu sözleriyle tercih etmiş bulunmaktadır: Sahih olan âyet-i kerîmenin Cumhûrun halifelik makamına getirildiği doğrultusundadır. Onların halifelik makamına getirilmesi ise onlara ülkelerin egemenliğini verip, bu ülkelerin sahipleri olmalarıdır. Şam'da, Irak'ta, Horasan'da ve Mağrib'de görüldüğü gibi.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Biz onlara deriz ki: Bu peygamberlik, halifelik, davetin yerleştirilmesi ve şeriatın genelliği hususunda bir genel vaaddir. Böylece verilen bu söz herkes hakkında kendi gücü ve haline göre tahakkuk etmiştir. Hatta müftüler, kadılar ve İmâmlar hakkında bile gerçekleşmiştir. Bu verilen şerefli sözün yerine getirilmesi ile ilgili olarak halifelik, yalnızca daha önceden geçmiş halifeler ile sınırlıdır.

Daha sonra o bu konuda bir itirazı ve farklı bir kanaati söz konusu etmektedir ki, muhtevası şudur: Denilse ki: Bu husus ancak sadece Ebubekir hakkında doğru kabul edilebilir. Çünkü Ömer ve Osman suikast ile öldürüldüler. Halifelik hususunda da Ali ile çekişildi. Deriz ki: Korkunun güvene çevrilmesi kapsamına Ölümden herhangi bir şekilde emin olup, esenliğe kavuşmak girmemektedir. Ali'nin Savaşlara katılması ise güvenliği ortadan kaldırmış değildir. Ayrıca Savaşın söz konusu olmaması güvenliğin bir şartı da değildir. Güvenliğin şartı sadece insanın'kendi isteği ile kendisine hakim olabilmesidir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın Mekke'de ashabının durumunda olmamasıdır.

Daha sonra sözlerinin sonunda şunları söylemektedir: İşin gerçeği şu ki, onlar (Mekke'de) yenik düşürülmüş iken galip oldular. Takib altında iken, kendileri takib eden oldular. İşte bu, güvenlik ve güç sahibi olmanın en ileri derecesidir.

Derim ki: Bu durum sadece dört halifeye has değildir ki, âyetin umumu ile yankzca onların kastedildiği söylenebilsin. Aksine bu hususta bütün muhacirler hatta başkaları dahi onlarla ortaktır. Nitekim Kureyşliler, Uhud ve başka Savaşlarda özellikle de Hendek'te müslümanlara hücum ederek gelmişlerdi. Öyle ki yüce Allah onların hepsi hakkında şu âyetlerle haber vermektedir:

"Hani onlar size hem üstünüzden, hem alt tarafınızdan gelmişlerdi. O vakit gözler yerinden kaymış, yürekler de gırtlaklara varmıştı. Allah hakkında da türlü zanlarda bulunuyordunuz. İşte orada mü’minler imtihan edilmiş ve şiddetli şekilde sarsılmışlardı." (el-Ahzâb, 33/10) Daha sonra yüce Allah, kâfirleri herhangi bir hayra nail olmaksızın gerisin geri çevirdi, mü’minlere güvenlik verdi. Onlara kâfirlerin topraklarını, ülkelerini ve mallarım miras verdi.

İşte yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki, onları da muhakkak yeryüzünde halife yapacak" âyeti ile kastedilen budur.

"Onlardan öncekileri halife yaptığı gibi" âyetinde de kastedilenler İsrailoğullarıdır. Zira yüce Allah Mısır'daki zorbaları helâk etmiş ve onların topraklarını ve ülkelerini İsrailoğullarına miras vermişti. Bu hususta da yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Zaafa uğratılagelmiş kavmi de bereketlendirdiğimiz yerin doğularına da, batılarına da mirasçı kıldık." (el-A'râf, 7/137)

İşte ashab-ı kiram da böylece zaafa uğratılmış (mustaz'af) ve korku içerisinde idiler. Daha sonra yüce Allah, onlara güvenlik verdi, onlara iktidar verdi ve onları yöneticiler kıldı. Böylelikle âyet-i kerîmenin herhangi bir tahsis söz konusu olmaksızın genel olarak Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ümmeti hakkında umumi olduğu ortaya çıkmaktadır. Zira tahsis (genelin özelleştirilmesi) ancak kendisine teslimiyetle boyun eğilmesi gereken kimseden gelen bir haber ile olur. Bilinen aslî kaide ise (tahsis söz konusu olmadıkça) umuma yapışılması gerektiğidir.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)dan onların korkularının daha sonra güvenlik ile değiştirilmesi manasını ifade eden hadisler de gelmiş bulunmaktadır. Ashabı kendisine: İçinde güvenlik duyacağımız ve silâhı elden bırakacağımız bir gün görecek miyiz? deyince, o şöyle buyurdu: "Fazla bir zaman geçmeden sizden herhangi bir kimse pek büyük bir kalabalık arasında üzerinde silah bulunmaksızın oturacağı zaman gelecektir. (Pek yakındır)." Âyetin bitarafında tamamı zikredilen bu rivâyetin kaynakları da orada gösterilmiştir.

Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Allah'a yemin olsun ki Allah bu işi tamamlayacaktır, O kadar ki süvari, San'a'dan, Hadramevt'e kadar yol alacak da ancak Allah'tan ve kurdun koyunlarına saldıracağından korkacaktır. Fakat sizler acele ediyorsunuz." Bu hadisi Müslim, Sahih'inde rivâyet etmiştir. Buhârî, Menâkıb 25, Menâkıhu'l-Ensâr 29, İkrah 1; Müsned, V, 111, VI, 395. Tıpkı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın haber verdiği gibi olmuştur.

O halde bu âyet-i kerîme peygamberlik mucizelerinden birisidir, zira ileride olacakları haber vermektedir ve (böyle) olmuştur.

"Yemin olsun ki, onları da muhakkak yeryüzünde halife kılacak" âyeti ile ilgili iki görüş vardır. Birinci görüşe göre, buradan kasıt, Mekke topraklarıdır. Çünkü muhacirler yüce Allah'tan bunu istediler, onlara İsrailoğullarına vaad olunduğu gibi vaa dol undu. Bu anlamdaki açıklamayı en-Nekkaş yapmıştır.

İkinci görüşe göre, kasıt; Arap ve Acemlerin topraklandır. İbnu'l-Arabî dedi ki: Sahih olan budur. Çünkü Mekke toprakları muhacirlere haram kılınmıştır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Fakat zavallı Sa'd b. Havle..." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sözleriyle Sa'd b. Havle'nin Mekke'de ölmesini üzüntüyle karşıladığını ifade ediyordu. Buhârî, Cenâiz 37, Menâkıbu’l-Ensâr 49, Ferâz 6; Müslim, Vasiyyet 5; Muvatta’, Vasiyet 4.

Yine Sahih(-i Buhârî)de şöyle buyurmuştur: "Muhacir, hac ibadetinin gereklerini yerine getirdikten sonra, Mekke'de üç gün kalır. " Buhârî, Menâkibu'l-Ensâr 47; Müslim, Hacc 441; Tirmizî, Hacc 103; Nesâî, Taksir 4; Müsned, V, 53.

"Yemin olsun ki, onları da... halife kılacak" âyetindeki "lâm" gizli bir kasemin (yeminin) cevabıdır, çünkü vaad bir sözdür. Bu ifadenin takdiri şu şekildedir: Allah, îman edip salih amel işleyenlere dedi ki: Allah'a yemin olsun ki onları yeryüzünde halifelik makamına getirecektir ve onları oranın hükümdarları (ve emniyet içerisinde yaşayan) sakinleri kılacaktır.

"Onlardan Öncekileri halife yaptığı gibi" âyetinde kastedilenler İsrailoğullarıdır. O, Mısır ve Şam'daki zorbaları helâk etti, onların yurtlarını topraklarını onlara miras olarak verdi.

"Halife yaptığı gibi" âyeti genel olarak "te" ve "lâm" harfleri üstün olarak okunmuştur. Buna sebep ise "vaadetti" ile "yemin olsun ki, onları da muhakkak halife kılacak" âyetleridir. Îsa b. Ömer, Ebubekir ile el-Mufaddal'ın kendisinden rivâyetine göre Âsım ise "te" harfini ötreli, "lâm" harfini esreli meçhul fiil olarak ("halife kılındıkları gibi" anlamında) okumuşlardır.

"Kendileri için seçip beğendiği dinlerini onlar için İktidar yapacak"

âyetinde sözü edilen din, İslâm dinidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ve size din olarak İslâm'ı beğenip seçtim." (el-Mâide, 5/3) Bu âyete dair açıklamalar daha Önceden (el-Mâide, 5/3. âyet, 25- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Suleym b. Âmir, el-Mikdâd b. el-Esved'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı şöyle buyururken dinledim: "Yeryüzünde ne kadar taştan ya da kerpiçten bir ev varsa, mutlaka Allah o evin içine İslâm sözünü ya aziz bir kimsenin izzetiyle ya da zelil bir kimsenin zilletiyle mutlaka sokacaktır. Onların izzetiyle girerse, o kimseleri İslâm sözünün ehli kılar. Zilletiyle girerse, o söze boyun eğip, itaat ederler. " Manayı etkilemeyen cüzî bazı lafzî farklılıklarla: Müsned, VI, 4. Bu hadisi el-Mâverdî: Yeryüzünden kasıt Arap ve Acem topraklarıdır, diyenlerin görüşlerinin bir delili olarak zikretmektedir ki, bu da az önce geçtiği üzere bu husustaki ikinci görüşün ifadesidir.

"larını... çevirecektir" âyetini İbn Muhaysın, İbn Kesîr, Ya'kub ve Ebubekr; (........) kökünden gelen bir fiil olarak şeddesiz okumuştur. el-Hasen’in kıraati ve Ebû Hatim'in tercihi budur. Diğerleri ise; (........)den gelen bir fiil olarak şeddeli okumuşlardır. Ebû Ubeyd'in tercihi de budur, çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de çokça kullanılan kip budur. Nitekim yüce Allah:

"Allah’ın sözlerinde asla değiştirme olmaz." (Yûnus, 10/64);

"Biz, bir âyeti diğer bir âyetin yerine getirip değiştirdiğimizde..." (en-Nahl, 16/101) âyetinde ve benzerlerinde hep bu kipler kullanılmıştır. Bu ise iki ayrı söyleyiştir.

en-Nehhâs der ki: Muhammed b. el-Cehm, el-Feirâ'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Âsım ile el-A'meş

"...larını...çevirecektir" âyetini şeddeli okumuşlardır. Ancak bu Âsım'dan gelen yanlış bir rivâyettir. Bundan sonra yine bundan daha ağır bir yanlışlığı söz konusu etmektedir ki o da diğerlerinin de bu kelimeyi tahfif ile (şeddesiz) okuduklarını nakletmiş olmasıdır. en-Nehhâs der ki: Ahmed b. Yahya'nın iddiasına göre şeddeli okumak ile şeddesiz okumak arasında bir fark bulunmaktadır ve şeddeli okuyuşun anlamı: Değiştirmektir, olur. Şeddesiz ve (mazisi hemzeli) okuyuş ise izale etmek ve bir şeyin yerine başkasını koymak demektir. en-Nehhâs dedi ki: Bu doğru bir açıklamadır, nitekim benim için bu dirhemi değiştir diye (hemzeli ve şeddesiz olarak fiili) kullandığımız takdirde bunu izale et (benden al) ve bana başkasını ver, demek isteriz. Bununla birlikte şeddeli olarak da kullanıldığı vakit değiştirmek manasını ifade eder. Şu kadar var ki, bunların biri diğerinin yerine kullanılabilmektedir. Onun sözünü ettiği şekil ise, daha çok kullanılır. Buna dair açıklamalar daha önceden en-Nisâ Sûresi'nde (4/56. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. İbrahim (aleyhisselâm) Sûresi'nde de şeddeli kullanımın bir şeyin bizzat kendisini izale etmek anlamına geldiğine dair sünnetten delili de kaydetmiş bulunuyoruz. Bu hususu orada tetkik edebilirsiniz. (İbrahim, 14/48-52. âyetlerin tefsiri).

"Rabbimizin bize onun yerine, ondan hayırlısını değiştirmesi (vermesi) umulur." (el-Kalem, 68/32) âyetinde "değiştirme" anlamını veren fiil hem şeddeli, hem de şeddesiz okunmuştur.

"Bana... ibadet etsinler" âyeti hal konumundadır. Yani onlar Allah'a ihlâsla ibadet ettikleri halde.,. Bununla birlikte onlara övgü üslûbunda yeni bir cümle olması da mümkündür. (Mealde olduğu gibi)

"Bana hiçbir şeyi ortak koşmaksızın" âyeti ile ilgili olarak dört görüş vardır:

1- Benden başka hiçbir ilâha ibadet etmezler. Bu görüşü en-Nekkaş nakletmiştir.

2- Hiçbir kimseye karşı, Bana ibadetlerinde riyakârlık yapmazlar.

3- Benden başkasından korkmazlar. Bu da İbn Abbâs'ın açıklamasıdır.

4- Benden başkasını sevmezler. Bu da Mücahid'in açıklamasıdır.

"Bundan sonra artık kim kâfir olursa" yani bu nimetleri inkâr ederse, görüldüğü gibi burada nimetlere karşı nankörlük kastedilmektedir. Çünkü daha sonra yüce Allah:

"Onlar fâsıkların tâ kendileridir" diye buyurmaktadır. Allah'ı inkâr eden kâfir ise, bu nimetlerden önce de, bu nimetlerden sonra da fâsık bir kimsedir.

56

Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Rasûle itaat edin ki rahmete kavuşturulanınız.

Bu âyet daha önceden (54. âyet-i kerîmede) geçmiş bulunmaktadır. Burada ibadet emrini de te'kid olmak üzere tekrarlamıştır.

57

Sakın kâfirlerin yeryüzünde (Allah'ı) âciz bırakacaklarını sanma. Onların varacağı yer ateştir. O ne kötü bir dönüş yeridir.

"Sakın kâfirlerin yeryüzünde (Allah'ı) âciz bırakacaklarını sanma!" âyeti Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a bir teselli ve İlâhî yardımın geleceğine dair bir vaaddir.

Genel olarak

"Sakın... sanma" şeklinde hitab olarak "te" ile okumuşlardır. Ancak İbn Âmir, Hamza ve Ebû Hayve ise "ya" ile okumuşlardır. Yani, sakın kâfirlerin kendileri yeryüzünde Allah'ı âciz bırakacaklarını sanmasın. Çünkü "sanma" fiili iki mef ûle geçiş yapar. ez-Zeccâc'ın görüşü budur. el-Ferrâ' ve Ebû Ali de şöyle demişlerdir: Bu durumda fiilin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a ait olması da mümkündür. Yani sakın Muhammed, kâfirlerin yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanmasın. Buna göre "Ier" birinci mef'ûl, "Âciz bırakacaklarını" ifadesi de ikinci mef'ûl olmaktadır. Birinci görüşe göre ise "kâfirler" anlamındaki kelime fail, "kendilerini" anlamındaki kelime de birinci mef'ûl dür ve bu (âyet-i kerîmede) hazfedilmiştir. "Âciz bırakacaklarını" anlamındaki kelimede ikinci mef'ûl olur.

en-Nehhâs dedi ki: Ben ister Basralı, ister Kûfeli olsun Arap dili bilginleri arasında Hamza'nın kıraatinin hatalı olduğunu söylemeyen bir kimse bilmiyorum. Çünkü onların kimisi bu kıraat lahndir, çünkü o "sanma" anlamındaki fiilin sadece bir tek mef'ûlünü getirmektedir, der. Bunu söyleyenlerden birisi de Ebû Hâtim'dir. el-Ferrâ' der ki: Bu zayıftır, ancak zayıf demekle birlikte birinci mefûlün hazfedilmiş olması şartıyla câiz kabul etmektedir ki, bunu da açıklamış bulunuyoruz. en-Nehhâs dedi ki: Ben Ali b. Süleyman'ı bu kıraat hakkında şöyle derken dinledim: "Kâfirler" nasb mahallinde olur. (Devamla) dedi ki: Âyetin anlamı da şöyle olur: Sakın kâfir, kâfir olanların yeryüzünde âciz bırakacaklarını zannetmesin.

Derim ki: Bu da el-Ferrâ' ve Ebû Ali'nin açıklamalarına uygun düşmektedir. Ancak onların açıklamalarına göre fail Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dır. Bu açıklamaya göre ise fail kâfirdir.

"Âciz bırakacaklarını" ise elinden kurtulacaklarını... anlamındadır ki, buna dair açıklamalar daha önceden (el-En'âm, 6/34. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Onların varacağı yer ateştir. O ne kötü bir dönüş yeridir." Onların dönecekleri yer pek kötü olacaktır,

58

Ey îman edenler! Sağ ellerinizin sahip olduğu kimseler ve sizden baliğ olmayanlarınız, sizden üç defa izin istesinler. Sabah namazından önce, öğle vaktinde elbisesiz olabileceğiniz vakit ve yatsı namazından sonra... Bunlar sizin elbisesiz olabileceğiniz üç vakittir. Bu üç vakitten sonra size de bir vebal yoktur, onlara da. Onlar da yanınıza girip çıkarlar, herbiriniz de diğerinin yanına girip çıkar. Allah âyetleri size böyle açıklar. Allah çok iyi bilendir, Hakîm'dir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:

1- Bu Âyet-i kerîme İle İzin İstemeye Dair Bundan Önceki 27. Âyet Arasındaki İlgi:

İlim adamları derler ki: Bu âyet-i kerîme hâsstır, bundan önceki âyet-i kerîme ise umumîdir. Zira yüce Allah orada:

"Ey îman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere izin alıp o ev halkına selâm vermeden girmeyin" (en-Nûr, 24/27) diye buyurmaktadır. Daha sonra yüce Allah burada hitabı tahsîs ederek, şöyle buyurmaktadır:

"Sağ ellerinizin sahip olduğu kimseler... sizden üç defe izin İstesinler." Bu âyet-i kerîme ile özetlikle izin isteyen bazı kimseleri söz konusu etmektedir. Aynı şekilde birinci âyet-i kerîmede zaman itibariyle bütün zamanları umumi olarak kapsamaktadır. Bu âyet-i kerîmede ise bir takım vakitler özellikle söz konusu edilmiştir. Bu vakitler içerisinde ister köle, ister cariye, ister çirkin, ister güzel görünümlü olsun ancak izin istedikten sonra girebilecektir.

Mukâtil dedi ki: Âyet-i kerîme Mersed kızı Esma hakkında nazil olmuştur. Onun bulunduğu yere yaşlıca olan kölesi girmişti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a bundan şikayetçi olunca, bu âyet-i kerîme nazil eldu. Âyetin iniş sebebinin Mudlic'in, Ömer (radıyallahü anh)ın yanına girmesi olduğu da söylenmiştir ki, ileride gelecektir.

2- İzin İstemeleri İstenen Kimseler:

Yüce Allah'ın:

"Sizden Üç defa izin İstesinler" âyeti ile kimlerin kastedildiği hususunda İlim adamlarının attı ayrı görüşü vardır:

1- Âyet-i kerîme neshedilmiştir. Bu görüş İbnu'l-Müseyyeb ve İbn Cübeyr'e aittir.

2- İzin isteme menduptur, ancak vacib değildir. Bu görüş, Ebû Kılâbe'ye aittir. O: Onların iyilikleri açısından bu emir kendilerine verilmiştir, demektedir.

3- Bundan kasıt kadınlardır. Bu görüş de Ebû Abdu'r-Rahmân es-Sülemî'nin görüşüdür.

4- İbn Ömer: Bu âyet-i kerîme kadınlar hakkında değil de erkekler hakkındadır, demiştir. Bu da dördüncü görüştür.

5- Bu önceleri vacib idi. Zira ne kilitleri, ne de kapılan vardı. Eğer aynı durum söz konusu olursa, yine vacib olan İzin isteme hükmü söz konusu olur. Bu açıklamayı da el-Mehdevî, İbn Abbâs'tan nakletmektedir.

6- Bu âyet-i kerîme muhkemdir, farzdır, sabittir. Erkekler hakkında da, kadınlar hakkında da.

İlim ehlinin çoğunluğu bu görüştedir. el-Kasım, Câbir b. Zeyd ve en-Nehaî de bunlar arasındadır. En zayıf görüş ise es-Sülemî'nin görüşüdür. Zira; "...ler" Arap dilinde kadınlar için kullanılmaz. Kadınlar için bunun yerine; kullanılır. Kıyas ve re'y sahipleri İbn Ömer'in görüşünü güzel kabul etmektedirler.

Çünkü; Arap dilinde erkekler hakkında kullanılır. Her ne kadar kadınlar da onlarla birlikte âyetin kapsamına girebiliyor ise de bu bir de-3i 1 ile olabilir. İfade ise zahiri üzere kabul edilir. Şu kadar var ki bu görüşün isnadında Leys b. Ebi Süleym vardır, Leys b. Ebi) Süleym: H. 141 veya 142 yılında vefat etmiş, salih bir zar olmakta birlikte, kanıt olmaksızın hatalı rivâyetlerde bulunmuş ve çeşitli bakımlardan tenkide maruz kalmış birisidir. Geniş bilgi için bk. İbn Hacer, Tehzibut-Tehzib, VIII, 417-419.

İbn Abbâs'ın görüşüne gelince, bunu Ebû Dâvûd, Ubeydullah b. Ebi Yezid'den rivâyet etmektedir, Buna göre Ubeydullah, İbn Abbâs'ı şöyle derken dinlemiş: Bir âyet var ki insanların çoğu onun gereğini emretmemektedirler. Bu izin isteme âyetidir. Ben şu cariyeme dahi emrediyorum, o da yanıma girmek için izin ister. Ebû Dâvûd dedi ki: Atâ bunu bu şekilde İbn Abbâs'tan "onu(n gereğini) emreder" lâfzı ile rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Edeb 129-130

İkrime'nin rivâyetine göre Iraklılardan bir grub: Ey İbn Abbâs dediler. Bize izin alma emri verilen fakat kimsenin kendisi ile amel etmediği şu âyet-i kerîme hakkındaki görüşün nedir? Aziz ve celil olan Allah'ın:

"Ey îman edenler! Sağ ellerinizin sahip olduğu kimseler ve sizden baliğ olmayanlarınız, sizden üç defa izin istesinler. Sabah namazından önce, öğle vaktinde elbisesiz olabileceğiniz vakit ve yatsı namazından sonra. Bunlar sizin elbisesiz olabileceğiniz üç vakittir. Bu üç vakitten sonra size de bir vebal yoktur, onlara da. Onlar da yanınıza girip, çıkarlar..." diye buyurmaktadır. Ebû Dâvûd dedi ki: el-Ka'nebî âyeti; "Allah çok iyi bilendir, Hakimdir" âyetine kadar okudu, İbn Abbâs dedi ki: "Şüphesiz Allah Halîm'dir, mü’minlere karşı çok merhametlidir ve O, ayıp hallerin görülmemesini (setri) sever. İnsanların evlerinin ne perdeleri, ne de başkalarına karşı örten örtüleri vardı. Bazen hizmetçi ya da çocuk, yahut kişinin himayesindeki yetim bir kız, adamın yanına o ailesi üzerinde iken girebiliyordu. Allah onlara bu elbisesiz olunabilecek vakitlerde izin istemelerini emretti. Yüce Allah böylelikle onlara bu gibi hallerinin, başkalarının görmesine karşı korunmasını ve hayrı getirdi. Ondan sonra da bununla (gereğince) amel eden kimseyi görmedim. " Ebû Dâvûd, Edeb 129-130

Derim ki: Bu güzel bir metindir. Said'in ve İbn Cübeyr'in görüşlerini reddetmektedir. Çünkü burada âyetin nesh olduğuna dair bir delil bulunmamaktadır. Ancak bu âyetin indiği zaman belli bir hal vardı, sonradan bu hal ortadan kalktı. Eğer benzeri hal tekrar görülecek olursa, hükmü aynen bakidir. Hatta hükmü bugün için çöllerde, sahralarda ve benzeri yerlerde müslümanların meskenlerinin bir çoğu hakkında sabittir. Vekî', Süfyan'dan, o Mûsa b. Ebi Âişe'den, onun da en-Nehaî'den rivâyetine göre yüce Allah'ın:

"Ey îman edenler! Sağ ellerinizin sahip olduğu kimseler... Sizden üç defa izin İstesinler" âyeti hakkında en-Nehaî: Mensuh değildir, demiştir. Ben de: Ama insanlar gereğince amel etmiyorlar, deyince: Buna karşı Allah'ın yardımını taleb ederiz, dedi.

3- Üç Defa İzin İstemek;

Kimi ilim adamı şöyle demektedir: Üç defa izin istemek yüce Allah'ın:

"Ey îman edenler! Sağ ellerinizin sahip olduğu kimseler ve sizden baliğ olmayanlarınız sizden üç defe izin istesinler" âyetinden alınmıştır. Bu ilim adamı der ki: Bu âyetle yüce Allah, üç defa izin istemeyi kastetmiştir. Bu âyet Kur'ân-ı Kerîm'de kölelerle, çocuklar hakkında vârid olmuştur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in sünneti ise herkes hakkında umumîdir.

İbn Abdi’l-Berr der ki: Bu ilim adamının bu kabilden söylediklerinin her ne kadar açıklanabilir bir tarafı varsa da kendisinin istidlal ettiği şekilde bu âyetin tefsirinde ilim adamlarının yaptıkları açıklamalar arasında bilinen böyle bir görüş yoktur. İlim adamlarının çoğunluğunun "üç defa" âyeti hakkında söylediklerinden kasıt, üç vakitte izin alsınlar şeklinde olduğudur. Bu görüşlerinin doğruluğuna da bu âyet-i kerîmede yüce Allah'ın bu üç vakti zikrederek:

"Sabah namazından önce, öğle vaktinde elbisesiz olabileceğiniz vakit ve yatsı namazından sonra" âyeti delil teşkil etmektedir.

4- Yüce Allah'ın Kullarına Edeb Öğretmesi:

Yüce Allah, bu âyet-i kerîme ile kullarını edeblendirmekte ve kölelerin -onların giriş çıkışlarına aldırılmadığı için- ve henüz ergenleşmemiş olmakla birlikte açılmanın ve benzeri hallerin ne demek olduğunu kavrayacak yaştaki çocukların sözü edilen bu üç vakitte yakınlarının odalarına girecekleri zamanda izin almalarını isteyerek edeblendirmektedir. Bu üç vakitlerde insanlar adeten açılırlar ve elbisesiz bulunurlar. Fecirden önceki zaman, uykunun bittiği vakittir. Artık uyku elbiseleri çıkartılır, gündüz elbiseleri giyilir. Öğle sıcağında istirahate çekilme zamanı da, aynı şekilde elbiselerin çıkartılacağı bir vakittir. Çünkü bu vakitte gündüzün ışığı parlak, harareti şiddetlidir. Yatsı namazından sonrası da uyumak için elbiselerin çıkarılacağı vakittir. İşte bu üç vakitte insanlar çoğunlukla açık bulunabilirler.

Rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ensardan Müdlic diye anılan bir köleyi Ömer b. el-Hattâb'a onu çağırmak üzere öğle vakti göndermişti. Uyumakta olduğunu ve üzerinde kapıyı kapatmış olduğunu gördü. Köle kapıyı çaldı, ona seslenip içeri girdi. Ömer (radıyallahü anh) uyanınca oturdu ve avreti kısmen acıtınca şöyle dedi; Yüce Allah'ın oğullarımıza, kadınlarımıza, hizmetçilerimize bu saatlerde izin almadan girmelerini yasaklamış olmasını ne kadar da arzu ederdim. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın huzuruna vardığında bu âyet-i kerîmenin inmiş olduğunu gördü. Yüce Allah'a şükür olmak üzere secdeye kapandı. Bazı lafzî farklarla: el-Vâhidî, Esbâbu Nüzûli'l-Kur'ân, s. 339. Ancak merhum müellif "âyetin MekkI olduğunu söylemekle, bu rivâyeti pek güvenilir bulmadığını ima etmektedir.

Halbuki bu âyet-i kerîme Mekki'dir.

5- İzin Alacak Kimseler ve İzin Alacakları Vakitler:

Yüce Allah'ın:

"Ve sizden baliğ olmayanlarınız" âyeti, sizden hür olup da henüz ergenlik çağına gelmemiş olanlar kastedilmektir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Nakledildiğine göre İsmail b. İshak şöyle dermiş: Sağ ellerinizin sahip olduğu kimseler arasından henüz ergenlik yaşına gelmemiş olanlar sizden izin istesinler. Buna göre ifade de takdim ve te'hir vardır. Âyet-i kerîme de cariyeler hakkındadır.

Cumhûr "el-hulum (baliğ olmak)" kelimesini İâm" harfi ötreli okumuştur. el-Hasen b. Ebi'l-Hasen ise bunu sakin olarak (el-hulm şeklinde) okumuştur. Buna sebeb ise ötrenin telaffuzunun ağırlığıdır. Ebû Amr da bu okuyuşu güzel bulurdu.

"Üç defa" kelimesi zarf olarak nasbedilmiştir. Çünkü onlara üç defa izin istemeleri emredilmemiştir, onlara üç durumda İzin istemeleri emredilmiştir. "Üç" lâfzındaki zarf oluşu "sabah namazından önce, öğle vaktinde elbisesiz olabileceğiniz vakit ve yatsı namazından sonra" âyeti açıklamaktadır. Bunun manası daha önceden geçmiş bulunmaktadır, yoksa her seferinde üç defa izin istemek vacib değildir.

"Bunlar sizin elbisesiz olabileceğiniz üç vakittir" âyetini yedi kıraat İmâmının çoğunluğu "üç" anlamındaki kelimeyi ref ile okumuşlardır. Ancak Hamza, el-Kisaî ve Âsım'dan Ebubekir yüce Allah'ın;

"üç defa" âyetindeki zarftan bedel olmak üzere nasb ile okumuştur. Ebû Hatim der ki: Burada nasb ile okuyuş zayıf ve merduttur. el-Ferrâ' ise: Merfû' okuyuşu daha çok severim demiş ve şöyle devam etmiştir: Merfû' okuyuşu tercih edişimin sebebi şudur: Burada mana bu üç hal elbisesiz olabileceğiniz üç vakittir, şeklindedir.

el-Kisaî'ye göre ise merfû' olması mübtedâ olduğu içindir. Ona göre haber sonraki ifadelerdir. O âyetin aid olduğu görüşünü (daha önce geçen "üç defa" ile ilgili olduğunu) kabul etmeyerek açıktan açığa bununmübtedâolduğunu ifade etmiş ve şöyle demiştir. "Avretler" kelimesi kişinin avretinin açık olabileceği zaman demektir. Ancak o burada "üç" kelimesini nasb ile okumuştur.

Nasb hakkında da iki görüş vardır; Birincisine göre bu daha önce geçen "üç defe" âyeti ile alâkalıdır. el-Ferrâ'’nın bunu uzak bir ihtimal görmesinin sebebi de budur.

ez-Zeccâc ise şöyle demektedir: Yani; ""Elbisesiz olabileceğiniz üç vakitte sizden izin istesinler" anlamında olup burada muzaf hazfedilmiş, muzafunileyh de onun yerine geçirilmiştir.

"Elbisesiz olunacak vakitler" kelimesi, in çoğuludur. Bu türden kelimelerin sahih olanları (illetli harfi bulunmayanları) çoğulu "fe'alât" şeklinde -ayn harfi üstün olarak- gelir. "Çanak, çanaklar" ve benzerlerinde olduğu gibi. İlletli olan kelimelerde ise ayn (kelimenin mücerred halinin ikinci harfi)i sakin kultanırlar, "Yumurta, yumurtalar" gibi. Çünkü ikinci harf (olan "ya")in üstün olarak okunması illetli olduğundan dolayı söz konusu değildir. Şairin şu beyitinde üstün okumak ise istisnaîdir:

"O yumurtalar sahibi, gider ve gelir,

Omuzları sıvazlarken o şefkatlidir, dolaşır durur."

6- İzinsiz Girilebilecek Vakitler:

"Bu üç vakitten sonra size de bir vebal yoktur, onlara da." Yani sizler üstünüz, başınız açık bulunsa dahi, izin almadan bulunduğunuz yere girebilirler.

"Girip, çıkarlar" âyeti "onlar girip çıkarlar" anlamındadır, el-Ferrâ' der ki: Bu konuşma esnasında; Onlar sizin hizmetçilerinizdir, yanınıza girip çıkarlar, demek gibidir. Bu kelimenin nasb ile okunmasını el-Ferrâ' câiz kabul etmektedir. Çünkü bu kelime nekredir. Buna karşılık "üzerinize" lâfzındaki zamir ise marifedir. Basralılar ise "üzerinize" ve "birbirinizeBki iki zamirden -âmillerin farklılığı dolayısıyla- hal olmasını câiz kabul etmemektedirler. Çünkü "aklı başında iki kişi olan Zeyd'e uğradım ve Amr'ın yanında konakladım" anlamında olmak üzere ve "aklı başında iki kişi" anlamındaki kelime Zeyd ile Amr'ın sıfatı olmak üzere; demek uygun değildir. Buna göre "onlar da yanınıza girip çıkarlar" âyeti onlar yanınıza girip çıkarlar, siz de onların yanına girip çıkarsınız, anlamındadır, Peygamber efendimizin kedi hakkındaki: "o sizin üzerinize girip çıkanlardandır" Ebû Dâvûd, Tahâre 38; Tirmizî, Tahâre 69; Nesâî, Tahâre 54, Miyâh 8; İbn Mâce, Tahâre 32; Dârimî, Vudû' 58; Muvatta’', Tahâre 13; Müsned, V, 296, 303, 309. Rivâyetlerin bir kısmında merhum müfessirimizin naklettiği şekilde "ev; yahut, veya" bir kısmında ise "ve" İledir. Türkçe'de bu fark, çoğulların müzekker (eril) ya da milzekker dişiî olması fark etmediği için, bu edatın böyle olması da fark etmez. Ancak Müsned, V, 303'te hâvilerden İshâk b. Îsa'nın "ve" yerine "ev..." diye rivâyet ettiği belirtilmektedir. hadisinde bu lâfız geçmektedir.

Yüce Allah bu âyette açık bulunabileceğimiz üç vakitte izinsiz girmelerini yasaklamış bulunmaktadır. Çünkü "avret" kelimesi aslında karşısında engel bulunmayan herşey demektir. Yüce Allah'ın:

"Gerçekten evlerimiz avrettir (korumasızdır)" (el-Ahzab, 33/13) âyetinde de bu lâfız kullanılmıştır ki, oraya girmek kolaydır, anlamındadır. Yüce Allah izin istemeyi gerektiren sebebi de açıklamaktadır ki, bu da açık olunabilecek halde kişinin ailesiyle başbaşa olması halidir. Buna göre, bu emrin yerine getirilmesi kaçınılmaz bir hal almakta ve bu âyetin neshi imkânsız olmaktadır

Daha sonra yüce Allah şu âyeti ile (diğer vakitlerde) izin istememenin vebalini kaldırmaktadır:

"Bu üç vakitten sonra size de vebal yoktur, onlara da. Onlar da yanınıza girip çıkarlar, herbiriniz de diğerinin yanına girip çıkar." Yani kiminiz, kiminizin yanına girip çıkar.

"Allah, âyetleri size böyle açıklar" âyetindeki;

"Böylece" lâfzındaki "kef" harfi nasb konumundadır. Yani yüce Allah, kendisine nasıl ibadet edileceğine delâlet eden âyetleri sizlere bu gibi hususları açıkça beyan ettiği gibi, beyan etmektedir.

"Allah, çok İyi bilendir, Hakim'dir" âyetine dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara, 2/32. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

7- Yatsı Namazı ve Adlandırılması:

Yüce Allah:

"Yatsı namazından sonra" âyetinde "salâtu'l-işâ'"den kasıt, el-ateme (gecenin kararma vakti) namazıdır. Müslim'in, Sahih'inde Abdullah b. Ömer (radıyallahü anh)ın şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı şöyle buyururken dinledim: "Sakın Bedevi Araplar, namazınızın ismi hususunda size galip gelmesinler. Şunu biliniz ki bunun ismi "el-işâ"'dır. Onlar ise (bu vakitte) develeri sebebiyle karanlıkta bulunurlar." Diğer rivâyette de şöyle denilmektedir: "(Bu vaktin ismi) Allah'ın Kitabında işâdır. Onlar (Bedevi Araplar) develeri bu karanlık vakitte sağarlar. " Müslim, Mesâcid 228, 229; Ebû Dâvûd, Etleb 78; Nesâî, Mevâkît 23; Müsned, II, 19, 144, V, 55.

Buhârî'de de, Ebû Berze'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın işâ' (yatsı namazını)yı te'hir ettiği olurdu. Buhârî, Mevâkîtu's-Salât 20

Enes de der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yatsı (işâ') namazını geciktirdi. Buhârî, tyevâkîtu's-Satât 20

Bu ilk Îsa'ya delâlet etmektedir. Sahih'te de: O namazı kıldı, yani ikindi namazını iki işâ' vakti olan akşam ile yatsı arasında kıldı. Buhâri, Mevâkît 20: "Peygamber akşam ile yatsıyı kıldı' anlamında.

Muvatta’'da ve başkalarında şöyle denilmektedir: Eğer onlar ateme (yatsı) namazı ile sabah namazında neler olduğunu bilselerdi, emekleyerek dahi olsa bu namazlara gelirlerdi. Buhârî, Ezan 9, 32, Şehâdât 30; Müslim, Salar 129; Nesâî. Mevâkît 22, Ezan 31; Muoat- la' Salâtırl-Cemaa 6, Nida 3; Müsned, II, 278, 303, 375, 533, VI, 80

Müslim'in, Sahih'inde de Câbir b. Semura'dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namazları sizin namazınıza yakın bir şekilde kılardı. Ancak yatsı namazını (el-ateme) sizin bu vakiti kıldığınızdan bir parça daha sonra kılardı ve o namazı hafifletirdi. Müslim, Mesâcid 227; Müsned, V, 89, 105.

Ebubekr İbnu'l-Arabî der ki: Bu haberler birbirleriyle tearuz (çatışma) halindedir. Tarih itibariyle bunların hangisinin önce, hangisinin sonra olduğu bilinmemektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın akşam namazına işa' demeyi, işa' (yatsı) namazına da ateme demeyi yasakladığı sabittir. Ashab'ın -diğerleri bir tarafa- görüşlerinden bunu reddeden bir görüş bulunmamaktadır. İbn Ömer de şöyle derdi: Ateme namazı diyen günahkâr olur. İbnu'l-Kasim dedi ki: Malik dedi ki: Yüce Allah'ın;

"Yatsı (el-işa’) namazından sonra" âyetinde yüce Allah bu namaza işa' ismini vermektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bu namaza yüce Allah'ın verdiği ismin verilerek anılmasını güzel görmüştür. Kişi bunu aile halkına ve çocuklarına öğretmelidir. (Yatsı namazı kastedilerek) ateme, ancak bunu (İşâ'yı) anlamayan kimseye hitab ederken kullanılabilir. Hassan br Sabit şöyle demiştir:

"Hâlâ orada teselli eden. olurdu,

Oranın meraları arasında develer ve koyunlar,

Sen bırak bunu ama söyle bana, yatsı vakti gittikten sonra,

Uykumu kaçıran bir hayale karşı kim bana yardım edebilir?"

Şöyle de açıklanmıştır: Buradaki yasak yatsı namazına "ateme" ismini veren Bedevi Araplara uymayı yasaklamayı ihtiva eder. Bunun sebebi de yüce Allah'ın bu namaza Kitab-ı Kerîm'inde vermiş olduğu ismin terkedilmemesidir. Çünkü O: "Yatsı (el-işâ') namazından sonra" diye buyurmaktadır. Sanki bu buyruklardaki yasaklama, evlâ olanı gösteren bir nehiy mahiyetindedir, yoksa haramlık ifade eden bir nehy değildir; yatsı namazına "el-ateme" ismini vermenin câiz olmayacağı anlamında değildir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın bu namaza "el-ateme" ismini verdiğinin de sabit olduğu görülmektedir. Ebubekir ve Ömer (radıyallahü anh) da bu namaza, bu ismin verilmesini mubah görmüşlerdir.

Şöyle de açıklanmıştır: Bunun yasaklanış sebebi, bu şekildeki şerefli ve dini bir ibadete dünyevî bir işin ismi olan o ismin kullanılışından insanları uzaklaştırmaktır. Bu ise Bedevi Arapların o vakitte "el-ateme" adım verdikleri süt sağma işidir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Çünkü develerin sağılması o akşam vaktinde olur" ifadesi buna tanıklık etmektedir.

8- Yatsı Namazını Cemaatle Kılmanın. Fazileti:

İbn Mâce, Sünen'inde şu rivâyeti zikretmektedir: Bize Osman b. Ebi Şeybe anlattı: Bize İsmail b. Ayyaş, Umâre b. Gaziyye'den anlattı: Umâre, Enes b. Malik'ten, onun Ömer b. el-Hattâb'dan rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyururmuşr "Kim, kırk gece yatsı namazının ilk rek'atini kaçırmadan cemaatle kılacak olursa, bu sebeb dolayısıyla yüce Allah, onun İçin cehennem ateşinden azadlık yazar." İbn Mâce, Mesâcid 18. Hadisin akabinde kaydedilen Zevâid'deki bilgiye göre, hadis hem mürsel, hem zayıftır. Çünkü Umâre, Enes ile karşılaşmamış, İsmail de tedlis yapar (hadisteki hususları gizler)di. Merhum Kurtubînin senedi özellikle kaydetmesinin sebebi de bu olmalıdır.

Müslim'in, Sahih'indeki rivâyete göre Osman b. Affan (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kim yatsı namazını cemaatle kılacak olursa, gecenin yarısını namaz kılmış gibi olur. Kim de sabah namazını cemaatle birlikte kılarsa, o da gecenin tamamını namazla geçirmiş gibi olur." Müslim, Mesâcid 260: Tirmizî. Salât 51: Müsned. I. 58. 86

Dârakutnî de Sünen'inde şu rivâyeti kaydetmektedir: Sübey’ ya da Tubey', Ka'b'dan dedi ki: Kim güzelce abdest alır, son işâ'yı (yatsıyı) kılar, ondan sonra da dört rek'at kılıp bunların rükû' ve sucudlarını mükemmel yapar, bu rek'atlerde neler okuduğunu (manasını) bilirse, bunlar onun için Kadir gecesi seviyesinde olur. Dârakutnî, III, 194.

59

Sizden olan çocuklar, baliğ olduklarında kendilerinden öncekiler İzin istedikleri gibi, onlar da izin istesinler. Allah, size âyetlerini böyle açıklar. Allah Alîm'dir, Hakîmdir.

Bulûğ" kelimesini el-Hasen "lâm" harfini sakin okumuş, dammeyi ağırlığı dolayısıyla hazfetmiştir.

Âyetin anlamı şudur: Çocuklar sözü geçen üç vakitte izin istemekle emrolunmuşlardır. Önceden de belirttiğimiz gibi bunun dışındaki vakitlerde ise izin istememek onlara mubahtır. Daha sonra yüce Allah bu âyet-i kerîmede eğer bulûğa ermişlerse, her vakit İzin istemek hususunda erkeklerin hükmünde olmalarını emretmektedir. Bu da yüce Allah'ın hükümlerini beyânı, helâl ve haramı izahı kabilindendir.

Yüce Allah:

"Onlar da izin istesinler" diye buyurmakta ama "sizden izin istesinler" diye buyurmamaktadır. Halbuki bir önceki âyet-i kerîme'de: "Sizden... izin istesinler" diye buyurmuştur, çünkü çocuklar muhatab da değildirler, emirleri yerine getirmek suretiyle ibadet etmeleri de istenmemiştir.

İbn Cüreyc dedi ki: Ben Ataya: "Sizden olan çocuklar baliğ olduklarında... izin İstesinler" diye buyurulmaktadır, dedim, dedi ki: Ergenlik yaşına geldikleri takdirde ister hür, ister köle olsunlar insanların izin istemeleri icab eder.

Ebû İshak el-Fezârî dedi ki: Ben el-Evzaî'ye: İzin istemesi gereken çocuğun sının nedir? diye sordum. O: Dört yaş, dedi. Bu yaştaki çocuk izin istemedikçe bir kadının yanına giremez. ez-Zührî de böyle demiştir: Yani adam. annesinin yanına girmek için izin ister. İşte bu âyet-i kerîme böyle bir husus hakkında nâzîl olmuştur.

60

Nikâh ümidi kalmamış, yaşlanıp oturmuş kadınlar İçin, süslerini göstermemek şartıyla, rubalarını bırakmakta onlar üzerine vebal yoktur. Bununla beraber iffet etmeleri onlar İçin hayırlıdır. Allah, çok iyi İşitendir, çok iyi bilendir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

1- Yaşlanıp Oturmuş Kadınlar:

"Yaşlanıp oturmuş kadınlar" âyetinde geçen; "Yaşlanıp, oturmuşlar" lâfzının tekili, sonunda "te" harfi olmaksızın: şeklinde gelir. Bu "te" harfinin hazfi bu oturmanın yaşlılık dolayısıyla olduğuna delâlet etmesi içindir. Nitekim; "Hamile kadın" lâfzında da "he (yuvarlak te)"nin hazfı, yükünün hamilelik dolayısıyla olduğuna delâlet etmesi içindir. Şair de şöyle demektedir:

Şayet onun karnındaki, kadınlar arasında olsaydı hamile kalırlardı;

Oturan kadınlar kısır iseler de..."

Bunun dışındaki sebepler dolayısıyla oturan kadın hakkında ise; "Evinde oturan kadın" denilir ve he (yuvarlak te) harfi ile; "Sırtı üzerinde yük taşıyan kadın" denilir.

"el-Kavâid" aynı zamanda evin temeli demektir. Bunun da tekili "he"li olarak; şeklinde gelir.

2- Oturan Kadınlardan Kasıt:

"Yaşlanıp oturmuş kadınlar (el-kavâid)" yaşları dolayısıyla herhangi bir iş yapamadığından dolayı yerinde oturup kalan, çocuk doğuramayan, ay halinden kesilmiş, acuze kadınlar kastedilir. Çoğu ilim adamının görüşü budur. Rabîa şöyle demektedir: Bu göründüğü zaman yaşlılığından dolayı kendisinden hoşlanılmayan kadındır. Ebû Ubeyde de der ki: Bunlar çocuk doğuramayacak yaşa gelmiş kadınlardır. Ancak bu uygun bir açıklama değildir. Çünkü kadın çocuk doğuramayacak yaşa gelmiş olmakla birlikte, ondan kadın olarak yararlanmak mümkün olabilir. Bu açıklamayı el-Mehdevî yapmıştır.

3- Yaşlanıp Oturmuş Kadınların Özel Hükmünün Sebebi;

Yüce Allah'ın:

"Nikâh ümidi kalmamış, yaşlanıp oturmuş kadınlar İçin süslerini göstermemek şartıyla rubalarını bırakmakta, onlar üzerine vebal yoktur" âyetinde özellikle yaşlanmış kadınlar hakkında bu hükmü söz konusu etmesi, nefislerin onlara meyledecek halde olmamalarından dolayıdır. Çünkü erkeklerin onlara karşı bir arzuları olmaz. Dolayısıyla bu gibi kadınlara başkalarına mubah olmayan şeyler mubah kılınmış ve kendileri için yorucu bir özellik arzeden tesettüre ileri derecede riâyet külfeti üzerlerinden kaldırılmıştır.

4- Yaşlanmış Kadınların, Üzerlerine Almama Ruhsatına Sahip Oldukları Örtüler:

İbn Mes'ûd, Ubeyy ve İbn Abbâs "rubalarını bırakmakta..." anlamındaki âyeti; şeklinde; ziyadesi ile okumuşlardır.

İbn Abbâs dedi ki: Burada kasıt cilbâbdır. Yine İbn Mes'ûd'dan rivâyet edildiğine göre "Cilbablarından (rubalarından)" diye okuduğu da rivâyet edilmiştir. Araplar da yaşı ilerlemiş, bundan dolayı da üzerine başörtüsü almayan kadın için; derler.

Bazıları da şöyle demektedir: Burada söz konusu edilen kadınlar evlenme ümidi kalmamış, oldukça yaşlanmış olanlardır. Böyle bir kadının saçının görülmesinde bir mahzur yoktur. Buna göre böyle bir kadının başörtüsünü almaması caizdir. Ancak sahih olan, tesettüre riâyet hususunda böyle bir kadının da, genç bir kadın gibi olduğudur. Şu kadar var ki, bu şekilde yaşlı bir kadın gömleğin ve başörtüsünün üzerine konulan cilbâbı almaması mümkündür, Bu açıklamayı da İbn Mes'ûd, İbn Cübeyr ve başkaları yapmıştır.

5- Süsten Uzak Durmak ve İffet Yolunu Seçmek;

"Süslerini göstermemek şartıyla" âyeti, kendilerine bakılsın diye zînetlerini açığa çıkarmaksızın ve süslenmeye kalkışmaksızın çünkü böylesi en çirkin ve haktan en uzak bir işdir.

Teberruc" süslenmek, açılmak ve gözlere açık vaziyette görülmek demektir. "Yüksek burçlar" ile; " Semaların ve surların burçları" tabiri de buradan gelmekte olup, onları örtecek herhangi bir perde ve engelin olmaması demektir.

Âişe (radıyallahü anhnhâ)ya: Ey mü’minlerin annesi! Kına yakmak, gerdanlık, küpe, halhal, altın yüzük ve ince elbiseler hakkında ne dersin? diye sorulmuş, o da şu cevabı vermiş: Ey kadınlar topluluğu! Hepinizin durumu birinizin durumu gibidir. Allah, sizden görmeleri haram olan bir şeyi görmek, helâl olmayan kimselerin karşısında süslerinizi göstermemek şartıyla zîneti size helâl kilmiştır. Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, VI, 222.

Atâ dedi ki: Bu evlerindeki hükmü ifade eder, dışarı çıktığı takdirde üzerinden cilbabını bırakması helâl değildir. Bu açıklamaya göre "süslerini göstermemek şartıyla" ifadesi, evlerinden çıkmamak şartıyla anlamında olur. Buna göre de: Eğer evinde bulunuyor ise entarisinin üzerinde mutlak bir cilbab giyinmelidir, demek gerekmez. Çünkü böyle bir şeyi kabul etmek uzak bir ihtimaldir, ancak bulunduğu yere yabancı (nâmahrem) birisinin girmesi hali müstesnadır.

Daha sonra yüce Allah hepsinin kendilerini koruyarak tesettüre riayet etmelerinin, üst elbiselerini çıkarmayıp iffetli hareket ederek genç kadınların yaptıklarını yapmalarının, kendileri İçin daha faziletli ve hayırlı olduğunu söz konusu etmektedir.

İbn Mes'ûd, "İffet etmeleri" anlamındaki âyeti; şeklinde; "ya" harfi ile "te" harfleri arasında "sin" bulunmaksızın okumuştur.

Diğer taraftan şöyle denilmiştir: Kadının vücudunun çizgilerini gösterecek şekilde ince elbiseler giymesi, süslenmesi kabilindendir. Sahth(-i Müslim), Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İki sınıf insan vardır ki bunlar cehennem ehlindendir. Henüz onları görmüyorum. (Bunların) bir kesimi ile birlikte tıpkı sığır kuyruklarını andıran kamçılar bulunur. Onlarla insanları döverler. (Diğerleri ise) giyimli fakat çıplak, kendilerine meylettiren ve kendileri de meyleden, başları yan yatmış deve hörgüçlerini andıran kadınlardır. Bu kadınlar cennete girmeyecekler, kokusunu dahi almayacaklardır. Şüphesiz cennetin kokusu şu kadar, şu kadar mesafeden alınır. " Müslim, Libas 125, Cennet 52; Muvatta’, Libâs 7 (sadece kadınlarla İlgili kısmı); Müsned, II, 356, 440.

İbnul-Arabîdedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın onları giyimli olarak değerlendirmesi, üzerlerinde elbise bulunacağındandır. Çıplak olarak nitelendirmesi ise, elbise ince olduğu takdirde onların niteliklerini ortaya çıkarmasından, güzelliklerini açığa vurmasındandır, bu ise haramdır.

Derim ki; Bu, bu hususta ilim adamlarının yaptıkları iki yorumdan birisidir. İkincisine gelince, onlar elbiseleri bakımından giyimlidirler fakat şanı yüce Allah'ın hakkında;

"Takva elbisesine gelince, o daha hayırlıdır." (el-A'raf, 7/26) diye buyurduğu takva elbisesi açısından da çıplaktırlar. Bu kabilden olmak üzere şu beyitleri de nakletmektedirler:

"Eğer kişi takva elbisesini giymeyecek olursa,

O giyimli olsa bile çıplak olarak gider, gelir.

Kişinin giydiği en hayırlı elbise Rabbine itaattir,

Hayır yoktur, Rabbine âsi olan kimsede."

Müslim'in, Sahih’inde Ebû Said el-Hudrînin şöyle dediği kaydedilmektedir; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Uykuda olduğum sırada insanların bana arzedildiklerini gördüm. Onların üzerlerinde gömlekler vardı. Kimisi memelere kadar ulaşmış, kimisi bundan daha yukarıda, Ömer b. el-Hattâb geçti, üzerinde eteklerini yerden çektiği uzunca bir gömlek vardı." (Ashab): Bunu ne ile te'vil ettin, ey Allah'ın Rasûlü? diye sordular. Peygamber: "Din" diye buyurdu. Buhârî, İmân 15, Ta'bir 17, 18, Fedâilu Ashabi'n-Nebîy 6; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 15; Tirmizî, Ru'yâ 9; Nesâî, İmân 18; Dârimi, Ru'yâ 13; Müsned, III, 86,V, J74.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın gömleği dine bağlılık diye yorumlaması yüce Allah'ın:

"Takvâ elbisesine gelince, o daha hayırlıdır." (el-A'râf, 7/26) âyetinden alınmadır. Araplar da fazilet ve iffetten kinaye yoluyla "elbise" diye söz ederler. Nitekim bir şair şöyle demektedir:

"Avfoğullarının elbisesi tertemizdir ve kirden, pastan uzaktır."

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Osman (radıyallahü anh)'a şöyle demiştir "Şüphesiz Allah sana bir gömlek giydirecektir, eğer senden o gömleği sıyırıp çıkarmanı isteyecek olurlarsa, sakın çıkarma. " Tirmizî, Menâkıb 18; İbn Mâce, Mukaddime 11, hadis no: 112; Müsned, VI, 75, 87, 114, 149. Burada da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) halifelikten "gömlek" diye söz etmiştir ki, bu da bilinen ve güzel bir istiaredir.

Derim ki: Bu yorum konu ile ilgili iki yorumun sahih olanıdır. Bu dönemde onlara yakışan yorum da budur. Özellikle genç kadınlar için bu böyledir, çünkü onlar süslenmekte ve süslerini açığa vurdukları halde dışarı çıkmaktadırlar. Onlar elbiseleri itibariyle giyimlidirler, fakat gerçekte takva bakımından çıplaktırlar. Hem zahiren, hem batınen. Çünkü kadın zînetini açığa vurmakta ve kendisine kimlerin baktığına aldırmamaktadir. Hatta onların gözettikleri maksat dahi budur, bu onların açıkça görülen bir halleridir. Eğer onlarda takvadan bir eser bulunsaydı, asla böyle bir şey yapmazlar ve hiç kimse oralarda kimin olduğunu dahi farketmezdi. Bu yorumu pekiştiren hususlardan birisi de hadisin geri kalan bölümünde onların nitelikleri ile ilgili söz konusu edilen şu sözlerdir: "Başları yan yatmış deve hörgüçlerini andırır." Hadiste sözü edilen "el-buht" adındaki deve türü oldukça iri yarı bir deve çeşididir, hörgüçleri de pek büyüktür. Onların başlarını bu develerin hörgüçlerine benzetmesinin sebebi, bunların saçların örüklerini başlarının ortalarında kaldırıp toplamalarından dolayıdır, Bu, görülen ve bilinen bir husustur. Onlara bakan bir kimse de elbette kınanır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Ben, benden sonra erkeklere kadınlardan daha zararlı bir fitne terketmiş değilim." Bu hadisi Buhâri rivâyet etmiştir. Buhâri, Nikâh 17; Müslim, Zikr 97, 98; Tirmizî, Etleh 31; İbn Mâce, Fiten 19; Müsned, V. 200. 210

61

Gözü görmeyen için bir sorumluluk yoktur. Topala sorumluluk yoktur, hastanın da bir sorumluluğu yoktur. Kendi evlerinizden, babalarınızın evlerinden, analarınızın evlerinden, kardeşlerinizin evlerinden, kızkardeşlerinizin evlerinden, amcalarınızın evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden yahut teyzelerinizin evlerinden veya anahtarlarını elinizde bulundurduğunuz kimselerin veya dostlarınızın evlerinden yemek yemenizde size de bir sakınca yoktur ve sizin İçin topluca veya ayrı ayrı yemenizde de vebal yoktur. Ne zaman ki, bu evlere girerseniz, kendinize Allah tarafından mübarek ve pek güzel bir selâm olmak üzere selâm veriniz. Allah size akıl edesiniz diye âyetleri böyle açıklıyor.

Bu âyete dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:

1- Âyet-i Kerîme Muhkem midir?

"Gözü görmeyen için bir sorumluluk yoktur..." diye başlayan yüce Allah'ın âyeti ile ilgili olarak ilim adamlarının farklı sekiz ayrı görüşü vardır. Bu görüşlerin en kabule değer olanları da üç tanedir: Mensûhtur, nâsıhtir, muhkemdir. Şimdi bu üç görüşü ele alalım:

1- Bu âyet-i kerîme -yüce Allah'ın:

"Kendi evlerinizden..." âyetinden itibaren âyetin sonuna kadar- mensûhtur. Bu görüş Abdu'r-Rahmân b. Zeyd'e aittir. O şöyle demektedir: Bu, artık ardı arkası kesilmiş bir uygulamadır. Çünkü İslâm'ın ilk dönemlerinde kapılarının kilitleri yoktu. Kapılar üzerinde perde gerilirdi. Kimi zaman bir adam gelir, aç olduğu için evde kimse de olmadığı halde içeri girerdi. Yüce Allah böyle bir evin yemeğinden yemeyi mubah kılmıştır. Daha sonra evlere kilit vurulmaya başlandı. Artık kimseye bu kilitleri açmak helâl değildir. Dolayısıyla bu durum geride kaldı ve ardı arkası kesildi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Hiçbir kimse bir başkasına ait bir davarı onun izni olmadıkça sağmasın." Buhârî, Lukata 8; Müslim, Lukata 13; Ebû Dâvûd, Cihâd 86; İbn Mâce, Ticârât 68; Muvatta’', isti'zân 17; Müsned, II, 6, 57. Bu hadisi hadis İmâmları rivâyet etmiştir.

2- Ayet-i Kerîme nâsihtir. Bunu da bir grub ilim adamı söylemiştir. Ali b. Ebi Talha, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Şanı yüce Allah:

"Ey îman edenler! Mallarınızı aranızda bâtıl yollarla yemeyin" (en-Nisa, 4/29) âyetini indirince, müslümanlar: Yüce Allah, bizlere mallarımızı aramızda bâtıl yollarla yememizi yasaklamış bulunuyor. Şüphesiz ki yenilecek bir şey, malların en faziletlisidir. O bakımdan bizden herhangi birisinin bir başkasının yanında yemek yemesi helâl olamaz, diyerek insanlar başkalarının yemeklerini yemekten uzak durdu. Bunun üzerine yüce Allah:

"Gözü görmeyen İçin bir sorumluluk yoktur... ya da anahtarlarını elinizde bulundurduğunuz kimselerin... evlerinden yemek yemenizde size de bir sakınca yoktur" âyetini indirdi. Devamla dedi ki: İşte burada sözü edilen kişi, bir başkasının bakılması, çekip çevrilmesi gereken işlerini görmekle görevlendirilen kişidir.

Derim ki: Burada sözü edilen Ali b. Ebi Talha, Haşimoğullarının mevlâsı (azadlısı)dır. Şam'da yerleşmiştir, künyesi Ebû'l-Hasen'dir. Ebû Muhammed olduğu da söylenmiştir. Babası Ebû Talha'nın ismi da Salim'dir. Onun tefsir ile ilgili rivâyetleri eleştirilmiştir. İbn Abbâs'ı görmediği söylenir, İbn Abbâs'ı görmediği konusunda ilim adamları ittifak etmiş görünüyor. Bk. İbn Hacer, Tekzibu't-Tehzib. VTI, 298-299 Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

3- Âyet-i Kerîme muhkemdir. Sözlerine uyulan ilim ehli bir topluluk bu görüştedir. Said b. el-Müseyyeb, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe b. Mes'ûd bunlar arasındadır. ez-Zührî'nin, Urve'den, onun da Âişe (radıyallahü anhnhâ)dan rivâyetine göre şöyle demiştir: Müslümanlar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte topluca Savaşa çıkarlar. Anahtarlarını da aralarında kötürüm olan kimselere bırakır ve şöyle derlerdi: İhtiyacınız olursa, yiyebilirsiniz. Ancak bunlar: Onlar bize bu yemekleri gönül hoşluğu ile helâl kılmadılar, diyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah da: "Kendi evlerinizden, babalarınızın evlerinden... yemenizde size de bir sakınca yoktur" âyetini sonuna kadar indirdi. Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, VI, 224

en-Nehhâs dedi ki: "Hep birlikte sefere çıkıyorlardı..." hep beraber gazaya çıkıyorlardı, demekti Burdan itibaren en-Nehhâs'tan Hadîs-i şerîfte geçen ve hep birlikte sefere çıkmak demek olan "îâb" lâfzı İle "kötürümler" demek olan "damnâ" kelimeleri ile ilgili beş-altı satırlık lugavî açıklama aktarmaktadır. Âyetin tefsiri ile doğrudan alakalı olmadığı için ayrıca tercüme edilmemiştir.

en-Nehhâs (devamla) dedi ki: Bu görüş âyet-i kerîme hakkında yapılmış rivâyetlerin en değerlilerindendir. Çünkü bu görüşte ashab ile tabiîn tarafından âyet-i kerîmenin muayyen bir şey hakkında indiği tayin edilmektedir.

İbnu'l-Arabî der ki: Bu, (âyet-i kerîme ile) uygunluk arzeden bir görüştür, çünkü kötürümler cihada çıkan sahabilerle birlikte çıkmayıp geri kalıyorlar, çıkanların da malları onların elinde bulunuyordu. Ancak yüce Allah'ın: "Ya da anahtarlarını elinizde bulundurduğunuz kimselerin..." âyeti zaten bunu gerektirmektedir. O halde bu görüş oldukça uzak bir ihtimal olarak görülmektedir. Ancak tercih edilen şöyle demek olmalıdır: Yüce Allah, görmenin şart olduğu yükümlülüklerde gözleri görmeyenden vebali kaldırdığı gibi, yürümenin teklifte bir şart olduğu ve topallık ile birlikte istenen fiillerin yapılmasına imkân bulunmadığı hallerde de topaldan sorumluluğu kaldırmıştır. Hastadan da yükümlülüğünün düşmesinde etkili olan hususların sorumluluğu kaldırılmıştır. Oruç, namazın şartları, rükünleri, cihad vb. gibi. Daha sonra da açıklamak üzere şöyle buyurmaktadır: Kendi evlerinizden,.. yemenizde size de bir sakınca yoktur. İşte bu doğru bir anlamdır, apaçık ve faydalı bir tefsirdir. Şeriat ve akıl da bunu desteklemektedir. Âyetin tefsirinde ayrıca bir nakle de gerek yoktur.

Derim ki: İbn Atîyye de buna İşaret ederek şöyle demektedir: Âyetin zahiri ve şeriatın emri şunu göstermektedir ki; boylelerinden mecburiyetten yapamadıkları fakat niyetleri o işi en kâmil manada yapmak olduğu halde, mazeretleri sebebiyle daha eksiğini yapmak durumunda kaldıkları bütün hususlarda sorumluluk ve veballeri kaldırılmıştır. Bu gibi hallerde onlara sorumluluk yoktur. Sorumluluk (harec) hakkında söylenenler ise, bundan sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir:

2- Âyette Sözü Edilen "Zorluk"un Mahiyeti:

İbn Zeyd dedi ki: Buradaki "zorluk" gazadaki zorluktur. Yani böylelerinin gazadan geri kalmalarında bir vebal yoktur. Yüce Allah'ın:

"Kendi evlerinizden... size de bir sakınca yoktur" âyeti mana itibariyle öncekilerden kopuktur, onlarla ilgisi yoktur.

Bir kesim de şöyle demektedir: Âyet-i Kerîme tümüyle yemek ile ilgili hususlara dairdir. Bu kesim devamla şöyle demektedir: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Peygamber gönderilmeden önce Araplarla Medine'de bulunanlar çeşitli hastalıklara mübtelâ kimselerle birlikte yemek yemekten uzak kalırlardı. Onlardan kimisi bu İşi gözleri görmeyen kimsenin eli rastgele yerlere değdiğinden, topal bir kimse gelişî güzel oturduğundan, hasta olan bir kimse koktuğundan ve rahatsızlığından dolayı bu gibi kimselerle yemek yemekten tiksinir ve uzak kalırlardı, Ancak bu cahili bir ahlâktır ve kibirliliktir. İşte bu âyet-i kerîme bu hususta uyarıcı olmak üzere nazil olmuştur.

Mazeret ve rahatsızlık sahibi olmayan kimselerden bazıları da bu işi çekinmek ve sakınmak kastıyla yaparlardı. Çünkü bu mazeret sahipleri yemek hususunda sağlıklı kimselere göre daha geri idiler. Zira âmâ olan kimsenin gözleri görmüyor, topal olan bir kimse kalabalığa karışamıyor, hasta ise zayıf bir kimsedir. O bakımdan âyet-i kerîme onlarla birlikte yemek yemeyi miibah kılmak üzere nazil olmuştur.

ez-Zehravînin Kitabında İbn Abbâs'ın şöyle dediği kaydedilmektedir: Bu gibi özür sahipleri, özürleri dolayısıyla insanlarla birlikte yemek yemekten çekindiler, Bunun üzerine bu âyet-i kerîme onlara yemek yemeyi mubah kılmak üzere nazil oldu.

Denildiğine göre bir kimse bu gibi özürlülerden birisini evine götürüp de orada yiyecek bir şey bulamadı mı, onu alır akrabalarından birisinin evine götürürdü. Bu özür sahipleri bundan çekindiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.

3- Kişinin Kendi Evinden Yemesi:

"Kendi evinizden... size de bir sakınca yoktur" âyeti yeni bir söz başlangıcıdır. Ey insanlar sizin için de vebal yoktur, demektir. Ancak muhatab olan ile muhatab olmayan bir arada bulunduğundan dolayı İfadenin düzgün olması açısından muhatab tağlîb edilmiştir. Yüce Allah, yakın akrabaların evlerini söz konusu etmekle birlikte, oğulların evleri bu arada söz konusu edilmemiştir. Müfessirler derler ki: Oğulların evleri yüce Allah'ın:

"Kendi evlerinizden" âyetinin kapsamına girmesi dolayısıyla ayrıca söz konusu edilmemiştir. Çünkü kişinin oğlunun evi, kendi evidir. Hadîs-i şerîfte de: "Sen de, malın da babana aitsiniz" denilmiştir. Ebû Dâvûd, Buyû’ 77; İbn Mâce, Ticârât 64 Diğer taraftan burada çocuklar söz konusu, edilmeden akrabalar söz konusu edilmiştir.

en-Nehhâs da şöyle demektedir: Bazılan bu görüşe itiraz ederek şöyle demişlerdir: Bu yüce Allah'ın Kitabına karşı bir tahakkümdür, fakat zahiren daha uygun olanı oğlun burada sözü edilenlerden farklı olmamasıdır. Zira Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan rivâyet edilen; "Sen de, malın da babana aitsiniz" âyetini delil göstermek, pek kuvvetli değildir. Çünkü bu hadis oldukça zayıftır. Sahih olsa bile bunda delil olacak bir taraf yoktur. Zira Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) orada sözü geçen muhatabın malının babasına ait olduğunu öğretmiş bulunuyor. Hadisin anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Sen babana aitsin, "malın da" ibaresi yeni bir cümle başlangıcı olup malınsa senindir, anlamındadır. Bunu katî olarak ortaya koyan delil ise, baba ile oğul arasında mirasçılısın söz konusu olmasıdır.

et-Tirmizî el-Hakîm de şöyle demektedir: Yüce Allah'ın:

"Kendi evlerinizden... yemek yemenizde size de bir sakınca yoktur" âyetinin izahı şöyledir: Sanki burada sizin, akrabalarınızın ve çocuklarınızın bulunduğu meskenler demek İstemiş gibidir. Bu durumda aile halkının ve çocukların orada onlara ait bir takım eşyası olur. Mesken sahibi olan bu adam da bu hususta bazı şeyleri onların istifadesine sunmuştur. Böyle bir durumda o yiyecek şeylerden, onlarla beraber yemesinde bir mahzur yoktur. Yahut kocanın ve çocuğun orada kendilerine ait ve kendi mülkleri olan bir takım şeyler bulunabilir. Bu hususta da onun için bir vebal söz konusu değildir.

4- Evlerinden Yemek Yemenin Sakıncalı Olmadığı Kimseler:

"Babalarınızın erlerinden, analarınızın evlerinden, kardeşlerinizin evlerinden, kızkardeslerinizin evlerinden, amcalarınızın evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden yahut teyzelerinizin evlerinden..." âyeti ile ilgili olarak kimi ilim adamı şöyle demiştir: Onların bu hususta izinlerinin olması halinde söz konusudur. Başkaları da şöyle demektedir: İster izin versinler, ister izin vermesinler kişi yiyebilir. Çünkü aralarındaki akrabalık onlar tarafından verilen bir izin demektir. Bunun böyle olmasının sebebi, aradaki akrabalığın bir şefkat meydana getirmesi ve bu şefkat sebebiyle onlara ait herhangi bir şeyi yemelerini gönül hoşluğuyla karşılayarak öğrenmeleri halinde bundan dolayı sevinmeleridir.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Yüce Allah, bizlere eğer yemek çok ve insanlara ikram edilen bir durumda ise, izin almaksızın nesep cihetiyle akrabalardan yemek yemeyi mubah kılmıştır. Şayet bu yemek alıkonulmuş ve bir yerlerde saklanmış ise, onu almak onlara câiz değildir. Alıkonulup saklananlara kadar uzanmaları câiz olmaz. Aynı şekilde yenilmeyen şeylere el uzatmaları da. İsterse alıkonulup saklanan bir şey olmasa dahi, onların izni alınmadıkça ona el uzatılmaz.

5- Anahtarları Elde Bulunan Kimselerin Evlerinden Yemek:

"Ya da anahtarlarını elinde bulundurduğunuz kimselerin... evlerinden yemek yemenizde size de bir sakınca yoktur" âyeti sizin yığıp biriktirdiğiniz ve tasarrufunuzun altında bulunan şeyler, demektir. Bunun büyük çoğunluğu da, kişinin kendi evinde ve kendisinin kilitleyip anahtarını yanında bulundurduğu şeyler hakkında sözkonusudur. ed-Dahhak, Katade ve Mücahid'in te'vili budur. Müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre âyetin kapsamına vekiller, köleler ve ücretle çalıştırılanlar girmektedir. İbn Abbâs dedi ki: Bununla kişinin arazisindeki kâhyası, malının hazinedarı kastedilmektedir. Böyle bir kimsenin yönetmekten sorumlu olduğu şeylerden yemesi caizdir.

Ma'mer, Katade'den, o İkrime'den şöyle dediğini zikretmektedir: Kişi anahtara sahip oldu mu, hazinedar demektir. O bakımdan onun az bir şeyler yemesinde bir sakınca yoktur.

İbnu'l-Arabî der ki: Hazinedarın anbarda biriktirilen şeylerden yeme hakkı icmâ' ile kabul edilmiştir. Bu, onun belirli bir ücretini almaması halinde böyledir. Şayet hazinedarlığı karşılığında bir ücret alıyor ise, ondan yemesi onun için haram olur.

Saîd b. Cübeyr, "elinizde bulundurduğunuz" anlamındaki âyeti; şeklinde "mim" harfini ötreli, "lâm" harfini şeddeli ve esreli olarak okumuştur (ki, sizin elinize teslim edilen, mülkiyetinize verilen anlamına gelir.) Aynı şekilde "anahtarlar" kelimesini "te" ile "hâ" arasına bir "ye" koyarak; şeklinde,

"Anahtar" kelimesinin çoğulu olarak okumuştur ki, buna dair açıklamalar daha önceden el-En'âm suresinde (6/59-âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Katade de tekil olarak; "Anahtarını" diye okumuştur.

İbn Abbâs dedi ki: Âyet-i Kerîme el-Hâris b. Amr hakkında nazil olmuştur. O Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte gazaya çıkmış, geriye Malik b. Zeyd'i de aile halkım gözetmek üzere vekil tayin etmişti. Geri döndüğünde Malik’in maddi bakımdan çok sıkıntı çekmekte olduğunu görünce halini sordu, onun: Senin iznin olmadan, senin yiyeceklerinden yemekten çekindim, demesi üzerine yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi inzal buyurdu.

6- Arkadaşların Malından Yemek:

Yüce Allah'ın: "Veya dostlarınızın" âyetindeki "es-sadîk" kelimesi (aslında tekil olmakla birlikte) çoğul anlamındadır. "el-Adu": Düşman" kelimesi de böyledir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onlar Benim düşmanımdır." (eş-Şuarâ, 26/77) Şair Cerir de şöyle demektedir:

"Onlar aşkı çağırdılar, sonra ok attılar kalplerimize, düşmanların oklarıyla,

Kendileri ise, arkadaştırlar."

Şair de burada "arkadaşlar" anlamında tekil olarak "sadık" kelimesini kullanmıştır.

Sadîk (arkadaş, dost): Sana sevgisinde samimi olan, senin de kendisine samimiyetle sevgi duyduğun kimsedir.

Bu âyetin, yüce Allah'ın; "Peygamberin evlerine sizin için yemeğe izin verilmeden girmeyin" (el-Ahzâb, 33/53) âyeti ile:

"Eğer oralarda kimse bulamazsanız... oralara asla girmeyin." (en-Nûr, 24/28) âyeti ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Müslüman bir kimsenin malı onun gönül hoşluğu ile olmadıkça (başkasına) helâl olmaz" Müsned, V, 72 âyeti ile neshedilmiştir. Bu âyetin muhkem olduğu da söylenmiştir, daha sahih olan da budur. Muhammed b. Sevr'in naklettiğine göre Ma'mer şöyle demiş: Katade'nin evine girdim, orada taze hurma buldum, ondan yemeğe koyuldum. O, bu ne oluyor, dedi. Ben de: Senin evinde taze hurma buldum ve ben de yedim deyince, iyi yaptın, dedi. Yüce Allah: "Veya dostlarınızın evlerinden..." diye buyurmuştur.

Abdu'r-Rezzak, Ma'mer'den, onun da Katade'den naklettiğine göre Katade yüce Allah'ın; "Veya dostlarınızın evlerinden" âyeti hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: Arkadaşının evine (gerek duymadığın için) onun iznini sormadan girecek olursan, bunda bir mahzur yoktur. Ma'mer der ki: Ben Katade'ye: Şu testiden içeyim mi, diye sordum. O da sen benim arkadaştmsın, bu izin İstemek de ne oluyor, dedi.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Beyrahâ diye adlandırılan Ebû Talha'ya ait bahçeye giriyor ve -ilim adamlarımızın dediklerine göre- oradaki tatlı sudan onun iznini İstemeden İçiyordu. Halbuki bizim (Maliki mezhebine mensup) ilim adamlarımız: Su yer sahiplerinin mülkiyetindedir, görüşündedirler. Arkadaşın izni olmaksızın suyundan içmek câiz olduğuna göre, onun meyvesinden, yiyeceğinden de arkadaşının bu hususu o yenilen şeyin önemsizliği ve pek kıymetli olmayışı dolayısıyla -ya da aralarındaki sevgi sebebiyle- gönül hoşluğu ile karşılayacağını bildiği takdirde, izinsiz yemesi câiz olur.

Um Haram'ın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a yanında uyuduğu sırada yemek yedirmesi de bu kabildendir. Çünkü çoğunlukla görülen şu ki: Evde bulunan yemek erkeğe aittir, hanımı ise bu yemekte ariyet yoluyla tasarrufta bulunur. Bütün bunlar, yemekten beraberinde götürmemesi, bu yemekleri yemekle kendi malını korumak maksadını gütmemesi ve az miktarda olup, pek önemsenmeyecek türden olması, halinde böyledir.

7- Dost ve Akraba:

Yüce Allah, bu âyet-i kerîmede dost ve arkadaşı bağı sağlam, katıksız akrabalık ile birlikte söz konusu etmektedir. Çünkü sevgi yakınlığı da oldukla sıkı bir bağdır. en-Nekkaş'ın Kitabı'nda kaydedildiğine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Dost bağı, akrabalık bağından daha sıkıdır. Nitekim cehennemlikler şöylece imdat isteyeceklerdir:

"Artık bize şefaat edecek bir kimse de yoktur, candan bir dostumuz da yok." (eş-Şuarâ, 26/100-101)

Derim ki: İşte bundan dolayı bizim mezhebimize göre tıpkı akrabanın, akraba lehine şahitliği câiz olmadığı gibi, dostun da dostu lehine şahitliği câiz değildir. Buna dair açıklamalar ve bunun sebebi en-Nisâ Sûresi'nde (4/135. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bir darb-ı meselde de şöyle denilmektedir: Kardeşini mi daha çok seversin, yoksa arkadaşını mı? Arkadaşım olması halinde kardeşimi.

8- Topluca ya da Ayrı Ayrı Yemek Yemek:

Yüce Allah'ın:

"Ve sizin topluca veya ayrı ayrı yemenizde de vebal yoktur" âyetinin Leys b. Bekroğulları hakkında nazil olduğu söylenmiştir. Bunlar Kinâneoğullarına mensup bir koldur. Onlardan herhangi bir kimse tek başına yemek yemez ve kendisiyle beraber yemek yiyecek birisini buluncaya kadar günlerce aç beklermiş. Şairlerden birisinin şu beyiti de bu türdendir:

"Sen bir yemek yaptınmı onu (benimle) yiyecek birisini ara,

Çünkü ben tek başıma yemek yemem."

İbn Atiyye dedi ki: Onlarda bu uygulama, İbrahim (sallallahü aleyhi ve sellem)dan miras kalmıştı. O da tek başına yemek yemezdi.

Kimi Arapların misafiri oldu mu ancak misafiri ile birlikte yemek yer. Onunla yemek yeyinceye kadar kendisi hiçbir şey yemezdi. Bu âyet-i kerîme yemek yeme sünnetini açıklamak üzere nazil oldu. Buna muhalif Araplarda görülen her türlü uygulamayı da ortadan kaldırıp Araplarca haram kabul edilen tek başına yemek yemeyi mubah kılmaktadır. Çünkü Araplar bu hususta erdemli bir ahlâka doğru gitmek isterken, bu hükme bağlılık konusunda aşırıya kaçmışlardır. Elbetteki beraber yemek yiyecek birisini bulundurmak güzel bir şeydir. Şu kadar var ki tek başına yemek yemeyi de haram görmemek gerekir.

9- Yolculukta Birlikte ya da Ayrı Ayrı Yemek Yemek:

Yüce Allah'ın:

"Topluca veya ayrı ayrı" anlamındaki âyette; "Topluca" kelimesi hal olarak nasbedilmiştir. "Ayrı ayrı" kelimesi de; in çoğuludur, bu da ayrılmak anlamına bir mastardır. Topluluk dağıldı anlamında; denilir.

Buhârî, Sahih'inde şöyle bir başlık açmıştır: "Gözü görmeyen için bir sorumluluk yoktur, topala sorumluluk yoktur, hastanın da bir sorumluluğu yoktur" âyeti ile yolcuların beraberlerindeki azıktan bir araya toplamaları ve bir arada yemek yemeleri. Buhâri, Et’ime 7. Elimizdeki basılı Buhârî nüshalarında bab başlığı, âyet-i kerimeden ibarettir. İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, IX, 439'daki başlık ise -mana geliştiren tek kelimelik bir ziyade dışında müessirimizin zikrettiği ile aynıdır.

İlim adamlarımızın söylediklerine göre; bu babtaki maksadı, yemek hususunda halleri farklı olsa dahi topluca yemek yemenin mubah olduğuna dikkat çekmektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hususu uygun görmüş, bundan dolayı bu, yolcuların beraberlerinde bulunan azıkları ortaya koymaları, ziyafetler ve yolculuk esnasında herkesin azığını çıkarması ve yemeğe çağırılan topluluklarda uygulanagelen bir sünnet olmuştur. Bir kimse, eğer emanet olarak yahut akrabalık veya arkadaşlık dolayısıyla bir başkasının anahtarlarını elinde bulunduruyor ise, ister arkadaşı ile birlikte olsun, ister akrabası ile birlikte olsun, yalnız başına olsun oradan yiyebilir.

(Buhârî’nin açtığı başlıkta geçen): "en-Nihd" kelimesi arkadaşların kendi aralarında harcamak kastıyla belli bir miktarda topladıkları mal ya da yiyecektir. Bu şekilde davrananlar hakkında; Azıklarını topladılar" denilir. Bu açıklamalar (Halil b. Ahmed'in) "el-Ayn" adlı eserinden nakledilmiştir. İbn Düreyd de der ki: Bu kabilden olmak üzere; "Kendi aralarında paylaştılar ve herkes payına düşeni ortaya koydu" denilir. el-Herevî de şöyle demektedir: el-Hasen'in (zikrettiği) bir hadisinde şöyle denilmektedir: "Beraberinizdeki azığı çıkartınız, bu bereketi daha bir arttırır, ahlâkınızı daha bir güzelleştirir." Ebul-Ferec İhnul-Cevzî, Ğaribu'l-Hadis, Beyrut 1405/1985, II, 444; İbnul-Esir, en-Nihâye, V, 135. Hadiste geçen "en-nihd" arkadaşların yolculuk ya da başka bir halde harcamalarını eşit olarak paylaştırmaları demektir. Araplar: -Nun harfi esreli olarak: Nihdini çıkart! derler.

el-Mühelleb der ki: Nihd, yemeği yiyen kimseler tarafından herkes eşit yesin diye konulmaz. Herkes yiyebildiği kadarını yer ve bazen bir kişi diğerinden daha fazla yiyebilir.

Böyle bir uygulamayı terketmenin vera' bakımından daha uygun olduğu söylenmiştir. Eğer arkadaşlar hergün aralarından birisinin yemeğini yemek üzere toplanıyor iseler, bu nihd uygulamasından daha güzeldir. Çünkü onların nihd uygulamasına başvurmaları ancak herkes kendi malını yesin diyedir, bu maksatla bir araya gelirler. Diğer taraftan onlardan birisi kendi malından daha az yerken, başkası da kendi getirdiği maldan daha fazlasını yiyebilir. Fakat bir gün birisinin yanında, öbür gün bir diğerinin yanında şartsız olarak bulunacak olurlarsa, birbirlerinin misafirleri olurlar. Misafir de kendisinin önüne getirilenden (ikram edenin) gönül hoşluğu ile yer.

Eyyub es-Sahtiyânî der ki: Nihd uygulaması şu şekildeydi: Bir topluluk yolculukta bulunur, onlardan birisi daha erken eve varır. Bir davar keser, yemek hazırlar, sonra da onların yanına varır. Daha sonra yine tekrar daha önce evine varır, aynı şeyi yapar. Bunun Üzerine şöyle dediler: Senin bu yaptığının bir benzerini hepimiz yapmak isteriz. Gelin biz kendi aramızda belli bir husus üzerinde anlaşalım ve bu konuda kimimiz, kimimize daha faziletli olmasın. Bunun üzerine aralarında nihd denilen uygulamayı anlaşarak tesbit ettiler. Salih kimseler birbirleriyle nihdleştiklerinde onların en faziletli olardan diğer arkadaşlarının önlerine getirdiklerinden daha fazlasını getirmenin yolunu arardı. Şayet böyle bir hali bilecek olurlarsa, onun bu uygulamasına razı olmayacak iseler, o takdirde onlardan habersiz bu işi gizlice yapardı.

10- Evlere Girerken Selâm Vermek:

Yüce Allah'ın:

"Ne zaman ki bu evlere girerseniz, kendinize Allah tarafından mübarek ve pek güzel bir selâm olmak üzere selâm veriniz. Allah size akıl edesiniz diye âyetleri böyle açıklıyor" âyeti ile ilgili olarak te'vil âlimleri hangi evlerin kastedildiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbrahim en-Nehaî ve el-Hasen bu âyet ile mescidlerİ kastetmiştir, derler. Yani sizler orada sizin gibi bulunan kimselere selam veriniz. Şayet mescidlerde kimse bulunmuyor ise, o takdirde kişi: es-Selâmu alâ Rasûlillah (Allah Rasûlüne selâm olsun) diyerek selam verir. Melekleri kastederek: es-Selâmu aleykum der, de söylenmiştir. Sonra da: es-Selâmu aleynâ ve alâ ibadillahi's-salihîn (selâm bizlere ve Allah'ın salih kullarına) der.

Abdu'r-Rezzak şu rivâyeti kaydeder: Bize Ma'mer, Amr b. Dinar'dan haber verdi. O İbn Abbâs (radıyallahü anh)dan; yüce Allah'ın:

"Ne zaman ki bu evlere girerseniz, kendinize... selâm veriniz" âyeti ile ilgili olarak dedi ki: Mescide girdiğin takdirde: es-Selâmu aleynâ ve alâ ibadillahi's-salihîn, de.

Bir başka görüşe göre burada evlerden kasıt, mesken olarak kullanılan evlerdir. Yani siz kendi kendinize selâm veriniz. Câbir b. Abdullah ve yine İbn Abbâs ile Atâ b. Ebi Rebah bu görüştedirler ve şöyle derler: Kişi mesken olarak kullanılmayan evlere girdiği takdirde kendi kendisine: es-Selâmu aleynâ ve alâ ibadillahi's-salihîn diyerek selâm verir.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Âyetin bütün evler hakkında umumî olduğu sahih olan görüştür. Bunu belli bir takım evlere tahsis etmenin delili yoktur. Âyette ifadenin mutlak olarak gelmesi, bu umumî ifadenin kapsamına ister başkasına ait olsun, ister kendisine ait olsun her evin girmesi içindir. Kişi, önceden de geçtiği üzere başkasına ait olan bir eve girecek olursa izin ister. Kendisine ait eve girecek olursa, haberde vârid olduğu üzere selâm verir ve: es-Selâmu aleynâ ve alâ İbadillahi's-salihîn der. Bu görüş İbn Ömer'e aittir. Bu şekilde selâm vermek evin boş olması halindedir, eğer orada aile halkı, hizmetçileri varsa, bu sefer: es-Selamu aleykum, demelidir. Şayet girdiği yer bir mescid ise o takdirde es-selâmu aleynâ ve alâ ibadillahi's-salihîn, desin. İbn Ömer, boş ev hakkında da böyle demiştir.

İbnu'l-Arabî der ki: Benim tercih ettiğim görüşe gelince, şayet ev boş ise selâm vermek gerekli değildir. Çünkü eğer maksat melekler ise melekler hiçbir halde zaten kuldan ayrılmazlar. Kişinin kendi evine girdiği vakit; Maşaallah lâ kuvvete illâ billah diyerek, Allah'ı anması müstehabtır. Nitekim buna dair açıklamalar daha önce el-Kehf Sûresi'nde (18/39-41. âyetler, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

el-Kuşeyrî, yüce Allah'ın:

"Ne zaman ki bu evlere girseniz..." âyeti hakkında şöyle demektedir: Daha uygun olan şöyle demektir: Bu âyet bütün evler hakkında umumîdir. Eğer orada müslüman bir kimse sakin ise: es-Selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berakâtuhû, der. Şayet orada kimse bulunmuyor ise o vakit; es-Selâmu aleynâ ve alâ ibadillahi's-salihîn, der. Eğer evde müslüman olmayanlar bulunuyor ise, o vakitte: Selâm hidayete tabi olanlara, yahut; es-selamu ateynâ ve alâ ibadillahi's-salihîn der.

İbn Huveyzimendâd da şöyle demektedir: Ebû'l-Abbas el-Asam bana yazdığı mektubunda şunları söyledi: Bize Muhammed b. Abdillah b. Abdi’l-Hakem anlattı, dedi ki: Bize İbn Vehb anlattı dedi ki: Bize Cafer b. Meysere'nin Zeyd b. Eslem'den anlattığına göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sizler evlere girdiğiniz vakit oranın halkına selâm veriniz. Allah'ın ismini anınız, çünkü sizden herhangi bir kimse evine girdiği vakit selâm verip yüce Allah'ın ismini da yemeği üzerine anacak olursa, şeytan arkadaşlarına: Burada geceleyin kalma imkânınız yok, akşam yemeği de yiyemezsiniz, der. Şayet sizden herhangi bir kimse (evine) girdiğinde selâm vermeyip yediği yemeğin başında da Allah'ın ismini anmayacak olursa, şeytan arkadaşlarına: Artık siz geceyi geçireceğiniz yeri de buldunuz akşam yemeğini de buldunuz der." Müslim, Eşribe 103; Ebû Dâvûd, Et'ime 15; İbn Mâce, Dıta 19; Müsned, HI, 346.

Derim ki: Bu hadisin manası Câbir (radıyallahü anh)ın rivâyeti ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a merfûen sabit, olmuştur ve bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd'da Ebû Mâlik el-Eşcaî’nin şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kişi evine girecek olursa:

Allah'ım ben Sen'den girişimin hayrını, çıkışımın da hayrını dilerim. Allah’ın İsmi ile girdik, Allah'ın İsmi ile çıktık ve Rabbimiz olan Allah'a tevekkül ettik, desin, sonra da aile halkına selâm versin." Ebû Dâvûd, Edel-s 103. Ebû Dâvûd'da hadisin ravisi Ebû Malih el-Eşcaî olarak değil, Ebû Mâlih el -Eş'arî olarak zikredilmektedir.

11- Verilecek Selâmın Niteliği:

"Selâm olmak üzere" lâfzı mastar (mef'ûl-i mutlak)dır. Çünkü

"selâm veriniz" ifadesi de bu anlardı ihtiva etmektedir, Yüce Allah bu sefamı bereketli olmakla nitelendirmiştir, çünkü bunda hem dua, hem de müslümanın sevgisini kendisine doğru çekine (sevgisini kazanma) söz konusudur. Aynı şekilde yüce Allah bu selâmı "pek güzel (tayyib)" olmakla da nitelendirmiştir. Çünkü bunu işiten böyle bir selâmdan hoşlanır ve güzel bulur.

"Böyle" âyetindeki "kef" teşbih edatıdır. ise sözü geçen bu sünnetlere işarettir. Yani sizlere bu hususlarda dininizin sünnetlerini açıkladığı gibi, dininizde sizin için gerekli olan diğer hususları da böylece açıklar.

62

Mü’minler ancak o kimselerdir ki, onlar Allah'a ve Rasûlüne îman ederler. Aynı zamanda onlar kamuyu ilgilendiren herhangi bir işi danışmak için onunla bir arada olduklarında, ondan izin almadıkça yanından ayrılmazlar. Şüphe yok ki senden izin isteyenler, Allah'a ve Rasûlüne Îman edenlerdir. Bazı işleri için senden izin istediklerinde onlardan kime istersen izin ver ve onlar için Allah'tan mağfiret iste. Muhakkak Allah bağışlayandır, rahmet edicidir.

Bu âyetin: "Mü’minler ancak o kimselerdir ki, onlar Allah'a ve Rasûlüne îman ederler. Aynı zamanda onlar kamuyu ilgilendiren herhangi bir İşi danışmak için onunla bir arada olduklarında, ondan izin almadıkça yanından ayrılmazlar" bölümü ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in Emrine Uymak:

"Mü’minler ancak o kimselerdir ki..." âyetinde yer alan;

"Ancak" ifadesi bu âyet-i kerîmede hasr içindir. Yani Allah'a ve Rasûlüne îman eden kimselerin imanı, Rasûlün emrini dinleyen, Rasûl bir işi tamamlamak isterken kendisi karşı çıkarak toplantı esnasında ayrılıp gitmek ve buna benzer bir yolla o işi bozmak istemek suretiyle ona karşı inatlaşmayacak bir duruma gelmedikçe, tamam olmaz, kemate ermez.

Yüce Allah, sûrenin baş taraflarında apaçık âyetler indirmiş olduğunu beyân etmişti. Bu indirilen âyetler ise sadece Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)a indirilmiş bulunuyor. Onun vermiş olduğu emirlerin Kur'ân-ı Kerîm'in emirleri gibi olduğu bilinsin diye. Burada da sûreyi ona tabi olma emrini te'kid ederek sona erdirmektedir.

2- Kamuyu İlgilendiren İşin Mahiyeti:

Burada sözü edilen "kamuyu İlgilendiren İş"in ne olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Kimisine göre bundan kasıt, İmâmın (İslâm devlet başkanının) belli bir maslahatı yaygınlaştırmak için insanları toplamayı gerek duyduğu hususlardır. Dinde bir sünneti yerleştirmek yahut bir araya gelmek suretiyle düşmanı korkutmak ve Savaş için bir araya gelmek kastedilmektedir, diye de açıklanmıştır. Nitekim yüce Allah:

"İş hususunda onlarla müşavere et" (3/159) diye buyurmaktadır. Eğer bu işin fayda ve zararı onların bu hususta müşavere etmek için toplanmalarını gerektiriyor ise, bu kamuyu ilgilendiren bir iş demektir. Burada kendisinden izin alınması istenen İmâm,. emir vermek yetkisine sahip olan İmâm (yönetici)dır. Hiç kimse herhangi bir mazereti dolayısıyla, onun iznini almaksızın gitmez. Onun iznini alarak gidecek olursa hakkındaki kötü zan da ortadan kalkmış olur.

Mekhul ve ez-Zührî: Cumada kamuyu ilgilendiren işlerdendir. Şayet yönetici olan İmâm namaz kıldırmak üzere kendisini öne geçirmiş ise, eğer izin İsteyeni görebiliyorsa, namaz kıldırmakla görevli olan İmâmdan da izin almak icab eder. İbn Sîrin dedi ki: (Selef) minber üzerinde hutbe İrad eden İmâmdan izin alırlardı. Bu iş çoğalınca Ziyad dedi ki: Kim etini ağzına koyarsa, izine gerek olmaksızın çıkıp gitsin. Bu husus Medine'de oluyordu. Nihayet Sehl b. Ebi Salih cuma günü burnu kanayınca İmâmdan izin aldı...

Âyetin zahiri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın hayatta iken işgal ettiği emirlik (yöneticilik) makamında bulunan emirden izin istemeyi gerektirmektedir. Çünkü din ile ilgili herhangi bir husus dolayısıyla İmâm o kimseye izin vermemek görüşünde olabilir. Sadece namaz kıldırmakla görevli olan İmâmın ise böyle bir yetkisi yoktur. Çünkü o peygamberlik makamının ifa ettiği görevlerden birisi olan ve dinin bir parçasını teşkil eden belli bir hususta vekildir.

Rivâyet edildiğine göre bu âyet-i kerîme, Kureyşliler Ebû Süfyan'ın, Gatafanlılar da Uyeyne b. Hısn'ın kumandasında Medine üzerine hücum etmek üzere geldikleri vakit, hendeğin kazılması hakkında nazil olmuştur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine etrafında hendek kazmaya başlamıştı. Bu da hicretin beşinci yılı şevval ayında gerçekleşmişti. Münafıklar işten kurtulmak için görünmeden biri diğerinin arkasına saklanarak sıvışıp gidiyorlar ve gerçekle ilgisi olmayan mazeretler ileri sürüyorlardı. Buna benzer bir rivâyeti Eşheb ile İbn Abdİ'l-Hakem, Malik'ten nakletmiştir. Muhammed b. İshak da böyle demiştir.

Mukâtil dedi ki: Bu âyet Ömer (radıyallahü anh) hakkında nazil olmuştur. O Tebûk Gazvesinde geri dönmek maksadıyla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)tan izin istedi. O da ona izin verdi ve; "Geri dönebilirsin, Allah'a yemin ederim ki sen münafık değilsin" demiş ve bu sözlerini münafıklara işittirmek istemişti.

İbn Abbâs (radıyallahü anh) da dedi ki: Ömer (radıyallahü anh) umre yapmak üzere izin istemişti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)de ona izin vermiş ve şöyle buyurmuştu; "Ey Hafs'ın babası yapacağın iyi dualarında bizi unutma, " Ebû Davûd. Birr 1, Tirmizî. neavâr 119- İbn Mâce Mpnüsilc

Derim ki: Sahih olan bütün görüşleri kapsadığı için birincisidir. İbnu’l-Arabî de âyetin nüzul sebebi ile ilgili olarak Malik ve İbn İshak'tan nakledilen rivâyeti tercih etmiş ve bunun Savaşa has bir durum olduğunu bildirmiştir. Sonra da şöyle demektedir: Bunu açıklığa kavuşturan iki husus vardır:

1- Yüce Allah'ın diğer âyet-î kerîmede:

"Aranızda birbirinizin arkasına gizlenerek, gizilce sıvışıp gidenlerinizi muhakkak Allah bilir" diye buyurmaktadır. Bu da-münafıkların bu şekilde sıvışıp gittiklerini, cemaat arasından çaktıklarını, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı da terkettiklerini göstermektedir. Yüce Allah, onların hepsine, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine izin vermedikçe onlardan hiçbirisinin çıkmamasını emretmektedir. Böylelikle o kişinin imanı onaya çıkmış oluyordu.

2- Yüce Allah'ın:

"Ondan izin almadıkça yanından ayrılmazlar" âyetinde şunu sormak gerekir: İmâm hutbe irad ederken, herhangi bir ihtiyacı sebebiyle izin istemeyi gerektiren ne olacak ki? Çünkü bu şekildeabdestibozulmak durumunda olan bir kimseye İmâmın engel olmak ya da onu orada bırakmak noktasında bir tercihi söz konusu olamaz. Halbuki yüce Allah:

"Onlardan kime istersen izin ver" demektedir. Böylelikle bununla bu İzin istemenin yalnızca Savaşa has olduğunu açıklamış olmaktadır.

Derim ki: Âyetin umumî olduğu görüşü daha uygun, daha üstün, daha güzel ve daha âlâdır,

"Onlardan kime istersen izin ver" âyeti gereğince Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) muhayyer idi. İzin vermek isterse verir, istemezse vermezdi, Katade dedi ki:

"Onlardan kime istersen izin ver" âyeti yüce Allah'ın:

"Allah affetsin seni... niçin onlara izin verdin?" (et-Tevbe, 9/43) âyeti ile neshedilmiştir.

"Ve onlar İçin Allah'tan mağfiret dile." Onların bir mazeretlerinin olduğunu bildiğin takdirde cemaatten ayrılıp, çıkmalarından ötürü onlara mağfiret dile.

"Muhakkak Allah bağışlayandır, rahmet edicidir."

63

Peygamberin çağrısını aranızda birbirinize çağırdığınız gibi bellemeyin. Aranızda birbirinizin arkasına gizlenerek, gizlice sıvışıp gidenlerinizi muhakkak Allah bilir. Artık Onun emrine muhalefet edenler kendilerine bir mihnet veya acıklı bir azâbın isabet etmesinden çekinsinler.

"Peygamberin çağrısını aranızda birbirinize çağırdığınız gibi bellemeyin" âyeti ile uzaktan: Ey Ebe'l-Kasım (Peygamber efendimizin künyesidir) diye bağırmasın, demektir. Aksine onu ta'zim ederek ona sesleniniz. Nitekim el-Hucurât’ta şöyle buyurmaktadır:

"Muhakkak ki Resûlüllah'ın huzurunda seslerini alçaltanlar..." (el-Hucurât, 49/3)

Saîd b. Cübeyr ve Mücahid dediler ki: Âyetin anlamı: Yumuşak bir şekilde: Ya Rasûlallah deyiniz, yüksek sesle ve kaba bir üslûpla; ya Muhammed, demeyiniz demektir,

Katade de şöyle demiştir: Onun şerefini ortaya koyan ve onu tazim eden bir surette davranmalarını emretmektedir,

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Allah Rasûlünün size beddua etmenize sebeb teşkil edecek bir iş yapmayınız, çünkü onun duası kabul edilen bir duadır.

"Aranızda birbirinizin arkasına gizlenerek gizlice sıvışıp gidenlerinizi muhakkak Allah bilir" âyetinde geçen: "Gitmek" çıkmak demektir. "Gizlenerek sıvışmak" da, den gelir ve görülmek korkusu ile bir şeyin arkasından gizlenmek halini ifade eder. Münafıklar cuma namazından böylece sıvışıp, giderlerdi,

"Gizilce sıvışmak" lâfzı bu âyette hal konumunda bir mastardır, yani gizlenerek, sıvışarak gidenler anlamındadır. Bu da birinin diğeri arkasından saklanmasını ifade eder. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından görülmesin diye biri ötekinin arkasına geçerdi. Çünkü münafıklar için cuma gününden ve hutbeyi dinlemek için hazır olmaktan daha ağır bir iş yoktu. Bunu en-Nekkaş nakletmiştir. Buna dair açıklamalar daha önceden de geçmiş bulunmaktadır.

Bir diğer açıklamaya göre, onlar biri diğerinin arkasına saklanarak geri dönmek maksadıyla cihattan sıvışıp kaçıyorlardı. el-Hasen dedi ki: Burada sıvışıp gitmekten kasıt, cihaddan kaçıp gitmektir. Hassan’ın şu beyiti de bu anlamı dile getirmektedir:

"Kureyş ise sıvışarak önümüzden kaçmaktadır,

Yerini koruyamıyor, onların akılları oldukça hafiftir."

"Sıvışıp gitmek" anlamındaki kelimenin "vav" harfinin sahih bir harf gibi telaffuz edilmesi; "Gizlenerek sıvışıp gitti" fiilinde harekeli oluşundan dolayıdır. Bu fiilin mazi, müzari ve mastarı: şeklinde de, şeklinde de kullanılır. Mastarında "vav"ın, "ya" harfine dönüşmesi i'lâl halinde tabi kılmak suretiyle makablinin kesreli oluşundan dolayıdır. Şayet mastarı; ...diye gelirse, o takdirde i'lâl yapılmaz. Çünkü bu vezinde i'lâl câiz değildir.

"Artık onun emrine muhalefet edenler... sakınsınlar." Bu âyet-i kerîmeyi fukahâ emrin vücub ifade ettiğine delil göstermişlerdir. Bunun delil olma şekli de şöyle açıklanır; Şanı yüce Allah, emrine muhalefet etmekten sakındırmakta ve böyle bir muhalefet dolayısıyla cezaya çarptırılmanın söz konusu olacağını; belirterek "kendilerine bir mihnet veya acıklı bir azâbın İsabet etmesinden çekinsinler" diye tehditte bulunmaktadır. O halde ona muhalefet haramdır, buna göre emrine uymak da vacibtir.

Burada sözü edilen "mihnet (fitne)"den kasıt, İbn Abbâs'a göre öldürülmektir. Atâ ise sarsıntıya uğramak ve çeşitli dehşetli hallerdir, demektedir. Ca'fer b. Muhammed de: Onlara musallat kılınacak zalim bir yöneticidir, diye açıklamıştır. Bunun Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a muhalefetin uğursuzluğu sebebiyle kalplerin mühürlenmesi olduğu da söylenmiştir. "Onun emrine" âyetindeki zamirin yüce Allah'ın emrine ait olduğu söylenmiştir ki, bu Yahya b. Selâm'ın görüşüdür. Katade'ye göre ise Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın emrine râci'dir.

"Artık onun emrine muhalefet edenler" âyeti onun emrinden yüz çevirenler demektir. Ebû Ubeyde ve el-Ahfeş yer atan; ...den, dan" burada zaiddir, demektedir.

el-Halil ve Sîbeveyh ise; Bu zaid değildir, manası: O emir verdikten sonra emrine muhalefet edenler, demektir, demişlerdir. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

"...Ve uyanırken (uyandıktan sonra) kuşak bağlamaz."

Yüce Allah'ın:

"Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı" (el-Kehf, 18/50) âyeti da bu türdendir. Rabbinin emrinden sonra fasıklık etti, demektir.

"İsabet etmesi" anlamındaki âyetin başına gelen; ...ve" lâfzı daha önce geçen

"çekinsinler" anlamındaki fiil dolayısıyla nasb mahallindedir. Çoğu nahivcilere göre (harf-i cersiz olarak) Zeyd'den korktu, anlamında; demek câiz değildir. Ancak bu edatın kullanılması ile birlikte caizdir, çünkü bu edat ile beraber cer harfleri hazfedilir.

64

Dikkat edin! Şüphe yok ki göklerle yerde olanlar Allah'ındır. O, sizin neyin üzerinde olduğunuzu çok İyi bilir. O'na döndürülecekleri gün onlara neler yaptıklarını haber verecektir. Allah herşeyi çok iyi bilendir.

"Dikkat edin! Şüphe yok ki göklerle yerde olanlar" hem yaratılmaları, hem de mülkiyet ve egemenlikleri itibariyle

"Allah'ındır. O, sizin neyin üzerinde olduğunuzu çok iyi bilir." Ve bu amelinizin karşılığını size verir. Burada "Bilir" âyeti, "bilmiştir" anlamındadır.

Âyet daha Önce hitab şeklinde iken haber verme üslûbuna geçilerek: "O'na döndürülecekleri gün onlara neler yaptıklarını haber verecektir" şeklinde gaibe dair haber üslûbuna geçmektedir ki, bu anlatım şekline: Hitabu't-Telvin (çeşitlendirme suretiyle hitab) ismi verilir.

"Onlara neler yaptıklarını" işledikleri amelleri

"haber verecektir." Ve onlara amellerinin karşılığını da verecektir.

"Allah herşeyi" amellerini ve hallerini

"çok iyi bilendir."

Sûre İhtiva ettiği tefsire dair açıklamalarıyla birlikte burada sona ermektedir. İşimizi kolaylaştırmasından ötürü Hamd, Allah'a mahsustur.

0 ﴿