FURKÂN SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile Cumhûrun görüşüne göre tamamı Mekke'de inmiştir. İbn Abbâs ile Katâde: Bundan Medine'de nazil olmuş üç âyet müstesnadır, demişlerdir. Söz konusu üç âyette: "Onlar ki Allah ile birlikte başka bir ilaha ibadet etmezler" âyeti "Allah mağfiret edicidir, rahmet edicidir." (el-Furkan, 25/68-70) âyeti ile sona ermektedir. ed-Dahhâk der ki: Bu sûre Medine'de inmiş bir sûre olmakla beraber, onda Mekke'de inmiş bir takım âyetler de vardır. Bunlar da yüce Allah'ın: "Onlar ki Allah ile birlikte başka bir ilaha ibadet etmezler" âyeti ile başlayan bir kaç âyet-i kerimedir. Bu sûrenin maksadı: Kur'ânın işgal ettiği yerin büyüklüğünü, kâfirlerin peygamberliğe dil uzattığı noktaları dile getirmek, onların söz ve cahilliklerine karşılık vermektir. Onların söyledikleri sözlerden birisi de: "Bu Kur'ân'ı Muhammed uydurmuştur. O Allah tarafından gönderilmiş bir kitap değildir" iddialarıdır. 1Hak ile batılı ayıranı (Furkan'ı) âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna indiren (Allah) ne yüce, ne mübarektir! "Hak ile batılı ayıranı (Furkan'ı)... indiren (Allah) ne yüce, ne mübarektir!" âyetinde yer alan ve "ne yüce, ne mübarektir" diye meali verilen "tebâreke"nin anlamı hususunda farklı görüşler vardır. el-Ferrâ' der ki: Arapçada bu kelime ile "tekaddese" âyeti anlam itibariyle aynıdır ve her ikisi de azameti anlatmak için kullanılır. ez-Zeccâc: "Tebâreke" lâfzı "bereket'den, "tefâale" vezninde bir kelimedir. Bereketin manası ise hayırlı olan herbir şeyin pek çok olması demektir. "Tebâreke"nin teâla (pek yüce) anlamında olduğu söylendiği gibi, bağışı pek yücedir, yani çok ve fazladır anlamında olduğu söylendiği gibi, nimetler ihsan etmesi, devamlı ve kesin sabittir, anlamında olduğu da söylenmiştir. en-Nehhâs dedi ki: Bu açıklama, bu kelimenin dildeki anlamı ve türeyişi bakımından en uygun olanıdır. Çünkü bir şeyin sabit oluşunu anlatmak için "bereket'in de kökünü teşkil eden (......): Çöktü" fiili kullanılır."Deve çöktü, kuş suyun kenarına kondu" tabirleri de buradan gelmektedir ki bu da devamlı kalışı ve sabit oluşu ifade eder. (Mukaddes oldu anlamına geldiğini belirten) ikinci görüş ise yanlıştır. Çünkü takdis (mukaddes bilme, kutsama) temizlikten gelmektedir. Anlam itibariyle bununla bir ilgisi yoktur. es-Sa'lebî dedi ki: "Tebârekallah" denilir, ancak "mütebârek" ve "mübarek" denilmez. Çünkü yüce Allah'ın isim ve sıfatları hususunda konu ile ilgili gelen nakillerin sınırında durulması gerekir. Şair et-Tirimmah der ki: "Ne mübarektir şânın! Vermediğini yoktur verecek, Ya Rab, senin verdiğini de yoktur engelleyecek." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Sen ne mübarek, ne yücesin, ne takdir edersen o olur, şükürler olsun Sana." Derim ki: Kimi ilim adamı yüce Allah'ın güzel isimleri arasında "el-Mübârek" ismini da saymaktadır. Biz de bu ismi Kitabımızda (el-Esnâ fi Şerhi Esmai'llahi'l-Hüsnâ adlı eserimizde) zikretmiş bulunuyoruz. Eğer böyle bir ismin kullanılmayacağı hususunda İttifak hasıl olmuş ise, o taktirde bu husustaki icmâ kabul edilir. Şayet bu konuda ihtilaf söz konusu olmuşsa "ed-Dehr" ve buna benzer bir çok isim hakkında da görüş ayrılığı bulunduğu bilinmektedir. Biz bu husus da sözünü ettiğimiz yerde dikkat çekmiş bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun. "el-Furkan"dan kasıt Kur'ân-ı Kerîmdir. Allah tarafından indirilmiş bütün vahiylerin ismi olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah: "Yemin olsun ki Biz Mûsa ile Harun'a Furkan'ı... verdik." (el-Enbiyâ, 21/48) diye buyurmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'e Furkan adının verilmesi iki türlü açıklanmıştır. Birincisine göre bu ismin veriliş sebebi, hak ile batılı, mü’min ile kâfiri birbirinden ayırdetmiş olmasıdır. İkincisine göre de bunun sebebi, bu kitapta haram ve helal gibi şer'î hükümler açıklanmış olmasıdır. Bunu en-Nakkâş nakletmektedir. "Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna" Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a "İndiren..." Burada "olsun" fiilinde "kuluna" ait bir zamir vardır. Bunun ona ait olması en yakın o olduğundan dolayı daha uygundur. Bu zamirin "Furkan"a ait olması da mümkündür. Abdullah b. ez-Zubeyr, "kuluna" anlamındaki âyeti çoğul olarak: "Kullarına" diye okumuştur. Korkutma halini anlatmak üzere "itizar (korkutup, uyarma)" kullanılır. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/6. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "en-Nzir" ise helâk olmaktan korkutan kimsedir. el-Cevherî der ki: en-Nezir hem münzir (korkutan), hem de inzâr (korkutmak) anlamında kullanılır. "Âlemler" ile burada kastedilenler insanlar ve cinlerdir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara rasûl olarak gönderilmiş ve onları korkutmak üzere gelmiştir. O peygamberlerin sonuncusudur. Nûh (aleyhisselâm) dışında risaleti umumî ondan başka bir peygamber gelmemiştir. Çünkü Nûh (aleyhisselâm) tufandan sonra bütün insanlara rasûl olarak gönderilmiştir. Zira onunla insanlar yeniden başlamışlardır. 2Ki göklerin ve yerin mülkü yalnız O'nundur ve O, hiçbir evlat edinmemiştir. Mülkünde de ortağı yoktur. Herşeyi yaratıp onu inceden inceye takdir ve tayin etmiştir. "Ki göklerin ve yerin mülkü yalnız O'nundur" buyruklarıyla yüce Allah kendi zatının azametini dile getirmektedir. "Ve O, hiçbir evlad edinmemiştir" buyruklarıyla da yüce Rabbimiz, müşriklerin ileri sürdüğü meleklerin Allah'ın kızları olduğu, iddiasından zatını tenzih etmiştir. Onlar meleklerin Allah'ın kızları olduğunu söylüyorlardı. O bundan yüce ve münezzehtir. Aynı zamanda yahudilerin iddia ettikleri "Uzeyr Allah'ın oğludur" iftirasından da, hristiyanların söyledikleri "Mesih Allah'ın oğludur" inanışından da kendi zatını tenzih etmektedir. Allah bundan pek yücedir. "Mülkünde de ortağı yoktur." Durum puta tapıcıların söyledikleri gibi değildir. "Herşeyİ yaratıp, onu İnceden inceye takdir ve tayin etmiştir." Mecusî ve Seneviye'nin (iki yaratıcıya inananların) şeytanın ya da karanlığın bazı şeyleri yaratmaları söz konusu değildir. Durum, yaratılmışın var etme kudreti vardır, diyenlerin dedikleri gibi de değildir. İşte bu âyet-i kerîme, bütün bunların kanaatlerini reddetmektedir. "İnceden inceye takdir ve tayin etmiştir." Yani O, yaratmış olduğu herbir şeyi iradesi doğrultusunda hikmetiyle inceden inceye takdir ve tayin etmiştir. Yanılarak ve gafletle herhangi bir şey yaratmış değildir. Bilakis kıyâmete kadar yarattıkları ve kıyâmetten sonra yaratacağı herbir şey O'nun takdiri ile meydana gelir. O yaratan ve yarattıklarının kaderini tayin ve tesbit edendir. O halde yaratıcı yalnız O'dur ve siz de yalnız O'na ibadet etmelisiniz. 3Onlar, O'nu bırakıp hiçbir şey yaratamayan, aksine kendileri yaratılmış olan ve kendi kendilerine bile bir zarar ve fayda veremeyen, öldürmeye, diriltmeye ve ölümden sonra tekrar can vermeye gücü yetmeyen ilâhlar edindiler. "Onlar O'nu bırakıp hiçbir şey yaratamayan, aksine kendileri yaratılmış olan... ilahlar edindiler." Yüce Allah, bu âyetinde vahdaniyet ve kudretine dair en açık delillerin ortada olmasına rağmen, başka bir takım ilahlar edinmelerinin hayret edilecek bir iş olduğunu söz konusu etmektedir. Çünkü onların edindikleri bu ilahlar "hiçbir şey yaratamayan" ilahlardır. "Aksine kendileri yaratılmış olan" varlıklardır. Müşrikler bu ilahların fayda sağlayıp zarar verdiklerine inandıklarından dolayı, onlar hakkında akıl sahibi varlıkların zamirini kullanmıştır. "Kendi kendilerine bile bir zarar ve fayda veremeyen..." Bu uydurma ilâhların fayda sağlamaları da, bir zarar vermeleri de söz konusu değildir. Kendilerine de, kendilerine ibadet edenlere de herhangi bir zarar veremezler, hiçbir fayda da sağlayamazlar. Çünkü onlar cansız bir takım varlıklardır, diye de açıklanmıştır. "Öldürmeye, diriltmeye ve ölümden sonra tekrar can vermeye gücü yetmeyen İlahlar"dır, bunlar. Kimsenin canım alamazlar, kimseye hayat veremezler. Âyette geçen "en-nuşûr" da ölümden sonra diriltmek demektir. "Allah ölüleri diriltti, onlar da dirildiler" demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-A'raf, 7/57. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Şair el-A'şâ der ki; "Tâ ki insanlar desinler gördüklerinden: Hayret şu diriltilen ölüye!" 4Kâfirler dediler ki: "Bu ancak onun uydurduğu bir yalandır. Ona başka bir topluluk da bunun için yardım etmiştir." Muhakkak onlar zulmettiler, asılsız bir iddiada bulundular. 5Ve dediler ki: "(Bu) öncekilerin masallarıdır. Onu başkalarından alıp yazmıştır. Onlar sabah, akşam kendisine okunmaktadır." "Kâfirler" den kasıt Kureys. müşrikleridir. İbn Abbâs der ki: Aralarından bu sözleri söyleyen kişi en-Nadr b. el-Hâris'tir. Aynı şekilde Kur'ân-ı Kerîm'de; "esâtîr: geçmişlerin masalları" şeklindeki nitelemelerin hepsi de böyledir. Muhammed b. İshak dedi ki: Bu (en-Nadr) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a çokça eziyet veren birisi idi. " "Dediler ki: Bu" yani Kur'ân-ı Kerîm "ancak onun uydurduğu bir yalandır." Bunu o uydurup, düzmüştür. "Ona başka bir topluluk da..." Mücahid'e göre yahudileri kasdetmektedir "...bunun için yardım etmiştir." İbn Abbâs der ki: "Başka bir topluluk" âyeti ile kasdedilen kimse el-Hadramî oğullarının mevlası Ebû Fukeyhe, Addâs ve Cebr denilen şahıslardır. Bunların üçü de kitap ehline mensub kimselerdir. Bunlardan daha önce en-Nahl Sûresi'nde (16/103. âyetin tefsirinde) söz edilmişti. "Muhakkak onlar zulmettiler." Onlar zalimlik ettiler. Onların bu yaptıkları bir zulümdür, diye de açıklanmıştır, "Asılsız bir iddiada bulundular ve dediler ki: (Bu) öncekilerin masallarıdır. " ez-Zeccâc dedi ki: "el-esâtir" çoğul olup, tekili "ustûre"dır. Tıpkı "uhdûse" kelimesinin çoğulunun "ehâdîs" şeklinde gelmesi gibi. Başkası da "esâtîr" kelimesi "estâr"ın çoğuludur. "Ekvâl"in çoğulunun, "ekavîl" şeklinde gelmesi gibidir. "Onu" Muhammed" başkalarından alıp, yazmıştır. Onlar sabah akşam kendisine okunmaktadır." Ona bu yolla telkin edilmektedir ki, onları gereği gibi belleyebilsin. "Okunmaktadır"ın aslı; şeklinde olup, tad'îf (aynı harfin iki defa arka arkaya gelmesi)nden ötürü, son "lâm" "ya"ya değiştirilmiştir. "Kartal (herhangi bir şeyin ürerine) hızlıca indi' Tekaddada" kuşun bir şeyin üzerine hızlıca atılması demektir. Üçüncü "dâd" harfi, -benzer harflerin arka arkaya gelişi telâffuzda bir zorluk (ağırlık-istiskal)e sebeb olduğundan dolayı- "ye" harfine dönüştürülerek: "tekactdâ" denilir, (el Mu'cemu'l-Vasît, "kadda" maddesi) Muhterem okuyucularımız Dikkatlerinizden kaçmadığı üzre; şimdiye kadar hadis tahrîclerinde (yani yer aldıkları kaynakları göstermede) "el-Mu'cemu'l-Müfehres li Elfâzi'l-Hadis (Concordance)"in usulünü benimsemiştik. Yani Kütübü Tis'a’yı oluşturan Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî, Tirmizî, İbn Mâce, Muvatta’, Dârimî ve Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde bu esere göre hadislerin bulundukları yeri gösteregeldik. Ancak bundan sonra -içinde bulunduğumuz şartlar dolayısıyla- hadis tahriçlerinde et-Turâs Merkezu'l Ebhâs el-Âl-i'nin 1999 tarihlî "el-Mektebetu'l-Elfiyye H's-Sünneti'n-Nebeviyye" unvanlı CD'nin usûlüne uyarak genelde -eski usulden farklı hallerde- "cild, sahife" numarası yererek hadislerin yer aldıkları kaynaklara işaret edeceğiz, Bununla birlikte eski usûlde kaynak yerler de olacaktır. Aziz okuyucularımızın bu hususu gözönünde bulundurmalarını diler, böyle bir usûl değişikliğini anlayışla karşılayacaklarını ümid ederiz. Çeviren; 28. 5. 2001 ve benzer kullanımlarda olduğu gibi. 6De ki: "Onu göklerle yerde olan, gizlilikleri bilen, Allah indirmiştir. Muhakkak ki O, Gafûrdur, Rahîmdir." "De ki: Onu göklerle yerde olan gizlilikleri bilen Allah İndirmiştir." Yani ey Muhammed de ki: Bu Kur'ân-ı Kerîm'i gizlilikleri bilen indirmiştir. O gaybı bitendir. Ayrıca Onun bir öğreticiye ihtiyacı yoktur. Burada "açık"ın değil de " gizli "nin söz konusu edilmesi, gizli olanı bilenin, açık olan bir şeyi bilmesinin daha anlaşılır bir gerçek oluşundan dolayıdır. Şayet Kur'ân-ı Kerîm kitap ehlinden ve başkalarından öğrenilmiş olsaydt, onlarda bulunanlardan fazlası bu kitapta bulunmazdı. Kur'ân-ı Kerîm onlarda bulunmayan pek çok şeyler ihtiva etmektedir. O halde onlardan alınmış bir kitap değildir. Aynı şekilde eğer bu kitap belirtilen yerlerden alınmış olsaydı, müşriklerin Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)a karşı çıktıkları gibi, bu kitaba da karşı çıkmaları mümkün olurdu. Niye bu Kur'ân'a karşı çıkarak, onun bir benzerini ortaya koyamadılar? Böylelikle her bakımdan onların Kur'ân'a yönelttikleri itirazlar çürümüş olmaktadır. "Muhakkak ki O, Gafûrdur, Rahîmdir." Bununla dostlarının günahlarını bağışladığını, onlara merhamet edici olduğunu anlatmaktadır. 7Ve şöyle dediler: "Bu nasıl peygamberdir ki, yemek yer ve pazarlarda dolaşır? Onunla birlikte uyarıcı olmak üzere, beraberinde bir melek indirilmeli değil miydi? Yüce Allah'ın: "Ve şöyle dediler: 'Bu nasıl peygamberdir ki, yemek yer ve pazarlarda dolaşır?" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- Teklifleri Kabul Edilmeyen Kureyş'lilerin İtiraza Kalkışmaları: Yüce Allah: "Ve şöyle dediler..." âyeti ile onların tenkid edip, dil uzattıkları bir başka hususu dile getirmektedir. "Dediler" âyetindeki zamir Kureyş'lîlere aittir.' Onların Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile yaptıkları meşhur bir toplantıları vardır. Bunu daha önce Subhan (el-İsrâ) Sûresi'nde (17/90-93 âyetlerin tefsirinde) söz konusu etmiştik- Bu toplantıyı İbn İshak "Sîref"inde ve başkalan da zikretmişlerdir. Muhtevası şudur: Onların ileri gelenleri olan Utbe b. Rabia ve diğerleri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile bir araya gelip, ona ey Muhammed dediler. Eğer sen, başkanlığı seven birisi isen, seni başımıza yönetici yapalım. Şayet istediğin mal ise her birimiz malından bir şeyler vererek sana çokça mal toplarız. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu tekliflerini kabul etmeyince, bu sefer ona karşı delil getirme yolunu tutarak şöyle dediler: Sen Allah'ın Rasûlü olduğun halde, nasıl olur da yemek yiyiyor ve çarşı pazarlarda duruyorsun? Bu sözleriyle yemek yediği için (akılları sıra) onu ayıpladılar, zira onlar Rasûlün bir melek olmasını istiyorlardı. Kisra'ların, Kayser'lerin ve diğer zorba hükümdarların çarşı-pazarlarda dolaşmaya tenezzül etmediklerini gördüklerinden de çarşı-pazarlarda dolaşmasını ayıpladılar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İse çarşı-pazarlarında onlarla birlikte oturup kalkıyor. Onlara emirler ve nehiyler veriyordu. Buna rağmen onlar: Bu başımıza kral olmak istiyor, dediler. Madem öyle, niye kralların izledikleri yoldan farklı bir yol izliyor? Yüce Allah kendi sözleriyle onlara cevap verdi ve peygamberine: "Bizim senden Önce gönderdiğimiz rasûllerde muhakkak yemek yerler ve pazarlarda dolaşırlardı" (el-Furkan, 25/20) âyetini indirdi. O halde kederlenme ve üzülme, çünkü bu senin utanmanı gerektirecek bir şikâyet konusu değildir. 2- Çarşı-Pazarlara Girmenin Hükmü: Ticaret ve geçim sağlamak amacıyla çarşılara-pazarlara girip çıkmak mubahtır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da ihtiyacı dolayısıyla insanlara Allah'ın emirlerini hatırlatıp onları Allah'ın yoluna davet etmek maksadıyla çarşı-pazarlara giriyor ve çarşı-pazarlarda kendisini himaye etmeleri için kabilelere teklifte bulunuyordu, Bu yolla Allah'ın onları hakka döndürmesini ümit ediyordu. Buhârî'de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in niteliklerine dair şu ifadeler yer almaktadır: "O, kaba ve sert tabiatlı birisi değildir. Çarşı-pazarlarda da bağırıp, çağırmaz. " Buhâri, II, 747, IV, 1831; Beyhakî, es-Sünenu'l-Kubrâ, VII, 45, X, 194. Bu hadis te el-A'raf Sûresi'nde (7/157. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Birden çok Hadîs-i şerîfte çarşı-pazar söz konusu edilmektedir. Bunu, sahih hadisleri kitaplarında bir araya toplayan muhaddister, zikretmişlerdir. Çarşı-pazarlarda Ashab-ı Kiram'ın ticaret yaptığı -özellikle muhacirler- bilinen bir husustur. Nitekim Ebû Hüreyre şöyle demiştir: "Muhacir kardeşlerimiz çarşı-pazarlarda alışverişlerle meşgul idiler..." Bu hadisi Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, nisam 22; Müsned, II, 240. Bu hususa dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle yine bu sûrede gelecektir. "Onunla birlikte... bir melek indirilmeli değil miydi?" sorusunun (nahiv bakımından) cevabı: "Onunla birlikte uyarıcı olmak üzere..." ifadelerdir. 8"Yahut ona bir hazine verilmeli veya mahsullerinden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil miydi?" Zâlimler: "Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz" dediler. "Yahut ona bir hazine verilmeli..." âyetinde "Yahut... verilmeli" ifadesi ref' mahallindedir. "Veya mahsullerinden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil miydi?" anlamındaki âyette geçen: "Yiyeceği" âyetini Medine'liler, Ebû Amr ve Âsım "ye" ile okumuşlardır. Diğer Kûfe'li kıraat âlimleri ise bunu (yiyeceğimiz anlamında olmak üzere) nûn ile okumuşlardır. ("Yiyeceği" anlamını veren) "ya" ile kıraat daha açık ve anlaşılır olmakla birlikte, her iki kıraat da güzel olup, her birisi ayrı bir anlam ifade etmektedir. Daha önceden Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan söz edilmiş olduğundan zamirin ona ait olması daha açık anlaşılan bir husustur. Bunu en-Nehhâs zikretmiştir. "Zâlimler: 'Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz' dediler." Bu da daha önce el-İsra Sûresi'nde (17/47. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Bu sözleri söyleyen kişi, el-Maverdî'nin belirttiğine göre Abdullah b. ez-Zibârî'dir. 9Bir bak! Onlar sana nasıl misaller getirip sapıklığa düştüler? Artık onlar hiçbir yol bulamazlar. "Bir bak! Onlar sana nasıl misaller getirip sapıklığa düştüler?" Seni yalanlayabilmek için, sana bu şekilde örnekler verip hak yoldan nasıl saptıklarına ve maksatlarını da ele geçiremediklerine bir bak! "Artık onlar" senin hakkında söylediklerinin doğruluğunu ortaya koymaya "hiçbir yol bulamazlar." 10Dilerse sana bunlardan daha hayırlı, altından nehirler akan bahçeler verebilen ve senin İçin köşkler kurabilen Allah, yüceler yücesidir. "Dilerse sana bunlardan daha hayırlı, altından nehirler akan bahçeler verebilen... Allah yüceler yücesidir." Bu âyette şart ve cevap birlikte gelmiştir. Burada; "Sana verebilen”deki iki lâm'ın idgam edilmeyiş sebebi, her iki lâm'ın ayrı ayrı kelimelerde bulunmasıdır. Birbirinin misli olan iki harf ardarda geldiğinden ötürü idğam yapılmaları da caizdir. "Ve senin için kurabilen..." âyetinde muzarî fiil daha önce geçen "Verebilen" fiilinin mahalline atıf dolayısıyla cezm konumundadır. Birinci fiille herhangi bir ilişkisi olmaksızın ref mahallinde olması da caizdir. Nitekim Şam'lılar böyle okumuşlardır. Yine Âsım'dan da bunu diye merfu okuduğu da rivâyet edilmektedir. Bu da; âhirette senin için köşkler var edecektir, anlamında olur. Mücahid dedi ki: Kureyş bir ev taştan oldu mu ne olursa olsun onu bir köşk (kasr) kabul ederdi. Kasr sözlükte hapsetmek demektir. Köşke bu ismin veriliş sebebi, içinde bulunan kimseler başkalarının ulaşmasına karşı korunmaları, engellenmeleridir. Bir diğer açıklamaya göre Araplar kerpiçten yapılmış evlere "kasr" yün ve kıldan yapılmış olanlara "beyt" derlermiş. Bunu da el-Kuşeyrî nakletmektedir. Süfyan, Habib b. Ebi Sabit'ten, o Hayseme'den şöyle dediğini nakletmektedir; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şu teklif yapıldı: Arzu edersen, biz sana dünya hazinelerini ve anahtarlarını verebiliriz. Bu senden önce hiç kimseye verilmediği gibi, senden sonra da hiçbir kimseye verilmeyecektir. Ayrıca bu senin âhiretteki mükâfatını da eksiltmeyecektir. Arzu edersen bunları hep birlikte âhirette sana bir arada veririz. O: "Bunlar bana âhirette hep birlikte bir arada verilsin" deyince, yüce Allah da: "Dilerse sana bunlardan daha hayırlı, altından nehirler akan bahçeler verebilen ve senin için köşkler kurabilen Allah,yüceler yücesidir" âyetini indirdi. Yine rivâyet edildiğine göre bu âyet-i kerimeyi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a cennetlerin bekçisi Rıdvan indirmiştir. Haberde nakledildiğine göre Rıdvan, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a inip de: "Ey Muhammed, aziz ve celil olan Allah'ın sana selamını getirdim. İşte sana bu kutuyu getirdim. -Parıl parıl parıldayan nurdan bir kutu ile karşılaştım- Rabbin sana diyor ki: "İşte bunlar dünya hazinelerinin anahtarları, bununla birlikte âhirette sana verileceklerden sivrisinek kanadı kadar dahi hiçbir şey eksiltilmeyecektir" dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) danışırcasına Cebrâîl (aleyhisselâm)'a bakınca, Cebrâîl alçak gönüllü davran anlamında ona yeri işaret edince şöyle buyurdu: "Ey Rıdvan, benim bunlara ihtiyacım yok. Ben fakirliği daha çok severim. Sabreden ve şükreden bir kul olmayı tercih ederim." Bunun üzerine Rıdvan: "İsabet ettin, sana Allah yeter" deyip, hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir. 11Fakat onlar kıyâmeti yalanladılar. Kıyâmeti yalanlayanlara da Biz, şiddetli bir ateş hazırladık. "Fakat onlar kıyâmeti" kıyâmet gününü "yalanladılar. Kıyâmeti yalanlayana da Biz şiddetli bir ateş hazırladık." Bununla onları alevli ateşiyle yakacak olan cehennemi kasdetmektedir. 12O ateş, onları uzaktan görünce, onun büyük bir öfke ile çıkardığı şiddetli uğultusunu İşiteceklerdir. "O ateş onları uzaktan" beş yüz yıllık bir mesafeden "görünce, onun büyük bir öfke ile çıkaracağı, şiddetli uğultusunu işiteceklerdir." Denildiğine göre âyetin anlamı şudur: Onlar cehennemi göreceklerinde, kendilerine karşı oldukça öfkeli bir şekilde çıkaracağı sesini işiteceklerdir. Bir diğer açıklamaya göre cehennemin bekçileri onları göreceğinde, onları azaplandırmak üzere duyacaktan şiddetli istekleri dolayısıyla, öfkeli bir şekilde çıkaracakları şiddetli seslerini işiteceklerdir. Ancak birinci açıklama daha doğrudur. Çünkü merfu olarak gelen rivâyete göre; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kim kasti olarak benim aleyhimde bir yalan uyduracak olursa cehennemin iki gözü arasında kendisine bir yer seçsin." Ey Allah'ın Rasûlü! Onun iki gözü var mıdır? diye sorulunca, şöyle buyurdu: "Sizler yüce Allah'ın: "O ateş onları uzaktan görünce, onun büyük bir öfke ile çıkaracağı şiddetli uğultusunu İşiteceklerdir" âyetini hiç duymadınız mı? Cehennem ateşinden gören iki gözü ve konuşan bir dili bulunan bir boyun uzanacak ve şöyle diyecektir: "Ben Allah ile birlikte başka bir ilâh edinen herkesi azaplandırmak üzere görevlendirildim." Şüphesiz o, kuşun susam tanesini görüp bilmesinden daha İleri derecede onları görür." Bir başka rivâyette de şöyle denilmektedir: "Cehennemden bir boyun çıkar ve kuşu susam tanesini gagalaması gibi, kâfirleri yakalar." Bunu Rezîn, Kitab'ında zikretmiş, İbnu'l-Arabî "el-Kabes" adlı eserinde sahih olduğunu belirtmiş ve şöyle demiştir: Yani kuş susam tanesini topraktan ayırdedebildiği gibi; bu boyun da cehennemlikleri insanlar arasında böylece bilip tanıyacaktır. Bu hadisi Tirmizî de Ebû Hüreyre yoluyla şöylece nakletmektedir; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kıyâmet gününde gören iki gözü, işiten İki kulağı ve konuşan bir dili bulunan bir boyun cehennem ateşinden çıkacak ve şöyle diyecektir: "Ben üç kişiyi (yakalayıp, azaplandırmak) ile görevlendirildim: İnatçı herbir zorbayı, Allah ile birlikte başka bir ilâh çağıran herbir kimseyi ve suret yapıcılarını." Bu hususta Ebû Said yoluyla gelen bir başka rivâyet de vardır. Ebû Îsa (et-Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, garib ve sahih bir hadistir. Tirmizî, IV, 701 el-Kelbî dedi ki: Onlar tıpkı Âdemoğullarının öfkelenmesini andıran öfkeli uğultusunu ve merkep sesini andıran sesini işiteceklerdir. Âyette bir takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir, Onlar, onun öfkeli sesini işitecekler ve onun kendilerine karşı öfkelendiğim bilecekler. Kutrub der ki: Öfkelenme işitilmez, görülür. Âyetin anlamı şöyledir: Onlar, öfkelendiğini görecekler ve onun şiddetli uğultusunu işiteceklerdir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Ve ben Savaşta gördüm senin kocanı, Bir kılıç ve bir mızrak kuşanmış olduğu halde." Kılıç kuşanmış ve mızrak taşımış olduğu halde (onu gördüm) demektir, Buradaki; "Uğultusunu İşiteceklerdir" ifadesinin, içinde böyle bir uğultu işiteceklerdir, anlamında olduğu da söylenmiştir. Onun içinde bir öfke sesi ve azâb edilenlerin hırıltılarını işiteceklerdir demektir. Nitekim yüce Allah: "Onlar orada yüksek hırıltılarla ve inleyerek solurlar" (Hud, 11/106) diye buyurmaktadır. Hud Sûresi'nde kullanılan "fi" cer harfi ile bu âyette kullanılan "lâm" cer harfi ise birbirine yakındır. Nitekim: "Bu işi Allah yolunda Allah için yaparım" denilir. 13Onlar elleri boyunlarında bağlanıp onun dar bir yerine atıldıklarında orada: "Yetiş, ey ölüm!" diye feryad ederler. "Onlar elleri boyunlarında bağlanıp onun dar bir yerine atıldıklarında..." Katâde dedi ki: Bize naklolunduğuna göre Abdullah şöyle dermiş: Şüphesiz ki mızrağın dibindeki demir nasıl onun sapı üzerinde dar geliyor (onu sıkıyor) ise cehennem de kâfir üzerinde öylece daraltılacaktır. Bunu İbnu’l-Mübarek "er-Rakaik" adlı eserinde zikretmektedir. İbn Abbâs da böyle demiştir. Bunu da ondan es-Sa'lebî ve el-Kuşeyrî naklettiği gibi, el-Maverdî de bu açıklamayı Abdullah b. Amr'dan nakletmiştir. el-Mâverdî, en-Nuketu ve'l-Uyün, IV, 134. "Elleri boyunlarında bağlanıp" âyeti kolları bağlanmış demektir. Bu açıklamayı Ebû Salih yapmıştır. Elleri zincirlerle boyunlarına vurulmuş diye açıklandığı gibi, şeytanlarla birlikte bağlanmış olacaklardır diye de açıklanmıştır. Yani onların herbirisi kendi şeytanı ile bir arada bağlanacaktır. Bu açıklamayı da Yahya b. Sellâm yapmıştır. Bu husustaki açıklamalar daha önceden ibrahim Sûresi'nde (14/49- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Amr b. Külsûm da (bu lâfzı kullanarak) şöyle demektedir: "Onlar yaptıkları talanlarla ve esirlerle geri döndüler, Bizler ise kralları zincirlere vurmuş olarak geri döndük." "Orada: Yetiş, ey ölüm! Diye feryad ederler." Yani helâk olmayı temenni ederler. Bu açıklamayı ed-Dahhâk yapmıştır. İbn Abbâs ise; yazıklar olsun bizlere (va veytâ) diye bağırırlar, diye açıklamıştır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Bu sözü ilk söyleyecek kişi İblis olacaktır. Çünkü cehennem ateşinden kendisine boydan boya elbise giydirilecek ilk şahıs o olacaktır. Bu elbise kaşlarının üzerine konulacak, o bunu arkasından sürüklerken onun zürriyeti de ardından yürüyecekler, kendisi de: Yetiş ey ölüm! diye feryad edecektir." Buradaki "Ölüm" kelimesinin mansub gelmesi mastar (mef'ûl-i mutlak) olduğu içindir. Yani takdirindedir. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır. Başkası ise bunun mef'ûlün bih olduğunu söylemiştir. 14"Bugün ölümü bir kere değil, bir çok kere temenni edîn" (denilecek). "Bugün ölümü bir kere değil, bir çok kere temenni edin." Çünkü sizin helâk oluşunuz yalnız bir defa ölümü temenni ettirecek kadar hafif değildir. Burada "ölüm" kelimesinin kullanılması, mastar olup mastarın da hem az hem de çok hakkında kullanılabilmesi dolayısıyladır. Bundan dolayı çoğulu getirilmez. Bu da bir kimsenin: Onu çokça vurdum, uzunca oturdu demesine benzer. Ayet-i kerimeler İbn Hatâl ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. 15De ki: "Acaba bu mu hayırlıdır, yoksa müttakilere vaadolunan ebedilik cenneti mi? Onlar için bir mükâfat ve bir dönüş yeridir." "De ki: Acaba bu mu hayırlıdır, yoksa müttakilere vaadolunan ebedilik cenneti mi?" âyetinde yüce Allah ateşte hayır namına bir şey olmamakla birlikte niye: "Acaba bu mu hayırlıdır" diye buyurmuştur, şeklinde bir soru sorulacak olursa, buna verilecek cevap şudur; Sîbeveyh'in Araplardan naklettiğine göre -mutluluğun daha çok sevilen bir şey olduğu bilinmekle birlikte-: Sen bedbahtlığı mı daha çok seversin, yoksa mutluluğu mu? diye sorarlar. Bir diğer açıklamaya göre buradaki "hayırlıdır" ifadesi ism-i tafdil anlamında; o mu daha hayırlıdır? kabilinden olmayıp, bir kimsenin: Onun nezdinde hayır vardır, demesi kabilindendir. en-Nehhâs der ki: Bu güzel bir açıklamadır. Nitekim şair şöyle demiştir "Sizin kötü olanınız aranızdan hayırlı olanınıza feda olsun" Bir diğer açıklamaya göre; böyle buyurulması cennetin ve cehennemin artık konaklanılacak yerlerden olması dolayısıyladır. Her iki konak arasındaki farklılıktan ötürü böyle sorulmuştur. Bir diğer açıklama da şöyledir: Buradaki ifade yüce Allah'ın: "Dilerse sana bunlardan daha hayırlı... verebilen Allah yüceler yücesidir" âyeti ile alakalıdır. Bir başka açıklamaya göre de bu ifade; ey kâfirler, sizin bilgi ve inanışınıza göre bunların hangisi hayırlıdır anlamındadır. Çünkü onlar cehennemliklerin ameliyle amel etmekle "ateşte bir hayır vardır" diyormuş gibi oluyorlardı 16Orada onlar için -kendileri ebedi kalmak üzere- diledikleri herşey vardır. Bu Rabbinin yerine getirmesi istenen bir vaadidir. "Orada onlar için -kendileri ebedi kalmak üzere" nimet türünden "diledikleri herşey vardır." el-Kelbî dedi ki: Yüce Allah, mü’minlere amellerinin karşılığı olarak cenneti vaadetmiştir. Onlar onun bu vaadini ondan isteyerek: "Rabbimiz, bize peygamberlerin aracılığıyla vaadettiğini de ver." (Al-i İmrân, 3/194) diye dua etmişlerdir. İbn Abbâs'ın açıklaması da bu anlamdadır. Bir diğer açıklamaya göre melekler onlar İçin cenneti isteyeceklerdir. Bunun delili de yüce Allah'ın: "Ve ey Rabbimiz, onları da... kendilerine vaadettiğin Adn cennetlerine girdir" (el-Mu'min, 40/8) âyetidir. Bu da Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'nin görüşüdür. Yüce Allah'ın: "Bu, Rabbinin yerine getirmesi istenen bir vaadidir" âyetinin şu anlama geldiği söylenmiştir: Bu vaad yerine getirilmesi gerekli bir vaaddir. İstenmese dahi bu böyledir, tıpkı borç gibidir. Araplardan: Elbetteki ben sana bin (dirhem) vereceğim, dedikleri (böylece bir borç ödeme taahhüdünde bulunurcasına kesin bir ifade kullandıkları) nakledilmiştir. Bir diğer açıklamaya göre; "bu Rabbinin yerine getirmesi istenen bir vaadidir" âyeti, bu senin için hakedilmiş bir vaaddir. Bundan dolayı sen onu (dualarında) istemelisin. Zeyd b. Eslem dedi ki: Onlar dünyada iken Allah'tan cenneti dilediler ve dualarında o cennette olan isteklerini dile getirdiler. Yüce Allah da âhirette onların isteklerini kabul buyuracak ve dileklerini kendilerine verecektir. Bu da bu husustaki birinci görüşün kapsamındadır. 17Onları ve Allah'tan başka İbadet ettiklerini haşredip toplayacağı gün der ki: "Benim bu kullarımı siz mi saptırdınız? Yoksa kendileri mi yoldan saptılar? "Onları... haşredip, toplayacağı gün" âyetini İbn Muhaysın, Humeyd, İbn Kesîr, Hafs, Ya'kub ve ed-Dûrî'den gelen rivâyete göre Ebû Amr "ya" ile okumuşlardır. Ebû Ubeyd ile Ebû Hatim de bu okuyuşu tercih etmişlerdir. Çünkü bundan önce: "Bu Rabbinin yerine getirmesi istenen bir vaadidir" denildiği gibi, bundan sonra da: "Benim bu kullarımı sîz mi yaptırdınız?..." diye buyurulmaktadır. Diğerleri ise; (Cenâb-ı Allah'ın, kendi zatını) ta'zim anlamını ifade etmek üzere ("haşredeceğimiz" anlamında) "nün" ile okumuşlardır. "Ve Allah'tan başka" Mücahid ve İbn Cüreyc'e göre melek, insan, cin, Mesih ve Uzeyr gibileridir. ed-Dahhâk ve İkrime'ye göre ise putları kastedilmektedir. "İbadet ettiklerini haşredip, toplayacağı gün der ki..." âyetinde geçen: "Derki" lâfzını genel olarak "ya" İle okumuşlardır. Ebû Ubeyd ile Ebû Hatim’in tercihi de budur. İbn Âmir ile Ebû Hayve ta'zim ifade etmek üzere "nün" ile (deriz ki anlamında) okumuşlardır. "Benim bu kullarımı sîz mi saptırdınız? yoksa kendileri mi yoldan saptılar?" Bu, kâfirlere azarlayıcı bir üslupla sorulacak bir sorudur. 18Derler ki: "Seni tenzih ederiz. Senden başkalarını veliler edinmek bize yaraşmaz. Fakat Sen onları ve babalarını faydalandırdın. Sonunda Zikri unuttular ve helâk olan bir kavim oldular." "Derler ki..." Allah'tan başka kendilerine ibadet olunan mabudlar: "Seni tenzih ederiz, Senden başkalarını veliler edinmek bize yaraşmaz" diyecekler demektir. Allah'tan başka kendisine ibadet olunan putlar bir araya getirilip toplanacak olursa, cansız oldukları halde nasıl konuşacaklardır? diye sorulsa şöyle cevap verilir: Yüce Allah elleri ve ayakları konuşturacağı gibi, kıyâmet gününde bunları da konuşturacaktır. el-Hasen ve Ebû Cafer: ("edinmemiz" âyetini) "nün" harfini ötreli, "hı" harfini üstün meçhul bir fiil olarak: " Edinilmemiz..." diye okumuşlardır. Bu kıraat ile ilgili olarak nahivciler bir takım açıklamalarda bulunmuşlardır. Ebû Amr b. el-A'lâ ile Îsa b. Ömer bu kıraatin câiz olmadığını söylemişlerdir. Ebû Amr ayrıca der ki: Eğer bu "'edinilmemiz" anlamında meçhul bir fiil olsaydı, âyette ikinci olarak geçen in hazfedilmesi ve: "Senden başka veliler edinilmemiz..," şeklinde olması gerekirdi. Ebû Ubeyde de aynı şekilde bu edaun iki defa zikredilmiş olması dolayısıyla fiilin meçhul okunmasının câiz olmadığını söylemiştir. Eğer (el-Hasen ve Ebû Ca'fer'in) okudukları gibi olsaydı, bu takdirde ikinci defa in gelmemesi gerekirdi. Bununla birlikte bu ikinci edatın sıla (zâid) olduğu da söylenmiştir. en-Nehhâs der ki; Ebû Amr gibi değerli bir ilim adamının ve üstün konumu dolayısıyla söylediğinin güzel kabul edilmesi gerekir. Çünkü o ayrıca buna dair delil de getirmiştir. Onun söylediğini şöyle de açıklayabiliriz: "Ben hiçbir kimseyi veli edinmedim" denilir. Bu ifadenin muayyen bir kimse hakkında kullanılması mümkündür. Diğer taraftan: "Ben herhangi bir kimseyi veli edinmiş değilim" denilerek umumi bir nefy kullanılmış olur. Burada "veli" lâfzı kendisinden önce geçen kelimeye tabidir. O bakımdan bunun başına; in edatının gelmesi câiz olmaz. Çünkü bunun herhangi bir faydası yoktur. "Fakat. Sen onları ve babalarını faydalandırdın" yani rasûllerin (Allah'ın salat ve selamları onlara olsun) vefatından sonra onları dünyada sağlık, zenginlik ve uzun ömür vererek faydalandırdın. "Sonunda Zikr’i unuttular." Yani seni anmayı, hatırlamayı bıraktılar. Azgınlığa kapılarak ve cahillikle Sana ortak koştular. Biz bu hususu kendilerine emretmediğimiz halde kalkıp bize ibadet ettiler. Buradaki "Zikr"in mahiyeti hakkında iki görüş vardır. Birincisine göre bundan kasıt peygamberlere indirilmiş ve onlara okunan ilahi kitaplardır. Onlar bu kitap gereğince amel etmeyi terkettiler. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır. İkinci görüşe göre de burda Zikir'den maksat onlara yapılan iyiliklere ve ilahi nimetlere karşı şükürdür. (Onlar şükrü terkettiler.) "Ve" çünkü onlar "helâk olan bir kavim oldular." Burada : "Helâk olan bir kavim" ifadesinde "helâk" demek olan; dan alınmıştır. Ebû'd-Derda (radıyallahü anh) Hıms ahalisinin karşısına çıkarak şöyle demişti: Ey Hıms ahalisi size samimiyetle öğüt veren kardeşinizin yanına geliniz. Hıms ahalisi etrafında toplanınca şöyle dedi: Ne diye utanmıyorsunuz? İçinde kalmayacağınız binalar yapıyorsunuz, yemeyeceğiniz şeyleri copluyorsunuz; elde edemeyeceğiniz şeyleri umuyorsunuz? Şüphesiz sizden öncekiler çok yüksek binalar yaptılar. Pek çok köleleri oldu, çok uzun zamanlarda gerçekleşecek umutlara kapıldılar. Onların hepsi de artık helâk oldular. Emelleri, umutlan bir aldanış, meskenleri kabir oldu. O halde yüce Allah'ın; âyeti, helâk edilenler (oldular), demektir. Diğer rivâyette "meskenleri kabirler oldu" ifadesi; "Meskenleri içinde hiçbir şey bulunmayan bomboş yerler haline geldi" şeklindedir. el-Hasen der ki: "Helâk olan" ifadesi onlarda hayır namına hiçbir şey kalmamış anlamındadır. Bu da; "Yerin hiçbir veriminin olmaması" tabirinden alınmıştır ki, herhangi bir ekinin oraya ekilmemesi demektir. Bu durumda ondan hiçbir hayır ve hiçbir verim alınmaz. Şehr b. Havşeb dedi ki: Burada helâk olmak (el-bevâr), bozulmak ve durgunlaşmak (kesad) anlamındadır. Arapların işi bozacak şekilde durgunlaşmasını anlatmak üzere: "Mal bozulup, kesada uğradı" ifadelerinden alınmıştır. Hadîs-i şerîfteki; "Kendisi ile evlenilmek istenmeyen dul kadın gibi kalmaktan Allah'a sığınırız" İbnu’l Esir en-Nihaye fi Ğaribi’l-Hadis, I, 161. İfadesi de buradan gelmektedir. "Buğr" lâfzı "zuğr: yalan, iftira" gibi mastar isimdir. Tekil, ikil, çoğul, müzekker ve müennes arasında fark yoktur. İbnu'z-Ziba'rî der ki; "Ey mutlak malikin elçisi, şüphesiz benim dilim. Açmak istedikçe (ağzım) bağlıdır, çünkü ben helâk olmuşum. Zira ben sapıklık yollarında şeytanla yarışıyorum. Onun sapması gibi sapan kimse ise helâk olur." Kimisi de bunun tekilinin çoğulunun da -âyette olduğu gibi şeklinde geldiğini söylemiştir. "Sığınan kimse, sığınan kimseler; dönen kimse ve dönen kimseler" gibi. "Helâk olan" lâfzının hakka karşı kör kimseler, anlamına geldiği de söylenmiştir. 19İşte söylediklerinizde sizi yalanladılar. Artık ne üzerinizdeki azâbı defedebilirsiniz, ne de bir yardıma güç yetirirsiniz. Sizden kim zulmederse ona büyük bir azâbı tattırırız. "İşte söylediklerinizde sizi yalanladılar." Yani yüce Allah, kendisine ibadet olunan mabudlam bu işten uzak olduklarını söyleyecekleri vakit, onlara tapınan kimselere: İşte sizin ilâh olduklarını iddia ettikleriniz, bu hususta "söylediklerinizde sizi yalanladılar" diye buyuracaktır. "Artık ne üzerinizdeki azâbı defedebilirsiniz, ne de bir yardıma güç yeririrsiniz." Müfessir burada "ne üzerinizdeki azâbı defedebilirler" anlamındaki okuyuşa göre âyeti yazmıştır. Dolayısıyla harada açıklamaları ona göre yapmıştır. Mealdeki okuyuşa uygun açıklama da biraz sonra gelecektir. Yani sizin ilâh edindikleriniz sizden azâbı önleyemedikleri gibi, size yardım da edemezler. Bir diğer açıklamaya göre bu kâfirler -mabudları kendilerini yalanlayınca herhangi bir şekilde azâbı kendilerinden uzaklaştıramayacakları gibi Allah'a karşı bir yardım da alamazlar. İbn Zeyd dedi ki: Anlam şudur: Ey mü’minler! Şu kâfirler, Muhammed'in getirdikleri hususunda sizi yalanlamış bulunuyorlar. Buna göre "söylediklerinizde" âyeti; söylediğiniz hak olan şeylerde... demek olur. Ebû Ubeyd de şöyle demektedir: Yani onlar sizin söylediğiniz hususunda sizleri yalanladılar. O bakımdan onlar yüce Allah'ın sizleri kendisine iletmiş olduğu haktan, sizleri geri çeviremezler. Ayrıca sizleri yalanladıkları için başlarına inecek olan azaba karşı kendilerine hiçbir yardımları da dokunmayacaktır. Genel olarak "söylediklerinizde" şeklinde muhatap te'si ile okunmuştur. Bunun anlamını da açıklamış bulunuyoruz. el-Ferrâ''nın naklettiğine göre bu âyet, "zel" harfi şeddesiz olarak; "Size yalan söylediler" şeklinde ve "Söylediklerinde" yalanlayıcıydılar diye de okunmuştur. Mücahid ve el-Bezzî de aynı şekilde gaib anlamını veren "ya" ile okumuşlardır. Bu durumda: "Söylediklerinde (yalanlancıylar)" demek olur. Ebû Hayve de "söyledikleriyle" diye "ya" ile okumuştur. "Güç yetiremezsinîz" şeklinde "te" ile okuyuş, Allah ile birlikte ortak edinen kimselere hitaptır. "Ya" ile okuyanların kıraatine göre de anlam: Ortaklar buna güç yetiremez, şeklindedir. "Sîzden kim zulmederse" İbn Abbâs'a göre sizden kim şirk koşar da, şirk üzere ölürse "ona" âhirette "büyük" oldukça şiddetli ve çetin "bir azâbı tattırırız." Yüce Allah "muhakkak alabildiğine büyükleneceksiniz" âyetindeki "büyük" (mealde alabildiğine) lâfzı da şiddetli ve çetin anlamındadır. 20Bizim senden önce gönderdiğimiz rasûller de muhakkak yemek yerler ve pazarlarda dolaşırlardı. Biz, bazınızı, bazınıza imtihan kıldık. Sabredecek misiniz? Rabbin, herşeyi çok iyi görendir. Bu âyete dair açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız: 1- Rasûller, İnsani Tarafları ve Âyetin Nüzul Sebebi: Yüce Allah'ın: "Bizim senden önce gönderdiğimiz rasûller de..." âyeti: "Bu nasıl peygamberdir ki yemek yer ve pazarlarda dolaşır." (el-Furkan, 25/7) diyen müşriklere cevab olmak üzere inmiştir. İbn Abbâs dedi ki: Müşrikler, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı fakir olduğundan dolayı ayıplayıp da: "Bu nasıl peygamberdir ki yemek yer..." demeleri üzerine, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) üzüldü. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme ona teselli olmak üzere nazil oldu. Cebrâîl (a .s): es-Selamu aleyke ya Rasûlallah, dedi. Rabbim olan Allah'ın sana selamını getirdim. O, sana diyor ki: "Bizim senden önce gönderdiğimiz rasûller de muhakkak yemek yerler ve pazarlarda dolaşırlardı." Yani dünya hayatında geçimlerini elde etmenin yollarını ararlardı. 2- Yemek Yemek, Peygamberlerin Ortak Bir Özelliğidir: Yüce Allah'ın: " Muhakkak yemek yerlerdi" âyeti ile ilgili olarak şunu belirtelim: Eğer haberinin başına "lâm" harfi gelecek olursa " Muhakkak" edatının "hemze"si ancak esreli okunur. Burada "lâm" olmasaydı bile, yine ancak esreli okunabilirdi. Çünkü burada isti'nafiyyedir. (Cümlenin başına gelmiştir). Bütün nahivcilerin görüşü budur. en-Nehhâs dedi ki: Ancak Ali b. Süleyman'ın bize Muhammed b. Yezid'den naklettiğine göre o şöyle demiştir: Burada bu edatın hemzesi üstün de okunabilir. İsterse ondan sonra "lâm" harfi gelmiş olsun. Ancak zannederim bu, onun bir yanılgisıdır, Ebû İshak ez-Zeccâc dedi ki: İfadede hazfedilmiş kelimeler vardır. Bu Biz senden önce ne kadar rasûl gönderdiysek. mutlaka onlar yemek yerlerdi" takdirinde olup, daha sonra: "Rasüller" kelimesi hazf edilmiştir. Bunun hazfediliş sebebi ise "gönderdiğimiz rasûller" âyetinde buna delâlet edecek mananın bulunmasıdır. Buna göre ez-Zeccâc'a göre mevsuf hazfedilmiş olmaktadır. Ona göre de -el-Ferrâ'nın dediği şekilde -sıla cümlesi bırakılıp mevsul ismin hazfedilmesi câiz değildir. el-Ferrâ': Burada hazfedilen Kim, kimse" ism-i mevsulüdür Yani: "Ancak kendileri yemek yiyen kimseleri (gönderdik)" demektir. O, bunu yüce Allah'ın: "Bizden herbirimiz için bilinen bir makamı olmayan kimse yoktur." (es-Saffat, 37/164) âyeti ile: "Şüphe yok ki aranızda oraya uğramayacak hiç kimse yoktur." (Meryem, 19/71) buyruklarına benzetmektedir. Sizin aranızdan oraya uğramayacak bir kimse yoktur" demektir. Bu aynı zamanda el-Kisaî'nin de görüşüdür. Araplar da; "Ben sana insanlar arasından muhakkak sana itaat edecek kimseyi gönderdim" derler. Buna göre: "Muhakkak sana itaat edecek" ifadesi "Kimse" nin sılasıdır. ez-Zeccâc der ki; Bu bir hatadır, çünkü bu "kimse" lâfzı ism-i mevsuldur, hazfedilmesi de câiz değildir, Meanî âlimleri derler ki: Âyet "Biz senden önce ne kadar rasûl gönderdiysek, mutlaka onlara muhakkak kendilerinin yemek yedikleri söylenmiştir" anlamındadır. Buna delil de; "Sana, şeyden önceki peygamberlere söylenmiş olandan başka bir şey söylenmiyor" (el-Kasas, 41/43) âyetidir. İbnu'l-Enbarî dedi ki: Burada: "Muhakkak onlar"ın hemzesinin; 'dan sonra esreli gelmesi gizli "vav" harfi ile isti'naf,başlangıç dolayısı iledir. Yani; takdirindedir. Bir kesimin kanaatine göre de Allah'ın: "Muhakkak yemek yerler" ifadesi, def-i hacete çıkarlar, ifadesinden kinayedir. Derim ki; Bu ifade, bu manada kullanılmış ise çok beliğ bir ifadedir. Nitekim yüce Allah'ın; "Meryem oğlu Mesih bir rasûlden başka bir şey değildi. Ondan önce de rasûller gelip geçmiştir. Anası ise sıddika bir kadındır. İkisi de yemek yerlerdi. "(el-Mâide, 5/75) âyeti da buna benzemektedir. "Ve pazarlarda dolaşırlardı" âyetindeki "dolaşırlardı" anlamındaki: (......) fiilini Cumhûr "ya" harfini üstün, "mim" harfini sakin ve "şın" harfini de şeddesiz olarak okumuşlardır. Ali, İbn Avf ve İbn Mes'ûd ise "ya" harfini ötreli, "mim" harfini üstün, "şın" harfini de üstün ve şeddeli olarak okumuşlardır ki bunun da anlamı yürümeye davet olunur ve buna mecbur bırakılırlar, demek olur. Ebû Abdu'r-Rahmân es-Sülemî ise "ya" harfini ötreli, "mim" harfini üstün, "şın" harfini de şeddeli ve ötreli okumuştur ki bu da "dolaşırlardı" anlamındadır. Nitekim şair şöyle demektedir: "Develerin çöktükleri geniş yerde yürüdü de, Aralarından binilmesi zor ile binilebilecek genç ve güzel develer aradı," Ka'b b. Züheyr de şöyle demiştir: "Geniş alanların arslanları seslerini çıkaramazlar, ondan korktukları için Ve onun bulunduğu vadide de yürümez (yiğitlerin) ayakları." Burada "şın"ın şeddeli olması, "yürümek" anlamındaki fiilin manasını etkilememektedir. 3- Geçimi Elde Etme Yollarına Başvurmak: Bu âyet-i kerîme sebeplere sarılmak ve ticaret, sanat ve daha başka yollarla geçimi sağlama yoluna başvurmak hususunda temel bir dayanaktır. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden bir kaç yerde geçmiş bulunmaktadır. Ancak burada yeterli gelecek kadarıyla bazı açıklamalarda bulunmak kasdıyla şunları söylemek istiyoruz: Günümüzün şeyhlerinden birisi aramızdaki bir konuşma esnasında bana şunları söyledi: Peygamberler (hepsine selam olsun) ancak zayıf ve güçsüz kimselere sebeplere sarılma sünnetini öğretmek için gönderilmişlerdir. Ben o kimseye cevap olarak şunları söyledim: Bu ancak cahillerin, ahmakların, beyinsiz ayak takımının ya da kitaba ve yüce sünnete dil uzatanların söyleyebilecekleri bir sözdür. Yüce Allah kitab-ı kerim'inde seçkin kulları, rasûlleri ve peygamberleri hakkında sebeplere sarıldıklarını ve rızık kazanmak için bir takım iş ve meslekleri icra ettiklerini haber vermektedir. Sözü hak olan yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Ve Biz ona sizin faydanıza... giyecek (zırh) yapma sanatını öğrettik." (el-Enbiya, 21/80); "Bizim senden önce gönderdiğimiz rasûfler de muhakkak yemek yerler ve pazarlarda dolaşırlardı." İlim adamları, yani ticaret yaparlar, meslek icra ederlerdi, demektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur; "Rızkım mızrağımın gölgesi altında kılındı." Beyhakî, es-Sünen, II, 177 Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık elde ettiğiniz ganimetten helal ve hoş yiyin. "(el-Enfal, 8/69) Ashab-ı Kiram da (Allah onlardan razı olsun) sahib oldukları mallarıyla ticaret yapar, çeşitli meslekler icra ederler, kendilerine muhalefet eden kâfirlerle de Savaşırlardı. Acaba bunlar sizin görüşünüze göre zayıf kimseler mi idiler? Hayır, Allah'a yemin ederim ki onlar güçlü kuvvetli kimselerdi. Onlardan sonra gelen salîh halefleri de onlara uymuştur. Onların izledikleri yolda hidayet vardır ve o yol İzlenerek doğru yol bulunur. Bana şunları söyledi: Onların bu yollara başvurmaları kendilerine uyulmaları gereken önderler oluşlarından dolayıdır. Böylelikle onlar zayıf kimseler için (örnek olmak maksadıyla) doğrudan bu işlerle uğraştılar. Bizzat kendileri adına ise öyle değildiler. Ashab-ı Suffe'nin durumu bunu açıkça ortaya koyar. Dedim ki: Eğer durum böyle olsaydı, onların da onlarla birlikte Allah Rasûlünün de durumu açıklamaları gerekirdi. Nitekim Kur'ân-i Kerîm'de yüce Allah'ın şu buyrukları sabittir: "insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıklayasın... diye sana da bu zikri (Kur'ân'ı) indirdik."(en-Nahl, 16/44); "Muhakkak indirdiğimiz apaçık âyetlerimizi ve hidayeti insanlara kitapta apaçık bir şekilde bildirdikten sonra gizleyenler var ya..." (el-Bakara, 2/159) Bu hususlar ise apaçık bilgi ve hidayetin kapsamı içerisindedir. Ashab-ı Suffa'ya gelince, onlar hallerinin elverişli olmadığı sıralarda İslâmın misafiri idiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir sadaka geldi mi özellikle onlara verirdi. Bir hediye gelecek olursa, onlarla birlikte o hediyeden yerdi. Bununla birlikte rızık peşinde gider gelirler, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hane-i saadetlerine su taşırlardı. Buhârî ve başkaları onları böylece anlatmaktadır. Daha sonra yüce Allah müslümanların çeşitli ülkeleri fethetmelerini müyesser kılıp, onlar için imkanları hazırlayınca hepsi de komutanlık ve emirlik makamlarına geldiler ve sebeplere sarılmakla da emrolundular. Diğer taraftan böyle bir iddia Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ve Ashab-ı Kiram'ın zayıf olduklarını da ifade eder. Çünkü onlar meleklerle desteklenmiş ve melekler aracılığıyla onlara sebat verilmiş kimselerdi. Eğer güçlü kuvvetli kimseler olsalardı, meleklerin desteğine ve yardımına ihtiyaçları olmazdı. Zira bu da zafer ve yardımın sebepleri arasındadır. Bu şekilde bir görüş ileri sürmekten Allah'a sığınırız, bu anlamı verecek sözler söylemekten Allah'a sığınırız. Bilakis sebeplere sarılmayı, gerekli yollara başvurmayı kabul etmek, Allah'ın ve O'nun Rasûlünün bir sünnetidir. . Açıklanmış olan hak budur. Müslümanların icma ile kabul ettikleri dosdoğru yol da budur. Aksi takdirde sözü hakkın kendisi olan yüce Rabbimizin: "Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın..." (el-Enfal, 8/60) âyetinin yalnızca zayıf kimseler hakkında olması gerekirdi. Bütün hitabların da aynı şekilde olması icab ederdi. Kur'ân-ı Kerîm'de yüce Allah, kelimi Mûsa'ya hitab ettiğinde: "Asanla denize vur." (eş-Şuara, 26/63) diye buyurmuştur. Oysa asaya vurmadan da yüce Allah denizi yarmaya kadirdir. Aynı şekilde Meryem'e (selam ona) de: "O kuru hurma ağacını kendine doğru salla." (Meryem, 19/25) diye buyurmuştur. Halbuki o hurma ağacını sallamaksızın ve yorulmaksızın Cenab-ı Allah oradan hurmaları indirmeye kadirdir. Bütün bunlarla birlikte ilahi lutfa mazhar olup, kendisine yardım olunacak yahut duası kabul olunacak, ya kendisi ya da başkası hakkında bir keramet ile taltif olunabilecek bazı şahısların olabileceğini de inkar etmiyoruz, fakat böyleleri vardır diye, kalkıp küllî ve genel kaideler ile güzel emirler yıkılmaz. Heyhat, heyhat! Bir kimse kalkıp yüce Allah: "Rızkınız ve vaad olunduğunuz semadadır" (ez-Zariyat, 51/22) diyerek buna karşı çıkamaz. Biz buna şöyle deriz: Yüce Allah doğru söylemiştir. Onun şerefli Rasûlü de doğru söylemiştir. Burada rızıktan kasıt te'vil ehlinin icmaı ile yağmurdur. Buna de- de yüce Allah'ın şu âyetleridir "Ve O gökten size bir rızık indirendir." (el-Mu'min, 40/13); "Ve Biz gökten bereketli bir su indirdik, onunla bahçeler ve biçilen taneler bitirdik." (Kâf, 50/9) Şimdiye kadar semadan insanlara ekmek dolu tabakların ve et dolu tencerelerin indiği de görülmemiştir. Aksine bunların elde edilmesi için sebeblere sarılmak asli bir kaidedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Rızkı yerin gizliliklerinde arayınız" sözünün anlamı da budur. Yani yeri sürünüz, kazıyınız ve oraya ağaç dikiniz. Çünkü Arapçada bir şeye bazen sonuçta varacağı hususun ismi da verilebilir. İşte yağmura rızık denilmesinin sebebi, rızkın onun vasıtası ile ortaya çıkmasıdır. Bu da Arap dilinde meşhur bir anlatım tarzıdır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'da şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi birinizin ipini alıp, sırtı üzerinde odun taşıması herhangi bir kimseden -ona versin ya da vermesin- dilencilik etmesinden daha hayırlıdır. " Buhârî, II, 535, 538; Tirmizî. III, 64; Müsned, II, 243, 257, 300... Bu, herhangi bir emek harcamaksızın yerde biten ot ve odunlar için böyledir. Dağda insanlarla hiçbir ilişkisi olmayan bir adamın varlığını düşünecek olsak dahi bu kimsenin toprakların ve tepelerin bitirdiklerini toplamak için yerinden çıkıp ayrılması kaçınılmazdır. Tâ ki bunlardan geçimini kendisiyle sağlayacağı şeyleri elde edebilsin. İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu hadisinin anlamı da budur: "Şayet sizler Allah'a hakkıyla tevekkül edecek olsaydınız, elbettekİ sabahleyin kursakları bomboş ve aç gidip, akşamleyin kursakları dolu ve tok olarak geri dönen kuşların rızıklandırıldığı gibi rızkınız verilirdi. " Tirmizî, IV, 573; İbn Mâce, II, 1394; Müsned, 1, 30, 52 İşte kuşların gidiş ve gelişleri birer sebeptir. Gerçekten de sebeplerden el etek çekip gerçek manada mütevekkil olduğunu iddia ederek, yolların kenarlarında oturan, buna karşılık dosdoğru yolu ve apaçık sirat-ı müstakimi terkeden kimselere hayret edilir. Buhâri’de İbn Abbâs'tan şöyle dediği sabit olmuştur: Yemen halkı haccederler, buna karşılık beraberlerinde azık almazlar ve bizler mütevekkil kimseleriz, derlerdi. Hacca geldiler mi bu sefer insanlardan dilencilik yapmaya koyulurlardı. Bunun üzerine yüce Allah: "Bir de azık edinin." (el-Bakara, 2/197) âyetini indirdi. Buhârî, Hacc 6; Ebû Dâvûd, Menâsik 4 Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan ve Ashab-ı Kiram'ından beraberlerinde gerekli azığı almaksızın yolculuğa çıktıklarına dair bir nakil gelmiş değildir. Onlar gerçekten Allah'a tevekkül eden kimselerdi. Tevekkül kalbin sıkıntılarını gidermek ve maksatlarını gerçekleştirmek noktasında Rabbe güvenip dayanması, sonra da bu husustaki mücerred emir dolayısıyla sebeplere sarılmasıdır. İşte hak budur. Bir adam Ahmed b. Hanbel'e: Ben tevekkül ederek haccetmek istiyorum demiş. O da: Tek başına yola koyul demiş. Hayır, insanlarla birlikte çıkacağım deyince, bu sefer ona: O halde sen onların beraberlerindeki ekmek torbalarına güvenip, çıkmak isteyen birisisin demiş. Biz bütün bu hususları "Ka-m'u'l-Hırsi bi'z-Zühdi ve’l-Kana'a ve Raddu Zülli's Suali bi’l-Kesbi ve's-Sınâa (Zühd ve kanaata sarılmakla hırsın kökünü kazımak, kazanmak ve meslek icra etmek suretiyle de dilenciliğin zilletini bertaraf etmek)" adlı eserimizde açıklamış bulunuyoruz. 4- Çarşı-Pazara Girerken Dikkat Edilecek Hususlar: Müslim'in, Ebû Hüreyre yoluyla kaydettiği rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yerler arasında Allah'ın en çok sevdiği mescitlerdir. Allah'ın en çok buğzettiği yerler ise çarşı-pazarlarıdır." Müslim, I, 464; İbn Huzeyme, Sahih, IV, 477 el-Bezzâr'ın rivâyetine göre Selman-ı Farisî şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Eğer imkanın olursa çarşı-pazara ilk giren kişi ve oradan son çıkan kişi olma. Çünkü orası şeytanın mücadele yeridir, sancağını da oraya diker." Bu hadisi Ebubekr el-Berkanî senedini kaydederek, Ebû Muhammed Abdu’l-Ğani b. Said el-Hafız'dan -Âsım'in rivâyeti ile- Ebû Osman en-Nehdfden o Selman'dan rivâyetle zikretmiştir. Selman dedi ki; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sakın çarşı-pazara İlk giren ve oradan son çıkan kişi olmayasın. Çünkü şeytan orada yumurtlamış ve orada yavrulamıştır." el-Heysemî, Mecmâu'z-Zevâid, IV, 77. Bu hadislerde çarşı-pazarlara girmenin mekruh oluşuna delil teşkil edecek ifadeler vardır. Özellikle erkek ve kadınların biribirleriyle karışık olduğu bu dönemlerde bu böyledir. Bizim ilim adamlarımız da böyle demiştir. Buna sebeb ise çarşı-pazarlarda batılın çoğalmış ve münkerlerin açıkça işlenmeye başlanmış olmasıdır. Fazilet sahibi ve dinde kendilerine uyulan kimselerin, Allah'a isyan olunan bölgelerden uzak kalmak suretiyle temizliklerini korumaları için bu gibi yerlere girmeleri mekruh görülmüştür. O halde çarşı-pazarda bulunmak gibi ilahi bir belaya maruz kalmış olan kimselerin, şeytanın ve şeytanın askerlerinin bulunduğu bir yere girdiklerini hatırlarından çıkartmamaları, orada devamlı kalacak olurlarsa helâk olacaklarını bilmeleri gerekir. Bu halde olan bir kimse, zaruret ve ihtiyacı kadarı orada bulunur ve çarşı-pazarda bulunmanın kötü akıbet ve belâsından sakınmaya çalışır. 5- Çarşı-Pazarın Savaş Alanına Benzetilmesi: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın çarşı-pazarı Savaş alanına benzetmesi güzel bir benzetmedir. Çünkü Savaş alanı çarpışma yeridir. Böyle bir isim, orada kahramanların çarpıştığından dolayı verilmiştir. Biri, diğerini yıkmaya çalışır. İşte çarşı-pazar ile şeytanın orada yaptıkları ve pazardakilere verdiği zararlar neticesinde hile ve aldatmalara başvurup, fasit alış-verişler, yalanlar, yalan yere yeminlere aldırış etmeyip, seslerin birbirine karışması ve daha benzeri diğer hususlar, Savaş alanındaki çarpışmaya ve o meydanlarda yere yıkılan kimselere benzetilmiştir. 6- Kitap ve Silah Pazarları İle İhtiyaç Duyulan Diğer Pazarlara Girmek: İbnu'l-Arabî der ki: Yemek yemek insanlar için zorunlu bir ihtiyaçtır. Bunda utanılacak bir şey olmadığı gibi kişinin kendisini sorumlu hissetmesini gerektiren bir ciheti de yoktur. Çarşı-pazarlara gelince, ben ileri gelen ilim adamlarının şöyle dediklerini duymuşumdur: Kişi ancak kitap ve silah pazarına girer. Bana göre ise kişi ihtiyaç duyduğu her çarşı-pazara girer. Ancak orada yemek yemez. Çünkü bu mertliğe aykırıdır ve kişinin heybetini ortadan kaldırır. Bu hususta uydurulmuş hadislerden birisi de: "Çarşıda yemek yemek aşağılık bir davranıştır" sözüdür. Derim ki: İlim adamlarının bu söyledikleri çok güzeldir. Çünkü sözünü ettikler' pazarlarda kadınlara bakmak, onlarla karışmak söz konusu değildir. Zira kadınların böyle bir şeye ihtiyaçları yoktur. Bunların dışındaki çarşı-pazarlar ise kadınlarla dolup taşmaktadır ve çoğunlukla da hayaları oldukça azdır. Öyle ki çarşı-pazarda bir kadının ve başka yerlerde ziynet yerlerini, açılmaması gereken yerlerini açmış olduğu halde oturduğunu görebiliyoruz. Bu ise günümüzde oldukça yaygın münkerlerdendir. Gazabından yüce Allah'a sığınırız. 7- Çarşı-Pazardaki Kötülüklere Karşı Yapılacak Dua: Ebû Dâvûd et-Tayalisî Müsned'inde şu rivâyeti kaydetmektedir: Bize Hammâd b. Zeyd anlattı, dedi ki: Bize Zübeyr hanedanının kahrumanı (hazinedarı) olan Amr b. Dinar anlattı. O Salim'den, o babasından, o Ömer b. el-Hattâb'dan dedi ki; "Her kim şu pazarlardan birisine girip de; Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur, bir ve tektir, O'nun hiçbir ortağı yoktur, mülk yalnız O'nundur, hamd O'nadır. Öldürür ve diriltir, O hayy'dır, asla ölmez. Hayır yalnız O'nun elindedir, O'nun herşeye gücü yeter, diyecek olursa, Allah ona bir milyon hasene yazar ve ondan bir milyon günahı siler. Ayrıca onun için cennette bir köşk yapar. " Tayalisî, Müsned, I, 4. Bunu Tirmizî de rivâyet etmiş ve: "Onun bir milyon günahını siler" dedikten sonra şunları da ilave etmiştir: "Onu bir milyon derece yükseltir ve onun için cennette bir ev inşa eder." Tirmizî dedi ki: Bu garib bir hadistir. İbnu'l-Arabî der ki: Bu kişinin orada, orayı itaatia -masiyette gömüldüğü bir sırada- ma'mur etmek için, gaflet ile atalete düşürülmüş olduğu bir sırada zikirle süstemek için, cahillere öğretmek, unutanlara da hatırlatmak maksadıyla, yalnızca O'nun rızasını kasdederek oralara gitmesi halinde böyledir. 8- İnsanların Biribirleriyle İmtihan Edilmesi: "Biz bazınızı, bazınıza imtihan kıldık. Sabredecek misiniz?" Yani dünya bir imtihan yurdudur. Şanı yüce Allah, mü’miniyle, kâfiriyle bütün insanları birbirine imtihan aracı kılmayı murad etmiştir. Sağlıklı kimse hastanın, zengin fakirin, sabreden fakir zenginin imtihan aracıdır. Bunun anlamı da herkesin diğeriyle denenmekte olduğudur. Zengin, fakir ile imtihan edilir. Zenginin onu kollayıp gözetlemesi onunla alay etmemesi gerekir. Fakir de zengin ile imtihan edilir. Onu kıskanmaması, ondan kendisine verdiği şeylerden başkasını almaması gerekir. Her ikisinin de hak üzere sabretmeleri icab eder. Nitekim ed-Dahhâk: "Sabredecek misiniz?" âyeti ile ilgili olarak hak üzere sabredecek misiniz? diye açıklamada bulunmuştur. Çeşitli belalara mübtelâ olan kimseler: Niye biz bir türlü sağlık ve afiyete kavuşamıyoruz? derler. Gözü görmeyen kişi, ben niye gözü gören kimse gibi değilim? der. Kısacası herbir musibet sahibi bu kabilden düşünür. Nübüvvet şerefine nail olmuş, o yüce Rasûl de kendi dönemindeki kâfirlerden olup, insanların eşrafından olanlar için bir sınama aracıdır. İlim adamları ve adaletle hükmedenlerin durumu da böyledir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve dediler ki: Bu Kur’ân iki kasabanın birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?'" (ez-Zuhruf, 43/31) O halde burada "fitne" imtihan çeşitli belalarla mübtela kimsenin sağlıklı kimeyi kıskanması, sağlıklı kimsenin de belalara maruz kalmış olanı hakir görmesidir. Sabır bu iki kesimden herbirisinin kendi haline göredir. Birisi azgınlaşmama suretiyle, diğeri ise halinden usanmamak suretiyle sabretmiş olur. "Sabredecek misiniz?" sorusunun cevabı hazfedilmiştir. Yani yoksa etmeyecek misiniz? takdirindedir. Bu soru el-Müzenî'nin dediği türden şu cevabı gerektirir. el-Müzenî ihtiyacı dolayısıyla evinden dışarıya çıkmış, hadım bir kimsenin kafileler arasında binekler üzerinde (debdebe içerisinde) olduğunu görmüş, içinden bir şeyler geçirmiş. Bu sırada "sabredecek misiniz?" âyetini okuyan birisinin sesini işitince: Edeceğiz, Rabbimiz. Sabredeceğiz ve ecrimizi Allah'tan bekleyeceğiz, demiş. İmâm Mâlik'in arkadaşlarından İbnu'l-Kasım, Eşheb b. Abdu'l-Aziz'in mülk debdebesi içerisinde yanından geçtiğini görünce, bu âyet-i kerimeyi okumuş, sonra da kendi kendisine: Sabredeceğiz, diye cevap vermiştir. Ebû'd-Derdâ'dan rivâyete göre o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinlemiştir: "Cahilden dolayı alimin, alimden dolayı cahilin, kölesinden dolayı efendisinin, efendisinden dolayı kölesinin, zayıftan dolayı güçlü kimsenin, güçlü kimseden dolayı zayıf kimsenin, yönetilenlerden dolayı yöneticinin, yöneticiden dolayı yönetilenlerin vay haline! Bunların biri diğerinin imtihan aracıdır, fitne sebebidir. İşte yüce Allah'ın: "Biz bazınızı, bazınıza imtihan kıldık. Sabredecek misiniz?" âyeti bunu ifade etmektedir. Suyûrî, Kenzu'l-Ummal, X, 179. (Kurtubî, Paru'l-Hadis baskısı) Bu hadisi es-Sa'lebî senedini kaydederek zikretmiştir. Allah onu rahmetine garketsin. Mukâtil der ki: Bu âyeti kerîme Ebû Cehil b. Hişam, el-Velid b. el-Muğire, el-Âs b. Vail, Ukbe b. Ebi Muayt, Utbe b. Rabia ve en-Nadr b. el-Haris'in hakkında Ebû Zerr, Abdullah b. Mes'ûd, Ammar, Bilal, Suheyb, Âmir b. Fuheyre, Ebû Huzeyfe'nin mevlası Salim, Ömer b. el-Hattâb'ın mevlası Mihca1, el-Hadramî'nin mevlası Cebr ve benzerlerini görüp de alay yollu: Biz de müslüman olalım da bunlar gibi mi olalım? demeleri üzerine inmiştir. Böyle dedikleri için yüce Allah bu mü’minlere hitab ederek: Görmüş olduğunuz bu sıkıntı ve fakirlik hali üzere "sabredecek misiniz?" âyetini indirmiştir. O halde "sabredecek misiniz?" âyetinin hikmetlerine vakıf olabilmek, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmeti arasında buna hak kazanmış has mü’minler içindir. Sanki yüce Allah kâfirlere mühlet verip onlara genişlik vermeyi mü’minler için bir fitne yani onlar için bir deneme, bir imtihan kılmış gibidir. Müslümanların sabretmeleri üzerine yüce Allah da haklarında: "İşte onlar sabrettiklerine karşılık bugün Ben de gerçekten onları mükâfatlandırdım." (el-Mu'minun, 23/111) âyetini İndirdi. "Rabbin herşeyi çok iyi görendir." Yani O, sabreden ya da etmeyen, îman eden ya da etmeyen, üzerindeki hakları eksiksiz yerine getiren ya da getirmeyen herkesi görür. Bir açıklamaya göre; "sabredecek misiniz" âyeti sabrediniz!" anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Vazgeçtiniz artık değil mi" (el-Mâide, 5/91) âyetinin "vazgeçiniz" anlamında oluşu gibi. O halde bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sabretmesi için verilmiş bir emirdir. 21Bizimle karşılaşacaklarını ümit etmeyenler dediler ki: "Bize melekler indirilmeli veya Rabbimizi görmeli değil miydik?" Yemin olsun ki onlar kendi kendilerine büyüklenip azgınlık yapmakta çok ileri gittiler. "Bizimle karşılaşacaklarını Ümit etmeyenler dediler ki..." Kasıt Öldükten sonra dirilmekten ve Allah'ın huzuruna çıkmaktan korkmayanlardır. Yani buna îman etmeyenlerdir. Şair der ki: "Bir arı soktuğu zaman onu, korkmaz onun sokmasından, Ve onun kovanında işçi arılar onun yerine geçmiştir." Burada görüldüğü gibi âyet-i kerimede olduğu şekilde, "ümit etmek" anlamındaki fiil korkmak anlamında kullanılmıştır. "Ümit etmeyenler"in aldırmayanlar anlamında olduğu da söylenmiştir. Nitekim şair şöyle demektedir: "Yemin olsun ki ben müslüman olduğum takdirde aldırmam Allah yolunda yere yıkılışım hangi yanıma olursa olsun." Ümit etmek" anlamındaki fiil kullanılmıştır. İbn Şecere de bunu ümit etmeyenler, "ummayanlar" diye açıklamıştır. Şair der ki; "Hüseyin'i öldürmüş bir topluluk ümit eder mi ki Hesap gününde dedesinin şefaatini?" "Bize melekler indirilmeli" ve Muhammed'in doğru sözlü olduğunu söylemeli "veya Rabbimizi" gözlerimizle "görmeli" ve böylelikle onun bize rasûl olduğunu haber vermeli "değil miydi?" Niye bütün bunlar böyle olmadı? Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir: "Dediler ki; Bize yeryüzünden bir pınar fışkırtmadıkça sana îman etmeyeceğiz" âyetinden itibaren: "Yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza topluca getiresin." (el-İsra, 17/90-92) âyetine kadar olan bölümlerdir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun ki onlar kendi kendilerine büyüklenlp" yüce Allah'tan olmayacak aşın taleplerde bulundukları için "azgınlık yapmakta çok îleri gittiler." Çünkü melekler ancak ya ölüm esnasında yahutta azâbın indirilmesi sırasında görülebilirler. Şanı yüce Allah'ı ise gözler idrâk edemez. Gözleri asıl O idrak eder. Hiçbir göz O'nu göremez. 22Melekleri görecekleri gün, İşte o gün günahkârlara müjde yoktur ve: "Sizlere müjde yasak edilmiştir, yasak" derler. Mukâtil : "Azgınlık" kelimesini yeryüzünde üstünlük taslamak diye açıklamıştır, "(......) Küfrün en şiddetlisi ve zulmün en çirkini" demektir. Onlar mucizelerle ve bu Kur'ân ile yetinmediklerine göre meleklerin göndericin: r.isi: yeterli görebilirler? Hem onlar melekleri ve şeytanları birbirlerinden ayırt edemezler Ayrıca kendisinin melek olduğunu iddia edecek kimsenin bir mucize göstermesi de kaçınılmaz bir şeydir. Bunlar bir mucize gördükten sonra artık herhangi bir mucize talebinde de bulunamazlar. Diğer taraftan: "Melekleri görecekleri gün, işte o gün günahkârlara müjde yoktur" âyeti melekleri ölüm halı dışında hiç kimsenin göremeyeceğini anlatmaktadır. O halde mü’minleri cennetle müjdelerler. Müşrik ve kâfirleri ise canları çıkıncaya kadar demirden tokmaklarla döverler. "Sizlere müjde yasak edilmiştir yasak, derler." Yani melekler; lâ ilahe illallah deyip onun gereklerini yerine getirenlerin dışında kalanlara cennete girmek haramdır haram, diyecekler. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve başkaları yapmıştır. Bir görüşe göre bu sözler kıyâmet gününde söylenecektir. Bunu da Mücahid ve Atiyye el-Avfî söylemiştir. Atiyye dedi ki: Kıyâmet gününde melekler mü’minleri müjde ile karşılarlar. Kâfir bu durumu göreceği vakit, o da, keşke böyle bir müjde ile karşılaşsaydı diye temenni edecek, ancak meleklerden böyle bir müjdeyi alamayacaktır. "Görecekleri gün" âyetinin nasb ile gelmesi, melekleri görecekleri gün günahkârlara müjde verilmeyecektir, takdirinde olduğundan dolayıdır. "O gün" lâfzı daha önce geçen "görecekleri gün"dekİ "gün" lâfzını te'kid için gelmiştir. en-Nehhâs: "Görecekleri günde 'gün" anlamındaki İafzın "Müjde" ile mansub olması câiz değildir, der. Çünkü nefy durumunda olan bir lâfız makablinde (kendisinden önceki bir lafızda) amel edemez. Ancak burada anlamın şu şekilde olması takdir edilebilir: Melekleri görecekleri gün onlara müjde verilmesi engellenecektir. Böyle bir harfin bulunduğuna bundan sonraki ifadeler delil teşkil etmektedir. İfadenin takdiri şöyle de olabilir: Melekleri görecekleri günde hiçbir müjde olmayacaktır. Bu durumda "işte o gün" âyeti te'kid edici olur. Anlam şöyle de olabilir: Melekleri görecekleri günü hatırla! Daha sonra yeni bir cümle ile şöyle buyurulmuştur: "İşte o gün günahkârlara müjde yoktur. Sizlere müjde yasak edilmiştir yasak, derler." Yani melekler de şöyle derler: Onlara müjde verilmesi kesinlikle yasaktır, mü’minler müstesna. Şair şöyle demektedir: "Şunu bilin ki Esma benim için haram mı haramdır artık, Ve ben onun en yakın kayınlarından bir kayın oluverdim." O bu sözleriyle Esma artık benim için kesinlikle haramdır, demek istemiştir. Bir başka şair de şöyle demektedir: "en-Nahletul-Kusvâ (denilen vadi)'ye şevk duydu da, Dedim ki ona: O musibetli yerler (bizim için) yasak mı yasaktır." el-Hasen'den rivâyete göre o: "Yasak edilmiştir, derler" âyetinde günahkârların sözü sona ermektedir ve vakıf yapılır. Bundan sonra da yüce Allah: Onların himaye edilmeleri yahut koruma altına alınmaları "yasaktır" diye cevap vermiştir. Yüce Allah, kıyâmet gününde bunu onlara yasaklamış olacaktır. Birincisi, İbn Abbâs'ın görüşüdür. el-Ferrâ' da bu görüşü benimsemiştir. Bu açıklamayı nakleden de İbnu'l-Enbarîdir. el-Hasen ve Ebû Recâ Yasak" kelimesini "ha" harfi ötreli okumuşlardır. Ancak diğerleri bunu esreli okurlar. Denildiğine göre; bu sözleri kâfir kimseler kendilerine söyleyeceklerdir. el-Maverdî'nin naklettiğine göre de bu açıklamayı Katâde yapmıştır. Bir diğer görüşe göre bu, kâfirlerin meleklere söyleyecekleri bir sözdür ve bu bir istiâze (sığınma) sözüdür. Cahiliye döneminde bu, bilinen bir sözdü. Bir kimse korktuğu bir kişi ile karşılaşacak olursa, dermiş. Yani senin bana herhangi bir şekilde taaruzda bulunman haramdır. Mansub olarak gelmesi ise " Sana yasak kılıyorum yahut Allah sana bunu yasaklar" anlamında oluşundan dolayıdır. Hayvanları sula ve otla anlamında; demeye benzer. Yani günahkârlar meleklerin kendilerini cehennem ateşine attıklarını göreceklerinde sizden Allah'a sığınırız, diyeceklerdir. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî nakletmiştir. Bu anlamdaki bir açıklamayı da el-Mehdevî, Mücahid'den nakletmiştir. Bir diğer görüşe göre "Yasaktır" sözü günahkarların sözlerinden, "Yasak" sözü ise meleklerin sözlerindendir. Yani onlar meleklere sizin bize herhangi bir şekilde taarruz etmenizden Allah'a sığınırız diyecekler, buna karşılık melekler de böyle bir günün kötülüğünden sizin himaye edilmeniz yasak kılınmıştır, diyeceklerdir. Bu açıklamayı da el-Hasen yapmıştır. 23İşledikleri amellerinin önüne geçip onu havaya saçılmış toz zerreleri yaparız. "İşledikleri amellerinin önüne geçip..." âyeti kıyâmet gününün ne kadar büyük olacağına dikkat çekmektedir. Yani Biz o gün günahkârların kendi kanaatlerine göre iyi kabul ettikleri herbir amele yöneleceğiz. Mesela, birşeye yönelmeyi anlatmak üzere: "Filan kişi şu işe yöneldi, onu kastetti" denilir. Mücahid der ki: " Önüne geçeriz" Biz ona kasdeder, ona yöneliriz, demektir. Recez vezninde şair şöyle demektedir: "O sapık Hariciler geldiler, Rablerinin kullarına ve şöyle dediler: Sizin kanlarınız bize helâldir." Bunun, meleklerin gelişi hakkında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah fail-i hakiki olduğu için bunu kendi nefsiyle ilgili olarak bildirip, ondan öylece haber vermiştir. "Onu havaya saçılmış toz zerreleri yaparız." Yani ondan herhangi bir şekilde faydalanılmaz. Bu da; onu küfürleri dolayısıyla boşa çıkardık, demektir. "Toz zerrecikleri" lâfzı aslında hemzeli değildir. İki sakinin arka arkaya gelmesi dolayısıyla hemzeli olmuştur. Bu kelimenin küçültme ismi ref halinde; ...diye gelir. Nahivcilerde ref halinde; diyenler de vardır. Bunu en-Nehhâs nakletmektedir. Tekili; şeklinde, çoğulu da; şeklinde gelir. el-Haris b. Hillize bir dişi deveyi anlatırken şöyle demektedir "Ayaklarının çıkardığı tozlarla yere hızlı basışından; Zerrecikleri andıran bir toz bulutu görürsün." el-Haris, Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Havaya saçılmış toz zerrecikleri" demek, küçük havalandırma deliğinden giren güneş ışıklarıdır. el-Ezherî der ki: Havalandırma deliğinden güneşin ışığında çıktığı görülen tozu andıran şeydir. Âyetin te'vili de şöyledir: Yüce Allah onların amellerini boşa çıkartacaktır. Onların bu amelleri havaya sallallahü aleyhi ve sellemrulmuş toz zerrecikleri durumunda olacaktır. "Etrafa saçılmış zerrecikler" ise atın toynaklarıyla çıkardığı toz demektir. ise etrafa dağılmış demektir. İbn Arafe: İnce toz, toprak" anlamındadır, der. el-Cevherî der ki: Bu toz yukarı doğru yükselecek olursa "Toz yükseldi, yükselir, o tozu ben çıkardım" denilir. da toz demektir. Şair Ru'be der ki: "Kaybolduktan sonra onun kalıntıları görünür bize, Serap kesitleri ile ince toz bulutları arasında." "Toprağı âdeta tozu andıracak kadar ince olan yer, demektir. Bir diğer açıklamaya göre; bu, rüzgarların etrafa sallallahü aleyhi ve sellemurduğu kuru" ağaç yaprakları demektir. Bu açıklamayı da Katade ve İbn Abbâs yapmıştır. Yine İbn Abbâs'ın dediğine göre bu ifade, yere dökülmüş su anlamındadır. Bunun kül anlamına geldiği de söylenmiştir ki; bu açıklamayı Ubeyd b. Ya'lâ yapmıştır. 24O gün cennetliklerin kalacakları yer, çok hayırlı ve dinlenecekleri yer çok güzeldir. "O gün cennetliklerin kalacakları yer çok hayırlı ve dinlenecekleri yer çok güzeldir" âyetine dair açıklamalar daha önce: "De ki: Acaba bu mu hayırlıdır yoksa muttakilere vaadolunan ebedilik cenneti mi?" (el-Furkan, 25/15) âyeti açıklanırken yapılmıştır. en-Nehhâs der ki: Kûfe'liler: "Bal sirkeden tatlıdır" demeyi uygun görürler. Ancak bu kabul edilmeyen bir görüştür. Çünkü filan kimse, filan kimseden hayırlıdır, sözü onun hayrı daha fazladır demektir. Sirkenin tatlı olması ise söz konusu değildir. Yine hristiyan, yahudiden hayırlıdır demek câiz değildir. Zira her ikisi de hayırsızdır. Böyle bir ifade kullanılacak olursa, bunlardan birisinin diğerinden daha hayırlı olduğu anlaşılır. Bunun yerine yahudi hristiyandan daha kötüdür, denilir. Arapçada kullanım bu şekildedir. "Kalacakları yer" lâfzının (buradaki "hayırlı" nitelemesi) "daha üstündür" anlamında ism-i tafdil olmadığı kabul edilecek olursa, zarf olarak nasb edilmiştir. İfade de: Onlar için karar kılınacak bir yerde bir hayır vardır, demek olur. Eğer bu ism-i tafdil olursa, o takdirde temyiz olarak nasb edilmiş demektir. Bu açıklamayı en-Nehhâs ve el-Mehdevî yapmıştır. Katâde dedi ki: "Dinlenecekleri yer çok güzeldir" ifadesi konaklayacakları ve barınacakları yer demektir. Bir açıklamaya göre; bu, Arapların bildikleri bir şey olan günün ortasındaki dinlenmek (kaylûle)'den gelmektedir. Merfu olan şu "hadis te bu kabildendir: "Şüphesiz ki şanı yüce ve mübarek olan Allah, mahlukatın hesabını yarım gün kadar bir sürede bitirecektir. Cennec ehli cennette öğle vakti istîrahatlerine çekilecektir, cehennem ehli de cehenneme çekileceklerdir." Bunu el-Mehdevî zikretmiştir. İbn Mes'ûd dedi ki: Kıyâmet gününde cennetlikler dinlenmek üzere cennete, öbürleri de cehenneme gitmedikçe dünya gündüzünün yarısı kadarlık bir süre, kıyâmet gününde geçmiş olmayacaktır. Daha sonra da: " Sonra da onların dönüşleri şüphesiz ki cahîme olacaktır" âyetini okudu. Bu âyet: “Sonra dönüşleri muhakkak cehenneme olacaktır" anlamındaki (es-Saffat, 37/68 âyeti) İbn Mes'ûd'un kıraatinde böylecedîr. İbn Abbâs dedi ki: O günde hesap, günün ilk saatlerinde görülecektir. Cennet ehli dinlenmek üzere cennete, cehennemlikler de cehenneme çekileceklerinde kıyâmet gününün henüz yarısı bitmiş olmayacaktır. "Haydi sizler kaylûleye çekiliniz. Şüphesiz ki şeytanlar kaylûleye çekilmezler" el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VIII, 112; ravîlerinden Kesir b. Mervân'ın "yalancı" olduğu kaydıyla diye gelen rivâyet de bu kabildendir. Kasım b. Esbağ da Ebû Said el-Hudrî'nin şöyle dediğini zikretmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Miktarı ellibin yıl olan bir günde" (el-Meâric, 70/4) Ben: O gün ne kadar da uzundur! deyince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki; o gün mü’mine o kadar çok hafifletilecektir ki onun için dünyada kılmış olduğu bir farz namazdan dahi daha hafif (çabuk) gelecektir." Ebû Ya'lâ, Müsned, II, 527. 25Ve o gün gökyüzü bulutla yarılacak, melekler ardı arkasına İndirileceklerdir. "Ve o gün gökyüzü bulutla yarılacak" âyeti, göğün bulutla yarılacağı günü hatırla, demektir. Âsım, el-A'meş, Yahya, Hamza, el-Kisaî ve Ebû Amr "şin" harfini şeddesiz olarak; "Yarılacak" şeklinde okumuşlardır. Bunun aslı iki "te" iledir. Hafifletmek maksadıyla birincisini hazfetmişlerdir. Ebû Ubeyd de bunu tercih etmiştir. Diğerleri ise iki "te"den birini "şin"e idğam ederek "şin" harfini şeddeli olmak üzere; dîye okumuşlardır. Ebû Hatim de bu okuyuşu tercih etmiştir. Kaf Sûresi'nde (50/44. âyette) de böyledir. "Bulutla" ise "Bulutlar üzerinden" demektir. Bu şekilde "be" ile; "... den" biribirinin yerine kullanılır. Mesela; "Yayla ok attım" denilir (bu iki edat, biri diğerinin yerine kullanılabilir). Rivâyet edildiğine göre sema sisi andıran incelikte beyaz bir bulut üzerinden çatlayacak, yanlacaktır. Bu olay ancak İsrailoğulları için Tih'te bulundukları vakit olmuştu. Sisler arasından semanın yarıldığını görmüşlerdi, Yüce Allah'ın: "Onlar buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin kendilerine gelivermesinden... başkasını mı bekliyorlar?" (el-Bakara, 2/210) âyetinde sözünü ettiği husus budur. "Melekler ardı arkasına" semalardan "İndirileceklerdir." Aziz ve celil olan Rabb da hüküm vermek üzere sekiz melek Arşını yüklenmiş olduğu halde gelecektir. O'nun bu gelişi, hakkında câiz olan şekilde anlaşılmalıdır, Yoksa mahlukatın sahip oldukları sıfatların yorumlandığı gibi hareket ve bir yerden bir yere intikal etmesi şeklinde anlaşılmamalıdır. İbn Abbâs dedi ki: Dünya seması yarılır ve oradakiler ordan İnerler. Sema dakiter yerde bulunan cin ve insanlardan daha fazla olacaktır. Daha sonra ikinci sema yarılacak ve oradakiler inecek. Bunlar ise birinci dünya semasındakilerden daha fazladırlar, Yine bu şekilde yedinci sema yarılıncaya kadar aynı durum devam edecektir. Daha sonra el-Kerrûbiyyûn (diye bilinen ve aralarında Cebrâîl, Mikâil ve İsrafil gibi meleklerin bulunduğu mukarreb) melekleri de, Arşı taşıyan melekler de ineceklerdir. İşte yüce Allah'ın; "Melekler ardı arkasına İndirileceklerdir" âyetinin manası budur. Yani semadan yeryüzüne cinlerin ve insanların hesaplarının görülmesi için indirileceklerdir. Şöyle de açıklanmıştır: Sema kendisi ile insanlar arasında bulunan bulut ile çatlayacaktır. Yani bulutun çatlaması, dağılması ile sema da çatlayacaktır. Sema çatladı mı onun yapısı darmadağın olur ve katlanıp dürülür. Melekler de semadan başka bir yere inerler. İbn Kesîr "inzal" kökünden gelmek üzere ve "melekler" anlamındaki lâfzı mansub olarak; "Melekleri indiririz" diye okumuştur. Diğerleri ise melekler lâfzını merfu olarak; "Melekler indirileceklerdir" diye okumuşlardır. Bu okuyuşun delili daha sonra; Ardı arkasına indirmek" diye gelmiş olmasıdır. Eğer birinci şekilde olmuş olsaydı, böyle değil de; denilmesi gerekirdi. "Nezzele" ile "enzele"nin aynı anlamda olduğu da söylenmiştir. Buna göre şekli, anlamında kullanılmıştır. Abdu'l-Vehhab'ın, Ebû Amr'dan naklettiğine göre "Melekler ardı arkasına indirilir" diye okumuştur. İbn Mes'ûd'da; "melekleri indirecektir" diye, Ubeyy b. Ka'b "Melekler indirilecektir" diye okumuştur. Yine ondan;-"Melekler ineceklerdir" diye okuduğu da rivâyet edilmiştir. 26O gün hak mülk, yalnız Rahmân'ındır. O gün kâfirlere çok zordur. "O gün hak mülk yalnız Rahmân'ındır" anlamındaki âyette yer alan "Mülk" mübtedâdır, "hak" onun sıfatıdır. 'Rahmân'indir" lâfzı da onun haberidir. Çünkü zeval bulan ve arkası kesilen mülk, mülk sayılmaz, O gün bütün mülk sahiplerinin mülkiyetleri batıl olacaktır, iddiaları son bulacaktır. Her malik mülküyle beraber zail olacaktır. Geriye hak olan mülk, bir ve tek olarak Allah'ın kalacaktır. "O gün kâfirlere çok zordur" yani onların karşı karşıya kalacakları dehşetler, rezillik ve aşağılanmak dolayısıyla o gün onlara çok zor gelecektir. Mü’minler için ise az önce hadiste geçtiği üzere farz olan bir namazdan dahi hafif olacak (çabuk geçecek)dır. Bu âyet-i kerîme de buna delalet etmektedir. Çünkü bugün kâfirler için pek zor olacağına göre; mü’minler için pek kolay olacaktır. "Zorlaştı, zorlaşır" şeklînde kullanıldığı gibi; şeklinde de kullanılır. 27O gün zalim ellerini ısırıp: "Keşke peygamberle birlikte hak yolu tutmuş olaydım" der. "O gün zalim ellerini ısırıp" âyetinde geçen; Isırır" muzari fiilinin mazisi; "Isırdım" şeklinde gelir, el-Kisaî bu fiilin birinci "dad" harfinin üstün olarak kullanıldığını da nakletmektedir. Aralarında İbn Abbâs ve Said b. el-Museyyeb’in de bulunduğu tefsir âlimlerinden nakledilen rivâyetlere göre burada sözü edilen "zalimMen kasıt Ukbe b. Ebi Muayt'tır. Onun arkadaşı ise Ümeyye b. Halef’dir. Ukbe'yi Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) öldürmüştür. Şöyle ki: Ukbe, Bedir günü esirler arasında idi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun öldürülmesini emretti. Ukbe: Bunca esir arasından beni mi öldüreceksin? deyince, Peygamber: Evet, kâfirliğin ve azgınlığın sebebiyle öldürüleceksin, dedi. Bu sefer: Peki ya çocuklarımın hali ne olacak? deyince, onlara da ateş vardır, diye cevap verdi. Bunun üzerine Ali (radıyallahü anh) kalkıp onu öldürdü. Umeyye'yi de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) öldürmüştür. Bu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğinin belgelerinden bîridir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onların bu şekilde küfür üzere öldürüleceklerini haber vermişti. Âyet-i kerîme'de bunların isimlerinin geçmeyiş sebebi, bu şekliyle ifade edeceği mananın daha beliğ oluşundan ötürüdür. Tâ ki yüce Allah'a isyan hususunda başkasının telkinlerini kabul eden herbir zalimin durumunun da bu olacağı bilinsin. İbn Abbâs, Katâde ve başkaları derler ki; Ukbe İslâm'a girmek isteyen kimselerdendi ancak Ubeyy b. Halef ona engel olmuştu. İkisi candan dost idiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onların her ikisini de öldürdü. Ukbe, Bedir günü katledildi. Ubeyy b. Halef de ühud günü teke tek çarpışma esnasında öldürüldü Bunu el-Kuşeyrî ve es-Sa'lebî zikretmiştir. Birincisini ise en-Nehhâs nakl etmiştir es-Sûheylî dedi ki: "O gün zalim ellerini ısırıp..." âyetinde sözü edilen kişi Ukbe b. Ebi Muayt'tır. Ukbe, Umeyye b. Halef el-Cumahî'nin yakın arkadaşı idi. Bir rivâyete göre ise Umeyye'nin kardeşi Ubeyy b. Halefin arkadaşı idi. Ukbe bir ziyafet hazırlamış ve Kureyş'lileri davet etmişti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı da davet etmiş, ancak müslüman olmadıkça onun davetine icabet etmeyeceğini bildirmişti. Ukbe, Kureyş eşrafından vereceği ziyafete gelmeyecek bir kimsenin kalmasını istemediğinden dolayı müslüman olmuş ve şehadet kelimesini söylemişti. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da onun ziyafetine gitmiş, yemeğini yemişti. Bu sefer arkadaşı Umeyye b. Halef ya da Ubeyy b. Halef -müslüman olduğu sırada hazır bulunmuyorlardı- yaptığından dolayı ona sitem ettiler. Ukbe dedi ki; Ben Kureyş eşrafından herhangi bir kimsenin vereceğim ziyafette bulunmamasını büyük bir iş olarak gördüm. Bunun üzerine arkadaşı kendisine şöyle dedi: Dinine geri dönmedikçe, onun yüzüne tükürmedikçe, boynuna basmadıkça ve şunları şunları da söylemedikçe asla kabul etmeyeceğim. Allah'ın düşmanı arkadaşının kendisine emrettiklerini yaptı. Bunun üzerine yüce Allah da: "O gün zalim ellerini ısırıp..." âyetini indirdi. ed-Dahhak dedi ki: Ukbe, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yüzüne tükürünce, tükürüğü gerisin geri kendi yüzüne döndü, yüzünü ve dudaklarını yaktı. Yüzünde iz bıraktı ve hatta iki yanağını da yaktı. Öldürülünceye kadar bu iz yüzünde kaldı. "Ellerini ısırması" ise arkadaşına itaati dolayısıyla üzülmüş ve pişman olmuş kişinin davranışını ifade eder. 28"Eyvah bana! Keşke filanı dost edinmeseydim. "Keşke" dünyada iken "hak yolu" yani cennete götüren yolu "tutmuş olsaydım, der. Eyvah bana!" Bu kâfirin peygamberin emrine muhalefet etmesi ve kâfire uyması dolayısıyla helâk olmak üzere söyleyeceği bir beddua cümlesidir. "Keşke filanı dost edinme şeydim" âyetinde "fîlan"dan kasıt Umeyye'dir. Ondan filan diye söz edilerek, isminin açıkça zikredilmeyişi bu tehdidin sadece ona münhasır kalmaması, aksine bu İkisinin fiillerinin benzerini yapan herkesi kapsaması İçindir. Mücahid ve Ebû Recâ derler ki: Buradaki "zalim" her zalim hakkında umumidir. "Filan"dan kasıt tâ şeytandır. Bu görüşün lehine bundan sonra gelen: "Zaten şeytan insanı yardımsız olarak ortada bırakır" âyeti delil gösterilmiştir. el-Hasen: "Eyvah bana!" anlamındaki lâfzı; diye okumuştur. Buna dair açıklamalar daha önce Hud Sûresi'nde (11/72. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Dost" anlamındaki "el-halil" ise arkadaş ve samimi dost demektir. Buna dair açıklamalar da daha önceden en-Nisa Sûresi'nde (4/125. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 29"Yemin olsun ki bana geldikten sonra beni Zikirden o saptırdı. Zaten şeytan İnsanı yardımsız olarak ortada bırakır." " Yemin olsun ki bana geldikten sonra beni zikirden o saptırdı." Yani bu pişmanlık duyacak kişi: Yemin olsun dünyada iken kendisini dost edindiğim kişi Kur'ân'dan ve ona îman etmekten beni alıkoydu, diyecektir. Buradaki "Zikir"den kastın Rasûlden beni alakoydu anlamında olduğu da söylenmiştir. "Zaten şeytan İnsanı yardımsız olarak ortada bırakır." Denildiğine göre bu ifade zalimin söyleyeceği belirtilen sözlerden değil, yüce Allah'ın sözleridir. Bu açıklamaya göre "...Bana geldikten sonra..."da ifade tamam olmaktadır. "Yardımsız bırakmak": yardımı terketmek demektir. İblis'in müşriklere Süraka b. Malik suretinde görünmesi de bu yardımsız bırakma şekillerinden birisidir. Çünkü o melekleri gördüğünde müşriklerden uzak olduğunu bildirmişti. Allah yolundan alıkoyan, Allah'a İsyan hususunda kendisine itaat olunan herkes, insan için bir şeytandır ve azâb ve belanın ineceği sırada onu yardımsız bırakır. Şu beyitleri söyleyen ne güzel söylemiş: "Kötü arkadaştan uzak dur ve kopar onunla bağları, Onunla arkadaşlık etmekten başka çaren kalmazsa idare et onu. Samimi arkadaşı sev, tartışmaktan uzak dur, onunla Onunla tartışmadığın sürece nail olursun samimi sevgisine Ağaran saçlar akıllı kimseyi alıkoyar takılmaktan hevasının peşine Onun alevi sakalın yan taraflarından tutuşmaya başladığında." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Nerde bulursan hayırlı insanları arkadaşlık yap, onlarla. Çünkü hayırlı arkadaş afiflik gösterendir. İnsanlar dirhemlere benzer, onları mihenk taşma vurduğunda, Kimisinin halis gümüş olduklarını görürsün, kimisinin de kalp bir para." Sahihde Ebû Mûsa yoluyla gelen hadiste Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Salih meclis arkadaşı ile kötü meclis arkadaşının misali misk taşıyan kimse ile demirci körüğü üfleyen kimse gibidir. Misk taşıyan kimse ya sana (miskinden) bir şey verir, yahut sen ondan bir şey satın alırsın, ya da güzel bir koku koklarsın. Körük üfleyen kimse ise ya senin elbiseni yakar, yahut da sen ondan kötü bir koku alırsın." Müslim'in lâfzı ile hadis böyledir, Ebû Dâvûd da bunu Enes yoluyla rivâyet etmiştir. Buhâri, II, 741, V, 2104; Müslim, IV, 2026. Ebubekr el-Bezzâr da İbn Abbâs'tan şöyle dediğini kaydetmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü! Kendileriyle oturup kalktıklarımızın hayırlıları kimlerdir? diye soruldu. Şöyle buyurdu: "Kendisini gördüğünüz vakit size Allah'ı hatırlatan, konuşması ilminizi arttıran, ameli de size âhireti hatırlatan kimsedir." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 226; ancak "Ebû Ya'lâ tarafından Müsned'inde de rivâyet edildiği kaydıyla. Malik b. Dinar dedi ki: Şüphesiz ki iyi olan kimselerle taş taşıman senin için günahkârlarla birlikte habis (denilen hurma ve tereyağından yapılan bir tatlı) yemenden daha hayırlıdır. Sonra da şu beyiti okumuştur: "Hayırlı insanlarla arkadaşlık et, hertürlü kötülükten azade kalırsın, Bir gün dahi kötülerle arkadaşlık edersen, pişman olursun." 30Rasûl: "Ya Rab, gerçekten benim kavmim bu Kur’ânı terketti" dedi. "Rasul: Ya Rab" ifadeleriyle Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın onları yüce Allah'a şikâyet ettiği anlatılmaktadır. "Gerçekten benim kavmim bu Kur'ân'ı terketti, dedi." Yani onlar bu Kur'ân hakkında gerçeğin dışına çıkarak onun bir sihir ve bir şiir olduğunu söylediler. Bu açıklama Mücahid ve en-Nehaî'den nakledilmiştir. 31İşte böylece Biz her peygambere günahkârlardan düşmanlar kıldık. Yol gösteren ve yardım eden olarak sana Rabbin yeter. Şanı yüce Allah da onu: "İşte böylece Biz her peygambere günahkarlardan düşmanlar kıldık" buyruklarıyla teselli etmektedir. Yani ey Muhammed! Senin kavminin müşrikleri arasından -İbn Abbâs'ın görüşüne göre bu kişi Ebû Cehil'dir--düşman kimseler kıldığımız gibi, senden önceki herbir peygamber için de kavminin müşriklerinden düşmanlar kılmı sızdır. O bakımdan onların sabrettikleri gibi sen de Benim emrim üzerinde sabret. Çünkü Ben seni doğru yola ileteceğim, sana karşı çıkan herkese karşı yardımcı olacağım. Bir diğer açıklamaya göre, Allah Rasûlünün: "Ya Rab..." sözünü kıyâmet gününde söyleyeceği bildirilmiştir. Yani onlar Kur'ân-ı Kerîm'i terkettiler, benden uzaklaştılar, beni yalanladılar diyecektir. Enes dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Kim Kur'ân'ı öğrenir, sonra mushafını asar da belli aralıklarda ona bakmaz ise kıyâmet gününde bu mushafı ona asılı olarak gelir ve: Ey âlemlerin Rabbi! Senin bu kulun beni terketti, benimle onun arasında hüküm ver, der." Bunu es-Sa'lebî zikretmiştir. "Yol gösteren ve yardım eden olarak Rabbin sana yeter." Burada "yol gösteren ve yardım eden olarak" anlamındaki; kelimeleri yahal veya temyiz olarak nasbedilmişlerdir. Rabbin sana hidayet verecek, doğru yolu gösterecek, sana yardım edecektir. O bakımdan sana düşmanlık edenlere aldırma demektir. İbn Abbâs dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın düşmanı Ebû Cehil -la'netullahi aleyhi-'dir. 32Kâfirler dediler ki: "Ona bu Kur'ân topluca, birden İndirilmeli değil miydi?" Biz onunla kalbine sebat verelim diye böyle yaptık ve onu ağır ağır okuduk. "Kâfirler dediler ki: 'Ona bu Kur'ân topluca birden İndirilmeli değil miydi?'" Bu sözleri söyleyenin kimliği hususunda iki görüş vardır. Birincisine göre bunlar Kureys kâfirleridir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. İkincisine göre ise bu sözleri söyleyenler yahudilerdir. Onlar Kur'ân-ı Kerîm'in kısım kısım indirildiğini görünce: Niye bu Kur'ân Tevrat'ın Mûsa'ya, İncil'in Îsa'ya, Zebur'un da Davud'a indirildiği şekilde ona tek bir defada indirilmedi, dediler. Yüce Allah da: "Biz onunla kalbine sebat verelim diye böyle yaptık" diye buyurdu. Bu şekilde onunla kalbini güçlendirelim, onu iyice belleyesin ve ezberleyesin diye böyle yaptık. Çünkü daha önceki kitaplar okuyup yazma bilen peygamberler üzerine indirilmişti. Kur'ân-ı Kerîm ise ümmi bir peygambere indirilmiştir. Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'de nâsih ve mensûh vardır. Onun bazı bölümleri bir takım hususlara dair soru soranlara cevaptır. Ondan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından daha iyi bellensin, gereğince amel edenler için de daha kolay olsun diye kısım kısım indirdik. Çünkü yeni bir vahiy indiği her seferinde bu, kalbin kuvvetini arttırırdı. Derim ki: Bu yüce Allah'ın kudretinde olan bir şey olduğuna göre niye Kur'ân bir defada indirilmedi ve gereği gibi korunmadı? diye sorulursa, şöyle cevap verilir: Yüce Allah'ın ona kitabı ve Kur'ân'ı tek bir lahzada indirmesi O'nun kudreti dahilindedir, fakat O, bunu yapmadı, hükmünde de O'na kimse itiraz edemez. Bunun hikmet yönünü de daha önceden açıklamış bulunuyoruz. Şöyle denilmiştir: Yüce Allah'ın: "İşte böylece" âyeti müşriklerin söylediği sözlerdendir. Yani niye onun üzerine Tevrat ve İncil gibi aynı şekilde bir defada ve toptan indirilmedi, anlamına gelir. Bu durumda "Böylece" lâfzı üzerinde vakıf tamam olur. Daha sonra da: "Biz onunla kalbine sebat verelim diye..." ile okumaya yeniden başlanılır. Bununla birlikte; "Topluca, birden" lâfzı üzerinde vakıf yapmak da caizdir. Bundan sonra da: "Biz onunla kalbine sebat verelim diye böyle yaptık" ile yeniden okumaya başlanılır. Bunun da manası şöyle olur: Bizim Kur'ân-ı Kerîm'i senin üzerine böylece indirmemizin sebebi, bu yolla kalbine sebat vermek isteyiş, imizdir. İbnu'l-Enbarî dedi ki: Birinci şekil daha uygun ve daha güzeldir. Tefsir âlimlerinden ikinci şekle göre de açıklamalar gelmiştir. Bize Muhammed b. Osman eş-Şeybî anlattı, dedi ki: Bize Mincâb anlattı, dedi ki: Bize Bişr b. Umare, Ebû Ravk'dan anlattı, dedi ki: Bişr, ed-Dahhâk'tan, o İbn Abbâs'tan naklen yüce Allah'ın: "Doğrusu Biz onu kadir gecesinde indirdik." (el-Kadr, 97/1) âyeti hakkında dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm, Levh-i Mahfuz'dan, yüce Allah nezdinden semadaki Sefere-i Kiramen Katibîn'e bir defada toptan indirildi, Daha sonra Sefere melekleri bunu Cebrâîl'e yirmi gecede indirdi. Cebrâîl de Muhammed (aleyhisselâm)'a yirmi senede kısım kısım indirdi. İşte yüce Allah'ın: "Hayır, işte nücûm'un dağup-battıkları yerlerine yemin ederim." (el-Vâkıa, 56/75) âyetindeki "nücûm" Kur'ân-ı Kerîm'in kısım kısım inen buyrukları demektir. "Ve eğer bilirseniz gerçekten bu büyük bir yemindir Şüphesiz o oldukça şerefli bir Kur'ân'dır." (el-Vâkıa, 56/76-77) (İbn Abbâs devamla) dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir defada toptan nazil olmadığından dolayı kâfirler bu sefer Kur'ân-ı Kerîm onun üzerine toptan ve bir defada indirilmeli değil miydi? dediler. Bunun yüzerine de yüce Allah: "Biz onunla kalbine sebat verelim diye böyle yaptık" ey Muhammed, diye buyurdu. "Ve onu ağır ağır okuduk" yani onu kısım kısım gönderdik, ardı arkasına bölümler halinde indirdik. 33Onlar sana bir örnek gösterdikleri her seferinde muhakkak ki sana hakkı ve daha güzel bir açıklama getirmişizdir. "Onlar sana bir Örnek getirdikleri her seferinde muhakkak ki sana hakkı ve daha güzel bir açıklama getirmişizdir." Yani eğer Biz, Kurân-ı Kerîm'i senin üzerine bir defada ve toptan indirmiş olsaydık, sonra da sana bazı hususlara dair soru sormuş olsalardı, senin onlara verecek cevabın olmazdı. Ancak Biz bazı bölümlerini sana zamanı gelince indiriyoruz, onlar sana soru sordular mı sen de onlara cevap verebiliyorsun. âs dedi ki: Bu nübüvvet alâmetlerindendi. Çünkü onlar neye dair soru sordularsa, mutlaka o sorularına cevap verilmişti. Bu ise ancak bir peygamberin yapabileceği bir şeydir. O bakımdan bu yolla onun da, ashabının da kalbine sebat verilmiş oluyordu. İşte yüce Allah'ın: "Onlar sana bir örnek getirdikleri her seferinde muhakkak ki sana hakkı ve daha güzel bir açıklama getirmişizdir" âyeti buna delil teşkil etmektedir. İçindeki farz hükümler ile birlikte bir defada indirilmiş olsaydı, bu onlara ağır gelirdi. Ayrıca yüce Allah, salâhın onun kısım kısım indirilmesine bağlı olduğunu bilendir. Zira bu şekilde onlar arka arkaya defalarca Kur'ân ile uyarılmış oluyorlardı. Eğer bir defada indirilmiş olsaydı, muhtevasında nâsih ve mensûh bulunduğu halde onların uyarılma ve dikkatlerinin çekilmeleri imkânı ortadan kalkardı. Onlar muayyen bir zamana kadar herhangi bir hususu İbadet diye icra ederlerdi. Şanı yüce Allah o şartlar içerisinde salâhın onda olduğunu elbettekî bilirdi. Daha sonra da o muayyen zaman için indirilmiş olan nesih edici hüküm nazil oluyordu. Halbuki aynı anda hem bunu yapınız, hem yapmayınız şeklinde bir defada hükmün indirilmesi muhal bir şeydir. en-Nehhâs dedi ki: Daha uygun olan ifadenin "Topluca, birden..." ifadesinde tamam olmasıdır. Çünkü "Böyle" üzerinde vakıf yapılacak olursa, bu sefer anlam Tevrat, İncil ve Zebur gibi... şeklinde olur ki; daha önceden bunlardan söz edilmiş değildir. ed-Dahhâk dedi ki: "Ve daha güzel bir açıklama" daha güzel etraflı bilgi demektir. Yani onların örneklerinden daha güzel bir açıklama demektir. Dinleyenin bu husustaki bilgisi dolayısı ile burada "onların örnekleri" anlamındaki ifade hazfedilmiştir. Şöyle de açıklanmıştır: Müşrikler kitap ehlinden yardım istiyorlardı. Kitap ehli ise çoğunlukla ilahi kitapları tahrif ve tebdil etmişlerdi. O bakımdan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın getirdikleri, onların nezdinde bulunanlardan daha güzel açıklamaları ihtiva ediyordu. Çünkü kitab ehli hakkı batıla karıştırıyorlardı. Katıksız hak ise elbetteki batıla karışmış olan haktan daha güzeldir. Bundan dolayı yüce Allah; "Hakkı batıla karıştırmayın..." (el-Bakara, 2/42) diye buyurmuştur. "Onlar sana bir örnek getirdikleri her seferinde..." âyeti ile ilgili ola rak şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Onlar Îsa (aleyhisselâm)'ın babasız olarak yaratılması hususunda söyledikleri gibi ne örnek vermişlerse, mutlaka Biz sana hakkı göndermişizdir. Yani onların delillerini çürüten hususlar getirmişizdir. Çünkü Âdem hem babasız, hem annesiz olarak yaratılmıştır. Anlatılmak istenen şudur: Hristiyanların iddialarına göre Îsa'nın babasız olarak yaratılması onun ilâh oluşunun delilidir. Kur'ân-ı Kerîr ise Âdem aleyhi's-selamın hem babasız, hem annesiz olarak yaratılmış olduğunu onlara hatırlatarak böyle bir hususiyetin ilâh olmayı gerektirmediğini hanrlatmıştır. 34Yüzleri üzere cehenneme toplanacak olanlar; işte onlar yerleri en kötü ve yolları en sapık olan kimselerdir. "Yüzleri üzere cehenneme toplanacak olanlar..." âyetine dair açıklamalar daha önceden el-îsra Sûresi’nde (17/97 âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "İşte onlar yerleri en kötü..." Çünkü onlar cehennemde olacaklardır. Mukâtil dedi ki: Kâfirlerin; Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabına; o yaratılmışların en kötüsüdür, demeleri üzerine bu âyet-i kerîme inmiştir. "Ve yolları" dinleri ve izledikleri yol itibariyle "en sapık olan kimselerdir." Âyet-i kerîme'nin ifade düzeni şöyledir: Onlar sana ne kadar örnek getirdilerse, mutlaka Biz de sana hakkı getirmişizdir. Sen apaçık delil ve belgelerinle onlara karşı ilahi yardıma mazhar olansın. Onlar ise yüzleri üzere haşredilecekler, toplanacaklardır. 35Yemin olsun ki Biz, Mûsa'ya kitabı verdik; onunla beraber kardeşi Harun'u da vezir yaptık. "Yemin olsun ki Biz, Mûsa'ya kitabı" Tevrat'ı "verdik. Onunla beraber kardeşi Harun'u da vezir yaptık." Bu hususa dair açıklamalar daha önceden Ta-Ha Sûresi'nde (20/29. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 36"Âyetlerimizi yalanlayan o kavme gidin" dedik. Sonunda Biz onları tümden helâk ettik. "Âyetlerimizi yalanlayan o kavme gidin, dedik." Burada hitab her iki sinedir. Bir görüşe göre Mûsa (aleyhisselâm)'a mana itibariyle tek başına gitmesi emrolunnıuştur. Buda yüce Allah'ın: "Balıklarını unuttular" (el-Kehf, 18/61) âyeti Halbuki balığı unutan yalnızca Mûsa (aleyhisselâm)ın yanındaki genç delikanlı idi. ile: "O iki denizden inci ve mercan çıkar." (er-Rahmân, 55/22) âyetine benzemektedir. Halbuki inci ve mercan onlardan birisinden çıkmaktadır. en-Nehhâs dedi'ki: Yüce Allah'ın kitabı ile ilgili olarak böyle bir açıklama cesaretinin kimsede bulunmaması gerekir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır : "Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır, yahut korkar. (İkisi): 'Ey Rabbimiz! Biz, bize karşı aşırı gitmesinden yakut azgınlığını arttırmasından korkarız' dediler. Buyurdu ki: 'Korkmayın, çünkü Ben sizinle beraberim, işitirim ve görürüm. Artık ona varıp deyiniz ki: Muhakkak biz senin Rabbin tarafından gönderilmiş rasûlleriz.'" (Ta-Ha, 20/44-47) Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "O ikisinden başka iki cennet daha vardır." (er-Rahmân, 55/62) âyetidir. Yine şanı yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Sonra Mûsa ve kardeşi Harun'u âyetlerimizle ve apaçık belgelerle gönderdik. " (el-Mu'minun, 23/45) el-Kuşeyrî dedi ki: Yüce Allah'ın bir başka yerde: "Fir'avun'a git; çünkü o iyice azmıştır." (Ta-Ha, 20/24) diye buyurmuş olması buna aykırı değildir. Çünkü her İkisi de bu konuda emre muhatab olduklarına göre onların herbirisi ayrı ayrı bu emre muhatab demektir. Bununla birlikte öncelikle Mûsa'ya bu emir verilmiştir, demek mümkündür. O da daha sonra: "Bana ailemden bir yardımcı ver." (Ta-Ha, 20/29) deyince, yüce Allah da ona: "İkiniz Fir'avun'a gidin." (Ta-Ha, 20/43) diye buyurmuştur. "Âyetlerimizi yalanlayan o kavme gidin" âyeti ile Fir'avun, Haman ve Kıptîleri kastetmektedir, "Sonunda Biz onları tümden helâk ettik" âyetinde takdiri bir ifade vardır. O da; onlar o ikisini yalanladılar, Biz de onları büsbütün helâk ettik, şeklindedir. 37Nûh kavmi, peygamberleri yalanlayınca, Biz de onları suda boğduk ve onları İnsanlara bir İbret kıldık. Zâlimler için de çok acıklı bir azap hazırlamışadır. "Nûh kavmi" âyetindeki "Kavra" kelimesinin nasb ile okunmasının sebebi ile ilgili olarak dört görüş vardır. Birinci görüşe göre . "biz onları helâk ettik" âyetindeki "onlar" anlamındaki "he" ve "mim" zamirine atfedilmiştir. İkincisine göre "hatırla" anlamındaki bir fiilin takdiri ile böyle okunmuştur. Üçüncü açıklamaya göre bundan sonraki ifadelerin açıkladığı bir fiilin takdiri ile böyle okunmuştur. İfadenin takdiri de; Biz Nûh kavmini suda boğduk onları suda boğduk" şeklindedir. Dördüncü açıklamaya göre bu; "onları suda boğduk" fiili dolayısıyla nasb edilmiştir. Bu açıklamayı da el-Ferrâ' yapmıştır. Ancak el-Ferrâ''nın bu açıklaması, fiilin iki mef'ûle geçişini kabul ettiği anlamına gelmez; daha sonra gelen "onları suda boğduk' anlamındaki fiilin delâlet ettiği aynı anlamdaki fiil dolayısıyla nasb edilmiştir, demektir. (Bk. el-Ferrâ', Me'âni'l-Kur'ân, II, 268) Hatta bunu açıkça ifade eden ilim adamları dahi vardır. (Bk. Huseyn el-Hemedânî, el-Ferid...,III, 631) Ancak en-Nehhâs bu açıklamayı kabul etmeyerek şöyle der: Çünkü "onları suda boğduk" fiili iki mef'ûl alan fiillerden değildir. O bakımdan hem "onlar" anlamındaki zamirde hem de "Nûh kavmi" ifadesinde amel edemez. "Peygamberleri yalanlayınca" âyetinde "peygamberler" diye cins isim zikredilmiştir. Maksat ise sadece Nûh (aleyhisselâm)'dır. Çünkü o dönemde onlara Nûh (aleyhisselâm)'tan başka gönderilmiş bir rasûl yoktur. Nûh (aleyhisselâm); la ilahe İllallah demek ve Allah'ın indirdiklerine Îman etmek talebiyle gönderilmiştir. Onlar, onu yalanlayınca böylelikle ondan sonra aynı mesaj ile gönderilmiş herkesi yalanlamış oldular. Şöyle de denilmiştir: Tek bir rasûlü yalanlayan bütün rasûlleri yalanlamış demektir. Çünkü îman bakımından onlar arasında ayırım gözetilmez. Ayrıca ne kadar peygamber gönderilmişse, mutlaka o Allah'ın diğer peygamberlerini de tasdik etmiştir. Aralarından tek bir peygamberi yalanlayan, o peygamberi tasdik eden bütün peygamberleri de yalanlamış demek olur. "Biz de onları suda boğduk" yani daha önceden Hud Sûresi'nde (11/36-37. âyetlerin tefsirinde) açıklandığı üzere tufan ile helâk ettik. "Ve onları insanlara bir İbret" kudretimize dair apaçık bir alamet "kıldık. Zâlimler" yani Nûh kavminden şirk koşanlar "İçin de" âhirette "çok acıklı bir azâb hazırlamışızdır." Şöyle de denilmiştir: Yani herbir zalim hakkındaki tutumum budur. 38Ve Âd, Semûd, Ashabı Ress ve bunların dışında çok kavimleri de (helâk ettik). "Ve Âd, Semûd, Ashab-ı Ress ve bunların dışında çok kavimleri de (helâk ettik.)” Bütün bu âyetler daha önce geçen "Nûh kavmi" üzerine atfedilmiştir. Eğer "Nûh kavmi" mansub ise bu da atıf suretiyle mansub olur. Yani... da hatırla!" demek olur. Hepsi de: "Biz onları tümden, helâk ettik." (el-Furkan, 25/36) âyetindeki zamire atfedilmiş olarak da mansub olabilir ya da: "onları... kıldık" âyetindeki zamire atfedilmiş olarak mansub olabilir. en-Nehhâs'ın tercih ettiği de budur. Çünkü ona daha yakındır. Uygun bir fiilin takdiri ile de mansub olması mümkündür. Yani Hud'u yalanlayan Âd kavmini hatırla, Allah onları kısır rüzgar ile helâk etti. Salih'i yalanlayan Semud'u -la (hatırla.) Onlar da büyük sarsıntı ile helâk edildiler. "Ashab-ı Ress" âyetindeki "er-ress" lâfzı, Arapça'da içerisi taşla ve benzeri şeylerle örülmemiş kuyu demektir. Çoğulu ...diye gelir. Şair der ki: "Ve kuyular kazan kısa boylu adamlar..." Kasdı maden kuyuları kazanlardır. İbn Abbâs dedi ki: Ben Ka'b'a, Ashab-ı Ress hakkında sordum da o şöyle dedi: Bunlar Yasin Sûresi'nde sözü geçen ve kavmine: "Ey kavmim, elçilere tabi olun."(Yasin, 36/20) diyen kişinin adamlarıdır. Kavmi onu öldürüp er-Ress diye bilinen bir kuyuya attılar. Mukâtil de böyle demiştir. es-Süddî der ki: Bunlar Yasin kıssasında kendilerinden söz edilen Antakya ahalisidir. er-Ress, Antakya'daki bir kuyudur. O kuyuda Habib en-Neccar'ı yani Yasin'de sözü edilen mü’min kimseyi öldürdüler. O bakımdan o kuyuya nisbet edilerek anıldılar. Ali (radıyallahü anh) dedi ki: Bunlar çam ağacına tapınan bir kavim idiler. Peygamberleri onlara beddua etti. Bu peygamberleri Yehuda oğullarından idi. Bu ağaç kuruyunca onu öldürdüler ve onu bir kuyuya attılar. Siyah bir bulut onları gölgelendirdi ve sonra onları yaktı. İbn Abbâs dedi ki: Bunlar Azerbaycan'da bulunan bir topluluktur. Bir takım peygamberleri öldürdüler. O bakımdan ağaçları ve ekinleri kurudu. Açlık ve susuzluktan öldüler. Vehb b. Münebbih dedi ki: Bunlar kuyuları olan bir topluluktu. O kuyunun başında otururlardı. Davarları da vardı, putlara tapınıyorlardı. Yüce Allah onlara Şuayb (aleyhisselâm)'ı peygamber olarak gönderdi, onu yalanladılar ve ona eziyetler ettiler. Küfür ve azgınlıklarını da sürdürüp, gittiler. Kaldıkları yerlerde kuyunun etrafında oldukları bir sırada kuyuda yurtları da altlarından çöktü. Yüce Allah, onları yerin dibine geçirdi ve toptan helâk oldular. Katâde dedi ki: Ashab-ı Ress ile Ashabu’l-Eyke iki ayrı ümmettirler. Yüce Allah, onların ikisine de Şuayb'ı peygamber olarak gönderdi, onu yalanladılar. Yüce Allah da onları iki ayrı azâb ile azablandirdı. Katâde der ki: er-Ress, Felcu'l Yername'de bir kasabanın adıdır. İkrime der ki: Bunlar peygamberlerini canlı canlı kuyuya atan bir kavim idiler. Bunun delili de Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'nin şu rivâyetidir: Onun peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan kendisine nakleden birisinden rivâyetine göre, peygamber şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet gününde cennete İlk girecek insan siyah bir köle olacaktır. Şöyle ki: Yüce Allah onun kavmine bir peygamber göndermişti. O peygambere de o siyah köleden başka insan îman etmedi. O kasabanın ahalisi bir kuyu kazdılar ve peygamberlerini o kuyuya diri diri attılar. Sonra da üzerine çokça büyük bir taş kapattılar. Bu siyah köle ise sırtında odun taşır, bu odunu satar ve o peygambere yiyecek ve içeceklerini getirirdi. Yüce Allah'ın yardımı ile o büyük kayayı kuyunun ağzından kaldırabiliyordu ve yemeği ona böylece sarkıtıyordu. Yine odun topladığı bir sıra uykuya daldı. Yüce Allah yedi yıl süre ile onu uyuttu. Daha sonra uyandı, gerindi ve öbür yanına yaslandı. Yine yüce Allah onu yedi yıl daha uyuttu. Sonra uyandı ve o odun yükünü taşıyıp, sattı. Aldığı yiyecek ve içecekle kuyunun ağzına geldi. Ancak kuyuyu bulamadı. Yüce Allah onun kavmine bir mucize göstermiş, onlar da onu oradan çıkartmışlar, o peygambere îman edip tasdik etmişlerdi ve bu peygamber de vefat etmişti." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) devamla buyurdu ki: "İşte o siyahi köle hiç şüphesiz cennete girecek olan ilk kişidir. " Bu haberi el-Mehdevî ile es-Sa'lebî zikretmişlerdir ki; lâfız es-Sa'lebî'ye aittir. es-Sa'lebî dedi ki: İşte bunlar peygamberlerine îman ettiler. Dolayısıyla bunların Ashab-ı Ress olmaları mümkün değildir, zira yüce Allah Ashab-ı Ress'ı helâk ettiğini haber vermektedir. Ancak peygamberlerinden sonra işlemiş oldukları bir takım günahlar sebebiyle helâk edilmiş de olabilirler. Bu müstesnadır. el-Kelbî de der ki: Ashab-ı Ress yüce Allah'ın kendilerine peygamber gönderdiği ve onun etini yiyen bir kavmin adıdır. Bunlar kadınları birbirleriyle hayasızlık işleyen ilk kavimdir. Bunu da el-Maverdî zikretmiştir. Bir diğer görüşe göre bunlar hendekler kazan ve kazdıkları hendeklerde mü’minleri ateşte yakan Ashab-ı Uhdud'durlar, ileride gelecektir. Yine denildiğine göre Ashabı Ress, Semud kavminin kalıntılarıdırlar. er-Ress ise daha önceden de el-Hacc Sûresi'nde "(nice) kuyular sahipsiz kalmış..." (el-Hacc, 22/45) âyetinde sözü edilen kuyudur. es-Sıhah'da denildiğine göre "er-ress" Semud kavminden geri kalanlara ait bir kuyunun adıdır. Cafer b. Muhammed babasından şöyle dediğini nakletmektedir: Ress ashabı kadınlarını biribirleriyle hayasızlık yapmalarını güzel gören bir kavmin adıdır. Bu kavmin bütün kadınları bu şekilde hayasız kimseler idiler. Enes yoluyla gelen hadiste belirtildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Erkeklerin erkeklerle, kadınların kadınlarla yetinmesi de hiç şüphesiz kıyâmetin alametlerindendir. İşte "es-sahk" denilen de budur. " Taberânî, el-Mu'cemu'l-Evsat, V, 128. Ancak Abdullah b. Mesud'dan ve sonraki "İşte..." cümlesi olmaksızın, uzunca bir hadisin bir böltlmii olarak,.. Bir başka açıklamaya göre en-Ress, Esedoğullarına ait bir su ve hurmalıklardır. Bunun dağlarda birikmiş kar ulduğu da söylenmiştir ki bu açıklamayı da el-Kuşeyrî zikretmiştir. Ancak bizim ilk olarak zikrettiklerimiz bilinen hususlardır ki, bu da kabir, maden ve kuyu gibi kazılan herbir şeyin olduğudur. Ebû Ubeyde dedi ki: Ress, taş ve benzeri şeylerle örülmemiş herbir çukurdur. Bunun çoğulu da; ...diye gelir. Şair şöyle demiştir: "Ve onlar kendi topraklarına doğru yol alıyorlar, Keşke ress'ler (kuyular) kazsalar." er-Ress, Züheyr'in şu beyitinde bir vadi adıdır: "Erkence geldiler oldukça ve tan yeri ağarmadan önce vardılar, El, ağız için neyse onlar da er-Ress vadisi için böyledirler (oradan ayrılmazlar.)" "Bir kuyu kazdım" demektir. "Ölü kabre konuldu" -demektir. "İnsanlar arasını düzeltmek ve aynı zamanda bozmak" anlamına gelir. "Aralarını düzelttim ya da bozdum" denilir. O halde bu anlamıyla fiil, zıt anlamlı kelimelerdendir. Ashab-ı Ress hakkında zikrettiklerimizden başka açıklamalar da yapılmıştır. Bu açıklamaları es-Sa'lebî ve başkaları kaydetmişlerdir, "Ve bunların dışında çok kavimleri de (helâk ettik.)" Yani Nûh, Âd, Semûd ve Ress ashabı arasında Allah'tan başka hiç kimsenin bilmediği bir çok ümmetler de helâk olmuştur. er-Rabî' b. Haysem'den rivâyete göre o rahatsızlanmış, kendisine: Niçin tedavi olmuyorsun? Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tedavi olmayı emretmiştir denilince, şöyle demiş; İçimden tedavi olmayı geçirdim, sonra da kendi kendime düşündüm; baktım ki Âd, Semud, Ress ashabı ve bunlar arasında bir çok nesiller mal toplamak noktasında daha bir tutkulu ve sayıca daha fazla idiler. Aralarında doktorlar da vardı. Ne tedavi yolunu gösterenleri kaldı, ne de kendisine İlaç tavsiye edilenler, dedi ve tedavi olmayı kabul etmedi. Aradan beş gün geçtikten sonra vefat etti. Allah'ın rahmeti üzerine olsun. 39Herbirine örnekler verdik ve onların hepsini mahv ve helâk ettik. "Herbirîne örnekler verdik" âyeti hakkında ez-Zeccâc dedi ki: Biz bunların hepsini korkutup uyardık, onlara örnekler verdik ve onlara delilleri gereği gibi açıkladık. Bu kâfirlerin yaptığı gibi Biz onlara batıl örnekler de vermedik. Denildiğine göre, buradaki: "Herbirine" lâfzı; "Biz bunların hepsine öğüt verip, hatırlattık" takdiri veya benzeri bir takdir ile nasbedilmiştir Çünkü misallerin verilmesi, hatırlatmak ve öğüt vermek demektir. Bu açıklamayı el-Mehdevî zikretmiştir. Mana birdir. "Ve onların hepsini mahv ve helâk ettik." Yani onları azâb ile helâk ettik. (Aynı kökten gelen): "O şeyi kırdım" demektir. el-Müerric ve el-Ahfeş ise; "Biz onları darmadağın ettik" demektir, diye açıklamışlardır. Bazen "te" ve "be" harfleri "dal" ve "mim" harflerinin yerine kullanılabilir. 40Muhakkak onlar bela yağmuruna tutulan beldeye uğramışlardır. Acaba bunlar orayı görmediler miydi? Hayır, onlar tekrar dirilmeyi ümit etmezler. "Muhakkak onlar" yani Mekke müşrikleri, "belâ yağmuruna tutulan beldeye” yani taş yağmuruna tutulmuş Lut kavminin şehirlerine "uğramışlardır. Acaba bunlar orayı" ibret almak üzere yaptıktan yolculuklarında "görmediler miydi?" İbn Abbâs dedi ki: Kureyş'liler, ticaret maksadıyla Şam'a gittiklerinde Lut kavminin şehirlerinin yanından geçerlerdi. Nitekim yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak siz onların yakınından sabahleyin de geçip, gidiyorsunuz..." (es-Saffat, 37/137); "Her ikisi de hâlâ görülüp tanınan bir yol üzerindedirler." (el-Hicr, 15/79) Bu husus zaten (belirtilen yerde) geçmiş idi. "Hayır, onlar tekrar dirilmeyi ümit etmezler." Yani öldükten sonra dirilişi tasdik etmezler. Burada "ümit etmezler"in korkmazlar anlamında olması gibi asli manası ile anlaşılması da mümkündür. O takdirde de; hayır, onlar âhiret sevabını ummuyorlardı, demek olur. 41Onlar seni gördüklerinde mutlaka: "Allah'ın peygamber olarak gönderdiği bu mudur?" diye seni alaya alırlar. "Onlar seni gördüklerinde mutlaka... seni alaya alırlar" âyetinde yer alan "(........); ...İnde'nin cevabı, "Mutlaka seni alaya alırlar" âyetidir. Çünkü bu anlamı seni alaya alırlar, demektir. Cevabın mahzuf olduğu ve bu cevabın: "Allah'ın peygamber olarak gönderdiği bu mudur?" dediler yahut derler takdirindedir. "Mutlaka... seni alaya alırlar" ifadesi de bir ara cümlesi olur. Bu âyet Ebû Cehil hakkında inmiştir. O Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a alay yollu: "Allah'ın peygamber olarak gönderdiği bu mudur?" derdi. Buradaki ismi mevsul'ün aidi hazfedilmiştir ki "Allah'ın kendisini... gönderdiği" demektir. "Peygamber" anlamındaki kelime hal olarak nasbedilmiştir. İfade de:Allah'ın kendisini rasûl olarak gönderdiği kimse bu mudur? takdirindedir. "Bu mudur?" ise mübtedâ olarak merfudur. Kimse, kişi anlamındaki ism-i mevsul de onun haberidir. "Peygamber olarak" lâfzı da hal olarak nasbedilmiştir, "Gönderdi" fiili ism-i mevsul'ün sılasıdır. "Allah" lâfza-i celali de "gönderdi" anlamındaki fiil ile merfudur. Mastar olması da mümkündür, çünkü "Gönderdi" rasûl olarak gönderdi, anlamındadır. Bu durumda "Peygamber olarak" anlamındaki lâfız, manası da Allah bunun üzerine bir risalet mi gönderdi? manasına gelir. (.., mudur anlamındaki) elif istifham için olup, takrir (doğruyu söyletmek) ve ihtikar (hakir görmek) manasınadır. 42"Eğer İlâhlarımıza sebat göstermeseydik az kalsın bizi İlâhlarımızdan saptıracaktı." Yakında azâbı gördüklerinde yolca kimin sapık olduğunu bileceklerdir. "Eğer ilâhlarımıza sebat göstermeseydik" yani onlara ibadet hususunda direnmemiş olsaydık "az kalsın bizi ilâhlarımızdan" onlara ibadet etmekten "saptıracaktı." Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yakında azâbı göreceklerinde yolca kimin sapık olduğunu bileceklerdir." Yani kendilerinin bağlı oldukları din mi, yoksa Muhammed'in dini mi daha sapıkçadır, bileceklerdir. Bedir günü bunu görmüşlerdi. 43Hevâ ve hevesini İlâh edinen kimseyi gördün mü? O kimseye sen mi vekil olacaksın? "Hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi gördün mü?" âyeti ile yüce Allah, onların, kalplerinde şirki muhafaza etmelerine rağmen ve onun üzerinde ısrar etmelerinin hayret edilecek bir hal olduğunu peygamberine bildirmektedir. Bununla birlikte onlardan herhangi bir kimse, herhangi bir delil olmaksızın bir taşa yönelip, ibadet edebiliyordu. el-Kelbî ve başkalan dediler ki: Araplardan herhangi bir kimse bir şeyi hevâ ve hevesiyle sevip ona bağlandı mı Allah'tan başka ona ibadet ederdi. Ondan daha güzelini buldu mu bu sefer birincisini terkeder, daha güzel olanına tapınırdı. Buna göre âyet; "Hevâ ve hevesi ile ilâhını edinen kimseyi gördün mü?" anlamındadır. Bu durumda cer edatı (olan be) hazfedilmiş olmaktadır. İbn Abbâs dedi ki: Hevâ Allah'tan başka kendisine ibadet olunan bir ilâhtır, sonra da bu âyet-i kerîme'yi okudu. Şair de şöyle demiştir: "Babasının hakkı için, ibadet eden bir kimseye görünürse o, Herhangi bir ibadet yerinde dünyadan ayrılmış olana. Rabbine namaz kılmadan önce, ona namaz kılardı, Ve bir daha dünyada (hayırlarda) yarışan kimsenin amellerine dönmezdi." "Hevâ ve hevesini ilâh edinen kimse" âyetinin hevâ ve hevesine itaat eden kimse, anlamında olduğu da söylenmiştir. el-Hasen'den rivâyete göre; o neyi severse, mutlaka ona tabi olan kimse, diye açıkladığı nakledilmiştir ki, anlam birdir, "O kimseye sen mi vekil olacaksın?" Onu îmana geri döndürüp bu fesattan çıkartıncaya kadar onu koruyacak ve ona kefil olacak sen misin? Yani hidayet ve sapıklık senin iradene havale edilmiş, bırakılmış değildir. Sana düşen ancak tebliğdir. Bu ifade Kaderiyye'nin kanaatlerini de reddetmektedir. Diğer taraftan bu âyetin kıtal âyeti ile mensuh olduğu söylendiği gibi, nesh olmadığı da söylenmiştir. Çünkü âyet-i kerîme Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir tesellidir. 44Sen onların çoğunu dinler ve akıl erdirirler mi sanırsın? Onlar ancak hayvanlar gibidir, hatta onlar -yolca- daha da sapıklıktadırlar. "Sen onların çoğunu dinler ve akıl erdirirler mi sanırsın?" Burada "onlar(ın hepsi)" denilmemiştir. Çünkü aralarından îman edecek kimselerin olacağı Cenab-ı Allah tarafından bilinmiştir. Yüce Allah, bu özellikleri dolayısıyla onları yermiş bulunmaktadır. "Sen onların çoğunu dinler" kabul etmek maksadıyla kulak verir yahutta senin söylediklerin üzerinde tefekkür edip, onu akıllan ile kavrayarak "ve akıl erdirirler mi sanırsın?" Yani onlar akletmeyen ve işitmeyen varlıklar konumundadırlar. Şöyle de açıklanmıştır: Yani onlar işittikleri ile gereği gibi yararlanmadıklarından ötürü sanki hiç işitmemiş gibidirler. Maksat Mekke ehlidir. Buradaki "...mi" edatının bu gibi yerlerde; "Hayır, bilakis" anlamında olduğu da söylenmiştir. "Onlar ancak hayvanlar gibidir." Yemeleri, içmeleri ve âhiret hakkında düşünmemeleri itibariyle onlara benzerler. "Hatta onlar -yolca- daha da sapıklıktadırlar." Zira hayvanlar için hesap ve ceza söz konusu değildir. Mukâtil dedi ki: Hayvanlar Rabblerini bilir, gidip otlayacakları yerleri bulur ve bilip tanıdıkları sahiplerinin arkasından giderler. Bunlar ise hakka iletenin arkasından gitmezler. Kendilerini yaratıp rızıklandıran Rabblerini de bilip, tanımazlar. Bir diğer açıklamaya göre de hayvanlar eğer tevhid ve nübüvvetin sağlıklı ve doğru oluşunu akıllarıyla kavnyamıyor ise de aynı şekilde bunların batıl olduğu inancına da sahip değillerdir. 45Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığına bakmaz mısın? Dileseydi, onu hareketsiz kılardı. Sonra güneşi ona delil kıldık. "Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığına bakmaz mısın?" Buradaki "görüp, bakmanın" gözle görmek ile alakalı olması da mümkündür, ilimden kaynaklanan bir görme olması da mümkündür. el-Hasen, Katade ve başkaları şöyle demişlerdir: Tan yerinin ağardığından itibaren güneşin doğuşuna kadar gölgeyi uzatıp yaymıştır. Bir diğer açıklamaya göre bu: güneşin batışından doğuşuna kadar olan zamandadır. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Buna delil de şudur: O saatten daha tatlı bir zaman yoktur. O zaman esnasında hasta olan bir kimse bir parça rahatlık duyar. Yolcu ve herhangi bir rahatsızlığı bulunan herkes de böyledir. O saatte ölülere (uyumuş olanlara) canları geri verilir, ruhları cesetlerine geri çevrilir. Canlı nefisler o saatte rahat ve huzur bulur. Güneşin batanından sonra bu nitelik yoktur. Ebû'l-Âl-iyye: İşte cennetin gündüzü böyle olacaktır deyip, sabah namazı kılanların namaz kıldıkları saate işaret etmiştir. Ebû Ubeyde dedi ki: Zili (gölge) sabahleyin olur, fey' (gölge) de akşamleyin olur. Çünkü güneşin zevalinden sonra onun dönüşü (fey' dönmek manasınadır) söz konusu olur. Ona fey' deniliş sebebi ise doğudan batı tarafına doğru meyletmesidir. Şair Hamid b. Sevr de büyük ve gölge bırakan bir ağacı nitelendirirken -ki kinaye yoluyla bir kadından söz etmektedir- şöyle demektedir: "Kuşluk vaktinin serinliğinden dolayı gölgeye de tahammülü yok, Akşam serinliğinden ötürü, fey’e (öğleden sonraki gölgeye) katlanamıyor." İbnu's-Sikkît der ki: Zili, güneşin giderdiği gölge, fey' ise güneşi gideren gölgedir, Ebû Ubeyde, Ru'be'den şöyle dediğini nakletmektedir: Üzerinde güneş varken, güneşin üzerinden gittiği herbir şey hem fey', hem de zili diye adlandırılır. Üzerinde güneş olmadığı sürece de o bir zıll'dır. "Dileseydi onu hareketsiz kılardı." Yani güneşin gidermediği, sürekli bir gölge yapardı. İbn Abbâs dedi ki: Kıyâmet gününe kadar böyle bırakırdı, demektir. Eğer dileseydi, güneşin doğuşunu önlerdi, anlamında olduğu da söylenmiştir. "Sonra güneşi ona delil kıldık." Yani güneşin gelişi ile birlikte gölgeyi gidermesini Biz, gölgenin bir şey ve bir mana olduğuna delil kıldık. Çünkü şeyler zıtlarıyla bilinirler, güneş olmasaydı gölgenin ne olduğu bilinemezdi. Aydınlık olmasaydı, karanlığın ne olduğu bilinemezdi. "Delil", "fail" anlamında "fail" vezninde bir kelimedir. Bunun katîl (maktul), dehîn (yağlanmış) ve hadîb (kına yakılmış) gibi mef'ûl anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani Biz, güneşi gölgeye delâlet ettik (üzerine yönlendirdik) ve sonunda güneş gölgeyi giderdi. Yani güneşi gölgenin arkasından tabi kıldık. Buna göre güneş delildir, yani belge ve burhandır. Delil de içinden çıkılmaz bir durumu açığa çıkartan ve açıklayan şey demektir. Güneşin sıfatı olmakla birlikte "delil'ın müennes gelmemesi isim anlamında oluşundan dolayıdır. Tıpkı; "Güneş bir burhandır, güneş bir haktır" demeye benzer. 46Sonra onu yavaş yavaş kendimize çektik. "Sonra onu" yani uzunca gölgeyi "yavaş yavaş kendimize çektik." Yani onu çekmek bizim için pek kolay bir şeydir. Esasen Rabbimizin bütün işleri, O'nun için pek kolaydır. Buna göre gölgenin (zili) hava boşluğunda kaldığı süre, tan yerinin ağarmasından güneşin doğuşuna kadar geçen zamandır. Güneş doğmaya başladı mı bu sefer gölge çekilmiş olur. Aynı hava boşluğunda onun yerine güneş ışığı gelir ve bu ışık yeryüzünü, eşyayı, batacağı vakte kadar aydınlatır. Güneş battıktan sonra ortada gölge diye bir şey kalmaz. Görünen sadece günün aydınlığının kalıntılarıdır. Bazıları da şöyle demiştir: Gölgenin çekilmesi, güneşin batışı ile olur. Çünkü güneş batmadığı sürece gölgenin kalıntıları devam eder. Gölgenin büsbütün zail olması gecenin gelip üzerine karanlığın girmesi ile olur. Yine denildiğine göre; bu çekilme güneşin eşya üzerinde görülmesidir. Çünkü güneş doğmakla birlikte gölge kısım kısım çekilmeye koyulur. Bu açıklamayı Ebû Malik ve İbrahim et-Teymî yapmıştır. Bir diğer açıklamaya göre: "Sonra onu yavaş yavaş kendimize çektik" yani gölge sebebiyle güneşin aydınlığını yavaş yavaş çektik. Buradaki "yavaş"ın hızlıca anlamına geldiği de söylenmiştir ki; bu açıklama ed-Dahhâk'a aittir. Katâde ise bunu "gizlice" diye açıklamıştır. Yani güneş battı mı o gölgeyi gizlice çeker. Onun bir bölümü çekildikçe, onun yerine bir parça karanlık gelir, yoksa gölgenin çekilmesi bir defada gerçekleşmez. İşte Katâde'nin açıklamasının anlamı budur. Aynı zamanda bu, Mücahid'in de görüşüdür. 47Geceyi sîzin için elbise, uykuyu da rahatlık kılan O'dur. O, gündüzü de yeni bir hayata başlangıç yaptı. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1- Örtüsüyle Bürüyen Gece: Yüce Allah'ın: "Geceyi sizin için elbise... kılan O'dur" âyeti, elbisenin bedeni örtmesi konumunda geceyi mahlukata bir örtü olduğu anlamına gelir. et-Taberî der ki: Yüce Allah, geceyi elbise diye nitelendirmiştir. Böylelikle elbisenin eşyayı örtüp üstünü kapatması bakımından geceyi ona benzetmiştir. 2- Namazda Setr-i Avret Gece de, Gündüz de Gereklidir: İbnu'l-Arabî dedi ki: Bazı gafil kimseler karanlıkta çıplak namaz kılanın, bu namazının geçerli olacağını zannetmiştir. Çünkü gece zaten bir elbisedir. Ancak bu görüş; kişinin üzerine kapıyı kapatması halinde çıplak olarak evinde namaz kılabilmesini de gerektirir. Ancak namazda setr-i avret insanların bakması için değil, bizatihi namaza has bir ibadettir. Bu hususta uzun uzun açıklamalara da gerek yoktur.
"Uykuyu da rahatlık kılan O'dur." Yani işlerinize son vermekle bedenlerinizi dinlendirme sebebi kılmıştır. "es-Sübât: Dinlenme, rahatlık" asıl anlamı itibariyle uzamaktan gelir. Meselâ "Kadın saçlarını çözdü ve serbest bıraktı" denilir. "Boylu, poslu adam" demektir. Uykuya "sübât" denilmesinin sebebi uykunun uzanarak gerçekleşmesinden ötürüdür. Uzanıp, yatmakta da zaten dinlenmek anlamı vardır. Bir görüşe göre de; "Kesmek" demektir. Uykuda işlerle uğraşmaya son vermek anlamındadır. "Cumartesi günü yahudiler iş yapmadılar (tatil yaptılar)" ifadesi de buradan gelmektedir. Bu kelimenin bir yerde ikamet etmek anlamında olduğu da söylenmiştir. Âdeta "sübat" herhangi bir şekilde hareketsiz kalmak ve bu hali sürdürmek demektir. Gidip gelmekten ve hareket etmekten yana bir sükûn anlamı olduğundan dolayı uyku da buna göre bir "sübaftır. el-Halil dedi ki: es-Sübât ağır uyku demektir. Biz tam anlamıyla bir rahat ve dinlenmenin gerçekleşmesi için uykunuzu ağır kıldık, anlamındadır. "O, gündüzü de yeni bir hayata başlangıç yaptı" âyetindeki "Yeni bir hayata başlangıç" geçim için intişâr (etrafa yayılmak)'dan gelmektedir. Yani gündüz etrafa yayılmak için diriltmenin bir sebebidir. Burada gündüzün uyanık kalmak, diriltme ile öldürme arasındaki mutabakat yönü ile bir benzetme yapılmıştır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da sabahı etti mi: "Bizi öldürdükten sonra dirilten ve Ölümden sonra huzurunda dirileceğimiz olan Allah'a hamdolsun" derdi Buhârî, V, 3326, 3327, 3330, VI, 2692; Müslim, IV, 2083; Dârimî, II, 377; Ebû Dâvûd, IV, 311; İbn Mâce, II, 1277 vs..., 48Ve O, rahmeti önünde rüzgarları müjdeci olarak gönderendir. Ve gökten tertemiz bir su indirdik. "Ve O, rahmeti önünde rüzgarları müjdeci olarak gönderendir" âyeti ile ilgili açıklamalar daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/27. âyetin tefsirinde) yeteri kadar geçmiş bulunmaktadır. "Ve gökten tertemiz bir su İndirdik" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı da onbeş başlık halinde sunacağız: 1- Tertemiz Su ve Su ile Temizlenmek (Taharet): "Tertemiz bir su" kendisi ile temizlenilen su demektir. Nitekim kendisi ile abdest alınan suya da vedu' denilir. Tahûr (tertemiz) olan herşey bizatihi temizdir, fakat temiz (tahir) olan herşey tahûr değildir. Buna göre "ti" harfi üstün ile "tahûr" şeklinde isimdir. Aynı şekilde "vedu' ve vakûd (yakıt)" da böyledir. Ötreli olursa mastar olur. Dilde bilinen şekil budur, bu açıklamayı İbnu'l-Enbarî yapmıştır. Böylelikle yüce Allah, semadan indirilmiş olan suyun bizatihi tâhir ve başkasını da mutahhir (temizleyici) olduğunu beyan etmektedir. Çünkü "tahûr" ismi "tahîr"den mübalağa kipidir. İşte bu mübalağa onun hem tahir, hem de mutahhir olmasını gerektirmektedir. Cumhûrun kanaati de budur. "Tahûr; tertemiz"in "tâhir" anlamında olduğu da söylenmiştir ki; bu da Ebû Hanîfe'nin görüşüdür. O bu görüşünü ileri sürerken yüce Allah'ın: "Ve Rabbleri onlara tertemiz (tahûr) bir şarab içirmiştir." (el-İnsan, 76/21) âyetini delil kabul eder; ki burada tahir anlamındadır. Şair de şöyle demektedir: "Arkadaşlarım, söyleyin bana, kendisiyle kalbimi tedavi edeceğim, Uzaktan bir bakışta aleyhime tevbeyi gerektirecek bir günah var mıdır? Kalçaları ağır, ceylanlardan daha kıvrak. Dişleri tatlı ve tükürükleri tertemiz olanlara." Burada şair "temizleyici (mutahhir)" olmadığı halde tükürüğü tahûr (tertemiz) olmakla nitelendirmiştir. Araplar da: "Çok uykucu adam" derler. Bu onun başkasını uyuttuğu anlamını vermez. Çok uyumak bizzat kendi zatında gerçekleşen bir iştir. İlim adamlarımız buna şöylece cevap vermişlerdir: Cennet şarabının "tahûr: oldukça temiz" olmakla nitelendirilmesi onun günahların pisliklerinden ve kin ve hased gibi bayağı sıfatlardan temizleyici olduğunu ifade eder. Cennetlikler bu şarabı içtiklerinde yüce Allah onları günahların artıklarından ve kötü inançların ağırlıklarından kurtaracak ve böylelikle yüce Allah'ın huzuruna selim bir kalb ile gelmiş olacaklar, cennete de tam teslimiyet sıfatları ile girmiş olacaklardır. İşte o vakitte kendilerine: "Selam olsun üzerinize! Tertemiz geldiniz. Hemen oraya ebediler olarak girin." (ez-Zümer, 39/73) denilecektir. Onun. (tahûr olan suyun) dünyadaki hükmü organlar üzerinde suyun akıtılması suretiyle hadesin ortadan kaldırılması olduğuna göre; bu şarabın âhiretteki hikmeti de bu olacaktır. Şairin: "...tükürükleri tertemiz (tahûr)" sözlerine gelince; o tükürüğün tatlılığı, kalbin ona meyli ve nefislere hoş gelip, aşıkın onun ıslaklığıyla susuzluğunu gidermesi bakımından âdeta tertemiz suya benzetmesi, bu hususta mübalağalı bir anlatımı kastettiğinden dolayıdır. Özetle söyleyecek olursak şer'î hükümler şiirlerdeki mecazlarla sabit olmaz. Çünkü şairler bu hususta o kadar aşın giderler ki, doğruluğun sınırını aşarak yalan hududuna girerler. Öyle alabildiğine serbest ifadeler kullanırlar ki bu sözleri kendilerini bid'ate ve masiyete dahi düşürebilmektedir. Hatta farkında olmadıkları bir yolla küfre bile düşebilirler. Şairlerden birisinin şu sözüne bakalım: "Eğer yer onun ayağına temas etmemiş olsaydı, Teyemmümün illeti nedir, bir türlü bilemeyecektim," Bu ise apaçık bir küfürdür, bundan Allah'a sığınıra. Kadı Ebû Bekir İbnu'l-Arabî der ki: Bu ilim adamlarının söylediklerinin en ileri derecede güzel bir özetidir ve bu, bu hususta oldukça ileri derecede bir açıklamadır. Şunu da belirteyim ki, be"n Arap dili açısından bu husus üzerinde düşündüm, bu konuda parlak, aydınlık bir hususu tesbit ettim. O da "feûl" vezninin mübalağa için olduğudur. Şu kadar var ki bu mübalağa bazen müteaddi (geçişli) fiilde söz konusu olur. Şairin şu mısraında olduğu gibi: "Kılıcın keskin tarafıyla onların (develerin) semiz olanlarının bacaklarını vurdukça vurur." Bazan da müteaddi olmayan (geçişsiz) fiilden de bu kip kullanılabilir. Şairin şu mısraında olduğu gibi: "Çok uyur kuşluk vakti (sabah uyandığında) elbise giyip de üzerine kuşak bağlamaz." Suyun başkasını temizleyici olması, güzellik bakımından nezafet (temizlik)dır. Şeriat bakımından da bir taharettir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Allah tahûrsuz (abdestsiz) bir namazı kabul etmez." Buhârî, I, 63; Müslim, t, 204; Ebû Dâvûd, I, 16; Tirmizî, I, 5; Dârimî, I, 185; İbn Mâce. I, 100; Müsned, II, 51, 57, 73... âyetinde olduğu gibi. Ümmet hem dil açısından, hem de şer'î bakımdan "tahûr" vasfının suya has olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Bu özellik temiz (tahir) olduğu halde diğer sıvılarda söz konusu edilmez. Onların bu özelliği sadece su hakkında kabul etmeleri "tahûr" olanın aynı zamanda mutahhir bizatihi (temiz olanın temizleyici) olmasının en açık delilidir. Bazen "feûl" vezni bütün bu şekillerin dışında bir başka manada da kullanılabilir. O da fiil hakkında değil de fiilin aletini ifade etmek için kullanılmasıdır. Bizim "vekûd ve sahur" dememiz gibi. Bu (vekûd için) odundan ve sahur için de) sahurda yenilen şeylerden ibarettir. Buna göre suyun "tahûr" olmakla vasfedilmesİ aynı zamanda kendisi aracılığı ile temizlenilen araç (alet)'i de ifade eder. Şayet "vekûd, sahur ve tahûr" kelimelerinde birinci harf ötreli okunacak olursa, (vukûd, suhûr ve tuhûr denirse) o takdirde bu fiile ait olur ve fiil hakkında bir haber manasını ihtiva eder. Böylelikle "feûl" isminin hem mübalağa kipi, hem de o fiilin icra edilmesi için kullanılan alete dair bir haber olduğu da sabit olmaktadır. İşte hanefilerin hatırlarına gelen bu olmuştur. Şu kadar var ki; onlar bu açıklamayı yeteri kadar ifade edememişlerdir. Bundan sonra gerek mübalağa, gerek atet ile ilgili yapılacak açıklamalar yüce Allah'ın: "Ve gökten tertemiz bir su indirdik" âyeti ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Yeryüzü benim için hem bir mescid, hem de tahûr (temiz ve temizleyici) kılındı" Müslim, 1, 370; İbn Huzeyme, Sahih, I, 132; El-Heysemî, Mecmâu'z-Zevâid, VIU, 258. âyetindeki delile bağlı olarak söz konusu olmaktadır. Bu ifadelerin hem mübalağa, hem de aleti ifade etmeleri ihtimali vardır. Bundan dolayı bu ifadelerde bizim ilim adamlarımızın lehine delil olacak bir taraf yoktur. Şu kadar var ki yüce Allah'ın: "Sizi onunla tertemiz yapmak" (el-Enfal, 8/11) âyeti bu fiilin kendisinden başkasına teaddi eden (geçiş yapan) bir fiil olduğu hususunda açık bir nass olarak ortada kalmaktadır. 2- Katıksız Sular ile Karışık Suların Hükmü: Semadan İndirilen sular ile yeryüzünde saktı bulunan sular çeşitlerine, tatlarına ve kokularının farklılığına rağmen hem tâhirdir, hem de mutahhirdir. Suyun dışında başka bir şey onlarla karışmadıkça bu böyledir. Suya karışan maddeler üç çeşittir: Bir tür iki vasfında ona uygun düşer. Eğer bu tür o suya karışıp onu değiştirecek olsa dahi bu İki niteliğinden herhangi birisini ortadan kaldırmaz. Çünkü bu iki niteliğe de uygundur, bu da topraktır. İkinci tür, suyun iki vasfından birisinde suya uygundur, bu da taharettir (temiz oluştur). Şayet bu, suya karışıp da onu değiştirecek olursa, ondan farklı olduğu özelliğini sudan giderir ki, bu da tathir (temizleyiciliktir). Gül suyu ve diğer temiz sıvılar gibi. Üçüncü tür, her iki niteliğinde de ona muhaliftir. Eğer suya karışacak olup değiştirecek olursa, aynı anda her iki niteliğini de ondan alır. Çünkü bu iki hususta da ondan ayrıdır, bu da necasettir. İmâm Mâlik'in mezhebine mensub Mısır'lı ilim adamlarının kanaatine göre az miktardaki suyu, az miktardaki necaset ifsad eder. Çok miktardaki suyu ise ancak rengini yahut tadını ya da kokusunu değiştirecek miktardaki haram şeyler ifsad eder, Bu hususta az miktar ile çok miktarın ne kadar olduğu hususunda belirli bir sınır tesbit etmemişlerdir. Ancak İbnul-Kasım'ın, Malik'ten naklettiği şu rivâyet vardır: Cünub bir kimse bineklerin sulandığı havuzlardan birisinde gusledip de üzerindeki pislikleri eğer yıkamamış ise o takdirde o suyu ifsad etmiş (bozmuş) olur. İbnu'l-Kasım, Eşheb, İbn Abdi’l-Hakem ve Mısır'lılardan onlara tabi olanların kanaati budur. Şu kadar var ki; İbn Vehb su ile ilgili konularda İmâm Mâlik'in Medine'li arkadaşlarının kanaatini benimsemiştir. Onların bu kanaatlerini de Ebû Mus'ab hem Medinelilerden, hem de İbn Vehb'den şöylece nakletmektedir: Su ister az, ister çok olsun ona düşen necaset görülmedikçe ve o suyun tadını yahut kokusunu ya da rengini değiştirmedikçe suyu bozmaz. Ahmed İbnu’l-Muaddel'in naklettiğine göre bu, su ile İlgili Malik b. Enes'in de görüşüdür. İsmail b. İshak, Muhammed b. Bukeyr, Ebû'l- Ferac el-Ebherî ile Bağdat'lılardan İmâm Mâlik'in mezhebini benimseyen diğer ilim adamlarının da kanaati budur. Aynı zamanda bu, el-Evzaî, el-Leys b. Saa'd, el-Hasen b. Salih ve Davud b. Ali'nin de görüşüdür. Basra'lıların görüşü de budur. Kıyas ve sağlam eserler (rivâyetler) itibariyle sahih olan görüş de budur. Ebû Hanîfe der ki: Suya bir necaset düştü mü su ister çok, ister az bulunsun necaset o suyun genelinde tahakkuk ile varlığını ortaya koyacak olursa, su bozulur. Ona göre necasetin tahakkuku da şu demektir: Mesela bir sidik damlası bir havuza düşecek olsa, eğer bu havuzun bir tarafını hareket ettirdiğimizde öbür tarafı da hareket ediyor ise, bütün su necis olur. Şayet taraflardan birisinin hareketi diğerini harekete geçirmiyor ise su necis olmaz.-"el-Mecmua"dif (Maliki mezhebine dair fıkıh eserinde) de Ebû Hanîfe'nin mezhebine yakın ifadeler vardır. İmâm Şâfiî ise kulleteyn hadisini esas almıştır ki; bu da tenkid edilmiş bir hadistir. Hem senedinde, hem metninde ihtilâf vardır. Bu hadisi Ebû Dâvûd, Tirmizî ve özellikle de Darakutnî rivâyet etmiştir Ebû Dâvûd, Tahâre 33; Tirmizî, Tahâre 50; Nesâî, TahSre 43, Miyarı 3; İbn Mâce, Tahâre 75; Müsned, II, 23; Dârakutnî, Sünen, I 21-22 O, kitabının başına bu hadisi almış ve bu hadisin bütün yollarını zikretmiştir. İbnu'l-Arabî der ki: Darakutnî bir hadis İmâmı olmakla birlikte, kulleteyn hadisinin sahih olduğunu ortaya koymaya çalışmış ise de buna güç yetirememiştir. Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr der ki: Şâfiî'nin kabul ettiği kulleteyn hadisine gelince, bu nazar (akıt) cihetinden zayıf, eser (nakil) bakımından da sabit olmayan bir görüştür. Çünkü naklî ilimlerde yetkin bir topluluk bu hususta tenkitlerde bulunmuşlardır. Ayrıca kulleteyn'in gerçek miktarı hususunda ne sabit bir rivâyet ne de bir icma tesbit edilememektedir. Eğer bu uyulması gerekli bir sınır olsaydı, ilim adamlarının Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu hususta tesbit ettiği sınırı öğrenmek için gerekli araştırmaları yapmaları icab ederdi, Zira böyle bir husus onların dinlerinin asıllarından ve üzerlerine farz olan hükümlerden birisidir. Gerçekten bu böyle olsaydı, onlar bu hususu ihmal etmezlerdi. Çünkü onlar bundan daha aşağı mertebede ve daha incelikli hususları dahi alabildiğine araştırmışlardır. Derim ki: İbnu'l-Munzir'in kulleteyn ile. ilgili olarak yaptığı açıklamalar bile bu hususta kabul edilmesi gereken bir rivâyetin ve bir sınırlandırmanın olmadığını göstermektedir. Darakutnî'nin, Sîmen'inde Hammâd b. Zeyd'den, onun da Âsım b. el-Munzir'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Kilal (kulleler) büyük testiler demektir, Burada sözü geçen Âsım ise kulleteyn hadisinin ravilerinden birisidir. Darakutnî'nin açıklamalarından anlaşıldığına göre bu testiler Hecer testileri gibidir. Çünkü Darakutnî, Enes b. Malik'ten rivâyet olunan ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetlerinin yer aldığı hadisi nakletmektedir; "Ben yedinci semadaki Sidret-i Münteha'ya kadar kaldırıldım. Baktım ki onun yemişleri Hecer küali (testileri) gibi, yaprakları ise fil kulakları gibidir" deyip, hadisin geri kalan bölümünü kaydetmektedir Buhârî, III, 1411; Müsned, IV, 209. İbnu'l-Arabî der ki: Bizim ilim adamlarımız da Ebû Said el-Hudri'nîn Buzaâ kuyusu ile ilgili hadisini delil diye almışlardır. Bu hadisi Nesâî, Tirmizî, Ebû Dâvûd ve başkaları rivâyet etmiştir. Tirmizî, I, 95; Ebû Dâvûd, I, 17; Nesâî, I, 174; Müsned, III, 86 Bu da aynı şekilde zayıf bir hadistir. Sahihlik derecesine yaklaşmaz ve dayanak olarak alınamaz. Ben bu hususta et-Tusî el-Ekber ile tartıştım ve bana şöyle dedi: Bu meselede en arı duru mezheb Malik'in görüşüdür. Çünkü su vasıflarından herhangi birisi değişikliğe uğramadıkça temizdir. Zira bu konuda dayanak olmaya elverişli herhangi bir hadis bulunmamaktadır. Bu hususta dayanak Kur'ân-ı Kerîm'in zahir ifadeleridir ki, bu da yüce Allah'ın: "Ve gökten tertemiz bir su İndirdik" âyetidir. Bu da sıfatlarını koruduğu sürece böyledir. Sıfatlarından herhangi birisi değişikliğe uğrayacak olursa, bu sıfatlarını kaybettiğinden ötürü de ona verilen ismin dışına çıkmış olur. Bundan dolayı hadis ve fıkhın İmâmı Buhârî bu konuda dayanak olmaya elverişli herhangi bir haber bulamamış ve: "Suyun değişmesi babı" diye başlık açtıktan sonra da bu başlığın altında şu sahih hadisi kaydetmektedir: "Allah yolunda yaralanan bir kimse -ki Allah kendi yolunda kimin yaralandığını en iyi bilendir- mutlaka kıyâmet gününde yarası kanayarak gelecektir, rengi kan rengidir, kokusu ise misk kokusudur. " Buhârî, III, 1032; Müslim, III, 1496; Tirmizî, IV, 184; Müsned, II, 242, 384; 391, 398-400... Böylelikle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kanın olduğu gibi kalacağını fakat misk gibi kokacağını bildirmiştir. Bu koku ise onun kan vasfını etkilememektedir. İşte bundan dolayı ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: Su, kenarındaki ya da kıyısındaki bir leşin kokusu dolayısıyla değişikliğe uğrayacak olursa, bu ondan abdest almaya mani değildir. Eğer leş onun içine konulmuş olduğu halde, su değişikliğe uğrayacak olursa, bu suya karışmış olması dolayısıyla suyu necis kılar. Birinci halde ise bir yakınlık söz konusudur. Herhangi bir şekilde bu yakınlığa itibar edilmez. Derim ki: Buhârî'nin zikrettiği bu hadis aynı şekilde bu kanaatin aksine de delil gösterilmiştir. O da kokunun değişikliğinin onu asli özelliğinin dışına çıkartmasıdır. Bu istidlalin açıklaması da şöyledir: Kanın kokusu misk kokusuna dönüşünce, artık bu kan necis ve pis görülen bir şey olmaktan çıkar ve o bir misk olur. Misk denilen şey de zaten ceylanın kanının bir parçasıdır. Kokusu değiştiği takdirde su da aynı durumdadır. Su ile ilgili Cumhûrun kabul ettiği yorum da budur. Abdu'l-Melik'in kabul ettiği görüş de birinci görüştür. Ebû Ömer dedi ki: İlim adamları rengin dışında kokuya bağlı olarak hükmü kabul etmişlerdir. O bakımdan hüküm kokuya aittir. Kendi kanaatlerine de bu hadisi delil göstermişlerdir. Şu kadar var ki; İnsanın kalp huzuru ile kabul edebileceği bir anlara bu hadisten çıkmamaktadır. Ne kanda suyun Özelliği vardır, ona kıyas edilsin, ne de fukaha bu gibi şeylerle uğraşsın. İlmi bilmecelere dönüştürmek ve onu içinden çıkılmaz bir hale sokmak, ilim ehli kimselerin yapacağı bir iş değildir. Onların işi ilmi açıklamak, açıklığa kavuşturmaktır. Bundan dolayı bu ilmi insanlara mutlaka açıklayıp onu gizlemeyeceklerine dair onlardan söz alınmıştır. Suyun değişikliğe uğraması ya necasetle olur, ya necasetin dışındaki bir şeyle olur. Eğer su necaset ile değişikliğe uğrayacak olursa ilim adamları icma ile bunun tahir de,mutahhirde olmadığıdır, Aynı şekilde icma ile kabul ettiklerine göre su, necasetin dışında bir şeyle değişikliğe uğrayacak olursa, aslı üzere tahir kalmaya devam eder. Cumhûr'un kanaatine göre değişikliğin toprak ve sıvı bir şey ile olması hali dışında, mutahhir (temizleyici) değildir. Fukahanın icma ile kabul ettiği hususlar herhangi bir pürüzün ve bir karışıklığın bulunmadığı hakkın kendisidir. 4- Korunulması İmkânsız Olan Şeyler Sebebiyle Değişikliğe Uğrayan Suyun Hükmü: Su, kendisinden korunulması mümkün olmayan bir şekilde zırnık ya da kireç bulunan bir yatakta akması, yosun sebebiyle ya da üzerinde biten ağaç yaprakları dolayısıyla değişikliğe uğraması halinde; ilim adamlarının ittifakı ile -bu durum o su ile- abdest almaya engel değildir. Çünkü bundan sakınmak ve suyu böyle bir yerden ayırmak imkansız bir şeydir. İbn Vehb'in Malik'ten rivâyetine göre bu şekilde olmayan bir su, böyle bir sudan daha iyidir. 5- Çeşitli Şahıs ve Canlı Varlıkların Artığı Olan Suyun Hükmü: İlim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- derler ki: Hristiyanın ve diğer kâfirlerin, içkicinin artırdığı su ile leş yiyen -köpek ve benzeri hayvanların- artıkları mekruhtur. Bunların artırdıkları su ile abdest alan bir kimsenin o suda necaset bulunduğunu kesinlikle bilmedikçe herhangi bir sorumluluğu yoktur. Buhârî dedi ki: Ömer (radıyallahü anh)'da hristiyan bir kadının evinden (alınmış su İle) abdest almıştır. Beyhakî, es-Sunenu's-Suğrâ, I, 166; Beyhakî, es-Sunenu'l-Kubrâ, I, 324 Siifyan b. Uyeyne dedi ki: Bize Zeyd b. Eslem'den naklettiler, o babasından şöyle dediğini nakletti: Şam'da bulunduğumuz sırada Ömer b. el-Hattâb'a bir su götürdüm. O da o sudan abdest aldı: Sen bu suyu nereden getirdin? diye sordu. Çünkü ben pınar suyu olsun, yağmur suyu olsun bu sudan daha tatlı bir su görmedim. Ona: Bu suyu su hristiyan koca karının evinden getirdim, dedim. Abdestini aldıktan sonra kadının yanına giderek dedi ki: Ey yaşlı kadın, müslüman ol, selâmet bulasın. Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı hak ile göndermiştir. Eşlem dedi ki: Başını açtı, saçlarının tamamen ağarmış olduğunu gördük. Şöyle dedi: Ben yaşlanmış bir kadınım, hemen şimdi öleceğim, Bunun üzerine Ömer (radıyallahü anh): Allah'ım şahid ol, dedi. Bunu Darakutnî rivâyet etmiştir: Bize el-Huseyn b. İsmail anlattı, dedi ki: Bize Ahmed b. İbrahim el-Buşencî anlattı dedi ki: Bize Süfyan anlattı, deyip, hadisi kaydetti. Dârakutnî, I, 32 Bu rivâyeti aynı şekilde el-Huseyn b. İsmail'den de rivâyet etmektedir. el-Huseyn dedi ki: Bize Hallad b. Eşlem anlattı. Bize Süfyan, Zeyd b. Eslem'den o babasından naklettiğine göre Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) hristiyan bir kadının evinden (alınan su ile) abdest aldı. Sonra yanına giderek Ey yaşlı kadın, müslüman ol, dedi... ve sonra da hadisi az önce geçtiği şekliyle kaydetti Dârakutnî, I, 32 6- Köpeğin Su İçtiği Kap ve Arttırdığı Su: Köpeğin kendisinden içtiği su hakkında Malik dedi ki: Kap yedi defa yıkanır ve o sudan abdest alınmaz. Bununla birlikte o su temizdir. es-Sevrî der ki: O su ile abdest alınır ve onunla birlikte teyemmüm de yapılır. Aynı zamanda bu Abdu'l-Melik b. Abdu’l-Aziz ile Muhammed b. Mesleme'nin de görüşüdür. Ebû Hanîfe dedi ki: Köpek necistir. Bundan dolayı da kap yıkanır, çünkü necistir. Şâfiî, Ahmed ve İshak da bu görüştedirler. Malik ise evde tutulması câiz olan köpekler ile câiz olmayan köpekler arasında, köpeğin içmesi dolayısıyla kabın yıkanılması hususunda fark gözetirdi. Bu husustaki görüşünün hülasası şudur; Köpeğin kaptan yemesi ya da içmesi hiçbir şeyi necis kılmaz. Oradan ister yemek yesin, ister başka bir şey. Ancak o önemsiz oluşu dolayısıyla köpeğin arttırdığı suyun dökülmesini müstehab kabul etmiştir. Bu hususta göçebelerle birlikte olan köpek ile yerleşik yerlerdeki köpek arasında da fark görmemektedir ve durum ne olursa olsun teabbüden onun yediği ya da içtiği kap yedi defa yıkanır. Maliki mezhebine mensup kıyas ile amel eden ilim adamlarının kabul ettikleri nihai görüş budur. İbn Vehb der ki: Bize Abdu'r-Rahmân b. Zeyd b. Eslem babasından, o Atâ'dan, o Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Mekke ile Medine arasında bulunan havuzlar hakkında soru soruldu ve öna şöyle denildi: Köpekler ve yırtıcı hayvanlar bu havuzlara gelir, su içerler. O şöyle buyurdu: "Bu hayvanların karınlarına indirdikleri kendilerinindir. Geriye kalan da bizim için hem İçecektir, hem de tahurdur." Bu hadisi Darakutnî rivâyet etmiştir. Dûrakutnl, I, 26,31 Bu ise köpeklerin temizliği ve onların yiyip, içtiklerinden arta kalanın temizliği hususunda açık bir nasstır. Buhârî'deki rivâyete göre de İbn Ömer'den naklen köpekler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mescidinde gider gelirler. Bununla birlikte bundan dolayı herhangi bir tarafa da su serpmezterdi. Buhârî I, 75; Ebû Dâvûd, 1, 104; Müsned, II, 70 Ömer (radıyallahü anh) da Ashab-ı Kiram'ın huzurunda Amr İbnu’l-Âs su havuzu sahibine: Senin havuzuna yırtıcı hayvanlar gelip su içer mi? diye sorunca, "Ey havuz sahibi, bu hususta sen bize bir bilgi verme, çünkü bizler yırtıcı hayvanların bulunduğu yere gidiyor ve bizim bulunduğumuz yere de onlar geliyorlar", demiştir. Bunu da Malik ve Darakutnî rivâyet etmiştir. Dûrahutnl, 1, 32; Beyhâkî, es-Sunenu'l-Kûbrâ, I, 250. Burada yırtıcı hayvantar ile onlardan sayılan köpek arasında herhangi bir ayırım gözetilmemiştir. Köpeğin arttırdığının dökülmesini söyleyen ve bunun necaset dolayısıyla olduğunu belirten muhalif kanaat sahiplerinin herhangi bir delili bulunmamaktadır. Artık suyun dökülmesinin emredilmesi ancak insanın ondan tiksinmesi dolayısıyladır, necaseti dolayısıyla değildir. Çünkü pisliklerden uzak kalmak, teşvik edilmiş (mendub) bir husustur. Yahut bu konuda onların mükellefiyetlerini ağırlaştırmak maksadı güdül -müştür. Zira İbn Ömer ve el-Hasen'in dediği gibi; köpek barındırmak yasaklanmış bir şeydir. Bundan vazgeçmemeleri, çölde sahip oldukları suyun azlığı dolayısıyla suyun dökülmesini emrederek, hükümlerini ağırlaştırmıştır. Tâ ki bu iş onlara ağır gelsin ve köpek barındırmaktan vazgeçsinler. Bu şekildeki bir kabın yıkanılması emri ise bir ibadettir. Az önce de belirttiğimiz gibi necaseti dolayısıyla değildir. Bunun da iki delili vardır; Birincisi bu yıkama belirli bir sayı ile sınırlandırılmıştır. İkincisi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın; "Sekizincisinde ise onu toprakla ovalayınız " Ebû Dâvûd, I, 19; Dârtml, I, 204; Dürakutnî, I, 65; Müsned, IV, 86 âyeti dolayısıyla bu temizlemede toprağın da müdahalesi vardır. Şayet bu emir necaset dolayısıyla verilmiş olsaydı, sidikte olduğu gibi bunda sayının ve toprağın herhangi bir şekilde söz konusu olmaması gerekirdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kediyi ve kedinin su içip yemek yediği kabı temiz olarak değerlendirmiştir. Kedi ise yırtıcı bir hayvandır ve bu hususta görüş ayrılığı yoktur. Zira kedi avının üzerine atılır ve ölmüş olanı yer. Köpek de aynı şekildedir, onun benzeri diğer yırtıcı hayvanlar da böyledir. Zira bunlardan herhangi birisi hakkında bir nass gelmiş ise, diğeri hakkında da bu nass aynen söz konusu olur. Bu da kıyas çeşitlerinin en güçlülerindendir. Tabi bu ortada özet bir delilin bulunmaması halinde böyledir. Ayrıca biz artığının temizliğine dair nassı da zikretmiş bulunuyoruz. Dolayısıyla bu konuda muhaliF kanaat belirtenin görüşü de çürütülmüş olmaktadır. Hamd, yüce Allah'a mahsustur. 7- Suda Ölen Bazı Canlıların Hükmü: Kansız varlıklardan olup suda ölen canlıları eğer suyun kokusunu değiştirmeyecek olursa, suya bir zararları olmaz. Şayet su kokarsa ondan abdest alınmaz. Aynı şekilde suda yaşayan canlılardan akacak kanı bulunan balık ve kurbağa gibi varlıklar ölecek olurlarsa bunların ölümleri dolayısıyla suyun kokusu değişmedikçe suya bir zararları olmaz. Şayet kokusu değişir, su kokarsa o suda temizlenmek, ondan abdest almak câiz değildir. Malik'e göre bu su necis olmaz. Akan kanı bulunup da suda ölen ve bulunduğu yerden alınıp da suyun rengini, tadını, kokusunu değiştirmeyecek olursa, o takdirde hem suyun kendisi temizdir hem de temizleyicidir. Su az ya da çok olsun farketmez. Medine'li (Maliki mezhebine mensub) âlimlere göre bu böyledir. Bazılarının kanaatine göre böyle bir sudan gönül hoşluğuyla kullanılması için bir kaç kova çekilmesi müstehabtır. Ancak bu konuda aşılmaması gereken herhangi bir sınır da belirlememişlerdir. Bir kaç kova çekilmeksizin, o suyun kullanılmasını mekruh kabul ederler. Herhangi bir kimse gusül ya da abdest maksadıyla böyle bir suyu kullanacak olursa, dediğimiz şekilde olması halinde bu caizdir. Malik'in mezhebine mensub kimi ilim adamı, böyle bir su ile abdest alanin suda bir değişiklik olmasa dahi teyemmüm yapması gerektiği görüşüne sahipti. Bu şekilde ihtiyaten her iki temizlenme şeklini (tahareti) bir arada yapmış olur. Şayet böyle yapmayıp da o sudan aldığı taharetle yetinip namaz kılacak olursa, bu da yeterli olur. Dârakutnî'nin Muhammed İbn Sîrîn'den rivâyet ettiğine göre Zemzem kuyusuna bir zenci düşüp öldü. İbn Abbâs'ın emri üzere oradan çıkartıldı ve kuyunun suyunun çekilmesini emretti. Rüknün dibinden gelen bir pınar onların emeklerini boşa çıkartır gibi oldu. Bunun üzerine emir vererek kıptı kumaşlarla, ince ipeklerle gözeyi tıkadılar ve nihayet kuyunun suyunu çektiler. Kuyunun suyunu çekip bitirdikten sonra tekrar o pınar fışkırıverdi. Bu rivâyeti Ebû't-Tufeyl'den de şöylece nakletmektedir: Bir köle Zemzem kuyusuna düştü ve kuyunun suyu çekildi. Dârakutnî, I, 33; Beyhakî, es-Sünenu'l-Kubrâ, I, 266; Bu durumda suyun asli özelliklerinin değişikliğe uğramış olma ihtimali vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Şu'be, Muğiyre'den, o İbrahim'den rivâyet ettiğine göre İbrahim şöyle dermiş: Akan kanı bulunan herbir canlıdan Ötürü (suda ölmesi halinde) o sudan abdest alınmaz. Şu kadar var ki domuzlan böceği, akrep, çekirge, hamam böceği eğer içinde su bulunan bir kaba düşecek olurlarsa bunda ruhsat vardır, bunun bir sakıncası yoktur. Şu'be dedi ki: Zannederim kertenkeleyi de söz konusu etmiştir. Bunu Darakutnî rivâyet etmiştir: Bize el-Huseyn b. İsmail anlattı, dedi ki: Bize Muhammed b. el-Velid anlattı, dedi ki: Bize Muhammed b. Ca'fer anlattı, dedi ki: Bize Şû'be anlattı... deyip, bu rivâyeti zikretmiştir. Darakutnî, I, 33; Beyhakî, a.g.e., I, 253. 8- Kedinin Su İçtiği Kap: Ashab-ı Kiram'ın, İslâm aleminin çeşitli bölgelerinin fukahasının ve Hicaz ile Irak'ta bulunan diğer tabiîlerin büyük çoğunluğunun kanaatine göre kedinin içip artırdığı su tahirdir. Kedinin artırdığı su ile abdest almakta bir sakınca yoktur. Buna sebeb ise bu husustaki Ebû Katâde hadisidir. Bunu da Malik ve başkaları rivâyet etmiştir. Bu hususta Ebû Hüreyre'den farklı (lâfızlarla) rivâyet edilmiştir. Atâ b. Ebi Rebah ile Said b. el-Müseyyeb, Muhammed b. Sırın'den rivâyet edildiğine göre onlar kedinin içtiği suyun artan kısmının dökülmesini ve bundan dolayı da kabın yıkanmasını emretmişlerdir. Bu hususta el-Hasen'den farklı rivâyetler gelmiştir. el-Hasen'den gelen her iki rivâyetin de sahih olarak geldiğini kabul edebilmemiz için, kedinin ağzında necaset görmüş olma ihtimalini de kabut etmeliyiz. Tirmizî, Malik'in naklettiği hadisi zikrettikten sonra şöyle demektedir: "Bu hususta Âişe ve Ebû Hüreyre'den de gelmiş rivâyetler vardır. Bu hasen, sahih bir hadistir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından, tabiînden ve onlardan sonra gelen Şâfiî, Ahmed ve İshak gibi ilim ehlinin çoğunluğunun kabul ettiği görüş budur. Onlar kedinin artığında bir sakınca görmemişlerdir. " Tirmizî, I, 154. Bu rivâyet bu husustaki rivâyetlerin en güzelidir. Malik, İshak b. Abdullah b. Ebi Talha'dan gelen bu hadisin senedini sağlam görmüş ve Malik'ten daha mükemmel bir şekilde bu hadisi kimse aktarmamıştır. Hafız Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) dedi ki: Anlaşmazlık ve görüş ayrılığı halinde delil Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünnetidir. Ebû Katâde yoluyla sahih olarak gelen hadiste belirtildiğine göre o kediye içsin diye kabı uygun bir şekilde eğmiştir. Fukaha'nın her bölgede dayandıkları delil budur. Bundan Ebû Hanîfe ve onun görüşünü benimseyenler müstesnadır. O kedinin arttırdığı suyu mekruh kabul ederdi ve bir kimse o su ile abdest alacak olursa, bu da onun için yeter, derdi. Bununla birlikte kedinin artığından abdest almayı mekruh kabul edenlerin, Ebû Katâde yoluyla gelen hadisin kendilerine ulaşmamış olması, buna karşılık Ebû Hüreyre'nin köpek hakkındaki hadisi kendilerine ulaşıp, kedi- ' yi de köpeğe kıyas etmesinden daha güzel bir delillerinin olabileceğini bilemiyomm. Ancak sünnet, kapların yıkanması hususunda teabbud meselesinde kedi ile köpek arasında ayırım gözetmiştir. Sünnetin kendisine karşı delil teşkil ettiği kimse ise elbetteki bu hususta yenik düşer. Sünnete muhalif olan da bu hususta bir kenara bırakılır. Tevfik Allah'tandır. İbn Abdi’l-Berr, et-Temhîd, I, J24-325 Yine bunların gösterdikleri delillerden birisi de Kurre b. Halid'in Muhammed b. Şîrîn'den, onun Ebû Hüreyre'den yaptığı rivâyettir. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kedinin yiyip, içtiği bir kabın temizlenmesi bir veya iki defa yıkanması ile olur." Bundan sonraki iki nota bakınız. Bu rivâyette şüphe Kurre'ye aittir. Bu hadisi Kurre b. Halid dışında merfu olarak kimse rivâyet etmemiştir. Kurre ise sika ve sağlam bir ravidir. Derim ki: Bu hadisi Darakutnî rivâyet etmiştir. Hadisin metni de şöyledir; "Köpeğin yiyip içtiği kabın temizlenmesi, birincisi toprak ile olmak üzere yedi defa yıkanmasıdır. Kedininkinin ise bir ya da iki defa (yıkanmasıdır)." Şüphe eden Kurre'dir. Dûrakutnt, I, 64 Ebubekir dedi ki: Ebû Âsım da hadisi böylece merfu olarak rivâyet etmiştir. Ondan başkaları ise Kurre'den "köpeğin yiyip, içmesi" ile ilgili bölümü merfu, "kedinin yiyip, içmesi" ile İlgili bölümünü mevkuf olarak rivâyet etmişlerdir. Ebû Salih'in rivâyetine göre de Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kap, köpekten dolayı nasıl yıkanıyorsa, kediden dolayı da öylece yıkanır." Darakutnî dedi ki: Bu hadis merfu olarak sabit değildir. Bunun bellenen rivâyeti Ebû Hüreyre'nin sözü olduğu şeklindedir ve ondan farklı rivâyetler gelmiştir. Ma'mer ve İbn Cüreyc, İbn Tavûs'tan, onun babasından naklettiğine göre o kediyi köpek gibi değerlendirirdi. Mücahid'den gelen rivâyete göre ise o kedinin yiyip, içtiği ve artık bıraktığı kap hakkında: Onu yedi defa yıka, demiştir. Bu rivâyetleri Darakutnî kaydetmiştir. Aynı yer. 9- Müsta'mel (Kullanılmış) Su: Müsta'mel su, onunla abdest alanın azaları temiz olduğu takdirde tahirdir. Ancak Malik ile ileri gelen fukahadan bir topluluk, böyle bir su ile abdest almayı mekruh görmüşlerdir. Malik dedi ki: Böyle bir suda hayır yoktur. Herhangi bir kimsenin bu sudan abdest almasını da güzel görmüyorum. Şayet abdest alıp da namaz kılacak olursa, namazını iade etmesi gerektiği görüşünde değilim. Bununla birlikte sonraki namazlar için abdest alır. Ebû Hanîfe, Şâfiî ve mezheplerine mensub ilim adamları derler ki: Hadesi gidermek (abdest ya da gusletmek) maksadıyla müsta'mel suyun kullanılması câiz değildir. Böyle bir su ile abdest alan kişi abdestini iade eder. Çünkü bu mutlak bir su değildir, Böyle bir suyu bulan bir kimse (başka suyu yoksa) teyemmüm eder. Çünkü böyle bir kimse suyu bulunan bir kimse sayılmaz. Onların bu kanaatlerini Esbağ b. el-Farac de aynen kabul etmiştir, el-Evzaînin görüşü de budur. Bunlar Malik tarafından rivâyet edilen es-Sunabihî hadisi ile Müslim'in rivâyet ettiği Amr b. Anbese'nin hadisini ve daha başka rivâyetleri delil göstermişler ve şöyle demişlerdir: Bir su ile abdest alındığı takdirde, onunla birlikte günahlarda çıkar. Bu, günahların suyu olduğundan dolayı ondan uzak durmak gerekir. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Bana göre bu uygun bir izah değildir. Çünkü günahlar suyu necis yapmaz. Zira günahların maddi bir varlığı yoktur. Bunlar suya karışacak bir cisim de değildirler ki suyu bozsunlar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Günahlar da su ile birlikte çıkar gider" diye buyurmuş olması, onun namaz için alınan bir abdestin yüce Allah'ın mü’min kullarına bir rahmeti ve onlara bir futfu olmak üzere küçük günahlarına keffaret teşkil eden bir amel olduğunu bildirmektedir. Ebû Sevr ve Davud ez-Zahiri'nin görüşü de Malik’inki gibidir. Bunlara göre de müsta'mel su ile abdest almak caizdir. Çünkü böyle bir su tahirdir. Ona herhangi bir şey katılmış değildir ve o mutlak sudur. Ayrıca ümmetin eğer abdest alanın azalarında bir necaset bulunmuyor ise, bu suyun tahir olduğunu icma ile kabul etmesini de delil göstermişlerdir. Ebû Abdullah el-Mervezî Muhammed b. Nasr da bu görüştedir. Ali b. Ebî Tâlib, İbn Ömer, Ebû Umame, Atâ b. Ebi Rebah, Hasan-ı Basrî, en-Nehaî, Mekhûl ve ez-Zührî'den de rivâyet olunduğuna göre onlar; başını meshetmeyi unutup da sakalı bir parça ıslak olanın bu ıslaklıkla başını meshetmesinin yeterli olduğunu söylemişlerdir. Bütün bunlar böylelikle müsta'mel su ile abdest almayı câiz görmüş oluyorlar. Abdu's-Selam b. Salih rivâyet ediyor; Bize İshak b. Suveyd, el-Alâ b. Ziyad'dan anlattı. el-Alâ, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından kendisinden razı olunan birisinden naklettiğine göre, Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün ashabın yanına gusledip çıkmış. Vücudunda suyun isabet etmediği bir yer kalmıştı. Biz ona; Ey Allah'ın Rasülü, şu bölgeye su isabet etmemiş, dedik. Uzunca ve serbest bir saçı vardı. Bu saçı o yerin üzerinden geçirdi ve onu ıslattı. Bunu da . Dârakutnî rivâyet etmiş ve şöyle demiştir; Burada sözü geçen Abdu'S-Selam b. Salih, Basra'hdır ve pek kuvvetli bir ravi değildir. Onun dışında sika ravilerden bazıları bunu İshak b. el-Alâ'dan mürsel olarak rivâyet etmişlerdir, doğru olan da budur. Dârakutnî, 1,110 Derim ki: Hüşeym'in zikrettiğine göre hadis sika bir ravi olan İshak b. Suveyd el-Adevî'den, o el-Alâ b. Ziyad el-Adevî'den rivâyet ettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) gusletti... diye rivâyet edilmiştir. İbnu'l-Arabî dedi ki: "Müsta'mel su meselesinin dayanağı bir başka delildir. O da şudur: Alet (olan su) İle bir farz eda edilecek olursa, onunla bir başka farz eda edilebilir mi?, edilemez mi? meselesidir. Bu konuda muhalif kanaatte olanlar bunu kabul etmezler. Bu hususta da köle bir kimse bir farz eda edilerek azad edildiği takdirde bir başka farzın eda edilmesi için aynı kölenin tekrar azadının mümkün olmadığını delil gösterirler. Ancak bu batıl bir iddiadır, çünkü kölenin azadı eğer köle bir kimse hakkında söz konusu olursa, kölelik ortadan kalkar. Bir başka azad için farzın eda edilebileceği bir yer kalmaz. Bunun benzeri ise azalar üzerinde telef olan sudur. Bununla tekrar bir farzın daha eda edilmesi sahih olamaz. Çünkü azad etmek suretiyle köleliğin hükmen ortadan kalktığı gibi böyle telef olan bir su da maddi olarak ortadan kalkar ve telef olur, İbnul-Arabi’nin demek istediği şudur; Muhalif kanaatte olanların delil olarak gösterdikleri kıyasta, benzerlik sadece abdest alınırken teleF olan yani eksilen su miktarı hakkında söz kollusu olabilir. Geriye ise bir miktar su kalır; işte bu su tahirdir. Yani bir daha abdest için kullanılabilir. Valluhu alem. İşte bu çok nefis bir açıklamadır. Bunun üzerinde dikkatle düşünmek icab eder," 10- Necasetin Suya Düşmesi İle Suyun Necasetin Bulunduğu Yerden Akması Arasındaki Fark: Malik ve onun mezhebine mensub ilim adamları, içine necaset düşmüş su ile necasetin üzerinden geçen su arasında fark görmemektedirler. Bu su ister durgun olsun, ister olmasın. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Suyu hiçbir şey necis yapmaz. Bu kadarıyla, Ebû Dâvûd, I, 17, 18; Tirmizî, I, 96; Nesâî, 1, 173, 174; Müsned, 1, 308. II, 25, 26... Ancak onu çokça etkileyerek tadını yahut rengini yada kokusunu değiştiren müstesnadır." Dârakutnî I. 28. 29. Şâfiî'ler ise fark gözeterek şöyle demişlerdir: Necaset suya düşecek olursa, su necis olur. İbnu'l-Arabî de bunu tercih etmiş ve şöyle demiştir: Sular ile ilgili hükümler konusunda şeriatın esaslarından birisi de şudur: Necasetin suya isabet etmesi, suyun necasetin olduğu yerden geçmesi gibi değildir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse uykudan uyandı mı elini üç defa yıkamadıkça sakın kaba daldırmasın. Çünkü sizden herhangi bir kimse elinin geceyi nerede geçirdiğini bilmez." Müslim, I, 233; Darakutnî, I. 49; Ebû Dâvûd, I. 25; Nesâî, I, 7; Müsned, II, 241, 259, 455, 471... Böylelikle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) elin suya daldırılmasını yasaklarken, suyun elin üzerine dökülmesini emretmiştir. Bu, bu hususta harikulade bir esastır. Eğer az ya da çok olsun su necasetin üzerinden geçmeyecek olsaydı, asla tahir olmazdı. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sabit olduğuna göre o mescidde küçük abdestini bozan Bedevi'nin küçük abdesti ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Onun üzerine bir kova su dökünüz." Müslim, I, 236; Buhârî, V, 2242; Ebû Dâvûd, 1, 103; Tirmizî, I, 275; Müsned, II, 239, 282. Hocamız Ebû'l-Abbas dedi ki: Aynı şekilde kulleteyn hadisini de delil göstermiş ve şöyle demişlerdir: Şayet su kulleteynden daha az olup da ona bir necaset isabet ederse, bu necaset o suyu değiştirmese dahi o su necis olur. Eğer o miktar ya da daha az bir miktar su necaset üzerinden geçip de onun maddi varlığını giderecek olursa su eski hali üzere tertemiz kalır ve necaseti izale etmiş olur. Ancak bu bir çelişkidir, çünkü her iki şekilde de karışma gerçekleşmiş olmaktadır. Suyun necasetin üzerinden geçmesi ile necasetin su üzerinden geçmesi şekli bir farktır. Bunda fıkhi herhangi bir incelik bulunmamaktadır. Diğer taraftan bu mesele taabbudi meselelerden değildir, aksine inanası akfen kavranabilecek meselelerdendir. Bu da necasetin izale edilmesi ve bunun hükümleri kabilindendir. Diğer taraftan onların bütün bu kanaatlerini Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyeti reddetmektedir: "Temiz olan suyu, onun rengini yahut tadını ya da kokusunu değiştiren dışında hiçbir şey necis kılmaz." Darakutnî. I, 28. Derim ki: Bu hadisi Darakutnî, Rişdîn b. Saâd Ebi'l-Haccac'dan, o Muaviye b. Salih'den, o Raşid b. Saâd'dan, o Ebû Umame el-Bahılî'den, o Sevban'dan, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yoluyla rivâyet etmiş ve bunda "renkten" söz edilmemiştir. Darakutnî der ki: Bu hadisi Rişdin b. Saâd, Muaviye b. Salih'den merfu olarak zikretmemiştir ve pek kuvvetli değildir. Dârakutnî, 1, 28. İstidlal bakımından bundan daha güzeli Ebû Üsame'nin el-Velid b. Kesir'den, onun Muhammed b. Kaâb'dan, onun Ubeydullah b. Abdullah b. Rafı' b. Hadic'den, onun Ebû Said el-Hudrî'den yaptığı rivâyettir. Ebû Said dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Budaâ kuyusundan abdest alalım mı? diye soruldu, Bu kuyu içine ay hali kadınların bezleri, köpeklerin etleri ve kokuşmuş şeyler atılırdı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Su temizdir, hiçbir şey onu necis etmez." Bunu Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Darakutnî rivâyet etmişlerdir. Ebû Dâvûd, I, 17-18; Tirmizî, I, 96; Dârakutnî, I, 29; Hepsi de bu senedle rivâyet etmislerdir. Ebû Îsa (et-Tirmizî) dedi ki: Bu hasen bir hadistir. Ebû Üsame bu hadisin ceyyid olmasını sağlamıştır. Ebû Said'in, Budaâ kuyusu ile ilgili rivâyet ettiği hadisi Ebû Üsame'den daha güzel kimse rivâyet etmemiştir. O halde bu hadis necasetin suya atılması veya gelmesi hususunda açık bir nasstır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'da böyle bir suyun tahir ve temizleyici olduğunu hükme bağlamıştır. Ebû Dâvûd dedi ki: Ben Kuteybe b. Said'i şöyle derken dinledim: Ben Budaâ kuyusunun kayyumuna derinliğini sordum ve ona: Burada azami su ne kadar olur? dedim. O: Azami göbeğe kadar olur dedi. Peki eksilirse? diye sordum. Bu sefer: Avret sınırının altına iner dedi. Ebû Dâvûd dedi ki: Ben Budaâ kuyusunu elbisemle ölçtüm. Ridarm üzerine uzattım, sonra ziraımla ölçtüm. Eninin altı zira olduğunu gördüm. Bana bahçenin kapısını açıp içeriye alan kişiye sordum: Hiç bu kuyunun yapısı önceki haline göre değişikliğe uğratıldı mı? Hayır dedi. Ben içinde rengi değişmiş bir su gördüm Ebû Dâvûd, I, 18 İşte bu bizim belirttiğimiz hususa dair lehimize bir delildir. Şu kadar var ki İbnu'l-Arabî şöyle demiştir: Bu kuyu kıraç arazinin ortasında idi. Onun suyu dibinden beri değişik olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 11- Tâhir ve Mutakhir Olan Su: Kendisiyle abdest almanın ve necasetleri yıkamanın câiz olduğu tâhir (temiz) ve mutahhir (temizleyici) su sema, nehir, deniz, pınar ve kuyulardan alınmış safi, arı sudur. İnsanlar tarafından kendisine herhangi bir şey katılıp karıştırılmamış, yüce Allah'ın yarattığı gibi saf bulunan ve "mutlak su" diye tarif ettikleri su budur. Daha önceden de açıkladığımız gibi bu suyun bulunduğu yerin renginin ona zararı olmaz. Bu hususta Ebû Hanîfe ile Abdullah b. Amr ile Abdullah b. Ömer muhalefet etmişlerdir. Ebû Hanîfe yolculuk esnasında nebiz ile abdest almayı câiz kabul ettiği gibi, tahir olan herbir sıvı ile necaseti izale etmeyi câiz görmüştür. Yağ ile yemek suyuna gelince, ondan gelen bir rivâyete göre bunlarla necasetin izale edilmesi câiz değildir. Şu kadar var ki onun mezhebine mensub ilim adamları (arkadaşları) şöyle derler: Eğer necaset onunla zail oluyorsa, caizdir. Ona göre ateş ve güneşin durumu da budur. Hatta meyte (leş)'in derisi eğer güneşte kuruyacak olursa, tabaklanmaksızın dahi tahir olur. Yerin üzerindeki necaset de böyledir. Eğer güneşte kuruyacak olursa o yer temizlenmiş olur ve orada namaz kılmak caizdir. Şu kadar var ki; oradaki toprakla teyemmüm almak câiz olmaz. İbnu'l-Arabî dedi ki: Şanı yüce Allah, suyu tertemiz olmakla nitelendirip bizleri onunla temizlemek maksadıyla semadan o suyu indirmekle bize lutfunu hatırlatmış olması, suyun bu hususta özellikli olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de Ebubekr es-Sıddîk'ın kızı Esma'ya, elbiseye isabet eden ay hali kanı hakkında soru sorduğunda şöyle demiştir: "O kanı önce kazı, sonra üzerine su dökerek çitile, sonra da orayı su ile yıka." Ebû Dâvûd, I, 99; Tirmizî, I, 255; Nesâî, I, 155, 195; Dârimî, f, 256; İşte bundan dolayı suyun dışındaki şeyler su hükmünde kabul edilemez. Çünkü o takdirde yüce Allah'ın bize lutfunu bu yolla hatırlatması iptal edilmiş olur. Diğer taraftan necaset maddi bir husus değildir ki; onu izale eden herbir şey ile maksadın gerçekleştiği söylenebilsin. Necaset şer'î bir hüküm olup şeriat sahibi onu gidermek için suyu tayin ve tesbit etmiştir. Sudan başkası su gibi değerlendirilemez. Zira su ile aynı hususiyete sahip değildir. Diğer taraftan başka şey su gibi değerlendirilecek olursa, o takdirde suyun varlığı onu iskat eder. Çünkü fer'î olan bir husus, ıskat etmek bakımından asla katılacak olursa, kendi kendisini ıskat etmiş olur. Tacu's-Sünne Zül-Iz b. el-Murtaza ed-Debusî buna "zina eden bir yavru" ismini verirdi. Derim ki: Nebiz'in (abdest almak için) kullanılabileceğine dair delil gösterilen rivâyetlerin hepsi gevşek, zayıf, hiçbirisi ayakta duramayacak özellikte hadislerdir. Bunları Darakutnî zikretmiş, bunların zayıf olduklarını belirtmiş ve açıkça ifade etmiştir. Aynı şekilde"İbn Abbâs'tan mevkuf olarak rivâyet edilen "nebiz, suyu bulamayanın abdest suyudur" Darahutnl, I, 75,76,78; Beyhakî, es-Sünenu'l-Kubrâ, I, 11, (Darakutnî, bu rivâyetlerdeki zaaf noktalarına işaret ettiği gibi; Beyhaki de bir sonraki rivâyette, bu hadisteki illetleri açıklamaktadır.) hadisi de zayıftır. Bu hadisin senedinde İbn Muhrîz vardır, onun da rivâyet ettiği hadisler metruktür. Aynı şekilde Ali (radıyallahü anh)'dan: "Nebiz ile abdest almakta sakınca yoktur" rivâyeti de böyledir. el-Haccac da, Ebû Leyla da zayıf ravilerdîr. İbn Mes'ûd yoluyla gelen hadisin de zayıf olduğunu belirtmiş ve şöyle demiştir: Bu hadisi tek başına İbn Lehîa rivâyet etmiştir, o da hadisi zayıf bir ravidir. Alkame b. Kays'dan da şöyle dediğini zikretmektedir: Abdullah b. Mes'ûd'a dedim ki: Sizden herhangi bir kimse cinnin davetçisinîn kendisine geldiği gece, onun yanında şahit bulundu mu? O, hayır dedi Bir önceki notta işaret edilen yerler. Derim ki: Bu, isnadı sahih bir rivâyettir. Ravilerinin adaletinde görüş ayrılığı yoktur. Tirmizî, İbn Mes'ûd yoluyla gelen bir hadisi rivâyet ederek şöyle dediğini zikretmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bana: "Mataranda ne var?" diye sordu. Ben, nebiz vardır, dedim. Şöyle buyurdu: "(Nebiz'in kendisinden yapıldığı hurma) hoş ve güzel bir meyvedir. Su(yu) da tertemizdir." (İbn Mes'ûd) dedi ki: (Peygamber) ondan abdest aldı. Ebû Îsa (et-Tirmizî) dedi ki: Bu hadis Ebû Zeyd'den, o Abdullah'tan, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet edilmiştir. Ebû Zeyd hadis ehlince meçhul (tanınmayan) bir adamdır. Biz bu hadisin dışında onun herhangi bir rivâyetinin olduğunu bilmiyoruz. Bazı ilim adamları nebiz ile abdest alınacağı görüşündedir. Süfyan ve başkaları bunlar arasındadır. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Nebiz ile abdest alınmaz. Bu da Şâfiî, Ahmed ve İshak'ın görüşüdür. İshak dedi ki; Şayet bir adam böyle bir durumla karşı karşıya kalacak olursa, nebiz ile abdest alır ve teyemmüm de yaparsa daha çok hoşuma gider. Ebû Îsa (et-Tirmizî) dedi ki: Nebiz ile abdest alınmaz, diyenlerin görüşü Kitap ve Sünnete daha yakındır ve daha uygundur. Çünkü yüce Allah: "Eğer su bulamazsanız, o vakit tertemiz toprakla teyemmüm edin." (el-Mâide, 5/6) diye buyurmaktadır. Tirmizî, I, 148. Bu mesele hilaf (çeşitli mezheplerin görüşlerini zikreden) kitaplarda uzun uzadıya ele alınmıştır. Bunların dayanakları ise daha önce el-Mâide Sûresi'nde 5/6. âyet, 29. başlık ve devamında, geçtiği üzere "su" lâfzıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 12- Deniz Suyunun Hükmü: Yüce Allah: "Ve gökten tertemiz bir su indirdik" diye buyurduğu gibimizi onunla tertemiz yapmak için..." (el-Enfal, 8/11) diye buyurduğundan, bazı kimseler deniz suyunun hükmü hususunda karar verememişlerdir. Çünkü deniz suyu semadan inen su durumunda değildir. Hatta Abdullah b. Ömer ve İbn Amr'dan bu su ile abdest alınmayacağı rivâyetini dahi nakletmişlerdir. Çünkü o bir ateştir ve tıpkı cehennemi andırır. Ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine deniz suyunun hükmünü soran kimselere; "O suyu tertemiz, meytesi helal olandır" diye cevap vererek hükmünü açıklamıştır. Bu hadisi de Malik rivâyet etmiştir. İbn Huzeyme, es-Sahih, I, 59; İbn Hibbân, es-Sahih, IV, 51, 62; Tirmizî, I, 101; Dârakutnî, I, 34-37; Ebû Dâvûd, I, 21; Nesâi, I, 50; Muvatta’, 1, 22, 495. Ebû Îsa bu hadis hakkında şöyle demiştir: Bu hasen, sahih bir hadistir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından, aralarında Ebubekir, Ömer ve İbn Abbâs'ın da bulunduğu fukahanın çoğunluğunun görüşü budur, bunlar deniz suyunda herhangi bir sakınca görmemişlerdir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından bazıları ise deniz suyu ile abdest almayı mekruh kabul etmişlerdir, İbn Ömer ve Abdullah b. Amr bunlar arasındadır, Abdullah b. Amr: O bir ateştir, demiştir. Tirmizî, E, 101. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) dedi ki: Ebû Îsa et-Tirmizî'ye, Safvan b. Süleym yoluyla nakledilen bu hadis hakkında sorulmuş, o şöyle demiştir: Bana göre o sahih bir hadistir. Ebû Îsa dedi ki: Ben Buhârî'ye: Heysem diyor ki; O hadiste Ubeyy b. berze vardır, dedim. Dedi ki: Bu hususta yanılmıştır, aslında o el-Muğire b. Ebi Burde'dir. Ebû Ömer dedi ki: Ben Buhârî'den gelen bu rivâyetin ne demek olduğunu bilemiyorum. Çünkü sahih olsaydı, bunu kendisince sahih kabul ettiği hadisleri topladığı Mûsannef'inde zikretmesi gerekirdi. Ancak böyle yapmadı, zira sahih hadis noktasında sadece sened esas alınır. Böyle bir senedi bulunan bir hadisi ise hadis ehli delil diye göstermez. Ancak o bana göre sahihtir, çünkü ilim adamları bu hadisi kabul etmiş ve onun gereğince amel etmişlerdir. Fukaha'dan hiçbir kimse de bu hadisin genel muhtevasına muhalefet etmemiştir. Görüş ayrılığı ancak onun bazı anlamlan hakkındadır. İlim adamlarının Cumhûru ile çeşitli bölgelerdeki fukâhânın fetva önderlerinden bir topluluk ittifakla şunu belirtmişlerdir: Denizin suyu tertemizdir. Onunla abdest almak caizdir. Abdullah b. Ömer b. el-Hattâb ile Abdullah b. Amr b. el-As'dan gelen rivâyetler istisnadır. İkisi de deniz suyuyla abdest almayı mekruh görmüşlerdir. Ancak bu hususta İslâm aleminin fukahasından kimse onlara uymamış ve bu görüşe itibar etmemiştir. Bu husustaki hadis dolayısıyla da bu görüşe kimse dönüp bakmamıştır. İşte bu husus, bu hadisin fukaha nezdinde meşhur olduğuna, onların gereğince amel edip, onu kabul ettiklerine delildir. Böyle bir gerçek ise onlara göre asli kaidelerin reddettiği bir husus olup, isnadı apaçık sahih olan bir rivâyetten daha uygundur, Tevfik Allah'tandır, Ebû Ömer dedi ki: Safvan b. Süleym, Humeyd b. Abdu'r-Rahmân b. Avf ez-Zührî'nin azadlısıdır. Medine'lilerin âbidlerinden ve aralarında Allah'a karşı en takvalı olanlarından idî. Kendisini ibadete vermiş bir zattı. Az veya çok ne bulursa çokça sadaka verirdi, ameli çok bir kişi idi. Allah'tan çok korkardı. Künyesi Ebû Abdullah'tır. Medine'de yerleşmiş ve oradan ayrılmamıştır. Medine'de yüzotuziki yılında vefat etmiştir. Abdullah b. Ahmed b. Hanbel dedi ki: Ben babama Safvan b. Süleym'e dair soru sorulduğunu ve cevaben şöyle dediğini dinledim: O sika bir ravidir, Allah'a ibadet edenlerin en hayırlılarından, müslümanların Fazilet sahibi şahsiyetlerindendir. Said b. Seleme'den ise bildiğim kadarıyla -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- sadece Safvan rivâyette bulunmuştur. Bu durumda olan bir kimse ise meçhul birisi kabul edilir. İlim adamlarının tümünün kanaatine göre böyle bir rivâyet delil olmaz. Muğire b. Ebi Burde'ye gelince, onun hakkında tıpkı Said b. Seleme gibi ilim bellemekle bilinen bir kimse olmadığı söylenmiştir, meçhul olmadığı da söylenmiştir, Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) dedi ki: Muğire b. Ebi Burde'den, Mağrib'de Mûsa b. Nusayr'ın giriştiği gazvelerde söz edildiğini tesbit ettim. Mûsa onu süvarilerin başında kumandan olarak görevlendirirdi. Yüce Allah ona Berber ülkelerinde karada ve denizde bir çok yerin fethini müyesser kılmıştır İbn Abdi’l-Berr, et-Temhid, XVI, 217-220 Dârakutnî de, Malik'in rivâyet yolundan bir başka yolla Ebû Hüreyre'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet eder: "Deniz suyunun kendisini temizlemediği kimseyi Allah da temizlemesin." Dârakutnî dedi ki: Bu, isnadı hasen bir hadistir. Dârakutnî, I, 35. 13- Abdest veya Gusülden Artan Suyun Hükmü: İbnu'l-Arabî dedi ki: Bazıları cünüb bir kimsenin arttırdığı su ile abdest alınmayacağını zannetmişlerdir. Ancak bu batıl bir görüştür. Meymune'den şöyle dediği sabittir: Ben ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) cünub olduk. Ben bir kaptan guslettim ve bir miktar su arttı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ondan gusletmek üzere gelince, ben: Ben o sudan gusletmiştim, dedim. Şöyle buyurdu: "Suyun üzerinde bir necaset yoktur -veya:- Su cünub olmaz" diye buyurdu Ebû Dâvud, I, 18; Tirmizî, I, 94; Beyhakî, ea-Sünenu’l-Kübrâ, I, 18Ş. Ebû Ömer dedi ki: Erkeğin kadının arttırdığı su ile abdest almasını yasaklayan, bu hususta merfu bir takım rivâyetler varid olmuştur. Bu rivâyetlerin kiminde bazıları: "Fakat her ikisi birlikte avuçlayıp su alsınlar" fazlalığını ilave ederken; bir kesim de: Aynı kaptan erkeğin kadın ile birlikte su avuçlaması câiz değildir, çünkü o takdirde bunların herbirisi ötekinin fazlalığı ile abdest almış olur, demiştir. Başkaları da şöyle demektedir: Kadının tek başına su kabını alıp, sonra da erkeğin onun arttırdığı su ile abdest alması mekruhtur. Bu görüş sahiplerinin herbirisi kendi kanaatine uygun bir de rivâyet kaydetmiştir. Ancak ilim adamlarının Cumhûru ile İslâm aleminin değişik bölgelerindeki fukaha topluluğunun kabul ettiği görüşe göre erkeğin kadının arttırdığı su- ile kadının da erkeğin arttırdığı su ile abdest almasında bir mahzur yoktur. Kadın o kabı ister sadece kendisine ayırmış olsun, ister ayırmamış olsun. Bu hususta sahih pek çok rivâyet vardır. Bizim benimsediğimiz görüş de şudur: Suyu hiçbir şey necis etmez. Onda açıkça görünen necaset veya suyu değiştiren necis şeyler bulunması müstesna. Dolayısıyla sahih olarak rivâyet edilmemiş eserlerle ve sahih olmayan görüşlerle uğraşmanın açıklanabilir bir tarafı yoktur. Yardım Allah'tandır. Tirmizî'nin, İbn Abbâs'tan rivâyetine göre o şöyle demiştir: Bana Meymune (radıyallahü anha) anlattı, dedi ki: Ben ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) aynı kaptan cünupluktan dolayı guslederdik. (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir Tirmizî, I, 94; Buhârî'nin rivâyetine göre de Âişe (radıyallahü anha) şöyle demiştir: Ben ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine "el-ferak" Ferak: On altı rıtıl gelen bir hacim IıSrim ölçüsüdür. Bu da on iki müci ya da üç sa' demektir. (el-Kürdî, Şer'i ölçü birimleri ve Fıkhî Hükümleri, S. 159) Bir sa' 2036 gr.; bir ferak da 3 sa' olduğuna göre; bir Ferak, 2036x3:6108 gr, yani 6,108 kg.dır. (A.g.e, s. 210) ismi verilen aynı kaptan birlikte gusle derdik. Buhârî, I, 100. Müslim'in, Sahih'inde de İbn Abbâs'tan rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Meymune (radıyallahü anha)'ın arttırdığı su ile guslederdi Müslim, I, 207. Tirmizî'nin de rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımlarından birisi bir kaptan gusletti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) o kaptan abdest almak isteyince, ey Allah'ın Rasûlü dedi, ben cünup idim. Peygamber: "Su cünup olmaz" diye buyurdu. (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Süfyan es-Sevrî, Malik ve Şâfiî'nin de görüşü budur. Tirmizî, I, 94. Dârakutnî'nin rivâyetine göre Amr'e, Âişe (radıyallahü anha)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte aynı kaptan abdest alırdık. Bundan önce ise kedi ondan içmiş oluyordu. Darakutnî dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Dârakutnî, I, 69. Ancak hadisin hasen-sahih olduğunu belirten ifade yok. Yine Ğıfaroğullarından bir adamdan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kadının abdestinden arta kalan suyu (taharet maksadıyla) kullanmayı nehyetmiştir. el-Heysemî, Mevâridu'z-Zam'ân, I, 80 Bu hususta Abdullah b. Sercis'den de rivâyet gelmiştir. Bazı fakihler kadının gusüİ ve abdestinden arta kalan sunle abdest almayı mekruh görmüşlerdir. Ahmed ve İshak'ın görüşü budur. Tirmizî, ), 92. 14- Abdest ve Gusül Maksadıyla Suyu Isıtmak: Dârakutnî'nin rivâyetine göre Ömer b. el-Hattâb'ın azadlısı Zeyd b. Eslem'den nakledildiğine göre Ömer b. el-Hattâb'a bir güğümde su ısıtılır ve onunla guslederdi. (Darakutnî) dedi ki: Bu sahih bir isnaddır. Âişe'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendim için güneşte su ısıttığım bir sırada yanıma geldi ve: "Ey Humeyra, bunu yapma, çünkü bu baras hastalığına sebebtir." Bunu da Halid b. İsmail el-Mahzumî, Hişam b. Urve'den, o babasından, o Âişe'den rivâyet etmiştir. Ancak o (Halid) metruk bir ravidir. Darakutnî, I, 37. 9 Dârakutnî. 1. 13. Bunu ayrıca Amr b. Muhammed el-A'şem, Fuleyh'den, o ez-Zührîden, o Urve'den, o da Âişe'den rivâyet etmiştir. Bu ise hadisi münker olan bir kimsedir. Fuleyh'den ondan başkası da rivâyet etmiş değildir. Zührî'den böyle bir rivâyet sahih olarak rivâyet edilmemiştir. Bunu Darakutnî söylemiştir Darakutnî, I, i». 15- Abdest Almak İçin Kullanılması Câiz Olan Kablar: Altın ve gümüş kapları dışında, temiz olan herbir kaptan abdest almak caizdir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) altın ve gümüş kap edinmeyi yasaklamıştır. Bunun sebebi ise -Allah'u a'lem- Acemlere ve zorbalara benzemeye çalışmaktan dolayıdır. Yoksa bunlarda bir necaset bulunduğundan ötürü değildir. Bununla beraber bir kimse bu gibi kaplardan abdest alacak olursa, abdesti caizdir, fakat onları kullandığı için günahkâr olur. Gümüş veya altın kaptan herhangi birisinden alınan abdestin geçerli olmayacağı da söylenmiştir. Ancak birinci görüşü benimseyenler daha çoktur. Bu açıklamayı Ebû Ömer yapmıştır. Şer'an temizlenmiş herbir derinin abdest ve başka maksatlar için kullanılması caizdir. Malik tabaklandıktan sonra da -bu konuda farklı görüşleri gelmiş olmakla birlikte- meytenin derisinden yapılmış kapta abdest almayı mekruh görürdü. Bu husustaki açıklamalar da daha önce en-Nahl Sûresi'nde (16/80. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 49Onunla ölü bir beldeyi canlandıralım; yarattığımız nice hayvanat ve insanı onunla sulayalım diye. "Onunla" yani yağmur ile "Ölü bir beldeyi" kuraklığı, suyunun çekilmişliği ve bitki bitirmemiş olması ile böyle olan bir yeri..."canlandıralım." Ka'âb dedi ki: Yağmur yeryüzünün ruhudur. Allah orayı yağmur ile canlandırır. Yüce Allah burada "Ölü" diye buyurup, "(müennes için) ölü" diye buyurmamış olması "belde" ile "beled"in manasının aynı oluşundan dolayıdır. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır. "Beled" ile belli bir yeri kastettiği de söylenmiştir. "Yarattığımız nice hayvanat ve insanı onunla sulayalım diye" âyetindeki "Onunla sulayalım diye" âyeti genel olarak "nûn" harfi ötreli okunmuştur. Ömer b. el-Hattâb ile el-Mufaddal'ın rivâyetine göre Âsım ile el-A'meş ise "nûn" harfini üstün olarak; diye okumuşlardır. "Yarattığımız nice hayvanat ve insanı..." yani pek çok insanı sulayalım, diye... "İnsanlar"ın tekili şeklindedir. Bu da "el-kurkûr"un çoğulunun "karakîr" ile "karakir" şeklinde gelmesi gibidir. el-Ahfeş, el-Müberred ve el-Ferrâ'nın iki görüşünden birisine göre bu böyledir. el-Ferrâ'nın başka bir görüşü de şudur: Bunun tekili "insan"dır. Sonra sondaki "nun", "ya"ya değiştirilerek bunun yerine çoğul olarak; denilir. Aslı ise şeklindedir. Bu da "sirhân" ve "serahîn" ile "bustan" ve "besatîn" gibidir. Araplar bu kelimelerde "ya"'yı, "nun"un yerine getirmişlerdir. Bu açıklamaya göre "serahî" ve "besatî" demek câiz olmalıdır. Aralarında herhangi bir fark yoktur. el-Ferrâ'' dedi ki: Lamu’l-fiil ile aynu’l-fiil arasında bulunan ye'nin şeddesiz okunması mümkündür. Buna göre; "İnsanlar" denilir. Nitekim "karakîr" ve "karakir" gibi. "Çok" denilerek bunun yerine "Çoklar" denilmeyiş sebebi "faîl" vezni ile bazan çokluğun anlatılmak istenmesidir. Yüce Allah'ın: "Onlar ne iyi arkadaştırlar" (en-Nisa, 4/69) âyetinde olduğu gibi. 50Yemin olsun ki Biz, onu onların arasında öğüt alsınlar diye evirip çevirdik. Halbuki İnsanların çoğu yüz çevirip, nankörlük etmekten başka bir yol izlemediler. "Yemin olsun ki Biz, onu" yani Kur'ân-ı Kerîm'i "onların arasında öğüt alsınlar diye evirip çevirdik." Burada zamir ile Kur'ân'dan söz edilmesi sûrenin baş taraflarında yüce Allah'ın: "Hak ile batılı ayıranı (Furkan'ı) âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna indiren (Allah) ne yüce, ne mübarektir" âyeti; "Yemin olsun ki bana geldikten sonra beni Zikirden o saptırdı." (29. âyet) ile: "Ya Rab! Gerçekten benim kavmim bu Kur'ân'ı terketti." (30. âyet) âyetinde ondan söz edilmiş olmasından dolayıdır. "Halbuki insanların çoğu yüz çevirip, nankörlük etmekten başka bir yol izlemediler." Onu inkâr ettiler, onu yalanladılar. "Yemin olsun ki Biz, onu onların arasında... evirip çevirdik" âyetinde sözü edilenin yağmur olduğu da söylenmiştir. Bu görüş İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir. İbn Mes'ûd da şöyle demiştir: Bir senenin yağmuru diğerininkinden fazla değildir. Ancak yüce Allah, onu dilediği şekilde evirip çevirir. Bir tarafta yağan fazla miktar, diğerlerinden eksiltilmiş demektir. İşte "evirip çevirme"nin (tasrifin) anlamı budur. "Yemin olsun ki Biz, onu onların arasında... evirip, çevirdik." Yani onu bol, daha az ve cisind halinde yağdırdık, diye de açıklanmıştır. Bir diğer açıklamaya göre, onun evirilip çevirilmesi içmek, sulamak, onunla ekin yetiştirmek, taharet almak, bostanları sulamak, yıkamak ve benzeri yollarla çeşitli şekillerle ondan faydalanmaktır, "Öğüt alsınlar diye evirip çevirdik. Halbuki İnsanların çoğu yüz çevirip nankörlük etmekten başka bir yol izlemediler" âyeti ile ilgili olarak İknme dedi ki: Bu cahiliye dönemi Araplarının yıldızların doğup batışı ile ilgili olarak; "şu yıldızın doğuşu sebebiyle bize yağmur yağdırıldı" demeleridir. en-Nehhâs dedi ki: Bizler tefsir bilginleri arasında burada sözü eden "küfür (nankörlük)"ün onların "şu yıldızın doğumu sebebiyle bize yağmur yağdırıldı" demeleri demek olduğu hususunda bir görüş ayrılığı bilmiyoruz. Bunun bir benzeri ifade de "yıldız şu işi yaptı" demektir. Yıldıza herhangi bir fiil nisbet eden herkes, kâfirdir. er-Rabî' b. Subeyh rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde bir gece insanlara yağmur yağdırıldı. Sabah olduğunda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bu hususta insanlar iki (tür) adam olarak sabahı ettiler. Kimisi şükredendir, kimisi nankörlük eden bir kâfirdir. Şükreden kişi kendisine yağmur yağdırılıp su ihtiyacı karşılandığından dolayı yüce Allah'a hamdeder. Kâfir nankör kişi ise şu, şu yıldızın doğuşu dolayısıyla bize yağmur yağdırıldı, der." Buhârî, I, 290, 351; Müslim, I, 83; Ebû Dâvûd, IV, I6;Nesâî, III, 164; Muvatta’, I, 192; Müsned, IV, 117 Bu hadisin manası itibariyle sahih olduğu hususunda ittifak vardır. İleride yüce Allah'ın İzniyle el-Vakıa Sûresi'nde (56/75- âyetin tefsirinde) gelecektir. Ayrıca İbn Mes'ûd'un rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bir senenin yağmuru bir diğerinkinden fazla değildir. Fakat bir kavim masiyet İşleyecek olursa, Allah o yağmuru başkalarına yönlendirir. Hep birlikte isyan edecek olurlarsa, yüce Allah bu yağmuru çöllere ve denizlere yönlerdirir." Bir diğer açıklamaya göre burada evirip çevirmek, rüzgarlar hakkında söz konusudur. Buna dair açıklamalar da daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/164. âyet, 9. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Hamza ve el-Kisaî "Öğüt alsınlar diye" âyetini "Hatırlasınlar dîye" şeklinde, "zel" harfi şeddesiz olarak "zikirden" gelmiş bir kip olarak okumuşlardır. Diğerleri ise tezekkür'den türemiş ve şeddeli olarak okumuşlardır. Yani yüce Allah'ın nimetlerini hatırlasınlar ve bu nimetleri ihsan eden kimseye ortak koşmanın câiz olmadığını bilsinler demektir. Tezekkür de mana itibariyle zikre (hatırlamaya) yakındır. Şu kadar var ki; tezekkür kalpten uzak kalan şeyler hakkında kullanılır, O bakımdan kalp, hatırlamakta bir çeşit çabaya ihtiyaç duyar. 51Eğer dileseydik herbir beldede elbette bir uyarıcı gönderirdik. "Eğer dileseydik herbir beldede bir uyarıcı" yani senin üzerinde peygamberliğin yükleri hafiflesin diye yağmuru paylaştırdığımız gibi onları uyarıp korkutacak bir rasûl "gönderirdik." Ancak bizler böyle yapmadık, bilakis seni herkes için bir uyarıcı kıldık. Böylelikle senin derecen yükselsin istedik. O halde Allah'ın senin üzerindeki nimetine şükretmelisin. 52O halde kâfirlere itaat etme ve onlara karşı onunla büyük bir cihad et! "O halde kâfirlere" seni davet ettikleri ilahlarına tabi olmak hususunda "itaat etme ve onlara karşı onunla büyük bir cihad yap." İbn Abbâs Kur'ân ile İbn Zeyd de İslâm ile diye açıklamışlardır. Kılıç ile cihad et, anlamında olduğu da söylenmiştir. Ancak bu uzak bir ihtimaldir. Zira sûre Mekki bir sûredir ve Savaş emrinden önce nazil olmuştur. "Büyük bir cihad"dan kasıt, aralıksız ve durgunluk devresi olmayan bir şekilde cihad etmektir. 53İki denizi salıveren O'dur. Bu tatlı mı tatlı, bu ise tuzlu ve acıdır. Bu İkisi arasında da bir perde ve belirli bir sınır kıldık. "İki denizi salıveren O'dur" âyeti ile ihsan olunan nimetler tekrar söz konusu edilmektedir. "Salıveren" serbest bırakan, birbirine katan ve önündeki engeli kaldıran demektir. Mücahid dedi ki: O, iki denizi serbest bıraktı ve birini diğerinin üzerine saldı. İbn Arafe dedi ki: "İki denizi salıveren" yani onları birbirine katan demektir. Onlar biri diğerine ulaşmaktadır. Bir şeyi katıp karıştırmayı anlatmak üzere; denilir. "Din ve iş birbirine karıştı ve tutarsızlık oldu" demektir. Yüce Allah'ın: "Pek karışık bir iş içinde..."(Kaf, 50/5) âyeti da buradan gelmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, Abdullah b. Âmr b. el-As'a söylediği şu ifadelerde de bu kökten gelen lâfız kullanılmıştır: "Sen insanların ahitlerinin birbirine karıştığını, emanetlerinin artık hafife alındığını ve şöyle şöyle olduklarını görürsen..." deyip, parmaklarını birbirine geçirdi. Ben kendisine: Peki o sırada ne yapayım? Allah beni senin yolunda feda etsin, diye sordum. Şöyle buyurdu: "Evinde otur, dilini tut, maruf gördüğün şeyi yap, münker gördüğünü bırak ve sadece kendinle ilgilen, ammenin işleriyle uğraşmayı da terket." Bu hadisi Nesâî, Ebû Dâvûd ve başkaları rivâyet etmişlerdir Ebû Dâvûd, IV, 123, 124; İbn Mâce, III, 1507; Müsned, II, 162, 220, 221. el-Ezherî dedi ki: "İki denizi salıveren" aralarını serbest bırakan demektir. Atı serbesl bırakıp merada yayılmayı terketmeyi anlatmak üzere; Atı meraya saldım, denilir. Sa'leb dedi ki: "Salmak" akıtmak demektir. Buna göre yüce Allah'ın: "İki denizi salıveren" âyeti, ikisini akıtan anlamındadır. el-Ahfeş dedi ki: Bazıları da "İki denizi salıverdi" ifadesini (hemzesiz olarak): gibi kullanmışlardır. Yani burada vezni ile vezni aynı anlamdadır. "Bu tatlı mı tatlı" son derece tatlı; "bu ise tuzlu ve acıdır." Hem tuzluluğu, hem de acılığı vardır. Talha'dan onun;" Tuzlu" lâfzının "mim" harfini üstün, lâm harfini de esreli okuduğu rivâyet edilmiştir. "Bu ikisi arasında da bir perde" kendi kudretinden bir engel "...kıldı." Onlardan biri diğerinin aleyhine baskın gelmez. Nitekim er-Rahmân Sûresi'nde: "O iki denizi birbirine kavuşmak üzere salıverdi, ama aralarında bir engel vardır. Biri diğerine karışmaz." (er-Rahmân, 55/19-20) diye buyurmaktadır. "Ve belirli bir sınır kıldı." Yani birinin diğerine karışmasını önleyecek şekilde görülmeyen bir perde var etti. "Berzah: Perde" haciz (engel) demektir. Hicr (sınır) ise mani (engel) demektir. el-Hasen dedi ki: Bununla İran denizi (Hint okyanusu, Basra körfezi) ile Rum denizini (Akdeniz'i) kastetmektedir. İbn Abbâs ve İbn Cübeyr dediler ki: Kasıt semadaki deniz ile yeryüzündeki denizdir, Yine İbn Abbâs şöyle demiştir: Her yıl bu iki deniz birbirine kavugur, fakat ikisi arasında da onun kaza ve takdiri ile berzahlardan bir berzah bulunur. "Ve belirli bir sınır..." Yani tuzlu olanın tatlı su ile tatlanması yahutta tatlı olanın tuzlu olan ile tuzlanması kesinlikle engellenmiştir. 54Ve O, sudan insan yaratan, ondan neseb ve sıhrî akrabaları çıkaran O'dur. Rabbin herşeye güç yetirendir. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- İnsanların Yaratılış Nimeti: "Ve O, sudan insan yaratan... O'dur." Yani nutfeden insan yaratan O'dur. "Ondan neseb ve sıhrî akrabaları çıkaran O'dur." Yani insanı bir cihetiyle neseb akrabalığı, bir cihetiyle de sıhrî akrabalığı olan bir varlık kılmıştır. "Sudan" âyeti ile insanın asli yaratılışına işaret edildiği de söylenmiştir. Çünkü canlı olan herbir mahluk sudan yaratılmıştır. Bu âyet-i kerîme ile insanların yokluktan sonra var edilmeleri yolu ile üzerlerindeki nimet sayılmakta ve bu hususta ibret almaları için dikkatleri çekilmektedir. 2- Neseb ve Sıhr Ne Demektir?: "Ondan neseb ve sıhrî akrabaları çıkaran O'dur" âyetinde geçen neseb ve sıhr insanlar arasında oluşan her türlü akrabalığı kapsayan umumî İki anlamdır. İbnu'l-Arabî dedi ki: Neseb aslında erkek ile dişi arasında şer'î suretçe suyun karıştırılmasıdır. Eğer bu masiyet yolu ile gerçekleşirse bu mutlak olarak bir yaratma Buradaki "yaratma" anlamını verdiğimiz "halkan" kelimesinin aslında "karıştırmak" anlamına gelen "haltan" olması ihtimali bizce kuvvetlidir Kelimenin hat benzerliği dolayısıyla yanlış okunmuş olma ihtimali vardır. olur ve muhakkak olarak da bir neseb olmaz. Bundan dolayı şanı yüce Allah'ın: "Anneleriniz, kızlarınız... size haram kılındı." (en-Nisa, 4/23) âyetinin kapsamına zinadan olma kızı girmez. Zira ilim adamlarımızın da, dinimiz de bu hususa dair iki görüşün sahih olanına göre de böyle bir kız, kişinin kızı durumunda değildir. Bu şer'an bir neseb olmayacak olursa, şer'an sıhrî bir akrabalık da söz konusu olmaz. Buna göre zina annenin kızını da, kızın annesini de haram kılmaz. Helal nikâh dolayısıyla haram kılınanlar, haram İlişki dolayısıyla haram kılınmazlar. Çünkü yüce Allah neseb ve sihri akrabalıkla kullarına olan lutfunu hatırlatmış ve bu akrabalıkların değerinin yüceliğini dile getirmiştir. Helal ve haramlığa dair hükümleri de bunlara bağlı olarak söz konusu etmiştir. O halde batıl olan bir ilişki akrabalığı bunlara katılamaz ve bunlara eşit görülemez. Derim ki: Kişinin zinadan olma kızı yahut kızkardeşi ya da zinadan olma oğlunun kızını nikâhlaması hususunda fukaha arasında görüş ayrılığı vardır. Aralarında İbnu'l-Kasım'ın da bulunduğu bir topluluk, bunu haram kabul etmiştir. Ebû Hanîfe ve mezhebine mensub fukahanın görüşü de budur. Aralarında Abdu'l-Melik İbnu'l-Macişun'un da bulunduğu başkaları ise bunu câiz kabul etmişlerdir. Bu Şâfiî'nin de görüşüdür. Buna dair açıklamalar yeterli bir şekilde en-Nisa Sûresi'nde (4/23. âyet, 14. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. el-Ferrâ' dedi ki: Neseb, nikâhlanması helal olmayan akrabalar demektir. Sıhrî akraba ise nikâhlanması helal olan demektir. ez-Zeccâc da böyle demiştir, aynı zamanda bu Ali b. Ebî Tâlib'in de görüşüdür. "Sıhr"ın İştikakı bir şeyi başka bir şeyle karıştırmayı anlatmak üzere kullanılan:den gelmektedir. Sıhrî akrabalardan herbirisi diğeri ile karışmış olduğundan nikâh yoluyla ortaya çıkan akrabalıklara sıhrî akrabalık denilmiştir. Çünkü bu yolla insanlar birbiriyle karışmaktadır. Sihrin nikâh akrabalığı olduğu söylenmiştir. Buna göre zevcenin akrabalarına (haten'in çoğulu) ehtân kocanın akrabalarına da ahma' (kayınlar) denilir, sıhrî akrabalar ise bütün bunlar hakkında umumi olarak kullanılabilir. Bu açıklamayı da el-Esmaî yapmıştır. İbnu'l-Arabî dedi ki; "Haten"ler kadının babası, kardeşi ve amcasıdır. -el-Esmaî'nin dediği gibi- Sıhr ise adamın kızının kocası, onun kardeşi, babası. ve amcasıdır. . Ebû Suleyman el-Cûzecânî'nin rivâyetine göre Muhammed b. el-Hasen, şöyle demiştir: Adamın haten'leri (enişteleri) kızlarının, kızkardeşlerinin, hala ve teyzelerinin ve kendisine mahrem olan herbir kadının kocasına denilir. Sihri akrabaları ise hanımı tarafından haram olan zû rahim olan herkes demektir. en-Nehhâs dedi ki: Bu hususta evla olan el-Esmaî'nin sihri akrabalıklar hakkındaki görüşünün kabul edilmesi ve her İki taraftan (karı ve koca tarafından) akrabalıkların söz konusu olmasıdır. Nitekim: "O şeyi karıştırdım" denilir. İşte eşlerden herbîrisi diğeri ile böylelikle karışmış olmaktadır. Hatenler (enişteler) hakkında da evla olan şu iki sebeb dolayısıyla Muhammed b. Hasen'in söylediği görüştür: Birincisi bu husustaki merfu hadistir. Muhammed b. İshak, Yezid b. Abdullah b. Kusayt'dan, o Muhammed b. Üsame b. Zeyd'den, o babasından rivâyete göre Zeyd dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Sana gelince ey Ali, sen benim hatenimsin (damadimsın), torunlarımın babasısın, sen bendensin, ben de sendenim." İşte burada görüldüğü gibi kızın kocası olan Ali (radıyallahü anh)'e "haten" denilmiştir. Diğer taraftan "haten" kelimesi bir şeyi koparmayı anlatmak için kullanılan; 'den gelmektedir. Koca sanki kendi akrabalarından koparılmış ve eşini de kendi akrabalarından koparmış gibidir. ed-Dahhâk dedi ki: sıhrî akraba süt emmek yoluyla meydana gelen akrabalıktır. İbn Atiyye dedi ki: Ancak böyle bir görüş kanaatime göre İbn Abbâs (radıyallahü anh)'ın şu sözü dolayısıyla düşülmüş bir yanılgıdır: Neseb dolayısıyla yedi kişi, sihri akrabalık dolayısıyla da beş kişi haram kılınmıştır. Bir başka rivâyette ise "sıhrî akrabalık dolayısıyla yedi kişi haram kılınmıştır" şeklindedir. O bununla şanı yüce Allah'ın neseb yoluyla haram kılınanların sözkonusu edildiği: "Anneleriniz, kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, hemşire kızları... size haram kılındı." (en-Nisa, 4/23) âyeti ile sihri akrabaların sayıldığı yüce Allah'ın şu âyetinde: "Sızı emziren süt anneleriniz. .. ve iki kızkardeşi birlikte almanız da (size haram kılındı)." (en-Nisa, 4/23) âyetine kadar sayılanları kast etmektedir. Bundan sonra evli kadınların haram kılındığı söz konusu edilmektedir. Bu hususta hareket noktası şudur: İbn Abbâs sıhrî akrabalar arasında onunla birlikte zikrolunanlar da haram kılınmıştır, demek istemiştir. O, bu sözü edilenlerle bunun önemine yani sıhrî akrabalığın önemine işaret etmek istemiştir. Yok, süt emzirmek ile sıhrî akrabalık olur, demek istememiştir. Ancak süt akrabalığı neseb seviyesindedir. Neseb dolayısı ile -bu hususta nakledilmiş hadisin hükmü gereğince- haram kılınanlar süt emmek dolayısıyla da haram kılınmıştır. Diğer taraftan sıhrî akrabalardan da beş kişi haram kılınmıştır, diye rivâyette bulunanlar iki âyet-i kerîme'de yer alan iki kızkardeşin birlikte nikâhlanmasıyla evli hür kadınların nikâhlanmasını saymamıştır. Derim ki: Buna göre İbn Atiyye az önce sözü edilenlerle birlikte süt emmeyi de neseb kabul etmiştir. ez-Zeccâc'ın da görüşü budur. Ebû İshak dedi ki: Yüce Allah'ın: "Anneleriniz... size haram kılındı" âyetinden itibaren "ve iki kızkardeşi birlikte almanız da (size haram kılındı)" âyetine kadar zikredilenler neseb akrabalarıdır. Sıhrî akraba ise velayeti altındaki kadını evlendirme yetkisine sahip olan kimselerdir, İbn Atiyye dedi ki: ez-Zehravî de şöyle bir görüş nakletmektedir: Buna göre neseb erkek çocuklar tarafındaki akrabalık, sihri akrabalık ise kız çocuklar tarafından meydana gelen akrabalıklardır. Derim ki: Bu görüşü en-Nehhâs da zikretmiş ve şöyle demiştir. Çünkü smrî akrabalık iki cihetten de olmaktadır. İbn Şîrîn dedi ki: Bu âyet-i kerîme Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Ali (radıyallahü anh) hakkında nazil olmuştur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, Ali (radıyallahü anh) ile akrabalığı hem neseb akrabalığıdır, hem de sıhrî akrabalıktır. İbn Atiyye dedi ki: Onların bu şekildeki akrabalıkları kıyâmet gününe kadar aralarındaki hürmet bağını pekiştiriridir. "Rabbin herşeye" ve dilediğini yaratmaya "güç yetirendir." 55Halbuki onlar Allah'tan başka kendilerine fayda da, zarar da veremeyen şeylere İbadet ederler. Kâfir, Rabbine karşı yardımcı olandır. "Halbuki onlar Allah'tan başka kendilerine fayda da, zarar da veremeyen şeylere İbadet ederler." Yüce Allah, nimetlerini sayıp, döktükten ve kudretinin kemalini açıkladıktan sonra müşriklerin sonra herhangi bir fayda sağlamaya, zarar vermeye gücü yetmeyen varlıkları, kendisine ortak koşmalarının hayret edilecek bir iş olduğunu bu âyeti ile ifade etmektedir. Yani sözünü ettiği bu varlıkları yaratan yüce Allah'tır. Diğer taraftan bunlar cahillikleri dolayısıyla Allah'ın dışında fayda da veremeyen, zarar da veremeyen ölü ve cansız bir takım varlıklara ibadet etmektedirler. "Kâfir, Rabbine karşı yardımcı olandır" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre burada "kâfir"den kasıt Ebû Cehil -la'anehullah-dır. Bunun açıklamasına gelince: O, putlara ibadet etmek suretiyle Allah'ın dostlarına karşı yardımcı olmaya kalkışır. İkrime de dedi ki: Burada "Kâfir"den kasıt İblis'tir. O, Rabbine düşmanlık ederek ortaya çıkmıştır. Mutarrif'de burada "kâfir"den kasıt şeytandır demiştir. el-Hasen dedi ki: "Yardımcı olan" âyeti, masiyetlere karşı şeytana yardımcı olan demektir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Kâfir, Rabbinin nezdinde zelil, önemsiz, herhangi bir değeri ve ağırlığı olmayan bir varlıktır. Bu da Arapların: ifadelerinden gelmektedir ki; bu o şeyi elinin tersiyle bir kenara ittin ve ona iltifat etmedin, anlamına getir. Yüce Allah'ın: "Onu arkanıza atılmış, önemsenmeyen bir şey edindiniz." (Hud, 11/92) yani onu çok basit bir şey olarak değerlendirdiniz, âyeti da bu anlamdadır. Şair el-Ferezdak'ın şu beyiti de böyledir: "Ey Kays oğlu Temim, sakın benim ihtiyacım (nezdinizde) elinizin tersiyle Bir kenara atılmış, önemsenmemiş bir şey olmasın da. ona vereceğiniz cevap bana ağır gelmesin." Ebû Ubeyde'nin açıklamasının anlamı budur. "Yardımcı (bu açıklamaya göre: önemsiz)" kelimesi, "Önemsenmeyen" anlamındadır. Yani kâfirlerin küfrü Allah nezdinde önemsizdir. Allah onu önemsiz görür, çünkü kâfirin küfrünün O'na bir zararı olmaz. Şöyle de açıklanmıştır: Kâfir kendisine tapındığı rabbi olan puta karşı güçlü ve galip gelendir. Ona dilediğini yapar, çünkü cansız varlıkların herhangi bir zararı önlemeye veya bir fayda sağlamaya güçleri yoktur, 56Biz, seni ancak bir müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere gönderdik. "Biz, seni ancak bir müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere gönderdik." Yani Biz, seni cennet ile müjdeleyen cehennem ateşinden korkutup uyaran bir kimse olarak gönderdik. Biz, seni bir vekil yahutta onları îmana zorlayan bir zorlayıcı olarak göndermedik. 57De ki: "Ona karşılık sizden ücret istemem. Ancak Rabbine doğru yol tutan kimseler (olmanızı) arzuluyorum." "Deki: Ona karşılık sizden ücret istemem" âyeti ile şunu anlatmaktadır; Ben size getirmiş olduğum Kur'ân ve vahiy dolayısıyla sizden herhangi bir ücret istemem. Buradaki " te'kid İçindir. "Ancak" lakin "Rabbine doğru" malını Allah yolunda infak etmek suretiyle "yol tutan kimseler (olmanızı) arzuluyorum." Buradaki istisna munkatı' bir istisnadır, o bakımdan anlamı lakin (ancak)... şeklindedir. Bu istisnanın muttasıl olup, muzafın hazfedilmiş olması da mümkündür. O takdirde "Ancak Rabbine doğru yol tutan kimselerdin ecrini "arzuluyorum" demek olur. Bu da onların benim dinime tabi olması ile olur. Böylelikle Peygamber hem dünya, hem de âhirdin lütuf ve ihsanlarına nail olur. 58Asla ölmez, hayy olana tevekkül et ve O'nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından haberdar olarak O, yeter. "Asla ölmez, hayy olana tevekkül et" âyetinde sözü edilen tevekkülün anlamı ve tevekkülün bütün hususlarda yüce Allah'a kalbin güvenip dayanması, sebeplerin ise; onlara güvenip dayanmak söz konusu olmaksızın, yerine getirilmelerini emrettiği bir takım araçlardan İbaret olduğuna dair açıklamalar daha önceden Al-i İmrân Sûresi'nde (3/122 âyetin tefsirinde) ve bu sûrede geçmiş bulunmaktadır. "Ve O'nu hamd ile tesbih et." Yani yüce Allah'ı şu kâfirlerin nitelendirmiş olduğu ortaklarının bulunmasından tenzih et. Teşbih, tenzih demektir, buna dair açıklamalar da geçmiş bulunmaktadır. "Tesbih et" âyetinin O'nun için namaz kıl, anlamında olduğu da söylenmiştir, çünkü namaza da teşbih denilmektedir. "Kullarının günahlarından haberdar olarak O yeter." Yani onların günahlarını O çok iyi bilir, bu günahlan dolayısıyla onları cezalandıracaktır. 59O, göklerle yerî ve aralarında olanları altı günde yaratan, sonra Arş üzere İstiva edendir, Rahmân'dır. Sen bunu bir bilene sor! "O, göklerle yeri ve aralarında olanları altı günde yaratan, sonra Arş üzere istiva edendir" âyetine dair açıklamalar daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/54. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "O" ism-i mevsûlü daha Önce geçen "hayvan sıfatı olarak cer mahallindedir. "Aralarında olanları" diye (tesniye zamiri) kullanılıp, "Aralarında" diye (müennes ve çoğul zamiri) kullanılmaması şundan dolayıdır: Yüce Allah bununla iki sınıfı, iki türü ve İki şeyi kastetmiştir, el-Kutâmî'nin şu beyitinde olduğu gibi: "Üzmüyor mu seni Kays'ın ipleri ile Tağlib'in; Ve her ikisinin kesilerek birbirinden ayrılmış olması." Şair burada görüldüğü gibi "Tağlib'in ipleri de" demek istediğinden "ipler" çoğul olmakla birlikte, ayrıldıklarını haber veren fiilde tesniye zamiri kullanmıştır. Çünkü o bununla iki şey ve iki türü anlatmak istemiştir. "Rahmân'dır. Sen bunu bir bilene sor." ez-Zeccâc dedi ki: Âyet, sen O'nun hakkında soru sor, demektir. Bu açıklamayı dil bilginlerinden bir topluluk da nakletmiş bulunmaktadır. Buradaki "be" harfi cerri "...den, dan" anlamındadır. Nitekim yüce Allah: "İsteyen biri inecek azâbı istedi" (el-Meâric, 70/1) diye buyurmaktadir. Buradaki be harfi cerrinin "an" anlamında kullanıldığını kahul edecek olursak, meal: Soran bir kişi gerçekleşecek bir azâb hakkında soru sordu, anlamında olur. Şair de şöyle demektedir: "Ey Malik'in kazı niye at(lı)lara sormadın, Eğer bilmiyor isen; bilmediğin şey hakkında." Alkame b. Abdede şöyle demiştir; "Şayet sizler bana kadınlar hakkında soru soruyorsanız gerçekten ben, Kadınların ilaçlarını çok iyi bilirim, tabibim." Burada görüldüğü gibi şairler: "Kadınlar hakkında" ve; Bilmediklerin hakkında" demek istemişlerdir. Ancak Ali b. Süleyman bunu kabul etmeyerek şöyle der: Nazar ehli "be" harfi cerrinin, "an" anlamında olmasını kabul etmezler. Çünkü o takdirde Arapların lâfızları kullandıkları anlamlan bozmak söz konusudur. Çünkü ifadesi, eğer sen filan kimse ile karşılaşacak olursan, senin onunla karşılaşmanla birlikte bir de karşına arslan çıkar, anlamında olur. O halde burada âyet; "Sen sorunu bu hususta bilgisi olan, haberdar bir kimseye sor" demek olur. İbn Cübeyr de böyle demiştir. Burada "el-Habir" yüce Allah'tır. Buna göre "habîr: bilen" lâfzı, "sor" fiili ile mef'ûlün bih olarak nasbedilmiştir, Derim ki: ez-Zeccâc'ın açıklaması güzel bir şekilde yorumlanabilir. O da buradaki "el-habîr: Bir bilen"İn Allah'tan başka bir kimse olmasıdır, yani sen O'nun hakkında (an harfi cerri ile) bir bilen kimseye sor. Yani onu bilen birisine, yani O'nun sıfat ve isimlerini bilen birisine soru sor, demektir. Anlamın; "Sen onun için bilen birisine sor," şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu durumda "he" zamirinden hal olarak nasbedilmiştir; el-Mehdevî dedi ki; Burada "bir bilen" lâfzının hal olması uygun değildir. Zira halin hem soran kimse için, hem de sorulan kimse için olması mümkündür. Failden hai olması da doğru olamaz. Zira bilen bir kimsenin ayrıca başkasına sormaya ihtiyacı yoktur. Mef ulden de hal olamaz, çünkü hakkında soru sorulan kişi er-Rahmân olandır ve o da ebediyyen bilendir, haberdar olandır. Hal çoğunlukla değişikliğe uğrayan ve bir yerden bir yere intikal eden şeylerde söz konusudur. Şu kadar var ki; bunun, -mesela: "Halbuki o... doğrulayan gerçeğin ta kendisidir." (el-Bakara, 2/91) âyetinde olduğu gibi- tekid edici bir hal olarak kabul edilmesi hali müstesnadır; o takdirde câiz olur. "Rahmân" lâfzının merfu olarak gelmesi üç türlü açıklanabilir: Evvela "istiva edendir" âyetindeki zamirden bedel olabilir. Diğer taraftan "o Rahmândır" anlamında merfu gelmiş olabilir. Ayrıca mübteda olarak merfu gelmiş olabilir, onun haberi de: "Sen bunu bir bilene sor" anlamındaki âyettir. Bununla birlikte; "Hayy olan, ölmeyen, Rahmâna tevekkül et" anlamında sıfat olarak mecrur olması da mümkündür. Medh olmak üzere nasb ile gelmesi de mümkündür. 60Onlara: "Rahmâna secde edin" denildiğinde, onlar: "Rahmân da neymiş? Senin bize emrettiğin şeye mi secde edelim?" dediler ve bu, nefretlerini arttırdı. "Onlara: Rahmâna secde edin, denildiğinde onlar: Rahmân da neymiş?... dediler" ve bu sözlerini inkâr ve şaşkınlık üslubuyla söylediler. Yani biz ancak Yemame'nin rahmanını, rahman olarak biliriz. Bununla da Müseylime el-Kezzab'ı kasdediyorlardı. Kadı Ebubekr İbnu'l-Arabî'nin iddiasına göre onlar mevsufu (yüce Allah'ı) değil de sıfatı bilmiyorlardı. O buna yüce Allah'ın: "Rahmân da neymiş?" demiş olduklarını ve; "Rahmân da kimmiş?" dememiş olduklarını delil göstermektedir. İbnu'l-Hassar ise şöyle demektedir: Rahmetlik bu ifadeleri ile "halbuki onlar Rahmân'ı inkâr ediyorlar." (er-Ra'd, 13/30) anlamındaki diğer âyet-i kerimeyi hatırlamamış görünüyor. "Senin bize emrettiğin şeye mi secde edelim?" Bu kıraat Medine'lilerle, Basra'lıların kıraatidir, Yani ey Muhammed, senin bize emrettiğin şeye mi secde edeceğiz? Bunu Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim de tercih etmiştir. el-A'meş, Hamza ve el-Kisaî ise ye ile: "Onun bize emrettiği..." diye okumuşlardır ki bununla Rahmân'ı kastetmektedirler. Ebû Ubeyd bunu böylece açıklamış ve şöyle demiştir: Şayet onlar Rahmân'ın bu emri kendilerine vermiş olduğunu ikrar ve İtiraf etmiş olsalardı, kâfir olmazlardı. en-Nehhâs da şöyle demektedir: Kûfe'lilerin kıraatini böyle uzak bir te'vil ile yorumlamaya gerek yoktur. Çünkü evla olan onların "O'nun bize emrettiği şeye mi secde edelim?" şeklindeki kıraatlerinin lehine, emredenin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğunu söylemek daha uygundur. Böylelikle bu kıraat de doğru bir kıraat olarak karşımıza çıkar. Ancak birinci kıraat daha uygundur, daha açıktır ve daha kolay anlaşılır. "Ve bu nefretlerini arttırdı," Yani onlara Rahmân'a secde edin, emrini veren kimsenin bu sözü, onların dinden daha çok uzaklaşmalarına sebeb oldu. Süfyan es-Sevrî bu âyet-i kerîme hakkında şöyle dermiş; Ey yüce ilâhım, senin düşmanlarının nefretlerini arttıran husus, benim senin önünde daha bir zilletle boyun eğmemi arttırmıştır. 61Gökte burçlar kılan, onda bir kandil ve aydınlık saçan bir ay yaratanın şanı ne yüce, ne mübarektir! "Gökte burçlar..." yani konaklar "kılan...ın şanı ne yüce, ne mübarektir!" Burçlara dair açıklamalar daha önceden (el-Hicr, 15/16. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Onda bir kandil..." İbn Abbâs dedi ki: Güneşi kastetmektedir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Güneşi de bir kandil yapmıştır." (Nûh, 71/16) âyetidir. Genel olarak buradaki "kandil" anlamındaki "sirac" kelimesi, tekil olarak okunmuştur. Ancak Hamza ve el-Kisaî: "Kandiller" diye okumuşlardır ki, bu kıraate göre maksat, parıl panl ışık saçan büyük yıldızlar demektir. Ebû Ubeyd'e göre birinci kıraat daha uygundur, çünkü o (takdirde) "kandiller"i de yıldızlar, "burçlar"ı da yıldızlar diye te'vil etmiş olur. Böylelikle anlam yıldızlar ve yıldızlar demek olur. en-Nehhâs dedi ki: Ancak onların lehine şöyle bir te'vil yapılabilir: Eban b. Tağlib dedi ki: Kandillerden kasıt bol ışık saçan yıldızlardır. es-Sa'lebî dedi ki; Zühre (Venüs), Müşteri (Jüpiter), Zühal (Satürn), balıkçılar ve benzerleri böyledir. "Ve aydınlık saçan bir ay" Yani doğduğu vakit yeryüzünü aydınlatan bir ay... İsmet, el-A'meş'den "kaf" harfini ötreli, "mim" harfini de sakin olarak; diye okuduğunu rivâyet etmiştir. Ancak bu şaz bir kıraattir. Şayet zamanının müslümanlarının İmâmı olan Ahmed b. Hanbel'in onun hakkında: Kıraatleri rivâyet eden İsmet'in naklettiklerini yazmayınız, sözü dışında hiçbir şey olmasaydı bile bu kadarı dahi yeterdi. Ancak Ebû Hatim es-Sicistanî sözü geçen bu İsmet'in yaptığı rivâyetleri zikretmeye çokça önem verirdi. 62İbret ve öğüt almak veya şükretmek İsteyenler için gece ve gündüzü birbiri ardınca getiren O'dur. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört baslık halinde sunacağız: 1- Gece ve Gündüzün Birbiri Ardınca Gelmesi: Yüce Allah'ın: "Birbiri ardınca" âyeti hakkında Ebû Ubeyde şöyle demektedir: Bu lâfız bir şeyden sonra gelen herşey hakkında kullanılır. Gece ile gündüz biri diğerinin arkasından gelir. Karnı ishal olmuş bir kimseye; denilir. Yani biri diğerinin arkasından bir kalkıp, bir oturuyor demektir. "yazın İlk yapraklardan sonra çıkan yapraklar" anlamındaki bu tabir de buradan gelmektedir. Züheyr b. Ebi Sülma'nın aşağıdaki beyitte de bu tabir kullanılmıştır: "Vardır orada iri gözlü yaban öküzleri ile ceylan yavruları; birbiri arkasından yürüyen, Ve bu yaban öküzlerinin yavruları, çökmüş oldukları her yerden kalkıp giderler." Şair: Bir sürü gitti mi arkasından öbürü gelir, demek istemektedir. Kışın bir eve, yazın bir başka eve sürekli taşınıp duran bir kadını nitelendiren bir başka şair de şöyle demektedir; "Karıncalar (yazın) topladıklarını yediklerinde onun el-Matirûn denilen yerde, întikal ettiği yeri vardır, nihayet baharı ettiğinde Cillik denilen yerde manastırlarda kalır. Dağ başının ortasındaki evlerde etrafında Zeytin ağaçlarının meyveleri olgunlaşmış olur," Mücahid dedi ki: "Birbiri ardınca" lâfzı hilaf (birbirine aykırılık)'dan gelmektedir. Biri beyaz (gündüzün aydınlık), diğeri siyah (gece karanlık)'dır. Ancak birinci açıklama daha güçlüdür. Bunun aydınlık ve karanlık, artış ve eksiliş bakımından birbiri ardınca gelmesi anlamında olduğu da söylenmiştir, Bir diğer açıklamaya göre burada muzaf hazfedilmiştir. Yani yüce Allah gece ve gündüzü birbiri ardınca gelme özellikli yani birbirinden farklı özelliklere sahip kılmıştır. "İbret ve öğüt almak... isteyenler için." Böylelikle yüce Allah'ın bunu boşuna yaratmamış olduğunu bilenler için. Bunun sonunda Allah'ın yarattıkları üzerinde ibretle düşünür, akıl, fikir ve kavrayış bakımından üzerlerindeki nimetleri dolayısıyla Allah'a şükrederler. Ömer b. el-Hattâb, İbn Abbâs ve el-Hasen'in şu manada açıklamaları vardır: Geceleyin bir taktın hayırları gerçekleştiremeyen, gündüzün onu telafi eder. Gündüzün bir takım hayırları gerçekleştiremeyen de onu geceleyin telafi eder. Sahih hadiste de şöyle buyurulmuştur: "Herhangi bir kimsenin geceleyin kılacağı bir namaz olur da, bastıran uykusu bunu kılmasına engel teşkil eder de, güneşin doğuşu ile öğle namazı arasında (bu kılamadığım) kılarsa, mutlaka'yüce Allah ona o namazının ecrini ona yazar ve onun uyuması da ona (verilmiş) bir sadaka (gibi) olur." Nesâî, III, 257; Tayâlîsî, Müsned, I, 214 Müslim'in, Sahih'inde rivâyetine göre Ömer b. el-Hattâb şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; "Her kim okumays adet edindiği miktarını yahut onun bir bölümünü okuyamayıp uyur Ömer b. el-Hattâb, İbn Abbâs ve el-Hasen'in nakledilen sözleri ile bu nakledilen rivâyetlere göre "hılfeten: birbiri ardınca gelmek" mana itibariyle zikredilmiştir. Buna göre bu lafiza; geceleyin yapamadığı amelin halefini gündüzün, gündüzün yapamadığı amelin halefini yani onun yerini tutanı veya o kaçlarını o vakit yapar, anlamındadır. da bunu sabah namazı ile öğle namazı arasında okuyacak olursa, onun tamamını geceleyin okumuş gibi ona yazılır. Müslim, I, 515; Tirmizî, II, 474; Ebû Dâvûd, II, 34; Nesâî, IH, 259; Muvatta’, I, 200. 2- Az Uyuyarak Zaman Kazanmak: İbnu'l-Arabî der ki: Zu'ş-Şehid el-Ekber'i şöyle derken dinledim; Yüce Allah kulu canlı ve ilim sahibi olarak yaratmıştır. Onun kemali de bununladır. Buna karşılık ona uyku afeti ile def-i hacet ihtiyacını ve hilkatinin eksikliğini musallat kılmıştır. Zira kemal o ilk olan yaratıcıya mahsustur. O bakımdan kişi az yemek ve yüce Allah'a itaat yolunda uykusuz kalmak suretiyle, uykusunu bertaraf edebilirse bunu yapsın. Kişinin altmış yıl yaşayarak bu altmış yılın gecelerini uykuyla geçirip, böylelikle ömrünün yarısını boşa harcaması, gündüzün altıda birini dinlenmek maksİsmi ile uyuyup, böylelikle de ömrünün üçte ikisinin gitmesi, geriye de onun yirmi yıllık bir ömrünün elinde kalması, gerçekten büyük bir aldanıştır. Kişinin üçte ikilik Ömrünü fani bir lezzette telef etmesi buna karşılık hiçbir şeye muhtaç olmayan ve hiçbir eksiği bulunmayan, asla da zulmetmeyen, amellerin karşılıklarını eksiksiz verenin nezdinde, kalıcı bir lezzet uğrunda uykusuzlukla ömrünü geçirmemesi, çok büyük bir bilgisizlik ve akılsızlıktır, 3- Gece ve Gündüzün Fazileti: Eşyalar bizatihi biri diğerinden faziletli değildir. Çünkü cevher ve arazlar varlık itibariyle birbirine benzerdirler. Üstünlük niteliklerle gerçekleşir. Şu iki vaktin hangisi daha faziletli olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır: Gece mi, gündüz mü? diye. Ancak orucun delaleti başka bir delile ihtiyaç bırakmayacak kadar açıktır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu açıklamayı İbnu'l-Arabî yapmıştır. Derim ki: Gecenin kadri de pek büyüktür. Yüce Allah, Peygamberine geceleyin namaz kılmayı emrederek şöyle buyurmuştur: "Gecenin bir kısmında da sana has nafile olmak üzere onunla (Kur'ân ile) gece namazı kıl." (el-İsra, 17/79); "Birazı müstesna geceleyin kalk, namaz kıl." (el-Müzzemmil, 73/2) -ileride açıklaması geleceği üzere- diye buyurmuştur. Mü’minleri de geceleyin namaz kıldıkları için: "Yanları yataklarından uzak kalır." (es-Secde, 32/16) diye buyurmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: "Suyun ateşi söndürdüğü gibi sadaka da günahı öylece söndürür. Kişinin gecenin ortasında namaz kılması... ve gecede yüce Allah'ın duayı kabul ettiği bir an vardır ve geceleyin şanı yüce ve mübarek olan Rabbimiz (dünya semasına) iner..." Bunlar muhtelif hadislerden birer parça olup; her birisi yeri gelince gösterilmiş veya gösterilecektir. Yüce Allah'ın izniyle ileride açıklaması gelecektir. 4- Şükretmek İsteyenler: "İbret ve öğüt almak... isteyen" anlamındaki âyeti sadece Hamza, "zel" harfi sakin, "kef'de ötreli olarak; " Hatırlamak.,, isteyen" diye okumuştur, Bu İbn Vessâb, Talha ve en-Nehaî'nin de kıraatidir. Übeyy'in Mushaf ında ise bir "te" ziyadesi ile; şeklindedir. Diğerleri ise "kef harfi şeddeli olarak; diye okumuşlardır. İster şeddeli, ister şeddesiz olsun her iki okuyuş da aynı anlamdadır. Şeddesiz okuyuşun; iki vakilten birisinde unuttuğunu, ikincisinde hatırlar şeklinde olduğu yahut o vakitte Allah'ı tenzih ve teşbihi hatırlasın, demek olduğu da söylenmiştir. " şükür etmek isteyenler için..." âyetindeki "şükür" fiili:Şükretti, şükreder, şükretmek" şeklinde kullanılır. "Küfretti, nankörlük etti, eder, küfretmek, nankörlük etmek" gibi. Burada sözü geçen şükür yüce Allah'ın gece ile gündüzü onların hayatta kalmalarının esası kılması dolayısıyladır. Sanki müşriklerin: "Rahmânda neymiş" demeleri üzerine mü’minler de: O bütün bunları takdir edendir, diye cevap vermiş gibidirler. 63Rahmân'ın kulları yeryüzünde ağır ve vakur yürürler. Cahiller onlara hitab ettiklerinde onlar: "Selam" derler. Yüce Allah müşriklerin cahilliklerini Kur'ân-ı Kerîm'e ve peygamberliğe dil uzatmalarını söz konusu ettikten sonra; "Rahmân'ın kulları yeryüzünde ağır ve vakur yürürler" âyetten ile de mü’min kullarını ve onların niteliklerini söz konusu edip, kendilerini şereflendirmek maksadıyla da kendisine kul olmakla nitelendirmiştir. Yüce Allah'ın: "Kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan... götüren (Allah) münezzehtir," (el-İsra, 17/1) âyetinde "kulunu" kendisine izafe etmekle şereflendirdiği gibi. Daha önce bu hususta açıklamalar (belirtilen âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a itaat eden, O'na kullukta bulunan, kulağını, gözünü, dilini, kalbini kendisine verdiği emirlerle meşgul eden bir kimse "ubûdiyyet" vasfını almaya hak kazanır. Bunun aksi durumda olan kimse ise yüce Allah'ın: "Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta daha da sapıktırlar," (el-A'raf, 7/179) âyetinin kapsamına girer. Yani ibret almamak bakımından onlardan daha da beterdir. el-A'raf Sûresi'nde (belirtilen âyet-i kerimede) geçtiği gibi. Yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir; Rahmân'ın kulları o kimselerdir ki onlar.,, yeryüzünde yürürler. Burada "onlar" anlamındaki zamir hazfedilmiş gibidir. Nitekim Zeyd emirdir, derken aynı şekilde "o" anlamındaki zamir hazfedilmiş olup, Zeyd emir olandır, anlamındadır. Buna göre; "Onlar" (anlamındaki ism-i mevsul) bir mahzuf mübleda'nın haberidir. Bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır. Bir diğer açıklamaya göre bunun haberi, sûrenin sonlarında gelecek olan: "İşte bunlar sabretmelerinden ötürü cennetin yüksek köşkleri ile mıikâfatlandırılacaklar..." (el-Furkan, 25/75) âyetidir. Mübtedâ ile haber arasındaki âyetler ise onlara ait sıfatlar ve bu sıfatlarla alakalı hususlardır. Bu açıklamayı da ez-Zeccâc yapmıştir. ez-Zeccâc der ki: Bununla birlikte haberin: "Yeryüzünde ağır ve vakur yürürler" âyeti da olabilir. "Yürürler" ifadesi de onların yaşayışları, hayatta kalış süreleri ve onların uygulama ve tasarruflarını ifade eder, Bunlar arasında daha büyük yer tutan davranışlarını söz konusu etmiştir. Özellikle yürümek, yeryüzünde bir yerden, bir başka yere intikali sağlar. İnsanlarla içli dışlı olmak ve onlarla birlikte olmayı da gerçekleştirir. Yüce Allah'ın: "Ağır ve vakur" âyeti 'ın mastarıdır. Bu da ağır başlılık ve vakar manasınadır. Âyetin tefsirinde şöyle denilmektedir; Onlar yeryüzünde cahillerin, cahilliklerine karşılık vermeksizin alçak gönüllüce yürürler, orta yollu yürürler. Orta yollu olmak, ağırbaşlılık ve güzel davranış peygamberlik ahlâkındandır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar, siz sükûnetle, ağırbaşlılıkla hareket etmeye bakınız. Çünkü iyilik hızlıca yürümekte değildir." Buhârî, II, 601 (yalın ifadeler); el-Hakim, el-Müstedrek, İl, 637;Nesâî, V, 257; Müsned, I, 277. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sıfatları ile ilgili rivâyete göre o: Ayağını yerden (yürümek maksadıyla) kaldırdı mı güçlüce kaldırır, adımını ortalama bir şekilde meyillice atar, yumuşak ve vakar ile yürür, yukardan aşağıya inermiş gibi geniş adım atarak ilerlerdi. Yani o, yürürken ayaklarım hızlıca kaldırır ve adımını atardı. Bu ise böbürlenerek büyüklenerek yürüyenin yürüyüşünden farklıdır. Nereye gidecekse, oraya doğru giderdi. Bütün bunları da yumuşaklıkla, yere sağlam basarak ve acele etmeksizin yapardı. Dediği gibi, "sanki yukardan aşağı iner gibiydi." Bu açıklamaları da Kadı Iyad yapmıştır. Ömer b. el-Hattâb da karakteri itibariyle acele yürürdü. Acele yürümek için kendisini ayrıca zorlamazdı. ez-Zührî dedi ki: Hızlıca yürümek yüzün vakarını giderir. İbn Atiyye der ki: O, bununla çok çabuk ve ısrarla acele yürümeyi kastetmektedir. Çünkü bu gerçekten ağırbaşlılığı ve vakarı giderir. Hayır ise orta yollu olmaktadır. Zeyd b. Eslem de şöyle demiştir; Ben yüce Allah'ın; "Rahmân'in kulları yeryüzünde ağır ve vakur yürürler" âyetinin tefsiri hakkında soruşturup duruyordum. Bu hususta beni rahatlatacak bir açıklama bulamadım. Rüyamda birisinin bana gelerek, şöyle dediğini gördüm; Bunlar yeryüzünde fesad çıkartmak istemeyenlerdir. el-Kuşeyrî dedi ki: Denildiğine göre bu, yeryüzünde fesad çıkarmak ve masiyet işlemek için değil de yüce Allah'a itaat ve akılsızca işlere sapmaksızın mubah işler için yürüyenlerdir, diye de açıklanmıştır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yeryüzünde şımarıklıkla yürüme! Çünkü Allah büyüklük taslayan ve böbürlenen kimseleri sevmez." (Lukman, 31/18) İbn Abbâs da dedi ki: İtaatle, ma'ruf yolla ve alçak gönüllülükle yürürlerdir. el-Hasen der ki: Cahilliklere aldırış etmeyerek, kendilerine karşı cahillik edilirse, cahillik yapmazlar. İnsanlara karşı büyüklenmeden yürürler demektir. Derim ki; Bütün bunlar birbirine yakın manalardır. Allah'ı bilmek, O'ndan korkmak, hükümlerini bilip tanımak, azâb ve cezasından korkmak bunların hepsini kapsar. Allah lütuf ve keremiyle bizi bunlardan kılsın. Bir kesimin kanaatine göre "ağır ve vakur" âyeti 'Yeryüzünde... yürürler" âyeti ile alakalıdır. Yani yürümek "ağır ve vakur" ile aynı şeydir. İbn Atiyye dedi ki: Böyle diyenler âyeti şöyle te'vil etmiş gibi görünüyorlar: Bu şekilde yürüyen kimsenin ahlâkı da yumuşaktır. Yürüyüşüne uygundur. Bu açıklama da az önce yaptığımız açıklamaya yakındır. Bununla yalnızca yürümenin niteliğinin kastedilmiş olması iddiası batıldır. Çünkü nice yavaş yavaş yürüyen kişi vardır ki; bu kimse azgın bir kurttur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise âdeta yokuş aşağı inercesine yürürdü. Kendisi ise bu ümmetin en önünde olan bir şahsiyettir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Sizden bir maksat için yürüyen bir kimse yavaş yürüsün. " Muhammed b. Seliâme b. Ca'fer el-Kudâî, Müsnedu'f-Şihab, I, 261 âyetine gelince, bununla nefsin İçindeki niyeti kastetmiştir, sadece yürümeyi değil. Nitekim zahiren dindar gözüken batılcıların, yalnızca yürüme şekline sıkı sıkıya yapıştıkları görünen bir husustur. O kadar ki şair onları yermek maksadıyla şöyle demiştir: "Onların hepsi de ağır ağır yürür, Ve onların hepsi de bir av peşindedir." Derim ki: Bunun aksi kimseler hakkında da İbnu'l-Arabî kendi nefsi için şunları söylemektedir: "Yükseklerde alçak gönüllülük gösterdim, asıl ise büyüklük tasladı, İşlerde vakur davranmakla yarışları kazandım, Ağırbaşlılık olsun da bunun asıl sebebi kalbin kirliliği olmasın, Çünkü insanların çoğunluğunun ağırbaşlılığı büyük kibirden kaynaklanır." "Cahiller onlara hitab ettiklerinde onlar: 'Selam' derler." en-Nehhâs dedi ki: Buradaki "selâm" lâfzı "teslim: selâm vermek"den değil, "tesellüm" yani karşı tarafın zararından esenliğe kavuşmak, selamette olmakdan gelmektedir, Araplar senden esenliğe kavuşayım yahutta senden uzak kalayım anlamında "selam" derler. Bu lâfız; "derler" fiili ile mansub olabildiği gibi, mastar olması da mümkündür. Bu Sîbeveyh'in görüşüdür. İbn Atiyye de der ki: Benim uygun gördüğüm ise "derler" fiilinin "selam" lâfzında âmil olduğudur. Çünkü İfade; Onlar bu sözü söylerler, demektir. Mücahid dedi ki: "Selam"in manası uygun ve yerinde söz demektir. Yani cahili, yumuşaklıkla ve nfk ile kendisiyle defedebileceği bir söz söyler, demektir. Bu açıklamaya göre de; "derler" sözü -nahivcilerin yöntemine göre-"selam" lâfzında amel etmektedir. Buna sebeb ise "selam" lâfzının böyle bir söz söylerler anlamında oluşudur. Bir kesim de şöyle demektedir: Muhatab olan kimsenin cahile bu lafızla selam demesi gerekir, Yani senin zararından biz selamette olalım, teslimiyet bulalım ve buna benzer bir söz söylesinler. Bu durumda da "selam" lâfzında âmil -nahivcilerin usulüne göre-; onun kökünden türeyen bir fiil olur. Bu Âyet-i Kerîme ile Cihadı Emreden Âyetin Durumu: Bu âyet-i kerîme cihadı emreden kılıç âyetinden önce inmiştir. Dolayısıyla bundan kâfirlere mahsus olan bölümü nesh olmuş, kıyâmet gününe kadar müsl umanlar arasında bunun edebi baki kalmıştır, Sîbeveyh "Kitab (es-Sıhah)"ında bu âyet-i kerîme'nin nesh olduğunu söz konusu etmiştir. Kitab'ında bunun dışında da neshten söz etmemiştir. Bununla bu "selam" lâfzından kastın selâm vermek olmayıp selâmette olmanın kastedildiği kanaatini tercih etmiştir. Çünkü mü’minlere kâfirlere asla selâm vermeleri emrolunmamıştır. Ayet-i kerimede Mekke'de İnmiştir ve bunu (cihâdı emreden) kılıç âyeti neshetmiştir. en-Nehhâs dedi ki: Bizler Sîbeveyh'in nâsih ve mensuh ile ilgili olarak bu âyet dışında herhangi bir söz söylediğini bilmiyoruz. Sîbeveyh dedi ki: O günde müsl umanlar müşriklere selam vermekle emrolunmuş değillerdi. Ancak bu, kişinin sizden esenlikte olalım, bizimle sizin aranızda ne hayır ne de şer olmasın, anlamında bir söz söylemeleri anlamındadır. el-Müberred dedi ki: Şöyle denilmesi gerekirdi: O gün müslümanlara onlarla Savaşmaları emri verilmemişti. Daha sonra onlarla Savaşma emri verildi. Muhammed b. Yezid dedi ki: Sîbeveyh bu hususta hatalı davrandı veya uygun bir ibare kullanmadı. İbnu'l-Arabî de dedi ki: O gün müsl umanlar müşriklere selam vermekle emrolunmadıkları gibi, bu onlara yasaklanmış da değildi. Bilakis onlara affedip bağışlamaları ve güzel bir şekilde uzaklaşmaları emri verilmişti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onların toplantı meclislerinde durur. Onlara hayırlı sabahlar diler ve onlara yakın olur, ancak hiçbir şekilde onlara müdahalede bulunmazdı. İnsanlar ittifakla şunu kabul etmişlerdir ki; mü’minlerden olup, sefih olan bir kimse eğer sana kötü davranacak otursa, senin o kimseye; "selâmun aleyke" demen caizdir. Derim ki; Sünnette vârid olmuş delillere daha yakın görülen görüş budur. Biz Meryem Sûresi'nde (19/47. âyetin tefsirinde) kâfirlere selâm vermenin cevazı hususunda ilim adamlarının farklı görüşlerini açıklamış bulunuyoruz, Dolayısıyla burada nesih olduğu iddiasına gerek bulunmamaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. en-Nadr b. Şumeyl dedi ki: Bana el-Halil anlattı, dedi ki: Ebû Rabia el-A'rabî'ye gittim, o gördüklerimin en bilgilisi idi, Onu bir dam üstünde buldum. Biz selam verdik, o da selamımızı aldı ve bize istiva ediniz dedi. Biz ne demek istediğini anlayamadık ve şaşırıp kaldık. Yanında bulunan bir Bedevi bize: Yukarı çıkmanızı emretti, dedi. el-Halil dedi ki: Onun bu sözleri yüce Allah'ın: "Sonra duman halinde buluttan semaya istiva etti." (Fussilet, 41/11) âyetinden hareketle söylenmiş bir sözdür. Biz de onun yanına çıktık. Mayalanmamış bir ekmeğe, oldukça güzel bir süte ve susuzluğu gideren bir suya ne dersiniz? Biz: Az önce bütün bunlardan ayrıldık deyince, bu sefer: "Selam" dedi. Yine ne demek istediğini anlayamadık, bu sefer o bedevi dedi ki; O sizlerden hayrı da bulunmayan, şerri de bulunmayan bir şekilde ayrılıp gitmeyi istedi. el-Halil dedi ki: Bu da yüce Allah'ın: "Cahiller onlara hîtab ettiklerinde onlar; Selam derler" âyetinden alınmıştır. İbn Atiyye dedi ki: Tarihlerden birisinde şunu gördüm: İbrahim b. el-Mehdî -ki Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'a karşı olan kimselerdendi- bir gün bir topluluğun da huzurunda bulunduğu sırada Me'mun'a şöyle dedi: Ali b. Ebî Tâlib'i rüyamda görür ve ona: Sen kimsin? diye sorardım. O da: Ali b. Ebî Tâlib'im derdi. Onunla birlikte bir köprünün başına gelir, sonra Öne geçer ve o köprüyü benden önce geçerdi. Ben de şöyle derdim: Sen bir kadın (Fâtıma-(radıyallahü anhnhâ)-yı kast ediyor) sebebiyle bu işe lâyık olmak iddiasında bulunuyorsun. Halbuki biz ona senden daha bir hak sahibiyiz. Bana verdiği cevabında kendisi hakkında anlatıldığı kadarıyla herhangi bir belagat söz görmedim, el-Me'mun: Sana ne şekilde cevap verdi, diye sorunca, o: Bana selam, diye cevap verirdi. Ravi dedi ki: Sanki İbrahim b. Mehdî bu âyeti bilmiyor yahutta o vakit bu âyeti hatırlamamıştı. el-Me'mun huzurunda bulunanlara bu âyeti de hatırlatarak dedi ki: Allah'a yemin ederim ki, ey amca, o Ali b. Ebî Tâlib'dir ve o sana en beliğ bir şekilde cevap vermiştir. Bunun üzerine İbrahim oldukça utandı. Hiç şüphesiz ki bu sahih bir rüya idi. 64Onlar ki gecelerini Rabblerine secde ve kıyam ile geçirirler. "Onlar ki gecelerini Rabblerine secde ve kıyam ile geçirirler" âyeti ile ilgili olarak ez-Zeccâc şöyle demektedir: "Adam geceyi geçirdi, geçirir," tabiri ister uyusun, İster uyumasın geceye erişmesini anlatmak için kullanılır. Züheyr dedi ki: "Atımızın başı ucunda biz ayakta geceyi geçirdik, O bizi kendisine yaklaştırmak istemezken biz de ona yaklaşmaya çalışıyorduk." Allah'ın gerçek dostlarının vasıfları ile ilgili olarak da şu beyitler söylenmiştir: "Göz kapaklarına engel ol, uykunun tadını almasınlar, Yanaklarının üzerine sicim gibi akıt gözyaşlarını, Bil ki sen öleceksin ve çekileceksin hesaba. Ey Celil olanın gazabını gerektirecek şeyler yapan kişi! Allah'ın öyle kulları vardır ki; severler onu ihlasla, Razı olmuştur onlardan ve has hizmetine almıştır onları, Öyle bir topluluktur ki onlar, gece üzerlerine karanlığını örtünce, İşte oracıkta gecelerini geçirirler, secde ve kıyamla. İffetlerinden dolayı karınları sırtlarına yapışmıştır, bir deri, bir kemik kalmışlar, Helâlden başka bir şey yemeyi bilmezler." İbn Abbâs dedi ki: Her kim yatsı namazından sonra iki veya daha fazla rekat namaz kılacak olursa, o geceyi Allah için secde ve kıyamla geçirmiş demektir, el-Kelbî dedi ki: Her kim akşamdan sonra iki, yatsıdan sonra da dört rekat namaz kılarsa, o kimse geceyi secde ve kıyamla geçirmiş demektir. 65Onlar ki: "Rabbimiz, bizden cehennem azabını geri çevir. Çünkü gerçekten onun azâbı kesin bir helâk oluştur" derler. "Onlar ki: Rabbimiz bizden cehennem azabını geri çevir...derler." Yani onlar Rabblerine itaat etmekle birlikte, Allah'ın azabından korkarlar ve endişe ederler. İbn Abbâs der ki: Onlar bu duayı secde ve kıyamları halinde yaparlar. "Çünkü gerçekten onun azâbı kesin bir helâk oluştur." Yani o azâb daimidir ve insanın yakasını bırakmayan bir azabdır. Buradaki "Kesin bir helâk oluş" anlamındaki lâfız ayrılmayan, daimi olarak yakayı bırakmayan demektir. Alacaklıya: denilmesi de, borçlusundan ayrılmamasından Ötürüdür. Filan kişi bu şeye gönülden bağlıdır, ondan kopamıyor" demektir. İbnu'l-A'râbî, İbn Arafe ve başkalarının naklettiklerine göre bu lâfzın Arapçadakİ anlamı budur. el-A'şa da şöyle demiştir: "Eğer cezalandırırsa o kesin bir helâk olur ve eğer verirse, Pek çok verir ve hiç aldırış etmez." el-Hasen dedi ki: Onlar her ğarîm (alacaklı)'nin borçlusundan ayrılacağını ancak cehennem ğariminin bundan müstesna olduğunu bilmişlerdir. ez-Zeccâc dedi ki: "Garâm" azâbın en şiddetliyidir. İbn Zeyd, bu şer ve kötülük demektir; Ebû Ubeyde ise helâk oluştur diye açıklamıştır. Hepsinin anlamı da birdir, Muhammed b. Ka'b dedi ki: Yüce Allah dünyada iken onlardan Naîm cennetlerinin bedelini istedi. Onlar, bu bedeli vermediler. Onları cehenneme sokmak suretiyle bu bedeli ödemeyişleri dolayısıyla onları cezalandırmış olacaktır, 66"Gerçekten o, ne kötü bir durak ve ne kötü bir yerdir!" "Gerçekten o ne kötü bir durak ve ne kötü bir yerdir!" Orası kötü bir durak ve kötü bir kalınacak yerdir. Yani onlar bu sözleri bir bilgiye dayanarak söylerler. Bunu bilgiye dayanarak söylediklerine göre istediklerinin ne kadar büyük olduğunu da çok iyi bilirler. Bu yolla isteklerini elde edip zafere kavuşma ihtimaileri daha bir yüksek olur. 67Ve onlar ki mallarını İnfak ettiklerinde israf da etmezler, cimrilik de etmezler. Bunun arasında orta bir yol tutarlar. "Ve onlar ki mallarını infak ettiklerinde israf da etmezler." Müfessirler bu âyetin te'vili hususunda farklı görüşlere sahiptirler. en-Nehhâs dedi ki: Bu âyetin anlamı ile İlgili olarak yapılmış en güzel açıklamalardan birisi şudur: Allah'a itaat olmayan hususta kim infak ederse, işte İsraf odur. Yüce Allah'a itaat hususunda da kim eli sıkılık yaparsa, işte cimrilik odur. Yüce Allah'a itaat yolunda harcayan kimsenin bu harcaması da ikisi arasında orta yoldur. İbn Abbâs dedi ki: Hak uğrunda bir kimse yüzbin dahi harcayacak olsa, bu israf olmaz. Hak olmayan bir yerde bir kimse tek bir dirhem dahi harcayacak olursa bu bir israftır. Her kim üzerindeki bir hakka yapılması gereken harcamaya engel olursa, o takdirde de cimrilik etmiş olur. Mücahid, İbn Zeyd ve başkaları da böyle demişlerdir. Avn b. Abdullah dedi ki: İsraf başkasının malını harcamandır. İbn Atiyye dedi ki: Bu ve benzeri açıklamaların âyetle bir ilgisi yoktur. Uygun olan açıklama şöyle demektir: Masiyet uğrunda harcama, şeriatın azını da, çoğunu da yasakladığı bir harcamadır. Başkasının malına el uzatmak da böyledir. Burada nitelikleri belirtilenler ise bu şekildeki bir davranıştan uzaktırlar. Bu âyet-i kerimede takınılması öğütlenen edeb ise mubah ve itaat olan hususlardaki harcamalar hakkındadır. Bu hususta şeriatın öngördüğü edeb, insanın başka herhangi bir hakkı yahut bakmakla yükümlü olduğu çoluk çocuğunu ve benzerlerini zayi etmemek için harcamalarında aşırıya kaçmamalıdır. Ayrıca çoluk çocuğunu aç bırakacak kadar harcamalarını kısıp, ileri derecede cimri de olmamalıdır. Bu hususta güzel olan orta yollu yani adaletli ve dengeli harcamaktır. Herkes İçin orta yollu harcama çoluk çocuğuna ve haline göredir. Kazanç uğrundaki gayreti, sabır ve direncine göre değişir ya da bu özelliklerin zıddı ile alakalıdır. Bununla birlikte işlerin en hayırlısı orta yollu olandır. Bundan dolayı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebubekr es-Sıddîk'ın malının tamamını tasadduk etmesine ses çıkarmamıştır. Zira bu onun dindeki gayreti ve sabrına nisbetle orta yollu bir harcamasıdır. Fakat aynı harcamayı başkasının yapmasını engellemiştir. O bakımdan İbrahim en-Nehaînin şu sözü gerçekten güzeldir: Orta yollu hareket eden kişi aç bırakmayan, çıplak bırakmayan ve insanlara: Bu kişi israfa kaçtı, dedirtecek herhangi bir harcamada bulunmayan kişidir. Yezid b. Ebi Habib de dedi ki: Bunlar güzellik olsun diye elbise giyinmeyen, lezzet almak için de bir yemek yemeyen kimselerdir. Yine Yezid bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demiştir; Bunlar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabıdır. Onlar nimetlere dalmak ve lezzet almak maksadıyla bir yemek yemezler, Güzellik olsun diye bir elbise giymezlerdi. Bunun yerine onlar açlıklarını gidermek ve Rabblerine ibadet için güçlerini arttırmak maksadıyla yemek yerler, avretlerini örtecek, kendilerini soğuk ve sıcağa karşı koruyacak elbiseler giyerlerdi. Abdu'l-Melik b. Mervan kızı Fatıma'yı Ömer b. Abdu'l-Aziz'le evlendirdiğinde şöyle demişti: Senin harcamaların nedir? Ömer ona: Güzel olan iki kötü şeyin arasında olandır deyip, ona bu âyeti kerîme'yi okudu, Ömer b. el-Hattâb dedi ki: Bir kimseye israf olarak canının çektiğiherşeyisatın alıp yemesi yeterlidir. İbn Mâce'nin, Süreere'inde yer alan rivâyete göre Enes b. Malik şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Canının çektiği herbir şeyi yemek hiç şüphesiz ki israftandır." İbn Mâce, II, 1112. Ebû Ubeyde dedi ki: Onlar ma'ruftan fazla bir harcama da yapmazlar, cimrilik de etmezler. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Elini boynuna bağlanmış kılma! Onu büsbütün de açma..." (el-İsra, 17/29) Şair de şöyle demiştir: "Hiçbir hususta aşırıya gitme, orta yolu seç, (Çünkü) işlerin orta yollu olanının iki ucu da yerilmiştir." Bir başka şair de şöyle demiştir: "Kişi nefsine arzuladığı herşeyi verecek olur, Ve onu alıkoymazsa eğer; her türlü batılı arzu eder. Günahı ona doğru iter durur ve utanılacak hususlar Kendisim çağırdığı ve dünyada elde edilecek tatlı şeylerdedir" Ömer (radıyallahü anh) oğlu Âsım'a şöyle demiştir: Yavrucuğum, sen midenin yarısını yemekle doldur. İyice eskitmedikçe hiçbir elbiseyi de atmaleyhisselâmen yüce Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği şeyleri midelerine doldurup sırtlarının üzerinde taşıyanlardan olma. Hatem-i Taî'nin de şöyle bir beyiti vardır: "Sen midene ve bir de fercine, istediklerini verecek olursan eğer, Bunlar yerilmeyi gerektirecek herşeyin en ilerisini elde ederler." "Cimrilik de etmezler" âyetini Hamza, el-Kisaî, el-A'meş, Âsım ve Yahya b. Vessab -bu hususta onlardan farklı rivâyetler gelmekle birlikte- ı;ya" harfini üstün ve te harfini de ötreli okumuşlardır. Bu güzel bir kıraat olup; den gelmektedir. Lâzımı fiillerde kıyas da böyledir. Tıpkı; "oturdu, oturur" fiilinde olduğu gibi. Ebû Amr b. el-Alâ ve İbn Kesîr ise "ya': harfini üstün, "te"yi de esreli okumuşlardır. Bu da bilinen ve güzel bir söyleyiştir. Medine'liler, İbn Âmir ve Âsım'dan, Ebubekr ise "ya" harfini ötreli, "te': harfini de esreli okumuşlardır. es-Sa'lebî dedi ki: Bunların hepsi de sahih söyleyişlerdir. en-Nehhâs dedi ki: Ebû Hatim, Medine'lilerin bu kıraatine hayret eder. Çünkü ona göre Medine'lilerin kıraatinde şaz kıraat olmaz. Çünkü fakir düşüldüğü zaman: "Fakir düştü, düşer" denilir. Yüce Allah'ın: "Eli dar olan kendi halince..." (el-Bakara, 2/236) âyetinde olduğu gibi. "Eli dar olan" anlamında olup ism-i Fail olan "muktir"in fiilinin hasına hemze ziyadesi ile: İıcmze, kaııF, tc ve re" harflerinden "kısan Fiilden geldiğine dikkat çekilmektedir Ebû Hatim onların adına şu açıklamayı yapmıştır: İsrafa sapan bir kimse çabucak fakirleşir. Ancak bu, uzak bir te'viklir. Ancak onlar adına yapılabilecek te'vil şudur: Ebû Ömer el-Cermî'nin, el-Esmaî'den naklettiğine göre bir kimse harcamasını kıstığı takdirde hem; şekli kullanılır, hem de; şekli kullanılır. Buna göre böyle bir kıraat de sahih olur. Her ne kadar "ya" harfinin üstün olması daha doğru ve kullanılması daha uygun, daha meşhur ve daha tanınan bir şekil olsa da bu böyledir. Ebû Amr ve sair insanlar"Orta bir yol" di ve "kaf' harfini üstün olarak okumuşlardır. Adaletli, dengeli demektir. Hassan b. Abdu'r-Rahmân ise "kaf harfini esreli okumuştur. Bu da; yetecek kadar, ihtiyacı karşılayacak kadar ve durumu idare edecek kadar demektir. "Kaf" harfi esreli olarak "el-kıvam"; hali sürdüren ve kararını devam ettiren demektir. Bunların aynı anlamda iki ayrı söyleyiş olduğu da söylenmiştir. "Orta bir yol" anlamındaki bu kelime; 'nin haberidir. İsmi de onda takdir edilmiştir. "Harcamaları israf ile cimrilik arasında orta yolludur" demek olur. Bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır. Onun bir başka görüşü de vardır. Buna göre Arasında"yı isim kabul eder ve nasb eder. Çünkü bu gibi lâfızların kullanımı çokçadır. Bundan dolayı ref’ mahallinde de olduğu halde bırakîlmıştır. en-Nehhâs dedi ki: Ben bunun nasıl açıklanacağını bilemiyorum el-Ferrâ', Meâni'l-Kur’ân, II, 275-275'ıle bu görüsünü açıklamaktadır Çünkü eğer ref mahallinde olursa, ref olur. "Gözlerinin arası kırmızıdır" denildiği gibi. 68Onlar ki; Allah ile birlikte başka bir ilâha ibadet etmezler. Hak ile olması dışında Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı nefsi de öldürmezler. Zina da etmezler. Kim bunları İşlerse o ceza(ları) ile karşılaşır. 69Kıyâmet gününde onun azâbı kat kat verilir. O azapta ebediyyen, hor ve hakir bir halde kalır. "Onlar ki; Allah ile birlikte başka bir ilâha ibadet etmezler" âyeti ile yüce Allah, mü’min kullarını kâfirlerin putlara tapma ve kız çocuklarını diri diri gömmek suretiyle hak olmayan canı öldürmek, buna benzer zulüm, suikastler yapmak, baskın ve talanlar düzenlemek, onlarca mubah kabul edilen zina etmek gibi vasıfların dışında tutmaktadır. Bu âyet-i kerimeyi zahiri anlamından uzaklaştıran Meanîehü (Meani't-Kur'ân'a dair eser yazanlar)'dan kimileri şöyle demiştir: Rahmân'ın tahsis yoluyla kendisine izafe ettiği ve onları söz konusu edip marifet ve şereflendirme sıfatları ile nitelendirdiği kimselerden bu çirkin işlerin husule gelmesi zaten yakışmaz ki; bu hususların nefyedilmesi ile onların öğülmeleri söz konusu olsun. Çünkü onlar bundan daha üstün ve daha şereflidirler. (Böyle diyen kişi devamla) dedi ki: Bunun anlamı şudur: Onlar hevayı ilâh diye çağırmazlar, masiyetleri işleyerek nefislerini zelil etmezler ve böylelikle nefislerinin katilleri olmazlar. "Hak ile olması dışında" âyetinin anlamı da; yani onlar nefislerini ancak sabır bıçağıyla ve mücahede kılıcıyla keserler. Onlar kendilerine mahrem olmayan kadınlara -zina olmasın diye- şehvetle bakmazlar. Aksine onlar zaruret yoluyla onlara bakarlar, o vakit bu da nikâh gibi olur. Hocamız Ebû'l-Abbas da söyle demiştir: Bu parlak ve güz alıcı bir ifadedir. Şu kadar var ki; derinliğine tetkik edildiği takdirde akıllıca bir söz olmadığı ortaya çıkar. Bu batini bir sızıntı ve batıldan gelen bir duygudur. Allah'ın kullarının bu güzel sıfatlara bezendikten ve bunların zıttı olan diğer kötü sıfatlardan da kendilerini kurtardıktan sonra, böyle "özel kul oluş" anlamını verecek izafet ile tahsis olundular. Bundan dolayı bu âyetlerin baş taraflarında onların şereflerine dikkat çekmek için, bezenilmesi istenen güzel sıfatlar zikredilerek başlandı, arkasından bu sıfatları kendilerinden uzaklaştırmaları için uzak kalınması gereken sıfatları söz konusu etti. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Derim ki: Bu iddia sahibinin burada sözü edilen hususların ileri sürdüğü şekilde zahirinden anlaşıldığı gibi olmadığı şeklindeki iddiasının batıl olduğuna delil teşkil eden hususlardan birisi de Müslim'in kaydettiği şu rivâyettir: Abdullah b. Mes'ûd dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü dedim, Allah nezdinde en büyük günah hangisidir? O; "Allah'a seni yaratmış olduğu halde, ortak koşmandır" diye buyurdu. Ben: Sonra hangisidir? diye sordum. "(Seninle beraber) yemek yer korkusu ile evladını öldürmendir" diye buyurdu. Sonra hangisidir? diye sordum. Buyurdu ki: "Komşunun hanımı ile zina etmendir." Yüce Allah bunu tasdik etmek üzere: "Onlar ki Allah ile birlikte başka bir ilâha ibadet etmezler. Hak ile olması dışında Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı nefsi de öldürmezler, zina da etmezler. Kim bunları işlerse ceza(ları) İle karşılaşır" âyetini indirdi Müslim, 1, 91; Buhârî, V, 2236. VI, 2739; Ebû Dâvûd, II, 294; Müsned, I, 3H0 Arapçada ikab (ceza) demektir. İbn Zeyd ve Katâde'de bu âyette, bu kelimeyi böylece okumuştur. Şairin şu beyitinde de bu anlamdadır: "Urve'nin oğlunu cezalandırsın Allah, yaptığı Haksızlıklardan ötürü; haksızlıkların zaten cezası vardır." Görüldüğü gibi burada bu kelime ceza ve ukubet anlamındadır. Abdullah b. Arar, İkrime ve Mücahid dediler ki: "Esâm" cehennemde bir vadidir. Allah onu kâfirleri cezalandırmak için var etmiştir. Şair de şöyle demiştir: "Savaşımızda öldürücü tehlikelerle karşı karşıya kaldın Bu tehlikelerden sonra sen ceza ile karşılaşırsın." es-Süddî dedi ki: "Esâm" cehennemdeki bir dağ adıdır. Şair der ki: "Bizim orada kaldığımız sürece beddua ediyorduk onlara, Bir dağı bulunan Zül-Mecaz vadisinde." Müslim'deki rivâyete göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Müşriklerden bazı kimseler pek çok kimse öldürdüler, çokça zina ettiler, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelip şöyle dediler; Senin söylediğin ve kendisine davet ettiğin şey gerçekten güzeldir. Aynı zamanda o bizlere yapmış olduğumuz amellerimizin birkeffaretiolduğunu da haber veriyor. Buradaki "aynı zamanda...' diye başlayan cümle Kurtubîdeki metine göre tercüme edilmiştir. Ancak Müslim'deki ifadenin anlamı şu şekildedir: Bir de işlediğimiz amellerimizin bir keffaretinin olup, olmadığını bize biklirsen. Bunun üzerine: "Onlar ki Allah ile birlikte başka bir ilaha ibadet etmezler. Hak ile olması dışında Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı nefsi de öldürmezler, zina da etmezler. Kim bunları islerse, cezadan) İle karşılaşır" âyeti ile: "Deki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." (ez-Zümer, 39/53) âyeti nazil oldu. Buhârî, IV, 1811; Müslim, I, 113; Nesâî, VII, 86 Şu: "Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım!" âyet-i kerimesinin Hamza (radıyallahü anh)'ın katili Vahşi hakkında inmiş olduğu da söylenmiştir. Bunu Saîd b. Cübeyr ile İbn Abbâs söylemişlerdir. İleride buna dair açıklamalar ez-Zümer Sûresi'nde (39/53. âyetin tefsirinde) gelecektir. "Hak ile olması dışında" âyeti kendisi sebebiyle canların öldürülmesi hak olan imandan sonra küfür, ihsandan sonra (evli iken) zina dışında, hak olmayan bir sebeble öldürmezler demektir. Daha önce el-En'âm Sûresi'nde (6/151. âyet, 8. başlıkta) açıklandığı üzere. "Zinada etmezler" yani nikâh ya da sağ ellerinin malik olduğu cariyelerdin dışında namus ve iffetleri helal bilmezler. Bu âyet-i kerîme açıkça şunu göstermektedir ki; küfürden sonra haksız yere can öldürmekten daha büyük bir günah yoktur. Ondan sonra da zina gelir. İşte bundan dolayı muhsan olan kimse hakkında zina haddi olarak (recm edilerek) öldürülmek, yahutta muhsan olmayan kimse için de celde (sopa) cezasının en ileri derecesi (yüz celde) sabit olmuştur. "Kim bunları işlerse ceza(ları) ile karşılaşır. Kıyâmet gününde onun azâbı kat kat verilir" âyetinde yer alan; " kat kat verilir" ile "Ebediyyen... kalır" fiillerini Nâfi', İbn Âmir, Hamza ve el-Kisaî cezm ile okumuşlardır. İbn Kesîr "kat kat verilir" fiilini şeklinde ayn harfini şeddeli ve elif siz okumuştur. Bu fiil ile birlikte; "Ebediyyen kalır" fiilini de cezm ile okumuştur. Talha b. Süleyman ise "nûn" harfini ötreli, "ayn" harfini şeddeli ve esreli olmak üzere; Kat kat veririz" diye okumuştur. Buna karşılık (azâb) kelimesini de; şeklinde nasb ile "Ebediyyen kalır" fiilini de cezm ile okumuştur. Bu aynı zamanda Ebû Cafer ve Şeybe'nin de kıraatidir. Ebubekr'in rivâyetine göre Âsım; şeklinde her iki fiili de isti'naf ve diğeri atıf olmak üzere ref ile okumuştur. Tâlha b. Süleyman ist; kâfire hitab anlamını verecek şekilde; "Ebediyyen kalırsın" diye okumuştur. Ebû Amr'dan ise; "Ebediyyen bırakılır" anlamında "ya" harfini ötreli, "lâm" harfini de üstün olarak okumuştur. Ebû Ali der ki: Bu, rivâyet cihetinden bir yanlışlıktır. "kat kat verilir" fiilinin cezm ile gelmesi şartın cevabı olan "Karşılaşır" fiilinden bedel oluşundan dolayıdır. Sîbeveyh dedi ki: Azâbın kat kat verilmesi ceza ile karşı karşıya kalmakla aynı şeydir. Şair dedi ki: "Ne zaman, gelir de yurdumuzda misafirimiz olursan, Çok miktarda odun ve alev alev yanan ateş bulursun." Bir başka sair de sövle demektedir; "Boynumda Allah adına yemin olsun ki; sen mutlaka bey'at edeceksin, Ya zorla alınırsın yahutta sen isteyerek gelirsin." Bu fiilin ref ile okunması hususunda da iki görüş vardır; Birinci görüşe göre, kendisinden önceki ifadeler ile ilişkisini koparmaktır. Diğerine göre ise manaya hamlederek merfu okumaktır. Sanki bir kimse: Peki ceza ile karşılaşmak ne demektir? diye sormuş da, ona: O kimseye azâb kat kat verilecektir, denilmiş gibi olur. "Hor ve hakir bir halde" âyeti da lelil, aşağılanmış, uzaklaştırılmış ve kovulmuş bir halde... demektir. 70Ancak tevbe eden, îman eden ve salih amel işleyenler müstesna. İşte Allah, bunların günahlarını sevaba değiştirir. Allah mağfiret edicidir, rahmet edicidir. "Ancak tevbe eden, Îman eden ve salih amel İşleyenler müstesna." Bu âyette sözü geçen istisnanın kâfir ve zinakâr hakkında söz konusu olduğu hususunda ilini adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Ancak daha önceden en-Nisâ Sûresi'nde (4/93. âyet, 7, başlıkta) geçtiği üzere müslüman olup katil olan kimseler hakkında farklı kanaatlere sahiptirler. el-Mâide Sûresi'nde (5/84. âyet, 16. başlıkta) da yeminden istisna yapmak (inşaallah demek) hususunda aradan zaman fasılası geçmesinin cevazı hususunda da açıklamalar geçmiş bulunmaktadır ki; bu da İbn Abbâs'ın görüşüdür. İbn Abbâs bu görüşüne de bu âyeti delil göstermiştir. "İşte Allah bunların günahlarını, sevaba değiştirir" âyeti ile ilgili olarak en-Nehhâs şöyle demektedir: Bu hususta yapılmış en güzel açıklamalardan birisi şudur: Böyle bir durumda kâfir yerine mü’min, günahkâr yerine itaatkâr yazılır. Mücahid ve ed-Dahhak dediler ki: Allah, onlara şirk yerine imanı verir. Buna yakın bir açıklama el-Hasen'den rivâyet edilmiştir. el-Hasen dedi ki: Bazıları bu değiştirmenin âhirette olacağını söylemiş iseler de durum böyle değildir. Değiştirme dünyada olacaktır. Yüce Allah onlara şirk yerine Îmanı, şüphe yerine İhlâsı, hayasızlık yerine namus ve iffetlerini korumayı ihsan eder. ez-Zeccâc dedi ki; Bu kötülüğün yerine iyiliği yazmak suretiyle değil, bunun yerine kötülüğün yerine tevbeyi ve tevbe ile birlikte de iyiliği yazmak suretiyle olur. Ebû Zerr, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan: "Kötülükler, iyiliklerle değiştirilir. " İbn Receb el-Hanbelîr Cûmiu'l-Ulûmi ve'l-Hikem, I, 176"la bu manada rivâyetin sahih olarak geldiğini kayd etmektedir. dediğini rivâyet etmektedir. Bu anlamda bir rivâyet Selman-ı Farisî, Saîd b. Cübeyr ve başkalarından da gelmiştir. Ebû Hüreyre dedi ki: Bu âhtrette iyilikleri, kötülüklerinden daha fazla olan kimseler hakkındadır. Yüce Allah, onların kötülüklerini iyiliklere dönüştürecektir. Rivâyet edilen haberde de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bir takım kimseler keşke çokça (küçük) günah işlemiş olsalardı diye temenni edeceklerdir." Bunlar kimlerdir? diye sorulunca: "Bunlar Allah'ın kötülüklerini, iyiliklere değiştireceği kimselerdir" diye buyurmuştur, el-Hakîm, el-Müstedrek, IV, 281. Bunu Ebû Hüreyre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiştir. es-Sa'lebî ve el-Kuşeyrî zikretmişlerdir. Bir diğer açıklamaya göre buradaki değiştirme mağfirete nail olmaktan ibarettir. Yani, yüce Allah, onların bu günahlarını bağışlayacaktır. Onların günahlarını iyiliklere dönüştürmek şeklinde olmayacaktır. Derim ki: Kulun tevbesi sahih olduğu takdirde, kötülüğün yerine Allah'ın iyilik koyması, O'nun lütfü, keremi açısından uzak bir ihtimal olarak görülemez. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'da Muâz (radıyallahü anh)'a: "Sen kötülüğün arkasından iyiliği yetiştir ki, onu silsin ve insanlara karşı da güzel bir ahlâk ile davran" diye buyurmuştur Müsned, V, 228, 235. Müslim'in, Sahih'inde de Ebû Zerr (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; "Ben cennet ehli arasında cennete en son girecek kimseyi de, cehennem ateşinden en son çıkacak kimseyi de biliyorum. O şöyle bir adamdır: Kıyâmet gününde getirilir, küçük günahlarını ona sununuz, büyüklerini de üzerinden kaldırınız denilir. Ona küçük günahları sunulur ve filan filan günü şunu şunu işledin, filan filan günü de şunu ve şunu işledin denilir. O da evet, der. İnkar edebilecek gücü kendisinde bulamaz. Diğer taraftan büyük günahlarının da kendisine sunulacağından korkarken, kendisine: Her bir günahının yerine bir tane iyilik verilecektir, denilir. Bu sefer Rabbim ben burada görmediğim daha başka bir takım işler de işledim" diyecek. Yemin olsun Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın küçük azı dişleri görülünceye kadar güldüğünü gördüm. Müslim, I, 177; Müsned, V, 157. Ebû Tavîl de şöyle demiş: Ey Allah'ın Rasûlü! Bütün günahları işlemiş ve hiçbir günahı terketmemiş, aynı zamanda bu kişi kesinti (haraç) almadık ne hâcce, ne de dâcce Bu iki lâfzın açıklamasını merhum müfessir biraz sonra nakledecektir. bırakmamış? Böyle birisinin tevbesi kabul olur mu? Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Sen müslüman oldun mu?" diye sorar. Der ki: Ben Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına, bir ve tek olduğuna, ortağının bulunmadığına, senin de Allah'ın kulu ve rasûlü olduğuna şahitlik ederim deyince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Evet, hayırlı şeyleri yaparsın, kötülükleri terkedersin. Allah bütün bunları hayırlı şeyler kılar." Adam yine sorar: Ahitleri bozmamı, günahlarımı da mı ey Allah'ın peygamberi? Peygamber: "Evet" diye buyurur. Bu sefer Ebû Tavîl: Allahu ekber diye seslendi ve gözden kayboluncaya kadar bu sözlerini tekrar edip durdu. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, I, 31-32 ve X, 202. Her iki yerde de: "Hadisi Taberânî ve Bezzâr rivâyet etmiş olup, lîezzar'ın rSvîleri Sahih lavîleridir. Ancak Muhammed b. Herun Ebû Naşît, Sahih râvîlerinden olmamakla birlikte sika (güvenilir) bir ravidir" kaydıyla. Bunu da es-Sa'lebî zikretmiştir. Mübeşşir b. Ubeyd -ki bu kişi nahiv ve Arapçayı iyi bilen birisi idi.- dedi ki: Burada "el-hâcce" hacılardan, hacca gitmek üzere yola koyulduklarında alınandır. "ed-Dâcce" de geri döndüklerinde onlardan alınandır. "Allah mağfiret edicidir, rahmet edicidir." 71Kim ki tevbe edip salih amel İşlerse, muhakkak o -rızasına ermiş olarak- Allah'a dönmüş olur. "Kim ki tevbe edip salih amel işlerse, muhakkak o -rızasına ermiş olarak Allah'a dönmüş olur" âyeti ile ilgili olarak şöyle denilebilir: Kalkan kimse muhakkak ki o kalkmış olur, demlemeyeceğine göre; tevbe eden muhakkak ki o tevbe etmiş olur, nasıl denilebilir? İbn Abbâs dedi ki: Âyetin anlamı şudur; Mekke ahalisinden kim îman eder, hicret eder, kimseyi öldürmemiş, zina da etmemiş, aksine salih amel işleyip farzları eda etmiş ise; şüphesiz ki o yüce Allah'a samimi olarak tevbe etmiş demektir. Yani Ben onları Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karşı Savaşan, haramları helal kabul eden kimselerin önüne geçirmiş ve onlardan daha faziletli kılmışımdır. el-Kaffal dedi ki: İlk âyet-i kerimenin tevbe eden müşrikler hakkında olma ihtimali vardır. İşte bundan dolayı (orada): "Ancak tevbe eden, îman eden...ler müstesna" (Meryem, 19/60) diye buyurmuştur. Daha sonra da buna müslümanlar arasından tevbe edip tevbesinin akabinde salih amel işleyen kimseleri de buna atfetmiştir. Bu gibi kimseler hakkında da tevbe edenlerin hükmü söz konusudur. Bir diğer açıklama da şöyledir; Yani kim dili ile tevbe eder, fiili ile bunu gerçekleştirmeyecek olursa, bu tevbe fayda vermez. Aksine kim tevbe edip salih amel işleyerek, salih amellerle tevbesini tahakkuk ettirirse, işte yüce Allah'a gerçek anlamıyla tevbe etmiş, O'na'dönmüş kimse budur. Yani bu kişi gerçek manada tevbe etmiş demektir ki; nasuh tevbe bu demektir. Bundan dolayı mastar ile ayrıca te'kid etmiştir. Buna göre "Dönmüş olur" te'kid anlamını ihtiva eden bir mastardır. Yüce Allah'ın: "Ve Allah Mûsa ile de konuştu." (en-Nisa, 4/164) âyetinde olduğu gibi. Yani böyle bir kimse yüce Allah'a gerçek manada tevbe etmiş olur, Allah da gerçekten onun tevbesini kabul eder. 72Ve onlar ki; yalan şahitlik yapmazlar. Lağve rastladıklarında da şereflice yüz çevirip geçerler. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- Yalan Şahitlik ve Yalana Şahit Olmak: Yüce Allah'ın; "Ve onlar ki yalan şahitlik yapmazlar" âyeti şu demektir: Onlar yalan ve batılın bulunduğu yerde hazır olmazlar ve bunu da müşahede edip seyretmezler. "Zûr (yalan)" Değiştirilmiş ve allanıp, pullanmış batıl olan herbir şeydir. Bunun en büyüğü ise Allah'a ortak koşmak ve Allah'a ortak koşulanları lazim etmektir. ed-Dahhak, İbn Zeyd ve İbn Abbâs böylece tefsir etmişlerdir. İbn Abbâs'dan gelen bir rivâyete göre de bu müşriklerin bayramları demektir. İkrime dedi ki: Cahiliye döneminde "zurv diye adlandırılan bir oyundur. Mücahid: Bu şarkıdır demiştir. Muhammed b. el-Hanefiyede böyle demiştir. İbn Cüreyc: Yalandır demiştir. Bu Mücahid'den de rivâyet edilmiştir. Ali b. Ebi Talha ile Muhammed b. Ali şöyle demişlerdir; Âyet yalan şahitlikte bulunmazlar anlamındadır. Yoksa buradaki "şehadet" müşahede etmekten, görmekten gelmemektedir. İbnu'l-Arabî dedi ki; Bunun yalan olduğu görüşü elbetteki doğrudur, çünkü bütün bunlar aslında yalana racidir. Bunun cahiliye dönemindeki bir oyunun ismi olduğunu söyleyenlere gelince, eğer bu oyunda kumar ya da bir cahillik yahutta küfre raci' herhangi bir husus varsa haramdır. Bunun şarkı olduğu görüşüne gelince, şarkı bu sınıra kadar varmaz. Derim ki: Kimi şarkıları dinlemek harama kadar ulaşabilir. Bu ise güzel görülen suretlerin nitelendirildiği, şarap ve buna benzer tasvirlerin yapıldığı, insan tabiatını harekete getiren ve itidal sınırlarının dışına çıkartanyahuttainsanın içinde gizli bulunan lehve düşkünlük ve sevgiyi harekete getiren şiirler bu kabildendir. Birilerinin şu beyitlerinde olduğu gibi: "Altın sarısı renkli, zannedersin ki, Ateş onıyı gözlerinin kıvılcımından, alınıp yakılır. Korkuttular beni onun(la düşüp kalkmaktan ötürü) rezil olurum diye, Keşke sözünde dursa da varsın rezil olayım." Özellikle başka bir kaç yerde de açıkladığımız üzere bu şarkılarla beraber şu günlerde olduğu gibi, kavallar ve tefler de eşlik edecek olursa... Burada yalan şahitlikten söz edildiğini söyleyenlerin görüşlerine gelince, bu da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir. 2- Yalan Şahitliğin Hükmü: Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) yatan şahitlikte bulunan kimseye kırk celde vurur, onun yüzünü karalar, saçını traş eder ve çarşı-pazarlarda dolaştırırdı. İlim adamlarının çoğunluğu da şöyle demiştir: Bir daha ebediyyen şahitliği kabul edilmez, Tevbe etse ve halini düzeltecek olsa da işi Allah'a kalmıştır. Şöyle de denilmiştir: Eğer bu kişi tanınmış ileri gelen bir şahsiyet değilse, halini düzeltirse daha önceden el-Hac Sûresi'nde (22/30-31. âyet, 5 ve 6. başlıklarda) geçtiği üzere şahitliği kabul edilir. Bu husus oradan tetkik edilebilir. "Lağve rastladıklarında da şereflice yüz çevirip, geçerler" âyetinde geçen "lağv"e dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/22Ş) geçmiş bulunmaktadır. Lağv düşük seviyeli her türlü söz ya da fiildir. Bunun kapsamına şarkı, boş işlerle oyalanmak (lehv) ve bunun dışında buna yakın herşey dahildir. Yine bunun kapsamına müşriklerin akılsızca işleri, mü’minleri eziyet etmeleri, kadınlardan söz etmek ve bunun dışındaki diğer münkerler de dahildir. Mücahid dedi ki: Bunlara eziyet edilecek olursa, affederler demektir. Yine ondan rivâyet olunduğuna göre; nikâh (cima)'dan söz edecek olurlarsa, bundan kinaye yoluyla sözederler, demektir. el-Hasen dedi ki: Lağv, bütün masiyetler demektir. Bu da oldukça kapsamlı bir açıklamadır. "Şereflice" yani onu reddederek, ondan razı olmayarak, yüz çevirerek, o hususta yardımcı olmayarak ve bu işi işleyenlerle oturmaksızın (uzaklaşırlar), demektir. Yani onlar asla batıla girmeyen şerefli kimseler gibi geçer, giderler. Mesela; denilir ki, bu da: "Kendisini küçük düşüren, değerini zedeleyen hususlardan kendisini uzak tuttu, ona yaklaşmadı" demektir. Abdullah b. Mes'ûd'dan rivâyete göre o bir şarkı sesi işitmiş, hemen çabucak oradan ayrılıp gitmiştir, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bu davranışının haberi ulaşınca: "İbnu Ummi Abd kerim (şerefli bir kimse) olmuştur" diye buyurdu İbn Kesîr, Tefsir, III, 330. Lağve rastlayınca oradan şereflice yüz çevirip geçmek demek, iyiliği emredip münkerden alıkoymak demektir. 73Onlar ki Rabblerinin âyetleriyle kendilerine öğüt verildiğinde, bunlara karşı sağır ve kör kimseler olarak yıkılmazlar. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- Rabbin Hatırlatılan Âyetlerine Karşı Takınılacak Tavır: "Onlar ki Rabblerinin âyetleri ile kendilerine öğüt verildiğinde" yani kendilerine Kur'ân okunduğunda âhiretlerini, Rabblerinin huzuruna döneceklerini hatırlarlar. Duyup işitmeyen kimselerin konumuna düşmemek için gafilük etmezler. Yüce Allah burada: "Onlar Yıkılmazlar" diye buyurmuştur. Halbuki ortada herhangi bir yıkılma (lâfzı anlamı ile: akma) söz konusu değildir. Bu ise oturuyor olmasa dahi, "oturup ağladı" demek kabilindendir. Bu açıklamayı Taberî yapmış ve tercih etmiştir. İbn Atiyye dedi ki: Bu, onların sağır ve kör olarak yıkılmaları demektir ve bu kâfirlerin bir niteliğidir. Onların yüz çevirmelerini ifade eder. Bir kimsenin: "Filan kişi oturup bana sövmeye koyuldu, filan kişi kalkıp ağladı" demeye benzer. Halbuki maksat o kişinin oturduğunu, ayakta durduğunu haber vermek değildir. Bunlar konuşmada ve ifadelerde insanların bir çeşit anlaşarak, uzlaşarak kullandığı tabirlerdir. Yine İbn Atiyye der ki: Sanki bu öğüdü dinleyen bir kimse işi düzgün bir şekilde yolunda ve dimdik ayakta duruyor da yüz çevirip sapıtınca onun bu davranışı yıkılmak, akmak gibi olur. Bu ise düzensiz ve bir sıraya bağlı olmaksızın düşmek demektir. Her ne kadar secde ederek yere kapanan kimse hakkında da btı benzetme kullanılmış ise de, bu kelimenin asıl anlamında düzensizlik vardır. Bir diğer açıklama da şöyledir: Bunlara Allah'ın âyetleri okunduğu takdirde kalpleri titrer ve bundan dolayı ağlayarak secdeye kapanırlar. Onlar Allah'ın âyetlerine karşı sağır ve kör gibi yıkılmazlar. el-Ferrâ' dedi ki: Onlar hiç duymamışlar gibi, ilk hallerinde kalmaya devam etmezler, demektir 2- Secde Âyetini Duyan Kimsenin Hangi Hallerde Secde Etmesi Gerekir; Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Bir kimse, bir başkasının secde âyetini okuduğunu duyacak olursa, onunla birlikte secde eder. Çünkü o, Allah'ın âyetlerinin kendisine karşı okunmakta olduğunu duymuş olur. İbnu’l-Arabî der ki: Böyle bir şey sadece okuyan için gereklidir. Onun dışındakiler için böyle bir gereklilik yoktur. Yalnızca bir mesele bunda müstesnâdır. O da bir kimse Kur'ân okurken secde âyetini okursa, onunla birlikte oturan kişi de onu dinlemek için oturmuşsa, onunla beraber secde etmelidir. Şayet onunla birlikte dinlemeyi kastetmemişse onun secde etmek yükümlülüğü yoktur. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/206, âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 74Ve onlar ki: "Rabbimiz, eş ve çocuklarımızdan bize gözlerimizin aydınlığı olan kimseler ver. Bizi takva sahiplerine önder yap" derler. "Ve onlar ki: Rabbimiz, eş ve çocuklarımızdan bize gözlerimizin aydınlığı olan kimseler ver.- derler" âyeti ile ilgili olarak ed-Dahhak: Yanı sana itaat edecek kimseler ver, derler, diye açıklamıştır. Bu âyetten evlat sahibi olmak için dua etmenin câiz olduğu anlaşılmaktadır. Buna dair açıklamalar daha önceden (Âl-i İmrân Sûresi, 3/37-38 âyetler, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Zürriyet (mealde: çocuklarımız) lâfzı tekil de olabilir, çoğul da olabilir. Bunun tekil için kullanılabileceğinin delili yüce Allah'ın: "Rabbim bana katından çok temiz bir soy (zürriyet) bağışla!" (Al-i İmrân, 3/38); "Bundan dolayı bana lutfundan bir veli (oğul) bağışla!" (Meryem, 19/5) âyetleridir. Çoğul için kullanılabileceğinin delili de: "Arkalarında kendileri hakkında endişe edecekleri âciz ve güçsüz çocuklar (zürriyet) bırakacak olanlar..." (en-Nisa, 4/9) âyetidir. el-Bakara Sûresi'nde de (2/124. âyet, 19. başlıkta) bu kelimenin türediği kök ile ilgili yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Nafi’, İbn Kesîr, İbn Âmir ve el-Hasen "Zürriyetlerimiz, çocuklarımız" şeklinde çoğul ile okumuşlardır. Ebû Ömer, Hamza, el-Kisaî, Talha ve Îsa ise tekil olarak; diye okumuşlardır. Gözlerimizin aydınlığı" mef'ûl olarak nasb edilmiştir. Bizim için göz aydınlığı... anlamındadır. Bu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Enes'e söylediği şu sözlere benzer "Allah'ım malını, çocuklarını çoğalt ve bunları onun için bereketli kıl," Daha önce Âl-i İmrân, 3/38. ayetin tefsiri sadedinde zikredilen bu hadisin kaynakları için oraya bakılabilir. Buna dair açıklamalar daha önceden Âl-i İmrân Sûresi'nde (az önce belirtilen yerde) ile Meryem Sûresi'nde (19/5. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. İnsanın malına ve çoluk çocuğuna bereket ihsan edildiği takdirde, kişinin aile efradı dolayısıyla gözü de aydın olur. Öyle ki, bu kimsenin bir hanımı varsa güzellik, iffet, malına dikkatle bakmak, ihtiyat gibi dilediği bütün özellikler onda bulunur. Yahut çocukları varsa bunlar da itaat üzere devam ederler. Din ve dünya vazifeleri hususunda ona yardımcı olurlar. Böyle bir kimse başkasının eşine ya da çoluk çocuğuna dönüp bakmaz bile. Başkasına (imrenerek) bakmaya gerek duymadan gözü huzur bulur ve gözü gördüğü her şeye dikilmemiş olur. İşte bu, göz aydınlandığı ve nefis huzur ve sükûn bulduğu zaman gerçekleşir. "Aydınlık"in tekil gelmesi masdar oluşundan dolayıdır. Mesela; "Gözün aydın oldu, olmak" denilir. "Göz aydınlığının" "karar"dan gelme ihtimali olduğu gibi, "el-kurr: soğuk" kökünden gelme ihtimali de vardır. Daha meşhur olan da budur. Çünkü Araplar sıcaktan rahatsız olur, soğukla, (serinlikte) dinlenir. Aynı şekilde sevinç gözyaşı da serin akar. Kederden gelen gözyaşları ise sıcaktır. Bundan dolayı: "Allah senin gözünü aydınlatsın (serinletsin), düşmanın gözünü de ısıtsın, denilir. Şair şöyle demiştir: "Dün nice aydın (serin) gözler ısındı, Ve bugün gözyaşları akan nice gözler aydınlandı (serinledi)." "Bizi takva sahiplerine önder yap!" Hayırda kendilerine uyulacak önderler kıl. Bu ise dua eden kimsenin ancak takva sahibi ve kendisine uyulacak bir kimse olmasını gerektirir. İşte dua eden kimsenin maksadı da budur. Muvatta’'da şöyle denilmektedir: "Sizler, ey bu kimseler, size uyulacak önderlersiniz. Muvatta’. 1. 326. İbn Ömer duası esnasında şöyle derdi: Allah'ım, sen bizi takva sahibi önderlerden kıl! Burada "Önder" denilerek çoğul olarak; Önderler, denilmeyiş sebebi (önder anlamındaki) "İmâm" lâfzının masdar oluşundan dolayıdır. O bakımdan: "Filan kişi kavme önder oldu" denilir. Bu da "siyam ve kıyam" kelimelerinin masdar oluşu gibidir. Bazıları da: Bununla çoğul olarak; "Önderler" demeyi kastetmiştir, derler. Bir kimsenin: Bizim emirimiz bunlardır, derken, emirlerimiz demek İstemesi gibi. Şair de şöyle demiştir: "Ey beni kınayan hanımlar, beni fazla kınamayın, Çünkü kınayıcı hanımlar bana emir değildir." Burada "emir" çoğul olarak "ümera' (emirler)" anlamındadır. Sufî'lerin şeyhi el-Kuşeyrî Ebû'l-Kasım şöyle derdi: İmâmet (önderlik) dua ile olur, iddia ile olmaz. Yani bu Allah'ın tevfiki, kolaylaştırması ve lutfu ile gerçekleşir, yoksa herkesin kendi adına yaptığı iddialarla olmaz. İbrahim en-Nehaî dedi ki: Onlar bu dualarıyla başkanlığı taleb etmiyorlar. Aksine dinde kendilerine uyulacak kimseler otmayı diliyorlar. İbn Abbâs dedi ki: Bizi hidayet önderleri kıl, demektir. Yüce Allah'ın: "Bizim emrimizle hidayete ileten önderler kıldık." (es-Secde, 32/24) âyetinde oldğu gibi. Mekhûl dedi ki: Sen bizleri takva sahibi kimselerin uyacakları takva önderleri kıl! Bunun kalbedilmiş ifadelerden olduğu da söylenmiştir. Bunun da mecazi anlamı şudur: Sen müttakileri bize önder (ve yönetici) kıl, demektir. Bu açıklamayı da Mücahid yapmıştır. Ancak birinci görüş daha kuvvetlidir. İbn Abbâs ve Mekhûl'ün kanaati de bu anlamdadır. Bu âyette dinde önderliği taleb etmenin mendub oluşu na da delil vardır. Buradaki "İmâm: önder" tekil olmakla birlikte, çoğula delalet eder. Çünkü "kıyam" gibi bir mastardır. el-Ahfeş dedi ki: "İmâm"';'in çoğuludur. Bu da "Önderlik etti, eder" fiilinden gelmektedir. Çoğul olarak; vezninde yapılmıştır. "Arkadaş, arkadaşlar" ile "Ayakta duran, ayakta duranlar" gibi, 75İşte bunlar sabretmelerinden ötürü cennetin yüksek köşkleri ile mükâfatlandırılacaklar ve onlar orada esenlik dileği ve selâm ile karşılanacaklardır. "İşte bunlar sabretmelerinden ötürü... mükâfatlandırılacaklar" âyetinde geçen "(........): İşte bunlar" âyeti "Rahmân'ın kulları"nın haberidir. Bu ise daha önce geçtiği gibi ez-Zeccâc'ın görüşüdür ve bu hususta yapılmış açıklamaların en güzeli budur. Mübtedâ ile haberi arasındaki ifadeler ise, onların terketmeleri ve sahip olmaları gereken vasıfları ile alâkalıdır. Söz konusu bu vasıflar da onbir tanedir: Tevazu, hilm (cahillere karşı cahilce davranmamak), teheccüd, havf, israfı ve cimriliği terketrnek, şirkten uzak durmak, zina etmemek, öldürmemek, tevbe etmek, yalandan uzak durmak, kötülük yapanı affetmek, verilen öğütleri kabul etmek, yüce Allah'a yalvarıp yakarmak. "Yüksek köşk" yüksek derece ve mevki demektir. Bu da cennetin en üstün ve en değerli konağıdır. Nitekim "ğurfe (yüksekçe oda)"nin dünya meskenlerinin en yükseği olduğu gibi."Bu açıklamayı İbn Şecere yapmıştır. ed-Dahhak bundan kasıt cennettir, diye açıklamıştır. "Sabretmelerinden ötürü" Rabblerinin emri ve peygamberinin (salat ve selamın en üstünü ona olsun) itaati üzere sabretmeleri sebebiyle verilecektir. Muhammed b. Ali b. el-Huseyn dedi ki: Yani dünyada iken fakr-u zarurete "sabretmelerinden ötürü" (bu mükâfatlara nail olacaklardır). ed-Dabhâk da şehvet ve arzularına karşı direnerek "sabretmelerinden ötürü" diye açıklamıştır, "Ve anlar orada esenlik dileği ve selam ile karşılanacaklardır" âyetindeki "Karşılanacaklardır" lâfzını Ebubekir, el-Mufaddal, el-A'meş, Yahya, Hamza, el-Kisaî ve Halef şeddesiz olarak: "Karşılaşırlar" diye okumuştur. el-Ferrâ' da bu okuyuşu tercih etmiştir. Çünkü Araplar -şeddeli olarak- "Filan kişi selam, esenlik dileği ve hayır ile karşılanır" dediklerinde "te" harfi ile kullanırlar. Onlar bu anlamda (te'siz olarak sadece) "ya" harfi ile: Esenlikle karşılanır, şeklini nadiren kullanırlar. Diğerleri ise bunu; şeklinde "ya" harfi ötreli, "kaf" harfi de şedde--li olarak okumuşlardır, Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim de bu okuyuşu tercih etmişlerdir, Buna sebeb de yüce Allah'ın: "Ve onlara bir güzellik ve bir sevinç verir" (el-İnsan, 76/11) diye buyurmuş olması (ve burada aynı anlamı veren fiilin te'siz kullanılmış olması)dir. Ebû Ca'fer en-Nehhâs dedi ki: el-Ferrâ'’nın benimseyip tercih ettiği yanlıştır. Çünkü onun kanaatine göre eğer bu lâfız; şeklinde kullanılırsa, Arapçada bu tahiyye (esenlik dileği) ve selam olur. "Filan kişi selam ve hayır ile karşılanır" denildiği gibidir. Bu konuda hayret edilecek husus şudur: el-Ferrâ'; derken, âyet-i kerîme; şeklindedir. Her iki kip arasındaki fark ise açıkça bellidir. Zira "Filan kişi hayır ile karşılanır" denilirken "be" harfinin hazfedilmesi câiz değildir. Peki bu durumdaki bu İfade öbürüne nasıl benzeyebilir? Bundan daha da hayret edilecek husus ise şudur: Kurân-ı Kerîm'de: "Onlara bir güzellik, bir sevinç verir." (el-İnsan, 76/11) diye buyurulmuş olup, bunun başka türlü okunmasının da câiz olmayışıdır. Bu da evlâ olanın, onun söylediğinin aksi olduğunu açıklamaktadır. Tahiyye (esenlik dileği); Allah'tan, selam ise melekler tarafından verilecektir. Buradaki tahiyye'den kasdın, ebedi kalış ve pek büyük mülk anlamında olduğu da söylenmiştir. Daha kuvvetli görülen görüş ise her ikisinin aynı anlamda olduğu ve her ikisinin de Allah tarafından söyleneceğidir. Buna delil de yüce Allah'ın: "Ona kavuşacakları gün onlara sağlık dileği selâmdır. " (el-Ahzab, 33/44) âyetidir, ki ileride gelecektir. 76Onlar orada ebedi kalıcıdırlar. O, ne güzel karargah ve ikamet yeridir! "Onlar orada ebedi kalıcıdırlar" âyetindeki "Ebedi" lâfzı hal olarak nasbedilmiştir. "O ne güzel karargah ve İkamet yeridir!" 77De ki: "Eğer duanız olmasaydı, Rabbimin yanında sizin ne değeriniz olurdu? Şimdi siz yalanladınız, artık yakında ceza kaçınılmaz olacaktır." Yüce Allah'ın; "De ki: Eğer duanız olmasaydı, Rabbimin yanında sizin ne değeriniz olurdu!" âyetine gelince, bu âyet-i kerîme inkarcıların delil diye ele aldıkları, açıklanması nisbeten zor (müşkil) bir âyet-i kerimedir. "Filana hiç aldırmadım" yani onun benim nezdimde herhangi bir değeri, bir ağırlığı yoktur, anlamındadır. aslı "ağırlık" demek olan 'den gelmektedir. Şair şöyle demiştir: "Sanki göğsünde ve iki böğründe çeşitli kokular vardır da, Onları bir damat birbirine karıştırıyor." Yani bir kısmını öbürüne katıyor. Buna göre; "Ağır yük" demek olup, çoğulu da; ...diye gelir. Tekili aynı zamanda mastardır. Bu âyetteki; "Ne" istifham (soru edatı)'dır. Bu ez-Zeccâc’ın ifadelerinden anlaşılandır, el-Ferrâ' da bunu açıkça ifade etmiştir. Ancak bunun nefyedici olması da uzak bir ihtimal değildir. Zira bunun bir soru olduğu hükmüne varacak olsak dahi, aynı zamanda istifham şeklinde ortaya çıkmış bir nefiydir. Yüce Allah'ın: "İyiliğin karşılığı iyilikten başkası olabilir mi?" (er-Rahmân, 55/60) âyetinde olduğu gibi. İbnu'ş-Şecerî der ki: Kanaatimce işin gerçek mahiyeti şudur: "Ne" nasb mahallindedir, ifadenin takdiri de şöyledir: "Size ne ağırlık versin ki?" Yani sizin duanız olmasaydı, Rabbim size niye aldırsın? Ya da O'nun size kendisine ibadet etmeniz için yaptığı davet olmasaydı (size ne diye önem versin)? demektir. Buna göre "dua" mastarı mef'ûlüne izafe edilmiştir, el-Ferrâ''nın tercih ettiği görüş de budur, faili ise hazfedîlmişdir. Olmasaydı" lâfzının cevabi ise Allah'ın: "Eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü... bir Kur'ân olsaydı..." (er-Ra'd, 13/31) âyetinde olduğu gibi hazf edilmiştir. Burada da ifade: Size aldırmazdı takdirindedir. Bu görüşün delili de yüce Allah'ın: "Ben cinleri de, insanları da ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım." (ez-Zariyat, 51/56) Burada hitab bütün insanlaradır. Sanki insanlar arasından Kureyş'e şöyle demiş gibidir: Eğer -faraza olsa idi- sizin O'na ibadetiniz olmasaydı, Allah size hiçbir değer vermez, kıymet biçmezdi. İşte insanlara değer verilmesine sebep budur. Bunu ayrıca İbn ez-Zübeyr ve başkalarının: "Fakat kâfirler yalanladılar" şeklindeki kıraati de desteklemektedir. Buna göre; kendisi sebebiyle aldırış hususunda hitab, bütün insanlaradır. Daha sonra da Kureyş'e şöyle demektedir: Sizler ise yalanladınız, O'na ibadet etmediniz, o halde bu yalanlamak azâbın sebebidir ve azâb kaçınılmaz olarak sizi bulacaktır. en-Nekkâş ve başkaları da şöyle demektedir: Anlam şudur: Şayet zorlu zamanlarda ve benzeri hallerde sizin O'na yalvarıp yakarmanız olmasaydı... Bunun açıklaması da: "Gemiye bindiklerinde dini yalnız Allah'a halis kılanlar olarak O'na yalvarırlar." (el- Ankebut, 29/65) âyetinde ve buna benzer buyruklarda dile getirilmektedir. Bu âyet şöyle de açıklanmıştır: Eğer O'nunla birlikte başka İlâhlara ve O'na ortak koştuğunuz varlıklara "duanız olmasaydı" O'nun nezdinde pek de büyük bir şey olmayan günahlarınızı bağışlamanın "ne değeri olurdu!" Bunu da yüce Allah'ın; "Eğer şükredip îman ederseniz Allah size azâbı neylesin!" (en-Nisâ, 4/147) âyeti açıklamaktadır. Bu açıklamayı ed-Dahhâk yapmıştır, el-Velid b. Ebi’l-Velid dedi ki: Bu hususta bana şöyle bir açıklama ulaşmıştır: Ben sizlere muhtaç olduğum için sizi yaratmadım, sizi yaratmamın tek sebebi sizin Benden dilekte bulunmanız, Ben de günahlarınızı bağışlayarak size isteklerinizi vermemdir, Vehb b. Münebbih'in rivâyet ettiğine göre Tevrat'ta -bir zamanlar- şu ifadeler de varmış: "Ey Âdemoğlu! İzzetime yemin ederim ki, Ben senin vasıtanla bir kâr sağlayayım diye seni yaratmadım. Benim seni yaratmamın tek sebebi, senin Benden kâr sağlamandır. O halde herşeyin karşılığında sen Beni ilâh edin. Ben senin için herşeyden daha hayırlıyım." İbn Cinnî dedi ki: İbn ez-Zübeyr İle İbn Abbâs bu âyeti; "Ancak kâfirler yalanladılar" diye okumuşlardır. ez-Zehravî ile en-Nehhâs dedi ki: Bu İbn Mes'ûd'un da kıraatidir, ancak bu bir kıraat değil, bir açıklamadır. Buna sebeb ise "Yalanladınız" âyetindeki muhatab zamirini teşkil eden "te" ve "mim" harfleridir, el-Kutebî ile el-Farisî'nin kanaatine göre burada dua, faile izafe edilmiş olup mef'ûl hazfedilmiştir. İfade aslında: Sizin Allah'tan başka bir takım ilâhlara dua etmeniz olmasaydı, demektir. "Olmasaydı" edatının cevabı ise mahzuf olup, buna göre ifadenin takdiri: Sizi azaplandırmazdı, şeklinde olur. Onun; "Sizin Allah'tan başka bir takım ilahlara dua etmeniz olmasaydı" şeklindeki ifadesinin bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetinde dile getirilmektedir: "Allah'ı bırakıp da taptıklarınız şüphesiz sizin gibi kullardır," (el-A'raf, 7/194) "Şimdi siz yalanladınız" yani kendisine davet olunduğunuz şeyleri yalanladınız. Bu, birinci açıklamaya göredir. İkinci açıklamaya göre ise; siz Allah'ı, tevhidi yalanladınız. "Artık yakında ceza kaçınılmaz olacaktır." Yani sizin yalanlamanız, sizin yakanızı bırakmayacaktır. Bunun da anlamı şudur: Yalanlamanın cezası sizi gelip bulacaktır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Onlar işlediklerimde hazır bulacaklardır." (el-Kehf, 18/49); yani yaptıkları amellerin karşılığını hazır bulacaklardır. Yüce Allah'ın şu âyeti da bu kabildendir: "Öyle ise küfre saptığınızdan dolayı azâbı tadın." (el-En'am, 6/30) Dünyada iken küfre sapmanızın cezasını tadın, demektir. Daha önce fiili geçmiş olduğundan dolayı "tekzib: yalanlama" nın takdir edilmesi güzeldir. Çünkü fiil zikredildi mi lâfzı ile mastarına da delâlet etmektedir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi; "Eğer kitab ehli îman etmiş olsalardı, kendileri için daha hayırlı olurdu." (Al-i İmrân, 3/110) Yani îman kendileri için daha hayırlı olurdu. Yüce Allah'ın: "Eğer şükür ederseniz, faydanız için ondan razı olur." (ez-Zümer, 39/7) Şükür etmenize razı olur, demektir ki bunun benzeri pek çoktur. Müfessirlerin büyük çoğunluğu burada sözü edilen İizam: kaçınılmaz" ile kasıt, Bedir günü onların başına gelen musibettir. Abdullah b. Mes'ûd, Ubeyy b. Ka'b, Ebû Malik, Mücahid, Mukâtil ve başkalarının görüşü de budur. Müslim'in, Sahih'inde Abdullah'dan şöyle dediği nakledilmektedir: "(Âyetlerde sözü geçen): el-Bat$e (zorlu yakalayış) duman ve lizâm geçmiş bulunmaktadır, " Buhârî, IV, 1825. İleride yüce Allah'ın izni ile ed-Duhan Sûresi'nde (44/16. âyetin tefsirinde) açıklanacaktır. Bir kesim de; bu âhiret azâbı ile bir tehdiddir diye açıklamıştır. Yine İbn Mes'ûd'dan açıklandığına göre; lizâm, yalanlamanın kendisidir. Yani yalanlamaktan tevbe etmeleri nasîb olmaz. Bunu ez-Zehravî zikretmektedir. Bunun kapsamına Bedir günü ve onların yakasını kaçınılmaz olarak bırakmayan başka azaplar da girer. Ebû Ubeyde dedi ki: "Lizâm" ayırd edici hüküm demektir. Yani sizler ile mü’minler arasında ayırd edici hüküm verilecektir. Kurrarun Cumhûru bu kelimeyi "lâm" harfi esrdi okurlar. Ebû Ubeyde, Sahr'ın şu beyitini zikretmektedir: "Eğer bir yerin dibine geçmekten kurtulsalar dahi, Yine de kaçınılmaz olarak ölümleriyle karşılaşmaklardır." "Lizam" ile "mülâzemet" aynı şeydir. et-Taberî der ki: "Lizâm" yakayı bırakmayan, daimi sürekli azâb, birinizi ötekinizin ardı arkasından yetiştirecek, yok edip bitirici bir helâk oluş demektir. Şair Ebû Zueyb'in şu beyitinde olduğu gibi: "Ansızın biri diğerinin arkasından gelen hücum edenlerle karşılaştı, Taşları sökülüp yıkılan havuzun (sularının) taşması gibi." Burada "lizâm" ardı arkasına gelen demektir. en-Nehhâs dedi ki: Ebû Hatim'in naklettiğine göre Ebû Zeyd şöyle demiştir: Ben, Ka'neb Ebû's-Semmal'i: diye "lâm" harfini üstün olarak okuttuğunu dinledim. Ebû Ca'fer dedi ki: O takdirde lâfız, 'in mastarıdır, esreli gelmesi daha uygundur. "Kıtal ve mukatele" gibi olur. Nitekim yüce Allah'ın şu âyetinde de bu kelimeyi icma ile esreli okumuşlardır: "Eğer Rabbinden bir söz verilmemiş ve belli bir vade olmasaydı (azâb) lazım olurdu." (Ta-Hâ, 20/129) Başkaları da şöyle demektedir: Esreli olarak "lizâm" Ondan ayrılmadı, ayrılmamak’ın masdarıdır. "Hasımlaştı, hasımlaşmak" gibi. "Lâm" harfi üstün olarak "lezâm" ise; "Gerekli oldu" fiilinin masdarıdır. "Kurtuldu, esenliğe kavuştu" gibi. Buna göre üstün ile "lezâm" lazım olmak, gerekli olmak demektir. "Lizâm" ise yakasını bırakmamak, ondan ayrılmamak demektir. Her iki kıraatte de masdar ism-i fail konumundadır. "Lizâm" mülazım (yakayı bırakmayan, ayrılmayan) konumunda, kzâm ise lazım olan konumundadır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "De ki: Bana haber verin. Eğer suyunuz yerin dibine geçiriliverse..." (el-Mülk, 67/30) âyetindeki; şeklindeki "geçirilivermek" masdan ism-i fail olarak: geçerse anlamındadır. en-Nehhâs dedi ki: Bu âyette geçen "Olacak"ın ismi ile İlgili el-Ferrâ''nın şöyle bir görüşü vardır: Bunun ismi meçhul olabilir. Ancak bu yanlıştır. Çünkü ismi, meçhul olursa haberi ancat cümle olur. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Çünkü kim korkar ve sabrederse..." (Yusuf, 12/90) buyruğund'a olduğu gibi. Nahivcilerin de zikrettikleri şekilde; "Zeyd gidiyordu" ifadesinde de meçhul bir isim olur. Bu durumda mübteda ve haberi bu meçhul ismin haberi olur. İfadenin takdiri de; "Söz konusu edilen..." (Zeyd'in gidiyor) olduğu şeklinde idi, olur. Ancak; "gidiyordu" denilecek olur ve yine; de meçhul bir isim olduğu söylenecek olursa, bu bildiğimiz kadarıyla hiçbir kimseye göre câiz değildir. Başarı Allah'tandır, yardım O'ndandır. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun. |
﴾ 0 ﴿