ŞUARA SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile

Cumhûrun görüşüne göre Mekke'de inmiştir.

Mukâtil bazı âyetleri Medine'de inmiştir. Şuarâ'nın söz konusu edildiği âyet ile;

"Acaba İsrailoğulları âlimlerinin onu bilmeleri onlar için bir delil değil midir?" (eş-Şuarâ, 26/197) âyeti Medine'de inmiştir, demektedir.

İbn Abbâs ile Katâde de şöyle demektedirler: Bu sûre Mekke'de inmiştir. Ancak yüce Allah'ın:

"Şairlere de azgınlar uyar" (eş-Şuarâ, 26/224) âyetinden itibaren sûrenin sonuna kadar Medine'de inmiş olan dört âyet müstesnadır.

Bu sûre ikiyüzyirmiyedi âyet-i kerimedir. Bir rivâyete göre de âyet sayısı ikiyüzyirmialtıdır.

İbn Abbâs'tan rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bakara'nın söz konusu edildiği sûre bana birinci zikirden verilmiştir. Tâ-Hâ ile Tâ, Sîn, Mîm sûreleri Mûsa'nın levhalarından; Kur'ân'ın başlangıç sûreleri ile Bakara Sûresi'nin sonları bana Arşın altından verildi. Mufassal sûreler de bana ayrıca nafile olarak verildi." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, I, 169-170

el-Berâ b. Âzib'den rivâyete göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "Şüphesiz yüce Allah yedi uzun sûreyi (es-Seb'u't-Tıvali) Tevrat'ın yerine, el-Miun'u İncil'in yerine, Tavasın (Ta, Sin ile başlayan) sûreleri Zebur'un yerine vermiş ve beni Ha, Mimler ve el-Mufassal sûrelerle üstün kılmıştır. Benden önce bunları hiçbir peygamber okumuş değildir." Süyûtî, el-Camiu'l-Kebir, 1, 1487.

1

Tâ. Sîn. Mîm.

"Tâ, Sîn, Mîm" âyetini el-A'meş, Yahya, Ebû Bekir, el-Mufaddal, Hamza, el-Kisaî ve Halef bu sûrede ve bunun benzeri olan diğer iki sûrede "ti" harfini işba' (tok bir ses) İle ve imâle (hemze ile ye arası bir ses ile) yaparak okumuşlardır. Nafî, Ebû Ca'fer, Şeybe ve ez-Zührî ise iki telaffuz arasında okumuşlardır. Ebû Ubeyd ile Ebû Hatim bunu tercih etmişlerdir. Diğerleri ise işba' ile üstün olarak okumuşlardır. es-Sa'lebi dedi ki: Bunların hepsi de fasih lügatlerdir. Bu hususça en-Nehhâs'ın görüşü daha önce Tâ-Hâ Sûresi'nde (20/1. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

en-Nehhâs dedi ki: Medineliler, Ebû Amr, Âsım ve el-Kisaî "Tâ, Sîn, Mîm"i "nun"u, "mim" harfine idgam ile okumuşlardır. el-Ferrâ'' ise "nun'un ihfa ile okunacağını söylemiştir. el-A'meş ve Hamza: "Tâ, Sîn, Mîm" şeklinde "nün" harfini izhar ile okumuştur.

en-Nehhâs dedi ki: Sîbeveyh'e göre sakin "nun" ile tenvin dört kısımdır: Halk (boğaz harfleri) ile birlikte olurlarsa, açıkça okunurlar. "Ra", "lâm", mim, "vav" ve "ye" ile beraber olurlarsa idğam olunurlar. "Be" ile birlikte "mim"e kalbedilirler ve genizden çıkartılırlar, açık (beyan ile) okunmazlar. İşte Sîbeveyh'in açıkça belirttiği bu dört kısma göre bu kıraat, bu şekilde câiz olamaz. Zira burada halk (boğaz) harflerinden herhangi bir harf yoktur ki; ona göre "nun" açık okunsun. Fakat bu hususta bir dereceye kadar uygun bir açıklama yapılabilir. O da şudur: Mu'cem (sözlük, alfabe) harflerinin hükmü, üzerlerinde vakıf ile okunmalarıdır. Bunlar üzerinde vakıf yapılacak olursa, "nun" beyan ile (açıklanarak) okunabilir.

es-Sa'lebî dedi ki: İdğam ile okumak -Kur'ân'ın geneline kıyas ile- Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim'in tercihidir. Bir kısmının bunu izhar ile okumaları açıkça harfleri ifade etmek ve temkin içindir. Diğerlerinin bunu idgam ile okuması ise ağız harflerine komşu oluşundan ötürüdür.

en-Nehhâs dedi ki: Ebû İshak'ın: "Fî Mâ Yücrâ ve fi mâ lâ Yücrâ" adlı kitabında naklettiğine göre "Ta, Sine, Mimu" denilerek "nun" üstün, "mim" de ötreli olarak okunabilir. Bu ma'di keribbu'dur, denilebildiği gibi.

Ebû Hatim dedi ki: Halid "Ta, Sine, Mimu" diye okumuştur.

İbn Abbâs dedi ki: "Tâ, Sîn, Mîm" bir kasemdir ve bu, yüce Allah'ın isimlerinden bir isimdir. Hakkında yemin olunan ise: "Eğer istesek gökten üzerlerine bir mucize indiririz" âyetidir.

Katâde dedi ki: Bu Kur'ân'ın isimlerinden bir isim olup yüce Allah buna yemin etmiştir. Mücahid ise: Bu sûrenin ismidir. Sûrenin başlangıcını güzelleştirmektedir.

er-Rabî' dedi ki: Bu bir kavmin süresinin hesabını ifade eder. Bir diğer açıklamaya-göre bu bir kavmin başına gelecek musibeti anlatmaktadır. "Tâ, Sîn, Mîm" ile "Tâ, Sîn" aynı şeydir. Şair dedi ki:

"Sizin bana verdiğiniz sözde durmanız, eğer sicim gibi gözyaşlarınızdan

yaş akıtmayacak olursanız,

İlaç olarak tıpkı kalınan yerdeki izlerin kaybolmasına benzeyecektir,

fakat gözyaşlarınızı akıtacak olursanız, o vakit şifa bulurum."

Mütenebbi'ye ait olan bu beyitin açıklanmasında divanını şerh edenlerin de birbirinden yakın ve uzak açıklamaları vardır Biz burada bu açıklamalardan birisini esas alarak beyitı ıcrcüme etmeye çalıştık, lik Abdurrahman el-lterkıtkî, Şerhu Divani'l-Mütennebi, Beyrut, 1399/1979, IV, 43.

el-Kurazî dedi ki: Yüce Allah, tavline (kudretine), senasına (yücelik ve üstünlüğüne) ve mülküne yemin etmektedir,

Abdullah b. Muhammed b. Akîl dedi ki: "Tâ", Tur-u Sina, "Sin", İskenderiye, "Mîm" de Mekke demektir.

Cafer b. Muhammed b. Ali de dedi ki: "Tâ", Tûğba ağacı. "Sîn", Sidre-i Münteha, "Mîm" de Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Bir diğer açıklamaya göre; "Tâ" Tahir'den, "Sîn", Kuddüs'den (es-Semİ'den ve es-Selam'dan da denilmiştir) "Mîm" de el-Mecid'den (rumuzdur). er-Rahîm'den ve el-Melik'den olduğu da söylenmiştir. Bu anlamdaki açıklamalar daha ünceden el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında (2/1-2. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

et-Tavasim ve et-Tavasin Kur'ân-ı Kerîm'de bir takım sûrelerin ismi olup, kıyasa uygun olmayan bir surette çoğul yapılmış lâfızlardır. Ebû Ubeyde şu beyiti zikretmektedir:

"Üç tane olan Tavâsîn hakkı için,

Yedi tane olan Havamim (Ha, Mim'ler) hakkı için"

el-Cevherî dedi ki: Doğru olan bunun çoğulunun "zevat ile yapılıp, bunun bire izafe edilmesidir. O vakit: Zevatu ta, sin, mim ile zevatu ha, mim (Ta, Sin, Mim'li sûreler, ha, mim'ii sûreler) denilir.

2

Bunlar apaçık Kitabın âyetleridir.

"Bunlar apaçık Kitabın âyetleridir" âyeti mübtedâ takdiri ile ref edilmiştir. Yani işte "bunlar" daha önceden size vaadolunmuş "apaçık kitabın âyetleridir." Çünkü Tevrat ve İncil'de, Kur'ânın indirileceği vaadi onlara verilmişti. Buradaki şunlar (mealde:) "bunlar"ın; Bunlar anlamında olduğu da söylenmiştir.

3

Îman etmiyorlar diye neredeyse kendini öldüreceksin.

"Îman etmiyorlar diye" yani imanı terkettiklerinden dolayı

"neredeyse kendini öldüreceksin" helake sürükleyeceksin. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Kehf Sûresi'nde (18/1-3. âyetler ile 6. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

el-Ferrâ' dedi ki: "mi...diye"deki " ....diye" nasb mahallindedir, çünkü cevabtır.

en-Nehhâs dedi ki: Bunun yerine; ile nasb mahallîndedir, çünkü bu bir cevab (ceza)dır, denilmesi alışılagelen bir husustur. Ancak bu hususta kabul edilen görüş Ebû İshak'ın (ez-Zeccâc'ın), (İ'râbu'l-) Kur'ân'a, dair yazmış olduğu kitapta söyledikleridir: "...diye" mef'ûlün leh olarak nasb mahallindedir, anlamı ise: Onlar imanı terkettikleri için sen neredeyse kendini öldüreceksin, şeklindedir.

4

Eğer istesek gökten üzerlerine bir mucize indiririz de boyunları ona eğiliverîrdi.

"Eğer İstesek gökten üzerlerine apaçık bir mucize" ve göz kamaştırıcı bir şekilde kudretimizin bir tecellisini

"indiririz de" o vakit onların bu husustaki bilgilen kesin bir bilgi haline gelir ve kaçınılmaz olarak bu bilgiye sahip olurlar. Şu kadar var ki; bu husustaki bilgilerin nazarî olarak (akıi yolu ile) elde edilen bilgiler olmasını takdir etmişizdir.

Ebû Hamza es-Sümalî bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demiştir: Bana ulaştığına göre bu âyet-i kerimenin ramazan ayının ortasında semadan işitilen bir sesi vardır. Bundan dolayı yavru kuşlar yuvalarından çıkarlar ve yer büyük bir ses çıkartır. Ancak bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü maksat Kureyş'lilerdir, başkaları değildir.

"Boyunları ona eğiliverirdi." Mücahid dedi ki: Burada "Boyunlar"dan kasıt, onların ileri gelenleridir. en-Nehhâs dedi ki: Boyunun ne demek olduğu dilde bilinen bir husustur, Mesela, "İnsanlardan bir boyun bana geldi" denilirken onların İleri gelenleri, reisleri bana geldi, denmek istenir.

Ebû Zeyd ile el-Ahfeş dedi ki: "Boyunları"ndan kasıt, onların topluluklarıdır. "İnsanlardan bir boyun bana geldi" yani bir topluluk bana geldi, demektir.

Bir diğer açıklamaya göre bununla boyun sahipleri denmek istenmiştir. Burada muzaf hazfedilmiş olup, muzafun ileyh onun yerine ikame edilmiştir,

Katâde dedi ki: Yani eğer yüce Allah dilemiş olsaydı, boyun eğerek kabul etmek zorunda kalacakları bir mucize indirirdi ve hiç kimse aralarından bir masiyet işlemek kastıyla boynunu başka bir tarafa çevirmezdi.

İbn Abbâs dedi ki: Bu âyet-i kerîme biz ve Ümeyyeoğulları hakkında inmiştir. Devran bizim lehimize dönecek ve Muaviye'den sonra onların boyunları bizim önümüzde eğilecektir. Bunu es-Sa'lebî ile el-Ğaznevî zikretmişlerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Boyun eğenler" ile -aynı anlamdaki- şekli arasında burada bir fark yoktur. Bu açıklamayı Îsa b. Ömer yapmış olup, el-Müberred de bunu tercih etmiştir. Anlamı şudur: Yani onların boyunları eğilecek olursa, kendileri de eğiimiş olacaklardır. Buna göre "boyunlar" hakkında verilen haber o boyunların sahipleri hakkında demektir. Arap dilinde birincisi ile ilgili haberi bırakıp, ikincisi hakkında haber vermek uygundur. Nitekim recez vezninde şair şöyle demektedir:

"Uzun geceler çabukça çözdü beni,

Hem uzunluğumu katlayıp dürdüler, hem de enimi katlayıp dürdüler."

Böylelikle o, geceler hakkında haber verip gecelerin uzunluğu ile ilgili haber vermemiştir. Şair Cerir de şöyle demektedir:

"Görüyorum ki geçen yıllar benden aldı,

Tıpkı ay'ın görünmediği gecelerinin ay'ı eksilttiği gibi"

Bunun câiz oluş sebebi ise eğer ifadeden hem "geçen", hem "uzunluk" kelimeleri kaldırılacak olursa manası bozulmaz. Aynı şekilde yüce Allah'ın:

"boyunları ona eğiliverirdi" âyetinde fiilin zamire bağlanması da bu şekildedir. Zira burada "boyunlar" lâfzı zikredilmeyecek olursa, ifadede bozukluk olmaz. Geri kalan sözler bunun anlamını ifade ederlerdi ve yalnızca: "Onlar, o âyetlere boyun eğerlerdi" denilebilirdi. el-Ferrâ' ve Ebû Ubeyde bu açıklamayı benimsemişlerdir. el-Kisaî'nın kanaatine göre ise anlamı: "Onlar, onları (boyunlarını) eğerlerdi" demektir. Ancak bu Basralılarla, Ferrâ'ya göre bir yanlışlıktır. Böyle bir hazif hiçbir ifadede gerçekleşmez. Bu açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır.

5

Onlara Rahmân'dan yeni bir öğüt gelse, muhakkak ondan yüz çevirirler.

"Onlara Rahmân'dan yeni bir Öğüt gelse, muhakkak ondan yüz çevirirler." Bu âyet(un benzeri ve ona dair açıklamalar) daha önceden el-Enbiya Sûresi'nde (21/2. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

6

Artık onlar gerçekten yalanladılar. Alay ettikleri şeyin haberleri kendilerine yakında gelecektir.

"Artık onlar gerçekten yalanladılar" yani yüz çevirdiler. Bir şeyden yüz çeviren de onu kabul etmez, o bakımdan bu o şeyi yalanlaması demektir.

"Alay ettikleri şeyin haberleri kendilerine yakında gelecektir." Bu onlara bir tehdittir, yani yalanladıkları şeyin ve kendisi ile alay ettikleri huşusun akıbeti gelip onları bulacaktır.

7

Yeryüzüne bakmazlar mı ki, Biz orada her güzel çiftten nice bitkiler bitirdik.

"Yeryüzüne bakmazlar mı ki; Biz orada her güzel çiftten nice bitkiler bitirdik." Yüce Allah bu âyetle azametini, kudretini beyan etmektedir. Eğer onlar kalpleriyle görüp, basiretleriyle bakacak olurlarsa ibadete lâyık olanın yalnızca O olduğunu elbette bileceklerdi. Zira herşeye kadir olan O'dur.

"Zevç: çift" çeşit anlamındadır. Bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır, "Güzel" ise güzel ve şerefli demektir. "Kerem" sözlükte şeref ve üstünlük anlamındadır. Mesela "kerim bir hurma ağacı" denilecek olursa, değerli ve meyvesi bol demek olur. "Kerîm bir adam" şerefli, faziletli ve kusurlara aldırış etmeyen kişi demektir.

"Yeryüzü bitki bitirdi"; ile aynı manayadır. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/22. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bu ekini çıkartan ve bitiren şanı yüce Allah'tır, en-Nehaî'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: İnsanlar yeryüzü nebatındandır. Onlardan cennete giden güzel ve kerimdir. Cehenneme giden ise bayağı ve âdidir.

8

Muhakkak bunda bir âyet vardır. Halbuki onların çoğu mü’min değildirler.

"Muhakkak bunda bir âyet vardır." Sözü edilen yeryüzünden ekinleri bitirmek de yüce Allah'ın herşeye kadir ve hiçbir şeyin O'nu âciz bırakmadığına açık delâlet vardır.

"Halbuki onların çoğu mü’min değildirler." Benim onlar hakkında geçen ilmimin bir tecellisi olarak tasdik eden kimseler değildirler. Sîbeveyh'in görüşüne göre buradaki sıladır (zaid'dir.) takdiri aynı anlamda ve bu lâfız olmaksızın: şeklindedir.

9

Muhakkak Rabbin mutlak galib ve mehamet edici olanın tâ kendisidir.

"Muhakkak Rabbin mutlak galib ve mehamet edici olanın tâ kendisidir." Düşmanlarından intikam alan ve kendisine hiçbir şekilde zarar verilemeyen gerçek dostlarına da merhametli olan demektir.

10

Hani Rabbin Mûsa'ya şöyle seslenmişti: "Git o zâlimler topluluğuna;

Âyetin tefsiri için bak:11

11

"Fir'avun'un kavmine. Korkmazlar mı onlar?"

"Hani Rabbin Mûsa'ya şöyle seslenmişti" huyruğundaki:

"Hani" nasb mahallindedir sen onlara "hani Rabbin Mûsa'ya şöyle seslenmişti" âyetini oku, anlamındadır. Anlamın böyle olduğuna daha sonra gelecek olan:

"Onlara İbrahim'in de haberini oku!"(eş-Şuarâ, 26/69) âyeti delildir. Bunu en-Nehhâs söylemiştir.

Manası: Sen Mûsa'ya seslendiği zamanı hatırla... şeklinde olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah bu "hatırla" âyetini açıkça şu buyruklarda zikretmiş bulunmaktadır:

"Âd kavminin kardeşini ...de hatırla!" (el-Ahkaf, 46/21);

"Kullarımız İbrahim'i... de hatırla!"(Sad. 38/45);

"Kitapta Meryem'i de hatırla!" (Meryem, 19/16)

Âyetin:

"Hani Rabbin Mûsa'ya şöyle seslenmişti" de şöyle şöyle olmuştu anlamında olduğu da söylenmiştir.

Seslenmek (nida); ey filan diye çağırmak demektir. Yani Rabbin ey Mûsa:

"Git, o zâlimler topluluğuna" diye buyurmuştu. Daha sonra da onların kimler olduğunu haber vererek:

"Fir'avun'un kavmine" diye buyurmaktadır.

"Korkmazlar mı onlar" âyetinde "kavmi" lâfzı ("zâlimler topluluğu'ndan) bedeldir. "Korkmazlar mı onlar" yani Allah'ın cezalandırmasından çekinmezler mi? Şöyle de açıklanmıştır: Bu bir şeye imada bulunmak kabilindendir. Çünkü yüce Allah ona zâlimler topluluğuna gitmesini emretmiştir. Onun "korkmazlar mı onlar" âyeti da onların korkmadiklarına ve onlara kürkup, takvalı olmalarını emrettiğine delildir.

Bir diğer açıklamaya göre anlam şöyledir: Onlara "korkmaz mısınız" de. Âyetin "ye" ile (korkmazlar mı anlamına) gelmesi hitab esnasında gaib oluşlarından dolayıdır. Eğer "te" ile gelmiş olsaydı, yine câiz olurdu. (O takdirde anlam: Sen onlara kormaz mısınız de, şeklinde olur.)

"O inkâr edenlere de ki: Yakında siz yenik düşürüleceksiniz..." (Al-i İmrân, 3/12) âyetinin hem te ile (düşürüleceksiniz, anlamında), hem de "ye" ile (düşürülecekler anlamında) okunması da buna benzemektedir. Ubeyd b. Umeyr ile Ebû Hazim bu âyeti "Korkmaz mısınız siz" şeklinde iki "te" ile okumuşlardır. Yani sen onlara: "Korkmaz mısınız siz" de.

12

Dedi ki: "Rabbim gerçekten ben, beni yalanlarlar diye korkarım;

Âyetin tefsiri için bak:13

13

"Ve göğsüm daralır, dilim çözülmez. Bunun için Harun'a da elçilik ver.

Mûsa

"Rabbim gerçekten ben, beni" risalet ve nübüvvet hususunda

"yalanlarlar diye korkarım ve" onlar beni yalanlayacaklarından ötürü

"göğsüm daralır." Burada:

"Daralır" ile

"Çözülmez" fiilleri umumi olarak isii'naf olmak üzere ref ile okunmuşlardır. Ancak Ya'kub, Îsa b. Ömer ve Ebû Hayve her iki fiili" beni yalanlarlar diye" âyetine atıf kabul ederek nasb ile okumuşlardır.

el-Kisaî dedi ki:

"Ve göğsüm daralır ve dilim çözülmez" âyetindeki fiillerin ref ile okunması iki türlü açıklanabilir: Birincisi ibtida (yeni cümle) olması, diğeri ise: "Gerçek şu ki benim göğsüm daralır ve dilim çözülmez," anlamında olmasıdır.

Yani o takdirde bu "...korkarım"a nesak atfı olur.

el-Ferrâ' dedi ki: Bu nasb ile de okunur. Bu okuma el-A'rec, Tat ha ve Îsa b. Ömer'den nakledilmiştir. Her iki okuyuşun da açıklanabilir bir tarafı vardır.

en-Nehhâs der ki: Uygun şekil ref ile okumaktır. Çünkü nasb ile okunacak olursa "beni yalanlarlar diye" âyetine atfedilmesi gerekir. Bu ise uzak bir ihtimaldir, bunun böyle olduğuna da yüce Allah'ın:

"Bir de dilimden bağı çöz ki sözümü anlasınlar" (Tâ-Hâ, 20/27-28) âyetidir. İşte bu âyet bunun da böyle olduğunu göstermektedir.

"Dilim çözülmez" âyeti, istediğim şekilde delil getiremem anlamındadır. Onun dilinde daha önce Tâ-Hâ Sûresi'nde (20/27, âyetin tefsirinde) geçtiği üzere bir düğüm (ağırlık) vardı.

"Bunun İçin Harun'a da elçilik ver." Vahiy ile Cebrâîl'i ona gönder ve beni desteklemesi, bana yardımcı olması için onu da benimle birlikte rasûl gönder. Burada "bana yardımcı olmasından söz edilmemektedir. Çünkü bunun ne demek olduğu zaten biliniyordu. Tâ-Hâ Sûresi'nde de

"bana ailemden bir yardımcı ver" (Tâ-Hâ, 20/29) âyetinde bu hususu açıkça dile getirdiği gibi, el-Kasas Sûresi'nde de:

"Onu bana yardımcı olarak gönder ki beni tasdik etsin" (el-Kasas, 28/34) âyetinde bunu açıkça zikretmiş bulunmaktadır.

Görüldüğü kadarıyla böyle bir istekte bulunmak hususunda Mûsa (aleyhisselâm)'a izin verilmiş idi. Yoksa bit, risalet görevinden affedilmek anlamında bir talep değil, kendisine yardımcı olacak birisini istemek şeklinde idi. Bu âyette tek başına bir işi yapamayıp, o hususta kusurlu davranacağından korkan kimsenin o iş için kendisine yardımcı olacak kişileri alabileceğine ve bundan dolayı da kınanmayacağına delil vardır.

14

"Ayrıca onların bana isnad ettikleri bir suç da vardır. Onun için beni öldürmelerinden korkuyorum."

"Ayrıca onların bana isnad ettikleri bir suç da vardır. Onun için beni öldürmelerinden korkuyorum." Buradaki

"suç" el-Kasas Sûresi'nde de geleceği üzere (28/15. âyetin tefsirinde ve devamında) Kıptî'nin öldürülmesidir. İsmi da Fasûr idi. Tâ-Hâ Sûresi'nde de bundan söz edilmişti. Mûsa bu kişiye karşılık öldürüleceğinden korkmuştu. Bu âyet peygamberlerin, fazilet sahibi kimselerin, velilerin Allah'ı tanımalarına, Allah'tan başka hiçbir failin olmadığını bilmelerine rağmen korkabileceklerini de göstermektedir. Çünkü yüce Allah dilediğini, dilediğine musallat kılar.

15

Buyurdu ki: "Asla! İkiniz âyetlerimizle gidin. Muhakkak Biz sizinle birlikteyiz, işiticileriz."

"Buyurdu ki: Asla" seni öldüremeyeceklerdir. Burada

"Asla" böyle bir kanaate sahip olmayı kabul etmemekte ve bundan vazgeçmeyi emretmektedir. Yüce Allah'a güvenmeyi emretmektedir. Yani sen Allah"a güven ve onlardan duyduğun korkuyu bir kenara bırak. Onlar seni öldüremezler, buna güç yetiremezler.

"İkiniz" sen ve kardeşin -çünkü onu da seninle birlikte rasûl olarak görevlendirmiş bulunuyorum-

"âyetlerimizle" apaçık belgelerimizle ve mucizelerle. Bir diğer açıklamaya göre (okunan) âyetlerimizle

"gidin. Muhakkak Biz, sizinle birlikteyiz." Bununla yüce Allah kendi yüce zatını kastetmektedir.

"İşiticileriz" onların neler söylediklerini, onlara ne cevap verileceğini işitenleriz. Yüce Allah bununla ikisinin de kalbini pekiştirmeyi, onlara yardımcı olup onları koruyacağını bildirmeyi murad etmiştir. İşitmek, kulak vermekle olur. Şanı yüce Allah ise bu anlamda vasfedilemez. Şanı yüce Allah kendi zatını işiten (semi') ve gören (basir) olarak vasfetmiş bulunmaktadır. Tâ-Hâ Sûresi'nde de

"işitir ve görürüm" (Tâ-Hâ, 20/46) diye buyurmuştur.

Burada "Sizinle birlikte" diye buyurulmuş ve onların ikisini cemi' kabul etmiştir, çünkü iki kişi de bir cemaattir. Bununla birlikte bu zamirin ikisine ve bir de ikisinin kendilerine peygamber olarak gönderildikleri kimselere ait olması mümkün olabildiği gibi, bütün İsrailoğullarına ait bir zamir de olabilir.

16

"İkiniz Fir'avuna gidin ve deyiniz ki: Gerçekten biz âlemlerin Rabbinin rasûlleriyiz;

"ikiniz Fir'avun'a gidin ve deyiniz ki: Gerçekten biz âlemlerin Rabbinin rasûlleriyiz" âyeti ile ilgili olarak Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Bu âyette

"rasûl" risalet anlamındadır. Buna göre ifade: Biz âlemlerin Rabbinin risaletini getiren kimseleriz, demek olur. Şair el-Hüzlî dedi ki:

"Ona beni gönder, çünkü elçilerin hayırlısı,

(Götürdüğü) haberi etraflıca en iyi bilenleridir."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Haber getirenler yalan söyledi, onların yanında hiç bir sırrı söylemedim,

Hem ben onlarla bir rasûl (mesaj, risalet, haber)'de göndermedim."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Benden Amroğullarına şu risaleti (mesajı) tebliğ edecek yok mudur?

Şüphesiz ki benim sizin hakemliğinize ihtiyacım yoktur (diye)"

el-Abbas b. Alirdas da dedi ki:

"Benden Hufafa bir mesaj (risalet) tebliğ edecek var mıdır

Senin aile halkının evi, onun varacağı son yerdir."

Burada "rasûl" kelimesi, risalet anlamında olduğundan dolayı onu müennes olarak kullanmıştır.

Ebû Ubeyd dedi ki: "Rasûlün hem iki kişi, hem de çoğul anlamında olması da mümkündür. O bakımdan Araplar: Bu benim rasûlüm ve vekilimdir, dedikleri gibi, "Bu ikisi benim rasûlüm ve vekilimdir. Bunlar benim rasûlüm ve vekilimdir" de derler (radıyallahü anhsûl kelimesini ayrıca tesniye ve çoğul olarak kullanmazlar.) Yüce Allah'ın:

"Onlar benim düşmanımdır" (eş-Şuarâ, 26/77) âyeti da bu kabildendir.

Bu âyetin: Bizim herbirimiz âlemlerin Rabbinin rasûlüdür, anlamında olduğu da söylenmiştir.

17

"İsrailoğullarını bizimle gönderesin diye."

"İsrailoğullarını bizimle gönderesin diye." Yani onları serbest bırak ve onların önünü tıkama ki bizimle birlikte Filistin'e gelsinler. Sen onları artık köleleştirme! Çünkü Fir'avun dörtyüz yıl süreyle onları köle olarak kullanmıştı. Bu dönemdeki sayıları ise altıyüzotuzaltıbin idi.

Mûsa ile Harun (ikisine de selâm olsun) Fir'avun'un yanına gittiler. Bir sene süreyle Fir'avun'un huzuruna çıkmak için onlara izin verilmedi. Nihayet kapıcı Fir'avun'un yanına girip; burada bir kişi var, âlemlerin Rabbinin rasûlü olduğunu iddia ediyor deyince, Fir'avun da: Ona izin ver belki bu vesileyle güler, eğleniriz, dedi. Bunun üzerine ikisi de Fir'avun'un yanına girdiler ve risalet görevlerini eksiksiz edâ ettiler.

Vehb ve başkalarının rivâyetine göre Mûsa ile Harun, Fir'avun'un yanına girdiklerinde arslan, kaplan ve pars gibi yırtıcı bir takım hayvanları çıkartıp, onları seyretmekte olduğunu gördüler. Bunların bakıcıları Mûsa ve Harun'un üzerine atılacaklarından korktukları için hızlıca bu hayvanların yanına koşuştular. Yırtıcı hayvanlar da Mûsa ile Harun'un yanına koştular. Onların ayaklarını yalamaya ve kuyruklarını önlerinde sallamaya başlayıp, yanaklarını da onların bacaklarına yapıştırmaya koyuldular. Fir'avun buna şaşırarak, sizler kimlersiniz? deyince, her ikisi de: "Gerçekten biz, âlemlerin Rabbinin rasülleriyiz " dediler.

18

Dedi ki; "Sen çocuk iken yanımızda seni beslemedik mi? Ömründen nice seneler aramızda eğlenmedin mi?

Fir'avun, Mûsa'yı tanıdı, çünkü o Fir'avun'un sarayında büyümüştü. Bundan dolayı

"dedi ki: Sen çocuk iken yanımızda seni beslemedik mi?" O bu sözleriyle Mûsa (aleyhisselâm)'ı minnet altında tutmak istemiş ve onu küçümsemeye kalkışmıştı. Yani küçükken biz seni besleyip, büyüttük, diğerlerini öldürdüğümüz gibi seni öldürmedik.

"Ömründen nice seneler aramızda eğlenmedin mi?" Peki şu iddia ettiğin husus ne zaman gerçekleşti.

19

"Ve işlediğin o İşi de yaptın. Sen nankörlerdensin."

Daha sonra

"ve islediğin o işi de yaptın" sözleri ile Kıptî'yi öldürdüğünü ana söyletmeye çalıştı. Bu âyetteki "lâfzında "fe" harfinin üstün olması bu fiilden bir defa yapmayı anlatan kip (bina-i merre) olmasından dolayıdır. en-Nehaî bunu şeklinde "fe" harfini esreli diye okumuş ise de üstün okunması daha uygundur. Çünkü bu bir defa o işi yapmayı anlatmaktadır. Esreli okunuş ise hey'et ve hal bildirir.

Yani sen bildiğin o işi yaptığına göre ve biz senin halini bildiğimize göre nasıl olur da Allah'ın seni rasûl olarak gönderdiğini iddia edebilirsin? Şair de şöyle demektedir:

"Onun komşusunun evinden yürüyüşü sanki,

Bulutun geçmesidir; ne ağır, ne de acele."

Burada yürüyüş "fi'le" vezninde olup, hey'eı ve hal bildiriyor. Böylelikle "fa'le'nin esmeli değil de, üstün okunuşunun daha uygun olacağım anlatmaktadır

"(........): Bu ridde ve redde günleri olmuştu" da denilir. (Fi'le ve fa'le vezinlerinde kullanılabilir).

"Sen nankörlerdensin." ed-Dahhak dedi ki: Yani sen Kıptî'yi öldürmek suretiyle nankörlerden oldun. Zira senin onu öldürmen helal değildi.

Benim senin üzerindeki terbiyem ve sana iyilikte bulunma nimetlerime karşı sen nankör idin, diye de açıklanmıştır. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır.

el-Hasen dedi ki:

"Sen nankörlerdensin" yani benim, senin ilâhın olduğunu inkar edenlerdensin.

es-Süddî ise: "Sen Allah'ı inkar eden kâfirlerdensin" diye açıklamıştır, Çünkü sen bizimle birlikte şu ayıplamış olduğun dinimiz üzere idin. Mûsa (aleyhisselâm)'ın Kıptî'yi öldürmesinden sonra çıkıp gitmesi ile peygamber olarak geri dönmesi arasında bir kaç ay eksiği ile onbir yıllık bir süreyi bulmuştu.

20

"O işi işlediğim sırada ben cahillerden idim" dedi.

"O İşi İşlediğim sırada" yani Kıptî'yi öldürdüğüm vakitlerde

"ben cahillerden idim, dedi." Böylelikle Mûsa kendisinden nankörlüğü (küfür ve inkârı) reddetmiş olmakta ve bu işi bilmeden yaptığını haber vermektedir. Mücahid de böyle demiş ve buradaki ("sapıklardan idim..." anlamdaki) "lâfzını cahillerden idim, diye açıklamıştır.

İbn Zeyd: Ben attığım bir yumruğun öldürme sınırına kadar varacağını bilmiyordum diye açıklamıştır.

Abdullah b. Mes'ûd'un Mushaf'ında bu âyet: "Cahillerden..." şeklindedir. Bir şeyi bilmeyen bir kimse hakkında da; "Onu bilmedi" denilebilir.

"Cahillerden idim" lâfzının unutanlardandım anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da Ebû Ubeyde yapmıştır. "Ben cahillerden idim" âyeti peygamberliği bilmiyordum, bu hususta yüce Allah'tan bana bir şey gelmemişti. Dolayıst ile o halde iken yaptığım işlerden ötürü benim azarlanmam söz konusu değildir, diye de açıklanmıştır. Böylelikle de aralarında yetişmiş olmanın peygamber olmaya, insanları affedip bağışlamaya aykırı olmadığını, öldürmenin hata yoluyla olduğunu ya da şeriatın bulunmadığı bir zamanda gerçekleştiğinde nübüvvetle çatışan bir tarafının bulunmadığını -açıklamış olmaktadır.

21

"Sizden korkunca da aranızdan kaçtım da Rabbim bana bir hüküm bağışladı ve beni peygamberlerden kıldı.

"Sizden korkunca da aranızdan kaçtım." el-Kasas Sûresi'nde de belirtildiği gibi aranızdan çıkıp Medyen'e gittim;

"Bunun üzerine korku ile etrafı gözeterek o şehirden çıktı." (el-Kasas, 28/21) Bu, Kıptî'yi öldürdüğü sırada olmuştu.

"Rabbim bana bir hukum bağışladı." es-Süddî ve başkalarından rivâyete göre, peygamberliği bağışladı. ez-Zeccâc dedi ki: Allah'ın hükümlerini ihtiva eden Tevrat'ı öğretti. Bilgi ve kavrayış bağışladı, diye de açıklanmıştır.

"Ve beni peygamberlerden kıldı."

22

"Sen İsrailoğullarını köleleştirdiğin için bunu nimet diye başıma kakıyorsun."

"Sen İsrailoğullarını köleleştirdiğin için bunu nimet diye başıma kakıyorsun." Bu âyetin anlamı hususunda tefsir âlimleri farklı görüşlere sahiptir. es-Süddî, et-Taberîve el-Ferrâ' dedi ki: Bu âyet Mûsa (aleyhisselâm)'ın, üzerindeki nimeti ikrar etmek üzere söylediği sözlerdir. Şöyle demiş gibidir; Evet, senin beni beslemiş olman, benim üzerimde -başkalarını köleleştirip, beni köleleştirmemek bakımından- bir nimettir. Fakat bu benim risaletimin gereklerini yerine getirmeme mani değildir.

Şöyle de açıklanmıştır: bu Mûsa (aleyhisselâm)'ın reddetmek maksadıyla söylediği bir sözdür. Yani sen küçükken beni besleyip, büyütmüş olmanı başıma mı kakıyorsun? Aynı zamanda sen bütün İsrailoğullarını köleleştirmiş, onları öldürmüş bulunuyorsun. Yani bu bir nimet değildir, çünkü yapman gereken senin onları öldürmemen ve onları köleleştirmemendi, onlar benim kavmimdir. Peki, şimdi nasıl olur da sen özellikle bana yapmış olduğun iyiliği hatırlatabiliyorsun?

Bu anlamdaki açıklamayı Katade ve başkaları yapmıştır.

Şöyle de açıklanmıştır: Burada istifham (soru) takdiri söz konusudur. Yani senin bu dediğin bir nimet midir? Bu açıklamayı da el-Ahfeş ve yine el-Ferrâ' yapmış, ancak en-Nehhâs ve başkaları kabul etmemiştir. en-Nehhâs dedi ki: Böyle bir takdir câiz değildir, çünkü istifham için gelen hemze yeni bir mana ortaya çıkarmaktadır. Bunun hazfedilmesi ise ifadede; "...mi...", yoksa bulunmadıkça imkansızdır. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

"Sen bu mahalleden öğleden sonra mı gidersin, yoksa erken mi?"

Bu hususta el-Ferrâ''nın söylediği dışında nahiv bilginleri arasında bir görüş ayrılığı olduğunu bilmiyorum. O: İstifham hemzesinin şek ifade eden fiillerde hazfedilmesi caizdir deyip, "Zeyd'in gidici olduğunu zannediyor (mu)sun?" ifadesinin; "Zannediyor musun?" anlamında olduğunu nakletmiştir. Ali b. Süleyman da bu hususta şöyle derdi: O bunu avamın konuşmalarından almıştır.

es-Sa'lebı dedi ki; el-Ferrâ' ile bunun inkâr için söylendiğini kabul edenler bu âyetin anlamının: "Bu da bir nimet midir?" diye istifham yollu olduğunu söylemişlerdir. Bu da bu bakımdan:

"Bu muymuş benim Rabbim?" (el-En'am, 6/76);

"Onlar ebedi mi kalacaklar?" (el-Enbiya, 21/34) buyruklarına benzer. Şair de şöyle demiştir:

"Beni teskin ettiler ve: Korkma ey Huveylid dediler,

Ben o yüzleri tanımayarak: Bunlar onlar(mı)dır, dedim."

el-Ğaznevîde soru hemzesinin terkedileceğine şahit olmak üzere şu beyitleri zikretmektedir:

"O ayrılış günü duruşunu unutamıyorum onun,

Göz kapaklarında, gözyaşları parıldıyorken.

Binekler duruyorken onun şu sözlerim de:

Beni böyle (mi) bırakıyor ve gidiyorsun?"

Derim ki: en-Nehhâs'ın dediğinin aksine burada "Mi, yoksa" bulunmamakla birlikte istifham hemzesi hazfedilmiştir.

ed-Dahhâk dedi ki: Bu ifade azarlama üslubu ile söylenmiştir. Azarlama ise soru ile de olabilir, soruşuz da olabilir. Anlam da şudur: Eğer sen İsrailoğullarını öldürmeye kalkışmamış olsaydın, beni annem-babam büyütecekti. Senin benim üzerimde ne gibi bir nimetin olabilir ki? Sen bana hiç de başa kakmaman gereken bir şeyi hatırlatarak minnet ediyorsun.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Sen, benim kavmimi hakir ve küçük düşürmüşken kavmi küçük düşürülmüş bir kimse zelil olurken beni besleyip büyütmüş olmayı nasıl minnet konusu yapabilirsin?,

"Köleleştirdiği için" âyeti "nimef'den bedel olarak ref mahallindedir. Şu anlamda nasb mahallinde de olabilir: "Çünkü sen İsrailoğullarını köleleştirdin, yani onları köle edindin." ile aynı anlamda olmak üzere: Onu köleleştirdim denilir. Bunu el-Ferrâ' söylemiş ve şu beyiti zikretmiştir:

"Kavmim ne diye köleleştiriyor beni, halbuki aralarında pek çoktur,

Diledikleri kadar pek çok develeri ve köleleri vardır."

23

Fir'avun: "Âlemlerin Rabbi dediğin nedir?" dedi,

Âyetin tefsiri için bak:24

24

Dedi ki: "Göklerle yerin ve onların arasında olanların Rabbidir, eğer gerçekten İnanan kimseler iseniz..."

"Fir'avun: 'Âlemlerin Rabbi dediğin nedir? dedi." Mûsa (aleyhisselâm) getirdiği delillerle Fir'avun'u yenik düşürüp, lanetli Fir'avun Mûsa (aleyhisselâm)'ı besleyip, büyüttüğünü ileri sürmenin faydasını göremeyince, başka delili de olmadığından bu sefer Mûsa (aleyhisselâm)'ın: "Âlemlerin Rabbinin rasûlü" olduğunu ileri sürmesi noktasından hareketle ona karşı çıkmaya koyuldu ve bilinmeyen şeyler hakkında soru üslûbu ile ona soru sordu.

Mekkî ve başkaları dediler ki: Ona cins isimler hakkında soru sorulduğu gibi sordu. Bundan dolayı "mâ: ne" ile ona soru sordu. Mekkî dedi ki: Bu hususta soru bir başka yerde "kim" diye varid olmuştur. Göründüğü kadarıyla herbir yerde ayrı şekilde soru sormuştur. Mûsa (aleyhisselâm) hiçbir yaratığın Allah ile ortak olmadığına, Allah'ın yarattıkları arasından Allah'a delâlel eden sıfatları delil gösterdi. Fir'avun cins hakkında soru sormuştu. Oysa yüce Allah bir cins değildir. Çünkü cinsler sonradan yaratılmıştır. Mûsa (aleyhisselâm) onun cahilliğini anladığından, onun bu şekilde soru sormasına iltifat etmeyerek, dinleyen kimseye Fir'avun'un bu hususta herhangi bir ortaklığının bulunmasının söz konusu olmayacağını açıkça ortaya koyan Allah'ın o pek büyük kudretini dile getirdi.

25

Etrafında bulunanlara: "İşitmiyor musunuz?" dedi.

Bu sefer Fir'avun karşılarındakini harekete geçirmek ve (kendisince) söylenen sözün oldukça beyinsizce oluşundan ötürü hayrete düştüğünü belirten bir edâ ile:

"İşitmiyor musunuz?" dedi. Çünkü Fir'avun kavminin inanışına göre, Fir'avun onların rabbi ve onların ma'budu idi. Ondan önceki Fir'avunlar da bu şekildeydi.

26

"O sizin de Rabbinizdir, sizden önceki atalarınızın da Rabbidir" dedi.

Mûsa (aleyhisselâm)'da;

"O sizin de Rabbinizdir, sizden Önceki atalarınızın da Rabbidir" sözleri ile açıklamalarını daha ileriye götürdü ve onların anlayabilecekleri bir delil ortaya koymuş oldu. Çünkü onlar daha önceden atalarının bulunduğunu ve bu atalarının yok olup gittiklerini, onları bu şekilde değişikliğe uğratan birisinin varlığının kaçınılmaz olduğunu, önceleri varken sonradan yok olduklarım, onları mutlaka var eden bir kimsenin bulunması gerektiğini biliyorlardı.

27

Dedi ki: "Size gönderilen bu elçiniz, mutlaka delidir."

Bu sırada Fir'avun da hafife alan bir üslûp ile:

"Size gönderilen bu elçiniz mutlaka delidir" dedi. Yani o benim soruma cevap vermiyor demek istedi.

28

"Doğunun, batının ve onların aralarında olanların Rabbidir. Eğer akıl ederseniz" dedi.

Mûsa (aleyhisselâm) da buna:

"Doğunun, batının ve onların aralarında olanların Rabbidir" diyerek cevap verdi. Yani onun mülkü seninki gibi değildir. Çünkü sen ancak bir ülkeye maliksin ve başka yerde de senin emrin geçmez. Ölmesini istemediğin kimseler ölüyor. Halbuki beni sana peygamber olarak gönderen doğuya da, batıya da maliktir;

"onların aralarında olanların da Rabbidir."

29

"Eğer benden başka İlâh edinirsen, elbette seni hapsedilenlerden kılarım" dedi.,

Denildiğine göre; Mûsa (aleyhisselâm) onun soru sormaktan maksadının hakkında soru sorduğu zatı bilmek olduğunu da bilmişti. Bundan dolayı o da bugün Rabbi tanımak için izlenmesi gereken yol ne ise o şekilde cevap verdi. Ancak Fir'avun delil getirmek suretiyle karşı koyamayınca, bu sefer üstünlük taslamak ve zorbalık yapmak yoluna baş vurdu, Mûsa (aleyhisselâm)'ı hapse atmakla tehdit etti. Bu ilâhın seni peygamber olarak gönderdiğine dair delilin nedir! demedi. Çünkü o takdirde kendisinden başka bir ilâhın varlığını itiraf etmiş olacaktı.

Onun Mûsa (aleyhisselâm)'ı hapse atmakla tehdit etmesi, onun bir zaafıdır. Rivâyete göre Fir'avun, Mûsa (aleyhisselâm)'dan ileri derecede korkarmış. Öyle ki o melun korkusundan küçük abdeslini tutamazmış. Yine rivâyete göre onun hapsi öldürmekten betermiş. Bir kimseyi zindana attı mı ölünceye kadar da zindandan çıkartmazmış. Bundan dolayı zindanları çok korkunçtu.

30

"Ben sana apaçık bir şeyle gelmişsem de mi? dedi.

Diğer taraftan Mûsa (aleyhisselâm) yüce Allah'ın emri ile Fir'avun'un tehdidinden korkmayacak bir durumda olduğundan dolayı Fir'avuna yumuşak bir surette ve îman edeceği umudu ile:

"Ben sana apaçık bir şeyle gelmişsem de mi? dedi." O takdirde bu getirdiğim şey ile benim doğruluğum, senin tarafından açıkça görülecektir.

31

"Eğer doğruyu söyleyenlerden isen, haydi onu getir!" dedi.

Fir'avun bu sözleri işitince bu arada karşı çıkabilecek bir husus bulabilir ümidi ile ona:

"Eğer doğruyu söyleyenlerden isen haydi onu getir, dedi." Sîbeveyh'e göre bu ifadede şartın cevabına gerek yoktur. Çünkü bundan önce ona ihtiyaç bırakmayacak ifadeler gelmiştir.

32

Bunun üzerine asasını bıraktı. O da hemen apaçık bir ejderha oluverdi.

"Bunun üzerine asasını" elinden

"bıraktı" ve yüce Allah'ın kıssada haber verdiği olaylar oldu. Buna kıssanın sonuna kadar anlatılan hususlara dair açıklamalar ve bunların tefsiri, el-A'raf Sûresi'nde (7/154. âyet ve devamının tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

33

Elini çıkardığında bakanlara bembeyaz görünüverdi.

Âyetin tefsiri için bak:50

34

Etrafındaki ileri gelenlere dedi ki: "Muhakkak ki bu, çok bilgili bir sihirbazdır.

Âyetin tefsiri için bak:50

35

"Sizi sibiri ile yerinizden çıkarmak istiyor. Ya siz ne buyurursunuz?"

Âyetin tefsiri için bak:50

36

Dediler ki: "Onu ve kardeşini oyala ve şehirlere toplayıcılar gönder.

Âyetin tefsiri için bak:50

37

"Çok İyi bilen bütün sihirbazları sana getirsinler."

Âyetin tefsiri için bak:50

38

Böylece sihirbazlar belirli günün bir vaktinde bir araya getirildi.

Âyetin tefsiri için bak:50

39

Ve insanlara da: "Siz de toplanır mısınız?" denildi.

Âyetin tefsiri için bak:50

40

"Umarız ki sihirbazlar galip gelirlerse, biz de onlara uyarız."

Âyetin tefsiri için bak:50

41

Sihirbazlar geldiklerinde, Fir'avuna dediler ki: "Eğer biz galib olursak, bize bir ödül var değil mi?"

Âyetin tefsiri için bak:50

42

"Evet, hem o takdirde siz elbette yakınlaştırılacaklardan da olursunuz" dedi.

Âyetin tefsiri için bak:50

43

Mûsa onlara: "Siz ne atacaksanız atın" dedi.

Âyetin tefsiri için bak:50

44

İplerini ve asalarını bıraktılar ve: "Fir'avunun izzeti hakkı için, muhakkak biz galipleriz" dediler.

Âyetin tefsiri için bak:50

45

Mûsa asasını bırakır, bırakmaz onların hile ile yaptıklarını yutuverdi.

Âyetin tefsiri için bak:50

46

Sihirbazlar hemen secdeye kapanıverdiler.

Âyetin tefsiri için bak:50

47

"Âlemlerin Rabbine, Mûsa ve Harun'un Rabbine îman ettik" dediler.

Âyetin tefsiri için bak:50

49

Dedi ki: "Ben size izin vermeden önce mi ona îman ettiniz? Demek ki o size sihri öğreten büyüğünüzmüş... Yakında bileceksiniz. Mutlaka el ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hepinizi toptan asacağım.

Âyetin tefsiri için bak:50

50

"Olsun, zararı yok. Zaten biz Rabbimize dönücüleriz" dediler.

Sihirbazlar, Fir'avun kendilerini el ve ayaklarının kesilmesi ile tehdit edince:

"Olsun, zararı yok” dediler, yani dünya azabından karşı karşıya kalacağımız sıkıntıların bize bir zararı olmaz. Senin azâbın kısacık bir andır, biz de ona sabreder ve yüce Allah'ın huzuruna îman etmiş kimseler olarak çıkarız,

Bu husus onların son derece basiretli olduklarına, oldukça kuvvetli bir imanlarının bulunduğuna delildir. Malik dedi ki: Mûsa (aleyhisselâm) Fir'avun'u kırk yıl süreyle İslâm'a davet etti. Sihirbazlar ise ona bir günde îman ediverdiler.

(..........) tabirleri hep

"zararı yok" anlamındadır. Bu açıklamayı el-Herevl yapmıştır. Ebû Ubeyde de şu beyiti nakletmektedir;

"Sen artık yeterince güçlendikten sonra sana zararı olmaz,

Annen bir ceylan mı olmuş, yoksa bir eşşek mi (farketmez)."

el-Cevherî de der ki: "Ona zarar verdi" demektir.

el-Kisaî dedi ki: Ben "Bunun bana ne bir faydası vardır, ne de bir zararı" diyenleri duydum, Dövme ya da aç kalma esnasında bağırmak ve kıvranmak, demektir, "Dad" harfi ötreli olarak ise değersiz ve önemsenmeyen kişi demektir.

"Zaten biz Rabbimize dönücüleriz dediler." Bizler keremi bol, rahmeti sonsuz Rabbimize döneceğiz.

51

"Biz gerçekten ilk îman edenler olduğumuz için Rabbimizin günahlarımızı bağışlayacağını ümit ederiz."

"Biz gerçekten İlk îman edenler olduğumuz İçin Rabbimizin günahlarımızı bağışlayacağını ümit ederiz" âyetindeki; (fiile mastar onlamı veren) edatı,

"Olduğumuz için" dolayısı ile nasb mahallindedir. "Olduk diye" anlamındadır. el-Ferrâ' bunun gart edatı olarak esreli okunmasını da câiz kabul etmiştir.

"İlk Îman edenler" olmaları da mucizenin ortaya çıkması sırasında Fir'avun'un çevresinde bulunanlar arasından ilk îman edenler olmaları demektir. el-Ferrâ' "çağımızın ilk îman edenleri" diye açıklamıştır. Ancak ez-Zeccâc bunu kabul etmeyerek şöyle der: Rivâyet edildiğine göre onunla birlikte altıyüzyetmişbin kişi îman etmişti, işte bunlar da Fir'avun'un kendileri hakkında:

"Gerçekten bunlar az bir topluluktur" (eş-Şuarâ, 26/54) dediği kimselerdir. Bu İbn Mes'ûd ve başkasından rivâyet edilmiştir.

52

Biz Mûsa'ya: "Kullarım ile geceleyin yola çık! Muhakkak İzleneceksiniz" diye vahyettik.

Âyetin tefsiri için bak:53

53

Fir'avun şehirlere toplayıcı adamlar gönderdi:

"Biz Mûsa'ya: 'Kullarım ile geceleyin yola çık. Muhakkak izleneceksiniz' diye vahyettik." Şanı yüce Allah'ın sünneti, gerçek dostları arasından îman edip tasdik eden rasûl ve peygamberlerinin risaletlerini kabul eden kullarını kurtarıp düşmanları arasından onları yalanlayan kâfirleri de helâk etme şeklinde olduğundan Mûsa (aleyhisselâm)'a geceleyin İsrailoğullarını alıp, çıkmasını emretti. Onlardan da "kullanın" diye söz etti. Çünkü onlar Mûsa'ya îman etmişlerdi.

"Muhakkak izleneceksiniz" de Fir'avun ve kavmi sizi geri döndürmek için arkanızdan gelecekler, demektir. Bu sözlerin muhtevası içerisinde yüce Allah'ın Fir'avun ve adamlarından onları kurtaracağını da bildirmektedir.

Mûsa, seher vaktinde İsrailoğulları ile birlikle çıktı. Şam'a doğru giden yolu sol tarafına alarak, denize doğru yöneldi. İsrailoğullarından herhangi bir kimse yoldan ayrılmakta olduğunu hatırlatınca, o: Bana böyle emrolundu, diye cevap verirdi.

Fir'avun sabah vakti Mûsa (aleyhisselâm)’ın İsrailoğullarını alıp geceleyin yola koyulduklarını öğrenince, izlerine koyuldu. Mısır şehirlerine haberciler göndererek, askerlerin gelip kendisine yetişmelerini emretti. Rivâyete göre diğer renkler bir tarafa sadece siyah renkten beraberinde yüz atlı olduğu halde askerler gelip ona yetiştiler. Yine rivâyet edildiğine göre İsrailoğulları da ikiyüzyetmişbin kişi idiler. Bunun sıhhat dereeesini en iyi bilen Allah'tır. Âyet-i kerimeden kesin olarak anlaşılan şu ki; Mûsa (aleyhisselâm) İsrailoğullarından oldukça'büyük bir toplulukla yola koyuldu. Fir'avun da bunların bir kaç kat fazlası ile onun izini takip etti,

İbn Abbâs dedi ki: Fir'avun ile birlikte bin zorba kişi vardı. Herbirisinin bağında taç vardı ve bunların herbirisi de bir süvari birliğinin kumandanı idi.

54

"Gerçekten bunlar az bir topluluktur;

"Az bir topluluk" önemsenmeyen küçük bir topluluk demektir. Çoğulu; ...diye gelir. el-Cevherî dedi ki: Bu, insanlardan bir kesim, herhangi bir şeyin bir parçası anlamlarına gelir, "Parça parça elbise, kumaş'" demektir, es-Sa'lebî şairin recez veznindeki şu beyiti nakleder:

"Kış geldi ve elbiselerim eski püskü,

Parça parça olmuş; yamalayıcı bundan, ötürü güler."

Yüce Allah'ın:

"Gerçekten... az bir topluluktur" âyetindeki "lâm" te'kid lamıdır, "Ciıp: Gerçekten" edatının haberinin başına çokça gelir. Ancak Kûfeliler -muhakkak Zeyd kalkacaktır anlamında-: demeyi câiz kabul etmezler. Ancak bunun câiz oluşunun delili yüce Allah'ın:

"Yakında bileceksiniz" (eş-Şuara, 26/49) âyetinde gelmiş olmasıdır. Burada bizatihi te'kid "lâm"ı gelmiştir ve bu te'kid "lâm"ı -nisbeten uzak geleceği ifade etmek için kullanılan-: in başına gelmiştir. Bu açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır.

55

"Onlar bizi gerçekten kızdırdılar.

"Onlar bizi gerçekten kızdırdılar." Yani onlar dinimize muhalefet ettiklerinden ve -önceden geçtiği gibi- bizden iğreti olarak aldıkları mallarımızı alıp götürdüklerinden dolayı bizim düşmanlarımızdır. O gece ilk çocuklarının hepsi de öldü. Buna dair açıklamalar daha önceden el-A'raf (7/138. âyet ve devamında) ile Tâ-Hâ sûrelerinde (20/77. âyet ve devamında) yeteri kadar geçmiş bulunmaktadır.

"şu beni kızdırdı" demektir. Gayz, kızgınlık öfke anlamındadır. "Öfkelenmek" de buradan gelmektedir. Yani onlar izin almaksızın çıkıp gittiklerinden ötürü bizi kızdırdılar.

56

"Biz ise uyanık ve tedbirli bir topluluğuz."

"Biz ise uyanık ve tedbirli bir topluluğuz." Yani biz tedbirimizi almış, silahlarımızı kuşanmış, hazırlıklı bir topluluğuz. "Uyanık ve tedbirli" âyeti diye de okunmuştur. Her ikisi de çekinen, korkan kimseler demektir. el-Cevherî dedi ki: Bu lâfız; ve şeklinde "zel" harfi ötreli olarak da okunmuştur. Bunu da el-Ahfeş nakletmiştir. Bununla birlikte; "Hazırlıklı ve tedbirli kimseleriz" anlamında, buna karşılık; "Korkan, çekinen kimseleriz" anlamındadır.

en-Nehhâs dedi ki: okuyuşu Medindiler ile Ebû Amr’ın okuyuşudur, Kûfeliler İse; diye okumuşlardır. Bu okuyuş Abdullah b. Mes'ûd ile İbn Abbâs'Un da geldiği bilinen bir okuyuştur. Noktasız "dal" ile okuyuşu ise Ebû Abbad'ın okuyuşudur. Bunu da el-Mehdevî, İbn Ebi Ammar'dan, el-Maverdî ve es-Sa'lebî ise Sumayt b. Aclan'dan nakletmişlerdîr. en-Nehhâs dedi ki: Ebû Ubeyde'nin kanaatine göre ile aynıdır. (Uyanık ve tedbirli kimseleriz anlamındadır). Sîbeveyh'in görüşü de budur ve Sîbeveyh "O kimse Zeyd'e karşı tedbirlidir" ifadesini uygun görmüştür. Nitekim; "Zeyd'den çekinir, ona karşı tedbirlidir" denilmesi gibi. Sîbeveyh şu beyiti de zikreder:

"Asla, zarar vermeyen işlerden korkar (onlara karşı tedbirli davranır),

Bununla birlikte takdirlerden kendisini kurtaramayacak şeylere (kadere karşı) güvenlik duyar."

Ebû Amr el-Cermî'nin görüşüne göre; O Zeyd'den çekinir, ona karşı tedbirlidir" denilerek; in hazfedilmesi caizdir. Ancak nahivcilerin çoğunluğu; ile arasında fark gözetirler. el-Kisaî, el-Ferrâ' ve Muhammed b. Yezid bunlardandır. Bunların kanaatine göre; Yaratılışında hazer bulunandır, yani uyanık ve müteyakkız bulunan kimse demektir. Eğer fiilin anlamı bu ise, bu teaddi etmez (geçişsizdir.)

'in anlamı ise hazırlıktı ve tedbirli demektir. İşte önceki ilim adamlarından tefsir böylece gelmiştir.

Abdullah b. Mes'ûd'un yüce Allah'ın:

"Biz îse uyanık ve tedbirli bir topluluğuz" âyeti hakkında şöyle dediği zikredilmektedir: Bizler silahları bulunan, araç ve gereçleri olan kimseleriz. İşte bu da o anlamın aynısıdır.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir; Bizim silahlarımız var, onların ise silahlan yok. O bu sözleriyle onları (etrafındakileri) Savaşa teşvik ediyordu.

"Dal" harfi ile; şeklindeki okuyuşa gelince, bu Arapların, "Dopdolu (iri) göz" ifadelerinden türetilmiştir. Yani biz onların kini ile doluyuz, anlamındadır. Şairin şu beyiti de bu kabildendir:

"Ve bir göz ki; geniş mi geniş, oldukça iridir,

Onun kapakları âdeta sonuna kadar varılıp açılmıştır."

Dilbilginlerinin naklettiğine göre bir kimse eğer etine dolgun ise onun hakkında; "(.........): Etine dolgun adam" denilir. Buna göre anlamın silahla dolup taşmak (çokça silahı bulunmak) şeklinde olması da mümkündür. el-Mehdevî dedi ki: "Güçlü, kuvvetli kimse" demektir.

57

Böylece onları bostanlarından, akar sularından çıkardık;

"Böylece onları bostanlarından ve akar sularından" yani Mısır topraklarından

"çıkardık."

Abdullah b. Ömer dedi ki: Bahçeler Asvan'dan, Reşid’e kadar Nil'in her iki tarafında da bulunuyordu. Bunlar arasında da ekin ekiliyordu.

Nil'in yedi tane halici vardır; İskenderiye halici, Sena halici, Dimyat halici, Serdus halici, Menf halici, Feyyum halici ile el-Menha halicidir. Bunlar birbirine bitişiktirler ve birbirleri arasında ayrılık ve kesinti yoktur. Bütün bu haliçler arasında da ekinler ekilir. Bütün Mısır toprakları planladıkları, ölçüp-biçtikleri kemerler, köprüler ve haliçler sebebiyle her tarafı su seviyesi onaltı argınlık bir yerden sulanır. Bundan dolayı Nil'in nehri azalacak olursa, onun onaltı zira'lık bir bölümü "Nilu's-Sultan" diye adlandırılır. Bu Ali b. Ebi er-Reddad'a kadar uzanan bir uygulamadır. Bu uygulama günümüze kadar devam etmektedir. Ona "Nilu's-Sultan" denilmesinin sebebi o zamanda (suyun o yüksekliğe ulaşması halinde) insanların haraç ödemelerinin gerekmesi dolayısıyladır.

Aslında bütün Mısır toprakları onyedi zira'lık (seviyedeki) bir suyun bir parmağından sulanırdı, Nil nehrinin seviyesi onyedi zira'dan aşağı düşüp de üzerinde "onsekiz zira'dan tek bir parmak" diye, seslenildi mi o vakit Mısır'ın haracı bir milyon dinar arttı tlemekü. Eğer böyle olmaz da onun üzerinde: Ondokuz zira'dan tek bir parmak diye seslenilirse, bu sefer de haracı bir milyon dinar azalırdı.

Buna sebep ise gerekli işler, haliçler, köprüler ve oranın imarına verilen ihtİmâm dolayısıyla yapılan harcamalardır. Şimdilerde ise oranın bir çok bölümü Mısır mikyası ile "ondokuz zira'dan bir parmak" diye seslenilmedikçe sulanmaz.

Yukarı Said'deki yerlere gelince, orada suyun yukarı Said bölgesinde yirmiiki zira'ı bulmadıkça sulanması tamamlanamayan yerler dahi vardır.

Derim ki: Şimdilerde Mısır'ın toprakları yirmi zira' ve bir kaç parmak yükselmedikçe sulanamamaktadır. Buna sebep ise arazinin yüksekliği ve orada yapılan köprü (ve kemer)lerin imarına gereken ihtİmâmın gösterilmeyişidir.

Nîl dünyada hayrete düşüren şeylerdendir. Çünkü yeryüzünün her tarafına suları döküldü mü, bu nehirin sulan artar, öyle ki bütün Mısır toprakları üzerinde akar. Şehirler âdeta bir takım alametler gibi kalır, oraya ancak kayıklarla ve sallarla ulaşılabilmektedir.

Abdullah b. Amr b. el-Âs'dan söyle dediği rivâyet edilmektedir: Mısır Nil'i nehirlerin efendisidir. Yüce Allah doğudaki, batıdaki bütün nehirleri ona müsahhar kılmış ve nehirlere onun için boyun eğdirmiştir. Yüce Allah Mısır, Nil'ini akıtmak istedi mi, bütün nehirlere ona sularından vermelerini emreder. Nehirler de ona sularıyla katkıda bulunur, yüce Allah onun için pınarlar fışkırtır. Yüce Allah'ın dilediği seviyeye ulaştı mı bu sefer herbir suya asıl yerine geri dönmesi için emir verir.

Kays b. el-Haccac dedi ki: Mısır fethedildiğinde, Mısır ahalisi Kıptî takviminin aylarından birisi olan Beûne (ki kıptı takvimin altıncı ayıdır) girince, Amr İbnu'l-As'ın huzuruna girip, ona şöyle dediler: Ey emir! Bizim bu Nil'imizin bir adeti vardır. O yerine gelmeden suları akmaz. Onlara: Nedir bu? diye sorunca, şöyle dediler; Bu ayın onikisi oldu mu bizler anne-babasının evinde bulunan bakire bir kız buluruz. Anne-babasını razı ederiz. En güzel elbiselerle, en değerli süs eşyalarını ona takanz. Sonra da onu bu Nil'e atarız.

Amr onlara: İslâmda böyle bir şey olmaz, çünkü İslâm hiç şüphesiz kendisinden önceki adetleri yıkmıştır. (Yedi ve sekizinci ayları olan) Ebib ve Mesra ayları boyunca beklediler. Bu sırada Nil az çok hiç akmadı. Oradan göç etmeyi kararlaştırdılar. Amr b. el-As bunun böyle olduğunu görünce, Ömer b. el-Hattâb (Allah ikisinden de razı olsun)'a mektup yazıp, durumu ona bildirdi. Ömer b. el-Hattâb ona şu mektubu yazdı: "Sen belirttiğin musibet ile karşı karşıya kaldın. Şüphesiz ki İslâm kendisinden önceki adetleri yıkmıştır." Böyle bir şey asla olmaz. Mektubunun arasına da ona küçük bir kağıt göndermişti. Amr'a da şunları yazmıştı: "Bu mektubumun arasına sana küçük de bir kağıt gönderiyorum. Sen onu mektubum sana ulaştığında Nil'e bırak."

Ömer'in mektubu Amr b. el-As'a ulaşınca, bu kağıt parçasını alıp açtı. Onda şunların yazılı olduğunu gördü: "Mü’minlerin emiri, Allah'ın kulu Ömer'den Mısır'ın Nil nehrine; Şimdi eğer sen kendiliğinden akan bir nehir isen akma ve eğer senin akmanı sağlayan bir ve herşeyi kahredici güce sahip olan Allah ise seni akıtacaktır. Biz, bir ve tek, gücü herşeyi kahreden yüce Allah'tan seni akıtmasını niyaz ederiz."

Amr İbnu’l-As "es-Salib"den bir gün önce o pusulayı Nil'e attı. O sırada Mısır halkı oradan çıkıp başka yere gitmek için hazırlanmışlardı. Zira Nil olmaksızın, onların işleri yürümezdi. Pusulayı Nil'e attıktan sonra Salib günü, bir gecede yüce Allah'ın o nehri onaltı zira' yüksekliğinde akıtmış oldu ve o sene yüce Allah Mısır ahalisinin ayrılıp gitmelerini de böylece önlemiş oldu.

Ka'b el-Ahbar dedi ki: Cennetten dört nehir vardır ki yüce Allah onları dünyaya bırakmıştır. Bunlar Seyhan, Ceyhan, Nil ve Fırat nehirleridir. Seyhan cennetteki su ırmağıdır, Ceyhan cennetteki süt ırmağıdır, Nil cennetteki bal ırmağıdır, Fırat da cennetteki şarap ırmağıdır,

İbn Lehia da: Dicle cennetteki süt ırmağıdır, demiştir.

Derim ki: Bu hususça Sahih'de yer alan, Ebû Hüreyre yoluyla gelen şu hadistir: O dedi ki; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Seyhan, Ceyhan, Nil ve Fırat; bunların hepsi cennet ırmaklarındandır." Müslim, IV, 2183. Müslim'in lâfzı ile rivâyet bu şekildedir.

İsra hadisinde Enes b. Malik'in kavminden bir kişi olan Malik b. Sa'sa'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Allah'ın, Peygamberinin anlattığına göre; "O dört ırmak gördü. Bunların kaynadıkları yerden ikisi açıktan akan, ikisi gizliden akan ırmak vardı. Ey Cebrâîl dedim, bu ırmaklar ne oluyor? Bana dedi ki: Gizli akan iki nehir, cennetteki iki nehirdir. Açıktan akan iki nehir ise Nil ve Fırat'tır." Müslim'in lâfzı böyledir İbn Huzeyme, Sahih, I, 155; el-Haklm, el-Müstedrek I, 154, Müsned, III. 164.

Buhârî'de Şerik'den, o Enes'den şu rivâyet kaydedilmektedir: "Dünya semasında kesintisiz olarak akan iki nehir görüverdi. Ey Cebrâîl, bu iki ırmak ne oluyor? deyince, o: Bunlar Nil ile Fırat'tır, onların ana unsurlarıdır, dedi. Daha sonra semada yol almaya devam etti. Üzerinde inci ve zebercetten bir köşk bulunan bir ırmak görüverdi. Eliyle ona dokundu, onun hoş kokulu misk olduğunu gördü. Bu nedir, Ey Cebrâîl dedi, o da: Bu, Rabbinin senin için sakladığı Kevser ırmağıdır dedi" ve hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Buhârî, VI, 2731.

Cumhûr'un kanaatine göre (âyet-i kerimede geçen): "Akar sularından" kasıt su pınarlarıdır.

Saîd b. Cübeyr dedi ki: Kasıt altın madenleridir. Nitekim ed-Duhan Sûresi'nde şöyle buyurulmaktadır:

"Onlar nice bahçeleri, pınarları geride bırakmışlardı. Nice ekinleri de..." (ed-Duhan, 44/25-26). Denildiğine göre onlar Mısır'ın bir başından öbür başına kadar iki dağın arasındaki bütün alanları ekin ekerlerdi. ed-Duhan Sûresi'nde ise "hazinelerden söz edilmemektedir,

58

Ve hazinelerle şerefli makamlardan.

"Hazineler" kelimesi; in çoğuludur, Buna dair açıklamalar ise daha önceden et-Tevbe Sûresi'nde (9/34. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Burada kasıt hazinelerdir. Yer altında gömülü defineler olduğu da söylenmiştir. ed-Dahhâk ise kasıt ırmaklardır demişse de bu açıklama su götürür, çünkü "akar sular, pınarlar" bunları kapsar.

"Şerefli makamlardan" âyeti ile ilgili olarak İbn Ömer, İbn Abbâs ve Mücahid, şerefli makamlar minberlerdir, demektir. Bin tane zorbaya ait, bin tane minber vardı. Onlar bunların üzerinde Fir'avun'u ve onun mülkünü tazim ediyorlardı. Bunlardan kastın başkan ve emirlerin (komutanların) oturdukları yerler olduğu da söylenmiştir ki, bunu İbn Îsa nakletmiştir. Bu da birinci açıklamaya yakındır.

Saîd b. Cübeyr dedi ki: Maksat güzel meskenlerdir. İbn Lehîa dedi ki: Ben burada süzü geçen

"şerefli makamlar"dan kastın el-Feyyum olduğunu duydum. Denildiğine göre Yûsuf (aleyhisselâm) meclislerinden birisi üzerinde! "Lâ ilahe illallah, ibrahim halilullah" diye yazdırmıştı. Bundan dolayı yüce Allah buraya "şerefli makam" ismini vermiştir.

Bir diğer açıklamaya göre bundan kasıt, ileri gelen önderlerin atlarını özel olarak bağladıkları yerlerdir. Bu şekilde atların bağlanması hem bir yavaş hazırlığıdır, hem de bir ziynettir. Dolayısıyla onların kaldıkları yer, kalınan yerlerin en şereflileri olmuştur. Bu açıklamayı da el-Maverdî nakletmiştir.

Daha kuvvetli görülen görüş, bunların güzel meskenler olduklarıdır. Bu meskenler onlar için çok değerli idi.

Sözlükte "makam" kelimesi hem yer adıdır, hem de mastardır. en-Nehhâs dedi ki: Sözlükte "makam" yer demektir ve bu da; "İkamet etti, ikamet eder'den gelmektedir. "(.......): Makamlar" da bu şekildedir, bunun tekili de; şeklindedir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Ve oralarda yüzleri güzel makameler (ikamet edenler) vardır,

Ayrıca kimi zaman, konuşulan, kimi saman iş yapılan meclisler de vardır."

"Makam" aynı zamanda; "İkamet etti, ikamet eder, kalktı, kal-" Mı/htm" /se 'chn Jsm-j mekâ//f. Bunun da ikamet etti, ikamet eder':den gelmektedir.

59

İşte böyle ...Ve Biz onlara İsrailoğullarını mirasçı kıldık.

"İşte böyle... Ve Biz onlara İsrailoğullarını mirasçı kıldık." Bununla daha önce yüce Allah'ın söz konusu ettiği bahçeler, akar sular, hazineler, şerefli makam ve meskenlerin tümüyle Allah tarafından İsrailoğullarına miras verildiğini anlatmaktadır. el-Hasen ve başkaları dedi ki: Fir'avun ve kavminin helâk edilişinden sonra İsrailoğulları tekrar Mısır'a geri döndüler.

Bir diğer açıklamaya göre burada miras vermekten kasıt İsrailoğullarının Fir'avun hanedanından yüce Allah'ın emriyle ariyet olarak aldıkları şeylerdir.

Derim ki: Her iki husus da İsrailoğulları lehine gerçekleşmişti. Yüce Allah'a hamdolsun.

60

Sonra güneş doğarken onların ardından gittiler.

"Sonra güneş doğarken onların ardından gittiler." Yani Fir'avun ve kavmi İsrailoğullarının peşinden gittiler. es-Süddî dedi ki: Güneşin ışığı etrafı aydınlatınca takibe koyuldular. Katâde dedi ki: Yeryüzü güneş ışığıyla aydınlanınca takibe koyuldular. ez-Zeccâc dedi ki: Güneş doğduğu vakit; denilir. Etrafı aydınlattığı vakit denilir.

Fir'avun ve kavminin Mûsa ve İsrailpğullarının arkasından gitmekte gecikmesinin sebebi ile ilgili farklı iki görüş vardır. Birinci görüşe göre o gece ilk doğan çocuklarını defnetmekle meşgul oldukları için geciktiler. Çünkü o gece aralarında veba salgını baş göstermişti. Buna göre yüce Allah'ın "güneş doğarken" âyeti Fir'avun kavminin halini ifade etmektedir.

İkinci görüşe göre bir bulut ve karanlık onları gölgelendirdi. Onlar da biz henüz gece karanlığı ndayız, dediler. Sabah oluncaya kadar bu karanlık ve bulut da dağılmadı.

Ebû Ubeyde dedi ki: "Güneş doğarken onların ardından gittiler" âyeti aslında doğu tarafına doğru onları takib ettiler, demektir.

el-Hasen ile Amr b. Meymun; şeklinde "te" harfini ve "ra" harfini şeddeli ve vasl elifi ile okudular ki, "doğu tarafına doğru onları takip ettiler" demektir. Bu da; "Doğu ve batı tarafına yürüdü" anlamındaki ifadelerinden alınmıştır.

Âyetlerin anlamı şudur: Bizler İsrail oğullarının onları miras almalarını takdir ettik. Bundan dolayı Fir'avun kavmi İsrailoğullarının arkasından doğuya doğru takibe koyuldular ve sonunda helâk oldular. Böylelikle İsrailoğulları da onların ülkelerine mirasçı oldu.

61

İki topluluk birbirini görünce, Mûsa'nın arkadaşları: "İşte şimdi kıstırıldık" dediler.

"İki topluluk birbirini görünce" âyeti herbir kesim diğerini görecek şekilde biri diğerinin karşısına gelince, buradaki: "Birbirini gördü" fiili "ru'yet" kökünden "tefâul" veznindedir.

"Mûsa'nın arkadaşları: İşte şimdi kıstırıldık, dediler." Yani artık düşman bize oldukça yaklaştı ve bizim ona karşı koyacak gücümüz yoktur.

"Kıstırıldık" kelimesini büyük çoğunluk şeddesiz olarak; Arkasından yetişti" fiilinden gelmiş bir kip olarak okumuşladır. Yüce Allah'ın:

"Nihayet boğulmak ona yetişince (yani boğulacağı vakit)" (Yûnus, 10/90) âyetinde de bu kökten gelmektedir.

Ebû Ubeyd b. Umeyr, el-A'rec ve ez-Zührî "dar' harfini şeddeli olarak; ve 'den gelen bir kip olarak okumuşlardır.

el-Ferrâ' dedi ki: ile aynı anlamda "kazdı"dır. Aynı şekilde; ile okuyuşları da aynı anlamdadır.

en-Nehhâs dedi ki: Oldukça yetkin nahiv bilginleri ise böyle dememektedirler. Onların açıklamalarına göre; bize yetişildi, demektir, "Bize yetişilmek için çokça gayret edilmektedir" anlamındadır. Bu da isabet ettim, ele geçirdim anlamında; demek; buna karşılık gayret ettim ve taleb ettim anlamında da; demek gibidir. Sîbeveyh'in açıklamalarının anlamı budur.

62

"Asla! Muhakkak Rabbim benîmledir. Bana doğru yolu gösterecektir" dedi.

"Asla! Muhakkak Rabbim benimledir, bana doğru yolu gösterecektir, dedi." Fir'avun ordularıyla birlikte Mûsa (aleyhisselâm)'ın beraberindeki topluluğa yetişip onlara yaklaşınca İsrailoğulları da bir taraftan güçlü düşmanı, diğer taraftan önlerinde de denizle karşı karşıya kalınca kötü zan beslemeye başladılar ve Mûsa'ya bir bakıma azarlayıcı ve katı bir üslupla;

"İşte şimdi kıstırıldık, dediler." O da onların söylediklerini reddetti, bu sözleri dolayısıyla onları azarladı, onlara şanı yüce Allah'ın kendisine hidayet ve zafer vereceğine dair vaadini hatırlatarak

"asla" kesinlikle size yetişemeyecekler.

"Rabbim benimledir" düşmana karşı bana zafer verecektir.

"Bana doğru yolu" kurtuluş yolunu

"gösterecektir dedi."

63

Biz de Mûsa'ya: "Asanla denize vur" diye vahyettik. Ardından deniz ayrılıp herbir tarafı büyük bir dağ gibi oldu.

İsrailoğulları büyük bir bela ile karşı karşıya kaldıklarını kabul edip artık güç yetiremeyecekleri miktardaki orduları da görünce, yüce Allah Mûsa (aleyhisselâm)'a asasıyla denize vurmasını emretti. Çünkü şanı yüce Allah bu mucizenin Mûsa (aleyhisselâm) ile ve onun yapacağı bir fiile taalluk etmesini istemişti. Yoksa denizi ayıran asayı vurmak değildir. Bu hususta bizatihi yardımcı da olmamıştır. Ancak bu işle birlikte söz konusu olan yüce Allah'ın kudreti ve harikulade yaratmasıyla olmuş bir şeydir. Denizin yarılma olayı ile ilgili açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/50. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Deniz yarılınca İsrailoğullarının Sıbtları (kolları) sayısınca onda oniki tane yol açıldı. Su da aralarında pek büyük dağlar (et-tavd) gibi oldu. "et-Tavd" dağ demektir. İmruu'l-Kays'ın şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır.

"Kişi hayatta olanlar arasında bir dağ gibi iken,

İnsanlar yakından ona atış yaparlar o da yan yatar."

el-Esved b. Ya'fur da dedi ki:

"Onlar (Küfe yakınlarında bir yer olan) Ankara'da

Konakladılar üzerlerine akmaktadır, dağlardan gelen Fırat suyu."

Şairin burada "etvâd; dağlar" diye kullandığı kelime "Dağ" in çoğuludur.

Böylelikle Mûsa ve beraberindekiler için denizde kupkuru bir yol açılmış oldu. Mûsa'nın beraberindekiler denizden çıkıp Fir'avun'un beraberindeki son şahsın da denize girmesi -daha önce Yûnus Sûresi'nde (10/90. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere- tamamlanınca bu sefer deniz onların üzerine kapandı suda boğulmadı dediler. Bunun üzerine Fir'avun denizin kıyısına atıldı ve onu da gözleriyle gördüler.

İbnu'l-Kasım’ın rivâyetine göre Malik şöyle demiş: Mûsa (aleyhisselâm) ile birlikte ticaretle uğraşanlardan iki kişi de denize doğru çıkmıştı. Onlar denizin yanına geldiklerinde, Allah sana neyi emretti? diye sordular. O da; Bu asam ile denize vurmakla emrolundum, o da varılacaktır. Bunun üzerine onlar: Allah'ın sana emrettiğini yap. Asla sana verdiği sözünden caymayacaktır. Sonra da onu tasdik etmek üzere kendilerini denize attılar. Fir'avun ve beraberindekiler denize girinceye kadar bu durum böylece devam etti, sonra deniz eski haline döndü. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/50. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

64

Diğerlerini de buraya yanaştırdık.

"Diğerlerini de buraya yanaştırdık." Onları yani Fir'avun ve kavmini denize yaklaştırdık. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve başkaları yapmıştır. Şair de şöyle demektedir:

"Geçen herbir gün yahut geride kalan herbir gecede,

Canlar ecellere daha bir yaklaşmaktadır."

Ebû Ubeyde dedi ki; "Yanaştırdık" onları bir araya getirdik, topladık demektir. Müzdelife'de kalınan geceye "cem"' gecesi denilmesi bundan dolayıdır.

Ebû Abdullah b. el-Hâris ile Ubeyy b. Ka'b ve İbn Abbâs bu lâfzı "onları helâk ettik" anlamında kaf ile; diye okumuşlardır ki bu da; Dişi deve ve kısrak, yavrusunu bıraktı" tabirinden alınmıştır ki; bunun ism-i faili: ...diye gelir.

65

Mûsa'yı ve onunla birlikte olanların hepsini kurtardık.

Âyetin tefsiri için bak:66

66

Sonra diğerlerini suda boğduk.

"Mûsa'yı ve onunla birlikte olanların hepsini kurtardık. Sonra diğerlerini" yani Fir'avun ve kavmini

"suda boğduk."

67

Şüphesiz ki bunda bir âyet vardır. Fakat çoğu îman etmediler.

Âyetin tefsiri için bak:68

68

Şüphe yok ki Rabbin Azizdir, Rahîmdir.

"Şüphesiz ki bunda bir âyet" şanı yüce Allah'ın kudretine dair bir alâmet

"vardır. Fakat çoğu îman etmediler." Zira Fir'avun kavminden ancak Fir'avun hanedanının mü’mini diye bilinen Hazkiyd adındaki şahıs, onun kızı olan Fir'avun'un hanımı Âsiye, Yusuf es-Sıddîk (aleyhisselâm)'ın kabrini gösteren yaşlı kadın ve Zâ Mûsa'nın kızı Meryem îman etmişti.

Yusuf (aleyhisselâm)'ın kabrinin gösterilmesi de şöyle olmuştu: Mûsa (aleyhisselâm) İsrailoğulları ile birlikte Mısır'dan dışarıya çıkınca ay görünmedi ve karanlık oldu. Kavmine: Bu nedir? diye sorunca, ilim adamları şöyle dedi: Yusuf (aleyhisselâm)'ın ölüm vakti yaklaştığında o bizden Allah adına Mısır'dan çıkacak olursak, kemiklerini de mutlaka bizimle beraber alacağımıza dair söz almıştı. Bunun üzerine Mûsa: Hanginiz onun kabrinin nerede olduğunu bilir? diye sorunca, şöyle dedi: O kabri ancak İsrail oğullarının yaşlı kadını bilir. O kadına haber gönderdi, ona: Bana Yusûf’un kabrini göster, dedi.

Bunun üzerine kadın: Allah'a yemin ederim ki benim hükmümü vermediğin sürece böyle bir iş yapmayacağım, dedi. Ona: Hükmün nedir? diye sorunca, şöyle dedi; Benim hükmüm cennette seninle birlikte olmaktır. Bu iş ona ağır gelince, ona: Sen bu kadına istediğini ver, dediler. Bu sefer kadın da onlara Yusuf (aleyhisselâm)'ın kabrini onlara gösterdi. Orayı kazıdılar ve kemiklerini oradan çıkardılar. Kemikleri oradan aldıktan sonra yolları gündüz gibi aydınlık oldu.

Bir diğer rivâyette denildiğine göre; yüce Allah ona istediğini ver, diye vahyetti, o da bunu yaptı. Kadın da onları alıp bir su göletine götürdü. Onlara: Bu suyu çekiniz, dedi. Suyu çektiler ve Yusuf (aleyhisselâm)'ın kemiklerini çıkardılar. Yol onlar için tıpkı gündüz aydınlığı gibi apaçık görünmeye başladı. Bu husus daha önce Yusuf Sûresi'nde (12/101. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Ebû Burde'nin, Ebû Mûsa (radıyallahü anh)'dan rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bedevi bir Arab'ın yanında misafir oldu ve ona ikram etti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: Bir ihtiyacın var mı? diye sordu. O da şöyle dedi: Üzerinde yük taşıyacağım bir deve ile sütlerini sağacağım bir kaç keçiye ihtiyacım var. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ne diye İsrailoğullarının o kocakarısı gibi olamadın?" Ashabım: İsrailoğullarının kocakarısının durumu nedir? diye sorunca, onlara Mûsa (a'.s)'a cennette onunla birlikte olma şartını koşan bu kocakarının durumunu anlattı. İbn Hibbân, Sahih, II, 501; el-Hâkim, el-Müstedrek, II, 439.

(Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır).

69

Onlara İbrahim'in haberini de oku.

"Onlara İbrahim'in haberini de oku" âyeti ile yüce Allah, müşriklerin aşırı cehaletlerine dikkat çekmektedir. Çünkü onlar aralan olduğu halde İbrahim (aleyhisselâm)'ın itikad ve dininden yüz çevirmişlerdi.

(........) haber demektir. Yani ey Muhammed, sen onlara İbrahim'in haberini, onun sözlerini, kavmini tapındıkları uydurma ilahlar dolayısıyla ayıplamasını anlat. Bu, onların kabul etmek zoatnda kalacakları bir delil olsun diye onlara söylenmiştir.

Kıraat âlimlerinin büyük çoğunluğu ikinci hemzenin tahfif edilerek okunacağını kabul etmişlerdir ki, en güzel şekil de budur. Çünkü icma ile aynı kelimedeki ikinci hemzeyi tahfif ile okuyacaklarını kabul etmişlerdir. "Âdem" kelimesinde olduğu gibi. Arzu edildiği takdirde her iki hemze de tahkik ile okunarak "İbrahim'in haberi" diye de okunabilir. Arzu edildiği takdirde de ikisi de hafifletilerek; diye okunabilir, arzu edilirse sadece birinci hemze hafifletilerek okunabilir. Burada beşinci bir şekil daha vardır. Ancak bu Arapça açısından uzaktır. O da hemzenin, hemzeye idgam edilmesidir. Nitekim kelle satan kimseye; denilmesi gibi. Bunun uzak oluş sebebi ise, tek bir kelimede İmişcesine her iki hemzeyi bir arada "şeddeli" okumaktır. Bunun "fe'aâl" vezninde güzel kaçması ancak idgamlı olarak gelişinden ötürüdür.

70

Hani o, babasına ve kavmine: "Neye ibadet edersiniz?" demişti.

Âyetin tefsiri için bak:71

71

Onlar: "Bir takım putlara ibadet ederiz ve onlara ibadete devam eder gideriz" dediler.

"Hani o babasına ve kavmine: 'Neye ibadet edersiniz?'" Yani ibadet ettiğiniz şey nedir?

"demişti. Onlar: Bir takım putlara ibadet ederiz... dediler." Onların putları akın, gümüş, bakır, demir ve tahtadan idi.

"Ve onlara İbadete devam eder, gideriz dediler." Yani onlara ibadetimizi sürdürürüz. Burada maksat belli bir vakti ifade etmek değildir. Aksine onların içinde bulundukları hali haber vermektedirler.

Denildiğine göre onlar putlarına geceleyin ibadet etmez, gündüzün ibadet ederlerdi. Geceleyin yıldızlara tapınırlardı.

Bir şeyi gündüzün yapmayı anlatmak üzere; denilir. Geceleyin yapmayı anlatmak üzere de; denilir.

72

Dedi ki: "Acaba bunlar dua ettiğinizde sizi işitirler mi?"

"Dedi ki: Acaba bunlar dua ettiğinizde sizi işitirler mi?" âyetinde el-Ahfeş’in dediğine göre hazfedilmiş ifade vardır. Yani; "Söylediklerinizi işitirler mi?" yahutta; "Yaptığınız dualarınızı işitirler mi?" takdirindedir. Şair dedi ki:

"Toynaklarının arka tarafları yürümekten dolayı zedelenmiş,

Gerek deriden yapılmış, gerek kınnaptan yapılmış dizginlerle gemlenmiş, atları süren.,."

Burada mana Kınnap'tan gemlerle gemlenmiş... demektir.

Katâde'den: "Onlar size işittirirler mi?" şeklinde "ye" harfini ötreli olarak okuduğu rivâyet edilmiştir ki, "dua ettiğinizde" onlar kendi seslerini sizlere işittirirler mi? demektir.

73

"Yahut size fayda ya da zarar verirler mi?"

"Yahut size fayda ya da zarar verirler mi?" Bu putların size bir faydası var mı? size rızık veriyorlar mı? Ya da bunların size bir hayır sağlamak yahut kendilerine isyan ettiğiniz takdirde bir zarar vermek imkanları var mı?

Bu, delili ortaya koymak için sorulmuş bir sorudur. Onlar size bir fayda sağlayamayıp bir zarar da veremediklerine göre sizin onlara ibadet etmenizin anlamı nedir?

74

Onlar: "Hayır, ama biz atalarımızı böyle yapar bulduk" dediler.

"Onlar: Hayır ama biz atalarımızı böyle yapar bulduk, dediler." Bu sözleriyle herhangi bir delil ve bir belgeye dayalı olmaksızın taklide yöneldiklerini anlatmış oluyorlar. Bu hususa' dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.

75

Dedi ki: "Gördünüz mü şu sizin ve önceki atalarınızın taptıklarını?

Âyetin tefsiri için bak:77

76

Dedi ki: "Gördünüz mü şu sizin ve önceki atalarınızın taptıklarını?

Âyetin tefsiri için bak:77

77

"Onlar -âlemlerin Rabbi müstesna- benim düşmanımdır."

"İbrahim dedi ki: Gördünüz mü şu" putlardan

"sizin ve önceki atalarınızın ibadet ettiklerini? Onlar... benim düşmanımdır." Burada "düşman': lâfzı tekil olmakla birlikte, çoğul anlamını ifade eder. (Yani hepsi benim düşmanlanmdır.) Aynı şekilde kadın için de hem; “O Allah'ın düşmanıdır" denildiği gibi;da denilebilir. Bu açıklamayı el-Ferrâ' nakletmiştir.

Ali b. Süleyman dedi ki: Müenneslik "te'si ile kadına "Allah'ın düşmanı" diyen bir kimsenin bu ifadesi, Allah'a düşmanlık eden anlamındadır. Müennese ve çoğula, te'siz olarak; düşman diyen kimse ise, bunu bir çeşit nisbet kabul etmiş demektir.

Cansız varlıkları düşman olmakla nitelendirmesinin anlamı da şudur: Şayet ben onlara ibadet edecek olursam, onlar kıyâmet gününde bana düşman kesileceklerdir. Bu anlamıyla yüce Allah'ın şu âyetini andırmaktadır:

"Hayır, Öyle değil, onların ibadetlerini reddedip onlara karşı olacaklar." (Meryem, 19/82)

el-Ferrâ' dedi ki: Bu âyet maklub ifadelerdendir. Bunun anlamı şudur: Ben onlara düşmanım, çünkü senin düşmanlık ettiğin varlık da sana düşmanlık eder.

Daha sonra: "Âlemlerin Rabbi müstesna" demiştir. el-Kelbî dedi ki; Bu âlemlerin Rabbine ibadet eden kimseler müstesna demektir. Bu da; Âlemlerin Rabbine tapan müstesna" anlamındadır ki, muzaf hazfedilmiş olmaktadır.

Ebû İshak ez-Zeccâc dedi ki: Nahivciler bu istisnanın munkatı' olduğunu söylemişlerdir. Ebû İshak da birincisinden yapılmış bir istisna olabileceğini kabul etmiştir. Şu anlamda ki: Onlar hem yüce Allah'a ibadet ediyorlar, hem de putlara ibadet ediyorlardı. Kendilerine Allah'ın dışında tapındıkları bütün ma'budlardan uzak kaldığını bildirmiş oldu.

el-Ferrâ' ise bu istisnanın sadece putlardan yapılmış olduğu te'vilini benimsemiştir. Ona göre mana şöyle olur: Şüphesiz ki ben onlara ibadet edecek olursam -az önce zikrettiğimiz üzere- kıyâmet gününde onlar da bana düşman olacaklardır. Ancak Allah'a ibadet etme halim müstesna. Çünkü kendisine ibadet edenlere düşmanlık etmeyecek tek ma'bud Cenab-ı Allah'tır,., demektir.

el-Cürcanl dedi ki: İfadenin takdiri şöyledir: Sizin ve sizden önceki atalarınızın ibadet elliklerini gürdünüz mü? Âlemlerin Rabbi müstesna. Onların hepsi benim düşmanımdır. Buna göre burada; istisna edatı ile anlamındadır. Bu da yüce Allah'ın:

"Onlar ilk ölüm müstesna, ölümü tatmazlar." (ed-Duhan, 44/56) âyetine benzemektedir. Bu da İlk ölümün dışında... anlamındadır.

78

O beni yaratandır ve bana doğru yolu gösterendir.

"O, benî yaratandır ve bana doğru yolu gösterendir." Bu dini gösteren, beni ona irşad eden O'dur.

79

Beni yediren ve bana içiren O'dur.

"Beni yediren ve bana içiren O'dur." Bana rızık veren Odur.

Burada; "O" zamirinin girmesi, ondan başka herhangi bir kimsenin yedirip içirmediğini anlatmak içindir. Nitekim: "Bu işi yapan Zeyd'in kendisidir." ifadesinin, ondan başka bu işi kimse yapmamıştır, anlamında olması gibi.

80

Hastalandığımda bana şifa veren O'dur.

"Hastalandığımda bana şifa veren O'dur." Burada "hastalandığımda" demesi edebe riâyet olsun di yedir. Yoksa hastalık da, şifa da hepsi yüce Allah'tandır. Bunun bir benzeri de Mûsa (aleyhisselâm) ile birlikte bulunan gencin söylediği:

"Onu hatırlamamı bana şeytandan başkası unutturmadı." (el-Kehf, 18/63) sözleri de (bu yönüyle) bunu andırmaktadır.

81

Beni öldüren sonra diriltecek olan O dur.

"Beni öldüren, sonra diriltecek olan O'dur." Bununla öldükten sonra dirilişe işaret etmektedir. Onlar ölümü sebeplere nisbet ediyorlardı. Böylelikle öldürenin de, hayat verenin de Allah olduğunu açıklamaktadır. Burada " Bana doğru yolu gösteren" “Bana şifa veren" âyetinden ye harfi hazfedilmiştir. Çünkü bütün âyet sonları arasında uyumun gerçekleşmesi için böyle bir hazif güzeldir.

Bununla birlikte İbn Ebi İshak, Arap ilimlerindeki müstesna yerine ve otorite oluşuna rağmen bunları hep "ye"li okumuştur. Çünkü "ye" bir isimdir ve burada belli bir sebebe bağlı olarak "nûn"un akabinde gelmiş bulunmaktadır.

Eğer; Bütün mahlukatın durumu bu şekildedir. İbrahim (aleyhisselâm) nasıl bunları kendisinin hidayetine delil kıldığı halde başkaları bu yolla hidayet bulmamıştır, diye sorulacak olursa, şöyle cevap verilir:

O, bunları yüce Allah'a itaat etmenin vücubuna delil olmak üzere söz konusu etmiştir. Çünkü nimet ihsan edene itaat etmek ve ona asî olmamak gerekir. Böylelikle kendisinin ayrılmadığı itaat yolunu başkalarının da ayrılmamak üzere izlemesi gerektiğini anlatmak istemiştir. Bu da sağlam bir delillendirmedir.

Derim ki: Manaların gizli, kapalı olanlarını araştırmak noktasında işaret yoluyla tefsir yapan bazı kimseler aşırıya giderek burada sözünü ettiğimiz âyetlerin zahirî anlamlarını bir kenara bırakıp İbrahim (aleyhisselâm)'ın kastetmediği aklın apaçık gerçekleri tarafından görülen ve reddedilen yorumlar yapmışlar ve şöyle demişlerdir: "Beni yediren ve bana içiren O'dur." Yani imanın lezzetini bana tattıran, kabulün tatlılığını bana içiren O'dur. Bunlar yüce Allah'ın:

"Hastalandığımda bana şifa veren O'dur" âyetini da iki şekilde açıklamışlardır: Ben ona muhalefet etmek suretiyle hastalanacak olursam, rahmetiyle beni şifaya kavuşturur. İkinci açıklamaları da şöyledir: Mahlukatın katılıkları sebebiyle hastalanacak olursam, hakka müşahede ile bana o şifa verir.

Cafer b. Muhammed es-Sadık da dedi ki: Günahlarla hastalanırsam, tevbe ile bana şifa verir.

Yüce Allah'ın:

"Beni öldüren, sonra diriltecek olan O'dur" âyetini da birkaç şekilde yorumlamışlardır: 1- Masiyetlerle beni öldüren, itaatlerle beni diriltir. 2- Korku ile beni öldüren reca ile beni diriltir. 3- Tama' ile beni öldüren kanaat ile beni diriltir. 4- Adalet ile beni öldüren, lutfu ile beni diriltir. 5- Ayrılık ile beni öldüren, kavuşma ile beni diriltir. 6- Cehalet ile beni öldüren, akıl ile beni diriltir.., ve buna benzer âyet-i kerimenin hiçbir şekilde murad etmediği daha başka yorumlar yaparlar. Bu gibi kapalı şeylerin yorumlan ve gizli hususları anlamak ancak oldukça maharet kazanmış ve hakkı bilen kimseler İçin söz konusu olur. Hakka karşı kör olup da hakkı bilip tanımayan bu tür kimseler zahir hususları terkedip de batın hususların rumuzlarını nasıl olur da anlayabilirler? Böyle bir şey İmkansızdır, doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

82

"Kıyâmet gününde bana günahımı bağışlamasını ümit ettiğim O'dur."

"Kıyâmet gününde bana günahımı bağışlamasını ümit ettiğim O'dur"

âyetindeki; lâfzı "ümid ederim" demektir. Burada bu lâfzın onun hakkında yakîn anlamında, onun dışındaki diğer mü’minler hakkında ise ümit etmek anlamında olduğu da söylenmiştir,

el-Hasen ve İbn Ebi İshak tekil olarak değil de; "Günahlarımı" diye okumuşlar ve "o cek bir günah değildi" demiştir.

en-Nehhâs dedi ki: "Günah"ın, "günahlar" anlamında kullanılması Arapçada bilinen bir husustur. Kıraat âlimleri yüce Allah'ın:

"Böylelikle günahlarını itiraf edecekler" (el-Mülk, 67/11) âyetinde "günah" kelimesi tekil olmakla birlikte, çoğul olarak; anlamındadır. Aynı şekilde

"Namazı dosdoğru kılınız. "(el-Bakara, 2/43) âyetinde de "namazları" anlamındadır. İşte eğer "günahları" varsa, buradaki "günahımı" âyeti da çoğul anlamındadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Mücahid dedi ki: İbrahim (aleyhisselâm) "günah"ı ile yüce Allah'ın:

"Hayır, onların şu büyükleri bunu yapmıştır." (el-Enbiya, 21/63) âyeti ile;

"Muhakkak ben hastayım." (es-Saffat, 37/89) sözlerini ve: Sare benim kızkardeşimdir, dediğini kastetmektedir. el-Hasen ayrıca onun yıldızlar ile ilgili olarak:

"Bu mu benim Rabbim?" (el-En'am, 6/76) sözlerini de bunlara ilave eder. Buna dair yeterli açıklamalar daha önceden (el-En'am, 6/76'nın tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

ez-Zeccâc dedi ki: Peygamberler de beşerdirler. Onların bir hata işlemeleri mümkündür. Büyük günah işlemeleri elbetleki söz konusu olmaz. Çünkü onlar büyük günah işlemekten yana masumdurlar.

"Kıyâmet gününde" âyetinden kasıt amellerin karşılığının verileceği gündür (Din günü), O vakit kullara amellerinin karşılığı verilecektir,

İbrahim (aleyhisselâm) günahının kendisine bağışlanacağını bilmekle birlikte, o bu sözleriyle Allah'a ubudiyetini izhar etmiş oluyordu.

Müslim'in, Sahih'indeki rivâyete göre Âişe (radıyallahü anhnhâ) şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasûlü dedim, İbn Ced'ân cahiliye döneminde akrabalık bağlarım gözetir, yoksullara yemek yedirirdi. Bunun, ona bir faydası alacak mı? Şöyle buyurdu: "Hayır, ona bir faydası olmayacaktır. Çünkü o bir gün dahi: "Rabbim kıyâmet gününde bana günahımı bağışla" dememiştir. " Müslim, I, 196; Müsned, VI, 93.

83

Ya Rab! Bana bir hüküm bağışla ve beni salihlere kat!

"Ya Rab! Bana bir hüküm bağışla ve beni salihlere kat" âyetindeki

"hüküm" seni, hududunu, hükümlerini bilip tanımak demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Mukâtil de kavrayış ve bilgi diye açıklamıştır ki, birincisinin kapsamı içerisindedir.

el-Kelbî: Nübüvvet ve insanlara risalet diye açıklamıştır.

"Ve beni salihlere" derece itibariyle benden önceki peygamberlere

"kat!" İbn Abbâs ise beni cennet ehli arasına kat, diye açıklamıştır. Bu âyet daha önce geçen:

"Bana bir hüküm bağışla" âyetinin te'kididir.

84

"Sonrakiler arasında bana bir lisanı sıdk bağışla!"

"Sonrakiler arasında bana bir lisan-ı sıdk bağışla!" İbn Abbâs: "Lisan-ı sıdk" bütün ümmetlerin onun peygamberliğini ittifakla kabul etmeleridir demiştir. Mücahid de: Ondan güzel övgüyle söz etmek demektir, diye açıklamıştır.

İbn Atiyye dedi ki: Bu müfessirlerin icmaı ile güzel övgü ve üstün makam ve mevkidir. Yüce Allah da aynı şekilde onun duasını kabul etmiştir. Her ümmet ona sımsıkı sarılmakta ve onu ta'zim etmektedir. O ise Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın getirmiş olduğu haniflik üzeredir.

Mekkî dedi ki: Bunun anlamının şöyle olduğu söylenmiştir: O, âhir zamanda kendi soyundan gelecekler arasından hakkı dimdik ayakta tutan bir kimsenin gelmesini dilemiştir, Onun bu duası Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında kabul edilmiştir.

İbn Atiyye dedi ki: Bu anlam itibariyle güzel bir açıklama olmakla birlikte âyetin lâfzı -lâfızlara tahakküm müstesna- bu anlamı vermemektedir.

el-Kuşeyrî dedi ki: O bununla kıyâmetin kopacağı vakte kadar, kendisine güzelce dua edilmesini kastetmiştir. Çünkü sevabın daha bir artıp çoğalması herkes tarafından istenen bir şeydir.

Derim ki: Yüce Allah bu isteğini vermiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a salât-u selâm getiren herkes mutlaka İbrahim (aleyhisselâm)'a da salât-u selâm getirmektedir. Bilhassa namazlarda ve hallerin de, derecelerin de en faziletlisi olan minberlerde bu böyledir.

"Salât" rahmet ile duadır. "Lisan"dan kasıt söylenecek sözlerdir. Lisan asıl itibariyle konuşma organıdır. el-Kutebî dedi ki: Lisan, istiare yoluyla söz söyleme yeridir. Araplar bunu bazen kinaye yoluyla kelime hakkında da kullanmaktadır. Şair el-A'şa dedi ki:

"Gerçek şu ki bana bir kelime (haber) geldi de ondan dolayı sevinemem,

Yukarılardan (bir haber); bundan ne hayrete düştüm, ne de bundan gülünür."

Bana yukardan bir haber geldi, demektir. Fiilin müennes gelmesi ise "kelime" anlamı dolayısıyladır. Ona kardeşi el-Münteşir'in öldürüldüğü haberi gelmişti.

Eşheb'in rivâyetine göre Malik şöyle demiştir: Yüce Allah:

"Sonrakiler arasında bana bir lisanı sıdk bağışla!" diye buyurmuştur. Buna göre bir kimsenin salih olarak kendisinden övgüyle söz edilmesini sevmesinde, salih amelde bulunanlar arasında görülmeyi istemekte -bununla yüce Allah'ın rızasını kastetmesi şartıyla- bir sakınca yoktur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ve Ben tarafımdan senin üzerine bir muhabbet bıraktım.". (Tâ-Hâ, 20/39);

"Muhakkak îman edip salih amel işleyenlere Rahmân bir sevgi var edecektir." (Meryem, 19/96) diye buyurmaktadır. Yani kullarının kalbinde bir sevgi ve güzel bir övgü bırakacaktır.

Yüce Allah:

"Sonrakiler arasında bana bir lisan-ı sıdk bağışla!" âyeti ile güzel bir şekilde anılmayı miras bırakacak şeyleri kazanmaya çalışmanın müstehab olduğuna dikkat çekmektedir. el-Leys b. Süleyman dedi ki: Çünkü bu ikinci defa yaşamaktır. Nitekim söyle denilmiştir:

"Bir takım kimseler vefat etmiş ama onlar insanlar arasında yaşıyorlar."

İbnu'l-Arabî dedi ki: Zühdün şeyhlerinden muhakkik olanlar şöyle demişlerdir: Bu âyette, insana güzel övgüyü kazandıracak salih amel işlemenin teşvik edildiğine delil vardır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Âdemoğlu öldü mü üç şey müstesna ameli kesilir..." Müslim, III- 1255; Ebû Dâvûd, III, 117; Tirmizî, III, 660; Müsned, II, 316, 350, 372.

Bir rivâyette de ağaç dikmenin ve ekin ekmenin de durumunun böyle olduğu belirtilmektedir. Aynı şekilde İslâm ülkesinin sınırlarını koruyarak (murabıtlık yaparak) ölen kimseye de kıyâmet gününe kadar ameli yazılır, durur. Biz buna dair açıklamaları daha önceden Al-i İmrân Sûresi'nde (3/200. âyetin tefsirinde) zikretmiş bulunuyoruz. Allah'a hamdolsun,

85

"Ve beni Naîm cennetinin mirasçılarından kıl!"

"Ve beni Naîm cennetinin mirasçılarından kıl!" Bu da cennete ve oraya mirasçı olmaya dair bir duadır. Bu bazı kimselerin: Ben ne cenneti taleb ederim, ne de cehennemi, şeklindeki sözlerini reddetmektedir.

86

"Ve babama mağfiret eyle! Çünkü o sapıtanlardandır.

"Ve babama mağfiret eyle! Çünkü o sapıtanlardandır." Babası zahiren kendisine îman edeceğine söz vermişti. İşte bundan dolayı o da babasına mağfiret dilemişti. Onun verdiği sözde durmayacağını anlayınca ondan uzaklaştı. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden (et-Tevbe, 9/114. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"Çünkü o sapıtanlardandır." Yani müşriklerdendir. Buradaki "zaiddir.

87

"Öldükten sonra diriltilecekleri günde de beni zelil eyleme!

"Öldükten sonra diriltilecekleri günde de beni zelil eyleme." Yani herkesin gözü önünde beni rezil etme yahut kıyâmet gününde beni azaplandırma.

Buhârî'de yer alan bir rivâyete göre Ebû Hüreyre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu zikretmektedir: "İbrahim kıyâmet gününde babasını üzerinde loz duman bulunduğu halde görecektir." Buhârî, IV, 1787.

Yine ondan gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İbrahim babası ile karşılaşacak. Rabbim sen bana diriltilecekleri gün beni rüsvay etmeyeceğini vaadetmiştin diyecek. Yüce Allah şöyle buyuracak: Şüphesiz ki Ben cenneti kâfirlere haram kılmışımdır." Bu iki hadisi de sadece Buhârî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) rivâyet etmiştir Buhârî, III, 1223

88

O gün malın da, evladın da hiç faydası olmaz.

"O günde malın da, evladın da hiç faydası olmaz." Âyetteki;

"O gün" lâfzı bir önce geçen "günde" lâfzından bedeldir. Yani malın ve evladın hiçbir kimseye fayda vermeyeceği'u günde (beni rüsvay eyleme.)

"Evlâd" âyeti ile kastedilenler yardımcılardır. Çünkü evladın fayda vermesi söz konusu olmazsa, başkası nasıl fayda verebilir? Bir diğer açıklama şöyledir: Burada oğulların söz konusu edilmesi İbrahim (aleyhisselâm)'ın babasının daha önceden söz konusu edilmesidir. Yani İbrahim babasına fayda sağlamayacaktır.

89

"Allah'a salim kalb ile gelmiş olanlar müstesna!"

"Allah'a salim kalb ile gelmiş olanlar müstesna." Buradaki istisna kâfirlerdendir. Yani onların mallarının ve oğullarının kendilerine bir faydası olmaz. Bu istisnanın, cinsinden başkasından olduğu da söylenmiştir. Yani ama

"Allah'a salim kalb ile gelmiş olanlara" kalblerinin selameti dolayısıyla evlatlarının faydası olacaktır. Özellikle kalbin söz konusu edilmesine gelince, buna sebeb kalbin salim olmasıyla diğer azaların da selamet bulmasıdır. Kalb bozulursa, diğer azalar da bozulur. el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında (2/7. âyet, 4. başlıkta) bu hususa dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Salim kalb (kalb-i selim)'in ne olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Şek ve şirkten uzak kalp diye açıklanmıştır. Günahlara gelince, hiç kimse günahlardan kendisini kurtaramaz. Bu açıklamayı Katâde, İbn Zeyd ve müfessirlerin çoğu yapmıştır.

Said b. el-Müseyyeb ise dedi ki: Salim kalb sağlam, sağlıklı kalp demektir ki o da mü’minin kalbidir. Çünkü kâfir ile münafıkın kalbi hastadır. Nitekim yüce Allah:

"Kalplerinde hastalık vardır onların" (el-Bakara. 2/10) diye buyurmaktadır.

Ebû Osman es-Seyyârî dedi ki: Böyle bir kalp bidatlerden uzak ve sünneti huzur ile kabul eden bir kalptir.

el-Hasen dedi ki: Mal ve evlat afetlerinden kendisini kurtarmış kalptir.

Cüneyd dedi ki: Selim sözlükte (zehirli bir hayvan tarafından) sokulmuş demektir. O halde bunun manası o, yüce Allah'ın korkusundan dolayı âdeta sokulmuş gibi olan kalp demektir.

ed-Dahhâk da dedi ki: Salim (selim) kalp, halis kalp demektir.

Derim ki: Bu açıklama genel olarak bütün sözleri bir arada ifade edebilmektedir ve güzel bir açıklamadır. Yani yerilmesi gereken kötü vasıflardan arınmış, buna karşılık güzel vasıflarla bezenmiş kalp demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Urve'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Çocuklarım, sakın lanet okuyanlar olmayın. Çünkü İbrahim hiçbir şeye lanet okumadı. Yüce Allah:

"Çünkü o Rabbine selim bir kalp ile gelmişti" (es-Saffat, 37/84) diye buyurmuştur.

Muhammed b. Şîrîn de dedi ki: Selim'kaip, Allah'ın hak olduğunu, kıyâmetin mutlaka kopacağını, yüce Allah'ın kabirdekileri mutlaka dirilteceğini bilmesi demektir.

Müslim'in, Sahih'inde yer alan rivâyete göre Ebû Hüreyre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Cennete kalpleri tıpkı kuşlarınkini andıran bir takım kimseler girecektir." Müslim, IV, 2183.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya, bununla şunu kastetmektedir: Bu kalpler her türlü günahtan uzak, her türlü kusurdan arınmış olmak bakımından kuşların kalplerini andırır. Bu kalpler dünya işleri nedir, bilmez.

Enes b. Malik'ten de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Cennet ehlinin çoğunluğu eblehlerdir. " el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VUI, 79, X, 264, X, 402. Yalnız bu son yerde ravilerinden Sellâme b. Ravh'ın hakkında ihtilâf edildiği kaydıyla. Bu sahih bir hadistir. Bundan maksat ise Allah'a isyandan hiç haberdar olmayan kimselerdir. el-Ezherî dedi ki: Burada "ebleh" tabiatı itibariyle hayırlı olan ve serden gafil, şerri bilmeyen kimse demektir.

el-Kutebî dedi ki: Ebleh kimseler genelde kalplerinde kötü niyetin, kötü düşüncenin hiç bulunmadığı ve insanlara hep hüsn-ü zan besleyen kimselerdir.

90

Takva sahiplerine cennet yakınlaştırılır.

"Takva sahiplerine cennet" oraya girsinler diye

"yakınlaştırılır." ez-Zeccâc dedi ki: Onların oraya girmeleri vakti yaklaştı, anlamındadır,

91

Azgınlara da cehennem açılıp gösterilir.

"Azgınlara" yani hidayet yolunu kaybetmiş, şaşkın kâfirlere

"da cehennem açılıp gösterilir." Cehennemliklere onlar cehenneme girmeden önce cehennem açıkça gösterilir. Böylelikle korku ve keder duymaları sağlanır. Nitekim cennet ehli de cennete gireceklerini bildiklerinden ötürü sevinç duyacaklardır.

92

Âyetin tefsiri için bak:93

93

Onlara denilir ki: "O sizin Allah'tan başka İbadet ettikleriniz nerede? Size yardım edebiliyor ya da kendilerine yardımları dokunuyor mu?"

"Onlara denilir ki: O sizin Allah'tan başka ibadet ettikleriniz" putları niz ve ortak koştuğunuz ilâhlar

"nerede?" Allah'ın azabına karşı

"size yardım edebiliyor ya da kendilerine" kendilerinin

"yardımları dokunuyor mu?" Bütün bunlar bir azardır,

94

Âyetin tefsiri için bak:95

95

Onlar ve azgınlar İblis’in orduları ile hep birlikte yüzleri üstü oraya atılırlar.

"Onlar ve azgınlar" yani uydurma ilahlar

"İblis’in orduları ile" onun zürriyet inden gelenlerle beraber

"hep birlikte yüzleri üstü oraya atılırlar." Tepe aşağı oraya yıkılırlar. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar yukarıdan aşağıya oraya bırakılırlar ve biri diğerinin üstüne'atılır. Orada bir araya toplanırlar, diye de açıklanmıştır.

"Yüzleri üstü... atılırlar" âyeti, "topluluk" anlamına gelen (........)'dan alınmıştır. Bu açıklamayı el-Herevî yapmıştır.

en-Nehhâs der ki: Bu lâfız bir şeyin büyük çoğunluğu anlamına gelen; den türetilmiştir. Atlılar topluluğuna da; ile denilir.

İbn Abbâs dedi ki: Hepsi bir araya toplanır ve cehenneme atılırlar.

Mücahid ise Yukarıdan aşağıya yuvarlanırlar, diye açıklamıştır. Mukaril de: Oraya bırakılırlar, atılırlar, demektir, der. Hepsinin de anlamı birdir. "Bir şeyi toplayıp, sonra da yerine fırlatıp attım" denilir. O kimse büyük büyük lokmalar alıyor" denilir. Beddua esnasında da "Allah müslümanların düşmanlarını yıksın" denilir, denilmez. "Onu döktü ve altını üstüne getirdi" demektir. İşle yüce Allah'ın:

"Hep birlikte yüzleri üstü oraya atılırlar" âyeti da buradan gelmektedir. Bunun aslı şeklinde olup, ortadaki "be" harfi yerine iki "be"nin bir arada bulunmasının telaffuzu ağır geldiğinden dolayı değiştirilerek yerine "kef" harfi getirilmiştir,

es-Süddîdedi ki:

"Yüzleri üstü oraya atılırlar" âyetindeki zamir Arap müşriklerine aittir.

"İblis'in orduları" ile ilgili olarak yapılan bir açıklamaya göre de İblis'in pullara tapmaya çağırıp kendisine uyan herkes de onun ordusudur (ve onunla birlikte cehenneme atılacaklardandır.)

Katâde, el-Kelbî ve Mukâtil dedi ki:

"Azgınlar"dan kasıt şeytanların kendileridir. Bir diğer açıklamaya göre putlar demir ve bakır gibi maddelerden oldukları halde cehenneme atılacaktır. Buna sebeb ise onlarla başkalarını azaplandırmaktır.

96

Onlar orada tartışarak derler ki:

"Onlar orada tartışarak derler ki" yani insanlar, şeytanlar, azgınlar ve kendilerine ibadet olunmuş olanlar o vakit tartışmaya koyulacaklardır.

97

"Allah'a yemin olsun ki biz gerçekten apaçık bir sapıklıkta idik.

Âyetin tefsiri için bak:98

98

"Çünkü sizi âlemlerin Rabbi ile bir tutmuştuk.

"Allah'a yemin olsun ki" diye Allah adına yemin edeceklerdir.

"Biz gerçekten apaçık bir sapıklıkta idik." Yani hüsrandaydık, yok oluşta idik. Haktan yana apaçık bir şaşkınlık içindeydik, çünkü biz Allah ile birlikle başka ilahlar edinmiş ve bunlara tapınmıştık. İşte yüce Allah'ın:

"Çünkü biz, sizi" ibadet hususunda

"âlemlerin Rabbi ile bir tutmuştuk" âyetinin anlamı budur. Halbuki siz şu anda ne bize yardımcı olabiliyorsunuz, ne de kendinize yardım edebiliyorsunuz.

99

"Bizi günahkârlardan başkası saptırmadı.

"Bizi günahkârlardan başkası saptırmadı." Maksat bize putlara ibadeti süslü gösteren şeytanlardır. Kendilerini taklid ettiğimiz bizden önceki atalarımız diye de açıklanmıştır. Ebû'l-Âl-iyye ve İkrime dedi ki:

"Günahkârlar"dan kasıt İblis ve Âdem'in katil oğludur. Çünkü bunlar küfrü, öldürmeyi ve çeşitli masiyet türlerini ilk olarak başlatanlardır.

100

"Artık bize şefaat edecek bir kimse de yoktur.

"Artık bize şefaat edecek bir kimse de yoktur." Ne meleklerden, ne peygamberlerden, ne de mü’minlerden.

101

Candan bir dostumuz da yok.

"Candan bir dostumuz da yok." Bize şefkat gösterecek bir arkadaşımız da yok. Ali (radıyallahü anh) şöyle dermiş: Kardeşlerinize dikkat ediniz, çünkü bunlar dünyada da azığınız, âhirette de azığınızdır. Cehennemliklerin:

"Artık bize şefaat edecek bir kimse de yoktur, candan bir dostumuz da yok" diyecekleri hiç kulağında gelmedi mi?

ez-Zemahşerî dedi ki: Burada "şefaatçiler"in çoğul gelmesi, şefaatçilerin çokluğu "candan dost"un tekil gelmesi ise böyle bir dostun azlığından dolayıdır. Nitekim bir kimse bir zalimin baskısı altında mihnete uğrayacak olursa, sözüyle şehir ahalisinden kalabalık bir topluluk ona şefaatçi olmak (iltimasta bulunmak) için giderler. Bu hem o kişiye acımalarından ötürü hem de bunun ecrini Allah'tan bekledikleri için böyledir. İsterse onların çoğunluğu daha önceden o kişiyi tanımamış olsunlar. Dost (sadîk) ise sana duyduğu sevgisinde sadık olan, seni üzen şeye üzülen kimsedir. Böyle bir kişi kartal yumurtasından bile daha az bulunur.

Hakimlerden birisine "sadîk: arkadaş" hakkında soru sorulmuş da o: Bu manası olmayan bir isimdir demiştir. O bu sözüyle sadıktan herkesi "hamîm" ile de çok yakın ve özel arkadaşı kastetmiş olabilir. "Candan dost: hamîm" kökünden kişinin akrabaları demek olan da gelmektedir. Bunun da aslı çok sıcak su demek olan "el-hamîm"den gelmektedir. Hammam ve humma da bu köktendir. Buna göre ile kişinin kendisini yakan şeyden kendileri de yanan kimseler kastedilir. Mesela "Onu üzen onları da üzer" demektir, Yine "O şey yakın oldu" denilir. "Humma" da buradan gelmektedir. Çünkü humma da kişiyi eceline yaklaştırır.

Ali b. Îsa dedi ki: Yakın kimseye "hamîm: candan dost" denilmesinin sebebi arkadaşının öfkelenmesi dolayısıyla kendisinin de galeyana gelmesidir. Böylelikle o bu kelimenin "hamiyyef'den alınmış olduğunu kabul etmektedir.

Katâde dedi ki: Yüce Allah kıyâmet gününde sadîkin (samimi arkadaşın) sevgisini ve hamımın (candan arkadaşın) rikkatini giderir.

"Candan bir dostumuz da yok" âyetinin "Şefaat edecek bir kimse"nin mahalline atf ile merfu okunmaları caizdir, Çünkü bu ref mahallindedir.

"Sadîk"ın çoğulu ...diye gelir. Sıfat ile başkası arasındaki fark dolayısıyla; denilmez. Kûfelilerîn naklettiklerine göre bu kelime şeklinde de çoğul yapılabilir. en-Nehhâs ise; bu uzak bir ihtimaldir demektedir. Çünkü bu sıfat olmayan şeyin çoğuludur, "Ekmek, ekmekler" gibi. Aynı şekilde onlar diye çoğulunun yapılacağını da nakletmişlerdir. Ancak "efâil" vezni na't olmadığı takdirde "ef'al"in çoğulu olarak gelir. "Daha kahraman ve daha kahramanlar" gibi. Tekil, erkek, çoğul ve dişi için aynı olmak üzere şeklinde gelir. Şair şöyle demiştir:

"Aşk yayını kurdular, sonra kalplerimize ok attılar,

Düşmanca gözlerle; oysa onlar arkadaştır."

"o benim en has arkadaşımdır" anlamındadır. Küçültme ismi yapılması ise medih yoluyladır. Hubab İbnu'l-Münzir'in şu sözlerinde olduğu gibi: "Ben (develerin kendisiyle sürtünerek kaşınıp, şifa bulduğu) kaşınılan ağacın kükceğiziyim ve ben (hurma ağacının dalları yere düşmesin diye dallarının altına konulan, desteklenen) hurma ağaçcığızıyım." Bunu (aynı harfin şeddeli tekrarı) el-Cevherî zikretmiştir,

en-Nehhâs dedi ki: "hamînV'in çoğulu şeklinde gelir. Bununla birlikte zayıf düşürmek dolayısıyla "ef ilâ" vezni (yani bu çoğulun birinci şeklini) hoş karşılamamışlardır.

102

"Ne olurdu? Bir kere dönmek İmkanımız olsaydı da mü’minlerden olsaydık."

"Ne olurdu bir kere dönmek imkânımız olsaydı" anlamındaki âyette yer alan ref mahallindedir. Âyetin anlamı da şudur: Eğer bizim dünyaya dönüşümüz söz konusu olursa, şefaatçilerimizin olması İçin hiç şüphesiz îman edeceğiz. Ancak onlar temenninin kendilerine fayda sağlayamayacağı bir zamanda temennide bulunacaklardır. Onlar bu sözlerini meleklerle, mü'mînler şefaatçilik yapacakları vakit söyleyeceklerdir.

Cabir b. Abdullah dedi ki: peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Kişi cennette iken -arkadaşı cahîmde olduğu halde- filan kişi ne yaptı der ve nihayet ona şefaat etmek ister ve sonunda Allah da onu, o arkadaşı hakkında şefaatçi kılar. O kurtuldu mu bu sefer müzikler: "Artık bize şefaat edecek bir kimse de yoktur, candan bir dostumuz da yok" diyeceklerdir. " el-Mektebetu’l-Elfiyye... 'deki hadis kaynaklarında tesit edemedik.

el-Hasen dedi ki: Allah'ı zikretmek üzere bir topluluk bir araya gelir de aralarında cennet ehlinden bir kul var ise mutlaka Allah onu o kimseler hakkında şefaatçi kılar. Şüphesiz ki îman ehli birbirlerine şefaat edeceklerdir. Onlar Allah nezdinde şefaatçilik edecek ve şefaatleri kabul olunacak kimselerdir.

Ka'b dedi ki: İki kişi dünyada arkadaş ise onlardan biri arkadaşının cehenneme doğru sürüklenmekte olduğunu görür. Bu sefer kardeşi kendisine: Allah'a yemin ederim ki, kendisi ile kurtulabileceğim sadece tek bir iyiliğim kalmıştır. Onu sen al ey kardeşim, gördüğüm bu halden böylelikle kurtul. Ben ve sen beraber A'raf ta kalacaklar arasında kalalım. Bunun üzerine yüce Allah emir verir ve her ikisi de cennete sokulurlar.

103

Şüphe yok ki bunda bir âyet vardır. Fakat onların çoğu mü’min değillerdi.

Âyetin tefsiri için bak:104

104

MuhakkakRabbin Azîz'dir, Rahîmdir.

"Şüphe yok ki bunda bir âyet vardır. Fakat onların çoğu mü’min değillerdi. Muhakkak Rabbin Azizdir, Rahîm'dir." Bu âyetler daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.

105

Nûh kavmi resulleri yalanladılar.

"Nûh kavmi rasûlleri yalanladılar." Kavim müzekker olduğu halde tenis alameti ile; "(........): Yalanladılar" denilmiştir. Çünkü âyetin anlamı, Nûh kavmi topluluğu yalanladılar şeklindedir.

"Rasûller" denilmesinin sebebi ise bir rasûlü yalanlayan kimsenin bütün rasûlleri de yalanlamış olacağından dolayıdır. Zira herbir rasûl bütün rasûlleri tasdik etmeyi emreder.

Şöyle de açıklanmıştır: Onlar hem nübüvvet hususunda, hem de kendilerine kendisinden sonra rasûllerin geleceğine dair vermiş olduğu haberler hususunda Nûh (aleyhisselâm)'ı yalanladılar.

Şöyle de açıklanmıştır: Burada cins (isim olarak rasûller) zikredilmiş, fakat maksat Nûh (aleyhisselâm)'dır. Buna dair açıklamalar daha önce el-Furkan Sûresı'ndo (25/37. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

106

Hani kardeşleri Nûh onlara: "Korkmaz mısınız? demişti.

Âyetin tefsiri için bak:108

107

"Ben size gönderilmiş emin bir peygamberim.

Âyetin tefsiri için bak:108

108

"Artık Allah'tan korkun, bana itaat edin.

"Hani kardeşleri" yani babalarının oğlu. Buradaki neseb kardeşliğidir, dîn kardeşliği değildir. Aynı cinsten olmak bakımından kardeşliktir, diye de açıklanmıştır. Nitekim yüce Allah:

"Biz gönderdiğimiz herbir peygamberi ancak kendi kavminin diliyle gönderdik" (İbrahim, 14/4) diye buyurmaktadır. Buna dair açıklamalar da daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/65. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Bu âyetin Arapların: Ey Temimoğullarının kardeşi, sözleri kabilinden olduğu da söylenmiştir. Onlar bununla, onlardan olan bir kişi demek isterler. ez-Zemahşerî dedi ki: el-Hamase'de yer alan şu beyit de bu kabildendir.

"Onlar musibetler esnasında kardeşleri kendilerini yardıma çağırdığında,

Sormazlar sorduklarına dair herhangi bir delil."

"Kardeşleri Nûh onlara: Kormaz mısınız?" yani putlara ibadet hususunda Allah'tan korkmaz mısınız?

"demişti. Ben size gönderilmiş emin bir peygamberim." Allah'tan size tebliğ ettiklerim hususunda doğru söyleyenim. Ben sizin aranızda

"emin" bir kimseyim, diye de açıklanmıştır. Çünkü onlar, onun emin ve doğru bir kişi olduğunu önceden biliyorlardı. Tıpkı Kureyş arasında Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in durumu gibi.

"Artık Allah'tan korkun." Yüce Allah'ın azabından, O'na itaat etmek suretiyle kendinizi koruyun,

"Bana" size imandan olmak üzere emretmiş olduğum hususlarda

"itaat edin."

109

"Bunun İçin sizden hiçbir ücret istemem. Benim ecrimi vermek ancak âlemlerin Rabbine aittir.

"Bunun için sîzden hiçbir ücret istemem." Yani benim sizin malınızda hiç gözüm yok.

"Benim ecrimi" yaptıklarımın karşılığını

"vermek ancak âlemlerin Rabbine aittir."

110

"O halde Allah'tan korkun ve bana itaat edin."

"O halde Allah'tan korkun ve bana itaat edin" emrini de te'kid olmak üzere ikinci bir defa tekrarlamıştır.

111

(Kavmi): "Sana sıradan kimseler tabi olmuş iken, sana Îman mı edelim?" dediler.

"Sana sıradan kimseler tabi olmuş iken sana îman mı edelim, dediler"

âyeti ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Âyetin Anlamı:

"Sana sıradan kimseler tabi olmuş iken" âyetindeki "vav" hal içindir. Burada; mukadder olarak vardır. takdirindedir.

"Sana îman mı edelim?" Senin söylediklerini tasdik mi edelim?

"Sıradan kimseler" lâfzı "Sıradan kimse"nin çoğuludur.

Bunun kırık çoğulu ise şeklinde gelir. Müennesi çoğulu da, ...diye gelir.

en-Nehhâs dedi ki: Bildiğimiz kadarıyla nahivcilerden hiçbir kimse bunlardan herhangi birisinde "elif ile "lâm"ın hazfedilmesini câiz görmüş değildir.

İbn Mes'ûd, ed-Dahhâk, Yakub el-Hadramîve diğerleri; "Sana uyanlar bayağı kimseler iken..." diye okumuşlardır. en-Nehhâs: Bu güzel bir kıraattir, demiştir. Buradaki "vav"ın arkasından çoğunlukla isimler gelir, fiiller ise ile birlikte gelir. "Uyanlar, tabiler" lâfzı ile çoğuludur. Bu tekil için de, çoğul için de kullanılabilir. Şair der ki:

"Onun tabileri vardır, insanlar bilir ki o,

Yakınlaştığı kimse için hem yaz olur, hem bahar"

(Bu kıraate göre) "(.........); Sana uyanlar" lâfzının merfû' gelmesimübtedâolması dolayısıyla olabilir. O takdirde "Sıradan kimseler" de onun haberi olur. İfadenin takdiri de şöyle olur: Sana tabi olanlar ancak bayağı kimseler iken sana îman mı edelim? Bununla birlikte yüce Allah'ın:

"Sana îman mı edelim?" âyetindeki zamire atfedilmiş olması da mümkündür. O vakit ifadenin takdiri şöyle olur Sana uyanlar bayağı kimseler iken biz sana îman edelim de onlardan mı sayılalım? Buradaki ifade takdirinde; "Sana îman mı edelim?" derken, Sana" diye fasıl yapmak güzeldir.

"Sıradan kimseler" ile ilgili yeterli açıklamalar daha önceden Hud Sûresi'nde (11/27, âyet, 2, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Burada ise buna ek bir açıklamada bulunalım ki bu da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir.

2- Nûh (aleyhisselâm)'a Îman Edenler:

Denildiğine göre ona îman edenler; oğulları, kızları, gelinleri ve oğullarının oğulları olmuştur. Beraberlerinde başkaları olup, olmadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Her iki halde de hepsi de salih kimseler idi. Nûh (aleyhisselâm) da: "Beni ve beraberimdeki mü’minleri de kurtar" diye dua etmişti. Onunla beraber olanlar, ona tabi olanlardı. Kâfirlerin onlar hakkında söyledikleri sözlerden dolayı onlar hakkında herhangi bir kusur ya da yerilmeyi gerektirecek bir husus söz konusu olamaz. Bilakis asıl bayağı kimseler onları yalanlayan kimselerdir.

es-Süheylî dedi ki: Avamın bir çoğu bu âyetin tefsirinde rivâyet edilmiş şu sözlere aldanmıştır: Güya ona îman edenler dokumacılar ve hacamatçılar imiş. Eğer iddia ettikleri gibi burilar dokumacı kimseler olsaydı, hiç şüphesiz Allah'ın peygamberine îman etmeleri ve ona tabi olmaları onlar için şereflendirici bir husus olurdu. Tıpkı Bilal ve Selma'nın erken müslüman olmakla şerefyab olmaları gibi. Her İkisi de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabının ileri gelenlerinden ve büyüklerindendir. Ama Nûh (aleyhisselâm)'ın çoluk-çocuğu dokumacı ve hacamatçı olmadığı gibi; dokumacı ve hacamatçılar da hakkında söyledikleri sözler eğer o peygamberlere îman etmiş iseler kâfirlerin söyledikleri gibi hiçbir şekilde bayağı kimseler olamazlar. Nitekim bugün bizim dokumacılarımıza da herhangi bir yergi veya bir eksiklik ulaşamaz. Çünkü bu, kâfirlerin söyledikleri sözlerin nakledilmesinden ibarettir. Kâfirlerin bu söylediklerine dair herhangi bir delil ileri sürmeleri ise asla mümkün değildir. Bunun bir ayıp olarak görülmesi de çok büyük bir cahilliktir. Esasen yüce Allah da sanat ve mesleklerin din açısından kişiye hiçbir şekilde zararlı olamayacağını açıkça bildirmiştir.

112

Dedi ki: "Onların yaptıkları hakkında benim bir bilgim yoktur.

"Dedi ki: Onların yaptıkları hakkında benim bir bilgim yoktur." Bu âyetteki; (........) zaiddir. Ben onların neler yaptıklarını bilmiyorum, demektir. Bunun da anlamı şudur; Ben onların amellerini bilmekle yükümlü değilim. Benim yükümlülüğüm onları îmana davet etmektir. Asıl göz önünde bulundurulması gereken de imandır, meslekler ya da sanatlar değildir. Sanki onlar: Sana şu zayıf kimselerin tabi olmalarının sebebi bu yolla güç kazanıp mal sahibi olmayı umut etmeleridir demişler de, o da onlara şöyle cevap vermiş gibidir: Ben onların içlerinde gizlediklerini bilemem. Beni ilgilendiren sadece onların zahiri durumlarıdır. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Ben yüce Allah'ın onlara hidayet verip sizi saptıracağını, onları doğruya iletip sizi azdıracağını, onları muvaffak kılıp sizi yardımsız bırakacağını bilemem.

113

"Onların hesabı ancak Rabbime aittir. Eğer inceden inceye kavrayan kîmselerseniz.

"Onların" amelleri ve îmanları itibariyle

"hesabı ancak Rabbime aittir. Eğer inceden inceye kavrayan kimseler seniz."

Burada "Eğer"in cevabı hazfedilmiştir. Yani eğer siz onların hesaplarının Rablerine ait olduğunu bilseydiniz sanatları, meslekleri dolayısıyla onları ayıplamazdınız.

"Kavrıyorsunuz" fiili genel olarak kâfirlere hitab olmak üzere "te" ile okunmuştur. Zahir (kuvvetli olan) da budur. Ancak İbn Ebi Able ile Muhammed b. es-Sümeyka: "İnceden inceye kavrayan kimseler olsalardı" şeklinde "ye" ile okumuşlardır. Bu şeklîyle âdeta kâfirlerin durumu hakkında bir haber vermek gibidir ve onlara hitab terkedilmiş gibidir. Yüce Allah'ın:

"Hatta siz gemilerde bulunduğunuz zaman onlarda içindekileri güzel bir rüzgar ile götürüp..." (Yûnus, 10/22) âyetinde olduğu gibi.

Rivâyete göre Süfyan'a, müslüman olduğu halde zina etmiş ve çocuğunu öldürmüş bir kadının durumu hakkında: Bu kadının kesinlikle cehennemde olduğu söylenebilir mi? diye sorulmuş, o da:

"Onların hesabı ancak Rabbime aittir, eğer inceden inceye kavrayan kimselerseniz" âyetini okudu.

114

"Ben mü’minleri kovacak değilim.

"Ben mü’minleri kovacak değilim." Onların durumlan düşüktür, işleri bayağıdır diye böyle bir şey yapmam. Sanki onlar -Kureyş'in istediği gibi- zayıf kimseleri kovmayı kendisinden istemiş gibidirler.

115

"Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım."

"Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım." Yani yüce Allah beni fakirleri bir kenarda tutup özellikle zenginlere göndermiş değildir. Ben bir rasûlüm, size benimle gönderileni tebliğ ederim. Kim bana itaat ederse Allah nezdinde mutlu ve bahtiyar odur, isterse fakir olsun,

116

Dediler ki: "Ey Nûh! Eğer vazgeçmez isen mutlaka taşlananlardan olacaksın."

"Dediler ki: Ey Nûh eğer" bizim ilahlarımıza dil uzatmaktan, dinimizi ayıplamaktan

"vazgeçmez isen mutlaka taşlananlardan olacaksın." Bu taşlamanın taşlarla olacağını Katâde söylemiştir. İbn Abbâs ve Mukâtil ise bunu, öldürülenlerden olacaksın diye açıklamışlardır. es-Sümalî dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm'de geçen "taşlananlar" ifadelerinin hepsi öldürmek demektir. Meryem Sûresi'ndeki:

"Eğer vazgeçmezsen seni mutlaka taşlarım."(Meryem, 19/46) bundan müstesnadır. Burada, mutlaka sana ağır söz söylerim demektir.

"Taşlananlardan" ifadesinin kendilerine dil uzalılan, sövülüp sayılanlardan... anlamında olduğu da söylenmiştir ki bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır. Ebû Duâd'ın şu sözü de bu kabildendir... Asıl yazma nüshalarda da böyle olduğu ve Ebû Duâd'ın sözlerinin nakledilmediği, Kurtubî Tefsirinin Arapça baskısını hazirlayanlarca ifade edilmektedir. Ayrıca el-A'raf, 7/91. âyetin tefsirine de bakınız.

117

Dedi ki; "Rabbim, kavmim gerçekten beni yalanladı.

Âyetin tefsiri için bak:118

118

"Artık benimle onlar arasında Sen ayırd edici hükmünü ver. Beni ve beraberimdeki mü’minleri de kurtar."

"Dedi ki: Rabbim, kavmim gerçekten beni yalanladı. Artık benimle onlar arasında sen ayırdedici hükmünü ver. Benî ve beraberimdeki mü’minleri de kurtar." Nûh (aleyhisselâm) onların îman edeceklerinden yana ümidini kesince, bu sözleri söylemişti. -Âyet-i kerimede sözü geçen-;

"el-Feth" hüküm vermek demektir ki buna dair açıklamalar daha önceden (el-A'raf, 7/89. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

119

Biz de onu ve onunla birlikte olanları dopdolu o gemi içerisinde kurtardık.

"Biz de onu ve onunla birlikte olanları dopdolu o gemi İçerisinde kurtardık." Bununla tufanda bindikleri gemiyi kastetmektedir ki, daha önceden bundan söz edilmişti.

"Dopdolu" demektir, "Dolu olmak" İse geminin insanlarla, canlılarla ve başka şeylerle dolup taşmasıdır. Burada lâfzında "Gemi" müennes gelmemiştir, çünkü burada bu lâfız çoğul değil, tekildir.

120

Sonra geri kalanları da suda boğduk.

Âyetin tefsiri için bak:122

121

Muhakkak bunda bir âyet vardır. Onların çoğu îman etmediler.

Âyetin tefsiri için bak:122

122

Muhakkak Rabbin Aziz olandır, Rahîm olandır.

"Sonra" Nûh'u ve îman edenleri kurtardıktan sonra

"geri kalanları da suda boğduk. Muhakkak bunda bir âyet vardır, onların çoğu Îman etmediler. Muhakkak Rabbin Aziz olandır, Rahîm olandır."

123

Âd (kavmi) rasûlleri yalanladılar.

"Âd (kavmi) rasûlleri yalanladılar" buyruğundakî

"Yalanladılar" fiilindeki müenneslik te'si kabile ve cemaat anlamı ihtiva ettiğinden dolayıdır. Rasûlleri yalanlamaları da daha önceden geçtiği gibidir.

124

Hani kardeşleri Hûd onlara: "Sakınmaz mısınız?" demişti.

Âyetin tefsiri için bak:127

125

"Muhakkak ben size gönderilmiş emin bir peygamberim.

Âyetin tefsiri için bak:127

126

"Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin.

Âyetin tefsiri için bak:127

127

"Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbine aittir.

"Hani kardeşleri Hûd onlara: sakınmaz mısınız? demişti. Muhakkak ki ben size gönderilmiş emin bir peygamberim. Artık Allah'tan korkun ve bana İtaat edin. Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbine aittir." Bu âyetlerin anlamı açıktır, daha önce de benzerleri geçmişti.

128

"Siz her yüksek yerde eğlenmek için koca bir bina mı inşa edip durursunuz?

"Siz her yüksek yerde eğlenmek için koca bir bina mı İnşa edip duruyorsunuz?" âyetindeki: "Yerden yüksekçe olan herşey" hakkında kullanılır. Bu açıklama İbn Abbâs ve başkalarına aittir. 'in çoğuludur. "Arazinin yüksekliği ne kadardır?" demektir.

Katâde, bu yol demektir, diye açıklamıştır. Bu aynı zamanda ed-Dahhâk, el-Kelbî, Mukâtil ve es-Süddî'nin de görüşüdür. İbn Abbâs da yine bu görüşü ifade etmiştir. el-Müseyyeb b. Ales'in şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:

"Serap, onu bir alçaltıyor, bir yükseltiyor.

Beyaz bir elbiseymiş gibi parlayan yol."

Burada görüldüğü gibi yol demek olan açıklamakta olduğumuz kelime İle yolu beyaz elbiseye benzetmektedir.

en-Nehhâs dedi ki: Yerin yüksekçe taraflarına da, yola da; denilmesi sözlükte bilinen bir husustur .

Şair de şöyle demektedir;

Üstüste binmiş kanadının tüyleri parıldıyor dağın üzerinde,

Gecenin çiğleri tüyleri üzerinde parıldayıp duruyor."

Umare dedi ki; "Dağ" demektir, tekili çoğulu da ...diye gelir. Mücahid: İki dağ arasındaki geçit, yol demektir, demiştir. Ondan gelen bir başka rivâyete göre ise küçük tepecik anlamındadır. Yine ondan rivâyete göre etrafın gözetlenmesine yarayan yüksekçe yer demektir.

İkrime ve Mukâtil dedi ki: Bunlar yolculuğa çıktıkları vakit yıldızlarla yollarını buluyorlardı. O bakımdan yollarda doğru yoldan şaşırmamak için uzunca alâmetler bina ederlerdi. Buna da yüce Allah'ın:

"Âyet: alâmet (mealde: koca bir bina)" lâfzı delil teşkil etmektedir.

Mücahid'den rivâyete göre bu güvercinler için yapılan yapılar anlamındadır. Buna delil de: "Eğlenmek için" âyetidir ki, oynamak için demektir. Yani sizler yüksek herbir yerde güvercinler için yapılan bina ve burçlar kabilinden kendileriyle oyun oynamak maksadıyla yüksek bir alâmet mi dikersiniz?

Bu, yolda gidip gelenlerle oynayıp eğlenmek maksadıyla... diye de açıklanmıştır. Yani siz gidip gelenlere yukardan bakıp kontrol edecek şekilde yüksek olan herbir yerde yolcularla alay etmek maksadıyla bir bina mı yaparsınız?

el-Ketbî dedi ki: Bu öşürcülerin (vergi ve gümrük memurlarının) yanlarından geçen kimselerin malları ile istedikleri gibi oynamalarını ifade eder. Bunu da el-Maverdî na ki etmiştir,

İbnu'l-A'râbî dedi ki; "Manastır" demektir. Yine bu kelime sahrada güvercinlerin kondukları yüksekçe yer anlamına da gelir. Aynı zamanda yüksekçe tepe manası da vardır. Bu kelime iki türlü telaffuz edilebilir. "Ra" harfi esreli ve üstün olmak üzere çoğulu da şeklinde gelir. Bu açıklamayı es-Sa'lebî zikretmiştir.

129

"Ve ebedi kalırsınız ümidi ile sapasağlam kaleler mi yapar durursunuz?

"Ve ebedi kalırsınız ümidi ile sapasağlam kaleler mi yapar durursunuz?"

el-Kelbî konaklar mı, diye açıklamıştır. Bunun yüksekçe kaleler anlamına geldiği de söylenmiştir ki; bu İbn Abbâs ve Mücahid'in açıklamasıdır. Şairin şu beyitinde de bu anlamdadır.

"Onların yurtlarını kupkuru ve ıpıssız kıldık,

Yüksekçe kaleleri ve burçları da yerle bir ettik."

Bunun "yüksek köşkler" anlamına geldiği de söylenmiştir. Yine bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Ondan gelen bir diğer rivâyete göre bunlardan kasıt (çöllerde yapılan) güvercin kuleleri (burçları)dır. es-Süddî de böyle demiştir.

Derim ki: Mücahid'den böyle bir rivâyetin nakledilmiş olma ihtimali uzaktır. Çünkü "(az önce geçen) koca bir bina: er-rî'" hakkında bunun güvercin burçları ve kuleleri anlamında olduğunu söylediği belirtilmişti. O vakit bu (burada da aynı manaya gelirse) ifadede bir tekrar olur.

Katâde dedi ki: Bu, yerin altında sular için sarnıç demektir. ez-Zeccâc da bunlar, su için yapılan yerler demektir diye açıklamıştır. Bunun tekili de; ile şeklinde gelir. Lebid'in şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:

"Çürüdük bizler; fakat çürümez doğup duran yıldızlar

Bizden sonra geriye dağlar ile yaptığımız su sarnıçları (havuzları) kalacaktır."

el-Cevherî dedi ki; "İçinde yağmur sularının toplandığı havuz gibi bir şeydir." "Nun" harfi ötreli olarak kullanılırsa da aynı anlama gelir. ise kaleler demektir. Ebû Ubeyde yapılan herbir binaya: denilir demiştir. Bunu el-Mehdevî nakletmektedir.

Abdu'r-Rezzak dedi ki:

"Sapasağlam kaleler" bizde Yemenlilerin lehçesinde Âd kavminden kalma köşkler demektir.

"Ve ebedi kalırsınız ümidi ile" ebedi kalmak maksadıyla (böyle mi yaparsınız?)

Bir açıklamaya göre buradaki istifham (soru) azarlamak anlamına da gelebilir. "Siz ebedi kalacağınızı mı zannediyorsunuz" demek olur. Bu da bir kimsenin: "Bana sövdüğünü ümid ederim" deyip: Bana sövüyor musun, demek istemesine benzer. Bu anlamdaki bir açıklama İbn Zeyd'den rivâyet edilmiştir.

el-Ferrâ' dedi ki; Ebedi krnak düşüncesiyle böyle yapıyor, fakat ölümü hiç düşünmüyorsunuz, demektir. İbn Abbâs ve Katâde de şöyle demiştir: Sanki siz oralarda ebedi ve baki kalacaksınız gibi... demektir.

Bir kıraatte de "Ebedi bırakılacakmışcasına..." şeklindedir ki bunu da en-Nehhâs zikretmiştir.

Katâde'nin naklettiğine göre bu ifade kıraatlerin birisinde; "Ebedi imişsiniz gibi" şeklinde idi (sahih görülmediğinden terkedilmiştir). "Yakaladığınız zaman da zorbaca mı davranırsınız?"

130

"Yakaladığınız zaman da zorbaca mı davranırsınız?

Bu âyetteki

"Yakalamak" satvet ve şiddetle almak demektir, "Onu şiddetle yakaladı, yakalar" denilir. "Onu yakalamaya çalıştı" demektir; mastarı da: şeklinde gelir.

İbn Abbâs ve Mücahid dedi ki: Batş (şiddede yakalamak) kılıçla öldürmek yahut kamçıyla dövmek suretiyle şiddet uygulamak demektir. Bu da, siz bu işi zulmen yapıyorsunuz demektir.

Yine Mücahid; Bu, kamçı ile dövmek demektir, demiştir. Bunu da İbnu'l-Arabî'nin naklettiğine göre Malik b. Enes, Nafi'den, o da İbn Ömer'den rivâyet etmiştir.

Haksızca kılıçla öldürmek demek olduğu da söylenmiştir. Bunu da Yahya b. Sellâm nakletmiştir.

el-Kelbî ile el-Hasen dedi ki; Bu, gerekli araştırmayı yapmaksızın kızgınlık ve öfke ile birisini öldürmek demektir. Bütün bu açıklamalar İbn Abbâs'ın açıklamasının kapsamındadır.

Bir diğer açıklamaya göre bu; affetmeksizin ve herhangi bir şekilde mühlet tanımaksızın gerek kasten, gerek hata yoluyla sorgulamak (ve öldürmek) demektir.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Malik'in yaptığı açıklamayı yüce Allah'ın Mûsa (aleyhisselâm) hakkındaki şu âyetleri de desteklemektedir: "(Mûsa) ikisinin de düşmanı olanı yakalamak (açıklamakta olduğumuz kelime ile aynı kökten gelen "batş" fiili ile) isteyince dedi ki: Ey Mûsa! Dün bir kişiyi öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun. Sen ancak yeryüzünde bir zorba olmak istersin," (el-Kasas, 28/19) Çünkü Mûsa (aleyhisselâm) böyle birisine ne kılıç çekmiş, ne de mızrak saplamıştı, sadece ona bir yumruk indirmişti ve bu yumruğu sebebiyle adam ölmüştü. "Batş" el ile de olabilir. Bunun asgari miktarı ise yumruk vurmak ve itmektir. Bundan sonra da kamçı ve sopa ile vurmak, arkasından demir (silah) ile vurmak gelir. Hak ile olması dışında bunların hepsi yerilmiş şeylerdir.

Âyet-i kerîme daha önceden gelmiş ümmetler hakkında haber vermek üzere, yüce Allah tarafından bu fiilleri sebebiyle kendilerini yerdiği ve uygun görmediğini İfade ettiği gibi; bu fiilden uzak durmak noktasında da bize öğüt olmak üzere nazil olmuştur.

Derim ki: Yerilmiş olan bu nitelikler, bu ümmetin bir çoğunda kendisini göstermeye başlamıştır. Özellikle de Bahri (Memlûk)'lerin yönetim başına geldikleri zamandan itibaren Mısır diyarında bu böyledir. Bunlar haksız yere insanları kamçılarla, sopalarla dövüp yakalamaktadır. Zaten Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun olacağını da haber vermiştir. Nitekim Müslim'in Sahih'inde yer alan rivâyete göre Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Cehennem ehli olan iki sınıf vardır ki henüz daha bunları görmüyorum. (Birisi) beraberlerinde inek kuyruklarını andıran kamçılar ile insanları vuran bir topluluk, diğeri ise giyinmiş fakat çıplak başkalarını kendilerine meylettiren, kendileri de başkalarına meyleden, başları yana yatmış deve hörgüçlerini andıran kadınlardır. Böylesi kadınlar ne cennete girerler, ne kokusunu alırlar ve hiç şüphesiz ki oranın kokusu şu kadar şu kadar mesafeden alınır." Müslim, III, 1680, IV, 2192.

Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre de İbn Ömer şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Sizler 'îne 'ine satışı: Bir kimseye belli bir malı belli bir fiata ve belli bir vade ile (veresiye) sattıktan sonra, aynı malı peşin fakat daha düşük bir bedelle tekrar satın almaktır. satışını yapıp, ineklerin kuyruklarını yakalayıp, ziraate razı olur ve cihadı terkedecek olursanız, Allah üzerinize -tekrar dininize geri dönünceye kadar- hiçbir şekilde kaldırmayacağı bir zilleti musallat kılar." Ebû Dâvûd, III, 274.

"Zorbaca" öldürücüler olarak... demektir. Zorba (cebbar) haksız yere öldüren kişi demektir. Yüce Allah'ın:

"Sen ancak yeryüzünde bir zorba (cebbar) olmak istersin" (el-Kasas, 28/19) âyetinde de bu anlamdadır. Bu açıklamayı el-Herevî yapmıştır.

Zorba (cebbar)'ın azgın ve başkalarına tasallut eden kimse anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın:

"Sen üzerlerinde bir zorlayıcı (cebbar) değilsin." (Kâf, 50/45) âyetinde de bu anlamdadır. Yani sen onlara musallat kılınmış bir kimse değilsin. Şair de şöyle demektedir:

"Biz o zorbadan hükümdarlığını kılıçla, zorla aldık

Akşam vakti idi ve meydandaydı mızraklarımızın uçları"

131

"Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin.

Yüce Allah'ın:

"Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin" âyetinin anlamı daha önce geçmiş bulunmaktadır.

132

"Size bildiğiniz nimetlerle destek verenden sakının;

"Size bildiğiniz nimetlerle" yani bir çok hayır ve bereketlerle

"destek verenden sakının" buyurduktan sonra bu nimetlerin neler olduğunu şu buyruklarıyla açıklamaktadır:

133

"O size hem davarlar ve çocuklarla destek verdi;

Âyetin tefsiri için bak:134

134

"Hem de bahçeler ve pınarlarla.

"O size hem davarlar ve çocuklarla destek verdi, hem de bahçeler ve pınarlarla." O bunları size müsahhar kıldı, lutfuyla bunları size ihsan etti. O halde kendisine ibadet olunması, şükredilmesi ve küfredilip, kendisine karşı nankörlük edilmemesi gereken O'dur.

135

"Gerçekten sîzin için büyük bir günün azabından korkarım."

"Gerçekten ben sizin için" eğer onu inkâr ile kâfir olur ve bu haliniz üzere ısrar edecek olursanız

"büyük bir günün azabından korkarım."

136

Onlar dediler ki: "Sen öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da bizim İçin birdir.

"Onlar dediler ki: Sen öğüt versen de öğüt verenlerden olmasan da bizim için birdir." Hiçbirisi farketmez, çünkü biz senin sözlerini dinlemeyecek, söylediklerine kulak asmayacağız.

el-Abbas, Ebû Amr ile Bişr'den, o el-Kisaî'den

"Öğüt versen de" âyetini "zı" ile "te" harflerini birbirine idgam edilmiş olarak; şeklinde okuduğunu rivâyet etmiştir. Ancak bu uzak bir ihtimaldir, çünkü "zı" ıtbak harfidir, ona ancak son derece yakın olan harfler ile onun gibi (misli) ve mahreci aynı olan harfler idgam edilir.

137

"Bu öncekilerin âdetlerinden başka bir şey değildir.

"Bu öncekilerin adetlerinden başka bir şey değildir." İbn Abbâs ve baş kalarından nakledildiğine göre, öncekilerin dininden başka bir şey değildir, demektir. el-Ferrl da öncekilerin adetleri... diye açıklamıştır.

İbn Kesîr, Ebû Amr ve el-Kisaî, diye okumuş, diğerleri ise; diye okumuşlardır.

el-Herevî dedi ki: Yüce Allah'ın bu âyeti (İbn Kesîr, Ebû Amr ve el-Kisaî'nin kıraatine göre) onların uydurmaları ve yalanları anlamındadır. Buna karşılık; okuyuşu ise, onların adetleri.,, anlamındadır. Arapların; sözleri "filan kişi bizlere öncekilerin uydurulmuş hurafe ve sözlerini anlattı" demektir.

İbnu'l-A'râbî dedi ki: din, karakter ve mürüvvet (insanlık) anlamındadır. en-Nehhâs dedi ki: Bu okuyuş el-Ferrâ''ya göre öncekilerin adeti anlamındadır. Bize Muhammed b. el-Velid, Muhammed b. Yezid'den dedi ki: "Öncekilerin adetleri" demek onların izledikleri yol ve tutturdukları gidiş demektir. Ebû Ca'fer (en-Nehhâs) dedi ki: Her iki görüş de birbirine yakındır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu hadisinde de bu anlamdadır:

"Îman bakımından mü’minlerin en kamil olanı ahlakı itibariyle en güzel olanlarıdır." Taberânî, el-Mu'cemu'l-Evsat, IV, 356, Yani davranışları, alışkanlıkları, yüce Allah'a itaat hususunda izlediği yolu en güzel olan demektir. Ahlâkı güzel olmakla birlikte fâcir bir kimsenin faziletli olması imkânsız oldğu gibi; kötü ahlâklı fakat facir olmayan bir kimsenin îman itibariyle daha mükemmel olması da söz konusu olamaz. Ebû Ca'fer (en-Nehhâs) dedi ki: Bize Muhammed b. Yezid'den nakledildiğine göre; Öncekilerin yalanlamaları ve asılsız kanaat ve tahminleri" anlamındadır. Şu kadar var ki; o birinci kıraate meylederdi. Çünkü bu kıraatte kendi atalarını övmek muhtevası vardır. Kur'ân-ı Kerîm'de bu halleri ile ilgili varid olmuş âyetlerin çoğunda atalarını methettikleri görülmektedir. Onların:

"Biz atalarımızı bir din üzere bulduk" (ez-Zuhruf, 43/23) âyetinde de (böyledir). Ebû Kılabe'den rivâyete göre ise o "hı" harfini ötreli, "lâm" harfini de sakin olarak ve; "Adetler" kelimesinin hafifletilmiş şekli olarak okumuştur. Ayrıca bunu İbn Cübeyr, Nafî'in arkadaşlarından, onların Nafî'den naklettiği rivâyet olarak da zikretmiştir.

(........) in "öncekilerin dini" demek olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın:

"Allah'ın yarattığını değiştireceklerdir." (en-Nisa, 4/119) Burada Allah'ın dinini değiştireceklerdir, anlamındadır. Buna karşılık; "Öncekilerin adetleri" demektir. Yani ortada önce hayat, sonra ölüm vardır. Öldükten sonra diriliş diye bir şey yoktur.

Şöyle de açıklanmıştır: Senin karşı çıktığın bizim yapılarımız ve zorbaca yakalayışımız ancak bizden öncekilerin bir adetidir, biz de onlara uyuyoruz, demektir.

138

"Biz azâb olunacaklardan da değiliz."

"Bîz" yaptıklarımızdan ötürü

"azâb olunacaklardan da değiliz" âyeti şöyle açıklanmıştır: Yani öncekilerin cisimleri yaratılmıştır, biz de bizden önce yaratılıp da ölenler gibi yaratılıyoruz. Onların başlarına bizim kendisi ile sakındırdığın azâb namına bir şey de inmedi.

139

Böylece onu yalanladılar. Biz de onları helâk ettik. Muhakkak ki bunda bir âyet vardır. Onların çoğu da mü’min değildi.

"Böylece onu yalanladılar. Biz de" ileride el-Hakka Sûresi'nde (69/6. âyetin ve devamının tefsirinde) geleceği üzere ıslıklı ve azgın bir fırtına ile

"onları helâk ettik. Muhakkak bunda bir âyet vardır, onların çoğu da mü’min değildi." Kimi ilim adamının dediğine göre peygamberleri ile birlikte üçyüz bin ve birkaç yüz kişi îman etti, geri kalanları ise helâk oldu.

140

Muhakkak Rabbin Aziz olandır, Rahîm olandır.

Âyetin tefsiri için bak:145

141

Semüd (kavmi) de peygamberleri yalanladılar.

Âyetin tefsiri için bak:145

142

Hani kardeşleri Salih onlara demişti ki: "Korkmaz mısınız?

Âyetin tefsiri için bak:145

143

"Ben sizin için güvenilir bir elçiyim.

Âyetin tefsiri için bak:145

144

"O halde Allah'tan korkun ve bana itaat edin.

Âyetin tefsiri için bak:145

145

"Buna karşılık sizden bir ücret istemem. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbine aittir.

"Semûd (kavmi) de peygamberleri yalanladılar." Burada Salih (aleyhisselâm) ile onun kavmi Semûd'un kıssası zikredilmektedir. Daha önce el-Hicr Sûresı'nde (15/80, âyetin ve devamının tefsirinde) belirtildiği gibi bunlar el-Hicr denilen yerde yaşıyorlardı. Orası pek çok hurma ağaçlan, ekinleri ve suları bulunan bir yerdi.

146

"Siz burada güven içinde bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz?

"Siz burada güven İçinde bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz?" Yani dünyada ölüm ve azaptan yana emniyet içerisinde bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz? İbn Abbâs dedi ki: Onlara çok uzun ömür verilmişti. O bakımdan yaptıkları binalar onlar kadar varlığını sürdüremiyordu. Buna da yüce Allah'ın:

"O sizi... uzun bir ömür boyu yaşattı" (Hud, 11/61) âyeti deli) teşkil etmektedir. Salih (aleyhisselâm) bu tutumları dolayısıyla onları azarlayarak dedi ki; Siz dünyada ölümsüz olarak kalacağınızı mı zannediyorsunuz?

147

"Bahçelerde ve akarsular arasında;

148

"Ekinler ve meyveleri olgunlaşmış güzel hurma ağaçları arasında,

"Bahçelerde ve akarsular arasında, ekinler ve meyveleri olgunlaşmış güzel hurma ağaçtan arasında."

ez-Zemahşerî dedi ki,

"bahçeler" âyetinden sonra

"hurma ağaçları arasında" diye buyurmuştur. Nasıl ki "ne'am" denildiğinde çift yaratılmış hayvanlar arasından öncelikle deveyi kapsadığı gibi "bahçeler" denildiğinde de öncelikle hurma ağaçlarını kapsar. Hatta öyleki Araplar bahçe (cennet)i zikrederken, sadece hurma ağacını kastederler. Nitekim "ne'am" deyip de sadece deveyi kastettikleri gibi. Şair Züheyr de şöyle demiştir:

"Gözlerim kovalarındadır sanki su taşıyan bir devenin,

Uzun boylu hurma ağaçları bulunan bir bahçeyi sulayan ve bundan yorgun düşmüş bir devenin."

Görüldüğü gibi burada hurma ağaçlarını kastetmektedir diye sorulursa; deriz ki: Bunu iki şekilde açıklayabiliriz: 1- Genel olarak ağaçların kapsamına girmekle birlikte özellikle hurma ağacının söz konusu edilmesi diğer ağaçlardan olan üstünlüğüne dikkat çekmek içindir. 2- Bahçelerle hurma ağaçları dışında ağaçları bulunan diğer bahçeleri kastetmiş olma ihtimalidir. Çünkü lâfız buna elverişlidir. Bundan sonra da ona hurma ağaçları atfedilmiştir.

"Meyve" lâfzı aslında kılıcın sivri ucu gibi hurma ağacından çıkan ve içinde salkımın çöpleri bulunan demektir. ise salkımı ile birlikte gövdeden çıkan büyükçe salkıma denilir.

"Olgunlaşmış" ile ilgili olarak İbn Abbâs şu açıklamayı yapmıştır; Bu, kabında kaldığı sürece hurma meyvesinin güzel halini ifade eder. Bu kelime aynı zamanda latif ve İnce manasına gelir. Şair İmruu'l-Kays'ın şu mısraında da bu anlamda kullanılmıştır:

"Eğildi üzerime yumuşak, ince beliyle ve dolgun bacaklarıyla"

el-Cevherî dedi ki: Yeni çıkan hurma meyvesine kapçığından çıkmadığı sürece denilir. Buna sebeb ise içice olmasıdır. Kadınlar hakkında ise ince belli olduğunu anlatmak için kullanılır. Buna yakın açıklamayı el-Herevî de zikretmiş olup şöyle demiştir: Bu henüz kabında birbiri üstünde bulunan ortaya çıkmadan önceki hurma meyvesidir. "Yanları, böğürleri birbirine yakın (ince belli adam)" tabiri de buradan gelmektedir, dilcilerin açıklaması budur.

el-Maverdî ve başkaları ise bu hususta oniki görüş nakletmektedirler:

1- Henüz taze ve yumuşak olana denir. Bu açıklamayı İkrime yapmıştır.

2- Taze hurmanın sapı ve çöpü ayrılmamış olandır. Bu açıklamayı da Saîd b. Cübeyr yapmıştır. en-Nehhâs dedi ki: Ebû İshak, Yezid'den -ki bu İbn Ebi Ziyad'dır, Kûfelidir. Yezid b. Ebi Meryem ise Şamlıdır- Yüce Allah'ın:

"Ve meyveleri olgunlaşmış güzel hurma ağaçları" âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Yani bunların kimisi yenebilecek hale gelmiş tazedir, kimisi henüz sapından koparılmamış demektir.

3- Bu içinde çekirdeği bulunmayan hurma demektir. Bu açıklamayı da el-Hasen yapmıştır.

4- Oldukça yumuşak, dağılabilen, el değer değmez dağılan demektir. Bu açıklamayı da Mücahid yapmıştır. Ebû'l-Âl-iyye ise ağızda eriyip dağılan diye açıklamıştır.

5- Birbiri üstüne bindiğinden dolayı birbirine geçmiş ve küçülmüş demektir. Bu açıklamayı ed-Dahhâk ve Mukâtil yapmıştır.

6- Biri diğerine yapışmış, geçmiş anlamındadır. Bu açıklamayı da Ebû Sahr yapmıştır.

7- Birbirinden ayrılıp yeşillenmeye başladığı zamadaki meyvedir. Bunu da ed-Dahhâk söylemiştir.

8- Taze, olgunlaşmış anlamındadır. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır.

9- Üzerinde kabuğu çatlamadan önce saklı bulunan demektir. Bunu da İbn Şecere nakletmiştir. Şair dedi ki;

"Sanki o üzerinde çatlakları fark edilemeyen,

Kabukları üzerinden çatlamamış (hurmaların),

üzerinde taşındığı bir yük hayvanıdır."

10- Gevşek demektir. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır.

11- İlk baş gösterdiği sıradaki yumuşak halinin adıdır. Bu açıklamayı el-Herevî yapmıştır.

12- Bundan kasıt el-Bernî denilen hurma türüdür. Bu açıklamayı da

İbnu'l-A'râbî yapmıştır. Bu fail anlamında feil vezninde bir kelimedir. Yani yenilen şeyin güzel bir şekilde hazmedilmesi manasınadır."(.........): Yemeğin hazmedilmesi" tabirinden gelmektedir.

"Meyve" kelimesi den türemiş bir isimdir. Bu da ortaya çıkmak anlamındadır. Güneşin, ayın ve bitkilerin ortaya çıkışını anlatmak için; ın kullanılması da buradan gelmektedir.

149

"Dağlardan azgınlığınızdan ve şımarıklık olsun diye evler yontuyorsunuz.

"Dağlardan, azgınlığınızdan ve şımarıklık olsun diye evler yontuyorsunuz" âyetinde geçen "yontuyorsun" fiilinin mastarı olan; "Yontmak, traşlamak" demektir. "Onu yonttu, traş etti" anlamındadır. "Yontma sonrası meydana gelen artıklar" demektir. "Yontma aleti" demektir. es-Saffat'ta da;

"Siz elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" (es-Saffat, 37/95) diye buyurulmaktadır.

Ömürleri uzayıp da yaptıkları binaların yıkılması üzerine evlerini dağlarda yontmaya başladılar.

"Şımaraklık olsun diye..." âyetini İbn Kesii, Ebû Amr ve Nafi "elif'siz okumuşlardır. Diğerleri ise "elif'lî okumuşlardır. Ebû Ubeyde ve başkalarının görüşüne göre her ikisinin de anlamı birdir. Yüce Allah’ın:

"Çürümüş, dağılmış kemikler..." (en-Nâziât, 79/11) âyetindeki "çürümüş, dağılmış" anlamındaki lâfzın hem "elif"siz olarak, hem de; şeklinde "elif ile okunabileceği gibi. Bunu da Kutrub nakletmiştir.

"Gayretli, çalışkan oldu, olur" demektir. Bunun ism-i faili şeklinde gelir, şeklinin ism-i faili de şekillerinde gelir. (Anlam aynıdır.) Hal olarak mansub gelmiştir. Bazıları ise iki okuyuş arasında fark gözeterek ın "maharetle yontanlar" anlamında olduğunu söylemişlerdir. Bu açıklamayı Ebû Ubeyde yapmıştır. İbn Abbâs, Ebû Salih ve başkalarından da bu nakledilmiştir. Abdullah b. Şeddâd ise bunun "zorbalık edenler" olarak anlamına geldiğini söylemiştir. Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre; "elif"siz şekli, azgın ve şımarıklar olarak anlamındadır. Mücahid de böyle demiştir. Yine ondan, bunun "açgözlülükle" anlamında olduğunu söylediği rivâyet edilmiştir. ed-Dahhâk ise: Akıllıca davrananlar olarak diye açıklamış, Katâde ise böbürlenenler olarak diye açıklamıştır. Bunu el-Kelbî nakletmiştir. Ondan nimet içerisinde nimetten istifade edenler olarak dediği de nakledilmiştir. Yine ondan; kendilerini emniyet içerisinde görenler olarak diye açıkladığı da rivâyet edilmiştir. el-Hasen'in görüşü de budur. Bunun seçenler ve tercih edenler olarak anlamına geldiği de söylenmiştir ki; bu açıklamayı da el-Kelbî ve es-Süddî yapmıştır. Şairin şu beyitinde de bu anlamdadır:

"Bir zorba ki herbir iş ile şeref yarışına girişir,

Tabiatları denemek için ben de ona gittim."

Bunun, taaccübe kapılan kimseler anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı Husayf yapmıştır. İbn Zeyd ise güçlü, kuvvetliler olarak diye açıklamıştır. Bunun şımarıkça sevinenler anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da el-Ahfeş yapmıştır. Bu anlamda gelmesi "he" harfinin, "ha" olarak kullanılmasından ibarettir. Araplar bu harfleri birbirlerinin yerine kullanırlar. Mesela; "Onu övdüm" derken "ha" yerine "he"yi de kullanırlar. O halde; "Sevinmesi azgınlık sınırına ulaşmış olan" demektir. Şımarmak anlamı ile sevinmek (ferah) ise yerilmiş bir şeydir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Yeryüzünde de kibir ve azametle yürüme" (el-İsra, 17/37);

"Şımarma! Çünkü Allah şımaranları sevmez." (el-Kasas, 28/76)

150

"Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin.

Âyetin tefsiri için bak:152

151

Âyetin tefsiri için bak:152

152

"Şu günahkârların yeryüzünde fesad yapıp, ıslah etmeyenlerin emrine de itaat etmeyin."

"Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Şu günahkârların... emrine de itaat etmeyin." Bununla dişi deveyi kesen kimselerin kastedildiği söylendiği gibi, yeryüzünde fesad çıkartıp bir türlü ıslah olmayan dokuz kişi olduğu da söylenmiştir.

es-Süddî ve başkaları da dediler ki: Yüce Allah Salih'e; Senin kavmin sana mucize olarak verdiğimiz dişi deveyi keseceklerdir diye vahyetmişti. O da onlara bunu söylemişti. Onlar ise: Hayır böyle bir şey yapmayız diye cevap vermişlerdi. Bunun üzerine Salih onlara şöyle dedi: Bu ay sizin birinizin bir çocuğu olacak ve o bu dişi deveyi kesecek ve sizin helakiniz de bundan ötürü olacak. Bu sefer Bu ay ne kadar erkek çocuk doğarsa onu öldüreceğiz dediler. Aynı ayda dokuz kişinin oğulları oldu, hepsi de oğullarını kestiler. Onuncu bir kimsenin oğlu oldu o oğlunu kesmeyi kabul etmedi. Bundan önce hiçbir oğlu olmamıştı. Bu onuncularının oğlu mavi ve kırmızı rengi arasında birisi idi, çok çabuk gelişti. Çocuklarını öldüren o dokuz kişinin yanından geçip onlar onu gördüklerinde: Oğullarımız hayatta kalsaydı, bunun gibi olacaktı diyorlardı. Bu dokuz kigi Salih (aleyhisselâm)'a kızdılar, çünkü çocuklarının öldürülmesine o sebeb olmuştu. Bundan dolayı galeyana gelip geceleyin çocuklarıyla birlikte onu mutlaka öldüreceklerine dair birbirleriyle ahitleştiler ve şöyle dediler: Biz yolculuk yapmak üzere evimizden çıkıp gideceğiz. Herkes bizim yola çıktığımızı görecek. Bir mağarada bulunacağız. Nihayet gece bastırıp Salih de mescidine gitmek üzere çıkacak olursa, gider onu öldürürüz. Sonra da onun öldürülüşüne şahit olmadık, şüphesiz ki biz doğru söyleyenleriz diyeceğiz. Onlar bizim yolculuğa çıktığımızı biliyorlardı, Dolayısıyla da bizi tasdik edecekler. Salih kasabalarında onlarla birlikte uyumaz. Mescidine gider, orada geceyi geçirirdi. Sabahleyin oldu mu onlara gelir, onlara öğüt verirdi.

Bu kişiler mağaraya gelip de oradan çıkmak istediklerinde mağara üzerlerine yıkıldı ve öldüler. Bu olaya muttali olmuş bir takım kimseler bunu görünce, kasabalılar arasında: Ey Allah'ın kulları Salih bunların çocuklarını öldürmekle yetinmedi. Bunları da öldürdü, dedi. Bunun üzerine kasaba ahalisi dişi deveyi öldürmek üzerine ittifak ettiler.

İbn İshak dedi ki: Bu dokuz kişi dişi deveyi kestikten ve Salih (aleyhisselâm)'ın da onları azâb ile korkutup uyarmasından sonra -ileride yüce Allah'ın izniyle en-Neml Sûresinde (27/48-49. âyetlerin tefsirinde) açıklaması geleceği üzere ona -söz birliği halinde hakaret etmeye başladılar.

153

Dediler ki: "Sen muhakkak aşırı bir şekilde büyülenmişlerdensin.

"Dediler ki: Sen muhakkak aşırı bir şekilde büyülenmişlerdensin"

âyetindeki

"Büyülenmişler" sözü el-Mehdevî'nin belirttiğine göre Mücahid ile Katâde'nin görüşüne göre; bu kelime "sihir"den gelmektedir. Yani sana sihir isabet etti, bundan dolayı da aklın çalışmaz oldu. Çünkü sen de bizim gibi bir insansın. Biz dururken ne diye sen risalet iddiasında bulunuyorsun.

154

"Sen de ancak bizim gibi bir insansın. Eğer doğru söyleyenlerden isen haydi bir âyet getir."

Bir diğer görüşe göre bu kelime, sen de bizim gibi yemek ve içmek illeti ile malulsün, Bu açıklamayı da es-Sa'lebînin belirttiğine göre İbn Abbâs, el-Kelbî, yine Mücahid ve Katâde ifade etmişlerdir. Bu görüşe göre ise bu kelime; den gelmektedir ki, bu da ciğer demektir. Yani sen de bizim gibi yiyen ve İçen, ciğeri bulunan bir insansın. Şair Lebid'in dediği gibi:

"Eğer bize sorarsan neyle meşgulüz diye,

Şüphesiz ki bizler de bu ciğerleri bulunan (yemek ve içmekle oyalanan)

mahlukattan kuşlarız"

İmruu'l-Kays'da şöyle demektedir:

"Ve yemekle, içmekle oyalanıyoruz."

"Eğer" bu sözlerinde

"doğru söyleyenlerden isen haydi bir âyet (mucize) getir."

155

Dedi ki: "İşte bu dişi devedir. Onun da belli bir su içme nöbeti vardır, sizin de belirli bir günde su İçme nöbetiniz vardır.

"Dedi ki: İşte bu dişi devedir. Onun da belli bir su içme nöbeti vardır, sizin de belirli bir günde su içme nöbetiniz vardır." İbn Abbâs dedi ki: Onlar: Eğer sen doğru söyleyen birisi isen Allah'a dua et de şu dağdan on aylık hamile kırmızı bir deve çıkarsın. Çıkar çıkmaz da hemen gözümüzün önünde yavrulayıversin. Şu suya da gitsin ve oranın suyunu içsin, içtiği su miktarında da bize süt versin.

Bunun üzerine yüce Allah'a dua etti. Allah da istenileni yaptı. O da

"dedi ki: İşte bu dişi devedir. Onun da belli bir su içme nöbeti vardır." Yani su payı vardır. Bu da şu demektir: Siz bir gün suyu içeceksiniz, o da bir gün suyu içecek. Dişi deve su içme günü geldi mi günün başında sularının tamamım içer, günün sonunda da onlara süt verirdi. Onların suyu kullanma nöbetinde suyu kendileri, davarları ve arazileri için kullanırlardı. Dişi devenin su içme gününde onlar hiçbir şekilde suyu kullanamazlardı. O da onların suyu kullanma nöbetlerinde onların sularından hiçbir şey almazdı.

el-Ferrâ' dedi ki: "Su içme nöbeti, sudan hakedilen pay" demektir. en-Nehhâs dedi ki: Bunun mastarına gelince; "ic" mek" denilir. Ancak çoğunlukla ötreli kullanılır, çünkü esreli ve üstün kullanımın başka anlamlarla ortaklığı vardır. Bu durumda esreli kullanım sudan hakedilen pay, üstün ise "İçenin" çoğuludur. Nitekim şair şöyle demiştir;

"(Benimle) Durne (Yemame)'de içki içip sarhoş olanlara dedim ki..."

Ancak Ebû Amr b. el-Alâ ve el-Kisai "şın"ın üstün ile okunmasının mastar hali olduğunu tercih ederler. Bu hususta da kimi ilim adamları Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "O günler yeme ve içme günleridir." Müslim, II, 800; Müsned, IV, 152, şeklindeki rivâyeti delil gösterirler,

156

"Ona kötülükle el sürmeyin. O zaman sizi büyük bir günün azâbı yakalar."

"Ona kötülükle el sürmeyin" âyetinde:

"Ona el sürmeyin" lâfzındaki şeddeli "sin" harflerinin çözülmesi câiz değildir. Çünkü ikisi de aynı cinsten harekeli harflerdir.

"O zaman sizi büyük bir günün azâbı yakalar" âyeti da nehyin cevabıdır. "Sizi... yakalar"den "fe"nin hazfi câiz değildir. Emirde olduğu gibi cezmedilmesi de câiz değildir, ancak el-Kisaî'den bunu câiz gördüğüne dair bir rivâyet gelmiştir.

157

Derken onu boğazladılar da pişman oluverdiler.

"Derken onu boğazladılar da" azâbın kesinlikle başlarına geleceğini anlayınca, onu kestikleri için "pişman oluverdiler." Şöyle ki; Salih (aleyhisselâm) onlara üç gün süre vermişti. Hergün azâbın alametleri görüldü. Pişman oldular, ancak azâbı gözleriyle gördükten sonra pişmanlığın onlara bir faydası olmadı. Denildiğine göre pişmanlığın onlara fayda vermeyiş sebebi tevbe etmeyişleri idi. Tevbe edecek yerde kesinlikle azâb edileceklerini anlayınca, Salih (aleyhisselâm)'ı öldürmek üzere arkasından gittiler.

Bir diğer görüşe göre; onların pişmanlıkları dişi deve yavrusunu annesiyle beraber öldürmedikleri için olmuştu. Ancak bu uzak bir ihtimaldir.

158

Bunun üzerine azâb onları yakaladı. Muhakkak bunda bir âyet vardır; ama onların çoğu îman etmediler.

159

Muhakkak senin Rabbin Aziz olandır, Rahîm olandır.

"Muhakkak bunda bir âyet vardır..." diye başlayan âyetler da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

Denildiğine göre o ümmetler arasından Salih (aleyhisselâm)'a erkek ve kadın sadece 2800 kişi îman etmiştir, Bir diğer görüşe göre 4000 kişi idiler. Ka'b dedi ki: Salih'in kavmi 12.000 kabile idi, herbir kabile de kadın ve çocuklar dışında 12,000 kişi idiler, Âd kavmi ise onların altı katı idiler.

160

Lût kavmi peygamberleri yalanladılar,

Âyetin tefsiri için bak:164

161

Hani kardeşleri Lût onlara: "Kormaz mısınız?" demişti.

Âyetin tefsiri için bak:164

162

"Gerçekten ben size gönderilmiş emin bir peygamberim.

Âyetin tefsiri için bak:164

163

"Artık Allah'tan korkun ve bana İtaat edin.

Âyetin tefsiri için bak:164

164

"Bunun İçin sizden herhangi bir ücret istemem. Benim mükâfatım ancak âlemlerin Rabbine aittir.

"Lût kavmi peygamberleri yalanladılar" âyetinin anlamı ve buna dair kıssa, el-A'raf (7/80. âyet ve devamında) ile Hud (11/77. âyet ve devamında) sûrelerinde gerekli açıklamalarıyla birlikte geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun.

165

"Âlemler arasından erkeklere yaklaşırsınız ha!

"Âlemler arasından erkeklere yaklaşırsınız ha!" Onlar erkeklere arkalarından yaklaşıyorlar ve bunu daha önce el-A'raf Sûresi'nde geçtiği üzere yabancılara yapıyorlardı.

166

"Rabbinizin sizin için yarattığı eşlerinizi terkedersiniz demek? Hayır, siz haddi aşan bir kavimsiniz."

"Rabbinizin sizin için yarattığı eşlerinizi terkedersiniz demek?" Yani yüce Allah hanımları erkekler tarafından nikâhlansın diye yaratmıştır. İbrahim b. Muhacir dedi ki: Mücahid bana Abdullah'ın:

"Rabbinizin sizin için yarattığı eşlerinizi terkedersiniz demek?" (anlamındaki) âyetini nasıl okuduğunu sordu, Ben ona şöyle dedim: "Rabbinizin eşlerinizden sizin için ıslah ettiğini (elverişli kıldığını) bırakırsınız ha?" diye okuyor dedim. O: Bundan kasıt, fercdir, dedi. (Devamla) dedi ki: Nitekim yüce Allah;

"... o zaman Allah'ın size emrettiği yerden onlara varın."(el-Bakara, 2/222) diye buyurmaktadır.

"Hayır, siz haddi aşan bir kavimsiniz." Allah'ın sınırlarını aşan kimselersiniz.

167

Dediler ki: "Ey Lût! Eğer sen vazgeçmez isen elbette sürülenlerden olursun."

"Dediler ki: Ey Lût! Eğer sen" bu söylediklerinden

"vazgeçmez isen elbette" beldemizden ve kasabamızdan

"sürülenlerden olursun.”

168

"Ben sizin yaptıklarınıza oldukça buğzedenlerdenim" dedi.

"Ben sizin yaptıklarınıza” yani bu livata işinize

"oldukça buğzedenlerdenim dedi."

"Buğzedenlerden" ism-i failinin mastarını teşkil eden; lâfzı, buğzetmek demektir. "Ona buğzettim, ederim, buğzetmek" denilir. Şair der ki:

"Ben huylarına buğzedilen kimse de değilim, buğzeden bir kişi de değilim."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Selam olsun sana, yakın kaldığın sürece usanılmayasıca senden,

Şayet uzaklaşacak olursan da ben sana buğzedecek değilim."

169

"Rabbim, beni ve ailemi yaptıklarından kurtar."

"Rabbim, beni ve ailemi yaptıklarından" yani amellerinin azabından

"kurtar!" Lût (aleyhisselâm), kavminin îman edeceklerinden yana ümidini kesince, onlara isabet edecek azaptan kendisine isabet etmemesi için Allah'a dua etti.

170

Biz de onu ve ailesini topluca kurtardık,

"Biz de onu ve ailesini topluca kurtardık." Daha önceden Hud Sûresi'nde (11/77. âyet ve devamında), geçtiği üzere ailesi efradından ona sadece iki kızı îman etmişti.

171

Ancak bir koca karı geride kalanlar arasında oldu.

"Ancak bir kocakarı geride kalanlar arasında oldu." Said'in rivâyetine göre Katâde şöyle demiştir; Bu kadın yüce Allah'ın azabında kaldı. Ebû Ubeyde'nin kanaatine göre ise mana: O iyice yaşlanıp kocayıncaya kadar kaldı demektir.

en-Nehhâs dedi ki; Giden kimseye; "Kalan" denildiği gibi, kalan kimseye de aynı şekilde; denilir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Memelerinde geriye kalan süt ile birlikte hamileliği ya da doğumları üzerinden yedi ay geçmiş olan develerin

Seneye daha güçlü olsunlar diye sütlerinin çekilmesi için memelerine soğuk su vurma!

Çünkü sen hangisinin yavrulayacağını bilemezsin."

Bir başka şair de şöyle demiştir:

"Yüce Allah geçmiş ve kalan günahlarını bağışladığından beri,

Muhammed asla gevşek davranma di."

Görüldüğü gibi burada da; Kalan demektir. (Birinci beyitte geçen): memede kalan sütler demektir.

172

Sonra da diğerlerini yıkıp yok ettik.

"Sonra da diğerlerini yıkıp, yoketti." Yerin dibine geçmek ve üzerlerine taş yağdırmak suretiyle onları helâk etti. Mukâtil dedi ki: Yüce Allah, Lût kavmini yerin dibine geçirdiği gibi kasabalarının dışında olanlar üzerine de taş yağdırdı.

173

Ve onların üzerine bir yağmur yağdırdık. O korkutulanların yağmuru ne kötü idi!

"Ve onların üzerlerine bir yağmur yağdırdık." Maksat yağdırılan taşlardır.

"O korkutulanların yağmuru ne kötü idi!" Denildiğine göre Cebrâîl onların kasabalarını yerin dibine geçirdi ve onların altını üstüne getirdi. Daha sonra da yüce Allah arkasından onlara taş yağdırdı.

174

Muhakkak bunda bir âyet (ibret) vardır. Onların çoğu îman edenler olmadı.

Âyetin tefsiri için bak:175

175

Ve muhakkak Rabbin Aziz olandır, Rahîm olandır.

"Muhakkak bunda bir âyet vardır. Onların çoğu îman edenler olmadı."

Aralarında Lût'un aile efradı ve iki kızından başka îman eden olmadı.

176

Ashabu’l-Eyke peygamberleri yalanladılar.

"Ashabu’l-Eyke peygamberleri yalanladılar." "el-Eyk" birbirine sarmaş dolaş olmuş pek çok ağaç demektir. Bunun tekili "eyke" gelir. "Ashabu’l-Eyke" diye okuyanların kıraatine göre maksat, sık ağaçlık (orman)dır. Buna karşılık; diye okuyanlara göre de eyke kasabanın adıdır. Bununla birlikte bunlar Bekke ve Mekke gibi (aynı yerin iki), ismi olduğu da söylenir. Bu açıklamayı da el-Cevherî yapmıştır.

en-Nehhâs dedi ki; Ebû Ca'fer ve Nafî'

"Ashabu'l-eyke (yani Eyke denilen kasabalılar) peygamberleri yalanladılar." diye okumuşlardır. Sad Sûresi'nde (38/13. âyette) de böyle okumuşlardır. Ancak kıraat âlimleri el-Hicr Sûresi'nde (15/78. âyetle) ve Kâf Sûresi'nde (50/14. âyette) geçen kelimeyi icma ile esreli okumuşlardır. O halde hakkında ihtilaf ettikleri yeri, icma' ettikleri kıraate göre okumak gerekir. Çünkü (hepsinde) mana birdir.

Ebû Ubeyd'in naklettiği "Leyke"nin yaşadıkları kasabanın ismi olduğu ve "el-Eyke"nin bir belde ismi olduğu görüşüne gelince, bu sabit olan bir şey değildir. Bunun kim tarafından söylendiği de bilinmemektedir ki, bu hususta bir bilgi sabit olabilsin. Kimin söylediği bilinse dahi bu tartışılır iddiadır. Çünkü tefsir ve Arap dilini bilen ehil kimseler icma' ile bu kanaatte değildirler.

Abdullah b. Vehb, Cerir b. Hâzim'den, onun da Katâde'den rivâyetine göre Katâde şöyle demiştir: Şuayb (aleyhisselâm) iki ümmete gönderilmiştir. Medyen ahalisi olan kendi kavmi ile Ashabu'l-Eyke'ye gönderilmiştir. el-Eyke ise sık ağaçlı bir ormanlık demektir.

Said'in, Katâde'den rivâyetine göre de Katâde şöyle demiştir: Ashabu’l-Eyke sık ağaçlıklı bir yer ahalisi idiler. Onların ağaçları genellikle sedir ağacı idi,

İbn Cübeyr, ed-Dahhâk'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ashabu'l-Eyke -kendilerine sıcak isabet edince- dışarı çıkıp ağaçlıklar arasına girdiler. Yüce Allah üzerlerine bir bulut gönderdi. O bulutun gölgesine geçtiler, hepsi bulutun altında toplanınca yakıldılar.

Şayet bu olmasaydı bile İbn Abbâs'tan "el-Eyke"nin ağaçlık demek olduğunu söylediği rivâyet edilmiştir. Ayrıca biz dil bilginleri arasında "el-eyke"nin sık ağaçlıklı yer anlamına geldiği hususunda görüş ayrılığı da bilmiyoruz. Bazı kimselerin belirtilen iki yerde üstün ile okumalarını delil göstermelerine ve bunun; "Leyke" diye yazılmış olduğunu ileri sürmelerine gelince, bunun delil olacak bir larafı yoktur. Bu hususta kabul edilmesi gereken şudur: Bunun aslı "el-eyke"dir, daha sonra hemze hafifletilerek harekesi ondan önceki "lâm"a verildi. Böylelikle hemze düştü ve vasl elifine de ihtiyaç görülmedi. Çünkü artık lâm hareke almıştır. Bu durumda sadece esreli okunması câiz olur. Nitekim; "Kırmızı" denilirken hemze tahkik ile söylenir. Diğer taraftan; diye hemze hafifletilebilir. Bu durumda arzu edildiği takdirde ilk yazıldığı şekilde bu hemze isterse yazılır, isterse bazfedildiği için yazılması terkedilebilir ve bu takdirde de sadece esreli okunması câiz olur. Sîbeveyh dedi ki; Şunu bilelim ki munsarıf olmayan isimlerin başına "elif, lâm" gelir yahutla muzaf otursa, munsarıf gibi hareke alır. Bizler bu hususta Sîbeveyh'e muhalefet eden bir kimse olduğunu bilmiyoruz.

el-Halil dedi ki: "el-Eyke" sedir, erak ve buna benzer ufak ağaçların yetiştiği sık ağaçlık yer demektir.

177

Hani Şuayb onlara: "Korkmaz mısınız?" demişti.

"Hani Şuayb onlara" Allah'tan

"korkmaz mısınız? demişti." Burada "kardeşleri Şuayb" denilmeyişinin sebebi onun neseb itibariyle Ashabu’l-Eyke'nin kardeşi olmayışıdır. Medyenlilerden söz edilince ise

"kardeşleri Şuayb'ı" (el-A'raf, 7/85) diye buyurulmuştur. Çünkü o Medyenli idi, el-A'raf Sûresi'nde (7/85-87. âyetlerin tefsiri, 1. başlıkta) Şuayb (aleyhisselâm)'ın nesebi ile ilgili açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

İbn Zeyd dedi ki: Yüce Allah, Şuayb'i kavmi olan Medyenlilere, bir de çöl ahalisi olan Ashabu'l-Eyke'yc rasûl olarak göndermişti. Katâde de böyle demiştir. Biz bu görüşleri daha önceden kaydetmiş bulunmaktayız.

178

"Gerçekten ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim.

Âyetin tefsiri için bak:180

179

"Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin.

Âyetin tefsiri için bak:180

180

"Ben sizden bunun İçin herhangi bir ücret de istemiyorum. Benim mükâfatım ancak âlemlerin Rabbine aittir.

"Gerçekten ben size gönderilmiş, güvenilir bir peygamberim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin." Burada bu rasûllerin verdikleri cevap tek şekilde idi. Çünkü hepsi de takvayı emretmek, itaat, ibadette ihlaslı olmak ve risaleti tebliğ karşılığında herhangi bir ücret almamak hususunda aynı tebliğe sahip idiler.

181

"Ölçüyü tam yapın ve zarar verenlerden olmayın.

182

Dosdoğru terazi ile tartın.

"Ölçüyü tam yapın ve zarar verenlerden" ölçüyü ve tartıyı eksik yapanlardan

"olmayın. Dosdoğru terazi ile tartın." Hakkı eksiksiz verin. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-İsra Sûresi'nde (17/35. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.

183

Ve insanların eşyasından bir şey eksiltmeyin ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışmayın.

"Ve insanların eşyasından bir şey eksiltmeyin ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışmayın." Buna dair açıklamalar da daha önce Hud Sûresi'nde (11/85-86. âyetlerin tefsirinde) ve diğerlerinde geçmiş bulunmaktadır.

184

"Sizi ve önceki nesilleri yaratandan korkun."

"Sizi ve önceki nesilleri yaratandan korkun." Mücahid der ki:

"Nesiller", yaratılmışlar anlamındadır, "Filan kişi şu husus üzere yaratıldı" demektir.

Buna göre huy ve yaratılış; diye adlandırılır. Bunu en-Nehhâs "Meâni'l-Kur’ân" adlı eserinde zikretmiştir.

"Nesiller" anlamındaki bu kelime (sizi) anlamındaki "kaf" ve "mım'den oluşan zamire atfedilmiştir.

el-Herevî dedi ki; şeklileri bu kelimenin çeşitli söylenişlerini ifade eder. Anlamı insanlardan çok sayıdaki topluluk demektir, Yüce Allah'ın: "Pek çok kimseleri" (Yâ Sîn, 36/62) âyetinde de aynı kelimedir, en-Nehhâs "Irabû'l-Kur'ân" adlı eserinde de şöyle demektedir: Bu kelime; şeklinde de söylenilir. Her ikisinde de çoğulu; ...diye gelir. "Be" harfinin ötresi ve esresinin hazfedildiği de olur. Aynı şekilde "lâm" harfinden şedde de hazfedikbilir. Bu durumda; ile denilir. Aynı şekilde da da denilir. Bütün bunlardan "he" (yuvarlak le) hazf de edilebilir. el-Hasen ise kendisinden gelen farklı rivâyetlerle "Önceki nesilleri" diye "cim" ve i:be" harflerini ötreli okumuştur. Bu kıraat Şeybe ve el-A'rec'den de rivâyet edilmiştir. Diğerleri ise (her iki harfi de) esreli okumuşlardır.

Şair şöyle demiştir:

"Ve ölüm en büyük bir olaydır,

Nesiller başından geçen."

185

Dediler ki: "Sen ancak büyülenmişlerdensin;

"Dediler ki: Sen ancak büyülenmişlerdensin." Önceden de geçtiği üzere yani yemek yiyip içenlerdensin.

186

"Sen ancak bizim gibi bir beşersin ve muhakkak biz seni yalancılardan sanıyoruz.

"Ve muhakkak biz seni yalancılardan sanıyoruz." Yani bizler senin yüce Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğun iddiasında yalan söylediğini zannediyoruz.

187

"Eğer doğru söyleyenlerden isen haydi üzerimize gökten parçalar İndir."

"Eğer doğru söyleyenlerden isen haydi üzerimize gökten parçalar" göğün bir tarafını yahut ondan bir parça

"indir" de biz de ona bakalım. Nitekim yüce Allah (bu âyetteki "parça") anlamındaki lâfzı da kullanarak şöyle buyurmaktadır:

"Eğer gökten düşen bir parça görseler: üstüste yığılmış bir buluttur, diyeceklerdir."(et-Tûr, 52/44)

Şöyle de açıklanmıştır: Onlar bu sözleriyle, üzerimize azâbı indir, demek istemişlerdir. Bu ise yalanlamakta aşın gittiklerini göstermektedir.

Ebû Ubeyde dedi ki: "Parçalar" kelimesi, in çoğuludur. Tıpkı "Sedir ağaçlan"nın 'in çoğulu olması gibi.

es-Sülemî ve Hafs; "Parçalar" diye okumuşlardır. Bu da aynı şekilde çoğuludur. Parça ve yan anlamındadır. İfadenin takdiri ise ardı arkasına, parça parça olarak şeklindedir.

el-Cevherî dedi ki: "Bir şeyin parçası" demektir. Mesela; Elbisenden bana bir parça ver" denilir. Çoğulu ile şeklinde gelir. ile ın aynı şeyler olduğu da söylenir.

el-Ahfeş dedi ki: Bu lâfzı; diye okuyanlar tekil olarak okurlar, diye okuyanlar ise çoğul olarak okurlar. Buna dair açıklamalar daha önceden el-İsra Sûresi'nde (17/92. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

el-Herevî de der ki: Bunu; (........) diye tekil olarak okuyanların bu şeklinin çoğulu ile şekillerinde gelir. Bu da: (işaret el İsra Sûresi 17/92. âyetidir) "Yahutta semayı üzerimize tek bir parça halinde bir defada düşüresin" demek olur. Bu ise; "O şeyi örttüm, örtmek"den gelmektedir.

188

"Rabbim sizin yaptıklarınızı dahi iyi bilir" dedi.

"Rabbim sizin yaptıklarınızı daha iyi bilir, dedi." Bu ifade bir tehdiddir. Yani bana düşen sadece tebliğdir. Sizin gelmesini istediğiniz azâbı getirmek benim elimde değildir. Sizi cezalandıracak olan O'dur.

189

Derken onu yalanladılar, bunun üzerine onları Yevmu'z zulle azâbı gelip yakaladı. Gerçekten o büyük bir günün azâbı idi.

"Derken onu yalanladılar. Bunun üzerine onları yevmu'z-zulle azâbı gelip yakaladı." İbn Abbâs dedi ki: Çok şiddetli bir sıcak oldu. Yüce Allah da bir bulut gönderdi, altında gölgelenmek üzere una doğru kaçtılar. Gölgenin altında toplandıktan sonra onların üzerine bir çığlık koptu ve hep helâk oldular.

Bir diğer açıklamaya göre; yüce Allah bu bulutu başlarının üzerinde tuttu. Sıcaktan âdeta alev saçıyordu. Sonunda helâk olup öldüler. O gün dünyada görülmüş en büyük günlerden bir gün idi.

Denildiğine göre; yüce Allah onların üzerine çok sıcak bir rüzgar gönderdi, Ağaçların gölgelerine çekildiler. Yüce Allah, ağaçlığı tutuşturdu ve hepsi de yandılar.

Yine İbn Abbâs ve başkalarından rivâyete göre yüce Allah, üzerlerine cehennem kapılarından bir kapı açtı, üzerlerine son derece şiddetli bir sıcak gönderdi. Nefes alamaz oldular, evlerine girdiler, gölgenin onlara bir faydası olmadı, suyun da bir faydası olmadı. Sıcaktan piştiler, sıcaktan kaçmak için ovaya çıktılar. Yüce Allah üzerlerine bir bulut gönderdi ve bu bulut onları gölgelendirdi. Orada bir miktar serinlik, rahatlık ve hoş rüzgar buldular, Biri diğerini çağırmaya başladı, hepsi o bulut altında toplanınca yüce Allah, o bulutu alevle tutuşturdu. Altlarından yer sarsıldı, kavrulan çekirgelerin yandığı gibi yandılar ve küle döndüler. İşte yüce Allah'ın:

"...yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar. Sanki orada kalmamışlardı." (Hud, 11/67) âyeti ile

"Bunun üzerine onları yevmu'z-zulle azâbı gelip yakaladı. Gerçekten o büyük bir günün azâbı idi" âyetinde anlatılan budur.

Yine denildiğine göre; yüce Allah yedi gün süreyle onları rüzgarsız bıraktı. Üzerlerine sıcağı musallat etti, nefes alamaz oldular. Ne bir gölgenin, ne bir suyun onlara faydası oldu. O bakımdan serinlemek maksadıyla dehlizlere giriyorlardı, fakat oranın dışardan daha sıcak olduğunu görüyorlardı. Nihayet çöle kaçtılar. Bir bulut onları gölgelendirdi. İşte "ez-zutle" budur. Altında bir serinlik ve bir esinti buldular. Üzerlerine ateş yağdırdı ve yandılar.

Yezid el-Cüreyrî dedi ki: Yüce Allah, geceli gündüzlü yedi gün onlara sıcağı musallat kıldı. Daha sonra uzaklardaki bir dağı yükseltti. Bir adam oraya vardı, altında nehirler, pınarlar, ağaçlar ve soğuk su olduğunu gördü. Hepsi o dağın altında toplandılar. Dağ üzerlerine düştü. İşte "ez-zulle" denilen budur.

Katâde dedi ki: Yüce Allah, Şuayb'ı iki ümmete göndermiştir. Birisi Medyenliler, diğeri ise Ashabu'l-Eyke'dir. Allah Ashabu'l-Eyke'yi ez-zulle ile helâk etti. Medyen ashabına gelince, Cebrâîl üzerlerine bir çığlık kopardı, hep birlikte helâk oldular.

190

Muhakkak bunda bir âyet (alâmet) vardır. Onların çoğu zaten mü’min değildi.

191

Muhakkak Rabbin Azîz olandır, Rahîm olandır.

"Muhakkak bunda bir âyet vardır. Onların çoğu zaten mü’min değildi." Denildiğine göre; her iki kesimden Şuayb'e dokuzyüz kişi îman etmişti.

192

Muhakkak bu âlemlerin Rabbinin indirdiğidir.

"Muhakkak bu âlemlerin Rabbinin indirdiğidir" âyeti ile sûrenin baş taraflarında müşriklerin Kur'ân-ı Kerîm'den yüz çevirişleriyle ilgili açıklamalara tekrar dönmektedir.

193

Onu Ruhu’l-Emin indirdi.

"Onu Ruhu’l-Emin İndirdi. Uyarıcılardan olasın diye; kalbin üzere." Bu âyette "în(dir)di" lâfzını Nâfî, İbn Kesîr ve Ebû Amr şeddesiz olarak, diğerleri ise; şeddeli olarak ve "Ruhu’l-Emin" âyetini da; şeklinde nasb ile okumuşlardır/15

Ebû Hatim'le Ebû Ubeyd'in tercih ettiği budur. Buna sebeb "Muhakkak bu ... indirdiğidir" âyetidir. Bu ise şeddeli okuyuşun mastarıdır.

Şeddesiz okuyanların kıraatlerinin lehine delil ise; bu ifade takdir edilmemiştir, demektir. Çünkü anlam, Kur'ân-ı Kerîm her ne kadar âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiş ise de onu sana Cebrâîl indirmiştir, şeklindedir, Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"De ki: Kim Cebrâîl'e düşman ise muhakkak ki onu... kalbine... indirmiştir."(el-Bakara, 2/97) Bu da; bu Kur'ân'ı sana okur ve senin kalbin de onu beller anlamındadır. Böylelikle kalbine sebat versin diye... anlamında olduğu da söylenmiştir.

194

Uyarıcılardan olasın diye, kalbin üzere;

195

Apaçık bir Arapça lisan ile,

 

"Uyarıcılardan olasın diye; kalbin üzere; apaçık bir Arapça lisan ile" Böylelikle biz senin ne söylediğini anlayamıyoruz, diyemesinler.

196

Şüphesiz ki o daha öncekilerin kitaplarında da vardır.

"Şüphesiz ki o daha öncekilerin kitaplarında da vardır." Yani elbette öncekilerin kitaplarında yani önceki peygamberlerin kitaplarında bu kitabın indirileceğinden sözedilmiştir.

Bu okuyuşa göre âyetin anlamı şöyle olur: "O Kuran ile Ruhu'l-Emin'i indirdi." Yani Ruhu’l-Emin ile o Kur'ânı indirdi anlamında kalbedilmiş bir ifade şeklinde olur

Şöyle de açıklanmıştır: Yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan önceki kitaplarda sözkonusu edilmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Onlar ki, yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de yazılı bulacakları... ümmi peygamber olan o rasûle uyarlar." (el-A'raf, 7/157)

"ez-Zubur" kitaplar demektir, tekili "zebûr"dur. "Resul" kelimesinin çoğulunun, "rusûl" gelmesi gibi. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

197

Acaba İsrailoğulları âlimlerinin onu bilmeleri, onlar için bir delil değil midir?

"Acaba İsrailoğulları âlimlerinin onu bilmeleri onlar için bir delil değil mi?" âyeti hakkında Mücahid şöyle demiştir: Abdullah b. Selâm, Selman ve bunların dışında müslüman olan diğerleri kastedilmektedir. İbn Abbâs da dedi ki: Mekkeliler, Medine'de bulunan yahudilere haber göndererek Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında onlara soru sordular, yahudiler de onlara: Şu dönem onun ortaya çıkma zamanıdır. Biz Tevrat'ta onun vasıflarını, niteliklerini görüyoruz, diye cevap verdiler. Bu takdirde "âlimler" lâfzı -bu görüşe göre- kilab ehlinin kitapları hakkında bilgi sahibi olup da İslama giren ya da girmeyen kimseleri kapsamaktadır. Ayrıca kitab ehlinin şahitliği de müşriklere karşı bir delil olmuştur. Çünkü onlar din ile ilgili bir takım hususlarda kitab ehline başvuruyorlardı. Zira kitab ehlinin bilgi sahibi oldukları kanaatinde idiler,

İbn Amir "bir delil" lâfzını ötreli okumuşken, diğerleri (kâne'ye) haber olarak nasb ile okumuşlardır. İsmi ise " Bilmeleri" lâfzıdır. İfadenin takdiri de şöyle olur: İslama giren İsrailoğulları âlimlerinin ilmi onlar için apaçık bir delil değil midir? Birinci kıraate göre ise "kâne'nin ismi "bir delil"; haberi ise; "İsrailoğulları âlimlerinin onu bilmeleri" anlamındaki âyettir.

Âsım el-Cahderî ise "İsrailoğullarının onu bilmeleri" diye (bilmeleri anlamındaki fiili ye ile değil de te İie) okumuştur. (Anlam değişmemektedir).

198

Eğer Biz onu Arapça bilmeyen biri üzerine İndirmiş olsaydık;

199

O da onu bunlara okusaydı, onlar yine de ona îman etmezlerdi.

"Eğer Biz onu Arapça bilmeyen" yani ana dili Arapça olmayan

"biri üzerine indirmiş olsaydık. O da onu bunlara" Arapça ile değil de bir başka dille

"okumuş olsaydı, onlar yine îman etmezlerdi" ve biz bunu anlayamıyoruz, derledi. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın:

"Eğer Biz onu Arap dilinden başka (bir dil ile) bir Kur'ân yapsa idik..." (Fussilet, 41/44) âyetidir."

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Eğer Biz bu kitabı Arap olmayan birisi üzerine indirmiş olsaydık, büyüklenerek ve kendilerine yedirmedikleri için ona îman etmezlerdi. Bir kişi Arap olsa dahi eğer fasih konuşmuyor ise ona "a'cem ve a'cemi" denilir. Acemi adam ise fasih dahi olsa aslına nisbet edilir. Şu kadar var ki el-Ferrâ' "a'cemî" anlamında "acem!" denilmesini uygun kabul etmiştir.

el-Hasen "Arapça bilmeyenlerden biri üzerine" şeklinde biri şeddeli, iki "ya" ile nisbet ismi kabul ederek okumuştur. "Arapça bilmeyen(ler)" şeklinde okuyanların kıraatine gelince, bunun 'in çoğulu olduğu söylenmiş ise de bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü müennesi "fe'lâ" vezninden gelen sıfatlar "vav" ve "nun" ile de cem edilmezler. "EliP ve "le': ile de cem edilmezler. Nitekim (kırmızılar anlamında): da, da denilmez.

Bunun aslının el-Cahderî'nin kıraatinde olduğu gibi; şeklinde olduğu daha sonra ise; nisbet "ya "sının hazfedildiği, böylelikle buna delil teşkil etmek üzere de çoğulunun "ye" ve "nûn" ile yapıldığı da söylenmiştir. Bu açıklamayı Ebû’l-Feth Osman b. Cinnî yapmıştır. Sîbeveyh'in görüsü de budur.

200

Biz onu günahkârların kalplerine öyle bir yerleştirip soktuk ki,

"Biz onu" yani Kur'ân'ı yani onu inkâr etmeyi

"günahkarların kalplerine öyle bir yerleştirip soktuk ki; onlar acıklı azâbı görünceye kadar artık ona îman etmezler." Yalanlamayı kalplerine soktuk diye de açıklanmıştır. İşte onları îman etmekten alıkoyan dâ budur, bu açıklamayı Yahya b. Sellâm yapmıştır. İkrime ise kasveti, katı kalpliliği yerleştirdik diye açıklamıştır. Anlamlar birbirine yakındır. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Hİ-cr Sûresi'nde (15/12-13- âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

el-Ferrâ' "îman etmezler" fiilinin cezm ile okunmasının câiz olduğunu belirtmiştir. Çünkü burada şart ve ceza manası vardır. Onun iddiasına göre Araplar bu gibi yerlerde değil de eğer; yerine kullanacak olurlarsa, bundan sonra gelen fiilî kimi zaman cezmederler, kimi zaman da ref’ ederler. O bakımdan: Başını alıp, gitmesin diye atı bağladım" derken müzari fiili ref ile de, cezm ile de okurlar. Çünkü manası; "Eğer onu bağlamayacak olursam başını alır gider" şeklindedir. Ref ile manası ise "Başını alıp gitmesin diye" şeklindedir. el-Ferrâ', Ukayloğullarından birisine ait olan şu beyiti de (şahit olarak) zikreder:

"Nihayet gördük ki aramızda en güzel iş:

Karşılıklı sakinleşmektir, hiçbir kimse şerri işlemesin."

Burada; hazfediîdiğinden fiil ref ile gelmiştir. Cezm ile geldiği yerlere örnek olarak da diğer bir şairin şu beyiti gösterilmiştir:

"Madem siz uzun süre onun suya varmasını engellediniz,

Artık onu kovalar ile başbaşa bırakınız, içini soğutsun."

en-Nehhâs dedi ki: Bütün bunlar "Îman et(mez)ler" ile ilgili Basralılara göre yanlış açıklamalardır. Cezm edici edat olmaksızın, cezm câiz olmaz. Varlığından daha güçlü bir şekilde hazfedildiği takdirde amel edebilen hiçbir şey (edat) da yoktur. Bu da apaçık bir delillendirmedir.

201

Onlar acıklı azâbı görünceye kadar artık ona îman etmezler.

Âyetin tefsiri için bak:202

202

Azâb onlara ansızın gelecek ve farkında bile olmayacaklar.

"Onlar acıklı azâbı görünceye kadar artık ona îman etmezler. Azâb onlara ansızın gelecek." el-Hasen

"Onlara gelecek" lâfzını "te" ile diye okumuştur. Yani kıyâmet onlara ansızın gelecek. Kıyâmette gerçekleşecek olan azâbın delâleti dolayısıyla "kıyâmet" hazf edilmiştir. Diğer bir sebeb ise Kur'ân-ı Kerîm'de kıyâmetin çokça söz konusu edilmesidir,

el-Hasen âyeti, bu şekilde okuduğu bir sırada bir adam ona şöyle demiş: Ey Ebû Said, (âyet) ancak azâb onlara ansızın gelir (şeklinde olmalıdır), diyerek "ya" ile okuması gerektiğine işaret eder. el-Hasen onu azarlayarak: Burada söz konusu kıyâmettir. Kıyâmet onlara ansızın gelecektir (deyip "te" ile okuyuşu tercih ettiğini belirtir).

"Ve" (kıraatlere göre kıyâmet ya da azâb) gelişinin

"farkında bile olmayacaklar."

203

Hemen ardından: "Acaba bize mühlet verilir mi?" derler.

"Hemen ardından: Acaba bize mühlet verilir mi? derler." Ertelenir miyiz, bize süre tanınır mı? Onlar o vakit geri döndürülmeyi isteyecekler ama bu istekleri kabul edilmeyecektir.

el-Kuşeyrî dedi ki: "Onlara... gelecek" âyeti daha önce geçen: "Görünceye kadar" âyetine atfedilmiş değildir. Aksine o "îman etmezler" âyetinin cevabıdır. "Onlara... gelecek" âyeti nefyin cevabı olduğundan dolayı nasb ile gelmiştir. Yüce Allah'ın "derler" âyeti da böyledir ( o da aynı sebebten ötürü nasb ile gelmiştir).

204

Acaba bunlar azabımızın mı çabuk gelmesini isterler?

"Acaba bunlar azabımızın mı çabuk gelmesini isterler?" Mukâtil dedi ki: Müşrikler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Ey Muhammed! Sen ne zamana kadar daha bizi azâb ile tehdit edeceksin ve onu bir türlü getirmeyeceksin? Bunun üzerine:

"Acaba bunlar azabımızın mı çabuk gelmesini isterler" âyeti nazil oldu.

205

Ne dersin, Biz onları nice seneler geçindirsek,

"Ne dersin? Biz onları" dünyada

"nice seneler geçindirsek..." ed-Dahhak ve başkalarının görüşüne göre maksat Mekkelilerdir,

206

Sonra onlara vaad olundukları gelse,

"Sonra onlara vaad olundukları" azâb ve helâk oluş

"gelse. Faydalandırıldıkları nimetlerin onlara bir yararı olmaz."

207

Faydalandırıldıkları nimetlerin onlara bir yararı olmaz (değil mi?)

Bu buyruklardaki:

"Faydalandırıldıktan nimetlerin onlara bir yararı olmaz" âyetinde yer alan birinci Takrir anlamını ifade eden bir istifhamdır (sorudur). Bu "Fayda verdi" ile nasb mahallîndedir. İkinci ise ref' mahallindedir. Buna göre âyetin manası şu olur: Faydalandırıldıktan şeylerin kendilerine ne faydası olur?

İkincisinin irabta mahalli olmayan nefy edatı olması da mümkündür. Bu takdirde manası: Onlara ne faydası olur ki. Onlar faydalandırılıyor değillerdi olur.

Bir diğer görüşe göre birinci nefy edatı, ikincisi ise; "Yaran oldu" fiili ile ref' mahallinde, aid olan "he" ise hazfedilmiştir. İfadenin takdiri de; Kendisinde yararlandırdıkları sürenin onlara faydası olmaz, şeklindedir.

ez-Zührî'den nakledildiğine göre Ömer b. Abdu’l-Aziz sabah oldu mu sakalını tutar, sonra da: "Ne dersin, Biz onları nice'seneler geçindirsek, sonra onlara vaad olundukları gelse; faydalandırıldıkları nimetlerin onlara bir yararı olmaz" âyetini okur ve ağlardı. Sonra da şu beyitleri okurdu:

"Ey aldatılmış kişi! Gündüzün yanılma ve gafletle geçiyor,

Gecense uykuyla; helâk oluş da yakanı bırakmıyor.

Sen ne uyanık kimseler arasında kararlı bir uyanıksın,

Ne de uyuyanlar arasında kurtulmuş ve tehlikeden uzaksın.

Fani olanla sevinirsin, temennilerle de neşelenirsin,

Rüya gören kimsenin uykudaki lezzetlerle sevindiği gibi.

Sonucundan hoşlanmayacağın şeylere doğru koşarsın,

İşte hayvanlar da dünyada böylece yaşarlar."

208

Biz uyarıcıları olmaksızın hiç bir ülkeyi helâk etmiş değiliz.

Yüce Allah'ın:

"Biz uyarıcıları" yani peygamberleri, rasûlleri

"olmaksızın hiçbir ülkeyi helâk etmiş değiliz" âyetindeki

"Hiçbir ülkeyi helâk etmiş değiliz" âyetinde yer alan; sıladır (fazladan gelmiştir.)

209

(Bu bir) hatırlatmadır. Biz zulmedenler olmadık.

"Hatırlatmadır" âyeti hakkında el-Kisaî dedi ki: Burada:

"Hatırlatma" lâfzı hal olarak nasb mahallindedir. en-Nehhâs dedi ki: Böyle bir şey olmaz. Bu hususta kabul edilecek görüş el-Ferrâ' ile Ebû İshak'ın mastar olarak nasb mahallinde olduğu görüşüdür. el-Ferrâ' dedi ki; Bu " (O rasûller) bir hatırlatmada bulunurlar" takdirindedir ve sahih bir görüştür. Çünkü "uyarıcıları olmaksızın" âyeti hatırlatıcılan olmaksızın anlamındadır. "(....): Hatırlatma," lâfzı üzerinde i'rab açıkça görülmez. Çünkü sonu elif-i maksuredir. Bununla birlikte tenvin ile okunması da caizdir,

Diğer taraftan bunun mübteda takdiri ile merfu olması da mümkündür. Ebû İshak dedi ki: "Bizim uyarmamız bir hatırlatmadır" demek olur. el-Ferrâ' da şöyle demektedir: Yani "Bu bir hatırlatmadır."

İbnu'l-Enbarî dedi ki; Kimi müfessirler de şöyle demiştir: eş-Şuarâ Sûresi'nde yüce Allah'ın:

"Uyarıcıları olmaksızın" âyeti dışında tam bir vakıf (bulunan bir âyet sonu) yoktur. Bize göre de bu hasen bir vakıftır. Bundan sonra "Hatırlatmadır" ile okumaya başlar ki; bu da: "O bir hatırlatmadır" anlamındadır. Yani onlara bir hatırlatmada bulunur demektir. Bununla birlikte "hatırlatmadır" âyeti üzerinde vakıf yapmak daha güzeldir.

"Biz zulmedenler olmadık." Önceden onlara delilleri göndermiş ve onların ileri sürecek bir mazeretlerini bırakmamış olduğumuzdan dolayı onlara azâb etmekle onlara zulmetmedik.

210

Onu şeytanlar indirmemiştir.

"Onu" yani Kur'ân-ı Kerîm'i

"şeytanlar indirmemiştir." Bilakis onu indiren er-Rûhu’l-Emin'dir.

211

Bu onlara yaraşmaz ve esasen buna güçleri de yoktur.

Âyetin tefsiri için bak:212

212

Çünkü onlar İşitmekten kesinlikle uzak tutulmuşlardır.

"Bu, onlara yaraşmaz ve esasen buna güçleri de yoktur. Çünkü onlar işitmekten" daha önce el-Hicr Sûresi'nde (15/17. âyet ve devamının tefsirinde) açıklandığı üzere alevli ateşlerle kovalandıkları için

"işitmekten kesinlikle uzak tutulmuşlardır."

el-Hasen ile Muhammed b. es-Sümeyka, "Onu şeytanlar indirmemiştir" anlamındaki âyeti; diye okumuşlardır. el-Mehdevî dedi ki: Bu Arapçada doğru olmayan bir okuyuştur, (Kur'ân) hattına da muhaliftir.

en-Nehhâs dedi ki: Bu bütün nahivcilere göre bir yanlışlıktır. Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: Ben Muhammed b. Yezid'i şöyle derken dinledim: Bu ilim adamlarına göre bir yanlışlıktır. Sadece bu hususta bir şüphenin etkisi ile böyle okumuş olabilir. Şöyle ki el-Hasen sonunda (şeyatîn kelimesinin sonunda) "ye" ile "nûn"u görünce ve bunun ref mahallinde olduğundan bunun cenı-i müzekker-i salim olduğu noktasında tereddüde düşmüş ve yanılmıştır.

Hadîs-i şerîfte de: "Alimin yanılmasından sakınınız." Süyûtî. el-Câmiu's-Sağir, had. no: 244 diye buyurulmuştur. Halbuki kendisi başka yerde herkes gibi

"Ama kendi şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında" (el-Bakara, 2/14) âyetini (buradaki gibi kırık çoğul olarak) okumuştur. Eğer bu "vav" ile ref mahallinde bulunmuş olsaydı, o takdirde izafet dolayısıyla "nûn"un da hazfedilmesi icab ederdi.

es-Sa'lebî dedi ki: el-Ferrâ' dedi ki: Büyük ilim adamı -el-Hasen'i kastediyor- yanlışlık yapmıştır. Bu husus en-Nadr b. Şumeyl'e zikredilince şöyle demiştir: Eğer Ru'be, el-Accac ve onlara benzer kimselerin sözleri delil gösterilebiliyorsa el-Hasen ve arkadaşının sözünün de delil gösterilebilmesi lazım. Bununla birlikte bizler bu hususta bir şey işitmemiş olsalardı, böyle okumayacaklarını da biliyoruz.

el-Müerric dedi ki: Eğer şeytan lâfzı; kökünden türemiş ise onların bu kıraatleri izah edilebilir.

Yûnus b. Habib der ki: Ben Bedevi bir Arabın; "Biz arkalarında bahçeler bulunan bahçelere girdik" dediğini duydum. Ben de: Bu el-Hasen'in kıraatine ne kadar da benziyor, dedim. Burada da kırık çoğul olan "bahçeler" anlamındaki kelime tıpkı cem-i müzekker-i salim gibi değerlendirildiğinden el-Hasen'in "şeytanlar” anlamındaki kelimeyi "çeyâtûnır diye okumasına benzemektedir.

213

O halde; Allah ile birlikte başka bir ilâha dua etme. O takdirde azâb edilenlerden olursun.

"O halde; Allah ile birlikte başka bir ilaha dua etme! O takdirde azâb edilenlerden olursun." Denildiğine göre bu âyet, sen kâfir olan kimselere bunu söyle anlamındadır. Bir diğer açıklamaya göre; Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a -böyle bir işi yapmayacak olsa dahi- bir hitabtır, çünkü o hem masumdur, hem seçilmiş bir peygamberdir. Ancak bununla ona hitab edilmiş olmakla birlikte maksat başkalarıdır. Buna da yüce Allah'ın:

"Yakın akrabanı uyar" âyeti delil teşkil etmektedir. Yani onlar neseb ve akrabalıklarına güvenerek yerine getirmeleri gereken şeyleri terketmesinler.

214

Yakın akrabanı uyar.

Yüce Allah'ın:

"Yakın akrabanı uyar" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Yakın Akrabayı Uyarmak:

"Yakın akrabanı uyar" âyetinde özellikle yakın akrabayı uyarmasını emretmesi, akrabası olmayan kimseler ile diğer yabancıların şirk hususunda kendilerinden ayrılıp uzaklaşması noktasında (kendilerine döner diye) ümitlerini tamamen kesmek içindir. Onun yakın akrabaları (aşireti) ise Kureyşlilerdir, Abdumenafoğulları olduğu da söylenmiştir. Müslim'in, Sahih’inde bu âyet: "Yakın akrabanı ve aralarından senin en yakın olan ihlâsa erdirilmiş olanlarım uyar" şeklinde vaki olmuştur. Müslim, I, 193; Buhârî, IV, 1902

Bu rivâyetin zahirine göre fazla bölüm okunan bir Kur'ân idi, sonradan nesh olundu. Zira bu bölümün mushafta nakli sabit değildir, mütevâtiren de gelmemiştir. Ancak bunun sabit olduğunu kabul edecek olursak, izah edilmesi gereken bazı hususlar ortaya çıkacaktır. Şöyle ki; bu durumda onun sadece aşiretinden îman eden kimseleri uyarması gerekir. Çünkü İslâm dininde ihlâsa ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı sevme niteliği sadece mü’minlere aittir, müşriklerin öyle bir vasfı yoktur. Zira onların bu kabilden hiçbir özellikleri bulunmamaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise mü’minleriyle, kâfirleriyle aşiretinin tümünü davet etmiştir. Onların hepsini, onlarla birlikte olanları ve onlardan sonra gelecek olanları da uyarmıştır. O halde; böyle bir şey ne nakil itibariyle, ne de mana itibariyle sabit olamaz.

Müslim'in rivâyetine göre Ebû Hüreyre şöyle demiştir: "Yakın akrabanı uyar" âyeti nazil olunca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kureyşlileri çağırdı, hepsi bir araya toplandılar. Genel ve özel olarak (davette bulundu) ve şöyle buyurdu: "Ey Ka'b b. Lüeyoğulları, kendinizi ateşten kurtarınız. Ey Murre b. Ka'boğulları, kendinizi ateşten kurtarınız. Ey Abduşşemsoğulları, kendinizi ateşten kurtarınız. Ey Abdumenafoğulları, kendinizi ateşten kurtarınız. Ey Haşimoğulları, kendinizi ateşten kurtarınız. Ey Abdulmuttalib oğulları kendinizi ateşten kurtarınız. Ey Fatıma, kendini ateşten kurtar. Çünkü Allah'ın azâbı karşısında yarın benim size hiçbir faydam olmayacaktır. Şu kadar var ki benim sizinle bir akrabalığım vardır. O akrabalığın gereğini de yerine getireceğim. " Müslim, 1, 192; Tirmizî, V, 338; Müsned, II, 333, 3rtO, 519.

2- Akrabalık Bağı İle İlgili Bazı Hükümler:

Bu hadis ile âyet-i kerimede eğer sebepler bakımından bir uzaklık var ise, neseb itibariyle yakınlığın faydasının olmayacağına delil vardır. Ayrıca mü’minin, kâfirin akrabalık bağını gözetmesinin, ona irşadda bulunup, öğüt vermesinin câiz olduğuna da delil vardır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sizin benimle bir akrabalığınız vardır, o akrabalık bağının gereğini yerine geçireceğim" demiştir. Yüce Allah'ın

"Sizinle din hususunda Savaşmamış... olanlara iyilik yapmanızı... Allah size yasaklamaz." (el-Mumtehine, 60/80) âyeti da -ileride yüce Allah'ın izniyle bu âyet açıklanırken geleceği üzere- bunu gerektirmektedir.

215

Sana tabi olan mü’minlere de kanadını indir.

"Sana tabi olan mü’minlere de kanadını İndir." Bu âyete dair açıklamalar daha önce el-Hicr Sûresi (15/88. âyetin tefsiri) ile el-îsra Sûresi (15/23-24. âyet, 14. başlık)da geçmiş bulunmaktadır.

"Kanadını alçalttı" tabiri yumuşadı anlamındadır.

216

Sana isyan ederlerse: "Muhakkak ben yaptıklarınızdan uzağım" de.

"Sana isyan ederlerse" emrine muhalefet ederlerse

"muhakkak ben yaptıklarınızdan uzağım, de." Yani sizin bana isyan etmenizle benim bir ilgim yoktur. Çünkü onların yüce peygambere isyan etmeleri, yüce Allah'a isyan etmek demektir. Zira Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ancak Allah'ın razı olacağı şeyleri emreder. Peygamberin uzaklaştığı kimseden Allah da uzaklaşır.

217

Ve o Azîz ve Rahîm olana tevekkül et

"Ve o Azîz ve Rahîm olana tevekkül et." Yani sen işini O'na havale et. Çünkü O, asla yenik düşürülemeyen, en güçlü olan (Aziz)'dır. Dostlarını yardımsız bırakmayan, Rahîm (merhametli olan)dır. Burada "(........): Ve tevekkül et" âyeti genel olarak "vav" ile okunmuştur, Mushaflarda da böyledir.

Ancak Nâfi ile İbn Âmir bunu ("vav" yerine) "fa" ile okumuşlardır. Medine ile Şam mushaflarında da bu şekildedir.

218

O seni kalkınca da görür.

"O seni kalkınca da görür." Müfessirlerin çoğunluğunun yani İbn Abbâs ve diğerlerinin görüşüne göre namaza kalktığın zaman demektir. Mücahid ise: Nerede olursan ol, kalktığın zaman anlamındadır der.

219

Secde edenler arasındaki dolaşmanı da.

"Secde edenler arasındaki dolaşmanı da." Mücahid ile Katâde dediler ki: Namaz kılanlar arasındaki dolaşmanı da... demektir. İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah onu peygamber olarak çıkartıncaya kadar Âdem, Nûh ve İbrahim gibi atalarının sulblerinde dolaşmasını, demektir.

İkrime dedi ki: O sen ayakta iken de, rukûda iken de, secdede iken de seni görür. Bu açıklamayı İbn Abbâs da yapmıştır.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Sen namazda İken kalbin ile arkanda bulunan kimseleri, önünde bulunanları gözlerinle gördüğün gibi görürsün. Bu görüş Mücahid'den de rivâyet edilmiştir. Bunu el-Maverdî ile es-Sa'lebî zikretmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) önünde bulunanları gördüğü gibi, arkasında olanları da görürdü. Bu sahih hadislerde sabit olmakla birlikte, âyetin bu şekilde yorumlanması uzak bir ihtimaldir.

220

Muhakkak O, herşeyi işitendir, bilendir.

"Muhakkak O, herşeyi işitendir, bilendir." Bu gibi âyetler daha önce geçmiş bulunmaktadır.

221

Size şeytanların kimin üzerine İndiğini haber vereyim mi?

Âyetin tefsiri için bak:222

222

Her yalancı günahkâr üzerine inerler.

"Size şeytanların kimin üzerine indiğini haber vereyim mi? Her yalancı günahkâr üzerine inerler." Bu âyette;

"İnerler" denilmesi, çoğunlukla onların havada oluşlarından ve rüzgar arasında gidip gelmelerinden dolayıdır.

223

Onlar, şeytanın yalanlarına kulak verirler ve onların çoğu yalan söylerler.

"Onlar... kulak verirler ve onların çoğu yalan söylerler." Bu âyete dair açıklamalar daha önceden el-Hicr Sûresi'nde (15/17-18. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Burada

"kulak verirler" ifadesi şeytanların sıfatlarıdır.

"Onların çoğu" ise kâhinlere racidir, şeytanlara raci olduğu da söylenmiştir.

224

Şairlere de azgınlar uyar.

Yüce Allah'ın;

"Şairlere de azgınlar uyar" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:

1- Şiirin Hükmü Mahiyetine Göredir:

Yüce Allah'ın:

"Şairler" kelimesi "şair'in çoğuludur. "Cahil" kelimesinin çoğulunun, "cühela" şeklinde gelmesi gibi. İbn Abbâs dedi ki: Burada kastedilenler kâfirlerdir, onlara cin ve insanlar arasından sapık olanlar "uyar."

"Azgınlar (el-ğâvûn)"ın haktan uzaklaşmış olanlar anlamında olduğu söylenmiştir. Böylelikle şairlerin de aynı şekilde azgın kimseler olduklarını göstermektedir. Çünkü şairler azgın kimseler olmasalardı, kendilerine uyanlar da onlar gibi olmazdı. Biz daha önceden en-Nûr Sûresi'nde (24/36-38. âyetlerin tefsirinde, 7. başlıkta) kimi şiirleri okumanın câiz, kimilerini okumanın mekruh, kimilerini okumanın da haram olduğunu açıklamış bulunuyoruz.

Müslim'in rivâyetine göre Amr b. eş-Şerrîd babasından şöyle dediğini nakletmiştir: Bir gün Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın terkisine binmiştim. "Ümeyye b. Ebi's-Salt'ın şiirlerinden bir şey biliyor musun?" diye sordu. Ben: Evet dedim, o: "Oku" dedi. Ben de ona bir beyit okudum. Bir daha: "oku" dedi, yine ona bir beyit daha okudum, tekrar: "oku" dedi ve bu ona yüz beyit okuyunca -ya kadar böylece devam etti. Müslim, IV, 1767; Müsned, IV, 390. Senedin doğru şekli ve sahih rivâyeti bu şekildedir, Müslim'in ravilerinden bazılarında şöyle denilmektedir: Amr b. eş-Şerrid'den, o babası eş-Şerrid'den şeklindedir. Bu ise bir vehimdir, eş-Şerrid Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın terkisine aldığı kişidir. Ebû'ş-Şerrid'in ismi ise Süveyd'dir.

Bu hadiste, eğer bir takım hikmetler şer'an ve tabiat itibariyle güzel görülen bir takım manalar ihtiva ediyor ise, şiir ezberleyip, onlara itina gösterilebileceğine delil vardır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ümeyye şiirinden kendisine daha çok okunmasını istemiştir. Çünkü Ümeyye hakim birisi idi. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ümeyye b. Ebi's-Salt az kalsın müslüman oluyordu." Müslim, IV, 1767; İbn Mâce, II, 1236; Müsned, IV, 38K, Î89.

Yüce Allah'ı zikretmeyi, O'na hamd-u senada bulunmayı ihtiva eden şiirlere gelince, bu şiirler de mendub şiirlerdir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"O pek yüce ve pek lutufkâr olan Allah'a hamd olsun,

Tirit sopaların başında olmuştur."

Asıl yazma nüshalarda da böyle olduğu, baskıya hazırlayanlar tarafından belirtilmiştir

el-Abbas'ın şu beyitlerinde olduğu gibi Allah Rasûlünden söz eden yahut onu öven şiirler de böyledir.

"Önceden sen tertemizdin gölgelerde de,

Yaprakların (avretler üzerine) dikildiği o emanet mahallinde de,

Sonra dünyaya indin, bir beşer değildin (henüz)

Ne bir çiğnemlik et, ne de bir kan pıhtısı,

Aksine gemiye binen bir nutfe idin, o vakit

Nesrin (putunun) ve ona tapınanların,

Seller ağızlarını gemlemisti,

Erkeklerin sulbünden, kadınların rahimlerine taşınırdın,

Bir âlem geçip gitti mi, yeni bir nesil baş gösterirdi."

Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Allah ağzına sağlık versin" diye buyurdu el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VIII, 217; el-Heyseırıî "bu hadisi Taberânî rivâyet etmiş, ancak senedinde tanımadığım raviler vardır' kaydını eklemektedir.

Hassan'in şu beyitinde olduğu gibi, peygamberi savunmayı ihtiva eden şiirler de böyledir;

"Sen Muhammed'e hicvettin, ben de onun adına cevap veriyorum,

Bu hususta mükâfat Allah'tandır."

Müslim'in, Sahih'inde zikrettiği bir kaç beyit daha devam etmektedir ki, bu şiirler siyerde daha da mükemmeldir. Müslim, IV, 1936;

Zeyd'b. Eşlemin rivâyet elliği gibi Peygambere salat ve selam ihtiva eden şiirler de böyledir: Ömer bir gece bekçilik yapmak üzere dışarıya çıkmıştı. Bir evde bir kandilin yanmakta olduğunu gördü. Bir yaşlı kadının yün atarken şunları söylediğini duydu;

"İyilerin, salatı Muhammed'e olsun,

En iyiler, en hayırlılar ona salat eylesin.

Sen seher vakitlerinde çokça namaz kılan ve ağlayandın,

Ah keşke bilebilsem -ölümler çeşit çeşittir-

Acaba sevgilimle aynı yurtta bir arada olabilecek miyim?"

Bununla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kastediyordu. Bunu duyan Ömer (radıyallahü anh) oturup, ağladı.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabını anmak ve onları övmek de bu şekildedir. Muhammed b. Sabık'ın şu beyitleri ne kadar güzeldir:

"Hidayetin bayrağı olarak Ali'yi seçtim ben,

Aynı şekilde mağara arkadaşı Atik'i (Ebubekir'i) seçtiğim gibi,

Ben Ebû Hafs’tan (Ömer'den) ve onun taraftarlarından da razıyım,

O yaşlı (halife Osman)'ın evinde öldürülmesine ise razı değilim,

Bana göre bütün sahabiler uyulacak önderlerdir,

Bu sözümden dolayı acaba benim için bir ar olur mu?

Benim onları yalnız senin için sevdiğimi,

Biliyorsan eğer, Sen de beni cehennem ateşinden azad et."

Bir başka şairin şu beyitleri de güzeldir:

"Allah'ın Rasûlü, Peygamberi sevmek bir farzdır,

Ashabını sevmek ise bir nûr ve bir burhandır.

Allah'ın kendisini yarattığını bilen herkes,

Sakın Ebubekir'e iftirada bulunmasın.

Arkadaşı Ebû Hafs el-Faruk'a da,

Halife Osman b. Affan'a da.

Ali'ye gelince, meşhurdur onun faziletleri,

Bir evin dimdik ayakta durması ancak temelleriyledir."

İbnu'l-Arabî dedi ki: Teşbihlerde yapılan istiarelere gelince, haddi aşacak ve alışılmışın ötesine gidecek olsa dahi, bu hususta onlara izin verilmiştir, İşte görevli olan meleğin rüyada misaller getirip, örneklendirmesi de bu kabildendir. Ka'b b. Züheyr, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şu beyitler (ile başlayan meşhur kasidesin)i okumuştur:

"Suâd ayrıldı bugün, kalbim hastadır bu yüzden,

Bir köledir ardında azad edilmeyen ve zincirlere vurulmuş.

Yola koyulduklarında ayrılık sabahında Suâd'in,

Tatlı bir nâme vardı sesinde sürmeli bakışlarıyla da bakıyordu önüne,

Islak, parlak dişleri görülürdü ağzında gülüm gediğinde,

Andırıyor tükürüğü ardı arkasına şarap içirilmiş, susamış bir ağzı."

Kâ'b bu kasidesinde harikulade istiare ve benzetmelerde bulunmuş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunları dinlemiş. Suâd'in ağzındaki tükürüğü şaraba benzetmesine de karşı çıkmamıştı. Ebubekr (radıyallahü anh)'da şu beyitleri söylemiştir:

"Sen bizi bırakıp gitmekle biz de vahyi yitirdik,

Artık Allah'ın kelâmı bize elveda de'di.

Değerli kağıtların miras aldıkları,

Ve bize bıraktıkların dışında...

Sen bize bir doğruluk mirası bıraktın,

Bundan ötürü selam ve salat sana."

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şiiri dinlediğine, Ebubekir şiir söylediğine göre artık bundan daha ileri derecede taklit edilecek ve uyulacak kimseler olabilir mi?

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) dedi ki: İlim ehlinden ve akıl sahiplerinden hiçbir kimse güzel olan göre karşı çıkmaz. Ashabın büyüklerinden, ilim ehlinden ve kendisine uyulacak konumda olanlardan şiir söylememiş, yahut şiir okumamış ya da hikmet yahut mubah kabilden olup da muhtevasında hayasızlık, düşüklük, müslümana da herhangi bir eziyet ihtiva etmeyen bir şiiri dinleyip de beğenmemiş hiçbir kimse yoktur. Şayet şiirde ahlaksızca ifadeler, kötü sözler ve müslümana eziyet eden ifadeler bulunursa, şiir ile nesir arasında hiçbir fark yoktur, Onun da dinlenmesi de, söylenmesi de helal değildir.

Ebû Hüreyre rivâyetle dedi ki: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı minber üzerinde iken şöyle buyururken dinledim: "Arapların söylemiş olduğu en doğru -ya da en şairene- söz Lebid'in söylediği:

"Şunu bil ki: Allah'ın dışındaki herşey batıldır."

Müslim, IV, 1768; Müsned, U, 444, 'İSO.

Bu hadisi Müslim rivâyet etmiş ve ayrıca şunu eklemiştir: "Ümeyye b. Ebi's-Salt da az kalsın müslüman olacaktı." Müslim, IV, 1768;

İbn Sîrîn'in rivâyet ettiğine göre o bir sefer bir şiir okumuş, meclisinde bulananlardan birisi ona: Ey Ebubekr senin gibi birisi şiir mi okurmuş? deyince, şu cevabı vermiş: Be hey adam, şiir diğer sözlerden kafiyeleri dışında herhangi bir farkı bulunan bir söz müdür? Onun güzeli güzel, çirkini çirkindir. Dedi ki: Onlar şiirin müzakeresini dahi yapıyorlardı. Yine dedi ki: Ben İbn Ömer'i şu beyiti okurken dinlemiştim:

"O içki arkadaşlarının malından şarabı sever,

Sabah erkenden suya gidenlerin de kendisinden ayrılmasından hoşlanmaz,"

Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe b. Mes'ûd -Medine'deki on fakihten birisidir- ondan sonra Medine'nin yedi fukahasından birisidir. Oldukça üstün bir şair ve şiirde ileri seviyeye ulaşmış birisiydi. Kadı ez-Zübeyr b. Bekkâr'ın da bir şiir kitabı vardır. Asme adında güzel de bir hanımı vardı. Bir gün bir işten dolayı ona kızdı ve onu boşadı. Onun hakkında söylediği pek çok şiirleri vardır. Bunlardan birisi de şöyledir:

"Asme'nin sevgisi işledi kalbimin ta içine,

Onun dışa vuran kısmı gizlisine göre pek azdır.

Hiçbir içkinin ulaşamadığı yere kadar işledi,

Ve kederin de ve hiçbir sevincin de ulaşamadığı bir yere.

Onunla birlikte olduğum zamanları hatırladığımda neredeyse,

Uçacağım; eğer insan için uçmak mukadderse."

İbn Şihab dedi ki: Ben ona bu kadar ibadet eden, bu kadar faziletli bir kimse olmana rağmen şiir söylüyorsun (öyle mi)? dedim. O şöyle dedi: Göğsünden (kalbinden) rahatsız olan bir kimse derin nefes alabildimi iyileşir.

2- Dinlenmesi Helal Olmayan, Söylenmesi Uygun Görülmeyen Şiir ve Bu Tür Şairlerin Hükmü:

Dinlenmesi helal olmayan, söyleyeni de yerilen, zemmedilmiş şiire gelince, bu batıl sözlerin bulunduğu şiirdir. Öyleki insanların en korkağını Antere'ye, en cimrilerini Hatim'e üstün gibi gösterirler. Suçsuz, günahsız kimseye iftira ederler. Takva sahibi kimsenin fasık olduğunu ileri sürerler. Kişinin yapmadığı şeyleri yapmış gibi söyleyecek kadar aşırı giderler. Bunu da can sıkıntısını gidermek ve sözleri güzelleştirmek için yaparlar. el-Ferezdak ile ilgili olarak gelen rivâyete göre Süleyman b. Abdu'l-Melik onun şu beyitini işitmiş:

"O kadınlar sağımda ve solumda sarhoş olarak yıkılıp geceyi geçirdiler,

Ve ben de gece boyunca yüzüklerin tılsımlarını çözüp durdum."

Bunun üzerine Süleyman: Sana had uygulamak icab eder deyince, Ferezdak şöyle dedi: Ey mü’minlerin emiri, yüce Allah:

"Ve gerçekten onlar yapmadıkları şeyi söylerler" âyeti ile benden haddi uzaklaştırmış bulunuyor.

Rivâyete göre en-Numan b. Adî b. Nadla, Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'ın tayin ettiği bir görevli idi. O şöyle demişti:

"Kim o güzel kadına şu haberi götürebilir ki; onun kocasına

Meysan'da cam (kâselerle) ve teatilerle (şarap) içiriliyor.

İstersem bir köyün di bıkanları (sahipleri, otoriteleri) bana şarkı söyler,

Ve bir rakkase herbir parmak ucu üzerinde yükselir.

Şayet sen bana içki sunan kimse isen, o büyük kâse ile sun bana,

Küçük ve ağzı pürüzlü olanla sunma sakın.

Belki mü’minlerin emirinin hoşuna gitmez.

Bizim o yıkık, eski köşkte içki sohbetimiz."

Bu husus Ömer (radıyallahü anh)'a ulaşınca, yanına gelmek üzere ona haber gönderdi ve: Evet, Allah'a yemin ederim ki, bu benim hoşuma gitmez, dedi. Bu sefer en-Numan b. Adî: Ey mü’minlerin emiri, söylediklerimin hiçbirisini yapmış değilim. Sadece fuzuli bir takım sözlerden ibaretti onlar, zaten yüce Allah da:

"Şairlere de azgınlar uyar, görmedin mî onlar her vadide serserice gezerler ve gerçekten onlar yapmadıkları şeyi söylerler." diye buyurmaktadır.

Bunun üzerine Ömer (radıyallahü anh) ona şöyle dedi: Evet, senin gösterdiğin bu mazeret sana uygulanacak haddin önünü almıştır. Fakat sen bu sözleri söyledikten sonra ebediyyen benim emrimde çalışmayacaksın.

ez-Zübeyr b. Bekkâr dedi ki: Bana Mus'ab b. Osman'ın anlattığına göre Ömer b. Abdu'l-Aziz halifeliğe gelince, tek düşündüğü Ömer b. Ebi Rabia ile el-Ahvas idi. Medine'deki valisine şöyle bir mektup yazdı: Ben Ömer ile el-Ahvas'ın kötü ve şerli kimseler olduklarını biliyorum. Bu mektubum sana ulaşır, ulaşmaz onları yakala ve bana gönder. Bu mektubu ona ulaşınca, hemen bu iki kişiyi ona gönderdi. Önce Ömer'e: Söyle bakalım, dedi (ve şu beyitlerini okudu):

"Görmedim cemrelere taş atıldığı sırada gören kimsenin

Gördüğü gibisini ve bir de hac geceleri gibi; sevdalı olanı bırakanları,

Başkasına ait şeylerden gözleri dolduran nice kimse vardır ki,

Cemreye doğru gitti mi, orada Fildişi heykeller gibi beyazlarla karşılaşır."

Allah'a yemin ederim ki, sen haccınla ilgilenen bir kimse olsaydın, kendinden başka hiçbir şeye bakmazdın. Bugünlerde insanlar senden kurtulamazlarsa ne zaman kurtulurlar, dedikten sonra sürgüne gönderilmesini emretti. Bu sefer: Ey mü’minlerin emiri bundan daha hayırlı bir şeye ne dersin? dedi. O neymiş, deyince, dedi ki: Bir daha böyle şiirler söylememeye Allah adına söz veriyorum. Ebediyyen hiçbir şiirde kadınlardan söz etmeyeceğim ve artık tevbemi bozmayacağım. Ömer b. Abdu'l-Aziz ona; Gerçekten bunu yapacak mısın? deyince, şair: Evet dedi. Tevbesine sadık kalacağına dair Allah adına yemin etti, onu serbest bıraktı.

Ömer b. Abdu'l-Aziz daha sonra el-Ahvas'ı çağırdı. Ona: Sen bu beyite ne dersin? dedi:

"Benimle onun kayyımı arasında Allah vardır,

O, onu benden alıp kaçıyor, bense arkasından gidiyordum."

Evet Allah onun kayyımı ile senin kayyımın arasındadır dedi, sonra da sürgüne gönderilmesini emretti. Ensar'dan bir takım kimseler onun hakkında Ömer b. Abdu'l-Aziz ile konuştularsa da kabul etmedi ve; Ben bu makamda kaldığım sürece Allah'a yemin ederim ki onu geri çevirmeyeceğim. Çünkü o açıktan açığa fastklık eden bir kimsedir, dedi.

İşte yerilen şiirler ile bu şiirlerin şairlerinin hükmü budur. Böyle bir şiiri dinlemek mescid veya bir başka yerde okumak helal olmaz. Tıpkı çirkin nesir sözler ve benzerinde olduğu gibi.

İsmail b. Ayyaş, Abdullah b. Avn'dan, o Muhammed b. Sîrîn'den, o Ebû Hüreyre'den rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Güzel şiir, güzel söz gibidir. Çirkini de, çirkin söz gibidir." Bunu İsmail b. Abdullah eş-Şamî rivâyet etmiştir. Onun Şam ahalisinden yaptığı rivâyetler Yahya b. Main ve başkalarının söylediklerine göre sahihtir.

Abdullah b. Amr b. el-Âs rivâyetle dedi ki; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şiir de söz ayarındadır. Onun güzeli güzel söz gibidir, çirkini de çirkin söz gibidir." Buhârî, el-Edebu'l-Müfred, I, 299; Dârakutnî, IV, 156; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VIII, 122.

3- Olumsuz Şiire Karşı Tavır:

Müslim'in rivâyetine göre Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizden herhangi birinizin içinin tıka basa irinle dolması, şiir ile dolmasından daha hayırlıdır." Müslim, IV, 1769; Buhârî, V, 2279; Tirmizî, V, 140, 141; Müsned, II, 39, 288, 478, 480. Yine Sahih'de Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yolda giderken şiii okuyan bir şair ile karşılaştık. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Şu şeytanı yakalayınız. Çünkü herhangi bir kimsenin içinin irin ile dolması, şiir ile dolmasından onun için daha hayırlıdır. " Müslim, IV, 1769; Müsned, III, 8, 41.

İlim adamlarımız der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu şaire böyle bir uygulama yapması, onun halini bilmesinden sonradır. Bu şairin şiiri kazanç elde etmek için bir yol edinmiş olduğunu ve kendisine mal verilecek olursa, övmekte aşırı gittiği, verilmeyecek olursa hiciv ve yergide ileri giderek, insanlara mallarında ve namuslarında eziyet verdiğini daha önceden öğrenmiş olabilir.

Böyle bir durumda olan bir şairin şiir sebebiyle elde ettiği her türlü kazancın haram olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Bu hususta söylediklerinin hepsi de onun için haramdır, ona kulak asmak helal olmaz. Aksine ona gereken şekilde tepki göstermek icab eder. Eğer dilinden gelecek zarardan korkulmakla birlikte önlenemiyor ise o takdirde elinden geldiğince böyle bir kimseyi idare etmeye, mümkün olduğu kadar ondan uzak durmaya çalışmalıdır. Daha işin başından ona bir şeyler vermesi helal olmaz, çünkü bu masiyete bir yardımdır. Şayet başka bir çare bulamayacak olursa, haysiyetini korumak niyetiyle ona bir şeyler verir, Çünkü kişinin kendisi vasıtasıyla namus ve haysiyetini korumak için harcadığı şeyler onun için bir sadaka olarak yazılır.

Derim ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Sizden herhangi birinizin içinin tıka basa irin ile dolması..." âyetindeki " Kanın karıştığı cerahat" demektir. "Yara irin topladı, toplar" ifadeleri de buradan gelmektedir.

"Onu yemesi" hakkında el-Esmaî şöyle demektedir: Bu kelime kökünden gelmektedir, Atmak gibi. Bu da karnında hastalıklar olması anlamındadır. Bu kökten olmak üzere;"Karnı çok hastalıklı, demek olup, "ya" harfi şeddelidir fakat hemze yoktur. es-Sihah'da da şöyle denilmektedir; "İrin karnının her tarafını kapladı" demektir, el-Yezidî de şu mısraı zikretmiştir:

"O öksürdüğünde, hay irin, karnını doldursun, dedi ona."

Bu hadisin yorumu ile ilgili olarak yapılmış en güzel açıklama şudur: Böyle bir hüküm şiirin etkisi altında kalan ve onun dışında herhangi bir bilgi sahibi olmaksızın hep onu öğrenip belleyen kimse hakkındadır. Bu kimse zikir namına hiçbir şey bilmez ve bu şiirlerle de hep batıla dalar gider, kendisi İçin öğünülmeyecek türden yollar izler. Boş sözler, gelişi güzel konuşmalar, gıybet ve çirkin sözleri çokça söyleyen gibi. Bu şekilde şiirin etkisi altında kalmış bir kimseden bu aşağılık ve yerilmiş vasıflar ondan ayrılmaz. Çünkü edebi adet bunu gerektirmektedir. İşte Buhârî'nin Sahihinde bu hadisin başında açmış olduğu babta (başlıkta) zikrettiği ifadelerle bu hususa işaret etmektedir: "İnsanın şiirin etkisi altında kalmasının mekruh oluşu (ile ilgili varid olmuş rivâyetler) Buhârî, V, 2279.

Bu hadisin te'vili ile ilgili olarak şunlar da söylenmiştir: Bundan maksat Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ve başkalarının hicvedildiği şiirlerdir. Ancak bu açıklamanın bir kıymati yoktur, çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı az ya da çok ifadelerle hicvetmek aynı şeydir, böyle bir davranış küfürdür ve yerilmiş bir işdir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dışındaki müslümanları hicvetmek de azıyla çoğuyla haram kılınmıştır. Dolayısıyla burada yermenin sadece çok miktara tahsis edilmesinin hiçbir anlamı yoktur.

4- Şiirin Hükmü Muhtevası İle İlgilidir:

Şâfiî dedi ki: Şiir bir çeşit sözdür. Onun güzeli güzel çirkini de çirkin söz gibidir. Yani şiir bizatihi hoşlanılmayan bir şey değildir. O muhtevaları dolayısıyla mekruh görülür. Arapların nezdinde şiirin pek büyük bir etkisi vardı. O bakımdan onlardan birisi çok önceleri şöyle demiştir:

"Ve dilin yarası elin açtığı yara gibidir."

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Hassan'ın müşriklere cevap vermiş olduğu şiir hakkında şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki bu onlarda ok atmaktan daha güçlü bir etki bırakır, " Müslim, IV, 1935. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir.

Tirmizî de sahih olduğunu belirterek kaydettiği rivâyete göre İbn Abbâs'tan şöyle nakledilmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kaza umresi esnasında Abdullah b. Revaha önünde yürüdüğü halde Mekke'ye girdi. Bu sırada Abdullah b. Revana şöyle diyordu:

"Ey kâfir oğulları! Açılın yolumdan,

Bu gün sizinle onun (Kur'ân'ın) indirilmesi dolayısıyla çarpışırız,

Öyle darbeler indiririz ki, kelleleri boyunlarından ayırır,

Ve dosta dostunu hatırlatmaz olur."

Ömer: Ey İbn Revâha! Allah'ın hareminde ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda mı (böyle diyorsun)? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bırak onu ey Ömer! Yemin olsun bu onlara atılan oklardan daha hızlı etki eder." Ebû Abdullah Muhammed b. Abdilvâhid el-Makdisî, el-Ehâdtsu'l-Muhtam, IV, 41fi, 417.

5- Şairlerin İzleyicileri:

Yüce Allah'ın;

"Şairlere de azgınlar uyar" âyetinde yer alan "şairler" lâfzının merfü' okunduğu hususunda -bildiğim kadarıyla- kıraat âlimleri arasında ihtilâf yoktur. Bununla birlikte daha sonra gelen "onlara azgınlar uyar" anlamındaki fiilin açıkladığı bir fiilin takdiri ile nasb edilmesi de caizdir. Îsa b. Ömer de böyle okumuştur. Ebû Ubeyd dedi ki: O çoğunlukla nasb ile okumayı severdi. Mesela

"hırsız erkek ile hırsız kadın" (el-Mâide, 5/38);

"odun taşıyıcısı olarak" (Tebbet, 111/4);

"Bu indirdiğimiz bir sûredir." (en-Nûr, 24/1) âyetinde hep nasb ile okunmuştur. Nafî', Şeybe, el-Hasen ve es-Sülemî de "onlara uyar" anlamındaki âyeti; şeklinde şeddesiz olarak okumuşlardır. Diğerleri ise şeddeli okumuşlardır.

ed-Dahhâk dedi ki: Biri ensardan diğeri muhacirlerden iki kişi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın döneminde karşılıktı olarak hicivleştiler. Bunların herbirisînin yanında da kavminin azgın olanları -demek olan beyinsizleri- vardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu, İbn Abbâs da böyle demiştir. Yine ondan gelen rivâyete göre bunlardan kasıt şiirleri rivâyet edenlerdir.

Yine Ali b. Ebi Talha'nın ondan rivâyetine göre bunlardan kasıt kâfirlerdir. Onlara cin ve insanların sapıkları uyar. Bunu daha önceden zikretmiş bulunuyoruz.

Ğudayf in rivâyetine göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "Kim İslâm dininde hicvetme çığırını aşarsa onun dilini kesiniz." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VIII, 123

İbn Abbâs tan rivâyete göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi fethedince İblis kederle öyle bir bağırdı ve etrafında zürriyetini topladı ve dedi ki: Artık Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetini bugünden sonra tekrar şirke döndüreceğinizden yana ümidinizi kesiniz. Fakat bu iki yerde -Mekke ve Medine'de- şiiri yaygınlaştırınız.

225

Görmedin mi onlar her vadide serserice gezerler?

6- Şiirleriyle Öç Alanlar;

Yüce Allah'ın:

"Görmedin mi onlar her vadide serserice gezerler" âyeti şu demektir: Onlar her boş İşe dalarlar. Hak yola uymazlar. Çünkü hak yola uyup söylediği sözlerin aleyhine yazılacağını bilen bir kimse söyleyeceği sözleri tartar ve öyle söyler. Bu kimse burnunun doğrultusunda, ne söylediğine aldırmadan serserice söz söylemez. Bu âyet-i kerîme Abdullah b. ez-Ziba'rî, Müsaı? b. Abd Menaf ve Umeyye b. Ebi's-Salt hakkında inmiştir.

226

Ve gerçekten onlar yapmadıkları şeyi söylerler.

"Ve gerçekten onlar yapmadıkları şeyi söylerler." Yani onların çoğu yalan söylerler. Sözlerinde cömertlikten ve İyi şeylerden söz ederler, ama onlar bu işi yapmazlar. Bu âyet-i kerimenin Ebû Azze el-Cumahî'nin şu beyitleri söylemesi üzerine onun hakkında nazil olduğu da söylenmiştir:

"Dikkat edin! Benden peygamber Muhammed'e şu haberi götürün:

Muhakkak ki sen hak (peygamber)sin. Mutlak malik olan Allah her hamde lâyıktır.

Fakat bana Bedir ve Bedirdekiler hatırlatıldı mı, Kemiklerim de, derilerim de ah çekip inler."

227

Ancak îman edip, salih amel işleyen, Allah'ı çokça zikreden ve kendilerine zulmedildikten sonra öçlerini alanlar müstesna. Zulmedenler de yakında nasıl bir yere devrileceklerini bileceklerdir.

Daha sonra Hassan b. Sabit, Abdullah b. Revâha, Ka'b b. Malik, Ka'b b. Züheyr ve hak sözü söylemek bakımından onların izinden giden mü’min şairlerin gürlerini istisna ederek şöyle buyurmaktadır:

"Ancak îman edip, salih amel işleyen, Allah'ı (sözlerinde) çokça zikreden ve kendilerine zulmedildikten sonra öderini alanlar müstesna." Öc almak ancak hak ile ve yüce Allah'ın çizdiği sınırlar çerçevesinde olur. Eğer bu sınırlan aşacak olursa, bu sefer batıl yol ile intikam alınmış olur.

Ebû'l-Hasen el-Müberred dedi ki: "Şairlere de" âyeti nazil olunca, Hassan, Ka'b b. Malik ve İbn Revâha ağlayarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna geldiler ve: Ey Allah'ın peygamberi dediler. Allah bizim şair olduğumuzu bildiği halde bu âyet-i kerimeyi indirmiş bulunuyor. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sefer onlara ondan sonraki buyrukları okuyun dedi:

"Ancak îman edip salih amel işleyen" kimseler sizlersiniz.

"Allah'ı çokça zikreden ve kendilerine zulmedildikten sonra öçlerini alanlar müstesna!" İşte bunlar da sizlersiniz. Öc almak ise müşriklere cevap vermekle olur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Haydi siz de öcünüzü alınız, fakat haktan başka bir şey söylemeyiniz. Babalardan, annelerden de söz etmeyiniz." Hassan, Ebû Süfyan'a şöyle demişti:

"Muhammed'i hicvettin, ben onun adına cevap veriyorum,

Bu hususta mükâfatım Allah nezdindedir.

Şüphesiz benim babam, annem, şeref ve haysiyetim,

Muhammed'in şeref ve haysiyetini size karşı korumak içindir,

Sen. ona denk olmadığın halde ona nasıl söversin?

Sizin kötü olanınız kimse hayırlı olana feda olsun.

Dilim keskin bir kılıçtır, onda hiçbir kusur yoktur.

O akar durur, kovalar onu bulandırmaz."

Kâ'b da: Ey Allah'ın Rasûlü dedi. Şüphesiz ki Allah şiir hakkında senin bildiğin buyrukları indirmiş bulunuyor. Bu hususta ne dersin? Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu; "Muhakkak mü’min canıyla, kılıcıyla ve diliyle cihad eder. Nefsim elinde olana yemin ederim ki sizlerin onlara attıklarınız tıpkı oklar gibidir." Müsned, VI, 3H7

Kâ'b dedi ki:

"Suhayna (çorbacılar, Kureyş'i kastediyor) geldi ki Rabbi ile yarışsın da mağlup etsin diye,

Herkesi yenik düşüren kimse ile yarışa kalkan, elbette yenik düşecektir."

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Yemin olsun ey Ka'b şu sözün dolayısıyla yüce Allah seni methetmiştir." Sıddîk b. Hasen el-Kannûcî. Edebu'l-Ulûm, I, 330

ed-Dahhâk'ın İbn Abbad'dan rivâyetine göre o yüce Allah'ın:

"Şairlere de azgınlar uyar" âyeti daha sonra gelen

"ancak îman edip, salih amel işleyen...ler müstesna" âyeti ile neshedilmiştir.

el-Mehdevî dedi ki: Sahih'te, İbn Abbâs'dan gelen rivâyete göre bu bir (nesih değil) istisnadır.

"Zulmedenler de yakında nasıl bir yere devrileceklerini bileceklerdir."

Bu âyette intikam alırken zulmedenler tehdit edilmektedir. Şüreyh dedi ki: Zâlimler Allah'ın elinden nasıl kurtulacaklarını bileceklerdir. Çünkü zalim cezalandinlmayı bekler, mazlum yardım ve zaferi gözetler. İbn Abbâs; "nasıl bir yere devrileceklerini" anlamındaki âyeti Nasıl bir yere kurtulup, bırakılacaklarını diye "fe" ve "te" ile okumuşlardır ki anlamları birdir. Bunu da es-Sa'lebî zikretmiştir.

"Nasıl bir yere devrileceklerini" âyetinin anlamı da şudur; Nasıl bir dönüş yerine varacaklarını ve nasıl bir yere döndürüleceklerini (bileceklerdir) demektir. Çünkü onların varacakları yer cehennem ateşidir ve o en çirkin bir dönüş yeridir. Onların dönecekleri yer de cezadır ve o da en kötü bir dönüş yeridir.

"Munkaleb: Devrilecek yer" ile' marcT (dönüş yeri) arasındaki farka gelince, munkaleb içinde bulunduğu halin zıttına geçiştir. Marci' ise içinde bulunduğu halden daha önce bulunduğu hale dönüş demektir. Dolayısıyla herbir dönüş yeri (merci'), munkaleb (devrilecek yer) demek olur. Fakat herbir munkaleb merci' değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bunu da el-Maverdî zikretmiştir.

"Nasıl" lâfzı

"devrilecekler" ile nasbedilmiştir ve mastar manasınadır. Bunun "bileceklerdir" anlamındaki lâfız ile nasb olması câiz değildir. Çünkü bu edat ile diğer istifham edatlarında nahivcilerin naklettiklerine göre makabli yani kendisinden önceki amiller amel etmezler. en-Nehhâs dedi ki: Bu hususta gerçek şudur: İstifham bir manadır, onun makabli de bir başka manadır. Eğer makabli onda amel edecek olursa, bu sefer manalar birbirine karışır (içinden çıkılamaz).

0 ﴿