NEML SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile Tümüyle Mekke'de indiği hususunda icmâ' vardır. Doksanüç âyettir, doksandört âyet olduğu da söylenmiştir. 1Tâ. Sîn. Bunlar Kur'ân'ın ve apaçık kitabın âyetleridir. "Tâ, Sîn. Bunlar Kur'ân'ın ve apaçık bir kitabın âyetleridir" âyetinde geçen mukatta' harflere dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresinde (2/l-2. âyetlerin tefsirinde) ve" başka yederde geçmiş bulunmaktadır. "Bu (ya da: bunlar)" anlamındadır. Yani bu sûre Kur'ân’ın ve apaçık bir kitabın âyetleridir. Burada "Kur'ân" lâm-ı tarif ile zikredilmiştir. Ancak "apaçık bir kitab" nekre lâfzı ile zikredilmiştir. Şu kadar var ki "apaçık bir kitab" terkibi marife manasını ihtiva eder. Bu da: "Filan kişi akıllı bir adamdır" demek ile "Filan kişi akıllı adamdır" demeye benzer. Kitab, Kur'ân'ın kendisidir. Böylelikle onun iki tane vasfı bir arada zikredilmiştir. Bir taraftan o Kur'ân (okunan)'dır. Diğer taraftan o bir kitaptır. Çünkü o hem kitabet (yazı ile) hem de kıraat ile ortaya çıkandır. Bu iki lâfzın türedikleri köklere dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde geçmiş bulunmaktadır. el-Hicr Sûresi'nde de: "Elif, Lâm, Râ. Bunlar kitabın ve açık açık anlatan Kur'ân'ın âyetleridir." (el-Hicr, 15/1) âyetinde "kitab" marife olarak "Kur'ân" ise nekre (belirtisiz) olarak zikredilmiştir. Buna sebeb ise Kur'ân ve kitabın herbirisinin ayrı ayrı hem marife, hem sıfat yapılmaya elverişli iki isim olmalarıdır. Kur'ân'ın "apaçık" olmakla vasfedilmesi ise bu kitapta yüce Allah'ın emirleri, nehiyleri, helal ve haramları, vaadleri ve tehditlerinin açıkça belirtilmiş olmasından dolayıdır. Yine buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. 2Îman edenlere doğru yolu gösterici ve müjde olmak üzere (indirilmiştir). "Îman edenlere doğru yolu gösterici ve müjde olmak üzere İndirilmiştir" âyetinde geçen "Yol gösterici olmak üzere" âyeti "kitab" lâfzından hal olarak nasb mahallindedir. Yani bunlar doğru yolu gösteren ve müjdeleyen olarak kitabın âyetleridir. Mübteda olarak merfu olmaları da mümkündür. Yani o bir hidayettir. Arzu edilirse sıfat harfi hazfedilmiş olarak da merfu kabul edilebilir. "(........): Onda bir hidayet vardır" demek olur. Haberin "îman edenlere" âyeti olması da mümkündür. Daha sonra yüce Allah onların niteliklerini belirterek şöyle buyurmaktadır: 3Namazlarını dosdoğru kılan, zekâtı veren ve âhirete kesin olarak inananların tâ kendileridir onlar. "Namazlarını dosdoğru kılan, zekâtı veren ve âhirete kesin olarak inananların tâ kendileridir onlar." Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında (2/2. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 4Âhirete îman etmeyenlerin amellerini kendilerine süslü göstermişizdir. Bu sebepten onlar körelmişler ve şaşırmışlardır. "Âhirete îman etmeyenlerin" öldükten sonra dirilişi tasdik etmeyenlerin "amellerini kendilerine süslü göstermişizdir." Yani kötü amellerini, iyi görecek şekilde onlara süsledik diye açıklandığı gibi, Biz güzel amellerini onlara süslü gösterdik, fakat o amelleri işlemediler diye de açıklanmıştır. ez-Zeccâc da şöyle demiştir: Onların küfürlerine ceza olarak Biz de içinde bulundukları hali onlara süslü gösterdik. "Bu sebepten onlar körelmişler ve şaşırmışlardır." Kötü amelleri ve sapıklıkları içerisinde gidip gelmektedirler. Bu açıklama İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir. Ebû'l-Âl-iyye ise: Sürekli bunları devam ettirmektedirler, diye açıklamıştır. Katâde oyalanıp durmaktadırlar diye açıklarken, el-Hasen şaşkın şaşkın kalmaktadırlar, diye açıklamıştır. Recez vezninde şair şöyle demiştir: "Ve bir geçit ki onun uçları da bir geçit içinde, Şaşırmış ve körelmiş olanları doğruyu görmekten yana kör bırakmış." 5İşte bunlaradır azâbın en kötüsü, bunlara! Ahirette en çok ziyanda olacaklar da bizzat onlardır. "İşte bunlaradır azâbın en kötüsü" olan cehennem "bunlara! Âhîrette en çok ziyanda olacaklar da bizzat onlardır." Bu âyetteki "âhirette" lâfzı bir beyandır. "En çok ziyanda olacaklarda bağlı değildir, çünkü insanlar arasından dünyayı kaybetmiş, fakat âhirette kar etmiş olanlar vardır. Bunlar ise küfürleri sebebiyle âhireti kaybetmiş ve zarara uğramış kimselerdir. O bakımdan onlar ziyana uğramış olan herkesten daha çok ziyandadırlar. 6Muhakkak sen Kur'ân'ı Hakîm, Alîm olandan almaktasın. "Muhakkak sen Kur'ân'ı Hakim, Alîm olandan almaktasın." Bu Kur'ân sana indirilmekte, sen de onu almaktasın, onu öğrenmekte ve bellemektesin. "...dan" burada "nezdinden" anlamındadır. Ancak bu lâfız mu'rab olmayıp mebnidir. Çünkü i'rab almaya elverişli değildir. Bunun çeşitli söylenişleri vardır ki; bunlar daha önceden el-Kehf Sûresi'nde (18/2. âyetin tefsirinde) söz konusu edilmiştir. Bu âyet-i kerîme, yüce Allah'ın anlatmak istediği kıssalar, bu kıssalardaki hikmetinin incelikleri ve herşeyin inceliğine varan ilmi ile ilgili hususları anlatmak için bir hazırlık mahiyetindedir. 7Hani Mûsâ aile halkına demişti ki: "Ben gerçekten bir ateş gördüm. Size ondan bir haber getirir veya ısınmanız için size parlak bir parça ateş getiririm." "Hani Mûsa aile halkına demişti ki" âyetindeki "Hani" hazfedilmiş bir fiil dolayısıyla nasbedilmiştir ki; o da "hatırla ki" anlamındadır. Sanki "muhakkak sen Kur'ân'ı Hakim, Alim olandan almaktasın" âyetinin akabinde şöyle buyurmuş gibidir: İşte ey Muhammed, O'nun hikmet ve İlminin tecellilerinden olmak üzere Mûsa'nın kıssasını an! Hani o aile halkına demişti ki: "Ben gerçekten" uzaktan "bir ateş gördüm." Şair el-Haris b. Hillize ("gördüm" anlamındaki fiili kullanarak) şöyle demiştir: "Ben oldukça gizli bir ses hissettim fakat onu, İkindi vakti ve akşam yaklaştığı sırada avcılar onu ürküttü." "Size ondan bir haber getirir veya ısınmanız İçin size parlak bir parça ateş getiririm." Âsım, Hamza ve el-Kisaî: "Parlak bir parça ateş" âyetinin: "Parlak ateş" lâfzını tenvînli okumuştur. Diğerleri ise izafet terkibi olmak üzere tenvinsiz okumuşlardır. Bu da; bir ateş parçası anlamındadır. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim de bu okuyuşu tercih etmiştir, el-Ferrâ' tenvinsiz okumanın Arapların! "Yemin olsun âhiret yurdu, cami mescid, ilk namaz" kabilinden isimleri farklı olması halinde bir şeyin kendi kendisine izafe edilmesi kabilinden olduğunu iddia etmiştir. en-Nehhâs ise şöyle demektedir: Basralılara göre bir şeyin kendi kendisine izafe edilmesi imkansızdır. Çünkü sözlükte izafet bir şeyin, bir şeye katılması anlamındadır. Dolayısıyla bir şeyin kendi kendisine katılması imkansızdır. Bir şeyin, bir diğer şeye izafe edilmesi ise ancak mülkiyet ya da nev' (tür, çeşit) anlamının açığa çıkması içindir. Kişinin kendisine malik olduğunun yahut kendi nefsinden bir türe malik olduğunun açıklığa çıkartılması ise imkansızdır. Buna göre izafetsiz olarak Bir parça ateş" şeklindeki kıraatte nev' ve cins izafeti söz konusudur. Nitekim; "Bu ipek bir elbisedir, demir bir yüzüktür" ve benzeri ifadeler bu kabildendir. Şihâh, aydınlığı olan herbir şeydir. Yıldız ve yakılmış bir odun parçası gibi. Kabes ise kor ateş ve benzerinden alınan (parça)nın ismidir. Buna göre bu izafet; Parlak bir parça ateş" demek olur. Mesela; "Bir parça ateş aldım, almak" denilir. İsmi ise ...diye gelir. Nitekim; "Yakaladım, yakalamak" demek de böyledir. Bundan da İsim; "Yakalamak, kabzetmek" şeklinde gelir. Her iki kelimeyi de tenvinli okuyanlar ikincisini, birincisinden bedel kabul eder. el-Mehdevî; yahut onun sıfatı da olabilir, der. Çünkü "kabes"in sıfat olmayan bir isim olması da mümkündür, sıfat olması da mümkündür. Sıfat olmayış sebebi, Arapların; "Ben onu aldım, alıyorum, almak" şeklindeki kullanımlarıdır. "Kabes" de; "Alınan şey" anlamındadır. Şayet sıfat kabul edilirse, en güzeli bunun bir niteleme (na't) olmasıdır. Sıfat değilse, izafet olması daha güzeldir. Bu da nev'in kendi cinsine izafe edilmesi kabilindendir. Gümüş yüzük ve benzeri tabirlerde olduğu gibi. Eğer "kabes" lâfzı temyiz ya da hal olarak mansub okunursa daha güzel olur. Kur'ân'ın dışında da mastar (mef'ûl-u mutlak) yahut temyiz ya da hal olarak; da denilebilir. "Isınmanız İçin" âyetindeki "ti" aslında "te"dir. Burada "te"nin yerine ibdal ile "ti" harfi getirilmiştir, Çünkü "ti" harfi mutbaktır, "sad" da mutbaktır. O bakımdan bu iki harfin arka arkaya getirilmesi güzeldir. Soğuğa karşı ısınmanız için, şeklindedir. Bir kimsenin ısındığını anlatmak üzere; "Isındı, ısınır" denilir. Şair de şöyle demiştir: "Ateş kışın meyvesidir, kim isterse Kış mevsiminde meyve yemeyi (ateşte ısınsın)" ez-Zeccâc dedi ki: Aydınlığı olan beyaz herbir şeye "şihab" denilir, Ebû Ubeyde de; Şihab ateş demektir, demiştir. Ebû'n-Necm der ki: "O sanki alev alev yanan bir ateşti, Bir aydınlık saçtı, sonra da dindi," Ahmed b. Yahya dedi ki: şihab'dan kasıt iki tarafından birisinde kor ateş, diğerinde ise ateş olmayan bir değnek demektir. en-Nehhâs'ın bu husustaki açıklaması güzeldir: Şihab aydınlatıcı ışın (şua) demektir, Semada ışığı uzayıp giden yıldıza da bu ismin verilmesi buradan gelmektedir. Şair de şöyle demiştir: "Elinde dümdüz bir mızrak vardı onun, O mızrağın başındaki sivri uç, kor ateş alevi gibiydi." 8Onun yanına gelince ona: "O ateşin yanında ve onun çevresinde olanlar da mübarek kılındı. Âlemlerin Rabbi Allah münezzehtir" diye seslenildi. "Onun yanına gelince" âyeti, Mûsa aslında nûr olan ve ateş zannettiği o şeyin yanına vardığında, demektir. Bu açıklamayı Vehb b. Münebbih yapmıştır. Mûsa ateşi gördüğünde ona yakın bir yerde durdu. Ateşin son derece yeşil ve "el-ullayk: sarmaşık" ismi verilen bitkinin bir dalından çıkmakta olduğunu gördü. Gördüğü bu ateş gittikçe büyüyor ve alevi artıyordu. Diğer taraftan ağaç gittikçe daha çok yeşilleniyor ve güzeli eşiyordu. Mûsa buna hayret etti ve ondan bir alev almak maksadıyla elindeki bir çubuğu ona uzattı. Ağaç ona doğru eğildi, bundan korkup geriye doğru çekildi. Bu şekilde ağaç ona eğilip o da ondan alev almak isteyip durdu. Nihayet bu ağacın durumu bilinemeyecek şekilde emir altında olduğu şeklindeki halini açıkça anladı. Bunu da: "O ateşin yanında ve onun çevresinde olanlar da mübarek kılındı... diye" ona seslenildiğinde anladı. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden Tâ-Hâ Sûresi'nde (20/11-12. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Seslenildi" yani yüce Allah ona seslendi. Nitekim: "Biz ona Tûr'un sağ tarafından seslendik" (Meryem, 19/52) diye buyurmaktadır. "Mübarek kılındı..." âyetindeki; Diye" nasb mahallinde ve; anlamındadır. Bunun meçhul bir fiilin naib-i faili olarak ref mahallinde olması da mümkündür. Ebû Hâtim'in naklettiğine göre Ubeyy, İbn Abbâs ve Mücahid'in kıraati; "Ateş ve onun etrafındakiler mübarek kılındı" şeklindedir. en-Nehhâs dedi ki: Böyle bir rivâyet sahih bir isnad ile elimizde bulunmamaktadır. Bulunsa dahi bu bir tefsir olarak kabul edilir. Bu durumda "bereket" ateşe ve onun etrafında bulunan melekler ile Mûsa'ya raci olur. el-Kisaî, Arapların: "Allah seni mübarek kılsın" söyleyişini naklettiği gibi yine aynı anlamda olmak üzere; söyleyişini de nakletmiştir. es-Sa'lebî dedi ki: Araplar: "Allah seni mübarek kılsın" anlamında dört türlü söylerler. Şair de dedi ki: "Yeni doğmuş bebekken de mübarek kılındın yetişkinken de mübarek kılındın, Ve sen saçların ağarmışken de yaşlanmışken de mübarek kılındın." Taberî dedi ki: Yüce Allah: "Ateşin yanında... olanlar da mübarek kılındı" diye buyurup da "Ateşin içinde bulunanlar mübarek kılındı" diye buyurmaması, "Allah seni mübarek kılsın" şeklindeki kullanıma uygun gelmiştir. Nitekim aynı anlamda olmak üzere: "Allah onu mübarek kılsın" denilir. Bu ateşin etrafında bulunanlar mübarek kılındı, demektir. Bu da Mûsa'dır ya da ateşin yakınında bulunanlar mübarek kılındı, demektir. Çünkü o, ateşin ortasında idi. es-Süddî dedi ki: Ateşte melekler vardı. Dolayısıyla mübarek kılınma Mûsa ve meleklere aittir. Yani ey Mûsa, sen ve onun etrafında bulunan melekler mübarek kılındınız. Bu da yüce Allah'ın Mûsa (aleyhisselâm)'a selâmı ve lutfudur. Tıpkı meleklerin İbrahim (aleyhisselâm)'ın huzuruna girdiklerinde ona selam verdikleri gibi. Yüce Allah (melekler vasıtasıyla) şöyle buyurmuştu: "Allah'ın rahmet ve bereketleri sizin üzerinize olsun, ey hane halkı" (Hud, 11/73) Üçüncü bir görüş de İbn Abbâs, el-Hasen ve Saîd b. Cübeyr tarafından ifade edilmiştir: Ateşin yanında bulunan, her türlü kusurdan mukaddes ve münezzehtir. Bununla şanı yüce Allah, kendi mübarek zatını kastetmiştir. İbn Abbâs ve Muhammed b. Ka'b dediler ki: Ateş yüce Allah'ın nuru idi. Yüce Allah o nurun yakınından Mûsa (aleyhisselâm)'a seslenmiştir. Bunun da te'vili şöyledir: Mûsa (aleyhisselâm) pek büyük bir nûr gördü, onu ateş zannetti. Çünkü yüce Allah Mûsa (aleyhisselâm)'a belgeleri (âyetleri) ve kelamı ile ateş cihetinden görünmüştü, yoksa belli bir yerde mekan tuttuğu anlamında değildi bu. Çünkü: "O gökte de İlâh olandır, yerde de ilâh olandır." (ez-Zuhruf, 43/84) Yoksa yüce Allah gökte ve yerde mekân tutuyor anlamında değildir. Bunun anlamı şudur: Herbir fiilde O'nun tecellisi görülür ve böylelikle failin varlığı bilinir. Buna binaen de şöyle denilmiştir; Ateşin yanında bulunanın saltanat ve kudreti ne mübarektir! Bir diğer açıklama da şöyle yapılmıştır; Yani ateşte bulunan ve bunu alâmet kılan Allah'ın emri ne mübarektir! Derim ki: İbn Abbâs'ın görüşünün sahih olduğunun delillerinden birisi de Müslim'in, Sahih'inde ve -lâfız kendisine ait olmak üzere- İbn Mâce'nin de Sünen'inde kaydettikleri şu rivâyettir: Ebû Mûsa dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Muhakkak Allah uyumaz. Onun uyuması da gerekmez (ya da şanına yakışmaz). O adalet (terazisin)i alçaltır ve yükseltir, onun hicabı nurdur. Eğer onu açacak olursa, yüzünün parıltıları, gözünün değdiği herbir şeyi mutlaka yakardı." Daha sonra Ebû Ubeyde: "O ateşin yanında ve onun çevresinde olanlar da mübarek kılındı. Âlemlerin Rabbi Allah münezzehdir" âyetini okudu. Bunu el-Beyhakî de rivâyet etmiştir. Müslim, I, iği; İbn Mâce, I, 71; Müsned, IV, 400 Müslim'in, Ebû Mûsa yoluyla kaydettiği lâfız da şöyledir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hutbe irad etmek maksadıyla önümüzde ayağa kalktı, beş hususu söz konusu etti ve şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki aziz ve celil olan Allah uyumaz. Zaten uyumak ona yaraşmaz da. O adalet terazisin(i) alçaltır ve yükseltir. Gecenin ameli O'na gündüzden önce yükseltilir, gündüzün ameli de geceden önce O'na yükseltilir, O'nun hicabt nurdur. -Ebû Bekrin rivâyetinde ise nârdır. Eğer onu açacak olursa, O'nun yüzünün parıltıları gözünün mahlukatından değdiği herbir şeyi elbette yakardı." Müslim, 161: İbn Mâce, I, 70; Müsned, IV, 405 Ebû Ubeyd dedi ki: Denilir ki: "Subuhât: Parıltılar" O'nun zatının celalidir. "Subhanallar"da buradan hareketle söylenmiş bir teşbihtir. Bu ise yüce Allah'ı ta'zim ve tenzihi ifade eder. Yüce Allah'ın: "Eğer onu açacak olursa" âyeti da şu demektir: Eğer insanların gözleri üzerinden perdeyi kaldıracak olursa ve kendisini görmeleri için onlara sebat vermezse yanarlar ve buna tahammül edemezler. İbn Cüreyc dedi ki: Ateş hicablardan bir hicabtır. Bu hicablar: Hicabu'l-Izze, Hicabu’l-Mülk, Hicabu's-Sultan, Hicabu'n-Nar, Hicabu'n-Nûr, Hicabu'l-Ğamâm ve Hicabu’l-Mâ olmak üzere yedî tanedir. Hakikatte asıl mahcub olan (yani önünde perde bulunan) mahluktur. Yüce Allah'ı ise hiçbir şey hacb etmez (perdelemez). İşte oradaki ateş aslında nûr idi, ancak yüce Allah ondan nar (ateş) lâfzı ile sözetmiştir. Çünkü Mûsa onu ateş zannetmişci. Diğer taraftan Araplar da bu lâfızların birini diğerinin yerine kullanabilmektedirler. Saîd b. Cübeyr de şöyle demiştir: Onun gördüğü bizatihi ateşti. Yüce Allah, sesini ona ateşin bulunduğu taraftan işittirdi ve ona ateşin bulunduğu cihetten rububiyetini izhar etti. Bu da Tevrat'ta yazılı olduğu rivâyet olunan şu ifadeleri andırmaktadır: "Allah, Sina'dan geldi ve Sair (dağın)dan parıldadı. Fârân dağlarından da yükseldi." Yüce Allah'ın Sina'dan gelmesi orada Mûsa'yı peygamber göndermesidir. Sair tepelerinden parıldaması, Mesih Îsa'yı orada peygamber göndermesidir. Fârân dağlarından yükselmesi ise Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı peygamber olarak göndermesidir, Fârân da Mekke'dir. İleride el-Kasas Sûresi'nde (28/30. âyetin tefsirinde) şanı yüce Allah'ın Mûsa (aleyhisselâm)'a kelâmını ağaçtan işittirmesi ile ilgili daha geniş açıklamalar gelecektir, inşaallah. "Âlemlerin Rabbi münezzehtir." Âlemlerin Rabbi olan Allah'ı tenzih ve takdis ediyorum. Buna dair açıklamalar daha önceden bir kaç yerde geçmiş bulunmaktadır. Âyetin anlamı da şudur: Onun etrafında bulunanlar "âlemlerin Rabbi münezzehtir" derler, şeklindedir ki; bu ifadeler hazfedilmistir. Bir diğer açıklama da şöyledir: Mûsa (aleyhisselâm) yüce Rabbin nidasını işittikten sonra yüce Allah'ın yardımını dilemek ve O'nu tenzih etmek üzere bu sözleri söylemiştir. Bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır. Bu âyetlerin yüce Allah'ın sözlerinden olduğu da söylenmiştir. Anlamı da şudur: Âlemlerin Rabbi olan Allah'ı teşbih edenler mübarek kılınmıştır. Bunu da İbn Şecere nakletmiştir. 9"Ey Mûsa! Şüphesiz ki Ben Azîz ve Hakim olan Allah'ım! "Ey Mûsa şüphesiz Ben Azîz ve Hakîm olan Allah'ım" âyetindeki: "Şüphesiz" lâfzındaki "he" imaddır. Kûfelilerin görüşlerine göre bir zamir değildir, sahih olan ise bunun durum ve şan'dan kinaye (zamiru şan) olduğudur. "Ben Azîz" benzeri bulunmayan mutfak galip; emir ve fiillerinde hikmeti sonsuz olan "Hakîm olan Allah'ım!" Denildiğine göre Mûsa; Rabbim bana seslenen kimdi, diye sordu. Ona: "Şüphesiz ki" sana seslenen Ben idim. "Ben Allah'ım" diye buyurdu. 10"Asa'nı bırak." Onun ince yılanmış gibi hareket ettiğini görünce, arkasına bakmaksızın dönüp gitti. "Korkma ey Mûsa! Çünkü Benim katımda rasûller korkmaz. "Asanı bırak." Vehb b. Münebbih dedi ki: Mûsa yüce Allah'ın kendisine asasını bir kenara atmasını söylediğini zannetmişti. Yine denildiğine göre yüce Allah'ın Mûsa'ya bunu söylemesinin sebebi, kendisi ile konuşanın Allah olduğunu, Mûsa'nın da rasûl olduğunu, herbir peygamber için bizzat kendi nefsinde peygamberliğini bilmek maksİsmi ile mutlaka bir âyet, (belge ve mucize)nin bulunduğunu bilmesi için söylemiştir. Âyet-i kerimede hazfedilmiş lâfızlar vardır. Yani asanı bırak, o da asasını elinden bıraktı, derhal küçük bir yılanmış gibi hızlıca hareket eden bir ejderha oluverdi. el-Kelbî dedi ki: Bu küçük de olmayan, büyük de olmayan bir yılandı. Bir diğer açıklamaya göre asası önce küçük ve hareketli bir yılan olmuştu, ona alışınca bu sefer büyükçe bir ejderha oluvermişti. Bir diğer açıklamaya göre bir sefer küçük bir yılan, bir sefer hızlıca koşan dişi bir yılan, bir sefer de erkek büyük bir ejderhaya dönüşmüştü. Bir diğer açıklamaya göre de anlam şöyledir: Bu küçük bir yılan gibi hareket eden bir ejderhaya dön üşü vermişti. Ejderhanın büyüklüğü ve küçük yılanın hafifliği ile hızlıca hareket etmek Özellikleri bu yılanda vardı. İşte hızlıca koşan bir yılan, bir ejderhadan kasıt budur. "ince küçük yılan"ın çoğulu; şeklinde gelir. Şu Hadîs-i şerîfte de bu çoğul şekil kullanılmıştır: "Peygamber evlerde bulunan küçük yılanların öldürülmesini yasakladı." Müslim, IV, 1753, 1754; Buhari, III, 1204; Muvatta’, II, 976; Müsned, VI, 83. "Arkasına bakmaksızın" Mücahid'in açıklamasına göre dönmeksizin, Katâde ise bakmaksızın diye açıklamıştır. "Dönüp, gitti" insanların adeti üzere korkup kaçtı. Yılandan ve zarar vermesinden "Korkma ey Mûsa, çünkü Benim katımda rasûller korkmaz." İfade burada tamam olmaktadır. Daha sonra munkatı' bir istisna yaparak şöyle buyurmaktadır: 11"Zulmedenler müstesnaleyhisselâmonra da kötü halini İyilikle değiştirene muhakkak Ben mağfiret ve rahmet ediciyim. "Zulmedenler müstesna!" Bunun hazfedilmiş bir isimden istisna olduğu da söylenmiştir. Yani: Benim huzurumda rasûller korkmaz. Ancak onların dışında zulmeden kimseler korkar. "Zulmedenler müstesna, sonra da kötü halini iyilikle değiştirene..." İşte böyle bir kimse korkar. el-Ferrâ' böyle açıklamıştır. en-Nehhâs dedi ki: Bu muhal bir mahzuftan istisna yapılmıştır. Çünkü bu zikredilmemiş bir şeyden yapılmış bir istisnadır. Eğer böyle bir istisna câiz olsaydı: "Ben Zeyd müstesna, o kavmi vuruyorum" şeklindeki sözlerin; ben o kavmi vurmam, onların dişındakileri "Zeyd dışındakiler!" vururum demek de câiz olmalıydı. Bu ise beyan (açık seçik konuşma)ya aykırıdır ve anlamı bilinmeyen ifadeler kullanmaktır. Yine el-Ferrâ''nın naklettiğine göre bazı nahivciler; istisna edatını "vav" anlamında kullanabilirler. Yani bir de zulmedenler (benim katımda korkmaz); demek olur. Şair şöyle demiştir: "Herbir kardeş mutlaka kardeşinden ayrılır, Yemin olsun ki (bu böyledir) hatta el-Ferkadân dahi." en-Nehhâs dedi ki: İstisna edatının "vav" anlamında olması izah edilemez ve bu dilde hiçbir şekilde câiz olmaz. Diğer taraftan bu edatın anlamı "vav"dan çok farklıdır. Çünkü bir kimse; "Zeyd dışında kardeşlerin bana geldi" diyecek olursa, kardeşlerin kapsamına girdikleri hükmün dışına Zeyd çıkarılmış olur. Dolayısıyla bu istisna edatı ile "vav" arasında herhangi bir yakınlık bulunmamaktadır. Âyet-i kerîme ile ilgili bir başka görüş daha vardır. O da buradaki istisnanın muttasıl bir istisna olmasıdır. Anlam da şöyle olur: Hiçbir kimsenin kendisini kurtaramadığı küçük günahları işlemek suretiyle peygamberler arasından zulmedenler müstesnadır. Ancak Zekeriya oğlu Yahya (selam ona) istisna olarak küçük günah işlememiştir. Ayrıca yüce Allah'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz hakkında "Allah geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın..." (el-Feth, 48/2) âyetinde sözünü ettiği husus da müstesnadır. Bunu da el-Mehdevî zikretmiş olup en-Nehhâs tercih etmiş ve şöyle demiştir: Yüce Allah onlar arasından (belirtilen şekilde küçük günahla) isyan edenlere Allah korkusunun müyesser kılındığını bildiğinden dolayı onları istisna ederek şöyle buyurmuştur: "Zulmedenler müstesna, sonra da kötü halini İyilikle değiştiren..." kimse; o korkar, Ben ona mağfiret etsem dahi. ed-Dahhâk dedi ki: Bu âyeti ile Âdem ve Dâvûd (ikisine de selâm olsun)u kastetmektedir. ez-Zemahşerî dedi ki: Âdem, Yûnus, Dâvûd, Süleyman, Yusuf'un kardeşleri gibilerinin yaptıkları kusurlar ile Mûsa (aleyhisselâm)'in Kıptî'yi indirdiği darbe ile öldürmesi bu kabildendir. Bir kimse dese ki: Tevbe ve mağfiretten sonra korkunun manası nedir? Ona şöyle cevap verilir: Yüce Allah'ı bilip tanıyanların hali budur. Onlar her zaman için masiyetlerinden ötürü korkarlar ve kalpleri titrer. Aynı şekilde onlar tevbelerinin kabul edilmesi için gerekli şartlardan yerine getirmemiş olabilecekleri bir takım şartlarının olmadığından da emin olmazlar. Dolayısıyla bu eksik şart(lar)ın yerine getirilmesinin isteneceğinden korkarlar. el-Hasen ve İbn Cüreyc dedi ki: Yüce Allah, Mûsa'ya sen o canı öldürdüğün için Ben de seni korkuttum, demiştir. el-Hasen dedi ki: Geçmişte peygamberler küçük günah işler ve bundan dolayı cezalandırılırlardı. es-Sa'lebî, el-Kuşeyrî, el-Maverdî ve başkaları da şöyle demişlerdir: Buna göre burada istisna sahihtir, yani peygamberlerden, rasûllerden nübüvvet öncesi işlemiş oldukları küçük günahlar ile nefsine zulmeden kimseler müstesnadır. Mûsa, Kıptî'yi öldürmekten dolayı korkmuş ve bundan ötürü de tevbe etmişti. Şöyle de denilmiştir: Peygamberler, peygamberlikten sonra küçük günahlardan da, büyük günahlardan da korunmuşlardır. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/35. âyet, 13- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Derim ki: Birincisi daha doğrudur, çünkü onlar şefaat hadisinde de belirtildiği üzere kıyâmet gününde bu günahlarından sıyrılmış olacaklardır. Allah'a yakın kılınmış bir kimse (mukarreb) herhangi bir kusur işleyecek olursa, bu kusuru ona bağışlanmış olsa dahi, bu kusurun izleri kalıcıdır. Bu iz ve etki devam ettiği sürece korku da devam eder. Ancak bu korku cezalandırılma korkusu değil, ilahi azamet korkusudur. Sultan nezdinde günah işlediği zannolunan bir kimse, bu zan dolayısı ile içinde rahatsız edici bir duygu bulunur. Bu da ona duyulan güvenin saflığını bulandırır. Mûsa (aleyhisselâm) da o Fir'avun kavmine mensub kişiye karşı böyle bir davranışta bulunmuş, sonra Allah'tan mağfiret dilemiş ve kendi nefsine zulmettiğini itiraf etmişti. Yüce Allah da onun günahını bağışlamıştı. Bu bağışlanmadan sonra da: "Rabbim, bana verdiğin nimet hakkı için artık günahkârlara arka çıkmam" (el-Kasas, 28/17) demişti. Ertesi gün bu sefer Fir'avun kavmine mensub bir başka kişi ile sınanmış, onu da yakalamak istemişti. Bu isteyişi ile birlikte de bir başka olay olmuştu. Ertesi gün bu şekilde sınanmasına sebeb ise onun: "Artık günahkarlara arka çıkmam" demiş olması idi. Böyle bir ifade ise kendisinin başlı başına bir güç sahibi olduğunu dile getirmektedir. Dolayısıyla o yakalamak isteyip de, bunu yapmayınca böyle bir irade ve kasıt gösterdiğinden dolayı cezalandırıldı. İsrail oğullarına mensub şahsı onun sırrını açığa vurmak suretiyle musallat kıldı. Çünkü İsrailoğullarından olan kişi Fir'avun kavmine mensub olan kimseyi yakalamaya hazırlandığını gördüğünde kendisini yakalamak istediğini zannetmiş, onun gizlediği sırrı açığa çıkartarak: "Ey Mûsa, dün bir kişiyi öldürdüğün gibi beni de mi Öldürmek istiyorsun ?" (el-Kasas, 28/19) demişti. Bunun üzerine Fir'avun kavmine mensub şahıs kaçmış ve İsrailoğullarına mensub şahsın Mûsa aleyhinde yaptığı açıklamayı Fir'avun'a bildirmişti. Bir gün Önce öldürülen şahsın durumu ise gizli kalmış ve kim tarafından öldürüldüğü bilinmemişti. Fir'avun durumu öğrenince, yakalanıp, öldürülmesi için Mûsa'nın ardından takipçiler gönderdi, Takip işi sıkılaştırıldı ve yolların başları tutuldu. Koşarak bir adam geldi ve: "Ey Mûsa! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında danışıyorlar." (el-Kasas, 28/20) dedi. Daha sonra da yüce Allah'ın bize haber verdiği şekilde Mısır'dan çıktı. İşte Mûsa (aleyhisselâm)'ın bu korkusu, bu olaydan ötürü olmuştu. Rabbi her ne kadar onu kendisine yakınlaştırmış, ona ikramda bulunmuş, onunla konuşmak için özellikle seçmiş ise de böyle bir suçun kalan izleri onun arkasına bakmadan kaçıp gitmesine sebeb teşkil etmişti. 12"Elini de yakana sok! Fir'avun'a ve kavmine dokuz mucize arasında olmak üzere kusursuz, bembeyaz çıkacaktır. Şüphesiz onlar fasık bir toplulukturlar. "Elini de yakana sok... Kusursuz, bembeyaz çıkacaktır." Bu âyete dair açıklamalar daha önceden Tâ-Hâ Sûresinde (20/22. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Dokuz mucize arasında" âyeti ile ilgili olarak en-Nehhâs şöyle demektedir: Bu hususta yapılmış en güzel açıklamaya göre anlam şöyledir: Bu âyet (bu mucize) dokuz mucizenin kapsamı içerisindedir. el-Mehdevl dedi ki: Âyetin anlamı şudur: "Asanı bırak" ... "elini de yakana sok." İşte bunlar dokuz mucizeden ikisidir. el-Kuşeyrî de anlamı şöyledir: Sen onlardan birisi olduğun halde ben on kişi arasında (onlarla beraber) çıktım demeye benzer. Ben on kişinin onuncusuydum. Buna göre buradaki: "Arasında" "...den, dan" anlamındadır. (On âyetten (biri) demek olur). Çünkü burada bu edat (anlam itibariyle) ona oldukça yakındır. Nitekim sen; "Sen bana aralarında iki erkek deve bulunan on deve al" derken, "aralarında" anlamındaki lâfız; "Onlardan..." anlamında kullanılmıştır. Nitekim el-Asmaî İmruu'l-Kays'ın: "Hiç rahat bulur mu ömrünün sonları, Otuz yıl içerisinde otuz ay olan (yani otuz ayı otuz yıl gibi uzun gelen)?" beyitinde; "edatı anlamında kullanıldığını söylemiştir. Bu edatın; "Beraberinde" anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu durumda âyet "...dokuz ayetle birlikte..." anlamına gelir. Buna göre on âyetten biri de el mucizesidir. Diğer dokuz âyete gelince: Denizin yarılması, asa, çekirge, haşerat, tufan, kan, kurbağalar, kıtlık yılları ve mallarının yerin dibine geçirilmesidir. Bütün bunlara dair açıklamalar daha önceden (Yûnus, 10/88. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Fir'avuna ve kavmine" âyeti hakkında el-Ferrâ' şöyle demiştir: Burada ifadenin delaleti dolayısıyla sözlerde hazfedilmiş lâfızlar vardır. Şüphesiz ki sen Fir'avun'a ve kavmine elçi olarak gönderilmişsindir, demektir. "Şüphesiz onlar fasık bir toplulukturlar." Yüce Allah'a itaatin dışına çıkmışlardır. Buna dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır. 13Âyetlerimiz kendilerine apaydınlık geldiğinde onlar: "Bu, apaçık bir sihirdir" dediler. "Âyetlerimiz kendilerine apaydınlık" açık ve seçik bir şekilde "geldiğinde" âyeti ile ilgili olarak; el-Ahfeş: Burada mastar olan: "Apaydınlık" lâfzının;şeklinde olması da mümkündür. Bu da mastar olur. Bu da "Bu apaçık bir sihirdir, dediler." Yalanlamaktaki adetlerini aynen devam ettirdiler. 14Kalpleri onlara İnandığı halde zulümle büyüklenmeleri sebebi ile onları inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak! Bundan dolayı da yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kalpleri onlara inandığı halde zulümle büyüklenmeleri sebebi ile onları İnkâr ettiler." Yani onlar bu âyetlerin Allah'tan geldiğine ve büyü olmadıklarına kesinlikle inanıyorlardı, fakat Mûsa'ya îman etmeyi büyüklüklerine yedirmediler ve kâfir oldular. Bu onların inad eden kimseler olduklarım göstermektedir. Buradaki; Cult) ile (mealde: zulümle büyüklenmeleri sebebiyle) lâfızları hazfedilmiş bir mastarın sıfatı olarak nasbedilmişlerdir. Yani "Onlar âyetlerimizi büyüklenerek ve zulüm ile inkâr ettiler." "Onları (âyetleri)"lâfzındaki "be" zaiddir ve bu; "Onları inkar ettiler" anlamındadır. Bu açıklamayı Ebû Ubeyde yapmıştır. Ey Muhammed "bozguncuların" kâfir ve azgınların işlerinin "sonunun nasıl olduğuna bir bak!" Yani sen buna kalp gözünle bir bak ve üzerinde düşün! Burada hîtab ona olmakla birlikte, maksat ondan başkalarıdır. 15Yemin olsun Biz, Davud'a ve Süleyman'a bir İlim verdik. İkisi de: "Bizi mü’min kullarının pek çoğuna üstün kılan Allah'a hamd olsun" dediler. "Yemin olsun Biz, Davud'a ve Süleyman'a bir ilim" yani Katâde'ye göre bir kavrayış "verdik." Bunun din, hüküm vermek ve bunların dışındaki hususlara dair bilgi demek olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve Biz ona sizin faydanıza.,. giyecek (zırh) yapma sanatını öğrettik." (el-Enbiya, 21/80) Bunun kimya sanatı olduğu da söylenmiştir ki, bu şaz bir görüştür. Yüce Allah'ın onlara verdiği ise peygamberlik, yeryüzünde halifelik ve Zebur'dur. "Bizi mü’min kullarının pek çoğuna üstün kılan Allah'a hamd olsun, dediler." Bu âyet-i kerimede ilmin şerefine, konumunun üstünlüğüne ve ilim ehli kimselerin önderliklerine, ilim nimetinin en değerli nimetlerden ve en büyük kısmetlerden birisi olduğuna, kendisine ilim verilen kimseye yüce Allah'ın diğer mü’min kullarına göre pek büyük bir üstünlük vermiş olduğuna delil teşkil etmektedir. "Allah sizden îman edenleri ve (özellikle) kendilerine ilim verilenleri dereceler ile yükseltsin." (el-Mücadele, 68/11) Bu hususa daha önceden bir kaç yerde de değinilmiş bulunmaktadır. 16Süleyman, Davud'a mirasçı oldu. Dedi ki: "Ey insanlar! Bize kuşların dili öğretildi, herşeyden bize verildi. Muhakkak ki bu apaçık üstünlüğün tâ kendisidir." "Süleyman, Davud'a mirasçı oldu. Dedi ki: Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi, herşeyden bize verildi..." el-Kelbî dedi ki: Dâvûd (aleyhisselâm)'ın ondokuz çocuğu vardı. Aralarından onun peygamberliğine ve mülküne Süleyman mirasçı oldu, Eğer bu mirasçılık bir mal mirasçılığı olsaydı, onun bütün evlatlarının bu hususta eşit olmaları gerekirdi. İbnu'l-Arabî de böyle demiştir. (İbnu'l-Arabî devamla) dedi ki: Eğer bu, mala bir mirasçılık olsaydı, bu malın sayılarına göre paylaştırılması gerekirdi. Yüce Allah Dâvûd (aleyhisselâm)'ın sahip olduğu hikmet ve nübüvveti (diğer kardeşleri arasından) özellikle Süleyman (aleyhisselâm)'a verdi. Ayrıca lütuf ve kereminden de kendisinden sonra hiçbir kimseye verilmemiş büyük bir mülk de verdi. İbn Atiyye dedi ki: Dâvûd İsrailoğullarından idi. O bir hükümdar idi. Süleyman da onun hükümdarlığına ve peygamberlik mevkiine mirasçı oldu. Yani babasının vefatından sonra bunlar ona verildi. Dolayısıyla bunlara mecazi olarak "miras" dendi. Bu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "İlim adamları, peygamberlerin mirasçılarıdır." Buhârî, I, 37 -bab başlığında-; İbn Hibbân, es-Sahih, I, 289, 290; Tirmizî, V, 48; Dârimî, I, 110; Ebû Dâvûd, 111, 317; İbn Mâce, I, 81; Müsned, V, 196. âyetine benzer. Ayrıca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Muhakkak biz peygamberler topluluğuna mirasçı olunmaz." Müslim, III, 1378-1381; Buhârî, III, 1126, 1127, 1360, IV, 1479, 1481; Tirmizî, II, 15ü; Ebû Dâvûd, III, 139, 142, 144, 145; Nesâî, VII, 132, 136; Muvatta’, II, 993; Müsned, I, 4, 6, 9, 10..., II, 463, VI, 145, 242. âyeti ile de şunu kastetmiş olabilir: Böyle bir durum peygamberlerin işi ve yaşayışının bir gereğidir. Her ne kadar aralarında bu husustaki en meşhur görüşe göre Zekeriya gibi malı mirasçı alınmış kimse bulunsa da bu böyledir. Bu da -müslümanların çoğunlukla davranışlarını gözönünde bulundurup-; biz müslümanlar topluluğunu ibadet yeteri kadar meşgul etmektedir, demeye benzer. İşte Sîbeveyh'in naklettiği şu; Biz Araplar topluluğu insanlar arasında misafirlere en çok ikramda bulunanlarız, ifadeleri de bu kabildendir. Derim ki: Bu husus daha önceden Meryem Sûresi'nde (19/6. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Ancak sahih olan birinci görüştür. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Biz peygamberler topluluğuna mirasçı olunmaz" diye buyurmuştur ve bu âyet umumidir. Herhangi bir delil ile olmadığı sürece kimse bunun kapsamı dışında tutulamaz. Mukâtil dedi ki: Süleyman (aleyhisselâm)'ın mülkü (hükümdarlığı) Davud'dan daha büyük ve hüküm vermesi, hakimliği ondan daha ileri derecede idi. Dâvûd da, Süleyman (aleyhisselâm)'dan ibadete daha düşkün birisi idi. Başkası da şöyle demiştir: Hiçbir peygamberin mülkü ve hükümdarlığı onun mülkü ve hükümdarlığının ulaştığı seviyeye ulaşmamıştır. Çünkü yüce Allah insanları, cinleri, kuşları, yabani hayvanları onun emrine verdiği gibi, âlemlerden hiçbir kimseye vermediği şeyleri ona vermiştir. Süleyman hükümdarlık ve peygamberlik bakımından babasına mirasçı olmuştur. Ondan sonra onun şeriatı ile hükmetmiştir. Mûsa'dan sonra peygamber olarak gelen herkes, ister ayrıca risalet verilmiş olsun, ister verilmemiş olsun Mûsa (aleyhisselâm)’ın şeriati ile hükmetmiştir ve bu yüce Allah'ın Mesih Îsa'yı peygamber gönderip onun şeriatını neshettiği vakte kadar böylece sürmüştür. Süleyman (aleyhisselâm) ile hicret arasında yaklaşık 1800 yıllık bir süre vardır. Yahudiler ise 1302 yıl vardır, derler. Gerek bu rivâyetlere gerekse bundan sonra gelecek olan kuşların neler söylediklerine dair Süleyman (aleyhisselâm)'ın açıklamalarını ihtiva eden rivâyetlere -Peygamber Efendimize kadar ulaşan sahih bir senetleri bulunmadığından- itibar etmek söz konusu değildir. Yine denildiğine göre, Süleyman (aleyhisselâm)'ın vefatı ile Peygamberimizin doğumu arasında yaklaşık 1700 yıl vardır. Yahudiler ise bundan üçyüz yıl eksik bir tarih verirler. Süleyman, elli küsur yıl yaşamıştır. Yüce Allah’ın: "Dedi ki: Ey İnsanlar" âyeti şu demektir: Süleyman, İsrailoğullarına yüce Allah'ın nimetlerine şükürünü ifade etmek üzere "bize kuşların dili öğretildi" dedi. Yani yüce Allah, Dâvûd (aleyhisselâm)'dan miras olarak aldığımız ilim, peygamberlik ve yeryüzünde halifeliğine mirasçı oluşumuzdan ayrı olarak, bizlere kuşların çıkardığı seslerden içlerindeki manaları kavrama lütfunu da ihsan etmiştir. Mukâtil bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demektedir: Bir gün Süleyman (aleyhisselâm) oturur iken yanında belli bir şeyin etrafında dönen bir kuş geçti. Yanında bulunanlara: Bu kuşun ne dediklerini biliyor musunuz? Bu kuş bana şunları söyledi: Ey saltanat sahibi hükümdar ve ey Israifoğullarının peygamberi selam sana! Yüce Allah sana ikramda bulunmuştur. Seni düşmanlarına karşı muzaffer kılmıştır. Ben şimdi yavrularımın yanına gideceğim, ikinci bir defa sana geleceğim. O biraz sonra bize ikinci defa gelecek derken kuş döndü, Süleyman (aleyhisselâm) dedi ki: Bu kuş şöyle diyor: Ey saltanat sahibi hükümdar selam sana. Eğer izin verirsen ben yavrularım için bir şeyler kazanayım taki yetişsinler, sonra senin yanına geleyim o vakit bana istediğini yap. Süleyman onlara kuşun söylediklerini bildirdi, ondan sonra da ona izin verdi, kuş da gitti. Ferkad es-Sebehî dedi ki: Süleyman bir ağacın üzerinde kafasını oynatan, kuyruğunu hareket ettiren bir bülbülün yanından geçiyordu. Arkadaşlarına bu: Bülbülün ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır ey Allah'ın peygamberi dediler. Süleyman dedi ki: Bu bülbül şöyle diyor: Ben bir meyvenin yarısını yedim. Artık bundan sonra dünya umurumda değil. Yine bir ağacın üstünde bir hüdhüd kuşu gördü, küçük bir çocuk da ona bir tuzak kurmuştu. Süleyman: Ey hüdhüd dikkat et dedi, kuş: Ey Allah'ın peygamberi bu akılsız bir çocuktur, ben de onunla dalga geçiyorum, dedi. Daha sonra Süleyman geri döndüğünde kuşun çocuğun tuzağına yakalanmış olduğunu ve çocuğun elinde bulunduğunu gördü. Ey hüdhüd bu da ne? dedi. Hüdhüd: Ey Allah'ın peygamberi ben o tuzağı göremedim ve nihayet ona düştüm dedi. Süleyman: Yazık sana, sen yerin altındaki suyu görüyorsun da sana kurulan tuzağı görmüyor musun? Hüdhüd dedi ki; Ey Allah'ın peygamberi tedbirin takdire karşı faydası yoktur. Ka'b dedi ki: Süleyman b. Davud'un yanında bir yaban güvercini (ya da erkek kumru) öttü. Süleyman: Bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler, dedi ki; Bu kuş diyor ki: Ölmek için doğunuz, sonunda yıkılsın diye bina yapınız. Bir üveyik kuşu Öttü, bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu kuş şöyle diyor: Keşke bu mahlukat yaratılmamış olsaydı, madem yaratıldılar keşke ne için yaratıldıklarını bilmiş olsalardı. Yine onun önünde bir tavus kuşu öttü. Bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu ne şekilde davranırsan sana öyle muamele yapılır demektedir. Yanında bir hüdhüd kuşu öttü, bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu: Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz dedi. Yine yanında bir göçeğen kuşu öttü. Bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Ey günahkârlar Allah'tan mağfiret dileyin. İşte bundan dolayı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) o kuşun öldürülmesini yasaklamıştır. Denildiğine göre göçeğen kuşu Evin (Kabe'nin) mekânını Âdem'e gösteren kuştur. İlk oruç tutan kuş odur. Bundan dolayı bu kuşa "es-sallallahü aleyhi ve sellemvâm" denilmiştir. Bu da Ebû Hüreyre'den rivâyet edilmiştir. Huzurunda bir bağırtlak kuşu öttü. Bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu diyor ki: Her yaşayan ölür, her yeni eskir. Yanında dişi bir kırlangıç öttü. Bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu kuş diyor ki: Önden hayır gönderiniz, onu bulacaksınızdır. Bundan dolayı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kırlangıç kuşunun öldürülmesini yasaklamıştır. Denildiğine göre; Âdem cennetten çıktı, yüce Allah'a yalnızlıktan şikayet etti. Yüce Allah ona kırlangıç kuşu ile teselli verdi ve bu kuşun evlerde barınmasını takdir buyurdu. O bakımdan bu kuşlar teselli vermek için Âdem oğullarından ayrılmazlar. Bu kuş yüce Allah'ın kitabından dört âyet-i kerimeyi de bilir: "Şayet Biz bu Kur'ân'ı bir dağa indirseydik..." âyetinden sûrenin sonuna kadar bilir ve yüce Allah'ın: "O Azizdir, Hakimdir." (el-Haşr, 59/21-24) âyetini da okurken sesini uzatır. Süleyman (aleyhisselâm)'ın huzurunda bir güvercin öttü. Ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu güvercin diyor ki: Semavât ve arzında mevcut olan varlıkların sayısınca subhane rabbiye'l-a'lâ. Yine Süleyman (aleyhisselâm)'ın yanında bir kumru Öttü. Bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu kuş: Subhane rabbiye’l-aziym el-Müheymin (pek büyük ve herşeye mutlak egemen olan Rabbimin şanı ne yücedir) demektedir. Ka'b dedi ki: Yine Süleyman onlara anlatmaya devam etti. Dedi ki: Karga şöyle diyor: Allah'ım gümrük ve vergi memurlarına lanet eyle! Çaylak da şöyle diyor: "O'nun zatı müstesna herşey helâk olacaktır." Keklik: Susan esenliğe kavuşur der. Papağan: Bütün çabası dünya için olanın vay haline! Kurbağa: Subhane Rabbiye'l-Kuddus. Kartal: Subhane Rabbiy ve bi hamdihi. Yengeç; Her mekanda her dil ile ismi anılanın şanı ne yücedir, diyor dedi. Mekhût dedi ki: Süleyman'ın yanında turaç kuşu öttü. Bu ne diyor biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: hayır dediler. Dedi ki: Bu kuş: "Rahmân (olan Allah) Arşa istiva etti" diyor. el-Hasen dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Horoz öttüğü vakit ey gafiller Allah'ı anın der." el-Munâvî, Feydu'l-Kadîr, I, 380 el-Hasen b. Ali b. Ebî Tâlib dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Kerkez öttüğünde der ki: Ey Âdemoğlu istediğin kadar yaşa, sonunda öleceksin. Tavşancıl kuşu da öttü mü der ki: İnsanlardan uzak kalmak rahattır. Kamber kuşu öttü mü şöyle der; Allah'ım, Muhammed soyundan gelenlere buğzedenlere lanet et. Kırlangıç kuşu öttü mü: "Elhamdu lillahi Rabbi’l-alemiyn"i sonuna kadar okur ve "vele'd-dalliyn" diyerek Kur'ân okuyan kimsenin yaptığı gibi sesini uzatır.' Katâde ve en-Nehaî dedi ki: Bu husus sadece kuşlara mahsustur. Çünkü Süleyman (aleyhisselâm); "Bize kuşların dili öğretildi" demiştir. Karınca da uçan bir varlıktır, çünkü bazılarının kanatları bulunabilir. en-Nehaî dedi ki: İşte bu karınca da iki kanatlı bir karınca idi. Bir kesim de şöyle demiştir: Süleyman (aleyhisselâm)'a bütün hayvanların dili öğretilmişti. Özellikle kuşların söz konusu edilmesi, Süleyman (aleyhisselâm)'ın güneşe karşı gölgelenmek, bir takım işler için onları göndermek hususunda onları duyduğu ihtiyaç dolayısıyla zikredilmişlerdir. Kuşların bu şekilde çokça müdahaleleri olduğundan ötürü bilhassa anılmışlardır, Diğer taraftan; diğe; hayvanların bu gibi özellikleri nadirdir ve kuşlarda görüldüğü gibi çokça tekrarlanmaz. Ebû Ca'fer en-Nehhâs dedi ki: Mantık (dil) bazen söz söylemeksizin de anlaşılabilen şeyler hakkında kullanılır. Bununla birlikte neyi murad ettiğini en iyi bilen yüce Allah'tır. İbnu'l-Arabî dedi ki: Süleyman (aleyhisselâm) için o sadece kuşların dilini biliyordu diyen kimselerin bu bilgileri büyük bir eksikliktir. Çünkü insanlar ittifakla şunu kabul etmişlerdir: O, konuşmayan varlıkların sözlerini anlardı. Hatta bitkilerde dahi onun için konuşma kabiliyeti :halk edilirdi. Herbir bitki ona; Ben filan bitkiyim, filan ağacım, şu şu işe yararım ve şöyle şöyle zararlarım vardır, derlerdi. Durum böyle olduğuna göre ya hayvanlar hakkında ne denilir! 17Süleyman'ın cin, İnsan ve kuşlardan orduları huzuruna toplandı. Onlar topluca yol alır ve idare olunurlardı. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- Hazret-i Süleyman'ın Orduları: Şanı yüce Allah'ın: "Süleyman'ın... huzuruna toplandı" âyetindeki; "Toplandı" demektir. Hasretmek, toplamak demektir. Yüce Allah'ın: "Onları da hiçbirini bırakmaksızın mahşerde hasretmiş (toplamış) olacağız" (el-Kehf, 18/47) âyetinde de bu manadadır. İnsanlar Süleyman (aleyhisselâm)'ın ordusunun miktarı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Onun kışlasının yüze yüz fersah olduğu söylenmiştir. Bunun yirmibeşi cinlere, yirmibeşi insanlara, yirmibeşi kuşlara, yirmi beşi de vahşi hayvanlara aitti. Tahtalar üzerinde sırçadan bin odası vardı. Bunlarda da üçyüzü nikâhlı, yediyüzü de cariye olmak üzere toplam bin hanımı vardı. (En doğrusunu Allah bilir). İbn Atiyye dedi ki: Onun kışlası ve askerlerinin miktarı hususunda çokça ihtilaf edilmiştir. Ancak doğrusu şu ki; onun hükümdarlığı pek büyüktü, yeryüzünü doldurmuştu. Yeryüzünün bütün sakin bölgeleri ona boyun eğmişti. "Onlar topluca yol alır ve idare olunurlardı." Yani öndekileri, sondakilere göre yürütülür ve ileri gitmekten alıkonulurlardı. Katâde dedi ki: Herbir sınıfın rütbeleri, oturacakları yerler ve yürüdükleri vakitde yeryüzünde belirli amirleri vardı. "Yol alır ve idare olunurlardı" kökünden olmak üzere; "Onu alıkoydum, önledim" demektir. Savaşta (.........) ise, ileri gidenleri hizaya sokan saflarla görevli kimse demektir. Muhammed b. İshak, Ebubekir (radıyallahü anh)'ın kızı Esma (radıyallahü anha)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) -Mekke'nin fethedildiği günü- Zû Tava'da vakfe yaptığında Ebû Kuhafe -ki o sıralarda gözleri kör olmuştu- kızına dedi ki: Beni Ebû Kubeys tepesine çıkar. Esma dedi ki: Onu tepeye çıkardı, Ne görüyorsun? diye sordu. Ona: Bir araya toplanmış büyük bir kalabalık görüyorum dedi. O: O gördüklerin atlılardır dedi. Devamla dedi ki: O kalabalık arasından bir adamın bir öne, bir arkaya doğru gidip geldiğini görüyorum dedi. Ebû Kuhafe dedi ki: İşte o Vazî'dir, onların dağılmalarını önlemektedir.,, diye haberin geri kalan bölümlerini aktardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetinde de bu anlamda kullanılmıştır: "Şeytan Arafe gününde görüldüğünden daha küçük, daha zelil, daha hakir ve daha öfkeli hiçbir günde görülmemiştir. Bunun tek sebebi ise rahmetin sağanak sağanak indiğini, yüce Allah'ın pek büyük günahları bağışlamış olduğunu görmesidir. Ancak Bedir günü gördükleri bundan müstesnadır." Ey Allah'ın Rasûlü! Bedir günü ne gördü ki? diye sorulunca, şöyle buyurdu: "O Cebrâîl'i, melekleri disiplinli bir şekilde yürütürken gördü." Bu hadisi Muvatta’' rivâyet etmiştir. Muvatta’, I, 422; Abdurrezzak, Mûsannaf, IV, 378; İbn Abdi’l-Berr, et-Temhid, I, 115 en-Nâbiğa'nın şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır: "Ağaran saçlarıma, çocukluk etmek istediği için sitem ettiğim, Ve: Şu yaşlılık (veya ağaran saçlar) bu hususta engelleyici iken, artık ayıkmadın mı dediğim bir zamanda..." Bir başka şair de şöyle demiştir: "Karşılaştığımızda göz kapaklarımızdan aktı yaşlarımız, Onun kovalarını parmaklarımızla sildik." Bir başkası da şöyle demiştir: "O coşan nefsi hevâdan kimse alıkoyamaz, İnsanlar arasında; aklı tam ve eksiksiz olandan başka." Şöyle de açıklanmıştır: Bu kelime dağıtmak anlamına gelen "tevzi"'den gelmiştir. (........) ifadesi o kavim taife taifedir, anlamındadır. Kıssada nakledildiğine göre şeytanlar ona boyu bir fersah, eni bir fersah altın ve ibrişimden bir kilim dokudu. Onun için altından bir taht kurulurdu. O tahtın etrafında da altın ve gümüşten olmak üzere üçbin taht daha kurulurdu. Peygamber olanlar altın tahtlar üzerinde, ilim adamları da gümüş tahtlar üzerinde otururlardı. 2- Yönetici ve Hakimlerin Disiplini Sağlamakla Görevli Memurlar Görevlendirmeleri: Âyet-i kerimede yönetici ve hakimlerin insanların birbirlerine haksızlık etmelerini önlemekle görevli memurlar (âyet-i kerimedeki aynı kökten gelen engelleyiciler, disipline sokucular anlamında: vezea) edinebileceklerine dair delil vardır. Çünkü yöneticiler bunu bizzat kendileri yapamazlar. İbn Avn dedi ki: Ben el-Hasen'i -insanların neler yaptıklarını görünce- yargı meclisinde bulunurken şöyle derken dinledim: Allah'a yemin ederim ki; bu insanları ancak bu maksatla görevli kimseler (vezea) ıslah edebilir, Yine el-Hasen dedi ki: İnsanlar için bir engelleyici (vâzi') mutlaka gereklidir. Yani onları alıkoyacak bir otorite kaçınılmazdır, İbnu'l-Kasım dedi ki: Bize Malik'in anlattığına göre Osman b. Affan şöyle derdi: "İmâmın alıkoyduğu, Kur'ân'ın alıkoyduğundan daha çoktur." İnsanları kötülükten alıkoymayı kastetmektedir. İbnu'l-Kasım dedi ki: Ben Malik'e; "Alıkoyar" ne demektir? O: Engeller diye açıkladı. Kadı Ebubekr İbnu’l-Arabî dedi ki: Bazı kimseler bu ifadelerden kastın ne olduğunu anlayamamışlardır. Onlar bundan maksadın sultanın (devlet otoritesinin) yetkisinin insanları Kuran-ı Kerîm'in hadlerinden daha fazla alıkoyup, engellediğini zannetmişlerdir. Ancak bu yüce Allah'ı ve O'nun hikmetini bilmemektir. Çünkü yüce Allah hadleri ancak umumi bir maslahat, kötülüklerden alıkoyan ve insanları doğruluk üzere tutmak için göndermiştir. Bunlara bir fazlalık söz konusu olmaz, bunların eksiltilmeleri de mümkün değildir. Bunun dışındaki hükümler de elverişli olamaz. Fakat zâlimler bu hükümleri gereği gibi uygulamadılar, bu hükümleri uygulamakta kusurlu hareket ettiler ve ne yaptılarsa herhangi bir niyet taşımadan yaptılar, ilahi hükümlerin gereğini uygularken Allah'ın rızasını da gözetmediler. Bundan dolayı insanlar bu hükümler sebebiyle suçlardan geri durmadılar. Şayet adaletle hükmedip, niyetleri ihlaslı olmuş olsaydı, elbetteki bütün işler dosdoğru olur ve büyük çoğunluk ıslah olurdu. 18Nihayet karıncalar vadisine geldiklerinde bir karınca dedi ki: "Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin. Süleyman ve askerleri farkında olmadan, sizi çiğnemesin. Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: 1- Seslenen Karınca ve Bu Karıncanın Söyledikleri: "Nihayet karıncalar vadisine geldiklerinde" âyeti hakkında Katide dedi ki: Bize nakledildiğine göre bu Şam topraklarında bir vadidir. Ka'b ise Taif dedir demiştir. "Bir karınca dedi ki: Ey karıncalar" en-Nehaî dedi ki: Bu karıncanın iki kanadı vardı. Dolayısıyla bu da uçan kuşlardan sayılmıştır. Bundan dolayı Süleyman (aleyhisselâm) bu karıncanın dilini bilmişti. Durum böyle olmasaydı, onun dilini anlayamazdı. Buna dair açıklamalar az önce geçtiği gibi ileride de gelecektir. Süleyman et-Teymî Mekke'de "karınca" anlamındaki kelimeyi; şeklinde; "Karıncalar" anlamındaki kelimeyi de şeklinde "nun" harfini üstün ve "mim" harfini de ötreli olarak okumuştur. Yine ondan hepsini ötreli olarak okuduğu da rivâyet edilmiştir. Karıncaya "nemle" adının verilmesi, çokça hareket edip, az duraklamasından dolayıdır. Ka'b dedi ki: Süleyman (aleyhisselâm) Taif vadilerinden es-Sedîr vadisinden geçti ve bu arada yolu karıncalar vadisine uğradı. Bu arada kurt kadar büyük, topal bir karınca tek bir ayağı üzerinde yükselerek "ey karıncalar" diye (âyet-i kerimede belirtildiği şekilde) seslendi. ez-Zemahşerî dedi ki: Süleyman bu karıncanın sözlerini üç millik mesafeden duydu. Bu karınca topal olduğu halde tek ayak üzerinde yürürdü. Denildiğine göre bu karıncanın ismi Tâhiye imiş. es-Süheylî dedi ki: Süleyman (aleyhisselâm)'ın konuşmasını duyduğu karıncanın ismini zikretmişler ve Harmiyâ olduğunu söylemişlerdir. Karıncalar biribirlerine isim vermedikleri, insanların da karıncaları birbirlerinden ayırdedemediklerinden ötürü onlara özel isim vermeleri imkansız olduğundan, insanların da onlara isim vermeleri söz konusu değilken, bir karıncanın özel isminin olduğu nasıl düşünülebilir? Ayrıca karıncalar, atlar, köpekler ve benzeri hayvanlar gibi Âdemoğullarının mülkiyeti altında da değillerdir. Çünkü Özel isim bu şekildeki hayvanlar hakkında Araplar arasında görülen bir uygulama idi. Eğer özel isimler -sırtlan hakkında söz konusu olduğu gibi- Suâle, Üsâme, Caârî, Kasamı gibi cins isimler hakkında söz konusudur denilecek olursa, şunu belirtelim ki; karıncanın isminin olması bu kabilden değildir. Zira onun ismini verenler bu ismin diğer karıncalar arasından muayyen bir karıncanın özel ismi olduğunu iddia ederler. Suâle ve benzeri isimler ise cins arasından tek bir kimsenin özel ismi değildir. Aksine o cinsten gördüğümüz herbir tanesine Suâle denilebilir. Üsâme, İbn Âvi, İbn Us ve benzeri (hayvan isimleri) de bu kabildedir. Şayet dedikleri sahih ise bunu şöylece açıklamak mümkündür: Bu konuşan karınca Tevrat'ta, Zebur'da ya da bazı semavi sahifelerde yüce Allah tarafından bu isim ile adlandırılmış ve Süleyman'dan önce ya da peygamberlerden birisi bu karıncayı bu ismiyle tanımış, konuşması ve imanı dolayısı ile ona özel olarak isim vermiştir. Bu bir açıklamadır, bizim bu karıncanın îman ettiğini söylememizin anlamı ise onun sair karıncalara söylediği şu sözlerde ortaya çıkmaktadır: "Süleyman ve askerleri farkında olmadan sizi çiğnemesin." Bu karıncanın "farkında olmadan" şeklindeki ifadesi mü’mince kullanılmış incelikli bir ifadedir. Yani Süleyman'ın adaleti ve fazileti ayrıca askerlerinin de fazileti dolayısıyla onlar bir karıncayı olsun daha büyük olsun, ancak farketmeyecek olurlarsa çiğneyebilirler. Şöyle de denilmiştir: Süleyman'ın tebessüm etmesi, karıncanın söylediği bu sözlere sevinmesinden dolayıdır, Bundan dolayı onun tebessümü "gülercesine" âyeti ile te'kid edilmiştir. Zira tebessüm gülmeksizin ve razı olunmaksızın da olabilir. Nitekim Arapların; O öfkeli birisi gibi tebessüm etti, yahut alay edenler gibi tebessüm etti, dedikleri bilinen bir husustur. Gülercesine tebessüm etmek ise ancak sevinçten ötürü olur. Hiçbir peygamber ise dünyevi bir iş dolayısıyla sevinmez. Onun sevinci ancak âhîret ve din bakımından meydana gelen iş dolayısıyla olmuştu. Karıncanın: "Onlar farkında olmadan" şeklindeki sözleri dindarlığa, adalete ve merhamete işarettir. Karıncanın, Süleyman (aleyhisselâm.)'ın askerleri hakkında: "Onlar farkında olmadan" şeklindeki sözlerinin bir benzeri de yüce Allah'ın Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem.v)in askerleri hakkındaki: "...ve size onlardan dolayı bir keder ve üzüntü dokunmayacak olsaydı..." (el-Feth, 48/25) âyetidir. Bununla onların hiçbir mü’minin kanını boşuna akıtmak istemediklerine işaret etmektedir. Ancak Süleyman (aleyhisselâm.)'dan Övgü ile söz eden Allah'ın izni ile bir karıncadır. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)in askerlerinden sözeden ise bizzat yüce Allah'tır. Çünkü Muhammed (aleyhisselâm.) bütün peygamberlerden daha faziletli olduğu gibi, onun askerleri de onun dışındaki peygamberlerin askerlerinden daha faziletlidir. Şehr b. Havşeb, "yuvalarınıza" âyetini tekil olarak; "Yuvanıza" diye okumuştur. Ubeyy'in mushafında: "Yuvalarınıza... sizi çiğnemesinler..." şeklindedir. Süleyman et-Teymi de; "...yuvalarınıza..." sizi çiğnemesinler.,." diye okumuştur. Ubeyy'in Mushafında kayıtlı olduğu bildirilen şekil ile Süleyman et-Teymi'nifi kıraati arasındaki fark; birincisinde dişi-çoğul-hitap zamiri "yuvalar" anlamındaki lâfza tir; ikincisinde ise aynı zamir, fiilin sonuna bitirmiştir Âyet; onlar sizi fark etmeyerek sizi çiğneyip kırıp dökmesinler, anlamındadır. el-Mehdevi dedi ki; Yüce Allah'ın bu hususu karıncanın kavramasını sağlaması, Süleyman (aleyhisselâm.)'a mucize olması içindir. Vehb (b. Münebbih) dedi ki: Yüce Allah rüzgara, kim ne söylerse söylesin onu mutlaka Süleyman (aleyhisselâm)'a uluştarmasını ve duyurmasını söylmeşti. Çünkü şeytanlar ona kötülük yapmak istemişlerdi. Şöyle de söylenmiştir: Bu olayın cereyan ettiği vadi, Yemen'de idi, Bu sözleri söyleyen karınca da alışılmış türden küçük bir karınca idi. Bu açıklama el-Kelbî'ye aittir. Nevf eş-Şamî ile Şahik b. Seleme dedi ki: Bu vadideki karıncalar, kurt kadar büyüktüler. Bureyde el-Eslemi, koyun kadardılar, demiştir: Muhammed b. Ali et-Tirmizî dedi ki: Eğer karınca bu kadar büyük idiyse, bunun sesi de vardı, demektir. Ancak karıncanın şasinin duyulmaması hacim itibariyle küçük olduğundandır. Çünk"ü kuşların ve diğer hayvanların seslerinin olduğu bir gerçektir. Onların konuşmaları da budur. Onlar bu konuşma kabiliyetleriyle teşbih eder ve diğer şeyleri söylerler. İşte yüce Allah'ın: "O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların teşbihlerini anlamazsınız." (el-İsra, 17/74) âyeti bunu anlatmaktadır. Derim ki: Yüce Allah'ın: "...Sizi çiğnemesin..." âyeti, el-Kelbî'nin sözlerinin doğru olduğuna delildir. Çünkü bu karıncalar kurt veya koyun büyüklüğünde olsa idi, çiğnenerek ezilmeleri söz konusu olmazdı. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "Yuvalarınıza girin" âyetinde hitab insanlar için kullanılan zamirlerle olmuştur. Çünkü burada karınca insanlar gibi konuşunca, insanlar gibi değerlendirilmiştir. Ebû İshak es-Sa'lebî dedi ki: Ben Süleyman'a nisbet edilen kitaplardan birisinde şunu gördüm: O, bu karıncaya: Diğer karıncaları ne diye sakındırdın? Benim zulmedeceğimden mi korktun? Benim adaletli bir peygamber olduğumu bilmiyor muydun? Neden: "Süleyman ve askerleri... sizi çiğnemesin" dedin, diye sordu. Karınca şu cevabı verdi: Sen benim: "farketmeyip" dediğimi de duymadın mı? Hem ben onları bedenlerini çiğnemeyi kastetmedim. Ben bunun yerine kalplerinin çiğnenmesini kastetmiştim. Çünkü sana verilenlerin bir benzerini temenni edeceklerinden, yahut dünya fitnesine kapılarak senin mülküne bakıp seyrederken, teşbih ve zikirden uzak kalacaklarından korktum, Süleyman ona: Bana öğüt ver dedi. Karınca dedi ki: Babana niye Dâvûd adının verildiğini bilmiyor musun? Süleyman: Hayır deyince, karınca dedi ki: Çünkü o kalbinin yarasını tedavi etmişti. Sana niye Süleyman adının verildiğini biliyor musun? Süleyman: Hayır deyince, karınca dedi ki: Çünkü sen kalbinin temizliği dolayısıyla sana verilenlerden ötürü sair organlarınla da selamete eren bir kimsesin. Babana yetişmek de senin bir hakkındır. Daha sonra şöyle dedi: Allah'ın sana rüzgarı niye müsahhar kıldığını biliyor musun? Süleyman: Hayır deyince, karınca dedi ki: Böylelikle sana dünyanın tamamının bir rüzgar olduğunu haber vermiş oldu. 19Sözünden dolayı gülercesine tebessüm edip dedi ki: "Rabbim! Bana ve ana-babama ihsan ettiğin nimetine şükür etmeyi ilham et. Razı olacağın salih amel işlemeye de muvaffak kıl. Rahmetinle beni salih kullarının arasına kat." "Sözünden dolayı gülercesine tebessüm etti." Bu tebessümü hayretle olmuştu. Daha sonra karınca hızlıca hemcinslerinin yanına gidip, dedi ki: Yanınızda yüce Allah'ın şu peygamberine takdim edeceğiniz bir hediye var mı? Onlar: Bizim ona vereceğimiz hediyenin kıymeti ne olur ki? Allah'a yemin ederiz ki yanımızda bir tek köknar yemişinden başka bir şey yok. Karınca: Güzel, onu bana getirin, dedi. O yemişi ona götürdüler, ağzıyla o yemişi taşıyıp onu çekmeye koyuldu. Yüce Allah rüzgara emir vererek onu taşıdı. Kilimin üzerinde insanların, cinlerin, ilim adamlarının, peygamberlerin arasından -onları yara yara- geçti ve nihayet önünde düştü. Sonra ağzındaki bu köknar yemişini onun avucuna bıraktı ve şunları söylemeye koyuldu: "Bizim yüce Allah'a kendi malını hediye verdiğimizi görmez misin? Her ne kadar O'nun ona ihtiyacı yoksa da O bunu kabul eder. Eğer üstün ve değerli olana kadrine göre hediye verilecek olsaydı, Bir gün gelir deniz de, sahili de buna güç yetiremezdi. Bununla birlikte biz sevdiğimiz kimseye hediye takdim ederiz. O da bununla bizden hoşnut olur ve bu işi yapanın davranışını güzel karşılar Elbetteki bu onun soylu davranışlarındandır. Yoksa bizim mülkümüzde ona lâyık hiçbir şey yoktur," Süleyman (aleyhisselâm) ona dedi ki: Allah sizi mübarek kılsın. İşte karıncalar bu dua sayesinde yüce Allah'ın yaratıkları arasında O'na en çok şükreden ve sayıca en kalabalık olanlarıdır. İbn Abbâs dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dört canlının öldürülmesini yasaklamıştır: Hüdhüd, göçeyen kuşu, karınca ve arı. Bu hadisi Ebû Dâvûd rivâyet etmiş olup İbn Mâce, II, 1074'te hem İbn Abbâs'ın, hem işaret edilen Ebû Hüreyre'nin rivâyeti yer almaktadır. Ebû Muhammed Abdu’l-Hak sahih olduğunu belirtmiştir. Ayrıca Ebû Hüreyre yoluyla da bu hadis rivâyet edilmiştir. Daha önce de el-A'raf Sûresi'nde (7/133. âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Karınca Süleyman (aleyhisselâm)'ı övmüş ve gücünün yettiği en güzel şekilde; onlar sizi çiğneyecek olurlarsa, farkında olmadan çiğneyeceklerini, bu işi kasten yapmayacaklarını belirtmiş ve ifade etmişti. Böylelikle onların zulmeden kimseler olmadıklarını dile getirmişti. Bundan dolayı öldürülmesini nehyetmiştir. Hüdhüd'ün de öldürülmesini nehyetmiştir, çünkü hüdhüd Süleyman (aleyhisselâm)'a suyun bulunduğu yerleri gösteriyor ve Belkıs'a onun gönderdiği elçi idi. İkrime dedi ki: Yüce Allah'ın Süleyman'ın hüdhüd kuşuna vereceği zararı önlemesi anne babasına İyilik yapan birisi olmasından ötürüdür. Göçeğen kuşuna gelince, ona çok oruç tutan (sallallahü aleyhi ve sellemvâm) denilir. Bu Ebû Hüreyre'den de rivâyet edilmiştir. O dedi ki: İlk oruç tutan kişi göçeğen kuşudur. İbrahim (aleyhisselâm) Şam'dan, Harem bölgesine Beytullah'ı bina etmek üzere çıkıp gittiğinde beraberinde Sekine ile göçeğen kuşu vardı. Göçeğen kuşu ona gideceği yerin kılavuzluğunu yapıyordu. Sekine ise bina edeceği ev miktarında idi. O evi yapacağı yere ulaşınca, bu sefer Sekine (gölge bırakan bulut) evin yerine düştü ve seslenerek dedi ki: Ey İbrahim gölgem miktarınca evi inşa et. Yine el-A'raf Sûresi'nde (az önce belirtilen yerde) kurbağanın öldürülüşünün yasaklanma sebebi zikredilmişti. en-Nahl Sûresi'nde ise (16/68. âyet, 1. başlıkta) arının öldürülmesinin yasaklanışının sebebi de açıklanmış bulunmaktadır. Eh doğrusunu bilen Allah'a hamdolsun, 2- Farkedemeyenler’in Kimlikleri: el-Hasen yüce Allah'ın: "Sizi çiğnemesin" âyetini şeklinde okumuştur. Yine ondan gelen bir rivâyete göre dîye okumuştur. Ondan ve Ebû Recâ'dan nakledildiğine göre diye okumuşlardır. ise "kırmak, geçirmek" demektir. "Onu paramparça etti" anlamındadır, "Paramparça oldu, kırıldı, döküldü" demektir. da kırıp, dökmek, paramparça etmek anlamındadır. "Onlar farkında olmadan 'in Süleyman ve askerlerinin hali olması mümkündür. Bu durumda halde amel eden "sizi çiğnemesin" âyetidir. Yahutta karıncanın halini ifade eden bir lâfız olabilir, o takdirde âmil "dedi ki" âyetidir. Karınca askerlerin farkında olmadıkları bir halde iken bu sözleri söyledi, demek olur. Bu da: " İnsanlar gafil iken ben ayağa kalktım" demeye benzer. Yahut yine "karınca"dan hal olabilir. Âmil de "dedi ki" olup: Karıncalar Süleyman'ın o karıncanın söylediği sözleri anladığının farkında değilken... dedi ki... demek olur. Ancak böyle bir mana uzak bir ihtimaldir, ileride gelecektir. 3- Hayvanları Cezalandırmanın Hükmü: Müslim'in kaydettiği rivâyete göre Ebû Hüreyre: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Bir karınca peygamberlerden birisini ısırdı. Peygamber oradaki karınca yuvalarının yakılmasını emretti. Yüce Allah ona: Seni ısıran bir karınca sebebiyle mi teşbih eden bir topluluğu helâk ettin." diye vahyetti. Bir başka rivâyetinde: "Niye (sen de) tek bir karıncayı cezalandırmadın?..." şeklindedir. Müslim, IV, 1759; Buhari, III, 1099; Ebû Dâvûd, IV, 367; İbn Mâce, II, 1075; Müsned, II, 402. İlim adamlarımız dedi ki: Denildiğine göre bu peygamberin Mûsa (aleyhisselâm) olduğu söylenmektedir. O şöyle sormuştu: Sen de bir kasaba halkını masiyetleri sebebiyle -aralarında itaatkar kimseler olduğu halde- helâk ediyorsun? Sanki Yüce Allah ona bunun hikmetini göstermeyi dilediği için ona aşırı bir sıcak yaptı. Nihayet dinlenmek üzere bir ağacın gölgesine çekildi. Yakınında da karınca yuvaları vardı. Ağacın gölgesinde uyuya kaldı. Tam uykunun tadına varmışken bir karınca onu ısırıp rahatsız etti. Bu karıncaları ayaklarıyla ezdi ve öldürdü. Yuvalarının yakınında bulunan o ağacı da yaktı. Yüce Allah da bu hususta ona ibret yönünü gösterdi: Çünkü o da kendisini bir karınca ısırdığı halde, o karıncaya verilmesi gereken cezayı diğerlerine de vermişti. Bununla şuna dikkatini çekmek istemişti: Allah'ın verdiği (dünyevi) azap, geneli kapsar. Bu cezalar itaatkarlar için bir rahmet, bir bereket olur. İsyankarlar için de bir kötülük ve intikam olur. Buna göre Hadîs-i şerîfte karıncaları öldürmenin mekruh ya da yasak olduğuna delalet edecek bir taraf olmaz. Çünkü sana eziyet veren herbir şeyi kendinden uzaklaştırmak senin için mubahtır. Yüce Allah'ın yarattıkları arasında ise mü’minlerden daha üstün ve değerli bir kimse de yoktur. Âdemoğlunun dahi gerektiğinde belirtilen ölçüler çerçevesinde kendisini savunmak kastı ile saldıranı öldürmek ya da dövmekle bertaraf etmesi mubah kılınmıştır. Âdemoğlu için müsahhar kılınmış ve insanların emrine verilmiş olan haşerat ve canlıların durumu ya nasıl olacak? Bu gibi canlılar insana eziyet vericek olurlarsa, onları öldürmek mubah olur. Buna göre, hadis, karıncaların öldürülmesi yasak ya da mekruh bir iş olduğuna delil teşkil etmez. Çünkü kişiye eziyet veren varlığı, kişinin kendisinden uzaklaştırması helaldir. Allah'ın yaratıkları arasında mü’min kadar hürmete değer ve eziyete uğratılması yasak bir yaratık yoktur. Böyle eziyet veren bir varlığı, -boyutuna göre- öldürmek ya da vurmak suretiyle defetmek, mubahtır. Hele insanlara müsahhar kılınmış ve emrine verilmiş hayvanlar ve haşerat hakkında daha ne söylenebilir? Bunlar kişiye eziyet verecek olurlarsa, öldürülmeleri mubah olur. İbrahim (en-Nehaî)'den: Seni rahatsız eden karıncayı öldür, dediği rivâyet edilmiştir. Hadîs-i şerîfteki: "Niye tek bir karıncayı cezalandırmadın?" ifadesi eziyet verene eziyet edilebileceğine ve öldürülebileceğine delildir. Öldürmek, bir fayda sağlamak ya da bir zararı önlemek için olduğu sürece ilim adamlarınca sakıncalı görülmemiştir. O'na, "Herhangi bir karınca" öldürebileceği söylenmiş ve bizzat onu ısıran karınca diğerleri arasından tahsis edilmemiştir. Çünkü bundan kasıt kısas değildi, zira kısası kast etmiş olsaydı, ona: Niye seni ısıran karıncayı öldürmekle yetinmedin, denilecekti. Ancak böyle denilmeyip ona; (Eziyet veren) bir karıncanın yerine, neden bir karıncayı cezalandırmakla yetinmedin, denildi. Bu ifade ile cinayeti işleyeni de, suçsuzu da genel olarak kapsadı. Böylece onun Rabbine sorduğu "aralarında itaatkar ve isyankar insanlar bulunduğu halde bir kasaba halkına ne diye azâb ettiği?" sorusunun cevabına dikkatini çekmek istemişti. Şöyle de açıklanmıştır; Sözü edilen peygamberin şeriatinde hayvanları yakmak suretiyle cezalandırmak câiz idi. Bundan dolayı yüce Allah bizzat yaktığı için değil de pek çok karıncayı yaktığı için ona sitemde bulunmuştur. Nitekim Hazret-i Peygamber'in: "Niye bir tek karıncaya değil de..." diye sorulduğunu belirttiğini görüyoruz. Yani sen niçin sadece bir karınca yakmakla yetinmedin? Bu ise bizim şeriatimize uygun değildir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ateşle yakmak suretiyle azaplandırmayı yasaklamış ve: "Allah'tan başka hiçbir kimse ateş ile azaplandırmaz." Ebû Dâvûd, IH, 54, 55, IV, 367; İbnul-Cârûd, el-Munteka, I, 365; Dârimi, II, 293; Beyhakî, es-Sunenu'l-Kübrâ. IX, 71, 72; Müsned, II, 307, 338, 453. diye buyurmuştur. Aynı şekilde o peygamberin şeriatinde de karıncaları öldürmek mubah idi. O bakımdan yüce Allah bizzat karıncalan öldürdü diye ona sitem etmemiştir. Bizim şeriatimizde ise İbn Abbâs ve Ebû Hüreyre yoluyla gelen hadislerde bu hususun nehyedildiği bilinmektedir 18. ve 19. ayetlerin tefsiri 1.. başlık'ın sonlarında hadis geçmişti. Oradaki nota ve el-Araf, 7/133- ayet ve 5. başlığa bakınız İmâm Mâlik, karıncanın zarar vermesi ve bu zararın ancak öldürmek ile önlenebilmesi hali dışında, karıncaların öldürülmesini mekruh kabul etmiştir. Şöyle de denilmiştir: Sözü geçen peygambere yüce Allah, bir tanenin eziyet etmesine rağmen büyük bir topluluğu helâk etmek suretiyle nefsi için intikam alması dolayısıyla sitem etmiştir. Oysa uygun olanı onun sabredip affetmesi idi. Fakat peygamber bu türün Âdemoğullarına eziyet verdiğini tesbit etmiştir. Âdemoğlunun saygınlığı ise nâük olmayan diğer canlıların saygınlığından çok daha büyüktür, Şayet sadece bu mantıkla hareket edip tabiî olarak intikam alıp içini soğutma arzusu buna katılmamış olsaydı, bundan dolayı da ona sitem edilmezdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Fakat hadisin ifadelerinin delâlet ettiği şekilde; intikamını susturma arzusu buna eklenince, bu davranışı dolayısıyla ona sitem olundu. 4- Canlı Varlıkların Teşbihi Nasıldır: Hadîs-i şerîfte geçen: "Seni ısıran bir karınca sebebiyle mi teşbih eden ümmetlerden bir ümmeti helâk ettin.?" sözü onların teşbihinin sözlü ve nutk ile yapılmış olmasını gerektirmektedir. Nitekim yüce Allah da karıncaların kendi aralarında konuştuklarını, Süleyman (aleyhisselâm)'ın da -bir mucize olmak üzere- bunu anladığını ve karıncanın sözleri dolayısıyla tebessüm ettiğini haber vermektedir. İşte bu çok açık bir şekilde karıncaların bir konuşmalarının olduğunu, fakat herkesin de bu konuşmayı duyamadığını göstermektedir. Yüce Allah'ın olağanüstü olarak işitmesini istediği herhangi bir peygamber ya da bir veli dışında kimse onların konuşmalarını duyamaz. Biz kendimiz böyle bir konuşma sesini duymuyoruz diye bunu inkâr etmeyiz. Çünkü idrâk edememek, idrâk olunan bir şeyin bizatihi olmamasını gerektirmez. Diğer taraftan insan bazen içinden bir takım söz ve konuşmaları geçirdiği halde, ancak diliyle söyledikleri işitilir. Şanı yüce Allah, Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için de olağanüstü bir hadise olmak üzere kendi kendilerine konuşan bir topluluğun içinden konuştukları sözleri ona işittirmiş, o da onlara içinden geçirdiklerini haber vermiştir. Nitekim bir çok İmâmımız Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a mucizelere dair yazılmış kitaplarda bu kabilden bir çok rivâyet nakletmelerdir. Aynı şekilde yüce Allah'ın keramet ihsan ettiği velilerin bir çoğu da bir çok vesile ile benzeri şeyler göstermişlerdir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Benim ümmetim arasında özel ilhama mazhar kimseler vardır. Şüphesiz ki Ömer de bunlardandır" İbn Kuteybe, Te'vilu Muhtelifi'l-Hadis, s. 162 hadisinde kastettiği de budur. Cansız varlıkların tesibihi ile ilgili açıklamalar ise daha önceden el-İsra Sûresi'nde (17/44. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Ayrıca bunun delâlet-i hal yolu ile bir teşbih olmayıp, dille ve sözle yapılan bir teşbih olduğu da orada açıklanmıştır. Yüce Allah'a hamdolsun. Yüce Allah'ın: "Sözünden dolayı gülercesîne tebessüm edip, dedi ki..." âyetinde "gülercesine" anlamındaki; kelimesini İbn es-Sümeyka' elifsiz olarak diye okumuştur. Bu kelime "tebessüm"ün delalet ettiği hazfedilmiş bir fiilin masdarı olarak nasbedilmiştır, Sanki; bir şekilde güldü, demiş gibidir. Sîbeveyh'in görüşü budur. Sîbeveyh'in dışındaki ilim adamlarına göre ise; bu bizzat "tebessüm edip" fiili ile nasbedilmiştir, çünkü bu da "güldü" anlamındadır. Bunu elifle okuyanların kıraatine göre ise "tebessüm edip'deki zamirden hal olmak üzere nasbedilmiştir. Anlamı ise gülmek kadar tebessüm etti, şeklindedir. Çünkü gülmek tebessümü kapsar, tebessüm ise gülmekten aşağıdır ve gülmenin başlangıcıdır. "Gülümsedi, gülümser, gülümsemek" denilir. İsm-i faili şeklinde gelir. Fiil; "Gülümsedi, gülümser, gülümsemek" şeklinde de kullanılır. ise ağız (gülümseme yeri) demektir. Bu da; Oturma yeri" meclis lâfzının den gelmesine benzer. Çokça gülümseyen adam" demektir. Kısacası gülümsemek (tebessüm) gülmenin başlangıcıdır. "Gülmek" ise başlangıcı ve sonu ifade eder. Şu kadar var ki gülmek gülümsemeden daha ileri olmayı gerektirir. Eğer kişi gülümsemeden ileriye gidip de kendisini zaptetmeyecek olursa, bu sefer; "Kahkaha ile güldü" denilir. Tebessüm, peygamberlerin çoğunlukla gülmelerini teşkil eder. Sahih hadiste yer alan rivâyete göre Cabir b. Semura'ya şöyle sorulmuş: Sen Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte aynı mecliste oturur kalkar miydin? o; Evet pek çok diye cevap verdi. Sabah namazını kıldığı yerinden güneş doğuncaya kadar kalkmazdı. Güneş doğduktan sonra yerinden kalkardı. Bu arada (ashab) birbirleriyle konuşup, cahiliye dönemindeki hallerinden sözederler gülerlerdi, o da tebessüm ederdi Müslim, I, 463, 1810; Müsned, V, 91 Yine Sahih'teki rivâyete göre Sa'd şöyle demiş: Müşriklerden müslümanlara pek çok zarar vermiş bir kişi vardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Sa'd'a: "Anam babam sana feda olsun! Ok at" diye buyurdu. Sa'd dedi ki: Temreni bulunmayan bir ok çektim. O oku böğrüne isabet ettirdim. Yere düştü, avreti açıldı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da, ben onun azı dişlerini görünceye kadar güldü. Müslim, IV, 1876. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) çoğunlukla tebessüm ederdi. Bazı hallerde de tebessümden daha ileri ve küçük dilin görüldüğü aşırı derecedeki gülmekten daha aşağı derecede gülerdi. Aşın derecede bir İşi beğendiğinde nadiren büyük azı dişleri görülünceye kadar da güldüğü olurdu. İlim adamları bu türden çokça gülmeyi mekruh görmüşlerdir. Nitekim Lukman oğluna şöyle demiştir: Oğulcağızım! Çokça gülmekten sakın, çünkü o kalbi söndürür. Bu ifade Ebû Zerr ve başkaları yoluyla merfu bir hadis olarak da nakledilmiştir. el-Heysem i, Mecmau'z-Zevâid, IV, 216 Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da, Sa'd (radıyallahü anh) sözü edilen adama ok atıp, isabet ettirince azı dişleri görününceye kadar güldü. Buna sebeb ise adamın avretinin açılması değil, isabet alması dolayısıyla sevinmesi idi. Çünkü Peygamber böyle bir şeye gülmekten münezzehtir. 6- Hayvanların Akılları ve Kavrayışları: İlim adamlarına göre bütün hayvanların kavrayışları ve akılları vardır. Bunda görüş ayrılığı yoktur. Şâfiî de: Güvercin kuşların en akıllılarıdır, demiştir. İbn Atiyye dedi ki; Karınca da uyanık, güçlü, koku alma duyusu son derece kuvvetli, bir takım şeyleri saklayan, yuvalar yapan, yeşermesin diye taneyi iki parçaya, kişnişi dördü bölen bir hayvandır. Çünkü kişniş iki parçaya bölündü mü yeşerir. Bir yıl boyunca topladıklarının yarısını yer, geri kalanını ise yedek olarak bırakır. İbnu'l-Arabî der ki: bize göre bu özel ilimlerdendir. Karınca ise yüce Allah'ın onun yaratılışında verdiği özellikleriyle bunları kavrayabilmiştir. Üstad Ebû'l-Muzaffer Şah Nûr el-İsferayinî der ki: Hayvanların, alemin ve yaratılmışların hadis olduklarını (sonradan yaratılmış olduklarını) ve yüce Allah'ın vahdaniyetini idrak etmeleri de uzak bir ihtimal değildir. Şu kadar var ki; biz onların dillerini anlayamadığımız gibi, onlar da bizim dilimizi anlamazlar. Bizim bu hayvanların peşinden koşmamız, onların da bizden kaçmalarına gelince; bu da cinslerin ayrılıklarının bir gereğidir. "Rabbim bana ve ana babama ihsan ettiğin nimetine şükür etmeyi İlham et!" Buyrukdaki; (........) mastar manası verir. (........) da "bana bunu ilham et" demektir. Aslıda; den gelmektedir. O: Seni gazaplandıran işlerden beni uzak tut, demiş gibidir. Muhammed b. İshak dedi ki: Kitap ehlinin iddiasına göre Süleyman'ın annesi yüce Allah'ın Dâvûd (aleyhisselâm)'ı kendisiyle imtihan ettiği Orya denilen (kumandanının) hanımı idi. Yahutta kocası vefat ettikten sonra Dâvûd (aleyhisselâm) onunla evlenmiş ve ona Süleyman (aleyhisselâm)'ı doğurmuştu. Buna dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Sa'd Sûresi'nde (38/21-25. âyetler, 18. başlıkta) gelecektir. "Rahmetinle beni salih kullarının arasına kat!" İbn Zeyd'den rivâyete göre beni onlarla birlikte kıl, demektir. Manası: Beni de salih kullarının arasına kat, demek olduğu da söylenmiştir. (Mealdeki gibi). 20Bir de kuşları araştırdı ve dedi ki: "Neden hüdhüdü göremiyorum, Yoksa o kayıplara karışanlardan mı oldu? Bu âyete dair açıklamalarımızı onsekiz başlık halinde sunacağız: 1- Hazret-i Süleyman'ın Hüdhüd Kuşunu Araştırmasının Sebebi: "Bir de kuşları araştırdı" âyeti ile yüce Allah daha önce sözü edilen şekilde karınca ile ilgili olayın geçtiği yolculuk esnasında, başından geçen bir başka olayı söz konusu etmektedir. "(........): Araştırmak, gözünün önünden kaybolan bir şeyi arayıp, bulmak istemek" demektir. Tayr (kuş) ise çoğul bir isimdir, bunun da tekili dır. Burada kuşlardan kasıt, kuşların cinsi ve kuşların topluluğudur. Kuşlar yolculuğu esnasında onunla birlikte bulunur, kanatlarıyla ona gölge yaparlardı. Süleyman (aleyhisselâm)’ın kuşları araştırmasının ne demek olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Bir kesime göre bu yönelim işlerine gösterilen itinanın ve yönetim işlerinin herbirisine gereken ihtİmâmı göstermenin bir gereğidir. Âyetin zahirinden de anlaşılan budur. Bir başka kesimin görüşü de şöyledir: Onun kuşları araştırmasının sebebi, hüdhüd kuşunun kaybolması üzerine güneşin onun bıraktığı boşluktan girmesi idi. İşte bu, kuşları araştırmasının sebebi olmuştu. Böylelikle güneşin nereden girdiğini tesbit etmiş olacaktı. Abdullah b. Selam da dedi ki: Hüdhüd'ü aramasına sebeb suyun yerin ne kadar derinliğinde olduğunu bilme ihtiyacını hissetmesi idi. Çünkü Süleyman (aleyhisselâm) su bulunmayan bir yerde konaklamıştı. Hüdhüd ise yerin içini de, dışını da görürdü. Süleyman'a da suyun nerede bulunduğunu haber verirdi. Daha sonra da cinler kısa bir zaman zarfında bu suyu çıkartırlardı. Tıpkı koyunun derisinin yüzüldüğü gibi, yeryüzü toprağını o suyun üzerinden öylece soyarlardı. Bu açıklamayı İbn Selam'dan gelen rivâyete göre İbn Abbâs yapmıştır. Ebû Miclez dedi ki; İbn Abbâs, Abdullah b. Selam'a: Sana üç soru sormak istiyorum dedi. Abdullah: Sen Kur'ân okuyan birisi olduğun halde bana mı soru soracaksın? deyince, İbn Abbâs: Evet, diye üç defa tekrarladı ve şöyle sordu: Süleyman diğer bütün kuşlar arasından niye hüdhüdü araştırdı? İbn Selam dedi ki: Suya ihtiyacı oldu ve suyun ne kadar derinlikte olduğunu -ya da mesafede diye söyledi- bilemiyordu. Hüdhüd ise diğer kuşlar arasından bunu bilebîliyordu, onu araştırmasının sebebi budur. en-Nekkaş'ın kitabında da şöyle denilmektedir; Hüdhüd mühendis idi. Rivâyete göre Nafî' b. el-Ezrak, İbn Abbâs'ın hüdhüd ile ilgili açıklamalarda bulunduğunu duymuş, ona: Dur ey (delil yoksa) duran kişi! Hüdhüd kendisine kurulan tuzağa düşen ve bu tuzağı göremeyen bir kuş iken, yerin içini nasıl görebilir? İbn Abbâs ona; Kader geldi mi göz kör olur, diye cevap verdi. Mücahid dedi ki: İbn Abbâs'a kuşlar arasından hüdhüdü nasıl araştırdı? diye soruldu, şu cevabı verdi: Bir yerde konakladı, suyun ne kadar derinlikte olduğunu bilmiyordu, Hüdhüd ise bunu bitebiliyordu, ona sormak istedi. Mücahid dedi ki: Küçük çocuk hüdhüd kuşuna ağ serer ve onu avlar. Nasıl bunları bulabilir? İbn Abbâs dedi ki: Kader geldi mi göz kor olur. İbnu'l-Arabî dedi ki: Kur'ân'ı iyice bilen bir kimseden başka böyle bir cevap veremez. Derim ki: Bu cevabı daha önceden de belirttiğimiz gibi hüdhüdün kendisi Süleyman'a vermişti. Şöyle bir şiir söylenmiştir: "Yüce Allah bir kişi hakkında bir işi murad ederse, Hem o kişi akıl, görüş ve basiret sahibi olsa dahi, Ve bir de çarelerin üstüne gelen olup da bütün bu çareleri, Kaderin hoşlanmayan sebeblerinden gelecek olanları defetmek için ortaya koyarsa, Yüce Allah onun kulaklarını, aklını kapatır. Ve aklını kafasından kılın çekilmesi gibi sıyırır, çeker, Nihayet hükmünü onun hakkında icra eyledi mi İbret alsın diye aklını ona geri verir," el-Kelbî dedi ki: Yolculuğu esnasında yanına sadece bir hüdhüd kuşu almıştı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 2- Yöneticinin Yönettiklerinin İşleri İle İlgilenmesi: Bu âyet-i kerimede İmâmın (İslâm devlet başkanının ve yöneticilerinin) yönetimleri altında bulunanların durumlarını iyice araştırmalarına, onları gereği gibi korumalarına delil vardır. Küçüklüğüne rağmen hüdhüdün durumu Süleyman (aleyhisselâm)'a gizli kalmamıştı. Ya büyük işler hakkında ne düşünülür? Yüce Allah Ömer (radıyallahü anh)'a rahmetini İhsan eylesin. O da aynı yolu izlerdi. Şöyle demişti: Fırat kenarında bir kurt bir keçiyi kapacak olsa, şüphesiz Ömer ondan sorumlu tutulacaktır. Yönetimi altındaki ülkelerin harab olduğu, yönettiklerinin zayi olduğu, çobanların kaybolduğu bir yönetici hakkında ne düşünürsünüz? Sahih'teki rivâyete göre Abdullah b. Abbas'tan şöyle kaydedilmektedir: Ömer b. el-Hattâb, Şam'a gitmek üzere yola koyuldu. Serğ denilen yerde ordu kumandanları onu karşılamaya geldi: Ebû Ubeyde ve arkadaşlan, ona Şam bölgesinde veba bulunduğu haberini verdiler... İlim adamlarımız dediler ki: Ömer(radıyallahü anh)'ın Şam'a gitmek üzere yola çıkması (Halifenin tebasını kontrol ettiğine işaret vardır). -Halife b. Hayyat'ın belirttiğine göre- Beytu'l-Makdis'in hicri 17. yılda fethedilmesinden sonra olmuştu. O yönettiklerinin hallerini ve kumandanlarının durumlarını bizzat kendisi araştırırdı. Kur'ân, sünnet, yöneticinin yönettiği kimselerin durumlarını araştırmasına ve bunu bizzat doğrudan kendisinin yapmasına, uzun dahi olsa bu maksatla yolculuk yapmasına açıkça delalet etmekte ve bunu ifade etmektedir. Şu beyiti söyleyen İbnu’l-Mübarek'in Allah'ın rahmetine nâil olmasını dileriz: "Zaten dîni kim bozdu ki hükümdarlardan, Ve kötü ilim adamları ile kötü abidlerden başka?" 3- "Hüdhüdü Neden Göremiyorum?" Yüce Allah'ın Neden hüdhüdü göremiyorum" âyeti "Hüdhüde ne oldu ki ben onu göremiyorum?" anlamındadır. Bu da manası sebebi bilinmeyen kalb (ifadelerin yer değiştirmesi) kabilindendir. Yine bir kimsenin diğerine; "Bana ne oluyor ki seni kederli görüyorum?" yani; "Neyin var (kederlisin)" demeye benzer. Hüdhüd bilinen bir kuştur. Onun sesine de hedhede denilir. İbn Atiyye der ki: Bu ifadeden maksat hüdhüdün ortada olmadığını, kaybolduğunu anlatmaktır. Fakat Süleyman (aleyhisselâm) hüdhüdün kayboluşunun gereği olan onu görmeyişini esas alarak, bu gereklilik konusunda kendisine bilgi verilmesi için soru sorma cihetine gitmiştir. Bu da bir çeşit icaz (veciz) konuşmaktır. Onun "Neden... um?" şeklindeki sorusu; edatının soru cümlesinin başında ayrıca gelmesi gereken) elif (soru hemzesi)nin yerini tutmuştur. Şöyle de denilmiştir: Süleyman (aleyhisselâm): "Neden hüdhüdü göremiyorum" derken, kendisinin halini gözönünde bulundurmuştur. Zira o kendisine pek büyük bir mülkün verildiğini, mahlukatın emrine müsahhar kılındığını biliyordu. İşte şükür etme gereği onun itaatkâr olmasını, adaleti de sürekli kılmasını gerektirmişti, Hüdhüd nimetini bulamayınca şükür bakımından bir kusur işlemiş olabileceği hatırına geldi ve bu kusuru dolayısıyla bu nimetten mahrum olduğu kanaatine kapıldı. O bakımdan kendi halini araştırmaya koyuldu ve bundan dolayı "neden göremiyorum" dedi. İbnu'l-Arabî der ki: Mutasallallahü aleyhi ve sellemvıf şeyhlerinin mallarını kaybettikleri vakit yaptıkları budur, onlar da kendi amellerini araştırırlar. Bu ise adab ile alakalı hususlarda böyle olduğuna göre peki ya bugün biz farzlarda bile kusurlu hareket ederken, ne yapmalıyız? İbn Kesîr, İbn Muhaysın, Âsım, el-Kisaî, Hişam ve Eyyub "neden... um" anlamındaki soruyu; şeklinde 'ya" harfini üstün okumuşlardır. Aynı şekilde Yâsîn Sûresi'nde: "Ben, beni yaratana ne diye ibadet etmeyecek mişim?" (Yâsîn, 36/22) âyetinde de böyle okumuşlardır. Ancak Hamza ile Yakub bunu sakin okumuşlardır. Geriye kalan Medine kıraat âlimleri ile Ebû Amr ise Yâsîn Sûresi'ndekini üstün ile bunu ise sakin (yani harfi med olarak) okumuşlardır. Ebû Amr dedi ki: Çünkü bu Neml Sûresi'nde bulunan, istifhamdır. Diğeri ise intifa (nefyetmek)dir. Ebû Hatim ile Ebû Ubeyd sakin okuyuşu tercih ederek, "(........): Dedi ki: Neden... um?" diye okumuştur. Ebû Cafer en-Nehhâs: Bazıları mübteda olan ile kendisinden önceki ifadelere atfedilen arasında fark gözetmek istemişlerdir. Ancak bunun hiçbir kıymeti yoktur. Buradaki "ya" nefs-i miitekellim "ya"sidir. Araplar arasından bunu üstün ile okuyanlar olduğu gibi, sakin okuyanlar da vardır. O bakımdan kıraat âlimleri her iki şekilde de okumuşlardır. Mütekellim "ya"sı ile ilgili fasih söyleyiş ise onun meftuh olarak okunmasıdır, çünkü o hem bir isimdir, hem de tek bir harftir. Dolayısıyla tercih edilen sakin okunmayışıdır. Böylelikle isme haksızlık edilmemiş olur. "Yoksa o kayıplara karışanlardan mı oldu?" âyetindeki; "Yoksa"; "(Hayır)" anlamındadır. 21"Ben onu elbette ya şiddetli bir azâb ile azaplandırırım veya muhakkak onu kestiririm ya da bana apaçık bir delil getirir." 4- Verilecek Cezaların Takdirinde Ölçü: Yüce Allah’ın: "Ben onu elbette ya şiddetli bir azap ile azaplandırırım veya muhakkak onu kestiririm..." âyeti uygulanacak olan cezanın bedene göre değil de, işlenen suça göre olacağına delil teşkil etmektedir. Bununla birlikte cezalandırılacak olan şahsa zaman ve niteliği itibariyle yumuşaklık gösterilebilir. İbn Abbâs, Mücahid ve İbn Cüreyc'den rivâyete göre onun kuşu azaplandırması tüyünü yolması suretinde idi İbn Cüreyc de tüyünün tamamen yolunması diye söylemiştir. Yezid b. Ruman da kanatlarının yolunması diye açıklamıştır. Süleyman (aleyhisselâm)'ın bu uygulaması ile isyankarlara karşı sert bir tavır takınmak, görevini ve konumunu ihlal eden tulumu dolayısıyla Hüdhüdü cezalandırmak istemişti. Yüce Allah hayvanları, kuşları yemek ve başka bir takım menfaatler maksadıyla boğazlamayı mubah kıldığı gibi ona da bunu mubah kılmış olabilirdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Nevâdiru'l-Usul'de (et-Tirmizî el-Hakim) şöyle demektedir: Bize Süleyman b. Humeyd Ebû'r-Rabi' el-İyadî anlattı, dedi ki: Bize Avn b. Umare, el-Huseyn el-Cuhfî'den anlattı, el-Huseyn, ez-Zübeyr b. el-Hırrîd'den, o İkrime'den naklen dedi ki: Yüce Allah'ın, Süleyman'ın hüdhüde vermek istediği cezayı alıkoyması, onun anne ve babasına karşı itaatkâr olmasından dolayı idi. İleride de gelecektir. Yine denildiğine göre, hüdhüdü azaplandırmak, onu kendisine uymayan zıt tabiatlı hayvanlarla birlike bulundurmaktır. Kimilerinden nakledildiğine göre en dar hapis zıt tabiatlı kimselerle birlikte bulunmaktır. Bir diğer açıklamaya göre, ben onu kendisine denk kimselere hizmet etmek zorunda bırakacağım anlamındadır. Bir diğer görüşe göre onu kafese koyacağım, bir başka açıklama: Tüyünü yolduktan sonra onu güneşte bırakacaktım. Onu hizmetinden uzaklaştırmak suretiyle cezalandıracağım, diye de açıklanmıştır. Çünkü hükümdarlar bedenin birlikte olmaya alıştığı kimseleri ayırmakla, uzaklaştırmakla te'dib ederler. "Ben onu ya şiddetli bir azâb ile azablandırırım veya muhakkak onu kestiririm..." âyetinde fiiller şeddeli "nun" ile te'kid edilmiştir. Böyle bir "nun" ya şeddeli veya seddesiz olarak (te'kid maksadıyla) getirilir. Ebû Halim dedi ki: Eğer; "Ben onu elbette ya şiddetli bir azâb ile azaplandırırım veya muhakkak onu kestiririm" şeklinde (tek mim ile) okunsa bu da caizdir. "Ya da bana apaçık bir delil getirir" âyetindeki "Bana... getirir" lâfzındaki lâm, lâm-ı kasem değildir. Çünkü Süleyman hüdhüdün yapacağı bir iş için kasem etmez. Ancak bu âyet "Onu elbette... azaplandırırım'ın akabinde geldiğinden dolayı -ki bu da kasemin câiz olduğu hususlardandır- sonraki bu fiili de aynı şekilde kullanmıştır. Sadece İbn Kesîr "bana... getirir" anlamındaki fiili, iki "nûn" ile; diye okumuştur. 22Çok eğlenmeden geldi ve dedi ki: "Senin bilmediğin şeyi ben gördüm ve Sebe'den sana kesin bir haber ile geldim. 5- Çok Geçmeden Gelen Hüdhüd: "Çok eğlenmeden geldi" âyetinde kasıt hüdhüddür. Kıraat âlimlerinin büyük çoğunluğu; "(.......): Geç...ti", fiilinin "kep harfini ötreli okumuşlardır. Yalnızca Âsım bunu üstün okumuştur. Her iki kıraatte de anlamı ı:vakit geçirdi, kaldı" şeklindedir. Sîbeveyh dedi ki: Bu "Durdu kaldı, durur kalır, kalmak" fiili; (harakeleri itibariyle); "Oturdu, oturur, oturmak" gibidir, şekli ise benzer. Başkaları da şöyle demektedir: Bunun üstün okunması yüce Allah'ın: "Kalıcılar" (el-Kehf, 18/3) âyeti dolayısıyla daha uygundur. Çünkü bu den gelmektedir. "Kaldı, kalır" denilir ism-i faili de; diye getir, kullanımı, gibidir. İsm-i faili şeklinde, gibi gelir. (.........)'den ism-i fail ise şeklinde gelir. "Ekşidi, ekşir" fiilinin ism-i failinin şeklinde gelmesi gibi. "Çok eğlenmeden geldi" deki zamirin Süleyman (aleyhisselâm)'a ait olma ihtimali vardır. Anlamı şöyle olur: Süleyman (aleyhisselâm) kuştan araştırıp tehdidinde bulunduktan sonra aradan fazla zaman geçmeden geldi, demek olur. Buradaki zamirin hüdhüde ait olma ihtimali de vardır. Daha kuvvetli İhtimal budur, daha sonra da hüdhüd gelip; "Senin bilmediğin şeyi ben gördüm" dedi. Bu da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir. Yani ben senin bilmediğin hususları öğrendim. İşte bu peygamberler gaybı bilir, diyenlerin kanaatlerini reddetmektedir. el-Ferrâ' "Gördüm" fiilinin "te" ve "ti" harfleri birbirine idgam edilerek; diye okunduğunu naklettiği gibi "ti" harfi, te'ye kalbedilip idgam edilmek suretiyle; diye okunduğunu da nakletmiştir. 7- Sebe' İle İlgili Gelen Haber: "Ve Sebe'den sana kesin bir haber ile geldim" âyeti ile onun Süleyman (aleyhisselâm)'a bilmediği şeyi öğretmiş olduğunu anlıyoruz. Böylelikle o Süleyman (aleyhisselâm)'ın kendisini tehdit etmiş olduğu azâb ve kesilme cezasını bertaraf etmiş oldu. Cumhûr "Sebe’" kelimesini; şeklinde tenvinli olarak munsarıf bir kelime gibi okumuştur. İbn Kesîr ve Ebû Amr ise munsarıf olmayan bir kelime olarak, hemzeyi üstünle; diye okumuştur. Birinci okuyuş, kendisine bir kavmin nisbet edildiği bir adam ismi kabul edilmesine göredir. Şairin şu mısraı da buna göredir: "Sebe'in zirvelerinde gelenler ile Teyinlilerin, Boyunlarında iz bırakmıştır, camışların derileri." ez-Zeccâc, Sebe'in bir adam ismi olduğunu kabul etmeyerek, şöyle demiştir: Sebe', Yemen'in Me'rib denilen bölgesinde San'a ile arasında üç günlük mesafe bulunan bilinen bir şehirdir, Derim ki: el-Gaznevî'nin "Uyunu'l-Meanî" adlı eserinde üç millik mesafe denilmektedir. Katâde ve es-Süddî dedi ki: Oraya oniki peygamber gönderilmiştir. (ez-Zeccâc, görüşüne delil olarak) en-Nâbiğa el-Ca'dî'nin şu beyitini zikretmektedir: "Me'rib'de hazır bulunan Sebe'den, Onların selinin önünde Arim'i (seddi) bina ettiklerinde," (ez-Zeccâc devamla) dedi ki: Bunu munsarıf kabul etmeyenler, bunun bir şehir ismi olduğunu söyler. Munsarıf kabul edenler de -ki bunlar çoğunluğu teşkil ederler- buranın bir şehir ismi olması dolayısıyla müzekker ismi verilmiş, müzekker bir yer kabul ederler. Sebe'in şehire ad olarak verilen bir kadın ismi olduğu da söylenmiştir. Doğrusu bunun bir erkek ismi olduğudur. Tirmizî nin kitabında (Sünen'inde) Ferve b. Museyk el-Muradî'nin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan naklettiği ve yüce Allah'ın izniyle (Sebe', 34/15- ayetin tefsirinde) gelecek olan hadiste de bu şekildedir. İbn Atiyye dedi ki: ez-Zeccâc bu hadisi bilmediğinden dolayı o gelişigüzel açıklamalarda bulunmuştur. el-Ferrâ''nın iddiasına göre de er-Ruâsî, Ebû Amr b. el-Alâ'ya, Sebe'e dair soru sormuş, o da ben onun ne olduğunu bilmiyorum, demiş. en-Nehhâs dedi ki: el-Ferrâ', Ebû Amr adına te'vilde bulunmuş ve onun meghul olduğu için bu ismi gayr-ı munsarıf kabul ettiğini belirtmiştir. Bir şey de eğer bilinmeyecek olursa gayr-ı munsarıf olur. en-Nehhâs da şöyle demektedir: Ebû Amr gibi birisi böyle bir söz söylemez. er-Ruâsî den yapılan nakilde de bu kelimeyi bilmediği için bunu gayr-ı munsarıf kabul ettiğine dair de bir delil bulunmamaktadır. O sadece ben onu bilmiyorum demiştir. Eğer nahiv bilgini birisine herhangi bir isim hakkında sorulacak da, o da ben onu bilmiyorum diyecek olursa, bu o nahivcinin bu ismi gayr-ı munsarıf kabul ettiğine delil teşkil etmez. Aksine hak bunun dı-ı eladır. Bu durumda eğer onu bilmiyorsa, onu munsarıf kabul etmesi gerekir. Çünkü isimlerde aslolan munsarıf olmaktır. Bir şeyin gayr-ı munsarıf olması ona dahil olan herhangi bir ek sebep dolayısıyladır. Asıl kaide kesin olarak böylece sabittir. Bilinmeyen bir şey dolayısıyla bu kaide ortadan kalkmaz. Daha sonra nahivcilerden uzun açıklamalar naklettikten sonra sonunda şunları söyler: Sebe' hakkında kabul edilen görüş bu hususta gelen rivâyet olmalıdır ki, bu da aslında Sebe'in bir adam ismi olduğudur. Eğer bunu munsarıf kabul edecek olursak, bu artık hayatta olan birisinin ismi olduğundan dolayıdır. Şayet munsarıf kabul etmeyecek olursak, bunu "Semud" gibi bir kabile ismi olarak kabul ederiz. Şu kadar var ki Sîbeveyh'in tercih ettiği görüş munsarıf olduğudur ve bu konudaki delili de kat'îdir. Zira bu isim hem müzekker, hem de müennes gelebildiğine göre bunun müzekker kabul edilmesi daha uygundur. Zira aslolan ve daha hafif olan da odur. 8- Küçüğün Büyüğe, Öğrencinin Hocaya: Ben Senin Bilmediğini Biliyorum, Demesi Uygun mu? Bu âyet-i kerimede küçüğün büyüğe, öğrencinin hocaya -kesinlikle bu hususu bilmesi şartıyla-; ben senin bilmediğin bir şey biliyorum diyebileceğine delil vardır. İşte Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) yüceliğine ve bilgisine rağmen üç defa izin istendikten sonra cevap alınmazsa, geri dönülebileceğini bitmiyordu. Teyemmümü Ammar ve başkaları biliyordu. Halbuki Ömer ve İbn Mes'ûd bu konuda bilgileri etraflı olmadığından cünup kimse teyemmüm etmez, diyorlardı. İbn Abbâs ay hali olan kadının Arafat'ta vakfe yapabileceği hükmünü bildiği halde, Ömer de, Zeyd b. Sabit de bunu bilmiyordu. İhramlı bir kimsenin başını yıkayabileceğini İbn Abbâs bilmekle birlikte el-Misver b. Mahreme bunu bilmiyordu. Bunun benzeri daha pek çok husus vardır ki bunları kaydederek uzatmaya gerek yoktur. 23"Gerçekten ben bir kadını onlara hükümdarlık eder buldum. Kendisine herşeyden verilmiş; onun bir de büyük bir tahtı var. 9- Hazret-i Süleyman'ın, Sebe' Ülkesinden Haberdar Olmayışı ve Cinlerle İlgili Bazı Hükümler: Hüdhüd; "Ve Sebe'den sana kesin bir haber ile geldim" deyince, Süleyman (aleyhisselâm); Bu haber nedir? diye sorunca, hüdhüd de: "Gerçekten ben bir kadını onlara hükümdarlık eder buldum" diye cevab verdi. Bu kadın Şerahil kızı Belkıs idi. O Sebe'lilerin hükümdarlığını yapıyordu. Süleyman (aleyhisselâm)'ın konakladığı yer ile Belkıs'ın ülkesi birbirine yakın olduğu halde -ki bu mesafe San'a ile Me'rib arasında üç günlük bir mesafedir- Süleyman nasıl oldu da bu durumu bilemedi, diye sorulursa cevap şudur; Yüce Allah Yakub (aleyhisselâm)'a, Yusuf (aleyhisselâm)'ın bulunduğu yeri bildirmediği gibi: bir maslahata binaen de Süleyman (aleyhisselâm)'a Belkıs'ın yerini bildirmemiştir, saklı tutmuştur. Rivâyete göre Belkıs’ın ebeveyninden birisi cinlerden idi. İbn Arabî dedi ki: Bu inkarcıların reddettiği bir husustur. Onlar cinler yemezler ve doğurmazlar derler. Allah'ın laneti hepsinin üzerine olsun, yalan söylüyorlar. Böyle bir şey doğrudur. Onlarla evlenilmesi de aklen caizdir, naklen de sahih olarak sabit olursa mesele kalmaz. Derim ki; Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre Abdullah b. Mes'ûd şöyle demiştir: Cinlerden bir heyet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna gelerek şöyle dediler: Ey Muhammed! Ümmetine kemikle, hayvan pisliği ile yahut kafatası ile istinca yapmalarını yasaklayıver. Çünkü yüce Allah onlarda bize rızık ihsan ediyor Ebû Dâvûd, I, 10 Müslim'in, Sahih'inde de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Üzerinde Allah'ın ismi anılıp da elinize geçen herbir kemik olabildiğince etli bir şekilde sizin olsun. Herbir davar pisliği de sizin hayvanlarınızın alafı olsun." Müslim, I, 332; Tirmizî, V, 382; Müsned, I, 436 Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bundan dolayı siz de bunlarla istincada bulunmayınız, çünkü bunlar cinden kardeşlerinizin yîyecekleridir." Bir önceki notta belirtilen yerler. Buhârî'de yer alan rivâyete göre de Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasûlü! Kemiğin ve davar pisliğinin durumu nedir? diye sordum. Şöyle buyurdu: "Bunlar cinlilerin yiyecekleridir. Bana Nasibin cinleri heyeti geldi ki, onlar ne iyi cinlerdir! Bana kendilerine azık vermemi istediler. Ben de yüce Allah'a dua ederek nerde kemik, davar pisliği bulurlarsa mutlaka üzerinde yiyecek bir şeyler bulmalarını niyaz ettim." Buhârî, III, 1401; Müsned, I, 458de Abdullah b. Mesud'dan aynı manada Bütün bunlar onların yemek yedikleri hususunda açık nasslardır. Onlarla evlenmeye gelince, buna dair işaret de daha önce el-İsra Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Mallarına, evlatlarına ortak ol" (el-îsra, 17/64) âyeti açıklanırken (4. başlıkta) değinilmiş idi. Vuheyb b. Cerir b. Hazim de, el-Halil b. Ahmed'den, o Osman b. Hadır'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Belkıs'ın annesi cinlerden idi, ismi da Şeysan kızı Belame idi. Yüce Allah'ın izniyle buna dair daha geniş açıklamalar gelecektir. 10- Kadının Yöneticiliği ve Hakimliği: Buhârî'de yer alan ve İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Farsların, Kisra'nın kızını başlarına kraliçe tayin ettikleri haberini alınca: "İşlerinin başına bir kadın geçiren bir kavim, asla iflah olmaz" diye buyurdu. Buhârî, IV, 1610, VI, 2600; Tirmizî, IV, 527; Müsned, V, 38, 47. Kadı Ebû Bekir b. el-Arabî dedi ki: Bu kadının halife olamayacağı hususunda açık bir nasstır. Zaten bu hususta görüş ayrılığı da yoktur. Muhammed b. Cerir et-Taberî'den kadının hakim olmasının câiz olduğu görüşü nakledilmiş ise de bu sahih değildir. Bunun Ebû Hanîfe'den gelen nakil gibi olması da muhtemeldir. O da şu şekildedir: Kadın şahitlik yapabildiği hususlarda hakimlik yapabilir, yoksa mutlak olarak hakim olabilir diye söylemiş olamaz. Aynı şekilde ona "filan kadın hakimlik yapmak üzere takdim edilmiştir" diye bir görev emri de yazılamaz. Bunun olabilecek şekli onun hakem tayin edilmesi ve tek bir meselede vekaleten görev yapması suretinde olabilir. Kanaatimizce Ebû Hanîfe ile İbn Cerir'in görüşleri bu çerçevededir. Ömer (radıyallahü anh)'dan bir kadını çarşı muhtesipliği görevine tayin ettiği rivâyet edilmiş ise de bu da sahih değildir, kimse buna iltifat etmesin. Hiç şüphesiz bu da bid'atçilerin hadislere soktukları desiselerdendir. Maliki ve Eş'arî olan Kadı Ebubekir b. et-Tayyib ile Şâfiîlerin ileri gelen ilim adamı Ebû'l-Ferec b. Tarar bu meselede birbirleriyle tartışmışlardır. Ebû'l-Ferec dedi ki: Kadının hakimlik yapabileceğinin delili şudur: Ahkâmın varlığından maksat hakimin bunları uygulamaya koyması, ahkâma dair delilleri dinlemek ve bu hususta hasmılar arasında ayırdedici hükmü vermektir. Böyle bir iş ise erkek tarafından yapılabildiği gibi kadın tarafından da yapılabilir. Ancak Kadı Ebubekr ona itiraz edip, onun bu iddiasını İmâmeti Kübrâ'yı (halifeliği) ileri sürerek çürütmüştür. Çünkü bundan kasıt sınırların korunması, işlerin idare edilmesi, İslâm topraklarının himaye edilmesi, haracın toplanıp hak sahiplerine verilmesidir. Bunları erkek yapabildiği kadar kadın yapamaz. İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu mesele hakkında bu iki ilim adamının da açıklamalarının bir kıymeti yoktur. Bir defa kadının meclislere çıkması beklenemez, erkeklerle karışması beklenemez. Her bakımdan birbirine denk iki kişinin birbirleriyle tartıştığı gibi, onlarla tartışamaz. Çünkü eğer bu kadın genç ise ona'bakmak ve onun kelamını dinlemek haram olur. Şayet erkekler arasına çıkma ruhsatına sahip yaşlı bir kadın ise erkeklerle oldukça sıkışabileceği bir şekilde meclislerde oturup kalkamaz, onlarla tartışmalara girişemez. Böyle bir şeyin olabileceğini düşünen de, inanan da asla iflah olmaz. 11- Sebe' Hükümdarının Sahip Olduğu İmkânlar; "Kendisine her şey den verilmiş" ifadesi bir mübalağadır. Yani krallığının, ülkesinin gerek duyacağı herşey verilmiş demektir. Anlamın kendi döneminde bulunan herşeyden ona bir miktar verilmiş şeklinde olduğu ve böylelikle (bir miktar anlamındaki) mef'ûlün hazfedildiği de söylenmiştir. Çünkü ifade buna delalet etmektedir. "Onun bir de büyük bir tahtı var." Bu tahtı hem görünüşü, hem de saltanat mertebesi itibariyle büyüklükle nitelendirmiştir. Denildiğine göre bu taht altından olup, onun üzerinde otururdu. Bir diğer görüşe göre burada "tahftan kasıt hükümdarlıktır, ancak birinci görüş daha doğrudur. Çünkü ileride geleceği üzere "kadının tahtını hanginiz bana getirebilirsiniz" (en-Neml, 27/28) diye buyurulmaktadır. ez-Zemahşerî dedi ki: Eğer hüdhüd Belkıs'ın tahtını "azim; büyük" İle nitelendirmekle yüce Allah'ın arşının "azim: büyük" vasfı ile eşit tutarak aynı şekilde nitelendirmiştir; bu nasıl olur? dersen, ben de şöyle cevap veririm: Bu iki vasıf arasında çok büyük bir fark vardır. Çünkü onun arşını (tahtını) büyük olmakla nitelendirmek kendisi gibi insan olan hükümdarların tahtlarına nisbetle büyüktür anlamındadır. Yüce Allah'ın arşının büyüklükle nitelendirilmesi ise O'nun yaratmış olduğu semavata ve arza nisbetledir. İbn Abbâs dedi ki: Bu kadının tahtının uzunluğu seksen zira', eni de kırk zira' idi. Yukarı doğru yüksekliği de otuz zira' idi. İnci, kırmızı yakut ve yeşil zebercetle süslü idi. Katâde dedi ki: Ayakları inci ve cevherdendi, üstündeki örtüler ise ince ve kalın ipektendi. Üzerinde de yedi tane kilit vardı. Mukâtil dedi ki: Tahtı seksene seksen zira' idi, yerden yüksekliği de seksen zira' idi. Mücevherlerle süslenmişti, İbn İshak dedi ki: Ona kadınlar hizmet ederdi. Beraberinde ona hizmet etmek için altıyüz kadın vardı. İbn Atiyye dedi ki: Âyet-i kerîme'den anlaşılması gereken şu ki: O, Yemen şehirlerini elinde tutan kadın bir hükümdardı. Bunun büyük bir mülkü ve büyük bir tahtı vardı, kâfir bir kavimden gelme, kâfir bir kadın idi. 24"Onu ve kavmini Allah'tan gayrı güneşe secde eder buldum. Şeytan onlara amellerini süslü göstermiş ve onları doğru yoldan alıkoymuş. Onun İçin onlar doğru yola gelemiyorlar. 12- Allah'tan Başkasına Tapmak ve Şeytan’ın Hakimiyetine Girmek: Yüce Allah'ın: "Onu ve kavmini Allah'tan gayri güneşe secde eder buldum" âyeti ile ilgili olarak şöyle denilmiştir: Bu toplum güneşe tapanlardandı. Çünkü bunlar rivâyete göre zındık idiler. Bir diğer görüşe göre bunlar ışığa, aydınlığa tapınan mecusilerdi. Nafî'den rivâyet edildiğine göre vakıf (durak): lâfzı üzerindedir, el-Mehdevî dedi ki: Buna göre "azim: büyük" kendisinden sonraki âyetler ile alakalı demektir. Buna göre ifade; "Ben onu... buluşum çok büyük bir iştir" anlamında olmalıdır. Yani benim onu kâfir bir kadın olarak bulmam büyük bir İştir. İbnu'l-Enbarî dedi ki; "Onun bir de büyük bir tahtı var" âyetinde durak yapmak güzel bir vakıftır. "Arş: Taht" üzerinde durak yapılıp, diye başlamak ancak sonrasını hatırlayamayan kimseye hatırlatmak için câiz olabilir. Çünkü "azim" tahtın sıfatıdır, eğer "onu... buldum" ile alakalı olsaydı, o takdirde demek icab ederdi. Bu ise her bakımdan imkansız bir şeydir. Bana Ebubekir Muhammed b. el-Hüseyin b. Şehriyar anlattı dedi ki: Bize Ebû Abdullah el-Hüseyin b. el-Esved el-Iclî bir ilim adamından anlatarak dedi ki: "Arş" lâfzı üzerinde vakıf yapılır ve "azim" lâfzı ile okumaya başlanılır. Bu da, benim onları güneş ve aya ibadet eder buluşum büyük bir iştir, anlamına gelir. Bu şahıs dedi ki: Ben bu kanaati teyid edenleri de duydum ve buna delil olarak şunları söylediklerini gördüm: O kadının arşı (tahtı) yüce Allah tarafından "azim: büyük" olmakla vasfedilmeyecek kadar değersiz ve basittir. İbnu'l-Enbarî dedi ki: Benim tercih ettiğim ise başta zikrettiğimdir, çünkü burada "güneşe ve aya ibadef'in (bu ifadede olduğu gibi) takdir edilebileceğine dair bir delil de bulunmamaktadır. Diğer taraftan hüdhüd bu tahtı son derece enli ve uzun bir taht olarak gördüğünden dolayı azim (büyük) olmakla nitelendirmesi de kabul edilmeyecek bir şey değildir. Ayrıca bu lâfzın "arş"ın i'rabını alması da onun sıfatının olduğunun bir delilidir. "Şeytan onlara amellerini" içinde bulundukları küfrü "süslü göstermiş ve onları doğru yoldan" tevhid yolundan "alıkoymuş." Bununla tevhid yolu olmayan herhangi bir yolu izlemenin kesinlikle hiçbir fayda sağlamayacağını açıklamış olmaktadır. "Onun için onlar doğru yola" yüce Allah'a ve Onu tevhide "gelemiyorlar." 25"Göklerde ve yerde olan, gizliyi açığa çıkartan, gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyleri bilen Allah'a secde etmesinler diye!" 13- Niye Allah'a Secde Etmiyorlar? "Allah'a secde etmesinler diye" âyetini Ebû Amr, Nafi', Âsım ve Hamza; "... me... diye"yi şeddeli okumuşlardır. İbnu'l-Enbarî dedi ki: "Onun için onlar doğru yola gelemiyorlar" âyetinde vakıf, "lâm" harfini şeddeli okuyanlar için um bir vakıf değildir, çünkü anlam: Şeytan onlara Allah'a secde etmemelerini süslü göstermiştir, şeklindedir. en-Nehhâs da şöyle demektedir: Bu 'den sonra 'in gelmiş halidir ve burada; da nasb mahallindedir. el-Ahfeş dedi ki: Bunun nasbi da; Süsledi" fiili iledir. Yani; şeytan onlara Allah'a secde etmemelerini de süslü göstermiştir. el-Kisaî ise "Onları... alıkoymuş" ile nasb mahallindedir. Yani Allah'a secde etmesinler diye onları alıkoymuş demektir, der. Her iki açıklamaya göre de bu mef'ûlün lehtir. el-Yezidî ile Ali b. Süleyman da şöyle demektedir: "Amellerini" lâfzından bedel olarak nasb mahallindedir. Bu durumda mana şöyle olur: Şeytan onlara amellerini, Allah'a secde etmemelerini, onlara süslü göstermiş... Ebû Amr ise şöyle demektedir: Burada; "Doğru yoldan" lâfzı bedel olarak cer mahallindedir. Buna göre ise mana şöyle olabilir: Onları doğru yoldan, Allah'a secde etmekten alıkoymuş... Bir diğer görüşe göre bu âyette âmil "doğru yola gelemiyorlar" anlamındaki âyettir. Yani onlar yüce Allah'a secde etmeye yol bulamıyorlar. Bu da; onlar bu işin kendilerine farz olduğunu bilmiyorlar, demektir. Bu açıklamaya göre de zaid demektir. Yüce Allah'ın: "seni secde etmekten alıkoyan nedir?" (el-A'raf, 7/12) âyetine benzemektedir ki bu; manasınadır. Bu kıraate göre burada secde yoktur. Çünkü onların ya şeytanın amellerini kendilerine süslü göstermesi yahut onları engellemesi ya da doğru yolu bulmalarına engel teşkil etmesi suretiyle onların secde etmeyi terkettiklerine dair bir haber vermek mahiyetindedir. ez-Zührî, el-Kisaî ve başkaları ise; diye okumuşlardır ki bu da; "Ey şu kimseler, Allah'a secde ediniz" anlamındadır. Çünkü "yâ" nida harfi ile fiillere değil, isimlere seslenilir. Sîbeveyh de şu beyiti nakletmektedir: "Ey (şunlar) Allah'ın ve bütün kavimlerin, Ve hatta salihlerin laneti Sim'an gibi bir komşunun üzerine olsun." Sîbeveyh dedi ki: "Ya; ey" nida edatı, lanette nida değildir. Çünkü ona nida olsaydı, onu nasbetmesi gerekirdi. Zira bu takdirde muzaf bir münada olur. Ancak İfadenin takdiri: Ey sözümü işitenler, Allah'ın laneti ve bütün kavimlerin laneti Sim'an'a olsun" şeklindedir. Bazıları da Araplardan şu ifadeleri duyduğunu nakleder: Bununla: "Ey kavim merhamet ediniz, doğru söyleyiniz" demek isterler. Bu kıraate göre "Secde ediniz" emri hazır olmak itibariyle cezm mahallindedir. Vakıf da; "Ey..." üzerinde yapılır, bundan sonra da okumaya başlanarak; "Secde edin" diye okunur. el-Kisaî dedi ki: Ben hocaları ancak emir manasına bunu şeddesiz okuduklarını duymuşumdur, başka türlü okuduklarını da duymadım. Abdullah'ın kıraatinde; "Allah'a secde etmeniz gerekmiyor mu?" şeklinde "te" ve "nun" iledir. Ubeyy'in kıraatinde ise; "Niye Allah'a secde etmezsiniz?" şeklindedir. Bu iki kıraat şeddesiz okuyanların lehine bir delildir. ez-Zeccâc dedi ki: Şeddesiz okuyuş secde etmeyi gerektirmekle birlikte, şeddeli okuyuş secde etmeyi gerektirmemektedir. Ebû Hatim ile Ebû Ubeyde de şeddeli okuyuşu tercih etmişlerdir. (ez-Zeccâc) ayrıca der ki: Şeddesiz okuyuş güzel bir şekildir, ancak bu takdirde Sebe'in durumu ile İlgili haber kesintiye uğradıktan sonra tekrar onlardan söz konusu olur. Şeddeli okuyuşta ise verilen haberde arada bir kesinti olmaksızın ardı arkasına geliş söz konusudur. en-Nehhâs da buna yakın bir açıklamada bulunmuş ve şöyle demiştir: Şeddesiz okuyuş uzak bir ihtimaldir, çünkü bu durumda ifadede i'tîraz (ara cümleleri) söz konusu olur. Şeddeli okuyuşta ise ifadede bir yeknesaklık ortaya çıkar. Aynı şekilde çoğunluk da bu (şeddisiz) kıraati benimsememiştir. Zira (şeddesiz okuyuşta) İki "elif hazfedilmiş demek olur. Ancak bu gibi hallerde sadece bir "elif hazfedilerek ihtisar yapılır. "Ey Meryem oğlu Îsa" demek gibi. İbnu'l-Enbarî dedi ki; "Secde edin" emrinin "elif’i, da düştüğü gibi düşmüştür. "Ya: Ey"nın "elifi düşüp bu "secde edin" emrindeki "elife bitişince, "elif" düşmüş oldu. Onun düşmesi ihtisara ve hafif gelip, lâfızları az olanın tercihine bir delâlet sayılmıştır. el-Cevherî ise kitabının sonlarında şöyle demektedir: Bazıları derler ki: "Ya" böyle bir yerde ancak tenbih içindir. Sanki o; "Dikkat edin yalnız Allah'a secde edin!" demiş gibidir. Onun başına dikkat çekmek (tenbih) için "ya" getirilince bu sefer "secde edin" emrindeki "elif" vasıl elifi olduğundan dolayı düşmüştür ve böylelikle iki sakinin bir arada bulunması dolayısıyla da "ya" daki elif gitmiştir. Çünkü bu elif ile "secde edin" emrindeki elif sakindir. Şair Zu'r-Rimme de şöyle demektedir; "Ey Meyyae'nin diyarı sen esenlikte ol; her türlü musibetten, Ve senin o ekin bitirmeyen arazine yağmur hep bol bol yağsın." el-Cürcanî dedi ki: Bu ifadeler hüdhüdün yahut Süleyman'ın ya da yüce Allah'ın söylediği araya girmiş sözlerdir. Bunun da anlamı: Dikkac edin, onlar Allah'a secde etmelidirler... Bu da yüce Allah'ın şu âyetini andırmaktadır; "Mü’minlere de ki: Allah'ın günlerini beklemeyenlere aldırmasınlar." (el-Câsiye, 45/14) Denildiğine göre bu, onlara verilmiş bir emirdir. Yani onları bağışlasınlar. Mushaf ta da bu şekilde yazılır, burada nida harfi yoktur. İbn Atiyye dedi ki: Denildiğine göre yüce Allah’ın: "... Çok büyük Arş'ın Rabbidir" âyetine kadar olan sözler, hüdhüdün söyledikleri sözlerdir. İbn Zeyd ve İbn İshak'ın görüşü de budur. Burada hüdhüdün şer'î teklife muhatap olmayıp şer'î hususlara dair nasıl konuşur şeklinde bir itiraz söz konusu olabilir. Bununla birlikte bu sözlerin hüdhüdün kendisine o kavme dair haber vermesi üzerine Süleyman (aleyhisselâm)'ın sözleri olma ihtimali de vardır, ayrıca yüce Allah'ın buyrukları olma ihtimali de vardır. O takdirde bu iki söz arasında bir ara cümlesi ifadeleridir. Dikkatle düşünülecek olursa, sabit görülecek sağlam görüş budur. 'in şeddeli okunuşu da bu sözlerin hüdhüde ait olduğu anlamını vermektedir, şeddesiz okunuş böyle bir manaya engeldir. Şeddesiz okuyuş az önce açıklamış olduğumuz üzere yüce Allah'a secde etme emrini ihtiva eder. ez-Zemahşerî dedi ki; Eğer: Her iki kıraate göre mi secde vaciptir yoksa bu iki kıraatten birisine göre mi? diye sorarsan, şöyle cevap veririm: Bu her iki kıraate göre vacip bir secdedir, çünkü secde yerlerinde ya secde etme emri verilir, yahut secde edenler övülür, yahutta secdeyi terkedenler yerilir. Bu iki kıraatten birisinde secde etme emri manası vardır, diğerinde ise secdeyi terkedenlerin yerilmesi manası vardır. Derim ki: Şanı yüce Allah, kâfirlerin secde etmediklerini haber vermektedir, el-İnşikak Sûresi'nde (84/21. âyetinde) olduğu gibi. Buhâri'de ve başka kaynaklarda sabit olduğu üzere de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) burada secde etmiştir Buhârî, I, 365. İşte en-Neml Sûresi'nde de böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. ez-Zemahşerî dedi ki: ez-Zeccâc'ın belirttiği şeddesiz okuyuşta secde vaciptir. Şeddeli okuyuşta değildir, şeklindeki görüşü ise kabul edilmiş bir görüş değildir. "Göklerde ve yerlerde olan gizliyi açığa çıkartan" âyetinde sözü geçen, göklerdeki gizli şeyler yağmurlardır. Yerin gizlilikleri ise hazineleri ve bitkileridir. Katade dedi ki: Gizliden kasıt sırdır. en-Nehhâs ise bu daha uygundur demiştir. Yani göklerde ve yerde gaib olan şeyleri o açığa çıkartır. Buna yüce Allah'ın; "Gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyleri bilen" âyeti da delil teşkil etmektedir, "Gizli" lâfzını İkrime ve Malik b. Dinar hemzesiz olarak ve "be" harfi üstün olmak üzere okumuştur. el-Mehdevî: Bu kıyası bir tahfif ile okumadır, dedikten sonra, burada vakıf yapanlar arasından hemzeyi okumayı terkedenlerin ismini vermektedir, en-Nehhâs dedi ki: Ebû Hatim'in naklettiğine göre İkrime hemzesiz olarak "elif" ile; diye okumuştur. Ancak Arapçada bunun câiz olmadığını da ileri sürmüş ve gerekçe olarak şunu göstermiştir: Eğer hemze okunmayacak olursa, onun harekesi "be" harfine verilir, bu durumda "Göklerde ve yerde olan gizliyi" diye okur. Şayet hemzeyi tahvil edecek olursa, o takdirde "be" harfini sakin ve ondan sonra da "ye" olmak üzere; diye okuması gerekir. en-Nehhâs dedi ki: Ben Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: Ben Muhammed b. Yezid'i şöyle derken dinledim: Ebû Hatim nahiv bakımından diğer akranlarından daha geride idi, onlara ulaşamamıştı. Ancak o beldesinden dışarıya çıktı mı kendisinden daha alim hiçbir kimseyle de karşılaşması mümkün olmazdı, Sîbeveyh'in Araplardan naklettiğine göre hemze eğer öncesinde sakin harf bulunup kendisi de üstün ise "elife değiştirilebilir. Eğer kendisinden önceki harf sakin olup kendisi ötreli olursa "vav"a dönüştürülür, şayet ondan önceki harf sakin olup kendisi esreli olursa bu takdirde de "ye"ye dönüştürülür. Bu durumda; "İşte bu vesîdir, ben vesîye hayret ettim, vesîyi gördüm." Bu da; "Eli vesyoldu' Vesyolmak ise eti kesen fakat kemiği kırmaksızın kemiğe kadar ulaşan darbe demektir. tabirinden gelmektedir. Aynı şekilde: "Bu çadırdır, çadıra hayret ettim, cadın gürdüm" de böyledir. Bunun böyle olmasının sebebi ise hemzenin şeddesiz olup, onun yerine bu harflerin ıbdal ile getirilmesidir. Yine Sîbeveyh'in, Temimoğulları ile Esedoğullarından naklettiklerine göre onlar; "Bu çadırdır" diyerek eğer hemze ötreli ise sakin olan (önceki harfi) da ötreli okuduklarını, eğer hemze esreli ise sakin olan harfi esreli okuyup hemzeyi de telaffuz ettiklerini, şayet hemze üstün ise sakin olan harfi üstün okuduklarını nakletmektedir. Yine Sîbeveyhin naklettiklerine göre hemze ötreli olsa dahi (önceki harfi) esreli okurlar, ancak bu sadece Temimoğullarından nakledilmiştir. Böyle okuyanlar; "Bayağı, adi" derler. Yine onun iddiasına göre bu kelimede "dal" harfini ötreli okumazlar. Çünkü onlar öncesinde esre bulunan ötre telaffuzundan hoşlanmazlar. Çünkü dilde, vezninde bir kelime yoktur. Bütün bunlar, kıraat âlimleri topluluğunun okudukları ve dilde var olan telaffuz şekilleridir. Abdullah (b. Mes'ûd)'ın kıraatinde; Göklerde... olan gizliyi açığa çıkartan" seklindedir ki; ile harfleri biri diğerinin yerine kullanılabilir. Nitekim Araplar; Aranızdaki bilgiyi mutlaka açığa çıkartacağım" derlerken; demek isterler. Bu açıklamayı da el-Ferrâ' yapmıştır. "Gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyleri bilen" anlamındaki âyeti genel olarak kıraat âlimleri; "Gizlemeleri ve açıkladıktan şeyleri bilen" diye her iki fiilde de gaib "ya'sı ile okumuşlardır. Bu okuyuş, âyet-i kerimenin hüdhüdün söylediği sözlerden olmasını, yüce Allah'ın hüdlıüde kendisini tevhid etmek, yalnızca O'na secde ecme gereği, güneşe secde etmeyi red ve bunu şeytana izafe edip şeytanın bu işi kendilerine süslü gösterdiği bilgisini özellikle verdiğini, diğer kuşlar ik sair hayvanlara da böyle özel bilgi vermeyip üstün akılların dahi kolay kolay elde edemeyeceği oldukça incelikli bilgileri özellikle ihsan etmiş olduğu anlamını vermektedir. el-Cahderî, Îsa b. Ömer, Hafs ve el-Kisaî ise bu fiilleri muhatab "te"si ile; Gizlediğiniz" ve; "Açıkladığınız" diye okumuşlardır. Bu okuyuşa göre; âyet-i kerîme yüce Allah'ın Mohammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetine bir hitabı olmaktadır. 26Allah O'dur ki, O'ndan başka ilâh yoktur. Çok büyük Arş 'in Rabbidir." "Allah O'dur ki, Ondan başka ilâh yoktur. Çok büyük Arş'ın Rabbidir." İbn Muhaysın "çok büyük" anlamındaki; lâfzını yüce Allah'ın sıfatı olarak ötreli okumuştur. Bu durumda bu âyetlerin menli şöyle olur: 'Allah, O dur ki: Ondan başka ilâh yoktur, O çok büyüktür, arşın Rabbidir." Diğerleri ise Arşın niteliği olarak esreli okumuşlardır. Özellikle Arşın söz konusu edilmesi, mahlukatın en büyüğü, onun dışındaki bütün mahlukatın onun kapsamı içerisinde olmasından dolayıdır. 27"Bakalım doğru mu söyledin? Yoksa yalancılardan mısın?" dedi. 14- Verilen Haberi Tetkik Etmek: Yüce Allah'ın: "Bakalım" âyeti düşünmek ve işi tetkik etmek anlamına gelen "nazar"dan gelmektedir. Bu söylediklerinde "doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın?" anlamını vermektedir. Buradaki; "İdin" sözü sen anlamındadır. Süleyman (aleyhisselâm)'ın: "bakalım doğru mu söyledin?" deyip, senin işine bir bakalım dememiş olması, şundan ötürüdür: Hüdhüd: "Senin bilmediğin şeyi ben gördüm" diyerek, bildikleri ile açıktan açığa öğündüğünü ortaya koyunca, Süleyman (aleyhisselâm) da açıkça ona; Bakalım doğru mu söyledin, yalan mı söyledin? demiştir. Bu da onun söylediklerine denk bir cevap teşkil etmektedir. 15- Yöneticilerin ve Sair îmanların Mazeret Kabul Etmeleri: Yüce Allah'ın; "Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın?" âyetinde İmâmın, İslâm halifesinin, İslâm devlet başkanının yönettiği kimselerin mazeretini kabul etmesi ve gizli mazeretleri dolayısıyla zahir hallerindeki cezaları, onlardan uzaklaştırması gerektiğine dair delil vardır. Çünkü Süleyman (aleyhisselâm) kendisine mazeretini belirtince hüdhüdü cezalandırmadı. Hüdhüdün doğru söylemiş olması onun için bir mazeret teşkil etti, zira o cihadı gerektiren bir hususa dair haber vermişti. Süleyman (aleyhisselâm)'a da cihad sevdirilmişti. Sahih'deki rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah'tan mazur görmeyi daha çok seven hiçbir kimse yoktur. İşte bunun için o kitabı İndirmiş ve rasûller göndermiştir." Müslim, II, 1136, IV, 2114; Buhârî, VI, 2; Müsned, IV, .248. Ömer (radıyallahü anh) da, en-Numan b. Adiy'in mazeretini kabul etmiş ve onu cezalandırmamıştı. Bununla birlikte İmâmın eğer şer'î bir hüküm ile alakalı ise bu hususu gereği gibi denemesi ve tetkik etmesi gerekmektedir. Nitekim Süleyman (aleyhisselâm) da böyle yapmıştır. Hüdhüd kendisine: "Gerçekten ben bir kadını onlara hükümdarlık eder buldum. Kendisine herşeyden verilmiş, onun bir de büyük bir tahtı var" deyince; hemen tamaha kapılarak gelişigüzel bir karar almadı. Mülkünü artırma arzusu onun hüdhüdün sözünü kesmesine sebeb teşkil etmedi. Nihayet hüdhüd ona: "Onu ve kavmini Allah'tan gayri güneşe secde eder buldum" deyince, o vakit duydukları onu öfkelendirdi ve verdiği haberi sona erdirmesini, bu hususta onun göremediği hususları da öğrenme isteğinde bulundu. Bu maksatla da; "Bakalım doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın?" dedi. Sahih'de el-Misver b. Mahreme'den rivâyet edilen şu olay da (bu bakımdan) bununla benzerlik arzetmektedir. Ömer (radıyallahü anh) karnına vurulduğu için ceninini erken bırakan kadının durumu hakkında ashab ile istişare ettiğinde el-Muğire b. Şube şöyle demişti: Ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın onun hakkında küçük yaşta bir erkek köle ya da bir cariye verilmesi gerektiğini hükme bağladığına tanıklık ederim. Bunun üzerine Ömer (radıyallahü anh): Seninle beraber şahitlik edecek kimseleri bana getir, dedi, Muhammed b. Mesleme bu hususta onun lehine şahitlik etti. Bir diğer rivâyette de şöyle denilmektedir: Sen bu hususta işin içinden çıkmadıkça bundan elini çekemezsin. (Muğire b. Şu'be) dedi ki: Dışarı çıktım, Muhammed b. Mesleme'yİ gördüm, onu getirdim, o da şahitlik etti. Müslim, IIF, 1311; Müsned, IV, 253. İzin istemeye dair Ebû Mûsa hadisi İbn Abdi'l-Berr, et-Temhîd, III, 195. ve başkaları da bu kabildendir. 28"Bu mektubumu al, götür ve onu kendilerine bırak. Sonra da onlardan geri çekilip ne şekilde karşılık vereceklerine bak!" 16- Hazret-i Süleyman'ın Mektubu: "Bu mektubumu al, götür ve onu kendilerine bırak" âyetinin onu kendilerine bırak" bölümü ile ilgili olarak ez-Zeccâc şöyle demektedir: Bunda beş kıraat şekli vardır: şeklinde "ya" harfinin de telaffuz edilmesi suretiyle. İkinci kıraat "ya" harfi hazfedilip ona de lalci eden esreyi isbat ile; şeklinde, üçüncü olarak "he" harfi ötreli ve aslı üzere "vav" harfini de isbat ile; şeklinde. Dördüncü olarak "vav"ı hazfedip ötreyi isbat ile; şeklindeki okuyuştur. Beşinci okuyuşda Hamza'ya ait olup bu da "he" harfini sakin olarak; diye okumaktır. en-Nehhâs dedi ki: Böyle bir okuyuş nahivcilere göre ancak nisbeten uzak ihtimalli bir yolla olabilir. O da takdiri bir vakıf kabul edilir. Ben Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: Sen bu gerekçeye iltifat etme, eğer vakfı niyet edip vasletmesi câiz olsaydı İsimlerin sonlarından i'rabın da hazfedilmesi câiz olurdu. Yine (en-Nehhâs) dedi ki: Burada "kendilerine" diye çoğul lâfzını kullanıp "ona" lâfzını kullanmayış sebebi, daha önceden: "Onu ve kavmini Allah'tan gayri güneşe secde eder buldum" diye buyurmuş olmasıdır. Sanki: Sen bunu dinleri bu şekilde olan kimselere götür, bırak demiş gibidir. Böylelikle o asıl önemi dine vermiş olmakta ve din hususunu göz önünde bulundururken, diğer hususlara önem vermemektedir. İşte mektuptaki hitabı da çoğul lâfzı ile kullanmasının sebebi budur. Bu âyet ile ilgili kıssalar arasında rivâyet olunduğuna göre, hüdhüd oraya ulaştığında bu kraliçenin etrafının duvarlarla kapatılmış olduğunu gürdü. Belkıs'ın güneşe ibadeti dolayısı ile doğduğunda güneşin girmesi için duvarda bırakmış olduğu bir küçük boşluğa gitti. Rivâyete göre Belkıs uykuda iken mektubu bıraktı. Uyandığında mektubu gördü ve bundan dolayı korkuya kapıldı. Uykudayken birilerinin yanına girdiğini zannetti. Uykudan kalktığında kendisinde bir değişiklik görmedi. Güneşin durumunu öğrenmek üzere duvardaki boşluğa bakınca, hüdhüdü gördü ve böylelikle durumu anladı. Vehb ile İbn Zeyd de şöyle demişlerdir: Onun güneşin doğuş yerine bakan bir duvar boşluğu vardı, güneş doğdu mu secde ederdi. Hüdhüd bu boşluğu kanadıyla kapattı, güneş yükseldi. Belkıs bunun farkına varmadı, güneşin doğuşunun geciktiğini anlayınca, ayağa kalkıp oraya baktı. Hüdhüd de mektubu ona attı. Mektubun üzerindeki mührü görünce, titredi ve boyun eğdi. Çünkü Süleyman (aleyhisselâm)’ın mülkü mühründe idi. Mektubu okuduktan sonra kavminin ileri gelenlerini topladı ve (âyette) daha sonra gelecek olan sözlerle onlara hitab etti. Mukâtil de dedi ki: Hüdhüd mektubu gagasıyla taşıdı. Etrafında askerleri ve kumandanları bulunduğu sırada kadının tepesinde duruncaya kadar uçtu. Herkesin gözü önünde bulunduğu yerde kanatlarını çırpıp durdu. Kadın da başını kaldırıp ona bakınca mektubu göğsünün üzerine bıraktı. 17- Müşriklere Mektup Yazarak Davet Tebliğ Etmek: Bu âyet-i kerimede müşriklere mektuplar gönderip İslâm davetinin onlara tebliğ edileceğine ve İslâm'a çağırılacaklarına delil vardır. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'da Kisra'ya, Kayser'e ve herbir zorbaya -daha önce Al-i İmrân Sûresi'nde (3/64. âyet, 1. başlıkta) geçtiği üzere- mektuplar göndermişti, 18 Hazreti Süleyman'ın Talimatı: Yüce Allah'ın: "Sonra da onlardan geri çekil" diyerek, ona geri çekilmesini emretmesi, krallara karşı takınılan edebe uygun olarak bir kenara çekilip, güzel bir edeb örneğini göstermesini istemiştir. Anlamı da şudur: Sen onların konu hakkındaki tartışmalarını görecek şekilde yakınlarında bulun. Bu açıklamayı Vehb b. Münebbih yapmıştır. İbn Zeyd de şöyle demiştir: Burada "geri çekilme" emri yanına geri dönmek anlamındadır, yani bu mektubu onlara bırak ve geri dön. "Ne şekilde karşılık vereceklerine bak" âyeti ise "geri çekil" âyetinden takdim manasını taşır. (Yani bu sözlerde belirtilenler daha önce yapılması gereken işlerdir.) Ancak ifadedeki tertib daha kuvvetli görülmektedir, yani sen bu mektubu onlara bırak, sonra bir kenara çekil, Bu arada da bir bak, yani bekle. Şöyle de açıklanmıştır: Burada "bak" bil demektir. Yüce Allah'ın: "O günde kişi iki elinin önden yolladığına bakacak (bilecek.)" (en-Nebe’, 78/40) âyetinde olduğu gibi. Yani onların ne şekilde karşılık yereceklerini öğren, ne cevap vereceklerini ve ne gibi sözlerle karşılık vereceklerini öğren, anlamındadır. "Ne şekilde karşılık vereceklerine bak" kendi aralarında bu hususu nasıl tartışacaklarını gör, anlamında olduğu da söylenmiştir. 29Dedi ki: "Ey ileri gelenleri Gerçekten bana çok şerefli bir mektup bırakıldı. Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız; 1- Süleyman (aleyhisselâm)'ın Değerli Mektubu; Yüce Allah'ın: "Dedi ki: Ey ileri gelenler..." âyetinde hazfedilmiş ifadeler vardır. Yani: Hüdhüd gitti, mektubu onlara bıraktı, O kadının da: "Ey ileri gelenler" diyen sözlerini de işitti. Daha sonra bu kadın kendisine gönderilen mektubu "kerim: çok şerefli" diye nitelendirmektedir. Bu ya kendisine ve kendilerine göre büyük bir şahsiyetten geldiğinden ötürü idî. Süleyman (aleyhisselâm)'ı tebcil gayesiyle mektubuna la'zimde bulundu. İbn Zeyd'in görüşü budur, Ya da o bu Sözleriyle mektubun mühür ile kapatılmış olduğuna işaret etmiştir. Çünkü mektubun şerefi onun mührüdür. Bu İfade Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da rivâyet edilmiştir. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaıd, VIII, 99; ravilerinden Muhammed b. Mervan es-Süddi es-Sagir'in "metruk olduğu kaydıyla. Bir diğer görüşe göre bu mektuba "rahman ve rahim Allah'ın İsmi ile" diye başladığı için böyle demiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın İsmi ile başlanılmayan herbir söz kesiktir" diye buyurmuştur. Benzer rivâyetler için bk. Süyûtî, el-Câmiu'l-Kebir, IH, 306. Bir diğer açıklamaya göre bu mektub Süleyman (aleyhisselâm)'ın İsmi ile başladığından dolayı çok şerefli kabul edilmişti. Çünkü böyle bir şeyi ancak üstün ve değerli şahsiyetler yapar. İbn Ömer'den gelen rivâyete göre o Abdu'l-Melik b. Mervan'a yazdığı bey'at mektubunda şöyle demiş: Abdullah (b. Ömer)'dan mü’minlerin emiri Abdu'l-Melik b. Mervan'a: Ben sana gücüm yettiği ölçüde dinleyip, İtaat edeceğimi bildiriyorum. Benim çocuklarım da senin için bunu kabul etmektedirler Buhârî, VI, 2634; Beyhakî, es-Sünenu'l-Kübrâ, 147. Şöyle de denilmiştir: O bu mektubun semadan geldiği vehmine kapılmıştı. Zira bu mektubu kendisine ulaştıran bir kuştu. Buradaki "kerim: çok şerefli"nin güzel anlamına geldiği de söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Şerefli makamlarda" (eş-Şuara, 26/58) âyetinde olduğu gibi. Bu da oturulacak güzel yer demektir. Bir diğer açıklama da şöyledir: Mektubu bu şekilde nitelendirmesinin sebebi, bu mektubun peygamberlerin yüce Allah'ın yoluna davet ederken benimsedikleri adet üzere yumuşak sözler, yüce Allah'a ibadete çağırmak için verilen öğütler ihtiva etmesi, herhangi bir sövme ve lânetleme muhtevası olmaksızın güzel bir şekilde duygularını kendisine meylettirme ve ince ifadeler kullanması, duyguları olumsuz şekilde etkileyecek sözler bulunmaması, bayağı ve anlaşılamaz ifadeler taşımaması dolayısıyladır. Yüce Allah'ın peygamberine söylediği şu buyruklarda olduğu gibi: "Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et." (en-Nahl, 16/125) Nitekim Mûsa ve Harun (İkisine de selam olsun)'a da böyle buyurmuştu: "Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır yahut korkar" (Tâ-Hâ, 20/44) Bütün bunlar güzel açıklama şekilleridir. Bu (sonuncusu) en güzelleridir. Rivâyete göre Süleyman (aleyhisselâm)'dan önce hiçbir kimse "Rahmân ve rahim Allah'ın adıyla" ifadesini yazmış değildir. Abdullah'ın kıraatinde bir "vav" fazlalığı ile, "Ve o gerçekten Süleyman'dandır" şeklindedir. Burada mektubun "kerim: çok şerefli" diye nitelendirilmesi olabilecek en ileri derecedeki bir nitelendirmedir. Nitekim yüce Allah: "Muhakkak o, çok kerim (şerefli) bir Kur'ân'dır" (el-Vakıa, 56/77) diye buyurmaktadır, Çağımızdakiler ise mektupları çok önemli, çok üstün, çok İyi ve çok güzel diye nitelendirmektedir. Eğer bu mektup bir hükümdara ait ise onu "aziz" diye nitelendirirler ve gafilliklerinden dolayı "kerim" diye nitelendirmezler. Halbuki bu, bu gibi hasletlerin en üstünüdür. Aziz vasfına gelince, yüce Allah şu âyetinde Kur'ân-ı Kerîm'i aziz olarak nitelendirmiştir: "Halbuki o hiç şüphesiz aziz bir kitaptır. Önünden de, arkasından da batıl ona erişemez." (Fussilet, 41/41-42) İşte bu kitabın izzeti budur. Böyle bir izzet onun dışında hiçbir kimse (ve şey) hakkında söz konusu olamaz. O bakımdan yazdığınız mektupları böyle nitelendirmekten uzak durunuz. Bunun yerine "el-ali: üstün" vasfını kullanınız. Böylelikle yöneticilik hakkının gereğini yerine getirmiş, diyaneten de ihtiyat yolunu seçmiş olursunuz. Bu açıklamayı Kadı Ebubekr İbnu’l-Arabî yapmıştır. 3- Mektubun Başında Zikredilecek İsim: Eskiden bir mektup yazdılar mı önce kendilerini belirterek filandan filana derlerdi. Rivâyetler de bu şekilde gelmiştir. er-Rabî' b. Enes’in şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Kimse Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan daha büyük hürmete lâyık değildi. Bununla birlikte ashabı da mektup yazdılar mı önce kendi isimlerini yazarak başlarlardı. İbn Şîrîn dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Faris (fers) ahalisi mektup yazdıklarında öncelikle büyüklerinin ismini anarak başlarlar. O bakımdan kim mektub yazarsa, ancak kendi İsmi ile başlasın.” İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, VIII, 223'ten rivâyetin birinci cümlesi Meymunun sözü olarak. Ebû’l-Leys (es-Semerkandî) "el-Bustan (Bustanul-Arifin)" adlı eserinde şöyle demektedir: Mektuba, mektub gönderdiği şahsın ismini zikrederek başlasa da caizdir. Çünkü artık ümmet bu hususta icma etmiş ve bu konuda gördükleri bir maslahat dolayısıyla bunu uygulamış bulunuyorlar. Ya da böylelikle daha önceki uygulama neshedilmiş olmaktadır. Artık bu gün için uygun olan kendisine mektub gönderilenin adının anılarak mektuba başlamaktır, sonra da kendi ismini anmaktır. Çünkü kişinin mektuba kendi İsmi ile başlaması, onun mektup gönderdiği kişiyi hafife alması, ona karşı büyüklenmesi olarak kabul edilmektedir. Ancak kölelerinden yahut emrinin altındakilerden birisine yazması hali müstesnadır. 4- Mektupta Verilen Selamı Almak: Bir kimseye selam ya da buna benzer ifadeler ihtiva eden bir mektup gelirse, buna gereken cevabın verilmesi gerekir. Çünkü hazır olmayanın gönderdiği mektub huzurda bulunan kimsenin verdiği selam gibidir. İbn Abbâs'dan gelen rivâyete göre o selam almayı vacip gördüğü gibi, mektuba cevap yazmayı da vacip görürdü. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 5- Mektuplara "Bismillahirrahmanirrahim" Yazmak: Gönderilen mektup ve risalelerin başına Bismillahirrahmanirrahim yazmak ve mektupları mühürlemek ittifakla kabul edilmiş bir şeydir. Çünkü böylesi şüpheyi daha bir uzaklaştırıcıdır. Resmi uygulamalar da böyle devam etmiştir. Ömer b. el-Hattâb'dan rivâyete göre o şöyle demiştir: Eğer bir mektup mühürlü değil ise, o olduğu hal üzere bırakılmış gibidir. Hadiste de: "Mektubun değeri onun mührüdür" diye buyurulmuştur. Ediplerden birisi -ki İbnu'l-Mukaffa'dır- şöyle demiştir: Kim kardeşine bir mektup yazar da, onu mühürlemezse onu hafife almış demektir. Çünkü mühür (hatm) hitama erdirmektir. Enes dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Arap olmayan (lıükümdar)lara mektup yazmak isteyince ona: Onlar, üzerinde mühür bulunmayan mektubu kabul etmezler, denildi. Bunun üzerine o bir mühür yaptırdı ve mührün taşı üzerine; "lâ ilahe illallah Muhammedu'r-Resûlüllah" ibaresini nakşetti. Ben şimdi o mühürün parıltısını ve elindeki beyazlığını görüyor gibiyim Buhârî, VI, 2619; Nesâî, VIII, 176. 30"O (mektup) gerçekten Süleyman'dandır ve gerçekten o Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile (diye başlıyor). 6- Davetin Özü: İslâm'a Girmek: Yüce Allah'ın: "O gerçekten Süleyman'dandır ve gerçekten o Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile (başlıyor)" âyetinde geçen "ve gerçekten o" ibaresinde hemze her ikisinde de esrelidir. Yani şüphesiz ki bu söz ya da şüphesiz ki bu sözün başlangıcı "Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile"dir. el-Ferrâ' ise buradaki hemzelerin ikisinin de üstün ile okunmasını câiz kabul etmiştir. O takdirde bunlar "mektub" anlamındaki lâfızdan bedel olarak ref mahallindedirler. Yani bana Süleyman'dan gelmiş bir mektub bırakıldı, demek olur. Cer edici âmilin hazfedilmesi esası üzere nasb mahallinde olabileceklerini de câiz kabul etmiştir. Yani; "Çünkü o Süleymandandır ve çünkü o..." takdirinde olur. Sanki böylelikle mektubun şerefli oluşuna Süleyman'dan gelişi ile Allah'ın İsmi ile başlamasını gerekçe göstermiş olmaktadır. 31"Bana karşı büyüklenmeyin ve müslümanlar olarak bana gelin, diye yazıyor." el-Eşheb el-Ukaylî ile Muhammed b. es-Sümeyka' "büyüklenmeyin" anlamındaki âyeti; "Bana karşı aşırıya gitmeyin, baş kaldırmayın" diye okumuştur. Bu okuyuş Vehb b. Münebbih'den de rivâyet edilmiştir ki; bu haddi aşıp, büyüklenmeyi ifade eden; fiilinden gelen bir okuyuştur. Bu da cemaatin okuyuşunun anlamına racidir. "Ve müslümanlar olarak" boyun eğenler, itaat edenler ve îman edenler olarak "bana gelin." 32Dedi ki: "Ey İleri gelenler! Benim bu işim hakkında bana görüş belirtin. Ben sizler yanımda hazır olmadıkça hiçbir işi kesip atmış değilim." Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Dedi ki: Ey ileri gelenler! Benim bu işim hakkında bana görüş belirtin" âyetinde geçen "el-mele': ileri gelenler" bir kavmin eşrafına denilir. Buna dair açıklamalar da daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/246. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. İbn Abbâs dedi ki: Beraberinde bin tane prens vardı. Onikibin prens olduğu da söylenmiştir. Herbir prens ile birlikte yüzbin kişi vardı, Prens (el-Kayl) en büyük hükümdarın altındaki hükümdar demektir. Kendisi kavmine karşı edebe uygun riayet etti ve yapacağı iş hususunda onlarla danıştı. Onlara bu şekilde danışmasının, karşı karşıya kalınan herbir işte sürekli olarak başvurduğu bir yol olduğunu da: "Ben sîzler yanımda hazır olmadıkça hiçbir işi kesip atmış değilim" sözleriyle ifade etti. Nasıl böyle büyük bir işte kestirip atar? İleri gelenler de ona kendisini memnun edecek şekilde cevap verdiler. Kendilerinin büyük bir güç sahibi ve Savaşma gücüne sahip olduklarını ona bildirdiler, sonra da işi onun görüşüne havale ettiler. Herkesin gerçekten güze) bir katılımda bulunduğu bir konuşma olmuştu. Katâde dedi ki: Bize nakledildiğine göre onun kendileri ile danıştığı üçyüzonüç kişi vardı. Bunların herbirisi de onbin kişinin başında idi. Bu âyet-i kerimede müşaverenin sıhhatine delil vardır. Yüce Allah da peygamberine (saf at ve selam ona): "İş hususunda onlarla müşavere et" (Al-i İmrân, 3/159) diye emir vermiştir. Bu da ya görüşlerinden istifade etmek, yahuıta yetki sahibi kimseler ile idari yükleri paylaşmak ve gönüllerini hoş tutmak için olur. Şanı yüce Allah da fazilet sahibi kimseleri: "İşleri de aralarında müşavere iledir" (eş-Şura, 42/38) âyeti ile methetmiş bulunmaktadır. Müşavere özellikle Savaşta çok eskiden beri uygulanagelen bir iştir. İşte güneşe tapınan ve cahili bir kadın olan Belkıs: "Dedi ki: Ey ileri gelenler, benim bu işim hakkında bana görüş belirtin. Ben sizler yanımda hazır olmadıkça hiçbir İşi kesip atmış değilim" diyerek onların düşmanlarına karşı durmaktaki kararlılıklarını ve işlerini yola koyacak hususlardaki ısrarlarını, kendisine itaate devam edip etmeyeceklerini denemeye kalkışmıştı. Çünkü o şunu biliyordu: Eğer bu ileri gelenler canlarını, mallarını, kanlarım kendisi uğrunda vermeyecek olurlarsa, hiçbir zaman düşmanına karşı direnebilecek gücü bulamazdı. Eğer onlar görüş birliği edip kararlılıkla ve gayretle işe koyulmayacak olurlarsa, bu kendilerinin aleyhine ve düşmanlarına bir destek olurdu. Şayet onların kanaatlerini öğrenmeyip, kararlılıklarının derecesini bilmemiş olsaydı, onların ne yapacakları hususunda sağlıklı bir görüş sahibi olamazdı. Kendi görüşünü dayatması halinde ona İtaatlerinde bir parça gevşeklik olabilir, kendi durumlarını değerlendirmekte bir takım kanaatlere kapılabilirlerdi. Ancak onlarla danışmak ve onların görüşlerini almak suretiyle kendisinin istediği o Savaş, güç ve kararlılıkları ile güçlü savunmalarını elde etmiş olacaktı. 33Dediler ki: "Biz güç sahibi kimseleriz, çetin Savaşçılarız. Bununla beraber emir senindir. Artık ne emredeceğini sen düşün, karar ver." Nitekim onlar verdikleri cevapta: "Biz güç sahibi kimseleriz, çetin Savaşçılarız" demişlerdi, İbn Abbâs dedi ki: Onlardan herhangi birisinin gücünün bir göstergesi olarak atını koşturur, nihayet en hızlı koştuğu bir sırada bacaklarını kapatır ve gücü ile atını durdururdu. 3- Belkıs'ın İstişaresi ve Hükümdarların Tabiatı: "Bununla beraber emir senindir. Artık ne emredeceğini sen düşün, karar ver" sözleriyle ona Savaştaki güçlerini ifade ettikten sonra işi onun görüşüne havale ettiler. Onlar bu şekilde davranınca, o da hükümdarların galip gelerek ellerine geçirdikleri şehirlere yaptıkları uygulamaları haber verdi. Bu ifadeleriyle kavmi için korktuğunu, onlar için ihtiyatlı olmak istediğini, Suleyman (aleyhisselâm)'ın durumunun büyüklüğünü takdir ettiğini göstermektedir. 34Dedi ki: "Şüphesiz hükümdarlar bir şehre girdiklerinde onu harab ederler, ahalisinin şereflilerini zelil kılarlar. Gerçekten de onlar böyle yaparlar." "Gerçekten de onlar böyle yaparlar" sözleri bir görüşe göre Belkıs'ın söylediği sözlerden olup anlatmak istediği hususu pekiştirmek için kullandığı bir ifadedir. İbn Abbâs da der ki: Bu, yüce Allah'ın Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve onun ümmetine bu hususu bildirmek ve onlara haber vermek için bir âyetidir. İbn Vehb dedi ki; Kadın onlara mektubu okuduğunda Allah ismini bilmiyordu, bu nedir? diye sordu. Orada bulunanlardan birisi: Bu olsa olsa kendisi vasıtasıyla bu hükümdarın istediğini elde edebilme gücüne sahip olduğu cinlerden pek büyük bir ifritin ismi olabilir. Hazır bulunanlar onu susturdular. Bir diğeri, benim görüşüme göre bunlar üç ifritin isimleridir dedi, onu da susturdular. Bilgi sahibi olan bir genç: Ey hükümdarların hanımefendisi dedi. Süleyman'a semanın mutlak meliki çok büyük bir mülk vermiş bulunuyor. O bakımdan o konuştu mu mudaka kendi ilahının ismini anarak konuşmasına başlar. İste "Allah" da semanın melikinin (mutlak malik ve egemeninin) adıdır. er-Rahmân, er-Rahîm de O'nun sıfatlarıdır. O vakit kadın: "Benim bu işim hakkında bana görüş belirtin" dedi. Onlar da: "Biz" Savaşta "güç sahibi kimseleriz." Savaşta ve düşman ile karşılaşma halinde "çetin Savaşçılarız. Bununla beraber emir senindir" diyerek, onun görüşlerinin kendileri için güzel sonuçlar verdiğini önceki deneylerinden bildiklerinden dolayı işi ona havale etmiş oldular. "Artık ne emredeceğini sen düşün, karar ver." Bunun üzerine "dedi ki: Şüphesiz hükümdarlar bir şehre girdiklerinde, onu harab ederler. Ahalisinin şereflilerini zelil kılarlar." Kendilerinin işlerini yola koymak için oranın şereflilerini küçük düşürürler. Yüce Allah da onun bu sözlerini tasdik ederek: "Gerçekten de onlar böyle yaparlar" diye buyurmaktadır. İbnu'l-Enbarî dedi ki: "Ahalisinin şereflilerini zelil kılarlar" ifadesinin sonunda yapılan vakıf tam bir vakıftır. Yüce Allah onun sözünün gerçek olduğunu bildirmek üzere; "Gerçekten de böyle yaparlar" diye buyurmaktadır. el-A'raf Sûresi'nde yer alan şu âyetler da buna benzemektedir: "Fir'avun kavminden ileri gelenler muhakkak bu gayet bilgin bir sihirbazdır dediler. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor," Burada ifade tamam olmaktadır. Bunun üzerine Fir'avun: "O halde ne buyurursunuz?" (el-A'raf, 7/109-110) dedi. İbn Şecere dedi ki: Bu ifadeler de Belkıs'ın sözlerindendir. Buna göre vakıf: "Gerçekten de onlar böyle yaparlar" âyeti üzerinde olmalıdır. Yani Süleyman da ülkemize girecek olursa, böyle yapacaktır. 35"Muhakkak ben onlara bir hediye gönderip elçilerin ne ile döneceklerine bakacağım." Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: 1- Belkıs'ın Gönderdiği Hediye ve Elçi Görüleceği gibi bu rivâyetlerin hiç birisi sağlam ve belli bir senedle peygamber Efendimize ya da ashaba ulaşmamakadır isrâiliyyat olma ihtimalleri çok yüksek, olup bunların hiç birisinin ilmî bakımdan itibar edilecek bir yanları da bulunmamaktadır "Muhakkak ben onlara bir hediye gönderip..." ifadesinde dile geçirilen husus, onun güzel bir görüş ve güzel bir idare sahibi olduğunu göstermektedir. Yani ben bu adamı göndereceğim hediye ile deneyeceğim. Ona bu hediyeler arasında nefis mallar verecek ve ülkemin çeşitli İşlerinin oldukça alışılmadık hususlarını ona göstereceğim. Eğer bu dünyevi bir hükümdar ise göndereceğimiz mal onu hoşnut edecektir. Biz de onunla buna göre davranırız. Şayet bir peygamber ise bu mal kendisini razı etmeyecek ve dininin emri hususunda bizden isteklerini yerine getirmemizi talep etmeye devam edecektir. O vakit bizim ona îman etmemiz ve dini üzere ona uymamız gerekecektir. Bunun üzerine ona-insanların tafsilatı hakkında çokça sözler söylediği- pek büyük bir hediye gönderdi. Saîd b. Cübeyr, İbn Abbâs'tlan naklen dedi ki: Ona altından bir kerpiç gönderdi. Giden elçiler duvarların altından olduğunu görünce bu sefer getirdikleri hediye gözlerinde önemini kaybetti. Mücahid dedi ki: Ona ikiyüz köle ile ikiyüz cariye gönderdi. İbn Abbâs'tan rivâyete göre de onlara erkek elbisesi giydirdiği oniki kız hizmetçi, kadın elbiselerini giydirdiği oniki erkek hizmetçi gönderdi. Bu hizmetçilerin elinde de misk ve anber tabakları vardı. Ayrıca altın kerpiçler yüklenmiş oniki asil deve de göndermişti. Birisi deliği açılmamış, diğeri eğimli bir şekilde deliği açılmış iki tane de boncuk gönderdi, İçinde bir şey bulunmayan büyükçe bir kase ile Himyer hükümdarlarının birbirlerinden miras aldığı bir de asa gönderdi. Bu hediyeleri kavminden bir toplulukla birlikle ona gönderdi. Elçinin bir kişi olduğu da söylenmiştir. Ancak onunla beraber hizmetçiler vardı. Bir diğer görüşe göre o el-Münzir b. Amr adında kavminin eşrafından bir adam göndermişti. Ona da akıl ve görüş sahibi bir takım kimseleri katmıştı. Gönderdiği hediye ise yüz erkek ve yüz kadın hizmetçi idi. Erkeklere kadın, kadınlara da erkek elbisesi giydirilmişti. Erkek hizmetçilere şu talimatı vermişti: Süleyman sizinle konuşacak olursa, siz de onunla kadınların konuşmasına benzer bir eda ile konuşunuz. Kadınlara da: Onunla erkeklerin sözlerine benziyen nisbeten kaba sözlerle konuşunuz. Denildiğine göre hüdhüd gelip, Süleyman'a bütün bunları haber verdi. Yine denildiğine göre yüce Allah, Süleyman'a bunları haber vermiştir. Süleyman (aleyhisselâm) bulunduğu yerden dokuz fersahlık bir mesafeye kadar altın ve gümüş kerpiçlerle döşenmesini emretti. Sonra da şöyle dedi: Karada ve denizde gördüğünüz en güzel hayvanlar hangileridir. Onlar: Ey Allah'ın peygamberi, şöyle bir denizde noktalı ve muhtelif renkli hayvanlar görmüştük. Bunların kanatları, başlarında yeleleri ve perçemleri vardı. Süleyman (aleyhisselâm) emir verdi ve bu binekler getirildi. Meydanın sağ ve soluna akın ve gümüş kerpiçlerin üzerine bağlandı, önlerine de yemleri kondu. Sonra da cinlere: Bana çocuklarınızı getiriniz, dedi. En güzel gençler kılığında onları meydanın sağ ve soluna yerleştirdi. Daha sonra Süleyman (aleyhisselâm) meclisinde tahtına oturdu. Sağında dörtbin koltuk, solunda da dörtbin koltuk yerleştirildi. Bunların üzerlerine de peygamberleri ve ilim adamlarını oturttu. Şeytanlara, cinlere ve insanlara da fersahlar boyunca saf saf dizilmelerini emretti. Yırtıcı hayvanlara, yabani hayvanlara, haşerata ve kuşlara da emrederek onlar da sağında ve solunda fersahlar boyunca dizildiler. Elçiler meydana yaklaşıp, Süleyman'ın mülkünü görünce daha önce gözlerinin daha güzelini göremedikleri atların, altın ve gümüş kerpiçler üzerinde pislediklerini görünce, bu sefer kendilerinin ne kadar küçük olduklarını anladılar. Beraberinde bulunan hediyeleri bir kenara attılar. Bir rivâyette de şöyle denilmektedir: Süleyman emrinin altındakilere meydanın altın ve gümüş kerpiçlerle döşenmesini emredince, ayrıca yollarında bir kilimlik kadarlık bir yerin de döşenmeden bırakılmasını emretmişti. Buraya uğradıklarında bu işi kendilerinin yapmış olabilecekleri ithamından korktuklarından beraberlerinde getirdikleri hediyeleri buraya bıraktılar. Şeytanları görünce son derece dehşetti ve korkunç bir manzara ile karşılaştıklarından korktular ve çekindiler. Şeytanlar onlara: Geçiniz, size bir zarar gelmeyecektir dediler. Onlar böylece bölük bölük cinlerin, insanların, hayvanların, kuşların, yırtıcı ve yabani hayvanların yanlarından geçe geçe gittiler ve nihayet Süleyman'ın önünde durdular. Süleyman onlara güler bir yüzle, güzel bir şekilde baktı. Belkıs elçisine şöyle demişti: Sana kızgın bir eda ile bakacak olursa, bil ki o bir hükümdardır. Onun bu bakışı seni dehşete düşürmesin, ben ondan daha güçlüyüm. Eğer adamın sana güleryüzle ve yumuşak baktığını görecek olursan, bil ki o Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Onun ne söylediğini anlamaya çalış ve ona göre cevap ver. Bunun üzerine hüdhüd de Süleyman'a az önce geçtiği üzere bu hususları haber verdi. Belkıs altından bir hokka içerisinde delinmemiş ve eşi bulunmadık bir inci bırakmıştı, bir de eğri bir şekilde delinmiş bir boncuk. Elçisi ile beraber gönderdiği mektupta da şu ifadeleri yazmıştı: "Eğer sen bir peygamber isen kimlerin erkek, kimlerin kız hizmetçi olduklarını ayır. Hokkanın içerisinde bulunanı bildir, asanın başı neresi altı neresi bana söyle, şu inciyi de düz bir şekilde del, boncuğun ipini geçir, bu kâseyi de yerden de semadan da olmayan bir su ile doldur. Elçi huzura varıp Süleyman'ın önünde durunca, hükümdarın mektubunu ona verdi. Süleyman kadının mektubuna baktı ve: Hokka nerede? dedi. Elçi hokkayı getirdi, Süleyman hokkayı hareket ettirdi, Cebrâîl ona içinde neler olduğunu haber verdi, daha sonra Süleyman da onlara durumu bildirdi. Elçi ona: Evet doğru söyledin dedi, şimdi inciyi del ve boncuktan da ipi geçir dedi. Süleyman cin ve insanlardan inciyi delmelerini istedi, beceremediler. Şeytanlara bu hususta görüşünüz nedir? diye sordu. Onlar: Sen ağaç kurtçuğuna haber gönder dediler. Kurtçuk geldi ve ağzına bir kıl aldı. Nihayet incinin öbür tarafından çıktı. Süleyman ona ihtiyacın nedir? diye sorunca, kurtçuk da: Rızkımın ağaçta olmasını dile, dedi. Süleyman da istediğin sana verilecektir, dedi. Daha sonra Süleyman: Bu boncuktan, bu ipi kim geçirebilir, dedi. Beyaz bir meyve kurdu: Bunu ben yapabilirim ey Allah'ın peygamberi dedi. Meyva kurdu İpi ağzına aldı, deliğin bir tarafından girdi, öbür tarafından çıktı. Süleyman ona: İhtiyacın nedir? diye sordu. O da: Rızkımın meyvelerde kılınmasını dile dedi. O da: Senin de istediğin olacaktır dedi. Daha sonra erkek hizmetçilerle, kadın hizmetçileri birbirinden ayırdı. es-Süddî dedi ki: Onlara abdest almalarını emretti. Erkekler el ve ayaklarına suları yukardan dökmeye başladılar, kızlar, sol elleri ile sağ ellerine, sağ ellerinden de sol ellerine su döktüler. Böylelikle onları birbirinden ayırdı. Şöyle de denilmiştir: Kızlar bir eliyle kaptan suyu alır, diğer elinin yanına getirir, sonra da böylece yüzlerini yıkarlardı. Erkekler ise suyu kaptan aldıkları gibi, yüzlerine çalıyorlardı. Kızlar kollarının iç tarafları üzerine suyu dökerken, erkekler dış taraflarına, kızlar suyu usulüne göre dökerken, erkekler yukardan aşağı ellerine dökerlerdi. Böylece onları birbirinden ayırdı. Yahya b. Müslim'in rivâyetine göre Saîd b. Cübeyr şöyle demiştir: Belkıs ikiyüz erkek ve kadın hizmetçi göndermiş ve şöyle demişti: Eğer bir peygamber ise erkeklerle dişileri birbirinden ayırdedebilecektir. O da onlara abdest almalarını emretti, Abdest alanlardan elinden önce dirseğini yıkayanların dişi, elini dirseğinden önce yıkayanların da erkek olduğu ortaya çıktı. Sonra asayı havaya attı ve şöyle dedi: Bu uçların hangisi yere daha önce değerse asanın başı orasıdır. Daha sonra atlara emir vererek terleyinceye kadar koşturuldu. Ona gönderilen kaseyi de atın teri ile doldurdu. Sonra da Süleyman bu hediyeyi ona geri gönderdi. Rivâyete göre hediyeyi Belkıs'a geri gönderip de, elçisi gördüklerini ona anlatınca kadın kavmine: Bu semavi bir emirdir, dedi, 2- Hediyenin Mahiyeti ve Hediyeyi Kabul Etmek Sünneti: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hediyeyi kabul eder, hediyeye karşılık verirdi. Fakat sadaka almazdı. Süleyman (aleyhisselâm) ile sair peygamberler de -Allah'ın salât ve selâmı hepsine olsun- böyle idi. Belkıs'in, hediyeyi kabul edip etmemeyi belirttiğimiz şekilde kanaatine göre Süleyman'ın bir hükümdar ya da bir peygamber oluşuna alamet olarak kabul etmesi, onun göndermiş olduğu mektupta: "Bana karşı büyûklenmeyin ve müslümanlar olarak bana gelin" demiş olmasıydı. Böyle bir teklifte ise fidye kabul olunamaz ve böyle bir teklif karşılığında da hediye alınamazdı. Bu husus şeriatın hükümlerine göre hediyenin kabul olunabileceği bir husus değildi. Böyle bir teklif karşılığında hediye kabul etmek ancak bir rüşvettir ve hakkı batıla değişmektir, bu ise helal olmayan rüşvettir. Karşılıklı sevgi ve aradaki bağları gözetmek maksİsmi ile mutlak olarak hediye vermeye gelince, o herkesin herkese vermesi câiz olan bir şeydir. El verir ki hediye veren müşrik olmasın. 3- Müşrikin Hediyesinin Hükmü: Eğer hediye müşrikten gelirse Hadîs-i şerîfte: "Bana müşriklerin verecekleri bağışlar yasak kılındı" denilmektedir İbnu’l-Cârûd, el-Munteka, I, 280; Tirmizî, IV, 140. Müşriklerin verdiği hediyeyi kabul ettiği de rivâyet edilmiştir. Malik'in, Sevr b. Zeyd ed-DÎ'lî ile başkalarından yaptığı rivâyette olduğu gibi. Peygamber Efendimizin hediyeyi kabul eniğine dair rivâyetler için bk. Müslim, 11, 754; Buhârî, II, 910-913, 922 vs.,.. İlim adamlarından bir topluluk her iki hususta da nesholduğunu söylemişlerdir. Başkaları da bu hususta neshedici de yoktur, mensuh da yoktur, demiştir. Burada (Peygamber Efendimizin) göz önünde bulundurduğu husus şuydu: Yenik düşüreceği, ülkesini alacağı ve İslâm'a gireceğini ümit ettiği kimsenin hediyesini kabul etmezdi. İşte Süleyman (aleyhisselâm)'ın durumu da bu şekilde idi. Böyle bir durumda olan bir kimsenin hediyesinin kabul edilmesi "ona artık ilişilmez" diye yorumlanabileceğinden dolayı nehyedilmiştir. Bu hususta ilim adamlarının en güzel te'vili budur. Bu yolla hadislerin arası telif edilmiş olmaktadır. Bundan başka görüşler de vardır. Hediyeleşmek mendubtur. Hediyeleşmek karşılıklı sevgiye sebeptir, düşmanlığı giderir. Malik, Atâ b. Abdullah el-Horasanî'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Birbirinizin kusurlarını bağışlayınız, böylelikle kin gider. Karşılıklı hediyeleşiniz, birbirinizi seversiniz ve içinizdeki çekememezlikler gider." Muvatta’, II, 908. İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, XI, 55. Muaviye b. el-Hakem dedi ki: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Hediyeleşiniz, çünkü o sevgiyi kat kat arttırır ve kalplerdeki kötü duyguları giderir." Muhammed b. Selâme el-Kuciâî, Müsnedu'ş-Şihâb, I, 382. Darakutnî dedi ki: Bu hadisi İbn Büceyr babasından, o da Malik'ten münferiden rivâyet etmiştir. İbn Büceyr pek beğenilen bir kişi değildi. Böyle bir rivâyet Malik'ten de, ez-Zührî'den de sahih değildir. İbn Şihab'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu bize ulaşmıştır: "Kendi aranızda hediyeleşiniz, çünkü hediye kini giderir. " TaberSnî, el-Mu'cemu'l-Evsat, II, 146. İbn Vehb dedi ki: Ben Yûnus'a (hadiste geçen): "Sahime (kîn)"in ne anlama geldiğini sordum. O da bana: "o ğıll (kîn)dir" dedi. Bu hadisi el-Vakkasî Osman, ez-Zührî'den mevsul olarak rivâyet etmiştir ki o zayıf bir ravidir. Özellikle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hediyeyi kabul ettiği sabit olmuştur. Bu konuda uyulmaya değer güzel örnek olarak o yeter. Sünnete tabi olmakla birlikte hediyenin faziletleri arasında şu da vardır: O nefislerdeki kötü duyguları izale eder. Hediye edene de, kendisine hediye verilene de karşılaşma halinde, meclislerde oturma halinde kalbi duyguları kazandırır. Şu beyitleri söyleyen ne güzel söylemiş: "Birbirlerine hediye vermeleri insanların, Kalpleri arasında bir bağ meydana getirir. Kalbe bir sevgi ve bir muhabbet tohumu eker. Karşılaştıklarında da onlara bir güzellik kazandırır." Bir başkası da şöyle demiştir: "Hediyelerin -geldiler mi- üstün bir payları vardır, Evladın o şefkatli baba nezdindeki mevkiinden daha büyük." 5- Aynı Mecliste Bulunanların Hediyedeki Hakları: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Sizinle aynı mecliste oturanlar, hediyede sizin ortaklarınızda." İbn Abdi'l-Berr, et-Temhid, VI, 156'da "...eğer senedi sahih ise..." kaydını XXI, 124'te senedinin "leyyin" olduğu kaydını eklemektedir. Hadisin anlamı hususunda farklı görüşler vardır. Hadisin zahirine göre hamledileceği söylendiği gibi, hediye alan kişi mecliste bulunanları hediyeye bir lütuf, bir kerem ve insanlık olarak onları ortak kılar. Böyle bir işi yapmayacak olursa buna mecbur tutulmaz. Ebû Yûsuf da: Bu meyve ve benzeri hususlarda olur demiştir. Kimisi de: Onlar hediyede değil, sevinçte onun ortaklarıdırlar, derler. Bu haber Ashab-ı Suffa, Hankâh ve Ribatlarda oturan kimseler ve benzerleri hakkında yorumlanmıştır. Şayet böyle bir kişi fakihlerden birisi ise hediyeyi özel olarak o alır ve arkadaşlarının onda bir ortaklığı bulunmaz. Eğer onları ortak edecek olursa, bu onun bir cömertliği ve keremi olur. "Elçilerin ne ile döneceklerine bir bakayım" bekleyeyim, Katâde dedi ki: Allah ona rahmetini ihsan etsin. O gerçekten müslüman iken de, müşrik iken de çok akıllı idi. Hediyenin insanlar üzerindeki etkisini çok iyi biliyordu. "Ne ile" lâfzından elifin düşmesi haber sı ile arasındaki farkı göstermek İçindir. Bununla birlikte bu elifin yazılması da câiz olabilir. Nitekim şair şöyle demiştir: "Âdinin birisi ne diye kalkıp bana sövüyor, Külde debelenen bir domuz gibi." 36Süleyman'a geldiğinde dedi ki: "Bana mal ile mi yardım ediyorsunuz? Halbuki Allah'ın bana verdiği, sîze verdiğinden daha hayırlıdır. Siz ise bu hediyeniz sebebiyle böbürleniyorsunuz. "Süleyman'a geldiğinde dedi ki: Bana mal ile mi yardım ediyorsunuz?" Yani elçi Süleyman'a hediyeyi getirip gelince, o da: "Bana mal ile mi yardım ediyorsunuz?" dedi. "Bana... mı yardım ediyorsunuz?" âyetini Hamza, Ya'kub ve el-A'meş şeddeli tek "nun" ve ondan sonra da sabit bir "ya" ile okumuşlardır. Diğerleri ise iki "nun" ile okumuşlardır ki; Ebû Ubeyd'in tercihi budur. Çünkü bütün mushaflarda bu iki "nun" ile yazılmıştır. İshak'ın, Nâfi’den rivâyetine göre o: şeklinde, sonrasında lâfız itibariyle "ya" bulunan şeddesiz tek bir "nun" ile okurdu. İbnu'l-Enbarî dedi ki: Bu kıraatte vakıf yapılması halinde "ya"nin tesbit edilmesi lazımdır ki bu kıraat için Mushafın yazılış harflerine uygunluk, sahih olarak söz konusu olabilsin. "Nun "da asi olan şeddeli olmasıdır. Böyle bir yerde nûn'un şeddesinin kaldırılması "ben şahitlik ederim ki şüphesiz sen bir alimsin" anlamında; ifadesinde "nün"un şeddesiz okunmasına benzer. "Haklarında anlaşmazlığa düştüğünüz..." (en-Nahl, iğ/27) âyetini; şeklinde ve "Benimle Allah hakkında mücadele mi ediyorsunuz?" (el-En'am, 6/80) anlamındaki âyeti da; şeklinde okuyanlar buna göre böyle okumuşlardır. Araplar da; "Adamlar beni dövüyorlar, bana geliyorlar" diye kullanmışlardır ki bunun aslı; şeklindedir. Çünkü şekillerinin idgamlı söyleyişi böyledir. Şair de şöyle demektedir: "Gerdanın da Leyla'ya ait iken, böğürlerin de, Güzel sesin de, gözlerin de, (hep böyleyken) benden (mi) korkarsın?" Burada da "benden korkarsın" anlamındaki lafızın aslı şeklinde olup, "ya" harfi düşmüştür. "Bana... mı yardım ediyorsunuz?" sorusu! Benim gördüğünüz bunca malıma rağmen siz benim malımı (getirdiğiniz hediyelerinizle) arttıracağınızı mı zannediyorsunuz? demektir. "Halbuki Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır." Allah'ın bana vermiş olduğu İslâm, hükümdarlık ve peygamberlik size verdiğinden daha hayırlıdır. O bakımdan mal beni sevindirmez. "Bana verdiği" anlamındaki lâfız bütün mushaflarda; şeklinde "ya"sız olarak yazılmıştır. Ebû Amr, Nâfî' ve Hafs ise üstün "ya" ile; şeklinde okumuşlardır. Vakıf yaparlarsa hazfederler. Ya'kub ise vakıf halinde "ya"yi okur ve vasl halinde ise hazfeder. Buna sebep ise İki sakinin arka arkaya gelmesidir. Diğerleri ise her iki halde de "ye"siz okurlar. "Siz ise bu hediyeniz sebebiyle böbürleniyorsunuz." Çünkü sizler dünya hayatında böbürlenenler ve çoklukla övünen kimselersiniz. 37"Dön onlara! Yemin olsun üzerlerine karşı duramayacakları ordularla geleceğiz ve onları -yemin olsun- oradan zelil ve küçük düşmüşler olarak çıkartacağız." "Dön onlara!" Yani Süleyman elçi heyetinin emiri el-Münzir b. Amr'a gönderdikleri hediyeleriyle birlikte onlara: Geri dönün, dedi. "Yemin olsun üzerlerine karşı duramayacakları ordularla geleceğiz" âyetindeki "Yemin olsun onlara... geleceğiz" lâfzındaki "lâm" kasem (yemin) "lâm"ıdır. Bu durumda şeddeli "nun" da onunla birlikte gelmelidir. en-Nehhâs dedi ki: Ben Ebû'l-Hasen b. Keysan'ı şöyle derken dinledim: Buradaki "lâm" te'kid lâm’ıdır. Bu şekilde ona göre bütün "lâm" çeşitleri üç türlüdür, ona göre dördüncüleri yoktur. Bu da te'kid "lâm"ı, emir "lâm"ı ve harf-i cer olarak kullanılan "lâm." Nahiv bilginlerinin ileri gelenleri de bu görüştedir. Çünkü onlar herbir şeyi aslına irca' ederler. Bu ise, Arap dili üzerindeki eğitimi oldukça ileri kimseler için ancak mümkün olabilir. "Karşı duramayacakları" yani onların karşı koymaya güç bulamayacakları... demektir. "Ve onları -yemin olsun- oradan" kendi ülkelerinden "zelil ve küçük düşmüşler olarak çıkartacağız." Buradaki "oradan" ile kastın Sebe'den demek olduğu söylenmiştir. "Şüphesiz hükümdarlar bir şehre girdiklerinde onu harab ederler" âyetinde bu kasabadan (veya şehirden) söz edilmiş idi. "Zelil" mülkleri ve şerefleri ellerinden alınmış "Ve küçük düşmüşler olarak" küçük düşürüldükleri için zelil kılınmış ve hakarete uğratılmışlar olarak "çıkartacağız." Bu ise müslüman olmamaları halinde karşı karşıya kalacakları zillettir. Gönderdiği elçisi yanına geri döndü ve ona durumu haber verince, hükümdar kadın şöyle dedi: Ben onun bir kral olmadığını anlamıştım. Bizlerin Allah'ın peygamberlerinden bir peygambere karşı Savaşacak gücümüz yoktur. Daha sonra emir vererek tahtının yedi sarayın sonuncusunda bulunan içice yedi odadan sonuncusuna konulmasını emretti ve kapılan kilitledi, üzerine de bekçiler yerleştirdi. Yemen hükümdarlarından onikibin hükümdar ile birlikte ve herbir hükümdarın da komutası altında yüzbin kişi bulunduğu halde Süleyman (aleyhisselâm)'ın huzuruna gitmek üzere yola koyuldu. İbn Abbâs dedi ki: Süleyman heybetli bir kişi idi. Kendisi bir hususu sormadan ilk olarak kimse ona bir şey demezdi. Bir gün yakınlarda bir toz bulutu gördü, bu ne oluyor? dedi. Yanında bulunanlar: Ey Allah'ın peygamberi, Belkıs dediler. Bunun üzerine Süleyman askerlerine -Vehb ve başkaları da cinlere dediler- dedi ki: 38Dedi ki: "Ey ileri gelenler! Onlar bana müslümanlar alarak gelmezden önce, kadının tahtını hanginiz bana getirebilirsiniz?" "Onlar bana müslümanlar olarak gelmezden önce kadının tahtını hanginiz bana getirebilirsiniz?" Abdullah b. Şeddad dedi ki: Süleyman (aleyhisselâm): "Kadının tahtını hanginiz bana getirebilirsiniz?" dediğinde Belkıs bir fersahlık uzaklıkta bulunuyordu, tahtını ise Sebe'de bırakmış, onu korumak için de muhafızlar görevlendirmişti. Denildiğine göre Belkıs hediyesini gönderdiği sırada elçilerini askerleriyle birlikte göndermişti. Bundan maksadı ise şayet Süleyman eğer krallık peşinde koşan birisi ise gerekli hazırlıklarını yapmadan, onunla aniden bir Savaş başlatmak idi. Süleyman (aleyhisselâm) bu durumu öğrenince "kadının tahtını hanginiz bana getirebilirsiniz?" dedi. İbn Abbâs dedi ki: Kadının tahtının getirilmesine dair verdiği emir ona mektub yazmadan önce idi. Kadının tahtı kendisine getirilmeden de ona mektub yazmamıştı. İbn Atiyye dedi ki: Ancak âyetlerin zahirine göre Süleyman (aleyhisselâm) bu sözlerini kadının gönderdiği hediyenin ulaşıp, onun kendisine cevap vermesinden ve hüdhüd ile mektubunu göndermesinden sonra olmuştur. Te'vil bilginlerinin büyük çoğunluğu da bu kanaattedir. Te'vil bilginleri kadının tahtının getirilmesini istemesinin faydasının ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. Katâde dedi ki: Ona bu tahtın büyüklüğü ve mükemmeliğinden sözedilmişti. O da, müslüman olarak kendisini ve kavmini ve mallarını İslâm himaye altına almadan önce bu tahtı ele geçirmek İstemişti. Çünkü İslâm bunu gerektirmektedir. Bu İbn Cüreyc'in de görüşüdür. İbn Zeyd de dedi ki; Tahtın getirilmesini istemesi, Belkıs'a Allah tarafından kendisine verilmiş olan kudreti göstermek ve bunu peygamberliğine delil olarak ortaya koymak istemesi idi. Çünkü herhangi bir ordu ve Savaş söz konusu olmaksızın bu tahtı ele geçirmiş olacaktı. Bu açıklamaya göre "müslümanlar olarak" âyeti, teslim olmuşlar olarak, demektir. İbn Abbâs'in görüşü de budur. Yine İbn Zeyd dedi ki; O bu yolla kadının aklını denemek İstemişti, bundan dolayı: "Tahtını onun tanıyamayacağı bir şekilde değiştirin. Bakalım o yol bulacak mı, yoksa yol bulamayacaklardan mı olacak?" demişti. Yine denildiğine göre cinler Süleyman (aleyhisselâm)'ın onunla evleneceğinden ve ondan çocuğunun olacağından, böylece Süleyman (aleyhisselâm)'ın soyundan geleceklerini de angarya ve hizmetlerinin sürüp gideceğinden korkmuşlardı. O bakımdan cinler kendisine bu kadının aklı pek sağlam değildir, demişlerdi. İşte bundan ötürü o da tahtı ile kadını sınamak istemişti. Bir diğer açıklamaya göre o hüdhüdün: "Onun bir de büyük bir tahtı var" sözünün doğruluğunu tesbit etmek istemişti. Bu açıklamayı da Taberî yapmıştır. Katâde'den rivâyete göre Süleyman (aleyhisselâm) hüdhüdün tahtı nitelemesi sebebiyle, tahtı görmek istemişti. İlim adamlarının çoğunluğunun kabul ettiği görüş birinci görüştür. Çünkü yüce Allah: "Onlar bana müslümanlar olarak gelmezden önce" diye buyurmuştur. Bir diğer sebeb de şudur: Belkıs eğer İslama girmiş olsaydı, onun malına el sürmek haram olurdu. Dolayısıyla onun izni olmaksızın o taht da getirilemezdi. Rivâyet edildiğine göre tahtı kırmızı yakut ve mücevherat ile süslenmiş, gümüş ve altından yapılmıştı. Tahtı o sırada üzerinde yedi kilit bulunan, içice yedi odanın içinde bulunuyordu. 39Cinlerden bir ifrit dedi ki: "Ben onu sana, sen yerinden kalkmazdan önce getirebilirim ve muhakkak ben buna gücü yeten ve güvenilir bir kimseyim." "Cinden bir ifrit dedi ki..." âyetindeki "ifrit" lâfzını Cumhûr; "İfrit" diye okumuştur. Ebû Reca' ve Îsa es-Sakafî ise; diye okumuşlardır. Bu kıraat Ebubekir es-Sıddiyk (radıyallahü anh)'dan da rivâyet edilmiştir. Hadiste de: "Şüphesiz ki Allah ıfrîte de, nifrîte de buğzeder" er-Râmehurmuzî, Emsâlu'l-Hadis, s. 163; İbn Selâme el-Kudâî, Müsnedu'ş-Şihâb, II, 155. diye buyrulmuştur. Buradaki nifrît, ifrite itbâ ile söylenmiştir. (Türkçede ifrit, mifrit demek gibi). Katâde dedi ki: Bu fevkalede akıllı anlamındadır. en-Nehhâs dedi ki: Güçlü kuvvetli bir kimse ayrıca hilebaz ve çok ileri derecede kurnaz birisi ise ona; denilir. "İfrif'in reis anlamında olduğu da söylenmiştir. Bir kesim de bu kelimeyi; şeklinde "ayn" harfi de esreli olarak okumuşlardır. Bunu da İbn Atiyye naktetmiştir. en-Nehhâs dedi ki: Bu lâfzı şeklinde kabul edenler çoğulunu; (........) diye getirirler. (........) ise üç türlü çoğul yapılabilir. Arzu edilirse şeklinde yahut diye çoğulu yapılır, çünkü "te" zaiddir. Nitekim Tağutlar'ın, Tağut'un çoğulu olduğu gibi; "ye" de "te"nin yerine "ya" getirilerek; denilebilir. Şeytanlardan bir İfrit ise güçlü ve itaate gelmeyen anlamındadır, te de zaiddir. "Adam ifritleşti" tabiri, başkalarına eziyet etmeyi huy haline getirdi, anlamında kullanırlar. Vehb b. Münebbih dedi ki: Bu ifritin ismi Kûden idi. Bunu da en-Nehhâs zikretmiştir. Zekvân olduğu da söylenmiştir, bunu da es-Süheylî söylemiştir. Şuayb el-Cubbaî de: İsmi De'van idi demiştir. İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre de adının Sahr el Cinnî olduğu söylenmiştir. Zü'r-Rimme'nin şu beyitinde ifrit şöylece kullanılmıştır: "Sanki o bir ifritin arkasından giden bir yıldız gibidir, Gece karanlığında yerinden kopup, ona doğru akan." el-Kisaî de şu beyiti nakletmektedir: "Onların ifrit şeytanları demişti ki: Sizin ne mülkünüz vardır, ne de sebat bulmanız." Sahih'teki rivâyete göre de Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Dün cinlerden bir ifrit namazımı bozmak İçin beni aldatmaya (ya da boş anımı yakalamaya) çalışıyordu. Allah da ona karşı bana güç verdi, ben de onu şiddetlice ittim..." Müslim, I, 384. deyip, hadisin geri kalan bölümünü nakletti. Buhârî'de de "beni aldatmaya koyuldu" yerine, "dün ansızın karşıma çıktı" şeklindedir. Buhârî, I, 176, III, 1260, IV, 1809; Müsned, II, 29H. Muvatta’'da da Yahya b. Said'den şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) İsra'ya götürüldüğünde cinlerden bir ifritin, bir ateş alevi ile onu takip etmekte olduğunu gördü. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına baktıkça onu görüyordu. Cibril ona: Ben sana söyleyeceğin bazı sözler öğreteyim mi? Sen bunları söyleyecek olursan, elindeki ateş alevi söner ve yüzüstü yıkılır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) "tabi öğret" deyince, şöyle dedi: " Semadan inenlerin, oraya yükselenlerin, yerde bitip yetişenlerin, yerden çıkanların, gece ve gündüzün fitnelerinin şerrinden -hayır ile gelen dışmda- gece ile gündüzün gelenlerin hepsinden, iyi olsun, günahkâr olsun hiç kimsenin aşamadığı Allah'ın eksiksiz kelimeleri ile kerim olan Allah'a sığınırım, ey Rahmân. " el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 125, 126. "Ben onu sana, sen yerinden" yani hüküm verdiğin meclisinden "kalkmazdan önce getirebilirim ve muhakkak ben buna gücü yeten" onu taşıma gücüne sahip olan "ve" içindekilere karşı da "güvenilir bir kimseyim." İbn Abbâs dedi ki: Bundan kasıt kadının namus ve iffetine karşı kendisine güvenilen bir kimseyim demektir. Bu açıklamayı el-Mehdevî zikretmiştir, Süleyman (aleyhisselâm) ben daha da hızlı gelmesini istiyorum deyince, 40Nezdinde kitaptan bir bilgi bulunan kişi dedi ki: "Ben onu sana gözünü kırpmadan getiririm." Onun derhal yanında durduğunu görünce dedi ki: "Bu, benim Rabbimin lütfundandır. Acaba şükür mü ederim yoksa nankörlük mü ederim diye beni sınaması içindir. Kim şükür ederse kendi lehinedir, kim de nankörlük ederse, muhakkak Rabbim Ganîdir, kerem sahibidir." "Nezdinde kitaptan bir bilgi bulunan kişi dedi ki: Ben onu sana gözünü kırpmadan getiririm." Müfessirlerin çoğunun kanaatine göre nezdinde kitap bilgisi bulunan kişinin ismi Asaf b. Berhiya'dır ve bu İsrailoğullarına mensubtur. Bu kişi sıddîklardan olup, yüce Allah'ın kendisi anılarak istenileni verdiği, kendisi anılarak dua edildiğinde duayı kabul ettiği, yüce Allah'ın ism-i a'zamını biliyordu. Âişe (radıyallahü anh) dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Asaf b. Berhiya'nin kendisini anarak dua ettiği Allah'ın ism-i a'zam'ı: Ya hayyu, ya kayyum idi." Benzer rivâyetler için bk. Taberi, XIX, 163, 164. Denildiğine göre bu onların dilinde "Âhiya, şerâhiyâ" diye söylenirmiş, ez-Zührî dedi ki: Yüce Allah'ın ism-i a'zam'ını bilen o zatın yaptığı dua şu idi: "Ey bizim ilahımız, herşeyin bir ve tek ilahı. Senden başka hiçbir, ilâh yoktur, bana onun tahtını getir." Hemen taht onun önüne getirildi. Mücahid dedi ki: Dua ederken şöyle dedi: "Ey bizim ve herşeyin ilahı, ey celal ve ikram sahibi..." es-Süheylî dedi ki: Nezdinde kitabın bilgisi bulunan şahıs, Süleyman'ın teyzesinin oğlu Âsaf b. Berhiyâ idi. Bu kişi yüce Allah'ın isimlerinden ism-i a'zamı biliyordu. Bir diğer görüşe göre bu şahıs bizzat Süleyman (aleyhisselâm) idi. Ancak ifadelerin akışı arasında böyle bir açıklama doğru görülemez. İbn Atiyye dedi ki; Bir kesim bunun Süleyman (a .s) olduğunu söylemiştir. Bu açıklamaya göre ifrit: "Ben onu sana sen yerinden kalkmazdan önce getirebilirim" deyince, Süleyman (aleyhisselâm) bu süreyi geç bulmuş da onu küçültmek anlamını ihtiva eden bir üslupla ifrite hitaben: "Ben onu sana gözünü kırpmadan getiririm" demiş olur. Bu görüşün sahipleri de delil olarak Süleyman (aleyhisselâm)'ın: "Bu benim Rabbimin lütfundandır" sözlerini delil göstermişlerdir. Derim ki: İbn Atiyye'nin sözünü ettiği görüşü en-Nehhâs "Meani'l-Kur'ân" adlı eserinde ifade etmiştir. Yüce Allah'ın izniyle bu güzel bir görüştür. Bahr dedi ki: Bu elinde takdirlerin yazılı olduğu kitabın bulunduğu bir melektir. İfritin bu sözleri söylediği sırada yüce Allah onu göndermiş idi. es-Süheylî dedi ki: Muhammed b. el-Hasen el-Mukrî'in naklettiğine göre bu kişinin adi Dabbe b. Udd idi. Ancak bu hiçbir şekilde sahih olamaz, çünkü Dabbeb Udd'ün oğlu o da Tabiha'nın oğludur. İsmi ise Amr b. İlyas b. Mudar b. Nizar b. Mead'dır. Mead ise Buht Nassar dönemlerinde idi. Bu dönem ise Süleyman (aleyhisselâm)'ın döneminden çok sonradır. Mead, Süleyman (aleyhisselâm)'ın döneminde yaşıyamadığına göre ondan beş ata sonra gelen Dabbe b. Udd nasıl onun çağdaşı olabilir? Bu husus üzerinde düşünen kimse bunu açıkça görecektir. İbn Lehia dedi ki: Bu kişi Hıdır (aleyhisselâm)'dır. İbn Zeyd de dedi ki: Yanında kitabın bilgisi bulunan kişi denizdeki adalardan birisinde bulunan salih bir zat idi. Bu şahıs adasından yeryüzünde kimlerin bulunduğunu yüce Allah'a ibadet edenin olup olmadığını görmek üzere çıkmıştı. Süleyman'ı görünce, o da yüce Allah'ın isimlerinden bir ismi anarak dua etti ve böylelikle kadının tahtı getirildi. Yedinci bir görüş: Bu kişi Yemliha adında İsrailoğullarına mensub bir adam idi. Yüce Allah'ın ism-i a'zammı biliyordu. Bunu da el-Kuşeyrî zikretmiştir. İbn Ebi Berze derki: Kitabın bilgisine sahip kişi Ustum idi. Bu İsrailoğulları arasında çok ibadet eden bir zatdı, bunu el-Ğaznevî zikretmektedir. Muhammed b. el-Münkedir dedi ki: Bu bizzat Süleyman (aleyhisselâm)'dır. İnsanların, o yüce Allah'ın ism-i a'zamını biliyordu şeklindeki görüşlerine gelince, durum böyle değildir. Bu kişi İsrailoğullarına mensub bilgili, yüce Allah'ın da kendisine ilim ve fıkıh (dini kavrayış) verdiği bir adam idi. Bu kişi; "Ben onu sana gözünü kırpmadan getiririm" deyince, haydi getir dedi. Bu sefer adam: Sen Allah'ın bir peygamberisin ve Allah'ın peygamberinin oğlusun. Eğer yüce Allah'a dua edecek olursan, o sana bu tahtı getirir. Bunun üzerine Süleyman (aleyhisselâm) yüce Allah'a dua etti. Yüce Allah da tahtı ona getirdi. Sekizinci bir görüş de şöyledir: Bu kişi Cebrâîl (aleyhisselâm)'dır. Bunu da en-Nehaî söylemiştir. Bu görüş İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. Buna göre "kitap ilmi" onun Allah'ın indirmiş olduğu kitaplarda ve Levh-i Mahfuz’da bulunanlara dair bilgisidir. Süleyman (aleyhisselâm)'ın Belkıs'a gönderdiği mektuptaki bilgidir, diye de açıklanmıştır. İbn Atiyye der ki: İnsanların çoğunluğunun kabul ettiği görüş şudur: Bu kişi Âsaf'b. Berhiyâ adında, İsrailoğullarına mensub salih bir kişi idi. Rivâyete göre iki rekat namaz kıldıktan sonra Süleyman (aleyhisselâm)'a şöyle demiştir; Ey Allah'ın peygamberi, uzağa doğru bir bak, o da Yemen'e doğru baktı ve tahtı önünde buldu. Süleyman daha gözünü kırpmadan taht yanında idi. Mücahîd dedi ki: Burada kasıt kişinin gözünü yorgun ve bitkin olarak kapatıncaya kadar bakışını devam ettirmesidir. Bir diğer görüşe göre gözünü açıp kırpacak kadar bir zamanı kastetmiştir. Bu da kişinin: Bu işi bir lahzada yap, demesine benzer. Bu görüş daha kuvvetli gibidir, çünkü eğer tahtı getiren Süleyman (aleyhisselâm)'ın yaptığı bir iş olsaydı, bu bir mucize olurdu. Şayet Asaf veya onun dışındaki Allah'ın veli kullarının işi ise o takdirde bu bir keramettir. Velinin kerameti ise tabi olduğu peygamber için bir mucizedir. el-Kuşeyrî dedi ki: Nezdinde kitabın bilgisi bulunan kişi Süleyman'dır, diyenler velilerin kerametini inkâr etmektedirler. Çünkü (bunlara göre) Süleyman (aleyhisselâm) ifrite: "Ben onu sana gözünü kırpmadan getiririm" demiş. Bunlara göre de ifritin yaptığı ne mucizedir, ne de bir keramettir. Çünkü cinlerin bu gibi şeylere zaten güçleri yeter. Bir cevher aynı halde iki yerde bulunamaz. Aksine bu yüce Allah'ın bir cevheri doğunun en uzak noktasında yok edip, sonra onu ikinci halde var etmesi olarak düşünülebilir. Bu ise batının en uzak noktasında yok oluştan sonraki haldir ya da aradaki mekanları yok eder, sonra bu mekanları iade eder. el-Kuşeyrî dedi ki: Bu görüşü Vehb, Malik'ten de rivâyet etmiştir. Şöyle de denilmiştir: Belkıs'ın tahtı havada getirilmiştir, bu da Mücahid'in görüşüdür. Süleyman ile taht arasında da, Küfe İle Hire arası kadar bir mesafe vardı. Malik dedi ki: Belkıs Yemende, Süleyman (aleyhisselâm)'da Şam'da bulunuyordu. Tefsirlerde kaydedildiğine göre Belkis'ın tahtı içinde bulunduğu yeri deldi, sonra da Süleyman'ın önünde bitiverdi. Abdullah b. Şeddad dedi ki: Taht yerdeki bir tünelden çıktı. Bunların hangisinin olduğunu en iyi bilen Allah'tır. "Onun derhal yanında durduğunu" yanında sabit olarak bulunduğunu "görünce dedi ki: Bu" yardım, bu imkan ve iktidar "Benim Rabbimin lütfundandır. Acaba şükür mü ederim, yoksa nankörlük mü ederim diye beni sınaması İçindir." el-Ahfeş dedi ki: Yani benim ne yapacağımı ortaya çıkarması içindir. Başkaları da şöyle demiştir: "Sınaması içindir" benim ona ibadet etmem içindir, demektir. Bu da mecazi bir ifadedir. Sınamada aslolan ise denemektir, yani ben nimetine karşı şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim. Beni denemek içindir, "Kim şükür ederse, kendi lehinedir." Bunun faydası sadece kendisine döner. Zira o şükretmekle üzerindeki nimetin tamamlanmasına, devam etmesine ve o nimetin daha da artmasına hak kazanmış olur. Çünkü şükür sayesinde mevcut nimet sağlama bağlanmış olur, elde bulunmayan nimetlere de bu yolla nail olunur. "Kim de nankörlük ederse, muhakkak Rabbim" şükre muhtaç olmayan "Ganidir" lütuf ve ihsan etmekte "kerem sahibidir." Çok cömerttir. 41Dedi ki: "Tahtını onun tanıyamayacağı bir şekilde değiştirin. Bakalım, o yol bulacak mı, yoksa yol bulamayacaklardan mı olacak?" "Dedi ki: Tahtını onun tanıyamayacağı bir şekilde değiştirin." Onda değişiklikler yapın. Denildiğine göre altını üstüne, üstünü de altına getirdiler. Fazlalık ya da eksiklikle değiştirdiler, diye de açıklanmıştır. el-Ferrâ' ve başkası da şöyle demiştir: Onu tanıyamayacağı bir hale getirmelerini emretmesinin sebebi şudur: Şeytanlar ona: Aklı pek sağlam değildir, demişti. Süleyman (aleyhisselâm) da bu açıdan onu denemek istemişti. Bir diğer açıklamaya göre: Cinler Süleyman (aleyhisselâm)'ın onunla evlenip ondan çocuklarının olacağından ve böylelikle ebediyyen Süleyman (aleyhisselâm)'ın soyundan geleceklerin emri altında çalışmaya mecbur kalacaklarından korktular. Bu bakımdan Hazret-i Süleyman'a: Bu kadının aklı zayıftır, ayakları da eşek ayağı gibidir, dediler. O da: "Tahtını onun tanıyamayacağı bir şekilde değiştirin" de biz de onun aklının ölçüsünü bilelim, demişti. Süleyman (aleyhisselâm)'a cinlerden samimi olarak öğüt veren ve iyiliğini isteyen birisi vardı. Ona: Ben bu kadına bacaklarını açmasını söylemeden, ayaklarını nasıl görebilirim? diye sordu. O da: Sen bu saraya bir su doldur, suyun üstünü de camla kapat, o su olduğunu zannedecek eteklerini kaldıracak, sen de o zaman ayaklarını göreceksin. İşte yüce Allah'ın haber verdiği "köşk" budur. 42Kadın geldiğinde (ona) şöyle denildi: "Senin tahtın böyle midir?" O das "Sanki bu odur" dedi. "Ve bize bundan önce ilim verilmiş olup biz teslim olanlardan olmuştuk." "Kadın geldiğinde" kasıt Belkıs'dır. Ona "şöyle denildi: Senin tahtın böyle midir? O da: Sanki bu odur, dedi" Gördüğünü kendi tahtına benzetti. Çün kü o kendi tahtını kilitli odalarda bırakmıştı. Ne bunun kendi tahtı olduğunu söyledi, ne de reddetti. Böylece Süleyman (aleyhisselâm) aklının ne kadar mükemmel olduğunu öğrenmiş oldu. İkrime dedi ki: Kadın hikmetli bir kadındı. O bakımdan: "Sanki bu odur" demişti. Mukâtil dedi ki: Kadın tahtını tanıdı, ancak onlar kendisini tereddüde düşürmek istedikleri gibi, o da onlara bu şekilde bir cevap vermişti. Şayet ona: Senin tahtın bu mudur? diye sormuş olsalardı, o da onlara: Evet budur, diyecekti. el-Hasen b. el-Fadl da böyle açıklamıştır. Denildiğine göre; Süleyman bu kadına elindeki imkanların bir nübüvvet olduğunu bilip kendisine îman etmesi için cinlerin de, aynı şekilde şeytanların da emri altında olduğunu göstermek istemişti. Bir diğer açıklamaya göre tahta yapılan bu uygulama, onun göndermiş olduğu erkek ve kadın hizmetçiler ile ilgili olarak yaptığı karışıklığa bir karşılık idi. "Ve bize bundan önce ilim verilmiş olup" buyrukları, denildiğine göre Belkıs'ın sözlerindendir. Yani tahttaki bu mucizeden önce de Süleyman'ın peygamberliğinin doğruluğu bilgisi zaten bize verilmişti. "Biz teslim olanlardan olmuştuk." Yani onun emrine itaat edenlerden idik. Bir diğer açıklamaya göre bu Süleyman (aleyhisselâm)'ın sözlerindendir. Yani bu seferkinden önce de yüce Allah'ın dilediği herşeye kadir olduğuna dair bize bilgi verilmişti. Bir diğer açıklama: "Bize... İlim verilmiş olup" onun müslüman olup, itaat ile gelmekte olduğuna dair bilgi onun gelişinden önce bize verilmişti, şeklindedir. Bu sözleri Süleyman (aleyhisselâm)'in kavminin söylediği sözler olduğu da söylenmiştir? Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 43Daha önce Allah'tan başka taptığı şeyler ona manî olmuştu. Çünkü o kâfir bir kavimden idi. "Daha önce Allah'tan başka taptığı şeyler ona mani olmuştu" âyetinde anlam tamam olmaktadır ve burada vakıf güzeldir. Yani tapındığı güneş ve ay onu Allah'a ibadet etmekten alıkoymuştu. Buna göre burada; "Şeyler ref mahallindedir. en-Nehhâs dedi ki: Âyetin anlamı şöyledir: Onun Allah'tan başkalarına ibadet etmesi, bizim onun müslüman olacağına dair bildiğimizi bilmesini engelledi. Buradaki ın nasb mahallinde olması da mümkündür. O vakit ifadenin takdiri şöyle olur: Süleyman onu Allah'tan başka ibadet ettiği şeylerden alıkoydu. Yani onun Allah'tan başka varlıklara ibadet etmesine engel teşkil etti. Anlamın şöyle olması da mümkündür: Allah onu alıkoydu. Yani; "Allah onu kendisinden başkasına ibadet etmekten alıkoydu" demek olup, burada "...den" hazfedilip, fiil, harî-i cersiz olarak teaddi etmiş oldu. Bunun bir benzeri de Allah'ın: "Mûsa... kavminden yetmiş adam seçti." (el-A'raf, 7/153) Bu da: "...kavmi arasından..." demektir. Sîbeveyh şu beyiti nakletmektedir: "Abdullah (b. Darim kabilesin)den naklen bana havanın haberi verildi ki, Onların kaleleri artık şerefli olmuş, asil şahsiyetleri de bayağılaşmış." Burada ona göre anlam; "Abdullah (b. Darim) kabilesi(nden) bana haber verildi" şeklindedir. "Çünkü o kâfir bir kavimden idî." Saîd b. Cübeyr buradaki; "Çünkü o" lâfzının hemzesini üstün olarak okumuştur. Burada nasb mahallinde; anlamındadır. Bununla birlikte; "Şeylerden" bedel olması da mümkündür. Eğer bu "mani olma"run faili ise ref mahallindedir. Esreli okuyuş ise İstİ'nâf (başlangıç) kabul edilmesine göredir. 44O kadına: "Köşke gir" denildi. Onu görünce derin bir su sanıp ayaklarının üzerini açtı. (Süleyman): "Gerçekten o billurdan yapılmış, iyice düzeltilmiş bir köşktür" dedi. Kadın dedi ki: "Rabbim, ben nefsime zulmettim ve Süleyman'la birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum." "O kadına: Köşke gir denildi" âyetinde; "iadesinin takdiri Sîbeveyh'e göre; "Köşke gir" şeklindedir. Burada harf-i cer hazfedilip fiil dolaysız olarak teaddi etmiştir (geçişli olmuştur). Ebû'l-Abbas ise bu hususta onun hatalı olduğunu söylemektedir: Çünkü zaten giriş, girilen bir yere delâlet etmektedir. Burada köşkten kasıt, içinde balıkların bulunduğu suyun üstünde camdan (billurdan) yapılmış geniş bir avlu idi. O bunu kadına kendi mülkünden daha büyük bir mülkü göstermek üzere yaptırmıştı. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Katâde dedi ki: Bu köşk arkasında su bulunan sırça bir köşk idi. Kadın da onu "derin bir su" sandı. Ebû Ubeyde'den nakledildiğine göre "sarh" köşk demektir. Şairin şu mısraında olduğu gibi: "Onların yüksek binalarını köşkler zannedersin." Sarh (mealde köşk)'in avlu olduğu da söylenmiştir. Nitekim; "Bu evin sarhası ve avlusu" denildiği zaman bu iki lâfız da aynı manadadır. Ebû Ubeyde de "el-Ğarib el-Mûsannef adlı eserinde yerden yükseltilmiş, yüksek herbir binaya sarh denilir. "Mümerred (iyice düzeltilmiş)" ise uzun ve yüksek anlamındadır. en-Nehhâs dedi ki: Bunun aslı şudur; Tek bir elden çıkmış gibi yapılmış herbir binaya "sarh" denilir. Bu da Arapların su katılmamış süt hakkında kullandıkları: "Sarih (saf) süt" tabirlerinden alınmıştır. Aynı şekilde işi tasrih etti, sözlerinden de gelmektedir. Bu sarih bir Araptır (salih bir Araptır) ifadesi de buradan gelmektedir. Denildiğine göre Süleyman (aleyhisselâm) bu köşkü cinlerin hakkında söyledikleri: Annesi cinlerden idi, ayakları da eşek ayağına benzer, şeklindeki sözlerinin doğruluğunu araştırmak için yapmıştı. Bu açıklamayı Vehb b. Münebbih yapmıştır. Kadın suyu görünce korktu ve kendisini suda boğmak istediğini zannetti. Ayrıca onun tahtının su üzerinde oluşundan da hayrete düştü. Kendisini dehşete düşürecek daha başka şeyler de gördü, fakat ona verilen emri yerine getirmekten başka bir yolu yoktu. "Ayaklarının üzerini açtı." Bir de ne görsün! İnsanlar arasında bacakları en güzel olanlardan birisi idi. Cinlerin söylediklerinden hiçbir eser yoklu, ancak tüyleri fazlaca idi. Bu noktaya varınca, Süleyman (aleyhisselâm) yüzünü ondan çevirdikten sonra: "Gerçekten o billurdan yapılmış, İyice düzeltilmiş bir köşktür" dedi. "İyice düzeltilmiş (anlamı verilen: el-mumerred) zımparalanmış, düzeltilmiş demektir. Tüysüz olana "emred" denilmesi buradan gelmektedir. "Ergenlik yaşına geldikten sonra sakalının bilmesi gecikti" demektir. Bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır. Üzerinde yaprak bulunmayan çıplak ağaca; denilmesi de buradan gelmektedir. Bitki yetişmeyen kumluk yere de; denilir. "Mumerred" aynı zamanda uzatılmış anlamına da gelir. Kaleye; denilmesi de buradan gelmektedir. Ebû Salih dedi ki: Bu, hurma ağacı şeklinde uzun demektir. İbn Şecere de: Eni de, boyu da oldukça fazla anlamındadır, demiştir. Şair şöyle demiştir: "Sabah erkenden gittim onları buldum, Kuşluk vaktinden önce mümerred (eni boyu fazla) zırhlar içinde," Görüldüğü gibi burada şair "mümerred" kelimesini bol ve geniş anlamında kullanmıştır. İşte o vakit Belkıs teslimiyetini gösterdi, itaatini arzetti, mü si uman oldu ve kendisi hakkında -ileride geleceği üzere- zalimlik ettiğini itiraf etti. Süleyman (aleyhisselâm) onun ayaklarını görünce, şeytanlar arasından kendisine doğru şeyler söyleyip iyiliğini isteyen kimseye şöyle dedi: Bedenine zarar vermeksizin bu tüyleri nasıl yok edebilirim? Bu şeytan ona kıl dökme ilacının nasıl yapılacağını öğretti. İşte bu ilaçlar ve hamamlar o günden beri yapılmaya başlandı. Rivâyet olunduğuna göre Süleyman (aleyhisselâm) o vakit onunla evlendi ve onu Şam'a yerleştirdi. Bunu da ed-Dahhak söylemiştir. Said b. Abdu’l-Aziz: "Kitabu'n-Nekkaş"da şöyle demektedir: Onunla evlendi ve tekrar onu Yemen'dekİ hükümdarlığına geri gönderdi. Ayda bir defa rüzgar ile onun yanına giderdi. Ona kendi döneminde vefat etmiş, Dâvûd ismini verdiği bir çocuk doğurdu. Kimi haberlerde belirtildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Belkıs dünyada bacakları en güzel kadınlardan idi. O cennette Süleyman (aleyhisselâm)'ın hanımları arasında olacaktır. Âişe: Onun bacakları benden de mi güzeldi? deyince, Peygamber şöyle buyurdu: "Cennette senin bacakların ondan güzel olacaktır." Bunu el-Kuşeyrî zikretmiştir. es-Sa'lebî'nin de naklettiğine göre Ebû Mûsa, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "İlk hamam, edinen kişi Süleyman b. Dâvûd'dur. O sırtını duvara yapıştırınca hamamın sıcağı ona dokundu. Bu sefer "Yüce Allah'ın azabından vay halimize!" dedi." Beyhakî, Şuabu'l-Îman, VI, 160. Süleyman (sallallahü aleyhi ve sellem) Belkıs'ı çokça sevdi ve onu Yemen'deki hükümdarlığında bıraktı. Cinlere emir vererek ona insanların benzerini görmediği yükseklikte üç kale inşa etti. Bunlar Selhun, Beynun ve Umdan kaleleridir. Diğer taraftan Süleyman ayda bir defa onu ziyaret eder, yanında üç gün ikamet ederdi. en-Nehaî'nin naklettiğine göre Himyerlilerden bazıları kralların mezarlarını kazdılar. Orada üzerinde, altın ile dokunmuş elbiseler bulunan kadının bulunduğu bir kabir buldular. Bu kabrin baş ucunda da şu beyitlerin yazılı olduğu bir mermer parçası gördüler: "Ey kavimler hep birlikte dönün, Benim kabrimin olduğu yerde de develeri rahatça serbest bırakın. Bilin ki ben o kadın hükümdardım ki, Bir zamanlar Belkıs diye anılırdım. Kavmim Himyerliler arasında krallık sarayını yükselttim, Eskiden (bir zamanlar) orada insanlar yaşardı. Hükümdarlığımda ve mülkümü idare edişimde, Allah uğrunda burunları yere sürterdim. Kocam peygamber Süleyman'dı ki, O Tevrat'ı çokça okuyandı. Rüzgar ona binek olarak müsahhar kılınmıştı, Kimi zaman uçarak eserdi. Davud'un oğlu o peygamber ile birlikte ki, Rahmân olan Allah onu takdis etmiştir." Muhammed b. İshak ile Vehb b. Münebbih dediler ki: Süleyman, Belkıs ile evlenmedi ona: Kendine bir koca seç dedi, o da: Benim gibi birisi -böyle hükümdarlığı olmuş iken- başkasının nikâhı altına girmez. Bu sefer ona: İslâmda nikâhlanman kaçınılmaz bir şeydir, dedi. Bunun üzerine Hemdan hükümdarı Zu Tübba'ı seçti. O da Hemdan hükümdarını Belkıs ile evlendirdi ve Belkıs'ı Yemen'e geri gönderdi. Yemen cinlerinin emiri Zevbea'ya da Zu Tubba'a itaat etmesini emretti. Ona çok yüksek kaleler inşa etti. Süleyman (aleyhisselâm) vefat edinceye kadar emirliği devam etti. Bazıları da şöyle demiştir: Ne Süleyman'ın Belkıs ile evlendiği, ne de onu başkası ile evlendirdiği hususunda sahih herhangi bir haber varid olmuş değildir. Belkıs'ın babası es-Serh b. el-Hedahid b. Şerahil b. Eded b. Hadr b. es-Serh b. el-Hares b. Kays b. Sayfî b. Sebe' b. Yeşceb b. Ya'rub b. Kahtan b. Âbir b. Şâlih b. Erfahşed b. Sam b. Nûh'dur. Dedesi el-Hedhad şanı büyük bir hükümdar idi, hepsi de kral; kırk oğlu olmuştu. Bütün Yemen topraklarını eline geçirmişti. Babası es-Serh ise çevre hükümdarlarına şöyle derdi: Aranızda bana denk hiçbir kimse yoktur. O bakımdan onların kızları ile evlenmeyi kabul etmedi. Bundan dolayı Reyhane bintü's-Seken diye anılan cinlerden bir kadın ile onu evlendirdiler. Bu kadından Belkame diye bir kızı oldu ki; Belkıs budur. Bundan başka da bir çocuğu olmamıştır. Ebû Hüreyre dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Belkıs'ın ebeveyninden birisi cinni idi." Ebû Şucâ' ed-Deylemî, el-Firdevs, IH, 277 Babası vefat ettiğinde kavmi ona karşı ikiye bölündüler. O bakımdan başlarına birisini hükümdar olarak geçirdiler; o da çok kötü uygulamalarda bulundu. Nihayet yönetiminin altındakilerin kadınları ile hayasızca ilişkilere girdi. Belkıs bundan dolayı gayrete geldi ve kendisi ile evlenmesini tekliF edince, onunla evlendi. Ona içki içirdi ve nihayet onun kafasını kesti, evinin kapısına kafasını astı, sonra da onu kendilerine kraliçe yaptılar. Ebubekre dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın nezdinde Belkıs'den söz edildi. Bunun üzerine o: "Yönetim işlerinin başına bir kadını getiren bir toplum asla iflah olmaz." diye buyurdu Buhârî, IV, 1610, VI, 2600; Tirmizî, IV, 527; Nesâî, VIII, 227; Müsned, V, 38, 43, 47, 51. Şöyle de denilmektedir: Belkıs'ın babasının cinlerden birisiyle evlenmesinin sebebi şudur: Babası oldukça zorba ve yönetimi altındakilerin kadınlarına zorla el koyan azgın bir hükümdarın veziri idi. Vezir olarak da kendisi çok kıskanç birisiydi, bundan dolayı hiç evlenmedi. Bir sefer yolda tanımadığı birisiyle arkadaşlık etti. Ona: Evli misin? diye sordu, o: Ebediyyen evlenmem dedi. Çünkü bizim ülkemizin hükümdarı kadınları kocalarından zorla alıyor. Arkadaşı kendisine: Şayet benim kızımla evlenecek olursan, ebediyyen onu senden alamaz. Babası: Hayır alır deyince, arkadaşı ona: Biz cinlerden bir topluluğuz, asla bize güç yetiremez, dedi. Bunun üzerine arkadaşının kızi ile evlendi ve ona Belkıs'ı doğurdu. Daha sonra anne vefat etti. Belkıs da çölde bir köşk inşa etti, derken babası bir seferinde yanılarak kızının durumundan sözetti. Kızının bu haberi hükümdara ulaştırılınca, ona şöyle dedi: Ey filan kişi, benim kadınlara olan düşkünlüğümü bildiğin halde, senin de böyle güzel bir kızın varken onu bana getirmiyorsun olur mu? Sonra hapsedilmesini emretti. Belkıs ona: Ben senin emrindeyim diye haber gönderdi. Kral sarayına gitmek üzere hazırlıklarını yaptı. Beraberindekilerle birlikte içeri girmek isteyince, ona yüzleri güneş parçası gibi olan cin kızlarından cariyeleri çıkarıp gönderdi ve kendisine şöyle dediler: Utanmıyor musun? Bizim hanımefendimiz sana şöyle diyor; Bu erkekler seninle birlikte iken sen hanımının yanına mı gireceksin? Kral beraberindekilere gitmeleri için izin verdi ve tek başına saraya girdi. Belkıs üzerine kapıyı kapattı ve ayakkabılarla vurarak öldürdü. Sonra başını kopartıp askerlerin arasına başını attı. Onlar da Belkıs'ı başlarına kraliçe seçtiler. Hüdhüd onun durumunu Süleyman (aleyhisselâm)'a bildirinceye kadar bu hali üzere devam etti. Bu da şöyle olmuştu: Süleyman (aleyhisselâm) bir yerde konakladığı bir sırada hüdhüd: Süleyman konaklamak ile meşguldür deyip, semaya doğru yükseldi. Dünyanın enini boyunu gürdü, dünyanın sağını solunu gördü. Belkıs'ın bir bahçesinde bir hüdhüd gördü. O hüdhüdün ismi Ufeyr idi. Yemen'in Ufeyr adındaki hüdhüdü, Süleyman'ın Ya'fur adındaki hüdhüdüne: Nereden geldin? nereye gitmek istiyorsun? diye sordu. O da: Ben Şam'dan benim sahibim Dâvûd oğlu Süleyman ile birlikte geldim. UFeyr: Süleyman da kim? diye sorunca, Ya'fur: O cinlerin, insanların, şeytanların, kuşların, yabani hayvanların, rüzgarın, sema ile arz arasındaki herbir şeyin hükümdarıdır. Peki sen nerelisin? deyince, Ufeyr şöyle dedi: Ben de bu ülkedenim, bu ülkeye Belkıs adındaki bir kadın hükümdar oldu. Onun emri altında onikibin hükümdar vardır. Herbir hükümdarın emri altında da kadın ve çocuklar dışında yüzbin Savaşçı bulunmaktadır. Onunla beraber gidip, Belkıs'a ve onun krallığına baktı, sonra ikindi vakti Süleyman (aleyhisselâm)'ın yanına döndü. Süleyman (aleyhisselâm) namaz vaktinde onu aramış fakat bulamamıştı. Bulundukları yerde de su yoktu. Bir rivâyete göre İbn Abbâs: Üzerine bir parça güneş düşmüştü. Kuşlardan sorumlu vezire: Burası kimin yeridir? diye sorunca, vezir: Ey Allah'ın peygamberi bu hüdhüdün yeridir dedi. Süleyman (aleyhisselâm): Nereye gitti? diye sordu, vezir: Allah hükümdarımızın işlerini yoluna koysun bilemiyorum, dedi. Süleyman kızıp: "Ben onu elbette şiddetli bir azâb ile azablandırırım..."(Neml, 27/21) dedi. Daha sonra kuşların efendisi en kararlısı ve en güçlüsü olan kartalı çağırdı. Kartal ona: Ey Allah'ın peygamberi emrin nedir? diye sordu. O da: Derhal bana hüdhüdü getir, dedi. Kartal semaya doğru yükseldi, dünyaya sizden herhangi birinizin önündeki tepsi gibi baktı. Hüdhüdün Yemen tarafından gelmekte olduğunu gördü. Ona doğru indi ve pençesiyle onu yakaladı. Hüdhüd ona dedi ki: Sana beni ele geçirebilecek güç ve kudreti veren Allah ismi için yemin veriyorum ki bana merhamet eyle. Kartal ona vay başına geleceklere anan seni kaybedesice dedi. Çünkü Allah'ın peygamberi Süleyman mutlaka seni azaplandıracak ya da kesecek diye yemin etti. Sonra hüdhüdü alıp gitti. Akbabalar ve diğer kuş askerleri onu karşıladı, vay başına geleceklere dediler. Allah'ın peygamberi seni tehdid etti. Hüdhüd: Benim değerim ne, ben neyim ki, hiç yemininde istisna yapmadı mı? diye sordu. Evet dediler çünkü o: "Ya da bana apaçık bir delil getirir" (Neml, 27/21) dedi. Sonra Süleyman (aleyhisselâm)'ın huzuruna girdi, başını kaldırıp kanatlarını ve kuyruğunu Süleyman (aleyhisselâm)'ın önünde alçak gönüllülük göstererek yere doğru gevşetti. Süleyman ona: Hizmetini ve yerini bırakıp nereye gittin? Ben seni ya çetin bir şekilde azaplandıracak ya da keseceğim dedi. Hüdhüd ona: Ey Allah'ın peygamberi sen Allah'ın huzurundaki duruşunu, benim senin huzurundaki şu duruşum ile bir karşılaştır. Bu sefer Süleyman'ın tüyleri diken diken oldu, titredi ve onu affetti. İkrime dedi ki: Yüce Allah, Süleyman'ın, hüdhüdü kesmesine mani oldu, çünkü o anne babasına iyilikle davranan birisi idi. Onlara yemek taşır ve onları beslerdi. Daha sonra Süleyman ona şöyle dedi: Gecikmene sebeb nedir? Hüdhüd ona yüce Allah'ın bize haber verdiği şekilde Belkıs'dan, tahtından ve kavminden -az önce geçtiği üzere- sözetti. el-Maverdî dedi ki; Belkıs'ın annesinin cinlerden olduğu görüşü cinslerin farklılığı, tabiatların ayrılığı, her iki varlık türünün hislerinin birbirine benzememesi dolayısı ile akıl tarafından kabul edilemez. Çünkü Âdemoğulları cismanidir, cinler ise ruhanidir. Yüce Allah Âdemoğullarını ses veren kurumuş çamurdan yarattı, cinleri ise dumansız ateş alevinden yarattı. Böyle bir farklılık varken, bunların birbirleriyle imtizacı mümkün değildir Bu ayrılıklarla birlikte bunlardan ortak bir nesil çıkması imkansız bir şeydir. Derim ki: Bu hususta açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. Ancak bu hususta gelmiş olan haber ile birlikte akıl böyle bir şeyi imkansız görmemektedir. Eğer hilkatin aslına bakılacak olursa, önceden de açıklandığı gibi hilkatin aslı sudur. Böyle bir şey de uzak bir ihtimal görülemez, doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Kur'ân-ı Kerîm'de ise daha önceden de geçtiği gibi: "Mallarına, evlatlarına ortak ol" (el-İsra, 17/64) diye buyurulmuştur. İleride geleceği üzere de er-Rahmân Sûresi'nde de: "O ikisinde de bunlardan evvel ne bir insanın, ne de bir cinnin asla dokunmadığı... eşler vardır" (er-Rahmân, 55/56) diye buyurmaktadır. "Rabbim ben nefsime" İbn Şecere'nin dediğine göre şirk üzere bulunmaktan dolayı "zulmettim." Süfyan da şöyle demiştir: Süleyman hakkında sahib olduğum zanlarla zulmettim. Çünkü ona büyükçe salondan geçip gelmesini emredince o burayı büyük bir su zannetmiş, Süleyman'ın da kendisinin o suda boğulmasını istediği kanaatine kapılmıştı. Bunun sırçadan son derece güzel düzeltilmiş bir köşk olduğunu anlayınca, bu zan sebebiyle kendisine zulmetmiş olduğunu anladı. Burada; nin hemzesinin meksur gelmesi "dedi ki"den sonra başa gelmiş olmasından dolayıdır. Araplar arasından bunu üstün okuyarak "demek" fiilinin onda amel etmesini sağlayanlar da vardır. "Ve Süleyman'la birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum," Bu âyetteki; "Birlikte, beraber" lâfzı sakin okunacak olursa, o takdirde belli bir mana için getirilmiş bir harftir ve bu hususta nahivciler arasında görüş ayrılığı yoktur. Şayet üstün okunacak olursa, bu hususta iki görüş vardır. Birincisine göre bu zarf anlamında bir İsimdir, diğerine göre bu fetha üzere mebni cer harfidir. Bu açıklamayı da en-Nehhâs yapmıştır. 45Yemin olsun ki Semûd'a kardeşleri Salih'i: "Allah'a ibadet edin" diye gönderdik. Bunlar İki fırka olup birbirleriyle çekişmeye başlayiverdiler. Allah’ın: "Yemin olsun ki Semud'a kardeşleri Salih'i: 'Allah'a İbadet edin' diye gönderdik" âyetinin anlamı daha önceden geçmiş bulunmaktadır. "Bunlar iki fırka olup birbirleri ile çekişmeye başlayiverdiler." Mücahid dedi ki: Yani bir kesimi mü’min, bir kesimi kâfir oldu. Aralarındaki tartışma ise şanı yüce Allah'ın: "Salih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz... inkâr edenleriz, dediler" (el-A'raf, 7/75-76) âyetinde bize açıkladıklarıdır. Bir diğer görüşe göre, birbirleriyle tartışmaları herbir kesimin: Hak üzere olanlar siz değil, bizleriz demeleridir. 46Dedi ki: "Kavmim, iyilikten önce ne diye kötülüğün çabucak gelmesini istersiniz? Allah'tan mağfiret dilemelisiniz değil mi? Belki size merhamet olunur." "Dedi ki: Kavmim, iyilikten önce ne diye kötülüğün çabucak gelmesini istersiniz?" âyeti ile ilgili olarak Mücahid şöyle demektedir: Ne diye rahmetten önce azâbı istersiniz? Yani: Sizler, sizin sevap ve mükâfat almanızı gerektirecek imanı ne diye erteliyor, ceza görmenizi gerektiren küfrü önden gönderiyorsunuz? Çünkü kâfirler inkârlarının aşırılığı sebebiyle; Bize azâbı getir diyorlardı. Şöyle de açıklanmıştır: Ne diye kendisi sebebiyle ceza görmeyi hakedeceğiniz işler yapıyorsunuz? Yoksa onlar azâbın acele gelmesini istemiş değillerdi. "Allah'tan mağfiret dilemelisiniz değil mi?" Yani ne diye şirki bırakıp, Allah'a tevbe ederek geri dönmüyorsunuz? "Belki size merhamet olunur." Belki ilahi merhamete nail olursunuz. Buna dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır. 47Dediler ki: "Sen ve sana uyanlar bize uğursuzluk getirdiniz." Dedi ki: "Sizin uğursuzluğunuz Allah nezdindedir. Esasen siz denenen bir kavimsiniz." "Dediler ki: Sen ve sana uyanlar bize uğursuzluk getirdiniz." Yani biz sizin uğursuzluk getirdiğinizi kabul ediyoruz. Uğursuzluk inancına sahip olmak kadar, insanın sağlam görüşüne zarar veren ve alması gereken tedbirleri bozan hiçbir şey yoktur. İneğin böğürmesi yahut karganın ötmesinin bir kazayı önleyeceğini yahutta takdir edilmiş bir şeyi defedeceğini zanneden bir kimse; elbetteki cahillik eder. Şair de şöyle demiştir: "Zamanın uğursuzluğu hiçbir takdiri geri çevirmez, O bakımdan sen zamanı mazur gör, sakın onu kınama. Musibetler her gün inip dururken, O günün mutlu gün olma özelliğini kazandıran nedir? Mutluluğun ve bedbahtlığın olmadığı hiçbir gün yoktur. Bunlar bir kavimden, bir kavime giderler." Araplar insanlar arasında uğursuzluğa en düşkün kimselerdi. O bakımdan bir yolculuğa çıkmak istediklerinde bir kuşu ürkütürlerdi. Bu kuş sağa doğru uçarsa yollarına koyulur ve bunu uğur kabul ederlerdi, sola doğru uçarsa geri dönerler ve yolculuğa çıkmayı uğursuzluk kabul ederlerdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Siz kuşları yuvalarında bırakınız, oradan rahatsız etmeyiniz." el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, V, 106; "Taberi tarafından muhtelif senedlerle rivâyet edildiği,, bunlardan birisinin ravilerinin sika olduğu kaydıyla. Nitekim buna dair açıklamalar daha önce el-Mâide Sûresi'nde (5/3- âyet, 19. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Dedi ki: Sizin uğursuzluğunuz" yani başınıza gelen musibetleriniz "Allah nezdindedir. Esasen siz denenen" sınanan "bir kavimsiniz." Günahlarınız dolayısıyla azaplandırılan bir kavimsiniz, diye de açıklanmıştır. 48O şehirde yeryüzünde bozgunculuk yapan, fakat ıslâh etmeyen dokuz kişi vardı. Yüce Allah'ın: "O şehirde" yani Salih (aleyhisselâm)'ın şehri olan el-Hicr'de "yeryüzünde bozgunculuk yapan fakat ıslah etmeyen dokuz kişi vardı." Onların soylularının oğullarından dokuz adam vardı. ed-Dahhak dedi ki: Bu dokuz kişi o şehrin büyükleri idi. Bunlar hem yeryüzünde bozgunculuk çıkartıyor, hem bozgunculuğu emrediyorlardı. Pek büyükçe bir kayanın yakınında oturmuşlardı, yüce Allah o kayayı üzerlerine devirdi, Atâ b. Ebi Rebah dedi ki: Bana ulaştığına göre bunlar dinar ve dirhemlerin kenarlarını kesiyorlardı. Bu da yeryüzünde fesad çıkartmak kabilindendir. Said b. el-Müseyyeb de böyle demiştir. Bir diğer açıklamaya göre onların bozgunculukları şu idi: Onlar insanların kusurlarını araştırıyor ve bu kusurlarını yayılmasın diye setretmiyorlardı. Bunun dışında başka şeyler de söylenmiştir. Âyet-i kerimeden anlaşılması gereken ed-Dahhak ve diğerlerinin söyledikleridir. Bunlar kavimlerinin en İleri gelenleri, servetleri en çok ve en varlıklı kimseleri idiler. Ayrıca bunlar hem küfre sapmış, hem de çokça masiyet işleyen kimselerdi. Onlar genellikle fesad çıkartırlar ve hiç de düzeltmezlerdi. Topluluk ismidir. Sanki bu dokuz kişi, herbirisinin arkasından bir topluluk gelen ileri gelen kimseler gibi idiler. (Bu bakımdan bu çoğul isimle adlandırılmışlardır). Bunun çoğulu da; ileşekillerinde gelir. Şair şöyle demiştir: "Rahtlarını (silahlarını) koyup da dinlendikleri, O Savaş ne kötüdür!" Burada sözü edilen kimseler dişi deveyi kesen Kudar'in arkadaşları idiler. Bunu İbn Atiyye zikretmiştir. Derim ki: Bu dokuz kişinin isimleri hususunda farklı görüşler vardır, el-öaznevi dedi ki: Bunların isimleri şöyledir: Kudar b. Salif, Misda', Eşlem, Desmâ, Züheym, Za'mâ, Zuaym, Kattal ve Saddâk. İbn İshak dedi ki: Bunların başı Kudar b. Salif ile Misda' b. Mehra' idi, bunların arkasından da yedi kişi gelirdi ki, bunlar da Bel' b. Meylâ, Duayr b. Ğunm, Züâb b. Mehrec ile isimleri bilinmeyen dört kişi daha vardı. ez-Zemahşerî, Vehb b. Münebbih'den naklen onların isimlerini şöylece zikretmektedir: el-Hüzeyl b. Abdi Rabb, Gunm b. Gunn, Riyâb b. Mehrec, Misda' b. Mehrec, Umeyr b. Kerdube, Âsım b. Mahreme, Sübeyt b. Sadaka, Sem'an b. Safî, Kudar b. Salif. Dişi devenin öldürülmesi için çalışanlar da bunlardı. Bunlar Salih kavminin azgınları idiler. Bunlar kavmin en soylularının üğullarındandılar. es-Süheylî dedi ki: en-Nekkaş yeryüzünde bozgunculuk çıkartıp ıslah etmeyen dokuz kişiyi zikretmiş ve onların isimlerini tek tek saymıştır. Ancak bunun bir rivâyet ile tesbiti söz konusu değildir. Şu kadar var ki ben bu isimleri içtihad ve tahmine binaen kaydediyorum. Şu kadar var ki bizler Muhammed b. Habib'in kitabında bulduğumuz şekilde bu isimleri veriyoruz. Bunlar: Misda' b. Dehr -ki Dehm de denilir-, Kudar b. Salif, Hureym, Savab, Riyab, Dabb, Da'ma, Herma, Duayn b. Umeyr'dir. Derim ki; el-Maverdî, İbn Abbâs'tan rivâyetle onların isimlerini şöylece zikretmektedir: Bunlar Da'ma, Duayn, Herma, Hureym, Dâbb, Savab, Riyab, Mistah ve Kudar idiler. Şam topraklarında bir yer olan Hicr diyarındaydılar. 49Onlar kendi aralarında Allah adına yemin ederek dediler ki; "Ona ve aile halkına gece baskın yapalım, sonra da velisine: 'Biz aile halkının helâk edildikleri yere bile şahit olmadık. Biz gerçekten doğru söyleyenlerdeniz' diyelim." "Onlar kendi aralarında Allah adına yemin ederek dediler ki; Ona ve aile halkına gece baskın yapalım." Buradaki "Kendi aralarında... yemin ederek'in müstakbel bir fiil olması mümkündür. O zaman bu bir emir olur, yani biri diğerine yemin ediniz, dedi. Bununla birlikte hal manasında mazi bir fiil de olabilir. Sanki: Onlar Allah adına kendi aralarında yemin ederek dediler ki... denilmiş gibi olur. Bu yorumun delili ise Abdullah (b. Mes'ûd)'ın şu şekildeki kıraatidir: "Bozgunculuk yapan fakat ıslah etmeyen dokuz kişi vardı, onlar kendi aralarında Allah adına yemin ettiler." Onun bu kıraatinde "dediler ki" lâfzı bulunmamaktadır. "Ona ve aile halkına gece baskın yapalım, sonra da velisine... diyelim" buyrukları genel olarak her ikisinde de "nûn" (cem-V mütekellim) ile okunmuştur. Ebû Hatim de bunu tercih etmiştir. Hamza ve el-Kisaî ise her iki fiili "te" ile, "te" ve "lâm" harfini hitab olmak üzere ötreli okumuşlardır. Yani onlar kendi aralarında böylece birbirlerine hitab ettiler. Bunu da Ebû Ubeyd tercih etmiştir. Mücahid ile Humeyd her iki fiili "ya" ile okumuşlar, "ya" ve "lâm" harflerini de haber vermek üzere ötreli okumuşlardır. "Te" ile okuyuşun anlamı: Gece aile halkına baskın yapacaksınız... diyeceksiniz; şeklinde, "ya" harfi ile okuyuş gece baskın yapacaklar... diyecekler demek olur. "Velisine" lâfzının anlamı Salih'in kanını taleb etmek velayetine sahip yakınları, akrabaları demektir. "Biz aile halkının helâk edildikleri yere bile şahit olmadık." Orada bulunmadık, onu, aile halkını kimin öldürdüğünü bilmiyoruz. "Biz gerçekten" onun öldürülmesi hakkında bilgi sahibi olmadığımız hususunda "doğru söyleyenleriz." "Helâk edilme yeri" anlamındaki lâfız "mim" harfi üstün değil de ötreli olarak da; şeklinde okunmuştur ki, bu helâk etme, edilme anlamındadır. Yer anlamına gelmesi de mümkündür. Âsım ve es-Sülemi de, helâk olmak anlamında "mim" ile "lâm" harfini üstün olarak okumuşlardır. Mesela; "Vurdu, vurur, vurmak" denilir. el-Mufaddal ile Ebubekir ise mim harfini üstün, "lâm" harfini de esreli okumuşlardır. O takdirde bu "oturma yeri" demek olan "meclis" gibi, mekan ismi olur. Mastar olması da mümkündür. Bu da yüce Allah'ın: "Dönüşünüz ancak O'nadır" (Yûnus, 10/4) âyetinde mastar anlamında olduğu gibi. 50Onlar tuzak kurdular. Biz de -onlar farketmeksizin- bir tuzak kurduk. "Onlar tuzak kurdular. Biz de -onlar farketmeksizin- bir tuzak kurduk" âyetinde sözü edilen onların tuzakları, rivâyette nakledildiğine göre devenin öldürülmesinden sonraki ilk üç günde, Salih (aleyhisselâm) kendilerine azâbın gelmekte olduğunu haber vermiş idi. Bunlar da geceleyin Salih (aleyhisselâm)'ın evine gidip onu ve ona yakın akrabalarını öldürmek üzere ittifak etmiş ve ahidleşmişlerdi. Kendi aralarında şöyle demişlerdi: Eğer bize yaptığı tehditte yalan söylüyor ise, biz ona hakeetiği işi yapmış olacağız. Şayet bize doğru söylemiş ise o zaman da bizden önce onu öldürmüş olacağız ve böylelikle yüreğimize su serpmiş olacağız. Bu açıklamayı Mücahid ve başkaları yapmıştır. İbn Abbâs da dedi ki: Yüce Allah o gece melekleri gönderdi. Salih'in evi meleklerle doldu. Bu dokuz kişi kılıçlarını kınlarından sıyırmış olarak Salih'in evine geldiler. Melekler onlara attıkları taşlarla onları öldürdüler. Bu dokuz kişi taşları görüyor ancak taşlan kimin attığını göremiyorlardı. Katâde dedi ki: Bunlar çabucak ve hızlıca Salih'e gitmek üzere yola koyuldular. Elinde bir kaya parçası bulunan bir melek onlara musallat kılındı ve bu melek onları öldürdü. es-Süddî dedi ki: Bunlar bir uçurum kenarında oturmuşlardı. Bu uçurum onların altında yıkılıp gitti, yüce Allah da onları o uçurumun altında bırakarak helâk etti. Denildiğine göre onlar Salih'in evine yakın bir mağarada saklanmışlardı. Bir kaya parçası gelip, onların üzerine yıkıldı ve hepsini öldürdü. İşte onların tuzakları bu idi. Şanı yüce Allah'ın tuzağı ise buna karşılık onları cezalandırmasıdır. 51Tuzaklarının akıbeti nasıl oldu, bir bak! Çünkü Biz onları da, kavimlerini de hep birlikte helâk ettik. "Tuzaklarının akıbeti nasıl oldu, bir bak! Çünkü Biz onları da kavimlerini de hep birlikte helâk ettik." Yani Biz onları kendilerini helâk eden çığlıkla helâk ettik. Şöyle denilmiştir: Hepsinin helâk edilmesi, Cebrâîl'in çığlığı ile olmuştu. Ancak daha kuvvetli görülen, bu dokuz kişinin ayrı bir azâb ile helâk edildikleridir. Daha sonra ise diğerleri çığlıkla gelen helâk ile helâk oldular. el-A'meş, el-Hasen, İbn Ebi İshak, Âsım, Hamza ve el-Kisaî "Çünkü Biz"in hemzesini üstün ile okurlardı. İbnu'l-Enbarî dedi ki: Bu görüşe göre "Tuzaklarının akıbeti..." üzerinde vakıf güzel olmaz, çünkü; "Çünkü Biz onları... helâk ettik" anlamındaki âyet; "Oldu" lâfzının haberidir. Bununla birlikte "akıbefe tabi kılmak suretiyle, ref mahallinde kabul etmek de câiz olur. el-Ferrâ''nın görüşüne göre nasb mahallinde, el-Kisaî'nin görüşüne göre de cer mahallinde kabul etmek mümkündür ki, bu da: "Çünkü Biz onları... helâk ettik" anlamlarında olur. Ayrıca bunu;"Nasıl"ın mahallen i'rabına tabi kabul ederek nasb mahallinde de kabul etmemiz mümkündür. İşte bu görüşlere göre "tuzaklarının" anlamındaki lâfız üzerinde vakıf güzel olmaz. İbn Kesîr, Nafî ve Ebû Amr ise; "Şüphesiz Biz onları helâk ettik" şeklinde yeni bir başlangıç olarak hemzeyi esreli okumuşlardır. Bu okuyuşa göre "tuzakları" anlamındaki kelime üzerinde vakıf güzel olur. en-Nehhâs dedi ki: "Akıbeti" kelimesini "Oldu" lâfzının haberi olarak nasbetmek caizdir. Bu durumda; "Muhakkak Biz" de ismi olarak ref mahallinde olur. Bununla birlikte akıbeti açıklamak üzere mübteda takdiri ile ref mahallinde de olabilir. Bu durumda ifadenin takdiri şudur: O akıbet şu ki: Biz onları helâk ettik. Ebû Hatim dedi ki: Ubeyy'in kıraatinde üstün ile okunacağını doğrular mahiyette; "Bizim onları helâk etmemiz(e bak)!" şeklindedir. 52İşte zulümleri sebebi ile onların bomboş ve harab olmuş evleri... Artık bunda bilen bir topluluk için bir âyet vardır. "İşte zulümleri sebebi ile onların bomboş ve harab olmuş evleri" âyetindeki; "Bomboş ve harab olmuş" lâfzı genel olarak el-Ferrâ' ve en-Nehhâs'a göre hal olmak üzere nasb ile okunmuştur. Yani oraları ahalisi boşalmış, sakinleri bulunmayan harabe haldedir. el-Kisaî ve Ebû Ubeyde bunun nasb ile okunması kat' manasınadır takdiri de; "İşte bomboş ve ıpıssız evleri" şeklindedir. Burada "elif ve "lâm"ı kaldırılınca (yani sıfat yapılmayınca), hal olarak nasbedilmiştir. Yüce Allah'ın: "Din de daima ve yalnız O'nadır." (en-Nahl, 16/52) âyetinde olduğu gibi. Îsa b. Ömer, Nasr b. Âsım ve el-Cahderî ise; "İşte"nin haberi ve; "Evleri" de "işte"den bedel olmak üzere "bomboş ve harab olmuş" anlamındaki lâfzı ref ile okumuşlardır. "Evleri"nin atf-ı beyan, "bomboş"un ise "işte"den haber olması da mümkündür. Diğer taraftan "bomboş" lâfzının mahzuf bir mübtedanın haberi olarak ref ile gelmesi de mümkündür. Yani onlar bomboştur, ya da "evleri"nden bedel olabilir. Çünkü nekre marifeden bedel yapılabilir. "Artık bunda bilen bir topluluk için bir âyet vardır." 53Îman edenleri ve sakınmakta olanları da kurtardık. Salih'e "îman edenleri ve" Allah'tan korkup azabından çekinen "sakınmakta olanları da kurtardık." Denildiğine göre Salih'e yaklaşık dörtbin kişi îman etti. Diğerlerinin ise -Mukâtil ve başkalarının dediklerine göre- bedenlerinde nohut tanesi büyüklüğünde kabarcıklar oluştu. Birinci gün bu kabarcık kırmızı idi, ertesi gün sarardı, üçüncü gün karardı. Deveyi ise çarşamba günü öldürmüşlerdi, onlar da pazar günü helâk oldular. Mukâtil dedi ki: Bu kabarcıklar patladı, bu esnada da Cebrâîl onların üzerine çığlığını kopardı ve hepsi de cansız yere serildiler. Bu da kuşluk vaktinde olmuştu. Salih îman edenlerle beraber Hadramevt'e gitti. Oraya girdiğinde vefat etti. Bundan dolayı buraya "Hadramevt" ismi verildi. ed-Dahhak dedi ki: -daha sonra bu dörtbin kişi daha önce Ashab-ı Ress kıssasında açıklandığı üzere- Hâdûrâ denilen bir şehir inşa ettiler. 54Lût'u da (peygamber gönderdik). Hani o kavmine demişti ki: "Siz bu fuhşu bile bile mi işlersiniz?" "Lût'u da" yani onu da peygamber gönderdik, yahut Lût'u da an, demektir. "Hani o kavmine" ki onlar Sedumlulardır, "Demişti kls Siz bu fuhşu" bu son derece çirkin fiili "bile bile mi İşlersiniz?" Bunun hayasızlık olduğunu bilerek mi yaparsınız? Bu ise onların günahlarının daha da büyük olmasını gerektiriyordu. Şöyle de açıklanmıştır: Sizler bu işi yapanlara bakıp dururken; birbirinizle ilişki mi kurarsınız? Onlar daha bir azgınlık olsun diye bu işi yaparken örtünmezlerdi. 55"Siz kadınları bırakıp, şehvetle erkeklere mi yaklaşırsınız? Doğrusu siz cahillik eden bir kavimsiniz." "Siz kadınları bırakıp, şehvetle erkeklere mi yaklaşırsınız?" Bu işin aşın derecedeki çirkin ve kötülüğü dolayısıyla tekrar onu söz konusu etmektedir. "Doğrusu siz cahillik eden bir kavimsiniz." Ya bunun haram olduğunu bilmiyorsunuz yahutta bunun cezasını bilmiyorsunuz. el-Halil ile Sîbeveyh: "Siz... mi" de ikinci hemzeyi tahfif ile okumayı tercih etmişlerdir. Ancak bunun bütün okuma şekillerine göre elif ile yazılması gerekir. Çünkü bu, hemzelerden birisi, başına istifham hemzesi gelmiş ibtida hemzesidir. 56Kavminin cevabi: "Lût(u ve) ailesini memleketinizden çıkarın. Çünkü onlar temizlik taslar kimselerdir" demelerinden başka bir şey olmadı. "Kavminin cevabı: Lût(u ve) ailesini memleketinizden çıkarın. Çünkü onlar temizlik taslar kimselerdir' demelerinden başka bir şey olmadı" âyetinde kastedilen "temizlik" onların erkeklere arka yoldan yaklaşmaktan uzak durmalarıdır. Onlar bu sözleri ile Lût ve ailesi ile alay ediyorlardı. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Katâde de dedi ki: Allah'a yemin ederim onlar, hiç de ayıp olmayan bir şey ile kötü amellerden temizlenmek istemekle ayıplamışlardı. 57Biz de onu ve ailesini kurtardık, karısı müstesna. Onun kalanlardan olmasını takdir etmiştik. "Biz de onu ve ailesini kurtardık, karısı müstesna. Onun kalanlardan olmasını takdir etmiştik" âyetindeki; " Onun... takdir etmiştik" âyetini Âsım şeddesiz olarak; diye okumuştur ki, mana aynıdır. Nitekim, bir şeyi takdir ettim, anlamında; da, da denilir. 58Biz üzerlerine bir yağmur yağdırdık. Korkutulanların yağmuru ne kötüdür! "Biz üzerlerine bir yağmur yağdırdık. Korkutulanların" yani korkutulup da bu korkutup uyarmayı kabul etmeyenlerin "yağmuru ne kötüdür!" Buna dair açıklamalar daha önceden el-A'raf Sûresi (7/84. âyetin tefsiri) ile Hud Sûresi (11/82. âyetin tefsiri)nde geçmiş bulunmaktadır. 59"Allah'a hamdolsun, seçtiği kullarına da selam olsun" de. "Allah mı hayırlıdır, yoksa koştukları ortaklar mı?" "Allah'a hamdolsun seçtiği kullarına da selâm olsun, de." el-Ferrâ'' dedi ki: Meâni âlimleri dediler ki: Lût'a: helâk edildikleri için "Allah'a hamdolsun de" denildi. Ancak bu hususta ilim adamlarından bir topluluk el-Ferrâ''ya muhalefet ederek şöyle demişlerdir: Bu Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir hitaptır, yani geçmişteki kâfir ümmetlerin helâk edilişi dolayısıyla Allah'a hamdolsun, de, en-Nehhâs dedi ki: Bu daha uygundur. Çünkü Kur'ân Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a indirilmiştir. Bu Kur'ân'da ne varsa o da onunla muhatabtır. Bundan sadece ancak başkasına hitab olduğu takdirde anlarını sahih olabilen âyetler müstesnadır. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir; Ey Muhammed: "Allah'a hamdolsun, seçtiği kullarına da selam olsun, de." Burada da onun ümmeti kastedilmektedir. el-Kelbî dedi ki; Allah onların kendisini tanımaları ve kendisine itaat etmeleri suretiyle onları seçmiş bulunmaktadır. İbn Abbâs ve Süfyan dedi ki; Bunlar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabıdırlar. Şöyle de denilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın vahdaniyetine,herşeyekadir olduğuna, hikmetine dair apaçık belgeleri ortaya koyan bu âyet-i kerimeleri okumakla, buna yüce Allah'a hamd-u sena ile peygamberlere ve kulları arasından seçilmiş olanlara da selam getirmekle başlamakla emrolundu. Ayrıca bu buyruklarda güzel bir hususun öğretilmesi, güzel bir edebin bildirilmesi, bu iki zikirin bereketinden, hayrından istifade etmenin teşvik edilmesi, dinleyenlere yapılan hitablan kabul edip, söylenenlere kulak vermeleri için bu iki hususun taşıdıkları önemin ortaya çıkarılması, söylenecek sözlerin kulak veren kimsenin dinlemek istediği sözler seviyesine getirilmesi açısından taşıdıkları önem de ortaya konulmaktadır. İşte bu edebi İlim adamları, hatibler ve vaizler biri diğerinden miras olarak devralagelmişlerdir. Onlar yüce Allah'a hamd, Rasûlüne de salat ve selamı faydalı herbir bilginin başında zikrettiler. Herbir vaazın öncesinde ve herbir hutbenin başlangıcında bunu dile getirdiler. Mektub yazıcıları da bu hususta onlara tabi olarak fetihler, tebrik ve kutlamalar ve buna benzer önemli olaylar dolayısıyla yazdıkları mektublarının başına bunları yazdılar. "Seçtiği kullar" risaleti için beğenip seçtiği kimseler demektir. Bunlar da peygamberlerdir. Hepsine salat ve selam olsun. Bunun da delili yüce Allah'ın: "Gönderilmiş peygamberlere selâm olsun." (es-Sâffât, 37/181) âyetidir. "Allah mı hayırlıdır" âyetini Ebû Hatim; şeklinde iki hemze ile okumayı câiz kabul etmektedir. en-Nehhâs der ki: Bu hususta ona tabi olan kimse olduğunu bilmiyoruz. Çünkü buradaki medin geliş sebebi, istifham ile haber arasındaki farkı ortaya koymaktır. Buradaki elif tevkif elifi diye bilinir. "Hayırlıdır" da burada, "daha faziletlidir" anlamında değildir. Bu şairin şu beyitinde kullandığı manadadır. "Onu hicvetmek haddine mi düştü, sen ona denk olmadığın halde, İkinizin kötü olanı kimse, hayırlı olanınıza feda olsun." Yani sizin ikinizden şerli olan kimse, hayırlı olan kimseye feda olsun. Burada "Filan kişi, filandan daha şerlidir" sözündeki anlamda olması câiz olamaz, bu ifadeye göre her ikisinde de şer vardır, demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Anlam şudur; Hayır bunda mıdır? Yoksa sizin ibadette ortak koştuğunuzda mıdır? Sîbeveyh de; "Sen mutluluğu mu daha çok seversin, yoksa bedbahtlığı mı?" şeklinde bir ifadenin, -muhatabın-mutluluğu daha çok sevdiğini bilmekle birlikte- kullanıldığını da nakletmiştir. Şöyle de denilmiştir: Burada "hayırlıdır" ifadesi asıl kipi olan tafdil anlamındadır. Yani Allah mı hayırlıdır? Yoksa sizin ortak koştuklarınız mı? Bu da şu demektir; Onun sevabı mı hayırlıdır? Yoksa ortak koşmanızın cezası mı hayırlıdır? Şöyle de açıklanmıştır: Onlara bunu söylemesinin sebebi kendilerinin putlara ibadet edişlerinde bir hayır bulunduğuna inanmış olmalarıdır. Yüce Allah, böylelikle onların inançlarını doğru farz ederek onlara hitab etmiştir. Buradaki ifadenin soru, manasının da haber vermek anlamında olduğu da söylenmiştir. Ebû Amr, Âsım ve Ya'kub; "Ortak koştukları" şeklinde haber olarak "ya" ile okumuşlardır. Diğerleri ise muhatab kipi olarak "te" ile ("koştuklarınız" anlamında) okumuşlardır. Ebû Ubeyd'le Ebû Hatîm'in tercih ettiği budur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyeti okuyunca: "Hayır, Allah en hayırlıdır, bakidir, en yücedir ve en kerim olandır" derdi. 60Göklerle yeri yaratan ve sizin için gökten bir su indiren mi? Onunla göz alıcı bahçeler bitirdik. Onların ağaçlarını bitirmek sizin için mümkün olmaz. Allah ile birlikte bir ilâh mı var? Hayır, onlar sapan bir topluluktur. "Göklerle yeri yaratan... mı?" Ebû Hatim dedi ki: İfadenin takdiri şöyledir: Sizin ilahlarınız mı hayırlıdır? Yoksa göklerle yeri yaracan mı? Bu da az önce geçmiş bulunmaktadır. Bu da; onları yaratmaya kadir olan anlamındadır. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Tapındığınız putlara ibadet mi hayırlıdır? Yoksa gökleri ve yeri yaratana ibadet mi? Bu da mana itibariyle az öncekinin kapsamı İçerisindedir. Böyle bir soruda onları azarlama manası ile yüce Allah'ın kudretine, ilâhlarının da acizliklerine dikkat çekme anlamı vardır. "Onunla göz alıcı bahçeler bitirdik." Burada "bahçe; el-hadika" etrafı duvar ile çevrilmiş olana denilir, "Göz alıcı" görünüşü güzel anlamındadır. el-Ferrâ' dedi ki: Hadika, duvar ile etrafı çevrilmiş ve başkalarına karşı korunmuş bahçe demektir. Eğer etrafında duvar yoksa ona bustan denilir, buna hadika ismi verilmez. Katade ve İkrime dedi ki; "Bahçeler" göz alıcı hur ma ağaçlarıdır. Göz alıcı ise süs ve güzel demektir. Onu görenin gözlerini kamaştırır. "Onların ağaçlarını bitirmek sizin için mümkün olmaz." Bu âyetteki: nefy içindir. Bu, siz böyle bir işi yapamazsınız, buna imkanınız yoktur, demektir. Yani insanların bunun ağaçlarını bitirebilme imkanları, güç ve kudretleri yoktur. Zira insanlar da tıpkı o ağaçlar gibi acizdirler. Zira ağaçların bitirilmesi bir şeyin yokluktan varlığa çıkartılması demektir. Derim ki: Bu âyetten İster canlı olsun, ister olmasın herhangi bir şeyin suretini yapmanın yasaklığına delil gösterilebilir. Bu da Mücahid'in görüşüdür. Bunu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyeti desteklemektedir: "Aziz ve celil olan Allah buyurdu ki: Benim yarattığım gibi yaratmaya kalkışan kimseden daha zalim kim olabilir? Haydi bir zerre yahut bir tane ya da bir arpa yaratsınlar." Buhârî, VI, 2747; Müslim, III, 1671; Müsned, W, 232, 259, 451 Bunu Müslim, Sahih'inde, Ebû Hüreyre'den rivâyet etmiştir. Ebû Hüreyre dedi ki: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim. Aziz ve celil olan Allah buyurdu ki deyip, hadisi zikretti. Görüldüğü gibi burada yüce Allah'ın yaratmış olduğu yaratıklardan herhangi bir şeyi tasvire kalkışıp yüce Allah'ın tek başına yaratıp tek başına var ettiği mahlukatı ona benzetmeye kalkışan kimselerin hepsini genel olarak yermiş, tehdit etmiş ve yaptıkları işin çirkin olduğunu ifade etmiştir. Bu da açıkça anlaşılan bir husustur. Bununla birlikte Cumhûrun kanaatine göre cansız varlıkların suretlerinin yapılması ve bu yolla para kazanılması caizdir. İbn Abbâs suret yapmak isteyen ve bu maksatla soru soran kimseye şöyle demiştir: Eğer bu işi mutlaka yapacak isen, ağaçların ve canı olmayan varlıkların suretini yap. Bunu da Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, III, 1670. Bu işin yasaklığı ise, belirtmiş olduğumuz husus dolayısıyla -Allahu alem- daha uygundur, İleride buna dair daha etraflı açıklamalar yüce Allah'ın izni ile Sebe' Sûresi'nde (34/13. âyet, 2. başlık ve devamında) gelecektir. Daha sonra yüce Allah azarlayıcı bir üslûpla: "Allah ile birlikte bir ilâh mı var?" Yüce Allah ile birlikte bu hususta ona yardımcı olacak bir mabud mu var? "Hayır, onlar sapan bir kavimdirler." Yani onlar Allah'a başkalarını eş tutan kimselerdir. Burada; 'in; (mealde olduğu gibi) "haktan ve doğru yoldan sapan kimseler" yani inkar edip kâfir olan kimseler" anlamında olduğu da söylenmiştir. Şöyle de denilmiştir: "İlah" âyeti "ile birlikte" dolayısıyla merfudur. Bunun da takdiri "Vay sizin halinize! Allah ile birlikte bir ilâh mı var?" şeklindedir. "Allah ile birlikte..." âyeti üzerinde vakıf yapmak güzeldir. 61Yoksa yeri barınılabilir halde yaratan, aralarında akar sular var eden, orada sabit dağlar yaratan ve iki deniz arasında engel kılan mı? Allah ile birlikte bir ilâh mı var? Hayır, onların çoğu bilmezler. "Yoksa yeri barınılabilir" karar kılınan "halde yaratan, aralarında" ya ni yerin ortasında "akar sular var eden" bu da yüce Allah'ın: "Bunların arasında da bir ırmak akıtmıştık" (el-Kehf, 18/33) âyetini andırmaktadır. "Orada sabit dağlar yaratan" yani orayı tutan ve (gereksiz) hareketlenmeden engelleyen dağlar var eden "ve İki deniz arasında engel kılan mı?" Acı su, tatlı suya karışmasın diye kudretinin bir tecellisi olarak bir engel var eden mi? İbn Abbâs dedi ki: Kendi kudretinden bir sultan var eden mi? demektir. Ne bu öbürünü değiştirir, ne öbürü berikini değiştirir. "Haciz: Engel"in masdarı olan "hacz" alıkoymak, engellemek demektir. "Allah ile birlikte bir ilâh mı var?" Yani bütün bunları O'ndan başkasının yapmaya muktedir olmadığı sabit olduğuna göre niçin fayda da veremeyen, zarar da veremeyen varlıklara ibadet ediyorlar? "Hayır, onların çoğu bilmezler." Yani sanki onlar Allah'ı bilmiyor gibidirler. Onlar yüce Allah'ın hakkında inanılması gereken vahdaniyetini bilmemektedirler. 62Yoksa bunalmış olana kendisine dua ettiğinde duasını kabul edip, o kötülüğü gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri yapan mı? Allah ile birlikte İlâh mı vardır? Ne kadar az düşünüyorsunuz? Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1- Bunalmış Olanın Duasını Kabul Eden: Yüce Allah'ın: "Yoksa bunalmış olana kendisine dua ettiğinde, duasını kabul edip..." âyetinde geçen "el-muztarr; bunalmış olan" kimse İbn Abbâs'ın dediğine göre zaruret sahibi, çaresizlik içerisinde kalmış ve bunalmış kimse demektir. es-Süddî de: Hiçbir güç ve takati olmayan kimse demektir. Zünnun da: Allah'ın dışındaki herkesden bütün ilişkileri koparmış olan kimsedir, diye açıklamıştır. Ebû Ca'fef ile Ebû Osman en-Nisaburî: Bu müflis (iflas etmiş) kimsedir. Sehl b. Abdullah da: Yüce Allah'a dua etmek üzere ellerini kaldırıp da daha önceden yapmış olduğu itaat türünden herhangi bir ameli bulunmayan kimse demektir. Bir adam Malik b. Dinar'a gelip şöyle dedi: Allah adına ben senden bana dua etmeni istiyorum. Çünkü ben bunalmış (muztar) bir kimseyim. O da şöyle dedi: O halde sen O'na dua et. Çünkü O, kendisine dua ettiği vakit muztar (bunalmış) olanın duasını kabul eder. Şair şöyle demektedir; "İş benim için çokça daralmışken Allah'a dua ederim, Fazla vakit geçmeden bu bunalmışlığım açılır, Nice kardeş vardır ki, karşısında çıkış yolları tıkanmıştır, Fakat Allah'a dua edince, o yollar için çıkış bulmuştur." 2- Bunalmış Olanın Yapacağı Dua: Ebû Dâvûd et-Tayâlisî'nin, Müsned'inde Ebû Bekre'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunalmış (muztar) kimsenin duası hakkında şöyle buyurmuştur: "Allah'ım ben Senin rahmetini ümit ederim. Bunun için bir göz açıp kırpacak kadar bir süre dahi beni bana bırakma! Benim için bütün işlerimi Sen düzelt. Senden başka hiçbir ilâh yoktur." Ebû Davûd et-Tayalisî, Müsned, 1, 117; Müsned, V, 42. 3- Bunalmış Olanın Duasının Kabulü: Yüce Allah kendisine dua etmesi halinde bunalmış olanın duasını kabul edeceğini taahhüt etmekte ve bu hususta kendi zatı hakkında böylece haber vermektedir. Çünkü zorunlu olarak O'na sığınmak, İhlasın bir neticesidir. Kalbin O'ndan başka herkesten ilişkiyi koparmasının bir belirtisidir. Yüce Allah'ın nezdinde ise İhlasın önemli bir yeri ve bir mükâfatı vardır. Bu ister mü’minin ortaya koyduğu bir tavır olsun, ister kâfirin, ister itaatkar bunu yapsın, ister günahkar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "... Nihayet siz gemilerde bulunduğunuz zaman, onlar da içindekileri güzel bir rüzgar ile götürüp kendileri de bununla sevindikleri sırada o gemilere şiddetli bir fırtına gelip çatar. Her taraftan da şiddetli dalgalar onlara hücum etmeye başlayıp kendilerinin çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları bir sırada dinlerini yalnızca Allah'a hâlis kılanlar olarak O'na şöyle dua ederler: Yemin olsun ki, eğer bizi kurtarırsan, muhakkak şükredenlerden oluruz." (Yûnus, 10/22); "Onları karaya kurtarınca da bakarsın ki onlar ortak koşarlar." (el-Ankebut, 29/35) Yüce Allah onların çaresizlikten bunaldıkları bir sırada ihlâs ile dua ettikleri vakit dualarını kabul etti. Bununla beraber onların tekrar şirk ve küfürlerine geri döneceklerini de biliyordu. Yüce Allah: "Gemiye bindiklerinde dini yalnız Allah'a hâlis kılanlar olarak O'na yalvarırlar" (el-Ankebut, 29/65) diye buyurmaktadır. Buna göre o çaresiz kalıp, bunalmış olanın duasını çaresizliği ve ihlası dolayısı ile kabul eder. Hadiste de şöyle buyurulmaktadır: "Üç dua vardır ki, kabul olunur; bunda hiçbir şüphe yoktur: Mazlumun duası, yolcunun duası ve babanın evladına duası." Ebû Dâvûd, II, 89; Tirmizî, IV, 314, V, 502; Müsned, II, 25«, 348; Muhammed b. Selâme el-Kudaî, es-Şihâb, I, 208. Bunu eş-Şihab sahibi zikretmiş olup, sahih bir hadistir. Müslim'in, Sahih'inde de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan nakledildiğine göre o Muaz (b. Cebel)'e kendisini Yemen'e gönderdiğinde şöyle demiştir: "Bir de mazlumun bedduasından sakın. Çünkü onun duası ile Allah arasında hiçbir perde yok tur." Müslim, I, 50; Buhârî, II, 364; Tirmizî, III, 21, IV, 368; Ebû Dâvûd, II, 104; İbn Mâce, 1, 56H. Yine eş-Şihab adlı eserde şöyle denmektedir: "Mazlumun duasından çekinin. Çünkü o bulutlar üzerinde taşınır da şanı yüce ve mübarek olan Allah şöyle buyurur: İzzetim ve celalim hakkı için bir süre sonra dahi olsa mutlaka sana yardım edeceğim. " el-Kudaî, a.g.e., I, 427; el- Heysemî, Mecmau'z-Zevaîd, X, 152. Bu da sahih bir hadistir, el-Âcurrî de Ebû Zerr yoluyla gelen hadiste Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu kaydetmektedir: "Şüphesiz ben o duayı geri çevirmem, isterse bir kâfirin ağzından çıkmış olsun. " Ebû Hüreyre'den rivâyete göre Peygamber Efendimiz: "Mazulumun duası kabul edilir. İslerse günahkâr olsun", Mecmau'z-Zevaid, X, 151. O çaresizliği dolayısıyla, ihlâsının öneminden ötürü ve kereminin bir gereği olarak mazlumun duasını kabul eder, Böylelikle onun ihlâsına karşılık verir, isterse kâfir olsun. Aynı şekilde din bakımından günahkâr bir kimse' dahî olsa böyledir. Demek ki, günahkârın günahı, kâfirin küfrü, O'nun mutlak egemenliğinin hükümdarlığını herhangi bir şekilde eksiltmez ve gevşetmez. Dolayısı ile bunalmış olan kimse hakkında vermiş olduğu hüküm, onun duasını kabul etmesine de engel değildir. Mazlumun duasının kabul edilmesini de şanı yüce Allah'ın ona zulmedeni kahretmek yahut ona kısas uygulamak ya da onu kahredecek bir başka zalimi musallat etmek suretiyle, yüce Allah'ın dilediği herhangi bir şekilde ona zulmedene karşı yardımcı olması ile açıklanmıştır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte Biz zâlimlerin kimini kimine böylece musallat ederiz." (el-En'am, 6/129) Hazret-i Peygamber'in hadisinde mazlumun duasının çabucak kabul edileceğini, "bulutlar üzerinde taşınır" ifadesi ile pekiştirmektedir. Bunun da anlamı -Allahualem- şöyledir: Yüce Allah mazlumun duasını karşılamak ve bunu bulutların üzerinde taşımak üzere melekleri görevlendirmiştir. Onlar da bu duayı alıp semaya yükseltirler. Sema ise duanın kıblesidir. Buna sebeb ise meleklerin tümünün görmesidir. İşte böylece mazluma yardımı da tahakkuk eder, melekler de mazlumun duasının kabul edilmesi için -ona merhametleri dolayısıyla- şefaat ederler. Bu ifadeler genel olarak zulümden sakındırmaktadır. Çünkü zulüm Allah'ın gazabını gerektirdiği gibi, Allah'a bir İsyan, O'nun emrine muhalefettir. Yüce Allah peygamberinin ifadeleriyle Müslim'in Sahih'inde ve diğerlerinde şöyle buyurmaktadır: "Ey kullarım, şüphesiz ki Ben zulmü kendime haram kıldım. Ben onu kendi aranızda da haram kıldım. O halde birbirinize zulmetmeyiniz... " Müslim, IV, 1994. O halde mazlum kimse "bunalmış (çaresiz kalmış)" bir kimsedir. Yolcunun hali de buna yakındır, çünkü yolculukta bulunan bir kimse ailesinden, vatanından uzaktadır. Yanında dost ve samimi arkadaş yoktur, kalbi mutluluk verecek hiçbir şey dolayısıyla huzur bulmaz, garibliği dolayısıyla da yardımcısı olmaz. Dolayısıyla onun da yüce Mevlaya kesin muhtaç oluşu ortadadır. Bundan dolayı yüce Allah'a sığınmasında ihlâs bulunur. Kendisine dua ettiği vakit bunalmışın duasını kabul eden de yüce Allah'tır. Aynı şekilde babanın evladına duası (bedduası) da böyledir. Babanın evladına olan düşkünlük ve şefkati bilinen bir husustur. Evladına beddua etmesi ancak ona karşı hiçbir şey yapamayacağı, gerçekten bunaldığı, evladının kendisine iyi davranmaktan ümidini kestiği, bununla beraber evladının kendisine eziyet ettiği bir zamanda mümkün olur. İşte o vakit de Cenab-ı Hak onun yaptığı bedduayı çabucak kabul eder. "O kötülüğü" yani zarureti çaresizlik ve bunalmışlığı el-Kelbî'nin ifadesine göre zulmü "gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri" yani sakinleri "yapan mı?" Çünkü bir kavmi helâk ederken, başka kavimleri vareder. "Kitabu'n-Nekkaş"da da şöyle denilmektedir: Yani sizin evlatlarınızı, sizin halefiniz kılar. el-Kelbî dedi ki: Kâfirlere halef kılar ve sizi onların topraklarına yerleştirir. Onların küfürlerinden sonra da mü’minler Allah'a itaat etmeye başlar. "Allah ile birlikte ilâh mı vardır?" Bu da azarlamak üslubu ile söylenmiştir. Sanki, yazıklar olsun size, Allah'la beraber bir ilâh mı olur? demiş gibidir. Buna göre "ilâh" lâfzı: "İle birlikte "ile merfudur. Bununla birlikte; "Allah ile birlikte bunları yapan bir başka ilâh mı var ki ona ibadet edesiniz?" takdiri ile merfu olması da mümkündür. Burada vakıf "Allah ile birlikte" âyeti üzerinde yapılırsa, güzel bir vakıf olur. "Ne kadar az düşünüyorsunuz?" Ebû Amr, Hişam ve Ya'kub haber olmak üzere "ya" ile; "Düşünüyorlar?" şeklinde okumuşlardır. Yüce Allah'ın: "Hayır, onların çoğu bilmezler" âyeti ile "Allah koştukları ortaklardan çok yücedir" âyetinde olduğu gibi. Hem bu âyetten önce, hem de bu âyetten sonra haber olarak (fiilleri "ya" ile) zikretmiştir. Ebû Hatim de bunu tercih etmiştir, diğerleri ise yüce Allah'ın: "Ve sizi yeryüzünün halifeleri yapan mı?" âyeti dolayısıyla hitab olmak üzere "te" ile (ne kadar az düşünüyorsunuz! anlamında) okumuşlardır. 63Yoksa kara ve denizin karanlıklarında size yol gösteren ve rahmetinin önünde müjde olarak rüzgârları gönderen mi? Allah ile birlikte bir ilâh mı var? Allah, koştukları ortaklardan çok yücedir. "Yoksa" gece ve gündüz kendilerine doğru yol aldığınız ülkelere yolculuk yaptığınız sırada "kara ve denizin karanlıklarında size" gideceğiniz yolu "gösteren..." Şöyle de denilmiştir: O herhangi bir alâmeti bulunmayan kara geçitlerini yaratmıştır. Deniz dalgaları ise tıpkı karanlıkları andırmaktadır. Çünkü oralarda kendileri vasıtası ile yolun bulunabileceği herhangi bir alâmet yoktur. "Ve rahmetinin önünde müjde olarak rüzgarları gönderen mi?" Burada te'vil bilginlerinin ittifakı ile yağmurdan önce demektir. "Allah ile birlikte" bunları yapan ve bu hususta ona yardımcı olan. "bir İlâh mı var?" "Allah" kendisine "koştukları ortaklardan çok yücedir." 64Yoksa ilkin yaratan, sonra da onu tekrar var edecek olan, gökten ve yerden size rızık veren mi? Allah ile birlikte başka bir İlâh mı varmış? De ki: Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi delilinizi getirin. "Yoksa ilkin yaratan, sonra onu tekrar var edecek olan..." Onlar yüce Allah'ın yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul ediyorlardı. Böylelikle onları öldükten sonra dirilişi kabul etmek zorunda bırakmaktadır. Yani O, ilkin yaratmaya kadir olduğuna göre -zorunlu- olarak tekrar yaratmaya da kadirdir ve bu O'nun için daha bir kolaydır. "Allah ile birlikte" yaratan, rızık veren, ilkin var eden ve tekrar yaratacak olan "başka bir ilâh mı varmış? De ki: Eğer doğru söyleyenler iseniz haydi delilinizi" yüce Allah'ın ortağı olduğuna dair delilinizi yahutta Allah'tan başka bu görülen varlıklardan herhangi birisini yaratmış bir kimsenin bulunduğuna dair delilinizi "getirin." 65De ki: "Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez. Onlar ne vakit diriltileceklerini de bilmezler." "De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez" âyeti ile ilgili olarak kimi ilim adamı şöyle demiştir: O gaybını yaratıklarından gizlemiştir. Kullarından herhangi bir kimse yüce Allah'ın imtihanından yana emin olmaması için, hiç kimse O'nun gaybına muttali olamaz. Denildiğine göre âyet-i kerîme, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a müşriklerin kıyâmetin kopmasına dair soru sormaları üzerine nazil olmuştur. Buradaki "Kimse" lâfzı ref mahallindedir. Yani: De ki: Allah'tan başka hiçbir kimse gaybı bilemez. Burada; "Kimse" lâfzı 'den bedeldir. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır. el-Ferrâ'' da şöyle demiştir: "Başka" anlamındaki istisna edatından sonra (müstesnanın) merfu gelmesi, bu edattan önceki ifalerin cahd (inkâr, red) olmasından dolayıdır. Bu da bir kimsenin: "Babandan başka kimse gitmedi" demesine benzer, mana birdir. ez-Zeccâc dedi ki: Bunu nasb ile okuyanlar da istisna olmak üzere nasbetmişlerdir. Yani ifadede bir istisna vardır. en-Nehhâs dedi ki: ben onun bu âyet-i kerimeyi bir müneccimin (yıldız falcısının) söylediklerini doğru kabul eden kimseye karşı delil gösterirken dinledim ve bu arada: Böyle bir kimsenin bu âyet-i kerimeyi İnkar etmiş olacağından korkarım, demişti. Derim ki; Bu husus, yeterli açıklamalarla beraber daha önceden el-En'âm Sûresi'nde (6/59- âyet, 2. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Âişe (radıyallahü anha) dedi ki: Kim Muhammed'in yarın ne olacağını bildiğini iddia ediyor ise hiç şüphesiz yüce Allah'a karşı büyük bir iftirada bulunmuş olur. Çünkü yüce Allah: "De ki; Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez." diye buyurmaktadır. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir Müslim, I, 159; Tirmizî, V, 262; Müsned, VI, 49. Rivâyete göre Haccac'ın huzuruna müneccim bir şahıs girmiş, Haccac onu tutuklamış. Sonra eline saydığı bir kaç çakıl taşı almış, sonra da: Elimde kaç tane çakıl taşı var diye sormuş. Müneccim hesap yaptıktan sonra şu kadar deyip, isabet ettirmiş. Bir daha onu bir yerde tuttuktan sonra bu sefer saymaksızın bir kaç çakıl taşı almış ve elimde kaç tane çakıl taşı var demiş. Müneccim yine hesap etmiş fakat bu sefer yanılmış. Tekrar hesab etmiş, tekrar yanılmış, sonra şöyle demiş: Ey emir, zannederim sen de bunların kaç tane olduklarını bilmiyorsun. Haccac, hayır bilmiyorum deyince, müneccim: O zaman ben isabet ettiremem demiş. Peki aradaki fark nedir? diye sorunca şu cevabı vermiş: Birincisinin kaç tane olduklarını sen saydın. Dolayısıyla bunlar gaybın sınırları dışına çıkmış oldu. Şimdikileri ise saymadın, o bakımdan bunlar bir gaybdır ve: "Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez." Bu husus daha önceden Al-i İmrân Sûresi'nde (3/7. âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. 66Halbuki âhirete dair bilgileri ardarda (kendilerine) ulaştırılmıştır. Onlar ise bundan yana şüphe içindedirler. Bilakis onlar, ona karşı kördürler. "Halbuki âhirete dair bilgileri ardarda (kendilerine) ulaştırılmıştır." Aralarında Âsım, Şeybe, Nâfi, Yahya b. Vessâb, el-A'meş, Hamza ve el-Kisaînin de bulunduğu çoğu kimse "Ardarda ulaştırılmıştır" anlamı verilen lâfzı; diye okumuşlardır. Bu farklı kıraatlerin ne anlama geldiği, biraz sonra merhum müfessir tarafından açıklanacaktır. Buna karşılık Ebû Ca'fer, İbn Kesîr, Ebû Amr ve Humeyd ise "idrâk: yetişmek, ulaşmak"dan gelen bir fiil olarak; "Ulaştı, geldi" diye okumuşlardır. Atâ b. Yesar ile kardeşi Süleyman b. Yesar ve el-A'meş ise hemzesiz ve şeddeli olarak; diye okumuşlardır. İbn Muhaysın ise istifham olmak üzere; diye okumuştur. İbn Abbâs "ya" ile birlikte; "Evet" diye ve; şeklinde kat' hemzesi ile "dal" harfi şeddeli ve ondan sonra da bir "elif" ile okumuştur. en-Nehhâs dedi ki: Bunun isnadı sahih bir isnaddır. Rivâyet Şu'be yoluyla gelmekte olup, onu İbn Abbâs'a merfu olarak rivâyet etmektedir. Harun el-Karf de Ubeyy'in kıraatinin; şeklinde olduğunu iddia etmiştir, es-Sa'lebî'nin naklettiğine göre ise Ubeyy'in kıraatinde; şeklindedir. Araplar eğer sözün başında istifham var ise; ile 'i birbirlerinin yerine kullanmaktadır. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Allah'a yemin ederim ki bilemiyorum, Selma mı (renk renk boyanmakla) gulyabani'ye benzedi, Yoksa hepsi mi benim sevgilimdir. " Burada Kurtubrde birinci mısraın sonundaki "tekavvelet" kelimesi "teğavvelet: Gulyabani'ye benzedi", ikinci mısranın başındaki "el-kavl kelimesi" en-nevm: uyku" kelimesi kabul edilerek tercüme edilmiştir. Bu şekildeki düzeltme ise el-Ferrâ'', Meani'l-Kur'ân, II, 299'e göre yapılmıştır. Burada görüldüğü gibi edatı anlamında kullanılmıştır. en-Nehhâs dedi ki: Birinci ve sonuncu kıraatlerin anlamı birdir. Çünkü ın aslı şeklindedir. Burada "dal" harfi "te"ye idgam edilmiş ve vasl elifi getirilmiştir. Bunun ne anlama geldiği hususunda da iki görüş vardır. Birincisine göre anlam şöyledir Onların âhirete dair bilgileri mükemmellik derecesine ulaşmıştır. Çünkü onlara vaadolunan herbir şeyi gözleriyle görmüş bulunuyorlar, böylelikle onların ilmi mükemmellik derecesindedir. Diğer görüşe göre anlam şöyledir: Onların âhirete dair bilgileri arka arkaya gelmiştir. Onlar olacak da dediler, olmayacak da dediler. İkinci kıraatin anlamı hususunda da yine iki görüş vardır. Birincisine göre anlam, onların âhiret hakkındaki bilgileri kemale ermiştir, bu da birincisi gibidir. Mücahid dedi ki: Yani onların âhiret hakkındaki İlimleri idrâk edilecektir. Onlar âhireti bilmenin kendilerine fayda vermeyeceği bir zamanda, âhireti gözleriyle görecekleri vakit o bilgiyi de bilmiş olacaklardır. Bunun onlara fayda vermeyiş sebebi İse, dünyada iken yalanlayıcılardan olmalarıdır. İkinci görüşe göre de anlam inkar manasınadır. Bu da Ebû İshak'ın görüşüdür. O bu görüşün doğruluğuna bundan sonra: "Bilakis onlar ona karşı kördürler" âyetini delil göstermektedir. Yani onların bilgileri âhireti bilecek noktaya erişmemiştir. Şöyle de açıklanmıştır: Onların âhiret hakkındaki bilgileri sapmıştır ve şaşmıştır. Onların bu hususta herhangi bir bilgileri yoktur. Üçüncü kıraat ise; şeklindedir ki bu da; 'in yani birinci kıraatini anlamı ile aynıdır. Çünkü kipi ile kipi aynı anlamda gelebilir. Bundan dolayı, ifadesi, anlamında kullanıldığı takdirde, sahih bir kullanış olarak kabul edilmiştir. Dördüncü kıraate gelince, bunun anlamı ile ilgili olarak sadece bir görüş vardır. Bunda da inkâr anlamı söz konusudur. Bir kimsenin: Seninle ben mi çarpıştım (çarpışmadım anlamında) demesine benzer. Bu durumda anlam: Onlar bu bilgiyi elde edememişlerdir, olur. İbn Abbâs'ın kıraatinin anlamı da buna racidir. İbn Abbâs dedi ki: "Hayır, onların âhiret hakkındaki bilgileri erişmemiştir" yani onların bilgileri bu noktaya ulaşmamıştır. el-Ferrâ' dedi ki: Bu güzel bir açıklamadır. Sanki o bu açıklamasını öldükten sonra dirilişi yalanlayanlar ile bir çeşit alay diye yorumlamış gibidir. Mesela senin yalanladığın bir kimseye: Hayır, yemin olsun ki sen selefe ulaşmış bulunuyorsun ve sen benim rivâyet etmediğim şeyleri rivâyet ediyorsun. Bu sözlerden maksat ise muhatabı yalanlamaktır. Yedinci bir kıraat; "lâm" harfi üstün olarak; şeklindeki kıraattir. Burada "lâm" harfinin üstün okunması, üstünün hafifliğinden ötürüdür. Buna benzer bir kıraat şekli Kutrub'dan "Geceleyin kalk" (el-Müzzemmil, 73/2) âyetinde nakledilmiştir. Burada (esre yerine) üstün okumuştur. Aynı şekilde; "Elbiseyi sat" ve benzeri kullanımlarda böyledir. ez-Zemahşerî (el-Keşşaf)'da. şunu nakletmektedir: Bu âyet ikHıemze ile; diye de okunmuştur. İki hemze arasında bir elif ile; diye okunmuştur, şeklinde, şeklinde ve; şeklinde de okumuştur. Böylelikle oniki kıraat şekli ortaya çıkmaktadır. Zemahşerî daha sonra bu kıraat şekillerini izah etmeye koyulur ve şöyle der: Eğer kıraatinin istifham anlamı ile okunması nasıl açıklanır diye soracak olursan derim ki: Bu, onların bilgilerinin bu noktaya ulaştığını inkâr etmek anlamında bir istifhamdır. Aynı şekilde; ile diye okuyanların kıraati de böyledir. Çünkü burada; ile soru hemzesi anlamındadır. şeklinde istifham ile okuyanların kıraatine gelince, bunun da anlamı şudur: Evet, onlar ne zaman diriltileceklerinin farkındadırlar. Daha sonra onların kıyâmetin ne zaman kopacağına dair bilgi sahibi olmadıklarını belirtmektedir. Onların kopacağına dair bilgilerinin olmadığını belirttiğine göre; ne zaman gerçekleşeceğine dair herhangi bir bilgileri veya şuurları (farkına varmaları) da gerçekleşmez. Çünkü olacak bir şeyin vaktine dair bilgi, olacak şeyin oluşu ile ilgili bilgiye tabidir. "Âhirete dair" âhiret ile İlgili ve âhiretin anlamı ile İlgili demektir. "Bilakis onlar" dünya hayatında "ona karşı" kalpleriyle "kördürler." "Kördürler"in tekili dır. Tekilinin olduğu da söylenmiştir. Aslı ise; olup, iki sakinin arka arkaya gelmesi dolayısıyla "ya" hazfedilmiştir. Harekenin ağırlığı dolayısıyla da harekelenmesi câiz değildir. 67Kâfirler dediler ki: "Biz ve babalarımız toprak olduktan sonra mı, gerçekten tekrar çıkartılır mıyız?" "Kâfirler" Mekke müşrikleri "dediler ki: Biz ve babalarımız... gerçekten tekrar çıkartılır mıyız?" anlamındaki âyetini Nafî' burada ve el-Ankebût Sûresi'nde (29/29. âyette) böyle Tek soru ile. Buna göre meal: "Hiz ve bahalarımız toprak olduktan sonra gerçekten tekrar çıkartılır mıyız?" şeklinde olur. okumaktadır. Ebû Amr (mealdeki gibi) iki istifham (soru) ile okumuştur. Ancak o hemzeyi hafif okumuştur. Âsım ve Hamza da istifham ile ve iki hemzeyi de tahkik ile okumuşlardır. Sözünü ettiğimiz bütün bu hususlar her iki sûrede de aynı şekildedir. el-Kisaî, İbn Âmir, Ruveys ve Ya'kub şeklinde iki hemze ile; "Gerçekten biz" lâfzını da bu sûrede haber olmak üzere iki "nun" ile okumuşlardır. Buna göre de meal: 1L... toprak olduktan sonra mı, gerçekten çıkartılacağız?" şeklinde olur. el-Ankebut Sûresi'nde ise iki istifham ile okumuşlardır. Ebû Cafer en-Nehhâs dedi ki: Biz ve babalarımız toprak olduktan sonra gerçekten çıkartılır mıyız?" şeklindeki kıraat hatta uygundur ve güzel bir kıraattir. Ancak bu hususta Ebû Hatim ona itiraz eder ve şu anlamdaki sözleriyle bu itirazını dile getirir: istifham değildir. ise bir istifhamdır. Ayrıca bunda bir de "Gerçekten" edatı da vardır. Peki istifhamdan sonra gelen bu edat kendisinden önceki ifadelerde nasıl amel edebilir? Aynı şekilde bu edattan sonraki ifadeler de ondan öncekilerde nasıl amel edebilir? ve -muhakkak Zeyd yarın gidecek anlamında: nasıl denilebilir? Eğer bunda istifham da varsa, böyle bir kullanımın doğru olma ihtimali daha da uzak olur. Evet, bu hususa dair soru sorulacak olursa belirttiği hususlar dolayısıyla cevaplandırılması zordur. Ebû Cafer (en-Nehhâs) dedi ki: Ben Muhammed b. el-Velid'i şöyle derken dinledim: Biz Ebû'l-Abbas'a Kur'ân-ı Kerîm'den zor ve içinden kolay kolay çıkılamayan bir ayete dair soru sorduk. O da yüce Allah'ın şu âyetidir: "Kâfirler dediler ki: 'Siz çürüyüp, paramparça olduktan sonra muhakkak yeniden yaratılırsınız diye size haber veren bir adamı gösterelim mi size?" (Sebe', 34/7) Dedi ki: "Şayet: (mealde:) sonra edatında: "Size haber veren" âyetinin amel ettiği kabul edilirse bu imkansızdır. Çünkü o, o vakit onlara bu haberi vermeyecektir. Eğer bunda: "Muhakkak"dan sonrasının amel ettiği kabul edilirse, o zaman anlam doğru olur, ancak Arapça kaideleri açısından bu edatın öncesinde gelen İfadelerin, sonrasında gelenlerde amel etmesi bir hatadır. Bu (cevabı) açık bir sorudur ve ben bu cevabın âyetin bulunduğu sûrede zikredilmesini uygun gördüm. Ebû Ubeyd İse Nâfî'in kıraatine meylederek iki istifhamın bir arada bulunmasını reddederek yüce Allah'ın: "Eğer o ölür veya öldürülürse, ökçelerinizin üstünde geriye mi döneceksiniz?" (Al-i İmrân, 3/144) âyeti ile; "Sen ölürsen eğer, onlar ebedi mi kalacaklar?" (el-Enbiya, 21/34) âyetlerini delil göstermiştir. Ebû Amr, Âsım, Hamza, Talha ve el-A'rec'e verilen bu cevap hiçbir şeyi gerektirmemektedir (itiraz olarak bir değeri yoktur.) Onun getirdiği örneklerin de bu âyete benzer bir tarafı yoktur. Aralarındaki fark da şudur: Şart ve cevabı tek şey gibidir, yüce Allah'ın: "Sen ölürsen eğer onlar ebedi mi kalacakla?" (el-Enbiya, 21/34) âyeti yani sen ölürsen onlar ebedi bırakılacaklar mı? demektir. Bunun bir benzeri de "Gitmekte olan Zeyd midir?" ifadesidir. Halbuki; şeklinde (iki istifham edatı kullanılmak suretiyle) denilmez. Çünkü bu aynı şey gibidir, âyet-i kerimede ise durum böyle değildir. Zira ikincisi başlı başına bir cümledir. O bakımdan onda istifham uygun düşmektedir. Birincisi de istifhamın uygun düştüğü bir ifadedir. İkincisinden istifhamı kaldırıp birincisinde kabul ederek "Biz ve atalarımız toprak olduktan sonra şüphesiz biz..." diye okuyup, ikincisinden istifhamı hazfedenlerin bu okuması da ifadede -inkâr anlamında- bu istifhama delil bulunmasından dolayıdır. 68"Yemin olsun ki bundan önce biz de, atalarımız da bununla tehdit olunmuştuk. Bu eskilerin masallarından başka bir şey değildir." "Yemin olsun ki bundan önce biz de, atalarımız da bununla tehdit olunmuştuk. Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir." Âyetine dair açıklamalar daha önce el-Mu'minun Sûresi'nde (23/82-83- âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Peygamberler ileri derecede sakındırmak maksİsmi ile öldükten sonra dirilisin yakın olduğunu özellikle hatırlatıyorlardı. Zaten gelecek olan herbir şey pek yakın demektir. 69De ki: "Yeryüzünde gezip günahkârların sonunun nasıl olduğunu bir görün!" Şu kâfirlere "de ki: yeryüzünde" Şam, Hicaz ve Yemen topraklarında "gezip günahkârların" peygamberlerini yalanlayanların "sonunun nasıl olduğunu" kalplerinizle ve gözlerinizle "bir görün!" 70Onlara üzülme, kurdukları düzenlerden dolayı da sıkılma! "Onlara" îman etmeyecek olurlarsa Mekke kâfirlerine "üzülme, kurdukları düzenlerden dolayı da sıkılma" kalbin daralmasın! Bu âyetlerin kendi aralarında Mekke'nin yollarını bölüştürerek (Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile) alay eden kimseler hakkında inmiştir. Daha önce (el-Hicr, 15/89-90. âyetlerin tefsirinde) bunlardan söz edilmişti. "... da sıkılma" âyetindeki; lâfzı esreli olarak diye de okunmuştur. Buna dair açıklamalar en-Nahl Sûresi'nin sonlarında (16/123. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır, 71Derler ki: "Eğer doğru söylüyor iseniz, bu tehdidiniz ne zaman (gerçekleşecek)?" "Derler ki: Eğer doğru söylüyor iseniz, bu tehdidiniz" yani yalanlamamız sebebiyle bize geleceğini söylediğiniz azâbın vakti "ne zaman" gerçekleşecek? 72De ki: "O acele ettiğinizin bir bölümü hemen ardınızda bulunuyordur, belki." "De ki: O acele ettiğinizin" İbn Abbâs’ın dediğine göre çabuk gelmesini istediğiniz azâbın "bir bölümü hemen ardınızda bulunuyordur." Size çokça yaklaşmıştır "belki." "Hemen ardında bulunmak" tabiri bir şey diğerinin arkasında olup, hemen peşinden gelmeyi ifade eden; " Hemen onun arkasından geldi" tabirinden alınmıştır; "...nızda" lâfzında da "lâm" harfinin gelişi ise anlamın; "Size yaklaştı, yakınınıza geldi" şeklinde oluşundan dolayıdır. Yahutta bu harf mastara taalluk etmektedir. Anlamının sizinle birliktedir şeklinde olduğu da söylenmiştir. İbn Şecere de: O hemen sizin arkanızdan gelmektedir, diye açıklamıştır. "Kadının arkası" tabiri de buradan gelmektedir, çünkü o ona tabi ve onun arkasında bulunmaktadır. Ebû Züeyb'in şu beyiti de bu kabildendir: "Saçını ayırdığı yerlerdeki siyah saçlar beyazlaştı, Hemen (siyahın) arkasından gelen ağarmış beyaz saçlara, merhaba diyemem." el-Cevherî de şöyle demektedir: Arkasından bir iş geldi, şekli, 'in bir başka söyleyişidir. Tıpkı "Arkasından geldi" gibi, Huzeyme b. Malik b. Nehd de şöyle demektedir: "el-Cevza (ikizler), süreyya (Ülker) yıldızının, hemen arkasından geldi mi. Ben de Fatıma hanedanı hakkında türlü zanlar beslerim." Burada iki Kariz'den (yücelik sahibi) birisi olan Yezkur b. Aneze kızı Fatıma'yı kastetmektedir. el-Ferrâ'' dedi ki: "Hemen ardınızda bulunuyordu!-" âyeti size çok yakındır, anlamındadır, İşte bundan dolayı; denilmiştir, ile "Onun hemen ardından geldi" ifadeleri aynı anlamdadır. Bu durumda "lâm" te'kid için ilave edilir. Bu açıklama da yine el-Ferrâ'dan nakledilmiştir. Nitekim; "Ona nakit ödedim, ona ölçtüm ve tarttım" ve benzeri ifadelerde de böyledir. "Acele ettiğinizin" acele gelmesini istediğiniz azâbın "bir bölümü" de Bedir günü gerçekleşmiş idi, Bunun kabir azâbı olduğu da söylenmiştir. 73Şüphesiz Rabbin insanlara bir lütuf sahibidir; fakat onların çoğu şükretmezler. 74Muhakkak Rabbin göğüslerinin gizlediklerini de, açığa vurduklarını da elbette bilir. "Şüphesiz Rabbin" onları cezalandırmayı ertelemek ve buna rağmen onlara bol bol rızık vermek suretiyle "insanlara bir lütuf sahibidir, fakat onların çoğu" O'nun lütuf ve nimetlerine "şükretmezler. Muhakkak Rabbin göğüslerinin gizlediklerini" kalblerinde neleri sakladıklarını "da, açığa vurduklarını da" açığa çıkardıkları işlerini de "elbette bilir." İbn Muhaysın ile Humeyd "Gizlediklerini" lâfzını; diye okumuşlardır. Bu da; "O şeyi gizleyip, sakladın" tabirinden alınmıştır. İfadenin burada ve el-Kasas Sûresi'nde (28/69. âyette) ki takdiri: "Göğüslerinin içinde gizledikleri" şeklindedir. Sanki "göğüsler"deki zamir âdeta hareket eden bir beden gibi değerlendirilmiştir. Buna karşılık; diye okuyanların kıraati ise bilinen kıraat şeklidir. Bu da; "O şeyi içimde gizledim" tabirinden alınmıştır. 75Gökte ve yerde gizil olan herşey mutlaka apaçık bir kitaptadır. "Gökte ve yerde gizli olan herşey mutlaka apaçık bir kitaptadır" âyeti ile ilgili olarak el-Hasen şöyle demektedir: Burada "gizli olan şey" kıyâmet demektir. Bunun, onların göremedikleri, onlar için gizli olan sema ve arz azapları olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da en-Nekkaş nakletmiştir. İbn Şecere de şöyle demiştir: Burada sözü edilen "gizli şey" yüce Allah'ın mahlukatından gizleyip sakladığı ve onlar İçin gayb haline getirdiği herbir şeydir. Bu da umumi bir ifadedir. "Gizli şey" anlamındaki; in sonuna he (yuvarlak te) gelmesinin sebebi çoğula işaret içindir, Yani insanlardan, yaratıklardan ne kadar gizli bir husus var ise mutlaka yüce Allah onu bilir ve onu nezdindeki Ana Kitap'ta tesbit etmiştir. Buna göre bunların gizleyip açıkladıkları herbir şey, nasıl olur da O'nun için gizli olabilir? Şöyle de denilmiştir: Herşey Ana Kitap'ta tesbit edilmiştir. Herbir şeyin vakti gelince, onu tayin edilen vaktinde çıkartır. Dolayısıyla bunların acele gelmesini istedikleri azâbın da tayin edilmiş bir vadesi vardır ve ne önce olur, ne de sonraya bırakılır. Buradaki Kitap'tan kasıt Levh-i Mahfuz'dur. Yüce Allah bu Kitap'ta istediği herbir hususu tesbit etmiştir. Bundan maksat ise, bu yolla meleklerinden dilediklerine bu hususları bildirmektir. 76Gerçekten bu Kuran, İsrailoğullarına hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeylerin çoğunu anlatır. "Gerçekten bu Kuran, İsrailoğullarına hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeylerin çoğunu anlatır." Çünkü onlar bir çok hususlarda anlaşmazlığa düşmüşlerdir ve nihayet biri diğerine lanet okuyacak hale gelmiştir. Âyet bunun üzerine nazil olmuştur. Âyetin anlamı şudur: Bu Kur'ân eğer onun gereğini kabul edecek olurlarsa, onlara hakkında ihtilâfa düştükleri bütün hususları açık açık bildirmektedir. Anlaşmazlığa düştükleri hususlar ise Tevrat ve İncil'deki tahrifleri ile kitaplarında (tahrif sonucu) kaldırılmış olan hükümlerdir. 77Muhakkak o, mü’minlere bir hidayet ve bir rahmettir. "Muhakkak o" yani Kur'ân-ı Kerîm "mü’minlere bir hidayet ve bir rahmettir." Özellikle mü’minleri söz konusu etmesi yararlananların onlar olmasından dolayıdır. 78Elbette Rabbin aralarında hükmünü verecektir. Ve O, Aziz'dir, herşeyi bilendir. "Elbette Rabbin aralarında hükmünü verecektir." Yani İsrailoğulları arasında, hakkında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda âhirette hüküm verecek ve haklı olana da, haksız otup batılın peşinden gidene de hakettiği karşılığı verecektir. Şöyle de açıklanmıştır Dünyada aralarında hüküm verecek ve böylelikle onların yaptıkları tahrifler ortaya çıkacaktır. "O, Azizdir" emrine karşı konulamayan, kendisine zarar verilemeyen mutlak galibdir, kendisine hiçbir şey gizli kalmayan "herseyi bilendir." 79O halde sen Allah'a tevekkül et! Çünkü sen şüphesiz apaçık hak üzeresin. "O halde sen Allah'a tevekkül et." Yani sen işini O'na havale et, O'na güven, sana O yardım edecektir. "Çünkü sen şüphesiz apaçık hak üzeresin." Düşünen kimselere doğruyu gösterensin diye de açıklanmıştır, 80Çünkü sen davetini ölülere de İşittiremezsin, arkalarını dönüp gittikleri takdirde sağırlara da işittîremezsin. "Çünkü sen davetini ölülere de işittiremezsln." Maksat düşünmeyi terkettikleri için kâfirlerdir. Çünkü onlar duyuları, akılları bulunmayan ölü gibidirler. Bu âyetin yüce Allah tarafından îman etmeyecekleri, bilinen kimseler hakkında olduğu da söylenmiştir. "Arkalarını dönüp gittikleri takdirde sağırlara da işittiremezsin." Yani verilen öğütleri kabul etmemek suretiyle sağır durumunda bulunan kâfirlere işittiremezsin. Bunlar hayra davet olunduklarında yüzlerini çevirirler ve hiç işitmemiş gibi arkalarını dönüp giderler. Önceden de geçtiği üzere yüce Allah'ın: "Onlar sağırdırlar, dilsizdirler..." (el-Bakara, 2/18) âyeti da buna benzemektedir. İbn Muhaysın, Humeyd, İbn Kesîr, İbn Ebi İshak ve Abbas, Ebû Amr'dan -"işittiremezsin" anlamındaki- âyeti; "İşitmez" şeklinde "ya" ile "mim" harfi üstün; "sağırlara" anlamındaki âyeti da; "Sağırlar (işitmez)" şeklinde, fail olmak üzere merfu okumuşlardır. Diğerleri ise; "İşittirmezsin" şeklinde; "İşittirdin" şeklinden muzari fiil olarak; Sağırlara" lâfzını da nasb ile okumuşlardır. Hazret-i Âişe'nin Bedir'de Öldürülen Müşriklerin Peygamber Efendimizin Seslenmesini İşittiğini Kabul Etmemesi ve Dayanağı: Âişe (radıyallahü anha) Bedir'de öldürülüp kuyuya atıldıktan sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sesini onlara işittirmesini kabul etmezken, bu âyeti delil göstermektedir. O meseleye aklî bir kıyas ile bakmış ve bu âyet-i kerimenin hükmünü benimsemiştir. Halbuki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Sizler onlardan daha iyi işitiyor değilsiniz" diye buyurmuştur, İbn Atiyye dedi ki: Göründüğü kadarıyla Bedir'de cereyan eden bu olay Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için olağanüstü bir olay (bir mucize)dir. Çünkü yüce Allah müşriklere İdrâklerini geri çevirmiş ve onun söylediği sözü bu yolla işitmişlerdir. Eğer Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizlere söylediği sözleri İşittiklerini haber vermemiş olsaydı, onun kendilerine seslenişini geri kalan kâfirlere azarlamak ve mü’minlerin gönüllerini rahatlatmak anlamında bir davranış olarak yorumlayacaktık. Derim ki: Buhârî rivâyet ediyor: Bana Abdullah b. Muhammed anlattı, o Ravh b. Ubade'yi Şöyle derken dinlemiş: Bize Said b. Ebû Arube, Katade'den anlattı, dedi ki: Enes b. Malik'in bize Ebû Talha'dan zikrettiğine göre Allah'ın peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir günü Kureyş'in ileri gelenlerinden yirmidört kişinin Bedir'deki susuz kuyulardan, pis mi pis bir kuyuya atılmalarını emretti. Bir kavme karşı zafer kazandı mı orada üç gün İkamet ederdi. Bedir'de üçüncü günde yük devesinin getirilmesini emretti ve onun üzerine yükleri bağlandı. Sonra yürüyerek yola koyuldu, ashabı da arkasından gitti. Zannederiz, o bir İhtiyacını görmek üzere gitmektedir, diye düşündüler. Nihayet kuyunun ağzına gelip durdu, onların ve atalarının isimlerini zikrederek: "Ey filan oğlu filan, ey filan oğlu filan Allah'a ve rasûlüne itaat etmiş olmanız sizin için daha iyi olmaz mıydı?" diye sesleniyordu. "Çünkü biz Rabbimizin bize vaadettiğinin hak olduğunu gördük. Sizler de Rabbinizin size vaadettiğini hak olarak gördünüz mü?" Bu sefer Ömer (radıyallahü anh): Ey Allah'ın Rasûlü dedi, sen ancak ruhları bulunmayan cesetlerle konuşuyorsun. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Muhammedin nefsi elinde olana yemin olsun ki, sizler benim bu sözlerimi onlardan daha iyi işitmiyorsunuz." Katade dedi ki: Yüce Allah onları söylediği sözleri işittirinceye kadar -onlara azar olsun, onları küçültsün, onlara bir musibet, bir hasret ve bir pişmanlık olsun diye- sözünü onlara işittirdi. Buhârî, IV, 1416; Müsned, IV, 29. Bu hadisi Müslim de rivâyet etmiştir. Müslim, IV, 2202, 2203. Buhârî dedi ki: Bize Osman anlattı, dedi ki: Bize Abde anlattı, o Hişam'dan, o babasından, o İbn Ömer'den dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir kuyusunun başında durup şöyle buyurdu: "Rabbinizin size vaadettiğini hak olarak buldunuz mu?" Daha sonra dedi ki: "Şu anda onlar hiç şüphesiz vaktiyle benim kendilerine söylemiş olduklarımın hakkın kendisi olduğunu bilmektedirler." Sonra şu: "Çünkü sen davetini ölülere de İşittiremezsin" âyetini bitirinceye kadar okudu Buhârî, IV, 1462. Bu âyet-i kerîme Bedir kıssası ile, kabirdekilere selam vermek ile ilgili hadislerle çelişki halindedir. Ayrıca bu hususta ruhların belli bir takım vakitlerde kabirlerin kenarlarında bulunduklarına, ölünün yakınları kendilerini bırakıp gittikten sonra ayak seslerini duyduğunu belirten rivâyetler ve benzeri rivâyetlerle de çelişki halindedir, Çünkü eğer ölü işitmese ona selam ve rilmezdi, bu da açık bir husustur. Biz bunları "et-Tezkire" adlı eserimizde açıklamış bulunuyoruz. 81Körleri de sapıklıklarından doğru yola erdiremezsin. Sen ancak âyetlerimize îman edip teslimiyette olanlara dinletirsin. "Körleri de sapıklıklarından" yani küfürlerinden "doğru yola erdiremezsin." Yani sen kalplerinde imanı yaratabilecek güce sahip değilsin. Hamza bu buyrukları; "Sen körleri sapıklıklarından hidayete iletemezsin" şeklinde; "Körlere doğru yolu sen gösterebilir misin?" (Yûnus, 10/45) gibi okumuştur. Diğerleri ise "Körleri de... doğru yola erdiremezsin" diye okumuşlardır. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim'in tercih ettiği okuyuş da budur. er-Rum Sûresi'nde (30/53. âyette) de bunun gibidir. Hepsi; kelimesi üzerinde vakıf yaptıkları takdirde, bu sûrede "ya' ile vakıf yaparlar. er-Rum Sûresi'nde ise Mushafa tabi olarak "ya"sız vakıf yaparlar, ancak Ya'kub heriki yerde de "ya" ile vakıf yapmıştır. el-Ferrâ'' ile Ebû Hatim ise; şeklindeki okuyuşu da câiz kabul etmişlerdir. Abdullah (b. Mesud)'un kıraatinde ise; şeklindedir. "Sen ancak, âyetlerimize Îman edip teslimiyette olanlara dinletirsin." İbn Abbâs dedi ki: Ancak benim mutlu olması için yarattığım kimselere işittirirsin, işte onlar tevhidde ihlâs sahibi olan kimselerdir. 82O söz aleyhlerine gerçekleşince, Biz onlara yerden bir Dâbbe çıkartırız. Onlara: "İnsanlar âyetlerimize İnanmıyorlardı" diye söyler. Yüce Allah'ın: "O söz aleyhlerine gerçekleşince biz onlara yerden bir Dâbbe çıkartırız. Onlara... söyler" âyetinde geçen: "söz aleyhlerine gerçekleşince" âyeti ile "Dâbbe"nin ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre; "o söz aleyhlerine gerçekleşince" yani aleyhlerine ilahi gazab vacib olunca, demektir. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Mücahid de şöyle demiştir: Bu, onların îman etmeyeceklerine dair aleyhlerinde söz hak olunca, anlamındadır. İbn Ömer ile Ebû Said el-Hudri (r. anhuma) dediler ki: İyiliği emretmeyip kötülükten sakındırmayacak olurlarsa ilahi gazab aleyhlerine vacip olur. Abdullah b. Mes'ûd dedi ki: "Sözün gerçekleşmesi" âlimlerin ölümü, ilmin yok olması ve Kur'ân'ın kaldırılması demektir. Yine Abdullah (b. Mes'ûd) dedi ki: Kaldırılmadan önce çokça Kur'ân okuyunuz. Dediler ki: Peki haydi mushaflar kaldırıldı, ya onu ezberlemiş olanların ezberleri ne olacak? Şöyle dedi: Geceleyin onun üzerine bir yürüyüş tertiplenir, onlar Kur'ân'dan yana kupkuru sabahı ederler. Lâ ilahe illallah'ı unuturlar, cahiliyenin sözlerine ve şiirlerine dalarlar. İşte bu, sözün aleyhlerine gerçekleşeceği vakittir. Derim ki: Bunu Ebubekr el-Bezzâr senedini kaydederek zikreder, el-Bezzârdedi ki: Abdullah b. Yusuf es-Sakafî anlattı, dedi ki: Bize Abdu’l-Mecid b. Abdu’l-Aziz, Mûsa b. Ubeyde'den anlattı. Mûsa Safvan b. Suleym'den, o Abdullah b. Mes'ûd'un oğlundan (Allah ondan ve babasından razı olsun) rivâyete göre; Abdullah dedi ki: Kaldırılmadan ve insanlar onun mekânını unutmadan önce şu Beyt'i çokça ziyaret ediniz. Kaldırılmadan önce şu Kur'ân'ı çokça okuyunuz. Ey Abdu'r-Rahmân, dediler: Haydi mushaflar kaldırıldı diyelim, peki ya onu ezberlemiş olanların kalplerinden nasıl kaldırılacak? Dedi ki: Sabahı edecekler ve bizler bir söz söylüyorduk, bizler bir söz söylüyorduk ama... diyecekler ve bu sefer cahiliye şiirlerine ve cahiliye hikâyelerine dönecekler. İşte bu sözün aleyhlerine hak olacağı zamandır Beyhakî, Şuabu'l-Îman, 11, 355; İbnu'l-Mübarek, ez-Zühd, s, 277. Bir diğer açıklamaya göre sözü edilen "hak olacak söz" yüce Allah'ın şu âyetinde dile getirilmektedir: "Fakat benden sadır olan: Cehennemi... elbette dolduracağım, sözü hak olmuştur." (es-Secde, 32/13) Buna göre sözün gerçekleşmesi bunların hakkında cezanın vacip olmasıdır. İşte bunlar tevbelerinin kabul olunmayacağı ve kendilerinden mü’min bir evladın olmayacağı bir noktaya geldiklerinde, o vakitte kıyâmet kopmuş olacaktır. Bunu da el-Kuşeyrî zikretmektedir. Altıncı bir görüş de şöyledir: Hafsa bint-i Şîrîn dedi ki: Ben Ebû'l-Âl-iyye'ye şanı yüce Allah'ın: "O söz aleyhlerine gerçekleşince biz onlara yerden bir Dâbbe çıkartırız. Onlara... söyler." âyeti hakkında sordum da şöyle cevap verdi: Yüce Allah Nûh (aleyhisselâm)'a: "Kavmimden daha evvel îman etmiş olanlardan başkası asla îman etmeyecektir." (Hud, 11/36) diye vahyetmişti. (Onun bu açıklamasını İşitince) sanki yüzümün üstünde bir perde vardı da, açılmış oldu. en-Nehhâs dedi ki: Bu da verilen güzel cevaplardandır. Çünkü insanlar imtihan edilirler ve geride bırakılırlar. Zira aralarında mü’min ve salih kimseler de vardır. Yüce Allah'ın daha sonra îman edip tevbe edeceğini bildiği kimseler de vardır. Bundan dolayı onlara mühlet verildi ve biz de (îman etmeyenlerden) cizye almakla emrolunduk. İşte bu husus ortadan kalktı mı artık söz aleyhlerine gerçekleşir ve onlar da şanı yüce Allah'ın: "Kavminden daha evvel îman etmiş olanlardan başkası asla îman etmeyecektir." (Hud, 11/36) diye buyurduğu Nûh kavmi gibi olurlar. Derim ki: Üzerlerinde düşünülecek olursa, bütün görüşlerin aynı anlamda olduğu görülecektir. Buna delil ise âyetin sonunda yer alan: "İnsanlar âyetlerimize inanmıyorlardı" âyetidir. Bu âyette; (ûl)'în hemzesi üstün olarak da okunmuştur. Biraz sonra gelecektir, Müslim'in Sahih'inde belirtildiğine göre Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Üç husus ortaya çıktı mı eğer önceden îman etmemiş yahut imanı halinde herhangi bir hayır kazanmamış ise hiçbir nefse imanının faydası olmayacaktır. (Bunlar): Güneşin batıdan doğması, Deccal ve Dabbetu'l-arz'ın çıkmasıdır." Müslim, I, 138; Tirmizî, V, 264; Müsned, II, 445. Bu hadis daha önceden de geçmiş bulunmaktadır. Dâbbe'nin tayini, nitelikleri ve nerden çıkacağı hususunda pek çok görüş ayrılıkları vardır. Biz bunları et-Tezkire adlı eserimizde zikrettiğimiz gibi burada da ondan yüce Allah'ın izniyle yeteri kadar sözedeceğiz. İlk görüş, bu Dâbbe'nin Salih (aleyhisselâm)'ın devesinin yavrusu olduğudur. Bu husustaki görüşlerin -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- en sahihi de budur. Çünkü Ebû Dâvûd et-Tayalisî, Müsned'inde Huzeyfe (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini kaydetmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizlere Dâbbe'yi zikredip şöyle dedi: "Bu Dâbbe zaman içinde üç defa çıkacaktır. Evvela çölün en uzak yerinde çıkacak ve bu kasabaya -yani Mekke'ye- onun ismi dahi girmeyecektir. Sonra uzun bir süre gizli kalacak, sonra bir daha fakat öncekinden daha kısa bir süre çıkacaktır. Yine onun çölde ismi yayılacak ve bu sefer onun adından bu kasabada da -yani Mekke'de de- sözedilecektir." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) devamla buyurdu ki: "Sonra insanlar bütün mescitler arasında Allah nezdinde en çok saygı değer olan, bütün mescitlerin en hayırlısı ve Allah için hepsinin en değerlisi, şereflisi olan Mescid-i Haram'da bulundukları bir sırada aniden bu Dâbbe Rükün İle Makam arasında böğürüverecek ve başının üzerinde toprağı silkeleyecektir, İnsanlar bölük pörçük etrafa dağılacaklar. Mü’minlerden Allah'ın elinden kurtulamayacaklarını bilen bir topluluk sebat gösterecektir. O da onlarla işe başlayacak, onların yüzlerini aydınlatacaktır. Âdeta onları yüzlerini inci gibi parıldayan bir yıldız haline getirecektir. Sonra yeryüzünde yol almaya koyulacaktır. Arkasından koşacak hiç kimse ona yetişemeyecek, önünden kaçan hiç kimse de elinden kurtulamayacaktır. Öyle ki adam ondan korunmak için namaza duracak, bu sefer arkasından gelip: Ey filan sen şimdi mi namaz kılıyorsun? diyecek. Sonra da önünden gelip onun yüzünü damgalayacak, sonra bırakıp gidecektir. İnsanlar matlarda ortak olacak, şehirlerde birbirleriyle barış içinde yaşayacaklar. Mü’min, kâfirden ayırdedilecektir. Öyle ki mü’min: Ey kâfir hakkımı öde diyecektir." Ebû Dâvud, et-Tayalisi, el-Müsned, I, 144. Bu hadiste Dâbbe'nin Hazret-i Salih'in dişi devesinin yavrusu olduğuna delil teşkil edecek taraf "ve o böğürecektir" ifadeleridir. Böğürmek (er-ruğa) develer hakkında kullanılır. Diğer taraftan dişi deve öldürülünce, onun yavrusu kaçtı. Bir kaya parçası önünde açılınca o da kayanın içine girdi, sonra da kaya üzerine kapandı. Yüce Allah'ın izni ile ortaya çıkıncaya kadar orada kalacaktır. Bu Dâbbe'nin tüylü, kıllı, altmış zira' uzunluğunda ayakları bulunan bir varlık olduğu da rivâyet edilmiştir. Bunun el-Cessâse olduğu da söylenir. Bu da Abdullah b. Ömer'in görüşüdür. Yine İbn Ömer'den gelen rivâyete göre Dâbbe yaratılış itibariyle Âdemoğulları gibidir. Bu Dâbbe'nin başı bulutlarda, ayakları ise yerde olacaktır. Yine rivâyete göre bu Dâbbe'de herbir canlının hilkatinden (bir miktar) bulunacaktır. el-Maverdî ve es-Sa'lebî'nin naklettiklerine göre, başı öküz başı, gözleri domuz gözleri, kulakları fil kulakları, boynuzları dağ keçisi boynuzu, boynu devekuşu boynu, göğsü arslan göğsü, rengi kaplan rengi, böğürleri kedi böğrü, kuyruğu koç kuyruğu, ayakları deve ayakları olacaktır. Herbir eklem arasında da oniki zira' bulunacaktır. -ez-Zemahşerî: Âdemoğlu ziraıyla diye kayıt koymuştur. Onunla birlikte Mûsa'nın asası, Süleyman'ın mühürü de çıkacaktır. Müslümanın yüzüne Mûsa'nın asası ile beyaz bir nokta koyacak yüzü ağaracaktır. Kâfirin yüzüne de Süleyman (aleyhisselâm)'ın mührünü basacak yüzü simsiyah kesilecektir. Bunu (Abdullah) ibn ez-Zübeyir (radıyallahü anh) söylemiştir. Kitabu'n-Nekkaş'ta İbn Abbâs (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği kaydedilmektedir; Dâbbe, Kureyş'liler Kabe'yi yeniden inşa etmek istediklerinde kartalın gelip, kaldırdığı Kabe'nin duvarı üzerine çıkan ejderhadır. el-Maverdî de Muhammed b. Kâb'dan, onun Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan rivâyetine göre ona Dâbbe hakkında sorulmuş ve şöyle demiştir: Allah'a yemin ederim ki onun kuyruğu yoktur, fakat sakalı vardır. el-Maverdî dedi ki: Onun bu sözü Dâbbe'nin -açıkça ifade etmese dahi- insanlardan olduğuna bir işarette bulunmaktadır. Derim ki: İşte -Allahualem- tnüteahhir müfessîrlerden birisi bundan dolayı şöyle demiştir: Daha kuvvetli ihtimai bu Dâbbe'nin bid'at ve küfür ehli ile tartışarak onları susturmak üzere, onlarla tartışacak konuşan bir insan olma İhtimali en yüksektir. Böylelikle helâk olan apaçık bir delil üzere helâk olacak, hayatta kalan da apaçık bir delil üzere hayatta kalacaktır. Hocamız İmâm Ebû'l-Abbas Ahmed b. Ömer el-Kurtubî "el-Müfhim" adlı eserinde şöyle demektedir: Bu görüşü benimseyenin kanaatine göre en kuvvetli ihtimalin bu olmasının sebebi yüce Allah'ın: "Onlara... diye söyler" buyurmuş olmasıdır. Buna göre bu Dabbe'de olağanüstü ve özel bir âyet (mucize, belge) söz konusu olmayacaktır ve bu Hadîs-i şerîfte sözü edilen on alâmetten biri de olmayacaktır. Çünkü bid'at ehline karşı delil getirip onlarla tartışanların varlığı çoktur. Böyle olmasında özel bir alâmet olacak taraf bulunmamaktadır. O halde Dâbbe'nin (Kıyâmetten önce görüleceği bildirilen) on alâmet ile birlikte zikredilmemesi gerekir. Böylelikle "söz gerçekleşince" onun varlığının özelliği kalkmış olacaktır. Diğer taraftan bu kanaatin kabul edilmesi halinde yeryüzünde yaşayan insanlara göre bilgili, faziletli ve onlarla tartışan bu insana, insan ismi verilmeyip, alim ya da İmâm denilmeyip, ona Dâbbe denilmek yolu tercih edilmiş olur. Bu ise fasih şahsiyetlerin adeti ve ilim adamlarının ta'zimi dışındadır. Akıl sahibi kimselerin yolu da bu değildir. O halde evla olan tefsir âlimlerinin söyledikleridir. İşlerin gerçeklerini en iyi bilen yüce Allah'tır. Derim ki: Bu Dâbbe ile ilgili olarak bizim zikrettiğimiz Huzeyfe yoluyla gelen Hadîs-i şerîf konuyla ilgili anlaşılmaz ve İçinden çıkılamaz noktaları çözümleyip ortadan kaldırmaktadır. Dolayısıyla ona güvenmek ve dayanmak gerekir. Dâbbe'nîn nereden çıkacağı hususunda da görüş, ayrılığı vardır. Abdullah b. Ömer dedi ki; Bu Dâbbe Mekke'deki Safa tepesinden çıkacaktır. Bu tepe çatlayacak ve o da içinden çıkacaktır. Abdullah b. Amr da buna yakın bir söz söylemiş ve şöyle demiştir: Şayet ayağımı çıkacağı yere koymak istesem koyabilirim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen bir haberde şöyle denilmektedir: "Îsa (aleyhisselâm) müslümanlarla birlikte Beytullah'ı tavaf ederken, Sa'y cihetinde bulundukları bir sırada Dâbbe'nin üzerinden yer yarılacak ve içinden Dâbbe çıkacaktır. Dâbbe Safa'dan çıkarak mü’minin gözlen arasına mü’mindir diye bir alamet koyacaktır. Bu alamet âdeta inci gibi parıldayan bir yıldız gibi olacaktır. Kâfirin de gözleri arasına kâfir diye siyah bir nokta koyacaktır." Ebû Umame'den gelen bir rivâyette, "Dâbbe'nin genel olarak insanları burunları üzerinde mühürleyeceğinden" söz edilmekte, fakat buradaki diğer tafsilât zikredilmemektedir. Zikredilen bu haberde, bu Dâbbe'nin kılının ve tüyünün olacağı da zikredilmektedir. Bu rivâyeti de el-Mehdevî kaydetmiştir. İbn Abbâs'tan rivâyete göre bu Dâbbe dağ arasındaki bir yoldan çıkacaktır. Başı bulutlara değerken, ayakları da yerde olacaktır. Beraberinde Mûsa'nın asası ile Süleyman (aleyhisselâm)'ın mührü olduğu halde çıkacaktır. Huzeyfe'den gelen rivâyete göre de Dâbbe üç defa çıkacaktır. Birincisinde çöllerden birisinde çıkacak sonra gizlenecektir, daha sonra kasaba ve şehirlerde çıkacaktır, akıtılacak kanlar oldukça fazla bir miktarı bulacak şekilde de emirler birbirleriyle bu şehirlerde çarpışacaklardır. Üçüncü bir çıkışı ise mescidlerin en büyüğü, en şereflisi, Allah nezdinde en değerlisi ve faziletlisi olan mescid'den (Mescid-i Haram'dan) olacaktır, ez-Zemahşerî dedi ki: Bu Dâbbe mescidden çıkarken sağda kalan Mahzumoğulları evinin hizasında Rükün arasından çıkacaktır. Kimileri ondan kaçacak, kimileri durup seyredeceklerdir. Katâde'den gelen rivâyete göre Dâbbe Tihame'de çıkacaktır. Yine bu Dâbbe'nin Nûh (aleyhisselâm)'ın tufanının kaynamaya başladığı yer olan Tandır'dan, Kûfe'deki mescidden çıkacağı da rivâyet edilmiştir. Taif ten çıkacağı da söylenmiştir. Ebû Kubeyl dedi ki: Abdullah b. Amr ayağıyla Taif topraklarını vurup, şöyle dedi: İnsanlarla konuşacak olan Dâbbe buradan çıkacaktır. Tihame vadilerinden birisinden çıkacağı da söylenmiştir ki, bu da İbn Abbâs'ın görüşüdür. Ecyâd taraflarındaki bir kayadan çıkacağı da söylenmiştir, bu da Abdullah b. Amr'ın görüşüdür. Sedum denizinden (gölünden) çıkacağı da söylenmiştir ki, bu da Vehb b. Münebbih'in görüşüdür, Bu son Üç görüşü el-Maverdî Kitab'ında zikretmiş bulunmaktadır. el-Bağavî Ebû’l-Kasım Abdullah b. Muhammed b. Abdul-Aziz de şöyle demektedir: Bize Ali b. el-Ca'd anlattı. Ali, Fudayl b. Merzuk er-Rukaşî el-Ağar'den -ki Yahya b. Main'e hakkında sorulmuş, o da: Güvenilir birisidir, demiştir- o Atiyye el-Avfî’den, o İbn Ömer'den dedi ki: Dâbbe, Kabe'deki bir çatlaktan atın yürüyüşünü andırırcasına çıkacaktır. Üç gün süre ile onun sadece üçte biri çıkmış olacaktır. Derim ki: İşte Dâbbe'nin çıkışı ve nitelikleri ile ilgili Ashab ve Tabiînin görüşleri bunlardır. Bunlar da müfessirler arasından: Dâbbe bir konuşan insandır, bid'at ehli ile ve kâfirler ile konuşup tartışır diyenlerin görüşlerini reddetmektedir. Ebû Umame'nin rivâyetine göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Dâbbe çıkacak ve burunları üzere insanlara işaret koyacaktır. " Müsned, V. Bunu da el-Maverdî zikretmiştir. -Keiarn kökünden gelen bir lâfız olarak- "te" harfi ötreli, "lâm" harfi de esreli ve şeddeli olarak "Onlara... söyler" şeklindeki okuyuş umumun kıraatidir. Buna da Ubeyy'in; "onlara haber verir" şeklindeki okuyuşu ayrıca delil teşkil etmektedir. es-Süddî dedi ki: Onlara İslâm dini dışındaki bütün dinlerin batıl olduğunu söyleyecektir. Onların hoşlarına gitmeyecek şeyler söyleyecektir, diye de açıklanmıştır. Onlara akıcı bir dille söz söyleyeceği ve uzakta olsun, yakında olsun herkesin işiteceği bir sesle onlara şöyle diyeceği de söylenmiştir: "İnsanlar âyetlerimize inanmıyorlardı." Bundan kasıt benim çıkışımdır, çünkü onun çıkışı âyetlerdendir. Dâbbe ayrıca: Şunu bilin ki, Allah'ın laneti zâlimlerin üzerinedir" diyecektir. Ebû Zür'a, İbn Abbâs, el-Hasen ve Ebû Recâ ise bu lâfzı; şeklinde "yara açmak" anlamındaki kökünden gelen bir kelime olarak "te" harfini üstün okumuşlardır. İkrime dedi ki: Bu da onlara işaret vurur anlamındadır. Ebû'l-Cevza dedi ki: Ben İbn Abbâs'a bu: "Onlara... söyler" midir? yoksa "onlarıyaralar" şeklinde midir? diye sordum. O da bana şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, o onlarla hem konuşacaktır, hem de onları yaralayacaktır. Mü’min ile konuşacak, kâfir ile faciri ise yaralayacaktır. Ebû Hatim de şöyle demektedir: Burada "Onlara... söyler" âyeti aynı zamanda; "Onları yaralar" demek gibidir. O bu kanaatiyle bu lâfzın; "(İşitti): Onları yaralar" çokluk anlamı ifade eden kipi olduğu kanaatindedir. "İnsanlar âyetlerimize inanmıyorlardı" âyetindeki ;Kûfeliler, İbn Ebi İshak ve Yahya; diye üstün okumuşlardır. Haremeyn ehli, Şamlılar ve Basralılar ise esreli okumuşlardır. en-Nehhâs dedi ki: Hem üstün okuyuş ile hem de esreli okuyuş ile ilgili iki görüş vardır. el-Ahfeş dedi la: Üstün okuyuş; "Diye..." demektir, İbn Mes'ûd aynı şekilde: diye okumuştur. Ebû Ubeyde dedi ki: Fiilin üzerinde vaki olması dolayısıyla nasb mahatlindedir. Yani onlara: İnsanlar... diye haber verecektir. el-Kisaî ve el-Ferrâ'' ise yeni bir cümle (isti'naf) olarak esreli okumuşlardır. el-Ahfeş dedi ki: Bu okuyuş; " Muhakkak insanlar... diyecektir" anlamındadır. Burada insanlardan kasıt kâfirlerdir. "Ayetlerimize" yani Kur'ân-ı Kerîm'e ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a "inanmıyorlardı." Bu ise şanı yüce Allah'ın kâfirin imanını kabul etmeyeceği ve Dâbbe'nin çıkışından önce yüce Allah'ın ilmine göre mü’min ve kâfir olanlar dışında kimsenin kalmayacağı bir zamanda olacağını göstermeklerin Doğrusunu en iyi bîlen Allah'tır. 83Âyetlerimizi yalanlayan her ümmetten bir topluluk haşredeceğimiz gün onlar bir arada durdurulurlar. "Âyetlerimizi" Kur'ân-ı Kerîm'i, hakka delalet eden belgelerimizi "yalanlayan her ümmetten bir topluluk" bir zümre, bir cemaat "haşredeceğimiz gün onlar da durdurulurlar." Yani hesaplarının görüleceği yere itilir ve sürüklenirler. eş-Şemmâh dedi ki: "Nice büyük orduları önümüze kattık, sürükledik, Nice kahraman başkandan da bağışlar aldık." Katade dedi ki: "Durdurulurlar" burada başları sonlarına iade edilir, döndürülür, anlamındadır. 84Nihayet geldiklerinde der ki: "Benim âyetlerimi -onları bir bilgiye dayanarak kavramadığınız halde- yalanladınız ha! Yoksa ne yapıyordunuz?" "Nihayet geldiklerinde" yüce Allah "der ki: Benim âyetlerimi" peygamberime indirdiğim âyetlerimi ve tevhidime delil olmak üzere ortaya koyduğum belgelerimi "onları bir bilgiye dayanarak kavramadığınız halde" onların batıl olduklarını bilmediğiniz halde "onlardan yüz çevirdiniz". Delilsiz olarak ve cahilce onları "yalanladınız ha! Yoksa ne yapıyordunuz?" Bu ifade bir azardır, yani sizler bu âyetler hakkında araştırmanızı yapmayıp bunların hakkında düşünmediğiniz zamanlarda ne yapıyordunuz? 85Zulmetmeleri sebebi ile söz aleyhlerine gerçekleşti. Artık konuşamazlar. "Zulmetmeleri sebebi ile söz aleyhlerine gerçekleşti." Zulümleri yani şirkleri dolayısıyla haklarında azâb vacib oldu. "Artık konuşamazlar." Yani herhangi bir mazeret ve delilleri yoktur. Denildiğine göre ağızlarına mühür vurulacak ve bundan dolayı konuşamayacaklardır. Müfessirlerin çoğu böyle demişlerdir. 86Bizim geceyi, o vakitte dinlensinler diye yarattığımızı, gündüzü de aydınlık kıldığımızı görmediler mi? Muhakkak bunda inanan bir topluluk İçin âyetler vardır. "Bizim geceyi o vakitte dinlensinler" yani rahat bulup uyusunlar "diye yarattığımızı, gündüzü de" rızık için çalışmak maksadıyla etrafın görüldüğü "aydınlık kıldığımızı görmediler mi? Muhakkak bunda" Allah'a "inanan bir topluluk için âyetler vardır." Yüce Allah burada ulûhiyet ve kudretinin delâletlerini söz konusu etmektedir. Yani onlar bizim kudretimizin kemalini bilip niye îman etmediler!' 87Sûr'a üfürüleceği günde -Allah'ın dilediği kimseler dışında-göklerde olanlar da, yerde olanlar da dehşetle korkarlar. Hepsi de huzuruna küçülmüşler olarak geleceklerdir. "Sûr'a üfürüleceği günde" yani sen Sûr'a üfürüleceği günü hatırla, yahut onlara bunu hatırlat. el-Ferrâ'nın kabul ettiği görüşe göre anlamı şudur: İşte o gün Sûr'a üfürüleceği gündür, deyip burada; "(.......): İşte o" ism-i işaretinin hazfedileceğini câiz kabul etmiştir. Sûr ile ilgili doğru olan görüş, onun İsrafil'in kendisine üfleyeceği nurdan bir boynuz olduğudur. Mücahid borazan şeklindedir, demiştir. Sûr'un Yemenlilerin lehçesindeki borazan (el-bûk) olduğu söylenmiştir. Buna dair açıklamalar ile ilim adamlarının bu husustaki görüşleri daha önceden el-En'âm Sûresi'nde (6/73. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Allah'ın dilediği kimseler dışında göklerde olanlar da, yerde olanlar da dehşetle korkarlar." Ebû Hüreyre dedi ki; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Yüce Allah gökleri yaratmayı bitirdikten sonra Sûr'u yarattı. Onu İsrafil'e verdi. O bu Sûr'u ağzına koymuş, gözünü Arşa dikmiş, ne zaman üfürmekle emrolunacağına bakmaktadır." Ey Allah'ın Rasûlü Sûr nedir? diye sordum. Şöyle buyurdu: "O bir boynuzdur. Allah'a yemin ederim ki, çok büyüktür. Beni hak ile gönderene yemin olsun ki ondaki bir dairenin büyüklüğü göklerle yerin eni kadardır. Ona üç defa üfleyecektir. Birinci üfürüş feza' (dehşete kapılma) üfürüşüdür. İkinci üfürüş baygınlık (sa'k) üfürüşüdür. Üçüncüsü ise öldükten sonra diriliş ve âlemlerin Rabbinin huzuruna kalkış üfürüşüdür, " Taberî, Cemiu'l-Beyân, XVI, 30. diye hadisin geri kalan bölümlerini zikretti. Bu hadisi Ali b. Ma'bed, et-Taberî, es-Sa'lebî ve başkaları zikretmiş olup, İbnu'l-Arabî sahih olduğunu belirtmiştir. Ben bu hadisi et-Tezkire adlı eserimde zikrettiğim gibi, ona dair orada açıklamalarda da bulunmuştum. Sûr'a üfürmenin sayısı hususunda sahih olan ise bunların üç değil iki olduğudur. Feza' (korku ve dehşete kapılma) üfürüğü aslında baygınlık (sa'k) üfürüşüne racidir. Çünkü bu iki husus, bu İki üfürüşle birlikte olacaktır. Yani onlar öyle bir dehşete kapılacaklardır ki, bundan dolayı öleceklerdir. Yahutta öldükten sonra diriliş nefhasına racidir, bu da el-Kuşeyrî ve başkalarının tercihidir. O bu âyet-i kerîme ile ilgili açıklamaları esnasında şöyle demektedir: İkinci üfürüşten kasıt; onların dehşete kapılmış olarak diriltilmeleri: "Yattığımız yerden kim kaldırdı bizi?" (Yâsîn, 36/52) diyecekleri ve kendilerini dehşete düşürüp korku duymalarına sebeb teşkil edecek işler görecek olmalarıdır. İşte bu üfürüş borazan sesi gibi olacaktır. İnsanlar da amellerinin karşılıklarını görecekleri yerde toplanacaklardır. Bunu da Katade söylemiştir. el-Maverdî dedi ki: "Sûr'a üfürüleceği günde" âyetindeki gün, kabirlerden kalkılacağı gündür. Korku hakkında da İki görüş vardır demiştir. Birincisine göre seslenişin gereğini yerine getirmek ve bu maksatla acele etmektir. Bu da Arapların sana yardım etmek üzere seslenilmesi halinde çabucak koşmanı anlatan; "Bu hususta ben sana hızlıca geldim" ifadelerinden alınmıştır. İkinci görüşe göre ise burada sözü edilen korku ve dehşet, korku ve üzüntüden ileri gelen alışılmış bir dehşettir. Çünkü onlar kabirlerinden tedirgin edilecekler, bundan dolayı korku ve dehşetle kalkacaklardır. İki görüşün doğruya yakın olanı da budur. Derim ki: Ebû Hüreyre ile Abdullah b. Amr'ın rivâyet ettiği hadislerden sabit olan sünnet, üfürmelerin üç değil, iki defa olacağını göstermektedir. Bu iki hadisi de Müslim rivâyet etmiş olup, biz bunları "et-Tezkire" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Doğrusu da yüce Allah'ın izniyle bu üfürmelerin iki defa olacağıdır. Yüce Allah: "Sûr'a üfürülmüş -Allah'ın diledikleri müstesna- göklerde ve yerde olanların hepsi ölmüş olacaktır" (ez-Zümer, 39/68) âyetinde korku ve dehşet nefhasında istisnada bulunduğu gibi, burada da istisnada bulunmaktadır. Bu da bu iki yerde sözü edilen üfürüşlerin aynı üfürüş olduğunun delilidir. İbnu'l-Mübarek, el-Hasen'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İki nefha (üfürüş) arasında kırk yıl olacaktır. Birincisinde yüce Allah herbir canlıyı öldürmüş olacak, İkincisinde de yüce Allah ölmüş olan herbir kişiyi diriltecektir." Hadis, görüldüğü gibi mürseldir. Ancak Ebû Hüreyre'den gelen ve "iki üfürüş arasında kırk vardır " deyip, bu kırkın mahiyetini sorulan soruya rağmen belirtmediği rivâyet için bk.: Buhari, IV, 1813, 1881; Müslim, IV, 2270. Şayet: Yüce Allah'ın; "Arkasından onu Kadife izleyecek" âyetinden itibaren... "O ancak bir tek haykırıştır." (en-Naziat, 79/7-13) buyrukları zahiri gereğince bu üfürüşlerin üç tane olması gerekir denilecek olursa, böyle diyene şöyle cevap verilin Hayır, durum böyle değildir. Burada haykırış (Zecra)'dan kasıt, İnsanların kabirlerinden çıkışlarının arkasından gerçekleşeceği İkinci üfürüştüc İbn Abbâs, Mücahid, Atâ, İbn Zeyd ve başkaları da böyle demiştir. Mücahid dedi ki: Bunlar iki sayha (haykınş)dır. Birincisinde yüce Allah'ın izniyle bu üfürüş sonucunda herkes ölecektir. İkincisinde ise yüce Allah'ın izniyle bu üfürüş ile herşey diriltilecektir. Atâ dedi ki: (en-Nâziat, 79/6) âyetinde sözü edilen sarsıcı (er-Racife) kıyâmet günüdür. "er-Râdife" ise öldükten sonra diriliş demektir. İbn Zeyd dedi ki: er-Râcife'den kasıt ölümdür, er-Râdife'den kasıt da kıyâmet saatidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Allah'ın dilediği kimseler dışında" âyetinde istisna edilenlerin kimler olduğu hususunda da farklı görüşler vardır. Ebû Hüreyre yoluyla gelen hadise göre bu İstisna edilenler Rabbleri nezdinde kendilerine rızık verilen şehidlerdir. Bu korku ve dehşet sadece hayatta olanlar içindir. Saîd b. Cübeyr'in görüşü de budur. Bunlar Arşın etrafında kılıçlarını kuşanmış olan şehitlerdir. el-Kuşeyrî dedi ki: Peygamberler de onların kapsamına girer. Çünkü onların peygamberlikle beraber bir de şehitlikleri vardır. İstisna edilenlerin melekler oldukları da söylenmiştir. el-Hasen dedi ki; Yüce Allah iki nefha (üfürüş) arasında ölecek bir takım melekleri de istisna etmiştir. Mukâtil dedi ki: Bununla Cebrâîl, Mikail, İsrafil ve ölüm meleğini kastetmektedir. Maksadın el-hûruîn oldukları da söylenmiştir. Bunlar mü’minlerdir, diye de açıklanmıştır. Çünkü yüce Allah bu âyetin akabinde şöyle buyurmaktadır: "Kim iyilikle gelirse ona, ondan hayırlısı vardır. Hem onlar o günde dehşetli bir korkudan yana güvenlik içindedirler." Kimi ilim adamımız da şöyle demiştir: Sahih olan bunların kimliklerinin tayini hususunda sahih herhangi bir haberin gelmemiş olduğudur, hepsi ihtimal dahilindedir. Perim ki: Bu, ilim adamımız Kadı Ebubekr İbmı'l-Arabînin de sahih olduğunu belirttiği, Ebû Hüreyre yoluyla gelen hadisi görememiştir. O bakımdan bu hadis, bu konuda dayanak alınmalıdır. Zira kimliklerin tayini hususunda bu hadis nasstır, diğerleri ise bir içtihaddır, doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İleride ez-Zümer Sûresi' nde (39/68, âyetin tefsirinde) geleceği üzere bundan başka görüşler de ileri sürülmüştür. Yüce Allah’ın: "Göklerde olanlar da... dehşetle korkarlar" âyetinde fiil mazi, "ufürüleceği günde" âyetinde ise fiil muzari olarak kullanılmıştır. Peki bu durumda mazi fiil nasıl muzari fiile atfedilmiştir diye sorulabilir. el-Ferrâ''nın kanaatine göre burada atıf manaya göredir, çünkü anlam: Sûr'a üfürüldüğünde... korkarlar, şeklindedir. "Allah'ın dilediği kimseler dışında" âyetinde de müstesna olarak nasb halindedir. "Hepsi de huzuruna küçülmüş olarak geleceklerdir." âyetinde geçen ve "ona geleceklerdir" anlamındaki âyeti Ebû Amr, Âsım, el-Kisaî, Nafî', İbn Âmir ve İbn Kesîr; şeklinde müstakbel (müzari) bir fiil olarak okumuşlardır. el-A'meş, Yahya, Hamza ve Âsım'dan Hafs ise medsiz olarak ve mazi fiil olmak üzere; diye okumuşlardır. İbn Mes'ûd da böyle okumuştur. Katade'den de "Ona gelecektir" (şeklinde fiilin faili müfred olarak) okumuştur. en-Nehhâs dedi ki: Benim Ebû İshak'dan naklen kıraatlere dair yazdıklarımda şunlar da vardır. Kim; diye okursa, lâfzına binaen fiili tekil okur. Kim de; "Gelicidirler" diye okursa, manasına binaen çoğul okur. Ancak böyle bir görüş çirkin bir hatadır: Çünkü diye okunduğu takdirde tekil değil, çoğul okunmuş olur. Eğer tekil okuyacak olsa; demek icab ederdi. Fakat diyenler manaya binaen çoğul okumuş olurlar ve fiili mazi kullanmış olurlar. Çünkü o bu durumda fiili "dehşetle korkar" fiili gibi değerlendirmiştir. Buna karşılık; diye okuyanlar ise yine manaya göre ve önceki cümle ile anlamı kopuk olduğundan dolayı böyle okumuşlardır. İbn Nasr dedi ki: Ebû İshak -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- dan söylemediği bir söz nakledilmiş bulunmaktadır. (en-Nehhâs'ın nakline işaret ediyor.) Ebû İshak'ın kullandığı ifade şöyledir: "Hepsi de huzuruna küçülmüşler olarak geleceklerdir" âyeti "Gelicidirler" diye de okunur. Tekil okuyan kimse 'ın lâfzı dolayısıyla tekil okur, çoğul okuyanlar da anlamı dolayısıyla çoğul okurlar. O şunu anlatmak istemektedir: İster Kur'ân'da, ister Kur'ân-ı Kerîm'in dışında; "Hepsi" lâfzının haberi eğer müfred olarak gelirse lâfza göre müfred gelmiştir, çoğul olarak gelmişse manaya göre çoğul olarak gelir. Ebû Cafer (en-Nehhâs) bu manayı esas alarak söylediklerini söylememiştir. el-Mehdevî dedi ki: "Hepsi de huzuruna küçülmüş olarak geleceklerdir" âyetinde fiil; "Gelmek" mastarındandır ve burada (fail), "Hepsi"nin anlamına binaen gelmiştir, lâfzına göre değildir. Buna karşılık " Hepsi de ona küçülmüşler olarak gelicilerdir," diye okuyanların okuyuşunda ise bu "Geldi"den ism-i faildir, Buna da yüce Allah'ın: "Hepsi kıyâmet gününde ona yalnız başına gelicidirler" (Meryem, 19/95) âyeti delildir. "Herkes ona gelir" diye zamiri müfred okuyanlar ise "hepsi"nin anlamına göre değil de, lâfzına göre okumuşlardır. Buna karşılık: "Küçülmüşler olarak" lâfzının çoğul gelmesi de manaya göredir. Anlamının "küçülmüşler olarak" olduğu İbn Abbâs ve Katade'den rivâyet edilmiştir. Buna dair açıklamalar da daha Önceden en-Nahl Sûresi'nde (16/48. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 88Sen dağları görür ve onları yerinde duruyor sanırsın. Halbuki onlar bulutların gitmesi gibi giderler. Allah'ın herşeyi sapasağlam yapan yaratmasına bak! Muhakkak O, yaptıklarınızdan haberdardır. "Sen dağları görür ve onları yerinde duruyor sanırsın. Halbuki onlar bulutların gitmesi gibi giderler" âyeti hakkında İbn Abbâs dedi ki; Sen dağlan dimdik ayakta görürsün, gerçekte ise onlar kesintisiz, aralıksız olarak yürümektedir. el-Kutebî dedi ki; Çünkü dağlar bir araya getirilecek ve yürütülecektir. İnsan gözüyle ayakta duruyor gibi görünecek, gerçekte ise onlar yürümektedirler. Büyük olan herşey ve büyük kalabalıkları göz tamamiyle ihata etmekten uzaktır. Buna sebeb ise bunların çoklukları ve enleri ile boyu arasındaki mesafelerin büyüklüğüdür. Bu görenin bir yanılmasıdır. O, onları duruyor gibi görecektir, gerçekte ise onlar yürümektedirler. Şair Nâbiğa bir orduyu nitelendirirken şöyle demektedir: "Büyük dağı andıran çok yüksek bir dağda sanırsın onları -Binekleri hızlıca yol aldığı halde- bir takım ihtiyaçları için durmuşlar (gibi görürsün)." el-Kuşeyrî dedi ki: Bu kıyâmet gününde olacaktır. Yani dağlar çoklukları dolayısıyla duruyorlar gibi gelecektir. Bu da insan gözüne böyle görünecektir. Gerçekte ise onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedirler. Nitekim üstüste yığılmış olan bulut da gerçekte yürürken duruyor zannedilir. Yani bu dağlar geriye onlardan hiçbir şey kalmayıncaya kadar bulutlar gibi yürüyüp gidecektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Dağlar da yürütülüp bir serap olacak," (en-Nebe', 78/20) Denilir ki; Yüce Allah dağları çeşitli şekillerde nitelendirmiştir. Hepsinin ortak anlamı bunların yeryüzünden alınacakları, gizledikleri şeyleri açığa çıkartacakları şeklindedir. İlk vasıfları dağların dümdüz edilmeleridir, Bu da (kıyâmet) sarsıntısından önce olacaktır. Sonra atılmış pamuk gibi olacaklardır, bu da semanın erimiş maden gibi olacağı vakit gerçekleşecektir. Yüce Allah şu âyetinde onları bir arada zikretmektedir: "O gün gök erimiş maden gibi olacak, dağlar da renk renk boyanmış (ve atılmış) yün gibi olacak." (el-Meâric, 70/8-9) Üçüncü halleri dağların toz zerrecikleri gibi olmasıdır. Bu da önceleri atılmış yün gibi iken, zerrelerinin birbirinden koparılması ile gerçekleşecektir. Dördüncü halde dağlar yerlerinden sökülüp, atılacak, çünkü önceki hallerinde dağlar yerlerinde durmuş olacaklar ve altlarından yer görünmeyecektir. Altlarında neyin olduğunun açığa çıkması için; üzerlerine rüzgarların gönderilmesi suretiyle dağlar sallallahü aleyhi ve sellemrulacaklardır. Beşinci hal: Rüzgarlar dağlan yeryüzünün yukarısına çıkartacaklar ve âdeta toz zerreleri gibi; havada bir ışık gibi görüneceklerdir. Uzaktan onlara bakan bir kimse ise kesiflikleri dolayısıyla cansız ceset gibi görecektir, Hakikatte ise bunlar yürümektedirler, ancak onların yürümeleri dümdüz edilmiş ve darmadağın olmuşcasına rüzgarlar peşinden olacaktır. Altıncı hal ise dağların serap gibi görünmeleridir. Onların bulundukları yere bakan bir kimse serap görmek halinde olduğu gibi, onların bulundukları yerde dağlardan hiçbir şey göremeyecektir. Mukâtil dedi ki: Dağlar yerin üzerine çökecekler ve yerle dümdüz edileceklerdir. Daha sonra da bu açıklamaların bir benzeri yapılmaktadır. el-Maverdî dedi ki: Bunun neye misal verildiği hususunda üç görüş vardır: 1- Bu yüce Allah'ın dünyaya vermiş olduğu bir misaldir. Ona bakan bir kimse, onun dağlar gibi durmakta olduğunu zanneder, fakat dünya tıpkı bulutlar gibi yok oluştan payını almaya devam etmektedir. Bu açıklamayı Sehl b. Abdullah yapmıştır. 2- Bu yüce Allah'ın îmana vermiş olduğu bir misaldir. Sen imanı kalpte sabit zannedersin, onun ameli ise semaya doğru yükselmektedir. 3- Bu yüce Allah'ın ruhun çıkışı sırasında nefse vermiş olduğu bir misaldir. Gerçekte ruh bu esnada Arşa doğru yükselmektedir. "Allah'ın herseyi sapasağlam yapan yaratmasına bak!" Yani bu yüce Allah'ın yaptıklarındandır. Yüce Allah'ın yaptıkları da elbetteki sapasağlamdır. "Sen... görür" anlamındaki fiil gözün görmesindendir. Şayet kalbin görmesi ile ilgili olsaydı, iki mef'ûle geçiş yapması gerekirdi. "Görürsün" fiilinin aslı şeklindedir. Hemzenin harekesi "ra" harfine verildikten sonra "ra" harfi harekelenmiş oldu, sonra da hemze hazfedildi. Eğer makabli (ondan önceki harf) sakin ise hemzenin hafifletilme yolu budur. Ancak burada bu fiilin hafifletilmesi ayrılmaz bir özelliğidir. Kûfeliler "Onları... sanırsın" fiilini "sin" harfi üstün olarak okurlar. Kıyas böyle okumayı gerektirir. Çünkü bu fiil; "Sandı, sanır" dan gelmektedir. Şu kadar var ki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bundan farklı olarak müzaride "sin" harfini esreli okuduğu rivâyet edilmiştir. O takdirde bu fiilin vezni; (........) şeklinde salim fiillerden; (........) ile; (........) gibi olur. (........) da zikredilmiştir. Arapçada bu fiillerin dışında bu şekilde kullanılanı bilinmemektedir. "Halbuki onlar bulutların gitmesi gibi giderler" ifade sinin takdiri; şeklindedir. Burada sıfat mevsufun yerine muzaf da muzafun ileyhin yerine getirilmiştir. Dağlar yeryüzündeki yerlerinden izale edilecekler. Bir araya getirilecek ve bulutların yürütüldüğü gibi yürütüleceklerdir. Sonra da dağlar paramparça edildikten sonra tekrar yere geri döneceklerdir. Nitekim yüce Allah; "Ve dağlar parça parça ufalandığı zaman" (el-Vakıa, 56/5) diye buyurmaktadır. "Allah'ın yaratması" âyeti el-Halil ve Sîbeveyh'e göre mastar olarak nasbedilmiştir. Çünkü Allah: "Halbuki onlar bulutların gitmesi gibi giderler" diye buyurması onun bunu bilhassa yarattığına (müfessir bunu mef'ûl-i mutlak kipiyle anlatmaktadır) delil teşkil etmektedir. Bununla birlikte iğra olmak üzere nasbedilmesi de caizdir. Yani "Allah'ın yaratmasına bir bak" anlamında olur (mealde olduğu gibi). Bu durumda; Bulutlar" kelimesi üzerinde vakıf yapılır, ancak birinci takdire göre bunun üzerinde vakıf yapılmaz. Bununla birlikte; "Bu Allah'ın yaratmasıdır" takdirine göre ref ile okunması da mümkündür. "Herseyi sapasağlam yapan" son derece muhkem kılan demektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu hadisinde de bu kökten gelen kelime kullanılmıştır: "Bir iş yapıp da onu sapasağlam yapan kimseye Allah’ın rahmeti olsun." Mana itibariyle yakın bir rivâyet için bk.: Nesâî, II, 68; Ebû Dâvûd, II, 48 Katade ise bunun herşeyi güzel yapan anlamında olduğunu söylemiştir. İtkam ise muhkem kılmak sağlam yapmak demektir. Mesela; "Eşyayı iyi bilen, İyi yapan" anlamındadır, ez-Zührî der ki: Bunun aslı İbn Tikn'dan gelmektedir. Bu da Âd kavminden gelen bir adamın adıdır. Hiçbir oku hedefini şaşırmazdı. O bakımdan o misal gösterilmiştir. Mesela: "İbn Tikn'den daha iyi ok atıcı" denilir. İşte herbir işte oldukça maharetli olan kimseye; denilir. "Muhakkak O yaptıklarınızdan haberdardır." Cumhûr hitap kipi ile "te" ile okumuşlardır. İbn Kesîr, Ebû Amr ve Hişam ise ya ile ("yaptıklarından" anlamında) okumuşlardır. 89Kim iyilikle gelirse ona, ondan hayırlısı vardır. Hem onlar o günde dehşetli bir korkudan yana güvenlik içindedirler. "Kim iyilikle gelirse, ona ondan hayırlısı vardır." İbn Mes'ûd ve İbn Abbâs (radıyallahü anhümâ) dediler ki: İyilik lâ İlahe illallah'tır. Ebû Ma'şer dedi ki: İbrahim kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah hakkı için diye yemin eder ve bu yemininde hiç de istisna yapmadan iyilik (el ha sene) lâ ilahe illallah Muhammedu'r-Resûlüllah'dır derdi. Ali b. el-Huseyn b. Ali (radıyallahü anhüm) dedi ki: Bir adam gazaya çıktı bir yerde yalnız kaldı mı: Lâ ilahe İllallah vahdehû lâ şerike leh: Allah'tan başka hiçbir İlah yoktur, O bir ve tektir, O'nun hiçbir ortağı yoktur derdi. O, Rum (Bizans) topraklarından kurak ve çorak bir yerde iken yüksek sesle lâ ilâhe illâlah vahdehu la şerike leh dedi. Karşısına üzerinde beyaz elbiseler bulunan bir atlı çıktı ve ona şöyle dedi: Nefsim elinde olana yemin ederim ki; bu şanı yüce Allah'ın: "Kim iyilikle gelirse ona, ondan hayırlısı vardır" diye buyurduğu sözdür. Ebû Zerr dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, bana vasiyette bulun. Şöyle dedi: "Allah'tan kork ve bir kötülük işledin mi hemen arkasından bir iyilik yap ki onu silsin." Ben: Ey Allah'ın Rasûlü lâ ilâhe illâlah hasenattan (iyiliklerden) mıdır? diye sordum. O: "Hasenatın en faziletlilerindendir" diye buyurdu. Bir rivâyette de şöyle buyurmuştur: "Evet o hasenatın en iyisidir." Bunu el-Beyhakî zikretmiştir Kelime-i Tevhid ile ilgili bölümü bulunmayan bir rivâyet Beyhaki, Fudail-îman, II, 245'te ancak "mürser olduğu kaydıyla. Katade dedi ki: "Kim iyilikle gelirse" ihlâs ve tevhidle gelirse demektir. Bütün farzları eda ile gelirse, diye de açıklanmıştır. Derim ki: Bir kimse gerçek anlamıyla lâ ilahe illallahı söyleyecek ve bunun gereklerini -daha önce İbrahim Sûresi'nde (14/24-25. âyetlerin tefsirinde) açıklandığı üzere- yerine getirecek olursa, o kimse hem tevhidi, hem ihlâsı, hem de farzları yerine getirmiş olur. "Ona ondan hayırlısı vardır" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs dedi ki: Yani ondan kendisine hayır ulaşır. Mücahid de böyle demiştir. Bir diğer görüşe göre ona güzel karşılık verilecektir ki; bu da cennettir. Buradaki; "Hayırlı" tabiri ism-i tafdil değildir. İkrime ve İbn Cüreyc dedi ki: Burada o kimseye ondan hayırlısı verilecektir, ifadesinin imandan hayırlısı verilecektir anlamı kastedilirse, böyle bir şey söz konusu olmayacaktır. Çünkü lâ ilahe illallah diyenden daha hayırlı hiçbir şey yoktur, fakat o kimseye lâ ilahe illallah'tan hayır verilecektir, demektir. "Ona, ondan hayırlısı vardır" âyetinin tafdil için olduğu da söylenmiştir. Yani yüce Allah'ın vereceği mükâfat kulun amelinden, söylediği sözden ve zikrinden hayırlıdır. Aynı şekilde yüce Allah'ın razı olması da kul için kulun yaptığı işten hayırlıdır. Bu açıklamayı da İbn Abbâs yapmıştır. Bir diğer görüşe göre bu, mükâfatın kat kat verilmesi ile alakalıdır. Şanı yüce Allah bire karşı on verecektir. Kısa sürelik bir îman karşılığında ona ebedi mükâfat ihsan edecektir, Bu açıklamayı Muhammed b. Ka'b ile Abdu'r-Rahmân b. Zeyd yapmışlardır. "Hem onlar o günde dehşetli bir korkudan yana güvenlik İçindedirler" âyetindeki "O günde dehşetli bir korku" âyetini Âsım, Hamza ve el Kisaî izafet olmak üzere; "O günün dehşetli korkusu" diye okumuşlardır, Ebû Ubeyd dedi ki: Böyle bir okuyuşu ben daha uygun bulmaktayım, çünkü o günün dehşetli korkularının tümünden yana emniyette olmak bu husustaki İki te'vilden daha genel kapsamlı olanı ifade eder. Buna karşılık diğer kıraatteki anlamı ile "o günde dehşetli bir korkudan" denilecek olursa, sanki çeşitli mertebelerde korkular olacak gibi bir anlam anlaşılır. el-Kuşeyrî dedi ki: Bu âyet; Dehşetli bir korku"dan şeklinde tenvin ile okunmuştur. Sonra da bununla kastedilen tek bir dehşetli korkudur, denilmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "En büyük korku onları üzmez." (el-Enbiya, 21/103) Bir diğer görüşe göre bundan çokluk kastedilmiştir. Çünkü burada mastar kullanılmıştır. Mastar ise çokluk anlamını ihtiva etmeye elverişlidir. Derim ki; Bu açıklamaya göre her iki kıraatin de anlamı birdir. el-Mehdevî dedi ki: O günde dehşetli bir korkudan" diye tenvin ile okuyanın kıraatine göre;"O günde" lâfzı "dehşetli korku" anlamındaki mastar ile nasbedilmiştir. Bunun "dehşetli korku"nun sıfatı olması ve birmahzufataalluk etmesi de mümkündür. Çünkü mastarlara dair zaman isimleri ile haber verilebildiği gibi onları sıfat olarak alırlar. Bununla birlikte; "Güvenlik İçindedirler" ism-i failine taalluk etmesi de caizdir. İzafet zarfların buna elverişli oluşundan dolayıdır. Tenvini hazfedip "mim" harfini de üstün okuyanlara göre zarf-ı zaman olduğundan dolayı onlar bu lâfzı, "yevm: gün" lâfzını mebni kabul etmişlerdir. Çünkü zaman zarflarında i'rab mütemekkin değildir. Mütemekkin olmayana ve mu'reb de olmayana İzafe olununca bu sefer mebni olmuştur. Sîbeveyh şu beyiti nakletmistir "İnsanların pek büyük işleri kendilerini meşgul ettiği bir zamanda Ey Zureykliler tilkilerin kapıp gitmeleri gibi siz de malı kapınız."' 90Kim de kötülükle gelirse, yüzleri üzere ateşe dökülürler. (Onlara): "işlediğinizden başkası ile mi cezalandırılacaksınız ki"? (denilir.) "Kim de kötülükle gelirse" buradaki "kötülük" şirk demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs, en-Nehaî, Ebû Hüreyre, Mücahid, Kays b. Sa'd ve el-Hasen yapmışlardır. Te'vil ehli bir önceki âyette geçen "el-Hasen'e: İyilik"ten kastın lâ ilahe illallah, burada geçen "es-seyyie: Kötülük "ten kastın da bu âyette şirk anlamında olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. "Yüzleri üzere ateşe dökülürler." İbn Abbâs: bırakılırlar, ed-Dahhak: Atılırlar diye açıklamışlardır. "Kabı yüzüstü tersine çevirdim" denilir. Bunun lazım şekli de; ...diye gelir. Arapçada bu şekil çok az kullanılır. "İşlediğinizden" yani amellerinizin karşılığından "başkası ile mi cezalandırılırsınız ki?" Yani onlara ...cezalandırılır mısınız ki? denilecektir. Bu yüce Allah'ın söyleyeceği bir âyet da olabilir, meleklerin söyleyeceği bir âyet da olabilir. 91Ben ancak burayı saygıdeğer kılan ve herşey kendisinin olan bu beldenin Rabbine İbadet etmekle emrolundum. Müslümanlardan olmakla da emrolundum; 92Kur'ân'ı okumakla da. Kim hidayet bulursa, ancak kendi lehine hidayet bulur. Kim de sapıklığa düşerse, de ki; "Ben ancak uyarıcılardanım." "Ben ancak burayı saygıdeğer kılan" yaratmak ve mülkü itibariyle "herşey kendisinin olan bu beldenin Rabbine ibadet etmekle emrolundum" âyetinde sözü edilen "bu belde" yüce Allah'ın çok saygıdeğer kıldığı Mekke'dir. Yani O, burayı -birkaç yerde daha önce açıklandığı üzere- güvenlikli bir harem kılmıştır, orada kan dökülmez, kimseye zulmedilmez. Orada av avlanılmaz, hiçbir ağaç sökülmez. İbn Abbâs "burayı saygıdeğer kılan" âyetini "belde" lâfzına uygun olmak üzere; diye okumuştur. Ancak diğerleri diye okumuşlardır. Bu da nasb mahallinde ve "Rabb"in sıfatıdır. Eğer "elif" ve "lâm" ile olmuş olsaydı, o takdirde; demek icab ederdi. Çünkü bu takdirde fiil kendisine ait olduğu failden başkasına uygun olarak gelmiş olacaktır. Eğer dediğimiz takdirde ayrıca; zamirini takdir etmemize ihtiyaç kalmaz. "Müslümanlardan" emrine itaatle boyun eğen ve O'nu tevhid edenlerden "olmakla da emrolundum. Kur'ân'ı okumakla da." Yani Kur'ân'ı okumakla da emrolundum; yani bana onu oku, denildi. "Kim hidayet bulursa ancak kendi lehine hidayet bulur." Yani hidayet bulmasının sevabı ona aittir. "Kim de sapıklığa düşerse" bana düşen tebliğ etmektir, üzerimde başka bir sorumluluğum yoktur. Bunu kıtal (Savaşı emreden) âyet neshetmiştir. en-Nehhâs dedi ki: "Kur'ân'ı okumakla âyeti ile nasb mahallindedir. el-Ferrâ'': İki kıraatten birisi; "Ve Kur'ân'ı oku diye..." şeklindedir, demiş ve enir dolayısıyla cezm mahallinde olduğunu İddia etmiştir. İşte "vav"ın hazfediliş sebebi budur. en-Nehhâs dedi ki: Bizler kimsenin bu şekilde okuduğunu bilmiyoruz ve bu, bütün mushaflara muhalif bir hattır. 93Ve de ki: "Hamdolsun Allah'a. O size âyetlerini gösterecek, siz de onları tanıyacaksınız. Rabbim yaptıklarınızdan gafil değildir." "Ve de ki hamdolsun Allah'a." O'nun nimetlerine ve bizi doğru yola İletmesine, "O size âyetlerini" gerek kendi nefislerinizde, gerek dışınızda "gösterecek." Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Âyetlerimizi onlara hem afakta (dış dünyalarında) hem de nefislerinde göstereceğiz." (Fussilet, 41/53) "Siz de onları" yani gerek kendi nefislerinizde, gerek göklerde, gerekse de yerde vahdaniyet ve kudretinin delillerini "tanıyacaksınız." Yüce Allah'ın şu âyeti da buna benzemektedir: "Yakînleri olanlar için yeryüzünde âyetler vardır. Kendi nefislerinizde de. Artık görmez misiniz?" (ez-Zâriyât, 51/20-21) "Rabbin yaptıklarınızdan gafil değildir." Medineliler, Şamlılar ve Âsım'dan rivâyetle Hafs "te" ile muhatap kipi ile okumuşlardır. Buna sebeb ise; "O size âyetlerini gösterecek ve siz de onları tanıyacaksınız" diye buyurulmuş olmasıdır. Bu durumda ifadeler tek bir şekilde uyum halinde devam eder, diğerleri ise öncesinde gelen; "kim hidayet bulursa" âyetine göre "ya" ile okumuşlardır, (radıyallahü anhbbin onların yaptıklarından gafil değildir demek olur). Böylelikle o âyet-i kerîme hakkında burada haber verilmiş olmaktadır. Sûre burada tamam olmaktadır. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun. Efendimiz Muhammed'e, onun aile halkına ve ashabına da Allah'ın salât ve selâmları olsun. |
﴾ 0 ﴿