KASAS SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile

el-Hasen, İkrime ve Atâ'nın görüşüne göre hepsi Mekke'de inmiştir. İbn Abbâs ve Kâtade ise, Mekke ile Medine arasında inmiş, tek bir âyet müstesnadır, derler. İbn Selam dedi ki: Bu âyet el-Cuhfe'de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Medine'ye hicreti esnasında inmiştir. Bu da yüce Allah'ın:

"Sana Kur'ân'ı farz kılan Allah elbette seni bir dönüş yerine geri çevirecektir." (el-Kasas, 28/85) âyetidir.

Mukâtil de şöyle demektedir: Bu sûrede Medine'de inen âyetler:

"Ondan önce kendilerine kitap verdiğimiz kimseler..." âyetinden itibaren:

"Bizim cahillerle işimiz yok" (el-Kasas, 28/52-55) âyetleridir.

Bu sûre seksensekiz âyet-i kerimedir.

1

Tâ. Sîn. Mîm.

"Tâ. Sîn. Mîm" âyetine dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

2

Bunlar açıklayıcı kitabın âyetleridir.

"Bunlar açıklayıcı kitabın âyetleridir" âyetindeki Bunlar" ref mahallinde olup; "dili; Bunlar, onlar" anlamındadır ve "âyetler" ondan bedeldir. Bununla birlikte "okuyacağız" âyeti ile nasb mahallinde olması

"âyetler"in de ondan yine bedel olması da mümkündür. Bunun nasb kabul edilmesi de; "Zeyd'i vurdum" demeye benzer.

"Açıklayıcı" yani bereket ve hayrı apaçık, hakkı batıldan, helâli haramdan açıkça ayırdeden, peygamberlerin kıssaları ile Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğini açıkça ortaya koyan,., demektir. "O şey açıklık kazandı" denilir. Burada merhum müfessir, bu fiilin ziyadesin ve başına hemze ziyadeli halinin aynı anlamı ifade ettiğine işaret ediyor.

3

Îman eden bir topluluk için Biz sana Mûsa ve Fir'avun'un haberinden bazısını hak ile okuyacağız.

"Îman eden bir topluluk için Biz sana Mûsa ve Fir'avun'un haberinden bazısını hak ile okuyacağız." Mûsa (aleyhisselâm) ile Fir'avun ve Karun kıssaları (bu sûrede) zikredilmektedir. Böylelikle Kureyş müşriklerine karşı delil ortaya konulmakla ve Karun'un Mûsa'ya yakınlığının, kâfir olması dolayısıyla kendisine bir fayda sağlamadığını açıklamaktadır. İşte Kureyş'in Muhammed'e yakınlığı da böyledir. Ayrıca Fir'avun'un yeryüzünde üstünlük ve zorbalık tasladığını da açıklamaktadır. Onun bu hali ise küfründen kaynaklanıyordu. Dolayısıyla yeryüzünde büyüklük taslamaktan uzak durulmalıdır, Mal çokluğuna güvenerek güç ve kuvvete aldanmamalıdır. Çünkü bu iki tavır Fir'avun ve Karun un sergilediği tavırlardandı.

"Sana Mûsa ve Fir'avun'un haberinden bazısını" onların bir kısmını

"hak ile okuyacağız." Bizim emrimize binaen Cebrâîl sana okuyacaktır.

"(Mealde:) Bazısı" burada teb'îz (kısmilik bildirme) İçindir.

"Haberinden" âyeti "okuyacağız" âyetinin mef'ûlüdür. Yani Biz, sana onlara dair haberlerin bir kısmını okuyacağız. (Bu yönüyle âyet), yüce Allah'ın:

"Yağ veren..." (el-Mu'minûn, 23/20) âyetine benzemektedir Burada merhum mtlfessir bu fiilin harf-i cer gelmeden mef'ûl almış gibi (lâzımı) bir mana taşıdığına işaret etmektedir.

"Hak İle" nin ise; kendisinde herhangi bir şüphe ve yalanın asla söz konusu olmayacağı doğruluk ile demektir.

"Îman eden bir topluluk İçin" Kur'ân'ı tasdik eden ve onun yüce Allah tarafından indirildiğini bilen bir topluluk için... demektir. Îman etmeyenler ise bunların hak olduğuna inanmazlar.

4

Şüphe yok ki Fir'avun arzda üstünlük sağlamaya kalkıştı ve ora ahalisini bölük bölük ayırıp onlardan bir kesimi zayıf düşürmek istiyor; oğullarını boğazlatıp, kadınlarını hayatta alıkoyuyordu. Gerçekten o bozgunculardan idi.

"Şüphe yok ki Fir'avun arzda üstünlük sağlamaya kalkıştı." Büyüklük tasladı, zorbalık etti. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve es-Süddî yapmıştır. Katade dedi ki: O kâfirliği dolayısıyla Rabbine ibadeti kendi büyüklüğüne yedirmeyip rubûbiyet iddiasında bulundu. Mülkü ve saltanatı ile büyüklük tasladı, dolayısıyla elinin altında bulunanlara karşı üstünlük kurmaya kalkıştı, diye de açıklanmıştır. Buradaki

"arzda" âyetinden kasıt da Mısır arazisidir.

"Ve ora ahalisini bölük bölük ayırıp..." hizmet hususunda onları çeşitli fırkalara ve sınıflara ayırmıştı. el-A'şâ dedi ki:

"O öyle bir beldedir ki; ülkeleri yürüyerek kateden bir kimse korkar (orada);

Öyle ki; böyle birisi, sen orada (kendisine arkadaşlık edecek) arkadaşlar aradığını görürsün."

"Onlardan bir kesimi" yani İsrailoğullarını

"zayıf düşürmek istiyor. Oğullarını boğazlatıp kadınlarını hayatta alıkoyuyordu. Gerçekten o bozgunculardan idi." Bu hususa dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın;

"Oğullarınızı boğazlatıp kızlarınızı sağ bırakmakla size azâbın en kötüsünü yükleyen Fir'avun hanedanından..." (el-Bakara, 2/49) âyetini açıklarken geçmiş bulunmaktadır. Bunu yapmasına sebep ise kâhinlerin ona: İsrailoğulları arasında doğacak bir çocuk senin mülküne ve krallığına son verecektir, demiş olmalarıydı. Ya da bu sözü ona söyleyenler müneccimler idi. Bir diğer görüşe göre o bir rüya görmüş ve bu şekilde yorumlanmış idi.

ez-Zeccâc dedi ki: Fir'avun'un ahmaklığından hayret edilecek husus şu ki; o şayet kahin doğru söylemişse çocukları Öldürmenin ona faydasının olmayacağını, eğer yalancıysa öldürmenin anlamının olmayacağını farkedememişti.

Denildiğine göre; onları çeşitli bölüklere ayırmıştı. İsrailoğullarından herbir kavmi ayrı ve başlı başına bir işte angarya olmak üzere çalıştırıyordu.

"Gerçekten o" yeryüzünde yaptığı işleriyle, isyanlarıyla ve zorbalığıyla

"bozgunculardan idi."

5

Biz ise o arzda mustaz'aflara lütuf etmek, onları önderler yapmak ve onları varisler kılmak istiyorduk.

"Biz ise o arzda mustaz'aflara lütuf etmek" onlara lütuf ve ihsanda bulunmak, nimetler bağışlamak

"onları önderler yapmak..." İbn Abbâs: Hayırlarda liderler, Mücahid: hayra davet edenler, Katade de yöneticiler ve hükümdarlar yapmak... diye açıklamıştır. Katade'nin delili de yüce Allah'ın:

"Sizi hükümdarlar yapmış..." (el-Mâide, 5/20) âyetidir.

Derim ki: Bu daha umumi bir açıklamadır. Çünkü hükümdar aynı zamanda kendisine uyulan ve arkasından gidilen İmâm yani önder demektir.

"Ve onları" Fir'avun'un mülküne

"vârisler kılmak İstiyorduk." Onun mülküne mirasçı olacaklar ve Kıptîlerin meskenlerine yerleşecekler. Bunlar geçmişte gerçekleşen olayların anlatımıdır. İşte yüce Allah'ın:

"Rabbinin İsrailoğullarına olan o pek güzel vaadi, sabretmelerinden ötürü bütünüyle yerini buldu" (el-A'raf, 7/137) âyetinin anlamı da budur.

6

Ve onlara arzda güç ve imkân verelim, Fir'avun'a ve Haman'a ve ordularına da onlardan korkageldiklerini gösterelim (istiyorduk).

"Ve onlara arzda güç ve İmkân verelim." Yeryüzünde ve ora ahalisi üzerinde onlara imkân ve iktidar verelim, tâ ki orayı yönetimleri altına alsınlar. Arzdan kasıt da Şam ve Mısır'dır.

"Fir'avun, Haman'a ve ordularına da onlardan korkageldiklerini gösterelim." Yani Biz, Fir'avun'a bunları da göstermek istiyorduk.

el-A'meş, Yahya, Hamza, el-Kisaî ve Halef "gösterelim" âyetini; "Görsün" diye "ya" ile ve: "Gördü" fiilinin sülâsisi (ziyadesiz şekli) diye okumuşlardır. Buna karşılık "Fir'avun, Haman ve orduları" âyetlerini da fail olduklarından dolayı ref ile okumuşlardır. Diğerleri ise ötreli "nûn" ve esreli ra ile; "Gösterdi, gösterir"den rubai bir fiil olarak "gösterelim" anlamında okumuşlardır. İfadenin akışına uygun olan okuyuş budur. Çünkü bundan öncesi "istiyorduk" bu fiilden sonrası da "imkân verelim" şeklinde idi. Dolayısıyla "Fir'avun'a, Haman'a ve ordularına" anlamındaki âyetleri de fiilin mef'ûlü olarak nasb ile okumuşlardır. el-Ferrâ'' da "Allah Fir'avun'a göstersin" anlamında olmak üzere; "şeklinde "ya" ötreli, "ra" esreli ve sonraki "ya" üstün olarak okumayı câiz kabul etmiştir.

"Onlardan korkageldikleri" âyeti şu demektir: Onlara İsrailoğullarından bir adamın eli üzere helâk edilecekleri haber verilmişti. Bundan dolayı "onlardan" yüce Allah kendilerine "korkageldikleri" şeyi göstermiş oldu.

Katade dedi ki: Fir'avun'un bir müneccimi vardı. Bu müneccim kendisine şöyle demişti: Bu sene doğacak bir evlat senin hükümdarlığına son verecektir. Bunun üzerine Fir'avun o sene doğan çocukların öldürülmesini emretmişti. Buna dair açıklamalar daha Önceden geçmiş bulunmaktadır.

7

Mûsa'nın anasına: "Onu emzir, onun adına bir tehlikeden korkarsan onu hemen denize bırak. Korkma ve üzülme! Şüphesiz Biz onu sana döndürecek ve onu peygamberlerden kılacağız" diye vahyettik.

"Mûsa'nın anasına: 'Onu emzir...' diye vahyettik" âyetinde geçen vahyin anlamına ve ne şekilde yorumlanacağına dair açıklamalar daha önceden (mesela Al-i İmrân, 3/44. îvetin, Meryem, 19/11. âyetin, Tâ-Hâ, 20/38. âyetin tefsirlerinde) geçmiş bulunmaktadır.

Mûsa'nın annesine yapılan bu vahyin mahiyeti hakkında görüş ayrılıkları vardır. Bir kesim bu rüyada ona söylenmiş bir sözdür derken, Katade bu bir İlham idi demiştir. Bir başka kesim: Bu kendisine görünen bir melek vasıtasıyla olmuştur demiştir. Mukâtil dedi ki: Cebrâîl bu hususu ona bildirmişti. Buna göre bu ilham değil, bildirmek suretinde bir vahiydir. Bununla birlikte herkes Mûsa'nın annesinin peygamber olmadığını icma ile kabul etmiştir. Ona meleğin gönderilmesi ise meleğin Buhârî ve Müslim tarafından rivâyet edilen meşhur hadiste kel, abraş ve kör ile konuşması kabilindendir. Biz bu hadisi daha önceden et-Tevbe Sûresi'nde (9/60. âyetin tefsirinde, 24. başliğın sonlarında) zikretmiş bulunuyoruz. Bunun dışında ayrıca peygamberlik söz konusu olmaksızın, meleklerin İnsanlarla konuştuklarına dair gelen başka rivâyetler de bu kabildendir. Melekler İmrân b. Husayn'a selam vermişlerdir. Fakat o bununla peygamber olmamıştı.

Mûsa'nın annesinin ismi Ayariha idi. es-Süheylî'nin naklettiğine göre Eyarihat de denilmiştir. es-Sa'lebî dedi ki: Mûsa'nın annesinin ismi Luha'dır, babasından itibaren de Haned b. Lavî b. Ya'kub'dur.

"Onu emzir" âyetini Ömer b. Abdu'l-Aziz "nûn" harfini esreli ve elifi de vasıl elifi kabul ederek; diye okumuştur. "Onu emzir" fiilinin başındaki hemzenin hazfedilmesi tahfif iledir, daha sonra iki sakinin arka arkaya gelmesi dolasıyla "nûn"u esre ile harekelemiştir.

Mücahid dedi ki: Onu emzirmek ile ilgili vahiy doğumundan önce idi. Başkası ise sonra olmuştur demektedir. es-Süddî de dedi ki: Mûsa'nın annesi Mûsa'yı doğurunca doğumun akabinde ona süt vermesi emri verildi ve âyet-i kerimede belirtilen hususları yapması söylendi. Çünkü korkuya kapılması doğumunun akabinde olmuştu.

İbn Cüreyc dedi ki: Ona bir bahçede dört ay süreyle süt emzirmesi emredildi. Şayet sütü ona yeterli gelmeyeceğinden dolayı ağlayıp sesini yükseltmesinden korkarsa bu sefer belirtilen hususları yapması emredilmişti.

Ancak birinci görüş daha kuvvetlidir. Şu kadar var ki sonuncu görüşü de yüce Allah'ın:

"Onun adına bir tehlikeden korkarsan" âyeti desteklemektedir. Çünkü; şart edatı gelecek zaman için kullanılır.

Rivâyet olunduğuna göre; o, hasır otundan bir sanduka yaptı ve onu içinden ziftledi. Mûsa'yı içine bıraktıktan sonra da bu sandukayı Mısır'daki Nil nehrine bıraktı. Buna dair haberler daha önceden Tâ-Hâ Sûresi'nde (20/36. âyet ve devamının tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

İbn Abbâs dedi ki: İsrailoğulları Mısır'da çoğalınca insanlara haksızlık etmeye ve masiyetler işlemeye koyuldular. Allah da Kıptî'leri onlara musallat etti, onları en kötü şekilde azaba uğrattılar ve bu, yüce Allah onları Mûsa (aleyhisselâm) vasıtası ile kurtarıncaya kadar devam etti.

Vehb dedi ki: Bana ulaştığına göre Fir'avun, Mûsa sebebiyle yetmişbin çocuk kesti. Doksanbin çocuk kestiği de söylenmektedir.

Rivâyet olunduğuna göre, annesinin doğumu yaklaşıp doğım sancıları başlayınca İsrailoğullarından doğum yapacak hamilelerle görevli ebelerden birisinin, annesine karşı samimi bir sevgisi vardı. Bu ebeye: Haydi senin bana duyduğun sevginin bugün bana faydası olsun dedi. Ona doğumu yaptırdı. Mûsa dünyaya gelince, güzünün önündeki "nûr" kadını dehşete düşürdü, iliklerine kadar titredi. Ona duyduğu sevgi kalbine işleyiverdi ve sonra şunları söyledi: Ben aslında senin yanına çocuğunu öldürmek ve durumu Fir'avun'a haber vermek için gelmiştim. Fakat senin oğluna karşı duyduğum sevginin benzerini asla kimseye karşı duymuş değilim, sen onu iyi koru. Ebe kadının yanından çıkıp, gidince Fir'avun'un casusları geldi. Onu bir beze sarıp, ateş yanmakta olan bir tandıra bıraktı. Aklı başından gittiği için ne yaptığını bilemiyordu. Etrafı araştıran casuslar bir şey bulamayınca çıkıp gittiler. Annesi onu nereye bıraktığını dahi bilmiyordu. Tandırdan bir ağlama sesi duydu, yüce Allah ateşi onun için serin ve selametli kılmıştı.

"Korkma" âyeti iki türlü açıklanmıştır: İbn Zeyd'in açıklamasına göre suda boğulacağından yana onun için korkma, Yahya b. Sellam'ın açıklamasına göre de onun zayi olacağından yana korkma, demektir.

"Ve üzülme." Bunda da iki türlü açıklama söz konusudur: Ondan ayrılacağın için üzülme, bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır. Öldürüleceğinden yana üzülme diye de açıklanmıştır. Bu açıklama da Yahya b. Sellâm'a aittir.

Denildiğine göre annesi onu dört ay süreyle emzirdikten sonra eni beş karış, boyu beş karış olan bir sandukaya koydu, anahtarı da sandukaya yerleştirdikten sonra suya bıraktı. el-Kelbî'nin naklettiğine göre başkaları üç ay, daha başkaları da sekiz ay emzirmiştir, demiştir.

Yine nakledildiğine göre marangoz bu sandukayı yapıp bitirdikten sonra durumu gidip Fir'avun'a ulaştırdı. Onunla birlikte Mûsa'yı alıp getirecek kimseler gönderdi. Yüce Allah marangozun gözlerini ve kalbini mühürledi, yolu bir türlü bulamadı. Bu sefer Fir'avun'un kendisinden korktuğu küçük çocuğun bu olduğuna inandı ve o andan itibaren îmana geldi. İşte Fir'avun hanedanından îman eden şahıs budur. Bunu da el-Maverdî zikretmiştir.

İbn Abbâs dedi ki: Mûsa (aleyhisselâm), sandukası içinde annesinin gözünden kaybolduktan sonra, şeytan ona pişmanlık duygulan verdi ve kendi kendisine şöyle dedi: Benim yanımda kesilseydi de onu kefenleseydîm ve gömseydim. Bu benim onu denize bırakmamdan daha iyiydi. Bunun üzerine yüce Allah:

"Şüphesiz Biz, onu sana döndürecek ve onu" Mısır halkına "peygamber kılacağız" diye buyurdu.

el-Esmaî dedi ki: Ben bedevi Arap bir kadını şu beyitleri okurken dinledim:

"Mağfiret dilerim bütün günahlarım için Allah'tan,

Bana helal olmayan bir insanı öptüm ben.

Ceylan gibi yumuşak bir tavrı vardı onun,

Gece yarı oldu ve ben daha namazımı kılmadım."

-Allah kahretsin seni ne kadar da fasihsin! dedim, o şöyle dedi: Yüce Allah:

"Mûsa'nın anasına... onu emzir... diye vahyettik." âyetinde tek bir âyette iki emir, iki yasak, İki haber ve iki müjdeyi bir arada zikretmişken benim, bu söylediklerim fasih mi sayılır? dedi.

8

Sonra Fir'avun hanedanı onu aldılar. Çünkü sonunda onlara bir düşman, bir tasa olacaktı. Muhakkak Fir'avun, Haman ve orduları suçlu kimselerdi.

"Sonra Fir'avun hanedanı onu aldılar, çünkü sonunda onlara bir düşman, bir tasa olacaktı." Çünkü onların onu alışları, sonuç itibariyle onlara düşman ve bir tasa sebebi olmasına kadar götürecekti. Buna göre buradaki: "(........) Olacaktı" lâfzındaki lâm, lâm-ı akıbet ve lâm-ı sayruret diye bilinir. Çünkü onlar Mûsa (aleyhisselâm)'ı kendileri için bir göz aydınlığı olsun diye aldılar, fakat sonunda onlara düşman ve tasa sebebi oldu. Böylelikle yüce Allah, burada hali, akıbetin durumu ile zikretmektedir. Nitekim şair şöyle demektedir:

"(Sonunda) ölüm için büyütmektedir herbir süt emziren,

Evlerimizi de zaman onları yıksın diye bina ediyoruz."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Anneler oğlaklarını (yavrularını) ölüm için beslemektedir,

Tıpkı meskenlerin zamanla sonunda yıkılması için bina edilmesi gibi."

Yani binanın akıbeti yıkımdır, Hal-i hazırda bina yapılıyor diye sevinilse dahi.

İltikat: Almak, bir şeyi aramaksızın, istemeksizin bulmak demektir. Araplar aramaksızın ve istemeksizin buldukları bir şey hakkında;

Onu buldu, bulmak"; "Filan kişiyi aramaksızın buldum" derler. Recez vezninde de şair şöyle demiştir:

"Ve bir bu kaynağı ki, onu aramadan buldum."

Lukata (buluntu) da buradan gelmektedir. Buna dair hükümler yeteri kadarı ile daha önceden Yusuf Sûresi'nde (12/10. âyet, 5. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

el-A'meş, Yahya, el-Mufaddal, Hamza, el-Kisaî ve Halef "bir tasa" anlamındaki âyeti şeklinde "ha" ötrelî ve "ze" sakin olarak okumuştur. Diğerleri ise her iki harfi de üstün olarak okumuşlardır. Ebû Ubeyd de bu okuyuşu tercih etmiştir. Ebû Hatim de üstün okuyuşu benimsemiştir. Bunların ikisi de, iki ayrı söyleyiştir. Tıpkı; "Yokluk, hastalık, doğruluk" kelimelerinin iki türlü söylenişi gibi.

"Muhakkak Fir'avun, Haman" onun Kıptîlerden veziridir

"ve orduları suçlu" isyankâr, müşrik ve günahkâr

"kimselerdi."

9

Fir'avun'un hanımı dedi ki: "Benim için de, senin için de bir gözbebeği (olsun); onu öldürmeyin, belki bize faydalı olur, yahut onu evlad ediniriz." Onlarsa farkında değillerdi.

"Fir'avun'un hanımı dedi ki: Benim İçin de, senin için de bir gözbebeği (olsun); onu öldürmeyin." Rivâyete göre Fir'avun'un Hanımı Âsiye sandukanın suda yüzmekte olduğunu görünce, bu sandukanın kendisine doğru sürüklendirilmesini ve açılmasını emretti. İçinde küçük bir bebek görünce, ona acıdı ve sevdi. Bunun için Fir'avun'a:

"Benim İçin de, senin için de bir gözbebeği (olsun)" dedi. Yani bu benim için de, senin için de bir gözbebeğidir. Buna göre "gözbebeği" lâfzı mahzuf bir mübtedânın haberidir. el-Kisaî böyle demiştir. en-Nehhâs dedi ki: Bunda Ebû İshak'ın söz konusu ettiği uzak ihtimalli bir açıklama şekli daha vardır. O da mübtedâ olarak merfu olması, haberinin ise "onu öldürmeyin âyetinin olmasıdır. Bunun uzak olma ihtimali şudur: Çünkü bu durumda mana: O gözbebeği olmakla tanınan birisidir, şeklinde olur. Bu şekilde olmasının câiz olması da mananın şu şekilde olması halinde söz konusudur: O benim için de, senin için de bir gözbebeği olduğuna göre onu öldürmeyiniz.

Yüce Allah'ın:

"Ve sana" âyetinde İfadenin tamam olduğu da söylenmiştir. en-Nehhâs dedi ki: Buna delil de Abdullah b. Mes'ûd'un şu şekildeki okuyuşudur: "Fir'avun'un hanımı dedi ki: Onu öldürmeyiniz, benim için ve senin için bir gözbebeğidir (bu)."

"Gözbebeği" anlamındaki kelimenin; "Benim için ve senin için gözbebeği olanı öldürme" anlamında nasb ile okunması caizdir.

Fir'avun'un hanımı:

"Onu öldürmeyin" deyip de "onu öldürme" dememiş olması Fir'avun'a zorbalara hitab edildiği gibi ve zorbaların kendileri hakkında haber verdikleri şekilde hitab etmesinden dolayıdır.

Bir diğer açıklamaya göre:

"Onu öldürmeyin" demesi şu demektir: Çünkü Allah, onu Mısır dışındaki bir yerden buraya sürüklemiştir, İsrailoğullarından birisi değildir.

"Belki bize faydalı olur." Böylelikle biz ondan hayır elde ederiz.

"Yahut onu evlad ediniriz." Âsiye'nin çocuğu olmuyordu, o bakımdan Mûsa'yı, Fir'avun'dan kendisine bağışlamasını istedi. O da Mûsa'yı ona bağışladı. Fir'avun rüyasını görüp, kahinlerine ve âlimlerine -daha önce geçtiği üzere- anlatınca onlar şöyle demişlerdi: İsrailoğullarından bir kişi senin bu hükümdarlığının sonunu getirecektir. Bunun üzerine İsrailoğullarının çocuklarını kesmeye koyuldu. Fakat bu gidişle nesillerini kurutacağını görünce, bir sene kesmeye, bir sene de hayatta bırakmaya karar verdi. Harun (aleyhisselâm) kesme emrinin uygulanmadığı sene, Mûsa ise kesme emrinin uygulandığı sene doğmuştu.

"Onlarsa farkında değillerdi." Bu şanı, yüce Allah'ın olayın anlatımı ile ilgili yeni bir âyetidir. Yani onlar helaklerinin onun sebebiyle olacağının farkında değillerdi. Bunun kadının söylediği sözlerin devamı olduğu da söylenmiştir. Yani İsrailoğulları bizim onu aldığımızı bilmiyorlar, onlar ancak onun bizim çocuğumuz olduğunu biliyorlar.

Te'vil bilginleri Fir'avun hanımının: "Benim için de, senin için de gözbebeği (olsun)" sözlerini ne zaman söylediği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir kesim bu sözleri Fir'avun'a durumu haber verip de sandukayı sudan aldıkları sırada söylemişti. Ona bunu haber verdiğinde o hemen İsrailoğullarından olduğunu anlamıştı. Bu şekilde sandukaya bırakılmasından maksadın kesilmekten kurtulması olduğunu da anlamıştı. O bakımdan: Bana kesicileri getirin diye emir verince, hanımı da belirtilen sözleri söyledi. Bunun üzerine Fir'avun: Benim İçin gözbebeği olmasına gelince, böyle bir şey söz konusu değildir, diye cevap vermişti.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Eğer Fir'avun evet benim için de böyle olsun, demiş olsaydı, Mûsa'ya îman edecekti ve onun için de bir gözbebeği olacaktı." İbn Kesîr, Tefsir, Mİ, 149.

es-Süddî dedi ki: Fir'avun'un hanimi Mûsa'yı yürüme çağına gelinceye kadar yetiştirdi. Fir'avun onda bir yiğitlik gördü. Onun İsrailoğullarından olduğunu anladı, onu eline aldı. Mûsa eliyle Fir'avun'un sakalını çekiştirmeye başladı. İşte o vakit onu kesmek istedi ve hanımı da o sırada bu sözleri ona söyledi. Yakut ile kor ateşle de o zaman onu denedi. İşte -daha önceden Tâ-Hâ Sûresi'nde (20/27. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere- dili o zaman yandı ve dilindeki ağırlık (düğüm) o zaman oldu.

el-Ferrâ'' dedi ki: Ben kendisine es-Süddî denilen, Muhammed b. Mervan', el-Kelbî'den, o Ebû Salih'ten, o İbn Abbâs'tan şunları söylediğini naklederken dinledim: Kadın: "Benim için bir gözbebeğidir, senin için ise değil" dedikten sonra: "Onu öldüreceksiniz ha!" dedi. el-Ferrâ'' dedi ki: Bu ise bir lahn (kurallara uygun olmayan) bir okuyuştur.

İbnu'l-Enbarî dedi ki; Böyle bir okuyuşun lahn olduğuna hüküm vermesinin sebebi şudur: Eğer böyle olsaydı, bunun "nûn" ile; "Onu öldüreceksiniz" şeklinde olması gerekirdi. Çünkü muzari fiil başına nasb eden ya da cezm eden bir amil gelmediği sürece merfu olur. "Nûn"un sabit olması onda ref’ alametidir.

el-Ferrâ'' (devamla) dedi ki: Bu şekildeki okuyucu reddetmeyi pekiştiren husus da Abdullah b. Mes'ûd'un; "Fir'avun'un hanımı dedi ki: Onu öldürmeyiniz, benim için de, senin için de bir gözbebeği (olsun)" şeklinde ve "onu öldürmeyiniz" emrini başa alarak okumuş olmasıdır.

10

Mûsa'nın annesi kalbi bomboş sabahı etti. Şayet inananlardan olsun diye kalbini pekiştirmeseydik, az kalsın onu açıklayıverecekti.

"Mûsa'nın annesi kalbi bomboş sabahı etti" âyeti hakkında İbn Mes'ûd, İbn Abbâs, el-Hasen, Mücahid, İkrime, Katade, ed-Dahhak, Ebû İmrân el-Cevnî ve Ebû Ubeyde dünyada Mûsa dışında hiçbir şey hatırından geçirmeyerek sabahı etti, diye açıklamışlardır. Yine el-Hasen, İbn İshak ve İbn Zeyd dediler ki: Yüce Allah'ın kendisine vahyedîp de onu denize atmasını emrettiğinde kendisine "korkma ve üzülme" denildiğini, Mûsa'yı kendisine tekrar geri döndürüp onu peygamberlerden kılacağını taahhüd ettiğini belirtmiş olduğu vahiyden yana "kalbi bomboş" sabahı etmişti. Şeytan kendisine; Ey Mûsa'nın annesi, sen Fir'avun'un Mûsa'yı öldürmesinden hoşlanmadın, bizzat kendin onu suda boğdun. Sonra ona Mûsa'nın, Fir'avun'un eline düşmüş olduğu haberi ulaştı ve böylelikle bu belânın büyüklüğü daha önce yüce Allah'ın kendisine yaptığı caahhüdü unutturdu.

Ebû Ubeyde dedi ki: O Mûsa'nın suda boğulmadığını bildiğinden dolayı gam ve kederden yana kalbi bomboş sabahı etti, demektir. el-Ahfeş de böyle demiştir.

el-Alâ b. Zeyd dedi ki: "Bomboş" yani nefret edici olarak anlamındadır. el-Kisaî ise herşeyi unutmuş ve hiçbir şeyi hatırına getirmeyen, diye açıklamıştır. Kalbi ona bağlanmış olduğu halde... diye de açıklanmıştır ki; bunu da Saîd b. Cübeyr rivâyet etmiştir.

İbnu'l-Kasım, Malik'den: "Bomboş" demek aklın gitmesi demektir. Yani Mûsa'nın Fir'avun'un eline düştüğünü işitince aşırı korku ve dehşetinden dolayı aklı başından gitti. Yüce Allah'ın:

"Kalpleri ise bomboş olacaktır." (İbrahim, 14/43) âyeti da bu anlama yakındır. Yani İbrahim Sûresi'nde (belirtilen âyetin tefsirinde) belirtildiği gibi akıllan kendilerinde bulunmayarak, bomboş halde... demektir. Çünkü kalpler akılların merkezidir. Nitekim yüce Allah

"Kendileri ile akledecek kalpleri..." (el-Hac, 22/46) diye buyurmaktadır: "bomboş" anlamındaki kelimeyi-: "Korku ve dehşete kapılmış olarak" diye okuyanların kıraati bu açıklamanın lehine delil teşkil etmektedir.

en-Nehhâs der ki: Bu görüşlerin en sahihi birincisidir. Bu görüşte olanlar yüce Allah'ın kitabını en iyi bilenlerdir. Eğer kalbi Mûsa'yı anmanın dışında herşeyden yana bomboş ise vahyi de hatırlamıyordu demektir. Ebû Ubeyde'nin kederden yana bomboş şeklindeki açıklaması ise çirkin bir hatadır, çünkü ondan hemen sonra: "Şayet inananlardan olsun diye kalbini pekiştirmeseydik, az kalsın onu açıklayiverecekti" diye buyurmaktadır.

Saîd b. Cübeyr de İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: O neredeyse: Vah oğlumun başına gelenler! diyecekti.

Fadale b. Ubeyd el-Ensarî (radıyallahü anh), Muhammed b. es-Sümeyka, Ebû'l-Aliye ve İbn Muhaysın; "Korku ve dehşete kapılmış olarak" şeklinde "fe" ve "ayn" ile; Korku ve dehşete kapılmak"dan gelmiş gibi okumaktadır. Öldürüleceğinden yana korkuya kapılmıştı, demektir. İbn Abbâs ise "kar, "ra" ve "ayn" ile; "şeklinde okumuştur ki bu da cemaatin okuyuşu olan: "Bomboş" kıraatine racidir. Bundan dolayı üzerinde saç bulunmayan başa; denilmiştir, çünkü saçtan yana bomboştur.

Kutrub, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından kimisinin etifsiz olarak; diye okuduğunu rivâyet etmiştir. Bu da "heder ve batıl olarak" demeye benzer. "Kanları kendi aralarında hederdir" demektir. Buna göre de âyetin anlamı şöyle olur: Kalbi hiçbir iş görmez olmuş, aklı gitmiş ve başına gelen musibetin ağırlığından dolayı kalpsiz kalmış gibi oldu.

Yüce Allah'ın;

"Sabahı etti" âyeti ile ilgili iki türlü açıklama yapılmıştır. Birincisine göre o Mûsa'yı geceleyin suya bırakmıştı, gündüzün kalbi bomboş sabahı etti. İkinci açıklamaya göre; o Mûsa'yı gündüzün suya bırakmıştı. Burada

"sabahı etti" ise oldu, anlamındadır. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Halifeler o çok doğru işleri yapıp gittiler,

Artık Medine de Velid'in oldu."

"Az kalsın"; "Az kalsın o...". takdirindedir. Burada zamir hazfedildiğinden ötürü "nün" da sakin gelmiştir. O halde bu (muhakkak demek olan) muhaffef dir. Bundan dolayı "Onu açıklayıverecekti" âyetinin başına "lâm" harfi gelmiş bulunmaktadır. Az kalsın durumunu açığa çıkaracaktı, demek olup; "Açığa çıktı, çıkar, göründü, görünür" kökünden gelmektedir.

İbn Abbâs dedi ki: Yani onu suya bıraktığında az kalsın vay benim yavrum, diye feryad edecekti.

es-Süddî dedi ki: Yavrusu emzirmek ve onu yetiştirmek üzere götürüldüğünde az kalsın o benim oğlumdur diyecekti.

Şöyle de denilmiştir: Mûsa gençlik çağına erişince, herkesin: Fir'avun oğlu Mûsa demekte olduğunu işitti. Bu ona ağır geldi ve bundan dolayı kalbi daraldı. Az kalsın: O benim oğlumdur deyiverecekti.

Bir başka açıklamaya göre "onu'daki zamir vahye ait olup ifade: Az kalsın bizim kendisine Mûsa'yı ona geri döndüreceğimize dair yaptığımız vah yi açıklayacaktı, takdirindedir. Ancak birinci açıklama daha kuvvetlidir,

İbn Mes'ûd dedi ki: Az kalsın: Onun anası benim, diyecekti. el-Ferrâ' dedi ki: Bu konuda kalbi daralmış olduğundan dolayı, az kalsın onun İsmini acıklayıverecekti.

"Kalbini pekiştirmeseydik" âyetini, Katade; îman ile, es-Süddî onu korumak suretiyle... diye açıklamışlardır. Sabır ile diye de açıklanmıştır. Kalbi pekiştirmek (radıyallahü anhbt) sabır ilham etmek demektir.

"Şayet inananlardan olsun diye..." yüce Allah kendisine:

"Biz onu sana döndüreceğiz" âyetindeki vaadini tasdik edip, doğrulayanlardan olsun diye... demektir.

Yüce Allah burada;

"Onu acıklayıverecekti" diye buyurup da diye buyurmamış olması, bu gibi sıfat (teaddi, geçiş) harflerinin ifadelerde bazen fazladan İlave edilmesinden dolayıdır. Mesela; "Halatı aldım" denildiği gibi (be harfi ziyadesiyle:), de denilebilir. Bunun; "Onun hakkında söz söyleyip açıklayıverecekti" anlamında olduğu da söylenmiştir.

11

Anası, kızkardeşine: "Git, onu İzle" dedi. Onlar farkında olmaksızın, onu uzaktan gözetledi.

"Anası, kızkardeşine: Git onu izle, dedi." Yani Mûsa'nın annesi, Mûsa'nın kızkardeşine: Onun haberini öğrenmek üzere, onun izini takip et, dedi.

Kızkardeşinin ismi İmrân kızı Meryem idi. Bu şekilde ismi Îsa (aleyhisselâm)'ın annesi Meryem'in ismi gibidir, bunu es-Süheylî ve es-Sa'lebî zikretmişlerdir. el-Maverdî ise ed-Dahhak'tan adının Kelseme olduğunu nakletmektedir. es-Süheylî de Külsûm demiştir. Bu da ez-Zübeyr b. Bekkâr'ın rivâyet ettiği bir hadiste varid olmuştur. Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hatice (radıyallahü anha)'ya şöyle demiştir: "Yüce Allah'ın cennette bana seninle birlikte İmrân kızı Meryem'i, Mûsa'nın kızkardeşi Külsum'u ve Fir'avun'un hanımı Asiye'yi de eş vereceğini biliyor musun?" O: Bunu Allah mı sana bildirdi diye sorunca, Peygamber: "Evet" diye buyurdu. Bunun üzerine Hatice; Hayırlı, uğurlu ve bol nesilli olsun, diye dua etti.

"Onlar farkında olmaksızın" Mûsa'yı aldıklarını görünceye kadar nehrin kıyısında yürüdüğünden dolayı onun kızkardeşi olduğunu farketmeksizin

"onu uzaktan gözetledi." Buradaki; ın 'uzaktan" anlamına geldiğini Mücahid söylemiştir, "el-ecnebi: yabancı" kelimesi de buradan gelmektedir. Şair de şöyle demektedir:

"Beni NâiPden uzakta tutarak mahrum etme,

Çünkü ben çadırların ortasında bir yabancıyım."

Bunun aslı: "Uzak yerden..." şeklindedir. İbn Abbâs dedi ki burada "Uzaktan" yan taraftan anlamındadır. Nitekim en-Numan b. Salim de; "Bir yandan" diye okumuştur.

Özlemle, şevkle... diye de açıklanmıştır. Ebû Amr b. el-A'lâ'nın naklettiğine göre ise bu Cüzamlıların bir söyleyişidir. Onlar; "Seni özledim" derler. Bunun, kendisi ondan uzak kalarak, böylelikle hiçbir şekilde onun annesi olduğunu bilemedikleri anlamında olduğu da söylenmiştir, Katade dedi ki: Sanki onu istemiyormuşcasına bir tarafta oturup ona bakmaya koyuldu. O bu âyeti; "Bir taraftan kıyıdan, kenardan" diye "cim" harfini üstün, "nun" harfini de sakin olarak okurdu.

12

Önceden Biz onun süt analarının memesini almamasını sağlamıştık. Bunun üzerine (kızkardeşi) dedi ki: "Sîzin için ona bakacak, hem de ona iyilikte bulunacak bir aile göstereyim mi?"

"Önceden Biz onun süt analarının memesini almamasını sağlamıştık."

Annesi ve kızkardeşinin gelişinden önce onun süt emmesini engellemiştik, demektir.

Süt emzirenler" kelimesi 'in çoğuludur. Çoğul olarak; kullanılırsa, bunun tekili dan gelir. Bu kelimenin vezni olan vezni çokluk anlatmak içindir. Müennes ile müzekkeri bir birinden ayırmak için de bunun sonuna ayrıca "te" (müenneslik "te"si) girmez. Çünkü bu iş fiil üzerinde cereyan etmemektedir. Bununla birlikte Çok süt emziren" denilecek olursa, buradaki "he" (yuvarlak te) mübalağa içindir. "Çokça çalgı çalan" anlamında; denilmesi gibi.

İbn Abbâs dedi ki: Ne kadar süt anne getirildiyse hiçbirisini kabul etmedi. Buradaki "haram kılma" (mealde; "almamasını sağlamak") men (engeller ve, alıkoyma) anlamında bir tahrimdir, şer'î anlamıyla bir tahrim değildir. Şair İmruu’l-Kays da şöyle demiştir;

"(Deven) beni yere yıkmak için dönüp durdu, ona vazgeç bu işten, dedim,

Çünkü senin beni yıkman, senin için haramdır (almayacak bir şeydir.)"

Kızkardeşi durumu görünce:

"Sizin İçin ona bakacak, hem de ona iyilikte bulunacak bir aile göstereyim mi?" dedi. Onlar: Nerden biliyorsun, sen onun ailesini biliyor olabilirsin, dediler. Kızkardeşi: Hayır fakat onlar hükümdarın sevinmesini çok arzu ederler ve ona süt annelik yapmayı isterler, diye cevap verdi.

es-Süddî ve İbn Cüreyc dediler ki: O;

"Hem de ona iyilikte bulunacak bir aile göstereyim mi" deyince, ona: Sen bu çocuğun ailesini biliyor olmalısın, haydi onları bize göster, dediler. O: Ben: Onlar hükümdara iyilikte bulunacaklar demek istemiştim dedi ve onlara Mûsa'nın annesini gösterdi. Onların emriyle Mûsa'nın annesine gidip onu yanlarına getirdi. Fir'avun ise şefkatinden dolayı bebeği eline almış, ağlamamasını sağlamaya çalışıyordu. Ancak Mûsa ağlayıp süt emmek istiyordu. Annesi gelince, bebeği ona verdi. Çocuk annesinin kokusunu alınca, memesini kabul etti.

İbn Zeyd dedi ki: Kızkardeşi bu sözleri söyleyince, ondan şüphelendiler. Bu sefer o: Onlar hükümdara iyilik yapmak isteyen kimselerdir, dedi.

Yine denildiğine göre kızkardeşi:

"Sîzin için ona bakacak, hem de... bir aile göstereyim mi?" deyince -ki bu arada memesini kabul edecek bir süt anne aramayı ısrarla sürdürüyorlardı-; Bu kim olabilir? diye sordular. Benim annem, dedi. Peki sütü var mı? diye sordular. Evet Harun'un sütü var dedi. -Ki Harun çocukların öldürülmediği yıl dünyaya gelmişti- Bu sefer Allah'a yemin olsun ki bu doğru söylüyor, dediler.

"Hem de ona iyilikte bulunacak bir aile" yani bu aile hem şefkatlidir, hem de iyilik sahibidir.

Rivâyete göre Mûsa, annesinin memesini kabul edince, annesine: Bu nasıl oldu da senden başka hiç kimsenin memesini kabul etmezken senin memeni kabul etti? diye sordular. Şöyle dedi; Ben kokusu hoş ve sütü güzel bir kadınım. Bana ne kadar çocuk getirildiyse, hemen hemen benden süt almıştır, diye cevap verdi.

Ebû İmrân el-Cevnî dedi ki: Fir'avun, Mûsa'nın annesine hergün bir dinar veriyordu. '

ez-Zemahşerî dedi ki: Çocuğuna süt emzirdiği için ücret alması onun için nasıl helal oldu, diye sorarsan, derim ki; O bunu süt emzirme ücreti olarak almıyordu. Bunu mubah kabul ederek harbî olan bir kimsenin malıdır diye alıyordu.

13

Biz onu böylece anasına geri çevirdik ki gözü aydın olup üzülmesin ve gerçekten Allah'ın vaadinin hak olduğunu da bilsin diye. Fakat onların çoğu bilmezler.

"Biz onu böylece anasına geri çevirdik." Bu sırada yüce Allah düşmanının kalbini ona karşı merhametle doldurmuştu. Böylece ona verdiğimiz sözü de yerine getirdik.

"ki" çocuğu dolayısıyla

"gözü aydın olup" yavrusundan ayrı düştüğü için

"üzülmesin ve gerçekten Allah'ın vaadinin hak olduğunu bilsin diye." Bu vaadin mutlaka gerçekleşeceğini bilsin diye. Çünkü o, çocuğunun kendisine geri döndürülmesinin gerçekleşeceğini bitiyordu.

"Fakat onların çoğu bilmezler." Yani Fir'avun hanedanının çoğu bilmezler, Bu da şu demektir: Onlar ilahi takdirden ve kazanın sırrından yana gaflet içindeydiler. Şöyle de açıklanmıştır: İnsanların çoğu Allah'ın bütün vaadlerinin hak olduğunu bilmemektedirler.

14

Kıvamına erip olgunlaşınca Biz ona hüküm ve ilim verdik. Biz iyi davrananları işte böyle mükâfatlandırırız.

"Kıvamına erip olgunlaşanca, Biz ona hüküm ve ilim verdik." Kıvamına ermeye dair açıklamalar daha önceden el-En'âm Sûresi'nde (6/151-153. âyetlerin tefsin, 11. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Rabia ve Malik'in görüşüne göre bu, ergenlik yaşına ulaşmaktır. Bu hususta yapılmış en kabule şayan açıklama budur. Çünkü yüce Allah:

"Yetimleri evlilik çağına erdikleri zamana kadar deneyin. " (en-Nisa, 4/6) diye buyurmaktadır. İşte bu, kıvamına erişin ilk çağıdır. Bunun en ileri derecesi ise otuzdört yaşıdır. Bu da Süfyan es-Sevrî'nin görüşüdür.

"Olgunlaşınca" âyeti hakkında İbn Abbâs kırk yaşına gelince, diye açıklamada bulunmuştur. Âyetteki

"hüküm" peygamberlikten önceki hikmet anlamındadır. Dinde fıkıh (derin ve incelikli bilgi) anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/129. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. İlimden kasıt da es-Süddînin görüşüne göre kavrayıştır; nübüvvet olduğu da söylenmiştir. Mücahid fıkıhtır, demiştir. Muhammed b. İshak ise kendisinin dini ve atalarının dîni ile ilgili bilgi demektir. Çünkü İsrailoğullarından dokuz kişi onun sözlerini dinliyorlar, ona uyuyorlar, onun etrafında toplanıyorlardı. Bu ise peygamberliğinden önce olmuştu.

"Biz İyi davrananları İşte böyle mükâfatlandırırız." Yani Mûsa'nın annesi yüce Allah'ın emrine teslim olup yavrusunu denize bırakıp yüce Allah'ın vaadini tasdik ederek teslimiyet gösterip Biz de annesi emniyet içerisinde olduğu halde, çocuğunu kendisine çeşidi ikram ve armağanlarla geri çevirdikten sonra, una aklı, hikmeti ve nübüvveti vererek mükâfatlandirdığimız gibi, ihsan edici, iyi davranıcı herkesi böylece mükâfatlandırırız.

15

Şehre, ahalisinin haberi olmadığı bir vakitte, girdi. Orada birbiri ile döğüşen iki adam buldu. Şu kendi taraftarlarından, öbürü düşmanından. Taraftarlarından olan düşmanından olana karşı kendisinden yardım istedi. Mûsa ona bir yumruk vurmakla ölümüne sebeb olunca: "Bu, şeytanın işindendir. Şüphesiz ki o, apaçık saptırıcı bir düşmandır" dedi.

"Şehre ahalisinin haberi olmadığı bir vakitte girdi" âyeti ile ilgili olarak şöyle denilmiştir: Mûsa (aleyhisselâm) dininin hak olduğunu bilince, bu sefer Fir'avun'un kavminin izlediği yolu ayıplamaya koyuldu. Onun bu hali yaygınlık kazandı, bundan dolayı onu korkuttular. O da onlardan korktu. Bu bakımdan Fir'avun'un şehrine ancak korku ile ve gizlice giriyordu.

es-Süddî dedi ki: Mûsa bu kıssanın cereyan ettiği sırada Fir'avun ile resmi seviyede ilişkisi olan birisiydi. Onun bindiği bineklere biniyor ve hatta, Fir'avun'un oğlu Mûsa diye biliniyordu. Fir'avun bir gün bineklerine binip Mısır şehirlerinden Menuf -Mukâtil Mısır'dan iki fersah uzaklıktadır demiştir- diye bir yere gitti. Mûsa, Fir'avun'un binip gittiğini öğrenince o da arkasından bindi ve öğle vakti istirahati sırasında o kasabaya ulaştı. Bu da habersiz kalınan bir gaflet zamanıdır. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Yine o: Sözü edilen bu vakit akşam ile yatsı arasıdır, demiştir.

İbn İshak dedi ki: Burada sözü edilen şehir Mısır şehrinin kendisidir. Mûsa o donemde Fir'avun'a muhaliF olduğunu açıkça ifade ediyordu. Fir'avun'a ve putlara tapılmasını da ayıplıyordu. Bir gün Fir'avun'un şehrine ahalisinin haberi olmadığı bir sırada girdi.

Saîd b. Cübeyr ile Katade: Öğle vakti insanların uykuda olduğu bir sırada girdi, demiştir. İbn Zeyd de şöyle demektedir: Fir'avun, Mûsa ile tartışmış ve onu şehirden dışarıya göndermişti. Mûsa da bu şehirden yıllarca uzak kalmıştı. Durumunu unuttukları ve aradan uzunca bir zaman geçtiği için haberleri olmadık bir zamanda (unlardan habersiz) geldi. O gün bir bayram günüydü.

ed-Dahhak dedi ki: O ahalisinin haberlerinin olmayacağı bir zamanda şehire girmek istedi. Onların bu hallerini bildikleri bir zamanda şehire girdi. Öldürülme emrini (Allah'tan) almadan önce o adamı öldürme işi de elinden çıktı. Rabbinden mağfiret dileyince, Allah da ona mağfiret buyurdu.

"Ahalisinin farkında olmadığı bir sırada şehire girdim" anlamında denilir, amma; "denilmez. Bu âyet-i kerimede; 'in gelmesi ise asıl maksadın "gaflet: habersizlik" oluşundan dolayıdır. Böylelikle bu: "Gafil oldukları (habersiz oldukları) bir zamanda geldim" demeye benzer. Arzu edilirse;"Habersiz oldukları bir zamanda geldim" de denilebilir. Ayet de bu şekildedir.

"Orada birbiri ile döğüşen iki adam buldu. Şu kendi taraftarlarından" yani dışardan bakan bir kimse bu onun taraftarlarındandır. Yani İsrailoğullarındandır, diyebiliyordu.

"Öbürü düşmanından" yani Fir'avun kavminden idi.

"Taraftarlarından olan, düşmanından olana karşı kendisinden yardım İstedi." Kendisine yardım etmesini, imdadına yetişmesini istedi. Daha sonra gelecek olan âyet-i kerimede de: "Baktı ki; dün kendisinden yardım isteyen yine ona feryad ediyordu" diye buyurulmuştur. Yani bir başka Kıpti'ye karşı kendisinden yardım istiyordu. Mûsa'nın ona yardım etmesinin sebebi, mazluma yardımcı olmanın bütün ümmetlerin dininde bulunan bir hüküm olduğundan dolayıdır ve bütün şeriatlerde farz olduğu içindir. Katade dedi ki: Kıpti, İsrailoğullarından olana angarya iş yükleyerek, Fir'avun'un mutfağına odun taşımasını istemişti. İsrailoğullarına mensub kişi bunu kabul etmeyince, Mûsa'nın yardımını istedi. Saîd b. Cübeyr dedi ki: Bu kişi Fir'avun'un ekmekçisi idi.

"Mûsa ona bir yumruk vurmakla ölümüne sebeb olunca..." Katade: Asasına vurmakla... diye açıklamıştır. Mücahid ise avucuyla vurmakla diye açıklamıştır, yani onu itmekle... lâfızları hep aynı anlamda olup, eli (bugün kullanılan Arap harfleriyle) yetmişüç şeklinde düğümlemek gibi parmakları bir araya getirmekle (yumrukla) vurmak demektir. İbn Mes'ûd bunu; diye okumuştur.

(........) in çeneye; 'in ise göğüse yumruk vurmak demek olduğu da söylenmiştir. es-Sa'lebî'nin naklettiğine göre Abdullah b. Mes'ûd'un Mushaf'ında bu lâfız "nûn" harfi İle; şeklindedir. Manası birdir.

el-Cevherî, Ebû Ubeyde'den naklen şöyle demektedir: "Yumrukla göğse vurmak" demektir. Ebû Zeyd ise vücudun her tarafına vurmaktır, diye açıklamıştır, ise tıpkı gibi yumrukla göğse vurmak demektir. Bu açıktama da yine Ebû Ubeyde'den nakledilmiştir, Ebû Zeyd de der ki: Bu çenelere ve boyna yumrukla vurmak demektir. "Yumruk vuran adam" demek olup, "mim" esreli kullanılır. el-Esmaî dedi ki: "Onu vurup itti" demektir. el-Kisaî dedi ki: lafzi tıpkı gibidir, yani vurup itti, demektir. ise zilleti dolayısıyla onu itti demek olup, bu muameleye maruz kalana da; denilir. da aynı anlamdadır. (Zilleti dolayısıyla onu itti) demektir. Tarafe bir adamı hicvederken şöyle demektedir:

"(Savaşa) çağıranın (çağrısına) geç kulak verir, buna karşılık kötü sözlerde eli çabuktur,

Yiğitlerin yumruklarıyla çokça ve zelil kılınmış itilip, kakılmış bir kimsedir o"

Burada; çokça itilip, kakılan demektir. Bunu şeddeli kullanması ise çokluk anlamını ifade etmek içindir.

Âişe (radıyallahü anha) da şöyle demektedir: "Beni -Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kastediyor öyte bir itti ki; canımı acıttı" demektedir. Bunu Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, II- 670; el-Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, V, 288, 289.

Mûsa (aleyhisselâm) Kıptî'yi öldürme kastı olmaksızın bu işi yapmıştı. Onun maksadı sadece adamı itmekti, ancak bununla öleceği mukaddermiş. İşte yüce Allah'ın:

"Ölümüne sebeb olunca..." âyetinin anlamı budur, Bir şeyi yapıp bitirmeye de; "Ben o işi bitirdim" denilir. Şair de şöyle demektedir:

"el-Eşca' ısırdı onu ve işini bitirdi."

"Bu, şeytanın işindendir." Onun aldatmalarındandır. el-Hasen dedi ki: O gün için o durumda kâfirin öldürülmesi helal değildi. Çünkü o sırada Savaştan uzak durma hali söz konusu idi.

"Şüphesiz ki o apaçık saptırıcı bir düşmandır, dedi" âyetleri de haberden sonra haber mahiyetindedir.

16

"Rabbim, gerçekten ben nefsime zulmettim. Onun için bana mağfiret eyle" dedi. O da ona mağfiret etti. Çünkü O, Gafûrdur, Rahîmdir.

"Rabbim gerçekten ben nefsime zulmettim, onun için bana mağfiret eyle, dedi. O da ona mağfiret etti." Mûsa (aleyhisselâm) bir canın ölümüne sebeb teşkil eden o yumruğundan dolayı pişman oldu. Onun bu pişmanlığı Rabbinin ününde alçak gönüllülükle eğilmesine ve günahından ötürü Rabbinden mağfiret dilemesine itti.

Katade dedi ki: Allah'a yemin olsun ki o, bu işten nasıl kurtulacağını bilmişti. Bunun için Allah'tan mağfiret diledi. O kendisine mağfiret edildiğini bilmekle birlikte, kendi aleyhine bu işi sayıp dökmeye devam etmiştir. Nihayet kıyâmet gününde de: Ben öldürmekle emrolunmadığım bir canı öldürdüm, diyecektir. O bunu kendi aleyhine bir günah olarak değerlendirmiş ve:

"Rabbim gerçekten ben nefsime zulmettim. Onun için bana mağfiret eyle" diye buyurmuştur. Çünkü hiçbir peygamberin emrolunmadıkça öldürmemesi gerekir. Aynı şekilde peygamberler başkalarında bulunmayan korku ve şefkate sahiptirler.

en-Nekkaş dedi ki; O Kıptî'ye öldürmek maksadıyla vurmadı ve kasti olarak öldürmedi. O, sadece zulmünü bertaraf etmek maksadıyla Kıptî'ye yumruk vurmuştu. (en-Nekkaş devamla) dedi ki: Denildiğine göre bu peygamberlikten önce olmuştur.

Ka'b dedi ki: O sırada oniki yaşında idi. Bununla birlikte öldürmesi de hata yoluyla bir öldürme idi, çünkü yumruk çoğunlukla öldürmez.

Müslim'in rivâyetine göre Salim b. Abdullah şöyle demiştir: Ey Irak ahalisi, sizler ne kadar çok küçük günahları soruyor ve aynı zamanda büyük günahları İşliyorsunuz. Ben babam Abdullah b. Ömer'i şöyle derken dinlemiştim: Ben Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Fitne hiç şüphesiz buradan -bu arada doğu tarafına eliyle işaret etti- şu şeytanın iki boynuzunun çıktığı yerden gelecektir ve sizler birbirinizin boynunu vuracaksınız. Şunu bilin ki; Mûsa Fir'avun hanedanından öldürdüğü kişiyi hataen öldürmüştü. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır:

"Ve sen birisini öldürmüştün; ama yine de seni gamdan kurtardık ve seni deneyip mihnetten mihnete uğrattık." (Tâ-Hâ, 20/40) Müslim, IV, 2229.

17

Dedi ki: "Rabbim bana verdiğin nimet hakkı için artık günahkârlara arka çıkmam."

Yüce Allah'ın:

"Dedi ki: Rabbim, bana verdiğin nimet hakkı için artık günahkârlara arka çıkmam" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız;

1- Yüce Allah'ın Nimetlerine Karşı Şükrün Belirtileri:

Yüce Allah'ın:

"Dedi ki: Rabbim, bana verdiğin nimet hakkı için" bana verdiğin bilgi, hüküm (hikmet) ve tevhid hakkı için

"artık günahkârlara" kâfirlere

"arka çıkmam" yardımcı olmam.

el-Kuşeyrî dedi ki: Bana yaptığın mağfiret hakkı için demeyiş sebebi, bunun vahiy döneminden Önce olması ve yüce Allah'ın kendisine bu öldürme günahını bağışlamış olduğunu bilmemesi idi.

el-Maverdî dedi ki:

"Bana verdiğin nimet hakkı için" âyeti ile ilgili iki açıklama söz konusudur. Birincisine göre nimetten kasıt mağfirettir, el-Mehdevî ve es-Sa'lebî böyle demişlerdir. el-Mehdevî dedi ki:

"Bana verdiğin nimet hakkı için" âyeti, bana mağfirette bulunup beni cezalandırmadığın için anlamındadır. İkinci açıklama ise bana verdiğin hidayet hakkı için... demektir.

Derim ki: Yüce Allah'ın (bir önceki âyette geçen):

"O da ona mağfiret etti" âyeti günahının bağışlanmış olduğuna delil teşkil etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

ez-Zemahşerî dedi ki: Yüce Allah'ın:

"Bana verdiğin nimet hakkı için" âyeti cevabi hazfedilmiş bir yemin olabilir. İfadenin takdiri de şöyle olur; Senin bana mağfirette bulunmak suretiyle ihsan etmiş olduğun nimetin hakkı için elbette tevbe edeceğim ve

"artık günahkarlara arka çıkmayacağım." Yüce Allah'ın rahmet ve atıfetini celbedecek bir ifade de olabilir. Şöyle demiş gibidir: Rabbim, bana nimet olarak ihsan ettiğin mağfiret hakkı için beni korursan, ben de -beni koruduğun takdirde- asla günahkârlara arka çıkmayacağım. O günahkârlara arka çıkmakla ya Fir'avun ile birlikle arkadaşlık edip onunla birlikte olanlar arasına katılarak etrafındakilerin sayısını arttırmayı kastetmiştir. Çünkü tıpkı çocuğun babasıyla birlikte binmesi gibi, Fir'avun'la beraber binerdi ve Fir'avun'un oğlu diye adlandırılıyordu. Ya da kendisine yardımcı olunması, günaha ve suça götüren kimselere yardımcı olmamayı kastetmiş olabilir. Tıpkı İsrailoğullarına mensup kimseye yaptığı yardımın kendisi için öldürülmesi helal olmayan kişiyi öldürmekle sonuçlandığı gibi.

Bir görüşe göre de şunu demek istemiştir: Emrolunmadığım bu öldürmede ben kötü bir iş yapmış olmakla birlikte, suçlulara karşı müslümanlara yardımcı olmayı asla bırakmayacağım. Buna göre İsrailoğullarına mensup kişi mü’min idi. Mü’min kimseye yardımcı olmak ise bütün şeriatlerde farzdır,

Bir rivâyette şöyle denilmektedir: İsrailoğullarına mensup o kişi kâfir idi. Ona onun taraftarlarından deniliş sebebi, İsrailoğullarına mensup olması idi, yoksa din bakımından ona uygunluk kastedilmiş değildir. Buna göre Mûsa (aleyhisselâm) pişman olmuştur. Çünkü o kâfire karşı bir diğer kâfire yardımcı olmuştur. O bakımdan: Artık bundan sonra hiçbir zaman kâfirlere yardımcı olmayacağım, demiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu Mûsa (aleyhisselâm)'ın verdiği bir haber değildir, bu bir duadır. Yani artık ben bundan sonra... yardımcı olmayayım, demektir. Yani Rabbim Sen beni günahkârlara yardımcı kılma, anlamındadır.

el-Ferrâ' dedi ki: Anlam şudur: Allah'ım, ben asla günahkarlara yardımcı olmayacağım. el-Ferrâ' bu açıklamasının aynı zamanda İbn Abbâs'ın görüşü olduğunu da iddia etmektedir.

en-Nehhâs dedi ki: Bununla birlikte bu ifadelerin haber anlamında olması, ifadelerin akışı itibariyle daha uygun düşmektedir. Bu sözler: Ben Sana isyan etmeyeceğim, çünkü Sen bana nimet ihsan etmiş bulunuyorsun, demeye benzer. Gerçekte İbn Abbâs'ın görüşü budur, el-Ferrâ'nın naklettiği değüdir. Çünkü İbn Abbâs şöyle demiştir; Mûsa bu sözünde (ınşaallah diyerek) istisnada bulunmadığından ikinci gün tekrar sınandı. Duada İse İstisna yapılmaz ve: Allah'ım dilersen, Sen bana mağfiret buyur denilmez. En hayret edilecek hususlardan birisi de el-Ferrâ'nın, İbn Abbâs'tan bunu rivâyet etmesi daha sonra da onun sözünü böylece nakletme sidir.

Derim ki: Bu hususun özet bir açıklaması en-Neml Sûresi'nde (27/11. âyetin tefsirinde) geçmiştir. Bunun bir dua olduğu, haber olmadığı orada belirtilmiştir. İbn Abbâs'tan da; İstisnada bulunmadığından dolayı ikinci bir defa onunla sınandı, yani o inşaallah olmayacağım demedi, demiştir. Bu da yüce Allah'ın:

"Birde zulmedenlere meyletmeyin..." (Hud, 11/113) âyetini andırmaktadır.

2- Zâlimlere Yardımcı Olmaktan Kaçınmak:

Seleme b. Nubayt dedi ki: Abdu'r-Rahmân b. Müslim, ed-Dahhak'a Buhara ahalisinin maaşlarını gönderdi ve: Bunu onlara ver dedi. ed-Dahhak: Bu işten beni affet dedi ve kendisini affedinceye kadar affedilmesini isteyip durdu. Ona: Senin onlara bir zararın olmadığı halde bağışlarını ne diye onlara vermiyorsun? denilince şöyle dedi: Ben hiçbir işlerinde zâlimlere yardımcı olmayı sevmiyorum.

Ubeydullah b. el-Velid el-Vassâfî dedi ki; Atâ b. Ebi Rebah'a şöyle dedim: Benim kalemim ile iş gören ve karşılığında bir ücret alan bir kardeşim var. Gireni ve çıkanı hesap ediyor. Çoluk-çocuğu da var, eğer bu işi bırakacak olursa muhtaç olur ve borçlanmak zorunda kalır. Atâ ona: Baş kim? diye sordu. Ben: Halid b. Abdullah el-Kasri'dir deyince, şöyle dedi: Sen yüce Allah'ın o salih kulunun:

"Rabbim bana verdiğin nimet hakkı için günahkârlara arka çıkmam" dediği âyetini hiç okumuyor musun? İbn Abbâs dedi ki: Mûsa bu sözlerinde istisnada (inşaallah diyerek) bulunmadığından dolayı ikinci defa benzer bir işle sınandı, fakat Allah ona yardım etti. Bundan dolayı sen kardeşine söyle, onlara yardımcı olmasın. Allah ona yardımcı olacaktır.

Atâ dedi ki: Hiçbir kimseye bir zalime yardımcı olmak, ona katiplik yapmak, onunla arkadaşlık yapmak helal değildir. Bunlardan herhangi birisini yapacak olursa, o zâlimlere yardımcı olmuş olur.

Hadiste şöyle buyurulmaktadır "Kıyâmet gününde bir münadi: Nerede zâlimler, nerede zâlimlere benzeyenler ve zâlimlere yardımcı olanlar, hatta onlara mürekkep hokkası uzatan yahut onların bir kalemini yontan dahi olsa(nerede)? Bunların hepsi demirden bir tabuta topluca konulurlar ve bu tabutta cehenneme atılır." ed-Deylemî, el-Firdevs, I, 255.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Uğradığı zulümde yardımcı olmak üzere bir mazlum ile yürüyen bir kimsenin ayaklarını kıyâmet günü o ayakların kaydığı o günde sırat üzerinde sabit kılar. Her kim de bir zalim ile birlikte zulmünde ona yardımcı olmak üzere yürüyecek olursa, yüce Allah ayakların kaydığı o günde sıratın üzerinde ayaklarını kaydıracaktır. " Benzer bir rivâyet: el-Kudaî, Müsnedu'şŞikâb, I, 315.

Yine hadiste: "Bir zalimle birlikte yürüyen günah işlemiş olur," denilmektedir "... günah işlemiş olur" yerine: "...İslâm'dan çıkmış olur1" şeklinde: el-Heyseml, Mecmauz-Zevaid, IV, 205, ravilerinden birisinin hal tercemesine rastlanmadığı kaydıyla.

Zalimle ancak ona yardımcı olmak maksadıyla yürüdüğü cakdirde günah olur. Zira o yüce Allah'ın:

"Günah işlemek ve haddi aşmak üzerinde ise yardımlaşmayın" (el-Mâide, 5/2) âyetindeki yasağı İşlemiş olur.

18

Nihayet şehirde korku ile gözetleyerek sabahı etti. Baktı ki dün kendisinden yardım isteyen yine ona feryad ediyordu. Mûsa ona: "Gerçekten sen apaçık azgın bir kimsesin" dedi.

"Nihayet şehirde korku ile gözetleyerek sabahı etti" âyetinde buna aykırı iddialarda bulunanların kanaatleri reddedilmekte; korkmanın marifetullah'a da, ona tevekkül etmeye de aykırı olmadrğına işaret edilmektedir. Nitekim daha önceden Tâ-Hâ Sûresi'nde (20/46. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde bu husus açıklanmıştır.

Denildi ki: Mûsa (aleyhisselâm) öldürdüğü kişi karşrlığında, öldürülmekten korkarak sabahı etti. Kavminin kendisini teslim edeceğinden korkarak diye açıklandığı gibi yüce Allah'tan korkarak diye de açıklanmıştır.

"Gözetleyerek" âyetini Saîd b. Cübeyr: Korkusundan dolayı etrafına bakınarak diye açıklamıştır. Yakalanmayı gözetleyerek insanların kendisi hakkında neler söylediklerini tesbite çalısarak, diye de açıklanmıştır.

Katade dedi ki:

"Gözetleyerek" yani takip edilmeyi gözetleyerek.

Denildiğine göre o, durumun haberini öğrenmek üzere dışarı çıktı. İsrailoğullarına mensup o kişinin dışında Kıptî'nin öldürülmüş olduğunu bilen yoktu.

"Sabahı etti" âyetinin; "İdi, oldu" anlamında olma ihtimali de vardır. Yani o katil olunca korkmaya başladı. Bunun "sabah vaktine girdi (sabahı etti)" anlamında olma ihtimali de vardır. Yani öldürdüğü günün ertesi gününün sabahında demek olur,

"Korku ile" âyeti

"Sabahı etti" âyetinin haberi olarak nasbedilmiştir. Hal olarak nasbedildiği de kabul edilebilir. Bu durumda zarf, haber mahallinde olur.

"Baktı ki dün kendisinden yardım isteyen yine ona feryad ediyordu." Yani dün kurtarmış olduğu İsrailoğullarına mensup aynı kişi kendisine angarya iş yükletmek isteyen bir başka Kıptî ile kavga etmektedir.

"Yardım istemek" demektir. Bu da; "Feryad etmek"ten gelir, çünkü yardım isteyen kimse (el-müstağis) yüksek sesle bağırarak yardım ister. Şair şöyle demektedir:

"(Bizlere) dehşete kapılmış bir feryad edici (yardım isteyen) geldi mi,

Onun feryadına karşı feryadımız; (atlarımızın) bacaklarına kamçıları vurmak olurdu (çabucak yardımına koşardık)"

Denildiğine göre, İsrailoğullarına mensub olan yardım isteyen o kişi Samiri idi. Fir'avun'un mutfakçısı, mutfağa odun taşıma işini ona yükletmek istemişti . Bunu el-Kuşeyrî zikretmektedir.

"en (kişi)" mübtedâ olarak merfudur.

"Ona feryad ediyordu" haber mahallindedir. Hal olarak nasb konumunda olması da mümkündür. "Dün" ise içinde bulunduğumuz bugünün önceki günü demektir. Bu kelime iki sakinin arka arkaya gelmesi dolayısıyla esre üzere mebnidir. Baştna elif lâm gelecek yahut izafet olursa, o takdirde nahivctlerin çoğunluğuna göre ref ve fetha ile i'rabı yapılabilir. "Eliflam"lı olduğu halde nahivcilerden onu mebni kabul edenler de vardır. Sîbeveyh ve başkalarının naklettiğine göre Araplar arasından bu lâfzı sadece ref' halinde iken gayr-ı munsarıf gibi değerlendirenler vardır. Şair de kimi zaman şiir zarureti dolayısıyla cer ve nasb halinde de aynı şeyi yapabilir. Şair der ki:

"Yemin olsun dünden beri ben hayret edilecek bir şey gördüm"

Şair burada; edatı ile geçmiş günü belirten bu lâfzı mecrur okumuştur. Halbuki güzel söyleyiş bunun merfu olmasıdır. O burada; "Dün" lâfzını cer halinde ikinci söyleyişe uygun olarak ref halindeki gibi kullanmıştır.

"Mûsa ona: Gerçekten sen apaçık azgın bir kimsesin dedi." Buradaki; "Azgın, hüsrana uğramış" demektir. Çünkü sen güç yetiremeyeceğin kimselere karşı çıkıyorsun. Bunun apaçık sapık anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani ben senden ötürü dün bir adam öldürdüm, bugün de beni bir başkası için çağırmaktasın.

"Azgın" lâfzı; "Azdırdı, azdırır" fiilinden "fail" veznindedir ve; "Azdırıcı" anlamındadır. Bu da; ile 'in "acıtıcı ve can yakıcı" anlamlarına gelmesine benzer. 'ın "azan kimse" demek olduğu da söylenmiştir. Yani sen, sana yapacağı kötülüğü defedemeyeceğin kimselerle kavgaya tutuşmak suretiyle çok azgın (azan, azdırıcı) bir kimsesin.

el-Hasen dedi ki: Mûsa (aleyhisselâm):

"Gerçekten sen apaçık azgın bir kimsesin" sözlerini İsrailoğullarına mensub kimseye angarya iş yükletmesi dolayısıyla Kıptî'ye söylemiş ve onu yakalamak istemişti.

19

İkisinin de düşmanı olanı yakalamak isteyince dedi ki: "Ey Mûsa, dün bir kişiyi öldürdüğün gibi benî de mi öldürmek istiyorsun? Sen ancak yeryüzünde bir zorba olmak İstersin, fakat ıslâh edicilerden olmak istemezsin."

"Yakaladı, yakalar" demektir. Bunun (muzari halinin "ü" harfinin) ötreli okunması kıyasa daha uygundur, çünkü bu müteaddi olmayan bir fiildir.

"Dedi ki: Ey Mûsa, dün bir kişiyi öldürdüğün gibi benîde mi öldürmek İstiyorsun?" İbn Cübeyr dedi ki; Mûsa aslında Kıptî'yi yakalamak istemişti. İsrailoğullarına mensup kişi ise kendisini yakalamak istediğini sanmıştı. Çünkü ona ağır bir söz söylemişti ve:

"Dün bir kişiyi öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun?" demişti. Kıptî bu sözü işitince etrafa yaydı.

Şöyle de denilmiştir: İsrailoğullarından biri Kıptî'yi yakalamak istemişti, Mûsa ise bu işi yapmamasını ona söyleyince, ondan korktu ve:

"Dün bir kişiyi öldürdüğün gibi benide mi öldürmek İstiyorsun?" deyivermişti.

"Sen ancak yeryüzünde bir zorba" adam öldüren

"olmak istersin." İkrime ve en-Nehaî: Bir insan haksız yere iki kişi öldürmediği sürece zorba (cebbar) olmaz Zorba (Cebbar) lâfzına dair kısa bir açıklama tla bundan sonra 20. ayetin tefsirinde gelecektir.

"Fakat ıslâh edicilerden olmak" insanların arasını düzeltmeye çalışanlardan olmak

"istemezsin."

20

Derken, şehrin uzak tarafından bir adam seyirterek geldi. Dedi ki: "Ey Mûsa, ileri gelenler seni öldürmek için hakkında danışıyorlar. Çık, git. Muhakkak ben sana öğüt verenlerdenim."

21

Bunun üzerine korku ile etrafı gözeterek o şehirden çıkıp: "Rabbim, beni zâlimler topluluğundan kurtar" dedi.

"Derken şehrin uzak tarafından bir adam seyirterek geldi" âyeti ile ilgili olarak tefsir âlimlerinin çoğunluğu şöyle demişlerdir: Bu kişi Fir'avun hanedanından îman eden şahıs olan Hazkiyel b. Saburâ'dır. Fir'avun'un amcasının oğlu idi, Bunu es-Sa'lebî zikretmiştir.

Bu kişinin adının Talut olduğu da söylenmiştir. Bunu da es-Süheyıî zikretmektedir.

el-Mehdevî, Katade'den naklen adının Şem'un olup Fir'avun hanedanından îman eden kişi olduğunu nakletmektedir, Şem'ân adında olduğu da söylenmiştir. Darakutnî dedi ki: Şem'ân diye Fir'avun hanedanından îman eden kişiden başkasının ismi bilinmemektedir Darakutnî bu açıklamaları el-Mu'telifve'l-MuhtelifadU eserinde zikretmektedir. (İbn Hacer, Fethu'l-Bârt, VI, 428 Rivâyete göre Fir'avun, Mûsa'nın öldürülmesini emredince bu adam elini çabuk tutarak haberi Mûsa'ya ulaştırmış ve: "Dedi ki: Ey Mûsa İleri gelenler seni öldürmek için hakkında danışıyorlar." Dün öldürmüş olduğun Kıptî'ye karşılık olarak, seni öldürmeyi görüşüyorlar, demişti. "Danışıyorlar"ın biri diğerine emrediyor anlamında olduğu da söylenmiştir. el-Ezherî dedi ki: "Biri diğerine emretti" demektir. Bunun benzeri yüce Allah'ın: "Aranızda maruf ile danışın (el-Ezherî'nin açıklamasına göre: Birbirinize marufu emredin)" (Talâk, 65/6) âyetidir.

en-Nemîr b. Tevkb de şöyle demektedir:

"Ben insanların yeni bir huy icad ettiklerini görüyorum,

Ve elbetteki herbir hadisede danışılır (ya da: kimi kimine emir verir)"

"Çık, git. Muhakkak ben sana öğüt verenlerdenim. Bunun üzerine korku ile etrafı gözeterek" takip edilip edilmediğine bakarak

"o şehirden çıkıp: Rabbim beni zâlimler topluluğundan kurtar, dedi."

Denildi ki: Cebbar (zorba) dilediği şekilde haksızca döven ve öldüren, akıbetlere bakmayan ve gelecek bir zarar ya da tehlikeyi en güzel yol hangisi ise onunla Savayan kimse demektir. Yüce Allah'ın emrine karşı alçak gönüllülük göstermeyip büyüklenen kimse olduğu da söylenmiştir Bu paragrafın daha Önce geçen 19, ayetteki "cebbar- zorba" lâfzına dair bir açıklama olup, bu ayetle bir ilgisi olmadığı açıktır.

22

Medyen'e doğru yönelince: "Umarım Rabbim beni doğru yola iletir" dedi.

"Medyen'e doğru yönelince: Umarım Rabbim beni doğru yola iletir, dedi." Mûsa (sallallahü aleyhi ve sellem) tek başına korku ile kendisini kurtarmak maksadıyla çıkıp git tiğinde beraberinde ne azık, ne binek, ne ayakkabı hiçbir şey bulunmaksızın Medyen'e doğru yola koyuldu. Buna sebeb ise kendisi ile onlar arasındaki neseb bağı idi.

Çünkü Medyenliler İbrahim (aleyhisselâm)'ın soyundan geliyorlardı. Mûsa (aleyhisselâm) da İbrahim'in oğlu İshak'ın oğlu Ya'kub'un soyundan idi. O kendi halini, yolu bilemediğini, azıksız olduğunu ve başka hiçbir şeyinin bulunmadığını görünce işini yüce Allah'a şu sözleriyle havale etmişti: "Umarım Rabbim beni doğru yola iletir." İşte çaresiz kalanın hali budur.

Derim ki: Rivâyet olunduğuna göre o ağaç yapraklarını yiyerek besleniyordu. Ayaklarının tabanı düşmeden önce de oraya varamadı. Ebû Malik dedi ki: Fir'avun onu takib edip yakalamak üzere takipçiler göndermiş ve onlara şu talimatı vermişti: Siz onu yol ayırımlarında arayınız, çünkü Mûsa yolu bilmemektedir. Bir melek beraberinde bir harbe ile birlikte ata binmiş olarak onun yanına geldi. Mûsa'ya: Beni takib et, dedi. Mûsa onu takib etti ve onu yola iletti.

Denildiğine göre melek Mûsa'ya elindeki harbeyi de verdi. O da Mûsa'nın asası olmuştu. Rivâyet olunduğuna göre o asasını koyun otlatmak maksadıyla Medyen'den almıştı. Daha çok kişinin yaptığı ve daha sahih olan rivâyet budur.

Mukâtil ve es-Süddî dedi ki; Yüce Allah ona Cebrâîl'i gönderdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Medyen ile Mısır arasında da sekiz günlük bir mesafe vardır. Bunu İbn Cübeyr ve sair insanlar söylemişlerdir. Medyen o sırada Fir'avun'un mülkünde değildi.

23

Medyen suyuna varınca üst tarafında (davarlarını) sulayan bir grub insan buldu. Onların gerisinde ise karışmasın diye (koyunlarını) kollayan iki hanım buldu. "Haliniz nedir?" dedi. "Çobanlar gidinceye kadar biz sulamayız. Babamız ise çok yaşlı bir ihtiyardır" dediler.

Bu âyetlere dair açıklamalarımızı yirmidört başlık halinde sunacağız

1- Medyen Suyunun Başında:

"Medyen suyuna varınca" yani Mûsa (a .s) Medyen suyuna varıncaya kadar yürüdü. Onun suya varışı, oraya ulaşması demektir, içine girdiği anlamını taşımaz. Ulaşmak: Bazen gidilen varılan yere girmek anlamını da ifade eder. Bazan içine girilmese dahi oraya muttali olmak ve oraya ulaşmak anlamına da gelir. Mûsa'nın bu suya ulaşması ona varmasından ibaretti. Şair Züheyr'in şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:

"Derin yerleri mavimtırak olan o suya vardıklarında,

Çadırını kurmuş ikamet eden kimse gibi bastonlarını bıraktılar."

O Ancak görüleceği gibi, başlık sayısı yirmidört değil, yirmi üçtür.

Yine bu anlamdaki açıklamalar daha önce yüce Allah'ın:

"Şüphe yok ki aranızda oraya uğramayacak hiç kimse yoktur." (Meryem, 19/71) âyeti açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.

"Medyen" munsarıf değildir, çünkü o bilinen bir şehirdir. Şair de şöyle demektedir:

"Medyen rahipleri görseler seni, inerler,

Genç ve yaşlı ceylanlar dahi dağların tepelerinden."

Medyen'in, İbrahim oğlu Medyen'in soyundan gelen bir kabile olduğu da söylenmiştir. Buna dair açıklamalar da daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/85-âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Ümmet (mealde: bir grup insan); büyük topluluk demektir. O, davarlarını

"Sulayan" bir topluluk görmüştü.

"Onların gerisinde ise" onun geldiği tarafta... anlamındadır. Yani o topluluğun yanına varmadan önce bu iki hanımın yanına varmış ve bunların davarlarını alıkoymakta olduklarını görmüştü. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetinde de bu kökten gelen lâfız şöylece kullanılmıştır: “Gerçekten bir takım insanlar benim Havzımdan uzaklaştırılacaklardır..," Müslim, I, 218; İbn Hibban, es-Sahih, III, 321, XVI, 224.

Bazı Mushaflarda "Kollayan ve alıkoyan iki hanım" şeklindedir. "Alıkoydu, alıkoyar" demektir,Bir şeyi engelledim, alıkoydum demektir. Şair de şöyle demektedir:

"Kafiyeler kapısında geceyi geçiririm sanki ben,

Onlarla yabani ve yabancı bir sürüyü alıkoyar (engeller) gibiyim."

"Alıkoyan, kollayanın kovan, uzaklaştıran anlamında olduğu da söylenmiştir. Şair şöyle demektedir:

"Temimoğulları senin asanı almış bulunuyor,

Sen hangi asa ile kovacağını bilemiyorsun."

Yani kovacağını, engelleyeceğini, alıkoyacağını... İbn Selam dedi ki: Başkalarının koyunlarıyla karışmasın diye koyunlarını engelleyen, alıkoyan demektir. Burada ya muhataba durumu hissettirmek için ya da bildiği için gerek görülmediğinden mef'ûl hazfedilmiştir.

İbn Abbâs dedi ki: Güçlü, kuvvetli sulayıcılardan korktukları için davarlarını suya gitmekten alıkoymaya çalışıyorlardı. Katade dedi ki: Bu onlar sair insanları koyunlarına karışmaktan alıkoyuyorlardı demektir. en-Nehhâs dedi ki: Ancak birinci anlam daha uygundur, çünkü bundan sonra: gidinceye kadar biz sulamayız" âyeti gelmektedir. Eğer onlar insanların koyunlarına karışmalarını engellemeye çalışıyor olsalardı, sulamalarını geciktirme sebebini çobanların gitmesine bağlamazlardı. Mûsa (aleyhisselâm) onların bu hallerini görünce, onlara:

"Haliniz nedir?" yani bu durumunuz niye diye sormuştu. Şair Ru'be (hal anlamındaki hatb kelimesini kullanarak) şöyle demektedir:

"Onun hali ile benîm halime şaşılır doğrusu"

İbn Atiyye dedi ki: "Hatb; hal" kullanılarak soru sorulması, musibete uğrayan yahut bir zulme maruz kalan, yahut kendisine şefkat duyulan ya da uygun olmayan bir iş yapan kimseler hakkında söz konusu idi. Kısacası bu kelime genelde kötü haller ile ilgili sorularda kullanılırdı. İki hanım da ona durumlarını bildirdiler. Babalarının yaşlı bir adam olduğunu söylediler. Yani zayıf ve güçsüz olduğundan dolayı koyunlarını bizzat sulayamıyordu, kendileri ise zayıf olduklarından güçleri de yetmediğinden güçlü, kuvvetli çobanlar ile bir arada bulunamıyorlardı. Diğer taraftan onların adeti, insanlar sulamalarını bitirip, gidinceye kadar davarlarını sulamayı geciktirmek idi. Herkes gittikten sonra o vakit kendileri davarlarını sulamaya koyulurlardı.

İbn Âmir ve Ebû Amr; "Gidinceye" diye 'den gelen muzari bir fiil olarak okumuşlardır. Bu da; "(suya) geldi" lâfzının zıttıdır. Çobanlar dönünceye kadar... demektir. Diğerleri ise "ya" harfini ötreli olarak; 'ın muzari fiili olarak okumuşlardır. Bu da, onlar su içirmeye getirdikleri davarlarını geri götürünceye kadar... demek olur. "Çobanlar" da 'in çoğuludur, tıpkı "Tacir"in çoğulunun; "Tacirler" diye; "Sahip" kelimesinin çoğulunun da; "Sahipler" diye gelmesi gibi.

24

Nihayet onların yerine davarlarını suladıktan sonra bir gölgeye varıp: "Rabbim, doğrusu bana İndireceğin hayra muhtacım" dedi.

Bir kesim dedi ki: Kuyular o zaman üstü açık idi. İnsanların kuyuların başında kalabalık yapmaları da onların yaklaşmalarına engel oluyordu. Mûsa onlara koyunlarını sulamak isteyince, diğer insanlar arasına girdi ve onlardan önce sulama işini gerçekleştirdi. İşte onun diğerlerine baskın çıkması dolayısı ile hanımlardan birisi onu güçlü, kuvvetli olmakla nitelendirdi.

Bir kesim de şöyle demektedir: Bu hanımlar sarnıçlarda artan sularla koyunlarını sularlardı. Eğer havuzlarda bir şeyler kalmışsa bu suyu koyunlarına içirirlerdi, bir şey kalmamış ise koyunları susuz kalırdı. Mûsa onların hallerine acıdı, üstü kapalı bir kuyuya gitti. Diğer insanlar ise başka kuyulardan koyunlarını sulamaktaydı. Bu kuyunun üzerindeki taşı İbn Zeyd'e göre ancak yedi, İbn Cüreyc'e göre on, İbn Abbâs'a göre otuz ve ez-Zeccâc'a göre ancak kırk kişi kaldırabiliyordu. Bu taşı kendisi tek başına kaldırdı ve hanımların davarlarını suladı. İşte bu koca kaya parçasını kaldırdığından dolayı o hanımlardan birisi onu güçlü kuvvetli olmakla nitelendirdi.

Bir başka görüşe göre hepsinin kuyuları bir idi. O diğer sulayıcıların ayrılmasından sonra kuyunun ağzındaki taşı kaldırdı. Çünkü o iki hanımın adeti artan sularla davarlarını sulamaktı. Amr b. Meymun, Ömer b. el-Hattâb'dan şöyle dediğini rivâyet eder: Çobanlar sularını aldıktan sonra kuyuyu on adamın kaldırabileceği bir kaya parçası ile örttüler. Mûsa (aleyhisselâm) gelip o taşı kaldırdı ve tek bir kova su çekti. İkinci bir kova su çekmeye de ihtiyaç duymadı. Bu suyla da koyunlarını suladı.

2- Bir Peygamber Kızlarının Koyun Sulamasına Nasıl İzin Verebilir?

Şayet: Şuayb (sallallahü aleyhi ve sellem) gibi bir peygamber kızlarının davarları sulamalarını nasıl uygun buldu, diye sorulacak olursa, şöyle cevap verilir: Böyle bir şey haram değildir, din de böyle bir şeyi reddetmez. Mertlik duygularına gelince, insanlar bu hususta farklı farklıdırlar. Bu konuda adetler arasında da farklılık vardır. Bu hususta Arapların durumu ile Arap olmayanların durumu arasında değişiklik vardır. Çölde yaşayanların bu hususta tutturdukları yol ile şehirde yaşayanların yolu ayrıdır. Özellikle durum bir zaruret hali olursa.

3- Allah'a Muhtaç Oluş:

Yüce Allah'ın:

"Sonra bir gölgeye varıp" İbn Mes'ûd'a göre bir Arabistan kirazı ağacı gölgesine varıp, yüce Allah'tan umduğu şeyleri dilemeye koyularak:

"Rabbim, doğrusu bana indireceğin hayıra muhtacım, dedi." Yedi gündür hiçbir yemeğin tadına bakmamıştı, karnı sırtına yapışmıştı. Duaya kalkışmakta birlikte açıkça bir talepte bulunmadı. Bütün müfessirlerrin bu şekilde rivâyet ettiklerine göre o bu sözleriyle Allah'tan yiyecek bir şeyler islemisti. Çünkü "hayır" şu âyet-i kerimede olduğu gibi yemek manasına da gelir. Yüce Allah'ın:

"Eğer bir hayır bırakacak olursa" (el-Bakara, 2/180) âyeti ile:

"Ve gerçekten o hayır (mal) sevgisinde pek katıdır" (el-Adiyat, 100/8) âyetinde olduğu gibi mal anlamında:

"Bunlar mı hayırlıdır, yoksa Tubba' kavmi mi?" (ed-Duhan, 44/37) âyetinde olduğu gibi güç manasına:

"Ve Biz, onlara hayırlar işlemelerini vahyettik" (el-Enbiya, 21/73) âyetinde olduğu gibi ibadet manasına gelebilir.

İbn Abbâs dedi ki: Oldukça acıkmıştı, hep yeşillikler, sebzeler yediği için âdeta rengi yeşile çalmaya başlamıştı. Halbuki o yüce Allah nezdinde insanların en değerlisi idi. Rivâyet edildiğine göre ayaklarının alt tarafı soyulmadan Medyen'e ulaşamamıştı. İşte bu hususlar dünyanın yüce Allah nezdinde çok önemsiz olduğunu ortaya koymaktadır.

Ebubekr b. Tahir yüce Allah'ın:

"Rabbim, doğrusu bana indireceğin hayra muhtacım" âyeti hakkında dedi ki: Yani Senin dışında kalan varlıklara muhtaç etmeyecek şekilde Senin lütfuna ve Senin zengin kılmana ihtiyacım var.

Derim ki: Tefsir âlimlerinin sözünü ettikleri açıklamalar daha uygundur. Yüce Allah onu Şuayb vasıtası ile ihtiyaçtan kurtarmıştı.

25

Sonra onlardan birisi utana utana yürüyerek ona gelip: "Bize suladığının ücretini sana vermek üzere babam seni çağırıyor" dedi. Onun yanına gelip kıssayı ona anlatınca: "Korkma! O zâlimler topluluğundan kurtuldun" dedi.

4- Hayalı Kadın ve Emin Erkek:

Yüce Allah'ın:

"Sonra onlardan birisi utana utana yürüyerek ona gelip..."

âyetinde, bu açık ifadelerin delâlet ettiği bir ihtisar vardır. İbn Abbâs bunu şöylece takdir etmiştir: Bu iki kız babalarına hızlıca gittiler. Halbuki sulamadan geç gelmek adetleri idi. Babalarına kendileri için davarlarını sulayan adamın yaptıklarını anlattılar. O da kızlarından büyük olanına -küçük olanına da söylenmiştir- gidip kendisini yanına çağırmasını emretti. Bu âyet-i kerimede belirtildiği üzere ona geldi.,.

Amr b. Meymûn dedi ki: Bu kız erkeklere karşı gelişi güzel davranan, çokça heryere girip çıkan birisi değildi. Yüzünü gömleğinin yeni ile örterek geldi, diye de söylenmiştir ki, bunu da Ömer b. el-Hattâb söylemiştir.

Rivâyete göre bu kızlardan birisinin ismi Leyya, diğerinin ismi Safûriyâ olup, babalarının ismi da Yesrûn idi. Yesrûn ise Şuayb (aleyhisselâm)’ın kendisidir. Şuayb'ın kardeşinin oğlunun ismi olduğu ve Şuayb'ın da daha önceden ölmüş olduğu da söylenmiştir. Ancak çoğunluk bunların Şuayb (aleyhisselâm)'ın kızları olduğunu kabul etmektedir. Kur'ân'ın zahirinden anlaşılan da odur. Çünkü yüce Allah:

"Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı (peygamber gönderdik)" (el-A'raf. 80/5) diye buyurmaktadır. el-A'raf Sûresi'nde böyle buyurulduğu gibi, eş-Şuara Sûresi'nde de şöyle buyurulmaktadır:

"Ashabu'l-Eyke peygamberleri yalanladılar. Hani Şuayb onlara... demişti," (eş-Şuara, 26/176-177)

Katade dedi ki: Yüce Allah Şuayb'ı Ashabu’l-Eyke ile Medyenlilere peygamber olarak gönderdi. Babasının İsmi ile ilgili görüş ayrılıkları el-A'raf Sûresi'nde (belirtilen yerde) geçmiş bulunmaktadır.

Rivâyete göre Mûsa (aleyhisselâm)'a, Şuayb (aleyhisselâm)'ın kızı haberi getirince, kalkıp onun arkasından yürüdü. Mûsa (aleyhisselâm)'ın bulunduğu yer ile babasının bulunduğu yer arasında üç millik bir mesafe vardı. Esen bir rüzgar üzerindeki elbiseyi vücuduna yapıştırdı ve vücudunun hatlarını gösterdi. Mûsa ona bakmaktan çekinerek: Sen arkama geç ve sesinle bana yolu göster, dedi. Bir diğer görüşe göre Mûsa (aleyhisselâm) baştan beri: Benim arkamdan gel, çünkü ben İbrani bir adamım, hanımlara arkadan bakmam ve yolun sağına mı soluna mı gidileceğini sen bana söyle, dedi, İşte kızın Mûsa (aleyhisselâm) hakkında emin olduğunu söylemesine sebeb budur. Bu açıklama İbn Abbâs'a aittir.

Nihayet Mûsa kendisini davet edenin yanına ulaştı. Ona durumunu başından sonuna kadar anlattı. Bu şahıs: "Korkma! O zâlimler topluluğundan kurtuldun" diyerek onu teselli etti. Medyen, Fir'avun krallığının sınırları dışında idi. Önüne yemek getirdi, Mûsar Yemem dedi. Çünkü biz dinimizi yeryüzü dolu altın karşılığında dahi olsa satmayız. Şuayb: Bu senin bize davarları sulamanın bedeli değildir. Fakat misafirlerime ikram etmek, onlara yemek yedirmek benim ve benim atalarımın adetidir, deyince Mûsa yemek yedi.

26

İkisinden biri dedi ki: "Babacığım, onu ücretle tut. Çünkü senin ücretle tuttuklarının en iyisi, kudretli ve emin bir kişidir."

5- İcare Akdi Toplumsal Hayatın Bir Zorunluluğudur:

"İkisinden biri dedi ki: Babacığım onu ücretle tut" âyeti icare akdinin onlar arasında meşru ve bilinen bir akit olduğuna delildir. İcare aynı şekilde her dinde böyledir. İnsanlar için bir zorunluluktur, insanların birlikte bir arada yaşama maslahatının bir gereğidir, Bu akdi işitmekten yana sağır gibi duran el-Asarn'ın muhalefetine rağmen bu böyledir.

27

Dedi ki: "Sekiz yıl bana hizmet etmen üzere bu iki kızımdan birini sana nikâh edeyim istiyorum. Eğer ona tamamlarsan o senin bir lütfün olur. Bununla beraber sana zorluk çektirmek de istemem. İnşaallah beni iyilerden bulacaksın."

6- Velinin, Kızı İle Evlenilmesini Teklif Etmesi:

"Bu İki kızımdan birini sana nikâh edeyim, İstiyorum" âyeti şunu gös termektedir: Veli erkeğe kızı ile evlenmesi teklifinde bulunabilir. Bu uygulanagelmiş bir sünnettir, işte Medyen'in o salih zatı kızını İsrailoğullarının salih zatına teklif etti. Ömer b. el-Hattâb kızı Hafsa'yı Ebubekir ve Osman'a teklif etti. Kendisini Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a adamış olan hanım aynı şekilde peygamberin kendisiyle evlenmesi teklifinde bulundu. Bukarl, V, 1972, 1973, 1975; Ebû Dâvud, II, 236; Nesâî, II, 113, 123, Buna göre adamın velisi olduğu kızı teklif etmesi, hanımın kendisini salih bir erkeğe teklif etmesi, selef-i salihe uymak suretiyle bunu yapması güzel bir şeydir.

İbn Ömer dedi ki: Hafsa dul kalınca, Ömer, Osman'a: Eğer istiyorsan sana Ömer'in kızı Hafsa'yı nikâhlayabilirim... demişti. Bu hadisi Buhârî tek başına rivâyet etmiştir. Buhârî, V, 1471, V, 1971, 1976,

7- Velayet Altındaki Kızı Evlendirme Hakkı Velisine Aittir:

Bu âyet-i kerimede nikâh yetkisinin veliye ait olduğuna, kadının bu konuda herhangi bir hak sahibi bulunmadığına delil vardır. Çünkü Medyen'deki o salih zat bu işi üstlenmiştir. Çeşitli bölgelerin fukahasi da bu görüştedir. Ancak bu hususta Ebû Hanîfe muhalefet etmiştir. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

8- Babanın Bakire Kızını Evlendirme Yetkisi:

Bu âyet-i kerîme babanın buluğa ermiş bakire kızını onun görüşünü almadan evlendirebileceğine delil teşkil etmektedir. Malik bu görüşü benimsemiş ve bu âyeti delil göstermiştir. Bu, bu hususta güçlü bir delildir. Onun bu âyeti delil göstermesi İsrailoğullarına dair (bizim nasslarda yer alan) haberleri (Şer'u men kablenâ: Bizden öncekilerin şeriatini) dayanak almış olduğunun delilidir. Daha önceden geçtiği gibi.

Bu meselede Şâfiî ve pek çok ilim adamı da Malik'in görüşündedirler. Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Küçük kız buluğa erdi mi artık hiçbir kimse onun rızası olmadan onu evlendiremez. Çünkü artık o mükellefiyet sınırına ulaşmış bulunmaktadır. Eğer buluğa ermemiş küçük ise, o takdirde onun rızasını almadan onu evlendirebilir. Zira küçüğün izin ve rızasının olmadığı hususunda görüş ayrılığı yoktur.

9- Nikâh Akdinde Kullanılabilecek Lâfızlar:

Şâfiî mezhebine mensub ilim adamları "... sana nikâh edeyim istiyorum" âyetini nikâh akdinin tezvic (evlendirme) ve inkâh (nikâhlama) lâfızları ile yapılabileceğine delil göstermişlerdir. Rabia, Ebû Sevr, Ebû Ubeyd, Dâvûd ve -bu hususta ondan gelen farklı rivâyetler olmakla birlikte- Malik de bu görüşü benimsemişlerdir.

Maliki mezhebine mensub ilim adamlarının meşhur görüşü ise, nikâh akdinin, her türlü lâfız ile gerçekleşeceği şeklindedir.

Ebû Hanîfe dedi ki: nikâh akdi ebedi olarak temliki gerektiren herbir lâfız ile gerçekleşir.

Bu âyet-i kerimede Şâfiîlerin lehine delil teşkil edecek bir taraf yoktur. Çünkü bu bizden öncekilerin şeriatidir (şer'u men kablenâ) Onlar ise -mezheblerinde meşhur olan görüşe göre- hiçbir hususta bunu delil kabul etmezler,

Ebû Hanîfe, onun mezhebine mensub ilim adamları, es-Sevrî ve el-Hasen b. Hayy de şöyle demişlerdir: Nikâh eğer akde şahit tutulmuş ise hibe ve daha başka lâfızlarla akd olur. Çünkü boşama da sarih ve kinaye lâfızlarla gerçekleşir. İşte nikâh da böyledir demişlerdir. Yine onlar derler ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın "hibe" lâfzı ile özellikle kastettiği nikâh değil, bud'un (kadının erkeğe helal olmasının) herhangi bir menfaatten uzak olmasıdır. Bu hususta İbnu’l-Kasım da onlara uyarak şöyle demiştir: Şayet baba kızını nikâhlamak maksİsmi ile hibe edecek olursa, Malik'ten bu hususta herhangi bir şey bellemiş değilim -ama, kanaatime göre bu alış-verig gibi caizdir.

Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr de şöyle demektedir: Sahih olan görüş şudur: Nikâh lâfzı ile herhangi bir malın hibesi akdi gerçekleşmeyeceği gibi, hibe lâfzı ile de hiçbir nikâh akdi gerçekleşmez. Aynı şekilde nikâh akdinin sarih ifadelerle yapılması lazımdır ki hakkında şahitlik söz konusu olabilsin. Üstelik nikâh talakın zıddıdır, nasıl ona kıyas edilebilir? Fukaha nikâhın (babanın): Sana mubah kıldım, sana helal kıldım, gibi sözlerle akd olmayacağını ittifakla kabul etmişlerdir, hibe de böyledir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Siz onların iffetlerini Allah'ın kelimesi ile kendinize helal kılmış oldunuz. " et-Tirmizî el Hakîm, Nevâdiru'l-Usül, II, 151. diye buyurmuştur. Burada kastettiği Kur'ân-ı Kerîm'dir. Kur'ân-ı Kerîm'de ise hibe lâfzıyla nikâh akdinin yapılacağına dair bir işaret yoktur. Kur'ân-ı Kerîm'de bulunan evlendirmek ve nikâhtır. Nikâhın hibe lâfzıyla olabileceğini kabul etmek de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hususiyetini kısmen de olsa iptal etmek söz konusudur Merhum İbn Ahcli’l-Herr bununla: Peygamber Efendimiz'in "... bir de nefsini Peygamber'e hibe eden (bağışlayan) kadını... diğer mü’minler bir yana yalnız sana has nlmak üzere helal kıldık" (el-Ahzâb, 33/50) ayet-i kerimesinde dile getirilen hususiyetine işaret etmektedir.

10- Şuayb (aleyhisselâm)'ın Yaptığı Teklif miydi? Yoksa Akit miydi?:

"Bu iki kızımdan birini" âyeti onun bu sözlerinin akit olmayıp, bir arz (teklif) olduğuna delildir. Çünkü bu bir akit olsaydı, üzerinde akit yapılanın tayin edilmesi gerekirdi. Çünkü ilim adamları her ne kadar: Ben sana şu iki kölemden birisini şu fiyata satıyorum demesi halinde satışın câiz olup olmadığı hususunda ihtilaf etmiş iseler de; nikâhta böyle bir şeyin câiz olmayacağını ittifakla kabul etmişlerdir. Çünkü böyle bir şey muhayyerliktir, nikâhta ise herhangi bir muhayyerlik söz konusu olmaz.

11- Nikâh İle İlgili Dört Husus:

Mekkî dedi ki: Bu âyet-i kerimede nikâha dair bir takım hususlar söz konusudur. Zevcenin tayin edilmemesi, sürenin başının tahdid edilmemesi, icarenin mehir olması, mehir olarak herhangi bir nakit ödemeden gerdeğe girmesi bunlardandır.

Derim ki: İşte bunlar onbirinci başlığın kapsamına giren dört husustur:

Birinci Husus: Zevcenin Tayin Edilmesi:

Bu meselelerin ilki zevcenin tayin edilmesi meselesidir. İlim adamlarımız derler ki: Tayin göründüğü kadarıyla bu husustaki görüşmelerin ikinci aşamasında söz konusu olmuştur. Önce genel olarak ona durumu arzetmiş, bundan sonra tayine geçilmiştir. Şöyle denilmiştir: O (Şuayb) Mûsa'ya küçük kızı Safûriyâ'yı evlendirdi. Ebû Zerr'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana dedi ki: "Sana Mûsa iki süreden hangisini tamamladı diye sorulacak olursa, sen de onların en hayırlısını ve en tam olanını, diye cevap ver. Eğer iki kızdan hangisi ile evlendiği sorulacak olursa, küçüğü ile de. Onun arkasından gelen ve: "Babacığım onu ücretle tut. Çünkü senin ücretle tuttuklarının en iyisi, kudretli ve emin bir kişidir" diyen de odur." Buraya kadar: Hakim, el-Müstedrek, II, 442; İbn Abbâs'tan

Denildi ki: Büyük kızdan önce küçük kız ile onu evlendirmesindeki hikmet -büyük kızın evliliğe ihtiyacı daha fazla olmakla birlikte- Mûsa'nın küçük kıza meyledeceğini beklediğinden dolayıdır. Çünkü haberci olarak ona gönderdiğinde, o kızı görmüş idi. Babasına gelince, onunla beraber yolda yürümüştü. Eğer ona büyük kızını teklif etmiş olsaydı, belki o da bu tercihi kabul eder görünürdü ama içinde de başka bir kanaat gizliyor olabilirdi. Daha başka açıklamalar da yapılmıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

el-Kuşeyrî'nin naklettiğine göre bazı haberlerde büyük kız ile evlendiği de bildirilmiştir.

İkinci Husus: Sürenin Başlangıcının Belirtilmesi:

Sürenin başlangıcının belirtilmesine gelince, âyet-i kerimede bunun ortadan kaldırılmasını gerektiren bir husus yoktur, Aksine burada kendisinden sözedilmemiştir. Ya bu süreyi tesbit etmişlerdir, ya etmemişlerdir. Etmemişlerse, akdin başlangıcından itibaren süre de başlamış demektir.

Üçüncü Husus: İcare Karşılığında Nikâh:

İcare karşılığında nikâha gelince, bu âyet-i kerimeden açıkça anlaşılmaktadır. Bu bizim şeriatın da kabul ettiği bir husustur. Hadis İmâmlarının rivâyet ettiği ve ezberlemiş olduğu Kur'ân-ı Kerîm'den başka hiçbir şeyi bulunmayan hadiste meydana gelen olay da budur. Bu hadisin rivâyet yollarından birisinde şöyle denilmektedir; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona (erkeğe): "Kur'ân'dan neleri ezbere biliyorsun?" diye sorunca, o da: Ben Bakara Sûresi ile ondan sonraki sureyi biliyorum, demişti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sen buna yirmi âyet-i kerîme öğret. Bu senin hanımın olmuştur." Bk. Müslim, II, 1040, 1041.

İlim adamlarının bu mesele hakkında üç farklı görüşü vardır: Malik böyle bir akdi mekruh görmüş, İbnu'l-Kasım kabul etmemiş, İbn Habib ise câiz görmüştür. Aynı zamanda bu Şâfiî'nin ve mezhebine mensub ilim adamlarının görüşüdür, Bunlar derler ki: Hür bir kimsenin sağlayacağı menfaatin mehir olması caizdir. Elbise dikmek, bina ve Kur'ân öğretmek gibi.

Ebû Hanîfe dedi ki: Böyle bir şey sahih olmaz. Bununla birlikte kölesinin hanımına bir sene süreyle hizmet etmesi yahutta kendi evinde bir sene onu yerleştirmesi karşılığında o hanım ile evlenmesi caizdir. Çünkü köle ile ev birer maldır. Ancak kendisinin bizzat hanımına hizmet etmesi ise mal değildir.

Ebû'l-Hasen el-Kerhî dedi ki: İcare lâfzı ile nikâh akdi caizdir. Çünkü yüce Allah:

"Onlara ecirlerini (mehirlerini) veriniz" (en-Nisa, 4/24) diye buyurmaktadır.

Ebubekr er-Razî dedi ki: Böyle bir akit sahih olmaz, çünkü icare geçici bir akittir. nikâh ise ebedi bir akittir, dolayısıyla bu iki akit birbirine aykırıdır.

İbnu'l-Kasım dedi ki: Bu şekilde yapılan bir akit gerdeğe girilmeden önce fesh olur, fakat gerdeğe girildikten sonra da sabit kabul edilir.

Esbağ dedi ki: Eğer bununla birlikte nakit bir şeyler verecek olursa, bunda görüş ayrılığı vardır. Şayet hiçbir nakit vermezse bu daha da ağırdır, eğer tamamen terkedecek olursa Şuayb (aleyhisselâm) kıssasının delil olarak kabul edilmesi ile her durumda akit geçerli olur. Bunu Malik, İbnu'l-Mevvaz ve Eşheb söylemiştir.

Böyle bir olayda müteahhir ve mütekaddim âlimlerinden bir topluluk bu âyet-i kerimeyi dayanak kabul etmektedir. İbn Huveyzimendâd dedi ki: Bu âyet-i kerîme icare akdi üzere nikâhı ve bu akdin sahih olduğunu, bununla birlikte icarenin mehir kabul edilmesinin mekruh olduğunu, mehrin de yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi bir mal olması gerektiği hükümlerini ihtiva etmektedir:

"İffetinizi koruyup, zinaya sapmaksızın mallarınızla (nikâhlanma yolunu) aramanız size helal kılındı." (en-Nisa, 4/24) Bizim mezhebimize mensub bütün ilim adamlarının kabul ettikleri görüş budur.

Dördüncü Husus: Mehir Olarak Nakit Verilmeden Gerdeğe Girilirse:

(Mekkî'nin): "(Mehir olarak) nakit vermeksizin gerdeğe girmesi" sözüne gelince, bu hususta insanlar arasında görüş ayrılığı vardır. Acaba o akit yaptığı zaman mı gerdeğe girdi, yoksa yolculuğa çıktığı zaman mı? Şayet akdi yaptığı sırada nakit (mehir) vermiş ise nakit olarak ne verdi? Kaldı ki bizim ilim adamlarımız çeyrek dinar dahi olsa, nakit olarak bir şeyler vermeden gerdeğe girmeyi kabul etmemişlerdir. Bu İbnu'l-Kasım'in görüşüdür, Eğer nakil bir şeyler ödemeden gerdeğe girerse geçerli olur. Çünkü mezhebimize mensub müteahhir ilim adamları şöyle demişlerdir: Mehrin kısmen veya tamamen peşin verilmesi müstehabtır. Bu da şu hususa binaendir: Eğer mehir koyunları otlatmak ise, işe başlamak onun için nakit ödeme gibi olur. Şayet yolculuğa çıktığı vakit gerdeğe girmiş ise, o zaman nikâhta uzun süre beklemek caizdir. İsterse -şart koşmaksızın- ömür boyu olsun, eğer şart koşulacak olursa maksadın sahih olması hali dışında câiz olmaz. Gerdeğe girmek İçin hazırlanmak yahut eğer zevce küçük ise gerdeğe girişe elverişli olmasını beklemek gibi. İlim adamlarımız bunu böylece ifade etmişlerdir.

12- İcare ve Nikâh Akitleri Bir Arada Yapılabilir mi?:

Bu âyet-i kerimede icare ve nikâh akitlerinden bir arada söz edilmektedir. Bu hususta ilim adamlarımızın üç farklı görüşü vardır. Birinci görüş Ebû Zeyd'in "Semaniye"sinde şöyle denilmektedir: Baştan beri bu şekilde bir akit yapmak mekruhtur, şayet yapılırsa geçerli olur.

İkinci görüş; Malik ve meşhur rivâyete göre İbnu'l-Kasım dediler ki: Böyle bir akit câiz olmaz, duhulden önce de sonra da fesh olur. Çünkü birbirinden farklı diğer akitlerde olduğu gibi bu iki aktin maksatları da farklıdır.

Üçüncü görüş Eşheb ve Es bağ bunu câiz kabul etmişlerdir. İbnu'l-Arabî dedi ki: Sahih olan budur, âyet-i kerîme de buna delâlet etmektedir. Malik de şöyle demiştir: Alış-verişlere en çok benzeyen şey nikâhtır. Peki icare ile satış ya da satış ile nikâh arasında ne gibi bir fark vardır?

Şayet hanımına mehir olarak mubah olan bir şiir öğretmeyi teshil edecek olursa, bu sahih olur. el-Müzenî dedi ki:

Şairin şu beyiti buna örnektir:

"Kul benim menfaatim, benim malım der,

Halbuki Allah korkusu elde ettiği menfaatlerin en üstünüdür."

Şayet hiciv ya da çirkin sözler ihtiva eden bir şiir öğretmeyi mehir olarak verecek olursa, bu ona şarab ya da domuzu mehir olarak vermeye benzer,

13- Akitlerde Zikredilmesi Gereken Hususlar İle Zikredilmesi Zorunlu Olmayan Hususlar:

Yüce Allah'ın:

"Sekiz yıl bana hizmet etmen üzere" âyetinde "hizmet" den mutlak olarak sözedilmiştîr. Malik dedi ki: Böyle bir ifade ile akit caizdir. Mutlak, örfe göre yorumlanır, ayrıca hizmet sırasında yapılacak işleri ismen zikretmeye gerek yoktur, Mûsa (aleyhisselâm)'ın kıssasının zahirinden anlaşılan budur. O burada mutlak olarak icareden sözetmektedir.

Ebû Hanîfe ve Şâfiî derler ki: "İsmen zikredilmedikçe câiz olmaz, çünkü bu meçhuldür." Buhârî ise: Yüce Allah'ın:

"Sekiz yıl bana hizmet etmen üzere" âyeti dolayısı ile bir işçiyi ücretle tutup da ona süreyi açıklamakla birlikte yapacağı işi açıklamayacak olursa (hükmün ne olacağına dair) bir bab" Buhârî, K. Icare, 6. hah. diye bir başlık açmıştır.

el-Mühelleb dedi ki: Ancak durum Buhârî'nin açtığı başlıkta belirttiği şekilde değildi. Çünkü onlara göre yapılacak iş sulamak, tarlayı sürmek, davarları otlatmak ve buna benzer o çölde yaşayan ahalinin yaptıkları işler türünden olup kendilerince bilinen işlerdi. Böyle şeyler örf ile bilinir. Yapılacak işler ismen sayılmasa ve miktarları belirtilmese dahi örf yoluyla bunların neler oldukları bellidir. Mesela ona: Sen senenin şu kadar zamanında araziyi süreceksin, senenin şu kadarında koyun otlatacaksın, demesine gerek yoktur. Çünkü bu, bu gibi yerlerdeki hizmetlerde alışılagelmiş bir şekildir. Herkesin ittifakla câiz kabul etmediği, akit süresinin belli olmaması, yapılacak işin de alışılmadık ve meçhul olması halidir. Bu husus(lar) bilinmedikçe böyle bir (icare) akdi câiz olmaz.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Tefsir bilginlerinin zikrettiklerine göre o Mûsa (aleyhisselâm)'a koyun otlatmayı açıkça tayin etmiştir. Ancak bu sahih bir yolla rivâyet edilmiş değildir, Fakat şöyle demişlerdir: Medyenli salih zatın koyun otlatmanın dışında yapılacak bir işi yoktu. Dolayısıyla onun halinin bu yönünün bilinmesi, bu hususta yapılacak hizmetin tayin edilmesi gibidir.

14- Çobanlık İçin îcare Akdinde Belirtilmesi Gereken Hususlar:

İlim adamları ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Bir kimsenin belli aylar, belli bir ücret ve sayılan belli koyunları otlatmak üzere bir çobanı ücretle tutması caizdir. Eğer bu koyunların sayıları belli ve muayyen ise mezhebimize (Mâlikî mezhebine) mensup ilim adamlarımızın konu ile ilgili etraflı görüşleri vardır. İbnu'l-Kasım dedi ki: Şayet koyunlardan ölen olursa, onun yerine o sayıda koyun eklemeyi şart koşmadıkça câiz olmaz. Ancak bu oldukça zayıf bir rivâyettir. Medyenli salih zat, Mûsa'yı koyunlarını otlatmak üzere ücretle tutmuş, o da koyunların miktarını görmüş olmakla birlikte, ölenlerin yerine başkalarının katılması şartı koşulmamıştır. Şayet koyunların sayısı belirli olmayıp mutlak bırakılmış ve tayin de edilmemişse, böyle bir akit mezhebimiz ilim adamlarına göre caizdir.

Ebû Hanîfe ve Şâfiî'ye göre ise; bu hususta bilgisizlik dolayısıyla câiz olmaz, demişlerdir. Mezhebimize mensup ilim adamları az önce belirttiğimiz üzere bu hususta örfü dayanak kabul etmişlerdir ve ona gücünün kaldırabileceği kadar (koyun) verilir, İlim adamlarımızdan kimisi şunu da ilave etmiştir: Ücretle çoban tutan kimse, çobanın gücünün miktarını bilmedikçe câiz olmaz. Bu sahih bir görüştür, çünkü Medyen'li salih zat, taşı kaldırması suretiyle Mûsa (aleyhisselâm)'ın kuvvetinin miktarını bilmiş idi.

15- Sürüden Telef Olursa, Çoban Tazminat Öder mi?:

Malik dedi ki: Çobanın tazminat ödeme yükümlülüğü yoktur. Telef olan yahut çalınanlar hususunda onun sözü doğru kabul edilir. Çünkü çoban da vekil gibi emin bir kimsedir. Buhârî: "Çoban yahut vekil ölmekte olan bir koyunu yahut telef olacak bir şeyi görüp de bozulacağından korkulan şeyi düzeltirse" Buhârî, K. Vekale, 4. bah. diye bir başlık açtıktan sonra; Ka'b b. Malik'in babasından nakletmiş olduğu şu hadisi kaydeder: "Kendilerinin Sel' dağında otlayan koyunları vardı. Bizim (çobanlık yapan) cariyemiz koyunlarımız arasından birisinin Ölmek üzere olduğunu gördü. Bir taş kırıp o taşla onu kesti. (Babam) onlara: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a soruncaya -ya da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a soracak kimse gönderinceye- kadar yemeyin, dedi. O da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sordu -ya da ona birisini gönderdi-. Peygamber ona o kovundan yemeyi emretti. Abdullah dedi ki: Bunun hem bir cariye olması, hem de koyunu kesmiş olması benim hayret ettiğim bir husustur Buhârî, II, 808, V, 2096; Müsned, II, 12, 76, 80.

el-Mühelleb dedi ki: Bu hadisteki fıkhı inceliklerden birisi de şudur: Çuban ve vekil kendilerine emanet olarak verilmiş hususlarda -hainlik ettiklerine ya da yalan söylediklerine dair aleyhlerinde bir delil ortaya konulmadıkça- sözleri doğru kabul edilir. Malik’in ve bir fukahâ topluluğunun görüşü budur.

İbnu'l-Kasım dedi ki: Bir koyunun öleceğinden korkar da onu boğazlayacak olursa, koyunu kesilmiş olarak getirmiş olması halinde tazminat ödemez ve söylediği tasdik edilir. Başkası ise: Söylediğini beyyine ile açıklamadığı sürece tazminat öder, demişlerdir.

16- Çoban Sürüdeki Koyunlara Koç Katarsa:

Çoban eğer sürüdeki koyunlara sahiplerinin izni olmaksızın koç katıp da bu koyunlar telef olursa, İbnu'l-Kasım ve Eşheb'in bu hususta farklı kanaatleri vardır. İbnu'l-Kasım bu durumda çobanın tazminat ödemesi gerekmez, der. Çünkü koyunlara koç katmak, malı ıslah etmek ve onu arttırmak kabilindendir. Eşheb ise tazminat ödemesi gerekir, demiştir. Ka'b'ın hadisi delil olarak İbnu'l-Kasım'ın görüsüne daha uygundur ve bu durumda -eğer salih kimselerden ve malı koruduğu bilinenlerden ise- içtihİsmi ile telef olanlar dolayısıyla tazminat ödemesi gerekmez. Şayet fasık ve fesad ehli kimselerden olup mal sahibi onun tazminat ödemesini isteyecek olursa, bunu da yapabilir. Çünkü onun fasık olduğu bilindiğinden dolayı, bir koyunun ölmekte olduğunu gördüğüne dair söylediği sözleri doğru kabul edilmez.

17- Mûsa (aleyhisselâm)'ın Aldığı Ücret:

Mûsa (aleyhisselâm)'ın aldığı ücretin ne olduğu nakledilmemiştir. Fakat Yahya b. Sellâm'ın rivâyetine göre Medyenli salih zat, annesinden farklı bir renkte doğan herbir keçiyi Mûsa'ya verecekti. Yüce Allah da Mûsa'ya sen asanı onların arasına bırak o koyunların hepsi kendilerine benzemeyen farklı renklerde yavru yapacaklardır, diye vahyetti.

Yahya'dan başkaları da şöyle demiştir: Siyah ve beyaz renkli doğacak her yavruyu ona vereceğini söyledi. Hepsi de siyah beyaz yavrular doğurdu.

el-Kuşeyrî'nin naklettiğine göre Şuayb (aleyhisselâm), Mûsa (aleyhisselâm)'ı ücretle işçi tutunca ona şöyle dedi: Filan odaya gir ve o odada bulunan asalardan birisini al. Mûsa bir asa çıkardı, bu asayı Âdem cennetten çıkartmıştı. Peygamberler biribirlerinden miras olarak bu asayı devralmışlar ve nihayet Şuayb'ın eline geçmişti. Şuayb o asayı odaya bırakıp bir başka asa almasını emretti. Yine içeri girdi, tekrar aynı asayı çıkarıp getirdi. Bu iş yedi defa tekrarlandı, yedi defasında da eline bu asadan başka bir asa geçmiyordu. Şuayb, Mûsa (aleyhisselâm)'ın özel bir durumunun olduğunu anladı. Sabah olunca ona: Koyunları yol ayırımına kadar güt, ondan sonra sağ tarafa sap. Orada fazla ot yoktur. Ancak sol tarafa da sakın gitme, çünkü orada pek çok ot, fakat davarların gelmesini kabul etmeyen oldukça büyük bir keler vardır. Mûsa yol ayırımına kadar koyunları güttü, fakat koyunlar sol tarafa gitti ve onları bir türlü zaptedemedi. Mûsa uyudu ve bu keler çıktı. Asa hareket etti ve çatal kısmı demir oluverdi. Büyükçe vahşi keleri öldürünceye kadar Savaştı ve tekrar Mûsa (aleyhisselâm)'ın yanına geri döndü. Mûsa uyandığında asanın kana bulanmış olduğunu ve bu kelerin de öldürülmüş olduğunu gördü. Akşam Şuayb'a geri döndü, Şuayb'ın gözleri görmüyordu. Eliyle koyunları yokladı, koyunların bol bir otlakta otladıklarının izlerini hissetti- Ona durumu sordu, o da olanları anlattı. Şuayb sevindi ve: Bu sene bu davarların doğuracakları iki renkli bütün yavrular senin olacaktır, dedi. O sene bütün yavrular iki renkli doğdu. Şuayb, Mûsa'nın Allah nezdinde Özel bir yerinin olduğunu anladı.

Uyeyne b. Hısn’ın rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Mûsa karın tokluğuna ve İffetini korumak üzere kendisini ücretle çalıştırdı." İbn Mâce, II, 917; Ahmed b. Amr eş-Şeybânî, el-Âkâd ve'l-Mesânl, IH, 65.

Şuayb ona: Bu koyunlardan iki renkli doğan bütün yavrular -aralarında azûz, feşûş, kemûş, dabûb ve saûl olmamak üzere- senin olacaktır.

el-Herevî dedi ki: Azûz, sert arazi demek olan el-azâz'dan alınmıştır. Az süt veren demektir.

Feşûş ise, sağılmaksizın sütü akan demektir. Buna sebeb ise memelerinin deliklerinin geniş olmasıdır, el-fetuh ve es-serûr da bu anlamdadır. Arapların darb-ı mesellerinden birisi de şudur: "Senin öfkeni ve kibrini başından çıkartacağım." "Kırbanın içindeki havayı boşalctı" denilir.

Şu hadis de bu kabildendir:"Şüphesiz şeytan sizden herhangi birinizin kaba etleri arasında hava çıkartır; ta ki o kişi kendisinin abdestini bozduğunu zanneder." Yani çok cılız bir üfleme üfler demektir.

el-Kemûş memeleri küçük demektir, kemîşe de denilir. Bu ismin verilmesi ise memelerinin büzülmüş olmasından dolayıdır. "Belden aşağı sardığı elbisesi büzülü adam" tabiri de buradan gelmektedir. Keşûd da kemûş gibidir.

ed-Dabûb ise meme uçlarındaki deliği dar demektir. ed-Dabb da şiddetle sıkmak suretiyle süt sağmak demektir.

es-Saûl memelerinde fazladan uç bulunan koyun demektir, es-sa'l da denilir. es-Sa'l aynı zamanda yaşlılık anlamındadır. Bu fazlalığa da "er-ruâl" denilir. "Es'al adam" yaştı adam demektir. Es'aî aynı zamanda sütün çıkış yerinin dar olması anlamındadır. el-Herevî dedi ki: "İki renkli (kalibu levn)" tabiri bu rivâyette annelerinden farklı renkte doğarlarsa... anlamındadır.

18- Bilinmeyen Bedel Karşılığında İcare:

Bilinmeyen bedel karşılığında icare câiz değildir. (Yukarıda sözü edilen) koyunların doğumu malum olan bir şey değildir. Verimli bazı yerlerde kat'i olarak koyunların doğumu, bunların sayısı, yavrularının sağlıklı olup olmayışları bilinebilir. Mısr diyarı ve benzerlerinde olduğu gibi. Bununla birlikte bu bizim şeriatimizde câiz değildir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gararh akitleri yasaklamıştır. Aynı şekilde medâmîn ve melâkîh diye bilinen akit şekillerini de yasaklamıştır. Medâmîn dişilerin karnındaki yavrular, melâkîh ise erkeklerin sulblerindekilerdir. Şair ise şu mısraında bunun aksini dile getirmiştir:

"Yaşlı ve hamile dişi devenin karnında o aşılanmıştır."

Buna dair açıklamalar el-Hicr Sûresi'nde (15/22. âyet, 5. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Bununla birlikte Raşid b. Ma'mer üçte bir ve dörtte bir koyun karşılığında icareyi câiz kabul etmiştir. İbn Şîrîn ve Atâ da şöyle demişlerdir: Bir kumaş ondan alınacak belli bir pay karşılığında dokunabilir. İmâm Ahmed de böyle demiştir.

19 Nikâhta Kefaet (Denklik):

Nikâhta kefâete (denkliğe) itibar edilir. İlim adamları bu kefaet acaba dinde, malda ve konum (haseb)de midir? yoksa bunların birisinde midir? Sahih olan mevali erkeklerin Arap ve Kureyş'e mensub kadınları nikanlamasının câiz olduğudur. Çünkü yüce Allah:

"Şüphesiz ki Allah'ın katında sizin en şerefliniz, en takvâlı olanınızdır" (el-Hucurat, 49/13) diye buyurmaktadır. Mûsa (aleyhisselâm) da Medyenli salih zatın yanına yabancı, kovulmuş, korkan, yalnız, aç ve çıplak olarak geldiği halde; onun dininden kesinlikle emin olup onun halini görünce, kızını ona nikâhladı ve bunun dışındaki herbir şeyden yüz çevirdi. Yüce Allah'a hamdulsun ki; bu mesele daha önceden etraflı bir şekilde geçmiş bulunmaktadır.

20- Veli Mehirden Ayrı Olarak Kendisi Adına Malî Bir Ödeme İsteyebilir mi?:

Bazı ilim adamları şöyle demiştir; Şuayb (aleyhisselâm)'ın yaptığı bu akitte kadının alacağı mehirden söz edilmemektedir. O sadece bedevilerin yaptığı şekilde kendisi adına şart koşmuştur. Çünkü bedeviler evlendirecekleri kızlarının mehirlerini şart koşarken şöyle de derler: Özel olarak bana şu kadar verilecektir. Burada mehir tefviz edilmiştir. Tevfiz nikâhı da caizdir.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Bedevilerin yaptıkları bu iş aslında bir çeşit İkramiye ve mehirden ayrı bir şeydir. Bu ise haramdır ve peygamberlere yakışmaz. Ancak veli kendisi adına bir şeylerin verilmesini şart koşacak olursa, ilim adamları kocanın elinden çıkıp kadının eline girmeyen malların hükmü hakkında iki ayrı görüş ortaya atmışlardır. Bir görüşe göre bu caizdir, diğerine göre ise câiz değildir. Bana göre sahih olan ise, bu hususta duruma göre hükmün değişeceğidir. Şöyle ki kadın ya bakiredir, ya duldur. Eğer dul ise bu caizdir, çünkü dul kadının nikâhı kendi yetkisindedir. Veli ise sadece akdi doğrudan yapan kişidir. Vekilin satış akdi dolayısıyla bir ücret alması câiz olduğu gibi, burada da ücret alması yasak kabul edilemez. Şayet evlenecek olan bakire ise bu durumda onun nikâh akid yetkisi babasının elindedir. Sanki bu durumda nikâh esnasında kocadan başkası için bir ivaz söz konusu edilmiş gibidir ki, bu da batıldır. Şayet böyle bir şey olursa, eğer henüz gerdeğe girilmemişse fesh olur. Bu husustaki meşhur rivâyete göre gerdeğe girildikten sonra ise bu fazlalık sabit olur. Hamd, Allah'a mahsustur.

21- Akitte İttifakla Kabul Edilen Şartlarla İsteğe Bağlı Şartlar:

Medyenli salih zat şartı zikrettikten sonra on yılda da onu serbest bırakmak suretiyle herbirisinin hükmü ayrıca tesbit edilmiş olmaktadır. Sonraki şart birinci şartın hükmünü taşımaz ve zorunlu şart ile isteğe bağlı şart hükümde ortak olmaz. Bundan dolayı akitlerde ittifakla kabul edilen şartlar yazıldıktan sonra, bunlar da isteğe bağlı şartlardır, denilir. Böylelikle ittifakla kabul edilen şartlar hükümlerine göre değerlendirilir, isteğe bağlı olan şartlar da hükümlerine göre değerlendirilir. Bu yolla yerine getirilmesi zorunlu olan şart ile isteğe bağlı şart birbirinden ayrılmaktadır.

Denildiğine göre, Şuayb (aleyhisselâm)'ın akitlerde kullanılan lâfızlar arasında nikâh ile ilgili olarak kullandığı lâfız güzeldir. Buna göre; "Ben bu erkeği, bu kadına nikâhlıyorum" ifadesi; "Bu kadını, bu erkeğe nikâhlıyorum" ifadesinden daha uygundur. İleride el-Ahzab Sûresi'nde (33/49. âyet, 1. başlıkta) geleceği üzere Şuayb (aleyhisselâm) sekiz yıllık hizmeti şart, ona kadar tamamlamayı da isteğe bağlı bırakmıştır.

28

Dedi ki: "Bu seninle benim aramdadır. İki vadeden hangisini bitirirsem aleyhime bir düşmanlık olmasın. Allah da bu söylediğimize vekildir."

22- Hazret-i Mûsa'nın Şartları Kabulü ve Yüce Allah'ın Şahit Tutulması:

"Dedi ki: Bu seninle benim aramdadır. İki vadeden hangisini bitîrirsem aleyhime bir düşmanlık olmasın" âyetinde görüldüğü gibi; Şuayb (aleyhisselâm)'ın sözleri bittikten sonra, Mûsa (aleyhisselâm) bu şartları kabul ettiğini belirtip, ittifak olunan şartın sekiz yıllık sürede söz konusu olduğunu belgelemek suretiyle Şuayb'ın koştuğu şartın anlamını tekrarlamış olmaktadır.

"Hangisi" istifham (soru) edatı olup,

"bitirirsem" ile nasb edilmiştir.

"İki va'deden" anlamındaki âyet da;

"Hangi" lâfzının onlara izafeti dolayısıyla mecrurdur. Ondan sonraki ise te'kid için bir sıladır. Bunda şart manası vardır, cevabı da

"aleyhime bir düşmanlık olmasın" anlamındaki âyettir.

"Düşmanlık" anlamındaki lâfız da; "Olmasın" ile nasbedilmiştir.

İbn Keysan dedi ki: ona (.........)’ın izafe edilmesi dolayısıyla cer mahallindedir ve nekredir. "İki vade" ise ondan bedeldir. Şanı yüce Allah'ın:

"Allah'tan bir rahmet sayesinde..." (Al-i İmrân, 3/159) âyetinde de böyledir. Yani burada "rahmet" dan bedeldir.

Mekkî dedi ki: O (İbn Keysan) Kur'ân-ı Kerîm'de herhangi bir lâfzın zaid olmadığını göstermeye çokça dikkat ederdi ve herbir lâfız için zaid olmadığını ortaya koyacak uygun bir açıklama bulurdu.

el-Hasen: "Hangisini" anlamındaki âyeti "ya" harfini sakin olarak; diye okumuştur. İbn Mes'ûd da: "iki vadeden hangisini bitirirsem" anlamındaki lâfızları; diye okumuştur.

Cumhûr "bir düşmanlık" anlamındaki lâfzı; şeklinde "ayn" harfi ötreli olarak okumuşlardır. Ebû Hayve ise bunu esreli okumuştur. Anlam da şudur; Bu süreye fazlalık katmak konusunda benim herhangi bir sorumluluğum yoktur ve benden böyle bir talepte bulunulamaz. "Udvân" farz olmayan hususlardaki haddi aşmaktır, "el-Hicec" da yıllar demektir. Şair der ki:

"Hicr'in yüksekçe yerlerindeki yurtlar kimindir?

Yıllardan ve uzun zamandan beri oralar bomboş ve kuraktır."

Tekili "ha" harfi esreli olarak "hicce" ...diye gelir.

"Allah da bu söylediğimize vekildir." Denildiğine göre bunlar Mûsa'nın söylediği sözlerdendir. Bu sözü hanımın babası söylemiştir de denilmiştir.

O iki salih zat -Allah'ın salat ve selamlan üzerlerine olsun- yaptıkları bu akde Allah'ı şahit tutmakla yerindiler ve insanlardan kimseyi şahit tutmadılar. Nikâhta şahit tutmanın gereği hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır ki; bu da bir sonraki başlığımızın konusudur.

23- Nikâhta Şahit Tutmanın Hükmü:

Nikâhta şahit tutmanın vacip olup olmadığı hususunda iki görüş vardır. Bu iki görüşten birisine göre iki şahit olmadıkça nikâh akdi olmaz. Ebû Hanîfe ve Şâfiî bu görüştedir. Malik ise nikâh akdi şahitsiz olur demiştir, çünkü bu karşılıklı bir ivaz akdidir. Dolayısıyla bu akitte şahit tutmak şartı yoktur, fakat bunda ilan ve açıklama şartı aranır, nikâh ile zina arasındaki fark ise tef çalmak (ilan etmek)dır. Bu mesele yeterli açıklamalarla el-Bakara Sûresi'nde (2/221. âyetin 2. bölümü ile ilgili açıklamaların 9- başlığında) geçmiş bulunmaktadır.

Buhârî'deki rivâyete göre de Ebû Hüreyre şöyle demiştir: İsrailoğullarından birisi, İsrailoğullarından birisinden kendisine bin dinar borç vermesini istedi. Ona bana, onları şahit tutacağın şahitler getir deyince, borç isteyen: Şahit olarak Allah yeter dedi. Bu sefer: Bana bir kefil getir, dedi. Borç isteyen, kefil olarak Allah yeter dedi. O da: Doğru söyledin deyip, ona bin dinarı verdi. Sonra da hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Buhârî, II, 545, 801, H47, 980.

29

Mûsâ süreyi tamamlayıp ailesi ile yola çıkınca Tûr'un yan tarafından bir ateş gördü. Ailesine: "Siz durun, çünkü ben bir ateş gördüm. Belki ateşten size bir haber veya ısınmanız için ateşten bir parça getiririm" dedi.

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız;

1- Mûsa (aleyhisselâm) îki Süreden Hangisini Tamamladı:

Yüce Allah'ın:

"Mûsa süreyi tamamlayıp" âyeti ile ilgili olarak Saîd b. Cübeyr dedi ki: Hristiyanlardan bir adam bana Mûsa iki süreden hangisini tamamladı, diye sordu. Ben: Bilmiyorum, şu Arapların bilginine -İbn Abbâs'ı kastediyor- gidip, ona bu hususu sorayım, dedim. Onun yanına gittim, sordum, dedi ki: Bu iki sürenin en mükemmel ve en eksiksiz olanını yerine getirdi, dedi. Ben de durumu hristiyana bildirince, o; Allah'a yemin ederim, bu alim doğru söyledi, dedi.

İbn Abbâs'tan rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hususta Cebrâîl'e sormuş, o da ona on yılı tamamladığını haber vermiştir.

Taberî Mücahid'den naklettiğine göre; on yılı ve ondan sonra bir on yıl daha bitirdi, dediğini nakletmektedir. Bunu el-Hakem b. Ebân, İkrime'den o İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. İbn Atiyye dedi ki: Bu, zayıf bir rivâyettir.

2- Erkek Hanımını Dilediği Yere Götürebilir:

Yüce Allah'ın:

"Ailesi ile yola çıkınca" âyeti ile ilgili olarak şöyle denilmiştir; Bu âyette erkeğin hanımını dilediği yere götürebileceğine delil vardır. Çünkü onun kavvâmiyyeti ve bir derece fazlalığı vardır. Ancak bu hususta onun koştuğu herhangi bir şarta bağlı kalması hali müstesnadır. Çünkü mü’minler şartlarına bağlıdırlar. Yerine getirilmesi en lâyık şartlar da hiç şüphesiz kendileri sebebiyle evliliği helâl kılan şartlardır.

3- Tûr'un Yan Tarafından Görülen Ateş:

"Tûr'un yan tarafından bir ateş gördü" âyeti ile ilgili açıklamalar daha önce Tâ-Hâ Sûresi'nde (20/10. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Bir parça" anlamındaki kelimeyi kıraat âlimleri genel olarak, "cim" harfi esreli olarak; diye okumuşlardır. Hamza ve Yahya ise ötreli okumuşlardır. Âsım, es-Sülemî ve Zirr b. Hubeyş ise üstün okumuşlardır. el-Cevherî dedi ki: "Hep alevli ateş" demektir. Çoğulu ise; ...diye gelir,

Mücahid yüce Allah'ın: "Veya... ateşten bir parça" âyetini kor ateşten bir parça demektir, diye açıklamıştır. Ayrıca der ki: Bu bütün Arapların şivesinde böyledir. Ebû Ubeyde dedi ki: Bir ucunda ateş bulunsun ya da bulunmasın tahtadan kalınca bir parça, anlamındadır. Şair İbn Mukbil şöyle demiştir:

"Leyla için odun toplayanlar arayıp durdular,

Çürük olmayan ve yanınca duman çıkarmayan, ucu iyice yanacak odunları."

Yine (şair) der ki:

"Kayslılar üzerine öyle bir ateş parçası bıraktı ki,

Onlara hem alevi, hem de sıcaklığı çok ağır geldi."

30

Oraya varınca, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından, o ağaçtan ona şöyle seslenildi: "Ey Mûsa! Muhakkak Ben âlemlerin Rabbi olan Allah'ım."

"Oraya" o ağacın yakınına... Burada zamir ağaçtan önce zikredilmiştir.

"...Varınca... vadinin sağ kıyısından... ona şöyle seslenildi" âyetinde -ki "kıyısından" lâfzındakİ; “...dan" İle "o ağaçtan" lâfzındaki ikinci; "...dan" gayenin ibtidâsı (yani başlama noktasını anlatmak) içindir. Vadinin kıyısından ağaç tarafından ona ses geldi, seslenildi demektir.

"O ağaçtan" âyeti

"vadinin sağ kıyısından" âyetinden bedelu'l-işürnal'dır, çünkü ağaç kıyının kenarı üzerinde idi. ile Vadinin yan tarafı, kıyısı" demektir. Çoğulları da; ...diye gelir. Bunu da el-Kuşeyrî zikretmiştir.

el-Cevherî dedi ki: Vadilerin kıyısı" denilir ve (kıyı anlamındaki lâfzın) çoğulu yapılmaz. ise senin bir kıyıda, onun ise bir başka kıyıda yürümesi halinde kullanılır.

"Sağ kıyısından" ifadesi Mûsa'nın sağından anlamındadır, dağın sağından diye de açıklanmıştır.

"O mübarek yerdeki" âyetinde geçen

"yerdeki" anlamındaki lâfzı el-Eşheb el-Ukaylî "be" harfini ötre yerine üstün olarak; diye okumuştur. Bunun çoğulunun; "ü diye yapılması, "be" harfi üstün okuyuşunun lehine bir delildir. Nitekim; "Toprak tencere"nin çoğulunun diye gelmesi de böyledir. Bunun tekilini; diye kullananlara göre bunun çoğulu; ...diye gelir, "Oda"nın çoğulunun; diye gelmesi gibi.

"O ağaçtan" ağacın tarafından demektir. Bu ağacın sarmaşık olduğu söylenmiştir. Bunun bir Arabistan kirazı ağacı olduğu ya da bir böğürtlen ağacı olduğu da söylenmiştir. Asası da bu ağaçtan idi. Bunu da ez-Zemahşerî zikretmiştir.

Bu ağacın unnab ağacı olduğu da söylenmiştir. Böğürtlen ağacı büyüdüğü takdirde ona "el-ğarkad" denilir. Hadiste belirtildiğine göre bu yahudilerin ağaçlarındandır. Îsa nazil olup, Deccâl ile birlikte yer alan yahudileri öldüreceğinde herhangi bir ağacın arkasında onlardan birisi saklandı mı mutlaka o ağaç konuşacak ve: Ey müslüman, işte arkamda bir yahudi vardır, gel ve onu öldür diyecektir. el-Ğarkad bundan müstesnadır, çünkü o yahudilerin ağaçlarındandır ve bu ağaç (bu şekilde) konuşmaz." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir Müslim, IV, 2239; Müsned, II, 417.

el-Mehdevî dedi ki: Yüce Allah, Mûsa (aleyhisselâm) İle Arşının üstünden konuşmuş ve dilediği şekilde ağaç cihetinden ona sesini işittirmiştir.

Allah'ın bir yerden bir yere inükaf etmekle, bir yerden bir yere zail olmakla ve buna benzer mahlukata ait sıfatlarla nitelendirilmesi câiz değildir.

Ebul-Meâlî dedi ki: Meânî ehli (Me'âni'l-Kur'ân ilminde uzman olanlar) ile hak ehli derler ki: Yüce Allah'ın kendisiyle konuşup en yüksek mertebeye yükseltmek ve en ileri noktaya çıkartmak gibi bir hususiyet verdiği kimseler, yüce Allah'ın harflere, seslere, ibarelere, nağmelere ve çeşitli dillere benzemekten münezzeh ve mukaddes olan kadim kelamını idrak ederler. Tıpkı yüce Allah'ın çeşitli keramet mevkilerine yükseltip, üzerindeki nimetlerini tamamladığı, ona Allah'ı görmeyi nasib ettiği kimselere özel bir mevki verdiği gibi. Böyle birisi de şanı yüce Allah'ı cisimlere benzemekten ve hadislerin hükümlerinden münezzeh olarak görür. Esasen şanı yüce Allah'ın zatında da, sıfatlarında da hiçbir benzeri yoktur. Ümmet (âlimleri) şanı yüce Allah'ın Mûsa (aleyhisselâm) ile onun dışında seçkin meleklere kelâmını işittirmek gibi bir özellik vermiş olduğunu icma ile kabul etmiştir.

Üstad Ebû İshak (el-İsferâyînî) da şöyle demektedir: Hak ehli ittifakla şunu kabul etmişlerdir; Yüce Allah, Mûsa (aleyhisselâm)'a manalardan bir mana yaratmış ve bu mana vasıtası ile onun kelâmını idrâk etmiştir. Bunun özelliği de onun bu sözü işitmesinde idi. Elbetteki o bütün mahlukatında benzerini de yaratmaya kadirdir. Bizim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in İsra gecesinde Allah'ın kelâmını işitip işitmediği hususunda ve Cebrâîl'in de O'nun kelamını işitip işitmediği hususunda iki görüş vardır. Bunlardan birisini öğrenmenin yolu kafi olan nakildir ki; bu da bulunmamaktadır. Bununla birlikte Kur'ân-ı Kerîm'in okunması halinde insanların Allah'ın kelâmını duyduklarını ittifakla kabul etmislerdir. Şu anlamda ki; onlar yüce Allah'ın kelâmını bizatihi değil de kendisi vasıtasıyla manasını bilip, tanıdıkları ibareleri işitmektedirler.

Abdullah b. Sa'd b. Küllâb dedi ki: Mûsa (aleyhisselâm) yüce Allah'ın bazı cisimlerde tesbit ettiği halkedilmiş. bir takım seslerden Allah'ın kadim kelâmını anlamıştır.

Ebû’l-Meâlî (el-Cuveynî) dedi ki: Bu ise merdud bir görüştür. Aksine harikulade bir şekilde Mûsa (aleyhisselâm)'ın yüce Allah'ın, kelâmını idrak etmiş olmak özelliğine sahip olması gerekir. Eğer bu görüşü kabul etmeyecek olursak, Mûsa (aleyhisselâm) ile yüce Allah'ın konuşması özelliğinin herhangi bir manası da olmaz. Şaru yüce Allah ona kelâm-ı azizini işittirmiş ve bu hususla onda zaruri bir ilim yaratarak böylelikle o İşittiği sözün Allah'ın kelâmı oSduğunu bilmiştir. Kendisi ile konuşanın ve kendisine seslenenin âlemlerin Rabbi Allah olduğunu katiyyetle bilmiştir. Kıssalarda vârid olduğuna göre Mûsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: Ben Rabbimin kelâmını bütün azalarımla duydum. Onu tek bir cihetten de duymadım.

Bu anlamdaki açıklamalar yeteri kadarıyla daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/35- âyet, 7. başlıkta) geçmiş bulunmakladır.

"Ey Mûsa (diye seslenildi)" âyetindeki; ... diye" cer harfinin hazfedilmesi sebebiyle nasb mahallindedir; demektir.

"Muhakkak Ben âlemlerin Rabbi olan Allah'ım!" Bu âyetle şanı yüce Allah'ın dışındaki varlıkların rububiyeti nefyedilmektedir.

Mûsa (aleyhisselâm) bu kelâm ile yüce Allah'ın rasûllerinden değil de seçkin kullarından olmuştur. Çünkü rasûl olmak, ancak ona risalet emri verildikten sonra söz konusu olur. Risalet emri ise onunla bu şekilde konuştuktan sonra verilmiştir.

31

"Ve asanı da yere bırak!" Onu ufak yılan gibi hareket ediyor görünce, arkasına bakmaksızın dönüp kaçtı. "Ey Mûsa, geri gel ve korkma! Çünkü sen güven altında olanlardansın."

"Ve asanı da yere bırak" âyeti yüce Allah'ın:

"Ey Mûsa..." âyetine atfedilmiştir. Bu hususa dair açıklamalar daha önce en-Neml Sûresi (27/7. ayet ve devamının tefsiri) ile Tâ-Hâ Sûresi (20/17-18. âyetlerin tefsiri)nde geçmiş bulunmaktadır.

"Dönüp" âyeti hal olarak nasbedihnigtir. Aynı şekilde yüce Allah'ın:

"Arkasına bakmaksızın" âyeti da hal olarak mahallen mansubtur.

"Ey Mûsa, geri gel ve korkma!" âyeti ile ilgili olarak Vehb dedi ki: Ona: Eskiden olduğun yere geri dön, denildi. O da geri döndü ve cübbesinin ön tarafını elinin üzerine sardı. Melek ona dedi ki: Yüce Allah senin çekindiğin şeyi başına getirmeyi murad edecek olursa, senin elini bu şekilde elbisene sarmanın sana bir faydası olur mu dersin' O: Hayır, fakat ben zayıf bir kimseyim ve zayıflıktan yaratılmışım, dedi. Ondan sonra elini açıp yılanın ağzına soktu, eskisi gibi asa oldu.

"Çünkü sen" sakındığın şeylerden yana

"güven altında olanlardansın."

32

"Elini yakana sok. Hastalıksız, bembeyaz çıkar ve ürkmeden dolayı (elini) koltuğunun altına koy. İşte bunlar Fir'avun'a ve ileri gelenlerine Rabbin tarafından iki burhandır, çünkü onlar fâsık bir kavimdirler."

33

Dedi ki: "Rabbim, ben onlardan bir kişi öldürmüştüm de, beni öldürmelerinden korkarım.

"Elini yakana sok..." âyetiyle ilgili açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

"Ürkmeden dolayı (elini) koltuğunun altına koy" âyetinde yer alan; "Ürkmeden"deki .,.den" edatı "Kaçtı" âyetine taalluk etmektedir. Korktuğundan dolayı geri dönüp kaçtı, demektir.

Hafs, es-Sülemî, Îsa b. Ömer ve İbn Ebi İshak "ürkmeden" anlamındaki âyetini "re" harfini üstün, he harfini de sakin olarak okumuşlardır. İbn Amir ile -Hafs müstesna- Kûfetiler ise "re" harfini ötreti, "he" harfini de cezm ile okumuşlardır. Diğerleri ise "re" ve "he" harflerini üstün ile okumuşlardır. Ebû Ubeyd ile Ebû Hatim de bunu tercih etmişlerdir. Buna sebeb ise yüce Allah'ın:

"Umarak, korkarak Bize dua ederlerdi" (el-Enbiyâ, 21/90) âyetinde bu şekilde kullanılmış olmasıdır. Hepsi de değişik söyleyişler olup "korkmak" anlamındadır. Âyetin anlamı şudur: Elinin hali ve parıltısı seni dehşete düşürecek olursa, sen onu yakana sok ve tekrar oraya geri çevir, önceki haline dönecektir.

Bir açıklamaya göre yüce Allah ona elini göğsüne götürmesini emretmiştir. Böylelikle yılandan duyduğu korkusu uzaklaşmış olacaktır. Bu açıklama Mücahid ve başkalarından rivâyet edilmiştir. ed-Dahhak bunu İbn Abbâs'tan da rivâyet etmiş ve şöyle demiştir: İbn Abbâs dedi ki: Artık Mûsa (aleyhisselâm)'dan sonra herhangi bir kimse eğer korkacak olursa, elini sokup göğsüne koydu mu, mutlaka onun korkusu gider.

Ömer b. Abdu'l-Aziz hakkında da nakledildiğine göre: Bir katib huzurunda yazı yazıyorken elinde olmayarak yelleniverdi. Bundan çok utandı ve üzüldü. Bu sebebten kalkıp, kalemini yere vurdu. Ömer ona dedi ki: Sen kalemini al ve elini koynuna sok. Senin korkun böylelikle uzaklaşıp gitsin, Hem ben böyle bir şeyin sesini bizzat kendimden duyduğumdan daha çok kimseden de duymuş değilim.

Anlamın şu şekilde olduğu da söylenmiştir: Yüce Allah'ın senin kalbindeki korkuyu gidermesi için elini kalbinin üzerine koy.

Mûsa ya Fir'avun hanedanından yahut yılandan korkusundan titriyor idi. Elin (lafzi anlamıyla "kanat" demek olan cenahın) koyna sokulması sükûnun kendisidir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Merhametinden dolayı onlara alçak gönüllülük kanadını indir." (el-İsra, 17/24) Burada yumuşaklığı kastetmektedir. Yüce Allah'ın:

"Sana tabi olan mü’minlere de kanadını indir" (eş-Şuarâ, 26/215) âyeti da böyledir. Onlara merhamet anlamındadır.

el-Ferrâ'' dedi ki: Burada "cenah" ile asasını kastetmiştir. Kimi Meânî bilgini de şöyle demiştir. er-Rahb (mealde ürkme) Himyer ile Hanifeoğulları lehçesinde elbisenin yeni anlamındadır. Mukâtil dedi ki; Bedevî bir Arap kadın ben yemek yerken bana bir şey sordu. Ben de elimi doldurup, ona işarette bulundum. O da: İşte burada benim rahbimde, derken benim kolumun yeninde demek istemişti. el-Esmaî dedi ki: Ben bedevî bir Arabın bir diğerine: Bana rahbini ver dediğini duydum. Ona rahbin ne olduğunu sorunca, o da: Kolun yenidir, dedi.

Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Sen elini kendine doğru çek ve onu yeninden çıkart. Çünkü o elini yeninden yıkanmaksızın asayı eliyle tutmuştu. Yüce Allah'ın:

"Elini yakana sok" âyeti da bunun sağ el olduğunu göstermektedir. Çünkü yaka sol tarafta olur. Bunu da el-Kuşeyrî zikretmiştir.

Derim ki: Müfessirlerin elin göğse götürülmesi şeklindeki açıklamaları yakanın yerinin göğüs olduğuna delil teşkil etmektedir. Buna dair açıklamalar da daha önceden en-Nûr Sûresi'nde (24/31. âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

ez-Zemahşerî dedi ki; Tefsirlerdeki bid'atlerden birisi de şudur: Güya "er-rahb" Himyerlilerin lehçesinde elbisenin yeni demekmiş ve güya onlar: rahbinde (yeninde) bulunandan bana da ver, derlermiş. Keşke dilde bunun nasıl doğru olduğunu bilebilseydim. Acaba Arapçalan beğenilen güvenilir ve sağlam kimselerden böyle bir şey işitilmiş olabilir mi? Keşke bu lâfzın bu âyet-i kerimede nasıl kullanıldığı da bilinseydi ve keşke bunun Kur'ân-ı Kerîm'in sair kelimelerine etraflı bir şekilde nasıl uygulanabildiği bilinebilseydi. Halbuki Mûsa (Allah'ın salat ve selamları üzerine olsun)'nin üzerinde münacat gecesinde sadece yenleri bulunmayan yünden bir cübbe vardı.

el-Kuşeyri dedi ki: Yüce Allah'ın

"koltuğunun altına koy" âyetinden -şayet bununla yılandan korktuğundan ötürü emniyette olmasını kastettiği görüsünü kabul edersek- kasıt ellerdir. Bununla birlikle "koltuğunun altına koy" âyetinin risaletin yüklerini taşımak üzere kendini hazırla, anlamında olduğu da söylenmiştir.

Derim ki: İşte buna göre; "Çünkü sen güven altında olanlardansın" âyeti sen rasûl olarak gönderileceklerdensin, demektir diye açıklanmıştır. Çünkü yüce Allah:

"Çünkü benim katımda rasûller korkmaz" (en-Neml, 27/10) diye buyurmuştur.

İbn Bahr dedi ki: Bu açıklamaya göre o bu âyetlerle rasûl olmuş olur. Halbuki onun ancak yüce Allah'ın:

"İşte bunlar Fir'avun'a ve ileri gelenlerine Rabbin tarafından iki burhandır" âyeti ile rasûl olduğu söylenmiştir. İki burhandan kasıt ise el ve asadır.

İbn Kesîr;

"İşte bunlar(ın ikisi)" âyetinde "nûn"u şeddeli okumuştur, diğerleri ise şeddesiz okumuşlardır, Ebû Umâre'nin, Ebû’l-Fadl'dan, onun Ebubekir'den, onun da İbn Kesîr'den rivâyetine göre ise İbn Kesîr şeddeli ve "ya" ile; diye okumuştur. Yine Ebû Amr'dan rivâyete göre o şöyle demiştir: Hüzeyllilerin şivesi şeddesiz ve "ya" ile; şeklindedir. Kureyşlilerin şivesi ise Ebû Amr ve İbn Kesîr'in okuduğu gibi; şeklindedir.

Bunun gerekçesi hususunda beş görüş vardır. Bir görüşe göre "nûn"un şeddeli okunması 'deki elifin yerine geçmesinden dolayıdır. Bu da merfu olan; 'ın tesniyesidir ve mübtedâ olarak ref halindedir, 'ın elifi ise tesniye elifi geldiğinden dolayı hazfedilmiş,tir. Burada İki sakinin arka arkaya gelmesi göz önünde bulundurulmamıştır, çünkü bunun aslı; şeklinde olup, birinci elif şeddeli "nûn"un yerine geçmek üzere hazfedilmiştir.

Bir diğer görüşe göre şeddeli "nün", buraya "lâm"ı ayrıca soktukları gibi te'kid içindir. Mekkî dedi ki: Denildiğine göre "nûn"u şeddeli okuyan kimse tekilini diye kullananların şivesine göre bina etmiştir. O bu şekilde kullanınca tesniye "nûn'undan sonra "lâm"ı da tesbk etmiş, daha sonra ise ikincinin birincisine idgam edilmesi hükmüne göre "lâm"ı "nûn"a idgam etmiştir. Halbuki aslolan her zaman için birincinin, ikincisine idgam edilmesidir. Bundan tek istisna buna herhangi bir illetin engel teşkil etmesidir. O takdirde ikincisi, birincisine idgam edilir. Bu hususta birincinin, ikincisine idgamını engelleyen iflet ise şudur: Eğer böyle bir şey yapılacak olursa, o takdirde tesniyeye delâlet eden "nûn"un yerinde şeddeli bir "lâm" olur. Bu durumda tesniye lâfzı değişikliğe uğrar. İşte bu sebebten dolayı ikinci harf, birincisine idgam edilmiştir ve böylelikle şeddeli bir "nün" ortaya çıkmıştır.

Yine denildi ki: Böyle bir şey söz konusu olmadığından dolayı "nun"dan önce "lâm'" isbat edilmiş, sonra da birinci harf idgamın usulüne uygun olarak ikincisine idgam edilmiştir. Böylelikle bu şeddeli bir "nün" haline gelmiştir.

Bir diğer açıklama şöyledir: Nûn'un şeddeli olması, bu nûn ile izafet sebebiyle "nûn"u sakıt olan lâfızlar arasındaki farkı belirtmek içindir. Çünkü; ın izafesi yapılmaz.

Bir diğer görüşe göre bu nûn, mütemekkin (i'rabı olan) isim ile bu işaret ismi arasındaki farkı göstermek içindir. Aynı şekilde; "O ikisi" ile; Bu ikisi" lâfızlarında "nûn"un şeddeli okunmasının illeti (sebebi) de budur.

Ebû Amr dedi ki: Ebû Amr'ın kendi türünden bütün tesniyeler arasında bilhassa bu kelimeyi şeddeli kabul etmesi, harflerinin azlığından ötürüdür. Bundan dolayı şeddeli okumuştur.

Bu lâfzı; diye "nün" şeddesiz olmakla birlikte "ya" ile okuyanların kıraatine göre bunun aslı; şeklinde şeddeli "nûn"dur. Tad'ıf (aynı harfi şeddeli okuma)den hoşlanılmadığı için "ya" harfi İkinci "nûn"dan bedel olarak getirilmiştir. Tıpkı; Ben ondan usanmam" şeklini aslı olan; yerine kullanarak, ikinci "lâm"ın yerine "elif" kullandıkları gibi.

Şeddeli "nûn"dan sonra "ya" ile okuyanların kıraati de şöyle açıklanır: Bu şekilde okuyanlar "nûn"un esresini işba' ile okurken, bu esre'den "ya" harfi ortaya çıkmış olmaktadır.

34

"Kardeşim Harun'un ise onun dili benden fasihtir. Onu bana yardımcı olarak gönder ki; beni tasdik etsin. Çünkü ben, beni yalanlamalarından korkuyorum."

"Onu bana yardımcı olarak gönder" âyetindeki

"Yardımcı olarak" lâfzı "Ona yardım ettim"den türemektedir. da "yardım" demektir. Şair der ki;

"Asam'ın benim yardımcım olduğunu görmedin mi;

Ve malım azken de, varken de insanların en hayırlısı olduğunu."

en-Nehhâs dedi ki: "Ona yardım etti" anlamındadır. (İkinci şekilde) hemzenin terkedilmesi hafif olsun diyedir. Nâfî' de böyle okumuştur. Hemzeli ile aynı anlamdadır.

el-Mehdevî dedi ki: Hemzesiz okuyuşun Arapların;Yaşı yüzü geçti" tabirinden gelmesi de mümkündür. Sanki anlam şöyle olur: Onu da beni daha çok tasdik olsun diye benimle birlikte gönder. Bu açıklamayı Müslim b. Cündeb yapmış olup, şairin şu beyitini de zikretmiştir

"(Bahreyn'de yapılan) Hattı bir mızrak ki; boğumları sert, ağızda eriyen hurmanın çekirdeklerini andırır;

Ve âdeta onun boyu on zira'dan da fazladır."

el-Maverdî bu beyiti, bu şekilde; "Daha fazladır" diye zikretmiş, el-Ğaznevî ve es-Sıhah'ta el-Cevherî ise; diye zikretmiştir. Bu da aynı anlamdadır. Bundan sonra merhum Kurtubî beyitte geçen bazı kelimelerin izahına dair bir satırlık bir açıklamada bulunmaktadır. Bu açıklama beyitin tercümesinde yer aldığı için ayrıca tercüme edilmeye gerek görülmemiştir.

el-Cevherî dedi ki: "Bir şey bozuldu, buzulur, bozuk olmak" demektir. Bozuk demektir. Onu bozdum, aynı şekilde; Ona yardım ettim, anlamındadır. Mesela; Ben ona yardımcı idim, demektir. Yüce Allah da: "Onu bana yardımcı olarak gönder" diye buyurmaktadır.

en-Nehhâs dedi ki: "Ona yardım ettim, yardım etmek" şeklinde nakledilmiştir. Yardımcının çoğulu; diye gelmektedir.

Âsım ile Hamza "beni tasdik etsin" anlamındaki; âyetini ref ile okumuşlardır, diğerleri ise cezm ile okumuşlardır. Ebû Hatim'in tercih ettiği okuyuş da -duanın cevabı olmak üzere- budur. Ebû Ubeyd ise ref ile okuyuşu tercih etmiştir. Bu okuyuşa göre bu "onu... gönder" âyetindeki "o" zamirinden haldir. Tasdik halinde sen onu doğrulayıcı bir yardımcı olarak gönder, demektir. Yüce Allah'ın:

"Bize gökten bir sofra indir ki... olsun" (el-Mâide, 5/114) fiilin müzari anlamında kabul edilmesi halinde "olmak üzere" anlamındadır. Bununla birlikte ("beni tasdik etsin" anlamındaki fiil) yüce Allah'ın:

"yardımcı olarak" âyetinin sıfatı da olabilir.

"Çünkü ben" herhangi bir yardımcı ve destekleyicimin olmaması halinde

"beni yalanlamalarından korkuyorum." Çünkü onların benim söyleyeceklerimi anlamaları oldukça güçtür.

35

Buyurdu ki: "Gücünü kardeşinle pekiştireceğiz ve size öyle bir güç vereceğiz ki; âyetlerimiz sayesinde size ulaşamayacaklar. Siz ve size uyanlar galiplersiniz,"

Bunun üzerine yüce Allah

"buyurdu ki: gücünü kardeşinle pekiştireceğiz" onunla seni güçlendireceğiz. Bu ifade bir temsildir. Güç manası verilen kelimenin asıl anlamı aslında pazu demek olup, mecazi anlamı güçtür. Çünkü elin gücü pazu iledir. Şair Tarafe de şöyle demiştir:

"Ey Lübeynâ oğulları, siz bir el değilsiniz,

Olsa olsa pazusu olmayan bir elsiniz."

Hayır dua edilirken de: "Allah senin pazunu (gücünü) pekiştirsin" denilir. Bunun zıttında (yani bedduada): "Allah senin pazunu darmadağın etsin (güçsüz bıraksın), denilir.

"Ve size öyle bir güç" yani delil ve belge

"vereceğiz ki; âyetlerimiz sayesinde sîze" eziyet vermek maksadıyla

"ulaşamayacaklar." Yani siz "âyetlerimizle" onlara karşı korunacaksınız. Burada "Size" üzerinde vakıf yapılabilir, bu durumda ifadede takdim ve te'hir söz konusu olur. İfadenin takdirinin şöyle olacağı söylenmiştir: Sizler ve size tabi olanlar, âyetlerimiz sayesinde galip gelecek kimseler olacaksınız. Bu açıklamayı el-Ahfeş ve el-Taberî yapmıştır. el-Mehdevî dedi ki: Bu şekilde olursa sılanın mevsûle takdim edilmesi söz konusudur. Ancak; "Âyetlerimiz sayesinde galip gelecekler sizlersiniz. Sizler ve size tabi olanlar galiplerdir" diye takdirde bulunulması hali müstesnadır. Burada "âyetler"den kasıt, diğer mucizeleridir.

36

Mûsa onlara apaçık âyetlerimizle gelince dediler ki: "Bu ancak düzmece bir büyüdür. Biz önceki atalarımız arasında da böylesini işitmemişiz."

"Mûsa onlara apaçık" açık seçik

"âyetlerimizle gelince dediler ki: Bu, ancak düzmece" yalandan uydurulmuş

"bir büyüdür. Biz önceki atalarımız arasında da böylesini işitmemişiz."

Denildiğine göre bu âyetler, Mûsa (aleyhisselâm)'ın tevhidi ispatlamak için ortaya koymuş olduğu aklî delillerdir. Buradaki âyetlerin onun gösterdiği mucizeler olduğu da söylenmiştir.

37

Mûsa dedi ki: "Rabbim, kimin nezdinden hidayet getirdiğini ve yurdun (güzel) akıbetinin de kimin olacağını bilir. Doğrusu zulmedenler kurtulamazlar."

"Mûsa dedi ki" âyeti genel olarak başında "vav" ile okunmuştur. Mücahid, İbn Kesîr ve İbn Muhaysın ise başında "vav" harfi olmaksızın okumuşlardır. Mekkelilerin Mushaf'ında da böyledir.

"Rabbim kimin nezdinden hidayet" doğru yola irşadı

"getirdiğini ve yurdun güzel akıbetinin de kimin olacağını bilir." Burada

"olacağı" âyetini Âsım dışında Kûfeliler; şeklinde "ye" ile diğerleri ise "te" ile okumuşlardır. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

"Yurdun akıbeti", amellerin karşılığının verileceği yurt demektir.

"Doğrusu" âyetindeki "he" zamiri sen zamiridir.

"Zulmedenler kurtulamazlar."

38

Fir'avun dedi ki: "Ey ileri gelenler, sizin benden başka ilâhınız olduğunu bilmiyorum. Artık ey Hâmân, benim İçin çamura ateş yak. Bana yüksek bir kule yap! Olur ki Mûsa'nın ilâhının yanına çıkarım. Hem ben onu kesinlikle yalancılardan sanıyorum."

"Fir'avun dedi ki; Ey ileri gelenler, sizin benden başka ilâhınız olduğunu bilmiyorum." İbn Abbâs dedi ki: Bu sözü ile onun;

"Ben sizin en yüce rabbinizim." (en-Nâziât, 79/24) sözleri arasında kırk yıllık bir süre geçmiştir. Lanet olasıca Allah düşmanı yalan söylüyordu. Aksine o, bir Rabbinin olduğunu ve bu Rabbin kendisinin ve kavminin yaratıcısı olduğunu biliyordu:

"Yemin olsun sen onlara kendilerim kimin yarattığını sorarsan, elbette: 'Allah' diyeceklerdir." (ez-Zuhruf, 43/87)

"Fir'avun (devamla) dedi ki: Artık ey Haman, benîm İçin çamura ateş yak!" Yani sen benim için tuğla yap. Bu açıklama İbn Abbâs (radıyallahü anh)'dan nakledilmiştir. Katade dedi ki: O tuğla yapıp onunla bina yapan ilk kişidir.

Fir'avun veziri Haman'a bu şekilde bir kule yapmasını emredince Haman işçileri topladı. -Denildiğine göre bunlar, çeşitli hizmetlerde çalıştırılan işçiler ile ücretliler dışında, ellibin inşaat ustası idi.- Tuğlaların ve kirecin pişirilmesini, kerestelerin yayılmasını, çivilerin çakılmasını emretti. Onlar da binayı yapıp yükselttiler, Yüce Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günden o zamana kadar bu şekilde yüksek bir bina yapılmamıştı. Öyle ki binayı yapan kişi, binanın tepesinde ayakta dikilemiyordu. Nihayet yüce Allah bu bina sebebiyle onları fitneye düşürmek istedi. es-Süddînin naklettiğine göre Fir'avun damına çıktı ve semaya doğru bir ok attı. Attığı bu ok kendisine kanlara bulanmış olarak geri döndü. Bunun üzerine: Mûsa'nın İlahını öldürdüm, dedi. Rivâyet olunduğuna göre Fir'avun bu sözleri söyleyince, yüce Allah da Cebrâîl (aleyhisselâm)'i gönderdi ve o kuleye kanadıyla bir darbe indirdi, üç parçaya bölündü. Bir parçası Fir'avun'un askerleri üzerine düştü ve onlardan bir milyon kişi öldü. Bir parçası denize düştü, bir parçası da batı tarafına düştü. Bu kulenin yapımında herhangi bir iş yapmış olan herkes helâk oldu. Bunun ne kadar sahih olduğunu ancak Allah bilir.

"Hem ben onu kesinlikle yalancılardan sanıyorum." Burada "zan (sanmak)" şüphe etmek anlamındadır. Böylelikle o şüphe üzere küfre girmiş oluyordu. Çünkü o, sağlam fıtrat sahibi İçin herhangi bir kapalı nokta bırakmayan apaçık belgeler görmüş idi.

39

O da, orduları da arzda haksız yere büyüklendiler ve Bize dondürülmeyeceklerini sandılar.

"O da orduları da o arzda haksız yere" Mûsa'ya îman etmeyerek

"büyüklendiler" büyüklük tasladılar. Bunda da haklı değillerdi. Yani Mûsa'nın getirdiklerini çürütecek herhangi bir delilleri yoktu.

"Ve Bize döndürülmeyeceklerini sandılar." Öldükten sonra diriliş olmadığı vehmine kapıldılar.

Nafi, İbn Muhaysın, Şeybe, Humeyd, Ya'kub, Hanıza ve el-Kisaî "döndürülmeyeceklerini" âyetini "ya" harfi üstün, "cim" harfini de esreli olarak fail-i ma'hım bir fiil olmak üzere; "Dönmeyeceklerini" diye okumuşlardır, diğerleri ise meçhul bir fiil olarak ("Döndürülmeyeceklerini" anlamında) okumuşlardır. Ebû Ubeyd'in tercih ettiği şekil budur. Birincisi ise Ebû Hatim'in tercih ettiği okumadır.

40

Bunun üzerine onu ve ordularını yakalayıp denize attık. Zâlimlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bir bak!

"Bunun üzerine onu ve ordularını" -ki ikimilyonaltıyüzbin kişi idiler-

"yakalayıp, denize attık." Onları tuzlu denize bıraktık. Katade dedi ki: Bu Mısır'in ötesinde İsaf denilen bir denizdir. Yüce Allah onları bu denizde boğdu.

Vehb ile es-Süddî de şöyle demişlerdir: Yüce Allah'ın kendilerini boğduğu deniz Batn-ı Mureyre diye bilinen Kızıl Deniz taraflarında bir yerdir. Burası bugüne kadar çok dalgalı bir yerdir. Mukâtil dedi ki; Kastettiği Nil nehridir. Ancak bu görüş zayıftır, meşhur olan birinci görüştür.

"Zâlimlerin akıbetlerînin" işlerinin sonlarının

"nasıl olduğuna bir bak" ey Muhammed!

41

Biz onları ateşe çağıran önderler kıldık. Kıyâmet gününde ise onlara yardım olunmaz.

42

Bu dünyada da arkalarına bir lanet taktık. Kıyâmet gününde de onlar çirkinleştirilmiş kimselerden olacaklardır.

"Biz, onları ateşe çağıran" yani cehennemliklerin amelleri ile amel etmeye davet eden

"önderler kıldık." Biz, onları küfür üzere kendilerine uyulan liderler yaptık. Böylelikle onlar hem kendi veballerini yüklenecekler, hem de kendilerine tabi olanların günahlarını yüklenecekler ki; cezaları daha büyük olsun.

Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah, onun kavminin mele'ini (ileri gelenlerini) böyle olmayan aşağı tabakadakilerin başkanları kıldı. İşte onlar da (alt tabakadakileri) cehenneme çağırıyorlardı.

Bir diğer açıklamaya göre de; onları ibret alanların kendilerine uyup, basiret sahiplerinin de kendilerinden öğütler çıkartacağı önderler kıldık, demektir.

"Kıyâmet gününde ise onlara yardım olunmaz. Biz dünyada da arkalarına bir lanet taktık." Yani kullara onlara lanet okumalarını emrettik. Onları anan onlara lanet okur. Laneti yani hayırdan uzak kalmayı peşlerine taktık, diye de açıklanmıştır.

"Kıyâmet gününde de onlar çirkinleştirilmiş" yani helâk edilmiş ve kendilerine gazab olunmuş

"kimselerden olacaklardır." Bu şekildeki açıklamayı İbn Keysan ve Ebû Ubeyde yapmıştır. İbn Abbâs ise şöyle açıklamıştır: Yüzlerinin siyahlığı, gözlerinin maviliği (morluğu) ile yaratılışları çirkinleştirilecektir. Uzaklaştırılmışlardan olacaklardır, diye de açıklanmıştır. Mesela dafzi manasıyla: Allah onu çirkin etsin, denilir). Allah her türlü hayırdan uzaklaştırsın anlamındadır. Onu çirkin yaptı" demektir. Ebû Amr dedi ki: Şeddesiz olarak; şekli, şeddeli olarak; ….ile aynı anlamda; "Yüzü çirkin oldu" demektir. Şair de şöyle demiştir;

"Çirkinleştirsin (kahretsin) Allah bütün Berâcimeyi,

Ve kahretsin. Yerbû'u ve kahretsin Dârimîi."

"Gününde" anlamındaki lâfız ise "bu dünyada da" anlamındaki âyetin mahalli i'rabına hamledilerek nasb ile gelmiştir, Ayrıca "çirkinleştirumiş kimselerden" anlamındaki âyetin başına atıf harfi getirmeye,

"Sayıları üçtür, dördüncüleri köpekleridir, diyeceklerdir" (el-Kehf, 18/22) âyetinde olduğu gibi gerek görülmemiştir.

"Gününde" lâfzının âmilinin "onlar çirkinleştirilmiş kimselerden" âyetinin delâlet ettiği gizli bir fiil olması da mümkündür. O takdirde yüce Allah'ın:

"Melekleri görecekleri gün, işte o günde günahkârlara müjde yoktur." (el-Furkan, 25/22) âyetine benzer. "Gününde" âyetindeki âmilin -zarf önceden geçmiş olsa dahi- yüce Allah'ın:

"Onlar çirkinleştirilmiş kimselerden" olması da mümkündür, ayrıca bunun mef'ûl olarak kabul edilmesi de mümkündür. Sanki; "Biz, bu dünyada da onların peşlerine bir lanet taktık, kıyâmet gününde de bir lanet (taktık)" denilmiş gibidir.

43

Yemin olsun önceki nesilleri helâk ettikten sonra Mûsa'ya kitabı; İnsanlara basiretler, hidâyet ve rahmet olmak üzere verdik. Olur ki öğüt alırlar.

"Yemin olsun ki... Mûsa'ya kitabı" Katade'nin açıklamasına göre Tevrat'ı

"...verdik." Yahya b. Sellam dedi ki; Tevrat farzların, hududun ve ahkâmın nazil olduğu ilk kitaptır. Burada sözü edilen kitabın yüce Allah'ın rasûlü Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a indirmiş olduğu es-Seb'u’l-Mesânî (diye bilinen yedi uzun sûrenin) altısı olduğu da söylenmiştir ki; bunu İbn Abbâs söylemiş ve (peygambere atfen) merfu olarak da rivâyet etmiştir.

"Önceki nesilleri helâk ettikten sonra" âyetine gelince, Ebû Said el-Hudrî dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah, Mûsa'ya Tevrat'ı indirdiğinden beri semadan olsun, arzdan olsun gönderdiği azâb ile herhangi bir kavmi, bir nesli, bir ümmeti ya da bir kasaba ahalisini -maymunlara dönüştürülen kasaba ahalisi dışında- kimseyi helâk etmiş değildir. Yüce Allah'ın;

"Yemin olsun önceki nesilleri helâk ettikten sonra Mûsa'ya kitabı... verdik" âyetini hiç düşünmez misin?" el-Hakim, el-Müstedrek, II, 442. Yani Nûh, Âd ve Semud kavminden sonra böyle bir helâk olmamıştır. Fir'avun ve kavmini suda boğup, Karun'u da yerin dibine geçirişimizden sonra diye de açıklanmıştır.

"İnsanlara basiretler" yani Biz, ona kitabı basiretleri açılsın diye verdik.

"Hidayet" gereğince amel eden kimseler için sapıklıktan hidayete ileten bir kitaptır,

"ve" ona îman eden kimseler için de

"rahmet olmak üzere verdik. Olur ki öğüt alırlar." Bu nimeti hatırlasınlar da dünya hayatında îmanları üzere kalmaya devam etsinler, âhirette bunun mükâfatını alacaklarına da güvensinler, emin olsunlar.

44

Biz Mûsa'ya o âyeti vahyettiğimizde sen batı tarafında değildin, sen hazır bulunanlardan da değildin.

"Biz Mûsa'ya o âyeti vahyettiğimizde" onu emir ve yasaklarımızla mükellef kılıp ona verdiğimiz ahitleri yerine getirmekle yükümlü kıldığımızda

"sen" ey Muhammed,

"batı tarafında" yani dağın batı tarafında

"değildin."

Şair şöyle demiştir;

"Sana hidayeti veren ey peygamber,

Batı tarafındaki minberi süsleyen nuru da verdi."

"Biz Mûsa'ya o âyeti vahyettiğimizde" âyeti şöyle de açıklanmıştır: Yani Biz, Mûsa'ya senin durumunu vahyedip seni en hayırlı bir şekilde andığımızda.., (sen batı tarafında değildin), demektir. İbn Abbâs dedi ki:

"Vahyettiğimizde" Muhammed ümmetinin ümmetlerin en hayırlısı olduğunu bildirdiğimizde, anlamındadır...

"Sen hazır bulunanlardan da değildin." Bütün bunlara şahit olmamıştın.

45

Fakat Biz, çeşitli nesiller yarattık da onların ömürleri uzadıkça uzadı. Hem sen Medyenliler arasında kalan değildin ki, âyetlerimizi onlara okuyasın. Fakat gönderenler gerçekten Bizleriz.

"Fakat Biz" Mûsa'dan sonra

"çeşitli nesiller yarattık da onların ömürleri uzadıkça uzadı." Öyle ki onlar Allah'ın zikrini yani ahdini ve emrini unuttular. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın:

"Üzerlerinden uzun bir zaman geçti diye kalpleri katılaşmış bulunanlar..." (el-Hadid, 57/16) âyetidir.

Bu âyetin zahiri şunu gerektirmektedir: O dönemde de bizim peygamberimizden söz edilmiş, yüce Allah'ın onu peygamber olarak göndereceği belirtilmiştir. Fakat aradan uzun bir süre geçip kalplerin katılaşması yaygın bir hal alınca onlar bu hususu unuttular.

Şöyle de açıklanmıştır: Biz Mûsa'ya kitabı verdik ve onun kavmi hakkında ahitler aldık. Sonra aradan geçen bu süre uzayınca küfre saptılar. Nihayet Muhammed'i dinî yenileyici ve insanları ona davet edici olarak gönderdik.

"Ve sen Medyenliler arasında kalan" Mûsa ile Şuayb'in aralarında ikamet ettiği gibi ikamet eden

"değildin ki..."

el-Accâc ("kalan, ikamet eden" anlamındaki lâfzı kullanarak) şöyle demiştir:

"Kalan kimsenin girdiği yerde geceyi geceledi."

İkamet eden misafirin... demektir.

"Âyetlerimizi onlara okuyasın" Allah'ın mükâfat vaİsmi ile azâb tehdidini onlara hatırlatasın.

"Fakat gönderenler gerçekten Bizleriz." Yani Biz de seni Mekkeliler arasında peygamber gönderdik ve sana içinde bu haberlerin bulunduğu bir kitap verdik. Eğer bu olmasaydı senin bunları bilmene imkân olmazdı.

46

Biz, seslendiğimizde sen Tûr tarafında değildin. Fakat senden önce kendilerine hiçbir korkutucu gelmemiş bir kavmi korkutasın diye, Rabbinden bir rahmet olmak üzere (gönderildin). Umulur ki öğüt alırlar.

"Biz, seslendiğimizde sen Tûr tarafında değildin." Yani yüce Allah Mûsa'yı Fir'avun'a rasûl olarak gönderdiği vakit batı tarafında bulunmadığın gibi, yetmiş kişi ile birlikte Mîkat'a geldiğinde Mûsa'ya seslendiğimiz vakit de Tûr'un yakınında değildin.

Amr b. Dinar, merfu olarak yapağı rivâyetinde şöyle demektedir: "Ey Muhammed ümmeti, Ben siz bana dua etmeden önce duanızı kabul ettim Benden istekte bulunmadan önce size verdim." İşte yüce Allah'ın:

"Biz, seslendiğimizde sen batı tarafında değildin" âyetinde anlatılan (sesleniş) budur.

Ebû Hüreyre -bir rivâyete göre de İbn Abbâs- dedi ki: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır; "Ey Muhammed ümmeti, Bana dua etmeden önce Ben duanızı kabul ettim. Benden istemeden önce Ben size verdim. Benden mağfiret istemeden önce, size mağfiret ettim. Benden merhamet istemeden önce size merhamet ettim." İbn Kesîr, Tefsir, III, 392, Taherî'den naklen.

Vehb dedi ki; Bu da şöyle olmuştu: Mûsa (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yüce Allah Muhammed'in ve ümmetinin faziletini zikredince, Rabbim onları bana göster, dedi. Yüce Allah:

"Sen onlara yetişemeyeceksîn, fakat arzu edersen Ben onlara seslenirim ve sana seslerini işittiririm" dedi. Mûsa: Peki Rabbim, dedi. Yüce Allah:

"Ey Muhammed ümmeti" diye seslendi. Atalarının sulblerinden ona cevap verdiler. Şöyle buyurdu: "Siz Bana dua etmeden önce, Ben sizin duanızı kabul buyurdum."

Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Biz Mûsa ile konuşup senin ümmetine seslendiğimiz ve senin ve ümmetin için dünyanın nihayetine kadar takdir etmiş olduğumuz rahmeti ona haber verdiğimizde Tûr tarafında değildin.

"Fakat" Biz bunu

"senden önce kendilerine" yani Araplara

"hiçbir korkutucu gelmemiş bir kavmi korkutasın diye" bunu yaptık. Yani sen bu haberlere şahit olmadın. Fakat Bizim bu haberleri sana vahy edişimiz, kendilerine peygamber olarak gönderilmiş olduğun kimseleri bunlarla uyarıp korkutasın diyedir ve Bizden size

"bir rahmet olmak üzere" böyle yaptık.

el-Ahfeş dedi ki:

"Bir rahmet olmak üzere" âyeti mastar olarak nasbedilmiştir. Biz sana bir rahmette bulunduk anlamındadır. ez-Zeccâc ise şöyle demiştir: Bu mef'ûlün lehtir. Yani yüce Allah bunu sana rahmet olması için yapmıştır. (Meal de buna göredir.) en-Nehhâs dedi ki: Yani sen peygamberlerin kıssalarına şahit olmadın, bunlar sana önceden de okunmuş değildir. Ancak Diz, seni rahmet olmak için peygamber olarak gönderdik ve sana vahiyde bulunduk,

el-Kisaî de: Bu (........)'in haberi olarak nasbedilmistir. İfadenin takdiri de: "Fakat Bizden bir rahmettir" şeklindedir. O şöyle demiştir: Bununla birlikte; "O bir rahmettir" anlamında merfu olması da caizdir. ez-Zeccâc dedi ki; Merfu olması; Fakat bunu yapış(ımız) bir rahmettir" takdirine göredir.

"Umulur ki öğüt alırlar."

47

Eğer ellerinin önden gönderdikleri sebebi ile kendilerine bir musibet gelip çattığında: "Rabbimiz, Sen bize bir peygamber göndermeli değil miydin? O takdirde biz de Şenin âyetlerine uyar ve mü’minlerden olurduk" demeyecek olsalardı (Biz onlara peygamber göndermezdik).

"Eğer ellerinin önden gönderdikleri" küfür ve isyanlar -özellikle "ellerin söz konusu edilmesi ise yapılan işlerin çoğunlukla ellerle yapılması dolay ısıyladır-

"sebebi ile kendilerine" Kureyşlileri kastetmektedir, yahudiler diye de söylenmiştir

"bir musibet" yani bir ceza ve intikam

"gelip, çattığında... demeyecek olsalardı..."

"...meyecek olsaydı" edatının cevabı hazf edilmiştir, Yani eğer daha önceden işledikleri masiyetler sebebiyle kendilerine bir azâb

"gelip çattığında Rabbimiz, sen bize bir peygamber göndermeli değil miydin?... demeyecek olsalardı" Biz de peygamber göndermezdik, takdirindedir. Bunun... mutlaka onları âcîlen cezalandırırdık, takdirinde olduğu da söylenmiştir. Peygamberlerin gönderilmesi daha önceden de el-îsra (17/16. âyet, 1. başlık) ile Tâ-Hâ Sûresi (20/133. âyet ve devamının tefsirinde)'nin sonlarında geçtiği üzere kâfirlerin ileri sürebilecekleri mazeretleri ortadan kaldırmak içindir.

"Biz de senin âyetlerine uyar" âyetindeki "Uyardık" lâfzı tahdid (teşvik)in cevabı olmak üzere nasb mahallindedir. "Mü’minlerden" tasdik edicilerden

"olurduk" anlamındaki âyet da ona atfedilmiştir.

Akıl, îman ve şükür etmeyi gerektirir diyenler bu âyeti delil gösterirler. Çünkü yüce Allah:

"Ellerinin önden gönderdikleri sebebi ile" diye buyurmaktadır. Bu da ceza görmeyi gerektirir. Zira rasûllerin gönderilmesinden önce vücubun kesinleşmiş olması söz konusudur. Bu da ancak akıl ile olur.

el-Kuşeyrî dedi ki: Sahih olan hazfedilen İfadelerin; Eğer şu olmasaydı, peygamberlerin tekrar tekrar yeniden gönderilmesine gerek duyulmazdı, takdirinde olduğudur. Yani şu kâfirler artık mazur değillerdir, çünkü daha önce gönderilmiş olan şeriatler ve tevhide çağrı onlara ulaşmış bulunmaktadır. Fakat aradan uzun bir zaman geçmiştir. Eğer onları azablandıracak olursak, aralarından: Uzun zamandan beri peygamber gönderilmemiştir, diyen çıkabilir ve bunun özür olabileceğini sanabilir. Halbuki rasûllerin haberi kendilerine ulaştıktan sonra ileri sürebilecekleri bir mazeretleri kalmaz. Fakat Bizler hiçbir şekilde mazeret bırakmadık ve beyanı eksiksiz yaptık. O bakımdan ey Muhammed, seni onlara peygamber gönderdik. Şanı yüce Allah da beyanı ve delil göstermeyi tamamlayıp peygamberleri göndermedikçe de hiçbir kulu cezalandırmayacağım hükme bağlamıştır.

48

Ama onlara nezdimizden hak gelince dediler ki: "Mûsa'ya verilenler gibi ona da verilmeli değil miydi?" Acaba onlar önceden Mûsa'ya verilenleri inkâr etmemişler miydi? "İki sihir birbirine yardım etti" dediler ve yine dediler ki: "Biz onların hepsini inkâr edenleriz."

"Ama onlara nezdimizden hak" yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gelince Mekke kâfirleri

"dediler ki: Mûsa'ya verilenler" asa ve beyaz el

"gibi ona da verilmeli değil miydi?" Ona da Kur'ân-ı Kerîm -Tevrat gibi- bir defada indirilmeli değil miydi? Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan önce Mûsa (aleyhisselâm)'ın bu durumu kendilerine ulaşmış bulunuyordu. Şanı yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır:

"Acaba onlar Önceden Mûsa'ya verilenleri inkâr etmemişler miydi? İki sihir birbirlerine yardım etti, dediler." Yani Mûsa ile Muhammed sihir Üzere birbirleriyle yardımlaştı, dediler.

el-Kelbî dedi ki: Kureyşliler yahudilere adam göndererek, onlara Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamber olarak gönderilmesi ve durumu hakkında soru sordular. Yahudiler; Biz onu vasıflarıyla, nitelikleriyle Tevrat'ta görüyoruz. Bu şekilde onlara cevap gelince, "İki sihir birbirine yardım etti, dediler."

Kimileri de şöyle demiştir: Yahudiler müşriklere öğrettiler ve onlara Muhammed'e şöyle deyin dediler: Sana da Mûsa'ya verilenin bir benzeri verilmeli değil miydi? Ona Tevrat bir defada verilmişti.

Bu durumda bu delil getirme yahudilere karşıdır. Yani bu yahudiler, Mûsa ile Harun hakkında bunlar iki sihirbazdır dediklerinde ve "biz onların hepsini inkâr edenleriz" yani biz onların herbirisini ayrı ayrı inkâr ediyoruz diye karşı çıktıklarında, Mûsa'ya verilenleri de inkâr etmemişler miydi?

Kûfeliler "İki sihir" diye "elif"siz olarak okumuşlardır ki; bu İncil ve Kur'ân demektir. Tevrat ile Furkan diye de açıklanmıştır ki; bu da el-Ferrâ'ya aittir. Tevrat ve İncil diye de açıklanmıştır. Bu açıklamayı da Ebû Rezîn yapmıştır. Diğerleri ise "İki sihirbaz" diye elif ile okumuşlardır (ki, az önceki açıklamalar bu okuyuşa binaen yapılmıştır.) Bu hususta da üç türlü görüş vardır: Birincisine göre bu iki sihirbaz Mûsa ile Muhammed (ikisine de selam olsun)'dır. Bu Arap müşriklerinin sözüdür, İbn Abbâs ve el-Hasen böyle demiştir.

İkinci görüş, Mûsa ile Harun'dur, bu da risaletlerinin başlangıçları döneminde yahudilerin onlara söyledikleridir, Saîd b. Cübeyr, Mücahid ve İbn Zeyd de bu görüştedirler. Bu durumda bu âyet, onlara karşı getirilen bir delil olmaktadır. Bu da yüce Allah'ın:

"Kendilerine bir musibet gelip çatmayacak olsaydı" âyetinde mahzuf ifadenin: Ardı arkasına peygamberleri göndermezdik şeklinde olduğunu göstermektedir. Çünkü yahudiler peygamberlikleri itiraf" etmişler, ancak hem tahrif etmişler, hem değiştirmişler. O bakımdan ilahi cezayı hak etmişlerdir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Biz de Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)' göndermekle onların mazeretlerini eksiksiz bir şekilde bertaraf etmiş olmaktayız"

Üçüncü görüşe göre sözü edilen iki sihirbaz Îsa ve Muhammed (ikisine de salat ve selam olsun)'dır. Bu da günümüz yahudilerinin görüşüdür, Katade de böyle demiştir. Şöyle de denilmiştir: Bütün yahudiler Mûsa'ya Tevrat'ta bildirilen Mesih'in, İncil'in ve Kur'ân-ı Kerîm'in söz konusu edilmesini red ve inkâr etmediler mi? Böylelikle Mûsa'yı ve Muhammed'i iki sihirbaz, iki kitabı da iki sihir olarak görmediler mi?

49

De ki: "Eğer siz doğru söyleyenler iseniz, o halde Allah katından ikisinden daha doğru yol gösterici bir kitap getirin ki, ben de ona uyayım."

"De ki: Eğer siz" ikisinin sihirbaz oldukları hususunda

"doğru söyleyenler İseniz, o halde Allah katından ikisinden daha doğru yol gösterici bir kitap getirin ki, ben de ona uyayım." Yani ey Muhammed de ki: Siz müşrikler topluluğu madem bu iki kitabı inkâr ediyorsunuz "o halde Allah katında ikisinden daha doğru yol gösterici bir kitap getirin ki, ben de ona uyayım," Böylelikle bu sizin kâfir olmanıza bir mazeret teşkil etsin. Yahutta Mûsa ile Muhammed (ikisine de selam olsun)'a verilen kitaplardan daha çok doğru yolu gösteren bir kitap getirin. Bu da Kûfelilerin "iki sihir" şeklindeki kıraatlerini pekiştirmektedir.

"ona uyayım" âyetini el-Ferrâ'' ref ile okumuştur. Çünkü bu "Kitab'in sıfatıdır ve o da nekredir. el-Ferrâ'' dedi ki: Eğer (ona uyayım anlamındaki âyeti) meczum okursan -ki güzel olan budur- şart(ın cevabı) olarak meczum olmuştur.

50

Eğer sana cevap vermezlerse, bil ki onlar ancak hevalarına uymaktadırlar. Allah'tan bir hidayet olmaksızın hevasına uyandan daha sapık kim olabilir ki? Muhakkak Allah zâlimler topluluğunu doğruya iletmez.

"Eğer" ey Muhammed, Allah'tan bir kitap getirmek suretiyle

"sana cevap vermezlerse, bil ki onlar ancak hevâlarına uymaktadırlar" yani kendi arzularına, güzel gördüklerine, şeytanın kendilerine sevdirdiği şeylere uymaktadırlar. Bu ise onlar lehine bir delil teşkil edemez.

"Allah'tan bir hidayet olmaksızın hevâsına uyandan daha sapık kim olabilir ki?" Hiç kimse böylesinden daha sapık olamaz.

"Muhakkak Allah zâlimler topluluğunu hidayete iletmez."

51

Yemin olsun ki Biz, belki öğüt alırlar diye sözü onlara birbiri ardınca ulaştırdık.

"Yemin olsun ki Biz... sözü onlara birbiri ardınca ulaştırdık." Birini diğerinin izinden gönderdik. Bir peygamberin arkasından bir diğer peygamber gönderdik.

el-Hasen "(tüy)! Birbiri ardınca ulaştırdık" âyetini şeddesiz olarak; Birini diğerine ekledik" diye okumuştur. Ebû Ubeyde ve el-Ahfeş şöyle demektedirler: Bu, tamamladık, eksik bırakmadık demektir. Birşeyi birbirine eklemek gibi. İbn Uyeyne ve es-Süddî ise; beyan ettik diye açıklamışlardır. İbn Abbâs da böyle demiştir. Mücahid ise Biz bunu geniş geniş açıkladık, diye açıklamıştır, O bu lâfzı böylece okurdu. İbn Zeyd dedi ki: Biz dünyaya ait haberi onlar için, âhirete ait habere iliştirdik. Öyle ki onlar dünyada iken âhirette gibidirler.

Meânî âlimleri de şöyle demişlerdir: Bizler peşi peşine, ardı arkasına sözü ulaştırdık ve Kur'ân-ı Kerîm'i va'd, vaid, tehdit" kıssalar, ibretler, nasihatler ve öğütler olmak üzere, bir kısmı diğer bir kısmının ardından indirdik. Bundan maksadımız ise onların öğüt alarak kurtuluşa ermeleridir. Bu okuyuşun aslı; "İplerin birini diğerine ekledi" ifadesinden gelmektedir. Şair dedi ki:

"De ki Mervanoğullarına: Nedir hali öyle bir himayenin

Ve sürekli birbirine eklenen (eskimiş, çürümüş) güçsüz bir ipin (himayenin)"

Îmruu’l-Kays da şöyle demiştir:

"(Benim atımın) hızlı koşusu çocuğun birbirine eklenmiş

İpe bağlı bir fırfırı elinde döndürmesi gibi hızlıdır."

"Onlara" lâfzındaki zamir Mücahid'den gelen rivâyete göre Kureyş'e aittir. Yahudilere ait olduğu da söylenmiştir. Bir görüşe göre her ikisine de aittir.

Âyet-i kerîme Kur'ân-ı Kerîm Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir defada verilmedi, diyenlerin bu itirazlarını reddetmektedir.

"Belki öğüt alırlar diye," İbn Abbâs dedi ki: Muhammed'in tebliğinden öğüt alırlar da ona îman ederler.

Şöyle de açıklanmıştır: Öğüt alırlar da kendilerinden öncekilere inen azâbın benzeri bir azâb üzerlerine iner diye korkarlar. Bu açıklamayı da Ali b. Îsa yapmıştır. Bir diğer açıklama da şöyledir: Belki Kur'ân ile öğüt alıp putlara ibadetten vazgeçerler. Bu açıklamayı da en-Nekkaş nakletmiştir.

52

Ondan önce kendilerine kitap verdiğimiz kimseler ona inanıyorlar.

"Ondan önce kendilerine kitap verdiğimiz kimseler ona inanıyorlar."

Yüce Allah İsrail oğulları arasında kendilerine Kur'ân'dan önce kitap verilmiş olanlardan bir kesimin -Abdullah b. Selam ve Set man gibi- Kur'ân-ı Kerîm'e îman ettiklerini haber vermektedir. Hristiyan İlim adamlarından İslâm'a girmiş kimseler de bunun kapsamına dahildir. Bunlar da kırk kişidirler. Cafer b. Ebi Talib ile birlikte Medine'ye gelmişlerdi. Bunların otuziki kişisi Habeşistan'dan idiler. Sekiz kişi de Şam tarafından gelmişlerdi ki, bunlar da hristiyanların ileri gelenleri idi. Bunlar rahib Bahira, Ebrehe, el-Eşref, Âmir, Eymen, İdris ve Nafî adında idiler. el-Maverdî isimlerini böylece vermektedir.

Yüce Allah onlar hakkında bu âyet-i kerîme ile bundan sonraki:

"İşte bunlara sabrettikleri için ecirleri iki kere verilir" (el-Kasas, 28/54) âyeti nazil olmuştur. Bunu Katade söylemiştir. Yine ondan nakledildiğine göre bu âyet-i kerîme Abdullah b. Selam, Temim ed-Dârî, el-Cârûd el-Abdî ve Selman el-Farisî hakkında inmiştir. Hepsi de İslâm'a girdiler, bu âyet-i kerîme de onlar hakkında nazil olmuştur.

Rifâa el-Kurazî de der ki: Bu âyet-i kerîme on kişi hakkında nazil olmuştur, onlardan birisi de benim.

Urve b. ez-Zübeyr dedi ki: Bu âyet-i kerîme Necaşi ve arkadaşları hakkında inmiştir. O oniki kişi göndermişti. Bunlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte oturdular. Ebû Cehil ve ashabı da onlara yakın idi. Bunlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman ettiler. Yanından kalkıp gittiklerinde Ebû Cehil ve beraberindekiler onların peşlerinden gitti ve şöyle dedi: Allah sizin gibi bir kafileye hayır yüzü göstertmesin. Siz ne kadar körü bir heyetsiniz, hemen onu tasdik ediverdiniz. Sizden daha ahmak, sizden daha cahil bir kafile görmüş değiliz. Bunun üzerine: "Selam olsun sizlere" biz kendimiz için hayrı arayıp bulmakta hiç kusur göstermedik.

"Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizin olsun." (el-Kasas, 28/55) Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Mâide Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Peygambere indirileni işittiklerinde..." (el-Mâide, 5/83) âyeti açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.

Ebû'l-Aliye dedi ki: Bunlar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilmeden önce ona îman eden bir topluluktur. Bazıları da ona yetişmişlerdir.

"Ondan önce" Kur'ân'dan önce demektir. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan önce, diye de açıklanmıştır.

"...Kimseler ona" yani Kur'ân-ı Kerîm'e ya da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a

"inanıyorlar."

53

Onlara okunduğunda da dediler ki: "Biz ona îman ettik. Çünkü o Rabbimiz tarafından (indirilmiş) haktır. Muhakkak biz ondan önce de müslümanlardan idik."

"Onlara okunduğunda da dediler ki; Biz ona îman ettik. Çünkü o Rabbimiz tarafından haktır." Yani onlara Kur'ân-ı Kerîm okunduğunda; biz onun içindeki buyrukları tasdik ettik.

"Muhakkak biz ondan önce" indirilmesinden önce ya da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in peygamber olarak gönderilmesinden önce

"de müslümanlardan" muvahhidlerden yahutta Muhammed'in peygamber olarak gönderileceğine ve kendisine Kur'ân-ı Kerîm'in indirileceğine inananlardan

54

İşte bunlara sabrettikleri İçin ecirleri iki kere verilir. Hem onlar kötülüğü iyilikle Savarlar ve kendilerine yerdiğimiz rızıktan İnfak ederler.

55

Boş söz işittiklerinde de ondan yüz çevirirler ve derler ki: "Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizin olsun. Selâm olsun sizlere! Bizim cahillerle işimiz yok."

Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- İki Defa Ecir Alanlar:

Yüce Allah'ın:

"İşte bunlara sabrettikleri için ecirleri iki kere verilir" âyeti ile ilgili olarak Müslim'in Sahih'inde sabit olduğuna göre Ebû Mûsa, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Üç kişiye ecirleri iki defa verilir: Kitap ehlinden olup peygamberine îman eden, sonra da peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) yetişip ona da îman eden, ona tabi olup onu tasdik eden kimseye iki ecir vardır. Köle bir kul olup hem yüce Allah'ın üzerindeki hakkını eksiksiz yerine getiren, hem de efendisinin hakkını yerine getirene de iki ecir vardır. Bir kişinin, bir cariyesi bulunup da onu besler, hem de güzel şekilde besler. Sonra güzel bir şekilde te'dib eder, sonra onu azad edip onunla da evlenirse onun için de iki ecir vardır." Buhârî, 1, 48, III, 1096, V, 1995; Müslim, I, 134; Nesâî, VI, 115; Müsned, IV, 405.

en-Nehaî, el-Horasanî'ye dedi ki: Sen bu hadisi hiçbir karşılık vermeden al. Çünkü eskiden bir adam bundan daha azı için bile ta Medine'ye kadar yolculuk yapardı. Bu hadisi Buhârî de rivâyet etmiştir Buhârî, III, 1096, V, 1995.

Bizim (mezhebimize mensub) âlimlerimiz dediler ki: Bunların herbirisi iki açıdan iki ayrı emre muhatab olduklarından ötürü, herbirisi iki ayrı eciri hak kazanmıştır. Kitab ehline mensub kişi kendi peygamberi cihetinden muhatab idi. Daha sonra da bizim peygamberimiz cihetinden muhatab oldu, onun çağrısını kabul edip ona uydu. O bakımdan ona her iki hak dinin de ecri verilir. Köle de hem yüce Allah'ın emrine muhatabtır, hem de efendisinin emirlerine uymalıdır. Cariyenin sahibi de onu terbiye etmek ve te'dib etmek yönüyle muhatab olduğu hususları yerine getirdiği için o cariyesine terbiye yoluyla hayat vermiş demektir. Daha sonra da onu hürriyetine kavuşturup onunla evlenince bu sefer o cariyesini kendi konumuna yükseltmiş olduğu hürriyeti ile de diriltmiş olur. Böylelikle o cariye hakkında emrolunduğu her iki hususu da yerine gelirmiş olur. O bakımdan bunların herbirisı iki ecir alır. Diğer taraftan bu iki ecrin herbirisi de kendi özü itibariyle kat kat mükâfatı gerektirir. Herbir iyilik on misli ile karşılık görecektir. Böylelikle ecirler de katlanmış olur. Bundan dolayı şöyle denilmiştir: Hem efendisinin hakkını, hem de yüce Allah'ın hakkını yerine getiren bir köle, hür bir kimseden daha faziletlidir. İşte Ebû Ömer b. Abdi'l-Berr'in ve başkalarının beğendiği açıklama budur.

Sahih'de, Ebû Hüreyre'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Mülkiyet altında bulunan ve ıslah edici köle İçin iki ecir vardır." Ebû Hüreyre'nin nefsi elinde olana yemin ederim ki şayet Allah yolunda cihad, haccetmek ve anneme karşı iyi davranmak yükümlülükleri olmasaydı, köle olarak ölmeyi arzu edecektim Müslim, III, 1284; Mümtd, III, 330, 402.

Said b. el-Müseyyeb dedi ki: Bize ulaştığına göre Ebû Hüreyre annesi ile birlikte bulunmak için vefat edinceye kadar hacca gitmedi Müslim, III, 1284.

Yine Sahih'te kaydedildiğine göre Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Hem Allah'a ibadetini güzel yapmış, hem de efendisine güzel bir şekilde arkadaşlık etmiş olan köleye ne mutlu! Ne mutlu o kimseye!" Müslim, 111, 12K5; Müsned, II, 390.

2- Sabrın Karşılığı:

Yüce Allah'ın:

"Sabrettikleri İçin" âyeti onların kendi dinleri üzerinde sabırları hususunda umumidir. Diğer taraftan hem kendi dinleri üzerinde vaktiyle sabrettiklerinden, hem de kâfirlerden gördükleri eziyetlerine karşı sabırları ve başka hususlar sebebiyle de gösterdikleri bütün sabırlar hakkında umumidir.

3- İyilikle Kötülüğü Uzaklaştırmak:

"Hem onlar kötülüğü iyilikle Savarlar" uzaklaştırırlar, geriye iterler. "Geriye ittim" demektir, "İtmek" anlamındadır. Hadîs-i şerîfte de " Hadleri şüphelerle uzaklaştırınız, bertaraf ediniz" Tirmizî, IV, 33. denilmektedir.

Denildi ki: Onlar kötülüklere tahammül ederek ve güzel sözlerle eziyeti defederler. Tevbe itinalıları için mağfiret dilemekle de günahları Savarlar, diye de açıklanmıştır.

Birinci açıklamaya göre bu ahlâkın üstün değerlerinin bir özelliğidir.

Yani bir kimse onlara kötü bir söz söyleyecek olursa, ona karşı yumuşak davranırlar ve onu önleyecek türden güzel sözlerle karşılık verirler.

Bu âyet-i kerîme bir antlaşmadır. İslâmın ilk dönemleri ile ilgilidir. Bu âyet-i kerîme de (cihadı emreden) kılıç âyetinin neshettiği âyetlerdendir. Bununla birlikte Muhammed ümmetinin küfrün dışında yapacağı bütün işler hakkında, hükmü kıyâmete kadar bakidir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, Muaz (radıyallahü anh)'a söylediği: "Ve kötülüğün arkasında iyiliği yetiştir ki, onu silsin. İnsanlarla da güzel bir ahlâk ile geçin" TaherânI, el-Mu'cemu'l-Evsat. IV, 126; el-Mu'cemu'l-Kebir, XX, 145; Beyhaki, Şu'abu'l-îman, VI, 244. âyeti da bu kabildendir. Hoşlanılmayan şeyleri ve eziyet verici hususları önlemek de güzel ahlâkın bir parçasıdır. Katı muamelelere karşı sabır, böyle davranandan yüz çevirmek ve yumuşak söz söylemekle olur.

4- Rızıklarından İnfak Edenler:

Yüce Allah:

"Ve kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler" âyeti ile mallarından itaat yolunda ve şeriatın çizdiği sınırlar çerçevesinde harcamakta olduklarını belirterek onları övmektedir. Bu âyetle sadaka vermek teşvik edilmektedir. İnfak kimi zaman oruç ve namaz gibi bedenlerden olur. Diğer taraftan yüce Allah onları boş sözlerden yüz çevirdikleri için de övmektedir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Lağve (boş ve bâtıl şeylere) rastladıklarında da şereflice yüz çevirip geçerler." (el-Furkan, 25/72) Yani müşriklerin kendilerine söyledikleri rahatsız edici sözleri, sövüp saymaları işittiklerinde, o sözlerden yüz çevirirler, yani onlarla uğraşmazlar.

"Ve derler ki: Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizin olsun."

Bu onları (kendi kendilerine) terketmektir. Bu da yüce Allah'ın: "Cahiller onlara hitab ettiklerinde onlar: Selam der, geçerler." (el-Furkan, 25/62) Yani bizim dinimiz bizim, sizin dininiz sizin derler, âyetine benzemektedir.

"Selam olsun sizlere." Yani bizden yana size eman var, biz sizinle Savaşmayız. Size karşılık vererek sövmeyiz. Yoksa bunun selamlaşmak ile bir ilgisi yoktur. ez-Zeccâc dedi ki: Bu Savaşma emrinden önce idi.

"Bizim cahillerle İşimiz yok." Yani tartışmakla, karşılıklı sözler söylemek ya da sövmek maksadıyla biz onları aramayız.

56

Muhakkak ki sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğine hidayet verir ve O, hidayet bulanları daha iyi bilir.

Allah'ın:

"Muhakkak ki sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin" âyeti ile ilgili olarak ez-Zeccâc şöyle demektedir: Bu âyet-i kerimenin Ebû Talib hakkında nazil olduğunu bütün müslümanlar icma' ile kabul etmişlerdir.

Derim ki: Doğrusu, müfessirlerin büyük çoğunluğunun bu âyet-i kerimenin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in amcası Ebû Talib hakkında indiğini ittifakla kabul etmiş olduklarıdır. Buhârî ve Müslim'in hadisinin açıkça söyledikleri budur. Buhârî, Tefsir 28 sûre 1; Müslim, Îman, 42; Tirmizî, Tefsir, 2H. sûre.

Bu hususa dair açıklamalar daha önceden et-Tevbe Sûresi'nde (9/113. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Ebû Ravk dedi ki: Yüce Allah'ın:

"Fakat Allah dilediğine hidayet verir" âyeti el-Abbas'a bir işarettir. Katade de böyle demiştir.

"Ve o hidayet bulanları" Mücahid dedi ki: Hidayet bulacağı takdir edilmiş kimseleri demektir,

"daha iyi bilir."

"Sen sevdiğini" âyetinin hidayete ermesini sevdiğini anlamında olduğu söylenmiştir. Cübeyr b. Mut'im dedi ki: Ebubekir es-Sıddîk dışında vahyin peygambere indirilmekte olduğunu kimse işitmiş değildir. O, Cebrâîl'i: Ey Muhammed oku: "Muhakkak ki sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğine hidayet verir" derken duymuştur.

57

Dediler ki: "Seninle birlikte hidayete uyarsak, hemen yerimizden çıkarılırız." Biz onları tarafımızdan bir rızık olmak üzere herşeyin mahsûllerinin toplandığı güven dolu bir Haremde yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler.

"Dediler ki: Seninle birlikte hidayete uyarsak, hemen yerimizden çıkarılırız." Bu Mekke müşriklerinin söylediği sözdür. İbn Abbâs dedi ki: Kureyş arasından bu sözü söyleyen kişi el-Hâris b. Osman b. Nevfel b. Abdi Menaf el-Kureşî'dir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a dedi ki: Bizler gerçekten senin söylediklerinin hak olduğunu biliyoruz, ancak seninle birlikte hidayete tabi olmamızı ve sana îman etmemizi engelleyen husus Arapların bizleri bu topraklarımızdan -yani Mekke'den- çıkartacaklarından korkmamızdır. Zira onlar bize muhalefet konusunda söz birliği edeceklerdir ve bizim onlara gücümüz yetmez.

Bu onların ileri sürdükleri gerekçelerdendi. Yüce Allah el-Haris'in gösterdiği bu gerekçeye: "Biz onları... güven dolu bir Haremde" güvenliği olan bir Haremde "yerleştirmedik mi?" diye cevap vermektedir. Şöyle ki: Araplar cahiliye döneminde birbirlerine baskın düzenler ve birbirlerini öldürürlerdi. Mekkelîler ise Haremin hürmeti sayesinde güvenlik içinde idiler. Yüce Allah böylece Beyt'in saygınlığı sayesinde, onları güvenliğe kavuşturmuş, düşmanlarının kendilerine saldırmalarını engellemiş olduğunu bildirmektedir. O halde; Arapların kendileriyle Savaşmayı helal görerek bu saygınlığı ihlal edeceklerinden korkmasınlar.

"Yerinden çıkarılmak" (aslında) süratle sökülüp alınmak demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/20. ayetin tefsirinde) geçmişti.

Yahya b. Selam dedi ki: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Siz, Benim rızkımı yemekle birlikte, benden başkasına ibadet ediyordunuz ve yine de güvenlik İçinde idiniz, korkmuyordunuz. Peki, Bana ibadet etmek ve îman etmek halinde mi korkacaksınız?

"Biz onları tarafımızdan bir rızık" Bizim kendilerine verdiğimiz bir rızık "olmak üzere herşeyin mahsullerinin toplandığı... yerleştirmedik miî" Yani her yerin, her beldenin meyveleri toplanarak oraya getirilmektedir. İbn Abbâs ve başkalarından rivâyet edilmiştir.

Suyu havuzda topladı" denilir. "Büyük havuz" anlamındadır. Nâfî "toplandığı" anlamındaki âyeti "te" ile; diye okumuştur. Buna sebeb ise "mahsuller" kelimesi(nin çoğul olması ve bu lür çoğulun da müennes hükmünde olması)dır. Diğerleri ise "ya" ile okumuşlardır, buna sebeb ise "herşeyin" âyetidir. Ebû Ubeyd de bunu tercih etmiş ve şöyle demiştir: Çünkü bu müennes isim ile onun fiili arasına bir başka lâfız girmiştir. Diğer taraftan "mahsuller" çoğuldur, hakiki müennes değildir.

"Fakat onların çoğu bilmezler." Yani akıllarını kullanmazlar. Bu da istidlalde bulunmaktan yana gaflet içindedirler, demektir. Kâfir oldukları geçmiş zamanda onlara rızık verip onları güvenlik altında tutan kimse, müslüman oldukları takdirde yine onları rızıklandıracak ve o halde de kâfirlerin onlara zarar vermelerini engelleyecek olan O'dur..

"Rızık olmak üzere" âyeti mef'ûlün leh olarak nasbedilmiştir. Mana yoluyla mastar olmak üzere nasbedilmiş olması da caizdir. Çünkü "toplandığı" âyeti "rızık olarak geldiği" anlamındadır. "Toplandığı" anlamındaki lâfız; "Toplandığı" diye de okunmuştur ki; bu da; "Mahsûl toplamak"tan gelmektedir. Bu âyetin harfi ile teaddi etmesi (geçişi) de; Ağzına toplayıp götürmekte, heybesine toplamakta" demeye benzer.

58

Biz geçimlerinde şımarmış nice ülkeleri helâk ettik. İşte onlardan sonra -çok kısa bir müddet dışında- kimsenin oturmadığı meskenleri! Vâris olanlar Biz olduk Biz.

"Biz geçimlerinde şımarmış nice ülkeleri helâk ettik." Bu âyetle eğer îman edecek olurlarsa Arapların kendileriyle Savaşacaklarını zanneden kimselere imanı terketmek halinde korkunun daha ileri derecede olacağını beyan etmektedir. Çünkü kâfir olmuş nice topluluk vardır ki; sonra da helâk olup gitmişlerdir.

"Şımarmak" ni'met dolayısıyla azgınlaşmak demektir. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır.

"Geçimlerinde" anlamındaki âyette; hazfedilmiştir. Bu hazf edildiğinden dolayı fiil doğrudan ona teaddi etmiştir. Bu açıklamayı da el-Mâzinî yapmıştır. ez-Zeccâc dedi ki: Bu da yüce Allah'ın:

"Mûsa tayin ettiğimiz vakit için kavminden yetmiş adam seçti" (el-A'raf, 7/155) âyeti gibidir. Bu âyette da "kavminden" anlamındaki lâfızdan önce "min: ...den, dan" harf-i cerri hazf edilmiştir. O bakımdan fiil, bu harf olmadan mef'ûl almış (geçiş yapmış) olmaktadır.

el-Ferrâ' ise tefsir (temyiz) olmak üzere nasbedilmiştir demektedir. Bu da; "Malından dolayı şımardın" demeye benzer: Bunun benzeri de ona göre yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Kendini bilmezden başka kim..." (el-Bakara, 2/130)

Aynı şekilde:

"Gönül hoşluğu ile size onun bir kısmını bağışlarlarsa..." (en-Nisa, 4/4) âyeti da böyledir.

Basralılara göre ise marifelerin tefsir (temyiz) olarak nasbedilmeleri imkansızdır. Çünkü tefsir ve temyizin anlamı bir şeyin nekre olup cinse delalet etmesidir.

Bir diğer görüşe göre bu ("geçimlerinde" lâfzı) "şımarmış" anlamındaki âyet ile nasbedilmiştir. "Şımarmış" da cahillik etmiş demektir. Buna göre "geçiminin şükrünü bilmemiş, bilmeyen" anlamında olur.

"İşte onlardan sonra -çok kısa bir müddet dışında- kimsenin oturmadığı meskenleri." Yani bu meskenlerde yaşayanların ahalisi helâk edildikten sonra ancak çok az meskenlerde kalınabtlmiştir. Çoğunluğu ise harabtır. Burada istisna "meskenler"e aittir. Yani bu meskenlerin bir bölümünde kalınabilmektedir. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır. Ancak ona itiraz edilerek şöyle denilmiştir: Şayet istisna meskenlere ait olsaydı; "Çok az" demek gerekirdi, Çünkü sen; "Çok az dışında topluluğa vurmadın" dediğin zaman eğer vurulanlar az ise (müstesna) merfu gelir. Şayet nasb ile okunacak olursa, o takdirde "az" vurmanın sıfatı olur, Yani sen çok az vurma dışında vurmadin demek olur. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: İşte onların meskenleri! Onların meskenlerinde ancak yolcular ve oralardan geçenler, bir gün yahutta bir günün bir kısmı kalırlar. Yani meskenlerinde onlardan sonra ancak az bir süre kalınmıştır. İbn Abbâs da böyle demiştir: O meskenlerde ancak yolcular yahut yoldan geçenler bir gün veya bir saat kalırlar.

Onlar helâk olup geride bırakacaklarını bıraktıktan sonra

"vâris olanlar Biz olduk Biz."

59

Rabbin ana şehirlerine, onlara âyetlerimizi okuyan bir peygamber göndermedikçe ülkeleri helâk edici değildir ve Biz ahalisi zâlimler olmadıkça ülkeleri helâk edenler değiliz.

"Rabbin ana şehirlerine onlara âyetlerimizi okuyan bir peygamber" yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)

"göndermedikçe ülkeleri" yanı ahalisi kâfir olan ülkeleri

"helâk edici değildir." Âyette geçen "s Ana..." âyeti hemze ötreli olarak okunduğu gibi (önceki kelimenin son harekesi) cerre itbâ' ile (uydurarak) hemze esreli olarak da okunmuştur. Kasıt Mekke'dir.

"Ana şehirleri"nin en büyükleri anlamında olduğu da söylenmiştir. Gönderilecek

"bir peygamber" de o şehrin ahalisini uyarıp korkutmak içindir. el-Hasen ise

"ana şehirleri" ile ilklerinin kastedildiğini söylemiştir.

Derim ki: Mekke saygınlığı dolayısıyla şehirlerin en büyüğü ve ilkidir. Çünkü yüce Allah:

"Şüphesiz insanlar için ilk kurulan ev, Mekke'de bulunan... evdir." (Âl-i İmrân, 3/96) diye buyurmaktadır. Bu şehrin en büyük olma özelliği ise Allah Rasûlünün orada peygamber olarak gönderilmesidir. Zirarasûlleren şereflilere gönderilir. Bunlar ise şehirlerde otururlar. Mekke ise etrafındaki şehirlerin anasıdır. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce Yusuf Sûresi'nin sonlarında (12/109-âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Onlara âyetlerimizi okuyan" âyetindeki

"okuyan" sıfat mahallindedir. Îman etmedikleri takdirde başlarına inecek azâbı kendilerine haber veren... demektir.

"Biz ahalisi zâlimler olmadıkça ülkeleri helâk edenler değiliz" âyetinde geçen

"Helâk edenler"den "nün"un düşme sebebi izafettir.

"Nefislerinin zâlimleri..."(en-Nisa, 4/97) âyetinde olduğu gibi. Âyetin anlamına gelince: Ben o ahaliyi onların ileri sürebilecekleri bir mazeret bırakmadıktan sonra ve küfürleri üzere ısrarları sebebiyle helâk edilmeyi haketmedikleri sürece helâk etmedim. Bu âyet, onun adaletini ve zulümden münezzeh olduğunu açıklamaktadır. Şanı yüce Allah zulümleri sebebiyle helâk edilmeyi haketmedikleri sürece onları helâk etmemiş olduğunu haber vermektedir. Onlar zalim olmakla beraber onlara karşı getirilen deliller pekiştirilmedikçe, peygamberlerin gönderilmesiyle de onlar için bağlayıcı hükümler ortaya konulmadıkça onları helâk etmez. Hallerine dair bilgisini onlara karşı bir delil kılmaz. O kendi zatını, onlar zulmetmeyenler oldukları halde onları helâk etmekten münezzeh kılmıştır. Nitekim şanı yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Rabbin o ülkeleri ahalisi ıslah edip dururlarken, zulümle onları helâk edecek değildi," (Hud, 11/117) Âyetinde yüce Allah'ın "zulümle" kaydı açıkça şunu göstermektedir: Eğer o, ıslah ediciler oldukları halde kendilerini helâk edecek olsaydı, bu onun onlara bir zulmü olurdu. O'nun böyle bir şeye muhtaç olmaması, yani mutlak olarak gani olması ve hikmeti, zulmetmesine aykırıdır. Buna da nefy harfiyle birlikte nefy lamını kullanması delalet etmektedir ki; yüce Allah'ın şu (mealdeki) âyetinde de böyledir:

"Allah imanınızı boşa çıkaracak değildir." (el-Bakara, 2/143)

60

Size verilen herşey dünya hayatının bir geçimliği ve bir süsüdür. Allah'ın yanında olan ise daha hayırlı ve kalıcıdır. Hâlâ düşünmez misiniz?

"Sîze verilen herşey" ey Mekkeliler

"dünya hayatının bir geçimliği ve bir süsüdür." Bunlarla hayatınız süresince faydalanırsınız, yahutta hayatınız içerisinde bir süre faydalanırsınız. Daha sonra ya siz bu nimetleri bırakır gidersiniz yahut o nimetler elinizden gider.

"Allah'ın yanında olan ise daha hayırlı ve kalıcıdır." Daha üstün ve süreklidir. Bununla âhiret yurdunu yani cenneti kastetmektedir.

"Hâlâ" kalıcı olanın fani olandan daha üstün olduğunu

"düşünmez misiniz?"

Ebû Amr;

"düşünmez misiniz?" anlamındaki âyeti "ya" ile; "(.......): Düşünmezler" diye okumuştur. Diğerleri ise muhatap "te"si ile (düşünmez misiniz) okumuşlardır. Yüce Allah'ın:

"Size verilen herşey" âyeti dolayısıyla tercih edilen okuyuş da budur.

61

Acaba kendisine güzel bir vaadde bulunduğumuz -ki o elbette onunla karşılaşacaktır- bir kimse dünya hayatında kendisine geçimlik verdiğimiz, bundan sonra da kıyâmet gününde huzura getirilecek olan kimse gibi midir?

"Acaba kendisine güzel bir vaadde bulunduğumuz" yani cenneti ve içindeki mükâfatları vaadettiğimiz "-ki o elbette onunla karşılaşacaktır- bir kimse, dünya hayatında kendisine geçimlik verdiğimiz" dünyadan istediklerinin bir bolümü kendisine verilmiş olan

"bundan sonra da kıyâmet gününde" cehennem ateşinde

"huzura getirilecek olan kimse gibi midir?" Bu âyetin bir benzeri de şu âyet-i kerimedir:

"Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı ben de (cehennemde) hazır edilenlerden olurdum." (es-Sâffât, 37/57)

İbn Abbâs dedi ki; Bu âyet-i kerîme Hamza b. Abdu'l-Muttalib ile Ebû Cehil b. Hişam hakkında inmiştir. Mücahid de dedi ki: Bu âyet-i kerîme Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Ebû Cehil hakkında inmiştir. Muhammed b. Ka'b da bu âyet-i kerîme Hamza ve Ali ile Ebû Cehil ve Umâre b. el-Velid hakkında inmiştir, demiştir. Âyetin Ammâr ile el-Velid b. el-Muğîre hakkında indiği de söylenmiştir. Bunu da es-Süddt demiştir.

el-Kuşeyrî dedi ki: Sahih olan ise bu âyet-i kerimenin genel olarak mü’minler ve kâfirler hakkında nazil olduğudur.

es-Sa'lebî dedi ki: Özetle bu âyet-i kerîme, dünya hayatında afiyet, sağlık ve zenginlik gibi nimetlerle faydalandırılmış, âhirette de cehennem ateşine atılacak herbir kâfir ile yüce Allah'ın vaadine güvenerek dünya hayatında belâya sabreden ve âhirette kendisine cennet verilecek olan her mü’min hakkında inmiştir.

62

Onlara sesleneceği o gün şöyle diyecektir: "İddia ettiğiniz ortaklarım hani nerede?"

"Onlara sesleneceği o gün" yani yüce Allah'ın şu müşriklere sesleneceği o kıyâmet gününde

"şöyle diyecektir:" Kendi iddianıza göre size yardım edeceklerini, size şefaat edeceklerini kabul ettiğiniz

"iddia ettiğiniz ortaklarım hani nerede?"

63

Aleyhlerine söz hak olanlar diyecekler ki: "Rabbimiz, işte azdırdığımız kimseler bunlardır. Biz azdığımız gibi, onları da azdırdık. Biz, Sana onlardan uzak olduğumuzu bildiriyoruz. Onlar bize ibadet etmiyorlardı."

"Aleyhlerine söz hak olanlar" -el-Kelbî'ye göre- haklarında azâb sözü hak olmuş olan ileri gelenler; Katade'ye göre de şeytanlar

"diyecekler ki: Rabbimiz işte azdırdığımız" yani kendilerini azgınlığa davet ettiğimiz

"kimseler bunlardır." Onlara: Siz gerçekten bunları azdırdınız mı? diye sorulacak, onlar da:

"Biz azdığımız gibi onları da azdırdık." Yani biz nasıl sapık idiysek onları da öylece saptırdık.

"Biz sana onlardan uzak olduğumuzu bildiriyoruz." Yani kimisi kimisinden uzaklığını ilan edecek. Şeytanlar kendilerine itaat edenlerden uzaklıklarını bildirecek; başkanlar kendilerinin söylediklerini kabul edenlerden uzak olduklarını bildirecek. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"O gün dostlar birbirlerine düşmandır, takva sahipleri müstesna." (ez-Zuhruf, 43/67)

64

Ve onlara: "Ortaklarınızı çağırın" denilecek. Bunun üzerine onları çağıranlar da kendilerine cevap vermezler. Üstelik azâbı da görürler. Keşke hidâyet bulmuş olsalardı...

"Ve onlara" kâfirlere

": ortaklarınızı çağırın" yani dünyada iken kendilerine ibadet ettiğiniz ilâhlarınızı size yardım etsinler ve sizden azâbı uzaklaştırsınlar diye yardımınıza gelmelerini isteyin

"denilecek. Bunun üzerine onları çağırırlar" yardımlarını isterler

"da kendilerine cevap vermezler." Onlardan cevap almayacaklar ve onların faydalarını göremeyecekler.

"Üstelik azâbı da görürler, keşke hidayet bulmuş olsalardı." ez-Zeccâc dedi ki:

"Keşke"nin cevabı hazfedilmiştir, yani eğer onlar hidayet bulmuş olsalardı, elbetteki hidayet onları kurtarırdı ve sonunda azaba duçar olmazlardı. Şöyle de açıklanmıştır: Yani eğer onlar hidayet bulmuş olsalardı, onları çağırmazlardı. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Azâbı göreceklerinde,-kıyâmet günündeki azâbı görecekleri vakit keşke dünyada iken hidayet bulsalardı, diye arzu edeceklerdir.

65

O gün onları çağırıp buyuracak ki: "Peygamberlere ne cevap verdiniz?"

"O gün onları çağırıp buyuracak ki: Peygamberlere ne şekilde cevap verdiniz?" Yani yüce Allah onlara: Size gönderilmiş olan peygamberlere benim mesajlarımı tebliğ ettiklerinde cevabınız ne oldu? diyecektir.

66

O günde onlara haberler kapanacak. Birbirlerine soru da sormayacaklar.

"O günde onlara haberler kapanacak." Yani ne gibi bir delil getireceklerini bilemeyecekler. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Çünkü yüce Allah dünya hayatında iken onların ileri sürebilecekleri bir mazeretlerini bırakmamıştır. Dolayısıyla kıyâmet gününde de onların ileri sürebilecekleri bir mazeret ve bir delilleri de olmayacaktır.

"Haberler" demektir. Onların getirecekleri delillere bu şekilde

"haberler" denilmesi, onların bunları haber diye bildireceklerinden dolayıdır.

"Birbirlerine soru da sormayacaklar." Biri diğerine deliller ile İlgili bir şey soramayacak. Çünkü yüce Allah onların delillerini çürütmüş bulunmaktadır. Bu açıklamayı ed-Dahhak yapmıştır. İbn Abbâs da şöyle demektedir:

"Birbirlerine soru soramayacaklar" yani onlar hiçbir delil ileri sürüp konuşamayacaklardır. O saatte, o vakitte "birbirlerine soru soramayacaklar" ve o anın dehşetinden dolayı ne cevap vereceklerini bilemeyeceklerdir.

Daha sonra ise yüce Allah'ın onların:

"Rabbimiz olan Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık." (el-En'âm, 6/23) diyeceklerini haber verdiği üzere cevap vereceklerdir, diye de açıklanmıştır.

Mücahid de dedi ki: Nesebleri ileri sürerek biribirlerinden bir şey işleyemeyeceklerdir. Biri diğerinden günahlarının bir bölümünü taşımasını isteyemeyecektir diye de açıklanmıştır ki, bu açıklamayı İbn Îsa nakletmiştir.

67

Ama kim tevbe edip îmana gelir ve salih amel işlerse, onun felâh bulanlardan olması umulur.

"Ama kim" şirkten

"teybe edip îmana gelir" tasdik eder

"ve salih amel İşlerse" farzları eda edip çokça da nafile işlerse

"onun felâh bulanlardan" yani bahtiyarlığa erenlerden

"olması umulur."

Yüce Allah'ın kendi zatı hakkında kullandığı; "Umulur" lâfzı vücub ifade eder. (Yani böyleleri kurtuluşa ereceklerdir).

68

Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçme yetkileri yoktur. Allah, şirk koştukları şeylerden yüce ve münezzehtir.

"Rabbin dilediğini yaratır ve seçer" âyeti müşriklerin tapındıkları ve şefaat için seçtikleri, ortak koştukları varlıklar ile alakalıdır. Yani şefaatte bulunacakları belirleme ve seçme hakkı Allah'a aittir, müşriklere ait değildir. Bu âyetin el-Velid b. el-Muğire'nin:

"Bu Kur'ân iki kasabanın birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (ez-Zuhruf, 43/31) demesine bir cevap olarak indiği söylenmiştir. el-Velid bununla kendisini ve bir de Taif ten, Urve b. Mes'ûd es-Sakafî'yi kastediyordu.

Bu âyet-i kerimenin yahudilere bir cevap olduğu da söylenmiştir. Çünkü onlar şöyle demişlerdi: Eğer Muhammed'e gönderilen elçi melek Cebrâîl'den başkası olsaydı, biz de Muhammed'e îman ederdik.

İbn Abbâs dedi ki: Âyet şu demektir: Rabbim yarattıklarından dilediğini yaratır ve onlar arasından dilediği kimseleri de kendisine itaat için seçer.

Yahya b. Sellâm da şöyle açıklamıştır: Yani Rabbim yarattıklarından dilediğini yaratır ve dilediği kimseyi de kendisine peygamber olmak üzere seçer,

en-Nekkaş'ın naklettiğine göre de anlam şöyledir: Rabbim yarattıklarından dilediğini yaratır. Bundan kasıt Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Ensarı da dini için seçendir.

Derim ki: el-Bezzâr'ın Kîtab'ında merfu ve sahih bir rivâyet olarak Hazret-i Cabir'den şöyle dediği kaydedilmektedir: (Peygamber -sallallahü aleyhi ve sellem- buyurdu ki): "Yüce Allah peygamberler ve rasûller dışında ashabını bütün âlemler arasından seçmiş (ve üstün kılmış)tir. Ashabım arasından da benim için dört kişiyi seçmiştir. -Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali'yi kastetmektedir.- Onları benim ashabım kılmıştır. Bununla birlikte bütün ashabımda da hayır vardır. Ümmetimi de diğer ümmetler arasından seçmiş (ve üstün kılmış)tır. Ümmetimden de benim için dört nesil seçmiştir." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 16. Ravileri güvenilir (sika) olmakla birlikte bazıları hakkında görüş ayrılıkları bulunduğu kaydıyla.

Süfyan b. Uyeyne, Amr b. Dinar'dan, o Vehb b. Münebbih'den, o babasından naklen yüce Allah'ın:

"Rabbim dilediğini yaratır ve seçer" âyeti hakkında, şöyle dediğini kaydetmektedir: Yani davarlar arasından koyun türünü, kuşlar arasından da güvercinleri (seçmiştir.)

Burada: "Ve seçer" âyeti üzerinde tam bir vakıf vardır. Ali b. Süleyman dedi ki: Bu tam bir vakıftır. (Ve hemen bu kelimeden sonra gelen): "Yoktur" lâfzının "seçer" âyeti ile nasb mahallinde olması mümkün değildir. Çünkü nasb mahallinde olsaydı, ona ait herhangi bir şey olmazdı. İşte bu ifadede de Kaderiyye'nin kanaatleri reddedilmektedir, en-Nehhâs dedi ki:

"Ve seçer" âyetinde mana tamam olmaktadır "ve rasülleri o seçer" demektir.

"Onların seçme yetkileri yoktur." Yani onların bizzat seçtikleri kimseleri o, peygamber olarak göndermez. Ebû İshak dedi ki: "Ve seçer" âyetinde tam bir vakıf vardır ve tercih edilen budur. Bununla birlikte; "Yoktur" âyetinin "seçer" âyeti ile nasb mahallinde olması da caizdir. Buna göre de anlam şöyle olur: Kendilerinin seçme imkanına sahip oldukları şeyleri kendileri için seçer. el-Kuşeyrî dedi ki: Ancak sahih olan birinci görüştür. Çünkü (ilim adamları) yüce Allah'ın:

"ve seçer" âyeti üzerinde vakıf yapılacağını ittifakla kabul etmişlerdir. el-Mehdevî der ki: Ehl-i sünnet mezhebine daha uygun olan da budur. Yüce Allah'ın:

"Onların seçme yetkileri yoktur" âyetindeki: "Yoktur" herbir şeyi kapsayan umumi bir nefiydir. Yani kulun yüce Allah'ın kudreti ile kazandığı şeyler dışında seçebileceği hiçbir şey yoktur.

ez-Zemahşerî der ki: "Onların seçme yetkileri yoktur" âyeti, yüce Allah'ın "ve seçer" âyetini açıklamaktadır. Çünkü bu, o dilediğini seçer, demektir. İşte bundan dolayı araya da atıf edatı girmemiştir. Mana da şöyle olur: Fiillerinde seçme yüce Allah'a aittir. O bu fiilleri seçmekteki hikmet yönlerini en iyi bilendir. O'nun mahlukatından hiçbir kimsenin, O'nun yerine bir tercihte bulunması mümkün değildir.

ez-Zeccâc ve başkaları ise buradaki;

"Yoktur" lâfzının "seçer" âyeti ile nasbedilmiş olacağını mümkün görmektedirler. et-Taberî de: Onların geçmişte bir seçme yetkileri yoktu, fakat gelecekte böyle bir yetkileri vardır, diye bir anlamın ortaya çıkmaması için, diğer taraftan nefy ile bir söz geçmediğinden dolayı buradaki; 'nın nefy edatı olmasını kabul etmez.

el-Mehdevî dedi ki: Ancak böyle bir şey olması gerekmemektedir. Çünkü; hem hali, hem istikbali nefyeder. Tıpkı; gibidir, bundan dolayı bu edatın ameli gibi amel etmiştir. Diğer taraftan âyetler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in üzerine, hakkında soru sorulan hususlara ve onların üzerinde ısrar ettikleri amellere dair -bu hususta doğrudan bir nass olmasa dahi- nazil oluyordu.

Taberî'ye göre âyetin takdiri şöyledir; O kendisine veli olmaları için yarattıklarından hayırlı olan kimseleri seçer, çünkü müşrikler mallarının hayırlılarını seçer ve bunu kendi ilâhlarına ayırırlardı. Yüce Allah da:

"Rabbin dilediğini yaratır ve seçer" diye buyurmaktadır. Yani kendi ilminde bahtiyar olacaklarını bildiği kimseleri mahlukatı arasından hidayet için seçer. Tıpkı müşriklerin mallarının iyilerini ilâhları için seçtikleri gibi.

Buna göre; aklı eren varlıklar hakkında kullanılmış olup; anlamında bir mevsul isimdir, "Seçme"de mübteda olarak merfu olur, ): Onların" da haberdir. Cümle de bütünüyle; nın haberidir. Bunun bir benzeri de bizim; " Zeyd'in babası gidiyor idi" ifadesidir. Ancak bu açıklamada bir parça zaaf vardır. Zira sözde; 'nin ismine bir aid yoktur. Ancak bu hazfedilmiş aid takdiri halinde olabilir. Bu da uzak bir ihtimal olarak câiz olur.

et-Taberî'nin sözlerinin anlamına gelecek bir rivâyet İbn Abbâs'tan da gelmiştir. es-Sa'lebî dedi ki: "Yoktur", lâfzı bir nefy edatıdır, yani onların Allah'a karşı bir seçme yetkileri bulunmamaktadır. Bu daha doğrudur. Bu yönüyle Yüce Allah'ın:

"Allah ve Rasûlü bir işi hükme bağladığında hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadına o işlerinde istediklerini yapmak hakları yoktur" (el-Ahzab, 33/36) âyetine benzemektedir. Mahmud el-Verrak dedi ki:

"istediğin her türlü ihtiyacında Rahmân'a tevekkül et,

Muhakkak Allah hükmeder ve takdir eder.

Arş'ın sahibi kulu hakkında bir şeyi murad etti mi,

Onu gelip bulur, kulun ise seçebilme yetkisi yoktur.

Bazen insan sakındığı taraftan (gelen tehlike ile) helâk olur gider,

Yüce Allah'a hamdolsun, (kimi zaman) sakındığı cihetten de kurtuluşa erer."

Bir başka şair şöyle demektedir:

"Kul usanır durur, Rab ise takdir eder,

Zaman döner dolaşır, rızık paylaştırılmıştır.

Bütün hayırlar yaratıcımızın seçtiğindedir,

O'ndan başkasının seçtiklerinde ise kınama vardır, uğursuzluk vardır."

İstihare Namazı:

Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Dünya işlerinden herhangi bir işi yapmak üzere Yüce Allah'a o husus için iki rekat istihare namazı kılmadıkça kimse o işe kalkışmamalıdır. Kılacağı bu namazın ilk rekatinde Fâtiha'dan sonra:

"De ki: Ey kâfirler" (el-Kâfirun, 109/1) Süresi'ni ikinci rekatte de:

"De ki; O Allah'tır, bir tektir." (el-İhlas, 112/1) Süresi'ni okur. Kimi ilim adamı ise birinci rekatte yüce Allah'ın:

"Rabbim dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçme yetkileri yoktur..." âyetini ikinci rekatte ise:

"Allah ve Rasûlü bir işi hükme bağladığında hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadına o işlerinde istediklerini yapmak hakları yoktur" (el-Ahzab, 33/36) âyetini okur. Hepsi de güzeldir. Daha sonra selamın akabinde Buhârî'nin Sahih'inde, Cabir b. Abdullah'tan rivâyet ettiği duayı okur. Cabir dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bizlere bütün işlerde istihareyi -Kur'ân-ı Kerîm'den bir sûreyi öğretir gibi öğretiyor- ve şöyle diyordu: "Sizden herhangi bir kimse bir işi yapmak istedi mi, farzın dışında İki rekat kılıversin, sonra da şöyle dua etsin:

"Allah'ım, Senin İlmin ile Senden hayırlı olanı diliyorum. Kudretinle bana güç vermeni diliyor ve Senin büyük lütfundan istiyorum. Şüphesiz ki Sen kadirsin, benim gücüm yetmez. Sen bilirsin, ben bilmem. Sen bütün gizlilikleri bilensin. Allah'ım, eğer şu işimin dinimde, hayatımda ve işimin sonunda benim için hayırlı olduğunu biliyor isen -ya da: "dünya işimde ve âhiretimde" dedi- onu benim için mukadder kıl, benim için kolaylaştır. Sonra da onu benim için bereketli kıl. Allah'ım eğer Sen bu işin dinimde, dünyamda yaşayışımda ve işimin sonunda -ya da dünyamda ve âhiretimde dedi- kötü olduğunu biliyor isen onu benden, beni de ondan uzak tut. Hayır nerdeyse onu benim için takdir buyur, sonra da beni ona razı kıl." Dedi ki: "Bu arada ihtiyacının ne olduğunu da söyler." Buhârî, t, 391, V, 2345, VI, 2690; Tirmizî, II, 345; Ebû Dâvud, II, 89; Nesâî, VI, 80;İbn Mâce, I, 440; Müsned, III, 344.

Âişe (radıyallahü anha)'ın da, Ebubekir (radıyallahü anh)'dan rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir işi yapmak istedi mi: "Allah'ım benim için seç, benim için tercih et" Tirmizî, V, 535

Enes'in rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ey Enes, bir İşi yapmak istedin mi o hususta yedi defa Rabbinden hayırlı olanı takdir etmesini dile. Sonra da öncelikle neyin kalbinde geçtiğine bir bak. Şüphesiz ki hayır ordadır." el-Muttakî, Kenzu'l-Ummal, V, no: 21539- (Dâru'l-Hadîs baskısı)

İlim adamları dediler ki; Bu kimsenin kalbinden bütün düşünceleri uzaklaştırması gerekir ki, herhangi bir işe kalbi meyletmesin. İşte o vakit öncelikle kalbinde geçene bakar ve ona göre amel eder. Yüce Allah'ın izniyle hayır oradadır. Şayet bir yolculuğa çıkmayı kararlaştıracak olursa, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a uyarak perşembe ya da pazartesi gününe denk getirmeye çalışır.

Daha sonra yüce Allah şu hak âyeti ile kendi zatını tenzih ederek şöyle buyurmaktadır:

"Allah şirk koştukları şeylerden yüce ve münezzehtir." Şanı ve şerefi bundan pek yükseklerdedir.

69

Rabbin kalplerinin ne gizlediklerini ve neyi açığa vurduklarını bilir.

"Rabbin kalplerinin ne gizlediklerini ve neyi açığa vurduklarını bilir."

İbn Muhaysın ve Humeyd burada geçen:

"Gizlediklerini" âyetini "te" harfini üstün, "kef' harfini de ötreli okumuştur. Bu husus daha önceden en-Neml Sûresi'nde (27/74. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

70

O öyle Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. Hem dünyada hem âhirette hamd yalnız O'nundur, hüküm de yalnız O'nundur. Siz zaten O'na döndürüleceksiniz.

Yüce Allah gizli ve açık olan herşeyi bildiğini, hiçbir şeyin kendisine gizli kalmadığını belirterek zatını şöylece övmektedir:

"O, öyle Allah'tır ki kendisinden başka hiçbir İlâh yoktur. Hem dünya ve hem de âhirette hamd yalnız O'nundur, hüküm de yalnız O'nundur. Siz zaten O'na döndürüleceksiniz." Bu âyetlerin anlamı daha önceden geçmiş bulunmaktadır. O tek başına bir ve tektir. Bütün hamdler, övgüler ancak O'nun içindir. O'ndan başkasının hükmü yoktur. Kimse hüküm koyamaz, dönüş yalnız O'nadır,

71

De ki: "Ne dersiniz? Eğer Allah kıyâmet gününe dek üzerinize geceyi kesintisiz sürdürürse, Allah'tan başka size aydınlık getirecek kimdir? Hâlâ dinlemeyecek misiniz?"

"De ki: Ne dersiniz? Eğer Allah kıyâmet gününe dek üzerinize geceyi kesintisiz sürdürürse" daimi kılarsa, demektir. Şair Tarafe'nin şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:

"Yemin olsun, ki benim işim, benim için karanlık değildir,

Gecem de gündüzüm de benim için ebedi değildir."

Şanı yüce Allah, nimetlerine karşılık şükürlerini edâ etmeleri için, geçim sebeplerini hazırlamış olduğunu beyan etmektedir.

"Allah'tan başka size aydınlık getirecek kimdir?" Aydınlığında geçimi nizi arayacağınız bir ışığı kim getirir size? Şöyle de açıklanmıştır: Geçim yollarını ve sebeplerini görmenizi sağlayacak ve mahsûllerin ve bitkilerin yetişmesini gerçekleştirecek bir gündüzü kim getirir?

"Hâlâ" anlayacak ve kabul edecek şekilde

"dinlemeyecek misiniz?"

72

De ki: "Ne dersiniz? Eğer Allah kıyâmet gününe kadar üzerînize gündüzü kesintisiz sürdürürse Allah'tan başka sîze içinde rahat bulacağınız geceyi getirecek ilâh kimdir? Hâlâ görmeyecek misiniz?"

"De ki: Ne dersiniz? Eğer Allah kıyâmet gününe kadar üzerinize gündüzü kesintisiz sürdürürse Allah'tan başka size içinde rahat bulacağınız" yorgunluktan dinlenip sükûn bulacağınız

"geceyi getirecek ilâh kimdir? Hâlâ" başkasına ibadet etmekle işlediğiniz hatayı

"görmeyecek misiniz?" Eğer gece ve gündüzü O'ndan başka getirmeye kimsenin gücünün yetmediğini kabul ediyorsanız, ne diye O'na başkalarını ortak koşuyorsunuz?

73

Geceyi ve gündüzü sizin için sükûn bulasınız ve lütfundah arayasınız diye yaratmış olması, Onun rahmetindendir. Olur ki şükredersiniz.

"Geceyi ve gündüzü sizin için onda" yani her ikisinde, demektir. Zamirin zamana yani gece ve gündüze ait olduğu da söylenmiştir.

"Sükûn bulasınız ve lütfundan" o vakit O'nun rızkından -yani gündüz vaktinde demek olup hazfedilmiştir

"arayasınız diye yaratmış olması, O'nun rahmetindendir. Olur ki şükredersiniz."

74

O gün onlara: "İddia ettiğiniz ortaklarım nerede?" diye seslenecektir.

"O gün onlara: İddia ettiğiniz ortaklarım nerede? diye seslenecektir"

Yüce Allah'ın burada zamiri tekrarlaması iki durumun (62. âyet-i kerimede sözü edilen hal ile buradaki halin) farklı oluşundan dolayıdır. Bir defa onlara seslenilir ve: "İddia ettiğiniz ortaklarım nerede?" denilir. Onlar da putlara dua ederler, fakat onların dualarına cevap verilmez. Böylece onların şaşkınlıkları da ortaya çıkacaktır. Daha sonra bir defa daha onlara seslenilecek ve bu sefer de ses çıkarmayacaklardır. Bu ise hem bir azarlama, hem de horluklarının daha bir artması demektir. Buradaki sesleniş Allah tarafından değildir. Çünkü yüce Allah:

"Kıyâmet gününde Allah onlarla konuşmaz." (el-Bakara, 2/174) âyetinde açıklandığı gibi, kâfirlerle konuşmayacaktır. Ancak yüce Allah, onları azarlayacak ve yaptıklarını başlarına kakacak kimselere (böyle demelerini) emredecek ve hesap verme konumunda onlara karşı delilini ortaya koyacaktır.

Bu azarın yüce Allah tarafından yapılacağı ihtimali de vardır. Yüce Allah'ın:

"Allah onlarla konuşmayacaktır" âyeti:

"Yıkılın içerisine Bana da söz söylemeyin" (el-Mu'minun, 23/108) diye kendilerine söyleneceği vakit tecelli edecektir. Yüce Allah'ın burada: "Ortaklarım" diye buyurması, onların bu ortaklara kendi mallarından belli bir pay ayırmış olmalarından dolayıdır.

75

Her ümmetten birer şahit çıkarır ve deriz ki: "Haydi delilinizi getirin!" Böylece hakkın gerçekten Allah'ın olduğunu bilecekler ve iftira edegeldîkleri şeyler de önlerinden kaybolup gidecektir,

"Her ümmetten birer şahit çıkarırız." Mücâhid'den gelen rivâyete göre birer peygamber çıkarırız, demektir. Bunların âhiretteki adaletli şahsiyetler olduğu da söylenmiştir. Bunlar kullara karşı dünya hayatındaki amellerinin ne olduğunu belirterek kullara karşı şahitlik edeceklerdir. Ancak birinci görüş daha güçlüdür, çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Her ümmetten birer şahit getirip bunlara karşı da seni şahit göstereceğimiz zaman halleri nice olur?" (en-Nisa, 4/41) Her ümmetin şahidi de ona karşı şahidlik edecek rasûlüdür. (Ayetteki lâfzıyla): Şehid (sahid) hazır bulunan demektir. Yani Biz, onlara gönderilmiş olan rasûllerini de huzura getirmiş olacağız.

"Ve deriz ki: Haydi delilinizi" hüccetinizi, belgenizi

"getirin. Böylece hakkın gerçekten Allah'ın olduğunu bilecekler." Yani peygamberlerin getirdiklerinin doğru olduğunu bilecekler

"ve iftira edegeldîkleri şeyler de önlerinden kaybolup gideceklerdir." Yüce Allah'a yalan uydurarak, onun ile birlikte kendilerine ibadet olunan başka ilâhlar vardır, şeklindeki iftiraları ile uydurma ilâhlar önlerinden kaybolup gidecek; batıl oldukları ortaya çıkacaktır.

76

Gerçekte Karun Mûsa'nın kavminden idi. Fakat onlara karsı azgınlık etti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki onların anahtarları dahi güç sahibi bir topluluğa ağır gelirdi. Hani kavmi ona şöyle demişti: "Şımarma, çünkü Allah şımaranları sevmez."

"Gerçekte Karun, Mûsa'nın kavminden idi" âyetinden önce yüce Allah:

"Size verilen herşey dünya hayatının bir geçimliği ve bir süsüdür." (el-Kasas, 28/60) diye buyurmuştu. Şimdi de Karun'a bu geçimlik ve bu süsün verilmiş olduğu, onun bunlara aldandığı, bunların Fir'avun'u Allah'ın azabından korumadığı gibi Karun'u da korumadığını açıklamaktadır. Siz ey müşrikler, sayınız da, malınız da Karun ve Fir'avun'dan fazla değildir. Fir'avun'a askerlerinin ve mallarının faydası olmadı, Karun'a da Mûsa'ya akrabalığının da, hazinelerinin de bir faydası olmadı.

en-Nehaî, Katade ve başkaları dediler ki: Karun, Mûsa'nın öz amcasının oğlu idi. Karun'un geriye doğru nesebi şöyle idi; Karun b. Yeshur, b. Kahes, b. Lavî, b. Ya'kub. Mûsa da ibn İmrân b. Kahes idi.

İbn İshak dedi ki; O anne baba bir Mûsa'nın amcası idi. Teyzesinin oğlu olduğu da söylenmiştir. Karun ismi ucme (Arapça olmayan bir isim) ve marife olduğundan ötürü munsarıf değildir. Arapça olmayıp faul vezninde olan kelimelerin başına elif lâm gelmesi, güzel olmuyorsa, marife halinde munsarıf olmaz, nekre halinde munsarıf olur. Şayet başına elif lâm'ın gelmesi güzel olursa, eğer tavus ve râkûd gibi müzekker isim ise munsarıf olur. ez-Zeccâc dedi ki: Şayet, Karun "O şeyi ona eş kıldım" tabirinden geliyor olsaydı, munsarıf olması gerekirdi.

"Fakat onlara karşı azgınlık etti." Onun azgınlığı, elbisesini bir karış uzun yapması idi. Bu açıklamayı Şehr b. Havşeb yapmıştır. Hadiste de şöyle buyurulmaktadır: "Yüce Allah azgınlık ederek, elbisesini sürükleyene (radıyallahü anhhmet nazarı ile) bakmaz." Buhârî, V, 2181; Tirmizî, IV, 223; Ebû Dâvûd, IV, 59; İbn Mâce, II, 1181, 1182; Müsned, II, 42, 55, 60...

Bir diğer görüşe göre onun azgınlığı yüce Allah'ı inkâr ederek kâfir olmasıdır. Bu açıklamayı ed-Dahhâk yapmıştır. Azgınlığının mal ve evlâdının çokluğu sebebiyle onları hafife alıp küçümsemesi olduğu da söylenmiştir ki; bu da Katade'nin görüşüdür. Bir diğer görüşe göre onun azgınlığı, yüce Allah'ın kendisine vermiş olduğu hazineleri bilgi ve bu husustaki becerisi dolayısıyla kendi kendisine nisbet etmesi idi. Bunu da İbn Bahr söylemiştir.

Azgınlığının; "Eğer peygamberlik Mûsa'ya, kurban kesme yeri ve kurban da Harun'a ait ise, peki ya benîm neyim var?" demesi olduğu da söylenmiştir.

Rivâyet olunduğuna göre Mûsa, İsrailoğullarıyla birlikte denizi aşıp risalet Mûsa'ya, habr'lık (alimlik) Harun'a ait bir görev olunca, Harun kurbanı sunup onların arasında başkanlık konumuna yükselince -ki kurban Mûsa'ya ait bir görev idi, Mûsa onu kardeşine vermişti- Karun bu işten içten içe rahatsız oldu ve her ikisini de kıskandı. Mûsa'ya: Bütün isler sizin elinizde benim ise hiçbir şeyim yok. Ben ne zamana kadar sabredeceğim? dedi. Mûsa: Bu Allah'ın takdiridir deyince, Karun dedi ki; Allah'a yemin ederim bir mucize getirmediğin sürece seni tasdik etmeyeceğim. Bunun üzerine İsrailoğullarının başkanlarının herbirisine asasını getirmesini emretti. Bunları bir demet yapıp üzerinde vahyin nazil olduğu çadıra koydu. Bekçiler, geceleyin bu asaları koruyorlardı. Sabah olduğunda Harun'un asasının hareket edip yapraklarının yeşermiş olduğunu görüverdiler. Harun'a ait olan sopa badem ağacından idi. Karun: Bu iş, yapmış olduğun sihirden daha da şaşırtıcı bir şey değildir, dedi. Buna göre "onlara karşı azgınlık etti" âyetinde dile getirilen "bağy: azgınlık" zulmün kendisi demektir,

Yahya b. Sellam ile İbnu’l-Müseyyeb dedi ki: Karun zengin birisi idi. İsrailoğulları üzerinde Fir'avun adına memurluk yapıyordu. Onlara, onlardan birisi olduğu halde haksızlık etti ve zulmetti.

Yedinci bir görüş de şöyledir: İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Yüce Allah zina eden kimsenin recmedilmesini emredince, Karun fahişe bir kadına giderek ona bir miktar mal verdi ve Mûsa'nın kendisi ile zina ettiğine ve kendisini hamile bıraktığına dair iddiada bulunmasını sağladı. Bu iş Mûsa'ya çok ağır geldi ve İsrailoğulları için denizi yaran, Tevrat'ı Mûsa'ya indiren Allah adına mutlaka doğru söyleyeceğine dair ona yemin ettirdi. Yüce Allah kadının yardımına yetişerek: Şehadet ederim ki sen suçsuzsun. Karun bana bir miktar mal verdi ve bu iddiada bulunmak için beni zorladı. Şüphesiz doğru söyleyen sensin, yalan söyleyen de Karun'dur, dedi. Bunun üzerine yüce Allah Karun'un işini Mûsa'ya havale etti. Yeryüzüne de Mûsa'ya itaat etmesi İçin emir verdi. Karun, Mûsa'nın yanına geldiğinde o yeryüzüne; Ey arz onu al, ey arz onu al, diyordu. Arz da parça parça onu içine alıyor. Karun ise; Ey Mûsa! diye imdat istiyordu. Nihayet o, evi ve onun yolundan giden, onunla beraber oturup kalkanların hepsi yerin dibine geçti.

Yine rivâyete göre yüce Allah Mûsa'ya; Kullarım senden yardım istediler. Sen onlara merhamet etmedin. Ancak Bana dua etselerdi, şüphesiz Beni yakın ve duaları kabul edici olduğumu göreceklerdi, dedi.

İbn Cüreyc dedi ki: Bize ulaştığına göre onlar her gün bir adam boyu kadar yerin dibine geçiyorlar. Kıyâmet gününe kadar da yerin en aşağısına ulaşmayacaklardır. İbn Ebi'd-Dünya da "Kitabu'l-Faraç" adlı eserde şunu zikretmektedir: Bana İbrahim b. Râşid anlattı, dedi ki: Bize Dâvûd b. Mehran anlattı: Dâvûd, el-Velid b. Müslim'den, o Mervan b. Cünah'tan, o Yûnus b. Meysere b. Halbes'den dedi ki: Karun denizin karanlıklarında Yûnus ile karşılaştı. Bunun üzerine Karun, Yûnus'a şöyle seslendi: Ey Yûnus, Allah'a tevbe et. Şüphesiz ki atacağın ve böylelikle kendisine döneceğin İlk adımında O'nu bulacaksın. Bunun üzerine Yûnus ona: Peki seni tevbe etmekten alıkoyan ne oldu? dedi. Şu cevabı verdi: Benim tevbemin kabulü yetkisi amcamın oğluna havale edilmişti, o da benim tevbemi kabul etmedi. Haberde nakledildiğine göre Karun yedinci arzın dibine ulaşacak olursa, İsrafil de Sûr'a üfürecektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

es-Süddî dedi ki: Bu fahişe kadının ismi Seberka idi. Karun ona ikibin dir hem vermişti, Katade dedi ki: Karun, Mûsa ile birlikte denizi geçmişti. Tevrat'ta suretinin güzelliğinden dolayı "el-münevver" diye adlandırılıyordu. Fakat Samiri münafıklık ettiği gibi o Allah'ın düşmanı da münafıklık etti.

"Biz ona öyle hazineler vermiştik ki..." Atâ dedi ki: O, Yusuf (aleyhisselâm)'ın hazinelerinin bir çoğunu bulmuştu. el-Velid b. Mervan ise: O kimya ilmi ile uğraşırdı, demiştir.

"Onların anahtarları" âyetinde; onun ismi ve haberi; nın sılası içerisindedir. Bu da "vermiştik"in mef'ûlüdür. en-Nehhâs dedi ki: Ben Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: Kûfelilerin sılalar ile ilgili söyledikleri ne kadar çirkindir. Çünkü; ile benzerlerinin sılası ile kendilerinde amel ettiklerinin olması câiz değildir. Kur'ân-ı Kerîm'de de "onların anahtarları" âyeti vardır. "Anahtarlar (anlamındaki mefâtîh)"in tekili esreli olarak; ...diye gelir. Bu da kendisi ile açılan, açma aleti (anahtar) demektir. Tekili diye kullanan, çoğulunu da; diye getirir. Bunların "hazineler" olduğunu söyleyenlerin görüşüne göre de tekili üstün olarak; ...diye gelir.

"...güç sahibi bir topluluğa ağır gelirdi." Bu hususta yapılmış en güzel açıklama şudur: Bu anahtarlar güçlü kuvvetli kimseleri bile ağır olduklarından dolayı -yana doğru meyi ettirirdi. Âyet; "Güçlü kuvvetlileri (ağırlığından ötürü) meyi ettirirdi" şeklinde olmakla birlikte, "te" harfi üstün okununca bu sefer (fiilin mef'ûlü olan "güçlü kuvvetli kimseler" anlamındaki) ismin başına "be" gelmiştir. Nitekim: "O meşakkati giderir" denildiği gibi (aynı anlamda); da denilebilir. Dolayısıyla burada âyet "Güç sahibi bir topluluğa ağır gelirdi" denilmiştir. Bu durumda güç sahibi olan topluluk, ağır olduklarından zorlanarak onları kaldırıyordu, denmiş olur. Bu da bizim; Bizimle kalk ya da: kalkalım" dememize benzer. Zorlukla kalktı, kalkar, zorlukla kalkmak" denilir. Şair şöyle demektedir:

"Arkası dolayısıyla (ağır geldiğinden) zor kalkar ve kalkışında yan yatar,

Yakınından yavaş yürüdü mü de şaşkına çevirir."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Aldım, fakat malik olamadım; eğildim, fakat kalkamadım,

Sanki ben zaman uzayıp gittiğinden dolayı zincire vurulmuş gibiyim."

Bana ağır geldi" demektir. Açıklama İbn Zeyd'den nakledilmiştir. Ebû Ubeyde dedi ki: Allah'ın Güç sahibi bir topluluğa ağır gellrdî" âyeti kalbedilmiş bir ifadedir ve; "Güç sahibi topluluk onu zor kaldırırdı" anlamındadır. Ebû Zeyd dedi ki: "Yükü kaldırdım" denilir. Şair de şöyle demiştir:

"Biz, bizden sonra gelen birini (halef) bulduk, ne kötü bir haleftir ki;

O yükü kaldırdı mı duran bir köledir."

Birinci açıklama İbn Abbâs, Ebû Salih ve es-Süddî'nin görüşlerinin anlamını ifade eder. el-Ferrâ''nın görüşü de budur, en-Nehhâs da onu tercih etmiştir. Bu da; "onu götürdüm" anlamında; ile denilmesi, "onu getirdim" anlamında da; ile demeye benzer. İşte "onu kaldırdım" anlamında; demek de böyledir,

Arapların: Onun benim yanımda, onu üzecek ve ona ağır gelecek sözler vardır" ifadelerine gelince, bu ifadelerde itba' (sonraki kelimenin bir öncekine uydurulması) söz konusudur. Aslında; demek gerekirdi. Bunun bir benzeri de; Yemek bana afiyet verdi" ile; "İlgili ilgisiz herşey onu yakaladı (hatırına geldi)" demek gibidir. Bir görüşe göre bu kelime uzaklık anlamındaki; den alınmıştır. Şâirin şu beyitinde de bu anlamdadır:

"Onlar bizden uzaklaşıyorlar amma uzaklaşmıyor sevgileri bizden,

Nerede olurlarsa olsunlar kalb(imiz) onların tutsağıdır."

Budeyl b. Meysere bu lâfzı "ya" harfi İle; diye okumuştur. "O, güçlü kuvvetli topluluktan birisine ağır gelir" yahut da "anılan..." demek olur ki; bu da manaya hamledilerek böyle gelmiştir. Ebû Ubeyde dedî ki: Ru'be b. el-Accâc'a:

"Onda siyahlıktan ve siyah beyazlıktan çizgiler vardır,

Sanki o, derideki baras hastalığının beyazlığı gibidir."

diye söylediği beyiti hakkında şunları dedim: Eğer çizgileri kastetmişsen; eğer siyahlığı ve siyah ve beyaz çizgileri kastediyorsan; (.......) demen gerekirdi. O: Ben bunların hepsini kastetmiştim, diye cevap verdi.

"Biri diğerinin gücüne güç katan topluluk" demek olan "el - us be" hakkında onbir görüş vardır:

1- Üç adam demektir. Bu İbn Abbâs'ın görüşüdür.

2- Yine ondan gelen rivâyete göre üçten ona kadardır.

3- Mücahid dedi ki; Burada usbe yirmiden, yirmi beş kişiye kadardır.

4- Yine ondan gelen rivâyete göre ondan onbeşe kadardır.

5- Ondan gelen bir başka rivâyete göre beş ile on arasıdır. Birinci rivâyeti es-Sa'lebî, ikincisini el-Kuşeyrî ile el-Maverdî, üçüncüsünü el-Mehdevî zikretmiştir.

6- Ebû Salih, el-Hakem b. Uteybe, Katade ve ed-Dahhak kırk adamdır, demişlerdir.

7- es-Süddî'ye göre on ile kırk arasıdır. Yine Katade de böyle demiştir.

8- İkrime dedi ki: Kimisi kırk, kimisi yetmiş adamdır demiştir. Bu aynı zamanda Ebû Salih'in görüşüdür. O, usbe yetmiş adamdır demiştir. Bunu da el-Maverdî zikretmiştir. Birincisini de ondan es-Sa'lebî nakletmektedir,

9- Altmış adam da denilmiştir. Saîd b. Cübeyr de altı veya yedi kişidir, der.

10- Abdurrahman b. Zeyd: Üç ile dokuz arasıdır demiştir ki, nefer de bu demektir.

el-Kelbî dedi ki: Yûsuf’un kardeşlerinin;

"Biz güçlü bir topluluk (usbe) olduğumuz halde" (Yusuf, 12/8) sözleri dolayısıyla on kişidir. Mukâtil de böyle demiştir.

Hayseme dedi ki: Ben İncil'de şunu gördüm: Karun'un hazinelerinin anahtarları alınları ve ayakları beyaz akmış katır yükü idi. Ağır olduklarından dolayı bu bineklere ağır gelirdi. Bu anahtarların hiçbirisi de bir parmaktan daha büyük değildi. Bu anahtarların herbirisi bir hazine mal içindi. Eğer o hazine Basra ahalisine paylaştırılacak olsaydı, onlara yeterli gelirdi.

Mücahid dedi ki: Anahtarlar deve derisinden idi. Hafif olmaları için inek derisinden yapıldıkları da söylenmiştir. Bineğine binecek olursa, bu anahtarlar onunla birlikte -el-Kugeyrî'nin naklettiğine göre- yetmiş katıra yükletilirdi. Kırk katıra yükletildiği de söylenmiştir. Bu da ed-Dahhak'ın görüşüdür. Yine ondan gelen rivâyete göre anahtarlarından kasıt kaplarıdır. Ebû Salih de böyle demiştir: Anahtarlardan kasıt hazinelerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Hani kavmi" yani es-Süddî'nin dediğine göre İsrailoğullarından îman edenler

"ona şöyle demişti..." Yahya b. Sellâm dedi ki: Burada kavminden kasıt, Mûsa (aleyhisselâm)'dır. el-Ferrâ' da şöyle demiştir: Bu çoğul isim olmakla birlikte tek kişi kastedilmiştir. Yüce Allah'ın:

"Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar kendilerine... dediler" (Âl-i İmrân, 3/173) âyeti gibidir. Burada önceden de geçtiği gibi diyen kişi sadece Nuaym b. Mes'ûd'dur.

"Şımarma!" Azgınlaşma!

"Çünkü Allah şımaranları" azgınlaşanları

"sevmez." Bu açıklamayı Mücahid ve es-Süddî yapmıştır. Şair de şöyle demiştir:

"Zaman beni sevindirecek olursa, şımaran birisi değilim,

Zamanın dönüp duran musibetleri karşısında da zaafa düşen birisi değilim."

ez-Zeccâc dedi ki: Sen malın dolayısıyla şımarma! Çünkü mal dolayısıyla şımaran bir kimse o maldaki hakkı ödemez. Mübeşşir b. Abdullah da şöyle demiştir: Şımarma! Bozulursun. Şair de şöyle demiştir:

"Eğer sen hiç durmadan bir emaneti eda ederken

Diğerini yüklenirsen, (bu sefer) o emanetler seni şımartır."

İfsad eder, demektir,

Ebû Amr: (Bu kelime) "ağır borç altına girdi" demektir deyip az önce zikrettiğimiz beyiti zikretti. Yine; "Onu sevindirdi" anlamındadır. O halde bu fiil müşterek (birden çok anlam hakkında ortak olarak kullanılan) bir fiildir.

ez-Zeccâc dedi ki; "Şımaranlar, sevinenler" ile aynı anlama gelir. Ancak el-Ferrâ' bu ikisi arasında ayırım gözeterek şöyle demiştir: "Şımarıklık halinde olanlar" yani halen şımarıklık edenler demektir. ise "gelecekte şımaracaklar" anlamındadır, O ayrıca; "Tamah eden" ile "Tamah edecek olan" "Ölü" ile "Ölecek olan" lâfızlarının da bu kabilden olduğunu iddia etmiştir. Ancak yüce Allah'ın şu âyeti onun söylediğinin hilafına delil teşkil eder: "Muhakkak sen de öleceksin, hiç şüphesiz onlar da öleceklerdir." Burada görüldüğü gibi; diye buyurulmamıştır.

Mücahid de şöyle demiştir: "Şımarma" yanı azgınlaşma "çünkü Allah şımaranları sevmez." İbn Bahr dedi ki: Cimrilik etme, çünkü Allah cimrilik edenleri sevmez, demektir.

77

"Allah'ın sana verdiği ile âhiret yurdunu ara! Dünyadan da nasibini unutma! Allah sana ihsan ettiği gibi sen de İhsan et! Yeryüzünde de fesad isteme. Çünkü Allah fesad çıkaranları sevmez."

"Allah'ın sana verdiği ile âhiret yurdunu ara!” Allah'ın sana verdiği dünyalık ile âhiret yurdu olan cenneti ara! Çünkü mü’mine lâyık olan dünya hayatında iken âhirette kendisine faydalı olacak yollarda harcamalarda bulunmaktır, zorbalık ve azgınlık uğrunda değil.

"Dünyadan da nasibini unutma" âyetinin anlamı hakkında görüş ayrılığı vardır. İbn Abbâs ve büyük çoğunluk (Cumhûr) şöyle demiştir: Sen dünyanda salih amel işlememek suretiyle ömrünü boşuna geçirme. Zira ancak âhiret için amel edilir. Dolayısıyla insanın dünyadan nasibi, ömrü ve o dünyadaki salih amelidir. Bu açıklamaya göre ifade son derece büyük bir öğüt taşımaktadır.

el-Hasen ve Katade ise şöyle demişlerdir: Sen helâlden istifade etmek ve helali talep etmek ve dünyada akıbetini göz önünde bulundurmak suretiyle, dünyadan payını almayı unutma, elden çıkarma!

Bu te'vile göre de âyette ona bir parça yumuşak ifade vardır ve onun canının çektiği işin ıslah edilmesi söz konusudur. Bu da, sert ifadelerden ötürü uzaklaşılır korkusu ile, kendisine öğüt verilene karşı izlenmesi gereken bir yoldur. Bunu İbn Atiyye söylemiştir.

Derim ki: Bu iki te'vili İbn Ömer şu sözlerinde bir arada zikretmiş bulunmaktadır: "Ebediyyen yaşayacakmış gibi dünyan için ekin ek, yarın ölecekmiş gibi âhiretin için çalış!" el-Hasen'den şöyle dediği nakledilmiştir: İhtiyacından arta kalanı önden gönder (hayır yollarında harca) ve sana yetecek kadarın; da yanında alıkoy.

Malik dedi ki: Bu, israfa gitmeksizin yemek ve içmektir. "Nasib"inden kastın kefen olduğu söylenmiştir. İşte bu kesintisiz bir öğüttür. Sanki şöyle demiş gibidirler: Sen şu kefen diye bilinen nasibin dışında, malının tümünü terkedip gideceğini unutma!

Şairin şu beyiti de buna yakındır:

"Ömrün boyunca bütün topladıklarından payın,

içinde sarmalanacağın iki bez ve bir hanût (denilen kefen kokusu) dur."

Bir başka şair de şöyle demiştir:

"Önemli olan kanaattir. Hiçbir şeye değişme onu,

Büyük nimetler ondadır, beden rahatı ondadır.

Bütünüyle dünyaya malik olana bir bak,

Bir pamuk ile bir kefenden başka bir dünyalık beraberinde götürdü mü?"

İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu hususta bana göre en güzel açıklama Katade'nin şu sözüdür: Sen helal olan nasibini unutma. İşte bu senin dünyadan alacağın nasibindir. Gerçekten, bundan da güzel ne vardır!

"Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsan et." Allah sana nasıl nimetler bağışlamış ise sen de O'na öylece itaat et ve ibadet et. Şu hadisteki bu ifade de ihsanı anlatmaktadır; "İhsan nedir? (Peygamber buyurdu ki): "Allah'a onu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. " Müslim, I, 37, 39, 40; Buhârî, IV, 1793; Tirmizî, V, 6; Ebû Dâvûd, IV, 223; İbn Mâce, I, 24, 25; Müsned, I, 27, 51, 52, 319, II, 107, 426, IV, 129, 164.

Bir görüşe göre burada yoksulları gözetme emri verilmiştir. İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu hususta pek çok görüşler vardır. Hepsinin ortak noktası Allah'ın nimetlerini, Allah'a itaat yolunda kullanmaktır. Malik dedi ki: İsrafa gitmeksizin yemek ve içmektir. İbnu'l-Arabî dedi ki: Görüşüme göre Malik bu sözleriyle ibadette ve kıt kanaat geçinmekte aşırı giden kimselerin görüşlerini reddetmek istemiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tatlıları sever, bal (şerbeti) içer. Közde kızartılmış şeyleri yer, soğuk su içerdi.

Bu anlamdaki açıklamalar daha önce bir kaç yerde geçmiş bulunmaktadır.

"Yeryüzünde de fesad isteme!" Masiyet işleme!

"Çünkü Allah fesâd çıkaranları sevmez."

78

Dedi ki: "Bu bana ancak bende olan bir ilim dolayısıyla verilmiştir." O bilmedi mi ki şüphesiz Allah, ondan önce kuvvetçe kendisinden daha güçlü, topladıkları mal daha çok nice nesilleri helâk etmiştir? Suçlulara günahları sorulmaz.

"Dedi ki: Bu bana ancak bende olan bir ilim dolayısıyla verilmiştir." Bununla Tevrat bilgisini kastetmektedir. Rivâyet olunduğuna göre insanlar arasında Tevrat'ı en çok okuyan ve Tevrat'ı en iyi bilen kimselerden idi. Mûsa (aleyhisselâm)'ın Mîykat'a gitmek üzere seçtiği yetmiş ilim adamından birisiydi.

İbn Zeyd dedi ki; Yani bu mal bana O'nun benim faziletimi bilmesi ve benden razı olması dolayısıyla verilmiştir. Buna göre "bende olan" âyetinin anlamı şu demek olur: Benim kanaatime göre yüce Allah bu hazineleri bana, bendeki bir fazilet dolayısıyla onları hakeltiğimi bildiğinden dolayı vermiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu mal benim çeşitli ticaret ve kazanç yollarına dair bilgim dolayısıyla bana verilmiştir. Bu açıklamayı Ali b. Îsa yapmıştır.

O, eğer yüce Allah ona bunca serveti kazanmayı kolaylaştırmamış olsaydı, bu malların toplanmayacağını bilmedi.

İbn Abbâs dedi ki: Ben altın yapmaya dair sahib olduğum bir bilgiye binaen bana bu servet verilmiştir. O bununla kimya ilmine işaret etmektedir.

en-Nekkaş'ın naklettiğine göre Mûsa (aleyhisselâm) ona kimya sanatının üçte birini, Yuşa'a üçte birini, Harun'a da üçte birini öğretmişti, Karun, Yuşa ile Harun'u -imanı üzere olmakla birlikte- aldattı ve nihayet onların bildikleri kimya ilmini öğrendi. Böylece malları çoğalmış oldu.

Şöyle de denilmiştir: Mûsa kimyayı üç kişiye öğretti. Yuşa b. Nun, Kâlib b. Yufennâ ve Karun. ez-Zeccâc ise birinci görüşü tercih etmiş ve onun kimya ile uğraştığını söyleyenlerin görüşlerini kabul etmemiştir. Çünkü kimya (yani basit ve değersiz madenleri altına çevirme bilgisi) batıldır, gerçeği yoktur. Yine denildiğine göre Mûsa kimyayı kızkardeşine öğretmişti. Kızkardeşi de Karun'un zevcesi idi. Mûsa'nın kızkardeşi de bu işi Karun'a öğretmişti. Doğrusunu. en iyi bilen Allah'tır,

"O bilmedi mi ki, şüphesiz Allah ondan önce kuvvetçe kendisinden güçlü, topladıkları mal da daha çok nice nesilleri" geçmişteki kâfir ümmetleri azâb ile

"helâk etmiştir?" Eğer ma) bir fazilete delâlet etseydi, bu nesilleri helâk etmezdi. Buradaki kuvvetten kastın araçlar, gereçler, destekleyici ve yardımcı kimselerin topluluğu olduğu da söylenmiştir. İfade şanı yüce Allah'ın Karun'u azarlaması sadedindedir. Yani Karun

"bilmedi mi ki, şüphesiz Allah ondan önce kuvvetçe kendisinden güçlü, topladıkları mal daha çok nice nesilleri helâk etmiştir?"

"Suçlulara günahları sorulmaz." Yani onlara mazeret belirtmelerini isteyen bir üslûpla soru sorulmaz. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Mazeret bildirerek (radıyallahü anhbblerini razı etmeleri) de istenmez." (er-Rum, 50/57);

"Onlardan razı olunmaz (mazeretleri kabul edilmez.)" (Fussilet, 41/24) Ama yüce Allah'ın:

"Rabbine yemin olsun ki, onların hepsine elbette soracağız." (el-Hicr, 15/92) âyeti dolayısıyla onlara azarlamak maksadıyla soru sorulacaktır. Bu açıklamaları el-Hasen yapmıştır.

Mücahid de şöyle demiştir: Melekler yarın günahkârları sormayacaklar, çünkü onlar simalarından tanınacaklardır. Günahkârlar yüzleri siyah, gözleri mavi haşredileceklerdir. Katade dedi ki: Günahkârlara, günahlarının açıkça ortada olması ve çokluğu dolayısıyla işledikleri günahlar hakkında soru sorulmayacaktır. Aksine onlar hesaplan görülmeden cehennem ateşine gireceklerdir. Bir başka açıklama da şöyledir: Bu ümmetin günahkarlarına dünyada azaba uğratılmış bulunan geçmiş ümmetlerin günahları sorulmayacaktır.

Denildiğine göre; helâk edilmiş olan nesiller yüce Allah'ın günahlarına dair bilgisi dolayısıyla helâk edilmişlerdir. Bundan ötürü onların günahlarının sorulrnasınaihtiyac olmayacaktır.

79

Derken ziyneti içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını İsteyenler dediler ki: "Keşke Karun'a verilen gibi, bize de verilseydi. Gerçekten de o büyük bir nasip sahibidir."

"Derken ziyneti içinde kavminin karşısına çıktı." İsrailoğullarının karşısına bir bayram günü ziynet olarak gördüğü dünya hayatının metaından sayılan elbise, binek, süs eşyaları ve benzer şeylerle çıktı, el-Gaznevî dedi ki: Bugün bir cumartesi günüydü.

"Ziyneti içinde" ziyneti ile anlamındadır. Şair dedi ki:

"İnsanların kalpleri Ölüm korkusuyla yerinden fırlayacak oldu mu,

Bu sefer canlarını öfkelendirecek yerlere dahi atarlar."

Burada "canlarıyla birlikte (atılırlar)" demektir.

O, üzerlerinde aspur ile boyanmış elbiseler bulunan, hizmetçilerinden yetmişbin kişi ile birlikte çıkmıştı. Elbiseleri aspura boyayan ilk kişi o olmuştur. es-Süddî ise bin tanesi beyaz kalırlar üzerinde akın eğerlerle ve arguvanlı kadifelerle, bin beyaz cariye ile birlikte tıktı, demektedir. İbn Abbâs dedi ki: O beyaz katırlar üzerinde çıkmıştı. Mücahid de: Üzerlerinde arguvan eğerler bulunan beyaz katanalar üzerinde çıkmıştı. Üzerlerinde aspurlu elbiseler vardıT Bu aspurlu elbiselerin ilk görüldüğü gündür.

Katade dedi ki: Üzerlerinde kırmızı örtüler bulunan dörtbin binek ile birlikte çıktı. Bu bineklerin bini beyaz katır olup üzerlerinde kırmızı kadifeler vardı. İbn Cüreyc dedi ki: Kendisi üzerinde arguvan bulunan beyaz bir katır üzerinde çıkmıştı. Beraberinde de yine kırmızı elbiseler giyinmiş ve beyaz katırlar üzerinde üçyüz cariye vardı, İbn Zeyd dedi ki: Üzerlerinde aspurlu elbiseler bulunan yetmişbın kişi ile birlikte çıktı, el-Kelbî dedi ki: O yüce Allah'ın Mûsa'ya cennetten İndirmiş olduğu yeşil bir elbiseyi giyinerek çıkmıştı. Karun bu elbiseyi Mûsa (aleyhisselâm)'dan çalmıştı. Cabir b. Abdullah (radıyallahü anh) dedi ki: Onun ziyneti kırmız idi.

Derim ki: Kırmız arguvan gibi kırmızı bir boyadır. Arguvan da sözlükte kırmızı boya demektir. Bunu da el-Kuşeyrî zikretmiştir.

"Dünya hayatını İsteyenler dediler ki: Keşke Karun'a verilen gibi bize de verilseydi. Gerçekten de o büyük bir nasib sahibidir." Ona dünyadan çok büyük bir pay verilmiştir.

Şöyle denilmiştir: Bu sözler o dönemin mü’minlerinin sözleridir. Onlar dünyayı arzulayarak serveti gibi mala sahip olmayı temenni etmişlerdi. Bir diğer görüşe göre bu, âhirete îman etmeyen, âhireti de arzulamayan kâfir olan bir topluluğun sözüdür.

80

Kendilerine ilim verilenler ise dediler ki: "Vah size! Îman edip salih amel işleyenler için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşturulur."

"Kendilerine ilim verilenler ise" ki bunlar İsrailoğullarının hahamları idiler. Onun yerinde olmayı temenni eden kimselere

"dediler ki: Vah sîze! îman edip salih amel işleyenler için Allah'ın sevabı" yani cennet

"daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşturulur." Yani salih ameller ancak onlara verilir yahutta âhirette cennet ancak Allah'a itaat üzere sabredenlere verilir. Burada; "O" (tekil dişi) zamirinin kullanılabilmesi yüce Allah'ın;

"Allah'ın sevabı" âyeti ile âhiretin kastedilmiş olmasındandır. Yani âhiret müenneslik alameti taşıyan bir kelime olduğundan dolayı ona raci olan Zamirin de müennes gelmesi uygundur.

81

Sonra Biz, onu da evini de yere geçirdik. Allah'a karşı ona yardım edecek bir topluluğu yoktu. Kendisi de yardım edebileceklerden olmadı.

"Sonra Biz, onu da, evini de yere geçirdik" âyeti ile ilgili olarak Mukâtil dedi ki: Mûsa yere emredip de, yer onu yutunca İsrailoğulları: Mûsa'nın onu helâk etmesi, malına mirasçı olması içindir, dediler. Çünkü Karun onun amcasının oğlu idi. Bunun üzerine yüce Allah Karun'u, evini, bütün mallarını da üç gün sonra yerin dibine geçirdi. Yüce Allah, Mûsa'ya şunu vahyetti: Ben, senden sonra yeryüzüne kimseye itaat etmesi emrini ebediyyen bir daha vermeyeceğim.

"Yer, yerin dibine geçti, geçer, yerin dibine geçmek" denilir. Yerin içinde gitti, kayboldu demektir, "Allah onu yerin dibine geçirdi" denilir. Yani onun içinde kayboldu. Yüce Allah'ın:

"Biz onu da, evini de yere geçirdik" âyeti da bu şekilde kullanılmıştır. "O yerin dibine geçti" denildiği gibi, "yerin dibine geçirildi" de denilir. "Ay tutulması" demektir. Sa'leb dedi ki; "Güneş tutuldu"; Ay tutuldu" demektir. En güzel söyleyiş ve kullanım budur. "Noksanlık" demektir, mesela; "Filan kişi noksanlığa razı oldu" denilir.

"Allah'a karşı ona yardım edecek bir topluluğu" bir cemaati, bir takım kimseleri

"yoktu. Kendisi de yardım edilebileceklerden olmadı." Onun başına inen yerin dibine geçmek azabına karşı kendisini koruyabilenlerden olmadı. Rivâyet edildiğine göre Karun her gün bir adam boyu yerin dibine geçmektedir. Nihayet yerin en alt tabakasının dibine ulaşacağında İsrafil Sûr'a üfürmüş olacaktır. Bu daha önceden geçmişti. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

82

Dün onun yerinde olmayı temenni edenler, sabah şöyle diyorlardı: "Vay, demek ki Allah kullarından dilediğine rızkı genişletir ve daraltır! Eğer Allah bize lütfetmeseydi, bizi de elbette yere geçirirdi. Vay, demek ki kâfirler ıslah olmazlar!"

"Dün onun yerinde olmayı temenni edenler" böyle bir temennide bulunmaktan ötürü pişman olmaya başladılar ve sabah olunca şöyle demeye koyuldular:

"Vay demek ki Allah..." âyetindeki

"vay" pişmanlık ifade eden bir edattır. en-Nehhâs dedi ki: Bu hususta yapılmış en güzel açıklama el-Halil, Sîbeveyh, Yûnus ve el-Kisaî'nin su açıklamalarıdır: Bunlar ya kendileri uyandılar veya uyarıldılar. Bunun üzerine:

"Vay..." dediler. Pişmanlık duyan, Arapça konuşan bir kimse pişmanlığı esnasında "Vay" der,

el-Cevherî dedi ki: Vay, bir teaccüb lâfzıdır. Mesela; Vay sana ve vay Abdullah'a" denilir. Bazen "vay" şeddeli ya da şeddesiz; ın başına gelir ve; "Vay demek ki Allah..." denilir. el-Halil dedi ki: Burada "vay" ayrı bir lafızdır, önce "vay" denilir, sonra da yeni bir başlangıç yapılarak; denilir.

es-Sa'lebî dedi ki: el-Ferrâ'' dedi ki: Bu bir takrir (muhataba) sözü söyletme) ifadesidir. Bir kimsenin: "Allah'ın san'atını ve İhsanını görmez misin?" demeye benzer. Onun naklettiğine göre bedevi Arap bir kadın kocasına: "Nerde oğlun vay sana" deyince, kocası da Vay görmüyor musun? o evin arkasındadır" diye cevap vermiş.

İbn Abbâs ve el-Hasen derler ki: Vay sana!" kelimesi hem ibtîda hem de tahkik ifadesidir. Bunun (âyetteki ifadenin) takdiri de şöyledir: Muhakkak Allah rızkı yayar, Bir görüşe göre bu; " Dikkat et, bunu yapmayacak mısın?" sözlerindeki; uyarma (tenbih) edatı ile "İmdi" sözündeki gibidir. Şair şöyle demiştir:

"İkisi benden (kendilerini) boşamamı istedi, çünkü gördüler malımın azaldığını,

Siz ikiniz bana bu işi kabul etmeyerek geldiniz, Vay!

Demek ki malı olan sevilir. Fakir düşen de bir zaruret hayatı sürer."

Kutrub dedi ki: Bunun aslı; Vay sana" şeklindedir. Bunun "lâm" harfi düşürüldükten sonra hitab için gelen "kef" de "vay"a ilave edilmiştir. Amere dedi ki:

"Yemin olsun nefsime şifa oldu, hastalığımdan iyileştirdi,

Atlıların: Vay sana Anter! İleri atılsana demeleri."

Ancak en-Nehhâs ve başkaları bunu kabul etmeyerek şöyle demişlerdir; Böyle bir mana doğru olamaz, çünkü (bu âyette sözü edilen) topluluk kimseye hitab etmiyordu ki ona: "Vay sana" desinler. Hem böyle olsaydı, o takdirde 'in hemzesinin esreli olması gerekirdi. "Lâm'ın den hazfedilmesi de câiz olmaz.

Kimisi de şöyle demiştir: İfadenin takdiri: "Vay sana, sen şunu bil ki..." şeklinde olup "bil" emri takdir edilmiştir.

İbnu'l-A'râbî dedi ki: "Vay demek ki Allah" âyeti "şunu bil ki" demektir. Anlamının; "görmedin mi ki Allah..." şeklinde olduğu da söylenmiştir.

el-Kutebî dedi ki: Bunun anlamı Himyerlilerin şivesinde; "sana rahmet olsun"dur. el-Kisaî dedi ki: "Vay"da teactüb manası vardır. Yine ondan "vay" üzerinde vakıf yaptığı ve bu bir tefeccü' (karşı karşıya kalınan faciayı dile getirme) kelimesi olduğunu söylediği rivâyet edilmiştir.

Bu lâfzı diye kabul edip de "kef" üzerinde vakıf yapanların, bu okuyuşlarının anlamı şu olur: Hayret et! Çünkü yüce Allah rızkı yayar ve yine hayret et, çünkü kâfirler iflah olmaz. Bu durumda "kef"in isim değil bir hitab harfi olması gerekir. Çünkü "vay" izafe olarak kullanılan lâfızlardan değildir. Bunun muttasıl (kefe bitişik) olarak yazılması çokça kullanılması dolayısıyla kendisinden sonraki lafızla aynı şey kabul edilmesinden dolayıdır.

"Eğer Allah bize" îman ve rahmet ile

"lütfetmeseydi" ve bizleri Karun'un izlemiş olduğu azgınlık ve şımarıklıktan korumamış olsaydı

"bizi de elbette yere geçirirdi."

el-A'meş: "Eğer Allah bize lütfetmeseydi" anlamındaki âyeti "Eğer Allah'ın üzerimizdeki lutfu olmasaydı" şeklinde okumuştur. Hafs da: "Bizi de elbette yere geçirirdi" anlamındaki âyeti malum fiil olarak okumuş, diğerleri ise meçhul fiil olarak okumuşlardır. (Bizde yerin dibine geçirilmiş olurduk, anlamında.) Ebû Ubeyd'in tercih ettiği okuyuş budur. Abdullah'ın kıraatinde ise; "Elbette biz de yerin dibine geçirilirdik" şeklindedir, "Biz götürüldük" demek gibi. el-A'meş ve Talha b. Mûsarrif de böyle okumuşlardır.

Ebû Hatim cemaatin kıraatini şu iki sebeb dolayısıyla tercih etmiştir: Birincisi yüce Allah'ın:

"Sonra Biz onu da, evini de yere geçirdik" âyeti, ikincisi ise:

"Eğer Allah bize lütfetmeseydi" âyetidir. O halde burada

"bizi de elbette yere geçirirdi" fiilînin, ona en yakın ismin yüce Allah'ın ismi olması dolayısıyla Allah'a izafe edilmesi en uygunudur.

"Vay demek ki kâfirler" Allah nezdinde

"iflah olmazlar."

83

İşte âhiret yurdu) Biz onu yeryüzünde üstünlük sağlamak ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere veririz. (Güzel) akıbet ise takva sahiplerinindir.

"İşte âhiret yurdu!" yani cennet. Yüce Allah'ın böyle buyurması cenneti ta'zim ve şanının büyüklüğünü ifade etmek içindir. Yani işte orası, senin anılışını işittiğin ve vasıfları sana ulaşmış olan yurttur.

"Biz onu yeryüzünde üstünlük sağlamak" îmana ve mü’minlere karşı üstünlük ve büyüklük taslamak

"ve bozgunculuk yapmak" masiyetlerle amel etmek

"istemeyenlere veririz."

Bozgunculuğun, masiyetlerle amel şeklindeki açıklaması İbn Cüreyc ve Mukâtil 'e aittir. İkrime ile Müslim el-Batîn ise fesad, haksız yere malı almaktır demişlerdir. el-Kelbî dedi ki: Fesad, Allah'tan başkasına ibadete davet etmektir. Yahya b. Sellam ise peygamberleri ve mü’minleri öldürmektir, demiştir,

"Güzel (akıbet) ise takva sahiplerinindir." ed-Dahhak: Cennet diye açıklamıştır. Ebû Muaviye de şöyle demiştir; Üstünlük sağlamak istemeyen kişi, dünyanın zilletinden korkmayan, dünya gücünde de başkalarıyla yarışmayan kimsedir. Allah nezdinde insanların en üstünü en çok mütevazi olanlarıdır ve yarın en güçlü ve aziz olacakları da bugün alçak gönüllülüğe en çok bağlı olan kimsedir.

Süfyan b. Uyeyne, İsmail b. Ebi Halid'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ali b. el-Huseyn bineğinin üzerinde giderken, ekmek parçalarını yiyen yoksulların yanından geçti. Onlara selam verdi, onlar da kendileriyle yemek yemeye onu davet ettiler, O da şu: "İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde üstünlük sağlamak ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere veririz." âyetini okudu. Sonra bineğinden inip onlarla beraber yedi ve: Ben sizin davetinizi kabul ettim, siz de benim davetimi kabul ediniz deyip onları evine götürdü. Onlara yemek yedirdi, onlara giyecek verdi ve gönderdi. Bunu Ebû Kasım et-Taberanî Süleyman b. Ahmed rivâyet etti ve dedi ki: Bize Abdullah b. Ahmed b. Hanbel anlattı, dedi ki: Bana babam anlattı, dedi ki: Bize Süfyan b. Uyeyne anlattı, deyip hadisi zikretti.

"Âhiret yurdu" lâfzının hem sevabı, hem de ikabı (cezayı) kapsadığı da söylenmiştir. Yani, bu âhiret yurdundan ancak takva sahibi olanlar istifade edebilir. Takvalı olmayanlara gelince, âhiret yurdu onların iyiliğine değil, zararlarına olacaktır. Çünkü böyle kimselere âhiret fayda sağlamayacak, zarar verecektir.

84

Kim iyilikle gelirse, onun İçin ondan hayırlısı vardır. Kim de kötülükle gelirse, kötülükleri işleyenlere ancak yaptıklarının karşılığı verilir.

"Kim iyilikle gelirse, onun için ondan hayırlısı vardır." Bu âyete dair açıklamalar daha önceden en-Neml Sûresi'nde (27/89-90. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. İlerime dedi ki: Lâ ilahe illallah'dan hayırlı hiçbir şey yoktur. Âyet; kim lâ ilahe illallah ile gelirse, onun için ondan bir hayır vardır, demektir.

"Kim de kötülükle" yani şirk ile

"gelirse, kötülükleri işleyenlere ancak yaptıklarının karşılığı verilir." Yani ameline uygun ceza ile cezalandırılır.

85

Sana Kur'ân'ı farz kılan (Allah) elbette seni bir dönüş yerine geri çeviricidir. De ki: "Rabbim, hidayette geleni ve apaçık sapıklıkta olanı daha İyi bilir."

"Sana Kur'ân'ı farz kılan (Allah) elbette seni bir dönüş yerine geri çeviricidir." âyeti ile yüce Allah bu sûreyi, Peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, düşmanlarını kahretmiş olarak tekrar onu Mekke'ye geri döndüreceği müjdesi ile bitirmektedir. Bu âyetle ona cennetlik olduğu müjdesi verilmektedrir, diye de söylenmiştir. Ancak birinci görüşü kabul edenler daha çoktur. Bu Cabir b. Abdullah, İbn Abbâs, Mücahid ve başkalarının görüşüdür.

el-Kutebî dedi ki: Kişinin

"dönüş yeri" onun beldesidir. Çünkü kişi oradan ayrılır, sonra tekrar geri döner.

Mukâtil dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) takib edilir korkusuyla mağaradan geceleyin Medine'ye muhacir olarak ve Medine'ye giden yoldan başka bir yolu izleyerek çıktı. Medine'ye giden yola dönüp de el-Cuhfe'ye ulaşınca Mekke'ye giden yolu tanıdı, ona özlem duydu. Bunun üzerine Cebrâîl ona dedi ki; Muhakkak Allah: "Sana Kur'ân'ı farz kılan, elbette seni bir dönüş yerine geri çeviricidir" diye buyuruyor. Mekke'ye -ona karşı üstünlük sağlamış olarak- seni geri çeviricidir, demektir.

İbn Abbâs dedi ki: Bu âyet-i kerîme el-Cuhre'de inmiştir. Ne Mekki'dir, ne de Medeni.

Saîd b. Cübeyr de İbn Abbâs'tan: "Bir dönüş yeri"nden kasıt ölümdür, dediğini rivâyet etmektedir.

Yine Mücahid'den, İkrime, ez-Zührî ve el-Hasen'den şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Bu, şüphesiz seni kıyâmet gününe döndürecektir, demektir. ez-Zeccâc'ın tercih ettiği açıklama da budur. Mesela; "Benim ile senin aranda (hüküm) dönüş yerinde (mead'de) verilsin" denilir ki kıyâmet günü verilsin demektir. Çünkü insanlar o günde canlı olarak döneceklerdir.

"Farz kılan" İndiren anlamındadır. Yine Mücahid'den, Ebû Malik ve Ebû Salih'ten "dönüş yerine" âyetinin cennete diye açıkladıkları nakledilmiştir. Bu aynı zamanda Ebû Said el-Hudrî ve yine İbn Abbâs'ın da görüşüdür. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İsra gecesi cennete girmişti.

Çünkü babası Âdem de oradan çıkartılmıştı diye de açıklanmıştır.

"De ki: Rabbim hidayetle geleni ve apaçık sapıklıkta olanı daha iyi bilir." Yani Mekke kâfirleri sana: Şüphesiz ki sen apaçık bir sapıklıktasın diyecek olurlarsa, sen de onlara; "Rabbim hidayetle geleni ve apaçık sapıklıkta olanı daha iyi bilir." O ben miyim yoksa siz misiniz? de.

86

Sen bu Kitabın sana verileceği ümidinde değildin. Ancak Rabbinden bir rahmet olarak... O halde sen asla kâfirlere yardımcı olma.

"Sen bu Kitabın sana verileceği ümidinde değildin." Bizim seni bütün insanlara bir peygamber olarak göndereceğimizi, üzerine Kur'ân-ı Kerîm'i indireceğimizi bilmiyordun,

"Ancak Rabbinden bir rahmet olarak..." el-Kisaî dedi ki: Bu istisna munkatı' bir istisnâ olup lâkin (radıyallahü anhbbinden bir rahmet olarak sana indirildi) demektir.

"O halde sen asla kâfirlere yardımcı" destek ve arka çıkan

"olma!" Bu âyet bu sûrede daha önce de geçmiş bulunmaktadır,

87

Allah'ın âyetleri sana indirildikten sonra, sakın seni onlardan alıkoymasınlar. Ve Rabbine davet et, asla müşriklerden olma!

"Allah'ın âyetleri sana indirildikten sonra seni sakın onlardan alıkoymasınlar." Kasıt onların sözleri, yalanları ve eziyetleridir. Sen bunlara iltifat Kıraatteki şekliyle seni alıkoymasınlar sakın demek olur. etme, sen işine bak, emrolunduğunu yerine getir.

Ya'kub

"Seni sakın alıkoymasınlar" anlamındaki âyetin fiilini; (........) şeklinde "nûn" harfini sükûn ile okumuştur. Bu fiil; diye den müzari fiil olarak da okunmuştur. Bu da; onu alıkoydu, anlamındadır. Bu Kelb oğullarının bir şivesidir. Şair de şöyle demektedir:

"Onlar öyle kimselerdir ki başkalarını kendilerine (ilişmekten) kılıçla engellemişlerdir,

Susamış hayvanların burunlarının su kanallarından alıkonulduğu gibi."

"Ve Rabbine" tevhide

"davet et!" Bu âyet Savaşmamayı ve ateşkesi ihtiva eder. Bütün bunlar (cihadı emreden) kılıç âyeti ile neshedilmiştir. Bu âyetin nüzul sebebi ise Kureyşlilerin Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kendi putlarını ta'zim etmeye davet etmesidir. İşte o sırada şeytan daha önceden (el-Hac, 22/52. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere Garanik ile ilgili sözleri katmaya çalışmıştı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

88

Allah ile birlikte başka bir İlâha dua (ve ibadet) etme! O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O'nun vechinden başka herşey helâk olacaktır. Hüküm yalnız O'nundur ve yalnız O'na döndürüleceksiniz.

"Allah ile birlikte başka bir ilâha dua etme!" Onunla birlikte başkasına ibadet etme! Çünkü

"O'ndan başka hiçbir İlâh yoktur." Bu âyet, O'nun dışındaki her türlü ma'budun nefyedildiğini ve yalnızca yüce Allah'a ibadetin sabit olduğunu ihtiva etmektedir.

"O'nun Vechi'nden başka herşey helâk olacaktır." Mücahid dedi ki; Vech'inden başka; O'ndan başka anlamındadır, es-Sadık; dininden başka, diye açıklamıştır. Ebû’l-Aliye ve Süfyan da şöyle demişlerdir: Kendisi ile yalnızca O'nun Vechi dilenen şeyler... (kalıcıdır) demektir. Yani sadece O'na yakınlaşmak maksİsmi ile yapılan ameller kalıcıdır. Şair der ki:

"Sayamadığım kadar çok günahtan dolayı mağfiret dilerim Allah'tan,

O, ki kulların Rabbidir, yalnız O'nun Vechi (ona yakın olmak) kasdedilir ve amel yalnız O'nadır."

Muhammed b. Yezid dedi ki: Bana es-Sevrî anlattı, dedi ki: Ben Ebû Ubeyde'ye yüce Allah'ın:

"O'nun Vech'inden başka herşey helâk olacaktır" âyeti hakkında sordum da: Onun yüce zatı demektir, dedi. Mesela; "Filanın insanlar arasında bir vechi vardır" derken, bir makamı vardır, demektir.

Dünyada da, âhirette de

"hüküm yalnız O'nundur ve yalnız O'na döndürüleceksiniz."

ez-Zeccâc dedi ki: "Onun vechi" müstesna olarak nasbedilmiştir. Eğer Kur'ân'dan başka bir yerde olsaydı, merfu olarak okunacaktı ve anlamı şöyle olurdu: O'nun Vechi dışındaki herşey helâk olucudur. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Herbir kardeşinden kardeşi ayrılır,

Yemin olsun ki el-Ferkadân (diye bilinen iki yaldız) dışında."

Yani el-Ferkadân dışında herbir kardeş, kardeşinden ayrılır,

"Yalnız O'na döndürüleceksiniz" yalnız O'na döneceksiniz, anlamındadır.

el-Kasas Sûresi burada bitmektedir. Hamd yüce Allah'a mahsustur.

0 ﴿