ANKEBÛT SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile el-Hasen, İkrime, Atâ ve Câbir'in görüşüne göre bütünüyle Mekke'de inmiştir. İbn Abbâs ile Katade'ye ait iki görüşten birisine göre tümüyle Medine'de inmiştir. Diğer görüşlerine göre ise, -ki bu aynı zamanda Yahya b. Sellam'ın da görüşüdür- başındaki ilk on âyet dışında Mekke'de inmiştir. Bu ilk on âyet Medine'de, Mekke'de bulunan müslümanlar hakkında inmiştir. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) dedi ki: Mekke ile Medine arasında inmiştir. Bu sûre altmışdokuz âyet-i kerimedir. Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile. 1Elif. lâm. Mîm. 2İnsanlar "Îman ettik" demeleri ile bırakılıverileceklerini ve imtihan edilmeyeceklerini mi sandılar? "Elif. Lâm. Mîm. İnsanlar 'îman ettik' demeleri ile bırakılıverileceklerini ve imtihan edilmeyeceklerini mi sandılar?" Sûrelerin başlangıçları ile ilgili açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. İbn Abbâs dedi ki: (Elif. Lâm. Mim); ben Allah'ım bilirim demektir. Bunun sûrenin ismi olduğu söylendiği gibi, Kur'ân'ın ismi olduğu da söylenmiştir. "...mi sandılar" rakrir ve azarlamak maksİsmi ile sorulmuş bir sorudur. Zannetmek demektir. "Bırakılıverileceklerini" anlamındaki âyet "sandılar" ile nasb mahallindedir. Sîbeveyh'in görüşüne göre aynı zamanda iki mef'ûlün yerini tutan sılasıdır da. "Demeleri" âyetinin başında yer alan ikinci; "me" edatı da bu husustaki iki görüşten birisine göre nasb mahallindedir ve; "Dedikleri için" yahut; "Demeleri sebebiyle" ya da; "Demeleri üzerine..." anlamında olur. Diğer izaha göre ise bu bir tekrarlama ciheti ile nasb mahallindedir. İfade de: "Elif. Lâm. Mîm. İnsanlar bırakılıverileceklerini mi sandılar?" Sandılar mı ki "îman ettik demekle (bırakılacaklarını) ve imtihan edilmeyeceklerini" takdirindedir. İbn Abbâs ve başkaları şöyle demişlerdir: Burada "insanlar" ile Mekke'de bulunan mü’minlerden bir topluluğu kastetmektedir. Kureyş'in kâfirleri bunlara müslüman oldukları için eziyet ediyor, onlara işkence yapıyorlardı. Seleme b. Hişam, Ayyaş b. Ebi Rabia, el-Velid b. el-Velid, Ammar b. Yasir, babası Yasir, annesi Sümeyye, Mahzumoğullarından birkaç kişi ve başkaları gibi. Bundan dolayı oldukça sıkılıyorlar, hatta yüce Allah'ın kâfirlere mü’minlerin aleyhine böyle bir güç ve imkân vermesine tepki bile gösteriyorlardı. Mücahid ve başkaları derler ki: Âyet-i kerîme yüce Allah'ın mü’minleri sınamak, onları denemek maksİsmi ile kulları hakkında uygulayageldiği sünnetinin bu olduğunu öğretmek ve onları teselli etmek üzere nazil olmuştur. İbn Atiyye dedi ki: Bu âyet-i kerîme her ne kadar bu sebeb yahutta bu anlamda belirtilen görüşler sebebiyle nazil olmuş ise de, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmeti arasında bakidir. Zaman durdukça hükmü de bu ümmet arasında kalmaya devam edecektir. Çünkü müslüman serhadlerde, müslümanların esir alınmak, düşmanlardan zarar görmek ve bunun dışında herhangi bir takım zorluklarla başbaşa kalmak suretiyle Allah tarafından fitne (sınama)'ye maruz kalmaları kalıcı bir husustur. Aynı şekilde herbir yer ibretle tetkik edilecek olursa, hastalıklarla ve türlü mihnetlerle de bunun gerçekleşmekte olduğunu görebiliriz-. Şu kadar var ki, müslümanların serhadlerde düşmanlardan gördükleri zararları, çektikleri sıkıntıları Kureyşlilerle karşı karşıya kaldıkları musibet ve zorlukları andıran bir durumdur. Derim ki: Onun bu söyledikleri ne kadar güzeldir! Gerçekten de söyledikleri doğrudur. Allah ondan razı olsun. Mukâtil dedi ki; Bu âyet-i kerîme Ömer b. el-Hattâb'ın azadlısı Mihca' hakkında nazil olmuştur. O Bedir günü müslümanlar arasından öldürülen ilk kişidir. Âmir b. el-Hadramî'nin ona attığı bir okla şehid olmuştur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da o gün şöyle buyurmuştur: "Şehidlerin efendisi Mihca'dır. O cennetin kapısına bu ümmet arasından çağırılacak ilk kişidir." Mâverdi, en-Nüket; IV, 275. Annesi, babası ve hanımı onun acısına dayanamadılar. Bunun üzerine: "Elif. Lâm. Mim. İnsanlar yalnızca Îman ettik demeleri ile bırakılıverileceklerini... mi sandılar?" âyeti nâzil oldu. Onlara hakkınızda bir âyet-i kerîme indi diye yazdılar. Bu sefer şu karan verdiler: Biz (Mekke'den) çıkıp gideceğiz, arkamızdan gelen olursa da onunla çarpışırız. Müşrikler arkalarından geldiler, onlarla çarpıştılar. Kimileri öldürüldü, kimileri de kurtuldu. Bunların hakkında da yüce Allah'ın: "Ayrıca Rabbin işkencelere uğratıldıktan sonra hicret edenlere... Ğafûr'dur, Rahîm'dir." (en-Nahl, 16/110) âyeti nazil oldu. "Ve imtihan, edilmeyeceklerini" ... yani şu müşriklerin eziyetlerinden dolayı çokça sızlanan kimseler, "biz îman ettik" diyerek îmanları dolayısıyla canlarında, mallarında, imanlarının hakikatlerini açıkça ortaya koyacak şekilde sınanmadan sadece "biz mü’miniz" demekle bırakılıverileceklerini ve bu kadarıyla yetinileceğini mi zannettiler? 3Yemin olsun onlardan önce geçenleri Biz İmtihan etmişizdir. Allah elbette doğru olanları da bilir, yalancı olanları da bilir, "Yemin olsun onlardan önce geçenleri Biz İmtihan etmişizdir." Ateşe atılan İbrahim el-Halil gibi. Allah'ın dini uğrunda testerelerle biçilip de imanlarından geri dönmeyen o mü’min topluluk gibi geçmişleri sınamış bulunuyoruz. Buhârî'de şu rivâyet yer almaktadır: el-Habbâb b. el-Erer'ten; (ashab) dediler ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kabe'nin gölgesinde bürdesine yaslanmış iken şikâyette bulunduk ve ona: Bizim İçin yardım dilemez misin? Bizim için dua etmez misin? dedik. Şöyle buyurdu: "Sizden öncekilerden bir adam alınır, onun için yerde bir çukur kazılır ve o çukura atılırdı. Sonra testere getirilir, başının üzerine konulur ve iki parçaya bölünürdü. Eti ve kemiği demir taraklarla birbirinden ayrılırdı ve bu dahi o kimseyi dininden geri döndürmezdi. Allah'a yemin ederim O, bu işi tamamlayacaktır. Öyle ki, bineği üzerinde kişi kalbinde Allah korkusu ile kurdun koyunlarına saldıracağı korkusundan başka hiçbir korku bulunmaksızın San'a'dan, Hadramût'a kadar yolculuk yapacaktır, fakat siz acele ediyorsunuz. " Buhârî, VI, 2546; Ebû Dâvûd, III, 47; Müsned, V, III, VI, 395. İbn Mâce'de yer alan rivâyete göre de Ebû Said el-Hudrî şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna girdim, ateşi oldukça yükselmişti. Elimi üzerine koydum, üzerindeki örtünün üstünden ateşinin sıcaklığını elimde hissettim. Ey Allah'ın Rasûlü dedim, ne kadar da ateşin var! O: "İşte bu şekilde bela bize kat kat verilir, ecir de bize kat kat verilir." Ey Allah'ın Rasûlü dedim, insanlar arasında belası en ağır olanlar kimlerdir? "Peygamberlerdir" diye buyurdu. Sonra kimlerdir? diye sordum. "Sonra salihlerdir" diye buyurdu. "Onlardan herhangi bir kimse fakirlik ile öyle bir sınanıyordu ki devenin üstüne çul olarak bırakılan ters çevrilmiş abadan başka giyecek bir şey bulamıyordu. Onlardan herhangi birisi, sizin herhangi birinizin rahat ve bolluğa sevindiği gibi; o da belaya sevinirdi." İbn Mâce, II, 1334. Sa'd b. Ebi Vakkas da şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasûlü, insanlar arasında belaları en ağır kimlerdir? dedim. Şöyle buyurdu: "Peygamberlerdir, sonra en iyileri, sonra onlardan sonra gelenler. Kişi dinine göre belalara maruz kalır. Eğer dininde sapasağlam bir kimse ise belası artar. Şayet dinine bağlılığı nisbeten zayıf ise dinine göre belalara maruz kalır. Bela kula gelip isabet etmeye devam eder durur ve nihayet kişiyi yeryüzünde üzerinde hiçbir günah olmaksızın yürüyecek hale getirir. " Tirmizî, IV, 601; İbn Mâce, II, 1334; Müsned, 1, 185. Abdurrahman b. Zeyd'in rivâyetine göre Îsa (aleyhisselâm)'in bir veziri (yardımcısı) vardı. Bir gün bineğine binip gitti. Yırtıcı bir hayvan onu alıp yedi, Îsa: Rabbim dedi, o senin dinin uğrunda benim vezirim (yardımcım), İsrailoğullarına karşı desteğim, onlar arasında benim halifem idi. Sen ona yırtıcı bir hayvanı musallat kıldın da onu yedi. Şöyle buyurdu: "Evet, onun benim nezdimde çok yüksek bir mertebesi vardı. Ameli ile ona ulaşmayacağını gördüm, bundan dolayı onu böyle bir belaya maruz kaldım ki; o mevkiye onu ulaştırayım." Vehb dedi ki: Havarilerden bir adamın kitabında şunu okudum: Şayet sen belâ yolundan yürütülüyor isen bundan dolayı gözün aydın olsun. Çünkü sen böylelikle peygamberlerin ve salihlerin yolunda yürütülmüş oluyorsun. Eğer bolluk ve rahatlık yolundan götürülmekte isen kendin için ağla. Çünkü sen onların yolundan başka bir yolda yürütülmüş oluyorsun. "Allah, elbette, doğru olanları da bilir." Yani Allah, Îmanlarında doğru ve samimi olanları ortaya çıkartacaktır. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/177. âyet, 8. başlıkta) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. ez-Zeccâc dedi ki: Yüce Allah doğruların doğruluğunu, fiilen ortaya çıkarmak suretiyle bilsin diye, anlamındadır. Çünkü Çenab-ı Allah onları yaratmadan önce de kimin doğru, kimin yalancı olduğunu biliyordu. Burada maksat kula amelinin karşılığının verilmesini sağlayacak şekilde ilmine uygun olarak vakıanın meydana gelmesidir. Yoksa Cenab-ı Allah doğru olanın doğruluğunu, vukua geleceğini ve bunun böylece gerçekleşeceğini zaten biliyordu. en-Nehhâs dedi ki: Bu hususta iki görüş vardır. Birincisine göre "doğru olanlar" âyeti "sıdk: doğruluk"den türemiş olabilir. "Yalancı olanlar" âyeti da doğruluğun zıttı olan "el-kezib: yalan"den türemiş olabilir. Bu durumda anlam şöyle olur: Yemin olsun yüce Allah doğru olup bizler mü’minleriz deyip aynı şekilde inanan kimseler ile yalancı olup da başka türlü inanca sahip olan kimseleri birbirinden açıkça ayırt edecektir. İkinci görüşe göre "doğru olanlar" lâfzı salabetli olmak demek olan; den "yalancı olanlar" da bozguna uğradı anlamına gelen; den türemiş olabilir. O takdirde; Elbette yüce Allah Savaşta sebat gösterenleri de, bozguna uğrayıp geri kaçanları da bilir, demek olur. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "(Yemen taraflarında arslanlarıyla meşhur bir yer olan) Aaser denilen yerde yiğitleri avlayan bir aralandır o, Arslan(lar) akranlarına karşı yalancı olduğunda (yani onları bırakıp geri çekildiğinde) o doğruluk gösterir (yerinde sebat eder.)" Böylece: "Elbette... bilir" âyeti mecazi olarak elbette açığa çıkartır anlamında kullanılmış olmaktadır, "Elbette... bilir" anlamındaki âyeti cemaat "ya" ve "lâm" harflerini üstün olarak; diye okumuşlardır. Ali b. Ebî Tâlib ise "ya" harfini ötreli, "lâm" harfini de esreli okumuştur (bildirecektir, anlamına gelir). Bu da en-Nehhâs'ın yaptığı açıklamaların anlamına açıklık getirmektedir. Bunun da üç türlü manaya gelme ihtimali vardır: 1- Âhirette bu doğrulara ve yalancılara hem mükâfat ve ceza itibariyle konumlarını, hem de dünyadaki amellerini bildirecektir. Yani onların hallerine kendilerini vakıf kılacaktır. 2- Birinci mef'ûl şu takdirde hazfedilmiş olabilir: Yüce Allah insanlara ve aleme bu doğru söyleyenleri de, yalancıları da bildirecektir, ilan edecektir. Yani onları açıklayacak, teşhir edecektir. Doğru olanları hayırda, yalancı olanları da serde; ve bu hem dünyada, hem âhirette olacaktır. 3- Bu okuyuş "alamef'den gelebilir. Yani herbir kesime kendisi tanınacağı olacağı bir alamet koyacaktır. Buna göre âyet-i kerîme (mana itibariyle) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Kim içinde bir şey gizlerse, Allah da ona o şeyin elbisesini giydirir" el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, X, 225; ravilerinden Hamid Âdem'in "yalancı" olduğu kaydıyla. hadisine benzemiş olur. 4Yoksa o kötülükleri İşleyenler Bizden kurtulabileceklerini mi sanırlar? Ne kötü hüküm veriyorlar! "Yoksa o kötülükleri" yani şirki "işleyenler Bizden kurtulabileceklerini" Biz onları yaptıkları sebebiyle sorgulamadan, cezalandırmadan önce, Bizden kurtulup Bizi âciz bırakabileceklerini "mi sanırlar?" İbn Abbâs dedi ki: el-Velid b. el-Muğire, Ebû Cehil, el-Esved, el-Âs b. Hişam, Şeybe, Utbe ve el-Velid b. Utbe, Ukbe b. Ebi Muayt, Hanzala b. Ebi Süfyan ve el-Âs b. Vâil'i kastetmektedir. "Ne kötü hüküm veriyorlar!" Rabblerinin etinden kurtulabilmenin mümkün olduğunu kabul etmekle Rabblerinin sıfatı hakkındaki hükümleri ne kadar da kötüdür. Halbuki Allah herşeye gücü yetendir. "Ne" ne kötü şey ya da ne kötü hüküm ediyorlar anlamında nasb mahallindedir. Bunun; o ne kötü şeydir ve onların hükmü ne kötüdür, anlamında ref’ mahallinde olması da mümkündür. Bu ez-Zeccâc'ın görüşüdür. İbn Keysan ise bundan farklı iki takdirde daha bulunmaktadır. 1- "Ne kötü hüküm veriyorlar" âyeti tek bir şey hükmünde olur. Mesela "yaptığın şey hoşuma gitti" derken; "Yaptığın şey" ifadesinin; "Yaptığın" anlamında olması gibi. Buna göre fiil ile birlikte; mastar olup ref mahallindedir. İfade: "Onların hükümleri (ne kötüdür)" takdirinde olur. 2- Diğer takdire göre ise bu edatın irab'ta mahalli olmaz ve; "Kötü"nün ismi konumunda yer alır. Nitekim; Ne iyi, ne kötü! de böyledir. Ebû'l Hasen İbn Keysan dedi ki: Ben gücümün yettiği her yerde edatının irabta mahalli olması görüşünü tercih ederim. Yüce Allah'ın: "Allah'tan bir rahmet sayesinde sen..." (Al-i İmrân, 3/159); "Onlar sözlerini bozdukları için" (el-Mâide, 5/13) Aynı şekilde: "İki vadeden hangisini bitirirsem..." (el-Kasas, 28/28) âyetinde; hep cer mahallindedir, ondan sonraki lâfızlar da ona tabidir. Aynı şekilde: "Gerçekten Allah bir sivrisineği... misal vermekten çekinmez" (el-Bakara, 2/26) âyetinde de; nasb mahallinde olup ondan sonra gelen "sivrisinek" anlamındaki lâfız da ona tabidir. 5Kim Allah'a kavuşmayı ümid ediyorsa, muhakkak Allah'ın belirlediği vâde elbette gelicidir ve O, herşeyi işitendir, bilendir. "Kim Allah'a kavuşmayı ümid ediyorsa" âyetindeki; "ümid ediyor(sa)" korkuyor(sa) anlamındadır. el-Hüzelî'nin bir balcıyı nitelendirirken söylediği şu mısraında olduğu gibi: "Onu arılar soktu mu onların sokmalarından korkmaz." Tefsir âlimleri anlamın icmâ' ile şöyle olduğunu bildirmişlerdir: Ölümden korkan salih amel işlesin. Çünkü ölümün gelip onu bulması kaçınılmaz bir şeydir. Buna da en-Nehhâs zikretmiştir. ez-Zeccâc dedi ki: "Kim Allah'a kavuşmayı ümid ediyorsa" âyeti yüce Allah'ın mükâfatını umuyorsa anlamındadır. Burada "kim" anlamındaki lâfız mübteda olarak merfu konumundadır (........) İse haber konumundadır ve bu da şart dolayısıyla cezm mahallindedir. "Ümid ediyor" âyeti da; in haberi konumundadır. Şartın cevabı da: "Muhakkak Allah'ın belirlediği vâde elbette gelicidir ve O herşeyi işitendir, bilendir" âyetidir. 6Kim cihad ederse, ancak kendisi için cihad eder. Şüphesiz Allah âlemlere muhtaç değildir. "Kim cihad ederse, ancak kendisi İçin cihad eder." Yani kim din uğrunda cihad eder, kâfirlerle Savaşmakta ve itaatleri işlemekte sabır ve sebat gösterirse, bu ancak kendisi için çalışmış olur. Yani bütün bunların sevabı sadece onadır. Bundan dolayı yüce Allah'a herhangi bir faydası olmaz. "Şüphesiz Allah âlemlere" yani onların amellerine "muhtaç değildir." Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Kim kendi nefsi için düşmanı ile çarpışır, bu yolla da Allah'ın rızasını gözetmiyor ise; yüce Allah'ın böylesinin cihadına hiçbir ihtiyacı yoktur. 7Îman edip salih amel İşleyenlere gelince, yemin olsun ki Biz onların kötülüklerini elbette örteriz ve elbette onları yapageldikleri amellerden daha güzeliyle mükâfatlandırırız. "Îman edip" tasdik edip "salih amel İşleyenlere gelince, yemin olsun ki Biz onların kötülüklerini elbette" onlara mağfiretle bulunmak suretiyle "örteriz." Onlar için gizleriz "ve elbette onları yapageldikleri amellerden daha güzeli ile mükâfatlandırırız." Yani amellerinin en güzeli olan itaatlarla mükâfatlandırırız. Diğer taraftan: Onların müşrik iken yaptıkları her türlü masiyetin örtüleceği, buna karşılık İslâm'da işledikleri herbir iyiliğin de mükâfatının verileceği anlamına geldiği söylenmiştir. Ayrıca; Biz onların kâfir iken de müslüman iken de işledikleri kötülüklerini Örteriz ve kâfir iken de müslüman iken de yaptıkları iyilikleri dolayısıyla onları mükâfatlandırırız, anlamına da gelebilir. 8Biz insana ana-babasına iyi davranmasını tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan bir şeyi Sana ortak koşman için seni zorlarlarsa onlara itaat etme. Dönüşünüz yalnız Banadır, yaptıklarınızı size haber vereceğim, "Biz insana ana-babasına iyi davranmasını tavsiye ettik." Tirmizî'nin rivâyetine göre bu âyet-i kerîme Sa'd b. Ebi Vakkas hakkında nâzil olmuştur. Sa'd b. Ebi Vakkas: Hakkımda dört âyet-i kerîme nazil olmuştur deyip bir olay anlattı. Sa'd'ın anası dedi ki: Allah (anne babaya) iyi davranmayı emretmedi mi? Allah'a yemin ederim ben ölünceye yahut sen kâfir oluncaya (Muhammed'i inkâr edinceye) kadar bir şey yemeyecek bir şey içmeyeceğim. (Sa'd) dedi ki: Ona bir şeyler yedirmek istedikleri vakit ağzını açmak için bir tahta parçası sokarlardı... Bunun üzerine şu: "Biz insana ana-babasına iyi davranmasını tavsiye ettik" âyeti nazil oldu. Ebû Îsa (et-Tirmizî) dedi ki; Bu hasen, sahih bir hadistir Tirmizî, V, J41; Müsned, I, 1H5; Müslim, IV, 1878 (kısmen) Yine Sa'd'ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir. Ben anneme karşı çok iyi davranırdım, Müslüman oldum, bu sefer o; Ya dinini terkedersin, yahutta ben de ölünceye kadar bir şey yemeyecek ve içmeyeceğim. Böylece bana bu yaptıkların dolayısıyla sen de ayıplanacaksın, "ey anasının katili!" denilecek. Bir kaç gün bu şekilde kaldı, sonunda ona: Anacağım dedim. Senin yüz tane canın olsa ve bunların biri diğerinin arkasına çıksa yine de ben bu dinimi terkedecek değilim. İstersen ye, istemiyorsan yeme. Benim halimi görünce yemek yedi ve: "Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan birşeyi sana ortak kısman için seni zorlarlarsa..." âyeti nazil oldu. İbn Kesîr, Teftir, III, 446, Taberânî, Kitabu'l-lşre'den naklen. İbn Abbâs dedi ki: Âyet-i kerîme Ebû Cehil'in anne bir kardeşi Ayyaş b. Ebi Rebia hakkında nâzil olmuştur, o da böyle bir şey yapmıştı. Yine ondan rivâyete göre bu âyet-i kerîme bütün ümmet hakkında inmiştir. Zira yüce Allah'ın belâlarına karşı ancak sıddîklar sabreder. "iyi davranmasını" lâfzı Basralılara göre tekrar (fiilin tekrarı) dolayısıyla nasbedilmiştir. Yani; "Ve Biz ona iyilik tavsiye ettik" demektir. Bunun kat' üzere olduğu ve ifadenin takdirinin; Ve Biz ona iyilikle tavsiye ettik" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu da "ona hayır tavsiye ettim" derken; demek gibidir ki; anlamındadır, Kûfeliler ise şöyle demişlerdir: Bu; " Biz insana iyilik yapmasını tavsiye ettik" takdirindedir. Buna göre onun için bir fiil takdir edilmiş olur. Şair de şöyle demektedir: "Ben Dehmâ'ya hayret ettim, çünkü bizi şikayet ediyor, Ebû Dehmâ'ya da hayret ettim, o da bize hayır tavsiye ediyor. Dehmâ hakkında; sanki bizden korktular." Bu da; o bize ona hayırlı bir şekilde davranmamızı tavsiye ediyor, anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Boyunlarını... sıvazlamaya başladı" (Sâd, 38/133) âyetinde olduğu gibi. Bu da; "Bir şekilde sıvazlamaya başladı" demektir. İfadenin takdirinin: Biz ona güzel bir iş ve davranış tavsiye ettik, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu durumda sıfat mevsufun yerine geçirilmiş ve muzaf hazfedildikten sonra, muzafun ileyh de onun yerine getirilmiş olur. Anlamının: "Biz ona güzel davranma zorunluluğunu koyduk" şeklinde olduğu da söylenmiştir. "Güzel davranma" âyeti genel olarak "ha" ötreli ve sin harfi de sakin olarak okunmuştur. Ancak Ebû Recâ, Ebû'l-Aliye ve ed-Dahhak "ha" ve "sin"i üstün okumuştur. el-Cahderî ise mastar olarak;diye okumuştur. Ubeyy'in Mushaf ında da böyledir. İfadenin de takdiri: "Biz İnsana annesine babasına iyilik yapmasını tavsiye ettik" şeklinde olup burada ("iyilik" anlamındaki lâfız): "tavsiye ettik" ile nasb edilmiş değildir. Çünkü bu fiil hakettiği iki mef'ûlünü almıştır, "Dönüşünüz yalnız Bana'dır." Bu küfür ve nankörlük hususlarında anne-babaya itaat edilmesi halinde tehdit manasınadır, "Dönüşünüz yalnız Banadır. Yaptıklarınızı size haber vereceğim." 9Îman edip salih amel işleyenleri Biz elbette salihler arasına katacağız. "Îman edip salih amel işleyenleri Biz elbette salihler arasına katacağız." Yüce Allah, amel eden mü’minlerin halini yeniden söz konusu etmektedir ki; insanlar onların mertebelerine nail olmak için şevk duysun. "Biz elbette" onları "salihler arasına katacağız" âyeti da bu manada bir mübalağadır. Yani salâhın en ileri derecesinde olup salâhın en uzak hedeflerine ulaşmış olanlar demektir. İşte mü’min bu noktaya geldi mi onun semeresini de, mükâfatını da elde eder ki, o da cennettir. 10İnsanlardan bazısı: "Biz Allah'a îman ettik" derler. Ona Allah yolunda eziyet olunduğunda, insanların fitnesini Allah'ın azâbı gibi sayar. Eğer Rabbinden bir yardım gelirse, yemin olsun ki: "Şüphesiz biz sizinle beraber idik" diyeceklerdir. Allah âlemlerin kalbinde olanı en iyi bilen değil midir? "İnsanlardan bazısı: Biz Allah'a îman ettik, derler" âyet-i kerimesi "Allah'a îman ettik" diyen münafıklar hakkında inmiştir. "Ona Allah yolunda eziyet olunduğunda insanların fitnesini" onların verdikleri eziyeti âhiretteki "Allah'ın azâbı gibi sayar" ve irtidad eder. "Eğer" mü’minlere "Rabbinden bir yardım gelirse, yemin olsun ki" yalancı oldukları halde, bu mürtedler; "Şüphesiz ki biz sizinle beraber idik, diyeceklerdir." Yüce Allah, onlara şöyle buyurmaktadır: "Allah, âlemlerin kalbinde olanı, en iyi bilen değil midir?" Yani yüce Allah, onların kalplerinde olanı bizzat kendilerinden daha iyi bilir. Mücahid dedi ki: Bu âyet-i kerîme dilleriyle îman eden bir takım kimseler hakkında inmiştir. Bunlara Allah'tan bir belâ ya da nefislerinde bir musibet gelip çatınca fitneye düştüler, ed-Dahhak da şöyle demiştir: Âyet-i kerîme Mekke'de iken îman eden münafık bir takım kimseler hakkında inmiştir. Bunlara eziyet ve işkence yapılınca tekrar şirke geri döndüler. İkrime de şöyle demiştir: Bunlar İslam'a girmiş bir topluluk idi. Müşrikler onları kendileri ile birlikte Bedir'e çıkmaya zorladılar. Bazıları Bedir'de öldürüldü. Bunun üzerine yüce Allah: "Nefislerine zulmedenler olarak canlarını alacağı kimselere melekler..." (en-Nisa, 4/97) âyetini indirdi. Medine'deki müslümanlar bu âyeti yazıp Mekke'deki müslümanlara gönderdi. Onlar da Mekke'den çıktılar, müşrikler arkalarından yetiştiler. Bazıları fitneye düştüler. İşte bu âyet-i kerîme onların hakkında nazil oldu. Âyet-i kerimenin Ayyaş b. Ebi Rebia hakkında indiği de söylenmiştir. O müslüman olduktan sonra hicret etmişti, sonra da eziyete uğratıldı, dövüldü ve irtidad etti. Ebû Cehil ile el-Haris onu işkencelere maruz bıraktılar ki, anne bir kardeşleri idiler. İbn Abbâs dedi ki: Bundan sonra bir süre yaşadı ve İslam'a güzel bir şekilde bağlandı. 11Allah mü’minleri de elbette bilir, münafıkları da elbette bilir. "Allah mü’minleri de elbette bilir, münafıkları da elbette bilir." Katade dedi ki: Bu âyet-i kerîme müşriklerin Mekke'ye geri döndürdüğü topluluk hakkında nazil olmuştur. 12İnkâr edenler, Îman edenlere dediler ki: "Bizim yolumuza uyun, günahlarınızı biz yükleniriz." Halbuki onlar, ötekilerin günahlarından bir şeyi yüklenecek değillerdir. Muhakkak onlar, elbettekİ yalancıdırlar. "İnkâr edenler, îman edenlere dediler ki: Bizim yolumuza" dinimize "uyun günahlarınızı biz yükleniriz" âyetindeki; "Biz yükleniriz" lâfzı emir kipi olması dolayısıyla cezmedilmiştir. el-Ferrâ'' ile ez-Zeccâc dediler ki: Bu şart ve cevabı te'vilinde bir emirdir. Yani, eğer bizim yolumuza uyarsanız biz de günahlarınızı yükleniriz. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Ben ona: Sen de dua et, ben de dua edeyim dedim çünkü, İki dua edenin seslenmesi, bir sesi daha da güzelleştirip." Eğer sen dua edersen, ben de dua ederim, demek istemiştir. el-Mehdevî dedi ki: Daha sonra: "Muhakkak onlar elbetteki yalancılardır" âyetinin gelmesi manaya binaendir. Çünkü âyet, eğer siz bizim yolumuza uyarsanız, biz de sizin günahlarınızı yükleniriz, anlamındadır. Burada bu husus mana İtibariyle verilen bu habere raci olduğundan dolayı, haberin yalanlanması söz konusu olduğu gibi; bu ifadeleri de yalanlanmış olmaktadır. Mücahid dedi ki: Kureyş'ten müşrikler: Biz de, siz de öldükten sonra diriltilmeyeceğiz. Eğer sizin bir günahınız varsa, bizim üzerimize olsun. Yani sizin için doğacak sorumlulukları adınıza biz taşıyacağız, dediler. Burada "taşımak" sorumlu olmak anlamındadır, yoksa sim üzerinde yüklenmek demek 1 değildir. Rivâyete göre bu sözleri söyleyen el-Velid b. el-Muğire imiş. 13Yemin olsun onlar hem kendi yüklerini taşıyacaklar, hem de kendi yukleriyle birlikte başka yükleri de yükleneceklerdir. Hiç şüphesiz yaptıkları iftiralardan kıyâmet gününde muhakkak sorumlu tutulacaklardır. "Yemin olsun onlar hem kendi yüklerini taşıyacaklar, hem de kendi yükleriyle birlikte başka yükleri de taşıyacaklardır." Yani bunların hasenatları bittikten sonra, zulmettikleri kimselerin günahlarından bunlara yükletilecektir. Bu anlamdaki bir hadis Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet edilmiş olup Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/161. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Ebû Umame el-Bahilî dedi ki: "Kıyâmet gününde bir adam, iyilikleri pek çok olduğu halde, getirilir. Hasenatı sona erinceye kadar onun iyiliklerinden (başkalarına yaptıkları kötülükleri) takas edilir. Sonra yine ondan hak istemeler devam eder. Bunun üzerine aziz ve celil Allah şöyle buyurur: Kuluma (iyiliklerinden) takas yapınız. Melekler: Onun hiçbir iyiliği kalmadı, derler. Bu sefer: Zulme uğrayanın kötülüklerinden alınız, bunun üzerine bırakınız." diye buyurur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) daha sonra yüce Allah'ın: "Yemin olsun onlar hem kendi yüklerini taşıyacaklar, hem de kendi yükleriyle birlikte başka yükleri de yüklenecekler" âyetini okudu. Aynı manada Peygamber Efendimize merfu' bir hadis olarak: Tirmizî, IV, 6132 Katade dedi ki: Herhangi bir sapıklığa çağıran kimse, hem o sapıklığın günahını yüklenir, hem de onunla amel edenin günahını. Bununla birlikte hiçbirisinin günahından da bir şey eksiltilmiş olmaz. Bunun bir benzeri de: yüce Allah'ın şu âyetidir: "Onlar (böylelikle) kıyâmet gününde kendilerinin yüklerini tamamen yüklendikten başka bilgisizce saptırdıkları kimselerin yüklerinden bir kısmım da yükleneceklerdir." (en-Nahl, 16/25) Bunun bir benzeri de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetidir: "Kim İslam'da kötü bir yol açacak olursa, o kötü yolun günahı ve ondan sonra da onunla amel edeceklerin günahı onun üzerinedir. Bununla birlikte hiçbirinin günahından da bir şey eksiltilmeyecektir." Müslim, II, 705, IV, 2059; Tirmizî, V, 143; İbn Mâce, I, 75; Müsned, II, 504, IV, 358. 360. Bu, Ebû Hüreyre ve başkaları tarafından rivâyet edilmiş bir hadistir. el-Hasen dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Kim bir hidayete çağırır da bu yol üzere ona tabi olunur ve gereğince amel olunursa, ona tabi olanların ecirleri gibi ona da verilir. Bu durunn ise onlardan hiçbirisinin ecirlerini eksiltmez. Kim de bir sapıklığa çağırır da bu hususta ona uyulur ve ondan sonra da onunla amelde bulunulursa ona tabi olan kimseler arasından o husus ile amel edenlerin günahlarının bir benzeri de ona verilir ve bu, onlardan hiçbirisinin günahından bir şey eksiltmez." el-Hasen daha sonra: "Yemin olsun onlar hem kendi yüklerini taşıyacaklar, hem de kendi yükleriyle birlikte başka yükleri de yükleneceklerdir" âyetini okudu. Derim ki: Bu mürsel bir rivâyettir. Müslim tarafından rivâyet edilen Ebû Hüreyre hadisinin manası da budur. Enes b. Malik'in Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'tan rivâyet ettiği hadisin ifadeleri de şöyledir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Herhangi bir davetçi bir sapıklığa çağırır ve bu hususta ona tabi olunursa, ona kendisine tabi olanların günahlarının benzeri yazılır ve onların günahlarından da hiçbir şey eksiltilmez. Her kim hidayete çağırır da ona tabi olunursa, ona tabi olan kimselerin ecirlerinin bir benzeri onun için de vardır ve onların ecirlerinden hiçbir şey eksiltilmez." Bunu İbn Mâce, Sünere'inde rivâyet etmiştir İbn Mâce, I. 75 Bu hususta Ebû Cuhayfe ve Cerir'den de rivâyetler gelmiştir. Şöyle de denilmiştir: Burada maksat, zâlimlere yardımcı olanlardır. Maksadın bid'atleri üzere kendilerine tabi olunan bid'at sahipleri olduğu söylendiği gibi, kendilerinden sonra gelenler onunla amel edecek olurlarsa sonradan ortaya çıkmış sünnetler (bid'at yollar) ihdas edenlerdir de söylenmiştir. Mana birbirine yakındır, hadis bunların hepsini kapsamına almaktadır. 14Yemin olsun Biz, Nûh'u kavmine gönderdik. O da onlar arasında elli yıl eksik olmak üzere bin yıl kaldı. Derken onlar zâlimler oldukları halde tufan onları yakaladı. "Yemin olsun Biz, Nûh'u kavmine gönderdik. O da onlar arasında elli yıl eksik olmak üzere bin yıl kaldı." Nûh (aleyhisselâm)'ın kıssasını yüce Allah peygamberini teselli etmek üzere zikretmektedir. Yani senden önceki peygamberler de kâfirler ile sınanmışlar ve sabretmişlerdi. Özellikle Nûh (aleyhisselâm)'ın zikredilmesinin sebebi yeryüzüne gönderilen ilk rasûlün o oluşundan dolayıdır. O sırada dünya, daha önce Hud Sûresi'nde (11/41-44. âyetlerin tefsirinde) açıklandığı üzere küfür ile dolmuştu. Yine el-Hasen'den nakledildiği üztere ve Hud Sûresi'nde de belirtildiği gibi, Nûh (aleyhisselâm)'ın, kavminden çektiklerini hiçbir peygamber kavminden çekmiş değildir. Katade'nin, Enes'ten rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İlk rasûl peygamber Nûh'dur." Katade dedi ki: Nûh (aleyhisselâm) el-Cezire'de peygamber olarak gönderilmiştir. Kaç yıl Ömür sürdüğü hususunda farklı görüşler vardır. Yaşının şanı yüce Allah'ın Kitabında zikrettiği kadar olduğu söylenmiştir. Katade dedi ki: O kendilerini davete başlamadan Önce aralarında üçyüz yıl kaldı. Onları üçyüz yıl davet etti, Tufan'dan sonra da üçyüz elli yıl yaşadı. İbn Abbâs dedi ki: Nûh (aleyhisselâm) kırk yaşında peygamber oldu. Kavmi arasında ise elli yıl eksiği ile bin yıl süreyle kaldı. Tufan'dan sonra ise insanlar çoğalıp etrafa yayılıncaya kadar altmış yıl yaşadı. Yine İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: İkiyüzelli yaşında iken peygamber oldu, aralarında elli yıl eksiği ile bin yıl kaldı. Tufan'dan sonra da ikiyüz yıl yaşadı. Vehb dedi ki: Nûh (aleyhisselâm) ikibindörtyüz yıl yaşadı. Ka'b el-Ahbar dedi ki: Nûh kavmi arasında elli yıl eksiği ile bin yıl kaldı. Tufan'dan sonra ise yetmiş yıl yaşadı. Böylelikle onun toplam yaşı binyirmi yıldır. Avn b. Ebi Şeddad dedi ki: Nûh (aleyhisselâm) üçyüzelli yaşında iken peygamber oldu. Kavmi arasında ise elli yıl eksiği ile bin yıl kaldı. Tufan'dan sonra ise üçyüzelli yıl yaşadı. Böylelikle toplam yaşı binaltıyüzelli yıl etmektedir. Buna yakın bir rivâyet el-Hasen'den de gelmiştir. el-Hasen dedi ki: Ölüm meleği Nûh (aleyhisselâm)'ın ruhunu kabzetmek üzere geldiğinde; Ey Nûh dedi. Dünyada kaç yıl yaşadın? O: Peygamberlikten önce üçyüz yıl, kavmim arasında elli eksiği ile bin yıl, Tufan'dan sonra da üçyüz elli yıl, dedi. Ölüm meleği dedi ki: Dünyayı nasıl buldun? Nûh dedi ki: İki kapısı olan bir ev gibi. Buradan girdim, öbüründen çıktım. Enes'in de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Yüce Allah, Nûh (aleyhisselâm)'ı kavmine peygamber olarak göndereceğinde o ikiyüzelli yaşında idi. Kavmi arasında elli yıl eksiği ile bin yıl kaldı. Tufan'dan sonra da ikiyüzelli yıl kaldı. Ona ölüm meleği gelince: Ey Nûh dedi, ey peygamberlerin en büyüğü ve ey ömrü pek uzun, duası makbul olan kişi! Dünyayı nasıl buldun? diye sordu, şu cevabı verdi: Kendisine iki kapılı bir ev yapılmış bir adamın, bir kapıdan girip diğerinden çıkması gibi" dedi. Şöyle de denilmiştir: ,,,Bu kapılardan birisinden girdi, bir süre oturdu, sonra da öbür kapıdan çıkıp gitti. İbnu'l-Verdî dedi ki: Nûh (aleyhisselâm) kamıştan bir ev yaptı. Ona: Bir başka ev yapmış olsaydın keşke, denildi. O: Ölecek kimseye bu dahi fazladır, dedi. Ebû'l-Muhacir dedi ki: Nûh (aleyhisselâm) kavmi arasında elli yıl eksiği ile bin yıl süreyle kıldan bir çadır içerisinde kaldı. Kendisine: Ey Allah'ın peygamberi, bir ev yapsana, denildi, o: Bugün veya yarın (nasıl olsa) öleceğim, dedi. Vehb b. Münebbih dedi ki: Nûh (aleyhisselâm) ölüm korkusu ile beşyüz yıl süreyle kadınlara yaklaşmadı. Mukâtil ve Cüveybir dedi ki: Âdem (aleyhisselâm)'ın yaşı ilerleyip kemiği zayıflayınca: Ey Rabbim, dedi. Ben ne zamana kadar çalışıp didineceğim? Ey Âdem dedi, senin sünnet edilmiş bir evladın oluncaya kadar, diye buyurdu. On batın sonra Nûh dünyaya geldi, O sırada Âdem -altmış yıl eksiği ile- bin yaşında idi. Bazıları ise kırk yıl eksiği ile demişlerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Nûh (aleyhisselâm)'ın geriye doğru soyu şöyledir: Nûh b. Lâmek b. Müteveşlih b. İdris -ki o Ahnûh'dur- b. Yered b. Mehlayil b. Kaynân b. Enuş b. Şis b. Âdem. Nûh'un ismi "es-Seken" idi. Ona es-Seken denilmesinin sebebi insanların Âdem'den sonra ona ulaşmaları, sakin olmalarıdır. O da onların babalarıdır. Onun Sam, Ham ve Yafes diye üç oğlu oldu. Şam'dan Araplar, Farslar ve Rumlar dünyaya geldi. Bunların hepsinde de hayır vardır. Ham'ın soyundan Kiptiler, Sudanlılar ve Berberliler dünyaya geldi. Yafes'in soyundan ise Türkler, İskitler, Ye'cuc İle Me'cuc dünyaya geldi. Bunlarda hayır yoktur. İbn Abbâs dedi ki: Şam'ın soyundan gelenler arasında beyaz tenlilikle, buğday tenlilik vardır. Ham'ın soyundan gelenler ise siyahtırlar, beyaz tenliler azdır. Yafes'in çocukları -ki bunlar Türklerle, İskitlerdir- sarı ve kırmızı tenlilik vardır. Onun dördüncü bir oğlu daha vardı ki, bu da suda boğulan Ken'an idi. Araplar da onu Yâm diye adlandırırlar. Nûh (aleyhisselâm)'a bu ismin veriliş sebebi, onun elli yıl eksiği ile bin yıl süreyle kavmini Allah'a davet ederek nevhetmesi (feryad etmesi)'dir. Onların kâfir olmaları üzerine ağladı ve onlar için feryad etti (nâhe). el-Kuşeyrî Ebû'l-Kasım Abdu'l-Kerîm "et-Tahbîr" adlı eserinde şöyle demektedir: Rivâyet olunduğuna göre Nûh (aleyhisselâm)'ın ismi Yeşkur idi. Fakat günahı için çokça ağladığından ötürü yüce Allah ona: Ey Nûh, daha ne kadar ağlayacaksın, diye vahyetti. Bundan dolayı da ona Nûh denildi. Bunun üzerine: Ey Allah'ın Rasûlü onun günahı neydi? diye soruldu. O da şöyle dedi: Yolda geçerken bir köpek gördü, kendi içinden ne kadar da çirkindir, diye geçirdi. Yüce Allah ona: Haydi sen ondan daha güzelini yarat! diye vahyetti. Yezid er-Rukaşî dedi ki: Ona Nûh adının veriliş sebebi, kendisi hakkında çokça nevh etmesi (ahu figan etmesi)dir. Burada niçin; "Elli yıl eksik olmak üzere bin yıl" diye buyurularak, dokuzyüzelli yıl denilmedi? diye sorulacak olursa. Buna iki türlü cevap verilir: 1- Bundan maksat sayının çoğaltılmasıdır. Burada "bin" denilmesi hem lâfız itibariyle hem de sayı itibariyle daha çok söylemeyi gerektirmektedir. 2- Rivâyet olunduğuna göre, ona bin yıllık ömür verilmişti. O ömründen elli yılı çocuklarından birisine bağışlamıştı. Ölüm vakti gelince, bu sefer bini tamamlamaya döndü. Şanı yüce Allah bu eksiltmenin onun tarafından olduğuna dikkat çekmek üzere bunu böylece zikretti. (Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır). "Derken onlar zâlimler oldukları halde tufan onları yakaladı." İbn Abbâs, Saîd b. Cübeyr ve Katade: Tufan'dan kasıt yağmurdur; ed-Dahhak da, suda boğulmaktır, demişlerdir, ölüm olduğu da söylenmiştir. Bunu da Âişe (radıyallahü anha), Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiştir. Şairin şu mısraında da bu anlamda kullanılmıştır: "Onları önüne katıp sürükleyici bir ölüm tufanı yok etti." en-Nehhâs dedi ki: Yağmur, öldürmek ya da ölüm gibi herkesin etrafını kuşatan ve çok olan herşeye "tûfân" denilir. "Onlar zâlimler oldukları halde" cümlesi hal konumundadır. "Bin yıl" ise zarf olarak nasbedilmiştir. "Elli yıl eksik olmak üzere" anlamındaki âyet da mûceb cümleden müstesna olarak nasbedilmiştir. Sîbeveyh'e göre de bu mef'ûl ayarındadır. Çünkü ona göre böyle bir istisnaya mef'ûl gibi ihtiyaç duyulmaz. el-Müberred, Ebû'l-Abbas, Muhammed b. Yezid ise: O (ıstisnâ) ona göre katıksız mef'ûl durumundadır. Sanki; "Zeyd'i istisna ettim" denilmiş gibi olur. Hasen b. Ğalib b. Necih Ebû'l-Kasım el-Mısrî rivâyet ediyor: Bize Malik b. Enes, ez-Zühri'den o İbn el-Müseyyeb'den, o Übeyy b. Ka'b'dan dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Cebrâîl benim ile Ömer'in fazileti hususunda konuşuyor idi. Ben: Ey Cebrâîl Ömer'in fazileti ne derecedir? diye sordum. Bana: Ey Muhammed dedi. Eğer seninle birlikte Nûh'un kavmi arasında kaldığı süre kadar kalacak dahi olsam, ben sana Ömer'in faziletini yeteri kadar anlatmış olamam." Bunu el-Hatib Ebubekir Ahmed b. Sabit el-Bağdadî zikretmiş ve şöyle demiştir: Bu rivâyeti Hassan b. Galib tek başına Mâlik’ren rivâyet etmiştir. Malik'ten böyle bir hadis sabit değildir. 15Fakat Biz onu da, gemide olanları da kurtardık. Ve o gemiyi Biz âlemlere bir âyet (ibret) kıldık. "Fakat Biz onu da, gemide olanları da" âyetindeki "gemide olanlar" lâfzı "onu" lâfzındaki zamire atfedilmiştir. "Kurtardık ve o gemiyi Biz âlemlere bir âyet (ibret) kıldık" âyetinde yer alan "o gemiyi" lâfzındaki "elif ve "he" zamiri (o) gemiye yahut cezaya ya da kurtuluşa ait bir zamirdir. Buna göre bu hususta üç görüş vardır. 16İbrahim'i de (peygamber gönderdik). Hani o kavmine şöyle demişti: "Allah'a ibadet edin ve Ondan korkun, çünkü bu sizin için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz. "İbrahim'i de" âyeti ile ilgili el-Kisaî şöyle demektedir: "ibrahim'i de" âyeti "kurtardık" âyeti ile nasbedilmiştir. Yani burada "onu" âyetine atfedilmiştir. el-Kisaî bu âyetin "Nûh"a atfedilmiş olmasını da uygun kabul etmektedir. O takdirde: biz İbrahim'i de peygamber olarak gönderdik, anlamıda olur. Üçüncü bir görüşe göre de "İbrahim'i de an" anlamında nasbedilmiş olabilir. Hani o kavmine şöyle demişti: "Allah'a İbadet edin" ibadeti yalnız O'na yapın "ve O'ndan" O'nun ceza ve azabından "korkun. Çünkü bu sizin için" putlara ibadet etmekten "daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz." 17"Siz ancak Allah'tan başka bir takım putlara İbadet ediyor ve aslı olmayan yalanlar düzüyorsunuz. Şu Allah'tan başka ibadet etmekte olduklarınız size bir rızık vermeye şüphesiz güç yetîremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na ibadet edin ve O'na şükrediniz. Yalnız O'na döndürüleceksiniz. "Siz ancak Allah'tan başka bir takım putlara" heykellere "ibadet ediyor...sunuz." Ebû Ubeyde dedi ki; Sanem (heykel) altın, gümüş veya bakırdan yapılan ma'bud suretidir. Vesen (put) ise alçı ya da taşlan yapılan ma'bud suretidir. el-Cevherî der ki: Vesen, sanem ile aynı anlamdadır. Vesen'in çoğulu; ile ...diye gelir. "Arslan" anlamındaki lâfzın ile diye gelmesi gibi, "Ve aslı olmayan yalanlar düzüyorsunuz." el-Hasen dedi ki: Buradaki "Düzüyorsunuz" aslında yontuyorsunuz anlamındadır. Yani sizler bizzat kendinizin yapmış olduğu putlara ibadet ediyorsunuz. Mücahid dedi ki: İfk, yalan demektir. Yani sizler putlara ibadet ediyor ve yalan uyduruyorsunuz. Ebû Abdu'r-Rahmân da -"düzüyorsunuz" anlamındaki lâfzı-: diye okumaktadır. Bu diye de okunmuştur ki; bu da den gelip çokluk anlamını ifade eder. Buna karşılık; ise dan gelmektedir ki; çok çok yalan söyledi ve yalan iddialarda bulundu demek. "Aslı olmayan yalanlar" anlamı verilen lâfız da; diye de okunmuştur. Bu da iki şekilde açıklanabilir. Ya; " Yalan söyledi" ve; "Oynadı" kabilinden bir mastar olur. Bu durumda "Aslı olmayan yalan" ondan hafifletilmiş (yani sakin olan fe esreli okunmuş) olur. "Yalan" ile; "Oyun" kelimeleri gibi; ya da "fa'il" vezninde bir sıfat(-ı müşebbehe) olabilir. Bu da anlamına gelir ki; asılsız olan batıl olan, bir şeyi uyduruyorsunuz, demek olur. "Putlara" lâfzı "ibadet ediyor(sunuz)" ile nasb edilmiştir. (........) ise kâffe (yani başındaki inne'nin amelini önleyen)dir. Kur'ân-ı Kerîm'in dışında (benzeri cümlelerde) "putlar" anlamındaki kelimenin edatı, nin ismi kabul edilmek suretiyle ref olarak okunması "ibadet ediyor(sunuz)" da onun sılası kabul edilmesi mümkündür. Bu durumda "he" zamiri de ismin uzunluğundan ötürü hazfedilmiş, buna karşılık "putlar" anlamındaki kelime nin haberi olmuştur. "Aslı olmayan yalanlar düzüyorsunuz" kıraatinde ise "aslı olmayan yalanlar" anlamındaki lâfız fiil ile nasbedilmiştir. Başka bir açıklaması yoktur. Aynı şekilde; "Şu Allah'tan başka ibadet etmekte olduklarınız, size bir rızk vermeye güç yetiremezler" âyeti da böyledir. Yani sizler rızıklarınız ile ilgili taleplerinizi sadece Allah'a yöneltiniz, yalnız O'ndan rızık isteyiniz, başkasından değil. 18"Eğer yalanlarsanız, sizden önce gelen ümmetler de yalanlamıştır. Peygambere düşen apaçık tebliğ etmekten ibarettir." "Eğer yalanlarsanız, sizden önce gelen ümmetler de yalanlamıştır." Bu âyetin İbrahim (aleyhisselâm)'ın söylediği sözler cümlesinden olduğu belirtilmiştir. Yani yalanlamak kâfirlerin adetidir, rasûllerin ise tebliğ etmekten başka görevleri yoktur. 19Görmediler mi Allah yaratmaya nasıl başlıyor? Sonra da onu tekrar geri çevirecektir. Muhakkak bu Allah'a göre çok kolaydır. "Görmediler mi ki Allah yaratmaya nasıl başlıyor." Genelde "Görmediler mi ki" âyeti haber vermek ve onları azarlamak manasıyla "ya" ile okunmuştur, Ebû Ubeyd ile Ebû Hatim'in tercihi budur. Ebû Ubeyd dedi ki; Çünkü daha önce ümmetlerden sözedilmiştir. Sanki şöyle buyurulmuş gibidir: Geçmiş ümmetler görmediler mi ki... Buna karşılık Ebubekir, el-A'meş, İbn Vessâb, Hamza ve el-Kisaî ise hitap kipi ile; "Görmediniz mi" diye "te" ile okumuşlardır. Çünkü daha önceden "eğer yalanlarsanız" diye buyurulmuştur. "Eğer yalanlarsanız" âyetinin Kureyşlilere hitap olduğu, İbrahim (aleyhisselâm)'ın sözlerinden olmadığı da söylenmiştir. "Sonra onu tekrar geri çevirecektir." Yani tekrar yaratacak ve öldükten sonra diriltecektir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir; Yani onlar yüce Allah'ın meyve ve mahsulleri nasıl ilkin yarattığını görmediler mi? Bunlar önce canlanmakta, sonra yok olmakta, sonra onları tekrar diriltmekte ve bu böylece sürüp gitmektedir. Aynı şekilde ilk olarak insanı da yaratmakla, sonra ondan çoluk-çocuk var ettikten sonra tekrar onu öldürmektedir. Çocuklarından başka çocuklar da var edip gitmektedir. Diğer canlılar da böyledir. Yani sizler Onun yeniden yaratmaya ve icad etmeye dair kudretini gördüğünüze göre şunu bilin ki, O ölümden sonra tekrar yaratmaya da kadirdir. "Muhakkak bu Allah'a göre çok kolaydır." Çünkü O, bir şeyin var olmasını istedi mi ona ol der, o da hemen oluverir. 20De ki; "Yeryüzünde gezip dolaşın da yaratmaya nasıl başladığına bir bakın. Bundan sonra Allah âhiret hayatını tekrar yaratacaktır. Çünkü Allah herşeye kadirdir. 21Dilediğine azâb eder, dilediğine de rahmet eder ve yalnız O'na çevrileceksiniz. Ya Muhammed, onlara "de ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da yaratmaya" yaratıkların çokluklarına, şekillerinin farklılıklarına, dillerinin, renk ve tabiatlarının ayrı ayrı oluşuna rağmen "nasıl başladığına bir bakın!" Önceki nesillerin yaşadıkları yerlere, onların ülkelerine, geriye bıraktıkları eserlerine ve onları nasıl helâk ettiğine bir bakın! Böylelikle yüce Allah'ın kudretinin kemalini bilmiş olacaksınız. "Bundan sonra Allah âhiret hayatını tekrar yaratacaktır." Ebû Amr ve İbn Kesîr ("hayat" anlamını verdiğimiz): kelimesini "şın" harfini üstün olmak üzere diye okumuşlardır ki; bunlar iki ayrı söyleyiştir. Şefkat anlamına gelen "re'fet"in; ile ye okunması ve benzeri diğer kelimelerde olduğu gibi. el-Cevherî dedi ki: Allah onu yarattı" demektir. İsmi de; ile şeklinde medle gelir. Bu da Ebû Amr b. el-Ala'dan nakledilmiştir. "Çünkü Allah herşeye kadirdir, dilediğine" adaletinin tecellisi olarak "azâb eder, dilediğine de" lütfü ile "rahmet eder ve yalnız O'na çevrileceksiniz" döndürüleceksiniz. 22Yerde de, gökte de siz âciz bırakabilecekler değilsiniz. Sizin için Allah'tan başka bir veli ve bir yardımcı da yoktur. "Yerde de, gökte de siz aciz bırakabilecekler değilsiniz." el-Ferrâ' dedi ki: Bu âyet; Gökte olan kimseler de Allah'ı âciz bırakamazlar" şeklindedir. Ayetin nazmı ile el-Ferrâ''nın bu açıklaması gözönünde bulundurulursa anlamı şöyle olur: "Sizler yerde aciz bırakılabilecekler değilsiniz; gökte olan kimseler de Allah'ı aciz bırakamazlar" Arapçada bu söyleyiş üstü kapalı bir ifadedir. Buna sebeb ise ikincisinde ortaya çıkmayan (ve el-Ferrâ'nın; "kimse" anlamını verdiğimiz "men" diye takdir ettiği) ikinci (matul) cümledeki zamirdir. Bu da Hassan'ın şu sözüne benzer: "Aranızda» Allah Rasûlünü hicveden kimse de, Onu öven ve ona yardım eden de birdir." Şair burada "onu Öven ve ona yardım eden kimse birdir" demek istemiş ve burada; " Kimse" lâfzını takdir etmiştir. Abdurrahman b. Zeyd de böyle demiştir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Bizden bilinen bir makamı olmayan yoktur." (es-Sâffât, 37/164) âyetidir ki; "Herbirimiz için.,." demektir. Âyet-i kerimenin anlamı şudur: Yeryüzünde yeryüzündekiler ve semadakiler -O'na isyan edecek olurlarsa- şüphesiz Allah'ı âciz bırakamazlar. Kutrub dedi ki: Eğer orada olsaydınız semada da (âciz bırakamazdınız) demektir. Bu da bir kimsenin: Filan kişi Basra'da da elimden kurtulamaz, burada da elimden kurtulamaz, demeye benzer ki; Basra'ya gidecek olsa dahi elimden kurtulamaz demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Yerde olsun, gökte olsun O'ndan kaçamazlar anlamındadır. el-Müberred dedi ki: Âyet; "Gökte bulunanlar da (âciz bırakabilecek değilsiniz)" anlamında olabilir. Bu durumda; "...anlar" mevsul bir isim olmayıp nekredir ve "gökte" de onun sıfatı olur. Sıfat da mevsufun yerine geçirilmiş olur. Ancak Ali b. Süleyman bunu kabul etmeyerek, bu câiz değildir der. Zira; nekre olduğu takdirde onun sıfat alması kaçınılmazdır. Sıfatı da sıla gibidir. Mevsul'un hazfedilmesi ve sılanın bırakılması da câiz değildir. (Ali b. Süleyman) dedi ki: İnsanlarla aklen kavrayabilecekleri ifadelerle hitab edilmiştir. Yani sizler semada olsaydınız dahi Allah'ı âciz bırakamazdınız, demektir. Yüce Allah'ın; "Yüksek kaleler içinde olsanız bile" (en-Nisâ, 4/78) âyetinde olduğu gibi. "Sizin için Allah'tan başka bir veli ve bir yardımcı da yoktur." Bu âyette; "Ve bir yardımcı da" âyetinin; şeklinde mahalline atf ile merfu olması da mümkündür. Bu durumda; zaid (fazladan) gelmiş olur. 23Allah'ın âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edenler; onlar Benim rahmetimden ümit kestiler ve onlar için çok acıklı bir azâb da vardır. "Allah'ın âyetlerini" yani Kur'ân-ı Kerîm'i ya da ortada mevcut bulunan delillerle pek büyük belge ve alâmetleri "ve O'na kavuşmayı inkâr edenler, onlar Benim rahmetimden" yani cennetten "ümit kestiler." Burada ye'si (ümit kesmeyi) onlara nisbet etmiş olmakla birlikte, onlar cennetten yana ümitsiz bırakılmışlardır, ümitleri kesilmiştir anlamındadır. Bu âyet-i kerimeler yüce Allah tarafından bir itiraz (kıssa arasına yerleştirilmiş ara cümleler) olup bunlardan maksat, Mekkelilere hatırlatıp öğüt vermek ve onları sakındırmaktır. Daha sonra hitab tekrar İbrahim (aleyhisselâm)'ın kıssasına dönmekte ve şöyle buyurmaktadır: 24Bunun üzerine kavminin cevabı: "Onu öldürün yahut onu yakın" demelerinden başka bir şey olmadı. Allah onu ateşten kurtardı. Muhakkak bunda îman eden bir topluluk için âyetler vardır. İbrahim (aleyhisselâm) kavmini yüce Allah'a davet ettiğinde "kavminin cevabı: Onu öldürün yahut onu yakın demelerinden başka bir şey olmadı." Sonra da onu yakmak noktasında görüş birliğine vardılar. "Allah onu ateşten" yani ateşin ona eziyet vermesinden "kurtardı. Muhakkak bunda" onun bu muazzam ateşe atılmasından sonra dahi onu yakmayarak, bu ateşten kurtarmasında "îman eden bir topluluk için âyetler vardır." "Cevabı" anlamındaki lâfız genel olarak; "İdİ"nin haberi olmak üzere "be" harfini nasb (üstün) ile okunmuştur, Demeleri" lâfzı da: 'nin ismi olarak ref mahallindedir. Salim el-Aftas ile Amr b. Dinar ise "cevabı" anlamındaki lâfzı; şeklinde ref ile okuyarak 'nin ismi kabul etmişler 'i ise haber yerinde nasb mahallinde diye değerlendirmişlerdir. 25Dedi ki: "Siz ancak dünya hayatında kendi aranızda bir dostluk için Allah'tan başka bir takım putlar edindiniz. Sonra Kıyâmet gününde kiminiz, kiminizi red ve inkâr edecek ve bazınız bazınıza lanet edecektir. Yeriniz de cehennemdir, yardımcılarınız da yoktur." İbrahim "dedi ki; Siz ancak dünya hayatında kendi aranızda bir dostluk için Allah'tan başka bir takım putları edindiniz." Hafs ve Hamza "Kendi aranızda dostluk için" diye okumuşlardır. İbn Kesîr, Ebû Amr ve el-Kisaî ise diye okumuşlar, el-A'şa, Ebubekir'den, o da Âsım, İbn Vessâb ve el-A'meş'den;diye, diğerleri ise; şeklinde okumuşlardır. İbn Kesîr'in kıraati üç türlü açıklanabilir. ez-Zeccâc bunlardan ikisini zikretmiştir. 1- "Dostluk" kelimesi, 'in haberi olarak merfu gelmiş olup da, anlamında ism-i mevsuldür. İfadenin takdiri de şöyle olur: Sizin Allah'tan başka put edindikleriniz aranızdaki sevgidir. 2- Bir mübtedâ takdir edilmiş olur, o da; "İşte o... bir dostluktur" yahutta; İşte bu aranızdaki dostluktur," şeklinde olur. Âyetin anlamı da: Sizin ilâhlarınız yahutta sizin topluluğunuz kendi aranızdaki bir dostluk(dan ibaret)dir. İbnu'l-Enbarî dedi ki: "İşte bu aranızdaki sevgidir, dostluktur" takdiri ile "dostluk" anlamındaki lâfzı merfu okuyanlar İçin "Putları" anlamındaki lâfız üzerinde güzel bir vakıftır. "Dostluk" anlamındaki lâfzı ( âl)’in haberi olarak merfu okuyanlar ise vakıf yapmazlar. 3- ez-Zeccâc'ın sözünü etmediği üçüncü şekle gelince, "dostluk" anlamındaki lâfız mübtedâ olarak merfû' "dünya hayatında" lâfzı da onun haberi olur. "Dostluk" anlamındaki lâfzın "aranızdaki" lâfza izafe yapılmasına gelince, o takdirde "aranızda" lâfzı zarf değil, isim kabul edilmiş olur. Nahivciler ise bu gibi haller hakkında tevsi'an (genişleterek) bunu mef'ûl kabul etmiştir, derler. Sîbeveyh de; "Ey bu gece ev ahalisinden hırsızlık yapan kişi!" ifadesinin kullanıldığını nakletmiştir. Zarf olarak ona muzaf yapılması ise câiz değildir. Bunun sebebini zikretmenin yeri ise burası değildir. "Dostluk" lâfzını merfu ve tenvinli olarak okuyanlara gelince, az Önce belirtilen anlamda kullanmış olur. "Aranızda" anlamındaki lâfzı da nasb ile zarf olarak okumuş olur. "Dostluk" lâfzını tenvinsiz olarak nasb edenlerin kıraatine göre ise; bunu "edinme" fiilinin mef'ûlü olarak nasb etmiş ve "Ancak" edatını tek bir edat olarak kabul edip bunu; anlamında ism-i mevsul kabul etmemiştir. Bununla birlikte "dostluk" anlamındaki lâfzın mef'ûlün leh olmak üzere nasb edilmesi de mümkündür. (Mealde olduğu gibi.) Bu da bir kimsenin; "Hayır aramak için yanına geldim" ve; "Filana olana olan sevgim dolayısıyla gittim" demeye benzer. "Aranızda" lâfzı da cer ile okunur. "Dostluk"u tenvin ile ve nasb ile okuyanlara gelince, az önce belirtilen sebep dolayısıyla böyle okumuşlardır. "Aranızda" lâfzını iseizafetsizolarak nasb ile okurlar. İbnu'l-Enbari dedi ki: Aranızda bir dostluk için" diye okuyanlar ile; "Bir dostluk için" diye okuyanlar "putları" anlamındaki lâfız üzerinde vakıf yapmaz "dünya hayatında" lâfızları üzerinde vakıf yapar. Âyetin anlamı da şöyle olur: Sizler putları onlar dolayısıyla dünya hayatında birbirinize sevgi beslemek ve onlara ibadet etmek için ortaya koymuşsunuz, edinmişsiniz. "Sonra kıyâmet gününde kiminiz, kiminizi red ve İnkâr edecek ve bazınız bazınıza lanet edecektir." Putlar kendilerine ibadet edenlerden uzaklıklarını bildirecekler. İleri gelenler diğerleriyle İlişkilerinin bulunmadığını söyleyeceklerdir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "O günde dostlar birbirlerine düşmandır. Takva sahipleri müstesna." (ez-Zuhruf, 43/67) "Yeriniz de cehennemdir." Bu, ileri gelenleriyle, onlara uyanlarıyla, bütün puta tapıcılara yönelik bir hitabtır. Putların da bunun kapsamına girdiği de söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Gerçekten siz de, Allah'tan başka taptıklarınız da cehennemin odunusunuz" (el-Enbiya, 21/98) âyetinde olduğu gibi. 26Bunun üzerine kendisine Lüt îman etti ve: "Doğrusu ben Rabbime hicret edeceğim" dedi, şüphe yok ki O Azîzdir, Hakimdir, "Bunun üzerine kendisine Lût îman etti." Lût, ateşin İbrahim (aleyhisselâm) için serin ve selâmet olduğunu görünce ona ilk îman eden, onu ilk tasdik eden kişi olmuştu. İbn İshak dedi ki: Lût, İbrahim'e îman etti. Onun kızkardeşinin oğlu idi. Sara da ona îman etti, o da onun amcasının kızı idi. "Ve doğrusu ben Rabbime hicret edeceğim, dedi." en-Nehaî ile Katade dediler ki: "Doğrusu ben Rabbime hicret edeceğim" diyen İbrahim (aleyhisselâm)'dır. Katade dedi ki: İbrahim, Kûfe'ye bağlı bir kasaba olan Kûsâ'dan, Harran'a oradan Şam'a hicret etti. Beraberinde de kardeşinin oğlu Haran b. Tarih'in oğlu Lût ile kendi hanımı Sara da vardı. el-Kelbî dedi ki: Harran topraklarından, Filistin'e hicret etti. O küfür topraklarından hicret eden ilk kişidir. Mukâtil dedi ki: İbrahim yetmişbeş yaşında iken hicret etti. "Doğrusu ben Rabbime hicret edeceğim" diyenin Lût (aleyhisselâm) olduğu da söylenmiştir. el-Beyhakî, Katade'den şöyle dediğini zikretmektedir: Allah için ailesiyle birlikte ilk hicret eden kişi Osman (radıyallahü anh)'dır. Katade dedi ki: Ben en-Nadr b. Enes’i şöyle derken dinledim: Ben Ebû Hamza'yı -Enes b. Malik'i kastediyor- şöyle derken dinledim: Osman b. Affan beraberinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kızı Rukayye olduğu halde Habeş topraklarına hicret etti. Onlara dair haberin Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) ulaşması gecikti. Kureyşlilerden bir kadın gelip; Ey Muhammed, dedi. Ben senin damadını, hanımı ile birlikte gördüm. O: "Onları nasıl bir durumda gördün?" diye sorunca kadın şöyle dedi: Ben onu, hanımını şu pek hızlı yürüyemiyen zayıflar arasından bir eşeğe bindirmiş, kendisi de eşeği arkadan güttüğünü gördüm. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah onlarla beraber olsun. Şüphesiz ki Osman, Lût'tan sonra ailesiyle birlikte hicret eden ilk kişidir." el-Müttaki, Kenzu'l-Ummâl, had. no: 36259 ve 46257 (Kurtubî, Dâru'l-Hadls baskısı) el-Beyhakî dedi ki: Bu ilk (Habeşistan) hicretinde idi. Habeşistan'a ikinci hicret ise el-Vakidî'nin ileri sürdüğüne göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğinin beşinci yılına rastlar. "Rabbime" yani Rabbimin rızasına ve Rabbimin emrettiği yere "hicret edeceğim, dedi. Şüphe yok ki O, Azizdir, Hakimdir." Bu güzel isimlere dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Hicrete dair açıklamalar da daha önceden en-Nisa Sûresi'nde (4/100. âyet, 5. başlıkta) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. 27Ve Biz ona İshak'ı ve Ya'kub'u da bağışladık. Soyundan gelenlere de peygamberlik ve kitabı verdik. Ona mükâfatını dünyada verdik, âhirette de muhakkak ki o, salihlerdendir. "Ve Biz ona İshak'ı ve Yakub'u da bağışladık." Yani yüce Allah ona çocuklar bağışlamak suretiyle lutufta bulundu. Ona İshak'ı oğul olarak bağışladığı gibi, Yakub'u da oğlunun oğlu (torunu) olarak bağışladı. Ona İshak'ı, İsmail'den sonra bağışladı. Yakub da, İshak'tan torunudur. "Soyundan gelenlere de peygamberlik ve kitabı verdi." İbrahim (aleyhisselâm)'dan sonra ne kadar peygamber gönderildi ise hep onun soyundan gelmiştir. Burada "kitab"ın tekil gelmesi "nübüvvet" gibi mastarın kastedilmiş olmasından dolayıdır. Maksat ise Tevrat, İncil ve Furkan'dır. Dolayısıyla burada "kitap" çoğulu ifade eden bir tabirdir. Tevrat, İbrahim (aleyhisselâm)’in soyundan gelen Mûsa (aleyhisselâm)'a indirilmiştir. İncil yine onun soyundan gelenlerden Îsa. (aleyhisselâm)'a, Furkan da onun soyundan gelen Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a indirilmiştir. "Ona mükâfatını dünyada verdik." Bundan kasıt bütün din mensuplarının ortak bir şekilde ona saygı duymalarıdır. Bu açıklamayı İkrime yapmıştır. Süfyan, Humeyd b. Kays'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Saîd b. Cübeyr birisine İkrime'ye yüce Allah'ın: "Ona mükâfatını dünyada verdik" âyeti hakkında soru sormasını emretmişti. İkrime şöyle demişti: Herbir din mensubu ona bağlı olduğunu iddia eder ve o bizdendir, der. Saîd b. Cübeyr doğru söyledi, dedi. Katade dedi ki: Bu, yüce Allah'ın: "Biz ona dünyada bir güzellik verdik" (en-Nahl, 16/122) âyeti gibidir. Yani ona güzel bir akıbet, salih bir amel ve güzel bir övgü verdik. Çünkü herbir din mensubu onu kendilerinden bilirler, onu veli edinirler. "Ona mükâfatını dünyada verdik" âyeti, peygamberlerin büyük çoğunluğu onun soyundan gelmişlerdir, diye de açıklanmıştır. "Âhirette de muhakkak ki o salihlerdendir." Burada "âhirette" âyeti sılanın kapsamında değildir. Bu bir temyizdir. Buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/130. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bütün bunlar hak din üzere sabır hususunda İbrahim (aleyhisselâm)'a uymaya bir teşviktir. 28Ve Lût'u da (hatırla). Hani o kavmine demişti ki: "Gerçekten sizler âlemlerden sizden önce kimsenin işlemediği hayâsızca bir iş yapmaktasınız. "Ve Lüt'u da (hatırla)! Hani o kavmine demişti ki..." el-Kisaî dedi ki: Âyet Lûı'u da kurtardık yahut Lût'u da peygamber olarak gönderdik, anlamındadır, (el-Kisai devamla) dedi ki; Bu şekildeki bir açıklamayı ben daha çok severim. Bununla birlikte anlamın Lût'u da hatırla, hani o kavmine onları azarlayarak ya da sakındırarak demişti ki... şeklinde olması da mümkündür. "Gerçekten sizler âlemlerden sizden önce kimsenin işlemediği hayâsızca bir işi yapmaktasınız." Âyetindeki "gerçekten sizler... mi" lâfzının: "Gerçekten sizler.,, mi" şeklindeki kıraati ve bu kıraate dair açıklamalar daha önce el-Araf Sûresi'nde (7/81. âyetin tefsirinde) geçtiği gibi Lût (aleyhisselâm)'ın ve kavminin kıssası da yine daha önce el-Araf Sûresi'nde (7/81. âyet ve devamının tefsirinde) ile Hud Sûresi'nde (11/77. âyet ve devamının tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 29"Siz erkeklere yaklaşıp yol kesmeye ve toplantı yerinizde münkerî yapmaya devam edip duracaksınız öyle mi?" Kavminin cevabi: "Allah'ın azabını bize getir, eğer sâdıklardan isen" demekten başka olmadı. "Yol kesmeye..." Denildiğine göre onlar, yol kesicilîkle uğraşırlardı. Bu açıklama İbn Zeyd'e aittir. Onların hayâsızlık işlemek maksadıyla yoldan gidip gelenleri aldıkları da söylenmiştir ki; bunu İbn Şecere nakletmiştir. Bir diğer açıklamaya göre burada maksat kadınları bırakıp erkeklere yönelmek suretiyle neslin kesilmesidir. Bu açıklamayı da Vehb b. Münebbih yapmıştır. Yani onlar erkeklerle uğraşarak kadınlara ihtiyaç hissetmemişlerdir. Derim ki: Belki de bütün bunlar onlarda toplanmıştı. Hem mallarını alıyorlar, hem hayâsızlık işlemek için yol kesiyorlar ve böylelikle de kadınlara ihtiyaç duymuyorlardı. "Ve toplantı yerinizde münkeri yapmaya devam edip duracaksınız öyle mi?" Âyet-i kerimede geçen "nâdî" meclis demektir. Meclislerinde işledikleri münkerin mahiyeti hakkında da görüş ayrılığı vardır. Bir kesim şöyle demiştir: Onlar kadınlara küçük taşlar fırlatır, yabancı kimselerle, yolları yanlarından uğrayanlarla alay ederlerdi. Um Hani' bunu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiştir. Um Hani' dedi ki: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yüce Allah'ın: "Ve toplantı yerinizde münkeri yapmaya devam edip duracaksınız öyle mi?" âyeti hakkında sordum da şöyle buyurdu: "Onlar bulundukları yerden geçenlere küçük taşlar atar, o kimselerle alay ederlerdi. İşte onların yaptıkları münker budur." Bunu Ebû Dâvûd et-Tayalisî, Müsned'ınde zikretmiştir, Yakın bir rivâyet: Tirmizî, V, 342; Taberani, el-Mu'cemu'l-Kabir, XXIV, 412. Ayrıca en-Nehhâs, es-Sa'lebî, el-Mehdevî ve el-Maverdî de bunu zikretmiştir. es-Sa'lebî'nin naklettiğine göre Muaviye şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Lût kavmi meclislerinde otururlar ve herbir kişinin önünde içinde (gidip gelene) atmak maksadıyla çakıl taşları bulunan bir de kap bulunurdu. Yoldan geçen birisi önlerinden geçti mi ona taş atarlardı. Kim ona isabet ettirirse, o diğerlerine göre o kişi üzerinde öncelikli sayılırdı." Yani fuhuş işlemek üzere o kişiyi alır giderdi. İşte yüce Allah'ın: "Toplantı yerinizde münkeri yapmaya..." âyeti bunu anlatmaktadır. Âişe, İbn Abbâs, el-Kasım b. Ebi Bezze ile el-Kasım b. Muhammed dediler ki: Lût kavmi meclislerinde osururlardı. Mansur, Mücahid'den naklen dedi ki: Onlar biri diğerinin gözü önünde meclislerinde erkeklere varırlardı. Mücahid'den de şöyle dediği nakledilmiştir: Güvercinlerle oynamak, parmak uçlarını kınalamak, ıslık çalmak, çakıl taşları atmak ve bütün işlerinde hayayı bir kenara bırakmak, onların kötü adetlerinden di. İbn Atiyye dedi ki: Bu hususların ümmet-i Muhammed arasındaki kimi günahkârlarda bulunması mümkündür. Böyle bir durumda nehyleşmek (bu münkeri işleyenlere vazgeçmelerini söylemek) bir farzdır. Mekhûl dedi ki: Bu ümmette Lût kavmi ahlâkından on haslet vardır: Sakız çiğnemek, parmak uçlarını kınalamak, izarı çözmek (belden aşağıyı örten elbiseyi bağlamamak), parmakları çıtlatmak, (çıplak) başın etrafında sarık sarmak, teşâbük küçük çakıl taşları atmak, ıslık çalmak, taş atmak ve lutîlik yapmak, İbn Abbâs dedi ki: Lût kavminin hayâsızlığın dışında da bir takım günahları vardı. Bazıları şunlardır: Birbirlerine zuîmederlerdi, birbirlerine sövüp sayarlardı, meclislerinde osururlardı, çakıl taşlan atar, zar ve satranç oynarlar, boyanmış eEbiseler giyer, horoz döğüştürür, koçları toslaşurır, parmak uçlarını kınalarlar, erkekler kadınların elbiselerine benzer elbiseler, kadınlar da erkeklerinkine benzer elbiseler giyer, yoldan gidip gelen herkesten tayin edilmiş vergiler alırlardı. Bütün bunlarla birlikte de Allah'a şirk koşarlardı. Lutilik ve sihâk (lezbiyenlik) günahlarını da ilk işleyenler onlardı. Lût (aleyhisselâm) bu hayâsızca işlerini durdurmak isteyince, onlar onu yalanlamaya ve ona karşı tartışmaya, direnmeye koyularak "Allah'ın azabını bize getir" dediler. Yani senin bu dediklerin olmaz ve Allah'ın buna gücü yetmez. Onlar bu sözlerini söylerken onun mutlaka yalan söylediğine de inanıyorlardı. Yoksa fıtraten bir kimsenin inad,olsun diye böyle söyleyeceği düşünülemez. 30O da: "Rabbim, bu fesatçılar topluluğuna karşı bana yardım et" dedi. 31Elçilerimiz İbrahim'e müjde ile geldiklerinde dediler ki: "Muhakkak ki biz şu kasaba halkını helâk edeceğiz. Çünkü oranın halkı zâlimler oldular." 32"Ama orada Lût da var" dedi. "Biz orada olanları daha iyi biliriz. Biz onu ve -karısı dışında- aile halkını elbette kurtaracağız. Çünkü o kadın geride kalacaklardandır" dediler. 33Elçilerimiz Lût'a geldiklerinde, onlar için tasalandı ve onlar için elinden bir şey gelmedi. Dediler ki: "Korkma ve kederlenme! Çünkü biz seni ve -karın müstesna- aile halkını kurtaracağız. Çünkü o geride kalacaklardandır. Daha sonra Lût (aleyhisselâm) Rabbinden yardım istedi. O da onları azablandırmak üzere melekler gönderdi. Melekler önce İbrahim (aleyhisselâm)'a, Lût (aleyhisselâm)'ın kavmine karşı ilâhi yardıma mazhar olacağı müjdesini verdiler. Nitekim daha önce Hud Sûresi'nde (11/77. âyet ve devamının tefsirinde) ve başka yerlerde buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. el-A'meş, Ya'kub, Hamza ve el-Kisaî: "Biz onu elbette kurtaracağız" âyetini(n cim harfini) şeddesiz; diye okumuşlardır. Diğerleri şeddeli okumuşlardır. İbn Kesîr, Ebû Bekr, Hamza ve el-Kisâî, "Biz... seni kurtaracağız" anlamındaki lâfzı da "cim" harfini şeddisiz olarak: diye okumuşlardır. Bu da iki ayrı söyleyiştir. ile aynı anlamda (olup kurtardı demek)dır. Daha önceden geçmiş bulunmaktadır, 34"Biz bu kasaba halkı üzerine, yaptıkları fâsıklık sebebi ile, muhakkak ki gökten bir azâb indireceğiz." İbn Âmir "muhakkak ki... indireceğiz" anlamındaki âyeti; şeklinde şeddeli okumuştur. İbn Abbâs'ın kıraati de böyledir. Diğerleri ise şeddesiz okumuşlardır. 35Yemin olsun Biz, akıl erdiren bir topluluk İçin o kasabadan apaçık bir belge bıraktık. "Yemin olsun Biz akıl erdiren bir topluluk İçin o kasabadan apaçık bir belge bıraktık." Katade dedi ki: Bu apaçık belge geriye bırakılan taşlardır. Ebû'l-Âl-iyye de böyle demiştir, Bir görüşe göre: Bu ümmetten bir topluluk bu taşlar ile recm ederler. İbn Abbâs dedi ki: Bu belgeler onların harab olmuş meskenlerinden geriye kalanlardır. Mücahid dedi ki: Buradaki belge yer üzerindeki siyah sudur. Bütün bunların hepsi kalmış bulunuyor. O halde açıklamalar arasında herhangi bir çelişki yoktur. 36Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik) Dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a ibadet edin ve âhîret gününü ümit edin. Yeryüzünde de fesatçılar olarak bozgunculuk çıkarmayın." 37Ama onu yalanladılar. Bunun üzerine onları sarsıntı alıp evlerinde dizleri üzere çökekaldılar. "Medyen(liler)'e de kardeşleri Şuayb'ı" peygamber olarak gönderdik. Daha Önceden el-A'raf Sûresi (7/85. âyet ve devamının tefsirinde) ile Hud Sûresi'nde (11/84. âyet ve devamının tefsirinde) onlardan ve fesİsimlerindan söz edilmiş idi. "Ve âhiret gününü ümit edin." Yûnus en-Nahvî dedi ki: Amellerin karşılıklarının verileceği âhiretten korkun, demektir. "Yeryüzünde de fesadçılar olarak bozgunculuk çıkarmayın." Yani kâfir olmayın, çünkü fesadın aslı odur. ile fesadın, bozgunculuğun en ileri derecesini ifade ediyor. ile aynı anlamda olup bozgunculuk çıkardı, çıkarır demektir. Buna dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır. "Ve âhiret gününü ümit edin" âyetinin onu tasdik edin, anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü onlar âhiret gününü inkâr ediyorlardı. 38Âd ve Semûd kavmini de (helâk ettik.) Onların meskenlerinden bu, size belli olmaktadır. Şeytan onlara amellerini süsledi de onları yoldan alıkoydu. Halbuki onlar akılları ile bunu kavrayacak durumda idiler. "Âd ve Semûd kavmini de" âyeti hakkında el-Kisaî şöyle demektedir; Bazıları bu sûrenin baş taraflarına râcidir, demektedir. Yani yemin olsun Biz onlardan öncekileri denedik. Âd ve Semûd'u da denedik. el-Kisaî der ki: Benim daha uygun gördüğüm ise bunun "onları sarsıntı alıp" âyetine atfedilmiş olmasıdır ve Âd ve Semûd'u da sarsıntı aldı, demek olur. ez-Zeccâc'ın iddiasına göre ifadenin takdiri: Âd ve Semûd'u helâk ettik, şeklindedir. Şöyle de açıklanmıştır: Yani sen Âd'i hatırla, hani biz onlara Hud'u göndermiştik. Onu yalanladılar, biz de onları helâk ettik. Semûd'u da hatırla, hani Biz onlara Salih'i peygamber olarak göndermiş, onlar da onu yalanlamış; bu sebebten biz Âd'i kısır rüzgar ile helâk ettiğimiz gibi bunları da çığlıkla helâk etmiştik. "Onların" el-Hicr ve el-Ahkaf’da bulunan "meskenlerinden bu" ey kâfirler topluluğu, "size belli olmaktadır." Onların helâk edilişlerinde sizin için apaçık belgeler ortada görülmektedir. Burada böylece "belli olmaktadır"ın faili hazfedilmiş bulunmaktadır. "Şeytan onlara amellerini süsledi." Onların değersiz amellerini süsledi; onlar da amellerini yüksek şeyler zannettiler "de onları yoldan" hak yoldan "alıkoydu. Halbuki onlar akılları ile bunu kavrayacak durumda idiler." Bu âyet ile ilgili olarak da iki görüş vardır: 1- Onlar sapıklık içerisinde görür gibi görünüyorlardı. (Kendilerini hak üzere, basiret üzere zannediyorlardı). Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. 2- Onlar apaçık delillerin ortada olması dolayısıyla hakkı ve batılı birbirinden ayırdedebilecek basirete sahip idiler. Bu görüşün doğru olma ihtimali daha yakındır. Çünkü; ifadesi "filan kişi bu işi gerçeği üzere bildi" anlamında kullanılır. el-Ferrâ'' dedi ki: Bunlar akıl ve basiret sahibi kimselerdi. Fakat basiretlerinin kendilerine bir faydası olmadı. Şöyle de denilmiştir: Kendilerine akıbetlerinin azâb olduğu açıkça bildirilmiş ve gösterilmiş olmasına rağmen, yaptıklarını yaptılar. 39Karun'u, Fir'avun'u ve Hâmân'ı da (helâk ettik.) Yemin olsun ki Mûsa onlara apaçık belgelerle gelmişti de onlar o yerde büyüklendiler. Halbuki onlar ileriye geçip kurtulamadılar. "Karun'u, Fir'avun'u ve Hâmân'ı da" âyeti hakkında el-Kisaî dedi ki: Dilersen bu da (bir önceki âyette olduğu gibi) Âd ve Semûd'a atfedilmiş olabilir ki bundaki açıklamalar burada da sözkonusudur. Arzu edilirse bunu "... onları yoldan alıkoydu" âyetine atfedilmiş kabul edilebilir. Karun'u, Fir'avun'u ve Hâmân'ı da doğru yoldan alıkoydu, demek olur. Bunlara peygamberler geldikten sonra, Biz bunları da helâk ettik, diye de açıklanmıştır. "Onlar da o yerde" hakka ve yüce Allah'a İbadete karşı "büyüklendiler." "Halbuki onlar İleri geçip kurtulamadılar." Bir açıklamaya göre onlar küfürde ileri geçenler (öncelikle kâfir olanlar) değillerdi. Onlardan önce küfre sapmış pek çok nesiller vardı ve Biz onları helâk etmiştik Buna göre bu kısmın meali: "Bunlar (bu büyüklerime işini) ilk yapan kimseler değil-, drdiye yapılabilir. 40Derken Biz, herbirini günahı ile aldık. Kimilerinin üzerine taş yağdıran kasırga gönderdik, kimilerini o çığlık yakaladı. Onlardan kimisini yere geçirdik. Kimilerini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyordu, fakat onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı. "Derken Biz herbirini günahı ile aldık." el-Kisaî dedi ki: "Herbirini" anlamındaki âyet "aldık" fiili ile nasbedilmistir. "Onların herbirini günahı sebebiyle aldık, yakaladık" demektir. "Kimilerinin üzerine taş yağdıran kasırga gönderdik." Bunlardan kasıt Lût kavmidir, el-Hâsib: Küçük caş demek olan hasbâ getiren rüzgar demektir. Herbir azâb hakkında da kullanılır. "Kimilerini o çığlık yakaladı." Maksat Semûd kavmi ile Medyenlilerdir. "Onlardan kimisini yere geçirdik." Karun'u kastetmektedir. "Kimilerini de" Nûh kavmi ile Fir'avun kavmini "suda boğduk." "Allah onlara zulmetmiyordu." Çünkü onları korkutup uyardı, onlara mühlet verdi, peygamberler gönderdi ve ileri sürebilecekleri bir mazeretlerini bırakmadı. 41Allah'tan başka veliler edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumuna benzer. Muhakkak yuvaların en gevşek olanları örümcek yuvasıdır, eğer bilselerdi." "Allah'tan başka veliler edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumuna benzer" âyeti ile ilgili olarak el-Ahfeş şöyle demektedir: "Örümceğin durumuna benzer" âyetinde vakıf tamam olmaktadır. Daha sonra yüce Allah bu misali açarak: "Kendine yuva yapan" buyurmaktadır. İbnu’l-Enbarî dedi ki: Bu bir yanlışlıktır, çünkü "Kendine yuva yapan" âyeti "ankebût (örümcek)" in adaşıdır. Tıpkı; Yuva yapanın misali gibidir" denmiş gibidir. Dolayısıyla mevsûlu bırakıp sıla üzerinde vakıf yapmak güzel olmaz. Bu da yüce Allah'ın: "Kocaman kitaplar taşıyan eşeğin hali gibidir" (el-Cuma,.62/5) âyetine benzemektedir. Burada "taşıyan" âyeti "eşek" için bir sıladır. "Taşıyan" lâfzını bırakıp "eşek" anlamındaki lâfız üzerinde vakıf yapmak güzel olmaz. el-Ferrâ'' dedi ki: Bu yüce Allah'ın, Allah'ı bırakıp da kendisine fayda da sağlamayan, zarar da vermeyen ilâhlar edinen kimseler için vermiş olduğu bir misaldir. Tıpkı örümcek yuvasının sıcağa ve soğuğa karşı örümceği koruyamadığı gibi. "Örümcek" anlamındaki lâfız üzerinde vakıf yapmak güzel olmaz. Çünkü maksat (benzetilen) hiçbir şeye karşı koruyamayan örümcek yuvasına benzetmektir. Hiçbir fayda sağlayamayan, hiçbir zarar veremeyen uydurma ilahlar örümcek yuvasına benzetilmiştir. "Muhakkak yuvaların en gevşek olanları" en zayıf ve güçsüzleri "örümcek yuvasıdır." ed-Dahhak dedi ki: Yüce Allah onların ilâhlarının güçsüzlüklerine ve gevşekliklerine bir örnek vererek bunları örümcek yuvasına benzetmiştir. "Eğer bilselerdi" âyetindeki; "Eğer" lâfzı "örümcek yuvası'na taalluk etmektedir. Yani eğer bunlar putlara ibadet etmenin kendilerine hiçbir fayda sağlamayan örümceğin yuva edinmesine benzediğini ve onların örneklerinin bu olduğunu bilselerdi, elbette ki bu uydurma ilâhlara ibadet etmezlerdi. Yoksa, onlar Örümceğin yuvasının zayıf olduğunu bilselerdi, denmek istenmemiştir. Nahivciler derler ki:-"Örümcek" lâfzının sonundaki "te" zaiddir. Çünkü bundan küçültme ismi ve çoğulu yapıldığı vakit bu "te" düşmektedir. Kelime müennesdir. el-Ferrâ' bunun müzekker olduğunu da nakletmiş ve şu beyiti zikretmiştir: "Onların Hattat (denilen tepe)ları üzerinde bir takım evler vardır, Onları sanki örümcek yapmış gibidir." Bu beyitin ilk mısraı şu şekilde de rivâyet edilmektedir; el-Cevherî dedi ki: el-Hattat bir dağ adıdır. el-Ankebut (örümcek) ise havada ince ve delik deşik bir şekilde bir dokuması olan, bilinen böcektir. Bunun çoğulu; şekillerinde gelir. diye kullanıldığını da nakletmiştir. Şair dedi ki: "Sanki onun ağzından akan salyalarından, Dizginleri üzerine bir örümcek yuvası düşüyor gibi." Bunun küçültme ismi de; diye yapılır. Yezid b. Meysere'den nakledildiğine göre; örümcek yüce Allah'ın bu hale soktuğu bir şeytandır. Atâ el-Horasanî de şöyle demiştir: Örümcek iki defa ağını örmüştür. Bir seferinde Câlût kendisini aradığı vakit Davud'un üzerinde ağ örmüştür. Bir seferinde de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in üzerinde ağını örmüştür. Bundan dolayı öldürülmesi yasaklanmıştır. Rivâyet edildiğine göre Ali (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: Evlerinizdeki örümcek ağlarını temizleyiniz, çünkü örümcek ağlarını evlerde bırakmak fakirlik sebebidir. Mayayı esirgemek de fakirlik sebebidir. 42Şüphesiz ki Allah kendinden başka neyi çağırıyorlarsa bilir. O Azîzdir, Hakimdir. "Şüphe yok ki Allah, kendinden başka neyi çağırıyorlarsa bilir" âyetinde ki "Neyi çağırıyorlarsa"daki edatı anlamında bir ism-i mevsuldür ise teb'îz (kısmilik bildirmek için)dir. Eğer te'kid için fazladan gelmiş olsaydı mana değişik olurda. Âyetin anlamı şudur; Şüphesiz ki Allah, kendisinden başka tapındıkları varlıkların zayıf olduğunu bilir. Âsım, Ebû Amr ve Ya'kub "Çağırıyorlar" şeklinde "ye" ile okumuşlardır. Ebû Ubeyd'in tercih ettiği budur, çünkü bundan Önce "ümmetler" den sözedilmiştir, Diğerleri ise muhatab kipi ile "te" ile (çağırıyorsanız... diye) okumuşlardır. 43İşte misaller! Biz bunları insanlara veriyoruz. Onlara âlimlerden başkası akıl erdiremez. "İşte misaller!" Yani Biz, bu misali ve bundan başka el-Bakara Sûresi'nde (2/26. âyette), el-Hac Sûresi'nde (22/73. âyette) ve başkalarında zikredilen misalleri, "Biz bunları İnsanlara veriyoruz" açıklıyoruz "Onlara âlimlerden" Allah'ı bilenlerden "başkası akıl erdiremez" kavrayamaz. Nitekim Câbîr, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: "Âiim kişi Allah'tan gelenleri aklıyla kavrayarak, O'na itaat ile amel eden, O'nu gazablandıran şeylerden de kaçınan kişidir. " el-Haris b. Usâme el-Heysemî, Müsnedu'l-Haris, II, 816 44Allah göklerle yeri hak ile yarattı. Muhakkak bunda mü’minler için bir âyet vardır. "Allah göklerle yeri hak İle" adalet ile "yarattı." Şöyle de açıklanmıştır: Kelâmıyla ve kudretiyle yaratmıştır. İşte "hak" budur. "Muhakkak bunda mü’minler" tasdik edenler "için bir âyet" alâmet, delâlet "vardır." 45Sana vahyolunan kitabı oku! Namazı da dosdoğru kıl, çünkü namaz İnsanı hayâsızlıktan ve münkerden alıkor. Allah'ı zikretmek ise en büyüktür. Allah ne yaptığınızı bilir. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: "...Kitabı oku" âyeti Kur'ân'ı okuyup bunu sürdürmeye dair bir emirdir. Kur'ân okumaktan yüz çeviren kimselerin tehdit altında olduklarına dair açıklamalar daha önceden Tâ-Hâ Sûresi'nde (20/124, âyetin ve devamının tefsirinde) Kur'ân okumayı teşvikin enîredildiğine dair açıklamalar da bu kitabımızın mukaddimesinde ("Allah'ın Kitabını Okuma Şekli ve Görüş Ayrılıkları" başlığı ve devamında) geçmiş bulunmaktadır, Kitab'tan maksat da Kur'ân-ı Kerîm'dir. Yüce Allah'ın: "Namazı da dosdoğru kıl" emrinde hitab Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ve onun ümmetinedir. Namazın dosdoğru kılınması ise vakitleri içerisinde, kıraatiyle, rükûuyla, sücûduyla, kuûduyla, teşehhüdüyle ve bütün şartlarıyla yerine getirilmesi demektir. Buna dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi' nde (2/3. âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Tekrarlamanın anlamı yoktur. 3- Namazın Müslümanın Hayatı Üzerindeki Etkisi: "Çünkü namaz insanı hayâsızlıktan ve münkerden alıkor" âyetinde kastedilen beş. vakit namazdır. Vakitler arasındaki küçük günahlara keffaret olan budur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetinde belirttiği gibi: "Şayet sizden herhangi birinizin kapısı önünde bir nehir olur da, o da o ırmakta günde beş defa yıkanacak olursa, size göre o kimsenin üzerinde kir ve pastan bir eser kalır mı?" Ashab: Üzerinde kir ve pasından hiçbir şey kalmaz, dediler. Peygamber şöyle buyurdu: "İşte beş vakit namazın misali de böyledir. Allah onlar vasıtasıyla günahları siler." Bu hadisi Tirmizî, Ebû Hüreyre'den rivâyet etmiş ve hakkında: Hasen, sahih bir hadistir demiştir Tirmizî, V, 151; Müslim, I, 462; Buhârî, I, 197; Nesâî, I, 230; İbn Mâce, I, 447; Muvatta’, I, 174; Müsned, II, 379. İbn Ömer bu âyette namazdan kastın, Kur'ân-ı Kerîm olduğunu söylemiştir. Namazda okunan Kur'ân-ı Kerîm hayâsızlıktan ve münkerden, zinadan ve masiyetlerden alıkor, demektir. Derim ki: Sahih hadiste sözü edilen: "Ben namazı kendimle kulum arasında iki yarıya böldüm" Müslim, 7, 296, 297; Tirmizî, V, 201; Ebû Dâvûd, I, 216; İbn Mâce, II, )243; Muvatta’, I, S; Müsned, 1, 285, 460 âyetinde de namazdan kastedilen bu anlamdır. Bununla Fâtiha okumak kasdedilmiştir. Hammâd b. Ebi Süleyman, İbn Cüreyc ve el-Kelbî dediler ki: Kul namazında bulunduğu sürece ne bir hayâsızlık işler, ne de bir münker. Sen namazda olduğun sürece namaz bundan alıkor, demektir, İbn Atiyye dedi ki: Bu garib bir iddiadır. Böyle bir iddianın Enes b. Mâlik’in söylediği nakledilen şu rivâyetle ne ilgisi vardır; Ensar'dan bir genç vardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte namaz kılar, bununla birlikte ne kadar hayâsızlık, hırsızlık varsa mutlaka işlerdi. Bu kişiden Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a söz edilince şöyle dedi: "Şüphesiz ki namaz pek yakında onu (bu işlerinden) vazgeçirecektir." Bu kadarıyla el-Heysemî Mecmau'z-Zevaid, II, 258 Gerçekten aradan fazla bir zaman geçmeden tevbe etti ve halini düzeltti. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ben size dememiş miydim?" diye buyurdu. Âyet-i kerimenin tevili ile ilgili üçüncü bir görüş daha vardır ki; bu da muhakkıkların beğendiği, sufi şeyhlerinin kabul ettiği ve müfessirlerin zikrettiği bir görüştür. Buna göre "namazı dosdoğru kıl" âyetinden kasıt, namazı devamlı kılmak ve namazın sınırlarına riâyet ederek, gereği gibi yerine getirmektir. Sonra da yüce Allah kendi tarafından vermiş olduğu bir hükmü haber vermekte ve namazın, namaz kılan ve namaza riayet eden kimseyi hayâsızlıktan ve münkerden alıkoyacağını bildirmektedir. Buna sebeb ise namazda öğütleri de ihtiva eden Kur'ân tilâvetinin söz konusu olmasıdır. Namaz, namaz kılanın bütün bedenini çalıştırır. Namaz kılan kişi kıbleye yönelip de Rabbinin önünde huşu' ve zilletle eğilip Rabbinin huzurunda bulunduğunu hatırlar, Rabbinin her halini görüp gözettiğini hatırlayacak olursa, bütün bunlar sebebiyle nefsi ıslah olur ve Rabbinin önünde zilletini arzeder. Yüce Allah'ın gözetimi altında olduğunu yakından hisseder, bunun heybeti de azaları üzerinde kendisini gösterir. Bu şekilde kıldığı bir namazdan daha aradan fazla bir vakit geçmeden yeni bir namazın gölgesi üzerine düşer, bu sefer öncekinden daha güzel bir hal ile bir başka namazı kılar. İşte bu husustaki haberlerin anlamı budur. Çünkü mü’minin namazının böyle olması gerekir. Derim ki: Özellikle kişi kendisine, bu onun son ameli olabilir, duygusunu kazandırabilirse, bu böyledir. Böylesi maksadı daha bir gerçekleştirici, isteğe daha bir ulaşımadır. Çünkü ölümün sınırlı bir yaşı, özel bir zamanı, belli bir hastalığı yoktur ve bu hususta da hiçbir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Selefin bazılarından rivâyet edildiğine göre namaza kalktı mı titrer, rengi sararırdı. Bu hususta ona sebeb sorulunca, şu cevabı vermiş: Ben yüce Allah'ın huzurunda duruyorum. Dünya hükümdarları karşısında benim böyle davranmam uygun düşerken, ya bütün hükümdarların mutlak hakimi huzurunda nasıl davranabilirim? İşte böyle bir namaz hiç şüphesiz hayâsızlıktan ve münkerden alıkor. Kıldığı namaz -bizim namazımız gibi- fıkhı ölçüler içerisinde geçerli bir namazın ötesine gitmiyor; -bizim namazımız da, keşke fıkhi ölçüler içerisinde geçerli olabilecek kadar dahi olsa- namazda huşu'u, tezekkürü ve fazilete riayeti yoksa işte böyle bir namaz kişiyi nerede olursa bulunduğu o konumda bırakır. Eğer o kimse yüce Allah'tan kendisini uzaklaştıracak masiyeller yolunda bulunuyorsa, namazı bundan sonra da bu halini sürdürecek şekilde onu öylece bırakır. İşte İbn Mes'ûd, İbn Abbâs'tan rivâyet edilen hadis ile el-Hasen ve el-A'meş'in; "Kimin kıldığı namaz kendisini hayâsızlıktan ve münkerden alıkoymazsa o namaz onu ancak Allah'tan uzaklaştırır' el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, II, 258. şeklindeki sözleri buna göre yorumlanır. el-Hasen'in, bu hadisi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dân mürsel olarak rivâyeti de gelmiş olmakla birlikte, bunun senedi sahih değildir. İbn Atiyye dedi ki: Babam (Allah ondan razı olsun)'ı şöyle derken dinlemiştim: Eğer bizler bunun söylendiğini kabul edip bu sözün manasına bakılacak olursa, günahkâr kimsenin kıldığı namazın tıpkı bir masiyetmiş gibi, Allah'tan uzaklaştırdığını söylemek câiz olamaz. Bu ancak şu şekilde yorumlanabilir: Böyle bir namaz o kimseyi Allah'a yakınlaştırmak hususunda etkili olmaz. Onu, işlemiş olduğu hayâsızlık, münker ve Allah'tan uzak kalmayı gerektiren masiyetleri ve hah üzere bırakır ve namaz böyle bir kimseyi önceden tutturmuş olduğu ve kendisini Allah'tan uzak bırakan yol üzerinde bırakır. Bu haliyle böyle bir namaz o kişiyi Allah'a uzaklıktan alıkoymayınca, sanki onu Allah'tan uzaklaştırmış gibi olur. İbn Mes'ûd'a şöyle denilmiş: Filan kişi çok namaz kılıyor: O: Namaz ancak kendisine itaat edenlere fayda verir, diye karşılık vermiş. Derim ki: Özetle söylenecek olursa "onun namazı o kimseyi ancak Allah'tan uzaklaştırır; böyle bir namaz ancak o kimseye Allah'ın gazabını arttırır" şeklinde gelen ifadeler şuna işaret etmektedir: Hayâsızlık ve münkeri işleyen kimsenin kıldığı namazın kıymeti yoktur. Buna sebeb ise masiyetlerin o kimse üzerindeki baskın etkisidir. Bunun emir manasına haber kipinde ifade olduğu da söylenmiştir. Yani namaz kılan kimse hayâsızlıktan ve münkerden uzak dursun. Yoksa bizatihi namaz alıkoymaz, ancak bu işten vazgeçmeye bir sebebtir. Bu da yüce Allah'ın şu buyruklarına benzemektedir: "İşte bu, size hakkı söyleyen kitabımızdır." (el-Câsiye, 45/29); "Yoksa Biz onlara kesin bir delil indirdik de onlara ona ortak koşmalarını bu mu söylüyor?" (er-Rum, 30/35) 4- Kulun Allah'ı Anması ve Allah'ın Kulunu Anması: "Allah'ı zikretmek ise elbette en büyüktür" âyetinin anlamı şudur: Allah'ın sizi sevap ile sizden övgü ile sözedip anması sizin, ibadet ve namazlarınızda onu zikretmenizden çok daha büyüktür. Bu anlamdaki açıklamayı İbn Mes'ûd, İbn Abbâs, Ebû'd-Derda, Ebû Kurra, Selman ve el-Hasen de ifade etmişlerdir. Taberî'nin tercih ettiği açıklama da budur. Bu anlamdaki açıklama merfu olarak Mûsa b. Ukbe yoluyla gelen hadiste de rivâyet edilmiştir. Mûsa, Nâfî'den, onun İbn Ömer'den rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın: "Allah'ı zikretmek ise en büyüktür" âyeti hakkında şöyle demiştir: "Allah'ın sizi anması, sizin onu anmanızdan daha büyüktür.' Taberî, Câmiu'l-Beyân, XX, 156, 157; ancak mevkuf rivâyetler halinde; EM Suca1 ed-Deylemî, el-Firdevs, IV, 406, İbn Abbâs'ın sözü olarak. Şöyle de açıklanmıştır: Sizin kıldığınız namazlarınızda, okuduğunuz Kur'ân-ı Kerîm'de Allah'ı zikretmeniz herşeyden daha faziletlidir. Bir diğer açıklamaya göre anlam şudur: Namazın hayâsızlıktan ve münkerden alıkoymasının devam etmesi ile birlikte Allah'ı zikretmek en büyüktür. ed-Dahhâk şöyle demiştir: Haram kıldığı şeyler esnasında Allah'ı hatırlayarak, o haramı terketmek zikrin en büyüğüdür. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Yüce Allah'ın hayâsızlıkları ve münkeri yasakladığını hatırlamak en büyüktür; yani çok büyük bir iştir. Çünkü (Arapçada) "en büyük (ekber)" bazen "çok büyük (kebir)" anlamında kullanılır. İbn Zeyd ve Katade şöyle demişlerdir: Yüce Allah'ı zikretmek herşeyden daha büyüktür. Yani zikirsiz yapılan bütün ibadetlerden daha faziletlidir. Şöyle de denilmiştir: Allah'ı zikretmek insanı masiyetten alıkoyar. Çünkü O'nu zikredip hatırlayan bir kimse O'nun emirlerine aykırı davranmaz. İbn Atiyye dedi ki: Benim kanaatime göre anlam şöyledir; Allah'ı zikretmek mutlak olarak en büyüktür. Yani asıl hayâsızlıktan ve münkerden alıkoyan odur. Namazda bu zikrin bir parçası dahi bunu gerçekleştirir. Aynı şekilde namazın dışında da böyledir. Çünkü ancak Allah'ı hatırlayan, O'nun gözetimi altında olduğunun şuuruna varan kimse için günahlardan uzak durmak mümkün olabilir. Bunun mükâfatı da yüce Allah'ın o kimseyi hatırlamasıdır. Hadîs-i şerîfte belirtildiği gibi: "Kim Beni kendi nefsinde zikrederse, Ben de onu kendi nefsimde zikrederim. Kim Beni bir topluluk arasında zikrederse, Ben de onu onlardan daha hayırlı bir topluluk arasında zikrederim. " Müslim, IV, 2061, 2067; Buhârî, VI, 2694; Tirmizî, V, 581; İbn. Mace, II, 1255; Müsned, II, 251, 354. Namazdaki hareketlerin herhangi bir günahtan alıkoymakta bir etkisi yoktur. Asıl fayda veren zikir, ilimle beraber kalbin yönelmesiyle ve Allah'ın dışındaki her şeyin kalpten uzaklaştırılması ile birlikte yapılan zikirdir. Dili aşmayan zikrin ise, mertebesi elbetteki böyle değildir. Yüce Allah'ın kulunu anması, onun üzerine hidayetini ve ilmin nurunu yağdırması demektir. İşte bu da kulun Rabbini zikretmesinin bir meyvesidir. Zaten yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Öyle ise Beni anın ki Ben de sizi anayım," (el-Bakara, 2/152) Âyet-i kerimenin geri kalan bölümleri ise bir çeşit tehdit ve yüce Allah'ın gözetimi altında olduğunu hatırdan çıkarmamaya bir teşviktir. 46Aralarından zulmedenler müstesna olmak üzere kitap ehli ile ancak en güzel yolla mücadele edin ve deyin ki: "Bize indirilene de, size İndirilenlere de îman ettik. Bizim ilâhımız da, sizin İlâhınız da birdir. Biz ancak O'na teslim olanlarız." 47İşte sana böylece Kitabı indirdik. Kendilerine (önceden) kitap verdiklerimiz de ona îman ederler. Bunlar arasından da ona Îman eden kimseler vardır. Âyetlerimizi ancak kâfirler bile bile inkâr ederler. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- Kitab Ehli ile Mücadele Şekli: İlim adamları yüce Allah'ın: "... Kitab ehli ile ancak en güzel yolla mücadele edin" âyetinin anlamı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. j. Mücahid bu âyet-i kerîme muhkemdir, dolayısıyla kitab ehli ile onları yüce Allah'ın yoluna davet etmek ve O'nun delillerine, âyetlerine dikkat çekmek suretiyle en güzel yolla mücadele etmek caizdir. Belki bu yolla îman davetini kabul edebilirler. Onlarla mücadele sert ve kaba davranmak suretiyle yapılmaz. Bu açıklamaya göre yüce Allah'ın: "Aralarından zulmedenler müstesna olmak üzere" âyeti, size zulmedenler müstesna.., demek olur. Yoksa hepsi mutlak olarak zalimdirler. Manası: Kitab ehlinden olup Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman eden Abdullah b. Selâm ve onunla birlikte îman edenler ile mücadele etmeyiniz, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bunlarla ancak "en güzel yolla" mücadele edilir. Yani size anlattıkları kendilerinden öncekilere dair haberler ile bundan başka hususlarda onlara muvafakat etmek suretiyle olur. Bu yoruma göre yüce Allah'ın: "Zulmedenler müstesna" âyeti ile kastedilenler kîtab ehlinden küfürleri üzere kalmaya devam edenlerdir. Kureyza ve Nadiroğullarından ve diğerlerinden küfrünü sürdürüp antlaşmalarına sadakat göstermeyenler gibi. Bu açıklamaya göre âyet-i kerîme muhkemdir. Bu âyetin kıtal âyeti ile neshedildiği de söylenmiştir. Bu da yüce Allah'ın: "Kendilerine kitab verilmiş olanlardan... Allah'a ve âhiret gününe îman etmeyen... terle Savaşınız" (et-Tevbe, 9/29) âyetidir. Bu Katade'nin görüşüdür, "Zulmedenler müstesna" âyeti Allah'a evlâd isnad edenler ve: "Allah'ın eli bağlıdır," (el-Mâide, 5/64) ve: "Muhakkak Allah fakirdir..." (Al-i İmrân, 3/181) diyenlerdir. İşte bunlar müslümanlara Savaş açan ve cizyeyi ödemeyen müşriklerdir. O bakımdan onlara karşı Savaşılmış ve onlardan intikam alınmıştır. en-Nehhâs ve başkaları şöyle demişlerdir; Bu âyetin nesholduğunu söyleyenler onun Mekke'de inmiş bir âyet olduğunu ve o sırada ne farz kılınmış bir Savaş, ne cizye ödeme talebi, ne de benzeri başka bir hüküm inmemiş olduğunu delil gösterirler. Mücahid'in görüşü güzel bir görüştür. Çünkü yüce Allah'ın ahkâmı ile ilgili olarak bu hususta mazereti ortadan kaldıracak bir haber gelmedikçe yahutta aklî ve kat'î bir delil ortada olmadıkça nesholmuştur, denilemez. İbnu'l-Arabî de bu görüşü tercih etmiştir. Mücahid ve Saîd b. Cübeyr de şöyle demişlerdir: Yüce Allah'ın: "Aralarından zulmedenler müstesna" âyeti mü’minlere Savaş açanlar müstesna anlamındadır. Bunlarla yapılacak mücadele îman edinceye ya da cizyeyi ödeyecekleri vakte kadar kılıçla Savaşmaktır. 2- Bize ve Bizden Öncekilere İndirilenlere îman Etmek: Yüce Allah'ın: "Ve deyin ki: Bize İndirilene de, size indirilenlere de îman ettik" âyeti ile ilgili olarak Buhârî'de, Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Kitab ehli Tevrat'ı İbranice okur ve müslüman olanlara Arapçasını açıklıyorlardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Kitab ehlini ne tasdik ediniz, ne de yalanlayınız ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilenlere de Îman ettik." Buhârî, II, 953 (bab başlığında), VI, 2679, VI, 2742 Abdullah b. Mes'ûd'un rivâyetine göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kitap ehline herhangi bir şeye dair soru sormayınız. Çünkü kendileri sapmış iken asla sizi hidayete iletemezler. (Onların size söylediklerini dinlemeniz halinde) ya hak olan bir şeyi yalanlamış olacaksınız, yahutta batıl olan bir şeyi tasdik edeceksiniz. " el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid. Buhârî'de de şu rivâyet yer almaktadır: Humeyd b. Abdu'r-Rahmân'dan rivâyete göre o Muâviye'yi Medine'de Kureyş'ten bir topluluk ile konuşurken dinlemiş. Bu sırada Ka'b el-Ahbar'dan söz edilmiş ve şöyle demiş: Şüphesiz ki bu, kitap ehli arasından rivâyetler nakledenlerin en doğru sözlüsüdür. Bununla birlikte biz onun yalan söylemiş olabileceğini kabul ediyorduk. Buhârî, VI, 2679., 48Sen bundan önce hiçbir kitab okumuş değildin ve sağ elinle de onu yazmamıştın. O zaman bâtıl söyleyenler elbette şüphe ederlerdi. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Ümmiliği: Şanı yüce Allah'ın: "Sen bundan önce hiçbir kitab okumuş değildin" âyetindeki "bundan önce"de yer alan zamir "kitab"a racidir. Bu da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirilmiş olan Kur'ân-ı Kerîm'dir. Yani ey Muhammed, sen Kur'ân-ı Kerîm'den önce okuma biliniyordun. Kitab ehlinin yanına da gidip geliniyordun. Bilakis Biz sana bu Kur'ân-ı Kerîm'i son derece mucizevi bir üslup ile gaybî haberleri ve daha başka hususları ihtiva eden bir özellikte indirdik. Şayet sen kitab okuyan ve yazı yazan kimselerden, olsaydın "o zaman" kitab ehli arasından "batıl söyleyenler elbette şüphe ederlerdi" ve bu şüphelerinde bir dayanak noktalan olur ve: Bizim onun hakkında kitablarımızda bulduğumuz nitelikler okuması yazması olmayan ümmi birisi olduğu şeklindedir. Halbuki o şu anda böyle değildir, derlerdi, Mücahid dedi ki: Kitab ehlt, kitablarsnda Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın okuma-yazma bilmediğini görüyorlardı. İşte bu âyet-i kerîme bunun üzerine nazil olmuştur. en-Nehhâs dedi ki: Bu âyet-i kerîme Kureyşliler için onun peygamberliğine bir delil teşkil ediyordu. Zira o ne okuması, ne yazması vardı, ne de kitab ehliyle oturup kalkardı, Mekke'de kitab ehli yoktu. Bununla birlikte onlara peygamberlerin ve önceki ümmetlerin haberlerini getirmişti. Böylelikle peygamberliği hususunda herhangi bir şüphe ve tereddüt kalmamış oluyordu. 2- Peygamber Efendimiz Daha Sonraları Okuma-Yazma Öğrendi mi?: en-Nekkaş bu âyet-i kerimenin tefsirinde en-Nehaîden şöyle dediğini nakletmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatından önce yazmayı (nisbeten) öğrenmişti. Aynı şekilde Ebû Kebşe es-Selûlî'nin hadisini de senediyle birlikte kaydetmektedir. Bu hadisin muhtevası da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Uyeyne b. Hasn'a ait bir sahifeyi okumuş ve orada neler yazdığını bildirmiştir. İbn Atiyye dedi ki: Bütün bunlar zayıf rivâyetlerdir, el-Bacı -Allah'ın rahmeti üzerine olsun-'nin görüşü de bu kabildendir. Derim ki: Müslim'in, Sahih'inde belirtildiğine göre el-Berâ (b. Âzib)'in naklettiği Hudeybiye Barışı'nı anlatan Hadîs-i şerîfe göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ali (radıyallahü anh)'a şöyle demiştir: "Aramızdaki antlaşmayı yaz! Bismillahirrahmanirrahîm. Bu Allah'ın Rasûlü Muhammed'in antlaştığı hususları ihtiva eder." Bunun üzerine müşrikler ona; Eğer biz senin Allah'ın Rasûlü olduğunu bilseydik, mutlaka sana uyardık. -Bir rivâyette de; sana bey'at ederdik.- Ancak bunun yerine sen "Abdullah'ın oğlu Muhammed" diye yaz, dediler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Ali (radıyallahü anh)'a o yazdığını silmesini emretti. Ali: Allah'a yemin ederim ki onu silmem deyince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bana onun yerini göster" dedi. Ona yerini gösterince onu sildi ve (yerine) Abdullah'ın oğlu... diye yazdı. Müslim, III, 1410. Bizim (mezhebimize mensub) ilim adamlarımız -Allah onlardan razı olsun şöyle demişlerdir: İfadenin zahirinden anlaşıldığına göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); "Resûlüllah" ibaresini eliyle silmiş ve onun yerine; "Abdullah'ın oğlu.,."' diye yazmıştır. Bunu Buhârî bundan daha açık ifadelerle rivâyet etmiştir... Dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) belgeyi aldı ve yazdı. Bir başka rivâyette şu fazlalığı da kaydetmektedir: Ancak güzel yazamıyordu. Buhârî, IV, 1551; İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, VII, 503, 504 Bir topluluk; onun asıl halinin okuyup-yazmama olduğunu bununla birlikte eliyle yazmış olduğunu kabul etmişlerdir. es-Sümnânî, Ebû Zerr (Abdullah b. Ahmed el-Herevî) ile (Ebû'l-Velid) el-Bacî bunlardandır. Bunların görüşlerine göre bu onun ümmi oluşuna aykırı olmadığı gibi, yüce Allah'ın: hem "Sen bundan önce hiçbir kitab okumuş değildin ve sağ elinle de onu yazmamıştın" âyeti ile hem Peygamber Efendimiz'in: "Biz ümmi bir ümmetiz, ne yazarız, ne hesab ederiz" Müslim, 761; Buhârî, II, 675; Ebû Dâvûd, II, 396; Nesâî, IV, 139, 140; Müsned, II, 43, 52, 127, 129- âyeti ile çelişmemektedir. Bunun yerine onlar bu hususu mucizeleri arasında mütalaa etmişler, onun doğruluğunu ve risaletinin sıhhatini ortaya koyan bir belge olarak değerlendirmişlerdir. Çünkü o yazmayı öğrenmeksizin ve bunun için gerekii yollara başvurmaksızın yazabilmiştir. Yüce Allah onun elinin ve kaleminin okuyan kimse tarafından: "Abdullah'ın oğlu..." diye anlaşılacak şekilde hareketler ve çizgiler yapmasını sağlamıştır. Nitekim Peygamber öncekilerin de, sonrakilerin de ilmini herhangi bir şekilde ilim öğrenmeden ve bunu elde etmek için gerekli yollara başvurmadan öğrenmiştir. O bakımdan bu onun mucizeleri arasında en ileri mucizelerden, faziletlerinin en büyüklerinden olmuştur. Bu yolla onun "ümmi'lik vasfı da ortadan kalkmaz. Bundan dolayı ondan bu hususu rivâyet eden ravi de: "Güzel yazmayı beceremiyordu" demiştir. Dolayısıyla onun hakkında "yazdı" demekle birlikte ümmilik vasfı da kalmaya devam etmiştir. Hocamız Ebû'l-Abbas Ahmed b. Ömer dedi ki: Endülüs ve başka yerlerin fukahâsından pek çok kişi, bunu kabul etmemiş ve bu hususta redlerini çok ileri dereceye götürmüş, bu sözleri söyleyenin kâfir olacağını dahi ileri sürmüşlerdir. Bu ise onların nazari bilgileri bilmediklerine, müslümanları tekfir hususunda gerekli tedbirleri almadıklarına ve bazı hususların inceliklerini kavrayamadıklarına delildir. Çünkü müslümanın kâfir olduğunu söylemek, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sahih hadiste geldiği üzere onu öldürmek gibidir. Özellikle çağdaşları tarafından ilim ve fazilet sahibi olduğuna tanıklık olunmuş, İmâmlığı kabul edilmiş bir kimse ise; üstelik bu hususta mesele kafi de değildir. Aksine bu meselenin dayanağı sahih ve âhâd haberlerin zahiri ifadeleridir. Şu kadar var ki; akıl bunları imkansız kabul etmemektedir, şeriatte de böyle bir şeyin vukua geleceğini imkânsız kılan kat'i bir delil bulunmuyor. Derim ki: Müteahhir kimi ilim adamı şöyle demiştir: Bunun (yazı yazmasının) olağan üstü bir mucize olduğunu söyleyen kimselere şöyle denilir: Eğer bir başka âyete (mucizeye) -ki o da yazma bilemeyen ümmi oluşudur- ile çelişmemiş olsaydı, o takdirde bu inkâr olunmayacak bir âyet olurdu. Onun ümmi bir ümmet arasında ümmi oluşu ile hüccet ortaya konulmuş ve inkarcılar susturulmuş, onların şüphelerinin sonu getirilmiş olduğuna göre; nasıl olur da yüce Allah onun eline serbestlik verir de yazı yazar ve bu bir âyet (mucize) olarak değerlendirilebilir? Asıl mucize onun hiçbir şekilde yazı. yazmamasıdır. Mucizelerin birinin diğerini çürütmesine de imkân yoktur. Onun yazı yazmasının ve kalemi eline almasının anlamı ise katiplerinden herhangi birisine yazı yazmasını emretmesi demektir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emri altında yirmialtı tane vahiy katibi bulunuyordu, 3- Peygamber Efendimiz Yazı Yazdı mı? Kadı Iyad'ın, Muaviye yoluyla kaydettiği bir rivâyete göre Muaviye, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın önünde yazı yazarken ona şöyle buyurmuştur: "Mürekkeb hokkasını (önüne) bırak. Kalemin ucunu sivrilt, "be"yi doğru çek, "sin"(in dişlerin)i birbirinden ayır, "mim"i kör yapma, Allah lâfzını güzel yaz, er-Rahmân lâfzını uzat, er-Rahîm'in harflerini de açık seçik olarak yaz." Kadı Iyad dedi ki: Bu rivâyet itibariyle, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yazı yazdığı fiilen sahih olmamakla birlikte, ona yazı ilminin bağışlanmış, bununla birlikte okuma ve yazmasının engellenmiş olması uzak bir ihtimal değildir. Derim ki: Bu hususta sahih olan budur. O tek bir harf dahi yazmamıştır. Ancak yazı yazanlara emirler vermiştir. Aynı şekilde ne okumuş, ne de harfleri hecelemiştir. Şayet: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Deccal'i söz konusu ederken "gözleri arasında (alnının ortasında) "kef", "elif, fe ve ra" (kâfir) yazılıdır" diyerek harf hecelemiştir. Siz ise mucize onun ümmi oluşu ile gerçekleşir demektesiniz. Yüce Allah da: "Sen bundan önce hiçbir kitap okumuş değildin" diye buyurduğu gibi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Biz ümmi bir ümmetiz, ne yazarız, ne hesab ederiz" demiştir. Bu nasıl olur? denilirse, cevap Huzeyfe yoluyla gelen hadiste Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın açıkça belirttiği şu ifadesidir. Hadis de, Kur'ân-ı Kerîm gibi bir bölümü, diğer bir bölümünü açıklar. Huzeyfe yoluyla gelen hadiste Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Yazmayı bilen ve bilmeyen her mü’min onu okur." Müslim. IV, 2248, 2249 (az farkla); el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, VII, 339 Görüldüğü gibi bu hususta Peygamber efendimiz ümmi olanlar arasından yazmayı bilmeyenleri açıkça zikretmiştir. Bu ise olabildiğince açık bir cevaptır. 49Aksine o, kendilerine ilim verilmiş olanların göğüslerinde apaçık âyetlerdir. Âyetlerimizi ancak zalim olanlar bile bile inkâr eder. "Aksine o, kendilerine ilim verilmiş olanların göğüslerinde apaçık âyetlerdir" âyetinde kastedilen Kur'ân-i Kerîm'dir. el-Hasen dedi ki: el-Ferrâ', Abdullah'ın kıraatinin "O" zamirini; "O(nlar)" diye okuduğunu ileri sürmüştür. Aksine Kur'ân'ın âyetleri apaçık âyetlerdir, demek olur. el-Hasen dedi ki: Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Bu... gözleri açan belgelerdir." (el-A'raf, 7/203) âyetidir. Eğer; Bu" yerine; Bu(nlar)" olmuş olsaydı, bu da câiz olurdu. Yine bunun bir benzeri de: "İşte bu Rabbimden bir rahmettir" (el-Kehf, 18/98) âyetidir. el-Hasen dedi ki: Bu ümmete hafızlık ihsan edilmiştir. Bizden önceki ümmetler kitaplarını ancak bakarak okuyabiliyorlardı. Onu kapattılar mı onun içinde olanları peygamberler dışında ezbere bilenleri yoktu. Ka'b da bu ümmetin niteliklerini zikrederken şunları söyler: Onlar gerçekten hikmet sahibi kimseler ve ilim adamlarıdır. Onlar fıkıhta âdeta peygamberler gibidir. "Kendilerine ilim verilmiş olanların göğüslerinde apaçık âyetlerdir." Yani bu Kur'ân-ı Kerîm batılcıların ileri sürdükleri gibi sihir veya şiir değildir. Aksine o, kendileri vasıtası ile Allah'ın dininin ve hükümlerinin bilindiği apaçık alâmetler ve delillerdir. Aynı şekilde bunlar kendilerine ilim verilmiş olanların kalplerindedir. Bunlar ise Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı ve ona îman edenlerdir. Onlar Kur'ân'ı ezbere biliyor ve okuyorlardı. İlim ile nitelendirilmeleri ise onlara verilmiş olan kavrayış sayesinde, Allah'ın kelamını, insanların ve şeytanların sözlerini birbirlerinden ayırdedebilmeleridir. Katade ve İbn Abbâs dediler ki: "Aksine o" yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) "kendilerine İlim verilmiş olanların göğüslerinde apaçık âyetlerdir." Kitab ehlinden ilim sahibi kimseler onu ellerinde bulunan kitablarda bu vasıfta, okuma-yazma bilmeyen ve ümmi bir kimse olarak bulurlar. Ancak onlar nefislerine zulmettiler ve gerçeği gizlediler. Taberî'nin tercih ettiği budur. Bu görüşün delili de İbn Mes'ûd ile İbn es-Sümeyka'nın: Aksine bu... apaçık âyetlerdir" şeklindeki kıraatleridir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisi tek bir âyet değil, bir çok âyetler (mucizeler, belgeler) idi. Zira o dinin pek çok hususuna delil olmuştur. Bundan dolayı yüce Allah: "Aksine o... apaçık âyetlerdir" diye buyurmuştur. Âyetin; "Aksine o, apaçık âyetleri bulunandır" şeklinde olup muzafın hazfedildîği de söylenmiştir. "Âyetlerimizi ancak zalim olanlar" kâfirler "bile bile İnkâr ederler." Çünkü onlar Peygamber efendimizin nübüvvetini ve getirdiklerini gerçek olduklarını bilerek inkâr etmişlerdir. 50Dediler ki: "Üzerine Rabbinden âyetler indirilmeli değil miydi?" De ki: "Âyetler ancak Allah'ın nezdindedir. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım." "Dediler ki: Üzerine Rabbinden âyetler indirilmeli değil miydi?" Bu, müşriklerin Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında söyledikleri sözlerdir. Yani niçin onun üzerine de peygamberlere verilen âyetler (mucizeler) gibi bir mucize verilmedi? Mesela, Salih'in dişi deve mucizesi, Mûsa'nın asa mucizesi, Îsa'nın da ölüleri diriltme mucizesi gibi bir mucizesi niye yok? diye açıklanmıştır. Ey Muhammed, onlara "de ki: Âyetler ancak Allah'ın nezdindedir." Onları dilediği gibi gönderen O'dur. Arzu ederse gönderir, yoksa bende bunların hiçbirisi yoktur. "Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım." İbn Kesîr, Ebubekr, Hamza ve el-Kisaî "âyetler" lâfzını "Âyet" diye tekil olarak okumuşlardır. Diğerleri çoğul okumuşlardır, Ebû Ubeyd'in tercih ettiği görüş budur. Çünkü yüce Allah: "De ki: Âyetler ancak Allah'ın nezdindedir" diye buyurmuştur. 51Kendilerine karşı okunup duran sana indirdiğimiz bu kitap onlara yetmedi mî? Şüphe yok ki bunda îman eden bir topluluk için bir rahmet, bir öğüt vardır. "Kendilerine karşı okunup duran, sana indirdiğimiz bu kîtab, onlara yetmedi mi?" Bu onların: "Üzerine Rabbinden âyetler indirilmeli değil miydi?" şeklindeki sözlerine bir cevaptır. Yani müşriklere, benzerini yahut onun bir sûresinin benzerini meydana getirmeleri için meydan okumuş da kendilerini aciz bırakan bu mucize kitab, istedikleri âyetlerin yerine yeterli gelmiyor mu? Sen bunlara Mûsa'nın ve Îsa'nın mucizelerini getirecek olsan, şüphesiz; Bu bir büyüdür, biz ise büyünün nasıl olduğunu bilemiyoruz, derlerdi. Halbuki bunlar söz söyleme gücüne sahip kimselerdir. Buna rağmen Kur'ân'a karşı çıkmaktan yana acze düşmüşlerdir. Denildiğine göre bu âyetlerin nüzul sebebi, İbn Uyeyne'nin şu rivâyetinde açıklandığı gibidir: İbn Uyeyne, Amr b. Dinar'dan o Yahya b. Ca'de'den rivâyetle dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a üzerinde yazı bulunan bir kol kemiği getirildi, o da şöyle dedi: "Peygamberlerinin getirdiğinden yüz çevirip başka bir peygamberin getirdiklerine yahut kendi kitaplarından bir başka kitaba yönelmek bir kavme sapıklık olarak yeter." Bunun üzerine yüce Allah: "Kendilerine karşı okunup duran, sana İndirdiğimiz bu kitab, onlara yetmedi mi?" âyetini indirdi. Bunu Ebû Muhammed ed-Dârimî, Müsned'inde rivâyet etmiş olup Dârimî, Sünen, I, 134, tefsir âlimleri kitaplarında kaydetmişlerdir. İşte buna benzer bir olay hakkında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ömer (radıyallahü anh)'a şöyle demiştir: "Şâyet İmrân oğlu Mûsa hayatta olsaydı, onun için dahi bana uymaktan başka yapacak bir şey olamazdı." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, I, 174, VIII, 262; Müsned, III, 387. Yine benzeri bir olay münasebetiyle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "Kur'ân-ı Kerîm ile teğanni etmeyen bizden değildir." Buhârî, III, 2737; Ebû Dâvud, II, 74; Dârimî, Sünen, I, 417; Müsned, I, 175, 179, 210. Yani Kur'ân ile yetinerek başka bir şeye ihtiyaç duymayacak hale gelmeyen bizden değildir. Buhârî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)'nin âyet-i kerimeyi te'vili bu şekildedir. Buhârî, IV, 1918. Bu kitabımızın Mukaddimesi'nde zikrettiğimiz üzere; herbir harf karşılığında kişi yüce Rabbinden on hasene alacağına göre, bu kitabtan yüz çevirip başkasına yönelmek sapıklıktır, hüsrandır, aldanıştır, noksandır. "Şüphe yok ki bunda" yani Kur'ân-ı Kerîm de "Îman eden bir topluluk İçin" dünya ve âhirette "bir rahmet"; onunla kendilerini dünyada hakka irşad etmek suretiyle de "bir öğüt vardır." Bir görüşe göre de rahmet, dünyada onları sapıklıktan kurtarmak suretiyle ortaya çıkar. 52De ki: "Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O göklerle yerde olanı bilir. Bâtıla îman edip Allah'ı inkâr edenler, işte onlar zarar edenlerin tâ kendileridir." "De ki; Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter." Yani seni yalanlayanlara şunları söyle: Benim onun rasûlü olduğum iddiam ile bu Kur'ân'ın da O'nun kitabı olduğu iddiamda doğru söylediğime dair lehime şahitlik yapmak üzere şahit olarak Allah yeter. "O göklerle yerde olanı bilir." Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Bu yüce Allah'ın onlar hakkındaki şahitliğinin doğruluğuna dair bir delildir. Çünkü onlar yüce Allah'ın herşeyi bildiğini kabul ediyorlardı. O halde onun şahitliğini de kabul etmeleri gerekirdi. "Batıla" Yahya b. Sellâm'a göre İblis'e, bir görüşe göre de putlara ve heykellere ibadete -ki bu görüşü İbn Şecere nakletmiştir.- "îman edip Allah'ı inkâr edenler" yani rasüllerini yalanlayıp kitabını inkâr ettikleri için Allah'ı da inkâr edenler. Bir görüşe göre; ona putları ortak koşmak suretiyle, ona çocuklar ve zıtlar izafe etmek suretiyle Allah'ı inkâr edenler; "işte onlar" âhirette hem kendilerini, hem de amellerini kaybetmek suretiyle "zarar edenlerin tâ kendileridir." 53Bununla beraber senden azâbı çabucak isterler. Eğer belli bir vade olmasa idi, azâb onlara elbette gelirdi. Yemin olsun -onlar farkında olmaksızın- azâb kendilerine ansızın gelecektir. "Bununla beraber senden azâbı çabucak İsterler." Onları azâb ile korkutup uyarınca aşın inkârları sebebiyle: Haydi bu azâbı bize çabuk getir, dediler. Bir görüşe göre bu sözleri söyleyen en-Nadr b. el-Hâris ile Ebû Cehil'dir. Çünkü bunlar: "Ey Allah, eğer bu senin katından (indirilmiş) hakkın kendisi ise durma bizim üzerimize gökten taş yağdır" (el-Enfal, 8/32) diye yalvarmışlar ve: "Rabbimiz hesap gününden önce payımızı bize çabuk ver" (Sâ'd, 38/16) demişlerdi, "Eğer" azâbın indirilmesi için "belli bir vâde olmasa idi.." İbn Abbâs dedi ki: Bundan maksat, kavmine azâb etmeyip onları kıyâmet gününe kadar erteleyeceğime dair vaadimdir. Yüce Allah'ın: "Asıl onlara vaadolunan vakit kıyâmettir" (el-Kamer, 54/46) âyeti bunu açıklamaktadır. ed-Dahhak dedi ki: Bu vade onların dünya hayatındaki ömürleridir. Belirli vadeden kastın sur'a birinci üfürüş olduğu da söylenmiştir ki, bu da Yahya b. Sellam'ın görüşüdür. Bir başka görüşe göre maksat, yüce Allah'ın onları helâk etmek ve azablandırmak için takdir etmiş olduğu vakittir. Bunu da İbn Şecere demiştir, Bedir günü öldürülmeleri olduğu da söylenmiştir. Özetle herbir azâbın belli bir vâdesi vardır. Bu ne öne geçer, ne geriye kalır. Bunun delili de yüce Allah'ın; "Herbir haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır" (el-En'am, 6/67) âyetidir. (Eğer bu vâde olmasa idi) acele gelmesini istedikleri "azâb onlara elbette gelirdi. Yemin olsun onlar farkında olmaksızın" azâbın üzerlerine ineceğini bilmeksizin"azâb kendilerine ansızın gelecektir." 54Senden azâbı çabucak isterler. Muhakkak cehennem kâfirleri kuşatıcıdır. "Senden azâbı çabucak isterler." Yüce Allah, onlara cehennemi hazırlamış olduğu ve kaçınılmaz olarak cehennem onları çepeçevre kuşatacağı halde, senden azâbı çabucak istiyorlar. Böyle bir aceleciliğin anlamı ne? Bu âyet-i kerimelerin Abdullah b. Ebi Ümeyye ile onun müşrik arkadaşları: "Yahut iddia ettiğin gibi gökyüzünü üzerimize parça parça düşüresin..." (el-İsrâ, 17/92) demeleri üzerine nazil olduğu da söylenmiştir. 55O gün azâb onları hem üstlerinden, hem ayakları altından bürüyecek ve şöyle diyecektir: "Yapmakta olduklarınızı tadın." "O gün azâb onları hem üstlerinden, hem ayakları altından bürüyecek" âyeti denildiğine göre; önceki âyetlerle ilişkilidir. Yani azâbın üstlerinden ve ayaklarının altından kendilerini gelip bulacağı günde azâb onları bürüdü mü cehennem de onları çepeçevre kuşatmış olacaktır. "Hem ayakları altından" diye buyurması âyetin ("hem üstlerinden" âyetine) yakınlık dolaylıyladır. Yoksa Arapçada bürümek (el-ğaşeyân)'ın üstten olan örtmeler hakkında kullanılması daha umumi bir ifadedir. Şairin şu mısraında olduğu gibidir: "Ben ona yem olarak hem saman hem de soğuk su verdim. Yem vermek, saman için kullanılır, su için kullanılmaz. Ayetteki ifade ile iki farklı iş için aynı fiilin kullanılmış olması cihetinden benzerlik vardır. Bir başka şair de şöyle demiştir: "O, düşmanlar üzerine asil atları süren idi. Üzerinde mızraklardan ve zırhlardan ormanlar bulunan düşmanlar üzerine. " Burada da aynı benzerlik sözkonusudur. Ormanlara benzeyen yalnız mızraklar olmakla birlikte, zırhlar da aynı ortak anlatımla ifade edilmiştir. "Ve şöyle diyecektir: Yapmakta olduklarınızı tadın." Medineliler ile Kûfeliler "diyecektir" âyetini "(........): Diyeceğiz" diye "nûn" ile okumuşlar, diğerleri ise "ya" 'le okumuşlardır. Ebû Ubeyd de yüce Allah'ın: "De ki... Allah yeter" âyeti dolayısıyla bu okuyuşu tercih etmiştir, Onları azablandırmakla görevli olan meleğin onlara "tadın" diyecek olması ihtimali de vardır. Her iki kıraat de aynı manayı ifade eder. Yani melek bizim ona vereceğimiz emir üzerine: Tadın! diyecektir. 56Ey Benim Îman eden kullarım! Şüphesiz ki arzım geniştir. O halde yalnız Bana ibadet edin. "Ey Benim îman eden kullarım! Şüphesiz ki arzım geniştir." Âyeti kerimesi Mekke'de bulunan mü’minleri -Mukâtil ve el-Kelbînin görüşüne göre- hicret etmeye teşvik etmektedir. Yüce Allah, onlara arzının geniş olduğunu ve yeryüzünün herhangi bir yerinde kâfirlerin eziyetlerine rağmen orada kalmanın doğru olmadığını haber vermektedir. Aksine doğru olan Allah'a ibadeti, Allah'ın arzında, Allah'ın salih kulları ile birlikte yapmanın yollarını aramaktır. Yani eğer sizler bulunduğunuz yerde imanınızı izhar etmekte sıkıntı çekiyor ve zorlanıyorsanız, o takdirde Medine'ye hicret ediniz. Orası, orada tevhidi açığa vurmak ve hakim kılmak için geniş bir alandır. İbn Cübeyr ve Atâ dedi ki: Zulüm ve münkerin bulunduğu bir yerde bu âyet-i kerîme gereğince amel etmek ieab eder ve hak olan bir beldeye oradan hicret etmek lazım olur. Malik de böyle demiştir. Mücahid dedi ki: "Şüphesiz ki arzım geniştir." O halde siz de hicret edin, cihad edin. Mutarrif b. eş-Şihhîr dedi ki: Muhakkak Benim rahmetim geniştir, demektir. Yine ondan gelen rivâyete göre: Benim size olan rızkım pek geniştir, onu yeryüzünde arayınız, demektir. Süfyan es-Sevrî dedi ki: Sen pahalılık olan bir yerde bulunuyor isen, başka bir yere geç. Orada keseni bir dirhem karşılığında ekmekle doldurabileceksin. Şöyle de açıklanmıştır: Benim arzım olan o cennet pek geniştir. "O halde" orayı Ben size miras verinceye kadar "yalnız Bana ibadet edin." "Yalnız Bana ibadet edin" âyetindeki; "(........): Yalnız bana" hazfedilmiş bir fiil ile nasbedilmiştir. Bu da; "O halde bana ibadet edin, bana ibadet edin" demektir. İki fiilden birisi ile yetinilerek diğerine gerek görülmemiştir. Yüce Allah'ın; "O halde yalnız Bana" âyetinin başındaki "fe" şart manasınadır. Yani, eğer bir yerde sıkıntı çekecek olursanız, bir başka yerde yalnız Bana ibadet ediniz, çünkü Benim arzım geniştir. 57Herbir can ölümü tadıcıdır, sonra Bize döndürülürsünüz. "Herbir can ölümü tadıcıdır, sonra da Bize döndürülürsünüz" âyeti daha önce Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/185. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Burada yüce Allah dünyanın ve dünyada korku veren hususların önemsizliğini belirtmek üzere ölümü söz konusu etmiştir. Sanki bazı mü’minler valanı Mekke'den çıkmak dolayısı ile sonunda ya ölecek yahut aç kalacak ya da buna benzer bir tehlike ile karşı karşıya kalacak zannetmiş de, bunun üzerine yüce Allah da dünyanın önemsizliğini vurgulamış gibidir. Yani sizler kaçınılmaz olarak öleceksiniz ve Bizim huzurumuza toplanacaksınız. O halde Allah'a itaat etmek, O'na hicret etmek ve buna benzer hususlarda eli çabuk tutmak gerekir. Daha sonra amelde bulunan mü’minlere teşvikte bulunmak üzere cennete yerleştirme vaadinde bulunmakta, onların elde edecekleri mükâfatları söz konusu ettikten sonra da; "Onlar ki sabrederler ve Rabblerine tevekkül ederler" diye nitelendirmektedir. Ebû Ömer, Ya'kub, el-Cahderî, İbn Ebi İshak, İbn Muhaysın, el-A'meş, Hamza, el-Kisaî ve Halef Ey Benim kullarım" âyetinde "ya" harfini sakin (harekesiz) okumuşlardır. Diğerleri ise bunu üstün ile okumuşlardır. "Şüphesiz ki arzım" lâfzında "ya'yı İbn Âmir üstün okumuş, diğerleri ise sakin (harf-i med olarak) okumuşlardır. Rivâyet olunduğuna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim dini için bir yerden, bir yere kaçacak olursa (gittiği yer) bir karışlık kadar bir yer olsa dahi, onun için cennet vacib olur ve o Muhammed ve İbrahim'in yoldaşı olur." İkisine de selam olsun. "Sonra Bize döndürülürsünüz" âyetini es-Sülemî ve Âsım'dan rivâyetle Ebubekir "ya" harfi ile "Döndürülürler" diye okumuşlardır. Çünkü "herbir can ölümü tadıcıdır" diye (gaibten söz edilmiştir) buyurulmuştur. Diğerleri ise "te" ile okumuşlardır. Çünkü yüce Allah: "Ey Benim Îman eden kullarım" diye buyurmuştur. Bazıları şu şiiri hatırlatırlar; "Ölüm her an kefene seslenir, Bizlerse gafletteyiz bizim için istenenlerden Sakın dünyaya ve dünyanın süslerine meyletmeyesin, İsterse en güzel elbiselerini giyinmiş olsun. Nerde sevenler, nerde komşular, ne yaptılar? Nerede bu dünyada bir zaman sakin olanlar. Ölüm onlara arı duru olmayan bir kâse içirdi, Ve onları toprağın tabakaları altında tutsak yaptı." 58Îman edip salih amel işleyenleri, elbette Biz onları cennette altlarından ırmaklar akan köşklere yerleştiririz. Onlar orada ebedidirler. Amel İşleyenlerin ecri ne güzel olur! 59Onlar ki sabrederler ve Rabblerine tevekkül ederler. "Îman edip salih amel işleyenleri elbette Biz onları cennette altlarından ırmaklar akan köşklere yerleştiririz" âyetindeki "Elbette Biz onları... yerleştiririz" lâfzını İbn Mes'ûd, el-A'meş, Yahya b. Vessâb, Hamza ve el-Kisaî "be" yerine "peltek se" harfi ile; "Mutlaka onları ikamet ettiririz," diye okumuşlardır ki bu da ikamet anlamına gelen kökünden gelir. Yani Biz, onlara içlerinde ikamet edecekleri köşkler vereceğizdir. Ruvevs, Ya'kub, el-Cahderî ve es-Sülemî'den "naklen" nun yerine "ya" ile; "Elbette onları barındıracaktır" diye okumuştur. Diğerleri ise "Elbette Biz onları yerleştiririz" diye okumuşlardır. "Köşkler" kelimesi ın çoğulu olup bu da yüksek ve aşağı tarafları rahat gören hakim mesken demektir. Müslim'in, Sahih'indeki rivâyete göre Sehl b. Sa'd, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Şüphesiz cennetlikler üstlerinde bulunan köşklerdeki kimseleri sizin doğu veya batı tarafında ufukta bulunan ve inci gibi parıldayan yıldızı gördüğünüz gibi göreceklerdir. Buna sebep ise aralarındaki fazilet farkıdır." Ey Allah'ın Rasûlü, o dedikleriniz peygamberlerin konumlandır, zaten onlardan başkaları kimse oraya ulaşamaz, dediler. Peygamber şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olan hakkı için hayır, bunlar Allah'a îman eden ve rasûlleri tasdik eden bir takim kimselerdir." Müslim, IV, 2177; Buhârî, V, 2399; Tirmizî, IV, 690; Müsned, II, 339. Tirmizî'de yer alan rivâyete göre de Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Cennette öyle yüksek köşkler vardır ki, içlerinden dışarıları, dışarılarından da içleri görülür." Bir bedevi ayağa kalkıp: Bunlar kimlere verilecektir, ey Allah'ın Rasûlü? diye sorunca şöyle buyurdu: "Bunlar sözü güzel söyleyen, yemek yediren, devamlı oruç tutan, insanlar uykudayken Allah için namaz kılanlara verilecektir." Tirmizî, IV, 673. Biz bu hususa dair daha geniş açıklamaları "et-Tezkire" adlı eserimizde kaydetmiş bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun. 60Kendi rızkını taşımayan nice canlı vardır. Allah onlara da rızkı verir, sîze de. O, işitendir, bilendir. "Kendi rızkını taşımayan nice canlı vardır. Allah onlara da rızkı verir, size de." el-Vahidî senedini kaydederek Yezid b. Harun'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Bize Haccac b. el-Minhal ez-Zührî'den -ki o Abdurrahman b. Atâ'dır- anlattı: ez-Zührî, Atâ'dan, o İbn Ömer'den dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) İle birlikte çıktık. Nihayet Ensar'dan birisinin bahçesine girdi. Meyvelerden alıp yemeye başladı ve: "Niye yemiyorsun ey İbn Ömer?" dedi. Ben: Ey Allah'ın Rasûlü canım çekmiyor dedim. Şöyle buyurdu: "Fakat benim canım çekiyor. Bu hiçbir şeyin tadına bakmadığım dördüncü günün sabahı. İstersem Rabbime dua ederim, O da bana Kisra ve Kayser'in mülkü gibi mülk verir. Ne dersin?: Ey İbn Ömer sen bir yıllık rızıklarını saklayan ve yakînin oldukça zayıfladığı bir topluluk arasında kalırsan ne yaparsın?" (İbn Ömer) dedi ki: Allah'a yemin ederim, aradan fazla zaman geçmeden: "Kendi rızkını taşımayan nice canlı vardır. Allah onlara da rızkı verir, size de. O işitendir, bilendir" âyeti nazil oldu. el-Vahidî, Esbâbu Nüzûli'l-Kur'ân, s. Derim ki: Bu zayıf bir rivâyettir. Bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendi aile efradı için bir yıllık geçimlerini saklamış olması zayıflatmaktadır. Bu gerçeği de Buhârî ve Müslim ittifakla rivâyet etmişlerdir. Sahabe de bu işi böyle yapıyordu ki; onlar arkalarından gelenlere önderlerdir, kendilerinden sonra gelecek olan takva sahibi ve mütevekkil kimselerin İmâmlarıdırlar. İbn Abbâs'ın rivâyetine göre mü’minler Mekke'de müşrikler tarafından eziyete uğratılınca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara şöyle demiştir: "Medine'ye çıkıp gidin, oraya hicret edin. Zâlimlere komşuluk etmeyin." Ashab şöyle dedi: Orada bizim ne evimiz, ne akarımız vardır, ne de bize yemek yedirecek, su içirecek kimsemiz vardır. Bunun üzerine: "Kendi rızkını taşımayan nice canlı vardır. Allah onlara da rızkı verir, size de" âyeti nazil oldu. Yani bu canlılarla beraber azıkları gizli ve saklı değildir, siz de boylesiniz. Allah sizi hicret edeceğiniz yerde azıkla ndıracaktır. Bu birinci görüşe göre daha uygundur. "Nice" ile ilgili açıklamalar ve bunun aslen; olup başına benzetme edatı olan "kafin geldiğine ve bunda; "Nice" anlamı bulunduğuna dair açıklamalar daha Önceden (el-Kasas, 28/82. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. el-Halil ve Sîbeveyh'e göre bunda takdir sayı gibidir. Çok sayıda pek çok canlı vardır ki,., demektir. Mücahid dedi ki; Bununla kuşlar ve davarlar kastedilmektedir. Bu hayvanlar ağızlarıyla yerler ve beraberlerinde hiçbir şey taşımazlar. el-Hasen dedi ki: Bunlar o anlık yiyeceklerini yerler, ertesi gün için bir şey saklamazlar. "Kendi rızkını taşımayan” yani rızkını elde etmeye kadir olamayan "nice canlı vardır." Onlar nereye giderlerse "Allah onlara da rızkı verir, size de" anlamında olduğu da söylenmiştir. Şöyle de denilmiştir: Taşımak burada yükletmek anlamındadır Yani rızıklarını kazanma mükellefiyeti onlara verilmemiştir. Allah onları rızıklandırır en-Nekkaş dedi ki: Maksat Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. ü yei" fakat saklamazdı. Derim ki: Bu görüşün hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü burada "dabbe: canlı" lâfzı mutlak olarak kutlanılmıştır. Örfen bu lâfız mutlak olarak kullanıldığında insan hakkında kullanılmaz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında nasıl kullanılabilir? Buna dair açıklamalar daha önce en-Neml Sûresi'nde yüce Allah'ın: "O söz aleyhlerine gerçekleşince Biz onlara yerden bir dâbbe çıkartırız. Onlara... söyler." (en-Neml, 27/82) âyetini açıklarken geçmişti. İbn Abbâs dedi ki: Dâbbeler canlılardan debelenen herbirisi demektir. Bunların hiçbirisi kendi rızkını taşımaz ve rızık da saklamaz. Âdemoğlu, karınca ve fareler müstesna. Kimisinin şöyle dediği nakledilmiştir: Ben bülbülün koynunda yiyecek sakladığını gördüm. Saksağanın da yiyecek sakladığı yerlerinin bulunduğu ancak bunları unuttuğu da söylenir. "Allah onlara da rızkı verir, size de." Böylelikle verdiği rızkında hırs gösteren ile tevekkül edeni, çokça isteyen ile kanaatkarı, hilebaz ile âcizi birbirine eşit kılar taki çok çalışıp didinen kimse, çalışıp didinmesi sonucu kendisine rızık verildiğine aldanmasın. Âciz kimse de acizliği dolayısıyla rızkının alıkonulacağını düşünmesin. Sahih'de, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Eğer sizler yüce Allah'a hakkıyla tevekkkül edecek olursanız, sabahleyin kursakları boş gidip akşamleyin dolu olarak dönen kuşları rızıktandırdığı gibi sizi de rızıklandırırdı." Tirmizî, IV, 573; İbn Mâce, II, 1394; Müsned, I, 30, 52. "O" duanızı ve Medine'de harcayacak bir şey bulamayacağız şeklindeki sözlerinizi "İşitendir" kalplerinizde bulunanları "bilendir." 61Eğer sen onlara: "Göklerle yeri kim yarattı ve güneşi ve ayı kim emrinize verdi" diye sorsan, onlar elbette: "Allah" diyeceklerdir. O halde nasıl yüz çevirip döndürülüyorlar? "Eğer sen onlara göklerle yeri kim yarattı... diye sorsan" âyet-i kerimesi müşriklerin müslümanları fakirlikleri dolayısıyla ayıplayıp; Eğer siz hak üzere olsaydınız, fakir olmazdınız demeleri üzerine, yüce Allah bu şüpheyi, bu buyruklarıyla izale etmiştir. Zira onların bu ifadeleri bir kelime oyunu idi ve kâfirler arasında da fakir kimseler vardı. Aynı şekilde: Biz hicret edecek olursak, harcayacak bir şey bulamayız, diyenler de vardı. Yani siz Allah'ın herbir şeyi yarattığını kabul ettiğinize göre rızık hususunda nasıl şüpheniz olur? Herbir varlığı yaratmak kudretine sahip olan O yüce zat, kutunun rızkını vermekten nasıl âciz olabilir? İşte bundan dolayı yüce Allah bu âyetin akabinde: "Allah kullarından dilediği kimseye rızkı genişletir, bazen ona daraltır da" diye buyurmaktadır. "O halde nasıl yüz çevirip döndürülüyorlar." Nasıl Benim tevhidimi inkâr ediyor ve ibadetimden yüz çeviriyorlar? 62Allah, kullarından dilediği kimseye rızkı genişletir, bazan ona daraltır da. Şüphesiz ki Allah, herşeyi çok iyi bilendir. "Allah, kullarından dilediği kimseye rızkı genişletir" yani îman ve küfür sebebiyle rızıkta bir değişiklik olmaz. Rızkı genişletmek de, kısmak da O'ndandır. O halde fakirlik dolayısıyla başkalarının ayıplanması da söz konusu olmaz. Çünkü herbir şey Allah'ın kaza ve kaderi iledir. "Şüphesiz ki Allah" halleriniz ve işlerinize ait " herşeyi çok iyi bilendir" âyeti, dar rızık ya da bol rızıktan hangisinin sizin faydanıza olduğunu çok iyi bilendir, diye de açıklanmıştır. 63Eğer Sen onlara; "Gökten suyu indirip onunla yeri ölümünden sonra dirilten kimdir?" diye sorsan, onlar elbette; "Allah'tır" derler. "Allah'a hamd olsun" de. Fakat onların çoğu akıl etmezler. "Eğer sen onlara: Gökten suyu" buluttan yağmuru "İndirip onunla yeri ölümünden" yani kuraklıktan, orada yaşayanları kıtlık halinden "sonra dirilten kimdir, diye sorsan, onlar elbette Allah'tır derler." Siz bunu itiraf ettiğinize göre niye O'na ortak koşuyor, öldükten sonra tekrar diriltilmeyi inkâr ediyorsunuz? O, bunları yapmaya kadir olduğuna göre mü’minleri zengin kılmaya da kadirdir. Bunu, te'kid olsun diye tekrarlamıştır. "Allah'a" kudretine dair açıklamış olduğu apaçık delil ve belgeler dolayısıyla "hamdolsun de. Fakat onların çoğu akıl etmezler." Bu deliller üzerinde gereği gibi düşünmezler. Onların bunu ikrar etmesi dolayısıyla "Allah'a hamdolsun" diye açıklandığı gibi; suyu indirip yeryüzünü canlandırdığı için Allah'a hamdolsun diye de açıklanmıştır. 64Bu dünya hayatı bir eğlenceden ve bir oyundan başka bir şey değildir. Âhiret yurdu ise, asıl hayat yurdu işte orasıdır, bilmiş olsalardı. "Bu dünya hayatı bir eğlenceden ve bir oyundan başka bir şey değildir." Yani bu dünya hayatı kendisi ile oyalanılan ve eğlenilen bir şeydir. Allah'ın zenginlere vermiş olduğu dünyalık mutlaka yok olur, zeval bulur. Tıpkı hakikati olmayan ve sebatı bulunmayan oyun gibidir. Bazıları şöyle demiştir: Dünya senin için baki kalsa bile, sen onun için baki kalmazsın. Şu beyitleri okumuşlardır: "Dünyanın akşam bize gelişi, sabah gidişinden farklıdır. Bir takım işlerden sonra başka işler meydana gelir. Geceler (kimini) bir araya getirir, ayırır kimini, Kimi yıldızlar doğar o gecede batar kimileri. Her kim zamanın ve sevincinin kalıcı olduğunu sanırsa, Bilsin ki imkansızdır bu, hiçbir sevinç devam etmez. Ve affetsin Allah bütün endişesi tek bir şey olanı Ve gelen musibetlerin dönüp dolaşıcı olduğuna inanan kimseyi." Derim ki: Bütün bunlar mal, mevki, geçimin temel esasını sağlayacak ve itaatler için gerekli gücü temin edecek, zorunlu ihtiyaçtan fazla olan giyecek gibi; dünyalıklar hakkındadır. Bunlardan Allah için olanlara gelince; onlar âhiretın kapsamı İçerisindedirler ve asıl kalacak olanlar onlardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Celal ve ikram sahibi Rabbimin Vechi ise kalıcıdır." (er-Rahmân, 55/27) Yani kendisi ile Allah'ın mükâfat ve rızası aranılarak yapılan şeyler kalıcıdır. "Âhiret yurdu ise; asıl hayat yurdu işte orasıdır." Asla sonu gelmeyen, ölümün söz konusu olmadığı kalıcı hayat yurdu orasıdır. Ebû Ubeyde; 'in, "ha" harfi kesreli olarak; 'in aynı anlamda olduğunu iddia etmiştir. Nitekim şair şöyle demektedir: "Bazan bakarsın ki hayat hayattır." Başkaları ise; 'in vezninde, Sopalar" gibi çoğul olduğunu söylemektedir. ise canlı olan herşey hakkında kullanılır. aynı zamanda cennetteki bir pınardır. 'ın aslının, olduğu ve aynı iki harfin arka arkaya gelmesi dolayısıyla "vav"lardan birisinin "ya"ya değiştirildiği de söylenmiştir. Bunun böyle olduğunu "bilmiş olsalardı..." 65Gemiye bindiklerinde dîni yalnız Allah'a halis kılanlar olarak O'na yalvarırlar. Onları karaya kurtarınca da bakarsın ki onlar ortak koşarlar. "Gemiye bindiklerinde" ve suda boğulmaktan korktuklarında "dinî yalnız Allah'a halis kılanlar olarak" yani niyetlerinde samimi olarak "O'na yalvarırlar." Putlara ibadet ve dua etmeyi bırakırlar. "Onları karaya kurtarınca da bakarsın ki onlar ortak koşarlar." Onunla birlikte başkasına ve hakkında herhangi bir delil indirmediği şeylere dua ve ibadet ederler. Denildiğine göre; onların şirk koşmaları herhangi bir kimsenin şu kabilden sözler söylemesi idi: Şayet Allah ve kaptan yahut gemici olmasaydı boğulacaktık. Böylelikle Allah'ın onların faydasına olmak üzere onları kurtarmasını Allah ile mahlukatı arasında taksim etmiş (böylece O'na ortak koşmuş) oluyorlar. 66Tâ ki kendilerine verdiğimize nankörlük etsinler ve yararlansınlar. Yakında bileceklerdir. "Tâ ki kendilerine verdiğimize nankörlük etsinler ve yararlansınlar." Denildiğine göre burada fiillerin başındaki iki "lâm" (mealde; tâ ki) key "Lâm'ı diye bilinen "lâm"lardır. Kâfir olsunlar ve faydalansınlar diye, anlamındadır. Şöyle de denilmiştir: "Bakarsın ki onlar ortak koşarlar." Onların şirklerinin neticesi Allah'ın nimetlerini inkâr etsinler ve dünya ile faydalansınlar diye... Bir diğer görüşe göre buradaki "lâm"lar emir lamı olup tehdit manasını ihtiva eder. Yani size ihsan etmiş olduğumuz nimete ve denizden kurtarmaya karşı nankörlük edin ve yararlanın, bakalım. Bu açıklamanın delili Ubeyy'in: "Ve oyalanın" şeklindeki kıraatidir. İbnu'l-Enbarî dedi ki: Bunu ayrıca el-A'meş, Nafi’ ve Hamza’nın "lâm" harfini cezm ile; Ve yararlansınlar!..." şeklindeki kıraatleri pekiştirmektedir. en-Nehhâs dedi ki: "Tâ ki yararlansınlar" âyetindeki "lâm", key "lâm"ıdir, emir "lâm"ı olması da mümkündür. Çünkü emir lamında aslolan esreli okunmasıdır. Şu kadar var ki; bu emirde tehdit manası vardır, "Lâm" harfini sakin olarak okuyanlar ise bu "lâm"ı key "lâm"ı olarak kabul etmezler. Çünkü key "tam"ının sakin okunması câiz değildir. Bu İbn Kesîr, el-Müseyyeb ve Kalun'un, Nafî'den kıraatidir. Hamza, el-Kisaî ve Hafs'ın da Âsım'dan rivâyet ettiği kıraati de böyledir. Diğerleri ise "lâm'ı esreli okumuşlardır. Ebû'l-Aliye de "Onlara verdiğimize nankörlük etsinler diye. Artık yararlanın yakında bileceksiniz" şeklinde bir tehdit olarak okumuştur. 67Çevrelerinde insanların zorla kapılıp götürülmesine rağmen, kendilerine güvenli kutsal bir belde yaptığımızı görmezler mi? Bundan sonra bâtıla inanıp Allah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar? "Çevrelerinde... kendilerine güvenli kutsal bir belde yaptığımızı görmezler mi?" Abdu'r-Rahmân b. Zeyd dedi ki: Bu belde Mekke'dir. Kendilerinden söz edilenler de Kureyş'tir. Yüce Allah orada kendilerini güvenlik içinde barındırmıştır. "Çevrelerinde insanların zorla kapılıp götürülmesine rağmen" âyeti hakkında ed-Dahhak şöyle demiştir: İnsanlar birbirlerini öldürüyor, birbirlerini esir alıyorlardı. Kapıp götürmek, hızlıca almak, yakalamak" demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Kasas Sûresi'nde (28/57. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah, onlara kendisine itaatla boyun eğsinler diye bu büyük nimeti hatırlatmaktadır. Yani Ben onlara esir alınmaktan, baskınlardan, öldürülmekten yana içinde emin oldukları güvenlikli bir belde kıldım. Onları denizde tehlikelerden kurtardığım gibi, karada da kurtardım. Fakat onlar karada Bana ortak koşuyorlar, denizde ortak koşmuyorlar. Bu ise onların bu hallerindeki çelişkinin hayret edilecek bir iş olduğuna dikkat çekmektir. "Bundan sonra batıla inanıp" Katade şirke inanıp Yahya b. Sellam İblis'e inanıp diye açıklamışlardır. "Allah'ta nimetine nankörlük mü ediyorlar?" İbn Abbâs dedi ki: Allah'ın verdiği afiyete karşı nankörlük mü ediyorlar? İbn Şecere, Allah'ın bağış ve lütuflarına karşı mı nankörlük ediyorlar? diye açıklamış. İbn Sellam da: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın getirmiş olduğu hidayete karşı mı nankörlük ediyorlar? diye açıklamışlardır. en-Nekkaş da şu açıklamayı nakletmektedir: Bunlar açken onlara yemek yedirmemize, korkudan sonra onlara güvenlik vermemize karşı mı nankörlük ediyorlar? Bu onların hallerinin hayret edilecek bir iş olduğunu ifade eder ve soru şeklinde bir inkâr (durumlarını rcd)dir. 68Allah'a karşı yalan uyduran veya kendisine hak gelince, onu yalanlayan kimseden daha zalim kim olabilir! Kâfirler için cehennemde kalacak yer mi yok? "Allah'a karşı yalan uyduran... kimseden daha zalim kim olabilir?" Yüce Allah'la beraber, O'na ortak koşan, evladı olduğunu iddia edenden ve bir hayâsızlık işlediği zaman da: "Biz atalarımızı da bunun üzerinde bulduk, Allah da bize bunu emretti" (el-A'raf, 7/28) diyenden daha zalim hiçbir kimse yoktur, demektir. "...Veya kendisine hak gelince onu yalanlayan kimseden daha zalim kim olabilir." Yahya b. Sellâm dedi ki; Hak'tan kasıt Kur'ân'dır. es-Süddî de tevhiddir demiştir. İbn Şecere de Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır demiştir. Bu görüşlerin herbirisi diğer ikisini de kapsamına alır. "Kâfirler için cehennemde kalacak yer mi yok?" Bu takrirî bir istifhamdır. (Yer vardır, demektir.) 69Uğrumuzda cihad edenleri, elbette Biz onları, yollarımıza iletiriz. Muhakkak ki Allah İhsan edenlerle beraberdir.
"Uğrumuzda cihad edenleri" bizim uğrumuzda yani bizim rızamızı isteyerek cihad edenleri.., es-Süddî ve başkaları dediler ki: Bu âyet-i kerîme Savaşın farz kılınışından önce inmiştir. İbn Atiyye dedi ki: Âyet-i kerîme örfen bilinen cihaddan öncedir. Burada sözü edilen cihad, Allah'ın dini uğrunda ve O'nun rızasını talep yolunda umumi bir cihaddır. el-Hasen b. Ebi'l-Hasen dedi ki: Âyet-i kerîme Allah'a çokça ibadet eden kimseler hakkındadır. İbn Abbâs ile İbrahim b. Edhem şöyle demişlerdir: Bu âyet-i kerîme bildikleri gereğince amel eden kimseler hakkındadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Bildikleriyle amel edene Allah bilmediklerini öğretir." İbn Kesîr, Tefsir, 10, 422’de mana itibariyle buna yakın bir rivâyet zikretmektedir. Bazı ilim adamları da yüce Allah'ın: "Allah'tan korkun. Allah size öğretiyor." (el-Bakara, 2/282) âyetine işaret edildiğini kabul etmişlerdir. Ömer b. Abdulaziz de şöyle demiştir: Bilmediğimiz şeyleri öğrenmemizi engelleyen husus, bildiklerimizle amel etmekteki kusurumuzdur. Eğer bizler bildiklerimizin bir kısmı ile amel edecek olursak, şüphesiz ki Allah bizlere bedenlerimizin (fiilen) elde edemeyeceği kadar ilme bizi mirasçı kılar. Yüce Allah: "Allah'tan korkun, Allah size öğretiyor" diye buyurmaktadır. Ebû Süleyman ed-Dârânî dedi ki: Âyet-i kerimede sözü edilen cihad yalnızca kâfirlerle Savaşmak değildir, O dine yardımcı olmaktır, batılcıların görüşlerini reddetmek, zâlimlerin kökünü kazımaktır. Bunun en büyük şekli de iyiliği emredip kötülükten alıkoymaktır. Allah'a itaat uğrunda nefislere karşı mücahede de onun bir parçasıdır ve en büyük cihad budur. Süfyan b. Uyeyne, İbnu'l-Mübarek'e dedi ki: Sen insanların ihtilâf ettiklerini görecek olursan, mücahidlerle ve serhadlerde İslam diyarını koruyanlarla birlikte olmaya bak. Şüphesiz ki yüce Allah: "Elbette Biz onları yollarımıza İletiriz" diye buyurmaktadır. ed-Dahhak dedi ki: Âyet-i kerimenin anlamı şudur Hicret yolunda cihad eden kimseleri elbette îman üzere sebat yollarına ileteceğiz. Daha sonra şöyle demektedir: Dünyada sünnete tabi olmak, âhirette cennete benzer. Âhirette cennete giren kurtulur. Aynı şekilde dünyada da sünnete yapışan kurtulur. Abdullah b. Abbas dedi ki: Bize itaat yolunda cihad edenleri elbette Biz de mükâfat yollarımıza ileteceğiz. Bu da itaatin genel anlamıyla kaydedilen bütün görüşleri kapsar. Abdullah b. ez-Zübeyir'in şu sözü de buna yakındır: Hikmet der ki: Beni arayıp da bulamayan, iki yerde beni arasın: Bildiğinin en güzeli ile amel etsin ve bildiğinin en kötülerinden uzak kalsın. el-Hasen b. el-Fadl dedi ki: ifadede bir takdim ve te'hir vardır. Yani Bizim kendilerine hidayet verdiğimiz kimseler, asıl yolumuzda cihad edenlerdir. "Biz onları yollarımıza iletiriz." Yani cennet yollarına. Bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır. en-Nekkaş dedi ki: Allah onları hak dine uymayı muvafık kılar. Yusuf b. Esbât dedi ki: Yani Biz onların niyetlerini, sadakalarını, namaz ve oruçlarını Allah için ihlâslı kılacağız. "Muhakkak ki Allah İhsan edenlerle beraberdir" âyetinde yer alan; 'in başındaki "lâm" harfi te'kid "lâm"ı olup bu "lâm"ın başa gelmesi iki şekilden birisine göredir: Başına geldiği kelime isim olmalı, te'kid "lâm"ı ancak isimlerin başına gelir. Yahutta harf (edat)'ın başına gelmelidir. Çünkü harfte de istikrar manası vardır. Mesela "Şüphesiz ki Zeyd evdedir" demek gibi. Sakin okunduğu takdirde sadece edattır, başka bir şey olmaz. Fethalı okunduğu takdirde ise isim olması da caizdir, harf olması da caizdir. Fakat çoğunluk belli bir mana için getirilmiş bir harf olduğu görüşündedir. "İhsan ve ihsan edenlerdin anlamına dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/195. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. Şanı yüce Allah, bu cihad edenlerle, yardımı ve onlara ihsan edeceği zaferlerle onları korumak, onları doğru yola iletmekle birliktedir. Bunlarla ve diğer herkesle İse; onları kuşatmak ve kudreti ile birliktedir. Her iki birlikte oluş arasında ise büyük bir fark vardır. el-Ankebut Sûresi'nin tefsiri de burada sona ermektedir. Hamd, yalnız Allah'adır. |
﴾ 0 ﴿