RÛM SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile er-Rûm Sûresi'nin bütünüyle Mekkî olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Altmış âyettir. 1Elif, Lâm. Mim. 2Rumlar yenildiler; 3Yakın bir yerde. Onlar bu yenilmelerinden sonra galip geleceklerdir. "Elif, Lâm. Mim. Rumlar yenildiler; yakın bir yerde" âyeti ile ilgili olarak Tirmizî, Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediğine dair bir rivâyet kaydetmektedir: Bedir gününde Rumlar İranlılara galip geldiler ve bu, mü’minlerin hoşuna gitti. Bunun üzerine "Elif, Lâm, Mîm. Rumlar yenildiler; Yakın bir yerde... O günde mü’minler sevineceklerdir; Allah'ın yardımı dolayısıyla" (Ebû Said el-Hudrî) dedi ki: Bu sebebten ötürü mü’minler Bizanslıların, İranlılara galip gelmesine sevindiler. (Tirmizî) dedi ki: Bu, bu rivâyet yoluyla garip bir hadistir. (Buradaki "Rumlar yenildiler" anlamındaki âyeti) Nasr b. Ali el-Cehdamî; "Rumlar yendiler" diye okum ustur. Tirmizî, V, İHy Tirmizî yine bu hadisi İbn Abbâs yoluyla, bundan daha geniş ve eksiksiz bir şekilde rivâyet etmiştir. İbn Abbâs yüce Allah'ın: "Elif, Lâm, Mim. Rumlar yenildiler; yakın bir yerde" âyeti hakkında; "Yendiler" ve; "Yenildiler" (diye okumuş) demiştir. (İbn Abbâs devamla) dedi ki: Müşrikler, İranlıların, Bizanslılara galip gelmelerini arzu ediyorlardı. Çünkü kendileri de, diğerleri de putperest idiler. Müslümanlar ise Bizanslıların, İranlılara karşı galip gelmelerini istiyordu, çünkü onlar ehl-i kitap idiler. Bundan Ebubekir'e sözettiler, Ebubekir de bu hususu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a söyleyince: "Bizanslılar pek yakında galip geleceklerdir" dedi. Ebubekir durumu onlara zikredince, bu sefer onlar: O halde bizimle senin aranda buna dair bir süre tesbit et, eğer biz(im tuttuklarımız) galip gelirlerse, bize şunları vereceksin. Şayet siz(in taraftar olduklarınız) üstün gelirlerse, bu sefer size şunları şunları vereceğiz, dediler. Ebubekir (radıyallahü anh) da bunun üzerine beş yıllık bir süre tesbit etti. Bu süre zarfında Bizans'lılar galip gelemediler. Durumu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a söyleyince, şöyle buyurdu: "Niçin sen daha uzun bir süre -ki zannederim on yıl dedi- tesbit etmedin?" diye buyurdu. Ebû Said dedi ki: (Âyet-i kerîmede geçen) "bıd"' on yıldan daha az bir süredir. (Devamla) dedi ki: Daha sonra Bizanslılar galip geldiler. İşte yüce Allah'ın: "Elif, Lâm, Mîm. Rumlar yenildiler.,. O günde mü’minler sevineceklerdir; Allah'ın yardımı dolayısı ile" âyetlerini indirdi. Süfyan dedi ki: Duyduğuma göre Bizanslılar onlara karşı Bedir günü zafer kazandılar. Ebû Îsa dedi ki: Bu hasen, sahih ve garib bir hadistir. " Tirmizî, V, 343; Müsned, I, 276, 304 Tirmizî yine bu hadisi Niyar b. Mükrem el-Eslemî yoluyla da rivâyet etmiş olup, (buna göre Niyar) dedi ki: "Elif, Lâm, Mîm. Rumlar yenildiler; yakın bir yerde. Onlar bu yenilmelerinden sonra galip geleceklerdir. Üç ila dokuz yıl İçinde" âyeti nazil olduğu günde İranlılar, Bizanslıları yenmişlerdi. Müslümanlar ise Bizans'lıların onlara galip gelmelerini istiyorlardı. Çünkü kendileri ve onlar kitap ehli idiler. İşte yüce Allah'ın: "O günde mü’minler sevineceklerdir; Allah'ın yardımı dolayısı İle. O dilediğine yardım eder. O Aziz'dir, Rahîmdir" buyrukları bu hususta inmiştir. Kureyşliler ise İranlıların galip gelmelerini istiyorlardı. Çünkü onlar ve kendileri kitap ehli olmadıkları gibi; öldükten sonra dirilişe de îman etmiyorlardı. Yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi indirince Ebubekir es-Sıddîk (radıyallahü anh) dışarı çıkıp Mekke'nin dörtbir yanında yüksek sesle: "Elif, Lâm, Mîm. Rumlar yenildiler; yakın bir yerde. Onlar bu yenilmelerinden sonra galip geleceklerdir. Üç İla dokuz yıl İçinde" âyetlerini okuyordu. Kureyşlilerden bazı kimseler Ebubekir'e: O halde bu hususta bizimle sizin aranızda bir sözleşme olsun. Senin arkadaşın Rumların (Bizanslıların) üç. ila dokuz yıl arasında İranlılara galip geleceklerini iddia etmektedir. Bu hususta seninle bahse tutuşalım mı? dediler. O: Olur, dedi. Bu bahisleşmenin haram kılınmasından önce idi. Ebubekir ve müşrikler bahse tutuştular ve bu hususta aralarında anlaştılar. Ebubekir'e: Sözü edilen bıd' (üç ila dokuz) yılı ne kadar tesbit edeceksin? Üç yıl mı yoksa dokuz yıl mı? Bizimle senin aranda nihai olarak kabul edeceğimiz ortalama bir süre tayin et, dediler. (Niyar) dedi ki: Bunun üzerine aralarında altı yıllık bir süre tesbit ettiler. Ancak bu altı yıl geçtiği halde Rumlar galip gelmediler. Bu sefer müşrikler Ebubekir'in bahse konu olan malını aldılar. Yedinci yılın girişi ile birlikte Rumlar, İranlılara galip geldi. Bu sefer müslümanlar Ebubekir'in süreyi altı yıl olarak tesbit etmiş olmasını ayıpladılar. Çünkü yüce Allah: "Üç ila dokuz yıl içinde" diye buyurmaktadır. Bunun üzerine de pek çok kimse İslâm'a girmişti. Ebû Îsa (et-Tirmizî) dedi ki: Bu, hasen, sahih, garib bir hadistir Tirmizî,V, 344 el-Kuşeyrî, İbn Atiyye ve başkalarının rivâyet ettiklerine göre bu âyet-i kerîmeler nazil olunca, Ebubekir müşriklerin yanına giderek: Bizanslıların yenilgiye uğramaları sizi memnun mu etti? Bizim peygamberimiz yüce Allah'tan bize onların üç ila dokuz yıl içerisinde galip geleceklerini bize haber vermektedirler. Bunun üzerine Ubeyy b. Halef ile onun kardeşi Ümeyye -denildiğine göre bir de Ebû Süfyan b. Harb- dediler ki: Ey Ebû Fasil! (Sütten kesilmiş deve yavrusu anlamında olup) -bununla Ebubekr künyesi ile bir çeşit alay etmeye çalışıyorlardı- Haydi bu hususta seninle bahse tutuşalım. Bunun üzerine, Ebubekir onlarla bahse tutuştu. Katade dedi ki: Bu olay kumarın haram kılınmasından önce olmuştu. Bahiste mal olarak tesbit ettikleri beş genç deve ile üç yıllık süre idi. Tesbit edilen deve sayısının üç olduğu da söylenmiştir. Daha sonra Ebubekir, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gitti ve durumu ona haber verince, Peygamber şöyle buyurdu: "Niye daha İhtiyatlı bir süre tesbit etmedin. Çünkü (âyet-i kerîmede geçen); bıd' üç ila dokuz ya da on yıl arası bir süredir. Bunun yerine git, hem bahis konusu olan malı arttır, hem de süreyi uzat." Ebubekir (radıyallahü anh) denileni yaptı. Bunun üzerine tesbit edilen develerin sayısı yüz, süre ise dokuz yıl oldu ve bu süre zarfında da Rum'lar galip geldîler. en-Nehaîdedi ki: Dokuz yıl içinde galip geldiler. el-Kuşeyrî de dedi ki: Rivâyetlerde meşhur olan Rumların galibiyetlerinin İranlıların, Rumları yenik düşürmelerinin yedinci yılında gerçekleştiğidir. O bakımdan en-Nehaî'nin rivâyetinde geçen dokuz yılm yedinin bazı nakilciler tarafından tahrifi olma ihtimali vardır. Kimi rivâyetlerde de ikinci olarak tesbit edilen deve sayısının yedi, sürenin de dokuz yıla çıkarıldığı belirtilmektedir. Denildiğine göre bu Kisra Perviz'in son fethi olup, bu fetihte Konstantiniyye'yi ele geçirmiş ve orada bir ateş mabedi inşa etmişti. Bu husus Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a haber verilince, bundan dolayı üzülmüştü. Bunun üzerine de şanı yüce Allah bu iki âyet-i kerîmeyi indirmişti. en-Nekkaş ve başkalarınin da naklettiklerine göre Ebubekir es-Sıddîk (radıyallahü anh), Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte hicret etmek isteyince, Ubeyy b. Halef ona asılarak şöyle demişti: İranlılar galip gelecek olursa, bahiste sözünü ettiğimiz develeri bana verecek bir kefil ver. Bunun üzerine oğlu Abdu'r-Rahmân kefil oldu. Ubeyy, Uhud'a çıkıp gitmek isteyince, bu sefer Abdu'r-Rahmân ondan kefil göstermesini İstedi, o da ona kefil gösterdi, Daha sonra Ubeyy, Mekke'de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, onun vücudunda açtığı bir yara neticesinde öldü. Rumlar da Hudeybiye günü bahse tutuştukları tarihten itibaren dokuzuncu yılın başında İranlılara galip geldiler. en-Nehaî dedi ki: Süre tamamen bitmeden Rumlar, İranlılara galip geldiler. Medain şehrinde atlarını bağladılar ve Rumiyye şehrini İnşa ettiler. Ebubekir, Ubeyy ile bahse tutuştu ve bahse konu edilen malları da mirasçılarından aldı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ona: "Bu malı tasadduk et" demesi üzerine o da bu malı tasadduk etti. Müfessirler dediler ki: Rumların, İranlılara galip gelmesinin sebebi şudur: İranlılar arasında çocukları hep hükümdar ve kahraman olan bir kadın vardı, Kisra bu kadına şöyle demişti: Ben Bizanslıların üzerine gitmek üzere hazırladığım bir ordunun başına senin çocuklarından birisini geçirmek isliyorum. Kadın şöyle dedi: İşte Hürmüz. Çünkü o tilkiden daha kurnaz, kartaldan daha ihtiyatlıdır. İşte sana Ferruhan. Kılıçtan daha keskin, oktan daha derine işler. İşte Şehr-i Bazan şundan şundan daha tahammülkâr. Bunlardan istediğini seç. Bunun üzerine Kisra o tahammülkâr olanı seçip, kumandan tayin etti. Şehr, İranlılardan hazırlanmış ordu ile Rumların üzerine yürüdü ve onlara galip geldi. İkrime ve başkaları dedi ki: Şehr Bazan, Bizanslılara galip gelince, körfeze varıncaya kadar bütün Rum diyarını tahrib etti. Kardeşi Ferruhan ona dedi ki: Ben kendimi Kisra'nın tahtı üzerinde oturur görüyorum. Bunun üzerine Kisra Şehr Bazan'a mektup yazarak bana Ferruban'ın başını gönder dedi, ancak Şehr bunu yapmadı. Bu sefer Kisra, İranlılara şunu yazdı: Ben size Ferruhan'ı kumandan tayin ettim ve bunun yerine Şehr Bazan'ı da görevden aldım. Ferruhan'a da başa geçtiği takdirde Şehr Bazan'ı öldürmesi için mektub yazdım, Ferruhan, Şehri öldürmek isteyince, Şehr ona Kisra'dan kardeşi Ferruhan'ı öldürmesini emreden üç ayrı mektub gösterdi ve Ferruhan'a şunları söyledi: Kisra bana seni öldürmek üzere üç ayrı mektub yazdı. Ben üçünde de: Bu emrini gözden geçit diye ona cevab verdim. Şimdi sen beni sadece bir mektub yazdığı için mi öldüreceksin? Bunun üzerine Ferruhan tekrar kumandanlığı kardeşine geri verdi. Şehr de Bizans hükümdarı Kayser'e mektub yazdı ve Kisra'ya karşı biribirleri ile yardımlaştılar. Böylelikle Bizanslılar da, İranlılara galip geldiler ve Kisra öldü. Buna dair haber Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Hudeybiye günü ulaştı. O da beraberinde bulunan müslümanlar da bu işe sevindiler. İşte yüce Allah'ın: "Elif, Lâm, Mîm. Rumlar yenildiler; yakın bir yerde" âyeti bunu anlatmaktadır ki; yakın yerden kasıt ise Şam (Suriye) diyarıdır. İkrime ise, Ezriât dîye açıklamıştır ki; burası da Arap toprakları ile Şam arasında bir yerdir. Denildiğine göre Kayser Yuhanna (Johannes) diye bilinen kumandan, buna karşılık Kisrada Bazan adında bir kumandan(m komutasında birer ordu) gönderdiler. Her iki kumandan Ezriât ve Busra'da karşılaştılar ki; burası Şam'ın hem Arap, hem Acem topraklarına en yakın olan bölgesidir. Mücahid, el-Cezire'de karşılaştıklarını söyler ki, burası da Irak ile Şam arası bir yerdir. Mukâtil Ürdün ve Filistin'de demişlerdir. (Ayet-i kerîmede geçen) "ednâ" en yakın anlamındadır. İbn Atiyye dedi ki: Şayet bu olay Ezriât'da olmuş ise bu Mekke'ye kıyasen en yakın yer demektir. İmruu'l-Kays'ın şu beyitinde sözünü ettiği yer de orasıdır; "(Şam taraflarındaki) Ezriât'tan ona baktım; -ki akrabaları tâ Yesrib'tedir- Ve onun en yakın evi(ni görmek) için bile çok yükseğe bakmak gerekir." Eğer bu olay el-Cezire'de meydana gelmiş ise, Kisra (İran) topraklarına göre en yakın yer demektir. Şayet Ürdün'de meydana gelmiş ise, o vakit bu, Bizans topraklarına en yakın yer demektir. İşte bu galibiyet gerçekleşip Bizanslılar yenik düşünce, kâfirler sevindi. Yüce Allah da kullarına Bizanslıların galip geleceklerini ve Savaşta onlara karşı muzaffer olacaklarını müjdeledi. Sûrelerin başlangıcında yer alan Mukatta' harfler O ne dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Ebû Said el-Hudrî, Ali b. Ebî Tâlib ve Muaviye b. Kurre "Rumlar yenildiler" anlamındaki âyeti "ğayn" ve "lâm" harflerini üstün olmak üzere: Rumlar yendiler" diye okumuşlardır. Bu kıraatin açıklaması şöyledir: Bedir günü Rumlar galip gelmiş ve bu husus gerçekleşmişti. Bu ise Kureyş kâfirlerine çok ağır gelmiş, müslümanlarsa bundan dolayı sevinmişlerdi. Yüce Allah mü’min kullarına üç ila dokuz yıl arası bir süre zarfında bir daha galip geleceklerini müjdeledi. Bu açıklamayı Ebû Hatim zikretmiştir. Ebû Ca'fer en-Nehhâs dedi ki: İnsanların çoğunluğunun kıraati "ğayn" harfi ötreli, "lâm" harfi de esreli olmak üzere; "Rumlar yenildi" şeklindedir. Ancak İbn Ömer ve Ebû Said el-Hudrî'nin; Rumlar yendi" şeklinde ve "galip geleceklerdir" anlamındaki âyeti da; "Yenileceklerdir" diye okudukları rivâyet edilmiştir. Ebû Hatim'in naklettiğine göre İsmet, Harun'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bu Şam halkının kıraatidir. Ahmed b. Hanbel de der ki: Burada sözü edilen İsmet adındaki şahıs, zayıf bir ravidir. Ebû Hatim ise ondan pekçok nakillerde bulunmaktadır. İlgili hadis, uygun kıraatin "ğayn" harfi ötreli olarak; "Yenildiler" şeklinde olduğudur. Verilen bu haber Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın nübüvvetine bir delildir. Çünkü Bizanslılar, İranlılara yenilmiş, buna karşılık yüce Allah Peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Bizanslıların üç ila dokuz yıl arasında İranlıları yeneceklerini haber vermiş, mü’minlerin de bundan dolayı sevineceklerini bildirmiştir. Çünkü Bizanslılar kitab ehli idi. Böyle bir haber şanı yüce Allah'ın haber verdiği ve kendilerinin bilmeleri mümkün olmayan gayb bilgisine dairdi. (Peygamber de) Ebubekir'e bu hususta bahse tutuşmasını ve bahis konusu olan malı daha da arttırmasını emretmiş idi. Sonraları bahis haram kılındı ve kumarın haram kılınmasıyla (helâl hükmü) nesh oldu. İbn Atiyye der ki: "Ğayn" harfi ötreli okunuşu daha doğrudur. Buna karşılık insanlar icma ile; "Galip geleceklerdir" âyetinde "ya"yi da Üstün okumuşlardır. Bundan kasıt da Kumlardır. Yine İbn Ömer'den rivâyet olunduğuna göre o "galip geleceklerdir" anlamındaki âyette "ya" harfini de ötreli okuduğu (yenileceklerdir, demek olur) da rivâyet edilmiştir. Ancak bu okuyuşta rivâyetlerin, ardı arkasına birbirini desteklediği mana tersyüz edilmektedir, Ebû Ca'fer en-Nehhâs dedi ki: "Ya" harfini ötreli olarak "yenileceklerdir" diye okuyanların okuyuşuna göre anlam şöyle olur; İranlılar bu galip gelişlerinden sonra yenik düşürüleceklerdir." Rivâyet edildiğine göre Rumların, İranlılara galip gelmesi Bedir günü gerçekleşmişti. Nitekim Tirmizî'nin naklettiği Ebû Said el-Hudrî yoluyla gelen hadis "te" böyledir. Bu galibiyetin Hudeybiye günü gerçekleştiği ve buna dair haberin Rıdvan bey'atinin gerçekleştiği günü ulaştığı da söylenmiştir. Bu açıklamayı İklime ve Katade yapmıştır, İbrı Atiyye dedi ki: Her İki günde de Allah'ın mü’minlere yardımı gerçekleşmişti. İnsanların naklettiklerine göre; Bizanslıların galibiyetleri dolayısıyla müslümanların sevinmelerine, buna karşılık yenik düşmeleri dolayısıyla da üzülmelerine sebep Bizanslıların müslümanlar gibi kitab ehli olmaları, İranlıların ise putperest olmaları idi. Nitekim hadiste de böyle açıklanmıştır. en-Nehhâs dedi ki: Bundan daha uygun bir diğer görüşe göre; sevinmelerinin sebebi, yüce Allah'ın sözünü hak olarak gerçekleştirmesi idi. Çünkü bu peygamberin nübüvvetine bir delil teşkil etmektedir. Zira şanı yüce Allah, üç ila dokuz yıl arasında meydana gelecek olayı haber vermiş ve bu süre içerisinde verdiği haber gerçekleşmişti. İbn Atiyye dedi ki: Buna şöyle bir mantıki gerekçe göstermek de mümkündür: Kişi küçük düşmanın galip gelmesini ister. Çünkü ona karşı yapılması gereken hazırlık daha az ve kolaydır. Büyük düşman galip gelirse, ondan daha çok korkulur. İşte bu hususu dikkatle göz önünde bulundurup Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in aynı zamanda dininin ve yüce Allah'ın kendisi ile göndermiş olduğu şeriatinin üstün geleceğini ümit edip diğer ümmetlere karşı galibiyet sağlamasını arzuladığını, buna karşılık Mekke kâfirlerinin yüce Allah'ın kendisini kökten imha edecek bir krallığı başına tebelleş ederek, kendilerini ondan kurtarmasını arzu ettiklerini de göz önünde bulunduralım. Bir açıklama da şöyledir: Mü’minlerin sevinmelerinin sebebi, Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın müşriklere karşı zafer kazanması idi. Çünkü Cebrâîl bu hususu Bedir günü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bildirmişti. Bu açıklamayı da el-Kuşeyrî nakletmiştir. Derim ki: Müslümanların sevinmelerinin bütün bunlar sebebiyle olma ihtimali de vardır. Onlar hem kendi düşmanlarına karşı zafer kazandıklarından, hem Rumların galip gelmelerinden, hem de yüce Allah'ın vaadinin gerçekleşmesinden dolayı sevinmiş olabilirler, Ebû Hayve eş-Şamî ile Muhammed b. es-Sümeyka' bu "yenilmelerinden sonra" anlamındaki âyeti "lanı" harfini sakin olmak üzere; diye okumuşlardır ki; bunlar tıpkı; ile gibi iki ayrı söyleyiştir. el-Ferrâ'' bunun asıl şeklinin; olduğunu ve yüce Allah'ın: "Namazı dosdoğru kılmak" âyetinde olduğu gibi, "te'nin hazfedildiğini iddia etmiştir. Çünkü bunun da aslı; Ve namazı dosdoğru kılmak" şeklindedir. en-Nehhâs da şöyle demektedir: Bu ise yanlış bir kanaattir. Pekçok ilim ehli bunun yanlışlığını kolaylıkla anlayabilir. Çünkü "Namazı kılmak" da mastar gelmiş olup bundan "te" harfinin hazfedilmesi fiilinin illetli olmasından dolayıdır. Bu gibi kelimelerde "te" hazfedilen harfin yerine kullanılır, "Yenilme" ise ne illetli harfi bulunan bir fiildir, ne de ondan herhangi bir harf hazfedilmiştir. el-Esmaî ise "kovdu, kovaladı, celbetti, sağdı ve galip geldi" anlamındaki fiilleri mastarlarıyla birlikte; şeklinde kullanıldıklarını nakletmektedir. Burada hazf nerededir? Acaba; "Yedi, yemek" fiilinde ve benzerlerinde birşeylerin hazfedilmiş olduğunu söylemek nasıl mümkün olurr1 4Üç ilâ dokuz yıl İçinde... Önünde de, sonunda da emir Allah'ındır. O günde mü’minler sevineceklerdir; 5Allah'ın yardımı dolayısı ile. O, dilediğine yardım eder. O Azizdir, Rahîmdir. "Üç ila dokuz yıl arasında" âyetinde yer alan; "Üç ila dokuz" lâfzından müzekker ile müennesin arasındaki farkı göstermek maksİsmi ile "he" harfi hazfedilmiştir. Buna dair açıklamalar, daha önceden Yusuf Sûresi'nde (12/42. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Yıl(lar)" lâfzında "nun" harfinin üstün gelmesi cem'i müzekker-i salim oluşundan dolayıdır. Araplar arasından; şeklinde (yıllar anlamındaki lâfzı esreli olarak) okuyarak "Gıslîn" kelimesine benzeterek kullananlar da vardır. "Yıl" anlamındaki "sene"nin akıl sahibi varlıklar gibi "vav, nun ve ya, nun" ile çoğul yapılma'sının câiz oluşu, bundan bir harfin hazfedilmiş olması ve bu şekilde çoğul yapılmak suretiyle tekilinde meydana getirilmiş eksikliğin bedeli olarak kullanılmasından ötürüdür. Çünkü "Yıl"ın aslı; ya da dır. (Çoğul halinde) "sin" harfinin esreli gelmesi ise, çoğulunun, kıyasa göre gelmesi gereken benzerlerinin dışında bir surette gelmiş olmasından ötürüdür, Basralı nahivcilerin görüşü budur. el-Ferrâ'nın ise bu "sin" harfini öterli okuması gerekir. Çünkü o: Ötre, "vav"a delalet eder. Burada ise iki görüşten birisine göre "sene" lâfzından bir "vav" hazfedilmiştir. Bununla birlikte bildiğimiz kadarıyla herhangi bir kimse bu kelimeyi ötreli okumuş değildir. "Önünde de, sonunda da emir Allah'ındır" âyetinde yüce Allah, mutlak olarak yanlız başına kadir olduğunu, âlemde görülen galibiyet ve buna benzer hususların ondan ve onun iradesi ve kudretiyle gerçekleştiğini haber vererek: "Önünde de, sonunda da" bu galibiyetten önce de, sonra da "'emir" hükümleri gerçekleştirmek "Allah'ındır" diye buyurmaktadır. Bir diğer açıklama da şöyledir: Herşeyden önce ve herşeyden sonra emir Allah'ındır. "Önünde de, sonunda da" anlamındaki âyetler, damme üzere mebni iki zarftırlar. Çünkü bunlar kendilerine izafe edilenin hazfedilmesi suretiyle marife olmuşlar ve böylelikle hazf olunanın anlamını da ihtiva etmiş oldular. Bu yönleriyle İsimlerin marife oluşuna göre farklılık arzederek, muhtevaların kendilerine yükletilmesi (tadmîn) bakımından da harflere (edatlara) benzer hale girdikleri için mebnî oldular. Ayrıca nekre olup, kendisine izafe yapıldığı takdirde binası ortadan kalkması açısından, müfred münadaya benzediklerinden, özellikle damme ile harekelendiler. Bununla birlikte; "Önceden de, sonradan da..." denilmesi mümkündür. el-Kisaî, Beni Esed'den bazılarının "Önceden de, sonrasından da emir Allah'ındır" ifadesinin birincisini (önceden lâfzını) tenvinli ve mecrur, ikincisini ise tenvinsiz ve ötreli (madmum) diye kullandıklarını nakletmiştir. el-Ferrâ'' ise her ikisi de tenvinsiz ve esreli olarak; "Önceden de, sonradan da" diye bir kullanım nakletmekte, ancak en-Nehhâs bunu kabul etmeyip, reddetmiş ve şunları söylemiştir: Bu bahiste el-Ferrâ'nın Kur'ân'a dair yazmış olduğu eserinde yanlış oldukları açıkça ortada bulunan birçok kanaati vardır, Bunlardan birisi de onun: Önceden de, sonradan da.,." şeklindeki kullanımın câiz olduğunu iddia etmesidir Merhum Kurtubî'nin Tefslri'nin elimizdeki baskılarında, pek açık olmayan ve en-Nehhâs'tan nakledildiği belirtilen bu ibareler, en-Nehhâs'ın Î'râbu'l-Kur'ân, II, 579'daki ifadeler esas alınarak tercüme edilmiştir. Ayrıca el-Ferrâ''nın bu husustaki açıklamalarını örnekleriyle görmek isteyenler onun Meâni'l-Kur'ân, (I, 319 vd.) adlı eserine bakabilirler. Ancak câiz olan şekil ikisi de nekre olmak üzere; şeklidir. ez-Zeccâc: Bunun anlamı; "Önceden de, sonrasından da..." seklindedir, der. "O günde mü’minler sevineceklerdir; Allah'ın yardımı dolayısı ile." Buna dair açıklamalar daha önceden sözkonusu edilmişti. "O, dilediğine" yani dostlarından dilediği kimselere "yardım eder." Çünkü O'nun yardımı gerçek dostlarının, düşmanlarına galip gelmesi haline mahsustur. Düşmanlarının, dostlarına galip gelmesi ise, O'nun yardımı ile değildir. Bu sadece bir ibtüâdır. Buna bazen zafer ismi da verilebilir. "O" intikamında "Aziz'dir" kendisine itaat eden kimselere "Rahîmdir." 6(Bu) Allah'ın vaadi(dir). Allah vaadinden caymaz. Fakat insanların çoğu bilmezler, "(Bu) Allah'ın vaadi(dir). Allah vaadinden caymaz." Çünkü O'nun sözü doğrudur. "Fakat insanların çoğu" bunlar da çoğunluğu teşkil eden kâfirlerdir, "bilmezler." Bununla Mekke müşriklerinin kastedildiği de söylenmiştir. "Allah'ın vaadi" âyetinde (vaad anlamındaki) kelimenin mansub gelmesi, mastar (mef'ûl-i mutlak) olduğu içindir ve; O, bunu kafi olarak vaadetmiştir" anlamındadır. 7Dünya hayatından görünen kısım bilirler. Fakat âhiretten yana gafil olanların tâ kendileridir onlar. Daha sonra yüce Allah, onların ne kadarını bildiklerini açıklamak üzere şöyle buyurmaktadır: "Dünya hayatından görünen kısmı bilirler." Yani onlar geçim ve dünyalıklarıyla ilgili işleri bilirler. Ne zaman ekeceklerini, ne zaman biçeceklerini, nasıl ağaç dikip nasıl bina yapacaklarını bilirler. Bu açıklama İbn Abbâs, İkrime ve Katade tarafından yapılmıştır. ed-Dahhak dedi ki: Bu, dünyada saraylar yapmak, ırmakların akacakları kanalları açmak, ağaçlarını dikmesini bilmektir. Anlam birdir. Bir diğer açıklamaya göre maksat, şeytanların kendilerine dünya semasından hırsızlama birtakım hususları duydukları sırada dünya işleri ile ilgili yaptıkları telkinler ve bildirdikleri hususlardır. Bu açıklamayı da Saîd b. Cübeyr yapmıştır. Bunun yüce Allah'ın: "Yoksa sözün zahirini mi..." (er-Ra'd, 13/33) âyetinde olduğu gibi; açık olanını da, gizli olanını da... anlamındadır. Derim ki: İbn Abbâs'ın açıklaması "dünya hayatının görünenfni açıklamaya daha uygundur. Öyle ki el-Hasen şöyle demiştir: Allah'a yemin ederim onlardan herhangi birisinin dünyaya dair bilgisi, dirhemin sahte olup olmadığını anlayıp, onun ağırlığını sana söyleyebilecek hale gelmiş oldukları halde doğru dürüst namaz kılmasını dahi bilemez, Ebû'l-Abbas el-Müberrid dedi ki: Kisra günlerini paylaştırarak şöyle demiştir: Rüzgarlı gün uyumaya, bulutlu gün avlanmaya, yağmurlu gün içip eğlenmeye, günlük güneşlik gün ise ihtiyaçları görmeye elverişlidir. İbn Haleveyh dedi ki: Onlar, dünyalarının siyasetini ne kadar da iyi bilen kimselermiş; onlar dünya hayatının ancak zahir olanını bilirler. "Fakat âhiretten" yani ona dair bilgi sahibi olup onun için amelde bulunmaktan "yana gafil olanların tâ kendileridir." Bir şair şöyle demiştir: "Büyük bir beladır, senin bir arkadaşının, İşiten ve gören bir adam suretinde olup da, Malına gelecek herbir musibet noktasında uyanık olduğu halde, Dinine gelen musibetin ise farkına varmaz." 8Onlar kendileri hakkında düşünmezler mi? Allah göklerle yeri ve aralarında olanı ancak hak ile ve belli bir süre ile yarattı. İnsanların çoğu İse Rabblerine kavuşmayı gerçekten inkâr ediyorlar. "Onlar kendileri hakkında düşünmezler mi?" âyetinde geçen "kendileri hakkında" anlamındaki ifade, "düşünme"nin üzerinde cereyan edeceği bir zarftır, mef'ûl değildir. Fiil olan "düşünmezler" anlamındaki lâfız, cer harfi ile buna teaddi etmiştir. Çünkü onlara kendilerinin yaratılışı hakkında düşünmeleri emrolunmamıştır. Onlara göklerin, yerin ve kendilerinin yaratılışı üzerinde düşüncelerini kullanmaları emredilmiştir ki; şanı yüce Allah'ın gökleri ve başka şeyleri ancak hak ile yaratmış olduğunu bilsinler diye. ez-Zeccâc der ki: İfadede; Ve böylelikle bilmezler mi" anlamında bir hazf vardır. Çünkü ifadede böyle bir hazfe delil bulunmaktadır. "Ancak hak ile" âyeti hakkında el-Ferrâ'', ancak hak için anlamındadır, demiştir. Bundan maksat da mükâfat ve cezadır. Ancak hakkı yerine getirmek için, diye açıklandığı gibi "hak ite" adalet ile anlamındadır, diye; hikmet ile yaratmıştır, diye de açıklanmıştır. Anlamlar birbirine yakındır. "Hak ile" âyeti O, haktır ve hak için bunları yaratmıştır, diye de açıklanmıştır. Bu ise, O'nun tevhid ve kudretine delâlet etmeleri anlamındadır. "Ve belli bir süre ile" yani göklerin ve yerin sona erecekleri bir süreleri vardır ki, bu da kıyâmet günüdür. İşte bu ifade ile fani oluşa ve herbir yaratılmışın sonunun geleceği bir süresinin bulunduğuna, iyilik yapanın mükâfat, kötülük yapanın da ceza göreceğine dikkat çekilmektedir. "Ve belli bir süre" âyetinin şu anlama geldiği de söylenmiştir: O, yarattığı herbir şey için, o şeyi içinde yaratacağı vakti de belirlemiştir. "İnsanların çoğu ise Rabblerine kavuşmayı gerçekten inkâr ediyorlar" âyetindeki; "İnkâr ediyorlar" lâfzının başındaki "lâm" te'kid içindir. İfadenin takdiri de takdim ve te'hir olmak üzere; Rabblerine kavuşmayı gerçekten inkâr ediyorlar" şeklindedir. Yani ölümden sonraki dirilişi inkâr ediyorlar. Mesela; "Şüphesiz ki Zeyd evde oturmaktadır" denilir. Bununla birlikte; "Şüphesiz Zeyd evde oturmaktadır" denilecek olsa, bu da uygun düşer. Ancak -aynı anlamda olmak üzere-; denilecek olursa, câiz olmaz. Çünkü "lâm" ancak; "Muhakkak ki, gerçekten" edatının isim ve haberini te'kid etmek için getirilir. Şayet her ikisinde de "lâm" getirilecek olursa, bu edatın getirilmesi câiz olmaz. Aynı şekilde; demek de câiz değildir. 9Yeryüzünde gezmezler mi ki, kendilerinden önce geçenlerin akıbetinin nasıl olduğuna baksınlar. Onlar kuvvet bakımından bunlardan üstün idiler. Onlar yeri sürüp altüst ettiler ve bunların yeri imar ettiklerinden çok İmar ettiler. Peygamberleri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi. Allah onlara zulmetmiyordu, fakat onlar kendi nefîslerine zulmettiler. "Yeryüzünde gezmezler mi ki, kendilerinden önce geçenlerin akıbetinin nasıl olduğuna" gözleriyle, kalbleriyle "baksınlar. Onlar kuvvet bakımından bunlardan üstün idiler. Onlar yeri sürüp" ziraat yapmak maksadıyla "altüst ettiler." Çünkü Mekkeliler ziraat yapan kimseler değillerdi. Yüce Allah - "sürüp, altüst ettiler" anlamını verdiğimiz kelime ile -aynı kökten olmak üzere-; "arazi sürmemiş..." (el-Bakara, 2/71) diye buyurmaktadır. "Ve bunların yeri imar ettiklerinden çok imar ettiler." Yani sözü edilen o kimseler şu muhatabların imar ettiklerinden daha çok yeri imar etmişlerdi. Ancak onların bu imarlarının da, uzun süre dünyada kalmalarının da kendilerine hiçbir faydası olmadı. "Peygamberleri onlara apaçık delillerle" mucizelerle; ahkâm ile; diye de açıklanmıştır, "gelmişlerdi." Ancak onlar kâfir oldular, îman etmediler. "Allah onlara" günahsız peygamber ve delil göndermeksizin helâk etmek suretiyle "zulmetmiyordu. Fakat onlar" şirk ve isyan ile "kendi nefislerine zulmettiler." 10Sonra kötülük edenlerin akıbeti kötü oldu. Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini yalanladılar. Üstelik onlarla alay da ederlerdi. "Sonra kötülük edenlerin akıbetleri kötü oldu" âyetinde geçen; "Kötü" lâfzı; 'den "fu'lâ" vezninde ve: "Daha kötü, en kötü ve daha çirkin" anlamına gelen lâfzın müennesidir. Tıpkı "et-hüsnâ"nın "el-ahsen"in müennesi oluşu gibi. Denildiğine göre; burada bu lafızla kastedilen cehennem ateşidir. Bu açıklamayı da İbn Abbâs yapmıştır. "Kötülük edenler" de şirk koşanlar, demektir. Buna delil ise; "Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini yalanladılar" âyetidir. "Çünkü... yalanladılar" âyeti el-Kisai'ye göre; takdirindedir. Bunun takdirinde olduğu da söylenmiştir. Her iki takdirde de fazladan getirilen "lâm" ve "be" harfleri mealde "çünkü" diye karşılanmıştır Nafî, İbn Kesîr ve Ebû Amr "akıbet" anlamındaki kelimeyi; nin ismi olarak merfû' okumuşlardır. Bunun müzekker olarak gelmesi ise "akıbet" kelimesinin hakiki müennes olmayışıdır. "Kötü" de; Oldu"nun haberidir. Diğerleri ise "akıbet" kelimesini 'nin haberi olmak üzere nasb ile okumuşlardır. Buna karşılık "Kötü" kelimesi de onun ismi olarak merfu olur. "Oldu" lâfzının isminin "tekzib: yalanlama" olması da mümkündür. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: "Sonra yalanlamak kötülük yapanların akıbeti oldu." Bu durumda; "Kötü lâfzı ise "kötülük yapanlar"in mastarı (mef'ûl-i mutlak'ı) ya da hazfedilmiş bir mevsufun sıfatı olur ki; bu da; Kötü haslet" anlamında olur. el-A'meş'ten onun: Daha sonra da kötülük yapanların akıbetleri kötülük oldu" diye "kötülük" anlamındaki lâfzı ref ile okuduğu rivâyet edilmiştir. en-Nehhâs dedi ki: Kötülük" şerrin en ileri derecesidir. da bunun "fu'lan" veznine getirilmiş halidir. "Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini yalanladılar" âyeti, Muhammed ve Kur'ân'ı yalanladılar; diye açıklanmıştır ki; bu açıklamayı el-Kelbî yapmıştır, Mukâtil de azâbın tepelerine inmesini yalanladılar, diye açıklarken, ed-Dahhak: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mucizelerini yalanladılar, diye açıklamıştır. "Üstelik onlarla alay da ederlerdi.” 11Allah mahlûkunu îlkîn yaratır, sonra onu iade eder, sonra da O'na döndürülürsünüz. Ebû Amr İle Ebû Bekir: "Döndürülürsünüz" anlamındaki âyeti "ya" harfi ile "Döndürülürler" diye okumuşlardır. Diğerleri ise; ("döndürülürsünüz" anlamında olmak üzere) "te" ile okumuşlardır. 12Kıyâmetin kopacağı günde ise, günahkârlar ümitsizce susacaklardır. "Kıyâmetin kopacağı günde ise günahkârlar ümitsizce susacaklardır" âyetinde geçen "ümitsizce susacaklar" anlamındaki âyeti, Ebû Abdurrahman es-Sülemî "lâm" harfi üstün olmak üzere; "Susturulacaklardır" diye okumuştur. Dilde bilinen anlamı ile; kişi susup da ileri sürecek bir delili kalmayıp, artık delilinin kalabilme ümidi de kesilince, "Adam ümitsizce sustu" denilir. Hayrete düştü, ne yapacağım bilemedi anlamındaki fiil de anlam itibariyle buna yakındır. Nitekim el-Accâc şöyle demiştir: "Arkadaşım, sen hiç deve pisliklerinin kerme haline dönüştüğü eski kalıntıları olan bir yer biliyor musun? Evet, onu biliyorum, dedi; şaşkın ve ne cevap vereceğini bilemeksizin sustu." Bazı nahivcilerin iddiasına göre "iblis" kelimesi de buradan türemiştir. Onun anlamı da ileri sürecek bir delili bırakılmamış, kalmamış olması demektir. en-Nehhâs dedi ki: Eğer bu nahivcinin iddiası gibi ise "iblis" kelimesinin munsarıf olması gerekirdi. Halbuki bu kelime Kur'ân-ı Kerîm'de munsarıf değildir. ez-Zeccâc dedi ki: İleri sürecek delili kalmamış ve ileri sürecek bir delil bulabilmekten yana da ümidini kesip, susmuş kimse" demektir. 13Onların ortak koştuklarından şefaatçileri bulunmayacak ve ortaklarını inkâr dahi edeceklerdir. "Onların ortak koştuklarından" Allah'tan başka kendilerine ibadet ettiklerinden "şefaatçileri bulunmayacak ve ortaklarını inkâr dahi edeceklerdir." Yani ilâh olmadıklarını söyleyecekler, onlardan uzak olduklarını bildirecekleri gibi; ortak koştukları varlıklar da kendilerine ibadet edenlerden uzaklıklarını bildireceklerdir. Nitekim daha önceden birkaç yerde de bu türden açıklamalar geçmiş bulunmakladır. 14Kıyâmetin kopacağı güne, o gün ayrılıp dağılırlar. 15Îman edip salih amel İşleyenler ise; onlar bir bahçede sevinirler. "Kıyâmetin kopacağı güne" mü’minler, kâfirlerden "o gün ayrılıp dağılırlar." Daha sonra yüce Allah, bunları nasıl birbirlerinden ayrılıp dağılacaklarını açıklamak üzere: "Îman edip salîh amel işleyenler ise..." diye buyurmaktadır. en-Nehhâs dedi ki: Ben ez-Zeccâc'ı şöyle derken dinledim: "tabiri" 'daha önce söz konusu ettiğimiz hususu bırakalım da başka bir konuya geçelim" anlamındadır. Sîbeveyh de şöyle demektedir: Bu, biz her neyi konuşuyor idiysek, onu bırakalim, başka bir konuya geçelim, demektir. "Onlar bir bahçede sevinirler" âyeti hakkında ed-Dahhak dedi ki: Cennet (bahçe)" demektir. Çoğulu olan; "Cennetler (bahçeler)" demektir. Ebû Ubeyde dedi ki: "Bahçe" alt taraflarda olan hakkında kullanılır. Eğer yüksekçe ve tümsekli gibiyse ona; denilir. Başkası ise şöyle demektedir; En güzel bahçe, yüksekçe bir yerde olandır. Nitekim el-A'şâ şöyle demektedir: "(Daha güzeli) olamaz bahçeler arasında yüksekçe yerde otu bitmiş, Yemyeşil ve yağmurun bol bol yağdığı, İçinde apaydınlık (ışıkların) hep güneşe güldüğü, Olgunlaşmış, yumuşacık bitkilerle donanmış, Böyle bir bahçeden daha hoş kokulusu olamaz Ve bundan güzeli de; güneş batımı yaklaştığında." Şu kadar var ki; bahçede yeşermiş bitki olmadıkça ona; "Bahçe" denilmez. Şayet onda bitki bulunmayıp yüksekçe bir yerde bulunuyor ise ona denilir. Buna dair başka açıklamalar da yapılmıştır. el-Kuşeyrî dedi ki; Araplara göre; "bahçe" suyun etrafında yeşeren sebzelere denilir ve Araplara göre de bundan daha güzeli olmaz. el-Cevherî dedi ki: Bunun çoğulu; ile şeklinde gelir. Bu ikincisinde "ya" harfinin gelişi ondan önceki harfin esreli oluşundan dolayıdır. "Kırbanın yaklaşık yarısına kadar su ile dolması" anlamındadır. Şayet havuzdaki su alt taraflarını örtecek kadar ise; "Havuzda dibini örtecek kadar su vardır" denilir. Şair Ebû Amr da şöyle demiştir; "Ve dibindeki sudan yolculuktan zayıf düşmüş bineğimi suladığım." "Sevinirler" âyetini ed-Dahhak ve İbn Abbâs, onlara ikram olunur, diye açıklamışlardır. Nimetlere mazhar kılınırlar, diye de açıklanmıştır ki, bunu da Mücahid ve Katade yapmıştır. Sevinç içerisinde olacaklar diye de açıklanmıştır. es-Süddî, sevinirler, demiştir. Araplara göre; "Neşe ve sevinç" anlamındadır. Bu açıklamayı el-Maverdî zikretmiştir. el-Cevherî dedi ki: Sevinç ve sürür" demek olan anlamındadır. Mesela; "Sevindi, sevinir" denilir. Yüce Allah'ın: "Onlar bir bahçede sevinirler" âyeti da; nimetlere ve ikramlara mazhar olurlar ve sevinirler, demektir, "Çok sevinçli -adam" demek olup, burada "çok sevinçli" anlamındaki lâfız; "Sevinç" lâfzının "yeful" veznine nakledilmiş şekli ile kullanılmıştır. en-Nehhâs dedi ki: el-Kisaî; tabirini: Ona ikram ettim, ona nimetler verdim, anlamında olduğunu nakletmiştir. Ali b. Süleyman'ı da şöyle derken dinledim: Bu ifade Arapların; "Onun dişleri üzerinde bir iz, eser vardır" tabirlerinden türetilmiştir. Buna göre; Sevinirler" ifadesi "üzerlerinde nimetlerin etkileri, izleri açıkça görülür" anlamındadır. İşte; da buradan türemiştir. Şair şöyle demektedir: "Kovayı büsbütün, doldurma, ona az miktarda su al, Sen onu sulayanın üzerindeki izi görmez misin?" Bunun aslının "güzelleştirmek" anlamına gelen den geldiği de söylenmiştir. Buna göre; Sevinirler" güzelleştirilirler anlamına gelir. Mesela bir kimsenin görünüşü hoş ve güzel olduğu takdirde; "Filan kişinin görünüşü güzeldir" denilir. Aynı şekilde "sin" harfi üstün olarak; da denilebilir. Buna göre; bu sanki bir şeyi güzelleştirmeyi ifade etmek için kullanılan; gelen bir mastar gibidir. Birincisi ise isimdir. Güzelliği gitmiş bir adam, cehennemden çıkar İbn Kuteybe, Te'vilu Muhtelifi'l-Hadis, s 5; Ebû Nuaym el-İsbahânî, Hilyetu'l-Evliya, II, 201; İhnul-Esir, en-Nikâye, II, 333. Receb el-Hanbdi, et-Tehvifu Mine'n-Nâr, s 156 hadisi de bu kabildendir. Yahya b. Ebi Kesir dedi ki: "Onlar bir bahçede sevinirler" âyeti cennette şarkı dinlerler anlamındadır. el-Evzaî de böyle açıklamış ve şunları söylemiştir: Cennet ehli şarkıya başladılar mı, cennette söylenen sarkıktı) teşbih ve takdis ile karşılık vermeyecek hiçbir ağaç kalmaz. el-Evzaî dedi ki: Yüce Allah'ın yarattıkları arasında sesi İsrafil'den daha güzel hiçbir kimse yoktur. O semaa başladı mı yedi semavatta bulunanların hepsinin dualarını ve teşbihlerini kesmelerine sebep olur. el-Evzaî'den başkaları bunu da eklerler: Ve cennette karşılık vermeyecek hiçbir ağaç kalmaz, harekete gelmeyecek hiçbir perde, atılmayacak hiçbir kap: kalmaz, türlü türlü çıkaracağı sesleriyle ses vermeyecek hiçbir halka, altından meydana gelmiş ağaçlıklar arasında bulunan kamışlıklar arasından o sesin esintisinin geçip de bu kamışların türlü sesler ve çalgılar çalmadığı hiçbir yer, huru'l-îyn'in cariyelerinden şarkı söylemedik hiçbir huri, çeşitli nağmeler dile getirmedik hiçbir kuş kalmayacaktır. Şanı yüce Allah meleklere: Siz de onlara cevap veriniz ve dünyada iken kulaklarını şeytanların çalgılarından uzak tutanlara şarkılar dinletiniz, diye vahyeder. Bunun üzerine melekler de ruhani nağme ve seslerle cevap verirler. Bütün bu sesler birbirine karışır ve tek bir ahenk halinde ortaya çıkar. Daha sonra şanı yüce Allah şöyle buyurur: Ey Dâvûd! Arşımın bacağının yanı başında kalk ve benim şanımı yücelt! Bunun üzerine Dâvûd bütün sesleri bastıracak, onların üstüne çıkacak bir sesle Rabbinin şanını yüceltir ve böylece alınan zevk ve lezzet kat kat artar. İşte yüce Allah'ın: "Onlar bir bahçede sevinirler" âyetinin anlamı budur. Bunu et-Tinnızî el-Hakim (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) zikretmektedir et-Tirmizî, el-Halîm'in Nevâdiru'l-Usûl'ünde teshit edemedik es-Sa'lebî'nin Ebû'd-Derda'dan naklettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) insanlara öğüt vermekte iken cenneti, oradaki zevceleri ve nimetleri söz konusu etmişti. Hazır bulunanların geri taraflarında bedevi bir Arap, ey Allah'ın Rasûlü cennette şarkı olacak mı? diye sordu, şöyle buyurdu: "Evet ey bedevi, cennette bir nehir vardır. Her iki kıyısında da ince belli, beyaz tenli, insanların asla benzerini işitmedikleri seslerle şarkı söyleyecek bakireler olacaktır. İşte bu, cennet nimetlerinin en üstünüdür." Bir adam Ebû'd-Derda'ya: Onlar şarkılarında hangi sözleri söyleyeceklerdir? diye sorunca, Ebû'd-Derda: Teşbih diye cevap vermiştir. Derim ki: İşte bütün bunlar nimet, sevinç ve ikramın kapsamı içerisindedir. O halde bu sözler arasında herhangi bir çelişki yoktur. Bütün bu açıklamaların anlatabildikleri nerede; yüce Rabbimizin ileride gelecek olan; "Onlara o işlediklerine mükâfat olmak üzere, gözleri aydınlatan ne nimetler gizlendiğini hiçbir kimse bilemez" (es-Secde, 32/17) âyetinde anlatılanlar nerede? Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da şu âyeti bu nimetleri dile getirmektedir: "Orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırından geçirmediği nimetler vardır. " Buhârî, III, 11H5,IV, 1794, VI, 2723; Müslim, IV, 2174, 2175; Tirmizî, V, 346, 400; Müsned, 11, 313, 369,407, 416 Rivâyete göre: "Cennette üzerinde gümüşten çıngıraklar bulunan ağaçlar vardır. Cennel ehli şarkı dinlemek isteyecek olurlarsa, yüce Allah Arşın allından bir rüzgar gönderir. Bu rüzgar bu ağaçların üzerinde eser. Bu çıngırakları eğer dünya ehli işitecek olurlarsa, sevinçlerinden ölmelerine sebep teşkil edecek sesler çıkartacak şekilde harekete getîrir." 16Kâfir olup âyetlerimizi ve âhirete kavuşmayı yalanlayanlara gelince, işte onlar daima azaba tutulurlar. "Kâfir olup, âyetlerimizi... yalanlayanlara gelince" bölümüne dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. "Ve âhirete kavuşmayı" öldükten sonra dirilişi "yalanlayanlara gelince, işte onlar daima azaba tutulurlar." Azabta kalacaklardır. Azabta bir araya getirilecekler, yahut azâb göreceklerdir. Orada konaklayacaklardır, diye de açıklanmıştır. Yüce Allah'ın: "Sizden birine ölüm gelip çattığı zaman" (el-Bakara, 2/180) âyetinde de aynı kökten gelen fiil kullanılmıştır. Ölüm hali gelip, onu bulduğu zaman, demektir. Bu açıklamayı İbn Şecere yapmıştır, anlamları birbirine yakındır. 17Akşamladığınız zaman ve sabahladığınızda Allah'ı tesbih edin. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız; Yüce Allah'ın: "Allah'ı tesbih edin" âyeti ile ilgili üç görüş vardır: 1- Bu, mü’minlere ibadet emrini ve bu vakitlerde namaz kılmayı teşviki ihtiva eden bir hitaptır. İbn Abbâs dedi ki: Beş vakit namaz Kur'ân-ı Kerîm'de geçmektedir. Ona: Nerede? diye sorulunca şu tevabi vermiştir: "Yüce Allah: "Akşamladığınız zaman" diye buyurmaktadır. Burada maksat akşam ve yatsı namazlarıdır. "Ve sabahladığınızda" âyetinde kasıt, sabah namazıdır. "Gündüzün sonunda" âyeti ile kastedilen ikindi, "öğle vaktine vardığınızda" âyetinde de kastedilen öğle namazıdır. ed-Dahhak ile Saîd b. Cübeyr de böyle demişlerdir. Yine İbn Abbâs ve Katade'den şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Âyet-i kerîmede akşam, sabah, ikindi ve öğle namazlarına dikkat çekilmektedir. Derler ki: Yatsı namazı ise; bir başka âyet-i kerîmede yani "gecenin, de birbirine yakın saatlerinde..." (Hûd, 11/114) âyetinde ve bir de izin istemenin zorunlu olduğu vakitlerin söz konusu edildiği âyette dile getirilmektedir, 2- en-Nehhâs dedi ki; Tefsir âlimleri bu: "Akşamladığınız zaman ve sabahladığınızda Allah'ı tesbih edin" âyetinin, namazlar hakkında olduğu kanaatindedirler. Ben Ali b. Süleyman'ı da şöyle derken dinledim; Bunun bana göre gerçek maksadı, namazlarınızda Allah'ı tesbih edin şeklindedir, çünkü teşbih namazda olur. İşte bu da ikinci görüştür. 3- Üçüncü görüş ise; akşamladığınızda ve sabahladığınızda Allah'ı tesbih edin, şeklindeki görüş olup bunu da el-Maverdî zikretmektedir. O birinci görüşü de sözkonusu etmekte ve bunu şu sözlerle ifade etmektedir: Akşamı ettiğinizde ve sabahladığınızda Allah için namaz kılınız. Namaza "teşbih" adının verilmesi ile ilgili iki türlü açıklama vardır; 1- Birincisine göre namaz hem rüku hem sücudda teşbih zikirlerini ihtiva etmektedir. 2- Teşbih subha'den alınmıştır, subha de namaz demektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu hadisinde de bu lâfız kullanılmıştır: "Kıyâmet gününde onların bir sübha'ları (namazları) olacaktır," Kaynağını tesbit edemedik 18Göklerde ve yerde hamd, yalnız O'nundur. Gündüzün sonunda ve öğle vaktine vardığınızda da (tesbih edin). 2- Hamd Allah'ındır: "Göklerde ve yerde hamd, yalnız O'nundur" âyeti yüce Allah'ın nimet ve ihsanlarına karşı sürekli olarak hamd etme gereğini dile getiren bir ara cümlesidir. Burada "hamd yalnız O'nundur" âyetinden kastın, namaz yalnız O'nundur, olduğu söylenmiştir. Çünkü namazda hamd (Fâtiha)'i okumak, namazın bir özelliğidir. Ancak birinci görüş daha kuvvetlidir. Yüce Allah'ın ta'zim edilmesi, O'na ibadetin teşvik edilmesi ve nimetinin devamı dolayısıyla O'na hamdetmek anlamındadır. Bu ise namazdan farklı bir hamd şeklidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın öncelikle akşam namazını zikrederek başlaması, gecenin gündüzden önce gelmesinden ötürüdür, el-İsra Sûresi'nde (17/78. âyet-i kerîmede) ise önce öğle namazını söz konusu etmiştir, Çünkü öğle namazı ise Cebrâîl (aleyhisselâm)'ın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kıldırdığı ilk namazdır. el-Maverdî der ki: Gece namazına özellikle "teşbih" adının, gündüz namazına ise "hamd" adının veriliş sebebi şudur: Çünkü insan gündüzün şanı yüce Allah'a hamd etmeyi gerektirecek çeşitli hallerde bulunur. Geceleyin ise yüce Allah'ın kötülüklerden tenzih edilmesini gerektiren bir yalnızlık hali sözkonusudur. Bundan dolayı gündüzün hamd daha özellikli bir haldir. Bundan dolayı gündüz namazına bu isim verilmiştir. Gece namazında ise teşbih daha özelliklidir. Bundan dolayı da gece namazına bu isim verilmiştir. 3- Akşam ve Gündüzün Sonu; Yüce Allah'ın: "Akşamladığınız zaman ve sabahladığınızda" anlamındaki âyeti İkrime; şeklinde okumuştur. "Akşamı ettiğiniz vakitte ve sabahı ettiğiniz vakitte" anlamında olup burada; "Vakitte, içinde, kendisinde" lâfzı kolaylık olsun diye hazfedilmiştir. Bu kıraat ile ilgili açıklamalar, yüce Allah'ın: "Ve öyle bir günden korkun ki, kimse kimseye-hiçbir fayda veremez" (el-Bakara, 2/48) âyeti ile ilgili açıklamalar gibidir. "Gündüzün sonunda" âyeti ile ilgili olarak el-Cevherî şunları söylemektedir: "Akşam namazından, yatsı namazına kadar olan vakit" demektir. Mesela; "Ona dün akşam gittim" denilir. Bunun küçültme ismi, büyültme ismine göre kıyasa uygun olmayarak; şeklindedir. Sanki bu şekliyle onlar; küçültmüş gibidirler, çoğulu da; şeklinde gelir. Küçültme isminin; şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bunun çoğulu; ...diye gelir. in küçültme ismi ise; şeklinde gelir, çoğulu da; diye yapılır. "Ayn" harfi esreli ve med ile; "Yatss, gece" de gibidir, ise akşam ve yatsı anlamındadır. Bazılarının iddiasına göre; u ».ip: Güneşin zevalinden itibaren tan yerinin ağırmasına kadar geçen vakittir. Onlar bu hususta şu beyiti de naklederler: "Gece seher vaktinde, sabah erkenden yola çıktık, Bir de günün ortasından sonra akşama doğru." el-Maverdî dedi ki: Mesâ (akşam) ile ışâ arasındaki farka gelince, mesâ, güneşin batımından sonra karanlığın görülmesidir. Işâ ise güneşin batıya doğru meyletmesi sırasında gündüzün sonudur. Bu da gören kimsenin aydınlığının eksikliğini ifade eden; Gözün görme zorluğu çekmesi, tabirinden alınmış olup, bu yönüyle (akşam vakti) güneşin aydınlığının eksilmesine benzetilmektedir. 19Ölüden diriyi çıkartır, diriden de ölüyü çıkartır. Arzı da öldükten sonra diriltir. İşte siz de böyle çıkarılacaksınız. Yüce Allah bu âyeti ile kudretinin kemalini açıklamaktadır. O yeryüzünü cansız iken bitkileri çıkartmak suretiyle canlandırdığı gibi, sizi de Ölümden sonra diriltecektir. Bu âyette kıyasın sahih ve sağlam bir delil oluşuna delil vardır. Yüce Allah'ın: "Ölüden diriyi çıkartır, diriden de ölüyü çıkartır" âyetine dair açıklamalar, Al-i İmrân Sûresi'nde (3/27. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 20Sizi topraktan yaratmış olması, sonra da beşer olup dağılmanız da Onun âyetlerindendir. "Sizi" yani atanızı -ki fer' de asıl gibidir- "topraktan yaratmış olması da O'nun" rubûbiyetinin ve vahdaniyetinin "âyetlerindendir" alametlerindendir. Buna dair açıklamalar daha önce el-En'âm Sûresi'nde (6/2. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. “...ma" mübtedâ olarak ref mahallindedir, "Sizin için nefislerinizden... eşler yaratmış olması da" âyetinde de aynı şekildedir. "Sonra da beşer olup, dağılmanız" sizler aklı başında, konuşan ve geçiminizi sağlayacak şekilde tasarruflarda bulunan varlıklar olarak dağılmanız da O'nun âyetlerindendir. O, sizi boş yere yaratmış değildir. İşte bunu böylece takdir eden, elbetteki ibadete ve teşbih edilmeye lâyıktır. 21Sizin için nefislerinizden kendileri ile sükûn bulacağınız ve aranızda muhabbet ve merhamet kıldığı eşler yaratmış olması da Onun âyetlerindendir. Muhakkak bunlarda düşünen bir topluluk için âyetler vardır. "Sizin İçin nefislerinizden... eşler" yani kendileri ile sükûn bulacağınız kadınlar "yaratmış olması da O'nun âyetlerindendir." Bu âyetteki "nefislerinizden" ifadesi, erkeklerin nutfelerinden ve sizin türünüzden anlamındadır. Maksadın Havva olduğu da söylenmiştir ki, Cenab-ı Allah onu Âdem'in eğe kemiğinden yaratmıştır. Bu açıklamayı da Katade yapmıştır. "Aranızda muhabbet ve merhamet kıldığı" âyeti hakkında İbn Abbâs ve Mücahid şöyle demektedir: Muhabbetten kasıt cima', rahmetten kasıt evlattır. el-Hasen de böyle açıklamıştır. Sevgi ve merhametin, kalblerinin birbirlerine karşı şefkatli olması demek olduğu da söylenmiştir. es-S Ciddî dedi ki; Muhabbetten kasıt sevgi, rahmetten kasıt şefkattir. Bu anlamda bir açıklama İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. Buna göre o şöyle demektedir: Muhabbetten kasıt kocanın hanımını sevmesidir, merhametten kasıt ise ona bir kötülük isabet eder korkusunu duyması ve ona karşı şefkatli olmasıdır. Denildiğine göre erkeğin aslı yerdendir. O bakımdan onda yerin kuvveti vardır. Onda hilkatinin kendisinden başladığı ferci vardır. Bundan dolayı sükûn duymaya ihtiyacı vardır. İşte kadın da erkeğe sükûn vermek için yaratılmıştır. Yüce Allah da: "Sizi topraktan yaratmış olması da... O'nun âyetlerindendir." diye buyurduğu gibi: "Sizin için nefislerinizden kendileri ile sükun bulacağınız... eşler yaratmış olması da O'nun âyetlerindendir..." diye buyurmaktadır. Buna göre erkeğin, kadın ile ilk beraberliği ve onunla sükûn bulması kendisindeki galeyanın kuvvetinin dinmesidir. Çünkü ferc harekete geçtiği takdirde, sulbteki su ona doğru gelir. İşte o, kadın ile sükûn bulur ve onun vasıtası ile heyecanından kurtulur. Onlar ile bu yönde lezzetin yaratılması, erkekler için takdir edilmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbinizin sizin için yarattığı eşlerinizi terk edersiniz demek?" (eş-Şuara, 26/166) Bu buyruklarıyla yüce Allah, erkeklere kadınlardaki o mahallin, erkekler için yaratılmış olduğunu haber vermektedir. Bundan dolayı kadının erkeğin kendisini çağıracağı her vakitte, bu isteğini ona cömertçe icabet etmesi görevidir. Eğer bu hususta ona engel olacaksa, kadın zalimlik etmiş olur ve pek büyük bir vebal altında kalır. Bu hususa dair varid olmuş âyetlerden Müslim'in Sahih'inde yer alan Ebû Hüreyre'nin şu rivâyeti yeterlidir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, eğer bir erkek hanımını yatağına çağırdığı halde, o da onun bu isteğini kabul etmeyecek olursa, mutlaka semada bulunan (Allah) kendisinden razı oluncaya kadar ona gazab etmiş olur, Müslim, II, 1060 Bir başka lafızda da şöyle denilmektedir. "Kadın kocasının yatağını darılıp terketmiş olarak geçirecek olursa, sabahı edinceye kadar melekler ona lanet eder." Müslim, II, 1059; Dârimî, II, 209; Müsned, II, 201, 292 22Göklerle yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O'nun âyetlerindendir. Şüphesiz bunlarda âlimler İçin âyetler vardır. "Göklerle yerin yaratılması... da O'nun âyetlerindendir" âyetine dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/29. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Mekke müşrikleri yaratıcının yüce Allah olduğunu kabul ve itiraf ediyorlardı. "Dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O'nun âyetlerindendir." Dil ağızdadır. Arapça, Acemce, Türkçe ve Rumca gibi farklı lügatler, diller onda ortaya çıkar. Renklerin farklılığı ise beyaz, siyah ve kırmızı teni ilik gibi suretlerde ortaya çıkar. Hemen hemen gördüğümüz herbir kişi ile diğeri arasında mutlaka bir fark olduğunu da tesbit ediyoruz. Bütün bunlar ne nutfenin yaptığı bir iştir, ne de anne babanın. Mutlaka bunları yapan birisi vardır, işte bunu yapanın yüce Allah olduğu da bilinen bir husustur. Bu da herşeyi tedbir eden mutlak yaratıcının varlığının en açık bir delilidir. "Şüphesiz bunlarda âlimler Tefsirin Arapça baskısını yayına hazırlayanın belirttiğine göre buradaki "âlimler" lâfzını Nafî' lâm'ın Fethasıyla âlemler diye okurdu. Müellif de Nafî' kıraatine göre okuyordu. için âyetler vardır." Günahkâr ve iyi herkes için, demektir. Hafs "âlim"in çoğulu olarak, "lâm" harfini esreli olarak; "Âl-imler için" diye okumuştur. 23Geceleyin ve gündüzün uyumanız ve O'nun lütfundan rızık aramanız da O'nun âyetlerindendir. Muhakkak bunlarda işiten bir topluluk için âyetler vardır. "Geceleyin ve gündüzün uyumanız ve O'nun lütfundan aramanız da O'nun âyetlerindendir." Bu âyet-i kerîmede takdim ve te'hir olduğu söylenmiştir. Mana şudur; "Geceleyin uyumanız, gündüzün de Onun lütfundan aramanız O'nun âyetlerindendir." Burada "gündüzün" anlamındaki kelimenin başında cer harfinin hazfedilmiş olması; "gece" anlamındaki kelimenin hemen akabinde gelmesi ve ona atfedilmiş olmasındandır. "Vav" (ve anlamındaki atıf harfi) de eğer özel olarak zahir isimde matufu'n-aleyh'e bitişik olarak gelecek olursa, cer harfinin yerini tutar, "Muhakkak bunlarda işiten bir topluluk için âyetler vardır." Burada anlamak ve dikkatle düşünmek neticesini veren İşitmeyi kastetmektedir. Hakkı işitip tabi olanlar, diye açıklandığı gibi, öğüdü dinleyip tehdidinden korkanlar, diye de açıklanmıştır. Kur'ân'ı işitip onu tasdik edenler diye de açıklanmıştır ki, bu manalar birbirine yakındır. Bir başka açıklamaya göre; aralarından huzurunda Kur’ân okunan kimse Kur'ân'ı dinlemesin diye kulaklarını tıkayanlar vardı. Şanı yüce Allah böyle bir kimsenin aleyhine bunca delili açıklamış olmaktadır. 24Korku ve ümitle size şimşeği göstermesi ve gökten su İndirerek yeryüzünü ölümünden sonra o su ile canlandırması da O'nun âyetlerindendir. Muhakkak bunda aklını kullanan bir topluluk için âyetler vardır. "Korku ve ümitle size şimşeği göstermesi... da O'nun âyetlerindendir." Buradaki; Size gösteriyor" âyeti; Size göstermesi" anlamındadır. İfadenin delaleti dolayısıyla; "... me, ma" hazfedilmiştir. Şair Tarafe şöyle demektedir; "Ey Savaşta bulunmam dolayısıyla beni kınayan kişi, Ve zevk verici şeylerde hazır bulunmaktan, sen misin beni hayatta bırakacak olan?" Bu âyetteki ifadenin takdim ve tehir üzere olduğu da söylenmiştir. Yani O, size şimşeği âyetlerinden biri olarak göstermektedir. Bir diğer açıklamaya göre şu demektir: O'nun âyetlerinden bir âyet de; size şimşeği göstermesidir. Nitekim şair şöyle demektedir: "Zaman dediğin şey iki defacıktır, bunlardan birisinde, Ben ölürüm, diğerinde ise yaşamak maksİsmi ile çalışır dururum." Bir başka açıklamaya göre: Size korku ve ümit olmak üzere âyetlerinden olan şimşeği göstermesi de O'nun âyetlerindendir. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmış olup, ona göre bu, cümlenin cümleye atfedilmesi şeklindedir. "Korku" olması yolcu içindir, "ümit" olması ise mukim içindir. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. ed-Dahhak dedi ki: Yıldırımlardan "korku ve yağmur yağması için de "ümit ile" demektir. Yahya b. Sellam: Dolunun ekini telef etmesi "korkusu" ile yağmurun ekini canlandırması için "ümitle" diye açıklamıştır. İbn Bahr da: Şimşeğin yağmur getirmeyen bir şimşek olması "korku ve" yağmur getiren cinsten "ümitle" diye açıklamıştır. Ayrıca şairin şu beyitini de zikretmektedir: "Senin şimşeğin, ardından yağmur gelmeyen bir şimşek olmasın, Çünkü hayırlı şimşek, beraberinde yağmur getirendir." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Ben kimi zaman sulara azıksız (kılavuzsuz) giderim, Oraya giderken bulutların çakan şimşeklerini saymamın (ve bunu kılavuz edinmemin) dışında." Kişiyi aldatıyormuşçasına yağmur getirmeyen şimşeğe; denilir. Bu ifade bir önceki beyitte: "Ardından yağmur gelmeyen şimşek" diye tercüme edilmiştir. İşte söz verip de, verdiği sözü yerine getirmeyen kimseye: Sen ancak arkasından yağmur gelmeyen bir şimşeğe benzersin" denilmesi de buradan gelmektedir. Aynı zamanda, yağmur yükü taşımayan buluta da denilir. Bazan izafet şeklinde; diye kullanıldığı da olur. "Ve gökten su indirerek yeryüzünü ölümünden sonra su ile canlandırması da O'nun âyetlerindendir. Muhakkak bunda aklını kullanan bir topluluk için âyetler vardır." Buna benzer âyetler daha önce geçmiş bulunmaktadır. 25Göklerin ve yerin Onun emri ile durması da O'nun ayetlerindendir. Bundan sonra sizi bir tek çağırışla çağırınca hemen yerden çıkıverirsiniz. "Göklerin ve yerin O'nun emri ile durması da O'nun âyetlerindendir" âyetindeki "...ma..." az önce geçtiği gibi ref mahallindedir. Bunların ayakta durması ve sağlam bir şekilde birbirleriyle kenetli, direksiz olarak durmaları O'nun emri iledir anlamındadır. O'nun tedbir ve hikmeti iledir, diye de açıklanmıştır. Yani O, mahlukatın faydasına olmak üzere direksiz olarak bunları ayakta tutmaktadır. "Onun emri ile" anlamında olduğu da söylenmiştir, mana birdir. "Bundan sonra sizi bir tek çağırışla çağırınca hemen yerden çıkıverirsiniz." Yani bütün bunları yapan sizi kabirlerinizden tekrar diriltmeye kadirdir. Maksat ise, bunun durmaksızın ve vakit geçirmeksizin çabucak ve hızlıca meydana geleceğini anlatmaktır. Tıpkı çağrısına itaat olunan bir kimseye davet ettiği kişinin cevap verip gelmesi gibi. Nitekim şair şöyle demiş: "Ben Küleyb'i adıyla çağırdım sanki Dağın tepesini çağırmışım gibi ya da ondan da hızlı (geldi)" Şair burada "dağın tepesi" ifadesiyle yankıyı yahut ta yukardan aşağı doğru yuvarlanan taşın halini anlatmak istemektedir. Bu âyetin, göklerle yerin ayakta durmasına; "Bundan sonra" ile atfedilmesi, bu işin büyüklüğü ve yüce Allah'ın da böyle bir şeye kadir olmasından dolayıdır. Çünkü yüce Allah, ey kabirdekiler kalkınız, diye buyuracak ve öncekilerden sonrakilere kadar"ayağa dikilip, etrafına bakınmayacak tek bir canlı kalmayacaktır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sonra ona ikinci bir defa üfürülür. O anda onlar ayağa kalkar, bakınırlar." (ez-Zümer, 39/68) Yüce Allah'ın: "Sizi... çağırınca" âyetindeki; edatı şart içindir. Diğer taraftan "hemen...siniz" anlamındaki âyette yer alan; ise müfaceet (aniden oluş bildirmek) içindir ve bu edat şartın cevabında "fe"nin yerini tutar. Kıraat âlimleri; "Çıkarsınız" âyetindeki "te"yi icma ile üstün okumuşlardır. Ancak el-A'raf'takinde ise ihtilaf etmişlerdir. Medineliler: "Yine oradan çıkarılacaksınız" (el-A'raf, 7/25) diye "te" harfini ötreli okumuşlar. Iraklılar ise üstün ile (yine oradan çıkacaksınız) anlamında okumuşlardır. Ebû Ubeyd de buna meyletmektedir. Her ikisinin de anlamı birbirine yakındır. Şu kadar var ki Medineliler bu iki yerde ifadelerin uyumu açısından fark gözetmişlerdir. el-A'raf Sûresi'nde ifadelerin arasında uyum açısından ötreli okunması daha uygundur. Çünkü ölüm onların (insanların) bir fiili değildir. Oradan (yani yerden) çıkartılmak da böyledir. Rûm Sûresi'nde ise bunun üstün ile okunması ifadelerin akışı açısından daha uygundur. Yani o sizi çağıracak olursa, siz de bulunduğunuz kabirlerinizden çıkacaksınız, yani emre itaat edeceksiniz. Burada da fiilin onlar tarafından yapılması, anlam itibariyle daha uygundur. Burada söz konusu edilen çıkış -önceden geçtiği ve ileride de geleceği üzere- İsrafil'in sonuncu üfürüşü ile birlikçe olacaktır. "Çıkıverirsiniz" âyetinde "te" harfi ötreli ve üstün olarak (çıkarılacaksınız, çıkarsınız anlamlarında) diye okunmuştur. Bunu ez-Zemahşerî zikretmiş ve bundan fazla bir açıklamada bulunmamıştır. Bununla birlikte bizim sözünü ettiğimiz farkı da zikretmiş değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 26Göklerle yerde olanlar Onundur, hepsi Ona boyun eğicidirler. "Göklerle yerde olanlar" yaratılmaları, mülkiyetleri ve kul olmaları itibariyle "Onundur. Hepsi O'na boyun eğicidirler." Ebû Said el-Hudrî'den rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kur'ân-ı Kerîm'de kunut (kökünden) geçen her bir kelime itaat anlamındadır." Müsned, III, 75; İbn Kesîr, Tefsir, I, 162, Hadisi, İmâm Ahmed’in de rivâyet ettiğini belirtip, senedi ile ilgili bazı tenkidleri kayd ettikten sonra şunları söylemektedir: 'Bu sened zayıftır. Ona güvenilemez. Hadisin Peygambere nisbet edilmesi (merfû') miinkerdir. Sahabenin ya da sonra gelenlerin bir sözü olabilir." en-Nehhâs dedi ki: Emre riayet edenin itaat edişi gibi itaat edenler, demektir. Bunun ubudiyeti ister sözlü olarak, ister hallerinin delaleti itibariyle ikrar ve itiraf edenler, anlamında olduğu da söylenmiştir ki; bu açıklamayı İkrime, Ebû Malik ve es-Süddî yapmıştır. İbn Abbâs dedi ki: "Boyun eğiciler"den kasıt "namaz kılanlar olarak"dır. er-Rabî' b. Enes dedi ki: "Hepsi O'na boyun eğicidirler" yani kıyâmet gününde ayağa kalkacaklardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O gün insanlar âlemlerin Rabbi huzurunda duracaklardır." (el-Mutaffifin, 83/6) Bundan maksat hesab için kalkacak olmalarıdır. el-Hasen dedi ki: Herkes Allah için kendisinin O'nun kulu olduğuna dair şahidlik edecektir. Saîd b. Cübeyr dedi ki: "Boyun eğiciler" ihlâs ile O'na ibadet edenler, anlamındadır. 27Yaratıkları ilkin yoktan var eden, sonra da onu tekrar iade eden O'dur ve bu, O'na göre daha kolaydır. Göklerde ve yerde en yüksek sıfat(lar) yalnız O'nundur. O Aziz'dir, Hakim'dir. "Yaratıkları ilkin var eden, sonra da onu tekrar iade eden O'dur" âyetinde sözü geçen yaratıkları ilkin O'nun var etmiş olması, canlının doğumundarı önce rahimde meydana gelmesi ile olur. İade etmesi ise, ölümden sonra diriliş için ikinci üfürüş ile ona hayat vermesi ile olur. Bu âyette yüce Allah, O'nun yaratıkları itkin varetmiş olduğunun bilinmesini, henüz ortada olmayan ölümden sonra tekrar yaratılışına delil olarak göstermektedir. Böylelikle gözle görülen, gaibe (görülmeyene) delil kılınmaktadır. Daha sonra yüce Allah bunu: "Ve bu, O'na göre daha kolaydır" âyeti ile te'kid etmektedir. İbn Mes'ûd ve İbn Ömer "ilkin yoktan vareden" anlamındaki âyeti; diye İlkin var etti, vareder" kipinden gelmiş bir fiil olarak okumuşlardır. Bu okuyuşun delili de şanı yüce Allah'ın: "Çünkü ilkin var eden de, diriltecek olan da O'dur." (el-Buruc, 85/13) âyetinin bu kipte gelmiş olmasıdır. Genel olarak öbür türlü okuyanların kıraatlerinin delili İse, yüce Allah'ın: "Sizi ilkin yarattığı gibi yine (O'na) döneceksiniz." (el-A'raf, 7/29) âyetinde, bu şekilde gelmiş olmasıdır. "Daha kolaydır" âyeti "kolaydır" anlamındadır. Yani öldükten sonra tekrar diriltmek O'nun için kolaydır. Bu şekildeki açıklamayı er-Rabî' b. Huseyn ile el-Hasen yapmıştır. Bu durumda "daha kolaydır" âyeti "kolaydır" anlamında demektir. Zira yüce Allah için bir işin bir başka işten kolay olması söz konusu olamaz. Ebû Ubeyde dedi ki: "Daha kolay" ifadesini bir şeyin diğer bir şeyden üstünlüğü anlamında kabul eden bir kimsenin bu görüşü şanı yüce Allah'ın: "Bu da Allah'a pek kolaydır." (en-Nisa, 4/30) âyeti ile: "Onları koruması O'na ağır gelmez." (el-Bakara, 2/255) âyeti ile reddedilir. Ayrıca Araplar "daha üstünlük" anlamını veren; kipini, üstünlük ifade eden; anlamında da kullanırlar. el-Ferezdak'ın şu beyiti bu kabildendir: "Semayı düzenleyen o yüce zat hiç şüphesiz bizim için, Öyle bir ev bina etmiş ki; onan esasları daha güçlü ve daha uzundur." Esasları güçlü ve uzundur, demektir. Bir başka şair de şöyle demektedir: "Ömrüm hakkı için, bilemiyorum ve şüphesiz daha da korkuyorum, Ölüm bizden hangimize daha erken hücum edeceğinden." Bu beyitte de; ("şüphesiz daha korkarım" ifadesi): Gerçekten ben korkarım anlamında kullanılmıştır. Yine Ebû Ubeyde şu beyiti de zikretmektedir: "Şüphesiz ben sana alıkonulması gereken şeyleri dahi bağışlıyorum ve şüphesiz ki ben, Sana yemin ile söylüyorum; bütün engellere rağmen daha çok meyletmekteyim." Burada "meyletmekteyim" demek istemiştir. Ahmed b. Yahya da şu beyiti zikretmiştir: "Bazı kimseler öleyim diye temenni ettiler ve ölsem eğer, Bu sadece ve yalnız olarak benim gittiğim bir yol değildir." Burada da ism-i tafdil şeklinde kullanılan "sadece ben" anlamındaki lâfız ile Yalnızca ben" anlamını kastetmiştir. Bir başka şair de şöyle demektedir: "Ömrün hakkı için şüphesiz ki, ez-Zibrikan bol bol ihsan etmektedir, İyiliklerini kıtlık zamanlarında ve (o) daha faziletlidir." "O faziletlidir" demektir. Yine "(ism-i tafdil kipinde): Allahu ekber: Allah en büyüktür" ifadesi de bu şekildedir. Bu; (.........): Allah büyük olandır" anlamındadır. Ma'mer, Katade'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Abdullah b. Mes'ûd'un kıraati: "(........): Ve bu, ona göre kolaydır" şeklindedir. (İsm-i tafdil kipi ile değildir.) Mücahid, İkrime ve ed-Dahhak ise şöyle demişlerdir: Anlam şudur: Her ne kadar hepsi yüce Allah için kolay olsa dahi; tekrar yaratmak, Allah için ilkin yaratmaktan daha kolaydır. İbn Abbâs da böyle demiştir. Bunun izahı da şöyle yapılır; Bu şanı yüce Allah'ın kullarına vermiş olduğu bir örnektir. Şöyle demektedir: Yaratıklara göre bir şeyi tekrar yaratmak, ilkin yaratmaktan daha kolaydır. Buna göre sizin anlayışınıza ve sizin kendi aranızdaki telakkinize göre ilkin yaratmaya kadir olan, öldükten sonra tekrar diriltmeye ilk olarak yaratmaktan daha da kadir olmalıdır. "Ona göre" âyetindeki zamirin yaratılan şiara ait olduğu da söylenmiştir. Yani o, onun yani yaratıklar için (yaratıklar açısından) daha kolaydır. Çünkü onlara sadece bir defa çağrıda bulunulacak, onlar da kabirlerinden kalkacaklar. Onlara: Olun denilecek, onlar da hemen oluvereceklerdir. İşte bu, onların önceleri bir nutfe, sonra bir alaka, sonra bir mudga (çiğnemlik et), sonra cenin, sonra çocuk, sonra yetişkin, sonra genç, sonra erkek ya da kadın olmalarından kendileri İçin daha kolay olacaktır. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve Kutrub yapmıştır. Daha kolay" anlamında olduğu söylenmiştir. Şair de şöyle demiştir: "Esmaya alabildiğine uzaklaşmış olması, pek kolay geldi, (Oysa diğer taraftan) ona düşkün bir kimse ona özlem duymakta, onu arzulamaktadır." Burada; fiili "kolay geldi" anlamına gelen: fiili anlamında kullanılmıştır. er-Rabî b. Huseyn de yüce Allah'ın: "Ve bu Ona göre daha kolaydır" âyeti hakkında şöyle demiştir: Esasen hiçbir şey Allah için zor ve güç değildir. İkrime dedi ki: Kâfirler yüce Allah'ın ölüleri tekrar dirilteceğinden hayrete düştüler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. "Göklerde ve yerde en yüksek sıfat(lar) yalnız O'nundur." Yani aziz ve celil olan Allah ne dilerse, olur. el-Halil dedi ki: Âyet-i kerîmedeki "mesel" sıfat anlamındadır. Yani "göklerde ve yerde" en yüksek sıfatlar yalnızca O'nundur. (Bu âyet) yüce Allah'ın; "Takva sahiplerine vaadolunan cennetin misali şudur" (er-Rad, 13/35) âyetine benzemektedir. Onun sıfatı, nitelikleri şöyledir, demektir. Buna dair açıklamalar da daha önceden (sözü geçen âyet-i kerimenin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Mücahid'den gelen rivâyete göre "enyüksek sıfat (mesel)": Lâ ilahe illallah demektir. Bunun da manası şudur: En yüksek vasıf olan vahdaniyyet ile nitelendirilme vasfı yalnız O'nundur. Katade de böyle demiştir: En yüksek vasıf Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına tanıklık etmektir. Bunu da yüce Allah'ın izniyle hemen biraz sonra açıklayacağımız; "Size kendi nefislerinizden bir misal getirdi" âyeti desteklemektedir. ez-Zeccâc da şöyle demektedir: "Göklerde ve yerde en yüksek sıfat(lar)" âyetinden kasıt, yüce Allah'ın: "Ve bu O'na göre daha kolaydır" âyetidir. O, zor ve kolay gelen hususlara dair size bunu misal vermiştir, demektir. Bu sözleriyle bu âyete dair ilk açıklama şeklini kastetmektedir. İbn Abbâs da dedi ki: O'nun benzeri hiçbir şey yoktur, demektir. "O, Aziz'dir, Hakim'dir" âyetine dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara, 2/129. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 28(Allah) size kendi nefislerinizden bir misal getirdi. Size rızık olarak verdiklerimizde, eliniz altındaki kölelerinizin size ortak olup o rızıkta hep birlikte eşit olmayı ve kendiniz (gibi) hür olan diğer ortaklarınızdan çekindiğiniz gibi onlardan da çekinmeyi kabul eder misiniz? İşte akıllarını kullanan bir topluluk için âyetleri böylece açıklarız. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- Bu Âyette Müşriklere Dair Verilen Misal: Yüce Allah: "Size kendi nefislerinizden" diye buyurduktan sonra; "size ortak olup" diye buyurmakta ve bunların "eliniz altındaki köleleriniz" den olmalarına da dikkat çekmektedir. Buna göre birinci "..den" ibtidâ (başlangıç noktası) içindir. Şöyle buyurulmuş gibidir: Ben size en yakın bir şey olan kendi öz nefislerinizden bir misal alıyorum demektir. "Ortak olup" anlamındaki kelimenin başına gelen ikinci; (........) ise tab'îz (kısmilik) bildirmek için; "eliniz altındaki" anlamındaki ifadedeki ise, İstifhamı tekid etmek için zaid olarak gelmiştir. Âyet-i kerîme Kureyş kâfirleri hakkında inmiştir. Çünkü onlar telbiye getirdiklerinde; Buyur, Rabbimiz buyur. Senin birisi dışında, hiçbir ortağın yoktur ki, o da senindir. Sen ona " i-liırnrl'arrlı Bu açıklamayı Saîd b. Cübeyr yapmıştır. Katade de dedi ki; Bu yüce Allah'ın müşriklere dair vermiş olduğu bir misaldir. Yani sizden herhangi bir kimse sahib olduğu kölesinin malında da, canında da tıpkı kendisi gibi olmasını kabul edebilir mi? buna razı olur mu? Siz kendiniz için buna razı olmadığınıza göre, yüce Allah'a nasıl olur da ortaklar koşuyorsunuz? 2- Allah'a Ortak Koşmanın Tutarsızlığı: İlim adamlarından bazıları şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme insanların birbirlerine ihtiyacı oldukları için kendi aralarındaki ortaklığa, buna karşılık yüce Allah'a ortak koşmanın söz konusu olmayacağına dair açık bir delildir. Çünkü şanı yüce Allah: "Size kendi nefislerinizden bir misal getirdi. Size rızık olarak verdiklerimizde, eliniz altındaki kölelerinizin size ortak olup..." diye buyurması, onların: Bizim kölelerimiz bize rızık olarak verdiğin hususlarda bize ortak değildirler, demelerini gerektirmektedir. Bu sefer onlara şöyle denilir: Kullarınızın size ortak olmaktan kendinizi tenzih ederken, benim kullarımı bunca yaratıkları yaratmakta bana ortak koşabilmeniz nasıl düşünülebilir? Bu tutarsız bir hüküm, az düşünmenin bir sonucu ve bir kalb körlüğüdür. Efendilerin malik oldukları hususlar hakkında kölelerin efendileriyle ortaklıkları -ki hepsi yüte Allah'ın yaratığıdırlar, O'nun kuludurlar- batıl olduğuna göre; kâinatta herhangi bir varlığın yüce Allah'a, O'nun fiillerinden herhangi birisinde ortak oldukları iddiası da kendiliğinden çürümüş olur. Geriye sadece şu gerçek kalır: O bir ve tektir. O'nun ortağının olması imkansız bir şeydir. Çünkü ortaklık yardımlaşmayı gerektirir. Bizlerin mal ve iş itibariyle birbirimizin yardımına ihtiyacımız vardır. Kadim ve ezeli olan yüce Allah ise bundan münezzehtir. Bu meseleyi bellemek bir ilim taleb eden kimse için fıkha dair mükemmel bir kita'bı ezberlemiş olmaktan daha önemlidir. Çünkü bütün bedeni ibadetlerin sahih olması ancak kalbte bu meselenin sahih olarak bilinmesi ile mümkündür. Bunu iyice anlamalıyız. 29Hayır, zulmedenler, bilgisizce hevalarına uydular. Allah'ın saptırdığını hidayete ulaştıracak kimdir? Onlar için hiçbir yardımcı olmaz. "Hayır, zulmedenler, bilgisizce hevâlarına uydular." Onlara karşı delil ortaya konulduktan sonra yüce Allah, bu âyetiyle onların putlarına ibadette hevalarına tabi olduklarını ve bu hususta geçmişlerini taklid ettiklerini söz konusu etmektedir. "Allah'ın saptırdığını hidâyete ulaştıracak kimdir?" Yani Allah'ın saptırdığını kimse hidâyete ulaştıramaz. İşte bu âyet, Kaderiyye'nin kanaatlerini de reddetmektedir. "Onlar İçin hiçbir yardımcı olmaz." 30Sen yüzünü hanîf olarak dine, İnsanların üzerine yaratıldığı Allah'ın fıtratına dosdoğru çevir. Allah'ın yaratışını değiştirmek söz konusu değildir. Dosdoğru din işte budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. "Sen yüzünü hanîf olarak dine, İnsanların üzerine yaratıldığı Allah'ın fıtratına dosdoğru çevir" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız; ez-Zeccâc dedi ki: "Allah'ın fıtratına" âyetindeki "Fıtrat" lâfzı Allah'ın fıtratına tabi ol, anlamında nasb ile gelmiştir. Çünkü; "sen yüzünü hanîf olarak dine... dosdoğru çevir" âyeti, sen hanif dine tabi ol ve Allah'ın fıtratına da tabi ol!" anlamındadır. et-Taberî dedi ki: "Allah'ın fıtratına" âyeti "sen yüzünü... dosdoğru çevir" âyetinin taşıdığı anlara dolayısı ile masdar (mef'ûl-i mutlak)'dır. Çünkü bu; "Allah insanları bir fıtrat ile bu şekilde yaratmıştır" takdirindedir. Bunun; siz Allah'ın insanları kendisi için yaratmış olduğu Allah'ın dinine tabi olun, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu görüşe göre; "Hanif olarak" âyeti üzerinde vakıf tam bir vakıf olur. Buna göre meal: "Sen yüzllnü hanif olarak dine dosdoğru çevir" şeklinde olur. İlk iki görüşe göre ise ifade muttasıl (sonraki âyetlerle da ilişkili) olup "hanif olarak" âyeti üzerinde vakıf yapılmaz. (Mealde olduğu gibi). "Fıtrat'a din adının veriliş sebebi, insanların bunun için yaratılmış olmalarıdır. Nitekim yüce Allah: "Ben cinleri de insanları da ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım"(ez-Zâriyât, 51/56) diye buyurmaktadır, " ÜzerinCnin Onun için, kendisi için" anlamında olduğu söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Kötülük ederseniz kendinize" (İsra, 17/7) âyetinde olduğu (leha'nın aleyha anlamında kullanıldığı) gibi. "Sen yüzünü... dosdoğru çevir" âyetinde hitab Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'adır. Ona. yüzünü dosdoğru dine, dosdoğru bir şekilde çevirmesini emretmektedir. Nitekim yüce Allah: "...Yüzünü o dosdoğru dine çevir." (er-Rum, 30/43) diye buyurmaktadır ki; buradaki din, İslâm dinidir. Yüzün dosdoğru çevrilmesinden maksat, doğrultulması ve din amellerinde ciddiyetle çalışma güç ve gayreti demektir. Özellikle "yüz'ün anılmasının sebebi ise, insanın duyu organlarının orada bulunması ve İnsanın bedeninin en şerefli yerinin o olmasından dolayıdır. Bu hitabın kapsamına te'vil âlimlerinin ittifakıyla peygamberin Ümmeti de dahildir. "Hanif olarak" tabiri ise; tahrif edilmiş, nesh olmuş bütün dinlerden uzaklaşmış olarak, tam bir itidal ve denge ile yönel, demektir. Sahih'te, Ebû Hüreyre'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Doğan herbir kişi mutlaka fıtrat üzere doğar -bir rivâyette de: Bu din üzere doğar şeklindedir- Anne-babası onu yahudi, hristiyan yahut ta mecusi yapar. Tıpkı bir hayvanın eksiksiz ve azaları yerli yerinde bir yavru doğurması gibi. Siz böyle bir yavrunun kulaklarının kesik olduğunu ve onda bir kusur bulunduğunu görebilir misiniz?" Daha sonra Ebû Hüreyre dedi ki: Dilerseniz: "İnsanları üzerine yarattığı Allah'ın fitratına dosdoğru çevir. Allah'ın yaratışını değiştirmek söz konusu değildir" âyetini okuyunuz Buhârî, I, 456, 465, IV, 1792; Müsned, II, 233. Müslim, IV, 2048 (yakın ifadelerle) Bir başka rivâyette şöyle denilmektedir: "Siz onun kulaklarını kesinceye kadar... (onda bir kusur görür müsünüz?)" denilmektedir. Onlar; Ey Allah'ın Rasûlü, dediler. Peki küçükken ölen kimse hakkındaki görüşünüz nedir? Şöyle buyurdu: "Yaşadıkları taktirde ne şekilde amel edeceklerini en iyi Allah bilir." Hadis Müslim'in lâfzıyla bu şekildedir Müslim, IV, 2048, 2049; (Ebû Huseyri'den), Buhârî, I, 465 (sadece soru ve cevap hey lümü, buradaki manasıyla); VI, 2434 (her iki rivâyet de İbn Abbâs'tan). 3- Kitab ve Sünnette Geçen "Fıtrafın Ardamı İle İlgili İlim Adamlarının Görüşleri: İlim adamları Kitab ve sünnette geçen fıtratın anlamı ile ilgili çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunlardan birisi İslâm'dır. Bunu Ebû Hüreyre, İbn Şihab ve başkaları ileri sürmüştür. Bu görüşün sahipleri derler ki: Selef arasında te'vil ehli olan kimselerin genel olarak kabul ettikleri görüş budur. Bu görüşün sahipleri âyeti ve Ebû Hüreyre'nin hadisini delil gösterirler. Bunu ayrıca Mücaşili, İyad b. Himar'ın rivâyet ettiği şu hadisle de desteklemişlerdir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün insanlara dedi ki: "Yüce Allah'ın Kitabı'nda bana anlattığını ben de size anlatayım mı? Allah, Âdem'i ve oğullarını hanif ve müslümanlar olarak yarattı. Onlara arasında hiçbir haram bulunmaksızın malı helâl olarak verdi. Onlar ise Allah'ın kendilerine verdiklerinden bir bölümünü helâl, bir bölümünü haram kıldılar.. Müslim, IV, 2197 İbn Hibnan, es-Sahth, II, 422-425, tfltfj Beyhakî, es-Sünenül-kübrâ, V, 26; Taberânî, el-Evsat, III, 206; Müsned, IV, 162 (Hepside uzunca bir hadisin kapsamında benzer manalarla). Bu görüşü savunanlar Peygamber efendimizin şu hadisini de delil göstermişlerdir: "Beş şey fıtrattandır..." Buhârî, V, 2209, 2320; Müslim, I, 222; Tirmizî, V, 91; Müsned, II, 239, 283, AH9 Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunlar arasında İslâm'ın sünnetlerinden olduğu halde, bıyıkları kesmeyi de söz konusu etmiştir. Bu yoruma göre (az önceki) hadisin anlamı şöyle olur: Yüce Allah Âdemoğullarını sulbünden çıkarttıkları sırada çocuklar da onlardan almış olduğu ahde uygun olarak küfürden uzak bir şekilde yaratılmıştır. Çocuklar eğer buluğa ermeden önce ölecek olurlarsa, ister müslüman çocukları olsunlar, ister kâfir çocukları olsunlar cennetliktirler. Diğerleri ise şöyle demektedir: Fıtrat yüce Allah'ın insanlığı ilk olarak üzerinde yarattığı haldir. Yani yüce Allah'ın yarattıklarını üzerinde yaratmış olduğu haldir. Şöyle ki: O onları ilk olarak hayat, ölüm, mutluluk, bedbahtlık için ve buluğ halinde ulaşacakları, varacakları hal için yaratmıştır. Bunlar derler ki: Fıtrat Arapçada başlangıç ve başlayış anlamındadır. Fâtır ise başlatan ve başlatıcı demektir. Bu görüşü savunanlar İbn Abbâs'tan gelen şöyle dediğine dair rivâyeti delil gösterirler; Ben bir kuyu hakkında davalaşan iki bedevi Arap ile karşılaşıncaya kadar göklerin ve yerin Fâtır'nın ne anlama geldiğini bilmiyordum. Bu iki Bedeviden birisi: Bu kuyuyu fıtrat eden benim, yani ilk olarak açan ben oldum, demişti. el-Mervezî dedi ki: Ahmed b. Hambel önceleri bu kanaati benimsiyordu. Sonra bu görüşü terketti, Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) de et-Temhid adlı eserinde şunları söylemektedir: Malik'in, Muvatta’'ında kaydedib de "Kader" bahsinde söz konusu ettiği bölümde birtakım rivâyetler vardır ki, onun bu husustaki görüşünün buna yakın olduğunu ortaya koymaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır İbn Abdi’l-Berr, et-Temhtd, XVIII, 79, ayrıca bk. XVIII, 112. Bu görüşün sahiplerinin gösterdikleri delillerden birisi de Ka'b el-Kurazî'den gelen, yüce Allah'ın: "O bir kısmına hidayet verdi, bir kısmına da sapıklık hak oldu" (el-A'raf, 7/30) âyeti hakkında söylediği şu sözler de vardır: Yüce Allah'ın ta başından beri sapmak üzere yarattığı kimseyi sapıklığa götürür. İsterse hidayet gereği amelleri işlemiş olsun, Yüce Allah ta baştan beri hidayet üzere yarattığını da sonunda hidayete iletir, isterse sapıklığın amellerini işlemiş olsun. Allah iblisi ta baştan beri dalâlet üzere yarattı, o ise meleklerle birlikte bahtiyar kimselerin amelleri ile amel etti. Daha sonra yüce Allah onu ilkin yarattığı noktaya geri döndürdü ve onun hakkında: "Ve o kâfirlerdendi" diye buyurdu. Derim ki: Ka'b'ın bu sözü daha önce el-A'raf Sûresi'nde (7/30. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bu manayı ihtiva eden bir hadis de merfu olarak Âişe (radıyallahü anha)'nın rivâyetiyle gelmiş bulunmaktadır. Âişe (radıyallahü anha) dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ensar çocuklarından bir küçük çocuğun cenazesine çağırıldı, Ben: Ne mutlu ona, ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Cennetin kuşlarından bir kuş olacak. O hiçbir kötülük yapmadığı gibi, kötülük işleme çağına da erişmedi. Şöyle buyurdu: "Bundan başkası da olamaz mı ey Âişe? Çünkü Allah cennete girecek kimseleri yarattı. Onları, Onlar daha babalarının sülblerinde İken cennet için yarattı. Cehenneme girecek kimseleri de yarattı. Onları cehennem için onlar daha babalarının sülblerinde iken yarattı." Bu hadisi İbn Mâce, Sünen'inde rivâyet etmiştir Müslim, IV, 2050, Nesâî, IV, 57; /ön Mâce, I, 32; Müsned, VI, 46, 208 Ebû Îsa et-Tirmizî de, Abdullah b. Amr'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) elinde yazılı iki belge olduğu halde yanımıza çıktı: "Bu yazılı iki belgede ne olduğunu biliyor musunuz?" dedi. Biz: Hayır, bize sen bildirmedikçe biz bilemeyiz; ey Allah'ın Rasûlü, dedik. Sağ elinde bulunan belge için dedi ki: "Bu âlemlerin Rabbinden gelen bir belgedir. Üzerinde cennetliklerin, onların atalarının ve kabilelerinin ismi yazılıdır. Sonra da onların sonuncularının üzerine bir çizgi çekildi. Artık ebediyyen onlara ne bir kimse ilave edilebilir, ne de onlardan bir kimse çıkartılabilir." -Sonra da sol elinde bulunan için dedi ki-: "Bu da âlemlerin Rabbinden gelmiş bir belgedir. İçinde cehennemliklerin babalarının ve kabilelerinin ismi yazılıdır. En son kişileri üzerinde de bir çizgi çekilmiş, artık ebediyyen onlara ne bir kişi ilave edilecek, ne de bir kişi eksiltilecektir..," deyip, hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Bu hadis hakkında (Tirmizî): Hasen bir hadistir, demiştir. Tirmizî, rv, 449, yalnız: "Bu hasen garib, sahih bir hadistir" hükmüyle; Müsned, II, 167 Bir başka kesim şöyle der: Ne yüce Allah'ın: "İnsanları üzerine yarattığı Allah'ın fıtratına" âyeti ile ne de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ım "Her doğan fıtrat üzere doğar" âyeti ile kastedilen umum (yani herkes) değildir. Bundan maksat, mü’min insanlardır. Zira bütün insanlar İslâm fıtratı üzere yaratılmış olsaydı, hiç kimse kâfir olmazdı. Halbuki onun birtakım kimseleri cehennem ateşi için yaratmış olduğu sabittir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun ki Biz cehennem için... çok kimseleryaratmışızdır." (el-A'raf, 7/179) Ayrıca yüce Allah, Âdem'in sulbünden zürriyetini siyah ve beyaz olarak çıkartmıştır. Hızır'ın öldürdüğü kişi hakkında da (Peygamber): "O yaratıldığı günden beri kâfir tabiatı ile yaratılmıştır" Müslim, IV, 1851, 2050; İbn Hibbân, es-Sahih, XIV, 108; Tirmizî, V, 312; Müsned, V, 121. diye buyurmuştur. Ebû Said el-Hudrî'nin de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) güneşin yükseklerde olduğu bir sırada bize ikindi namazını kıldırdı. Bu hadiste şu ifadeler yer almaktadır: O gün ondan bellediklerimiz arasında söylediği şu sözler de vardır: "Şunu bilin ki, Âdemoğulları çeşitli tabakalar halinde yaratılmışlardır. Onlardan kimisi mü’min olarak doğar, mü’min olarak yaşar, mü’min olarak ölür. Kimisi kâfir alarak doğar, kâfir olarak yaşar, kâfir olarak ölür. Kimisi mü’min olarak doğar, mü’min olarak yaşar, ama kâfir olarak ölür. Kimisi de kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar ama mü’min olarak ölür. Onlardan kimisi ödemesini de güzel yapar, hakkını da güzel ister..." Bu hadisi Hammâd b. Zeyd b. Seleme yoluyla et-Tayalisî'nin Müsned’inde zikretmekte ve şöyle demektedir: Bize Ali b. Zeyd anlattı, o Ebû Nadra'dan, o Ebû Salih'ten... et-Tayâlisi, Müsned, I, 286; el-Hakim, el-Müstedrek, IV, 551; Tirmizî, IV, 483; Müsned, III, 19. Bu görüşün sahipleri derler ki: (Bu tabirde olduğu gibi) umumî ifadenin hususî anlamda kullanılması Arab dilinde çokça görülen bir husustur. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Rabbinin emri ile herşeyi helâk eder" (el-Ahkaf, 46/55) diye buyurduğu halde, gökleri ve yeri helâk edip, tahrib etmemiştir. Yme yüce Allah'ın: "Biz de üzerlerine herşeyin kapılarını açtık" (el-En'am, 6/44) diye buyurduğu halde, üzerlerine cennet kapıları açılmamıştır. İshak b. Rahaveyh el-Hanzalî dedi ki: Yüce Allah'ın: "Sen yüzünü hanif olarak dine... çevir" âyetinde ifade tamam olmaktadır. Daha sonra da: "Allah'ın fıtratına..." diye buyurmaktadır ki; bu, yüce Allah, insanları bir fıtrat üzere yaratmıştır ki bu ya cennet fıtratıdır, ya cehennem fıtratıdır, demektir, İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Her doğan İslâm fıtratı üzere doğar." âyeti ile buna işaret etmiştir. Bundan dolayı yüce Allah; "Allah'ın yaratışını değiştirmek söz konusu değildir" diye buyurmaktadır. Hocamız Ebû'l-Abbas dedi ki: Bundan kasıt ezelde takdir edilmiş saadet ve bedbahtlıktır, diyen kimselerin bu açıklaması Kur'ân-ı kerîmde sözü geçen fıtrata uygun düşmektedir. Çünkü yüce Allah: "Allah'ın yaratışını değiştirmek söz konusu değildir" diye buyurmuştur. Hadiste söz konusu edilen ise bu değildir. Çünkü hadisin geri kalan bölümünde, bunun değiştirilip değişikliğe uğradığını haber vermektedir. Fıkıh ve nazar ehli bir kesim de şöyle demektedir: Fıtrat doğan evladın Rabbini bilmek noktasında yaratılışında bulunan hususiyettir. Şöyle buyurmuş gibidir: Doğan herbir yavru bümek noktasına ulaştığı takdirde, Rabbini kendisi ile bilip tanıyacağı bir hilkatte yaratılmıştır. O bununla yaratılışı ile Rabbini tanımak noktasına ulaşamayan hayvanların hilkatinden farklı bir yaratışla yaratıldıklarını anlatmak istemektedir. Bu kanaatin sahipleri fıtratın hilkat demek olduğuna, fâtırın da hâlik (yaratıcı) demek olduğuna, yüce Allah'ın şu âyetlerini delil göstermişlerdir; "Hamd, göklerle yerin fâtırı olan Allah'a mahsustur." (Fatır, 35/1) Kasıt onları yaratandır. Yüce Allah'ın: "Ben, benim fâtırıma ne diye ibadet etmeyecek mişim?" (Yasin, 36/22) âyetinde de beni yaratana... demektir. "Ve onları yoktan var eden (fatarahunne)" (el-Enbiyâ, 21/56) Onları yaratan demektir. Bu görüşün sahibleri derler ki: O halde fıtrat; hilkat, yaratmak demektir. Fâtır da yaratıcı anlamındadır. Bununla birlikte doğan herbir evladın küfür yahut îman ya da tanıma ve inkâr üzere yaratılmış olmasını kabul etmezler ve şöyle derler: Doğan evlat çoğunlukla yaratılışı, tabiatı ve bünyesi itibariyle kusurlardan uzaktır. O beraberinde îman , küfür, inkâr ve marifet diye birşey getirmez. Daha sonra temyiz edebildikleri takdirde buluğdan sonra küfür ya da imanı itikad olarak benimserler. Bunlar hadiste geçen: "Nitekim bir hayvan da kusursuz bir yavru doğurur. Siz bunda herhangi bir kusur farkedebiliyor musunuz?" Burada "kusur"dan kasıt da kulağı kesik olmaktır. İşte burada Peygamber Âdemoğullarının kalplerini hayvanlara benzetmiştir. Çünkü bu hayvanlar herhangi bir eksiklik olmaksızın yaratılışları tam olarak doğarlar. Daha sonra bu hayvanların kulakları ve burunları kesilir ve bunlar bahire ya da şaibedir denilir. İşte doğumları esnasında çocukların kalbleri de bu şekildedir. Onlar için ne küfür, ne îman söz konusudur. Marifet ya da inkârları da yoktur. Tıpkı salma hayvanlar gibi. İnsanlar buluğa erdiklerinde şeytanlar onların hevalarına tabi olmaları için çalışırlar, onların büyük çoğunluğu da küfre sapar. Yüce Allah da onların az bir bölümünü himaye edip, korumuştur. Yine bu görüşün sahibleri derler ki: Şayet çocuklar ta İşlerinin başında îman ya da küfür fıtratı ile yaratılmış olsalardı, ebediyyen onu bırakıp başka bir yolu seçemezlerdi. Halbuki bizler onların bazan îman ettikten sonra küfre saptıklarını dahi görebiliyoruz. Diğer taraftan küçük çocuğun doğumu esnasında küfre ya da îmana akıl erdirmeşini kabul etmek aklen imkansızdır. Çünkü yüce Allah o insanları hiçbir şey anlayamayacakları bir halde yaratmıştır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah sizi analarınızın karınlarından kendiniz hiçbir şey bilmediğiniz bir halde çıkardı." (en-Nahl, 16/78) Hiçbir şey bilmeyen kimsenin küfür ya da îman , marifet ya da inkâra sahip olması imkansız bir hadisedir. Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr dedi ki: İnsanların üzerinde yaratılmış oldukları fıtratın anlamı ile ilgili yapılmış açıklamaların en doğru olanı budur. Bu hususta ileri sürülebilecek delillerden bazısı da yüce Allah'ın şu âyetleridir; "Siz ancak işlediğinizin karşılığını alacaksınız." (et-Tur, 52/16); "Herbir nefis kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır." (el-Müddessir, 74/38) Amel edecek çağa ulaşmayan bir kimse ise, hiçbir şey karşılığında rehin alınmaz. Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz bir rasûl göndermedikçe de azâb ediciler değiliz." (el-İsra, 17/15) İlim adamları yara ve öldürmelerde kısasın, hadlerin ve günahların dünya hayatında buluğ çağına varmamış olanlardan defedileceğim, onlara uygulanmayacağını icma ile kabul ettiklerine göre; âhirette böyle bir şeyin olması öncelikle söz konusudur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Sözü edilen fıtratın -İbn Şihab'ın dediği gibi- İslâm olması imkânsızdır. Çünkü İslâm ile îman , dil ile söylemek, kalb ile inanmak, azalarla amel etmektir. Küçük çocuk hakkında ise bu söz konusu değildir. Akıl sahibi olan herkes bunu bilir. el-Evzaî'nin şu sözüne gelince: Ben ez-Zührî'ye bir köle azad etmekle mükellef olan bir kimse eğer süt emmekte olan bir yavruyu azad edecek olursa, bu yeterli olur mu? diye sordum. O da: Evet dedi, çünkü o da fıtrat üzere -yani İslâm üzere- doğmuştur dedi. Böyle bir köleyi azad etmenin yeterli olacağını kabul edenlerin bunu kabul edişlerinin tek sebebi, küçük çocuğun hükmünün anne ve babasının hükmüne tabi oluşundan dolayıdır. Bu hususta başka ilim adamları onlara muhalefet etmiş ve şöyle demişlerdir: Köle azad etmek icab ettiği takdirde ancak namaz kılmak ve oruç tutmak durumunda olanların azad edilmesi geçerlidir. Yüce Allah'ın: "Sizi ilkin yarattığı gibi yine döneceksiniz" (el-A'raf, 7/29) âyetinde de "Allah kul hakkında hüküm verip onun aleyhine takdir ettiği ile sona erdirilir" İfadesinde de küçük çocuğun mü’min ya da kâfir olarak dünyaya geldiğine delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü akıllar şuna tanıklık etmektedir: O vakitte çocuk îman ya da küfrü akledebilecek yaşta değildir. Halbuki: " İnsanlar tabakalar halinde yaratılmışlardır." ifadesinin yer aldığı hadise gelince, bu hakkında herhangi bir tenkidin bulunmadığı hadislerden değildir. Zira bu hadisi tek başına Ali b. Zeyd b. Cüd'an rivâyet etmiş olup, Şu'be onun hakkında tenkitlerde bulunurdu. Üstelik "mü’min doğar..." âyeti yüce Allah'ın onun hakkındaki ezeli ilmine binaen o mü’min olmak üzere doğar, yahut kâfir olmak üzere doğar anlamına gelme ihtimali vardır. Hadîs-i şerîfte geçen: "Ben bunları cennet için yarattım, bunları da cehennem için yarattım." ifadesinde ise bunların nihai olarak ne şekilde vefat edeceklerine bakılacağına ve bunun gözönünde bulundurulacağına dikkat çekilmesinden fazla bir şey yoktur. Çocuklukları esnasında bile bunlar cennet ya da cehennemi hakeden yahut ta küfür ve imanı akleden kimseler oldukları kastedilmek istenmemektedir. Derim ki: Ebû Ömer b. Abdi'l-Berr'in seçip beğendiği ve lehine delil getirdiği görüşe; aralarında Tefsir'inde fıtratın anlamına dair açıklamalarda bulunan muhakkiklerden İbn Atiyye ve hocamız Ebul-Abbas da vardır. İbn Atiyye dedi ki: Bu lâfzın tefsiri hususunda dayanılacak nokta, bunun önceden hazır hale getirilmiş, çocuğun nefsinde (ruhunda) bulunan hilkat ve hey'et olduğudur. Çünkü çocuk bununla yüce Allah'ın yarattıklarını temyiz eder, birbirinden ayırt eder ve bunları Rabbinin varlığına delil görür, bu fıtrat ile de Allah'ın şer'î hükümlerini bilip O'na îman eder. Buna göre yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir: Sen yüzünü hanif olan dine dosdoğru çevir. Bu din ise yüce Allah'ın insanların fıtratını ona karşı istidadlı olarak yaratmış olduğu Allah'ın fıtratıdır. Ancak onlar birtakım etkenlere maruz kalırlar. İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra onun anne-babası onu yahudi ya da hristiyan yapar." âyetinde de bu kabilden anlam kastedilmiştir. Burada anne-babanın söz konusu edilmesi, pekçok olan çeşitli arızi durumlara bir örnektir. Hocamız da bu hususa dair açıklamalarda şöyle demektedir: Yüce Allah, Âdemoğullarının kalblerini hakkı kabule elverişli bir şekilde yaratmıştır. Tıpkı gözlerini ve kulaklarını görülecek şeyleri görmeye, işitilecek şeyleri işitmeye elverişli yarattığı gibi. Bu kalbler böyle bir şeyi kabul edebilecek halde ve bu yetkinlik üzere devam ettiği sürece, hakkı ve İslâm dinini idrak eder. Hak olan dinin o olduğunu anlar. Bu anlayışın sıhhatli olduğuna delil de Peygamber Efendimizin: "Tıpkı bir hayvanın hilkati tam ve eksiksiz bir yavru doğurması gibi, siz onun kulağının hiç kesik olduğunu görüyor musunuz" âyetidir. Yani hayvan yavrusunu yaratılışı mükemmel ve çeşitli afetlerden uzak halde dünyaya getirir. Eğer o hilkati asli hali üzere bırakılacak olursa, kusurlardan uzak ve kamil şekliyle kalmaya devam eder. Ancak bu hayvan üzerinde tasarruflarda bulunularak kulağı kesilir, yüzü damgalanır. Böylelikle çeşitli afetler ve eksikliklerle karşı karşıya kalır ve asıl yaratılışının dışına çıkmış olur. İnsan da böyledir. O halde bu, vakıada görülene bir benzetmedir, bunun benzetme yönü de gayet açıktır. Derim ki: Bu görüş ile birinci görüş mana itibariyle birbirine uygundur. Bu durum da, insanların dünya hallerini akıllarıyla kavrayıp, idrak etmelerinden ve gözle görülen apaçık belgelerin ortaya koydukları deliller ile onlara karşı yüce Allah'ın kudreti kesinlik kazandıktan sonra ortaya çıkar. Yerin ve göklerin yaratılması, güneş, ay, kara, deniz, gece ile gündüzün değişip durması, bu belgelerdendir. Onların hevaları bu insanlar üzerinde etkilerini gösterince, bu sefer şeytanlar onlara gelir, yahudiliğe ve hristiyanlığa onları davet eder. Hevâları ile birlikte onları sağa, sola götürür. Bununla birlikte bunlar küçük yaşta ölürlerse cennettedirler. Yani bütün küçük çocuklar cennetliktir. Çünkü yüce Allah Âdem (aleyhisselâm)'ın zürriyetini soyundan zerrecikler halinde ortaya çıkardığında hepsi rububiyetini ikrar edip, itiraf etmişlerdir. Bu da yüce Allah'ın şu âyetinde dile getirilmektedir: "Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahid tutup: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (diye buyurmuştu). Onlar da: Evet, şahid olduk demişlerdi." (el-A'raf, 7/172) O'nun rububiyetini kabul ettiklerinden, O'nun kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah olduğunu itiraf ettikten sonra tekrar onları Âdem (aleyhisselâm)'in sulbüne geri iade etmiştir. Daha sonra kul, annesinin karnında iken bedbaht mı, yoksa bahtiyar mı olacak diye ilk yazılmış kitaba uygun olarak yazılır, İlk yazılı kitabta bedbaht olduğu kaydedilmiş kimseye sorumluluk çağına gelinceye kadar ömür verilir. Âdem'in sulbünde iken kendisinden alınmış olan sözü şirk koşmakla naks eder. İlk yazılı kitabta bahtiyar kimselerden olduğu yazılmış olanlara da sorumluluk çağına gelinceye kadar ömür verilir ve bu da bahtiyarlardan olur. Sorumluluk çağına gelmeden önce ölen müslümanların küçük çocuklarına gelince; bunlar da cennette babaları ile birlikte olacaklardır. Sorumluluk çağına gelmeden önce ölen müşriklerin çocukları ise, babalarıyla birlikte olmayacaklardır. Çünkü bunlar Âdem'in sulbünde iken kendilerinden alınmış bulunan ilk sözleri üzere ve bu sözlerini bozmadan ölmüş oluyorlar. Te'vil ehlinden bir grub bu kanaati benimsemiştir. Bu görüş hadislerin arasını te'lif etmekte ve böylelikle müşriklerin çocukları hakkında kendisine soru sorulduğunda cevab olarak verdiği: "Onların (büyümüş olsalardı) ne şekilde amel edeceklerini en iyi Allah bilir" âyetinde "baliğ oldukları takdirde..." demek istemiş olduğu anlaşılmış olmaktadır. Bu yoruma Buhârî'nin rivâyet ettiği şu hadis de delil teşkil etmektedir: Semura b. Cundub'dan rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) -uzunca rivâyet edilmiş rüya hadisinde- şöyle buyurulmuştur: "Bahçede gördüğüm uzun boylu adam ise İbrahim (aleyhisselâm)'dır. Etrafında bulunan küçük çocuklara gelince, bunlar da fıtrat üzere doğmuş herbir çocuktur." Ey Allah'ın Rasûlü, peki ya müşriklerin çocukları? diye sorulunca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Müşriklerin çocukları da dahil" diye buyurdu. Buhârî, VI, 2585; İbn Hihbân, es-Salük, II, 451 İşte bu da görüş ayrılıklarını ortadan kaldıran bir nasstır. Bu hususta gelmiş rivâyetlerin en sahihi de budur. Bunun dışındaki diğer hadislerde ise fukahânın İmâmlarının kabul ettikleri hadisler arasında yer almayan ve bazı illetleri bulunan hadislerdir. Bu açıklamayı da Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr yapmıştır. Enes yoluyla rivâyet edilen hadiste de şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a müşriklerin çocukları ile ilgili soru soruldu, o da şöyle buyurdu: "Onların haseneleri yoktur ki, onlara karşılıkları verilerek cennetin maliklerinden olsunlar. Günahları yoktur ki, onlara karşılık cezalandırılarak cehennemliklerden olsunlar. İşte bu sebepten onlar cennetliklerin hizmetçileri olacaklardır. " Tayalisi, Müsned, I, 282; Taberani, el-Evsât, III, 220, V, 294 Ali b. Zeyd, Enesten: "Zannederim Peygamber'den..." tereddütlü ifadesiyle; ayrıca: Mamer b. Raşid, el-Câmi\ XI, 117'de: Müşriklerin çocukları cennet ehlinin hizmetçileri olacaktır, anlamında ve Selman-ı Farisi'nin sözü olarak; Taberâni, el-Evsat, II, 302 de; bu kadarıyla, Semura b. Cundub'un rivâyet ettiği hadis olarak Bu hadisi Yahya b. Sellam Tefsir’inde zikretmiştir. Biz de bu hususa dair "et-Tezkire" adh eserimizde daha geniş açıklamalarda bulunduğumuz gibi "el-Muktebes fi Şerhi Muvatta’i Malik İbn-i Enes" adlı eserimizde de Ebû Ömer'in bu husustaki açıklamalarını kaydetmiş bulunuyoruz. Cenab-ı Allah'a hamdolsun. İshak b. Rahaveyh dedi ki: Bize Yahya b. Âdem anlattı, dedi ki: Bize Cerir b. Hâzim haber verdi. Cerir, Ebû Recâ el-Utaridî'den şöyle dediğini nakletti: Ben İbn Abbâs'ı şöyle derken dinledim: Çocuklar ve kader hakkında söz söyleyinceye ya da bunlar üzerinde düşününceye kadar bu ümmetin işi, birbirine uygun ya da birbirine yakın -yahut ta bu ikisine benzer bir söz kullandı- kalmaya devam edecektir. Yahya b. Âdem dedi ki: Ben bunu İbnu'l-Mubarek'e zikrettim, şöyle dedi: Peki, insan cahilliğe karşı suskun kalabilir mi? Ben: Konuşmayı mı emrediyorsun? dedim, fakat sustu. Ebubekir el Verrâk dedi ki: "İnsanları üzerine yarattığı Allah'ın fıtratına" âyetinden kasıt, fakirlik ve ihtiyaçtır. Bu güzel bir açıklamadır! Çünkü insan doğduğu andan, ölünceye kadar fakir ve muhtaçtır, doğru. Hatta âhirette de böyle olacaktır. "Allah'ın yaratışını değiştirmek sözkonusu değildir." Bu fıtratın yara tıcı tarafından değiştirilmesi sözkonusu değildir. Hiçbir şekilde emir buna muhalif olarak gelmez. Yani yüce Allah'ın mutlu ve bahtiyar olarak yarattiğı kimse, bedbaht olmaz. Bedbaht olarak yarattığı hiçbir kimse de bahtiyar olmaz. Mücahid de dedi ki: Yani Allah'ın dininin değiştirilmesi sözkonusu değildir. Katade, İbn Cübeyr, ed-Dahhak, İbn Zeyd ve en-Nehaî de bu görüştedir. Onlar derler ki: Bu âyetin anlamı, itikadi konular hakkında böyledir. İkrime de dedi ki: İbn Abbâs ve Ömer b. el-Hattâb'dan rivâyet edildiğine göre antam şudur; Yüce Allah'ın yaratmış olduğu davarların erkeklerinin burulması suretiyle Allah'ın hilkati değiştirilmemelidir. Buna göre âyet, hayvanların erkeklerinin burulmasının yasaklanışı anlamındadır. Buna dair açıklamalar daha önceden en-Nisa Sûresi'nde (4/119. âyet, 2. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. "Dosdoğru din işte budur." Yani dosdoğru hüküm, kaza (takdir) budur. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Mukâtil de; Apaçık hesap budur, diye açıklamıştır. "Dosdoğru din İşte budur." İslâm dini dosdoğru dindir, diye de açıklanmıştır. "Fakat insanların çoğu bilmezler." Yani düşünmezler ki; kendilerinin ibadete lâyık bir yaratıcılarının ve ezelden beri hüküm vermiş ve hükmü yerine gelip gerçekleşen bir ilahlarının bulunduğunu bilsinler. 31O'na dönenler olun, O'ndan korkun. Namazı da dosdoğru kılın ve müşriklerden olmayın. "O'na dönenler olun" âyetinin anlamı hakkında farklı görüşler vardır. Tevbe ve ihlâs ile O'na dönenler olun, diye açıklanmıştır. Yahya b. Sellam ve el-Ferrâ''; O'na yönelenler olun, diye açıklamışlardır, Abdurrahman b. Zeyd: O'na itaat edenler, diye açıkladığı gibi, günahlardan tevbe edenler olarak dönün, diye de açıklanmıştır. Ebû Kays b. el-Eslet'in şu beyitt de bu kabildendir: "Tevbe ederlerse eğer Süleymoğulları, Ve onların kavimleri olan Hevazinliler, dönmüş olurlar. Mana (yani - dönüş anlamına gelen- tevbe ve inâbe) anlam itibariyle birdir. Çünkü; fiillerinin hepsi dönmek anlamını verir. el-Maverdî dedi ki: İnâbe (dönüş)'nin asıl anlamı hususunda iki görüş vardır. Birincisine göre bunun asıl anlamı kesmektir. İşte: "Azı dişi" ismi Kesici olduğundan dolayı buradan gelmektedir. Sanki inabe itaat etmek suretiyle yüce Allah'a doğru herşeyle ilişkiyi kesip yönelmek gibi kabul edilmiştir. İkinci görüşe göre asıl anlamı, dönüştür. Bu da ardıarkasına dönmeyi ifade eden; fiilinden alınmış demektir. Nevbet de buradan gelmektedir. Çünkü o belli bir adete, alışkanlığa dönüşü ifade eder. el-Cevherî dedi ki: "Allah'a yöneldi ve tevbe etti" anlamındadır. "Nevbet" de çoğulu olan (........)'in tekilidir. Mesela: "Nevbetin geldi" denilir, Su ve başka hususlarda kendi aralarında nevbetleşirler" demektir. "O'na dönenler olun" âyeti hal olarak nasbedilmiştir. Muhammed b. Yezid dedi ki: Çünkü anlam şöyledir: "Sen yüzünü... dosdoğru çevir."(er-Rum, 30/30) O halde sizler de O'na dönenler olarak yüzünüzü dosdoğru çevirin. el-Ferrâ'' da dedi ki: Anlam şudur: Sen yüzünü dosdoğru çevir, seninle birlikte olanlar da dönenler olarak (çevirsinler). Denildiğine göre; bunun nasb ile gelmesi, önceki ifadeden munkatı' oluşundan dolayıdır. Yani sen yüzünü dosdoğru çevir, senin ümmetin de ona dönenler olsunlar. Çünkü ona verilen emir ümmetine verilen emirdir. O halde; "O'na dönenler olarak" diye buyurulması gayet güzeldir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Ey Peygamber! Kadınları boşadığınız zaman..." (et-Talâk, 65/1) "O'ndan korkun" yani Allah'tan korkun ve O'nun size vermiş olduğu emirleri yerine getirin. "Namazı da dosdoğru kılın ve müşriklerden olmayın" âyeti ile ibadetin ancak ihlâs ile birlikte fayda vereceğini beyan etmektedir. Bundan dolayı yüce Allah: "Ve müşriklerden olmayın" diye buyurmaktadır. Bu husus etraflı açıklamalarıyla daha önceden en-Nisâ Sûresi (4/36. âyetin tefsirinde) ile el-Kehf Sûresi'nde (18/110. âyetin tefsirinde) ve başkalarında geçmiş bulunmaktadır. 32Dinlerini parça parça eden ve fırkalara ayrılanlardan (olmayın). Bununla beraber herbîr fırka sahip olduğundan memnundur. "O dînlerini parça parça edenlerden..." âyetini Ebû Hüreyre, Âişe ve Ebû Umame, kıble ehline mensup çeşitli hevâ ve bid'at sahibi kimseler hakkında yorumlamışlardır. Buna dair açıklamalar da daha önceden el-En'âm Sûresi'nde (6/159- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. er-Rabî b. Enes de dedi ki: Dinlerini parça parça edenler, kitab ehli olan yahudilerle hristiyanlardır. Katade ve Ma'mer de böyle demiştir. Hamza ve el-Kisaî, "dinlerini parça parça edenler" anlamındaki âyeti: "(........): Dinlerinden ayrılanlar" diye okumuşlardır. Ali b. Ebî Tâlib de böyle okumuştur. Uyulması gereken -ki o da tevhiddir- dinlerinden ayrılanlar, anlamındadır. "Ve fırkalara ayrılanlardan" çeşitli fırkalara bölünenlerden demek olup, bu açıklamayı el-Kelbî yapmıştır. Çeşitli dinlere ayrılanlar diye de açıklanmıştır ki, bu açıklama da Mukâtil 'indir. "Bununla beraber herbir fırka sahip olduğundan memnundur." Sevinçlidir ve onu beğenmektedir. Çünkü onlar hakkı apaçık görmemişlerdir. Halbuki onu açık seçik görmekle yükümlü idiler. Denildiğine göre bu husus, farz hükümlerin nazil oluşundan önce idi. Bir görüşe göre; yüce Allah'a isyan eden bir kimse işlediği masiyetten ötürü sevinç duyabilir. İşte şeytan, yol kesiciler ve başkaları böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. el-Ferrâ''nın iddia ettiğine göre: "Ve müşriklerden olmayın" âyetinde anlamın tamam olması mümkündür. Bu durumda: Dinlerinden ayrılıp, kendileri fırkalara ayrılanlardan (olmayın), demek olup, bu da yeni bir cümle başlangıcı olur. Bununla birlikte bu âyetin kendisinden önceki âyetlerle muttasıl olması da mümkündür. en-Nehhâs dedi ki: İfade kendisinden önceki âyetlerle muttasıl ise o takdirde Basralılara göre harfin (min edatının) tekrar edilmesi ile bedeldir. Yüce Allah'ın: "Kavminden müstekbir olanların ileri gelenleri, kendilerince zayıf kabul ettiklerine yani aralarından îman edenlere şöyle dediler..." (el-A'raf, 7/75) âyetinde olduğu gibi. Eğer edatsız bedel yapılacak olsa, yine câiz olur. 33İnsanlara bir sıkıntı isabet etse, hemen Rabblerine yönelenler olarak O'na dua ederler. Sonra onlara nezdînden bir rahmet tattırırsa, bakarsın ki onlardan bir fırka, Rabblerine ortak koşar. "İnsanlara bir sıkıntı" yani kıtlık ve zorluk "İsabet etse, hemen Rabblerine" bunu üzerlerinden kaldırması için "yönelenler olarak O'na dua ederler." İbn Abbâs dedi ki: Bütün kalbleriyle ve hiçbir şey oıtak koşmaksızın O'na yönetirler. Bu buyruklarda bu halin hayret edilecek bir husus olduğu anlatılmaktadır. Bu âyeti ile yüce Allah, müşriklerin, ardı arkasına gelen delillere rağmen yüce Allah'a dönmeyi terketmelerinden, peygamberinin hayret etmesi gerektiğine dikkat çekmektedir. Yani bu kâfirlere hastalık ya da darlık gibi bir sıkıntı isabet edecek otursa, hemen Rabblerine dua ederler. Yani başlarına gelen bu musibeti açıp gidermesi İçin Ondan yardım iscerler. Putları bir kenara bırakarak yalnızca O'na yönelirler. Çünkü putların kurtuluşa erdiremeyeceklerini çok iyi bilirler. "Sonra onlara neslinden bir rahmet" sağlık ve nimet "tattırırsa, bakarsın ki onlardan bir fırka, Rablerine" O'na ibadetlerinde "ortak koşar." 34Kendilerine verdiklerimize nankörlük etsinler dîye. Faydalanın bakalım, yakında bileceksiniz. "Kendilerine verdiklerimize nankörlük etsinler diye" âyetinde yer alan "lâm"ın "key lâm'ı ("diye" anlamında)" olduğu söylendiği gibi; tehdit anlamını taşıyan bir emir "lâm"ı olduğu da söylenmiştir, O taktirde anlam: "Kendilerine verdiklerimize nankörlük etsinler de görelim" şeklinde olur. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi "Artık, dileyen îman etsin, dileyen kâfir olsun." (el-Kehf, 18/29) "Faydalanın bakalım yakında bileceksiniz" âyeti da bir tehdittir. Abdullah b. Mes'ûd'un Mushafında "Ve faydalansınlar..." şeklindedir. -Yani Biz onlara faydalansınlar diye böyle bir imkan verdik. Bu, gaib bir kimse hakkında haber verme kipidir. Tıpkı "nankörlük etsinler" âyeti gibi. Mushafın hattında ise, gaib hakkında haber verildikten sonra hitab şeklindedir. Ey bunu yapanlar, faydalanın bakalım, demektir. 35Yoksa Biz, onlara kesin bir delil indirdik de onlara onu koşmalarını bu mu söylüyor? "Yoksa Biz, onlara kesin bir delil indirdik de... mu?" âyetindeki soru, tevkif (durumu bildirmek) anlamını taşıyan bir sorudur. ed-Dahhak dedi ki: "Kesin bir delil (sultan)" kitab demektir. Katade ve er-Rabî b. Enes de böyle açıklamışlardır. Burada konuşmanın kitaba (sultana: kesin delile) izafe edilmesi, anlamın genişletilmesi (mecaz)'dir. el-Ferrâ'nın iddiasına göre Araplar "sultan (kesin delil)" lâfzını müennes olarak kullanıp, "(......): Bu hususta sultan senin aleyhine hüküm vermiştir" derler. Basralılara göre ise bu kelimenin müzekker olması daha fasihtir. Kur'ân-ı Kerîm'de de böyle kullanılmıştır. Bununla birlikte onlara göre müennes olarak kullanılması da mümkündür. Zira "hüccet (kesin delil)" anlamındadır. Yoksa bu delil sizin şirk koşabileceğinizi mi söylüyor? demek olur. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve ed-Dahhak da yapmıştır. Ali b. Süleyman'ın, Ebû'l Abbas Muhammed b. Yezid'den rivâyetine göre o şöyle demiştir: Sultan (kesin delil), selît'in cem'idir. Tıpkı; "Ekmek" lâfzının çoğulunun; diye getirilmesi gibi. Onun müzekker kabul edilmesi çoğul anlamı, müennes kabul edilmesi ise cemaat (çokluk) anlamına göredir. Daha önce Al-i İmrân Sûresi'nde (3/151. âyetin tefsirinde) sultan kelimesine dair açıklamalar yeteri kadar geçmiş bulunmaktadır. Sultan aynı zamanda insanın kendisi sebebiyle bir ceza görmesini gerektiren herhangi bir hususu, kendisi ile önleyebildiği şey demektir. Yüce Allah'ın: "Veya muhakkak onu kestiririm ya da bana apaçık bir delil (sultan) getirir" (en-Neml, 27/21) âyetinde olduğu gibi. 36İnsanlara bir rahmet tattırsak, ondan dolayı şımarıverirler. Ellerinin Önünden gönderdikleri sebebi ile de onlara bir kötülük gelip çatarsa, hemen ümitlerini kesiverirler. "İnsanlara" Yahya b. Sellam'a göre bolluk, genişlik, afiyet; en-Nekkaş'a göre nimet ve yağmur, bir görüşe göre emniyet ve rahatlık, huzur -ki anlamlan birbirine yakındır- "tattırırsak, ondan dolayı" yani rahmet ile "şımarıverirler. Ellerinin önünden gönderdikleri" işledikleri masiyetleı "sebebi ile de onlara bir kötülük" Mücahid'e göre belâ ve ceza, es-Süddî'ye göre yağmur yağmaması "gelip çatarsa, hemen ümitlerini kesiverirler." Yani rahmet ve kurtuluştan yana ümit keserler. Cumhûr böyle açıklamıştır. el-Hasen ise şöyle demektedir: Ümit kesmek, şanı yüce Allah'ın gizli hallerde farz kıldığı şeyleri terketmektir. Genel olarak bu fiil; "Ümit kesti, keser" diye okunmuştur. Bununla birlikte; diye de okunur ki, bu da Ebû Amr, el-Kisaî ve Yakub'un kıraatidir. el-A'meş ise diye her ikisinin de aynu'l-fiilini esreli okumuştur. Sandı, sanır" gibi. Âyet-i kerîme kâfirin niteliğini ortaya koymaktadır. Darlık ve zorluk zamanlarında ümit keser, nimet ile karşı karşıya kaldığı vakit şımanr. Şu beyitte söylenildiği gibi: "Kötü merkeb gibi ki, ona yem verecek olursan, İnsanları tekmeler ve eğer aç kalırsa anırır." Kalbinde imanın iyice yer etmediği pek çok kimse de bu mesabededir. Bu kabilden açıklamalar daha önce birkaç yerde geçmiş bulunmaktadır. Mü’min ise nimet halinde Rabbine şükreder, darlık ve sıkıntılı zamanlarda da O'ndan ümidini kesmez. 37Görmezler mi ki, şüphesiz Allah, dilediğinin rızkını geniş tutar ve daraltır. Muhakkak bunda îman eden bir topluluk için âyetler vardır. "Görmezler mi ki, şüphesiz Allah, dilediğinin rızkını geniş tutar ve daraltır." Yani dünya hayatında dilediği kimseye bol bol mal ihsan eder, yahut ta kısar. O halde fakirliğin insanları ümitsizliğe götürmemesi gerekir. "Muhakkak bunda îman eden bir topluluk için âyetler vardır." 38Akrabaya, yoksula ve yolculara haklarını ver. Bu, Allah'ın rızasını isteyenler için daha hayırlıdır. İşte onlar, umduklarına kavuşanların tâ kendileridir. Yüce Allah'ın "Akrabaya, yoksula haklarını ver" âyetine dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1- Âyetin Önceki Buyruklarla İlişkisi ve Sadakanın Faziletlisi: Şanı yüce Allah, bundan önce dilediği kimselere rızkı genişletip yayacağını belirttikten sonra, rızkın kendisine genişletildiği kimseye de fakire yetecek kadarını ulaştırmasını emretmektedir ki, böylelikle zenginin şükür edip etmeyeceğini imtihan etsin. Hitab, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e olmakla birlikte, maksat o ve onun ümmetidir. Çünkü daha sonra: "Bu, Allah'ın rızasını isteyenler İçin daha hayırlıdır" diye buyurmaktadır. Yüce Allah, akrabalığı dolayısıyla akrabalara sadaka verilmesini emretmektedir. Çünkü en hayırlı sadaka yakına verilen sadakadır ve bu sadaka ile bir de akrabalık bağı (sıla-i rahim) gözetilmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) akrabalara sadaka vermeyi, köle azad etmekten faziletli tutmuştur. Meymune'ye bir küçük cariyeyi azad etmiş iken şöyle demişti: "Eğer sen onu dayılarına vermiş olsaydın, bunun ecri senin için daha büyük olurdu. " Buhârî, II, 916; Müslim, II, 694; Müsned, VI. 332; Ebû Ya'la, Müsned, XIII, 26 2- Âyet-i Kerîmenin Hükmü Nesh Edilmiş midir?: Bu âyet-i kerîmenin hükmü hakkında ihtilâf edilmiştir. Bunun miras ile ilgili âyet ile nesholduğu söylendiği gibi; nesh olmadığı da söylenmiştir, Aksine yakın akrabanın, durum ne olursa olsun iyilik noktasında gözetilmesi gereken bir hakkı vardır. Doğru olan da budur. Mücahid ve Katade dedi ki: Akrabalık bağını gözetmek yüce Allah'tan bir farizadır. Hatta Mücahid şöyle demiştir: Bir kimsenin akrabaları ihtiyaç halindeyken (başka yere) verdiği sadakası kabul edilmez. Bir diğer görüşe göre akrabalardan kasıt, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın akrabalarıdır. Ancak birincisi daha doğrudur. Çünkü peygamberlerin akrabalarının hakkı yüce Allah'ın Kitabında yer alan: "Ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, Rasûlüne, yakın akrabalara... aittir." (el-Enfal, 8/41) âyetinde açıklanmaktadır. Bir diğer görüşe göre yakın akrabaya verme emri, mendubluk bildirmek içindir. el-Hasen dedi ki: "Hakkı" âyetinden kasıt, bolluk anında onu gözetmek, zorluk anında da güzel söz söylemektir. "Yoksul (miskin)" hakkında da İbn Abbâs şöyle demektedir: Yani dolaşıp dilenen kimseye yemek yedir. Yolcu ise misafirdir. Buna göre o misafir ağırlamayı farz kılmaktadır. Bütün bunlara dair etraflı ve geniş açıklamalar ilgili yerlerde (mesela bk. el-Bakara, 2/83. âyet, 7. başlık, 177. âyet, 6. başlık, el-Enfal, 8/41, âyet, 11, başlık; Hûd, 11/69 71. âyetler, 2. başlık) geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah'a hamdolsun. 3- Allah'ın Rızasını İsteyenler: "Bu, Allah'ın rızasını isteyenler İçin daha hayırlıdır." Yani hakk eğer yüce Allah'ın rızası istenerek, O'na yakınlaşmak arzusu ile verilecek olursa, elbetteki cimrilik etmekten daha hayırlıdır.' "İşte onlar umduklarına kavuşanların tâ kendileridir. Âhirette istedikleri mükâfatı elde edenlerin tâ kendileridir." Buna dair açıklamalar da daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/5. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 39İnsanların malları arasında artış göstersin diye verdiğiniz herhangi bir faiz, Allah katında artmaz. Fakat Allah'ın rızasını arayarak verdiğiniz zekâta gelince; işte onlar kat kat arttıranlardır. Yüce Allah'ın: "İnsanların malları arasında artış göstersin diye verdiğiniz herhangi bir faiz, Allah katında artmaz" âyetine dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1- Bu Âyet-i Kerîmede Sözü Edilen Faiz ile Yasak Kılman Faiz: Yüce Allah, kendi rızası için yapılanlar ve karşılığında mükâfat verdiği harcamaları sözkonusu ettikten sonra, bu şekilde olmayan ve bununla birlikte Allah'ın rızası da aranan bir husustan sözetmektedir. Bu âyette geçen "verdiğiniz" anlamındaki âyeti Cumhûr diye med ile okumuşlardır ki, "verdiğiniz" demektir. İbn Kesîr, Mücahid ve Humeyd ise bunu medsiz olarak; artsın diye işlediğiniz herhangi bir riba, anlamına gelecek şekilde okumuşlardır. Bu da: "Doğru iş yaptım, yanlış iş yaptım" demek gibidir. Bununla birlikte yüce Allah'ın: "Fakat... verdiğiniz zekâta gelince" anlamındaki âyette yer alan; "Verdiğiniz" âyetini icma ile medli okumuşlardır. Ribâ, artış demektir. Bunun anlamına dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/275-279- âyetler, birinci başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Ancak orada sözkonusu edilen riba (faiz) haramdır. Burada sözü edilen ise helâldir. Buna göre riba'nın bir kısmı helâl ve bir kısmı haram olmak üzere İki kısım olduğu ortaya çıkmaktadır. İkrime dedi ki: Yüce Allah'ın: "İnsanların malları arasında artış göstersin diye verdiğiniz herhangi bir faiz (riba)" âyeti hakkında dedi ki: Ri ba (faiz) iki türlüdür. Birisi helâl, birisi haramdır. Helâl olan kendisinden daha iyisi verilir maksadıyla hediye vermektir. ed-Dahhak'tan da bu âyet-i kerîme hakkında şöyle dediği nakledilmektedir: Bundan kasıt kendisinden daha üstünü karşılık olarak verilsin diye hediye olarak verilen helâl ribadır. Böyle bir maksatla hediye vermenin ne kişinin lehine olan bir tarafı vardır, ne de aleyhine. Bundan dolayı kişi ecir de almaz, günah ta kazanmaz. İbn Abbâs da böyle demiştir: "...verdiğiniz herhangi bir faiz..." âyeti ile adamın kendisinden daha fazlası karşılık verilir ümidiyle birşeyi hediye vermesini kastetmektedir. İşte Allah katında artış göstermeyen ve sahibine ecir de verilmeyen budur. Ancak bundan dolayı onun için günah da yoktur. İşte âyet-i kerîme buna dair nazil olmuştur. İbn Abbâs, İbn Cübeyr, Tavus ve Mücahid dediler ki: Bu âyet-i kerîme hibetu's-sevab (karşılık istenerek yapılan hibe) hakkında inmiştir. İbn Aliyye dedi ki: İnsanın kendisine mükâfat verilmesi maksadıyla -selam ve buna benzer- yaptığı işler de onun gibidir. Böyle bir kimse bu gibi halde günah kazanmasa dahi, bundan dolayı ecir almaz ve Allah nezdinde ona fazla bir mükâfat da verilmez. Kadı Ebû Bekr b. el-Arabî de bu görüşü İfade etmiştir. Nesâî'nin, Sünen'inde Abdurrahman H. Alkame'nin şöyle dediği kaydedilmektedir: Sakîflilerden bir heyet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna geldiler. Beraberlerinde de bir hediye vardı. Peygamber: "Bu bir hediye midir, yoksa bir sadaka mıdır? Eğer bu bir hediye ise bununla sadece Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hoşnutluğu ve İhtiyacın(ın) görülmesi kastedilmiştir. Eğer bu bir sadaka ise bununla ancak yüce Allah'ın rızası aranır." Onlar: Hayır, bu bir hediyedir, dediler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onların hediyelerini kabul etti. Onlarla birlikte oturup, o onlara soru sordu, onlar da ona soru sordular. Nesâî, V1T 279; Beyhakî, ee-Sünenü'l-Kübrâ, IV, 135. Yine İbn Abbâs ve İbrahim en-Nehaî de şöyle demişlerdir: Bu âyet-i kerîme, akrabalarına ve kardeşlerine onlara faydalı olmak, onları mal sahibi yapmak ve onlara lütufta bulunmak gayesi ve bununla birlikte de kendilerine menfaat sağlayıp kendi mallarını arttırmak kastı ile veren bir topluluk hakkında nazil olmuştur. en-Nehaî dedi ki: Âyetin anlamı şudur: İnsan bir başkasına bir hizmette bulunur ve onun yanına çabukça koşup giderse, bundan da dünyasında faydalanmak maksadını güderse, yaptığı o hizmet karşılığında sağladığı bu menfaat dolayısıyla bu hizmeti Allah nezdinde artmaz. Bir açıklamaya göre böyle bir iş, özellikle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için haram idi. Yüce Allah: "Daha fazlasını isteyerek minnet etme" (el-Müddessir, 74/6) âyetinde bir şey verip, onun yerine ondan daha fazlasını almasını yasaklamaktadır. Bir başka açıklamaya göre; âyet-i kerîmede kastedilen haram kılınan faizdir. Buna göre: "Allah katında artmaz" âyetinin anlamı: Bu faiz onu alanındır, diye hüküm verilmez, aksine o kendisinden alınana aittir, es-Süddî dedi ki: Bu âyet-i kerîme Sakiflilerin faizi hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar kendi aralarında faizli muameleler yaptıkları gibi, Kureyş'in kendileri de aralarında faizli muamelelerde bulunurlardı. 2- Daha Fazlasıyla Mükâfat Görmek Ümidiyle Hibe Vermek: Kadı Ebubekir b. el-Arabî dedi ki; Âyet-i kerîmenin açık ifadesi mükâfat bakımından insanların mallarından daha fazlasını taleb ederek hibede bulunan kimse hakkındadır. el-Muhelleb dedi ki: Karşılığını isteyerek hibede bulunan ve: Ben bunun karşılığını almak istemiştim, diyen kimsenin durumu hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Malik dedi ki: Böylesinin durumuna bakılır, eğer onun benzerleri kendisine hibe edilen kimseden karşılığını isteyen tipten ise, bunu istemek hakkı vardır. Fakirin zengine, hizmetçinin sahibine, kişinin emirine ya da kendisinden yukarıdaki kimselere hibede bulunması gibi. Şâfiî'nin iki görüşünden birisi de budur. Ebû Hanîfe dedi ki: Şart koşmadığı takdirde onun karşılık alma hakkı yoktur. Şâfiî'nin diğer bir görüşü de budur. O der ki: Karşılık almak maksİsmi ile yapılan hibe (hibetu's-sevâb) bâtıldır, hibe yapana faydası yoktur. Çünkü bu bedeli meçhul bir satıştır. el-Kufî buna delil olarak şunu göstermektedir: Hibe konusu teberrudur. Eğer bizler bu hususta karşılık vermeyi öngörecek olursak, bu takdirde teberru manası ortadan kalkar ve bu sefer hibe, ivazlı akitler durumuna geçer. Araplar ise alış-veriş (bey') lafzi ile hibe lâfzı arasında ayırım gözetmiş, alıg-verişi karşılığında bedele hak kazanılan, hibeyi ise böyle olmayan muameleler için tahsis etmişlerdir. Bizim delilimiz ise Malik'in Muvatta’’ında kaydettiği şu rivâyettir. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) dedi ki: Bir kimse eğer bir hibede bulunur da o bunu ancak karşılığı verilsin diye vermişse, bu hususta razı edilinceye kadar hibesi hususunda serbesttir Muvatta’ II, 754 Buna yakın bir rivâyet de Ali (radıyallahü anh)'dan gelmiştir. O şöyle demiştir; Hibeler üç türlüdür. Birisi Allah rızası istenerek yapılan hibe, birisi insanların hoşnutluğu gözetilerek yapılan hibe, diğeri de karşılığı beklenerek yapılan hibedir. Karşılığı beklenerek yapılan hibeyi, sahibi kendisine karşılık verilmeyecek olursa geri alır. Buhârî de -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- "hibede mükâfat babı" diye bir başlık açtıktan sonra Âişe (radıyallahü anha)'nın şu hadisini zikretmektedir: Âişe dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hediyeyi kabul eder ve ona karşılık verirdi. Buhârî, II, 907; Tirmizî, IV, 338 O, sağmal bir dişi deve (hediye edilmesine) karşılık vermiş ve bunun karşılığını isteyen deve sahibine tepki göstermemişti. Onun tepki göstermesi sadece adamın verilen karşılığı beğenmemesi idi. Halbuki bu karşılık kıymetin üstünde idi. Bu hadisi Tirmizî de rivâyet etmiştir Tirmizî'de tesbit edemedik. Hakim, el-Müstedrek, II, 71; Beyhaki, es-Sünenü'l-Kübrâ, VI, 180; el-Azîmâbâdî Aunu'l-Mabud, IX, 329 Ali (radıyallahü anh)'ın hibeye dair anlattıkları ve onu kısımlara ayırması doğrudur. Çünkü hibede bulunan bir kişinin bu hibesi hakkında şu üç halden biri söz konusudur: 1- O hibesi ile yüce Allah'ın rızasını arar ve bu hibenin karşılığındaki sevabı ondan bekler. 2- Hibesiyle insanlar bundan dolayı kendisini övsünler ve bu sebeble de ondan övgüyle sözetsinler diye insanlar için hibede bulunması. 3- Verdiği hibenin, hibe verdiği şahıstan karşılığını bekleyerek vermesi. Buna dair açıklama daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Ameller niyetlere göredir. Her kişiye ancak niyet ettiği ne ise o vardır" Buhârî, I, 3, 30; Müslim, III, 1515; Ebû Dâvûd, II, 262; Tirmizî, IV, 179; İbn Mâce, I, 426, II, 1413; Müsned, I, 43 diye buyurmuştur. Eğer yaptığı hibe ile yüce Allah'ın rızasını gözetmiş ve karşılığında Allah'tan sevap almayı istemiş ise, bunun karşılığını Allah lütuf ve rahmetiyle verir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Fakat Allah'ın rızasını arayarak verdiğiniz zekâta gelince, İşte onlar kat kat arttıranlardır." Aynı şekilde zengin olsun, ihtiyaçtan kurtulsun, başkalarına yük teşkil etmesin diye akrabalarının hakkını gözetenin durumu da böyledir. Bu hususta da niyete bakılır. Şayet bununla dünyevi bir gösteriş maksadını gözetiyor ise, bu Allah rızası için değil demektir. Eğer üzerindeki akrabalık hakkı ve aralarındaki bağ dolayısıyla bunu yapıyorsa, bu da Allah için demektir. Hibesi ile riyakârlık yaparak bundan dolayı İnsanlar kendisini övsünler ve bundan ötürü kendisinden iyilikle sözetsinler maksadını güderek insanların hoşnutluğunu arayan kimseye gelince, böylesinin hibeden eline geçecek hiçbir fayda yoktur. Ne dünyada bunun sevabını alır, ne de âhirette ecir alır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey îman edenler! Malını sırf insanlara gösteriş olsun diye infak eden... kimse gibi sadakalarınızı başa kakmakla ve eziyet etmekle boşa çıkarmayın." (el-Bakara, 2/264) Verdiği hibe ile hibe verdiği kimseden karşılık görmek isteyene gelince, o kimse hibesi karşılığında istediğini alabilir ve İbnu'l-Kasım'ın görüşüne göre hibesinin değeri ile kendisine karşılık verilmeyecek olursa, hibesinden geri döner. Ömer ve Ali (radıyallahü anh)'ın sözlerinin zahirlerine göre de hibesinin kıymetinden daha fazla verilerek razı kılınmadığı sürece geri dönebilir. Aynı zamanda bu Mutarrif in el-Vâdıha'dakı görüşüdür: Hibe, bizzat mevcut ise; eğer artmış yahut eksilmiş ise hibe yapan kimse geri dönebilir. Kendisine hibe verilen kişi, o hibenin daha fazla değeri ile karşılık vermiş olsa dahi böyledir. Şöyle de denilmiştir: Eğer hibe bizzat mevcut bulunuyor ve değişikliğe uğramamış ise, o dilediğini alabilir. Yine bir görüşe göre (kendisine hibe edilen kişinin) tefviz nikâhında olduğu gibi, kıymet ödemesi gerekir. Şayet hibe telef olmuş ise ittifakla onun kıymetinden başkasını almak hakkı yoktur. Bunu da İbnu'l-Arabî söylemiştir. 4- Allah Rızası İçin ve Başka Maksatta Amelde Bulunmak: Yüce Allah'ın: "Artış göstersin diye" âyetini yedi kıraat aliminin çoğunluğu fiili "ribâ (faiz)"ya isnad ederek "ya" ile okumuşlardır. Yalnızca Nafî' bunu "te" ile ve "vav"ı da muhatab kipi için olmak üzere sakin okumuştur. "Fazlalık alasınız diye" demek ölür. Aynı zamanda bu İbn Abbâs, el-Hasen, Katade ve en-Nehaî'nin de kıraatidir. Ebû Hatim dedi ki: Bu bizim kıraatimizdir. Ebû Malik ise'"Onu arttırasınız diye" şeklinde te'nis zamiri ile okumuştur. "Allah katında artmaz" yani bu temizlenmez ve Allah bunun karşılığında sevap vermez. Zira o ancak kendi rızası İçin ve yalnız kendisi için ihlasla yapılan ameli kabul eder. Buna dair açıklamalar daha önce en-Nisa Sûresi'nde (4/134. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Fakat Allah'ın rızasını arayarak verdiğiniz zekâta" İbn Abbâs dedi ki: Herhangi bir sadakaya "gelince, işte onlar kat kat arttıranlardır." Yani yüce Allah'ın kabul edip on kat fazlası ya da daha da fazla kadarıyla mükâfatlandıracağı budur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kimdir? Allah da o verdiğini ona kat kat arttırır." (el-Bakara, 2/245); "Allah'ın rızasını arayarak ve nefislerinden bir sebat ile mallarını infak edenlerin durumu da yüksek bir tepenin üstünde bulunan... bir bahçeye benzer." (el-Bakara, 2/265) İşte burada da: "İşte onlar kat kat arttıranlardır" dîye buyurmakta, sizler kat kat arttıranlarsınız, diye buyurmamaktadır. Çünkü burada ifade hitabtan gaibe dönmüştür. Yüce Allah'ın: "Hatta siz gemilerde bulunduğunuz zaman onlar da içindekileri güzel bir rüzgar ile götürüp..." (Yûnus, 10/22) âyetine benzemektedir. "Kat kat arttıranlar" in anlamı hakkında da İki görüş vardır. Birincisine göre belirttiğimiz gibi, böylelerine iyilikleri kat kat verilir. Diğerine göre, hayır ve nimetler onlara kat kat verilmiştir. Yani bunlar kat kat mükâfatların sahibidirler. Nitekim güçlü develeri yahut tâ güçlü arkadaşları bulunan kimse hakkında; Filan kişi güç sahibidir" denilir. Develeri semiz ise; "eğer develeri susamış ise; eğer zayıf ise; denilir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu duası da bu kabildendir:" Habis ve habis edici koğulmuş şeytandan Sana sığınırım Allah'ım. " Mâce, I, 109; EM Dâvûd, el-MerSsU, s. 72 Habis edici (muhbis) ise kendisine habislik (pislik) isabet etmiş olandır. Mesela; denilirken bizatihi o aşağılık ve bayağı bir kimsedir, demektir ise; arkadaşları aşağılık kimselerdir, demektir. 40Allah, sizi yaratan, sonra size rızık veren, sonra sizi öldüren, sonra da sizi diriltecek olandır. Sizin ortaklarınızdan bu işlerden birisini olsun yapabilen var mıdır? O, koştukları ortaklardan yüce ve münezzehtir. "Allah sizi yaratan...dır" âyeti mübtedâ ve haberdir. Tekrar müşriklere karşı delil getirilmekte, O'nun yaratıcı, rızık veren, öldürüp dirilten olduğu belirtilmektedir. Daha sonra soru üslûbu ile: "Sizin ortaklarınızdan bu işlerden birisini olsun yapabilen var mıdır?" diye sormaktadır. Bunların herhangi birisini yapabilen başka hiçbir kimse yoktur. Daha sonra yüce Allah kendi zatını dengi bulunmaktan, zıtlardan, eşten ve çocuklardan; hak olan: "O koştukları ortaklardan yüce ve münezzehtir" âyeti ile tenzih etmektedir. Ortakları onlara izafe etmesinin sebebi, ortaklarına ilâh ve ortaklar ismini vermeleri ve mallarından bir kısmını ortaklarına tahsis etmeleridir. 41İnsanların kendi elleri ile kazandıklarından ötürü karada ve denizde fesad basgösterdi. İşlediklerinin bazısını onlara tattırsın dîye. Belki dönerler. "İnsanların kendi elleri ile kazandıklarından ötürü karada ve denizde fesad basgösterdi" âyetinde sözü geçen, "karada ve denizde fesad" in ne demek olduğu hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Katade ve es-Süddî, fesad şirktir demişlerdir ki, en büyük fesat, budur. İbn Abbâs, İkrime ve Mücahid de şöyle demişlerdir: Karada fesad Âdemoğlunun kardeşini öldürmesidir, Kabil, Habil'i öldürmüştür. Denizde fesad ise, herbir gemiyi gasb ve haksızlık yoluyla alan hükümdar vasıtası ile olmuştur. Bir açıklama da şöyledir: Fesattan kasıt yağmur yağmaması, bitki ve verimin az olması, bereketin gitmesidir. İbn Abbâs da buna yakın bir açıklama yaparak şöyle demiştir: Fesat, kulların tevbe etsinler diye amelleri sebebiyle bereketin eksîlmesidir. en-Nehhâs dedi ki: Bu âyet-i kerîme hakkında yapılmış en güzel açıklama budur. Yine ondan nakledildiğine göre (İbn Abbâs) şöyle demiştir: Denizde fesat, Âdemoğullarının günahları sebebiyle deniz av hayvanlarının kesilmesidir. Atiyye (el-Avfî) dedi ki: Yağmur azaldı mı o vakit denize (avlanmak maksadıyla) dalmak ta azalır, avcılar tedirgin olup ne yapacaklarını bilmez, denizin canlıları da kör olur. İbn Abbâs dedi ki: Yağmur yağdı mı denizdeki sadefler açılır, semadan onların İçine düşen yağmur, işte o inci tanelerini meydana getirir. Bir başka açıklamaya göre fesat, piyasanın durgunlaşması ve geçim sebeplerinin azalmasıdır. Fesadın masiyetler, yol kesicilik ve zulüm olduğu da söylenmiştir. Yani yapılan bu işler ziraati, bayındırlığı ve ticareti engeller. Bütün bu açıklamalar mana itibarîyle birbirine yakındır. Kara ve denizden kasıt da, sözlükte olsun, insanlar tarafından olsun bilinen ünlü varlıklardır. Bazı ibadet ehli kimselerin söyledikleri gibi, karadan kasıt dil, denizden kasıt kalb değildir. Bunu söylemelerine gerekçe olarak da, dilin üzerinde olanın görülmesi, kalbte olanın da gizli olmasını gösterirler. Karadan kastın çölde kalınan yerler, denizden kastın ise kasabalar kentler olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da İkrime yapmıştır. Ayrıca Araplar büyük şehirlere bihar (denizler) ismini da verirler. Katade dedi ki: Karadan kasıt, çadır ehli, denizden kasıt ise köy ve kasaba ehlidir. İbn Abbâs dedi ki: Kara nehir kıyısında bulunmayan şehir ve kasabalar demektir. Deniz ise nehir kıyısında bulunan yerler demektir. Mücahid de böyle açıklamıştır. O dedi ki: Allah'a yemin ederim bundan kasıt, sizin şu deniziniz değildir, ancak akar su kenarında bulunan herbir kasaba, denizdir. Bu anlamdaki açıklamayı en-Nehhâs da yapmıştır ve bunun iki anlamının olduğunu söylemiştir. Birincisi karada kuraklık başgöstermiştir, yani çöllerde ve çöllerdeki yerleşim birimlerinde. Denizde de yanı deniz kıyısındaki şehirlerde... Bu da: "O kasabaya sor" (Yusuf, 12/82) âyeti gibidir. Yanı yağmurun azlığı ve fiyatların yüksekliği başgöstermiştir. "İnsanların kendi elleri ile kazandıklarından ötürü" dür ve "işlediklerinin bazısını" yani yaptıklarının bazısının cezasını "onlara tattırsın diye." Burada "ceza" lâfzı hazfedilmiştir. Bir diğer görüşe göre; yol kesmek ve zulüm gibi masiyetler başgöstermiştir. İşte bu, gerçek anlamıyla fesadın tâ kendisidir. Birincisi ise mecazdır. Şu kadar var ki: İkinci cevaba göre ifadede bir hazf ve bir ihtisar sözkonusudur ki; buna da sonraki ibareler delâlet etmektedir. Buna göre de mana şöyle olur: Karada ve denizde masiyetler başgösterdiğinden ötürü Allah da her ikisine yağmur yağdırmadı. İnsanların ihtiyaçlarının fiyatlarını yükseltti, pahalılık oldu. Böylece işlediklerinin bazısının cezasını onlara tattırsın diye. "Belki dönerler" tevbe ederler. Yüce Allah: "İşlediklerinin bazısını" diye buyurması, cezanın büyük bir bölümünün âhirette oluşundandır. "Onlara tattırsın diye" anlamındaki âyetin benimsenen kıraat şekli; (........) şeklinde "ya" iledir. İbn Abbâs ise bunu "nün" ile "... tattıralım diye" anlamında okumuştur. Aynı zamanda bu es-Sülemî, İbn Muhaysın, Kunbul ve Ya'kub'un da kıraati olup, ta'zim ifade eder. Biz onlara işlediklerinin bazısının cezasını tattıralım diye demek olur. 42De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da sizden önce geçenlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bir bakın. Onların çoğu müşriklerdi." "De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın." Yani Ey Muhammed onlara: Kendilerinden öncekilerden ibret alsınlar. Peygamberleri yalanlayanların akıbetinin nasıl olduğuna baksınlar diye, yeryüzünde dolaşın de. "Onların çoğu müşriklerdi." Yani kâfir idiler, bundan dolayı da helâk edildiler. 43Asla geri çevirilemeyecek ve insanların da bölük bölük ayrılacağı bir gün olan Allah'ın o günü gelmezden evvel yüzünü dosdoğru dine çevir. "Yüzünü o dosdoğru dine çevir" âyeti ile ilgili olarak ez-Zeccâc dedi ki; Maksadın o dosdoğru din olsun, yöneleceğin taraf o dosdoğru dine yani İslâm'a uymak olsun. Manası: Sen hakkı açıkla ve kimsenin ileri sürecek bir mazereti kalmaması noktasında elinden geleni yap, bu halin ile meşgul ol ve onlar için de üzülme! şeklinde olduğu da söylenmiştir. "Asla geri çevrilemeyecek" yani Allah'ın kendilerinden geri çevirmeyeceği "ve insanların da bölük bölük ayrılacağı bir gün olan Allah'ın o günü gelmezden evvel..." Bugünü Allah bile onlardan geri çevirmeyeceğine göre, hiç kimse onu geri çeviremeyecektir. Sîbeveyh'ten başkalarına göre: "Asla geri çevrilemeyecek" ifadesi; (.......) diye de okunabilir. Ancak Sîbeveyh'e göre böyle bir okuyuşun doğru olma ihtimali, ifadede atıf bulunması hali müstesna, pek uzaktır. Maksat da kıyâmet günüdür. "İnsanların da bölük bölük ayrılacağı bir gün" ile ilgili olarak İbn Abbâs: Yani onlar kısımlara ayrılacaklardır, demiştir. Şair de şöyle demektedir: "Bizler bir süre Cezime'nin iki nedimi gibi beraber idik, Bir zamanlar; öyle ki, bunlar asla birbirlerinden ayrılmayacaklar, denildi." Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetleridir: "Kıyâmetin kopacağı günde, o günde ayrılıp dağılırlar " (er-Rum, 30/14); "O gün insanların bir kısmı cennette, bir kısmı cehennemde olacaktır." (eş-Şura, 42/7) "Bölük bölük ayrılacağı" âyetinin asli; şeklindedir. "Kavim bölük bölük dağıldı, ayrıldı" denilir. Yarım başağrısı anlamında; da buradan türetilmiştir. Çünkü bu, başın bölgelerini birbirinden ayırır. 44Kim küfre saparsa, küfrü kendi aleyhine olur. Kim de salih amel işlerse, onlar da kendileri İçin hazırlamış olurlar. "Kim küfre saparsa, küfrü" nün cezası "kendi aleyhine olur. Kim de salih amel işlerse, onlar da kendileri için" âhirette bir döşek, bir mesken ve kalabilecekleri bir yeri, salih amel ile "hazırlamış olurlar." "Hazırlamış olurlar" ile aynı kökten gelen; "Küçük çocuk beşiği" demektir, Döşek, yatak" demektir. "Döşeği hazırladım" yani yaydım ve yatılmaya hazır hale getirdim demektir. "İşlerin düzene konulması ve gereken şekilde hazırlanması" demektir. Mazeretin açıklanması ve kabul edilmesi" İmkan bulmak" anlamındadır. İbn Ebi Necih'in, Mücahid'den rivâyetine göre "kendileri İçin hazırlamış olurlar" âyeti hakkında "kabirde" diye açıklama yapmıştır. 45Tâ ki îman edip salih amel İşleyenlere kendi lütfundan karşılık versin. Çünkü O, kâfirleri sevmez. "Tâ ki îman edip... karşılık versin." Yani onların kendileri için hazırlamaları yüce Allah'ın lütfuyla onları mükâfatlandırması İçindir. Bir diğer açıklamaya göre; Allah onların amellerinin karşılıklarını versin, diye bölük bölük ayrılırlar. Yani müslümanı kâfirden ayırsın diye böyle oluyor. "Çünkü O, kâfirleri sevmez." 46Rahmetinden size tattırması, emri ile gemilerin akıp gitmesi. O'nun lütfundan arayasınız ve olur ki şükredersiniz diye rüzgarları müjdeciler olarak göndermesi de O'nun âyetlerindendir. "Rahmetinden" yani yağmur ve bolluktan "size tattırması... diye rüzgarları müjdeciler olarak göndermesi de O'nun âyetlerindendir." Yani rüzgarları, yağmuru müjdeteyiciler olarak göndermesi de O'nun kudrecinin kemalinin belgelerindendir. Rüzgarların müjdeci oluşları ise, yağmurdan önce esiyor olmalarından ötürüdür. Buna dair açıklamalar da daha önceden el-Hicr Sûresi'nde (15/22, âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Emri ile gemilerin akıp gitmesi" yani rüzgarların estiği sırada gemilerin denizde akıp gitmesi için "bu rüzgarları göndermektedir." Burada "emri ile" ifadesinin ayrıca zikredilmesi şundandır: Rüzgarlar bazen esmekle birlikte, elverişli olmayabilir. Bu durumda gemilerin demirlemesi ve onları bir yerlere sığınmalarının yolunun bulunması kaçınılmazdır. Kimi zaman da rüzgarlar fırtına halinde eser ve yine O'nun emriyle bu gemilerin batmasına sebeb olurlar. "O'nun lütfundan" âyeti ile ticaret yoluyla rızık aramayı kastetmektedir. "Arayasınız ve olur ki" tevhid ve itaat ile bu nimetlere karşı "şükredersiniz diye." Bütün bunlara dair açıklamalar daha önceden (mesela bk. el-Bakara, 2/52. âyet, 3. başlık, 164. âyet, 3- başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. 47Yemin olsun ki Biz, senden önce kavimlerine rasûller gönderdik. Onlar da kavimlerine açık açık delillerle geldiler. Biz de günahkârlardan intikam aldık. Mü’minlere yardım etmek ise zaten üzerimize bir haktır. "Yemin olsun ki Biz, senden önce kavimlerine rasûller gönderdik. Onlar da kavimlerine açık açık delillerle" mucizelerle, apaçık belgelerle "geldiler. Biz de günahkârlardan İntikam aldık." Yani onlar kâfir oldular, bundan ötürü biz de kâfirlerden intikam aldık. "Mü’minlere yardım etmek ise zaten üzerimize bir haktır" âyetindeki: "Bir haktır" lâfzının nasb ile gelmesi; ın haberi oluşundan dolayıdır, "Yardım etmek" ise onun ismidir. Ebubekir "bir haktır" üzerinde vakıf yapardı. Yani bizim cezalandırmamız bir haktır. Daha sonra da mübtedâ ve haber olmak üzere; "Mü’minlere yardım etmek de üzerimize düşer" diye okurdu. Yani yüce Allah, sözünden caymadığını haber vermekte, ondan sonra da bizim haberimizde bir muhalefet, bir değişiklik yoktur demek olur. Ebû'd-Derdâ yoluyla gelen hadiste şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kardeşinin ırzını (namus, şeref ve haysiyetini) savunan herbir müslümanın kıyâmet gününde cehennem ateşini ondan geri çevirmesi, Allah'ın üzerinde bir haktır." Daha sonra da yüce Allah'ın: "Mü’minlere yardım etmek ise zaten üzerimize bir haktır" âyetini okumuştur. Yakın manadaki bir rivâyet için bk, el-Azîmâbâdî, Avnu'l-Mâ'kûd, XIII, 155-156 Bunu da en-Nehhâs, es-Sa'lebî, ez-Zemahşerî ve başkaları zikretmektedirler. 48Allah O’dur ki, rüzgarları gönderir de onlar bir bulut kaldırırlar. Gökte dilediği şekilde onu yayar, parça parça da eder. Yağmurun onların arasından çıktığını görürsün. Onu dilediği kullarına isabet ettirince, onlar hemen seviniverirler. "Allah O'dur ki, rüzgarları gönderir" âyetindeki "rüzgarlar" anlamına gelen lâfzını İbn Muhaysın, İbn Kesîr, Hamza ve el-Kisaî tekil olarak okurken, diğerleri çoğul okumuşlardır. Ebû Amr dedi ki: Rahmet manasını ihtiva eden herbir şey çoğuldur, Azâb manasını ihtiva eden herbir lâfız da tekildir. Bu âyet-i kerîme’nin anlamı daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/164. âyet, 9- başlık vd.) ile başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. "Parça parça, parçalar" lâfzı parça anlamındaki; ‘in çoğuludur. el-Hasen, Ebû Ca'fer, Abdurrahman el-A'rec ve İbn Âmir, "sin" harfini sakin olarak; diye okumuşlardır. Bu da aynı şekilde; in çoğuludur. Nitekim tekil olarak; "Arabistan kirazı ağacı" şeklinde tekil kullanılırken, diye çoğulu da yapılır. Bu kıraate göre bundan sonra gelen zamir (ki "arasından" anlamındaki kelimede yer almaktadır) buna ait olmaktadır. Yani sen yağmurun bu parça parça bulutların arasından çıktığını görürsün. Çünkü kendisi ile ona ait tekil lâfzı arasında sadece "he: o" zamiri var ise o zamirin müzekker olarak gelmesi uygundur. "parça parça" diye (çoğul) okuyanların kıraatine göre ise zamir buluta ait olur. ed-Dahhak, Ebû'l-Âl-iyye ve İbn Abbâs; Yağmurun onun arasındaki boşluklardan çıktığını görürsün" şeklinde okumuşlardır. Buradaki; "Aradaki boşluklar" kelimesinin 'in çoğulu olması da mümkündür. "Onu" yani yağmuru "dilediği kullarına isabet ettirince onlar hemen" üzerlerine yağmurun inmesi sebebiyle "sevîniverirler." 49Halbuki onlar, bundan önce üzerlerine yağmur indirilmeden önce, gerçekten ümit kesmişlerdi. "Halbuki onlar bundan önce üzerlerine yağmur İndirilmeden önce, gerçekten ümit kesmişlerdi." Yani ümitsiz kalmışlar ve kederlenmişlerdi. Kendilerine yağmur yağdırılmadığı için üzüntüleri açıkça görülmekte idi. "Bundan önce" el-Ahfeş'e göre te'kid anlamını İfade eden bir tekrarlama (tekrir)dır. Nahivcilerin çoğunluğu da bu görüştedir. Bu açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır. Kutrub dedi ki: Birinci "önce" indirmek ile İkincisi ise yağmur ile alakalıdır. Yani halbuki onlar yağmurdan önce, onun indirilmesinden önce... demektir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Üzerlerine yağmurun indirilmesinden önce, ekinden önce... "Ekin"e delâlet eden ise "yağmur" lâfzıdır. Çünkü ekin yağmur sebebiyle ortaya çıkar. Yine ileride geleceği üzere "onu sararmış görürlerse" (er-Rum, 30/51) âyeti da buna delâlet etmektedir. "Buluttan önce" yani onu görmelerinden önce... demek olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da en-Nehhâs tercih etmiştir. Yani onlar bulutu görmelerinden önce hiç şüphesiz ümitsiz idiler. Buluta dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/164. âyet, 12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 50Allah'ın rahmet eserlerine bir bak! O, ölümünden sonra arzı nasıl diriltiyor? İşte bunu yapan -hiç şüphesiz- ölüleri diriltecektir. O, herşeye gücü yetendir. "Allah'ın rahmet eserlerine" yani yağmurun eserlerine "bir bak!" Yani sizler basiret ve istidlal maksİsmi ile buna bir bakınız. Bunu, buna güç ve kudret yetirenin ölüleri tekrar diriltmeye kadir olduğuna delil olarak görünüz. İbn Âmir, Hafs, Hamza ve el-Kisaî "eserler" anlamındaki; lâfzını çoğul olarak okumuşlardır. Diğerleri ise tekil okumuşlardır, çünkü bu, tekil olan bir kelimeye izafe edilmiştir. "Nasıl diriltiyor?" fiilinin faili "eserler"dir. Failin aziz ve celil olan Allah'ın ismi olması da mümkündür. Çoğul olarak "eserler" diye okuyanların bu okuyuşu Allah'ın rahmeti ile çokluğun kastedilmesinin câiz oluşundan dolayıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah'ın nimetini topluca saymak isteseniz dahi onları sayamazsınız." (İbrahim, 14/34) el-Cahderî, Ebû Hayve ve başkaları "arzı nasıl diriltiyor" anlamındaki âyette "diriltiyor" anlamındaki fiili "ya" harfi yerine "te" ile; "djf" ) diye okumuşlardır. Bu okuyuşlarında fiilin müennes alâmeti ile gelmesi, rahmet lâfzından ötürüdür. Çünkü rahmetin eseride rahmetin yerini tutmakta, rahmet sanki o olmaktadır. Rahmetin, yahut eserlerin yeri nasıl dirilttiğine bir bak, demek olur. "Diriltiyor" şeklinde "ya" ile okuyanların kıraatine göre diriltme işini yapan yüce Allah, yahut yağmur ya da eserlerdir. "Arzı nasıl diriltiyor" anlamındaki âyette manaya hamledilmek suretiyle hal olarak nasb konumundadır. Çünkü lâfız istifham lâfzı olup, hal de haber durumundadır. İfadenin takdiri de: Sen yeri Ölümünden sonra diriltici olan Allah'ın rahmetinin eserine bir bak, şeklindedir. "İşte bunu yapan hiç şüphesiz O, herşeye gücü yetendir." Bu da müşahede olunanın gaib olana delil olarak görülmesi ve gösterilmesidir. 51Eğer Biz, bir rüzgar göndersek, onlar da ardından onu (ekini) sararmış görürlerse, bundan sonra onlar muhakkak inkâra saparlar. "Eğer Biz, bir rüzgar göndersek, onlar da ardından onu (ekini) sararmış görürlerse" âyetinde "onu" zamiri ile rüzgarı kastetmektedir. Rüzgar anlamındaki; in ise müzekker olarak gelmesi caizdir. Çünkü buradaki o zamiri müzekker hır zamirdir. Muhammed b. Yezid der ki: Hakiki olmayan herbir müennesin müzekker kabul edilmesi kural dışı değildir. Mesela. Ev hoşuma gitti" ve benzerleri gibi. Ancak burada zamirin rüzgara ait kabul edilmesi mana bakımından pek uygun görülmemektedir. Çünkü rüzgarın sararmış olarak görülmesi bir anlam ifade etmez. Onu yani bulutu sararmış görürlerse diye de açıklanmıştır. İbn Abbâs da ekini... demiştir. Eserden kasıt da odur. Onlar eseri sararmış görürlerse demek olur. Ekinin yeşermesinden sonra sararması kurumuşluğuna delâlet eder. Bulutun sararması ise onun yağmur yağdırmayacağına delildir. Rüzgarın sararması ise onun (bulutları) aşılayıcı olmadığını gösterir. "Bundan sonra onlar muhakkak inkâra saparlar." Burada "saparlar" anlamı verilen; mazi fiili muzari olarak; demektir. Mazi fiilin müstakbel (müzari)'nin yerinde kullanılmasının uygun düşmesi, ifadedeki mücazat anlamı dolayısıyladır. Mücazat ise, ancak müstakbel fiil ile olur. Bu açıklamayı el-Halil ve başkaları yapmıştır, 52Bu yüzden sen yüz çevirip geri gittiklerinde ölmüşlere ve sağırlara daveti İşittiremezsin. "Bu yüzden sen yüz çevirip geri gittiklerinde ölmüşlere ve sağırlara daveti işittiremezsin." Yani ey Muhammed, artık deliller büsbütün açıklığa kavuşmuştur. Fakat onlar küfürde geçmişleri taklide alışageldiklerinden dolayı akılları ölmüş, basiretleri körelmiştir. Senin onlara işittirebilmene ve onları hidayete iletmene imkânın yoktur. Bu ifadeler Kaderiyye'nin kanaatlerini reddetmektedir. 53Sen kör olanları sapıklıklarından hidayete iletecek de değilsin. Sen ancak âyetlerimize îman edip teslim olanlara işittirirsin. "Sen ancak âyetlerimize îman edip teslim olanlara işittirirsin." Yani sen yüce Allah'ın bu öğütlerini ancak tevhidin delillerine kulak veren ve kendileri için hidayeti halk etmiş olduğum îman edenlere işittirebilirsin. Bu husus daha önceden en-Neml Sûresi'nde (27/81. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Burada yüce Allah'ın: " Kör olanları... hidayete İletecek" âyeti ("dal" harfinden sonra) "ye"siz olarak gelmiştir. 54Allah sizi (önce) bir zaaftan yaratan, sonra zayıflığın ardından kuvvet, sonra kuvvetin ardından zayıflık ve ihtiyarlık verendir. Dilediğini yaratır. O çok iyi bilendir, gücü yetendir. "Allah sizi (önce) bir zaaftan yaratan...dır." Yüce Allah, kudretine dair bizzat İnsanın kendi nefsinden bir başka istidlali sözkonusu etmektedir ki, İnsan İbret alsın. "Bir zaaftan" âyeti, zayıf, güçsüz bir nutfeden demektir. "Bir zaaftan" âyetinin zayıflık halinde, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu da insanların başta bebeklik ve küçük yaştaki hallerini ifade eder. "Sonra zayıflığın ardından bir kuvvet" yani gençlik "sonra kuvvetin ardından zayıflık" yani İhtiyarlık "...verendir." Âsım ve Hamza her İki "zaaf kelimesindeki "dat" harfini üstün ile, diğerleri ise ötre ile okumuşlardır ki; iki ayrı söyleyiştir. Ötreli okuyuş Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şivesidir. el-Cahderî de; "bir zaaftan yaratan, sonra zayıflığın ardından..." de "dat" harflerini üstün ile okurken, sonraki "kuvvetin ardından zayıflık" âyetindeki; ise -sadece bunu- ötreli okumuştur. O böylelikle her iki şiveyi bir arada kullanmak istemiştir. el-Ferrâ'' dedi ki: Ötreli okuyuş Kureyş'in, üstün ile okuyuş Temim'in şivesidir. el-Cevherî der ki: (Hem ötreli, hem üstün olmak üzere) "Kuvvetin zıddı, aksi" demektir.) Bir açıklamaya göre üstün ile okuyuş görüşteki zayıflık, ötreli okuyuş bedendeki zayıflık demektir. Alış-verişlerde aldanan kişi ile ilgili hadiste yer alan: o alış-veriş yapar, ancak değerlendirip ölçmesinde bir parça zayıflık vardır. İbn Hibbân, Sahih, XI, 430, 431; Hakim, el-Müstedrek, IV, 113; Tirmizî, III, 552; Ebû Dâvûd, III, 282; Nesâî, VII, 252; İbn Mâce, II, 788; Müsned, III, 217. ifadesi de bu kabildendir. "Ve ihtiyarlık" âyeti da; gibi bir mastardır. Mastar da her türlü kip yerine kullanılmaya elverişlidir. "Zayıflık ve kuvvet" anlamındaki kelimeler hakkında da aynı şey söylenebilir. "Dilediğini" ister kuvvet, ister zayıflığı "yaratır. O" tedbir ve idaresini "çok iyi bilendir." İrade ettiği şeyi gerçekleştirmeye de "gücü yetendir." Kûfeli nahivciler "zaaftan" anlamındaki kelimenin "ayn" harfinin; şeklinde üstün ile okunmasını uygun kabul ederler. Aynı şekilde ikinci ya da üçüncü harfi boğaz harflerinden olan bütün kelimeler de böyledir. 55Kıyâmetin kopacağı gün günahkârlar bir saatten başka eğlenmediklerine yemin edeceklerdir. Onlar işte böyle döndürülüyorlardı. "Kıyâmetin kopacağı gün günahkârlar" müşrikler "bir saatten başka eğlenmediklerine yemin edeceklerdir." Bu ifadeler kabir azabını reddetmez. Zira Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan birçok yoldan gelen rivâyetlerle kabir azabından Allah'a sığındığı, ondan Allah'a sığınmayı emrettiği sahih olarak rivâyet edilmiştir. Bunlardan birisi Abdullah b. Mes'ûd'un yaptığı şu rivâyettir: O dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Um Habibe'nin dua ederken şöyle dediğini duydu: Allah'ım kocam Resûlüllah'ı, babam Ebû Sufyan'ı ve kardeşim Muaviye'yi hayatta bırakarak onlarla gözümü aydınlat. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle demiş: "Sen yüce Allah'tan belirlenmiş eceller, paylaştırılmış rızıklara rağmen istekte bulundun. Ama bunun yerine sen ondan seni cehennem azabından ve kabir azabından korumasını dile." Müslim, IV, 2051; İbn Hibbân, Sahth, VII, 235; Müsned, I, 390, 413, 433, 466... Bu hususta Müslim'in, Buhârî'nin ve başkalarının rivâyet ettiği meşhur daha pekçok Hadîs-i şerîf vardır. Bunların bir bölümünü "et-Tezkire" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. "Bir saatten başka eğlenmediklerine" âyetinin anlamı ile ilgili iki görüş vardır. Bunlardan birisine göre; kıyâmet gününden önce mutlaka bir durgunluk, bir dinlenme olacaktır. İşte buna binaen onlar: "Bir saatten başka eğlenmedik" diyeceklerdir. İkinci görüşe göre; onlar dünyada ancak bu kadar süre eğlendiklerini söyleyeceklerdir. Buna sebeb ise dünyanın zevali ve sonunun gelmesidir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Onların onu görecekleri gün (günün) bir akşamından veya kuşluğundan başka durmamışlar gibi gelecek onlara. " (en-Naziat, 79/46) Sanki günün ancak kısa bir anı kadar kalmış gibi gelecek onlara. Her ne kadar onlar kendileri için gaybî olan ve bilmedikleri bir hususa dair yemin etseler dahî. Yüce Allah daha sonra şöyle buyurmaktadır: "Onlar işte böyle döndürülüyorlardı." Yani dünyada iken yalanlıyorlardı. Adam doğruluktan ve hayırdan döndürüldü" denilir. ): Yağmurdan alıkonulmuş yer" demektir. Akılcılardan bir topluluğun iddiasına göre; kıyâmet gününde insanların içinde bulundukları hal dolayısıyla yalan söylemek düşünülemez. Oysa Kur'ân bunun aksine delâlet etmektedir. Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: "Onlar İşte böyle döndürülüyorlardı." "Yani onlar bir andan başka eğlenmediklerine dair yemin ettiklerinde haktan döndürüldükleri gibi; dünyada iken de haktan böylece döndürülüyorlardı. Yine yüce Allah, başka yerlerde şöyle buyurmaktadır: "Allah onların hepsini dirilteceği o günde size yemin ettikleri gibi, ona da yemin edecekler ve kendilerinin gerçekten bir şey üzere olduklarını sanacaklar. Haberiniz olsun, gerçekten onlar yalancıların ta kendileridir." (el-Mücadele, 58/18); "Bundan sonra: Rabbimiz olan Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık, demelerinden başka bir mazeretleri olmayacak. Kendi aleyhlerine nasıl yalan söylediklerine... bir bak!" (el-En'âm, 6/23-24) 56Kendilerine ilimle îman verilmiş olanlar diyeceklerdir ki: "Yemin olsun ki, Allah'ın kitabından diriliş gününe kadar eğlendiniz. İşte bu yeniden diriliş günüdür. Fakat siz bilmiyordunuz." "Kendilerine ilimle îman verilmiş olanlar diyeceklerdir ki: Yemin olsun ki Allah'ın kitabında diriliş gününe kadar eğlendiniz" âyetinde sözü edilen, kendilerine ilim verilmiş olanların kim oldukları hususunda farklı görüşler vardır. Bunların melekler oldukları söylendiği gibi, peygamberler oldukları, ümmetlerin âlimleri oldukları, bu ümmetin mü’minleri oldukları ve bütün mü’minler oldukları söylenmiştir. Yani mü’minler kâfirlere cevab olmak üzere: Yemin olsun ki, siz diriliş gününe kadar kabirlerinizde kaldınız, diyeceklerdir. Yüce Allah'ın; "İşte bu, diriliş günüdür" âyeti ifadenin kendisine delâlet ettiği hazfedilmiş bir şartın cevabıdır. Bunun takdiri de şudur: "Eğer siz öldükten sonra dirilişi İnkâr edenler iseniz, işte bu yeniden diriliş günüdür." Ya'kub kıraat âlimlerinden birisinin -ki aynı zamanda el-Hasen'in de kıraatidir- bu "diriliş gününe kadar" anlamındaki âyeti harekeli olarak; şeklinde ("ayn" harfini üstün olarak) okuduğunu nakletmektedir. Çünkü bu kelime boğaz harflerinden bir harfin bulunduğu kelimedir. "Allah'ın kitabında" âyetinin Allah'ın hükmünde anlamında olduğu söylendiği gibi, İfadede takdim ve te'hir olduğu da söylenmiştir. Yani Allah'ın kitabı hakkında kendilerine bilgi verilmiş olanlar ile îman sahibi olanlar: Yemin olsun ki diriliş gününe kadar eğlendiniz, diyeceklerdir. Bu açıklamayı Mukâtil , Katade ve es-Süddî yapmıştır. el-Kuşeyrî der ki: Buna göre "ilim verilmiş olanlar" Allah'ın kitabının bilgisi kendilerine verilmiş olanlar anlamındadır. Lehlerinde kitabta ilim sahibi olmak hükmü verilmiş olanlar diye de açıklanmıştır. "İşte bu, yeniden diriliş günüdür." Yani sizin (dünyada iken) inkâr ettiğiniz gündür. 570 günde zulmedenlere mazeret bildirmeleri fayda vermez ve onlardan Rabblerinİ razı etmeleri de istenmez. "O günde zulmedenlere mazeret bildirmeleri fayda vermez." Onların o gün kıyâmeti bilmelerinin de, mazeret bildirmelerinin de kendilerine faydası olmaz, demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Mü’minler onlara cevab verince, bu sefer dünyaya geri döndürülmeyi isteyecekler ve özür beyan edecekler, ancak özürleri kabul edilmeyecektir. "Rabblerini razı etmeleri de istenmez." Yani onların halleri de Rabbini razı etmek isteyip, geri dönmek isteyenin hali gibi olmayacaktır. "Ben onun beni razı etmesini istedim, o de beni razı etti" demektir. Bu tabir bir kimsenin karşısındakine haksızlık etmiş olması, ona karşı suç işlemiş olması halinde söylenir.'in gerçek anlamı, onun zorluğunu, sıkıntısını ortadan kaldırdım, demektir. İleride Fussilet Sûresi 'nde (41/24. âyetin tefsirinde) buna dair açıklamalar gelecektir. Âsım, Hamza ve el-Kisaî "o günde... fayda vermez" âyetinde fiili "ye" harfi ile şeklinde okumuşlar, diğerleri ise "te" harfi ile okumuşlardır. 58Yemin olsun ki Bîz, bu Kur'ân'da insanlara her çeşit misalden örnek verdik. Yemin olsun eğer onlara bir âyet getirsen, o kâfirler elbette şöyle diyeceklerdir: "Siz ancak bâtıl şeyler uyduranlarsınız." "Yemin olsun ki Biz, bu Kur'ân'da insanlara her çeşit misalden örnek verdik." Onları gerek duydukları şeylere ileten, tevhide, rasûllerin doğru söylediklerine dikkatlerini çeken her türlü örneği onlara gösterdik. "Yemin olsun eğer onlara bir âyet" denizi yarmak, asa ve daha başka türden bir mucize "getirsen, o kâfirler elbette şöyle diyeceklerdir. Siz" ey mü’minler topluluğu, "ancak batıl şeyler uyduranlarsınız." Batıla ve büyüye uyuyorsunuz. 59İşte bilmeyenlerin kalbleri üzerine Allah böyle mühür vurur. "İşte" tevhidin delillerini "bilmeyenlerin kalbleri üzerine Allah böyle mühür vurur." Yani yüce Allah, Allah'tan gelen âyetleri anlayamasınlar diye kalblerini mühüriediği gibi, bilmeyenlerin kalblerini de böylece mühürler. 60O halde sabret! Muhakkak ki; Allah'ın vaadi haktır. İnanmayanlar asla seni aceleciliğe sürüklemesin. "O halde sabret! Muhakkak ki Allah'ın vaadi haktır." Yani onların eziyetlerine sabret. Şüphesiz Allah sana yardım edecektir, zafere kavuşturacaktır. "İnanmayanlar asla seni aceleciliğe sürüklemesin." Seni dininden, yolundan uzaklaştıranlasın. Denildiğine göre burada inanmayanlardan kasıt, en-Nadr b. el-Haris'tir. Hitab Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a olmakla birlikte maksat onun ümmetidir. "Filan kişi filanı hafife aldı" tabiri onu cahil belledi ve sapıklıkta kendisine tabi olmasını sağladı, demektir. Âyet nehy dolayısıyla cezm konumundadır. Şeddeli "nûn" İle te'kid edilmiş ve iki şeyden biri diğerine katıldığı takdirde bina edildiği üzere bu şeddeli "nûn", feth üzere bina edilmiştir. "İnanmayanlar" âyeti ref mahallindedir. Araplar arasında; "...lar" ismi mevsul'ünü ref mahallinde; diye kullananlar da vardır. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Fâtiha Sûresi'nde (1/7. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. |
﴾ 0 ﴿