AHZÂB SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile

Bütün ilim adamlarının görüşüne göre Medine'de inmiştir.

Münafıkların, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a verdikleri eziyetler, ona, evliliklerine ve başka hususlara dil uzatmaları hakkında nazil olmuştur. Yetmişüç âyet-i kerîmedir.

Bu sûre Bakara Sûresi kadar uzun bir sûre idi.

"Evli erkek ile evli kadın zina ettikleri takdirde onları kesin olarak recmediniz. Elbetteki bu Allah'tan ibretli bir cezadır. Allah Azizdir, Hakimdir" şeklindeki Recm âyeti de bu sûrede idi. Bunu Ebubekr el-Enbarî, Ubeyy b. Ka'b'dan zikretmiştir.

Bu hususu ilim adamları şöylece açıklarlar: Yüce Allah Ahzâb Sûresi'nden elimizde bulunan miktardan daha fazlasını kendi katına almıştır. Recm âyetinin ise lâfzı kaldırılmıştır.

Bize Ahmed b. el-Heysem b. Halid anlattı, dedi ki: Bize Ebû Ubeyd el-Kasım b. Sellâm anlattı, dedi ki: Bize İbn Ebi Meryem, İbn Lehîa'dan anlattı. İbn Lehîa'nın Ebû'l-Esved'den, onun Urve'den, onun Âişe'den rivâyetine göre Âişe şöyle demiştir: Ahzab Sûresi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde 200 âyet kadardı. Mushaf yazıldığı vakit ancak şu andaki bölümü kadar yazılabildi.

Ebubekir (el-Enbarî) dedi ki: Mü’minlerin annesi Âişe'nin bu sözünün anlamı şudur: Yüce Allah Ahzab Sûresi'nde elimizde bulunan miktardan daha fazlasını kaldırmıştır.

Derim ki: İşte bu, nesh şekillerinden birisidir. el-Bakara Sûresi'nde (2/106. âyet, 3. başlık ve devamında) bu hususa dair yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. (Doğrusunu bilen Allah'tır).

Zirr dedi ki: Ubeyy b. Ka'b bana şöyle dedi: Sizin saymanıza göre Ahzab Sûresi kaç âyettir? Ben: Yetmişüç âyet, dedim. O şöyle dedi: Ubeyy b. Ka'b'ın adına kasem ettiği zat hakkı için o, Bakara Sûresi kadar veya daha uzundur ve biz bu sûreden olmak üzere: "Evli erkek ile evli kadın zina ettikleri takdirde o ikisini kesinlikle recmediniz. Allah'tan ibretli bir ceza olmak üzere. Allah Azîzdir, Hakimdir" âyeti de bu sûreden idi. Ubeyy bununla bu âyetin Kur'ân-ı Kerîm'den olup neshedilen âyetlerden birisi olduğunu kastetmektedir. Bu fazlalığın, Âişe (radıyallahü anha)'nın odasında bir sahifede yazılı olup onu bir keçinin yediği şeklindeki nakil ise, inkarcıların ve rafızilerin uydurmalarındandır.

1

Ey Peygamber! Allah'tan kork, kâfirlere ve münafıklara itaat etme! Muhakkak Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.

"Ey Peygamber! Allah'tan kork" âyetindeki:

"Ey"in ötreli olması müfred nida olduğundan dolayıdır. Bunun için ayrıca tenbih (he) gerekmektedir. "Peygamber" nahivcilere göre "ey"in sıfatıdır. Ancak Ahfeş bunun "ey"in sılası olduğunu söyler. Mekkî şöyle demektedir: Arab dilinde müfred bir ismin herhangi bir şeye sıla olarak kullanıldığı bilinen bir husus değildir. en-Nehhâs da şöyle demiştir: Bu nahivcilerin çoğunluğuna göre bir hatadır. Çünkü sıla ancak cümle halinde gelir. Ancak onun (Ahfeş'in) lehine şöyle bir açıklamada bulunulabilir: "Peygamber" lazım bir sıfat olduğundan ötürü ona sıla denilmiştir. İşte Kûfeliler de nekrenin sıfatına onun sılası ismini vermektedirler. Nahivcilerin çoğunluğuna göre mahallen mansub olduğunu söylemek mümkün değildir. el-Mâzinî ise bunun câiz olduğunu kabul etmiş ve: "Ey zarif Zeyd" denilmesi halinde olduğu gibi, "zarifin "Zeyd"in mahalline binaen, nasb ile gelmesi gibi kabul etmiştir. Mekkî dedi ki: Bu ihtiyaç duyulmaması mümkün olan bir sıfattır. "Ey"in sıfatına ise ihtiyaç duyulmaktadır. Dolayısıyla bunun mahalline binaen nasb ile okunması güzel olmaz. Aynı zamanda "ey"in sıfatı mana itibariyle münâdadır. Dolayısıyla nasbedilmesi güzel olmaz.

Rivâyet edildiğine göre; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye hicret ettiğinde yahudi olan Kureyza, Nadir ve Kaynukaoğullarının İslâm'a girmesini arzu ediyordu. Onlardan bazı kimseler de münafıklık ederek ona tabi olmuşlardı. O da onlara yumuşak davranıyor, küçüklerine büyüklerine ikramlarda bulunuyordu. Bir kötülük yapacak olurlarsa, onu affediyor, onlardan (radıyallahü anhhatsız edici pekçok şeyler) işitiyordu. İşte bu âyetler bunun üzerine nazil olmuştur.

Bir diğer açıklamaya göre; el-Vâhidî, el-Kuşeyrî, es-Sa'lebî, el-Maverdî ve başkalarının naklettiklerine göre bu âyet, Ebû Süfyan b. Harb ile İkrime b. Ebi Cehil ve Ebû'l-A'ver Amr b. Süfyan hakkında nazil olmuştur. Bunlar Uhud'dan sonra Medine'ye gelmiş ve münafıkların başı Abdullah b. Ubeyy b. Selul'e misafir olmuşlardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onunla konuşmak hususunda kendilerine eman vermişti. Abdullah b. Sa'd b. Ebi Şerh ile Tu'me b. Ubeyrik onlarla birlikte kalktı ve yanında Ömer b. el-Hattâb bulunduğu halde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle dediler: Artık ilâhlarımız Lat, Uzza ve Menat'tan sözetmekten vazgeç. Onların kendilerine ibadet eden kimselere şefaat edeceklerini, onları koruyacaklarını söyle, biz de seni Rabbinle başbaşa bırakırız. Onların bu sözleri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a çok ağır geldi. Bunun üzerine Ömer (radıyallahü anh): Ey Allah'ın Rasûlü! Onları öldürmek için bana izin ver, dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ben onlara eman verdim" deyince, Ömer (radıyallahü anh): Allah'ın lanet ve gazabı içerisinde çıkıp gidiniz, dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'den çıkmalarını emretti, bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu . Bk. el-Vahidî, Esbâbu Nüzûli'l-Kur'ân, s. 264

"Ey Peygamber! Allah'tan kork" ve Mekke ehli olan yani Ebû Süfyan, Ebû'l-A'ver ve İkrime gibi

"kâfirlere ve" Medine ehlinden olan

"münafıklara" yani Abdullah b. el-Ubeyy, Tu'me, Abdullah b. Sa'd b. Ebi Şerh ve benzerlerine senden alıkonulan hususlar noktasında

"itaat etme" ve kendilerine meyletme!

"Muhakkak Allah" onların kâfirliklerini

"çok iyi bilendir" onlara yaptıklarında

"hikmet sahibidir."

ez-Zemahşerî dedi ki: Rivâyet edildiğine göre Ebû Süfyan b. Harb, İkrime b. Ebi Cehil, Ebû'l-A'ver es-Sülemî aralarındaki barış antlaşması esnasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelmişlerdi. Abdullah b. Ubeyy b. Selul, Muattib b. Kuşeyr ve el-Ced b. Kays da onlarla birlikte gelip Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: İlahlarımızı diline dolamaktan vazgeç, dediler... Daha sonra ez-Zemahşerî az önce naklettiklerimizle aynı anlamda rivâyeti kaydetmekte ve âyet-i kerîmenin ahdi bozmak ve yapılmış olan antlaşmanın bozulduğunu ilan etmek hakkında nazil olduğunu bildirmektedir. Yani senden istedikleri şeyler hususunda Mekke ehlinden olan

"kâfirlere" ve Medine ehlinden olan

"münafıklara itaat etme."

Yine rivâyet edildiğine göre Mekkeliler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı dininden dönmesi karşılığında ona mallarının yarısını Şeybe b. Rabia kendisine kızını vermek teklifinde bulundu. Medine münafıkları da eğer dininden dönmeyecek olursa, onu öldürmekle tehdit ettiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.

en-Nehhâs dedi ki: Yüce Allah'ın:

"Muhakkak Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir" âyeti onları İslâm'a daha bir ısındırmak maksadıyla onlara bir parça meyletmiş olduğunu göstermektedir. Yani eğer yüce Allah, senin onlara meyletmende bir fayda olduğunu bilmiş olsaydı, bu işi sana yasaklamazdı. Çünkü o hikmet sahibidir. Diğer taraftan: Hitab hem ona, hem de ümmetinedir, denilmiştir.

2

Rabbinden sana vahyolunana uy! Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

"Rabbinden sana vahyolunana" yani Kur'ân-ı Kerîm'e

"uy!" Bu âyet cahiliye töre ve ayinlerine tabi olmayı yasaklamayı, onlara karşı cihad edip onlarla barış ilişkileri içerisinde bulunmayı reddetme emrini ihtiva etmektedir. Ayrıca nassın varlığı ile birlikte görüşlere tabi olmanın terkedilmesi gerektiğine de delil vardır. Hitab hem ona, hem de ümmetinedir.

"Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır." Genel olarak kıraat muhatab kipiyle:

"Yaptıklarınızdan" şeklinde "te" ile okunmuştur. Ebû Ubeyd ile Ebû Hatim'in tercih ettiği kıraat budur. es-Sülemî, Ebû Amr ve İbn Ebi İshak ise haber (gaib) kipi olarak "Yaptıkları" şeklinde okumuşlardır. Aynı şekilde yüce Allah'ın:

"Allah yaptığınızı çok iyi görendir" (el-Feth, 48/24) âyetinde de böyledir Yani yaptıklarını çok iyi görendir anlamında "te" yerine "ye" ile de okunmuştur,

3

Allah'a tevekkül et, vekil olarak Allah yeter.

"Allah'a tevekkül et." Bütün hallerinde O'na güven, sana gelecek zararı önleyen O'dur, seni yardımsız bırakanın sana hiçbir zararı olmaz.

"Vekil" koruyucu

"olarak Allah yeter." Şam ehlinden bir ilim adamı (şeyh) şöyle demiştir: Sakiflilerden bir heyet Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna gelerek ondan -Sakiflilerin tapındıkları put olan- Lafa bir sene süre ile ibadet etmelerine izin vermesini istediler ve: Böylelikle Kureyşliler bizim senin nezdindeki yerimizi bilmiş olsunlar, dediler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu kabul edecek gibi olunca,

"Allah'a tevekkül et, vekil olarak Allah yeter" yani kendilerinden gelmesinden korktuğun zarar konusunda O, sana yeter.

"Allah" âyeti fail olduğundan ref mahallindedir.

"Vekil olarak" ise temyiz ya da hal olarak nasbedilmiştir.

4

Allah hiçbir adamın içinde iki kalb yaratmamıştır. "Zihâr" yaptığınız zevcelerinizi analarınız kılmamıştır. Evlat edindiğiniz kimseleri de öz oğullarınız kılmamıştır. Bunlar ağızlarınızla söylediğiniz sözlerinizden ibarettir. Allah hak olanı söyler, doğru yola ileten de O'dur.

Bu âyete dair açıklamalarımızı (4. ayete dair) beş (beşinci ayete dair de altı) başlık (olmak üzere toplam onbir başlık) halinde sunacağız: Merhum müfessirimiz, beşinci âyetin tefsirinde de, dftrdüncü âyete dair açıklamalarda bulunduğundan dolayı dftrt ile beşinci âyetlerini -Arapça bulunan baskıdan farklı olarak- alt alta yazmayı uygun bulduk. Âyetler ile ilgili tefsirleri de, arka arkaya kaydedeceğiz.

1- Ayetin Nüzul Sebebi:

Mücahid dedi ki: Bu âyet-i kerîme dehası dolayısıyla

"iki kalbli" diye anılan Kureyş'ten bir adam hakkında nazil olmuştur. Bu kişi de: Benim içimde iki kalbim vardır. Bunların herbirisi ile Muhammed'in aklından daha üstün bir seviyede aklederim, diyordu. (Mücahid) dedi ki: Bu adam Fihr'den idi.

el-Vâhidî, el-Kuşeyrî ve başkaları da şöyle demişlerdir: Bu âyet-i kerîme Fihrli Cemil b. Ma'mer hakkında inmiştir. Duyduğunu ezberleyen bir adamdı. Kureyşliler: Bu adam bunca şeyi ancak iki kalb sahibi olduğu için ezberleyebilir, diyorlardı. Bu adam da şöyle dermiş: Benim iki kalbim var. Bu iki kalb sayesinde Muhammed'in aklından daha üstün bir akıl sahibiyim. Bedir günü müşrikler beraberlerinde Cemil b. Ma'mer de bulunduğu halde yenilgiye uğrayınca, Ebû Süfyan onu kervan arasında ayakkabılarından birisini ayağına giyinmiş, öbürünü ise eline asmış (almış) olduğu halde görünce, Ebû Süfyan kendisine: İnsanların hali nedir? diye sormuş, o da: Bozguna uğradılar diye cevab vermişti. Bu sefer Ebû Süfyan ona: Peki ne diye senin ayakkabılarından bir teki elinde, diğeri ayağında? diye sorunca, adam: Ben her ikisinin de ayağımda olduğunu zannediyordum, diye cevab verdi. İşte o vakit eğer iki kalbi bulunmuş olsaydı, o ayakkabılarından bir tekini elinde unutmazdı, diyerek gerçeği anlamış oldular.

es-Süheylî de dedi ki: Cemil b. Ma'mer el-Cumahî'nin nesebi geriye doğru şöyledir: Cemil'in babası Ma'mer, onun babası Hubeyb, onun babası Vehb, onun babası Huzafe, onun babası da Cumah'tır. Cumah'ın asıl ismi da Teym'dir. Bu kişi "iki kalb sahibi" diye anılırdı. Âyet-i kerîme onun hakkında nazil oldu. Şairin şu beyiti de onun hakkındadır:

"Benim Medine'de kalışım nasıl olur ki,

Cemil b. Ma'mer oradan maksadını elde etmiş iken."

Derim ki: Adının bu şekilde Cemil b. Ma'mer olduğunu söylemişlerdir, ez-Zemahşerî ise ismini Cemil b. Esed el-Fihrî diye vermektedir.

İbn Abbâs da şöyle demektedir: Âyetin nüzul sebebi şudur: Bazı münafıklar: Muhammed'in iki kalbi vardır. Çünkü o herhangi bir husus ile meşgul iken bir başka işle uğraşıyor, sonra tekrar önceki işine geri dönüyor, demişlerdi. Onlar Peygamber hakkında bunu söylemişlerdi, yüce Allah da onları bu âyeti ile yalanladı.

Âyetin Abdullah b. Hatal hakkında indiği de söylenmiştir. ez-Zührî ve İbn Hibban dediler ki: Bu âyet, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Zeyd b. Harise'yi evlatlık edinmesi hakkında bir temsil olmak üzere nazil olmuştur. Yani bir adamın iki kalbi olmayacağı gibi, aynı şekilde tek bir evlat iki ayrı babanın oğlu olamaz.

en-Nehhâs ise şöyle demiştir: Bu, dil bakımından sahih olmayan zayıf bir görüştür. Aynı zamanda bu ez-Zührî'den gelen munkatı' rivâyetlerdendir. Bunu ondan Ma'mer rivâyet etmiştir.

Bu âyetin, zihar yapan kişiye verilmiş bir örnek olduğu da söylenmiştir. Yani bir adamın iki kalbi olamayacağı gibi, aynı şekilde iki annesi de olmaz, zihar yapan kimsenin hanımı o kimsenin annesi olamaz.

Bir diğer açıklama da şöyledir: Münafıklardan bir kimse: Benim bana şunu emreden bir kalbim, şunu da emreden başka bir kalbim var, derdi. Buna göre münafık iki kalp sahibi olmaktadır. Maksat, münafıklığı reddetmektir.

Bir başka açıklamaya göre: Aynı kalbte hem Allah'ı inkâr ve küfür, hem de îman birarada bulunamaz. Tıpkı bir adamın göğsünde iki kalbin birarada olamayacağı gibi. Buna göre âyet, aynı kalpte birbirinden farklı iki inanç birarada bulunamaz, demektir.

Genel olarak âyet-i kerîmeden açıkça anlaşılan şudur: O dönemde Arapların inanmış olduğu birtakım şeyler reddedilmekte ve bu hususta işlerin hakikati onlara bildirilmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

2- Kalb:

Kalb, koniye benzer, küçük bir et parçasıdır. Yüce Allah bunu Âdemoğlunun bünyesinde yaratmış ve onu ilmin mahalli kılmıştır. Kul, bu kalbinde kitaplara sığmayacak bilgileri kaydeder. Yüce Allah hatt-ı ilahi ile bu bilgileri kalpte yazar, Rabbani hıfz ile onu tesbit eder. Öyle ki, onu etraflıca bellemiş olur ve ondan bir şey unutmaz. Kalb iki etki ve düşünceye maruzdur. Bunlardan birisi melektendir, birisi de şeytandandır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın buyurduğu gibi. Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiş olup (bu hususa dair açıklamalar) daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/7. âyet, 3- başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Kalb hatıra gelen çeşitli düşüncelerin, vesveselerin, küfür ve imanın mahalli olduğu gibi; (günah) üzere ısrarın da, dönüşün de yeridir. Tedirginliğin, rahat ve sükûnun cereyan ettiği yer de orasıdır. Âyet-i kerîmede anlam şöyledir: Küfür ve îman , hidayet ve dalâlet, Allah'a dönüş ve günaha ısrar aynı kalpte birarada bulunamaz. Bu ifade ile herhangi bir kimsenin bu hususta vehim olarak kabul ettiği hakikat ya da mecaz anlamı ile ilgili herbir anlayışı reddetmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

3- Kimsenin İki Kalbi Olamaz:

Yüce Allah bu âyet-i kerîme ile iki kalbli hiçbir kimsenin bulunmadığını haber vermektedir. Bu ifadelerle böylelikle daha önce sözleri edilen münafıklar tenkid edilmektedir. Herkesin sadece bir kalbi vardır ve bu kalpte ya îman ya da küfür bulunur. Münafıklık ise ortada bir yerdedir. Yüce Allah, bunu reddetmekte ve aslın tek kalb olduğunu beyan etmektedir. İşte kişi bu kabilden hususlara bu âyetti kerîmeyi delil gösterebilir. Herhangi bir şey unutur yahut yanıldığı takdirde özür beyan etmek üzere: Allah hiçbir adamın içinde iki kalb yaratmamıştır, diyebilir.

4- Zihâr:

"Zihâr yaptığınız zevcelerinizi de analarınız kılmamıştır" âyeti ile kişinin hanımına: Sen benim için anamın sırtı gibisin demesini kastetmektedir. Bu da yüce Allah'ın izni ile ileride açıklaması geleceği üzere el-Mücadele Sûresi'nde (58/3-4. âyetlerin tefsirinde) sözkonusu edilecektir.

5- Evlâtlıklar Öz Oğul Değildir:

"Evlât edindiğiniz kimseleri de öz oğullarınız kılmamıştır" âyeti tefsir âlimlerinin icmaı ile Zeyd b. Harise hakkında inmiştir. İmâmların rivâyet ettiğine göre İbn Ömer şöyle demiştir: Bizler Harise oğlu Zeyd'i hep "Muhammed'in oğlu Zeyd" diye çağırırdık; tâ ki: "Onları babalarına nisbet edip çağırın. Bu, Allah nezdinde daha âdildir" âyeti nazil oluncaya kadar.

Enes b. Malik ve başkalarından rivâyet edildiğine göre Zeyd, Şam taraflarından esir alınıp getirilmişti. Onu Tihame'den bir grup atlı esir almış, Hakîm b. Hizam b. Huveylid onu satın almış, halası Hadice'ye hibe etmiş, Hadice de onu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hibe etmişti. Peygamber de Zeyd'i hürriyetine kavuşturup evlatlık edinmişti. Bir süre yanında kaldıktan sonra amcası ve babası onun fidyesini verip kurtarmak arzusu ile geldiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendilerine -ki bu peygamber olarak gönderilmesinden önce olmuştur-: "Onu istediğini seçmekte serbest bırakın dedi. Eğer sizi tercih edecek olursa, sizden hiçbir fidye almaksızın sizin olsun." Ancak Zeyd Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında köle kalmayı hürriyetine ve kavminin yanına gitmeye tercih etti. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dedi: "Ey Kureyşliler, şahit olunuz ki bu benim oğlumdur. O bana mirasçı olur ve ben ona mirasçı olurum." Peygamber Kureyşlilerin meclislerini tek tek dolaşır ve onları bu hususa şahit tutardı. Amcası ve babası bu işe razı olarak geri döndüler.

Zeyd, esir alındığı sırada babası Şam'da dolaşır durur ve şu beyitleri okurdu:

"Ağladım, Zeyd için neler yaptığını bilmeyip

Hayatta mı acaba, umulur mu gelmesi? Yoksa ecel gelip onu buldu mu?

Bilemiyorum, Allah'a yemin olsun ve işte ben soruyorum:

Benden sonra acaba kır mı seni yuttu, yoksa dağ mı seni aldı?

Bilebilseydim keşke, bir gün gelip, dönecek misin acaba?

Evet, dünyada bana dönüşün yeter, başka şey istemem.

Hatırlatıyor güneş doğusuyla bana onu,

Batıda kaybolduğu vakit de onun hatırası görünür bana.

Rüzgârlar esti mi onun hatırası canlanır,

Ah, ne kadar da uzadı ona duyduğum üzüntü ve onun için duyduğum endişe!

Bütün gayretimle hızlıca süreceğim devemi, yerin dört bir yanında.

Ben dolaşmaktan asla usanmayacağım develer usansa da.

Hayatım boyunca bu böyle gidecek yahut ölüm gelip bulacak beni.

Her kişi fânidir elbet, emel onu aldatsa da."

Ona Mekke'de olduğu haberi verilince, onun bulunduğu yere geldi ve orada öldü.

Yine rivâyet edildiğine göre babası yanına gelince; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) açıkladığımız şekilde onu muhayyer bırakmış, babası geri dönüp gitmişti.

Zeyd'in fazileti ve şerefine dair yeterli açıklamalar yüce Allah'ın:

"Nihayet Zeyd'in o kadın ile bir bağı kalmayınca..." (el-Ahzab, 33/37) âyetini açıklarken -inşaallah- gelecektir.

Zeyd, Mute'de hicretin sekizinci yılında Şam topraklarında şehid düşmüştür. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sözü geçen gazada onu kumandan olarak tayin etmiş ve şöyle buyurmuştu: "Zeyd öldürülürse Ca'fer, Ca'fer öldürülürse Abdullah b. Revaha kumandan olsun." Her üçü de bu gazada şehit düştüler. Allah hepsinden razı olsun.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Zeyd ile Ca'fer'in şehid düştüğü haberi verilince ağlayıp: "İki kardeşim, benim iki tesellicim ve benim kendileriyle konuşup sohbet ettiğim iki kişi" diye buyurdu.

5

Onları babalarına nisbet edip çağırın. Bu, Allah nezdinde daha âdildir. Eğer babalarını bilmiyor iseniz, dinde kardeşleriniz ve dostlarınızdırlar. Hata etmenizden dolayı size bir günah yoktur, ama kalblerinizin kastettiği müstesnadır. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

6- Beşinci Ayetin Nüzul Sebebi ve Evlatlıkların Babalarına Nisbet Edilmesi Gereği:

"Onları babalarına nisbet edip çağırın" âyeti daha önce açıklandığı üzere Zeyd b. Harise hakkında inmiştir. İbn Ömer'in: Biz Zeyd b. Hârise'yi ancak "Zeyd b. Muhammed" diye çağırırdık, sözü evlat edinmenin hem cahiliye döneminde, hem İslâm geldikten sonra uygulamada olduğuna delildir. Evlat edinmek dolayısıyla karşılıklı miras almak ve yardımlaşmak sözkonusu idi. Bu yüce Allah tarafından:

"Onları babalarına nisbet edip çağırın. Bu Allah nezdinde daha âdildir" âyeti ile Allah tarafından nesh edilinceye kadar böylece devam etti. Bu âyetle yüce Allah, evlat edinme hükmünü kaldırdı ve bunun gereği olan sözleri kullanmayı yasaklayarak âyeti ile daha uygun ve adaletli olanın kişinin babasına nisbet edilmesi olduğunu gösterdi. Denildiğine göre cahiliye döneminde bir kimse birisinin gayreti, yiğitliği ve görünüşü hoşuna gidecek olursa, onu kendisine katar ve mirasından diğer erkek çocuklarının payı gibi ona pay ayırırdı. Bu evlat da o kimseye nisbet edilir ve; "filan oğlu filan" denilirdi.

en-Nehhâs dedi ki: Bu âyet-i kerîme Arapların uygulayageldikleri evlad edinmeyi neshetmektedir. Bu da sünnetin Kur'ân ile nesh edilmesine bir örnektir. Bu âyeti ile çağırdıkları kimseyi bilinen babasına nisbetle çağırmalarını emretmektedir. Eğer o kişinin bilinen bir babası yok ise, bu sefer onun mevlasına (onu azad edene) nisbet ile çağırsınlar. Şayet bilinen bir velası yoksa o takdirde ona -dinde- kardeşim, demek gerekir. Çünkü yüce Allah: "Mü’minler ancak kardeştirler" (el-Hucurat, 49/10) diye buyurmaktadır.

7- Evlatlıkları Bilerek Yada Bilmeyerek Babalarından Başkalarına Nisbet Etmenin Hükmü:

Bir kimse o evlatlığı evlat edinen babasına nisbet edecek olursa ve bunu hata ile yanılarak yapmış ise -ki bu da kasıt olmaksızın dilinden kaçırıvermesi ile olur- günah ya da sorumluluk sözkonusu değildir. Çünkü;

"hata etmenizden dolayı size bir günah yoktur, ama kalblerinizin kastettiği müstesnadır" diye buyurmaktadır. Aynı şekilde bir kimseyi babasının o olduğu zannı ile babasından başkasına nisbet ederek çağıran bir kişi için de bir mahzur sözkonusu değildir. Bunu Katade söylemiştir.

Ancak bu hüküm evlatlık olarak evlat edinen babasına nisbeti daha yaygın olarak bilinen kimseler hakkında cereyan etmez. el-Mikdad b. Amr'ın durumunda olduğu gibi. O çoğunlukla evlatlık nesebi ile bilinirdi. Hatta el-Mikdad hemen hemen ancak el-Mikdad b. el-Esved diye bilinir. el-Esved b. Abdı Yağus cahiliye döneminde onu evlatlık edinmiş ve böylece meşhur olmuştur. Bu âyet-i kerîme nazil olunca el-Mikdad: Ben Amr'ın oğluyum, demişti. Bununla birlikte o "el-Esved'in oğlu" diye anılmaya devam etti. Bununla birlikte geçmişte onu el-Mikdad b. el-Esved diye çağıranların bunu kasten yapmış olsalar dahi günahkâr olduklarını söyleyen kimsenin olduğu bilinmemektedir.

Ebû Huzeyfe'nin azadlısı Salim'in durumu da böyledir. O, Ebû Huzeyfe'ye nisbet edilerek çağrılıyordu. Bunların dışında evlatlık edinilip babasından başkasına nisbet edilen, böylece ünlenen ve çoğunlukla bilinen ismi bu olan daha başka kimseler de böyledir.

Ancak bu durum Zeyd b. Harise hakkında farklıdır. Onun: "Zeyd b. Muhammed" diye anılması câiz değildir. Bir kimse bunu kasten söyleyecek olursa, yüce Allah'ın:

"Ama kalblerinizin kastettiği müstesnadır" âyeti dolayısıyla günah işlemiş olur. Yani içten içe, kasıtlı olarak böyle çağıracak olursanız sizin için günah vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İşte bundan dolayı da daha sonra "Allah" kasten "çok bağışlayandır"; hata yoluyla yapılan çağırmaların günahını kaldırmak suretiyle de "çok merhamet edendir" diye buyurmaktadır.

8- Kasıt ve Hatanın Hükmü:

Şöyle denilmiştir: Şanı yüce Allah'ın:

"Hata etmenizden dolayı size bir günah yoktur" âyeti mücmeldir. Hangi konuda hata ederseniz, sizin için vebal yoktur, demektir. Atâ ve birçok ilim adamının fetyâsı da bu doğrultuda idi. Buna göre bir kimse borçlusundan hakkını tamamiyle almadıkça, onun yakasını bırakmayacağına (yanından ayrılmayacağına) yemin edecek olur da kendi görüşüne göre kaliteli dinarlarla borcunun ödendiğini kabul edip daha sonra bunların kalitesiz (karışık) olduklarını tesbit ederse, bundan dolayı onun için bir vebal yoktur. Aynı şekilde ona göre bir kimse filan kimseye selam vermeyeceğine dair yemin edip de onu tanımaksızın o kişiye selam verecek olursa, yeminini bozmuş olmaz. Çünkü o, bu işi kasten yapmış değildir.

"Ama kalblerinizin kastettiği" âyetindeki daha önce geçen

"hata etmenizden dolayı" anlamındaki âyette yer alana uyarak cer konumundadır. Bununla birlikte bir mübtedâ takdiri ile ref mahallinde olması da mümkündür. İfadenin takdiri de şu anlamda olur: Ama kendisinden dolayı sorumlu tutulacağınız, kalblerinizin kastettiğidir.

Katade ve başkaları şöyle demişlerdir: Bir kimse bir kişiyi babası odur zannıyla, babasından başkasına nisbet edecek olur da bunu hataen yaparsa, işte bu yüce Allah'ın üzerinden günahı kaldırdığı husustur. Hitab ettiği esnada evlad edinmek kastı olmaksızın "oğulcuğum" demesidir, diye de açıklanmıştır.

9- Evlatlık Edinmenin Gerçekle Bir İlgisi Yoktur:

Yüce Allah'ın:

"Bunlar ağızlarınızla söylediğiniz sözlerinizden ibarettir" âyetinde yer alan

"ağızlarınızla" lâfzı böyle bir sözün batıl olduğunu pekiştirmektedir. Yani bu, vakıada gerçeği olmayan bir sözdür. Sadece dil ile söylenen bir sözden ibarettir. Bu da bir kimsenin: Ben ayaklarım üzerinde sana doğru yürüyerek geliyorum derken, bununla ona iyilik yapmayı kastetmesine benzer. Bu gibi ifadeler pek çoktur. Bu anlamda (sadece laftan ibaret olup gerçeği olmayan sözlerin mahiyeti hakkında) açıklamalar daha önceden birkaç yerde (Âl-i İmrân, 3/167. âyetin tefsiri; et-Tevbe, 9/30. âyet, 4. başlık...) geçmiş bulunmaktadır.

"Allah hak olanı söyler." Burada

"hak olan" hazfedilmiş bir mastarın sıfatıdır. Hak olan sözü söyler, demektir.

"Doğru yola ileten de O'dur." Yani doğru yolu o açıklar. Buna göre; "İletir" harf-i cerre gerek olmaksızın teaddi eder (geçişli olur).

10- Evlatlıklar:

"Evlat edindiğiniz kimseler" anlamı verilen; lâfzı, in çoğuludur. Bu da babasından başkasına nisbet ile çağırılan yahut ta kendisini babasından başkasına nisbet eden kimse demektir. Bunun mastarı da; diye "dal" harfi esreli olarak kullanılır.

Şanı yüce Allah, başkalarına nisbet ile çağırılan evlatlıkların, sulben babalarına nisbet edilmelerini emretmektedir. Bu hususta babası bilinmeyen ve nesebleri şöhret kazanmamış olan kimseler ise, dinde kardeş ve mevlâ (dost)dır.

et-Taberî'nin naklettiğine göre Ebubekre bu âyet-i kerîmeyi okumuş ve: Ben babası bilinmeyen kimselerdenim. İşte ben sizin dindeki kardeşinizim ve sizin dostunuzum, demiştir. Ondan bunu rivâyet eden şöyle demiştir: Allah'a yemin ederim, eğer babasının bir eşek olduğunu bilmiş olsaydı, kendisini ona nisbet edecekti.

Hadis âlimleri ise Ebubekre'nin adının: Nufey b. el-Hâris olduğunu söylemişlerdir.

11- Bilerek Kendisini Babasından Başkasına Nisbet Edenin Durumu:

Sahih'de hem Sa'd b. Ebi Vakkas'tan, hem Ebubekre'den şöyle dedikleri rivâyet edilmektedir: Şu sözü kulaklarım işitti ve kalbim belledi ki; Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim babası olmadığını bile bile kendisinin babasından başkasının evladı olduğunu iddia eder (ve kendisini ona nisbet eder) ise, cennet o kimseye haram olur." Buhârî, IV, 1572, VI, 2485, Müslim, I, 998, II, 1147; Tirmizî, IV, 433; Dârimî, II, 442; Ebû Dâvûd, IV, 330; İbn Mâce, II, 870; Müsned, I, 174, 179, V, 38.

Ebû Zerr'den gelen hadiste de o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinlemiştir: "Bir kimse öyle olmadığını bildiği halde kendisini babasından başkasına nisbet ederek babasının o olduğunu iddia ederse, mutlaka nankörlük etmiş olur." Buhârî, III, 1292; Müslim, I, 79; Müsned, V, 166.

6

Peygamber mü’minler için kendi öz canlarından önce gelir. Onun zevceleri de analarıdır. Akrabalar Allah'ın Kitabı gereğince de diğer mü’minlerden ve muhacirlerden birbirlerine daha yakındırlar. Dostlarınıza bir iyilik yapmanız müstesna. Bu, kitapta yazılmıştır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı da dokuz başlık halinde sunacağız:

1- Mü’minlere Göre Peygamberin Konumu:

"Peygamber mü’minler için kendi öz canlarından önce gelir" âyeti ile yüce Allah, İslâm'ın ilk dönemlerinde benimsenen birtakım hükümleri ortadan kaldırmıştır. Bunlardan birisi şudur: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) borcu olan bir kimsenin cenaze namazını kılmazdı. Yüce Allah, fetihleri müyesser kıldıktan sonra şöyle buyurdu: "Ben mü’minlere kendi öz canlarından daha yakınım. Her kim, borçlu olarak vefat ederse, onu ödemek bana düşer ve kim geriye bir mal bırakırsa, o da mirasçılarınındır." Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir. Buhârî, II, 805, V, 2054, VI, 2476; Müslim, III, 1237; Tirmizî, III, 382; Ebû Dâvûd, III, 247; Nesâî, IV, 66; İbn Mâce, II, 807; Müsned, II, 453

Yine Buhârî ile Müslim'de yer alan rivâyette: "Sizden kim bir borç yahut bakıma muhtaç çoluk çocuk bırakırsa, ben onun mevlâsıyım" Buhârî, IV, 1795, 2480; Müslim, II, 592, III, 1237; Müsned, II, 464, 527, III, 310, 338, 371. dediği de kaydedilmektedir.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Şu anda durum günahlar sebebiyle ters yüz olmuştur. Ölenler geriye bir mal bıraktılar mı onun yakın akrabaları bu hususta sıkıştırılır, aleyhlerine daraltılır. Şayet bakıma muhtaç çoluk çocuk bırakacak olurlarsa, bu sefer onlara göz kulak olmazlar. İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın açıklaması ve uyarması ile âyet-i kerîmede sözü geçen velayet (daha yakın oluş)ın açıklaması bu şekildedir ve esasen onun açıklaması varken başkasına da iltifat edilemez.

İbn Atiyye dedi ki: Arif ilim adamlarından kimisi de şöyle demiştir: O kendilerine nefislerinden daha yakındır, nefislerinden önceliklidir. Çünkü nefisleri kendilerini helake çağırırken, o kendilerini kurtuluşa davet etmektedir. Yine İbn Atiyye şöyle demektedir: Bunu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu hadisi desteklemektedir: "Ben sizleri kemerlerinizi (bellerinizden) yakalayarak ateşten korumaya çalışırken sizler ise ateş böceklerinin atılması gibi oraya atılmaya çalışıyorsunuz." Hemen arkasında hadisin tamamı zikredilecektir. Kaynakları için bir sonraki nota bakınız.

Derim ki: Bu açıklama âyetin anlamı ve tefsirine dair güzel bir açıklamadır. Sözü edilen Hadîs-i şerîfi de Müslim, Sahih'inde Ebû Hüreyre'den diye rivâyet etmiştir. Ebû Hüreyre dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Benim ve ümmetimin durumu, ateş yakmış bir adamın durumuna benzer. Böcekler ve ateş böcekleri o ateşe düşmeye koyulurlar. Ben ise sizi (ateşe düşmeyesiniz diye) kemerlerinizden (bellerinizden) yakalıyorum; siz ise zorla oraya kendinizi atmaya çalışıyorsunuz." Buhârî, V, 2379; Müslim, IV, 1789, 1790; Tirmizî, V, 154, III, 312.

Hazret-i Cabir'den de bunun benzeri bir rivâyet gelmiştir. Orada: "Sizler ise elimden kurtulmaya çalışıyorsunuz" Müslim, IV, 1790; Müsned, III, 361, 392. buyurulmaktadır.

İlim adamları derler ki: Bir kimse yere düşmesinden korktuğu kişiyi burada belirtilen yerden yakalar.

Bu ifade, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kurtuluşumuz için ne kadar gayret gösterdiğine, önümüzdeki helâk edici tehlikelerden kurtulmamızı ne kadar çok istediğine dair bir misaldir. Gerçekten o kendi öz nefislerimizden bize daha yakındır. Biz bunun değerini bilemediğimiz, arzularımızın bize baskın gelmesi, lanetli düşmanın bize karşı zafer kazanmış olması dolayısıyla ateş böceklerinden daha hakir, kelebeklerden daha zelil olduk. Lâ havle velâ kuvvete illâ billahi'laliyyi'l azîm.

Şöyle de açıklanmıştır: Kendi öz nefislerinden önce gelmesi şu demektir: Bir hususa dair emir verip nefis ondan başkasına çağıracak olursa, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emrine uymak önceliklidir.

Öz canlarından önce olması, mü’minler hakkında hüküm verip hükmünün kendileri hakkında geçerli olması bakımından onun önceliği vardır. Onun hükmüne muhalif olarak kendilerinin lehine verdikleri hükümler hususunda, demektir. (radıyallahü anhsûlün hükmü ile bir çatışma olursa, Rasûlün hükmü önceliklidir).

2- Ölen Fakirlerin Borçlarının İslâm Devleti Eliyle Ödenmesi:

Bazı ilim adamları şöyle demişlerdir: İmâmın (İslâm devlet başkanının) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a uyarak fakirlerin borçlarını Beytu'l-Mal'den ödemesi gerekir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Onu ödemek bana aittir" diye buyurmakla bu işin vacib olduğunu açıkça ifade etmiş bulunmaktadır. Hadîs-i şerîfte geçen Bakıma muhtaç çoluk çocuk" tabiri: "Kayboldu" fiilinin mastarıdır. Daha sonra bu kaybolmaya müsait, ihtiyaçlarını karşılayacak kimseleri bulunmayan çocuklar, hanımlar ve kayyumu bulunmayan mal hakkında bir isim olarak kullanılmaya başlanmıştır. Yere; denilmesi ise, onun da kaybolmaya maruz oluşundan dolayıdır. Çoğulu "dat" harfi esreli olarak; ...diye gelir.

3- Peygamberin Hanımları Mü’minlerin Anneleridir:

"Onun zevceleri de analarıdır" âyeti ile yüce Allah, Peygamberinin hanımlarını mü’minlerin anneleri kılmakla şereflendirmiştir. Yani onları tazim etmek, onlara iyilikte bulunmak, onlara saygı göstermek, erkekler tarafından nikâhlanmalarının haram olması bakımından annelere benzerler. Ayrıca yüce Allah, annelerden farklı olarak, onlar hakkında hicab hükmünü indirmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: Peygamberin hanımlarının mü’minlere karşı şefkati, tıpkı annelerin şefkati gibi olduğundan dolayı onlar da annelerin konumuna getirilmişlerdir. Diğer taraftan bu annelik bizzat evladın annesinde olduğu gibi, mirasçılığı da gerektirmemektedir. Ayrıca onların kızlarıyla evlenmek caizdir, mü’minlerin annelerinin kızları sair insanların kızkardeşleri olarak değerlendirilmemişlerdir.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımlarının sayısı ile ilgili açıklamalar yüce Allah'ın izni ile muhayyerlik âyeti (diye bilinen el-Ahzab, 33/28-29. âyetlerin tefsirinde) gelecektir.

İnsanlar (âlimler), peygamberin hanımları erkek ve kadın bütün mü’minlerin anneleri midirler? Yoksa özel olarak erkeklerin anneleri midirler, hususunda iki görüşe sahiptirler.

en-Nehaî'nin, Mesrûk'tan, onun Âişe (radıyallahü anha)'dan rivâyetine göre bir kadın ona: Anacığım demiş, ona: Ben senin annen değilim, ben ancak sizin erkeklerinizin anasıyım, diye cevab vermiştir. İbnu'l-Arabî dedi ki: Sahih olan da budur.

Derim ki: Burada anneliğin kadınları dışarda tutarak erkeklere münhasıran tahsis edilmesinin bir faydası yoktur. Benim anladığıma göre kuvvetli olan görüş onların hem erkeklerin, hem kadınların anneleri olduklarıdır. Böylece erkekler ve kadınlar üzerindeki hakları ta'zim edilmiş olur. Buna da âyetin baş tarafındaki: "Peygamber, mü’minler için kendi öz canlarından önce gelir" âyeti delil teşkil etmektedir. Çünkü bu ifade zorunlu olarak hem erkekleri, hem kadınları kapsamına alır. Ayrıca Ebû Hüreyre ile Cabir (radıyallahü anhüma) yoluyla gelen hadis de buna delildir. Buna göre yüce Allah'ın:

"Onun zevceleri de analarıdır" âyeti erkek kadın herkese ait olur.

Diğer taraftan Ubeyy b. Ka'b'ın Mushaf'ında: "Onun zevceleri analarıdır, o da kendilerine bir babadır" şeklindedir. İbn Abbâs da şöyle okumuştur: "Öz canlarından (daha yakındır) ve o, onlar için bir babadır, onun zevceleri de analarıdır." Bütün bunlar Mesrûk'un rivâyet ettiği görüşün tercih bakımından sahih kabul edilmesi halinde, o görüşü zayıflatmakta, şayet sahih olmuyorsa tahsis noktasında onu delil göstermenin sözkonusu olamayacağını göstermektedir. Böylelikle geriye hatıra ilk gelen ve analığın umumî olduğunu oıtâya koyan asıl ilke sağlam görüş olarak kalmaktadır.

4- Akrabalık Bağı ile Dinî Bağlılıkların Hükümleri:

"Akrabalar Allah'ın Kitabı gereğince de diğer mü’minlerden ve muhacirlerden birbirlerine daha yakındırlar" âyeti ile ilgili olarak şöyle denilmiştir: Burada yüce Allah "mü’minler" ile Ensar'ı, "muhacirler" ile de Kureyşli mü’minleri kastetmiştir.

Bu hususta iki görüş vardır. Birincisine göre bu âyet, hicret dolayısıyla sözkonusu olan miras almayı neshetmektedir. Said'in naklettiğine göre Katade şöyle demiştir: el-Enfal Sûresi'nde:

"Îman edip de hicret etmeyenlere gelince, hicret edene kadar sizin onlarla hiçbir velayetiniz yoktur" (el-Enfal, 8/72) âyeti nazil olmuştur. Bundan dolayı müslümanlar hicret sebebiyle birbirlerine mirasçı olmaya başladılar. Hicret etmemiş bedevi bir müslüman hicret etmedikçe muhacir müslüman yakın akrabasından miras alamıyordu. Daha sonra bu hüküm, bu sûrede yer alan:

"Akrabalar Allah'ın Kitabı gereğince de... birbirlerine daha yakındırlar." âyeti ile nesh oldu.

İkinci görüşe göre bu âyet, antlaşma, ahitleşme ve dinde kardeşlik sebebiyle mirasçı olmayı neshetmiştir. Hişam b. Urve babasından, o ez-Zubeyr'den:

"Akrabalar, Allah'ın Kitabı gereğince de... birbirlerine daha yakındırlar" âyeti hakkında şunları söylediğini nakletmektedir: Bu şunu anlatmaktadır: Biz Kureyşliler, Medine'ye hiçbir malımız olmadığı halde geldik. Ensar'ın çok iyi kardeşler olduğunu gördük, onlarla kardeş olduk. Biz onlara mirasçı olduk, onlar da bize mirasçı oldular. Ebubekir, Harice b. Zeyd ile kardeş oldu. Ben de Ka'b b. Malik ile kardeş oldum. (Bir sefer) yanına geldiğimde silah darbelerinin onu çok ağırlaştırmış olduğunu gördüm. Allah'a yemin ederim o öldüğünde dünyada ona benden başka kimse mirasçı olmadı. Nihayet yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi indirince, Şer'i mirasçılığımıza geri döndük.

Urve'den sabit olduğuna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ez-Zübeyir ile Ka'b b. Mâlik’i kardeş yapmıştı. Ka'b, Uhud günü ağır bir yara almıştı. ez-Zübeyir bineğinin yularından tutmuş, onu (bineği üzerinde) getirmişti. Şayet Ka'b o gün vefat etmiş olsaydı, geriye pekçok dünyalık bırakmış olur ve ez-Zübeyr ona mirasçı olurdu. Yüce Allah:

"Akrabalar, Allah'ın Kitabı gereğince de diğer mü’minlerden... birbirlerine daha yakındırlar" âyetini indirdi. Böylece yüce Allah, akrabalığın antlaşma yoluyla kurulan kardeşlik bağından daha öncelikli olduğunu açıklamış oldu. Bunun sonucunda da antlaşma yoluyla mirasçılık terkedildi, akrabalık sebebiyle birbirlerine mirasçı olmaya başladılar.

el-Enfal Sûresi'nde (8/72-75. âyetler, 7. başlıkta) Zevi'l-erham'ın miras alması ile ilgili açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Yüce Allah'ın:

"Allah'ın Kitabı gereğince" âyeti ile Kur'ân-ı Kerîm'in kastedilme ihtimali olduğu gibi, yüce Allah'ın yarattıklarının hallerini tesbit edip hükme bağladığı Levh-i Mahfuz'u kastetme ihtimali de vardır.

"Mü’minlerden" âyeti;

"Önce gelir" âyetine taalluk etmektedir.

"Akrabalar" âyetine taalluk etmez ve bu, icmâ" ile kabul edilmiştir. Çünkü böyle olsaydı, bunun bazı müslümanlara tahsis edilmesi gerekirdi. Oysa âyetin umumî olduğunda görüş ayrılığı yoktur. İşte böylelikle âyetin müşkil tarafı çözülmüş olmaktadır. Bu açıklamayı İbnul-Arabî yapmıştır.

en-Nehhâs dedi ki:

"Akrabalar Allah'ın Kitabı gereğince de diğer mü’minlerden ve muhacirlerden birbirlerine daha yakındır" âyetinde yer alan "mü’minlerden" anlamındaki âyet; "Sahibleri" (mealde: "akrabalar" lâfzındaki çoğula tekabül eder)ne taalluk etmesi mümkündür. O takdirde ifadenin takdiri şöyle olur: Mü’min ve muhacirlerden akrabalık sahipleri, akrabalar... demek olur. Manası: Bu "...mü’minlerden daha yakındırlar" şeklinde olması da mümkündür.

el-Mehdevî dedi ki: Âyetin anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Akrabalar yüce Allah'ın Kitabı gereğince birbirlerine daha yakındırlar. Ancak peygamberin hanımlarının; mü’minlerin anneleri, diye çağırtmalarının câiz oluşu bundan müstesnadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

5- Mü’minlerin Anneleri ile İlgili Bazı Hükümler:

Mü’minlerin annelerinin mahremiyyet ve onlara bakmanın mubahlığı hususunda anneler gibi olup olmadıkları hakkında iki görüş vardır.

Birincisine göre onlar mahremdirler, onlara bakmak haram değildir.

İkinci görüşe göre onlara bakmak haram kılınmıştır, çünkü onların nikâhlanmalarının haram kılınması ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın onlardaki hakkını korumak içindir. Onun hakkının korunmasının bir parçası da onlara bakmanın da haram kılınmasıdır. Diğer taraftan Âişe (radıyallahü anha) bir adamın huzuruna girmesine müsaade etmek istediği takdirde, kızkardeşi Esma'ya, -kızkardeşinin süt oğlu olması için- onu emzirmesini emrederdi. Böylelikle bu kişi bakmanın mubah olduğu mahrem bir kimse olurdu.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hayatta iken boşamış olduğu hanımlara gelince, onlar hakkında böyle bir hafamlığın sabit olup olmadığı noktasında üç görüş vardır:

1- Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın saygınlığı ağır basarak onlar hakkında da böyle bir haramlık sabittir.

2- Bunlar için böyle bir haramlık sabit değildir, onlar da diğer kadınlar gibidirler. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) nikâhı altında bulunanlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Dünyada bana eş olan kadınlar, âhirette de benim eşim olacaktır." el-Mâverdî, etı-Nuket, IV, 374.

3- Boşadığı hanımlar arasında Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kendileriyle gerdeğe girdiği kadınlar hakkında haramlık sabit olur ve onun nikâhlanması -peygamber onu boşamış olsa dahi- peygamberin saygınlığını ve onun o kadınla yalnız başına kalma hukukunun korunması maksadıyla nikâhlanması haram olur.

Kendisi ile gerdeğe girmediği kadınlar hakkında ise, böyle bir haramlık sabit olmaz. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh), Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ayrıldığı ve daha sonra evlenen bir kadını recmetmek istemişti. Kadın ona: Böyle bir şeyi neden yapmak istiyorsun? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) beni örtü arkasına almadığı gibi, bana mü’minlerin annesi ismi da verilmemiştir, diye itiraz edince, Ömer (radıyallahü anh) ona ceza vermekten vazgeçmişti.

6- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a "Baba"Denilebilir mi?:

Yüce Allah'ın:

"Muhammed, sizin adamlarınızdan kimsenin babası değildir" (el-Ahzab, 33/40) âyeti dolayısıyla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "baba" demek câiz değildir. Şu kadar var ki; o mü’minler için baba gibidir, denilebilir. Nitekim kendisi de şöyle buyurmuştur: "Benim size karşı durumum, bir baba konumundadır. Size... öğretiyorum." Ebû Dâvûd, I, 33. Bu hadisi Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir.

Sahih olan ise; o mü’minlerin babasıdır, demenin câiz olduğudur. Bu da hürmet itibariyle böyledir, demektir. Yüce Allah'ın:

"Muhammed, sizin adamlarınızdan birisinin babası değildir" (el-Ahzâb, 33/40) âyeti ise, neseb babalığı hakkındadır. Buna dair açıklamalar gelecektir.

İbn Abbâs: "canlarından... ve o onların babasıdır. Zevceleri de..." diye okumuştur. Ömer (radıyallahü anh) bu kıraati işitince bunu kabullenmemiş ve: Ey genç! Sen bu fazlalığı kazı, demiştir. Fakat İbn Abbâs ona: Bu Ubeyy'in Mushafı'nda böyledir deyince, Ubeyy'in yanına gidip ona sormuş, Ubeyy de kendisine: Kur'ân beni meşgul edendi, seni ise çarşı-pazarlarda alışveriş meşgul ediyordu, diye cevab vermiş ve Ömer'e ağır sözler de söylemişti Suyûtî. ed-Durru'l-Mensûr, VI, 596

Diğer taraftan Lut (aleyhisselâm) hakkında da:

"İşte bunlar kızlarım" (el-Hicr, 15/71) diye söylemiş ve bununla mü’min kızları kastetmiştir. Onlarla evlenebilirsiniz, demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmişti.

7- Peygamberin Kızları Mü’minlerin Kardeşleridir, Denilemez:

Peygamberin kızları, mü’minlerin de kızkardeşleridir, denilemez. Onların dayıları mü’minlerin dayıları, teyzeleri mü’minlerin teyzeleridir, de denilemez.

Şâfiî (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ez-Zubeyr, Ebubekir es-Sıddîk'in kızı Esma ile evlenmiştir ve Esma, Âişe'nin kızkardeşidir. O mü’minlerin teyzesidir, denilmemiştir. Bazıları bu ifadeleri mutlak olarak kullanmış ve: Muaviye mü’minlerin dayısıdır, demişlerdir. Maksat hürmeti itibariyle böyle olduğudur, yoksa neseb itibariyle de durumu böyledir, denilmek istenmemiştir.

8- İsteğe Bağlı Yapılan İyilikler:

"Dostlarınıza bir iyilik yapmanız müstesna" âyeti ile hayatta iken yapılan ihsanlar ile ölüm esnasında vasiyyeti kastetmektedir, yani bunlar caizdir. Bu açıklamayı Katade, el-Hasen ve Atâ yapmıştır.

Muhammed b. el-Hanefiyye dedi ki: Âyet-i kerîme yahudi ve hristiyana vasiyet yapmanın câiz oluşu hususunda inmiştir. Yani böyle bir iş kâfir dahi olsa dost ve akrabaya yapılabilir. Buna göre müşrik olan bir şahıs, din hususunda değil de neseb bakımından veli olabilir, bu sefer ona bir vasiyette bulunabilir. İlim adamları kâfirin vâsi kılınıp kılınmayacağı hususunda farklı görüşlere sahibtirler. Kimisi bunu câiz kabul ederken, kimisi kabul etmemektedir. Bazıları da bu hususta hüküm vermeyi sultana (İslâm devletinin yetkili kıldığı otoriteye) havale etmiştir ki, bunlardan birisi de Malik -yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- dir.

Mücahid, İbn Zeyd ve er-Rummanî'nin kanaatine göre; mü’min olan dostlarınıza... anlamındadır. Ayetin lâfzı da bu görüşü desteklemektedir. Bununla birlikte

"veli: dost" tabirinin umumi olarak kabul edilmesi de güzel bir şeydir. Neseb yoluyla velayet ise kâfiri kapsam dışına bırakmamaktadır. Kapsam dışında olan ise müslüman veli (dost)a karşı duyulan sevgi gibi ona da sevgiyle yaklaşmaktır.

9- Kitapta Yazılan:

"Bu Kitapta yazılmıştır" âyetinde geçen

"Kitab"ın daha önce sözü edilen "Allah'ın Kitabı" ile ilgili iki açıklama da ihtimal dahilindedir.

"Yazılmış" âyeti; "Kitabı" satırlar halinde tesbit ettim" ifadesinden alınmadır.

Katade dedi ki: Aziz ve celil olan Allah'ın nezdinde kâfir bir kimsenin müslüman bir kimseye mirasçı olmayacağı yazılmıştır. Katade de şöyle demektedir: Bazı kıraatlerde: "Bu, Allah'ın nezdinde yazılmıştır" şeklindedir.

el-Kurazî dedi ki: Bu hüküm Tevrat'ta mevcuttur.

7

Hani Biz peygamberlerden, senden, Nûh'tan, İbrahim'den, Mûsa'dan ve Meryem oğlu Îsa'dan ahitlerini almıştık. Evet, Biz onlardan sağlam bir ahit almıştık.

"Hani Biz peygamberlerden., ahidlerini almıştık." Kendilerine yükletilen göreve eksiksiz bağlı kalacaklarına, birinin diğerini müjdeleyeceğine ve birbirlerini tasdik edeceklerine dair ahitlerini almıştık, demektir: Yani yüce Allah olacakları yazdığında ve peygamberlerden ahitlerini aldığında bunlar Kitapta yazılı idi.

"Senden" ey Muhammed,

"Nûh'tan, İbrahim'den, Mûsa'dan ve Meryem oğlu Îsa'dan" âyeti ile her ne kadar peygamberler zümresi içerisinde iseler de, özellikle bu beş peygamberin sözkonusu edilmeleri onların faziletlerini belirtmek içindir.

Şeriat ve kitab sahibi peygamberler ile, rasûllerin ulu'l-azm'i ve ümmetlerin önderleri olduklarından ötürü anılmışlardır, diye de söylenmiştir.

Bu âyetin müslümanlar ile kâfirler arasındaki velayet (dostluk) bağının kopartılmasının büyüklüğüne dikkat çekmek maksadında olma ihtimali de vardır. Yani bu, şeriatlerin hakkında farklılık arzetmedikleri bir konudur. Bütün peygamberlerin şeriatleri bunu ortaya koymuştur. İslâm'ın başlangıç dönemlerinde hicret sebebiyle mirasçılık vardı. Hicret ise diyanette sağlam ve pekiştirilmiş bir sebeptir. Daha sonra îman şartı ile beraber akrabalık bağı esas alınarak birbirlerine mirasçı olmaya başladılar. Bu da sağlam bir sebeptir. Mü’min ile kâfir arasında mirasçılık ise, kendilerinden ahid alınmış peygamberlerden hiçbirisinin dininde yoktu. O bakımdan din hususunda sakın kâfirlere yumuşaklık göstermeyin, yağcılık yapmayın ve onların hoşlarına gitmeye çalışmayın.

Yüce Allah'ın:

"O dini dosdoğru tutun, onda ayrılığa düşmeyin, diye dinden Nûh'a tavsiye ettiğini... size de şeriat yaptı" (eş-Şura, 42/13) âyeti da buna benzemektedir. Dinde ayrılığa düşmeyi terkeden kimse ise, kâfirleri veli ve dost edinmeyi terkeder.

Şöyle de açıklanmıştır: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mü’minler için kendi öz canlarından önce gelir. Bu Kitabta yazılmıştır ve buna dair gerekli ahidler peygamberlerden alınmıştır.

"Evet, Biz onlardan sağlam bir ahid almıştık." Risaleti tebliğ etmek, birbirlerini tasdik etmek gibi yerine getirmeyi üstlendikleri hususlara eksiksiz bağlı kalacaklarına dair onlardan çok büyük bir ahid almıştık.

Misak (ahid) Allah adına yapılan yemin demektir. Buna göre âyet-i kerîmede geçen ikinci misak (ahid) birinci misakın yemin ile te'kid edilmesi demektir.

Birinci misakın yüce Allah'ın varlığını kabul etmek olduğu, ikincisinin ise peygamberlik hakkında olduğu da söylenmiştir. Bunun bir diğer benzeri yüce Allah'ın şu âyetleridir:

"Hani Allah peygamberlerden, size verdiğim kitab ve hikmetten sonra, size beraberinizdekini doğrulayıcı bir peygamber gelince, ona mutlak îman edecek ve yardım edeceksiniz, diye sizden söz aldığı zaman:

"Kabul ettiniz mi? ve bu ağır yükümü alıp yüklendiniz mi?" demişti." (Âl-i İmrân, 3/81)

Yani yüce Allah onlardan Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğunu ilan edeceklerine, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) da kendisinden sonra bir peygamberin gelmeyeceğini ilan edeceğine dair söz almıştır.

Anılan isimler arasında Muhammed adının öne alınmasının sebebi, Katade'nin, el-Hasen'den onun Ebû Hüreyre'den naklettiği şu rivâyette belirtilmektedir: Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yüce Allah'ın:

"Hani Biz, peygamberlerden, senden, Nûh'tan... ahidlerini almıştık" âyeti hakkında sorulmuş, o da şöyle cevab vermişti: "Ben yaratılış itibariyle onların ilkiyim, peygamber olarak gönderilmek itibariyle de sonuncularıyım." Mücahid dedi ki: Bu Âdem (aleyhisselâm)'ın sulbünde böyledir. ed-Deylemî, el-Firdevs, IV, 411; yakın manada Katacle'den gelen bir rivâyet için bk. İbn Ebî Şeybe, Mûsannaf, VI, 322, VII, 80.

8

Tâ ki o doğru sözlü kimselere doğruluklarına dair soru sorsun. Kâfirler için ise pek acıklı bir azâb hazırlamıştır.

"Tâ ki o doğru sözlü kimselere doğruluklarına dair soru sorsun" âyeti ile ilgili dört ayrı açıklama yapılmıştır:

1- Peygamberlere asaletlerini kavimlerine tebliğ ettiklerine dair soru sorsun. Bunu en-Nekkaş nakletmiştir. Bu ise bir uyarmadır. Yani peygamberlere soru sorulacağına göre; ya onların dışındakilerin hali nice olur?

2- Peygamberlere kavimlerinin kendilerine ne şekilde cevab verdiklerine dair soru sorsun. Bunu da Ali b. Îsa nakletmiştîr.

3- Peygamberlere kendilerinden alınmış ahide bağlı kalıp kalmadıklarına dair soru sorsun. Bunu da İbn Şecere nakletmiştir.

4- Doğru söz söyleyen kimselere, ihlâslı kalblere dair soru sorsun. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de:

"Yemin olsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere de soracağız, gönderilen peygamberlere de soracağız." (el-A'raf, 7/6) Bu âyet, daha önceden geçmişti. Denildiğine göre; onlara soru sormanın faydası kâfirleri azarlamaktır. Yüce Allah'ın:

"İnsanlara... sen mi söyledin?" (el-Mâide, 5/116) âyetinde olduğu gibi.

"Kâfirler için pek acıklı bir azâb" olan cehennem azabını

"hazırlamıştır."

9

Ey îman edenler! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani sizlere ordular gelmişti. Biz de üzerlerine bir rüzgâr ve göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah ne yaptığınızı çok iyi görendir.

Bu âyetle Hendek ve (diğer adıyla) Ahzab ile Kureyzaoğulları gazvesi kastedilmektedir. Bu, oldukça şiddetli bir hal idi. Bunun arkasından ise bir nimet, bolluk ve imrenilecek güzellikler ortaya çıkmıştı. Pek çok hükümler, göz kamaştırıcı ve güçlü belgeler ihtiva etmiş bir gazadır. Biz de şanı yüce Allah'ın yardımı ile yeterli gelecek kadarını on başlık halinde sunacağız:

1- Hendek ya da Ahzâb Gazvesinin Zamanı ve Sebebi:

Bu gazvenin hangi yılda olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. İbn İshak dedi ki: Bu gazve hicri beşinci yıl Şevval ayında olmuştur. İbn Vehb ve İbnu'l-Kasım'ın Malik'ten rivâyetlerine göre ise Hendek gazvesi dördüncü yılda olmuştur. Kureyzaoğulları gazvesi ile aynı günde olmuştur. Kureyza ile Nadiroğulları gazveleri arasında ise dört yıl vardır. İbn Vehb dedi ki: Ben Mâlik’i şöyle derken dinledim: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Medine içinde kalınarak Savaşma emrini vermişti. İşte bu yüce Allah'ın:

"Hani onlar size hem üstünüzden, hem alt tarafınızdan gelmişlerdi. O vakit gözler yerinden kaymış, yürekler de gırtlaklara varmıştı" (el-Ahzab, 33/10) âyeti bunu anlatmaktadır.

(Malik devamla) dedi ki: İşte bu Hendek günü olmuştu. Kureyşliler şuradan geldiler. Yahudiler şuradan, Necidliler de şu taraftan geldiler. Malik şunu anlatmak istiyor: Üst taraflarından gelenler Kureyzaoğulları, alt taraflarından gelenler Kureyşlilerle Gatafanlılardır.

Bu gazvenin sebebi şu idi: Aralarında Nadroğullarına mensub Kinane b. er-Rabî' b. Ebi'l-Hukayk, Sellâm b. Ebi'l-Hukayk, Sellam b. Mişkem ve Huyey b. Ahtab ile Vâiloğullarından Ebû Ammar ve Hevze b. Kays'ın bulunduğu -ki bunların hepsi de yahudi idi- yahudilerden bir grup, bu çeşitli kesimleri harekete geçirmiş, kışkırtmış ve onları bir araya getirmişlerdi. Bunlar Nadiroğullarına mensub bir grup ile Vailoğullarına mensub bir başka grup ile beraber yola koyulmuş ve Mekke'ye gitmişlerdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Savaşmaya çağırmışlar, onlara bu işe koşacak kimselerin yardımı ile birlikte bizzat onlara yardımcı olacaklarına dair söz vermişler. Mekkeliler de onların bu isteklerini kabul etti. Daha sonra sözü geçen bu yahudiler Gatafanlılara gittiler. Onları da aynı şekilde Savaşmaya çağırdılar, onlar da bu çağrıyı kabul ettiler.

Kureyşliler Ebû Sufyan b. Harb'ın kumandasında Savaşa çıktılar. Gatafanlılar da Fezareli Uyeyne b. Hısn b. Huzeyfe b. Bedr'in kumandasında Savaşa çıktılar. Uyeyne, Fezarelilerin, Murreoğullarına mensub el-Haris b. Avf, Murreoğullarının, Mes'ûd b. Ruhayle de Eşcalilerin başında bulunuyordu.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onların biraraya toplanıp müslümanlarla Savaşmak üzere yola çıktıklarını haber alınca, ashabı ile istişare etti. Selman ona hendek kazma teklifini yaptı ve onun görüşünü beğendi.

O gün muhacirler: Selman bizdendir dediler, ensar da: Selman bizdendir, dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Selman bizden, biz ehl-i beyt'teniz" diye buyurdu.

Hendek gazvesi Selman'ın, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte ilk katıldığı gazvedir ve o gün Selman hürriyetine kavuşmuş bulunuyordu. Ey Allah'ın Rasûlü, demişti. Biz İran'da etrafımız kuşatılacak olursa hendek kazardık. Bunun üzerine müslümanlar bütün gayretleriyle hendek kazma işinde çalıştılar. Münafıklar ise gerisin geri döndüler ve kimseye görünmemeye çalışarak biri diğerini siper ederek sıvışıp gitmeye koyuldular. Bunların hakkında Kur'ân-ı Kerîm'den birtakım âyetler nazil oldu ki, bunları İbn İshak ve başkaları zikretmiş bulunmaktadır.

Müslümanlardan Hendek'ten payına düşeni bitirenler, diğerlerine yardıma gidiyordu. Bu hendek bitene kadar böylece sürdü.

Hendek kazımı esnasında apaçık belgeler ve peygamberin birtakım alâmetleri de ortaya çıkmıştı.

Derim ki: Zikretmiş olduğumuz bu haberde fıkhî bazı incelikler bulunmaktadır. Bu da bir sonraki başlığımızın konusunu teşkil etmektedir.

2- Hendek Gazvesine Dair Rivâyetten Çıkartılacak Bazı Hükümler:

İslâm devleti yöneticisi, arkadaşları ile ve özel yakınları ile Savaş hususunda istişare eder. Buna dair açıklamalar daha önceden Âl-i İmrân Sûresi (3/159- âyet, 2. başlık ve devamında) ile en-Neml Sûresi'nde (27/32-34. âyetler, 2. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Yine bu rivâyette düşmana karşı mümkün olan yollarla korunmanın ve bu yolların gereğini yerine getirmenin hükmü de anlaşılmaktadır. Bu husus da daha önceder bir kaç yerde geçmiş bulunmaktadır.

Bu rivâyetten anlaşıldığına göre hendek kazma işi, insanlar arasında paylaştırılır. Kendi payına düşeni bitirenler, bitirmemiş olanlara yardımcı olurlar. Çünkü müslümanlar kendilerinin dışındakilere karşı tek bir eldirler. Buhârî ve Müslim'de el-Berâ b. Âzib'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Ahzab günü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hendeğin kazılması sırasında hendekten toprak taşıdığını gördüm. Öyle ki tozlar onun karnının tenini görmemi engelleyecek kadar kapatmıştı. Saçları da çoktu. Onun İbn Revaha'nın recezini okurken şunları söylediğini duydum:

"Allah'ım, Sen olmasaydın eğer, hidayet bulamazdık biz,

Ne sadaka verir, ne namaz kılardık,

Üzerimize sekinet(ini) indir,

(Düşmanla) karşılaştığımız takdirde de ayaklar(ımız)a sebat ver."

Buhârî, III, 1043, 1103, IV, 1507, VI, 2644; Müslim, III, 1340; Müsned, IV, 291, 302.

Bu gazvede görülen mucizelere gelince, bunu da bir sonraki başlıkta sözkonusu edeceğiz:

3- Hendeğin Kazılması Esnasında Görülen Mucizeler:

Nesâî rivâyet ediyor: Muharrar (yani ateşte azad edilmişlerden bir kişi olan Ebû Sekine'den, o Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından birisinden şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hendeğin kazılmasını emredince, karşılarına bir kaya parçası çıktı. Bu onların hendeği kazmalarını (sürdürmeyi) engelledi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kalktı, kazmayı aldı ve ridâsını da hendeğin bir tarafına bırakıp

"Rabbinin sözü doğruluk ve adalet bakımından eksiksizdir." (el-En'am, 6/115) âyetini okudu. Taşın üçte biri kırıldı. Selman-ı Farisî de ayakta durmuş seyrediyordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın darbesi ile birlikte bir şimşek çaktı. Sonra ikinci darbeyi indirdi ve yine "Rabbinin sözü... tamam oldu" âyetini okudu. Bu sefer taşın diğer üçte biri kırıldı ve yine bir şimşek çaktı. Selman da bunu gördü. Sonra üçüncü darbeyi indirdi ve: "Rabbinin sözü doğruluk ve adalet bakımından eksiksizdir" âyetini okudu, taşın diğer üçte biri kırıldı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hendekten çıktı, sonra ridâsını alıp oturdu. Selman dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Ben senin darbe indirişini gördüm. İndirdiğin her darbe ile birlikte mutlaka bir de şimşek çakıyordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Sen bunu gördün mü, ey Selman?" diye sordu. Selman: Seni hak ile gönderen hakkı için yemin ederim ki gördüm, ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Bunun üzerine Peygamber şöyle buyurdu: "Birinci darbeyi vurduğumda bana Kisra'nın Medain'i ve onun etrafındakiler ile daha pek çok şehirler yükseltilerek gösterildi." Öyle ki, ben bunları gözlerimle gördüm." Huzurunda bulunan ashabından olan kimseler ona: Ey Allah'ın Rasûlü, dediler. Oraları fethetmeyi, onların çoluk çocuklarını ganimet almayı ve bizim ellerimizle diyarlarını tahrib etmeyi bize nasib kılması için Allah'a dua et. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dua etti. (Resûlüllah devamla buyurdu ki): "Sonra ikinci darbeyi vurdum. Bu sefer Kayser'in şehirleri, onların etrafındakiler bana yükseltildi ve nihayet ben onları gözlerimle gördüm." Ey Allah'ın Rasûlü, dediler. Oraları fethetmek, çoluk-çocuklarını bizlere ganimet vermesi için ve ellerimizle yurtlarını tahrib etmesi için yüce Allah'a dua et, dediler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da dua etti. "Sonra üçüncü darbeyi indirdim. Bu sefer bana Habeşlilerin şehirleri ve onların etrafında bulunan kasabalar onları gözlerimle görünceye kadar yükseltildi." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu esnada şöyle buyurdu: "Sizlere ilişmedikleri sürece siz de Habeşlilere ilişmeyiniz. Türkler de sizleri terkettikleri sürece siz de onları bırakınız." Ebû Dâvûd, IV, 112, Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübra, III, 28

Bunu aynı şekilde el-Berâ'dan da şöylece rivâyet etmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizlere hendeği kazmayı emredince karşımıza kazmaların işlemediği bir kaya çıktı. Durumu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bildirdik. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip üzerindeki elbiseyi bir kenara bıraktıktan sonra kazmayı aldı ve: "Bismillah" deyip bir darbe indirdi. Kayanın üçte biri kırıldı. Sonra şöyle buyurdu: "Allahuekber. Bana Şam diyarının anahtarları verildi. Allah'a yemin ederim, ben şu anda bu bulunduğum yerden oranın kırmızı (tuğlalı) saraylarını görmekteyim." Sonra bir darbe daha indirdi ve: "Bismillah" dedi. Bir üçte biri daha kırıldı ve arkasından şöyle buyurdu: "Allahuekber. Bana Farsların (diyarının) anahtarları verildi. Allah'a yemin ederim, Medain'in beyaz sarayını görüyorum." Sonra üçüncü bir darbe indirdi ve "Bismillah" dedi ve taş parçalandı ve buyurdu ki: "Allahuekber. Bana Yemen'in anahtarları verildi. Allah'a yemin ederim San'a'nın kapısını görüyorum." Ebû Muhammed Abdu’l-Hak bu hadisin sahih olduğunu bildirmiştir.

4- Hendek Gazvesinde Cereyan Eden Olaylar:

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hendek kazma işini bitirdikten sonra Kureyşliler -beraberlerinde bulunan Kinane ve Tihameliler ile birlikte- yaklaşık onbin kişi ile; Gatafanlılar da beraberlerinde bulunan Necidlilerle birlikte geldiler ve Uhud'un yan tarafında konakladılar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile müslümanlar da Sel' dağı üzerinde konakladılar. Yaklaşık üçbin kişi idiler. Askerlerini yerleştirdiler. Hendek ise kendileri ile müşrikler arasında bulunuyordu. Medine'ye -İbn Şihab'ın görüşüne göre- İbn Um Mektum'u kendisinin yerine vekil olarak bıraktı.

Nadiroğullarından, Allah düşmanı Huyey b. Ahtab da çıkıp Kureyzalı Ka'b b. Esed'in yanına gitti. Ka'b Kureyzalıların adına konuşan ve onların başkanı idi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile barış antlaşması yapmış, onunla akitte bulunmuş ve ahiteşmiş idi. Ka'b b. Esed, Huyey b. Ahtab'ın geldiğini işitince, kale kapısını yüzüne kapattı ve ona kapıyı açmayı kabul etmedi. Huyey ona: Kapıyı aç kardeşim, dedi. Ka'b kendisine: Sana kapıyı açmam. Çünkü sen uğursuz bir adamsın. Muhammed'e muhalefet etmemi istiyorsun, ona çağırıyorsun. Ben ise onunla akit ve antlaşma yapmış bulunuyorum. Ondan da vefakârlıktan ve doğruluktan başka bir şey görmedim. Benimle onun arasındaki antlaşmayı da bozacak değilim. Bunun üzerine Huyey ona şöyle dedi: Kapıyı aç ki seninle konuşayım ve sonra seni bırakıp giderim. Ka'b yine: Böyle bir şey yapmam, dedi. Bu sefer Huyey ona: Sen, seninle birlikte çorbanı içerim diye korkuyorsun. Bu söze Ka'b kızdı ve kapıyı ona açtı.

Huyey: Ey Ka'b dedi: Ben sana zamanın güç ve kuvvetini getirdim. Sana Kureyş'i ve onların ileri gelenleri, Gatafanlılan ve liderlerini getirdim. Bunlar Muhammed'i ve onunla birlikte olanları kökten imha etmek üzere birbirleriyle sözleşmiş bulunuyorlar.

Ka'b ona şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki, sen zamanın zilletini ve hiçbir yağmur yükü bulunmayan boş bulutlan getirdin. Yazıklar olsun sana ey Huyey! Beni bırak, ben senin yapmamı istediğin şeyi yapacak değilim. Ancak Huyey, Ka'b'in yakasını bırakmadı. Ona vaadlerde bulundu, onu kandırmaya çalıştı. Nihayet onun tekliflerini kabul etti ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ashabına yardımcı olmamak, buna karşılık kendileri ile birlikte yola koyulmak üzere akitleşti. Bu sefer Huyey b. Ahtab ona şöyle dedi: Kureyş ve Gatafanlılar çekip gittiklerinde ben beraberimdeki yahudilerle birlikte senin tarafına katılırım.

Ka'b ile Huyey'in arasında meydana gelen bu sözleşme Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ulaşınca, Peygamber Hazreclilerin lideri olan Sa'd b. Ubade ile Evslilerin lideri Sa'd b. Muaz'ı onlarla birlikte de Abdullah b. Revâha ile Havvat b. Cubeyr'i gönderdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara şöyle buyurdu: "Kureyzaoğullarına gidiniz. Şayet bize anlatılanlar gerçek ise (geldiğinizde) bu hususu bize üstü kapalı ifadelerle anlatın ve insanların maneviyatını kırmayın. Şayet söyledikleri yalan ise bunu herkesin önünde açık açık söyleyin."

Kalkıp Kureyzalıların yanına gittiler. Onların kendilerine anlatılandan daha kötü bir halde olduklarını gördüler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a dil uzattılar ve şöyle dediler: Bizim onunla herhangi bir antlaşmamız yoktur. Sa'd b. Muaz onlara hakaret ettiği gibi, onlar da ona hakaret ettiler. Sa'd b. Muaz bir parça sert idi. Sa'd b. Ubade ona: Onlarla sövüşmeyi bırak, çünkü onlar arasında bundan daha fazlası vardır.

Nihayet her iki Sa'd, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına bir grup müslüman ile birlikte olduğu bir sırada vardılar ve ona: Adal ve el-Kare, dediler. Onlar bu sözleriyle Adal ve el-Karelilerin, Recî'de şehid düşen Ubeyy ve arkadaşlarına verilen ahdin bozulmuş olduğunu ifade etmiş oluyorlardı. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Müjdeler olsun size ey müslümanlar" diye buyurdu.

İşte o esnada bela büyüdü, korku arttı. Müslümanlara düşmanları üstlerinden yani doğu tarafından, vadinin üst tarafından ve batı tarafından, vadinin iç taraflarından, altlarından gelmeye başladılar. Öyle ki, Allah hakkında çeşitli zanlar beslemeye koyuldular. Münafıklar gizlediklerinin birçoğunu açığa çıkardılar. Kimisi: Bizim evlerimiz korumasızdır. Haydi oraya gidelim, çünkü biz onlara gelecek bir zarardan korkuyoruz, dediler. Bu sözü söyleyenlerden birisi de Evs b. Kayzî idi. Kimileri: Muhammed bize Kisra ve Kayser'in hazinelerinin fethedileceğini vaadediyor. Halbuki bugün bizden herhangi bir kimse def-i hacet için gitmekten dahi korkmaktadır, demişti. Bu sözü söyleyenlerden birisi de Amr b. Avfoğullarına mensub birisi olan Muattib b. Kuşeyr idi.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve müşrikler, bir aya yakın, yirmi küsur gün ok ve taş atmalar dışında aralarında herhangi bir çarpışma olmaksızın kaldılar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) müslümanların sıkıntılarının oldukça ağırlaştığını görünce, Fezareli Uyeyne b. Hısn ile Murreli el-Haris b. Avf’a haber gönderdi. Bu ikisi Gatafanlıların kumandanı idiler. Beraberlerinde bulunan Gatafanlılar ile gidip Kureyşlileri yardımsız bırakarak kavimleri ile dönmeleri karşılığında Medine mahsullerinin üçte birini vereceğini söyledi. Böyle bir konuşma henüz bir görüşme şeklinde idi, bir akid haline gelmemişti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu ikisinin bu teklife razı olduklarını görünce, Sa'd b. Muaz ile Sa'd b. Ubâde'nin yanına gitti, bu hususu onlara zikredip onlarla danıştı. Onlar da şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasûlü, bu senin sevdiğin ve senin için yapmamızı istediğin bir iş midir, yoksa Allah'ın sana emredip bizim de dinleyip itaat etmemiz gereken bir husus mudur, yoksa senin bizim faydamıza yapmak istediğin bir şey midir? Peygamber: "Hayır. Ben bu işi sizin faydanız için yapmak istiyorum, dedi. Allah'a yemin ederim, benim bu işi yapmamın tek sebebi, bütün Arapların elbirlik edip sizin üzerinize gelmiş olduklarını görmemdir. Başka hiçbir sebebi yoktur."

Bunun üzerine Sa'd b. Muaz ona şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'a yemin ederim, biz de, bu kavim de Allah'a şirk koşuyorduk, putlara tapıyorduk. Allah'a ibadet etmiyor, tanımıyorduk. Fakat ya satın almak yahut ta misafir olarak kendilerine ikram edilmek dışında, bizim mahsullerimizden herhangi bir şeyi ele geçirebilme umuduna kapılmamışlardı. Şimdi Allah bizi İslâm ile şereflendirmiş, bizi bu dine iletmiş, seninle bizi yüceltmiş iken mi mallarımızdan onlara bir şeyler vereceğiz? Allah'a yemin ederim, Allah bizimle onlar arasında hüküm verinceye kadar onlara kılıçtan başka verecek hiçbir şeyimiz yoktur.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buna çok sevindi ve: "Madem böyle istiyorsunuz, böyle olsun" diye buyurdu. Uyeyne ile el-Haris'e de: "Çekip gidiniz. Size kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yoktur" dedi. Sa'd'da henüz şahidleri yazılmamış bulunan antlaşma müsveddesinin yazıldığı sahifeyi eline aldı ve sildi.

5- Müşriklerden Hendeği Aşmaya Çalışanlar ve Diğer Bazı Olaylar:

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile müslümanlar bu halleri üzere kalmaya devam ederken müşrikler de onları kuşatmayı sürdürüyorlardı. Aralarında herhangi bir çarpışma olmuyordu. Ancak aralarında Âmir b. Lueyoğullarına mensub Amr b. Abdi Vüdd el-Âmirî, Ebû Cehil'in oğlu İkrime, Hubeyre b. Ebi Vehb, Fihroğullarından Dırar b. el-Hattab gibi Kureyşlilerin en iyi ata binicileri ve kahramanlarından olan bazı süvariler, hendeğin kıyısına kadar gelip durdular. Hendeği gördüklerinde: Şüphesiz ki bu büyük bir tuzaktır. Araplar böyle bir tuzak hazırlamasını bilmiyorlar, dediler.

Daha sonra hendeğin dar bir yerini bulmaya çalıştılar. Atlarını hendeği aşmak için mahmüzladılar ve atları ile birlikte hendeği aştılar. Hendek ile Sel' tepesi arasında bir yere ulaştılar.

Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) müslümanlardan bir grup ile birlikte karşılarına çıktılar ve aşıp geldikleri o zayıf noktayı karşılarına kapattılar. Diğer atlılar da onlara doğru gelmeye başladılar. Amr b. Abdi Vüdd, Bedir günü almış olduğu yaraların etkisi ile Uhud'da bulunmamıştı. Hendek günü de kahramanlığını göstermek istemişti. Beraberindeki atlılarla birlikte hendeği aşıp durduğu yere gelince: Teke tek çarpışacak kimse var mı? diye seslendi. Ali b. Ebî Tâlib karşısına çıktı ve ona: Ey Amr dedi, bize ulaştığına göre sen iki hususa davet edilecek olursan, mutlaka bunlardan birisini kabul edeceğine dair Allah'a söz vermişsin. Öyle mi? Amr: Evet deyince, Ali (radıyallahü anh): Ben seni Allah'a ve İslâm'a çağırıyorum, dedi. Amr: Böyle bir şeye ihtiyacım yok, diye cevap verdi. Bu sefer Ali (radıyallahü anh) ona: O halde seni teke tek çarpışmaya davet ediyorum, dedi. Amr: Kardeşimin oğlu Allah'a yemin ederim benimle baban arasındaki ilişkiler dolayısıyla seni öldürmek istemiyorum, dedi. Bu sefer Ali (radıyallahü anh) kendisine: Ben ise Allah'a yemin ederim seni öldürmeyi istiyorum, diye cevap verdi.

Bu sözler üzerine Amr b. Abdi Müdd oldukça kızdı, atından indi, atının bacaklarını kestikten sonra Ali (radıyallahü anh)'a doğru yürüdü. Her ikisi de birbirleriyle çarpışmaya, karşılıklı darbeler vurmaya başladılar. Nihayet öyle bir toz bulutu meydana geldi ki görünmez oldular. Tozlar dumanlar geri çekildiğinde Ali (radıyallahü anh)'ın Amr'ın göğsü üzerinde olup başını kesmekte olduğu görüldü. Arkadaşları Amr'ın Ali tarafından öldürüldüğünü görünce, atları ile hendeğin dar yerini aşıp gerisin geri kaçtılar. Ali (radıyallahü anh) da bu olay ile ilgili olarak şu beyitleri söyledi:

"Beyinsizliği dolayısıyla taşlara (putlara) yardıma koştu,

Ben ise çarpışarak Muhammed'in dinine yardımcı oldum.

Onunla teke tek çarpıştım ve yere yıkılmış halde bıraktım onu.

Onu kumlar ile tepecikler arasında hurma kütüğü gibi bıraktım.

Onun üzerindeki elbiselere -afif davranarak- ilişmedim ve şayet ben,

Elbisesiyle örtünen olsaydım, elbetteki o üzerimdeki elbiseleri dahi alırdı.

Allah dinini ve peygamberini yardımsız bırakacak sanmayın.

Ey Ahzab'a katılanlar topluluğu!"

İbn Hişam dedi ki: Siyer âlimlerinin büyük çoğunluğunun bu beyitlerin Ali (radıyallahü anh) tarafından söylendiği hususunda şüpheleri vardır. İbn Hişam dedi ki: O gün İkrime b. Ebi Cehil, Amr'ı bırakıp kaçtığında mızrağını dahi bırakıp gitmişti. İşte bu hususta Hassan b. Sabit şöyle demektedir:

"Kaçarken mızrağını (bir kenara) atıp bıraktı bize.

Keşke İkrime böyle bir şey yapmasaydın,

Geri döndün, kaçıp gittin, ceylan yavrusu gibi

Sen asıl hedeften sapmış oluyordun,

Sırtını geriye güvenlik duyarak çevirmedin,

Senin (koşmanı görene) arkan tıpkı bir sırtlan arkası gibiydi."

Âişe (radıyallahü anha), Hariseoğulları kalesinde idi. Sa'd b. Muaz'ın annesi de onunla beraberdi. Sa'd'ın üzerinde kolunu dışarda bırakan bir zırh vardı. Elinde de harbe bulunuyordu, bu esnada da şu beyiti okuyordu:

"Azıcık dur, birazdan Savaşa bir erkek deve katılacak,

Ecel geldi mi ölümün bir sakıncası olmaz."

Sa'd b. Muaz'a o gün isabet eden bir ok, kolunun damarını koparmıştı. Bu oku ona kimin attığı hususunda farklı görüşler vardır. Denildiğine göre bu oku ona Amir b. Lueyoğullarına mensup Hibban b. Kays b. el-Arika atmış idi. Bu oku attığında ona: Al bu oku ben el-Arika'nın oğluyum demişti. Bu sefer Sa'd (radıyallahü anh) kendisine: Allah ateşte senin yüzünü terletsin, dedi. Terletsin anlamındaki emir ile annesinin lakabı olan "hoş kokulu kadın" anlamındaki "el-Arika" aynı kökten gelmektedir.

Ona bu oku atan kimsenin Hafface b. Âsım b. Hibban olduğu söylendiği gibi, ona bu oku atan kişinin Mahzumoğullarının antlaşmalısı Ebû Üsame el-Cüşemî olduğu da söylenmiştir.

İbn İshak ve başkaları tarafından zikredilen Hassan ile Abdu'l-Muttalib'in kızı Safiye'nin başından o gün cereyan etmiş ilginç bir olay vardır.

Abdu'l-Muttalib'in kızı Safiye (radıyallahü anha) dedi ki: Ahzab günü biz Hassan b. Sabit'in kalesinde idik. Hassan kadın ve çocuklarla birlikte bizimle beraber bulunuyordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabı ise düşmanın karşısında yer almışlardı, bize gelme imkanları yoktu. Ansızın bir yahudinin etrafta dolaşmakta olduğunu gördük. Ben Hassan'a: Haydi in de bu adamı öldür, dedim, Hassan: Ey Abdu'l-Muttalib'in kızı, ben bu işlerin adamı değilim, dedi. Bunun üzerine ben de bir demir sopa aldım, kaleden inip o kişiyi öldürdüm. Sonra da: Ey Hassan dedim, in de bunun üzerindeki eşyaları al, gel. Onun üzerindeki eşyaları almamı engelleyen tek sebep onun erkek olmasıydı. Bu sefer Hassan: Ey Abdu'l-Muttalib'in kızı, onun üzerinden çıkacak eşyaya benim bir ihtiyacım yok, dedi. Bunun üzerine ben de inip üzerindeki eşyayı aldım.

Ancak Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr şöyle demektedir: Siyer âlimlerinden bir topluluk, Hassan hakkında anlatılan bu olayı kabul etmezler ve şöyle derler: Eğer anlattığınız şekilde Hassan korkak olsaydı, elbetteki cahiliye döneminde de, İslâm geldikten sonra da kendilerini hicvettiği kimseler bundan dolayı da onu hicvederlerdi. Hatta oğlu Abdu'r-Rahmân da bu sebepten ötürü hicvedilirdi. Çünkü o, Arab şairlerinden en-Necaşî ve başkaları gibi, birçok kimseye hicvedici şiirler yazmış bir kimsedir.

6- Nuaym b. Mes'ûd'un Taktiği:

Eşcalı Nuaym b. Mes'ûd b. Âmir, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü! Ben müslüman oldum, kavmim ise müslüman olduğumu bilmemektedir. Bana istediğin emri verebilirsin.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle dedi: "Sen Gatafanlılara mensup bir adamsın. Sen çıkıp da bize karşı ittifak etmiş olanların dağılmalarını sağlayabilirsen, bizimle birlikte kalmandan daha bir hoşumuza gider. Haydi çık, git. Çünkü Savaş bir hiledir."

Bunun üzerine Nuaym b. Mes'ûd, Kureyzaoğullarına gitti. Cahiliye döneminde onlarla dostluğu vardı. Ey Kureyzaoğulları dedi. Benim size olan sevgimi, benim sizinle olan özel ilişkimi biliyorsunuz. Onlar: Söyle sen bize göre itham edilecek bir kimse değilsin, dediler. Onlara şöyle dedi: Kureyşliler ile Gatafanlılar sizin durumunuzda değildir. Bu topraklar sizin yaşadığınız topraklardır. Mallarınız, evlatlarınız, kadınlarınız buradadır. Kureyşlilerle, Gatafanlılar ise Muhammed ve arkadaşları ile Savaşmaya geldiler. Siz de Muhammed'e karşı bunlara yardımcı oldunuz. Eğer bir fırsat bulacak olurlarsa, onu değerlendirirler. Böyle bir imkan bulamazlarsa, kendi topraklarına geri dönerler ve sizi bu adamla başbaşa bırakırlar. Sizin ise ona karşı koyacak gücünüz yoktur. O bakımdan siz bunlardan bazı rehineler almadıkça onlarla birlikte olup Savaşa katılmayınız.

Daha sonra Kureyzalıların yanından ayrılıp Kureyş'in yanına gitti ve onlara şöyle dedi: Ey Kureyşliler! Benim size olan sevgimi, Muhammed ile ayrılığımı bilirsiniz. Ben sizin iyiliğinizi isteyerek haber aldığım bir hususu size bildirmemin üzerimde bir hakkınız olduğu görüşündeyim. Yalnız bunu benden duyduğunuzu gizleyeceksiniz. Dediğini yapacağız, dediler. Onlara şunları söyledi: Şunu bilin ki yahudiler Muhammed'i yardımsız bırakmış olmalarına pişman oldular ve ona şöyle bir haber gönderdiler: Biz yaptıklarımıza pişman olduk. Kureyşliler ile Gatafanlıların eşrafından birtakım kimseleri alip onları sana boyunlarını vurmak üzere teslim etmemiz senin gönlünü eder mi? Bu işe razı olur musun? Bundan sonra da onların geri kalanlarının kökünü kurutuncaya kadar da senin yanında yer alırız.

Daha sonra Gatafanlıların yanına giderek onlara da buna benzer sözler söyledi. Cumartesi gecesi şanı yüce Allah'ın Rasûlünün ve mü’minlerin lehine bir takdirinin tecellisi olarak Ebû Süfyan, Kureyzaoğullarına, Ebû Cehil'in oğlu İkrime'yi Kureyşlilerle Gatafanlılardan bir grup kişi ile beraber gönderdi. İkrime onlara şunları söyledi: Biz sürekli kalınabilecek bir yerde değiliz, develerimiz, atlarımız telef oldu. Yarın sabah erkenden Muhammed'le Savaşmak üzere çıkalım. Onlara şu haberi gönderdiler: Yarın sabah cumartesi günüdür. Cumartesi günü yasağını aştığımız için başımıza neler geldiğini biliyorsunuz. Bununla birlikte siz bize bazı kimseleri rehin vermeden sizinle birlikte Savaşmayız.

Elçi bu haberi Kureyşlilere götürünce: Allah'a yemin ederiz, Nuaym b. Mes'ûd bize doğru söylemiş, dediler. Bu sefer yine onlara elçiler göndererek şu cevabı verdiler: Allah'a yemin ederim, ebediyyen biz size rehin teslim etmeyiz. İsterseniz bizimle birlikte Savaşa çıkarsınız, aksi takdirde bizimle sizin aranızda herhangi bir antlaşmanın olmadığını biliniz.

Bu sefer Kureyzaoğulları: Allah'a yemin ederiz. Nuaym b. Mes'ûd bize doğru söylemiş, dediler.

Böylelikle yüce Allah, aralarındaki yardımlaşmayı, dayanışmayı kaldırmış oldu. Söz birlikleri dağıldı, birkaç gece devam eden soğuk esnasında üzerlerine de şiddetli bir rüzgar gönderdi. Rüzgar kaplarını deviriyor, tencere ve kazanlarını ters yüz ediyordu.

7- Ahzab'ın Dağılışı, Kureyş Ordusunun Geri Dönmesi ve Kureyş'in Durumunu Öğrenmek Üzere Allah Rasûlünün Huzeyfe (radıyallahü anh)'ı Casus Olarak Göndermesi:

Ahzab'ın bu şekildeki ayrılıklarına dair haber Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ulaşınca, onlara dair haber ve bilgileri getirmek üzere Huzeyfe b. el-Yeman'ı gönderdi. Huzeyfe gizlice ve onların farkına varmayacakları bir şekilde karargâhlarına gitti. Ebû Süfyan'ın şu sözlerini duydu: Ey Kureyşliler! Her biriniz beraberinde oturduğu kimseyi tanısın. Huzeyfe dedi ki: Hemen yanımda oturan adamın elini tuttum ve: Sen kimsin? diye sordum. O da bana: Ben filan kişiyim, dedi. Daha sonra Ebû Süfyan şunları söyledi: Haliniz zordur ey Kureyşliler. Allah'a yemin ederim, artık siz kalınamayacak bir yerdesiniz. Yemin olsun ki atlarımız, develerimiz telef oldu. Kureyzaoğulları bize verdikleri sözlerinde durmadı. Bu rüzgardan da gördüğünüz sıkıntıları çekiyoruz. Hiçbir çadırımız yerinde durmuyor, ateş üzerinde tenceremiz kalmıyor, ateş yakamıyoruz. Haydi bineklerinize bininiz, ben gidiyorum, dedi ve devesinin üzerine atladı. Devesinin ön ayağının bağını ancak devesi kalkmış iken çözmüş oldu.

Huzeyfe (devamla) dedi ki: Şayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) beni gönderdiğinde: "Şunların yanlarına git ve hallerini öğren, ancak hiçbir şey yapma" dememiş olsaydı, onu bir okla öldürebilirdim. Çekip gittikleri sırada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına vardım. Onun, hanımlarından birisine ait Yemen desenli bir örtüye bürünmüş olduğu halde ayakta durmuş, namaz kılmakta olduğunu gördüm. Ona durumu bildirdim, o da yüce Allah'a hamdetti.

Derim ki: Huzeyfe'nin bu haberi Müslim'in Sahih'inde de zikredilmiştir. Bu haberde pek büyük belgeler vardır. Bunu Cerir, el-A'meş'ten, o İbrahim et-Teymî'den, o babasından rivâyet etmiştir. İbrahim babasının şöyle dediğini nakleder: Huzeyfe'nin yanında idik. Bir adam şöyle dedi: Şayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dönemine yetişmiş olsaydım, onunla birlikte çarpışır ve iyi bir imtihan verirdim. Bunun üzerine Huzeyfe: Sen bunları mı yapacaktın? dedi. Biz Ahzab gecesi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte olduğunuzu görmüştüm. Çok şiddetli bir rüzgar ve soğuğa yakalanmıştık. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bana bu adamların haberini getirecek kimse yok mu? Kıyâmet gününde Allah onu benimle beraber kılacaktır." Hepimiz sustuk, bizden kimse ona karşılık vermedi. Tekrar: "Bana bunların haberini getirecek adam yok mu? Allah kıyâmet gününde onu benimle beraber (cennete) koyacaktır," dedi. Yine sustuk, bizden kimse ona karşılık vermedi. Bu sefer: "Kalk, ey Huzeyfe, bize bu adamların haberini getir" dedi. Allah Rasûlü benim adımı vererek kalkmamı istediğinde yapacak başka bir şey bulamadım. Şöyle buyurdu: "Git, bana bunların haberlerini getir, fakat onları bana karşı kışkırtacak bir iş de yapma!"

Huzeyfe dedi ki: Onun yanından ayrılınca, sanki hiç soğuk isabet etmemiş bir sıcaklık içerisinde yürüyormuş gibiydim. Nihayet onların yanına vardım. Ebû Süfyan'ın sırtını ateşle ısıtmakta olduğunu gördüm. Yayıma bir ok yerleştirdim ve ona oku atmak istedim. Fakat Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Onları bana karşı kışkırtma" dediğini hatırladım. Eğer ona ok atmış olsaydım, hiç şüphesiz ona isabet ettirecektim. Yine tıpkı bir hamamın içindeymişim gibi yürüyerek döndüm. Peygamber'in yanına vardığımda ona durumlarını bildirdim ve söyleyeceklerimi bitirdikten sonra üşümekte olduğumu farkettim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kılarken üzerinde bulunan abasının artan bölümünü üzerime geçirdi. Sabah oluncaya kadar uyumaya devam ettim. Sabah olunca da: "Ey uykucu kalk, dedi." Müslim, III, 1414; İbn Hibbân, Sahih, XVI, 67.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sabahleyin Ahzab'ın geri dönmüş olduklarını görünce Medine'ye geri döndü, müslümanlar da silahlarını bıraktı. Bu sefer Cebrâîl (aleyhisselâm) kendisine Dıhye b. Halife el-Kelbî kılığında, üzerinde ipekten bir kadife örtü bulunan bir dişi katır üzerinde geldi ve ona: Ey Muhammed! dedi. Sizler silahlarınızı bırakmış olmakla birlikte, melekler silahlarını bırakmadılar. Allah sana Kureyzaoğulları üzerine gitmeni emretmektedir. İşte ben öncü olarak onların üzerine gidiyor ve içlerine sığındıkları kalelerini sarsıntıya uğratacağım.

Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da Kureyzaoğulları üzerine gidilmesini emretti. Buna dair açıklamalar da bir sonraki başlıkta yer alacaktır.

8- Kureyzaoğulları Üzerine Gidiş:

Bir münadi şöylece seslendi: Herkes ikindi namazını mutlaka Kureyza oğulları (diyarı)nda kılacaktır. Bazıları namaz vaktinin çıkacağından korktukları için Kureyzaoğullarına varmadan namazlarını kıldılar. Diğerleri ise: Bizler vakit geçecek olsa dahi sadece Resûlüllah'ın bize emrettiği yerde ikindiyi kılacağız, dediler. (radıyallahü anhvi) dedi ki: Resûlüllah her iki kesimden de herhangi bir kişiyi azarlamadı.

Burada fıkhı inceliklerden birisi de müctehidlerin ictihİsimlerinın doğru kabul edileceği şeklindedir. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-Enbiya Sûresi'nde (21/78-79, 9 ve 10. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır.

Sa'd b. Muâz kendisine ok isabet ettiği sırada Rabbine şöylece dua etmişti: Allah'ım, eğer bundan sonra yine Kureyşlilerle Savaşa devam edilecek olursa, bu Savaşlara katılmak için beni hayatta bırak. Çünkü senin Rasûlünü yalanlayan ve onu yurdundan çıkartan bir kavme karşı cihad etmekten daha fazla kendilerine karşı cihad etmeyi sevdiğim kimse yoktur. Allahım, eğer artık bizimle onlar arasındaki Savaş bitmiş ise, o vakit bu yaramın neticesinde bana şehadeti nasib et. Ayrıca Kureyzaoğullarının başlarına gelecek olanı görmek suretiyle gözümü aydınlatmadıkça da canımı alma!

İbn Vehb, Malik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Haber aldığıma göre Sa'd b. Muâz Medine'de bulunan ve Farî' diye bilinen taştan yapılmış kalede beraberindeki birkaç hanım da bulunan Âişe (radıyallahü anha)'nın yanından geçerken üzerinde yenlerini çemremiş olduğu bir zırh bulunuyordu; (süründüğü kokunun bıraktığı) sarı izler üzerinde görünüyordu. Bu halde iken şu beyiti söylüyormuş:

"Azıcık beklet, hemen Savaşa bir erkek deve yetişecek,

Ecel yaklaştı mı ölmenin bir sakıncası olmaz."

Bunun üzerine Âişe (radıyallahü anha): Ben bugün Sa'd'ın kol ve bacaklarından başka bir yerden yara alacağından korkmuyorum, demişti. Sa'd kolundan isabet aldı.

İbn Vehb ile İbnu'l-Kasım'ın da Malik'ten rivâyet ettiklerine göre, Âişe (radıyallahü anha) şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dışında Sa'd b. Muaz'dan daha yakışıklı bir adam görmedim.

Sa'd, kolundan isabet almış, sonra şöyle demişti: Allah'ım, eğer Kureyzalılar ile Savaşmaktan geriye bir şey kalmamışsa canımı al ve eğer geriye bir şeyler kalmışsa Rasûlün ile birlikte onun düşmanlarına karşı Savaşıncaya kadar beni hayatta bırak!

Kureyzaoğullarının akıbeti hakkında hakemliğine başvurulduktan ve hükmünü verdikten sonra vefat etti. Bunun üzerine insanlar sevindiler ve: Duasının kabul edilmiş olacağını ümit ederiz, dediler.

9- Kureyzaoğulları Gazvesi:

Müslümanlar Kureyzaoğulları diyarına gitmek üzere yola çıktıklarında Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sancağı Ali b. Ebî Tâlib'e verdi. Medine'de de İbnu Ümmi Mektûm'u yerine vekil tayin etti. Ali ve beraberindeki bir topluluk Kureyza oğullarının diyarına gittiler ve onlardan kalelerinden inmelerini istediler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a dil uzattıklarını işittiler.

Bunun üzerine Ali (radıyallahü anh), Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına varıp ona: Ey Allah'ın Rasûlü, sen onların yanına gitme, dedi ve üstü kapalı ifadelerle durumu ona anlattı.

Peygamber: "Sanırım onların bana dil uzattıklarını duydun. Beni görecek olurlarsa, bu işten vazgeçerler" dedi ve kalkıp onların yanına gitti. Onu görünce (yaptıklarından) vazgeçtiler. Peygamber onlara şöyle dedi: "Ey maymunların kardeşleri! Antlaşmayı bozdunuz. Allah sizi rezil ve rüsvay etmiş ve sizin başınıza intikamını indirmiş bulunuyor."

Kureyzalılar şöyle dediler: Ey Muhammed! Sen cahil bir kimse değildin. Bize karşı cahilce hareket etme. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) orada konaklayıp yirmi küsur gece onları kuşatma altında tuttu.

Efendileri Ka'b diledikleri herhangi birisini seçmeleri için onlara üç teklifte bulundu: Ya müslüman olup Muhammed'in getirdiklerini kabul edip ona tabi olacak ve böylelikle kurtulacaklardı. (Devamla onlara dedi ki:) Bunun sonucunda mallarınızı, kadınlarınızı, çocuklarınızı himaye altına almış olacaksınız. Allah'a yemin ederim ki, kitabınızda vasıflarını yazılı bulduğunuz kişinin o olduğunu biliyorsunuz. Yahut çocuklarını ve hanımlarını öldürecekler, sonra da ileriye atılarak son fertleri ölünceye kadar Savaşacaklar, yahut ta müslümanların herşeyden emin oldukları bir zamanda cumartesi gecesi müslümanlara geceleyin baskın yapacaklar ve onları öldürecekler.

Kureyzaoğulları efendilerine şu cevabı verdiler: İslâm'ı kabul etmeyi ele alalım. Biz müslüman olup Tevrat'ın hükmüne muhalefet edemeyiz. Kendi çocuklarımızı ve kadınlarımızı öldürmeye gelince, bu zavallılar ne yaptılar ki, biz onları öldürmekle cezalandıralım. Cumartesi günü yasağını da aşacak değiliz.

Daha sonra Ebû Lübabe'ye haber gönderdiler. Kureyzaoğullarının Amr b. Avfoğulları ile diğer Evslilerle antlaşmaları vardı. Ebû Lübabe yanlarına geldi. Çocuklarını, hanımlarını ve adamlarını önünde toplayıp ona: Ey Ebû Lübabe, dediler. Senin görüşüne göre biz Muhammed'in hükmünü kabul edersek, ne olur? O da: Evet, dedi ve bu arada -boğazına işaret ederek- eğer böyle bir şeyi kabul ederseniz (sonunuz) boğazlanmaktır. Ebû Lübabe hemen akabinde pişman oldu, Allah'a ve Rasûlüne hainlik ettiğini anladı. Ayrıca yüce Allah'ın bu işi peygamberinden saklı tutmayacağını da bildi. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına dönmeksizin Medine'ye gitti, kendisini bir direğe bağladı. Yüce Allah tevbesini kabul etmedikçe de yerinden ayrılmayacağına yemin etti. Hanımı sadece her namaz vakti gider, onun bağlarını çözerdi.

İbn Uyeyne ve başkaları dedi ki:

"Ey îman edenler! Allah'a ve Rasûlüne hainlik etmeyin, bile bile emanetlerinize de hainlik etmeyin." (el-Enfal, 8/27) âyeti onun hakkında inmiştir. Yine günahını işlemiş olduğu Kureyza oğulları topraklarının hiçbir parçasına ayak basmayacağına da yemin etti.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Ebû Lübabe'nin yaptıklarına dair haber ulaşınca şöyle buyurdu: "Şayet yanıma gelmiş olsaydı, ben onun için Allah'tan mağfiret isterdim. Madem o bu işi yaptı, artık yüce Allah onu serbest bırakmadıkça ben de onun bağını çözecek değilim." Yüce Allah da Ebû Lübabe'nin durumu hakkında:

"Diğer bir kısım da günahlarını itiraf ettiler" (et-Tevbe, 9/102) âyetini indirdi. Onun hakkında Kur'ân-ı Kerîm'in bu âyeti nazil olunca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bağlarının çözülmesini emretti.

Sabah olunca Kureyzaoğulları Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vereceği hükmü kabul etmek şartıyla kalelerinden indiler. Evsliler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna peyderpey giderek: Ey Allah'ın Rasûlü, dediler. Sen de bilirsin ki onlar bizim antlaşmaklarımız idi. Hazreçlilerin antlaşmakları olan Nadiroğulları hakkında, Abdullah b. Ubeyy b. Selul'un isteğini kabul etmiş idin. Bizim senden alacağımız pay başkalarının senden almış oldukları paydan aşağı olmasın. Çünkü bunlar bizim dostlarımızdılar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara şu cevabı verdi: "Ey Evsliler bunlar hakkında sizden bir adamın hüküm vermesine razı olmaz mısınız?" Onlar: Oluruz, dediler. Bunun üzerine: "O zaman bu işi Sa'd b. Muaz'a havale ediyorum" diye buyurdu.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Sa'd için mescidde bir çadır kurdurmuştu. Bundan maksat ise Hendek'te almış olduğu yarasından dolayı ona yapacağı hasta ziyaretini yakından yapmaktı. Sa'd onlar hakkında Savaşçılarının öldürülmesi, çocuk ve kadınların esir alınması, mallarının da paylaştırılması şeklinde hükmünü verdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Yemin olsun sen bunlar hakkında yüce Allah'ın yedi semanın üstünden verdiği hükme uygun hüküm verdin." dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da bunun üzerine emir verdi ve bugün -yani İbn İshak'ın döneminde- Medine'de bir çarşı olan bir yere çıkartılmalarını emretti. Oraya hendekler kazındı, sonra peygamberin emri ile o hendeklerin içinde boyunları vuruldu. O gün Huyey b. Ahtab ve Ka'b b. Esed de öldürülenler arasında idi. Her ikisi de Kureyzaoğullarının ileri gelenleri idi. Öldürülenlerin sayısı altıyüz ila yediyüz kişi idi.

Huyey'in üzerinde, öldükten sonra kimse onu üzerinden almasın diye, parmak uçları kadar her tarafından delik açıp parçalamış olduğu gül rengi bir elbise vardı. Bir iple elleri boynuna bağlanmış olduğu halde Resûlüllah'ın huzuruna getirildiğinde, Resûlüllah'a bakıp şunları söyledi: Allah'a yemin ederim, sana düşmanlık ettiğimden dolayı kendimi asla kınamadım. "Fakat Allah'ın yardımsız bıraktığı kimse yenilir" (diye bir mısra okuyarak) cevab verdi. Sonra şunları söyledi: Ey insanlar! Allah'ın verdiği emrin bir sakıncası yoktur. Bu onun yazdığı ve takdir ettiği bir hükümdür. Bu İsrailoğulları aleyhine yazılmış büyük bir Savaştır. Sonra yerine oturdu ve boynu vuruldu.

Kureyzaoğulları kadınları arasından bir kadın da öldürülmüştü. Bu kadın Hallad b. Süveyd'in üzerine değirmen taşını atan ve ölümüne sebeb teşkil eden el-Hakem el-Kurazî'nin karısı Bunane idi.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) eteklerinde tüy bitmiş olan her erkeğin öldürülmesini emretti, tüyü bitmemiş olanların da hayatta bırakılmasını emretti. Atiyye el-Kurazî tüyü bitmemiş olanlardan idi. O bakımdan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emri ile hayatta bırakıldı. Bu kişi ashab-ı kiram arasında sayılır.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Sabit b. Kays b. Şemmas'a, ez-Zebîr b. Bâtâ'nın çocuklarını hibe etti, o da onların hayatta kalmalarını istedi. Abdu'r-Rahmân b. ez-Zebîr onlardan birisidir, müslüman oldu ve sahabeler arasında sayılır.

Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Rifaa b. Samevel el-Kurazî'yi, Ummu'l-Munzir Kays kızı Selma'ya hibe etti. Selma, Neccaroğullarından Selit b. Kays'ın kızkardeşidir. Her iki kıbleye doğru namaz kılmıştır. Rifaa da müslüman oldu. Hem sahabelerdendir, hem de naklettiği rivâyetleri de vardır.

İbn Vehb ve İbnu'l-Kasım'ın rivâyetlerine göre Malik dedi ki: Sabit b. Kays b. Şemmas, İbn Bâtâ'nın yanına gitti -İbn Bâtâ'nın ona iyilikleri olmuştu- ve şöyle dedi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan seni bana, bana yapmış olduğun iyilikler dolayısıyla hibe etmesini istedim. İbn Bâtâ şu cevabı verdi: Erdemli insanın, erdemli kimseye karşı yaptığı işte böyle olur. Daha sonra şunları söyledi: Çocukları, hanımı olmayan bir adam nasıl yaşayabilir? Bunun üzerine Sabit, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına geri döndü ve bunu ona aktarınca Peygamber bu sefer ona hanımını ve çocuklarını da hibe etti. Sabit, İbn Bâtâ'ya gidip durumu bildirince bu sefer: Malı olmayan bir adam nasıl yaşayabilir, dedi. Sabit bu sefer tekrar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a giderek ona malının verilmesini istedi, Peygamber malını da ona verdi. Geri dönüp ona durumu haber verdiğinde bu sefer: Yüzü bir çim aynasını andıran İbn Ebi'l-Hukayk ne yaptı? diye sordu. Sabit ona: Öldürüldü, dedi. Peki iki meclis(in adamları) ne yaptılar? diye sordu. Bu sözleriyle Ka'b b. Kureyzaoğulları ile Amr b. Kureyzaoğullarını kastediyordu. Sabit ona: Öldürüldüler, dedi. Bu sefer o iki kesim ne yaptı? diye sordu, yine Sabit ona: Öldürüldüler, dedi. Bunun üzerine İbn Bâtâ şu cevabı verdi: Artık senin mes'ul tutulacağın bir taraf kalmadı. Asla oraya -hurma ağaçlarını kastediyor- bir kova su dahi dökmeyeceğim. Haydi, beni de onlara kavuştur. Ancak Sabit onu öldürmeyi kabul etmedi, başkası onu öldürdü.

İbn Bâtâ'nın, Sabit'e yaptığı iyiliğe gelince, Buas gününde Sabit'i esir almış, perçemini yolup onu serbest bırakmıştı.

10- Hendek (Ahzab) Gazvesi ile Beni Kureyza Gazvesinin Sonuçları:

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kureyzaoğullarının mallarını paylaştırdı. Süvariye üç pay, piyadeye de bir pay verdi. Süvariye iki, piyadeye bir pay verdiği de söylenmiştir.

O gün müslümanların otuzaltı tane atları vardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın payına esirleri arasından Amr b. Kureyzaoğullarından birisi olan Amr b. Cünafe'nin kızı Reyhane düşmüştü. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat edinceye kadar Reyhane yanında kalmıştı.

Denildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hem piyadelere, hem atlılara pay ayırdığı ilk ganimet ile beşte birin ayrıldığı ilk ganimet, Kureyzaoğullarından alınan ganimet olmuştur. Daha önceden yaptığımız açıklamalarda ise bu işin ilk olarak Abdullah b. Cahş seriyyesinde gerçekleştiğini belirtmiştik. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) dedi ki: Bunun uygun izahı şöyle yapılır: Yüce Allah'ın:

"Eğer Allah'a... inanmışsanız bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, Rasûlüne aittir" (el-Enfal, 8/41) âyetinden sonra beşte birin alındığı ilk ganimet, Kureyzaoğullarından alınan ganimettir. Abdullah b. Cahş ise kumandan olarak gönderildiği seriyyede bundan önce aldığı ganimetlerden beşte birlik payı ayırmış, sonra da Kur'ân-ı Kerîm'in onun uygulamasına benzer hüküm ihtiva eden âyeti nazil olmuştu. Bu da onun -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- faziletlerindendir.

Kureyzaoğullarının zaferi, hicretin beşinci yılının zülkade ayının sonları ile zülhicce ayının başlarına tesadüf etmişti. Kureyzaoğullarının işi bittikten sonra faziletli insan, salih kişi Sa'd b. Muaz'ın duası kabul olundu. Yarası yeniden kanamaya başladı ve damarı açıldı. Kanı aktı ve vefat etti. (Allah ondan razı olsun).

Hadîs-i şerîfte hakkında: "Ölümü dolayısıyla Rahmân'ın arşı sarsıldı" Buhârî, III- 1384; Müslim, IV, 1915, 1916; Tirmizî, V, 689; İbn Mâce, I, 56; Said b. Mansur, Sünen, II, 395; Müsned, III, 23, 234, 296, IV, 352, VI, 329. denilen kişi de odur. Arşın etrafında sakin olan melekler ruhunun gelişi dolayısıyla sevindiler ve onun için yerlerinden hareket ettiler, demektir.

İbnu'l-Kasım, Malik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bana Yahya b. Sa'd anlattı dedi ki: Sa'd b. Muaz'ın ölümü dolayısıyla yetmiş bin melek indi. Bunlar daha önceden yeryüzüne inmiş değillerdi.

Malik dedi ki: Hendek günü müslümanlardan dört ya da beş kişi şehit düşmüştü.

Derim ki: Hendek günü şehit düşen müslümanlar siyer âlimlerinin naklettiklerine göre altı kişidir: Abdu'l-Eşheloğullarından Ebû Amr, Sa'd b. Muiz. Enes b. Evs b. Atik ile Abdullah b. Sehl -her ikisi de aynı şekilde Abdu'l-Eşheloğullarından idi- et-Tufayl b. en-Numan ile Salebe b. Ğaneme -ikisi de Selimeoğullarına mensub idiler- Ka'b b. Zeyd -Dinar b. en-Neccar oğullarından- ona kim tarafından atıldığı belli olmayan bir ok isabet etmiş ve ölümüne sebeb teşkil etmişti. Allah onlardan razı olsun.

Kâfirlerden ise üç kişi öldürülmüştü: Münebbih b. Osman b. Ubeyd b. es-Sebbak b. Abdi'd-Dar. İsabet eden bir ok dolayısı ile (daha sonra) Mekke'de ölmüştü. Bu kişinin adının Osman b. Ümeyye b. Münebbih b. Ubeyd b. es-Sebbak olduğu da söylenmiştir. Diğerleri Nevfel b. Abdullah b. el-Muğire el-Mahzumî olup hendeği geçmek isterken, hendeğin içine düşmüş ve öldürülmüştü. Daha sonra müslümanlar onun cesedini ele geçirmişlerdi. ez-Zührî'den rivâyete göre Mekkeliler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a cesedi karşılığında onbin dirhem vermişler, peygamber ise: "Bizim ne onun cesedine ihtiyacımız vardır, ne de ona karşılık verilecek olan paraya" diyerek, Mekkelileri cesediyle başbaşa bırakmıştır. Bir de -daha önce açıklandığı gibi- teke tek çarpışma esnasında (mübarezede) Ali (radıyallahü anh)'ın öldürmüş olduğu Amr b. Abdi Vüdd.

Kureyza günü müslümanlardan şehid düşenlere gelince: -el-Haris b. Hazreçoğullarından- Hallâd b. Süveyd b. Sa'lebe b. Amr, Kureyzaoğullarından bir kadın onun üzerine bir değirmen taşı atmış ve ölümüne sebeb olmuştu. Muhasara esnasında Esed'li Ebû Sinan b. Mihsan b. Hursan da öldü. Ükkaşe b. Mihsan'ın kardeşidir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), onu bugün orada yaşamakta bulunan müslümanların ölülerini defnettikleri Kureyzaoğulları kabristanında gömdü. Bu iki kişiden başka ölen olmamıştı.

Hendek gazvesinden sonra bir daha Kureyş kâfirleri mü’minlere karşı gazve düzenleyemediler.

ed-Dârimî Ebû Muhammed, Müsned'inde senediyle şunu kaydetmektedir: Bize Yezid b. Harun, İbn Ebi Zib'den haber verdi. İbn Ebi Zibb, el-Makburî'den, o Abdu'r-Rahmân b. Ebi Said el-Hudrî'den, o babasından şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Hendek günü gecenin uzun bir bölümü geçinceye ve artık Savaşmamıza gerek kalmayıncaya kadar yerimizden ayrılamamıştık. İşte yüce Allah'ın:

"Allah Savaşta mü’minlere yetti. Allah çok güçlüdür, Azizdir" (el-Ahzab, 33/25) âyetinde anlatılan durum budur. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Bilal'e emir verdi, o da kamet getirdi, öğle namazını kıldırdı. Tıpkı vaktinde kılıyormuşçasına namazı güzel bir şekilde kıldırdı. Sonra ona verdiği ikinci bir emir üzerine Bilal ikindi namazı için kamet getirdi ve ikindiyi de kıldırdı. Daha sonra ona verdiği emir üzerine akşam namazı için kamet getirdi ve o namazı da kıldırdı, sonra yine ona emir vererek, yatsı namazı için kamet getirdi ve onu da kıldırdı. Bu ise yüce Allah'ın:

"Şayet korkarsanız o halde (namazı) yayan veya binek üstünde (kılın)" (el-Bakara, 2/239) âyeti inmeden önce olmuştu. Bu hadisi Nesâî de rivâyet etmiştir. Dârimî, I, 430; İbn Huzeyme, Sahih, II, 99, III, 100; Müsned, III, 49, 67.

Bu mesele daha önceden Tâ-Hâ Sûresi'nde (20/14. âyet, 5. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

Biz bu gazve ile ilgili olarak kaydettiğimiz on başlıkta iyice tetkik eden kimselerin göreceği gibi pek çok ahkâmı sözkonusu etmiş bulunuyoruz. Şimdi tekrar ondokuz âyetten ibaret olan ve sözünü ettiğimiz hususları ihtiva eden âyetlerin ilkine tekrar geri dönüyoruz.

"Hani sizlere ordular" yani Ahzab orduları

"gelmişti. Biz de üzerlerine bir rüzgar... göndermiştik." Mücahid dedi ki: Bu saba rüzgârı idi. Hendek günü Ahzab'ı teşkil eden ordular üzerine salıverilmişti. Öyle ki, kazanlarını devirmiş ve çadırlarını sokmuştu. (Mücahid devamla) dedi ki: Sözü edilen ordulardan kasıt, meleklerdir, melekler o gün çarpışmadılar.

İkrime de şöyle demektedir: Ahzab gecesi güney (rüzgarı), kuzey (rüzgarına) şöyle seslendi: Haydi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yardımına git. Bu sefer kuzey (rüzgarı) şöyle dedi: Kuzey rüzgarı geceleyin yol almaz. Bundan dolayı üzerlerine gönderilen rüzgar saba rüzgarı idi.

Said b. Cubeyr de İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ben saba rüzgarı ile yardıma mazhar oldum, Âd de (batı tarafından esen) debûr rüzgarı ile helâk edildi." Müslim, II, 617; ed-Deylemî, el-Firdevs, IV, 279.

Bu rüzgar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bir mucizesi idi. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile müslümanlar rüzgarın estiği yere çok yakın idiler. Hatta ikisi arasında sadece hendek bulunuyordu. Fakat müslümanlar o rüzgarın getirdiği felaketten yana afiyette idiler ve hatta o rüzgarın esişinden haberleri dahi olmadı.

"Ve görmediğiniz ordular" âyetinde yer alan:

"Görmediğiniz" âyeti "ya" ile de okunmuştur ki, müşriklerin görmediği (ordular) demektir.

Müfessirler dedi ki: Yüce Allah üzerlerine melekleri gönderdi ve bu melekler çadırlarının kazıklarını söktü. Çadırların iplerini kopardı, ateşleri söndürdü, kazanları devirdi, atlar birbirine girdi. Yüce Allah üzerlerine korkuyu saldı. Karargâhın herbir yanında melekler çokça tekbir getirdi. Öyle ki, herbir çadırın başkanı: Ey filan oğulları, yanıma geliniz! diyordu. Yanına geldiklerinde de onlara: Kurtulmaya bakın, kurtulmaya! diyordu. Buna sebeb ise yüce Allah'ın kalblerine saldığı korku idi.

"Allah ne yaptığınızı çok iyi görendir" âyetinde yer alan

"yaptığınız" anlamına gelen âyet "te" ile değil de "ya" ile: "Yaptıkları" şeklinde haber kipi olarak gelmiştir ki; bu da Ebû Amr'ın kıraatidir, diğerleri ise "te" ile okumuşlardır. Maksat ise hendeği kazmaları ve düşmanlarına karşı kendilerini korumaya almalarıydı.

10

Hani onlar size hem üstünüzden, hem alt tarafınızdan gelmişlerdi. O vakit gözler yerinden kaymış, yürekler de gırtlaklara varmıştı. Allah hakkında da türlü zanlarda bulunuyordunuz.

"Hani onlar size hem üstünüzden, hem alt tarafınızdan gelmişlerdi"

âyetindeki:

"Hani" lâfzı "hatırla" anlamında nasb konumundadır. Aynı şekilde:

"Hani onlardan bir kesim de şöyle demişti" (el-Ahzab, 33/13) âyetinde de böyledir.

"Üstünüzden" âyeti, vadinin üst tarafından, demektir. Bu da doğu tarafında, vadinin üst tarafı olup oradan Nasroğulları ile birlikte Avf b. Malik ile Necidlilerle beraber Uyeyne b. Hısn, Esedoğulları başında Tulayha b. Huveylid el-Esedî gelmişti.

"Hem alt tarafınızdan" yani batı cihetinde vadinin iç tarafından demektir. O taraftan Mekkelilerin başında Ebû Süfyan b. Harb ile Kureyşlilerin başında Yezid b. Cahş olduğu halde gelmişlerdi. Ebû'l-A'ver es-Sülemî de yahudi Huyey b. Ahtab ile birlikte gelmişti. Huyey de Kureyzaoğulları yahudileri başında idi. Beraberlerinde hendeğin ön tarafından Âmir b. et-Tufeyl de gelmişti.

"O vakit gözler yerinden kaymış" yani göz bebekleri normalin dışında verinden fırlamıştı. Meyletmiş (kaymış) ve aşırı korkudan dolayı dehşete düştüğünden ötürü düşmanından başka hiçbir kimseyi görmeyecek hale gelmiş

"yürekler de gırtlaklara varmıştı." Yani yürekler gırtlaklara ulaşıncaya kadar göğüslerdeki yerlerinden ayrılmıştı.

Gırtlaklar"ın tekili; dır.

Eğer gırtlakların darlığı olmasaydı, yürekler oradan çıkıp dışarı fırlayacaktı. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Şöyle de açıklanmıştır: Bu Arapların;

"Neredeyse" takdiri ile kullandıkları üsluba uygun olarak mübalağa anlamındadır. Nitekim şair şöyle demiştir:

"Eğer biz Mudarlılara ait bir öfke ile öfkelenecek olursak,

Güneşin örtüsünü parçalarız yahut ta kan damlar."

Yani kan damlamasına az kalır.

Denildiğine göre; korku esnasında ciğer şişer ve kalb -meselâ- hemen hemen gırtlağa ulaşacak noktaya varıncaya kadar yerinden yukarı doğru çıkar. Bundan dolayı korkak kimse için: Ciğeri şişti, denilir.

Bir başka açıklamaya göre; hayat devam etmekle birlikte kalbler yerlerinden ayrılmasalar bile, kalblerin gırtlaklara vardığı ifadesi kullanılarak, aşırı korku bir misal ile anlatılır. Bu anlamdaki bir açıklamayı İkrime yapmıştır.

Hammâd b. Zeyd, Eyyub'dan, o İkrime'den, korkusu en ileri dereceye ulaşmıştır, diye açıkladığını nakletmiştir.

Daha kuvvetli görünen bu ifade ile kalbin tedirginliği ve çarpıntısı anlatılmak istenmiştir. Yani aşırı derecedeki çarpıntısı dolayısıyla âdeta gırtlağa varmış gibidir. ile gırtlak demek olup boğazın baş tarafıdır.

"Allah hakkında da türlü zanlarda bulunuyordunuz." el-Hasen dedi ki: Münafıklar müslümanların toptan imha edileceklerini zannediyolar, müslümanlar da ilâhî yardıma mazhar olacaklarına inanıyorlardı.

Bu âyetin (yalnızca) münafıklara bir hitab olduğu da söylenmiştir. Yani sizler Muhammed ve ashabı helâk oldular demiştiniz.

Kıraat âlimleri yüce Allah'ın:

"Türlü zanlar" ile sûrenin sonlarında gelecek olan:

"Rasûle" (el-Ahzab, 33/66) ile;

"Yoldan" (el-Ahzab, 33/67) âyetlerinin okunuşu hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Nafî' ile İbn Amir ister vakıf, ister vasıl halinde bu kelimelerin "elif'lerini isbat ile okumuşlardır. Bu kıraat Ebû Amr ile el-Kisaî'den de rivâyet edilmiştir. Bu okuyuş Mushaf'ın yani Osman (radıyallahü anh)'ın yazdırdığı hattı ile her taraftaki bütün ıshafların hattına binaen böyle okunmuştur. Ebû Ubeyd de bunu tercih etmiş, ancak şöyle demiştir: Kur'ân okuyan kimsenin bunları okuduktan sonra kıraate devam etmeyip bunlar üzerinde vakıf yapması gerekir. Derler ki: Çünkü Araplar böyle bir okuyuşu şiirlerinin ve mısralarının kafiyelerinde izlerler. Şair şöyle demiştir:

"Geri dönen gebe develeri biz getirdik,

Sonra gelenler öncekileri yola koyuyordu."

Ebû Amr, el-Cahderî, Yakub ve Hamza ise hem vasıl, hem vakıf halinde bu "elifleri hazfederek okumuşlar ve şöyle demişlerdir: Bu 'elifler yüce Allah'ın:

"Aranıza... muhakkak koşarlardı" (et-Tevbe, 9/47) âyetinde olduğu gibi, fazladan yazılmıştır. Burada da ve başka yerlerde de bu şekilde yazdıkları vardır. Şiire gelince, orası zaruretin sözkonusu olduğu bir yerdir. Kur'ân-ı Kerîm böyle değildir, o en fasih üslûb ile gelmiştir, onda zaruret diye bir şey de yoktur.

İbnu'l-Enbarî dedi ki: "Elif'siz olarak; " Zanlar, yol, rasûl" kelimelerini okuyanlar bu üçünde mushafın hattına muhalefet etmez. Her üçünün de mushaftaki hatları "elif" ile olmakla birlikte bu böyledir. Çünkü: "İtaat ettik" lâfzındaki "elif" ile; "Rasûl, zanlar ve yol" kelimelerinin baş taraflarında yer alan "elif", sonda gelen (zaid ve) "mütetarrife" diye bilinen "elifin yerini tutar. Tıpkı "Ebû Câd (Ebced)"deki "elifin "hevvâz (hevvez)"in "elifine ihtiyaç bırakmaması gibidir.

Bu hususta (lehe olmak üzere) bir delil daha vardır. "Elif" hem fetha, hem de niyette onu düşürmek maksadı olmakla birlikte, harekeden önce gelip destek olmak üzere ilave edilen (harf) durumundadır. Böyle bir uygulama yapıldığı takdirde fetha ile birlikte gelen "elif", tıpkı tek bir şey gibidir. Vakıf yapılması halinde düşmesi gerekir. Hatta "elifin şekil olarak bulunması, lafızda bir yer tutmasını gerektirmez. Bu "elif" tıpkı;

"İki sihirbaz" (el-Kasas, 28/48)

"Göklerin ve yerin yaratıcısı" (Fatır, 35/1) :1e " Mûsa'ya vaad etmiştik" (el-A'raf, 7/142) âyetinde ve runlara benzer lâfız itibariyle bulunduğu halde, hatta yazılmayan kelimeleriekı "eliflere benzer. Bu gibi "elifler lâfzan var olmakla birlikte hattan ıs edilirler (yazılmazlar).

Bu hususta üçüncü bir delil daha vardır. O da şudur: Burada "elifler: "Adam ile karşılaştım" diyenlerin söyleyişine göre yazılmış, fa aynı ifadeyi "elifsiz olarak diye okuyanların şivesine göre okunmuştur.

Bize Ahmed b. Yahya, dilbilginlerinden bir topluluktan naklen şunu haber verdi: Bu bilginler Araplardan -"vav"lı olarak-: "Adam kalktı" ve "ya"lı olarak: "Adama uğradım" dediklerini ve vasıl ve vakıf halinde de böyle kullandıklarını rivâyet etmektedirler. Aynı şekilde her iki halde de: "Adamla karşılaştım" kullanımını da rivâyet ederler. Şair de şöyle demektedir:

"Ey babası hakkında soru soran, Umeyra,

Ordu arasında, binekleri sırtında olanlara soru soran."

Görüldüğü gibi burada bu kullanıma göre bu beyitin son kelimesini "elif'li olarak kullanmıştır. Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Süreyya yıldızının arkasında Cevza çıktı mı?

Ben Fatıma ailesi hakkında çeşitli zanlarda bulunurum."

İşte Nâfî' ve başkaları, kıraatlerinde bu söyleyişi benimserler. İbn Kesîr, İbn Muhaysın ve el-Kisaî ise bu "elif'i vakıf halinde isbat ederler, vasıl halinde hazfederler.

İbnu'l-Enbârî dedi ki: Vasıl halinde "elif'i okumayıp, vakıf halinde okuyanın kıraatine gelince, bu şekilde okuyanlar şöylece delil gösterebilirler: Son harfin fetha olan harekesinin kalmasını istediklerinden dolayı, sekt (susmak) halinde "elife ihtiyaç duyarlar. Çünkü "elif" fethayı destekler ve pekiştirir.

11

İşte orada mü’minler imtihan edilmiş ve şiddetli şekilde sarsılmışlardı.

"Burası, burada" yakın mekân için kullanılır.

"Orada" ise uzak mekân için kullanılır. "Şurası, şurada" ise orta uzaklıktaki mekan için kullanılır. Bunlarla zamana da işaret edilir. İşte o sırada kimlerin ihlâslı, kimlerin münafık olduklarının ortaya çıkartılması için mü’minler sınandı, demektir. Burada sınama korku, Savaş, açlık, kuşatma ve çarpışmak için aşağı inme şeklinde idi.

"Ve şiddetli şekilde sarsılmışlardı." Yani sarsıldıkça sarsılmışlardı.

ez-Zeccâc dedi ki: "Fi'lâl" vezninden gelen mudaaf herbir mastarın (ilk harfinin) üstün gelmesi de esreli gelmesi de mümkündür.

Mesela: "Onu hareket ettirdim, hareket eıtırmek: sarsıldılar, sarsmak, sarsılmak" gibi. Bununla birlikte esreli gelmesi daha uygundur. Çünkü (bu tür) mudaaf olmayanların mastarları esreli gelir. Onu yuvarladım yuvarlamak" gibi.

 şdiaai şeacüûe sz £cr.c. cirk "ze" har olarak atommuş:jc Âltt- 't C^r.ccr: : rcr.u "ze" harfim üstün dıwe cfajmıiLsşİArar Ibr. üirr. ic-i: . Kcrk'j sebebiyle oldukça şiddetli bir şekilde sarsıldılar, hareket ettirdiler demektir.

ed-Dahhak dedi ki: En. hendeğin bulunduğu yer müstesna, onların kalabilecekleri hiçbir yer sözkonusu olmayacak şekilde, yerlerinden ayrılmak durumunda bırakılmalarıdır- Bir başka açıklamaya göre; onların içinde bulundukları halde sarsıntı içerisinde olmalarıdır. Onlardan kimisi kendi manevi halinde nefsinde sarsıntıya uğratıldı. Kimisi de dini bakımından sarsıntıya uğramıştır.

"Orada" lâfzında

"İmtihan ediliş" âyetinin âmil olması mümkündür. O takdirde "orada" anlamındaki lâfız üzerinde vakıf yapılmaz.

"Allah hakkında da türlü zanlar besliyordunuz" âyetinin da amil olması mümkündür. O takdirde

"orada" anlamındaki lâfız üzerinde vakıf yapılabilir.

12

O zaman münafıklar ve kalblerinde hastalık bulunanlar: "Allah ve Rasûlü bize bir aldatıştan başka bir şey vaadetmemiştir" diyorlardı.

"O zaman münafıklar ve kalblerinde" şüphe ve münafıklık

"hastalık"ı

"bulunanlar, Allah ve Rasûlü bize bir aldatıştan" batıl sözlerden

"başka bir şey vaadetmemiştir, diyorlardı."

Şöyle ki: Tu'me b. Ubeyrık, Muattib b. Kuşeyr ve yaklaşık yetmiş kişilik bir topluluk, Hendek gününde şöyle demişlerdi: Bizden herhangi bir kişi def-i hacet için dahi çıkamıyor iken, nasıl olur da bize Kisra ve Kayser'in hazinelerini vaadedebiliyor? Onlar bu sözlerini, -Nesâî'nin kaydettiği ve az önce sunduğumuz hadiste belirtildiği üzere- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kayayı parçalaması esnasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın söylediği sözlerin, ashab-ı kiram arasında yayılması üzerine söylemişlerdi. Yüce Allah, bunun üzerine bu âyet-i kerîmeyi indirdi.

13

Hani onlardan bir kesim de şöyle demişti: "Ey Yesribliler! Burası sizin için durulacak bir yer değildir. Hemen dönünüz." İçlerinden bir kısmı da Peygamber'den izin isteyerek diyordu ki: "Gerçekten evlerimiz korumasızdır." Halbuki evleri korumasız değildir. Onlar kaçmaktan başka bir şey istemiyorlardı.

"Hani onlardan bir kesim de şöyle demişti: Ey Yesribliler! Burası sizin için durulacak yer değildir. Hemen dönünüz" âyetinde geçen "Taife: Bir kesim" bir ve daha fazla kimse hakkında kullanılır. Burada, eş-Şemmah'ın hakkında şu beyiti söylediği Arabe b. Evs'in babası olan Evs b. Kayzî kastedilmiştir:

"Şan ve şeref için bir sancak yükseltildi mi,

Arâbe hemen onu sağ eliyle karşılar."

"Yesrib" Medine'nin kendisidir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona "Taybe ve Tâbe" İsimlerinı vermiştir. Ebû Ubeyde dedi ki: Yesrib bir yerin adıdır, Medine de onun bir kısmıdır.

es-Süheylî dedi ki: Buraya Yesrib adının veriliş sebebi orada yerleşen Amalika'ya mensub kişinin adının Yesrib b. Amîl b. Mehlâîl b. Avad b. Amlâk b. Lâvez b. İrem oluşundan dolayıdır. Bu isimlerin bazılarında ihtilaf vardır. Amîl oğulları ise el-Cuhfe denilen yere yerleşmişlerdir. Buraya bu ismin veriliş sebebi ise, sellerin onları burada alıp götürmeleridir. İşte bundan ötürü buraya da "el-Cuhfe" denilmiştir.

"Burası sizin için durulacak bir yer değildir" âyetinde geçen

"Durulacak yer" âyeti genel olarak "mim" harfi üstün olarak okunmuştur, Hafs, es-Sülemî, el-Cahderî ve Ebû Hayve ise "mim" harfini ötreli olarak kümedir d.:İkamet etti. eder" den mastar olur. Yani siz burada kalamazsınız, ikamet edemezsiniz, yahut içinde ikamet olunan yer, demek olur.

Scbch1 vktuctjblS'i: <tffMWiKÛT * 3>c'V.c_£.c rcvî^mt>cr ' (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kararga-fcjMipiMiıaaılüaınıımııı. ıtıppttbııı^ c«oıjitar. Ircı Arcuia occiı ki: Yahudiler Abdullah 1b Oamnr b Sndl'uı mle jjk-i'iiışiiarı diğer münafıklara şöyle demişlerdi: Ebû Strfraını ve jitı-dısılarınırı elleriyle kendinizi ölüme teslim etmenize sizi iten jan&jijıtj üıydb Medine'ye geri dönünüz. Bizler onlarla (Kureyşlilerle) birlikte-tiz. size biz eman veriyoruz.

"İçlerinden bir kısmı da Peygamber'den" Medine'de evlerine dönmek maksİsmi ile

"izin isteyerek..." Bunlar ise İbn Abbâs'a göre Harise b. el-Hânsoğulları idiler. Yezid b. Rûmân şöyle demiştir: Bu sözleri kavminden bir topluluk için Evs b. Kayzî söylemişti.

"Diyordu ki: Gerçekten evlerimiz korumasızdır." Sağlam olmayıp taarruza uğramaya müsaittir ve evlerimiz düşmana yakın tarafta bulunmaktadır.

Şöyle de açıklanmıştır: Erkek bulunmadığı için hırsızların hırsızlık yapmalarına müsaittir.

Girilmesi kolay bir ev" anlamındadır. "O yere girmek kolay oldu" denilir. Böyle bir yere de: " Orası girilmesi kolay bir yerdir" denilir, "Girilmesi kolay, korumasız evler" demek olur. "Girilmesi kolay oldu, korumasız kaldı" denilir. "Girilmesi kolay olan, korumasız olan" demektir. Bir görüşe göre; tabiri Korumasız, güvenliksiz" anlamındadır. Başkasına karşı koruması olmayan, mestur da olmayan şeye; "Avret" denilir. Bu açıklamaları el-Herevî yapmıştır.

İbn Abbâs, İkrime, Mücahid, Ebû Recâ el-Utaridî bu lâfzı "vav" harfi sakin olarak değil de esreli olarak; diye okumuşlardır. Bu da pek sağlam olmayan, duvarları kısa ev demektir. Araplar sağlam olmayan evler hakkında "Filanın evi sağlam değildir" derler. tabiri indirdiği darbe veya mızrak yahut kılıç saplamasında pek sağlamlık görülmeyen kimsenin halini anlatmak için kullanılır. Şair şöyle demiştir:

"Onlarla karşılaştığın zaman evde darbelerinde tutarsızlık olan kimse görmezsin,

Ne misafirin bir yürek yarası aldığını, ne de komşunun dul bırakılmış olduğunu "

el-Cevherî dedi ki: Avret; gerek sınır, gerek Savaş esnasında tehlike geleceğinden korkulan herhangi bir aksaklık demektir.

en-Nehhâs dedi ki: Bir avret (tutarsızlık, gevşeklik) görüldüğü takdirde o yer hakkında; denilir. Yine dengesizlik ve aksaklık görülmesi halinde süvari hakkında da; denilir.

el-Mehdevî dedi ki: "Avref'in kullanımında "vav" harfinin esreli okunması şaz'dır. "Hiçbir şeyi bulunmayan adam" demek de bu kabildendir. Kıyasa göre bunun illetli bir fiil olduğu kabul edilerek i'lal yapılıp denilmesi gerekirdi. "Rüzgarlı gün" ve: "Çok malı olan adam" gibi. Buradaki illetli her iki kelimenin aslı ise sırasıyla; ile dır.

Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Halbuki evleri korumasız değildir." Bu âyetle onları yalanlamakta ve sözünü ettikleri hususları doğru olmadığı için reddetmektedir.

"Onlar kaçmaktan başka bir şey istemiyorlardı." Yani onların tek istedikleri şey, kaçıp gitmekti. Neden kaçtıkları hususunda da ölümden kaçmak istiyorlardı, diye açıklandığı gibi, dinden kaçmak istiyorlardı, diye de açıklanmıştır.

en-Nekkaş'ın naklettiğine göre, bu âyet-i kerîme ensardan iki kabile olan Hariseoğulları ile Selimeoğulları hakkında nazil olmuştur. Bunlar Hendek günü bulundukları yeri terketmek istemişlerdi. Nitekim:

"O zaman içinizden iki zümre bozulmaya yüz tutmuştu" (Al-i İmrân, 3/122) âyetini de yüce Allah, onlar hakkında indirmiştir. Bu âyet-i kerîme nazil olunca, onlar şöyle demişlerdi: Allah'a yemin olsun içimizden geçirdiklerimizden ötürü rahatsız değiliz. Çünkü Allah (âyetin devamında belirtildiği üzere), artık bizim velimizdir.

es-Süddî dedi ki: Aralarından Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan izin isteyen kişi Hariseoğullarından ensara mensub iki şahıs idiler. Bunlardan birisi Ebû Arâbe b. Evs, diğeri ise Evs b. Kayzî'dir. ed-Dahhak dedi ki: Onun izni olmaksızın da seksen kişi geri dönmüştü.

14

Eğer etrafından üzerlerine girilmiş olsa idi, sonra da onlardan fitne istense idi, -bu hususta geçirecekleri az bir süre müstesnâ- elbette ona giderlerdi.

"Eğer etrafından" evlerinin yahut Medine'nin etrafından veya kıyılarından, köşelerinden

"üzerlerine girilmiş olsa idi..."

Burada; "Etraf -kenarlar, kıyılar-"ın tekili; olup, "yan ve kenar" demektir. da aynı kelimenin bir söyleyişidir.

"Sonra onlardan fitne istense idi... elbette ona giderlerdi." Fitneye gelirlerdi. Bu anlam; şeklindeki Nâfî' ve İbn Kesîr'in kasr ile okuyuşlarına göredir. (Mealde de böyledir).

Diğerleri ise med ile okumuşlardır. Yani onlar bunu kendi öz nefislerinden verirlerdi. Ebû Ubeyd ile Ebû Hatim'in tercih ettiği kıraat budur. Hadîs-i şerîfte belirtildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı Allah'ın dini uğrunda işkencelere maruz bırakılırlar ve şirk koşmaları istenirdi. Bilal müstesna, herkes onların istediklerini yaptı. Bu rivâyette bunun "vermek" anlamındaki med ile okuyuşa bir delil vardır. Kasr ile (gitmek anlamı ile) okumaya (bir sonraki âyette yer alan):

"Halbuki onlar yemin olsun ki, bundan önce yüz çevirmemek üzere Allah'a söz vermişlerdi" (el-Ahzab, 33/15) âyeti delil teşkil etmektedir. İşte bu; "Elbette ona giderlerdi" lâfzındaki hemzenin kasr ile olduğunu göstermektedir.

Burada sözü edilen "fitne"nin ne olduğu hususunda iki görüş vardır. Birincisi, eğer kavmiyet asabiyeti ile Savaşmaları istenmiş olsaydı, bu çağrıya çabucak cevap verip giderlerdi. Bu açıklamayı ed-Dahhak yapmıştır. İkincisine göre, sonra onlardan şirk koşmaları istenseydi, çabucak bu isteği yerine getirirlerdi. Bu açıklamayı da el-Hasen yapmıştır.

"Bu hususta geçirecekleri az bir süre müstesna." Yani küfre saptıktan sonra Medine'de ancak az bir süre kalabilecekler ve sonradan helâk olacaklardı. Bu açıklamayı es-Süddî, el-Kuteybî, el-Hasen ve el-Ferrâ'' yapmıştır.

Müfessirlerin çoğunluğu ise şöyle demişlerdir: Şirk fitnesinden çok az bir süre dışında uzak kalmazlar ve hemen şirke yapılan daveti çabucak, hızlıca. kabul ederlerdi. Buna sebeb ise niyetlerinin zayıflığı, münafıklıklarının ileri derecede oluşudur. Eğer Ahzab aralarına girip birbirlerine karışacak olurlarsa, hiç şüphesiz açıktan açığa küfürlerini izhar ederler.

15

Halbuki onlar, yemin olsun ki, bundan önce yüz çevirmemek üzere Allah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen söz ise sorulur.

"Halbuki onlar yemin olsun ki bundan" yani Bedirden sonra ve Hendek gazvesinden

"önce yüz çevirmemek üzere Allah'a söz vermişlerdi." Katade dedi ki: Bununla kastedilen şudur: Bedir'e katılmamışlar, fakat Bedir'e katılanlara yüce Allah'ın zafer ve ihsanlarda bulunduğunu gördüklerinde: Eğer Allah'ın izniyle bir Savaşa katılacak olursak, hiç şüphesiz fevkalade çarpışacağız, demişlerdi.

Yezid b. Rûmân dedi ki: Bunlar Hariseoğullarıdır. Uhud günü Selimeoğullarıyla birlikte geri çekilmek istemişlerdi. Haklarında bilinen âyetler nazil olunca, yüce Allah'a benzeri bir işi yapmayacaklarına dair söz verdiler. İşte yüce Allah onlara kendi kendilerine vermiş oldukları sözü böylece hatırlatmış olmaktadır.

"Allah'a verilen söz ise sorulur." Bundan dolayı sorumluluk vardır. Mukâtil ile el-Kelbî dediler ki: Sözü edilen bu şahıslar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Akabe gecesinde bey'atte bulunan ve şu sözleri söyleyen kimselerdir: Kendin için de, Rabbin için de dilediğin şartı koş. Peygamber de şöyle buyurmuştu: "Rabbim için yalnız O'na ibadet edip O'na hiçbir şeyi ortak koşmamanızı şart koşuyorum. Kendim için de hanımlarınızı, mallarınızı ve çocuklarınızı koruduğunuz gibi beni korumanızı şart koşuyorum." Bunun üzerine: Ey Allah'ın Peygamberi! Biz bunu yapacak olursak, bizim için ne vardır? Şöyle buyurdu: "Dünyada Allah'ın yardımı ve zafer, âhirette ise cennet vardır." İşte yüce Allah'ın:

"Allah'a verilen söz ise sorulur" âyeti buna işarettir. Yani muhakkak yüce Allah kıyâmet gününde onları bu sözleri dolayısıyla (yerine getirip getirmemeleri bakımından) sorumlu tutacaktır.

16

De ki: "Eğer siz ölümden yahut öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçışın size asla faydası olmaz. O takdirde de ancak pek az faydalandırılırsınız."

"De ki: Eğer siz ölümden yahut öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçışın size asla faydası olmaz." Yani eceli gelen ölür veya öldürülür, kaçışın faydası yoktur.

"O takdirde de ancak pek az faydalandırılırsınız." Yani kaçıştan sonra ecelleriniz sona erinceye kadar dünyada elde edeceğiniz fayda pek azdır. Esasen gelecek olan herşey yakın demektir.

es-Sâcî, Yakub el-Hadremî'den, "O takdirde de ancak pek az faydalandırılırlar" şeklinde (muhatab te'si yerine) "ya" ile okumuştur. Bazı rivâyetlerde ise; şeklinde; dolayısıyla nasb ile gelmiştir. Ref ile okunması ise; anlamındadır. de amel etmemiş olur (mulğa). Bununla birlikte amel ettirilmesi de caizdir. Ondan önce "vav" ile "fe" harflerinin bulunması halinde hükmü budur. Şayet başta gelecek olursa, o vakit bu edat dolayısıyla (muzari fiil) nasb edilir ve: "O takdirde ben de sana ikram ederim" denilir.

17

De ki: "Hakkınızda bir fenalık dilerse yahut sizin için bir rahmet murad ederse, sizi Allah'a karşı kim koruyabilir?" Onlar kendileri için Allah'tan başka bir dost ve bir yardımcı bulamazlar.

"De ki: Hakkınızda bir fenalık" helâk ediş

"dilerse yahut sizin için bir rahmet" hayır, yardım, zafer ve afiyet

"murad ederse, sizi Allah'a karşı kim koruyabilir?" O'nun hakkınızda dilediğini uygulamasına kim engel olabilir?

"Onlar kendileri için Allah'tan başka bir dost ve bir yardımcı bulamazlar." Ne bir yakınları onlara fayda sağlayabilir, ne de bir yardımcı onlara yardım edebilir.

18

İçinizden engelleyenleri ve kardeşlerine: "Yanımıza gelin" diyenleri Allah elbette bilir. Zaten bunlar ancak pek az Savaşırlar.

"İçinizden engelleyenleri" aranızdan itiraz edenleri

"...Allah elbette bilir." Bunlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karşı engelleyici bir tutum takınıyorlardı.

(Burada "engelleyenler" anlamı verilen kelime); "Beni bu işten engelledi, alıkoydu" tabirinden türetilmiştir. "Çokça engelledi" anlamındadır. (Âyet-i kerîmede lâfız bu kiptendir).

"Ve kardeşlerine yanımıza gelin diyenleri" âyetindeki:

"Yanımıza gelin" kullanımı Hicazlıların söyleyişidir. Başkaları ise çoğul için: kadın için de: derler. Çünkü uyarmak maksİsmi ile kullanılan: ye ilave edilmiş, sonra da hafifletmek maksadıyla (he'den sonraki) "elif" hazfedilmiş ve fetha üzerine bina edilmiştir. Bunda ne esrelik, ne de ötrelik câiz değildir. Çünkü bunun çekimi yapılmaz, "Bana gel" demektir.

Bu kabilden olanlar iki kesim idiler. Yani aranızdan Savaşa gitmekten alıkoyan ve engelleyen kimseler vardır.

"Engellemek ve alıkoymak" anlamındadır. Aynı anlamda olmak üzere: "Onu engelledi, engeller" denilir.

Mukâtil dedi ki: Bunlar Abdullah b. Ubeyy ve münafık arkadaşlarıdır.

"Kardeşlerine yanımıza gelin diyenler"in kimlikleri hususunda üç görüş vardır:

1- Bunlar münafıklardır. Müslümanlara: Muhammed ve onun arkadaşları bir başla doyacak kadar az sayıda kimselerdir. O da, beraberindekiler de mutlaka helâk olacaklardır. O bakımdan siz yanımıza gelin.

2- Bunlar Kureyzaoğullarına mensub yahudilerdir. Münafıklardan kardeşlerine: Bize gelin, demişlerdi. Yani siz Muhammed'den ayrılıp bize katılın, çünkü o helâk olacaktır. Ebû Süfyan da zafer kazanacak olursa, sizden kimseyi geriye bırakmayacaktır.

3- İbn Zeyd'in naklettiğine göre; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından birisi mızraklarla kılıçlar arasında bulunuyorken anne-baba bir kardeşi ona: Sen yanıma gel, sen de arkadaşın da etrafınız sarılmış, kuşatılmış bulunuyorsunuz, demişti. Bu zor durumdaki kardeşi de ona: Yalan söylüyorsun, Allah'a yemin ederim, senin bu durumunu ona haber vereceğim, demiş ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına durumu haber vermek üzere gitmişken Cebrâîl (aleyhisselâm)'ın onun üzerine yüce Allah'ın:

"İçinizden engelleyenleri ve kardeşlerine: Yanımıza gelin, diyenleri Allah elbette bilir" âyetinin indirilmiş olduğunu gördü. Bunu el-Maverdî ve es-Sa'lebî zikretmişlerdir.

es-Sa'lebî'nin lâfzı da şöyledir: İbn Zeyd dedi ki: Bu Ahzab günü olmuştu. Bir adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanından ayrılmış, gitmişti. Kardeşinin önünde bir ekmek, közde pişirilmiş bir parça et ve nebiz olduğunu gördü, ona, biz mızraklarla kılıçlar arasında iken sen bu haldesin öyle mi? deyince, kardeşi: O zaman sen bana gel. Senin de, arkadaşlarının da etrafınız sarılmış bulunuyor. Hakkında yemin ettiğin zatın adına ben de yemin ederim ki, Muhammed bu işi asla eline geçiremeyecektir, dedi. Bu sefer kardeşi ona: Yalan söyledin, deyip Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a durumu haber vermek üzere gittiğinde Cebrâîl'in ona bu âyet-i kerîmeyi indirmiş olduğunu gördü.

"Zaten bunlar" ölümden korktukları için

"ancak pek az Savaşırlar." Savaşa riyakarlık olsun ve başkaları desinler diye katılırlar, diye de açıklanmıştır.

19

Onlar size karşı cimrilik ederek gelirler. Korku geldiğinde ölümden üstüne baygınlık çökmüş gibi, gözleri dönmüş halde sana baktıklarını görürsün. O korku gidince de hayra karşı oldukça düşkün kimseler olarak keskin dillerle sizi incitirler. İşte bunlar îmana gelmemişlerdir. Bu nedenle Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır. Bu, Allah için pek kolaydır.

"Onlar size karşı cimrilik ederek gelirler." Size karşı cimrilik ederler, yani hendeğin kazılması işinde Allah yolunda gerekli harcamaları yapmakta cimrilik gösterirler. Bu açıklamayı Mücahid ve Katade yapmıştır. Sizinle birlikte Savaşmak hususunda, diye açıklandığı gibi, aranızdaki fakir ve yoksullara infakta bulunmakta cimrilik ederler, diye de açıklanmıştır. Ganimet elde ettikleri takdirde cimrilik gösterirler, diye de açıklanmıştır ki, bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır.

"Cimrilik ederek" lâfzı hal olarak nasbedilmiştir. ez-Zeccâc dedi ki: el-Ferrâ''ya göre bunun nasb ile gelmesi dört bakımdandır:

1- Yermek dolayısıyla mansub gelmiştir.

2- "Cimrilik ederek engellerler" anlamında nasb ile gelmiş olması da ona göre mümkündür.

3- "Cimrilik ederek... söyleyenler" takdirinde olması da mümkündür.

4- Ona göre; "Zaten bunlar ancak" cimrilik ederek "pek az Savaşırlar" şeklinde olması da mümkündür. Yani onlar ancak fakirlerin aleyhine ganimet hususunda cimrilik ederek Savaşa gelirler, demek olur.

en-Nehhâs da şöyle demektedir: Bu lafızda "engelleyenlerin de "diyenler" lâfzının da âmil olması sıla ile mevsulün birbirinden ayrılmaması için câiz değildir.

İbnu’l-Enbarî dedi ki: "Ancak pek az" anlamındaki lâfız üzerinde yapılacak vakıf, tam vakıf olamaz. Çünkü "cimrilik ederek" âyeti ilkine taalluk etmektedir. Buna göre bunun nasb ile gelmesi dört türlü açıklanabilir:

1- "Engelleyenler" anlamındaki lâfızdan kat' ile nasbetmek. Buna göre: Allah Savaştan engelleyen kimseleri ve müslüman fakirlere harcamak hususunda cimrilik edenleri bilir, demiş gibidir.

2- "Diyenleri" lâfzından kat' ile nasb ile gelmiş olması mümkündür. "Onlar cimrilik edenler olarak (diyenlerdir)" takdirinde olur.

3- "Savaşırlar" lâfzındaki zamirden kat' ile nasbedilmesi caizdir. Onlar Savaşa ancak korkaklar ve cimriler oldukları halde gelirler denilmiş gibidir.

4- "Cimrilik ederek" lâfzı zem (yergi) olmak üzere nasb edilebilir. Bu dördüncü açıklamaya göre yüce Allah'ın:

"Ancak pek az (Savaşırlar)" âyeti üzerinde vakıf yapmak güzeldir. "Onlar size karşı cimrilik ederek gelirler" âyetinde vakıf güzeldir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın:

"Hayra karşı oldukça düşkün kimseler olarak" âyetidir. Bu da; "sizi incitirler" âyetindeki zamirden haldir ve onun âmili de budur.

"Korku geldiğinde ölümden üstüne baygınlık çökmüş kimse gibi, gözleri dönmüş halde sana baktıklarını görürsün" âyeti ile yüce Allah onları korkaklıkla nitelendirmektedir. Korkak kimselerin özelliği budur. O keskin bir şekilde sağa ve sola bakar. Baygın dahi düşebilir.

"Korku"(nun sebebi) hakkında iki görüş vardır. Birinci görüşe göre bu gelen düşmanla Savaşmak korkusudur. Bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır. İkincisine göre bu, galib gelmesi halinde peygamberden korkmaktır. Bu açıklamayı da İbn Şecere yapmıştır. Akılları başlarından gittiği için "gözleri dönmüş halde" birinci görüşe göre Savaş korkusuyla, ikinci görüşe göre de peygamberden korktukları için "sana baktıklarını görürsün." Öyle ki onlar başka herhangi bir tarafa bakamayacak haldedirler. Bir diğer açıklamaya göre; dört bir yandan ölüm gelir korkusu ile aşırı derecede korktukları için bu haldedirler.

"O korku gidince de... keskin dillerle sizi incitirler." el-Ferrâ' "Sizi incitirler" fiilinin "sâd" harfi ile şeklinde kullanıldığını da nakletmektedir. Bir hatib beliğ bir şekilde konuşuyor ise; "Beliğ konuşan bir hatib" denilir. in asıl anlamı sestir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Sesini yükselten, başını traş eden ve elbisesini yırtan kadına Allah lanet etsin" hadisinde de bu kökten gelen lâfız kullanılmıştır. Şair el-A'şâ da şöyle demektedir:

"Şeref onlarda, cömertlik ve imdada yetişmek de onlardadır,

Hem de oldukça yüksek sesli ve beliğ hatib de."

Katade dedi ki: Bunun anlamı: Ganimetlerin paylaştırılması esnasında size dillerini alabildiğine uzatırlar ve bize de ver, bize de ver, çünkü biz de sizinle birlikte Savaşta bulunduk, derler. Ganimet paylaştırıldığı vakit en cimri kimseler ve dilleri en uzun şahsiyetlerdir. Savaş esnasında ise en korkak kimselerdir.

en-Nehhâs dedi ki: Bu güzel bir açıklamadır. Çünkü bundan sonra; "hayra karşı oldukça düşkün kimseler" diye buyurulmaktadır.

Manası: Size düşmanlık hususunda ve size karşı delil getirmekte çok aşı giderler, şeklinde olduğu da söylenmiştir. el-Kutebî der ki: Onlar ağır sözlerle size eziyet verirler, anlamındadır. "Eziyet" demektir. Şairin şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:

"Yemin olsun Hevazinlilere eziyet verdik,

Ta ki (yorgunluktan) bükülünceye kadar, acıkmış develerle."

"Hayra karşı" Yahya b. Sellâm'a göre ganimete karşı

"oldukça düşkün kimseler olarak..." Malı Allah yolunda infak etmek hususunda oldukça düşkün kimseler... diye de açıklanmıştır ki, bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır.

"İşte bunlar" zahirleri itibariyle îman etmiş olsalar dahi kalbleriyle

"îmana gelmemişlerdir." Münafık, yüce Allah kendilerini küfürle nitelendirdiğinden dolayı, gerçekte kâfirdir.

"Bu nedenle Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır." Yani amelleri dolayısıyla onlara mükâfat vermez, zira onlar bu amelleriyle Allah'ın rızasını gözetmezler.

"Bu, Allah için pek kolaydır" âyeti iki türlü açıklanabilir: Onların münafıklık etmelerinin Allah nezdindç hiçbir değerleri yoktur. İkinci açıklama ise, amellerini boşa çıkarmak Allah için pek kolay bir şeydir, şeklindedir.

20

Bunlar Ahzab'ın henüz gitmemiş olduğunu sanırlar. Eğer Ahzab tekrar gelse, çölde bedeviler arasında bulunup haberlerinizi sormak isterlerdi. Eğer aranızda olsalardı, ancak pek az Savaşırlardı.

"Bunlar" korkaklıklarından ötürü

"Ahzab'ın henüz gitmemiş olduğunu sanırlar." Her ne kadar fazla uzaklaşmamış idiyseler de- gitmiş oldukları halde Ahzab'ın gitmemiş olduklarını zannediyorlardı.

"Eğer Ahzab tekrar gelse" yani onlarla Savaşmak üzere Ahzab geri dönse

"çölde bedeviler arasında bulunup haberlerinizi sormak isterlerdi." Yanı Savaşmaktan çekindikleri, başınıza gelen musibetleri gözetleyip durdukları için bedevilerle birlikte bulunmayı temenni ederler.

Talha b. Mûsarrif "Keşke onlar bedeviler arasında, bedevi bulunmuş olsalardı" diye okumuştur. "Çölde bulunan, yaşayan" denilir, çoğulu da; ...diye gelir. Tıpkı; "Gazi" kelimesinin çoğulunun: diye gelmesi gibi. Bununla birlikte bu: "Oruç tutan ve oruç tutanlar" lâfzında olduğu gibi, med ile de okunabilir, "Filan kişi çöle çıktı, bedevileşti" denilir. "Bedevilik" demek olup (be harfi) esre ve üstün söylenebilir. Kelimenin aslı ise açığa çıkmak, zahir olmak, üstün olmak anlamlarını veren: den gelmektedir.

"Sormak isterler" lâfzını Ya'kub, Ruveys'ten gelen rivâyete göre;Haberlerinizi sormak isterlerdi" diye okumuştur. Yani Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a dair haberleri öğrenmek isteyeceklerdi. Muhammed ve arkadaşları helâk olmadılar mı? Ebû Süfyan ve beraberindeki Ahzab galib gelmediler mi? Yani onlar aşırı korkaklıkları dolayısıyla, Savaşta bulunmaksızın, çölde bulunsalardı da sizin haberlerinize dair soru sorup öğrenmeyi isterlerdi.

Şöyle de açıklanmıştır: Onlar korkak oldukları için; keşke ebediyyen (çölde kalıp) mü’minlerin haberlerine dair soru sormayı ve onlar Savaşta isabet almadılar mı diye öğrenmeye çalışıp durmayı dilerler.

Denildiğine göre; Hendek Savaşı'na katılmayıp Medine etrafında bulunanları, sizin haberlerinizi soruşturmaya koyuldular ve müslümanların bozguna uğramalarını, yenilmelerini temenni ettiler.

"Eğer aranızda olsalardı ancak pek az Savaşırlardı." Yani riyakârlık olsun ve denilsin diye, ok ve taş atarlardı. Şayet onlar, bu işi Allah için yapmış olsalardı bunun azı dahi çok demektir.

21

Yemin olsun ki, sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü ümid eden ve Allah'ı çokça anan kimseler için, Resûlüllah'ta güzel bir örnek vardır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Resûlüllah'ın Örnekliği:

"Yemin olsun ki, sizin için... Resûlüllah'ta güzel bir örnek vardır" âyeti Savaşa katılmayarak, Savaştan geri kalanlara bir sitemdir. Yani Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Hendek Gazvesi'ne çıkmak suretiyle Allah'ın dinine yardım etmek maksadıyla kendisini feda etmesi, sizin için uyulmaya değer güzel bir örnektir.

"Örnek, uyulan örnek, önder" demektir. Âsım bu kelimeyi hemzeyi ötreli olarak okumuş, diğerleri ise esreli okumuşlardır ki, bunlar iki söyleyiştir. el-Ferrâ''ya göre her iki söyleyişin de çoğulu aynı gelir. Ona göre tekilinde hemzeyi esreli okuyanların kıraatine göre illet, ötreli söyleyiştedir. Yani ona göre fark kelimenin "vav"lı oluşu ile "ya"lı oluşundadır. O bakımdan Araplar -vav'lı bir kelime olan "Elbise"nin çoğulunu diye getirirler. -Ye'li olan-: "Sakal"ın çoğulunu da; diye kullanırlar.

el-Cevherî der ki: ile şeklinde ötreli ve esreli kullanım, iki ayrı söyleyiştir. Bunun çoğulu ise; ve ...diye gelir.

Ukbe b. Hassan el-Hecerî, Malik b. Enes'ten, o Nafî'den, o İbn Ömer'den yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki sizin için... Resûlüllah'ta güzel bir örnek vardır" âyeti hakkında: Peygamber'in açlığında, diye açıklama yapmıştır. Bunu el-Hatib Ebubekir Ahmed zikretmiş ve şöyle demiştir: Bu rivâyeti tek başına Ukbe b. Hassan, Malik'ten rivâyet etmiştir ve ben bu hadisi bu isnaddan başka bir isnadla yazmış değilim.

2- Îman Edenler Kimi Örnek Almalı:

"Örnek"; "Kendisine uyulan örnek" anlamındadır. Kendisine uyulan, ve haline bakılarak tesellide bulunulan ve böylelikle bütün fiillerinde kendisine uyulan, bütün halleri örnek alınarak teselli bulunulan kimsedir. Mesela, onun yüzü yaralanmış, azı dişi kırılmış, amcası Hamza öldürülmüş ve aç kalmıştır. Bütün bu hallerde onun sabırlı, ecrini Allah'tan bekleyen, Allah'a şükreden ve haline razı olan bir kimse olduğu görülmüş; onun başka bir haline şahit olunmamıştır.

Enes b. Malik'in rivâyetine göre Ebû Talha şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a açlıktan dolayı şikâyette bulunduk ve herbirimiz karnına bağlamış olduğu birer taşı karnımızı açarak gösterdik. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise karnını açtığında iki taş bağlamış olduğunu gördük. Bu hadisi Ebû Îsa et-Tirmizî rivâyet etmiş olup: Garib bir hadistir demiştir. Tirmizî, IV, 585.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yüzü yaralandığında şöyle buyurmuştu: "Allahım, kavmime mağfiret buyur, çünkü onlar bilmiyorlar." Buhârî, III, 1282, VI, 2539; Müslim, III, 1417; İbn Mâce, II, 1335; Müsned, I, 180, 427, 442, 453, 456; Said b. Mansur, Sünen, II, 353. Sadece son kaynakta buradaki ifadelerce: bundan öncekilerde ise Peygamber Efendimiz geçmiş bir peygamberin halini hikave etmektedir.

"Allah'ı ve âhiret gününü ümid eden" âyeti hakkında Saîd b. Cübeyr dedi ki: Îmanı ile Allah'ın huzuruna çıkacağını uman ve yapılan işlerin karşılığının görüleceğini, öldükten sonra dirilişi tasdik eden kimseler için, demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Âhiret gününde Allah'ın sevab ve mükâfatını uman kimseler için...

İşinin erbabı olan nahivcilere göre; "Umar" fiili şayet tekil için kullanılıyor ise mutlaka "elif'siz yazılmalıdır. Çünkü "elif" ile yazılmasını gerekli kılan çoğul hali tekil şeklinde bulunmamaktadır.

"Ve Allah'ı" azabından korkarak, mükâfatını da umarak

"çokça anan kimseler için..."

Denildiğine göre: "Kimseler için" âyeti daha önce geçen: "Sizin için" lâfzından bedeldir. Ancak Basralı nahivciler bunu kabul etmezler. Çünkü gaib, muhatabdan bedel olarak getirilemez. Şu kadar var ki; "Kimseler için" lâfzındaki lâm "güzel" anlamındaki lâfza taalluk etmektedir. "Bir örnek" lâfzındaki "...dır"ın ismidir, "Sizin için" de haberdir.

Bu hitab ile kimlerin kastedildiği hususunda iki görüş vardır. Birinci görüşe göre, daha önce onlara yapılan hitaba atıf dolayısı ile maksat, münafıklardır. İkincisine göre ise, yüce Allah'ın:

"Allah'ı ve âhiret gününü ümid eden kimseler için" âyeti dolayısıyla mü’minlerdir.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın burada sözü geçen örnek alınması hususunda da görüş ayrılığı vardır. Acaba bu örnek almak gereği vücub mu ifade eder, müs-:ehablık mı ifade eder.

Bu husustaki iki görüşten birisine göre; onun örnek alınmasının müstehab olduğuna dair delil ortaya konulamadığı sürece vücub ifade eder. İkinci görüşe göre, vücub ifade ettiğine dair delil ortaya konuluncaya kadar müs-:ehablık ifade eder şeklindedir.

Dini hususlarda vücub ifade ettiği, dünyevî hususlarda da müstehablık ifade ettiği şeklinde yorumlanma ihtimali de vardır.

22

Mü’minler ise Ahzab'ı gördüklerinde: "Allah'ın ve Rasûlünün bize vaadettiği budur. Allah da, Rasûlü de doğru söylemiştir" dediler ve (bu) onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı.

"Mü’minler ise Ahzab'ı gördüklerinde" âyetinde geçen; "Gördü" fiilini Araplar arasında hemze ile med harfinin yerini değiştirerek -kalb ile- diye kullananlar da vardır.

"Allah'ın ve Rasûlünün bize vaadettiği budur" âyeti ile el-Bakara Sûresi'nde yer alan:

"Yoksa siz, sizden önce geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?" (el-Bakara, 2/214) âyetini kastetmektedir. Mü’minler Hendek gününde Ahzab'ı gördüklerinde:

"Allah'ın ve Rasûlünün bize vaadettiği budur" dediler. Bu açıklamayı Katade yapmıştır.

İkinci bir görüş daha vardır ki, bunu da Küseyyir b. Abdullah b. Amr el-Muzenî babasından, o dedesinden şöylece rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ahzab'ın anıldığı yılda bir hutbe irad edip şöyle dedi: "Cibril (aleyhisselâm)'ın bana haber verdiğine göre, benim ümmetim onlara karşı zafer elde edip onları ele geçirecektir. -Bunlarla Hire ile Kisra'nın Medain'indeki sarayları kastediyordu.- Size zafer müjdesini veriyorum." Müslümanlar buna sevindiler ve şöyle dediler: Allah'a hamdolsun, bu doğru bir vaaddir, çünkü biz önceleri muhasara altında iken bize zafer vaadolunmuş bulunuyor. Daha sonra Ahzab görününce, mü’minler:

"Allah'ın ve Rasûlünün bize vaadettiği budur" dediler. Bunu el-Maverdî zikretmiştir. el-Mâverdi, en-Nuket, IV, 389

"Bize vaadettiği" âyetinde; "Şey" eğer ism-i mevsul anlamında kabul edilecek olursa, o takdirde (aid olarak gelmesi gereken) "he" hazfedilmiş demektir. Şayet mastar anlamı verdiği kabul edilirse, ayrıca aide ihtiyacı yoktur.

"Ve onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı." el-Ferrâ' dedi ki: Ahzab'ı görmek onların bunlardan başka şeylerini arttırmadı. Ali b. Süleyman dedi ki: "Gördü" fiili görmeye delâlet etmektedir. "Ru'yef'in müennesliği ise hakiki değildir. Yani: Onların bu görüşleri sadece yüce Rabbe imanlarını ve O'nun hükmüne teslimiyetlerini arttırmıştır. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır. Şayet: "Onlar mü’minlerin... arttırmadılar" denilmiş olsaydı bu kullanım da câiz olurdu.

İş müslümanların aleyhine ağırlaşıp Hendek etrafındaki kalışları uzayınca, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Fetih Mescidi'nin üzerinde bulunduğu tepede bir gece ayakta durdu ve Allah'ın kendisine vaadetmiş olduğu zaferi bekleyip durdu. Bu arada: "Bunların haberlerini bize getirmek üzere kim gidebilir? Onun için cennet vardır" diye sordu. Kimse ona cevap vermedi. Bunu ikinci ve üçüncü defa daha söylediği halde yine kimse ona karşılık vermeyince, yanına baktı ve: "Bu kimdir?" diye sordu. Ben Huzeyfe'yim dedi. Bu sefer Peygamber: "Akşamdan beri söylediklerimi duymuyor musun?" diye sordu. Huzeyfe dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, içinde bulunduğum sıkıntı ve aşırı soğuk soruna cevab vermeme engel oldu. Şöyle buyurdu: "Bunların karargahına girip onların konuşmalarını işitinceye ve onlara dair haberleri bana getirinceye kadar git. Allah'ım, sen onu önünden, arkasından, sağından ve solundan, onu tekrar bana geri döndürünceye kadar koru. Haydi git ve yanıma gelinceye kadar hiçbir şey yapma." Huzeyfe silahı ile gitti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da ellerini kaldırıp şöyle dua etti: "Ey zorluk içinde olanların feryadını dinleyen, ey çaresizlerin duasını kabul eden. Sen benim üzüntümü, kederimi, sıkıntımı gider! Benim ve ashabımın halini görüyorsun." Bunun üzerine Cebrâîl indi ve şöyle dedi: "Şüphesiz Allah senin duanı işitti. Düşmanının (size verdiği) dehşetine karşı O sana yetti." Resûlüllah bunun üzerine dizleri üzerine yere çöktü, ellerini yaydı ve gözlerini yumarak şunları söyledi: "Şükürler Sana, şükürler Sana. Bana ve ashabıma rahmet buyurduğun için." Cebrâîl ona Allah'ın üzerlerine bir rüzgar göndereceğini haber verdi. O da bunu ashabına müjdeledi.

Huzeyfe dedi ki: Ben onların yanlarına vardığımda, ateşlerinin alev alev yanmakta olduğunu gördüm. Fakat beraberinde ince çakıl taşları da bulunan şiddetli bir rüzgar geldi. Sönmedik hiçbir ateşlerini bırakmadı, bütün çadırlarını kaldırıp yere yıktı. Çakıl taşlarına karşı kalkanlarıyla korunmaya başladılar. Ebû Süfyan devesine doğru kalkıp gitti ve Kureyşlilere şöyle seslendi: Kurtulmaya bakın, kurtulmaya! Aynı şeyi Uyeyne b. Hısn ile el-Haris b. Avf ve Akra' b. Habis de yaptılar. Böylelikle Ahzab darmadağın oldu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sabah olunca Medine'ye geri döndü. Üstü başı epey kirlenmişti. O bakımdan Fatıma yıkanmak üzere ona su getirdi. Fatıma (radıyallahü anha) başını yıkamakta iken Cibril ona gelip şöyle dedi: "Sen silahını bıraktın, ama semadakiler silahlarını bırakmadılar. er-Revha'dan daha öteye vardırıncaya kadar arkalarından gitmeye devam ettim. -Sonra şöyle dedi-: Haydi Kureyzaoğullarının üzerine yürü!" Ebû Süfyan dedi ki: Ben er-Revha'yı aşıncaya kadar silah seslerini duyup durdum.

23

Mü’minler arasında Allah'a verdikleri sözde içtenlikle sebat gösteren nice yiğitler vardır. Onlardan kimisi adağını yerine getirdi, kimisi de beklemektedir. Onlar hiçbir şeyi değiştirmemişlerdir.

"Mü’minlerden... yiğitler vardır" âyetinde

"yiğitler" anlamındaki lâfzı mübtedâ olarak merfu gelmiştir. Nekrenin mübtedâ gelmesinin uygunluğu daha sonra gelen;

"Sebat gösteren...ler"in sıfat konumunda oluşundan dolayıdır.

"Onlardan kimisi adağını yerine getirdi" âyetindeki:

"Kimisi" mübtedâ olarak ref konumundadır.

"Kimisi de beklemektedir" anlamındaki âyette da böyledir. Haber ise mecrur olan lâfızlardır.

"Adak ve ahid" demektir. Bu kökten olmak üzere; "Adadım, adarım" denilir. Şair de şöyle demektedir:

"Kelb (kabilesi) insanlara karşı adakta bulunacak (veya söz verecek) olursa,

Şerefli ve lütûfkâr (kimseler)in tacına onlar daha lâyıktır."

Beyit Taberî'de nisbeten farklı bir şekilde olup Taberî'nin anlayışı ve yorumlayışına göre de, nisbeten farklı şekilde anlaşılmıştır. Bk. Taberî, XXI, 145

Bir başka şair şöyle demektedir:

"Şeref üzerimize adağını yerine getirerek gelip bizi bulmuştur."

Bir diğeri de şöyle demektedir:

"Yerine getirilecek bir ahid (veya adak) mı? Yoksa sapıklık ve batıl mı?"

Buhârî, Müslim ve Tirmizî'nin rivâyetlerine göre Enes şöyle demiştir: Amcam Enes b. en-Nadr -ki bana onun ismi verilmiştir- Bedir'e Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte katılmamıştı. Bu ona çok ağır gelmişti, bundan dolayı şöyle demişti: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ilk hazır bulunduğu gazada ben (nasıl oldu da) bulunamadım. Allah'a yemin ederim, eğer bundan sonra Allah, Resûlüllah ile birlikte bir Savaşta benim de hazır bulunmamı takdir ederse, şüphesiz Allah neler yapacağımı görecektir. (Enes) dedi ki: Başka şey söylemekten de çekindi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte ertesi sene Uhud'da bulundu. Sa'd b. Malik ile karşılaştı. Ona: Ey Ebû Amr nereye? O da: Cennet kokusu ne hoş? Ben bunu Uhud taraflarından alıyorum, dedi ve öldürülünceye kadar çarpıştı. Vücudunda kılıç darbesi, mızrak yarası ve ok yarası olmak üzere seksen küsur yara tesbit edildi. Halam en-Nadr kızı er-Rubayyi': Ben kardeşimi ancak parmak uçlarından tanıyabildim dedi. Ve bu(nun üzerine) "Mü’minler arasında Allah'a verdikleri sözde içtenlikle sebat gösteren nice yiğitler vardır. Onlardan kimisi adağını yerine getirdi, kimisi de beklemektedir. Onlar hiçbir şeyi değiştirmemişlerdir" âyeti nazil oldu. Tirmizî'nin lâfzı ile hadis böyledir. Tirmizî dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Buhârî, III, 1032, IV, 1487; Müslim, III, 1512; Tirmizî, V, 348; Müsned, III, 194, 253.

Âişe (radıyallahü anha) da yüce Allah'ın: "Mü’minler arasında Allah'a verdikleri sözde içtenlikle sebat gösteren nice yiğitler vardır." âyeti hakkında şunları söylemiştir: Bunlardan biri de Talha b. Ubeydullah'tır. O Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber eli isabet alıncaya kadar sebat gösterdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Talha'nın cennete girmesi vacib oldu diye buyurdu." Tirmizî, V, 350, 644'de bu muhtevada Muaviye'den gelen bir rivâyet yer almaktadır.

Tirmizî de, Talha'dan gelen rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı bilgisiz bir bedeviye şöyle dediler: Sen ona: "Adağını yerine getiren"lere dair soru sor. Çünkü ona soru sormaya cesaret edemiyor, ona saygı gösteriyor, ondan çekmiyorlardı. Bedevi Arab ona sordu, o da kendisinden yüz çevirdi. Bir daha ona bu hususta soru sordu, yine ondan yüz çevirdi. Daha sonra üzerinde yeşil elbiseler bulunduğu halde mescidin kapısından göründü. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Adağını yerine getirenler" hakkında soru soran kimdi?" Bedevi Arap: Bendim, ey Allah'ın Rasûlü deyince, şöyle buyurdu: "İşte bu, verdikleri sözde içtenlikle sebat gösteren kimselerdendir." Tirmizî dedi ki: Bu hasen, garib bir hadistir. Biz bunu ancak Yûnus b. Bukeyr rivâyetiyle biliyoruz. " Tirmizî, V, 645.

Beyhakî'nin naklettiğine göre Ebû Hüreyre şunu rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhud'dan döndüğünde Mus'ab b. Umeyr'in yolda öldürülmüş olduğunu gördü. Onun başı ucunda durdu ve ona dua etti, sonra da şu: "Mü’minler arasında Allah'a verdikleri sözde içtenlikle sebat gösteren nice yiğitler vardır..." âyetini sonuna kadar okudu. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Şehadet ederim ki, bunlar Allah nezdinde kıyâmet gününde şehidlerdir. Onların yanına gidiniz, onları ziyaret ediniz. Nefsim elinde olana yemin olsun ki, kıyâmet gününe kadar bir kimse onlara selam verecek olursa, mutlaka onun selamını alırlar." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, III, 80, -Ömer (radıyallahü anh)'dan gelen bir rivâyet olarak

-Mealde "adak" anlamı verilen ın "ölüm" anlamında olduğu da söylenmiştir. Allah'a verdiği söz üzere ölmüştür, demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. "Zaman ve süre" anlamına da gelir. Mesela, bir kişi öldüğü takdirde: " Filan kişi zamanını doldurdu" denilir. Şair Zu'r-Rimme de şöyle demektedir:

"Hevber atların karşılaştığı sırada ecelini doldurduktan sonra

Hârislilerin kaçtıkları o akşamda..."

Bu lâfız aynı anlamda ihtiyaç ve gayret anlamına da gelir. Mesela: "Benim onların yanında görülecek bir ihtiyacım yok" denir. Fakat âyet-i kerîmede kastedilen anlam bu değildir.

Burada bu lâfızdan kasıt, ilkin belirttiğimiz gibi adaktır. Onlardan kimisi öldürülünceye kadar vermiş olduğu sözü, adağını yerine getirmek için bütün gayretini ortaya koymuştur. Hamza, Sa'd b. Muaz, Enes b. en-Nadr ve diğerleri gibi. Kimisi de şehid olmayı beklemektedir ve verdikleri sözlerini, adaklarını değiştirmemiştir.

İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre o âyeti:

"Onlardan kimisi adağını yerine getirdi, kimisi de beklemektedir, kimisi de değişiklik yapmıştır." diye okumuştur. Ebubekir el-Enbarî de şöyle demektedir: Bu rivâyet ilim ehlince merduttur, çünkü icmaa muhaliftir. Diğer taraftan bu ifadede mü’minler yerilmektedir ve yüce Allah'ın methettiği doğru sözlülük ve ahde bağlılıkla şereflendirdiği yiğitler yerilmektedir. Onlardan verdiği sözü değiştiren bir kimsenin varlığı bilinmediği gibi, o topluluk arasında sözünü değiştiren de yoktur. Allah hepsinden razı olsun.

24

Çünkü Allah, doğru olanları, doğrulukları sebebiyle mükâfatlandıracak, münafıkları da dilerse azablandıracak veya tevbelerini kabul edecek. Muhakkak Allah çok bağışlayandır, çokça rahmet edendir.

"Çünkü Allah doğru olanları, doğrulukları sebebiyle mükâfatlandıracak." Yani yüce Allah'ın cihadı emretmesinin sebebi âhirette doğru olanları doğrulukları sebebiyle mükâfatlandırmak içindir.

"Münafıkları da" âhirette

"dilerse azablandıracak." Eğer onları tevbe etmeye muvaffak kılmazsa, onları azablandırmak isterse azablandıracak, eğer onları azablandırmayı dilemezse, ölümden önce onlara tevbe etmeyi nasib kılacak.

"Muhakkak Allah çok bağışlayandır, çokça rahmet edendir."

25

Allah, kâfirleri hiçbir hayır elde etmeksizin öfkeleri ile geri çevirdi. Allah Savaşta mü’minlere yetti. Allah çok güçlüdür, Azizdir.

"Allah, kâfirleri hiçbir hayır elde etmeksizin öfkeleri ile geri çevirdi."

Muhammed b. Amr, Âişe'ye isnad ederek şöyle dediğini belirtmektedir: Âişe (radıyallahü anha) dedi ki: Burada sözü edilen

"kâfirler" Ebû Süfyan ve Uyeyne b. Bedr'dir. Ebû Süfyan, Tihame'ye geri döndü, Uyeyne ise Necid'e döndü.

"Allah Savaşta" kâfirlerin üzerine rüzgar ve asker göndermek suretiyle "mü’minlere yetti." Öyle ki Kureyzaoğulları ile birlikte kalelerine ve korunacakları yerlere geri döndüler. Kureyzalılardan gelecek kötülüğü kalblerine korku salarak önlemiş oldu.

"Allah" emrinde

"çok güçlüdür, Azîzdir." Asla yenik düşürülemez.

26

Kitab ehlinden onlara yardım edenleri de Allah kalelerinden indirdi. Kalblerine de korku saldı. Onlardan bir kısmını öldürüyordunuz, bir kısmını da esir alıyordunuz.

"Kitab ehlinden onlara" yani Ahzab'ı teşkil eden Kureyş ve Gatafan'a

"yardım edenleri" -ki bunlar ise Kureyzaoğulları olup bunlara dair haber daha önceden geçmiş bulunmaktadır-

"de Allah kalelerinden indirdi."

Bu âyetteki: "Kaleler"in tekili; dır. Şair şöyle demektedir:

"Öküzler ölmüş olarak sabahı ettiler, Temîm'in kadınları ise,

(Onların) boynuzlarını yakalamak için acele ediyorlardı."

Bu kökten olmak üzere dokumacının atkı ile çözgüyü kendisiyle düzelttiği alete de; denilmiştir. Dureyd b. es-Sımme de şöyle demiştir:

"Ona vardığında mızraklar onu dürtüp duruyordu,

Uzatılmış dokuma parçasındaki dokumayı düzelten alet gibi."

Horozun ayağındaki mahmuza; denilmesi de buradan gelmektedir. "İneklerin boynuzları" demektir, çünkü inekler onunla kendilerini korurlar. Bu boynuzların kimi zaman mızrağın başındaki demir sivri uç yerine takıldığı da olurdu. "Allah onun kökünü kopartsın" anlamındadır.

"Kalblerine de korku saldı, onlardan bir kısmını" ki onlar erkeklerdi

"öldürüyordunuz, bir kısmını da" kadınlar ve çocuklarını da

"esir alıyordunuz." Daha önceden geçtiği gibi.

27

Onların yerlerini, yurtlarını, mallarını ve ayak basmadığınız yerleri size miras verdi. Allah herşeye gücü yetendir.

"Onların yerlerini yurtlarını, mallarını ve" henüz

"ayak basmadığınız yerleri size miras verdi." Yezid b. Ruman, İbn Zeyd ve Mukâtil dediler ki: Burada Huneyn'i kastetmektedir, çünkü henüz orayı ele geçirmiş değillerdi. Yüce Allah, orayı ellerine geçireceklerini vaadetti. Katade de şöyle demektedir: Biz kendi aramızda oranın Mekke olduğunu konuşurduk. el-Hasen dedi ki: Maksat Pers ve Bizans topraklarıdır. İkrime dedi ki: Kıyâmet gününe kadar fethedilecek herbir yerdir.

"Allah herşeye gücü yetendir" âyeti iki şekilde açıklanmıştır: Birincisine göre o kullarından dilediği gibi intikam almaya yahut onları affa kadir olandır. Bu açıklamayı Muhammed b. İshak yapmıştır. İkinci açıklamaya göre o, fethedilmesini murad ettiği kale ve şehirlerin fethedilmesini sağlamaya kadir olandır. Bu açıklamayı da en-Nekkaş yapmıştır.

"Allah herşeye gücü yetendir" âyeti O size vaadetmiş olduğu her şeye güç yetirendir. O'nun gücü ve kudreti geri çevrilemez. Yüce Allah, hakkında acizlik sözkonusu değildir, diye de açıklanmıştır.

"Esir alıyordunuz" anlamındaki âyet, "sin" harfi esreli ve ötreli olmak üzere; şekillerinde kullanılır. Bu açıklamayı da el-Ferrâ' yapmıştır.

28

Ey Peygamber! Zevcelerine de ki: "Eğer dünya hayatını ve onun zînetini istiyorsanız gelin size bağışta bulunayım ve sizi güzellikle salıvereyim.

29

"Yok eğer Allah'ı, Rasûlünü ve âhiret yurdunu istiyorsanız, muhakkak Allah içinizden güzel davrananlara büyük bir mükâfat hazırlamıştır."

Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:

1- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Hanımlarının Tercih Yapmakta Serbest Bırakılmaları:

"Ey Peygamber! Zevcelerine de ki" âyeti ile ilgili olarak ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: Bu âyet-i kerîme, daha önceden geçmiş bulunan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a eziyet vermenin yasaklanışı ile bağlantılıdır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bazı hanımları tarafından rahatsız edilmişti. Dünya malından ondan bir şeyler istedikleri söylendiği gibi, kendilerine daha çok harcamalarda bulunmasını istemişlerdi diye de açıklanmıştır. Birinin diğerini kıskanması suretiyle ona eziyet verdikleri de söylenmiştir. Denildiğine göre; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyeti onlara okuyup onları dünya ile âhiretten istediklerini seçmekte serbest bırakması emrolunmuştur.

Şâfiî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- dedi ki: Bir kimsenin bir hanımı varsa onu istediğini seçmekte serbest bırakmak yükümlülüğü yoktur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımlarını istediklerini seçmekte serbest bırakmakla emrolundu, onlar da kendisini seçtiler.

Bunların özeti şudur: Yüce Allah, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı, hükümdar bir peygamber olup dünya hazinelerinin anahtarlarının kendisine sunulması ile yoksul bir peygamber olmak arasında dilediğini seçmekte serbest bırakmıştı. Bu hususta Cebrâîl (aleyhisselâm)'a danışmış, o da ona yoksulluğu tercih etmesini tavsiye edince, onu seçmişti. İki konumun daha yükseği olan bu konumu seçince yüce Allah hanımlarını da seçimde serbest bırakmasını emretti. Çünkü aralarında onunla beraber zorluğa katlanmaktan hoşlanmayanları bulunabilirdi. Bu suretle ondan uzak kalmış olacaktı.

Bir diğer açıklamaya göre, seçimde serbest bırakılmalarını gerektiren sebep şudur: Hanımlarından birisi ondan kendisine altından bir bilezik yaptırmasını istemişti. O da gümüşten bir bilezik yaptırıp bunu altın ile kaplatmış -zaferan ile kaplattığı da söylenmişti- fakat hanımı altından olmasında diretmiş, başkasını kabul etmemişti. Bunun üzerine bu şekilde tercihte serbest bırakan bu âyet-i kerîme nazil olunca, onları istediklerini seçmekte serbest bıraktı, onlar da: Allah'ı ve Rasûlünü seçtik, demişlerdi.

Denildiğine göre, onlardan bir tanesi de ayrılmayı seçmişti. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Lâfız Müslim'in olmak üzere Buhârî ile Müslim, Câbir b. Abdullah'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Ebubekir gelip Resûlüllah'ın huzuruna girmek üzere izin istedi. İnsanların kapısında oturmakta olduklarını ve aralarından kimseye izin verilmediğini gördü. (Cabir) dedi ki: Ebubekir'e (girmek üzere) izin verdi, o da huzuruna girdi. Daha sonra Ömer geldi, o da girmek üzere izin istedi, ona da izin verildi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, etrafında hanımları bulunduğu halde öfkeli olmakla birlikte susmakta olduğunu gördü. (Cabir) dedi ki: Ömer: Allah'a yemin olsun ki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı güldürecek bir şey söyleyeceğim, dedi ve: Ey Allah'ın Rasûlü dedi. Bir görsen, Harice'nin kızı (kendi hanımını kasdediyor) benden masraf istedi. Ben de kalktım, onun boynunu kırdım. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) güldü ve şöyle dedi: "İşte bu kadınlar da gördüğün gibi etrafımda bulunuyorlar ve benden nafaka istiyorlar." Ebubekir, Âişe (radıyallahü anha)'a kalktı ve onun boynunu büktü. Ömer de kalkıp Hafsa (radıyallahü anhnhâ)'ın boynunu büktü. Her ikisi de bu arada şöyle diyordu: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yanında olmayan şeyleri istiyorsunuz ha! Şöyle dediler: Allah'a yemin ederim. Bir daha ebediyyen yanında olmayan şeyleri Resûlüllah'tan istemeyeceğiz. Daha sonra onlardan bir ay yahut yirmidokuz gün uzak kaldı. Sonra da şu:

"Ey Peygamber! Zevcelerine de ki... Allah içinizden güzel davrananlara büyük ecir hazırlamıştır" âyetini indirdi. (Cabir) dedi ki: Önce Âişe'den başlayarak ona; "Ey Âişe, dedi. Ben sana annen ve babanla danışmadıkça cevab vermekte acele etmeni istemediğin bir hususu arzetmek istiyorum." Âişe: O nedir? Ey Allah'ın Rasûlü, deyince, ona bu âyet-i kerîmeyi okudu. Dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, senin hakkında mı annem babamla danışacakmışım? Ben Allah'ı, Rasûlünü ve âhiret yurdunu tercih ediyorum ve senden söylediğimi hanımlarından hiçbirisine bildirmemeni de istiyorum. Şöyle buyurdu: "Onlardan herhangi bir kimse bana soracak olursa, mutlaka haber vereceğim. Çünkü şüphesiz Allah beni ne zora koşmuş, ne de başkasını zora koşan olarak göndermiştir. Beni öğretici ve kolaylaştırıcı olarak göndermiştir." Müslim, II, 1104.

Tirmizî de Âişe (radıyallahü anha)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımlarını istediklerini seçmekte serbest bırakmakla emrolundu. O da benden başladı ve: "Ey Âişe, dedi. Ben sana bir husustan sözedeceğim. Annen, babanla danışmadan bu hususta acele etmemekten dolayı senin için sorumluluk yoktur." Âişe dedi ki: O zaten annemin ve babamın bana ondan ayrılmayı emretmeyeceklerini biliyordu. (Âişe devamla) dedi ki: Sonra şöyle dedi: Şüphesiz yüce Allah buyuruyor ki: "Ey Peygamber! Zevcelerine de ki: Eğer dünya hayatını ve onun ziynetini istiyorsanız, gelin size bağışta bulunayım ve sizi güzellikle salıvereyim... Allah içinizden güzel davrananlara büyük bir mükâfat hazırlamıştır." Ben: Bu hususta mı annemle, babamla istişare edeceğim dedim. Şüphesiz ki ben Allah'ı, Rasûlünü ve âhiret yurdunu istiyorum. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın diğer hanımları da benim yaptığım gibi yaptı. Tirmizî dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Buhârî, IV, 1796; Müslim, II, 1103, 1113; Tirmizî, V, 350, 420; Nesâî, VI, 159, 160- Müsned, VI, 163, 248.

İlim adamları dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, Âişe (radıyallahü anha)'ya anne babasıyla danışmasını emretmesi, onu sevmesinden dolayı idi. Gençliğinin aşırı etkisi, kendisinden ayrılmayı tercih etme noktasına iteceğinden korkuyor, bununla birlikte anne ve babasının kendisinden ayrılması doğrultusunda ona bir telkinde bulunmayacaklarını biliyordu.

2- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hanımları:

"Ey Peygamber! Zevcelerine de ki..." âyeti dolayısıyla Peygamber Efendimiz'in hanımları ile ilgili bilgi verelim:

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın pekçok eşi vardı. Bunların kimisi ile gerdeğe girmiş, kimisi ile nikâh akdi yapmış olmakla birlikte gerdeğe girmemiş, kimisine talib olmuş fakat onunla nikâh akdi yapmamıştı.

1- Peygamber Efendimiz'in ilk hanımı Huveylid kızı Hadice'dir. Huveylid'in babası Esed, onun babası Abdu’l-Uzza, onun babası Kusayy, onun babası Kilâb'dır. Hadice, Peygamber Efendimiz'den önce Ebû Hâle'nin nikâhı altında idi. Bunun da ismi Zürâre b. en-Nebbaş el-Esedî'dir. Ondan da önce Atîk b. Âiz'in nikâhı altında idi. Ondan Abdu Menaf adında bir oğlu olmuştu. Ebû Hale'den de Hind b. Ebi Hale'yi doğurmuştu. Hind, taun salgını zamanına kadar yaşamış ve o salgında vefat etmişti. Taunun baş gösterdiği zamana kadar yaşayan kişinin Hind b. Hind olduğu da söylenmiştir. Ona ağıt yakan kadının vefatı esnasında: Vay Hind b. Hind'e vay! Resûlüllah'ın himayesinde büyüyen üvey evladına! dediği duyulmuştur.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Hadice hayatta olduğu sürece başka bir hanımla evlenmemişti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile evlendiğinde kırk yaşında idi. Peygamberliğin yedinci yılından sonra vefat etti. On yıl sonra vefat ettiği de söylenmiştir. Vefat ettiğinde ise altmışbeş yaşında idi. Peygamber Efendimiz'e îman eden ilk kadın odur. İbrahim dışında Peygamber Efendimiz'in bütün çocukları da ondandır.

Hakim b. Hizam dedi ki: Hadice vefat ettiğinde onun cenazesini evinden çıkarttık ve el-Hacûn'da onu defnettik. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun mezarına indi, henüz cenaze namazı kılma sünneti yoktu.

2- Peygamber Efendimiz'in bir diğer hanımı Şevde bint Zem'a'dır. Zem'a'nın babası Kays, onun babası Abdu Şems'dir, Âmiroğullarındandır. Oldukça erken dönemlerde İslâm'a girmiş ve Peygamber Efendimiz'e bey'atte bulunmuştur. Önce es-Sekran b. Amr diye bilinen amcasının oğlunun nikâhı altında idi. O da İslâm'a girmişti. Her ikisi, ikinci Habeşistan hicretine katılmışlardı. Mekke'ye geri döndüklerinde kocası vefat etti. Kocasının Habeşistan'da öldüğü de söylenmiştir. İddetini bitirdikten sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona talib oldu, onunla evlendi. Mekke'de iken onunla gerdeğe girdi, onunla Medine'ye hicret etti.

Yaşlandığında Peygamber Efendimiz onu boşamak istemişti. Ancak kendisi Peygamber'den kendisini boşamamasını ve hanımları arasında bırakmasını rica etmiş, Sahih'de de belirtildiğine göre gecesini Âişe'ye vermişti. Peygamber de onu boşamaktan vazgeçmişti. 54 yılı Şevval ayında Medine'de vefat etti.

3- Ebubekr es-Sıddîk'ın kızı Âişe: Önceleri Cübeyr b. Mut'im ile beşik kerîmesi yapılmıştı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona talib olunca, Ebubekir: Ey Allah'ın Rasûlü dedi. Bana müsade et de onu Cübeyr'den uygun bir şekilde ayırayım. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), hicretten iki sene önce -üç sene önce de denilmiştir- Mekke'de iken onunla nikâhlanmıştır. Medine'de dokuz yaşında iken de onunla gerdeğe girmiştir. Peygamber Efendimiz'in yanında dokuz yıl kaldı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiğinde onsekiz yaşında idi. Peygamber Efendimiz ondan başka bakire bir kızla evlenmiş değildir. 59 yılında -58 de denilmiştir- vefat etmiştir.

4- Kureyşli Adiyyoğullarından Ömer b. el-Hattâb'ın kızı Hafsa (radıyallahü anha): Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onunla evlenmiş, sonra da onu boşamıştı. Cebrâîl ona gelerek söyle demişti: "Allah sana Hafsa'ya geri dönmeni emrediyor, çünkü o çok oruç tutan, çok namaz kılan birisidir." Bunun üzerine Peygamber de ona dönmüştü. Vakidî dedi ki: Hafsa, Muaviye'nin halifeliği sırasında 45 yılı Şaban ayında vefat etmiştir. O sırada altmış yaşında idi. Medine'de Osman (radıyallahü anh)'ın halifeliği döneminde vefat ettiği de söylenmiştir.

5- Ummu Seleme: Asıl ismi Ebû Umeyye'nin kızı Hind'dir. Mahzumoğullarındandır. Babası Ebû Umeyye'nin ismi da Süheyl'dir.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onunla dördüncü yılı Şevval ayının son günlerinde evlendi. Sahih olan görüşe göre oğlu Seleme, Peygamber Efendimize nikâhını kıydı O sırada Ömer adındaki oğlunun yaşı küçüktü. 59 yılında vefat etmiştir, zl yılında vefat ettiği de söylenmiş ise de birincisi daha doğrudur.

Cenaze namazını Said b. Zeyd kıldırmıştır. Ebû Hüreyre'nin kıldırdığı da evlenmiştir. Bakî'de defnedilmiştir, vefat ettiğinde seksen dört yaşında idi.

6- Um Habibe: İsmi Ebû Süfyan kızı Remle'dir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Amr b. Ümeyye ed-Damrî'yi, Um Habibe'yi kendisine istemek üzere Necaşi'ye göndermişti, o da Um Habibe'yi peygamberle evlendirmişti. Hicretin dokuzuncu yılında meydana gelen bu olayda Necaşi, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yerine dörtyüz dinar mehir vermişti. Onu Şurahbil b. Hasene ile Peygamberin yanına göndermişti. 44 yılında vefat etti. Darakutnî dedi ki: Um Habibe, Ubeydullah b. Cahş'ın nikâhı altında idi. O Habeşistan'da hristiyan olarak öldü. Bunun üzerine Necaşî onu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a nikâhladı ve onun adına dörtbin (dirhem) mehir verdi. Onu Şurahbil b. Hasene ile Peygamber'e gönderdi.

7- Esedli Zeyneb bint Cahş bint Riâb: İsmi Berre idi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona Zeyneb ismini vermişti. Babasının ismi da Burre idi. Ey Allah'ın Rasûlü dedi, babamın ismini da değiştir. Çünkü Burre hakir birşeydir. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle demişti: "Şayet baban mü’min bir kimse olsaydı, biz de ona biz ehl-i beytten birisinin ismini verirdik. Ancak ben ona Cahş ismini veriyorum, Cahş da Burre'dendir." Bu hadisi Darakutnî zikretmiştir.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onunla Medine'de hicretin beşinci yılında evlenmiş ve hicri 20 yılında, elliüç yaşında iken vefat etmiştir.

8- Zeyneb bint Huzeyme: Babası olan Huzeyme'nin babası el-Haris, onun babası Abdullah, onun babası Amr, onun babası Abdi Menaf, onun babası Hilal, onun babası Âmir, onun babası Sa'saa'dır, Hilaloğullarındandır. Cahiliye döneminde Ummu'l-Mesâkîn (yoksulların anası) diye anılırdı. Buna sebep ise yoksullara çokça yemek yedirmesi idi.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onunla ramazan ayında hicretin otuzbirinci ayının başlarında evlendi. Yanında sekiz ay kaldı. Peygamber hayatta iken rebiu’l-evvel'in sonlarında, hicretin otuzdokuzuncu ayın başlarında vefat etti. Bakî'de defnedildi.

9- Cüveyriye bint el-Haris b. Ebi Dirar: Huzaalı ve Mustalıkoğullarındandır. Mustalıkoğulları gazvesinde onu cariye olarak almıştı. İlkin Sabit b. Kays b. Şemmas'ın payına düşmüştü. Sabit onunla mükatebe akdi yaptı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun mükatebe akdi bedelini ödeyip onunla evlendi. Evliliği altıncı yıl şaban ayında olmuştu. İsmi Berre idi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona Cüveyriye ismini verdi. 56. yılı rebiu'l-evvel ayında vefat etti. 55. yıl denildiği de söylenmiştir. Vefat ettiğinde altmışbeş yaşında idi.

10- Safiye bint Huyey b. Ahtab el-Haruniye (Harun aleyhisselâm soyundan): Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hayber günü onu esir almış ve esirler arasından kendisi için seçmişti. O da İslâm'a girmiş, Peygamber Efendimiz de onu azad etmişti. Böylelikle onu hürriyete kavuşturmayı da mehri kılmıştı. Sahih'te belirtildiğine göre Safiye, Dıhye el-Kelbî'nin payına düşmüştü. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yedi esir karşılığında onu satın almıştı. 50. yılında vefat etti. 52. yılında vefat ettiği de söylenmiştir, Bakî'de gömülmüştür.

11- Reyhane bint Zeyd b. Amr b. Hunafe: Nadiroğullarındandır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onu esir almış ve sonra hürriyetine kavuşturup onunla altıncı yılda evlenmişti. Veda haccından dönüşünde vefat etti, onu Bakî'de gömdü.

el-Vakidî dedi ki: Reyhane hicri 16. yılında vefat etti. Cenaze namazını Ömer kıldırdı. Ebû'l-Ferac el-Cevzî dedi ki: Ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Reyhane'yi cariyesi olarak tuttuğunu ve onu azad etmediğini söyleyenleri de duydum.

Derim ki: Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya, Ebû'l-Kasım Abdu'r-Rahmân es-Süveylî'nin Reyhane'yi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımları arasında zikretmeyişinin sebebi bu olmalıdır.

12- Hilaloğullarından Meymune bint el-Haris: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'den on millik mesafede bulunan Şerif denilen yerde Umretu’l-Kaza diye bilinen umre sırasında hicretin 7. yılında evlenmiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisiyle en son evlendiği hanımı budur. Yüce Allah'ın takdiri ile Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisi ile gerdeğe girdiği mekânda vefat etmiş ve orada defnedilmiştir. Hicri 61. yılında vefat etmiştir, 63- yılında vefat ettiği söylendiği gibi, 68 yılında vefat ettiği de söylenmiştir.

Bunlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımı olarak meşhur olup kendileriyle gerdeğe girmiş olduklarıdır. Allah hepsinden razı olsun.

Kendileriyle Evlendiği Halde Gerdeğe Girmemiş Olduğu Hanımları:

Kendileriyle evlenip gerdeğe girmediği hanımlarına gelince,

1- Bunlardan birisi el-Kilabiye diye bilinir. İsmi hususunda görüş ayrılığı vardır. Fatıma, Amre ve el-Âl-iye isimleri verilmiştir. ez-Zührî dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kilablı ed-Dahhak kızı Fatıma ile evlenmiş, o da kendisinden Allah'a sığınınca onu boşamıştı. Bu kadın: Ben bedbaht olanım, der dururdu. Hicretin 8. yılı zülkade ayında onunla evlenmiş ve altmış yılında vefat etmiş

2- Kindeli en-Nu'man b. el-Cevn b. el-Haris kızı Esma' el-Cevniye diye de bilinir.

Katade dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına girdiğinde, yanına gelmek üzere onu çağırınca, Esma: Sen gel deyince, Peygamber de onu boşamıştı.

Başkaları ise şöyle demektedir: Peygamber'den Allah'a sığınan kadın budur Buhârî de şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Şerahil kızı Umeyme ile evlenmişti. Peygamber'in yanına girdiğinde, Peygamber elini ona uzatmış, bu hanım bundan tiksinir gibi olmuştu. Bunun üzerine Peygamber, Ebû Useyd'e, yola göndermek üzere onu hazırlamasını ve ona iki elbise vermesini emretti. Buhârî, V, 2012, 2013; Müsned, III, 498, V, 339;

Bir başka lafızda da şöyle demektedir: Ebû Useyd dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına el-Cevniye diye bilinen hanım getirildi. Onun yanına girdiğinde o hanıma: "Bana kendini bağışla" deyince, kadın şöyle cevab vermişti: Kraliçe, hiç kendisini normal kimselere bağışlar mı? Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sakin olsun diye elini üzerine koymak isteyince, bu sefer: Senden Allah'a sığınıyorum, demişti. Peygamber de şöyle buyurdu: "Sen gerçekten koruma altına alan birisine sığındın." Sonra yanımıza çıkıp şöyle dedi: "Ey Ebû Useyd, buna iki râzıkî (uzun ve beyaz keten elbise) ver ve onu aile halkının yanına gönder. " Buhârî, V, 2012; Müsned, III, 498.

3- el-Eş'as b. Kays'ın kızkardeşi Kuteyle bint Kays: el-Eş'as bunu Peygamber ile evlendirmiş, sonra da Hadramevt'e geri dönmüştü. Kuteyle'yi ona götürmek üzere hazırlanmış iken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vefat ettiği haberini aldı. Bunun üzerine onu tekrar geri götürdü, kendisi de Kuteyle de birlikte irtidat etti. Daha sonra İkrime b. Ebi Cehil onunla evlendi. Ebubekir (radıyallahü anh) bundan dolayı çok rahatsız oldu. Ömer ona şöyle dedi: Allah'a yemin ederim. O Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımlarından olmadı. Peygamber onu ne istediğini seçmekte serbest bırakmıştı, ne de hicabın arkasına almıştı. Diğer taraftan irtidad etmekle birlikte de Allah o kadını Peygamber'den uzaklaştırmış olmaktadır. Urve ise Peygamber'in onunla evlenmiş olduğunu kabul etmiyordu.

4- Ezdli Um Şerîk: İsmi Ğuzeyye bint Câbir b. Hakim'dir. Daha önce Ebubekir b. Ebi Selma'nın nikâhı altında idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onunla gerdeğe girmeksizin boşadı. Nefsini Peygamber'e bağışlayan kadın da budur.

Nefsini Peygamber'e bağışlayan kadının Havle bint Hakim olduğu da söylenmiştir.

5- Havle bint el-Huzeyl b. Hubeyre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu kadın ile evlenmiş, ancak Peygamber'in yanına ulaşmadan önce vefat etmişti.

6- Dihye'nin kızkardeşi Şeraf bint Halife: Peygamber bu hanımla da evlenmiş olmakla birlikte, onunla gerdeğe girmemiştir.

7- Kays'ın kızkardeşi Leyla bint el-Hatîm: Peygamber bu hanımla evlenmişti. Ancak aşırı derecede kıskanç olduğundan kendisini boşamasını istedi, o da onun isteğini yerine getirmişti.

8- Kindeli Amre bint Muaviye: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hanımla evlenmiştir.

en-Nehaî dedi ki: Peygamber, Kindeli bir hanımla evlenmiş, ancak Peygamber vefat ettikten sonra o hanım Medine'ye getirilebilmişti.

9- Cündalı, Cündüb b. Damra'nın kızı: Bazılarının dediklerine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hanımla evlenmiş, bazıları ise böyle bir şeyin olduğunu kabul etmemiştir.

10- Ğifarlı bir hanım: Bazılarının dediklerine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Gifarlı bir hanım ile evlenmiş, ona emretmesi üzerine elbiselerini üzerinden çıkartınca, vücudunda bir beyazlık (alacalık) görünce: "Ailenin yanına geri dön" demişti. Bu beyazlığı el-Kilâbiye'de gördüğü de söylenmiştir.

İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendileri ile nikâh akdi yapmış olduğu halde gerdeğe girmediği hanımlar bunlardır.

Peygamber Efendimiz'in Talib Olduğu Halde Nikâhın Gerçekleşmediği Hanımlar:

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın talib olmakla birlikte nikâhının gerçekleşmediği ve kendisini Peygamber'e bağışlayan hanımlara gelince:

1- Ebû Talib'in kızı Um Hanî: Asıl ismi Fâhite'dir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona talib olmuş, ancak: Ben çok çocukları olan bir kadınım, diye özür beyan etmiş, Peygamber Efendimiz de onun özrünü kabul etmişti.

2- Dubâa bint Âmir.

3- Beşâme b. Nadla kızı Safiye: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buna talib olmuştu, esir alınmıştı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu seçimde serbest bırakmış ve: "Dilersen beni, dilersen kocanı seçebilirsin" demişti. O da: Kocamı deyince, onu serbest bırakmıştı. Temimoğulları bundan dolayı onu lanetlemişti. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır.

4- Um Şerik de bunlardandır. Daha önce ondan sözedilmişti.

5- el-Hatim kızı Leylâ: Bundan da daha önce sözedilmişti.

6- Hakim b. Ümeyye kızı Havle: Kendisini Peygamber'e bağışlamış olduğu halde, onu daha sonraya ertelemişti. Osman b. Maz'un onunla evlenmişti.

7- el-Haris b. Avf el-Murrî kızı Cemre: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona talib olmuş, babası ise herhangi bir hastalığı olmadığı halde: Durumu iyi değildir, demişti. Babası, kızının yanına geri döndüğünde baraş hastalığına yakalanmış olduğunu gördü. Şair Şebib b. el-Barsa'nın annesidir.

8- Kureyşli Şevde: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buna talib olmuştu. Küçük çocukları vardı. Çocuklarımın senin başının yanında ağlayıp sızlanmalarından korkuyorum, demiş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da onu övmüş ve ona dua etmişti.

9- İsmi belirtilmeyen bir kadın: Mücahid dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hanıma talib olmuş, o da: Babama danışayım demişti. Babası ile karşılaştığında babası ona izin verdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile karşılaştığında Peygamber ona: "Biz senden başka bir yorgan yüzü ile örtünmüş bulunuyoruz" demişti.

İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bütün hanımları bunlardır.

Ayrıca onun iki tane de cariyesi vardı. Bunlar Kıbtî Mariye ile Reyhane idi. Katade'nin görüşüne göre böyledir. Başkasının görüşüne göre ise onun dört tane cariyesi vardı. Mariye, Reyhane ve esirler arasında aldığı Cemile ile Cahş kızı Zeyneb'in kendisine hibe ettiği bir başka cariye.

3- Muallak (Şarta Bağlı) Talâk ve Muhayyer Bırakmak:

Yüce Allah'ın:

"Eğer dünya hayatını ve onun ziynetini istiyorsanız" âyeti bir şarttır. Bunun cevabı ise "gelin" buyruğundadır. Böylelikle seçim yapmakta muhayyer (serbest) bırakmayı şarta talik etmiş (bağlı kılmış)dır.

İşte bu, şarta bağlı olarak muhayyer bırakmanın sahih ve geçerli olduğunu göstermektedir. Ancak cahil bid'atçiler buna muhalefet ederek şu iddiada bulunurlar: Koca hanımına sen eve girecek olursan, boş olursun deyip de hanım o eve girecek olursa, boşama gerçekleşmez. Çünkü onlara göre şer'î boşama sadece anında ve derhal geçerli olmak üzere yapılan boşamadır.

4- Peygamberin Hanımları Ondan Boşanmayı Tercih Etselerdi...:

"Gelin" âyeti şartın cevabıdır. Bu hanımlar topluluğu hakkında kullanılan ve: "(hanım için): Gel" fiilinden çoğuldur. Bu fiil, kendisine doğru gelmeye yapılan bir çağrı anlamındadır. O bakımdan: "(Bu tarafa doğru) gel" denilir. Bu üstün bir değeri ve yüce bir konumu olan kimseler hakkında kullanılmak üzere ortaya konulmuş bir fiildir. Daha sonra bir tarafa doğru gelmesi istenen herkes için kullanılmaya başlanmıştır. Burada ise asıl anlamında kullanılmıştır. Çünkü onları çağıran Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır.

"Size bağışta bulunayım" âyetinde sözkonusu edilen "müt'a"ya dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/236. âyet, 6. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Bu fiil "ayn" harfi ötreli olarak okunmuştur. Aynı şekilde: "Sizi... salıvereyim" âyetinde "ha" harfi de ötreli okunmuştur ki, bu da isti'naf (yeni bir cümle) demek olur.

Güzel bir şekilde ayrılmak ise; herhangi bir zarar ve herhangi bir hakkını engelleme sözkonusu olmaksızın, sünnete uygun olarak yapılan boşamadır.

5- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hanımlarını Muhayyer Bırakması:

İlim adamları Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımlarını nasıl muhayyer bıraktığı hususunda iki farklı görüş ortaya koymuşlardır.

Birinci görüşe göre; o hanımları olarak kalmak yahut onları boşamak hususunda, Allah'ın izni ile onları serbest bırakmıştı. Hepsi de onun hanımı olarak kalmayı tercih etmişti. Bunu Âişe, Mücahid, İkrime, en-Nehaî, İbn Şihâb ve Rabîa söylemişlerdir.

Kimileri de şöyle demiştir: O kendilerini dünyayı seçip onlardan ayrılmak ile âhireti seçip onları nikâhı altında tutmak arasında muhayyer bırakmıştı. Böylelikle kocaları olan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında sözkonusu olan o yüksek mertebe onlar hakkında da sözkonusu olacaktı. Yoksa onları boşamak hususunda muhayyer bırakmış değildi. Bunu da el-Hasen ve Katade zikretmiştir. Ashab-ı Kiram'dan Ali'nin de görüşü -Ahmed b. Hanbel'in kendisinden yaptığı rivâyete göre- böyledir. Bu rivâyete göre o şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımlarını sadece dünya ile âhireti seçmek arasında muhayyer bırakmıştı.

Derim ki: Birinci görüş daha sahihtir. Çünkü Âişe (radıyallahü anha)'a hanımını istediğini seçmekte serbest (muhayyer) bırakan erkeğin durumu hakkında soru sorulunca şöyle demişti: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizi istediğimizi seçmekte serbest bırakmıştı. O bir boşama mı idi? Bir rivâyette de şöyle demiştir: Biz onu seçtik, o da o serbest bırakmayı bir boşama saymamıştı.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da nikâhı altında kalmak ile boşanmak arasında yapılacak emredilmiş muhayyerlikten başka bir husus sabit olmuş değildir. Bundan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ey Âişe! Ben sana bir hususu söyleyeceğim. Annen, babanla istişare etmedikçe, bu hususta acele etmemekten dolayı senin için bir sorumluluk olmayacaktır..." Birinci balıkta geçen -Kindeli en-Nu'man b. el-Cevn kızından söz edilirken- bu hadimin kaynakları da orada gösterilmiştir. Bilindiği gibi ona dünya ve süsünün âhirete tercih edilmesi hususunda danışmasını kastetmiş değildi. Böylelikle danışmanın, ayrılmak yahut da nikâh altında kalmak hakkında sözkonusu olduğu sabit olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

6- Muhayyer (Tercih Yapmakta Serbest) Bırakılan "Kadın Kocasının Nikâhı Altında Kalmayı Tercih Ederse:

Seçim yapmakta serbest bırakılan hanım kocasını tercih edecek olursa, hükmün ne olacağı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Seleften, başkalarından ve fetva İmâmlarından oluşan ilim adamlarının büyük çoğunluğu şöyle demiştir: Bu durumda bir veya daha fazla talâk sözkonusu değildir. Ömer b. el-Hattâb, Ali, İbn Mes'ûd, Zeyd b. Sabit, İbn Abbâs ve Âişe'nin görüşü budur.

Tabiinden, Atâ, Mesrûk, Süleyman b. Yesar, Rabia ve İbn Şihab da bu görüştedir.

Yine Ali ve Zeyd'den de şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Şayet kadın kocasını tercih edecek olursa, bu bâin bir talâk olur. Aynı zamanda bu Hasan-ı Basrî ile el-Leys'in de görüşüdür. el-Hattabî ile en-Nekkaş bunu Malik'ten de nakletmişlerdir. Bu kanaatin sahipleri delil olarak şunu ileri sürerler: Kocanın hanımına: Tercihini yap demesi, talâkı gerçekleştirmeyi ifade eden kinaye bir lafızdır. Eğer bunu hanıma izafe edecek olursa, bir talâk olur ve tıpkı: Sen bâinsin, demeye benzer. Fakat sahih olan birinci görüştür. Çünkü Âişe (radıyallahü anha) şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizi seçmekte serbest bırakmıştı. Biz de onu tercih ettik ve bu teklifini bizim hakkımızda bir talâk olarak saymamıştır. Bunu da Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir. Müslim, II, 1104; Nesâî, VI, 161; İbn Mâce, I, 661; Müsned, VI, 45, 47, 170.

İbnu'l-Münzir dedi ki: Âişe (radıyallahü anha)'ın hadisi şuna delildir: Muhayyer bırakılan hanım eğer kocasını tercih edecek olursa, bu bir talâk sayılmaz. Bu durumdaki bir hanımın kendisini (boşanmayı) tercih etmesinin talâkı gerektirdiğine de delil teşkil etmektedir, Ayrıca bu üçüncü bir hususa daha delalet etmektedir ki o da şudur: Muhayyer bırakılan kadın kendisini (boşanmayı) tercih edecek olursa, bu kocanın ric'at yapma imkânına sahib olduğu bir boşamadır. Zira Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Allah'ın kendisine vermiş olduğu emre muhalif olarak boşamada bulunması düşünülemez.

Bu görüş aynı zamanda Ömer, İbn Mes'ûd ve İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir. İbn Ebi Leylâ, es-Sevrî, Şâfiî de bu görüştedir. Ali'nin de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Kadın şayet kendisini (boşanmayı) tercih edecek olursa, bir bâin talâk olur. Bu Ebû Hanîfe ve ardaşlarının da görüşüdür. İbn Huveyzimendad bunu Malik'ten de rivâyet etmektedir.

Zeyd b. Sabit'ten gelen rivâyete göre ise kadın kendisini (boşanmayı) tercih edecek olursa, bu üç talâk olur. Hasan-ı Basrînin görüşü de budur. Malik ve el-Leys de böyle demişlerdir, çünkü (tercih sonucu hanımın) kendisine malik olması ancak bu yolla mümkün olabilir.

Yine Ali'den rivâyet edildiğine göre kadın kendisini (boşanmayı) tercih edecek olursa, bunun hiçbir kıymeti yoktur. Ondan gelen bir diğer rivâyete göre eğer kadın kocasını seçecek olursa, bu bir ric'î talâk olur.

7- Mülkiyeti Vermek (Temlik) ve Serbest Bırakmak (Muhayyerlik Vermek):

Medineli âlimlerden ve başkalarından bir topluluğun kanaatine göre temlik (mülkiyeti vermek) ve muhayyer bırakmak aynı şeydir. Hüküm de kadının her ikisi hakkında verdiği karara göredir. Bu aynı zamanda Abdu’l-Aziz b. Ebi Seleme'nin de kabul ettiği görüştür.

İbn Şa'ban dedi ki: Bu bizim mezhebimize mensub ilim adamlarının çoğunun tercih ettiği görüştür. Medinelilerden bir topluluğun da kabul ettiği görüş budur.

Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) dedi ki: Fukahanın çoğunluğu bu görüştedir. Ancak Malik'in mezhebinde meşhur olan görüş, her ikisi arasında fark bulunduğudur. Çünkü Malik'e göre temlik kocanın hanımına: Ben (kendini boşama) mülkiyetini sana verdim, demesidir. Yani yüce Allah'ın ona hak olarak vermiş olduğu boşama yetkisinin bir, iki ya da üçünü de sana veriyorum, anlamındadır. O bu hakkın bir bölümünü temlik ederken, diğer bir bölümünü temlik etmemesi câiz olduğuna göre, bu hususta herhangi bir iddiada bulunacak olursa, eğer erkek böyle bir hak vermediğini iddia ederse, yeminle birlikte onun sözü kabul edilir.

Medinelilerden de bir kesim şöyle demektedir: Kendisi ile gerdeğe girilen kadın hakkında, kocanın, mülkiyeti vermek ve muhayyer bırakmak huluslarını verdiğini inkar etmek hakkı vardır.

Birincisi meşhur olan rivâyete göre Malik'in görüşüdür. İbn Huveyzimendad da Malik'ten rivâyet ettiğine göre, kocanın üç talâkta hanımını muhayyer bıraktığı hususunu reddetme yetkisi vardır. O takdirde bu, Ebû Hanîfe'nin dediği gibi bâin bir talâk olur. Ebû’l-Cehm de böyle demiştir. Suhnûn dedi ki: Mezhebimize mensub ilim adamlarının çoğunluğu bu görüştedir.

Malik'in mezhebinden çıkartılan sonuç şudur: Muhayyer bırakılan kadın, kendisi ile gerdeğe girilmiş ise, kendisini tercih ettiği takdirde bu, talâkın tarımı demektir. Kocası bunu inkâr edecek olursa, bunu inkâr etme hakkı yoktur. Şayet tek bir talâk seçecek olursa, bunun hiçbir değeri yoktur. Çünkü muhayyerlik kat'î bir talâk (talâk elbette, üç talâk) demektir. Bunu bu şekilde vı alıp kabul etmiş yahut terketmiş demektir. Çünkü muhayyer bırakmanın JT-İimı tesrîh (ayırmak)dır. Yüce Allah, muhayyer bırakmanın sözkonusu edildiği âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:

"Gelin, size bağışta bulunayım ve sizi güzellikle salıvereyim." Burada tesrîh (güzellikle salıvermek) kesin üç talâk ile) boşamak demektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Talâk iki defadır ya iyilikle tutmalıdır veya güzellikle salmalıdır." (el-Bakara, 2/229) Güzellikle salıvermek ise üçüncü talâktır. Bu da önceden de geçtiği üzere Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet edilmiştir.

Mana bakımından da şöyle açıklanır: Kocanın hanımına: Beni veya kendini seç demesi, kendisini seçmesi halinde kocanın lehine kadına karşı herhangi bir müeyyidesinin olmamasını, ondan herhangi bir şeye malik olmamasını gerektirmektedir. Çünkü koca böylelikle hanımına ondan malik olduğu hususların dışına çıkma hakkını yahut kendisini seçecek olursa, kocası ile birlikte kalma hakkını vermiş olmaktadır. Talakın bir bölümünü seçtiği takdirde, o lâfzın gereğini yapmamış olur ve bu durumda iki şey arasında muhayyer bırakılıp, bu iki şeyin dışında bir şeyi seçen kimse konumunda olur.

Kendisi ile gerdeğe girilmemiş olan hanımın muhayyer bırakılıp kendi haklarına malik olması hususunda, bir talâktan fazla iddia edildiği takdirde bunu inkâr etme, reddetme hakkı vardır. Çünkü böyle bir durumda kadın kocasından derhal bâin olur.

8- Kadın Muhayyerlik Hakkına Ne Zaman Sahib Olur?

Kadının muhayyerlik hakkına ne zaman sahib olacağı hususunda Malik'ten farklı rivâyetler gelmiştir. Bir seferinde şöyle demiştir: Kadın bu hususun konuşulduğu meclisten kalkmadığı sürece yahut bu işi kabul etmediğine delâlet eden bir başka işle meşgul olmadığı sürece, muhayyerlik hakkını kullanabilir. Bulundukları meclisten ayrılacakları vakte kadar, şayet herhangi bir tercihte bulunmaz ve bir hüküm vermeyecek olursa, bu hususta kadına verilmiş olan yetki batıl olur. Fukahânın çoğunluğu bu görüştedir.

Bir başka sefer de şöyle demiştir: Böyle bir hakkı terkettiği (kullanmak istemediği) bilinmediği sürece ebediyyen muhayyerlik hakkına sahiptir. Bu ise kocasının kendisi ile ilişki kurmasına yahut dokunmasına imkan vermesiyle anlaşılır. Buna göre eğer kendisini teslim etmeyip de herhangi bir şeyi de tercih etmeyecek olursa, ya bu tercihi kullanıp yahut bu hakkın kaldırılması maksİsmi ile kocanın bunu hakime şikâyet etme hakkı vardır. Eğer kabul etmeyecek olursa, o takdirde hakim, kendi kendisine malik olma hakkını ortadan kaldırır.

Birinci görüşe göre şayet kadın bu konunun dışında bir söze dalar yahut iş yapar, yürür veya muhayyer bırakmakla -belirttiğimiz gibi- hiçbir ilgisi olmayan bir işle meşgul olursa, muhayyerlik hakkı da ortadan kalkar. Mezhebimize mensub kimi ilim adamı bu görüşün lehine yüce Allah'ın şu âyetini delil göstermektedir:

"Onlar başka bir söze dalıncaya kadar yanlarında oturmayın." (en-Nisâ, 4/140)

Aynı şekilde koca, onun neyi tercih ettiğini bilmek maksİsmi ile ona konuşma yetkisini vermiştir. Böylelikle bu, aralarında bir akit gibi olur. Bunu kabul ederse mesele yok, aksi takdirde sakıt olur. Nitekim bir kimsenin birisine: Sana bunu bağışladım yahut sattım demesi de böyledir. Kabul ederse o akit gerçekleşir, aksi takdirde mülkiyet önceki hali ne ise öylece kalmaya devam eder.

es-Sevrî'nin, Kûfelilerin, Evzaî'nin, el-Leys, eş-Şâfiî ve Ebû Sevr'in görüşü budur. İbnu'l-Kasım'ın tercih ettiği görüş de budur.

İkinci rivâyet de şöyle açıklanır: Bu(nunla yetki), kadının eline geçmiş ve kocanın bu işi ona mülkiyetine vermesi suretiyle, kocasına karşı buna malik olmuş olur. O böyle bir şeye malik olduğuna göre; bu mülkiyetin kocasının elinde kalışı gibi, onun da elinde kalması icab eder.

Derim ki: Sahih olan da budur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Âişe'ye şöyle demiştir: "Ben sana bir husustan sözedeceğim. Bu konuda annen ve babanla danışıncaya kadar acele etmemekten dolayı senin için bir sorumluluk yoktur." Bu hadisi es-Sahih'de (Müslim) rivâyet ettiği gibi, Buhârî de rivâyet etmiştir, Tirmizî de hadisin sahih olduğunu belirtmiştir. Zaten bu hadis daha önce bahsin başında geçmiş bulunmaktadır. Yine bu hadis: Koca hanımını muhayyer bırakacak olur yahut ona (kendisine) malik olduğunu söyleyecek olursa, bu konuda istediği hükmü verebileceğini gösterir. İsterse meclislerinden ayrılmış olsunlar. Bu görüş el-Hasen ve ez-Zührî'den rivâyet edildiği gibi, kendisinden gelen iki rivâyetten birisine göre Malik'in de görüşüdür.

Ebû Ubeyd dedi ki: Bu hususta bizim kabul ettiğimiz, bu hadiste Âişe (radıyallahü anhnhâ) hakkında varid olmuş sünnete tabi olmaktan ibarettir. Peygamber, annesi ve babası ile danışıncaya kadar onu muhayyer bırakmıştı. Meclisinden kalkıp gitmesini bu işin dışına çıkmak olarak değerlendirmemiştir.

el-Mervezî dedi ki: Bana göre bu husustaki görüşlerin en sahih olanı budur. İbnu'l-Münzir de, et-Tahavî de bu görüştedirler.

30

Ey peygamber hanımları! Sizden kim apaçık bir hayasızlıkta bulunursa, ona azâbı iki kat arttırılır. Bu Allah'a göre pek kolaydır.

31

Sizden kim Allah'a ve Rasûlüne itaat eder ve salih amel işlerse, Biz de ona ecrini iki defa veririz. Hem Biz ona kerim bir rızık da hazırlamışızdır.

"Ey peygamber hanımları! Sizden kim apaçık bir hayasızlıkta bulunursa..." âyetine dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1- Peygamber Hanımlarının Bazı Özellikleri:

İlim adamları derler ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımları, Allah Rasûlünü tercih edince yüce Allah, onların bu davranışlarını mükâfatlandırmak ve onlara ikramda bulunmak üzere şöyle buyurdu:

"Bundan sonra kadınlar ve bunların birini başka zevcelerle değiştirmen... sana helal olmaz." (el-Ahzab, 33/52) Onların başkalarından ayrı bir hükme tabi olduklarını belirterek de şöyle buyurmaktadır:

"Sizin Allah'ın Rasûlüne eziyet vermeniz de ondan sonra zevcelerini nikâhlamanız da ebediyyen olacak bir şey değildir." (el-Ahzab, 33/53)

Diğer taraftan onların itaatlerinin mükâfatını da, günahlarının cezasını da başkaları hakkında sözkonusu olana göre katlandırmış bulunmaktadır:

"Ey Peygamber hanımları! Sizden kim apaçık bir hayasızlıkta bulunursa, ona azâbı iki kat arttırılır." Bu âyetle yüce Allah, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımları arasından hayasızlık işleyecek kimselerin -ki yüce Allah, İfk hadisesinde de geçtiği üzere (bk. en-Nûr, 24/11-22. âyetlerin tefsiri) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı korumuş bulunmaktadır- azabının iki kat katlanacağını haber vermektedir. Buna sebeb ise konumlarının üstünlüğü, derecelerinin yüksekliği ve diğer bütün hanımların önünde oluşlarından dolayıdır.

Daha önce birkaç yerde de geçtiği üzere şeriat şunu açıklamıştır: Haram olan şeyler ağırlaşükça ve bu haramlar çiğnenecek olursa, cezalar da kat kat arttırılır. İşte köleye nisbetle hür kimsenin, bekara nisbetle evli kimsenin haddinin (uygulanacak cezasının) katlandırılmasının sebebi budur.

Bir diğer açıklama da şöyle yapılmıştır: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımları vahyin iniş yerinde, yüce Allah'ın emir ve yasaklarının geldiği evlerde bulunmaları dolayısıyla verilen emir onlar için daha güçlü ve konumları sebebiyle başkalarının bu emre bağlı kalmaları gereğinden daha ileri derecede bağlı kalmaları sözkonusudur. Böylelikle hem mükâfat, hem de azâb (ceza) onlar için katlandırılmıştır.

Bir başka açıklama da şöyledir: Onların işleyecekleri suçun Resûlüllah dv’a da eziyet vermesi sebebiyle, zararının daha büyük oluşudur. Dolayısıyla Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a eziyet vermek hususunda suçun büyüklüğü oranında ceza da büyümüş olmaktadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Allah'a ve Rasûlüne eziyet edenlere muhakkak Allah onlara dünya ve âhirette lanet etmiş...dir." (el-Ahzab, 33/57)

Bu görüşü de el-Kiya et-Taberî tercih etmiştir.

2- Mükâfat ve Cezanın Mü’minlerin Anneleri Hakkında Katlandırılması ile "İki Kat Tabiri"nin Yorumlanması:

Bazıları şöyle demiştir: Mü’minlerin annelerinden birisinin zina ettiği varsayılacak olursa -ki yüce Allah onları böyle bir işten korumuştur- konumunun büyüklüğü dolayısıyla ona iki had uygulanırdı. Tıpkı cariyeyenisbetlehür olan kadının haddinin arttırılması gibi. Bu âyet-i kerîmede "azâb" had manasınadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Mü’minlerden bir topluluk da azablarına şahit olsunlar." (en-Nûr, 24/2)

Buna göre "iki kafin anlamı iki misli yahut iki defa olur. Ebû Ubeyde dedi ki: Bir şeyin katı (dı'fı) üçe tamamlanıncaya kadar (ona) iki şey katmaktır. Ebû Amr da -et-Taberî'nin ondan naklettiğine göre- böyle demiştir. Yani ona iki misli daha azap katlanır ve böylelikle bu üç tane azâb olur. Ancak et-Taberî bu görüşün zayıf olduğunu kabul etmiştir. Diğer taraftan lâfız itibariyle böyle bir ihtimal olmakla birlikte bu doğru değildir. Çünkü ecrin iki defa verilecek olması bu görüşün tutarsız olduğunu ortaya koymaktadır. Zira hayasızlıkta azâb (ceza) itaatteki mükâfatın karşılığındadır. Bu açıklamavı da İbn Atiyye yapmıştır.

en-Nehhâs da şöyle demektedir: Ebû Amr: ile arasında fark gözetmiş ve bunların birincisi "pek çok katlar" hakkında, diğeri ise "iki kat" hakkında kullanılır, demiş ve bundan dolayı da bunu ikinci şekilde okumuştur.

Ebû Ubeyde de şöyle demektedir: "Ona azâbı iki kat arttırılır." Yani ona üç kat azâb verilir, demektir. en-Nehhâs şöyle demektedir: Ebû Amr ile Ebû Ubeyde'nin getirdikleri bu ayırımı dilbilginleri arasından bildiğim hiçbir kimse gözetmemiştir. Ayrıca her ikisinin de anlamı birdir, yani azâb iki kata kadar çıkartılır. Mesela bir kimseye: Eğer bana bir dirhem verecek olursan, ben de sana bunun iki dı'fını (katını) veririm, demesi halinde, bunun iki mislini veririm, demektir ki, bu da iki dirhem veririm, anlamına gelir. Ayrıca buna yüce Allah'ın:

"Biz de ona ecrini iki defa veririz" âyeti delil teşkil etmektedir, azâb da ecirden daha fazla olmaz. Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onlara azabtan iki kat ver." (el-Ahzab, 33/68) Azâbın iki mislini ver, demektir.

Ma'mer'in, Katade'den rivâyetine göre yüce Allah'ın:

"Ona azâbı iki kat arttırılır." âyeti hakkında şöyle demiştir: Maksat dünya azâbı ile âhiret azabıdır.

el-Kuşeyrî Ebû Nasr der ki: Zahir olan (iki kat) ile iki mislini kastetmiş olduğudur. Çünkü (daha sonra): "Biz de ona ecrini iki defa veririz" diye buyurmaktadır. Vasiyetlerde ise durum şöyledir: Eğer bir kimseye oğlunun payının iki katını vasiyet edecek olursa, bu o kimseye oğlunun payının üç katı verileceği anlamına gelir. Çünkü vasiyetler insanlar arasındaki örfe göre cereyan eder. Yüce Allah'ın kelamının açıklanması ise Arapların dil kullanımlarına göre yapılır. Arapça'da "dı'f" ise onun misli ve fazlası demektir. Sadece iki misline münhasır değildir. Mesela: Bu, bunun dı'fıdır denilecek olursa, onun mislidir, demektir. Bu onun iki dı'fıdır, onun iki mislidir, anlamındadır. Buna göre Arabça'da "dı'f" belli bir sınır sözkonusu olmaksızın fazla oluştur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İşte onların amellerine karşılık mükâfatları kat kat (dı'f) arttırılır." (Sebe', 34/37) Bu âyette ise ne bir misli, ne de iki misli arttıracağını kastetmemiştir. Bütün bunlar el-Ezherî'nin açıklamasıdır.

Onlardan herhangi birisine zina iftirasında bulunan şahsa uygulanacak ceza ile ilgili görüş ayrılıkları da daha önce en-Nûr Sûresi'nde (24/4-5. âyet, 12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.

3- Âyetlerdeki Bazı Lâfızlara Dair Açıklamalar:

Ebû Rafî'-dedi ki: Ömer (radıyallahü anh) sabah namazında çoğu kere Yusuf Sûresi ile el-Ahzab Sûresi'ni okurdu. "Ey peygamber hanımları" âyetine geldi mi de sesini yükseltirdi. Ona niye böyle yaptığı sorulunca: "Onlara kendilerine verilmiş olan ahdi hatırlatıyorum" diye cevab vermişti.

Cumhûr: "Kim... bulunursa" âyetini "yâ" ile okudukları gibi, "Kim... itaat eder"i de böylece okumuşlardır ki bu: "Kim" lâfzına binaen böyle okunmuştur.

"Kunut" itaat etmek demektir ki buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/116. âyet, 5. başlık ile 238. âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yakub ise, manaya binaen bu lâfızlardaki "ya" harflerini "te" ile okumuştur.

Bir kesimin söylediğine göre; "fahişe: hayasızlık" eğer belirtili olarak gelirse, bu zina ile livata anlamındadır. Eğer belirtisiz gelirse, diğer günahlar demek olur. Sıfat olarak geldiği takdirde kocanın haklarına riayet etmemek ve onunla kötü geçinmek demek olur.

Bir kesim de şöyle demektedir: Yüce Allah'ın:

"Apaçık bir hayasızlık" âyeti bütün masiyetleri kapsamına alır. "el-Fâhişe" nasıl gelirse yine böyledir.

İbn Kesîr;

"Apaçık" kelimesini "ya" harfini üstün olarak okumuştur. Nafî' ve Ebû Amr ise esreli okumuşlardır.

"İki kat arttırılır" anlamındaki âyeti bir kesim fiili yüce Allah'a isnad etmek suretiyle (arttırır anlamında) "ayn" harfini esreli olmak üzere; diye okumuşlardır. Ebû Amr ise Harice'nin rivâyetine göre; "İki kat arttırırız" şeklinde "nun" harfini esreli olarak, "azâb" kelimesini de nasb ile okumuştur. Bu da İbn Muhaysın'ın kıraatidir. Bu fiilin kipi tek kişi tarafından yapılan ve mutavaa diye bilinen "mufaale" veznindedir. Nitekim bu vezinde olmakla birlikte tek kişiden yapıldığını ifade eden; "Ayakkabıyı çekiçle dövdüm, hırsızı cezalandırdım" fiilleri de böyledir.

Nafî', Hamza ve el-Kisaî ise; "İki kat arttırılır" diye "ya" ve ayn" harfini üstün ile okumuşlardır. Buna karşılık "azâb" kelimesini de ötreli okumuşlardır. el-Hasen, İbn Kesîr ve Îsa'nın kıraati de budur.

Ayrıca İbn Kesîr ile İbn Âmir: "İki kat arttırırız" diye "nun" ile şeddeli ve esreli "ayn" ile okumuşlar "azâb"ı da nasb ile okumuşlardır.

Mukâtil dedi ki: Burada azâbın iki kat arttırılması, ancak âhirette olacaktır. Çünkü mükâfatın iki defa verilmesi de âhirettedir. Bu güzel bir açıklamadır, çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımları haddi gerektirici herhangi bir havasızlık işlemezler (işlememişlerdir). Nitekim İbn Abbâs da şöyle demiştir: Hiçbir peygamber hanımı asla zina etmiş değildir. Sadece îman ve itaat hususunda kocalarına ihanet edenleri olmuştur.

Bazı müfessirler de şöyle demektedir: Kendilerine iki kat verilmekle tehdit olundukları azâb, dünya ile âhiret azabıdır. İki defa mükâfat da böyledir.

İbn Atiyye ise şöyle demektedir: Ancak bu, zayıf bir görüştür. Şu kadar it ki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımlarına uygulanacak dünyevi cezaların, âhiretin azabını -diğer insanlarda olduğu gibi- kaldırmayacağını sözkonusu olması hali müstesnadır. Dünyadaki cezaların âhiret azabını kaldıracağı ise Ubade b. es-Samit yoluyla rivâyet edilen hadisin bir gereğidir. Şu kadar var ki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımları hakkında bunun böyle olacağına dair bir rivâyet îeîmediği gibi, bu hususta hükmün böyle olduğu da bellenmiş değildir.

Tefsir âlimleri âyet-i kerîmede sözü edilen "kerim rızık"ın cennet olduğunu söylemişlerdir. Bunu da en-Nehhâs zikretmiştir.

32

Ey Peygamber Hanımları! Siz diğer kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer takvalı kimseler iseniz, edalı ve yumuşak söylemeyin. O takdirde kalbinde hastalık bulunan kimseler umutlanır. Siz hep uygun söz söyleyin.

"Ey Peygamber Hanımları! Siz" fazilet ve şeref itibariyle

"diğer kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz" âyetinde:

"Herhangi biri gibi" diye (müzekker) buyurup müennes olarak; diye buyurmamış olması, "biri" anlamındaki lâfzın, hem müzekkerinin, hem de müennesinin, hem tekilinin, hem de çoğulunun nefyedilmesinden dolayıdır. İnsan olmayan kimse hakkında da bu kullanılabilir ve: "Orada hiçbir kimse yoktur, ne koyun, ne de deve" denilir. Özellikle

"kadınlar"ın sözkonusu edilmesi daha önce geçen ümmetler arasında Âsiye ve Meryem'in de bulunması dolayısıyladır. Katade buna işaret etmiş, Âl-i İmrân Sûresi'nde de (3/42. âyetin tefsirinde de) aralarında fazilet farkı hususundaki görüş ayrılıkları ile ilgili açıklamalar geçmiş bulunmaktadır, bu husus oradan tetkik edilebilir.

Daha sonra yüce Allah:

"Eğer takvalı kimseler iseniz" diye buyurmaktadır. Yani Allah'tan korkarsınız demektir. Bu âyetle faziletin şartı yerine getirilmesi halinde onlar için eksiksiz kalacağı açıkça ortaya çıkmaktadır. Çünkü yüce Allah, onlara Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından olmayı, onunnezdindebüyük bir değer taşımayı, haklarında Kur'ân-ı kerîmin nazil olmasını bağışlamış bulunmaktadır.

"Edalı ve yumuşak söylemeyin" anlamındaki âyet, nehy dolayısıyla cezm konumundadır. Şu kadar var ki, mazinin mebni oluşu gibi, mebni gelmiştir. Sîbeveyh'in kabul ettiği görüş budur. Yumuşak söz söylemeyin, anlamındadır. Yüce Allah sözlerinin kat'î, ifadelerinin kesin ve anlaşılır olmasını emretmektedir. Sözlerinde görülen yumuşaklık ile kalbi etkileyecek bir şekilde ortaya çıkmamasını istemektedir. Arab kadınları erkeklerle konuştukları sırada hakkında şüpheye düşülen ve iyi düşünülmeyen kimseler gibi, sözlerini yumuşatır ve ifadelerine bir eda kattıkları gibi olmamalarını istemekte. bu türden konuşmalarını onlara yasaklamaktadır.

"O takdirde kalbinde hastalık" Katade ve es-Süddî'den nakledildiğine göre şüphe ve münafıklık

"bulunan kimseler umutlanır." Bu âyetteki;

"Umutlanır" fiili nehyin cevabı olarak nasb ile gelmiştir.

Buradaki

"hastalık" kötülüğe bir kapı aralamak demektir ki, bu da fasıklık etmek ve bu doğrultuda sözler söylemek demektir. Bu açıklamayı da İkrime yapmıştır, bu daha doğru bir açıklamadır. Bu âyet-i kerîmede münafıklığın herhangi bir ilişkisi yoktur.

Ebû Hatim'in naklettiğine göre el-A'rec "umutlanır" anlamındaki lâfzı; şeklinde "ya" harfi üstün, "mim" harfini de esreli okumuştur.

en-Nehhâs dedi ki: Bunun yanlış olduğunu zannederim. Kanaatime göre o "mim" harfini üstün ve "ayn" harfini esreli olarak "yumuşak söylemeyin" fiiline atf ile okumuştur. Bu ise güzel bir okuyuş şeklidir. Bununla birlikte "ya" harfi ötreli, "mim" harfinin esreli okunması da caizdir. Yani yumuşak söz söylemek ümit verir, demek olur.

"Siz hep uygun söz söyleyin" âyeti hakkında İbn Abbâs şöyle demektedir: Yüce Allah, onlara iyiliği emredip münkerden alıkoymayı emretmektedir. Bir kadının yabancılarla muhatab olması ve aynı şekilde sıhrî akrabalık dolayısıyla kendisine haram olanlar ile konuşması esnasında sesini yükseltmeksizin yumuşak konuşmaması mendubtur. Çünkü kadın sesini kısmakla emrolunmuştur. Özetle söyleyecek olursak, uygun söz söylemek, şeriatın ve akılların reddetmediği, doğru olan söz demektir.

33

Evlerinizde oturun. İlk cahiliyeninki gibi açılıp saçılarak, salınıp yürümeyin. Namazı da dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allah'a ve Rasûlüne itaat edin. Ey ehl-i beyt! Allah sizden ancak kiri giderip tam anlamıyla sizi temizlemek ister.

Yüce Allah'ın:

"Evlerinizde oturun. İlk cahiliyeninki gibi açılıp saçılarak, salınıp yürümeyin..." âyeti ile ilgili açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- "Oturun" Lâfzının Kıraat Şekilleri ve Açıklamaları:

"Oturun" âyetini Cumhûr "kaf" harfini esreli şeklinde olarak okumuşlardır. Ancak Âsım ile Nafî' üstün okumuşlardır.

Birinci kıraat iki şekilde açıklanabilir:

1- Bu kelimenin "vekar"dan gelmesidir. Mesela; "Sakin oldu, sakin olur, yerleşti, yerleşir" demektir. Emri ise; " Sakin ol, dur, otur" demek olur. Çoğul hanımlara hitab şekli de; diye; "Vadediniz" ile: "Tartınız" demek gibi.

2- el-Müberred'e ait olan bu açıklamaya göre "karar"den gelir. Mesela "re" harfi üstün olmak üzere: " O yerde karar kıldım, kılarım" denilir. (Müennes çoğul emri) de asıl ise; "Karar kılınız" şeklinde "re" harfi esreli olarak gelir. Birinci "re" ise kolaylık (tahfif) olsun diye hazfedilmiştir. Tıpkı in yerine ile in yerine de; dedikleri gibi. Burda "re"yi hazfettikten sonra harekesini "kafa aktarmış oldular. "Kaf da hareke aldığından ötürü vasıl "elifine ihtiyaç kalmamış oldu.

Ebû Ali de şöyle demektedir: Hayır, bunun sebebi tad'ıf (re harfinin iki defa tekrarlanması) istenmediğinden dolayı "re" harfinin "ye"ye değiştirilmesinden ötürü böyledir. Tıpkı "kîrat" ve "dînar" kelimelerinde böyle bir ibdale gidildiği gibi. Bu durumda "ya" harfi de kendisinin yerine gelmiş olduğu harfin harekesini alır. Bu durumda lâfzın takdiri; (........) şeklinde olur. Bilahere "ya"nin harekesi - "ye" harfinin esre ile harekelenmesi hoş olmadığından ötürü- kaldırılır. Bu sefer iki sakin arka arkaya geldiğinden ötürü de "ye" harfi düşer. Vasi hemzesi de kendisinden sonra gelen harfin harekeli oluşu dolayısıyla düşer ve böylelikle kelime; halini alır.

Medinelilerin ve Âsım'ın (kaf harfini üstün) okuyuşuna gelince, bu da Arab'ların bir yerde ikamet edip oturmayı ifade etmek üzere "re" harfini esreli olarak kullandıkları: "Oturdum, kaldım" gibidir. Bunun mütekellimi: "İkamet ederim, kalırım" şeklinde; "Hamdetti, hamdeder" türünde kullanılır. Bu da Hicazlıların şivesidir, bunu Ebû Ubeyd "el-Ğaribu'l-Mûsannaf adlı eserinde el-Kisaî'den nakletmektedir ki o da en değerli hocalarındandır. Bunu ez-Zeccâc ve başkaları da zikretmiştir. Aslı ise; "(hanımlara hitaben) oturun" şeklindedir. Arka arkaya iki harfin gelmesi ağır olduğundan dolayı birinci "re" hazfedildikten sonra harekesi kafa verilmek suretiyle; denilir.

el-Ferrâ' dedi ki: Bu; "Arkadaşını uyardın mı? hissettirdin mi?" demeye benzer ki bu da; demiş gibidir.

Ebû Osman el-Mâzinî dedi ki: "Gözüm onunla aydın oldu" denildiği takdirde, sadece "re" harfi esreli olarak kullanılır, başka türlü kullanılmaz. Ancak "mekânda kaldım, oturdum" anlamında; denilemez. Çünkü bu "re" harfi üstün olarak; şeklinde kullanılır. Onun kabul etmediği bu husus, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'tan sabit olduğu takdirde bu şekildeki kıraate eleştiri olarak kabul edilemez. Çünkü bu durumda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sabit olan kıraat, bu şekildeki kullanışın doğruluğuna delil kabul edilir. Yine Ebû Hatim'in kanaatine göre; demenin Arab dilinde açıklanabilir bir tarafı yoktur.

en-Nehhâs dedi ki: Ebû Hatim'in: "Açıklanabilir bir tarafı yoktur" şeklindeki sözüne muhalefet edilmiştir. Bu hususta iki görüş vardır. Birincisi el-Kisaî'nin naklettiği görüştür. Diğeri ise benim Ali b. Süleyman'dan söylediğini duyduğum şu açıklamadır: Bu ifade; "Gözüm onunla aydın oldu, olur" tabirinden gelmektedir. Kendi evlerinizde (kalarak) onunla gözünüz aydın olsun, demektir, bu da güzel bir açıklamadır. Şu kadar var ki hadis bunun birincisinden türediğine delil teşkil etmektedir. Rivâyete göre Ammar, Âişe (radıyallahü anha)'ya şöyle demiştir: " Muhakkak Allah sana evinde kalıp oturmanı emretmiştir." Âişe ona şöyle cevab vermişti: Ey Ebû'l-Yakzan sen sürekli hakkı olduğu gibi söyleyen bir kimse olmaya devamedegeldin. Bunun üzerine şöyle demişti: Senin de itirafın ile beni bu şekilde kılan Allah'a hamdolsun.

İbn Ebi Able de "vasıl elifi ile birincisi meksûr olmak üzere iki "ra" ile: (........) diye okumuştur.

2- İlk Cahiliye Dönemi Gibi Açılıp Saçılmamak:

Bu âyet-i kerîme evde kalma manasını ihtiva etmektedir. Hitab her ne kadar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımlarına yönelik ise de, mana itibariyle diğer hanımlar da bu hitabın kapsamına girmektedir. Bütün hanımları kapsayan bir delilin vârid olmaması halinde bu böyle olmakla birlikte, esasen şeriat hanımların evlerinde kalmalarını emreden ve zaruret olmadıkça dışarı çıkmaktan uzak durmayı belirten hükümlerle dolup taşmaktadır. Bundan önce bir kaç yerde belirtildiği gibi.

Bu âyette yüce Allah, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımlarına evlerinde oturmayı emretmekte ve onların şereflerini yüceltmek üzere bu şekilde onlara hitab etmekte, açılıp saçılmalarını yasaklamakta, böyle bir işin ilk cahiliye döneminin davranışlarından olduğunu bildirerek:

"İlk cahiliyeninki gibi açılıp saçılarak salınıp yürümeyin" diye buyurmaktadır.

Daha önceden en-Nûr Sûresi'nde (24/60. âyet, 5. başlıkta) "açılıp saçılma"nın anlamına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Bunun gerçek anlamı setredilmesi, örtülmesi, açığa çıkartılmasından daha uygun olan yerleri açmak demektir. Bu kelime "bolluk, genişlik"den alınmadır. Mesela, dişleri birbirinden ayrı olan kimse hakkında: "Dişleri birbirinden bir parça ayrıdır" denilir. Bu açıklamayı el-Müberred yapmıştır.

İnsanlar

"ilk cahiliye"nin ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbrahim (aleyhisselâm)'ın dünyaya geldiği dönem olduğu söylenmiştir. Kadın inciden gömlek giyinir, yolun ortasında yürüyerek kendisini erkeklere arzedermiş.

el-Hakem b. Uyeyne de şöyle demiştir: Bu süre Âdem ile Nûh arasındaki süredir ki; bu da sekizyüzyıllık bir zaman dilimini kapsar. Bu dönemde yaşayan insanların çok kötü yaşayışları nakledilmiştir.

İbn Abbâs dedi ki: Bu Nûh ile İdris arasındaki zamanı kapsar, el-Kelbî ise Nûh ile İbrahim arasındaki zaman dilimidir, der.

Denildiğine göre; kadın yan tarafları dikilmemiş olduğu halde inciden gömlek giyinir, yine bedenini örtmeyen ince elbiseler giyinirmiş.

Bir kesim bu süre Mûsa ile Îsa arasındaki dönemdir, demektedir. en-Nehaî ise: Îsa ile Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) arasındaki dönemdir, der.

Ebû'l-Âl-iyye'ye göre bu Dâvûd ve Süleyman (ikisine de selâm olsun) zamanıdır. Bu dönemde kadın yan tarafları dikişsiz, inciden gömlek giyinirmiş. Ebû'l-Abbas el-Müberred dedi ki: İlk cahiliye (koyu cahiliye) demeye benzer. el-Müberred dedi ki: Kadınlar ilk koyu cahiliyede açığa çıkartılması çirkin olan yerleri açardı. Öyle ki, kadın kocası ile dostu ile birlikte oturur, dostu tek başına onun belinden yukarısı ile kocası ise belinden aşağısı ile uğraşırdı. Kimi zaman biri diğerinden yerlerini değiştirmelerini istediği dahi olurdu.

Mücahid dedi ki: Kadınlar erkekler arasında yürürdü. İşte açılıp saçılmaları bu idi.

İbn Atiyye dedi ki: Gördüğüm kadarı ile o mü’minlerin annelerinin yetişmiş oldukları cahiliye dönemi (davranışları)na işaret etmektedir. Onlara o dönemdeki yaşayışlarından farklı bir şekilde yaşamaları emrini vermiştir. Bu ise şeriatten önce kâfirlerin yaşayışları idi. Çünkü şeriatten önce kâfirlerin kıskançlıkları yoktu. Kadınlar tesettüre riayet etmiyorlardı. Bu cahiliyenin "ilk" diye nitelendirilmesi ise, onların daha önce içinde bulundukları hale nisbetledir. Yoksa ortada başka bir cahiliye vardı, anlamında değildir. İslâm'dan önceki bu döneme cahiliye ismi verilmiş bulunmaktadır. O bakımdan şairler hakkında "cahili şairdir" tabiri kullanılmıştır. İbn Abbâs da -Buhârîde yer aldığına göre- şöyle demektedir: Cahiliye döneminde babamı şöyle derken dinlemiştim. Aynen bu ifade değil de, Ashabın "Cahiliyye" kavramını kullandıklarına dair bazı ifadeler için bk. Buhârî, V, 2157, 2197, VI, 2464, 2482, 2522... ve buna benzer daha başka ifadeler de vardır.

Derim ki: Bu, güzel bir açıklamadır. Ancak buna şöyle itiraz edilebilir: Araplar çoğunlukla darlık ve sıkıntı içerisinde yaşayan kimselerdi. Rahat nimetler içerisinde bulunmak ve zînetin açığa vurulması, sadece önceki zamanlarda cereyan etmiş bir iştir. İşte ilk cahiliye dönemi ile kastedilen de budur. Âyet-i kerîmeden maksat ise, kırıtarak, salınarak yürümek, güzelliklerini erkeklere göstermek ve buna benzer şer'an câiz olmayan diğer hususlarda, kendilerinden önceki kadınlardan farklı hareket etmektir. İşte bu, bütün görüşleri kapsar ve ihtiva eder. O bakımdan onlar evlerinde oturmalıdırlar. Dışarı çıkmak ihtiyacını duyarlarsa, süslenmeyi terkederek ve tam bir tesettüre riayet ederek bunu yapmalıdırlar. Başarıya ulaştıran Allah'tır.

3- Mü’minlerin Annelerinin Bu Ayete Karşı Tutumları:

es-Sa'lebî ve başkalarının naklettiklerine göre Âişe (radıyallahü anha) bu âyet-i kerîmeyi okudu mu, başörtüsünü ıslatıncaya kadar ağlarmış. Yine onun naklettiğine göre Şevde (radıyallahü anha)'ya: Niye senin diğer kızkardeşlerinin yaptığı gibi haccetmiyor, umreye gitmiyorsun? diye sorulunca, şöyle demiş: Ben hem haccettim, hem de umre yaptım. Allah da bana evimde kalmamı emretti.

Bunu rivâyet eden dedi ki: Allah'a yemin ederim, odasının kapısından cenazesi çıkartılıncaya kadar çıkmadı. Allah ondan razı olsun.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Ben yaklaşık bin kasabaya girip çıktım. İbrahim el-Halil (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ateşe atıldığı yer olan Nablus hanımlarından daha iffetli, namuslarını daha çok koruyan kadınlar görmedim. Orada ikamet ettiğim süre içerisinde cuma günü müstesna, gündüzün yolda tek bir kadın görmedim. Cuma günü namaza çıkarlar ve mescidi doldururlardı. Namaz bitti mi hemen evlerine geri dönerlerdi, bir dahaki cumaya kadar onlardan birisine gözüm ilişmezdi. Ben Mescid-i Aksa'da öyle iffetli kadınlar gördüm ki, Mescid'in içinde şehit düştükleri vakte kadar itikâf ettikleri yerlerden dışarı çıkmamışlardır.

4- Âişe (radıyallahü anha) Hakkındaki İleri Geri İddialara Verilen Cevablar:

İbn Atiyye dedi ki: Âişe (radıyallahü anha)'nın ağlayışı Cemel Vakası'na katılmasından ötürü idi. O vakit Ammar kendisine: Allah sana evinde kalmanı emretmiş bulunuyor, demişti.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Rafızîler -lanet üzerlerine olsun- bu âyet-i kerîmeyi ele alıp mü’minlerin annesi Âişe (radıyallahü anha)'ya hücum ederek şöyle derler: O ordulara kumanda edip Savaşlara katılmak, kendisine farz olmayan ve kendisi için de câiz olmayan hususlarda vuruşmak işlerine girişmek sureti ile dışarı çıkmakla Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emrine muhalefet etmiştir. Yine derler ki: Osman (radıyallahü anh) muhasara altında idi. O bu durumu görünce, bineklerinin hazırlanmasını emretti ve Mekke'ye çıkıp gitmek için hazırlıklarını yaptı. Mervan ona: Ey mü’minlerin annesi, burada kal ve bu ayak takımını geri çevir. Çünkü insanlar arasında ıslahta bulunmak senin hacca gitmenden hayırlıdır, demişti.

İbnu'l-Arabî dedi ki: İlim adamlarımız (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) şöyle demişlerdir: Âişe (radıyallahü anha) fitne ve karışıklıkların çıkmasından önce hacca gitmeyi adamıştı. Adağını geriye bırakmayı uygun görmemişti. Eğer o karışıklıklar döneminde çıkıp gitmiş olsaydı bile yine bu onun için doğru bir davranış olurdu. Cemel Savaşına çıkmasına gelince, o Savaşmak kastıyla çıkmadı. İnsanlar bu hususta ona gidip geldiler ve karşı karşıya kaldıkları büyük fitne, insanların kan dökmelerini ona şikayet ettiler. Onun bereketinden faydalanmak istediler, eğer insanların karşısında duracak olursa, bu karışıklıklardaki insanların ondan utanacaklarını ümit ettiler. O da bu kanaate sahib olduğundan dolayı yüce Allah'ın şu âyetine uyarak vak'anın olduğu yerlere çıkıp gitmişti:

"Bir sadaka vermeyi yahut bir iyilik yapmayı veya insanlar arasını düzeltmeyi emredeninkinden başka onların fısıldaşmalarının birçoğunda hayır yoktur." (en-Nisa, 4/114);

"Eğer mü’minlerden iki grup birbirleri ile çarpışırlarsa, onların aralarını düzeltin." (el-Hucurat, 49/9)

İnsanların arasını düzeltmek emrine, erkeği ile kadınıyla, hürüyle kölesiyle bütün insanlar muhataptır. Şanı yüce Allah ise ezelî hükmünde ve yerini bulan takdirinde böyle bir ıslâhın meydana gelmesini dilememiştir. Şu kadar var ki, bu Savaş esnasında pekçok öldürmeler ve yaralamalar ortaya çıkmıştı. Az kalsın her iki taraf da yok olup gidecekti. Onlardan bazıları deveye hücum edip onun ayak bileklerini kesti. Deve yanı üzere düşünce, Muhammed b. Ebibekr, Âişe (radıyallahü anha)'a yetişti ve onu bineğe bindirip Basra'ya götürdü. O da otuz hanım ile birlikte çıktı. Bu otuz hanımı Ali (radıyallahü anh) onunla birlikte göndermişti. İyilik, takva yaptığı te'vilde isabet etmiş, işinde ecir kazanmış, müctehide bir kadın olarak onu Medine'ye ulaştırdılar. Çünkü ahkâma dair içtihadda bulunan herkes isabet eder. Bundan önce en-Nahl Sûresi'nde (16/7-8. âyetlerin tefsirinde) bu devenin ismi geçmiş bulunmaktadır. İşte o gün de bu isim ile "Yevmu'l-Cemel" (Cemel Günü, Cemel Vakası günü) diye bilinir.

"Namazı da dosdoğru kılın, zekâtı verin" verdiği emir ve nehiyler hulusunda

"Allah'a ve Rasûlüne itaat edin. Ey ehl-i beyt, Allah sizden ancak kiri giderip tam anlamıyla sizi temek ister."

ez-Zeccâc dedi ki: Denildiğine göre bu âyet ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımları kastedilmektedir. Bir diğer görüşe göre bununla hem onun hanımları hem de -biraz sonra açıklanacağı üzere- ehl-i beyti kastedilmektedir.

"Ey ehl-i beyt" lâfzı medh üzere nasb edilmiştir. Bedel olarak nasbedildiği de kabul edilebilir. Ayrıca ref ve cer ile okunması da caizdir.

en-Nehhâs dedi ki: Eğer cer ile okunursa, "sizden" anlamındaki âyette yer alan "kef" ile "mim" zamirinden bedel olarak cer edilir. Ancak bu Ebû’l-Abbas Muhammed b. Yezid'e göre câiz değildir. Çünkü o muhatab müennesten de, muhatab müzekkerden de bedel yapılmayacağı görüşündedir. Çünkü her ikisinin de ayrıca açıklanmaya ihtiyaçları yoktur.

"Tam anlamıyla sizi temizlemek ister" âyeti, te'kid manasını taşıyan bir mastardır.

34

Evlerinizde okunan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Muhakkak Allah herşeyin inceliklerini bilir (Lâtiftir), herşeyden haberdardır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1- Mü’minlerin Annelerinin, Evlerinde Okunan Allah'ın Âyetleri ve Hikmet ile Ehl-i Beytin Kimlikleri:

"Evlerinizde okunan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın" lâfızları, ehl-i beytin onun hanımları olduğunu ortaya koymaktadır.

Ehli beytin kim oldukları hususunda ilim ehli farklı görüşlere sahiptir. Atâ, İkrime ve İbn Abbâs onun ehl-i K" .. ':M-i 'inun hanımlarıdır. Onlarla birlikte bir erkeğin varlığı sözkonusu değildir. Bunların kanaatine göre "beyt" ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın (ve hanımlarının) kaldığı odalar kastedilmiştir. Çünkü yüce Allah:

"Evlerinizde okunan ...ı hatırlayın" diye buyurmaktadır.

Aralarında el-Kelbî'nin de olduğu bir kesim ise; bunların özel olarak Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelmiş hadisler de vardır. Bunlar yüce Allah'ın:

"Ey ehl-i beyt, Allah sizden ancak kiri giderip tam anlamıyla sizi temizlemek ister" âyetindeki "siz" anlamındaki zamirin erkekler için kullanılan bir zamir oluşunu delil göstermişlerdir. Çünkü bu sadece hanımlara ait bir hitab olsaydı, kadınlar için kullanılan zamir ile; "Siz kadınlardan... ve siz kadınları temizlemek" şeklinde olması gerekiyordu. Bununla birlikte burada zamirin bu şekilde "ehl" lâfzına göre kullanılmış olma ihtimali vardır. Bir kimsenin arkadaşına: Senin ehlin nasıldır? derken, hanımın veya hanımların nasıldır, demek istemesi gibi. Buna cevab veren kişi de (erkekler için kullanılan zamir ile): Onlar iyidirler diye cevab verir. Nitekim yüce Allah şu âyetinde de bu şekildeki ifadeyi kullanarak şöyle buyurmaktadır:

"Dediler ki: Allah'ın rahmetine mi şaşıyorsun? Allah'ın rahmet ve bereketleri sizin üzerinize olsun ey ehl-i beyt!" (Hud, 11/73)

Âyet-i kerîmeden açıkça anlaşılan ise, bunun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımları ve diğerleri dahil olmak üzere bütün ehl-i beyt hakkında umumî olduğudur. "Tam anlamıyla sizi temizlemek ister" diye buyurması (ve erkek zamiri kullanması) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Ali, Hasan ve Hüseyin'in aralarında bulunmasından dolayıdır. Müzekker ile müennes birarada bulunduğu takdirde ise müzekker ifade (tağlib ile) kullanılır. Buna göre âyet-i kerîme Peygamber Efendimiz'in hanımlarının ehl-i beytten olmasını gerektirmektedir. Çünkü âyet-i kerîme onlar hakkında, hitab onlaradır. Buna da ifadelerin akışı delâlet etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Ummu Seleme'nin: Bu âyet-i kerîme benim evimde nazil oldu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'i çağırdı. Onlarla birlikte Hayber'de imal edilmiş bir örtünün altına girip: "İşte bunlar benim ehl-i bey timdir" deyip âyet-i kerîmeyi okuduktan sonra: "Allahım, onların üzerinden kiri gider ve onları iyice temizle" demesi üzerine Ummu Seleme'nin: Ben de onlarla beraber olsam, ey Allah'ın Rasûlü deyince, Peygamber: "Sen kendi mekânındasın ve sen hayır üzeresin" dediği, Tirmizî ve başkalarının rivâyet edip Tirmizî'nin hakkında: Bu hadis garib bir hadistir Tirmizî, V, 351, 663, 699. Bu husustaki başka rivâyetlerin bazıları: Müslim, IV, 1883; Tirmizî, V, 352; Taberânî, Evsat, II, 229, 337, 371, III. 166, 380, IV, 134, VII, 319; Müsned, III, 259, 285, IV, 292, 298, 304. demesine gelince, el-Kuşeyrî de şöyle demiştir. Ummu Seleme dedi ki: Ben de başımı örtünün altına soktum ve ben de onlardan mıyım? ey Allah'ın Rasûlü, diye sordum. O da: "Evet" dedi.

es-Sa'lebî dedi ki: Ehl-i beyt Haşimoğullarıdır. Bu da "beyt" ile neseb hanedanının kastedildiğine delildir. Bu durumda Abbas, Peygamber Efendimiz'in amcaları ve amcalarının çocukları da onlardan sayılır.

Buna yakın bir rivâyet Zeyd b. Erkam (Allah hepsinden razı olşun)dan rivâyet edilmiştir. el-Kelbî'nin açıklamasına göre yüce Allah'ın:

"hatırlayın" âyeti yüce Allah'ın yeni bir hitabıdır. Yani Allah bu hitabı ile Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem)"ın hanımlarına öğüt vermek ve evlerinde okunan Allah'ın âyetleri ile hikmeti hatırlatmak sureti ile üzerlerindeki nimetlerini saymış olmaktadır.

Te'vil ilmini bilenler: "Allah'ın âyetleri"nden kasıt, Kur'ân-ı Kerîm, "hikmerden kasıt sünnettir. "Hatırlayın" âyeti da sahih olan görüşe göre kendisinden önceki (peygamberin hanımlarına yönelik) hitab ile uyum arzetmek-:edir. "Sizden" diye buyururken müzekker zamir kullanması ise ehl" lâfzını kullanmış olmasından ötürüdür. "Ehl" ise lâfız olarak müzekkerdir. Bundan ötürü Peygamber'in hanımları müennes olmakla birlikte onları müzekker bir isim ile adlandırmıştır. İşte bundan dolayı "sizden" lâfzındaki zamir de müzekker gelmiştir. el-Kelbî ve benzerlerinin söylediklerine itibar edilmez. Çünkü onun bu hususta öyle bir takım acıkmaları vardır ki, selef-i salih döneminde olsaydı, bundan dolayı onu engeller ve bu kabilden görüş beyan etmesine mani olurlardı.

Yüce Allah'ın:

"Ey Peygamber! Zevcelerine de ki..." (el-Ahzab, 33/32) âyetinden itibaren: "Allah herşeyin inceliklerini bilir, herşeyden haberdardır" âyetine kadar âyetler birbirlerine nesak atfı ile atfedilmişlerdır. Peki, ifadelerin ortasında ayrı olarak onlardan başkalarına ait nasıl bir söz verleşmiş olabilir? Bu sadece Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bu âyetin nüzulüne dair gelmiş olan haberlerde görülen bir şeydir. Bu rivâyetlere göre Peygamber, Ali. Fatıma, Hasan ve Hüseyin'i çağırmış, bir örtü alıp onları o örtüye sarmış. Sonra da elini semaya kaldırarak: "Allahım, bunlar benim ehl-i beytimdir. Allahım, sen onlardan kiri gider ve onları iyice temizle" diye buyurmuştur. Bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın âyetin nüzulünden sonra onlara yapmış olduğu bir duadır. O, Peygamber Efendimiz'in hanımlarına hitab olan âyetin kapsamı içerisine yüce Allah'ın onları da almasını arzulamıştır. İşte el-Kelbî ile ona uygun kanaat belirtenler bu âyeti onlara has olarak yorumlamışlardır. Oysa bu dua. âyetin indirilişinin dışında onlar için yapılmış bir duadır (zikirdir).

2- Zikrin Anlamı:

Buradaki zikrin üç anlama gelme ihtimali vardır:

1- Nimetin yerini hatırlayınız. Çünkü yüce Allah sizleri Allah'ın âyetlerinin ve hikmetin okunduğu evlerde bulundurmuştur.

2- Allah'ın âyetlerini hatırlayın ve onların değerini bilin. Onlar üzerinde düşünün, öyle ki herbiriniz bunları unutmayın ki, yüce Allah'ın öğütlerinden gerektiği gibi öğüt alasınız. Bu durumda olan kimselerin davranışlarının güzel olması icab eder.

3- "Hatırlayın" koruyun, okuyun ve dilinizden düşürmeyin, anlamındadır. Sanki yüce Allah, hanelerinde indirilen Kur'ân-ı Kerîm'i şahit oldukları Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın fiillerini ve ondan işittikleri sözlerini haber vermelerini emretmiş gibidir. Böylelikle bu yolla bunlar insanlara ulaşabilsin, onlar da bunlarla amel etsinler ve bunlara uysunlar.

Bu âyet, din hakkında erkek olsun, kadın olsun tek kişinin haberinin (haberu'l-vâhid) kabul edilmesinin câiz olduğuna delil teşkil etmektedir.

3- Peygamber Efendimiz'in Tebliğ Yükümlülüğünün Sınırı:

İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu âyet-i kerîmede fevkalade önemli bir mesele vardır. O da şudur: Yüce Allah, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a üzerine indirilen Kur'ân-ı kerîmi tebliğ etmesini ve dinden bildiklerini öğretmesini emretmektedir. Bundan dolayı o kendisine indirilen Kur'ân'ı bir tek kişiye yahut rastladığı kimselere okuyacak olsaydı, bu farz üzerinden sakıt olurdu. Ondan bunu dinleyenin de başkasına tebliğ etmesi görevi vardır. Peygamber efendimizin bunları ashabın tümüne ayrıca zikretmesi yükümlülüğü yoktur. Hanımların böyle bir işi bildikleri takdirde de insanların karşısına çıkarak onlara: Bana şunlar şunlar indirildi, şunlar şunlar indirildi demek gibi bir yükümlülüğü de yoktur. Bundan dolayı biz de şöyle diyoruz: Erkeklik organına elini değdirmekten ötürü abdestin vücubuna dair Busre yoluyla gelen haber gereğince amel etmek caizdir. Çünkü o işittiğini rivâyet etmiş ve bellediğini tebliğ etmiştir. Bunun erkekler tarafından -Ebû Hanîfe'nin dediği gibi- tebliğ edilmesine gerek yoktur. Üstelik bu ayrıca Sa'd b. Ebi Vakkas ile İbn Ömer'den de rivâyet edilmiştir.

35

Doğrusu müslüman erkeklerle müslüman kadınlar, îman eden erkeklerle îman eden kadınlar, itaate devam eden erkeklerle itaate devam eden kadınlar, sadık olan erkeklerle sadık olan kadınlar, sabreden erkeklerle Allah'a zilletle sabreden kadınlar, Allah'a zilletle boyun eğen erkeklerle boyun eğen kadınlar, sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar, gizli yerlerini koruyan erkeklerle (gizli yerlerini) koruyan kadınlar, Allah'ı çokça anan erkeklerle çokça anan kadınlar için, Allah bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Âyetin Nüzul Sebebi:

Tirmizî'nin rivâyetine göre ensardan olan Um Umare, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek şöyle dedi: Ben herşeyin erkeklere ait olduğunu görüyorum. Kadınlardan herhangi bir şekilde sözedildiğini de görmüyorum. Bunun üzerine şu:

"Doğrusu müslüman erkeklerle müslüman kadınlar, îman eden erkeklerle îman eden kadınlar..." âyeti nazil oldu. (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, ga-:ib bir hadistir. Tirmizî, V, 354.

Bu âyetteki

"müslüman erkekler" lâfzı;

"Doğrusu" lâfzının ismidir.

"Müslüman kadınlar" da ona atfedilmiştir. Basra'lılara göre bunların merfu okunması da caizdir. el-Ferrâ''ya gelince, ona göre bu, ancak i'rabın üzerinde alâmetinin görülmediği hallerde câiz olabilir.

2- Âyetin Anlamı:

Bu âyet-i kerîme hem imanı, hem de amel-i salihi kapsayan İslâm'ı söz konusu ederek başlamaktadır. Daha sonra'onun özelliğine dikkat çekmek ve İslâm'ın en büyük esası ve üzerinde yükseldiği temeli olduğuna dikkat çekmek için de imanı sözkonusu etti.

"Kânit (itaate devam eden)" âbid ve itaatkâr demektir.

"Sâdık" kendisinden alınan sözleri yerine getirdiği bilinen ve görülen kimse demektir.

"Sabreden" kendisini şehvetlerden, arzuladığı şeylerden alıkoyan, rahatlık zamanlarında da sıkıntılı zamanlarında da itaatlere sabırla devam eden demektir.

"Zilletle boyun eğen (hâşi’)" ise Allah'tan korkan kimse demektir.

"Sadaka veren" hem farz, hem de nafile sadakayı veren kimseler demektir. Sadece farz (olanlar) verenler kastedilmiştir, diyenler de vardır, ancak birinci açıklama daha bir öğücü açıklamadır.

"Oruç tutan" ifadesi de böyledir.

"Gizli yerlerini" zina ve benzeri helal olmayan şeylerden

"koruyan erkeklerle koruyan kadınlar" âyetindeki

"koruyan kadınlar" âyetinde hazfedilmiş lâfızlar vardır. Buna daha önce gelmiş olan âyetler delâlet etmektedir. "(........): Gizli yerlerini koruyan kadınlar" takdirindedir. Daha önce bunun zikredilmiş olmasıyla yetinilmiştir.

"Zikreden kadınlar" âyeti da aynı şekildedir. Şairin şu beyiti de buna benzemektedir:

"Siyaha yakın koyu kırmızı ile kan kırmızısı atlar ki; sanki

Sırtları altın rengi ile üstlerinden alametlendirilmiş gibidir."

Sîbeveyh "altın rengi" anlamındaki lâfızları nasb ile rivâyet etmiştir. Burada "he" zamirinin hazfi ile merfu gelmesi caizdir. Sanki; (.......) denilmiş gibidir. Bu da "renk" anlamındaki lâfzı merfu okuması halinde böyledir.

"Zikreden erkek"ten kasıt, bir açıklamaya göre sabah-akşam namazlardan sonra zikredenler ve uykudan uyandıkları vakit yataklarında zikredenlerdir. Buna dair geniş açıklamalar, ilgili yerlerinde ve buna bağlı ortaya çıkan çeşitli faydalı bahisler ve hükümler de geçmiş bulunmaktadır ki; burada ayrıca tekrar etmeye gerek kalmamıştır. (Bk. el-Bakara, 2/40. âyet, Al-i İmrân, 3/41. âyet, 4. başlık ve 191. âyetin tefsirleri). Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun.

Mücahid dedi ki: Bir kimse, yüce Allah'ı ayakta iken, otururken ve yatarken zikredici olmadığı sürece "Allah'ı zikreden kimse" olamaz.

Ebû Said el-Hudrî (radıyallahü anh) dedi ki: Geceleyin hanımını uyandırıp dört rekât namaz kılanların her ikisi de yüce Allah'ı çokça anan erkekler ve çokça anan kadınlardan yazılırlar.

36

Allah ve Rasûlü bir işi hükme bağladığında hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadına o işlerinde istediklerini yapmak hakları yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlüne isyan ederse, şüphesiz apaçık bir sapıklıkla sapmış olur.

Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Âyetin Nüzul Sebebi:

Katade, İbn Abbâs ve Mücahid bu âyetin nüzul sebebi hakkında rivâyet ettiklerine göre; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) halasının kızı olan Cahş kızı Zeyneb'e talib oldu. Peygamber'in kendisi için istediğini zannetmişti. Onun Zeyneb'i, Zeyd için istediği anlaşılınca, bundan hoşlanmadı, kabul etmedi ve karşı koydu. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu, bu sefer Zeyneb itaatle boyun eğdi ve onunla evlendi.

Bir başka rivâyette belirtildiğine göre; Zeyneb'in kendisi de, kardeşi de Kureyş arasındaki nesebi dolayısıyla bunu kabul etmedi. Çünkü Zeyd, dün daha bir köle idi. Nihayet bu âyet-i kerîme nazil oldu. Bunun üzerine kardeşi Peygamber'e: Bana dilediğin emri ver, deyince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Zeyneb'i, Zeyd ile evlendirdi.

Âyet-i kerîmenin, Ukbe b. Ebi Muayt'ın kızı Um Külsum hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Um Külsum kendisini Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bağışlamıştı, o da onu Zeyd b. Harise ile evlendirmişti. Kendisi de kardeşi de bu işten hoşlanmadılar ve: Biz Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı istedik, o ise bizi başkasıyla evlendirdi, dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu, bu sefer her ikisi de Zeyd ile evliliği kabul etti. Bu açıklamayı da İbn Zeyd yapmıştır.

el-Hasen dedi ki: Allah ve Rasûlü bir hususa dair emir verdiği takdirde, erkek olsun, kadın olsun hiçbir mü’min ona karşı gelemez.

2- "Hakları Yoktur" vb. ifadeler:

"Hakkı yoktur, yakışmaz, olacak şey değildir..." vb. tabirlerin anlamı yasaklamak ve sakındırmaktır. Bu tabirler herhangi bir şeyi yasaklamak ve böyle bir işin olmayacağına dair hüküm vermek için kullanılır. Bu âyet-i kerîmede olduğu gibi. Kimi zaman böyle bir şeyin imkânsızlığı aklen kabul edilmediği için de olabilir. Allah'ın:

"Onların ağaçlarını bitirmek sizin için mümkün olmaz." (en-Neml, 27/60) âyetinde olduğu gibi.

Bazan bu şer'an böyle bir şeyin imkansız olduğunun bilinmesi halinde de kullanılabilir. Yüce Allah'ın:

"Allah kendisine kitabı, hükmü ve peygamberliği verdikten sonra o kimsenin insanlara... demesi hiçbir beşere yakışmaz." (Al-i İmrân, 3/79) âyeti ile:

"Allah bir insanla ancak vahiy yolu ile konuşur veya bir perde arkasından..." (eş-Şura, 42/51) âyetinde olduğu gibi.

Bazan bu mendub (teşvik edilen) hususlarda da olabilir. Bir kimseye: Ey filan, nafileleri terketmek sana yakışan bir iş değildir ve benzeri sözler söylemek gibi.

3- Evlilikte Kefâetin (Denkliğin) Muteber Olduğu Yerler:

Bu âyet-i kerîmede soy ve sopta kefâetin gözönünde bulundurulmayacağına, aksine dini durumun gözönünde bulundurulacağına açık bir delil, hatta nass vardır. Bu ise Malik, Şâfiî, Muğire ve Suhnun'un kanaatlerine muhaliftir. Bunun böyle olmasının bir diğer sebebi de şudur: Mevâlî (sonradan İslâm'a giren Arab olmayan kavimler) Kureyşlilerden kadınlarla evlendikleri gibi, Zeyd de, Zeyneb bint Cahş ile evlenmiştir. el-Mikdad b. el-Esved, ez-Zübeyr'in kızı Dubaa ile evlendiği gibi, Ebû Huzeyfe, Salim'i el-Velid b. Utbe'nin kızı Fatıma ile evlendirmiş, Bilal Abdu'r-Rahmân b. Avf'ın kızkardeşi ile evlenmiştir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden bir kaç yerde de geçmiş bulunmaktadır.

4- Allah ve Rasûlünün Hükmüne Aykırı Tercihte Bulunmak Yasaktır:

Yüce Allah'ın:

"O işlerinde istediklerini yapmak hakları yoktur" âyetinde geçen: "Yapmak" lâfzını Kûfeliler "ye" ile okumuşlardır, Ebû Ubeyd'in tercihi de budur. Çünkü burada fiil ile onun müennes olan (ismi) arasına başka lâfızlar girmiştir. Diğerleri ise "te'" ile okumuşlardır. Çünkü "istediklerini yapmak" anlamına gelen lâfız müennestir, bundan dolayı ona ait olan fiilin müennes getirilmesi güzeldir. Müzekker gelişi ise; "istediklerini yapmak" anlamındaki; Muhayyer bırakmak" oluşundan dolayıdır. Âyet-i kerîmedeki şekliyle bu lâfız ihtiyar (istediğini seçmek, tercih etmek) anlamında bir mastardır. İbn es-Semeyka "ye" harfini sakin olarak; diye okumuştur.

Bu âyet-i kerîme, yüce Allah'ın: "Peygamber, mü’minler için kendi öz canlarından önce gelir" (el-Ahzab 33/6) âyetinin muhtevası içerisindedir.

Daha sonra yüce Allah, Allah'a ve Rasûlüne isyan eden kimseleri tehdit etmekte ve bunların sapıtmış olacaklarını haber vermektedir. İşte bu bizim mezhebimize mensub fukahâ ile İmâm Şâfiî mezhebine mensub fukahânın çoğunluğunun ve bazı usulcülerin kabul ettikleri şekilde, "yap" kipinin asıl anlamı itibariyle vücub için kullanılmış olduğu kanaatlerine en açık bir delıîdır. Çünkü şanı yüce Allah, kendisinin ve Rasûlünün emrinin işitilmesi halinde mükellefin istediğini seçebilme hakkını ortadan kaldırmakta, daha sonra da böyle bir emrin sadır olmasına rağmen istediğini seçmeye kalkışan kimsenin de isyan etmiş olacağını belirtmekte, böyle bir masiyetin sonucu olarak da dalâletin yani sapıklığın sözkonusu olacağını bildirmektedir. O halde emir kipinin vücub ifade ettiğini kabul etmek gerekmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

37

Hani sen Allah'ın da kendisine nimet verdiği, senin de kendisine nimet ettiğin kimseye: "Zevceni nikâhında tut ve Allah'tan kork!" diyordun. Allah'ın açığa çıkaracağı şeyi ise içinde gizliyor, insanlardan korkuyordun. Halbuki Allah'tan korkman daha uygundu. Nihayet Zeyd'in o kadın ile bir bağı kalmayınca, Biz onu seninle evlendirdik. Böylelikle evlatlıklarının eşleri ile herhangi bir bağı kalmayınca, onlarla evlenmek hususunda mü’minlere bir vebal olmadığı anlaşılsın. Allah'ın emri elbette yerini bulur.

Bu âyete dair açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız:

1- Âyetin Nüzul Sebebi ve Anlaşılması:

Tirmizî şu rivâyeti kaydetmektedir: Bize Ali b. Hucr anlattı, dedi ki: Bize Dâvûd b. ez-Zibrikan, Dâvûd b. Ebi Hind'den anlattı. Dâvûd b. Ebi Hind, eşa biden, o Âişe (radıyallahü anha)'dan dedi ki: Şayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vahiyden bir şeyer gizlemiş olsaydı, şu:

"Hani sen Allah'ın da kendisine" İslâm ile

"nimet verdiği, senin de kendisine" kölelikten azad etmekle

"nimet ettiğin kimseye" çünkü onu azad etmişti,

"zevceni nikâhında tut ve Allah'tan kork, diyordun. Allah'ın açığa çıkaracağı şeyi ise içinde gizliyor, insanlardan korkuyordun. Halbuki Allah'tan korkman daha uygundu... Allah'ın emri elbette yerini bulur" âyetini gizlerdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Zeyneb ile evlendiğinde, o oğlunun helali ile evlendi, demeleri üzerine yüce Allah da:

"Muhammed sizin adamlarınızdan kimsenin babası değildir. Fakat o Allah'ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur" (el-Ahzab, 33/40) âyetini indirdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Zeyd'i küçük yaşta iken evlad edinmişti. O bu haliyle büyük bir adam oluncaya kadar devam etti ve ona Muhammed b. Zeyd denilir oldu. Şanı yüce Allah da bunun üzerine:

"Onları babalarına nisbet edip çağırın. Bu Allah nezdinde daha âdildir. Eğer babalarını bilmiyor iseniz, dinde kardeşleriniz ve dostlarınızdırlar" (el-Ahzab, 33/5) âyetini indirdi. Yani filan kişi filanın mevlasıdır, filan filanın kardeşidir. İşte bu Allah nezdinde daha âdildir. Ebû Îsa (Tirmizî) dedi ki: Bu garib bir hadistir. Çünkü Dâvûd b. Ebi Hind, en-Nehaî'den, o Mesrûk'tan, o Âişe (radıyallahü anha)'dan diye rivâyet etmiştir. Âişe dedi ki: Eğer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vahiyden bir şey gizlemiş olsaydı, hiç şüphesiz:

"Hani sen Allah'ın kendisine nimet verdiği, senin de kendisine nimet ettiğin kimseye... diyordun" âyetini gizlerdi. Bu hadis, bu şekliyle uzun uzadıya rivâyet edilmiş değildir. Tirmizî, V, 352.

Derim ki: İşte Müslim, Sahih'inde bu kadarını rivâyet etmiştir. Tirmizî'nin, Camî’inde sahih dediği de budur. Müslim, I, 160.

Buhârî'de de Enes b. Malik'ten gelen rivâyete göre bu:

"Allah'ın açığa çıkaracağı şeyi ise içinde gizliyor..." âyeti Zeyneb bint Cahş ile Zeyd b. Harise hakkında nazil olmuştur. Buhârî, VI, 2699- Ömer, İbn Mes'ûd, Âişe ve el-Hasen de şöyle demişlerdir: Allah, Rasûlüne bu âyetten daha ağır hiçbir âyet indirmiş değildir. el-Hasen ve Âişe de şöyle demişlerdir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şayet vahiyden bir şeyler gizlemiş olsaydı, kendisine çok ağır geldiğinden ötürü bu âyet-i kerîmeyi gizlerdi. Müslim, I, 160; Tirmizî, V, 352, 353; Müsned, VI, 241, 266

Rivâyet edilen habere göre akşam olunca Zeyd yatağına gitti. Zeyneb dedi ki: Zeyd bana yaklaşamadı. Allah'ın beni ondan koruması müstesna, ben ondan geri durmadım, ancak onun bana yaklaşmaya gücü yetmiyordu.

Bu Ebû İsmet Nûh b. Ebi Meryem'in rivâyetidir. O, bu sözleri Zeyneb'in sözleri olarak nakletmektedir. Bir rivâyette de şöyle denilmektedir: Zeyd'in, Zeyneb'e yaklaşmak istediği sırada organı şişkinleşti. Bu da önceki rivâyete yakındır. Zeyd, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip şöyle dedi: Zeyneb diliyle bana eziyet ediyor, şunu şunu yapıyor ve ben onu boşamak istiyorum. Peygamber ona: "Zevceni nikâhında tut ve Allah'tan kork." dedi. Zeyd onu boşayınca, bu sefer:

"Hani sen Allah'ın da kendisine nimet verdiği, senin de kendisine nimet ettiğin kimseye... diyordun" âyeti nazil oldu.

İnsanlar bu âyet-i kerîmenin te'vili hususunda farklı görüşlere sahiptir. Katade, İbn Zeyd rle aralarında Taberî'nin ve başkalarının da bulunduğu bir grup müfessirin kanaatine göre; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Zeyneb bint Cahşin güzelliğini -Zeyd'in nikâhı altında bulunduğu sırada- beğenmişti. O, Zeyd'in onu boşayıp kendisi onunla evlenmeyi çok isterdi. Diğer taraftan Zeyd. Peygamber'e Zeyneb'den ayrılmayı haber verip de kaba sözlerinden, verdiği emirlerine karşı gelmesinden, diliyle kendisine eziyet verip ona karşı büyüklenmesinden şikâyette bulununca, Peygamber: "-Onun hakkında söylediği hususları kastederek- Allah'tan kork ve hanımını nikâhında tut" demişti. Halbuki içten içe de Zeyd'in onu boşamasını istiyordu. İşte nefsinde gizlediği bu idi. Şu kadar var ki o gerektiği şekilde iyiliği emretme yolunu tutmuştu.

Mukâtil dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Zeyneb bint Cahş'ı, Zeyd ile evlendirdi. Bir süre onun yanında kaldı. Daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Zeyd'i bulmak isteyerek evine gitti. Zeyneb'i ayakta dikilir gördü, Zeyneb beyaz tenli, güzel, iri-yarı, Kureyş'in en göze gelen kadınlarından idi. Ondan hoşlandı ve: "Kalbleri evirip çeviren Allah'ı tenzih ederim." dedi. Zeyneb, Peygamberin bu teşbihini işitince, bunu Zeyd'e aktardı. Zeyd bunu anlayınca, ey Allah'ın Rasûlü onu boşamama izin ver, çünkü o bir parça kibirlidir, bana karşı büyüklük taslıyor ve diliyle bana eziyet ediyor, demişti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Hanımını nikâhında tut ve Allah'tan kork" demişti.

Bir açıklamaya göre de yüce Allah bir rüzgar estirdi. Esen bu rüzgar (kapı üzerindeki) perdeyi kaldırdı. O sırada Zeyneb evinin içinde ve üzerinde iç elbiseleriyle bulunuyordu. Peygamber, Zeyneb'i görünce ona meyletti. Zeyneb de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisine meylettiğini anladı. Bütün bunlar Peygamber'in Zeyd'i gidip sorduğu zaman olmuştu. Zeyd geldiğinde ona durumu bildirince, Zeyd'in de içinden onu boşamak geçti.

İbn Abbâs dedi ki: "Allah'ın açığa çıkaracağı şeyi" ona duyduğun sevgiyi "ise içinde gizliyor, insanlardan korkuyordun." Onlardan utanıyordun.

Bir diğer açıklamaya göre sen: Onu boşa diyecek olsaydın, müslümanların kınamasından korkuyor ve bundan hoşlanmıyordun. Bir adama hanımını boşamasını emretti de o boşayınca da onunla nikâhlandı, demelerini "Halbuki" bütün hallerinde "Allah'tan korkman daha uygundu."

Bir başka açıklamaya göre: Allah'tan utanman ise daha uygundu. Yüce Allah sana Zeyneb'in senin hanımın olacağını sana bildirdikten sonra, Zeyd'e hanımını nikâhı altında tutmasını emretmemen gerekirdi. Yüce Allah bütün bunlardan dolayı Peygamber'e sitem etmiş oluyordu.

Ali b. el-Hüseyn'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Yüce Allah Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Zeyd, Zeyneb'i boşayacak ve yüce Allah'ın Zeyneb'i kendisine nikâhlaması ile onunla evleneceğini vahyetmişti. Zeyd, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Zeyneb'in huyundan şikâyette bulunup da Zeyneb'in kendisine katlanamadığını belirtip onu boşamak istediğini söyleyince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) edeb esaslarına uygun olarak ve ona tavsiyede bulunmak üzere: "Bu sözlerinde Allah'tan kork ve hanımını nikâhında tut" demişti. Halbuki pek yakında Zeyd'in ondan ayrılacağını ve kendisinin onunla evleneceğini de biliyordu. İşte Peygamber'in içinde gizlediği budur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) pek yakında onunla evleneceğini bildiğinden dolayı ona hanımını boşamasını söylediği varid değildir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) azadlısı olan Zeyd'e hanımını boşamasını emrettikten sonra Zeyneb ile evlenmesi dolayısı ile insanların kendisi hakkında ileri geri konuşmalarından korkmuştu. İşte yüce Allah, Allah'ın kendisine mubah kıldığı bir şey hususunda insanlardan korktuğu için bu kadarı sebebi ile sitemde bulunmuş ve hanımını boşayacağını bildiği halde "nikâhın altında tut" demesi dolayısıyla ona serzenişte bulunmuştu. Yüce Allah da ona her durumda kendisinden korkulması gerektiğini ona bildirdi.

İlim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerlerinde olsun- şöyle demişlerdir:

Bu görüş, bu âyet-i kerîmenin te'vili hususunda yapılmış açıklamaların en güzelidir. Tahkik ehli müfessirlerinin ve derin ilim adamlarının benimsediği görüş budur. ez-Zührî, Kadı Ebubekir b. el-A'lâ el-Kuşeyrî, Kadı Ebubekr b. el-Arabî ve başkaları gibi.

Yüce Allah'ın:

"İnsanlardan korkuyordun" âyetinden kasıt ise münafıkların: O, çocukların hanımları ile evlenmeyi yasakladığı halde, oğlunun hanımı ile evlendi, diye asılsız bir haber yaymalarından korkması idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, Zeyd'in hanımı, Zeyneb'i sevdiği, kalbinin ona meylettiği, hatta bazı hayasızca söz söyleyenlerin aşık olduğu lâfızlarını da kullandığı-iddialarına gelince, bu ancak böyle bir durumda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın masum olduğunu bilmeyen yahut da onun hürmet ve saygınlığını hafife alan kimselerin söyleyebilecekleri sözlerdir.

Tirmizî el-Hakim, Nevadiru'l-Usul adlı eserinde Ali b. el-Huseyn'e ait şu sözü senediyle birlikte kaydetmektedir: Ali b. el-Huseyn bu hususta ilim hazinelerinden bir hazine, mücevherlerinden bir mücevher, incilerinden bir inci getirmiştir. O da şudur: Yüce Allah, Zeyneb senin hanımlarından birisi olacaktır, diye ona haber vermişken, artık bundan sonra sen Zeyd'e niçin: "Zevceni nikâhında tut" diyorsun ve niçin insanların: O, oğlunun hanımı ile evlendi diyeceklerinden korkuyorsun? Halbuki en uygunu Allah'tan korkmandır.

en-Nehhâs dedi ki: İlim adamlarından kimisi şöyle demiştir: Bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bir hata ya da günahı değildir. Nitekim bundan dolayı Peygambere tevbe etmesi yahut Allah'tan mağfiret dilemesi emredilmemiştir. Başkası ondan daha güzel olmakla birlikte, bir iş hata olmayabilir. O insanlar fitneye düşer korkusuyla, bunu içinde gizlemişti.

2- Hazret-i Peygamberin Zeyd'e: "Zevceni Nikâhında Tut!" Demesinin Sebebi:

İbnu'l-Arabî dedi ki: Şayet Peygamber, Zeyd'e: "Zevceni nikâhında tut!" demesinin sebebi -yüce Allah sonunda onun zevcesi olacağını haber vermiş olduğu halde- nedir? diye sorulursa, şöyle cevab veririz: Zeyd'in ona rağbet veya nefreti itibariyle, Allah'ın kendisine bildirmediği husus ile, onu sınamayı diledi. Zeyd, Hazret-i Peygamber'e ondan uzaklaşmak istediğini ve ondan hoşlanmadığını Peygamber'in bilmediği şekilde açıklayıp haber verdi.

Şayet: Ayrılmalarının kaçınılmaz olduğunu bildiği halde nasıl olur da ona Zeyneb'i nikâhı altında tutmasını emretti? Bu ise bir çelişkidir, denilecek olursa, biz de deriz ki: Hayır, bu iyi ve sağlıklı maksatlar için doğru bir şeydir. Delilin ortaya konulması ve sonucun bilinmesi açısından uygundur. Nitekim yüce Allah, kulun îman etmeyeceğini bildiği halde îman etmesini emreder. Emrin taalluk ettiği şeyin, ilmin taalluk ettiği şeye muhalif olmasında emri vermeyi engelleyecek ne aklî, ne de hikmet açısından herhangi bir hususun varlığından sözedilemez. İşte bu çok nefis bir bilgidir, o bakımdan bunu iyice biliniz, bunu güzel bir şekilde kabulleniniz.

Yüce Allah'ın:

"Allah'tan kork" âyeti ise, onu boşamakta Allah'tan kork, onu boşama, demektir. Peygamber bununla tenzihi bir nehiyde bulunmuştur, haram kılma anlamında bir nehiy kastetmiş değildir. Çünkü evla olan onun boşamamasıdır.

Şöyle de açıklanmıştır: "Allah'tan kork" onun büyüklendiğini, kocasına eziyet verdiğini söylemekle onu yerme! "İçinde gizlediği" şeyin de kalbinin ona ilgi duyması olduğu söylendiği gibi, Zeyd'in ondan ayrılmasıdır, diye de açıklanmıştır. Bir görüşe göre de Zeyd'in onu boşayacağını bilmişti. Çünkü yüce Allah bu hususu ona bildirmişti.

3- Hazret-i Zeyneb'in Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Evlenmesi:

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet edildiğine göre o Zeyd'e şöyle demiştir: Bana göre senden daha güvenilir bir kimse yoktur, haydi git bana Zeyneb'i te!" Zeyd dedi ki: Ben de gittim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a duyduğum saygı dolayısıyla sırtımı ona geri döndüm ve Peygamber'e onu istedim. Bundan dolayı çokça sevindi ve: Ben Rabbimin işaretini almadan bir şey yapacak değilim, dedi. Bunun üzerine namaz kıldığı yere kalktı ve namaza durdu. Kur'ân-ı kerîmin âyetleri de nazil oldu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onunla evlendi ve onunla gerdeğe girdi.

Derim ki: Bu hadisin manası Sahih(-i Müslim)de sabit olmuştur. Nesâî de bu hadisi şu başlık altında kaydetmektedir: "Kendisine talib olunduğu takdirde kadının namaz kılması ve Rabbinden istiharede bulunması (hayırlısını dilemesi)." Nesâî, VI, 79.

Lâfız Müslim'in olmak üzere hadis İmâmlarının rivâyetine göre Enes şöyle demiştir: Zeyneb'in iddeti bittikten sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Zeyd'e: "Git, onu bana iste!" dedi. Bunun üzerine Zeyd gitti, yanına vardığında hamur mayalamakta idi. (Zeyd) dedi ki: Onu görünce, kalbimde ona büyük bir saygı duydum, o kadar ki ona bakamaz oldum. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ondan sözettiğinden ötürü ona sırtımı geri döndüm ve arkama doğru ilerledim, ey Zeyneb, dedim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) senden sözediyor. O da şöyle dedi: Rabbimden işaretini istemeden hiçbir şey yapacak değilim. Bunun üzerine namazgahına kalktı (namaz kıldı) ve Kur'ân nazil oldu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da geldi, izin istemeksizin yanına girdi. (Enes) dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın günün ilerlediği saatlerde bize et ve ekmek yedirdiğini gördüm... Müslim, II, 1048; Müsned, III, 195. Bir rivâyette "(misafirler) onu bırakıp gidinceye kadar" demektedir.

Yine Enes'ten gelmiş bir başka rivâyette şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımları arasından Zeyneb dolayısıyla verdiği ziyafeti, hiçbir hanımı dolayısıyla verdiğini görmedim. Onun için bir koyun kesmişti. Müslim, II, 1049.

İlim adamlarımız dediler ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Zeyd'e: "Onu benim için iste" ifadesi benim adıma ona talib ol, demektir. Nitekim birinci hadiste bunu böylece açıklamaktadır. Bu Zeyd için bir imtihan ve onun için bir sınav idi. Böylelikle sabrı, itaati ve boyun eğmesi ortaya çıkmış oldu.

Derim ki: Bundan bir kimsenin arkadaşına: -Kendisinin boşamış olduğu hanım için- filanı git benim için iste, diyebileceği ve bunda bir sakınca olmadığı hükmü çıkartılabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

4- Hazret-i Zeyneb'in İşini Allah'a Havale Etmesi ve Mükâfatı:

Hazret-i Zeyneb işini Allah'a havale edip bu husustaki samimiyeti de ortaya çıktığından onu nikâhlamayı bizzat yüce Allah gerçekleştirdi. Bundan dolayı da: "Nihayet Zeyd'in o kadın ile bir bağı kalmayınca, Biz onu seninle evlendirdik" diye buyurmaktadır.

İmâm Cafer b. Muhammed'in babalarından, onun da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet ettiğine göre;

" O kadın ile bir bağı kalmayınca, Biz onu seninle evlendirdik" âyetini

"O kadın ile bir bağı kalmayınca, ben onu seninle evlendirdim" diye okumuştur.

Yüce Allah, bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bildirince, ondan izin almaksızın yeni bir akit yapmaksızın, mehir belirlemeksizin ve bizim hakkımızda şart ve meşru olan hiçbir şeyi yapmaksızın onun yanına girdi. İşte bu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın müslümanların icmaı ile kabul ettikleri ve kimsenin bu hususta kendisine ortak (benzer durumda) olmadığı özelliklerindendir. Bundan dolayı Zeyneb (radıyallahü anha), Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın diğer hanımlarına karşı övünür ve şöyle derdi: Sizleri babalarınız evlendirdiği halde, beni yüce Allah evlendirdi. Bunu Nesâî, Enes b. Malik'ten rivâyet etmektedir. Buna göre Enes şöyle demiştir: Zeyneb Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımlarına karşı övünerek şöyle derdi: Aziz ve celil olan Allah benim nikâhımı semada kıymıştır. Buhârî, VI, 2699, 2700; Tirmizî, V, 354; Nesâî, VI, 79; Müsned, III, 226. Hicab âyeti de onun hakkında nazil olmuştur ki, ileride gelecektir.

5- Peygamberin Kendisine Nimet Ettiği Kişi Zeyd b. Harise'dir:

Bu âyet-i kerîmede sözkonusu edilen ve Peygamber'in kendisine nimet ettiği söylenen kişi, önceden de açıkladığımız gibi Zeyd b. Harise'dir. Onun ile ilgili birtakım rivâyetler sûrenin baş tarafında (33/4. âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bir başka rivâyette belirtildiğine göre; bir gün amcası bir işi dolayısıyla Mekke'ye geldiği sırada onunla karşılaşmış. Ona; Ey delikanlı adın ne? demiş. O: Adım Zeyd deyince, kimin oğlusun? diye sormuş. Zeyd, Harise'nin oğluyum, demiş. O kimin oğludur deyince, o da: Şerahil el-Kelbî'nin oğludur, demişti. Peki annenin ismi ne? diye sormuş, annemin ismi Su'dâ demişti. Ben dayımlar olan Tayy kabilesinde idim. Bunun üzerine amcası onu almış, bağrına basmış. Kardeşine, akrabalarına haber göndermiş, onlar da Mekke'ye gelmişlerdi. Ondan kendileriyle birlikte kalmasını istediler ve: Kimin kölesisin, diye sordular. O da: Abdullah'ın oğlu Muhammed'in deyince, onun yanına gidip bu bizim oğlumuzdur, onu bize geri ver, dediler. Peygamber şöyle buyurdu: "Ben durumu ona bildireyim, sizi tercih ederse, onu tutun götürünüz." Zeyd'i çağırdı ve ona: "Bunları tanıyor musun?" diye sormuş, Zeyd: Evet, bu babam, bu kardeşim, bu da amcamdır demiş. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Ben sana karşı nasıl birisi idim" diye sorunca, Zeyd ağlayarak: Bana bunu niye soruyorsun? deyince, Peygamber şöyle demiş: "Seni serbest bırakıyorum, eğer bunlarla gitmeyi istiyorsan, gidebilirsin. Benimle birlikte kalmayı istersen, zaten benim sana karşı nasıl davrandığımı biliyorsun." Zeyd: Sana kimseyi tercih edemem, deyince, amcası Zeyd'i çekip: Ey Zeyd, sen köleliği babana ve amcana mı tercih ediyorsun? diye sorunca, şu cevabı vermiş: Evet, Allah'a yemin ederim, Muhammed'in yanında kölelik, yanınızda kalmaktan benim için daha güzeldir. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle demişti: "Şahitlik ediniz ki ben (ona) mirasçıyım, (o da bana) mirasçı olacaktır." Bundan dolayı:

"Onları babalarına nisbet edip çağırın." (el-Ahzab, 33/5) âyeti nazil oluncaya kadar ona: "Muhammed'in oğlu Zeyd" deniliyordu. Ayrıca:

"Muhammed sizin adamlarınızdan kimsenin babası değildir..." (el-Ahzab, 33/40) âyeti de nazil oldu.

6- Zeyd (radıyallahü anh)'ın Kur'ân-ı Kerîm'de Anılmış Olmasının Fazileti:

İmâm Ebû'l-Kasım Abdu'r-Rahmân es-Süheylî (radıyallahü anh) dedi ki: Yüce Allah'ın:

"Onları babalarına nisbet edip çağırın" (el-Ahzab, 33/5) âyeti nazil oluncaya kadar Zeyd b. Muhammed diye çağırılıyordu. Bu âyet nazil olduktan sonra artık: Ben Harise'nin oğlu Zeyd'im, demeye başladı. Muhammed'in oğlu Zeyd'im demesi de haram kılındı. Bu şeref ve bu öğünülecek durum, ondan alındığından yüce Allah da bundan ötürü onun kalbinde meydana gelen boşluğu bildiğinden Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından hiçbir kimsenin sahib olmadığı bir özellikle onu şereflendirdi, o da Kur'ân-ı Kerîm'de adının anılmasıdır. Yüce Allah:

"Nihayet Zeyd'in o kadın ile bir bağı kalmayınca..." diye buyurdu. Burada sözü edilen kadın Zeyneb (radıyallahü anha)'dır. Şanı yüce Allah'ın ismini belirterek Zikr-i Hakim'de andığı kişi, böylelikle ismi mihrablarda okunan bir Kur'ân haline gelen kişi, yüce Allah tarafından elbetteki son derece yüceltilmiş bir kişi demektir. Bu suret ile Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisinin babası olduğunu söylemekle elde ettikten sonra kaybettiği öğünç kaynağına bir karşılık ve onun kaybedilmesi dolayısıyla bir teselli idi. Nitekim Ubeyy b. Ka'b'a, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Allah bana, sana şu sûreyi okumamı emretti." deyince, Ubeyy ağlamış ve: Orada benim adım sözkonusu edildi öyle mi? demiş idi. Önün bu ağlayışı ise yüce Allah'ın ismini anmasının kendisine haber verilmesi üzerine duyduğu sevinçten dolayı idi. Peki ismi asla sonu gelmeyen ve ebedi olarak okunan Kur'ân-ı Kerîm'in bir parçası haline gelmiş, dünya ehli Kur'ân okudukları vakit tilâvet ettikleri cennet ehli de ebediyyen bu şekilde okuyarak devamlı mü’minlerin dillerinde anılacak hale gelmiş bir kimse; tıpkı özel olarak âlemlerin Rabbinin nezdinde de ezelden beri anılıyor demektir. Zira Kur'ân-ı Kerîm, Allah'ın kadim kelamıdır ve o bakidir, asla sonu gelmeyecektir. İşte bu Zeyd'in ismi, mükerrem kılınmış, yüceltilmiş, tertemiz sahifelerde yazılıdır. Şerefli yazıcılar tilavette onun ismini zikredip dururlar. Böylesi ise mü’minler arasından ancak bir peygambere ve yüce Allah tarafından kendisinden alınan şerefe bir bedel olmak üzere verilen Zeyd b. Harise'ye nasib olmuştur. Ayrıca âyet-i kerîmede:

"Hani Allah'ın da kendisine nimet verdiği" diye buyurulmaktadır. Burdaki nimet ise imandır, bu da onun cennetliklerden olduğunun delilidir. O vefatından önce bunu öğrenmiş oldu, bu da onun bir başka faziletidir.

7- Hazret-i Zeyd'in, Zeyneb (radıyallahü anha) ile İlişkisinin Kalmaması:

"Bir bağı kalmayınca" âyetinde geçen; "Kişinin gayret ortaya koyduğu herbir ihtiyacı" demektir, çoğulu; ...diye gelir.

İbn Abbâs dedi ki: Bu, ihtiyacını elde edince, demektir ki bununla kastettiği cimadır. İfadede hazfedilmiş lâfızlar vardır. Yani o, o kadından ihtiyacını karşılayıp da onu boşadıktan sonra "Biz onu seninle evlendirdik" demektir. Ehl-i beytin kıraati de (az önce geçtiği gibi) ;ben onu seninle evlendirdim" anlamındadır. Buradaki "el-vatar"ın boşamaktan ibaret olduğu da söylenmiştir. (Mealde: O kadın ile bir bağı kalmayınca diye karşılanmıştır.) Bu açıklamayı da Katade yapmıştır.

8- Nikâhta Mehir Belirlenirken Önce Erkeğin Adının Zikredilmesi Gerektiğini Kabul Edenlerin Delilleri:

Bazı insanlar bu âyet-i kerîmeden ve Şuayb (aleyhisselâm)'ın:

"Ben... sana nikâh edeyim istiyorum" (el-Kasas, 28/27) âyetinden hareketle, bu hususun mehir sözkonusu olduğu takdirde "ben o erkeğe, bu kadını nikâhlıyorum" tertibinde olması gerekir, demişlerdir. Çünkü her iki âyet-i kerîmede de görüldüğü gibi, kocanın zamiri öne getirilmiştir. Aynı şekilde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ridasından başka hiçbir şeyi bulunmayan adama söylediği: "Git, seni o kadına ezberine bildiğin Kur'ân-ı Kerîm ile nikâhlıyorum" Buhârî, V, 1972; Müslim, II, 1041; Tirmizî, III, 421; Ebû Dâvud, II, 236; Nesâî, VI, 123; İbn Mâce, I, 608; Muvatta’, I, 172; Müsned, V, 336. hadisinde de böyle zikredilmiştir.

İbn Atiyye ise şöyle demektedir: Ancak böyle bir şeye gerek yoktur, çünkü âyet-i kerîmede sözü edilen koca muhatabdır. Dolayısıyla önce anılması güzeldir. Mehir konusunda her iki eş arasında bir fark yoktur, istediğinin ^mini önceden anabilirsin. Geriye sadece erkek olmak ve onların kavvâm duşları sebebiyle tercihten başka bir şey kalmamaktadır.

9- Nikâhta Velilik:

Yüce Allah'ın:

"Biz onu seninle evlendirdik" âyeti nikâhta velinin sabit olduğuna delildir. Bu husustaki görüş ayrılıkları daha önceden (el-Bakara, 2/221. âyetin, 2. kısmı, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Rivâyete göre Âişe ile Zeyneb (radıyallahü anhüma) birbirine karşı övünmeye başladılar. Âişe: Ben meleğin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a beyaz ipek üzerinde (resmini) getirdiği hanımıyım. Bunu Sahih(-i Buhârî) rivâyet etmiştir. Müslim, IV, 1889; Buhârî, III, 1415, V, 1953, 1969, VI, 2572, 2573; Müsned, VI, 41, 128, 161. Ancak bütün bu rivâyetlerde, Peygamber Efendimizin, Âişe validemize anlattığı bir hadise olarak. Zeyneb de ona şöyle demişti: Ben de Allah'ın yedi semavatın üstünden evlendirdiği kadınım.

en-Nehaî dedi ki: Zeyneb, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle derdi: Ben sana üç yolla ulaşıyorum ki senin hanımlarından bunların hiçbirisi ile sana yakınlığı yoktur: Benim dedem ile senin deden birdir. Allah seni bana semada nikâhladı ve bu hususta da elçi Cebrâîl idi. Dördüncü başlığın sonlarında zikredilen bu hadisin kaynakları için oraya bakınız.

Yine rivâyet edildiğine göre Zeyneb şöyle demiştir: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kalbine düşünce, Zeyd bana yaklaşamaz oldu. Ben ondan uzak durmadığım halde, Allah onun bana yaklaşmasını önlüyor, bana yaklaşacak gücü bulamıyordu.

38

Allah'ın kendisine farz kıldığı şeylerde Peygamber için hiçbir vebal yoktur. Bu, önce geçenlerde Allah'ın geçerli kıldığı sünnetidir. Allah'ın emri mutlaka yerini bulan bir kaderdir.

39

Onlar Allah'ın gönderdiklerini tebliğ ederler, O'ndan korkarlar. Allah'tan başka bir kimseden de korkmazlar. Hesab gören olarak Allah yeter.

"Bu, önce geçenlerde Allah'ın geçerli kıldığı sünnetidir" âyeti yüce Allah'ın bütün ümmete bir hitabıdır. O, bunun ve benzerlerinin, önceki peygamberler hakkında Allah'ın kendilerine helal kılmış olduğu şeylere nail olmaları şeklinde eskiden beri devam edegelen bir sünneti olduğunu onlara bildirmektedir. Yüce Allah, nikâh hususunda Dâvûd ve Süleyman gibi peygamberler hakkında uygulanagelmiş nikâhta genişlik sünnetini, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için de açık tutmuştur, anlamındadır. Davud'un yüz hanımı, üçyüz cariyesi, Süleyman'ın üçyüz hanımı ve yediyüz cariyesi vardı. es-Sa'lebî'nin, Mukâtil ve İbnu'l-Kelbî'den naklettiğine göre burada işaret Dâvûd aleyhisselâm)'adır. Çünkü yüce Allah onu ve meyil gösterdiği hanımı, evlilik suretiyle biraraya getirmişti.

"Sünneti" âyeti mastar olarak nasbedilmiştir. Yüce Allah onun için geniş bir sünnet tesbit etmiştir, demektir.

"Önce geçenler"den kasıt ise peygamberlerdir. Buna delil ise, bu peygamberleri daha sonradan:

"Onlar Allah'ın gönderdiklerini tebliğ ederler" âyeti ile nitelendirmiş olmasıdır.

40

Muhammed, sizin adamlarınızdan kimsenin babası değildir. Fakat o, Allah'ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah herşeyi çok iyi bilendir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1- Münafıkların Dedikodularına Cevap:

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Zeyneb (radıyallahü anha) ile evlenince, insanlar (münafıklar), oğlunun hanımı ile evlendi, dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Yani o (Zeyd), onun öz oğlu değildir ki, vaktiyle onun hanımı olan (harum) daha sonra peygambere haram olsun. O tebcil ve ta'zim itibariyle ümmetinin babasıdır. Onun hanımları ümmetinin erkeklerine haramdır. Yüce Allah bu âyet-i kerîme ile münafıkların olsun, başkalarının olsun kalblerinden geçen bu kanaati gidermiş olmakta ve Muhammed'in çağdaşı olan erkeklerden hiçbirisinin hakikat manasıyla babası olmadığını bildirmektedir.

Bu âyet-i kerîme ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın oğlu olmadığı kastedilmemiştir. Çünkü Peygamber Efendimiz'in, İbrahim, Kasım, Tayyib ve Mutahhar adınca oğulları olmuştur. Ancak adam olmak yaşına varıncaya kadar yaşamamışlardır. (O sırada) Hasan ve Hüseyin ise küçük çocuk idiler ve onun çağdaşı olacak şekilde adam olmak yaşına ulaşmamışlardı.

2- Allah'ın Rasûlü:

"Fakat o Allah'ın Rasûlü..." âyeti hakkında el-Ahfeş ve el-Ferrâ' şöyle demişlerdir: Fakat o Allah'ın Rasûlüdür, demektir. Burada "rasûl" ve "hatem: son" kelimelerinin ötre olarak okunmalarını da câiz kabul etmişlerdir. Aynı şekilde İbn Ebi Able ile bazı kimseler de "rasûl" lâfzını ref ile okumuşlardır ki, bu da; o Allah'ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur, anlamına gelir. Bir kesim "fakat" anlamındaki ın "nun" harfini şeddeli okumuşlar ve "rasûlallah" şeklinde nasb ile onun ismi diye okumuşlardır, haber ise hazfedilmiştir. "Sonuncusu" lâfzını "te" harfini üstün olarak sadece Âsım okumuştur. Yani peygamberler onunla mühürlenmişlerdir. O, onlar için bir mühür mesabesindedir. Cumhûr ise o, onların sonuncusu olarak gelmiştir, anlamında "te" harfini esreli okumuşlardır.

"Te" harfini üstün ve esreli söyleyişin iki ayrı söyleyiş olduğu da söylenmiştir. "Mühür, danik, bir tabak et" kelimelerinde olduğu gibi.

3- Son Peygamber Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem):

İbn Atiyye dedi ki: Bu ifadeler geçmiş ve sonraki ümmetin ilim adamları nezdinde tam anlamıyla umumi kapsamıyla kabul edilmiş ve nass olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sonra bir peygamberin gelmemesini gerektirmektedir. Kadı Ebû't-Tayyib'in "el-Hidâye" ismi verilen kitabında sözkonusu ettiği: Âyet-i kerîmedeki lâfızlarda ihtimalin bulunabileceğini söylemesi zayıf bir iddiadır. Gazalî'nin bu âyet-i kerîme ile ilgili olarak zikredip "el-İktisad (fi'l-İ'tikad)" ismini verdiği kitabında sözkonusu ettiği bu husus, bana göre bir saptırmadır. Müslümanların Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberlerin sonuncusu olduğu şeklindeki inançlarını kötü bir saptırmadır. O bakımdan bundan mümkün olduğunca sakınmalıdır. Rahmetiyle hidayete ulaştıran Allah'tır.

Derim ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'tan şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Benden sonra peygamberlik yoktur. Allah'ın dilediği şeyler müstesna. " "Benden sonra peygamberlik yoktur. Mübeşşirat (yani doğru çıkan salih rüya) müstesna" anlamında: el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 173- Ayrıca biraz sonra gelecek ve "salih rüya'dan söz edecek hadisin de kaynaklarına bakınız. Ebû Ömer dedi ki: Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya Peygamber bununla nübüvvetin bir parçası olarak değerlendirilen rüyayı kastetmektedir. Bu şekliyle bu rivâyet ve yorumu: İbn Abdi’l-Berr, et-Temhid, I, 314. Nitekim o şöyle buyurmuştur: "Benden sonra nübüvvetten sadece salih rüya kalacaktır" Müslim, I, 348; Ebû Avâne, Müsned, II, 170; Dârimî, Sünen, I, 349; Ebû Dâvûd, I, 232; IV, 304; Nesâi, II, 189, 217; Muvatta’, II, 956; Müsned, I, 219, II, 325.

İbn Mes'ûd:

"Fakat o Allah'ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur." anlamındaki bölümü: "Adamlarınızdan... değildir. Fakat o peygamberlerin sonuncusu olan bir peygamberdir" diye okumuştur. er-Rummanî dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile insanların ıslah edilmesi sona erdirilmiştir. Onun ile ıslah olmayan kimsenin ıslah bulmasından yana ümit yoktur.

Derim ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Ben ahlâkın üstün değerlerini tamamlamak üzere gönderildim." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, IX, 15. âyeti da bu anlamı dile getirmektedir.

Müslim'in Sahih'inde Cabir'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Benim misalim ile (sair) peygamberlerin misali bir ev yapıp onu tamamlayan ve onu mükemmel bina eden, ancak bir tek tuğlanın yerini boş bırakan, insanlar bu eve girip buna şaşmış olmakla birlikte, keşke bu tuğlanın yeri (boş) olmasaydı, demelerine benzer. -Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)- dedi ki: İşte o tuğlanın yeri benim. Ben geldim ve peygamberleri sona erdirdim." Buhârî, III, 130; Tirmizî, V, 147; Müsned, III, 361. Buna benzer bir rivâyette Ebû Hüreyre'den gelmiştir, şu kadar var ki o ayrıca şöyle demiştir: "İşte o tuğla benim ve ben peygamberlerin sonuncusuyum." Müslim, IV, 1790, 1791; Müsned, II, 256, 312, 398, 411.

41

Ey îman edenler! Allah'ı pekçok anın

Yüce Allah, kullarına kendisini anıp kendisine şükretmelerini ve onlara ihsan etmiş olduğu nimetler dolayısıyla bu zikir ve şükrü çokça yapmalarını emretmektedir. Bu iş kul için kolay olduğundan dolayı yüce Allah bunun için herhangi bir sınır tesbit etmemiştir. Bunun ecrinin büyüklüğünden ötürü de İbn Abbâs şöyle demektedir: Aklı başından giden kişi müstesna, Allah'ı zikretmeyi terketmekte hiç kimse mazur görülemez.

Ebû Said de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "(İnsanlar) bu bir delidir, deyinceye kadar Allah'ı çokça zikrediniz." İbn Hibbân, es-Sahih, III, 99; el-Hâkim, el-Müstedrek, I, 677; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, X, 75; Müsned, III, 68, 71.

Bir açıklamaya -göre çokça zikir, kalbten ihlâs ile yapılan zikirdir, az zikir ise sadece dille yapılan zikirde olduğu gibi, nifak hükmünü taşıyan zikirdir.

42

Sabah-akşam O'nu tesbih edin.

Yani dillerinizi hallerinizin çoğunda teşbih, tehlîl, tahmîd ve tekbîr ile meşgul ediniz. Mücahid dedi ki: Bu sözleri abdestli, abdestsiz ve cünub olan herkes söyleyebilir. Bunun, O'na dua edin, anlamında olduğu da söylenmiştir. (Şair) Cerir şöyle demektedir:

"Duhâ teşbihini (namazını) sakın unutma, çünkü Yusuf,

Rabbine (o vakit) dua etmişti de tesbih edince (radıyallahü anhbbi) onu seçmişti."

Bir açıklamaya göre, sabah-akşam Allah için namaz kılınız, denilmek istenmiştir. Çünkü namaza da teşbih denilebilmektedir. Özellikle sabah, akşam ve yatsı vakitlerinin sözkonusu edilmesi bu vakitlerde kılınacak namazların teşvik edilmesinin daha uygun oluşundan dolayıdır. Zira bu vakitler, günün çeşitli noktalan ile bitişik bulunmaktadır.

Katade ve Taberî de şöyle demişlerdir: Burada sabah ve ikindi namazlarına işaret edilmektedir. Çünkü "el-asîl (akşam)" akşam vakti olup çoğulu "esâ-il" gelir. Usul de "asil" anlamında olup bunun da çoğulu "âsâl" ...diye gelir, bu açıklamayı el-Müberred yapmıştır. Başkaları ise şöyle demektedir: Usûl, asîl'in çoğuludur. "Rağîf (ekmek)"in çoğulunun "ruğuf" diye gelmesi gibi. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-A'raf, 7/205. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Bir Mesele:

Bu âyet-i kerîme Medine'de inmiştir. Dolayısıyla namazın önce sabah ve akşam iki vakit olmak üzere farz kılındığını iddia edenlerin bunu delil diye gösterebilecekleri bir tarafı da yoktur. Bu hususa dair rivâyet zayıftır. Ona iltifat edilmez ve dayanak kabul edilmez. Namazın farz kılınış keyfiyeti ile bu hususta ilim adamlarının görüşleri daha önceden el-İsra Sûresinde (17/1. âyet, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.

43

O, sizi karanlıklardan nura çıkarmak için size salât getirendir, melekleri de. O, mü’minlere çok merhametlidir.

"O, size salât getirendir" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah'ın:

"Şüphesiz Allah ve melekleri peygambere salât ederler." (el-Ahzab, 33/36) âyeti nazil olunca muhacirler ve ensar şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasûlü, bu sana özeldir. Bizim bunda herhangi bir payımız yoktur. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi indirdi.

Derim ki: Bu da yüce Allah'ın bu ümmet üzerindeki en büyük nimetlerden bir nimettir. Aynı zamanda bu ümmetin diğer ümmetlerden daha üstün oluşuna da bir delildir. Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz." (Âl-i İmrân, 3/110)

Allah'ın kula salât getirmesi, ona rahmet buyurması ve ona bereketler vermesidir. Meleklerin salâtı ise mü’minlere dua etmeleri, onlar için Allah'tan mağfiret dilemeleridir. Nitekim yüce Allah: "Mü’minlere de mağfiret dilerler" (el-Mu'min, 40/7) diye buyurmaktadır ki, ileride gelecektir.

Hadîs-i şerîfte de belirtildiğine göre İsrailoğulları Mûsa (aleyhisselâm)'a sordular: Rabbin salat getirir mi? diye. Bu Mûsa'ya çok büyük ve ağır geldi. Yüce Allah ona şunu vahyetti: "Benim salâtım şu ki, rahmetim gazabımı geçmiştir." Hadisin sadece: "Rahmetim gazabımı geçmiştir" anlamına tekabül eden kısmıyla: Buhari, VI, 2475; Müslim, IV, 2108; İbn Mâce, I, 67; Taberanî, Evsat, III, 189; Müsned, II, 257, 259, 397, 466... Bunu en-Nehhâs zikretmiştir. İbn Atiyye dedi ki: Bir kesimin rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'ın kullarına salâtı nasıldır? diye sormuşlar, o da şöyle cevab vermiş: "(Ben) subbuh(ım), kuddus(ım), rahmetim de gazabımı geçmiştir" Abdurrezzak, Mûsannaf, II, 162. (ifadesinden sonra peygambere ait sözün hangisi olduğu hususunda) farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre bu, yüce Allah'ın kelamı kapsamı içerisindedir ve kullarına salatı böyledir. Bir diğer görüşe göre "subbuh ve kuddus" Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sözlerindendir. O yüce Allah'ın salatını ifade eden lâfzı dile getirmeden önce bunları söylemiştir. Yüce Allah'ın salatı ise "rahmetim gazabımı geçmiştir" ifadesidir. Bu bakımdan soru soran kimsenin yüce Allah'ın kuluna salât getirmesi ile ilgili olarak, Allah'a yakışmayacak bir manayı anladığı izlenimi uyandığından dolayı böyle demiş, önce bu hususa dair haber vermeden tenzih ve ta'zim ile sözlerine başlamıştır.

"Sizi karanlıklardan nura" yani sapıklıktan hidâyete

"çıkarmak için." Bunun anlamı ise, hidayet üzere sebat vermektir. Çünkü onlar bu hitab zamanında hidayet üzere idiler. Daha sonra yüce Allah, mü’minlerin kalblerine teselli olmak üzere mü’minlere olan rahmeti hakkında da:

"O, mü’minlere çok merhametlidir" diye buyurmaktadır.

44

O'na kavuşacakları gün, onlara sağlık dileği selamdır. Onlar için çok şerefli bir ecir de hazırlamıştır.

"O'na kavuşacakları" âyetindeki zamirin kime ait olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Bir görüşe göre bu zamir yüce Allah'a aittir. Yani O, mü’minlere çok merhametlidir. Kıyâmet gününde Allah'ın azabından yana onlara emniyet verir. İşte o günde O'na kavuşacaklardır.

"Onlara sağlık dileği" yani onların birbirlerine sağlık dilekleri

"selamdır." Allah'ın azabından bize de, size de esenlik olsun demektir. Bu selamın Allah tarafından onlara verileceği de söylenmiştir. Manası da: Allah onları her türlü afetten kurtaracaktır yahut da onlara korkulan şeylerden yana güvenlik içerisinde olacaklarını müjdeleyecektir.

"O'na kavuşacakları gün" yani cennete girdikten sonra kıyâmet gününde... Bu anlamdaki açıklamayı ez-Zeccâc yapmış olup yüce Allah'ın:

"Oradaki sağlık dilekleri ise selamdır" (Yûnus, 10/10) âyetini da delil göstermiştir. Bir başka görüşe göre

"O'na kavuşacakları gün" ölüm meleğiyle karşılaşacakları gün demektir. Selam vermedikçe hiçbir mü’minin ruhunu kabzetmeyeceği varid olmuştur. el-Bera b. Azib'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir:

"O'na kavuşacakları gün onlara sağlık dileği selamdır." Ölüm meleği ruhunu kabzedeceği vakit mü’mine selam verir. Ona selam vermedikçe de ruhunu kabzetmez. el-Hakim, el-Müstedrek, II, 383; İbn Ebî Şeybe, Mûsannaf, VII, 134.

45

Ey Peygamber! Şüphe yok ki Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı olarak gönderdik;

Bu âyet-i kerîme ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü’minler teselli edilmekte ve hep birlikte onların şerefleri yükseltilmektedir. Bu âyet-i kerîme Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın altı ismini ihtiva etmektedir. Peygamber'imizin pekçok isimleri ve pekçok üstün nitelikleri vardır. Bu isim ve nitelikler Kitab ve sünnette ve daha önce indirilmiş kitaplarda zikredilmiştir. Yüce Allah, Kitabında ona Muhammed ve Ahmed ismini vermiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sika ve âdil ravilerin kendisinden naklettiklerine göre şöyle buyurmuştur: "Benim beş ismim var. Ben Muhammed'im, ben Ahmed'im, ben Allah'ın benimle küfrü mahvettiği Mâhî (mahvedici)'yim. Ben insanların ayakları üzerinde haşrolunacağı Hâşir'im ve ben Âkib'im." Buhârî, III, 1299, IV, 1858; Müslim, IV, 1828; Tirmizî, V, 135; Dârimi, II, 409; Muvatta’, II, 1004; Müsned, IV, 80, 84.

Müslim'in, Sahih'inde de Cübeyr b. Mut'im'in rivâyet ettiği hadiste şöyle denilmektedir: "Allah onu çok şefkatli ve merhametli (radıyallahü anhuf ve Rahîm)" diye adlandırmıştır. " Müslim, IV, 1828.

Yine Müslim'deki rivâyete göre Ebû Mûsa el-Eş'arî şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize kendisinin birtakım isimlerini söyler ve şöyle derdi: "Ben Muhammed'im, Ahmed'im, Mukaffia'im, Hâşir'im, tevbenin peygamberi ve rahmetin peygamberiyim. " Beyhaki, Şuabu'l-Îman, II, 143.

Kadı Ebû’l-Fadl Iyad "eş-Şifa" adlı eserinde yüce Allah'ın Kitabı ve Rasûlünün sünnetinde ve daha önceki kitablardan nakledilenler ile bu ümmetin hakkında kullandığı pekçok isimleri ve sayılamayacak kadar sıfatları kaydetmiştir. Bu isimlerin hepsinin anlamı onun hakkında çok isabetli olarak kullanılmış ve anlamlan onda karşılıklarım bulmuştur.

Kadı Ebû Bekir b. el-Arabî de "Ahkâmu'l-Kur'ân" adlı eserinde bu âyet-i kerîmeyi açıklarken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın,isimlerinden altmışyedi tane isim zikretmektedir.

"Vesîletu'l-Müteabbidîn ile Mütâbeati Seyyidi'l-Mürselîn" adlı eserin müellifinin İbn Abbâs'tan naklettiğine göre Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yüzseksen ismi vardır. Bunları görmek isteyenler orada bulabilir.

İbn Abbâs dedi ki: Bu âyet-i kerîme nazil olunca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ali ve Muâz'ı çağırdı ve onları Yemen'e gönderip şöyle dedi: "Haydi gidiniz. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz, kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Çünkü benim üzerime... indirilmiş bulunuyor." diyerek bu âyet-i kerîmeyi okudu. İndirilen bu ayetten söz etmeksizin hadisin rivâyeti sahih olarak pek çok kaynakta zikredilmekle birlikte; bu ayetin indirilişinden söz eden kısmı ile birlikte: el-Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, VII, 92, Taberânî tarafından rivâyet edilmiş olup ravilerinin "sahih ricali" oldukları kaydıyla; Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebir, XI, 312.

"Bir şâhid" âyeti hakkında Said, Katade'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ümmetine karşı onlara tebliğ ettiğine dair, sair ümmetlere karşı da peygamberlerin, kendilerine tebliğ ettiklerine dair

"bir şâhid" demektir ve buna benzer açıklamalar yapılmıştır.

"Bir müjdeleyici" nin anlamı mü’minlere yüce Allah'ın rahmetini ve cennetini müjdeleyen demektir.

"Bir uyarıcı (nezir)"; isyankârları, yalanlayıcıları cehennem ateşi ile ve ebedilik azâbı ile uyarıp korkutan demektir.

46

Allah'a, izni ile çağıran ve nûr saçan bir kandil olarak da.

"Allah'a izni ile çağıran" âyetinde Allah'a çağırmaktan kasıt, tevhidi tebliğ etmek ve tevhidi sımsıkı yakalamaktır. Kâfirlerle de mücadele etmektir.

"İzni ile" âyetinin buradaki anlamı, Allah'ın ona vermiş olduğu emirle şeklindedir. Buna göre ifadenin takdiri de zamanında ve vaktinde Allah'a davet etmesi demektir.

"Ve nûr saçan bir kandil olarak da" âyetinde geçen

"nûr saçan kandil" şeriatının ihtiva etmiş olduğu nura bir benzetmedir.

"Bir kandil" sapıklık karanlıklarından hidayete ileten diye de açıklanmıştır. İşte sen de böyle aydınlık saçan bir kandil gibisin. Bu kandili nûr saçmakla nitelendirmesinin sebebi ise, bazı kandillerin yağı azalıp fitili inceldiği takdirde, aydınlık saçamayacak bir hale düşmelerinden ötürüdür. Kimisi şöyle demiştir: Üç şey insanı dara ve sıkıntıya düşürür: Geciken bir elçi, aydınlık saçmayan bir kandil ve hazır olan sofraya gelip oturması beklenen kişilerin bulunması.

Birisine de insanı, canını sıkan iki şeyin ne olduğu hususunda soru sorulmuş, o da: "Her tarafı örten bir karanlık ile aydınlık saçmayan bir kandil" diye cevab vermiştir.

en-Nehhâs senedini kaydederek şöyle demiştir: Bize Muhammed b. İbrahim er-Razî anlattı, dedi ki: Bize Abdurrahman b. Salih el-Ezdî anlattı, dedi ki: Bize Abdurrahman b. Muhammed el-Muharibi anlattı. O Şeyban en-Nahvîden naklen dedi ki: Bize Katade, İkrime'den anlattı. İkrime, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etti: "Ey Peygamber! Şüphe yok ki Biz seni bir şahid, bir müjdeleyici, bir uyarıcı olarak gönderdik. Allah'a izni ile çağıran ve nûr saçan bir kandil olarak da" âyeti nazil olunca Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ali ve Muâz'ı çağırarak dedi ki: "Haydi gidiniz, müjdeleyiniz fakat zorluk çıkarmayınız. Çünkü bu gece benim üzerime: "Ey Peygamber! şüphe yok ki Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici" ateşe karşı "bir uyarıcı olarak gönderdik. Allah'a" yani Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet getirmeye "izni ile" emri ile "çağıran ve" Kur'ân ile "nûr saçan bir kandil olarak da." buyrukları indirildi. Bir önceki nota bakınız.

ez-Zeccâc dedi ki: "Bir kandil" yani ışık saçan bir kandil sahibi, bu da aydınlık saçan kitab demektir. Aynı şekilde bunun Allah'ın kitabını okuyan olarak... anlamında olmasını da uygun bulmuştur.

47

Mü’minlere de; muhakkak onlar için Allah'tan büyük bir lütuf ve ihsan olduğunu müjdele.

"Mü’minlere de... müjdele" âyetinde başta yer alan "vav" (mealde: "de") cümleyi cümleye atfetmektedir. Ancak anlam itibariyle bir öncekinden ayrıdır. Yüce Allah, mü’minlere kendileri için Allah'tan büyük bir lütuf ve ihsan olduğunu müjdelemesini emretmektedir. ez-Zeccâc'ın görüşüne göre ise, aydınlık saçan bir kandil sahibi olarak yahut da aydınlık saçan bir kandili okuyarak (mü’minlere müjdele) demek olur. O takdirde "ey pegyamber... seni gönderdik" âyetindeki "kef (seni anlamında)"e atfedilmiş olur.

İbn Atiyye dedi ki: Babam neşre hazırlayanlar "babam" demek olan ve "ebî" diye okunması gereken bu kelimeyi yanlışlıkla -hat benzerliği dolayısıyla- Ubeyy diye harekelemişlerdir. -Allah ondan razı olsun- bize dedi ki: Bu bana göre yüce Allah'ın Kitabı'nda en ümit verici âyetlerdendir. Çünkü yüce Allah peygamberine, mü’minlere, kendi nezdinde onlar için pek büyük bir lütuf ve ihsan olduğunu müjdelemesini emretmektedir. Bu pek büyük lütuf ve ihsanın ne olduğunu da:

"Îman edip salih amel işleyenlere gelince, onlar cennetlerin bahçelerindedir. Onlar için Rabbleri yanında istedikleri herşey vardır. İşte bu büyük lütuf ve ihsanın tâ kendisidir" (eş-Şûrâ, 42/22) âyetinde açıklamış bulunmaktadır. Buna göre bu sûrede yer alan bu âyet-i kerîme bir haberdir. Ha, mim, ayn, sin kaf (yani eş-Şûrâ) Sûresi'nde yer alan âyet-i kerîme ise, onu açıklamaktadır.

48

Kâfirlere de, münafıklara da itaat etme. Onların eziyetlerine aldırma! Allah'a tevekkül et! Vekil olarak Allah yeter.

"Kâfirlere de, münafıklara da itaat etme!" Yani din hususunda sana şirin görünmek maksadıyla ileri sürdükleri görüşler hususunda onlara itaat etme ve onlarla aynı kanaatleri paylaşma!

"Kâfirler"den kasıt Ebû Süfyan, İkrime ve Ebû'l-A'ver es-Sülemî olup bunlar: Ey Muhammed, dediler. Sen bizim tanrılarımızdan kötü bir şekilde söz etme, sana uyalım.

"Münafıklardan" Abdullah b. Ubeyy, Abdullah b. Sa'd, Tu'me b. Ubeyrik de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı maslahatın bunu gerektirmesi sebebiyle onların istediklerini kabul etmeye teşvik etmişlerdi.

"Onların eziyetlerine aldırma!" Yani onların sana verdikleri eziyetlere karşılık olmak üzere sen onlara eziyet etmekten vazgeç.

Şanı yüce Allah, onları cezalandırmayı terketmesini, onların hatalarını affetmesini emretmektedir. Buna göre buradaki "ezâ (eziyet)" mastar olup mef'ûle izafe edilmiştir. Bu açıklamaya göre âyetin kâfirler ile alakalı olan bölümü neshedilmiştir. Onu nesheden ise, kılıç (Savaşı emreden) âyettir.

Âyet-i kerîmenin ikinci bir anlamı da vardır: Yani sen onların sözlerinden ve sana verdikleri eziyetlerden yüz çevir, bununla uğraşma. Bu açıklamaya göre ise, mastar faile izafe edilmiştir. Bu da Mücahid'in te'vilidir. Âyet-i kerîme kılıç (Savaşı emreden) âyeti ile neshedilmiştir.

"Allah'a tevekkül et" âyeti ile yalnız kendisine tevekkül etmesini emretmekte ve

"vekil olarak Allah yeter" âyeti ile de onu teselli etmektedir. İfadede Allah'ın ona yardımcı olacağına dair bir vaad gücü vardır.

"Vekil" bir işi yerine getiren, koruyucu demektir.

49

Ey îman edenler! Mü’min kadınları nikâhlayıp sonra kendilerine dokunmadan onları boşarsanız, sizin için onlar aleyhine sayacağınız bir iddet olmaz. Ayrıca onları faydalandırın ve onları güzel bir şekilde salıverin.

Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

1- Bu Âyet-i Kerîmenin Önceki Buyruklarla İlişkisi:

"Ey îman edenler! Mü’min kadınları nikâhlayıp sonra kendilerine dokunmadan onları boşarsanız..." âyetinden önce Zeyd'in kıssası ve Zeyneb'i boşaması sözkonusu edilmişti. Zeyneb boşandığında onunla gerdeğe girilmiş bulunuyordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da daha önceden açıklamış olduğu gibi, iddetinin bitmesinden sonra ona talib olmuştu. Burada da yüce Allah mü’minlere kendisiyle gerdeğe girilmeden önce boşanan hanımın hükmünün ne olduğunu hitabıyla bildirmekte ve bu hükmün ümmet hakkında sözkonusu olduğunu açıklamaktadır.

Buna göre boşanan kadına şayet dokunulmamış ise, Kitabın nassı ve bu husustaki ümmetin icmaı dolayısıyla iddet beklemek yükümlülüğü yoktur. Eğer onunla gerdeğe girmiş ise, icma ile iddet beklemesi gerekir.

2- Nikâhın Mahiyeti:

Nikâhın hakikat anlamı ilişki kurmaktır. Akde nikâh adının verilmesi ise, ilişkiye götüren yol olması bakımından, bu akdin onu da ihtiva etmesinden dolayıdır. Bunun bir benzeri de Arapların şaraba "ism: günah" ismini vermiş olmalarıdır. Çünkü içki günah işlemeye götüren bir yoldur. Yüce Allah'ın Kitabı'nda "nikâh" lâfzı ise, hep akit anlamında kullanılmıştır. Çünkü bu da ilişki kurmak manasını taşır. Böyle bir kullanım, Kur'ân'ın rivâyet ettiği âdâbtandır. Kur'ân-ı Kerîm'in ilişki kurmaktan mülâmese, mümâsse (dokunmak), kurban (yaklaşmak), teğaşşi (örtmek) ve ityân (varmak) lâfızları kinaye yoluyla kullanılır.

3- Nikâhtan Önce Talâk (Boşama)ın Hükmü:

Bazı ilim adamları yüce Allah'ın:

"Sonra... onları boşarsanız" âyetinin "bir süre sonra" anlamına geldiğini söylemişler ve "sonra" lâfzının boşamanın ancak nikâhtan sonra olduğuna ve bir kimse nikâhlamadan önce -tayin edecek olsa dahi- hanımı boşayacak olursa, bunun bağlayıcı olmayacağına delil göstermişlerdir.

Sahabe, tabiîn ve ilim önderi olan İmâmlardan yaklaşık otuz kişi bu görüştedir. Buhârî bunların yirmiikisinin ismini vermektedir Buhârî, IV, 2017 (ancak ismi verilenlerin sayısı yüzdört kişidir).

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da: "Nikâhtan önce talâk yoktur." Hakim, el-Müstedrek, II, 222; Tirmizî, III, 486; Dârimî, II, 214; Dârakutni, IV, 14; Ebû Dâvûd, II, 258; İbn Mâce, I, 660; Müsned, II, 207. dediği rivâyet edilmiştir. Yani nikâh gerçekleşmeden, talâk meydana gelmez. Habib b. Ebi Sabit dedi ki: Ali b. el-Huseyn (radıyallahü anh)'a bir kadına: Ben seninle evlenecek olursam, boş olasın, diyen bir adamın hükmü hakkında soru soruldu, o da bunun hiçbir değeri yoktur, diye ceyab verdi. Çünkü yüce Allah nikâhtan, boşamadan önce sözetmiştir.

Bir grub ilim adamı da şöyle demiştir: Şahsı yahut kabilesi ya da beldesi ile tayin edilen bir kadının nikâhtan önce boşanması bağlayıcıdır. Bu görüşü benimseyenler arasında Malik, onun bütün arkadaşları ve ümmet âlimlerinden büyük bir topluluk vardır. Berae (et-Tevbe) Sûresi'nde (9/75-78. âyetler, 5. başlıkta) buna dair açıklamalar ve her iki kesimin ileri sürdükleri deliller geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.

Erkek: Kendisi ile evleneceğim herbir kadın boş olsun. Satın alacağım herbir köle de hür olsun, diyecek olursa, bu onun için bağlayıcı değildir. Şayet: Yirmi yıla kadar evleneceğim herbir kadın boş olsun, yahut ta filan şehirden evlenecek olursam ya da filan oğullarından bir kadınla evlenecek olursam o boş olsun, diyecek olursa, bu yıllar boyunca kendisinin günaha düşeceğinden korkmadığı sürece yahut ta büyük bir ihtimalle ömrü o süreye kadar devam etmeyecek olursa, boşama onun için bağlayıcı olur. Aksi takdirde evlenebilir. İfadeyi genel olarak kullandığı takdirde boşamanın onun için bağlayıcı olmaması, kendisi aleyhine nikâhlanmanın sınırlarını daraltmış olduğundan dolayıdır. Eğer bizler onu evlenmekten alıkoyacak olursak, bu hususta zorlanır, günaha düşer ve zinaya düşeceğinden korkulur.

Mezhebimize mensup Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Eğer cariye bulabilecek olursa, nikâhlamaz. Ancak bu görüşün hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü zaruretler ve mazeretler ahkâmı kaldırır. Bu durumda bu zaruret açısından yemin etmemiş gibi olur. Bu açıklamayı İbn Huveyzimendâd yapmıştır.

4- Ric'î Talâk ile Boşanmış Kadına Ric'at Yaptıktan Sonra Tekrar Boşamak:

Dâvûd (ez-Zahirî) ve onun görüşünü paylaşanlar delil göstererek derler ki: Ric'î talâk ile boşadığı hanımına kocası iddeti bitmeden önce ric'at yapar, fakat onunla ilişkiden önce ondan ayrılacak olursa, kadının ne önceki iddetini lamamlama yükümlülüğü vardır, ne de o boşamadan sonra tekrar yeni bir iddet bekleme yükümlülüğü vardır. Çünkü böyle bir kadın kendisi ile gerdeğe girilmeden önce boşanmış demektir.

Aıa b. Ebi Rebah ile bir kesim de şöyle demektedir: Bu durumda kadın birinci boşanmadan itibaren başladığı iddetini devam ettirir. -Şâfiî'nin iki görüşünden birisi de budur.- Çünkü onun hanımına temas etmeden önce verdiği boşama kendisine ric'at yapmadan önce iddeti esnasında onu boşamak hükmündedir. Bir kimse hanımını her temizlik halinde bir defa boşayacak olursa, önceki iddetini devam ettirir ve yeni bir iddete başlamaz.

Malik şöyle demektedir: Şayet onunla temas etmeden önce ayrılacak olursa, kadın daha önceden geçirmiş olduğu iddetine devam etmez. (İkinci defa) kendisini boşadığı günden itibaren yeni bir iddet başlar. Eğer kocalının ona bir ihtiyacı olmadığı halde, ona ric'at yapmış ise, kendisine zulmetmiş ve günah işlemiş olur. İlim ehlinin çoğunluğu da bu kanaattedir. Çünkü böyle bir kadın nafaka, süknâ (onun için mesken ihtiyacını karşılamak) ve başka hususlarda kendileriyle gerdeğe girmiş olduğu zevceleri hükmündedir. Bundan dolayı boşandığı günden itibaren iddetine yeniden başlar. Basra. Küfe, Mekke, Medine ve Şam fukahâsının çoğunluğunun görüşü de budur. es-Sevrî dedi ki: Fukahâ bizde bu hususta icmâ etmişlerdir.

5- Küçük Bâin Talâk ile Boşanmış Kadın ile Eski Kocası, İddet İçerisinde Tekrar Evlenirse:

Hanımı, küçük bâin talâk ile boşandıktan sonra henüz iddeti içerisinde iken onunla evlenecek olup fakat gerdeğe girmeden onu tekrar boşayacak olursa, yine ilim adamları bu hususta farklı görüşlere sahiptirler. Malik, Şâfiî. Züfer ve Osman el-Bettî şöyle demiştir: Böyle bir kadına mehrin yarısı verilir ve başlamış olduğu ilk iddetin geri kalan kısmını tamamlar. el-Hasen, Atâ, Ikrime ve İbn Şihab'ın görüşü budur.

Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf, es-Sevrî ve Evzaî derler ki: İkinci nikâh dolaylıyla tam bir mehir almak hakkı vardır ve yeni bir iddete başlar. Onlar böyle bir kadını daha önce kendisinden dolayı iddet beklemekte olduğundan ötürü kendisiyle gerdeğe girilmiş kadın hükmünde değerlendirmişlerdir.

Dâvûd (ez-Zahirî) da şöyle demiştir: Böyle bir kadın mehrin yarısını halleder. Bununla birlikte ne önceki iddetin geri kalan bölümünü tamamlamakla yükümlüdür, ne de yeni bir iddete başlamak yükümlülüğü vardır.

Daha uygun olan Malik ve Şâfiî'nin kabul ettiği görüştür. Doğrusunu en :vi bilen Allah'tır.

6- Bu Âyet ile İddete Dair Diğer Âyetler:

Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın:

"Boşanan kadınlar kendiliklerinden üç kur' süresi beklerler." (el-Bakara, 2/228) âyeti ile:

"Kadınlarınız arasından ay halinden kesilmiş olanlarla... (iddetleri) hakkında şüphe ederseniz, onların iddeti üç aydır" (et-Talâk, 65/4) âyetlerini -daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/228. âyet, 1. başlık ve devamında) bu husus geçtiği gibi, tahsis etmektedir. Yine orada müt'a'ya dair (mealde: "faydalandırın" lâfzı ile buna işaret edilmiştir) açıklamalar el-Bakara (2/236. âyet, 6. başlık ve devamında) geçmiş olduğundan, burada onları ayrıca tekrarlamaya gerek kalmamıştır.

"Ve onları güzel bir şekilde salıverin" âyeti iki şekilde açıklanmıştır:

1- Bundan kasıt, bolluk ya da darlık imkânlarına göre müt'a'yı (kadını faydalandıracak malı) ödemektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır.

2- Bu, kadın ile ilişki kurmadan önce temizlik halinde onu boşamak demektir. Bu açıklamayı da Katade yapmıştır.

Bir diğer açıklamaya göre de boşadıktan sonra onları ailelerine gönderiniz, yani buna göre erkek ile boşanmış olan hanım aynı yerde bir arada bulunmasınlar.

7- "Faydalandırmak (Mut'a)" ile "Salıvermek (Tesrih)'in Anlamları:

Yüce Allah'ın:

"Onları faydalandırın" âyeti hakkında Said, bu âyet-i kerîme el-Bakara Sûresi'ndeki âyet ile neshedilmiştir, demiştir. Sözünü ettiği âyet-i kerîme de:

"Kendilerine mehir tayin etmiş olduğunuz hanımları, onlara dokunmadan önce boşarsanız, tayin ettiğinizin yarısını (onlara) verin." (el-Bakara, 2/237) âyetidir. Yani burada müt'a'dan sözetmemektedir. Bu hususa dair açıklamalar yeteri kadar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/237. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

"Ve onları... salıverin" onları boşayın demektir. Salıvermek (tesrîh) Ebû Hanîfe'ye göre talâk hakkında kinaye yoluyla kullanılan bir sözdür. Çünkü bu lâfız başka şeyler hakkında da kullanılır. O bakımdan (talâk hakkında kullanılacak olursa) niyete ihtiyacı vardır. Şâfiî'ye göre ise, bu (talâk hakkında) sarih bir ifadedir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/229- âyetin tefsirinde) geçmiş olduğundan tekrarlamanın bir anlamı yoktur.

"Güzel bir şekilde" yani sünnete uygun olarak ve bid'at olmayan yollarla "boşayın" demektir.

50

Ey Peygamber! Muhakkak Biz sana mehirlerini verdiğin zevcelerini, Allah'ın sana ganimet olarak verdiklerinden sağ elinin malik olduğu cariyeleri ve seninle beraber hicret eden amcanın kızlarını, halalarının kızlarını, dayının kızlarını ve teyzelerinin kızlarını ve bir de nefsini peygambere bağışlayan mü’min kadını -eğer peygamber onu nikâh etmek isterse- diğer mü’minler bir yana, yalnız sana has olmak üzere helâl kıldık. Biz mü’minlere eşleri ve malik oldukları cariyeleri hususunda neleri farz kıldığımızı biliyoruz. Sana darlık olmasın diye (böyle hükmettik). Allah mağfiret edendir, rahmet edendir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı ondokuz başlık halinde sunacağız:

1- Âyetin Nüzul Sebebi:

es-Süddî, Ebû Salih'ten, o Ebû Talib'in kızı Um Hânî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana talib oldu. Ancak ben ona özür beyan ettim, o da benim özrümü kabul etti. Daha sonra yüce Allah:

"Ey Peygamber! Muhakkak Biz sana mehirlerini verdiğin zevcelerini, Allah'ın sana ganimet olarak verdiklerinden sağ elinin malik olduğu cariyeleri ve seninle beraber hicret eden amcanın kızlarını, halalarının kızlarını, dayının kızlarını ve teyzelerinin kızlarını... sana has olmak üzere helâl kıldık" âyetini indirdi. Um Hânî dedi ki: Ben ona helâl olmuyordum, çünkü ben hicret etmedim. Ben Tulakâ'dan Peygamber Efendimiz'in Mekke'nin Fethi akabinde, Mekkelilerin müslüman olmaları üzerine onlara esir muamelesi yapmayıp hür ve serbest olduklarını anlatmak üzere "Gidiniz, siz tulakaa'sınız" yani hür ve serbestsiniz deyip serbest bıraktığı kimselere bu isim verilmiştir. idim. Bunu Ebû Îsa (et-Tirmizî) rivâyet etmiş olup şöyle demiştir: Bu hasen bir hadis olup bunun ancak bu yolla (rivâyet edildiğini) biliyoruz. Tirmizî, I, 355; Hakim, Müstedrek, II, 202, 456, IV, 58.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu oldukça zayıf bir hadistir. Bu hadis delil olarak gösterilebilecek sahih bir yoldan dahi gelmemiştir.

2- Peygamber Efendimize Helâl Olan ve Olmayan Kadınlar:

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), hanımlarını seçim yapmakta serbest bırakıp onlar da kendisini seçince, artık onlardan sonra evlenmek yahut onların birisini bir başkasıyla değiştirmek onların bu yaptıklarına bir mükâfat olmak üzere, ona haram kılındı. Buna delil de yüce Allah'ın:

"Bundan sonra... kadınlar sana helâl olmaz" (el-Ahzab, 33/52) âyetidir. Acaba bundan sonra bunlardan herhangi birisini boşaması onun için helâl mı idi? Bir görüşe göre onların kendisini tercih etmelerinin bir mükâfatı olmak üzere bu onun için helâl değildi. Bir başka görüşe göre bu, diğer insanlar için helâl olduğu gibi, onun için de helâl idi. Ancak boşadığı hanımın yerine bir başkası ile evlenemezdi.

Daha sonra bu haram kılma da neshedildi ve yüce Allah ona bu hanımlardan sonra dilediği hanım ile evlenmesini de ona mubah kıldı. Buna delil de yüce Allah'ın:

"Ey Peygamber! Muhakkak Biz sana... zevcelerini... helâl kıldık" âyetidir. Helâl kılmak ise, daha önceden bir yasaklamanın konulmuş olmasını gerektirmektedir. Kendisi hayatta iken nikâhı altındaki hanımları, ona haram değillerdi. Ona haram kılınan yabancılarla evlenmesi idi. Dolayısıyla bu âyette sözkonusu edilen helâl kılma, yabancılar hakkında olmalıdır. Diğer taraftan âyetin devamında:

"Amcanın kızlarını, halalarının kızlarını..." denilmektedir. Bilindiği gibi onun nikâhı altında ne amcasının kızlarından, ne halalarının kızlarından, ne dayısı kızlarından, ne teyzelerinin kızlarından hiç kimse yoktu. Böylelikle yüce Allah'ın başından beri bunlarla evlenmeyi ona helâl kılmış olduğu sabit olmaktadır.

Bu âyet-i kerîme her ne kadar tilavetteki sıralanışı itibariyle önce ise, onu nesheden sonraki ayetten (52. âyet) nüzul itibariyle daha sonradır. Tıpkı el-Bakara Sûresi'nde yer alan vefat âyetleri gibidir. (Bk. 2/234. âyet, 2. başlık ile 2/240. âyet, 1. başlık)

İlim adamları yüce Allah'ın:

"Biz sana... zevcelerini... helâl kıldık" âyetinin te'vili hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir görüşe göre bundan maksat, mehrini vereceği her hanım ile evlenmesini ona helâl kıldığını ifade etmektir. Bu açıklamayı İbn Zeyd ve ed-Dahhak yapmıştır. Buna göre ayet-i kerîme, mahrem olmaları dışında bütün hanımlarla evlenmeyi ona mubah kılmaktadır.

Bir başka görüşe göre maksat, Biz sana hanımlarını helâl kıldık, demektir. Yani senin nikâhın altında bulunanları sana helâl kıldık. Çünkü bu kadınlar seni dünya ve âhirete tercih etmişlerdir. Bu açıklamayı da ilim adamlarının Cumhûru yapmıştır. Zahir (kuvvetli) olan da budur. Çünkü yüce Allah'ın:

"Mehirlerini verdiğin" âyeti mazi bir fiildir. Mazi fiilin istikbal (müzari) anlamını taşıması ise, ancak birtakım şartlara bağlıdır.

Bu açıklamaya göre bu âyet, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hakkında işi dar tutmaktadır. Diğer taraftan bu açıklamayı İbn Abbâs'ın söylediği şu söz de desteklemektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kimi dilerse, onunla evlenebiliyor idi. Bu ise, onun hanımlarına ağır geliyordu. Bu âyet-i kerîme nazil olup belirtilenler dışında ona hanımlar haram kılınınca nikâhı altındaki hanımları buna sevindiler.

Derim ki: Belirttiğimiz gerekçe dolayısıyla birinci görüş daha sahihtir. Ayrıca bu görüşün sıhhatine Tirmizî'nin, Atâ'dan şöyle dediğine dair kaydettiği rivâyet de delildir: Âişe (radıyallahü anha) dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah kendisine kadınları (istediğiyle evlenmesini) helâl kılmadan ruhunu almadı. (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, V, 356.

3- Allah'ın Ganimet Verdiklerinden Peygambere Helâl Kılınan Kadınlar:

"Sağ elinin malik olduğu cariyeleri" âyeti ile yüce Allah, peygamberine ve onun ümmetine mutlak olarak cariyeleri helâl kılmıştır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a da hanımlarını mutlak olarak helâl kılmıştır. Diğer müslümanlara ise, belli bir sayıda olmak üzere helâl kılmıştır.

"Allah'ın sana ganimet olarak verdiklerinden" yani kâfirlerden sana döndürdüklerinden anlamındadır. Ganimete de (âyet-i kerîmede olduğu gibi) fey' ismi verilebilir. Yani yüce Allah'ın düşmana galib gelerek onlara zor uygulayarak alınmış olan kadınlardan, Allah'ın sana ganimet olarak verdiklerinden... Kadınlar da (sana helâl kılınmıştır), demektir.

4- Akrabalarından Kendisine Helâl Kılınmış Olanlar:

"Amcanın kızlarını, halalarının kızlarını..." Biz kendilerine mehirlerini vermiş olduğun ve sağ elinin malik olduğu cariyelerinden ayrı olarak, bunları da sana helâl kıldık. Cumhûr'un görüşüne göre böyle açıklanmıştır. Çünkü eğer Biz sana evlenmiş olduğun ve mehrini vermiş olduğun her hanımı helâl kıldık, demek istemiş olsaydı, bundan sonra: "Amcanın kızlarını, halalarının kızlarını" demezdi. Çünkü zaten bu, daha önce zikredilenlerin kapsamı içerisine girmektedir.

Derim ki: Ancak bunun böyle olması gerekmez. Bunların bilhassa anılması, onları şereflendirmek içindir. Yüce Allah'ın:

"İkisinde de meyve, hurma ve nar vardır" (er-Rahmân, 55/68) âyetinde olduğu gibi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

5- Peygamber ile Hicret Eden Hanımlar:

"Seninle beraber hicret eden..." hanımlarla ilgili iki görüş vardır:

1- Amcan Abbas ile Abdu'l-Muttalib'in oğullarından diğerlerinin kızları, Abdu’l-Muttalib'in kızlarının oğullarının kızları ile Abdi Menaf b. Zühre'nin kızlarının oğullarından olan dayı kızları gibi akrabaların arasından ancak İslâm'a girmiş olanları sana helâldir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Müslüman diğer müslümanların dilinden ve elinden zarar görmediği kimsedir. Muhacir ise, Allah'ın yasakladığını terkeden kimsedir." Buhârî, I, 13; Ebû Dâvûd, III, 4; Nesâî, VIII, 105; Müsned, II, 163, 192, 205, 209, 212...

2- Bu hanımlar arasından ancak Medine'ye hicret edenleri sana helâl olur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Îman edip de hicret etmeyenlere gelince, hicret edene kadar sizin onlarla hiçbir velayetiniz yoktur." (el-Enfal, 8/72) Çünkü hicret etmeyen kemal bulamaz, kemal bulamayan kimse ise, her bakımdan kemale ermiş, üstün, şerefli ve büyük olan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a eş olmaya uygun düşmez.

6- "Beraber Hicret Etme"nin Anlamı:

"Seninle beraber" âyetindeki beraberlik, hicrete katılma anlamındadır. Yoksa hicret ederken beraber olmak demek değildir. Hicret eden kadın ona helâl olur. Hicret ettiği esnada onunla ister birlikte bulunsun, ister bulunmasın demektir.

Mesela, filan kişi benimle beraber girdi ve benimle beraber çıktı, denilirken, onun yaptığı iş benim işim gibi idi, demektir. İsterse ikinizin işi birarada yapılmamış olsun. Şayet: Birlikte çıktık, denilecek olursa, bu hem fiilde ortak olmayı, hem de birlikte yapmayı gerektirir.

7- Amca ve Dayının Tekil Olarak, Hala ve Teyzelerin ise, Çoğul Olarak Zikredilmesinin Hikmeti:

Şanı yüce Allah, bu âyet-i kerîmede amcayı tekil, halaları çoğul zikrettiği gibi "dayının" ve "teyzelerin" diye de (biri tekil, diğeri çoğul olarak) zikredilmiştir. Bundaki hikmet şudur: Amca ile dayı mutlak olarak zikredildiği takdirde tıpkı şair ve râciz (recez vezninde şiir söyleyen) gibi cins ismidir. Ancak hala ile teyze isimleri böyle değildir. Bu lugavî bir örftür. Bundan dolayı aradaki anlaşmazlığı kaldırmak için, son derece açık ifadeler kullanılmıştır. Bu, incelikli bir konudur, bunun üzerinde düşünmek gerekir. Bu açıklamayı İbnu'l-Arabî yapmıştır.

8- "Kendisini Peygambere Bağışlayan Kadın":

"Ve bir de nefsini peygambere bağışlayan mü’min kadını" âyeti daha önce geçen

"sana helâl kıldık" âyetine atfedilmiştir. Yani Biz sana kendisini mehirsiz olarak bağışlayan kadını da helâl kıldık. Bu hususta görüş ayrılığı vardır. İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre o şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında bulunan her kadın ya nikâh akdi ile yahut sağ elinin malik olması ile (cariyelikle) bulunuyordu. "Kendisini bağışlayan" diye yanında hiçbir kadın yoktu. Bazıları da onun yanında kendisini (mehirsiz olarak) bağışlamış tek bir kadın bulunuyordu, der.

Derim ki: Buhârî ve Müslim'deki rivâyet bu görüşü güçlendirmekte ve desteklemektedir. Müslim'in rivâyetine göre Âişe (radıyallahü anha) şöyle demiştir: Ben kendilerini Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bağışlayan kadınları kıskanır ve şöyle derdim: Bir kadın kendisini bir adama bağışlamaktan utanmaz mı? Nihayet yüce Allah:

"Hanımlarından kimi dilersen geri bırakabilir, kimi dilersen yanına alabilirsin" âyetini indirdi, bu sefer şöyle dedim: Allah'a yemin ederim, görüyorum ki Rabbin hep senin arzun ne ise, onun gereğini yerine getirmekte çok çabuk davranıyor. Buhârî, IV, 1797, VC, 1996; Müslim, II, 1085; Nesâî, VI, 54; Müsned, VI, 134, 158, 261.

Buhârî'deki rivâyete göre de Âişe (radıyallahü anha) şöyle demiştir: Hakim kızı Havle kendisini Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bağışlayan hanımlardan birisi idi. Buhârî, V, 1966; eş-Şeybanî, el-A'had ve'l-Mesanî, VI, 61; Taberanî, el-Kebir, XXIV, 236,

İşte bu kendisini Peygamber'e bağışlayan hanımların birden çok olduğunu açıkça göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

ez-Zemahşerî dedi ki: Denildiğine göre kendilerini bağışlayan hanımlar dört tanedir. Bunlar: el-Haris kızı Meymune, ensardan olan ve Ummu’l-Mesâkîn (yoksulların anası) diye bilinen Huzeyme kızı Zeyneb, Cabir kızı Um Şerik ile Hakim kızı Havle'dir.

Derim ki: Bunun bazısında görüş ayrılıkları vardır. Katade dedi ki: Kendisini bağışlayan kadın el-Haris kızı Meymune'dir. en-Nehaî dedi ki: O ensardan bir kadın olan ve Ummu'l-Mesâkin diye bilinen Huzeyme kızı Zeyneb'dir. Ali b. el-Huseyn ile ed-Dahhak ve Mukâtil de şöyle demişlerdir: Bu kadın Esedli Cabir kızı Um Şerik'dir. Urve b. ez-Zübeyr ise: el-Evkas kızı Um Hakim es-Sülemiyye'dir. demiştir.

9-Kendisini Mehirsiz Olarak Bağışlayan Hanımın İsmi:

Kendisini bağışlayan hanımın adının ne olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Ensar'dan olan Um Şerik'in adının Ğaziyye (veya Güzeyle) olduğu söylenmiştir. Güzeyle diyenler de vardır. Hakim kızı Leyla da denilmiştir. el-Haris kızı Meymune olduğu da söylenmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) talib olduğunda, peygamber adına onu isteyen kişi geldiğinde devesi üzerinde idi. Bunun üzerine Meymune: Deve de, onun üzerindeki de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a aittir, dedi.

Yine denildiğine göre bu hanım Um Şerik el-Amiriye'dir. Daha önce Ezdli, Ebû'l-Ukr'un nikâhı altında idi. et-Tufeyl b. el-Haris'in nikâhı altında olduğu da söylenmiştir. Ondan Şerik adlı çocuğu dünyaya gelmiştir.

Denildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hanım ile evlenmiştir. Ancak bu sabit değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bunu Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr zikretmiştir.

en-Nehaî ve Urve de şöyle demişlerdir: Bu hanım Ummu'l-Mesâkîn Huzeyme kızı Zeyneb'dir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

10- Kadının Kendisini Hibe Etmesi:

Cumhûr;

"Bağışlayan kadın" âyetindeki "elifi esreli olarak okumuştur. Bu ise, işin yeniden tekrarlanmasını gerektirir. Yani böyle bir şey meydana gelirse, o peygamber için helâl olur. İbn Abbâs ve Mücahid'den gelen rivâyete göre şöyle demişlerdir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ıp yanında kendisini bağışlayan bir kadın yoktu. Ancak biz bunun aksine dair delilleri ortaya koymuş bulunuyoruz.

Hadis İmâmları sahih hadis kaynaklarında Sehl ve başkalarından şunu rivâyet etmektedirler: Bir kadın Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip: Ben kendimi sana hibe etmek üzere geldim, dedi. Peygamber sustu, nihayet bir adam kalkıp şöyle dedi: Eğer sen onunla evlenmeyi düşünmüyorsan, onu benimle evlendir.

Şayet böyle bir bağışlama câiz olmasaydı, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) susmazdı. Çünkü o batıl olan bir şeyi işittiği takdirde susmakla geçiştirmezdi. Şu kadar var ki, onun susması bu hususta (radıyallahü anhbbinden gelecek) bir açıklamayı beklemesi ihtimali dolayısıyla olabilir. Âyet-i kerîme de bunu helâl kılmak ve bu hususta muhayyer bırakmak hükmü ile nazil oldu. O da onunla evlenmemeyi seçti ve başkası ile evlendirdi. Susmasının bu hususta düşünmesinden kaynaklanmış olma ihtimali de vardır ve nihayet bir adam kalkıp o kadına talib oldu.

Hasan-ı Basrî, Ubeyy b. Ka'b ve en-Nehaî ise, "bağışlayan kadını" lâfzındaki hemzeyi üstün olarak okumuşlardır. Ayrıca el-A'meş âyeti, "bağışlayan mü’min kadını" anlamında diye okumuştur.

en-Nehhâs dedi ki: Burada; diye hemzenin esreli okunması anlam bakımından daha kapsamlıdır. Çünkü bu şekilde kendilerini bağışlayan hanımların birden çok olduğu söylenmiştir. Üstün okunduğu takdirde anlamı muayyen bir kadın hakkında olur. Çünkü bu üstün okuyuş "kadın"dan bedeldir yahut da, "...için" diye anlamındadır.

11- Peygambere Kâfir Kadın Helâl Değildi:

Yüce Allah'ın: "Mü’min kadını" âyeti kâfir kadının ona helâl olmadığına delildir. İmâmu'l-Harameyn şöyle demiştir: Hür kâfir kadının ona haram olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır.

İbnu'l-Arabî ise, şöyle demektedir: Bana göre sahih olan görüş, kâfir olan kadın ile evlenmenin ona haram olduğudur. Böylelikle o bizden ayrıcalıklı olmaktadır. Çünkü fazilet ve şeref ve üstünlük ile ilgili hususlarda onun payı daha fazladır. Eksiklik olan cihetlerde ise, o bu eksikliklerden daha uzak ve tertemizdir. Bize kitab ehli hür kadınları nikâhlamak câiz kılınmıştır. Fakat kendisi üstün makamı dolayısıyla sadece mü’min hanımları nikâhlayabilirdi. Hicret fazileti olmadığından dolayı hicret etmeyen hanımlar ona helâl olmadığına göre, küfrün sebep olduğu eksiklikten ötürü kitab ehli kâfir bir kadının nikâhlanmasının ona helâl olmaması öncelikle sözkonusudur.

12- Nikâh Akdinin Mahiyeti:

"Nefsini peygambere bağışlayan mü’min kadın" âyeti nikâhın özel sıfatlar çerçevesinde karşılıklı bir ivazlaşma akdi olduğunun delilidir ki, buna dair açıklamalar daha önceden en-Nisâ Sûresi'nde (4/24. âyet, 6. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

ez-Zeccâc dedi ki: "Nefsini peygambere bağışlayan mü’min kadın" âyeti bu yolla ona helâl olmuş kadın, demektir. el-Hasen "bağışlayan" anlamındaki âyeti; şeklinde hemzeyi üstün olarak okumuştur. (........) edatı nasb mahallindedir. ez-Zeccâc dedi ki: Bu da "Bağışlamak için" anlamındadır, başkası ise, bu okuyuşa göre "bağışladı diye" şekli "kadın" dan bedel-i istimaldir.

13- Bağışın Kabulü:

"Eğer peygamber onu nikâh etmek isterse" yani kadın kendisini bağışlayıp Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da onu kabul ederse, peygambere helâl olur. Peygamber onu kabul etmeyecek olursa, böyle bir şey de gerekli olmaz. Nitekim bir kimseye bir şey bağışlanacak olursa, onun o bağışı kabul etme yükümlülüğü yoktur. Şu kadar var ki Peygamber Efendimiz'in üstün ahlakının bir gereği olarak, o bağış yapanın bağışını kabul ederdi. Üstün ahlaklı kimseler bağışı reddetmenin âdeten çirkin bir şey olduğu ve bağışta bulunan kimseye bir hakaret, kalbine bir eziyet olduğu görüşündedirler. İşte yüce Allah bu hususu Rasûlü hakkında açıklığa kavuşturmuş ve onun üzerinden sıkıntıyı giderip insanların âdet ve sözlerindeki batılı da ortadan kaldırmak maksİsmi ile, bunu okunan bir Kur'ân ifadesiyle dile getirmiş olmaktadır.

14- Peygamber'e Has Olmak Üzere...:

"Yalnız sana has olmak üzere" âyeti şu demektir: Kadınların kendilerini hususi olarak hibe etmeleri câiz değildir. Bir kadının herhangi bir erkeğe kendisini hibe etmesi câiz olmaz. Bunun özel olma yönü de şu şekilde olur: Şayet kadın gerdeğe girilmeden önce mehrın tayın edilmesini isteyecek olursa, böyle bir hakkı yoktur. Ancak kendi aramızda, nikâhını başkasına havale eden bir kadının gerdekten önce mehir talebinde bulunma hakkı vardır. Gerdekten sonra ise, mehr-i misil taleb edebilir.

15- Kadının Kendisini Bağışlaması Câiz Değildir:

İlim adamları kadının kendisini bağışlamasının câiz olmadığını, bu şekilde bağış (hibe) lâfzı ile nikâhın gerçekleşmeyeceğini icma ile kabul etmişlerdir. Bundan tek istisna, Ebû Hanîfe ile iki arkadaşı (Ebû Yûsuf ve Muhammed)'den gelen ve şöyle dediklerini belirten rivâyettir: Kadın bağışta bulunurken, erkek de mehir tayin edip bu hususta şahid tutacak olursa, böyle bir iş câiz olur.

İbn Atiyye dedi ki: Onların bu görüşlerinden sadece ibare ve bağış (hibe) lâfzının kullanılmasının câiz olduğu ortaya çıkmaktadır. Yoksa onların şart koştukları fiiller, nikâhın fiillerinin aynısıdır. Bu mesele yeterli açıklamalarıyla daha önceden el-Kasas Sûresi'nde (28/23-28. âyetler, 9- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.

16- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Ait Özel Hükümler (Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hususiyetleri):

Yüce Allah, şeriat hükümleri arasında Rasûlüne başkasının bu hususlarda kendisine ortak olmadığı birtakım özellikler vermiştir. Bunlar farz, haram ve helâl kılma bahisleriyle ilgili olup bu hususlar, ona ümmetten ayrı bir ayrıcalık olarak bağışlanmıştır. Bu mertebe özellikle ona verilmiştir. Bundan dolayı başkasına farz kılınmamış, birtakım şeyler ona farz kılınmış. Başkasına haram kılınmadık bir takım fiiller ona haram kılınmış, ümmeti için helâl kılınmamış birtakım şeyler ona helâl kılınmıştır. Bunların bir kısmı üzerinde ittifak edildiği gibi, bir kısmı hakkında da görüş ayrılığı vardır.

Peygamber'e özel olarak farz kılınan hususlar dokuz tanedir.

1- Geceleyin teheccüd kılmak: Denildiğine göre geceleyin namaza kalkmak vefat ettiği vakte kadar ona farz idi. Çünkü yüce Allah:

"Ey sarınıp bürünen (peygamber)! Birazı müstesna geceleyin kalk" (el-Müzzemmil, 73/1-2) diye buyurmaktadır. Ancak açıkça belirtilen husus şu ki, önceleri tehecüd onun için vacib idi, daha sonradan yüce Allah'ın:

"Gecenin bir kısmında da sana nafile olmak üzere onunla (Kur'ân'la) gece namazı kıl!" (el-İsra, 17/79) âyeti ile nesh olunmuştur.

2- Duha (kuşluk) namazı

3- Edha Edha ile, Kurban Bayramı namazı mı, ya da başka bir şeyi mi kastettiğini anlayamadık.

4- Vitr, bu da teheccüd kısmına dahildir.

5- Misvak kullanmak.

6- Borcunu ödemekte zorluk çekmekte iken ölen bir kimsenin borcunu ödemek.

7- Şer'î hususlar dışında akıl sahibi kimselerle danışmak.

8- Hanımlarını muhayyer bırakmak.

9- Bir amele başladı mı? onun üzerine sebatla devam etmek.

Başkaları şunu da eklemektedir: O bir münkerin işlendiğini görecek olursa, mutlaka ona tepki gösterir ve bu tepkisini de açığa vururdu. Çünkü onun bu hususta başkasına karşı tepki göstermemesi, bu işin câiz oluşuna delil olur. Bu açıklamayı da el-Beyan müellifi zikretmiştir.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a özel olarak haram kılınan şeylere gelince, bunlar da toplam on şeydir:

1- Zekâtın ona ve onun akrabalarına haram olması.

2- Nafile sadaka ona haramdır. Akrabalarına haram olması hususunda ise, nisbeten farklı görüşleri, bulunduğu fer'î bir meseledir.

3- Hain bakış: Bu da içindeki kanaatin aksini açığa vurmak veya gereken hususu yapmayarak başka bir tarafa meyletmektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) izin istediği bir sırada bir kâfiri yermekte iken yanına girdikten sonra o kişiye yumuşak söz söylemiştir.

4- Zırhını veya silahını giyinip kuşandığı takdirde yüce Allah, onun ile Savaştığı kimse arasında hüküm verinceye kadar üzerinden çıkarmasını Allah ona haram kılmıştır.

5- Yaslanarak yemek yemek.

6- Kokusu hoş olmayan yemekleri yemek.

7- Hanımlarının birisini boşayıp yerine başkasını alması. İleride gelecektir.

8- Onunla birlikte olmaktan hoşlanmayan kadını nikâhlaması.

9- Kitab ehli hür kadını nikâhlaması.

10- Cariyeyi nikâhlaması.

Yüce Allah, peygamberi tenzih ve onu temizlemek için, başkasına haram kılmamış olduğu birtakım şeyleri ona haram kılmıştır. Yüce Allah ona yazı yazmayı, şiir söyleyip bunu öğretmeyi -hüccetini daha bir pekiştirmek, mucizesini daha bir açıkça ortaya koymak için- haram kılmıştır. (Bu hususta ona imkan vermemiştir.) Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Sen bundan önce hiçbir kitab okumuş değildin ve sağ elinle de onu yazmamıştın." (el-Ankebût, 29/48)

en-Nekkaş'ın naklettiğine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat etmeden önce yazı yazabiliyordu. Ancak meşhur olan birinci görüştür. Ayrıca insanlara verilen dünya metâına göz dikmesi de ona haram kılınmıştır. Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:

"Sakın bazılarını faydalandırdığımız şeylere iki gözünü dikip uzatma." (el-Hicr, 15/88)

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a özel olarak helâl kılınanlara gelince, bunlar da onaltı tanedir:

1- Ganimetlerden safiy (taksimata sokulmayan) özel bir şeyi kendine ayırması.

2- Beşte birin, beşte birini de yahut beşte birin tamamını da dilediği gibi tasarrufta bulunabilmesi.

3- Visal orucu (akşam iftar etmeden orucu birkaç gün sürdürmek)

4- Dört hanımdan fazla nikâhlamak.

5- Hibe (bağışlama) lâfzı ile nikâhının olması.

6- Nikâhladığı hanımı velisiz nikâhlayabilmesi.

7- Mehirsiz nikâhının olması.

8- İhram halinde nikâhlamasının helâl olması.

9- Hanımlar arasında paylaştırma yükümlülüğünün üzerinden sakıt olması -ileride gelecektir-.

10- Bir hanımı görecek (ve kalbinde yer edecek) olursa, kocasının o hanımı boşaması vacib olur, peygamberin de o hanımı nikâhlaması helâl olur. İbnu'l-Arabî dedi ki: İmâmu'l-Harameyn böyle demiştir. Daha önce Zeyd kıssasında ilim adamlarının bu husustaki görüşleri geçmiş bulunmaktadır.

11- O Safiyye'yi hürriyetine kavuşturmuş ve onun hürriyetine kavuşturulmasını mehri olarak tayin etmişti.

12- Mekke'ye ihramsız olarak girmesi: Bizim ihramsız olarak Mekke'ye girişimizde ise, görüş ayrılığı vardır.

13- Mekke'de Savaşabilmesi.

14- Ona mirasçı olunmaz.

Bunun ona özel olarak helâl kılınmış şeyler arasında zikrediliş sebebi şudur: Kişi hastalığı sebebiyle ölüme yakınlaşacak olursa, onun mülkünün önemli bir bölümü de elinden çıkar ve geriye sadece üçte bir kalır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mülkü ise, miras ile ilgili âyette (en-Nisa, 4/11-14. âyetler, 5. başlıkta) açıklandığı üzere onun mirası mülkü olarak kalmaya devam etmiştir. Aynı şekilde Meryem Sûresi'nde de (19/6. âyetin tefsirinde) buna dair açıklamalar yine geçmiş bulunmaktadır.

15- Vefatından sonra da hanımlarının kocaları hayatta imiş gibi devam etmeleri (başkalarıyla evlenmelerinin haram olması).

16- Bir hanımı boşadığı takdirde yine ondan dolayı hanımının başkası tarıfından nikâhlanması haram kalmaya devam eder.

Bu son üç hususun büyük bir bölümü ilgili yerlerde etraflı bir şekilde açıklanmış bulunmaktadır. İleride de yüce Allah'ın izniyle gelecektir. Ayrıca Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a aç ve susuz kimselerden yiyecek ve içecek şeyleri almak: -bunlara sahib olan kimse (bunları verdiği takdirde) helâk olacağından korksa dahi- mubah kılınmıştır. Çünkü yüce Allah: "Peygamber mü’minler için kendi öz canlarından önce gelir" (el-Ahzab, 33/6) diye buyurmaktadır. Herbir müslüman peygamberi, gerektiğinde kendi öz canıyla korumakla yükümlüdür.

Peygamberin kendisi adına bazı yerleri ayırıp tahsis etmesi (yasak bölge kılması, hima) da mubah kılınmıştır.

Ganimetlerin kendisine (ve ümmetine) helâl kılınması ile de Allah ona ikramda bulunmuştur. Yeryüzü de ona ve ümmetine hem bir mescid, hem de temizlenme aracı kılınmıştır. Halbuki önceki peygamberler arasında mescidlerin dışında namaz kılmaları sahih olmayanlar dahi vardır.

Düşmanının kalbine salınan korku ile ona yardım verilmiştir. Düşmanı bir aylık mesafeden ondan korkardı.

Bütün insanlara peygamber olarak gönderilmiştir. Kendisinden önceki peygamberler ise, insanların bir bölümüne peygamber olarak gönderilirdi. Ona kendisinden önceki peygamberlerin mucizelerinin benzerleri verildiği gibi, daha fazlası da verilmiştir. Mûsa (aleyhisselâm)'ın mucizesi asa ve kayadan suyun fışkırması idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için ise, ay yarılmış ve parmaklarının arasından su fışkırmıştır. Îsa (aleyhisselâm)'ın mucizesi ölüleri diriltmek, anadan doğma körü ve abraşı iyileştirmek idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın elinde ise, çakıl taşlan tesbih etmiş, kendisine yaslanarak hutbe okuduğu kütük (minberde hutbe okumak üzere ondan ayrılması dolayısıyla) onun için âdeta ağlamıştı. Bunlar ise, daha ileri derecede mucizelerdir.

Yüce Allah, diğer peygamberlere üstünlük olarak ona ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'i mucize olarak vermiştir ve Kur'ân'daki mucizesi kıyâmete kadar baki kalmıştır. İşte bundan dolayı onun nübüvveti kıyâmet gününe kadar nesh olmamak üzere ebedi bir peygamberliktir.

17- Peygamberin Nikâhlamak İstemesi...:

"Peygamber onu nikâh etmek isterse" âyeti onu nikâhlarsa anlamındadır. Çünkü; ile "Nikâhladı (anlamında)"; diye kullanılır. Tıpkı; ile 'in, "beğendi, hayret etti" anlamında, ile 'in de "acele etti" anlamında kullanılması gibi.

Bununla birlikte; 'in nikâh talebinde veya cima talebinde bulunmak anlamında kullanılması da mümkündür.

"Has olmak üzere" lâfzı hal olarak nasbedilmiştir. Bunu ez-Zeccâc söylemiştir.

Bunun zikredilmemiş bir fiile muttasıl bir zamirden hal olduğu da söylenmiştir ki, bu zamire zikredilmemiş olan fiil delâlet etmektedir. Bunun da takdiri (anlamı) şöyledir: Biz sana hanımlarını helâl kıldık. Aynı şekilde mü’min olan bir kadını da sana has olmak üzere, senin için hibe (bağışlama) lâfzı ile mehirsiz ve velisiz olarak helâl kıldık.

18- Mü’minler Bu Hükmün Dışındadır:

"Diğer mü’minler bir yana" kaydının faydası şudur: Kâfirler her ne kadar bize (Mâlikîlere) göre şeriatın fer'î hükümleri ile muhatab iseler de, onların bu hükümlerle bir ilişkileri yoktur. Çünkü hükümlerin onlar hakkında uygulanması ancak İslâm'ın takdirinde olan bir şeydir.

"Biz mü’minlere eşleri ve malik oldukları cariyeleri hususunda neleri farz kıldığımızı" mü’minlere neleri vacib kıldığımızı

"biliyoruz." Bu da onların ancak dört kadınla ve mehir, beyyine (şahit) ve veli ile evlenebilecekleri hükmüdür. Bu anlamdaki açıklamaları Ubeyy b. Ka'b, Katade ve başkaları yapmıştır.

19- Peygamber'e Darlık Olmasın Diye:

"Sana darlık olmasın diye (böyle hükmettik.)" Yani içinde bulunduğun herhangi bir işte, senin ayrıca genişlik istemene ihtiyaç bırakmadık. Yani Biz bunca açıklamayı ve bu kadar geniş bilgileri:

"Sana darlık olmasın diye" yaptık. Buna göre

"Olmasın diye" lâfzı

"Biz sana... zevcelerini... helâl kıldık" âyetine taalluk etmektedir. Yani herhangi bir hususta Rabbinin nezdinde senin bir günah kazandığın ortaya çıkmadıkça herhangi bir sıkıntın" olmasın ve bundan dolayı kalbin daralmasın diye...

Daha sonra yüce Allah, mağfiret ve rahmetiyle bütün mü’minleri teselli ederek:

"Allah mağfiret edendir, rahmet edendir" diye buyurmaktadır.

51

Hanımlarından kimi dilersen geri bırakabilir, kimi dilersen yanına alabilirsin. Geri bıraktıklarından kimi yanına almak istersen (yine de) sana vebal yoktur. Bu gözlerinin aydınlığına, üzülmemelerine ve kendilerine verdiğinle hepsinin razı olmalarına daha uygundur. Allah, kalblerinizde olanı bilir, Allah, herşeyi bilendir. Cezalandırmakta acele etmeyendir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:

1- "Geri Bırakabilirsin" Lâfzının Kıraati:

"Kimi dilersen geri bırakabilirsin" anlamındaki âyette yer alan

"Geri bırakabilirsin" lâfzı (sonunda) hemzeli ve hemzesiz olarak okunmuştur. Bunların her ikisi de iki ayrı söyleyiştir.

Mesela; "İşi geri bıraktım, erteledim" denilebildiği gibi, aynı manada: "Onu erteledim" de denilir.

"Yanına alabilirsin" âyetinde; şeklinde elif medli olursa, "yanına aldı, barındırdı" demektir. "Elif" medsiz olarak; diye okunursa, "ona katıldı" anlamına gelir.

2- Âyet-i Kerîmenin Yorumu:

İlim adamları bu âyetin te'vili hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bu konuda yapılmış en doğru açıklama hanımlarına gün ayırıp paylaştırma hususunda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a tanınmış bir genişlik olduğudur. Hanımları arasında günleri paylaştırmak, onun için vacib değildi. Bu görüş daha önce geçmiş açıklamalara da uygun düşmektedir. Sahih'de Âişe (radıyallahü anha)'dan manası sabit olmuş olan açıklama şekli de budur. Âişe (radıyallahü anha) şöyle demişti: Ben kendilerini Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bağışlamış olan hanımları kıskanır ve: Hiçbir kadın kendisini bir erkeğe bağışlar mı? derdim. Yüce Allah:

"Hanımlarından kimi dilersen geri bırakabilir, kimi dilersen yanına alabilirsin. Geri bıraktıklarından kimi yanına almak istersen sana vebal yoktur..." âyetini indirince dedim ki: Allah'a yemin ederim, görüyorum ki, Rabbin hep senin arzun ne ise, hemencecik onu yerine getiriyor. Bu hadis daha önce aynı sürenin 50. ayeti 8. başlığının sonlarında da geçmiş bulunmaktadır. Hadisin kaynakları için oraya bakılabilir.

İbnu'l-Arabî dedi ki: İşte Sahih'te sabit olan bu hususun açıklamaya esas olarak alınması gerekir.

Anlatılmak istenen de şudur: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımları hususunda muhayyerdi. Eğer paylaştırmak isterse paylaştırır, paylaştırmayı terketmek isterse terkederdi. Bu hususta tercihin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bırakılması Peygamber'in özelliklerindendi. Bununla birlikte o, onların gönüllerini hoş tutmak ve olmadık sonuçlar doğurabilecek olan kıskançlık saikiyle söylenmiş olan sözlerden onları korumak maksİsmi ile bu husus, kendisine farz kılınmaksızın kendiliğinden bu paylaştırmaya riayet ederdi.

Bir açıklama da şöyledir: Paylaştırmak önceleri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında vacib idi. Daha sonra bu âyet-i kerîme ile onun üzerindeki bu vücub hükmü neshedildi.

Ebû Rezîn dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımlarından bazılarını boşamak istemişti. Kendisine: Sen bize istediğin gibi gün ayır, dediler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına aldıkları arasında Âişe, Hafsa, Ummu Seleme ve Zeyneb de vardı. Gerek kendisinden, gerekse malından bunlar arasındaki paylaştırması birbirlerine eşitti. Geri bıraktıkları arasından da Şevde, Cuveyriye, Um Habibe, Meymune ve Safiye vardı. Bunlara da istediği şekilde pay ayırırdı.

Bir başka görüşe göre maksat, kendilerini bağışlayan hanımlardır. Hişam b. Urve babasından, o Âişe'den yüce Allah'ın:

"Hanımlarından kimi dilersen geri bırakabilirsin" âyeti hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: Bu kendilerini peygambere bağışlamış olan hanımlar hakkındadır.

en-Nehaî dedi ki: Bunlar kendilerini bağışlamış olan hanımlardır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlardan bazılarıyla evlenmiş, bazılarıyla da evlenmemiştir.

ez-Zührî de şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımlarından herhangi birisini geri bıraktığını bilmiyoruz. Aksine hepsini yanına almıştı.

İbn Abbâs ve başkaları da şöyle demektedir: Âyetin anlamı nikâhı altında bulunan hanımlardan dilediğini boşayabileceği, dilediğini de nikâhı altında tutmaya devam edebileceği şeklindedir. Başka açıklamalar da yapılmıştır.

Anlamı her ne olursa olsun, âyet-i kerîme Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a alanı ve mübahlığı geniş tutmaktadır. Bizim tercih ettiğimiz görüş daha sahihtir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

3- Bu Âyet Bir Sonraki Âyeti Nesh Edici midir?:

Hibetullah, "en-Nâsih ve'l-Mensûh" adlı eserinde yüce Allah'ın:

"Hanımlarından kimi dilersen geri bırakabilirsin" âyetinin (bir sonraki âyet olan):

"Bundan sonra... başka zevceler... sana helâl olmaz" (el-Ahzab, 33/52) âyetini neshedicidir. Ayrıca şöyle demektedir: Yüce Allah'ın Kitabında nâsih'in mensûhtan önce geldiği başka bir yer yoktur.

Ancak onun bu sözü birkaç bakımdan zayıf kabul edilir. Çünkü el-Bakara Sûresi'nde kocası vefat etmiş kadının dört ay on gün iddet bekleyeceği belirtilmektedir ki, bu da bir yıllık bekleme süresini neshetmektedir. Oysa (neshedici) nesholunandan önce zikredilmiş bulunmaktadır. (Bk. el-Bakara, 2 234. âyet, 2. başlık ile el-Bakara, 2/240. âyet, 1. başlık)

4- Geri Bıraktıklarından İstediğini De Yanına Alabilirsin:

"Geri bıraktıklarından kimi yanına almak istersen..." âyetinde geçen;

"İstersen" anlamındadır. Çünkü "İstemek" demektir.

"Geri bıraktıklarından"; izale ettiklerinden, demektir. Uzlet, izale etmek anlamındadır. Yani eğer sen paylaştırmak hususunda geri bıraktığın hanımlardan herhangi birisini yanına almayı isteyecek olursan, bu hususta da senin için bir mahzur yoktur. (Yanına aldığını) geride bırakmanın hükmü de bu şekildedir. Burada iki şıktan birisi, diğerine de delil teşkil etmektedir.

5- Sana Vebal Yoktur:

"(Yine de) sana vebal yoktur" âyetindeki "cünâh" meyletmek demektir. Mesela "Gemi karaya doğru meyletti" denilir. Yani kınamak ve azarlamak suretiyle senin aleyhine bir eğilim yoktur, demektir.

6- Resûlüllah'ın Bu Ayrıcalığı Karşısında Mü’minlerin Annelerine Yakışan Tavır:

"Bu gözlerinin aydınlığına... daha uygundur." âyeti hakkında Katade ve başkaları şöyle demektedir: Bizim onlarla birlikte oluşun hususunda seni muhayyer kıldığımız bu şekil, bizim tarafımızdan tesbit edildiğinden ötürü onların razı oluşlarına en uygun olan şekildir. Çünkü onlar bu işin Allah tarafından böylece tesbit edildiğini bilecek olurlarsa, bununla gözleri aydın olur ve buna razı olup hoşnutlukla kabul ederler. Zira bir kimse eğer herhangi bir şeyde hakkının bulunmadığını bilecek olursa, az dahi olsa o şeyden kendisine verilene razı olur. Hakkının olduğunu bildiği takdirde ise, ona verilen şeye de kanmaz. Bu şeye karşı tutkusu artar ve onu daha büyük bir arzu ile ister. İşte yüce Allah'ın Rasûlünün lehine belirlemiş olduğu hanımlarının halleri ile ilgili tutumu ona havale etmesi de onunla birlikte olmaktan razı oluşlarına daha bir yakındır ve Peygamber Efendimiz'in onlar için içinden geldiğini vermesi, gözlerinin aydınlığına -kalbleri daha fazlasına bağlanmaksızın, daha fazlasına göz dikmeksizin- daha uygundur.

"Gözlerinin aydınlığına" anlamındaki âyet: "Onların gözlerini aydınlatman" şeklinde "te" harfi ötreli ve "gözler" anlamındaki kelimenin nasbi ile de okunmuştur.

Aynı şekilde meçhul bir fiil olarak; "Gözlerinin aydın kılınması" diye de okunmuştur.

Bununla birlikte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımları arasında eşitliği gözetir, -önceden belirttiğimiz üzere- gönüllerini hoş tutmak için işi sıkı tutar ve şöyle derdi: "Allahım, bu benim imkânlarım içerisinde olan hususlarda güç yetirebildiğimdir. Benim malik olamadığım ve Senin malik olduğun hususlarda ise, beni kınama." Tirmizî, III, 446; Ebû Dâvûd, II, 242; Nesâî, VII, 63; İbn Mâce, I. 633; Müsned, VI, 144.

O bununla kalbini kastediyordu. Çünkü davranışlarından herhangi birisinde bunu açığa çıkarmaksızın Âişe (radıyallahü anha)'yı kalbinde tercih ediyordu. Vefatı ile sonuçlanan hastalığında da taşınarak hanımlarının odaları arasında dolaştırılırdı ve bu Âişe (radıyallahü anha)'ın odasında kalmak için onlardan izin istemesine kadar böylece devam etti. Âişe (radıyallahü anha) dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hastalığı Meymune'nin evinde başladı. O diğer hanımlarından evinde -Âişe'nin evinde- kendisine bakılması için izin istedi, onlar da ona bu hususta izin verdiler. Buhârî, I, 83. 236. II, 914. III. 1129, IV, 1614, V, 2001. 2160; Müslim, 1, 312; Müsned, VI. 34. 117. Bu hadisi Sahih(-i Buhârî) rivâyet etmiştir.

Yine Sahih'te yer aldığına göre Âişe (radıyallahü anha) şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) (Âişe'nin evine sırası ne zaman gelecek diye) araştırır ve şöyle derdi: Bugün ben neredeyim? Yarın ben neredeyim?" Bu sözleriyle Âişe (radıyallahü anha)'ın odasına gideceği günün kendisi için geç olacağına işaret ediyordu. (Âişe) dedi ki: Evimde olduğu günün sırası gelince, yüce Allah onun ruhunu (başı) tam göğsüm üzerinde iken kabzetti. Salât ve selâm ona. Buhârî, I. 468. III, 1129, IV. 1616, 1617; Müslim, IV, 1893.

7- Hanımlar Arasında Adaletin Gereği:

Erkeğin hanımları arasında adaleti sağlayarak herbirisinin yanında bir gün, bir gece kalması gerekir. İlim adamlarının genel olarak görüşü budur. Bazılarının kanaatine göre ise, bu hükmün vücubu güadüzü kapsamayarak, sadece geceleyindir. Hanımın hasta ya da ay hali olması, hakkını ortadan kaldırmaz. Yanında kalması gereken gün ve gecede yanında bulunmakla yükümlüdür. Kendisi hasta olduğu vakit sağlıklıyken aralarında adalet yapmakla yükümlü olduğu şekilde adalet yapmak zorundadır. Ancak hareket etmekten aciz kalma hali müstesna, o takdirde hastalık nerede kendisini hareket etmekten alıkoymuşsa orada kalır. Sağlığına kavuştuktan sonra yeniden günlerini paylaştırmaya başlar.

(Nikâhlı) cariyeler, hür kadınlar, Kitab ehli kadınlar ve müslüman kadınlar bu bakımdan birbirlerine eşittirler. Abdu'l-Melik dedi ki: Hür kadının iki gece hakkı vardır, nikâhlı cariyenin hakkı ise, bir gecedir. (Nikâhsız) cariyeleri (odalıkları) ile hür kadınlar arasında ise, paylaştırma sözkonusu değildir. Bu gibi nikâhsız cariyelerin (odalıkları) gün ve gece paylaşımında herhangi bir hakları yoktur.

8- Birden Fazla Hanımı Aynı Evde Bulundurmak:

Hanımlarının rızası olmadıkça onlar aynı evde birarada bulundurulmaz. Birisine ait olan bir gün ve gecede ihtiyacı olmaksızın diğerinin yanına giremez. Bir ihtiyaç ve zaruret dolayısıyla girip girmeyeceği hususunda görüş ayrılığı vardır. Çoğunluk câiz olacağı görüşündedir, Malik ve başkaları gibi. İbn Habib'in kitabında ise, bunun câiz olmadığı belirtilmektedir.

İbn Bukeyr, Malik'ten, o Yahya b. Said'den rivâyet ettiğine göre Muaz b. Cebel'in iki hanımı vardı. Birisinin gününde diğerinin evinden su dahi içmezdi.

İbn Bukeyr dedi ki: Yine Malik'in bize Yahya b. Said'den anlattığına göre; Muaz b. Cebel'in iki hanımı vardı. Bunların ikisi de taundan öldüler. Hangisi kabrine daha önce sarkıtılacak diye aralarında kura çekti.

9- Hanımlar Arasında Adaletin Sınırı:

Malik dedi ki: Eğer orta halli iseler nafaka (masrat ve ihtiyaçlarının karşılanması) ile giyim hususunda hanımları arasında adalet sağlar. Konumları farklı olanlar hakkında ise, böyle bir adalete riayet etmek gerekli değildir. Malik meyil sözkonusu olmaksızın giyim hususunda birini diğerinden üstün tutmayı câiz kabul etmiştir. Sevgi ve nefrete gelince, bunlar kişinin kendi iradesi dışındadır. Bunlarda adalet düşünülemez. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımları arasındaki paylaştırma ile ilgili olarak söylediği şu hadisinde de kasıt budur: "Allahım, bu benim imkanım çerçevesinde olan hususlarda yaptığımdır. Benim malik olamadığım, Senin malik olduğun hususlarda ise, Sen beni kınama." Az önce altıncı başlıkta da geçen bu hadisin kaynakları orada gösterilmiştir. Bu hadisi Nesâî ve Ebû Dâvûd, Âişe (radıyallahü anha)'dan rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd'da ise, "yani kalbini kastediyor" ifadesi de vardır.

Yüce Allah:

"Ne kadar isteseniz bile kadınlar arasında adalet yapamazsınız" (en-Nisâ, 4/129) âyeti ile hem:

"Allah kalblerinizde olanı bilir" âyeti ile buna işaret edilmektedir. Bunun burada özellikle zikredilerek tahsis edilmesinin anlamı budur. Böylece yüce Allah, bizlerden herhangi birimizin nikâhımız altında bulunan kadınlardan birisine diğerinden daha fazla meyletmek şeklinde kalblerimizde bulunan duyguları çok iyi bildiğine dair bizim dikkatimizi çekmektedir. Esasen O, herşeyi bilendir.

"Yerde de, gökte de hiçbir şey O'na gizli kalmaz" (Âl-i İmrân, 3/5);

"O, gizli olanı da, O'ndan gizli olanı da bilir." (Tâ-Hâ, 20/7) Fakat bu hususta yüce Allah bize müsamaha göstermiştir. Zira kulun kalbini böyle bir meyilden alıkoymasına imkânı yoktur. İşte yüce Allah'ın: "(Bir önceki âyet-i kerîmede geçen):

"Allah mağfiret edendir, rahmet edendir" âyeti da buna dairdir. Yüce Allah'ın:

"Bu gözlerinin aydınlığına... daha uygundur" âyeti hakkında yapılmış açıklamalara gelince, bunlar da bir sonraki başlığın konusudur.

10- Gözlerinin Aydın Olması:

Yani bu, eğer onlardan birisini diğeri ile birlikte bulundurmayıp (adalet gözetmeyip) tercih yoluna, birisine daha çok meyletme cihetine gittiği takdirde, onların üzülmemelerine daha uygundur.

Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre Ebû Hüreyre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu zikretmektedir: "Her kimin iki hanımı bulunur da onlardan birisine meyledecek olursa, kıyâmet gününde yan tarafı da eğilmiş olarak gelecektir. " Ebû Dâvûd, II, 242; Dârimi, II, 193; Nesâî, VII, 63

"Ve kendilerine verdiğinle hepsinin razı olmalarına..." âyetinde (fiilin sonundaki) zamir te'kid edilmektedir. Yani onların hepsinin razı olmalarına... demektir.

Ebû Hatim ile ez-Zeccâc:

"Ve kendilerine verdiğinle hepsinin razı olmalarına" âyetindeki te'kid ise: "(....): Kendilerine verdiğin" lâfzındaki zamirin te'kidi olmasını câiz kabul etmektedirler.

el-Ferrâ' ise, bunun câiz olduğunu kabul etmez. Çünkü anlam ona dair değildir. Zira anlamı, onların herbirisinin razı olması şeklindedir, yoksa anlam onların hepsine verdiklerine... değildir. en-Nehhâs dedi ki: el-Ferrâ''nın bu açıklaması güzeldir.

11- Sevgi Dahil Olmak Üzere Kalblerde Olan Herşeyi Allah Bilir:

"Allah kalplerinizde olanı bilir" âyeti umumî bir haberdir. Bununla birlikte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kalbindeki bir kişiye karşı beslediği sevginin diğerinden fazla oluşuna işaret etmektedir. Bu anlamın kapsamı içerisinde mü’minler de vardır. Buhârîdeki rivâyete göre Amr b. el-As'ı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Zatu's-selasin ordusunun başına kumandan olarak göndermişti. (Amr) dedi ki: Peygamberin yanına vardım ve insanlar arasında en sevdiğin kimdir? diye sordum, o: "Âişe'dir" dedi. Erkeklerden kimdir? diye sordum, o: "Babasıdır" dedi. Sonra kimdir? diye sordum, bu sefer: "Ömer b. el-Hattâb'tır..." dedi ve bazı kimselerin ismini saydı. Buhârî, III, 1339; Müslim, IV, 1856; Tirmizî, V, 706; Müsned, IV, 203

Kalbe dair yeterli açıklamalar Bakara Sûresi'nin baştarafları (2/7. âyet, 4. başlık) ile bu sûrenin baştaraflarında (33/4. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Rivâyet edildiğine göre Lokman-ı Hakim marangozluk yapan bir köle idi. Efendisi kendisine: Bir koyun kes ve bana onun en hoş olan iki parçasını getir demiş. O da dil ve kalbi götürmüş. Sonra tekrar ona bir başka koyun kesmesini emretmiş ve yine ona: Bu koyundaki en pis iki et parçasını at, bu sefer dili ve kalbini atmış. Efendisi ona: Ben sana bunun en hoş olan iki parçasını bana getirmeni emrettim, dilini ve kalbini bana getirdin. En kötü olan iki parçasını emrettim, yine dilini ve kalbini attın. Şu cevabı vermiş: Bu ikisi iyi oldu mu bunlardan daha iyisi yoktur, kötü de oldular mı bunlardan daha kötüleri yoktur.

52

Bundan sonra -sağ elinin malik olduğu (cariyelerin) dışında-kadınlar (alman) ve bunların birini başka zevcelerle değiştirmen, -onların güzellikleri hoşuna gitse de- sana helâl olmaz. Allah herşeyi görüp gözeticidir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

1- Bu Âyetten Sonra Peygamber Efendimize Yeni Hanım Almanın Helâl Olmayışının Anlamı ile İlgili Görüş Ayrılıkları:

Yüce Allah'ın:

"Bundan sonra... kadınlar... sana helâl olmaz" âyetinin te'vili hususunda yedi farklı görüş ileri sürmüşlerdir:

1- Bu âyet sünnet ile nesholmuştur. Bunu nesheden de Âişe (radıyallahü anha) yoluyla gelen şu hadistir: Dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) daha ölmeden hanımlar ona helâl kılınmıştı Bu sûre 50. ayet, 2. başlığında da geçen bu hadisin kaynakları orada gösterilmiştir.

Bu hadis daha önceden de geçmiş bulunmaktadır.

2- Bu âyet bir başka âyet-i kerîme ile neshedilmiştir. Tahavî'nin rivâyetine göre Ummu Seleme şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat etmeden önce mahrem olması müstesna kadınlardan dilediği kimselerle evlenmesi ona helâl kılındı. Bu da yüce Allah'ın:

"Hanımlarından kimi dilersen geri bırakabilir, kimi dilersen yanına alabilirsin" âyeti ile gerçekleşmişti Bu hadisin benzeri muhtevadaki ve Âişe (radıyallahü anha)'dan gelen hadisler için bir önceki notta işaret edilen yere bakınız.

en-Nehhâs dedi ki: Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya bu âyet-i kerîme hakkında yapılmış en uygun açıklama budur. Nesh olması açısından bu görüş ile Âişe'nin görüşü arasında bir fark yoktur. Âişe (radıyallahü anha)'nın da yüce Allah'ın bunu Kur'ân-ı Kerîm Peygamber Efendimiz'e helâl kılmış olduğunu kastetmiş olması da mümkündür. Ayrıca bununla birlikte Ali b. Ebî Tâlib, İbn Abbâs, Ali b. el-Huseyn ve ed-Dahhak'ın da görüşü budur.

Ancak Kûfeli bazı fakihler bu hususta karşı kanaat belirterek şöyle demişlerdir: Şu:

"Hanımlarından kimi dilersen geri bırakabilirsin" âyet-i kerîmesinin, "bundan sonra... kadınlar... sana helâl olmaz" âyetini neshetmesi imkansız bir şeydir. Çünkü müslümanların icma ile kabul ettikleri mushaf tertibinde neshedici olduğu söylenen âyet, bundan öncedir. O bakımdan bu hükmün sünnet ile neshedildiğini söyleyenlerin görüşü daha bir ağırlık kazanmaktadır.

en-Nehhâs dedi ki: Ancak böyle bir karşı çıkışın anlamı yoktur. Bu kanaat sahibi kimse de yanılmaktadır. Zira Kur'ân-ı Kerîm'in tamamı tek bir sûre gibidir. Nitekim İbn Abbâs'tan sahih olarak rivâyet edildiğine göre Allah Kur'ân-ı Kerîm'i ramazan ayında toptan dünya semasına indirmiştir. Ayrıca bu itirazı ileri sürenin itirazının haklı olmadığını gösteren bir husus da yüce Allah'ın:

"İçinizden geride eşler bırakarak vefat edecekler, eşlerine çıkarümayarak bir yıla kadar faydalanmalarını vasiyet etsinler" (el-Bakara, 2/240) âyetinin, aralarında herhangi bir görüş ayrılığı olduğunu bilmediğimiz şekilde, te'vil ehlinin kanaatlerine göre kendisinden önce geçmiş bulunan:

"İçinizden vefat edenlerin bıraktıkları eşler kendiliklerinden dört ay on gün beklerler" (el-Bakara, 2/234) âyeti ile neshedilmiş olduğudur.

3- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a mevcut hanımları üzerine başkaları ile evlenmesinin haram kılınması, onların Allah'ı, Rasûlünü ve âhiret yurdunu tercih etmiş olmalarından dolayıdır. el-Hasen, İbn Şîrîn ile Ebubekr b. Abdu'r-Rahmân b. el-Haris b. Hişam'ın görüşü budur. en-Nehhâs dedi ki: Bu görüş önceki durumu izah etmek açısından böyle olup sonradan neshedilmiş olabilir.

4- Mü’minlerin annelerine peygamberden sonra evlenmeleri haram kılındığından dolayı ona da mevcut hanımlarından başkaları ile evlenmesi haram kılınmıştır. Bu açıklamayı da Ebû Umame b. Sehl b. Huneyf yapmıştır.

5- "Bundan sonra kadınlar sana helâl olmaz" âyeti, anılan o gruplardan sonra helâl olmaz, demektir. Bu açıklamayı da Ubeyy b. Ka'b, İkrime ve Ebû Rezin yapmıştır. Muhammed İbn Cerir'in tercih ettiği açıklama da budur.

6- Peygamber Efendimiz'in dilediği hanımla evlenmesinin mutlak olarak . mubah olduğunu söyleyenler, buradaki "bundan sonra kadınlar sana helâl olmaz" âyeti hakkında da şöyle derler: Bu, yahudi kadınlarla,hristiyankadınlar sana helâl olmaz, anlamındadır. Ancak böyle bir te'vilin doğru olma ihtimali uzaktır. Yine bu görüş Mücahid, Said İbn Cübeyr ve İkrime'den de rivâyet edilmiştir, altıncı görüş budur.

Mücahid dedi ki: Buna sebep ise, kâfir bir kadının mü’minlere anne olmaması içindir. Bu da doğru olma ihtimali uzak bir görüştür. Çünkü onun takdirine göre ifade: Müslüman hanımlardan sonra, şeklinde olmalıdır. Oysa daha önce müslüman hanımlardan sözedilmemiştir. Ayrıca "bunların birini başka zevcelerle değiştirmen" ifadesi onun yerine kitab ehli olan bir kadını değiştirmek maksİsmi ile müslüman hanımı boşaman da helâl değildir, diye bir takdire gidilmesi gerekmektedir.

7- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a önceleri dilediği hanım ile evlenmesi helâl idi, sonradan bu neshedildi. (Bu görüşün sahibi) dedi ki: İşte ondan önce peygamberler de (salât ve selâm onlara) böyle idiler. Bu görüş Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'ye aittir.

2- Hanımlarından Birini Diğeri ile Değiştirmesi:

"Ve bunların birini başka zevcelerle değiştirmen" âyeti ile ilgili olarak İbn Zeyd şöyle demektedir: Burada kastedilen Arapların yapmış oldukları bir iştir. Biri diğerine: Sen benim hanımımı al, bana da senin hanımını ver, derdi. Darakutnî'nin rivâyet ettiğine göre Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Cahiliye döneminde değiştirme bir adamın diğerine: Sen benim için hanımından vazgeç, ben de senin için hanımımdan vazgeçerim ve sana fazlasını da veririm, derdi. Bunun üzerine yüce Allah:

"Onların güzellikleri hoşuna gitse de bunların birini başka zevcelerle değiştirmen (sana helâl olmaz)" diye buyurdu. (Ebû Hüreyre) dedi ki: Uyeyne b. Hısn el-Fezarî, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna girdi. Yanında Âişe de vardı. İzinsiz girmişti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Ey Uyeyne! İzin almak yok mu?" dedi. Uyeyne: Ey Allah'ın Rasûlü dedi, Ben aklım erdiğinden beri Mudarlılardan bir adamın yanına girmek için izin istemiş değilim. Sonra da: Şu yanındaki Humeyra (teni kırmızıya çalan) kimdir? diye sordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bu mü’minlerin annesi Âişe’dir" dedi. Uyeyne dedi ki: Ben senin için insanların en güzelinden vazgeçeyim mi? Peygamber şöyle buyurdu: "Ey Uyeyne! Şüphesiz Allah bunu haram kılmıştır." Uyeyne çıkıp gittiğinde Âişe: Ey Allah'ın Rasûlü bu kimdir? diye sordu, Peygamber şöyle buyurdu: "Bu kendisine itaat olunan bir ahmaktır ve o işte gördüğün gibi kavminin efendisidir." el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevaid, VII, 92, ravilerinden İshak b. Abdullah b. Ebi Fesre'nin "metruk bir ravi olduğu" kaydıyla.

Ancak et-Taberî, en-Nehhâs ve başkaları İbn Zeyd'in, Arapların hanımlarını birbirleriyle değiştirdiklerine dair yaptıkları nakli kabul etmezler. Taberî dedi ki: Araplar asla böyle bir iş yapmış değildir. Uyeyne b. Hısn'ın, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna yanında Âişe varken girdiğine dair gelen rivâyette ise, bir değiştirme sözkonusu değildir ve Uyeyne böyle bir şeyi de kastetmemiştir. O sadece Âişe'yi küçümsemişti, çünkü bu sözü söylediğinde henüz yaşı küçüktü.

Derim ki: Bizim Zeyd b. Eslem'den, onun Atâ b. Yesar'dan, onun Ebû Hüreyre'den gelen sözünü ettiğimiz ve bu değiştirme, cahiliye döneminde idi, şeklindeki rivâyet Taberî'nin kabul ettiği durumun aksini göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

el-Muberred dedi ki: "Helâl olmaz" anlamındaki; âyeti hem "ye" hem "te" ile okunmuştur. "Te" ile okuyanların okuyuşu kadınlar hakkında çoğul anlamını ihtiva eder, "ye" ile okuyuş ise, bütün kadınları kapsar.

el-Ferrâ''nın iddiasına göre bu kelime icma ile "ye" harfi ile okunmuştur. Ancak bu yanlıştır. Ebû Amr'ın kendisinden gelen rivâyetlere göre "fe" ile okuduğu ihtilafsız olarak sabit iken kıraat âlimlerinin bu husustaki ittifakından nasıl sözedilebilir?

3- Güzellikleri Hoşuna Gitse de...

"Onların güzellikleri hoşuna gitse de" âyeti ile İlgili olarak İbn Abbâs şöyle demiştir: Bu âyet Esma bint Umeys dolayısıyla nazil olmuştu. Kocası Cafer b. Ebi Talib vefat ettikten sonra güzelliği Resûlüllah'ın hoşuna gitmişti. Onunla evlenmeyi istemişti, bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Ancak bu zayıf bir hadistir. Bunu İbnu'l-Arabî söylemiştir.

4- Erkek Kendisiyle Evlenmek İstediği Kadına Bakabilir:

Bu âyet-i kerîmede erkeğin kendisiyle evlenmek istediği hanıma bakmasının câiz olduğuna delil vardır. el-Muğire b. Şu'be bir hanım ile evlenmek istediğinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle demişti: "Onu gör, çünkü böylesi aranızdaki kaynaşma açısından daha uygundur." İbnul-Cârûd, el-Munteka, s. 170; İbn Hibban, Sahih, IX, 351; Tirmizî, III, 397; Dârimî, II, 180; Darakutnî, III, 252, 253; Nesâî, VI, 69; Müsned, IV, 244, 246.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir başkasına da şöyle demiştir: "Git, onu gör. Çünkü ensarın gözlerinde bir şey vardır." Bunu Sahih rivâyet etmiştir. Müslim, II, 1040; İbn Hibban, Sahih, IX, 349; Müsned, II, 286, 299.

el-Humeydî ile Ebû'l-Ferac el-Cevzî dedi ki: O bununla bir sarılık yahut bir mavilik bulunduğunu kastetmiştir. Bununla Peygamber'in çapaklanmayı kastettiği de söylenmiştir.

5- Evlenmek için Kendisine Talib Olunan Hanıma Bakma Emrinin Mahiyeti:

Kendisine talib olunana bakma emri, maslahata irşad kabilinden bir emirdir. Çünkü ona bakacak olursa, onunla evlenmeye rağbetini arttıracak güzelliklerini görebilir. Bu emrin maslahata irşad mahiyetinde olduğunun delillerinden birisi de Ebû Dâvûd'un zikrettiği şu Hadîs-i şerîftir: Cabir, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Sizden herhangi bir kimse bir kadına talib oldu mu eğer kendisini nikâhlamasını sağlayacak şekilde onu görme imkanını bulabilirse bunu yapsın." Ebû Dâvûd, II, 228; Müsned, III, 334, 360.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Eğer gücü yeterse bunu yapsın." gibi bir ifadeyi vacib olan bir hüküm hakkında kullanmaz.

Fukahanın Cumhûru yani Malik, Şâfiî, Kûfeliler, başkaları ve Zahiri mezhebi âlimleri hep böyle demiştir. Bunun mekruh olduğunu söyleyen bir topluluk varsa da onların bu görüşlerinin -sahih hadisler ile yüce Allah'ın:

"Onların güzellikleri hoşuna gitse de" âyeti dolayısıyla -hiçbir değeri yoktur.

Sehl b. Ebi Hasme dedi ki: Ben Muhammed b. Mesleme'yi ed-Dahhak'ın kızı Sübeyte'yi Medine damlarından bir damın üzerinde görmek isterken kovaladığını gördüm. Ona: Bu işi nasıl yaparsın? diye sordum, o: Yapabilirim, dedi. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah sizden herhangi birinizin kalbine bir hanıma talib olma duygusunu yerleştirecek olursa, ona bakmasında bir mahzur yoktur. " Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübra, VII, 85; İbn Ebi Şeybe, Mûsannef, IV, 22; Tahavî, Şerhu Me'ani'l-Asar, III, 13; Taberanî, el-Mu'cemu'l-Kebir, XIX, 225.

6- Kendisiyle Evlenilecek Hanıma Bakmanın Câiz Oluşunun Sınırları:

Bu durumda hanıma bakmanın câiz olduğu sınırlar hususunda görüş ayrılığı vardır. Malik dedi ki: Yüzüne ve ellerine bakabilir ancak onun izni olmaksızın, bakamaz.

Şâfiî ve Ahmed: Eğer tesettür içerisinde ise, izni olsun olmasın bakabilir, demişlerdir. el-Evzaî de şöyle demiştir: Ona bakar ve bunun için de gayret harcar. Onun vücudunun etli yerlerine bakar. Dâvûd (ez-Zahirî) dedi ki: Vücudunun sair yerlerine bakar. O lâfzın zahirine dayanarak bunu söylemiştir. Ancak şeriatın avret yerlerine bakmanın haram olduğuna dair asıl hükümleri onun bu kanaatini reddetmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

7- Kâfir Olan Cariye Peygamber'e Helâl mıdır?:

"Sağ elinin malik olduğu dışında" âyeti ile ilgili olarak ilim adamları kâfir cariyenin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a helâl olup olmadığı hususunda iki farklı görüş ortaya koymuşlardır.

Bir görüşe göre yüce Allah'ın:

"Sağ elinin malik olduğu dışında" âyeti umumi olduğundan dolayı helâldir. Bu görüş Mücahid, Saîd b. Cübeyr, Atâ ve el-Hakem'in görüşüdür. Bunlar derler ki: Yüce Allah'ın:

"Bundan sonra kadınlar sana helâl olmaz" âyeti müslüman olmayan kadınlar sana helâl olmaz, demektir. Yahudi, hristiyan ve müşrikler sana haramdır. Yani senin kâfir bir kadın ile evlenmen ve böylelikle bu kadının mü’minlerin annesi olması -güzelliği hoşuna gidecek olsa dahi- helâl değildir. Sağ elinin malik oldukları ise, müstesnadır. Bu durumdaki cariyeleri odalık bulundurması hakkı vardır.

İkinci görüşe göre ise, kâfir kadına yaklaşması ona yakışmaz. Onun böyle bir durumdan tenzih edilmesi dolayısıyla bu ona helâl değildir. Nitekim yüce Allah:

"Kâfir zevceleri de nikâh altında tutmayın." (el-Mümtehine, 60/10) diye buyurmaktadır. Ya Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için bu nasıl olabilir?

Yüce Allah'ın:

"Sağ elinin malik olduğu dışında" âyetindeki; burada "kadınlar"dan bedel olmak üzere ref mahallindedir. Bununla birlikte istisna olarak nasb konumunda olması da caizdir, ancak bu bir parça zayıftır. Mastar manasında olması da mümkündür. Buna göre ifadenin takdiri; Sağ elinin mülkiyetinde olan müstesna" demek olur. Burada da mülkiyet "malik olunan" anlamındadır ve bu nasb konumundadır. Çünkü birincisinin türünden olmayan bir istisnadır.

53

Ey îman edenler! Peygamber'in evlerine sizin için yemeğe izin verilmeden girmeyin. Yemek vaktini de beklemeye kalkışmayın. Fakat davet olunduğunuzda girin. Yemek yediniz mi dağılın. Söze dalmak için de beklemeyin. Çünkü bu Peygamber'i rahatsız etmekte ama o, sizden utanmaktadır. Allah ise, haktan utanmaz. Hanımlarından ihtiyaç(ınız) olan bir şey istediğinizde onlardan perde arkasından isteyin. Bu sizin kalbiniz için de, onların kalbleri için de daha temizdir. Sizin Allah'ın Rasûlüne eziyet vermeniz de ondan sonra zevcelerini nikâhlamanız da ebediyyen olacak bir şey değildir. Çünkü bu, Allah'ın yanında çok büyük bir iştir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı onaltı başlık halinde sunacağız:

1- Peygamber'in Evlerine İzinsiz Girmek ve Ayetin İşaret Ettiği Nüzul Sebepleri:

"Peygamber'in evlerine... izin verilmeden girmeyin" âyetindeki ...me..." lâfzı, "Size ancak izin verilmesi halinde..." anlamında olmak üzere nasb mahallindedir. Bu durumda istisna da müstesna minh ile aynı cinsten değildir.

"Yemek vaktini de beklemeye kalkışmayın" âyetindeki "beklemeye" anlamındaki lâfız, hal olarak nasbedilmiştir. "Bu durumda girmeyin" demektir, 'ın "yemek"in sıfatı olarak cer ile gelmesi câiz değildir. Çünkü sıfat olsaydı, mutlaka faillerin zikredilmesi gerekirdi ve bu durumda: Siz onun vaktini beklemeyin denilmesi gerekirdi.

Bunun nahivde benzeri: "Bu adam bir adam ile birliktedir ve ondan ayrılmıyor" demeye benzer. Arzu edildiği takdirde; "Bu adam kendisinden ayrılmadığı bir adam ile birliktedir" denilir.

Bu âyet-i kerîme iki kıssa ihtiva etmektedir. Bunlardan birincisi yemeğe oturmak adabı ile ilgilidir, ikincisi ise, hicab emri ile ilgilidir.

Hammâd b. Zeyd dedi ki: Bu âyet-i kerîme davranışları dolayısıyla (Peygamber Efendimiz'e) ağırlık veren kimseler hakkında inmiştir.

Birinci kıssanın sebebi, müfessirlerin çoğunluğunun kanaatine göre şudur: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) önce Zeyd'in hanımı olan Cahş kızı Zeyneb ile evlendiğinde bir ziyafet vermiş ve insanları bu ziyafete çağırmıştı. Yemeklerini yedikten sonra onlardan bir kesim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın evinde oturup konuşmaya daldılar. Hanımı ise, yüzünü duvara doğru çevirmiş bekliyordu. Onların bu tutumları Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ağır geldi. Enes dedi ki: Peygamber'e sohbete dalmış olanların çıkıp gittiklerini ben mi ona, yoksa o mu bana haber verdi, bilemiyorum. (Enes devamla) dedi ki: Peygamber gitti ve evine girdi. Ben de onunla birlikte girmek istedim. Benimle kendisi arasına perdeyi çekti ve hicab hükmü nazil oldu. O topluluğa kendilerine verilen öğütler ile öğüt verdi. Aziz ve celil olan Allah da: "Ey îman edenler! Peygamber'in evlerine... girmeyin... Çünkü bu Allah'ın yanında çok büyük bir iştir." âyeti nazil oldu. Bu hadisi Sahih(-i Buhârî) rivâyet etmiştir.

es-Sa'lebî'nin "Kitafında belirtildiğine göre Katade ve Mukâtil şöyle demişlerdir: Âyetin nüzulüne sebep olan bu olay, Ummu Seleme'nin evinde cereyan etmiştir. Ancak Sahih(-i Buhârî)'in de rivâyet ettiği gibi doğru olan birincisidir.

İbn Abbâs dedi ki: Âyet-i kerîme, mü’minlerden bir kesim hakkında inmiştir. Bunlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yemek yiyeceği vakitleri gözetliyor ve yemek pişmeden önce huzuruna giriyorlar, yemek pişene kadar oturuyorlar, sonra da yemek yedikleri halde de çıkıp gitmiyorlardı.

İsmail b. Ebi Hakim dedi ki: Bu yüce Allah'ın davranışları ağır kaçan kimseleri, kendisi ile te'dib ettiği bir edebtir.

es-Sa'lebî'nin "Kitab"ında nakledildiğine göre İbn Ebi Âişe şöyle demiştir: Davranışları ağır kaçanlar hakkında, şeriatın onlara (yaptıklarına) tahammül etmemiş olduğu sana yeter.

Hicab ile ilgili kıssaya gelince, Enes b. Malik ve bir topluluk dedi ki: Bunun sebebi az önce sözkonusu edilen olayda Zeyneb'in evindeki oturmadır.

Âişe (radıyallahü anha) ile bir topluluk da şöyle demiştir: Bunun sebebini Ömer şöyle nakletmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Senin hanımlarının huzuruna iyi olanlar da, kötü olanlar da giriyor. Keşke onlara hicab arkasına (perde arkasına) geçmelerini emretsen. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu Buhârî, I, 157, IV, 1629; Müsned, I, 23, 24, 456

Sahih(-i Buhârî)'nin naklettiğine göre İbn Ömer şöyle demiştir: Ömer dedi ki: Üç hususta Rabbime muvafakat ettim: Makam-ı İbrahim, Hicab ve Bedir esirleri hususunda. Buhârî, i, 157, IV, 1629; Müslim, IV, 1865, Müsned, I, 23, 24, 36, 456.

Hicab hakkında söylenenlerin en sahih olanı budur. Bu iki görüşün dışındaki görüş ve rivâyetler pek sağlam değildir. Bunların hiçbirisi ayakları üstünde duramaz. Bunların en zayıfları ise, İbn Mes'ûd'dan gelen şu rivâyettir: Ömer, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımlarına hicabı (perdenin arkasına geçmelerini) emretti. Cahş kızı Zeyneb dedi ki: Ey Hattab'ın oğlu, vahiy bizim evlerimizde nazil oluyorken sen bizim için kıskançlık mı duyuyorsun? Bunun üzerine yüce Allah:

"Hanımlarından ihtiyaç(ınız) olan bir şey istediğinizde onlardan perde arkasından isteyin" âyeti nazil oldu. Ancak bu rivâyet batıldır, çünkü hicab âyeti Peygamber Efendimizin -az önce açıkladığımız gibi- Zeyneb ile gerdeğe girdiği günü nazil olmuştur. Bunu da Buhârî, Müslim, Tirmizî ve başkaları rivâyet etmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bazı ashabı ile birlikte yemek yerken onlardan birisinin eli Âişe (radıyallahü anha)'ın eline değdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bundan hoşlanmadı. Bunun üzerine hicab âyeti nazil oldu.

İbn Atiyye dedi ki: Düğün ya da benzer bir sebeple bir yemek ziyafeti verdiklerinde Araplarda görülen uygulama, dileyen kimsenin davete erken gidip yemeğin hazırlanıp pişmesini bekleyebilmesi şeklinde idi. Yemek yedikten sonra da aynı şekilde otururlardı. Yüce Allah mü’minlere Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın evinde benzeri uygulamaları yasakladı. Diğer mü’minler de bu yasağın kapsamı içerisindedir. İnsanlar da yüce Allah'ın bu hususta kendilerine uymalarını istediği edebe riayet ettiler. Böylelikle yemeğin pişmesini beklemek maksadıyla yemek pişmeden girmek şöyle dursun yemek sırasında bile izin almadan girmelerini yasakladı.

2- Zevciyet Hanesi Kimindir?

"Peygamber'in evleri" âyeti evin erkeğe ait olduğunun delilidir. Evin erkeğe ait olduğuna dair de hüküm verilir. Çünkü yüce Allah, evi ona izafe «iniş bulunmaktadır. Şayet yüce Allah:

"Evlerinizde okunan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Muhakkak Allah herşeyin inceliklerini bilir, herşeyden haberdardır" (el-Ahzab, 33/34) diye buyurmaktadır, denilecek olursa, şöyle deriz: Evlerin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a izafe edilmesi mülkiyet izafetidir. Hanımlara izafe edilmesi ise, mahal izafetidir. Buna delil de şudur: Bu evlere girmek hususunda izin verme yetkisini Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’a vermiş bulunmaktadır. İzin ise, malik olan kimsenin bir hakkıdır.

3- Peygamberin Vefatından Sonra Hanımlarının Kaldıkları Evlerin Mülkiyeti Kimindir?:

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vefatından sonra evlerinde hanımlarının kalmaları se-Debiyle bu evlerin mülkiyetinin onların olup olmadığı hususunda ilim adamunnın iki ayrı görüşleri vardır.

1- Bir kesim bu evler onların mülkü idi demektedir. Buna delil ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vefatından sonra kendilerinin vefat ettiği vakte kadar evlerde kalmış olmalarıdır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatta iken bu evlerde kalanı onlara bağışlamış idi.

2- Onların evlerde kalmaları tıpkı bir erkeğin hanımını evinde iskân ettirmesi gibi idi. Bu bir hibe değildi. Onların süknâları Peygamber'in ölümünden sonra da devam etti. Sahih olan da budur. Ebû Ömer İbn Abdi’l-Berr, İbnü’l-Arabî ve başkalarının da benimsedikleri görüş budur. Çünkü bu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın onların lehlerine olmak üzere istisna etmiş olduğu, onların geçenlerinin bir parçasını teşkil ediyordu. Tıpkı şu âyetin da onların lehime olmak üzere nafakalarını istisna etmiş olduğu gibi: "Benim mirasçılarım, ne bir dinar, ne de bir dirhem paylaşabilirler. Hanımlarımın nafakası ile be için iş yapanların geçiminden sonra geriye bıraktığım bir sadakadır." Ebû Dâvûd, III, 144; Müsned, II, 242; el-Humeydî, Müsned, II, 480.

İşte ilim ehli de böyle demişlerdir: Buna Peygamber Efendimiz'in hanımlarının kaldıkları meskenlere, bıraktıkları mirasçıların ayrıca mirasçı olmayışı da delil teşkil etmektedir: Bu görüşün sahipleri şöyle derler: Eğer bu haneler onların mülkü olmuş olsaydı, hiç şüphesiz o hanımların mirasçıları, bu hanelere mirasçı olurlardı. Mirasçılarının böyle bir şeye kalkışmamış olması da bu hanelerin Peygamber Efendimiz'in hanımlarının mülkiyetinde olmadığına bir delildir. Onlar için ancak hayatta kaldıkları sürece bir süknâ hakları vardı. Vefat etmeleri ile birlikte bu haneler, faydası bütün müslümanları kapsayan Peygamber Mescidine ilave edilmiştir. Tıpkı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın terikesinden onlara ayrılmış olan nafakaların, vefat etmelerinden sonra bu haklarının, malın aslına ilave edilmesi ve faydası bütün müslümanları kapsayan, müslümanların menfaatlerine o malın aslına katılarak harcanması gibi. Başarıya ulaştıran Allah'tır.

"Yemek vaktini de beklemeye kalkışmayın." Yani onun pişmesi zamanını beklemeyin.

"Onun vakti, pişmesi" lâfzındaki "elif" maksurdur. Bu birkaç türlü söylenir. Biri hemze esreli olarak; şeklindedir. eş-Şeybanî dedi ki:

"Oğulları Kisra'yı parça parça ettiklerinde,

Kılıçlarıyla tıpkı etlerin parçalanışı gibi.

Günler onun başına öyle bir gün getirdiler ki o tam vaktinde erişti,

Ve herbir gebenin (gebeliğinin) tamam olduğu bir süresi vardır."

İbn Ebi Able' "yemek"in sıfatı olmak üzere; "Vaktini de beklemeye kalkışmayın" diye okumuştur. ez-Zemahşerî dedi ki: Ancak bu uygun bir okuyuş değildir. Zira bu, uygun olmayan bir şekilde kullanılmış olur. Çünkü zamirin ait olduğu lâfzın açıkça zikredilmesi gerekir ve bu durumda "Siz onun vaktini beklemeksizin" denilmesi gerekirdi. Tıpkı; "Hind, Zeyd'e vuranın kendisidir" demek gibidir.

"Vakti geldi" şeklinde üstün ile söyleneceği gibi; üstün ve med ile de gelebilir. Şair el-Hutay'a şöyle demektedir:

"Ben akşam yemeğini geciktirdim Süheyl yıldızının,

Yahut Şi'ra yıldızının (doğuş) vaktine kadar fakat bu vakti beklemek bana uzun geldi."

"Onun vakti" lâfzında fiil "O şeyin vakti geldi, tamamlandı" lâfzından mastardır.

4- Çağrıyı Kabul Etmek, işi Bittikten Sonra Gitmek:

"Fakat davet olunduğunuzda girin, yemek yediniz mi dağılın" âyeti ile yüce Allah, yasağı te'kid etmekte ve giriş vaktinin edebe uygun olarak izin halinde sözkonusu olacağını özellikle belirtmektedir. Ayrıca o şerefli peygamberin huzurunda hoşa gitmeyecek şekilde lafa dalmaktan da uzak durulmasını istemektedir.

İbnu'l-Arabî dedi ki: İfadenin takdiri şöyledir: Fakat çağrılıp da girmeni-z- izin verildiği takdirde siz de giriverin, yoksa bizatihi çağırmanın kendisi içeri girmek için yeterli bir izin olamaz. Buradaki şart edatının cevabını teşeden cümlenin başına "fe" harfinin gelmesi, bunda mücazat (şartın cevabı anlamını) taşımasından dolayıdır.

5- Yemek Yedikten Sonra Dağılın:

"Yemek yediniz mi dağılın" âyeti, yüce Allah'ın yemeğin yenilmesinin sonra hepsinin dağılıp etrafa yayılmasına dair vermiş olduğu bir emirdir. Bununla yemek maksadı hasıl olduktan sonra evden çıkmanın gereğini hatırlatmak istemiştir. Bunun delili ise, izinsiz girmenin haram olduğudur. Oraya girmek yemek için câiz olmuştur. Yemek işi bitti mi oraya girmeyi mübah kılan sebep de ortadan kalkmış ve böylelikle harardık hükmü aslına dönmüş olur.

6- Misafir Kendisini Misafir Edenin Mülkünden Yer:

Bu âyet-i kerîmede misafir kimsenin kendisini misafir edenin mülkünden yediğine, kendi öz mülkünden yemediğine delil vardır. Çünkü yüce Allah:

"Yemek yediniz mi dağılın" diye buyurmaktadır. Bu âyetle misafire yemekten fazlasını vermemiş, onun dışında kalan şeyleri de ona izafe etmemiş, geriye mülkiyet aslı üzere kalmış bulunmaktadır.

7- Gereksiz Söze Dalmayın:

"Söze dalmak için de beklemeyin" âyeti "beklemeye kalkışmayın"

Âyetine atfedilmiştir. Buradaki olumsuzluk anlamını veren: "Sizin için" lâfzındaki "siz" anlamındaki zamirden hal olarak nasbedilmiştir. Buna göre; beklemeye kalkışmaksızın ve söze dalmaksızın, demek olur. Anlatılmak istenen de şudur: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı Zeyneb'in düğün yemeğinde yaptığı gibi oturup konuşmak için beklemeyin.

"Çünkü bu peygamberi rahatsız etmekte ama o, sizden utanmaktadır. Allah ise, haktan utanmaz." Yani onu açıklamaktan, onu açığa vurmaktan imtina etmez. Böyle bir tutum insanlarda haya sebebiyle ortaya çıktığından dolayı şanı yüce Allah, insanlar arasında böyle bir tavır takınmayı gerektiren sebebin, Allah hakkında sözkonusu olmadığını ifade etmektedir. Sahih'de, Ummu Seleme'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Um Süleym, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, şüphesiz ki Allah haktan utanmaz. Kadın rüyasında ihtilam olduğu takdirde gusletmesi gerekir mi? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Suyu gördüğü takdirde (evet)" diye buyurdu. Buhârî, I, 60, 108, III, 1211, V, 2260, 2268; Müslim, I, 251; Nesâî, I, 114; Muvatta’, I, 51; Müsned, VI, 302.

8- Perde Arkasından Konuşma Emri:

"Hanımlarından ihtiyac(ınız) olan bir şey istediğinizde onlardan perde arkasından isteyin" âyeti ile ilgili olarak Ebû Dâvûd et-Tayalisî'nin rivâyetine göre Enes b. Malik'ten şöyle dediği nakledilmiştir: Ömer (radıyallahü anh) dedi ki: Dört hususta Rabbime muvafakat ettim... Bu şekilde başlayan hadiste şunlar da yer almaktadır: Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Sen hanımların (ile başkaları) arasına perde gersen, çünkü onların yanına iyi olanları da girer, kötüler de girer. Bunun üzerine yüce Allah:

"Hanımlarından ihtiyaç olan birşey istediğinizde onlardan perde arkasından isteyin." âyetini indirdi. ayetin 1. başlığında bu hususa dair iki rivâyet kaydedilmiş bulunmaktadır. Kaynakları için oraya bakınız.

Burada sözkonusu edilen meta' (ihtiyaç duyulan şey)in mahiyeti hakkında görüş ayrılığı vardır. Bunun kendisi ile yararlanılan ve insanların birbirlerine iğreti olarak verdikleri şeyler oldukları söylenmiştir. Bunun fetva demek olduğu söylendiği gibi, Kur'ân-ı Kerîm sahifeleri olduğu da söylenmiştir. Doğrusu ise, bunun istenmesi mümkün olan kapkacak ve diğer dini ve dünyevi ihtiyaçların tümü hakkında umumi olduğudur.

9- Diğer Mü’min Hanımlar da Mü’minlerin Anneleri Hakkındaki Bu Hükmün Kapsamına Girmektedir:

Bu âyet-i kerîmede karşı karşıya kalınan bir ihtiyaç yahut onlardan fetvası sorulacak bir mesele dolayısıyla perde arkasından onlara soru sormaya dair yüce Allah'ın izin vermiş olduğuna delil vardır. Mana itibariyle ve kadının bedeni ve sesi ile tamamen avret olduğunu ortaya koyan şeriatın ihtiva ettiği esaslar dolayısıyla, bütün hanımlar da bu hükmün kapsamı içerisindedir. Onun hakkında şahitlikte bulunmak yahut vücudundaki bir hastalık ya da arız olan bir husus hakkında ona soru sormak ve bunun muayyen olarak ancak ondan öğrenilmesinin mümkün olması gibi, bir ihtiyaç duyulması hali dışında, bu perdenin açılması câiz değildir.

10- Ama Olan Kimsenin Şahitliği:

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımlarından perde arkasından ihtiyaçları sormanın câiz oluşunu ve âmâ olan kimsenin hanımına sözünden onu tanıması suretiyle yaklaşabileceğini, âmâ kimsenin şahitliğinin câiz olacağına bazı ilim adamları delil göstermişlerdir. Âmânın şahitliğinin câiz olduğunu çoğu ilim adamı kabul etmektedir. Ancak Ebû Hanîfe, Şâfiî ve başkaları ise, şahitliğini câiz kabul etmezler. Ebû Hanîfe âmânın neseblerdeki şahitliği caizdir demiş, Şâfiî de ancak gözleri kör olmadan önce gördüğü şeyler hususundaki şahitliği caizdir, demiştir.

11- Kalblerden Kötü Düşünceleri Uzak Ilıtmak İçin Tedbirli Olmak Gereği:

"Bu sizin kalbiniz için de, onların kalbleri için de daha temizdir" âyeti ile yüce Allah, hanımlar hakkında erkeklerin kalbine, erkekler hakkında da kadınların kalbine arız olan, hatırdan geçen düşünceleri kastetmektedir. Yani böyle bir durum şüpheyi daha bir giderici, ithamı daha bir uzaklaştırıcı ve korunmayı daha bir gerçekleştiricidir. İşte bu husus hiçbir kimsenin kendisine helâl olmayan bir kadın ile yalnız başına kalmak noktasında kendisine güvenmemesi gerektiğinin delilidir. Böyle bir şeyden uzak durmak, o kişinin hali açısından daha iyidir, nefsini daha sağlam koruyucudur ve bu hususta kişinin iffetini daha çok muhafaza edicidir.

12- Mü’minler Allah'ın Rasûlüne Eziyette Bulunamazlar;

"Sizin Allah'ın Rasûlüne eziyet vermeniz de... olacak bir şey değildir." Bu âyet illeti bir daha tekrarlamakta ve bu illetin hükmünü pekişurmektedir. İlletlerin pekiştirilmesi hükümlere daha da güç kazandırır.

13- Peygamberin Hanımlarını Başkaları Asla Nikâhlayamaz:

"Ondan sonra zevcelerini nikâhlamanız da ebediyyen olacak bir şey değildir" âyeti ile ilgili olarak İsmail İbn İshak dedi ki: Bize Muhammed b. Ubeyd anlattı, dedi ki: Bize Muhammed b. Sevr, Ma'mer'den naklen anlattı. Mamer'in Katade'den naklettiğine göre bir adam şöyle demiş: Şayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat edecek olursa, Âişe ile evlenirim. Bunun üzerine yüce Allah:

"Sizin Allah'ın Rasûlüne eziyet vermeniz de..." âyeti ile:

"Onun zevceleri de analarıdır" (el-Ahzab, 33/6) âyeti nazil oldu Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübra, VII, 69.

el-Kuşeyrî Ebû Nasr Abdurrahman dedi ki: İbn Abbâs dedi ki: Kureyş'in ileri gelenlerinden Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Hira'nın üzerinde bulunan on kişiden birisi kendi kendine: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ederse, Âişe ile evlenirim. Hem o benim amcamın kızıdır, diye düşünmüştü. Mukâtil dedi ki: Bu kişi Talha b. Ubeydullah'tır.

İbn Abbâs dedi ki: Sonra bu adam içinden geçen düşüncelerden dolayı pişman oldu. Yürüyerek Mekke'ye kadar gitti ve Allah yolunda on at üzerinde gazi taşıdı. (Gazilere üzerinde cihad etmeleri için on at verdi) ve bir çok köle azad etti, Allah da onun günahını bağışladı.

İbn Atiyye dedi ki: Rivâyet edildiğine göre bu âyet şöyle diyen bir sahabi sebebiyle inmiştir: Şayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ölürse, Âişe ile evleneceğim. Bu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ulaştı, o da bundan rahatsız oldu. İşte bu şekilde İbn Abbâs bu şahıstan sahabelerden birisi diye sözetmiştir. Mekkî'nin, Ma'mer'den rivâyetine göre Ma'mer: O Talha b. Ubeydullah'tır demiştir.

Derim ki: Aynı şekilde en-Nehhâs'ta Ma'mer'den bu kişinin Talha olduğunu nakletmektedir. Ancak bu sahih değildir.

İbn Atiye dedi ki: Allah, İbn Abbâs'a iyiliğini versin. Bana göre bu Talha b. Ubeydullah hakkında doğru olamaz.

Hocamız İmâm Ebû'l-Abbas dedi ki: Bu söz ashabın faziletlilerinden birisinden nakledilmiştir. Ancak böyle bir şey onlardan uzaktır. Bu sözün naklinde yalan olduğu açıktır. Böyle bir söz olsa olsa cahil münafıklara yakışır. Rivâyet edildiğine göre münafıklardan bir kimse Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Seleme'den sonra, Ummu Seleme ile evlenince Huneys b. Huzafe'den sonra da Hafsa ile evlenince şöyle demiş: Muhammed'e ne oluyor ki bizim hanımlarımızla evleniyor? Allah'a yemin ederim, eğer o da ölecek olursa, biz de onun hanımları arasında okları dolaştırırız. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu, yüce Allah, ondan sonra hanımlarını nikâhlamayı haram kıldı ve onlara annelik hükmünü verdi. Bu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın özelliklerindendir. Onun ayrıcalıklı bir şerefe sahib olduğunu ortaya koymak, mertebesine dikkat çekmek içindir.

Şâfiî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiğinde hayatta bulunan hanımlarından herhangi birisini nikâhlamak hiçbir kimseye helâl değildir. Bunu helâl kabul eden bir kişi kâfir olur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Sizin, Allah'ın Rasûlüne eziyet vermeniz de, ondan sonra zevcelerini nikâhlamanız da ebediyyen olacak bir şey değildir" diye buyurmaktadır.

Şöyle de denilmiştir: Peygamber'in hanımlarıyla evlenmenin yasak kılınış sebebi, onların cennette de hanımları olacaklarından dolayıdır. Çünkü bir kadın cennette, dünyada iken onunla son evli bulunan kocasına verilecektir. Huzeyfe hanımına şöyle demiş: Eğer yüce Allah bizi cennetine koyacak olursa, sen de cennette benim eşim olmak istiyor isen benden sonra evlenme. Çünkü kadın son kocasına verilecektir.

Biz bu hususta ilim adamlarının sahip oldukları görüşleri "et-Tezkire" adlı eserimizin cennet ile ilgili bahislerinde zikretmiş bulunuyoruz.

14- Peygamber Efendimiz'in Vefatından Sonra Hanımlarının Hukuki Durumları:

İlim adamları Peygamber Efendimiz'in vefatından sonra hanımlarının durumu hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Acaba onlar Peygamber Efendimiz'in hanımları kalmaya mı devam ettiler? Yoksa ölüm ile nikâhları ortadan Kalkmış mı oldu? Ölüm dolayısıyla nikâhları ortadan kalkmış ise, iddet beklemek yükümlülükleri var mıydı? yok muydu?

Şöyle cevab verilmiştir: İddet beklemeleri gerekli idi. Çünkü onlar hayat. iken kocaları vefat etmiştir. İddet beklemek de bir ibadettir.

Bir başka görüşe göre iddet beklemek yükümlülükleri yoktur. Çünkü onar için bu süre (evlenmelerinin) mubah olması umulan bir bekleme süresi değildir. Sahih olan da budur, çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Aile efradımın nafakasından artıp geriye bıraktığım..." diye buyurmuştur. Bu "ehlim nafaka->mdan..." diye de rivâyet edilmiştir ki, bu da evliliğe has bir isimdir. ayetin tefsiri, 3. başlıkta geçen bu hadisin kaynakları orada gösterilmiştir.

Böylece Peygamber Efendimiz mü’minlerin anneleri hanımları olduklarından ve ondan başkasına da haram olduklarından dolayı, hayatta kaldıkları îürece onlara nafaka ve sükna bırakmış olmaktadır. İşte nikâhın kalıcılığının inlamı da budur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vefatı mü’minlerin anneleri için, baştisı hakkında kocalarının hazır bulunmaması (gaybubeti) konumunda kabul edilmiştir. Çünkü diğer insanlardan farklı olarak onların âhirette hanımları olacağı kat'î bir husustur. Diğer insanlar hakkında bunun böyle olmayış sebebi ise, kişinin hanımı ile birlikte âhirette aynı yerde bulunabileceklerini bilemeyişidir. Belki onların birisi cennette, diğeri cehennemde olabilir. İşte bundan dolayı sair insanlar hakkında böyle bir sebep ortadan kalkmış olduğu halde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında bu sebep varlığını sürdürmüştür. Nitekim Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Herbir sebep ve neseb kesilir. Benim serebim ve nesebim müstesnadır. O kıyâmet gününe kadar bakidir." Hakim, Müstedrek, III, 153; Beyhaki, es-Sünenü'l-Kübra, VII, 64; el-Bezzâr, Müsned, I. 397.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hayatta iken kendilerinden ayrıldığı Kelboğullarından olan hanım ve başkaları gibi sair zevcelerine gelince, acaba bunları başkalarının nikâhlaması helâl mi idi? Bu hususta görüş ayrılığı vardır. Sahih olan ise, bunun câiz olduğudur. Çünkü rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ayrıldığı Kelboğullarına mensub kadın ile önceden de geçtiği üzere Ebû Cehil'in oğlu İkrime evlenmiştir. Onunla evlenen kişinin Kindeli el-Eş'as b: Kays olduğu da söylenmiştir. Kadı Ebû't-Tayyib de şöyle demiştir: Onunla evlenen kişi Muhacir b. Ebi Umeyye'dir. Kimse de buna (bu evliliğe) karşı çıkmamıştır. Bu da bu hususta icma olduğunun delilidir.

15- Allah Rasûlüne Eziyet Vermek, Allah'ın Nezdinde Büyük Bir Günahtır:

"Çünkü bu Allah'ın yanında çok büyük bir iştir." Yani Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a eziyet etmek yahut onun hanımlarını nikâhlamak çok büyük (bir günah)tır. Yüce Allah böylelikle bu işleri büyük günahlar arasında saymıştır ki, bundan da büyük günah olamaz.

16- Âyetin Nüzul Sebebi ve Bunun Gereğinin Yerine Getirilmesinde Gösterilen Titizlik:

Hicabın nüzul sebebini gerek Enes'in, gerek Ömer (radıyallahü anhüma)'ın hadislerine dayanarak açıklamış bulunuyoruz. Ömer (radıyallahü anh), Sevde'ye dışarı çıktığı vakit -ki uzun boylu bir hanımdı-: Seni gördük (tanıdık) ey Şevde, diyordu. Bu sözleri onun hicaba dair hükmün inmesini çokça arzulamasından dolayı söylüyordu. Bunun üzerine yüce Allah da hicab âyetini indirmişti. Bütün bu sebeblerin birarada oluşu dolayısıyla âyetin inmiş olma ihtimali de uzak değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Diğer taraftan Cahş kızı Zeyneb vefat ettiğinde şöyle demişti: Bunun cenazesinde ancak onun mahremi olan bir kimse bulunsun. Bununla onun sebebiyle nazil olmuş hicab emrine riayet etmeye çalışmıştı. Böyle deyince Esma bint Umeys çadır içerisinde naaşının örtülmesi yolunu ona gösterdi ve bu uygulamayı Habeşistan'da gördüğünü söylemişti. Hazret-i Ömer de aynı işi yapmıştı.

Bu uygulamanın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kızı Fatıma (radıyallahü anha)'nın cenazesinde yapıldığı da rivâyet edilmiştir.

54

Siz bir şeyi açıklar veya onu gizlerseniz, şüphesiz ki Allah, herşeyi çok iyi bilendir.

Şanı yüce Allah açığı da, gizliyi de, olanı da, olmamış olanı da bilir. Geçip gitmiş bir şey de, gelecekte meydana gelecek bir iş de O'na gizli değildir. Bu genel olarak yüce Allah'ın övülmek üzere ifade ettiği bir âyettir. Zaten O övgüye, hamd-u senaya lâyık olandır.

Bu âyetle burada kastedilen ise, bu âyet-i kerîmeden önce kendisine işarette bulunulan kimselerin azarlanması ve tehdit edilmesidir. Bunlara da yüce Allah:

"Bu sizin kalbiniz için de, onların kalbleri için de daha temizdir" âyetiyle işaret ettiği gibi;

"Sizin Allah'ın Rasûlüne eziyet vermeniz de, ondan sonra zevcelerini nikâhlamanız da ebediyyen olacak bir şey değildir" âyetiyle da işaret edilmektedir. Böylelikle bu âyet-i kerîmede bunlara şöyle denilmektedir: Sizin bu hoş olmayan inanış ve düşünüşlerinizden içinizde gizlediklerinizi muhakkak Allah bilir ve bunlardan dolayı sizleri de cezalandıracaktır.

Böylelikle bu âyet-i kerîme bir önceki âyet-i kerîmeye atfedilmiş ve onu beyan eden bir âyet olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

55

Hanımlar için babaları, oğulları, kardeşleri, kardeşlerinin oğulları, kızkardeşlerinin oğulları, kendi kadınları ve sağ ellerinin malik olduğu (cariyeleri) hakkında günah yoktur. Allah'tan kork. Şüphe yok ki Allah herşeye tanıktır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1- Âyetin Nüzul Sebebi:

Hicab âyeti nazil olunca babalar, oğullar ve yakın akrabalar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Biz de mi onlarla perde arkasından konuşacağız, diye sordular. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.

2- Kadının Görünebileceği Kimseler:

Yüce Allah, bu âyet-i kerîmede kadının karşısına çıkıp görünebileceği erkekleri sözkonusu etmekte, ancak amca ile dayıyı zikretmemektedir. Çünkü amca ile dayı anne-baba konumundadırlar. Hatta amcaya baba ismi verildiği de olur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Senin ilâhına ve babaların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhına... ibadet edeceğiz." (el-Bakara, 2/133)

İsmail ise, onların amcaları idi.

ez-Zeccâc dedi ki: Amca ile dayı belki kadının özelliklerini çocuklarına anlatabilirler. Kadının amcaoğlu ve dayıoğluna mahrem olması ise, sözkonusu değildir. İşte bundan dolayı onların hanımı görmeleri hoş karşılanmamıştır.

en-Nehaî ile İkrime de kadının amcası ya da dayısının önünde başörtüsünü açmasını mekruh görmüşlerdir.

Bu âyet-i kerîmede mahrem olanların bazıları sözkonusu edilmiştir. Mahremlerin hepsi ise, en-Nûr Sûresi'nde sözkonusu edilmişlerdir. Bu âyet-i kerîme en-Nûr Sûresi'ndeki o âyetin bir bölümüdür. Orada (en-Nûr, 24/31. âyet) buna dair yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.

3- Allah'tan Korkmak (Takvâlı Olmak) Emri:

Yüce Allah sözü edilen bu şahıslar hakkındaki ruhsatı sözkonusu edip onlara perdesiz (hicasbız) görünmenin mübahlığı kat'iyyet kazandıktan sonra: "Allah'tan korkun" diyerek, onlara bir önceki âyetlere cümle ile atıf suretiyle takvalı olmalarını emretmektedir. Bu ise, son derece beliğ ve veciz bir ifadedir. Şöyle buyurmuş gibidir: Siz bu sınırlarda kalınız ve bu sınırları aşmak hususunda da Allah'tan korkunuz.

Burada özellikle hanımların anılması ve bu emirde onların ta'yin edilmesi kendilerini az kollamaları ve çokça serbest davranmaları dolayısıyladır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Daha sonra yüce Allah:

"Şüphe yok ki Allah, herşeye tanıktır" diyerek tehditte bulunmaktadır.

56

Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'e salât ederler. Ey mü’minler, siz de ona salât ve selâm edin.

Bu âyet-i kerîme ile yüce Allah, Rasûlünü, onun hayatta oluşunu ve ölümünü dahi şereflendirmiş bulunmaktadır. Onun kendi nezdindeki konumunu sözkonusu etmiş ve onun hakkında yahut da hanımları ile ilgili olarak kötü düşüncelere sahip olmuş kimselerin bu kötülüklerini ve benzerlerini bununla temizlemiş bulunmaktadır.

Allah'tan salât, O'nun rahmeti ve rızası; meleklerden salât, dua ve istiğfar, ümmetten salât ise, ona dua ve onu ta'zim etmek demektir.

İlim adamları

"salat ederler"deki zamirin kime ait olduğu hususunda farklı görüşlere sahibtirler. Bir kesimin kanaatine göre bu zamir Allah'a ve meleklere aittir. Bu Allah'ın bir âyeti olup bununla melekleri şereflendirmiştir.

Böyle bir açıklamaya karşı hatibin: Allah'a ve Rasûlüne itaat eden doğru yolu bulmuş olur. Onlara isyan eden kimse ise, sapıtmış olur demesi üzerine, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisine: "Sen ne kötü bir hatibsin. Bunun yerine kim Allah'a ve Rasûlüne asi olursa de." Demiştir Müslim, II, 594; Ebû Dâvûd, I, 287; Müsned, IV, 256. Bu hadisi Sahih(-i Müslim) rivâyet etmiştir.- diyerek itiraz etmek burada sözkonusu olmaz. Bu itirazın yapılmayacağını kabul edenler şöyle derler: Çünkü hiçbir kimse aynı zamirde Allah ile birlikte başka bir varlığı birarada zikredemez. Fakat bu hususta yüce Allah dilediğini yapabilir.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: İfadede hazfedilmiş lâfızlar vardır. Bunun da takdiri: Muhakkak Allah salât eder, melekleri de salât ederler şeklindedir. Dolayısıyla âyet-i kerîmede iki ayrı zamirin birarada zikredilmesi sözkonusu değildir. Ancak böyle bir şey insanlar için kullanılabilir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da: "Sen ne kötü bir hatibsin" demesi, bundan dolayı değildir. Onun bu sözleri söylemesinin sebebi hatibin "onlara asi olan" üzerinde durak yapıp bir süre susmuş olmasıdır. Bu kanaati ileri sürenler Ebû Dâvûd'un rivâyet ettiği şu hadisi delil gösterirler: Adiy b. Hatim dedi ki: Bir hatib Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda hutbe okudu ve şöyle dedi: Kim Allah'a ve Rasülüne itaat ederse ve kim de onlara isyan ederse... Bunun üzerine Peygamber şöyle buyurdu: "Kalk -yahut: git- sen ne kötü bir hatibsin" dedi. Ebû Dâvûd, I, 288, IV, 295,

Şu kadar var ki; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun durak yapıp susmasının hatalı olduğunu belirtip de: "Sen ne kötü bir hatibsin" dedikten sonra, bütün sözlerini düzeltmiş olması ve: -Müslim'de olduğu gibi- "Kim de Allah'a ve Rasûlüne isyan ederse..." demiş olması ihtimali de vardır. Bu da onun "kim de onlara isyan ederse" ifadesi üzerinde durak yapmamış olduğu şeklindeki birinci görüşü desteklemektedir.

İbn Abbâs ise: "Onun melekleri de" şeklinde; "Şüphesiz" edatı yokmuş gibi, Allah lâfza-i celalinin mahallen i'rabına göre atf ile merfu olarak okumuştur. Cumhûr ise, bu edatın mevcudiyetine göre atf ederek nasb ile okumuşlardır.

"Ey mü’minler! Siz de ona salât ve selâm edin" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı da beş başlık halinde sunacağız:

1- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Salât ve Selâm Getirmek Yükümlülüğü:

"Ey mü’minler! Siz de ona salât ve selâm edin" âyeti ile yüce Allah, kullarına diğer peygamberler bir tarafa peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, onu teşrif maksİsmi ile salât ve selâm getirmelerini emretmiş bulunmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ömürde bir defa salât ve selâm getirmenin ve terkedilmesi, kendilerinden gafil kalınması, ancak hayırsız kimselerin yapabileceği bir iş olan, müekked sünnetler gibi gerekli olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur.

ez-Zemahşerî dedi ki: Şayet: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a salât getirmek farz mıdır, yoksa mendub mudur? diye soracak olursan, ben: Hayır farzdır, derim. Ancak hangi halde vacib olduğu hususunda görüş ayrılıkları vardır. Kimisi peygamberin anıldığı her seferinde ona salât getirmek vacibtir, demiştir. Hadiste de şöyle denilmektedir: "Her kimin yanında anıldığım halde bana salât getirmezse, o kimse cehenneme girer ve Allah onu (benden) uzaklaştırır." Yakın lâfızlarla: el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, X, 165, el-Heysemînin "Ravileri arasında tanımadığım kimse(ler) var" kaydıyla ve Taberanî, el-Evsat, IV, 162. "...burnu yere sürtülsün (zelil olsun)" anlamında: İbn Hibban, Sahih, III, 189; Hakim, Müstedrek, I, 734; Tirmizî, V, 550; "... o kimse cimridir" anlamında: Tirmizî, V, 551; İbn Hibban, Sahih, III, 189; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, X, 164.

Rivâyet olunduğuna göre ona ey Allah'ın Rasûlü aziz ve celil olan Allah'ın:

"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'e salât ederler" âyeti hakkında ne dersin? diye sorulmuş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bu örtülüp gizli tutulmuş ilimdendir. Şayet siz bu hususta bana sormamış olsaydınız, bu hususu ben size haber vermezdim. Yüce Allah, benim için iki melek görevlendirmiştir. Bir müslümanın yanında anılıp da o bana salât getirecek olursa, mutlaka o iki melek: Allah sana mağfiret buyursun, derler. Yüce Allah ve melekleri de bu iki meleğe cevab olarak: Amin derler. Bir müslümanın yanında adım anıldığı halde, o da bana salât getirmeyecek olursa, mutlaka o iki melek: Allah sana mağfiret etmesin derler. Yüce Allah ve melekleri de o iki meleğe amin diye cevab verirler." Taberanî, el-Kebri, III, 89; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, VIII, 93, "ravilerinden el-Hakem b. Abdullah b. HutaFin yalancı olduğu kaydıylaleyhisselâmözü geçen bu ravi Taberanînin kaydettiği sened zincirinde yer almaktadır.

Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ismi defalarca anılsa dahi herbir mecliste bir defa ona salât getirmek vacibtir. Secde âyeti ile aksıran kimseye (elhamdülillah demesi üzerine) yerhamukellah demekte olduğu gibi. Aynı şekilde herbir duanın başında ve sonunda da hüküm böyledir.

Ömürde bir defa farz olduğunu söyleyenler de vardır. Bu görüşte olanlar şehadet kelimesini açıktan getirmek de böyledir demişlerdir. Ancak ihtiyatın gereği peygamberin adının anıldığı her seferinde ona salât getirmektir. Bu hususta varid olmuş haberler bunun böyle olmasını gerektirmektedir.

2- Peygamber Efendimiz'e Nasıl Salât Getirilir:

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a nasıl salât getirileceği hususunda farklı rivâyetler gelmiştir. Malik'in rivâyetine göre Ebû Mes'ûd el-Ensarî şöyle demiştir: Sa'd b. Ubade'nin meclisinde bulunduğumuz bir sırada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yanımıza geldi. Beşir b. Sad ona şöyle dedi: Allah bize sana salât getirmemizi emretti ey Allah'ın Rasûlü! Biz sana nasıl salât getirelim? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) öyle sustu. O kadar ki, keşke ona bu soruyu sormasaydı, diye temenni ettik. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Deyiniz ki:

"Allahım, Muhammed'e ve Muhammed'in aile halkına, İbrahim'e salât getirdiğin gibi salât getir. Muhammed'e ve Muhammed'in aile halkına İbrahim'e ve İbrahim'in aile halkına âlemlerin arasında bereketler ihsan ettiğin gibi bereketler ihsan et. Şüphesiz ki Sen her hamde lâyık olansın, şanı yüce olansın." Selâm getirmek ise, bildiğiniz gibidir." Muvatta’, I, 165; Müslim, I, 305; Tirmizî, V, 359; Dârimi, I, 356; Ebû Dâvûd, I, 258; Nesâî, III, 45, 47; Müsned, V, 273- Bu hadisi Nesâî de Talha'dan bunun gibi rivâyet etmiş, ancak "âlemler arasında" ifadesi ile "selâm da bildiğiniz gibidir" ifadesi orada yoktur.

Yine bu hususta Ka'b b. Ucre'den, Ebû Humeyd es-Saidî'den, Ebû Said el-Hudrî'den, Ali b. Ebî Tâlib'den, Ebû Hüreyre'den, Bureyde el-Huzaî'den, Zeyd b. Harice'den -b. Harise, de denilir- de rivâyetler gelmiştir. Bunları hadis İmâmları kitablarında rivâyet etmişlerdir.

Tirmizî, Ka'b b. Ucre'nin hadisinin sahih olduğunu belirtmiştir. Müslim de bu hadisi Sahih'inde Ebû Humeyd es-Saidî yoluyla gelen hadisle birlikte rivâyet etmiştir.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) dedi ki: Şu'be ve es-Sevrî, el-Hakem b. Abdi'r-Rahmân b. Ebi Leylâ'dan, o Ka'b b. Ucre'den şöyle dediğini rivâyet etmişlerdir: Yüce Allah'ın:

"Ey mü’minler! Siz de ona salât ve selâm edin" âyeti nazil olunca, bir adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, sana selâmı nasıl getireceğimizi biliyoruz. Peki salât nasıl olur? Peygamber şöyle buyurdu:

"Allahım Muhammed'e ve Muhammed'in aile halkına, İbrahim'e salât getirdiğin gibi salât getir. Muhammed'i ve Muhammed'in aile halkını, İbrahim'i ve İbrahim'in aile halkını mübarek kıldığın gibi mübarek kıl. Şüphesiz ki Sen her türlü hamde lâyıksın, şanın pek yücedir."

İşte bu es-Sevrî yoluyla gelen hadisin lâfzıdır. Şu'be yoluyla gelen hadisin lâfzı değildir. Bu hadis Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a isnad ile rivâyet edilen yüce Allah'ın:

"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey mü’minler, siz de ona salât ve selâm edin" âyetine dair tefsirin kapsamı içerisindedir. Böylelikle Peygamber kendisine nasıl salât getirileceğini açıklamakta ve tahiyatta da kendisine nasıl selâm getirileceğini onlara öğretmektedir. Bu da; "Selâm sana ey Peygamber! Allah'ın rahmeti ve bereketleri de." demekle olur. İbn Abdi’l-Berr, et-Temhid, XVI, 185.

el-Mes'ûdî, Avn b. Abdullah'tan, o Ebû Fahite'den, o el-Esved'den, o Abdullah'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a salât getirdiğiniz zaman ona güzel bir şekilde salât getirin. Çünkü siz bilemiyorsunuz belki bu salâtınız ona arzedilir. Bunun üzerine: Bize öğret, dediler. O da dedi ki: "Deyiniz ki:

"Allah'ım, salâtların, rahmetlerin, bereketlerin rasûllerin efendisi, müttakîlerin önderi, peygamberlerin sonuncusu, kulun, peygamberin, rasûlün, hayrın önderi, hayrın lideri ve rahmetin rasûlü üzerine olsun. Allah'ım, sen onu öncekilerin de, sonrakilerin de kendisi sebebiyle ona gıbta edecekleri Makam-ı Mahmud'a gönder. Allah'ım, İbrahim'e ve onun aile halkına salât ettiğin gibi, Muhammed'e ve onun aile halkına da salât eyle. Şüphesiz ki Sen Hamid'sin, Mecid'sin. Allah'ım, İbrahim'e ve onun aile halkına bereketler ihsan ettiğin gibi, Muhammed'e ve onun aile halkına da bereketler ihsan et. Şüphesiz ki sen Hamid'sin, Mecid'sin. " Ebû Yala, Müsned, IX, 175; Taberani, el-Kebir, IX 115.

Biz muttasıl isnad ile Kâdı Iyâd'a ait "eş-Şifa" kitabındaki şu rivâyeti kaydettik: Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan dedi ki: Bunları Resûlüllah elimde saydı ve dedi ki: "Bunları Cebrâîl elimde saydı ve dedi ki: Bunlar izzetin Rabbı Allah'tan böylece indirilmiştir:

Allah'ım, İbrahim'e ve İbrahim'in aile halkına salât getirdiğin gibi, Muhammed'e ve Muhammed'in aile halkına salât getir. Şüphesiz ki Sen Hamid'sin, Mecid'sin. Allah'ım, İbrahim'i ve İbrahim'in aile halkını mübarek kıldığın gibi Muhammed'i ve Muhammed'in aile halkını da mübarek kıl. Şüphesiz ki Sen Hamid'sin, Mecid'sin. Allah'ım, İbrahim'e ve İbrahim'in aile halkına rahmetler ihsan ettiğin gibi; Muhammed'e ve onun aile halkına da rahmetler ihsan buyur. Şüphesiz ki Sen Hamid'sin, Mecid'sin. Allah'ım, İbrahim'e ve onun aile halkına şefkat ettiğin gibi, Muhammed'e ve onun aile halkına da şefkat eyle. Şüphesiz ki Sen Hamid'sin, Mecid'sin."

İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu rivâyetlerin bazısı sahihtir, bazısı değildir. Bunların en sahih olanı ise, Malik'in kaydettiği rivâyettir, onu esas alınız. Malik'in dışındaki rivâyetlerde yer alan salât ile birlikte rahmet ve başka ilaveler pek sağlam değildir. İnsanlara düşen tıpkı mallarını kollayıp gözettikleri gibi, dillerini de kollayıp gözetmeleridir. İnsanlar alış-verişte kusurlu bir dinar (altın para) almazlar. Onlar sağlam ve iyi olanı seçerler. Aynı şekilde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'tan gelen rivâyetlerden de senedi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bize sahih olarak ulaşan rivâyetler alınır, tâ ki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yalan söyleme sınırına girilmemiş olsun. Bu durumdaki bir kimse fazileti elde edeyim derken, eksikliğe yakalanmış olur, hatta apaçık hüsrana dahi uğrayabilir.

3- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Salât Getirmenin Fazileti:

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a salât getirmenin fazileti hususunda onun şöyle buyurduğu sabit olmuştur: "Kim bana bir defa salât getirirse, ona karşılık yüce Allah ona on defa salât getirir." Müslim, I, 288, 306; Tirmizî, II, 354, 355; Ebû Dâvûd, I, 144; Nesâî, II, 25; Müsned, II, 372.

Sehl b. Abdullah dedi ki: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a salât getirmek ibadetlerin en faziletlisidir. Çünkü böyle bir işi bizzat yüce Allah ve O'nun melekleri üzerlerine almışlar, sonra bunu mü’minlere emretmiştir. Sair ibadetler ise, böyle değildir.

Ebû Süleyman ed-Darânî dedi ki: Yüce Allah'tan bir ihtiyacının karşılamasını dileyecek olan bir kimse önce Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a salât ile başlamalı, sonra ihtiyacını Allah'tan istemeli, yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a salât getirerek sözlerini bitirmelidir. Çünkü yüce Allah o iki salâtı kabul eder. İkisi arasındakini reddetmeyecek kadar da kerimdir.

Said b. el-Museyyeb'in, Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'dan rivâyetine göre şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a salât getirilmedikçe yapılan duanın semaya yükselmesi perdelenir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a salât geldi mi dua yükselir.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Bir mektubta (ya da yazılı belgede) bana salât getiren bir kimseye benim ismim orada yazılı kaldığı sürece melekler o kişiye salât getirirler." Taberanî, Evsat, II, 232; İbn Kesîr, III, 17, "bu hadis çeşitli bakımlardan sahih değildir" deyip bu cihetleri açıklamaktadır. Münzirî, et-Tergib, I, 62'de Taberanî ve başkaları tarafından rivâyet edilmiş olmakla birlikte Ca'fer b. Muhammed'e mevkuf bir söz olarak da zikredildiğini belirtip bunun doğru olma ihtimalinin daha yüksek olduğunu belirtmektedir.

4- Namaz Esnasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Salât Getirmenin Hükmü:

Namazda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a salât getirmenin hükmü hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Büyük topluluğun ve pek kalabalık cumincrun kabul ettiği görüş, bunun namazın sünnet ve müstehablarından olduğu şeklindedir.

İbnu'l-Münzir dedi ki: Bir kimsenin kıldığı herbir namazda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a salât getirmesi müstehabtır. Bir kimse bunu terkedecek olursa, Malik'in mezhebine, Medinelilere, Süfyan es-Sevrî'ye, Rey ashabından Kûfelilere ve diğerlerine göre namazı geçerlidir. İlim ehlinin büyük çoğunluğunun görüşü de budur. Malik ve Süfyan'dan nakledildiğine göre son teşehhüdde Peygamber'e salât getirmek müstehabtır, teşehhüdde salât getirmeyi terk eden uygun bir iş yapmamış olur.

Şâfiî istisna olarak namazda salâtı terkeden kimselerin namazlarını iade ermelerini vacib kabul etmiştir. İshak ise, unutarak değil de kasten salât getirmeyi terkedenin namazını iade etmesini vacib kabul etmiştir.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) dedi ki: Şâfiî der ki: Son teşehhüdde, teşehhüd getirdikten sonra ve selâm vermeden önce Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a salât getirmeyen kimse namazını iade eder. Şayet bundan önce salât getirecek olursa, bu Yeterli değildir. Bu Şâfiî'den, Harmele b. Yahya'nın naklettiği bir görüştür. Hemen hemen bu görüş Harmele'nin ondan yaptığı rivâyet dışında, Şâfiî'den böylece tesbit edilememektedir. Harmele ise, Şâfiî'nin kitabını yazan onun ileri gelen ashabındandır. Şâfiî mezhebine mensup kimseler bu görüşü kabul etmiş, bu görüşe meyletmiş ve bu hususta tartışmalar yapmışlardır. Onlara göre mezhebinden çıkan sonuç da budur.

Tahavî'nin iddia ettiğine göre ise, ilim ehlinden ondan başka herhangi bir kimse bu görüşü ileri sürmemiştir. Şâfiî mezhebi âlimlerinden olan el-Hattabî de şöyle demiştir: Namazda salât getirmek vacib değildir. Bu Şâfiî dışında bir fukaha topluluğunun görüşüdür. Ancak bu hususta ben Şâfiî'nin kendisine uyduğu bir kimse olduğunu da bilmiyorum. Salât getirmenin namazın farzlarından olmadığının delili de Şâfiî'den önce selef-i salihin uygulaması ve bu hususta icma etmiş olmalarıdır. Bu meselede onun aleyhine oldukça ileri derecede tenkitlerde bulunulmuştur. İşte Şâfiî'nin tercih ettiği İbn Mes ud'un rivâyet ettiği teşehhüd ortadadır. Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ona öğrettiği teşehhüd de budur. Namazda ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a salât getirmek bu teşehhüdde zikredilmemiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan teşehhüdü rivâyet eden herkes de böyledir. İbn Ömer dedi ki: Ebubekir minberden bize teşehhüdü tıpkı sizlerin Küttab'da (Kur'ân mekteblerinde) çocuklara öğrettiğiniz gibi öğretiyordu. Aynı şekilde Ömer de minber üzerinde teşehhüdü öğretmiştir. Bu teşehhüdde ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a salât getirmekten sözedilmemektedir.

Derim ki: Namazda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a salât getirmenin vacib olduğunu ~~r-ı 1-Ksssar ile Abdu'l-Vehhab'ın naklettiklerine söre bizim (Maliki) mezhebimize mensub ilim adamlarımızdan Muhammed İbnu'l-Mevvâz da kabul etmiştir. Bu husustaki şu sahih hadis dolayısıyla İbnu'l-Arabî de bunu tercih etmiştir: Allah bizlere sana salât getirmemizi emretmiştir. Sana nasıl salât getirelim? Peygamber efendimiz namazı ve namaz vaktini de öğretmiştir. Bu suretle de namaz keyfiyet ve vakit itibariyle tayin ve tesbit edilmiş olmaktadır. Darakutnî'nin naklettiğine göre Ebû Ca'fer Muhammed b. Ali b. el-Huseyn şöyle demiştir: Ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ve onun Ehl-i beytine salât getirmeden bir namaz kılacak olursam, kanaatimce o namaz tamam olmaz. Darakutnî, I, 355 ancak her ikisi de Muhammed b. Ali'nin Ebû Mes'ûd el-Ensarî'ye mevkuf bir rivâyeti olarak; Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübra, II, 379, 356. Yine ondan, onun da İbn Mes'ûd'dan, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'tan merfu olarak da rivâyet edilmiştir. Ancak doğrusu bunun Ebû Ca'fer'in sözü olduğudur. Bunu Darakutnî söylemiştir. Darakutnî, I, 355. "Doğrusu bunun Ebû Ca'fer'in sözü olduğudur" ibaresi yok.

5- Peygamber'e Selam Getirmek:

"Ve selâm edin" âyeti ile ilgili olarak Kadı Ebubekr b. Bukeyr dedi ki: Bu âyet-i kerîme Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a nazil oldu ve bununla yüce Allah, Peygamber'in ashabına, Peygamber'e selâm getirmelerini emretti. Aynı şekilde onlardan sonra gelenler de kabrinin huzurunda bulunduklarında ve ismi anıldığında ona selâm getirmekle emrolunmuşlardır.

Nesâî'nin rivâyetine göre Abdullah b. Ebi Talha'nın babasından naklettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün sevinç ifadeleri yüzünden okunarak geldi. Ben: Bizler yüzünde sevinç ifadelerini görüyoruz, dedim. Şöyle buyurdu: "Melek bana gelip dedi ki: Ey Muhammed, Rabbin buyuruyor ki: Bir kişi sana salât getirecek olursa, mutlaka Ben de ona on defa salât getireceğim, bir kişi sana selâm getirecek olsa, mutlaka Ben de ona on selâm getirecek olsam, seni razı etmez mi? dedi." İbn Hibban, Sahih, III, 196; Dârimî, II, 408; Nesâî, III, 50; müsned, IV, 29, 30.

Muhammed b. Abdurrahman'dan gelen rivâyete göre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ben öldükten sonra sizden herhangi bir kimse bana selâm getirecek olursa, mutlaka onun selâmı Cebrâîl ile beraber bana gelir: Ey Muhammed! İşte filan oğlu filan sana selâm söylüyor, der. Ben de: Selam, Allah'ın rahmet ve bereketleri onun üzerine olsun, derim." el-Azimabadi, Avnu'l-Ma'bud, VI, 21'de bu hadisi kaydettikten sonra geniş açıklamalarda bulunmakta ve hadisin çeşitli bakımlardan tenkide tabi olduğunu belirtmektedir. Bk. VI, 21 vd.

Yine Nesâî'nin rivâyetine göre Abdullah (b. Mes'ûd) şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz Allah'ın yeryüzünde seyahat eden melekleri vardır. Ümmetimden bana getirilen selâmları bana ulaştırırlar. " Nesâî, III, 43; İbn Hibban, Sahih, III, 195; Dârimî, II, 409. el-Kuşeyrî dedi ki: Selam getirmek (teslim): "Selâmun aleyke" demektir.

57

Allah'a ve Rasûlüne eziyet edenlere, muhakkak Allah onlara dünya ve âhirette lanet etmiş ve onlar için horlayıcı bir azâb da hazırlamıştır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

1- Allah'a ve Rasûlüne Eziyet Vermek Ne Demektir?:

İlim adamları, Allah'a eziyetin ne şekilde olacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İlim adamlarının Cumhûru şöyle demiştir: Küfür ile, O'na zevce nisbet etmek, çocuk ve ortak nisbet etmek ile ve O'nu yakışmayan vasıflarla nitelendirmek ile eziyet edenler demektir. Yahudilerin -Allah'ın laneti üzerlerine olsun- söyledikleri "Allah'ın eli bağlıdır" sözleri, hristiyanların "Mesih Allah'ın oğludur" sözleri, müşriklerin "melekler Allah'ın kızları, putlar onun ortaklarıdır" sözleri gibi.

Sahih-i Buhârî'de (yer alan kudsi hadisde belirtildiğine göre) yüce Allah buyurdu ki: "Âdemoğlu beni yalanladı, ancak o böyle bir şey yapmak hakkına sahib değildir. Bana dil uzattı, fakat onun buna hakkı yoktur..." Buhârî, IV, 1629, IV, 1093; İbn Hibban, Sahih, I, 500, III, 128; Nesâî, IV, 112; Müsned, II. 317, 350. Daha önce de Meryem Sûresi'nde (19/92-93. âyetler, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Sahih-i Müslim'de de Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Şanı yüce ve mübarek Allah buyurdu ki: "Âdemoğlu bana eziyet ediyor. Vah yok olasıca zaman! diyor. Sizden hiçbir kimse: Vah yok olasıca zaman! demesin. Zaman Benim, onun gecesini, gündüzünü Ben evirip çeviririm. Dilediğim vakit de onları alıveririm."

Bu hadis bu şekildeki rivâyetiyle Ebû Hüreyre'ye mevkufen (peygamber buyurdu, denilmeksizin) gelmiş bulunmaktadır. Yine ondan bu hadis merfu olarak (peygamber buyurdu, denilerek) şöylece gelmiştir: "Âdemoğlu Bana eziyet ediyor, zamana dil uzatıyor. Halbuki zaman Benim, geceyi ve gündüzü Ben evirip çeviririm." Bunu da Müslim rivâyet etmiştir Buhârî, V, 2286, VI, 2722, Müslim, IV, 1762, 1763; Müsned, II, 238.

İkrhne dedi ki: Allah'a eziyet etmenin anlamı suret yapmak ve suret ve benzeri şeyleri yontmakla Allah'tan başka hiçbir kimsenin yapmadığı fiilleri yapmaya kalkışmakla olur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Allah suret yapanları lanetlemiştir" diye buyurmuştur. Buhârî, V, 2045; el-Münzirî, et-Terğib, IV, 4.

Derim ki: Bu, ağaç ve buna benzer şeylerin suretlerini yapmanın yasaklığı hususunda Mücahid'in benimsediği kanaati pekiştiren delillerdendir. Zira bütün bunlarda yaratıcılık vasfı ve şanı yüce Allah'ın tek başına sahib olduğu fiillere benzeme çabası görülmektedir. Buna dair açıklamalar daha önce en-Neml Sûresi'nde (27/59-61. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. Bir kesim de şöyle demektedir: Bu; "Allah'ın dostlarına eziyet ederler" takdiri ile muzaf hazfedilmiş bir ifadedir.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a eziyet etmeye gelince, bu da onu rahatsız eden bütün sözler ve bütün fiillerdir. Ona eziyet veren sözlere örnek onun hakkında sihirbaz, şair, kâhin ve deli... demeleri; ona eziyet veren fiiller ise, Uhud günü küçük azı dişini kırıp yüzünü yaralamaları, Mekke'de secdede iken sırtının üzerine devenin sakatatını atmaları ve buna benzer davranışları.

İbn Abbâs dedi ki: Bu âyet-i kerîme Huyey'in kızı Safiye'yi nikâhına aldığı vakit, ona dil uzatan kimseler hakkında nazil olmuştur.

Allah'a ve Rasûlüne eziyet etmek mutlak olarak; mü’min erkek ve hanımlara eziyet etmek de kayıtlı olarak zikredilmiştir. Buna sebep Allah ve Rasûlüne eziyetin her zaman için haksız yollarla olacağından dolayıdır. Mü’min erkek ve kadınlara eziyet vermek ise, kimisi bu türlü, kimisi öbür türlü olabilir.

2- Peygamber Efendimiz'in Bazı Uygulamalarına Dil Uzatmak da Ona Eziyet Etmektir:

İlim adamlarımız dedi ki: Üsame b. Zeyd'in komutan tayin edilmesini eleştirmek de ona bir eziyettir. Sahih(-i Buhârî)'nin rivâyetine göre İbn Ömer şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderdiği bir orduya Üsame b. Zeyd'i kumandan tayin etti. İnsanlar onun kumandanlığını eleştirdiler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) (hutbe okumak üzere) ayağa kalkıp şöyle dedi: "Eğer siz (bugün) onun kumandanlığına dil uzatıyor iseniz, daha önceden onun babasının kumandanlığına da dil uzatmıştınız. Allah'a yemin ederim ki, o kumandanlığa lâyık idi. Hiç şüphesiz o insanlar arasında en sevdiğim kişilerdendi ve şüphesiz ki bu (onun oğlu) da ondan sonra insanlar arasında en sevdiğim kişilerdendir. " Buhârî, III, 1365, IV, 1620, VI, 2444, 2628; Müslim, IV. 1884; Tirmizî, V, 676; Müsned, II. 20, 89, 106, 110.

Sözü edilen bu gönderdiği ordu -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Üsame kumandanlığında donattığı, Üsame'yi başlarına kumandan tayin ettiği ve kendisine Übnâ üzerine gazaya gitmesini emrettiği ordudur ki, Übnâ, Mute yakınlarında bir kasabadır. Babası Zeyd'in, Cafer b. Ebi Talib Abdullah b. Revaha ile birlikte öldürüldüğü yer burasıdır. Peygamber ona babasının intikamını almasını emretmişti. Kalbinde şüphe bulunan kimseler, kumandanlığına dillerini uzattılar. Çünkü o (babası dolayısıyla) azadlılardan idi. Diğer taraftan onun yaşı da küçüktü. Zira o sırada Üsame onsekiz yaşında idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiğinde bu ordu Medine'den dışarıya çıkmış, fakat henüz Medine'nin sınırlarından ayrılmamıştı. Ebubekir (radıyallahü anh). Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'tan sonra orduyu göndermişti.

3- Azadlının ve Fazileti Daha Az Olanın İmâmlığı:

Bu Hadîs-i şerîfte azadlı kimsenin ve fazilet itibariyle daha aşağıda bulunan kimsenin -İmâmet-i kübrâ (halifelik) dışında- İmâmlığının câiz olduğuna en açık bir delildir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Huzeyfe'nin azadlısı Salim'i Küba'da namaz kıldırmak için öne geçirmişti. Aralarında Ebubekir, Ömer ve daha başka Kureyş'in büyüklerinden olan kimseler bulunduğu halde onlara İmâmlık yapıyordu.

Sahih(-i Müslim)'in Âmir b. Vasile'den rivâyet ettiğine göre Nafî' b. Abdu'l-Haris, Usfan'da Ömer (radıyallahü anh) ile karşılaştı. Ömer onu Mekke'ye âmir olarak tayin ederdi. Ona: Sen bu vadiye vali olarak kimi bıraktın? diye sorunca, Nafî': İbn Ebza'yı demişti. İbn Ebza kim? diye sorunca, o bizim azadlılarımızdan bir azadlıdır, demişti. Hazret-i Ömer ona: Sen onlara azadlı birisini mi senin yerine bıraktın, deyince, şu cevabı vermişti: O Allah'ın Kitabını okuyan (bilen) birisi olduğu gibi, feraizi de bilen birisidir. Bunun üzerine (Ömer) dedi ki: Madem öyle diyorsun şunu bil ki Peygamberiniz şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah bu Kitab sayesinde birtakım kimseleri yüceltir ve yine onunla başkalarını alçaltır." Müslim, I, 559; İbn Mâce, I, 79; Müsned, I, 35.

4- Peygamber Efendimizin Üsame'ye Olan Sevgisi:

Üsame (radıyallahü anh), sevgili oğlu sevgili idi (el-hibbu ibni’l-hibb). O böyle çağırılırdı, teni oldukça siyahtı. Babası Zeyd ise, pamuktan beyaz idi. Ebû Dâvûd, Ahmed b. Salih'ten bunu böylece zikretmektedir. Ahmed'den başkaları da şöyle demiştir: Zeyd beyaz tenli idi. Üsame de oldukça siyahtı. Rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Üsame'nin saçlarını -küçükken- tarar, sümüğünü siler, burnunu temizler ve şöyle derdi: "Şayet Üsame bir kız olsaydı, onu süsler, onu donatır ve talib olacak kocalar tarafından sevilir bir hale getirirdim."

Zikredildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sonra Arapların irtidad sebebleri(nden birisi) şu idi: Veda Haccında Arafat tepesinde Peygamber, akşam Arafat'tan ayrılacağı sırada Üsame yanına gelinceye kadar onu beklediğinden bir parça gecikmiş idi. Araplar -Üsame'yi küçümseyerek: Gecikmesinin tek sebebi sadece bu mudur? demişlerdi. İşte onların söyledikleri bu söz irtidad etmelerine sebep olmuştu. Bunu Buhârî bu manada Tarih'inde zikretmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

5- Hazret-i Ömer'in, Peygamberin Duygularını Önemsemesinin Bir Örneği:

Ömer (radıyallahü anh) verdiği atiyyelerde (bağışlarda) Üsame'ye beşbin, oğlu Abdullah'a ise, ikibin (dirhem) tahsis etmişti. Oğlu Abdullah kendisine: Üsame'yi bana üstün tutuyorsun, oysa ben onun bulunmadığı vakalarda bulundum. Hazret-i Ömer şöyle dedi: Üsame'yi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) senden çok seviyordu. Babasını da Resûlüllah senin babandan çok seviyordu. Böylelikle Ömer (radıyallahü anh) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sevdiği kişiyi kendisinin sevdiği kişiye üstün tutmuştu. İşte bu şekilde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sevdiklerinin sevilmesi ve buğzettiği kimselere de buğzedilmesi gerekir. Halbuki Mervan bu sevgiye tam aksiyle karşılık vermişti. Şöyle ki: Üsame b. Zeyd, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın odasının kapısı önünde namaz kılarken Mervan onun yanından geçmiş ve ona şöyle demişti: Sen onunla, senin konumunu görmemizi istiyorsun. Evet, biz senin konumunu görüyoruz. Allah sana şöyle şöyle yapsın deyip çirkin bir söz söylemişti. Üsame de ona şu cevabı vermişti: Şüphesiz ki sen bana eziyet ediyorsun. Sen çirkin konuşan ve çirkin söz söyleyen birisisin. Ben ise, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Şüphesiz yüce Allah çirkin iş yapıp çirkin söz söyleyene buğzeder." İbn Hibban, Sahih, XII, 506; Ebû Dâvûd, IV, 251; Nesâî, es-Sünenü'l-Kübrâ, VI, 482.

Şimdi her iki davranışa da bir bak ve her iki adamı değerlendir, ölç, biç. Ümeyyeoğulları Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sevdikleri hususunda eziyet etmişler, sevdiği kimseler hakkında ona zıt konuma düşmüşlerdi.

"Allah onlara dünya ve ahirette lanet etmiş" yani her türlü hayırdan uzaklaştırılmışlardır. Sözlükte lanet, uzaklaştırmak demektir. Lian da buradan gelmektedir.

"Ve onlar için horlayıcı bir azâb da hazırlamıştır." Bunun anlamına da ir açıklamalar daha önceden bir kaç yerde geçmiş bulunmaktadır. Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun.

58

Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara işlemedikleri şeyleri isnad ile eziyet edenler, muhakkak onlar, bir yalan ve apaçık bir günah yüklenmiş olurlar.

Mü’min erkek ve mü’min kadınlara da eziyet, aynı şekilde kötü fiil ve sözlerle yapılır. Onlara iftirada bulunmak, olmadık hayasızca üslublarla onları yalanlamak gibi.

Bu âyet-i kerîme en-Nisâ Süresi'nde yer alan;

"Kim bir hata yahut büyük bir günah kazanırsa, sonra da onu bir suçsuzun üstüne atarsa, muhakkak büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur." (en-Nisâ, 4/112) Burada da böyle demiştir.

Denildiğine göre; yerilecek bir konum sebebiyle yahut beğenilmeyen bir meslek yahut işitmesi halinde kendisine ağır gelecek bir söz ile ayıplamak da mü’mine yapılan eziyet cinsindendir. Çünkü genel olarak mü’mine eziyet haramdır.

Yüce Allah, kendisine eziyet edilmesi, Rasûlüne eziyet edilmesi ile mü’minlere eziyet edilmesi arasında fark olduğunu ortaya koymuştur. Birinci tür eziyeti küfür, ikincisini de büyük bir günah olarak değerlendirmiştir. Mü’minlere eziyet hususunda da:

"Muhakkak onlar bir yalan ve apaçık bir günah yüklenmiş olurlar" diye buyurmaktadır. Bunu da açıklamış bulunuvoruz.

Rivâyet edildiğine göre Ömer b. el-Hattâb, Ubeyy b. Ka'b'a şöyle demiş: Dün şu âyet-i kerîmeyi okudum ve bundan dolayı dehşete kapıldım: "Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara işlemedikleri şeyleri isnad ile eziyet edenler..." Allah'a yemin ederim, ben böylelerini döverim ve onları yüksek sesle azarlarım. Ubeyy ona şöyle dedi: Ey mü’minlerin emiri, (bu davranışların sebebiyle) sen onlardan (oluyor) değilsin. Sen ancak bir öğretici, bir doğrultucusun.

Denildiğine göre bu âyetin nüzul sebebi şudur: Ömer (radıyallahü anh) ensardan bir kızı görmüş, onu dövmüş ve göstermemesi gereken ziynet yerlerini göstermesinden hoşlanmamıştı. O kızın akrabaları çıkıp dilleriyle Ömer'i rahatsız ettiler, ona eziyet ettiler. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi indirdi.

Âyetin Ali (radıyallahü anh) hakkında indiği de söylenmiştir. Çünkü münafıklar ona eziyet ediyorlar ve onun aleyhinde yalan uyduruyorlardı. Allah ondan razı olsun.

59

Ey Peygamber! Zevcelerine, kızlarına ve mü’minlerin hanımlarına de ki: "Cilbablarını üzerlerine giysinler. Bu onların tanınıp incitilmemeleri için daha uygundur. Allah bağışlayandır, merhamet buyurandır."

Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:

1- Peygamber Efendimizin Çocukları:

"Ey Peygamber! Zevcelerine, kızlarına ve mü’minlerin hanımlarına de ki..." âyetinde sözü geçen zevcelerinin faziletine dair tek tek açıklamalar daha önceden (el-Ahzab, 33/28-29- âyetler, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Katade dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiğinde nikâhı altında dokuz hanımı vardı. Bunların beş tanesi Kureyşli idi: Âişe, Hafsa, Um Habibe, Şevde ve Ummu Seleme. Üç tanesi ise, diğer Arab kabilelerindendi: Meymune, Cahş kızı Zeyneb ve Cüveyriye. Bunlardan bir tanesi de Harunoğullarındandi: Safiye.

Peygamber Efendimiz'in çocuklarına gelince, onun erkek ve kız çocukları vardı: Erkek çocuklarından birisinin ismi el-Kasım'dı. Annesi Hadice (radıyallahü anha)'dır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun İsmi ile künyelenmiştir (Ebû'l-Kasım diye). Çocuklarından ilk vefat eden odur, iki yaşında ölmüştür. Urve dedi ki:

Hadice'nin, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan Kasım, Tahir, Abdullah ve Tayyib adında çocukları olmuştur.

Ebubekr el-Burakî şöyle demiştir: Tahir ile Tayyib'in ve Abdullah'ın aynı kişi olduğu da söylenmiştir. İbrahim'in annesi ise, Kıptî Mariye'dir. Hicretin sekizinci yılı zülhicce ayında dünyaya gelmiştir. Onaltı aylıkken vefat etmiştir, onsekiz aylıkken öldüğü de söylenmiştir. Bunu ed-Darakutnî belirtmiştir. Bakî'de gömülmüştür. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Onun bir süt annesi vardır. Cennette onun süt emmesini tamamlayacaktır." Hadisle beraber, onaltı aylıkken vefat edip Bakî'de defnedildiğine dair bilgi: Abdurrezzak. Mûsannaf, VII, 494. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın İbrahim dışındaki bütün çocukları Hadice (radıyallahü anha)'dandır. Fâtıma dışında bütün çocukları kendisi hayatta iken vefat etmişlerdir.

Peygamber Efendimiz'in Kız Çocukları

1- Hadice'nin kızı Fatımatu'z-Zehra: Kureyşliler Kabe'yi (yeniden) bina ettikleri sırada Peygamber Efendimiz'e, peygamberliğin verilişinden beş yıl önce dünyaya gelmiştir. Peygamber Efendimiz'in kızlarının en küçüğüdür. Ali (radıyallahü anh) onunla hicretin ikinci yılında ramazan ayında evlenmiş ve zülhicce ayında da onunla gerdeğe girmiştir.

Onunla receb ayında evlendiği de söylenmiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'tan kısa bir süre sonra vefat etmiştir. Peygamber Efendimiz'e aile halkından ilk kavuşan o olmuştur. Allah ondan razı olsun.

2- Zeyneb: Annesi Hadice (radıyallahü anha)'dir. Teyzesinin oğlu Ebû’l-Asî b. er-Rabi onunla evlenmiştir. Annesi Huveylid kızı Hale, Hadice'nin kızkardeşi idi. Ebû'l-Asî'nin ismi Lakît'tir. Haşim olduğu da söylenmiştir. Huşeym'dir, denildiği gibi Miksem olduğu da söylenmiştir.

Zeyneb, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın en büyük kızıdır. Hicretin sekizinci yılında vefat etmiştir. Onu (kabrine koymak üzere) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kabrine inmiştir.

3- Rukayye: Annesi Hadice'dir. Peygamberlikten önce Ebû Leheb'in oğlu Utbe onunla evlenmiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilip üzerine:

"Ebû Leheb'in iki eli kurusun" (Tebbet, 111/1) âyeti nazil olunca, Ebû Leheb oğluna şöyle demişti: Eğer sen onun kızını boşamayacak olursan, benimle senin aranda hiçbir ilişki kalmayacaktır. Bunun üzerine Ebû Leheb'in oğlu ondan ayrıldı. Henüz onunla gerdeğe girmemişti. Annesi Hadice müslüman olunca, o da müslüman olmuştu. Kadınlar Peygamber Efendimiz'e bey'at ettikleri sırada diğer kızkardeşleriyle birlikte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bey'at etmiş idi. Onunla Osman b. Affan evlenmiştir. Osman (radıyallahü anh) onunla evlendiği sırada Kureyş hanımları şöyle diyorlardı:

"Bir insanın (ya da gözbebeğinin) gördüğü en güzel iki şahıs,

Rukayye ile onun kocası Osman'dır."

Rukayye, Osman ile birlikte Habeşistan'a iki defa hicrette bulunmuştur. Osman'dan bir düşük yapmış, ondan sonra da Abdullah adındaki oğlunu doğurmuştu. Osman (radıyallahü anh) da İslâm'dan sonra onun İsmi ile künyelenmişti. Altı yaşında iken bir horoz onun yüzünü gagalamış ve bu sebebten ölmüştü. Rukayye'nin bundan sonra da bir çocuğu olmamıştı. Medine'ye hicret etmiş, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir'e gitmek üzere hazırlandığı sırada hastalanmıştı. Peygamber de ona bakmak üzere Osman (radıyallahü anh)'ı bırakmıştı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir'de iken hicretin onyedinci ayında vefat etmişti. Zeyd b. el-Harise, zaferi müjdelemek üzere Bedir'den gelmiş, Medine'ye girdiğinde Rukayye'nin üzeri toprakla örtülüyordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) defnedilişinde hazır bulunamadı.

4- Um Külsum: Annesi Hadice'dir. Peygamberlikten önce Utbe'nin kardeşi, Ebû Leheb'in diğer oğlu Uteybe onunla evlenmişti. Daha önce Rukayye hakkında belirtilen sebep dolayısı ile babası ondan boşanmasını emretmişti. Uteybe, Um Külsum ile henüz gerdeğe girmemişti. Um Külsum, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Mekke'de kalmaya devam etti. Annesi müslüman olunca o da İslâm'a girdi ve hanımlar Peygamber Efendimiz'e bey'at ettikleri sırada diğer kızkardeşleriyle birlikte o da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bey'at etmişti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye hicret edince, o da Medine'ye hicret etti. Rukayye vefat ettikten sonra Osman (radıyallahü anh) onunla evlendi, böylelikle ona (iki nûr sahibi anlamına): Zünnureyn ismi verilmişti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatta iken hicretin dokuzuncu yılı Şa'ban ayında vefat etti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kabri başında oturmuş, kabrine indirmek üzere Ali, el-Fadl ve Üsame inmişti. ez-Zübeyr b. Bekkar'ın naklettiğine göre; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın çocuklarının yaşça en büyükleri el-Kasım'dı. Sonra Zeyneb, sonra Abdullah'tır. Ona et-Tayyib ve et-Tahir de denilirdi. Peygamberlikten sonra dünyaya gelmiş ve küçük yaşta ölmüştü. Daha sonra Um Külsum, sonra Fatıma, sonra da Rukayye gelir. el-Kasım Mekke'de iken vefat etmişti, ondan sonra da Abdullah ölmüştü.

2- Ayetin ve Cilbaba Bürünme Emrinin Nüzul Sebebi:

Arap kadınlarının açılıp saçılmak adetleri vardı. Cariyelerin yaptığı gibi yüzlerini örtmezlerdi. Bu ise, erkeklerin onlara bakmalarına ve onlar hakkında çeşitli düşüncelere kapılmalarına sebep oluyordu. Yüce Allah, Rasûlüne, hanımlara dışarıya ihtiyaçlarını görmek üzere çıkmak istediklerinde üzerlerine cılbablarını alarak çıkmalarını emretmesini emretti. (Evlerde) tuvaletler yapılmadan önce ihtiyaçları için meskûn olmayan yerlere çıkar giderlerdi. Verilen bu emir ile hür kadınlar ile cariyeler arasındaki fark ortaya çıkacak, hür kadınlar tesettürleriyle tanınacaklardı. Böylelikle gençler ya da yaşlılar onlara söz söylemekten uzak kalacaklardı.

Bu âyetin nüzulünden önce mü’minlerin hanımlarından herbir kadın ihtiyacını görmek için dışarı çıkar, bazı günahkârlar cariye olduğunu zannederek ona karşı çıkıverirdi. Hanım bunun üzerine sesini yükseltince, o da çeker giderdi. Mü’min erkekler durumdan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şikâyette bulundular. Âyet-i kerîme de bu sebeble nazil oldu. Bu anlamdaki açıklamaları el-Hasen ve başkaları yapmıştır.

3- Cilbab:

"Cilbablarını..." âyetinde geçen "el-celâbib; cilbablar" lâfzı "cilbâb"ın çoğuludur. Bu ise, başörtüsünden daha büyükçe bir örtüdür. İbn Abbâs ve İbn Mes'ûd'dan gelen rivâyete göre bu, ridâ (elbisenin üstüne giyilen üst elbisedir, bunun kina' (başörtüsü) olduğu da söylenmiştir. Sahih olan şudur: Cilbab bütün vücudu örten elbise, demektir. Müslim'in Sahih'indeki rivâyete göre Um Atiyye'den şöyle dediği kaydedilmiştir. Ey Allah'ın Rasûlü dedim: Bizden herhangi birimizin cilbabı yoksa (ne yapsın?) Peygamber: "Kızkardeşi ona kendi cilbabını giyinmek üzere versin." diye buyurdu. Buhârî, I, 123, 139, 333, II, 595; Müslim, II, 606; Dârimî, I, 458; İbn Mâce, I. 414; Müsned, V, 84.

4- Cilbabın Örtülmesi Keyfiyeti:

İnsanlar cilbabın nasıl örtüleceği hususunda farklı görüşlere sahiptirler, İbn Abbâs ve Abîde es-Selmanî şöyle demişlerdir: Kadın sadece kendisiyle önünü görebileceği bir tek gözü dışında bu örtüye bürünür. Yine İbn-Abbas ve Katade şöyle demişlerdir: Kadın bunu alnının üzerinden büker ve bağlar, sonra da burnunun üzerinden onu çevirir. İsterse iki gözü görülsün. Şu kadar var ki, cilbab göğsü ve yüzün büyük bir bölümünü örtmelidir. el-Hasen dedi ki: (Cilbab ile) yüzünün yarısını örter.

5- Yüce Allah Kadınlara Tesettür Emrini Vermiştir:

Yüce Allah bütün hanımlara tesettürü emretmiştir. Bu ise, ancak kadının tenini göstermeyecek elbiselerle olur. Şu kadar var ki, kadının kocası ile baş başa bulunma hali müstesnadır. O vakit dilediğini giyinebilir, çünkü kocanın hanımından dilediği gibi faydalanma hakkı vardır.

Rivâyette sabit olduğuna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gece uyanmış ve şöyle buyurmuştur: "Allah'ı tenzih ederim. Bu gece ne fitneler indi, bu gece ne hazineler açıldı! Kim şu odalarda yatan kadınları uyandıracak? Dünyada nice giyinik kadın vardır ki ahirette çıplak kalacaktır. " Buhârî, I, 379, V, 2198, 2296, VI, 2591; Tirmizî, IV, 487; Muvatta’, II, 913; Müsned, VI, 297.

Rivâyete göre Dıhye el-Kelbî, Herakliyus'un yanından geri döndüğünde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ona Kubtî diye bilinen bir elbise, vermiş ve şöyle buyurmuştu: "Bunun bir parçasını sen kendine bir gömlek yap. Hanımına da onun bir parçasını ver, onunla örtünsün." Sonra ona şöyle buyurdu: "Ona vücud çizgilerini göstermemesi için bu elbisenin altına bir şeyler giyinmesini de emret." Hakim, Müstedrek, IV, 207; Beyhakî, es-Sünenü'l-Kubra, II, 234. Ebû Hüreyre hanımların ince elbiseler giymelerini sözkonusu etmiş ve şöyle demiştir: (Böyle giyinenler) giyinmiş çıplaklar, nimet içinde bedbaht olanlardır.

Temimoğullarının hanımları Âişe (radıyallahü anha)'ın huzuruna üzerlerinde ince elbiseler bulunduğu halde girdiklerinde Âişe (radıyallahü anha) onlara şöyle demiştir: Eğer sizler mü’min hanımlar iseniz şunu biliniz ki, şu elbiseler mü’min hanımların giyecekleri elbiseler değildir. Şayet mü’min değil iseniz bu elbiselerle faydalanıyorsunuz.

Bir gelin Âişe (radıyallahü anha)'ın huzuruna getirildi. Üzerinde uspura boyanmış, kubtî bir örtü vardı. Âişe onu görünce, şöyle demişti: Bunu giyen bir kadın en-Nûr Sûresi'ne îman etmiyor demektir.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da şöyle buyurduğu sabit olmuştur: "Giyinmiş fakat çıplak, kendisi meyleden ve başkalarını meylettiren, başları hörgüçleri yana yatmış deve hörgüçlerini andıran kadınlar, ne kendileri cennete girerler, ne de cennetin kokusunu alırlar. " Müslim, III, 1680, IV, 2192; Muvatta’, II, 913; Müsned, II, 355, 440.

Ömer (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: Bir kadının dışarıda görülecek bir ihtiyacı varsa, onu, kendisinin eski püskü elbisesini ya da komşusunun eski elbisesini giyinip kimseye görünmeden tekrar evine geri dönünceye kadar kimse onun çıkıp gittiğini bilmeden, çıkıp gitmesini engelleyen nedir?

6- Tanınmamaya Çalışmaları:

"Bu, onların tanınıp incitilmemeleri için daha uygundur" âyetinde kastedilen, hür kadınlardır. Tâ ki cariyelerle karıştırılmasınlar. Çünkü hür kadınlar olarak tanındıkları takdirde hürlüğün mertebesi göz önünde bulundurularak en ufak bir tepki veya kötü bir davranışla karşılaşmazlar ve böylelikle kimse onlara umutlanarak bakmaz. Burada maksat kadının kim olduğunun bilinmesi değildir. Ömer (radıyallahü anh) başını örten bir cariye gördüğü takdirde, elindeki asa ile ona vururdu. Böylelikle o, hür kadınların kıyafetinin gereği gibi korunmasına çalışırdı. Şöyle de denilmiştir: Şu anda hür kadın olsun, cariye olsun hepsinin tesettüre bürünmeleri ve başlarını örtmeleri gerekir. Nitekim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vefatından sonra hanımların mescidlere gitmelerini engellemişlerdir. Oysa Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Allah'ın kadın kullarını, Allah'ın mescidlerine gitmekten alıkoymayınız." diye buyurmuştur. Buhârî, I, 305; Müslim, I, 327, 328; Dârimî, I. 330; Ebû Dâvûd, I, 155; Tirmizî, II, 419; İbn Mâce, I, 8; Muvatta’, I, 197; Müsned, II, 16, 36. 151. Öyle ki Âişe (radıyallahü anha) şöyle demişti: Şayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şu çağımıza kadar yaşamış olsaydı, hiç şüphesiz bu kadınları mescide gitmelerini engellerdi Buhârî, I, 296; Tirmizî, II, 420; Ebû Dâvûd, 1, 155; İbn Mâce, I, 8; Muvatta’, I, 198; ned, VI, 91, 235.

"Allah bağışlayandır, merhamet buyurandır" âyeti teşrî' olunan bu emirden önce cilbablarını terketmek hususunda kadınlara bir tesellidir.

60

Eğer münafıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar ve Medine'de yalan haber yayanlar vazgeçmezlerse, yemin olsun sana onlarla çarpışmanı emrederiz. Sonra da onlar orada ancak az bir süre sana komşuluk ederler.

Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

1- Medine'de Yalan Haber Yayan Münafıklar:

"Eğer münafıklar... vazgeçmezlerse" âyeti ile ilgili olarak tefsir âlimlerinin kanaatine göre bu üç vasıf aynı şey içindir. Nitekim Süfyan b. Said, Mansur'dan, o Ebû Rezin'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir:

"Münafıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar ve Medine'de yalan haber yayanlar" aynı kimselerdir. Yani bunlar, bu üç vasfı kendilerinde toplamış kimselerdir. Dolayısıyla buradaki "vav", mukhame (fazladan) gelmiştir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Ta'zim edilen efendi ve kahraman, cömertin oğlu,

Ve Savaş esnasında birliğin arslanı olan hükümdara..."

Şair burada muazzam, hem kahraman, hem cömert ve birliğin arslanı olan hükümdara... demek istemiştir ki, daha önceden de el-Bakara Sûresi'nde (2/49. âyet, 9- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Şöyle de denilmiştir: Bu münafıklar arasında kimileri yalan haber yayıyor, kimileri şüphe uyandırmak için kadınların arkasından gidiyor, kimileri de müslümanları şüpheye düşürüyorlardı.

İkrime ve Şehr b. Havşeb dedi ki:

"Kalplerinde hastalık bulunanlar"dan kasıt kalblerinde zina meyli bulunanlardır.

Tavus da şöyle demiştir: Âyet-i kerîme kadınların durumu hakkında inmiştir. Seleme b. Kuheyl dedi ki: Âyet-i kerîme hayasızca iş yapan kimseler hakkında inmiştir. Hepsinin açıklamalarının anlamı birbirine yakındır.

Yine denildiğine göre münafıklar ile kalplerinde hastalık bulunanlar, aynı kimselerdir. Onlardan iki ayrı lafızla sözedilmiştir. Buna delil de el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında (2/7. âyet ve devamında)'münafıklar hakkındaki âyet-i kerîmelerdir.

Medine'de yalan haber yayanlar, mü’minlere düşmanları hakkında hoşlarına gitmeyecek haberleri bildiren bir topluluk idi. Onlar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın askeri birlikleri Medine'nin dışına çıktıklarında öldürüldüler, yahut bozguna uğratıldılar, düşman üzerinize geliyor, gibi haberler yayıyorlardı. Bu açıklamayı Katade ve başkası yapmıştır.

Yine denildiğine göre; bu gibi kimseler: Suffe ashabı bekâr kimselerdir.

İşte kadınlara dil uzatanlar bunlardır, diyorlardı.

Bir başka açıklamaya göre bunlar, müslümanlar arasında bir topluluktu. Bu gibi kimseler fitneye olan düşkünlükleri sebebiyle yalan haberleri dillerine doluyorlardı. Nitekim İfk olayına katılanlar arasında müslüman kimseler de vardı. Ancak bunlar fitneye sevgileri dolayısı ile bu sözlere dalmışlardı.

İbn Abbâs dedi ki: İrcaf, fitne aramaya kalkışmaktır. Yine bu kelime yalan ve batıl şeyleri bu yolla başkalarının üzülmesi için yaymak demektir. Kalpleri harekete getirmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Mesela (aynı kökten olmak üzere): "Yer sarsıldı, hareket etti" denilir. "Hareket eder" müzari fiili; da onun mastarıdır. Şiddetli derecede sarsılmak" anlamındadır. "Deniz" demektir, çalkantısı sebebiyle ona bu isim verilmiştir. Şair der ki:

"Her akşam et yedirenler,

Güneş denizde kayboluncaya kadar."

İrcâf, uydurma haberlerden birisi demektir, "Bir şeye daldılar" anlamındadır. Nitekim şair şöyle demiştir:

"Bizleri her ne kadar siz onu öldürdüğünüzden ötürü ayıplasanız dahi,

Ve İslâm hakkında haksızca hareket edenler ve kıskançlar söze dalıp ileri, geri konuşsalar bile..."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Ey adiliğin oğlu! Uydurma haberlerle mi tehdid ediyorsun beni?

Ve sen adiliği ve zaafı uydurmalarda bulmak istiyorsun."

Yalan haber uydurmak (ircâf), haramdır. Çünkü bu yolla eziyet vermek sözkonusudur. Böylelikle âyet-i kerîme yalan haberlerle başkalarına eziyet etmenin haram olduğuna delil teşkil etmektedir.

2- Böyleleriyle Çarpışmanı Emrederiz:

"Yemin olsun sana onlarla çarpışmanı emrederiz." Yani seni onlara musallat kılar ve sen de onları öldürerek kökten imha edersin. İbn Abbâs dedi ki: Bunlar kadınlara eziyet etmekten vazgeçmediler, yüce Allah da peygamberini onlara musallat etti. Diğer taraftan yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Onlardan ölen hiçbir kimsenin namazını asla kılma, kabrinin başında da durma!" (et-Tevbe, 9/84) Ayrıca yüce Allah ona, onlara lanet etmesini emretmiştir. İşte onlara musallat kılınması budur.

Muhammed b. Yezid dedi ki: Yüce Allah bundan sonraki âyet-i kerîme ile onu, onlara musallat kılmıştır ki, bu âyetler de anlam itibariyle birbirine yakındırlar. Bu da yüce Allah'ın:

"Nerede ele geçirilirlerse, yakalanır ve alabildiğine öldürülürler" âyetidir. İşte bu âyette onların öldürülmeleri ve yakalanmaları emri de manen bulunmaktadır. Yani onlar münafıklıklarını ve asılsız haberleri yaymalarını sürdürecek olurlarsa, hükümleri budur. Hadîs-i şerîfte, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğu sabittir: "Beş canlı vardır ki, bunlar Harem bölgesi dışında da, Harem bölgesinde de öldürülürler... " Buhârî, II, 650, III, 1204; Müslim, II, 857; Tirmizî, III, 197; Nesâî, V, 208-211; İbn İbn Mâ, II, 1031; Muvatta’, I, 357; Müsned, VI, 33, 97, 122... İşte bunda da tıpkı âyet-i kerîmede olduğu gibi emir manası vardır.

en-Nehhâs dedi ki: Bu açıklama, bu âyet-i kerîme hakkında yapılmış açıklamaların en güzelidir.

Denildiğine göre onlar yalan haber yaymaktan vazgeçtiler. Bu bakımdan Peygamber Efendimiz de onlara musallat kılınmadı.

"Yemin olsun sana... çarpışmanı emrederiz" âyetindeki "lâm", kasem "lâm"ıdır. Yemin de bu âyetin başına gelmiştir, (........):...se'nin başına gelen "lâm" ise, kasem "lâm"ına hazırlık (tevİie) içindir.

3- Yalan Haber Yaymanın Cezası:

"Sonra da onlar orada" yani Medine'de

"ancak az bir süre sana komşuluk ederler" âyetinde yer alan: "Ancak az bir süre" âyeti

"sana komşuluk ederler" lâfzındaki zamirden hal olmak üzere nasb konumundadır. Nitekim durum şanı yüce Allah'ın dediği gibi idi, zira bunlar oldukça az idiler. İşte bu el-Ferrâ'nın bu hususta verdiği iki cevaptan birisidir. Ona göre daha uygun olanı da budur, onlar ancak çok az oldukları halde sana komşuluk ederler, demektir.

Diğer cevaba gelince, anlamı ancak seninle az bir süre komşuluk ederler şeklindedir. Yani onlar seninle birlikte ancak kısa bir süre kalırlar. Medine'de helâk oluncaya kadar sana ancak çok kısa bir süre komşuluk edeceklerdir, demektir. Bu takdirde âyet ya bir mastarın sıfatı olur, yahut da hazfedilmiş bir zarfın sıfatı olur. Ayrıca bu bir kimse ile birlikte aynı şehirde yaşayan kimsenin o kimse ile komşu olacağına delil teşkil etmektedir. Buna dair açıklamalar daha önceden en-Nisâ Sûresi'nde (4/36. âyet, 4. başlık) geçmiş bulunmaktadır.

61

Lanete uğramışlar olarak. Nerede ele geçirilirlerse, yakalanır ve alabildiğine öldürülürler.

4- Lanete Uğramışlar Olarak:

"Lanete uğramışlar olarak" âyetinde Muhammed b. Yezid'e göre ifade tamam olmaktadır. Bu, hal olarak nasbedilmiştir. İbnu'l-Enbarî de: Ancak az bir süre... lanete uğramışlar olarak" üzerinde vakıf vapmak güzeldir, der.

en-Nehhâs da şöyle demiştir: İfadenin

"Ancak az bir süre"de tamam olması ve:

"lanete uğramışlar olarak" âyetinin da onlara hakaret anlamı olmak üzere (şetm) nasb ile gelmesi de mümkündür. Nitekim Îsa b. Ömer: "Karısı da odun taşıyıcısı olarak" diye okumuştur. Bazı nahivcilerden şöyle dediği nakledilmektedir: Âyeti: Onlar nerede ele geçirilirlerse, lanete uğramışlar olarak yakalanırlar demektir. Ancak bu bir yanlışlıktır, zira ceza cümlesi ile birlikte bulunan ifade kendisinden önceki ifadelerde amel etmez.

Âyetin anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Eğer onlar münafıklık üzere ısrar edecek olurlarsa, Medine'de ancak lanete uğramış ve kovulmuşlar olarak kalabilirler. Nitekim bu onlara böylece uygulanmıştır. Çünkü et-Tevbe Sûresi nazil olduğunda biraraya toplandılar ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ey filan! Kalk ve çık, şüphesiz sen münafıksın. Ey filan! Kalk ve çık..." Bunun üzerine müslümanlardan kardeşleri olanlar ayağa kalkıp onları mescidin dışına çıkarmayı üzerlerine aldılar.

62

Daha önce geçenler hakkında Allah'ın sünneti(dir bu). Sen Allah'ın sünnetinde asla bir değiştirme bulamazsın...

5- Allah'ın Sünneti:

Allah'ın sünneti" âyeti mastar olarak nasbedilmiştir. Yüce Allah peygamberler hakkında asılsız haber yayıp da münafıklığını açığa çıkartan kimseler hakkında yakalanıp öldürülmeleri sünnetini kanun yapmış-:.:r demektir.

"Sen Allah'ın sünnetinde asla bir değiştirme" herhangi bir değişiklik ya da başka bir şekle dönüştürme

"bulamazsın." Bu açıklamayı en-Nekkaş nakletmiştir.

es-Süddî dedi ki: Bu hakka uygun olarak öldürülen kimsenin katili tarafından diyetinin ödenmesi sözkonusu değildir, demektir. el-Mehdevî dedi ki: Âyet-i kerîmede yapılan tehdidin yerine getirilmesinin terkedilebileceğine delil vardır. Buna delil ise, Peygamber Efendimiz'in vefat ettiği vakte kadar münafıkların onunla birlikte kalmış olmasıdır. Fazilet ehlinin uyguladıkları bilinen ise, verdikleri sözü eksiksiz yerine getirmeleri, tehditlerini ise, ertelemeleridir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce Al-i İmrân Sûresi (3/186. âyetin tefsiri)nde ve başkalarında geçmiş bulunmaktadır.

63

İnsanlar sana saati sorarlar. De ki: "Onun ilmi ancak Allah'ın yanındadır." Ne bilirsin, belki de o saat yakında kopacaktır.

"İnsanlar sana saati sorarlar." Bunlar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a eziyet veren kimselerdir. Azâb ile tehdit olunduklarında kıyâmetin ne zaman kopacağını -böyle bir ihtimali uzak bularak ve yalanlamak maksİsmi ile- ve bunun olmayacağı intibaını vererek sormuşlardı. "De ki: Onun ilmi ancak Allah'ın yanındadır." Yani sen onların sorularına cevap ver ve: Onun ilmi Allah'ın yanındadır, de. Yüce Allah'ın bu saatin vaktini benden saklamış olması, benim peygamberliğimi çürütmez. Çünkü yüce Allah öğretmeksizin gaybı bilmek, peygamber olmanın şartlarından değildir.

"Ne bilirsin" sana ne bildirir ki

"belki de o saat yakında kopacaktır." Çok yakın bir zaman içersinde olup bitecektir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ben ve kıyâmet şu ikisi gibi gönderildim." derken, baş parmak ile orta parmağını işaret etmiştir Buhârî, IV, 1881, V, 2031, 2385; Müslim, II, 592, IV, 2268, 2269; Tirmizî, IV. 496; Dârimi, II, 404; Nesâî, III, 189; İbn Mâce, 1, 17; II, 1341; Müsned, III, 123, 130, 131... Bu hadisi sahih hadisleri toplayanlar rivâyet etmişlerdir.

Şöyle de denilmiştir: Kıyâmet yakın değildir, demektir. Burada saat kelimesi dolayısıyla gelmesi gereken müenneslik "te"si "yevm: gün" anlamında kullanıldığı için hazfedilmiştir. Yüce Allah'ın:

"Şüphesiz Allah'ın rahmeti iyi hareket edenlere yakındır." (el-A'raf, 7/56) Burada "yakındır" anlamında -"te"li olarak-: denilmeyiş sebebi, rahmetin "a" anlamında kullanıldığından dolay«ivt. Zira buram rmiera\esUğ,\ aslî (hakiki) değildir. Buna dair yeterli açıklamalar daha önceden (anılan âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Denildi ki: Yüce Allah'ın kıyâmetin kopuş zamanını saklı tutması, kulun her zaman ona hazırlıklı olması içindir.

64

Muhakkak Allah, kâfirlere lanet etmiş ve onlar için alevli bir ateş hazırlamıştır.

65

Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar. Hiçbir veli ve yardımcı da bulamayacaklar.

"Muhakkak Allah, kâfirlere lanet etmiş" onları kovmuş ve uzaklaştırmıştır. Lanet, rahmetten kovmak ve uzaklaştırmak demektir. Buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/88. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Ve onlar için alevli bir ateş hazırlamıştır. Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar." Burada cehennem ateşine "es-Sa'îr"e giden zamirin müennes olarak gelmesi bunu "en-nar (cehennem ateşi)" anlamında oluşundan dolayıdır.

"Hiçbir veli ve yardımcı da bulamayacaklar." Kendilerini Allah'ın azarından ve bu azapta ebedi olarak kalmaktan kendilerini kurtaracak hiçbir kimse bulamayacaklardır.

66

Yüzlerinin ateşte evirilip çevrileceği o günde diyecekler ki: "N'olaydı! Keşke biz Allah'a ve Rasûle itaat etseydik."

"Yüzlerinin ateşte evirilip çevirileceği o günde" âyetinde yer alan; Evirilip çevirileceği" âyeti genel olarak meçhul bir fiil olmak üzere "te" harfi ötreli, "lâm" harfi de üstün olarak okunmuştur. Buna karşılık Îsa el-Hemedanî ile İbn İshak: "Evirip çevireceğimiz" şeklinde "nûn" harfi ve esreli "lâm" ile, buna karşılık " Yüzlerini" lâfzını nasb ile okumuşlardır. Yine Îsa; "(........): Evirip çevireceği" şeklinde "te" ötreli ve "lâm" harfi esreli olmak üzere cehennem ateşinin yüzlerini evirip çevireceği, anlamında okumuştur.

Bu evirip çevirmek cehennem ateşinin alevi dolayısı ile renklerinin değişmesi şeklindedir. Kimi zaman yüzleri simsiyah kesilecek, kimi zaman da moraracaktır. Derileri bir başka derilerle değiştirileceği vakit de keşke kâfir olmasalardı diye temennide bulunacaklar.

"Diyecekler ki: N'olaydı! Keşke..." buyuruğunun anlamının: Yüzlerinin ateşte evirilip çevirileceği günde n'olaydı keşke... şeklinde olması da mümkündür.

"... Keşke biz Allah'a ve Rasûle itaat etseydik." Kâfir olmasaydık da, mü’minlerin kurtulduğu gibi biz de şu azaptan kurtulsaydık.

"Rasûle" anlamındaki kelimenin sonuna gelen bu elif fasılalarda (ayetlerin sonlarında) meydana gelir. Onun üzerinde vakıf yapılır ve bu "elifle vasl yapılmaz.

"Yoldan" kelimesi de bu şekildedir. Buna dair açıklamalar sûrenin baştaraflarında (33/10. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

67

Diyecekler ki: "Rabbimiz, gerçekten biz yöneticilerimize ve büyüklerimize itaat ettik. Onlar da bizi yoldan saptırdılar."

el-Hasen de:

"Yöneticilerimize" anlamındaki kelimeyi şeklinde: "Yöneticiler, efendiler" lâfzının (çoğulun) çoğulu olmak üzere "te" harfini esreli okumuştur. Bu ifade geçmişleri taklidden sakındırmaktadır. Bu da; 'in çoğulu olup "feale" veznindedir. Tıpkı "ketebe (yazıcılar) ve fecera" gibi. el-Hasen'in okuyuşuna göre ise, bu cem'in de cem'idir. Bu kelime bir anlamıyla büyükler demektir.

Katade de şöyle açıklamıştır: Bunlar Bedir Gazvesi'nde (katılan müşriklere) yemek yediren kimselerdir. Ancak daha zahir olan bunun şirk ve sapıklıkta önder ve başkan olan kimseler hakkında umumi olduğudur. Yani biz onlara sana isyan etmek hususunda ve bizi kendisine davet ettikleri şeylerde itaat ettik.

"Onlar da bizi yoldan saptırdılar." Doğru yol olan tevhidden uzaklaştırdılar.

Burada fiilin mef'ûle "...dan" harf-i cerri ile geçiş yapması sözkonusu olduğu halde, harf-i cer hazfedildiğinden fiil doğrudan mef'ûlü etkileyerek onu nasbetmiştir.

"İdlâl: saptırmak" ise, araya bir harf-i cer getirmeden, ikinci bir mef'ûle geçiş yapmaz. Yüce Allah'ın:

"Beni zikirden o saptırdı" (el-Furkan, 25/29) âyetinde olduğu gibi.

68

"Rabbimiz, onlara azaptan iki kat ver ve onları büyük bir lanet ile lanetle!"

"Rabbimiz, onlara azaptan iki kat ver" âyeti hakkında Katade: Dünya azâbı ile âhiret azabını ver, diye açıklamıştır. Küfür azâbı ile saptırmanın azabını ver, diye de açıklanmıştır. Yani sen bunları bize verdiğin azâbın iki san ile azaplandır, çünkü hem kendileri saptılar, hem de (bizleri) saptırdılar.

"Ve onları büyük bir lanet ile lanetle." İbn Mes'ûd, onun öğrencileri Yahya ve Âsım bunu: "(...........): Büyük" şeklinde "be" harfi ile okumuşlardır, diğerleri ise, (peltek) se ile (çokça anlamında) diye okumuşlardır. Bu okuyuşu Ebû Hatim, Ebû Ubeyd ve en-Nehhâs da tercih etmişlerdir. Buna sebep ise, yüce Allah'ın:

"İşte onlara hem Allah lanet eder, hem de lanet edenler lanet eder" (el-Bâkara, 2/159) âyetidir. Bu anlam ise, "çokça" demektir. Muhammed b. Ebi's-Serrî de şöyle demiştir: Rüyada kendimi Askalan mescidinde imişim gibi gördüm. Sanki bir adam benimle Muhammed'in ashabına buğzedenler hakkında tartışıyordu. Şöyle dedi: Sen onlara çokça lanet et. Sonra bunu gözümün önünden kayboluncaya kadar tekrarlayıp durdu ve bunu sadece "(peltek) se" ile söylüyordu.

Esasen "be" ile (büyük anlamındaki) okuyuş da "peltek se" ile okuyuşun anlamına racidir. Çünkü büyük olan bir şey, miktarı itibariyle büyük demek olan çok demektir.

69

Ey îman edenler! Siz de Mûsa'yı incitenler gibi olmayın. Allah onu dediklerinden temize çıkardı. O, Allah indinde itibarlı ve değerli idi.

Yüce Allah, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı ve mü’minleri inciten, münafıklarla kâfirle sözkonusu ettikten sonra, mü’minleri de böyle bir eziyette bulunmaya kalkışmaktan sakındırıp peygamberleri Mûsa'ya eziyet edip incitmek bakımından İsrailoğullarına benzemelerini yasaklamaktadır.

İnsanlar, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Mûsa (aleyhisselâm)'a ne şekilde eziyet edilip incitildikleri hususunda farklı görüşlere sahibtirler. en-Nekkaş'ın naklettiğine göre, müşrik ve münafıkların Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a eziyet etmeleri, "Muhammed'in oğlu Zeyd" demeleri idi. Ebû Vail de şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a eziyet etmek bir paylaştırmada bulunduğu sırada ensardan bir adamın: Bu paylaştırma ile Allah'ın rızası gözetilmiş değildir, demesidir. Bu husus Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a zikredilince, bundan dolayı öfkelenmiş ve şöyle demişti: "Allah, Mûsa'ya rahmetini ihsan etsin. Gerçekten ona bundan daha fazlası ile eziyet edilmiş, incitilmişti de o yine sabretmişti." Buhârî, III, 1148, IV, 1576; Müslim, II, 739; Müsned, I, 435.

Mûsa (aleyhisselâm)'a ne şekilde eziyet edilip incitildiğine gelince, İbn Abbâs ve bir topluluk şöyle demiştir: Bu Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'ın rivâyet ettiği şu hadisin muhtevasında sözü edilen husustur. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir: "İsrâiloğulları çıplak yıkanıyorlardı. Mûsa (aleyhisselâm) ise, çokça örtünürdü ve bedenini saklardı. Bir kesim onun hakkında: Onun hayaları şişkindi ve onun baras hastalığı vardır, yahut da, onda bir hastalık bulunmaktadır, demişlerdi. Bir gün Şam (Suriye) topraklarında bulunan bir pınarda yıkanmaya gitti. Elbiselerini bir taşın üzerine bıraktı. Taş elbisesi ile birlikte uçup gitti. Mûsa çıplak olarak taşın arkasından gidiyor ve: Ey taş elbisemi ver, ey taş elbisemi ver, diyordu. Nihayet İsrailoğullarından bir topluluğun yanına kadar (bu haliyle) geldi. Ona baktıklarında bir de ne görsünler, Mûsa aralarında yaratılışı en güzel, sureti en mutedil birisidir. Söylediklerinin hiçbirisi onda yok. İşte şanı yüce Allah'ın: "Allah onu dediklerinden temize çıkardı." âyetinde anlatılan budur." Bu hadisi Buhârî ve bu manada da Müslim rivâyet etmişlerdir Buhârî, I, 107, Müslim, I, 267, 1841; Müsned, II, 315, 392, 514, 535.

Müslim'in lâfzı ile, şöyledir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İsrâiloğulları çıplak olarak yıkanırlardı. Biri diğerinin avretine bakardı. Mûsa (aleyhisselâm) ise, tek başına yıkanırdı. Bunun üzerine onlar: Allah'a yemin olsun ki Mûsa'nın bizimle birlikte yıkanmasını engelleyen ancak onun hayalarının şişkin olmasıdır, dediler. Birgün yıkanmaya gittiğinde elbiselerini bir taşın üzerine koymuştu. Taş elbisesiyle birlikte uçup gitti. Mûsa (aleyhisselâm) hızlıca taşın arkasından koştu ve bu arada: Ey taş elbisemi ver, ey taş elbisemi ver, diyordu. Nihayet İsrâiloğulları Mûsa (aleyhisselâm)'ın avretini gördüler ve: Allah'a yemin olsun ki Mûsa'nın herhangi bir rahatsızlığı yoktur, dediler. Bu sefer taş yerinde durdu ve böylece (Mûsa)a bakmış oldular. Mûsa da elbisesini aldı ve taşı dövmeye başladı." Ebû Hüreyre dedi ki: Allah'a yemin ederim. Taşta altı ya da yedi darbe izi var. Bunlar Mûsa'nın taşa indirdiği darbelerin izleridir. Müslim, I, 267, IV, 1841.

Bu, bu husustaki görüşlerden birisidir. İbn Abbâs'tan, onun Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan rivâyetine göre Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: İsrailoğulları Mûsa hakkında: O Harun'u öldürdü, demek suretiyle eziyet vermişlerdi. Şöyle ki Mûsa ile Harun Tih'in ekin ekilen bir yerinden dağa doğru çıkıp gittiler. Harun da orada öldü. Mûsa geldiğinde İsrailoğulları Mûsa'ya: Onu sen öldürdün, çünkü o bize göre senden daha yumuşaktı ve bizi daha çok severdi, dediler. Böylelikle Mûsa'ya eziyet ettiler. Bunun üzerine yüce Allah meleklere emretti. Melekler de Harun'u alıp İsrailoğulları arasında gezdirdiler. Böylece Mûsa nın doğruluğunu kendilerine kesinlikle gösteren pek büyük bir mucize görmüş oldular. Çünkü Harun'da hiçbir öldürme izi yoktu.

Şöyle de denilmiştir: Melekler Harun'un öldüğünü söylediler ve onun kabrinin yerini sadece kartal bilir. Yüce Allah da onu sağır ve dilsiz kılmıştır.

Harun, Tih'de Mûsa (aleyhisselâm)'dan önce vefat etmişti. Mûsa da Tih'de geçirilen sürenin tamamlanmasından iki ay önce vefat etmişti.

el-Kuşeyrî'nin, Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan naklettiğine göre yüce Allah Harun'u diriltti ve o da İsrailoğullarına Mûsa'nın kendisini öldürmemiş olduğunu bildirdikten sonra tekrar öldü.

Bir diğer açıklamaya göre; Mûsa (aleyhisselâm)'a eziyet edilmesi onun sihirbaz ve ieli olduğunu söyleyerek ona iftirada bulunmaları idi. Ancak sahih olan birinci görüştür. Bununla birlikte bütün bunları yapmış olmaları, yüce Allah'ın da bütün bunlardan onu temize çıkarmış olması da mümkündür.

Çıplak Olarak Suya Girmenin Hükmü:

Mûsa (aleyhisselâm)'ın elbiselerini taşın üzerinde bırakıp suya çıplak olarak girmesi, bunun câiz olduğuna delildir. Cumhûr'un görüşü de budur. Ancak İbn Ebi Leyla bunu kabul etmemekte ve bu konuda sahih olmayan bir hadisi delil göstermektedir. Bu da Peygamber Efendimiz'in söylediği rivâyet edilen şu hadistir "Suya ancak peştemal ile giriniz. Çünkü suda yaşayan varlıklar vardır." ed-Deylemî, el-Firdevs, V, 30'da, son bölümü; "...suyun gözleri vardır" anlamında. "Suya peştemalsiz girmenin yasak olduğunu" bildiren bazı rivâyetler için bk.: İbn Huzeyme. Sahih, I, 124; Hakim, Müstedrek, I. Kadı Iyad demiştir ki: Bu ilim ehline göre zayıf bir hadistir.

Derim ki: Ancak İsrail'in, Abdu'l-A'lâ'dan yapmış olduğu şu rivâyet sebebiyle tesettüre riayet etmek müstehabtır. Çünkü Abdu'l-A'lâ'dan nakledildiğine göre el-Hasen b. Ali bir su birikintisine üzerinde kendisine sarındığı bir peştemal olduğu halde girmiş, sudan çıktığında bu hususta ona soru sorulunca şu cevabı vermiştir: Ben kendisinin beni görüp de benim kendisini görmediğim kimselere karşı örtündüm. Bununla Rabbime karşı ve meleklere karşı örtündüğünü kastetmiştir.

Mûsa (aleyhisselâm)'ın taşa akıl sahibi varlıklar gibi nasıl seslendiği sorulacak olursa şöyle cevap verilir: Çünkü taştan akıl sahibi varlığın yaptığı bir iş sadır olmuştur. "Taş!" lâfzı nida harfi hazfedilmiş, müfred bir münadadır. Tıpkı yüce Allah'ın:

"Yusuf, sen bundan vazgeç" (Yusuf, 12/29) âyetinde olduğu gibi. (Burada da nida harfi hazfedilmiştir.)

"Elbisemi (ver)" sözü de hazfedilmiş bir fiil dolayısıyla nasbedilmiştir ki ifadenin takdiri (hadisin tercümesinde olduğu gibi): Elbisemi bana ver yahut elbisemi bırak şeklindedir, durumun delâleti dolayısıyla fiil hazfedilmiştir.

"O Allah indinde itibarlı ve değerli idi." Pek büyük bir kıymeti vardı, demektir. Arapçada itibarlı ve değerli (el-vecih): Değeri büyük ve konumu yüksek kimse demektir. Rivâyet olunduğuna göre Mûsa (aleyhisselâm) yüce Allah'tan bir şey diledi mi ona o istediğini verirdi. İbn Mes'ûd bunu; "O Allah'ın... bir kulu idi" diye okumuştur.

"İtibarlı ve değerli" âyeti Allah'ın onunla özel şekilde konuşmasına işarettir, diye de açıklanmıştır.

Ebubekr el-Enbarî "Kitabu'r-Red (ala men Halefe Mushafa Usman)" adlı eserinde şöyle demektedir: Kur'ân'a dil uzatan kimseler müslümanların "o Allah indinde itibarlı ve değerli idi" âyetindeki kelimeyi değiştirdiklerini ve: "İndinde" lâfzının doğrusunun aslında; "Bir kul" şeklinde olduğunu ileri sürmüştür. Bu ise, bu kimsenin maksadının çok zayıf, anlayışının eksik ve bilgisinin de kıt olduğunu göstermektedir. Çünkü âyet-i kerîme senin dediğin gibi kabul edilip ve dediğin şekilde "bir kul" anlamında okunmuş olsaydı, Mûsa (aleyhisselâm)'a yapılan övgü eksik bir övgü olurdu. Çünkü "itibarlı ve değerli" lâfzı hem dünya ehli nezdinde, hem çağdaşları arasında, hem de âhirettekiler arasında bu durumda olması anlamına gelir. Dolayısı ile bu değiştirildiği iddia edilen okuyuşa göre, onun nerede medhedilmiş olduğu bilinemez. Zira eğer dünyadakiler nezdinde itibarlı ve değerli birisi ise, bu Allah'ın ona bir nimeti olur ve Allah tarafından bu hususta ona yapılan övgünün açık bir tecellisi görülmez. Şanı yüce Allah:

"O Allah indinde itibarlı ve değerli idi" âyeti ile övüldüğü yeri de açıklamak suretiyle böylelikle onun Allah nezdinde itibarlı ve değerli olmak suretiyle en üstün bir şeref ve yüce bir mevkiye lâyık olduğu ortaya çıkmaktadır. Buna göre kim böyle bir lâfzı değiştiricek olursa, yüce Allah'ın peygamberi hakkında varid olmuş en övünülmeye değer övgüyü ve en büyük medh u senayı ortadan kaldırmış olur.

70

Ey îman edenler! Allah'tan korkun ve dosdoğru söz söyleyin.

71

O da amellerinizi, lehinize olmak üzere, düzeltsin. Günahlarınıza da mağfiret etsin. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse, büyük bir kurtuluşla kurtulmuş olur.

"Ey îman edenler! Allah'tan korkun ve dosdoğru" adaletli ve hakka uygun

"söz söyleyin." İbn Abbâs: Doğru söz söyleyin, diye açıklamıştır. Katade ve Mukâtil de şöyle demişlerdir: Yani Zeyneb ile Zeyd hakkında dosdoğru söz söyleyin. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a da helâl olmayan şeyleri nisbet etmeyin.

İkrime ve yine İbn Abbâs da şöyle demişlerdir: Dosdoğru söz lâ ilahe ilallah, demektir. Bunun, dışı içine uygun düşen söz olduğu söylendiği gibi, başkası bir tarafa sadece Allah'ın rızası gözetilerek söylenen sözdür, diye de açıklanmıştır. Birbirleriyle anlaşamayıp tartışan kimselerin arasını düzeltmek olduğu da söylenmiştir.

Bu ifade, kendisi ile hedefi isabet ettirmek maksİsmi ile okun düzeltilmesini anlatan: (......)'den alınmıştır. Dosdoğru söz (kavl-i sedid) bütün hayırları kapsar. O halde dosdoğru söz, sözü edilen bütün bu hususlar hakkında ve başkaları hakkında genel bir ifadedir.

Âyetin zahiri' şunu göstermektedir: Bu âyet ile Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü’minler hakkında söylenen eziyet verici, rahatsız edici sözlerin dışında kalan, onlara muhalif olan sözlere işaret edilmektedir.

Daha sonra yüce Allah, dosdoğru söz söylemeyi amelleri düzeltmek ve günahları bağışlamak ile mükâfatlandıracağını vaadetmektedir. Böyle bir derece ve böyle yüksek bir mevki ise, mükâfat olarak çok üstün ve yeterlidir.

"Kim Allah'a ve Rasûlüne" verdikleri emirlerinde ve yasaklarında

"itaat ederse, büyük bir kurtuluşla kurtulmuş olur."

72

Biz; emaneti, göklerle yere ve dağlara arzettik de onlar onu yüklenmek istemediler. Bundan endişeye düştüler, ama onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalim ve çok cahildir.

Cenab-ı Allah bu sûrede bunca ahkâmı açıkladıktan sonra, emirlerine bağlı kalmayı emretmektedir.

Emanet; bu husustaki en sahih görüşe göre dinin bütün görevlerini kapsamaktadır. Cumhûr'un görüşü budur.

Tirmizî el-Hakim Ebû Abdillah şu rivâyeti kaydetmektedir: Bize İsmail b. Nasr anlattı, o Salih b. Abdullah'tan, o Muhammed b. Yezid b. Cevher'den, o ed-Dahhak'tan, o İbn Abbâs'dan rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Yüce Allah, Âdem'e: Ey Âdem dedi. Şüphesiz ki Ben emaneti göklere ve yere teklif ettim. Onlar buna güç yetiremediler. Sen içindeki muhtevası ile birlikte onu yüklenir misin? Âdem: İçinde neler var ya Rabbi? dedi. Yüce Allah şöyle buyurdu: Eğer sen bunu yüklenirsen, ecir alırsın. Buna riayet etmezsen, azâb edilirsin. O da içindekilerle birlikte onu yüklendi. Ancak cennette sadece ilk namaz ile ikindi namazı arası kadar bir süre kaldı, sonra da şeytan onun oradan çıkmasına sebep oldu." Muhammed b. Nasr el-Mervezi, Ta'zimu Kadri's-Salat, I, 473-474; Deylemî, el-Firdevs, III, 175.

Buna göre emanet, yüce Allah'ın kullarına emanet olarak verdiği farzlardır. Bunların bazılarının tafsilatı hususunda görüş ayrılıkları vardır. İbn Mes’ûd dedi ki: Bu âyet emanet olarak bırakılan şeyler ve benzeri mal emanetleri hakkındadır. Yine ondan bütün farzlardır, bunların en ağırı ise-, mal emanetidir, dediği de rivâyet edilmiştir.

Ubeyy b. Ka'b dedi ki: Kadına ferci (namus ve iffeti) hususunda güvenilmesi emanetin bir kısmını teşkil eder.

Ebû'd-Derdâ da şöyle demiştir: Cünubluktan yıkanmak bir emanettir. Şanı yüce Allah dininden ondan başkası hususunda Âdem oğluna güven duymamıştır. Merfu' bir hadiste de şöyle denilmektedir: 'Emanet namazdır." Malikin Zeyd b. eslem'den rivâyeti olarak: İbn Kesîr, Tefsir, III, 523. istersen namaz kıldım dersin, istersen kılmadım, dersin. Oruç ve cünubluktan yıkanmak da böyledir.

Abdullah b. Amr b. el-Âs dedi ki: Yüce Allah'ın insandan ilk yarattığı şey, onun fercidir. Yüce Allah: Bu benim sana bıraktığım bir emanettir, sakın onu haktan başkasına katma, karıştırma. Eğer sen onu koruyacak olursan, ben de seni korurum, buyurdu. Buna göre ferc bir emanettir, kulak bir emanettir, göz bir emanettir, dil bir emanettir, karın bir emanettir, el bir emanettir, ayak bir emanettir. Esasen emaneti olmayanın imanı da yoktur. Muhammed b. Nasr el-Mervezi, Ta'zimu Kadri's-Sıla, I, 481.

es-Süddî dedi ki: Buradaki emanetten kasıt, Âdem'in oğlu Kabil'e, diğer oğlu ve aile halkı hakkında duyduğu güvendir. Buna karşılık Kabil'in kardeşini öldürmek suretiyle ona hainlik etmesidir. Çünkü yüce Allah ona:

"Ey Âdem, demişti. Benim yeryüzünde bir Ev'imin olduğunu biliyor musun?" Âdem: "Hayır, Allah'ım" demişti. Yüce Allah şöyle buyurmuştu: "Benim Mekke'de bir Evim var, ona git. Bunun üzerine Âdem semaya: Emanet olarak oğlumu koru demişti, sema kabul etmemişti. Yere: Emanet olarak oğlumu koru, demiş, yer de kabul etmemişti. Dağlara da aynı şeyi söylemiş, dağlar da kabul etmemişti. Bu sefer Kabil'e: Emanet olarak oğlumu koru, demiş, o da: Olur diye cevap vermişti. Git ve gel oğlunu seni memnun edecek bir şekilde bulacaksın demiş, fakat geri döndüğünde kardeşini öldürmüş olduğunu görmüştü. İşte şanı yüce Allah'ın:

"Biz emaneti göklerle yere ve dağlara arzettik de onlar onu yüklenmek istemediler..." âyetinde kastedilen budur.

Ma'mer'in, el-Hasen'den rivâyet ettiğine göre emanet göklere, yere ve dağlara teklif edildiğinde onlar: Emanette (muhtevasında) ne var? diye sormuşlardı. Onlara: İyilik yaparsan mükâfat görürsün, kötülük yaparsan cezalandırılırsın, denildi. Bu sefer bunlar: Hayır (kabul etmiyoruz), dediler.

Mücahid dedi ki: Yüce Allah Âdem'i yaratınca ona emaneti teklif etti, o: Emanet nedir? diye sordu. Yüce Allah şu cevabı verdi; Eğer iyilikte bulunursan sana mükâfat veririm, eğer kötülük yaparsan seni azablandırırım. Bunun üzerine Âdem: Ben de onu yüklendim Rabbim, diye cevab verdi.

Mücahid dedi ki: Onun bu emaneti yüklenmesi ile cennetten çıkartılması arasında geçen süre sadece öğle ile ikindi namazı arası kadar idi.

Ali b. Talha'nın, İbn Abbâs'tan rivâyet ettiğine göre o yüce Allah'ın:

"Biz emaneti göklerle yere ve dağlara arzettik de..." âyeti hakkında şöyle demiştir: Emanet'ten kasıt farzlardır. Yüce Allah, bunu göklere, yere ve dağlara teklif etti. Eğer eksiksiz olarak emanetin gereğini yerine getirirlerse onları mükâfatlandıracağını, onu zayi edecek olurlarsa azaplandıracağını söyledi. Bu işten hoşlanmadılar ve çekindiler, ancak bu bir masiyet kastıyla değil, gereğini yerine getiremezler korkusuyla yüce Allah'ın dinini ta'zim ettiklerinden böyle tavır takınmışlardı. Daha sonra yüce Allah, bu emaneti Âdem'e teklif etti, o da içindekilerle beraber kabul etti.

en-Nehhâs dedi ki: Tefsir âlimlerinin kabul ettiği görüş budur.

Bir diğer açıklama da şöyledir: Âdem (aleyhisselâm)'ın vefatı yaklaştığında emaneti mahlukata teklif etmesi emrolundu. O da bu emaneti almaları için teklifte bulundu, fakat çocuklarından başka kimse onu kabul etmedi.

Yine denildiğine göre; bu emanet yüce Allah'ın göklerde, yerde dağlarda ve mahlukatta tevdi etmiş olduğu rubûbiyetine dair delilleri ortaya çıkarmalarıdır. Onlar da bu delilleri açıkça ortaya koydular, ancak insan bu delilleri gizledi ve inkâr etti. Bu açıklamayı da bazı mütekellimler yapmışlardır.

"Arzettik" ifadesi açığa çıkardık, izhar ettik, demektir. Nitekim "cariyeyi satışa arzettim" demek de böyledir. Yani Biz emaneti ve emanetin gereğinin yerine getirilmesini göklerde ve yerde bulunan meleklere, insanlara ve cinlere arzettik (durumunu açıkladık) "de onlar bunu yüklenmek istemediler." Yani yükünü taşımaya yanaşmadılar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Yemin olsun onlar hem kendi yüklerini taşıyacaklar, hem de kendi yükleri ile birlikte başka yükleri de yükleneceklerdir." (el-Ankebut, 29/13)

"Ama onu insan yüklendi." Burada

"insan"dan kasıt, el-Hasen'in dediğine göre kâfir ve münafıktır.

"Çünkü o" nefsine

"çok zalim ve" Rabbi hakkında

"çok cahildir." Buna göre (göklerin, yerin ve dağların) cevabı mecazi bir ifade olur.

"O kasabaya sor" (Yusuf, 12/82) âyeti gibi olur.

Bu hususta bir diğer cevab da şöyledir: Bu hakikattir, gerçekten yüce Allah; göklere, yere ve dağlara emaneti ve emanetin zayi edilmesi (halinde ceza ve mükâfatını) sunmuş (açıklamış)dır. Bu da mükâfat ve cezadır. Yani onlara bu hususları açıkladığı halde onlar bu yükün altına girmeyip bundan korktular ve şöyle dediler: Biz ne mükâfat isteriz, ne de bir ceza isteriz. Herbirileri de: Bu altından kalkabileceğimiz bir iş değildir. Biz Senin emrini dinleyenleriz, bize vermiş olduğun emirlerde ve bizi müsahhar kıldığın hususlarda sana itaat ediyoruz. Bu açıklamayı da el-Hasen ve başkaları yapmıştır.

İlim adamları derler ki: Cansız varlıkların hiçbir şey anlamadıkları ve cevab veremedikleri bilinen bir husustur. Bu son görüşe göre onların hayat sahibi olduklarının kabul edilmesi kaçınılmaz bir şeydir.

Burada sözü edilen arz ve teklif bağlayıcı olmak üzere yapılmış bir teklif değil, muhayyer bırakan bir üslupla yapılmış bir tekliftir. İnsana yapılan :eklif ise, bağlayıcı bir surette yapılmıştır.

el-Kaffal ve başkaları şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîmedeki "arzetmek" bir darb-ı meseldir. Yani gökler ve yer büyüklüklerine rağmen, şayet mükellef kılınmaları mümkün olsaydı, şer'î hükümlerin altına girmek onlara çok ağır gelirdi. Buna sebep ise bu hükümlerdeki mükâfat ve cezadır, yani teklif öyle bir özelliktedir ki göklerin, yerin ve dağların ondan âciz düşmeleri sözkonusudur. İnsana ise, bu yükümlülük verildi, eğer o aklını kullanacak olsaydı, çok zalim ve çok cahil olduğunu anlardı. Bu da yüce Allah'ın şu buyruklarına benzemektedir:

"Şayet Biz bu Kur'ân'ı bir dağa indirse idik..." (el-Haşr, 59/21) diye buyurduktan sonra: "İşte Biz bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz" diye buyurmaktadır.

el-Kaffal dedi ki: Yüce Allah'ın misaller verdiği ortada olduğuna göre, ayrıca ancak bir misal olarak anlaşılabilecek haberler de bize varid olduğuna şzre: bunu ancak bir misal olarak kabul etmeliyiz.

Bir kesim de şöyle demektedir: Âyet-i kerîme mecazlı bir anlatımdır. Ya-s Biz eğer emanetin ağırlığını göklerin, yerin ve dağların gücü ile karşılaştıracak olursak, bunların emaneti taşıyamayacaklarını görürüz ve eğer bunür konuşacak olurlarsa, bu işi kabul etmezler ve bundan çekinirler. İşte Cenab-ı Allah bu anlamı: "Biz emaneti göklerle yere ve dağlara arzettik de..." ivetı ile dile getirmektedir. Bu da bir kimsenin: Ben yükü deveye sundum, o bu yükü kabul etmedi, demesine benzer. Halbuki bu ifade, yükün ağırlığı ile devenin gücünü birbiriyle karşılaştırdım, fakat gücünün bu yükü taşımaya yetmeyeceğini gördüm demektir.

"Arzettik" âyetinin emaneti göklerle yer ve dağlarla karşılaştırdık, fakat bunların emaneti taşıyamayacak kadar zayıf olduklarını ve emanetin ağırısb ;Ie bunlardan daha ağır bastıklarını gördük, demek olur. Bir diğer açıklamaya göre emanetin göklere, yere ve dağlara arzedilmesi Âdem (aleyhisselâm) tarafından olmuştur. Şöyle ki; yüce Allah, Âdem'i soyundan gelenlere halife kılıp Z3. yeryüzünde bulunan bütün hayvanlar, kuşlar ve yabani hayvanlara ha-ac kılıp ona birtakım ahidlerde bulunup bu ahidlerde ona birtakım emirler verip birtakım şeyleri haram, birtakım şeyleri helâl kılınca, o da bunları kabul etti ve bunların gereğince amel etti. Ölüm vakti yaklaşınca yüce Allah'tan kendisinden sonra yerine kimi halef bırakacağını bildirmesini ve kendisine yüklemiş olduğu bu emaneti kime yükleyeceğini bildirmesini istedi. Yüce Allah, ona bu işi, itaat ettiği takdirde mükâfat, isyan ettiği takdirde cezalandırılmak şeklinde kendisinden alınmış aynı şartlar ile göklere arzetmesini emretti. Gökler yüce Allah'ın azabından korkarak bu teklifi kabul etmediler. Daha sonra aynı şekilde bunu yere ve bütün dağlara arzetmesini emretti, bunlar da kabul etmediler. Arkasından bu işi oğluna teklif etmesini emretti, o da bu işi oğluna teklif etti. Oğlu da aynı şartla kabul etti. Göklerin, yerin ve dağın çekindiği gibi, o bu görevden çekinmedi.

"Çünkü o" kendi nefsine karşı

"çok zalim ve" Rabbi için yüklenmiş olduğu görevin akıbetini bilmeyen

"çok cahildir."

Tirmizî el-Hakim Ebû Abdullah Muhammed b. Ali dedi ki: Ben bu sözleri söyleyenin bu kıssayı nereden çıkartıp getirdiğine şaşırdım doğrusu. Çünkü bu husustaki rivâyetlere baktığımız takdirde rivâyetlerin, söylediklerinden farklı olduğunu görürüz. Yine âyetlerin zahirine bakacak olursak, âyetlerin zahirinin de söylediklerine uygun düşmediğini görürüz. Batınına bakacak olursak, söylediğinden çok uzak olduğunu görürüz. Çünkü o emanetten defalarca sözettiği halde, emanetin ne olduğundan sözetmemektedir. Şu kadar var ki o: "Allah onu yeryüzünde bulunan herşeye hakim kılıp içinde emirleri, yasakları, helâl ve haram kıldığı şeyleri ihtiva eden ahdini Allah ona verdi" sözleri ile buna işaret etmekte, yüce Allah'ın da bu işleri göklere, yere ve dağa teklif etmesini emrettiğini iddia etmektedir. Gökler, yer ve dağlar helâl ve haramı ne yapsın? Hayvanlar, kuşlar ve yabani hayvanlar üzerinde musallat ve egemen olmanın mahiyeti nedir? Diğer taraftan bu işi oğluna teklif edip oğlu kabul edince, ondan sonra nasıl onun zürriyetinin boyunlarına bir mesuliyet olarak kalmaya devam etmiştir? Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan haberin başında belirtildiğine göre o, emaneti göklere, yere ve dağlara teklif etti. Onların bunu kabul etmedikleri ortaya çıktıktan sonra, insanın bu emaneti yüklendiğini sözkonusu etti. Yani insan bunu kendiliğinden kabul etti, yoksa ona bu iş yükletilmiş değildir. Bundan dolayı ondan:

"Çünkü o" nefsine

"çok zalim ve" içindeki muhtevadan habersiz olduğu için

"çok cahildir" denilmiştir.

Bu kimsenin sözünü ettiklerinin aksini ortaya koyan rivâyetlere gelince: Bana babam -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- anlattı, dedi ki: Bize el-Fayd b. el-Fadl el-Kufî anlattı, dedi ki: Bize es-Serrî b. İsmail anlattı. es-Serrî, Âmir en-Nehaî'den, o Mesrûk'tan, o Abdullah b. Mes'ûd'dan dedi ki: Yüce Allah emaneti yarattığında ona kaya gibi temsili bir suret verdi. Sonra bunu dilediği bir yere bıraktı, sonra bunu yüklenmek üzere gökleri, yeri ve dağlan çağırdı, onlara: Bu emanettir, bunun (yerine getirilmesi halinde) sevabı, (getirilmemesi halinde) cezası vardır, dedi. Bunlar: Rabbimiz dediler, bizim buna gücümüz yetmez. İnsan ise, davet olunmadan geliverdi ve göklere, yere ve dağlara: Sizin üstünüzde ne var? diye sordu, onlar şöyle dediler: Rabbimiz bizleri şunu taşımak üzere çağırdı, biz ise, bundan çekindik ve buna güç yetiremedik. Bu sefer onu eliyle hareket ettirdi ve şöyle dedi: Allah'a yemin ederim. Bunu taşımak istesem taşıyabilirim deyip dizlerine varıncaya kadar o emaneti kaldırdı, sonra yerine bırakıp şöyle dedi: Allah'a yemin ederim daha da taşımak istesem yine daha yukarıya kaldırabilirim. Bu sefer onlar: Haydi taşı bakalım, dediler. Onu taşıdı ve göğüs hizasına getirinceye kadar kaldırdı, sonra onu yerine koydu. Yine: Allah'a yemin ederim, daha yukarı kaldırmak isteseydim kaldırabilirdim, dedi. Yine onlar: Haydi kaldır, dediler. O da bunu kaldırdı ve omuzunun üstüne koydu. Yerine bırakmak isteyince, onlar: Olduğun yerde dur, dediler, çünkü bu emanettir. Bunun sevabı da vardır, cezası da vardır. Rabbimiz bize onu taşımamızı emretti, biz ondan çekindik. Sense bunu taşıman için çağırılmadığın halde geldin, onu taşıdın. Artık bu, kıyâmet gününe kadar senin ve senin zürriyetinden geleceklerin boynunda kalmıştır. Çünkü sen çok zalim ve çok cahilsin.

Daha sonra Tirmizî el-Hakim birçoğu önceden kaydedilmiş bulunan ashab ve tabiinden birtakım haberler daha kaydetmektedir.

"Ama onu insan yüklendi." Haklarını yerine getirmeyi o üstlendi. Bunu yaparken o kendi nefsine çokça zalimlik etmişti. Katade dedi ki: Onun zalimliği emanete karşı idi ve o altına girdiği yükün miktarını bilmiyordu. İbn Abbâs ve İbn Cübeyr'in te'vili budur.

el-Hasen: Rabbi hakkında bilgisizdi, diye açıklamıştır. Yine el-Hasen: Ama onu insan yüklendi." O hususta emanetin gereğini yerine getirmedi diye açıklamıştır.

ez-Zeccâc dedi ki: Bu te'vile göre âyet-i kerîme kâfirler ve münafıklar ile durumlarına göre isyankârlar hakkındadır.

İbn Abbâs ve arkadaşları ile ed-Dahhak ve başkaları şöyle demişlerdir: "İnsan"dan kasıt Âdem'dir. O emaneti yüklendi, fakat daha bir gün geçmeden kendisinin cennetten çıkarılmasına sebep teşkil eden masiyeti işledi.

Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre yüce Allah ona: Bu emaneti içindekilerle birlikte yüklenir misin? diye sormuş, o: İçinde ne var? diye sormuş. Yüce Allah şu cevabı vermiş: İyilik yaparsan mükâfatını alırsın, kötülük vaparsan cezalandırılırsın. Âdem şu cevabı vermiş: Ben içindekiler ile birlikte onu kulağım ile omuzum arasındaki mesafede yüklenmeyi kabul ediyorum. Yüce Allah ona: Şüphesiz ki Ben sana yardım edeceğim. Senin gözüne bir perde kıldım, sen de gözünü senin için helâl olmayan şeylere karşı kapat. Fercin için bir elbise, kıldım, onu sana helâl kıldıklarımdan başkasına açma. (Allah doğrusunu en iyi bilendir).

Bazıları da "insan"dan kasıt, bütün insan türüdür, demişlerdir. Bu da daha önce belirttiğimiz üzere emanetin genel olması ile birlikte güzel bir açıklamadır.

es-Süddî ise, "insan"dan kasıt Kabil'dir demiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

73

Tâ ki Allah münafık erkeklerle, münafık kadınları, müşrik erkeklerle, müşrik kadınları azaplandırsın. Mü’min erkeklerle, mü’min kadınların da tevbelerini kabul etsin. Allah, çok bağışlayandır, çok rahmet buyurandır.

"Tâ ki Allah, münafık erkeklerle, münafık kadınları... azaplandırsın."

âyetinde geçen;

"Tâ ki... azablandırsın" lâfzındaki "lâm" "yüklendi" fiiline taalluk etmektedir, yani günahkârı azaplandırsın, itaatkârı da mükâfatlandırsın diye onu yüklendi. Buna göre burdaki "lâm" ta'lil (sebeblilik) içindir. Çünkü azâb emaneti yüklenmenin bir sonucudur.

Bu "lâm"ın "arzettik" fiiline taalluk ettiği de söylenmiştir. Yani Biz emaneti herkese teklif ettik. Sonra bunu insana yükledik ki, müşrikin şirki, münafıkın da münafıklığı -Allah onları azaplandırsın- diye mü’minin de imanı -Allah da onu mükâfatlandırsın diye- ortaya çıksın.

"Mü’min erkeklerle... tevbelerini kabul etsin." âyetinde yer alan: Tevbelerini kabul etsin" fiilini el-Hasen ötreli olarak önceki fiile atfetmeksizin okumuştur. Bu da; Allah her durumda tevbelerini kabul eder, demektir.

"Allah çok bağışlayandır, çok rahmet buyurandır" âyetinde geçen:

"Çok bağışlayandır, çok rahmet buyurandır" lâfızları: "...dır"ın arka arkaya gelmiş iki haberidir. İkincisinin birincisinin sıfatı olması da mümkündür. Hazfedilmiş bir lâfzın hali de olabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. (Ahzab Sûresi burada sona ermektedir).

0 ﴿