SEBE' SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile Hakkında ihtilâf edilen bir âyet müstesna herkese göre bu sûre Mekke'de inmiştir. İhtilaflı âyet yüce Allah'ın: "Kendilerine ilim verilenler bilirler ki..." (Sebe', 34/6) âyetidir. Bir kesimin görüşüne göre bu âyet Mekke'de inmiştir. Maksat da -İbn Abbâs'ın açıklamasına göre- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı olan mü’minlerdir. Bir kesime göre de bu âyet, Medine'de inmiştir. Maksat Medine'de müslüman olmuş mü’minlerdir, Abdullah b. Selam ve diğerleri gibi. Bu açıklamayı Mukâtil yapmıştır. Katade de şöyle demektedir: Bunlar kimler olursa olsunlar, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman eden ümmetidir. Sûre ellidört âyet-i kerîmedir. 1Göklerde olanlar da, yerde olanlar da yalnız kendisinin olan Allah'a hamdolsun. Âhirette de hamd yalnız Onundur. O, Hakîmdir, herşeyden haberdardır. "Göklerde olanlar da, yerde olanlar da yalnız kendisinin olan Allah'a hamdolsun" âyetindeki: ism-i mevsulü (Allah lâfza-i celaline) sıfat veya ondan bedel olmak üzere cer mahallindedir. Bir mübtedâ takdiri ile ref konumunda olması ve yine "ya'ni" anlamında bir kelime takdiri ile nasb mahallinde olması da mümkündür. Sîbeveyh "Hamde lâyık olan Allah'a hamdolsun" âyetinde (lâyık anlamı verilen ehl kelimesinin) ref, nasb ve cer ile okunabileceğini nakletmektedir. Kâmil hamd ve kapsamlı sena (övgü) bütünüyle yalnızca Allah'adır, çünkü bütün nimetler O'ndandır. Fâtiha Sûresi'nin baştaraflarında (1/2. âyet, 4. bölüm, 1. başlıkta) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. "Âhirette de hamd yalnız O'nundur" âyeti ile yüce Allah'ın: "Bize olan vaadini yerine getiren... Allah'a hamdolsun." (ez-Zümer, 39/74) âyetine işaret edildiği söylendiği gibi, bu âyet ile yüce Allah'ın: "Dualarının sonu da elhamdu lillahi Rabbi'l-âlemîndir" (Yûnus, 10/10) âyetine işaret olduğu da söylenmiştir. O halde, yüce Allah dünya hayatında kendisine hamdedilen olduğu gibi, âhirette de kendisine hamd olunandır. O dünyanın mutlak maliki olduğu gibi, âhiretin de mutlak malikidir. "O" yaptıklarında "Hakimdir" yarattıklarının işlerinden "haberdardır." 2Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. O, rahmet buyurandır, bağışlayandır. "Yere gireni" yani "Gökten bir su indirip onu yeryüzünde kaynaklara yerleştirir" (ez-Zümer, 39/21) âyetinde olduğu gibi, oraya giren yağmur ve daha başka hazine, define, ölüler ve bırakılacak yerleri bulunan şeyleri, "ondan çıkanı" bitki ve daha başka şeyleri "gökten ineni" yağmur, kar, dolu, yıldırım, rızıklar, takdir gereği indirilen miktarlar ve bereketleri "ve oraya yükseleni" el-Hasen ve başkalarının açıkladığı gibi melekleri ve kulların amellerini "bilir." "Gökten ineni" âyetindeki "inen" anlamındaki âyeti Ali b. Ebî Tâlib nun ile ve şeddeli olarak, "(......); indirdiğimizi" diye okumuştur. "O rahmet buyurandır, bağışlayandır." 3Kâfirler: "Saat bize gelmeyecek" dediler. De ki: "Hayır, gaybı bilen Rabbim hakkı için elbette o, size gelecektir. Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca bir şey O'na gizli kalmaz. Bundan küçük veya büyük ne varsa, muhakkak apaçık bir kitaptadır." "Kâfirler: Saat bize gelmeyecek, dediler." Burada kâfirlerden kastın Mekkeliler olduğu söylenmiştir. Mukâtil dedi ki: Ebû Süfyan Mekkeli kâfirlere şöyle dedi: Lat ve Uzza adına yemin ederim ki, ebediyyen kıyâmet bize gelmeyecek ve biz diriltilmeyeceğiz. Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: "Ey Muhammed! De ki: Hayır, gaybı bilen Rabbim hakkı için elbette o, size gelecektir." Harun, Talk el-Muallim'den şöyle dediğini rivâyet eder: Biz hocalarımızı: De ki: Hayır, gaybı bilen Rabbim hakkı için elbette o size gelecektir" şeklinde ("te" yerine) "ye" ile okumuşlardır ki, bunu da maraya göre böyle okumuşlardır. Sanki: Yemin olsun ki öldükten sonra diriliş ya--O'nun emri mutlaka size gelecektir, denilmiş gibidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine o meleklerin gelmesinden yahut Rabbinin emrinin gelip çatmasından başkasını mı beklerler?" (en-Nahl, 16/33) Şu kâfirler ilkin yaratmayı kabul etmekle birlikte, tekrar yaratılmayı inkâr emektedirler. Oysa bu yolla, öldükten sonra dirilişe kadir olmayı inkâr ettikleri için, itiraf ettikleri husus ile çelişkiye düşmektedirler ve: Buna güç yetirse dahi böyle bir şeyi yapmaz, derler. Bu ise, yüce Allah, rasûller vasıtasıyla insanları öldükten sonra tekrar dirilteceğini haber verdiğine göre hak-c. irde bile inkâr etmektir. Bir hususa dair bir haber varid olduğu takdirde ve o fiil itibariyle mümkün ve kudret dahilinde ise, böyle bir durum, doğrulanması icab eden, kimsenin yalanlanması imkansız bir şeydir. "Gaybı bilen hakkı için" anlamındaki âyet ref ile; "O gaybı bilendir" (anlamında) Nafî' ve İbn Kesîr tarafından mübtedâ olarak okunmuştur. Haberi ise "O'na gizli kalmaz" âyetidir. Âsım ve Ebû Amr ise; "(Gaybı) bilen" diye esreli okumuştur ki, gaybı bilen Allah'a hamdolsun, anlamındadır. Bu okuyuşa göre: "(.....): Elbette o, size gelecektir" âyeti üzerinde vakıf yapmak güzel olmaz. Hamza ve el-Kisaî de mübalağa ve sıfat olmak üzere: "Gaybı çok iyi bilen" diye okumuşlardır. "O'na gizli kalmaz." Yani O'ndan kaybolmaz. "Gizli kalmaz" "ze" harfi esreli de okunmuştur. el-Ferrâ' esreli okuyuşu ben daha çok severim, demiştir. en-Nehhâs da şöyle demektedir: Bu Yahya b. Vessab'ın kıraati olup bilinen bir lügattir. Nitekim; Uzak oldu, kayboldu, uzak olur, kaybolur" diye (muzaride hem ötreli, hem esreli) kullanılır. "Göklerde ve yerde zerre" küçük bir karınca "ağırlığınca" miktarınca "bir şey O'na gizli kalmaz. Bundan küçük veya büyük ne varsa" âyetinde yer alan; " Bundan küçük veya büyük" âyetinde "küçük ve büyük" kelimelerini el-A'meş ötreli olarak değil de nasb ile "zerre" kelimesine atf ile üstün ile okumuştur. Ancak genel olarak; "Ağırlığınca" kelimesine atf ile ref ile okunmuştur. "Muhakkak apaçık bir kitaptadır." O, yarattığını en iyi bilendir ve hiçbir şey gizli kalmaz. 4Bu îman edip salih amel işleyenleri mükâfatlandırması içindir. İşte onlar için mağfiret ve kerim bir rızık vardır. "Bu îman edip salih amel işleyenleri" sevab ile "mükâfatlandırması" kâfirleri de cezalandırması "içindir." İfade mükâfatlandırması için mutlaka size gelecektir, takdirindedir. "Mükâfatlandırması için" âyeti "key lâm"ı ile nasbedilmiştir. "İşte onlar" yani mü’minler "için" günahlarına "mağfiret ve kerim bir rızk vardır." 5Âyetlerimiz hakkında âciz bırakmak için çalışanlar, işte onlara elem verici kötü bir azap vardır. "Âyetlerimiz hakkında âciz bırakmak" delillerimizi çürütmek ve âyetlerimizi yalanlamak için "çalışanlar" bu şekilde birbirleriyle yarışanlar, bizim elimizden kurtulacaklarını ve Allah'ın âhirette kendilerini tekrar diriltmeye kadir olmadığını bizim kendilerini ihmal edeceğimizi zannettiler. "İşte onlara elem verici kötü bir azap vardır." Bir kimsenin bir başkası ile yarışmaya koyulup onu geride bırakmasını anlatmak üzere; "Onu âciz bıraktı" denilir. "Elem verici" lâfzı Nafî' tarafından "kötü (ricz)"nin sıfatı olarak, esreli okunmuştur. Çünkü esasen "ricz" azâbın kendisidir. Nitekim yüce Allah bu lâfzı "azap" anlamında olmak üzere şu âyet-i kerîmede zikretmiş bulunmaktadır: "Biz de zulmedenlerin üzerine gökten bir azap (ricz) indirdik." (el-Bakara, 2/59) İbn Kesîr ve Âsım'dan rivâyetle Hafs: "Elem verici kötü bir azâb vardır" diye, burada ve el-Casiye Sûresi'nde (45/11. âyette) "azâb"ın sıfatı olarak "mim" harfini ref ile okumuşlardır. İbn Kesîr, İbn Muhaysın, Humeyd b. Kays, Mücahid ve Ebû Amr "âciz bırakmak için" anlamındaki âyeti ("ayn" harfinden sonra "elif" olmaksızın ve "cim" harfi de şeddeli olmak üzere) diye okumuşlardır ki, bu da insanları mucizelere, Kur'ân'ın âyetlerine îman etmekten uzak tutmak için çalışanlar... anlamındadır. 6Kendilerine ilim verilenler bilir ki: Rabbinden sana indirilen hakkın ta kendisidir ve her hamde lâyık, Aziz olanın yoluna iletir. Yüce Allah, peygamberliği çürütmek uğrunda çalışıp çabalayanları sözkonusu ettikten sonra, kendilerine ilim verilenlerin Kur'ân-ı Kerîmin hakkın Kendisi olduğunu gördüklerini açıklamaktadır. Mukâtil dedi ki: "Kendilerine ilim verilenler" kitab ehlinden îman eden Kimselerdir. İbn Abbâs da; Bunlar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabıdır, demiştir. Genel kapsamlı olduğundan dolayı daha sahih olan da bu olmalıdır. Burada sözü geçen "ru'yet (görmek)" (mealde de gösterildiği gibi) "bilmek" anlamındadır. Bu, "mükâfatlandırması içindir" anlamındaki âyete atf ile nasb mahallindedir. Yani mükâfatlandırması ve görmeleri içindir, anlamındadır. Bu açıklamayı ez-Zeccâc ve el-Ferrâ'' yapmışlardır. Şu kadar var ki, bu açıklama tartışılır, çünkü yüce Allah'ın: "mükâfatlandırması içindir" âyeti daha önce geçmiş bulunan: "Elbette o size gelecektir" âyetine taalluk etmektedir. Hiçbir şekilde: Kendilerine ilim verilenler Kur'ân'ın hak olduğunu görüp bilsinler diye, muhakkak kıyâmet saati size gelecektir, denilemez. Çünkü bunlar zaten Kur'ân'ın hak olduğunu kıyâmet kendilerine gelmeden önce de görüyor ve biliyorlardır. Doğru olan bunun isti'naf (yeni cümle) olmak üzere merfu olduğudur. Bunu el-Kuşeyrî zikretmiştir. Derim ki: Eğer "mükâfatlandırması içindir" âyeti, o bunu bir kitabta tesbit etmiştir; anlamında bir müteallak ise, o takdirde "bilir ki" anlamındaki fiilin de buna atfedilmesi güzel olur. O aynı zamanda kendilerine ilim verilenler Kur'ân'ın hak olduğunu bilsinler diye de bunu tesbit etmiştir demek olur. Bununla birlikte yeni bir cümle olması da mümkündür. "...en"; "Bilir"in birinci mef'ûlü olarak nasb mahallindedir. "Hakkın ta kendisidir" âyeti da ikinci mef'ûldür, "o" anlamındaki zamir fasıla (zaid)dir. Kûfeliler ise buna "imad" derler. Bununla birlikte mübtedâ olarak merfu olması da, "hak" lâfzının merfu gelerek haberi olması da mümkündür. Cümle de ikinci mef'ûl olmak üzere nasb mahallindedir. Burada olduğu gibi "elif" ile "lâm"ın bulunması halinde nasb ile gelmesi bütün nahiv'cilere göre daha çok görülen bir husustur. Nekre olup ta başına "elif", "lâm" gelmemiş olan da bu şekilde marifeye benzer. Eğer haber; "O, kardeşin Zeyd'dir" gibi bir ifade kullanılarak haber marife bir isim olduğu takdirde el-Ferrâ'nın iddiasına göre burada tercih edilen i'rab ref'dir. "Muhammed idi, o Amr idi" demek de böyledir. Onun bu gibi yerlerde ref'i tercih etmesinin gerekçesi, burada "elif" ve "lâm" bulunmadığından dolayı: "Zeyd oturandır" sözündeki gibi nekreye benzemesinden dolayıdır. Çünkü böyle bir ifadede ref'in dışında bir i'rab câiz olmaz. "Ve her hamde lâyık Azîz olanın yoluna iletir." Yani Kur'ân-ı Kerîm Allah'ın dininin kendisi olan İslâm yoluna iletir. "Aziz olan" âyeti, O'nun hiçbir şekilde yenik düşünülemeyeceğini göstermektedir. "Her hamde lâyık" âyeti ile de acizlik sıfatının O'na yakışmadığını göstermektedir. 7Kâfirler dediler ki: "Siz çürüyüp paramparça olduktan sonra muhakkak yeniden yaratılırsınız diye, size haber veren bir adamı gösterelim mi size?" "Kâfirler dediler ki... bir adamı gösterelim mi size?" âyetinde geçen; "Gösterelim mi size?" âyetinde "lâm" harfi, mahreç itibariyle yakınlığı dolayısıyla "nun" harfine idgam yapılabilir. "Siz çürüyüp paramparça olduktan sonra" ifadesi "kıyâmet bize gelmeyecek" (Sebe', 34/3) diyen kimselerin söyledikleri sözü haber vermektedir. Biz sizlere... haber veren bir adamı gösterelim mi demektir. Bununla şunu söylemek istiyorlar: Sizlere, siz kabirlerde çürüyüp gittikten sonra muhakkak diriltileceksiniz, diye size söyleyecek birisini gösterelim mi? Bu ise onların aşın inkârları dolayısıyla söyledikleri bir sözdür. ez-Zemahşerî şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kureyşliler arasında ünlü ve özellikle tanınan bir kimseydi. Onun öldükten sonra dirilişi haber vermesi de aralarında yaygın bir husustu. Peki onların: "... diye size haber veren bir adamı gösterelim mi size" diyerek "bir adam" deyip onu belirtisiz bir şahsiyet olarak zikretmelerinin ve muhatablarına böyle bir kimseyi -tıpkı bilinmeyen bir husus hakkında bilinmeyen bir kimsenin gösterilmesi gibi- onu göstermeyi teklif etmelerinin sebebi nedir? diye sorulursa, cevabımız şu olur: Onlar bu sözleriyle onunla alay etmek, onu küçümsemek istiyorlardı. Böylelikle onun söylediklerini onu ve durumunu bilmezlikten gelerek gülmek ve oyalanmak kastı ile söylenen birtakım nakiller seviyesine indirgemiş oldular. "Sonra" nasb mahallinde olup bundaki amil: "Siz çürüyüp paramparça olduktan..." lâfzıdır. Bu açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır. Bu edatta âmilin "size haber veren" anlamındaki âyet olması uygun değildir. Çünkü onlara bu işin gerçekleşeceği vakti haber vermemektedir. Ayrıca bunda: "Muhakkak"dan sonraki ifadelerin amil olması da câiz değildir. Zira ondan sonraki ifadeler ma kablinde (öncesine) amel edemez. Ayrıca ondan sonraki ifadenin daha önce gelmesi ve ma'mülünün de önüne geçmesi uygun değildir. ez-Zeccâc burada âmilin mahzuf olmasını câiz görmektedir. Buna göre ifade: Siz çürüyüp paramparça olduktan sonra diriltileceksiniz yahut paramparça olduktan sonra sizin diriltileceğinizi size haber verecek... takdirindedir. el-Mehdevî dedi ki: Bunda "siz çürüyüp paramparça olduktan" âyeti amel etmez. Çünkü bu ona ("sonra" anlamını verdiğimiz edata) izafe olunmuştur. Muzafu'n-ileyh ise muzafta amel etmez. Bazıları edatın şart edatı olabileceğini söylemişlerdir. O takdirde ondan sonra gelen ifadeler onda amel edebilir, çünkü sonraki ifadeler ona izafe edilmiş olmaz. Bu edatın şart edatı olarak kullanılması ise çoğunlukla şiirde görülen bir husustur. "Siz çürüyüp paramparça olduktan sonra" âyeti alabildiğine parçalanıp dağıldıktan sonra demektir. "Eşyayı delik deşik etmek" demektir. Mesela: "Paramparça olmuş (edilmiş) bir kumaş (elbise)" denilir. 8"Acaba o, Allah'a karşı yalan mı uydurdu? yoksa onda bir delilik mi vardır?" Hayır, asıl âhirete inanmayanlar azap içinde ve uzak bir sapıklıktadırlar. "Acaba o, Allah'a karşı yalan mı uydurdu?" âyetinde istifham için hemze geldiğinden, (fiilin aslında bulunan) vasl hemzesi ihtiyaç kalmadığından dolayı hazfedilmiştir. İstifham hemzesinin üstün gelmesi de bu hemze ile vasl hemzesi arasındaki farkı belirtmek içindir. Buna dair açıklamalar daha önce Meryem Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Acaba gaybı görerek mi bildi?" (Meryem, 19/78) âyeti açıklanırken yeteri kadar geçmiş bulunmaktadır. "Yoksa onda bir delilik mi vardır?" Bu daha önce geçmiş olan müşriklerin sözlerine bağlıdır. Yani müşrikler dediler ki: "Acaba o, Allah'a karşı yalan mı uydurdu?" Yalan uydurmak (iftira); olmayan bir şeyi ortaya koymak, ileri sürmek demektir. "Yoksa onda bir delilik mi vardır" da bundan dolayı bilmediği şeyleri söyleyip durmaktadır? Sonra onların bu iddialarını reddederek şöyle buyurmaktadır: "Hayır, asıl âhirete inanmayanlar azâb içinde ve uzak bir sapıklıktadırlar." Yani durum onların söyledikleri gibi değildir. Aksine o doğru söyleyenlerin en doğru sözlüsüdür. Öldükten sonra dirilişi inkâr edenler ise yarın azap içinde olacaklardır, bugün ise haktan uzak bir sapıklık içindedirler. Zira onlar yüce Allah'ın âciz olduğunu ileri sürmekte ve Allah tarafından mucizelerle desteklenmiş olan o yüce zatı da Allah'a karşı yalan uydurmakla itham etmektedirler. 9Gökte ve yerde, önlerinde ve arkalarında ne olduğuna bakmazlar mı? Dilersek onları yere geçirir, yahut gökten üzerlerine parçalar düşürürüz. Muhakkak bunda yönelen her kul için elbette bir belge vardır. Yüce Allah gökleri, yeri ve içinde bulunanları yaratmaya kadir olanın, aynı şekilde öldükten sonra diriltmeye ve onları acilen cezalandırmaya da kadir olduğunu bildirmektedir. Kudretini onlara karşı delil göstermekte, göklerin ve yerin O'nun mülkü olduğunu ve göklerin ve yerin onları dört bir yandan kuşatmış olduğunu belirtmektedir. Durum böyle olduğuna göre Karun'a ve Eyke ashabına yaptığı gibi yerin dibine geçirilmekten yahut gökten üzerlerine parçalar düşürülmesinden nasıl emin olabilirler? Hamza ve el-Kisaî: "Dilersek onları yere geçirir yahut gökten üzerlerine parçalar düşürürüz" anlamındaki âyeti her üç fiilde de "ye" ile "dilerse onları yere geçirir yahut gökten üzerlerine parçalar düşürür" diye okumuşlardır. Yani yüce Allah dilerse, yere emreder ve yerin dibine geçerler yahut semaya emir verir sema da üzerlerine parçalar düşürür. Diğerleri ise bu fiilleri ta'zim anlamı verecek şekilde "nun" ile (dilersek, geçiririz, düşürürüz, anlamlarında) okumuşlardır. es-Sülemî ile Hafs "Parçalar" kelimesini "sin" harfini üstün olarak okumuşlar, diğerleri ise sakin okumuşlardır. Buna dair açıklamalar daha önceden el-İsra Sûresi (17/92. âyet ile başkaları)nda geçmiş bulunmaktadır. "Muhakkak bunda yönelen" yani tevbe eden, kalbinden yüce Allah'a dönen "her kul için elbette bir belge vardır." Yani sözünü ettiğimiz kudretimizin tecellisi olan bu hususlarda apaçık bir belge bulunmaktadır. Özellikle "munîb; dönen"in sözkonusu edilmesi yüce Allah'ın delilleri ve belgeleri üzerinde düşünmekle faydalanan kimselerin onlar oluşundan dolayıdır. 10Yemin olsun ki Biz, nezdimizden Davud'a bir üstünlük verdik. "Ey dağlar, siz de onunla tesbih edin ve ey kuşlar siz de!" Ona demiri de yumuşatmıştık. "Yemin olsun ki Biz, nezdimizden Davud'a bir üstünlük verdik" âyeti ile yüce Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğini inkâr eden kimselere peygamberler göndermenin daha önce benzeri görülmedik bir iş olmadığını açıklamaktadır. Bilakis Bizler daha önceden peygamberler gönderdik, onları mucizelerle destekledik ve onlara muhalefet eden kimselerin üzerine cezalandırmak maksadıyla azâb gönderdik. "Verdik" demektir. "Bir üstünlük"den kasıt ise, kendisi sebebiyle onu başkalarına üstün kıldığımız bir husus demektir. Bu üstünlüğün ne olduğu hususunda dokuz görüş vardır: 1- Nübüvvet, 2- Zebur, 3- İlim. Yüce Allah: "Yemin olsun Biz Davud'a ve Sülemyan'a bir ilim verdik!" (en-Neml, 27/15) diye buyurmaktadır. 4- Kuvvet. Yüce Allah: "Ve güçlü kulumuz Dâvûd'u hatırla." (Sad, 38/17) diye buyurmaktadır. 5- Dağların ve insanların ona müsahhar kılınmış olması. Nitekim yüce Allah: "Ey dağlar! Siz de onunla tesbih edin" diye buyurmaktadır. 6- Tevbe. Yüce Allah: "Biz de ona bunu mağfiret ettik." (Sad, 38/25) diye buyurmaktadır. 7- Adaletle hükmetmek. Yüce Allah: "Ey Dâvûd, Biz seni gerçekten yeryüzünde bir halife kıldık." (Sad, 37/56) diye buyurmaktadır. 8- Demirin yumuşatılması. Yüce Allah: "Ona demiri de yumuşatmıştık" diye buyurmaktadır. 9- Güzel ses. Dâvûd (aleyhisselâm) hem sesi, hem yüzü güzel birisi idi. Ses güzelliği yüce Allah tarafından verilmiş bir bağış ve bir üstünlüktür. Şanı yüce Allah'ın: "O yaratılışta dilediğini arttırır." (Fatır, 35/1) âyetinde kastedilen de -ileride yüce Allah'ın izniyle geleceği üzere- budur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Ebû Mûsa'ya: "Gerçekten sana Dâvûd hanedanı mizmarlarından bir mizmar verilmiştir" Buhârî, IV, 1925; Tirmizî, V, 693; Dârimî, I, 416, II, 563, 565; Nesâî, II, 180. 181; Müsned, II, 354, V. 369. diye buyurmuştur. İlim adamları der ki: Mizmar ile mezmur güzel ses demektir. O bakımdan ses çıkaran alete (düdük, zurna)ya mizmar denilmiştir. Çeşitli bölge fukahasının birçoğu güzel sesle Kur'ân-ı Kerîm okumayı güzel karşılamıştır. Buna dair açıklamalar daha önceden Kitabın Mukaddimesinde (Allah'ın kitabının nasıl okunacağına dair başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. "Ey dağlar! Siz de onunla tesbih edin." Ey dağlar, siz de onunla tesbih edin, dedi, demektir. Çünkü şanı yüce Allah: "Gerçekten Biz dağları akşamleyin ve kuşluk vakti onunla birlikte teşbih eder halde musahhar kıldık." (Sad, 38/18) diye buyurmaktadır. Ebû Meysere dedi ki: Bu âyette geçen: Habeşçe'de: "teşbih " edin demektir. Dağların tesbih etmesinin anlamı da şudur: Şanı yüce Allah, ağaçta kelamı halkettiği gibi, dağlarda da teşbihi halketmiştir. Böylelikle Dâvûd (aleyhisselâm)'a bir mucize olmak üzere dağların teşbih sesleri, tıpkı teşbih eden kimsenin sesi işitildiği gibi, işitilirdi. Manası: O nereye dilerse, onunla birlikte yürü, şeklinde olduğu da söylenmiştir ki; buna göre bütün gün boyu yol alıp geceleyin konaklamak demek olan den geldiği kabul edilir. Nitekim İbn Mukbil şöyle demektedir: "Gözkapağı meylederken, güneş ışığı bizi ittikten sonra, Gün boyu yol alıp da geceleyin konaklayan bir kabileye vardık." el-Hasen, Katade ve başkaları: "Siz de onunla tesbih edin" diye okumuşlardır ki, onunla tekrarlayın, demektir. Bu da tekrarlamak, dönmek anlamına gelen; fiilinden gelir ki mastarları; ...diye gelir. Anlamın, Davud'un gündüzün yaptığı gibi siz de onunla birlikte davranın, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Çünkü o Zebur'u okuduğunda dağlar onunla birlikte seslenir, kuşlar da ona kulak verirdi. Böylelikle tıpkı onlar da onun yaptığını yapmış gibi oluyorlardı. Vehb b. Münebbih dedi ki: Yani siz de onunla birlikte feryad edin. Kuşlar da bu hususta ona yardımcı oluyorlardı. O feryad edip seslendi mi dağlar da yankılarıyla ona karşılık veriyorlardı. Kuşlar da üst taraftan onun üzerinde dururlardı. İşte insanların işittikleri yankı o günden itibaren ve bu zamana kadar devam eden bir olaydır. Herhangi bir zaaf ve yorgunluk hissetmesin diye dağların ve kuşların yardımı ile ona destek verilmiş oldu. Zaaf gösterecek olursa, tekrar galeyana gelir, harekete geçer, dağların ve kuşların yardımı ile gücünü yeniden elde ederdi. Ona öyle bir ses verilmişti ki, yabani hayvanlar dağlardan güzel sesine gelir, toplanırlardı. Akan sular sesi dolayısıyla akmaları kesilir, dururlardı. "Ve ey kuşlar" âyetini İbn Ebi İshak, Âsım'dan, Nasr, İbn Hürmüz ve Mesleme b. Abdu'l-Melik "dağlar" lâfzına atf ile yahut ta "tesbih edin"deki zamire atf ile merfu olarak okumuşlardır. "İle, beraber"in araya girmiş olması bu fiildeki zamire atfedilmesini güzel kılmaktadır. Diğerleri ise "ey dağlar"ın mahalline atf ile mansub okumuşlardır. Biz dağlara ve kuşlara seslendik, demek olur. Bu açıklamayı Sîbeveyh yapmıştır. Ebû Amr b. el-Alâ'ya göre ise: "Ve Biz ona kuşları da müsahhar kıldık" anlamına gelecek şekilde bir fiil takdiri ile böyledir. el-Kisaî de şöyle demiştir: Bu atfedilmiş bir kelimedir. Yani Biz ona kuşları da verdik demek olup böylece: "Yemin olsun ki Biz nezdimizden Davud'a bir üstünlük verdik" âyetine göre anlaşılmaktadır. en-Nehhâs dedi ki: "Ey kuşlar" lâfzının mef'ûlün meah olması da mümkündür. "Su tahta ile aynı hizaya geldi" demeye benzer. Ben ez-Zeccâc'ın; "Zeyd ile beraber kalktım" demeyi câiz gördüğünü ondan dinledim. Buna göre mana: (Ey dağlar) onunla beraber ve kuşlarla birlikte tesbih edin, demek olur. "Ona demiri de yumuşatmıştık" âyeti hakkında İbn Abbâs: Demir onun elinde balmumu gibi olmuştu. el-Hasen de: Hamur gibi olmuştu, diye açıklamıştır. O demiri ateşe ihtiyaç duymaksızın işleyebiliyordu. es-Süddî dedi ki: Demir onun elinde yaş çamur, hamur ve balmumu gibi idi. Ateşe koymaksızın, çekiçle dövmeksizin onu dilediği şekle sokardı. Mukâtil de böyle demiştir. Günün bir bölümünde yahut gecenin bir bölümünde bin dirhem değerinde bir zırhı bitirebiliyordu. Bir görüşe göre ona kendisi ile demiri bükebilecek bir güç verilmişti. Buna sebep de şudur: Dâvûd (aleyhisselâm) İsrailoğullarına hükümdar olunca, Dâvûd insan zannettiği bir melek gördü. Dâvûd bu sırada tebdil-i kıyafet etmiş ve insanlara kendisi İsrailoğullarına uygulamaları hakkında gizlice soruşturma yapıyordu. Dâvûd kendisine insan gibi görünen o kişiye: "Şu hükümdar Dâvûd hakkında ne dersin?" diye sormuş, melek kendisine: "Bir hasleti olmasaydı, o çok iyi bir kul olurdu" dedi. Bu sefer Dâvûd: "Bu haslet nedir?" diye sorunca, melek şu cevabı verdi: "O beytu'l-malden rızkını alıyor. Eğer elinin emeğinden yemiş olsa, faziletleri eksiksiz olurdu." Bunun üzerine Dâvûd geri dönüp yüce Allah'a kendisine bir sanat öğretip bu sanatı kendisine kolaylaştırması için dua etti. O da ona yüce Allah'ın el-Enbiya Sûresi'nde buyurduğu gibi (21/80) zırh yapma sanatını öğretti, demiri ona yumuşattı. O da zırhları yapmaya başladı. Bir gün ve bir gecelik bir süre içerisinde bin dirhemlik bir zırh yapabiliyordu. Öyle ki, bu gelirinden epey arttırdı ve evinin geçiminde genişlik oldu. Fakir ve yoksullara sadakalar vermeye başladı. Malının üçte birini müslümanların menfaatine infak ederdi. İlk zırh edinen, ilk zırh yapan odur. Daha önce ise zırhlar plakalar halinde örülürdü. Denildiğine göre o yaptığı zırhların herbirisini dörtbin dirheme satardı. (Zırh anlamına gelen): "Dir"' kelimesi eğer Savaş için kullanılan araç hakkında kullanılırsa, müennes bir kelimedir. Kadının gömleği anlamında kullanılırsa, müzekker bir kelimedir, Fazilet Sahibi Kimselerin Meslek Öğrenmeleri: Bu âyet-i kerîmede fazilet sahibi kimselerin meslek öğrenmelerine ve meslek sahibi olmanın onların mevkilerini alçaltmadığına delil vardır. Bilakis bu onların üstünlük ve faziletlerini daha bir arttırır. Zira böylelikle hem kendileri mütevazı olurlar, hem de başkalarına ihtiyaçtan kurtulurlar. Ayrıca başkalarının minnetinden uzak helal kazanç sahibi de olurlar. Sahih'de, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Kişinin yediği en hayırlı şey, el emeğinden yedikleridir. Şüphesiz Allah'ın peygamberi Dâvûd da el emeğinden yerdi." Buhârî, 11, 730. Bu husus el-Enbiya Sûresi'nde (21/80. ayet 3- başlıkta) güzel bir şekilde açıklanmıştır. Yüce Allah'a hamdolsun. 11"Uzun, geniş zırhlar yap! Dokumada işini sağlam tut. Salih amel işleyin. Çünkü Ben yaptıklarınızı çok iyi görenim." diye emrettik.
"Uzun, geniş zırhlar yap... diye emrettik." Yani geniş, tam ve eksiksiz zırhlar yap. Yapılan zırh, elbise ya da başka şeyler üzerindeki herşeyi örtüp de ondan bir parça artacak olursa (buradaki âyet-i kerîmede olduğu gibi): Üstündeki herşeyi örttü" fiili kullanılır. "Dokumada işini sağlam tut" âyeti hakkında Katade şöyle demektedir: Ondan önce zırhlar plakalar halinde olduğundan ağır idi. Bundan dolayı o, hem hafif, hem de sağlam olacak şekilde dokumasını sağlam yapmakla emrolunmuştur. Yani bu iki hususu gereği gibi gözönünde bulundur ve değerlendir. Sağlamlığı gözeterek zırhlar ağır olmasın, hafif olmasını gözönünde bulundurarak koruyucu özelliklerini ortadan kaldırmasın. İbn Zeyd dedi ki: Burada gözönünde bulundurmakla emrolunduğu "takdir (işini sağlam tutmak)" halkanın miktarıdır. Yani sen zırh halkasını küçük yapma, o takdirde zayıf olur ve zırhlar koruyucu olamaz. Halkayı büyük de yapma, o takdirde o zırhı giyen ondan rahatsız olur. İbn Abbâs da şöyle demektedir: Onun gözönünde bulundurmakla emrolunduğu ölçü, kullandığı çiviler ile ilgilidir. Yani zırhın çivisini ince tutma, o takdirde sağlam tutmaz. Kalın da olmasın, o vakit halkaları kırar. "Dokumada" âyetindeki: "Dokuma" zırhın halkalarını dokumaktır. O bakımdan zırh halkalarını yapan kimseye: ile, "sin" yerine "ze" ile: denilir. Nitekim: "Kolaylıkla çokça yutan" denildiği gibi, "sin" yerine "ze" harfiyle da denilir. "Deri parçalarını birbirine dikmek" demektir. Fiil olarak; ...diye gelir. "biz" demektir, da denilir. eş-Şemmah dedi ki: "Evleriniz (arasında) atlarımız ardı arkasına gitti, Tıpkı halkaların, yularların dokumasında arka arkaya geçtiği gibi." "Kendisi ile dikişin yapıldığı ince deri parçası" demektir. Lebid de şöyle demektedir: "Parçalarını boynuz ile yanlamasına geçiriyor, Tıpkı dikiş ipliğinin eskimiş ayakkabıdan çıkması gibi." "Peşi peşine konuştu ve kesintisiz oruç tuttu" denilir. Bir kimsenin ardı arkasına ve aynı minval üzere konuşması ve oruç tutması hakkında kullanılır, "Kesintisiz aynı şekilde konuştu" ifadesi de buradan gelmektedir. Âişe (radıyallahü anha)'ın rivâyet ettiği hadiste de şöyle denilmektedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sizin kesintisiz, peşi peşine konuşmanız gibi çabucak konuşmuyordu. Bu ilk bölüm: Buhâri, III, 1307; Müslim, IV, 1940; Müsned, VI, 118, 157. O öyle bir konuşuyordu ki saymak isteyen kişi onun sözlerini saymak isteseydi, hiç şüphesiz sayabilirdi. " Son bölümü: Buhârî, III, 1307; Müslim, IV, 2298; Ebû Dâvûd, III, 320. Sîbeveyh dedi ki: "Cesur adam" tabiri de buradan gelmektedir. Çünkü böyle bir kimse çekinmeden ileri doğru atılır. Bunun aslı ise: "Zırhı dokudu" tabirinden gelmektedir ki; bu da zırhı sağlam bir şekilde yapmak ve onun halkalarını muntazam ve aynı sırada dokumak demektir. Şair Lebid de şöyle demektedir: "Halkalarını kat kat birbirine geçirerek demir (zırh)ı yaptı, Böylelikle (ölüm onu) takib etmeksizin uzunca yaşasın diye." Ebû Züeyb de şöyle demektedir: "Üzerlerinde iki tane dokunmuş zırh vardır ki onları yapıp bitirmiştir. Dâvûd yahut ta Tübba'ın yaptığı uzun ve geniş zırhlar (var.)" "Salih amel işleyin" âyeti Davud'a ve onun aile halkına bir hitabdır. Nitekim biraz sonra gelecek olan âyette da: "Ey Dâvûd hanedanı, siz de şükrederek çalışın" (Sebe', 34/13) diye buyurulmaktadır. "Çünkü Ben yaptıklarınızı çok iyi görenim." 12Süleyman'ın emrine de rüzgarı verdik. Sabah esişinde bir aylık yol alırdı. Akşam da bir aylık yol giderdi. Biz ona erimiş bakır pınarını sel gibi akıttık. Cinden bir kesim de Rabbinin emri ile önünde iş görürlerdi. Onlardan kim verdiğimiz emirden saparsa, Biz ona alevli ateş azabından tattırırdık. "Süleyman'ın emrine de rüzgarı verdik" âyeti hakkında ez-Zeccâc şöyle demektedir: İfadenin takdiri (mealde açıkça gösterildiği gibi) Süleyman'ın emrine rüzgarı verdik, şeklindedir. Ebubekr'in kendisinden yaptığı rivâyete göre Âsım buradaki "rüzgar" anlamındaki kelimeyi mübtedâ olarak: şeklinde ref ile okumuştur. Anlamı: Onun için rüzgarın emrine verilmesi vardır, şeklinde olur. Yahut da istikrar anlamı ile merfu olmuştur, yani Süleyman için de rüzgar (onun emrinde olmak üzere) karar kılmış, sabit olmuştu. Bu da birinci anlamı ifade eder. Bir kimse dese ki: Sen: "Zeyd'e bir dirhem verdim, Amr'a da bir dinar" deyip dinarı merfu okuyacak olursan, bu birincisinin anlamını ifade etmez ve senin ona dinarı vermemiş olman da mümkündür diyecek olursa, şöyle denilir: Evet, durum böyledir, fakat âyet-i kerîme mana bakımından bundan farklıdır. Çünkü rüzgarı Allah'tan başka hiçbir kimsenin onun emrine vermeyeceği bilinen bir husustur. "Sabah esişinde bir aylık yol alırdı. Akşam da bir aylık yol giderdi." Yani bir aylık mesafe alırdı. el-Hasen dedi ki: O sabahleyin Dımaşk (Şam)'dan kalkar, kaylule vaktinde (öğle vaktine doğru) İstahr'a varırdı. İkisi arasında ise çabukça yol alan kimse için bir aylık mesafe vardır. Sonra İstahr'dan akşam döner ve Kabul'de geceyi geçirirdi. Yine çabuk yol alan bir kimse için bir aylık mesafe vardır. es-Süddî dedi ki: Rüzgar bir günde onu iki aylık yola götürürdü. Saîd b. Cübeyr'in rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Süleyman oturduğu vakit etrafına dörtyüz koltuk bırakılırdı. Sonra yanıbaşında insanların ileri gelenleri oturur, insanların daha aşağı mertebede olanları ise onların yanlarında oturur, cinlerin elebaşıları insanların aşağı mertebede olanlarının yanıbaşında oturur, cinlerin aşağı tabakada olanları da öbürlerinin yanında otururdu. Herbir koltuğa ne yapacağını bilen bir kuş görevli idi. Sonra da rüzgar onları taşır, kuşlar ise güneşe karşı onları gölgelendirirdi. Beytu'l-Makdisden İstahr'a kadar gider, Beytu'l-Makdis'de geceyi geçirirdi. Daha sonra İbn Abbâs: "Sabah esişinde bir aylık yol alırdı, akşam da bir aylık yol giderdi" âyetini okudu. Vehb b. Münebbih dedi ki: Bana nakledildiğine göre Dicle taraflarında bir konakta ya cinlerden yahut insanlardan Süleyman (aleyhisselâm) ile beraber olanlardan birisinin yazdığı şu ifadeler yazılıdır: Buraya biz konakladık, ancak biz bina etmedik. Biz bunu bina edilmiş gördük. İstahr'dan sabah dönüşümüzde burada kayluleye yattık, inşaallah buradan akşam gideceğiz ve geceyi Şam'da geçireceğiz. el-Hasen dedi ki: Atlar Süleyman'ı meşgul ettiler. Öyle ki, ikindi namazının vakti geçti. Bunun üzerine atların bacaklarını keserek öldürdü. Yüce Allah kendisine bunlardan daha hayırlısını ve hızlı gidenini atların yerine verdi. Onların yerine rüzgarları dilediği yere akıp gidecek şekilde verdi. Bu rüzgarlar sabah esişinde bir aylık, akşam esişinde de bir aylık mesafeyi alıyordu. İbn Zeyd dedi ki: Süleyman'ın kaldığı yer Tedmur idi. O Şam'dan, Irak'a doğru gitmeden önce şeytanlara emir vererek burayı onun için ince ve enli taşlarla, direklerle beyaz ve sarı mermerlerle bina ettiler. İşte en-Nâbiğa bu hususta şunları söylemektedir: "Ancak; Süleyman'a o Mutlak İlâh ona şöyle demişti: Kalk, yaratıklar arasında ve sen onları hatadan alıkoy. Cinleri de emrinin altına al, çünkü Ben onlara izin verdim. Tedmuru ince ve enli taşlar ile direklerle bina etsinler diye. Sana itaat edene, itaati dolayısıyla faydalar sağla. Sana itaat ettiği için; ve sen ona doğruyu göster. Sana isyan edeni de öyle bir cezalandır ki Bununla çok zalim olanı (zulmünden) alıkoymuş olursun ve sakın kin tutmaya kalkışma." Süleyman (aleyhisselâm)'ın arkadaşlarından birisinin söylemiş olduğu şu beyitler de Yeşkur topraklarında bir kayada oyulmuş olarak bulunmuştur: “Bize gelince Rabbimizin verdiği güçten başkasına sahib değiliz. Tedmur diyarından olan vatanlara (akşam) gideriz. Biz oraya vardık mı o varışımızın mesafesi, Bir aylık mesafedir, sabah ise bir başka yeredir. Birtakım insanlarız ki, isteyerek canlarını satmışlardır, Tertemiz peygamber Davud’un oğluna yardım ile. Dinin yücelmesinde onların fazilet ve üstünlükleri vardır. Bir gün onların nesebleri zikredilirse, onlar en hayırlı topluluktandırlar. İtaatkâr rüzgara bindikleri zaman hızlıca gider, Bir aylık mesafesini çabucak katetmek için ve hiç de kusur işlemez, Üzerlerinde saf saf duran kuşlar gölgelendirir onları, Üstlerinde kanat çırptığı zaman ve oradan ürkütülerek gitmezler.” “Biz ona erimiş bakır pınarını sel gibi akıttık” âyetinde geçen “El-kıtr” lâfzının bakır demek olduğu İbn Abbâs ve başkalarından nakledilmiştir. Bu pınar tıpkı suyun aktığı gibi üç günlük mesafe boyunca akıtılmıştır. Bu, Yemen topraklarında bir yerde idi. Nakledildiğine göre , ondan önce hiçbir kimse bakırı eritebilmiş değildir. O zamana kadar bakır erimezmiş, onun döneminden itibarenbakır erimeye başlamıştır. Bugün insanlar yüce Allah’ın, Süleyman’a (aleyhisselâm.) ihsan etmiş olduğu bu imkandan yararlanmaktadırlar. Katade dedi ki: Yüce Allah ona dilediği alanda kullanabileceği bir pınar akıtmıştı. İkrime’ye: Peki, bu pınar nereye akıp gitti (kayboldu)? Diye sorulmuş, o da: Bilemiyorum, cevabını vermiştir. İbn Abbâs, Mücahid ve es-Süddi şöyle demişlerdir: Geceli gündüzlü üç günlük bir sürelik mesafe bakır pınarı onun için sel gibi akıtılmıştı. El-Kuşeyri dedi ki: Bu akıtmanın üç gün süre ile tahsis edilmesinin sırrı nedir, bilinemiyor. Bu nakledenin bir yanılması da olabilir. Çünkü Mücahid’den gelen rivâyette şöyle şöyle denilmektedir: Bu pınar San’a’dan itibaren ona yakın yerlerde üç gece boyunca akmıştır. İşte bu ifade akmanın başladığı yere işaret etmekle birlikte sürenin ne kadar olduğuna işaret etmemektedir. Kuvvetli görünen odur ki bakır kendi madeninde Süleyman’a tıpkı su pınarları gibi –peygamberliğine delalet etmek üzere- akıtılmıştır. El-Halil de “el-kıtr” “Eritilmiş bakır” demektir, demiştir. Derim ki: Bunun da delili “Min kıtri ânin” “Eritilmiş bakır”dan diye okuyanların kıraatidir. “Cinden bir kesim de Rabbinin emri ile önünde iş görürlerdi. Onlardan kim verdiğimiz” Süleyman’a itaat etmesine dair “emirden saparsa, Biz ona alevli ateş azabından tattırırdık.” Müfessirlerin çoğuna göre ahirette bu azâbı tattıracağız, demektir. Bunun dünya hayatında olduğu da söylenmiştir. (Mealde ifade edildiği gibi.) Çünkü yüce Allah -es-Süddî'nin rivâyetine göre- onlara elinde ateşten bir kamçı bulunan bir meleği görevlendirmişti. Süleyman (aleyhisselâm)'ın emrinden sapan kimseleri bu kamçı ile onun göremeyeceği bir yerden bir darbe indirir ve onu yakardı. "Kim" lâfzı "Biz ona cinlerden çalışan kimseleri" anlamında olmak üzere nasb konumundadır. Daha önce rüzgar ile ilgili olarak geçtiği gibi, ref konumunda olması da mümkündür. 13Onlar kendisine köşklerden, heykellerden, büyük havuzları andıran çanaklardan ve yerlerinde sabit kazanlardan istediğini yaparlardı. "Ey Dâvûd hanedanı! Siz de şükrederek çalışın. Kullarımdan şükreden ise azdır." Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: "Onlar kendisine köşklerden, heykellerden..." âyetinde geçen (ve "köşkler" anlamı verilen): "mihrab" sözlükte yüksekçe olan her yere denilir. Namaz kılınan yere mihrab denilmesinin sebebi ise, yüksekçe kılınması ve ta'zim edilmesi dolayısı iledir. ed-Dahhak dedi ki: Buradaki "mihrablar" mescidler demektir. Katade de böyle demiştir. Mücahid ise: Mihrablar, saraylardan daha küçük olur. Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: Mihrab, evin odalarının en güzelleridir. Şair şöyle demiştir: "Kralların mihrablarında (köşklerinde) Remi ceylanlarını andıran, Birtakım tesellicileri hatırlamandan ona ne?" Adiy b. Zeyd de şöyle demiştir: "Mihrablardaki (köşklerdeki) fildişi süslü suret (heykel)ler gibi Yahut bahçelerde bulunan çiçeği taze açmış beyazlar gibidir." Mihrabın güzel oda gibi basamakla kendisine çıkılan yer olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hani onlar mihrabı (duvarı) tırmanarak namaz kıldığı yere inmişlerdi." (Sad, 38/21); "Mabedden (mihrabdan) kavminin karşısına çıkıp onlara..." (Meryem, 19/11) Yani onlara bulunduğu yüksek yerden bakıp... demektir. Rivâyette kaydedildiğine göre o (Süleyman -aleyhisselâm-) kürsisinin (tahtının) etrafında bin tane mihrab yapılmasını, bunların içinde kıldan yapılmış elbiseler giyinmiş ve her zaman yüce Allah'a feryad u figan edip yalvarıp yakaran bin adam bulunmasını emretmiştir. Kendisi ise tahtı üzerinde kafilesi ile birlikte ve bu mihrablar da etrafında bulunsun istemiş, bineğine bindiği vakit askerlerine de şöyle diyormuş: Şu bayrağın yanına varıncaya kadar Allah'ı tesbih ediniz. Oraya ulaştıklarında şu bayrağın yanına varıncaya kadar Allah'ı tehlil ediniz. Oraya vardıklarında, şu diğer bayrağa varıncaya kadar Allah'ı tekbir ediniz, diyordu. Böylelikle askerler tek bir ağızdan teşbih ve tehlil getiriyorlardı. "Heykeller" anlamı verilen "temâsil" kelimesi "timsal"in çoğuludur. Hayvan (canlı) olsun olmasın hertürlü surete verilen addır. Denildiğine göre; bunlar cam, bakır ve mermerden olup canlı olmayan birtakım eşyaların timsalleri idi. Yine belirtildiğine göre, burada sözü geçen heykeller peygamberlere ve âlimlere ait suretler idi. İnsanlar bunları görsün, daha çok ibadet etsinler ve bu hususta daha fazla gayret göstersinler diye bu suretler mescidlerde yapılırdı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Onlar aralarından salih bir adam öldü mü kabri başında bir mescid bina ederler ve o mescidin içinde o suretleri yaparlardı." Buhârî, I, 165, 450, III, 1406; Müslim I V7v Nesâî. II. 41: Müsned, VI. 51. Yani böylelikle onların ibadetlerini hatırlayarak daha çok ibadete sarılsınlar, diye bu işi böyle yapıyorlardı. İşte bu husus, suret yapmanın o dönemde mubah olduğufiU göstermektedir. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatı ile ise bu neshedilmiştir. Bu hususa dair daha geniş açıklamalar Nûh (aleyhisselâm) Sûresi'nde (71/23-24. âyetlerin tefsirinde) gelecektir. Denildiğine göre, timsaller onun yaptığı tılsımlar idi. suret yapan herbir kimsenin bunları aşması haram olduğundan o da bunları aşmazdı. Mesela sinekler için yahut sivrisinekler için ya da timsahlar için belli bir yerde birtakım timsaller (heykeller) yapar ve onlara bu sınırı aşmamalarını emrederdi. Onlardan hiçbir kimse o timsal orada bulunduğu sürece bu sınırı aşmazdı. "et-Temâsil"in tekili te harfi esreli olarak "timsal" şeklinde gelir. Şair şöyle demiştir: "Oyalandığım nice gece ve gündüzler vardır, Bir sevgili ile; sanki bir timsal çizgisini andıran." Denildiğine göre bu timsaller bakırdan edinmiş olduğu adam suretleri idi. Rabbinden bunlara Allah yolunda çarpışıp onlara silahın işlememesi için kendilerine ruh üflemesini niyaz etmişti. Denildiğine göre İsfendiyar da bunlardan birisi imiş. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yine rivâyet edildiğine göre Süleyman (aleyhisselâm)'a tahtının alt tarafında iki arslan, üst tarafında da iki kartal sureti yapmışlardır. Tahtına çıkmak istedi mi arslanlar önünde ön kollarını yere yayardı. Oturduğu vakit de kartallar kanatlarını açarlardı. Mekkî "el-Hidaye" adlı eserinde naklettiğine göre, suret yapmayı bir kesim câiz kabul etmekte ve bu âyeti delil göstermektedir. İbn Atiyye dedi ki: Bu bir hatadır, ben ilim önderleri arasından herhangi bir kimsenin bunu câiz kıldığına dair bir şey bilmiyorum. Derim ki: Mekkî'nin bu naklettiğini ondan önce en-Nehhâs sözkonusu etmiştir. en-Nehhâs şöyle demektedir: Bir kesim bu âyet-i kerîme dolayısıyla ve yüce Allah'ın Mesih hakkında bildirdikleri dolayısıyla suret yapmanın câiz olduğunu söylemişlerdir. Bir başka kesim de şöyle demektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bunu yasakladığına ve suret yapan yahut edinen kimseleri tehdit ettiğine dair yasak da sahih olarak bize kadar gelmiştir. Yüce Allah böylelikle daha önce mubah olan bir işi neshetmiş olmaktadır. Bundaki hikmet ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamber olarak gönderildiği sırada suretlere ibadet ediliyor olması idi. O bakımdan uygun olan bunları ortadan kaldırmaktı. 4- Timsal (Suret ve Heykel)lerin Kısımları: Timsal (suret ve heykel) canlı ve ölü olmak üzere iki kısma ayrılır. Ölüler de cansız ve gelişebilir olmak üzere iki kısımdır. Cinler Süleyman (aleyhisselâm)'a bütün bunların hepsinden yapıyorlardı. Çünkü yüce Allah'ın: "heykeller" âyeti umumidir. İsrailiyatta belirtildiğine göre; kuş heykelleri Süleyman (aleyhisselâm)'ın tahtı üzerinde bulunuyordu. Şayet: "Heykeller" âyetinin umumi olduğu söylenemez. Çünkü bu nekre ve isbat (olumlu cümle)dır. Nekrede isbatın ise umumiliği yoktur. Umumilik ancak nekre ile nefyin birlikte olması halinde sözkonusudur, denilecek olursa, biz de şöyle deriz: Evet, bu böyledir. Şu kadar var ki, nekredeki bu olumsuzluk ile birlikte bunun umum ifade ettiğini yorumlamamızı gerektirecek karineler de vardır ki, bu da "istediğini" âyetidir. Böylelikle istemenin bununla birlikte zikredilmiş olması bu ifadenin umumi olmasını gerektirmektedir. Şayet: Yasak kılınmış suretleri nasıl câiz görmüş olabilir? diye sorulursa, şöyle deriz: Bu onun şeriatında câiz idi. Önceden de açıkladığımız gibi bizim şeriatimizde ise bu nesholunmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ebû'l-Aliye'den nakledildiğine göre, o dönemde suretler edinmek haram kılınmış değildi. 5- Bizim Şeriatimizde Suretlerin Hükmü: İlgili hadislerin ifadesi suretlerin yasak olmasına delalet etmektedir. Ancak: "Bir elbisede bulunan nakış ya da işaret müstesnadır. " Buhârî, V, 222; Müslim, III, 1665, 1666; Tirmizî, IV. 231; Ebû Dâvûd, IV, 73; Nesâî, VIII, 212; Muvatta’, II, 966; Müsned, III, 486. âyeti genel suretlere bir tahsis getirmektedir. Daha sonra ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Âişe (radıyallahü anha)'ya söylediği sözler dolayısıyla elbisede de bunun mekruh olduğu sabit olmuştur: "Bunu benden uzak tut, çünkü ben onu gördükçe dünyayı hatırlarım." Müslim, III, 1666; Müsned, VI, 49; Ahmed b. Hambel, el-Vera, 139, 142. Ayrıca Peygamber (aleyhisselâm)'ın, Âişe üzerinde suretleri bulunan elbiseyi parçalamış olması da bunu menettiğini göstermektedir. Diğer taraftan Âişe (radıyallahü anha) bunları iki yastık şeklinde keserek suret değişip önceki halinden bir başka hale geçmiştir. Bunun câiz olması ise suretin elbisede (ya da kullanılan eşyada) şekli itibariyle bir bütün teşkil etmemesi halinde sözkonusudur. Eğer suret şekil olarak birbirine bitişik ve bir bütün teşkil ediyorsa câiz olmaz. Çünkü Âişe (radıyallahü anha) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a üzerinde suret bulunan yastık ile ilgili olarak şöyle demişti: Ben onu senin üzerine oturman ve ona yaslanman için satın almıştım. Ancak Peygamber bunu yasaklamış ve bundan dolayı tehditte bulunmuş idi. Buhârî, II, 742, V, 1986, 2221, 2222; Müslim, III, 1669; Muvatta’, II, 966; et-Tayalisî, Müsned, I, 202; Müsned, VI, 246. Suretlere doğru namaz kılma ile ilgili hadis de önce elbisedeki işaret ve resim halinde olmasının câiz olup sonradan bunu yasaklamakla neshedilmiş olduğu, açıkça ortaya çıkmaktadır. İşte sonunda bu hususta iş, bu noktaya kadar varmıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu açıklamaları İbnu’l-Arabî yapmıştır. 6- Suretlerin Yasaklandığına Dair Rivâyetler: Müslim'in rivâyetine göre Âişe (radıyallahü anha) şöyle demiştir: Üzerinde kuş resimleri bulunan bir perdemiz vardı. İçeri giren onu karşısında görürdü. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sen bunu buradan kaldır, çünkü girdiğim ve bunu gördüğüm her seferinde dünyayı hatırlarım." Bir önceki başlıkta geçen bu hadisin kaynakları da orada gösterilmiştir. Âişe (radıyallahü anha) dedi ki: Üzerinde ipekten işlemeler (resimler) bulunan kadife bir parçamız vardı, onu giyiniyorduk. Yine ondan rivâyete göre: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yanıma girdiği bir sırada ben üzerinde suret bulunan ince bir örtüyü perde yapmış idim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın benzi değişti. Sonra örtüyü alıp parçaladıktan sonra şöyle dedi: "Kıyâmet gününde insanlar arasında azâbı en çetin olacaklardan birisi de yüce Allah'ın yaratmasına benzetenler suret yapanlardır." Buhârî, II, 876, V, 2265; Müslim, III, 1667; Müsned, VI, 86, 199. Yine ondan rivâyet edildiğine göre Âişe (radıyallahü anha)'nın üzerinde suret (resim)ler bulunan ve odasındaki rafa doğru uzatılmış bir kumaşı vardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona doğru namaz kılardı. (Bir seferinde): "Onu önümden al" diye buyurdu. Âişe dedi ki: Ben de onu oradan aldım ve ondan iki tane yastık yaptım. Aynı mana ve lafızla: Nesâî, VIII, 213; yakın manada az farkla Buhârî, II, 876, V, 2221; Müslim, III, 1668; Nesâî, II, 67, VII, 214; İbn Mâce, II, 1204; Müsned, VI. 172, 247. Kimi ilim adamları şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın o kumaşı parçalaması ve onun önünden alınmasını emretmiş olması bir vera' (ihtiyatlı olanı yapmak) olabilir. Çünkü nübüvvet ve risalet kemal sahibi olmayı gerektirir, bunun üzerinde düşünmemiz gerekir. 7- Resimlerin Bulundukları Yerlere Göre Hükümleri: Müzenî, Şâfiî'den şöyle dediğini nakletmektedir: Bir kimse düğüne davet edilip de canlı bir suretin yahut da canlı suretlerin bulunduğunu görüp de bu suretler dikine bulunuyor ise oraya girmez. Eğer ayak altında iseler bunda bir sakınca yoktur, isterse bu suretler ağaç resimleri olsun. Asılı perdelerde resimlerin haram olmayıp mekruh olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Aynı şekilde binada yontma yahut nakış halinde bulunanların da hükmü onlara göre böyledir. Kimisi de Sehl b. Huneyf yoluyla gelen hadis dolayısıyla "elbisede bulunan nakış şeklindeki sureti" istisna etmiştir. Derim ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) genel olarak suret yapanlara lanet etmiş ve bundan bir istisnada bulunmamıştır. Peygamber Efendimiz'in: "Bu suret sahipleri (yapıcıları) kıyâmet gününde azâb olunurlar ve onlara: Yarattığınıza hayat veriniz denilir" İbn Hibban, Sahih, XIII, 156; Muvatta’, II, 966; Beyhakî. es-Sünenü'l-Kübra, VII. 266; Müsned, II, 4, 101, 141, VI. 70. diye buyurmuş ve herhangi bir istisnada bulunmamıştır. Tirmizî'de Ebû Hüreyre'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kıyâmet gününde gören gözleri, işiten kulakları ve konuşan dili olan ateşten bir parça çıkar ve şöyle der: Ben üç kişiye azâb etmekle görevlendirildim: İnatçı herbir zorba, Allah ile birlikte başka bir ilâha ibadet eden herbir kişi ile suret yapanlar." Ebû Îsa (et-Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, garib, sahih bir hadistir Tirmizî, IV, 701; Müsned, II, 336. Buhârî ve Müslim'de de, Abdullah b. Mes'ûd'dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kıyâmet gününde insanlar arasında azâbı en çetin olacak olanlar suret yapanlardır. " Buhârî, V, 2220; Müslim, III, 1670; Nesâî, VIII, 216; Müsned, I, 375. İşte bu, ne olursa olsun herhangi bir şeyin suretini yapmanın yasaklanmış olduğuna delil teşkil etmektedir. Nitekim yüce Allah da önceden de geçtiği üzere şöyle buyurmaktadır: "Onların ağaçlarını bitirmek, sizin için mümkün olmaz." (en-Neml, 27/60) Bunu bellemek gerekir. Bu hususta bebek ve oyuncaklar istisna edilmiştir. Çünkü Âişe (radıyallahü anha)'dan sabit olduğuna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onunla yedi yaşında iken evlenmiş, dokuz yaşında iken bebekleri beraberinde olduğu halde onunla gerdeğe girmiştir. Peygamber Efendimiz vefat ettiğinde de Âişe (radıyallahü anha) onsekiz yaşında idi. Buhârî, V, 1980; Müslim, II, 1039; Müsned, VI, 118, Kurtubi'nin kaydettiği aynı manada. Peygamberin vefatı sırasında yaşını sözkonusu etmeksizin başka bazı rivâyetler: Buhârî, II, 1414, V, 1979; Müslim, II, 1038; Tirmizî, III, 401; Dârimî, II, 195, 212; Ebû Dâvûd, IV, 284; Nesâî, VI, 82, 131; İbn Mâce, I, 603; Müsned, VI, 280. Yine ondan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında bebeklerle oynardım. Benimle birlikte oynayan arkadaşlarım da vardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) girdi mi hemen önünden kaybolurlardı. O ise onları bana doğru önüne katıp gönderir, onlar da benimle oynarlardı. Buhârî, V, 2270; Müslim, IV, 1890; İbn Hibban, Sahih, XIII, 173; Müsned, VI, 234. Bu iki rivâyeti de Müslim kaydetmiştir. İlim adamları derler ki: Buna sebep böyle bir şeyin zaruret olması ve kızların çocuklarını eğitme alışkanlığını kazanmalarına ihtiyaç duyulmasıdır. Diğer taraftan bunların kalıcılığı yoktur. Aynı şekilde tatlı yahut hamurdan yapılanların da böyle kalıcılıkları yoktur, o bakımdan bunlara ruhsat vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Büyük havuzları andıran çanaklar" âyeti hakkında İbn Arefe şöyle demiştir: "Büyük havuzlar" kelimesi 'in çoğuludur. Bu da havuzu andıran küçük çukur demektir. "Develerin (su içtikleri) havuzlar" gibi diye de açıklamıştır. İbnu'l-Kasım ise Malik'ten: Yerde yuvarlak şeklindeki çukur gibi, diye açıkladığını nakletmektedir ki, anlamlar birbirine yakındır. Bu çanaklardan birisinin üzerine (yemek için) bin kişi otururmuş. en-Nehhâs dedi ki: Büyük havuzlan andıran çanaklar" (lâfzının sonunda) uygun olan, "ye" bulunmasıdır. "Ye"yi hazfedenler şöyle derler: "Elif" ile "lâm" nekre olan kelimenin başına girer ve onun durumunda bir değişiklik yapmaz. Çoğul olarak; de denilip başına "elif" ve "lâm" da girince, bu şekilde ye harfinin hazfi suretinde olduğu gibi bırakılmıştır. "Büyük havuzlar"ın tekili; ...diye gelir ki, bundan kasıt çok büyük çanaktır ve içerisinde birtakım şeylerin toplandığı pek büyük havuz, demektir. Haracı topladım" ve "Çekirgeleri topladım" tabirleri de buradan gelmektedir ki, bir torba yapıp onu içine koydum, demektir. Şu kadar var ki, Leys, Mücahid'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: 'in çoğuludur. Bu da; içinde yağmur suyu biriken dağdaki büyük çukur, anlamındadır. el-Kisaî der ki: "Suyu havuzda topladım" denilir. (.......) ise "develer için içinde su toplanan havuz" demektir. Şair şöyle demektedir: "el-Muhallak hanedanına bir çömlek gider ki sabahleyin, Iraklı şeyhin dolup taşan havuzu gibi." Bu beyit aynı şekilde şöylece de rivâyet edilmektedir: "el-Muhallak hanedanından yerilmeyi önledi, Yerin üzerinde akan ve su ile dolup taşan Iraklının havuzu gibi." Bunu da en-Nehhâs zikretmiştir. "Ve yerlerinde sabit kazanlar" hakkında Saîd b. Cübeyr şöyle demektedir: Bunlar Faris (İran) diyarında bulunan bakırdan büyük tencereler idi. ed-Dahhak dedi ki: Bunlar dağlardan yapılan büyük kazanlardı. Bir başkası da şöyle demiştir: Bunlar şeytanın kendisi için yaptığı ve sağlam taş kayalardan yontulmuş idi. Aynı şekilde bunların üzerlerine oturtuldukları ocakları da dağlardan yontulmuştu. "Yerlerinde sabit"; büyüklükleri dolayısıyla taşınamayan ve kıpırdatılamayan demektir. İbnu'l-Arabî dedi ki: Abdullah b. Cüd'ân'ın tencereleri de böyle idi. Cahiliye döneminde bunlara merdiven konularak çıkılırdı. Nitekim Tarafe b. el-Abd şu beyitiyle onlardan sözetmektedir: "Her zaman dopdolu, büyük kazanlar gibi, Hem misafirlere, hem orada ikamet edenlere ikram için." İbnu'l-Arabî dedi ki: Ben Ebû Said Ribat'ında sufilerin kazanlarını da bu şekilde gördüm. Onlar hep birlikte yemek pişirirler, hep birlikte yemek yerler. Aralarından birisini de diğerine tercih etmezler. "Ey Dâvûd hanedanı, siz de şükrederek çalışın. Kullarımdan şükreden ise azdır" âyetinde geçen "şükr"ün anlamına dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/52. âyet, 3. başlıkta) ve başkalarında geçmiş bulunmaktadır. Rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) minbere çıkmış ve bu âyeti okuduktan sonra şöyle buyurmuştur: "Üç şey vardır ki bunlar kime verilirlerse, o kişiye Dâvûd hanedanının benzeri verilmiş olur." Biz: Bunlar hangileridir, diye sorduk, şöyle buyurdu: "Hoşnutluk ve kızgınlık hallerinde adalet, fakirlik ve zenginlik halinde iktisat, gizli ve açıklık hallerinde Allah'tan korkmak." et-Tirmizî el-Hakim, Nevadiru'l-Usul, II, 7. Bunu et-Tirmizî el-Hakim Ebû Abdillah, Atâ b. Yesar'dan, o Ebû Hüreyre'den diye rivâyet etmiştir. Rivâyet edildiğine göre Dâvûd (aleyhisselâm) şöyle demiştir: "Sana şükretmek için bana ilham verişin ve güç verişin, senin üzerimdeki başlı başına bir nimetin iken, senin nimetlerine karşı şükretmeye nasıl gücüm yetebilir?" Bunun üzerine yüce Allah: "İşte ey Dâvûd, şimdi beni hakkıyla tanıdın." diye buyurdu. Bu hususa dair açıklamalar da daha önceden İbrahim Sûresi'nde (14/6-7. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Şükrün hakikati, nimet ihsan edenin nimetini itiraf etmek ve o nimeti O'na itaat yolunda kullanmaktır. Küfran (nankörlük) ise. o nimetleri masiyet yolunda kullanmaktır. Şükrü gereği gibi yerine getiren ise pek azdır. Çünkü -bu konudaki ezeli takdir gereğince- hayır serden, itaat, masiyetten daha azdır. Mücahid dedi ki: Yüce Allah: "Ey Dâvûd hanedanı, siz de şükrederek çalışın" diye buyurunca, Dâvûd Süleyman'a şöyle dedi: Yüce Allah şükrü sözkonusu etti. Sen benim yerime gündüzün namaz kıl, ben de gece namazını kılayım. Süleyman: Buna gücüm yetemez, deyince, bu sefer Dâvûd; -el-Fariyabî dedi ki: Zannederim öğlen namazına kadar- namazı sen kıl, dedi. O da: Olur dedi, Dâvûd da diğer vakitlerin namazını kıldı. ez-Zührî dedi ki: "Ey Dâvûd hanedanı, siz de şükrederek çalışın" âyeti "elhamdülillah" deyin demektir. "Şükrederek" ifadesi mef'ûl olarak nasbedilmiştir. Şükür olan bir amel işleyin, demektir. Sanki namaz, oruç ve bütün ibadetler bizatihi şükür gibidir. Zira bu ibadetler şükrün yerini tutar. Buna yüce Allah'ın şu âyeti açıklık getirmektedir: "Îman edip salih amel işleyenler müstesna. Böyleleri ise ne de azdır!" (Sad, 38/24) İşte yüce Allah'ın: "Kullarımdan şükreden ise azdır" âyeti ile kastedilen de budur. Süfyan b. Uyeyne de yüce Allah'ın: "Bana... şükret." (Lokman, 31/14) âyetinde geçen şükürden kasıt beş vakit namazdır, demiştir. Müslim'in, Sahih'inde belirtildiğine göre Âişe (radıyallahü anha)'dan gelen rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) geceleyin ayakları şişene kadar namaz kılardı. Âişe (radıyallahü anha) ona: Geçmiş ve gelecek günahlarını Allah sana bağışlamış olduğu halde, niye böyle yapıyorsun? diye sorunca Peygamber: "Şükreden bir kul olmayayım mı?" diye buyurdu. Bu hadisi tek başına Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, IV, 217, 2171; Ayrıca bk.: Buhârî, IV, 1830, V, 2375; Tirmizî, II, 268; Nesâî, III, 219; İbn Mâce, I, 456; Müsned, IV, 251, 255. Kur'ân ve sünnetin zahiri şunu göstermektedir ki, şükür sadece dil ile yapılan amelle olmaz, aynı zamanda bedenî amellerle de yapılmalıdır. Yani fiillerle yapılan şükür azaların amelidir, söz ile yapılan şükür de dilin amelidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Kullarımdan şükreden ise azdır" âyetinin Dâvûd hanedanına bir hitab olma ihtimali olduğu gibi, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir hitab olma ihtimali de vardır. İbn Atiyye dedi ki: Durum ne olursa olsun, bu âyette uyarı ve teşvik sözkonusudur. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) bir adamı: Allahım, sen beni azlardan kıl dediğini işitmiş. Ömer ona: Bu dua da ne oluyor? diye sormuş. Adam: Ben yüce Allah'ın: "Kullarımdan şükreden ise azdır" âyetini kastettim, deyince, Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiş: Herkes senden daha bilgilidir ya Ömer! Rivâyete göre, Süleyman (aleyhisselâm) kendisi arpa ekmeği yer, buna karşılık aile halkına kaba undan yapılmış ekmek yedirir, yoksullara ise has undan ekmek yedirirdi. Yine denildiğine göre o, kül yer ve yastık diye kül üzerinde yatardı. Ancak birincisi daha sahihtir, çünkü külün gıda olacak bir tarafı yoktur. Yine rivâyete göre asla karnını doyurmuş değildir. Ona bu husus hatırlatılınca şöyle demiş: Karnımı doyurursam, açları unutmaktan korkarım. İşte bu da şükrün bir parçasıdır ve az yapılan işlerdendir. Bunu iyice düşünmek gerekir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 14Biz ölümüne hükmedince, asasını yiyen ağaç kurdundan başkası onlara ölümünü göstermedi. Nihayet yıkılıp yere düşünce açıkça ortaya çıktı ki, eğer cinler gaybı bilmiş olsa idiler, bu horlayıcı azâb içinde devam etmezlerdi. "Biz ölümüne hükmedince" yani Süleyman'ın hakkında âdeta kestirilip atılmış ve fiilen ölümü gerçekleşmişcesine ölüm hükmünü verince "asasını yiyen ağaç kurdundan başkası onlara ölümünü göstermedi." Çünkü o asasına yaslanmış bulunuyordu. "el-Minsee: Asa" Habeşçe'de -es-Süddî'nin dediğine göre- asa, sopa demektir. el-Kuşeyrî'nin naklettiğine göre bu Yemenlilerin şivesinde böyledir. O bu şekilde vefat etti ve ağaç kurdunun asayı yemesi dolayısı ile asanın kırılması üzerine ölmüş haliyle düşünceye kadar durumu gizli kaldı. Yere düştükten sonra öldüğü anlaşılmış oldu. Bu durumda ağaç kurdu onun ölümünü göstermiş oldu. Yani ölümünün ortaya çıkmasına sebeb oldu. Yüce Allah'tan, üzerinden bir sene geçmedikçe cinlerin ölmüş olduğunu bilmemelerini dilemişti. Süleyman (aleyhisselâm)'ın böyle bir istekte bulunmasının sebebi hususunda ilim adamlarının farklı iki görüşü vardır. Bu görüşlerden birisi Katade ve başkasına ait olup şöyle demişlerdir: Cinler gaybı bildiklerini iddia ediyorlardı. Ancak Süleyman (aleyhisselâm) vefat edip onun öldüğü bilgisi onlara saklı kalınca, "ortaya çıktı ki eğer cinler gaybı bilmiş olsa idiler. Bu horlayıcı azâb içinde devam etmezlerdi." İbn Mes'ûd dedi ki: O bir sene boyunca bu haliyle kaldı ve ağaç kurdu onun dayandığı sopasını yiyip yere düşünceye kadar önünde çalışmayı sürdürdüler. Rivâyet olunduğuna göre o yere düştüğünde ne zamandan beri öldüğü bilinememişti. Bu sefer ağaç kurdu sopanın üzerine bırakıldı, oradan bir gün, bir gece süre ile yedi. Daha sonra bunu hesab ettiler ve bir yıldan beri ölmüş olduğunu tesbit ettiler. Denildiğine göre, cinlerin elebaşıları yedi kişi idi. Bunlar Süleyman (aleyhisselâm)'ın emrine boyun eğiyorlardı. Dâvûd (aleyhisselâm), Beytu'l-Makdis'in temellerini atmış idi. Vefat ettiği sırada Beytu'l-Makdis Mescid'ini tamamlamak için Süleyman'a vasiyette bulunmuştu. O da bu işi bitirmek üzere cinlere emir verdi. Vefatı yaklaştığı sırada aile halkına: Mescidi tamamlayacakları vakte kadar benim öldüğümü onlara haber vermeyiniz. Tamamlanmasına da bir sene kalmıştı. Haberde nakledildiğine göre ölüm meleği Süleyman (aleyhisselâm)'ın arkadaşı idi. Ona ölümüne dair alamet sormuş, melek şöyle demişti: Senin secde ettiğin yerden keçiboynuzu diye bilinen bir bitki çıkacak. Süleyman (aleyhisselâm) her sabah Beytu'l-Makdis'de bir bitkinin bittiğini görüyor ve ona: Adın ne? diye soruyordu. Bu yeni biten bitki ya da ağaç: Adım şu şu diyordu. Bu sefer ona: Sen ne işe yararsın diye soruyor, o da şuna şuna yararım diyordu. Bunun üzerine emir veriyor ve o ağaç kesiliyor, bu iş için ayırdığı özel bir bahçeye diktiriyordu. Yine bunun fayda ve zararlarının, adının, tıbta ne işe yaradığının bilgilerinin de bir yere yazılmasını emrediyordu. Bir gün namaz kılmakta iken önünde bir ağacın bitmekte olduğunu gördü. Ona: Senin adın ne? diye sordu, o: Keçiboynuzu diye cevab verdi. Sen ne işe yararsın? diye sorunca, ağaç: Ben bu mescidi tahrib etmeye yararım, dedi. Bunun üzerine Süleyman: Ben hayatta olduğum sürece Allah bu mescidi tahrib etmeyecektir. Sen kendisi sebebiyle helâk olacağım ve Beytu'l-Makdis'in de helâk olacağı ağaçsın dedi ve bu ağacı oradan söküp bahçesine diktikten sonra şöyle dedi: Allah'ım, cinlerin öldüğümü bilmelerine imkan verme; tâ ki insanlar cinlerin gaybı bilmediklerini bilmiş olsunlar. Cinler insanlara gaybtan bazı şeyleri ve yarın neler olacağını bildiklerini haber veriyorlardı. Daha sonra Süleyman (aleyhisselâm) kefenini giyindi ve tahnidini (kefenine koku sürmek) yaptı, mihraba girip namaz kılmak üzere ayakta durdu. Tahtı üzerinde asasına dayandı ve öldü. Cinler ise aradan bir sene geçtikten ve Mescidin yapımı tamamlandıktan sonra ancak öldüğünü anladılar. Ebû Ca'fer en-Nehhâs dedi ki: Bu, bu âyet-i kerîme hakkında yapılmış en güzel açıklamadır. Bunun doğruluğuna merfu olan hadis de delalet etmektedir. İbrahim b. Tahman, Atâ b. es-Saib'den, o Saîd b. Cübeyr'den, o İbn Abbâs'tan rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın peygamberi Dâvûd oğlu Süleyman (ikisine de selam olsun) önünde bir ağacın (ya da bitkinin) bitmekte olduğunu görürse, ona senin adın nedir? diye sorardı. Eğer bu ağaç dikilmek için ise dikilirdi, ilaç içinse ne için olduğu yazılırdı. Bir gün yine namaz kılmakta iken önünde bir bitkinin bitmekte olduğunu gördü, ona: Adın ne? diye sordu. Bitki: Keçiboynuzu dedi. Bu sefer: Sen ne işe yararsın? diye sorunca, bitki: Bu Beyt'in harab edilmesine dedi. Bunun üzerine Süleyman (aleyhisselâm) şöyle devam etti: Allah'ım öldüğümü cinlere farkettirme! Tâ ki insanlar cinlerin gaybı bilmediklerini öğrenmiş olsunlar. Bunun üzerine Süleyman (aleyhisselâm) o ağacı bir asa şeklinde yonttu ve bir sene boyunca ona dayandı. Onlar ise bunu bilmiyordu, sonunda bu asa üzerinden düştü. Böylelikle insanlar cinlerin gaybı bilmediklerini öğrenmiş oldular. Ne kadarlık bir süreden beri öldüğünü anlamaya çalıştılar ve bir seneden beri ölmüş olduğunu tesbit ettiler." Hakim, Müstedrek, II, 459 ve IV, 220'de İbn Abbâs'ın sözü (mevkuf bir rivâyet) olarak IV, 219, bir yönüyle garip olduğuna ve İbn Abbâs mevkuf bir rivâyetinin bulunduğuna dikkat çekerek, VIII, 207-208. el-Heysemî Mecmau'z-Zevaid, VII 207, 208. "... Açıkça ortaya çıktı ki eğer cinler gaybı bilmiş olsa idiler..." âyetini İbn Mes'ûd ve İbn Abbâs: " İnsanlar açıkça anladılar ki, eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı..." diye okumuşlardır. Ruveys'in rivâyetine göre de Ya'kub: Açıkça ortaya çıkarıldı ki cinler..." şeklinde meçhul bir fiil olarak okumuştur. Nafî' ve Ebû Amr: Asasını yiyen" âyetini "sin" ile "te" arasında hemzesiz bir elif ile okumuşlardır, diğerleri ise "elif" yerine üstün bir hemze ile okumuşlardır ki, bu da iki ayrı söyleyiştir. Şu kadar var ki, İbn Zekvan hemzeyi tahfif ile sakin okumuştur. Şair hemzesiz olarak şöyle demektedir: "Yaşlılıktan dolayı asa üzerinde yürüdün mü? Artık senden eğlence ve gazel söylemek uzaklaşmış olur." Bir başka şair de üstün hemze ile şöylece kullanmaktadır: "Bir asa ile yüzüne vurduk onun, Bununla o hakir ve zelil oldu." Bir diğeri şöyle demektedir: "Hay babasız kalasıca, bir halat için mi vurdun onu Sopa ile? Senin o halatın böylece başka halatlar (musibetler) çekti, getirdi." Bir başka şair hemzeyi sakin telaffuz ederek şöyle demektedir: . "Ve dayandığı yerden kalkmış bir kişi ki Yaşlı birisinin dayandığı asasına doğru kalkması gibi." Bunun aslı: Koyunları güttüm" ifadesinden gelmektedir. Asaya bu ismin veriliş sebebi ise bir şeyin onunla sürülüp güdülmesinden ötürüdür. Şair Tarafe de şöyle demektedir: "Burcud (diye bilinen) elbisenin örtüsü gibi, yol üzerindeki Güdülmesi tıpkı bir tabutun tahtaları gibi güçlü ve sağlamdır." Görüldüğü gibi şair burada bu kelimenin hemzesini sakin okumuştur. en-Nehhâs dedi ki: Bu kelimenin türediği kök, onun asıl itibariyle hemzeli olduğunu göstermektedir. Çünkü bu kelime: "Onu erteledim, geriye ittim" lâfzından türetilmiştir. Asaya: denilmesinin sebebi, onun vasıtasıyla bir şeyin geri itilmesi ve geriye bırakılmasından dolayıdır. Mücahid ve İkrime şöyle demişlerdir: Bundan kasıt asadır. Daha sonra bu kelimeyi diye hemzenin yerine "elif" ile okumuştur. Şayet: Hemzenin yerine "elif" okumak oldukça çirkin bir iştir ve bu ancak uzak bir ihtimal ve istisna kabilinden şiirlerde câiz olabilir. (Yukarıda hemze yerine "elif" ile okuduğu belirtilen) Ebû Amr b. el-Alâ ise böyle bir şeyi bilmeyen birisi değildir. Özellikle Medineliler de bu kıraati benimsemişlerdir; denilecek olursa, buna şöylece cevap verilebilir: Araplar bu kelimede harfi değiştirmişler ve başka kelimede değiştirme (ibdâl) olduğu gibi, bu kelimeyi böylece telaffuz etmişlerdir. Buna da kıyas yapılmaz, öyle ki Ebû Amr şöyle demiştir: Ben bunun neden böyle olduğunu bilemiyorum. Şu kadar var ki, bu hemzeli bir kelime değildir. Çünkü hemzeli olan bir kelimenin hemzesi terkedilebilir. Fakat hemzeli olmayan bir kelimenin hiçbir şekilde hemzeli kullanılması mümkün değildir. el-Mehdevî şöyle demektedir: Bunu sakin bir hemze ile okuyanların bu okuyuşu şâz ve uzak bir ihtimaldir. Çünkü müenneslik "te"sinin önceki harfi ya müteharrik (harekeli) olmalıdır yahutda "elif" olmalıdır. Şu kadar var ki, hafifletmek kasdıyla fethalı olan bir harfin sakin okunması caizdir. Aynı şekilde hemze kıyasa uygun olmayarak "elif" ile değiştirilince, bu sefer "elif" de hemzeye değiştirilmiş olabilir. Nitekim Araplar: "Alim ve mühür" dediklerinde de "elifi hemzeye dönüştürmeleri bu kabildendir. Saîd b. Cübeyr'den bu kelimeyi: ": ...den, dan"ı ayrı olarak ve: 'ı da "te" harfi esreli ve hemze ile okumuştur. Denildiğine göre bu, hemzeli söyleyenlerin telaffuzuna göre: "Yayın ucundaki bükülü tarafı" anlamındaki lâfzı hemze'li söyleyenlerin söyleyişine göredir. Ru'be'nin de bu kelimeyi hemzeli okuduğu rivâyet edilmiştir. el-Cevherî dedi ki: Bu, yayın bükülen iki ucu demektir, çoğulu; ...diye gelir. Sonundaki "he (yuvarlak te)" "vav"ın yerine gelmiştir. Buna yapılacak nisbet ismi: ...diye gelir. Ebû Ubeyde dedi ki: Ru'be: "Yayın bükülü uçları" terkibini hemzeli olarak okur, ancak sair Araplar bunu hemzesiz okurlar. " Ağaç kurdu"nun mahiyeti hakkında da iki görüş vardır. 1- Birinci görüşe göre bu, bilinen ağaç kurdudur. Bu görüş İbn Abbâs, Mücahid ve başkalarının görüşüdür. Nitekim bu terkib "ra" harfi üstün olarak: diye de okunmuştur ki bu: "Ağaç kurdu"nun çoğuludur. Bunu el-Maverdî zikretmiştir. 2- Bu sopalan, asaları yiyen bir kurtçuktur. el-Cevherî der ki: şeklinde harekeli söyleyiş ahşabı yiyen bir kurtçuktur. Mesela: "Ağaç kurtlandı, kurtlanır, kurtlanmak" denilir. Kurtçuk onu yediği takdirde: "Kurt tarafından yenilmiş" diye kullanılır. "Nihayet yıkılıp yere düşünce, açıkça ortaya çıktı ki cinler" ez-Zeccâc dedi ki: Yani cinler onun ölümünü açıkça öğrenmiş oldular. Başkaları ise: Cinlerin durumu açıkça ortaya çıkmış oldu, demektir demişlerdir. Tıpkı: "Kasabaya sor" Yusuf, 12/82 âyetinde olduğu gibidir. Tefsirlerde sahih senedlerle İbn Abbâs'tan şöyle dediği kaydedilmektedir: Dâvûd oğlu Süleyman -ikisine de selam olsun-'ın ölümü bir sene boyunca kimse tarafından bilinmedi. Bu esnada o asasına yaslanmış bulunuyordu. Cinler de kendilerine vermiş olduğu emirleri yapmakta idiler. Bir sene sonra yere düştü. "Yere düşünce böylelikle insanlar açıkça şunu anlamış oldu: Eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı, bu horlayıcı azapta devam etmezlerdi." (Yukarıda geçtiği gibi) İbn Abbâs'ın bu kıraati tefsir maksadıyla yapılmış bir kıraattir. Haberde belirtildiğine göre: Cinler ağaç kurdunun bu yaptığına minnettar kalarak nerede olursa ona su getiriyorlar. es-Süddî dedi ki: (Suyun yanında ona) çamuru da (getiriyorlar.) Çünkü ahşabın iç taraflarında görülen çamur işte bu şeytanların ağaç kurduna teşekkür kastıyla getirdikleri çamurdur. Ayrıca cinler şöyle demişlerdir: Şayet sen yemek yiyip su içen olsaydın, sana bunları da getirirdik. lâfzı, "CinlerMen bedel olmak üzere ref mahallindedir. İfade: "Cinlerin durumu açıkça ortaya çıktı" takdirindedir. Görüldüğü gibi muzaf hazfedilmiştir. Yani cinlerin gaybı bilmediklerine dair bilgi insanlar tarafından açıkça görülmüş ve ortaya çıkmış oldu. Bu bedelu'l istimaldir. "Lâm" harfinin hazfedildiği kabul edilerek nasb mahallinde olması da caizdir. "Devam ettiler" böyle kaldılar, demektir. "Horlayıcı azâb" da onlara yaptırılan angarya işler, taşıyıcılık, inşaat vapmak ve daha başka işlerdir. Süleyman (aleyhisselâm) elliüç yıl yaşadı. Krallık süresi ise kırk yıldır. Onüç yaşında iken kral olmuştu. Beytu'l-Makdis'in inşaatına kendisi onyedi yaşında iken başladı. es-Süddî ve başkaları da şöyle demişlerdir: Süleyman altmışyedi yıl yaşadi. Onyedi yaşında iken kral oldu. Beytu'l-Makdis'in inşaatına yirmi yaşında iken başladı. Krallık süresi de elli yıl devam etti. Nakledildiğine göre Süleyman (aleyhisselâm) krallığının dördüncü yılında Beytu'l-Makdis inşaatına başladı. Onun yapımını bitirdikten sonra onikibin öküz ve yüzyirmibin koyun kurban etti. İnşaatını bitirdiği günü bayram ilan etti. Kaya parçası üzerine kalkarak, ellerini yüce Allah'a dua maksadıyla uzatıp şöylece dua etti: "Bu saltanatı bana bağışlayan, bu mescidi bina etme gücünü bana veren Sensin Allah'ım. Allah'ım, bana vermiş olduğun bu nimetler dolayısıyla sana şükretmek ilhamını ver. Benim canımı dinin üzerine al. Bana hidayet verdikten sonra kalbimi haktan çevirme. Allah'ım, bu mescide girenler için senden beş özellik niyaz ediyorum: Buraya tevbe etmek maksadıyla giren herbir günahkârın günahını bağışla, tevbesini kabul et. Tehlike korkusuyla buraya girene güvenlik ver. Hasta olarak gelene şifa ver. Fakir olarak geleni de ihtiyaçtan kurtar. Beşincisi ise buraya giren kimseden, buradan çıkacağı vakte kadar gözünü çevirme. Ancak bir eğrilik yahut bir zulüm peşinde olan müstesna. Ey âlemlerin Rabbi..." Bu duayı el-Maverdî zikretmiştir. Derim ki: Bu rivâyet daha önce geçen, Beytu'l-Makdis inşaatının, vefatından bir sene sonra ancak tamamlandığına dair rivâyetlerden daha sahihtir. Bunun daha sahih oluşuna delil de Nesâî ve başkalarının sahih bir isnad ile kaydettikleri şu rivâyettir: Abdullah b. Amr, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Dâvûd oğlu Süleyman Beytu'l-Makdis'i bina edince, yüce Allah'tan şu üç hususiyeti istedi: "Vereceği hükümlerinin kendisinin hükmüne uygun düşmelerini istedi, bu isteği ona verildi. Yine yüce Allah'tan kendisinden başka hiçbir kimseye verilmeyecek bir mülk verilmesini istedi, bu da ona verildi. Mescidin inşasını bitirince de yüce Allah'tan buraya yalnızca namaz kılmak arzusu ile kim gelirse, mutlaka günahlarından -annesinin o kimseyi doğurduğu gündeki gibi- kurtulmasını diledi, bu da kendisine verildi. " Nesâî, es-Sünenü'l-Kübra, I, 256; Nesâî, II, 34; Müsned, II, 176. Biz bu hadisi daha önce Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/96-97. âyet, 1. başlıkta); Mescid-i Aksa'nın bina edilmesini de el-İsra Sûresi'nde (17/2. âyet, 5 ve 6. başlıklarda) zikretmiş idik. 15Yemin olsun ki Sebe'liler için kendi meskenlerinde bir ibret vardı. Sağ ve solda ikişer bahçe vardı. "Rabbinizin rızkından yeyin ve O'na şükredin! Hoş bir belde ve bağışlayıcı bir Rabb..." "Yemin olsun ki Sebe'liler için kendi meskenlerinde bir ibret vardı" âyetinde geçen "Sebe"' kelimesini Nafî' ve başkaları bir kabile halkı ismi olarak hem munsarıf hem de tenvinli okumuşlardır. Aslında bu bir adamın adıdır. Bu hususta Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet gelmiştir. Tirmizî, kaydettiği rivâyette şöyle demektedir: Bize Ebû Küreyb ile Abd b. Humeyd anlattı, dediler ki: Bize Ebû Üsame anlattı: O, el-Hasen b. el-Hakem en-Nehaî'den dedi ki: Bize Ebû Sebre en-Nehaî anlattı, o Ferve b. Museyk el-Muradî'den dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gittim ve: Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Ben kavmimden bana doğru gelenleri yanına alarak kaçıp gidenlerle Savaşayım mı? Onlarla Savaşmak hususunda bana izin verdi ve bana emretti. Ben onun huzurundan çıktığımda benim hakkımda: "Ğutayfh ne yaptı?" diye sordu. Ona yola koyulmuş olduğuma dair haber verildi, bunun üzerine benim peşimden haberci göndererek geri dönmemi istedi. Ben de yanına vardım, o sırada ashabından birkaç kişi ile beraberdi. Şöyle buyurdu: "Kavmini davet et. Onlardan İslâm'a giren olursa, İslâm'a girişini kabul et. İslâm'a girmeyen kimse olursa, ben sana yeni bir emir verinceye kadar acele etme." (Ferve) dedi ki: Sebe'liler hakkında da indirilen âyetler indirildi. Bir adam: Ey Allah'ın Rasûlü, Sebe' nedir? Bir yer ismi mıdır? Yoksa bir kadın mıdır? diye sordu. Peygamber: "Ne bir yer adıdır, ne de bir kadın adıdır. O bir adamdır. On tane Arap çocuğu olmuştur. Bunların altısı Yemen'e, dördü de Şam tarafına gittiler. Şam tarafına gidenler Lahm, Cüzam, Gassan ve Amile adında idiler. Yemen tarafına gidenler ise Ezdliler, Eş'arîler, Himyer, Kinde, Mezhiç ve Enmar(lılar)dır." Bir adam: Ey Allah'ın Rasûlü Enmar nedir? diye sorunca, Peygamber: "Kendilerinden Has'am ve Becilelilerin geldiği kimselerdir" diye buyurdu. Bu rivâyet İbn Abbâs'tan, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan diye de gelmiştir ki, Ebû Îsa (et-Tirmizî) şöyle demiştir: Bu hasen, garib bir hadistir. Tirmizî, V. 361. İbn Kesîr ile Ebû Amr munsarıf olmayarak: Sebe'liler için" diye okumuş ve bunu bir kabile ismi kabul etmiştir. Ebû Ubeyd'in görüşü de budur. Bunun kabile ismi oluşuna da daha sonra gelen "meskenlerinde" diye buyurulmuş olmasını delil göstermiştir. en-Nehhâs dedi ki: Şayet durum onun dediği gibi olsaydı: "O kabilenin meskenlerinde" denilmesi gerekirdi. Bu hususa dair daha geniş açıklamalar bundan önce en-Neml Sûresi'nde (27/20-28. âyetler, 7. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Şair bu kelimeyi munsarıf kullanarak şöyle demiştir: "Sebe'in zirvelerinde gelenler ile Teymlilerin Boyunlarında iz bırakmıştır, camışların derileri." Bir başka şair de gayr-ı munsarıf kullanarak şöyle demektedir: "Me'rib'de hazır bulunan Sebe'den Onların selinin önünde Arimi (şeddi) bina ettiklerinden." Kunbul, Ebû Hayve ve el-Cahderî hemzeyi sakin olarak; diye okumuşlardır. "Meskenlerinde" şeklindeki çoğul olarak okuyuş genel olarak kıraat âlimlerinin okudukları şekildir. Ebû Ubeyd ile Ebû Hatim'in tercih ettiği kıraat de budur. Çünkü onların meskenleri bir değil, pek çoktu. Şu kadar var ki, İbrahim, Hamza ve Hafs tekil olarak: "Onların meskeninde" diye okumuşlar. Ancak "kef" harfini üstün okumuşlardır. Yahya, el-A'meş ve el-Kisaî de tekil okumakla birlikte "kef'i esreli okumuşlardır. en-Nehhâs dedi ki: Bu (Sebe') lafızın(ın) sakin okunuşu daha açıktır. Çünkü böylelikle hem lâfız, hem manayı birarada ifade etmektedir. "Meskenlerinde" (anlamını veren) okuyuşu hakkında iki takdir sözkonusudur. 1- Çoğul anlamını ifade eden tekil olması, 2- Tesniyesi de, çoğulu da yapılmayan mastar olmasıdır. Yüce Allah'ın: "Allah kalblerine de, kulaklarına da mühür vurmuştur. Gözleri üzerinde de perdeler çekmiştir" (el-Bakara, 2/7) diye buyurmaktadır. Burada görüldüğü gibi "kulaklar: sem'" tekil olarak gelmiştir. Nitekim: "Sıdk meclisinde" (el-Kamer, 54/55) âyetinde de böyledir. "Mesken"in "mescid" gibi "meşkin" diye kullanılışı ise kıyas'ın dışında bir kullanımdır, böyle bir şeyin benzeri ancak sema yoluyla (işitilerek) bulunabilir. "Bir ibret" lâfzı 'nin ismidir. Yani yüce Allah'ın kudretine ve kendilerini yaratan bir yaratıcının varlığına delalet eden bir alamet vardır. Bütün yaratılmışlar eğer ağaçtan bir meyve çıkartmak üzere biraraya gelecek olsalar, buna güçleri yetmez. Meyvelerin çeşitli cins, renk. tat, koku ve çiçeklerini ortaya çıkarmak imkanını bulamazlar. İşte bu, bütün bunların ancak herşeyi bilen ve herşeye güç yetirenin yaratmasıyla olabileceğine açık bir delil vardır. "Sağ ve solda ikişer bahçe vardı" âyetinin "bir ibret vardı" lâfzından bedel olması mümkün olduğu gibi, hazfedilmiş bir mübtedânın haberi de olabilir. Bu durumda "Bir ibret" üzerinde vakıf yapılır, ancak bu vakıf tamam değildir. ez-Zeccâc dedi ki: "Bir ibret: âyet" iki bahçedir. Buna göre: "İki bahçe" hazfedilmiş bir mübtedânın haberi olarak merfudur. el-Ferrâ'' da şöyle demektedir: Bu âyet, "âyet: bir ibret" lâfzının atf-ı tefsiri olarak merfu gelmiştir. Bunun; (otf)'nin haberi olarak nasb ile gelmesi de mümkündür. Ayrıca "iki bahçe" anlamındaki lâfzın Kur'ân-ı Kerîm'in dışında olmak üzere yine bunun haberi olarak nasb ile gelmesi mümkündür. Abdu'r-Rahmân b. Zeyd dedi ki: Sebe'lilere meskenlerinde bulunan âyet (ibret) şu idi: Onlar asla ne bir sivrisinek, ne sinek, ne bir bit, ne pire, ne akrep ne yılan, ne de başka bir haşere görüyorlardı. Onlara gelen kafilelerin elbiselerinde eğer bit ve diğer haşereler bulunuyor ise, evlerini görür görmez bütün bu haşereler oluveriyordu. Bir diğer görüşe göre buradaki "âyet: ibret" iki bahçe idi. Bir kadın başında zenbili bulunduğu halde iki bahçe arasında yürür ve eliyle kendisi meyvelere dokunmaksızın o zenbil çeşitli meyvelerle doluverirdi. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Rivâyet edildiğine göre bu iki bahçe Yemen'deki iki dağ arasında idi. Süfyan da şöyle demiştir: Bu iki bahçede iki köşk bulundu, bunlardan birisinin üzerinde: "Bizler Selhîn'i kesintisiz olarak yetmiş yılda bina ettik" ibaresi, diğerinin üzerinde: "Bizler Sirvah'ı hem öğle vakti dinlenmek, hem de aksam vakti dinlenmek üzere bina ettik" ibaresi yazılı idi. Bu iki bahçeden birisi vadinin sağ tarafında, diğeri ise sol tarafında bulunuyordu. el-Kuşeyrî dedi ki: Burada sadece iki tane bahçe kastedilmiş değildir. Aksine burada iki bahçeden kasıt sağ ve soldur. Yani onların ülkelerinde pek çok bahçe, ağaç ve meyveler vardı, insanlar bunların gölgeleri altında saklanırlardı. "Rabbinizin rızkından yeyin." Yani onlara böyle denildi. Ortada emir diye bir şey yoktu. Ancak onlar bu nimetlerden yemek imkanına sahib idiler. Şöyle de açıklanmıştır: Rasûller onlara şöyle demişti: Yüce Allah size bunları mubah kılmıştır. Yani O, bu nimetleri size mubah kıldığından ötürü itaat ederek O'na şükrediniz. "Rabbinizin rızkından" kasıt, iki bahçenin meyvelerinden yeyin, demektir. "Ve O'na" size vermiş olduğu bunca rızık dolayısıyla "şükredin." "Hoş bir belde" ifadesi yeni bir söz başlangıcıdır. Yani bu hoş bir beldedir. Bu da mahsûl ve meyveleri pek çoktur, anlamındadır. Çorak değildir, diye de açıklanmıştır. Havası güzel olduğu için haşereleri bulunmayan hoş bir yerdir, diye de açıklanmıştır. Mücahid dedi ki: Bu şehir San'a şehridir. "Ve bağışlayıcı bir Rabb" Yani size bu nimetleri ihsan eden bağışlayıcı (gafur) bir Rabbdir, günahlarınızı örter. Böylelikle hem onların günahlarını bağışlamış, hem de ülkelerini hoş kılmıştır. Böyle bir özellik mahlukatının tümüne verilmiş değildir. Bir açıklama da şöyledir: Burada mağfireti (bağışlamayı) sözkonusu etmekle rızıkta haramın bulunabileceğine de işarettir. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında (2/3- âyet, 23. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bir diğer açıklamaya göre yüce Allah, daha önceden geçmiş peygamberleri yalanladıkları için kökten imha edici bir azâb ile onları azâb etmeyip af etmek suretiyle onlara lütuf ve minnetini hatırlatmaktadır. Nihayet onlar bu yalanlamayı ısrarla sürdürünce, kökten imha edildiler. 16Fakat onlar yüz çevirdiler. Biz de onlara Arim selini gönderdik ve onların iki bahçelerinin yerine buruk yemişli, acı ılgınlı ağaçları olan ve içinde Arabistan kirazından da az bir şey bulunan iki bahçe verdik. "Fakat onlar" Allah'ın emrinden ve Rasûllerine uymaktan -daha önceleri müslüman oldukları halde- "yüz çevirdiler." es-Süddî ile Vehb (b. Münebbih) dediler ki: Sebe'lilere onüç peygamber gönderildi, onlar da bu peygamberleri yalanladılar. el-Kuşeyrî dedi ki: Bunların "Himar (eşek)" lakablı bir başkanları vardı. Bunlar Îsa ile Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) arasındaki fetret döneminde idiler. Denildiğine göre bunun bir oğlu vardı ve öldü. Bunun üzerine başını semaya doğru kaldırıp tükürdü ve kâfir oldu. İşte bundan dolayı "Himar'dan daha kâfir" tabiri kullanılmaktadır. el-Cevherî dedi ki: "Himar'dan daha kâfir" deyimi şuradan gelmektedir: Âd kavmine mensub bir adamın birkaç oğlu vardı. Bu da çok büyük bir küfür ile kâfir oldu. Onun topraklarından kim geçerse, mutlaka o kişiyi küfre davet ederdi. Çağrısını kabul ederse onu bırakır, değilse öldürürdü. Daha sonra Arim seli onların bahçelerini alıp götürünce, ileride açıklanacağı üzere- etraftaki ülkelere dağıldılar. Bundan dolayı darb-ı meselde: "Sebe'liler gibi darmadağın oldular" denilmektedir. Denildiğine göre Evs ve Hazrecliler onlardandır. "Biz de onlara Arim selini gönderdik" âyetinde geçen "Arim" İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre şeddin adıdır. Bu durumda ifade, Arim şeddi selini gönderdik takdirinde olur. Atâ ise Arim vadinin adıdır. Katade Arim Sebe' vadisidir demiştir. Bütün vadilerin akan selleri orada toplanırdı. Hatta denizden ve Yemen vadilerinden akan suların orada toplandığı dahi söylenmiştir. Bunlar iki dağ arasında bir sed yaptılar ve bu sedden biri diğerinin üstünde üç kapı bıraktılar. En üstteki kapıdan önce sulama yaparlar, sonra ikincisinden, sonra da üçüncüsünden ihtiyaç duydukları kadarıyla sulama yaparlardı. Çok verim elde ettiler ve malları çoğaldı. Rasûlleri yalanlamaları üzerine yüce Allah onlara fareleri musallat kıldı, onlar da o seddi deldiler. Vehb dedi ki: Onlar (geçmişlerinden gelen) ilim ve kehânet bilgileri arasında şunların da bulunduğunu iddia ediyorlardı: Onların bu sedlerini bir fare tahrib edecektir. Bundan dolayı iki kaya arasında buldukları herbir deliğin yanıbaşına mutlaka bir kedi bağlamışlardı. Yüce Allah'ın onların başına getirmek istediği musibetin vakti gelince, kırmızı bir fare bu kedilerden birisine doğru gitti. Kediyi arkasından koşturdu. Nihayet kedi kayadan uzaklaşınca, fare kedinin yanıbaşında bulunduğu delikten içeri atladı ve şeddi oydu. Nihayet sel tarafından alınıp götürülecek kadar şeddi gevşetti. Onlar ise bu işin farkına varmamışlardı. Sel gelince, açılan delikler arasından girdi ve nihayet şedde kadar ulaştı. Su onların mallarını kapattı, evlerini örttü. ez-Zeccâc dedi ki: Arim üzerlerinde kapatılmış bulunan şeddi oyan farenin adıdır. Kendisine "el-Huld" denilen de odur. Katade de böyle demiştir: Selin olmasına kendisi sebeb teşkil ettiğinden sel ona nisbet edilmiştir. İbnu'l-Arabî de: Arim fare isimlerinden bir isimdir, demiştir. Mücahid ve İbn Ebi Necih de şöyle demişlerdir: Arim yüce Allah'ın şeddi, içine göndermiş olduğu kırmızı bir sudur. Bu su şeddi çatlatmış ve yıkmıştır. Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre Arim çok şiddetli yağmur demektir. "Re" harfi sakin olarak "arm" de denilir. ed-Dahhak'tan rivâyete göre; bunlar Îsa ile Muhammed (ikisine de selam olsun) arasındaki fetret döneminde yaşamışlardı. Amr b. Şurahbil de şöyle demektedir: Arim sed demektir. el-Cevherî de böyle demiştir. el-Cevherî'nin dediğine göre bunun kendi lâfzından tekili yoktur. Tekilinin "arime" olduğu da söylenmektedir. Muhammed b. Yezid dedi ki: İki şey arasında engel teşkil eden herbir şeye Arim denilir. Engel (sed) diye adlandırılan şey de budur ve bu "Arime"nin çoğuludur. en-Nehhâs dedi ki: İki dağ arasında toplanan yağmur suyunun önünde eğer bir engel varsa, buna arim denilir. Mısırlıların "Hibs" ismini verdikleri engel budur. Onlar istedikleri vakit bu engeli kaldırırlar. Bahçeleri yeteri kadar su aldığı vakit yine burayı tıkarlardı. el-Herevî dedi ki: Engel (el-müsennat) seli geri çevirmek için yapılan bir örgüdür. Buna bu ismin veriliş sebebi suyun anahtarlarının bunda bulunmasından dolayıdır. Rivâyet olunduğuna göre Arim, Süleyman (aleyhisselâm)'ın çağdaşı bulunan Belkıs'ın bina ettiği şeddin adıdır. Himyerlilerin dilinde buna "el-müsennât" ismi verilir. Belkıs bu şeddi kaya ve zift ile inşa etmiş ve biri diğerinin üstünde üç kapı yapmıştı. Bu kelimenin kökü şiddet ve sağlamlık demek olan: 'dan türetilmiştir. "Güçlü, kuvvetli adam" tabiri buradan gelmektedir. "Kemiğin üzerindeki eti sıyırdım, sıyırırım, sıyırmak" da buradan gelmektedir. Aynı şekilde: "Develer ağaçtan yedi" ifadesi de böyledir. ise "ağaç ya da kemikten (üzerindekini) sıyırmak" demektir. Kemiğin üzerindeki eti sıyırdım" anlamındadır, "Aç gözlü çocuk" demektir. Fiil olarak; şeklinde gelir. "Arim" ise "Ârim" ile aynı şeydir, bu açıklamalar el-Cevherî'den nakledilmiştir. "Onların iki bahçelerinin yerine buruk yemişli... iki bahçe verdik" âyetindeki: "Buruk yemişli" lâfızlarını Ebû Amr tenvinsiz ve muzaf olarak; diye okumuştur. Tefsir âlimleri ile el-Halil: " Erak ağacı" olduğunu söylemişlerdir. el-Cevherî ise bu yenilen meyvesi bulunan bir çeşit erak ağacıdır, demiştir. Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: Dikenli ve acımtrak tadı olan herbir ağaaı denilir. ez-Zeccâc da şöyle demektedir: Yenilmesi mümkün olmayacak şekilde acı olan herbir bitki demektir. el-Müberred ise canın çekmeyeceği şekilde değişmiş olan herbir yiyecektir, demişlerdir. "Süt ekşimiş" demektir. Ona göre kıraatte daha uygunu "Buruk yemişli" diye, "yemiş" anlamındaki kelimenin sıfatı yahut onun bedeli olarak tenvinli okunmasıdır. Çünkü ona göre yemiş aynı zamanda buruk olanın kendisidir. İzafetin câiz oluşu ise. bunun ekşimiş yemişli yahut acı yemişli iki bahçe takdirinde olmasına binaendir. el-Ahfeş de şöyle demektedir: Arapçada izafet daha uygundur. Tıpkı: " İpek kumaş" demelerine benzer. "Ekşimiş süt" demektir. Ebû Ubeyd'in naklettiğine göre sütün o sağılma lezzeti gidip henüz tadı değişmemişse ona: denilir. Bir miktar kokmaya başlamışsa; ile denilir. Tadı da değişmiş ise bu sefer: ismini alır. Tatlı bir tat vermeye başlamış ise ona; denilir, "Erkek deve böğürdü" denilir. " Filan kişi gazablandı ve kibirlendi"; " Deniz dalgalandı"; " Koyunun derisini yüzüp etini közde pişirdim" demek olup muzari olarak; ...diye gelir, mastarı da; şeklindedir. Bu şekilde pişmiş olan koyuna da: denir. Şayet yünleri çıkartılıp közde pişirilirse o takdirde: ismini alır. Henüz tam olmamış elma kokusu gibi elma kokusu almış olan şaraba denilir. Ekşi şaraba bu adın verildiği de söylenmiştir. Bu açıklamaları el-Cevherî yapmıştır. el-Kutebî de "Edebu'l-Katib" adlı eserinde şöyle demektedir: Ekşimiş şaraba; denilir. Bunun bir parça yabancı koku almaya başlamış şarabın ismi olduğu da söylenmiştir. Sonra da şu beyti zikretmektedir: "Yabancı koku sinmemiş, çiğ su gibi bir şarab ki Alevi içenleri(n boğazını) yakan ekşimiş de değildir." " Acı, ılgın ağaçlı" hakkında el-Ferrâ' şöyle demektedir: Bu ılgın ağacına benzer, ancak ondan daha uzun boylu olur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın minberi bu ağaçtan yapılmıştır. Bunun kapı yapımında kullanılan oldukça kalın gövdesi olur. Yaprakları da ılgın ağacı yaprağına benzer. Tekili çoğulu ...diye gelir. el-Hasen ise bu, ahşab ve kereste demektir, diye açıklamıştır. Katade de: Bu Feyd'de gördüğüm ılgın ağacına benzeyen bir çeşit kerestedir, sakız ağacı olduğu da söylenmiştir. Ebû Ubeyde ise bu en-Nuddar ağacı demektir. en-Nuddar ise hem altın anlamına gelir, hem de kendisinden kabkacak yapılan bir kereste türüdür. "Ve içinde Arabistan kirazından da az bir şey bulunan..." el-Ferrâ' dedi ki: “Sakız ağacı" demektir. Bunu da en-Nehhâs zikretmiştir. el-Ezherî: Sedir ağacı iki türlüdür, demektedir. Bunlardan birisi kara türü olup bundan faydalanılmaz. Yaprakları yıkanılacak suyu kokulandırmaya elverişli değildir. Yenilmeyen bir meyvesi vardır. ed-Dal (kara sedir, ağacı) ismi da verilir. İkincisi ise su üzerinde yetişen ve meyvesi nebik (göğer yemişi) diye bilinen, yaprağı yıkanılacak suyu kokulandıran ve hünnab ağacı yaprağına benzeyen ağaçtır. Katade dedi ki: Ağaçları önceleri en güzel ağaçlar iken amelleri sebebiyle yüce Allah ağaçlarını en kötü ağaçlara dönüştürmüş, onların güzel meyveler veren ağaçlarını yok ettikten sonra yerlerine erak (misvak ağacı), ılgın ve sedir ağaçları vermiştir. el-Kuşeyrî dedi ki: Çölde yetişen ağaçlara bahçe ve bostan ismi verilmez. Ancak ikinci tür ağaçlar, birincilerinin zıddı olarak sözkonusu edilince onlar hakkında da bahçe (cennet) lâfzı kullanılmıştır. Bu da yüce Allah'ın: "Bir kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür." (eş-Şura, 42/40) âyetindeki ifadelere benzer. Bununla birlikte yüce Allah'ın "az" âyeti sözkonusu edilen buruk yemişli, acı ılgınlı ve Arabistan kirazı ağaçları hakkında da kullanılmış olabilir. 17İşte nankörlük etmeleri sebebiyle Biz onları böyle cezalandırdık. Zaten Biz nankörlük edenlerden başkasını cezalandırır mıyız ki? "İşte nankörlük etmeleri sebebiyle Biz onları böyle cezalandırdık." Yani bu değiştirme onların nankörlük ve küfürlerinin bir cezasıdır. Buradaki "İşte" nasb mahallindedir. Yani nankörlükleri sebebiyle onları böylece cezalandırdık. "Zaten Biz nankörlük edenlerden başkasını cezalandırır mıyız ki?" âyetinin "cezalandırırız" anlamındaki lâfzı genel olarak: "Cezalandırılır" diye ötreli bir "ye" ve üstün bir "ze" ile buna karşılık: "Nankörlük eden" lâfzı ise naib-i fail olarak merfu okunmuştur Bu okuyuşa göre anlamı: "Zaten nankörlük edenden başkası mı cezalandırılır" şeklinde olur. Yakub, Hafs, Hamza ve el-Kisaî ise "nun" ve "ze" harfini de esreli olarak: " Cezalandırırız" şeklinde buna karşılık; "Nankörlük edenleri" diye nasb ile okumuşlardır. Ebû Ubeyd ile Ebû Hatim bu kıraati tercih etmiş olup şöyle demişlerdir: Çünkü bundan öncesi "İşte Biz onları böyle cezalandırdık" şeklinde olup "cezalandırıldılar" diye buyurmamıştır. en-Nehhâs da şöyle demektedir: Bu hususta genişlik vardır, mana da gayet açıktır. Şayet bir kimse: "Yüce Allah, Âdem (aleyhisselâm)'ı çamurdan yarattı" bir diğeri de: "Âdem çamurdan yaratıldı" diyecek olursa, her iki mana da birdir. Bu Sûredeki En Zor Mesele: Cezalandırmanın Çokça Nankörlük Edene Tahsis Edilmesinin Sebebi: Bu âyette öyle bir soru vardır ki; bu sûrede ondan daha ağırı yoktur. O da şu şekildeki sorudur: Yüce Allah niçin masiyet sahiplerini sözkonusu etmeyip cezalandırmayı özellikle nankörlük edenlere tahsis etmiştir. İlim adamları bu konuda açıklamalarda bulunmuşlardır. Bir kesim şöyle demiştir: Bu şekilde kökten imha ve helâk etme cezası, ancak kâfirlere verilir. Mücahid de: Buradaki cezalandırma suça karşı verilen ceza anlamındadır. Çünkü mü’minin günahlarını yüce Allah affeder, kâfir ise yapmış olduğu her kötülüğün cezasını görecektir. Mü’mine amelinin karşılığı verilir, fakat o mükâfat gördüğü için kötülüklerinin hepsinin cezası verilmez. Tavus dedi ki: Burada sözkonusu edilen, hesapta münakaşa (inceden inceye sorguya çekme)dir. Mü’min ise hesab esnasında inceden inceye sorgulanmaz. Kutrub bunun aksini söylemekte ve bunun kâfirlerin dışında günahkâr kimseler hakkında olduğunu belirterek şöyle demektedir: Bu nimetlere karşı nankörlük edip büyük günah işleyenler hakkındadır. en-Nehhâs da şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme hakkında söylenen en uygun ve yapılan en değerli rivâyet el-Hasen'in: Herbir işe misliyle karşılık verilir, şeklindeki açıklamasıdır. Âişe (radıyallahü anha)'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Hesaba çekilen kimse helâk oldu demektir." Ben: Ey Allah'ın Peygamberi, ya yüce Allah'ın: "O kolay bir hesab ile hesaba çekilecek." (el-İnşikak, 84/8) âyeti nerede kaldı? diye sordum, şöyle buyurdu: "Orada sözü edilen arzdır. Hesabta inceden inceye sorgulanan kişi helâk oldu demektir. " Buhârî, I, 51, IV, 1885, V, 2394; Müslim, IV, 2204, 2205; Tirmizî, IV, 617, V, 435; Ebû Dâvûd, III, 184; Müsned, VI, 47, 91, 108, 127. Bu hadisin isnadı sahihtir, açıklaması da şöyledir: Kâfire amellerinin mükâfatı da verilir. Amelleri dolayısıyla hesaba da çekilir. İşlemiş olduğu hayırlı ameller boşa çıkartılır. Bunu da yüce Allah'ın birincisi hakkında: "İşte nankörlük etmeleri sebebiyle Biz onları böyle cezalandırdık" âyeti ile ikincileri hakkındaki: "Zaten nankörlük edenden başkası mı cezalandırılır?" âyeti açıklamaktadır. "Cezalandırılır"ın anlamı ise işlemiş olduğu herbir amelin mükâfatının verilmesi "onları cezalandırdık" ise onların hakettiklerini eksiksiz verdik, demektir. Sözlükteki gerçek anlamı bu şekildedir. Mecazen birincisi, ikincisinin anlamında kullanılıyor olsa dahi bu, böyledir. 18Onlar ile bereket verdiğimiz memleketler arasında ardarda kasabalar var ettik. Oralarda gidip gelmelerini takdir ettik. "Oralarda güvenlik içinde geceler ve gündüzler boyunca gezin" (dedik). "Onlar ile bereket verdiğimiz memleketler arasında ardarda kasabalar var ettik" âyeti hakkında el-Hasen, Yemen ile Şam arasında diye açıklamıştır. Bereket verilen topraklar ise Şam, Ürdün ve Filistin'dir. Berekete gelince, bunun ağaç, mahsûl ve su ile bereketlendirilmiş dörtbinyediyüz kasaba olduğu söylenmiştir. "Bereket verdiğimiz" âyetinin sayı çokluğu ile bereketlendirdiğimiz anlamına gelme ihtimali de vardır. "Ardarda kasabalar" âyeti hakkında İbn Abbâs, Medine ile Şam arasında demek istemektedir, diye açıklamıştır. Katade dedi ki: "Ardarda" yol üzerinde birbirine bitişik demektir. Sabah giderler, öğle vakti bir yerde dinlenirler, akşam dönüşlerinde ise bir başka yerde geceyi geçirirlerdi. Herbir millik mesafede pazarı olan bir kasaba vardı, diye de söylenmiştir. Bu da yol emniyetinin bir gereğidir. el-Hasen şöyle demektedir: Kadın beraberinde yün eğirdiği kirmeni ile birlikte çıkar. Başı üzerinde zenbili ile yola koyulur. Kirmeni ile vakit geçirir ve evine geri döndüğünde başındaki zenbil mutlaka hertürlü meyve ile dolardı. Şam ile Yemen arası hep böyle idi. "Ardarda"nın yüksekçe anlamına geldiği söylenmiştir ki, bu açıklamayı da el-Müberred yapmıştır. Bu kasabalar hakkında bu vasfın kullanılış sebebinin bunların açıkça ortada olmaları olduğu da söylenmiştir. Yani sen bir kasabadan çıktın mı hemen diğerini görebilirdin. Bu şekilde bu kasabalar ardarda yani tanınıp bilinen kasabalar idiler. Nitekim "Bu açık ve bilinen bir iştir" demektir. "Oralarda gidip gelmelerini takdir ettik." Kendi kasabaları ile mübarek kıldığımız kasabalar arasında bir konaktan, bir başka konağa, bir kasabadan diğerine ölçüsü belirlenmiş mesafeler halinde yürümelerini takdir ettik, demektir. Yani herbir kasaba arasında yarım günlük bir mesafe takdir ettik. Öyle ki öğle vakti bir kasabada, gece bir başka kasabada bulunabilsinler. İnsan ise azık, su ve yol tehlikesi bulunduğu takdirde yol almakta aşırıya kaçar, fakat azık ve güvenlik varsa, kendisini meşakkate sürüklemez ve dilediği yerde konaklar. "Oralarda güvenlik içinde, geceler ve gündüzler boyunca gezin." Yani Biz onlara: Oralarda gezin, dedik. Bu mesafeler arasında gidip gelin, demektir. Bu emir temkin (imkân ve iktidar verme) emridir. Yani onlar diledikleri takdirde güvenlik içerisinde istedikleri yerlere gidebiliyorlardı. Buradaki emir, haber anlamındadır ve "dedik" ifadesi de takdir edilmiştir. "Geceler ve gündüzler" lâfzının herbirisi bir zarftır. "Güvenlik içinde" ise hal olarak nasbedilmiştir. Burada "geceler ve gündüzler" anlamındaki lâfızların nekre (belirtisiz) olarak gelmesi, yolculuk mesafelerinin azlığına dikkat çekmek içindir. Yani gerek duyacakları şeylerin varlığı sebebiyle uzun mesafe yolculuk yapma ihtiyacı duymuyorlardı. Katade dedi ki: Onlar korku, açlık ve susuzluk çekmeksizin yolculuk yapıyorlardı. Dört aylık bir mesafeyi güvenlik içerisinde alıyorlar ve biri diğerini korkutmuyordu. Hatta bir kimse babasının katilini dahi görecek olsaydı, onu tedirgin etmezdi. 19"Rabbimiz, yolculuklarımız arasını uzaklaştır" diye dua ettiler ve nefislerine zulmettiler. Biz de onları anlatılan masallar kıldık ve onları darmadağın ettik. Şüphesiz bunlarda çok sabreden, çok şükreden herkese ibretler vardır. "Rabbimiz, yolculuklarımız arasını uzaklaştır, diye dua ettiler." Yani onlar azgınlaşınca rahattan bıkacak noktaya gelip esenliğe tahammül edemeyince, yolculuk mesafelerinin uzamasını ve mÂişet için yorularak çabalayıp didinmeyi temenni ettiler. Tıpkı İsrailoğullarının: "Bizim için Rabbine dua et de bize bakla (sebze), acur... gibi yerin bitirdiği şeylerden çıkarsın" (el-Bakara, 2/61) demelerine ve en-Nadr b. el-Haris'in: "Ey Allah, eğer bu senin katından hakkın kendisi ise durma, bizim üzerimize gökten taş yağdır" (el-Enfal, 8/32) diye dua etmesine benzer. Şanı yüce Allah da onun duasını kabul etmiş ve Bedir günü boynu kılıçla uçurulmuştu. İşte bunlar da dünyada böyle darmadağın edildiler ve helâk oldular. Kendileri ile Şam toprakları arasında büyük çöller, tehlikeli geçitler meydana geldi. Buraları aşmak için develere binmek, azıklar edinmek zorunda kaldılar. Buradaki "Rabbimiz" âyeti genel olarak muzaf bir nida olarak nasb ile; diye okunmuştur. Bu mef'ûlün bih olduğundan, dolayı mansubtur. Çünkü "nida ettim, dua ettim" anlamındadır. "Uzaklaştır" âyeti da onların yolculuk merhalelerinin uzaklaştırılmasını istediklerini ifade etmektedir. İbn Kesîr, Ebû Amr, İbn Muhaysın ve İbn Amir'den, Hişam aynı şekilde: "Rabbimiz" diye dua ile ve " uzaklaştır" şeklinde mastarından gelen bir dilek kipi olarak okumuşlardır. en-Nehhâs dedi ki: ile anlam itibariyle birdir (uzaklaştır demektir). Tıpkı (yakınlaştır anlamında): ve demek gibidir. Ebû Salih, Muhammed b. el-Hanefîyye, Ebû'l-Aliye, Nasr b. Âsım ve Yakub -İbn Abbâs'tan da rivâyete göre-: " Rabbimiz" şeklinde merfu olarak ve ayn ile dal harfi üstün olmak üzere: "Uzaklaştırdı" diye haber vermek anlamında okumuşlardır. İfadenin takdiri de şöyle olur: Rabbimiz bizim yolculuklarımız arasını uzaklaştırdı. Sanki yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir: Biz, onların yolculuk ettikleri mesafeleri yakınlaştırdık. Fakat onlar azgınlaşarak: Bizim yolculuk ettiğimiz mesafeler, bizim aleyhimize uzaklaştırılmış bulunuyor, dediler. Bu kıraati Ebû Hatim tercih etmiş ve şöyle demiştir: Çünkü onlar mesafelerin uzaklaştırılmasını istemediler. Onlar kâfir olmakla birlikte şımararak ve böbürlenerek bundan daha yakın mesafeler istediler. Yahya b. Ya'mer ve Îsa b. Ömer -ki İbn Abbâs'tan da rivâyet edilir- ise: "Rabbimiz, yolculuklarımız arasını uzaklaştır" diye "elif"siz olarak, "ayn" harfini de şeddeli okumuşlardır. Bu kıraati İbn Abbâs şöylece açıklamaktadır: Onlar Rabblerinin yolculukları arasındaki mesafeyi uzaklaştırdığından şikayet ettiler. Hasan-ı Basrî'nin kardeşi Said b. Ebi'l-Hasen'in kıraatiyse:"Rabbimiz, yolculuklarımız arası uzak düştü" diye "Rabbimiz" lâfzı muzaf bir nida diye okumuştur. Bu kıraate göre onlar sonradan: "Yolculuklarımız arası uzak düşmüştür" diye haber vermiş olmaktadırlar. Burada: "Arası" lâfzı fiil ile merfu gelmiştir. Yani bizim yolculuklarımıza bitişik olan şey, uzaklaşmış bulunuyor. el-Ferrâ' ve Ebû İshak altıncı bir kıraat daha rivâyet etmektedirler ki, bu da "ayn" harfinin ötreli oluşu itibariyle önceki gibidir. Şu kadar var ki, "arası" lâfzı zarf olarak nasb ile okunmuştur. Arapçada bunun takdiri şöyledir: Yolculuklarımız arasında yol alışımız uzak düştü. en-Nehhâs dedi ki: Eğer bu kıraatlerin anlamları farklılık arzediyor ise bunlardan birinin diğerinden daha güzel olduğunu söylemek uygun düşmez. Tıpkı bu anlamları farklı düşmesi halindeki ahad haberler hakkında söylenemediği gibi. Şu kadar var ki, yüce Allah, onlar hakkında şöylece haber vermektedir: Onlar şımararak ve azgınlık göstererek yolculuklarının arasını uzaklaştırması için Rabblerine dua ettiler. Yüce Allah da onların bu istediklerini yerine getirince, onlar bu durumu haber verip bundan şikayet ettiklerini bildirmektedir. Nitekim İbn Abbâs da böyle demiştir. "Ve nefislerine" küfürleri sebebiyle "zulmettiler. Biz de onları anlatılan masallar kıldık." Onlara dair haberler anlatılmaktadır. Arapçadaki takdiri ise: "Haberleri anlatılanlar..." şeklindedir. "Ve onları darmadağın ettik." Yani onların başına gelenler onları gelip bulunca darmadağın oldular. en-Nehaî dedi ki: Ensar Yesrib'e, Gassanlılar Şam'a, Esedliler Uman'a, Huzaalılar Tihame'ye gittiler. Araplar onları darb-: mesellerine konu ederek: "Bunlar tıpkı Sebe'lilerin etrafa dağıldıkları gibi dağıldılar" demeye koyuldular. "Şüphesiz bunlarda çok sabreden, çok şükreden herkese ibretler vardır" âyetindeki: "Çok sabreden; masiyetlere karşı direnen" kimse demektir. Bu da "sabin sabreden"in çokça sabrettiğini anlatan bir kiptir. Bu isimle bu gibi kimseler övülmektedir. Bir kimsenin masiyetlere karşı direndiği anlatılmak istenecek olursa, ancak: "Şu masiyete karşı çok sabreden, direnen (onu işlemeyen) kimsedir" denilir. "Şekûr: çok şükreden" O'nun nimetlerine şükreden demektir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/45. âyet, 5. başlık ve devamında ve 2/52. âyet, 3 ve 4. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır. 20Yemin olsun İblis onların aleyhindeki zannını gerçekleştirmişti de mü’minlerden bir kesim dışında ona uymuşlardı. "Yemin olsun İblis onların aleyhindeki zannını gerçekleştirmişti" anlamındaki âyet, dört türlü okunmuştur. Ebû Ca'fer, Şeybe, Nafî', Ebû Amr, İbn Kesîr ve İbn Amir -ki Mücahid'den de böyle okuduğu rivâyet edilmektedir-: "Yemin olsun İblis'in onların aleyhindeki... gerçek çıkmıştı." şeklinde (dal harfi) şeddesiz olarak "İblis" ref ile ve "Zannını" lâfzını da nasb ile okumuştur ki (İblis onların aleyhindeki) zannında (doğru çıkmıştı), demektir. ez-Zeccâc dedi ki: Bunun mansub oluşu mastar (mef'ûl-i mutlak) oluşundan ötürüdür. Yani onlar hakkında zannettiği zannında (kanaatinde) doğru çıkmıştı, çünkü onun bu zannı doğru idi. Böylelikle bu lâfız, mastar yahut zarf olarak nasbedilmiş olmaktadır. Ebû Ali ise "zannuu" anlamındaki lâfzın nasb ile gelmesi, mef'ûl-u bih oluşundan dolayıdır, der. Onun zannettiği zan doğru çıktı, demektir. Zira İblis: "Ben de yemin olsun Senin doğru yolunda onlara engel olacağım." (el-A'raf, 7/16); "...Onları toptan azdıracağım." (el-Hicr, 15/39) demişti. "Doğru çıkmıştı" anlamındaki fiilin bir mef'ûlün bih'e teaddi etmesi (geçiş yapması) caizdir. Mesela: "Sözü doğru söyledi" yani (harf-i cer ile): "Sözünde doğru söyledi" demektir. İbn Abbâs, Yahya b. Vessab, el-A'meş, Âsım, Hamza ve el-Kisaî ise: "Gerçekleştirmişti" şeklinde şeddeli olarak: " Zannını" kelimesini de mef'ûlün bih olarak nasb ile okumuşlardır. Mücahid dedi ki: O bir zanda bulundu ve zannettiği gibi oldu, o bakımdan zannı gerçekleşti. Cafer b. Muhammed, Ebû'l-Hechac (bazı kaynaklarda Ebû'l-Cehcah) ise; "Haklarında doğru çıktı" şeklinde şeddesiz olarak: "İblis"i nasb ile; " Zannını" lâfzını ise ref ile okumuşlardır. Ebû Hatim dedi ki: Bana göre bu kıraatin izah edilebilir bir tarafı yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ancak el-Ferrâ' bu kıraati câiz kabul etmiş ve bunu ez-Zeccâc zikrederek "zan" kelimesini, "doğru söyledi" lâfzının faili "İblis" lâfzını da mef'ûlün bih olarak açıklamıştır. Bu okuyuşun anlamı da şöyle olur: İblis'in zannı kendisine onlar hakkında bazı hususları güzel göstermiş ve zannı doğru çıkmıştı. Şöyle demiş gibidir: Yemin olsun onlar hakkında İblis'in zannı doğru çıkmıştı. Buna göre; "Hakkında" harf-i çeri "Doğru çıkmıştı" fiiline taalluk etmektedir. Tıpkı: Senin hakkında beslediğim zanda isabet ettim" demeye benzer. Bu harf-i cer "zann'a taalluk etmez, çünkü sılanın herhangi bir bölümünün mevsuldan önce gelmesi imkansızdır. Dördüncü kıraat de: "Yemin olsun iblis (yani) onun zannı onlar hakkında doğru çıkmıştır" şeklinde "İblis' ile "zan" kelimeleri ref ile bununla birlikte: "Doğru çıkmıştır" kelimesi ise şeddesiz olarak ve "zannı" lâfzı "İblis"den bedel-i istimal olmak üzere okunmuştur. Diğer taraftan şöyle denilmiştir: Bu Sebe'liler hakkındadır, yani onlar önceleri müslüman iken küfre saptılar, değiştirdiler, tahrif ettiler. Bunlardan peygamberlerine îman eden bir topluluk müstesnadır. Bir başka görüşe göre bu âyet geneldir. Yani İblis'in -yüce Allah'a itaat eden kimseler müstesna- bütün insanlar hakkındaki zannı doğru çıkmıştır. Bu açıklamayı da Mücahid yapmıştır. el-Hasen şöyle demektedir: Âdem (aleyhisselâm) beraberinde Havva ile birlikte yere indirilip İblis de yere indirilince İblis: Ben anne ve babaya bunca kötülüğü yapabildiğime göre onların soylarından gelecek olanlar çok çok daha zayıftırlar, demişti. İşte bu İblis'in beslediği bir zan idi. Şanı yüce Allah da: "Yemin olsun İblis onların aleyhindeki zannını gerçekleştirmişti" âyetini indirdi. İbn Abbâs da şöyle demektedir: İblis: Ben ateşten yaratıldım, Âdem ise çamurdan yaratıldı. Ateş ise herşeyi yakar, işte bundan dolayı ben de "onun soyunu, pek azı müstesna olmak üzere mutlaka emrim altına alırım." (el-İsra. 17/62) diye düşünmüş ve onlar hakkındaki bu zannı doğru çıkmıştır. Zeyd b. Eslem dedi ki: İblis, Rabbim, şu kendilerini benden şerefli, benden değerli ve benden faziletli kıldıkların var ya, onların çoğunun şükrettiğini görmeyeceksin demişti. O bu hususta bir zanna binaen böyle demiş ve iblis'in onlar hakkındaki zannı doğru çıkmıştı. el-Kelbî dedi ki: O, eğer kendilerini azdıracak olur ise, onun istediğini kabul edeceklerini, saptıracak olur ise, kendisine itaat edeceklerini zannetmiş-- ve bu zannı doğru çıktı. "Mü’minlerden bir kesim dışında ona uymuşlardı" âyeti hakkında el-Hasen şöyle demektedir: Ancak onları ne kamçı ile vurdu, ne sopa ile dövdü. Sadece onlar hakkında bir zan besledi, vesvesesi dolayısıyla zannettiği gibi ortaya çıktı. "Mü’minlerden bir kesim dışında" anlamındaki ifadeler, müstesna olarak nasbedilmiştir. Bu hususta iki görüş vardır: Birinci görüşe göre o bazı mü’minlerin müstesna olacaklarını kastetmiştir. Çünkü mü’minlerin bir çoğu günah işler ve birtakım masiyetlerde İblis'e itaat eder. Yani mü’minlerden de ancak bir kesim kurtulabilir. Yüce Allah'ın: "Muhakkak Benim (has) kullarım üzerinde senin bir tasallutun olmaz." (el-Hicr, 15/42) âyetinde kastedilen budur. İbn Abbâs'tan ise şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Burada kasıt, mü’minlerin tamamıdır. Burada yer alan "dy)- ...den" buna göre kısmilik bildirmek için değil, beyan içindir. (Buna göre: Mü’minlerin dışındakiler ona uymuşlardı, demek olur.) Şayet: İblis gaybı bilmediği halde onlar hakkındaki zannının doğru çıkacağını nereden bilmişti, diye sorulacak olursa, şu cevab verilir: Âdem hakkında onun birtakım işleri gerçekleştirmesinden sonra o ağırlıklı bir zan ile Âdem'in zürriyeti hakkında da benzeri başarılar elde edebileceğini zannetmişti. Daha sonra da onun bu zannı gerçek olarak ortaya çıktı. Bir başka cevap ise ona cevab olarak verilen yüce Allah'ın şu âyetinde dile getirilmektedir: "Onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle yerinden oynat. Onlara karşı atlılarınla, piyadelerinle gürültü çıkararak baskın düzenle..." (el-İsra, 17/64) Böylelikle ona bir güç ve bir güç yetirme imkanı verilmiş oldu. O da bununla onların hepsini avucunun içerisine alabileceğini sanmıştı. Yüce Allah'ın Âdem'in tevbesini kabul ettiğini ve bu hususta cennete giden yolda ona uyacak soyunun olacağını görüp de yüce Allah da kendisine: "Muhakkak Benim (has) kullarım üzerinde senin hiçbir tasallutun olmaz. Azgınlardan sana uyanlar müstesna" (el-Hicr, 15/42) diye buyurduğunu da işitince, kendisine de Âdem'e de uyacak kimselerin bulunacağım öğrenmiş oldu. Bunun sonucunda da kendisine uyacakların Âdem'e uyacaklardan daha fazla olacağını zannetti. Bu zanna kapılmasına sebep ise onun eline verilen şehvet etkisi altına alma otoritesi ile Âdemoğullarının içine yerleştirilen şehvet duygularıdır. Böylelikle beslediği zan doğrultusunda işe koyuldu. Âdemoğullarının gözlerine şehvetleri süslü gösterdi ve onlara telkinlerde bulundu, türlü kuruntu ve aldatmacalarla onları uzun boylu günahlara dalmaya itti. Böylelikle haklarında beslediği zannını da gerçekleştirmiş oldu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 21Halbuki onun onlar üzerinde bir hakimiyeti yoktu. Ancak Biz, âhirete îman eden kimse ile ondan yana şüphede olanları ayırdetmek için böyle yaptık. Rabbin herşeyin üzerinde görüp gözetendir. "Halbuki onun onlar üzerinde bir hakimiyeti yoktu." Yani İblis onları küfre zorlamamıştı. Onun bütün yaptığı çağırmak ve süslü göstermekten ibarettir. Buradaki "hakimiyet (sulta) ' güç demektir. Delil olduğu da söylenmiştir, yani İblis'in elinde onları kendisine uymaya itecek herhangi bir delil yoktu. Onlar ancak arzu, şehvet, taklid ve nefsin hevası dolayısıyla ona uydular. Bu hususta herhangi bir belge ve delile dayanarak ona uymuş değillerdir. "Ancak Biz, âhirete îman eden kimse ile... ayırdetmek için böyle yaptık" âyetinde geçen "ve ayırdetmek" diye anlamı verilen "ilinV'den kasıt, kendisi sebebiyle mükâfat ve cezanın sözkonusu edildiği şehadet (varlık alemindeki bilgisi) kastedilmektedir. Gaybî bilgi ise zaten yüce Allah tarafından bilinen bir şeydir. Ferrâ'nın kanaatine göre anlam: Bunu sizin tarafınızdan bilelim (ortaya çıkartalım) diye yaptık, şeklindedir. Nitekim yüce Allah'ın: "Ortaklarım nerede?" (en-Nahl, 16/28) âyeti da, sizin iddianıza ve sizin kanaatinize göre (Bana ortak kabul ettiğiniz ortaklarım nerede) demektir. Yoksa buradaki: "Ayırdetmek için (bilelim diye)" âyeti -halbuki onun onlar üzerinde bir hakimiyeti yoktu" âyetinin zahiri itibariyle cevabı değildir. Burada ifade manaya göre yorumlanmalıdır. Yani Biz ana herhangi bir hakimiyet vermedik, ancak bilelim (ayırdedelim) istedik. Buna göre buradaki istisna munkatı'dır, yani Biz İblis'e onlar üzerinde bir hakimiyet vermedik ama Biz... bilelim (ayırdedelim) diye onları İblis'in vesvesesi ile sınadık. Buna göre buradaki istisna edatı: "Ama" anlamındadır. Bu istisnanın muttasıl olduğu da söylenmiştir: Yani İblis'in onlar üzerinde bir hakimiyeti yoktu. Şu kadar var ki, Biz onu sınamanın gerçekleşmesi için onlara musallat kıldık. Buradaki "(İdi"nin zaid olduğu da söylenmiştir. Yani onun onlar üzerinde bir otoritesi yoktur demektir. Bu da yüce Allah'ın: "Siz en hayırlı bir ümmetsiniz" (Al-i İmrân, 3/110) âyetine benzemektedir. Şöyle de açıklanmıştır: Buradan sözün bir bölümü Sebe' kıssası ile bitişik geldiğinden şöyle buyurulmuştur: İblis'in o kâfirler üzerinde herhangi bir hakimiyeti yoktu. Bir başka açıklamaya göre de: Bizim ezeli takdirimizde İblis'in onlar üzerinde bir hakimiyeti yoktur, şeklindedir. Bir açıklamaya göre de; "Ancak... böyle yaptık" âyeti, ancak... ortaya çıkartalım diye böyle yaptık, demektir. Bu da: Ateş odunu yakar, demeye benzer. Bir başkasının ise: Hayır, odun ateşi yakar der. Birincisi ise: Gel de hangisinin diğerini yaktığını görelim (bilelim) diye ateşi ve odunu deneyelim, der. Bu da; her ikisi de bu hususu bilmekle birlikte bunu ortaya çıkaralım, anlamındadır. Siz bunu bilesiniz diye de açıklanmıştır. Bir başka açıklama da: Bizim dostlarımız ve melekler bunu böylece bilsinler demektir. Yüce Allah'ın: "Allah'a ve Rasûlüne karşı Savaşanların... cezası ancak" (el-Mâide, 5/33) âyetinin Allah'ın ve Rasûlünün dostlarına karşı Savaşanların... anlamında olması gibidir. Allah'ın ayırdetmesi içindir, anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Allah murdarı, temizden ayırdetsin." (el-Enfal, 8/37) âyetinde olduğu gibi. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/143. âyet, 4. başlıkta) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. ez-Zührî ise meçhul bir fiil olarak: "Ancak... bilinsin diye" diye okumuştur. "Rabbin herşeyin üzerinde görüp gözetendir." O, herşeyi bilendir. Kul hakkında yaptığı herşeyi muhafaza altına alır ki, onun karşılığını versin diye... anlamında olduğu da söylenmiştir. 22De ki: "Allah'tan gayrı (ilâh diye) iddia ettiklerinize dua edin bakayım. Onlar göklerde de, yerde de zerre ağırlığınca bir şeye sahib değildirler. Onların bu ikisinde hiçbir ortaklığı da yoktur ve O'nun bunlardan hiçbir yardımcısı da yoktur." "De ki: Allah'tan gayrı (ilâh diye) iddia ettiklerinize dua edin bakayım." Yani gerek Dâvûd ve Süleyman ile ilgili geçmiş açıklamalar, gerekse de Sebe kıssası, Benim kudretimin tecellilerindendir. Şimdi ey Muhammed sen şu müşriklere de ki: Sizin Allah'a koştuğunuz ortakların bu anlatılanlardan herhangi birisini gerçekleştirmeye güçleri yetiyor mu? Bu hitab bir azardır. Bunda takdir edilmesi gereken ifadeler de vardır: Yani sizler, Allah'tan başka ilâhınız olduğunu iddia ettiğiniz kimseleri sizlere bir fayda vermeleri yahut yüce Allah'ın sizin aleyhinize takdir etmiş olduğu bir hükmü önlemek için onlara dua ediniz. Onların buna güçleri yetmeyecektir. Hem "onlar göklerde de yerde de zerre ağırlığınca bir şeye sahib değildirler. Onların bu ikisinde hiçbir ortaklığı da yoktur ve O'nun bunlardan hiçbir yardımcısı da yoktur." Yani yüce Allah'ın herhangi bir şeyi yaratmak için bunlar arasından hiçbir yardımcısı bulunmamaktadır. Aksine tek başına yaratıcı Allah'tır. O halde; yalnız Ona ibadet etmek gerekir. O'ndan başkasına ibadet, imkansız ve muhal bir şeydir. 23O'nun nezdinde şefaat kendisine izin verdiklerinden başkasına fayda vermez. Nihayet kalblerinden korku giderilince: "Rabbiniz ne buyurdu?" diyeceklerdir. Onlar: "Hak" diyeceklerdir. O, çok yüce, çok büyüktür. "O'nun" Allah'ın "nezdinde" meleklerin ve başkalarının yapacağı "şefaat kendisine izin verdiklerinden başkasına fayda vermez" âyetinde geçen: "İzin verdi" lâfzının hemzesi genellikle üstün olarak okunmuştur. Buna sebep ise daha önceden yüce Allah'ın adının geçmiş olmasıdır. Ebû Amr, Hamza ve el-Kisaî ise meçhul bir fiil olarak, hemze'yi ötreli okumuşlardır. (İzin verilen... demek olur.) İzin veren ise yüce Allah'tır. "Kimse" lâfzının şefaat edenlere de kendilerine şefaat edilenlere de raci olması mümkündür. “Nihayet kalblerinden korku giderilince" âyeti ile ilgili olarak, İbn Abbâs: Kalblerinden korku uzaklaştırılınca, Kutrub: Kalblerinde bulunan korku çıkartılınca, Mücahid: Kıyâmet gününde kalbleri üzerinden perde açılınca, diye açıklamışlardır. Yani şefaat yüce Allah'tan başka kendilerine ibadet olunan melek, peygamber ve put kabilinden mabudlardan hiç kimsenin yetkisinde olan bir şey değildir. Ancak yüce Allah, şefaat hususunda peygamberlere ve meleklere izin verecektir. Onlar da yüce Allah'tan son derece korkar halde bulunacaklardır. Nitekim yüce Allah bir başka yerde: "Onlar korkusundan titrerler" (el-Enbiya, 21/28) diye buyurmaktadır. Yani yüce Allah, şefaat hususunda kendilerine izin verip onlar Allah'ın kelâmını işiteceklerinde, dehşete ve korkuya kapılacaklardır. Çünkü kendilerine izin verilen hususu yerine getirmek isterken herhangi bir kusur işlerler diye çok korkacak ve endişe edeceklerdir. Bu emrin onlara verilmesi sona erdikten sonra, izin verildiğine dair vahyi kendilerine getiren, kendilerinden yukarıdaki meleklere: "Rabbiniz ne buyurdu?" yani Allah neyi emretti, diyecekler, melekler de kendilerine: "Hak, diyeceklerdir." Bu da: O, mü’minlere şefaat etmek hususunda size izin verdi, sözüdür. "O, çok yüce, çok büyüktür." Kulları hakkında dilediği şekilde hüküm vermek yetkisi O'nundur. Diğer taraftan bunun, onlara bir takım kavimlere şefaatte bulunmak için dünyada verilen bir izin olması mümkün olduğu gibi, âhirette olması da mümkündür. İfadede hazfedilmiş sözler vardır. Yani O'nun nezdinde şefaat ancak kendilerine izin verdiği kimselere fayda verecektir. Kendilerine izin verilen bu kimselere izin geleceği vakit, yüce Allah'ın âyeti dolayısıyla korkuya kapılırlar. Nihayet bu korku kalblerinden gitti mi ilâhi emre itaatle çağrıya uyarlar. Denildiğine göre bu korku, yüce Rabbin vermiş olduğu herbir emir dolayısıyla melekler tarafından bugün dahi duyulmaktadır. Yani şefaatleri fayda verecek olanlar ancak bugün yüce Allah'a itaat eden ve O'ndan korkan meleklerin şefaatidir, cansız varlıkların ve şeytanların şefaati değildir. Tirmizînin, Sahih'inde Ebû Hüreyre'den gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Allah semada bir emre hükmettiği zaman, melekler yüce Allah'ın âyeti dolayısıyla itaatle boyun eğip kanatlarını çırparlar. Tıpkı dümdüz kaya üzerinde sürüklenen bir zincirmiş gibi (ses çıkarırlar.) Nihayet korku kalblerinden giderilince, Rabbiniz ne buyurdu? derler. Hak buyurdu, o pek yücedir, büyüktür, derler." (Peygamber) buyurdu ki: "Şeytanlar da bu halde biri diğerinin üstünde bulunurlar." (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir Tirmizî, V, 362; ayrıca: Buhârî, IV, 1736, 1804, VI, 2720; İbn Mâce, I, 69. en-Nevvâs b. Sem'an dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Yüce Allah bir emri vahyetmek istediği takdirde vahyi kelamı ile dile getirir. Yüce Allah'tan korkuları dolayısıyla bu sesten ötürü semavâtı bir sarsılma yahut şiddetli bir titreme alır. Semavâttakiler bunu duydukları takdirde baygın düşerler ve yüce Allah'a secdeye kapanırlar. Başını ilk kaldıran kişi Cebrâîl olur. Yüce Allah onunla konuşur ve ona dilediği şeyleri vahyeder. Daha sonra Cebrâîl meleklere uğrar. Bir semadan geçtiği her seferinde oradaki melekler: Rabbimiz ne buyurdu, ey Cebrâîl? diye sorarlar. Cebrâîl: Hak (buyurdu). O pek yücedir, pek büyüktür, diye cevab verir. (Peygamber) buyurdu ki: Hepsi de Cebrâîl'in dediği gibi derler. Nihayet Cebrâîl vahyi yüce Allah'ın kendisine emrettiği yere kadar ulaştırır. " Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, VII, 94; Taberanî, Müsnedü'ş-Şamiyyîn, I, 336; Amr b. Ebi Âsım eş-Şeybanî, es-Sünne, I, 227; Muhammed b. Nasr el-Mervezî, Ta'zimu Kadri's-Salâ, I, 236; ed-Deylemî, el-Firdevs, I 247-248. el-Beyhakî'nin naklettiğine göre İbn Abbâs yüce Allah'ın: "Nihayet kalblerinden korku giderilince" âyeti hakkında şöyle demiştir: Cinlerden herbir kabilenin semada oturduğu belli bir yeri vardı. O yerden vahye kulak verir ve dinlemeye çalışırlardı. Vahiy indi mi tıpkı zincirin dümdüz bir kaya üzerinde geçirilmesi gibi bir ses işitilir. Vahiy bir semada bulunanlar üzerine nazil oldu mu, mutlaka baygın düşerler. Kalblerinden korku giderilince: Rabbiniz ne buyurdu? derler. Hak buyurdu, O pek yücedir, pek büyüktür, diye cevab verirler. Sonra (melek) şöyle der: Bu sene şöyle olacak, bu sene böyle olacak. Cinler bunu işitirler ve bunu kahinlere haber verirler. Kahinler de insanlara: Bu sene şöyle olacak, bu sene böyle olacak, derler. (İnsanlar) gerçekten böyle olduğunu görürler. Yüce Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı peygamber olarak gönderince (cinler) alevli ateşlerle kovalanıp uzaklaştırıldılar. Cinler bu hususları kendilerine haber vermeyince Araplar: Semada bulunanlar helâk oldu, dediler. Deve sahibi olan kimseler hergün bir deve, inek sahibi olan kimseler hergün bir inek, koyunu olan kimseler hergün bir koyun kesmeye başladı. Nihayet hızlıca mallarını tüketmeye başlayınca, Sakifliler -ki Arapların en aklı başında kabilesi idiler-: Ey insanlar mallarınızı böyle tüketmeyin. Semada bulunanlar ölmedi. Bu bir dağınıklık sebebiyle değildir. Sizler belli işaretleriniz olan yıldızların, güneşin, ayın, gece ve gündüzün olduğu gibi durduğunu görmüyor musunuz? dediler. (İbn Abbâs devamla) dedi ki: İblis de şöyle dedi: Bugün semada önemli bir olay meydana gelmiş olmalıdır. Bana yerin her tarafından toprak getirin. Ona yerin toprağından getirdiler, toprakları koklamaya başladı. Mekke toprağını koklayınca: İşte bu önemli olay burada olmuştur, dedi. Olanlara kulak kabarttılar, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamber olarak gönderilmiş olduğunu anladılar. Taberî, Tefsir, XXIII, 38; İbn Ebi Şeybe, Mûsannaf, VII. 327-328; İbn Hacer, Fethu'l-Bari, VIII, 671. Bu anlamdaki açıklamalar (peygambere) merfu olarak ve özlü ifadelerle el-Hicr Sûresi'nde (15/17-18. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Aynı şekilde onlara alevli ateşler atılıp onlarla yakıldıkları anlamındaki açıklamalar da geçmiş bulunmaktadır. İleride el-Cin Sûresi'nde (72/4-10. âyetlerin tefsirinde) yüce Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar gelecektir. Bir görüşe göre onların korkmalarına sebep kıyâmetin kopacak olmasıdır. el-Kelbî ve Ka'b şöyle demişlerdir: Îsa ile Muhammed (ikisine de selam olsun) arasında beşyüzelli yıllık bir fetret dönemi geçmiştir. Bu dönemde peygamber gelmemiştir. Yüce Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı peygamber olarak gönderince, yüce Allah Cebrâîl ile risaleti vermesini emir buyurdu. Melekler Allah'ın kelamını işitince, kıyâmet koptu zannettiler ve bu işittiklerinden dolayı baygın yıkıldılar. Cebrâîl semavâttan inince, geçtiği herbir semada bulunanlar kendilerine geliyor, başlarını kaldırıyor ve biri diğerine: Rabbimiz ne buyurdu? diyordu. Rabblerinin ne dediğini bilmediklerinden herbirisi: Hak buyurdu, O yücedir, büyüktür. Çünkü Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) semavâttakilere göre kıyâmetin alametlerindendir. ed-Dahhak dedi ki: Yeryüzündekiler arasında görevleri değişip duran el-Muakkibât adlı melekler insanların amellerini yazarlar. Şanı yüce ve mübarek olan Rabb onları (görevleri için) gönderir. Yerlerinden ayrıldıklarında oldukça şiddetli sesleri işitilir. Daha aşağıda bulunan melekler bunun kıyâmetten ötürü olduğunu zannederler. Hemen secdeye kapanırlar ve kendilerinden geçerler. Nihayet kıyâmetin kopma emri olmadığını öğrenirler. İşte bu, seçkinliklerine ve üstün konumlarına rağmen kendilerine izin verilmediği sürece meleklerin hiçbir kimseye şefaat etmelerinin mümkün olmadığına dair yüce Allah'ın melekler hakkında verdiği bir haberi ve bir uyarışıdır. Onlara izin verdi mi âyetini işitir ve baygın düşerler. İşte onların hali budur. Peki putlar nasıl şefaat edebilecekler yahut sizler kıyâmeti kabul etmezken nasıl şefaat umabilirsiniz? el-Hasen, İbn Zeyd ve Mücahid şöyle demişlerdir: Nihayet korku müşriklerin kalblerinden açılıp gidince... demektir. Yine el-Hasen, Mücahid ve İbn Zeyd şöyle demişlerdir: Âhirette ölüm geleceği vakit onlara karşı delil ortaya koymak üzere melekler kendilerine: Dünyada iken Rabbiniz ne buyurmuştu? diyecekler, onlar da: Hak buyurmuştu, O, pek yücedir, pek büyüktür, diyerek ikrar ve itirafın kendilerine fayda vermeyeceği bir zamanda itirafta bulunacaklardır. Yani onlar: Hak buyurdu diyeceklerdir. “Kalblerinden korku giderilince" âyetinde fiil, genel olarak meçhul okunmuştur. Ancak İbn Abbâs: " Kalblerinden korkuyu giderince" diye malum bir fiil olarak okumuştur ki, fail olan zamir yüce Allah lâfzına racidir. Bunu meçhul fiil olarak okuyanların kıraatine göre câr ve mecrûr ("kalblerinden" anlamındaki âyet) ref konumundadır (sözde öznedir). Fiil ise mana itibariyle yüce Allah'a aittir. (Yani korkuyu kalblerinden gideren O'dur). Her iki kıraate göre de anlam şöyledir: Daha önceden açıklandığı üzere kalblerinden korku giderilince,.. Bu fiilin bir benzeri de: " Şikayet ettiği şeyi ortadan kaldırdı" kullanımıdır. el-Hasen genellikle okunduğu gibi meçhul bir fiil olarak ama: "Giderildi" diye "ze" harfini şeddesiz okumuştur. Bunda da yine câr ile mecrûr ("kalblerinden" anlamındaki lâfız) yine ref konumundadır. Bu da: "Bu işten, bu işe yöneldi" demeye benzer. Bu fiilin "ze" yerine "re" harfi ile, "ayn" yerine "gayn" harfi ile şeddesiz olarak ve meçhul bir fiil halinde: "Bitirildi, sona erdirildi" anlamı da aynı şekildedir. Böyle bir kıraat de yine el-Hasen ve Katade'den rivâyet edilmiştir. Yine her ikisinden gelen bir başka rivâyete göre "Bitirdi, sona erdi" diye malum bir fiil olarak "re" ve "gayn" harfi ile okumuşlardır, anlamı da: Yüce Allah, kalblerini bitirince yani onların kalbleri üzerindeki örtüyü açınca demek olur. Bu da kalblerindeki korku ve dehşeti giderince, boşaltınca anlamınadır. Bu kıraate göre meçhul fiil olarak okunuş da bu anlamı ifade eder. Yine el-Hasen'den "re" harfini şeddeli olarak: "Boşaltınca..." diye okuduğu da rivâyet edilmiştir. 24De ki: "Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kimdir?" "Allah'tır, de. Şüphe yok ki biz, yahut siz ya bir hidayet üzereyiz veya apaçık bir sapıklıkta." "De ki: Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kimdir?" Yüce Allah, daha önce onların uydurma ilâhlarının, yüce Rabbin kudretinin yettiği şeylerin bir zerre kadarına dahi sahib olamadıklarını sözkonusu ettikten sonra, bu hususu onlara söyletmek üzere şöyle buyurmaktadır: Ey Muhammed müşriklere "de ki: göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kimdir?" Yani göklerden yağmur, güneş, ay, yıldız ve bunlardaki menfaatler vasıtası ile meydana gelen bunca azıkları yaratan kimdir? Su ve bitki gibi yerden çıkan rızıkları da kim yaratmaktadır? Onlar bu işleri bizim ilâhlarımız yapıyor, diyemezler. O bakımdan bilemiyoruz, diyeceklerdir. O vakit de ki: Şüphesiz kalblerinizde bulunanı bilen bunları yapandır. Şayet onlar: Bizi rızıklandıran Allah'tır, diyecek olurlarsa, o vakit kendisine ibadet olunması gerekenin o olduğuna dair delil de ortaya konulmuş olacaktır. "Şüphe yok ki biz yahut siz ya bir hidayet üzereyiz veya apaçık bir sapıklıkta" âyetindeki bu üslup, ortaya konulan delilde insaf göstermek içindir. Bu bir kimsenin -kendisinin doğru, karşı tarafın da yalancı olduğunu bilmekle birlikte-: İkimizden birisi yalan söylüyor, demesine benzer. Âyetin anlamı şudur: Bizler ve sizler aynı durumda değiliz. Biz birbirine zıt iki ayrı haldeyiz. İki kesimden birisi hidayet üzeredir. Bu kesim de biziz, diğeri ise sapıktır, bunlar da sizlersiniz. Bu âyetle yüce Allah, onları yalan söylediklerini açıkça ifade etmekten daha güzel bir üslubla yalanlamış olmaktadır. Yani: Sizler, sizi göklerden ve yerden rızıklandırana ortak koştuğunuz için sapık kimselersiniz. “Yahut siz" âyeti daha önce geçen: "Şüphe yok ki" lâfzının ismine atfedilmiştir. Eğer mahalline atfedilmiş olsaydı, bunun; (........) diye olması gerekirdi. Bir hidayet üzere" ise birinci isme (yani bize) ait olur, başkasına değil. Eğer: "Yahut siz" denilirse, "hidayet üzeredir" hükmünün ikincisi hakkında olması daha uygundur. Birincisinden ise bu hazfedilmiştir. Bununla birlikte birincisi için olması da mümkündür ki el-Müberred'in tercihi de budur. el-Müberred şöyle demektedir: Bunun anlamı basiret sahibi olan kimsenin yapılan tehdidin doğruluğuna ve apaçık delil ile gerçeği ortaya çıkarmak üzere söylediği şu söze benzer: Bizden birisi yalan söylemektedir. Bununla ne demek istediği açıktır. Nitekim: Ben bu işi yapıyorum, sen de böyle yapıyorsun ama ikimizden birisi hatalıdır diyenin, karşısındakinin hatalı olduğunu bilerek bunu söylemesine benzer. İşte yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki biz yahut siz ya bir hidayet üzereyiz veya apaçık bir sapıklıkta" âyeti da böyledir. Buradaki: "Yahut" Basralılara göre asıl anlamı üzerindedir. Şüphe ve tereddüt anlamında kullanılmamıştır. Arapların bu gibi durumlarda kullandığı anlamdadır. Yani durumu haber vermek isteyen kişi, gerçeği bilmekle birlikte açıkça bildirmek istemediği takdirde böyle kullanılır. Ebû Ubeyde ve el-Ferrâ' ise bu "vav (ve)" anlamında olup ifadenin takdiri şöyledir: Şüphesiz ki biz hidayet üzereyiz ve muhakkak siz de apaçık bir sapıklıktasınız. Şair Cerir de şöyle demektedir: "Ey atlılar başındaki Sa'lebe yahut Riyah, Sen onları Tuhayye ve er-Rebab'ın üzerlerine götürdün." Burada: Ey Sa'lebe ve Riyah, demek istemiştir. Bir başka şair de şöyle demektedir: "Aramızda Savaş kızışınca, Biz Riyah'ı ya da Rizam'ı aradık." 25De ki: "İşlediğimiz günahlardan sorumlu olmazsınız. Biz de işlediklerinizden dolayı sorumlu olmayız." "De ki: İşlediğimiz" kazandığımız "günahlardan sorumlu olmazsınız. Biz de" aynı şekilde "işlediklerinizden dolayı sorumlu olmayız." Yani benim sizi kendisine davet ettiğim şeyde gözettiğim maksat, sizin faydanızdır. Yoksa sizin küfrünüzün zararı bana ulaşmaz. Bu, yüce Allah'ın: "Sizin dininiz sizin olsun, benim dinim de benim" (el-Kâfirun, 109/6) âyetine benzemektedir. Allah da herkese yaptığının karşılığını verecektir. Bu âyet, bir ateşkes ve bırakışma âyetidir. Kılıç âyetiyle neshedilmiştir. Bunun kılıç âyetinden önce indiği söylenmiştir. 26De ki: "Rabbimiz bizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hüküm verecektir. O, herşeyi en iyi bilip adaletle hükmedendir." "De ki: Rabbimiz" kıyâmet gününde "bizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hüküm verecektir." Hidayet üzere olanı mükâfatlandıracak, sapıklıkta olanı cezalandıracaktır. "O, herşeyi" bütün yarattıklarının her halini "en iyi bilip adaletle" hak ile "hükmedendir." Bütün bunlar kılıç âyeti ile neshedilmiştir. 27De ki: "O'na koştuğunuz ortakları bana gösterin. Haşa (O'nun ortağı yoktur!) Bilakis O, mutlak galib, sonsuz hikmet sahibi Allah'tır." "De ki: O'na koştuğunuz ortakları bana gösterin" âyetinde yer alan: "Bana gösterin" lâfzındaki "görmek" kalb ile görmektir. "Ortakları" lâfzı da üçüncü mef'ûl olur. Yani sizler, yüce Allah'a ortak kılmış olduğunuz putları ve heykelleri bana tanıtınız, bildiriniz. Acaba bunlar herhangi bir şeyin yaratılmasında ortaklık ettiler mi? Bana durumun ne olduğunu açıklayınız, yoksa bunlara niye ibadet ediyorsunuz? Buradaki "gösterme"nin göz ile görmek anlamında kullanılmış olması da mümkündür. O takdirde "ortaklar" anlamındaki lâfız hal olur. (Anlamı da şöyle olur: O'na ortak olarak koştuklarınızı bana gösterin.) "Haşa" yani durum sizin iddia ettiğiniz gibi değildir. Buradaki "Haşa"nın onların hazfedilmiş cevablarına bir red olduğu da söylenmiştir. Sanki onlara: Sizin O'na koştuğunuz ortakları bana gösterin demiş, onlar da: Bunlar putlardır, diye cevab verince: Haşa, yani O'nun hiçbir ortağı yoktur, diye cevab vermiş gibidir. "Bilakis O, mutlak galib, sonsuz hikmet sahibi Allah'tır." 28Biz, seni ancak bütün insanlar için müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler. "Biz, seni ancak bütün insanlar için müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik." Yani Biz, seni ancak bütün insanlar için peygamber olarak gönderdik. İfadede bir takdim ve te'hir vardır. ez-Zeccâc dedi ki: Biz, seni ancak bütün insanları korkutup uyarman ve onlara tebliğ etmen için gönderdik. Bunun, insanları küfrü gerektiren hususlardan alıkoyan ve İslâm'a davet eden, insanları alıkoyucu anlamına geldiği de söylenmiştir. "Bütün"ün sonundaki "he" (müenneslik te'si) mübalağa içindir. İfadede muzafın hazfedildiği de söylenmiştir. Yani Biz, seni insanların senin tebliğinden uzaklaşmalarına karşı önleme özelliğine sahip yahut ta onları küfürden engelleme özelliğine sahip olarak gönderdik, "Elbiseyi katladı, dürdü" tabiri de buradan gelmektedir. Çünkü iki yanını katlamış olur. "İnsanlar için" itaat eden kimseleri cennet ile "müjdeleyici ve" kâfir olan kimseleri de cehennem ateşi ile "korkutucu olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu" kendileri şirk koştukları halde Allah'ın nezdinde bulunanları "bilmezler." O dönemde insanlar sayıca mü’minlerden daha fazla idiler. 29Onlar: "Eğer doğru söyleyenler iseniz bu tehdit ne zaman gerçekleşir?" derler. "Onlar: Eğer doğru söyleyenler iseniz bu tehdit" sizin bizleri kıyâmetin kopması için tehdit ettiğiniz "ne zaman gerçekleşecek? derler." 30De ki: "Sizin vaadolunan bir gününüz vardır. Ondan ne bir an geri kalırsınız, ne de ileri geçersiniz." Sen de ey Muhammed, onlara "de ki: Sizin vaadolunan bir gününüz vardır. Ondan ne bir an geri kalırsınız, ne de ileri geçersiniz." Bugünün er-:elenmesi sizi sakın aldatmasın. "Vaadolunan gün (miad)" belirlenen vakit demektir. Bununla öldükten sonra diriliş vaktini kastetmektedir. Ölümün geliş vaktinin kastedildiği de söylenmiştir. Yani kıyâmet gününden önce sizin ölümünüzün kendisinde gerçekleşeceği belirli bir vaktiniz vardır. O zaman söylediğimin gerçek olduğunu bileceksiniz. Bir başka açıklamaya göre bu günden kasıt Bedir günüdür. Çünkü o gün yüce Allah'ın hükmü gereğince, dünyada azabları için tayin edilen vakittir. Nahivciler "vaadolunan bir gün" anlamındaki âyetin: diye kullanılmasını da uygun görmüşlerdir. Ancak bu durumda "vaadolunan" mübtedâ, "bir gün" de ondan bedel olur. Haberi ise: "Sizin" lâfzı olur. Yine nahivciler "bir gün"ün zarf olmak üzere; ifadesini de uygun kabul etmişlerdir. Bu durumda: Ondan" lâfzındaki "he: o" zamiri "gün"e ait olur. Tenvinsiz olarak; denilmesi ise doğru değildir. "Gün"ün kendisinden sonra izafe edilmesi ise "he" zamirinin "gün"e ait olması takdirine göre uygundur. Çünkü bu durumda cümlede bulunan "he" dolayısıyla bir şeyin kendi kendisine izafe edilmesi kabilinden olur. Buna binaen "he" zamirinin güne değil de "vaadolunan"a ait olması da mümkündür. 31Kâfir olanlar dediler ki: "Biz bu Kur'ân'a da, bundan önce gelen kitaplara da inanmayız." Sen o zâlimleri Rabbleri huzurunda durdurulmuş sözü birbirlerine döndürürlerken bir görsen! Güçsüz bırakılan (mustazaf) tabiler büyüklük taslayan (müstekbir)lere: "Siz olmasaydınız, biz elbette îman edenler olurduk" derler. "Kâfir olanlar" âyeti ile Kureyş kâfirlerini kastetmektedir. "Dediler ki: Biz bu Kur'ân'a da, bundan önce gelen kitaba da inanmayız" âyeti ile ilgili olarak Saîd b. Cübeyr, Katade'den naklen: "Bundan önce gelen kitablara da" yani daha önceki kitablara ve peygamberlere de "inanmayız" demek istemişlerdir, dediğini nakletmektedir. Ahirete de inanmayız, anlamında olduğu da söylenmiştir. İbn Cüreyc dedi ki: Bu sözleri söyleyen Ebû Cehil b. Hişam'dır. Şöyle de açıklanmıştır: Kitab ehli müşriklere Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vasıfları bizim kitabımızda şu şekildedir. Ona sorular sorunuz, dediler. Müşrikler, Ona soru sorunca, kitab ehlinin söylediklerine uygun düştü. Bu sefer müşrikler: Biz asla bu Kur'ân'a da, bundan önce indirilmiş olan Tevrat ve İncil'e de inanmayız. Hepsini inkâr ediyoruz, dediler. Halbuki daha önceden kitab ehline başvuruyorlar, onların sözlerini delil gösteriyorlardı. Böylelikle onların çelişki içerisinde oldukları ve az bir bilgiye sahip oldukları ortaya çıkmış oldu. Daha sonra yüce Allah, onların sözkonusu olacak olan hallerini haber vererek şöyle buyurmaktadır: "Sen" ey Muhammed "o zâlimleri Rabbleri huzurunda... bir görsen." Yani hesab için durdurulacakları yerde alıkonularak, birbirlerini kınayarak ve sitemli bir şekilde kendi aralarında karşılıklı konuşmalarını bir görsen! Oysa bunlar dünya hayatında iken dost ve dayanışma içerisinde idiler. "Bir... sen"in cevabı hazfedilmiştir. Bunu görecek olsan, çok dehşetli ve korkunç bir hal görürsün, demektir. Daha sonra yüce Allah, birbirlerine neler söyleyeceklerini sözkonusu ederek şöyle buyurmaktadır: Dünyada kâfirler arasından "güçsüz bırakılan (mustazaf) tabiler büyüklük taslayan (müstekbir)lere" -ki bunlar önderleri ve başkanlarıdır-: "Siz olmasaydınız biz elbette îman edenler olurduk, derler." Yani siz bizleri azdırdınız, bizleri saptırdınız. "Siz olmasaydınız" anlamında kullanılan fasih söyleyiş şekli -âyet-i kerîmede olduğu şekilde- şeklindedir. Bununla birlikte Araplardan -aynı anlamda-: diyenler de vardır. Bunu da Sîbeveyh nakletmiştir. Bu durumda " Olmasaydı" edatı, zamiri mecrur kılarken, bundan sonra ortaya çıkan zahir ismi mübtedâ olarak ref eder, haberi ise hazfedilir. Muhammed b. Yezid de (siz olmasaydınız, anlamında): kullanımı mümkün değildir, der; çünkü zamir zahir (açıkça kullanılan) lâfızdan sonra gelir. Zahir (isim) icma ile merfu olduğuna göre, zamirin de aynı şekilde merfu olması gerekmektedir. (Yani ayetteki şekilden başkası doğru değildir.) 32Büyüklük taslayan önderler, güçsüz bırakılanlara derler ki: "Size geldikten sonra sizleri hidayetten biz mi alıkoyduk? Hayır, siz zaten günahkâr kimseler idiniz." "Büyüklük taslayan önderler, güçsüz bırakılanlara derler ki: Size geldikten sonra, sizleri hidayetten biz mi alıkoyduk" âyeti inkâr anlamında istifham (soru)dır. Yani biz sizleri hidayetten geri çevirmediğimiz gibi, sizi (bu yolda gitmeye) zorlamadık da. "Hayır, siz zaten günahkâr kimseler idiniz." Müşrik ve küfür üzere ısrar edenlerdiniz. 33Güçsüz bırakılanlar, büyüklük taslayanlara derler ki: "Hayır, gece gündüz hilekârlıklar(ınız bizi bu hale koydu.) Çünkü siz bize Allah'ı inkâr etmemizi, O'na ortaklar koşmamızı emrederdiniz." Azâbı göreceklerinde ise pişmanlıklarını gizleyeceklerdir. Biz de kâfirlerin boyunlarına tasmalar koyarız. Ya onlar işleyegeldiklerinden başkası ile mi cezalandırılacaklar? "Güçsüz bırakılanlar, büyüklük taslayanlara derler ki: Hayır, gece gündüz hilekârlıklar..." âyetinde geçen: hilekârlık"ın Arap dilindeki asıl anlamı "hile yapmak ve aldatmak"tır. "Ona hilekârlık yaptı, aldattı, yapar, aldatır" denilir. Bu işi yapan kimseye de: " hilekâr, hile yapan" denilir. el-Ahfeş dedi ki: Bu ifade: İşte bu gece ve gündüzün hilekârlığıdır takdirindedir. en-Nehhâs da şöyle demektedir: Anlamı -doğruyu en iyi bilen Allah'tır-şu şekildedir: Hayır, sizin gece ve gündüz yaptığınız hilekârlıklar yani bize gizlice söyledikleriniz ve bizi küfre davet edişiniz, bizi bu küfre itmiş oldu. Süfyan es-Sevrî de: Hayır, gece ve gündüz yaptıklarınız... demektir. Katade de: Hayır, sizin gece ve gündüz yaptığınız hilekârlıklar bizi alıkoydu, anlamındadır, hilekârlığın gece ve gündüze izafe edilmesi, zaman olarak onların içinde gerçekleşmiş oluşundan dolayıdır ve bu, yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki Allah'ın takdir ettiği vakit geldi mi geri bırakılmaz" (Nûh, 71/4) âyetinde olduğu gibi, yüce Allah'ın vakti kendisine izafe etmiş olmasına benzemektedir. Yine yüce Allah bir başka yerde: "Ecelleri gelince, ne bir an geri bırakabilirler..." (el-A'raf, 7/34) diye buyurmaktadır. Burada da ecel onlar için sözkonusu olduğundan onlara izafe edilmiştir. Bu bir kimsenin: O, gecesini namaz ile gündüzünü oruç ile geçirendir, demesine benzer. el-Müberred de şöyle demektedir: Hayır, sizin gece ve gündüz yaptığınız hilekârlıklar... Bu da Arapların: O gündüzünü oruç tutan, gecesini namaz kılan kimsedir, demelerine benzer. Cerir'in de şu beyitini zikreder: "Ey Um Ğaylan! Gece yürüdük diye kınadın bizi, Ve sen uyudun, halbuki binek sırtında olanın gecesi uyumaz." Sîbeveyh de şu mısrayı nakletmektedir: "Gecem uyudu, kederim de ortaya çıktı." Ben o gecede uyudum demektir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Gündüzü ise gören olarak (aydınlık olarak)" (Yûnus, 10/67) âyetidir. Katade: "Hayır, gece gündüz hilekârlıklar" anlamındaki âyeti: diye; "Hilekârlıklar" kelimesini tenvin ile, buna karşılık; "Gece ve gündüz" kelimelerini de nasb ile okumuştur. İfade de: " Hayır, gece ve gündüz meydana gelen hilekârlıklar" takdirinde olup takdirde görülen ifadeler hazfedilmiştir. Saîd b. Cübeyr ise "kef" harfini üstün ve "ra" harfini de şeddeli olarak: Hayır, gece ile gündüzün tekrarlanıp durması" anlamında okumuştur ki merfu olması, mübtedâ oluşundan dolayıdır, haberi ise hazfedilmiştir. Bununla birlikte "sizleri... biz mi alıkoyduk" âyetinin delalet ettiği hazfedilmiş bir fiil ile merfu olması da mümkündür. Sanki onlara: Sizi hidayetten biz mi alıkoyduk, dediklerinde, onlara: Hayır, gece ile gündüzün ardi arkasına gelmesi bizi alıkoydu, diye cevap vermiş gibidirler. Saîd b. Cübeyr'den de "hayır, gece gündüz hilekârlıklar" âyetini gece ile gündüzün üzerlerinden geçip gitmesi dolayısıyla gaflete düştüler, diye açıkladığı rivâyet edilmiştir. Bir diğer açıklama da şöyledir: Gece ve gündüzde uzun uzadıya esenlikte olmaları... Yüce Allah'ın: "Üzerlerinden uzun bir zaman geçti diye." (el-Hadid, 57/16) âyetine benzemektedir. Raşid ise: "Hayır, gece ve gündüzün ardı arkasına gelip durması..." diye nasb ile okumuştur. Bu da: "Onu hacıların geldiği zaman gördüm" demeye benzer. Ancak böyle bir kullanım marifelerde câiz olur. Şayet: "Zeyd'in geldiği vakit onu gördüm" (anlamında) denilecek olursa, bu doğru olmaz. Bunu en-Nehhâs zikretmiştir. "Çünkü siz bize Allah'ı inkâr etmemizi, O'na ortaklar" eşler, benzerler, O'nun gibi kabul edilenler "koşmamızı emrederdiniz." Muhammed b. Yezid dedi ki: "Filan kişi, filan gibidir" demektir, de denilir. Şu beyiti de zikretmektedir: "Siz nasıl olur da bana bir eş kabul ediyorsunuz, Halbuki sizler şerefli bir kimseye denk olamazsınız." Bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/22. âyet, 6. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Azâbı göreceklerinde ise pişmanlıklarını gizleyeceklerdir." Açığa vuracaklardır, demektir. Çünkü bu kökten gelen kelime zıt anlamlı kelimelerden olup hem gizlemek, hem açığa vurmak anlamındadır. İmruu’l-Kays da şöyle demektedir: "Öyle gözcüler ve bir topluluğun tehlikelerini aşıp gittim ki, Bana karşı çok istekliydiler, gizlice yakalasalar (keşke!) beni öldürmek için." Bu beyitin sondan bir önceki kelimesi: "Açıkça...lar" diye de rivâyet edilmiştir. "Pişmanlıklarını gizleyeceklerdir" âyeti yüzlerinin ifadelerinden pişmanlık açıkça anlaşılacaktır diye de açıklanmıştır. Bir başka açıklamaya göre: Pişmanlık açığa çıkmaz, çünkü pişmanlık ancak kalpte olur. Pişmanlığın doğurduğu şeyler açığa çıkar, daha önce Yûnus Sûresi'nde (10/54. âyetin tefsirinde ve Al-i İmrân Sûresi'nde) geçtiği gibi. Pişmanlıklarını açığa vurmaları onların: "Ne olurdu bir kere (dünyaya) dönmek imkanımız olsaydı da mü’minlerden olsaydık?" (eş-Şuara, 26/102) sözlerini söyleyecek olmalarıdır, diye de açıklanmıştır. Bir açıklamaya göre de onlar kendi aralarında pişmanlıklarını gizlice ifade edecekler, fakat bunu açıktan söylemeyeceklerdir. Nitekim yüce Allah: "Zulmedenler aralarında gizlice danışıp..." (el-Enbiyâ. 21/3) âyetinde olduğu gibi. "Biz de kâfirlerin boyunlarına tasmalar koyarız" âyetindeki "Tasmalar"ın tekili dir. "Boynunda demirden bir tasma vardır" denilir. Bu bakımdan kötü huylu kadına: "Bitli tasma" ismi verilir. Bunun asıl sebebi de şudur: Tasma, üzerinde kılları bulunan kuru deriden yapılır ve bitlenirdi. Elini boynuna bağladım, bağlandı, tasma konuldu" denilir. Bu durumda olan kimse de: "Tasmalı" olur. "Onun ne bir faydası vardır, ne de delirdiği için boynuna tasma takılmıştır" denilir. "Susuzluktan dolayı bastıran hararet" demektir de aynı anlamdadır. Bu kabilden olmak üzere: Adam susadığından ateş bastırdı, bastırır" denilir. Böyle bir kimseye de: Susuzluktan hararet bastırmış kimse" denilerek, ism-i mef'ûl kullanılır. Bu açıklamalar el-Cevherî'den nakledilmiştir. Âyetin anlamı: Yani hem başkalarına uyanların, hem de kendilerine uyulanların boyunlarına tasmalar konulmuş olacaktır. Bu iki kesimin dışındaki kâfirlerin boyunlarına da tasmalar takılacaktır, diye de söylenmiştir. Bir diğer açıklamaya göre "kâfirler" ifadesi ile onlar kastedilmektedir. Bir görüşe göre, Yüce Allah'ın: " Azâbı göreceklerinde" âyetinde ifade tamam olmaktadır. Daha sonra yeni bir ifadeyle: "Biz de... tasmalar koyarız" denilerek başlanmaktadır. Bundan sonra diğer kâfirlerin boynuna tasmalar koyarız, anlamındadır. "Ya onlar" dünyada "işleyegeldiklerinden başkası ile mi cezalandırılacaklar." 34Biz, hangi ülkeye bir korkutucu (peygamber) göndermiş isek, mutlaka oranın refah içinde şımaran zenginleri: "Biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr edenleriz" demişlerdir. "Biz, hangi ülkeye bir korkutucu göndermiş isek, mutlaka oranın refah içinde şımaran zenginleri" âyeti hakkında Katade dedi ki: Yani oranın zenginleri, başkanları, zorbaları, şer önderleri, peygamberlere: "Biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr edenleriz, demişlerdir" 35Ve dediler ki: "Biz malca da, evlatça da daha çokluğuz. Biz azâb edileceklerden de değiliz." "Ve dediler ki: Biz malca da, evlatça da daha çokluğuz." Yani mal ve evlat bakımından biz size üstün kılınmışız. Şayet Rabbiniz bizim üzerinde bulunduğumuz din ve bu üstünlüğe razı olmamış olsaydı, bize bunca üstünlükleri vermezdi. "Biz azâb edileceklerden de değiliz." Çünkü iyilikte bulunduğu kimseleri azablandırmaz. 36De ki: "Muhakkak Rabbim rızkı dilediğine genişletip yayar ve daraltır. Fakat insanların çoğu bilmezler. Ancak yüce Allah, onların bu sözlerini ve delil diye gösterdikleri zenginliklerini reddederek peygamberine şöyle buyurmaktadır: "De ki: Rabbim rızkı dilediğine genişletip yayar ve daraltır." Genişletir ve kısar. Yani azıkları itibariyle kulları arasında -onlara imtihan olmak üzere- üstünlüğü takdir eden Allah'tır. Bu hiçbir şekilde akıbetlerin ne olacağına delalet etmez. Dünyada rızkın geniş olması, âhirette mutluluğun delili değildir. O halde yarın sahib olduğunuz bu mallarınızın ve evlatlarınızın size herhangi bir fayda sağlayacağını zannetmeyiniz. "Fakat insanların çoğu" bu gerçeği "bilmezler." 37Sizi Bize yaklaştıracak olan mallarınız da değildir, evlatlarınız da değildir. Îman edip salih amel işleyenler müstesna. İşte onların amellerine karşılık mükâfatları kat kattır. Hem onlar yüksek köşklerde emniyet içindedirler. Daha sonra yüce Allah, bu gerçeği pekiştirmek üzere şöyle buyurmaktadır: "Sizi Bize yaklaştıracak olan mallarınız da değildir, evlatlarınız da değildir" âyetinde geçen: "Yakın..." hakkında Mücahid, yakın olmak demektir. -Müenneslik te'si ile birlikte da "yakınlık" anlamındadır. el-Ahfeş de "yakınlaştırıcılık" diye açıklamıştır. Bu mastar isimdir. Buna göre (onun anlamını ifade eden: "in i'rab'taki konumu (mef'ûl-i mutlak olarak) nasbtır. Sanki: " Bizim nezdimizde sizi Bize yaklaştıracak olan..." denilmiş gibidir. el-Ferrâ': 'in hem mallar, hem evlatlar hakkında kullanıldığını iddia etmiştir. Onun bu hususta bir diğer görüşü daha vardır ki bu da Ebû İshak ez-Zeccâc'ın da kabul ettiği bir görüştür. Buna göre de anlam şöyle olur: "sizi Bize yaklaştıracak olan mallarınız da değildir, sizi Bize yaklaştıracak olan evlatlarınız da değildir." Daha sonra ikincisinin delaleti dolayısıyla birinci haber hazfedilmiştir. el-Ferrâ' şu beyiti de zikretmektedir: "Bizler yanımızda bulunandan, sen de yanında bulunandan Razısın; fakat görüş(lerimiz) farklıdır." Kur'ân'ın dışında-, sırf evlatlar hakkında bu ism-i mevsulün yerine: "Bunların ikisi, bunlar..." diye kullanılabilir. Yani mallar sizin bizdeki üstünlük ve derecelerinizi arttırmaz ve sizi Bize yakınlaştırmaz. "Îman edip salih amel işleyenler müstesna." Bu âyet hakkında Saîd b. Cübeyr şöyle demektedir: Yani îman edip salih amel işleyen kimselere dünyada sahib olduğu malının ve çocuklarının zararı olmaz. Leys'in rivâyetine göre Tavus şöyle derdi: Allah'ım, bana îman ve amel nasib et, mal ve evlattan beni uzak tut. Çünkü ben Senin indirdiğin vahiyde: "Sizi Bize yaklaştıracak olan mallarınız da değildir, evlatlarınız da değildir. Îman edip salih amel işleyenler müstesna" diye buyurduğunu görüyorum. Derim ki: Tavus'un bu söylediği su götürür. Anlam -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- şöyledir: Sen azdırıcı veya hayrı bulunmayan mal ve evlattan beni uzak tut. Salih insana salih malın ve salih evladın verilmesine gelince, bu ne kadar güzeldir. Bu hususa dair açıklamalar daha önce Al-i İmrân Sûresi'nde (3/37-38. âyet, 3- başlıkta), Meryem Sûresi'nde (19/5- âyet, 7. başlıkta) ve el-Furkan Sûresi'nde (25/74-77. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "..enler, kimseler" munkatı', istisna olmak üzere nasb konumundadır. Yani ama îman edip salih amel işleyenleri îman ve amelleri bana yakınlaştırır. ez-Zeccâc'ın iddiasına göre ise bu: "Sizi... yaklaştıracak olan" lâfzındaki "kef" ve "mim" den bedel olarak istisna ile nasb konumundadır. en-Nehhâs ise şöyle demektedir: Bu yanlış bir iddiadır, çünkü bu zamir muhatab zamiridir. Ondan bedel câiz olmaz, eğer böyle bir şey câiz olsaydı: "Seni (yani) Zeyd'i gördüm" demek de uygun düşerdi. Ebû İshak (ez-Zeccâc)'in bu görüşü ise el-Ferrâ''nın görüşüdür. Şu kadar var ki, el-Ferrâ' bunun bedel olduğunu söylemez. Çünkü böyle bir şey Kûfelilerin kullandıkları tabirlerden değildir. Ancak onun açıklaması nihayette buna ulaşır. Ayrıca yüce Allah'ın: "Allah'a salim kalb ile gelmiş olanlar müstesna." (eş-Şuara, 26/89) âyeti ona göre: "Fayda verir" fiili ile mansub olur. el-Ferrâ' ayrıca: "...enler, kimseler"in: "O kimse ancak îman eden kimselerdir" anlamında ref konumunda olabileceğini de kabul etmiştir. O böyle demiştir, ancak ben bunun ne anlama geldiğini tesbit edemiyorum. "İşte onların amellerine karşılık mükâfatları kat kattır" âyeti ile kastedilen: "İyilikle gelene bunun on misli vardır" (el-En'am, 6/160) âyetidir. Çünkü: "Fazlalık" demektir, yani onlara mükâfatları katlandırılacaktır. Bu tabir mastarın, mef'ûle izafe edilmesi kabilindendir. Onlar için katlarca mükâfat vardır, diye de açıklanmıştır. Buna göre burada: "(........): kat kat" çoğul anlamındadır. "Kat kafin mükâfata izafe edilmesi bir şeyin kendi kendisine izafe edilmesi kabilindendir. Hakku’l-yakîn ve salatu’l-ulâ gibi, yani onlara kat kat mükâfat verilecektir. Bire on ve yüce Allah'ın dilediği kadar fazlasıyla mükâfatlandırılacaklardır. Zenginin fakire üstünlüğünü kabul edenler bu âyeti delil gösterirler. Muhammed b. Ka'b dedi ki: Mü’min bir kimse eğer muttaki ve zengin birisi olursa, yüce Allah, bu âyet-i kerîme gereğince mükâfatını ona iki defa verir. "Hem onlar yüksek köşklerde emniyet içindedirler." "Mükâfatları kat kattır" âyeti genel olarak izafe ile okunmuştur. ez-Zührî, Yakub ve Nasr b. Âsım ise; " Mükâfat" kelimesini tenvinli ve nasb ile; "Kat kat"ı da ref ile okumuşlardır. İşte onlar için kat kat verilecek mükâfat vardır, demek olup ifadede takdim ve tehir kabul edilir. " Mükâfatları kat kattır" terkibi ise, onlara kat kat mükâfat verilecektir, demek olur. şeklinde her ikisinin de merfu olarak okunuşuna gelince, burada ikinci kelime birincisinden bedel demektir. (Mükâfat vardır ve bu mükâfat kat kattır, demek olur). Yine Cumhûr: "Yüksek köşklerde" diye çoğul olarak okumuşlardır. Ebû Ubeyd'in tercih ettiği kıraat de budur. Çünkü yüce Allah: "Elbette Biz onları cennette altlarından ırmaklar akan köşklere yerleştiririz." (el-Ankebut, 29/58) diye buyurmuştur. ez-Zemahşerî der ki: "Yüksek köşklerde" âyeti "re" harfi ötreli, üstün ve sakin olarak da okunmuştur. el-A'meş, Yahya b. Vessab, Hamza ve Halef ise tekil olara; "Köşkte" diye okumuşlardır. Çünkü yüce Allah: "İşte bunlar cennetin yüksek köşkü ile mükâfatlandırılacaklar." (el-Furkan, 25/75) diye buyurmuştur. Ancak burada bu tekil kelimeyle hem çoğul isim hem cins isim kastedilebilir. İbn Abbâs şöyle demektedir: Bu köşkler yakuttan, zebercedden ve incidendir. Buna dair açıklamalar da daha önceden (et-Tevbe, 9/72.; el-Furkan, 25/75.; el-Ankebut, 29/58. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadırlar. "Onlar" orada azaptan, ölümden, hastalıklardan ve kederlerden yana "emniyet içindedirler." 38Bizleri âciz bırakacaklarını sanarak âyetlerimizde(n) alıkoymakta yarışanlar, işte onlar azapta hazır edileceklerdir. "Bizleri âciz bırakacaklarını sanarak" Bizleri geride bırakacaklarını zannedip inatlaşarak "âyetlerimizde"n delillerimizi, belgelerimizi, kitabımızı çürütmek uğrunda "alıkoymakta yarışanlar, işte onlar azapta hazır edileceklerdir." Yani zebaniler onları cehennemde hazır edeceklerdir. 39De ki: "Gerçekten Rabbim rızkı kullarından dilediğine genişletip yayar. Dilediği kimseninkini de daraltır. Her ne harcarsanız, O, bu harcadığınızın yerine başkasını verir O rızık verenlerin en hayırlısıdır." "De ki: Gerçekten Rabbim rızkı kullarından dilediğine genişletip yayar. Dilediği kimseninkini de daraltır" âyeti bu gerçeği pekiştirmek için tekrarlanmıştır. "Her ne harcarsanız, O, bu harcadığınızın yerine başkasını verir." Yani ey Muhammed, şu mal ve evlatları dolayısıyla gurura kapılıp aldanan kimselere de ki: Şüphesiz ki yüce Allah dilediğinin rızkını genişletir, dilediğininkini de daraltır. O bakımdan sakın mal ve evlatlarla aldanmayın. Aksine mallarınızı Allah'a itaat uğrunda harcayın. Allah'a itaat yolunda her ne harcarsanız, onun yerine başkasını verir. İfadede: O, size onun yerine başkasını verir, anlamında hazfedilmiş lâfızlar vardır. Mesela: "Ona, onun yerine başkasını verdi" denilir. Yani yüce Allah, size onun yerini tutacak olanı veya onun bedelini verir. Bu bedel ise ya dünyada veya âhirettedir. Müslim'in, Sahih'inde kaydedildiğine göre Ebû Hüreyre dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Kulların sabahladığı herbir günde mutlaka iki melek (dünya semasına) iner. Onlardan birisi: Allah'ım, infak eden herkese onun yerini tutacak olanı ver, (diğeri) cimrilik eden herkese de (malını) telef edecek şeyleri ver, der." Buhârî, II, 522; Müslim, II, 700; Müsned, V, 197. Yine Müslim'de kaydedildiğine göre Ebû Hüreyre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Gerçek şu ki Allah bana şöyle buyurdu: Sen infak et, Ben de sana infak ederim..." Müsned, II, 314. İşte bu, dünya hayatında yapılan harcama Allah'a itaat yolunda ise, harcananın mislinin dünyada verileceğine bir işarettir. İnfak edilenin yerine verilecek şey, dünyada verilmediği de olabilir. Tıpkı önceden de açıkladığımız şekilde duaya benzer. Ya dua kabul edilir, ya bir günaha keffaret olur, veya âhirete saklanır. Burada âhirete saklanması ise, onun misli ecir verilmesi demektir. Hayırdaki Herbir Harcama Allah Yolunda Bir İnfaktır: Darakutnî ve Ebû Ahmed b. Adî'nin rivâyetlerine göre; Abdu'l-Hamid el-Hilalî, Muhammed b. el-Münkedir'den, o Cabir'den dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Herbir maruf bir sadakadır. Kişinin kendisine ve aile halkına yaptığı herbir harcamayı yüce Allah, onun için bir sadaka olarak yazar. Kişinin kendisi ile şeref ve haysiyetini koruduğu herbir harcama da bir sadakadır ve kişi her ne harcarsa, onun yerini tutacak olanı vermek Allah'a aittir. Ancak bina ya da masiyet uğrunda yapılan harcama bundan müstesnadır." Abdu'l-Hamid dedi ki: Ben İbnu'l-Münkedir'e: "Kişinin şeref ve haysiyetini koruyan şey" ne demektir diye sordum şöyle dedi: Şaire ve (uzun) dilli bir kimseye vererek (bunu yapar) dedi. Dârakutnî, III, 28. Abdu'l-Hamid, İbn Main tarafından sika bir ravi olarak kabul edilmiştir. Derim ki: Masiyet yolunda harcamada bulunan kimsenin bundan dolayı sevap almayacağı ve harcamasının yerine başkasının ona verilmeyeceği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bina yapımında yapılan harcamalara gelince, bunlar arasından zaruri olup insanın barınacağı ve korunacağı bir yer ise bunun yerini tutacak şeyler verilir ve böyle bir bina dolayısıyla ecir almak sözkonusudur. Aynı şekilde bünyesini koruması ve avretini örtmesi için yaptığı harcamalar da böyledir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şu hususlar dışında Âdemoğlunun bir hakkı yoktur: "Kalacağı bir ev, avretini örten bir elbise ve kuru ekmek ile su." Tirmizî, IV, 576; Tayalisî, Müsned, I, 14. Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/74. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." Kişi hakkında: O, ailesinin rızkını sağlıyor. Kumandan askerlerinin rızkını sağlıyor, denildiğinden ötürü burada da; "O, rızık verenlerin en hayırlısıdır" diye buyurulmuştur. Yaratılmışlardan olup rızık veren kimsenin rızık verdiği söylenebilir; ancak bu onlardan ayrı olarak sahib olduğu bir maldan verilir, fakat sonra bu kesilir. Yüce Allah ise bitip tükenmeyen, sonu gelmeyen hazinelerden rızık verir. İşte yokluktan varlığa çıkartan, gerçek anlamda rızık verenin kendisidir. Nitekim yuce Allah şöyle buyurmaktadır: "Çünkü şüphesiz ki Allah'tır, hem rızkı veren, hem pek çetin kudret ve kuvvet sahibi olan." (ez-Zariyat, 51/58) 40O gün, onların hepsini haşredecek, sonra da meleklere şöyle diyecek: "Bunlar mı size ibadet ederlerdi?" "O gün, onların hepsini haşredecek..." âyeti daha önce geçmiş: "Sen o zâlimleri Rabbleri huzurunda durdurulmuş... bir görsen." (Sebe’, 34/31) âyeti ile ilişkilidir. Yani eğer sen onları bu halde görecek olursan, korkunç bir durum görmüş olacaksın. Hitab Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a olmakla birlikte maksat, hem o, hem de onun ümmetidir. Daha sonra da şöyle buyurmaktadır: "O gün onların hepsini" yani ibadet edenleri de, kendilerine ibadet edilenleri de "haşredecek" hesap için onları biraraya toplayacak. "Sonra da meleklere şöyle diyecek: Bunlar mı size ibadet ederlerdi?" Said, Katade'den şöyle dediğini nakletmektedir: Bu bir sorudur. Yüce Allah'ın Îsa (aleyhisselâm)'a soracağı belirtilen: "Ey Meryem oğlu Îsa! İnsanlara Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki ilâh edinin, diye sen mi söyledin?" (el-Mâide, 5/116) âyetine benzemektedir. en-Nehhâs dedi ki: Buna göre anlamı şöyledir: Melekler -Allah'ın salavatı üzerlerine olsun- onları yalanlayacakları vakit, bu onlara bir azar olacaktır. O halde bu soru da ibadet edenlere bir azar mahiyetindedir. 41Melekler diyecekler ki: "Tenzih ederiz Seni, bizim velimiz onlar değil, Sensin. Aksine onlar cinlere ibadet ediyorlardı. Bunların çoğu onlara inanıyorlardı." "Melekler diyecekler ki: Tenzih ederiz Seni, Bizim velimiz onlar değil, Sensin." Yani veli edindiğimiz, kendisine itaat ve ibadet ettiğimiz, ibadeti sadece kendisine ihlasla yaptığımız Rabbimiz Sensin. "Aksine onlar cinlere ibadet ediyorlardı." İblis'e ve onun yardımcılarına itaat ediyorlardı. Tefsirlerde şöyle denilmektedir: Huzaalılara mensub Müleyhoğulları diye bilinen bir kabile, cinlere ibadet ediyorlar ve cinlerin kendilerine göründüğünü ileri sürüyor, bunların melek olduklarını, Allah'ın kızları olduklarını iddia ediyorlardı. Yüce Allah'ın: "Onlar, kendisi ile cinler arasında bir neseb uydurdular..." (es-Saffat, 37/158) âyeti bunu anlatmaktadır. 42"Bugün kiminiz kiminize ne bir fayda sağlayabilir, ne de bir zarar verebilir." Zulmedenlere de diyeceğiz ki: "Haydi yalanladığınız ateş azabını tadınız." "Bugün kiminiz kiminize ne bir fayda sağlayabilir" şefaat edebilir, kimse kimseyi kurtarabilir. "Ne de bir zarar verebilir." Kimseye azâb edip helâk edebilir. Şöyle de açıklanmıştır: Melekler kendilerine ibadet edenlere gelecek zararı önlemek imkanına sahib değildirler. "Zulmedenlere de diyeceğiz ki: Haydi yalanladığınız ateş azabını tadınız." Bu sözleri söyleyecek olan yüce Allah da olabilir, melekler de olabilir. 43Âyetlerimiz açık açık onlara okunduğunda dediler ki: "Bu ancak atalarınızın ibadet edegeldiği şeylerden sizi alıkoymak isteyen bir adamdır." Yine dediler ki: "Bu uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildir." Kâfir olanlar hakka, kendilerine geldiğinde: "Bu, ancak apaçık bir büyüdür" dediler. "Âyetlerimiz" yani Kur'ân "açık açık onlara okunduğunda dediler ki: Bu" Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kastediyorlar, "ancak atalarınızın" yani sizden önce geçmiş olanlarınızın "ibadet edegeldiği şeylerden" tapındıkları ilâhlardan "sizi alıkoymak isteyen bir adamdır." "Yine dediler ki: Bu" yani Kuran "uydurulmuş bir yalandan" düzülmüş bir iftiradan "başka bir şey değildir. Kâfir olanlar hakka, kendilerine geldiğinde: Bu ancak apaçık bir büyüdür, dediler." Kimi zaman bu bir büyüdür, dediler, kimi zaman bir iftiradır, dediler. Onlardan bazılarının: Bu bir büyüdür, demiş olmaları, bazılarının da bu bir iftiradır, demiş olmaları da mümkündür. 44Halbuki Biz onlara okuyacakları kitaplar göndermemiştik. Senden önce onlara bir nezir de göndermemiştik. "Halbuki Biz onlara okuyacakları kitaplar göndermemiştik." Yani kendilerine verilmiş olan bir kitapta senin getirdiğinin batıl olduğunu okumadıkları gibi, kendilerine gönderilmiş bir peygamberden de böyle bir şeyi işitmemişlerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yoksa Biz onlara bundan önce bir kitap verdik de şimdi onlar buna mı tutunuyorlar?" (ez-Zuhruf, 43/21) Onların yalanlamalarının elle tutulabilir bir tarafı olmadığı gibi, şüphelerinin bir dayanağı da yoktur. Kitab ehli batıl üzere olsalar dahi hiç olmasa biz kitap ehliyiz, bizim şeriatımız var. Allah'ın gönderdiği rasûllerden dayanaklarımız var, diyebiliyorlar. (Bu müşriklerin onu demek imkanları dahi yoktur). 45Bunlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Hem bunlar onlara verdiğimizin onda birine bile ulaşmamışlardır. Fakat yine de peygamberlerimi yalanladılar. Ya Benim azabım nasılmış? Daha sonra yüce Allah, onları yalanlamaları dolayısıyla hak olan şu buyruklarıyla şöylece tehdit etmektedir: "Bunlardan öncekiler de yalanlamışlardı." Yani yakalayış itibariyle bunlardan daha çetin olan, malları, evlatları daha çok, geçimleri daha bol olan bunlardan önce gelen birtakım kavimler de yalanlamışlardı. Ben onları da helâk ettim. Semûd ve Âd gibi. "Hem bunlar", Mekkeliler, "onlara" o geçmiş ümmetlere "verdiğimizin onda birine bile ulaşmamışlardır." Âyette geçen: ile "Onda bir" aynı şeydir, iki ayrı söyleyiştir. 'in "onda birin, onda biri" olduğu da söylenmiştir. el-Cevherî dedi ki: Bir şeyin "mi'şar"ı onun onda biri demektir. Araplar bu şekildeki bir kullanımı sadece öşür (onda bir) hakkında kullanırlar. Bir açıklamaya göre, onlardan önce gelmiş olanlar bizim kendilerine verdiğimizin şükrünün onda birini dahi yerine getirememişlerdir, demektir. Bu açıklamayı en-Nekkaş nakletmiştir. Bir diğer açıklama da şöyledir: Yüce Allah'ın kendilerinden öncekilere verdikleri, bunlara vermiş olduğu ilim, beyan, belge ve delilin onda biri değildir. İbn Abbâs da şöyle demiştir: Onun ümmetinden daha bilgili bir ümmet, O'nun kitabından daha açık hiçbir kitab yoktur. Bir açıklama da şöyledir: Mi'şar, aşirin onda biri. aşir ise onda birin onda biridir. Bu durumda mi'şar, binde bir demektir. el-Maverdî der ki: Daha kuvvetli görülen görüş budur, çünkü bundan maksat azlıkta mübalağalı bir ifadedir. "Fakat yine de peygamberlerimi yalanladılar. Ya Benim azabım" geçmiş ümmetleri cezalandırışım "nasılmış?" Bu ifadede hazfedilmiş lâfızlar vardır ki, takdiri şöyledir: Biz onları helâk ettik, Benim azablandırışım nasılmış? 46De ki: "Ben size ancak bir öğüt veriyorum: Yalnızca Allah için ikişer ikişer, birer birer kalkınız. Sonra bu arkadaşınızda bir delilik olmadığını düşününüz. O, ancak -şiddetli bir azâbın öncesinde- sizin için bir korkutucudur." "De ki: Ben size ancak bir öğüt veriyorum" âyeti ile yüce Allah müşriklere karşı getirdiği delili tamamlamış olmaktadır. Yani ey Muhammed, onlara: "Ben size ancak bir öğüt veriyorum" de. Yani ben sizleri içinde bulunduğunuz halin kötü akıbetinden sakındırıyor ve size bunu hatırlatıyorum. "Bir öğüt'den kasıt, şirkin reddedilmesini, mutlak ilâhın kabul edilmesini gerektiren bütün sözleri kapsayan tek bir söz demektir. Mücahid dedi ki: Bu lâ ilahe ilallah'tır. İbn Abbâs ve es-Süddî'nin görüşü de budur. Yine Mücahid'den Allah'a itaati hatırlatıyorum, diye açıkladığı da nakledilmiştir. Size Kur'ân ile öğüt veriyorum, diye de açıklanmıştır. Çünkü Kur'ân bütün öğütleri kapsar. İfadenin takdirinin: Size tek bir hususu hatırlatarak öğüt veriyorum, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Daha sonra da bu hususu: "Yalnızca Allah için ikişer ikişer, birer birer kalkınız" âyeti ile açıklanmış olmaktadır. Buna göre: (mealde bu: "ile" karşılanmıştır) cer mahallinde "bir öğüt"den bedeldir yahut da bir mübtedâ takdiri ile ref mahallindedir. Yani: " O... kalkmanızdır" demek olur. ez-Zeccâc'ın görüşüne göre ise bu: "Kalkasınız diye" anlamında nasb mahallindedir. Bu kalkışın anlamı, hakkı arayıp bulmak maksİsmi ile bir kalkıştır, oturmanın zıttı olan kalkış değildir. Bu da: Filan kişi bu iş için kalktı (onu yerine getirmeye çalıştı) demeye benzer. Yani Allah'ın rızası ve ona yaklaşmak için kalkmanızdır... demek olur. Bu da yüce Allah'ın: "Yetimler hakkında adaletle kalmanız (yani adaleti yerine getirmeniz)..." (en-Nisa, 4/127) âyetine benzemektedir. "İkişer ikişer, birer birer" yani gerek tek tek, gerek toplu olarak... demektir. Bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır. Herkes tek başına kendi görüşüne bağlı kalarak ve başkası ile de danışarak, diye de açıklanmıştır. Bu rivâyet edilen bir açıklama şeklidir. el-Kutebî dedi ki: Hem başkası ile konuyu tartışarak, hem de kendi kendisine düşünerek demektir. Bütün bu açıklamalar birbirine yakındır. Dördüncü bir anlama gelme ihtimali de vardır, o da şudur: İkişer (el-mesna) gündüz yapılan iş, birer birer ise gece yapılan iş demektir. Çünkü kişi gündüzün yaptığı işlerde başkasının yardımını da alır. Geceleyin ise yalnız basınadır. Bu açıklamayı da el-Maverdî yapmıştır. Yüce Allah'ın: "İkişer ikişer, birer birer" diye buyurmasının sebebi şudur: Zihin yüce Allah'ın kullara karşı bir delilidir. Bu da aklın kendisi demektir. Dolayısıyla aralarında en akıllı olan kimse Allah'tan en büyük nasib almış kimse demektir. Onların herbiri tek başına kaldığı takdirde bir kişinin düşüncesi sözkonusu olur. İkişer ikişer oldukları takdirde ise, karşılıklı iki zihin bulunur ve böylelikle tek başına olan kişinin göremediği birtakım bilgileri görüp tesbit edebilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Sonra bu arkadaşınızda bir delilik olmadığını düşününüz." Ebû Hatim ve İbnu'l-Enbarî'ye göre vakıf: "Sonra... düşününüz" âyeti üzerindedir. Bunun vakıf yeri olmadığı da söylenmiştir, çünkü anlam şöyle olur: Sonra bu arkadaşınızın yalan söylediğini tesbit ettiniz mi? Yahut onda bir delilik gördünüz mü? yahut onun hallerinde bir tutarsızlık gördünüz mü? Yahut büyüyü bildiği iddiasında bulunan bir kimsenin yanına gidip geldi mi? yoksa kıssaları öğrenip kitablar okudu mu? Yoksa siz mallarınızda tamah edip onlara göz diken bir kimse olarak mı onu bildiniz? Yoksa siz onun getirmiş olduğu tek bir sûreye benzer bir sûre getirebiliyor musunuz? diye düşününüz. Eğer siz bunlar üzerinde düşünerek onun doğru olduğunu görecek olursanız, bu şekildeki inatlaşmanızın sebebi ne olabilir? "O, ancak şiddetli bir azâbın öncesinde sizin için bir korkutucudur" âyetine gelince, Müslim'in Sahih'inde yer alan rivâyete göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Şu "yakın akrabanı uyar" (eş-Şuara. 26/214) ve aralarından özellikle ihlaslı yakınlarını da... buyrukları nazil olunca. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dışarı çıktı ve Safa'nın üzerine çıkarak (baskına gelenlerin olduğunu belirten sesleniş biçimi olan üslubla): Ya sabaha diye seslendi. Bu bağıran kimdir? diye sordular, Muhammed'dir dediler. Onun etrafında toplandıklarında onlara şöyle dedi: Ey filan oğulları, ey filan oğulları, ey Abdi Menafoğulları, ey Abdu'l-Muttaliboğulları -hepsi etrafına toplanınca şöyle dedi: "Şimdi bana söyleyiniz, ben sizlere şu tepenin arkasından atlıların gelip üzerinize baskın yapacağını bildirsem, benim bu sözlerimi doğru kabul eder misiniz?" Onlar: Biz senin herhangi bir yalan söylediğini görmedik, dediler. Bu sefer onlara şöyle dedi: "Gerçek şu ki, ben sizleri şiddetli bir azâbın öncesinde uyarıyorum, korkutuyorum." Bunun üzerine Ebû Leheb: İki elin kurusun. Bizi sadece bunun için mi topladın? dedi. İbn Abbâs dedi ki: Bunun üzerine şu: "Ebû Leheb'in iki eli kurusun. Helâk oldu zaten." (Tebbet, 111/1) sûresi nazil oldu. Bu şekilde el-A'meş sûreyi sonuna kadar okudu. Müslim, I, 193: Buhârî, IV. 1787, 1902. 47De ki: "Sizden istediğim herhangi bir ücret varsa o sizin olsun. Benim mükâfatımı vermek ancak Allah'a aittir. O, herşeye tanıktır." "De ki: Sizden istediğim herhangi bir ücret" risaleti tebliğe karşılık bir mükâfat "varsa, o sizin olsun." Bu mükâfat -eğer ben sizden böyle bir şey edinsem- sizin olsun. "Benim mükâfatımı vermek ancak Allah'a aittir. O, herşeye tanıktır." Herşeyi gözetendir, bilendir. Benim amellerimi de, sizin amellerinizi de görür. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. O herkese yaptığının karşılığını verir. 48De ki: "Rabbim muhakkak hakkı yerleştirendir. O, gizlilikleri çok iyi bilendir." "De ki: Rabbim muhakkak hakkı yerleştirendir." Yani delili açıklar ve galib getirir. Katade "hakkı" vahyi... anlamındadır, demiştir. Yine ondan gelen rivâyete göre hak, Kur'ân demektir. İbn Abbâs da şöyle demiştir: Yani o batılın üzerine hakkı bırakır. O, bütün gaybları çok iyi bilendir. Îsa b. Ömer: "O gizlilikleri çok iyi bilendir" anlamındaki âyeti: diye (radıyallahü anhbbimden) bedel olarak okumuştur.: De ki muhakkak gaybleri bilen benim Rabbim hakkı yerleştirendir, demek olur. ez-Zeccâc dedi ki: Ref ile okuyuş, iki cihetten de mahalle göredir. Çünkü i'rab mahalli itibariyle ref dir. Yahut da "Yerleştiren" fiilinin (faili isteyen ve bu terkibin ondan bedel olması) özelliği dolayısıyla da ref konumundadır. en-Nehhâs dedi ki: Ref ile okuyuşun, iki açıklaması daha vardır: Haberden sonra haber olarak gelmesi. Bu durumda bir mübtedâ takdiri sözkonusudur. el-Ferrâ''nın iddiasına göre ise bu gibi yerlerde ref eğer: "(op: Muhakkakın haberinden sonra gelirse, Arapça'da ref daha fazladır. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Cehennem ehlinin bu davalaşmaları hiç şüphesiz bir gerçektir" (Sad, 38/64) âyetidir. "Gizlilikler" kelimesi(nin ğayn harfi) üç hareke ile de okunmuştur. Gaib olan, oldukça gizli olan iş, demektir. 49De ki: "Hak geldi, batıl ne yeniden bir şey var edebilir, ne de geri getirebilir." "De ki: Hak geldi" âyeti ile ilgili olarak Said, Katade'den, haktan kasıt Kur'ân-ı Kerîm'dir, dediğini nakletmektedir. en-Nehhâs dedi ki: İfadenin takdiri hakkın sahibi geldi, takdirindedir. İçinde delillerin ve belgelerin bulunduğu kitab geldi, demektir. "Batıl ne yeniden bir şey var edebilir." Katade dedi ki: Batıl şeytandır, yani şeytan hiçbir kimseyi yaratamaz. "Ne de geri getirebilir." Buna göre; "Ne" nefy edatıdır. Bunun "neyi (yeniden) geri getirebilir?" anlamında soru olması da mümkündür. Yani hak geldi, batılın nesi kaldı ki onu yeniden yaratabilsin ve onu ilk olarak meydana getirebilsin? Yani batıldan geriye hiçbir şey kalmamıştır. Bu da yüce Allah'ın: "Şimdi onlardan geriye kalanı görüyor musun?" (el-Hakka, 69/8) âyetine benzemektedir. Onlardan geriye kalan bir şey göremiyorsun, demektir. 50De ki: "Eğer ben sapmışsam, ancak kendi aleyhime sapmış olurum. Şayet hidayet bulmuşsam, o Rabbimin vahyetmekte olduğundan ötürüdür. Muhakkak O, işitendir, pek yakındır." "De ki: Eğer ben sapmışsam, ancak kendi aleyhime sapmış olurum." Çünkü kâfirler: Sen atalarının dinini terkettin, bundan dolayı sapıttın, demişlerdi. Yüce Allah da ona şunu emretmektedir: Ey Muhammed de ki: Eğer ben sizin iddia ettiğiniz gibi saptı isem, kendi aleyhime sapmış olurum. "Sapmışsam" anlamındaki lâfız genel olarak, "lâm" harfi üstün olmak üzere: diye okunmuştur. Yahya b. Vessab ve başkaları ise, "lâm" harfini esreli ve "dat" harfini de üstün olarak: den gelen bir fiil olarak okumuşlardır. doğru yolda oluşun zıttıdır. "Lâm" harfi üstün olarak ile "dat" harfi esreli olmak üzere; Saptım, saparım" demektir. İşte yüce Allah da: "De ki: Eğer ben sapmışsam ancak kendi aleyhime sapmış olurum" diye buyurmaktadır. İşte bu söyleyiş (yani mazide "lâm" harfi üstün, müzariinde "dat" harfi esreli söyleyiş) Necidlilerin söyleyişidir ve fasihtir. Ancak el-Aliye'de yaşayanlar mazide, diye "lâm" harfini esreli, muzaride de: diye kullanırlar. Benim sapıklığımın vebali benim aleyhimedir, demektir. "Şayet hidayet bulmuşsam o Rabbimin vahyetmekte olduğundan" bana bildirdiği hikmet ve beyandan "ötürüdür. Muhakkak O, işitendir, pek yakındır." Yani kendisine dua edenlerin duasını işitir ve pek yakında dualarını kabul eder. İfadelerin nazmı açısından da şöyle denilmiştir: de ki: Rabbim muhakkak hakkı yerleştirendir, delili açıklayandır. Sapıtmış olanların sapıklığı ortaya konulmuş olan delilleri çürütmez. Şayet ben saparsam elbette kendime zarar vermiş olurum, yoksa bu Allah'ın delilini çürütmez ve eğer doğru yolu bulursam, hiç şüphesiz bu Allah'ın lutfu iledir. Zira delil üzere bana o sebat vermiştir, şüphesiz ki O, herşeyi işitendir, pek yakındır. 51Onları korkuya kapıldıklarında bir görsen! Artık kurtuluş olmayacak ve yakın yerde yakalanmış olacaklar. "Onları korkuya kapıldıklarında bir görsen! Artık kurtuluş olmayacak" âyetinde yüce Allah, kâfirlerin hakkı tanımak zorunda kalacakları bir zamandaki hallerini sözkonusu etmektedir. Âyet: Sen dünya hayatında ölümün geldiği yahut ta yüce Allah'ın kendilerine göndereceği başka bir azâbın inişi esnasında korkuya kapıldıklarını bir görsen, demektir. Bu anlamdaki bir açıklama İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir. el-Hasen dedi ki: Bu onların kabirlerde Sayha (kıyâmet çığlığı)'dan ötürü duyacakları korku ve dehşettir. Yine ondan nakledilen bir rivâyete göre buradaki korkudan kasıt, kabirlerinden çıkacakları vakit duyacakları bir korkudur. Katade de böyle açıklamıştır. İbn Muğaffel ise şöyle demektedir: Bu korku Kıyâmet gününde yüce Allah'ın vereceği cezayı gözleriyle görecekleri vakit ortaya çıkacaktır. es-Süddî de şöyle demektedir: Bu meleklerin kılıçları ile boyunları vurulduğu esnada Bedir günü duydukları korkudur. Bu halde iken ne kaçabildiler, ne de tevbeye geri dönebildiler. Saîd b. Cübeyr de dedi ki: Bundan kasıt, el-Beyda denilen bir yerde yerin dibine geçirilecek olan ordudur. Onlardan geriye sadece bir adam kalacak, o da insanlara arkadaşlarının karşı karşıya kaldıkları durumu haber verecek ve korkuya kapılacaklar. İşte onların korkuları bu olacaktır. "Artık kurtuluş olmayacak." İbn Abbâs, kurtulmaları sözkonusu olmayacaktır diye; Mücahid ise bir yere kaçış mümkün olmayacak, diye açıklamıştır. "Ve yakın yerde yakalanmış olacaklar." Kabirlerden yakalanmış olacaklar demektir. Nerede bulunurlarsa, oradan yakalanacaklar, diye de açıklanmıştır. Onlar yüce Allah'a göre yakındır. Hiçbir şekilde O'na gizli kalmazlar ve O'nun elinden kurtulamazlar. İbn Abbâs da şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme ahir zamanda Ka'be'yi tahrib etmek üzere yola çıkacak olan seksenbin kişilik ordu hakkında nazil olmuştur. Onlar el-Beyda'ya girmekle birlikte, yerin dibine geçirileceklerdir. İşte "yakın yerde yakalanmak"dan kasıt budur. Derim ki: Bu anlamda Huzeyfe'den gelmiş merfu bir haber vardır. Biz bu haberi "et-Tezkire" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Huzeyfe dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu -deyip doğudakiler ile batıdakiler arasında ortaya çıkacak bir fitneyi sözkonusu etti ve şöyle devam etti-: "Onlar bu hallerinde bulunuyor iken es-Süfyanî kuru olan vadiden bu işin alevlendiği bir sırada çıkıp gelecek ve Dımaşk'ta konaklayacak. Birisi doğuya, diğeri Medine'ye olmak üzere iki ordu gönderecek. Doğuya giden ordu doğu tarafına doğru yol alacak ve nihayet o lanetli şehir Babil ile o kötü yerde -Bağdat şehrini kastetmektedir- konaklayacaklar. Üçbin kişiden daha fazlasını öldürecekler. Bin kadından fazla kadının ırzına geçecekler ve orada el-Abbas'ın soyundan ileri gelen üçyüz kişiyi öldürecekler. Sonra Şam'a doğru çıkacaklar, Kufe'den bir hidayet bayrağı çıkacak ve Kufe'den iki günlük mesafede bu orduya yetişecek ve onları öldürecekler. Haber verebilecek bir kimse dahi onlardan kurtulamayacak. O ordunun elinde bulunan esir kadın ve çocukları ve ganimetleri kurtaracaklar. Göndereceği ikinci ordu ise Medine'ye varacak. Üç gün, üç gece Medine'yi talan edecekler. Sonra da Mekke'ye doğru yola çıkacaklar. Nihayet el-Beyda'da bulunacakları bir sırada yüce Allah, üzerlerine Cibril (aleyhisselâm)'ı gönderecek. Ey Cibril! Git ve onları imha et, diyecek. Cibril de oraya ayağı ile bir defa vuracak, yüce Allah onları yerin dibine geçirecek. İşte yüce Allah'ın: "Onları korkuya kapıldıklarında bir görsen! Artık kurtuluş olmayacak ve yakın bir yerde yakalanmış olacaklar" âyeti bunu anlatmaktadır. Onlardan geriye sadece biri onların müjdecileri, diğeri ise korkutucuları olan Cüheyneli iki kişi kalacak. İşte bundan dolayı kesin haber Cüheynelilerdedir denilmiştir Burada zikredilenlerin çeşitli kısımlarıyla kaydedildiği bazı rivâyetler için bkz. Hakim. Müstedrek, IV, 565; Ebû Amr ed-Dânî, es-Sünenü'l-Varide fi'l-Fiten, IV, 937, V, 1021, 1022, 109, 1091, 1093; Nuaym b. Hammâd el-Mervezî. el-Fiten, I, 220-224. II, 690-691. "Yakın yerde yakalanmış olacaklar" âyeti, ruhları bulundukları yerde kabzedilecek, ölümden kaçma imkanını bulamayacaklardır de diye açıklanmıştır. Bu açıklama da: Bu korku ruhun alınacağı esnada sözkonusu olur, diyenlerin görüşüne uygundur. Bununla birlikte bunun, karşılık vermek, çağrıya uymak anlamındaki korku ile ilgili olma imkanı da vardır. Çünkü: "Adam başına gelen bir korku dolayısıyla kendisinden yardım isteyen imdat dileyenin istediğine koştu" demektir. Peygamber Efendimiz'in ensara hitaben söylemiş olduğu: "Sizler tamah edilen şeyler sözkonusu olursa, sizden az bulunur, dehşetli hallerde yardıma çağrı esnasında da çok kişi bulunur" şeklindeki Abdurrahman b. Ali b. Muhammed Ebû'l-Farac, Safvetu's-Safve, I, 205. rivâyette de bu anlamdadır. Bu âyetle, yerin dibine geçirilmek yahut ta Bedir gününde olduğu gibi dünyada iken öldürülmenin kastedildiğini söyleyenler, şu açıklamayı da yaparlar: Bunlar âhiretten önce dünya hayatında azâb ile yakalanmış oldular. Bu korku, kıyâmet gününde gerçekleşecektir, diyenler de şöyle derler: Bunlar yerin dibinden, yerin üstüne çıkartılmışlardır. (Onun için korkmuşlardır). "Yakın yerde yakalanmış olacaklar" âyetin cehenneme yakın bir yerden alınıp oraya atılacaklardır, diye de açıklanmıştır. 52"Ona îman ettik" diyecekler, ama onlar için uzak bir yerden ona el atmaları ne mümkün! "Ona" Kur'ân'a inandık. Mücahid'e göre Allah'a, el-Hasen'e göre öldükten sonra dirilişe, Katade'ye göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a "îman ettik, diyecekler." "Ama onlar için uzak bir yerden ona el atmaları ne mümkün!" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs ve ed-Dahhak şöyle demiştir: "El atmak"dan kasıt, geri dönmektir. Yani îman etmek için dünyaya geri dönmeyi isteyeceklerdir, fakat böyle bir isteğin yerine getirilmesine imkan bulunmayacaktır. Şairin şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır: "Meyye'nin bana tekrar dönmesini temenni etti, Ama onun dönüşüne imkan yok." es-Süddî, kasıt tevbedir demiştir. Yani bu tevbe imkanı onlardan uzaklaşmış iken böyle bir istekte bulunacaklardır. Çünkü tevbe ancak dünya hayatında kabul olunur. Bu lâfzın el atmak, el ile yakalamak anlamında olduğu da söylenmiştir. İbnu's-Sikkit dedi ki: Bir adam, bir diğerinin başından ve sakalından yakaladığı takdirde: "Onu yakaladı, yakalar, yakalamak" denilir. Daha sonra da şu beyiti zikreder: "O develer havuzdan suyu içiyorlar, Öyle bir içiş ki, hem bunlar büyük çöllerin ortasını katederler." Bu beyit ile sözünü ettiği develerin yukarıdan (boyları uzun olduğu için) çok büyük miktarda su içtiklerini böylelikle de başka bir suya ihtiyaçları olmadan uzun mesafeleri, çölleri aştıklarını anlatmak istemektedir. Yine (İbnu's-Sikkit) şöyle demektedir: Savaş esnasında "münaveşe" tabiri de buradan gelmektedir. Bu ise iki tarafın birbirine yaklaşması halinde sözkonusudur. "Şiddetlice yakalayan adam" demektir. "El atmak, elle yakalamak" demek olup da bu anlamdadır. Recez vezninde şair şöyle demektedir: "Boyunları iyiden iyiye yakalıyorlardı." "Ama onlar için uzak bir yerden ona el atmaları ne mümkün!" âyeti ile yüce Allah şunu anlatmaktadır: Onların dünya hayatında iken kâfir olduklarından ötürü, âhirette tekrar imanı ele geçirmeleri mümkün değildir. "Onlar için... ona el atmaları ne mümkün" âyetini: şeklinde Ebû Amr, el-Kisaî, el-A'meş ve Hamza hemze ile okumuşlardır. en-Nehhâs şöyle demektedir: Ebû Ubeyde böyle bir okuyuşun (doğru olmaktan) uzak olduğunu görmektedir. Çünkü hemzeli okuyuş uzaklık) anlamındadır. O halde: "Uzak bir yerden onlar için uzaklık nasıl olur" gibi bir mana ortaya çıkar. Ebû Cafer şöyle demektedir: Bu okuyuş caizdir ve güzeldir. Arap dilinde bunun iki türlü açıklaması vardır ve bunlar doğruluktan uzak te'viller de değildir. Bu iki açıklamadan birisi şöyledir: Kelimenin aslı hemzeli olmayıp sonradan "vav" harfi üzerindeki harekenin hafif (gizli) oluşu dolayısıyla hemzeli okunmuş olabilir. Bu Arapçada çokça görülen bir husustur. Büyük toplulukların, büyük topluluklardan naklettiği mushafta da: "Peygamberlerin belirli vakitleri geldiği zaman" (el-Murselat, 77/11) Burada -"belirli vakitleri geldiği" anlamındaki kelime- aslında; şeklindedir. Çünkü bu "vakif'den türetilmiştir. Diğer taraftan: "Ev" kelimesi diye çoğul yapılabilmektedir. Diğer bir açıklamayı da Ebû İshak zikretmektedir ve şöyledir: Bu durumda kelime ağırca hareket demek olan: den türetilmiş olur. Uzak kalmış olan bir husus hakkında onların hareket edebilmeleri mümkün değil, demektir. "o şeyi uzak bir yerden aldım" denilir. ise ağır olan şey demektir. el-Cevherî şöyle demektedir: Hemzeli olarak; "Gecikmek ve uzaklaşmak" anlamındadır. "Ben bu işi geciktirdim, geciktiriyorum" denilir. "(........): O da gecikti" demektir. Mesela: "Son olarak onu yaptı" denilir. Şair de şöyle demektedir: "Sonunda bana itaat etseydi diye temenni ettiğim, Halbuki o işlerden sonra çok işler meydana geldi." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Uzun bir süre yükseklere ulaşma isteğini bırakıp oturdun, Ve sonunda payın olanı da elden kaçırdıktan sonra gecikmiş olarak geldin." el-Ferrâ' da şöyle demektedir: lâfzında hemzeli ve hemzesiz okuyuş anlam itibariyle birbirine yakındır. Tıpkı; "Ben o adama sitem ettim, ederim" fiiline benzemektedir.
"Uzak bir yer"den kasıt âhirettir. Ebû İshak et-Temimî'den, o İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Onlar için... ne mümkün" yani geri dönüş mümkün olamaz. Çünkü onlar geri döndürülme zamanı olmayan bir sırada böyle bir istekte bulunmuş olacaklardır. 53Halbuki önceden onu inkâr etmişlerdi. Üstelik uzak bir yerden gayb hakkında rastgele zanlarda bulunuyorlardı. "Halbuki önceden" yani dünyada iken "onu" Muhammed'i "inkâr etmişlerdi. Üstelik uzak bir yerden gayb hakkında rastgele zanlarda bulunuyorlardı." Araplar hak olmayan bir şeyleri söyleyen herkes için: "O gayb hakkında rastgele zanlarda bulunur" anlamındaki tabirini kullanırlar ve bu taş atıp isabet ettiremeyen kimse için bir misaldir. Yani bunlar zanları ortaya atarak şöyle diyorlar: Ne öldükten sonra diriliş, ne amel defterlerinin verilmesi, ne cennet, ne de cehennem ateşi vardır. Onlar bunu zanlarından hareketle ileri sürüyorlar. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Bir diğer açıklamaya göre "Zanlarda bulunuyorlar" ifadesi, Kur'ân hakkında iftirada bulunarak: O sihirdir, şiirdir, öncekilerin efsaneleridir, derler, demektir. Bir açıklamaya göre de, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında o şairdir, sihirbazdır, kahindir, delidir derler. "Uzak bir yerden" ifadesi de şu demektir: Yani yüce Allah, onlar için Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın doğru söylediğini bilme imkanını uzaklaştırmıştır. Burada uzaktan kasıt, kalpten uzaklıktır, yani onlar kalplerinden uzakça bir yerden... (zanlarda bulunuyorlar.) Mücahid de: "Onlar uzak bir yerden atılıyorlar" diye meçhul bir fiil olarak okumuştur ki, onlara bununla atış yapılır, demektir. Bir başka açıklamaya göre bunları o kimseleri azdıran ve saptıran kişiler onlara atarlar (telkin ederler.) 54Daha önceden benzerlerine yapıldığı gibi, onlar ile arzuladıkları şeyler arasına, bir engel konacaktır. Çünkü onlar endişeye düşüren bir şüphe içinde idiler. "Daha önceden benzerlerine yapıldığı gibi" âyetindeki: "Benzerler" kelimesi, in çoğuludur. Bu da: "Taraftar, benzer" lâfzının çoğuludur. "Onlar ile arzuladıkları şeyler arasına bir engel konacaktır" âyeti ile ilgili açıklamalardan birisi şöyledir: Onlar ile azaptan kurtulmaları arasına bir engel konacaktır. Bir başka açıklamaya göre onlar ile dünyada iken ellerinde bulunup da (şu anda) arzuladıkları mal ve yakınları arasına engel konacaktır. Katade'nin görüşüne göre de anlam şöyledir: Onlar azâbı göreceklerinde yüce Allah'a itaat etmek ve onlara vermiş olduğu emirleri yerine getirmek isteklerinin kabul edilmesini arzu edecekler, fakat bu istekleri ile kendileri arasına engel olunacaktır. Çünkü böyle bir şey dünya hayatında olabilirdi. İşte o vakitte dünya hayatı sona ermiş olacaktır. "Engel kondu" fiilinin aslı: şeklindedir. Burada "vav"ın harekesi "ha" harfine verildikten sonra "ye" harfine dönüştürüldü, sonra da ağırlığı dolayısıyla harekesi hazfedildi. "Daha önceden" âyeti, daha önceden geçip gitmiş olan kâfir nesiller demektir. "Çünkü onlar" rasûllerin durumu, öldükten sonra diriliş, cennet ve cehennem hakkında, bir başka açıklamaya göre din ve tevhid hakkında -ki anlam birdir- "endişeye düşüren bir şüphe içinde idiler." "Endişeye düşüren" kendisi sebebiyle şüpheye düşülen şey demektir. Mesela: "Adam şüpheye düştü" demektir. "Şüphe eden" demektir. Bunun şüphe ve itham demek olan: den geldiğini söyleyenler şunu da derler: denilir, nitekim pekiştirici ifade kullanılmak istendiğinde: "Çok hayret edilecek bir şey ve çok güzel bir şiir" demek de buna benzemektedir. Sebe' Sûre'si burada sona ermektedir. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun. |
﴾ 0 ﴿