FÂTIR SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile

Herkesin görüşüne göre Mekke'de inmiştir. Kırkbeş âyet-i kerîmedir.

1

Hamd, göklerle yeri yoktan var eden, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler kılan Allah'a mahsustur. O, yaratılışta dilediğini arttırır. Gerçekten Allah herşeye gücü yetendir.

"Hamd, göklerle yeri yoktan var eden... Allah'a mahsustur" âyetinde yer alan:

"Yoktan var eden" lâfzının sıfat olmak üzere esreli, bir mübteda takdiri ile merfu ve övmek maksİsmi ile de nasb olmak üzere üç türlü gelmesi caizdir. Nitekim, Sîbeveyh: "Hamda lâyık olana hamdolsun" tabirinde de bunun gibi (üç şekil) câiz olduğunu nakletmiştir. Aynı şekilde:

"Melekleri... kılan" âyeti da böyledir.

Fatır (yoktan var eden): Yaratan demektir. Yusuf Sûresi'nde (12/101. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Bir şeyin üstünü yarmak" demektir. Mesela: "Ben onu yardım, o da yarıldı" denilir, "Devenin azı dişi çıktı" tabiri buradan gelmektedir. Böyle olan deveye de denilir. " Bir şey çatladı" anlamındadır. "Çatlakları bulunan kılıç" demek olur. Şair Antere de şöyle demektedir:

"Kılıcım bir şimşek gibi parlaktır, yanımdan ayırmam onu,

Silahım ne pürüzlüdür, ne de çatlağı vardır, onun."

" Başlatmak ve icad etmek" demektir. İbn Abbâs dedi ki: Ben "göklerle yeri yoktan var eden (fatır)"in ne demek olduğunu bilemiyordum. Nihayet bir kuyu hakkında çekişen iki bedevi bana geldi. Onlardan birisi: O kuyuyu ilk açan benim, anlamında; dedi.

Dişi deveyi baş parmak ile şehadet parmağıyla sağmaya denilir.

Göklerle yerin zikredilmesi ile kastedilen, alemin tümüdür. Bununla yüce Allah şuna dikkat çekmektedir: İlkin yaratmaya kadir olan tekrar yaratmaya da kadir olandır.

"Melekleri... kılan" âyetindeki lâfzının tenvinli gelmesi câiz değildir, çünkü geçmiş hakkında kullanılmıştır.

"Elçiler" lâfzı bir mef'ûldür. Bir fiil takdiri dolayısıyla mef'ûl olduğu da söylenmiştir. Çünkü "fail (âyet-i kerîmedeki câil; kılan)" vezni eğer geçmiş hakkında kullanılacak olursa, ona hiçbir şey amel etmez. Onun muzari' anlamında amel ettirilmesi halinde ise tenvin tahfif için hazfedilir.

ed-Dahhak: "Gökleri ve yeri yoktan var etmiş bulunan" diye mazi bir fiil olarak okumuştur.

Cebrâîl, Mikail, İsrafil ve ölüm meleği -Allah'ın salât ve selâmı hepsine olsun- âyette geçen:

"Melekleri... elçiler kılan"de geçen elçilerdendirler.

el-Hasen

"melekleri kılan" anlamındaki lafızda geçen:

"Kılan" lâfzını merfu' olarak okumuştur. Huleyd b. Neşit de: Melekleri kılmıştır" diye okumuştur ki bütün bunlar açık ve anlaşılır şeylerdir.

"Kanatlı" ifadesi bir sıfat olup yani kanatları bulunanlar, demektir.

"İkişer, üçer ve dörder" yani herbirisinin iki iki, üç üç ve dört dört kanatları vardır. Katade dedi ki: Kimisinin iki, kimisinin üç, kimisinin dört kanadı bulunmaktadır. Onlar bu kanatları ile semadan yere inerler ve yerden de semaya yükselirler. Aldıkları bu mesafe ise, şu kadar olup onlar bunu azıcık bir vakitte alırlar. Yani onları rasûller kıldı, elçiler kıldı.

Yahya b. Sellâm dedi ki: Onların elçilikleri peygamberleredir. es-Süddî ise rahmeti veya intikamı ile kullaradır, demiştir.

Müslim, Sahih'inde, İbn Mes'ûd'dan rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Cibril (aleyhisselâm)'ı altıyüz kanadı olduğu halde görmüştür Müslim, I, 158; Buhârî, III. 1181, IV, 1840, 1841; Müsned, I, 395, 398, 407. 412. 460.

ez-Zührî'den nakledildiğine göre Cebrâîl (aleyhisselâm), Peygamber Efendimiz'e şöyle demiş: "Ey Muhammed! Sen İsrafil'i bir görsen, onun onikibin kanadı vardır. Bu kanadın biri meşrıkte, diğeri mağribtedir. Arş onun omuzu üzerindedir, o yüce Allah'ın azameti dolayısıyla o kadar küçülür ki; hatta küçük bir kuş gibi bir hale gelir, hatta Rabbinin Arşını ancak Onun azameti taşır. " ibnu'l-Mübarek, Zühd, I, 74. Ancak İsrafil'in kanatlarının "onikibin" değil de "oniki" tane olduğu zikredilmektedir.

".lı" sahibi demek olup in çoğuludur. Tıpkı: "Bunlar" lâfzının: 'in çoğulu olduğu gibi. Bunların mütemekkin isimlerden benzeri ise "Gebe develer" anlamındaki kelimenin çoğulunun: diye gelmesi gibi.

"İkişer, üçer ve dörder" lâfızlarına ve bunların gayr-ı munsarıf olduğuna dair açıklamalar daha önceden en-Nisa Sûresi'nde (4/3. âyet, 7. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"O, yaratışta dilediğini arttırır." Müfessirlerin çoğunun açıklamalarına göre meleklerin yaratılışında... demektir. Bu açıklamayı el-Mehdevî zikretmiştir. el-Hasen ise şöyle demektedir:

"O yaratılışta... arttırır" meleklerin kanatlarında dilediğini arttırır, demektir.

ez-Zührî ve İbn Cüreyc şöyle demiştir: Bundan kasıt güzel sestir. Bu hususa dair açıklama ise daha önceden bu tefsirin mukaddimesinde ("Yüce Allah'ın Kitabı Nasıl Okunmalıdır?" bahsinde) geçmiş bulunmaktadır.

el-Heysem el-Farisî şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı rüyamda gördüm. Bana: "Sen Kur'ân-ı Kerîm'in sesiyle süslendiği el-Heysem adındaki kişisin. Allah sana hayırla mükâfat versin."

Katade de şöyle demiştir:

"O, yaratılışta dilediğini arttırır" âyetinden kasıt, güzel gözler, güzel burun ve tatlı bir ağız demektir. Güzel nasib ve pay diye de açıklanmıştır. Muhacir el-Kelaî dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Güzel hat (yazı) ifadenin açıklığını daha da arttırır. " İbn Hacer, el-İsabe, VI, 385; hadisin ravisi olarak zikredilen Muhacir el-Kulaînin Peygamber Efendimiz'den yaptığı rivâyetlerinin mürsel olduğu ve ashabdan olduğunun bilinmediğini de bilinmektedir.

Bunun güzel yüz demek olduğu da söylenmiştir. Bu âyet-i kerîme hakkında gelen rivâyette de şöyle denilmektedir: Maksat güzel yüz, güzel ses ve güzel saçtır. Bunu da el-Kuşeyrî zikretmektedir.

en-Nekkaş dedi ki: Bu hafif dalgalı saç demektir. Akıl ve temyiz (ayırdetme) gücü olduğu söylendiği gibi, bilgiler ve sanatlardır diye de açıklanmıştır.

"Gerçekten Allah" az ya da çok vermek hususunda

"herşeye gücü yetendir."

ez-Zemahşerî dedi ki: Âyet-i kerîme mutlaktır. Yaratılıştaki herbir fazlalığı kapsamına alır. Uzun boy, çok dengeli bir suret, organların tamam olması, yakalama gücü, keskin bir akıl, sağlam bir görüş, kalbi cesaret, nefsi itibariyle müsamahakâr olmak, akıcı bir dil, etkileyici bir konuşma, işleri güzel bir şekilde yapma ve buna benzer hiçbir nitelemenin kesinlikle sınırlandıramayacağı daha başka şeyler.

2

Allah, insanlara herhangi bir rahmeti açacak olursa, onu tutacak olmaz. Tuttuğunu da O'ndan başka salıverecek olmaz. O, emrinde galibtir, her işinde hikmeti sonsuz olandır.

"Allah, insanlara herhangi bir rahmeti açacak olursa, onu tutacak olmaz" âyetinde nahivciler Kur'ân-ı Kerîm'in dışında:

"Onu tutacak olmaz"

anlamındaki âyetin: diye okunmasını -(zamiri): nın lâfzına göre kullanılması suretiyle câiz kabul etmişlerdir.

Âyet-i kerîmede: Onu" şeklinde kullanılması ise (radıyallahü anhhmet lâfzının müennes) manasına binaendir. Aynı şekilde:

"Tuttuğunu da... salıverecek olmaz" anlamındaki âyetin; şeklinde okunmasını da câiz kabul ettikleri gibi;

"Allah insanlara herhangi bir rahmeti açacak olursa" anlamındaki âyetin da;

"Açacak olursa" âyetinin merfû' okunmasını da câiz kabul etmişler ve bu durumda: ism-i mevsul'ü anlamında olur.

Yani peygamberler insanlara rahmet olmak üzere gönderilmişlerdir. Allah'tan başka kimse onları peygamber olarak gönderme gücüne sahih değildir.

Bir başka açıklama da şöyledir: Allah'ın onlara gönderdiği bir yağmur yahut bir rızkı hiçbir kimse engelleme gücünü bulamaz. Bunlardan O'nun engellediğini de hiç kimse salıveremez.

Buradaki

"rahmet"in dua olduğu söylenmiştir. Bunu ed-Dahhak söylemiştir. İbn Abbâs tevbe demiştir. Tevfik ve hidayet diye de açıklanmıştır.

Derim ki:

"Rahmet" lâfzı bütün bunları kapsar. Çünkü bu lâfız umum ve müphemlik ifade etmek için nekire (belirtisiz) gelmiştir. Bedel olarak her türlü rahmeti kapsamına alır. O halde sözü edilen bütün bu açıklamaları kapsayan umumi bir lafızdır.

Malik, Muvatta’’ında kaydettiğine göre Ebû Hüreyre. sabah uyandığında yağmur yağmış olduğunu gördüğü vakit: "Fetih (açmak)'in doğuşu ile birlikte bize yağmur yağdırıldı, dediğinin ve sonra da şu:

"Allah, insanlara herhangi bir rahmeti açacak olursa, onu tutacak olmaz" âyetini okuduğunun kendisine ulaştığını söylemiştir. Muvatta’, I, 192.

"O, emrinde galibtir, her işinde hikmeti sonsuz olandır" âyetine dair açıklamalar ise daha önceden (el-Bakara, 2/129) geçmiş bulunmaktadır.

3

Ey insanlar! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Gökten ve yerden size Allah'tan başka rızık veren herhangi bir yaratıcı var mıdır? Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Böyleyken nasıl olur da döndürülüyorsunuz?

"Ey İnsanlar! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın" âyetinde geçen

"hatırlama (zikir)" şükür anlamındadır.

"...Allah'tan başka... bir yaratıcı var mıdır?" âyetindeki:

"Başka" anlamındaki lâfzın ref, nasb ve cer ile okunması caizdir. Ref ile okunması iki şekilde açıklanır: Birincisi; "Allah'tan başka yaratıcı var mıdır?" şeklinde olup Allah'tan başka yaratıcı yoktur, anlamında olmasıdır. İkinci şekil ise mahalli i'rabı gözönünde bulundurularak önceki kelimeye sıfat olmasıdır. Çünkü asıl anlamı: "Allah'tan başka yaratıcı var mıdır?" şeklinde olup harf-i cerri fazladan gelmiştir.

Nasb ile okunması istisna dolayısıyla, mecrur okunması ise lâfza göre olur.

Humeyd et-Tavil dedi ki: Ben el-Hasen'e: Şerri kim yarattı? diye sordum. O: Subhanallah dedi. Hiç aziz ve celil olan Allah'tan başka bir yaratıcı var mıdır? Hayrı da şerri de yaratan O'dur.

Hamza ve el-Kisaî de cer ile: "Allah'tan başka bir yaratıcı var mıdır?" diye okumuşlardır, diğerleri ise ref' ile okumuşlardır.

"Gökten" yağmur ile

"yerden" bitki ve nebat ile

"size Allah'tan başka rızık veren herhangi bir yaratıcı var mıdır? O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Böyle iken nasıl olur da döndürülüyorsunuz?" âyetinde geçen: " Döndürülüyorsunuz" lâfzı üstün olarak: den gelmektedir. Bu da "döndürmek" anlamına gelir. Mesela: Bu işten seni ne döndürdü?" denilir. Bunun: "Yalan ve iftira" lâfzından geldiği de söylenmiştir. Bu da anlam itibariyle öncekine racidir. Zira yalan doğru ve haktan döndürülmüş bir sözdür. Yüce Allah'ın tevhidini nasıl yalanlayabilirsiniz? demektir.

Âyet-i kerîme, Kaderiyye'ye karşı bir delildir. Çünkü yüce Allah'tan başka yaratıcı olmadığını ortaya koymaktadır. Onlar ise -daha önce birkaç yerde geçtiği üzere- onunla birlikte yaratıcıların varlığını söylemiş gibi oluyorlar.

4

Eğer seni yalanlıyorlarsa, doğrusu senden önce de nice peygamberler yalanlanmıştır. Bütün işler ancak Allah'a döndürülür.

"Eğer" Kureyş kâfirleri

"seni yalanlıyorlarsa, doğrusu senden önce de nice peygamberler yalanlanmıştır" âyeti ile yüce Allah, Peygamberine teselli vermektedir. O halde o da sabır hususunda kendisinden önceki peygamberlere uymalıdır.

"Bütün işler ancak Allah'a döndürülür" âyetindeki:

"Döndürülür" âyetini el-Hasen, el-A'rec, Yakub, İbn Amir Ebû Hayve, İbn Muhaysın, Humeyd, el-A'meş, Hamza, Yahya, el-Kisaî ve Halef malum bir fiil olarak "te" harfini üstün olarak ("döner" anlamında) okumuşlardır. Ebû Ubeyd de bu okuyuşu yüce Allah'ın:

"Şunu bilin ki, bütün işler Allah'a döner" âyeti dolayısıyla tercih etmiştir. Diğerleri ise meçhul bir fiil olarak "te" harfini ötreli okumuşlardır.

5

Ey İnsanlar! Şüphe yok ki Allah'ın vaadi haktır. O halde, sakın sizi dünya hayatı aldatmasın ve çok aldatıcı da sakın sizi Allah ile aldatmasın.

"Ey insanlar! Şüphe yok ki Allah'ın vaadi haktır" âyeti öldükten sonra diriliş, mükâfat ve cezanın hak olduğuna dair sözünün doğruluğuna da- delilin açıklanmasından sonra, Allah Rasûlünü yalanlayan kimselere verilen bir öğüttür.

"O halde, sakın sizi dünya hayatı aldatmasın" âyeti ile ilgili olarak Saîd b. Cübeyr şöyle demektedir: Dünya hayatının aldatması kişiyi: Keşke şu ahiret hayatım için önceden bir şeyler yapmış olsaydım, diyecek hale gelinceye kadar âhiret için amel etmekten uzak kalacak şekilde, insanın dünyevi nimetleri ve lezzetleriyle uğraşmasıdır.

"Ve çok aldatıcı da sakın sizi Allah ile aldatmasın" âyeti ile ilgili olarak İbn es-Sikkît ile Ebû Hatim:

"Çok aldatıcı (el-ğarur)" şeytandır, demiştir. ğarur; 'in çoğuludur, da mastardır. Bununla birlikte "el-ğarur"u zji mastar olması sözkonusudur. Ancak Ebû İshak'ın dışındakilere göre mastar olma ihtimali uzaktır. Çünkü "Onu aldattım" fiili müteaddi (geçişli)dir. Müteaddi olan mastar ise vezninde olup "Onu vur-;.m, vurmak" gibidir. Ancak kıyasa esas kabul edilmeyecek bazı lâfızlar bundan müstesnadır. Mesela; " Onun yanından ayrılmadım, ayrılmamak"; "Hastalık onu çok zayıflattı, zayıflatmak" gibi, böyledir.

Bu lâfzın buradaki manasına gelince, bu hususta yapılmış en güzel açıklama, Saîd b. Cübeyr'in yaptığı açıklamadır. O da şöyle demiştir: Allah ile aldatmak, insanın masiyet işlemekle birlikte yüce Allah'ın kendisine mağfiret etmesini dilemesidir.

Genel olarak "el-ğarur" şeklinde, "ayn" harfi üstün olarak okunmuştur. Bundan kasıt ise, şeytandır. Yani o yüce Allah, sizin faziletiniz dolayısıyla güranlarınızı affedeceği şeklinde size vesveseler vermek suretiyle sakın sizi aldatmasın.

Ebû Hayve, Ebû's-Semmal el-Adevî, Muhammed b. es-Semeyka' ise "el-gurur" diye "ğayn" harfini ötreli olarak okumuşlardır ki, bu da batıl demektir. Yani batıl olan şey sakın sizi aldatmasın.

İbnu's-Sikkit der ki: "el-Gurur" kendisi ile aldanışa düşülen dünya metaı demektir. ez-Zeccâc da şöyle demektedir: "el-Ğurur"un: 'in çoğulu olması mümkündür. "Oturan" lâfzının çoğulunun; diye gelmesi gibi. en-Nehhâs dedi ki: Bu in çoğulu da olabilir. Veya Arapların:

"Hastalık onu alabildiğine inceltti, onun yanından ayrılmadı" fiillerine de benzetilmiş olabilir. ez-Zemahşerî der ki: "Onu aldattı" fiilinin mastarı, ile gibidir.

6

Şüphe yok ki şeytan sizin bir düşmanınızdır. O halde siz de onu düşman tutun. O, kendi taraftarlarını ancak alevli ateşin arkadaşlarından olsunlar diye davet eder.

"Şüphe yok ki şeytan sizin bir düşmanınızdır. O halde siz de onu düşman tutun." Siz de ona düşmanlık edin. ona itaat etmeyin. Onun size düşman olduğunu gösteren hususlardan birisi atanız Âdem'i cennetten çıkartmış olması ve

"Yemin olsun mutlaka onları saptıracağım, olmayacak kuruntulara boğacağım" (en-Nisâ, 4/119) ile:

"Yemin olsun Senin doğru yolunda onlara engel olacağım. Sonra yemin olsun önlerinden... onlara sokulacağım" (el-A'râf, 7/16-17) sözlerinde sizi saptırmayı taahhüd etmiş olmasıdır.

Şanı yüce Allah, bizlere şeytanın bizim apaçık düşmanımız olduğunu haber vermiş ve onun kıssasını bize anlatmış, babamız Âdem (aleyhisselâm)'a yaptıklarını biz var olmadan önce ve sonra bize düşmanlık etmek, bizi aldatmak için nasıl ortaya çıktığını bize anlatmaktadır. Buna rağmen bizler, bizi helake götürmek istediği hususlarda onu dost biliyor, ona itaat edebiliyoruz.

el-Fudayl b. İyad şöyle dermiş: Ey yalancı, ey iftiracı Allah'tan kork ve şeytan gizli hallerinde senin arkadaşın iken, herkesin önünde de şeytana sövme!

İbnu's-Simak şöyle demiştir: Kendisine yapılan iyiliklerini bilmekle birlikte, iyilikte bulunan (yüce Allah)'a isyan eden kimsenin haline hayret edilir. Kendisine düşmanlık ettiğini bildikten sonra da o lanetliğe itaat edene hayret edilir. Bu anlamdaki geniş ve güzel açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/167-168. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"Şüphe yok ki şeytan sizin bir düşmanınızdır" âyetinde geçen: Bir düşman" lâfzının "Düşmanlık eden" anlamında olması mümkündür. Bu durumda tesniye, cemi' ve müennesi yapılır. Mensub isim manasına da olabilir. O halde, her durumda tekil gelir. Yüce Allah'ın:

"Onlar benim düşmanımdır" (eş-Şuara, 26/77) âyetinde olduğu gibi. Bu kelime bu durumda müennes olarak kullanılsa dahi yine bu şekilde gelir.

en-Nehhâs der ki: Bazı nahivcilerin "vav" gizli bir harftir. Bundan dolayı (müenneslik alameti olmak üzere) "he (yuvarlak te)" getirilmiştir demeleri bir yanlışlıktır, çünkü "vav" harfi (gizli değil) sağlam bir harftir.

"O kendi taraftarlarını ancak alevli ateşin arkadaşlarından olsunlar diye davet eder" âyetinde yer alan:

"Ancak" lâfzındaki başına gelen 'in amelini engellediğinden dolayı, bundan sonra fiil gelmiş bulunmaktadır

Şeytanın düşmanlığı, taraftarlarını da cehennem ateşine davet etmesidir.

7

O kâfir olanlar için çok şiddetli bir azâb vardır. Îman edip salih amel işleyenlere ise mağfiret ve büyük bir ecir vardır.

"O kâfir olanlar için çok şiddetli bir azâb vardır" âyetinde yer alan:

"...lar..." daha önce geçen "arkadaşlarından" lâfzının bedelidir. Bu durumda bu edat cer mahallinde olur yahut ta "taraftarlarını" lâfzının bedelidir, o takdirde de nasb mahallinde olur. Yahut ta "olsunlar" anlamındaki fiilin sonunda yer alan çoğula delalet eden "vav"dan bedeldir. O takdirde de ref" mahallinde olur. En güzelleri olan dördüncü bir görüşe göre ise, mübtedâ olarak ref mahallinde olmasıdır. Haberi ise

"...lar için çok şiddetli bir azâb vardır" âyetidir. Sanki yüce Allah, hangi hali uygun gördüğünü, hangisini uygun görmediğini beyan etmiş gibidir. Buna göre "Alevli ateşin arkadaşlarından..." âyeti ile ifade tamam olmakta, daha sonra yeni bir ifade ile:

"O kâfir olanlar için çok şiddetli bir azâb vardır" dire yeni bir cümleye başlamaktadır.

"Îman edip salih amel işleyenlere ise" anlamındaki âyet da mübte-Is olarak ref mahallindedir, haberi de günahlarına

"mağfiret ve" cennet olan

"büyük bir ecir vardır" âyetidir.

8

Acaba kötü ameli kendisine süslü gösterilip de bu sebepten onu güzel gören kimse (bunun gibi olur mu)? Şüphesiz Allah, dilediğini saptırır, dilediğine hidayet verir. O halde onlar için hasretler duyarak helâk olma! Çünkü Allah onların ne yapmakta olduklarını çok iyi bilendir.

"Acaba kötü ameli kendisine süslü gösterilip de..." âyetinde yer alan;

"Kendisi" lâfzı mübteda olarak ref mahallindedir. Haberi ise hazfedilmiştir. el-Kisaî dedi ki: Haberine yüce Allah'ın:

"O halde onlar için hasretler duyarak helâk olma!" âyeti delalet etmektedir. Buna göre anlam şöyle olur: Kötü ameli kendisine süslü gösterilip de onu güzel gören kimse için sen hasretler duyarak kendini bitirecek misin? el-Kisaî dedi ki: Bu Arapça'da çok incelikli bir anlatım üslubudur ve onu çok az kimse bilir.

ez-Zemahşerî bunu ez-Zeccâc'tan da nakletmektedir. en-Nehhâs dedi ki: el-Kisaî'nin yaptığı açıklama âyet-i kerîme hakkında yapılmış en güzel açıklamadır. Çünkü o bu açıklamasıyla hazfedilmiş ifadeye neyin delalet ettiğini de belirtmektedir. Anlam da şöyle olur: Şanı yüce Allah, peygamberine bu gibi kimseler dolayısıyla ileri derecede üzülüp onlar için kederlenmesini yasaklamaktadır. Nitekim yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Îman etmezler diye arkalarından üzülerek kendini helâk edeceksin neredeyse." (el-Kehf, 18/6) Tefsir âlimleri kendini öldüreceksin neredeyse... diye açıklamışlardır.

Nasr b. Ali dedi ki: Ben el-Esmaî'ye, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Yemen ahalisi hakkında söylemiş olduğu: "Onlar kalbleri en ine, itaatleri en samimi olanlardır" sözünde geçen: "En samimi" lâfzı ne demektir, diye sordum. O: "En içten, en hilesiz demektir." Ben ona: Tefsir âlimlerinden Mücahid ve başkası yüce Allah'ın (aynı kökten gelen kelimenin de kullanıldığı):

"Kendini helâk edeceksin neredeyse" (el-Kehf, 18/6) âyetini, kendini öldüreceksin neredeyse, diye açıklamışlardır, dedim. O: Evet bizzat o demektir. O, onlara karşı aşırı samimiyeti, iyiliklerini aşırı istemesi dolayısıyla neredeyse kendisini öldürecek gibi olmuştu.

el-Huseyn b. el-Fadl dedi ki: Bu âyette takdim ve te'hir vardır. Bu ifadenin buna göre şekli şöyledir: İşlediği kötü ameli kendisine güzel gösterildiğinden dolayı onu güzel gören kimse için sen hasretler duyarak kendini bitirme! Şüphesiz ki Allah dilediğini saptırır ve dilediğini hidayete erdirir.

Cevabın hazfedilmiş olduğu da söylenmiştir. Yani: Kötü ameli kendisine süslü gösterilen kimse, hidayet üzere olan kimse gibi midir? Bu şekildeki bir hazfin olduğuna delil de yüce Allah'ın:

"Şüphesiz Allah, dilediğini saptırır, dilediğine hidayet verir" âyetidir. Yezid b. el-Ka'ka': "Kendini bitirme" anlamındaki âyeti: "Kendini yok etme!" diye okumuştur.

"Acaba kötü ameli kendisine süslü gösterilip de..." âyeti ile ilgili dört görüş vardır:

Birinci görüşe göre bunlar yahudiler. hristiyanlar ve mecusilerdir. Bu görüşü Ebû Kilabe ifade etmiştir. Buna göre

"kötü ameli" Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a karşı inatlaşmak olur.

İkinci görüşe göre bunlar Haricilerdir. Bunu da Ömer b. el-Kasım rivâyet etmiştir. Buna göre "kötü ameli" te'vilin tahrif edilmesi demek olur.

Üçüncü görüşe göre bu kişi şeytandır. Bu açıklama da el-Hasen tarafından yapılmıştır. Buna göre "kötü ameli" aldatması olur.

Dördüncü görüşe göre kasıt, Kureyş kâfirleridir. Bu da el-Kelbî'nin görüşüdür. Bu durumda "kötü amel" şirk olur. el-Kelbî şunları da söyler: Âyet-i kerîme Sehmoğullarından el-As b. Vail ile el-Esved b. Muttalib hakkında inmiştir. Başkası ise Ebû Cehil b. Hişam hakkında indiğini söylemiştir.

"Bu sebepten onu güzel" el-Kelbî'ye göre doğru, bir başka açıklamaya göre de güzel

"gören kimse..."

Derim ki: Kastın Kureyş kâfirleri olduğu görüşü bu görüşlerin en kuvvetli olanıdır. Çünkü yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:

"Onların hidayete ermesi senin üzerine borç değildir" (el-Bakara, 2/272)

"O küfürde yarışan kimseler seni üzmesin" (Al-i İmrân, 3/176);

"Bu söze îman etmezler diye arkalarından üzülerek kendini helâk edeceksin neredeyse" (el-Kehf, 18/6);

"îman etmiyorlar diye neredeyse kendini öldüreceksin" (eş-Şuara, 26/3) ile bu âyet-i kerîmede yüce Allah'ın:

"O halde onlar için hasretler duyarak kendini bitirme" diye buyurması da bunu göstermektedir ki, bu da çok açıktır. Yani onların küfür üzere kalışları dolayısıyla senin üzülmenin hiçbir faydası yoktur. Çünkü onları saptıran Allah'tır.

Bu âyet-i kerîme önceden de geçtiği gibi Kaderiyye'nin görüşlerini reddetmektedir. Şu demektir: Ameli kendisine süslü gösterildiği için onu güzel gören kimseyi sen mi hidayete erdireceksin. Bu Allah'a aittir, sana düşen bir iş değildir. Sana düşen sadece tebliğ etmektir.

Ebû Cafer, Şeybe ve İbn Muhaysın "helâk olma" anlamındaki âyetini "te" harfini ötreli, "he" harfini de esreli olarak: "Yok etme!" diye; "Kendini" kelimesini de mef'ûl olarak nasb ile okumuşlardır. Her iki anlam da birbirine yakındır. "Hasretler duyarak" da mef'ûlün leh olarak nasbedilmiştir. Hasretler duyduğun için helâk olma, anlamındadır. "Onlar için" lâfzı "Yok etme!" anlamındaki fiilin sılasıdır. Tıpkı: "Onu sevdiği için helâk oldu, ona duyduğu kederden dolayı öldü" demek gibidir. Bu sıla ile kendisi için hasret duyulanı açıklamaktadır. Harf-i cerrin "hasretler" anlamındaki kelimeye taalluk etmesi câiz değildir. Çünkü sıla mastarından önce gelmez. Bununla birlikte hal olması da mümkündür. Sanki aşın hasret duyduğundan ötürü nefsinin tamamı hasretler olmuş gibidir anlamına gelir. Nitekim şair Cerir şöyle demiştir:

"Öğlenin şiddetli sıcağı ile gece boyu yol alması zayıflattı onları,

Öyle ki, geriye bir boyunları, bir de göğüsleri kaldı."

Bu sözleriyle (develerinin) çok zayıfladıklarından, geriye sadece boyun ve göğüs kısımlarının kalmış olduğunu anlatmaktadır. Bir başka şairin şu beyitinde de bu şekildedir:

"Nefsim onların izinden düşüp düşüp gidiyor,

Hasretler halinde; onları anısını ise benîm için bir hastalıktır."

Bunun mastar (mef'ûl-i mutlak) olması da mümkündür.

"Çünkü Allah onların ne yapmakta olduklarını çok iyi bilendir”

9

Allah O'dur ki rüzgarları gönderip bulutları kaldırır. Sonra onu ölmüş bir beldeye süreriz. O su ile o yeri ölümünden sonra canlandırırız. İşte ölümden sonra diriliş de böyledir.

"Allah O'dur ki rüzgarları gönderip bulutları kaldırır. Sonra onu ölmüş bir beldeye süreriz" âyetinde geçen " Ölmüş" şekli ile şekli aynıdır. İle da böyledir. İleri gelen nahivcilerin görüşü budur. Muhammed b. Yezid de: Bu Basralıların görüşüdür deyip kimseyi istisna etmemekte ve buna dair kati birtakım deliller getirerek, şu beyitleri de zikretmektedir:

"Ölüp de rahat eden ölü değildir

Asıl ölü, yaşayan ölüdür.

Ölü, ancak kederli yaşayan kimsedir,

Gönlü kırık, umudu az olandır."

(Sonra Muhammed b. Yezid): Burada ikisi arasında herhangi bir fark görebiliyor musun? diye sormakta ve şu beyiti de zikretmektedir:

"Yumuşak mı yumuşaktırlar, onlar kolaylık gösterirler, kolaylık gösterenin oğludurlar,

Onlar şerefli siyasetçi (idareci)lerdir. Onlar varlıklı kimselerin oğullarıdır."

(Muhamme İbn Zeyd devamla) dedi ki: Dilciler: ile 'in aynı anlamda (yumuşak demek) olduğunu, aynı şekilde: ile aynı anlamda (ölü); ile in de aynı (efendi demek) olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir.

Yüce Allah'ın:

"Allah O'dur ki rüzgarları gönderip bulutları kaldırır" diye buyurduktan sonra

"onu... süreriz" diye buyurması telvinu'l-hitab (veya iltifat) sanatı Daha önce birkaç defa geçtiği gibi, iltifat veya telvinu'l-hitab, anlatımda kullanılan hitapta hazırdan gaibe, mütekilleme... geçiş yaparak, anlatıma canlılık kanzandırmaktadır. türündendir.

Ebû Ubeyde dedi ki: (Buradaki "onu... süreriz" anlamındaki âyetin aynı kip kullanılması halinde) alacağı şekil: "Onu sürer" şeklindedir. Çünkü daha önceden: "Bulutları kaldırır" diye buyurmuştur.

ez-Zemahşerî de şöyle demektedir: Şayet sen öncesi ile sonrası gelen fiillerden farklı olarak

"kaldırır" fiilinin niçin müzari geldiğini soracak olursan, sana şöyle cevab veririz: Bu rüzgarların bulutları kaldırma halini anlatması ve bu Rabbani kudrete delalet eden harikulade tablonun canlandırılması içindir. İşte edebiyat ustaları bir çeşit ayrıcalıklı ve kendine has özellikleri bulunan bir hale yahut muhatabı ilgilendiren bir hale veya başka bir hususa dikkat çekmek istedikleri vakit böyle yaparlar. Nitekim Teebbata Şerran adlı şair şöyle demiştir:

"Ben tıpkı kitab sahifesi gibi dümdüz uçsuz bucaksız yerlerde,

Gulyabanileri hızlıca giderken gördüğüm için,

Dehşete kapılmadan vururum onların ellerine ve boğazlarına,

Onlar da yere yıkılıverdiler."

Çünkü herbir dehşetli hale karşı cesareti ve her zorluğa karşı sebatı dolayısıyla hayret edilecek haline kavmini muttali kılmak ve âdeta gözleriyle görüyormuşlar gibi gulyabanileri vururken göstermiş olduğunu iddia ettiği kahramanlık halini kavmine canlandırmak istemiştir. Aynı şekilde bulutların ölmüş bir beldeye sürülmesi de böyledir. Çünkü bunlar yüce Allah'ın göz kamaştırıcı kudretinin delilleri olduklarından dolayı

"süreriz" ile "canlandırırız" diye buyurulmuş ve bu fiillerde gaib lâfzı değil de özelliği daha açık ifade eden ve ona daha açık delalet eden bir kip kullanılmıştır.

"Rüzgarları" âyeti genel olarak: diye okunmuştur. Ancak İbn Muhaysın, İbn Kesîr, el-A'meş, Yahya, Hamza ve el-Kisaî tekil olarak: "Rüzgarı" diye okumuşlardır. Bu âyet-i kerîmeye ait yeterli açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 164. âyet, 10 başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

"İşte ölümden sonra diriliş de böyledir." Yani ölümünüzden sonra böyle diriltileceksiniz. Burada "en-nuşur" âyeti: "İnsan diriltildi, diriltilmek" şeklinden gelmektedir. "işte böyle" lâfzındaki "kef" harfi ref' mahallindedir. Yani ölülerin diriltilmesinin misali ölülerin ölümden sonra diriltilmeleridir.

Ebû Rezin el-Ukaylî'den şöyle dediği nakledilmiştir: Ey Allah'ın Rasûlü, dedim, Allah ölüleri nasıl diriltir? Yarattıkları arasında bunun delili nedir? Şöyle buyurdu: "Sen kendi yakınlarının vadisinden önce kupkuru iken geçip sonra da oranın yeşilliklerle sarsıldığını hiç görmedin mi?" Ben: Gördüm ey Allah'ın Rasûlü, deyince, şöyle buyurdu: "İşte Allah ölüleri böylece diriltir ve işte bu, O'nun yarattıklarındaki belgesidir." Hakim, Müstedrek, IV, 605; Müsned, IV , 11. Biz bu rivâyeti daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/57. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde zikretmiş bulunuyoruz.

10

Kim aziz olmak istiyorsa, bilsin ki gerçekten izzet bütünüyle Allah'ındır. Güzel söz yalnız O'na yükselir. Onu da salih amel yükseltir. Kötülüklerle tuzak kuranlar, onlar için çok şiddetli bir azâb vardır ve bizzat onların tuzağı boşa çıkar.

"Kim aziz olmak istiyorsa, bilsin ki gerçekten izzet bütünüyle Allah'ındır" ifadesi el-Ferrâ''ya göre: Kim izzet ilmini istiyorsa... takdirindedir. Onun dışında başka ilim ehli de böyle söylemiştir. Yani kim beraberinde zilletin sözkonusu olmadığı izzet bilgisini elde etmek istiyorsa... Çünkü izzet, eğer sonunda zillete götürüyor ise, böyle bir izzet zillet ile karşı karşıya kalmaya götürür. Beraberinde zilletin sözkonusu olmadığı izzet ise, ancak Allah içindir.

"Bütünüyle" lâfzı hal olarak nasbedilmiştir. ez-Zeccâc bunun anlamını şöylece takdir etmektedir: Yüce Allah'a ibadeti ile izzet sahibi olmak isteyen -ki izzet yalnız şanı yüce Allah'ındır- kimseyi, şüphesiz Allah âhirette de, dünyada da aziz kılar.

Derim ki: Bu daha güzeldir, ileride de geleceği gibi merfu olarak da rivâyet edilmiştir.

"Gerçekten izzet bütünüyle Allah'ındır" âyetinin zahirinden anlaşılan, işitenlerin Allah'ın izzeti ile ünsiyet sağlamaları ve onlara bu hususta Allah hakkında bilinmesi gerekenin ve başkasının hiçbir şekilde ummayacağı şekilde dahi bunun Allah'a ait olduğunun anlatılması sözkonusudur. Buna göre yüce Allah'ı tanıyanlar için bunun başındaki "elif-lâm" ahid için ve izzet çerçevesi içerisinde onun hakkında kabul edilmesi gereken şeyler içindir. Nitekim Yûnus Sûresi'nde yer alan:

"Onların söyledikleri seni üzmesin. Çünkü izzet bütünüyle yalnız Allah'ındır." (Yûnus, 10/65) âyetinden anlaşılan da budur.

Şanı yüce Allah'ın bu âyet ile gayret sahibi kimseleri izzetin nereden elde edileceği ve hangi yolla ona hak kazanılacağı hususunda uyarmak istemiş olması da mümkündür. Bu durumda başta gelen "elif" ile "lâm" istiğrak içindir. Bu sûrenin âyetlerinden anlaşılan da budur. Buna göre yüce Allah'tan izzeti isteyen ve onu istemekte samimi olarak ihtiyaç ve zilletini arzederek önünde saygı ile boyun eğdiğini gösteren bir kimse yüce Allah'ın izniyle bu izzeti O'nun yanında bulur. Böyle bir izzet, böyle bir kimseden engellenmez ve ona karşı perdelenmez. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah için alçak gönüllülük göstereni Allah yükseltir." Müslim, IV, 2001; Tirmizî, IV, 376; Dârimî, I, 486; Muvatta’, II, 1000; Müsned, II, 386. İzzeti Allah'tan başka isteyen kimseyi ise yüce Allah izzeti istediği kimseyle başbaşa bırakır. İzzeti Allah'tan başkasının yanında arayan bir topluluğu sözkonusu ederek şöyle buyurmaktadır:

"Onlar mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenlerdir. İzzeti onların yanında mı arıyorlar? Gerçekten izzet bütünüyle Allah'ındır." (en-Nisa, 4/139) Böylece yüce Allah, gayet açık ve anlaşılır bir şekilde izzetin kendisinin olduğunu, onunla dilediği kimseyi aziz kılıp dilediği kimseyi de zelil kıldığını bize haber vermektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da yüce Allah'ın: "Kim aziz olmak istiyorsa, bilsin ki gerçekten izzet bütünüyle Allah'ındır" âyetini tefsir ederek şöyle buyurmaktadır: " Her kim dünya ve âhirette aziz olmak istiyorsa, aziz olana itaat etsin." Deylemî, Firdevs, V, 253.

ez-Zeccâc'ın açıklamalarının anlamı da budur. Şu beyiti söyleyen de gerçekten güzel söylemiş:

"Biz sana alçak gönüllülük arzederek boyunlar(ımız) zelil olursa

Şüphesiz ki onların aziz olması, zillet göstermelerindedir."

En büyük kurtuluşa nail olmak ve dâr-ı izzete girmek için -ki izzet Allah'ındır- izzeti isteyen kimse aziz olmak için Allah'a yönelsin ve O'nunla aziz olmaya baksın. Çünkü Allah'ın kulu yanında, kul aracılığı ile aziz olmaya çalışan kimseyi Allah zelil eder. Allah ile aziz olmak isteyen kimseyi de Allah aziz eder.

"Güzel söz yalnız O'na yükselir. Onu da salih amel yükseltir" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Güzel Söz ve Salih Amel:

"Güzel söz yalnız O'na yükselir" âyetinde ifade tamam olmakta ve yeni bir ifade: "Onu da salih amel yükseltir" âyeti ile başlamaktadır ki, onu Allah yükseltir veya salih amel sahibini yükseltir, demek olur. Anlamın şöyle olması da mümkündür: Salih amel güzel sözü yükseltir. Bu durumda ileride açıklaması yapılacağı gibi ifadeler birbiriyle bağlantılı olur.

"Yükselmek, yukarı doğru hareket etmek" demektir. Uruc da aynı şeydir. Söz araz olduğundan ötürü onun hakkında böyle bir şey düşünülemez. Şu kadar var ki, onun yükselmesi kabulüne bir misal olarak verilmiştir. Çünkü mükâfatın veriliş yeri yukarıdadır, azap yeri ise aşağıdadır.

ez-Zeccâc şöyle demektedir: Mesela, iş kadıya ref'edildi (kaldırıldı) denilir. Bu, kadı bunu bildi, anlamındadır. Buna göre burada bilmek, anlamında kullanılır. Özellikle "güzel söz"ün sözkonusu edilmesi ona verilecek mükâfatı beyan etmek içindir. "Ona" âyetinden kasıt ise, bu sözün Allah'a yükseldiğini anlatmaktır. Onun semasına Ve Ondan baçka hiçbir kimsenin hükmünün cereyan etmediği yere yükselir diye de açıklanmıştır. Bir diğer açıklama da şöyledir: Yani kulun itaatlerinin yazılı bulunduğu kitab semaya yükseltilir.

"Güzel söz"den kasıt güzel akideden sadır olan tevhiddir. Tevhid, temcid, (Allah'ın şanını yüceltip O'nu ta'zim etmek), Allah'ı zikretmek ve buna benzer sözler olduğu da söylenmiştir. Şöyle denilmiştir:

"Hiçbir kimsenin tatlı sözünü beğenme,

O söylediklerini yaptıklarıyla süslemediği sürece,

Eğer o kimsenin davranışlarını sözleriyle ölçecek olursan,

Dengede durduklarını gördüğün kişi, işte böylesiyle kardeşlik güzelliktir."

İbnu'l-Mukaffa şöyle demiştir: Amelsiz söz yağsız tirit, yağmursuz bulut, kirişsiz yay gibidir. Böylesi hakkında da şöyle denilmiştir:

"Söz fiilsiz olamaz,

Fiilsiz herbir söz boştur.

Güzel davranış olmadan söylenen bir söz,

Tıpkı velisiz yapılan bir nikâh gibidir."

"Yükselir" anlamındaki fiili ed-Dahhak "ye" harfini ötreli olarak: "Yükseltilir" diye okumuştur. Cumhûr "söz" anlamındaki kelimeyi: diye ve; "Söz"ün çoğulu olarak okumuşlardır. Ebû Abdurrahman ise bu kelimeyi: "Söz, kelam" diye okumuştur.

Derim ki: Buna göre kelam; anlamında kullanılabildiği gibi, aksi de sözkonusu olabilir. İşte Ebû'l-Kasım'ın: Kelamın kısımları üçtür şeklindeki ifadeleri buna göre açıklanır. O böylelikle "kelam"ı, yerine kullanmış olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Onu da salih amel yükseltir." İbn Abbâs, Mücahid ve başkaları şöyle demişlerdir: Yani salih amel güzel sözü yükseltir. Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmuştur: "Allah, amelsiz hiçbir sözü kabul etmediği gibi, hiçbir sözü ve hiçbir ameli de niyetsiz kabul etmez. Hiçbir sözü, ameli ve niyeti ise, sünnete uygun olmadıkça kabul etmez."

İbn Abbâs dedi ki: Kul Allah'ı zikredip güzel söz söyleyip farzlarını eda edecek olursa, sözü de ameli ile birlikte yükselir. Söz söyleyip farzlarını eda etmeyecek olursa, bu sefer sözü ameline döndürülür.

İbn Atiyye dedi ki: Ancak bu ehl-i sünnet itikadınca kabul edilemeyecek bir görüştür. İbn Abbâs'tan da böyle bir rivâyet sahih yolla gelmiş değildir. Gerçek şudur: Farzları terkeden günahkar bir kimse yüce Allah'ı zikredip güzel bir söz söyleyecek olursa, şüphesiz ki bu onun lehine yazılır ve ondan kabul olunur. İyilikleri onun lehinedir, kötülükleri de aleyhinedir. Yüce Allah, şirkten sakınan herkesin yaptığı amelini (şartlarını taşıması şartıyla) kabul eder. Aynı şekilde güzel söz de salih bir ameldir. Güzel sözü yükselten ameldir, diyenin görüşünün doğru bir şekilde anlaşılması için, onun yükseltilmesini daha da ileriye götürür, onunla birlikte olması halinde ulaşacağı yer daha güzel bir yer olur, diye anlaşılmalıdır. Nitekim namaz, oruç ve buna benzer amelleri bulunan bir kimse, bu amelleri arasında güzel sözler söyleyip yüce Allah'ı zikredecek olursa, amelleri onun sözlerinden daha şerefli olur. Bu durumda yüce Allah'ın:

"Onu da salih amel yükseltir" âyeti bir Öğüt, bir hatırlatma ve amel işlemeye bir teşvik olur. Bizatihi ameller olan tevhid ve teşbih gibi birtakım sözler ise makbuldür.

İbnu'l-Arabî de şöyle demektedir: "Kişinin yüce Allah'ı zikretmek suretiyle söylediği söz ile birlikte salih amel bulunmayacak olursa fayda vermez. Çünkü sözü davranışına aykırı olan bir kimsenin bu sözü aleyhine bir vebaldir. Bunun tahkiki şudur: Bir sözün kabul edilmesi için eğer amel şart olursa veya amele bağlı bulunursa, hiç şüphesiz o amel olmaksızın, o söz kabul edilemez. Şayet amel o sözün kabulü için bir şart değilse, söylediği güzel söz onun için iyilik olarak yazılır. Kötü ameli de onun aleyhine yazılır ve her ikisi arasında bir muvazene (denge) gerçekleşir. Sonra yüce Allah da kurtuluşa, kârlı oluşa veya hüsrana dair hükmünü verir."

Derim ki İbnu'l-Arabî'nin bu söyledikleri bir tahkikin ifadesidir. Bununla birlikte kuvvetli görünen görüş şudur; Salih amel güzel sözün kabul edilmesi için bir şarttır. Nitekim şöyle bir rivâyet de gelmiştir: Kul samimi bir niyet ile lâ ilahe illallah diyecek olursa, melekler onun ameline bakar. Şayet ameli onun sözüne uygun ise her ikisi birlikte yükselir. Eğer ameli aykırı ise amelinden tevbe edinceye kadar sözü askıda kalır." Yakın manada olmak üzere: İbn Mâce, Îman, I, 350.

Buna göre salih amel, güzel sözü yüce Allah'a yükseltir.

"Onu da... yükseltir" lâfzındaki zamir de "güzel söz"e ait olur. İbn Abbâs, Şehr b. Havşeb, Saîd b. Cübeyr, Mücahid, Katade, Ebû'l-Aliye ve ed-Dahhak'ın görüşü budur.

"Güzel söz"den kasıt, tevhid kabul edilecek olursa, bu durumda salih ameli yükselten o olur. Çünkü salih amel ancak îman ve tevhid ile birlikte kabul edilebilir. Yani salih ameli de güzel söz yükseltir. Bu durumda zamir salih amele ait olur. Bu görüş de Şehr b. Havşeb'den rivâyet edilmiştir. O şöyle demiştir: "Güzel söz" Kur'ân-ı Kerîm'dir. "Onu da salih amel yükseltir." Yani Kur'ân, salih ameli yükseltir. Bu anlayışa göre bu bölümün meali şöyle yapılmalıdır: "Salih amele gelince; onu da o (Kuran) yükseltir."

Zamirin yüce Allah'a ait olduğu da söylenmiştir. Yani salih ameli yüce Allah güzel sözün üzerine yükseltir. Çünkü amel, söylenen sözün gerçekleştirilmesi demektir. Amelde bulunan bir kimse de söz söyleyenden daha çok emek harcar. Sözün hakikati de işte budur, çünkü yükselten de, alçaltan da Allah'tır.

İkinci ve birinci açıklamalar mecazdır, ancak böyle mecazlar uygundur ve caizdir. en-Nehhâs şöyle demektedir: Bu sözlerin en uygunu ve en doğrusu birinci görüştür. Çünkü bu görüşü benimseyenler üstün kimselerdir ve böyle bir açıklama Arapça açısından da daha uygundur. Zira kıraat âlimleri "amel" kelimesini merfu okumuşlardır. Eğer anlam salih ameli Allah yükseltir, yahut salih ameli güzel söz yükseltir, şeklinde olsaydı, "amel" kelimesinin nasb ile okunmasının tercih edilmesi gerekirdi. Halbuki bu kelimeyi Îsa b. Ömer'den gelen rivâyet dışında mansub okuyan kimse olduğunu bilmiyoruz. Bu rivâyete göre o şöyle demiştir: Bazı kimseler: "(........) Salih amele gelince, onu da Allah yükseltir" diye okumuşlardır.

Salih amel, o amelin sahibini yükseltir, diye de açıklanmıştır. İşte izzeti dileyen ve yüce Allah'tan isteneceğini bilen kimse de böylesi bir kimsedir. Bu açıklamayı da el-Kuşeyrî zikretmiştir.

2- Kadının, Eşşeğin ve Siyah Köpeğin Namazı Bozduğuna Dair Rivâyet ile Dine Dair Hükümlerin Delile Dayalı Olması Gereği:

İbn Abbâs'ın huzurunda köpeğin namazı bozduğu sözkonusu edilince, o: "Güzel söz yalnız O'na yükselir, onu da salih amel yükseltir" âyetini okuyarak cevab vermiştir. Bu, selefin umumi delilleri kabul ettikleri hususuna genel bir istidlaldir. Çünkü (İbn Abbâs'ın bu açıklamasından anlaşıldığına göre) bir kimse namaza şartlarına uygun olarak başladığına göre; böyle bir şeyi gerektiren bir husus sabit olmadıkça, herhangi bir şey namazını iptal edemez. Bu da bu hususta sabit olmuş Kur'ân, sünnet veya icma gibi umumi bir delile dayanarak kabul edilebilir.

Bu görüşte olanlar ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini delil gösterirler: "Kadın, eşek ve siyah köpek namazı bozar." Ben: Siyah köpeğin, beyaz köpekten, kırmızı köpekten farkı nedir ki? diye sordum, şöyle buyurdu: "Siyah köpek bir şeytandır." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir Müslim, I, 365; Ebû Dâvûd, I, 187; Müsned, V, 151, 160.

Ancak bununla çatışan rivâyetler de gelmiştir. Bu rivâyetlerden birisi de Buhârî'nin, İbn Şihab'ın kardeşinin oğlundan naklettiği rivâyettir. Buna göre o amcasına: Herhangi bir şey namazı bozar mı? diye sormuş, o da: Hiçbir şey namazı bozmaz, demiştir. Çünkü Urve b. ez-Zübeyr'in bana bildirdiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımı Âişe (radıyallahü anha) şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) geceleyin kalkar namaz kılardı. Ben ise kendisi ile kıble arasında yatağı üzerinde uzanmış bulunuyordum. Buhârî, I, 193; Nesâî, I, 101; Müsned, VI, 259.

"Kötülüklerle tuzak kuranlar" âyeti ile ilgili olarak Taberî "Kitabu Adabi'n-Nufus" adlı eserinde şunu zikretmektedir: Bana Yûnus b. Abdi’l-A'la anlattı dedi ki: Bize Süfyan anlattı, o Leys b. Ebi Süleym'den, o Şehr b. Havseb el-Eş'arî'den yüce Allah'ın:

"Kötülüklerle tuzak kuranlar, onlar için çok şiddetli bir azâb vardır ve bizzat onların tuzağı boşa çıkar" âyeti hakkında şöyle demiştir: Bunlar riyakar kimselerdir. İbn Abbâs, Mücahid ve Katade'nin görüşü de budur.

Ebû'l-Aliyede şöyle demiştir: Bunlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında Daru'n-Nedve'de toplanıp plan kuran kimselerdir.

el-Kelbî: Dünya hayatında iken kötülük işleyen kimseleri kastetmektedir, demiştir. Mukâtil de şirki kastetmiştir, demiştir. Bu açıklamalara göre "kötülükler" anlamındaki kelime mef'ûldür.

("Boşa çıkar" anlamındaki kelimenin mazi ve muzari fiili): Helâk oldu, olur, boşa çıktı, çıkar" denilir. "Pazar durgunlaştı" demektir. "Dul kadının (kocasız olarak) perişan oluşundan Allah'a sığınırız" Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendilerinden Allah'a sığındığı bazı hususlar zikredilirken arada bunun da: Said b. Mansur, Sünen, 218; İbn Habib el-Ezdi. Müsnedu'r-Rabi, s. 207; Taberani, Evsat, II, 333; Sağir, II, 216; Kebir, XI, 323; Deylemî, Firdevs, I, 461; el-Munavi, Feydu'l-Kadir, II, 147, el-Heysemî'nin -Taberanî'nin rivâyeti ile ilgili olarak- "Senedinde yer alan Abbad b. Zekeriyya'nın tanınmadığını, diğer ravilerinin Sahih rical olduğunu" dediğini (I, 148)'de kaydetmektedir. duasında da bu kökten gelen lâfız kullanılmıştır. Yüce Allah'ın:

"Siz esasen helâk olmuş bir topluluksunuz." (el-Feth 48/12) âyetinde de bu kökten gelen lâfız kullanılmıştır.

el-Mekr (tuzak) ise hile ve aldatmak kastı ile yapılan iş demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden Sebe' Sûresi'nde (34/33. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

11

Allah sizi topraktan, sonra nutfeden yarattı. Sonra sizi çiftler kıldı. O'nun ilmi dışında hiçbir dişi ne hamile kalır, ne de doğurur. Uzun ömürlünün ömrünün uzatılması da ömrünün eksiltilmesi de ancak bir kitaptadır. Şüphesiz ki bu Allah'a göre pek kolaydır.

"Allah sizi topraktan" âyeti ile ilgili olarak Said'in rivâyetine göre Ka topraktan

"sonra nutfeden yarattı." Yine Katade dedi ki: Bundan kasıt da babalarınızın belinden çıkarttığı nutfedir.

"Sonra sizi çiftler kıldı." (Yine Katade) dedi ki: Yani kiminizi kiminizle cşleştirdi. Erkek dişinin eşidir. Böylelikle dünyanın sonu gelinceye kadar dünyada kalmak gerçekleşmiş olmaktadır.

"O'nun ilmi dışında hiçbir dişi ne hamile kalır, ne de doğurur." Yani O, sizi birbirinize eş kılmıştır. Erkek dişi ile evlenir ve yüce Allah'ın ilmine uygun olarak bunların nesilleri devam eder. Ne kadar gebelik ve doğum oluyorsa, mutlaka Allah onu bilir. Hiçbir şey O'nun tedbir ve idaresi dışına çıkmaz.

 

"Uzun ömürlünün ömrünün uzatılması da ömrünün eksiltilmesi de ancak bir kitaptadır." Yüce Allah'ın ömür verilen kimseyi "muammer: Uzun ömürlü" diye adlandırmış olması, onun ulaşacağı sonuç itibariyledir.

Saîd b. Cübeyr, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir:

"Uzun ömürlünün ömrünün uzatılması" mutlaka ömrü yazılır demektir. Kaç yıl, kaç ay, kaç gün ve kaç saat diye. Sonra bir başka kitapta: Onun ömründen bir gün eksildi, bir ay eksildi, bir sene eksildi diye ecelini tamamlayıncaya kadar yazılır.

Saîd b. Cübeyr de şöyle demiştir: Kişinin ecelinden geçip giden eksilmedir. Gelecekte yaşayacağı süre de onun yaşatıldığı ömürdür. Buna göre zamir "yaşatılan ömürlü"ye aittir. Yine Saîd b. Cübeyr'den şöyle dediği nakledilmiştir: Bunun ömrü şu kadar, şu kadar yıldır diye yazılır. Sonra bunun altına: Bir gün gitti, iki gün gitti, diye ömrünün sonu gelinceye kadar (eksiltilenler) yazılır.

Katade de şöyle demiştir: Uzun ömürlü altmış yaşına ulaşan kimsedir. Eksik ömürlü ise altmış yaşından önce ölen kimsedir.

el-Ferrâ'ya göre

"uzun ömürlünün ömrünün uzatılması" ömrünün ne olacağı demektir.

"Ömrünün eksiltilmesi de" âyeti ise, bir başka kişi hakkında sözkonusudur. Yani bir başkasının da ömrünün eksiltilmesi

"ancak bir kitaptadır." Buna göre "ömrünün" lâfzındaki zamir birincisinin dışında bir başkasına aittir. Ancak birincisi imiş gibi onun hakkında "ne: o" zamiri kullanılmıştır. Bu da "benim yanımda bir dirhem ve onun yarısı vardır" demeye benzer, yani bir de yarım dirhem daha vardır demeye benzer.

Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah, itaat etmesi halinde insanın ömrünü (mesala) yüz yıl, isyan etmesi halinde ise doksan yıl yazmıştır. Hangisine ulaşırsa, o bir kitapta demektir. Bu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini andırmaktadır: "Kim rızkının genişletilmesini, ecelinin ertelenmesini arzu ediyor ise o akrabalık bağını gözetsin. " Buhârî, II, 728. V, 2232; Müslim, IV, 1982; Ebû Dâvûd, II. 132.

Yani Levh-i Mahfuz'da filanın ömrü şu kadar yıldır, diye yazılır. Eğer akrabalık bağını gözetirse, onun ömrüne şu kadar yıl ilave edilir. Bu hususu Levh-i Mahfuz'un bir başka yerinde de şöyle beyan eder: Bu kimse akrabalık bağını gözetecektir. İşte yalnız birincisini bilip de, ikincisini bilmeyen bir kimse burada bir artma ya da eksiltme olduğunu zanneder. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce yüce Allah'ın:

"Allah dilediğini siler ve bırakır. Ana kitab ise O'nun nezdindedir." (er-Rad, 13/39) âyeti açıklanırken geçmiş bulunmaktadır. Buna göre de zamir ömüre ait olur.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: "Uzun ömürlünün" çok yaşlının "ömrünün uzatılmasının da" bir başkasının "ömrünün eksiltilmesi de ancak bir kitaptadır." Yani yüce Allah'ın hükmü ve takdiri iledir. Bu anlamdaki açıklama ed-Dahhak'tan da rivâyet edilmiş, en-Nehhâs bunu tercih edip şöyle demiştir: Kur'ân'ın zahirine en uygun açıklama da budur. Buna benzer bir açıklama İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. Bu açıklamaya göre zamirin "uzun ömürlü"ye ait olması mümkün olduğu gibi, ondan başkasına ait olması da mümkündür.

"Şüphesiz ki bu" amellerin ve ecellerin yazılması

"Allah'a göre pek kolaydır." O'nun için olmayacak bir şey değildir.

"Eksiltilmesi" anlamındaki âyet genel olarak "ye" harfi ötreli, "kaf" harfi de üstün olarak; diye okunmuştur. Aralarında Ya'kub'un da bulunduğu bir kesim de "ye" harfi üstün, "kaf" harfi de ötreli olarak: " Eksilmesi" diye okumuşlardır ki; onun ömründen bir şey eksilmesi de... demek olur. Mesela; "Bir şey kendisi eksildi, başkası onu eksiltti; kendisi arttı, başkası onu arttırdı" diye hem müteaddi, hem lazım (geçişli ve geçişsiz) kullanılabilir.

el-A'rec ve ez-Zührî, "ömrünün" anlamındaki âyeti "mim" harfini sakin olarak diye okumuş, diğerleri ise ötreli okumuşlardır. Bu da: "Kovmak" gibi iki ayrı söyleyiştir.

"Pek kolaydır" yani ömürlerin uzunluğunu da, kısalığını da tesbit etmek Allah için olmayacak bir şey değildir ve bu Allah'ın bilgisi dışında olmaz. Bunun fiili: "Kolay oldu" şeklindedir, eğer bir kimseye bu (Yesir) isim olarak verilecek olursa, munsarıf olur. Çünkü "fail" veznindedir.

12

İki deniz bir olmaz. Bu çok tatlı, içimi hoş ve kolaydır. Diğeri ise çok acı ve tuzludur. Bununla birlikte her ikisinden de taze et yersiniz. Giyeceğiniz bir süs çıkartırsınız. O'nun lutfundan aramanız ve şükretmeniz için gemilerin onda suyu yararak yürüdüğünü görürsün.

Yüce Allah'ın:

"İki deniz bir olmaz. Bu çok tatlı, içimi hoş ve kolaydır." âyeti ile ilgili açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Acı ve Tatlı:

İbn Abbâs dedi ki:

"Tatlı"; "Acı" demektir.

Talha:

"Diğeri ise çok acı ve tuzludur" şeklinde (tuzlu anlamındaki kelimenin) "mim" harfini üstün, "lâm" harfini esreli ve "elif'siz olarak okumuştur. ise "içine tuz katılan, tuzlu" anlamındadır.

Îsa ve İbn Ebi İshak

"içimi hoş ve kolay" anlamındaki âyeti: diye okumuştur ki birinci kelimesi "seyyid" ve "meyyit" (kelimelerinin-, "said" ve "mart" olarak da okunmaları) gibidir.

"Bununla birlikte her ikisinden de taze et yersiniz." Her iki denizden (acı ve tatlı sulardan) yersiniz anlamında olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Buna dair açıklamalar daha önceden en-Nahl Sûresi'nde (16/14. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

2- Denizden Çıkartılan Süsler:

"Giyeceğiniz bir süs çıkartırsınız" âyeti ile ilgili olarak Ebû İshak'ın görüşü şudur: Süs eşyası ancak tuzlu sulardan çıkartılır. Her ikisinden denilmesi bunların birbirine karışması dolayısıyladır. Bir başkası da şöyle demiştir: İnci ve diğer süs eşyalarının bulunduğu sadefler pınarları andıran şekilde tatlı ve tuzlu suların bulunduğu yerlerden çıkartılır. Dolayısıyla bu süs eşyaları her ikisinden çıkartılıyor demektir. Çünkü denizde tatlı su pınarları vardır. Bunların birbirleriyle karıştıkları yerde aradan inci çıkar.

Yağmur suyundan çıktığı da söylenmiştir. Muhammed b. Yezid dördüncü bir görüş olarak şöyle demektedir: Süs eşyası sadece tuzlu sudan çıkar. en-Nehhâs da şöyle demiştir: Bu görüşlerin en güzeli budur. Çünkü bu özellik öbüründe (tatlı suda) bulunmamaktadır. Her iki sudan birlikte sözedilmiş, sonra da bunlardan birisi hakkında (bu özelliği ile) haber verilmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Geceyi ve gündüzü sizin için (birinde) sükun bulasınız ve (diğerinde) lutfundan arayasınız diye yaratmış olması O'nun rahmetindendir." (el-Kasas, 28/73)

Ayrıca bu bir kimsenin şöyle demesine benzer: "Sen el-Hasen'i ve el-Haccac'ı görecek olursan, bir hayır ve bir şer görmüş olursun. Eğer el-Esmaî'yi ve Sîbeveyh'i görürsen, elini lügat ve nahiv ile doldurursun." Böyle bir ifade kullanıldığında bunun manası açıkça bilinir ve böyle bir ifade hem fasih, hem de çokça kullanılan bir tarzdır. Aynı şekilde: "Bununla birlikte her ikisinden de taze et yersiniz, giyeceğiniz bir süs çıkartırsınız" âyeti da böyledir. Birincisinde her ikisi de ortaktır, ikincisi ise sadece tuzlu su hakkında sözkonusudur.

3- Herbir Eşyanın Giyilmesi Kendisine Göredir:

Yüce Allah'ın:

"Giyeceğiniz" âyetinde herbir şeyin giyilmesinin kendisine göre olduğuna delil vardır. Mesela, yüzük parmağa giyilir, bilezik bileğe geçirilir, gerdanlık boyna takılır, halhal ayağa takılır. Buhârî ve Nesâî de İbn Sîrîn'den şöyle dediği kaydedilmektedir. Ben Abide'ye: İpeğin üzerine oturmak onu giymek gibi midir? diye sordum o, evet dedi. İbn Abdi’l-Berr, et-Temhid, I, 265; Buhârî, IV, 2195, Abide'nin sözü olarak bab başlığında kaydettikten sora, ipek üzerine oturamanın yasaklandığını da Huzeyfe'den muttasıl bir senedle rivâyet etmektedir. Sahih eserlerde de Enes'ten şöyle dediği kaydedilmektedir: "Uzun süre giyildiğinden (kullanıldığından) ötürü kararmış bir hasırımız vardı. Onu gidip aldım..." Buhârî, I, 149, 294; Dârimî, I, 334; Ebû Dâvûd, I, 166; Nesâî, II, 85; Muvatta’, I, 153; Müsned, III, 131, 149, 164.

4- Denizi Yararak Giden Gemiler:

"Ve şükretmeniz için gemilerin onda suyu yararak yürüdüğünü görürsün" âyeti ile ilgili olarak en-Nehhâs şöyle demiştir: Gemiler sadece tuzlu suyu yararak giderler. Çünkü böyle olmasaydı -Onda" yerine İkisinde" demesi gerekirdi. " Gemi suyu yararak gitti, gider" denilir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce en-Nahl Sûresi'nde (16/14. âyet, 9. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"O'nun lütfundan aramanız... için" âyeti hakkında Mücahid şöyle demektedir: Bundan kasıt, uzak yerlere kısa bir süre içerisinde gemilerle ticaret yapmaktır. Nitekim daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/164. âyet, 3- başlıkta) geçtiği gibi.

Oradan çıkartılan, süs eşyaları ve avlanılan balıklardır, diye de açıklanmıştır.

"Ve" size lütfundan verdiklerine karşılık

"şükretmeniz için..." Denizin dehşetli hallerinden sizi kurtardığı için, diye de açıklanmıştır.

13

Geceyi gündüze bitiştirir, gündüzü de geceye bitiştirir. Güneşe ve ay'a da boyun eğdirdi. Hepsi de belirli bir süreye kadar akıp giderler. İşte bunları yaratan Rabbiniz Allah'tır. Mülk (hakimiyet) yalnız O'nundur. O'ndan gayrı çağırdıklarınız ise bir hurma çekirdeğinin zarına bile malik değildirler.

"Geceyi gündüze bitiştirir, gündüzü de geceye bitiştirir" âyetine dair açıklamalar daha önceden Al-i İmrân Sûresi'nde (3/27. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.

"Güneşe ve ay'a da boyun eğdirdi. Hepsi de belirli bir süreye katlar akıp giderler" bölümüne dair açıklamalar da daha önceden Lukman Sûresi'nde (31/29- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"İşte bunları yaratan Rabbiniz Allah'tır. Mülk yalnız O'nundur." Yani O'nun yaptıklarının bir bölümünü teşkil eden bunlar, biricik yaratıcı ve kainatın işlerini idare edenin O olduğunu, kadir ve muktedirin O olduğunu ortaya koymaktadır. O halde yalnız O'na ibadet edilmelidir.

"Ondan gayrı çağırdıklarınız" yani putlar

"ise bir hurma çekirdeğinin zarına bile malik değildirler." Buna güç yetiremezler, bunu yaratamazlar.

Âyet-i kerîmede geçen (ve "hurma çekirdeğinin zarı" diye meali verilen) kıtmir: Hurma ile çekirdeği arasında bulunan beyaz ince zardır. Müfessirlerin çoğu bunu böyle açıklamıştır. İbn Abbâs da şöyle demiştir: Bu çekirdeğin üzerindeki yarıktır. el-Müberred'in tercih ettiği görüş budur. Katade de böyle demiştir. Yine Katade'den gelen rivâyete göre Kıtmir çekirdeğin baş tarafındaki küçük kabarcıktır. el-Cevherî de şöyle demektedir: Hurma çekirdeğinin sırt tarafında bulunan ve hurma ağacının kendisinden çıktığı beyaz noktacık olduğu da söylenmiştir.

14

Onlara dua etseniz, dualarınızı işitmezler. İşitseler dahi istediğinizi yerine getiremezler. Üstelik onlar kıyâmet gününde ortak koşmanızı inkâr da edeceklerdir. Herşeyden haberdar olan (Allah) gibi kimse sana haber veremez.

"Onlara dua etseniz, dualarınızı işitmezler." Musibetlerle karşılaştığınız takdirde onları yardıma çağıracak olursanız, sizin bu çağırmalarınızı işitemezler. Çünkü onlar görmeyen, işitmeyen, cansız varlıklardır.

"İşitseler dahi istediğinizi yerine getiremezler." Çünkü işiten herbir varlık, natık değildir. Katade de şöyle demiştir: İşitseler dahi size fayda veremezler, anlamındadır. Şöyle de açıklanmıştır: Biz onlara akıl ve hayat versek ve sizin çağrılarınızı işitseler dahi, onlar sizden daha çok Allah'a itaat ederler ve kendilerini küfre çağırmanızı kabul etmezler.

"Kıyâmet gününde ortak koşmanızı inkâr da edeceklerdir." Sizin kendilerine ibadet etmenizi inkâr edecekler ve sizden uzak olduklarını bildirecekler.

Diğer taraftan bunun akıl sahibi mabudlar hakkında olması da mümkündür. Melekler, cinler, peygamberler ve şeytanlar gibi. Yani bunlar sizin yaptığınız işin hak olduğunu kabul etmeyecekler, kendilerine ibadet etmenizi emretmediklerini de söyleyecekler. Nitekim yüce Allah Îsa (aleyhisselâm) hakkında şöyle diyeceğini bize haber vermektedir:

"Hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz." (el-Mâide, 5/116)

Putların da bu kapsama girmeleri mümkündür. Yani yüce Allah, onlara hayat verecek ve bu putlar da kendilerinin ibadete lâyık olmadıklarını söyleyeceklerdir.

"Herşeyden haberdar olan" -ki o aziz ve celil olan Allah'tır-

"gibi kimse sana haber veremez." Yani yüce Allah'ın mahrukatını Allah'tan daha iyi bilen kimse olmadığı gibi, yaptıkları hususunda da kendisi gibi sana kimse haber veremez.

15

Ey insanlar! Allah'a muhtaç olan sizlersiniz. Allah ise O, kimseye muhtaç olmayandır, her hamde lâyık olandır.

"Ey insanlar! Allah'a muhtaç olan sizlersiniz." Hayatta kalmak ve bütün hallerinizde O'na muhtaçsınız.

ez-Zemahşerî şöyle demektedir: Şayet: "el-Fukara (muhtaç olanlar)" lâfzı niye marife olarak gelmiştir diye soracak olursanız, şöyle cevab veririz: O böyle buyurmakla onların yüce Allah'a ne kadar ileri derecede muhtaç olduklarını kendilerine göstermek istemiştir. Çünkü "el-fukara" bir cins ismidir. Her ne kadar insan olsun, diğerleri olsun bütün yaratıkların ona ihtiyaçları sözkonusu olsa da bu böyledir. Zira fakirlik zayıflığa tabi olan özelliklerdendir. Fakir kimse ne kadar zayıf ise, o kadar fakirdir. Nitekim yüce Allah;

"İnsan zayıf olarak yaratılmıştır" (en-Nisa, 4/28) âyeti ile

"Allah sizi bir zaaftan yaratan" (er-Rum, 30/54) âyetinde, insanın zayıf olduğuna tanıklık etmektedir. Eğer (muhtaç oluş anlamındaki lâfız) nekre (belirtisiz) gelmiş olsaydı, anlam: Siz bazı fakirlersiniz demek olur.

Şayet "el-fukara (muhtaç olanlar, fakirler)"in karşılığında "gani (kimseye muhtaç olmayan)" ismi kullanılmıştır. Bu durumda "hamid (her hamde lâyık olan)"ın faydası nedir? diye soracak olursanız, cevabımız şu olur:

Yüce Allah insanların kendisine muhtaç olduklarını ve kendisinin de onlara ihtiyacının bulunmadığını tesbit ettikten sonra, herbir gani (muhtaç olmayan) muhtaç olmayışı ile faydalı olmayıp ancak cömert ve nimet ihsan eden kişi olması halinde faydalı olduğundan ötürü, böyle bir varlıklı, cömertlik edip nimet ihsan ettiği takdirde de kendilerine nimet ihsan edenler ona hamdettiklerinden ve kendisine hamdetmelerini de hakettiğinden dolayı "el-Hamid" (her hamde lâyık olan) ismini de zikretmiştir. Bununla zenginliğiyle, muhtaç olmayışıyla yarattıklarına fayda sağlayan gani; onlara nimet ihsan eden, cömert (cevad) ve verdiği nimetleri dolayısıyla da kendisine hamdetmeleri hakkına sahib olduğuna delalet etsin diye bu ismini zikretmiş bulunmaktadır."

"..e fakirler..." lâfzındaki ikinci hemzenin tahfif ile okunması el-Halü'e göre kıraat şekillerinin en güzel olanıdır. Bununla birlikte yalnızca birincisinin tahfif edilmesi de, her ikisinin tahfifi de ve her ikisinin tahkik ile okunması da caizdir.

"Allah ise O, kimseye muhtaç olmayandır. Her hamde lâyık olandır" âyetindeki:

"O" zamiri zaiddir. O bakımdan i'rab'ta yeri olmaz. Mübteda da olabilir, o vakit ref konumunda olur.

16

Eğer dilerse sizi giderir ve yeni yaratık(lar) getirir.

"Eğer dilerse sizi giderir" âyetinde hazfedilmiş lâfızlar vardır. Yani eğer O, sizi gidermek isterse giderir, yani sizi yok eder.

"Ve" sizden daha itaatkâr ve daha temiz

"yeni yaratıklar getirir."

17

Ve bu Allah'a göre zor değildir.

"Ve bu, Allah'a göre zor" zor gelen ve olmayacak, imkansız bir şey

"değildir."

Bu âyet, daha önce İbrahim Sûresi'nde (14/19-20)'de geçmiş idi.

18

Yük (günah) taşıyan bir kimse başka bir kimsenin yükünü yüklenmez. Eğer ağır yüklü bir kimse kendi yüküne (birini) çağırırsa -akraba dahi olsa- o yükünden hiçbir şey yüklenmez. Sen ancak gıyaben Rabblerinden korkanları ve namazı dosdoğru kılanları korkutursun. Kim temizlenirse ancak kendisi için temizlenmiş olur. Dönüş yalnız Allah'adır.

Buna dair açıklamalar daha önceden (el-A'raf, 6/164. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu âyetlerin önceki âyetlerle ilgisi yoktur.

"Yüklenmez" anlamındaki âyetin aslı; olup bundan "vav" harfi; Yüklenir"e uyarak (itba') hazfedilmiştir.

“Yük taşıyan" lâfzı da hazfedilmiş bir kelimenin sıfatıdır. Yük taşıyan nefis, demektir. Aynı şekilde:

"Eğer ağır yüklü bir kimse kendi yüküne çağırırsa" âyetinde de böyledir.

el-Ferrâ'': Ağır yüklü bir can yahut bir canlı diye açıklamıştır, "Ağır yüklü kimse" lâfzı hem müzekker, hem müennes için kullanılır. el-Ahfeş de şöyle açıklamıştır: Eğer ağır yüklü bir kimse bir insanı kendi günahları demek olan yükünü taşımaya çağıracak olursa, demektir.

“Yük" sırtın üzerinde bulunan demektir. "Hamile kadının yükü ile hurma ağacının yükü (meyvesi)" anlamındadır. Bu kullanımı el-Kisaî sadece (ha harfinin) üstün telaffuzu ile nakletmiştir. İbnu's-Sikkit ise hurma ağacının yükü hakkında hem üstün, hem esreli kullanımı nakletmiştir.

"Akraba dahi olsa o yükünden hiçbir şey yüklenmez" âyetinde el-Ahfeş'in açıklamasına göre takdiri ifade; "Eğer çağrılan o insan akraba dahi olsa..." şeklindedir.

el-Ferrâ'' ise "Akrabalığı olan birisi dahi olsa" diye takdir edilebileceğini de kabul etmiştir. Bu Sîbeveyh'e göre de uygundur. Nitekim yüce Allah'ın " Eğer o (borçlu) darlık içinde ise..." (el-Bakara, 2/280) âyeti bunun gibidir. Bu durumda: Vaki oldu, meydana geldi" anlamında yahut da haberi hazfedilmiş olur. "Eğer kendilerinden (borcunuzu) taleb ettiğiniz kimseler arasında ödeme zorluğu çeken birisi varsa..." demek olur.

Sîbeveyh de buna uygun olarak: "insanlara amellerine göre karşılık verilir, hayırsa hayır..." diye bir kullanımı nakletmiştir. Birinci açıklamaya (el-Ahfeş'in açaklamasına) göre: "Hayırsa hayır" diye kullanılmalıdır.

İkrime'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bana ulaştığına göre yahudi ve hristiyan kıyâmet gününde müslüman bir kimseyi görecek ve ona (herbiri) şöyle diyecektir: Ben sana iyilikte bulunmamış mıydım? Ben sana yardım elimi uzatmamış mıydım? Müslüman: Evet diyecek, bu sefer (yahudi ya da hristiyan): Haydi bana bir faydan dokunsun, diyecek. Bunun üzerine müslüman da o kimsenin azabından eksiltilinceye kadar yüce Allah'dan dilekte bulunur.

Yine kişi kıyâmet gününde babasına varacak ve: Ben sana karşı iyilikle hareket eden ve sana karşı şefkatle davranan, sana iyi muamele yapan birisi değil miydim? İşte şu anda sen içinde bulunduğum bu hali görüyorsun. Haydi bana iyiliklerinden bir iyilik ver yahut da benim yerime bir günahı yüklen. Bu sefer ona şöyle diyecek: Şüphesiz ki benden istediğin şey kolay bir iş; fakat senin korktuğun gibi ben de korkuyorum. Baba da oğluna aynı şeyi söyleyecek ve o da buna benzer bir şekilde cevap verecektir.

Erkek hanımına: Ben seninle iyi geçinen birisi değil miydim? Haydi benim adıma bir günahı yüklen belki kurtulabilirim diyecek, hanımı ona şöyle diyecek: Şüphesiz ki bu kolay bir iş, fakat kendisinden korktuğun şeyden ben de korkuyorum. Daha sonra İkrime: "Eğer ağır yüklü bir kimse kendi yüküne (birini) çağırırsa -akraba dahi olsa- o yükünden hiçbir şey yüklenmez" âyetini okudu.

el-Fudayl b. İyad dedi ki: Bu âyet, evlİsmi ile kendisi arasında şu konuşmanın geçeceği anne hakkındadır: Evladım karnım sana bir barınak, memem sana bir çeşme, bağrım sana döşek değil miydi? Evladı ona: Evet öyleydi anacığım diyecek. Bunun üzerine annesi ona: Haydi yavrucuğum günahlarım bana çok ağır geliyor, benim yerime bir günah olsun taşıyıver. Oğlu: Bırak beni anacığım, günahlarım seninle uğraşmama fırsat tanımıyor, diyecek.

"Sen ancak gıyaben Rabblerinden korkanları... korkutursun." Yani senin korkutup uyarmanı ancak yüce Allah'ın vereceği cezadan korkanlar kabul eder. Bu da yüce Allah'ın:

"Sen ancak zikre uyan ve gayb ile Rahmân'dan kalbinden saygı duyarak korkan kimseleri uyarırsın" (Yâsîn, 36/11) âyetini andırmaktadır.

"Kim temizlenirse, ancak kendisi için temizlenmiş olur." Yani kim hidayet bulursa, ancak kendisi için hidayet bulmuş olur. Bu âyet; diye de okunmuştur.

"Dönüş yalnız Allah'adır." Yani bütün yaratılmışlar O'na döneceklerdir.

19

Bir olmaz: Kör ile gören.

"Bir olmaz: Kör ile gören" kâfir ile mü’min, cahil ile alim demektir. Yüce Allah'ın:

"De ki: Murdar ile temiz hiçbir zaman bir olmaz" (el-Mâide, 5/100) âyeti da bunun gibidir.

20

Karanlıkla, aydınlık.

21

Ve gölge ile sıcak.

"Karanlıkla, aydınlık" el-Ahfeş Said dedi ki: -İkinci- olumsuzluk edatları fazladan gelmiştir,

"Karanlıkla aydınlık ve gölge ile sıcak..." demektir. el-Ahfeş dedi ki:

"Sıcak" ancak gündüz güneşi ile birlikte olan sıcak hakkında kullanılır. ise ancak geceleyin olan sıcak demektir, aksi de söylenmiştir.

Ru'be b. el-Accac da şöyle demiştir: sadece gündüzün sıcağı için, sadece gecenin sıcağı için kullanılır. Bunu da el-Mehdevî nakletmiştir.

el-Ferrâ'' ise şöyle demiştir: ancak gündüzün olan sıcak, ise gece de, gündüz de görülen sıcak demektir. en-Nehhâs: Bu daha doğru bir açıklamadır, demiştir. Çünkü şekli; " Sıcak"ın "feul" veznidir. Bunda çokluk anlamı vardır ki, rahatsızlık veren sıcak anlamına gelir.

Derim ki: Müslim'in, Sahih'inde kaydedildiğine göre Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Cehennem ateşi: Rabbim, ben kendi kendimi yiyip bitiriyorum, nefes almama izin ver, dedi. Ona birisi kış mevsiminde diğeri de yaz mevsiminde olmak üzere iki nefeslik izin verdi. İşte siz herhangi bir soğuk ya da bir zemherir gördüğünüzde o cehennemin nefesinden ötürüdür. Herhangi bir sıcak yahut harur (çok sıcak) duyduğunuzda ise bu da cehennemin nefesindendir." Müslim, I, 432; Müsned, II, 276.

Bu, ez-Zührî'den, o Said'den, o da Ebû Hüreyre'den diye şöyle de rivâyet edilmiştir: "Gördüğünüz sıcak onun semumundan ve duyduğunuz aşın soğuk ise onun zemheririnden ötürüdür." İbn Mâce, II. 1444; Müsned, II, 394, 503. İşte bu. bu konudaki görüşleri birarada ifade etmekte ve semum ile harurun gece de. gündüz de olabileceğini ortaya koymaktadır. Bunun üzerinde dikkatle düşünmek gerekir.

Buradaki

"gölge ile sıcak"dan kastın, cennet ve cehennem olduğu da söylenmiştir. Çünkü cennet sürekli bir gölgedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Oranın yiyecekleri de, gölgeleri de devamlıdır." (er-Ra'd, 13/35) Cehennem ateşi ise çok sıcak (harur)dur. Bu anlamdaki açıklamayı es-Süddî de yapmıştır.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Bundan kasıt gecenin gölgesi ile gündüzün görülen semum sıcağıdır. Kutrub da: Harurdan kasıt sıcak, gölgeden kasıt da soğuktur.

22

Dirilerle, ölüler de bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediği kimseye işittirir. Sen kabirde olanlara işittiremezsin.

"Dirilerle, ölüler de bir olmaz" âyeti ile ilgili olarak İbn Kuteybe şöyle demiştir: Dirilerden kasıt akıllılar, ölülerden kasıt cahillerdir. Katade de şöyle demiştir: Bunların hepsi misaldir. Yani bunlar eşit olmadığı gibi, aynı şekilde kâfir ile mü’min de eşit olmaz.

"Şüphesiz Allah dilediği kimseye işittirir." Yani cenneti için yaratmış olduğu dostlarına işittirir.

"Sen kabirde olanlara" küfrün kalblerini öldürdüğü kimselere

"işittiremezsin." Yani ölmüş kimselere işittiremeyeceğin gibi, kalbi ölmüş olana da işittiremezsin.

el-Hasen, Îsa es-Sakafî ve Amr b. Meymun: "(.......): Kabirde olanlara işittiremezsin" âyetini "ayn" harfindeki tenvini hafifletmek kastıyla hazf ile okumuşlardır.

Yani onlar işittiklerinden faydalanamamak ve onu kabul etmemek bakımından kabirdekiler ayarındadırlar.

23

Sen ancak bir nezirsin.

Yani uyarıp korkutan bir rasûlsün. Sana düşen ancak tebliğdir. Hidayete iletmek gibi bir imkanın yoktur. Hidayet ancak şanı yüce ve mübarek olan Allah'ın elindedir.

24

Şüphe yok ki Biz, seni hak ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Arasında bir uyarıcının gelip geçmediği hiçbir ümmet de yoktur.

"Şüphe yok ki Biz, seni hak ile" itaat eden kimseleri cennet ile

"müjdeleyici ve" kendisine isyan eden kimseleri de cehennem ile

"uyarıcı" ve korkutucu olarak

"gönderdik. Arasında bir uyarıcının" bir peygamberin

"gelip geçmediği hiçbir ümmet de yoktur." İbn Cüreyc: Tek istisna Araplardır, demiştir.

25

Eğer seni yalanlıyorlarsa, onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Peygamberleri onlara apaçık delillerle, sahifelerle ve nûr saçan kitaplarla geldilerdi.

"Eğer" Kureyş kâfirleri

"seni yalanlıyorlarsa, onlardan öncekilerde" peygamberlerini

"yalanlamışlardı" âyeti ile yüce Allah, Rasûlünü (salât ve selâm ona) teselli etmektedir.

"Peygamberleri onlara apaçık delillerle" apaçık mucizelerle, net ve anlaşılır şeriatlerle

"sahifelerle" yazılı kitaplarla

"ve nûr saçan" açık seçik

"kitaplarla geldilerdi" âyetinde yüce Allah'ın, aynı şey olmakla birlikte sahifeler (ez-zubur)" ile kitabı tekrarlamasının sebebi, iki lâfzın farklı oluşundan dolayıdır.

Bir görüşe göre apaçık deliller, sahifeler ve kitaplar aynı hususlardır. Bu da peygamberlere indirilen kitaplar demektir.

26

Sonra kâfir olanları yakaladım. Şimdi onlara azabım nasılmış?

"Sonra kâfir olanları yakaladım. Şimdi onlara azabım nasılmış?" Onları cezalandınşım nasılmış?

"Azabım" âyetinin sonunda Verş'in rivâyetine göre Nafî' ile Şeybe -bu âyetin geçtiği yerlerde- vakıf halinde değil de, vasl halinde; diye "ye"yi isbat ile okumuşlardır. Yakub her iki halde "ye'yi isbat ederken, diğerleri her iki halde de hazfetmişlerdir. Bütün bunlara dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.

27

Allah'ın gökten bir su indirdiğini görmedin mi? Biz onunla çeşitli türden meyveler çıkardık. Dağlardan beyaz, kırmızı çeşitli renklerde ve son derece siyah yollar (yaptık).

"Allah'ın gökten bir su indirdiğini görmedin mi?" âyetinde sözü edilen "görmek" kalbin görmesi ve ilim sahibi olmak anlamındadır. Yüce Allah'ın ...indirdiğini kalbinle görüp buna dair bilgin olmadı mı? demektir. Buna göre: nin ismi ile onun haberi "görmek" fiilinin iki mef'ûlünün yerini tutmaktadır.

"Biz, onunla çeşitli türden meyveler çıkardık." Bu, hitabın çeşitlendirilmesi (telvinu'l-hitab) kabilinden bir üslubtur.

"Çeşitli" lâfzı

"Meyveler"e sıfat olarak nasbedilmiştir.

"Türden" lâfzı da

"çeşitli" anlamındaki lâfız ile ref edilmiştir. Bununla birlikte

"meyveler"e ait bir zamiri bulundurması dolayısıyla da

"meyveler" lâfzının sıfatı da olabilir. Kur'ân-ı Kerîm'in dışındaki kullanımlarda merfu olarak gelmesi de caizdir. "Ben babası çıkmakta olan bir adam gördüm" ifadesi buna örnektir.

"Onunla" su ile demektir. Su bir olmakla birlikte meyveler farklı farklıdır.

"Dağlardan beyaz, kırmızı çeşitli renklerde... yollar (yaptık)" âyetinde geçen Yolları" lâfzı in çoğulu olup bu da

"çeşitli renklerdeki yollar" anlamındadır. Hepsi taş ve toprak olmakla birlikte renkleri çeşitli olabiliyor. el-Ahfeş şöyle demektedir: Eğer bu lâfız: "Yeni" lâfzının çoğulu olsaydı, hem "cim", hem de "dal" harfi ötreli olarak diye gelmesi gerekirdi. Tıpkı; Döşek, yatak"ın çoğulunun: diye gelmesi gibi. Züheyr de şöyle demektedir:

"Sanki onun iki yanağı kırmızıya çalan siyah ve renkli yolları var gibidir,

Aç kalıp duruyor, yazdan sonra ise çıplak olarak otluyor."

Burada sözü geçen: lâfzının, parçalar anlamına geldiği de söylenmiştir ki, bu da Bir şeyi parça parça ettim" tabirinden alınmış demek olur. Bunu İbn Bahr nakletmiştir.

el-Cevherî dedi ki: "Eşeğin sırtında olup renginden farklı çizgi ve yollara" denilir. yine yol anlamına gelir, çoğulu: şeklinde gelir. Nitekim yüce Allah da: "Dağlardan beyaz, kırmızı çeşitli renklerde yollar (yaptık)" diye buyurmaktadır ki bu da dağın renginden farklı yollar anlamındadır. Arapların "Filan kişi bu hususta belli bir görüş ortaya koydu" şeklindeki tabirleri de buradan gelmektedir.

Çeşitli çizgileri olan elbise" demektir.

ez-Zemahşerî şöyle demektedir: ez-Zührî şeklinde ötreli ve: 'in çoğulu olarak okumuştur ki bu; "Yol" anlamındadır. Mesela: "Yol" diye kullanılan tekil lâfzın çoğulu: ile şeklinde gelir. Tıpkı: "Gemi" lâfzının çoğulunun: ile şekillerinde gelmesi gibi. Nitekim Ebû Züeyb'in şu mısraında da bu kelime böylece açıklanmıştır:

"İleri gelenlerin izledikleri yolun, dört tane (ayrılan) yolu vardır."

Yine ez-Zührî'den iki üstün ile: diye okuduğu da rivâyet edilmiştir. Bu da; açık ve aydınlık yol, demektir. Böylelikle bu lâfız, biri diğerinden ayrı açık ve belirgin çizgiler ile yollar anlamına kullanılmış olmaktadır.

28

İnsanlardan, yerde yürüyen hayvanlardan ve davarlardan da bunun gibi çeşitli renklerde olanlar vardır. Kulları arasında Allah'tan ancak âlimler korkar. Şüphesiz Allah Azizdir, Gafûrdur.

"İnsanlardan, yerde yürüyen hayvanlardan" âyetinde geçen:

"Yerde yürüyen hayvanlar" lâfzı (son harfi olan be harfi) şeddesiz olarak da okunmuştur. Böyle bir okuyuşun bir benzeri de yüce Allah'ın

"...ve yolunu sapıtanlarınkine değil" (el-Fâtiha, 1/7) âyetini; diye şeddesiz okuyanların okuyuşudur. Çünkü bu şekilde okuyanların herbirisi iki sakini arka arkaya getirmekten kaçınmak istediğinden birisi bunların ilkine hareke vermişken, diğeri sonundakinin şeddesini hazfetmiştir. Bu açıklamayı da ez-Zemahşerî yapmıştır.

"Ve davarlardan da bunun gibi çeşitli renklerde olanlar vardır." Yani onlar arasında da kırmızı, beyaz, siyah ve başka renklerde olanlar vardır. Bütün bunlar istediğini yapmakta serbest olan bir yaratıcının varlığına delil teşkil etmektedir. Yüce Allah burada:

"Çeşitli renklerde olanlar vardır." buyururken, "...dan" lâfzına riayet ederek zamir müzekker gelmiştir. Bu açıklamayı el-Müerric yapmıştır.

Ebubekir b. Ayyaş da şöyle demektedir: Buradaki zamirin müzekker gelmesinin sebebi mukadder olarak varlığı kabul edilen: ya ait olmasından dolayıdır.

Bunun da takdiri şöyle olur: "İnsanlardan, yerde yürüyen hayvanlardan ve davarlardan da çeşitli renklerde olanlar vardır." Yani beyaz, kırmızı ve siyah olanları vardır.

"Ve son derece siyah yollar" âyeti ile ilgili olarak Ebû Ubeyde şöyle demektedir: Tekil olan: "Oldukça siyah" demektir. İfadede takdim ve te'hir vardır. "Ve dağlardan siyahı oldukça koyu (olan) yollar (yaptık)" takdirindedir. Araplar rengi karga gibi oldukça siyah olan şeylere; "Oldukça siyah, koyu siyah" derler. el-Cevherî dedi ki: "Bu oldukça siyahtır" denilir. Eğer: şeklinde kullanılacak olursa, bu takdirde "siyah" lâfzı "oldukça koyu" lâfzından bedel yapılmış olur. Çünkü renklerin te'kidi öne geçirilmez. Hadiste Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Muhakkak Allah oldukça siyah(lı) yaşlıya buğzeder." ed-Deylemî, el-Firdevs, I, 153; el-Münavi, Feydu'l-Kadir, II, 284. Yani siyaha (saçlarını) boyayan yaşlı kimseye buğzeder, demektir. İmruu’l-Kays de şöyle demiştir:

"Gözünü uzağa dikmiş, eli (ön ayağı) yüzercesine geniş adım atıyor,

(Arka) ayağı ise (âdeta) yalayıp geçmektedir, yüzü ise simsiyahtır."

Bir başkası da bir üzüm bağını nitelendirirken şöyle demektedir:

"Allah'ın hayret verici yarattıklarından birisi de dallarını yerin

üzerinde uzatan (bir ağaç)dır. Onun beyaz (üzüm)ü de sıkılır, simsiyahı da."

"Bunun gibi" âyetinde ifade tamam olmaktadır. Yani kulların durumları da Allah'tan korkmak açısından böylece farklılık gösterir. Daha sonra yüce Allah yeni bir cümle ile şöyle buyurmaktadır:

"Kulları arasında Allah'tan ancak âlimler korkar. Şüphesiz Allah, Azizdir, Gafûrdur." Bu âyet ile, Allah'ın kudretinden korkan ilim adamları kastedilmektedir. Yüce Allah'ın herşeye kadir olduğunu bilen bir kimse günah dolayısıyla cezalandıracağına da kesinlikle inanır. Nitekim Ali b. Ebi Talha, İbn Abbâs'tan yüce Allah'ın:

"Kulları arasında Allah'tan ancak âlimler korkar" âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bunlar yüce Allah'ın herşeye kadir olduğunu bilen kimselerdir.

er-Rabî' b. Enes dedi ki: Allah'tan korkmayan bir kimse alim değildir. Mücahid de şöyle demiştir: Alim ancak Allah'tan korkan kimsedir. İbn Mes'ûd'dan da şöyle dediği nakledilmiştir: İlim olarak yüce Allah'tan korkmak, cahillik olarak da gurura kapılmak yeterlidir.

Sa'd b. İbrahim'e: Medinelilerin en fakihi kimdir? diye sorulmuş, o da: Aralarından Rabblerine karşı en çok takvalı olanlarıdır, diye cevab vermiştir.

Yine Mücahid'den şöyle dediği nakledilmiştir: Fakih (dinde derin bilgi sahibi) ancak yüce Allah'tan korkan kimsedir.

Ali (radıyallahü anh)'dan da şöyle dediği nakledilmiştir: Gerçek anlamıyla fakih, insanlara Allah'ın rahmetinden ümit kestirtmeyen, Allah'a isyan etmeleri için onlara ruhsatlar bulmayan, Allah'ın azabından emin olmalarına sebep teşkil etmeyen, başkasına duyduğu arzu sebebiyle Kur'ân'dan yüz çevirmeyen kimsedir. Çünkü ilimsiz ibadette hayır olmadığı gibi, fıkhı bulunmayan ilimde hayır yoktur, tedebbürü (iyiden iyiye düşünmeyi) olmadan da kıraat (Kur'ân okumak) olmaz.

Dârimî Ebû Muhammed, senedini kaydederek Mekhul'den şöyle dediğini nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Alimin, abide olan üstünlüğü benim sizden en alt mertebede olanınıza göre üstünlüğüm gibidir." Daha sonra şu:

"Kulları arasında Allah'tan ancak âlimler korkar" âyetini okudu. (Devamla buyurdu ki): "Muhakkak Allah, O'nun melekleri, semavatındakiler, yeryüzünde bulunanlar, denizde balıklar, insanlara hayrı öğreten kimselere dua ederler." Dârimî, I, 100; ayrıca bk. Dârimî, I, 109; Tirmizî, V, 50.

Bu haber mürseldir. Dârimî dedi ki: Bana Ebû'n-Nu'man anlattı (dedi ki): Bize Hammâd b. Zeyd anlattı: O Yezid b. Hazim'den dedi ki: Bana amcam Cerir b. Zeyd anlattı: O Tubey'i, Ka'b'tan rivâyetle şöyle derken dinlemiş: Ben amelden başka maksatla ilim öğrenen, ibadetten başka maksatla fıkıh öğrenen, âhiret ameliyle dünya isteyen, kalbleri Ebû Cehil karpuzundan daha acı olmakla birlikte koyun postları giyinen kimseleri, niteliklerini biliyorum. (Yüce Allah, haklarında şöyle buyurmaktadır): Onlar Benim rahmetime mi aldanıyorlar? Beni mi kandırmaya çalışıyorlar? Kendi zatıma yemin ederek söylüyorum ki; onlar için aralarında bulunan aklı başındaki kimseleri dahi şaşkın bırakacak bir fitnenin zamanını bekliyorum. Dârimî, I, 102.

Bu hadisi Tirmizî merfu olarak Ebû'd-Derda yoluyla rivâyet etmiştir. Tirmizî, IV, 604. Biz de bunu kitabımızın mukaddimesinde (Kur'ân ve ilim ehlinin riyakarlık ve başka hususlardan sakındırılması bahsinde) kaydetmiş bulunuyoruz.

ez-Zemahşerî der ki: Şayet: "Allah'tan ancak kulları arasında âlimler korkar" âyetinde geçen "Allah" lâfzının ref ile "âlimler" anlamındaki lâfzı da nasb ile okuyan kimsenin -ki bu Ömer b. Abdulaziz'dir, Ebû Hanîfe'nin de böyle okuduğu nakledilmiştir- şeklindeki kıraatinin izahı nedir? diye sorarsan, şöyle cevab veririm: Bu okuyuştaki "haşyet (korkmak)" istiaredir. Anlamı da: İnsanlar arasında heybetli ve kendilerinden korkulan kimselere nasıl ta'zim gösteriliyor ise, yüce Allah da bütün kulları arasından böylelerini tebcil eder ve onları yüceltir.

"Şüphesiz Allah, Azizdir, Gafûrdur" âyeti korkmanın gereğinin gerekçesidir. Çünkü bu âyet isyankârları cezalandırmasına ve onları kahretmesine, itaat ehli olan kimseleri mükâfatlandırıp onları affedeceğine delalet etmektedir. Cezalandıran ve mükâfatlandıran kimseden ise korkmak gerekir.

29

Muhakkak Allah'ın Kitabını okuyanlar, namazı dosdoğru kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık infak edenler, asla durgunlaşmayacak bir ticaret umabilirler.

"Muhakkak Allah'ın Kitabını okuyanlar, namazı dosdoğru kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık infak edenler..." ayeti, ilmiyle amil, namazı farzıyla ve nafilesiyle dosdoğru kılan, Kur'ân okuyanların ve aynı şekilde gereği gibi infak edenlerin durumunu dile getiren bir âyet-i kerîmedir. Kitabımızın mukaddimesinde Kur'ân okuyucusunun sahib olması gereken ahlaka dair açıklamalar (Kur'ân hamili, kimliği ve ona düşmanlık eden ile ilgili rivâyetler, adlı başlıkta ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

"Asla durgunlaşmayacak bir ticaret umabilirler" âyeti hakkında Ahmed b. Yahya şöyle demektedir:

"Muhakkak"ın haberi

"umabilirler" anlamındaki âyettir.

30

Tâ ki mükâfatlarını tastamam versin. Hatta lutfundan onlara fazlasını da versin. Çünkü O, Gafûrdur Şekurdur.

"Hatta lutfundan onlara fazlasını da versin" âyeti hakkında denildiğine göre, buradaki "fazlalık" âhiretteki şefaattir. Bu bir başka âyet-i kerîmedeki şu buyrukları andırmaktadır: "(Bunlar) kendilerini ticaretin de, alışverişin de Allah'ı anmaktan, namazdan, zekatı vermekten alıkoymadığı yiğitlerdir... ve onlara lutfundan fazlasıyla verecektir." (en-Nûr, 24/37-38)

en-Nisa Sûresi'nin sonlarındaki şu âyete da benzemektedir:

"Îman edip salih ameller işleyenlere gelince, onlara mükâfatlarını eksiksiz ödeyecek, hem de lütfundan onlara fazlasını verecektir." (en-Nisa, 4/173) Nitekim bu hususları orada açıklamış bulunuyoruz.

"Çünkü O" günahları bağışlayan

"Gafûrdur" ihlasla yapılmış ameli az dara olsa kabul eden ve ona pek çok mükâfatlar veren

"Şekurdur."

31

Kitap'tan sana vahyettiğimiz, kendinden öncekileri doğrulayıcı olmakla beraber hakkın da ta kendisidir. Muhakkak Allah kullarından haberdardır, görendir.

"Kitap'tan" yani Kur'ân-ı Kerîm’den

"sana vahyettiğimiz kendinden öncekileri" yani önceki kitabları

"doğrulayıcı olmakla beraber, hakkın da ta kendisidir. Muhakkak Allah kullarından haberdardır, görendir."

32

Sonra Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras verdik. Onlardan kimisi nefsine zulmedicidir, kimisi itidal üzeredir, kimisi de Allah'ın izni ile hayırlarda öne geçmiştir. İşte bu büyük lütfün tâ kendisidir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Kitabı Miras Alan Seçkin Kullar ve Kısımları:

Bu âyet-i kerîme, müşkil (anlaşılması zor) bir âyettir. Çünkü yüce Allah, önce "kullarımızdan seçtiklerimiz" diye buyurmakta, sonra da "onlardan kimisi nefsine zulmedici" diye buyurmaktadır.

Ashab, tabiin ve ondan sonra gelen âlimler bu âyet-i kerîme hakkında çeşitli açıklamalarda bulunmuşlardır. en-Nehhâs şöyle demektedir: Bu hususta gelmiş rivâyetlerin en sahihlerinden birisi de İbn Abbâs'tan gelen şu rivâyettir: "Onlardan kimisi nefsine zulmedicidir" âyeti ile kastedilen kâfir kimsedir. Bunu İbn Uyeyne, Amr b. Dinar'dan, o Atâ'dan, o da İbn Abbâs'tan diye rivâyet etmiştir.

Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre

"onlardan kimisi nefsine zulmedicidir, kimisi itidal üzeredir, kimisi de Allah'ın izni ile hayırlarda öne geçmiştir" âyeti hakkında şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bunlardan iki kesim kurtuluşa erecektir. Buna göre Arapça'da ifadenin takdiri şöyle olur: O kullarımızın arasından kimileri kendi nefsine zulmedicidir, yani kâfirdir, el-Hasen ise yani fasıktır, diye açıklamıştır. Bu durumda

"oraya girerler" âyetindeki zamir itidal üzere hareket eden, orta yollu kimse ile hayırlarda öne geçen kimseye ait olur, zalime ait olmaz.

İkrime, Katade, ed-Dahhak ve el-Ferrâ'dan nakledildiğine göre itidal üzere olan kimse isyankâr mü’mindir. İleri giden kimse ise mutlak olarak takva sahibi olan kimsedir. Derler ki: Bu âyet-i kerîme Vakıa Sûresi'nde yer alan yüce Allah'ın şu;

"Sizler de üç sınıf olduğunuzda..." (el-Vakıa, 56, 7) âyetine benzemektedir. Bunlar şöyle derler: Yüce Allah'ın seçtiği kimseler arasında zalimin bulunması uzak bir ihtimaldir. Bu açıklamayı ayrıca Mücahid. İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. Mücahid şöyle demektedir: "Onlardan kimisi nefsine zulmedicidir" âyetinden kasıt, Ashabu'l-Meş'eme (kitabları sol tarafından verilecek olanlar)dır. "Kimisi itidal üzeredir"den kasıt, Ashabu'l-Meymene (kitabları sağ taraflarından verilecek olanlar)dır. "Kimisi de Allah'ın izni ile hayırlarda öne geçmiştir" âyetinden kasıt ise bütün insanlar arasından öne geçen kimselerdir.

Buradaki

"oraya girerler" âyetindeki zamirin üç kesime de ait olduğu söylenmiştir. Ancak burada zalimin kâfir ve fasık olarak anlaşılmaması gerekir. Bu görüşte oldukları rivâyet edilenler arasında Ömer, Osman, Ebû'd-Derda, İbn Mes'ûd, Ukbe b. Amr ve Âişe (Allah hepsinden razı olsun) da vardır. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olmalıdır: Nefsine zulmeden kişi küçük günah işleyen kimsedir. İtidal üzere olan kimse hakkında da Muhammed b. Yezid şöyle demiştir: Bu dünyaya da hakkını veren, âhirete de hakkını veren kimsedir. "Adn cennetleridir ki, oraya girerler" âyeti bu açıklamaya göre hepsi hakkında sözkonusu olur. Bu görüş ayrıca Ebû Said el-Hudrî'den de rivâyet edilmiştir.

Ka'b el-Ahbar da şöyle demiştir: Ka'be'nin Rabbi hakkı için, onlar hep aynı boyda olacaklar, ancak amelleri ile biri diğerinden üstün gelecektir.

Ebû İshak es-Sebîi şöyle demektedir: Benim altmış yıldan beri duyduğum şu ki bunların hepsi de cehennemden kurtulan kimselerdir.

Üsame b. Zeyd'in rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyet-i kerîmeyi okumuş ve: "Hepsi cennettedirler" diye buyurmuştur Tirmizî, V, 363; Müsned, III, 78; Her ikisi de Ebû Said el-Hudrî'den

Ömer b. el-Hattâb da bu âyet-i kerîmeyi okuduktan sonra şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bizim ileri geçenimiz, zaten ileri geçmiş olacaktır. Bizim itidal üzere olanımız kurtulacaktır, zalimimize de günahları bağışlanmış olacaktır." Deylemi, Firdevs, II, 335. Aynı zamanda diğer bazı rivâyetler: Hakim, Müstedrek, II, 462; Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, VII, 95, 96, 97; Müsned, V, 194, 198.

Bu görüşe göre yüce Allah'ın:

"Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras verdik" âyetinde geçen "seçme"nin mef'ûlü, hazfedilmiş bir muzaf olarak takdir edilir. Tıpkı:

"Şehire sor" (Yusuf, 12/82) âyetinde muzafın hazfedilmesi gibi. Yani Biz onların dinlerini seçtik, demek iken geriye sadece onları seçtik anlamı kalmış olmaktadır. Bu durumda mevsule ait olan zamir de hazfedilmiş olmaktadır.

Bu da yüce Allah'ın:

"Gözlerinizin hor gördüğü kimselere de... demiyorum." (Hud, 11/31) âyetinden aidin hazfedildiği gibi. "Kendilerini hor gördüğü..." takdirindedir. Buna göre burada seçilmişlik onların dinleri hakkındadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Allah sizin için bu dini beğenip seçti." (el-Bakara, 2/132)

en-Nehhâs dedi ki: Burada üçüncü bir görüş daha vardır. Buna göre zalim büyük günah işleyen, itidal üzere olan orta halli ise, iyilikleri kötülüklerinden fazla gelmediği için cennete hak kazanmayan kimse demektir. Bu durumda "Adn cennetleridir ki oraya girerler" âyeti sadece hayırlarla öne geçen kimseler hakkında sözkonusu olur, başkaları hakkında değil. Ehlu'n-Nazar (kelam ve benzeri aklî ilimlerle uğraşanlar)dan bir topluluğun görüşü budur. Çünkü zamirin aklen hemen kendisinden önce gelene ait olması daha uygundur.

Derim ki: Yüce Allah'ın izni ile ortadaki görüş en uygun olanlarıdır. Çünkü kâfir ile münafık -yüce Allah'a hamdolsun ki- seçilmiş kimseler değildirler. Onların dinleri de seçilmiş olamaz. Bu, Ashab-ı Kiram'dan altı kişinin kabul ettiği bir görüştür ve bu da kabul edilmesi için yeterlidir. Ayet-i kerîme'nin geri kalan bölümleri açıklanırken daha geniş açıklamalarda bulunacağız.

2- Kitabı Miras Almış Seçkin Kullar ve Kısımları:

"Kitabı... miras verdik." İhsan ettik, anlamındadır. Miras gerçek veya mecazi anlamıyla vermek demektir. Bir başkasının ölümünden sonra insanın eline geçen şey hakkında da kullanılır.

"Kitab" ile burada kitabın anlamları, ilmi, hükümleri ve inanç esasları kastedilmektedir. Sanki yüce Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetine -aynı zamanda indirilmiş kitabların anlamlarını da ihtiva eder halde bulunan- Kur'ân-ı Kerîm'i vermekle, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetine bizden önceki ümmetlerde bulunan kitabı da vermiş gibidir.

"Seçtiklerimiz" âyetindeki fiilin türediği kök: olup bu da her türlü bulanıklık şaibesinden uzak ve arınmışlık demektir. Asıl şekli: olup "te" "tı"ya, "vav" da "ya"ya ibdal edilmiştir.

"Kullarımızdan" âyeti ile kastedilenlerin Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmeti olduğu söylenmiştir. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve başkaları yapmıştır. Aslında lâfzın her ümmetin bütün mü’minlerini kapsama ihtimali bulunmaktadır. Şu kadar var ki; Kitabın miras verilmesi tabiri, ancak Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmeti hakkında söz konusu olmuştur. Önceki ümmetler ise Kitabı miras almış değillerdir.

Seçilenlerin peygamberler oldukları da söylenmiştir. Onların Kitabı miras almaları ise kitabın birinden diğerine geçmesi anlamındadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Süleyman, Davud'a mirasçı oldu." (en-Neml, 27/16);

"Bana da mirasçı olsun, Yakub oğullarına da mirasçı olsun." (Meryem, 19/6) Peygamberliğin miras alınması câiz olduğuna göre; Kitabın miras verilmesi de aynı şekilde caizdir.

"Onlardan kimisi nefsine zulmedicidir." Küçük günah işleyen kimseler kastedilmiştir. İbn Atiyye dedi ki: Bu, birkaç sebebten ötürü reddedilmesi gereken bir görüştür.

ed-Dahhak dedi ki: Yüce Allah'ın:

"Onlardan kimisi nefsine zulmedicidir" âyetinin anlamı, onların soylarından gelenler arasında nefsine zulmeden kimse vardır demektir ki, bunlar da müşrik kimselerdir. el-Hasen ise -zalimin kimliği hususunda önceden sözü edilen görüş ayrılıkları ile birlikte- onların ümmetlerinden (nefsine zulmeden vardır) diye açıklamıştır. Âyet-i kerîme ise Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmeti hakkındadır.

Kalb ehli kimselerin zalim, itidal üzere olan orta yollu ile ileri geçen kimsenin kimliğine dair kullandıkları ifadeler de birbirinden farklı bulunmaktadır.

Sehl b. Abdullah şöyle demiştir: İleri giden alim, itidal üzere olan öğrenen, zalim ise cahil kimsedir.

Zünnun el-Mısrî: Zalim sadece diliyle Allah'ı zikreden, orta yollu itidal üzere olan, kalbiyle Allah'ı zikreden, ileri geçen ise Allah'ı asla unutmayan kimsedir.

el-Antakı der ki: Zalim sadece konuşan kimse, orta halli mutedil davranış sahibi kimse, ileri geçen kişi ise hal sahibi kimsedir.

İbn Atâ da şöyle demiştir: Zalim dünya dolayısıyla Allah'ı seven, orta halli mutedil âhiret dolayısıyla onu seven, ileri geçen kimse ise hakkın muradı dolayısıyla kendi muradını bir kenara iten kimsedir.

Zalim cehennem korkusuyla Allah'a ibadet eden, orta halli ise cennet ümidiyle Allah'a ibadet eden, ileri geçen ise herhangi bir sebebe bağlı olmaksızın Allah için Allah'a ibadet eden kimsedir.

Bir başka açıklamaya göre, zalim dünyada zahid kimsedir, çünkü böyle bir kimse nefsine zulmederek dünyaya bir pay bırakmıştır ki, bu da marifet ve muhabbettir. İtidal üzere olan kişi arif, ileri geçen kişi ise muhib (seven kimse)dır.

Zalim belalar karşısında sabırsızlık gösteren, orta halli belalara karşı sabreden, ileri geçen ise belalardan lezzet alan kimsedir, diye de açıklanmıştır.

Zalim gafletle ve adet gereği Allah'a ibadet eden, orta halli umutla ve korku ile Allah'a ibadet eden, ileri geçen ise heybeti dolayısıyla Allah'a ibadet eden kimsedir, diye de açıklanmıştır.

Bir diğer açıklamaya göre; zalim kendisine verildiği halde başkasına vermeyen, orta halli kendisine verildiği için cömertçe dağıtan, ileri geçen ise kendisine bir şey verilmemiş olduğu halde şükreden ve başkasını kendisine tercih eden kimsedir.

Rivâyet edildiğine göre; iki abid karşılaşmış. Biri diğerine: Basra'da kardeşleriniz nasıldır? diye sormuş, o: İyidirler, onlara bir şey verilirse şükrederler, bir şey bulmazlarsa sabrederler, demiş. Bunun üzerine diğeri: Bizim Belh'te de köpeklerin hali budur, diye cevab vermiş. Bizim abidlerimize bir şey verilmediği takdirde şükrederler, bir şey buldukları vakit de başkalarını tercih eder (dağıtırlar).

Zalim malı dolayısıyla kendisinin muhtaç olmadığını zanneden, orta halli ise dini dolayısıyla başkasına ihtiyaç duymayan, ileri geçen ise Rabbi dolayısıyla başkasına muhtaç olmayandır.

Bir başka açıklama da şöyle yapılmıştır: Zalim Kur'ân'ı okumakla birlikte onunla amel etmeyen, itidal üzere olan kişi Kur'ân'ı okuyup onunla amel eden, ileri giden kimse ise Kur'ân'ı okuyan onunla amel eden ve onu bilen kimsedir.

Bir diğer açıklama: İleri geçen kişi müezzinin ezan okumasından sonra mescide girendir, orta halli ezandan sonra mescide giren, zalim ise namaza ikamet getirildikten sonra mescide giren kimsedir. Çünkü böyle bir kimse ecirden mahrum kalarak nefsine zulmetmiş ve başkasının kazandığı ecri kazanamamış olur.

Bazı ilim ehli de bu hususta şöyle demişlerdir: İleri geçen hem vakte, hem de cemaate yetişerek her iki fazileti elde eden, orta halli vakit hususunda kusuru bulunmamakla birlikte cemaati kaçıran, zalim ise vakti de cemaati de kaçırıncaya kadar namazdan gaflete düşen kimsedir. Böyle bir kimsenin zalim olması en uygundur.

Zalimin kendi nefsini seven, itidal üzere olan orta hallinin dinini seven, ileri gideninse Rabbini seven kimse olduğu da söylenmiştir.

Bir başka açıklamaya göre zalim, adalete talib olmakla birlikte kendisi adil olmayan, orta halli mutedil, hem adalet yapılmasını isteyen hem de adalet yapan, ileri geçen ise adalet yapmakla birlikte (kendisine) adalet yapılmasını istemeyen kimsedir.

Âişe (radıyallahü anha) da şöyle demiştir: İleri geçen hicretten önce İslâm'a giren, orta yollu hicretten sonra müslüman olan, zalim kimse ise ancak kılıç zoruyla müslüman olan kimsedir. Bunların hepsine de mağfiret olunmuştur.

Derim ki: es-Sa'lebî tefsirinde bu görüşleri ve hatta daha fazlasını zikretmiş bulunmaktadır. Özetle burada iki uç ve ortadakilerden sözedilmektedir.

Ortadaki itidal üzere olan, orta yolu devam ettiren kimse demektir. (Muktasıd'ın türediği kök olan "el-kasd") başka tarafa meyletmeyi terketmek demektir. Cabir b. Huneyy et-Tağlibî'nin şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:

"Krallara biz barışı teslim ederiz, onlar bize karşı itidalli (adaletli) davrandıkları sürece,

Bununla birlikte onlarla Savaşıp onları öldürmek de bize haram değildir."

Yani onlar bize karşı orta yollu hareket ettikleri yani zulmetmedikleri sürece biz de onlarla barış içinde yaşarız. Bununla birlikte adaletsizlik ve zalimlik yapacak olurlarsa, onları öldürmek de bize haram kılınmış değildir. İşte bundan dolayı itidalli kimse (muktesid), iki uç nokta arasındaki bir yerdedir. Böyle bir kimse kendisine zulmedenin yukarısında, hayırlarda ileriye geçmiş olanın da altındadır.

"İşte bu" yani bizim onlara kitabı verişimiz

"büyük lütfün tâ kendisidir."

Kusurlarını bilmekle birlikte onları bu şekilde seçişimiz, büyük lutfun kendisidir, diye açıklandığı gibi, bu üç gruba da cenneti vaadetmek büyük lütfun kendisidir, diye de açıklanmıştır.

3- Âyet-i Kerîmede Öncelikle "Nefsine Zulmeden" Kesimin Sözkonusu Edilmesinin Sebebi:

İlim adamları zalimin, itidal üzere hareket eden ile ileri geçenden önce sözkonusu edilmesini ele alıp açıklamalarda bulunmuşlardır. Onlardan öncelikle sözedilmiş olması daha şerefli olmalarını gerektirmez, denilmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Cehennemlikler ile cennetlikler bir olmaz." (el-Haşr, 59/20)

Zalimin öncelikle sözkonusu edilmesi, fasıkların çokluğu ve daha fazla oluşundan dolayıdır. Orta halli olanlar ise onlara nisbeten azdır, ileri geçenler ise azdan da daha azdır, diye açıklanmıştır. ez-Zemahşerî sadece bu açıklamayı zikretmiş ve başka açıklamadan sözetmemiştir.

Bir açıklama da şöyledir: Zalimi öncelikle sözkonusu etmesi, Allah'ın rahmetini ummasının pekiştirilen bir husus olması gerektiğinden dolayıdır. Zira böyle bir kimsenin Rabbinin rahmetinden başka güvenecek hiçbir şeyi yoktur. Orta halli kimse ise hüsn ü zannına binaen Allah'a güvenir, ileri geçen ise itaati dolayısıyla ümit sahibidir.

Şöyle de açıklanmıştır: Zalimin öncelikle sözkonusu edilmesi, Allah'ın rahmetinden ümit kesmemesi, ileri geçenin sonradan sözkonusu edilmesi ise ameline kanarak kendisini beğenmemesi içindir.

Cafer b. Muhammed b. Ali es-Sadık (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: Yüce Allah'ın zalimi önce zikretmiş olması, ilâhî rahmet ve keremi dışında hiçbir şeyde ona yakınlaşamayacağından, zulmün ise, eğer ilâhî bir inayet sözkonusu ise, seçilmiş olmayı etkilemeyeceğinden dolayıdır. Daha sonra yüce Allah orta hallileri sözkonusu etmiştir, çünkü bunlar korku ile ümit arasında bir yerdedirler. Son olarak da ileri geçenleri zikretmiştir. Kimse Allah'ın mekrinden kendisini emniyette hissetmesin diye. Bununla birlikte hepsi de ihlâs kelimesi olan "lâ ilâhe illâlah Muhammedu'r-Resûlüllah" kelimesi hürmetine cennette olacaklardır.

Muhammed b. Ali et-Tirmizî şöyle demiştir: Yüce Allah hepsini seçilmişlik noktasında ilâhî bağışlara dair ileri sürülecek gerekçeleri ortadan kaldırmak için toplamıştır. Çünkü seçilmek mirasçı olmayı gerektirir, yoksa mirasçı olmak seçilmeyi değil. Bundan dolayı hikmetli sözler arasında şöyle denilmiştir: Önce nesebin sahih olduğunu ortaya koy, sonra miras sahibi olduğunu iddia et.

Bir açıklama da şöyledir: Yüce Allah'ın ileri geçeni sonradan sözkonusu etmesi (anılışı itibariyle), cennet ve mükâfatlara daha yakın olması içindir. Nitekim el-Hac Sûresi'nde (22/40. âyet-i kerîmede) manastırlar ile kilise ve havraları mescidlerden önce sözkonusu etmiştir. Böylelikle manastırlar yıkılmaya ve harab olmaya (anılış itibariyle) daha yakın olsun, mescidler de yüce Allah'ın adının anılmasına daha yakın olsun diye.

Bir diğer açıklamaya göre hükümdarlar bir kaç şeyi birarada anmak istedikleri takdirde daha alt mertebede olanı öncelikle zikrederler. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Şüphe yok ki Rabbin cezayı çabucak verendir ve muhakkak ki O, mağfiret ve rahmet edendir." (el-Araf, 7/167);

"Dilediğine kızlar ihsan eder, dilediğine de erkek evlat bağışlar." (eş-Şura, 42/49); "Cehennemlikler ile cennetlikler bir olmaz." (el-Haşr, 59/20)

Derim ki: Şu beyiti söyleyen ne güzel söylemiş:

"Bu cömertliğin gayesi sensin ve ancak,

Gayelere işin sonunda ulaşılır."

33

(Bu mükâfat) Adn cennetleridir ki, oraya girerler. Orada altın bileziklerle ve incilerle süslenirler. Orada elbiseleri de ipektir.

4- Mü’minlere Mükâfat Olarak Verilecek Olan Cennet İle Cennetliklerin Allah'a Hamdetmeleri:

"Adn cennetleridir ki oraya girerler" âyeti ile yüce Allah, hepsinin cennete gireceklerinden sözetmektedir. Çünkü o bir mirastır. (Anne-babasına) kötü davranan ile iyi davranan kimse eğer nesebleri kabul edilen kimseler iseler mirasta aynı durumdadırlar. O halde isyankâr da, itaatkar da Rabbin varlığını kabul etmektedir.

"Adn cennetleri" âyeti tekil olarak; diye de okunmuştur. Bu önceden de geçtiği gibi sanki azlıkları dolayısıyla ileri geçen kimselere has olan bir cennet gibi bir izlenim vermektedir.

"Adn cennetlerine" diye zahir olan fiilin açıkladığı bir fiil takdiri ile nasb ile de okunmuştur. Yani onların girecekleri yer Adn cennetleridir. Bu da hepsi için sözkonusu olacaktır. Yüce Allah'ın izniyle sahih olan görüş de budur.

Ebû Amr,

"oraya girerler" anlamındaki âyeti: "Oraya girdirilirler" diye "ye" harfini ötreli, "hı" harfini de üstün olarak okumuş ve şöyle demiştir: Çünkü "süslenirler" diye buyurulmuştur.

"Orada altın bileziklerle ve incilerle süslenirler. Orada elbiseleri de ipektir" âyetine dair açıklamalar daha önceden el-Hac Sûresi'nde (22/23. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

34

Diyeceklerdir ki: "Bizden üzüntüyü gideren Allah'a hamdolsun. Muhakkak Rabbimiz mağfiret edicidir, Şekûrdur.

"Diyeceklerdir ki: Bizden üzüntüyü gideren Allah'a hamdolsun" âyeti hakkında Ebû Sabit şöyle demiştir: Bir adam mescide girip şöyle demiş: Allah'ım garipliğime merhamet buyur, yalnızlığımı tesellilendir ve bana salih bir kimseyi meclis arkadaşı kıl. Bunun üzerine Ebû'd-Derda şöyle demiş: Eğer bu söylediklerinde samimi ise şüphesiz bundan dolayı ben senden daha mutluyum. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Sonra Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras verdik. Onlardan kimisi nefsine zulmedicidir, kimisi itidal üzeredir, kimisi de Allah'ın izni ile hayırlarda öne geçmiştir." İşte şu ileri geçen kişi gelir ve hesabsız olarak cennete girer. Orta halli kimse ise kolay bir şekilde hesaba çekilir. Nefsine zulmeden kişi ise, makamda hapsedilir, azarlanır, ona sitemler edilir. Sonra da cennete girer. İşte; "bizden üzüntüyü gideren Allah'a hamdolsun. Muhakkak Rabbimiz merhamet edicidir, Şekurdur" diyecekler bunlardır. Bir başka lafızda da şöyle denilmektedir: Nefislerine zulmedenlere gelince, işte mahşer boyunca alıkonulacaklar bunlardır. Sonra bunları yüce Allah rahmeti ile karşılar. İşte bundan dolayı: "Bizden üzüntüyü gideren Allah'a homdulsun. Muhakkak Rabbimiz mağfiret edicidir, Şekurdur... Burada bize hiçbir usanç da dokunmayacak diyecekler bunlardır." Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, VII, 95.

Şöyle de denilmiştir: Bu bulunduğu yerde yaptıklarının cezası kendisine verilen kimsedir. Yani karşı karşıya kalacağı keder ve üzüntü dolayısıyla günahları keffaret edilecektir. İşte yüce Allah'ın:

"Kim bir kötülük yaparsa, onun cezasını görür" (en-Nisa, 4/123) âyeti da bu kabildendir ki, dünyada cezasını çeker, demektir.

es-Sa'lebî de şöyle demektedir: Bu açıklama âyetlerin zahirine daha uygun görülmektedir. Çünkü yüce Allah:

"Adn cennetleridir ki oraya girerler." diye buyurmaktadır. Ayrıca "kullarımızdan seçtiklerimize" diye buyurmuştur. Kâfir ve münafık ise seçilmiş kimseler değildirler.

Derim ki: İşte sahih olan budur. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Kur'ân'ı okuyan münafıkın misali reyhan (fesleğen)e benzer. Kokusu hoş fakat tadı acıdır." Buhârî, IV, 1917, V, 2070, VI, 2748; Müslim, I, 549; Tirmizî, V, 150; Dârimî, II, 535; Ebû Dâvûd, IV, 259; Nesâî, VIII, 124; İbn Mâce, I, 77; Müsned, IV, 403, 408. Böylelikle Peygamber münafıkın da Kur'ân okuduğunu haber vermektedir. Şanı yüce Allah da münafıkın cehennemin en aşağısında olacağını bildirmiştir. Günümüzde de birçok kâfir, yahudi ve hristiyan bunu okumaktadırlar. Malik dedi ki: Kendisinde hiçbir hayır bulunmayan kişi de Kur'ân okuyabilir.

35

"O ki lütfü ile bizleri ebedi kalıcılık yurduna yerleştirdi. Burada bize hiçbir yorgunluk değmeyecek, burada bize hiçbir usanç da dokunmayacak."

Yorgunluk; da "usanç ve bitkinlik" demektir.

36

O inkarcılara gelince, onlar için cehennem ateşi vardır. Onlar hakkında hüküm verilmez ki ölsünler. Onların üzerinden (cehennem) azabından bir şey de hafifletilmez. İşte Biz küfürde ısrar eden herkesi böyle cezalandırırız.

Yüce Allah cennetlikleri, hallerini ve söyleyecekleri sözleri sözkonusu ettikten sonra,

"o inkâr edenlere gelince, onlar için cehennem ateşi vardır"

âyeti ile de cehennemlikleri, onların hallerini ve söyleyecekleri sözleri zikretmektedir.

"Onlar hakkında hüküm verilmez ki ölsünler" âyeti:

"Orada ölmez de, dirilmez de." (Ta-Ha, 20/74) âyetine benzemektedir.

"Onların üzerinden (cehennem) azabından bir şey de hafifletilmez" âyeti da;

"Derileri piştikçe azâbı tatmaları için derilerini başka derilerle değiştireceğiz" (en-Nisa, 4/56) âyetine benzemektedir.

"İşte Biz, küfürde ısrar eden herkesi" yani Allah'ı ve Rasûlünü inkâr eden herkesi

"böyle cezalandırırız."

el-Hasen "ölsünler" anlamındaki âyeti şeklinde, sonunda bir "nun" ile okumuştur. Bu durumda nefyin cevabı zikredilmemiş olur ve o takdirde bu lâfız "hüküm verilmez" anlamındaki fiile atfedilmiş olur. İfadenin takdiri de şöyle olur: Onlar hakkında hüküm de verilmez ve ölmezler de. Yüce Allah'ın:

"Onlara izin de verilmeyecek ki, özür dilesinler." (el-Murselat, 77/36) âyetine benzemektedir.

el-Kisaî şöyle demektedir:

"Onlara izin de verilmeyecek ki özür dilesinler" (el-Mürselat, 77/36) âyeti Mushaf'ta "nun" iledir. Çünkü bu âyet sonudur. Diğer taraftan "onlar hakkında hüküm verilmez ki ölsünler" âyeti âyet sonu değildir. Bununla birlikte bunların birisi hakkında söylenebilen şey, öbürü hakkında da söylenebilir.

37

Ve onlar orada feryad ederler: "Rabbimiz, bizi çıkar ki önceden işlediğimizden başka türlü salih bir amel işleyelim." "Sizi düşünecek kimsenin öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı? Ve size uyarıcı gelmedi mi? O halde şimdi tadın (azâbı). Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur."

"Ve onlar orada feryad ederler." Yani cehennem ateşi içerisinde yüksek sesle yardım isterler.

"Yüksek ses"; "Yüksek sesle yardım isteyen"; "Yardıma koşan" anlamındadır. Şair şöyle demektedir:

"Bize dehşete kapılmış yardım isteyen bir kimse geldi mi,

Ona yüksek sesle verilen karşılık, mızrak uçlarının tahtalarına çakılmasıydı."

"Rabbimiz bizi çıkar ki" yani onlar: Rabbimiz bizi cehennemden çıkar ve dünyaya geri döndür, derler.

"Önceden işlediğimizden" yani şirkten

"başka türlü salih bir amel işleyelim." İbn Abbâs: Lâ ilâhe illâlah diyelim diye açıklamıştır. İşte onların

"önceden işlediğimizden başka türlü" sözlerinin anlamı da budur. Yani biz küfür yerine îman edelim, masiyet işlemek yerine itaat edelim ve rasûllerin emirlerine uyalım.

"Sizi düşünecek kimsenin öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı?" âyeti onların bu dualarına verilecek cevabtır. Onlara şöyle denilecektir... demektir. Buna göre "denilecektir" âyeti hazfedilmiştir.

Buhârî şöyle bir başlık açmıştır: "Altmış yıl yaşayan bir kimsenin yüce Allah'a karşı ileri sürecek bir mazereti kalmamıştır. Çünkü yüce Allah:

"Sizi düşünecek kimsenin öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı? Ve size uyarıcı"

yani saçların ağarması

"gelmedi mi?" diye buyurmaktadır.": Bize Abdu's-Selam b. Mutahhar anlattı dedi ki: Bize Ömer b. Ali anlattı, dedi ki: Bize Ma'n b. Muhammed el-Ğıfarî, Said b. Ebi Said el-Makburî'den anlattı. O Ebû Hüreyre'den, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan naklen dedi ki: "Yüce Allah bir kimsenin ecelini altmış yıl yaşayacak kadar ertelediği takdirde o kimsenin Allah'a karşı ileri sürecek bir mazereti kalmaz." Buhârî, V, 2360; Müsned, II, 417.

el-Hattabî dedi ki: "Ona ileri sürecek bir mazeret bırakmadı" yani bu hususta en ileri noktaya varıncaya kadar hertürlü mazeretini elinden aldı, demektir. Arapların: "(........): Uyaran kimseye karşı bir mazeret ileri sürülemez" sözleri de buradan gelmektedir. Yani böyle bir kimse öncelikle uyarmış olduğundan ötürü artık ona karşı bir mazeret ileri sürmeye imkan kalmamıştır. Anlamı şudur: Yüce Allah, bir kimseye altmış yıllık bir ömür verecek olursa, onun ileri sürecek bir mazereti kalmamış olur. Çünkü altmış yaşı artık ölümün yakınlaştığı bir yaştır. Bu Allah'a dönüşün, huzurunda saygıyla eğilişin, ölümü ve yüce Allah'a kavuşmayı bekleyişin yaşıdır. Bu yaşta ardı arkasına uyarılar gelir ve mazeretler bir bir çürütülür. Birincisi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) iledir. Ondan sonra ölüm (çoğunlukla) kırk ve altmış yaşlarında görülür.

Ali, İbn Abbâs ve Ebû Hüreyre yüce Allah'ın:

"Sizi düşünecek kimsenin öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı?" âyetinin te'vili hakkında: Bu altmış yaştır, demişlerdir.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da verdiği bir öğütte şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Öncelikle uyaran bir kimse gerçekten başkalarının mazeretlerini çürütmekte oldukça ileri gitmiş demektir. Gerçek şu ki, yüce Allah tarafından bir münadi altmış yaşında olanlara: "Sizi düşünecek kimsenin öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı?" diye seslenir. " Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübra, III, 370; Taberanî, Evsat, VIII, 49, IX, 66.

Tirmizî el-Hakim de Atâ b. Ebi Rebah'ın rivâyet ettiği İbn Abbâs'ın şu sözlerini zikretmektedir: İbn Abbâs dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kıyâmet günü olacağında altmış yaşındakilere seslenilir. Bu ise yüce Allah'ın: "Sizi düşünecek kimsenin öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı?" diye buyurduğu yaştır." et-Tirmizî el-Hakim, Nevadiru'l-Usul, II, 156. Bir önceki nota bakınız

Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre bu, kırk yaşıdır. Hasan-ı Basrî ve Mesrûk'tan da buna benzer bir görüş rivâyet edilmiştir. Bu görüşün de açıklanabilir bir tarafı vardır ve doğrudur. Bu görüşün lehine delil, yüce Allah'ın:

"Nihayet o yiğitlik ve olgunluk çağına ulaşanca ve kırk yaşına varınca..." (el-Ahkaf, 45/15) âyetidir. Kırk yaşında akıl en ileri derecesine ulaşır, olgunlaşır. Bundan önce ve sonraki dönemlerde ise akıl bu yaştakinden daha eksiktir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Malik dedi ki: Ben bizim şehrimizde ilim ehlini hem dünyayı, hem ilmi taleb ederken yetiştim. İnsanlarla oturup kalktıklarını gördüm. Bu onlardan herhangi birisi kırk yaşına gelinceye kadar böyle sürüyordu. Bu yaşa geldiler mi insanlardan ayrılır ve ölüm gelip kendilerini buluncaya kadar kıyâmet ile meşgul olurlardı. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/142. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

İbn Mâce'nin kaydettiği rivâyete göre Ebû Hüreyre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: "Ümmetimin ömürleri altmış ile yetmiş arasıdır. Bu yaşı aşanları çok azdır. " İbn Mâce, II, 1415.

"Ve size uyarıcı gelmedi mi?" âyeti "Size uyarıcılar gelmedi mi?" diye de okunmuştur.

Uyarıcının mahiyeti hakkında farklı görüşler vardır. Kur'ân-ı Kerîm olduğu söylendiği gibi, Allah Rasûlü olduğu da söylenmiştir. Bu Zeyd b. Ali ile İbn Zeyd'in görüşüdür.

İbn Abbâs, İkrime, Süfyan, Vekî', el-Hüseyn b. el-Fadl, el-Ferrâ'' ve et-Taberî ise saçların ağırmasıdır, demişlerdir. Uyaranın sıtma (yüksek ateş) olduğu söylendiği gibi, aile fertlerinin, akrabaların ölümü olduğu, aklın kemal derecesine ulaşması olduğu da söylenmiştir.

Buradaki

“Uyarıcı" uyarmak anlamındadır.

Derim ki: Saçların ağarması, ateşin yükselmesi, yakınların ölmesi hep ölüm ile ilgili uyarıcılardır. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Humma (ateş yükselmesi) ölümün öncüsüdür." Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, V, 95.

el-Ezherî şöyle demiştir: Bunun anlamı hummanın ölümün elçisi olduğudur. Sanki humma ölümün yaklaşmakta olduğunu hissettirir ve gelmek üzere olduğunu belirterek uyarır. Saçların ağarması da aynı şekilde bir uyarıcıdır. Çünkü bu, olgunlaşma yaşında baş gösterir. Artık oyun ve oyalanma yaşı olan gençlik yaşından uzaklaşmanın bir alametidir. Şair şöyle demiştir:

"Ağaran saçları kişiye (gelen) ölümün uyarıcılarından gördüm,

Uyarıcı olarak da sana bu yeter."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Ben ona: Ağaran saçlar ömrümün uyarıcısıdır,

Ve uyaranın yüzünü karartacak değilim, dedim."

Yakınların, akrabaların, arkadaşların, kardeşlerin ölümü ise, her vakit ve her anda, her lahza ve her zamanda yolculuğa çıkma zamanının geldiğini hatırlatmakta ve uyarmaktadır. Şair şöyle demiştir:

"Görüyorum ki, sen onları taşıyor ve geri getirmiyorsun,

Sanki ben seni taşınmış ve geri getirilmemiş halde görür gibiyim."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Her zaman ölüm kefeni açmakta,

Bizler ise bize yapılmak istenenlerden yana gafletteyiz."

Aklın olgunluğuna gelince, bununla işlerin hakikati bilinir ve iyiliklerle, kötülükler arasındaki fark anlaşılır. Aklı başında olan bir kimse âhireti için ameı eder ve Rabbinin nezdinde bulunanlara rağbet eder. İşte bu da bir uyarıcıdır.

Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelince, yüce Allah, onu bütün kullarına ileri sürebilecekleri herhangi bir delilleri kalmaması için bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak göndermiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"...Ta ki insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın." (en-Nisa, 4/165);

"Biz bir rasûl göndermedikçe de azâb ediciler değiliz." (el-İsra, 17/15)

"O halde şimdi tadın." Yani cehennem azabını... Çünkü sizler ibret de almadınız, öğüt de almadınız.

"Zâlimlerin" kendilerini Allah'ın azabından kurtaracak

"hiçbir yardımcısı yoktur."

38

Şüphe yok ki Allah göklerin de, yerin de gaybını bilendir. Çünkü O, göğüslerin özünde olanı çok iyi bilendir.

Bu âyetin anlamı daha önce birkaç yerde geçmiş bulunmaktadır. Yani O, eğer sizleri dünyaya tekrar geri döndürecek olsaydı, hiçbir şekilde salih amel işlemeyeceğinizi bilmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Eğer geri döndürülürlerse, yine kendilerine yasaklanan şeylere geri dönerler." (el-En'am, 6/28)

“Çok iyi bilendir" lâfzının) okuyuşu eğer tenvinsiz gelirse, hem mazi, hem de muzari fiil anlamını taşır. Eğer tenvinli gelirse, sadece mazi anlamında kullanılabilir.

39

O, sizi yeryüzünde halifeler yapandır. Artık kim inkâr ederse, küfrü kendi aleyhinedir. Kâfirlere küfürleri Rabblerinin nezdinde aşırı bir buğzdan başka şeylerini arttırmaz. Kâfirlere küfürleri zarardan başka şeylerini arttırmaz.

"O, sizi yeryüzünde halifeler yapandır" âyetini Katade: Bir nesil diğerinin yerini, bir kavim diğerinin yerini tutmak suretiyle, diye açıklamıştır.

"Halef önce gidenden sonra gelen demektir. Bundan dolayı Ebubekir'e: Ey Allah'ın halifesi denildiğinde o: Ben Allah'ın halifesi değilim, ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın halifesiyim ve ben buna razıyım, diye cevab vermiştir.

"Artık kim inkâr ederse, küfrü" nün cezası ki, bu dünyadaki ikab ile âhiretteki azabdır

"kendi aleyhinedir."

"Kâfirlere küfürleri Rabblerinin nezdinde aşırı bir buğzdan" yani öfke ve gazaptan

"başka şeylerini arttırmaz."

"Kâfirlere küfürleri zarardan" helâk oluştan ve sapıklıktan

"başka şeylerini arttırmaz."

40

De ki: "Allah'tan gayrı ibadet ettiğiniz ortaklarınızı gördünüz mü? Yerden ne yarattılar? Bana gösterin. Yoksa onların göklerde bir ortaklıkları mı vardır? Yoksa Biz onlara bir kitab verdik de kendileri ondan apaçık bir delil üzerinde midirler? Halbuki zâlimler birbirlerine aldatmaktan başka bir vaadde bulunmazlar."

"De ki: Allah'tan gayrı ibadet ettiğiniz ortaklarınızı gördünüz mü?" âyetindeki

"ortaklarınızı" anlamındaki lâfız

"gördünüz mü?" fiili ile nasbedilmiştir. Merfu okunması câiz değildir. Ancak Sîbeveyh'e göre; "Ben Zeyd'in kimin babası olduğunu bildim" sözünde ref câiz olabilir. Çünkü bu durumda "Zeyd" mana itibariyle hakkında soru sorulan kimsedir. Eğer: "Ne dersin, sence Zeyd kimin babasıdır?" denilecek olursa, sadece ref hali caizdir. Aralarındaki farka gelince: Bunun anlamı: Bana onun hakkında haber ver, şeklindedir. İşte burada bu âyetin anlamı da şudur: Siz bana Allah'tan gayrı çağırdığınız ortaklarınız hakkında haber verin. Siz onlara göklerin yaratılışında bir ortaklıkları olduğu için mi yoksa yerden herhangi bir şeyi yarattıkları için mi ibadet ediyorsunuz?

"Yoksa Biz onlara bir kitab verdik." Yani onların yanında ortaklıklarına dair indirmiş olduğumuz bir kitab mı vardır?

Bu ifadede yüce Allah'tan başkasına ibadet edenlerin tutumları reddedilmektedir. Çünkü onlar herhangi bir kitapta yüce Allah'ın kendisinden başkasına ibadet edilmesini emrettiğine dair bir şey bulamazlar.

"...de kendileri ondan apaçık bir delil üzerinde midirler?" âyetindeki

"Apaçık bir delil üzerinde" lâfzını İbn Kesîr, Ebû Amr, Hamza ve Âsım'dan rivâyetle Hafs, tekil olarak okumuşlar, diğerleri ise çoğul olarak okumuşlardır. Her ikisi de anlam itibariyle birbirine yakındır, ancak çoğul kıraati daha uygundur. Zira tekil ile okuyanların kıraatinin büyük çoğunluğun kıraatine muhalefet etmiş olma ihtimali yahut da; "Talha bana geldi" deyip "te" harfi üzerinde vakıf yapanların kullanışı gibi olabilir. Ancak böyle bir kullanım çok az ve istisnai bir şekildir. Bu açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır. Ebû Hatim ve Ebû Ubeyd ise şöyle demişlerdir: Çoğul ile okuyuş, hatta uygunluğu dolayısıyla daha uygundur. Çünkü Osman (radıyallahü anh)'ın Mushaf'ında; "Apaçık deliller" şeklinde "elif" ve "te" iledir.

"Halbuki zâlimler birbirlerine aldatmaktan başka bir vaadde bulunmazlar." Yani onların vaadleri aldatan batıllardan ibarettir. Bu ise ileri gelenlerin aşağı mertebede olanlara söyledikleri: Bunlar sizin ilâhlarınızdır, size fayda verir ve sizi yakınlaştırır şeklindeki sözleridir. Şeytan bu hususları müşriklere vaadeder diye açıklandığı gibi, onlara karşı zafer kazanacaklarına dair vaadde bulunmuştur, diye de açıklanmıştır.

41

Muhakkak ki Allah, göklerle yeri zeval bulmasınlar diye tutar. Eğer zeval bulsalar, yemin olsun ki O'ndan başka hiçbir kimse onları tutamaz. Muhakkak O, Halimdir, mağfiret edicidir.

Yüce Allah, onların ilâhlarının göklerle yerden hiçbir şey yaratma gücüne sahip olmadıklarını açıkladıktan sonra

"muhakkak ki Allah, göklerle yeri zeval bulmasınlar diye tutar" âyeti ile her ikisinin yaratıcısının da, onları tutanın da Allah olduğunu ve O var etmedikçe yaratılmış hiçbir varlığın var olmadığını, O'nun verdiği beka olmadıkça kalıcılığını sürdüremeyeceğini açıklamaktadır.

"Diye" nasb mahallinde ve zeval bulmaları istenmediğinden yahut ta zeval bulmamaları için, anlamındadır yahut ta manaya hamledilir, çünkü anlam şudur: Yüce Allah, göklerin ve yerin zeval bulmalarını engeller. O takdirde böyle bir hazfedilmiş ifadenin varlığını kabul etmeye gerek kalmaz, ez-Zeccâc'ın görüşü de budur.

"Eğer zeval bulsalar, yemin olsun ki O'ndan başka hiçbir kimse onları tutamaz" âyeti hakkında el-Ferrâ'' şöyle demektedir: Yani eğer zeval bulsalar hiçbir kimse onları tutamaz. Buradaki âyeti, olumsuzluk edatı anlamındadır. (el-Ferrâ'' devamla) dedi ki: Bu da yüce Allah'ın:

"Eğer Biz bir rüzgar göndersek, onlar da ardından onu sararmış görürlerse, bundan sonra onlar muhakkak inkâra saparlar" (er-Rum, 30/51) âyetine benzemektedir.

Kıyâmet gününde sonlarının gelmesinin kastedildiği de söylenmiştir. İbrahim'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: İbn Mes'ûd'un arkadaşlarından bir adam Ka'b el-Ahbar'ın yanına ilim öğrenmek üzere gitti. Geri döndüğünde İbn Mes'ûd ona: Ka'b'dan neler öğrendin? diye sordu. Ka'b'ı şöyle derken dinledim diye cevab verdi: Sema bir meleğin omuzu üzerindeki bir sütunda değirmen taşının ekseni gibi bir eksen üzerinde döner. Abdullah ona şöyle dedi: İsterdim ki, sen bineğinle ve üzerindeki yüküyle yıkılmış olsaydın. Ka'b yalan söylüyor, o yahudiliğini terketmemiştir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Muhakkak ki Allah, göklerle yeri zeval bulmasınlar diye tutar." Şüphesiz ki semalar dönmez. Eğer dönseydi zeval bulmuş olacaklardı.

İbn Abbâs'tan da buna benzer bir rivâyet gelmiştir. O Şam'dan gelen bir adama: Orada kiminle karşılaştın? diye sormuş. Adam, Ka'b ile karşılaştım demiş. Peki Ka'b'ın neler söylediğini duydun? diye sorunca, şu cevabı vermiş: Ben onu şu sözleri söylerken dinledim: Gökler bir meleğin omuzu üzerindedir. İbn Abbâs, Ka'b yalan söyledi, o hâlâ yahudiliğini terketmedi mi? Şüphesiz yüce Allah:

"Muhakkak ki Allah, göklerle yeri zeval bulmasınlar diye tutar" diye buyurmaktadır demiş.

Semavat yedi, yerler de yedi tanedir. Ancak yüce Allah, her ikisini de müzekker olarak zikredince, onları iki şeymiş gibi zikretmiştir (bundan dolayı tesniye: ikil zamir kullanmıştır.) O bakımdan zamir her ikisine ait olmuştur. Bu da yüce Allah'ın şu âyetine benzemektedir:

"...ki göklerle yer (ikisi) birleşik ve yapışık idi. Biz onları (o ikisini) ayırdık." (el-Enbiya, 21/30) Daha sonra yüce Allah âyet-i kerîmeyi "muhakkak O, Halimdir, mağfiret edicidir" âyeti ile bitirmektedir. Çünkü bazı te'vil bilginlerinin naklettiklerine göre anlam şöyledir: Yüce Allah, göklerle yeri kâfirlerin küfrü ve

"Allah evlat edindi" şeklindeki sözleri dolayısıyla zeval bulmasınla; diye tutar. el-Kelbî şöyle demektedir: Yahudiler: Uzeyr, Allah'ın oğludur. Hristiyanlar: Mesih, Allah'ın oğludur demeye koyulunca, göklerle yer neredeyse yerlerinden zeval bulacaklardı. Yüce Allah, onları tuttu ve bu hususta şu âyet-i kerîmeyi indirdi:

"Yemin olsun ki siz pek çirkin bir şey söylediniz. Bundan dolayı nerdeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp dağılarak yıkılacak. Rahmân'a evlat isnad ettiler diye." (Meryem, 19/89-91)

42

Onlar, eğer kendilerine bir korkutucu gelse mutlaka o ümmetlerin (her) birinden daha çok hidayette olacaklarına yeminlerinin en büyüğü ile, Allah'a yemin içtiler. Fakat onlara bir korkutucu geldiğinde bu onların uzaklaşmalarından başka bir şeylerini arttırmadı.

"Onlar eğer kendilerine bir korkutucu gelse... yeminlerinin en büyüğü ile Allah'a yemin içtiler" âyetinde kendilerinden sözedilenler Kureyşlilerdir. Onlar; Allah, Rasûlü Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak göndermeden önce yemin etmişlerdi... Bu yemini de Kitab ehlinin rasûllerini yalanladıklarına dair bilgi sahibi olduklarında yapmışlardı. Bundan ötürü onlardan peygamberini yalanlayan kimselere lanet ettiler ve şanı yüce Allah'ın adına yemin ile:

"Eğer kendilerine bir korkutucu" yani peygamber

"gelse, mutlaka o ümmetlerin (her) birinden" yani kitab ehlinden, rasûlleri yalanlayan kimselerden

"daha hidayette olacaklarına yeminlerinin en büyüğü ile Allah'a yemin içtiler." Araplar, İsrailoğullarından peygamberler geldiği gibi, kendilerinden de bir peygamber gelmesini temenni edip duruyorlardı. Bu temenni ettikleri ve kendilerinden olan o uyarıcı peygamber onlara gelince, ondan uzaklaştılar, ona îman etmediler.

43

Yeryüzünde büyüklenerek ve kötü düzenler kurarak.. Kötü düzen ise ancak sahiplerini kuşatır. Acaba onlar geçmiş olanların sünnetinden başkasını mı gözlüyorlar? Sen Allah'ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın. Sen Allah'ın sünnetinde asla bir değiştirme bulamazsın.

“Yeryüzünde büyüklenerek" îmana karşı büyüklük göstererek

"ve kötü düzenler kurarak" yani kötü amellerinin düzeni olarak... Bu ise küfür ve zayıfları aldatmaktır. Kendilerine uyanların sayısı artsın diye onları imandan alıkoymaktır.

"O ümmetlerin birinden" âyetinde "biri" anlamındaki lâfzın müennes gelmesi "ümmet" lâfzının müennes oluşundan dolayıdır. Bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır.

Hamza ve el-Ahfeş de: kötü düzenler kurarak... Kötü düzen ise ancak sahiblerini kuşatır" diye (kötü anlamındaki) ilk kelimeden i'rabı hazfedip ikincisinde i'rablı okumuşlardır.

ez-Zeccâc der ki: Böyle bir okuyuş lahndir (yanlış okumadır). Bunun lahn oluş sebebi ise bu kelimeden i'rabın hazfedilmesidir. el-Müberred ise böyle bir şeyin konuşmada da, şiirde de câiz olmayacağını iddia etmiştir. Çünkü i'rabın harekelerinin hazfi câiz değildir. Zira bu harekeler anlamlar arasındaki farkı ortaya çıkarmak için gelmişlerdir. Bazı nahivciler ise üstün değerine ve konumuna rağmen el-A'meş'in bu şekilde okumasını çok büyük bir iş kabul etmiş ve şöyle demiştir: O bu kelime üzerinde vakıf yapardı, yanlışlık ondan bunu rivâyet edenindir. Buna delil ise sakin okuduğu kelimede anlamın tamam oluşudur. İkincisinde ise anlam tamam olmadığından dolayı (rivâyet edenlerin) ittifakı ile i'rablı okumuştur. Diğer taraftan ikincisinde hareke, birincisinden daha da ağırdır. Çünkü ikinci hareke iki kesre arasında bir ötredir. Bazı nahivciler de bu hususta Hamza'nın lehine Sîbeveyh'in görüşünü ve onun ve başkalarının şu beyiti zikretmiş olduğunu delil göstermişlerdir:

"Eğrildiklerinde: Arkadaş doğrult derim."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"İç, bugün Allah'a karşı bir günaha girme endişesi,

Taşımadan ve içmeye davet edilmesen bile."

Ancak bunun delil olacak tarafı yoktur. Çünkü Sîbeveyh böyle bir şeyi câiz kabul etmiş değildir. O sadece bazı nahivcilerden bunu nakletmiştir. Kimi ilim adamı, ilim adamlarından bazısı, birisi diye nakledilen bir rivâyette delil olacak bir taraf yoktur. O bunu sadece istisnai ve şiir zaruretine bir örnek olmak üzere zikretmiştir. Kaldı ki bu hususta ona muhalefet de edilmiştir. ez-Zeccâc'ın iddiasına göre Ebû'l-Abbas (bu mısraı) ona şöylece zikretmiştir:

"Eğrildiklerinde: Arkadaş doğrult, derim."

Yine o:

"İç, bugün günaha girme endişesi taşımadan."

Diye emir olarak vasıl elifi ile nakletmiştir. Bütün bunları en-Nehhâs zikretmiştir.

ez-Zemahşerî şöyle demektedir: Hamza: "Kötü düzen" lâfzını hemzesi sakin olarak okumuştur. Buna sebeb ise onun harekeleri ağır bulmasıdır. Bu harekeyi gizlice (ihtilas) çıkartmış olup da onun sakin okuduğu sanılmış yahut ta hafif bir vakıf yaptıktan sonra; Ancak... kuşatır" diye okumaya başlamış olabilir. İbn Mes'ûd ise; "Kötü bir düzen (kurarak)" diye okumuştur.

el-Mehdevî de şöyle demektedir: Yüce Allah'ın:

"Kötü düzenler" âyetinde hemzeyi sakin okuyanlar, orada vakıf takdirine göre okumuşlar, sonra da vakıf kaidesine uygun olarak vasıl ile okumuş yahut da kesreler ile "ye"lerin arka arkaya gelişi dolayısıyla hemzeyi sakin olarak okumuş olabilirler.

Şairin şu mısraında olduğu gibi:

"İç, bugün günaha girme endişesi taşımadan."

el-Kuşeyrî de şöyle demektedir: Hamza: "Kötü düzenler" âyetini hemzeyi sakin olarak okumuştur. Bazıları onun bu okuyuşunu hatalı bulmuşlar, bazıları da: İfade burada tamam olduğundan dolayı vakıf yapmış ve bu noktada ravi hata etmiş olabilir, demişlerdir. Ancak bu onun dere ile okumasında da bu şekilde rivâyet edilmiştir. Daha önce benzeri hususlarda açıklamalarımız geçmiş bulunmaktadır. Orada şöyle demiştik: İstifaza (çok kalabalık sayıdaki kimseler yoluyla) yahut da tevatür yoluyla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın okuduğu sabit olan bir kıraat şeklinin câiz olması kaçınılmaz bir şeydir. Onun lahn olduğunu söylemek câiz olamaz. Bu hususta hata diyenlerin maksadı -(hata dedikleri şekil) fasih olsa bile- başka bir kıraatin ondan daha fasih oluşundan dolayıdır.

"Kötü düzen ise ancak sahiplerini kuşatır." Yani şirkin akıbeti ancak şirk koşanların başına iner. Bunun Bedir'de öldürüleceklerine bir işaret olduğu da söylenmiştir. Şair de şöyle demektedir:

"Ölümü bertaraf ettiler, o da çekildi,

Bir arşın kadar, halbuki daha önce iniyordu."

Görüldüğü gibi burada bu fiil "inmek" anlamında kullanılmıştır. Bu da Kutrub'un görüşüdür.

el-Kelbî ise bu "kuşatıyor" anlamındadır, demiştir. "Kuşatmak" demektir. Mesela, "Onu filan şey kuşattı" denilir.

İbn Abbâs'tan rivâyete göre Ka'b kendisine şöyle demiş: Ben Tevrat'ta şu ifadeyi görüyorum: "Kim kardeşine bir çukur kazarsa, içine düşer." İbn Abbâs da şu cevabı vermiş: Aynısını ben sana Kur'ân'da gösterebilirim. Ka'b nerede? diye sormuş, İbn Abbâs: Yüce Allah'ın:

"Kötü düzen ise ancak sahiplerini kuşatır" âyetini oku, demiştir.

Arapların darb-ı mesellerinde de "kim kardeşine bir kuyu kazarsa, içine kendisi başaşağı düşer." denilmektedir.

ez-Zührî'nin rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Sakın kötü düzen kurma! Kötü düzen kuran hiçbir kimseye de yardımcı olma. Çünkü yüce Allah: "Kötü düzen ise ancak sahiblerini kuşatır" diye buyurmaktadır. Hiçbir zaman haddi aşma, haddi aşan kimseye de yardımcı olma. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Kim (ahdini) bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur." (el-Feth, 48/10);

"Sizin taşkınlığınız ancak kendi aleyhinizedir" (Yûnus, 10/23) diye buyurmaktadır." İbnu'l-Mübarek, Zühd, I, 252. Hikmet sahiblerinden birisi de şöyle demiştir:

"Ey yaptıklarında zalim olan kişi,

Zulüm zalimlik edene geri döndürülür.

Ne zamana kadar ve ne vakte kadar,

Musibetleri sayıp durursun da, nimetleri unutursun?"

Hadiste de: "Kötü düzen ve aldatma cehennemdedir" denilmektedir. Buradaki "cehennemdedir" ifadesi âhirette bunları yapanları cehennem ateşine sokar, demektir. Çünkü bu, kâfirlerin huylarındandır. Hayırlı mü’minlerin huyundan değildir. Bundan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hadisin devamında şöyle demiştir: "Kötü düzen, aldatmak ve hainlik mü’minin ahlakından değildir."

İşte bu ifadeler bu kötü huya sahib olmaktan ve imanın şerefli ahlakının sınırları dışına çıkmaktan en ileri derecede sakındırmaktadır.

"Acaba onlar geçmiş olanların sünnetinden başkasını mı gözlüyorlar."

Yani onlar ancak önceki kâfirlerin tepesine inmiş azâbı gözetlemektedirler.

"Sen Allah'ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın ve sen Allah'ın sünnetinde asla bir değiştirme bulamazsın." Yani yüce Allah kâfirlere azâb göndermiştir. Bunu kâfirler hakkındaki bir sünneti kılmıştır. O bu azaba hak kazananları benzeri ile azablandırır. Kimse bunu değiştiremez, kimse bu azâbı kendisinden uzaklaştırıp başkasının başına gelmesini sağlayamaz.

Sünnet yol demektir, çoğulu sünen gelir. Al-i İmrân Sûresi'nde (3/137. âyetin tefsirinde) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah sünneti kendisine izafe etmiş bulunmaktadır. Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "(Bu) senden önce gönderdiğimiz peygamberler için de uyguladığımız sünnettir." (el-İsra, 17/77) Burada da sünneti belli bir topluluğa izafe etmiştir, çünkü durum her iki taraf ile alakalıdır. Bu, ecel gibidir, kimi zaman yüce Allah'a izafe edilir, kimi zaman da topluluğa izafe edilir. Yüce Allah:

"Allah'ın belirlediği ecel elbette gelicidir." (el-Ankebut, 29/5) diye buyurduğu gibi, bir başka yerde de:

"Onların ecelleri geldiğinde" (en-Nahl, 16/61) diye buyurmaktadır.

44

Onlar kendilerinden öncekilerin akıbetinin nasıl olduklarını görmeleri için yeryüzünde dolaşmadılar mı? Hem onlar bunlardan daha çetin bir güce sahib idiler. Göklerde olsun, yerde olsun hiçbir şey Allah'ı aciz bırakacak değildir. Muhakkak O, en iyi bilendir, herşeye güç yetirendir.

Yüce Allah, sözkonusu ettiği sünneti açıklamaktadır. Yani bunlar Âd ve Semud ile Medyen ve benzerlerine rasûlleri yalanlamaları dolayısıyla indirdiğimiz azâbı görmediler mi? Onlar yaşadıkları yerlere, evlerine bakarak ve başlarına gelenlere dair tevatür yoluyla işittikleri üzerinde iyice düşünmediler mi? Bunda bir ibret ve onlara bir açıklama yok mu? Bunlar öbürlerinden daha hayırlı ve daha güçlü değillerdir. Öncekiler daha güçlü idiler.

Buna delil yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Hem onlar bunlardan daha çetin bir güce sahib idiler. Göklerde olsun, yerde olsun hiçbir şey Allah'ı aciz bırakacak değildir." Yani O, bir kavme azâbı indirmeyi murad edecek olursa, bunların hiçbirisi O'nu aciz bırakamaz.

"Muhakkak O, en iyi bilendir, herşeye güç yetirendir."

45

Eğer Allah, kazandıkları sebebi ile insanları sorgulayacak olsaydı, onun sırtında dolaşanların hiçbirini bırakmazdı. Fakat O, bunları belirlenmiş bir vakte kadar geri bırakıyor. Belirlenmiş olan o vakitleri gelince, muhakkak Allah, kullarını en iyi görendir.

"Eğer Allah, kazandıkları" yani işledikleri günahları

"sebebi ile insanları sorgulayacak olsaydı, onun sırtında dolaşanların hiçbirini bırakmazdı." İbn Mes'ûd dedi ki: Bununla yüce Allah, hareket eden ve yürüyen bütün canlıları kastetmektedir. Katade dedi ki: Bu Nûh (aleyhisselâm)'ın döneminde yapıldı.

el-Kelbî dedi ki:

"Dolaşanlar" buyruğurıyla, sadece cinleri ve insanları kastetmektedir. Çünkü akılları dolayısıyla mükellef tutulanlar bunlardır. İbn Cerir, el-Ahfeş ve el-Huseyn b. el-Fadl da şöyle demişlerdir: Burada canlı (dabbe) ile sadece insanları kastetmiştir.

Derim ki: Birinci görüş daha kuvvetlidir, çünkü o görüş büyük bir sahabiden nakledilmiştir. İbn Mes'ûd dedi ki: Âdemoğlunun günahları dolayısıyla nerdeyse pislik böceği dahi yuvasında azaba mahkum edilecek.

Yahya b. Ebi Kesir dedi ki: Bir adam iyiliği emredip münkerden sakındırdı. Bir başka adam ona: Sen kendine bak, çünkü zalim bir kimse ancak kendisine zarar verir, dedi. Bunun üzerine Ebû Hüreyre şu cevabı verdi: Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah adına yemin ederim ki, yalan söyledin. Sonra (devamla) dedi ki: Nefsim elinde olana yemin olsun ki, toy kuşu dahi, kendi yuvasında açlıktan zalimin zulmü sebebiyle ölür.

es-Sumalî ile Yahya b. Sellam bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demişlerdir: Allah yağmur yağdırmayıverir ve herşey helâk olur gider. el-Bakara Sûresi'nde buna benzer bir rivâyet İkrime'den ve Mücahid'den yüce Allah'ın:

"...Hem de lanet edenler, lanet eder." (el-Bakara, 2/159) âyetinin tefsirinde (7. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Buna göre bunlar haşerat ve hayvanlardır. Hakkı gizleyen kötü âlimlerin günahları sebebiyle bunlar da kıtlık ve kuraklık musibetine duçar edilirler, bunun üzerine onlara lanet okurlar. Yine orada el-Bera b. Azib'in rivâyet ettiği şu hadisi de zikretmiştik: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın:

"Ve onlara lanet edenler, lanet eder" âyeti hakkında: "(Bunlar) yeryüzündeki canlı varlıklardır" demiştir. Said b. Mansur, Sünen, II, 638, 639; İbn Mâce, II, 1334; Beyhakî, Şuabu'l-Îman, III, 198; Deylemî, Firdevs, III, 198.

"Fakat O bunları belirlenmiş bir vakte kadar geri bırakıyor" âyeti hakkında Mücahid şöyle demektedir: Belirlenmiş vakit (ecel-i müsemma) yüce Allah'ın Levh-i Mahfuz'da kendilerine vaadettiği süredir. Yahya da o, kıyâmet günüdür, diye açıklamıştır.

"Muhakkak Allah, kullarını" aralarından cezayı kimin hakettiğini

"en iyi görendir."

Burada: " ...ce" lâfzındaki âmilin: "Görendir" olması câiz değildir. Nitekim: "Bugün muhakkak Zeyd çıkacaktır" ifadesinde de câiz olmadığı gibi. Onda amil: "Geldi" fiilidir. Çünkü bu edat şart harflerine (edatlarına) benzemektedir. Ceza anlamı taşıyan isimlerde sonradan gelen lâfızlar amel edebilir. Sîbeveyh ise ancak şiirde 'in ceza edatı olarak kullanılabileceği görüşündedir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Kılıçlarımız kısa gelecek olursa, onları ulaştıran,

Düşmanlarımıza bizim adımlarımız olur, o vakit de çarpışırız."

Fâtır Sûresi burada sona ermektedir. Allah'a hamd u senalar olsun.

0 ﴿