SAFFÂT SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile. İcma' ile Mekke'de inmiştir.

1

Yemin olsun saf saf duranlara,

2

Haykırarak sürenlere,

3

Zikir okuyup duranlara;

"Yemin olsun saf saf duranlara, haykırarak sürenlere, zikir okuyup duranlara" (mealindeki) âyetlerini kıraat âlimlerinin çoğunluğu bu şekilde (yani ilk kelimelerin sonlarındaki "te" harfi ile ondan sonra gelen harfler birbirine idgam edilmeden izhar ile) okumuşlardır. Hamza ise üçünde de (âyetlerin ilk kelimelerinin sonlarındaki "te" harfini bir sonraki kelimenin ilk harfine) idgam ile okumuştur. Bu ise Ahmed b. Hanbel'in işittiği vakit hoşlanmadığı kıraattir.

en-Nehhâs dedi ki: Bu kıraatin Arapça bakımından doğru olma ihtimali üç yönden uzaktır.

1- "Te" harfi (birinci âyette yer alan ikinci kelimenin ilk harfi olan) "sad" harfi ile aynı mahreçten çıkmadığı gibi (ikinci âyetin, ikinci kelimesinin ilk harfi olan) "ze"nin mahrecinden de değildir. (Üçüncü âyetteki ikinci kelimenin ilk harfi olan) "zel" harfinin mahrecinden de değildir. Mahreç itibariyle bunlara yakın da değildir. "Te" harfinin mahreç itibariyle yakınından çıkan harfler ise "ti" ile "dal" harfleridir. "Ze" harfinin "sad" ve "sin" harfleri, "zel" harfinin ise "zı" ve "(peltek) se" harfleridir.

2- "Te" bir kelimede ondan sonraki diğer harfler ise bir diğer kelimede bulunmaktadır.

3- Eğer bu harf sonrakilerden birisi ile idgam edilecek olursa, iki ayrı kelimede sakin iki harf, arka arkaya getirilmiş olur. Böyle bir durumda arka arkaya iki sakinin gelmesinin câiz olması, her ikisinin tek bir kelimede olması halinde kabul edilebilir. kelimeleri gibi.

Hamza'nın kıraati de şöyle açıklanabilir: "Te" bu harflere mahreç itibariyle bir dereceye kadar yakınlık arzetmektedir.

"Yemin olsun saf saf duranlara" âyeti bir kasemdir. Buradaki "vav" yemin için getirilen (be)'den bedeldir. Saf saf duranların Rabbine yemin olsun, demektir.

"Haykırarak sürenlere" âyeti da ona atfedilmiştir.

"Şüphesiz sizin ilâhınız birdir" âyeti yeminin cevabıdır. el-Kisaî yemin halinde in hemzesinin üstün okunabileceğini de kabul etmiştir.

"Saf saf duranlara" âyeti ile

"zikir okuyup duranlara" âyetine kadarki âyetlerde kastedilenler İbn Abbâs, İbn Mes’ûd, İkrime, Said b. Cübeyr, Mücahid ve Katade'ye göre meleklerdir. Melekler semada dünyada mü’minlerin namaz için saf tutmaları gibi saf tutarlar.

Kanatlarını havada durarak saf olarak dizdiklerini ve yüce Allah dilediği emri onlara verinceye kadar böylece durduklarını söyleyenler de vardır. Bu ise kulların hükümdarları önünde saf saf durmalarını andırır.

el-Hasen der ki: Namazlarında Rabbleri huzurunda saf saf dizildikleri için

"yemin olsun saf saf duranlara" diye buyurulmuştur.

Bir başka açıklamaya göre burada kastedilenler kuşlardır. Bunun delili de yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Üzerlerinde saf saf (sıra sıra) dizilip kanatlarını açıp kapayan kuşları görmediler mi?" (el-Mülk, 67/19)

Saf, topluluğun namazdaki saf gibi belli bir çizgi üzerinde düzene sokulması demektir.

"Saf saf duranlar" âyeti cem'ul-cem' (çoğulun da çoğulu)dur. Mesela: "Saf halinde dizilmiş bir topluluk" denilir. Daha sonra da bunun: "Saf saf dizilenler" diye çoğulu yapılır.

"Saf saf duranlar"dan kastın, namazda yahutta cihadda saf halinde ayakta duran mü’minler topluluğu olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî yapmıştır.

"Haykırarak sürenler", İbn Abbâs, İbn Mes’ûd. Mesrûk ve daha önce açıkladığımız şekilde diğerlerinin görüşlerine göre meleklerdir. Onlara böyle denilmesinin sebebi ya bulutlan -es-Süddî'nin görüşüne göre- haykırarak sürüklemeleri veya öğütlerle, mev'ızelerle, masiyetlerden alıkoymalarıdır.

Katade: Burada kastedilenler Kur'ân-ı Kerîm'in zecredici (yasaklayıcı, alıkoyucu) âyetleridir, demiştir.

"Zikir okuyup duranlara" âyeti ile meleklerin yüce Allah'ın Kitabını okumaları kastedilmektedir. Bu açıklamayı da İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, el-Hasen, Mücahid, İbn Cübeyr ve es-Süddî yapmıştır.

Bu âyet ile sadece Cebrâîl'in kastedildiği ve ondan çoğul lâfzı ile sözedildiği de söylenmiştir. Çünkü o meleklerin büyüğüdür. Onun mutlaka orduları ve ona tabi olanları vardır.

Katade de şöyle demektedir: Maksat yüce Allah'ın zikrini okuyan ve yazan herkesdir.

Bir diğer açıklamaya göre maksat, Kur'ân-ı Kerîm'in âyetleridir. Yüce Allah bu âyetleri okunmak ile nitelendirmiştir. Nitekim bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Gerçekten bu Kur'ân İsrailoğullarına hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeylerin çoğunu anlatır." (en-Neml, 27/76)

Kur'ân'ın âyetlerinin, "tâliyât (biri diğerinin ardından gelenler)" diye adlandırılması mümkündür. Çünkü harflerin biri diğerinin arkasından gelir. Bunu da el-Kuşeyrî zikretmiştir.

el-Maverdî'nin naklettiğine göre de

"tâliyât"dan kasıt, ümmetlerine karşı Allah'ın zikrini okuyan peygamberlerdir.

Şayet, es-Sâffât Sûresi'nde (2 ve 3. âyetlerin başlarında) atf harfi olarak "fe" harfinin kullanılmasının hükmü nedir? diye sorulursa, buna şöyle cevap verilir: Bu harf ya var oluş itibariyle sözü edilen manaların var oluş sırasına delalet eder. Şu beyitte olduğu gibi:

"Keşke (babam) Zeyyabe şu sabahleyin baskın yapan,

Sonra ganimet alan, sonra geri dönen el-Haris'i görüverseydi

(yazık oldu bana, onu öldürüp intikam alamadığım için)."

Şair burada: "Sabah baskın yapan, sonra ganimet alan, sonra da geri dönen..." demiş gibidir.

Ya onların çeşitli açılardan farklılıklarına uygun bir sırayı anlatmaktadır. Mesela, bir kimsenin: "Daha faziletli olanı, sonra daha kamil olanı al. Önce daha iyi olanı, sonra da daha güzel olanı yap" demeye benzer.

Yahutta o sıfatlara sahip varlıkların mertebelerini anlatmak için gelmiş olabilir. Bu da Hz. Peygamber'in: "Allah saçlarını traş edenlere ve kısaltanlara rahmet buyursun" Buhârî, II, 616; Müslim, II. 945, 946; Tirmizî, III, 256; Dârimi, II, 89; Ebû Dâvûd, II, 242; İbn Mâce, II, 1012; Müsned, I, 353, II, 79, 219, 138, 141, IV, 70, V, 381, VI, 402. ifadesine benzer.

İşte es-Sâffât Sûresi'ndeki atıf edatı olarak kullanılan fe harfi bu üç esasa göre açıklanabilir. Bu açıklamayı ez-Zemahşerî yapmıştır.

4

Şüphesiz sizin ilâhınız birdir.

"Şüphesiz sizin ilâhınız birdir" âyeti yeminin cevabıdır.

Mukâtil dedi ki: Çünkü Mekke'deki kâfirler: O bunca ilâhı bırakıp tek bir ilâh olduğunu mu söylüyor? Bir tek ilâh bütün bu mahlukatın işlerinin hakkından nasıl gelebilir? demişlerdi. Allah da bu varlıkların şan ve şereflerini yüceltmek üzere onlar adına yemin etti ve bu âyet-i kerîme nazil oldu.

5

Göklerle yerin ve aralarında olanların Rabbidir, doğuların da Rabbidir.

İbnu'l-Enbarî dedi ki: Burada vakıf yapmak güzeldir. Sonra da: "O göklerin... Rabbidir" anlamında

"Göklerle yerin ve aralarında olanların Rabbidir" âyeti ile okumaya devam eder.

en-Nehhâs da şöyle demektedir:

"Göklerle yerin... Rabbidir" âyetinin ikinci bir haber olması mümkün olduğu gibi, "birdir" âyetinden bedel olması da mümkündür.

Derim ki: Bu iki açıklamaya göre: "Birdir" lâfzı üzerinde vakıf yapılmaz.

el-Ahfeş: "(O ilâh ki) göklerin Rabbidir... doğuların Rabbidir" şeklinde: "Şüphesiz" lâfzının isminin sıfatı olarak nasb ile okunduğunu nakletmektedir. Şanı yüce Allah vahdaniyetinin ve uluhiyetinin anlamını, kudretinin kemalini: "Göklerin ve yerin Rabbi" olduğunu belirterek açıklamaktadır. Onların yaratıcısı ve mutlak maliki, demektir.

"Ve aralarında olanların Rabbidir, doğuların da Rabbidir." Yani güneşin doğduğu yerlerin de mutlak malikidir.

İbn Abbâs dedi ki: Güneşin her gün için bir doğuş yeri ve bir de batış yeri vardır. Şöyle ki, yüce Allah güneşe ait doğuş yerlerinde üçyüzaltmışbeş yuva yaratmıştır. Batısında da bu kadar yuva halketmiştir. Bunlar güneş senesinin gün sayısı kadardır. Güneş hergün bu yuvalardan birisinde doğar, birisinde batar. Aynı yuvada ancak bir sonraki senenin aynı gününde doğar.

Ayrıca güneş her doğduğunda istemeye istemeye doğar. Der ki: Rabbim, kullarının üzerine beni doğdurma! Ben onların sana isyan ettiklerini görüyorum. Bunu Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) et-Temhid adlı eserinde zikretmiştir. İbnu'l-Enbarî de: "er-Reddu (ala men Halefe Mushafe Osman)" adlı eserinde İkrime'den diye rivâyet etmiştir. İkrime dedi ki: İbn Abbâs'a şöyle sordum: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan Umeyye b. Ebi's-Salt hakkında söylediği rivâyet edilen: "Onun şiiri îman etmiş, kalbi ise inkâr etmişti" sözü hakkında ne dersin? Dedi ki: O haktır, bundan garibinize kaçan nedir? diye sordu. Ben de bundan garibimize kaçan onun şu beyitleridir dedim (ve şu beyitleri okudum):

"Ve güneş her gece sonunda çıkar, kıpkızıl rengiyle;

Onun her sabah rengi kırmızı bir gül gibidir.

O kendi isteğiyle ağır ağır doğmaz üzerlerine

Ancak azâb edilerek ve ancak dövülerek (doğar)."

Peki, güneş ne diye dövülüyor ki? Bunun üzerine İbn Abbâs şöyle dedi: Nefsim elinde olana yemin ederim ki, güneş yetmişbin melek tarafından dürtülmedikçe asla doğmaz. Bu melekler ona: Haydi doğ, haydi doğ derler. O da: Ben Allah'ı bırakıp bana ibadet eden bir kavmin üzerine doğmam, der. Bunun üzerine ona bir melek gelir ve Âdemoğullarının aydınlanması için onu doğdurur. Bu sefer onu doğmaktan alıkoymak isteyen bir şeytan ona gelir. Güneş de o şeytanın iki boynuzu arasında doğar, yüce Allah o şeytanı güneşin altında yakar. İşte Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Güneş ancak bir şeytanın iki boynuzu arasında doğar ve ancak bir şeytanın iki boynuzu arasında batar. Güneş battığı her seferinde mutlaka yüce Allah'ın huzurunda secdeye kapanır. Bir şeytan gelip onu secde etmekten alıkoymak ister ve iki boynuzu arasında batar. Yüce Allah onu güneşin altında yakıverir." Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, II, 224. el-Enbarî'nin lâfzı ile rivâyet bu şekildedir. Ayrıca İkrime'den o da İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Umeyye b. Ebi's-Salt'ı şu şiirinde söylediklerini doğrulamıştır.

"Zuhal (saturn) ve sevr (boğa) onun sağ ayağının altındadır.

Nesr (yıldızı) öbürünün altında, leys (arslan) da bağlanmıştır.

Güneş ise her gece sonunda doğar, kıpkızıl rengiyle,

Onun sabah vakti rengi bir gül gibidir.

O, onlara isteyerek ağır ağır doğmaz üzerlerine,

Ancak âzab edilerek ve dövülerek doğar."

İkrime dedi ki: Ben İbn Abbâs'a: Efendim güneş de dövülür mü? diye sordum, o da şöyle dedi: Onun düşünüp tereddüt etmesi, zorunlu olarak dövülmesini gerektirmiştir. Ancak güneş cezaya uğratılmaktan korkar.

Bu buyruklarda: "Doğuş yerleri"nin sözkonusu edilmesi batış yerlerine de delalet etmektedir. Bundan dolayı "batış yerleri"nden ayrıca söz edilmemiştir. Bu da yüce Allah'ın:

"Sizi sıcaktan koruyacak elbileseler" (en-Nahl, 16/81) âyetine benzemektedir. Özellikle doğuş yerlerinin sözkonusu edilmesi doğuşun batıştan önce oluşundan dolayıdır.

er-Rahmân Sûresi'nde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"O hem iki doğunun Rabbidir, hem de iki batının Rabbidir." (er-Rahmân, 55/17) Bu âyette

"iki doğu" ile güneşin uzun günlerde doğduğu en uzak doğuş yeri ile en kısa günlerdeki doğuş yerini kastetmektedir. Daha önce Yasin Sûresi'nin tefsirinde (36/38. âyetin tefsirinde) geçtiği gibi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

6

Muhakkak Biz, dünyaya en yakın gökyüzünü bir süsle, (yani) yıldızlarla süsledik.

"Muhakkak Biz, dünyaya en yakın gökyüzünü bir süsle, yıldızlarla süsledik" âyeti hakkında Katade şöyle demektedir: Yıldızlar üç hikmetle yaratılmıştır. Şeytanlara atılmak için, kendileri vasıtasıyla yol bulmak üzere bir aydınlık ve dünya semasına da bir süs olmak üzere.

Mesrûk, el-A'meş, en-Nehaî, Âsım ve Hamza: "Bir süsle" âyetini esreli ve tenvinli olarak okumuşlardır.

"Yıldızlarla" âyeti da

"bir süsle" âyetinden bedel olarak esreli okunmuştur. Çünkü her ikisi aynı şeydir. Ebû Bekr de böylece okumuş olmakla birlikte "yıldızlarla" anlamındaki âyeti mastar olan: "Bir süs" lâfzı dolayısı ile nasbedilmiş olarak okumuştur. Biz orada yıldızları süslemekle (semayı süsledik) demek olur. Bununla birlikte: "Yani" takdiri ile nasbedilmesi de mümkündür. Biz, o semayı bir süs ile yani yıldızlarla süsledik, buyrulmuş gibi olur. Yıldızlarla anlamındaki lâfzın "Bir süsle" lâfzının mahallinden bedel olarak (mansup okunduğu) da söylenmiştir.

Bununla birlikte onun süsü yıldızlardır, anlamında olmak üzere veya bu süs işte o yıldızlardır anlamında olmak üzere; şeklinde okunması da mümkündür.

Diğer kıraat âlimleri: "Yıldızların süsü ile" şeklinde izafet olarak okumuşlardır. Yani Bizler yıldızları süslemek ile dünya semasını süsledik. Bu da yıldızların güzelliği ile süsledik demek olur. Anlamın "bir süsle" âyetini tenvinli olarak okuyanların kıraati gibi olması ve hafif olması maksadıyla tenvinin hazfedilmiş olması da mümkündür.

7

Ve itaatten çıkan her şeytandan koruduk.

"Ve itaatten çıkan her şeytandan koruduk" âyetindeki:

“Ve... koruduk" âyeti bir mastardır. "Biz orayı özellikle koruduk" demektir.

"İtaatten çıkan her şeytandan" âyetine gelince, yüce Allah meleklerin semadan vahiy ile indiklerini haber verdikten sonra semayı da yıldızlarla süslemekten başka, (şeytanların) hırsızlama yoluyla melekût aleminde konuşulanları dinlemelerine karşı koruduğunu açıklamaktadır.

"İtaatten çıkan" tabiri cin ve insanlar arasından karşı çıkan, azgınlık eden kimse hakkında kullanılır. Bu şekilde olan herkese Araplar "şeytan" ismini verirler.

8

Onlar, Mele-i a'lâ'yı dinleyemezler ve her taraftan sürülüp atılırlar;

"Onlar Mele-i A'lâ'yı dinleyemezler" âyeti ile ilgili olarak Ebû Hatim şöyle demektedir: Bu dinleyemesinler diye... anlamındadır. Daha sonra; hazfedildiğinden dolayı fiil merfu gelmiştir.

"Mele-i A'lâ" dünya semasında ve daha yukarısında olanlardır. Onların her birisine a'lâ (yüce) vasfının verilmesi, yeryüzünün meleine göredir.

"Dinleyemezler" lâfzındaki zamir şeytanlara aittir.

"Dinle(yemez)ler" lâfzını çoğunluk "sin" harfini sakin, "mim" harfini de şeddesiz olarak diye okumuşlardır, ancak Hamza ve Hafs'ın rivâyetine göre Âsım, "sin" harfi ile "mim" harfini şeddeli olarak: den gelen bir fiil olarak okumuşlardır.

Birinci okuyuş şekline göre; onlar işitmeye çalışsalar dahi işitmelerinin sözkonusu olmadığı anlamı çıkar. Doğru anlam da budur. Ayrıca bunu yüce Allah'ın:

"Çünkü onlar işitmekten kesinlikle uzak tutulmuşlardır" (eş-Şuara, 26/212) âyeti da desteklemektedir.

İkinci okuyuşa göre ise, işitmeye kalkışmalarının da, işitmelerinin de sözkonusu olmadığı anlatılmaktadır.

Mücahid dedi ki: Onlar işitmeye çalışıyorlar, fakat işitemiyorlardı.

İbn Abbâs'tan:

"Onlar Mele-i A'lâ'yı dinleyemezler" âyeti hakkında şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Onlar ne dinleyebilirler, ne de dinlemeye kalkışırlar.

"Dinle(yemez)ler"in aslı; şeklinde olup yakınlığı dolayısı ile "te" harfi "sin"e idgam edilmiştir. Ebû Ubeyd de bunu tercih etmiştir. Çünkü Araplar "onun ne dediğini dinledim" anlamını ifade etmek üzere hemen hemen; şeklini kullanmaz, bunun yerine; derler.

"Ve her taraftan sürülüp atılırlar" yani her taraftan onlara alevli ateşler atılır.

9

Kovularak. Onlar için sürekli bir azâb da vardır.

"Kovularak" lâfzı bir mastar (mef'ûl-i mutlak)dır. Çünkü: " Sürülüp atılırlar" âyetinin anlamı (mastar olarak gelen bu kelimenin muzari fiili olan): "Kovulurlar, sürülürler" anlamındadır. "Onu kovdum, kovmak" demektir.

es-Sülemî ve Yakub el-Hadramî; şeklinde "dal" harfini üstün olarak okumuşlardır. O takdirde bu "fe'ul" vezninde bir mastar olur. el-Ferrâ'' bunu ism-i fail olarak kabul etmiştir. Onlar kendilerini kovan şeyler ile atılırlar yahutta kovulmak suretiyle atılırlar, demek olur. Sonra da (bu anlamı vermek için başına gelmesi gereken) "be" harfi hazfedilmiştir. Kûfeliler bunu çokça kullanırlar. Nitekim şu mısraı da buna örnek olarak zikrederler:

"Sizler o diyara uğrarsınız ve hiç (sağa sola) bükülüp dönmezsiniz."

Bu sürülüp atılmanın Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderilmesinden önce mi, yoksa peygamber olarak gönderilmesinden dolayı peygamberlikten sonra mı olduğu hususunda iki görüş vardır. İleride İbn Abbâs yoluyla el-Cinn Sûresi'nde (72/8-10. âyetlerin tefsirinde) sözkonusu edileceği üzere hadisler bu doğrultuda gelmiştir. Bu iki görüşün birarada anlaşılması (te'lifi) şöylece mümkün olabilir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamber olarak gönderilmesinden önce şeytanlar yıldızlarla taşlanmıyorlardı. Daha sonra taşlanmaya başladılar, diyenler bununla şeytanlar kendilerini dinlemekten alıkoyacak şekilde taşlanmıyorlardı. Fakat kimi zaman taşlanıyorlar, kimi zaman taşlanmıyorlardı, demek isterler. Bir yerde taşlanırlarken, bir başka yerde taşlanmıyorlardı. Belki de yüce Allah'ın:

"Ve her taraftan sürülüp atılırlar. Kovularak.. Onlar için sürekli bir azâb da vardır" âyeti ile bu anlama işaret edilmektedir. Bu da şudur: Onlar ancak bazı yönlerden sürülüp atılırlardı. Nübüvvetten sonra artık her yerden ve kesintisiz olarak kovulmaya, atılmaya başlandılar. Daha önceleri insanlar arasında casusluk yapan kimselere benzerlerdi. Bu casusların kimisi ihtiyacını ele geçirirken, başkası geçiremeyebilir. Birisi esenlikle kurtulurken, başkası kurtulamayabilir, aksine yakalanır ve cezalandırılır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilince semanın korunması daha da arttırıldı, daha önceden sözkonusu olmayan alevli ateş taneleri hazırlandı. Böylelikle semanın herbir tarafından kovulup uzaklaştırılmaları gerçekleştirilsin, daha önceden oturdukları yerlerden hiçbirisinde oturamasınlar. O bakımdan semada cereyan eden hiçbir şeyi işitecek gücü bulamaz oldular. Ancak onlardan, çok hızlı hareket ederek

"hızlıca hırsızlayan" kimseler bundan müstesna olabilmişti. Böyle birisinin de arkasından yere inip onu diğer kardeşlerine telkin etmeden önce alevli bir ateş izler ve onu yakar. İşte bundan dolayı da kâhinlik iptal oldu ve artık risalet ve nübüvvetin ilmi gerçekleşmiş oldu.

Şayet: Eğer bu sürülüp atılma peygamberlik dolayısı ile olmuşsa, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sonra niye devam etmiştir? diye sorulacak olursa, buna da şöyle cevap verilir: Bu, nübüvvetin devamı süresince devam etti. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kâhinliğin artık batıl olduğunu, sonunun geldiğini haber vererek: "Kâhinlik yapmaya kalkışan bizden değildir" Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, V, 103, 117, X. 307. diye buyurmuştur. Şayet ölümünden sonra semanın korunması devam etmeyecek olsaydı, cinler eskisi gibi Mele-i Alâ'yı dinlemeye yeniden başlar ve kâhinlik geri gelirdi. Kahinliğin sonunun getirilmesinden sonra ise böyle bir şey câiz olamaz. Çünkü peygamberliğin sona ermesi dolayısıyla semanın korunması kaldırılacak olursa ve buna bağlı olarak kehanet tekrar ortaya çıkarsa, zayıf (inançlı) müslümanlar şüpheye düşebilir ve nübüvvetin bitmiş olması dolayısıyla artık kâhinliğin yeniden geldiğini zannetmeyeceklerinden yana emin olunamaz. O halde hikmet, hem Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hayatında, hem de yüce Allah onu ilâhi lütuflarının arasına almak üzere vefatından sonra, semanın korunmasının devam etmesini gerektirmektedir.

"Onlar için sürekli bir azâb da vardır." Mücahid ve Katade'den gelen rivâyete göre bu, kesintisiz azâb demektir. İbn Abbâs oldukça çetin bir azâb diye açıklamış, el-Kelbî, es-Süddî ve Ebû Salih ise çok can yakıcı, ıstırap verici diye açıklamışlardır. Bu da acısı kalbe kadar ulaşan, anlamındadır. -Bu şekilde açıklanan-: lâfzı, "hastalık" demek olan; den alınmıştır.

10

Meğer ki hızlıca hırsızlayıp bir şey kapan olsun. Hemen arkasından parlak delici bir alev ona yetişir.

"Meğer ki hızlıca hırsızlayıp bir şey kapan olsun" âyeti daha önce geçen

"ve her taraftan sürülüp atılırlar" âyetinden bir istisnadır. Buradaki istisnanın vahyin dışındaki şeylerden olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah:

"Çünkü onlar işitmekten kesinlikle uzak tutulmuşlardır" (eş-Şuara, 26/212) diye buyurmaktadır. Bunun sonucunda onlardan herhangi birisi, meleklerin kendi aralarında dünyada olacak şeyler ile ilgili konuşmalarından -yeryüzündekiler bunu bilmeden- birşeyleri hırsızlayarak işitebilir. Bu, şeytanların cisimlerinin hafifliğinden ötürüdür. Onlar da bunu işittikleri vakit parlak ve delici alevler ile taşlanır, kovalanırlar.

Bu hususta sahih birtakım hadisler de rivâyet edilmiştir ki; bunların muhtevası şudur: Şeytanlar semaya doğru çıkar ve dinlemek maksadıyla biri diğerinin üstüne çıkardı. En cesurları semaya doğru ilerlerdi, daha sonra ondan sonraki, sonra da diğeri gelirdi. Yüce Allah yer işleri ile ilgili bir emir verir. Semadakiler bunu sözkonusu eder ve semaya en yakın şeytan bu sözü işitirdi. İşittiği bu sözü kendisinin altındakine telkin ederdi. Dinlediği bu sözü diğerine telkin etmiş iken bazan gelen alevli bir ateş onu yakardı, bazan da -önceden de açıkladığımız gibi- onu yakmazdı. İşte bu söz kâhinlere kadar iner, onlar buna yüz yalan daha katardı. O çaldıkları kelime doğru olarak çıkar, bunun neticesinde ise cahiller -önceden el-En'am Sûresi'nde (6/59- âyet, 2. başlıkta) açıkladığımız gibi- kâhinlerin söylediklerinin hepsinin doğru olduğuna inanırlardı. Yüce Allah İslâm'ı gönderince, bu sefer sema sıkı bir şekilde koruma altına alındı. Bir söz işitmiş, hiçbir şeytan kurtulamaz oldu. İşte kovalamak üzere atılan yıldızlar insanların kayıyor gördükleri yıldızlardır.

en-Nekkaş ve Mekkî dedi ki: Bunlar semada akan (hareket eden, sabit olmayan) gezegenler değildir. Zira hareket eden bu gezegenlerin hareketi görülmez. Kovalamak üzere atılan bu yıldızların hareketi ise bize yakın olduklarından ötürü görülebilmektedir. Bu hususta yeterli açıklamalar daha önce el-Hicr Sûresi'nde (15/17-18. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Ayrıca Sebe' Sûresi'nde (34/23- âyetin tefsirinde) Ebû Hüreyre'nin bu husustaki hadisini de zikretmiş bulunuyoruz. O hadiste de şu ifadeler yer almaktadır: "... Şeytanlar da biri diğerinin üstündedir." Tirmizî de bu hadis hakkında: Hasen, sahih bir hadistir demiştir Buhârî, IV, 1736, 1804; Tirmizî, V, 362; ibnMace, I, 69.

Yine Tirmizî'de, İbn Abbâs'tan şöyle dediği kaydedilmektedir: "Şeytanlar gizlice dinledikleri sözü kaparlar, bunu diğerlerine telkin ederler. Sonra da bu sözü kendi dostlarına bırakıverirler. İşte doğru şekliyle söyledikleri haktır. Fakat onlar hem bunu tahrif ederler, hem de daha başka şeyler ilave ederler." (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir Tirmizî, V, 362; Ahmed b. Şuayb en-Nesâî, es-Sünenü'l-Kübra, VI, 374.

(Hadîs-i şerîfte geçen (ve hızlıca kapmak, almak anlamı verilen): "Bir şeyi hızlıca almak" demektir. "Hızlıca aldı" şekillerinde kullanılır. Şeddeli kullanımlarında asıl; şeklidir. Burada "te" ile "ti" harfleri mahreçlerinin yakınlığı dolayısıyla idgam edilmişlerdir. "Hı" harfinin üstün okunması ise "te" harfinin üstün olan harekesinin ona verilmesi dolayısıyladır. "Hı"yı esreli okuyanlar ise iki sakinin arka arkaya gelmesinden ötürü böyle okurlar. "Ti" harfini esreli söyleyenler ise kesreleri arka arkaya (itba1) getirmiş olurlar.

"Hemen arkasından parlak, delici bir alev ona yetişir." ed-Dahhak, el-Hasen ve başkaları ışık saçıcı (bir alev) diye açıklamışlardır. Ateş yıldızların, onları denize düşürünceye kadar takip ettiğinin anlatılmak istendiği de söylenmiştir. İbn Şihab da burada sözü edilen "parlak, delici alev" hakkında şöyle demektedir: Bu alev öldürmeksizin onları yakar. İnsanlar üzerine düşen alevli yıldızlar ise sabit yıldızlardan değildir. Buna da onların hareket ettiklerinin görülmesi delildir. Sabit yıldızlar ise akıp gitmekle birlikte uzaklıklarından ötürü hareketleri görülemez. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiştir.

"Parlak alev"in çoğulu şeklinde gelir. Bunun azlık çoğulu kıyasa göre: şeklinde gelmesi gerekmekle birlikte, bu şeklin Araplar tarafından kullanıldığı işitilmemiştir.

Parlak (mealde delici) demektir. Bu açıklamayı el-Hasen, Mücahid ve Ebû Miclez yapmışlardır. Şairin şu mısraı da bu anlamdadır:

"Senin çakmak taşın ise onun çakmak taşlarından daha parlaktır."

Daha ışık saçıcıdır, demektir.

el-Ahfeş bu kelimenin çoğul şeklinin: "Parlak yıldızlar" diye kullanımları nakletmektedir.

el-Kisaî de şunu nakletmektedir: "Ateş alev aldı, alır, ateş alev almak" denilir. "Ben ateşi alevlendirdim" anlamındadır.

Zeyd b. Eslem de; 'in alev saçan anlamında olduğunu söylemiştir. Bu da Arapların: "Çakmağını alevlendir" yani ateşini yak, tabirlerinden alınmıştır. Bu açıklamayı el-Ahfeş yapmış ve şairin şu beyitini de zikretmiştir:

"Kişi ışık saçan parlak bir alev iken,

Zaman ışığını (şimşeğini) çakar da o da sönüverir."

11

Şimdi sor onlara: Yaratılış itibarı ile kendileri mi daha güçlüdür, yoksa yarattıklarımız mı? Biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık.

"Şimdi sor onlara" yani Mekkelilere. Buradaki:

"Sor onlara" ifadesi, "Müftüye fetva sormak" tabirinden alınmıştır.

"Yaratılış itibarı ile kendileri mi daha güçlüdür, yoksa yarattıklarımız?"

Mücahid'e göre; yarattığımız gökler, yer, dağlar ve denizler "mi?" daha güçlüdür, demektir.

Bir görüşe göre bunun kapsamı içerisine melekler ve daha önce geçmiş ümmetler de girmektedir. Buna da, onlar hakkında: "kimseler" diye haber vermiş olması delalet etmektedir. Said b. Cübeyr dedi ki: Maksad meleklerdir. Başkası ise buradaki:

"Kimseler"den kasıt geçmiş ümmetlerdir. Bu geçmiş ümmetler Mekkelilerden yaratılış itibarı ile daha güçlü oldukları halde, helâk edilmişlerdir.

Bu âyet-i kerîme Ebû’l-Eşed b. Kelede hakkında inmiştir. Ona Ebû'l-Eşed denilmesi, şiddetle yakalayışı ve güçlü oluşundan ötürüdür. İleride bundan, Beled Sûresi'nde (90/5- âyetin tefsirinde) sözedilecektir.

Bu âyet-i kerimenin bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetleridir:

"Göklerle yerin yaratılması -yemin olsun ki- insanların yaratılışından daha büyüktür." (el-Mu'min, 40/57);

"Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü mü?" (en-Naziat, 79/27)

"Biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık." İbn Abbâs buradaki: lâfzını, yapışkan, yapışıcı diye açıklamıştır. Ali (radıyallahü anh)'ın şu beyitinde de bu anlamdadır:

"Şunu öğren ki; yüce Allah seni geniş imkanlara sahip kılmıştır,

Ve hayırlı bir ahlaka; hepsi sana yapışıktır."

Katade ve İbn Zeyd de bunu: "Yapışıcı" diye açıklamışlardır. el-Maverdî de şöyle demektedir: ("Yapışkan" anlamı verilen kelimenin açıklaması olarak belirtilen) lasık ile lazık arasındaki fark şudur: Lasık birbirine yapıştırılmış olan demektir. Lazık ise, kendisine değen şeye yapışan demektir.

İkrime: "lazib: yapışkan" kelimesi birbirini tutan, birbirine yapışan demektir, demiştir. Said b. Cübeyr de güzel, sıcak, ele yapışan demektir, der. Mücahid de lazım (yapışan) diye açıklamıştır. Araplar "lazib bir çamur ve lazım bir çamur" diyerek be yerine "mim"i kullanırlar. Nitekim "be"yi, "mim"e değiştirmek esası üzere latib ve lazim de derler. Lazim, sabit olan şey demektir. Mesela; "Filan şey sabit ve değişmezin bir vuruşu gibi oldu" denilir. Bu da "lazım"dan daha fasihtir.

Şair en-Nabiğa şöyle demiştir:

"Sakın hayırdan sonra şer gelmeyecek sanmayın,

Kötülüğü de ayrılmayan, yakayı bırakmayan bir vuruş saymayın."

el-Ferrâ'', Arapların "tînun latıb" tabirini "lazım" anlamında kullandıklarını nakletmektedir. Latıb ise sabit demektir. Buradan hareketle Araplar: "Sabit oldu. olur, sabit olmak" derler. "Yapıştı, yapışır -müzarisinin ikinci harfi olan "ze" ötrelidir- yapışmak" gibidir. Ebû'l-Cerrah "latıb"in kullanılışına örnek olmak üzere şu beyitleri zikretmektedir:

"Eğer bu içmiş olduğum bir nebizden dolayı ise,

Artık şüphesiz ben tevbe ediyorum nebiz içmekten.

Bir başağnsı, kemiklerde bir halsizlik ve bir durgunluk.

Ayrılıp gitmeyen (latib) içteki bir hıçkırıkla beraber, bir de keder."

Latib aynı zamanda tıpkı lazib gibi lasık (yapışan) anlamında da kullanılır. el-Cevherî bunu el-Esmaî'den nakledilmiş olarak zikreder. es-Süddî ve el-Kelbî de (âyet-i kerimede yapışkan anlamı verilen) lazibin katıksız ve halis anlamına geldiğini söylemişlerdir. Mücahid ile ed-Dahhak ise kokuşmuş demek olduğunu söylemişlerdir.

12

Evet, sen şaşıyorsun, onlar ise alay ediyorlar.

"Evet sen şaşıyorsun, onlar ise alay ediyorlar" âyetindeki: "(........): Sen şaşıyorsun" lâfzını Medineliler, Ebû Amr ve Âsım Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hitab olmak üzere "te" harfini üstün olarak okumuşlardır. Yani sen, sana indirilen Kur'ân-ı Kerîm'den ötürü şaşıyorken, onlar ise onunla alay etmektedir. Şureyh'in kıraati de böyledir. O (te harfinin) ötreli okunuşunu (Ben şaşıyorum, demek olur) kabul etmeyerek şöyfeder: Allah herhangi bir şeye şaşmaz, bilgisi olmayan kimse ancak şaşar.

Manası: Halbuki sen onların öldükten sonra dirilişi inkâr etmelerine şaşıyorsun, şeklinde olduğu da söylenmiştir

Âsım dışında Kûfeliler ise "te" harfini ötreli okumuşlardır. Ebû Ubeyd ve el-Ferrâ'' bu kıraati tercih etmişlerdir. Bu Ali ve İbn Mes'ûd'dan da rivâyet edilmiştir. Ayrıca Şu'be bunu el-A'meş'ten, o Ebû Vail'den, o Abdullah b. Mesud'dan diye rivâyet etmiş ve onun: "Ben ise şaşıyorum" diye "te" harfini ötreli olarak okuduğunu belirtmiştir. Bu kıraat İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmektedir.

el-Ferrâ'' yüce Allah'ın:

"Evet, sen şaşıyorsun. Onlar ise alay ediyorlar"

âyeti hakkında şunları söylemektedir: İnsanlar bunu "te" harfi hem üstün, hem de ötreli olarak okumuşlardır. Ben ötreli okuyuşu daha çok tercih ederim, çünkü bu okuyuş Ali, Abdullah ve İbn Mes’ûd'dan rivâyet edilmiştir. Ebû Zekeriya el-Ferrâ'' dedi ki: Şaşmak (aceb) eğer yüce Allah'a isnad edilirse, bu kulların şaşması gibi Allah'ın şaşması anlamında değildir. Nitekim yüce Allah'ın:

"Allah onlarla alay eder" (el-Bakara, 2/15) âyetinde de böyledir. Yüce Allah'ın alayı elbette ki kulların alayı gibi değildir.

Bu açıklama böyle bir kıraati kabul etmeyen Şureyh'in görüşünün de yersiz olduğunu ortaya koymaktadır.

Cerir ile el-A'meş, Ebû Vail Şakik b. Seleme'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Abdullah b. Mesud: "Evet, ben şaşıyorum, onlar ise alay ediyorlar" (anlamında te harfi ötreli olarak) okumuştur. Şureyh dedi ki: Muhakkak Allah herhangi bir şeye şaşmaz, bilmeyen kimse ancak şaşar. el-A'meş dedi ki: Ben bunu İbrahim'e naklettim de o da şöyle dedi: Şureyh kendi görüşünü beğenen bir kimse idi. Şüphesiz Abdullah (b. Mesud) Şureyh'ten daha alim idi. Bununla birlikte Abdullah bunu: "Evet, ben şaşıyorum" diye okumuştur.

el-Herevî der ki: İleri gelen ilim adamlarından birisi yüce Allah'ın:

"Evet, Ben şaşıyorum" âyetinin Ben onların şaşmalarının cezasını verdim, anlamında olduğunu söylemiştir. Çünkü yüce Allah başka yerlerde onların hakkı şaşkınlıkla karşıladıklarını haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Kendilerinden bir korkutucu geldi diye şaştılar" (Sad, 38/4) diye buyurduğu gibi:

"Muhakkak bu çok şaşılacak bir şeydir" (Sad, 38/5) dediler;

"İçlerinden bir adama... diye vahiy göndermemiz insanlar için şaşılacak bir şey mi ki..." (Yûnus, 10/2) Burada da yüce Allah:

"Evet, ben şaşıyorum" diye buyurmaktadır. Onların şaşmalarının cezasını verdim, demektir.

Derim ki: İşte bu, el-Ferrâ'nın yaptığı açıklamaların anlamını daha bir tamamlamaktadır. el-Beyhakî de bunu tercih etmiştir. Ali b. Süleyman da şöyle demiştir: Her iki kıraatin de anlamı birdir. İfadenin takdiri de şöyledir: Ya Muhammed deki: Evet ben şaştım. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân'ın muhatabıdır. en-Nehhâs der ki: Bu güzel bir açıklamadır ve "de ki" anlamındaki ifadelerin takdiri çokça görülen bir husustur. el-Beyhakî ise birincisi daha sahihtir, demektedir.

el-Mehdevî de şöyle der: Bu yüce Allah'ın kendi zatı ile ilgili olarak bir şaşkınlığı haber vermek anlamında olabilir. O takdirde şöyle yorumlanır: Kendisini inkâr eden kimselere karşılık olarak verdiği emirleri ve onlara gazablanışı, yaratılmışların şaşkınlıkları konumuna benzer. Nitekim yüce Allah'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen rivâyetlerde belirtildiği üzere razı olduğu kimselerin durumunu anlatmak üzere kendi zatı hakkında "gülme" Hadîs-i şerîflerde çeşitli kiplerde ve farklı lâfızlar Cenab-ı Allah'a "gülmek" isnad edilmektedir. Örnek olmak üzere bazılarına işaret edelim: Buhârî, II, 1040, IV, 1854; Müslim, I, 166, 177; Müsned, II, 275, 293, 318, 464, 511, III, 80: tabiri de şuna yorumlanır: O böyle bir kimseye yaratılmışların gülüşlerinin konumunda olacak şekilde, ondan razı olduğunu ortaya koymuş olacaktır. Bu anlatım da bir mecazi anlatımdır ve ifadeleri bir genişletmedir.

el-Herevî der ki: Denildiğine göre "Rabbiniz şaştı, hayret etti" ifadesi razı oldu ve mükâfat verdi, anlamındadır. Gerçek anlamında bir şaşmak (bir anlamı da beğenmektir) olmamakla birlikte, ona bu ismi vermiş bulunmaktadır. Nitekim yüce Allah:

"Allah da tuzak kurar." (el-Enfal, 8/30) diye buyurmaktadır ki bu onların tuzak kurmalarının cezasını verir anlamındadır. Nitekim hadisteki şu ifade de bunun gibidir: "Rabbiniz feryad edip yakınmanıza ve ümit kesmenize şaşar. "Şaşırtmak, hayret ve teaccüb etmek" manasındaki "acibe" fiili de bir çok rivâyette Cenab-ı Allah'a isnad edilmiş bulunmaktadır. Örnek olmak üzere bazılarını kaydedelim; Buhârî, III, 1096, 1382, IV, 1854; Müslim, III, 1624; Ebû Davud, III, 19, 56; Müsned, I, 128, 416, II, 302, 406, 448, 457.

Acep, bazan yapılan bir amelin Allah nezdinde çok büyük bir değer taşıması anlamında da kullanılır. Buna göre: "Evet, ben şaşarım" âyeti onların yaptıkları bu iş nezdimde çok büyüktür, anlamında olur.

el-Beyhakî der ki: Ukbe b. Amirin rivâyet ettiği şu hadisin de anlamının böyle olma ihtimali vardır: Ben Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Rabbin hevasına meyli olmayan bir gence şaşar (beğenir)." Müsned, IV, 151; Taberani, el-Mu'cemu'l-Kebir, XVII, 309; Ebû Ya'la, Müsned, III, 288; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, X 270, hadisin Ahmed, Ebû Ya'la ve Taberani tarafından rivâyet edildiği ve senedinin hasen olduğu kaydıyla.

Buhârî'nin, Ebû Hüreyre'den yaptığı rivâyet de böyledir. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Rabbin cennete zincirlerle bağlı oldukları halde girecek bir topluluğa şaşar." Buhârî, III, 1096; İbn Hibban, Sahih, I, 343; Ebû Davud, III, 56; Müsned, II, 302, 406,

Beyhakî der ki: Bu hadis ve buna benzer varid olan diğer hadislerin yüce Allah'ın meleklerini kullarına merhamet ve keremi dolayısı ile hayrete düşürmüş olduğu anlamına da gelebilir. Çünkü o kendisine îman etmek için savaşla ve zincirlere vurulan esirlik ile de olsa, mecbur etme yoluna gitmiştir. Nihayet ona îman edince cennete sokacak hale getirmiştir.

"Evet, sen şaşıyorsun" âyetinin sen böyle bir şeyi kabul etmiyorsun, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı en-Nekkaş nakletmiştir. el-Huseyn b. el-Fadl dedi ki: Allah'ın bir şeye şaşması (taaccub etmesi), o şeyi reddetmesi ve o işin çok büyük bir şey olduğunu ortaya koyması demektir. Arapların anlatım üslubu böyledir. Rivâyette de: "Rabbiniz sizin feryad edip sızlanmanıza ve ümit kesmenize şaşar." âyeti gelmiş bulunmaktadır.

"Onlar ise alay ediyorlar" âyetindeki "vav"ın hal "vav"ı olduğu söylenmiştir. Onların alay etmeleri hali sırasında sen de onlara şaştın, demektir.

"Sen şaşıyorsun" ile ifadenin tamam olduğu, sonra da yeni bir cümle olarak "onlar alay ediyorlar" diye yeni bir cümlenin başladığı da söylenmiştir. Bu da getirdiğin Kur'ân'ı onlara okumandan ötürü alay ediyorlar demek olur. Kendilerini davet ettiğin vakit seninle alay ediyorlar, diye de açıklanmıştır.

13

Onlara öğüt verilse, öğüt almazlar.

"Onlara öğüt verilse" Katade'nin açıklamasına göre Kur'ân ile onlara öğüt verildiği takdirde

"öğüt almazlar." Ondan yararlanmazlar. Said b. Cübeyr dedi ki: Onlara kendilerinden önceki yalanlayıcıların başına gelenler hatırlatıldığı vakit bu hatırlatmadan yüz çevirirler ve üzerinde düşünmezler.

14

Bir âyet görseler aralarında alay ederler.

"Bir ayet" yani mucize

"görseler, aralarında alay ederler." Katade'nin açıklamasına göre alay ederler ve bu bir büyüdür, derler. (Âyet-i kerimedeki kullanımı ile): "Aralarında alay ederler" ile aynı anlamdadır. Tıpkı ile 'nin "karar kıldı" anlamında olması ile; ile 'nin de aynı anlamda olmak üzere "hayret etti, şaştı" anlamına gelmesi gibi.

Âyet-i kerimedeki şekliyle:

"Aralarında alay ederler" lâfzının başkalarının alay etmesini isterler, anlamında olduğu da söylenmiştir. Mücahid: Alay ederler diye açıklamıştır. Bunun, bu âyet (mucize) bir alaydır diye zannederler, anlamında olduğu da söylenmiştir.

15

Ve: "Bu ancak apaçık bir büyüdür" derler.

"Ve: Bu, ancak apaçık bir büyüdür, derler." Yani mucizelere herhangi bir şeyle karşı koymaktan aciz olduklarında: Bu bir büyüdür, bu bize gösterilen hayallerdir ve bir aldatmadır, derler.

16

"Biz ölüp toprak ve kemik olduktan sonra gerçekten biz tekrar diriltilecek miyiz?

 

"Biz ölüp toprak ve kemik olduktan sonra gerçekten biz tekrar diriltilecek miyiz?" Yani öldükten sonra diriltilir miyiz? Bu, onların böyle bir şeyi kabul etmedikleri anlamını veren bir inkârı istifham ve alay yollu söyledikleri sözlerdir.

17

"Ya önceki atalarımız da mı (diriltilecek)?"

"Ya önceki atalarımız da mı?" Yani onlar da mı diriltilecek? Bu âyette istifham (soru) edatı atıf edatının başına gelmiştir. Nafî' ise: şeklinde "vav" harfini sakin olarak okumuştur. (Yahut atalarımız da mı, anlamındadır). Bu anlamdaki açıklamalar daha önce yüce Allah'ın:

"Yoksa o ülkelerin halkı... emin mi oldular?" (el-A'raf, 7/98) âyetini açıklarken geçmiş bulunmaktadır.

18

De ki: "Evet, hem de siz küçültülmüşler olarak (diriltileceksiniz)."

"De ki: Evet" yani sizler-,

"hem de siz küçültülmüşler olarak" küçültülmüş ve zelil kılınmışlar olarak diriltileceksiniz. Çünkü inkâr ettikleri şeyin gerçekleştiğini göreceklerinde kaçınılmaz olarak zelil olacaklar, küçüleceklerdir.

Şöyle de açıklanmıştır: Siz hoşlanmasanız dahi kıyâmet kopacaktır. Bu size rağmen ve bugün, kendi iddianıza göre böyle bir şeyin olacağını kabul etmeseniz dahi mutlaka gerçekleşecek bir iştir.

19

O sadece bir çığlıktır, hemen onlar kalkıp bakınacaklar.

"O, sadece bir çığlıktır." Bir tek sayha, feryaddır. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır. Bu çığlıktan kasıt ikinci defa Sûr'a üfürmektir.

"Sayha: Çığlık"a (alıkoyucu, zecredici anlamında): "zecre" adının verilmesi, bundan maksadın zecretmek (yapılandan alıkoymak) oluşundan dolayıdır. Yani tıpkı güdülmeleri esnasında develerin ve atların zecredildiği gibi, bu sayha ile de (insanlar) zecredilirler. (Yapmak istedikleri kötülüklerden alıkonmaya çalışılır.)

"Hemen onlar" ayağa

"kalkıp bakınacaklar." Biri diğerine bakacak. Kendilerine yapılacak muameleyi gözetlerler, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bir açıklamaya göre de bu, yüce Allah'ın:

"Bakarsın ki kâfirlerin gözleri dehşetle yerinden fırlayarak..." (el-Enbiya, 21/97) âyetine benzemektedir. Onlar inkâr ettikleri dirilişi göreceklerdir, anlamında olduğu da söylenmiştir.

20

Ve diyecekler ki: "Vay bize! Bu, din günüdür."

"Ve diyecekler ki: Vay bize! Bu, din günüdür" sözleri ile kendi aleyhlerine

"vay bize (bize veyl olsun)" diye sesleneceklerdir. Çünkü o gün, başlarına neyin geldiğini bilmiş olacaklardır. Bu âyetteki "veyl" lâfzının mansup gelmesi Basralılara göre mastar (mef'ûl-i mutlak) oluşundan dolayıdır. el-Ferrâ'' ise takdirinin: "Vay bize!" anlamında olduğunu söylemiştir ki "vay" hüzün ve keder demektir.

en-Nehhâs da şöyle demektedir: Eğer durum onun dediği gibi olsaydı, bunun ayrı yazılması gerekirdi. Mushafta bu ifade bitişiktir. Biz bunu bitişik değil de ayrı yazan kimseyi de bilmiyoruz.

"Bu, din günüdür." Kasıt hesap günüdür. Amellerin karşılığının verileceği gündür, diye de açıklanmıştır.

21

"Bu sizin önceden yalanladığınız ayırdetme günüdür."

"Bu, sizin önceden yalanladığınız ayırdetme günüdür" sözleri bir görüşe göre onların birbirlerine söyleyecekleri sözlerdendir. Yani, işte bu bizim dünyada iken yalanlamış olduğumuz gündür, diyeceklerdir. Yüce Allah'ın onlara söyleyeceği sözlerden olduğu söylendiği gibi, meleklerin söyleyeceği sözlerden olduğu da söylenmiştir. Yani işte bu, insanlar arasında hüküm verme günüdür. Böylelikle kimin hak üzere, kimin batıl üzere olduğu da ortaya çıkacaktır,

"insanların bir kısmı cennette, bir kısmı da cehennemde olacaktır." (eş-Şura, 42/7)

22-

es-Süddî

23

Toplayınız, zulmedenleri ve onlara eş olanları. Allah'tan başka taptıklarını da. Onlara cehennemin yolunu gösterin.

"Toplayınız, zulmedenleri ve onlara eş olanları" âyeti yüce Allah'ın meleklere söyleyeceği sözlerdendir. Müşrikleri "ve onlara eş olanları" şirk hususunda onlar gibi olanları toplayınız, demektir. Şirk de zulüm demektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Muhakkak şirk büyük bir zulümdür." (Lokman, 31/13)

Buna göre kâfir, kâfir ile birlikte haşredilecektir. Bu açıklamayı Katade ve Ebû'l-Aliye yapmıştır.

Ömer b. el-Hattâb da yüce Allah'ın:

"Toplayınız, zulmedenleri ve onlara eş olanları" âyeti hakkında şöyle demiştir: Zinakâr zinakâr ile birlikte, içki içen içkici ile birlikte, hırsızlık yapan hırsızlık yapanla birlikte (haşredilir).

İbn Abbâs da şöyle demektedir:

"Onlara eş olanları" âyetinden kasıt, onlara benzeyenleridir. Bu da Ömer (radıyallahü anh)'ın açıklaması kapsamı içerisindedir.

"Onlara eş olanları" âyeti ile küfür üzere onlara muvafakat eden kadınların kastedildiği de söylenmiştir. Bu açıklamayı Mücahid ve el-Hasen yaptığı gibi, en-Numan b. Beşir de bunu Ömer b. el-Hattâb'dan rivâyet etmiştir.

ed-Dahhak dedi ki:

"Onlara eş olanları" şeytanlardan onlar ile birlikte olanları demektir. Aynı zamanda bu Mukâtil 'in de açıklamasıdır: Her kâfir kendi şeytanı ile birlikte aynı zincire vurulmuş olarak haşredilecektir.

"Allah'tan başka taptıklarını" putlar, şeytanlar ve İblisi

"de. Onlara cehennemin yolunu gösterin." Onları cehenneme sürün. Bir başka açıklamaya göre "onlara... gösterin" yani hangi yoldan gideceklerini söyleyin, demektir. Nitekim: "Ona yolu gösterdim" denilir. "Hediyeyi hediye ettim"; "Gelini (kocasının evine) götürdüm." denilir. Bunu anlatmak için da denilebilir. "Ben onu hediye gibi takdim ettim" demek olur.

24

Ve durdurun onları. Çünkü onlar sorgulanacaklardır.

"Ve durdurun onları, çünkü onlar sorgulanacaklardır." Îsa b. Ömer:

"Çünkü onlar" âyetinin hemzesinin üstün olarak okunduğunu da nakletmiştir. el-Kisaî dedi ki: " ve Çünkü onlar, onlar... sebebiyle" demektir.

"Bineği durdurdum, durduruyorum, durdurmak" denilir, "O da durdu", "Durmak" diye kullanılır. Bu fiil hem geçişli hem geçişsiz olur. Onları alıkoyun, demektir. Bu cehenneme sürülmeden önce olacaktır. Buna göre buyruklarda takdim ve tehir vardır. Yani önce onları hesaba çekilmek üzere durdurun, sonra da onları cehenneme doğru sürükleyin.

Bir başka açıklamaya göre; onlar önce cehenneme doğru sürülecekler, sonra da cehennem ateşine yaklaştıkları sırada sorgulanmak üzere bir araya getirilip toplanacaklardır.

"Çünkü onlar" el-Kurazî ve el-Kelbî'nin açıklamasına göre amelleri, sözleri ve davranışları dolayısı ile "sorgulanacaklardır." ed-Dahhak işledikleri günahlardan ötürü sorgulanacaklardır derken, İbn Abbâs:

"la ilahe illallah" hakkında kendilerine soru sorulacaktır, demiştir. Yine ondan gelen bir başka rivâyete göre başka insanlara yaptıkları zulümlerden ötürü sorgulanacaklardır. Bütün bunlar kâfirin de hesaba çekileceğine delildir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Hicr Sûresi'nde (15/92-93- âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Yine denildiğine göre onların sorgulanmaları, onlara karşı delilin ortaya konulmuş olduğunun ortaya çıkması için kendilerine: "Size kendi içinizden rasûller gelmedi mi?" denilmesidir. Yine onlara:

25

"Ne oluyor size? Neden birbirinize yardım etmiyorsunuz."

"Ne oluyor size? Neden birbirinize yardım etmiyorsunuz?" sözleri azarlamak ve başlarına kakmak maksadıyla söylenecektir. Yani niçin biriniz diğerine yardım ederek Allah'ın azabından birbirinizi kurtarmıyorsunuz?

Bir görüşe göre bu Ebû Cehil'in Bedir günü söylediği:

"Biz birbirine yardım eden bir topluluğuz" (el-Kamer, 54/44) âyetinin dile getirdiği sözlerine işarettir.

"Birbirinize yardım et(mi)yorsunuz" ifadesinin aslı: şeklindedir. Hafifletmek maksadıyla "te"lerden birisi atılmıştır. el-Bezzî ise, vasıl halinde "te"yi şeddeli okumuştur.

26

Bilakis onlar bugün teslim olmuşlardır.

"Bilakis onlar bugün teslim olmuşlardır" âyeti hakkında Katade şöyle demiştir: Onlar Allah'ın azâbı içerisinde teslimiyet ile boyun eğmişlerdir. İbn Abbâs da: Zillet ile boyun eğerler. el-Hasen: İtaatle boyun bükerler, el-Ahfeş ellerini yana salmışlar, diye açıklamışlardır, anlamlar birbirlerine yakındır.

27

Onlardan bir kısmı diğer bir kısmına yönelip biri diğerine soru sorarlar.

"Onlardan bir kısmı diğer bir kısmına" yani ileri gelenler ile tabî olanlar birbirlerine

"yönelip biri diğerine soru sorarlar" birbirleriyle çekişirler. Birbirlerine soru sormazlar, diye de açıklanmıştır. Bu durumda olumsuzluk edatı olan: sakıt olmuştur, (düşmüştür).

en-Nehhâs dedi ki: Dili bilmeyen bir kimse yanlışlıkla bunun yüce Allah'ın:

"Ogün aralarında bir akrabalık bağı olmayacaktır, birbirlerine soru da sormazlar." (el-Mu'minun, 23/101) âyeti gibi olduğunu zannetmiştir. Ancak burada sormaktan kasıt, akrabalık bağı için isteklerde bulunmaktır. Biri diğerine: Benimle senin arandaki akrabalık bağı hakkı için bana faydalı olmanı istiyorum diyecektir. Yahut da: Üzerimdeki bir hakkından vazgeç ya da bana bir iyilik bağışla, diyecektir. Bu ise açıkça anlaşılan bir husustur. Çünkü bundan önce "aralarında bir akrabalık bağı yoktur" denilmiştir. Yani aralarındaki akrabalık bağlarının faydasını görmeyeceklerdir. Nitekim Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmaktadır: "Kişi babasının ya da oğlunun üzerinde bir hakkının bulunduğunun ortaya çıkmasına ve o hakkını ondan almasına çokça sevinecektir. Çünkü orada hasenat ve seyyiat vardır."

Bir başka hadiste de şöyle denilmektedir: "Bir kimse kardeşine mal ya da ırz (namus, şeref, haysiyet) hususunda bir haksızlıkta bulunup da hakkını kendisinden isteyeceği bir gün gelip o hakkı hasenatından alacağı, eğer hasenat yoksa (hakkını) isteyenin günahlarından üzerine (haksız) ilavede bulunulacağı, bir gün gelmeden önce, o kardeşinin yanına gidip ondan helallik dileyen kimseye Allah rahmet buyursun!" Tirmizî, IV, 613, (yakın mana ve lâfızlarla) Heysemî. Mecmau'z-Zevaid, X, 355; Taberânî, Evsat, II, 191. V, 227.

"Biri diğerine soru sorar" âyetinde insanların birbirlerine soru sormaları, kendisini saptırdığı için ya da önünde masiyete giden bir yolun kapısını açtığı için azarlaması demektir. Bunu da bundan sonra gelen şu âyet açıklamaktadır:

28

Derler ki: "Gerçekten siz bize sağdan gelirdiniz."

"Derler ki: Gerçekten siz bize sağdan gelirdiniz." Mücahid dedi ki: Bu kâfirlerin şeytanlara söyleyecekleri bir sözdür. Katade de: Bu insanların cinlere söyleyeceği bir sözdür, diye açıklamıştır. Bunun uyan kimselerin uydukları şahıslara söyleyecekleri bir söz olduğu da söylenmiştir. Buna delil de yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Sen o zâlimleri Rabbleri huzurunda durdurulmuş sözü birbirlerine döndürürlerken bir görsen!" (Sebe', 34/31)

Said, Katade'den şöyle dediğini nakletmektedir: Yani siz bizlere hayır yoldan gelir ve bizi hayırlı yola gitmekten alıkoyardınız. İbn Abbâs'tan da buna yakın bir açıklama nakledilmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: Siz bizim sevdiğimiz ve uğurlu kabul ettiğimiz sağdan gelir ve böylelikle bizim iyiliğimizi ister gibi görünerek bizi aldatmak için böyle yapıyordunuz. Çünkü Araplar sağdan geleni uğurlu kabul eder ve ona "sanih" ismini verirlerdi.

"Gerçekten siz bize sağdan gelirdiniz." Yani siz bize öyle bir geliyordunuz ki, eğer bu konuda bize yemin edecek olsaydınız, yemininizin doğruluğunu kabul ederdik, diye de açıklanmıştır. Bir başka açıklama da şöyledir: Sizler bize din cihetinden gelir ve bizim için şeriatin emirlerinin önemsiz olduğunu belirterek bizi şeriatten uzak tutmaya çalışıyordunuz.

Derim ki: Bu gerçekten güzel bir açıklamadır. Çünkü hayır da, şer de ancak dinden gelir. "Yemin: Sağ" da burada din anlamındadır. Yani siz bizlere sapıklığı süslü gösteriyordunuz.

Yemin (sağ)ın güç, kuvvet anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani siz bizleri güç kullanarak, bize baskı yaparak ve bizi kahrederek (haktan) alıkoyuyordunuz. Nitekim yüce Allah, yemin (sağ) (lâfzını şu âyette güç ve kuvvet anlamında) kullanarak şöyle buyurmaktadır:

"Sonra onlara sağ eli ile gizlice vurdu." (es-Saffat, 37/93) Bu da güçlü ve kuvvetlice vurdu, demektir. Çünkü kişinin gücü sağında bulunur. Şair de şöyle demektedir:

"Eğer bir zamanda şan ve şeref için bir sancak yükseltilecek olursa

Arabe sağ eliyle hemen onu kapar."

Burada, kuvvet ve kudretle onu kapar, demektir. İbn Abbâs'ın görüşü de budur.

Mücahid dedi ki:

"Siz bize sağdan gelirdiniz", sizin hak üzere olduğunuzu ortaya koymaya çalışan bir şekilde gelirdiniz, demektir. Bütün bunlar anlam itibariyle birbirine yakın açıklamalardır.

29

Onlar da derler ki: "Hayır, siz îman üzere değil idiniz;

"Onlar da derler ki: Hayır, siz îman üzere değil idiniz." Katade dedi ki: Bu şeytanların onlara söyleyecekleri bir sözdür. İleri gelenlerin sözleri olduğu da söylenmiştir. Yani sizler hiçbir zaman mü’min olmadınız ki, biz sizi imandan küfre çevirmiş olalım. Aksine sizler zaten küfür üzere idiniz ve onu adet ve alışkanlık haline getirmiş olduğunuz için küfür üzere kalmaya devam ettiniz.

30

"Bizim sizin üzerinizde bir hakimiyetimiz de yoktu. Bilakis siz azgın bir topluluktunuz."

"Bizim sizin üzerinizde bir hakimiyetimiz" hakkı terketmek noktasında getirdiğimiz bir delilimiz

"yoktu. Bilakis siz azgın bir topluluktunuz." Sapık, haddi aşan kimselerdiniz.

31

"Rabbimizin sözü üzerimize hak oldu. Muhakkak biz tadıcılarız." (diyecekler).

"Rabbimizin sözü üzerimize hak oldu." Bu da kendilerine uyulan kimselerin söyleyeceği sözlerdendir. Yani bizim üzerimize de, sizin üzerinize de Rabbimizin sözü hak olmuştur. Yüce Allah'ın takdir ettiği ve rasûlleri vasıtası ile haber verdiği şekilde hepimiz azâbı tadacağız: "Cehennemi bütünü ile cinlerden ve insanlardan elbette dolduracağım." (es-Secde, 32/13)

Bu da şu hadise uygun düşmektedir: "Şüphesiz aziz ve celil olan Allah birtakım kimselerin cehennemlik olduklarını, birtakım kimselerin de cennetlik olduklarını yazmıştır. Bunlara ne bir şey ilave edilir, ne de onlardan bir kimse eksiltilir." Müsned, II, 167; Taberani, Evsat, V, 247.

32

"Çünkü biz sizi azdırdık. Zaten biz de azgınlardan idik."

"Çünkü biz sizi azdırdık" yani üzerinde bulunduğunuz küfrü size süslü gösterdik.

"Zaten biz de azgınlardan idik." Vesvese ile ve (sapıklığa) davet etmekle (azmış ve azdırmış idik). Daha sonra yüce Allah, onların durumlarını haber vererek şöyle buyurmaktadır:

33

Muhakkak onlar o gün azapta ortaktırlar.

"Muhakkak onlar" sapıtan da, saptıran da

"o günde azapta ortaktırlar."

34

İşte Biz, günahkârlara muhakkak böyle yaparız.

"İşte Biz, günahkârlara" yani müşriklere

"böyle" bu şekilde

"yaparız."

35

Çünkü onlara: "Allah'tan başka ilâh yoktur" denildiğinde, büyüklük taslarlardı.

"Çünkü onlara: Allah'tan başka ilâh yoktur, denildiğinde büyüklük taslarlardı." Onlara Allah'tan başka ilâh yoktur deyin, denildiğinde demektir. Burada "deyin" emri hazfedilmiştir.

"Büyüklük taslarlardı" âyeti da; (........)'in haberi olarak nasb mahallindedir.

"(........): Çünkü" lâfzının haberi olarak ref mahallinde ve (..........)'nin amel etmemiş olması da mümkündür.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Talib'e ölümü ve Kureyşlilerin etrafında toplanması esnasında-: "La ilahe illallah deyin. Bu sayede Araplara hükümdarlar olacaksınız ve bu yolla da Arap olmayanlar size itaat edeceklerdir" deyince, onlar bunu kabul etmediler ve buna karşı büyüklendiler.

Ebû Hüreyre dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Yüce Allah Kitabında indirdiği âyetinde büyüklük taslayan bir topluluktan sözederek: "Çünkü onlara: Allah'tan başka ilâh yoktur denildiğinde, büyüklük taslarlardı" diye buyurmaktadır. Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Hani kâfirler kalblerinde o taassub ve kibiriyani cahiliye taassub ve kibirini koymuşlardı da Allah da hemen huzur ve sükununu Rasûlünün ve mü’minlerin üzerine indirmişti. Onlara takva sözü üzerinde sebat vermişti. Onlar zaten buna daha layık ve buna ehil idiler." (el-Feth, 48/26) diye buyurmuştur. Bu da: "La ilahe illallah Muhammedurrasûlullah" sözüdür. Müşrikler Hudeybiye gününde Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlarla barış yapılacak süre hususunda (yaptığı antlaşmada) yazıştığı vakit, bu söze karşı büyüklük tasladılar. (Onu söylemeyi büyüklüklerine yediremediler).

Bu haberi el-Beyhakî, ondan öncekini de el-Kuşeyrî zikretmiştir.

36

Ve derlerdi ki: "Biz ilâhlarımızı deli bir şair dolayısı ile mi terkedeceğiz?"

"Ve derlerdi ki: Biz ilâhlarımızı deli bir şair" in söylediği söz

"dolayısı ile mi terkedeceğiz?" Yüce Allah onların bu sözlerini reddederek şöyle buyurmaktadır:

37

Hayır, o hak ile gelmiş ve peygamberleri de tasdik etmiştir.

"Hayır, o hak ile" Kuran ve tevhid ile

"gelmiş ve peygamberleri de" getirmiş oldukları tevhide dair tebliğlerinde

"tasdik etmiştir."

38

Muhakkak siz elbette acıklı azâbı tadıcılarsınız.

"Muhakkak siz elbette acıklı azâbı tadıcılarsınız" âyetindeki:

"Tadıcılar" âyetinin asli; şeklindedir. Hafif (söyleyişte kolay)lik olsun diye hazfedilmiştir. (Azâb lâfzı) da izafet dolayısı ile cer ile gelmiştir. Sîbeveyh'in naklettiği şu beyitte olduğu gibi, nasb ile gelmesi de caizdir:

"Ben O'nu (Allah'ı) razı etmek istemeyen birisi olarak gördüğüm gibi,

Çok az müstesna, Allah'ı zikreden olarak da (görmedim)."

Buna göre Sîbeveyh "Ve namazı kılanlar" şeklinde (namaz anlamındaki salat lâfzının nasb ile okunmasını) câiz kabul etmiştir.

39

Size işlemiş olduğunuzdan başka şeyin cezası verilmeyecektir.

"Size işlemiş olduğunuzdan" koştuğunuz şirkten

"başka şeyin cezası verilmeyecektir."

40

Ancak Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kulları müstesna.

"Ancak Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kulları müstesna." âyeti azâbı tadacaklardan bir istisnadır. Medineliler ile Kûfeliler:

"İhlasa erdirilmiş" âyetini "lam" harfi üstün olarak okumuşlardır. Bu da Allah'ın kendisine itaat, dini ve dostluğu için halis kıldığı kimseler demektir. Diğerleri ise "lam" harfini esreli okumuşlardır ki, bu da ihlasla Allah'a ibadet eden kimseler anlamındadır.

Bu istisnanın munkatı' olduğu da söylenmiştir. Yani, siz ey günahkârlar azâbı tadacaksınız. Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kulları ise azâbı tatmayacaklardır, demek olur.

41

İşte onlar için bilinen bir rızık vardır.

"İşte onlar için" yani ihlâsa erdirilmiş kullar için

"bilinen bir rızık vardır." Onlar için arkası kesilmeyen, bilinen bir bağış vardır, demektir. Katade maksad cennettir, diye açıklarken, başkaları cennetin rızkı kastedilmektedir, demişlerdir. Maksadın sözkonusu edilen meyveler olduğu da söylenmiştir. Mukâtil dedi ki: Canları çektikleri vakit bu rızık onlara verilir. İbn es-Saib de şöyle demiştir: Bu rızık onlara sabah ve akşam arası bir süre gibi sürelerde verilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onlara orada sabah ve akşam rızıkları verilecektir." (Meryem, 19/62)

42

Çeşitli meyveler (vardır) ve onlara ikram olunur.

"Çeşitli meyveler (vardır)." Bu âyetteki:

"Meyveler" lâfzı "Meyve"nin çoğuludur. Yüce Allah:

"Onlara meyveyi... ardarda fazlası ile verdik" (et-Tur, 52/22) diye buyurmaktadır. Bunlar da yaşıyla, kurusuyla bütün meyvelerdir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır.

"Ve onlara ikram olunur." Yani derecelerinin yükseltilmesi, O'nun kelamını işitmek ve O'nun ile karşılaşmak suretiyle yüce Allah tarafından onlara ikramda bulunulacaktır.

43

Naim cennetlerinde;

"Naim cennetlerinde" yani içlerinde nimetler içerisinde yüzecekleri bahçelerde... demektir. Cennetlerin yedi tane olduğuna, Naim cennetinin de bunlardan bir tanesi olduğuna dair açıklamalar daha önceden Yûnus Sûresi'nde (10/25. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

44

Tahtlar üzerinde karşılıklı oturdukları halde;

"Tahtlar üzerinde karşılıklı oturdukları halde." İkrime ve Mücahid dedi ki: Aralarındaki güzel ilişki ve birbirlerine sevgileri dolayısıyla biri diğerinin sırtına bakmaz. (Biri diğerine sırtını dönmez).

Şöyle de açıklanmıştır: Oturdukları tahtlar istedikleri şekilde döner. Biri (diğerine sırtını dönmediği için) diğerinin sırtını görmez.

İbn Abbâs dedi ki: İnci, yakut ve zebercet ile süslenmiş tahtlar üzerinde olacaklardır. Bir şeririn büyüklüğü San'a'dan, Cabiye'ye kadar ve Aden'den, Eyle'ye kadar olan mesafe kadardır. Bu tahtların aynı konakta bulunan kimseler, üzerlerinde oldukları halde, dönecekleri de söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

45

Âyetin tefsiri için bak:46

46

İçenlere lezzet veren beyaz (parlak) kaynaktan doldurulmuş kadehler dolaştırılır onlara.

"İçenlere lezzet veren beyaz (parlak) kaynaktan doldurulmuş şaraptan" Mealin akışına uygunluk zarureti dolayısıyla Tefsir açıklamalarında da belli bir takdim tehir yapılmıştır. âyetindeki

"beyaz" bardağın sıfatıdır. Şarabın sıfatı olduğu da söylenmiştir. el-Hasen dedi ki: Cennet şarabı sütten daha beyaz olacaktır.

"Lezzet veren" lâfzı hakkında ez-Zeccâc şöyle demiştir: Bu: "Lezzetli" demek olup muzaf hazfedilmiştir. Bunun isim yapılmış bir mastar olduğu da söylenmiştir. "Lezzetli ve beyaz" demektir.

"Lezzetli şarap denilir, tıpkı "Taze bitki" denildiği gibi. Şairin:

"Ve şarap tadı gibi lezzetli olan bir şey ki, terkettim onu,

Düşman topraklarında; meydana gelecek olaylar korkusuyla."

O, buradaki ile uykuyu kastetmektedir.

"Beyaz"ın erkeklerin ayaklarıyla sıkmadıkları şarap anlamına geldiği de söylenmiştir.

"... kaynaktan doldurulmuş kadehler dolaştırılır onlara." Daha önce onların yedikleri söz konusu edilmişken, bu âyetlerle da onların içecekleri şeyler sözkonusu edilmektedir. Dilcilere göre ke's (kadeh) içinde içeceği ile birlikte bütün kaplan anlatan kapsamlı bir isimdir. Eğer içi boş ise ona ke's denilmez.

ed-Dahhak ve es-Süddî şöyle demişlerdir: Kur'ân-ı Kerîm’deki her ke's (kadeh)den kasıt şaraptır. Arablar, içinde şarap bulunan kaba ke's derler. İçinde şarap yoksa ona: "kab" ve "Kadeh" derler.

en-Nehhâs dedi ki: Dilbilginlerinden güvenilir kimselerin naklettiklerine göre Araplar şayet kadehin içinde şarap varsa, ona "ke's" dediklerini, eğer içinde şarap yoksa ona "kadeh" dediklerini nakletmiştir. Nitekim hivan (masa)nın üzerinde yemek varsa ona "mâide (sofra)" denilmesi, üzerinde yemek yoksa ona "mâide" denilememesi g'ibi.

Ebû'l-Hasen b. Keysan da der ki: İçinde eğer kadın varsa hevdece "zaine" denilmesi de bu kabildendir.

ez-Zeccâc dedi ki:

"Kaynaktan doldurulmuş kadehler" âyeti, yeryüzünde pınarların aktığı gibi akan şaraptan doldurulmuş kadehler demektir. "Pınar, kaynak" ise açıkta akan su demektir.

47

Onda aklı karıştırıcı herhangi bir zarar da yoktur, onlar ondan sarhoş da olmazlar.

"Orada aklı karıştırıcı herhangi bir zarar da yoktur." Yani akıllan başlarından gitmez ve bu içtikleri şaraptan dolayı hastalanmazlar, başları da ağrımaz.

"Onlar ondan sarhoş da olmazlar." O içkiyi içtiklerinden ötürü akıllan başlarından gitmez. Nitekim: "Şarap aklı baştan alır, savaş ta canları alıp gider" denilmiştir. Kişi içki içip sarhoş olduğu takdirde "Adam sarhoş oldu, olur" denilir, "Sarhoş" demektir. İmruu’l-Kays da şöyle demiştir:

"Bakarsın ki o sarhoş gibi yürüyor,

Bitkinliği ve nefesinin kesilmesi dolayısı ile kumların üzerine yıkılan kimse gibi."

Yine şöyle demiştir:

"Sarhoştur o, bir tarafa doğru kalkmak istedi mi sağa sola kaykılır,

Gevşekliğinden ötürü yürümesini zorlaştırmasın diye kalbini de idare etmeye çalışır."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Örüklerinden yakalayarak öptüm ağzını,

Sarhoş kimsenin dağdaki bir çukurda birikmiş soğuk sudan içmesi gibi."

Hamza ve el-Kisaî bir topluluğun "sarhoş olma zamanının geldiği"ni anlatmak için kullanılan: "tabirindeki gibi; "ze" harfini esreli okumuşlardır. Nitekim: "Ekinin biçilme zamanı geldi."; "Bağların bozum zamanı geldi."; "Tayın binilme zamanı geldi" denilir.

Manası: Onların şAraplarını bitir(e)mezler şeklinde olduğu da söylenmiştir. Çünkü şarap içmek onların bir alışkanlıklarıdır. Nitekim; "Adam şarabını bitirdi" demektir, de "şarabı bitmiş kişi" anlamındadır. Şair el-Hutay'a da şöyle demektedir:

"Ömrüm hakkı için yemin ederim, sizler ister sarhoş olun, (ya da: şarabınız bitsin) yahut ayıkın,

Elbetteki ey Ebceroğulları, (yine de) sizler en kötü içki arkadaşısınız."

en-Nehhâs dedi ki: Ancak birinci okuyuş anlam itibariyle daha açık ve daha doğrudur. Çünkü: "(........): Sarhoş ol(maz)lar" lâfzının aralarında Mücahid'in de bulunduğu tefsir âlimlerinin ileri gelenlerine göre; akılları başlarına gitmez, anlamındadır. Şanı yüce Allah cennetteki şarap ve içkinin dünyadaki şarap ve içkinin insanın başını ağrıtan ve sarhoşluk veren özelliklerinin olmayacağını belirtmiştir.

"Sarhoş ol(maz)lar"ın anlamı ile ilgili olarak yapılacak doğru açıklama şudur: Adamın içkisinin tükendiğini anlatmak için: "Adamın içkisi tükendi" denir. Ancak cennet şarabının bu şekilde nitelendirilmesi uzak bir ihtimaldir. O halde bunun anlamı, ancak cennetteki içki ebediyyen tükenmez şeklinde olabilir.

"Sarhoş da olmazlar" âyetinin "ze" harfi esreli okunmasının, sarhoş olmayacakları manasına geldiği söylenmiştir. Bunu da ez-Zeccâc ve el-Kuşeyrî'nin belirttiği üzere Ebû Ali zikretmişlerdir.

el-Mehdevî der ki: Bunun:

"Sarhoş olmazlar" anlamına gelmesi sözkonusu değildir. Çünkü bundan önce:

"Onda aklı karıştırıcı herhangi bir zarar da yoktur" diye buyurulmuştur. Bu da akılları başlarından gitmez, anlamındadır. O takdirde (sarhoş olmazlar anlamına kabul edilirse) tekrar olur. Ancak el-Vakıa Sûresi'nde (56/19- âyetin tefsirinde) bu açıklama uygundur. Bununla birlikte:

"Onda aklı karıştırıcı herhangi bir zarar da yoktur" âyetinin hasta olmazlar anlamında olması da mümkündür. O takdirde:

"Onlar ondan sarhoş da olmazlar" âyeti onların sarhoş olmayacakları ya da içkilerinin tükenmeyeceği anlamında olur.

Katade dedi ki: -Âyet-i kerimede geçen-: "Karın ağrısı" demektir. İbn Ebi Necih'in, Mücahid'den yaptığı rivâyet de böyledir. O şöyle demiştir: "Onda aklı karıştırıcı herhangi bir zarar da yoktur." O içki hiçbir karın ağrısı yapmaz, demektir. el-Hasen ise bunu başağrısı diye açıklamıştır. İbn Abbâs'ın açıklaması da böyledir: "Onda aklı karıştırıcı herhangi bir zarar da yoktur." Başağrısına sebeb olmaz, demektir.

ed-Dahhak'ın rivâyetine göre ise İbn Abbâs şöyle demiştir: Şarabın dört özelliği vardır: Sarhoşluk, başağrısı, kusmak ve idrar. Yüce Allah ise cennet şarabını sözkonusu edip bu özelliklerinden uzak olduğunu belirtmiştir. Mücahid bunun hastalık anlamına geldiğini söylerken, İbn Keysan, karın sancısı diye açıklamıştır. Bu açıklamalar birbirine yakındır.

el-Kelbî dedi ki:

"Onda aklı karıştırıcı herhangi bir zarar da yoktur" âyeti onda günah yoktur, demektir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Onlarda içtiklerinden ötürü ne saçmalamaları, ne de günah kazanmaları sözkonusudur." (et-Tur, 52/23)

en-Nehaî, es-Süddî ve Ebû Ubeyde de şöyle demişlerdir: Bu içki, akıllarını etkileyerek, akıllarının başlarından gitmesine sebeb olmaz. Şairin şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:

"Kadehler akıllarımızı etkileyip duruyordu,

Biri diğerinin ardından (aklımız başımızdan) gidiyordu."

Yani, bizi teker teker yere yıkıyordu.

Yüce Allah'ın cennet ehlinin sarhoş olmalarını engellemesinin sebebi, içinde bulundukları nimetlerden lezzet alışlarının kesintiye uğramamasıdır.

Meanî bilginleri de der ki: "Gizlice gelen bir bozuluş" demektir. "Gizlice onun işlerini aleyhine olmak üzere bozdu" denilir. "Gizlice öldürmek (suikast)" de buradan gelmektedir.

48

Yanlarında gözlerini yalnızca eşlerine çevirmiş iri gözlü (huri)ler vardır.

"Yanlarında gözlerini yalnızca eşlerine çevirmiş iri gözlüler vardır."

Yani gözlerini sadece kocalarına dikmiş, kocalarından başkasına bakmayan kadınlar vardır. Bu açıklamayı İbn Abbâs, Mücahid, Muhammed b. Ka'b ve başkaları yapmıştır.

İkrime dedi ki:

"Gözlerini yalnızca eşlerine çevirmiş" yalnızca kocalarına hasredilmiş kadınlar, demektir. Ancak birinci tefsir daha açık ve güçlüdür. Çünkü âyet-i kerimede

"Hasredilmiş" anlamını veren lâfız yoktur. Ancak ileride açıklaması geleceği gibi bir başka yerde (er-Rahmân, 55/72. âyette) bu lâfız yer almaktadır.

"Yalnızca... çevirmiş" ifadesi Arapların belli bir şey ile yetinerek başkasına iltifat etmemesi durumunu anlatmak için kullandıkları; "Yalnızca sununla yetindi" ifadelerinden alınmıştır. Şair İmruu’l-Kays da şöyle demektedir:

"Gözlerini başkalarına çevirmeyen öyleleri vardır ki, şayet küçük karıncalar,

Yürüyecek olsa üzerinden gömleğinin, o dahi iz bırakır."

"Üzerinden yanağının" diye de rivâyet edilmekte ise de birinci şekil daha beliğdir.

Yine Mücahid: (Başka kadınlardan kocalarını) kıskanmazlar anlamındadır, demiştir.

"İri gözlüler" demektir, tekili şeklinde gelir. Bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır. Mücahid güzel gözlü; el-Hasen gözlerinin beyazı oldukça beyaz, siyahı da oldukça siyah diye açıklamıştır.

Ancak dilde birinci anlamı daha yaygındır. Mesela; "Gözleri iri ve geniş adam" demektir, çoğulu ...diye gelir. Asıl vezni; şeklinde ötrelidir, "ayn" harfinin esreli gelişi ise "vav"ın "ya"ya dönüşmemesi içindir. Bu kökten olmak üzere yaban ineklerine: Denilmiştir. Yaban öküzü için: Yaban ineği -tekil için-: denir.

49

Sanki onlar sarılıp sarmalanmış deve kuşu yumurtası gibidirler.

"Sanki onlar sarılıp sarmalanmış" yani korunmuş

"deve kuşu yumurtası gibidirler." el-Hasen ve İbn Zeyd şöyle demişlerdir: Bu huriler deve kuşu yumurtalarına benzetilmişlerdir. Deve kuşu rüzgar ve toza karşı tüylerle yumurtalarını örter, koruma altına alır. Rengi sarımtrak beyazdır. Bu da kadınların sahib oldukları en güzel renktir.

İbn Abbâs, İbn Cübeyr ve es-Süddî şöyle demişlerdir: Bu kadınlar kabuğu soyulmadan ve el değmeden önceki yumurtaların içine benzetilmişlerdir.

Atâ da şöyle demiştir: Bu kadınlar üst taraftaki kabuk ile yumurtanın içi arasındaki: "Zar"a benzetilmişlerdir. ise herşeyin kabuğu demektir, çoğulu da: ...diye gelir. Bu açıklamayı el-Cevherî yapmıştır. Taberî'nin açıklaması da buna yakındır. O şöyle demiştir: Bundan kasıt yumurta üzerinde kabuk arasındaki ince kabuk (zar)dır. Benzeri bir açıklama Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan da rivâyet edilmiştir.

Araplar temizliği ve beyazlığı dolayısıyla kadını yumurtaya benzetirler. İmruu’l-Kays da şöyle demiştir:

"Özel perdesi arkasında bulunup da evine ulaşılamayan bir yumurta (kadın) ki

Hiç acele etmeksizin kendisiyle oyalandığım..."

Araplar bir şeyi güzellik ve temizlik ile nitelendirecek olurlarsa, "o sanki tüylerle örtülmüş deve kuşu yumurtasıdır" derler.

"Sarılıp sarmalanmış" lâfzının kırılmaktan korunmuş, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu da onların bakire oldukları anlamına gelir.

"Yumurtalar"dan kastın, inciler olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Ve sarmalanıp gizlenmiş inciler misali. Güzel gözlü huriler de vardır." (el-Vakıa, 56/22-23) Bu da sadeflerinde bulunan inciler anlamındadır, bu açıklamayı da İbn Abbâs yapmıştır. Şairin şu beyiti de bu anlamdadır:

"O dalgıcın incisi gibi bembeyazdır,

Sarılıp sarmalanmış cevherden ayrılmış."

"Yumurtalar" çoğul olmakla birlikte

"sarılıp sarmalanmış" lâfzının müzekker gelmesi, sıfatın lâfza göre kullanılmış olmasından dolayıdır.

50

Birbirlerine yönelip karşılıklı soru sorarlar.

"Birbirlerine yönelip karşılıklı soru sorarlar." Yani kendi aralarında dünyadaki konuşmaları sözkonusu ederler. Bu da cennetteki güzel arkadaşlığın mükemmeliğini göstermektedir. Bu âyet;

"İçenlere lezzet veren beyaz kaynaktan doldurulmuş kadehler dolaştırılır onlara" (es-Saffat, 37/45-46) âyetinin anlamına atfedilmiştir. Yani onlar orada o içkiden içerler ve içki içenlerin adeti üzere karşılıklı olarak konuşurlar. Şairlerden birisi şöyle demiştin

"Geriye lezzet verici şeylerden bir şey kalmadı,

Şerefli kimselerin şarap meclisi üzerindeki konuşmalarından başka."

Böylece biri diğerine yönelerek dünya hayatındayken başlarından geçen olaylar hakkında birbirlerine soru sorarlar. Şu kadar var ki; olaylar, (bunlar gelecekte olacak şeyler olmakla birlikte) yüce Allah'ın verdiği haberlerdeki adeti üzere, mazi (dili geçmiş) kiple anlatılmıştır.

51

Aralarından birisi diyecek ki: "Gerçekten benim bir dostum vardı;

"Aralarında" cennet ehlinden

"birisi diyecek ki: Gerçekten benim" benden ayrılmayan

"bir dostum vardı."

52

"O diyordu ki: 'Gerçekten sen inananlardan mısın?

"O diyordu ki: Gerçekten sen" öldükten sonra dirilişe ve amellerin karşılığının verileceğine

"inananlardan mısın?"

Said b. Cübeyr dedi ki: "Buradaki karîn (dost)"dan kasıt, onun ortağıdır. Kehf Sûresi'nde bu iki şahıs sözkonusu edilmiş, onların kıssaları isimleri ile ilgili görüş ayrılıkları yüce Allah'ın:

"Onlara o iki adamı misal ver" (el-Kehf, 18/32) âyeti açıklanırken yeteri kadarıyla geçmiş bulunmaktadır. İşte yüce Allah:

"Aralarında birisi diyecek ki: Gerçekten benim bir dostum vardı... Ben de hazır edilenlerden olurdum" âyetlerini bu iki kişi hakkında indirmiştir.

Bir diğer açıklamaya göre burada "karîn (dost)"dan kasıt, dünya hayatında iken ona öldükten sonra dirilişi inkâr etmesi için vesvese veren, onunla birlikte olan şeytandır.

"Gerçekten sen inananlardan mısın?" anlamındaki âyet: şeklinde "sad" harfi şeddeli olarak da okunmuştur. Bunu Ali b. Keyse, Selim'den o Hamza'dan diye rivâyet etmiştir. en-Nehhâs ise şöyle demiştir: Bu okuyuş burada câiz değildir, çünkü burada (bu okuyuşa göre sadaka vermek ile alakalı olacağından ötürü) sadakanın bir anlamı yoktur.

el-Kuşeyrî de şöyle demiştir: Hamza'dan nakledilen bir kıraate göre burada "sad" harfi şeddeli okunmuştur. Ona buradaki bu âyet tasdik'ten gelmektedir, tasadduk'tan gelmemektedir, diye itiraz edilmiş olmakla birlikte, böyle bir itiraz batıldır. Çünkü bir kıraat Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sabit olduğu takdirde o kıraati eleştirmenin imkânı ve anlamı yoktur. Bu bakımdan âyetin anlamı, sen âhiret sevabını umarak malını "tasadduk eden kimselerden misin?" demek olur.

53

"Biz ölüp toprak ve kemikler olduğumuz zaman(dan sonra) gerçekten biz mi hesaba çekilip cezalandırılacağız?"

"Biz ölüp toprak ve kemikler olduğumuz zaman gerçekten biz mi"

ölümden sonra

"hesaba çekilip" amellerimizin karşılığı verilmek suretiyle "cezalandırılacağız?"

54

Diyecek ki: "Siz de bakar mısınız?"

Yüce Allah cennet ehline:

"Diyecek ki: Siz de bakar mısınız?" Bu ifadelerin mü’min şahsın cennetteki arkadaşlarına söyleyeceği sözlerden olduğu da söylenmiştir. Haydi bu benim dostumun halinin nice olduğunu görmek üzere siz de ateşe doğru bakar mısınız? demektir. Bunun meleklerin söyleyeceği sözlerden olduğu da söylenmiştir.

"Siz de bakar mısınız?" sözü bir istifham değildir, emir anlamındadır, bakınız, demektir. Bu açıklamayı İbnu'l-A'rabî ve başkaları yapmıştır. İçki ile ilgili âyet-i kerîme nazil olduğunda Ömer (radıyallahü anh)'ın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın önünde ayağa kalkarak başını semaya doğru kaldırıp: Ya Rabbi içki hakkında bundan daha da rahatlatıcı bir açıklama indir, demesi üzerine:

"Artık vazgeçtiniz mi?" (el-Mâide, 5/91) âyetinin nazil olması da bu kabildendir. Bunun üzerine Ömer: Vazgeçtik ey Rabbimiz, diye seslenmişti.

İbn Abbâs: "Siz de buraya yöneliyor musunuz? Geliyor musunuz?" anlamında "ti" harfini şeddesiz ve sakin olarak (55. âyetin ilk kelimesini de): "O da yöneldi" şeklinde kat' hemzesi ile ve "ti" harfi de şeddesiz olarak okumuştur.

en-Nehhâs dedi ki: "O da yöneldi ve onu... gördü" okuyuşu hakkında iki görüş vardır. Birincisine göre bu ben yönelip bakacağım, anlamında muzari bir fiil olur, bu durumda istifhamın cevabı olarak nasb ile gelmiş olur. İkinci görüşe göre ise bu mazi bir fiil olur ve bu durumda: "Baktı" ile: "Baktı" aynı anlamı ifade eder.

ez-Zeccâc dedi ki: hep aynı anlamda kullanılır.

Ayrıca "Siz bana gösterir misiniz?" şeklinde "nun" harfi kesreli okuyuş da nakledilmiştir. Ancak Ebû Hatim ve başkaları bu okuyuşu kabul etmezler. en-Nehhâs da şöyle demiştir: Bu câiz olmayan bir lahn (yanlış okuma)dır. Çünkü bu "nun" (müzekker çoğulun "nun"u) ile izafet "ya"sını bir arada kullanmaktır. Eğer bu izafet şeklinde olsaydı, bu durumda; şeklinde olması gerekirdi. Sîbeveyh ile el-Ferrâ'' buna benzer söyleyişler nakletmiş ve şöyle bir beyiti zikretmiş olsalar dahi bu böyledir:

"Onlar hayır söyleyenlerdir ve onu emredenlerdir,

Yeni (bid'at) olarak ortaya çıkan işin çok büyük (zararlar vereceğinden)

korktukları takdirde."

el-Ferrâ'' (buradaki) "Onu emredenler" lâfzını: "Onu yapanlar" diye zikretmiştir. Sîbeveyh de tek başına olmak üzere şu mısraı zikreder:

"İnsanlar onun etrafında toplanmış iken o ise (infakı dolayısıyla malı tükenir diye) korkmaksızın."

Ancak bu söyleyişler şazdır ve Arapların kullanımlarının dışındadır. Bu türden olan sözler, yüce Allah'ın Kitabı hakkında delil olarak gösterilemezler ve bunlar fasih kullanım kapsamına girmezler.

Bu kıraatin izahı ile ilgili olarak şu açıklamada bulunulmuştur: Burada ism-i fail mana itibarıyla yakınlığından ötürü müzari fiil gibi değerlendirilmiştir. Bundan dolayı "Bakanlar" fiili "bakarlar" gibi kullanılmıştır. Bu açıklamayı Ebû’l-Feth Osman b. Cinnî zikretmiş ve şu mısraları nakletmiştir:

"Acaba ben yumuşak ve güzel bir çocuk doğursam,

Ve bu yiğit birisi olup güzel elbiseler de giyinse,

Yine şahidler getirin deyici misin? (diyecek misin?)"

Görüldüğü gibi burada şair: "Deyici misin?" İsm-i failini: "Diyecek misin?" anlamında kullanmıştır.

55

Baktı ve onu cehennemin ortasında gördü.

İbn Abbâs da yüce Allah'ın:

"Siz de bakar mısınız? Baktı ve onu cehennemin ortasında gördü" âyeti hakkında der ki: Cennette birtakım pencerecikler vardır. Cennettekiler bu pencereciklerden cehenneme ve cehennemdekilere bakarlar.

İbnu'l-Mübarek'in naklettiğine göre Ka'b da böyle demiştir: Cennet ile cehennem arasında pencerecikler vardır. Mü’min dünyada iken bir düşmanını görmek istediği takdirde bu pencereciklerden birisinden bakar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Baktı ve onu cehennemin ortasında gördü." Yani cehennemin orta yerinde ve etrafında da iri iri dikenler bulunduğu halde onu gördü. Bu açıklamayı İbn Mes'ûd yapmıştır.

"Ortam (belim) kopuncaya kadar yoruldum" denilir. Ebû Ubeyde'den şöyle dediği nakledilmiştir: Îsa b. Ömer bana: Ey Ebû Ubeyde, ben belim (âyet-i kerimedeki "ortasında" anlamı verilen kelime ile aynı kökten) kopuncaya kadar yazı yazıyordum, dedi.

Katade'den, dedi ki: Bir ilim adamı şöyle dedi: Şayet yüce Allah o kimseye o arkadaşını tanıtmamış olsaydı, o bunu tanıyamazdı. Çünkü o kişinin hem rengi, hem şekli değişmiş olacaktır. İşte o vakitte şunları söyleyecektir:

56

Dedi ki: "Vallahi az kalsın beni de helâk edecektin.

"Dedi ki: Vallahi az kalsın beni de helâk edecektin." âyetindeki: şeddelisinden hafifletilmiştir. Bu da: in başına tıpkı; (........)'in başına geldiği gibi gelmiştir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Az kalsın bizi saptıracaktı." (el-Furkan, 25/42) İşte buradaki "lam" bu edat ile nefyedici edatı birbirinden ayırdeden vasıtadır.

57

"Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı, ben de hazır edilenlerden olurdum.

"Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı, ben de (ateşte) hazır edilenlerden olurdum."

el-Kisaî dedi ki: (Bir önceki âyet-i kerimedeki): âyeti "Beni helâk edecektin" demektir fiilinden mastar olan: "Helâk olmak" demektir. el-Muberred dedi ki: Şayet bu "az kalsın beni de cehennem ateşine düşürecektin" diye açıklanacak olursa, bu da doğru olur.

"Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı" O'nun beni koruması ve İslâm kulpuna yapışmak, kötü arkadaştan uzaklaşmak şeklinde ihsan ettiği başarı olmasaydı... demektir. Buradaki:

"Olmasaydı" lâfzından sonraki ifadeler Sîbeveyh'e göre mübteda olarak merfudur, haber de hazfedilmiştir.

"Ben de hazır edilenlerden olurdum." âyeti hakkında el-Ferrâ'' şöyle demiştir: Yani elbette ben de cehennemde seninle birlikte bir arada bulundurulurdum. şekli, ancak kötü hususlar hakkında mutlak olarak kullanılır. Bu açıklamayı da el-Maverdî yapmıştır.

58

"Gördün mü? İşte biz ölümü tatmayacağız;

"Gördün mü? İşte biz ölümü tatmayacağız." âyetindeki:

"Ölümü tat(ma)yacağız" lâfzı:şeklinde de okunmuştur.

"..mü... ma"deki hemze "atıf fe"sinin başına gelmiş istifham (soru) edatıdır. Matuf (üzerine atfedilen şey ise) hazfedilmiş olup bu:

"İşte biz ebediyiz ve nimetler içinde bulunuyoruz. Ne ölürüz, ne de azâb görüyoruz. Öyle değil mi?" demektir.

59

"İlk ölümümüzden sonra. Hem bize azâb edilmiyor da,

"İlk ölümümüzden sonra" ifadesi birincisinden olmayan bir istisnadır. Bu istisna da mastar olur, çünkü o sıfat almıştır.

Bu ifadeler, cennet ehli meleklere ölümün boğazlanacağı sırada söyleyecekleri sözlerdir. O vakit şöyle denilecek: Ey cennet ehli! Ebedisiniz, ölüm olmayacaktır ve ey cehennem ehli, ebedisiniz ölüm de olmayacaktır. Buhârî, V, 2397; Müslim, IV, 2189; Müsned, II, 120.

Başka bir açıklamaya göre bunları mü’min kişinin yüce Allah'ın nimetlerini dile getirmek anlamında olmak üzere ölmeyeceklerini ve azâb da görmediklerini söyleyeceği sözlerdir. Bu da; işte bizim halimiz ve niteliğimiz budur demektir.

Bir diğer açıklamaya göre bu, mü’minin kâfire dünyada iken ölümden sonra dirilişi inkâr ettiği ve ölümün dünyadan başka bir yerde sözkonusu olmadığını söylemesi dolayısıyla, azarlamak üzere söyleyeceği bir sözdür.

Daha sonra mü’min içinde bulunduğu hale işaret etmek üzere şöyle diyecektir:

60

"Şüphesiz ki, bu büyük kurtuluşun ta kendisidir."

"Şüphesiz ki bu büyük kurtuluşun ta kendisidir." Bu âyetteki:

"Ta kendisi" mübtedadır, ondan sonrası ise ona dair bir haberdir. Cümle de bütünüyle Şüphesiz ki" edatının haberidir. Bununla birlikte:

"Ta kendisi" lâfzının fasl zamiri olması da mümkündür.

61

İşte çalışanlar böylesi için çalışsınlar.

"İşte çalışanlar böylesi için çalışsınlar." Bu sözlerin de; yüce Allah'ın cennette kendisi için neler hazırladığını ve kendisine neler verdiğini görmesi üzerine, mü’min kimsenin söyleyeceği sözlerden olma ihtimali vardır. O bunları göreceği vakit:

"İşte çalışanlar böylesi" bağış ve lütuflar için

"çalışsınlar" demiş olacaktır. Onun bu sözleri ise (dünyada iken) kâfirin kendisine söylemiş olduğu:

"Ben malca senden daha zenginim, sayıca da senden güçlüyüm" (el-Kehf, 18/34) âyetine karşılık bir cevaptır.

Bu sözlerin, meleklerin söyleceği sözlerden olma ihtimali de vardır. Bir diğer görüşe göre bunlar yüce Allah'ın dünyadakilere söylediği sözlerdendir. Yani sizler artık cennette ne tür hayır ve mükâfatların bulunduğunu işitmiş bulunuyorsunuz. İşte "çalışanlar böylesi" mükâfat "için çalışsınlar."

en-Nehhâs der ki: İfade -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya-: "(........): artık amel ediversin, amel edenler bunun benzeri için" takdirindedir. Bir kimse: Arapçada "fe" (tercümede: artık) ikincisinin birincisinden sonra olduğuna delalet eder. Burada "fe"den sonra getirilen ifadelerin takdim niyeti ile söylenmesi nasıl mümkün olabilir? diyecek olursa, cevab şudur: (Bu gibi yerlerde) takdim de te'hir gibidir. Çünkü cer harfleri ile onlardan sonra gelen ifadenin hakkı müteahhir olmak (sonradan gelmek)dir.

62

Ziyafet olarak bu mu hayırlıdır, yoksa Zakkum ağacı mı?

"Ziyafet olarak" anlamındaki: lâfzı, beyan (temyiz olarak) nasb edilmiştir.

"Bu mu hayırlıdır?" buyrukları mübteda ve haberdir. Bu âyetler yüce Allah'ın (bize hitaben) söyledikleridir. Ziyafet olarak cennetin nimetleri mi hayırlıdır

"yoksa Zakkum ağacı mı?" hayırlıdır, demektir.

"Nüzul Ziyafet" sözlükte -en-Nehhâs'ın belirttiği gibi- genişçe rızık demektir. "Nüzl" de böyledir. Ancak "ze" harfi sakin olmak üzere "nüzl"in ayrı bir söyleyiş olması mümkün olduğu gibi, bunun aslının "nüzul" olması da mümkündür. "Onlara nüzulleri (ikramları) yapıldı" tabiri de buradan gelmektedir. Bunun türediği asıl ise, varlığı halinde konaklamalarına ve orada bir süre ikamet etmelerine elverişli olan gıdanın bulunmasıdır. Buna dair açıklamalar daha önceden Al-i İmrân Sûresi'nin sonlarında (3/190-200 âyetler, 20 ve 21. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır.

"Zakkum ağacı" da tiksinti verici olduğu ve kokuşmuşluğu dolayısıyla oldukça gayret harcayarak yutmak demek olan: "Zıkkımlanmaktan türemiştir.

Müfessirler derler ki: Bu ağaç (cehennemin) altıncı kapısındadır. Normal ağaçlar suyun serinliği ile canlandığı gibi, bu ağaç da ateşin alevi ile canlanır. Cehennemliklerden olup da onun daha yukarılarında bulunan kimselerin buraya gelerek bundan yemeleri kaçınılmaz olduğu gibi, ondan daha aşağıda bulunanlar da ona çıkarlar.

Acaba bu ağaç Arapların bilip tanıdıkları dünya ağaçlarından mıdır, değil midir, hususunda iki farklı görüş vardır. Bir görüşe göre bu dünya ağaçlarından olup bilinen bir ağaçtır. Bu görüşü kabul edenler hangi ağaç olduğu hususunda kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir. Kutrub der ki: Bu Tihame taraflarında yetişen ve en berbat ağaçlarından birisi olan oldukça acı bir ağaçtır. Başkası, bu öldürücü bir bitkidir, demektedir.

İkinci görüşe göre de bu, dünya ağaçlarından tanınan bir ağaç değildir. Zakkum ağacı hakkındaki bu âyet-i kerîme nazil olunca, Kureyş kâfirleri: Biz bu ağacı tanımıyoruz, dediler. Afrika'dan bir adam onların yanına geldiğinde ona sordular, o da: Bize göre bu tereyağı ve hurma demektir. Bunun üzerine İbn ez-Ziba'rî: Allah evimizdeki zakkumu çoğaltsın, dedi. Ebû Cehil de cariyesine: Haydi bizi zıkkımlandır deyince, ona tereyağı ve hurma getirdi. Sonra da arkadaşlarına: Zıkkımlanın, işte Muhammed'in bizi kendisi ile korkuttuğu budur. Üstelik o, ateş ağacı yakıp bitirdiği halde ateşin ağaç bitirdiğini iddia etmektedir, dedi.

63

Biz onu zâlimler için bir fitne kıldık.

"Biz onu zâlimler" müşrikler

"için bir fitne kıldık." Çünkü onlar: Ateş ağacı yaktığı halde cehennem ateşinde nasıl ağaç olur, demişlerdi. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-İsra Sûresi'nde (17/60. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Onların bu hususu bu şekilde alaya almaları, yüce Allah'ın:

"Onun üzerinde ondokuz (melek) vardır." (el-Müddessir, 74/30) âyeti ile ilgili söyledikleri: Bu sayının özellikle belirlenmesinin sebebi nedir? demelerine benzer. Hatta kimileri: Ben onlardan şu kadarı ile baş ederim, siz de diğerlerini halledin, diyecek noktaya kadar gelmişti. Bunun üzerine yüce Allah da:

"Onların sayısını da inkâr edenler için ancak bir fitne kıldık" (el-Muddessir, 74/31) diye buyurmuştu.

Fitne, sınamak demektir. Onların bu sözleri cahilliklerinden kaynaklanıyordu. Çünkü yüce Allah, cehennem ateşinde tasmalar, zincirler, yılanlar, akrebler, ateşin bekçilerini yarattığı gibi, orada ateşin türünden ve ateşin yiyip bitirmediği bir ağaç yaratması aklen imkansız bir şey değildir.

Şöyle de denilmiştir: Kâfirlerin uzak bir ihtimal olarak gördükleri bu husus, şu an inkarcıların içine düştüğü durumu andırmaktadır. Öyle ki bu inkarcılar cenneti ve cehennemi ruhları etkileyen bir nimet yahut bir ceza olarak yorumladılar, amellerin tartılmasını, Sırat'ı, Levhi, Kalemi de kendilerince uydurdukları birtakım anlamlara göre açıkladılar. Onların bu açıklamaları ise müslümanların şer'î kaynaklardan anladığından farklı açıklamalardır. Oysa aklen kavranılması zor herhangi bir hususu haber-i sadık (doğru haber) ifade edecek olursa, takınılması gereken tutum -onun bir te'vilinin yapılması mümkün olsa dahi- tasdik edilmesidir. Diğer taraftan müslümanların icma ile batıl kabul ettikleri bir hususta te'vilde bulunmak câiz değildir. Müslümanlar ise bu gibi hususları batın ilmine başvurmaksızın olduğu gibi kabul etmek üzere icma etmişlerdir.

Âyet-i kerimedeki "fitne"nin zâlimlere verilecek ceza anlamında olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Fitnenizi (azabınızı) tadın! İşte bu çabucak gelmesini istediğinizdir." (ez-Zariyat, 51/14)

64

Muhakkak o, cehennemin dibinden çıkan bir ağaçtır.

"Muhakkak o, cehennemin dibinden çıkan bir ağaçtır." Yani bu ağaç cehennemin dibinden çıkar. Kaynağı orasıdır, sonra da dalları cehennemin diğer yerlerine uzanır.

65

Onun meyvesi şeytanların başları gibidir.

"Onun meyvesi" yani mahsulünün: diye adlandırılması; çıkması, ağaçta görülmesi dolayısıyladır.

"Şeytanların başları gibidir." Bizatihi şeytanları kastettiği söylenmiştir. Onun mahsullerini çirkinlikleri dolayısıyla şeytanların başlarına benzetmiştir. Şeytanların başları görünen bir şey olmasa dahi, insan hayalinde tasavvur olunan bir şeydir. Nitekim Arapların çirkin olan herbir şeye "o şeytana benzer" demeleri güzel olan herbir surete de: "o melek suretine benziyor" demeleri de bu kabildendir. Yüce Allah'ın Yusuf (aleyhisselâm)'ı gören kadınların durumunu haber verirken:

"Bu bir beşer değildir. Bu ancak çok şerefli bir melektir." (Yusuf, 12/31) dediklerini haber verdiği ifadeler de bu kabildendir. Bu tahyili bir benzetmedir. Bu anlamdaki bir açıklama İbn Abbâs ve el-Kurazî'den de rivâyet edilmiştir. İmruu'l-Kays'ın şu mısraındaki canlandırma da bu kabildendir:

"Uçları öyle parlak ve keskin (oklar) ki; gulyabanilerin azı dişleri gibidir."

Gulyabaniler her ne kadar bilinmiyor ise de hayalde onların çirkinliklerini tasavvur ettiğinden dolayı (bu benzetmeyi) yapmıştır.

Yüce Allah da:

"İns ve cin şeytanlarını..." (el-En'am, 6/112) diye buyurmuştur. İnsanların azgın olanları gözle görülen şeytanlardır. Sahih hadiste de şöyle buyurulmaktadır: "Sanki onun hurmaları şeytanların başları gibidir." Buhârî, V, 2174-2176, V, 2347; Müslim, IV, 1720; İbn Mace, II, 1173; Müsned, VI, 57, 63.

Araplardan pekçok kimse şeytanları ve gulyabanileri gördüğünü iddia etmiştir. ez-Zeccâc ve el-Ferrâ'' şöyle demişlerdir: Şeytanlar başları ve başlarında ibikleri bulunan yılan çeşitleridir. Bunlar en çirkin ve en kötü, bedenen de en hafif olanlarıdır. Recez vezninde şair bir kadını, ibiği bulunan yılana benzeterek şöyle demektedir:

"Öyle huysuz bir kadın ki o da yemin eder ben yemin ettiğimde,

Yılanların yuvalandığı yabani incirdeki ibikli yılan gibidir."

Bir başka şair de dişi devesinin yularını nitelendirirken Merhum müfessir burada önce: "...şair dişi devesini niteledirirken şunları söylemektedir" deyip aşağıdaki beyiti nakletmekte, arkasından beyitteki garip bazı kelimelerin açıklamasını yapmaktadır. Daha sonra: "Dişi devenin yularını nitelendirirken şöyle der..." diyerek aynı beyiti tekrarlamaktadır. Biz, -Arapça baskıyı yapanların düştükleri notu da dikkate alarak- gördüğünüz şekilde terceme ile yetindik. şunları söylemektedir:

"Hadramevt'linin yuları ile oynar,

Sanki o yular, cılız bitkileri bulunan kurak bir yerdeki yılanın kıvrılması gibidir."

Bir başka açıklamaya göre bu, Yemen'de Esten ve Şeytan diye adlandırılan oldukça kötü bir bitkiye benzetilmiştir. en-Nehhâs: Araplarca bu bilinen bir şey değildir, demiştir. ez-Zemahşerî de şöyle demiştir: Bu meyvelerine "şeytanların başları" ismi verilen çirkin görünümlü, acı, pis kokan kaba bir ağaçtır. en-Nehhâs da şöyle demiştir: Şeytanların, çok çirkin bir çeşit yılan türü olduğu söylenmiştir.

66

İşte muhakkak onlar bu ağaçtan yiyecekler ve ondan karınlarını dolduracaklar.

"İşte muhakkak onlar bu ağaçtan yiyecekler ve ondan karınlarını dolduracaklar." Cennetliklerin rızkı yerine onların da yiyecekleri de, meyveleri de budur. Yüce Allah el-Ğaşiye Sûresi'nde;

"Onlar için dari'den başka bir yiyecek yoktur." (el-Ğaşiye, 88/6) diye buyurmaktadır. Bu da ileride gelecektir.

67

Sonra onun üzerine kaynamış sudan bir katkıları olacaktır.

"Sonra" o ağaçtan yemelerinin arkasından

"kaynamış sudan bir katkıları olacaktır."

Bu âyetteki: Katmak, karıştırmak, demektir, diye söylendiği gibi, diye de söylenir. "Fakr ve fukr" söyleyişleri gibi. Bununla birlikte ("şin" ve "fe" harflerinin) üstün okunuşları daha yaygındır.

el-Ferrâ'' der ki: "Yiyeceğine ve içeceğine herhangi bir şey katıp karıştırdı" demektir. Mastarları: ...diye gelir. Yüce Allah bu âyeti ile yiyeceklerine katkı konulacağını bildirmektedir. (Bu katkının ismi olan):

"el-Hamim" oldukça sıcak su demektir. Böylece bu katkı ile yediklerinin daha kötü olması sağlanacaktır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Bağırsaklarını paramparça eden kaynar sudan içirilen kimseler..." (Muhammed, 47/15)

es-Süddî der ki: O Hamîm (kaynar su); onlara gözlerinin yaşı olan ğassak ve cerahat ve kanlarının irini ile karıştırılacaktır.

Bir başka görüşe göre azaplarının ağırlaştırılması, musibetlerinin tekrarlanması, Zakkumun acılığı ile hamim (çok sıcak su)'in sıcaklığını bir arada tatmaları için, zakkumlarına kaynar su (hamim) karıştırılacaktır.

68

Sonra dönüşleri muhakkak cehenneme olacaktır.

"Sonra dönüşleri muhakkak cehenneme olacaktır." Denildiğine göre bu onların Zakkumu yiyecekleri vakit cehennem ateşi azabından bir başka azapta olacaklarını, sonra da cehenneme döndürüleceklerini göstermektedir.

Mukâtil de şöyle demektedir: Hamim (kaynar su), Cahim'in dışındadırlar. Onlar oradan içmek için hamime gelirler, sonra tekrar Cahime geri döndürülürler. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İşte bu günahkârların yalan saydığı cehennemdir. Onlar bunun ile sıcak su (Hamim) arasında gidip geleceklerdir." (er-Rahmân, 55/43-44)

İbn Mes’ûd da bu âyeti:

"Sonra onların döndürülecekleri yer muhakkak Cahim (Cehennem) olacaktır" diye okumuştur.

Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: Buradaki: "Sonra" edatının "vav: ve" anlamında olması mümkündür. el-Kuşeyrî de şöyle demektedir: Hamim (kaynar su)'in cehennemin bir tarafında bir yerde olma ihtimali de vardır.

69

Muhakkak onlar atalarını sapık kimseler olarak bulmuşlardı.

"Muhakkak onlar atalarını sapık kimseler olarak bulmuşlardı." Yani atalarını bu halde buldular, buna rağmen onlara uydular.

70

Yine de onların izleri üzere sürat ve ısrarla koşturuluyorlar.

"Yine de onların izleri üzere sürat ve ısrarla koşturuluyorlar." Katade'den rivâyete göre hızlıca koşturuluyorlar. Mücahid: Koşar şekilde... diye açıklamıştır.

el-Ferrâ'' da şöyle demiştir: "Titreyişli bir şekilde hızlıca koşmak" demektir. Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: Onlar arkalarından ısrarla koşturuluyorlar. el-Müberred'in açıklaması da buna yakındır. O şöyle demiştir: "Israrla koşmaları istenen, teşvik edilen" kimseye denilir. Mesela: "Soğuğun etkisi ile filan kişi ateşin yanına hızlıca geldi" denilir. Rahatsız olacak kadar hızlıca sürükleniyorlar, diye de açıklanmıştır ki, bu açıklamayı el-Fadl yapmıştır. ez-Zeccâc der ki: ısrarla teşvik edilerek ve hızla gitmesi istenenin durumunu anlatmak için: şekilleri kullanılır.

71

Yemin olsun ki onlardan önce olanların bir çoğu sapıtmıştı.

"Yemin olsun ki onlardan önce" geçmiş ümmetlerden

"olanların bir çoğu sapıtmıştı."

72

Ve yemin olsun ki onlar arasında uyarıp korkutan (peygamber)ler göndermiştik.

"Ve yemin olsun ki onlar arasında uyarıp korkutan" onları azâbı hatırlatarak uyaran peygamber

"ler göndermiştik." Ancak onlar yine de kâfir olmuşlardı.

73

Bir bak, o korkutulanların akıbeti nasıl oldu?

"Bir bak, o korkutulanların" sonunda

"akıbeti nasıl oldu?"

74

Ancak Allah'ın ihlâsa ulaştırılmış kulları müstesna.

"Ancak Allah'ın ihlâsa ulaştırılmış" yani Allah'ın küfürden kurtarmış olduğu

"kulları müstesna." Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Hicr, 15/'40. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Ayrıca bu istisnanın

"korkutulanların" lâfzından istisna olduğu söylendiği gibi, yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki onlardan önce olanların bir çoğunu sapıtmıştık" âyetinden istisna olduğu da söylenmiştir.

75

Yemin olsun ki Nûh, Bize seslenmişti. Biz ne güzel karşılık verenleriz!

"Yemin olsun ki Nûh, Bize seslenmişti." Onun bu seslenişi yardım istemek anlamında idi. Denildiğine göre o, kavminin helâk edilmesini dileyerek dua etmiş ve:

"Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden dönüp dolaşan bir kimse bırakma!" (Nûh, 71/26) diye dua etmişti.

"Biz ne güzel karşılık verenleriz!" el-Kisaî: Biz, onun duasına ne güzel karşılık verenleriz! diye açıklamıştır.

76

Ve Biz, onu ve ehlini büyük gamdan kurtardık.

"Ve Biz, onu ve ehlini" yani onun dinine mensup olanları

"büyük gamdan" suda boğulmaktan

"kurtardık."

Onun ehli, onun dinine mensup ve onunla îman eden kimselerdir. Önceden (Hud, 11/40. âyetin tefsirinde) açıklandığı üzere bunlar seksen kişi idiler.

77

Zürriyetini de sürekli baki kalanların ta kendileri kıldık.

"Zürriyetini de sürekli baki kalanların ta kendileri kıldık" âyeti hakkında İbn Abbâs şöyle demiştir: Nûh gemiden çıktıktan sonra onunla beraber bulunan erkekler ve kadınlar -onun çocukları ve hanımları müstesna- hep öldüler. İşte yüce Allah'ın:

"Zürriyetini de sürekli baki kalanların ta kendileri kıldık" âyeti bunu anlatmaktadır.

Said b. el-Müseyyeb de dedi ki: Nûh'un üç çocuğu vardı. Bütün insanlar Nûh'un bu çocuklarındandır: Sam, Arapların, İranlıların, Rumların, Yahudi ve Hristiyanların babasıdır. Ham ise doğudan batıya kadar bütün siyahilerin babasıdır. Sind, Hind, Nube (Sudan), Zenciler, Habeşliler, Kıbtiler, Berberilerin ve diğerlerinin. Yafes ise Slavların, Türklerin, Lanların, Hazerlilerin, Ye'cuc, Me'cuc ve oralarda bulunanların babasıdır.

Bir kesim de şöyle demiştir: Nûh'un çocuklarından başkalarının soyları da devam etmiştir. Buna delil de yüce Allah'ın şu âyetleridir:

"Ey Nûh ile birlikte taşıdıklarımızın soyundan gelenler!" (el-İsra, 17/3);

"Denildi ki: Ey Nûh Bizim katımızdan selametle in. Sana ve seninle bulunan ümmetlere de hayır ve bereketler olsun. (Diğer) ümmetler de vardır ki, Biz onları da faydalandıracağız. Sonra onlara bizden can yakıcı bir azâb dokunacaktır." (Hud, 11/48) Buna göre: "Zürriyetini de sürekli baki kalanların ta kendileri kıldık" âyeti, kâfir olanların dışındakilerin zürriyetini kastetmektedir. Çünkü biz kâfir olanların zürriyetlerini suda boğduk, demek olur.

78

Sonra gelenler arasında ona (iyi bir ün) bıraktık.

"Sonra gelenler arasında" bütün ümmetler arasında

"ona" övülmeye değer güzel bir ün

"bıraktık." Nûh (aleyhisselâm) herkes tarafından sevilen bir peygamberdir. Hatta mecusiler arasında onun "Efridun" olduğunu söyleyenler dahi vardır. Bu anlamdaki açıklama Mücahid ve başkalarından rivâyet edilmiştir.

79

Âlemler içinde Nûh'a selam olsun.

el-Kisaî'nin iddiasına göre bu âyette iki takdir vardır. Birincisi:

"Sonra gelenler arasında ona" onun hakkında bu güzel övgüyü

"bıraktık. Âlemler içinde Nûh'a selam olsun" denilir. Ebû'l-Abbas el-Müberred'in görüşü de budur. Yani Biz, bu sözü onun hakkında kalıcı kıldık, yani ona selam söyler dururlar, ona dua ederler. Buna göre bu ("Nûh'a selam olsun" ifadesi) başkasının söylediği nakledilen ifadelerdendir.

Yüce Allah'ın: "(Bu) indirdiğimiz... bir sûredir." (en-Nûr, 24/1) âyetine benzemektedir diyen görüşe göre ise, mana: Biz, onun hakkında bunları bıraktık, anlamındadır, ifade burada tamamlanmaktadır. Daha sonra yeni bir ifade ile

"Nûh'a selam olsun" diye buyurmaktadır. Yani "sonra gelenler arasında" kendisinden kötü bir şekilde sözedilmekten yana o esenliğe kavuşturulmuştur, demek olur.

el-Kisaî dedi ki: İbn Mes’ûd'un kıraatinde: "Bir selam" lâfzı "Bıraktık" ile nasb halindedir. Yani Biz, ona güzel övgü ve bir selam bıraktık, demektir.

"Sonra gelenler arasında" Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmeti arasında demek olduğu söylendiği gibi, diğer peygamberler arasında diye de açıklanmıştır. Çünkü ondan sonra ne kadar peygamber gönderilmiş ise mutlaka o peygambere Nûh (aleyhisselâm)'a uyması emredilmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"O... dinden Nûh'a tavsiye ettiğini... size de şeriat yaptı." (eş-Şura, 42/13) diye buyurmaktadır.

Said b. el-Müseyyeb dedi ki: Bana ulaştığına göre kim akşamı ettiği vakit: "Âlemler içinde Nûh'a selam olsun" diyecek olursa, onu akreb sokmaz. Bunu da Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) "et-Temhid" adlı eserinde zikretmiştir. İbn Abdi’l-Berr, Temhid, XXI, 241.

Muvatta’'da. da Havle bint Hakim'den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim bir yerde konaklayacak olursa, Allah'ın eksiksiz kelimeleri ile yarattıklarının şerrinden Allah'a sığınırım, desin. Oradan ayrılıp gidinceye kadar hiçbir şey ona asla zarar vermeyecektir. " Muvatta’, II, 978; Müslim, IV. 2080, 2081; Tirmizî, V. 496; Dârimî, 375; Müsned, VI, 377, 378, 409.

Yine Muvatta’'da Ebû Hüreyre'den gelen rivâyete göre Eslemlilerden bir adam şöyle demiş: Bu gece gözüme uyku girmedi. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Neden dolayı?" diye sorunca, şöyle demiş: Beni bir akreb soktu. Bu sefer Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Eğer sen akşamı ettiğin vakit, Allah'ın eksiksiz kelimeleri ile Allah'ın yarattıklarından O'na sığınırım, demiş olsaydın sana zarar vermezdi." Muvatta’, II, 951; Müslim, IV, 2081; Ebû Davud, IV, 13; İbn Mace, II, 1162; Müsned, II, 375, III, 448, V, 430.

80

Muhakkak Biz, ihsan edicileri böyle mükâfatlandırırız.

"Muhakkak Biz, ihsan edicileri böyle mükâfatlandırırız." Onlardan güzellikle sözedilmesini baki kılarız. Böyle" lâfzındaki "kef" nasb mahallindedir. Bunun gibi bir mükâfatla... demektir.

81

Muhakkak o, Bizim mü’min kullarımızdandır.

"Muhakkak o Bizim mü’min kullarımızdandır." Bu âyet da onun ihsan ediciliğini açıklamaktadır.

82

Sonra diğerlerini suda boğduk.

"Sonra diğerlerini" yani kâfir olanları

"suda boğduk." (Diğer anlamındaki: aher'in) çoğulu: şeklinde gelir. Bu kelimede aslolan: ile birlikte kullanılmasıdır. Ancak bu hazfedilmiştir, çünkü anlam bilinmektedir. Bir şeyin "diğer" olması için mutlaka onun cinsinden bir şeyin ondan önce olması gerekir. Buradaki: Sonra" ifadesi arada bir zaman fasılasını anlatmak için değildir. Nimetleri sayıp dökmek içindir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Yahut topraklara düşmüş bir yoksula, sonra da îman edenlerden... olmasıdır." (el-Beled, 90/16-17) Bu da şu demek olur: Sonra size şunu haber vereyim ki; Ben diğerlerini suda boğdum. Bunlar ise îman etmekten geri kalan kimselerdir.

83

Muhakkak İbrahim de onun izinden gidenlerdendi.

"Muhakkak İbrahim de onun izinden gidenlerdendi" âyeti hakkında İbn Abbâs dedi ki: Onun dinine mensub olanlardandı, demektir. Mücahid de: Onun yolu ve sünneti üzerinde gidendi, demektir, diye açıklamıştır. el-Esmaî der ki: Şia (mealde: izinden giden); yardımcı olan kimseler demektir. Bu da: den alınmıştır ki, budunun alev alması maksadı ile büyük odunlar ile birlikte yakılan küçük odun (tahta) parçaları demektir.

el-Kelbî ve el-Ferrâ'' da şöyle demiştir: Yani şüphesiz Muhammed'in izinden gidenlerden birisi de İbrahim'dir. Buna göre buradaki:

"Onun izinden" lâfzındaki zamir, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a aittir. Birinci açıklamaya göre ise Nûh (sallallahü aleyhi ve sellem)'a aittir, daha kuvvetli görülen de budur. Çünkü daha önce sözkonusu edilen de o idi. Ayrıca Nûh ile İbrahim (aleyhisselâm) arasında sadece iki peygamber gelip geçmiştir. Bunlar da Hud ile Salih peygamberlerdir. Nûh ile İbrahim arasında ise 2640 yıl geçmiştir. Bunu da ez-Zemahşerî nakletmiştir.

84

Çünkü o Rabbine selim bir kalb ile gelmişti.

"Çünkü o Rabbine" şirkten ve şüpheden arınıp kurtulmuş

"selim bir kalb ile gelmişti." Avf el-A'rabî dedi ki: Muhammed b. Sîrîn'e: Selim kalb nedir? diye sordum, o da: Allah'ın yarattıkları arasında Allah'a samimiyet ile bağlı kalan demektir, diye cevab verdi.

Taberî de Galib el-Kattan, Avf ve diğerlerinden naklettiğine göre Muhammed b. Şîrîn hacılara şöyle dermiş: Ebû Muhammed zavallı bir kimsedir. Eğer Allah onu azaplandıracak olursa, günahları dolayısıyla ona azâb eder. Eğer ona mağfiret ederse, ne mutlu ona! Şayet kalbi selim birisi ise hiç şüphesiz kendisinden daha hayırlı olan kimseler bile günah işlemiştir. Avf dedi ki: Ben Muhammed'e peki selim kalb nedir? diye sordum. Dedi ki: Allah'ın hak, kıyâmetin mutlaka gerçekleşecek olduğunu, Allah'ın kabirdekileri de mutlaka diriltileceğim bilmesidir.

Hişam b. Urve dedi ki: Babam bize şöyle derdi: Çocuklarım lanet okuyan kimseler olmayın. Siz İbrahim (aleyhisselâm)'ın asla hiçbir şeye lanet okumadığını bilmiyor musunuz? O bakımdan yüce Allah:

"Çünkü o Rabbine selim bir kalb ile gelmişti" diye buyurmuştur.

Rabbine selim bir kalb ile gelmesinin iki anlama gelme ihtimali vardır: Birincisi o başkalarını Allah'ı tevhid etmeye ve O'na itaat etmeye davet etmesi sırasında selim bir kalbe sahipti, ikincisi ateşe atıldığı sırada kalbi selimdi.

85

Hani babasına ve kavmine: "Nelere ibadet ediyorsunuz?" demişti.

"Hani babasına" ismi Azer'di. Buna dair açıklamalar da (el-En'am, 6/74. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Ve kavmine: Nelere ibadet ediyorsunuz? demişti" âyetindeki: Ne" mübteda olarak ref mahallinde; "...lere" de onun haberi durumundadır. Bununla birlikte her ikisinin "ibadet ediyorsunuz" fiili ile nasb mahallinde olması da mümkündür.

86

"Yalan ve iftira ederek, Allah'tan başka ilahları mı istiyorsunuz?

“Yalan ve iftira ederek" âyeti mef'ûlün bih olarak nasb mahallindedir. Yani siz yalan ve iftira mı istiyorsunuz? demek olur. el-Muberred de der ki: Yalanın en kötü şekli"dir. Bu da bir türlü karar kılamayan ve sürekli kararsızlık gösteren şey demektir. "Altlarındaki yer, üstlerine geldi" ifadesi de buradan gelmektedir.

"İlahları mı?" âyeti "yalan ve iftira" lâfzından bedeldir.

"Allah'tan başka" yani Allah'tan başkasına mı ibadet ediyorsunuz? Buna göre bu âyetin anlamı şöyle olur: "Sizler Allah'tan başka yalan ve uydurma ilâhları mı istiyorsunuz."

Bununla birlikte şu anlamda hal olması da mümkündür: Sizler yalan ve iftira eden kimseler olarak, Allah'tan başka ilâhlar mı istiyorsunuz? (Mealde olduğu gibi).

87

"Âlemlerin Rabbi hakkında zannınız nedir?"

"Âlemlerin Rabbi hakkında zannınız nedir?" Onun huzuruna başkasına ibadet etmiş olarak vardığınız vakit ne (göreceğinizi) zannedersiniz? Bu bir sakındırmadın Yüce Allah'ın:

"O kerim Rabbine karşı seni aldatan nedir?" (el-İnfitar, 82/6) âyeti gibi bir sakındırma demektir. Bunun: Sizler ne gibi yanılgılara düştünüz ki, sonunda Ona başkasını ortak koşacak kadar ileri gittiniz anlamında olduğu da söylenmiştir.

88

Derken yıldızlara bir defa baktı da:

89

"Muhakkak ben hastayım" dedi.

"Derken yıldızlara bir defa baktı da: Muhakkak ben hastayım, dedi."

âyeti ile ilgili olarak İbn Zeyd babasından şöyle dediğini nakletmektedir: Kralları ona: Yarın bizim bayramımızdır. Bizimle birlikte bayrama çık, diye haber gönderdi, o da doğmakta olan bir yıldıza baktı ve: Bu yıldız ben hasta olacağım vakit doğar, dedi. Yıldızlar ilmi, kullandıkları ve gözlemledikleri bir bilgi idi. Böylelikle o bu bakımdan onlara bu hissi verdi, kendi inançlarına uygun bir mazeret ortaya koymuş oldu. Çünkü kavmi çobanlık ve çiftçilik yapan bir kavimdi. Bu iki geçim yolunun ise yıldızları gözlemlemeyi gerektirdiği açıktır.

İbn Abbâs dedi ki: Yıldızlar ilmi. peygamberliğin kapsamı içerisindeydi. Yüce Allah Yuşa b. Nun'a güneşin doğmasını geciktirince bunu ortadan kaldırdı. Bundan dolayı İbrahim in yıldıza bakması nebevi bir ilim idi.

Cuveybir de ed-Dahhak'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Yıldızlar ilmi Îsa (aleyhisselâm) dönemine kadar kalmışta Nihayet onun görülmesinin (ve yerinin bilinmesinin) sözkonusu olmadığı bir yerde Hz. Îsa'nın yanına girdiklerinde Meryem (selam ona) bu gelenlere: Siz onun yerini nereden bildiniz? diye sorunca, onlar da: Yıldızlardan dediler. Bunun üzerine Îsa Rabbine dua ederek: Allah'ım, yıldızlar bilgisi ile onların bir şey kavramasına imkan verme. Artık kimse de yıldızlar ilmini bilmesin, dedi. Bunun sonucunda yıldızlardan hareketle hüküm vermek şeriatta yasak kılındı. İnsanlar arasında bu bilgi de bilinmeyen bir bilgi haline geldi.

el-Kelbî dedi ki: Onlar (İbrahim -aleyhisselâm-in kavmi) Basra ile Küfe arasında Hurmuz Cerd diye bilinen bir kasabada idiler ve yıldızları gözetliyorlardı. Bu görüşlerden birisidir.

el-Hasen ise şöyle demektedir: Yani onlar İbrahim (aleyhisselâm)'a kendileriyle birlikte dışarı çıkmasını teklif ettiklerinde ne yapacağı hususu üzerinde düşünmeye koyuldu. Buna göre anlam şöyle olur: O hatırına gelen görüş üzerinde durdu ve düşündü. Bu türden karşısına çıkan husus hakkında düşündü, demek olur. Böylelikle o hayatta olan herkesin hastalanacağını öğrenmiş olduğundan ötürü

"muhakkak ben hastayım (hastalanacağım)" dedi.

el-Halil ve el-Muberred derler ki: Bir kişi herhangi bir husus hakkında düşünüp onu planlamasını anlatmak üzere: "o kişi yıldızlara baktı" denilir.

Şöyle de açıklanmıştır: İbrahim (aleyhisselâm)'ı beraberlerinde çıkmaya çağırdıkları saat onun sıtmaya yakalandığı bir vakte rastlamıştı.

Bir başka açıklama da şöyledir: Yani o eşyaya baktı, bu eşyanın bir yaratıcısı ve onların işlerini çekip çeviren birisi olduğunu bildi. Kendisinin de bu eşya gibi halden hale değişeceğini anladığından:

"Muhakkak ben hastayım" dedi.

ed-Dahhak da şöyle demiştir:

"Ben hastayım" ben ölüm hastalığına yakalanacağım, demektir. Çünkü hakkında ölüm takdir edilmiş kimse çoğunlukla önce hastalanır, sonra ölür. İşte bu bir tevriye ve kinayeli bir anlatımdır. Nitekim kral ona Sare'nin kim olduğunu sorduğunda, o benim kızkardeşimdir, demiş ve bununla din kardeşliğini kastetmiştir.

İbn Abbâs, İbn Cübeyr ve yine ed-Dahhak şöyle demişlerdir: O bu sözleriyle taun gibi başkasına bulaşan bir hastalığa işaret etmişti. Onlar da taundan kaçan ve korkan kimselerdi. İşte;

90

Ondan yüz çevirip uzaklaştılar.

"Ondan yüz çevirip uzaklaştılar" âyeti bunu anlatır. Yani hastalığın kendilerine bulaşması korkusu ile kaçtılar.

Tirmizî el-Hakim rivâyetle der ki: Bize babam anlattı, dedi ki: Bize Amr b. Hammâd anlattı. O Esbat'dan, o es-Süddî'den, o Ebû Malik'ten, o Ebû Salih'ten, o İbn Abbâs'dan; ve Semura'dan, o el-Hemedanî'den, o İbn Mes’ûd'dan dedi ki: İbrahim'in babası: Bizim bir bayramımız var. Eğer bizimle birlikte çıkacak olursan dinimizi beğeneceksindir, dedi. Bayram günü gelince, İbrahim'in yanına geldiler, o da onlarla birlikte çıktı. Yolun bir yerinde kendisini yere attı ve: Ben gerçekten hastayım, ayağım ağrıyor, dedi. Yere yıkılmış iken onun ayağını çiğneyip geçtiler. Çekip gittiklerinde onların arkalarından:

"Vallahi... ben bu putlarınıza mutlaka bir tuzak kuracağım." (el-Enbiya, 21/57) diye seslendi. Ebû Abdullah dedi ki: Bu, İbn Abbâs ve İbn Cübeyr'in söyledikleri ile çatışan bir şey değildir. Çünkü bu iki hususun da olmuş olma ihtimali vardır.

Derim ki: Sahih(-i Buhârî)'de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "İbrahim Peygamber (aleyhisselâm) sadece üç defa yalan söylemişti..." Buhârî, III, 1225, V. 1955; Müslim, IV, 1840; Müsned, II. 403. III, 244. Bu hadis daha önceden el-Enbiya Sûresi'nde (21/62-63- âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu ise onun gerçekten hasta olmadığına ancak ta'riz (üstü kapalı kaçamak ifade) kullandığına delildir. Yüce Allah da:

"Muhakkak sen de öleceksin, hiç şüphesiz onlar da öleceklerdir" (ez-Zümer, 39/30) diye buyurmaktadır. O halde anlam şöyledir: Ben gelecekte hasta olacağım, onlar ise şu anda hasta olduğunu zannettiler. Bu da daha önceden belirttiğimiz gibi ta'rizli (üstü kapalı) ifadelerdendir. Çokça kullanılan bir mesel olan: "Hastalık olarak sağlıklı olmak yeterlidir" ifadesi ile Lebid'in şu beyiti de bu kabildendir:

"Çokça dua ettim Rabbime gayretle, esenlik versin,

Ve bana sağlık versin diye, baktım ki sağlıklı oluş hastalığın kendisidir."

Bir kişi ansızın ölmüş, insanlar onun etrafını sarmışken: Sapasağlamken öldü dediler. Bunun üzerine bedevi bir Arap: Ölümü ense kökünde gezdiren bir kimse sağlıklı olabilir mi? dedi.

Buna göre İbrahim (aleyhisselâm) bu sözü söylediğinde gerçeği ifade etmişti. Ancak peygamberlerin seçkinlikleri ve yüce Allah'ın nezdindeki konumlan dolayısıyla bu tutumu bir günah olarak değerlendirilmiştir. Bundan dolayı o şöyle demişti:

"Kıyâmet gününde bana günahımı bağışlamasını ümit ettiğim O'dur. "(eş-Şuara, 26/82) Bütün bu hususlar yeterli açıklamaları ile daha önceden (el-Enbiya, 21/62-63- âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Bir açıklamaya göre o, kâfir oluşları sebebiyle nefsen rahatsız olduğunu anlatmak istemişti.

"Yıldız" anlamına gelen: in çoğulu da olabilir, tekil ve mastar (ve bir şeyin bir parçası, bölümü, taksidi anlamına) da olabilir.

91

Sonra gizlice putlarına varıp: "Yemez misiniz?" dedi.

"Sonra gizlice putlarına varıp" es-Süddî dedi ki: Onların yanına gidip... Ebû Malik: Onlara gidip... Katade: Onlara doğru gidip... el-Kelbî: Üzerlerine varıp... diye açıklamışlardır. Yönünü onlara doğru çevirip... anlamına geldiği de söylenmiştir. Anlamlar birbirine yakındır.

Buna göre: "Meyletti, yöneldi, meyleder yönelir, meyletmek yönelmek" demektir. "(........): Meyilli, eğimli yol" demektir. Şair de şöyle demiştir:

"Sana dil ucuyla tatlılık gösterir,

Ancak tilkinin sapıp gittiği gibi yanından uzaklaşıp gider."

"Yemez misiniz? dedi." Aklı başındaki varlıklara hitab eder gibi putlara hitab etti. Çünkü onlar putlarını bu duruma çıkarmışlardı. Aynı şekilde;

92

"Size ne oldu ki konuşmuyorsunuz?"

"Size ne oldu ki konuşmuyorsunuz?" âyeti da böyledir. Denildiğine göre putların önünde bayramdan dönüşleri sırasında yemek maksadıyla bıraktıkları yiyecekleri vardı. Bu yemekleri bırakmalarının sebebi ise -kendi kanaatlerine göre- putlarının bereketinin yemeğe geçmesi idi. Bu yemekleri put bakıcılarına bıraktıkları da söylenmiştir. Bir başka açıklamaya göre İbrahim (aleyhisselâm) alay olsun diye o putlara yemek sunmuş ve: "Yemez misiniz? Size ne oldu ki konuşmuyorsunuz?" demişti.

93

Sonra onlara sağ eli ile gizlice vurdu.

"Sonra onlara sağ eli ile gizlice vurdu" âyetinde vuruşun özellikle

"sağ el" ile sözkonusu edilmesinin sebebi, daha güçlü olması, onunla indirilen darbenin daha ağır olmasından dolayıdır. Bu açıklamayı ed-Dahhak ve er-Rabî' b. Enes yapmıştır.

Bir başka açıklamaya göre buradaki "yemin (sağ)"den kasıt, onun:

"vallahi... ben bu putlarınıza mutlaka bir tuzak kuracağım" (el-Enbiya, 21/57) diye yaptığı yemindir.

el-Ferrâ'' ve Sa'leb şöyle demişlerdir: Bundan kasıt, putlara güçlü bir darbe indirdiğidir. Yemin (sağ), güç demektir.

Bunun "adalet ile" anlamına geldiği de söylenmiştir. Burada yemin adalet demektir. Yüce Allah'ın:

"Eğer bazı sözleri uydurup Bize isnad etseydi, Biz onu elbette sağımızla alıverirdik" (el-Hakka, 69/44-45) âyetinde de "yemin (sağ)" adalet ile... (ondan intikam alırdık), anlamındadır. Bu bakımdan adalet için "yemin (sağ)", zulüm için ise "şimal (sol)" kullanılır. Nitekim düşman ve masiyetler sözkonusu edildiğinde "şimal"in, itaat sözkonusu edildiğinde ise "yemin"in kullanıldığı görülmektedir. Bundan dolayı da:

"Gerçekten siz bize sağdan gelirdiniz" (es-Saffat, 37/28) diye buyurulmaktadır ki, itaat cihetinden gelirdiniz, demektir.

Yemin müslümanın adaletli tarafıdır, şimal ise zulüm tarafıdır. Nitekim mü’min antlaşma (misak) gününde sağı ile yüce Allah'a bey'at edip söz vermiştir. O halde bey'at yemin ile yapılmıştır. İşte yarın mü’mine kitabının (amel defterinin) yemininden (sağından) verileceğinin sebebi budur. Çünkü o yaptığı bey'ate bağlı kalmıştır. Bey atini bozan ve yüce Allah'ın boyunduruğundan kaçıp kurtulan kimseye ise kitabı sol tarafından verilecektir. Çünkü zulüm o taraftadır. Buna göre "sonra onlara sağ eli ile gizlice vurdu" âyeti misak gününde yüce Allah'a bey'at etmiş olduğu o adaletin gereği olarak bunu yaptı ve bu dünyada vermiş olduğu bu sözü yerine getirmiş oldu, demektir. Bunun sonucunda da o putları kırıp döktü. Âdeta un ufak etti. İşte burada onun sağ eliyle vurması kuvvetle vurması anlamında değildir. Bu açıklamayı et-Tirmizî el-Hakim yapmıştır.

94

Hızlıca ona geldiler.

"Hızlıca ona geldiler." Hamza:

"Hızlıca geldiler" âyetini "ye" harfi ötreli olarak: diye okumuştur. Diğerleri ise "ye" harfini üstün ile okumuşlardır. Hızlıca geldiler, demektir. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır.

Katade ve es-Süddî: Yürüyerek geldiler, diye açıklamışlardır. Anlamın hep birlikte, ağır ağır ve herhangi bir kimsenin putlarına bir zarar vermeyeceğinden yana emin olarak geldiler, demek olduğu da söylenmiştir. Onlar yürümek ile koşmak arasında bir yürüyüşle geldiler, diye de açıklanmıştır. Deve kuşunun koşmaya başlaması (ve bunun için kanatları açması)" tabiri de buradan gelmektedir. ed-Dahhak: Koşarak geldiler derken, Yahya b. Sellam kızgınlıklarından titreyerek geldiler anlamına geldiğini nakletmiştir. Böbürlenerek geldiler, diye de açıklanmıştır ki bu açıklamayı da Mücahid yapmıştır. Gelinin kocasının evine zifaf için götürülmesi" tabiri de buradan alınmıştır. el-Ferezdak da şöyle demektedir:

"Aşılayıcı erkek develer dişilerinden önce koşarak geldi,

Arkasından ise onlar (dişi develer) geldiler.

Onlar da (aşırı soğuğun etkisinden) koşuyorlardı."

şeklinde ötreli okuyanların okuyuşu, başkalarını koşmak durumunda bırakıyorlardı, anlamına gelir. Buna göre mef'ûl hazfedilmiş olur. el-Esmaî dedi ki: "Develeri koşmak zorunda bıraktım" demektir.

Bunların iki ayrı söyleyiş olduğu, bu bakımdan: "O erkekler topluluğu koştular" denildiği gibi; "Gelini zifafa gönderdim" söyleyişleri hep aynı anlamdadır. "Gelinin zifafa girdiği yer" anlamındadır. Bu açıklama el-Halil'den nakledilmiştir.

en-Nehhâs dedi ki: "Ye" harfinin ötreli olarak okunuşu ile ilgili olarak Ebû Hatim bu söyleyişi bilmediğini iddia etmiştir. Ancak aralarında el-Ferrâ'nın bulunduğu ilim adamlarından bir topluluk, bunu bilmişlerdi. el-Ferrâ'' bunu Araplarıa: "Adamı uzaklaşmak zorunda bıraktım" tabirlerine benzetmiştir, "Onu bir kenara uzaklaştırdım" demek olur. el-Ferrâ'' ve başkaları şu beyiti zikrederler:

"Husayn kendi kavminin başına geçmeyi temenni etti,

Fakat Husayn zelil edildi ve kahredildi."

Yani bu hale düşürüldü, işte "Sonunda bu şekilde koşacak noktaya vardılar" anlamına gelir. Muhammed b. Yezid dedi ki: "Süratlice koşmak" demektir. Ebû İshak ise, bu deve kuşunun koşmaya ilk başlaması hali demektir, der. Ebû Hatim de şöyle demiştir: el-Kisaî birtakım kimselerin "fe" harfini şeddesiz olarak: diye, fiilinden: "Tarttı, tartar" gibi okuduklarını da iddia etmiştir.

en-Nehhâs da şöyle demektedir: Bu Ebû Hatim'in naklettiğidir. Ebû Hatim ise el-Kisaî'den herhangi bir şey işitmiş değildir. el-Kisaî'den rivâyet eden el-Ferrâ'' ise el-Kisaî'nin bu kelimeyi "fe" harfi şeddesiz olarak: şeklinde bilmediğini rivâyet etmektedir. el-Ferrâ'' dedi ki: Ben de bunu bu şekliyle bilmiyorum. Ebû İshak dedi ki: Ancak onlardan başkaları bunu bilmiş bulunuyor. Çünkü: "Hızlandı, hızlanır" denilir. en-Nehhâs dedi ki: Bununla birlikte biz (bu kelimeyi): diye (şeddesiz) okuyan kimse olduğunu da bilmiyoruz.

Derim ki: el-Mehdevî'nin naklettiğine göre bu Abdullah b. Yezid'in kıraatidir.

ez-Zemahşerî "Hızlıca ona doğru itildiler" şeklinde meçhul bir fiil olarak ve: şekli, "Deveye (hızlı yürümesi için) türkü çağırdı" fiilinden gelen bir fiil olarak da (okunmuştur). Sanki ona doğru hızlıca gidişleri dolayısıyla biri diğerini itiyormuş gibi (ona doğru gittiler) demek olur.

es-Sa'lebî, el-Hasen, Mücahid ve İbn es-Semeyka'dan: "Deve kuşunun yürümek ile uçmak arası koşması"nı anlatan: den gelen ve "ra" harfi ile bir fiil olarak okuduklarını zikretmektedir.

95

"Siz elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" dedi.

"Siz elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" dedi. Âyetinde hazfedilmiş lâfızlar vardır. Yani onlar: Bizim ilâhlarımıza bu işi kim yaptı dediler. O da onlara karşı delil getirerek:

"Siz elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz" dedi. Yani ellerinizle yonttuğunuz, düzelttiğiniz birtakım putlara mı ibadet ediyorsunuz?

"Yontmak, düzeltmek ve fazlalıklarını almak, törpülemek" demektir. "Onu yonttu, yontar" demektir. ise "yontma neticesinde çıkan artıklar"a denilir. da kendisi ile yontulan alet, yontma aleti demektir.

96

"Halbuki sizi de, yapıp ettiklerinizi de Allah yaratmıştır."

"Halbuki sizi de, yapıp ettiklerinizi de Allah yaratmıştır" âyetindeki nasb konumundadır. Yani yüce Allah sizin yapıp ettiğiniz bu putları da yaratmıştır. İster ağaç, ister taş, ister başka şeylerden olsun. Yüce Allah'ın şu âyetine benzemektedir:

"Hayır, sizin Rabbiniz göklerle yerin Rabbi ve onları yoktan var edendir." (el-Enbiya, 21/56)

Buradaki ....'ın istifham (soru) edatı anlamında olduğu da söylenmiştir Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Halbuki Allah sizi yaratmıştır. Siz ne yapıyorsunuz böyle?

Onların yaptıklarını küçümsemektir, tahkir etmek anlamına gelir. Bu edatın nefy edatı olduğu da söylenmiştir. Yani bunu yapan sizler değilsiniz, onu yaratan Allah'tır.

Ancak en güzeli bu edatın fiil ile birlikte mastar olmasıdır. İfadenin takdiri de şöyle olur: Halbuki Allah sizi de, sizin amelinizi de yaratmıştır. Ehl-i sünnetin mezhebi de budur. Onlara göre Allah fiillerin halikidir, kullar da o fiilleri kesbedenler (kazananlar)dır. Bu âyet ile Kaderiyye ve Cebriye'nin görüşleri iptal edilmekte, çürütülmektedir. Rivâyete göre de Ebû Hüreyre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu bildirmektedir: "Şüphesiz Allah her bir sâniî (yapıcıyı) ve sanatını (onun yaptığını) yaratandır." Bunu es-Sa'lebî zikretmiş olduğu gibi, Beyhakî de bunu Huzeyfe'den gelen bir hadis olarak rivâyet etmiştir. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz aziz ve celil olan Allah herbir sâniî ve onun sanatını yaratmıştır. " Beyhakî, Şuabu'l-Îman, I, 209 O halde hâlik de O'dur, sânî de odur. O her türlü eksiklikten münezzehtir. Biz bu iki ismi "el-Kitabu'l-Esna fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsna" adlı eserimizde açıkladık.

97

Dediler ki: "Onun için bir bina yapın, sonra da onu alevli ateşin içine atın."

"Dediler ki: Onun için bir bina yapın" yani daha önce el-Enbiya Sûresi'nde (21/68-69) açıklandığı üzere getirdiği delillerle onları yenik düşürünce, ona ne yapacakları hususunda birbirleriyle danıştılar ve:

"Onun için bir bina yapın" dediler. Orayı odunla doldurun ve ateşe verin, sonra da onu bu ateşin içine atın. İşte (âyette sözü edilen):

"Alevli ateş: cahim" budur.

İbn Abbâs dedi ki: Onlar yukarı doğru uzunluğu otuz arşın olan taştan bir duvar inşa ettiler. Onu ateşle doldurdular, İbrahim'i de içine attılar.

Abdullah b. Amr b. el-As dedi ki: İbrahim (aleyhisselâm) o ateşin yandığı yapıya atılınca: "Hasbiyallahü ve ni'me'l-vekil: Bana Allah yeter, O ne güzel vekildir" dedi.

"el-Cahim: Alevli ateş" lâfzındaki elif ve lam zamire delalet etmektedir ki "onun alevli ateşine..." demektir ki, bu da o binanın içindeki alevli ateş anlamındadır.

Taberî'nin naklettiğine göre bunu söyleyen kişinin ismi Heyzen olup Farisîlerin, bedevilerinden olan bir adamdır. Onların göçebeleri Türklerdir. Şu hadiste kendisinden sözedilen kişi odur: "Bir adam giyindiği elbisesi ile böbürlenerek yürüyor iken yerin dibine geçirildi. Kıyâmet gününe kadar yerin dibine geçirilmeye devam edecektir. " Buhârî, III, 1285, V, 2182; Müslim, III, 1653, 1654; Tirmizi, IV, 655; Dârimi, I, 127; Mesai, VIII, 206; Müsned, II, 66, 222, 267, 390, 531, III, 40. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

98

Ona kötülük yapmak istediler. Biz de onları en aşağılıklar kıldık.

"Ona" İbrahim'e

"kötülük" anlamındaki "el-keyd" hile ve tuzak demektir. Yani onu helâk etmek için hileye başvurmak

"istediler. Biz de onları en aşağılar kıldık." Kahredilmişler, yenilgiye uğrayanlar kıldık. Çünkü onların bertaraf etme imkanını bulamadıkları bir şekilde delili ortaya çıkmış oldu. Onların hile ve tuzakları, onun doğruluğunun delilini hiçbir şekilde çürütemedi, etkileyemedi.

99

Dedi ki: Ben Rabbime gidiciyim. Pek yakında beni doğru yola iletecektir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Hicret ve İnsanlardan Ayrılmak:

Bu âyet-i kerîme hicret ve uzlete çekilmek hususunda asli bir dayanaktır. Bu işi ilk yapan kişi İbrahim (aleyhisselâm)'dır. Bu da yüce Allah'ın onu ateşten kurtarması sırasında olmuştur.

"Dedi ki: Ben Rabbime gidiciyim." Yani kavmimin ve doğum yerim olan yerden Rabbime ibadet etme imkanı bulacağım yere hicret edeceğim. Çünkü niyet ettiğim bu hususta "pek yakında beni doğru yola iletecektir."

Mukâtil dedi ki: İnsanlar arasında Lut ve Sara ile birlikte Arz-ı Mukaddes'e -ki Şam topraklarıdır- ilk hicret eden kişi odur.

Ben amelim ve ibadetimle, kalbim ve niyetimle gidiyorum, diye de açıklanmıştır. Buna göre onun gitmesi beden ile değil, amel iledir. Buna dair açıklamalar yeterli şekliyle el-Kehf Sûresi'nde (18/10. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Birinci görüşe göre ise Şam topraklarına ve Beytu'l-Makdis'e hicret etmek suretiyle (radıyallahü anhbbime gidiciyim) demek olur.

Şöyle de açıklanmıştır: O önce Harran'a doğru gitti ve orada bir süre kaldı.

Bir başka görüşe göre: O bu sözleri kavmi arasından kendisinden ayrılan kimselere söylemiştir. O takdirde bu ifade onlar için bir azar olur. Bir diğer görüşe göre o, bu sözleri ailesi halkından kendisiyle birlikte hicret eden kimselere söylemiştir. O zaman bu ifadeler onun tarafından yapılmış bir teşvik olur.

Bir görüşe göre de o bu sözlerini ateşe atılmadan önce söylemişti. Bu görüşe göre bu hususta iki türlü açıklama sözkonusudur: Birincisine göre ben Rabbimin benim hakkımdaki takdirine gidiyorum, demektir. İkincisine göre ise ben nasıl olsa öleceğim. Nitekim ölen kimseye: Yüce Allah'a gitti, denilmesi buna benzer. Çünkü o ateşe atılmak suretiyle öleceğini düşünmüştü. Çünkü içine atılan şeyleri yiyip bitirmek ateşin alışılagelmiş bir halidir. Nihayet ona:

"Serin ve selamet ol." (el-Enbiya, 21/69) denildi, işte o vakit İbrahim de ateşten kurtulmuş oldu.

Bu görüşe göre yüce Allah'ın: "Pek yakında beni doğru yola iletecektir"

âyeti iki türlü te'vil edilir. Birincisine göre "pek yakında beni doğru yola" yani o ateşten kurtuluş yoluna "iletecektir" demek olur. İkinci görüşe göre ise cennete (iletecektir) demektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yetişen kimselerden birisi olan Süleyman b. Surad dedi ki: Kavmi İbrahim (aleyhisselâm)'ı ateşe atmak istediklerinde odun toplamaya başladılar. Yaşlı bir kadın sırtı üzerinde odun taşıyıp: Ben bunu şu ilâhlarımızdan sözeden kimse için götürüyorum, diyordu. İbrahim (aleyhisselâm) ateşe atılmak istenince o da: "Ben Rabbime gidiciyim dedi." Ateşe atılınca da: "Hasbiyallahu ve ni'me'l-vekil: Bana Allah yeter, O ne güzel vekildir" dedi. Bunun üzerine yüce Allah da:

"Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve selamet ol" (el-Enbiya, 21/69) diye buyurdu. Bunun üzerine Lut'un babası -ki İbrahim'in amcası olur, Lut amcası oğlu idi- şöyle dedi: Ateşin onu yakmayışının sebebi, onun bana olan akrabalığıdır. Bunun üzerine yüce Allah ateşten bir parça gönderip onu yaktı.

100

"Rabbim, bana salihlerden bağışla!"

2- Allah'tan Salih Evlat Dilemek:

"Rabbim, bana salihlerden bağışla!" Yüce Allah ona kendisini kurtaracağını bildirince o da gurbette teselli bulacağı bir evlat ile kendisine destek göndermesi için Allah'a dua etti. Bu husustaki açıklamalar daha önce Al-i İmrân Sûresi'nde (3/37-38. âyetler, 3- başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

İfadede hazfedilmiş sözler vardır. Rabbim bana salihler arasından salih bir evlat bağışla demektir. Bu gibi hazfler pek çoktur.

101

Biz de ona itaatkâr bir oğul müjdesini verdik.

Yüce Allah da:

"Biz de ona itaatkâr bir oğul müjdesini verdik" diye buyurmaktadır. Yani bu evlat yaşını, başını alacağı sırada halim (itaatkâr) olacaktır. Bu evladın uzun süre hayatta kalacağı müjdesi verilmiş gibidir. Çünkü küçük çocuk şu şekilde nitelendirilmez. Bu müjde de daha önce Hud Sûresi'nde (11/69- âyetin tefsirinde) geçtiği üzere melekler vasıtasıyla verilmişti. Yine bu husus ileride ez-Zariyat Sûresi'nde (51/24-28. âyetlerin tefsirinde) de gelecektir.

102

Ne zaman ki o, babasının yanısıra yürümeye başlayınca dedi ki: "Oğulcağızım! Gerçekten ben rüyamda seni boğazladığımı görüyorum. Bak, artık sen ne düşünürsün?" "Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap! İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın."

Bu âyete dair açıklamalarımızı onyedi başlık halinde sunacağız:

1- İbrahim (aleyhisselâm)'ın Boğazlamakla Emrolunduğu Oğlu:

"Ne zaman ki o, babasının yanısıra yürümeye başlayınca" yani biz ona oğlunu bağışladık. Bu oğul babası ile birlikte dünya işlerinde çalışıp çabalamaya, işlerinde ona yardımcı olmaya başlayınca

"dedi ki: Oğulcağızım! Gerçekten ben rüyamda seni boğazladığımı görüyorum."

Mücahid dedi ki:

"Ne zaman ki o babasının yanı sıra yürümeye başlayınca" âyeti genç bir delikanlı olup yürümesi İbrahim'in yürümesine yetişince, demektir. el-Ferrâ'' dedi ki: O gün onüç yaşında idi. İbn Abbâs bundan kasıt buluğdur, Katade ise, babası ile birlikte yürüyünce, diye açıklamıştır.

el-Hasen ve Mukâtil : Bu kendisi sebebiyle kişiye karşı delilin ortaya konulabildiği aklın çabası demektir. İbn Zeyd: Bu ibadette çalışıp çabalamak anlamındadır. İbn Abbâs da: Namaz kılıp oruç tutmaya başlayınca demektir, diye açıklamıştır. Nitekim yüce Allah:

"Ve bunun için gereği gibi çalışırsa" (el-İsra, 17/19) âyetini görmüyor muyuz? Tefsiri yapılan âyet-i kerimede "yürümek" anlamı verilen 'sa'y" ile burada "çalışmak" anlamı verilen say kelimesinin aynı kökten oluşlarına dikkat çekilmektedir.

İlim adamları boğazlanması emrolunan oğlun hangisi olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Çoğunluğu boğazlanması emrolunan İshak'tır demişlerdir. Bu kanaati belirtenler arasında el-Abbas b. Abdu'l-Muttalib ile onun oğlu Abdullah da vardır. Abdullah (b. Abbas)'dan gelen sahih rivâyet de budur.

es-Sevrî ve İbn Cüreyc, İbn Abbâs'ın sözü olarak: Boğazlanması emrolunan İshak'tır, dediğini rivâyet etmektedirler. Abdullah b. Mesud'dan sahih olarak gelen rivâyet de böyledir. Buna göre bir adam ona: Ey şerefli yaşlı, başlı adamların oğlu diye hitab etmiş. Bunun üzerine Abdullah ona şöyle demiş: O dediğin şahıs Allah'ın dostu İbrahim'in oğlu, Zebihullah (Allah'ın boğazlanmasını emrettiği) İshak'ın oğlu, Yakub'un oğlu Yusuf'tur.

Hammâd b. Zeyd de Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ait söz olmak üzere şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Şüphesiz ki kerim oğlu, kerim oğlu, kerim şahıs, İbrahim (aleyhisselâm)'ın oğlu, İshak'ın oğlu, Yakub'un oğlu Yusuf'tur." Buhârî, III, 1237, 1240, 1298.

Ebû'z-Zubeyr de Cabir'den: Boğazlanması emrolunan kişi İshak'tır, dediğini rivâyet etmektedir. Aynı zamanda bu Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan da rivâyet edilmiştir. Abdullah b. Ömer'den de boğazlanması emredilen kişi İshak'tır, dediği rivâyet edilmiştir. Ömer (radıyallahü anh)'ın görüşü de budur. İşte ashab-ı kiramdan yedi kişinin bu kanaatte olduğunu görüyoruz.

Tabiînden ve tabiîn olmayanlardan bu görüşü savunan kimseler arasında Alkame, en-Nehaî, Mücahid, Said b. Cübeyr, Ka'b b. el-Ahbar, Katade, Mesrûk, İkrime, Kasım b. Ebi Bezze, Atâ, Mukâtil , Abdu'r-Rahmân b. Sa'bat, ez-Zürrî, es-Süddî, Abdullah b. Ebi'l-Huzeyl ve Malik b. Enes de vardır ve bunların hepsi de: Boğazlanması emredilen kişi İshak'tır demişlerdir.

İki kitab ehli olan yahudilerle hristiyanlar da bu kanaattedirler. Aralarında eri-Nehhas, et-Taberî ve başkalarının da bulunduğu pek çok kimse de bu görüşü tercih etmişlerdir.

Said b. Cübeyr dedi ki: İbrahim'e rüyasında İshak'ı boğazlaması gösterildi. Tek bir sabah vaktinde bir aylık mesafeyi onunla birlikte katetti ve sonunda Mina'da kurban kesim yerine kadar geldi. Yüce Allah onu boğazlanmaktan kurtarıp bunun yerine koçu kurban etmesi emredilince ve koçu kurban ettikten sonra yine bir aylık mesafeyi onunla birlikte geri döndü, dağlar ve vadiler onun önünde katlanıp dürüldü.

Bu görüş Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan, ashab-ı kiramdan ve tabiînden gelen nakiller arasında kuvvetli olan görüştür. Merhum müfessirimiz, Hud, 11/73- ayet birinci başlıkta: "...birçok ilim adamı bu ayeti boğazlanması emridilenin İsmail olduğuna delil göstermektedir..." deyip bir tercihte bulunmaksızın gerekli açıklamaların es-Saffat. (37/102. ayet)ta geleceğini belirtir. Meryem, 18/54-55. ayetler birinci başlıkta da şunları söylemektedir: "...Cumhûr boğazlanması emredilenin İbrahim'in oğlu Arapların atası İsmail olduğu görüşündedir. Kurban edilmesi emredilenin İshak olduğu da söylenmiş ise de, birincisi daha kuvvetlidir" dedikten sonra yine es-Saffat, 37/102. ayete gönderme yapmaktadır.

Başkaları da boğazlanması emredilen kişinin İsmail olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşte olanlar arasında Ebû Hüreyre, Ebû't-Tufeyl ve Amir b. Vasile de vardır. Yine bu görüş İbn Ömer ve İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. Tabiînden de Said b. el-Müseyyeb, en-Nehaî, Yusuf b. Mihran, Mücahid, er-Rabî' b. Enes, Muhammed b. Ka'b el-Kurazî, el-Kelbî ve Alkame'den de rivâyet edilmiştir. Ebû Said ed-Darir'e boğazlanması emredilenin kim olduğuna dair soru sorulunca, o da şu beyitleri okuyarak cevap vermişti:

"Hidayet olunasıca bil ki: Boğazlanması istenen kişi İsmail'dir.

Kitab ve indirilen vahiy bunu böyle belirtmiştir.

Bu, yüce Rabbimizin peygamberimize özellikle verdiği bir şereftir.

Tefsir de te'vil de bunu böyle göstermiştir.

Eğer onun ümmeti isen sen ona ait bir şerefi de

İnkâr etme ve ona özellikle verilen bu üstünlüğü de."

el-Esmaî'den de şöyle dediği nakledilmektedir: Ben Ebû Amr b. el-Ala'ya boğazlanması emredilen kişi hakkında sordum da şöyle dedi: Ey Esmaî! Aklın başında değil mi? İshak Mekke'ye ne zaman geldi? Mekke'de olan İsmail'di. Babası ile birlikte Beyt'i inşa eden de odur. Kurban kesim yeri de Mekke'dedir.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan: "boğazlanması emredilen kişinin İsmail olduğu" belirttiği de rivâyet edilmiştir. Hakim, Müstedrek, II, 468, 604 (İbn Abbâs'ın kanaati olarak); 605 (Abdulluh b. Selamın kanaati olarak.)

Ancak birinci görüş Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan, ashab-ı kiramdan ve tabiînden daha çoğunlukla rivâyet edilmiş bir görüştür. Bu görüşün sahipleri yüce Allah'ın İbrahim (aleyhisselâm)'dan kavminden ayrılıp hanımı Sara ile kardeşinin oğlu Lut ile birlikte Şam taraflarına hicret ettiğini haber vermiş olmasını delil gösterirler. Yüce Allah bu husustan: "Ben Rabbime gidiciyim, pek yakında beni doğru yola iletecektir" diye söz etmekte; Rabbine: "Rabbim bana salihlerden bağışla" diye dua ettikten sonra yüce Allah'ın şöyle buyurduğunu görüyoruz:

"İbrahim onları ve onların Allah'tan başka taptıklarını terkedince, Biz ona İshak'ı ve Yakub'u bağışladık." (Meryem, 19/49) Ayrıca yüce Allah:

"Biz de ona büyük bir kurbanlıkla fidye verdik" (es-Saffat, 37/107) diye buyurmakta ve İbrahim (aleyhisselâm)'a doğacağı müjdesi verilen "itaatkar bir oğlun" fidyesinin verilmiş olduğunu sözkonusu etmektedir. O vakit ona müjdesi verilen oğlu ise İshak idi. Çünkü yüce Allah:

"Ve ona... İshak'ı müjdeledik"(es-Saffat, 37/112) diye buyurmuş, burada da: "Biz de ona itaatkâr bir oğul müjdesini verdik" diye buyurmuştur. Bu müjdeleme ise Hacer ile evlenmesinden ve ondan İsmail adındaki oğlunun doğmasından önce gerçekleşmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de İshak'ın dışında bir oğlunun olacağı müjdesinden sözedilmemektedir.

Boğazlanması emrolunanın İsmail (aleyhisselâm) olduğunu kabul edenler de şunu delil göstermişlerdir: Yüce Allah şu âyetinde İshak'ı değil de İsmail (aleyhisselâm)'ı sabır ile nitelendirmiştir:

"İsmail, İdris ve Zülkifl'i de (an). Onların herbiri sabredenlerdendi." (el-Enbiya, 21/85) Onun sabrı ise boğazlanmaya karşı gösterdiği metanetti.

"Kitabta İsmail'i de an. O sözünde durandı." (Meryem, 19/54) âyetinde de sözünde doğrulukla durmak ile nitelendirmektedir. Çünkü o babasına boğazlanmaya karşı sabredip direneceğini söz vermiş ve bu sözünü yerine getirmişti. Diğer taraftan yüce Allah daha sonra:

"Ve ona salihlerden bir peygamber olmak üzere İshak'ı müjdeledik" (es-Saffat, 37/112) diye buyurmaktadır. İbrahim'e oğlunun peygamber olacağını vaadetmiş olmakla birlikte, oğlunu (İshak'ı) boğazlamasını nasıl emredebilir? Aynı şekilde yüce Allah:

"Biz de ona İshak'ı ve İshak'ın ardından Yakub'u müjdeledik." (Hud, 11/71) diye buyurmaktadır. Peki Yakub'un doğacağına dair müjdeyi gerçekleştirmeden önce ona İshak'ı boğazlaması emri nasıl verilebilir?

Aynı şekilde haberlerde varid olduğu üzere koçun boynuzları Kabe'de asılı bulunuyordu. İşte bu da boğazlanması emredilenin İsmail (aleyhisselâm) olduğunun delilidir. Eğer boğazlanması emredilen İshak (aleyhisselâm) olsaydı, boğazlamanın Beyti’l-Makdis'te gerçekleşmesi gerekirdi.

Ancak bütün bu delillendirmeler kesin değildir. Bu görüşün sahiplerinin: "Babasına oğlunun peygamber olacağını vaadetmekle birlikte, oğlunu kesmesini nasıl emredebilir?" sorusunu şöyle cevablandırmak mümkündür: Burada anlam: Onun başından geçen olaylar olup bittikten sonra ona peygamber olacağı müjdesini verdik, anlamında olabilir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır, ileride de gelecektir.

İshak'ın oğlu Yakub dünyaya geldikten sonra İbrahim (aleyhisselâm)'a İshak'ı boğazlama emri verilmiş olabilir. Şöyle de denilebilir: Kur'ân-ı Kerîm'de Yakub'un İshakın oğlu olarak dünyaya geleceği varid olmamıştır. (Yalnızca onun soyundan geleceğine işaret edilmiştir, demek isteniyor).

Eğer boğazlanması emredilen İshak olsaydı, boğazlama işinin Beytu’l-Makdis'te olması gerekirdi, şeklindeki görüşün cevabı da daha önceden geçtiği üzere Said b. Cübeyr'in yaptığı açıklamadır.

ez-Zeccâc da şöyle demiştir: Hangisinin boğazlanmasının emredilmiş olduğunu en iyi bilen Allah'tır. Bu da bu husustaki üçüncü bir görüştür.

2- Peygamberlerin Rüyası:

"Dedi ki: Oğulcağızım! Gerçekten ben rüyamda seni boğazladığımı görüyorum. Bak, artık sen ne düşünürsün" âyeti ile ilgili olarak Mukâtil şöyle demektedir: İbrahim (aleyhisselâm) bunu ardı arkasına üç gece gördü.

Muhammed b. Ka'b dedi ki: Rasûllere yüce Allah'tan vahiy uyanıkken de uykuda iken de gelirdi. Çünkü peygamberlerin kalbleri uyumaz. Bu gerçek aynı zamanda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kadar ulaştırılan merfu haberde de sabit olmuştur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Biz peygamberler topluluğunun gözleri uyur, kalblerimiz uyumaz." Bu lafızla olmamakla birlikte; bütün peygamberleri kapsayan bir hadis olarak: Buhârî, VI, 2730; Ebû Nuaym, el-Müsned el-Müstahrec..., 1. 229; Peygamber Efendimizin bir özelliği olarak hadislerde daha yoğun bir şekilde rivâyet edilmiştir. Bazılarına işaret edelim: Müslim, I, 528; Buhârî, I. 64, 293, III, 1308; Ebû Davud, I, 52; Nesâî, III, 234; Müsned, I, 220. II, 251, 438.

İbn Abbâs da: Peygamberlerin rüyası vahiydir demiş ve bu âyet-i kerimeyi delil göstermiştir.

es-Süddî dedi ki: İbrahim (aleyhisselâm)'a İshak doğmadan önce doğacağı müjdesi verilince, o da: O halde ben onu Allah için kurban edeceğim demişti. Rüyasında ona: Sen bir adakta bulunmuştun. Haydi adağını yerine getir, denildi.

Yine denildiğine göre; İbrahim (aleyhisselâm) terviye (zülhicce'nin sekizinci) gecesinde birisinin ona: Allah sana oğlunu boğazlamanı emrediyor, dediğini görmüştü. Sabah olunca kendi kendisine düşünmeye başladı. Acaba bu rüya Allah'tan mıdır? şeytandan mıdır? diye. İşte bu şekildeki düşünmesi (terviyesi) dolayısı ile bugüne terviye günü ismi verilmiştir. Ertesi gece aynı şekilde rüya gördü ve ona: Verdiğin sözü yerine getir, denildi. Sabah olunca bu gördüğü rüyanın Allah'tan olduğunu bildi (arefe). O bakımdan bu güne "arefe günü" ismi verildi. Üçüncü gece yine öyle bir rüya gördü, bu sefer artık onu boğazlama (nahr) kararını verdi. Bundan dolayı bu güne "yevmu'n-nahr" ismi verildi.

Yine rivâyet edildiğine göre oğlunu boğazlamaya başlayınca, Cebrâîl (aleyhisselâm): "Allahuekber Allahuekber" dedi. Bu sefer boğazlanması istenen oğlu: "La ilahe illallah vallahu ekber" dedi. İbrahim (aleyhisselâm) da bunun üzerine: "Allahuekber velhamdulillah" dedi. O bakımdan bu (şekilde tekbir getirmek) bir sünnet olarak kaldı.

İnsanlar bu işin gerçekleşmesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bu da bir sonraki başlığın konusudur.

3- Boğazlamanın Fiilen Gerçekleşmesi ve Rüyanın Yerine Gelmesi:

Ehl-i sünnet der ki: Boğazlamanın kendisi gerçekleşmiş değildir. Bizatihi boğazlama gerçekleşmeden önce boğazlama emri verilmiştir, o kadar. Çünkü boğazlama gerçekleşmiş olsaydı, bunun ortadan kaldırılması düşünülemezdi. O bakımdan bu, emri fiilen uygulamadan önce verilen emrin neshedilmesi kabilinden bir işti. Çünkü boğazlama emrinin yerine getirilmesi tamamlanmış olsaydı, o vakit fidye olarak gönderilen kurbanlıkla fidye gerçekleşmezdi.

Yüce Allah'ın:

"Rüyanı gerçekleştirdin." âyeti da bizim sana emrettiğimiz, dikkatini çektiğimiz hususu gerçekleştirdin ve senin için mümkün olan işleri yaptın, sonra da Biz seni bu işten alıkoyunca, sen de bu işi yapmadın, demektir. Bu hususta yapılmış en doğru açıklama budur.

Bir kesim de şöyle demiştir: Bu neshin herhangi bir şekilde sözkonusu olduğu bir iş değildir. Çünkü bir şeyi zebhetmek (kesmek, boğazlamak) o şeyi koparmak demektir. Buna Mücahid'in şu açıklamasını delil göstermişlerdir: İshak, İbrahim'e: Bana bakma, o zaman bana acırsın. Bunun yerine beni yüzüstü yere yatır, dedi. Bunun üzerine İbrahim bıçağı aldı ve onu boğazı üzerinden geçirirken bıçak ters döndü. Oğlu babasına: Ne oluyorsun? deyince, babası: Bıçak ters döndü, dedi. Bu sefer oğlu: Sen o bıçağı bana sapla, dedi.

Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: İbrahim bir parça kestikçe o kestiği yer hemen birbirine yapışıp kaynıyordu. Bir başka kesim de şöyle demiştir: O boğazının bakır olduğunu veya bakırla kaplanmış olduğunu gördü. Kesmek istedikçe bu işinin engellendiğini görüyordu.

Bütün bunlar kudret-i ilâhiyye açısından mümkün olmakla birlikte bu hususta sahih nakle ihtiyaç vardır. Çünkü bu gibi işler aklî düşünme yolu ile idrak edilemezler. Bunları bilmenin yolu haberdir. Şayet bunlar olmuş olsaydı, elbette yüce Allah, İbrahim ve İsmail'in -Allah'ın salat ve selamı ikisine de olsun- rütbesini ta'zim için mutlaka bize açıklardı. Bu gibi hususların açıklanması kurbanlık ile fidye edilmiş olmasının açıklamasından da daha anlamlı olurdu.

Kimileri de şöyle demiştir: İbrahim’e şahdamarlarının kesilmesi ve kanın akıtılması demek olan gerçek anlamı ile boğazlama emri verilmemişti. O rüyasında onu boğazlamak üzere yatırdığını görmüştü. Bunu gerçek anlamda boğazlamakla emrolunduğunu zannetmişti. Yere yatırması emrini gerçekleştirince, ona: "Rüyanı gerçekleştirdin" denildi.

Ancak bütün bunlar âyetlerden anlaşılan anlamın dışındadır. Hiçbir zaman Halil'in ve boğazlanması emrolunan oğlunun bu emirden gerçek maksadın ne olduğunu anlamayıp bir takım zanlara kapılmaları düşünülemez. Aynı şekilde eğer bütün bunlar doğru olsaydı, ayrıca kurbanlık ile fidyesinin verilmesine gerek olmazdı.

4- Hz. İbrahim'in Boğazlanması Emrolunan Oğluna Görüşünü Sormasının Anlamı:

"Bak, artık sen ne düşünürsün?" âyetindeki: "Sen ne görürsün (mealde: ne düşünürsün)" lâfzını Âsım dışında diğer Kûfeliler: şeklinde sen bana hangi yolu gösterirsin diye "te" harfini ötreli, "ra" harfini de esreli olarak; "Gösterdi, gösterir"den gelen bir fiil olarak okumuşlardır.

el-Ferrâ'' dedi ki: Yani bir bak, görüşüne göre sabır mı edeceksin? Yoksa katlanamaz mısın? demektir.

ez-Zeccâc dedi ki: Bunu ondan başka kimse söylemiş değildir. İlim adamlarının söyledikleri: Sen bana ne gösterirsin? (ne işaret edersin?) demektir. Nefsin sana nasıl bir görüş gösterir, demek olur.

Ancak Ebû Ubeyd "te" harfinin ötreli, "re" harfinin de esreli okunuşunu kabul etmeyip şöyle demektedir: Bu, ancak gözle görmek hakkında kullanılır. Ebû Hatim de böyle demiştir.

en-Nehhâs şöyle demektedir: Bu yanlıştır, çünkü bu hem gözle görmek, hem başka şekilde görmek (görüş) hakkında kullanılır ve bu kullanım meşhurdur. Mesela: "Ben filana doğruyu gösterdim, ona kendisi için doğru olanı gösterdim" denilir. Bu ise gözle görmek türünden değildir.

Diğerleri ise: "Görürsün" diye: “Gördün" fiilinin müzraii olarak okumuşlardır.

ed-Dahhak ve el-A'meş'den meçhul olarak: "Sana gösterilir" diye okudukları rivâyet edilmiştir.

Babası bu sözleri oğluna Allah'ın emri hususunda onun kanaatini öğrenmek maksadı ile sormamıştı. Allah'ın emrine karşı sabrını öğrenmek maksadı ile yahut oğlunun Allah'ın emrine itaat ettiğini görmek suretiyle mutluluğu tatmak için danışmış idi. O da

"Dedi ki: Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap!" âyetindeki: " Emrolunduğun şey"; "Emrolunduğun şey ne ise" demek olup harf-i cer ve zamir hazfedilmiştir. Şairin şu mısraında hazfedildiği gibi:

"Ben sana hayrı emrettim, artık sen de kendisiyle emrolunduğun işi yap."

Burada şair fiile bitişik olarak zamiri getirmiş, böylelikle bu: "Emrolunduğun o şeyi" haline gelmiş, daha sonra da "he" zamiri hazfedilmiştir. Ortada bir "kalem yanılması: Sebkat-i kalem" olduğu görülüyor. Çünkü mısradaki ifade ile Kurtubi merhumun tercihi arasında lafzi bir uyum söz konusu değildir. Kurtubi'nin tercihine göre mısraın: "...mâ umirte bihi" kısmının "mâ tu'meru(hû)" şeklinde olması gerekir. Bu da yüce Allah'ın:

"Seçtiği kullarına da selam olsun" (en-Neml, 27/59) âyeti gibidir ki; bu da önceden geçtiği gibi (bk. en-Neml, 27/59. âyetin tefsiri) "(........): Kendilerini seçtiği" takdirindedir.

ise ism-i mevsulü anlamındadır.

"İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın" âyeti hakkında işaret yoluyla tefsir yapanların kimisi şöyle demiştir: O inşaallah dediği için yüce Allah da ona sabretme başarısını ihsan etti.

"Babacığım" ile

"oğulcağızım" tabirleri ile ilgili açıklamalar daha önceden Yusuf Sûresi'nde (12/4. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde (bk. el-Bakara, 2/132. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

103

Böylece ikisi de teslim olup onu alnı üzere yıkınca:

5- İbrahim'in ve Oğlunun Allah'ın Emrine Teslimiyetleri:

"Böylece ikisi de teslim olup" Allah'ın emrine itaatle boyun eğip... demektir. İbn Mes’ûd, İbn Abbâs ve Ali -Allah onlardan razı olsun-: "İşlerini Allah'a havale ettiklerinde' diye okumuşlardır. İbn Abbâs, teslimiyetlerini arzettiklerinde diye. açıklamıştır. Katade dedi ki: Birisi kendi canını Allah'a teslim etti, diğeri ise oğlunu.

"Onu alnı üzere yıkınca" Katade dedi ki: Onu yere yıktı ve yüzünü kıbleye doğru çevirdi.

(Âyetin başında yer alan): "..ınca" lâfzının cevabı, Basralılara göre mahzuf olup takdiri: "Böylece ikisi de teslim olup onu alnı üzere yıkınca" bir koçu ona fidye olarak verdik, şeklindedir. Kûfeliler ise cevabı: "O'na... seslendik" anlamındaki âyettir, derler.

104

Biz ona: "Ey İbrahim" diye seslendik.

"Ona seslendik" anlamındaki âyetin başına gelen "vav", fazladan gelmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Nihayet onu alıp götürdükleri ve kuyunun dibine bırakmayı kararlaştırdıklarında ve Biz kendisine... vahyettik." (Yusuf, 12/15) Burada "ve Biz vahyettik" âyeti ("ve" olmaksızın): "vahyettik" demektir.

"Her yüksekçe tepeden hızlıca indiklerinde ve... yaklaştığında" (el-Enbiya, 21/96) âyetinde de "yaklaştığında" anlamındadır.

"Nihayet oraya gelip kapıları açılacağında ve... diyecek ki" (ez-Zümer, 39/73) âyeti da: "Onlara diyecek ki..." takdirindedir. Şair İmruu’l-Kays da şöyle demektedir:

"Biz o kabilenin bulunduğu yeri aşıp ve yöneldiğimizde..."

Burada "yöneldik" takdirindedir "vav" fazladan gelmiştir. Yine şair:

"Nihayet karınlarınız gebe kalıp da,

Oğullarınızın da gençleştiğini gördüğünüzde,

Ve çevirdiniz bize kalkanın arka yüzünü,

Şüphesiz ki günahkâr ve bayağı kimse, aldatan, hilebaz olandır."

Burada da şair ("ve"siz) "çevirdiniz" demek istemiştir.

en-Nehhâs ise dedi ki: "Vav" meanî harflerindendir. Onun fazladan ilave edilmesi câiz değildir.

Haberde belirtildiğine göre boğazlanması emredilen çocuğu babası İbrahim (aleyhisselâm)'a kendisini boğazlamak istediği sırada şöyle demişti: Babacığım, beni sıkı sıkıya bağla ki çırpınmayayım. Elbiselerini topla ki, kanım üzerine sıçramasın; annem de onu görüp üzülmesin. Boğazım üzerinden bıçağı çabuk geçir ki ölümüm kolay olsun. Beni yüzüstü yık ki yüzüme bakarak bana acımayasın. Ben de bıçağı görüp korkmayayım. Annemin yanına gittiğinde de ona selamımı söyle.

İbrahim (aleyhisselâm) bıçağı boynu üzerinde gezdirince, yüce Allah onun altına bir bakır parçası takdir etti, bıçak hiçbir etki göstermedi. Sonra oğlunu alnı üzere yıktı, bıçağı boynunun arka tarafından geçirdiği halde yine bıçak hiçbir şekilde kesmedi. İşte yüce Allah'ın:

"Onu alnı üzere yıkınca" âyeti bunu anlatmaktadır.

İbn Abbâs da böyle demiştir: Yani oğlunu yüzüstü yıkınca kendisine:

"Ey İbrahim! Rüyanı gerçekleştirdin" diye seslenildi. Dönüp baktığında bir koç gördü... bunu el-Mehdevî zikretmiştir. Ancak daha önceden bunun sahih olmadığına işaret edilmiş ve anlamın şu olduğu kaydedilmişti: O oğlunu kesmenin vücubuna inanıp bu işi yapmak için hazırlanınca, baba kesmek için, öbürü de kesilen bir kişi olarak yere yatınca, kesim yerine geçmek üzere onlara bir fidye verildi. Burada bıçağın boğaz üzerinde gezdirilmesi diye bir şeyden söz edilmemektedir. Buna göre -önceden de geçtiği gibi- emrin fiilen yerine getirilmesinden önce neshin olabileceği düşünülebilmektedir.

el-Cevherî dedi ki:

"Onu alnı üzere yıkınca" âyeti onu yıkınca, demektir. Nitekim "(.......): Onu yüzüstü yıktı" demek de böyledir.

el-Herevî dedi ki: “İtmek ve yıkmak" demektir. Ebû'd-Derda (radıyallahü anh)'ın hadisindeki: "Ve seni yıkıldığın yere terkettiler..." İbn Main, Tarih, IV, 160, 375; el-Mizzi, Tehzibu'l-Kemal, XXVII, 430. tabiri seni yıktılar, anlamındadır. Bir başka hadiste de: "Bize iri hörgüçlü bir deve getirdi ve onu yıktı" Taberanî, Kebir, XXII, 40. denilmektedir. Burada da, o deveyi çöktürdü, demektir.

Bir başka Hadîs-i şerîfte: "Ben uykuda iken yeryüzü hazinelerinin anahtarları bana getirildi ve elime bırakıldı" Müsned, II, 501; İbn Ebi Şeybe, Mûsannaf, VI, 303. denilmektedir.

İbnu'l-Enbarî dedi ki: Bu da ellerime bırakıldılar, anlamındadır. Adamı yere yıkmayı anlatmak üzere: "Adamı yıktım" denilir.

İbnu’l-A'râbî dedi ki: (Bu hadisteki ifade): O anahtarlar elime boşaltıldı, demektir. Çünkü: “Boşaltmak, dökmek" anlamındadır. "Boşaltı boşaltır, döktü döker" denilir. "Düştü, düşer" anlamındadır.

Derim ki: Müslim'in Sahih'inde Sehl b. Sa'd es-Saidî'den rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir içecek getirildi, o da ondan içti. Sağ tarafında genç bir çocuk, sol tarafında da yaşlı kimseler vardı. Sağındaki çocuğa: "Bu adamlara içecek vermeme izin verir misin?" dedi. Genç çocuk: Allah'a yemin ederim hayır, senden bana düşen payımı başkasını kendime tercih ederek veremem, dedi. (Sehl b. Sa'd) dedi ki: Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) o içeceği eline: boşalttı. Buhârî, II, 865, 919, 920, V, 2130; Müslim, III, 1604; Muvatta’, II, 926; Müsned, V, 333

İşarı açıklamalarda bulunanlardan kimisi de şöyle demiştir: İbrahim, Allah'ı sevdiği iddiasında bulundu. Sonra da oğluna sevgi ile baktı. Ancak İbrahim'in sevgilisi ortak sevgiye razı olmadı. O bakımdan ona: Ey İbrahim! Benim rızam uğrunda oğlunu boğazla, denildi. O da hemen emre uyarak bıçağı aldı, oğlunu yere yatırdı. Sonra da: Allah'ım, senin rızan uğrunda bunu benden kabul buyur, dedi. Yüce Allah kendisine: Ey İbrahim! Maksad oğlunu kesmen değildir, maksad senin kalbini tekrar bize döndürmendir. Madem sen kalbini bütünüyle bize döndürdün, biz de oğlunu sana geri çevirdik.

Ka'b ve başkaları dediler ki: İbrahim rüyasında oğlunu boğazladığını görünce, şeytan şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, eğer ben bu olay sırasında İbrahim ve ailesini fitneye düşürüp saptıramayacak olursam, artıkebediyyenonlardan herhangi birisini fitneye düşüremeyeceğim. Bunun üzerine şeytan onlara bir adam suretinde göründü. Önce çocuğun annesine giderek: İbrahim'in oğlunu nereye götürdüğünü biliyor musun? dedi. Annesi: Hayır deyince, onu boğazlamak üzere götürüyor, dedi. Bu sefer annesi şöyle dedi: Asla, o oğluna bunu yapmayacak kadar şefkatlidir. Bu sefer şeytan şöyle dedi: Rabbinin kendisine bunu emrettiğini iddia ediyor. Annesi: Eğer bunu ona Rabbi emretmiş ise Rabbine itaat etmesi güzel bir şeydir.

Arkasından oğluna giderek: Babanın seni nereye götürdüğünü biliyor musun? dedi. Oğlu: Hayır deyince, o seni boğazlamak üzere götürüyor, dedi. Oğlu peki niçin? diye sordu. Şeytan: Rabbinin bunu kendisine emrettiğini söylüyor. Bunun üzerine oğlu: O halde Allah'ın ona verdiği emri yerine getirsin. Allah'ın emrini ben de dinliyor ve itaat ediyorum.

Sonra İbrahim'e gelerek: Nereye gitmek istiyorsun? dedi. Allah'a yemin ederim ki, ben şeytanın rüyanda sana görünerek oğlunu boğazlamanı emrettiğini zannediyorum. İbrahim onu tanıdı ve: Ey Allah'ın düşmanı! Yanımdan defol, git. Hiç şüphesiz ben Rabbimin emrini yerine getireceğim, dedi.

Böylelikle o lanetli şeytan onlar hakkında istediğini gerçekleştiremedi.

İbn Abbâs dedi ki: İbrahim'e oğlunu boğazlama emri verilince, Akabe cemresi yanında şeytan ona göründü. Ona yedi küçük taş attı ve sonra şeytan onu bırakıp gitti. Arkasından Orta cemre yakınında ona göründü. Yine ona yedi küçük taş attı, o da gitti. Daha sonra sonuncu cemre yakınında ona göründü, yine ona yedi küçük taş attı, nihayet bırakıp gitti. Sonra da İbrahim yüce Allah'ın emrini yerine getirmeye koyuldu.

Oğlunu boğazlamak istediği yerin neresi olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Mekke'de Makam-ı İbrahim'de söylendiği gibi Mina'da lanetli İblisi taşladığı cemrelerin yakınında kurban kesme yerinde bu emri yerine getirmeye çalıştığı da söylenmiştir. Bu açıklamayı İbn Abbâs, İbn Ömer, Muhammed b. Ka'b ve Said b. el-Museyyeb yapmıştır. Said b. Cübeyr'den de şöyle dediği nakledilmiştir: Oğlunu Mina'daki Sebir tepesinin dibindeki kaya üzerinde kesti.

İbn Cüreyc de dedi ki: Onu Şam'da kesti. Orası ise Beytu'l-Makdis'ten iki mil uzaklıktadır.

Ancak birinci görüşü kabul edenler çoğunluktur. Çünkü haberlerde koçun boynuzlarının Kabe'de asıldığına dair rivâyetler varid olmuştur. Bu ise onu Mekke'de kestiğine delildir.

İbn Abbâs dedi ki: Nefsim elinde olan hakkı için yemin ederim ki, İslâmın ilk dönemlerinde koçun başı boynuzlarından Kabe'nin oluğuna asılı idi, kurumuştu.

Kesmenin Şam'da gerçekleştiğini söyleyenler de buna şöyle cevab verirler: Başın Şam'dan Mekke'ye getirilmiş olma ihtimali vardır.

105

"Rüyanı gerçekleştirdin. Muhakkak Biz ihsan edicileri böyle mükâfatlandırırız."

6- Apaçık İmtihandan Başarı ile Çıkanların Mükâfatı:

"Biz ihsan edicileri böyle mükâfatlandırırız." Dünya ve âhirette çeşitli zorluk ve sıkıntılardan kurtulmakla onları mükâfatlandırırız.

106

Muhakkak bu apaçık bir imtihandı.

"Muhakkak bu, apaçık bir imtihandır." Yani apaçık bir nimetti. Nitekim yüce Allah birisine nimet ihsan ettiği vakit: "Allah ona nimet ihsan etti, ihsan etmek" denilir. Bununla birlikte -baştaki hemze olmaksızın da denilebilir. Şair Züheyr der ki:

"O, her ikisine ihsan ettiği nimetlerin en hayırlılarını verdi."

Bazılarının iddiasına göre şair bu mısrada bu iki söyleyişi de kullanmıştır. Başkaları ise şöyle demiştir: Hayır, ikincisi: "Onu sınadı, denedi" fiilinden gelmiştir. Çünkü sınama anlamında ancak: şekli kullanılır. İbtiladan gelerek:şekli kullanılmaz.

Ancak bütün bunların asıl anlamı sınamanın hayır ve şer hususlarında olacağı ile ilgilidir. Yüce Allah da:

"Biz sizi şer ve hayırla imtihan olmak üzere deneriz." (el-Enbiya, 21/35) diye buyurmaktadır.

Ebû Zeyd dedi ki: İşte onun başına gelen belalardan birisi de oğlunu boğazlamasına dair bu emridir. Bu da hoşa gitmeyen bela türündendir.

107

Biz de ona büyük bir kurbanlıkla fidye verdik.

7- Oğluna Karşılık Gönderilen Fidye:

"Biz de ona büyük bir kurbanlıkla fidye verdik." âyetinde geçen:

"Kurbanlık" kurban edilenin adıdır. Çoğulu da: ...diye gelir. Tıpkı: "Öğütülmüş" lâfzının: Öğütülen şey"in ismi olması gibi. şeklinde "zel" harfi üstün olursa, mastar olur.

"Büyük" kadri, kıymeti büyük demektir. Yoksa bedenen büyük olduğunu kastetmemiştir. Kadrinin büyüklüğü, boğazlanması emrolunan oğlunun yerine fidye olmasından yahutta kabule mazhar oluşundan ötürüdür.

en-Nehhâs dedi ki: Sözlükte "azim: büyük" hem bedenen büyük hakkında hem de soylu ve şerefli hakkında kullanılır. Tefsir bilginleri bu lâfzın burada şerefli ya da kabule mazhar olan hakkında kullanıldığını kabul etmektedirler.

İbn Abbâs dedi ki: Bu koç Habil'in kurban olarak sunduğu koçtur. Bu koç cennette otluyordu. Nihayet Allah onu İsmail'e fidye olmak üzere gönderdi. Yine ondan gelen rivâyete göre bu, yüce Allah'ın cennetten gönderdiği bir koçtu. Cennette kırk yıl süreyle otlamıştı.

el-Hasen dedi ki: İsmail'in fidyesi ona Sebir'den gelen bir dağ keçisinden başkası olmamıştır. İbrahim onu oğluna fidye olmak üzere kesti. Ali (radıyallahü anh)'ın görüşü de budur. İbrahim o dağ keçisini görünce, onu alıp kesti ve oğlunu azad etti ve şöyle dedi: Oğulcağızım! Bugün sen bana bağışlanmış bulunuyorsun.

Ebû İshak ez-Zeccâc dedi ki: İbrahim'e fidye olarak bir dağ keçisi verildiği de söylenmiştir. Ancak tefsir âlimleri ona fidye olarak verilen hayvanın koç olduğunu kabul etmektedirler.

8- Kurban Edilmesi Daha Faziletli Olanlar:

Bu âyet-i kerimede koyun türünün kurban edilmesinin, deve ve sığır türünden faziletli olduğuna delil vardır. Malik ve mezhebine mensup olanların görüşü de budur. Onlar derler ki: Kurbanlıkların en faziletlisi koyun türünün erkeğidir. Bu türün dişileri keçi türünün erkeğinden faziletlidir. Keçi türünün erkeği ise dişilerinden iyidir. Keçi türünün dişileri deve ve inek türünden iyidir. Bu husustaki delilleri ise yüce Allah'ın:

"Biz de ona büyük bir kurbanlıkla fidye verdik" âyetidir. Bu da iri yarı ve semiz demektir. Bu kurbanlık da koç idi, ne deve, ne de inek türündendi.

Mücahid ve başkaları İbn Abbâs'dan bir adamın ona: Ben oğlumu boğazlamayı adadım, demesi üzerine ona: Semiz bir koç kesmen yeterlidir, dedikten sonra.

"Biz de ona büyük bir kurbanlıkla fidye verdik" âyetini okuduğunu rivâyet etmektedirler.

Kimisi de şöyle demiştir: Eğer koçtan daha faziletli bir hayvan bulunduğunu yüce Allah bilseydi, onu İshak'a fidye olarak gönderirdi.

Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da beyaz iki koçu kurban etmiştir. Çoğunlukla kestiği kurbanlıklar hep koç idi.

İbn Ebi Şeybe, İbn Umeyye'den, o el-Leys'den, o Mücahid'den şöyle dediğini zikretmektedir: Büyük bir kurbanlıktan kasıt, koyundur.

9- Kurban Kesmek mi Faziletlidir, Parasını Tasadduk Etmek mi ?:

İlim adamları kurban kesmenin mi, yoksa bedelini tasadduk etmenin mi faziletli olduğu hususunda farklı görüşlere sahibtirler. Malik ve arkadaşları der ki: Mina'da olması müstesna, kurban kesmek, faziletlidir. Çünkü oralar (Mina dışındaki yerler) kurban kesme yeri değildir. Bunu Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) nakletmiştir.

İbnu'l-Münzir de şöyle demektedir: Biz Bilal'den şöyle dediğini rivâyet ettik: Ancak bir horoz kurban etmeye aldırmam. Bu uğurda toprağa bulanmış bir yetimin eline (parasını) vermem -bu rivâyeti nakleden böyle demiştir- onu kurban etmekten daha çok hoşuma gider. en-Nehaî'nin görüşü de budur. Buna göre sadaka daha faziletlidir. Malik ve Ebû Sevr de bu görüştedir.

Bu hususta ikinci bir görüş daha vardır ki buna göre de kurban daha faziletlidir. Rabia ve Ebû'z-Zinad'ın görüşü budur. Re'y ashabı da böyle demişlerdir:

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) ve Ahmed b. Hanbel ayrıca derler ki: Kurban kesmek sadakadan faziletlidir. Çünkü kurban kesmek bayram namazı gibi müekked bir sünnettir. Bilindiği gibi bayram namazı diğer nafile namazlardan faziletlidir. Aynı şekilde sünnet namazlar da diğer bütün nafile namazlardan faziletlidir.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) dedi ki: Kurbanların faziletlerine dair hasen derecesinde rivâyetler gelmiştir. Bunların kimisini Said b. Dâvûd b. Ebi Zenber, Malik'ten o Sevr b. Zeyd'den, o İkrime'den, o İbn Abbâs'tan diye rivâyet etmiştir. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sıla-i rahim uğrunda yapılan harcamadan sonra yüce Allah nezdinde kan akıtmaktan daha faziletli hiçbir harcama yoktur." Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) dedi ki: Bu, Malik'in yoluyla garib bir hadistir.

Âişe (radıyallahü anha)'dan dedi ki: Ey insanlar! Gönül hoşluğu ile kurban kesiniz. Çünkü ben Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Bir kul kurbanlığı ile kıbleye yönelecek olursa, mutlaka onun kanı, boynuzu ve yünü de kıyâmet gününde mizanında hazır edilecek hasenat olur. Şüphesiz kan toprağa düştü mü yüce Allah'ın himayesine düşer, ta ki kıyâmet gününde onun sahibine (mükâfatını) eksiksiz ödeyinceye kadar." Ebû Ömer bunu et-Temhid adlı eserinde zikretmiştir İbn Abdi’l-Berr, Temhid, XXIII, 193.

Ayrıca Tirmizî de bu hadisi ondan (Âişe -radıyallahü anhadan) rivâyet etmiştir. Buna göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kurban günü hiçbir Âdemoğlu Allah'ın kan akıtmaktan daha çok sevdiği herhangi bir amel işleyemez. O kurbanlık kıyâmet gününde boynuzlarıyla, kıllarıyla, ayaklarıyla gelecektir. Kan daha yere düşmeden Allah nezdindeki yerini alır. O bakımdan gönül hoşluğuyla kurbanlarınızı kesiniz." (Tirmizî) dedi ki: Bu hususta İmrân b. Husayn ile Zeyd b. Erkam'dan da gelmiş rivâyetler vardır ve bu hasen bir hadistir Tirmizî, IV. 83; İbn Mace, II, 1045.

10- Kurban Kesmenin Hükmü:

Kurban kesmek vacib (farz) değildir. Ancak bilinegelen bir sünnettir.

İkrime dedi ki: İbn Abbâs kurban günü bana iki dirhem verir, ben de ona et alırdım. Bana derdi ki: Yolda karşılaştığın kimselere: Bu İbn Abbâs'ın kurbanlığıdır, de.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) dedi ki: Bunun ve Ebû Bekir ve Ömer'den kurban kesmediklerine dair gelen rivâyetlerin ilim ehlince yorumu şudur: Onların bu şekildeki tutumları kurban kesmeyi sürdürmenin farz ve vacib olduğuna inanılmamasıdır. Çünkü onlar başkaları tarafından kendilerine uyulan ve insanların dinleri hususunda kendilerini gözönünde bulundurdukları önder şahsiyetlerdi. Zira bunlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ümmeti arasındaki vasıta idiler. İşte bu hususta günümüzde başkaları için sözkonusu olmayan türden içtihadlarda bulunmak, onlar için uygun idi.

Tahavî "Muhtasar" ında şunları söylemektedir: Ebû Hanife dedi ki: Kurban kesmek Mısır diye tarif edilen yerlerde ikamet eden varlıklı kimseler için vacibtir. Yolcuya vacib değildir. Büyük bir adamın kendisi adına kurban olarak ne vacib ise küçük çocuğu için de aynı şey vacibtir. Ancak Ebû Yusuf ile Muhammed ona muhalefet ederek şöyle demişlerdir: Kurban kesmek vacib değildir. Ancak imkan bulan kimse için terki sözkonusu olmayan, terke ruhsat bulunmayan bir sünnettir. (Tahavî) dedi ki: Bizim de kabul ettiğimiz görüş budur.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) dedi ki: İşte Malik'in görüşü de budur. O şöyle der: Hiçbir kimsenin ister yolcu, ister mukim olsun kurbanı terketmemesi gerekir. Terkedecek olursa -haklı bir mazeretinin bulunması müstesna- çok kötü bir iş yapmış olur. Mina'da hacının kurban kesmesi ise müstesnadır.

İmâm Şâfiî de şöyle demiştir: Kurban kesmek bütün insanlara ve Mina'daki hacılara da bir sünnettir, vacib değildir. Kurban kesmeyi vacib kabul edenler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Ebû Bürde b. Niyar'a bir başka kurbanı tekrar kesmesini emretmesini Buhârî, I, 328, 329, V, 2109, 2114; Müslim, III, 1552, 1553; Dârimî, II, 109;Nesâî, VII, 224; Muvatta’, II, 483; Müsned, IV. 45, 281, 303. delil göstermişlerdir. Çünkü farz olmayan bir işte tekrar yerine getirilmesini emretmek sözkonusu değildir.

Diğerleri ise Ummu Seleme'nin, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet ettikleri şu hadisi delil göstermişlerdir: "Zülhicce'nin on günü girip de sizden herhangi bir kimse kurban kesmek isterse..." Müslim, III, 1565; İbn Mace, II, 1052; Müsned, VI. 289. Bu görüşün sahipleri derler ki: Eğer kurban kesmek vacib olsaydı, bunu kurban kesenin isteğine bırakmazdı. Ebû Bekir, Ömer, Ebû Mes'ûd el-Bedrî ve Bilal'in görüşü de budur.

11- Kurban Hangi Tür Hayvanlardan Kesilebilir:

Müslümanların icma ile kabul ettiklerine göre kurban kesilebilen hayvanlar (Kur'ân-ı Kerîm'de sözkonusu edilen) sekiz çifttir. Bunlar ise koyun, keçi, deve ve inek türleridir. İbnu'l-Münzir dedi ki: el-Hasen b. Salih'den şöyle dediği nakledilmiştir: Yaban öküzü yedi kişi adına, ceylan da bir kişi adına kurban edilebilir.

İmâm Şâfiî de der ki: Şayet yabani öküz ehli bir ineği yahut ehli bir öküz yabani bir ineği gebe bırakmış ise (bunların yavrularının) hiçbir şekilde kurban edilmeleri câiz değildir. Rey sahibleri ise bunun câiz olacağını söylemişlerdir. Çünkü yavru annesinin durumundadır. Ebû Sevr ise şöyle demiştir: Eğer en'ama (ehli davarlara) nisbeti sözkonusu ise kurban edilmesi caizdir.

12- Kurban Kesiminde Dikkat Edilecek Hususlar:

Hac Sûresi'nde (22/28-29. âyetler. 3. başlık ve devamında) kurban kesme zamanı ve kurban etinden yemeye dair yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Müslim'in, Sahih inde Enes'ten şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beyaz ve boynuzlu iki koçu kendi elleriyle keserek kurban etti. Bu arada "bismillah" dedi, tekbir getirdi, ayağını da yanları üzerine koydu. " Müslim, III, 1556; Buhârî, V. 2114; Tirmizî, IV. 84; Nesâî, VII, 220, 230; Müsned, III, 99, 214, 222, 255, 257. Bir başka rivâyette de şöyle demektedir: "Ve bu arada bismillahi vallahu ekber diyordu." Müslim, III, 1557; Buhârî, V, 2113; Nesâî, VII. 231; İbn Mace, II. 1043; Müsned, III, 115. 170. 183, 189, 211.

el-En'am Sûresi'nin sonlarında (6/161-163- âyetler, 4. başlıkta) da İmrân b. Husayn yoluyla gelen hadisi kaydetmiştik. el-Mâide Sûresi'nde (5/3- âyet, 7. başlık ve devamında) de şer'î kesim, buna dair açıklamalar ve şer'î kesimin ne suretle yapılacağına dair açıklamalar geçtiği gibi.

Ceninin kesiminin, annesinin kesimi olduğuna dair açıklamalar da yeteri kadarıyla geçmiş bulunmaktadır.

Yine Müslim'in Sahih'inde Âişe'den rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) boynuzlu, siyah ayaklı, karnı siyah, gözleri(nin etrafı) siyah bir koç getirilmesini emretti. Kurban etsin diye ona istediği gibi bir koç getirildi, ona: "Ey Âişe! Bana bıçağı getir" dedi. Sonra da: "Onu bir taş üzerinde bile" dedi. Ben de bıçağı biledim, sonra bıçağı aldım, o da koçu alıp yatırdı ve onu boğazlayıp dedi ki: "Bismillahi, Allah'ım Muhammed'den, Muhammed'in aile halkından ve Muhammed'in ümmetinden kabul buyur." Sonra da koçu kurban etti. Müslim, m. 1557; İbn Hibban. Sahih, f\\\. 236, Ebû Davud, \\\. 94, Müsned, VI. 78.

İlim adamları bu hususta farklı görüşlere sahibtirler. Hasan-ı Basıl kurban kesimi sırasında: "Bismillahi vallahu ekber bu sendendir, senin içindir, filandan kabul buyur" derdi.

Malik dedi ki: Böyle bir şey yapacak olursa, bu güzel olur. Yapmayacak olupta sadece Allah ismini anarsa, bu da yeterlidir.

Şâfiî dedi ki: Kesilen hayvan üzerinde Allah'ın ismini anmak "bismillah" demekle gerçekleşir. Bundan başka Allah'ın zikri türünden bir şey ekler ya da Peygamber Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a salat ve selam getirecek olursa, bunu da mekruh görmem. Yahut "Allah'ım benden kabul buyur ya da filandan kabul buyur" diyecek olursa, bunun da bir sakıncası yoktur.

en-Numan (b. Sabit, Ebû Hanife) de dedi ki: Allah'ın ismi ile birlikte başkasının ismini anmak mekruhtur. Buna göre kesim esnasında: "Allah'ım filandan kabul buyur" demesi mekruhtur. Yine Ebû Hanife der ki: Ancak hayvanı kesime yatırmadan önce ve Allah'ın ismini anmadan bunları söylemesinde bir sakınca yoktur.

Âişe (radıyallahü anha)'nın rivâyet ettiği hadis ise bu görüşü reddetmektedir. İbrahim (aleyhisselâm)'ın da oğlunu boğazlamak istediğinde: "Allahuekber velhamdulillah' dediği ve bunun böylece sünnet kaldığına dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

13- Kurban Edilecek Hayvanda Bulunmaması Gereken Kusurlar:

el-Bera b. Azib'in rivâyetine göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Kurban edilecek hayvanda sakınılacak hususlar nelerdir? diye sorulunca şöyle buyurmuştur: "Dört tanedir. -el-Bera eliyle işaret eder ve: Benim elim Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın elinden kısadır derdi: Topallığı açıkça görülen topal hayvan, bir gözünün körlüğü açıkça belli olan bir gözü kör, açıkça hasta olduğu belli olan hasta ve üzerinde yağ namına bir şey bulunmayan oldukça zayıf hayvan." Ebû Dâvûd, III. 97; Tirmizî, IV, 85; Nesâî, VII. 214. 215; İbn Mace, II, 1050; Muvatta’, II, 482; Dârimi, II, 105.

Malik'in lâfzı ile rivâyet bu şekildedir. Bu hususta görüş ayrılığı yoktur. Ancak bunların az bir kısmının hükmü hususunda farklı görüşler vardır.

Tirmizî'de Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizlere gözü, kulağı iyice incelememizi ve mukabele, müdabere. şerka' ve harka' herhangi bir hayvanı kurban olarak kesmememizi emretmiştir. Dedi ki: Mukabele kulağının bir tarafı kesilmiş olan, müdabere kulağın yan tarafı kesilmiş olan, şerka' kulağı boydan boya yarılmış olan. harka' kulağı delik olan demektir. (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, IV. 86; Dârimi, II, 106; Ebû Dâvûd, III, 97; Nesâî, VII. 216, 217; Müsned, I, 108. 128, 149.

Abdullah b. Ömer kurban kesilecek hayvanlarda ve büyük baş hayvanlarda yaşını bulmamış olanlar ile hilkatinden eksilmiş olanlardan sakınırdı.

Malik dedi ki: Bu hususta dinlediklerim arasında en hoşuma giden budur Muvatta’, II, 482

el-Kutebî dedi ki: Yaşı gelmemiş olandan maksat, sanki dişleri yokmuş gibi henüz dişleri çıkmamış olan demektir. Bu da: Filanın sütü yoktur yani süt vermiyor, filanın yağı yoktur yani yağ vermiyor, balı yoktur yani bal vermiyor demeye benzer. Bu da kurbanlıklarda dişleri dökülmüş olan hayvanın kurban edilmesinin yasaklanmış olmasını andırmaktadır.

Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr dedi ki: Malik'e göre yaşlılığından ve ihtiyarlığından ötürü dişleri dökülmüş, bununla birlikte semiz olan koyunu kurban etmekte bir mahzur yoktur. Şayet genç olmakla birlikte dişleri dökülmüş ise, onu kurban etmesi câiz olmaz. Çünkü bu basit olmayan bir kusurdur. Esasen noksanların tümü mekruhtur. Bunlara dair geniş açıklamalar ise fıkıh kitaplarındadır.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da şöyle buyurduğu kaydedilmiştir: "Kurbanlıklarınızın göz alıcı olmasına dikkat ediniz. Çünkü onlar Sırat üzerinde binekleriniz olacaktır." Bunu da ez-Zemahşerî zikretmiştir. Deylemî, Firdevs, I, 85.

14- Oğlunu Kurban Etmeyi Adamanın Hükmü:

Âyet-i kerîme oğlunu kurban etmeyi ya da kesmeyi adayan kimsenin İbrahim (aleyhisselâm)'ın oğlunun yerine fidyede bulunduğu gibi, bir koç keseceğine delildir. Bu İbn Abbâs'ın görüşüdür. Ondan gelen bir başka rivâyete göre Abdu’l-Muttalib'in yaptığı şekilde oğlunun yerine yüz deve keser. İbn Abbâs'tan gelen bu iki rivâyeti de en-Nehaî nakletmiştir.

İbn Abbâs'tan, el-Kasım b. Muhammed'in rivâyetine göre de bir yemin kefaretinde bulunması onun için yeterlidir. Mesrûk: Bir şey yapması gerekmez derken, Şâfiî: Böyle bir şey bir masiyettir, bundan dolayı Allah'tan mağfiret diler demektedir.

Ebû Hanife de şöyle demektedir: Bu sözü söyleyen bir kimse kendi oğlu hakkında söylemişse, bir koyun kesmelidir. Oğlu dışındakiler hakkında ise bir şey kesmesi gerekmez. Muhammed ise şöyle demektedir: Kölesini keseceğine dair yemin eden kimse, oğlunu kesmek üzere yemin edip yeminini bozan kimse gibidir, aynı şeylerle mükelleftir.

İbn Abdi'l-Hakem de Malik'ten şöyle dediğini nakletmektedir: "Ben yemin olsun oğlumu Makam-ı İbrahim'in yanında keseceğim" diye yemin edip sonra yeminini bozan kimsenin bir hediye kurban göndermesi gerekir. Oğlunu boğazlamayı adamakla birlikte "Makam-ı İbrahim'in yanında" dememiş ve herhangi bir şey de kastetmemiş ise, bir şey yapması gerekmez. Oğlunu hediye kurbanı kılan kimsenin de onun yerine bir hediye kurbanı kesmesi gerekir. Kadı İbnu'l-Arabî de -Ebû Hanife'nin dediği gibi- şöyle der: Bir koyun kesmesi gerekir. Çünkü yüce Allah oğlu kesmeyi şer'an bir koyun kesmekten ibaret kılmıştır. Yüce Allah, İbrahim'i oğlunu kesmekle yükümlü kılmakla birlikte bir koyun kesmesini sağlayarak bu yükümlülükten kurtarmıştır. Aynı şekilde kul oğlunu kesmeyi adayacak olursa, bir koyun kesmesi gerekir. Çünkü yüce Allah:

"Atanız İbrahim'in dinine (uyunuz)" (el-Hac, 22/78) diye buyurmuştur. Yemin aslî bir yükümlülük, adak ise fer'î bir yükümlülüktür. O bakımdan adağın da yemine göre açıklanması gerekir.

Şayet: İbrahim -masiyet olmakla- ve masiyeti emretmek câiz olmamakla birlikte oğlunu kesmekle nasıl emrolunabilir? denilecek olursa, şöyle cevap veririz: Bu, Allah'ın Kitabına karşı bir itirazdır. İslâm'a inanan bir kimsenin böyle bir itirazı olamaz. Helal ve haram hakkında fetva verecek bir kimsenin böyle bir itirazı nasıl düşünülebilir? Kaldı ki yüce Allah (oğlunun babasına): "Emrolunduğun şeyi yap" dediğini bize aktarmıştır. Bu hususta insanların kalblerindeki karışıklığı giderecek olan şudur: Masiyetler ve itaatler muayyen şeylerin zatî ve ayrılmaz vasıfları değildir. İtaat denilen şey yapılması emredilen fiillerle alakalı olmaktan ibarettir. Masiyet denilen şey de fiiller ile ilgili yasaklardan ibarettir. Burada emir İbrahim'in oğlu İsmail'i kesmesi ile alakalı olduğuna göre, bunu yerine getirmek bir itaat ve bir imtihan olur. Bundan dolayı yüce Allah:

"Muhakkak bu, apaçık bir imtihandır" diye buyurmaktadır. Yani çocuğun boğazlanması ve nefsin buna katlanması hususunda açık bir imtihandır. Bizim için de çocuklarımızı kesmek yasak olunca, böyle bir işi yapmak bizim için de masiyet olur.

Şayet: Bu iş masiyet olmakla birlikte nasıl adak olabilir? denilecek olursa, şöyle deriz: Bunun masiyet olması, adağı ile oğlunu kesmeyi kastedip onun yerine fidye vermeyi niyet etmemesi halinde sözkonusudur.

Şayet: Bu iş meydana gelir, masiyeti kasteder ve fidye vermeyi de niyet etmemişse ne olur? denilecek olursa, şöyle deriz: Eğer böyle bir maksat güderse, onun bu maksadının zararı olmaz, adağına da etki etmez. Çünkü çocuk ile ilgili adak şer'an artık bir koyun kesmekten ibarettir.

108

Sonra gelenler arasında ona (güzel bir övgü) bıraktık.

15- İyilik Yapanların Mükâfatı:

"Sonra gelenler arasında ona" yani İbrahim'e ondan sonra gelen ümmetler arasında güzel bir övgü

"bıraktık." Ona dua etmeyen, onu sevmeyen hiçbir ümmet yoktur. Bu güzel övgünün İbrahim (aleyhisselâm)'ın duasında şöylece dile getirildiği de söylenmiştir:

"Sonrakiler arasında bana bir lisan-ı sıdk (doğruluk lisanı, güzel övgü) bağışla!" (eş-Şuara, 26/84)

109

İbrahim'e selam olsun.

İkrime dedi ki: Bu İbrahim (aleyhisselâm)'a selam getirmektir. Yani bizden ona getirilen selamlardır. Bir diğer açıklamaya göre bu, onun her türlü afet ve kusurdan yana esenlikte olması demektir. Daha önce geçtiği üzere

"Âlemler içinde Nûh'a selam olsun." (es-Saffat, 37/79) âyeti gibidir.

110

İhsan edicileri böyle mükâfatlandırırız.

111

Muhakkak o, îman eden kullarımızdandı.

"İhsan edicileri böyle mükâfatlandırırız. Muhakkak o, îman eden kullarımızdandı." Yani kulluğun hakkını veren ve bundan dolayı da kulluğuyla yüce Allah'a izafe edilmeye hak kazanan kimselerdendi.

112

Ve ona salihlerden bir peygamber olmak üzere İshak'ı müjdeledik.

16- İbrahim (ALEYHİSSELÂM) Ve İshak (ALEYHİSSELÂM)'In Mübarek Oluşları Ve

Boğazlanması Emredilenin İsmail Olduğu:

"Ve ona salihlerden bir peygamber olmak üzere İshak'ı müjdeledik"

âyeti hakkında İbn Abbâs: Ona İshak'ın peygamber olacağı müjdesi verildi, demiş ve bu müjdenin iki defa gerçekleştiği kanaatini belirtmiştir. Bu açıklamaya göre boğazlanması emredilen kişi İshak'tır. Sabırla Rabbinin emrine razı olup ona teslimiyetine mükâfat olmak üzere peygamber olacağı müjdesi ona verilmiştir.

113

Onu ve İshak'ı mübarek kıldık. O ikisinin soyundan da ihsan edici de vardır, nefsine apaçık zulmedici de vardır.

"Onu ve İshak'ı mübarek kıldık." Yani Biz onlara nimetimizi kat kat verdik. Onlara çokça evlat verdik, diye de açıklanmıştır. Yani Biz İbrahim'e ve çocuklarına bereketler ihsan ettik, İshak'a da. İsrailoğulları peygamberlerini onun sulbünden getirmek suretiyle bereketler ihsan ettik.

"Onu" lâfzındaki zamirin İsmail'e raci olduğu ve boğazlanması emredilenin o olduğu da söylenmiştir.

el-Mufaddal dedi ki: Kur'ân'ın delalet ettiği doğru görüş boğazlanması emredilenin İsmail olduğudur. Çünkü önce boğazlanması emredilenin kıssası anlatıldı. Kıssanın sonunda: "Biz de ona büyük bir kurbanlıkla fidye verdik" buyurduktan sonra: "İbrahim'e selam olsun. İhsan edicileri böyle mükâfatlandırırız" buyurdu. Sonra da: "Ve ona salihlerden bir peygamber olmak üzere İshak'ı müjdeledik. Onu" yani İsmail'i "ve İshak'ı mübarek kıldık" diyerek, İsmail'den zamir ile sözetmiştir. Çünkü daha önce ondan sözedilmiş, sonra da: "O ikisinin soyundan da" diye buyurmaktadır. Bu da maksadın İsmail ve İshak'ın soyundan gelenler olduğuna delildir. İsmail'in, İshak'tan onüç yaş daha büyük olduğu hususunda ise gelen rivâyetler arasında farklılık yoktur.

Derim ki: Biz önceden İshak'ın, İsmail'den daha büyük olduğuna delalet eden hususları ve doğacağı müjdesi verilenin Kur'ân'ın nassı ile İshak olduğunu zikretmiş bulunuyoruz. İshak'ın doğum müjdesi Kur'ân nassı ile sözkonusu olduğuna göre boğazlanması emredilenin de İshak olduğunda şüphe kalmaz. İbrahim'e onun hakkında iki defa müjde verilmiştir. Birincisi doğacağı müjdesi, ikincisi de peygamber olacağı müjdesidir. İbn Abbâs'ın dediği gibi. Peygamberlik de ancak yaşın büyümesi halinde sözkonusudur. "Peygamber olmak üzere" âyeti hal olarak nasbedilmiştir. "Onu" lâfzındaki zamir de İbrahim'e aittir. Âyet-i kerimede İsmail'den söz edilmiyor ki, zamirin ona ait olduğu söylenebilsin.

Muaviye yoluyla gelen şu rivâyete gelince: Ben bir adamın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Ey iki zebih'in (boğazlanması adanıp kurtulan iki atanın) oğlu! dediğini duydum. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da güldü. Sonra Muaviye dedi ki: Abdu'l-Muttalib Zemzem kuyusunu kazıyınca, eğer bu işi kendisine kolaylaştıracak olursa, oğullarından birisini Allah için keseceğini adadı. Yüce Allah da bu işi ona kolaylaştırdı. Kurban edilme kurrası Abdullah'a çıktı. Dayıları Mahzum oğulları bunu engelledi ve: Oğlunun yerine fidye ver, dediler. O da yüz deve fidye verdi. İşte sözü edilen bir zebih odur, İsmail ise ikinci zebihtir.

Bu rivâyetin delil olacak bir tarafı yoktur. Çünkü "el-A'lam fi Marifeti Mevlidi'l-Mustafa Aleyhissalatu Vesselam" adlı eserimizde belirttiğimiz gibi, bunun senedi sağlam (sabit) değildir. Diğer taraftan Araplar amcaya da baba derler. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onlar: Senin ilâhına ve ataların İbrahim, İsmail, İshak'ın ilâhına... ibadet edeceğiz, demişlerdi." (el-Bakara, 2/133) Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Babasını ve annesini tahtın üzerine çıkartıp oturttu." (Yusuf, 12/100) Burada sözü edilen babası ve annesi ise onun babası ve teyzesidir. Aynı şekilde şair Ferezdak'tan o Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen rivâyet nasıl sened itibariyle sahih olur? Ferezdak'ın bizzat kendisi hakkında tenkitler varken, bu rivâyetin sahihliği söylenebilir mi?

17- Kötü Olduktan Sonra Peygamber Soyundan Gelmenin Faydası Yoktur:

Yüce Allah soylarından geleceklere bereket ve çokluk ihsan edeceğini belirttikten sonra: "O ikisinin soyundan da ihsan edici de vardır, nefsine apaçık zulmedici de vardır" diye buyurarak soylarından gelecekler arasında ihsan edicilerin de, kötülük yapanların da bulunacağını, kötülük yapan kimseye peygamber soyundan gelmesinin faydasının olmayacağını açıklamaktadır. İşte yahudiler ve hristiyanlar her ne kadar İshak (aleyhisselâm)'ın soyundan gelseler de, Araplar her ne kadar İsmail (aleyhisselâm)'ın soyundan gelseler de iyilik yapan ile kötülük yapan arasında, mü’min ile kâfir arasında bir farkın olması kaçınılmaz bir şeydir. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır:

"Yahudi ve hristiyanlar: Biz Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz, dediler..." (el-Mâide, 5/18) Yani bizler Allah'ın Rasûllerinin soyundan gelenleriz, diyerek kendilerinin üstün oldukları kanaatine kapıldılar. Buna dair açıklamalar daha önceden (bk. el-Mâide, 5/18. âyetin tefsiri) geçmiş bulunmaktadır.

114

Yemin olsun Mûsa ve Harun'a da lütufta bulunduk.

"Yemin olsun Mûsa ve Harun'a da lütufta bulunduk" âyetinden önce yüce Allah, İshak'ı boğazlanmaktan kurtardığını ve ona peygamberliği lütfettiğini sözkonusu ettikten sonra, bu kabilden olmak üzere Mûsa ve Harun'a da ihsan ettiği lütuflarını sözkonusu etmektedir.

115

O ikisini ve kavimlerini büyük sıkıntıdan kurtardık.

"O ikisi ve kavimlerini büyük sıkıntıdan kurtardık" âyeti ile ilgili olarak bunun İsrailoğullarının köleleştirmesinden kurtarılmak olduğu söylendiği gibi, Fir'avun'un karşı karşıya kaldığı suda boğulmaktan kurtarılmak olduğu da söylenmiştir.

116

Ve onlara yardım ettiğimiz için galib gelenler onlar oldular.

"Ve onlara yardım ettiğimiz..." âyetindeki zamir el-Ferrâ'ya göre sadece Mûsa ve Harun'a aittir. Bu ise iki kişinin çoğul olduğuna binaen öyle kabul edilebilir. Bunun delili de yüce Allah'ın:

"ikisine... verdik" ile "o ikisini de dosdoğru yola ilettik" âyetidir.

Zamirin Mûsa, Harun ve kavimlerine ait olduğu da söylenmiştir. Doğrusu da budur. Çünkü bundan önce:

"O ikisini ve kavimlerini... kurtardık" âyeti geçmiştir.

117

İkisine apaçık gösteren kitabı verdik.

"Apaçık gösteren kitab" ise Tevrat'tır.

"O şey açık seçik oldu" demektir, "Filan kişi onu apaçık buldu" tabirleri; "Bir şeyin bizzat kendisi apaçık bir hal aldı" ile "Filan kişi de onu apaçık buldu" demek, gibidir.

118

O ikisini de dosdoğru yola ilettik.

"Dosdoğru yol"; hiçbir eğriliği bulunmayan dosdoğru din demektir ki, bu da İslâm dinidir.

119

Sonra gelenler arasında onlara (güzel bir övgü) bıraktık.

120

Mûsa ve Harun'a selam olsun.

121

Muhakkak Biz, ihsan edicileri böyle mükâfatlandırırız.

122

Muhakkak ikisi de îman eden kullarımızdandır.

"Sonra gelenler arasında onlara" güzel bir övgü

"bıraktık. Mûsa ve Harun'a selam olsun. Muhakkak Biz, ihsan edicileri böyle mükâfatlandırırız. Muhakkak ikisi de îman eden kullarımızdandı." Bu âyetlerin benzeri daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

123

Muhakkak İlyas da gönderilmiş peygamberlerdendi.

124

O kavmine: "Korkmaz mısınız?" demişti.

"Muhakkak İlyas da gönderilmiş peygamberlerdendi" âyeti hakkında müfessirler şöyle demişlerdir: İlyas, İsrailoğullarından bir peygamberdir. İbn Mes’ûd'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: İsrail Yakub'dur, İlyas da İdris'tir. Ayrıca o: "Muhakkak İdris... diye okumuştur. İkrime de böyle demiştir. Yine İkrime dedi ki: Bu Abdullah (b. Mesud)'ın Mushaf'ında:

"Muhakkak İdris de gönderilmiş peygamberlerdendi" şeklindedir. Ancak bu görüşü yalnızca o Abdullah b. Mesud belirtmiştir.

İbn Abbâs dedi ki: İlyas, Elyesa’in amcasıdır.

İbn İshak ve başkaları şöyle demişlerdir: Yuşa'dan sonra İsrailoğullarının işlerinden sorumlu olan kişi Kahb b. Yukanna idi. Sonra Hazkiyel geldi. Yüce Allah peygamber Hazkiyel’in canını aldıktan sonra İsrailoğulları arasında çok büyük olaylar meydana geldi Allah'ın ahdini unuttular ve onu bırakıp putlara taptılar. Yüce Allah onlara ilyas’ı peygamber olarak gönderdi. Elyesa' da ona uydu ve ona îman etti. İsrailoğulları ona karşı serkeştlik edince, İsrailoğullarının sıkıntılarından yana kendisini rahata kavuşturması için Rabbine dua etti. Ona: Şu, şu günü filan yere çık. Senin karşına ne çıkarsa ona bin ve ondan çekinme. Elyesa' ile birlikte çıktı. Elyesa' ona: Ey İlyas! Bana ne emredersin? dedi. Oldukça yüksekten ona üzerindeki elbiseyi attı. Bu da onun Elyesa'ı İsrailoğullarına yerine geçmek üzere halife tayin etmiş olduğunun alameti idi. İşte onun (dünyada) son görünmesi bu olmuştu.

Yüce Allah İlyas'ın yiyecek ve içecekten lezzet alma duyusunu kaldırdı. Ona tüylerden elbise giydirdi ve onu nura büründürdü. Meleklerle birlikte uçtu. Böylelikle o hem insan melek, hem semavi ve arzi bir varlık oldu.

İbn Kuteybe dedi ki: Çünkü yüce Allah İlyas'a: Benden dile, Ben de sana vereyim, dedi. O da beni kendine doğru yükselt, ölümü tatmamı ertele. Bunun üzerine meleklerle birlikte uçar oldu.

Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Hastalanmış ve ölümü hissetmişti. Bunun üzerine ağladı. Yüce Allah ona: Niçin ağlıyorsun? Dünyaya tutkun dolayısıyla mı? Ölümden çekindiğin için mi? Ateşten korktuğun için mi? diye sordu. Hayır, dedi, izzetin hakkı için bunlardan hiçbirisi dolayısıyla değil. Benim ağlayıp sızlanmam benden sonra sana hamdedecekler, seni övüp duracakları halde benim sana artık hamdetme imkanını kaybetmiş olacağımdandır. Benden sonra zikredenler seni anacak, ben seni anmayacağım. Oruç tutanlar oruç tutacak, ben tutamayacağım. Namaz kılanlar namaz kılacak, ben kılamayacağım. Bunun üzerine ona şöyle denildi: Ey İlyas! İzzetim hakkı için seni, Beni kendisinde hiçbir kimsenin anmayacağı bir vakit gelinceye kadar erteleyeceğim. Bundan kasıt da kıyâmet günüdür.

Abdu’l-Aziz b. Ebi Revvad dedi ki: İlyas ile Hızır -ikisine de selam olsun- her yıl ramazan ayı orucunu Beytu'l-Makdis'de tutarlar ve her sene hac mevsiminde hacda bulunurlar.

İbn Ebi'd-Dünya'nın naklettiğine göre de onlar hacdan sonra ayrılacakları vakit şöyle derler: Maşaallah, maşaallah hayrı Allah'tan başka kimse getirmez. Maşaallah, maşaallah, Allah'tan başka kimse kötülüğü bertaraf edemez. Maşaallah, maşaallah, her ne nimet varsa, Allah'tandır. Maşaallah, maşaallah tevekkeltu alallah hasbiyallahu ve ni'me'l-vekil. (Allah'a tevekkül ettim, Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.) Bu daha önce el-Kehf Sûresi'nde (18/79-82. âyetler, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Mekhul yoluyla Enes'ten de şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte gazaya çıktık. Feccu'n-Nake denilen yerde iken şöyle diyen bir ses duyduk: Allah'ım, beni rahmete nail olmuş, günahları bağışlanmış, tevbeleri kabul edilmiş, duaları kabul edilmiş, Muhammed ümmetinden kıl. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ey Enes! Bak bu ses de nedir?" dedi. Ben de dağın iç taraflarına doğru ilerlemeye başladım. Sakalı ve saçı beyaz bir adamla karşılaştım. Üzerindeki elbiseleri de beyazdı. Üçyüz zira'dan daha uzun bir boyu vardı. Beni görünce: Sen peygamberin elçisi misin? dedi. Ben, evet dedim. Bana: Ona dön ve benden ona selam söyle ve de ki: İşte kardeşin İlyas seninle görüşmek istiyor. Peygamber -ben de beraberinde olduğum halde- geldi. Nihayet ona yaklaştığımız bir sırada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) öne doğru ilerledi, ben geride kaldım. Uzun süre beraberce konuştular. Üzerlerine semadan sofraya benzer bir şey indi. Beni de çağırdılar, ben de onlarla birlikte yedim. O sofrada yer elması, nar ve kereviz vardı. Yemek yedim, sonra kalktım, bir kenara çekildim. Bir bulut geldi ve onu yukarı doğru kaldırdı. Ben bulut onu yukarı doğru kaldırıyorken beyaz elbiselerine bakıp durdum. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Anam babam sana feda olsun dedim. Bu yediğimiz yemek ona semadan mı indi? Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ben de yemeği ona sordum, şöyle dedi: Cibril her kırk günde bir bana bundan bir öğün getirir. Her yılda da Zemzemden bir içim su getirir. Kimi zaman da onu kuyu başında kovaya su doldururken görürüm, o bu sudan içer ve bana içirdiği de olur." (Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır).

125

Âyetin tefsiri için bak:126

126

"O en güzel yaratanı, sizin ve önceki atalarınızın Rabbi Allah'ı bırakıp Ba'l'e mi dua edersiniz?"

Sa'leb dedi ki: Yüce Allah'ın buradaki

"Ba'l" âyeti hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bir kesim: Burada Ba'lden kasıt bu ismi taşıyan puttur derken, bir kesim burada sözü edilen Ba'l bir melektir demiştir. İbn İshak ise şöyle demiştir: Ba'l tapındıkları bir kadın idi. Birinci görüşü ileri sürenler daha çoktur. el-Hakem b. Eban'ın İkrime'den rivâyetine göre İbn Abbâs:

"Ba'l'e mi dua edersiniz?" âyeti hakkında: O bir put idi, demiştir.

Atâ b. es-Saib, İkrime'den o İbn Abbâs'dan:

"Ba'l'e mi dua edersiniz?" âyeti hakkında onu mu rab edinirsiniz? demiştir.

en-Nehhâs dedi ki: İki açıklama da doğrudur. Yani siz bir puta dua ediyor ve onu rab olarak mı yontuyorsunuz? Mesela, bu evin ba'lidir yani evin sahibidir denilir. O halde mana: Sizler kendi uydurduğunuz bir rabbe mi dua (ve ibadet) ediyorsunuz, demektir.

"Dua edersiniz" burada, ad verirsiniz anlamındadır. Bunu Sîbeveyh nakletmiştir.

Mücahid, İkrime, Katade ve es-Süddî: Ba'l, Yemen lehçesinde rab demektir, demişlerdir.

İbn Abbâs da Yemenlilerden birisinin Mina'da bir dişi deve pazarlığını yapmak isterken -bunun sahibi kimdir anlamında-: Bunun ba'l'i kimdir? dediğini duymuştur. Kocaya ba'l denilmesi de bundan dolayıdır. Nitekim Ebû Duad da şöyle demiştir:

"Savaşta ba'l'ini (kocanı) gördüm,

Bir kılıç kuşanmıştı ve bir mızrak (tutmuştu)"

Mukâtil dedi ki: Ba'l, İlyas'ın kırdığı ve bundan dolayı onları bırakıp kaçtığı bir puttur.

Denildiğine göre bu put, altından idi ve boyu yirmi zira'dı, dört yüzü vardı. O put dolayısıyla fitneye düşürüldüler. onu tazim ettiler. Nihayet ona dörtyüz hizmetçi görevlendirdiler ve bu dörtyüz kişiyi o putun peygamberleri bellediler. Şeytan ba'l'in içine girer ve sapıklık şeriatini onlara telkin ederdi. Hizmetçiler de bunları beller ve insanlara öğretirlerdi. Bu kimseler Şam diyarındaki Ba'le-Bekke ahalisidirler. Daha önce açıkladığımız gibi şehirlerine de Bale-Bekke ismi bundan dolayı verilmiştir.

"O en güzel yaratanı... bırakıp" yani kendisine yaratıcı denilenlerin en güzeli demektir. Bunun sanatkârların en güzeli anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü insanlar bir şeyi sanat yoluyla yaparlar, ancak yaratamazlar.

"... Sizin ve önceki atalarınızın Rabbi Allah'ı..." Bu âyetteki üç isim (Allah, Rabbiniz, önceki atalarınızın Rabbi isimleri) nasb iledir. er-Rabî b. Haysem, el-Hasen, İbn Ebi İshak, İbn Vessab, el-A'meş, Hamza ve el-Kisaî böyle okumuşlar; Ebû Ubeyde ile Ebû Hatim de bu kıraati benimsemişlerdir. Ebû Ubeyd bu isimlerin sıfat olarak nasbedildiklerini nakletmektedir. en-Nehhâs ise şöyle demektedir: Sıfat olduklarını söylemek yanlışlıktır. Bunlar bedel olarak nasbedilmişlerdir. Burada sıfat câiz değildir. Çünkü bu ifadeler mevsufu süslemek için zikredilmiş değildir.

İbn Kesîr, Ebû Amr, Âsım, Ebû Cafer, Şeybe ve Nafî' ise ref ile okumuşlardır. Ebû Hatim dedi ki: Bu da: "O Allah'tır, Rabbinizdir" anlamında olur.

en-Nehhâs dedi ki: Onun bu açıklamasından daha da tercih olunanı ise şudur: Herhangi bir takdir ya da hazf sözkonusu olmaksızın mübteda ve haberdir. Yani: Allah sizin de Rabbinizdir, sizden önceki atalarınızın da Rabbidir Ayrıca Ali b. Süleyman'ın ref ile okumanın daha uygun ve daha güzel olduğu kanaatinde olduğunu da gördüm. Çünkü ondan öncesi bir âyet sonudur, dolayısıyla yeni bir ifade başlangıcı olması daha uygundur.

İbnu'l-Enbarî dedi ki: Nasb ile ya da ref ile okuyan bir kimse ifade tamam olmuştur diye:

"O en güzel yaratanı" âyeti üzerinde vakıf yapmaz. Çünkü yüce Allah burada her iki okuyuşa göre

"en güzel yaratan"a dair açıklamalarda bulunmaktadır.

127

Ama onlar onu yalanladılar. Bu sebebten onlar elbette hazır edilirler.

"Ama onlar onu yalanladılar" âyeti ile yüce Allah, İlyas kavminin onu yalanladıklarını haber vermektedir.

"Bu sebebten onlar elbette" azapta

"hazır edilirler."

128

Ancak Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kulları müstesna.

"Ancak" kavmi arasından

"Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kulları müstesna."

Onlar azaptan kurtulmuşlardır. Buradaki:

"İhlasa erdirilmiş" âyeti "lam" harfi esreli olarak (ihlâsa ermiş anlamında) diye de okunmuştur. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

129

Sonra gelenler arasında üzerine (güzel övgü) bıraktık.

"Sonra gelenler arasında üzerine (güzel övgü) bıraktık" âyeti da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

130

İlyas'a selam olsun.

"İlyas'a selam olsun" âyetindeki

"İlyas (anlamı verilen)" lâfzını el-A'rec, Şeybe ve Nafî': "Âl-i Yasin" diye okumuşlardır. İkrime, Ebû Amr, İbn Kesîr, Hamza ve el-Kisaî ise "İlyâsîn" diye okumuşlardır. el-Hasen de bunu: "Ale'l-yasin (ya'sin'e)" şeklinde elifi vasl ile okumuştur, sanki Yasin'in başına tarif için getirilen elif lam gelmiş gibidir. Maksat ise İlyas (aleyhisselâm)'dır. Selam da onadır, ancak bu a'cemî (Arapça olmayan) bir isimdir. Araplar, Arapça olmayan bu isimleri değişik şekillerde telaffuz ederler ve bu isimleri çokça değiştirirler.

İbn Cinnî dedi ki: Arablar, Arapça olmayan isimlerle çokça oynarlar. Yasin, İlyas ve İlyâsîn aynı şeydir.

ez-Zemahşerî dedi ki: Hamza vasl ile okuduğunda nasbederdi, vakıf yaptığı takdirde ise ref'ederdi. Bu aynı zamanda: "İlyâsîne" ile okunduğu gibi İdris de: "İdrisiyn, İdrisin ve İdrasin" diye İlyas'ın ve İdris'in farklı söyleyişleri halinde okunmuştur.

Süryanicede fazladan getirilen (sondaki) "ye" ile "nun"un özel bir anlamı olabilir.

en-Nehhâs dedi ki:

"İlyas'a selam olsun" diye okuyan kimse -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- bu peygamberin ismini hem İlyas, hem de Yasin olarak kullanmış, sonra da onu "âli"ne yani din mensublarına ve onun yolundan gidenlere selam etmiş olur. Böylece kendisi dolayısıyla âline selam verdiği takdirde onun da selamın kapsamına girdiğini biliyor demektir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah'ım Ebû Evfa'nın âline salat eyle." diye buyurmuştur. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Fir'avun hanedanını (âlini) azâbın en şiddetlisine sokun." (el-Mu'min, 40/46)

"İlyâsîn (İlyas)" diye okuyanların kıraati ile ilgili olarak da ilim adamlarının birden çok görüşü vardır. Harun. İbn Ebi İshak'dan şöyle dediğini rivâyet eder: İlyâsîn, İbrahim gibidir. O bu kanaatiyle onun adının bu olduğunu benimsemiş gibidir. Ebû Ubeyde ise bunun kendisi ve ehl-i beyti ile birlikte cem-i müzekker-i salim olarak çoğul yapıldığı ve onlara böylece selam edildiği kanaatindedir. O şu mısraı da zikreder:

"Hubeyblilere yardım ettiğim artık bana yeter, artık yeter."

Denilir ki (mısrada geçen): ile şekilleri "yeter" anlamında iki ayrı söyleyiştir. Şair burada Ebû Hubeyb Abdullah b. ez-Zübeyr'i kastetmektedir. Bunu çoğul olarak getirmesi onun izinden giden, onunla birlikte olanların da onunla birlikte kabul edilmelerinden ötürüdür. Ebû Ubeyde'den başkası ise bu ifadeyi: "İki Hubeyb'e" diye tesniye olarak rivâyet etmektedir. Bununla da Abdullah ve Mus'ab'ı kasteder. Ben, Ali b. Süleyman'ı bundan daha ileri derecede açıklarken gördüm. O şöyle der: Araplar bir kişinin kavmine onlar arasındaki üstün ve değerli kişinin ismini verirler ve (mesela): el-Mehalibe derler. Yani onlar arasındaki herbir adama âdeta "Mühelleb" ismini vermiş gibi olurlar. İşte: "İlyasîn'e (İlyas'a) selam olsun" âyetinde de onun alînin herbir kişisine İlyas ismi verilmiş olmaktadır.

Sîbeveyh de "el-Kitab"ında bunun bir bölümünü zikretmiş bulunmaktadır. Ancak onun belirttiğine göre Araplar bu uygulamayı nisbet (ism-i mensub) olmak üzere kullanırlar ve "el-Eş'arun" derken (Eşarilere) nisbeti kastederler.

el-Mehdevî dedi ki: Bunu "İlyasîn" diye okuyanların okuyuşuna göre bu İlyas'ın da kapsamına girdiği bir çoğuldur. Bu "ilyasî'nin çoğulu olup nisbet "ye"si hazfedilmiştir. Nitekim Mühellebi'nin çoğulu olan el-Mehalibe gibi kırık çoğullarda nisbet "ye"si de hazfedildiği gibi salim çoğulda da bu nisbet "ye"si hazfedilerek "el-Muhellebin" denilmiştir. Sîbeveyh "el-Eş'arun, en-Numeyrun" diye nisbet çoğulları da nakletmiştir ki bu kelimelerle el-Eşariyyun, en-Numeyriyyun demek isterler.

es-Süheylî der ki: Böyle bir şey sahih değildir. Ancak bu okuyuş İlyas'ın bir söyleyişidir. Eğer onların dediklerini Cenab-ı Allah murad etmiş olsaydı el-Mehalibe ve el-Eş'ariyyun'da olduğu gibi başına "elif lam" getirirdi. O vakit: "İlyâsîn'e selam olsun" derdi. Çünkü alem (özel isim) çoğul yapıldığı takdirde nekre yapılır ki; "elif lam" ile marife (belirtili) olabilsin. O bakımdan: "Zeydîn'e selam olsun" demeyerek, "elif" ve "lam"lı olarak: "ez-Zeydîn'e..." denilir. O halde "İlyas" adının üç türlü söylenişi vardır.

en-Nehhâs dedi ki: Ebû Ubeyd: "İlyâsîn'e selam olsun" şeklindeki kıraatine delil getirmiş ve onun adının İlyas olduğu gibi İlyâsîn'in de onun ismi olduğunu söylemiştir. Çünkü sûrede onun dışında sözkonusu edilen peygamberlerden başkası hakkında "âl"e selâm getirilmiş değildir. O halde diğer peygamberler ismen zikredildiği gibi, o da ismen zikredilmiştir. Bu şekildeki değerlendirme asıl itibariyle Ebû Amr'a aittir. Ancak böyle bir şey zorunlu değildir. Çünkü bizler önceden, eğer bir kişi dolayısıyla onun aline selam getirilecek olursa, o kişiye de selam getirmek demek olduğu şeklindeki dilcilerin görüşünü açıklamış bulunuyoruz.

Adının "İlyasîn" olduğu görüşünü kabul etmek için ise bir delile ve rivâyete gerek vardır. Çünkü bu mesele içinden kolay kolay çıkılamayacak bir hal almıştır.

el-Maverdî dedi ki: el-Hasen: "Yasin'e selam olsun" diye "elif" ve "lam"ı düşürerek okumuştur. Bunun iki türlü açıklaması yapılabilir: Birinci açıklamaya göre bunlar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın alîdir, bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. (Buna göre Yasin peygamber efendimizin adıdır.) İkinci görüşe göre ise bunlar Yasin'in alîdir. Bu görüşe göre de Yasin'e fazla harfin girmesinin iki açıklaması yapılır: Birincisine göre âyetlerin sonları arasında bir eşitlik (ye, nun ile bitmesi açısından) sağlanması için ilave edilmiştir. Yüce Allah'ın bir yerde:

"Turi Sina" (el-Mu'minun, 23/20) diye buyurduğu halde bir başka yerde:

"Turî Sînîn" (et-Tîn, 95/2) diye buyurulması gibi. Buna göre selam onun dışında kalan, onun ahalisinedir. Ona yapılan izafet de onun için bir teşriftir. İkinci açıklamaya göre ise burada "ye" çoğul dolayısıyla gelmiştir. O takdirde o da onlar arasına katılmış olur. Bu durumda selam hem ona, hem de âlinedir.

es-Süheylî dedi ki: Meani'l-Kur'ân'a dair açıklamalarda bulunanların kimisi şöyle demiştir: Âl-i Yasin'den kasıt Muhammed (aleyhisselâm)'ın âlidir. Bunlar bu hususta "Yâ Sîn"in tefsirinin Ya Muhammed, olduğunu kabul edenlerin görüşlerinden hareket ederek bu kanaati belirtirler.

Ancak bu görüş birçok bakımdan çürütülür. Birincisi evvela ifadelerin akışı İlyas kıssası ile ilgilidir. Dolayısıyla İbrahim, Nûh, Mûsa ve Harun kıssalarında olduğu gibi selamın da onlar hakkında olması gerekir. Bir başka âyet-i kerîme hakkında -ki bu da zayıf olmakla birlikte- yapılmış bir açıklamadan hareketle sözün maksadının dışına çıkmanın bir anlamı yoktur. Çünkü "Ya Sin", "Ha Mim" ve "Elif, Lam. Mim" ve buna benzer âyetler hakkındaki bütün açıklamalar aynıdır. Bunlar Mukatta' harflerdir, ya İbn Abbâs'ın dediği gibi yüce Allah'ın isimlerinden alınmıştır ya Kur'ân'ın sıfatlarıdır ya da en-Nehaî'nin dediği gibi: Yüce Allah'ın herbir kitabta bir sırrı vardır. Kur'ân-ı Kerîm'deki sırrı ise sûrelerin başlangıçlarıdır. Aynı şekilde Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Benim beş tane ismim vardır," diye buyurmuş, ancak bunlar arasında "Yasin" ismini zikretmemiştir.

Aynı şekilde "Yâsin"de tilavet şekli sükun ve vakıf ile gelmiştir. Eğer bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ismi olsaydı, ötreli olarak "Yâsinu" demek gerekirdi. Yüce Allah'ın:

"Yusuf, ey doğru sözlü kişi" (Yusuf, 12/46) diye buyurduğu gibi, (burada da böyle demesi gerekirdi). Belirttiğimiz hususlar dolayısıyla bu görüş çürütüldüğüne göre "İlyasîn" sözü edilen İlyas'tır ve selam onun hakkında variddir.

Ebû Amr b. el-Alâ da dedi ki: Bu İdris ve İdrâsîn demeye benzer. İbn Mes'ûd'un Mushafında da bu böyledir: Şüphesiz ki İdris gönderilmiş peygamberlerdendi" dedikten sonra; "İdrasin'e selam olsun" demektedir.

131

İhsan edicilere muhakkak Biz, böyle mükâfat veririz.

132

Gerçekten o, îman eden kullarımızdandı.

"İhsan edicilere muhakkak ki Biz böyle mükâfat veririz. Gerçekten o îman eden kullarımızdandı" âyeti daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

133

Şüphesiz Lut da gönderilmiş peygamberlerdendir.

134

Hani Biz onu ve aile halkını birlikte kurtarmıştık.

135

Ancak geri kalanlar arasındaki bir koca karı müstesna.

"Şüphesiz Lut da gönderilmiş peygamberlerdendir. Hani Biz onu ve aile halkını birlikte kurtarmıştık. Ancak geri kalanlar arasındaki bir kocakarı müstesna" buyruklarına dair açıklamalar daha önce Lut kıssasında (el-Araf, 7/80. âyet ve devamında ve Hud, 11/77. âyet ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

136

Sonra diğerlerini helâk ettik.

"Sonra diğerlerini" gönderdiğimiz ceza ile

"helâk ettik."

137

Muhakkak siz onların yakınından, sabahleyin de geçip gidiyorsunuz,

"Muhakkak siz onların yakınından sabahleyin de geçip gidiyorsunuz"

138

Geceleyin de. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?

âyeti ile de Araplara hitab etmektedir. Yani siz onların evlerinin, onlardan geriye kalan eserlerin yakınından sabah vakti geçip gidiyorsunuz.

"Geceleyin de" aynı şekilde onların yakınından geçmektesiniz. İfade burada tamam olduktan sonra:

"Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" yani ibret almayacak ve düşünmeyecek misiniz, diye buyurmaktadır.

139

Muhakkak Yûnus da gönderilmiş peygamberlerdendi.

Bu âyetlere dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:

1- Yûnus (aleyhisselâm.) ve Kavmi:

"Muhakkak Yûnus da gönderilmiş peygamberlerdendi" âyetinde sözü edilen Yûnus ile Zu'n-Nûn aynı kişilerdir. Metta'nın oğludur, İlyas'ın yanında misafir kaldığı yaşlı kadının oğlu da odur. İlyas o kadının yanında kavminden altı ay süre ile saklanmıştır. Yûnus ise o sırada süt emen küçük bir çocuktu. Yûnus'un annesi İlyas'a bizatihi hizmet ediyor ve onu teselli ediyor, güç yetirebildiği hiçbir şeyi ondan esirgemeyerek ikram ediyordu. Daha sonraları İlyas evlerin darlığından sıkılmaya başladı. Bunun için dağlara gitti. Bu yaşlı kadının oğlu olan Yûnus öldü. Kadın İlyas'ın arkasından çıkıp dağlarda onu aramaya koyuldu. Nihayet onu buldu. Allah oğlunu diriltir ümidi ile kendisi için Allah'a dua etmesini istedi. Ölümünden ondört gün sonra İlyas çocuğun yanına geldi. Abdest alıp namaz kıldı ve Allah'a dua etti. Allah da Metta'nın oğlu Yûnus'u, İlyas (aleyhisselâm)ın duası ile diriltti.

Allah, Yûnus'u Musul topraklarında bulunan Nineva (Ninova) ahalisine peygamber olarak gönderdi. Bunlar önceleri puta tapıyorlardı. Yûnus Sûresi'nde (10/98. âyetin tefsirinde) bu hususun açıklaması geçtiği gibi. Enbiya Sûresi'nde (21/87-88)'de onun kızgınlıkla kavmi arasından çıkıp gitmesine dair açıklamalar Yûnus kıssasında geçmiş bulunmaktadır.

Yûnus (aleyhisselâm)'a peygamberlik balığın onu yutmasından önce mi verildiği, sonra mı verildiği hususunda farklı görüşler vardır. Taberî, Şehr b. Havşeb'den naklen diyor ki: Cebrâîl (aleyhisselâm), Yûnus (aleyhisselâm)'a gelip: Ninova halkına git ve onlara azâbın başlarına gelip çatmak üzere olduğunu söyleyip uyar, dedi. Yûnus: Kendime bir binek bulayım dedi, Cebrâîl durum ona elverişli olmayacak kadar acildir deyince, bu sefer Yûnus: O zaman kendime bir ayakkabı bulayım dedi. Yine: Durum buna elvermeyecek kadar acildir, dedi. Bunun üzerine Yûnus kızıp bir gemiye gidip bindi. Gemiye binince gemi hareket etmedi, ne ileri, ne geri gidemedi. Bu sefer kura çekildi, kura Yûnus'a çıktı. Balık kuyruğunu sallayarak geldi. Balığa: Ey balık! Biz Yûnus'u sana rızık olarak vermiyoruz. Seni onun himaye olunacağı bir yer ve bir mescid kıldık, diye seslenildi.

O yerden balık onu yuttu. Nihayet Ubulle'nin yanından geçtiler. Oradan da Dicle'ye kadar balığın karnında geldi ve Ninova'da onu dışarı bırakıncaya kadar öylece gitti. Bize el-Haris anlattı, dedi ki: Bize el-Hasen anlattı, dedi ki: Bize Ebû Hilal anlattı dedi ki: Bize Şehr b. Havşeb anlattı, o İbn Abbâs'tan naklen dedi ki: İşte Yûnus'un peygamberlik ile görevlendirilmesi balığın onu dışarı atmasından sonra olmuştur.

Bu görüşü kabul edenler gönderilmiş bir peygamberin Rabbine karşı öfkelenerek yerinden çıkıp ayrılmadığını delil gösterirler. O halde onun başından geçen bu olay peygamberlikten önce olmuştur.

Başkaları da şöyle demektedir: Onun bu tutumu, kendilerine peygamber olarak gönderildiği kimseleri, Allah'ın onları kendilerini davet etmesini emrettiği şeye davet etmesinden, onlara Rabbinin risaletini tebliğ etmesinden sonra olmuştur. Ancak o, kendilerini sakındırıp korkuttuğu azâbın başlarına belirlemiş olduğu bir vakitte ineceği vaadinde bulunmuştu. Tevbe etmedikleri ve yüce Allah'a itaate dönmedikleri için onlardan ayrılıp gitti. Azâbın gölgesi o kavmin üzerine düşüp onları örtüp kaplayınca -yüce Allah'ın Kitab-ı Kerîm'inde buyurduğu gibi- Allah'a tevbe ettiler, Allah da üzerlerindeki azâbı kaldırdı. Yûnus'a da onların kurtuldukları ve kendilerine vaadedip tehditte bulunduğu azâbın da üzerinden kaldırıldığı haberi verildi. O bundan ötürü kızıp: Ben onlara bir vaadde bulundum ve benim bu vaadim doğru çıkmadı, dedi. İşte Rabbini kızdırarak gitti ve onun yalanını tesbit etmiş oldukları halde yanlarına geri dönmekten hoşlanmadı. Bunu da Said b. Cübeyr, İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. Daha önce el-Enbiya Sûresi'nde (21/87-88. âyetlerin tefsirinde) de geçmiş bulunmaktadır. İleride yüce Allah'ın:

"Biz onu yüzbin veya daha fazlasına gönderdik." (es-Saffat, 37/147) âyetini açıklarken geleceği üzere doğru olan da budur.

"Yûnus" lâfzı munsarıf değildir, çünkü Arapça olmayan bir isimdir. Arapça olsaydı, ilk harfi "ye" olsa dahi munsarıf olurdu. Çünkü "yuf'ul" vezninde bir fiil yoktur. Tıpkı bir kimseye "yu'fur" ismini verdiğimiz takdirde munsarıf olacağı gibi. Ancak "ya'fur" diye ad verilirse munsarıf olmaz.

140

Hani o, yüklü gemiye kaçıp sığınmıştı.

2- Gemiye Gidişi:

"Hani o, yüklü gemiye kaçıp sığınmıştı" âyetindeki

"Kaçıp sığındı" fiili hakkında el-Muberred der ki: Bu aslında uzaklaşıp gitti demektir. Kaçan köleye "abik" denilmesi de buradan gelmektedir. Başkası da şöyle demektedir: Yûnus'tan "kaçtı" diye sözedilmesi yüce Allah'ın emri olmadan ve insanlardan saklanarak çıkıp gitmiş olmasıdır.

"Yüklü gemiye" âyetindeki: "Yükle dopdolu" demektir.

"Gemi" anlamındaki: ise, hem müzekker, hem müennes gelir, tekil ve çoğul olarak da gelir. Buna dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara, 2/164. âyet, 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Tirmizî el-Hakim dedi ki: Ona "abîk (kaçkın)" ismini vermesi kulluktan kaçmış olmasından dolayıdır. Çünkü kulluk, ancak hevayı terketmek ve Allah'ın emirlerinin gerektirdiği yerde nefsi feda etmektir. Daha önce el-Enbiya Sûresi'nde geçtiği üzere meleğin ondan istediği kararlılık üzere sıkıntılarının arttığı esnada canını feda etmeyerek istediği doğrultuda hareket ettiğinden ona "abik: kaçkın kul" ismi verilmiş oldu. Meleğin ondan istediği kararlılık ise, kendisi ile ilgili değil, Allah'ın emri ile ilgili idi. Nefsinin payı için değil, Allah'ın hakkı dolayısıyla idi. Yûnus bu hususta doğruyu araştırdı, fakat Allah nezdindeki doğruyu isabet ettiremedi. Bundan dolayı ona "abik (kaçkın kul)" ve "mulîm (kendisini kınayan)" ismini verdi.

141

Kura çekmişti de kaybedenlerden olmuştu.

3- Çekilen Kura:

"Kura çekmişti de..." âyetinde geçen: lâfzı, el-Muberred'e göre;

"kura çekmişti" anlamındadır. Ona göre bunun aslı (kura maksadıyla torbada) karıştırılan siham (oklardan) gelmektedir.

"Kaybedenlerden olmuştu." el-Muberred yenilenlerden olmuştu, diye açıklarken, el-Ferrâ'' da şunları söyler: "Delili kaybetti (çürütüldü)" ile: "Allah onun delilini çürüttü" denilir, bunun aslı ayağın kaymasından gelmektedir. Şair de şöyle demiştir:

"Biz yenilenleri herbir dağ geçidinde öldürdük,

Gözler(imiz) aydın oldu, onları öldürmekle."

142

Kendini kınayıcı olduğu halde balık onu yuttu.

4- Yûnus (aleyhisselâm) Balığın Karnında:

"Kendini kınayıcı olduğu halde balık onu yuttu" yani o kınanmasına sebep olacak bir iş yapmıştı. "Melum" ister hak etsin, ister etmesin başkası tarafından kınanan kişi demektir. (Âyet-i kerimedeki şekliyle): Mulim'in ayıplayıcı anlamında olduğu da söylenmiştir. "Bir iş yapıp da bu işi dolayısıyla ayıplanır duruma gelen, kimse" hakkında kullanılır.

143

Eğer o, gerçekten teşbih edenlerden olmasaydı,

"Eğer o, gerçekten teşbih edenlerden olmasaydı" âyeti hakkında el-Kisaî şöyle demektedir: Buradaki:

"Gerçekten" lâfzındaki hemzenin esreli olmayışı, başına "lam" harfinin gelişinden dolayıdır. Çünkü bu "lam" harfi ona ait değildir. en-Nehhâs dedi ki: Durum onun dediği gibidir. "Lam" ancak: 'nın cevabında sözkonusu olur. Sözü geçen edatın cevabı: "...kalırdı" anlamındaki -peltek se ile-: "lebise" lâfzıdır. Başına gelen "lam"a "elbet" diye anlam verilmiştir.

144

Diriltilecekleri güne kadar (balığın) karnında kalırdı elbet.

"Eğer o, gerçekten teşbih edenlerden" yani namaz kılanlardan

"olmasaydı, diriltilecekleri güne kadar karnında kalırdı elbet." Yani ona ceza olmak üzere bu böyle olacaktı. Bu da şu demektir: Balığın karnı kıyâmet gününe kadar onun için bir kabir olacaktı.

Balığın karnında ne kadar kaldığı hususunda farklı görüşler vardır. es-Süddî, el-Kelbî ve Mukâtil b. Süleyman, kırk gün kalmıştır derken, ed-Dahhak yirmi, Atâ yedi gün, Mukâtil b. Hayyan üç gün kalmıştır, demişlerdir. Tek bir saat (kısacık bir an) kaldığı da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

5- Yûnus' (aleyhisselâm.)'ın Balığın Karnındaki Durumu:

Taberî'nin rivâyetine göre Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şanı yüce Allah Yûnus'u balığın karnında hapsetmeyi murad edince, balığa onu al, fakat etini çizme, kemiğini kırma, diye vahyetti. Balık onu aldı, sonra karnında olduğu halde denizdeki yerine kadar indirdi. Denizin dibine ulaşınca, Yûnus bir ses işitti. Kendi kendisine: Acaba bu ne? diye sordu. Şanı yüce Allah balığın karnında olduğu halde ona: Bu denizdeki canlıların teşbihidir, diye vahyetti. Bunun üzerine o da balığın karnında olduğu halde tesbih etti. Melekler de onun teşbihini işittiklerinde: Rabbimiz, biz alışılmadık bir yerde zayıf bir ses duyuyoruz dediler. Yüce Allah şöyle buyurdu: Bu benim kulum Yûnus'tur. Bana karşı geldi. Ben de onu denizde balığın karnında hapsettim. Melekler dediler ki: Her gün ve her gece kendisinin salih ameli sana yükselen o salih kul mu, diye sordular, yüce Allah: Evet diye buyurdu. O vakit ona şefaatte bulundular, yüce Allah da balığa buyurduğu gibi "hasta olduğu halde" kıyıya bırakmasını emretti. Yüce Allah'ın kendisini nitelendirdiği hastalığı da, balığın onu sahile et ve kemiği yaratılmış, yeni doğmuş küçük bir çocuk gibi bırakması idi."

Rivâyet edildiğine göre balık gemi ile birlikte başını yukarı doğru kaldırarak yol alıyor ve nefes alıyordu. Yûnus da bu arada teşbih getiriyordu. Karaya varıncaya kadar balık o gemiden ayrılmadı. Sağlam bir şekilde onu dışarı bıraktı. Onda hiçbir değişiklik olmamıştı. Bunun üzerine müslüman oldular. Bunu da Zemahşerî Tefsir'inde zikretmiş bulunuyor.

İbnu'l-Arabî de dedi ki: Bana arkadaşlarımızdan birçok kişi İmâmu’l-Haremeyn Ebû'l-Mealî Abdu'l-Melik b. Abdillah b. Yusuf el-Cüveynî'den şöyle dediğini haber vermişlerdir: Ona yaratıcı herhangi bir cihette midir? Diye sorulmuş. Hayır, O bundan yüce ve münezzehdir, diye cevap vermiş. Ona: Buna delil nedir? diye sormuşlar, o da şöyle demiş: Buna delil Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Benim Yûnus b. Metta'dan daha faziletli olduğumu söylemeyiniz." "Bir peygamberin: Ben Yûnus b. Metta'dan hayırlıyım, demesi uygun değildir" anlamında Ebû Davud, IV, 217; Tahavî, Şerhu Meani'l-Âsar, IV. 315. hadisidir. Ona: Bu rivâyette delil olacak taraf nedir? diye sorulunca, şöyle demiş: Bu açıklamayı benim şu misafirim bin dinar alıp onunla bir borcunu ödeyinceye kadar yapmayacağım, dedi. Bunun üzerine iki kişi kalkıp: Bu bin dinarı ödemeyi biz üzerimize alıyoruz, dediler. el-Cüveynî: Hayır, iki kişi buna kefil olmasın. Çünkü bu ona ağır gelir dedi. Birileri: Onu ödemeyi ben üzerime alıyorum, dedi. Bunun üzerine el-Cüveynî şöyle cevab verdi: Yûnus b. Metta kendisini denize attı ve balık onu yuttu. Denizin dibinde üç karanlık içine gömüldü ve: "Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Şüphesiz ki ben zâlimlerden oldum" diye -yüce Allah'ın haber verdiği şekilde- seslendi. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ise yeşil refref'in üzerine oturup onunla meleklerin kalem cızırtılarını işiteceği noktaya kadar yukarılara ulaşıp Rabbi onunla söyleşip vahyettiği şeyleri ona vahyettiği sırada, denizin karanlıklarındaki balığın karnında yüce Allah’a Yûnus'dan daha yakın değildi.

6- Yûnus (aleyhisselâm)'ın Kendisini Denize Atması ve Kura Çekmek:

Taberî'nin naklettiğine göre Yûnus (aleyhisselâm) gemiye bindiği vakit, gemi şiddetli bir fırtınaya tutuldu. Gemidekiler: Bu sizden birinizin günahı sebebiyledir, dedi. Yûnus bu günahı işleyenin kendisi olduğunu bilerek: Bu benim günahım sebebiyledir, haydi beni denize atınız, dedi. Onlar ise kura çekmeden böyle bir teklifi kabul etmediler. "Kura çekmişti de kaybedenlerden olmuştu."

Bunun üzerine onlara: Ben bu işin benim günahım sebebiyle olduğunu size söylemiştim, dedi. Ancak onlar yine onu ikinci defa kura çekmeden atmayı kabul etmediler. İkinci kurada da o yenilenlerden oldu. Fakat üçüncü bir defa daha kura çekmeden onu denize atmayı kabul etmediler. Üçüncü kurada da yenilenlerden oldu. Bunu görünce kendisini denize attı. Bu iş gece karanlığında olmuştu, onu balık yutmuştu.

Rivâyet edildiğine göre o gemiye yüzünü örterek binmiş ve uzakça olmayan bir yerde uyumaya çekilmişti. Tam bu esnada esen şiddetli bir rüzgar nerdeyse gemiyi batıracaktı. Gemidekiler bir araya gelip dua ettiler ve: Şu uyuyan adamı da uyandırın, o da bizimle birlikte dua etsin, dediler. Onlarla birlikte Allah'a dua etti ve fırtına dindi. Arkasından Yûnus tekrar yerine dönüp uykuya daldı. Bir rüzgar daha esti, nerdeyse gemi suda batacaktı. Yine onu uyandırdılar, Allah'a dua ettiler ve rüzgar dindi.

Onlar bu halde iken oldukça büyük bir balık onlara doğru başını kaldırdı ve gemiyi yutmak istedi. Bunun üzerine Yûnus onlara: Arkadaşlar bu benden dolayı oluyor. Beni denize atacak olursanız, siz yolunuza devam edersiniz, rüzgar da sizi korkutan tehlikeler de biter. Onlar: Kura çekmeden seni atmayız, dediler. Kura kime çıkarsa, onu denize atarız. Derken kura çektiler ve kura Yûnus'a çıktı. Arkadaşlar beni atınız, benden dolayı bu işler başınıza geliyor, dediyse de onlar: Hayır, bir defa daha kura çekmeden bu işi yapmayız, dediler. Yine kura çektiler ve yine kura Yûnus'a çıktı. Onlara: Arkadaşlar beni denize atınız, benden dolayı bu işler başınıza geliyor, dedi. İşte yüce Allah'ın:

"Kura çekmişti de kaybedenlerden olmuştu." Yani kura ona çıkmıştı, âyeti bunu anlatmaktadır. Bunun üzerine Yûnus'u alıp geminin baş taraflarına denize atmak üzere götürdüler. Baktılar ki balık ağzını açmış bekliyor. Bu sefer geminin öbür kıyısına onu getirdiler, yine balığı gördüler. Öbür tarafa onu götürdüler, yine balığın ağzını açmış beklediğini gördüler. Yûnus bu durumu görünce, o kendi kendisini attı ve balık da onu yakaladı. Yüce Allah balığa: Ben onu sana rızık olarak vermedim. Senin karnını onun için bir kab kıldım, diye vahyetti. Balığın karnında kırk gün kaldı.

"O bakımdan karanlıklar içerisinde:

"Senden başka ilâh yoktur, Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum" diye seslenmişti. Biz de duasını kabul edip kendisini gamdan kurtarmıştık. Biz mü’minleri işte böyle kurtarırız." (el-Enbiya, 21/87-88) Bu husus daha önceden de geçmişti. Buna dair açıklamalar ileride de gelecektir.

Bu olaydaki fıkhi inceliklerden birisi de şudur: Bizden öncekilerin şeriatinde de kura ile amel edilir, uygulama yapılırdı. Daha önce Al-i İmrân Sûresi'nde (3/44. âyet, 3- başlıkta) da geçtiği üzere bu bizim şeriatimizde de varid olmuştur.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Kura bizim şeriatimizde üç yerde varid olmuştur.

1- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yolculuğa çıkmak istediği vakit hanımları arasında kura çekerdi. Kura kime çıkarsa onunla birlikte o yola çıkardı. Buhârî, II, 916, 942, 955, III, 1055, IV, 1517; Müslim, IV, 2130; Dârimî, II. 194; Ebû Dâvûd, II, 243; Müsned, VI, 114, 117.

2- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a başka hiçbir malı bulunmayan altı kölesini azad etmiş bir adamın davası getirildi. O da bu altı kişi arasında kura çekti. Bunların ikisini hürriyetlerine kavuşturdu, geri kalan dördü ise köle kaldı. Tirmizi, III, 645; İbn Hibban, Sahih, XI, 465.

3- İki kişi ortada alametleri kalmamış birtakım şeyleri miras iddiası ile davalaştılar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da onlara: "Gidin, hakkı gereği gibi araştırın, sonra kura çekin. Herbiriniz de diğerine hakkını helal etsin." diye buyurdu. Beyhakî, es-Sünenu'l-Kübra, VI, 66; Darakutnî, IV. 238; Müsned, VI, 320.

İşte kura çekmenin varid olduğu üç yer burasıdır. Bunlar ise nikâhlılar arasındaki paylaştırma, köle azad etme ve diğer paylaştırmalardır. Bu hususlarda kura çekmek, içinden çıkılmaz meseleyi ortadan kaldırıp çözüm bulmak ve herkesin arzusunun gerçekleşmesini istemesi hastalığına son vermektir.

Gazaya çıkmak hususunda zevceler arasında kura çekmenin durumu hakkında (Maliki mezhebine mensub) ilim adamlarımızın farklı görüşleri vardır. Bu iki görüşten sahih olanı kura çekileceğidir. Diğer İslâm beldelerindeki fukaha da böyle demişlerdir. Çünkü hepsi ile birlikte yola çıkmanın imkanı yoktur. Bunlardan birisini seçmek ise öbürlerine üstün tutmak demektir, geriye kura çekmekten başka bir yol kalmıyor. Altı köle meselesinde de durum böyledir. Çünkü her iki köle adamın malının üçte biri demektir. Bu ise ölüm hastalığı halinde miras bırakanın hürriyetine kavuşturabileceği miktar demektir. Gönül arzusuna göre bu iki kişiyi tayin etmek, şer'an câiz değildir. Geriye sadece kura çekmek kalıyor.

Aynı şekilde miras bırakılan eşyalar hususunda anlaşmazlık ortaya çıkarsa, kuradan başka bir yolla hakkı tesbıt etmeye imkan kalmaz. O halde hak sahibini tayin etmenin zorlaşması halinde kura bir asıl olmaktadır.

(İbnu'l-Ârabî devamla) dedi ki: Bana göre doğru olan içinden çıkılması zor herbir meselede kuranın çekileceğidir. Bu yolla problem daha açık bir şekilde çözülür ve böyle bir hususta verilecek hüküm daha güçlüdür, meseleyi daha açık ortaya koyar ve problemi ortadan kaldırır. Bundan dolayı biz diyoruz ki: Talâk hususunda hanımlar arasında kura çekmek, hürriyetlerine kavuşturmak hususunda cariyeler arasında kura çekmek gibidir.

7- insanı Denize Atmak için Kura Çekmek:

İnsanı denize atmak maksadıyla kura çekmek câiz değildir. Bu Yûnus (aleyhisselâm) hakkında ve onun döneminde bir taraftan delilinin gerçekleştirilmesi, diğer taraftan da imanının arttırılması için bir çeşit mukaddime idi. Dolayısı ile günahkâr olan bir kimsenin öldürülüp ateşe ya da denize atılması câiz değildir. Böyle bir kimse hakkında işlediği suça göre had ya da ta'zir uygulanır. Bazı kimselerin kanaatine göre deniz kaynayıp coşacak olur da gemidekiler geminin yükünü hafifletmek zorunda kalırsa, o vakit aralarında kura çekilir, geminin yükünü hafifletmek maksadı ile birileri denize atılır. Ancak bu yanlış bir görüştür. Çünkü birilerinin atılması ile gemi hafifletilemez. Bu ancak mallar hakkında sözkonusu olabilir. Fakat yüce Allah'ın vereceği hükme karşı sabretmek yolunu seçmek gerekir.

8- Teşbih ve Salih Amelin Faydası:

Yüce Allah, Yûnus (aleyhisselâm)'ın teşbih edenlerden olduğunu ve teşbihinin kurtuluşunun sebebi olduğunu haber vermektedir. İşte bundan dolayı: Salih amel, tökezlemesi halinde kişiyi yükseltir, denilmiştir.

İbn Abbâs: "Teşbih edenlerden" âyetini namaz kılanlardan diye açıklamıştır.

Katade dedi ki: O daha önceden Allah kendisini korusun diye namaz kılardı, yüce Allah da onu kurtardı.

er-Rabî' b. Enes dedi ki: Şayet önceden onun salih bir ameli olmasaydı "diriltilecekleri güne kadar karnında kalırdı elbet."

(Yine er-Rabî' b. Enes) dedi ki: Hikmette şunlar yazılıdır: Salih amel tökezlemesi halinde sahibini yükseltir.

Mukâtil de dedi ki: "Teşbih edenlerden" âyeti masiyetten önce namaz kılıp itaat edenlerden... demektir. Vehb: İbadet edenlerden, diye açıklamıştır. el-Hasen dedi ki: O balığın karnında namaz kılmıyordu, ancak rahatlık dönemlerinde "önceden salih ameller işlemişti. Sıkıntılı halinde yüce Allah o salih ameli ile onu andı. Hiç şüphesiz salih amel sahibini yükseltir, tökezleyecek olursa bir dayanak bulmasına sebeb olur.

Derim ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyeti da bu anlamı ifade eder: "Sizler kimin salih amel türünden kendisi için saklanabilecek bir şeyler yapabilme imkanı olursa, onu yapsın." Ebû Abdullah el-Makdisi, el-Ehadisu'l-Muhtara, III, 77, 78. O halde kul salih bir amel işlemek için gayret eder, çabalar. Bunu Rabbine karşı ihlasla yerine getirir. İhtiyaç duyacağı, çaresiz kalacağı bir güne bunu saklar. Olanca gücüyle de bunu gizli tutar. Diğer insanlardan bunu saklar. En çok ihtiyaç duyacağı bir zamanda bu (amelinin mükâfatı olarak) ona ulaşır.

Buhârî ve Müslim de İbn Ömer yoluyla gelen hadiste Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedirler: "Vaktiyle üç kişi -bir rivâyette: sizden öncekilerden (üç kişi)- yürüyüp gezinirlerken yağmur bastırdı. Dağdaki bir mağaraya sığındılar. Mağaranın ağzını dağdan gelen bir kaya kapatıverdi. Böylelikle mağarayı üzerlerine kapattı. Biri diğerine şöyle dedi: Allah için işlemiş olduğunuz salih amellerinizi gözden geçiriniz. Bunları sözkonusu ederek Allah'a dua ediniz, belki Allah bu mağaranın kapısını size açar..." Buhârî, V, 2228; İbn Hibban. Sahih, III, 178; Müsned, II, 116.

diyere hadisi böylelikle tamamıyla zikreder. Bu çokça bilinen bir hadistir. Bunun çokça bilinmesi dolayısıyla onu bütünüyle kaydetmemize gerek bırakmamaktadır.

Said b. Cübeyr dedi ki: Yûnus (aleyhisselâm) balığın karnında: "Senden başka ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum" deyince, balık onu dışarıya attı.

"Teşbih edenlerden" âyetinin balığın karnında namaz kılanlardan... anlamında olduğu da söylenmiştir.

Derim ki: Daha kuvvetli görünen onun bu teşbihinin kalb ile uyumlu, dil ile teşbih olduğudur. Daha önceden Taberî'nin kaydettiği ve bizim zikrettiğimiz Ebû Hüreyre yoluyla gelen hadis de buna delildir. Orada: "Balığın karnında olduğu halde tesbih etti" denilmektedir. Yine "melekler onun teşbihini işittiler. Rabbimiz biz alışılmadık bir yerde zayıf bir ses işitiyoruz, dediler." Buna göre âyet-i kerimedeki: " İdi" zaid demektir. "Eğer o teşbih edenlerden olmasaydı" demektir.

Ebû Dâvûd'un kitabında (Süneninde) Sad b. Ebi Vakkas'dan gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Zu'n-Nûn'un balığın karnındaki duası olan: "Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum" duasını müslüman bir kişi her ne hakkında yapacak olursa, mutlaka onun duası kabul olunur." Hakim, Müstedrek, II, 414; Ebû Abdullah el-Makdisi, el-Ehadisu'l-Muhtara, III, 235, 259- Bu husus daha önce el-Enbiya Sûresi'nde (21/87-88 âyetlerinin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

O halde Yûnus (aleyhisselâm) hem daha önceden namaz kılan ve teşbih eden birisiydi, hem de balığın karnında da böyle idi.

Haberde kaydedildiğine göre balığa şöyle seslenilmiş: Biz Yûnus'u sana rızık olarak vermedik. Seni ona bir koruyucu yer ve mescid olarak tayin ettik. Bu da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

145

Biz, onu hasta olduğu halde apaçık bir yere bıraktık.

"Biz, onu hasta olduğu halde apaçık bir yere bıraktık. Üzerine kabak türünden bir ağaç bitirdik" âyeti ile ilgili olarak rivâyet edildiğine göre balık onu Musul yakınlarındaki bir kasabanın kıyısına bıraktı. İbn Kusayt, Ebû Hüreyre'den naklen dedi ki: Yûnus etrafı açık bir yere atıldı. Allah da onun üzerine yaktın (kabak türü) bir bitki bitirdi. Biz ona: Ey Ebû Hüreyre yaktın nedir? diye sorduk, dedi ki: Bu kabak bitkisidir. Yüce Allah ona yabani bir dişi dağ keçisi müsahhar kıldı. Bu da yerin bitirdiklerinden yemeye koyuldu. Sabah-akşam bu keçi ona gelir ve bacaklarını açarak sütünden içirirdi. Kendisine gelinceye kadar bu böyle devam etti.

Said b. Cübeyr de İbn Abbâs'tan dedi ki: Balık onu deniz kıyısında bir yere bıraktı. Onu hilkatinde hiçbir eksik olmayan, yeni doğmuş bir bebek gibi bıraktı.

Yine denildiğine göre balık Yûnus'u deniz kıyısına bırakınca yüce Allah onun üzerine yaktın denilen bir ağaç yetiştirdi. Bu nakledildiğine göre kabaktır. Onun üzerine öz suyunu damlatıyordu, ta ki eski gücüne kavuşuncaya kadar. Daha sonra bir gün bu ağacın bulunduğu yere döndüğünde kurumuş olduğunu gördü, üzüldü ve onun için ağladı. Bu hali dolayısıyla ona sitemle şöyle denildi: Bir ağaç için üzülüp ağladın da. Dostun İbrahim'in çocuklarından İsrailoğullarından yüzbin kişi düşmanın elinde esir oldukları halde, onlar için üzülmedin ve hepsinin helâk edilmesini istedin.

Bu ağacın incir ağacı olduğu da söylenmiştir. Muz ağacı olduğu da söylenmiştir. Bu ağacın yapraklarıyla örtünmüş, dallarıyla gölgelenmiş ve onun meyvesinden yemişti. Ancak çoğunluk bunun -ileride geleceği üzere- yaktiin (kabak) olduğu görüşündedir.

Daha sonra yüce Allah onu seçti, salihlerden kıldı. Kavmine gidip yüce Allah'ın onların tevbelerini kabul ettiğini söylemesini emretti. Kavmine gitmek üzere yola koyuldu, bir çoban ile karşılaştı. O çobana Yûnus'un kavmini, durumlarını, nasıl olduklarını sordu. Durumlarının iyi olduğunu söyledi, rasûllerinin kendilerine dönmesini ümit ettiklerini bildirdi. Bu sefer ona: Git, Yûnus ile karşılaştım diye onlara haber ver, dedi. Bu sefer çoban: Bir şahit olmadıkça ben bunu yapamam dedi. Bunun üzerine koyunlarından birisini tayin ederek: Bu senin Yûnus ile karşılaşmış olduğuna şahitlik edecektir, dedi. Çoban: Bu da nasıl olur deyince, Yûnus: Şu üzerinde bulunduğun yer de senin Yûnus ile karşılaştığına şahitlik edecektir. Yine: Bu nasıl olur? deyince, Yûnus: Şu ağaç da senin Yûnus ile karşılaştığına şahitlik edecektir, dedi. Çoban kavmine döndü ve Yûnus ile karşılaştığını onlara bildirince, onu yalanladılar, hatta ona kötülük yapmak istediler. Onlara: Bana ceza vermekte acele etmeyin, sabahı bekleyin. Sabah olunca onları alıp Yûnus ile karşılaştığı yere gitti. Yerden konuşmasını istedi, yer onlara Yûnus ile karşılaştığını bildirdi. Koyuna, ağaca konuşmalarını söyledi. Her ikisi de çobanın Yûnus ile karşılaşmış olduğunu bildirdi. Bundan sonra da Yûnus yanlarına geldi.

Bu haberi ve ondan öncekini Taberî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- zikretmiş bulunmaktadır.

"Biz onu... bıraktık." Onu at(tır)dık, demektir. Onu bıraktık, terkettik, diye de açıklanmıştır.

"Apaçık bir yere" sahraya demektir. Bu açıklamayı İbnu'l-Arabî yapmıştır. el-Ahfeş düzlük bir yere. Ebû Ubeyde genişçe bir yere, diye açıklamıştır. el-Ferrâ'' dedi ki: Bu boş yer demektir. (Devamla) dedi ki: Ebû Ubeyde dedi ki: Boş yer anlamındadır. Daha sonra da Huzaalılardan bir adama ait şu beyiti zikretmektedir:

"Ve ben tökezleyeceğinden korkmaksızın bir ayağımı kaldırdım,

Açık, düzlük yere de elbiselerimi bıraktım."

el-Ahfeş yüce Allah'ın:

"Hasta olduğu halde" âyeti hakkında dedi ki: “Hasta" kelimesinin çoğulu şekillerinde gelir.

Yüce Allah bu sûrede: "Biz onu... apaçık bir yere bıraktık" diye buyurduğu halde, Nun ve’l-Kalem Sûresinde:

"Eğer ona Rabbinden bir nimet erişmemiş olsa idi, bomboş bir çöle kınanmış halde atılacaktı." (el-Kalem, 68/49) diye buyurmaktadır. (Bu nasıl izah edilir?)

Buna cevab şudur: Burada yüce Allah bize onu kınanmış olmaksızın boş bir yere atmış olduğunu haber vermektedir. Eğer Allah'ın rahmeti olmasaydı, kınanmış olduğu halde boş yere atılmış olacaktı. Bu açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır.

146

Üzerine kabak türünden bir ağaç bitirdik.

Yüce Allah'ın:

"Üzerine kabak türünden bir ağaç bitirdik." âyetine gelince, buradaki

"Üzerine" yanında demektir. Allah'ın:

"Onların bana isnad ettikleri bir suç da vardır" (eş-Şuara, 26/14) âyeti gibidir ki; burada da "benim yanımda" anlamındadır.

Buradaki bu lâfzın: “Onun için" anlamında olduğu da söylenmiştir.

"Kabak türünden bir ağaç" âyetinde geçen: "el-yaktîn" kabak bitkisi demektir. Başkası olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı İbnu'l-A'rabî zikretmiştir. Haberde: "Kabak ve kavun cennettendir" denilmektedir. Biz bunu "et-Tezkire" adlı eserimizde de zikretmiş bulunuyoruz.

el-Muberred dedi ki: Gövdesi olmayıp yaprağı yerin üzerinde yayılan herbir bitkiye "yaktîne" denilir. Kabak, kavun ve Ebû cehil karpuzu gibi. Eğer bitkinin kendisini ayakta tutan gövdesi (ve sapı) var ise buna sadece "şecere (ağaç)" denilir. Eğer kökleri bulunup etrafa yayılıyor ise buna da "necme" denilir, çoğulu ise "necm" ...diye gelir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Gövdesiz bitkiler de, ağaçlar da (Allah'a) secde ederler." (er-Rahmân, 55/6) Buna yakın bir açıklama İbn Abbâs, el-Hasen ve Mukâtil 'den de rivâyet edilmiştir. Onlar derler ki: Uzayıp giden ve yer üzerinde yayılarak dik duramayan, sapı da bulunmayan acur, kavun, kabak, Ebû cehil karpuzu gibi herbir bitkiye "yaktın" denilir.

Said b. Cübeyr dedi ki: Biten, sonra da aynı senede ölen herşeye denilir. Muz da bunun kapsamına girer.

Derim ki: Yaktın sapı olmayan bitkilerdendir. el-Cevherî dedi ki: Yaktın kabak ve buna benzer bitkiler gibi sapı olmayan bitkilerdir. ez-Zeccâc dedi ki: Yaktînin türediği kök "bir yerde ikamet etti" anlamındaki: ifadesidir. Buna göre yaktin "yef'il" veznindedir.

Bunun Arapça olmayan bir isim olduğu da söylenmiştir. Özellikle "yaktin"in anılmasının sebebinin ona sinek konmayışı olduğu söylendiği gibi, şöyle de denilmiştir: Orada yaktin yoktu. Yüce Allah onu anında bitiriverdi.

el-Kuşeyrî dedi ki: Âyet-i kerimede bu ağacın, gölgesinin olduğuna delil teşkil edecek bir ifade şekli vardır.

es-Sa'lebî dedi ki: Bu bitki onu gölgelendiriyordu. Onun yeşilliğini görünce onu beğendi. Bu sefer kuruyuverdi, onun için üzülmeye koyuldu. Ona şöyle denildi: Ey Yûnus! Yaratan da sen değilsin, sulayan da sen değilsin, bitiren de sen değilsin. Niye bir ağaç için üzülüyorsun? Yüzbin insanı veya daha fazlasını yaratan Ben olduğum halde, Benden bir anda onları toptan imha etmemi istiyorsun. Halbuki onlar tevbe etmiş, Ben de onların tevbelerini kabul etmiş bulunuyorum. Benim rahmetim nerede kaldı ey Yûnus? Ben erhamu'rrahimînim.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da rivâyet edildiğine göre o etli tiridi ve kabağı yer, kabağı sever ve: "Bu, kardeşim Yûnus'un bitkisidir" dermiş.

Enes de dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kabak parçalarının bulunduğu sulu bir yemek ile kurutulmuş et sunuldu. O da kabın etrafındaki kabakları topluyor (ve yiyordu). Enes dedi ki: İşte o günden itibaren ben kabağı seviyorum. Bu hadisi hadis İmâmları rivâyet etmişlerdir. Darımı, II, 138; Müsned, III, 108.

147

Biz, onu yüzbin veya daha fazlasına gönderdik.

"Biz onu yüzbin veya daha fazlasına gönderdik" âyeti ile ilgili olarak daha önceden de geçtiği üzere, İbn Abbâs'tan rivâyete göre Yûnus (aleyhisselâm)'a peygamberlik, balığın onu kıyıya bırakmasından sonra, verilmiştir. Bu rivâyetin geldiği tek yol, Şehr b. Havşeb yoludur.

en-Nehhâs dedi ki: İsnad bakımından bundan daha iyi ve daha sahih olanı ise bizim Ali b. el-Huseynden yaptığımız rivâyettir. O dedi ki: Bize el-Hasen b. Muhammed anlattı, dedi ki: Bize Amr b. el-Ankazî anlattı, dedi ki: Bize İsrail anlattı, o Ebû İshak tan. o Amr b. Meymun'dan dedi ki: Bize Abdullah b. Mesud Beytu'l-Mal'de Yûnus peygamber (aleyhisselâm)'dan sözederek dedi ki: Yûnus kavmine azâbın geleceğini söyledi ve bu azâbın üç güne kadar gelip onları bulacağını bildirdi. Onlar da her anne ile yavrusunu birbirinden ayırarak yurtlarından feryad ile dışarı çıktılar. Yüce Allah'a niyaz edip mağfiret dilediler. Yüce Allah onlara azâbı göndermedi. Yûnus (aleyhisselâm) da azâbı bekleyip durduğu halde bir şey görmedi. -Yalan söyleyip de lehine bir delil bulunmayan bir kimse öldürülürdü.- Bundan dolayı Yûnus öfkelenerek (ya da öfkelendirerek) çıkıp gitti. Bir gemiye bindi bir topluluğun yanına geldi, onlar da onu gemiye aldılar ve onun kim olduğunu öğrendiler. Gemiye girdikten sonra gemi yürümez oldu. Halbuki başka gemiler sağa sola gidip geliyordu. Bu geminize ne oldu? dediler. Gemidekiler bilmiyoruz dediler. Yûnus (aleyhisselâm) dedi ki: Bu gemide aziz ve celil olan Rabbinden kaçmış bir köle vardır. Onu suya atmadıkça o gemi yürümeyecektir. Onlar: Ey Allah'ın Peygamberi! Eğer seni atmamızı istiyorsan, asla biz seni atamayız. Bu sefer Yûnus (aleyhisselâm): O halde kura çekiniz. Kura kime çıkarsa, o denize atılsın, dedi. Kura çektiler, kura Yûnus'a çıktı, onu bırakmak istemediler. Yine: Üç defa kura çekiniz, kura kime çıkarsa, o denize atılsın. Üç defa daha kura çekildi, üçünde de kura Yûnus'a çıktı. Bunun üzerine denize atıldı. Yüce Allah da onun için bir balık görevlendirdi. Balık onu yuttu ve onu denizin dibine doğru götürdü. Yûnus (aleyhisselâm) çakıl taşlarının teşbihini duyunca:

"Karanlıklar içinde: Senden başka ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum, diye seslendi." (el-Enbiya. 2/87)

Bu karanlıklar gece karanlığı, denizin karanlığı ve balığın karnının karanlığıdır.

Yüce Allah:

"Biz onu hasta olduğu halde apaçık bir yere bıraktık." diye buyurmaktadır. Yani üzerinde tüyü bulunmayan bir kuş yavrusu gibi bıraktık. Yüce Allah onun için kabak türünden bir bitki bitirdi. Onunla gölgeleniyor ve ondan yiyordu. Bu ağaç kuruyunca, onun için ağladı. Yüce Allah ona şunu vahyetti: Kuruyan bir ağaç için ağlıyorsun da kendilerini helâk etmemi istediğin yüzbin kişi veya daha fazlası için ağlamıyorsun öyle mi?

Derken Allah'ın Rasûlü Yûnus çıkıp gitti. Hayvanlarını otlatan bir çoban gördü. Ey genç kimlerdensin? diye sordu, o: Yûnus'un kavmindenim dedi. Ona: Kavminin yanına gidersen, Yûnus ile karşılaştığını onlara bildir, dedi. Genç şöyle dedi: Sen gerçekten Yûnus isen delili bulunmaksızın yalan söylediği ortaya çıkan bir kimsenin öldürüldüğünü biliyorsun. Benim doğru söylediğime kim şahitlik edecek, dedi. Bunun üzerine Yûnus: Şu ağaç ve şu yer sana şahitlik edecektir, dedi. Genç ona: O halde onlara (şahitlik etmeleri için) emir ver, dedi. Yûnus onlara: Bu genç size gelecek olursa, siz ona şahitlik ediniz, dedi. Onlar da: Olur dediler. Genç kavmine geri döndü. Kavmi arasında kendisine zarar verilemeyecek bir konumda idi, kardeşleri vardı. Hükümdara gidip: Ben Yûnus ile karşılaştım, onun sana selamı var dedi. Hükümdar: Öldürülmesini emredince, etrafındakiler: Bunun bir delili var. O bakımdan onunla beraber şahitlik edecek kimseleri gönderdiler. O ağaca ve o yere gidip: Allah adına size yemin veriyorum. Benim Yûnus ile karşılaştığıma şahitlik eder misiniz? dedi. Her ikisi de: Evet dediler. Onunla birlikte olanlar dehşet içinde geri döndüler ve: Ağaç ve yer buna şahitlik etti, diyerek, hükümdarın yanına vardılar ve gördüklerini hükümdara anlattılar.

Abdullah (b. Mesud) dedi ki: Hükümdar gencin elinden tutup onu kendi yerine oturttu ve: Buraya sen benden daha layıksın, dedi. Abdullah dedi ki: Bu genç kırk yıl boyunca onların işlerini güzel bir şekilde idare etti.

Ebû Cafer en-Nehhâs dedi ki: Bu rivâyetten açıkça anlaşıldığına göre Yûnus'a balık kendisini yutmadan önce risalet verilmiş idi. Bu ise kıyas ile öğrenebilecek bir şey değildir, isnad ile öğrenilir.

Yine bu rivâyetteki hususlardan birisi de şudur: Yûnus'un kavmi îman etmişler ve azâbı görmeden önce pişman olmuşlardı. Çünkü burada belirtildiğine göre onlara üç güne kadar azâbın geleceğini haber vermişti. Onlar ise herbir anneyi yavrusundan ayırıp tek kişiymişcesine yüce Allah'a feryad ederek yöneldiler. Bu hususta doğru olan budur. Diğer taraftan yüce Allah'ın onlar hakkındaki hükmü (bundan dolayı) başkaları hakkındaki şu âyetinde sözü edilen hükmü gibi olmamıştır:

"Ama Bizim azabımızı gördüklerinde îmanları onlara fayda vermedi." (el-Mu'min, 40/85):

"Yoksa (makbul) tevbe kötülükleri işleyip durup da nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında... (yaptığı tevbe) değildir." (en-Nisa, 4/18)

Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Onlar azâbın gölgesini gördüler de tevbe ettiler. Bu ise (tevbenin kabul edilmesine) engel değildir. İlim adamlarının bu husustaki görüşleri daha önce Yûnus Sûresi'nde (10/98. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Oraya bakılabilir.

"Veya daha fazlasına" âyetindeki "veya" lâfzının anlamları ve yorumlanması ile ilgili açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın:

"Yahut (belki, hatta) taştan da katı" (el-Bakara, 2/74) âyeti açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.

el-Ferrâ'' dedi ki: Burada: "Veya" âyeti: “Hatta" anlamındadır. Başkası ise bunun "vav: ve" anlamında olduğunu söylemişlerdir. Şairin şu beyitinde de bu türdedir:

"Aramızda savaş şiddetlenince, Riyahı veya Rizamı aradı gözlerimiz."

Burada: "ve Rizarm..." anlamındadır. İşte yüce Allah'ın:

"Saat (kıyâmet) hadisesi ise ancak bir göz kırpma gibidir. Yahut o daha da yakındır." (en-Nahl, 66/77) âyeti gibidir.

Muhammed b. Cafer ise bu âyeti hemzesiz olarak: "Yüzbine ve daha fazlasına" diye okumuştur. Buna göre: " Daha fazlasına" âyeti hazfedilmiş bir mübtedanın haberi olarak ref mahallindedir ki "ve onlar daha fazla idiler" takdirindedir.

en-Nehhâs dedi ki: Basralılara göre bu iki görüş sahih olamaz. Onlar "ev: veya, yahuf'un: "Hatta" ile "vav: ve" anlamında olduğunu kabul etmezler. Çünkü: "Hatta, belki" birinci ifadenin sözkonusu olmadığını ancak ondan sonrasının da olumlu olarak ifade edildiğini anlatmak (idrab) içindir. Yüce Allah ise böyle bir anlatımdan münezzehtir. Yahutta bir şeyden çıkıp (ilgili açıklamaları bitirip) başka bir şeye geçiş içindir. Bu ise böyle bir açıklamanın yapılacağı bir yer değildir. Diğer taraftan "vav"ın anlamı: "Veya, yahut"un anlamından farklıdır. Eğer bunlardan birisi diğerinin anlamına kullanılabilseydi, lâfızların anlamlan (meani) ortadan kalkardı. Eğer böyle bir şey mümkün olsaydı, o takdirde: "Biz onu ikiyüzbin kişiye peygamber olarak gönderdik" ifadesi daha muhtasar olurdu.

el-Muberred de dedi ki: Bunun anlamı şudur: Biz onu öyle bir topluluğa gönderdik ki, sizler onları görecek olsaydınız, bunlar yüzbin kişi veya daha fazladır, diyeceksiniz. Kullara bilip tanıdıkları bir üslubla hitab edilmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu şuna benzer: Bana Zeyd ya da Amr geldi. Halbuki sen bu ikisinden kimin geldiğini biliyorsun, ancak kimin geldiğini muhatab anlamasın diye müphem bir ifade kullanırsın.

el-Ahfeş ve ez-Zeccâc derler ki: Veya sizin değerlendirmenize göre daha fazla idiler, demektir.

İbn Abbâs dedi ki: Bunlar yüzbinden yirmibin kişi fazla idiler. Bunu Ubeyy b. Ka'b (peygambere) merfu olarak da rivâyet etmiştir. Yine İbn Abbâs'tan: Otuzbin kişi fazla idiler, dediği rivâyeti de gelmiştir. el-Hasen ve er-Rabî ise: Otuzbin küsur kişi fazla idiler, demişlerdir. Mukâtil b. Hayyan da: Yetmişbin kişi demiştir.

148

Onlar îmana geldiler. Biz de onları bir zamana kadar geçindirdik.

"Onlar îmana geldiler, Biz de onları bir zamana kadar" yani onlar için belirlenen ecellerinin son vaktine kadar

"geçindirdik."

149

Şimdi onlara sor: "Kız çocukları Rabbinin, erkek çocukları da kendilerinin midir?"

"Şimdi onlara sor: Kız çocukları Rabbinin, erkek çocukları da kendilerinin midir?" Yüce Allah, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a teselli olmak üzere geçmiş ümmetlere dair haberleri sözkonusu ettikten sonra bu âyeti ile de Kureyş kâfirlerinin: Melekler Allah'ın kızlarıdır, şeklindeki sözlerine karşı delil getirerek:

"Şimdi onlara sor..." diye buyurmaktadır. Bu âyet, sûrenin baş taraflarında -aradaki mesafe uzak olmakla birlikte- yer alan benzeri anlamdaki ifadelere atfedilmiştir. Ey Muhammed! Sen Mekkelilere:

"Kız çocukları Rabbinin... midir?" diye sor, demektir. Çünkü Cuheyne, Huzaa, Benu Muleyh, Benu Seleme ve Abdu'd-Daroğulları meleklerin Allah'ın kızları olduklarını iddia ediyorlardı. Buradaki soru ise onları azarlamak içindir.

150

Yoksa Biz melekleri dişiler olarak yarattık da onlar da buna şahit mı oldular?

"Yoksa Biz melekleri dişiler olarak yarattık da onlar da buna şahit mı oldular?" Biz onları dişiler olarak yaratırken yaratmamızda hazır mı idiler? Bu, yüce Allah'ın:

"Ve onlar bizzat Allah'ın kulları olan melekleri de dişi kabul ettiler. Acaba kendileri onların yaratılışlarına şahit mi oldular?" (ez-Zuhruf, 43/19) âyetine benzemektedir.

151

İyi bilin ki onlar iftiralarından dolayı derler ki:

152

"Allah doğurdu." Şüphesiz onlar elbette yalancıdırlar.

Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İyi bilin ki onlar iftiralarından" âyetindeki (iftira anlamı verilen): "ifk" yalanın en kötü şeklidir.

"Derler ki: Allah doğurdu. Şüphesiz onlar elbette" Allah'ın çocuğu olduğu iddialarında

"yalancıdırlar." Çünkü O. doğmayan ve doğurmayandır.

"İyi bilin ki" lâfzından sonra gelen: "Muhakkak, gerçekten, şüphesiz ki"nin hemzesi kesreli gelir, çünkü söz başıdır.

Sîbeveyh'in naklettiğine göre ise: ...e gelince"den sonra üstün de gelebilir, esreli de gelebilir. Üstün geldiği takdirde: edatı: "Gerçekten, gerçek olarak" anlamına gelir. Esreli gelmesi halinde ise: “yi bilin ki" anlamındadır.

153

Yoksa erkekler dururken, kız çocukları mı üstün tutup seçti?

en-Nehhâs dedi ki: Ben Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: (........)e benzeterek üstün okunması da mümkündür. Fakat bu âyet-i kerimede kesreli okunmasından başka türlü okuyuş câiz değildir. Çünkü ondan sonrası ref (durumunda)dır. İfade ise: "(.......): Elbette yalancıdırlar" ifadesi ile tamam olmaktadır. Sonra da âyete azarlamak ve yanlışlıklarını başlarına kakmak maksadıyla:

"Yoksa... mı üstün tutup seçti" âyeti ile okumaya devam edilir. Şöyle buyurmuş gibidir: Yazıklar olsun size!

"Yoksa erkekler"i bırakıp

"kızları mı üstün tutup seçti?"

"Üstün tutup seçti" anlamındaki: âyeti "elif" genel olarak kat' (harekeli olarak) ile okunmuştur. Çünkü bu "vasl elifinin başına gelmiş bir "istifham elifi"dir. "Vasi elifi hazfedildikten sonra geriye istifham (soru edatı) olan elif olduğu haliyle üstün ve "kat' elifi olarak kalmıştır. Daha önceden geçtiği üzere: "Acaba gaybı görerek mi bildi?" âyetinde olduğu gibi.

Ebû Cafer, Şeybe, Nafî' ve Hamza istifhamsız olarak ve "vasl elifi ile haber olmak üzere: "Üstün tutup seçmiştir" diye okumuşlardır.

154

Ne oluyor size? Nasıl hüküm veriyorsunuz?

(Buna göre) kıraate buradan başlanacak olursa hemze kesre ile okunur. Ebû Hatim ise bunun izah edilemeyecek bir kıraat olduğunu iddia etmiştir. (Ancak bu okuyuşa göre dahi) ifadeler iki bakımdan yine azar üslubunu devam ettirmektedir: Birincisine göre bu onların söyledikleri yalanı açıklayıcı bir ifade olur. Bu durumda

"ne oluyor size? Nasıl hüküm veriyorsunuz?" âyeti önceki ile alakalı olmaz. Diğer taraftan -aralarında el-Ferrâ'nın da bulunduğu- nahivcilerin naklettiklerine göre azar üslubu soru edatı ile de yapılabilir, soru edatı olmaksızın da yapılabilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Siz dünya hayatında hoşlandığınız herşeyinizi bitirdiniz..." (el-Ahkaf, 46/20)

Bir başka açıklamaya göre bu okuyuşta "söylemek" anlamından gelen bir fiil takdiri sözkonusudur. Yani onlar derler ki: Kızları beğenip üstün tutup seçti, demek olur. Yahutta bu yüce Allah'ın:

"Allah doğurdu" âyetinden da bedel olabilir. Çünkü kız çocukların doğurulması ve kız çocuklara sahib olmak onları beğenip seçmektir. Bu durumda mazi bir fiil (doğurdu)den bir başka mazi fiil (üstün tutup seçti) bedel getirilmiş olur. Bu durumda da: "(........): Elbette yalancıdırlar" âyeti üzerinde vakıf yapılmaz.

155

Hiç düşünmez misiniz?

"Hiç" onun çocuğu olmasının imkansız bir şey olduğunu

"düşünmez misiniz?"

156

Yoksa apaçık bir deliliniz mi var?

"Yoksa apaçık bir deliliniz" belgeniz

"mi var?"

157

Doğru söyleyenler iseniz, kitabınızı getirin.

Bu sözlerinizde

"doğru söyleyenler iseniz kitabınızı" delillerinizi, belgelerinizi

"getirin."

158

Onlar kendisi ile cinler arasında bir neseb uydurdular. Yemin olsun ki muhakkak cinler de onların hazır edileceklerini bilmişlerdir.

"Onlar kendisi ile cinler arasında bir neseb uydurdular" âyeti ile ilgili olarak tefsir bilginlerinin çoğunluğu burada sözü edilen: "Cinlerden kastın, melekler olduğunu söylemişlerdir. İbn Ebi Necih, Mücahid'den şöyle dediğini rivâyet eder: Onlar -Kureyş kâfirleri-: melekler yüce Allah'ın kızlarıdır dediler. Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: Yani bu meleklerin anneleri vardır ve bu annelerinden doğmuşlardır. Onların annelerinin ise hareme alınan cin kadınlardan oldukları söylenmiştir.

İştikak bilginleri derler ki: Onlara "cin" denilmesinin sebebi, görülmeyişleridir. Mücahid dedi ki: Burada sözkonusu edilen cinler meleklerin kollarından birisidir ve bunlara "el-cinne" denilir. Bu İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiş bir görüştür.

İsrail, es-Süddî'den, o Ebû Malikten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Onlara "cinn(e)" denilmesinin sebebi cennetlerin bekçileri oluşlarından dolayıdır. Esasen meleklerin tümüne de "cinne"' denilir.

"Neseb"den kasıt ise sihri akrabalıktır.

Katade, el-Kelbî ve Mukâtil dediler ki: Yahudiler -Allah'ın laneti üzerlerine olsun- dediler ki: Allah cinlerle sihri akrabalık kurdu. (Onlardan kadınlarla evlendi.) Melekler de onlardan idi.

Mücahid, es-Süddî ve yine Mukâtil şöyle demişlerdir: Bu sözleri söyleyenler Kinane ve Huzaalılar idiler. Onlar şöyle demişlerdi: Allah cinlerin ileri gelenlerinden (eş edinmek üzere) talib oldu. Onlar da en şerefli kızları ile onu evlendirdiler. İşte melekler bu cinlerin ileri gelenlerinin kızlarındandır.

el-Hasen dedi ki: Allah'a ibadette şeytanı ortak koştular. İşte araya koydukları neseb de odur.

Derim ki: el-Hasen'in bu husustaki görüşü en güzel görüştür. Buna delil de yüce Allah'ın:

"Çünkü sizi" ibadet hususunda

"âlemlerin Rabbi ile bir tutmuştuk" (eş-Şuara, 26/98) âyetidir.

İbn Abbâs, ed-Dahhak ve yine el-Hasen şöyle demişlerdir: Bundan kasıt onların: Şüphesiz Allah ile İblis iki kardeştirler, şeklindeki sözleridir. Yüce Allah onların bu sözlerinden çok, pekçok yüce ve münezzehtir.

"Yemin olsun ki muhakkak cinler" yani melekler

"de onların" yani bu sözleri söyleyen kimselerin -Katade'ye göre cehennem ateşinde, Mücahid'e göre hesab için-

"hazır edileceklerini bilmişlerdir." es-Sa'lebî birinci (Katade'ye ait olan) görüş daha uygundur, demiştir. Çünkü "hazır edilmek" bu sûrede bir kaç defa tekrarlanmıştır ve yüce Allah bununla azaba uğratılmaktan başka bir şey kastetmemiştir.

159

Allah onların nitelendirmelerinden münezzehtir.

"Allah onların nitelendirmelerinden münezzehtir." Onların bu nitelendirmelerinden yüce Allah alabildiğine tenzih edilir.

160

Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kulları müstesna.

"Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kulları müstesna." Onlar cehennem ateşinden kurtulacaklardır.

161

Muhakkak siz ve ibadet ettikleriniz,

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1- Müşrikler ve Tapındıkları Varlıklar Doğru Yolda Olanları Saptıramazlar:

"Muhakkak siz ve ibadet ettikleriniz" âyetindeki: “eyler" burada: "O kimse(ler)" anlamındadır. Mastar anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani muhakkak sizler ve sizin bu putlara ibadet etmeniz... Bunun: Şüphesiz ki sizler Allah'tan başka ibadet ettiklerinizle birlikte... demek olduğu da söylenmiştir. Mesela: "Filan, filan kişi ile geldi" denildiği gibi, "Filan, filan kişi ile birlikte geldi" de denilir.

162

Siz O'nun aleyhine fitneye sürükleyemezsiniz.

"Siz O'nun" yani yüce Allah'ın

"aleyhine" (insanları)

"fitneye sürükleyemezsiniz" saptıramazsınız. en-Nehhâs dedi ki: Tefsir bilginleri bildiğim kadarıyla şu anlamdaki görüşü icma ile ifade etmişlerdir: Sizler yüce Allah'ın sapacağını takdir ettiği kişiler dışında hiçbir kimseyi saptıramazsınız. Şair de şöyle demiştir:

"Nimeti sayesinde onun tuzağını geri çevirdi,

Onun aleyhine, o ise bizi fitneye düşürücü idi."

Saptırıcı idi, demektir.

2- Kaderiyye'nin Görüşü Bu Âyet-i Kerîme ile de Reddedilmektedir:

Bu âyet-i kerîme Kaderiyye'nin görüşünü reddetmektedir. Amr b. Zerr dedi ki: Ömer b. Abdu'l-Aziz'in huzuruna vardık. Yanında kaderden sözedildi, Ömer şöyle dedi: Şayet Allah kendisine isyan edilmesini murad etmemiş olsaydı, günahkârların başı olan İblisi yaratmazdı ve şüphesiz ki bu yüce Allah'ın Kitabında mevcut bir bilgi idi. Bu bilgiyi bilen bilmiştir, bilmeyen bilmemiştir. Sonra da: "Muhakkak siz ve ibadet ettikleriniz, siz O'nun aleyhine (insanları) fitneye sürükleyemezsiniz" âyetlerini okudu. Yani yüce Allah'ın cehennemi boylamasını aleyhine hüküm olarak yazdığı kimseler dışındakileri saptıramazsınız, demektir. Ayrıca o dedi ki: İşte bu âyet-i kerîme insanlar arasında anlaşmazlıkları hususunda ayırdedici bir âyet oldu.

Bu âyet-i kerimedeki anlamlardan birisi de şudur: Şeytanlar yüce Allah'ın hidayet bulmayacağını yazıp takdir etmiş olduğu kimseler dışında, hiçbir kimseyi saptıramazlar. Eğer yüce Allah, bu kimsenin hidayet bulacak bir kimse olacağını bilmiş olsaydı, elbetteki şeytanların onu saptırmalarının önüne geçer, engellerdi. Buna göre yüce Allah'ın:

"Onlara karşı atlılarınla, piyadelerinle gürültü çıkararak baskın düzenle" (el-İsra, 17/64) âyeti şu demek olur: Sen benim onlar hakkındaki ilmime aykırı hiçbir sonuca ulaşamazsın. Lebid b. Rabia'nın kaderin sabit olduğunu dile getirmek hususunda söylediği şu beyitler oldukça güzeldir:

"Şüphesiz Rabbimizden korkmak en hayırlı bir bağıştır,

Allah'ın izniyledir benim ağır hareket etmem ve acele edişim.

Allah'a hamdederim, hiçbir eşi, dengi yoktur O'nun,

O'nun elindedir hayır, O dilediğini yapar.

Kimi hayır yollarına iletirse, hidayet bulur,

Gönlü rahat olduğu halde; dilediğini de saptırır."

el-Ferrâ'' dedi ki: Hicazlılar: "Adamı fitneye düşürdüm, saptırdım" derken, Necidliler aynı fiili: "Onu fitneye düşürdüm, saptırdım" şeklinde (başına elif ziyadesiyle) kullanırlar.

163

Kendisi cehenneme girecek olan müstesna.

3- Kıraate Dair Bir Açıklama:

el-Hasen'den rivâyete göre:

"Kendisi cehenneme girecek olan müstesna" anlamındaki âyeti: şeklinde "lam" harfi ötreli olarak okumuştur.

en-Nehhâs dedi ki: Tefsir ehlinden bir topluluk bunun bir lahn (yanlış okuma) olduğunu söylemektedirler. Çünkü: "Bu şehrin kadısıdır" demek câiz değildir. Bu hususta yapıldığını duyduğum en güzel açıklama Ali b. Süleyman'ın yaptığı şu açıklamalardır: Bu okuyuş, ifadedeki anlam esas alınarak yorumlanabilir. Çünkü: "Kendisi" topluluk anlamını ifade eder. Buna göre; takdirindedir. İzafet dolayısıyla "nun" hazfedilmiştir, "vav" da iki sakinin arka arkaya gelişinden dolayı hazfedilmiştir.

Bir diğer görüşe göre bunun aslı veznindedir. Ancak bu (........)den (........)a kalbedilmiş ve "ye" harfi hazfedilmiştir. Sonunda da "lam" ötreli kalmıştır. Bu da:

"Yıkılmaya yüz tutmuş bir yarın kenarı" (et-Tevbe, 9/109) âyetine benzemektedir.

Üçüncü bir açıklama şekli de şudur: "Girecek olan" lâfzındaki "lam"ı tahfif maksadıyla hazfedilir ve i'rab onun aynu'l-fiili (ikinci harfi) üzerinde cereyan eder. Arapların kullandıkları: "Ona hiçbir şekilde aldırış etmedim" ifadelerinde hazfedildiği gibi. Bunun aslı: şeklinde olup (........)'den gelmektedir. Tıpkı 'den geldiği gibi. " Her iki cennetin de (meyvelerinin) toplanışı yakındır." (er-Rahmân, 55/54) ile

"denizde... yükseltilmiş, akıp giden gemiler O'nundur" (er-Rahmân, 55/24) diye okuyanların kıraati de bu kıraate benzemektedir. Burada görüldüğü gibi i'rab ayn(u'l-fiil yani kelimenin aslının ikinci harfi) üzerinde uygulanmıştır. Ancak cemaatin kıraatinde âyet-i kerimedeki bu kelimenin aslı "ye" ile; şeklinde olup lafızdan düştüğünden ötürü, hatta da hazfedilmiştir.

164

Bizden herbirimiz için bilinen bir makamı olmayan yoktur.

Bu, meleklerin yüce Allah'ı tazim etmek ve kendilerine ibadet edenlerin bu tutumlarını tepki ile karşılayıp reddetmek üzere söyledikleri sözlerdendir.

"Bizden herbirimiz için bilinen bir makamı olmayan yoktur. Muhakkak biz saf saf duranlarız ve şüphesiz biz teşbih edenleriz" âyeti hakkında Mukâtil dedi ki: Bu üç âyet-i kerîme, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Sidre-i Münteha'da iken inmiştir. Cebrâîl biraz geri durunca, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Burada mı benden ayrılacaksınız?" diye sormuş, o da: Bu bulunduğum noktadan daha ileri gidemem, diye cevap vermiş, yüce Allah da meleklerin söylediği bir sözü nakletmek üzere: "Bizden herbirimiz için bilinen bir makamı olmayan yoktur" âyetlerini indirmiştir.

Kûfelilere göre ifadenin takdiri: "Bizden herbirimiz için bilinen bir makamı olmayan bir kimse yoktur" şeklinde olup ism-i mevsul olan ("kimse" anlamındaki: "men' lâfzı) hazfedilmiştir.

Basralılara göre ise ifadenin takdiri: Bizden herbirimiz için bilinen bir makamı olmayan hiçbir melek yoktur" şeklindedir. Bu da ibadet hususunda bilinen bir yeri... demektir. Bu açıklamayı İbn Mes’ûd ve İbn Cübeyr yapmıştır.

İbn Abbâs dedi ki: Semavatta üzerinde namaz kılan ve teşbih eden meleğin bulunmadığı bir karışlık yer dahi yoktur.' Bu manadaki lâfızlar, uzunca bir hadisin bir bölümü olarak; Cabir (radıyallahü anh) yoluyla rivâyet edilmiştir: Bk. Taberanî, Evsat, IV, 44; Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, I, 51-52, X, 358.

Âişe (radıyallahü anha) da şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Semada üzerinde secde eden yahut ayakta duran (namaz kılan) bir meleğin bulunmadığı bir ayak basacak kadar bir yer dahi yoktur. " Taberanî, Evsat, IV, 44; Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, X, 358'de Cabir (radıyallahü anh)'dan.

Ebû Zerr'den dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Gerçekten ben sizin görmediklerinizi görüyor, duymadıklarınızı duyuyorum. Sema gıcırdıyor, gıcırdaması da hakkıdır. Çünkü orada yüce Allah'a secde etmek için alnını koyan hiçbir meleğin bulunmadığı dört parmaklık bir yer dahi yoktur. Allah'a yemin ederim eğer bildiğimi bilseydiniz, pek az gülerdiniz, pekçok ağlardınız. Yataklar üzerinde kadınlardan zevk alamazdınız. Yüce Allah'a feryad ederek yollara dökülürdünüz. Keşke dalları budanan bir ağaç olsaydım." Bu hadisi Ebû Îsa et-Tirmizî rivâyet etmiş olup hakkında: Hasen, garib bir hadistir, demiştir. Tirmizî, IV, 556; İbn Mace, II, 1402; Müsned, V, 173.

Bu bir başka yoldan da rivâyet edilmekte olup buna göre Ebû Zerr şöyle demiştir: "Dalları budanan bir ağaç olmayı çok arzu ederdim" demiştir. Yine bu Ebû Zerr'den mevkuf (senedi ona ulaşan, Rasûlullah'a atfedilmeyen) bir rivâyet olarak gelmiştir. Tirmizî, IV, 556; Müsned, V, 173

Katade dedi ki: Erkekler ve kadınlar şu: "Bizden herbirimiz için bilinen bir makamı olmayan yoktur" âyeti nazil oluncaya kadar birlikte namaz kılarlardı. Bunun üzerine erkekler öne geçti, kadınlar da arka saflarda durmaya başladı.

165

Muhakkak biz saf saf duranlarız.

"Muhakkak biz saf saf duranlarız" âyeti hakkında el-Kelbî dedi ki: Onların da safları, yerde dünyadakilerin safları gibidir.

Müslim'in Sahih'inde Cabir b. Semura'dan şöyle dediği kaydedilmiştir: Biz mescidde bulunuyor iken Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) yanımıza çıkıp geldi ve şöyle buyurdu: "Niçin meleklerin Rabbleri huzurunda saf saf durdukları gibi siz de saf saf dizilmiyorsunuz?" Biz: Ey Allah'ın Rasûlü! Melekler Rabbleri huzurunda nasıl saf saf dururlar diye sorduk, şöyle buyurdu: "Onlar ilk safları tamamlarlar ve safta sıkı sıkı dururlar." Müslim, I, 322; Ebû Dâvûd, I, 177; Nesâî, II, 92; İbn Mace, I, 317; Müsned, V, 101.

Ömer (radıyallahü anh) da namaza kalktığında: Saflarınızı doğru ve düzgün tutunuz. Saflarınızı düzeltiniz. Şüphesiz Allah sizin de, meleklerin Rabbleri huzurunda durdukları gibi durmanızı ister, der, sonra da:

"Muhakkak biz saf saf duranlarız" âyetini okur, ey filan sen geriye git, ey filan sen öne geç der. sonra da kendisi öne geçip tekbir alıp namaza dururdu. Buna dair açıklamalar daha önce el-Hicr Sûresi'nde (15/24. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

Ebû Malik dedi ki: İnsanlar dağınık bir şekilde namaz kılıyorlardı. Yüce Allah:

"Muhakkak biz saf saf duranlarız" âyetini indirdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da onlara saf saf dizilmelerini emretti.

en-Nehaî dedi ki: Cebrâîl yahutta bir melek Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip dedi ki: Sen gecenin üçte ikisinden biraz az, yarısı ve üçte biri kadar namaz kılıyorsun, şüphesiz ki melekler de namaz kılar ve teşbihte bulunurlar. Semada boş duran hiçbir melek yoktur.

Şöyle de açıklanmıştır: Yani bizler bize verilecek emirleri durup bekleyerek havada kanatlarımızı dizi dizi açmış olarak bekleyenleriz.

Biz Arşın etrafında saf saf dizilenleriz, diye de açıklanmıştır.

166

Ve şüphesiz biz teşbih edenleriz.

"Ve şüphesiz biz teşbih edenleriz." Katade'nin açıklamasına göre namaz kılanlarız, demektir. Bir başka açıklamaya göre müşriklerin ona atfettiklerinden Allah'ı tenzih edenleriz. Âyetin maksadı şudur: Melekler Allah'a teşbih ve namaz kılmak suretiyle ibadet ettiklerini haber vermektedirler. Onlar mabud (kendilerine ibadet edilen varlıklar) de değildir, Allah'ın kızları da değildir.

Şöyle de açıklanmıştır:

"Bizden herbirimiz için bilinen bir makamı olmayan yoktur" âyeti Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü’minlerin müşriklere söyledikleri sözlerdir. Yani sizden ve bizden âhirette bilinen bir makamı olmayacak hiçbir kimse yoktur. Bu da hesab için durulacak makamdır.

Bir diğer açıklama da şöyledir: Kimimizin Allah'tan korkmak makamı, kimimizin Allah'tan ümid etmek makamı, kimimizin ihlâs makamı, kimimizin şükür makamı... vb. diğer makamı vardır.

Derim ki: Daha kuvvetli görülen

"bizden herbirimiz için bilinen bir makamı olmayan yoktur..." sözlerinin meleklerin söyledikleri sözlerden olduğudur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

167

Muhakkak diyorlardı ki:

Bu âyetlerle tekrar müşriklerin söyledikleri sözler sözkonusu edilmektedir. Yani onlar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilmeden önce bilgisizlikleri dolayısıyla ayıplandıklarında:

"Eğer bizde de öncekilerden bir zikir olsa idi..." derlerdi. Yani bize de şeriatleri açıklayan bir peygamber gönderilmiş olsaydı, mutlaka ona tabi olurduk, ona uyardık.

"Muhakkak diyorlardı ki" âyetinin başındaki:

"Muhakkak" lâfzı şeddesiz geldiğinden dolayı fiilin başına gelmiş ve (cevabının başına) da "lam" harfi gelmiştir. Böylelikle (bu şekilde) nefy için gelen ile olumluluk bildiren edatlar birbirinden ayırdedilmiş olmaktadır. Kûfeliler ise şöyle derler:

168

"Eğer bizde de öncekilerden bir zikir olsa idi;

Burada: olumsuzluk edatı olan: anlamındadır, "lam" ise anlamındadır. Bu durumda anlam şöyle olabilir: Onlar mutlaka şöyle diyorlardı: ...

"Eğer bizde de öncekilerden bir zikir olsa idi" âyetinin, peygamberlerin kitablarından bir kitab olsa idi, anlamında olduğu da söylenmiştir.

169

"Biz de elbette Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kulları olurduk."

"Biz de elbette Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kulları olurduk." Yani bize de öncekilere gelmiş olduğu gibi bir zikir, bir öğüt gelmiş olsaydı, biz de Allah'a ihlasla ibadet ederdik.

170

Şimdi de ona kâfir oldular. Yakında bileceklerdir.

"Şimdi de ona" yani o zikre

"kâfir oldular" el-Ferrâ'' burada bir hazfin bulunduğunu kabul eder. Yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara zikir ile geldi de onlar da ona kâfir oldular. Bu, onların durumlarının şaşılacak bir hal olduğunu ifade eder. Yani işte onlara bir peygamber gelmiş ve içinde gerek duyacakları herşeyin açıklandığı bir kitab da üzerlerine indirilmiş bulunuyor. Bununla birlikte yine onlar inkâr ettiler ve sözlerine bağlı kalmadılar.

"Yakında bileceklerdir." ez-Zeccâc dedi ki: Bu küfürlerinin akıbetini bileceklerdir.

171

Yemin olsun ki gönderilmiş kullarımıza önceden şu sözümüz verilmiştir:

"Yemin olsun ki gönderilmiş kullarımıza önceden şu sözümüz verilmiştir" âyetini el-Ferrâ''; (sözümüz) mutluluk ile (mutlu alacaklarına dair) verilmiştir, diye açıklamıştır.

Bir görüşe göre buradaki "söz"den kasıt yüce Allah'ın:

"Allah: Yemin olsun ki Ben ve peygamberlerim mutlaka galib geleceğim, diye yazmıştır." (el-Mücadele, 58/21) âyetini kastetmektedir.

el-Hasen: Şeriat sahibi peygamberlerden hiçbir kimse öldürülmüş değildir, demiştir.

172

Muhakkak onlar, elbette onlar zafere erdirilenlerdir;

"Muhakkak onlar, elbette onlar zafere erdirilenlerdir." Yani gerek delil ile, gerek galip gelmek suretiyle yardım vaadi onlara verilmiştir.

173

"Muhakkak Bizim ordumuz, elbette onlar galip olanlardır."

"Muhakkak Bizim ordumuz, elbette onlar galip olanlardır." Buradaki:

"Galip olanlar" âyetinin çoğul gelmesi (ordu lâfzının) manasına binaendir. Eğer onun lafına uygun olarak gelmiş olsaydı, "Elbette o, galip gelen" şeklinde olması gerekirdi.

Yüce Allah'ın: " Burada grublardan yenilgiye uğratılmış bir ordu" (Sad, 38/11) âyetinde olduğu gibi.

eş-Şeybanî dedi ki: Burada bu lâfzın çoğul olarak gelmesi âyet sonu oluşundan dolayıdır.

174

Artık bir vakte kadar onlardan yüz çevir.

"Artık bir vakte kadar onlardan yüz çevir." Katade ölünceye kadar, ez-Zeccâc kendilerine tanınmış süreye kadar, diye açıklamıştır.

İbn Abbâs, Bedir'de öldürülecekleri vakte kadar diye açıklamıştır. Mekke fethi vaktine kadar da söylenmiştir. Âyet-i kerimenin kılıç (savaşı emreden) âyeti ile nesholduğu da söylenmiştir.

175

Onlara göster, onlar da yakında göreceklerdir.

"Onlara göster, onlar da yakında göreceklerdir" âyeti hakkında Katade dedi ki: Görmenin kendilerine fayda vermeyeceği bir zamanda göreceklerdir. Allah tarafından: "Umulur ki" tabiri vücub (gereklilik) ifade eder. Burada "göstermek" tabirinin kullanılması, işin oldukça yakın olduğunu anlatmak içindir. Pek yakında onlar görecekler, demektir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Onlar kıyâmet gününde azâbı göreceklerdir.

176

Acaba onlar azabımızı mı acele istiyorlar?

"Acaba onlar azabımızı mı acele istiyorlar?" Aşırı derecedeki yalanlamalarından ötürü bu azap ne zaman gerçekleşecektir, diyorlardı. Azâbın çabuk gelmesini istemeyin, çünkü o mutlaka başınıza gelecektir, demektir.

177

Onların alanlarına inince, o korkutulanların sabahı ne kötü olur!

"Onların alanlarına" azâb

"inince, o korkutulanların sabahı ne kötü olur!" ez-Zeccâc dedi ki: Onların azâbı öldürülmek ile idi.

"Alanlarına" âyeti es-Süddî ve başkalarından nakledildiğine göre evlerine, yurtlarına demektir. (Alan anlamı verilen): "Saha" ile "sahse" sözlükte evin genişçe avlusu demektir. el-Ferrâ'': "onların alanlarına inmesi" ile onlara inmesi aynı anlamdadır, demiştir.

"O korkutulanların sabahı ne kötü olur!" Azâb ile uyarılıp korkutulanların sabahı ne kötü olacaktır!

Bu âyette: "Onların sabahı ne kötü sabah olacaktır!" anlamında bir takdir sözkonusudur.

Özellikle

"sabah"ın sözkonusu edilmesi azâbın onlara sabah vakti geldiğinden dolayıdır. Enes (radıyallahü anh)'ın rivâyet ettiği şu hadis de bu türdendir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hayber'e gittiğinde, onlar da beraberlerinde çapaları, kazmaları bulunduğu halde tarlalarına çıkıyor iken: Muhammed ve ordusu geldi, dediler ve kalelerine geri döndüler. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allahu ekber, harab oldu Hayber. Çünkü biz bir kavmin sahasına indik mi o uyarılıp korkutulanların sabahı çok kötü olur." Müslim, II, 1044, III, 1426; Buhârî, I, 322.

İşte bu da

"onların alanlarına inince" âyetinin anlamını açıklamaktadır ki, bununla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kastetmektedir.

178

Artık bir zamana kadar onlardan yüz çevir.

179

(Onlara) göster, onlar da yakında göreceklerdir.

"Artık bir zamana kadar onlardan yüz çevir" âyeti tekid olmak üzere tekrar edildiği gibi aynı şekilde ("onlara) göster, onlar da yakında göreceklerdir" âyeti da tekid olmak üzere tekrarlanmıştır.

180

İzzet sahibi olan Rabbin onların niteleyegeldiklerinden münezzehtir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1-Yüce Allah'ın Teşbih ve Tenzih Edilmesi:

"Rabbin... müzennehtir" âyeti ile yüce Allah, müşriklerin kendisine izafe ettikleri vasıflardan münezzeh olduğunu belirtmektedir.

"İzzet sahibi" de

"Rabbin" lâfzından bedeldir. Övgü olmak üzere "Rab" lâfzının nasb ile okunması da caizdir. Ref ile okunması ise: O izzetin Rabbidir" anlamında olur.

"Onların niteleyegeldiklerinden" âyetinde kastedilen O'na izafe ettikleri eş ve çocuktur. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: "Subhanallah"ın ne anlama geldiği sorulmuş o da:

"O yüce Allah'ın hertürlü kötülükten tenzih edilmesidir" diye cevab vermiştir.

Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden Bakara Sûresi'nde (2/30. âyet, 17. başlıkta, 32. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

2- "İzzet Sahibi" Olmanın Anlamı:

Muhammed b. Suhnun'a: "Rabbi’l-ızze: İzzet sahibi"nin anlamı ile ilgili soru sorularak: İzzet, zat sıfatlarından olmakla birlikte yüce Allah'ın zatının sıfatlarından olup mesela "Rabbu'l-kudre: kudretin Rabbi" ve benzeri terkibler kullanılamadığı halde "Rabbul-ızze"nin kullanımı nasıl câiz olur? denilince, Muhammed b. Suhnun şu cevabı vermiş: İzzet hem zat sıfatı, hem fiil sıfatı olur. Zat sıfatı yüce Allah’ın:

"İzzet bütünüyle Allah'ındır" (Fatır, 35/10) âyeti gibidir. Fiil sıfatı ise "izzetin Rabbi (izzet sahibi)" âyeti gibidir. Bunun anlamı ise, insanların kendi aralarında birbirlerine karşı güç ve kuvvet sahibi olduklarını ortaya koydukları izzet (gücün sahibi olmak) demektir. Bu da yüce Allah'ın yarattığı şeyler arasındadır. (Devamla Muhammed b. Suhnun) dedi ki: Tefsirde belirtildiğine göre, burada izzetten kasıt, meleklerdir. Bazı ilim adamlarımız da şöyle demiştir: Her kim "Allah'ın izzeti hakkı için" diye yemin edecek olursa, eğer bununla O'nun sıfatı olan izzetini kastetmiş olup yeminini bozarsa, keffarette bulunması gerekir. Şayet kulları arasında yaratmış olduğu izzetini kastederse, onun için keffaret sözkonusu değildir.

el-Maverdî dedi ki: "İzzet sahibi'nin iki anlama gelme ihtimali vardır. Birincisine göre izzetin mutlak maliki ve sahibi demek olur. İkincisine göre ise ister kral ve hükümdar, ister zorba olsun kendisini güçlü, kuvvetli kabul eden (müteazziz) olan herşeyin Rabbi anlamındadır.

Derim ki: Yemin eden kişi bu anlamlardan hangisini niyet ederse etsin (yeminini bozması halinde) ona keffaret düşmez.

3- Sûrenin Son Üç Âyetinin Okunacağı Yerler:

Ebû Said el-Hudrî (radıyallahü anh)'dan gelen rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) (namazda) selam vermede izzet sahibi olan Rabbin..."

âyetini sûrenihtednuûâtkiadak1 okurdu" Bunu es-Sa'lebî zikretmiştir. Hakim, Müstedrek, I, 680.

Derim ki: Ben şeyh, İmâm, muhaddis, hafız Ebû Ali el-Hasen b. Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Amruk el-Bekrî'nin huzurunda, Mısır diyarında Mansura karşısında el-Cezire'de şunu okudum: Dedi ki: Bize hür kadın Um el-Mueyyed Zeyneb bint Abdurrahman b. el-Hasen eş-Şi'rî birinci seferinde Neysabur'da haber verdi ki: Bize Ebû Muhammed İsmail b. Ebi Bekr el-Karî haber verdi, dedi ki: Bize Ebû'l-Hasen Abdu'l-Kadir b. Muhammed el-Farisî anlattı, dedi ki: Bize Ebû Sehl b. Bişr b. Ahmed el-İsferayinî anlattı, dedi ki: Bize Ebû Süleyman Dâvûd b. el-Huseyn el-Beyhakî anlattı, dedi ki: Bize Ebû Zekeriya Yahya b. Yahya b. Abdurrahman et-Temimî en-Neysaburî anlattı, dedi ki: Bize Huşeym Ebû Harun el-Abdî'den anlattı, o Ebû Said el-Hudrî'den dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı bir değil, iki değil (defalarca) namazın sonunda yahut namazı bitirdikten sonra:

"İzzet sahibi olan Rabbin onların niteleyegeldiklerinden münezzehtir. Gönderilmiş peygamberlere selam olsun. Âlemlerin Rabbi Allah'a da hamd olsun" dediğini duymuşumdur Taberanî, Kebir, V, 211 el-Münzirî Tergib, II, 300 -Taberanî'den naklen-: Abdullah b. Erkam'ın babasından, onun Peygamber'den, namazdan sonra böyle demeye dair teşvik edici kavli bir sünnet olarak.

el-Maverdî dedi ki: en-Nehaî rivâyetle dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her kim kıyâmet gününde kendisine en eksiksiz ölçekle ölçülüp mükâfat verilmesini arzu ediyor ve bundan memnun oluyorsa, meclisinden kalkmak istediği vakit meclisinin sonunda: "İzzet sahibi olan Rabbin, onların niteleyegeldiklerinden münezzehtir. Gönderilmiş peygamberlere selam olsun. Âlemlerin Rabbi Allah'a da hamd olsun." desin." İbn Kesîr, Tefsir, IV, 26; Namazın sonunda söylenmesine teşvik edici Ali (radıyallahü anh)'nin bir sözü olarak: Abdurrezzak, Mûsannaf, II, 236.

es-Sa'lebî bunu Ali (radıyallahü anh) yoluyla gelen (Peygamber Efendimiz'e atfedilen) merfû' bir hadis olarak zikretmiştir.

181

Gönderilmiş peygamberlere selam olsun.

4- Peygamberlere Selam, Âlemlerin Rabbi Allah'a Hamd Olsun:

"Gönderilmiş" yüce Allah'tan aldıkları tevhid ve risaleti tebliğ eden "peygamberlere selam olsun."

Enes dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bana selam getirdiğiniz vakit rasûllere de selam getirin. Şüphesiz ki ben gönderilmiş peygamberlerden (radıyallahü anhsûllerden) bir rasûlüm." Taberî, Camiu'l-Beyan, XXIII, 116: "Katade'den Rasûlullah buyurdu ki..." diyerek, mürsel bir hadis olarak benzer rivâyetler ve sıhhat dereceleri için ayrıcı bk. İbn Kesîr, Tefsir, IV, 26.

"Gönderilmiş peygamberlere selam olsun" âyetinin şu anlama geldiği de söylenmiştir: O en büyük korku ve dehşet gününde Allah'tan onlara bir güvenlik olsun.

182

Âlemlerin Rabbi Allah'a da hamdolsun.

"Âlemlerin Rabbi Allah'a da" müjdeleyiciler, uyarıp korkutucular olmak üzere rasülleri elçi olarak gönderdiği için

"hamd olsun."

Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah'ın bütün insanlara ihsan etmiş olduğu nimetler dolayısıyla hamd olsun, diye açıklandığı gibi, müşrikleri helâk ettiği için Allah'a hamd olsun, diye de açıklanmıştır. Bunun da delili yüce Allah'ın:

"Böylece zulmedenlerin ardı arkası kesildi. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun" (el-En'am. 6/45) âyetidir.

Derim ki: Bunların hepsi kastedilmiştir. "Elhamdu: Hamd olsun" ifadesi de bunların hepsini kapsamına alır.

"Niteleyegeldiklerinden" âyeti yalanlarından... demektir. Yalan olarak onu niteleyegeldikleri şeylerden münezzehtir demektir. es-Saffat Sûresi'nin tefsiri burada sona ermektedir.

0 ﴿