SAD SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın ismi ile

İcma’ ile Mekke'de indiği belirtilmiştir. Seksenaltı âyettir, seksensekiz âyet olduğu da söylenmiştir.

Rahmân ve Rahîm Allah'ın ismi ile;

1

Sâd. Çok şerefli Kur'ân'a yemin olsun.

"Sâd" âyetinde vakıf yapar gibi "dal" harfi cezm (sükun) ile okunmuştur. Çünkü bu da "elif, lanı, mim" ile "elif, lam, mim, ra" gibi heca harflerinden bir harftir.

Ubeyy b. Ka'b, el-Hasen, İbn Ebi İshak ve Nasr b. Âsım tenvinsiz olarak "dal" harfi esreli: diye okumuşlardır. Bu kıraatin iki açıklaması vardır. Buna göre: ": Karşı çıktı, çıkar"dan gelmektedir ki: " Sen ona yöneliyorsun" (Abese, 80/6): Onun karşısında duruyorsun, demektir: Karşıda durmak, karşı çıkmak" demektir. Boş yerlerde sesin yankılanıp geri dönmesi (yankı) demek olan "sadâ" da buradan gelmektedir. Buna göre: Sen amelinle Kur'ân'a karşılık ver, demektir. Yani sen amelinle ona karşı dur, amelinle ona karşılık ver. Emirlerinin gereğini yap yasaklarından uzak dur.

en-Nehhâs dedi ki: Bu açıklama el-Hasen'den rivâyet edilmektedir. Ondan gelen bu kıraatini, bu şekilde tefsir ettiğine dair rivâyet, sahih bir rivâyettir. Yine ondan gelen bir başka rivâyete göre: Kur'ân'ı oku ve onu okumaya taarruz et (kalkış), demektir.

Diğer görüşe göre eğer "dal" harfi de sakin okunursa, iki sakin arka arkaya gelmiş olacağından dolayı "dal" harfi kesreli okunmuştur.

Îsa b. Ömer ise: "Sâde" diye "dal" harfini üstün olarak okumuştur,"Kâfe" ile "(oy): Nüne" şeklinde son harflerinin üstün okunması da buna benzemektedir.

Bu şekildeki okuyuşunun üç türlü açıklaması yapılabilir: Birincisine göre bu: "Oku!" anlamında olur, ikincisine göre arka arkaya iki sakin gelmesi dolayısıyla üstün okumuştur. Bu durumda üstünü itbâ' (önceki harfe uygunluk) olması için tercih etmiş ve üstünü harekelerin en hafifi olmasından dolayı benimsemiştir. Üçüncü açıklamaya göre ise yemin harfi kullanılmaksızın yemin olması dolayısıyla nasb ile gelmesidir. Bir kimsenin: Allah'a yemin ederim ki mutlaka yapacağım" demesine benzer. Bunun iğra (teşvik) olmak üzere nasbedildiği de söylenmiştir.

Anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Muhammed, insanların kalblerini kendisine îman edinceye kadar avladı ve kendisine doğru meylettirdi.

Yine İbn Ebi İshak; "dal" harfini esre ve tenvinli olmak üzere: şeklinde yemin harfinin hazfedilmiş olması esasına göre mecrur okumuştur. Ancak böyle bir okuyuş -Sîbeveyh böylesini câiz kabul etse dahi- uzak bir ihtimaldir. Söylenme imkanı bulunamayan seslere ve daha başkalarına benzetilmiş olması da mümkündür.

Harun b. el-A'ver ile Muhammed b. es-Semeyka': Sadu",: Kâfu" ile: "( ây ): Nûnu" şeklinde sonları ötreli olarak okumuşlardır. Çünkü çoğunlukla mehili (irab dolayısıyla son harekeleri değişmeyen) kelimelerde bilmen şekil budur: ...den beri, hiçbir, önce, sonra" kelimelerinde olduğu gibi.

"Sâd" harfi sûrenin ismi kabul edilecek olursa, munsarıf olmaz. Nitekim müennes bir varlığa, müzekker ismi verilecek olursa -harfleri az olsa dahi-munsarıf değildir.

İbn Abbâs ile Cabir b. Abdullah'a

"Sâd" hakkında soru sorulduğunda: Bizler ne olduğunu bilemiyoruz, diye cevab vermişlerdir.

İkrime de şöyle demiştir: Nafî. el-Ezrak, İbn Abbâs'a "Sâd'ın mahiyeti hakkında soru sormuş, o da şöyle demiştir:

"Sâd" Mekke'de bir deniz idi.

Onun üzerinde Rahmân'ın Arşı vardı. O sırada da ne gece vardı, ne de gündüz.

Said b. Cübeyr dedi ki:

"Sâd" yüce Allah'ın, iki defa sûra üfürme arasındaki sürede kendisi ile ölüleri dirilteceği bir denizin adıdır.

ed-Dahhak dedi ki: Sadakallahu (Allah doğru söylemiştir), demektir. Yine ondan gelen rivâyete göre

"sad" yüce Allah'ın kendisi ile yemin ettiği bir kasemdir ve bu, onun isimlerindendir. es-Süddî de böyle demiştir, İbn Abbâs'tan da böyle dediği rivâyet edilmiştir.

Muhammed b. Ka'b dedi ki: Bu, yüce Allah'ın Samed, masnuatın Sânii (sanat olarak var edilmişlerin yapıcısı) ve Sadiku’l-va'd (sözünü yerine getiren) isimlerinin başıdır.

Katade dedi ki: Sâd, Rahmân'ın isimlerinden birisidir. Yine ondan gelen rivâyete göre bu, Kur'ân'ın isimlerindendir.

Mücahid dedi ki: Sâd, bu sûrenin başıdır. Bunun yüce Allah'ın bilgisini kendisine ayırmış olduğu hususlardan olduğu da söylenmiştir. Birinci görüşün ihtiva ettiği anlam da budur. Bütün bu açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/1. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Çok şerefli Kur'ân'a yemin olsun" âyetindeki:

"Kur'ân'a yemin olsun" âyeti yemin maksadıyla kullanılan "be"nin yerine kullanılan "kasem (yemin) vavV ile mecrur gelmiştir. Yüce Allah, değerinin üstünlüğüne dikkat çekmek üzere Kur'ân'a yemin etmektedir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de herşeye dair açıklama, kalblerdeki rahatsızlıklara şifa vardır ve o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bir mucizesidir.

"Çok şerefli" anlamındaki âyet da sıfat olmak üzere cer ile gelmiştir. Mecrur olmasının alameti ise lâfzındaki "ye" harfidir, bu da illetli (son harfi illet harflerinden) olan bir isimdir. Aslı ise "feale" vezninde şeklindedir.

İbn Abbâs ve Mukâtil dedi ki:

"Çok şerefli" açıklayıcı olması demektir. ed-Dahhak dedi ki:

"Çok şerefli" ona îman eden kimse için her iki yurtta da şeref veren demektir. Yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki Biz size, sizin için bir şan ve şeref kaynağı (zikrukum) olan bir kitab indirdik" (el-Enbiya, 21/10) âyetine benzemektedir. Burada geçen "zikrukum" sizin için şeref anlamındadır. Aynı şekilde Kur'ân-ı Kerîm, mucize oluşu ve başka kitabların ihtiva etmediği şeyleri ihtiva etmesi dolayısı ile de bizatihi oldukça şerefli bir kitabtır.

"(Çok şerefli anlamı verilen): zi'z-zikir"in şu anlama geldiği de söylenmiştir: O kitapta din ile ilgili gerek duyulan herşey zikredilmiştir. Orada yüce Allah'ın isimleri zikredilmekte ve şanı yüceltilmektedir, anlamında olduğu söylendiği gibi, öğüt ve zikir t. hatırlarma) sahibi (ihtiva eden) anlamında olduğu da söylenmiştir

Yeminin cevabı hazfedılmıştir. Cevabının ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır: Yeminin cevabının "Sâd" olduğu söylenmiştir. Çünkü o "hak" anlamındadır. Buna göre yüce Allah'ın:

"Kur'ân'a yemin olsun ki" âyetinin cevabıdır, Nitekim: Allah'a yemin ederim ki, o bir haktır, Allah'a yemin ederim inmiştir. Allah'a yemin ederim vacib olmuştur, demeye benzer. Bu açıklamaya göre yüce Allah'ın:

"Çok şerefli Kur'ân'a yemin olsun" âyeti üzerinde vakıf yapmak güzel olur büyüklük taslamakta ve muhalefet etmektedirler" âyeti üzerinde de tam bir vakıf yapılır. Bu açıklamayı İbnu'l-Enbarî yapmıştır. Bu anlamdaki açıklamayı es-Sa'lebî de el-Ferrâ'dan nakletmiştir.

Yeminin cevabının:

"Aksine kâfirler büyüklük taslamakta ve muhalefet etmektedirler" âyeti olduğu da söylenmiştir. Çünkü

"Aksine" lâfzı önceki bir hususu nefyetmek, onun dışındakinin de isbatı (olumlu anlatımı) içindir. Bu açıklamayı el-Kulebî yapmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir:

"Çok şerefli Kur'ân'a yemin olsun ki, aksine kâfirler büyüklük taslamakta ve" hakkı kabul etmekten uzakta ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a düşmanlık yapmak suretiyle

"muhalefet etmektedirler."

Yahut da:

"Çok şerefli Kur'ân'a yemin olsun ki" durum onların söyledikleri gibi değildir, sen yalan söyleyen bir sihirbaz değilsin. Çünkü onlar senin doğru sözlü ve güvenilir bir kimse olduğunu çok iyi biliyorlar. Aksine onlar hakkı kabul etmeyip büyüklenmektedirler. Bu da yüce Allah'ın:

"Kaf, çok şerefli Kur'ân'a yemin ederim ki, bilakis... hayret ettiler..." (Kaf, 50/1-2) âyetine benzemektedir.

Bir başka görüşe göre cevab: "... nice nesiller helâk ettik" âyetidir. Şöyle denilmiş gibidir:"Kur'ân'a yemin olsun ki... nice nesiller helâk ettik." Burada: "Nice" lâfzı nisbeten sonraları geldiğinden, başından "lam" harfi hazfedilmiştir. Yüce Allah'ın:

"Yemin olsun güneşe ve aydınlığına" (eş-Şems, 91/1) diye buyurduktan sonra:

"Muhakkak felâh bulmuştur" (eş-Şems, 91/9) diye buyurmuştur ki; bu da: Yemin olsun felâh bulmuştur" demek olur.

el-Mehdevî dedi ki: el-Ferrâ'nın görüşü de budur. İbnu'l-Enbarî dedi ki: Bu bakış açısına göre yüce Allah'ın:

"Kâfirler büyüklük taslamakta ve muhalefet etmektedirler" âyeti üzerinde vakıf lamam olmaz.

el-Ahfeş dedi ki: Yeminin cevabı:

"Onların herbiri rasûlleri yalanladılar. Bu sebeple azabım hak oldu" (Sâd, 38/14) âyetidir. Bunun benzeri de yüce Allah'ın:

"Allah'a yemin olsun ki, biz gerçekten apaçık bir sapıklıkta idik" (eş-Şuara. 26 99) âyeti ile:

"Yemin olsun göğe ve tarıka... üzerinde hiçbir gözetleyicinin bulunmadığı hiçbir nefs yoktur" (et-Târık, 86/1-4) âyetidir.

İbnu'l-Enbari dedi k: Ancak bu pek güzel olmayan bir açıklamadır, çünkü kasem ile cevabı arasındaki ifadeler oldukça uzamış, âyetler ve kıssalar oldukça fazlalaşmış bulunmaktadır.

el-Kisaî dedi ki: Yeminin cevabı yüce Allah'ın: "Cehennem ehlinin bu davalaşmaları hiç şüphesiz bir gerçektir" (Sâd, 38/64) âyetidir. İbnu'l-Enbari dedi ki: Bu ise birincisinden daha da çirkin bir açıklamadır. Çünkü burada yemin ile cevabı arasındaki ifadeler daha da uzamış bulunmaktadır.

Yeminin cevabının:

"İşte muhakkak bu bizim rızkımızdır. Tükeneceği yoktur" (Sâd, 38/54) âyeti olduğu da söylenmiştir.

Katade dedi ki: Cevab hazfedilmiştir, cevabın takdiri de:

"Çok şerefli Kur'ân'a yemin olsun" ki muhakkak sizler öldükten sonra diriltileceksiniz, gibi bir ifadedir.

2

Aksine kâfirler büyüklük taslamakta ve muhalefet etmektedirler.

"Aksine kâfirler büyüklük taslamakta" hakkı kabul etmemekte ve buna karşı büyüklenmektedirler. Yüce Allah, nitekim bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Ona: Allah'tan kork, denildiği zaman, cahiliye kibiri kendisini günah işlemeye sürükler." (el-Bakara, 2/206)

Araplara göre "izzet" (burada mealde büyüklük) galib gelmek ve kahretmek anlamlarındadır. Mesela: Galip gelen, talan vurur" denilir. Yüce Allah'ın:

"Ve söz söylemede de beni yendi" (Sâd, 38/23) âyetinde de bu kökten gelmektedir ki, burada "azzeni", beni yenik düşürdü, anlamındadır. Şair Cerir de şöyle demiştir:

"İki omuzu ile yol üzerinde (ki diğer develeri) yenik düşürür,

Kumarda malını kaybetmiş bir kimsenin kumar okları üzerindeki çöküşü gibi."

Burada da bu fiil, galip gelmek anlamında kullanılmıştır.

"Ve muhalefet etmektedirler." Yani ayrılıklarını, muhalefetlerini açıkça ortaya koymaktadırlar.

“Muhalefet"; Ayırmak, yarıp bölmek"ten gelmektedir. Sanki bu bir tarafta, diğeri bir taraftaymış gibi. Buna dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/137. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

3

Onlardan önce nice nesiller helâk ettik. Onlar da feryad ettiler. Halbuki kurtulma vakti değildi.

"Onlardan önce" bunlardan daha güçlü, kuvvetli

"nice nesiller" kavimler

"helâk ettik." Bu âyetteki

"Nice" çokluk ifade eden bir lafızdır.

"Onlar da" yardım ve tevbe isteyerek

"feryad ettiler." Bu âyetteki "nida (feryad etmek)" sesi yükseltmek demektir. (Ezan ile ilgili) gelen rivâyette geçen: "Sen onu Bilal'e öğret, onun sesi senden daha yüksektir." Beyhaki, es-Sünenül’l-Kübra,I, 399 hadisindeki: lâfzı "daha yüksektir" demektir ve aynı kökten gelmektedir.

"Halbuki kurtulma vakti değildi" âyeti ile ilgili olarak el-Hasen dedi ki: Onlar tevbe diye seslerini yükselttiler fakat ne tevbe etmek zamanı idi, ne de amelde bulunmanın fayda vereceği bir zamandı.

en-Nehhâs dedi ki: Bu ondan nakledilmiş yüce Allah'ın:

"Halbuki kurtulma vakti değildi" âyeti ile ilgili bir tefsirdir. İsrail ise Ebû İshak'tan, o et-Temimî'den, o İbn Abbâs'dan "halbuki kurtulma vakti değildi" âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bu koşmak ve kaçıp kurtulmak zamanı değildir. Hepsi de oldukları yerde zaptedildiler, alıkonuldular.

el-Kelbî dedi ki: Savaş esnasında zor ve sıkıntı içerisinde kaldıklarında biri diğerine: "Kurtuluş!'" diye seslenirlerdi ki, geri dönüp kaçmaya, kurtulmaya bakınız, demektir. Azâb onlara geldiğinde yine aynı şekilde "kurtuluş!" dediler. Yüce Allah da:

"Halbuki kurtulma vakti değildi" diye buyurdu.

el-Kuşeyrî dedi ki: Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Onlar kurtuluş diye seslendiler. Buradaki "seslendiler" lâfzı ifadenin geri kalan bölümlerinin delaleti dolayısıyla hazfedilmiştir. Yani bu zaman sizin birbirinize yüksek sesle söylediğiniz şeyin zamanı değildir. Bu ifadede bir çeşit tahakküm de vardır. Zira: Helâk olmuş bütün nesillerin hepsinin çaresizlik esnasında "kurtuluş!" diye seslenmiş olmaları uzak bir ihtimaldir.

"Halbuki kurtulma vakti değildir" âyetinin: “Kurtuluş yoktur!" anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu da başına: "Yoktur" lâfzının gelmesi dolayısı ile nasb mahallinde demektir.

el-Kuşeyrî dedi ki: Ancak bu tartışılır, çünkü bu durumda: "Halbuki kurtulma vakti değildi" âyetindeki "vav (mealde; halbuki)"in anlamı olmaz.

el-Cürcanî dedi ki:"Kurtuluşun olmayacağı bir zamanda seslendiler" demektir. Bu da kurtulmanın ve azaptan yakayı kurtarmanın sözkonusu olmayacağı bir zamanda (seslendiler) demek olur. İlahi âyette: "( Y) öne alınıp (ûr- ) de sonradan zikredilince, başa bir "vav'ın getirilmesi gerekmiştir. Tıpkı halin mübteda ve haber olması halinde olduğu gibi. Mesela: Zeyd binici olarak geldi" ifadesinde hâlâ mübteda ve haber şeklinde dile getirilirse, "vav" getirmek gerekir. “Zeyd binici olduğu halde bana geldi" demek gibi.

Bu âyette Zaman" lâfzı "feryad ettiler" âyetinin zarfıdır,: Geri kalmak, kaçıp kurtulmak" manasınadır. Yani onlar kendileri için kurtuluşun sözkonusu olmayacağı bir zamanda kurtuluş istemek için feryad ettiler. el-Ferrâ'' dedi ki (İmruu’l-Kays dedi ki):

"Senden uzak kaldı diye, Leyla'yı hatırlamaktan mı kaçıyorsun?"

Kaçtı, uzaklaşıp gitti, kaçıp uzaklaşıp gider, kaçıp uzaklaşıp gitmek" denilir.

en-Nehhâs dedi ki: Öne gelip yaklaşmayı anlatmak için de denilir.

Derim ki: O takdirde bu fiil ezdad (zıt anlamlı) fiillerden olur. Yaban eşeği" demektir: Geri kaldı" anlamındadır. Bu açıklamayı da el-Cevherî yapmıştır.

Nahivciler: Halbuki ...vakti değildi" üzerinde vakıf yapmak hususunda birtakım açıklamalarda bulunmuş, Ebû Ubeyd el-Kasım b. Sellam ise "Kitabu'l-Kıraat"de oldukça fazla açıklamalarda bulunmuş olmakla birlikte, çok cüzî kısımlar dışında bütün açıklamaları red olunmuştur.

Sîbeveyh dedi ki: “Değildi(r)" lâfzı: “Değildir"e benzer bunda isim gizlidir. Bizim bu zamanlarımız kurtulma zamanı değildir" demektir. Onun naklettiğine göre Araplardan kimisi bu lâfız dolayısıyla sonrakini merfu olarak:” Halbuki bu kurtulma zamanı değildir" diye söylerler.

Yine onun naklettiğine göre ref ile okuyuş azdır. Bu durumda haber de hazfedilmiş olur. Nasb halinde ismin hazfedilmiş olduğu gibi. Yani: " Bu bizim için bir kurtulma vakti değildir."

Sîbeveyh ve el-Ferrâ'ya göre bu kelime üzerinde vakıf yapılacak olursa: ": Halbuki... değildir" şeklinde "te" ile yapılır, sonra da: “Kurtuluş vakti" diye okumaya başlanır. Aynı zamanda bu İbn Keysan ve ez-Zeccâc'ın da görüşüdür. Ebû'l-Hasen b. Keysan dedi ki: Doğrusu da Sîbeveyh'in dediği gibidir, çünkü o bunu: “Değildir" edatına benzetmiştir. Nasıl ki: denilebiliyor ise (oV) da denilebilir.

el-Kisaî'ye göre ise bunun üzerinde vakıf yapılacak olursa "he" ile vakıf yapılarak: denilir. el-Muberred Muhammed b. Yezid'in görüşü de budur. Ali b. Süleyman'ın ondan naklettiğine göre. bu hususa delil de şudur: Bunun sonuna gelen "he (te)" kelimenin müennes kılınması içindir. Tıpkı: "Sonra ve nice" denilmesi gibi.

el-Kuşeyrî de şöyle demiştir: Bazan: “Sonra" anlamında; "Nice"de anlamında kullanılabilir ;vinki onlar (âyet-i kerimenin açıklanan bu lâfzını da): (N )'nin sonuna ilave edip: demiş gibidirler. Tıpkı: "Sonra" lâfzını ( ilî) diye kullanıp vumi halinde bunun 'te'ye dönüşmesi gibi.

es-Sa'lebî dedi ki: Dilciler dedi ki: Vakti değildi" lâfzı tek bir kelime imiş gibi her ikisi(nin son harfleri) de fethalıdır. Ancak bu sonuna "te" gelmiş "Değil" lâfzıdır. "Nice" anlamındaki: (lâfzının) şeklinde: "sonra" anlamındaki lâfzının da: seklinde söylenmesi gibi. Ebû Zubeyd et-Taî dedi ki:

"Bizden barış istediler, halbuki zamanı değildi,

Bu sebepten biz onlara (bu zaman) hayatta kalma zamanı değildir, diye cevab verdik."

Bir başka şair de şöyle demiştir:

"Leyla'nın sevgisini hatırla, bu ise zamanı değildir,

(Çünkü) artık ağaran saçlar beraber olduğun arkadaşını senden koparmıştır."

Araplardan bu edat ile (sonraki ismi) mecrur okuyanlar da vardır. el-Ferrâ'' şu beyiti zikretmektedir:

"Yemin olsun tanıyacaksın çok güzel huyları,

Ve yemin olsun pişman olacaksın; fakat o vakit pişmanlık zamanı değildir."

el-Kisaî, el-Ferrâ'', el-Halil, Sîbeveyh ve el-Ahfeş: "Halbuki... vakti değildi" âyetindeki "te" harfinin: "Vakti" lâfzından ayrı olduğunu kabul ediyorlar ve buradaki anlamı şeklindedir, diyorlardı. Eski ve yeni mushaflarda da aynı şekilde "te" sonraki "hi" harfinden ayrı yazılmıştır. Ebû Ubeyde Ma'mer b. el-Müsenna da bu kanaatte idi. Ebû Ubeyd el-Kasını b. Sellam da şöyle demiştir: Bana göre bu kelime üzerinde vakıf yapılacak olursa: "Ve değildir" şeklinde yapılır, okumaya da: "Kurtulma vakti" diye başlanılır. Bu durumda "te" harfi "hı" harfi ile birlikte olur. Bazıları ise: "Değildir" diye vakıf yapılır, sonra da: Kurtulma vakti" diye okumaya başlar.

el-Mehdevî dedi ki: Ebû Ubeyd'in belirttiğine göre "te" harfi mushafta sonraki kelimenin " harfine bitişik olarak yazılmıştır. Bu ise nahivcilere göre yanlışlıktır, müfessirlerin açıklamalarına da aykırıdır. Ebû Ubeyd delil olarak da şunları gösterir: Biz Arapların "te" harfini fazladan ancak: " Zaman, zamanlar ve şimdi, şu an" kelimelerinde fazladan getirdiklerini görüyoruz. Daha sonra Ebû Vecze es-Sa'dî'nin şu beyitini zikreder:

"Şefkat edecek kimsenin olmadığı zamanda şefkat gösterenler,

Yemek yediren nerede! (denildiği) zamanda yemek yedirenler..."

Ebû Zübeyd et-Taî'nin de şu beyitini zikretmektedir:

"Bizden barış istediler, zamanı değildi oysa, bunun için biz onlara;

Şimdi hayatta kalma zamanı değildir, diye cevap verdik."

Görüldüğü gibi burada: "Zaman" kelimesinin başına "le" harfi getirmiştir.

Ebû Ubeyd dedi ki: "Şimdi" lâfzının başına "te" harfini getirmelerine örneklerden birisi de bir adamın Osman b. Affan (radıyallahü anh) hakkında İbn Ömer'e soru sorması üzerine onun üstün özelliklerini zikrettikten sonra ona: "Artık sen bunları öğrenmiş olarak şimdi git!" demiş olmasıdır. Şairin şu beyiti de böyledir:

"Ey Cümane, evimden uzaklaşmadan önce bir bağışta bulun,

Ve önceden söylediğin gibi haydi şimdi bizi gözet."

Ebû Ubeyd dedi ki: Sonra ben bütün bunlarla birlikte kendisine "İmâm" ismi verilen -Osman (radıyallahü anh)'a aitmushafı(nı) iyice tetkik ettim. Ben burada "te" harfinin: Zaman" lâfzı ile birlikte: şeklinde yazıldığını gördüm.

Ebû Cafer en-Nehhâs dedi ki: Ebû Vecze'ye ait olup (Ebû Ubeyd'in) zikrettiği ilk beyiti, dilbilginleri dört şekilde rivâyet etmişlerdir. Hepsi de onun naklettiği şekle uymamaktadır. Ebû'l-Abbas Muhammed b. Yezid'in rivâyet ettiği rivâyetlerin birisinde iki takdir sözkonusudur:

"Şefkat edenler, şefkat eden kimsenin olmadığı bir zamanda." İkinci rivâyet:

"Şefkat edenler, şefkat gösterme zamanı olmayan bir zamanda."

Üçüncü rivâyeti ise İbn Keysan rivâyet etmiştir:"Şefkat edecek kimsenin olmadığı bir zamanda şefkat gösterenler."

Görüldüğü gibi burada vakıf yapılacak olursa "he" (yuvarlak te'nin okunuşu); okuyup geçme (idrac) halinde de "te" olarak zikretmiştir. Ayrıca bunun müenneslik "he"si (te'si)ne benzetilerek harekesinin açığa vurulması için olduğunu ileri sürmüştür. Dördüncü rivâyet de şu şekildedir:

"Şefkat gösterecek kimsenin olmadığı bir zamanda ona şefkat gösterenler."

Bu rivâyette de iki takdir sözkonusudur. İsmail b. İshak'ın benimsediği görüş olan birinci takdire göre buradaki "he" nasb mahallindedir. Mesela. ": Zeyd'i vuranlar" denildiği vakit "Zeyd" yerine zamir kullanılarak: "Onu vuranlar" demeye benzer. Sîbeveyh de şiirde -"he"den önce düşmesi gereken "nun" harfi ilavesi ile-: Onu vuranlar" kullanımım câiz görmüştür. İşte burada İsmail (b. İshak) -Sîbeveyh'in benzerini câiz kabul eden görüşüne binaen- bu şekilde rivâyet etmiştir.

İkinci takdire göre kelime " Şefkat gösterenler" şeklindedir ve sondaki "he" harekeyi açığa çıkarmak içindir. Nitekim vakıf yapmak halinde: " Müslümanlar bize uğradı" demek de böyledir. Daha sonra bu "he" vasıl halinde de tıpkı vakıf halinde olduğu gibi okunmuştur. Nitekim Medineliler: " Malımın bana faydası olmadı, saltanatım da beni bırakıp gitti" (el-Hakka, 69/28-29) âyetini böyle okumuşlardır.

İkinci beyite (Ebû Zübeyd'in beytine) gelince, bunda da delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü: "Zamanı değildir" diye vakıf yapılır. Ancak bunda açıklanması nisbeten zor bir nokta vardır. Çünkü bu sondaki "nun" harfi kesreli olarak rivâyet edilir. Halbuki: (oV)'den sonra "ya" merfuyahuttamansub olarak gelmelidir. Her ne kadar Îsa b. Ömer'in: " Halbuki kurtulma vakti değildi" diye "te" ve "nun" harflerini kesreli okuduğu rivâyet edilmiş ise de bu böyledir. Çünkü ondan sağlam rivâyette bulunan kimselerin rivâyetine göre o, "te" harfini kesreli, ondan sonraki kelimenin "nun" harfini fetha ile okumuştur. Böylelikle: kesre üzerine; da fetha üzerine bina etmiştir.

"Te"nin üstün, "nun" harfinin kesreli okunuşuna gelince, bunda da iki takdir sözkonusudur. el-Ahfeş dedi ki: Bunda hazfedilmiş bir lâfız vardır ki: " Bu vakti, zamanı değildir" anlamındadır.

en-Nehhâs dedi ki: Ancak bu görüşün yanlış olduğu açıkça ortadadır.

Diğer takdir ise Ebû İshak'tan gelmiş olup o şöyle demiştir: Bu ifadenin takdiri: Zamanımız... değildir" şeklinde olup muzafun ileyhi hazfedildiğinden irabı yapılamaz. Kesreli okunuşu ise iki sakinin arka arkaya gelişinden ötürüdür. Ayrıca Muhammed b. Yezid bunu (Ebû Zubeyd et-Taî'nin beyitini): " Zamanları... değildir" diye ref' ile de nakletmiştir.

Üçüncü beyit (olan ve: evimden uzaklaşmadan önce... diye başlayan beyite) gelince, uydurma bir beyit olup kim tarafından söylendiği bilinmemektedir Kurtubî (XV, 147) naşirlerine göre beyit, Cemil b. Mamer, Taberî, (XXIII, 123, dn: 2) naşirlerine göre de Amr b. Ahmer el-Bahili'dir.) Delil olmaya elverişli bir tarafı da yoktur. Her ne kadar Muhammed b. Yezid bunu(n son kelimelerini): "Söylediğin gibi şimdi" diye rivâyet etmiş ise de.

Başkası ise şöyle demişti: Sen şimdi söylediğin gibi" şeklinde olup:"Sen" lâfzındaki hemze ile "nun"u düşürmüştür.

İbn Ömer'in soru soran adama Osman (radıyallahü anh)'in üstünlüklerini sözkonusu ettikten sonra ona:" Haydi bunları al, arkadaşlarına git" demiş olmasının da delil olacak bir tarafı yoktur. Çünkü bunu rivâyet eden kimse manası ile rivâyet etmiştir. Bunun delili de şudur: Mücahid, İbn Ömer'den bunu rivâyet etmekte ve onda şöyle dediğini belirtmektedir: " Haydi git ve bütün gayretini ortaya koy" Bir başkası ise:" Haydi şimdi bunları beraberinde alıp git" diye rivâyet etmiştir.

Ebû Ubeyd'in bu lâfzın İmâm Mushafta: diye yazıldığını gördüğünü delil olarak ileri sürmesine gelince, bunda da delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü "İmâm"ın anlamı mushafların İmâmı şeklindedir. Eğer diğer mushaflara muhalif ise onlara İmâm olmaz. Çünkü bütün mushaflarda: şeklinde olup "te" harfi "la"ya bitişiktir. Şayet bu hususta bunun dışında bir delil bulunmasaydı dahi, bu bile ikna edici olurdu.

Kurtulma"nın çoğulu: ...diye gelir.

4

Kendilerinden bir korkutucu geldi diye hayret ettiler ve kâfirler: "Bu bir büyücü, bir yalancıdır" dediler.

"Kendilerinden bir korkutucu geldi diye hayret ettiler" âyetinde yer alan: " diye" lâfzı nasb mahallindedir, "... geldiğinden ötürü" anlamındadır. Bunun daha önceki

"büyüklük taslamakta ve muhalefet etmektedirler" (Sad, 38/2) âyetine muttasıl olduğu da söylenmiştir. Yani büyüklük taslamakta, muhalefet etmekte ve hayret etmektedirler. "Nice nesiller helâk ettik" âyeti ise bir ara cümlesidir.

Hayır, bu âyetin bir söz başlangıcı olduğu da söylenmiştir. Onlar cahilliklerinden ötürü kendilerinden bir korkutucu geldi diye hayret ettiklerini açığa vurdular, anlamındadır.

"Ve kâfirler: Bu" kendisi ile insanları aldattığı, allı pullu sözler söyleyen, bir diğer açıklamaya göre büyüsüyle babayı evladından, kocayı karısından ayıran

"bir büyücü" peygamberlik iddiasında da

"bir yalancıdır, dediler."

5

"Acaba o bunca ilâhı tek bir ilâh mı yaptı? Muhakkak bu çok şaşılacak bir şeydir."

"Acaba o bunca ilâhı tek bir ilâh mı yaptı?" Buradaki "bunca ilâhı tek bir : anlamındaki kelimeleri iki mef'ûldürler. Yani o bütün ilâhları bir tek ilâh haline mi getirdi demektir.

(.......)

"bu çok şaşılacak bir şeydir." es-Sülemî "çok şaşılacak" an- lâfzı "cim"i şeddeli olarak: diye okumuştur, ile aynı anlamdadır. el-Halil, ile arasında anlam farkının olduğunu söyleyerek şöyle demiştir: Birincisi hayret edilen demektir. İkincisi ise hayret etme sınırını aşmış olan demektir. Nitekim: "Uzunluğu olan şey" demektir, Uzunluk sınırını aşmış olan" demektir.

el-Cevherî dedi ki: "Acib" kendisinden hayret edilen iş demektir. Ötreli olarak "el-ucab" de aynı şekildedir. Şeddeli olarak "el-uccab" ise ondan daha ileri hayret edilecek şey, anlamını ifade eder. "el-U'cube" de böyledir.

Mukâtil dedi ki: "Cim" harfinin şeddeli okunması Ezd-i Şenue ağzıdır.

Said b. Cübeyr'in rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Ebû Talib hastalandığında Kureyşliler onun yanına geldiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da geldi. Ebû Talib'in yanı başında bir kişinin oturacağı kadar bir yer vardı. Peygamberin oturmasını engellemek maksadı ile Ebû Cehil kalktı ve peygamberi Ebû Talib'e şikayet ettiler. Ebû Talib: Kardeşimin oğlu, sen kavminden ne istiyorsun? diye sordu. O da şöyle dedi: "Amcacığım! Ben onlardan sadece bir söz söylemelerini istiyorum. Bununla Araplar kendilerine boyun eğecek, Arap olmayanlar da onlara cizye ödeyecektir." Ebû Talib: Bu söz nedir? diye sorunca, Peygamber: "La ilahe illallah'tır" diye buyurdu. Bu sefer Kureyşliler:

"Acaba o bunca ilâhı tek bir ilâh mı yaptı?" dediler. İşte bunun üzerine onlar hakkında Kur'ân-ı Kerîm'in:

"Sâd, çok şerefli Kur'ân'a yemin olsun! Aksine kâfirler büyüklük taslamakta ve muhalefet etmektedirler" âyeti

"...bu ancak bir uydurmadır" (Sad, 38/1-7) âyetine kadar nazil oldu. Bu manada bu hadisi Tirmizî de rivâyet etmiş olup "bu hasen, sahih bir hadistir" demiştir Tirmizî, V, 365 (sadece "hasen bir hadistir" kaydıyla)

Yine denildiğine göre Ömer b. el-Hattâb'ın müslüman olması Kureyşlilere ağır gelmişti. Bundan dolayı Ebû Talib'in yanında bir araya gelip şöyle dediler: Bizimle kardeşinin oğlu arasında hüküm ver. Ebû Talib Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a haberci göndererek şöyle dedi: Kardeşimin oğlu! Bunlar senin kavminden olan insanlardır. Senden adaletli davranmanı istiyorlar. Kavmine karşı büsbütün haksızlık etme. Peygamber: "Benden istedikleri nedir?" diye sorunca, şöyle dediler: Sen bizden ve bizim tanrılarımızdan sözetmeyi bırak, biz de seni ilâhınla başbaşa bırakacağız. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bana kendisi sebebiyle Araplara egemen olacağınız ve Arap olmayanların da size itaat etmelerini gerçekleştirecek tek bir söz söyleyemez misiniz?" Ebû Cehil dedi ki: Hay Allah iyiliğini versin. Bu sözü de, onun on mislini de senin için söyleriz. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "La ilahe illallah deyiniz" diye buyurunca, bu işi kabul etmeyip kalkıp gittiler ve: "Acaba o bunca ilâhı tek bir ilâh mı yaptı?" dediler. Bütün bu mahlukatı bir tek ilâh nasıl yönetebilir? Bunun üzerine yüce Allah haklarında bu âyet-i kerimeleri:

"Onlardan önce Nûh'un kavmi... yalanladılar" (Sâd, 38/12) âyetine kadar olan âyetleri indirdi.

6

Onlardan elebaşıları: "Yürüyün ve ilâhlarınıza (ibadette) direnin. Şüphesiz ki bu istenilen bir şeydir" diyerek, kalkıp gittiler.

"Onlardan elebaşıları: Yürüyün... diyerek kalkıp gittiler" âyetinde geçen "el-mele": elebaşıları" onların eşrafı demektir.

Hızlıca gitmek" anlamındadır. Yani bu kâfirler Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanından birbirlerine: Üzerinde bulunduğunuz yola devam edin, onun dinine girmeyin " ilâhlarınıza direnin" diyerek, kalkıp gittiler.

Bunun daha önce geçtiği üzere hastalığı esnasında Ebû Talib'in yanına gitmelerime işaret olduğu da söylenmiştir. Muhammed b. İshak'ın rivâyetinde belirtildiğine göre bu kimseler, Ebû Cehil b. Hişam, Rabia b. Abdi Şems'in oğulları Şeybe ve Utbe, Umeyye b. Halef, el-As b. Vail ve Ebû Muayt'tırlar. utanlar Ebû Talib'e gelerek: Sen bizim efendimiz, bize göre de en insaflımızsum. Kardeşinin oğlu ile onun beraberindeki ayak takımının bizim adımıza sen hakkından gel. Onlar ilâhlarımızı bıraktılar, dinimizi tenkid ettiler.

Bunun üzerine Ebû Talib, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a haber göndererek ona: Senin kavmin seni eşitliğe ve insafa çağırıyor, dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Ben onları sadece bir tek kelime söylemeye davet ediyorum" deyince, Ebû Cehil: Onunla birlikte on tane daha söyleyelim, dedi. Peygamber de: "La ilahe illallah deyiniz" deyince, ayağa kalktılar ve:

"Acaba o bunca ilâhı tek bir ilâh mı yaptı?" (Sad, 38/5) sözleri ile diğer âyetlerde aktarılan sözlerini söylediler.

" Yürüyün" âyetindeki (ol) nasb mahallindedir. "Yürüyün... le" anlamındadır. Buradaki:Yani" anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu da:

"Onlardan elebaşıları" yürüyün demek anlamında

"kalkıp gittiler" demek olur. Bu da onların yürüyüşlerinin açıklaması olur, onların bu sözü fiilen söyledikleri anlamına gelmez.

Şöyle de açıklanmıştır: Yani onların ileri gelenleri, elebaşıları yürüyerek avama:

"Yürüyün ve ilâhlarınıza" ibadet etmek üzere

"direnin. Şüphesiz ki bu" Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın getirdiği

"istenen bir şeydir." Yani bu yol ile bir kavmin üzerindeki nimetin son bularak hallerinin olumsuzluğa doğru değişmesi kabilinden, yeryüzündeki insanlar hakkında

"istenen bir şeydir" dediler, demektir.

Bir başka açıklamaya göre:

"Şüphesiz ki bu istenen bir şeydir" ifadesi bir sakındırma anlamındadır. Yani Muhammed bu söylediği sözler ile bize üstünlük sağlasın ona itaat etmemizi, ona tabi olup hakkımızda istediği gibi tahakküm etmeyi istiyor. Sakın ona itaat etmeyiniz.

Mukâtil dedi ki: Ömer, İslâm'a girip de o sayede İslâm güçlenince bu iş Kureyşlilere ağır geldi ve: Şüphesiz ki İslâm'ın güçlenmesi hususunda Ömer'in İslâm'a girmesi istenen bir şeydir, demektir.

7

"Biz bunu öbür dinde işitmedik. Bu, ancak bir uydurmadır."

"Biz bunu öbür dinde işitmedik" âyeti hakkında İbn Abbâs, el-Kurazî, Katade, Mukâtil , el-Kelbî ve es-Süddî şöyle demişlerdir: Bununla Îsa (aleyhisselâm)'ın hristiyanlık dinini kastetmektedir. İslâm'dan önceki son din odur. Hristiyanlar da Allah ile birlikte başka ilâh koşuyorlar.

Mücahid ve yine Katade: Kureyş dinini kastetmektedirler, demiştir. el-Hasen de şöyle demiştir: Bizler ahir zamanda böyle bir şeyin olacağını işitmemiştik; bir başka açıklamaya göre, biz kitab ehlinden Muhammed'in hak bir rasûl olduğunu işitmedik anlamındadır.

"Bu ancak bir uydurmadır." Yalandır ve asılsız bir iddiadır. İbn Abbâs ve başkalarından böyle açıkladıkları nakledilmiştir.

" Olmadık bir şeyi uydurdu' demektir. Yüce Allah'ın mahlukatı halketmesi de buradan gelmektedir ki, herhangi bir misal, benzer ve örnek olmaksızın onları yoktan var etti, demektir.

8

"Aramızdan bu zikir onun üzerine mi indirildi?" Hayır, onlar Benim zikrimden şüphededirler. Hayır, onlar henüz azabımı tatmadılar.

"Aramızdan bu Zikir onun üzerine mi indirildi?" sorusu inkarî bir sorudur. Burada Zikirden kasıt, Kur'ân-ı Kerîm'dir. Aralarından özellikle Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a vahiy gönderilmiş olmasını kabul etmediler. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Hayır, onlar benim zikrimden" yani benim vahyim olan Kur'ân'dan

"şüphededirler." Yani onlar kendi aralarında hâlâ doğru sözlü olduğunu bilmektedirler. Onlar benim sana indirdiğim vahyin benden olup olmadığı hususunda şüphe etmişlerdir sadece.

"Hayır, onlar henüz azabımı tatmadılar." Onlar kendilerine uzunca süre tanınmasına aldandılar. Eğer şirk dolayısıyla azabımı tadacak olurlarsa, şüpheleri ortadan kalkar ve böyle bir şey söylemezlerdi. Fakat o zamanda da imanın hiçbir faydası olmaz.

Buradaki: " Henüz... madı..." âyeti: (r ): ...madı anlamında olup şu buyruklarda olduğu gibi zaiddir:

"Az zaman sonra" (el-Mu'minun, 23/40);

"Fakat o sözlerini bozmaları... sebebiyle." (en-Nisa, 4/155)

9

Yoksa galib, çok çok bağışlayıcı Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır?

"Yoksa galib, çok çok bağışlayıcı Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır?" âyeti şöyle açıklanmıştır: Yoksa bu imkanlar ellerinde var mıdır da onlar yüce Allah'ın Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ihsan etmiş olduğu peygamberlik nimetine engel mi olacaklar?

"Yoksa" edatı eğer ifade önceki âyetlerle ilişkili ise bazen azarlamak anlamında kullanılır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Elif, Lam, Mim. Kitabın indirilmesi -ki onda şüphe yoktur- âlemlerin Rabbindendir. Yoksa onlar: Onu kendiliğinden uydurdu mu, derler?" (es-Secde, 32/1-3)

Yüce Allah'ın:

"...Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır?"âyetinin daha önce geçen:

"Kendilerinden bir korkutucu geldi diye hayret ettiler" (Sad, 38/4) âyeti ile bağlantılıdır. Buna göre anlamı şu olur: Yüce Allah dilediği kimseleri peygamber olarak gönderir. Çünkü göklerin ve yerin hazineleri yalnız O'nundur.

10

Yahut göklerle yerin ve aralarında olanların mülkü onların mıdır? O halde sebeplerine yapışıp yükselsinler.

"Yahut göklerle yerin ve aralarında olanların mülkü onların mıdır?"

Eğer böyle bir iddiada bulunacak olurlarsa

"o halde sebeplerine yapışıp yükselsinler." Yani semalara yükselsinler ve meleklerin Muhammed'e vahiy indirmesini engellesinler.

Yükseldi, yükselir" demektir. Aynı fiil: "Yüksekli, yükselir, yükselmek" şeklinde de gelir. " Attı, atar, atmak" gibi. (Yükselmek anlamındaki bu fiil,) " Manevi yolla okuyarak tedavi' ile aynı kökten gelmektedir.

er-Rabî' b. Enes dedi ki: Buradaki

"sebepler" kıldan daha ince, demirden daha güçlüdür, fakat bunlar görülmezler.

Sözlükte "sebep" kendisi vasıtası ile maksada ulaşılan ip ya da başka herşeyin adıdır.

"Sebepler"in meleklerin indiği semavatın kapıları olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı Mücahid ve Katade yapmıştır. Şair Züheyr de şöyle demiştir:

"İsterse semanın sebeplerine bir merdiven ile ulaşmaya kalkışsın."

"Semaların sebepleri"nin bizatihi semaların kendileri olduğu da söylenmiştir. Yani onlar sema be sema yükselsinler.

es-Süddî de:

"Sebeplerine yapışıp yükselsinler" âyeti fazilet ve din bakımından yükselsinler, anlamındadır, demiştir.

Eğer kendilerini koruyup kurtaracağını sanıyor iseler güçlenmenin sebepleri bakımından istedikleri kadar ileri gitsinler, diye de açıklanmıştır. Ebû Ubeyde'nin açıklaması bu anlamdadır.

Sebeplerin ipler, halatlar anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani onlar kendisi ile semaya yükselmek için bir halat yahut bir sebep bulacak olurlarsa, yükselsinler. Bu ise bir azar ve aciz bırakıcı bir emirdir. Daha sonra yüce Allah, peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, onlara karşı zafer ve yardım vaadinde bulunarak şöyle buyurmaktadır:

11

Burada gruplardan yenilgiye uğratılmış bir ordu...

"Burada... bir ordu" âyetindeki: sıla (zaid) olup ): Onlar... bir ordudur" takdirindedir. Buna göre

"ordu" lâfzı hazfedilmiş bir mübtedanın haberidir.

"Yenilgiye uğratılmış" yani ortaya koyacak delilleri kalmamış, delilleri çürütülmüş, zelil kılınmış, kökü kazınmış... Çünkü onlar hiçbir şekilde bu bizim lehimizedir, demek imkanını bulamıyorlar.

"Kırba kırıldı", " Orduyu kırdım (yenilgiye uğrattım)" denilir.

Bu âyet daha önceki âyetlerle yani:

"Aksine kâfirler büyüklük taslamakta ve muhalefet etmektedirler" (Sad, 38/1) âyeti ile bağlantılıdır. Yani onlar grublardan bozguna uğratılmış bir ordudur. Onların büyüklük taslamaları ayrılıkçılık yapmaları seni üzmesin. Ben onların topluluklarını bozguna uğratacağım, onların güçlerini alacağım.

Bu âyet, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir tesellidir. Bedir günü de bu denilenler o orduların başına getirilmiştir.

Katade dedi ki: Yüce Allah daha onlar Mekke'de iken onları bozguna uğratacağını vaadetmiştir. Bu vaad Bedir günü gerçekleşmiştir.

"Burada" âyeti Bedir'e bir . Orası Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile savaşmak için grup grup bir araya geldikleri yerdir.

Maksadın Medine'ye gelen ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karşı biraraya gelen gruplar (el-Ahzab) olduğu da söylenmiştir. Buna dair açıklamalar da daha önce el-Ahzab Sûresi'nde (33/9. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

Ahzab ordu demektir. Nitekim çeşitli kabilelerden bir ordu tabiri kullanılır.

Burada "ahzab: grublar" ile geçmiş zamanlardaki kâfirlerin kastedildiği de söylenmiştir. Yani bunlar da öncekilerin yolundan giden bir ordudur. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Ondan içen benden değildir, onu tatmayansa o bendendir." (el-Bakara, 2/249) Yani dinim ve mezhebim üzeredir.

el-Ferrâ'' dedi ki: Âyetin anlamı şudur: Onlar yenilgiye uğratılmış bir ordudurlar. Bu da bu ordunun semaya çıkması engellenmiştir, demektir.

el-Kutebî dedi ki: Onlar şu uydurma tanrıların yenilgiye uğratılmış orduları, askerleridir. Onlar yüce Allah'ın rahmet hazinelerinden olsun, göklerin ve yerin mülkünden olsun, herhangi bir şeyin, ilâhlarına ya da kendilerine ait olduğunu ileri süremezler.

12

Onlardan önce Nûh'un kavmi, Âd ve kazıklar sahibi Fir'avun yalanladılar.

"Onlardan önce Nûh'un kavmi... yalanladılar" âyetini yüce Allah Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın gönlünü hoş etmek ve onu teselli etmek için zikretmiş bulunmaktadır. Yani, ey Muhammed, bunlar senin kavminden olup daha önce peygamberlerine karşı grublar halinde çıkmış, o güruhlardan bir ordudur. Onlardan öncekiler bunlardan daha güçlü idiler, ama yine de helâk edildiler.

Yüce Allah

"kavm" kelimesini müennes olarak zikretmiştir. Arap dilbilginleri bu hususta iki farklı görüşe sahiptirler. Birincisine göre bu lâfzın müzekker olarak da, müennes olarak da kullanılması mümkündür. İkinci görüşe göre bu lâfız olarak müzekkerdir, müennes olarak değerlendirilmesi câiz değildir. Ancak aşiret ve kabile anlamında kullanılırsa, bu durumda lafızda manaya dikkat çekmek maksadı ile gizli anlamın hükmü ağırlık kazanır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Hayır, gerçekten o bir öğüttür. Kim dilerse ondan öğüt alır." (el-Muddessir, 74/54-55) Burada görüldüğü gibi "ondan öğüt alır" anlamındaki âyette zamir müzekker olarak gelmiş ve şeklinde müennes zamir olarak gelmemiştir. Çünkü onda gizli olan müzekker anlam olduğundan müzekker gelmiştir, lâfız müennes gelmesini gerektirse dahi.

Yüce Allah bu buyruklarda Fir'avun'u

"kazıklar sahibi" olmakla nitelendirmektedir. Bunun anlamı hakkında farklı görüşler vardır. İbn Abbâs: Sapasağlam yapılar sahibi, anlamındadır derken, ed-Dahhak şöyle demiştir: Onun bina ve yapıları pek çoktu. Binaya "evtad (kazıklar)" da denilebilir.

Yine İbn Abbâs'tan, Katade ve Atâ'dan şöyle dedikleri zikredilmiştir: Onun kazıkları, alanları, oyun yerleri vardı. Bunlar üzerinde onun için öoyunlar oynanırdı.

Yine ed-Dahhak'tan: Güç ve şiddetlice yakalama sahibi diye açıkladığı da rivâyet edilmiştir.

el-Kelbî ve Mukâtil de şöyle demişlerdir: O insanları kazıklarla azaplandırırdı. Birisine kızdı mı onu sırtüstü yatırır, yere çaktığı dört kazığa bağlar, üzerine ölünceye kadar akrep ve yılanları salardı.

Yine denildiğine göre o, işkence yaptığı kimseleri dört direk arasında bağlardı. Onun herbir el ve ayağını demirden bir kazığın çakılmış olduğu bir direğe bağlayıp ölünceye kadar bırakırdı.

Bir diğer açıklamaya göre

"kazıklar sahibi" pekçok asker ve ordu sahibi demektir. Burada askerlere

"kazıklar" ismi verilmiştir. Çünkü onlar kazığın çadırı güçlendirdiği gibi, saltanatını güçlendiriyorlardı.

İbn Kuteybe dedi ki: Araplar: "Onlar kazıkları oldukça sağlam bir güce sahibtirler" diyerek her zaman güçlü olduklarını anlatmak isterler. Bunun aslı ise, kıl çadırlardan herhangi bir çadırın kazıklarla sağlamlaşması ve kazıklarla ayakta durmasından gelmektedir. el-Esved b. Ya'fur der ki:

"Orada yaşayışın türlü nimetleriyle kaldılar,

Kazıkları sapasağlam bir mülkün gölgesinde."

"Kazıklar" lâfzının tekili "te" harfi esreli olarak: şeklinde gelir. Üstün olarak da bir söyleyişi vardır.

el-Esmaî dedi ki: " Sağlam kazık" denilir, tıpkı: " Oldukça uğraştıran bir iş" denildiği gibi. Sonra da şu beyiti zikretmektedir:

"(O develer) su başında sağlam çakılmış bir kazık buldular,

Onlara verdiği sözde durmamazlık etmezdi."

(el-Esmaî devamla) dedi ki: Burada adamı "cizl; develere taşınmak üzere dikilen kazık"a benzetmiştir.

13

Semud, Lut kavmi ve Ashabu’l-Eyke de: İşte onlar güruhlardır.

"Semud, Lut kavmi ve Ashabu’l-Eyke" yani ormanlıktakiler

"de" (yalanladı). Buna dair açıklamalar daha önce eş-Şuara Sûresi'nde (26/176. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Nafi’, İbn Kesîr ve İbn Amir hemzesiz olarak "lam" ve "te" harflerini de üstün olarak: diye okumuşlardır. Diğerleri ise hemzeli ve "te" harfi de esreli olarak okumuşlardır. Bu da daha önce geçmiş idi.

"İşte onlar güruhlardır." Yani güçlü olmakla, çok olmakla nitelendirilenler onlardır. Bu. işte adam odur, demeye benzer.

14

Onların herbiri rasûlleri yalanladılar. Bu sebeple azabım hak oldu.

"Onların herbiri rasûlleri yalanladılar. Bu sebeple azabım hak oldu."

Bu yalanlamalarından ötürü azâb onların üzerine indi. Yakub: " Azabım' ile: İkabım (azabım)" lâfzındaki "ye" harfini her iki halde (vakıf ve vasl hallerinde) de sabit okumuş, diğerleri ise her iki halde "ye" harfini hazfetmişlerdir.

Bu âyetin bir benzeri yüce Allah'ın şu âyetleridir:

"îman eden o kimse dedi ki: Ey kavmim! Muhakkak ben sizin için o güruhların günü gibi bir günden korkuyorum. Nûh kavmi, Âd, Semud ve onlardan sonra gelenlerin başına gelenlerin benzerinden..." (el-Mu'min, 40/30-31)

İşte burada da sözü geçen bu ümmetlere "ahzab: güruhlar" ismini vermiş bulunmaktadır.

15

Bunlar devenin iki sağımlığı kadar dahi gecikmesi olmayan bir çığlıktan başkasını beklemiyorlar.

"Bunlar... bir çığlıktan başkasını beklemiyorlar" âyetinde geçen: " Bakmak, gözetlemek";"Beklemek" anlamındadır. Yüce Allah'ın:" Bizi bekleyin, nurunuzdan aydınlanalım" (el-Hadid, 57/13) âyetinde de böyledir.

"Bunlar"dan kasıt Mekke kâfirleridir.

"Bir çığlıktan başkası" âyetinde kastedilen ise kıyâmet için sûr üfürüşüdür. Yani bunlar Bedir'de o yarayı aldıktan sonra geriye sadece kıyâmetin çığlığını bekliyorlar.

Şöyle de açıklanmıştır: Şu anda aralarından hayatta olanlar artık sadece sûra üfürmek demek olan o çığlığı bekliyorlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onlar birbirleri ile çekişirlerken, kendilerini alacak bir tek çığlıktan başkasını gözlemiyorlar. (O zaman) onlar ne bir tavsiyede bulunabilirler." (Yasin, 36/49)

Bu âyet, kıyâmet ve ölümün oldukça yakın olduğunu haber vermektedir.

Şöyle de açıklanmıştır: O önceki kâfirlerin dinlerini takib eden bu ümmetin son zamanlarındaki kâfirler, ancak tek bir çığlıktan ibaret olan o sûra üfürmeyi bekliyorlar.

Abdullah b. Amr dedi ki: Semada meydana gelen bir çığlık mutlaka yüce Allah'ın yeryüzündekilere gazabı ile olur.

"Devenin iki sağımlığı kadar dahi gecikmesi olmayan" âyetindeki: "Tekrarlanma" demektir. Bu açıklama İbn Abbâs'tan gelmiştir. Mücahid ise dönüşü olmayan, Katade ikinci defa meydana gelmesi sözkonusu olmayan, es-Süddî ise ayılısı olmayan, diye açıklamıştır.

Hamza ve el-Kisaî "fe" harfini ötreli olarak: diye okumuş, diğerleri ise üstün olarak okumuşlardır.

el-Cevherî dedi ki: Bu iki söyleyişi ile bu kelime, iki sağımlık arasındaki süre demektir. Çünkü (deve) önce sağılır, sonra da memelerine süt gelmesi için kısa bir süre yavrusunun onu emmesine müsade edilir, sonra tekrar sağılır. Mesela: "Onun yanında ancak iki sağımlık arası kadar bir süre durdu" denilir. Hadîs-i şerîfte de: "Hasta ziyareti dişi devenin iki sağımlığı arası süre kadardır. " (Bezzar, Müsned, II, 255, aynı lâfızlarla değil de: "Ecri en büyük hasta ziyareti en kısa tutulmalıdır" manasına el-Kudai, Müsnedu'ş-Şihab, II, 218'de Bezzar'ınkine yakın lâfızlarla.)

Yüce Allah'ın:

"Devenin iki sağımlığı kadar dahi gecikmesi olmayan" âyetinde "fe" harfi hem üstün, hem ötreli olarak okunur. Yani onun bir beklemesi, dinlenmesi ve kendine gelmesi sözkonusu değildir, demektir. "Fe" harfi esreli olarak: "İki sağımlık arası memede toplanan süt" anlamındadır. Önceki harfi esreli olduğundan dolayı "vav", "ye"ye dönüşmüştür, el-Aşa bir ineği anlatırken şöyle demektedir:

"Nihayet memesinde bir süt toplandı mı,

Eğer süt emecek olsa, ciğer paresini emzirmek için geliverir."

Çoğulu: şeklinde, bunun da çoğulu: ...diye gelir. Tıpkı: "Karış'ın çoğulunun: diye gelmesi gibi. Daha sonraki çoğulu ise: şeklinde getirilir. İbn Hemmam es-Selulî dedi ki:"Bize dünyayı yerdiler, onlar ise ondan süt emip duruyorlar,İki sağımlık arasında her süt biriktikçe; hatta süt vermeyen memelerdeki çıkıntıları bile (emmeye çalışırlar)." aynı zamanda "bulutta toplanan su" anlamına da gelir. Böyle bir bulut zaman zaman yağmur yağdırır. " Sağımlık aralarında dişi devenin memesinde süt birikti, birikmek" demektir. Bu durumda olan dişi deveye de: "denilir. Bu açıklama Ebû Amr'dan alınmıştır. Çoğulu ise: ...diye gelir.

el-Ferrâ'', Ebû Ubeyde ve başkaları: " Devenin iki sağımlığı" âyetinin "fe" harfi üstün olarak okunursa, kendilerine gelecekleri bir dinlenme vakti demektir. Tıpkı hastanın ve baygın kimsenin ayılması gibi. Ötreli okunması ise "beklemek" anlamındadır. Her ikisinin aynı anlamda olup "iki sağımlık arası" demek olduğu da az önce geçmiş bulunmaktadır.

Derim ki: Anlatılmak istenen, bu sürenin arada kesinti olmaksızın devam edip gittiğidir. Ebû Hüreyre rivâyetle dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizlere -bir grub ashabı ile birlikte iken- anlattı... Bu hadiste şunlar da yer almaktadır: "Yüce Allah İsrafil'e birinci defa sûra üfürmesini emreder. Ona: Korku ve dehşet üfürüşünü üfür, der. Göklerdekiler ve yerdekiler -Allah'ın diledikleri müstesnâ-dehşete kapılırlar. Sonra ona emir verir, o da bunu uzatıp sürdürür ve devam ettirir. Yüce Allah da: "Bunlar devenin iki sağımlığı kadar dahi gecikmesi olmayan bir çığlıktan başkasını beklemiyorlar" diyerek bu hadisi zikretmektedir. Bu hadisi Ali b. Mabed ve başkaları eserlerinde zikrettikleri gibi biz de bunu "et-Tezkire" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz.

16

Ve dediler ki: "Rabbimiz, hesab gününden önce (azaptan) payımızı bize çabuk ver (de görelim)!"

"Ve dediler ki: Rabbimiz hesab gününden önce payımızı bize çabuk ver"

âyeti ile ilgili olarak Mücahid: Azabımızı diye açıklamıştır. Katade de aynı şekilde azaptan payımızı (çabuk ver), diye açıklamıştır. el-Hasen dedi ki: Cennetteki payımızı ondan istifade edelim diye dünyada bize ver. Said b. Cübeyr de böyle açıklamıştır.

Aydan aya verilecek mükâfatın yazılı olduğu mektuba: denildiği de dilde bilinen bir husustur. el-Ferrâ'' dedi ki: Bu lâfız Arap dilinde "pay ve nasip" demektir. Sak (elinde bulunduranın lehine olmak üzere yazılı mal ya da paranın ait olduğunu belirten belge)'e bu adın verilmesi de buradan gelmektedir. Ebû Ubeyde ve el-Kisaî şöyle demişlerdir: Bu kelime verilecek mükâfatlara dair yazılı belge demektir, çoğulu da: ...diye gelir. Şair el-A'şa şöyle demiştir:

"Mükâfatların yazılı olduğu belgeleri verip durumu düzelten,

Nimeti ve üstün hali ile karşılaştığım günde hükümdar en-Numan da değil."

Buradaki "nimet ve üstün hali ile" diye anlamı verilen: kelimesinin yerine: "Topluluğu ile" diye de rivâyet edilmektedir.

" Pay" kelimesinin çoğulu olarak: şekli de kullanılır. Azlık çoğulu için de: ile kullanılır. Bunları en-Nehhâs zikretmiştir.

es-Süddî dedi ki: Kâfirler kendilerine verilen vaadlerin gerçek olup olmadığını bilmek maksadı ile cennetteki yerlerinin kendilerine gösterilmesini istediler.

İsmail b. Ebi Halid dedi ki: Bu, rızıklarımızı bize çabucak veriver, anlamındadır. Bunun bize yetecek kadarını çabucak ver, anlamında olduğu ve bana yeter anlamında kullanılan: den geldiği de söylenmiştir.

Bir başka açıklama da şudur: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kur'ân-ı Kerîm'in, kitablarının sağ ve sollarından verileceğine dair, âyetlerini onlara okuyunca, bu kitabların kendilerine çabucak verilmesini isteyerek bu sözleri söylediler. Sözü edilen âyetler da yüce Allah'ın:

"Kitabı sağdan verilmiş olana gelince" (el-Hakka, 69/19);

"Kitabı arkasından (sol eline) verilecek kimseye gelince..." (el-İnşikak, 84/10) âyetleridir.

(........)'in asıl anlamı "kesmek"tir. "Kalemin kesilmesi (traş edilmesi ucunun açılması)" da buradan gelmektedir. O halde bu lâfız bir şeyden kesilen parçanın adıdır. "Kesmek, ayırmak", "Pay etmek" gibi. Daha sonra bu pay, kitab (yazılıp takdir edilen) ve rızık hakkında kullanılmıştır. Çünkü bunlar başkasından kesilip ayrılmaktadır. Şu kadar var ki, bu kitab (yazılan şey, yazılan belge) hakkında daha çok kullanılmakta ve gerçek anlamının bu olması daha güçlü bulunmaktadır. Ümeyye b. Ebi's-Salt şöyle demiştir:

"Bir kavim ki, Irak sahası onlarındır ve,

Oraya toplanan şeyler ile kıt' (kitab) ve kalem dahi."

"Hesap gününden önce" eğer durum Muhammed'in dediği gibi ise dünyada kıyâmet gününden önce "payımızı ver" demektir. Bütün bunları alay olsun diye söylüyorlardı.

17

Onların dediklerine sabret ve güçlü kulumuz Davud'u hatırla! Çünkü o, (Allah'a) çokça dönen birisi idi.

"Onların dediklerine sabret!" âyeti ile yüce Allah kendisi ile alay etmeleri üzerine peygamberine (salat ve selam ona) sabretmesini emretmiştir. Bu âyet-i kerîme kılıç (cihadı emreden) âyeti ile neshedilmiştir.

"Ve güçlü kulumuz Davud'u hatırla!" Yüce Allah kâfirlere dair haberleri, onların ayrılık çıkarmalarını, kendilerinden önceki kavimlerin helâk edilmesi hatırlatılarak azarlanmalarını söz konusu ettikten sonra, bu âyeti ile yüce peygamberine onların verdikleri eziyetlere sabretmesini emretmekte ve daha önce sözü edilen bütün hususlarla onları teselli etmiş bulunmaktadır.

Bundan sonra da Dâvûd ve peygamberlerin kıssalarını sözkonusu etmeye geçmektedir ki, Peygamber onların sabırlarını hatırlayarak teselli bulsun, âhirette bunun için Davud'a ve diğer peygamberlere verilenlerin kat kat fazlasının verileceğini bilsin.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Onların söylediklerine sabret ve onlara peygamberlerin kıssalarını hatırlat ki, bu senin peygamberliğinin doğruluğuna açık ve kesin bir delil olsun.

"Güçlü" âyeti ibadette güç sahibi demektir. O bir gün oruç tutar, bir gün orucunu açardı. Bu ise orucun en ağır ve en faziletli şeklidir. Gecenin yarısını namazla geçirir, düşmanla karşılaştığında kaçmazdı. Yüce Allah'a duada güç sahibi idi.

"Kulumuz" âyetiyle kul olarak bu şekilde onun Allah'a izafe edilmesi, onun şerefini açıkça ortaya koymak içindir.

("Güçlü" anlamı verilen): lâfzı, şeklinde de kullanılır. Nitekim: "Kusur" anlamındaki lâfzın,şeklinde kullanılabileceği gibi. Şair şöyle demektedir:

"Önceden bükülmezdi o fakat bükülür oluverdi."

"Güçlü adam" ifadesi de buradan gelmektedir. "Güçlendi" anlamındadır. Şair de şöyle demiştir:

"O çok kuvvetli kişi yaya kiriş takarsa,

Atışını yapar böbreklere isabet ettirir ve onlar da lezzetli olurlar."

Şair şunu demek istiyor:

Yüce Allah, buluttaki yaya kiriş takarsa, develerin böbreklerine atış yapar ve bu yağla develeri semirtir. Bundan da maksat yağmurdan oluşan bitkileri otlayarak semirdiklerini anlatmaktır.

"Çünkü o (Allah'a) çokça dönen birisi idi." ed-Dahhak: Çokça tevbe eden birisi idi, demektir, diye açıklamıştır. Başkasından gelen rivâyete göre ise o günahını hatırladığında yahut hatırına geldiği her seferinde bundan ötürü Allah'tan mağfiret dilerdi. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ben bir gün ve gecede yüce Allah'tan yüz defa mağfiret dilerim." Tirmizi, V, 383; Müsned, V, 394.

" Döndü, döner" denilir. Nitekim şair de şöyle demiştir:

"Ayrılıp giden herkes elbette döner,

Fakat ölüp ayrılan asla dönmez."

Dâvûd (aleyhisselâm) her hususta yüce Allah'a itaate ve rızasına dönen birisi idi. O bakımdan, kendisine uyulmaya layık bir kimsedir.

18

Gerçekten Biz dağları -akşamleyin ve kuşluk vakti onunla birlikte teşbih eder halde- musahhar kıldık.

Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Davud'a Mûsahhar Kılınan Dağlar:

“Gerçekten Biz dağları -... onunla birlikte teşbih eder halde- musahhar kaldık" âyetindeki:

"Teşbih eder halde" hal olarak nasb mahallindedir. Şanı yüce Allah ona vermiş olduğu delil ve mucizeyi söz konusu etmektedir ki, bu da onunla birlikte dağların da tesbih etmesi idi.

Mukâtil dedi ki: Dâvûd (aleyhisselâm) yüce Allah'ı andı mı dağlar da onunla birlikte Allah'ı anardı ve o dağların teşbihini anlardı.

İbn Abbâs dedi ki:

"Teşbih eder halde" namaz kılar halde... demektir. Bu insanlar tarafından görülüp bunun ne olduğunu anladıkları takdirde bir mucizedir.

Muhammed b. İshak dedi ki: Dâvûd (aleyhisselâm)'a öyle güzel bir ses verilmişti ki, onun dağlardaki yankısı da güzel olurdu. Sesinin güzelliği dolayısıyla kuşlar ona kulak kabartır, onunla birlikte ses çıkartırdı. İşte dağların ve kuşların teşbihi budur.

Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah dağları onunla birlikte yürüsünler diye musahhar kılmıştı. İşte dağların teşbihi budur. Çünkü bunlar yüce Allah'ın yaratılmışlara benzemekten münezzeh olduğuna delalet etmektedir.

Bu anlamdaki açıklamalar daha önce Sebe' Sûresi'nde (34/10. âyetin tefsirinde) ve İsra Sûresi'nde yüce Allah'ın:

"Onu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların teşbihlerini anlamazsınız" (el-İsra, 17/44) âyetini açıklarken geçmiş bulunmaktadır. Orada belirttiğimiz gibi konu ile ilgili sahih kabul edilen görüşe göre bu varlıkların teşbihi sözlü teşbihtir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Akşamleyin ve kuşluk vakti" âyetinde geçen:

"Kuşluk vakti"; aynı zamanda güneşin doğuşundan sonra, ışığının beyazlaşması demektir, "Güneş doğdu" denilir, " Güneş etrafı aydınlattı" demektir. İşte Dâvûd (aleyhisselâm) güneşin doğuşu sırasında namazının akabinde ve batışı sırasında Allah'ı teşbih ederdi.

2- Kuşluk Vakti ve Kuşluk Namazı:

İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ben bu:

"Akşamleyin ve kuşluk vakti" âyetini okuyup durur fakat bunun mahiyetini bilmiyordum tâ ki Um Hanî bana şu hadisi nakledinceye kadar: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir seferinde yanına girmiş ve abdest almak üzere su istedikten sonra abdest almıştı. Sonra da kuşluk namazı kılmış ve şöyle buyurmuştu: "Ey Um Hanî! İşte bu işrak (kuşluk vakti) namazıdır." Taberani, Evsat, IV, 296; İbn Abdi’l-Berr, Temhid, VIII, 138

İkrime de dedi ki: İbn Abbâs dedi ki: Kuşluk namazı ile ilgili kalbimde bir kuşku vardı. Nihayet ben bunu Kur'ân-ı Kerîm'de buldum:

"Akşamleyin ve kuşluk vakti onunla birlikte teşbih eder halde..."

İkrime dedi ki: İbn Abbâs önceleri kuşluk namazı kılmazdı. Daha sonra bu namazı kılmaya başladı.

Rivâyete göre Ka'b el-Ahbar, İbn Abbâs'a şöyle demiş: Ben Allah'ın indirmiş olduğu kitablarda güneşin doğuşundan sonra bir namazdan sözedildiğini görüyorum. Bu evvabin Allah'a dönenlerdin namazıdır. İbn Abbâs da dedi ki: Ben de sana bu namazın Kur'ân'daki yerini gösteriyorum. Bu, Dâvûd kıssasında yer alan:

"Akşamleyin ve kuşluk vakti onunla birlikte teşbih eder halde..." âyetidir.

3- Kuşluk Namazının Hükmü:

Kuşluk namazı müstehab ve nafile bir namazdır. Öğleden sonra ikindi namazının (vakit itibariyle) durumu ne ise sabahleyin kuşluk namazının da durumu odur. Güneş doğuşundan sonra beyazlaşıp bulanıklığı gidinceye, ışığıyla etrafıaydınlatıncaya kadar kılınmamalıdır. Tıpkı ikindi namazının güneşin ışıklarının sarardığı vakte kadar bırakılmaması gerektiği gibi.

Müslim'in Sahih'inde Zeyd b. Erkam'dan rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Evvabin (kuşluk) namazı deve yavrularının ayaklarını ısınan kumların yakmaya başladığı vakittir." Müslim, I, 515; Müsned, IV, 367, 372. Merhum müfessir, hadisi kaydettikten sonra "Fısal: Deve yavruları" ile "ramda: Yerin aşın ısınması" lâfızlarını açıklamaktadır. Bunlar anlam itibariyle hadisin tercemesi muhtevasında yer aldıklarından ayrıca terceme edilmemişlerdir.

Burada özellikle deve yavrularının sözkonusu edilmesi, tahammüllerinin azlığı dolayısıyla onların annelerinin ayaklarını yakan ileri derecedeki sıcağın sona ermesinden önceki vakitte, ayaklarının kumdan yanmaya başlamasından dolayıdır. Bu da ya kuşluk vaktinde yahutta ondan kısa bir süre sonra olur. Güneşin doğması ile zevali arasındaki vakit, orta vakittir. Bu açıklamayı Kadı Ebû Bekr İbnu’l-Arabî yapmıştır.

Bazı kimseler acele edip bundan önce namazı kılabilmektedir. Bunu da işi olur, böylelikle o amelini kaybeder, düşüncesiyle yapar. Zira bu namazı, kılınması yasak olan bir vakitte kılmış olur ve böylece kişi lehine değil de aleyhine olan bir işi yapmış olmaktadır.

4- Kuşluk Namazına Dair Bazı Rivâyetler:

Tirmizî’nin rivâyetine göre Enes b. Malik şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Her kim kuşluk namazını oniki rekat olarak kılarsa, Allah ona cenuneme altından bir köşk bina eder." (Tirmizî) dedi ki: Bu garib bir hadistir. Müslim, I, 515; Müsned, IV, 367, 372. Merhum müfessir, hadisi kaydettikten sonra "Fısal: Deve yavruları" ile "ramda: Yerin aşın ısınması" lâfızlarını açıklamaktadır. Bunlar anlam itibariyle hadisin tercemesi muhtevasında yer aldıklarından ayrıca terceme edilmemişlerdir.

Müslim'in Sahih'inde yer alan rivâyete göre Ebû Zerr Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan Şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Her sabah sizin herbirinizin bütün eklemlerine birer sadaka düşer. Herbir teşbih bir sadakadır, herbir tehlil bir sadakadır, herbir tekbir bir sadakadır. İyiliği emretmek bir sadakadır, kötülükten sakındırmak bir sadakadır. Bunun için de kuşluk vaktinde kılacağı iki rekat yeterlidir. " Tirmizî, II, 337.

Yine Tirmizî'de Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim kuşluk namazının iki rekatını muhafaza ederse, ona günahları -deniz köpükleri gibi olsa dahi- bağışlanır." Müslim, I, 498; Müsned, V, 167.

Buhârî ve Müslim, Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: "Can dostum bana üç şey tavsiye etti. Ölünceye kadar onları terketmem. Her (kameri) ayın üç gününü oruçla geçirmek, kuşluk namazını kılmak, vitir kılmadan uyumamak. " Tirmizî, II, 341, Tirmizî ravilerinden Nehhas b. Kum'u bu hadisi dışında tanımadığını kaydetmektedir; İbn Ebi Hatim, el-Cerh ve't-Ta'dil, VIII, 511'de verilen bilgilere göre rivâyetlerine itibar edilmeyen kıssalı birisi imiş. Bu Buhârî'nin lâfzıdır.

Müslim de: "Kuşluk vaktinde kılınan iki rekat..." demiştir. Buhârî, I, 395, II, 699; Müslim, I, 499; Nesâî, III, 229; Dârimî, I, 402; Müsned, II, 258, 271, 526. Ayrıca Müslim, Ebû'd-Derda'dan, Buhârî'nin Ebû Hüreyre'den rivâyet ettiği gibi rivâyet etmiştir. Müslim, I, 499.

İşte bütün bunlar kuşluk namazının en az iki, en çok da oniki rekat olduğunu göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Hadiste geçen: " Eklemler" aslında parmak, el ve ayakların kemikleridir. Daha sonra vücuttaki diğer kemik ve eklemler hakkında kullanılır olmuştur.

Âişe (radıyallahü anha)'dan gelen rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"O (yüce Allah) Âdemoğullarından herbir insanı üçyüzaltmış eklemli olarak yaratmıştır. Kim Allah'ı tekbir eder, Allah'a hamdeder, Allah'ı tehlil eder (la ilahe illallah der), Allah'ı teşbih eder, Allah'tan mağfiret diler, insanların yolu üzerindeki bir taşı yahut dikeni, yahutta bir kemiği alıp uzaklaştırır, iyiliği emredip münkerden alıkoyarsa (ve bunları) bu üçyüzaltmış eklem sayısı kadar gerçekleştirirse, o gün o kimse kendisini cehennem ateşinden uzaklaştırmış olarak yürür." (Hadisin ravilerinden) Ebû Tevbe dedi ki: Belki de "(yürür yerine): akşamı eder" demiş olabilir. Müslim de bunu böylece rivâyet etmiştir. Müslim, I, 499.

Hadîs-i şerîfte geçen: "Bunun için de iki rekat yeter" âyeti şu demektir: Bu organlar adına verilmesi gereken bu sadakalar karşılığında iki rekat kılmak yeter. Çünkü namaz vücudun bütün azaları ile yapılan bir ameldir. Kişi namaz kıldı mı herbir azası asıl itibarı ile vazifesi olan işi de yerine getirmiş olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

19

Toplanıp gelen kuşları da (emrine verdik). Her birisi ona dönücü idi.

"Toplanıp gelen kuşları da" âyeti daha önce geçen "dağları" âyetine atfedilmiştir. el-Ferrâ'' dedi ki: Bu âyet: "Kuşlar da toplanırdı" diye okunsa yine câiz olur. Çünkü burada fiil zahir değildir.

İbn Abbâs dedi ki: Dâvûd (aleyhisselâm) tesbih etti mi dağlar ona cevab verir. Kuşlar onun etrafında toplanır ve onunla birlikte teşbih ederlerdi. İşte kuşların onun yakınında toplanmaları, onların haşredilmeleri (toplanıp gelmeleri)dır. Buna göre anlam şöyle olur: Biz kuşları onunla birlikte tesbih etmeleri için onun etrafında topluca bir araya gelmelerini sağlayarak müsahhar kıldık.

Şöyle de açıklanmıştır: Yani Biz onunla birlikte tesbih etmeleri için kuşları toplasın diye rüzgarı müsahhar kıldık, yahutta meleklere kuşları toplamalarını emrettik. Müslim, II, 698.

"Her birisi ona" yani Davud'a

"dönücü idi." İtaat ederdi. Bu da ona gelir, onunla birlikte teşbih ederlerdi, demektir. Buradaki "he" (ona) zamirinin yüce Allah'a ait olduğu da söylenmiştir.

20

Onun mülkünü de pekiştirdik. Ona hikmeti ve hakkı batıldan ayıran sözü söyleme imkanını verdik.

"Onun mülkünü de pekiştirdik." İyice sağlamlaştırdık, güçlendirdik. Bunun heybet ile kalplere onun korkusunun yerleştirilmesi ile olduğu söylendiği gibi, askerlerinin çokluğu ile olduğu, ilâhi yardım ve destek ile olduğu da söylenmiştir. İbnu'l-Arabî'nin tercih ettiği açıklama da budur. Çünkü pekçok ve kalabalık fakat ilâhi yardıma ve desteğe mazhar olmayan bir ordunun hiçbir faydası olmaz. İbn Abbâs (radıyallahü anh) dedi ki: Dâvûd yeryüzü krallarının egemenlik ve saltanatı en güçlü olanları idi. Her gece onun mabedini otuzbin küsur kişi korurdu. Sabah olduğunda: Geri dönün, Allah'ın peygamberi sizden razı olmuştur, denilirdi.

Mülk, çokça şeylere malik olmak, sahib olmaktan ibarettir. Bir kimsenin çokça mülkü olmakla birlikte bu mülk daha da çoğalmadıkça o melik (hükümdar) olamaz. Bir kimsenin evi ve hanımı olursa, Âdemoğlu olarak zorunlu bir şekilde ihtiyaç duyduğu menfaatine olan hususlardaki tasarruf külfetini üzerinden alacak bir hizmetçisi de olmadıkça hükümdar (melik) olamaz. Bu anlamdaki açıklamalar et-Tevbe Sûresi'nde (9/60. âyet, 3. başlıkta) geçtiği gibi mülkün gerçek mahiyeti ile ilgili yeterli açıklamalar da en-Neml Sûresi'nde (27/15-16. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Ona hikmeti ve hakkı batıldan ayıran sözü söyleme imkanını verdik." âyetine dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Hüküm ve Ayırdedici Söz:

"Ona hikmeti" âyetindeki hikmet, es-Süddî'ye göre peygamberlik, Mücahid'e göre de adalettir. Ebû'l-Aliye yüce Allah'ın Kitabını bilmektir, Katade: Sünnettir, Şureyh de ilim ve fıkıhtır, diye açıklamıştır.

"Ve hakkı batıldan ayıran söz" âyeti ile ilgili olarak Ebû Abdurrahman es-Sülemî ile Katade, hüküm vermekte hakkı ve batılı ayırdedici şekilde hüküm vermek diye açıklamıştır. İbn Mes’ûd, el-Hasen, el-Kelbî ve Mukâtil 'in görüşü de budur. İbn Abbâs da: Sözün açıkça ifade edilmesidir, diye açıklamıştır. Ali b. Ebî Tâlib de şöyle demiştir: Bundan kasıt, davacının delili ortaya koyması, inkar edenin de yemin etmesi demektir. Şureyh, en-Nehaî ve yine Katade de böyle demiştir.

Ebû Mûsa el-Eş'arî ve yine en-Nehaî de şöyle demişlerdir: Bu konuşma sırasında "emma ba'du: imdi" demektir. Bunu ilk kullanan kişi odur.

"Hakkı batıldan ayıran sözü söyleme imkanı"nın hak ile batıl arasındaki sınırı ayırdedici açıklama, demek olduğu; az sayıdaki sözcüklerle pek çok anlamı ifade edecek şekilde veciz konuşmak olduğu da söylenmiştir.

Bu açıklamaların anlamı birbirine yakındır. Ali (radıyallahü anh)'ın sözü bunların hepsini toparlamaktadır. Çünkü -Ebû Mûsa'nın sözü dışında- yargıda verilecek hükümlerin etrafında döndüğü nokta budur.

2- Yargı Bilgisi:

Kadı Ebû Bekr b. el-Arabî dedi ki: Yargı ilmine gelince, Allah'a yemin ederim ki o soyut bir ilim türüdür. İlmin oldukça sağlam bir bölümüdür. Bu, hükümleri bilmekten, helal ve haramı çok iyi ayırdedebilmekten farklı bir şeydir. Sünnette: "Aranızda en iyi hüküm vereniniz Ali, helal ve haramı en iyi bileniniz de Muaz b. Cebel'dir" Müsned, V, 583. Hadîs-i şerîfi varid olmuştur.

Kişi fiillerin hükümlerini basiretle kavrayan, helal ve haramı iyice bilen bir kişi olmakla birlikte, hakkı batıldan ayırdedici hükmü veremeyecek bir durumda olabilir.

Rivâyet edildiğine göre Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) beni Yemen'e gönderdiği sırada bazı kimseler arslan avlamak maksadıyla bir çukur kazmışlardı. Bir arslan gelip bu çukura düşmüş, insanlar da bu çukurun etrafında kalabalıkça toplandıkları bir sırada bir adam bu çukura düşmüş, düşerken diğerine tutunmuş, diğeri de bir başkasına tutunmuştu. Nihayet çukura dört kişi düşmüştü. Arslan bu çukurda onların hepsini yaralamış ve hepsi de ölmüşlerdi. Ölenlerin sahipleri silahlarına koşuştular, neredeyse aralarında çarpışma çıkacaktı. Onların yanına gidip şöyle dedim: Siz dört kişi için ikiyüz kişi mi öldüreceksiniz? Gelin, ben sizin aranızda bir hüküm vereyim. Eğer hükmümü beğenirseniz bu sizin aranızda uyacağınız bir hüküm olur, beğenmezseniz bunu Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a götürürsünüz. O hüküm verme hakkına daha bir sahibtir.

Bunun üzerine ilk düşen kişiye diyetin dörtte birini, ikinciye diyetin üçte birini, üçüncüye diyetin yarısını, dördüncüye de diyetin tamamının verilmesini emretti. Verilecek olan bu diyetleri de bu çukuru kazan kimseler arasında olan dört kişinin kabilelerine yükledi. Kimileri bu işe kızdı, kimileri razı oldu. Daha sonra Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gittiler, ona olayı anlattılar. Peygamber: Ben de sizin aranızda hüküm vereyim, dedi. Birisi: Ali aramızda hüküm verdi, deyip Ali (radıyallahü anh)'ın verdiği hükmü ona bildirdiler. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Hüküm Ali'nin verdiği şekildedir" diye buyurdu. Bir rivâyette de: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ali'nin verdiği hükmü geçerli kabul edip yürürlüğe koydu, denilmektedir.

Aynı şekilde yargıyı iyi bilmek hususunda nakledilen rivâyete göre bir adam Ebû Hanife'ye gelmiş ve şöyle demiş: İbn Ebi Leyla -ki o sırada Küfe kadısı idi- deli bir kadın, bir adama: Ey zina eden iki kişinin oğlu, dediği için o kadına mescidde ve kadın ayakta olduğu halde iki sopa haddi uyguladı, dedi. Ebû Hanife de: Hata etmiştir, diye cevab verdi.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Ebû Hanife'nin hiç duraksamadan verdiği bu cevabı aacai ıkın adamları iyice düşündükten sonra anlayabilir. Ali'nin verdiği hûkmü de bağırıp çağıran bir kimse idrak edemeyeceği gibi, ancak gecesini gündüzüne katarak, verilen hükümler üzerinde duran bir kimse anlayabilir.

Bu hükmün gerçek açıklaması şöyledir: Bu öldürülen dört kişi, o çukur etrafında bulunanlar tarafından itişilerek hataen öldürülmüş kimselerdir. Bundan dolayı bu dört kişinin diyeti orada bulunanlar tarafından hata yoluyla diyet olmak üzere ödenmelidir. Şu kadar var ki, birinci şahıs itilerek öldürülmüş olmakla birlikte diğer üç kişiyi de beraberinde çekerek ölümlerine sebep olmuştur. O halde öldürülmesi karşılığında ona bir diyet, fakat ölümlerine sebep olduğu üç kişi dolayısı ile de dörtte üç diyet ödemesi gerekir. İkincisi için diyetin üçte biri var, buna karşılık çekerek ölümlerine sebep olduğu iki kişinin de diyetlerinin üçte ikisini ödemesi gerekir. Üçüncüsüne gelince, onun yarım diyet alma hakkı vardır, yarım diyet de ödemesi gerekir. Çünkü bir kişinin de çekerek ölümüne sebep olmuştur. Böylelikle karşılıklı hisseleşme ortaya çıkmış olmaktadır. Arada gerekli takaslar yapıldıktan sonra bu oranlarda da akıleler diyetleri ödemek durumundadırlar. İşte bu harikulade bir istinbat (hüküm çıkarma) şeklidir.

Ebû Hanife'ye gelince, o da mesele ile ilgili hususları gözönünde bulundurmuş ve bunların altı (yanlışlık) olduklarını görmüştür. Birincisi, deliye had uygulanmaz, çünkü delilik teklifi kaldırır. Elbetteki bu, yapılmış iftiranın delilik halinde olması halinde böyledir. Eğer bir kimse kimi vakit deliriyor, kimi zaman kendisine geliyor ise, ayık olduğu zamandaki iftiraları dolayısı ile ona had uygulanır.

İkincisi kadın: Ey iki zaninin oğlu demiş, bundan dolayı İbn Ebi Leyla da o kadına ebeveynin herbirisi için bir had uygulamış. Ebû Hanife'nin kanaatine göre bu noktada da hatalı davranmış, çünkü kazf hadleri birden çok olursa, bir tanesi uygulanır (tedahül olur). Zira ona göre bu içki ve zina haddi gibi Allah'ın bir hakkıdır. Şâfiî ve Malik'e göre ise kazf haddi insanoğluna ait hadlerdendir. Kazfe uğrayan kişinin birden çok olması halinde, bu had de birden çok olur.

Yanıldığını söylediği üçüncü noktaya gelince, İbn Ebi Leyla iftiraya uğrayan kimsenin talebi olmadan haddi uygulamıştır. Oysa, ister zina iftirası haddi Allah'ın bir hakkıdır diyenler, ister insanoğlunun hakkıdır diyenlerin icma ile kabul ettiklerine göre zina iftirası haddinin ancak uygulanmasının talebinden sonra uygulanacağı hususunda icma vardır. Taleb olmadan uygulaması câiz değildir. İşte bu husus dolayısıyla onun insanoğlunun bir hakkı görüşünde olanlar kendi kanaatlerinin lehine bunu delil olarak kabul edebilirler. Zira bu Allah'ın bir hakkı olsaydı, zina haddinde olduğu gibi uygulanması uygulanma talebine bağlı kalmazdı.

Dördüncü nokta ise o arka arkaya iki haddi uygulamıştır. Halbuki bir kimseye eğer iki had uygulanması icab ediyorsa, bunlar arka arkaya uygulanmaz. Önce birisi uygulanır, sonra da darbenin etkileri kayboluncaya yahut had vurulan kişi iyileşinceye kadar bırakılır, sonra ona diğer had uygulanır.

Beşinci nokta kadına ayakta had uygulamış olmasıdır. Oysa kadına ancak tesettüre uygun ve oturmuş olduğu halde had uygulanır. Hatta bazıları bir zembil içinde konularak ona had uygulanır, demişlerdir.

Yanıldığını kabul ettiği altıncı nokta ise ona haddi mescidde uygulamış olmasıdır, oysa icma ile hadler mescidde uygulanmaz. Mescidde hüküm vermek ve tazir cezalarını vermekte ise görüş ayrılığı vardır.

Kadı (Ebubekir İbnu'l-Arabî) dedi ki: İşte rivâyet edilen hadiste: "Aranızda en iyi hüküm vereniniz Ali'dir." ifadesinin tevillerinden birisine göre kendisine işarette bulunulan ayırdedici söz ve yargı ilmi budur.

Bundan kasıt özlü söz söylemektir, diyenlerin görüşüne gelince, bu Arap olmayanlar için değil de Araplar için sözkonusudur. Araplar arasında da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) içindir. Bunu da: "Ve bana özlü sözler (cevamiu'l-kelim) verilmiştir" Müslim, I, 371, 372; Buhârî, VI, 2573; Müsned, II, 250, 268, 314. hadisiyle ifade etmiştir.

Bunun "emma ba'du" sözünü söylemek olduğunu söyleyenlerin görüşüne gelince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da hutbesinde "emma ba'du" derdi. Rivâyet edildiğine göre cahiliye döneminde bu sözü ilk söyleyen kişi ise Sahban b. Vail'dir. Öldükten sonra dirilişe îman eden ilk kişi de odur, bastona yaslanan ilk kişi odur, yüzseksen yıl yaşamıştır. Eğer Dâvûd (aleyhisselâm)'ın bu sözü söylediği sahih olarak sabit ise bu açıklamaya göre elbetteki o bunu Arapça olarak söylemiş olamaz, kendi diliyle söylemiş olmalıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

21

Âyetin tefsiri için bak:22

22

Sana şu hasımların haberi geldi mi? Hani onlar duvarı tırmanarak namaz kıldığı yere inmişlerdi.

Bu âyete dair açıklamalarımızı yirmidört başlık halinde sunacağız:

1- Duvarı Aşarak Hz. Davud'un Huzuruna Giren Davacılar:

"Sana şu hasımların haberi geldi mi? Hani onlar duvarı tırmanarak namaz kıldığı yere inmişlerdi" âyetinde geçen "hasm" hem bir, hem iki kişi, hem de topluluk hakkında kullanılır. Çünkü bunun aslı mastardır. Şair de şöyle demiştir:

"Ve sakallarını silkeleyen kızgın hasımlar ki

Arap katırlarının, ahdi olmayan düşmanları püskürttüğü gibi."

en-Nehhâs dedi ki: Burada "hasım" ile iki meleğin kastedildiği hususunda tefsir bilginleri arasında görüş ayrılığı yoktur.

"Tırmanarak" fiili çoğul gelmekle birlikte, tesniye hakkında kullanılması ise "hasm" lâfzının anlamına binaendir. Çünkü bu lâfız çoğul manası ile varid olmuştur, "Kafile ve arkadaşlar" lâfızları gibi. İki kişi için kullanılması kastedilecek olursa: "İki hasım" çoğul için kullanılacak olursa: " Hasımlar" takdirinde kabul edilir.

"Onlar duvarı tırmanarak namaz kıldığı yere inmişlerdi" âyeti, surunun üst tarafından yanına gelmişlerdi, demektir. Mesela: " Duvara tırmandı" denilir. Zaten "sur" şehrin etrafındaki duvar demektir ve hemzesizdir. Aynı şekilde: , "sûrenin" çoğulu demektir. Tıpkı 'in çoğulunun, diye gelmesi gibi. Bu da binanın herbir konağına, aşamasına verilen isimdir. "Kur'ân sûresi" de buradan gelmektedir. Çünkü herbir sûre diğerinden ayrı bir menzile (konak yeri) teşkil etmektedir. Buna dair açıklamalar bu kitabın (Tefsirin) mukaddimesinde (sûre, âyet, kelime ve harf başlığında) geçmiş bulunmaktadır. Nabiğa'nın şu beyiti de geçmişti:

"Görmez misin, Allah'ın sana yüksek bir şeref ve üstünlük verdiğini?

Ondan aşağıda kalan herbir hükümdarın aşağıdan ona yükselmeye çalıştığını görürsün."

Görüldüğü gibi burada sûre ile şeref ve mevkiyi kastetmektedir.

Hemzeli olarak: " Yemeğin kabta geri kalan bölümü" demektir. İbnu’l-Arabî dedi ki: Bu Farsça ziyafet anlamındadır, Hadîs-i şerîfte de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Ahzab gününde: "Cabir size bir ziyafet hazırlamıştır. Haydi bakalım oraya" dediği kaydedilmektedir. Bu husustaki rivâyetlerin en sağlamı bu olmakla birlikte sahih olmadığına göre; merhum müfessirimiz bu ve benzeri rivâyetleri niçin kaydediyor? üstelik kitabının başında sahih olmayan ve sahifeleri boş yere dolduran israiliyyatı almayacağını söylemişti. Bu iki sebepten olabilir: 1. Kurtubi bu gibi rivâyetlere güvenilmemesi gerektiğine ayrıca dikkat çekmek için bunları kitabına almış olabilir.

Burada sözü edilen mihrab (mealde: namaz kıldığı yer) oda demektir. Çünkü o odanın içinde iken iki melek de tırmanarak onun yanına varmışlardı. Bu açıklamayı Yahya b. Sellâm yapmıştır. Ebû Ubeyde ise şöyle demektedir: Mihrabtan kasıt meclisin üst ve en iyi yeridir. Mescidin mihrabı da buradan gelmektedir. Buna dair açıklamalar daha önce birkaç yerde (Al-i İmrân, 3/37. âyet, 1. başlıkta, Meryem, 19/11. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Hani onlar Davud'un yanına girmişlerdi" âyetinde ikinci defa olarak: " Hani" âyeti gelmiş bulunmaktadır. Çünkü her ikisinde de bunlardan sonra fiil gelmiş bulunuyor. el-Ferrâ'nın iddiasına göre ise bunlardan birisi: "...diğinde, dığında" anlamındadır. Bir diğer görüşe göre ikincisi kendisinden sonra gelen ifadelerle birlikte daha öncekisini açıklamaktadır.

Bu gelen iki kişinin, iki insan olduğu da söylenmiştir. Bunu en-Nekkaş demiştir. İki melek oldukları da söylenmiştir. Bu görüşü de bir topluluk benimsemiştir. Kimileri de bunları, kimliklerini tayin ederek gelen bu iki şahıs Cebrâîl ve Mikail idi, demişlerdir. Bunların insan suretinde ibadet ettiği günde Allah'ın ona gönderdiği iki melek olduğu da söylenmiştir, Bekçiler onları içeri girmekten alıkoymak isteyince, bunlar da ibadet ettiği yerin duvarını aşarak yanına gitmişlerdi. O namazda iken onların geldiklerini farketmemiş, ansızın önünde oturmakta olduklarını görüvermişti. İşte yüce Allah'ın:

"Sana şu hasımların haberi geldi mi? Hani onlar duvarı tırmanarak namaz kıldığı yere inmişlerdi" âyeti bunu anlatmaktadır. Yani namaz kıldığı yerin üzerinden çıkarak yanına gelmişlerdi. Bu açıklamayı Süfyan es-Sevrî ve başkası yapmıştır.

Bunun sebebi ise İbn Abbâs'ın naklettiği şu husustur: Dâvûd (aleyhisselâm) içinden eğer ilâhi bir imtihana tabi tutulacak olursam, kendimi yanlışlıktan koruyacağım, diye geçirmişti. Ona: Sen sınanacaksın ve sınanacağın günü de bileceksin. Onun için tedbirini al, denildi. O da Zebur'u yanına alıp ibadet ettiği yere girdi, yanına kimsenin girmemesini istedi. Zebur'u okumakta iken en güzel surette bir kuş geldi, onun önünde uçmaya başladı. Eliyle onu yakalamak istedi ve arkasından gitti. Kuş nihayet mihrabın aydınlanma deliğine kondu. Onu almak üzere ona yaklaşınca, yine kuş uçuverdi. Onu görmek için ileri uzanınca yıkanmakta olan bir kadını gördü. Kadın onu görünce vücudunu saçlarıyla örttü. -es-Süddî dedi ki: Kadın Davud'un kalbinde yer etti.- (Devamla) İbn Abbâs dedi ki: Kocası Allah yolunda gazaya çıkmış, Oriya b. Hannan idi. Dâvûd gaza kumandanına kocasını tabutu taşıyanlar arasına katması için emir yazdı. Tabutu taşıyanlara ise yüce Allah ya zafer nasib ederdi yahut öldürülürlerdi. Oriya'yı kumandan tabutu taşıyanlar arasına yerleştirdi ve öldürüldü. Kadının iddeti bitince Dâvûd ona talib oldu. Kadın da, eğer bir oğlu olursa, ondan sonra hükümdarlığa o geçecek, diye şart koştu ve buna dair de bir belge düzenledi. İsrailoğullarından da elli kişiyi buna şahit tuttu. Süleyman dünyaya gelip delikanlılık yaşına gelinceye iki melek duvarı aşıp namaz kıldığı yere gelinceye ve yüce Allah'ın kitabında anlattığı durum meydana gelinceye kadar nefsi bir türlü karar kılmamıştı.

Bunu el-Maverdî ve başkaları zikretmiş ise de sahih değildir. Bu tür israiliyyatın dini hükümlerle ilgisini görmediğinden, İsrailoğullarından nakli mubah rivâyetlerden kabul ettiği için zikretmiş olabilir. Hangisi olursa olsun, bunlarla hiçbir şekilde meşgul olmamak gerekirdi. Bu gibi rivâyetlerin doğru olmadıklarına dikkat çekmek daha uygun olurdu. Vallahu a'lem. Tirmizî el-Hakim, Nevadiru'l-Usul, II, 178. İbnu’l-Arabî dedi ki: Bu hususta gelmiş rivâyetlerin en sağlamı budur.

Derim ki: Bu manasıyla bunu Tirmizî el-Hakim de Nevadiru'l-Usul'de peygambere merfu bir rivâyet olarak zikretmiştir: Yezid er-Rukaşî'den, Enes b. Malik'i şöyle derken dinlemiş: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Dâvûd peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kadını görüp onunla evlenmek isteyince, İsrailoğullarının bir askeri birlik çıkarıp göndermelerini emretti. Birliğin kumandanına da düşman ile karşılaştığınız vakit -ismini vererek- filanı öne geçir, dedi. O kişiyi tabutun önüne kattı. O dönemde o tabut ile zafer taleb edilirdi. Tabutun önüne geçirilen kimseler ise ya öldürülürdü yahutta savaştıkları ordu önlerinden dağılır gider, öyle geri dönebilirlerdi. Kadının kocası öne geçirildi ve öldürüldü. Her iki melek de Davud'a indi ve ona olayı anlattılar... "

Said, Katade'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Belka şehri yakınındaki Amman kuşatması esnasında kocasına kapının halkasını yakalamalarını emretti. Bu da ölümün kendisi demekti. Bu maksatla kocası öne geçti ve öldürüldü.

es-Sa'lebî ile bir grub ilim adamı şöyle demişlerdir: Yüce Allah Davud'u bu günah ile imtihan etti. Çünkü o bir gün Rabbinden kendisini İbrahim, İshak ve Yakub'un mertebesine çıkarmasını temenni etti, onları sınadığı gibi kendisini de sınamasını, onlara verdiği şeyler gibi kendisine de bağışlamasını temenni etti. Dâvûd zamanı üçe ayırmıştı. Bu üç günün birisinde insanlar arasında hüküm veriyor, birisinde tek başına Rabbine ibadet için halvete çekiliyor, birisinde ise hanımlarıyla ve işleriyle meşgul oluyordu. Okuduğu kitablarda İbrahim, İshak ve Yakub'un faziletine dair şeyler okuyordu. Rabbim dedi, bütün hayırları benim atalarım alıp götürmüş. Bunun üzerine yüce Allah ona şunu vahyetti: Onlar başkalarının maruz kalmadıkları belalar ile sınandılar ve bunlara sabrettiler. İbrahim, Nemrut, ateş ve oğlunu boğazlamakla; İshak boğazlanmakla, Yakub, Yusuf için üzülmekle ve gözlerini kaybetmekle sınandılar. Sen ise bu tür hiçbir şeyle sınanmış değilsin, denildi.

Bunun üzerine Dâvûd (aleyhisselâm): Onları sınadığın gibi beni de sına ve onlara verdiğinin benzerini bana da ver, dedi. Yüce Allah da ona: Sen şu ayda cuma gününde sınanacaksın, diye vahyitti. O gün mihrabına girdi, kapısını üzerine kapattı, namaz kılmaya ve Zebur okumaya başladı. Aniden altından bir güvercin suretinde şeytan ona göründü. Bu güvercinde herbir güzel renk vardı. Güvercin gelip ayaklarının önünde durdu. Onu yakalayıp küçük oğluna vermek maksadıyla elini uzattı, uzak sayılmayan bir yere kadar uçarak, yakalanacağından yana Davud'un ümidini kesmedi. Yine onu yakalamak üzere uzandı, yine güvercin biraz daha geri çekildi. Güvercinin arkasından gitti ve nihayet bir pencereciğe uçup kondu. Oradan almak üzere gidince, güvercin uçtu, Dâvûd da onu yakalayacak kimse göndermek maksadıyla gözleri ile onu takib edip durdu. Bir havuzun kenarında bahçede yıkanmakta olan bir kadını görüverdi. -Bu açıklamayı el-Kelbî yapmıştır.- es-Süddî de: Evinin damı üzerinde çıplak olarak yıkanıyordu, demiştir.

Böyle güzel bir kadın görmemişti. Kadın onun gölgesini görünce, saçlarını çözdü ve saçları vücudunu örttü. Bundan dolayı kadını daha da beğendi. Kocası Orya b. Hannan ise Davud'un kızkardeşinin oğlu Eyyub b. Suriye ile birlikte bir gazada bulunuyordu. Dâvûd, Eyyub'a: Orya'yı şu şu yere gönder ve onu tabutun önünde yerleştir, dedi. Tabutun önünden giden bir kimsenin zafer nasib olmadan ya da şehid düşmeden geri dönmesi helal değildi. Derken Eyyub onu tabutun önüne yerleştirdi, zafer nasib oldu. Davud'a durumu yazdığı bir mektubla haber verdi.

el-Kelbî dedi ki: Orya, Dâvûd döneminde Allah'ın yeryüzündeki kılıcı idi. Bir darbe indirip tekbir getirdi mi bu tekbiri dolayısıyla sağından Cebrâîl, solundan Mikail tekbir getirir, semadaki melekler tekbir getirir ve Arşa varıncaya kadar bu böylece sürerdi. Nihayet Arşın etrafındaki melekler de onun tekbiri ile tekbir getirirdi. (el-Kelbî) dedi ki: Allah'ın kılıçları üç tane idi. Bunlar Mûsa döneminde Kalib b. Yufanna, Dâvûd zamanında Orya, Rasûlullah zamanında da Hamza b. Abdu'l-Muttalib idi. Eyyub, Davud'a yüce Allah'ın Orya'ya zaferi nasib ettiğini haber vermek üzere mektub yazınca, bu sefer Dâvûd ona: Onu şu birlikle birlikte gönder ve yine tabutun önüne yerleştir.

Yine Allah ona zafer nasib etti, sonuncusunda da şehit düştü. Dâvûd da iddeti bittikten sonra o kadın ile evlendi. İşte Davud'un oğlu Süleyman'ın annesi o kadındır. (Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır).

Bir başka görüşe göre Dâvûd (aleyhisselâm)'ın sınanmasının sebebi şudur: O içinden kötü hiçbir şey yapmadan bir gün geçirebileceğini geçirdi. el-Hasen dedi ki: Dâvûd zamanını dörde bölmüştü. Bir bölümünü hanımlarına, bir bölümünü ibadete, bir bölümünü İsrailoğulları ile birbirlerine karşılıklı öğüt vermek ve birlikte ağlayıp ağlaşmak, bir bölümünü de hüküm vermek için ayırmıştı. Derken bir insanın hiçbir günah işlemeden bir gün geçirmesi olabilir mi? diye müzakere ettiler. Dâvûd bu işin altından kalkabileceğini içinden geçirdi. İbadet ettiği günü kapıyı üzerine kapattı, yanına kimsenin girmemesini emretti. Zebur'u okumaya koyuldu ve derken altından bir güvercin önüne gelip düştü. Sonra da az önce geçenlere yakın rivâyeti anlattı.

İlim adamlarımızın: Bundan şu hususa delil vardır... deyip çıkardıkları sonuçlara gelince, bu da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir:

2- Hakimin, Kocanın ve Abidin Dikkat Etmesi Gereken Hususlar:

İlim adamlarımız bunu hakimin her gün hüküm vermek üzere insanların davalarına bakmakla yükümlü olmadığına ve insanın ibadetle meşgul olsa dahi, hanımları ile ilişkiyi terketme hakkına sahib olmadığına delil göstermişlerdir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden en-Nisa Sûresi'nde (4/3. âyet, 10. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yine orada Ka'b (b. Sevvar)'ın Ömer (radıyallahü anh) döneminde onun huzurunda böylece hüküm verdiği de geçmişti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Abdullah b. Ömer'e Tercüme ettiğimiz Tefsir metninde böyle olmakla birlikte, doğrusu Abdullah b. Amr el-As'tir. "Muhakkak senin eşinin de senin üzerinde bir hakkı vardır" Buhârî, II, 696, 697, V, 1995, 2272; Müslim, II, 813, 817; Müsned, II, 197, 198. diye buyurduğu sabittir.

Yine el-Hasen ve Mücahid dediler ki: Dâvûd (aleyhisselâm) halifelik makamına getirildiğinde İsrailoğullarına şöyle demişti: Allah'a yemin ederim mutlaka ben aranızda adaletle hükmedeceğim. O bu yemini -inşaallah diyerek- istisnada bulunmaksızın yapmıştı, o bakımdan bununla sınandı.

Ebû Bekir el-Verrak dedi ki: Dâvûd çokça ibadet eden birisi idi. Amelini beğenir gibi oldu ve: Acaba yeryüzünde benim gibi ameli olan bir kimse var mıdır? dedi. Yüce Allah ona Cebrâîl'i gönderdi, Cebrâîl dedi ki: Allah sana şöyle buyuruyor: Sen ibadetini beğendin, ibadeti beğenmek (ucb) ise ateşin odunu bitirmesi gibi ibadeti yer bitirir. İkinci bir defa daha beğenecek olursan ben seni kendi nefsinle başbaşa bırakırım. Bunun üzerine: Rabbim dedi, sen bir sene beni nefsimle başbaşa bırak. Yüce Allah: Bu çok uzun bir süredir, dedi. Bu sefer: O halde bir ay, dedi. Yüce Allah: Bu da çoktur deyince, o halde bir gün, dedi. Yine yüce Allah: Bu da çoktur dedi. Bu sefer: O halde Rabbim sen beni nefsimle bir saat (kısa bir süre) başbaşa bırak, deyince yüce Allah: Haydi seni nefsinle başbaşa bıraktım, diye buyurdu. Dâvûd da bekçileri görevlendirdi, yün elbiselerini giyindi ve ibadetgahına girdi. Önüne Zebur'u koydu. İbadetine dalmış iken bir kuş gelip önüne düştü ve kadın ile ilgili başından geçen olaylar geçti.

Safran es-Sevrî dedi ki: Dâvûd bir gün şöyle demişti: Rabbim Dâvûd hanedanından bir kimsenin oruç tutmadığı bir gün yine Dâvûd hanedanından bir kimsenin namaz kılmadığı bir gece geçmiyor. Yüce Allah ona: Ey Dâvûd dedi. bu senden midir? Benden midir? İzzetim hakkı için seni kendi nefsinle başbaşa bırakacağım. Dâvûd, Rabbim beni affet dedi. Yüce Allah: Seni bir yıl kendi nefsinle başbaşa bırakacağım dedi. Dâvûd izzetin hakkı için yapma diye yalvardı, yüce Allah: O halde bir ay dedi. Dâvûd: İzzetin hakkı için yapma dedi, yüce Allah: O halde bir hafta dedi. Dâvûd: İzzetin hakkı için yapma dedi, yüce Allah: O halde bir gün diye buyurdu. Dâvûd: İzzetin hakkı için yapma dedi, yüce Allah: O halde bir saat diye buyurdu. Dâvûd: İzzetin hakkı için yapma dedi, yüce Allah: O halde bir an diye buyurdu. Şeytan ona: Bir an ne kadardır ki, dedi. Bunun üzerine Dâvûd da: Bir an beni bana bırak dedi. Yüce Allah da onu bir an nefsi ile başbaşa bıraktı. Ayrıca ona: Bu filan gün, filan vakitte olacaktır denildi. O gün gelince, o gününü ibadete ayırdı. Bulunduğu yerin etrafında da bekçileri görevlendirdi. Bu bekçilerin dörtbin kişi olduğu söylendiği gibi, otuzbin yahut otuzüçbin kişi olduğu dahi söylenmiştir. Tek başına Rabbine ibadete çekildi, Zebur'u önünde yaydı. Güvercin geldi, önüne düştü ve kadını görmesi olayı başından geçti. Yüce Allah da bu iki meleği Süleyman (aleyhisselâm)'ın doğumundan sonra ona gönderdi. Bu iki melek de ona koyunları örnek verdiler. O bu örneği dinleyince, işlediği günahı hatırladı ve -ileride geleceği üzere- kırk gün secdeye kapandı.

3- Dâvûd (aleyhisselâm)'ın Yanına Gelenler:

"O bunlardan korkmuştu." Çünkü yanına davacıların geldikleri vaktin dışında geceleyin gelmişlerdi. İzinsiz yanına girdiklerinden dolayı korktuğu da söylenmiştir. Bir başka açıklamaya göre onlar duvarı tırmanıp yanına geldikleri, kapıdan gelmedikleri için korkmuştu.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Dâvûd (aleyhisselâm)'ın ibadet ettiği yer girilmeyecek kadar oldukça yüksekti, öyle ki bir insanın o duvarı tırmanabilmesi çok sayıdaki yardımcılarıyla ve çeşitli ve pekçok aletler ile kendi gücü oranında günlerce yahutta aylarca uğraşıp bunun çaresini bulması ile mümkün olabilirdi. Eğer bizler: İbadet ettiği yerin kapısından oraya girilebilir diye düşünsek bile, yüce Allah bu hususu haber vererek:

"Hani onlar duvarı tırmanarak" diye buyurmaktadır. Zira oraya giden basamakları çıkarak yahut aşağı tarafından gelen bir kimseye odaya ya da mihraba tırmandı -mecazi bir ifade olması müstesna- denilmez. Davacıların içinden girdiği belirtilen o pencereciği görecek olursak, kesinlikle o gelen iki kişinin iki melek olduğunu biliriz. Çünkü o pencerecik ancak ulvi bir varlığın ulaşabileceği kadar yüksek bir yerdedir.

es-Sa'lebî dedi ki: Duvarı aşan iki kişinin İsrailoğullarından anne baba bir iki kardeş oldukları da söylenmiştir. Dâvûd (aleyhisselâm) onlar hakkında hüküm verince meleklerden birisi ona: Ey Dâvûd niye bu şekilde kendi hakkında hüküm vermedin, dedi.

es-Sa'lebî dedi ki: Ancak onların Davud'un dikkatini yaptıklarına çeken iki melek oldukları şeklindeki birinci görüş daha güzeldir.

Derim ki: Tevil bilginlerinin çoğunluğunun kabul ettiği görüş de budur. Şayet: Meleklerin kendilerinin: "(Biz) iki davacıyız. Birimiz diğerine haksızlık etmiştir" demeleri nasıl mümkün olabilir? Bu bir yalandır, melekler ise böyle bir şeyden münezzehtir denilecek olursa, buna cevab şudur; Bu durumda ifadelerde takdiri bir takım lâfızların bulunduğunu kabul etmemiz kaçınılmaz bir şeydir. O iki melek şöyle demiş gibidirler: Farzet ki biz biri diğerine haksızlık yapmış iki davacıyız. Sen de aramızda hak ile hüküm ver. İşte o iki meleğin: "Bu benim kardeşimdir. Onun doksandokuz koyunu vardır..." sözleri de böylece yorumlanır. Çünkü bu ifade her ne kadar haber vermek suretinde ise de bunu zikretmekten kasıt, Davud'un yaptığı şeylere bir varsayımla dikkatlerini çemketi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

4- Peygamberin Korkmasının Sebebi:

Şayet: Dâvûd bir peygamber olduğu, nübüvvet ile de ruhu güç kazanıp vahiy ile itminana erdiği, Allah'ın ona ihsan etmiş olduğu mevki dolayısıyla da metanet kazanıp Allah ona pekçok mucizeler gösterdiği halde ve yine oldukça kahraman bir kişi olmakla birlikte, onun korktuğundan nasıl sözedilebilir diye sorulursa, şöyle cevap verilir: Kendisinden önceki peygamberlerin yolu da bu idi. Ondan önce gelen peygamberler öldürülmekten, eziyete uğratılmaktan yana kendilerine güvenlik (teminat) verilmemişti. O da bu ikisinden korkuyordu. Nitekim Mûsa ile Harun (ikisine de selam olsun)'a:

"Ey Rabbimiz biz! Bize karşı aşırı gitmesinden veya azgınlığını arttırmasından korkarız" (Ta-Ha, 20/45) dediklerini yüce Allah'ın da kendilerine: "Korkmayın" diye buyurduğunu görüyoruz. Elçiler de Lut (aleyhisselâm)'a: Korkma,

"Biz Rabbinin elçileriyiz, onlar sana asla ulaşamazlar" (Hud, 11/81) demişlerdi. İşte burada da bu iki melek ona: "Korkma!" demişlerdir.

Muhammed b. İshak dedi ki: Allah ona huzurunda davalaşacak iki meleği o, mihrabında (mabedinde) ibadet ederken göndermişti. Bu yüce Allah'ın ona ve Orya'ya dair verdiği bir örnekti. O bu iki meleği tepesinde duruyor görünce: Benim yanıma nasıl girebildiniz? dedi. Onlar da: "Korkma, iki davacıyız. Birimiz diğerine haksızlık etmiştir." Sen aramızda hüküm veresin diye yanına geldik, dediler.

5- Dâvûd (aleyhisselâm)'ın Yanına İzinsiz Girenlere Karşı Tutumunun Sebepleri:

İbnu'l-Arabî dedi ki: Eğer: onların maksadlarını bildikten sonra niye dışarı çıkartılmalarını emretmedi? İzinsiz huzuruna girdikleri halde niye onları te'dib itmedi? diye sorulacak olursa, buna dört açıdan cevap verilebilir:

1-Bizler başkalarına karşı teşrifat ve izin istemek hususundaki şer'î hükümlerinin keyfiyetini bilmiyoruz. Bilseydik vereceğimiz cevap bu ahkama göre olurdu. Nitekim bizim şeriatimizin geldiği ilk dönemlerinde Yüce Allah bunlara dair etraflı açıklamaları indirinceye kadar bu gibi hükümlere değinilmemişti.

2- Biz bu hususta verilecek cevabı hicab ile ilgili hükümlere bağlı kabul edecek olursak, onun karşı karşıya kaldığı bu korkmasının, bu konuda yapması gereken uygulamayı ona unutturmuş olma ihtimaline bağlı kabul edebiliriz.

3- O, işin sonunun nereye varacağını bilmek ve böyle bir iş için izinsiz girmenin muhtemel olup olmadığını görmek maksadı ile başladıkları sözü tamamlamalarını istemiştir. Bu tutumları ile birlikte onları haklı kılabilecek bir mazeretleri var mıdır, yok mudur? Böylece öğrenmek istemiştir. Nihayet bu işin kendisi için bir sınama, bir mihnet olduğunu Allah'ın bu kıssa ile kendisine bir misal verdiğini ve günahtan korunmak iddiasına karşı bir te'dib olduğu açıkça ortaya çıkmış oldu.

4- Dâvûd (aleyhisselâm)'ın bir mescidde ibadet etmekte olduğu ihtimali vardır. Mescide girmek için ise herhangi bir kimsenin izin alması gerekmez. Zira mescide girmek için kimseye sınır konulmamıştır.

Derim ki: el-Kuşeyrî'nin sözünü ettiği beşinci bir görüş (ihtimal) daha vardır. O da şudur: Gelen şahıslar şöyle demişlerdi: Teşrifatçılıkla görevli olan kimseler bize izin vermediklerinden, biz de bu şekilde girme yolunu denedik ve meselenin aramızda çözülemez bir hal alacağından korktuk. Dâvûd (aleyhisselâm) da onların bu özürlerini kabul etti ve sözlerini dinledi.

6- Gelen Davacıların Durumu:

Yüce Allah'ın:

"İki davacıyız" âyeti ile ilgili olarak denilse ki: Bundan önce (üç ve yukarısı için kullanılan çoğul kipi ile):

"Hani onlar duvarı tırmanarak... inmişlerdi" denilmişken, burada nasıl olur da: "İki davacıyız" denilmiştir. Bu soruya şöyle cevap verilebilir: Çünkü iki kişi de cem (çoğul)'dir. el-Halil dedi ki: İki kişi olmakla birlikte: " Biz yaptık" demeye benzer. el-Kisaî de şöyle demiştir: Cümle haber vermek mahiyetinde olduğundan dolayı çoğul gelmiştir. Haber bitip karşılıklı hitaba sıra gelince, bu sefer iki şahıs kendileri hakkında haber vererek: "İki davacıyız" dediler. ez-Zeccâc da: Bu: "Biz iki davacıyız" anlamındadır. Başkası da şöyle demiştir: Buradaki "söylemek" kökünden gelen fiil, hazfedilmiştir. Yani: "İki davacı" diyordu ki: "Birimiz, diğerine haksızlık etmiştir."

el-Kisaî de dedi ki: Eğer bu ifade "onların biri diğerine haksızlık etmiştir" şeklinde olsaydı, o da olurdu.

el-Maverdî dedi ki: Bu iki şahıs iki melek idiler. Bunlar ne iki davacı idiler, ne de birbirlerine haksızlık eden kimseler. Meleklerin yalan söylemeleri de beklenilmez. O halde ifadeleri: Şayet sana iki davacı gelip: Birbirinize haksızlık ettik deseler... takdirinde olmalıdır.

Şöyle de denilmiştir: Yani bizler biri diğerine haksızlık eden davacılardan iki bölüğüz. Bu açıklamaya göre "davalaşma"nın iki kişi arasında olması da mümkündür. Herkes ile -çoğul olarak- ayrı ayrı olması da mümkündür. Bu kesimden herbir kişinin diğer kesimdeki herbir kişi ile bir davası da olabilir. İşte bunlar davalarını ortaya koymak üzere gelmiş oldular, fakat onlardan iki kişi konuşmaya başladı. Dâvûd da nikâhtan Gerek tercemeye esas aldığımız baskı, gerek onu esas alarak yapılan sonraki baskılarda "nikâh" kelimeleri kayd edilmiştir. Oysa, hasımlarının sözkonusu ettikleri "koyunlar' demek olan "ni'ac'dır. Hat benzerliğinin böyle bir okuma hatasına sebep olduğu kanaatindeyiz. Dolayısıyla ibareyi: "Davud da koyunlardan söz edilmesi..." diye anlamak gerekir. sözedilmesi ile birlikte meseleyi anlamış oldu. Bu durumda diğerlerinin davalarını ayrıca ele almaya gerek bırakmadı.

" Haksızlık": Haddi aşmak ve gerekenin sınırlarının dışına çıkmak demektir. Mesela, yaranın acısı çok ileri gittiği ve son derece çirkin bir hal aldığı takdirde: denilir. Fahişelik yapan bir kadın hakkında kullanılan: Kadın fahişe oldu." tabiri de buradan gelmektedir.

7- Hak ve Adaletle Hükmetmek Zulme Sapmamak:

"Aramızda hak ile hükmet, zulmetme" âyetindeki:lâfzı, es-Süddî'ye göre "haksızlık etme" anlamındadır."Ebû Ubeyd'in naklettiğine göre; ile " Ona haksızlık ettim, zulmettim" demektir.

Temim ed-Darî'nin rivâyet ettiği hadiste de: tabiri "Verdiğin hükümde bana haksızlık ediyorsun" anlamındadır.

Katade de; (haktan) meyletme diye açıklamıştır. el-Ahfeş: "İsraf etme (sınırı aşma)!" diye açıklamıştır. Bunun aşırıya kaçma demek olduğu da söylenmiştir ki, bunların anlamlan birbirlerine yakındır.

Bunun asıl anlamı " Ev uzak düştü" tabirinden olmak üzere uzaklık manasını ihtiva eder. "Ev uzak düştü, uzak düşer, uzak düşmek" demektir, " Meselede haksızlık yaptı, zulmetti" denilir; "Pazarlıkta oldukça ileri gitti"; " Beni takib etmekte işi çok ileriye götürdüler" demektir.

Ebû Amr dedi ki: " Her hususta makul sınırı aşmak" demektir. Hadîs-i şerîfte de şöyle denilmiştir: " O kadına mehri verilir. Ne aşağıya çekilir, ne de aşırıya gidilir." İbn Hibban, Sahih, IX. 409, 411; Tirmizî, III, 450; Ebû Dâvûd, II, 237; Nesâî, VI, 121, 122, 198; Müsned, I, 447, IV, 279, 280. Bu da ne eksiği, ne fazlası verilir demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de de:

" O takdirde gerçekten son derece batıl bir söz söylemiş oluruz" (el-Kehf, 18/14) diye buyurulmaktadır, ki zalimce ve haktan uzak bir söz söylemiş oluruz, demektir.

"Ve bizi doğru yola ilet!" Bize yolun doğrusu hangisi ise onu göster.

23

(Birileri dedi ki): "Bu benim kardeşimdir. Onun doksandokuz koyunu vardır. Benim ise bir koyunum var. O koyunu da bana ver, dedi ve söz söylemede beni yendi."

8- "Koyunlar"ın Mahiyeti ve Te'vili:

"Bu benim kardeşimdir. Onun doksandokuz koyunu vardır" âyeti şu demektir. Orya adına konuşan melek dedi ki: "Bu benim kardeşimdir." Yani benim dinim üzeredir. Bu arada davalıya işaret etti. Buradaki "kardeşim"in arkadaşım anlamında olduğu da söylenmiştir.

"Onun doksandokuz koyunu vardır" anlamındaki âyetindeki

"doksandokuz" anlamındaki kelimelerin baştaki "te" harflerini el-Hasen üstün ile:şeklinde okumuştur. Bu şaz bir söyleyiştir. Ancak el-Hasen'in kıraati olarak sahih yolla gelmiştir. Bu açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır.

Araplar sükuneti kalçalarının büyüklüğü ve nisbeten zaafı dolayısıyla kinaye yoluyla kadından, koyun diye sözederler. Kimi zaman inek, kısrak ve dişi deve tabirlerinin de kadından kinaye yoluyla kullanıldığı olur. Çünkü bunların hepsinin ortak vasfı sırtlarına biniliyor olmasıdır. İbn Avn şöyle demiştir:

"Babasıyım ben onların, üç tanedir onlar,

En küçükleri dördüncüleri ise evdedir.

Benim koyunum ile beşe tamamlanmaktadırlar,

Onları besleyecek cömert bir kişi yok mudur?

Acıktıklarında kum tepeciğinin üzerinde kıvrılır yatarlar.

Ellerine geçirdikleri ekmeğin vay haline, vay haline o ekmeğin."

Antere de şöyle demiştir:

"Ey avlanılacak koyun, kimin eline düşersen,

Artık o bana yasak olur, keşke yasak olmasa,

Kızımı gönderdim, git dedim ona,

Benim için ona dair haberleri araştır ve öğreniver,

Dedi ki: Düşmanlar farkında olmadan gördüm,

O koyun ok atanın eline geçmişti.

Sanki alnında beyazlık bulunan bir ceylan yavrusu gibi,

Kısacık boynunu dönüp bana baktı."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Onun koyununu görmediği bir sırada okumu attım,

Ta kalbinin ortasından ve dalağından isabet ettirdim."

Kadınlardan kinaye yoluyla koyun diye sözetmek, kullanılabilecek tariz (üstü kapalı) ifadelerin en güzellerindendir.

el-Huseyn b. el-Fadl dedi ki: Bu ifade meleklerin bir tarizi ve bir uyarışıdır. Arapların: Zeyd, Amr'ı dövdü, ifadelerine benzer, oysa ortada ne dövme vardır, ne de gerçek manada bir koyun. Sanki: Biz, durumu bu olan iki davacıyız, demiş gibidirler.

Ebû Cafer en-Nehhâs dedi ki: Bu hususta yapılmış en güzel açıklama anlamın şu olduğu şeklindeki açıklamadır: O soru sormak maksadıyla: (Biz) biri diğerine haksızlık etmiş iki davacıyız. Nitekim: Bir adam hanımına bunu söylerse, ona ne düşer? demeye benzer.

Derim ki: İmâm Şâfiî'nin arkadaşı el-Müzenî bu âyet-i kerîme ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Muvatta’'da ve başkalarından rivâyet edilen İbn Şihab yoluyla gelen hadiste yer alan: "O senindir, ey Abd b. Zema" Muvatta’, II, 739; Buhârî, II, 724, 895, III, 1007; Müsned, VI, 129, 200 hadisini de buna yakın bir şekilde yorumlamıştır. el-Müzenî dedi ki: Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya, bu hadis bana göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisine sorulan bir soruya verdiği bir cevab mahiyetindedir. Onlara hükmün şöyle olduğunu bildirmiştir: Böyle bir şey, hem döşek sahibi (evli bulunan koca)nin hem de zina etmiş kimse aynı anda iddiada bulunduğu takdirde sözkonusu olur. Yoksa aleyhine kardeşi Sa'd'ın sözünü Zem'anın aleyhine de oğlunun -zina mahsulü bir çocuk olduğuna dair- sözünü kabul etmiş değildir. Çünkü herbirisi başkası adına haber vermiştir. Müslümanlar ise bir kimsenin diğeri aleyhindeki ikrarının geçerli olmayacağını icma ile kabul etmişlerdir. Şanı yüce Allah da bunun bir benzerini Dâvûd ve melekler kıssasında zikretmiş bulunmaktadır. Melekler Davud'un yanına girdiklerinde onlardan korkuya kapılmış, onlar: Korkma, biz iki davacıyız, demişlerdi. Halbuki onlar davacı değillerdi. Onlardan herhangi birisinin doksandokuz koyunu yoktu. Fakat onlar onunla neyi anlatmak istediklerini bilmesini sağlamak maksadı ile meseleyi müşahhaslaştırarak konuştular. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da bu olay hakkında sorulan soru üzerine hüküm vermiş olma ihtimali vardır. Bu hadise dair benim bu yorumumu destekleyecek herhangi bir kimse bulunmasa dahi, bana göre böyle bir yorum sahihtir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

9- "Doksandokuz Koyun":

en-Nehhâs dedi ki: İbn Mes’ûd'un

"Bu benim kardeşimdir, onun doksandokuz koyunu vardır. Benim ise bir koyunum var" anlamındaki âyeti: " Bu benim kardeşimdir, onun doksandokuz koyunu vardı, benim ise dişi bir koyunum var." diye okumuştur. Buradaki: "...dır." Yüce Allah'ın:

"Allah gafurdur, rahimdir." (en-Nisa, 4/96) âyetindekine göredir (nakıstır demek istemektedir). Kıraatinde yer alan "dişi" anlamındaki lâfız da te'kiddir. Nitekim: " O erkek bir adamdır" denildiği gibi, burada da te'kiddir.

Şöyle de açıklanmıştır: Aralarında az miktarda erkek bulunmakla birlikte "bunlar yüz koyundur" denildiği gibi, burada ayrıca "dişi" tabirinin aralarında hiçbir erkek bulunmadığının anlaşılması için zikredilmesi uygun düşmüştür. Tefsirde bunun: Onun ise doksandokuz hanımı vardır, anlamına geldiği belirtilmiştir.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Eğer bunların hepsi hür kadın iseler bu onun şeriatına uygun bir şeydi, demektir. Şayet aralarında cariyeler var ise bu da bizim şeriatimize uygun düşer. Ancak kuvvetli görülen görüşe göre bizden öncekilerin şeriatinde evlenilecek hanım sayısı belli bir sayı ile sınırlı değildi. Bu sınırlandırma Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şeriatindedir. Buna sebep ise bedenlerin güçsüzlüğü, ömürlerin azlığıdır.

el-Kuşeyrî de şöyle demektedir: Muayyen onlara bu sayı sözkonusu değildi. Maksat bir örnek vermekti de denilebilir. Nitekim: Eğer bana yüz defa dahi gelecek olsan, senin ihtiyacını görmeyeceğim, demek de böyledir. Maksat defalarca gelirsen... demektir.

İbnu'l-Arabî de şöyle demektedir: Bazı müfessirlerin dediklerine göre Dâvûd'un yüz hanımı yoktu, doksandokuz örnek olsun diye zikredilmiştir. Bunun da maksadı şudur: Bunun başka bir hanıma ihtiyacı olmadığı halde, benim hanıma ihtiyacım vardır, demektir. Ancak böyle bir açıklama iki bakımdan yanlıştır.

1- Delilsiz bir şekilde lâfzın zahir manasından uzaklaşmanın anlamı yoktur. Bizden öncekilerin şeriatinde ise bizim şeriatimizde belirtildiği gibi evlenilecek hanım sayısı sınırlı değildi.

2- Buhârî ve başkalarının rivâyetine göre Süleyman (aleyhisselâm) şöyle demiştir: "Bu gece yüz hanımımı dolaşacağım. Bu hanımlardan herbirisi Allah yolunda savaşacak bir çocuk doğuracaktır. Ancak inşaallah demeyi unutmuştu. Buhârî, V, 2007; Müslim, III, 1275; Müsned, II, 229, 275. Bu ifade açık bir nasstır.

10- Tartışmada Galib Gelmek:

"Benim ise bir koyunum" tek bir hanımım

"var. O koyunu bana ver, dedi." Yani o benim payım olsun diye, benim lehime ondan vazgeç demektir. İbn Abbâs: Onu bana ver, diye açıklamıştır. Yine ondan gelen bir rivâyete göre: Benim için sen onu bırak, diye açıklamıştır. İbn Mes’ûd da böyle açıklamıştır. Ebû'l-Aliye de şöyle demiştir: Ben onu payıma alayım diye onu bana kat. İbn Keysan da şöyle demiştir: Sen onun benim payım olmasını sağla, diye açıklamıştır.

"Ve söz söylemede de beni yendi." Beni yenik düşürdü. ed-Dahhak dedi ki: Konuştuğu vakit o benden daha fasih konuşur. Savaşacak olursa, düşmana zararı benden daha fazla olur. (Âyet-i kerimedeki "yendi" ile aynı kökten olmak üzere): " Onu yendi, yener" denilir. Darb-ı meselde de " Galib gelen, talan vurur" denilmektedir. Bundan isim, "izzet" şeklinde gelir ki, bu da güç ve galebe demektir. Şair de şöyle demiştir:

"Bir ağın yenik düşürdüğü bir keklik ki geçirdi geceyi,

Ağdan kurtulmaya çalışarak, halbuki kanadı ağa takılmış."

Abdullah b. Mesud ve Ubeyd b. Umeyr:

"Ve söz söylemede de beni yendi" anlamındaki âyeti: " Ve söz söylemede benimle yenişmeye koyuldu" diye okumuştur. Benimle yarışa koyuldu demek olur ki, bu da karşılıklı yenişmek, yarışmak anlamında: O'den gelmektedir. " Onunla yenişti, yarıştı" demektir.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu yenmenin sebebi hususunda farklı görüşler vardır. Bir açıklamaya göre, bu yaptığı açıklamalarıyla beni yendi demektir. Bir başka açıklamaya göre, sahib olduğu güç ve otoritesiyle beni yendi, demektir. Çünkü ondan böyle bir şeyi isteyince, ona muhalefet edememişti. Bizim topraklarımızda Seyr b. Ebi Bekr diye bilinen bir emir vardı. Onunla bir adamdan bir ihtiyacımı görmesini istemesi için konuştum. Bana şöyle demişti: Bir yöneticinin bir ihtiyacı istemesinin onu gasbetmesi anlamına geldiğini bilmiyor musun? Bu sefer ben: Hayır, bu adaletin bir gereği olsa dahi istemiyorum, dedim. Eğitim görmemiş bir kişi olmakla birlikte söylediği bu söze ve zekasına hayret ettiğim gibi, o da benim kendisine verdiğim cevaba hayret etmiş, şaşırmıştı.

24

Dedi ki: "Yemin olsun ki o senin bir koyununu koyunlarına (katmak) istemekle sana zulmetmiş. Muhakkak katan (ortak)ların çoğu şüphesiz birbirlerine haksızlık ederler. Îman edip salih amel işleyenler müstesna. Böyleleri ise ne de azdır!" Bunun üzerine Dâvûd bizim kendisini imtihan ettiğimizi sandığından hemen mağfiret istedi. Rükû ederek yere kapanıp döndü.

11- Hz. Davud'un İsteğinin Mahiyeti Neydi?:

"Dedi ki: Yemin olsun ki, o senin bir koyununu koyunlarına (katmak) istemekle sana zulmetmiş" âyeti ile ilgili olarak en-Nehhâs şöyle demektedir: Denildiğine göre bu, Dâvûd (aleyhisselâm)'ın işlediği günahı idi. Çünkü burada: Herhangi bir belge ve sağlam kanaat bildirmeye dayanak olacak bir şey istemeksizin ve hasmın ikrarı da ortada bulunmaksızın durum gerçekten böyle mi olmuştur, olmamış mıdır, tesbit etmeksizin:

"Sana zulmetmiş" deyivermisti. Bu, bu husustaki görüşlerden birisidir.

Bundan sonraki başlıkta buna dair açıklama gelecektir. Yüce Allah'ın izniyle de bu güzel bir açıklamadır.

Yine Ebû Cafer en-Nehhâs dedi ki: Aralarında Abdullah b. Mesud ve İbn Abbâs'ın da bulunduğu sözleri reddedilemeyecek türden olan ilim adamlarının görüşlerine gelince, onlar şöyle demişlerdir: Dâvûd (sallallahü aleyhi ve sellem) adama: Benim için hanımından vazgeç, demekten fazla bir söz söylemiş değildir. Ebû Cafer (en-Nehhâs) dedi ki: İşte yüce Allah bundan dolayı ona sitem etmiş ve bu hususa dikkatini çekmişti. Bu ise büyük bir masiyet değildir. Kim bundan daha ileriye gidecek olursa, o hiçbir ilim adamından sahih olarak gelmemiş bir kanaat belirtmiş olur ve bu hususta çok büyük bir vebal altında kalır. (en-Nehhâs) "I'rabu'l-Kur'ân" adlı eserinde böyle demiştir. Yine o "Meani'l-Kur'ân" adlı eserinde de buna benzer açıklamalarda bulunmuştur. Şöyle demektedir: Dâvûd (aleyhisselâm) ile Orya'nın durumu ile ilgili birtakım haber ve kıssalar gelmiştir. Bunların büyük çoğunluğu sahih değildir, senedleri de muttasıl değildir. Bunların sahih olanları bilinmedikçe bu gibi şeyleri benimseme cesaretini göstermemek gerekir. Bu hususta gelmiş en sahih rivâyet ise Mesrûk'un, Abdullah b. Mesrûk'tan şöyle dediğine dair yaptığı rivâyetidir: Dâvûd (aleyhisselâm)

"o koyunu bana ver" yani benim için ondan vazgeç demenin dışında bir şey söylemedi. el-Minhal de Said b. Cübeyr'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Dâvûd (aleyhisselâm):

"O koyunu bana ver" yani benim için onu bırak ve onu bana kat, demekten fazla bir şey söylemiş değildir.

Ebû Cafer (en-Nehhâs) dedi ki: Bu, bu hususta gelmiş en değerli rivâyettir. Buna göre anlam da şöyle olur: Dâvûd (aleyhisselâm), Orya'dan bir adamın cariyesini satmasını istemesi gibi hanımını boşamasını istemiştir. Yüce Allah ise bu' noktaya dikkatini çekmiş ve ona sitem etmiştir. Çünkü o bir peygamberdi ve onun doksandokuz tane hanımı vardı. Dünyalığının artmasını isteyerek meşguliyete dalmasının uygun olmadığını belirtmişti. Bunun dışında yapılacak açıklamalara kalkışma cesaretini göstermemek gerekir.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Kıssacıların belirttiği gibi kadın Dâvûd (aleyhisselâm)'ın hoşuna gidince, Allah yolunda öldürülmesi için kocasının ön saflarda yerleştirilmesine dair emir vermesi ise kesinlikle batıldır. Çünkü Dâvûd (aleyhisselâm) kendi nefsi için kocasının kanını akıtacak değildi. Ancak mesele şöyle olmuştu: Dâvûd (aleyhisselâm) arkadaşlarından birisine: Benim için hanımından vazgeç demiş ve bu hususta ısrar etmişti. Bir adamın samimi bir arzu ile bir diğerine ihtiyacının görülmesini istemesi gibi. Bu mesele ister aile ile ilgili olsun, ister mala dair olsun.

Said b. er-Rabî', Abdurrahman b. Avf’a Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onları kardeş yaptıklarında şöyle demişti: Benim iki hanımım var. Onların en güzellerini senin için. bırakıvereyim. Abdurrahman ona: Allah sana ve çoluk çocuğuna bereketler ihsan etsin, dedi.

Yapılması câiz olan bir işin yapılmasını istemek de caizdir. Kur'ân-ı Kerîm'de böyle bir şeyin olduğuna dair bir ifade olmadığı gibi, adamın onu boşayıp iddetinin bitmesinden sonra Dâvûd (aleyhisselâm)'ın onunla evlendiğine, onun Süleyman (aleyhisselâm)'ı doğurduğuna dair hiçbir şey yoktur. Böyle bir şey kimden rivâyet edilmektedir ve kime isnad edilmektedir. Bunu naklederken kime güvenilmektedir. Böyle bir şeyi güvenilir, sağlam kimselerden hiçbir kimse de rivâyet etmemektedir.

el-Ahzab Sûresi'ndeki Dâvûd (aleyhisselâm)'ın bunu hanımı olarak almış olduğuna delalet eden şu âyetteki: "Peygamberi lehine Allah'ın farz (mubah) kıldığı şeylerde peygambere hiçbir vebal yoktur. Bu önce geçenlerde Allah'ın geçerli kıldığı sünnetidir" (el-Ahzab, 33/38) âyetinde yer alan ve onu eşi olarak aldığına delalet eden buradaki nükte ise, bu husustaki görüşlerden birisine göre şu anlamdadır: Davud'un gördüğü kadın ile evlenmesi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Cahş kızı Zeyneb ile evlenmesine benzemektedir. Şu kadar var ki Zeyneb ile evliliği kocasından ayrılmasını istemeksizin olmuştu. Aksine o kccisma hanımını nikâhı altında tutması için emir vermişti. Davud'un o kadın ile evlenmesi ise kocasından ayrılmasını istemesi neticesinde olmuştu. İşse bu husus Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın diğer bir çok menkıbesi ile birlikte Dâvûda bir üstünlüğüdür.

Ancak şöyle de denilmiştir:

"Bu, önce geçenlerde Allah'ın geçerli kıldığı sünnetidir" âyeti peygamberlerin kendilerini mehirsiz olarak peygambere adamış olan hanımlarla mehirsiz bir şekilde peygamberlerin evlendirilmeleri demektir. Yüce Allah'ın:

"Bu önce geçenlerde Allah'ın sünnetidir" âyeti ile yüce Allah peygamberlere nikâh ve başka hususlarda riayet edecekleri bir takım hususları farz kıldığı kastedilmiştir. Bu husustaki görüşlerin en sahih olanı budur. Müfessirler de Dâvûd (aleyhisselâm)ın yüz hanımı nikâhladığını rivâyet etmişlerdir. Kur'ân'ın nassı da budur. Yine rivâyete göre Süleyman (aleyhisselâm)'ın üçyüz hanımı, yediyüz cariyesi varmış. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır.

el-Kiya et-Taberî'nin (u'l-Kur'ân)"ında yüce Allah'ın:

"Sana şu hasımların haberi geldi mi? Hani onlar duvarı tırmanarak namaz kıldığı yere inmişlerdi" âyeti hakkında şunu kaydetmektedir: Peygamberlerin büyük günah işlemekten münezzeh olduğunu kabul eden muhakkik ilim adamlarının naklettiklerine göre Dâvûd (aleyhisselâm), başkası tarafından evlenmek maksadı ile talib olunmuş bir kadına talib olmaya kalkmıştır. Denildiğine göre ondan önce bu kadına talib olan kişinin ismi Orya imiş. Bu kadının akrabaları birinci talibi bırakarak Dâvûd (aleyhisselâm)'a kızlarını vermek istemişler. Dâvûd (aleyhisselâm) ise kıza talib olunduğundan haberdar değildi. Ancak bunu bilebilir ve böyle bir istekten vazgeçerek bu kadına talib olmayabilirdi. Halbuki o bunu yapmadı. Çünkü ya başkasının ona bu kadını anlatması sonucunda yahutta kasıt olmaksızın görmesi sonucunda kadını beğenmişti. Dâvûd (aleyhisselâm)'ın ayrıca pekçok hanımı vardı. O kadına daha önceden talib olmuş kişinin ise hanımı yoktu. Yüce Allah iki meleğin ibadet ettiği yerin duvarını tırmanması ile ve dolaylı anlatım yolunu seçerek, temsili ifadelerle anlattıklarıyla bu hususa onun dikkatini çekmişti. Bu yolla bu durumdan kendisine niçin sitem edildiğini kavrayarak böyle bir yolu izlemekten vazgeçmesi, bu küçük günahı sebebiyle Rabbinden mağfiret dilemeye yönelmesi istenmişti.

12- Hüküm ve Fetva Vermek İçin Tek Tarafı Dinlemek Yeterli Olabilir mi?:

"Dedi ki: Yemin olsun ki o senin bir koyununu, koyunlarına (katmak) istemekle sana zulmetmiş" âyetinde hasımlardan birisinin sözlerini dinledikten ve diğer hasmı dinlemeden önce, ilk hasmın söylediğinin zahirinden anlaşılana binaen mesele hakkında fetva verilebileceğine delil vardır.

(Ancak) İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu hiçbir kimseye göre câiz olmadığı gibi, hiçbir dinde de câiz olamaz ve hiçbir insanın bu şekilde davranması da mümkün değildir. Sözün takdiri ancak şöyledir: Hasımlardan birisi iddiada bulundu, diğeri de iddianın böyle olduğunu kabul etti. Fetva da ancak bundan sonra verildi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "İki hasım senin huzurunda oturdukları takdirde diğerinin de sözlerini dinlemeden biri lehine sakın hüküm verme." İbn Hibban, Sahih, XI, 451; Hakim, Müstedrek, IV, 105; Ebû Abdullah el-Makdisi, el-Ehadisu'l-Muhtara, II, 388; Ebû Dâvûd, III, 301; Müsned, I, 96, 101, 149.

Şöyle de denilmiştir: Dâvûd (aleyhisselâm), arkadaşı bunun böyle olduğunu itiraf etmedikçe diğeri lehine hüküm vermiş değildir. Yine bir başka açıklamaya göre ifadenin takdiri şöyledir: Eğer durum böyle ise arkadaşın sana zulmetmiş... Mümkün olan bu şekillerden bizzat hangisinin olduğunu en iyi bilen Allah'tır.

Derim ki: Bu iki şekli el-Kuşeyrî, el-Maverdî ve başkaları da sözkonusu etmiştir. el-Kuşeyrî dedi ki: Yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki o senin bir koyununu koyunlarına (katmak) istemekle sana zulmetmiş" sözlerini karşı tarafın sözlerini dinlemeden söylemiş olmasının izahı zordur. Şöyle denilebilir: O bu hükmünü ancak karşı tarafa durumu sorup karşı tarafın da böyle olduğunu itiraf etmesinden sonra vermiştir. Bu husus rivâyet edilmiştir, ancak bu rivâyet sabit değildir. Şu kadar var ki, durumun böyle olduğunu ya halin karinelerinden bilmişti, yahutta: "O sana zulmetmiştir" sözleri ile eğer durum dediğin gibi ise, sana zulmetmiştir demek istemiştir. Bu suretle onun susmasını ve karşı tarafa soruncaya kadar sabretmesini sağlamıştır, (el-Kuşeyrî devamla) dedi ki: Şöyle de denilebilir: Davalı susup da sözlü olarak davacının söylediğini reddetmiyor ise davacının sözüne binaen hüküm vermek onların şeriatlerinde kabul edilen bir husustu.

el-Halimî Ebû Abdullah da "Minhacu'd-Din" adlı eserinde şöyle demektedir: Beklenen bir nimetin gelivermesi yahut gizli olup da açığa çıkması halinde nimete şükür ile ilgili varid olmuş hususlardan birisi de (bundan dolayı) yüce Allah'a secde etmektir. Bu konuda asıl dayanak yüce Allah'ın:

"Sana şu hasımların haberi geldi mi?... rüku ederek yere kapanıp döndü" âyetleridir. Yüce Allah bu buyruklarıyla Dâvûd (aleyhisselâm)'ın iki davacıdan haksızlığa uğradığını söyleyen kimsenin davasını dinlemiş olduğunu haber vermekle birlikte, diğerine bu hususu sorduğuna dair haber vermemektedir. Sadece haksızlığa uğradığını söyleyen kimseye arkadaşının kendisine zulmettiğini söylediğini nakletmektedir. Bunun zahirinden anlaşıldığına göre o, davacı olan kimsenin zayıf ve haksızlığa uğramış olduğunun iz ve belirtilerini görmüş, onun bu halini dediği şekilde zulme uğramışlığına yorumlamış ve bu ayrıca davalıya soru sormasına gerek bırakmamış. Bundan dolayı elini çabuk tutarak: "Yemin olsun ki o... sana zulmetmiş" deyivermişti. Halbuki davalıya sormuş olsaydı, davalı ona şöyle diyebilirdi: Benim yüz koyunum vardı, bunun da hiçbir koyunu yoktu. Bu koyunu benden çalıverdi. Ben bu koyunu onun yanında görünce, ona: Onu bana geri ver, dedim. Ona: O koyununu bana ver. demeci;. Benim bu kimseyi senin huzuruna getireceğimi bildiğinden ben onu getirmeden o beni getirdi, ben onu huzuruna çağırmadan, o haksızlığa uğradığını söyleyerek yanına geldi. Böylelikle senin kendisini haklı, beni de zalim zannetmesini sağlamak istedi. Dâvûd (aleyhisselâm) aceleciliğin etkisi ile hüküm verince, yüce Allah'ın o vakit bu işte kendisini kendi nefsi ile başbaşa bıraktığını da anlamış oldu. İşte daha önce sözünü ettiğimiz fitne de bu olmuştu. Bu ise sadece onun bu husustaki kusurundan ötürü olmuştu. Bu sebepten dolayı Rabbinden mağfiret diledi ve yüce Allah'a sadece şikayet edilen şahsın zalimliğini belirtip azarlamak, dövmek ya da zalim olduğu zannedilen bir kimseye layık görülecek herhangi bir davranışı eklemeksizin şikayet edilen şahsın sadece zalim olduğunu belirtmekle kaldı ve böylelikle Allah kendisini koruduğu için ona rüku ederek secdeye kapandı. Yüce Allah da günahını bağışladıktan sonra ona serzenişte bulunmak üzere:

"Ey Dâvûd! Biz seni gerçekten yeryüzünde bir halife kıldık. O halde insanlar arasında hak ile hükmet. Sakın hevaya uyma! O takdirde seni Allah'ın yolundan saptırır" (Sâd, 38/26) diye buyurdu.

Yüce Allah'ın kendisine mağfiret buyurmasından sonra vermiş olduğu bu öğüt ve anlattığı bu kıssadan açıkça görülüyor ki Dâvûd (aleyhisselâm)'ın hatası, hüküm vermekteki kusuru ile henüz haksızlığı sabit olmamış kimsenin zalim olduğunu söylemekte elini çabuk tutması olmuştur. Diğer taraftan İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Dâvûd (bu âyette işaret olunan) secdeyi şükür olmak üzere yapmıştı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bu secdeyi ittibaen (ona uyarak) yapmıştı. Böylelikle şükür maksadıyla secdeye kapanmanın peygamberlerden tevatür yoluyla nakledilmiş bir sünnet olduğu sabit olmaktadır.

"Koyununu... istemekle" sana ait olan koyunu istemesiyle... demek olup mastar mef'ûle izafe edilmiş ve "istemek" (anlamındaki kelimenin sonunda gelmesi gereken) "he" zamiri zikredilmemiştir. Bu da yüce Allah'ın: " İnsan iyilik dilemekten usanmaz" (Fussilet, 41/49) âyeti gibidir ki; "hayrı istemesinden" demektir.

13- Katıp Karıştıranlar ve Ortaklar:

"Muhakkak katanların çoğu" âyetindeki: "Katanlar"ın tekili: "Katan" şeklinde gelir. Ancak "vav"daki harekenin ağırlığı dolayısıyla: “ Uzun"un çoğulu olarak denilmez.

Bu lâfzın iki açıklaması yapılmıştır: Birincisine göre maksat, arkadaşlardır, ikinci açıklamaya göre maksat ortaklardır.

Derim ki: Bu lâfzın "ortaklar (şüreka)" hakkında kullanılması uzak bir ihtimaldir. İlim adamları "el-hulata katıp karıştıranlardın mahiyeti hakkında farklı açıklamalarda bulunmuşlardır. İlim adamlarının çoğu der ki: Bu herkesin koyunlarını getirip tek bir çoban tarafından güdülmeleri, aynı kovadan su içmeleri ve aynı merada yayılmaları demektir.

Tavus ve Atâ: "Katıp karıştıranlar" ancak ortaklar olabilir, derler. Bu açıklama bu hususta varid olmuş habere muhaliftir. Sözkonusu haber de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetidir: "-Zekat (artar) korkusuyla- ayrı olanlar bir araya getirilmez, bir arada olanlar birbirinden ayrılmaz. Her iki türden karışık olanlara gelince, aralarında eşit olarak rücu' ile (herkes diğerindeki hakkını) alır." Buhârî, II, 526, 880; Tirmizî, III, 17; Ebû Dâvûd, II, 97, 98; Nesâî, V, 22, 28; Muvatta’, I, 58, II, 15. Bu âyetin son bölümü: "Artan olursa birbirlerine geri verirler" şeklinde de rivâyet edilmiştir. Muvatta’, I, 263. Oysa ortaklar arasında fazlalığın geri verilmesinin sözkonusu edildiği bir yer yoktur. Bunu bellemek gerekir. Burada sözü edilen "katıp karıştırma"nın hükümleri fıkıh kitablarında zikredilmiş bulunmaktadır. Malik ve mezhebine mensub ilim adamları ile bir grub ilim adamının görüşüne göre özel payında zekatın vacib olmadığı kimseye sadaka (zekat) vermek mükellefiyeti yoktur.

er-Rabî’, el-Leys ve aralarında Şâfiî'nin de bulunduğu bir grub ilim adamına göre ise: Eğer karışımların toplamında zekat düşecek miktar var ise, onlardan zekat alınır.

Malik ise şöyle demektedir: Eğer zekatı tahsil eden şahıs bu görüşü kabul ederek zekat alacak olursa -bu husustaki görüş ayrılığı dolayısıyla- kendi aralarında verme, alma işlemini tamamlarlar. (Yani payından hakettiğinden fazla zekat alınmış kimseye, payından hakettiğinden az alanın vermesi gerektiği kadarını ona verir) ve bu bir hakimin ihtilaflı bir hususta hüküm vermesine benzer.

14- Azınlık Olan Îman Edip Salih Amel İşleyenler:

"Muhakkak katan (ortak)ların çoğu şüphesiz birbirlerine haksızlık ederler" Birbirlerine zulmederler.

"Îman edip salih amel işleyenler müstesna." Onlar kimseye zulmetmezler.

"Böyleleri" yani salih kimseler

"ise ne de azdır." Onlar pek azdır demektir. Buna göre fazladan gelmiş demektir. Bunun: anlamında olduğu da söylenmiştir. İfadenin takdiri de: "Onlar, o kimseler azdırlar" şeklindedir.

Ömer (radıyallahü anh), bir adamın: Allah'ım, beni az olan kullarından kıl, diye dua ettiğini işitmiş. Ömer ona: Bu dua da ne oluyor? diye sorunca, adam şöyle demiş: Bununla yüce Allah'ın:

"Îman edip salih amel işleyenler müstesna. Böyleleri ise ne de azdır!" âyetini kastediyorum deyince, Ömer: Bütün insanlar senden daha fakihtir (dinin inceliklerini daha iyi bilir) Ey Ömer! dedi.

15- Sınandığını Zanneden Dâvûd (aleyhisselâm):

"Dâvûd Bizim kendisini imtihan ettiğimizi" sınadığımızı

"sandığından..." âyetindeki "sanmak" kesinlikle bilmek (yakın) anlamındadır. Ebû Amr ve el-Ferrâ'' şöyle demektedirler: " Zannetti, sandı"; " Kesinlikle bildi" anlamındadır. Şu kadar var ki el-Ferrâ'' bunu: Gözle görülen şeyler hakkında "zan"; ancak "yakın" anlamında kullanılır.

" Kendisini imtihan ettik" şeklinde sadece "nun" harfi şeddeli okunmuştur. Ancak Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) mübalağa kipi olmak üzere: " diye "te" ve "nun" harflerini şeddeli okumuştur. Katade ve Ubeyd b. Umeyr ile İbn es-Semeyka' ise her ikisini de şeddesiz olarak: " O ikisi onu sınadı, imtihan etti" diye okumuşlardır. Ayrıca Ali b. Nasr bunu Ebû Amr'dan diye de rivâyet etmiştir. (Sınayanlardan) maksat Dâvûd (aleyhisselâm)'ın yanına giren iki melektir.

16- Mescidde Mahkemeleşmek:

Denildiğine göre; Dâvûd (aleyhisselâm) mescidde o ikisi arasında hüküm verdikten sonra biri diğerine bakıp güldü. Dâvûd bunun ne anlama geldiğini anlayamadı. Kendilerini bilmek istediler. Bunun için gözünün önünde semaya yükseldiler. Böylelikle Dâvûd (aleyhisselâm) yüce Allah'ın bununla kendisini sınamış olduğunu ve sınadığı noktaya da onun dikkatini çekmiş olduğunu öğrenmiş oldu.

Derim ki: Kur'ân-ı Kerîm'de bu âyetin dışında mescidde hüküm vermeye delalet eden başka bir âyet yoktur. Mescidde hüküm vermenin câiz olduğunu kabul edenler bunu delil göstermişlerdir. Eğer bu -Şâfiî'nin dediği gibi- câiz olmasaydı, Dâvûd (aleyhisselâm) onların bu yaptıklarını ikrar ile karşılamazdı. Bunun yerine: Yargı meclisine gidiniz, derdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile halifeler mescidde hüküm veriyorlardı. Hatta Malik: Mescidde hüküm vermek oldukça eskiden beri devam etmektedir, demiştir. Bununla işlerin bir çoğunda (böyle olduğunu) kastetmektedir. Bununla beraber güçsüz ve zayıf, müşrik ve ay hali olanların da kendisinin yanına gelebilmeleri için hakimin mescidin genişçe bir yerinde (avlusu gibi) oturmasında bir sakınca yoktur. Fakat mescidde hadleri uygulamaz. Hafif te'dib (ta'zir)de bulunmasında bir sakınca yoktur. Eşheb dedi ki: Hakim evinde ve istediği her yerde hüküm verebilir.

17- Kadı Tayin Ederken Aranacak Bazı Özellikler:

Malik -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- dedi ki: Halifeler bizzat kendileri hüküm verirlerdi. İlk kadı tayin eden kişi ise Muaviye'dir. Malik dedi ki: Hakimlerin ilim adamlarıyla danışmaları gerekir.

Ömer b. Abdu’l-Aziz dedi ki: Geçmişlerin eserlerini bilen, sağlam görüş sahibleriyle istişare eden, halim (ağırbaşlı hareket eden) ve nezih olmayan bir kimseyi hakim olarak tayin etmemek gerekir. Ayrıca hakimin vera (şüpheli şeylerden dahi kaçınan) bir kimse olması gerekir.

Malik dedi ki: Hakimin uyanık, hilelerden çokça sakınan bir kişi olması gerektiği gibi, şartları çok iyi bilen ve Arapçanın bilinmesi gereken özelliklerinden haberdar olan bir kişi olması gerekir. Çünkü hükümler lehine hüküm verilecek kimsenin haklarını ihtiva eden şartların, şahitliklerin, ikrar, dava ve ibarelerin farklılığına göre farklılık arzeder. Ayrıca hüküm vermeden önce davalıya: İleri sürecek başka bir delilin var mıdır? diye sorması gerekir. Eğer hayır derse, onun hakkında hükmünü verir ve hükmünü verdikten sonra, kabul edilebilir bir sebep yahut açık bir delil getirmedikçe; onun ileri süreceği herhangi bir delilini de kabul etmez.

Yargı ve yargıçların hak ve görevleri ile ilgili hükümler başka bir yerde sözkonusu edilmiştir.

18- Hz. Davud'un Allah'tan Mağfiret Dilemesinin Sebebi:

"Hemen Rabbinden mağfiret istedi" âyeti ile ilgili olarak Rabbinden kendisinden dolayı mağfiret dilediği günahı hususunda müfessirlerin farklı altı görüşü vardır:

1- O kadına doyasıya baktı. Said b. Cübeyr dedi ki: Onun sınanması bakmaktır. Ebû İshak dedi ki: Dâvûd kadına kasti bakmamıştı, fakat ona birden fazla baktı. Böylelikle birinci bakış lehine iken, ikincisi aleyhine oldu.

2- O kadının kocasını tabutu taşıyanlar arasında gazaya gönderdi.

3- Kocası ölecek olursa, o kadın ile evlenmeyi niyet etti.

4- Orya o kadına talib olmuştu. Ayrılıp gidince bu sefer Dâvûd ona talib oldu. Üstün konumu dolayısıyla onunla evlendirildi. Orya bu işe üzüldü, yüce Allah da o kadını ilk talihlisine bırakmadığından ötürü Davud'a sitem etti. Çünkü onun doksandokuz hanımı da vardı.

5- Orya'nın öldürülmesine diğer öldürülen askerler için üzüldüğü gibi üzülmedi. Ondan sonra da hanımıyla evlendi. Bundan dolayı yüce Allah ona sitem etti. Çünkü peygamberlerin günahı -küçük olsa dahi- Allah katında büyüktür.

6- O ikincisini dinlemeden önce davacılardan birisinin lehine hüküm verdi.

Kadı İbnu'l-Arabî dedi ki: O diğerini dinlemeden önce iki hasımdan birisinin lehine hüküm verdi, diyenlerin görüşleri kabul edilemez. Çünkü böylesi peygamberler hakkında câiz değildir. Kadının kocasını ölüme maruz bıraktığı da aynı şekilde kabul edilemez. Kadına doyasıya baktı, diyenlerin görüşlerine gelince, bence bu da hiçbir şekilde câiz değildir. Çünkü kendilerini ibadete vermiş, Allah dostlarına bile bu şekilde bir bakış yakışmıyor iken, gaybı gören, Allah ile kulları arasında vasıta durumunda olan peygamberlere nasıl yakıştırılabilir?

es-Süddî, Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Ben bir adamın Dâvûd (aleyhisselâm)'ın bu kadına haram olan bir surette baktığından sözeden bir kişinin varlığını haber alacak olursam, yüzaltmış celde vururum. Çünkü sair insanlara iftira edenin haddi seksen çektedir, peygamberlere iftira edenlerin haddi ise yüzaltmış celdedir. Bunu el-Maverdî ve aynı zamanda es-Sa'lebî de zikretmiştir.

Yine es-Sa'lebî dedi ki: el-Haris el-Aver, Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Her kim kıssa anlatıcıların rivâyet ettiği şekliyle ve buna inanarak Dâvûd ile ilgili anlatılanları anlatacak olursa, ona iki had vururum. Buna sebep ise yüce Allah'ın makam ve mevkisini yükselttiği insanlar için âlemlere rahmet olarak içtihad edenler içinde bir delil ve belge olarak beğenip seçtiği kimseye iftirada bulunmak suretiyle işlediği günahın büyüklüğüdür.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu, Ali (radıyallahü anh)'dan sahih olmayan rivâyetler arasındadır. Şayet: Size göre böylesinin hükmü nedir? diye sorulacak olursa, deriz ki: Bir peygamberin zina ettiğini söyleyen bir kimse öldürülür. Peygambere bundan daha hafif olan (haram) bakış ve dokunmayı isnad eden kimseye gelince, bu hususta insanların yaptıkları nakiller arasında farklılık vardır. Bir kimse peygamber hakkında bunu içten içe kabul eder ve böyle bir şeyi o peygambere nisbet ederse onun öldürüleceğine hükmederim. Çünkü o, bu tutumuyla emrolunduğu peygambere saygı göstermek ile çelişkiye düşmüş olur.

Kıssacıların: O çıplak olarak yıkanan bir kadını gördü. Onu görünce, saçını çözdü ve saçı da vücudunu örttü, şeklindeki açıklamalarına gelince, ümmetin icmaı ile bundan dolayı onun için vebal sözkonusu değildir. Çünkü ilk görüş, görülen kişiyi açığa çıkartır, ancak bu şekilde gören kişi günahkar olmaz. İkinci defa baktığını söyleyenlere gelince, bunun aslı astarı yoktur. Kıssacıların: O eğer kocası ölürse, o kadın ile evleneceğini niyet etti, şeklindeki sözlerine gelince, bunda da bir sakınca yoktur. Çünkü onu ölüme maruz bırakmamıştır. Dâvûd (aleyhisselâm) Orya talib olmakla birlikte, o kadına talib oldu, şeklindeki görüş ise batıldır. Kur'ân-ı Kerîm ile bu konuda gelmiş bütün tefsir rivâyetleri bunu reddetmektedir.

Eşheb, Malik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bana ulaştığına göre o güvercin gelip Dâvûd (aleyhisselâm)'ın yakınına düştü. Bu güvercin altından idi, onu görünce hoşuna gitti. Onu yakalamak maksadıyla ayağa kalktı. Çünkü ona yakın düşmüştü. Aynı şeyi iki defa tekrarladı, sonra güvercin uçtu. Gözüyle onu takib ederken, uzun saçlı o kadını yıkanmakta iken görüverdi. Bana ulaştığına göre döktüğü gözyaşlarından ot bitinceye kadar kırk gün secdede kaldı,

İbnu'l-Arabî dedi ki: Müfessirlerin sözünü ettikleri kuş onun önünde düştü, onu yakalamak istedi ve arkasından onu izledi, şeklindeki açıklamalarında sözkonusu edilen hal ibadete aykırı değildir. Çünkü bu yapılması mubah olan işlerdendir. Özellikle bu helal bir iştir, helal talebinde bulunmak ise farzdır. O kuşu kuş olduğu için izlemiştir, güzelliğinden dolayı değil. Çünkü güzelliğinde bir menfaati yoktu. Bu kıssayı anlatanların kuşun güzelliğini sözkonusu etmeleri ileri derecedeki bir cahillikten kaynaklanmaktadır. Bunun altından bir güvercin olup onu yakalamak maksadıyla peşinden gittiğine dair rivâyete gelince, bu da Sahih'te rivâyet olunduğu şekliyle yüce Allah'ın bir lütfü idi: "Eyyub (aleyhisselâm) çıplak olarak yıkanmakta iken altından çekirgelerden bir bölük üzerine döküldü. O da bu çekirgelerden toplamaya ve elbisesine doldurmaya koyuldu. Yüce Allah kendisine: Ey Eyyub! Ben seni ihtiyaçtan kurtarmadım mı? diye sorunca, o da: Kurtardın Rabbim, fakat Senin bereketine muhtaç olmamam mümkün değildir, dedi." Buhârî, I, 107, III, 1240, VI, 2723; Nesâî, I, 200; Müsned, I, 314

el-Kuşeyrî dedi ki: Dâvûd küçük bir çocuğuna onu vermek maksadıyla o güvercini yakalamak istedi. Kuş uçtu ve evin pencereciği üzerine kondu... Bu açıklamayı es-Sa'lebî de yapmıştır, daha önce de geçmiş bulunmaktadır.

19- Rüku Ederek Rabbine Dönüş:

"Rüku ederek yere kapanıp (Allah'a) döndü." Secdeye kapandı, demektir. Çünkü sücud, bazan rüku ile ifade edilebilir. Şair şöyle demiştir:

"Rüku ederek yüzü üstü kapandı,

Ve herbir günahtan yüce Allah'a tevbe etti."

İbnu'l-Arabî dedi ki: Burada rükudan kastın secdeye varmak olduğunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü secde etmek meyletmek demektir. Rüku ise eğilmektir. Biri diğerini kapsayabilir. Çünkü önce bunların herbirisi kendi şeklinde has iken, daha sonraları birine diğerinin ismi verilir olmuş ve sucuda rüku denilmiştir.

el-Mehdevî de der ki: Onların rükua varmaları sücud idi. Hayır, sücudları rüku idi, diye de açıklanmıştır.

Mukâtil dedi ki: O rükuundan yüce Allah'a secdeye kapandı, yani durumu farkedince namaz kılmak üzere ayağa kalktı, sonra rükudan secdeye kapandı. Çünkü her ikisi de aynı zamanda eğilmeyi ihtiva etmektedir.

"Döndü" günahından tevbe edip Allah'a yöneldi, demektir. el-Husayn b. el-Fadl dedi ki: Abdullah b. Tahir el-Valî bana yüce Allah'ın:

"Rüku ederek yere kapanıp" âyeti hakkında rüku edene yere kapandı denilir mi? diye sordu, ben hayır dedim. Bu sefer: O halde âyetin anlamı nedir? diye sordu, şöyle dedim: O daha önce rükuda iken yere kapandı, yani secde etti, demektir.

20- Burada Geçen Tilavet Secdesinin Hükmü:

Dâvûd (aleyhisselâm)'ın bu secdesinin Kur'ân-ı Kerîm'de yapılması emrolunup istenmiş secdelerden olup olmadığı hususunda farklı görüşler vardır.

Ebû Said el-Hudrî'nin rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) minber üzerinde

"Sâd. Çok şerefli Kur'ân'a yemin olsun" âyetini okudu. Secde âyetine varınca indi, secde etti. Müslümanlar da onunla birlikte secde ettiler. Bir başka gün yine bu buyrukları okudu. Müslümanlar secde etmek için hazırlandılar. Bu sefer Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bu bir peygamberin tevbesini ifade etmektedir. Ancak ben sizin secde için hazırlandığınızı gördüm" deyip (minberden) indi ve secde etti. Davud'un lâfzı budur. Ebû Dâvûd, II, 59

Buhârî'de ve başkalarında da İbn Abbâs'tan şöyle dediği zikredilmektedir:

"Sâd" Kur'ân-ı Kerîm'in azimetlerinden (açıkça secde edilmesi emredilmiş secde âyetlerinden) değildir. Ancak ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın burada secde ettiğini görmüşümdür. Buhârî, I, 363, III, 1358; Ebû Dâvûd, II, 59; Müsned, I, 359.

İbn Mes’ûd yoluyla gelen rivâyette de şöyle dediği kaydedilmektedir: Sâd bir peygamberin tevbesidir, orada secde yapılmaz. Yine İbn Abbâs'tan: O bir peygamberin tevbesidir, peygamberiniz de ona uymakla emrolunmuşlardandır. Buhârî, III, 1258, IV, 1695, 1808; Müsned, I, 360.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Benim kanaatime göre burası secde yeri değildir. Ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) burada secde etmiştir, biz de ona uyarak secde ederiz.

Sücudun anlamı şudur: Dâvûd (aleyhisselâm) Rabbine zilletle boyun eğip günahını da itiraf ederek, günahından tevbe ederek, Rabbine secdeye kapandı. O bakımdan kim burada secdeye kapanacak olursa, bu niyet ile secde etsin. Belki yüce Allah, tabi olduğu Dâvûd (aleyhisselâm)'ın hürmetine ona mağfiret edebilir. Bizler, bizden öncekilerin şeriatının bizim için de şer'î hüküm ifade ettiğini (şer'u men kablena) kabul edenlerden olalım, ister kabul etmeyenlerden olalım, farketmez. Çünkü bu bütün ümmetlerde herkes için meşru bir iştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

21- Buradaki Şükür Secdesi Nasıl Yapılmalıdır?

İbn Huveyzîmendad dedi ki: Yüce Allah'ın:

"Rüku ederek yere kapanıp (Allah'a) döndü" âyetinde, şükür maksadıyla sadece secdeye varmanın câiz olmadığına delalet vardır. Çünkü burada sücud ile birlikte rüku da sözkonusu edilmiştir. Câiz olan şekil iki rekat namaz kılmasıdır. Tek başına bir secde câiz değildir. Çünkü hem Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, hem de ondan sonraki İmâmlara (halifelere) müjde türünden haberler geliyordu. Fakat onlardan herhangi birisinin şükür olmak üzere secdeye kapandığı rivâyeti nakledilmiş değildir. Eğer onlar böyle bir işi yapsalardı, elbetteki bu birbirini destekleyen rivâyetler halinde nakledilirdi. Çünkü böyle bir şeyin câiz olup olmadığının ve Allah'a yakınlaştırıcı bir amel olup olmadığının bilinmesine herkesin ihtiyacı vardır.

Derim ki: İbn Mace'nin Sünen'inde Abdullah b. Ebi Evfa'dan rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Cehil'in kellesinin koparıldığı müjdesini alınca, iki rekat namaz kılmıştır. İbn Mace, I, 445. Ebû Bekre yoluyla rivâyet ettiği hadise göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sevindirecek bir hususun haberi geldi mi yüce Allah'a şükür olmak üzere secdeye kapanırdı rivâyetini de zikretmektedir. Hakim, Müstedrek, I, 411; Beyhaki, es-Sünenu'l-Kübra, II, 370; Dârâkutnî, Sünen, I, 410, IV, 147 İbn Mace, I, 446. İmâm Şâfiî ve başkalarının kabul ettiği görüş de budur.

22- Tilavet Secdesi Yaparken Okunacak Dualar:

Lâfız başkasının olmak üzere Tirmizî ve başkalarının rivâyetine göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde ensardan bir adam geceleyin bir ağacın arkasında saklı olarak namaz kılarken:

"Sad, çok şerefli Kur’ân'a yemin olsun..." âyetini okuyordu. Secde âyetine gelince, o da secde etti, onunla birlikte ağaç da secde etti. Ağacın: "Allah'ım, bu secde sebebiyle bana büyük bir ecir ver ve bunun sebebiyle bana şükretmeyi nasib kıl" dediğini duydu. (3), (4) nolu dipnotlar ile ilgili malumat bir sonraki sahifenin dipnotundadır.

Derim ki: İbn Mace Simen'inde, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini kaydetmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında idim. Bir adam ona gelip dedi ki: Dün rüyamda kendimi bir ağacın dibinde namaz kılarken gördüm. Secde âyetini okudu, ben de secde ettim. Benini secdem dolayısıyla ağaç da secde etti. Bu arada ağacın: "Allah'ım, bu secde sebebiyle benden bir günahı sil, onun sebebiyle bana bir ecir yaz ve bu secdemi(n ecrini) benim için saklı kıl," dediğini duydum. İbn Abbâs dedi ki: Ben de Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın secde âyetini okuduğunu ve bunun üzerine secde ettiğini, secdesi sırasında da o adamın, ağacın söylediğini haber verdiği sözleri söylediğini de duydum.

Bunu es-Sa'lebî, "Ebû Said el-Hudrî'den.." diye rivâyet etmiştir. Buna göre Ebû Said dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Ben kendimi rüyada bir ağacın altında gördüm. Ağaç Sâd Sûresi'ni okuyordu. Secde âyetine gelince, orada secde etti. Sücudu sırasında da şöyle dediğini duydum: Allah'ım, bu secde sebebiyle benim için bir ecir yaz ve benden bir günahı sil. Onun sebebiyle bana bir şükür nasib et, kulun Dâvûd'dan secdesini kabul ettiğin gibi bunu da benden kabul buyur. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bana şöyle dedi: "Ey Ebû Said sen de secde ettin mi?" Ben: Allah'a yemin ederim ki, hayır ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Şöyle buyurdu: "Ağaçtansa senin secde etmen daha uygundu." Sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Sâd Sûresi'ni secde âyetine varıncaya kadar okudu, sonra secde etti, sonra da ağacın dediğinin benzerini söyledi Buralarda (67. sahifedeki (3) ve (4) nolu dipnotlarda) zikredilen hadisler, lâfız ve mana itibariyle birbirlerine yakın olduklarından hepsi için aşağıdaki kaynaklara atıfta bulunmakla yetiniyoruz: ibn Huzeyme, I, 282, VI, 473; Hakim, Müstedrek, I, 341; Tirmizî, II, 472, V, 489; İbn Mace, I, 334; Taberani, Kebir, XI, 129.

25

Biz de ona bunu mağfiret ettik. Şüphesiz onun nezdimizde bir yakınlığı ve güzel bir dönüş yeri vardır.

23- Dâvûd (aleyhisselâm)'ın Mağfirete Nail Olması:

"Biz de ona bunu mağfiret ettik" âyeti Biz de ona günahını bağışladık, demektir. İbnu'l-Enbarî dedi ki: “ Biz de ona bunu mağfiret ettik" âyeti tam bir vakıftır. Daha sonra da "(........): Şüphesiz onun..." diye okumaya başlar.

el-Kuşeyrî dedi ki: Bununla birlikte:

"Biz de ona mağfiret ettik" diye vakıf yaptıktan sonra:

"İşte böyle, şüphesiz onun... vardır" diye başlar.

Yüce Allah'ın:

"Bu böyledir, azgınlar için muhakkak... vardır" (Sâd, 38/55) âyeti gibidir. Yani durum işte böyledir, anlamındadır.

Atâ el-Horasanî ve başkaları dedi ki: Dâvûd (aleyhisselâm) yüzünün etrafında ot bitip başını örtünceye kadar kırk gün süreyle secdede kaldı. Sonra ona şöyle seslenildi: Aç mısın sana yemek verilsin? Yoksa çıplak mısın giydirilesin? Bunun üzerine öyle bir hıçkırarak ağladı ki, içinden gelen hararetle o mera coşup büyüdü. Böylelikle ona mağfiret olundu ve bu sebeple günahı setredildi.

Bu sefer dedi ki: Rabbim bu benimle Senin arandaki günahım. Onu bağışlamış bulunuyorsun, peki İsrailoğullarından olan şu şu adamların durumu ne olacak? Ben onların çocuklarını yetim, hanımlarını dul bıraktım. Buyurdu ki: Ey Dâvûd! Kıyâmet gününde senin tarafından gelmiş herbir zulmü cennetin sevabı karşılığında o kişiden sana bağışlamasını isteyeceğim. Dâvûd dedi ki: Rabbim kolay mağfiret işte böyle olur. Sonra: Ey Dâvûd başını kaldır, denildi. Başını kaldırmak istedi ancak yere batmış olduğunu gördü. Cebrâîl gelip ağaçtan zamkı koparıldığı gibi, onu yerin üzerinden söküp kardı. Bunu el-Velid b. Müslim İbn Cabir'den, o Atâ'dan rivâyet etmiştir, el-Velid dedi ki: Ayrıca Münir b. ez-Zubeyr bana haber verdi, dedi ki: Davud'un secde yerleri yere yapıştı. Yüzünden de Allah'ın dilediği miktar yapışmıştı. el-Velid dedi ki: İbn Lehia dedi ki: Secdesi sırasında: Seni tenzih ederim, işte benim içeceğim olan gözyaşlarını ve işte benim yiyeceğim önümdeki bir külün içerisinde, diyordu. Bir rivâyette belirtildiğine göre o kırk gün secdede kaldı. Farz namaz dışında başını kaldırmadı. Gözyaşlarından ot bitinceye kadar ağlayıp durdu.

Bu Ebû Hüreyre yoluyla merfu bir hadis olarak da rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Dâvûd kırk gün süreyle secdede kaldı. O kadar ki gözyaşlarından biten ot başını örttü. Yer onun alnını aşındırdı. Secdesinde de: Rabbim, Dâvûd bir defa yanıldı ve bu yanılması sebebiyle doğu ile batı arasındaki mesafe kadar uzaklaştı. Rabbim, eğer Davud'un zayıflığına merhamet buyurmaz, günahını bağışlamazsan, sen ondan sonra insanlar arasında günahını konuşulacak bir söz kılarsın. Kırk sene sonra Cebrâîl ona dedi ki: "Ey Dâvûd! Şüphesiz Allah senin içinden işlemeyi geçirdiğin günahı sana bağışlamış bulunuyor. " Tirmizî, el-Hakim, Nevadiru'l-Usul, II, 178

Vehb dedi ki: Dâvûd (aleyhisselâm)'a şöyle seslenildi: Şüphesiz ben sana mağfiret buyurdum. Ancak Cebrâîl gelip kendisine: Rabbin sana mağfiret buyurmuşken, ne diye başını kaldırmıyorsun? deyinceye kadar, başını da kaldırmadı. Bunun üzerine şöyle dedi: Rabbim bu nasıl olur? Sen hiç kimseye zulmetmezsin. Bunun üzerine yüce Allah Cebrâîl'e şöyle buyurdu: Davud'a git ve ona Orya'nın kabrine gidip ondan helallik dilemesini söyle. Onun seslenişini Orya'nın duymasını Ben sağlayacağım. Bunun üzerine Dâvûd üzerine hayvan postları giyindi, Orya'nın kabri yanında oturdu. Ey Orya diye seslendi, Orya: Buyur, benim bu lezzetimi Tirmizî, el-Hakim, Nevadiru'l-Usul, II, 183 yarıda kesip beni uyandıran da kim? diye sordu. Dâvûd: Ben kardeşin Davud'um, bana hakkını helal etmeni diliyorum. Çünkü ben seni öldürülme tehlikesiyle karşı karşıya bıraktım, dedi. Orya: Sen beni cennetle karşı karşıya getirdin, sana hakkımı helal ediyorum, dedi.

el-Hasen ve başkaları da dedi ki: Dâvûd (aleyhisselâm) o günahtan sonra ancak günahkarlarla oturup kalkmaya başladı. Onlara da: Pek günahkar Davud'a gelin, diyordu. Her ne içtiyse mutlaka ona gözyaşlarını karıştırırdı. Kuru arpa ekmeğini bir kaba koyar ve gözyaşlarıyla o ekmeği ıslatıncaya kadar ağlar dururdu. Onun üzerine kül ve tuz serper, onu yer ve: Günahkarların yiyeceği budur, derdi. Günahını işlemeden önce gecenin yarısını namaz kılar ve senenin yarısını oruçla geçirirdi. Daha sonra ise senenin tamamını oruçla ve gecenin tümünü namaz kılarak geçirmeye başladı. Rabbim, günahımı avucumda kıl dedi, bunun üzerine günahı avucuna nakşedildi. Elini bir yemeğe, içeceğe ya da herhangi bir şeye uzattı mı mutlaka onu görür ve bundan dolayı ağlardı. Kendisine üçte ikisi dolu bardak getirilir, o bardağı eline aldı mı günahını görürdü. Gözyaşlarından dolup taşmadan o bardağı dudaklarının üzerine koymazdı.

el-Velid b. Müslim rivâyetle dedi ki: Bana Ebû Amr el-Evzaî'nin anlattığına göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Davud'un gözleri su damlatan iki kırba gibi idi. Gözünden akan yaşlar tıpkı suyun yerde kendisine yatak açması gibi yanağında kendisine akacak yerler açmıştı."

el-Velid dedi ki: Osman b. Ebi'l-Atike'nin bize anlattığına göre Davud'un henüz o hatasını işlememiş iken günahkarlar hakkında söylediği ağır sözlerden birisi: Allah'ım, günahkarlara mağfiret etme, sözü idi. Daha sonra: Allah'ım, Rabbim! Günahkarlara mağfiret buyur ki, onlarla birlikte Davud'a da mağfiret edesin. Nurun yaratıcısı, her türlü eksiklikten münezzehtir. Ya ilâhi! Ben çıkıp kullarının tabiblerine benim günahımı tedavi etmelerini istedim, hepsi bana Senin kapını gösterdi. Ya ilâhi! Ben bir günah işledim, bu günahın mahsulünü -eğer onu bağışlamayacak olursan- kıyâmet gününde vereceğin azâb kılacağından korkarım. Nurun yaratıcısını her türlü eksiklikten tenzih ederim. Ya ilâhi! Ben günahımı hatırladım, yeryüzü, genişliğine rağmen bana dar geldi. Fakat senin rahmetini hatırlayınca, canım bana geri döndü, diye dua etti.

Haberde kaydedildiğine göre Dâvûd (aleyhisselâm) minbere çıktı mı insanlara işlediği günahın izini göstermek maksadı ile sağ elini kaldırır ve onlara doğru çevirip şöyle seslenirdi: Ya ilâhi! Ben günahımı hatırladığım vakit yeryüzü genişliğine rağmen bana dar geliyor. Senin rahmetini hatırladığımda da canım bana tekrar geri dönüyor. Rabbim Sen günahkarlara -onlarla birlikte Davud'un günahını da bağışlaman için- mağfiret buyur.

Dâvûd (aleyhisselâm) içerisi kül ile doldurulmuş liften yedi döşek üzerinde otururdu. Onun göz yaşyarı ayaklarının dibini ıslatırdı. Nihayet bütün bu döşekleri ıslatır ve yaşları altlarından sızardı. Ağlayıp sızladığı gün geldi mi, onun münadisi yollarda, çarşı-pazarlarda, vadilerde, dağ yollarında, dağların başlarında ve mağara ağızlarında şöyle seslenirdi: Şunu bilin ki, bugün Davud'un ağlama günüdür. Günahından ötürü ağlamak isteyen kimse Davud'a gelsin ve ona yardımcı olsun. Mağaralarda, vadilerde ibadete çekilmiş olanlar onun bulunduğu yere gelir, minberi etrafında sesler birbirine karışır. Yırtıcı hayvanlar, yabaniler ve kuşlar onun etrafında durur. İsrailoğulları da minberinin etrafını çevirir. Feryad ve figana başlayıp yanıp yakılması gözyaşlarının pınarlarını coşturunca bu sefer etrafındaki cemaat de tek bir sesten ağlar, feıyad ve figan ederdi. Hatta böyle bir günde minberi etrafında pekçok kişi ölürdü.

Nakledildiğine göre Dâvûd (aleyhisselâm) aniden bir cumartesi günü öldü. Mihrabına çıkıp inmekte iken ölüm meleği ona gelerek: Ruhunu kabzetmeye geldim, dedi. Ona: Bana izin ver de yukarı çıkayım yahut aşağı ineyim. Melek: Buna imkanım yok. Günler, aylar, yıllar, atacağın adımlar, rızıklar tükenmiş bulunuyor. Artık sen bundan sonra bir ayak izi dahi bırakamayacaksın. Bunun üzerine Dâvûd minberdeki bir basamak üzerinde secdeye kapandı ve bu haliyle canını aldı. (Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır).

Dâvûd ile Mûsa -ikisine de selam olsun- arasında beşyüzdoksandokuz yıllık bir süre vardır. Beşyüzyetmişdokuz yıl olduğu da söylenmiştir. Dâvûd (aleyhisselâm) yüzyıl yaşadı, halifeliği oğlu Süleyman'a vasiyet etti.

24- Dâvûd (aleyhisselâm)'ın Konumu:

"Şüphesiz onun nezdimizde bir yakınlığı ve güzel bir dönüş yeri vardır" âyeti ile ilgili olarak Muhammed b. Kab ile Muhammed b. Kays şöyle demişlerdir:

"Şüphesiz onun nezdimizde" mağfirete nail oluşundan sonra

"bir yakınlığı ve güzel bir dönüş yeri vardır." İkisi de derler ki: Allah'a yemin ederim, kıyâmet gününde kadehten ilk içecek kişi Dâvûd (aleyhisselâm)'dır.

Mücahid de Abdullah b. Ömer'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Yakınlığı" kıyâmet gününde yüce Allah'a yakınlık demektir. Mücahid'den de şöyle dediği nakledilmiştir: Yüce Allah kıyâmet gününde Davud'u günahı eline nakşedilmiş olarak diriltecektir. Kıyâmet gününün o dehşetli hallerini göreceğinde yüce Allah'ın rahmetine sığınmaktan başka bir korunacak yer bulamayacaktır. Sonra günahını görecek, bundan tedirgin olacak, kendisine: Buraya, buraya denilecek. Tekrar günahını görecek, tedirgin olacak yine ona: Buraya, buraya denilecek. Yine bunu görecek, tedirgin olacak tekrar ona: Buraya, buraya denilecek. Nihayet yüce Allah'a yaklaşacak ve huzur bulacaktır. İşte yüce Allah'ın:

"Şüphesiz onun nezdimizde bir yakınlığı ve güzel bir dönüş yeri vardır." âyeti bunu anlatmaktadır. Bunu et-Tirmizî el-Hakim zikretmektedir. (el-Hakim) dedi ki: Bize el-Fadl b. Muhammed anlattı, dedi ki: Bize Abdu'l-Melik b. el-Esbağ anlattı, dedi ki: Bize el-Velid b. Müslim anlattı, dedi ki: Bize İbrahim b. Muhammed el-Fezarî, Abdu'l-Melik b. Ebi Süleyman'dan anlattı, dedi ki: Abdu'l-Melik de Mücahid'den diyerek bu rivâyeti zikretti. Tirmizî dedi ki: Ben uzun bir süre bu âyet-i kerimeleri okuyup duruyor fakat yüce Allah'ın:

"Rabbimiz hesab gününden önce payımızı bize çabuk ver" (Sâd, 38/16) âyetinden maksadın ve anlamın ne olduğu benim için açıklığa kavuşmuyordu. Buradaki "el-kıt (pay)" sözlükte sahife demektir. Şöyle ki Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara:

"Kitabı sağdan verilmiş olana gelince..." (el-Hakka, 69/19) âyetini okuyup da kendilerine: Siz bütün bu yaptıklarınızı da sol tarafınızdan verilecek sahifelerinizde yazılmış göreceksiniz deyince, bu sefer onlar: "Rabbimiz hesab gününden önce payımızı" yani sahifemizi "bize çabuk ver" dediler. Yüce Allah da ona: "Onların dediklerine sabret ve güçlü kulumuz Davud'u hatırla!" dedi. Daha sonra (et-Tirmizî el-Hakim) Davud'un günahının kıssasını başından sonuna kadar kaydettikten sonra şöyle demektedir: Kendi kendime diyordum ki: Yüce Allah ona söylediklerine sabretmesini ve Davud'u hatırlamasını emretti. Acaba bu hatırlatma ile ne kastedilmiştir? Bunun onunla ilişkisi nedir? Bir türlü kalbime huzur verecek bir şeye vakıf olamıyordum. Nihayet yüce Allah bir gün bana bunu da gösterdi ve bu hususta Rabbimin ilhamına mazhar oldum. Buna göre bu kimseler, içinde yüce Allah'ın emri ile alay ederek günah ve hatalarının yazılı bulunduğu amel defterlerinin sol taraflarından kendilerine verilmesini kabul etmeyip inkar ettiler ve: "Rabbimiz hesab gününden önce payımızı bize çabuk ver" dediler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onların bu alaylarından incindi. Yüce Allah da bu sözlerine karşılık ona sabretmesini ve kulu Davud'u hatırlamasını emretti. Çünkü Dâvûd işlediği günahını elinde kazılmış olarak görmeyi dünyada istedi. Bundan dolayı da başına gelenler geldi. Öyle ki o bunu gördüğü vakit, bundan ızdırap duyar ve elindeki kase gözyaşları ile dolardı. Günahının bu izini gördü mü öyle ağlardı ki, kül ile doldurulmuş liften yedi döşekten bile ıslaklığı geçerdi. O, günahının bağışlanmasından ve davacının mesuliyetinden yana teminatın verilmesinden ve şanı yüce Allah'ın hasmını razı edip bağışlamasını ondan isteyeceğine dair teminatın verilmesinden sonra bu dilekte bulunmuştu. Halbuki Dâvûd onun sevdiği, onun dostu ve seçkin bir kulu idi. Bu mertebe ile birlikte, günahının izinin nakşedilmiş olması onu bu hale getirdi. Peki ya Allah'ın düşmanları, yarattıklarının isyankarları ve hor ve hakir düşüreceği kimselerin başına gelecekler ne olabilir? Eğer onların amel defterleri çabucak verilip de küfür ve inkar üzere işledikleri o günahların suretini görecek olurlarsa bu sahifelerdeki bu günahlara baktıkları vakit, başlarına neler geleceğini görürlerse (halleri ne olur?) Yüce Allah onların halinin ne olacağını haber vererek şöyle buyurmaktadır:

"Günahkarları kitabın içindekilerinden korkuya kapılmış göreceksin. Vay bizim halimize! Bu kitaba ne olmuş? Küçük, büyük hiçbir şey bırakmayıp sayıp dökmüş, diyecekler." (el-Kehf, 18/49)

İşte Dâvûd -Allah'ın salat ve selamlan üzerine olsun- mağfirete nail olmakla birlikte müjdeyi almış, ilâhi lutfa mazhar olmuş olmakla birlikte, o günahının suretini görmeye tahammül edemiyordu. Bizim rivâyetimize göre hadiste şöyle denilmiştir: Kıyâmet gününde ayasında onun nakşedilmiş olduğunu göreceği vakit tedirgin olacak, ona: Buraya (gel) denilecek. Tekrar onu görecek yine tedirgin olacak, yine: Buraya denilecek. Sonra onu yine tekrar görecek ve nihayet yüce Allah'a yakınlaştırılacak ve huzur ve sükun bulacaktır. Tirmizî, el-Hakim, Nevadiru'l-Usul, II, 699 vd. -bazr ibarelerde az farkla- Davud (aleyhisselâm) ile ilgili rivâyetlerin bir kısmını ihtiyatla karşılamak lazım. Naşir).

26

Ey Dâvûd! Biz seni gerçekten yeryüzünde bir halife kıldık. O halde insanlar arasında hak ile hükmet! Sakın hevaya uyma! O takdirde seni Allah'ın yolundan saptırır. Muhakkak Allah'ın yolundan sapanlara hesab gününü unuttuklarından, onlar için çok çetin bir azâb vardır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

1- Yeryüzünde Bir Halife:

"Biz seni gerçekten yeryüzünde bir halife kıldık." Yani iyiliği emredip münkerden alıkoymak için seni hükümdar yaptık. Böylelikle senden önce geçmiş bulunan peygamberler ile salih önder ve yöneticilere halife olmanı sağladık.

Halife, onun ile ilgili hükümlere dair yeterli açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/30. âyet, 3. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.

2- İnsanlar Arasında Hak İle Hükmetmek:

"O halde insanlar arasında hak ile" yani adalet ile

"hükmet" âyeti vücub ifade eden bir emirdir. Böylelikle bu âyet, kendisinden önceki âyetlerle irtibatlı bulunmaktadır. Çünkü Dâvûd (aleyhisselâm)'ın siteme maruz kalmasının sebebi, kadını kocasından istemesi idi. Bu ise adaletli bir istek değildi. Bundan ötürü akabinde ona:

"O halde, insanlar arasında adalet ile hükmet!" denildi.

"Sakın hevaya uyma!" Allah'ın emrine uygun olmayan hevanın peşinden gitme!

"O takdirde seni Allah'ın yolundan" cennete giden yoldan

"saptırır. Muhakkak Allah'ın yolundan sapanlara" o yoldan yan çizip onu terkedenlere

"hesab gününü unuttuklarından" Allah'ın yolunu izlemeyi terkettiklerinden

"onlar için" cehennem ateşinde

"çok çetin bir azâb vardır."

Buradaki

"unuttuklarından" o güne îman etmeyi terkettiklerinden yahutta o gün için amel etmeyi terkederek, unutanlar gibi olduklarından... anlamındadır.

Yüce Allah'ın bu buyrukları Dâvûd (aleyhisselâm)'a peygamberliği lütfettiği zaman söylendiği gibi, onun tevbesini kabul edip günahını bağışladıktan sonra söylemiştir, de denilmiştir.

3- İnsanlar Arasında Hüküm Vermenin Aslî Dayanakları:

Hüküm vermekte asıl dayanak yüce Allah'ın:

"Ey Dâvûd! Biz seni gerçekten yeryüzünde bir halife kıldık. O halde insanlar arasında hak ile hükmet!" âyeti ile:

"Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet!" (el-Mâide, 5/49);

"Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmetmen için..." (en-Nisa, 4/105) ile

"Ey îman edenler! Allah için hakkı ayakta tutanlar, adaletle şahitlik eden kimseler olun!" (el-Mâide, 5/8) âyetleridir. Buna dair açıklamalar daha önceden (gösterilen âyet-i kerimelerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

4- Hak ile Hükmetmek, Hevaya Uymamak:

İbn Abbâs yüce Allah'ın:

"Ey Dâvûd! Biz seni gerçekten yeryüzünde bir halife kıldık! O halde insanlar arasında hak ile hükmet! Sakın hevaya uyma! O takdirde seni Allah'ın yolundan saptırır" âyeti hakkında İbn Abbâs dedi ki: Sana iki davacı geldi, sen hevan ile onlardan birisine meylettin. O bakımdan o kimse arkadaşına üstün gelsin diye onun haklı olmasını içten içe arzulama.

Böyle bir şey yapacak olursan, peygamberlerin arasından ismini silerim. Sonra da ne Benim halifem olursun, ne de kendilerine lütufta bulunacağım kimselerden.

İşte bu, hak ile hükmetmenin vücubunu açıklamakta, hüküm veren kimsenin akrabalık, menfaat ümidi yahut dostluk, arkadaşlık ve buna benzer meyletmeyi gerektirecek herhangi bir sebep dolayısıyla davacılardan herhangi birisine meyletmemesi gerektiğini ortaya koymaktadır.

İbn Abbâs dedi ki: Davud'un oğlu Süleyman (aleyhisselâm)'ın sınanmasının sebebi, ona iki davacı gelip o ikisinden birisinin haklı olmasını içten içe dilemiş olması idi.

Abdulaziz b. Ebi Revvad dedi ki: Bana ulaştığına göre İsrailoğulları döneminde bir hakim varmış. Hakka göre hüküm vermekte o derece gayretli idi ki, Rabbinden bu hususta kendisinin bileceği bir alamet vermesini dilemiş. Hak ile hükmedecek olursa bunu bilsin, bu konuda kusuru olursa bunu da bilsin istemiş. Bunun üzerine ona şöyle denilmiş: Evine gir, sonra duvarda elini yukarıya doğru uzat. Duvarın üzerinde parmaklarının ulaştığı yere bak, sonra oraya bir çizgi çiz. Hüküm meclisinden kalktın mı o çizgiye git, elini ona doğru uzat. Hak üzere kaldığın sürece elin o çizgiye ulaşacaktır. Şayet hakkı isabet ettiremeyecek olursan, elin o çizgiye ulaşamayacaktır. O bakımdan o da sabah hüküm vermek üzere çıkar, olanca gayretini ortaya koyar ve ancak hak ile hükmedermiş. Hüküm meclisinden kalkıp işini bitirdi mi yemek yemeden, bir şey içmeden, hiçbir şekilde hanımının çocuklarının yanına gitmeden doğru o çizgiye gidermiş. O çizgiye ulaştı mı yüce Allah'a hamdeder, ondan sonra da ailesinden yiyecek ya da içeceklerden Allah'ın kendisine helal kıldığı ne varsa hepsinden istifade edermiş. Bir gün hüküm meclisinde iken iki kişi onunla görüşmeye gelmiş. İçinden onların davacı olarak geldiklerini, mahkemeleşmek istediklerini anlamış, bu iki kişiden birisi onun yakın bir arkadaşı ve dostu imiş. İçinden bu arkadaşının haklı olmasını ve böylelikle onun lehine hüküm vermeyi temenni etmiş. Davacılar konuşunca arkadaşının haksız olduğu ortaya çıkmış, o da onun aleyhine hüküm vermiş. Mahkeme meclisinden kalkıp o çizgiye hergün yaptığı gibi gitmiş, elini çizgiye doğru uzatmış, bir de ne görsün! Çizgi oradan silinivermiş, tavana doğru uzanmaya çalışırken ona bir türlü ulaşamamış. Secdeye kapanarak: Rabbim, kasten yaptığım hiçbir şey bilmiyorum, hiç böyle bir şey istemedim. Onu bana beyan buyur, demiş. Kendisine: Sen yüce Allah'ın kalbindeki hainliği görmediğini mi zannediyorsun? Arkadaşının lehine hüküm vermek üzere arkadaşının haklı olduğunu temenni etmedin mi? Evet, sen böyle bir şey istedin ve arzu ettin; fakat yüce Allah senin hoşuna gitmese dahi hakkı sahibine geri döndürdü. (Allah en iyisini bilir. Naşir).

Leys'ten şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ömer b. el-Hattâb'ın huzuruna iki davacı gelmiş. Onları bir süre ayakta tutmuş, tekrar gelmişler yine ayakta bekletmiş, sonra tekrar geldiklerinde aralarında hüküm vermiş. Ona: Niçin böyle yaptığı sorulunca şu cevabı vermiş: Bana geldiler, ben de birisine karşı duymadığım bir duyguyu ötekine karşı duyduğumu anladım. Bu halde iken aralarında hüküm vermekten hoşlanmadım. Tekrar geldiler yine o kişi lehine böyle bir duyguyu kısmen de olsa hissettim. Tekrar geldiklerinde ise bu duygu gitmişti, o bakımdan ben de aralarında hükmettim.

en-Nehaî dedi ki: Ömer ile Ubeyy arasında bir anlaşmazlık vardı. Zeyd b. Sabit'in hakimliğine başvurdular. Onun yanına gittiklerinde Ömer (radıyallahü anh)'a yastığına doğru oturması için işaret etti. Bunun üzerine Ömer: Bu senin yaptığın ilk haksızlık. Onu ve beni aynı yerde oturtmalısın. Bunun üzerine her ikisi de Zeyd'in önünde oturdular.

5- Hakim Kendi Bilgisine Göre Hüküm Verebilir mi?:

Bu âyet-i kerîme hakimin kendi bilgisine göre hüküm vermesini engellemektedir. Çünkü hakimlere kendi bilgilerine göre hüküm verme imkanı verilecek olursa, eğer bir hakim kendi dostunu korumak, düşmanını da yok etmek isteyecek olursa, mutlaka vereceği hükümde bilgisinin bu doğrultuda olduğunu ileri sürerdi. Buna benzer bir rivâyet aralarında Ebû Bekr'in de bulunduğu ashab-ı kiram'dan bir topluluktan nakledilmiş bulunmaktadır. O şöyle demiştir: Ben bir adamın Allah'ın had cezası uygulanmasını emrettiği bir suçu işlemekte olduğunu görecek olsam dahi, bu işe benden başkası şahitlik edinceye kadar bu suçu dolayısıyla sorumlu tutmam.

Rivâyete göre bir kadın Ömer (radıyallahü anh)'ın yanına gelerek ona: Benim lehime filanın aleyhine şu hükmü ver, çünkü sen benim ondaki hakkımı biliyorsun, dedi. Ömer ona dedi ki: Eğer lehine şahitlik etmemi istiyorsan, yaparım. Ancak lehine hüküm vermemi istiyorsan bunu yapamam.

Müslim'in Sahih'inde İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir yemin ve bir şahid ile hüküm vermiştir/ Müslim, III, 1337; Ebû Dâvûd, III- 308; Müsned, I, 323. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet edildiğine göre o, birisinden bir at satın almış, ancak daha sonra satıcı bunu inkar etmiş. Peygamber o kişi hakkında bilgisine göre hüküm vermeyerek: "Benim lehime kim şahitlik eder" demiş. Bunun üzerine Huzeyme kalkıp şahitlik edince hüküm vermiştir. Bu hadisi Ebû Dâvûd ve başkaları rivâyet etmiş olup Azimabadi, Avnu'l-Ma'bud, X, 20; Hakim, Müstedrek, II, 21; Beyhaki, es-Sünenu'l-Kübra, VII, 66, X, 145; Müsned, V, 215. daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/282. âyet, 49. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

27

Biz göğü, yeri ve onların aralarında olanları boşuna yaratmadık. Bu, kâfirlerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı vay o kâfirlerin haline!

"Biz göğü, yeri ve onların aralarında olanları boşuna" oyun ve eğlence olsun diye

"yaratmadık." Yani Biz, onları ancak doğru bir iş için yarattık. O da Bizim kudretimize delalet etmeleridir.

"Bu, kâfirlerin zannıdır." Allah'ın bunları boşuna yarattığını ileri sürmek, kâfirlerin bir iddiasıdır.

"Cehennem ateşinden dolayı vay o kâfirlerin haline!" Daha sonra yüce Allah onları azarlayarak:

28

Îman edip salih amel işleyenleri yeryüzünde fesad çıkaranlar gibi mi kılarız? Yahut takva sahiblerini günahkârlar gibi mi kılarız?

"Îman edip salih amel işleyenleri yeryüzünde fesad çıkaranlar gibi mi kılarız?" diye buyurmaktadır.

Buradaki"(...mi" lâfzındaki "mim" harfi sıla (zaid)dir. İfade (hemze'den sonra mim getirmeksizin) îman edip salih amel işleyenleri "yeryüzünde fesad çıkaranlar gibi mi kılarız" takdirindedir. Bu âyet Mürcie'nin kanaatlerini reddeden bir muhtevaya sahibtir. Çünkü Mürcie: Fesad çıkartan kimsenin salih bir kimse gibi olması veya ondan daha yüksek bir mertebede olması mümkündür, derler. Bundan sonra gelen: "Yahut takva sahiblerini günahkârlar gibi mi kılarız?" âyeti da böyledir. Yani biz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabını kâfirler gibi mi kılarız? Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır.

Bu âyetin takva sahibi müslümanlar ile günahkâr kâfirlerin tümü hakkında umumi olduğu da söylenmiştir. Bu, daha güzel bir açıklamadır. Bu âyet itaatkâr kimseler ile isyankâr kimselerin aynı sonuca ulaşacaklarını kabul eden, öldükten sonra dirilişi inkar edenlerin görüşlerini reddetmektedir.

29

(Bu), âyetlerini düşünsünler, tam akıl sahibleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz hayır ve bereketi bol bir kitaptır.

Bu,

"âyetlerini düşünsünler... diye sana" ey Muhammed

"indirdiğimiz hayır ve bereketleri bol bir kitaptır" âyetindeki

"Düşünsünler diye" âyeti; şeklinde olup "te" harfi "dal" harfine idgam edilmiştir. Bu âyette Kur'ân'ın manalarını bilmenin vacib oluşuna delil olduğu gibi, Kur'ân'ı tertil ile (ağır ağır) okumanın süratlice okumaktan daha faziletli olduğuna da delil vardır. Çünkü "et-Tizkar-(Tezkire)" adlı eserimizde de açıkladığımız gibi, hızlıca okumakla birlikte âyetleri iyice düşünmek mümkün olamamaktadır.

el-Hasen dedi ki: Allah'ın âyetlerinin düşünülmesi onlara uymak demektir. "Düşünsünler diye" anlamındaki âyet, genel olarak "dal" ve "be" harfleri şeddeli ve üstün okunmuş olmakla birlikte; Ebû Cafer ile Şeybe: "Düşünesiniz diye" şeklinde "te" ile ve "dal" harfi şeddesiz olarak okumuşlardır. Bu, aynı zamanda Ali (radıyallahü anh)'ın da kıraatidir. Bunun asıl şekli ise: olup hafif olsun diye iki "te"den birisi hazfedilmiştir.

"Tam akıl sahibleri öğüt alsınlar diye" âyetinden kasıt, aklı başında olan kimselerdir. "Akıllar"ın tekili: şeklinde gelir. Bunundiye de çoğulu yapılmıştır. Nitekim: "Yoksulluk, sefalef'in şeklinde "Nimef'in de diye çoğulunun yapılması da böyledir. Ebû Talib de şöyle demiştir:

"Kalbim ona kalbler arasında en çok şevk duyandır."

Bazan tad'if i ("be" harfinin şeddeli söylenişini) şiir zarureti dolayısıyla çözdükleri de olabilir. Şair el-Kümeyt şöyle demiştir:

"Ey peygamber hanedanı, size umutla bakmıştır,

Kalbimden ve akıllardan susamış meyil ve duygular."

30

Ve Biz Davud'a Süleyman'ı lütfettik. O ne güzel kuldu! Çünkü o (Allah'a) çokça dönen idi.

Yüce Allah Dâvûd (aleyhisselâm)'ı sözkonusu ettikten sonra:

"Ve biz Davud'a Süleyman'ı lütfettik. O ne güzel kuldu! Çünkü o çokça dönen idi" âyeti ile de Süleyman (aleyhisselâm)'dan sözetmektedir. Çokça dönen" itaatkar anlamındadır.

31

Hani ona öğleden sonra bir ayağını tırnağı üzere dikip üç ayağı üzere duran, hızlı koşan atlar sunulmuştu;

"Hani ona öğleden sonra bir ayağını tırnağı üzere dikip üç ayağı üzere duran, hızlı koşan atlar sunulmuştu" âyetinde geçen ile atlar kastedilmektedir. Hızlı koşan at demek olan: (........)'in çoğuludur. Nitekim çokça bağışta bulunup cömertçe veren insana da bu sıfat verilmektedir.

"Cömert kimseler"; ise "hızlı koşan (asil) at" demektir. "Adam malıyla cömertlik etti, eder, cömertlik etmek" demektir. Cömert kişiye de denilir, çoğulu: " Cömert kimseler" şeklinde gelir. (Çoğul şekli itibariyle) "(Kafa (başın arka tarafı) ve kafalar" kelimesi gibidir. Buradan "vav" harfinin harekesiz gelmesi ise illet harfi oluşundan dolayıdır. Ayrıca: şekillerinde de çoğulu yapılabilir. Kadın için de: "Cömert kadın"; " Cömert kadınlar" denilir. -Şekil itibariyle-: "Şüpheden çokça kaçan kadın ve kadınlar; erkeğinden kaçan inek, inekler" gibi. Şair de şöyle demektedir:

"Biz(i andıran kolu) ile maharetle iş yapar, eteğini iffetle koruyandır o,

Son derece aç olmakla birlikte kendisini doyuracak olanı cömertçe verir."

Mesela: "Bir merhaleyi güzelce yürüdük, iki merhaleyi güzelce yürüdük, birçok merhaleyi güzelce yürüdük" denilir. "At çok güzel oldu" demektir. Muzari hali; (........) mastar ismi de: (........) dir. (........) hem erkek, hem dişi için kullanılır.

Bu da: "Asil atlar" lâfzından gelmektedir.

Bir görüşe göre bu, boyunları uzun atlar demek olup boyun, gerdan demek olan'den alınmış bir sıfattır. Çünkü atlarda boynun uzun olması da atların güzel nitelikleri arasındadır.

"Bir ayağını tırnağı üzere dikip üç ayağı üzere duranlar" âyeti da iki şekilde açıklanmıştır. Birincisine göre bu, onların ayakta durmaları demektir. el-Kutebî ile el-Ferrâ'' derler ki: Arapçada: tabiri at ya da başkaları için "ayakta duran" anlamındadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın buyurduğu rivâyet edilen: "Erkeklerin, huzurunda ayakta durmalarından hoşlanan kimse, cehennemdeki yerine hazırlansın" âyetinde de aynı kökten gelen lâfız kullanılmıştır ki, önünde uzun süre ayakta durmalarından hoşlanan... anlamındadır. Bunu Kutrub da nakletmiş olup en-Nabiğa'nın şu beytini de zikretmektedir:

"Onun geniş düzlüğünde kurulmuş bir çadırımız var bizim,

Asil kısraklar ile ayakta duran asil atlar."

Bu Katade'nin görüşüdür.

İkinci açıklamaya göre bu, ön ayaklarından birisini tırnağı üzerine dikerken, üç ayağı üzerinde duran demektir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Alışmıştır, o üç ayağı üzerinde dikilenlere; sanki o,

Bir ayağım tırnağı üzerine dikip üçü üzerinde ayakta duranlardan gibidir."

Amr b. Külsum da şöyle demiştir:

"Atları onun yanıbaşında bıraktık biz,

Dizginleri geçirilmiş ve üç ayağı üzerinde dikilmişler olarak."

Bu da Mücahidin görüşüdür.

el-Kelbî dedi ki: Süleyman (aleyhisselâm) Dımaşk ile Nusaybin (Nasibin) halkına bir gaza düzenledi. Onlardan bin at ganimet aldı. Mukâtil de şöyle dedi: Süleyman'a babası Dâvûd'dan bin at miras kaldı. Babası da bunları Amalikalılardan almıştı.

el-Hasen dedi ki: Bana ulaştığına göre bunlar denizden çıkmış kanatlı atlar idi. ed-Dahhak da böyle demiştir. Yine belirtildiğine göre bunlar Süleyman'a denizden çıkartılmış kanatlı ve nakışlı atlar idiler. İbn Zeyd dedi ki: Şeytan Süleyman'a denizdeki yaylaklardan atlar çıkarmıştı. Bu atların da kanatları vardı. Ali (radıyallahü anh) da böyle demiştir: Buna göre onlar kanatlı yirmi at idiler. Yüz at olduğu da söylenmiştir. İbrahim et-Teymî'den gelen haberde zikredildiğine göre bu atların sayısı yirmibin imiş. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

32

Ve demişti ki: "Ben ancak hayır sevgisi ile meşgul iken Rabbimi anmaktan uzak kaldım. Nihayet o perdenin arkasına girince;

Süleyman:

"Ben ancak hayır sevgisi ile meşgul iken Rabbimi anmaktan uzak kaldım" dedi. Bu sözlerinde

"hayır"dan kastı atlardır. Araplar atlara bu ismi veriyorlar. Ayrıca Araplar "ra" ile "lam" (hayrın sonundaki "re" ile "hayl; at" lâfzının sonundaki "lam" harflerini) biri diğerinin yerine kullanabiliyorlar. Mesela Araplar: "Gözden yaş aktı ve aldattı" derken, bu fiillerde "lam" ile "re" harflerini birini diğerinin yerine kullanmaktadırlar.

el-Ferrâ'' dedi ki: Arapçada "hayr" ile "hayl" aynı anlama gelir. en-Nehhâs dedi ki: Hadîs-i şerîfte: "Hayl (atlar)ın perçemlerinde kıyâmet gününe kadar hayır düğümlenmiştir" Buhârî, III, 1047, 1048, 1135, III, 1332; Müslim, III, 1492, 1493; Tirmizî, IV, 173; Dârimî, II, 278; Tirmizî, VI, 214, 215, 221, 222; İbn Mace, II, 932; Muvatta’, II, 467; Müsned, II, 28, 49, 101, 102... diye buyurmuştur. Sanki bundan dolayı atlara "hayr" ismi verilmiş gibidir. Yine hadiste belirtildiğine göre Zeyd el-Hayl Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna geldiğinde ona: "Sen Zeyd el-Hayr'sın" diye buyurmuştur. İsmi Zeyd b. Mühelhil olup şair birisi idi. Taberani, Kebir, X, 202.

Bir diğer açıklamaya göre atlara "hayr" adının veriliş sebebi, onların çokça faydalı oluşlarından dolayıdır. Haberde zikredildiğine göre yüce Allah Âdem'e bütün hayvanları gösterdi. Ona: Bunlardan birisini seç denildi, o da atı tercih etti. Bunun üzerine ona: Kendin için güç kaynağı olan şeyi seçtin, denildi. İşte bu bakımdan ata "hayr" ismi verilmiş oldu. Atâ "hayl" adının veriliş sebebi ise izzet nişanı ile nişanlanmış olmasından dolayıdır. Atâ "fares" denilmesinin sebebi ise arslanın avının üzerine atılması (iftirâs) gibi uzak mesafeleri alması (iftirâs etmesi)ndan ve ön ayaklarını herşeyin üzerine bırakarak âdeta elleriyle yakalarcasına mesafeleri kat etmesinden dolayıdır. Atâ "Avabî" adının veriliş sebebi ise; Âdem (aleyhisselâm)'dan sonra Beyt'in kaidelerini (duvarlarını) yükseltmesinden ötürü mükâfat olmak üzere İsmail'e getirilmiş olmasından dolayıdır. İsmail de Arabîdir. O bakımdan at ona Allah'tan verilen bir bağış olmuş ve bundan dolayı ona "Arabî" ismi verilmiştir.

"Sevgisi" lâfzı el-Ferrâ'nın görüşüne göre bir mef'ûldür. Yani ben hayır sevgisini tercih ettim, demektir. Başkası ise bunu mef'ûle izafe edilmiş bir mastar olarak takdir etmektedir. "Ben hayrı oldukça sevdim, o da Allah'ı anmaktan beni alıkoydu" demek olur.

Buradaki: "Sevdim" lâfzının devenin çöküp geri kalışını anlatmak üzere kullanılan: "Deve çöktü" tabirinden, "oturdum ve geri kaldım, uzak kaldım" anlamında olduğu söylenmiştir. (Mealde olduğu gibi.)

" Filan kişi başını önüne eğdi" demektir. Ebû Zeyd dedi ki: Deve hastalanır yahut bir tarafı kırılır da iyileşinceye ya da ölünceye kadar yerinden ayrılmaması halinde: denilir.

Sa'leb dedi ki: Yine yorgun argın düşmüş deveye: denilir. Buna göre âyet: Rabbimi zikretmeyip oturdum, onu anmaktan uzak kaldım, demek olur. Bu açıklamaya göre; "Sevgisi ile" mef'ûlün leh olur. Ebû'l-Feth el-Hemedanî, "et-Tıbyan" adlı eserinde de: " Yanında kaldım, ayrılmadım" anlamında olduğunu ve şairin şu mısraında da bu anlamda kullanıldığını belirtmektedir:

"Yerinden ayrılmayıp kalan kötü deve gibi."

"Nihayet o perdenin arkasına girince" âyetinde sözü edilmemiş olmakla birlikte güneşten zamir yoluyla sözedilmektedir. Yüce Allah'ın:

"...onun sırtında dolaşanlardan hiçbirini bırakmazdı." (Fatır, 35/45) Maksat "yeryüzü üzerinde" demektir. Araplar: "Soğuk esti" derken, soğuk bir rüzgar esti, demek isterler. Yüce Allah da:

"Hele o bir de boğaza gelince" (el-Vakıa, 56/83) diye buyurmaktadır ki can boğaza gelince demektir. Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Çünkü o herbiri saray kadar kıvılcımlar atar." (el-Mürselat, 77/32) Halbuki daha önceden ateşten sözedilmiş değildi.

ez-Zeccâc dedi ki: Bir şeyden daha önceden sözedilmiş yahut sözedilmişliğine delil varsa zamir kullanmak caizdir. Burada delil de yüce Allah'ın:

"Öğleden sonra" ifadesidir. Bu da zevalden sonraki vakti ifade eder. "Bir şeyin arkasından saklanmak" ise göze görünmemek demektir. "Perde" ise yaratılmışları kuşatan yeşil bir dağdır. Bu açıklamayı Katade ve Ka'b yapmışlardır. Kaf dağı olduğu söylendiği gibi, Kafin berisinde bir dağ olduğu da söylenmiştir. "Perde"den kasıt gecedir. Ona içindekileri gizlediğinden ötürü "perde" denilmiştir.

"Nihayet o... saklanınca" ifadesinin, yarışta atlar saklanınca anlamına geldiği de söylenmiştir. Şöyle ki, Süleyman'ın atlarının birbiriyle yarıştığı yuvarlak bir alanı vardı. Nihayet bu atlar onun gözüne görünmeyip yarış esnasında gözünden uzaklaşmış oldu. Çünkü burada güneşten sözedilmemiştir. en-Nehhâs'ın naklettiğine göre Süleyman (aleyhisselâm) namazda iken ona sunulmak üzere birtakım atlar getirildi. Bu atlar ganimet alınmıştı. Eliyle işarette bulundu, çünkü namaz kılıyordu. Nihayet atlar gizlendi ve ahırların duvarları arkasında kaldılar. Namazını bitirince "onları bana geri getirin" dedi ve "boyunlarını ve ayaklarını sıvazlamaya başladı." Bunun anlamı ile ilgili iki görüş vardır. Birincisine göre o atlara değer vermenin ve değerli bir şahsiyetin kendi atlarına bu gibi davranışları yapmasının çirkin olmadığını ortaya koymak maksadıyla kendi elleriyle bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı. Bu görüşü benimseyenler: O atları nasıl öldürür? Halbuki böyle bir şey malı ifsad etmek ve günahsız bir kimseyi cezalandırmak demek olur, diye sorar. Yine denildiğine göre, burada sıvazlamaktan kasıt kesmektir. Onları öldürmesi için ona izin verilmişti.

el-Hasen, el-Kelbî ve Mukâtil dedi ki: Süleyman (aleyhisselâm) ilk namazı kıldı ve tahtı üzerine oturdu. Atlar da ona sunuluyordu, bunlar bin tane idi. Bu atlardan dokuzyüzü kendisine sunulduğunda ikindi namazı hatırına geldi. Güneş de batmış, namazı da geçmiş idi. Ondan çekinildiğinden kimse ona durumu haber vermemişti. Bu işe çok üzüldü ve: "Onları bana geri getirin" dedi. Ona geri getirildiklerinde Allah'a kurban olmak üzere onları kılıçla kesti ve onlardan geriye yüz tane kaldı. İşte bugün o asil atlardan insanların elinde kalan atlar bu geri kalan atların soyundandırlar.

el-Kuşeyrî dedi ki: Şöyle de denilmiştir: O dönemde ne öğle namazı, ne de ikindi namazı vardı. Onun kılmayı unuttuğu bir nafile namazdı. Süleyman (aleyhisselâm) heybetli bir şahsiyetti. Farz olsun, nafile olsun kimse ona unuttuğu bir şeyi hatırlatmadı. O namazı ertelemenin mubah olduğunu zannettiler. Süleyman bu geçen namazı hatırlayınca üzüntü ve keder üslubu ile: "Ben ancak hayır sevgisi ile meşgul iken Rabbimi anmaktan uzak kaldım" yani namazdan uzak durdum, dedi, atların kendisine geri getirilmesini emrettikten sonra, atların bacak ve boyunlarının kesilmesini emretti. Bu ise atları cezalandırmak maksadı ile yapılmış bir iş değildi. Zira etleri yeniliyor ise hayvanları kesmek caizdir. Aksine o kendi kendisini cezalandırdı; ta ki atlar bundan sonra onu meşgul ederek namazı unutmasına sebep olmasın. Atların ayaklarını onları kesmek üzere bağlamış olması ve böylelikle onların kaçmalarını önlemek istemiş olmasa sonra da etlerini tasadduk etmek üzere anında onları kesmiş olması ihtimali de vardır. Yahutta böyle davranması onun şeriatında mubah idi. Onlarla uğraştığından Allah'ı zikretmeyi unutunca onları telef etti. Böylelikle kendisini Allah'tan uzak tutan herhangi bir şeye nefsi bağlılığını koparmış oldu. Bundan ötürü yüce Allah onu övdü ve rüzgarı ona müsahhar kılmakla ona mükâfat verdiğini açıkladı. O bakımdan rüzgar üzerinde bir günde aldığı mesafe, atın üzerinde gidiş ve geliş olarak iki ayda aldığı mesafeykbuluyordu.

33

"Onları bana geri getirin" (dedi.) Boyunlarını ve ayaklarını sıvazlamaya başladı.

" Onları bana geri getirin" sözündeki "he (onu diye de tercüme edilebilir)" zamirin, atlara ait değil de güneşe ait olduğu da söylenmiştir.

İbn Abbâs dedi ki: Ben Ali (radıyallahü anh)'a bu âyet-i kerîme hakkında soru sordum da bana: Onun hakkında sana ulaşan nedir? diye sordu. Dedim ki: Ka'b'ı şöyle derken dinledim: Güneş perde arkasına gizlenip Süleyman namazı geçirinceye kadar atların kendisine sunulması ile meşgul olunca

"Ben ancak hayır sevgisi ile meşgul iken Rabbimi anmaktan uzak kaldım" yani "hayır sevgisini Rabbimi anmaya tercih ettim" dedi.

"Onları bana geri getirin" sözünde kastettiği ise atlardır. Bunlar ondört at idi. Kılıçla bacaklarını ve boyunlarını vurdu. Allah da ondört gün süreyle mülkünü elinden aldı, çünkü atlara zulmetmişti. Ali b. Ebî Tâlib bunun üzerine dedi ki: Ka'b yalan söyledi, çünkü Süleyman cihad için atların sunulması ile uğraştı. Nihayet o gizlendi, yani güneş perde arkasında battı. Yüce Allah'ın güneş üzerinde görevli meleklere emri üzerine "onu bana geri getirin" yani güneşi geri getirin, dedi. Onlar da güneşi geri getirdiler ve ikindi namazını vaktinde eda etti. Şüphesiz ki Allah'ın peygamberleri zulmetmezler, çünkü onlar masum (günahtan korunmuş)durlar.

Derim ki: Tefsir(e dair rivâyetler)de çoğunlukla görülen açıklamalar perde arkasında saklananın güneş olduğu şeklindedir. Güneşin zikredilmeyiş sebebi ise, daha önce onunla ilgili olup sözkonusu edilmiş şeylerin önceden de açıklandığı üzeredinleyene güneşe delalet edecek bir izlenim vermiş olmasıdır. Güneşten zamir ile sözedildiği de çokça rastlanan bir şeydir. Lebid dedi ki:

"Nihayet (gecenin örten) karanlığına bir el atınca,

Ve onun karanlığı düşmana karşı zayıf noktaları gizleyince..."

"Onları bana getirin" lâfzındaki "he (onları)" zamiri atlara aittir. Onları sıvazlamasına gelince, ez-Zührî ve İbn Keysan dedi ki: O atların bacaklarını ve boyunlarını sıvazlar, onlara sevgisinden ötürü üzerlerindeki tozlan alırdı. el-Hasen, Katade ve İbn Abbâs da böyle demiştir. Hadîs-i şerîfte de belirtildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sırtındaki ridasıyla atını silerken görülmüş ve: "Bu gece atlar dolayısıyla bana sitem edildi." diye buyurmuştur. Muvatta’, II, 468. Bunu Muvatta’'(da İmâm Mâlik) Yahya b. Said'den mürsel olarak rivâyet etmiştir. Muvatta’'ın dışındaki eserlerde ise Malik'ten, o Yahya b. Said'den o Enes'ten diye muttasıl senedle rivâyet edilmiştir. el-Enfal Sûresi'nde de (8/60. âyet, 2. başlıkta) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "...Onların alınlarını ve sağrılarını sıvazlayınız..." İbn Abdi’l-Berr, Temhid, XXIV, 100; ancak bu muttasıl senedli rivâyetin sahih olmadığını da belirtmektedir. âyeti da geçmiş bulunmaktadır. İbn Vehb de Malik'ten (Süleyman -aleyhisselâm-ın) atların boyun ve bacaklarını kılıçla sıvazladığını söylediğini rivâyet etmiştir.

Derim ki: Şiblî ve onun dışında sufilerden bazı kimseler elbiselerini yırtıp parçalamaya Süleyman (aleyhisselâm)'ın bu fiilini delil göstermişlerdir. Ancak bu bozuk, tutarsız bir delil göstermedir. Zira masum bir peygambere fasid bir iş işlediğini nisbet etmek câiz değildir. Ayrıca müfessirler âyetin anlamı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Onlardan kimisi: Atlara verdiği değeri göstermek için boyun ve bacaklarını sıvazlamıştır ve: Siz Allah yolundasınız demiştir, bu bir ıslahtır. Kimisi de: Önce ayaklarını bağlamış, sonra kesmiştir. Atları kesip etlerini yemek de caizdir. Buna dair açıklamalar daha önceden en-Nahl Sûresi'nde (16/8. âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Buna göre de Süleyman (aleyhisselâm) günahı gerektiren bir iş yapmış değildir. Sağlıklı bir maksat olmaksızın sağlam bir elbiseyi berbat etmek ise câiz değildir.

Diğer taraftan Süleyman (aleyhisselâm)'ın yaptığı söylenen işin, şeriatinde câiz olmakla birlikte, bizim şeriatimizde câiz olmaması imkanı da vardır. Şöyle de denilmiştir: O bu atlara yüce Allah'ın yaptığını mubah kılması üzerine bu uygulamayı yapmıştır. Bir diğer açıklamaya göre onun atları sıvazlaması, atları dağlayarak işaretlemesi ve onları Allah yoluna vakfetmesidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ancak bu görüş, bacaklarda hiçbir şekilde dağlamayla işaret yapılmayacağı açısından zayıf kabul edilmiştir. Şöyle de denilebilir: Bacaklar üzerinde dağlamaya "ilat" denilir. Boyun üzerindeki dağlamaya da "visak" denilir. el-Cevherî'nin "es-Sıhah"ındaki açıklama ise şöyledir: " Deveyi boynunda dağlayarak alametlendirdi" da "boynun iki tarafı" demektir.

Derim ki:

"Onları bana getirin" âyetindeki "he" zamiri güneşe raci olduğunu söyleyenlerin görüşlerine göre (o takdirde "onu benim için geri çevirin" demek olur) bu onun mucizelerinden olur. Benzeri bir durum bizim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) için de olmuştur. Tahavî "Muşkilu'l-Hadis" adlı eserinde Esma bint Umeys'den gelen iki rivâyet yoluyla kaydettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a başı Ali'nin kucağında iken vahiy gelirdi. (Bir sefer) ikindi namazını güneş batıncaya kadar kılamadı. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Namaz kıldın mı ey Ali?" deyince, o: Hayır dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah'ım, o sana ve Rasûlüne itaat etmekte idi. Onun için güneşi geri çevir." Esma dedi ki: Ben güneşin önce battığını, battıktan sonra da tekrar çıkıp dağlara ve yere aydınlık saçtığını gördüm. Bu ise Hayber'de es-Sahba'da olmuştu. Tahavî dedi ki: İşte bunlar sabit'iki hadis olup ravileri de sika kimselerdir. Taberani, Kebir, XXIV, 151. Zehebi, Mizanu'l-Î'tidal, V, 205'de bu rivâyeti kaydettikten sonra hadisin ravilerinden Ammar b. Matar hakkında: Ebû Hatim'in: "yalan söylerdi"; İbn Adiyy'in: "Hadisleri batıldır." Dârakutnî'nin: "Zayıftır" dediğini kaydetmektedir. Ayrıca merhum müfessirimizin hemen bundan sonra İbnu'l-Cevzi'den yaptığı nakil de dikkate değer.

Derim ki: Ebû'l-Ferec İbnu'l-Cevzî bu hadisin zayıf olduğunu belirterek şöyle demiştir: Rafızilerin, Ali (radıyallahü anh)'a karşı duydukları aşırı sevgi onları Ali'nin faziletlerine dair pekçok hadis uydurmaya itmiştir. Bunlardan birisi de güneşin batıp Ali (aleyhisselâm)'ın ikindi namazını geçirmesinden sonra tekrar onun için güneşin döndürüldüğüne dair rivâyettir. Böyle bir şey nakil açısından imkansız olduğu gibi, mana açısından da şunu belirtelim ki, vakit geçtikten sonra güneşin tekrar geri döndürülmesi yeni bir doğuş sayılır, vakti geri çevirmez.

Zamirin ("onları" anlamındaki "he" zamirinin) atlara ait olduğunu söyleyen ve yarış esnasında Süleyman'ın gözünden uzaklaştığını kabul edenlerin görüşlerine göre de bunda atlarla yarışmaya delil vardır, bu da meşru bir iştir. Buna dair açıklamalar da daha önceden Yusuf Sûresi'nde (12/17. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

34

Yemin olsun Biz Süleyman'ı imtihan ettik ve bu sebeple tahtı üzerine bir ceset bırakmıştık. Sonra o (pişman olup) döndü.

"Yemin olsun Biz Süleyman'ı imtihan ettik" âyeti ile ilgili olarak denildiğine göre Süleyman hükümdarlığından yirmi yıl sonra imtihan edildi. İmtihanından sonra yirmi yıl daha hükümdarlık yaptı. Bunu ez-Zemahşerî zikretmektedir.

"İmtihan ettik" sınadık ve cezalandırdık anlamındadır. Bunun sebebi Said b. Cübeyr'in İbn Abbâs'tan yaptığı şu rivâyette zikredilmektedir. İbn Abbâs dedi ki: Süleyman (aleyhisselâm)'ın huzuruna iki kesim davacı olarak geldi. Bunlardan birisi Süleyman'ın hanımı Cerade'nin yakınları idi. O da bu hanımını çok seviyordu. Hükmün onların lehine çıkmasını arzu etti. Sonra da aralarında hak ile hüküm verdi. İşte bu arzusu dolayısı ile ceza olsun diye başına gelenler geldi.

Said b. el-Museyyeb dedi ki: Süleyman (aleyhisselâm) üç gün süreyle insanların arasına çıkmayıp saklandı. İnsanlar arasında hüküm vermedi ve hiçbir mazlumun zalimdeki hakkını almadı. Yüce Allah kendisine şunu vahyetti: "Ben kullarımdan perdeler arkasında saklanasın diye seni halife yapmadım. Onlar arasında hüküm veresin ve zulme uğramış olanın hakkını veresin diye halife yaptım."

Şehr b. Havşeb ile Vehb b. Münebbih dedi ki: Süleyman (aleyhisselâm), Saydun diye bilinen denizdeki adalardan bir adaya yaptığı gazada bir kralın kızını esir aldı. Bu kızı sevdi, fakat o ondan yüz çeviriyordu. Ancak farkettirmeden ona bakıyordu. Çok nadir onunla konuşuyordu. Babasına kederinden dolayı da gözyaşları bir türlü dinmiyordu. Son derece güzeldi. Sonraları Süleyman'dan görsün diye babasının sureti gibi kendisine bir heykel yapmasını istedi. O da böyle bir heykel yapılmasını emretti, bu kız heykeli tazim etti ve ona secde etti. Cariyeleri de onunla birlikte heykele secde ettiler. Böylelikle kendisinin haberi olmadan evinde ibadet edilen bir put oldu. Nihayet kırk gün geçti. Buna dair haberler İsrailoğulları arasında yayıldı, Süleyman da bunu öğrenince o putu kırdı ve yaktı. Sonra da denize savurdu.

Denildiğine göre Süleyman, ismi -ez-Zemahşerî'nin naklettiğine göre- Cerade olan Saydun kralının kızını esir alınca, o kızı beğendi. Ona müslüman olmasını teklif etti, kabul etmedi. Onu korkuttuysa da kız: İstersen beni öldür, müslüman olmam, dedi. Müşrik olduğu halde o kızla evlendi. Yakuttan bir putu vardı, bu puta müslüman oluncaya kadar Süleyman'dan habersiz kırk gün süreyle ibadet etti. Süleyman da kırk gün mülkü elinden alınmak suretiyle cezalandırıldı.

Ka'b el-Ahbar dedi ki: Süleyman atları öldürmek suretiyle zulmedince mülkü elinden alındı.

el-Hasen de dedi ki: O ay halinde veya bir başka durumda hanımlarından birisine yaklaştı.

Bir başka görüşe göre ona ancak İsrailoğullarından olan bir kadınla evlenmesi emredildiği halde o İsrailoğullarından olmayan bir kadın ile evlendi. Bundan dolayı cezalandırıldı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Ve bu sebeple tahtı üzerine bir ceset bırakmıştık" âyeti ile ilgili olarak tefsir bilginlerinin çoğunun kabul ettiği görüşe göre, bir şeytan bırakıldı. Allah bu şeytanı Süleyman (aleyhisselâm)'a benzetti. Bu şeytanın ismi denizlerin sorumlusu olan Sahr b. Umeyr idi. Beytu'l-Makdis'in yapılması emrini verdiğinde Süleyman'a elması bildiren odur. Demir ile işlendiklerinden taşlar ses çıkarıyordu. Bu sefer elması aldılar ve elmas ile taşları, kıymetli taşları ve diğerlerini -sesleri duyulmaksızın- kesmeye başladılar.

İbn Abbâs dedi ki: Bu bütün şeytanların güç yetiremedikleri azgın birisi idi. Hileleri Dâvûdoğlu Süleyman'ın yüzüğünü ele geçirinceye kadar yapıp durdu. Süleyman helaya yüzüğü ile birlikte girmezdi. Sahr, Süleyman suretinde geldi ve Süleyman'ın hanımlarından birisinden yüzüğü aldı. Bu hanım Emine diye bilinen ve Süleyman'dan çocuğu olmuş bir cariye idi. Bunu Şehr ile Vehb söylemiştir.

İbn Abbâs ve İbn Cübeyr (kadının) adının Cerade olduğunu söylemişlerdir. Bu şeytan kırk gün süre ile Süleyman'ın yerine hükümdarlık yaptı. Süleyman ise kaçmış idi. Nihayet yüce Allah yüzüğü ve hükümdarlığı ona geri çevirdi.

Said b. el-Müseyyeb dedi ki: Süleyman yüzüğünü yatağının altına bırakmıştı, şeytan da onu oradan almıştı. Mücahid dedi ki: Şeytan yüzüğü Süleyman'ın elinden almıştı. Çünkü Süleyman ismi Asaf olan şeytana: İnsanları nasıl saptırıyorsunuz? diye sormuştu. Şeytan da ona: Bana yüzüğünü ver, sana bildireyim dedi. Süleyman ona yüzüğünü verdi. Şeytan yüzüğü alınca, Süleyman'ın tahtına onun suretine kendisini benzeterek oturdu. Hanımlarının yanına girmeye, çıkmaya başladı. Haksızca hükümler veriyor, doğru olmayan şeyleri emrediyordu. Bu tür açıklamaların lehine ileri sürülebilecek Şer'i ya da akli bir delil bulunması şöyle dursun, bunların bilinir kat'i şer'i delil ve hükümlere aykırı oldukları, aklın da bunları kabullenemeyeceği açıktır. Bu anlatılanlar Peygamberlerin sahip olmaları gereken temel sıfatlara aykırı olduğu gibi; şeytanın Süleyman (aleyhisselâm) suretinde hanımlarının yanına girebilecek bir hale gelmesi de asla kabul edilemez. Kısacası bu anlatılanlar şer'i ve akli hiçbir dayanağı olmadığından red edilirler.

Ancak Süleyman'ın hanımlarına yaklaşıp yaklaşmadığı hususunda farklı görüşler vardır. İbn Abbâs ile Vehb b. Münebbih'den nakledildiğine göre hanımlarına ay hali oldukları sırada yaklaşıyordu. Mücahid ise: Onlara yaklaşmaktan alıkonulmuştu, demiştir.

Böylece Süleyman'ın mülkü elinden alındı. Deniz kıyısına kaçıp gitti ve insanlara misafir olmaya başladı. Ücret karşılığı balıkçıların balıklarını taşıyordu. İnsanlara kendisinin Süleyman olduğunu söylediği vakit yalancı olduğunu söylüyorlardı. Katade dedi ki: İsrailoğulları şeytanın verdiği hükümleri ve yönetimini uygun bulmamaya başladığında Süleyman bir balıkçıdan bir balık aldı. Bunu yiyeyim diye kendisine verilmesini istediği de söylenmiş ise de İbn Abbâs: Balık taşıma karşılığında ona ücret olarak verilmişti, demiştir. Yine denildiğine göre Süleyman'ın kendisi bu balığı avlamıştı. Balığın karnını yarınca yüzüğünü içinde buldu. Bu ise mülkünün elinden alınmasından kırk gün sonra olmuştu. Bu kırk gün evinde puta ibadet edilen süre sayısınca idi. Yüzüğü balığın karnında bulmasının sebebi ise, yüzüğü almış olan o şeytanın yüzüğü denize atmış olması idi.

Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) dedi ki: Süleyman denizin kıyısında yüzüğü ile oynamakta iken yüzüğü elinden denize düştü. Onun hükümdarlığı yüzüğünde idi.

Cabir b. Abdullah da dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Dâvûd oğlu Süleyman'ın yüzüğündeki yazı "la ilahe illallah Muhammedu'r-Rasûlullah'tı."  

Yahya b. Ebi Amr eş-Şeybanî'nin naklettiğine göre Süleyman yüzüğünü Askalan'da buldu. Oradan Beytu'l-Makdis'e kadar -yüce Allah'a karşı tevazu olmak üzere- yürüyerek gitti.

İbn Abbâs ve başkaları da dedi ki: Yüce Allah Süleyman'a mülkünü geri verince, yüzüğünü almış olan Sahr'ı yakaladı, onun için bir kaya oydu, onu o kayaya sokup bir başka kaya ile ağzını kapattı, demir ve kurşun ile de onu sağlam bir şekilde kaynattı. Yüzüğü ile o kayayı mühürledi ve denize attı. Kıyâmet gününe kadar burada hapis kalacaksın, dedi.

Ali (radıyallahü anh) dedi ki: Süleyman yüzüğünü alınca, şeytanlar, cinler, insanlar, kuşlar, yabani hayvanlar ve rüzgar hep ona doğru gelmeye başladı. Ailesi arasında kalmış olan şeytan ise kaçtı, denizdeki bir adaya vardı. Diğer şeytanları onun peşinden salmak istedi, onlar: Onu ele geçiremeyiz, fakat o yedi günde bir adadaki bir pınara gelir. Sarhoş olmadıkça da onu ele geçiremeyiz, dediler. Bunun üzerine Süleyman o pınarın suyunu çekti, yerine şarab akıttı. Şeytan o pınara geldiği gün şarap akmakta olduğunu gördü. Allah'a yemin ederim sen güzel bir içeceksin, şu kadar var ki sen akıllı kimsenin aklını başından alır, cahilin cahilliğini arttırırsın, dedi. Daha sonra oldukça susamış olarak tekrar oraya geldi, aynı sözlerini söyledi. Sonra oradan içti ve aklı başından gitti. Ona yüzüğü gösterdiler, o da dinleyip itaat ederek geliyorum dedi. O şeytanı alıp Süleyman'a getirdiler. Onu zincire vurdu ve bir dağa gönderdi. Dediklerine göre bu da Duman dağıdır. Yine dediler ki: Sizin o gördüğünüz duman onun nefesindendir, o dağdan çıkan su da onun sidiğindendir.

Mücahid dedi ki: O şeytanın ismi Asaf idi.

es-Süddî de ismi: Habakik idi, der. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Ancak bu görüş, şeytanın peygamberlerin suretine giremeyeceği belirtilerek zayıf kabul edilmiştir. Diğer taraftan Süleyman ülkesinin insanlarının şeytanı Süleyman'la karıştırmaları ve gerçekte şeytan ile birlikte batıl içinde oldukları halde, peygamberleri ile beraber hakkın içinde bulunduklarını sanacak kadar Süleyman ile şeytanı biribirlerinden ayırdedemeyecek hale gelmeleri, imkansız bir şeydir.

Bir diğer açıklamaya göre sözü edilen "ceset" Süleyman'ın bir çocuğudur. Bu dünyaya geldiğinde şeytanlar bir araya toplandılar ve birbirlerine: Onun bir oğlu yaşayacak olursa, içinde bulunduğumuz bu bela ve bu angaryadan asla kurtulamayız. Gelin onun bu oğlunu öldürelim yahutta aklını başından alalım, dediler. Süleyman durumu öğrendi ve rüzgara emir vererek çocuğunu bulutların üzerine taşıdılar. Şeytanların zarar vermesi korkusuyla oğlu bulutlarda kaldı. Yüce Allah ise şeytandan korktuğundan ötürü ona sitem etti. Bir de baktı ki oğlu tahtı üzerine ölü olarak düşüvermiş. Bu anlamdaki açıklamayı en-Nehaî yapmıştır. İşte yüce Allah'ın:

"Bu sebeple tahtı üzerine bir ceset bırakmıştık" âyetinde anlatılan budur.

en-Nekkaş ve başkalarının naklettiğine göre ise, Süleyman'ın cariyeleriyle ilişki kurmasından maksadı çoğunlukla çocuğunun olması isteği idi. Yarım insan suretinde bir çocuğu oldu. İşte tahtı üzerine bırakılan ceset bu olmuştu. Ebe bu çocuğu getirmiş, tahtı üzerine bırakmıştı. Buhârî ile Müslim'in Sahih’lerinde Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Süleyman: Bu gece doksan tane hanımımı dolaşacağım. Hepsi de Allah yolunda cihad edecek bir atlı doğuracaktır, dedi. Arkadaşı kendisine: İnşaallah de dedi, ancak o inşaallah demedi. Bütün hanımlarını dolaştı, onlardan sadece bir tanesi gebe kaldı. O da yarım bir insan doğurdu. Muhammed'in canı elinde olana yemin ederim. Eğer inşaallah demiş olsaydı, hepsi de süvari olarak Allah'ın yolunda cihad edeceklerdi." Buhârî, III, 1038, VI, 2447; Müslim, III, 1276; Nesâî, VII, 25.

Bir başka açıklamaya göre sözü edilen ceset Süleyman'ın katibi Sıddîk Berhiya oğlu Asaf idi. Şöyle ki Süleyman sınandığı vakit yüzüğü elinden düştü. Onun hükümdarlığı yüzüğünde idi. Yüzüğünü tekrar eline geri aldı ise de yine yüzüğü düştü ve böylelikle kesinlikle sınanacağına kanaat getirdi. Asaf da ona: Sen imtihan edilmektesin, yüzüğün elinde durmayışının sebebi budur. Bu işten tevbe ederek yüce Allah'a koş. Yüce Allah senin tevbeni kabul edinceye kadar senin aleminde, senin yerinde ben kalacağım. Bu imtihan edildiğin günden itibaren sana ondört günlük bir süre vardır. Süleyman Rabbine kaçarak gitti, Asaf yüzüğü alıp eline koydu ve yüzük elinde durdu. Asaf kitabın bilgisine sahip bir kimse idi. Süleyman'ın mülkünde ve ailesi arasında kaldı. Onun davranışı gibi davranıyor, uygulaması gibi uygulamada bulunuyordu ta ki Süleyman yüce Allah'a tevbe etmiş olarak evine geridönünceyekadar. Allah da mülkünü ona geri çevirdi. Süleyman Asaf'ı da eski yerinde tuttu, tahtına oturup yüzüğü aldı.

Bir başka açıklamaya göre ceset Süleyman'ın kendisi idi. Şöyle ki o âdeta bir ceset oluncaya kadar çok ağır bir hastalığa yakalandı. Çünkü oldukça yıpranmış ve bitip tükenmiş bir hasta bu şekilde nitelendirilerek: "Bırakılmış ceset gibi" denilebilmektedir.

Süleyman'ın Tahtının ve Mülkünün Niteliği:

İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Süleyman'ın önüne altıyüz taht konurdu. Sonra insanların eşrafı gelir, onun yanında otururlar. Sonra cinlerin eşrafı gelir, insanların yanında otururlar. Sonra kuşlar, çağırır, onlara gölge yapardı. Sonra rüzgarı çağırır, onları taşırdı. Bir sabah vaktinde onları bir aylık mesafeye götürürdü.

Vehb, Ka'b ve başkaları da şöyle demiştir: Süleyman (aleyhisselâm) babasından sonra hükümdar olunca, hüküm vermek üzere üzerinde oturmak için kendisine bir taht yapılmasını emretti. Bu tahtın görülmedik ve oldukça etkileyici bir şekilde yapılmasını da istedi. Öyle ki haksız bir kimse yahut yalancı bir şahit bu tahtı görecek olursa, bu haksızca işinden vazgeçsin ve kalbine korku girsin. O bakımdan bu tahtının inci, yakut ve zebercetten kakmalı fil dişinden yapılmasını altın hurma ağaçları ile örtülmesini istedi. Etrafında altından dört hurma ağacı yapıldı. Bu hurma ağaçlarının salkımları kırmızı yakut ve yeşil zümrütten idi. Bu hurma ağaçlarının ikisinin başında da altından iki tavus, diğer ikisinin başında ise altından iki kartal vardı. Bunlar karşılıklı yerleştirilmişti. Tahtın iki yanında altından iki arslan vardı. Herbirisinin başı üzerinde de yeşil zümrütten bir direk vardı. Hurma ağaçlarının üzerinde kırmızı altından asma ağaçları bağlamışlardı. Bu asma ağaçlarındaki salkımlar kırmızı yakuttan idi. Öyle ki bu asmalar hem hurmaların, hem tahtın üstünü gölgelendirmişti. Süleyman (aleyhisselâm) bu tahta çıkmak istedi mi alt basamağa ayaklarını koyar ve taht içindekilerin tümüyle hızlıca dönen bir değirmen gibi döner, o kartallar ve tavuslar bu arada kanatlarını açar, arslanlar pençelerini yayar, kuyruklarıyla yeri döverlerdi. Süleyman'ın çıktığı herbir basamakta bunlar oluyordu. Tahtının üstüne oturdu mu hurma ağaçları üzerindeki iki kartal Süleyman'ın tacını alır başına koyarlardı. Sonra taht yine içindekilerle birlikte döner, onunla beraber de iki kartal, iki tavus ve iki arslan başlarını Süleyman'a doğru çevirmiş oldukları halde dönerlerdi. İçlerinden ona misk ve anber kokuları saçarlardı. Daha sonra kürsinin üstündeki mücevher direklerinden birisinin üzerinde bulunan altından bir güvercin ona Tevrat'ı uzatır, Süleyman (aleyhisselâm) Tevrat'ı açar, insanlara Tevrat'ı okur ve onları vereceği hükme davet ederdi.

(Kıssacılar) dediler ki: İsrailoğullarının büyükleri de mücevher kakmalı altın tahtlara otururlardı. Bu tahtlar sağ tarafında olup bin tane idi. Cinlerin büyükleri ise yine bin tane olan sol tarafındaki gümüş tahtlara otururlardı. Sonra kuşlar gelir, onları gölgelendirir, insanlar da aralarındaki anlaşmazlıklarda hüküm verilmesi için öne geçerlerdi. Şahitler şahitlikte bulunmak üzere ileri atıldı mı Süleyman'ın tahtı içindeki ve üzerindekilerle birlikte hızlı dönen bir değirmen gibi döner, arslanlar pençelerini yayar, kuyruklarını yere vururlar. Kartallar ve tavuslar kanatlarını açar. Şahitler korkuya kapılır ve ancak hak ile şahitlik yaparlardı.

Yine denildiğine göre bu tahtı bu şekilde döndüren tahtın üzerinde oturduğu altından bir ejderha idi. Bu da cinni Sahr'ın kendisine yaptığı çok büyük bir şey idi. Tahtın altındakinden üstüne kadar üzerinde bulunan kartallar, arslanlar, tavuslar, onun döndüğünü hisseder etmez onlar da o ejderha ile birlikte dönerlerdi. Durdular mı hepsi Süleyman (aleyhisselâm)'ın başı ucunda dururlar, o da tahtı üzerinde oturarak kalırdı. Sonra da hepsi içlerinden misk ve anber kokularını onun üzerine salıverirlerdi. Süleyman vefat ettikten sonra Buht Nassar gönderdiği askeri birlik ile bu tahtı aldı ve onu Antakya'ya taşıttı. Tahtın üzerine çıkmak istedi, ancak bu tahtın üzerine nasıl çıkacağını bilemiyordu. Ayağını koyunca arslan onun ayağına indirdiği bir darbe ile kırdı. Süleyman (aleyhisselâm) tahta çıktı mı iki ayağını birlikte koyardı. Buht Nassar öldükten sonra taht tekrar Beytu'l-Makdis'e taşındı. Hiçbir hükümdar onun üzerine oturamadı. Şu kadar var ki sonunda bu tahtın ne olduğu bilinmemektedir, belki (semaya) kaldırılmış da olabilir. (Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Naşir).

"Sonra o döndü." Yani yüce Allah'a dönüp tevbe etti. Bu âyetin anlamı daha önce geçmiş bulunmaktadır.

35

Dedi ki: "Rabbim, bana mağfiret buyur ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayacak bir mülk ver bana! Çünkü Sen bol bol ihsan edersin."

"Dedi ki: Rabbim bana" günahımı

"mağfiret buyur ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayacak bir mülk ver bana."

Soru: Yüce Allah dünyayı yermiş, ona buğzetmiş ve Allah nezdinde değersiz olmakla birlikte, Süleyman dünyayı istemeye nasıl kalkıştı?

Cevab: Bu ilim adamları tarafından şöylece yorumlanmıştır: Yüce Allah'ın haklarını eda etmek ve mülkünü adilane bir şekilde yönetip yarattıklarını konumlarına ve mertebelerine göre yerleştirip hadlerini uygulamak, onun emrettiği mali yükümlülükleri korumak, dinin şiarlarını tazim etmek, ibadetini açıkça ortaya çıkarmak, ona itaatte bağlılığı sürdürmek, Allah'ın kulları üzerindeki geçerli hükmü ve kanunu düzenlemek ve meleklerine açıkladığı üzere yarattıklarından hiç kimsenin bilmediği vaadlerini gerçekleştirmek için olmuştur. Nitekim yüce Allah:

"Sizin bilmediğinizi herhalde Ben bilirim." (el-Bakara, 2/30) diye buyurmuştur. Yoksa Süleyman (aleyhisselâm)'ın bu isteğinin bizatihi dünyalık için olması sözkonusu olamaz. Çünkü o da, diğer bütün peygamberler de Allah'ın yarattıkları arasında dünyaya karşı en zahid kimselerdir. O dünya mülkünü sırf Allah için istemiştir. Nitekim Nûh (aleyhisselâm) da sırf Allah için dünyalığın yok olup helâk olmasını istemişti. Her ikisi de bu istekleri dolayısıyla övülmüş ve istekleri kabul edilmiş oldu. Nûh'un duası kabul edilerek yerin üzerindekiler helâk edildi, Süleyman'a da istediği mülk verildi.

Şöyle de denilmiştir: Onun bu talebte bulunması, Allah'ın diğer kulları arasında ancak Süleyman'ın hakkı ile yerine getireceğini bildiği şekli ile, yüce Allah'ın verdiği emir üzerine olmuştur yahutta Süleyman bana çok büyük bir mülk ver demek istemiş, ancak:

"Benden sonra hiç kimseye nasib olmayacak" demiştir. Ancak bu açıklama tartışılabilir. Birincisi daha doğrudur. Diğer taraftan yüce Allah ona:

"İşte bu bizim hesabsız bağışımızdır. Artık ister ver, ister vermeyip tut" diye buyurulmuştur.

el-Hasen dedi ki: Yüce Allah'ın ihsan ettiği nimetleri bakımından kulunun üzerinde belli bir yükümlülüğü bulunmayan hiçbir kimse yoktur. Bundan Dâvûd oğlu Süleyman (aleyhisselâm) müstesnadır. Çünkü ona:

"İşte bu bizim hesabsız bağışımızdır..." diye hitab etmiştir.

Derim ki: Bu da bir haber olarak rivâyet edilen: "Peygamberler arasında cennete en son girecek kişi Dâvûd oğlu Süleyman (aleyhisselâm)'dır. Buna sebep ise onun dünyadaki mülküdür." sözünde dile getirilene aykırıdır. Kimi haberlerde de şöyle denilmektedir: "O diğer peygamberlerden kırk yıl sonra cennete girecektir." Bunu el-Kut (Kutu'l-Kulub) müellifi zikretmiş olmakla birlikte asılsız bir hadistir. Çünkü şanı yüce Allah ona herhangi bir sorumluluk yüklemeksizin bağışta bulunduğuna göre -çünkü bu bir lütuf olmak üzere verilmişti- nasıl olur da cennete en son girecek peygamber olduğu söylenebilir. Üstelik yüce Allah:

"Şüphesiz onun yanımızda yakınlığı ve güzel bir dönüş yeri vardır" diye buyurmuştur. Sahih hadiste de şöyle buyurulmuştur: "Herbir peygamberin Allah tarafından kabul edilen bir duası vardır. Her peygamber bu duasını acilen (dünya hayatında) yapmıştır..." Buhârî, V, 2323; Müslim, I, 189; Tirmizi, V, 580; İbn Mace, II, 1440; Müsned, II, 275, 42

Bu hadis daha önceden de geçmiş idi. Böylece duası ile bir ihtiyacı karşılanmış oldu. Bundan dolayı Süleyman (aleyhisselâm)'ın bir sorumluluğu sözkonusu değildir.

Yüce Allah'ın:

"Benden sonra hiç kimseye nasib olmayacak" âyeti kimsenin istemeyeceği anlamındadır. Sanki o kendisinden sonra herhangi bir kimsenin böyle bir dilekte bulunmamasını istemiş gibidir; ta ki kimse böyle bir şeyi ümit etmesin. Ancak böyle bir duanın kabul olunmamasını dilememiştir.

Yine denildiğine göre; onun kendisinden sonra kimseye verilmeyecek bir mülk istemesi, gökler ve yerdeki bütün yaratıklar arasında Allah nezdindeki konum ve üstünlüğünün açıkça görülmesi içindi. Çünkü peygamberlerin Allah'ın nezdindeki konum noktasında birbirleriyle âdeta yarışmaları vardır. Herkes Allah nezdindeki konumuna delil göstereceği özel bir yerinin olmasını arzu eder. Bundan ötürü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namazını kesmek isteyen ifriti yakalayıp Allah da ona bu imkanı verdiğinde önce bu ifriti bağlamak istemiş, sonra da kardeşi Süleyman'ın:

"Rabbim bana mağfiret buyur ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayacak bir mülk ver bana" demiş olduğunu hatırlattı ve onu küçülmüş olarak serbest bıraktı. Buhârî, I, 176, III, 1260, IV, 1809; Müslim, I, 384; Müsned, II, 298.

Şayet ondan sonra bir kimseye ona verilenin benzeri verilmiş olsaydı, onun bu özelliği kalmazdı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şeytanların Süleyman'ın emrine verilmesi özelliğinin olduğunu ve böyle bir özelliğin kendisinden sonra kimseye verilmemesi duasının kabul edilmiş olduğunu bildikten sonra, bu özelliğinde onunla ortak olmaktan hoşlanmamış gibi görünüyor. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

36

Biz de, emriyle yumuşak olarak istediği yere akıp giden rüzgarı emrine verdik;

"Biz de emriyle yumuşak olarak istediği yere akıp giden rüzgarı emrine verdik." Yani bu rüzgar güçlü ve şiddetli olmakla birlikte kimseye zarar vermesin diye yumuşak bir rüzgardı. Askerleriyle, ordularıyla, alaylarıyla bu rüzgar onu taşıyordu. Rivâyete göre onun kafileleri bir fersaha, bir fersah idi. Biri diğerinin üstünde yüz basamaktı. Her bir basamak bir kesim insanı teşkil ediyordu. Kendisi ise cariyeleri, yakınları ve hizmetçileri ile birlikte en üst basamakta idi. Allah'ın salat ve selamları üzerine olsun.

Hafız Ebû Nuaym şunu zikretmektedir: Bize Ahmed b. Cafer anlattı, dedi ki: Bize Abdullah b. Ahmed b. Hanbel anlattı, dedi ki: Bize Ahmed b. Muhammed b. Eyyub anlattı, dedi ki: Bize Ebû Bekr b. Ayyaş anlattı. O İdris b. Vehb b. Mühebbih'den dedi ki: Bana babam anlattı, dedi ki: Süleyman b. Dâvûd'un (aleyhisselâm)'ın bin tane evi vardı. Bunun üstü billurdan, altı demirden idi. Bir gün rüzgara bindi, bir çiftçinin yakınından geçti. Çiftçi ona bakarak: Gerçekten Dâvûd hanedanına çok büyük bir mülk verilmiştir, dedi. Rüzgar o çiftçinin sözünü alıp Süleyman'ın kulağına bırakıverdi. Süleyman inip çiftçinin yanına gitti ve: Senin sözünü duydum, sana gelişimin tek sebebi güç yetiremeyeceğin şeyleri temenni etmemendir. Şüphesiz yüce Allah'ın senden kabul edeceği bir teşbih (subhanallah demek) senin için Dâvûd hanedanına verilen şeylerden daha hayırlıdır. Bunun üzerine çiftçi ona: Benim üzüntümü giderdiğin gibi Allah da senin üzüntünü gidersin, dedi.

"İstediği yere, dilediği yere" demektir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Araplar da:derler, yani "o doğruyu söylemek istedi, ancak yanlış cevab verdi." Bu açıklamayı İbnu'l-A'rabî yapmıştır. Şair de şöyle demiştir:

"Konuşmak istedi konuşamadı,

Ayırdedici söz söyleneceği yerde de cevabı yanlış verdi."

Himyerlilerin lehçesinde "istedi, diledi" anlamında olduğu söylenmiştir. Katade ise Hecerlilerin lehçesinde bu anlamda olduğunu söylemiştir. "İstediği yere" gitmek istediği zaman anlamında olduğu da söylenmiştir. O vakit bu ifade atılan okun isabet ettirilmek istenen hedefe isabet etmesinden alınmış demek olun.

37

Ve şeytanları, her bina ustasını ve dalgıçları da.

"Ve şeytanları, her bina ustasını ve dalgıçları da" Yani Biz ona şeytanları müsahhar kıldık. Halbuki ondan önce kimseye müsahhar kılınmamışlardı.

"Her bina ustası" şeytanlardan bedeldir. Aralarından her bina ustasını, demektir. Bu ustalar ona dilediği binayı yapıyorlardı. Şair (en-Nabiğa) ez-Zübyanî dedi ki:

"Süleyman müstesna ilâh ona demişti ki:

Kalk yaratıklar arasında sen onları hatadan uzak tut.

Cinleri de emrine al, çünkü Ben izin verdim onlara,

Tedmur'u ince enli taşlarla ve direklerle bina etmelerine."

"Dalgıçlar" denize dalıp onun için inci çıkartanlar demektir. Denizden ilk olarak inci çıkartan kişi Süleyman (aleyhisselâm)'dır.

38

Zincirlerle bağlanmış olan diğerlerini de.

"Zincirlerle bağlanmış olan diğerlerini de." Yani Biz ona azgın şeytanları da müsahhar kıldık, emrine verdik. Öyle ki onları demir zincir ve bukağılara bağlamıştı. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. es-Süddî, boyunlarına vurulan zincirlerle bağlamıştı; İbn Abbâs onları zincirlere vurmuştu, demiştir. Şairin şu beyitinde de (aynı kökten gelen kelime) kullanılmıştır:

"Onlar yaptıkları talanlarla ve esirlerle döndüler geriye,

Biz ise zincirlere vurulmuş hükümdarlarla döndük geriye."

Yahya b. Sellam dedi ki: O bu işi sadece şeytanların kâfirlerine yapıyordu. Îman ettiler mi onları serbest bırakıyor, onları angarya işlerde çalıştırmıyordu.

39

"İşte bu Bizim hesapsız bağışımızdır. Artık ister ver, ister vermeyip tut."

"İşte bu Bizim... bağışımızdır" âyetindeki

"bu" ile mülke işaret edilmektedir. Yani işte bu mülk Bizim bağışımızdır, sen artık istediğin kimseye ondan ver, istemediğine de verme. Bundan dolayı senin hesaba çekilmen sözkonusu değildir. Bu açıklama el-Hasen, ed-Dahhak ve başkalarından nakledilmiştir. el-Hasen dedi ki: Yüce Allah her kime bir nimet vermişse mutlaka bu nimet dolayısıyla onun için bir sorumluluk sözkonusudur. Süleyman (aleyhisselâm) müstesnadır. Çünkü yüce Allah:

"İşte bu Bizim hesabsız bağışımızdır, artık ister ver, ister vermeyip tut" diye buyurmuştur.

Katade de şöyle demiştir: Yüce Allah'ın:

"İşte bu Bizim... bağışımızdır"

âyetinde Süleyman (aleyhisselâm)'a verilen cima gücüne işaret edilmektedir. Onun üçyüz hanımı, yediyüz cariyesi vardı. Sırtında yüz erkeğin suyu vardı. Bunu da İkrime, İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. Bu anlamdaki bir açıklama Buhârî'de de vardır.

Buna göre;

" Artık ister ver" emri aslında "meni"den geliyor demek olur. Nitekim: " Menisini akıttı, akıtır" diye söylenir.

" Menisini akıttı" şeklinde emir yapmak istenirse: denilir. şeklinden emir yapılırsa, bu sefer: denilir. Eğer fiilin aslından olan şeddesiz "nun" getirilecek olursa: denilir.

Bu lâfzın "minnet"den geldiği kanaatinde olanlar: “Ona minnet etti, lütfetti" denilir, derler. Bu fiilden emir yapılacak olursa, her iki "nun" açığa çıkartılır. Çünkü burada "nun" mudaaf (şeddeli) olduğundan emir: ...diye gelir.

Haberde rivâyet edildiğine göre Süleyman'a şeytanlar müsahhar kılınmıştı. O da bunlardan dilediği kimseyi azad edip serbest bırakarak ona minnet eder, dilediği kimseyi de eli altında tutardı. Bu açıklamayı da Katade ve es-Süddî yapmıştır. İkrime'nin İbn Abbâs'tan yaptığı rivâyete göre de anlam şöyle olur: Hanımlarından dilediğin kimse ile cima et, onlardan dilediğin ile de cimaı terket. Bundan dolayı senin hesaba çekilmen sözkonusu olmayacaktır.

40

Şüphesiz onun yanımızda yakınlığı ve güzel bir dönüş yeri vardır.

"Şüphesiz onun yanımızda yakınlığı ve güzel bir dönüş yeri vardır." Yani Biz dünyada ona nimet ihsan etmiş olmakla birlikte, onun âhirette Bizim nezdimizde bir yakınlığı ve güzel bir dönüş yeri vardır.

41

Kulumuz Eyyub'u da hatırla. Hani o Rabbine: "Şeytan bana yorgunluk ve azapla dokundu." diye seslenmişti.

"Kulumuz Eyyub'u da hatırla!" âyeti ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hoş olmayan şeylere karşı sabırda onlara uyması emri verilmektedir.

"Eyyub" lâfzı ("kulumuz" lâfzından) bedeldir.

"Hani o Rabbine: Şeytan bana yorgunluk ve azapla dokundu, diye seslenmişti" âyetindeki: " Diye" lâfzını Îsa b. Ömer hemzeyi esreli olarak; diye okumuştur ki: "Dedi ki..." demek olur.

el-Ferrâ'' dedi ki: Kıraat âlimleri

" Yorgunluk" lâfzını icma ile ötreli ve şeddesiz "nun" ile okumuşlardır.

en-Nehhâs şöyle demektedir: Bu bir yanlışlıktır. Bundan sonrasında ise hem bir çelişki, hem de bir yanlışlık daha vardır. Çünkü o: Kıraat âlimleri bunun üzerinde icma etmişlerdir, dedikten sonra kıraat âlimlerinin Yezid b. el-Ka'ka'dan bu kelimeyi: şeklinde "nun" ve "sad" harfi ile okuduğunu zikretmiş olduklarını belirtemektedir. Ancak bu hususta Ebû Cafer ile ilgili yanlışlık da yapmıştır. Çünkü Ebû Cafer "nun" ve "sad" harflerini ötreli olarak: " diye okumuştur. Ebû Ubeyd ve başkaları bunu böylece nakletmişlerdir.-Ayrıca bu el-Hasen'den de böylece rivâyet edilmiştir. "Nun" ve "sad" harflerinin fetha ile okunması ise Âsım el-Cahderî ile Yakub el-Hadramî'nin kıraatidir. Yine bu kıraat el-Hasen'den de rivâyet edilmiştir. Ebû Cafer'den "nun" harfi fetha ve "sad" harfi sakin olarak okuduğu da nakledilmiştir. Bütün bunlar nahivcilerin çoğunluğuna göre " Yorgunluk" anlamındadır. Çünkü; kullanımı ile kullanımı tıpkı -üzüntü anlamındaki gibidir. Bununla birlikte; şeklinin; in çoğulu olması da mümkündür. Tıpkı;" Putlar" kelimesinin, 'in çoğulu oluşu gibi. Aynı şekilde; anlamında olup ikinci dammenin hazfedilmiş olması da mümkündür.

"Dikili taşlar üzerinde boğazlananlar" (el-Mâide, 5/3) âyetine gelince, bu kelimenin: " Dikili taş" lâfzının çoğulu olduğu söylenmiştir.

Ebû Ubeyde ve başkaları dedi ki: " Kötülük ve bela" demektir. " Yorgunluk ve bitkinlik" anlamındadır.

"Şeytan bana yorgunluk ve azapla dokundu" âyetinde kastedilen anlamın, sadece şeytandan kendisine gelen vesvese demek olduğu başka bir manaya gelmediği de söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bunu en-Nehhâs zikretmiştir.

Buradaki

"yorgunluk"un bedenine isabet eden rahatsızlıklar,

"azâb"ın ise malına gelen musibetler olduğu da söylenmiştir. Uzak bir ihtimaldir.

Müfessirlerin dediklerine göre Eyyub (Şam ile Ezriat arasında bir yer olan) el-Beseniyye diye bilinen bir yerden bir Rumî'dir. Künyesi Vakıdî'nin dediğine göre Ebû Abdullah'dır. Yüce Allah onu peygamberliğine seçmiş, türlü mallardan ona pek büyük servet ve bir çok evlat vermişti. Yüce Allah'ın nimetlerine şükreden, Allah'ın kullarını görüp gözeten çok iyi ve merhametli birisi idi. Ona yalnızca üç kişi îman etmişti.

İblis'e ait yedinci semada bir yer vardı. Adeti üzere orada durduğu bir sırada yüce Allah ona Eyyub (aleyhisselâm) hakkında şöyle dedi -ya da ona öyle denildi: Senin kulum Eyyub'un aleyhine herhangi bir şeye gücün yetti mi? Rabbim dedi, benim onun aleyhine bir şey yapabilme gücüm nasıl olsun? Onu mal ve afiyet ile sınamış bulunuyorsun. Eğer onu belaya uğratır, fakirliğe mübtela kılar, ona verdiğini elinden alacak olursan, bu hali değişir, sana itaatin dışına çıkar. Yüce Allah: Onun aile halkına ve malına seni musallat ediyorum, dedi. Allah'ın düşmanı yere indi, cinlerin ifritlerini topladı Ve onlara durumu bildirdi. Onlardan birisi dedi ki: Ben içinde ateş bulunan bir kasırga olacağım ve malını yok edeceğim. Dediği gibi oldu. Eyyub'a malının vekil harcı suretinde geldi ve başından geçenleri bildirdi. Eyyub, Allah'a hamdolsun, veren de O, alan da O, dedi. Daha sonra bu ifrit içinde çoluk çocuğu bulunan sarayına geldi. Sarayını dört bir yanından kaldırıp çoluk çocuğunun üzerine bıraktı. Sonra yine onun yanına gelip durumu ona bildirdi ve başına toprak saçtı. İblis semaya yükseldi, fakat Eyyub'un tevbesi ondan önce ulaştı. Rabbim beni bedenine musallat et! dedi. Yüce Allah: Dili, kalbi ve gözü dışında seni bedenine de musallat ettim, dedi. Bu sefer vücuduna bir üfürüş üfledi, bundan ötürü cesedi yandı ve cesedinde kabarcıklar, siğiller çıktı. Kanayıncaya kadar bunları tırnaklarıyla kaşıdı, sonra da çömlek ve tabaklarla kaşıdı ve nihayet etleri düştü. Bu sefer:

"Şeytan bana... dokundu" dedi. Ancak İblis vücudunun iç organlarından herhangi birisine zarar verememişti. Çünkü ancak bu şekilde canlı kalabilirdi. O yemek yer ve içerdi. Bu haliyle üç yıl devam etti. Eyyub, İblisi yenik düşürünce bu sefer boy pos ve güzellik itibariyle Âdemoğullarından daha büyük bir şekilde hanımının karşısına çıktı ve ona: Ben yeryüzünün ilâhıyım, senin kocana bunları yapan benim. Bana bir defa secde edecek olursan malını, ailesini ona geri vereceğim. Onlar benim yanımdadırlar. Sonra da vadinin iç tarafında bütün bunları gerçek şekliyle ona gösterdi. Hanımı gidip durumu Eyyub'a haber verdi. O da: Allah kendisine afiyet verecek olursa, (hanımını) dövecek diye yemin etti.

Eyyub'un bu belaya uğramasının sebebine Rabbine yalvarması ve başına gelen bu beladan dolayı yalvarıp yakarmasına, ona îman eden üç kişinin onu bu işten alıkoyduklarına ve ona itiraz ettiklerine dair uzun açıklamalarda bulunulmuştur.

Yine denildiğine göre, bir mazlum kendisinden yardım istemiş, ona yardım etmemiş, bundan ötürü belaya uğratılmış. Bir diğer açıklamaya göre, bir gün insanları ziyafete çağırmış, bir fakirin ziyafete gelenler arasına katılmasına engel olmuş. Bundan dolayı belaya maruz kalmış. Yine bir başka görüşe göre, Eyyub bir krala karşı gaza düzenliyordu. Onun topraklarında Eyyub'a ait koyunları vardı. Bu koyunları sebebiyle ona gaza tertiplemeyi keserek ona iyilik yapar gibi oldu, bundan dolayı belaya maruz kaldı.

Bir diğer açıklamaya göre, insanlar hanımındaki hastalığın kendilerine bulaşacağından çekiniyorlar ve biz de hastalanmaktan korkuyoruz diyerek ondan tiksiniyorlardı. İşte bundan dolayı

"şeytan bana... dokundu" demiştir. Hanımı ise Yakub'un kızı Leya idi. Eyyub, Yakub döneminde idi, annesi de Lut'un kızı idi.

Bir başka görüşe göre Eyyub'un hanımının ismi İfraim kızı Rahme idi. İfraim Yakub oğlu Yusuf'un oğlu idi. Hepsine selam olsun. Bu iki görüşü Taberî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- zikretmiştir.

Eyyub (aleyhisselâm.) ile İlgili Rivâyetlerin Değerlendirilmesi

İbnu'l-Arabî dedi ki: Müfessirlerin sözkonusu ettikleri şekilde "İblisin senede bir gün yedinci semada durduğu bir yeri vardı" görüşü batıl bir görüştür. Çünkü İblis semadan yeryüzüne lanet ve gazab ile indirilmiştir. Rıza makamına nasıl yükselir ve nasıl peygamberlerin makamlarında dolaşır, yüksek semaları nasıl aşarak peygamberlerin konumları olan yedinci sema ya yükselebilir ve candan dostun (el-Halil) konumunda durabilir? Şüphesiz ki bu abuk sabuk ifadeler çok büyük bir cahillikten kaynaklanmaktadır.

Onların: Yüce Allah İblise: Kulum Eyyub'a bir zarar verebildin mi? demiş olması ise katiyyetle batıldır. Çünkü yüce Allah lanetli İblisin askerlerinden olan kâfirlerle bile konuşmaz. Onları saptırmayı üzerine alan İblisin kendisi ile nasıl konuşur'

Yine onların: Allah ona Ben seni malına ve çoluk çocuğuna musallat ettim dediği şeklindeki sözlerine gelince, bu kudret-i ilâhiyye açısından mümkündür. Fakat bu kıssada böyle olma ihtimali çok uzaktır. Aynı şekilde: Yüce Allah İblisi ona musallat edince, vücuduna bir defa üfledi sözleri de gerçekten uzaktır. Çünkü şanı yüce Allah bütün bunları şeytanın herhangi bir kesbi sözkonusu olmaksızın yaratmaya kadirdir, ta ki İblisin peygamberlere mal, çoluk-çocuk ve canlarında zarar verme imkanını bulmak suretiyle İblis gözü herhangi bir şekilde aydın olmasın.

Yine kıssacıların söyledikleri: İblis, Eyyub'un hanımına ben yeryüzü ilâhıyım, Allah'ı zikretmeyi bırakıp sen bana secde edecek olursan, onu iyileştiririm diye söylediği belirtilen sözlere gelince, eğer sizden herhangi birinize rahatsız iken bu şekilde görünecek ve bu sözü söyleyecek olursa, onun yeryüzünün ilâhı olmasının mümkün olmadığını, ona secde edilemeyeceğini, onun belalardan kurtaramayacağını bildiğinize göre bir peygamberin hanımı nasıl bu hususta şüpheye düşebilir? Hatta siyahi bir adamın hanımı ve kıt anlayışlı bir berberi dahi olsa, o bile böyle bir şeyi uygun göremez.

İblisin malları, çoluk-çocuğunu kadına bir vadide imiş gibi göstermesine gelince, bunlar hiçbir şekilde İblisin güç yetiremeyeceği şeylerdendir. Bunlar sihir kabilinden de değildir ki bunların bir çeşit sihir olduğu söylenebilsin. Eğer böyle bir şey görünecek olsaydı kadın da -tıpkı bizim bildiğimiz gibi- bunların sihir olduğunu bilecekti. Çünkü onun bunları bilmesi bizden daha ileri derecededir. Şüphesiz sihrin olmadığı, sihrin sözkonusu edilmediği, insanlar arasında cereyan etmediği ve sihir neticesinde bir takım görüntülerin sözkonusu olmadığı bir zaman olmaz.

Kadı (İbnu'l-Arabî devamla) dedi ki: Bunlara bu hususları anlatma cesaretini veren ve bu sözleri söylemelerine sebep teşkil eden yüce Allah'ın:

"Hani o Rabbine: Şeytan bana yorgunluk ve azapla dokundu diye seslenmişti" âyetidir. Eyyub'un şeytanın dokunmasından şikayet ettiğini görünce, kendi görüşlerinden hareketle tefsir diye bu sözleri ilave ettiler. Oysa durum iddia ettikleri gibi değildir. Hayrıyla, şerriyle, imanıyla, küfrüyle, itaatiyle, isyanıyla bütün fiillerin yaratıcısı yüce Allah'tır. Yaratılmışlarda O'na ortak hiçbir yaratıcı olmadığı gibi, bunların dışındaki şeylerin yaratılmasında da ortağı yoktur. Şu kadar var ki, hilkat itibariyle onun tarafından var edilmiş olmakla birlikte, şer zikredilerek O'na nisbet edilmez. Bu da O'nun bizi edeblendirdiği bir edeb, bize öğrettiği bir hamd ve sena çeşididir. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Rabbini zikrederken söylediği sözlerden olan: "Hayır Senin elindedir, şer ise Sana nisbet edilmez" Müslim, I, 535; Tirmizî, V, 486; Dârimî,.l, 309; Dârâkutnî, I, 296; Ebû Dâvûd, I, 201, 202; Nesâî, II, 130. sözleri de bu anlamdadır. İbrahim (aleyhisselâm)'ın söylediği:

"Hastalandığımda bana şifa veren O'dur" (eş-Şuara, 26/80) âyeti da bu kabildendir. Kelimullah Mûsa da beraberindeki genç delikanlıya:

"Onu hatırlamamı bana şeytandan başkası unutturmadı" (el-Kehf, 18/63) demiştir.

Müfessirlerin zikrettikleri: Bir mazlum ondan yardım istedi de ona yardım etmedi sözlerine gelince, bu sözün doğru olduğunu bize kim söyleyebilir? Eyyub (aleyhisselâm) böyle bir durumda o mazluma yardımcı olabilirdi, diye düşünebilir. Ama böyle bir kimseyi yardımsız bırakmak kimseye helal değildir. Bu bakımdan günahı dolayısıyla böyle bir kimse kınanır. Eyyub (aleyhisselâm) ise bundan münezzehtir. Ona yardım edemeyecek durumdaydı, bu takdirde de onun herhangi bir sorumluluğu olmaz.

Aynı şekilde: Bir fakirin ziyafete girmesini engellemiştir, sözlerinin durumu da böyledir. Eğer bunu bilerek yapmış ise bu onun hakkındaki batıl bir iddiadır, eğer bunu bilmeyerek yapmışsa bundan dolayı onun için vebal yoktur.

O kâfir bir hükümdara koyunları sebebiyle hoşuna gidecek bir iş yaptı (müdahanede bulundu) sözlerine gelince; burada "müdahanede bulundu" demek yanlıştır. Durumu idare etti, demek daha uygundur. Kâfir ve zalim bir kimsenin cana ya da mala vereceği bir zararı mal ile önlemek caizdir. Güzel sözle de aynı şey sözkonusudur.

İbnu'l-Arabî Kadı Ebû Bekr (radıyallahü anh) dedi ki: Eyyub (aleyhisselâm) ile ilgili olarak yüce Allah'ın kitab-ı kerimindeki iki âyet-i kerimede bize haber verdiğinden başkası sahih değildir. Birincisi yüce Allah'ın:

"Eyyub'u da (an). Hani Rabbine: Rabbim başıma bu bela gelip çattı ve Sen merhametlilerin merhametlisisin diye seslenmişti" (el-Enbiya, 21/83) âyetidir, ikincisi ise Sâd Sûresi'nde:

"Şeytan bana yorgunluk ve azapla dokundu diye seslenmişti" âyetidir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan ise şu hadis dışında ondan tek bir harf ile sözettiği sahih olarak sabit değildir. Gelen rivâyet de şudur: "Eyyub yıkanmakta iken üzerine altın çekirgeler dökülmeye başladı..." Buhârî, I, 107, III, 1240, VI, 2723; Nesâî, I, 200; Müsned, II, 243, 314, 490, 511.

Sözünü ettiklerimiz dışında Eyyub hakkında Kur'ân'da da, sünnette de sahih bir şey gelmediğine göre Eyyub'a dair bu haberleri bunları işitmiş kimseye ulaştıranlar kimlerdir? Yahut o hangi dilden bunları dinlemiştir? İsrailiyat ise ilim adamları tarafından kesinlikle reddedilmiş şeylerdir. O bakımdan İsrailiyatın yazılı olduğu satırlara bakma! Gözünü onlardan uzak tut, kulakların İsrailiyata karşı sağır olsun. Çünkü İsrailiyat sana hayalden başka bir şey öğretmez. Kalbinin gereksiz meşguliyetinden başka bir şeyini de arttırmaz.

Lâfız Buhârî'nin olmak üzere sahih hadiste belirtildiğine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Ey müslümanlar! Peygamberinize indirilmiş olan Kitabınız Allah'tan gelmiş en son haber olduğu, ona hiçbir şey katılmaksızın arı duru haliyle okuduğunuz, halde kitab ehlinin Allah'ın kitablarını değiştirip değişiklikler yaptığını kendi elleriyle kitabları yazarak,

"az bir paha ile onu satabilmek için bu Allah'ın katındandır" (el-Bakara, 2/79) dediklerini size bildirdiği halde, siz kalkıyorsunuz kitab ehline soru soruyorsunuz. Size gelmiş olan bunca ilim sizi onlara soru sormaktan alıkoymuyor. Allah'a yemin ederim, biz onlardan bir kimsenin size, size indirilene dair soru sorduğunu görmedik. Buhârî, II, 953, VI, 2679, 2735.

Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Muvatta’'da yer alan hadiste belirtildiği üzere Ömer (radıyallahü anh)'ın Tevrat’ı okumasına tepki göstermiştir. Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, I, 174, VIII, 262; İbn Ebi Şeybe, Mûsannaf, V, 312; Müsned, III, 387.

42

"Ayağını yere vur. Bu hem yıkanacak, hem içilecek soğuk bir sudur."

"Ayağını yere vur!" âyetindeki fiilin mastarı: " Ayakla itmek" demektir. Mesela: "Atı ayağıyla topukladı" ve " Elbisesini ayağıyla itti" denilir.

el-Muberred dedi ki: "Hareket ettirmek" demektir. Bundan dolayı el-Esmaî: " Binek hareket ettirildi" denilir, ancak O hareket etti" denilmez, demiştir. Çünkü bu binicinin ayaklarını hareket ettirmesi anlamındadır. Bineğin bu fiilde bir katkısı yoktur.

Sîbeveyh de: " Ben ayağımla bineği topukladım, o da ayağını hareket ettirdi" kullanımını nakletmektedir.

Bu şekil: " Kemiği sardım o da iyileşti" ile "Onun için üzüldüm, o da üzüldü" demeye benzer.

Bu âyette hazfedilmiş takdiri ifadeler de vardır. Yani Biz ona "... vur" dedik, takdirindedir. Bu açıklamayı el-Kisaî yapmıştır. Bu emir kendisine Allah ona afiyet verdiği sırada verilmişti.

"Bu hem yıkanacak, hem içilecek soğuk bir sudur." Yani o da ayağını yere vurdu, oradan bir su fışkırdı. Onunla yıkandı, bedenindeki zahiri hastalıklar gitti. Sonra da ondan içti, bu sefer içindeki hastalıklar gitti.

Katade dedi ki: Bunlar el-Cabiye diye bilinen Şam topraklarındaki bir yerdeki iki pınardır. Bunlardan birisi ile yıkandı, yüce Allah onunla hastalıklarının zahir olanlarını giderdi. Diğerinden de içti", yüce Allah onunla da iç organlarındaki rahatsızlıklara şifa verdi.

Buna yakın bir açıklama el-Hasen ve Mukâtil 'den nakledilmiştir. Mukâtil dedi ki: Sıcak bir pınar fışkırdı, ondan yıkandı ve sağlığına kavuşmuş olarak çıktı. Sonra bir başka pınar daha fışkırdı, ondan da tatlı bir su içti.

Bir açıklamaya göre ayağını yere vurmasının emredilmesi vücudundaki herbir hastalığın üzerinden etrafa dağılması içindir. " Kendisi ile yıkanılan su" demektir. Bu açıklamayı da el-Kutebî yapmıştır. Bunun "yıkandığı yer" demek olduğu da söylenmiştir, bu açıklama da Mukâtil 'indir.

el-Cevherî dedi ki: "Su ile yıkandım" demektir, " Kendisiyle yıkanılan su"ya (........) denilir. (........) de "kendisi ile yıkanılan su" demektir. Nitekim yüce Allah'ın:

"Bu hem yıkanacak, hem içilecek soğuk bir sudur" âyetinde de bu şekilde kullanılmıştır. Bu kelime aynı zamanda "içinde yıkanılan şey" anlamına da gelir,ise "ölülerin yıkandığı yer" demektir, çoğulu: ...diye gelir.

Eyyub (aleyhisselâm)'ın bu bela ve mihnet içerisinde ne kadar kaldığı hususunda farklı görüşler vardır. İbn Abbâs: Yedi yıl, yedi ay, yedi gün ve yedi saat demiştir. Vehb b. Münebbih de şöyle demiştir: Eyyub (aleyhisselâm) yedi yıl süre ile bela içinde kaldı. Yusuf da hapiste yedi yıl kaldı. Buht Nassar yedi yıl süre ile azaba uğratıldı ve yırtıcı hayvanlar arasında bırakıldı. Taberi, Tarih, I, 208 Bunu da Ebû Nuaym zikretmiştir.

Belasının on yıl sürdüğü söylendiği gibi, onsekiz yıl sürdüğü de söylenmiştir. el-Maverdî'nin naklettiğine göre Enes bunu merfu olarak rivâyet etmiştir.

Derim ki: Bunu İbnu'l-Mübarek de zikretmiştir: Bize Yûnus b. Yezid haber verdi. O AkîPden, o İbn Şihab'dan rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün Eyyub'u ve başına gelen belayı sözkonusu etti. Ona gelen belanın onsekiz yıl ondan ayrılmadığını söyledi. Hadisi el-Kuşeyrî de zikretmiştir. Kırk yıl belada kaldığı da söylenmiştir.

43

Biz ona tarafımızdan bir rahmet ve tam akıl sahibleri için bir öğüt olmak üzere, aile halkını ve onlarla birlikte onların bir mislini daha bağışladık.

"Biz ona tarafımızdan bir rahmet" bir nimet

"ve tam akıl sahibleri için bir öğüt" yani akıl sahibleri için bir ibret

"olmak üzere aile halkını ve onlarla birlikte onların bir mislini daha bağışladık." Buna dair açıklamalar daha önce el-Enbiya Sûresi'nde (21/83-24. âyetlerin tefsirlerinde) geçmiş bulunmaktadır.

44

Ve: "Eline bir demet sap al, onunla vur ve yeminini bozma! Gerçekten Biz onu sabredici bulduk. O ne güzel kuldu! Çünkü o (radıyallahü anhbbine) çokça dönen idi.

Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

1- Eyyub (aleyhisselâm)'ın Yemini:

Eyyub (aleyhisselâm) hastalığı sırasında hanımına yüz sopa vurmaya yemin etmişti. Bu yeminine neyin sebep olduğu hususunda dört ayrı görüş vardır:

1- İbn Abbâs'ın naklettiğine göre İblis doktor suretinde hanımı ile karşılaşmış, onu Eyyub'u tedavi etmek için çağırmış. İblis: "Şu şartla onu tedavi ederim, demiş. İyileşecek olursa sen beni iyileştirdin diyecek, bunun dışında ondan hiçbir karşılık istemiyorum." Hanımı: Peki diyerek Eyyub'a böyle davranması doğrultusunda da kanaat belirtince, onu dövecek diye yemin etmiş ve: Yazık sana! O dediğin kişi şeytandır, demişti.

2- Said b. el-Müseyyeb'in naklettiğine göre önceden Eyyub'a getirdiği ekmekten daha fazlasını getirmiş. O hıyanet edeceğinden korkunca, mutlaka onu dövecek diye yemin etmiş.

3- Yahya b. Sellam ve başkalarının anlattığına göre de şeytan Eyyub'un hanımını Eyyub'u kendisine kurban olarak bir keçi kesmeye mecbur etmesini ve bunun sonucunda da iyileşeceğini belirterek telkinde bulunmuş. Hanımı bundan Eyyub'a sözedince, iyileştiği takdirde ona yüz sopa vuracağına dair yemin etmiş.

4- Denildiğine göre hanımı saç örüklerini iki ekmek karşılığında satmış. Çünkü Eyyub'a yemek üzere götürecek hiçbir şey bulamamıştı. Eyyub ise ayağa kalkmak istedi mi ona tutunurdu. İşte onu dövmeye yemin etmesinin sebebi bu olmuştu.

Yüce Allah ona şifa verince eline bir demet sap alarak onlarla vurmasını emretmişti. O da yaklaşık yüz kadar kurumuş bir salkım demeti aldı ve ona bunlarla bir defa vurdu.

Mealde:

"Bir demet sap" diye anlam verilen-: 'ın "yaş ve kuru karışık olmak üzere bir kabza ot" demek olduğu da söylenmiştir. İbn Abbâs dedi ki: Bu, sapları ile birlikte hurma ağacı salkımı demektir.

2- Kocanın Te'dib Maksadıyla Hanımını Dövmesi:

Bu âyet-i kerîme erkeğin hanımını te'dib etmek maksadıyla dövmesinin câiz olduğu hükmünü ihtiva etmektedir. Çünkü Eyyub'un hanımı bir hata işlemiş, o da ona yüz sopa vuracak diye yemin etmişti. Yüce Allah da Eyyub'a hurma ağacı salkımlarından bir salkım ile onu vurmasını emretmişti. Ancak had uygulamalarında böylesi câiz değildir. Yüce Allah'ın ona bu emri vermesi te'dib haddinden daha ileri derecede hanımını vurmaması içindi. Zira kocanın hanımını te'dib haddi ötesinde vurması yetkisi yoktur. Bundan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) -daha önce en-Nisa Sûresi'nde açıklandığı üzere (4/34. âyet, 8. başlıkta): "İz bırakmayacak şekilde onlara vurunuz" Müslim, II, 890; Tirmizî, III, 467, V, 273; Ebû Dâvûd, II, 185; İbn Mace, I, 594, II, 1025; Müsned, V, 72. diye buyurmuştur.

3- Bu Hüküm Eyyub'a Has Mıdır? Yoksa Bütün Mü’minler Hakkında Umumi Midir?:

İlim adamları bu hüküm umumi midir? Yoksa sadece Eyyub'a has bir hüküm müdür, hususunda farklı görüşlere sahihtir. Mücahid'den bunun bütün insanlar hakkında umumi olduğu rivâyeti gelmiştir. Bunu İbnu'l-Arabî zikretmiştir.

el-Kuşeyrî'den de bunun Eyyub'a has olduğunu belirttiği nakledilmiştir. el-Mehdevî'nin Atâ b. Ebi Rebah'dan naklettiğine göre o, bu hükmün baki olduğu kanaatinde imiş. Dolayısıyla bir kimse yüz sopa ve benzeri ile bir defada vuracak olur ise, yeminini yerine getirmiş olur. Şâfiî de buna yakın bir rivâyette bulunmuştur. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den de buna yakın bir rivâyet gelmiştir. Buna göre, cariyenin kendisinden hamile kaldığı kötürüm kimseye, yüz tane sapı bulunan bir salkım ile bir defa vurulmasını emretmiştir. Hadisi merhum müfessir biraz sonra kaydeceğinden kaynakları orada görülebilir

el-Kuşeyrî dedi ki: Atâ'ya: Bugün bununla amel edilebilir mi? diye sorulmuş, o da: Kur'ân-ı Kerîm ancak kendisi ile amel olunsun ve ona uyulsun diye indirilmiştir diye cevab vermiştir.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Atâ'dan bunun Eyyub'a has olduğu rivâyeti de gelmiştir. Aynı şekilde Ebû Zeyd İbnu'l-Kasım'dan, o Malik'ten: Bir kimse kölesine yüz sopa vuracağına yemin etse, sonra bunları biraraya getirip bir defada o sopaları ona vursa yeminini yerine getirmiş olmaz, demiştir. (Mezhebimize mensub) kimi ilim adamımız da şöyle demiştir: Malik bununla yüce Allah'ın:

"Sizden herbiriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik" (el-Mâide, 5/48) âyetine işaret etmektedir. Yani bu uygulama bizim şeriatimiz ile neshedilmiştir.

İbnu'l-Münzir dedi ki: Biz Ali'den el-Velid b. Ukbe'ye iki tarafı bulunan bir kamçı ile kırk celde vurduğunu rivâyet etmiş bulunuyoruz. Malik ise bunu kabul etmeyip yüce Allah'ın:

"Herbirine yüzer değnek vurun" (en-Nûr, 24/2) âyetini okumuştur. Bu, re'y ashabının kabul ettiği görüştür. Şâfiî kendi görüşüne delil olarak bir hadis delil göstermiş ise de o hadisin senedi hakkında (olumsuz şekilde) konuşulmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Derim ki: Şâfiî'nin delil gösterdiği hadisi Ebû Dâvûd Sünen'inde şöylece rivâyet etmektedir: Bize Ahmed b. Said el-Hemedanî anlattı, dedi ki: Bize İbn Vehb anlattı, dedi ki: Bana Yûnus, İbn Şihab'dan haber verdi, dedi ki: Bana Ebû Umame b. Sehl b. Huneyf haber verdi, ona da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından ensardan birisi, haber verdiğine göre onlardan bir kişi oldukça zayıf düşünceye kadar rahatsızlandı. Bir deri, bir kemik kaldı. Onun yanına birilerine ait bir cariye girdi. Bu cariyeden hoşlandı ve üzerine atıldı. Kavminden birtakım kimseler onu ziyaret etmek üzere yanına gittiklerinde onlara durumu bildirdi ve: Benim için Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan fetva isteyin. Ben yanıma gelmiş bir cariye ile birlikte oldum, dedi. Durumu Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a anlattılar ve şöyle dediler: Biz hiç kimseyi onun kadar hasta ve bitkin görmemiştik. Onu sana taşıyıp getirecek olursak kemikleri dökülür. O bir deri, bir kemik kalmış. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun için yüz çubuğu bulunan bir salkım almalarını emretti. Bu salkım ile onu bir defa vurdular. Ebû Dâvûd, IV, 161; Dârâkutnî, III, 100; İbn Mace, II, 869; Müsned, V, 222.

Şâfiî dedi ki: "Filan kimseye yüz sopa vuracak" diye yemin etse yahutta bir vuruş vuracağım diye yemin edip şiddetlice vuracağını söylemeyip kalbinden de bunu niyet etmemişse âyet-i kerimede sözü geçen şekilde onu vurması yeterlidir ve yeminini bozmuş olmaz.

İbnu'l-Münzir dedi ki: Bir adam kölesine yüz sopa vuracak diye yemin etse ve ona hafif bir şekilde vursa, Şâfiî, Ebû Sevr ve Re'y ashabına göre yeminini yerine getirmiş olur. Malik: Acı verip can yakmayan vurma, vurma değildir, demiştir.

4- Yeminden Bir Süre Sonra İstisna Yapmak:

Yüce Allah'ın:

"Ve yeminini bozma" âyetinde yeminde istisna yapmanın eğer aradan süre geçmiş ise hiçbir hükmü kaldırmayacağına delil vardır.

Bu husustaki açıklamalar daha önceden el-Mâide Sûresi'nde (5/89- âyet, 16. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Birisi yemininin gereğini yerine getirmediği takdirde: "Yeminini bozdu, bozar" denilir. Kûfelilere göre bu âyetteki "vav" (ve) fazladan gelmiştir. Yani: " Vur, yeminini bozma!" demektir.

5- Yemin ve Adak Keffareti:

İbnu'l-Arabî dedi ki: Yüce Allah'ın:

"Onunla vur ve yeminini bozma" âyeti iki şeyden birisine delalet etmektedir: İlk olarak, onların şeriatlerinde keffaret yoktu, sadece yemini yerine getirmek yahut bozmak sözkonusuydu. İkinci olarak, o bu sözlerini yemin olarak değil de adak olmak üzere söylemişti. Muayyen olduğu takdirde, Malik ve Ebû Hanife'ye göre adağın keffareti yoktur. Şâfiî ise herbir adak için keffaret sözkonusudur, demiştir.

Derim ki: İbnu'l-Arabî'nin: "Onların şeriatlerinde keffaret yoktu" şeklindeki ifadeleri doğru değildir. Çünkü Eyyub (aleyhisselâm)'ın belası, İbn Şihab'ın hadisinde belirtildiği gibi, onsekiz yıl devam etmişti. İki arkadaşı kendisine şöyle demişti: Sen öyle bir günah işledin ki, kimsenin böyle bir günah işlediğini sanmıyoruz. Bunun üzerine Eyyub (aleyhisselâm) şöyle demişti: Ne söylediğinizi bilmiyorum, şu kadar var ki Rabbim de biliyor ki, ben karşılıklı iddialaşan ve buna bağlı olarak Allah'ın adına yemin eden iki adamın yanından yahutta yine karşılıklı iddialarda bulunan bir topluluğun yanından geçiyor, sonra evime geri geliyorum. Onun ismini anan kimsenin günahkar olmasını ve kimsenin ismini hak olmayan bir surette anmasını istemediğimden ötürü onların yeminlerinin keffaretini veriyordum. İşte Eyyub Rabbine:

"Rabbim, başıma bu bela gelip çattı ve sen merhametlilerin merhametlisisin" (el-Enbiya, 21/83) diye seslendi... ve hadisin geri kalan bölümlerini zikretti. İbnu'l-Mubarek, Zühd, s. 48.

İşte bu Hadîs-i şerîf Eyyub'un şeriatinde keffaretin sözkonusu olduğunu ve başkasının adına onun izni olmaksızın dahi keffarette bulunan kimsenin o kişi adına vacibi yerine getirmiş ve o kimseden keffaretin sakıt olacağını ifade etmektedir.

6- Bu Âyetten Sufilerin Yanlış Bir İstidlali İle Raksa Cevaz Çıkarmaları:

Zahidlik taslayanların cahilleri ile mutasavvıfların haddi aşmış birtakım kimseleri yüce Allah'ın Eyyub (aleyhisselâm)'a:

"Ayağını yere vur" âyetini raksın cevazına delil göstermişlerdir.

Ebû Ferec el-Cevzî dedi ki: Bu çok soğuk bir delillendirmedir. Çünkü eğer bu ayağın sevinç dolayısıyla yere vurulmasına dair bir emir olsaydı, onların bunu delil gösterebilme ihtimalleri belki olabilirdi. Fakat bu ayağın su fışkırması için yere vurulmasına dair bir emirdir. İbn Akîl dedi ki: Yüce Allah'ın mucize olmak üzere su kaynasın diye ayağını yere vurmak suretiyle belaya uğramış birisinin üzerindeki belayı gidermesi nerede? Raks için böyle bir işi yapmak nerede? Eğer hastalıkların takatsiz düşürdüğü bir ayağı hareket ettirmek İslamda raksın câiz oluşuna delil olabilseydi, bu durumda yüce Allah'ın Mûsa (aleyhisselâm)'a verdiği:

"Asanı taşa vur" (el-Bakara, 2/60) âyetinin da sert cisimler üzerine sopalarla vurmaya delalet etmesi de mümkün olur. Ancak şeriatı oyuncak etmekten Allah'a sığınırız.

Hatta onların kıt anlayışlı bazı kimseleri Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Ali (radıyallahü anh)'a: "Sen bendensin, ben de sendenim." demesi üzerine sevinçten özel bir şekilde yürüdüğünü, Cafer'e: "Yaratılışınla da, huyunla da bana benziyorsun." demesi üzerine sevinçle yürüdüğünü, Zeyd'e de: "Sen hem bizim kardeşimiz, hem bizim mevlamızsın" deyip onun da böylece yürüyüşünü delil göstermişlerdir. Hatta kimileri Habeşlilerin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendilerine bakıp dururken savaş oyunlarını dahi delil göstermiştir. Buna cevab ise: Sevinçle yürümek (el-Hacn) bir çeşit yürüyüştür ve sevinç halinde yapılır. Bunun raks ile alakası nedir? Aynı şekilde Habeşlilerin yürüyüşü de (zefn) böyledir. O da savaşta düşmanla karşılaşma esnasında yapılan bir yürüyüş çeşididir.

7- Sabırlı Güzel Kul:

"Gerçekten Biz Onu" Belaya Karşı

"Sabredici Bulduk. O Ne Güzel Kuldu! Çünkü o çokça dönen idi" çokça tevbe eden, itaatle bize çok dönen birisi idi.

Süfyan'a birisi belaya maruz kalıp sabreden bir kul ile diğerine nimet ihsan edilip şükreden bir kul hakkında soru sorulmuş, o da: İkisi de aynıdır demiştir. Çünkü yüce Allah birisi sabreden, diğeri şükreden iki kuldan aynı ifadelerle övgüyle sözetmiştir. Eyyub hakkında: "O ne güzel kuldur, çünkü o çokça dönen idi" dediği gibi, Süleyman (aleyhisselâm) hakkında da:

"O ne güzel kuldu, çünkü o çokça dönen idi" (Sâd, 38/30) diye buyurmuştur.

Derim ki: "el-Kut (Kutu'l-Kulub)" müellifi bu görüşü reddeder ve fakirin zenginden daha faziletli oluşuna Eyyub (aleyhisselâm)'ın kıssasını delil göstererek bu iddiasını pekiştirdiği uzun açıklamalarda bulunur. Biz ise bunları başka bir yerde "Menhecu'l-Ubbad ve Mahaccetu's-Salikîne ve'z-Zühad" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Ancak o Eyyub (aleyhisselâm)'ın gerek belaya uğramadan önce, gerek sonrasında peygamberlerin zenginlerinden birisi olduğunu görmezlikten gelmiştir. O mal ve çocuklarının elinden alınması ile bedeninde büyük hastalıklarla sınanmış bir kimse idi. İşte peygamberler de kendisiyle imtihan olundukları ve fitneye maruz kaldıkları hususlara sabır göstermiş kimselerdir. Eyyub (aleyhisselâm) belli bir vasıf ile bela ile karşı karşıya kaldığı gibi, ilk karşılaştığı hali ne ise öylece o beladan kurtulmuştur. Onun halinde olsun, sözlerinde olsun herhangi bir değişiklik görülmemiştir. Böylelikle (Süleyman -aleyhisselâm-) maksud olan mana itibariyle Eyyub ile aynı konumda olmuştur. Bu ise bazı insanların bazısına üstün oldukları değişmeme noktasıdır. Bu itibarla şükreden zengin ile sabreden fakir birbirine eşit olur. Dolayısıyla durum Süfyan'ın dediği gibidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İbn Şihab'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet ettiği: "Eyyub ihtiyacını karşılamak için dışarı çıktığında yüce Allah kendisine: "Ayağını yere vur. Bu hem yıkanacak, hem içilecek soğuk bir sudur" diye vahyetti. O da o su ile yıkandı. Yüce Allah etini, saçlarını, tenini en güzel şekli ile ona iade etti. Sonra o sudan içti, yüce Allah karnında (ve diğer iç organlarında) bulunan hertürlü acı ya da güçsüzlüğü giderdi. Allah üzerine semadan beyaz iki elbise indirdi. Bunlardan birisini belden aşağısı için giyindi, birisini de belden yukarısına giyindi. Sonra da evine doğru yürümeye başladı. Hanımı geciktiğini hissedince o da onun yoluna koyuldu. Nihayet onunla karşılaştı, fakat onu tanıyamadı. Ona selam verdi ve: Ey filan! Allah'ın rahmeti üzerine olsun. Şu musibete uğramış adamı gördün mü? Adam: O kim? diye sordu. Kadın: Allah'ın peygamberi Eyyub'u. Allah'a yemin ederim ki sağlıklı olduğu zamanına ona senden daha çok benzeyen kimseyi de görmedim. Adam: Ben Eyyub'um dedi ve bir demet sap alıp onlarla hanımını dövdü."

İbn Şihab'ın dediğine göre o demet aldığı ot oldukça zayıf bir ot idi. Yüce Allah da aile halkını ve bir o kadarını ona geri verdi. Sonra bir bulut geldi, buğdayını dövdüğü yere- orasını dolduruncaya kadar altın yağdırdı. Bir başka bulut gelip arpasını ve diğer hububatını dövdüğü yere orasını dolduruncaya kadar gümüş yağdırdı. İbn Mübarek, Zühd, 49

45

Güçlü ve basiretli kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub'u da an!

"Güçlü ve basiretli kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub'u da an" âyetindeki: " Kullarımız" lâfzını İbn Abbâs sahih bir senetle nakledildiğine göre: " Kulumuz" diye okumuştur. Bunu İbn Uyeyne, Amr'dan, o Atâ'dan, o İbn Abbâs'tan diye rivâyet etmiştir. Aynı zamanda bu Mücahid, Humeyd, İbn Muhaysın ve İbn Kesîr'in de kıraatidir. Bu kıraate göre "İbrahim" âyeti "kulumuz"dan bedel olmaktadır. İshak ve Yakub ise buna atıf olur. Bununla birlikte çoğul (kullarımız anlamında) kıraati daha açık ve anlaşılırdır. Ebû Ubeyd ile Ebû Hatem'in tercih ettiği kıraat de budur. Bu durumda

"İbrahim" ve sonra gelen isimler bedel olurlar.

en-Nehhâs dedi ki: Arapça açısından bunun açıklaması şöyledir: Eğer sen: Ben arkadaşlarımız Zeyd'i, Amr'ı ve Halid'i gördüm diyecek olursan, Zeyd, Amr ve Halid bedeldir ve kendilerinden sözedilen "arkadaşlar" onlardır. Şayet: Arkadaşımız Zeyd'i, Amr'ı ve Halid'i gördüm diyecek olursan, tek başına "Zeyd" bedel olur ve "arkadaşımız" diye sözü edilen kişi odur. Zeyd ve Amr ise "arkadaşımız" lâfzına atıf edilmişler ve bunlar bunun dışında bir başka delil bulunmadıkça "arkadaşlık" kapsamı içerisine girmezler. Şu kadar var ki yüce Allah'ın:

"İshak ve Yakub" âyetlerinin "kulluk"un kapsamı içerisinde oldukları bilinen bir husustur. Bu âyet-i kerimeyi: Boğazlanması emredilen kişi İsmail değil, İshak'tır, görüşünü kabul edenler delil gösterirler. Bizim de daha önce "el-î'lam bi Mevlidi'n-Nebiyyi Aleyhi's-Selam" adlı eserimizde belirttiğimiz üzere sahih olan da budur.

"Güçlü ve basiretli" âyeti ile ilgili olarak en-Nehhâs şöyle demektedir:

"Basiretli" âyetinin din ve ilim noktasında basiret sahibi diye te'vili ittifakla kabul edilmiş bir te'vildir.

"Güçlü" lâfzının te'vili hususunda ise görüş ayrılığı vardır. Tefsir âlimleri bunun dinde güç ve kuvvet anlamında olduğunu söylerken bazı kimseler de Güçlü" kelimesi nimet anlamındaki: " El" lâfzının çoğuludur, derler. Yani onlar nimet sahibi kimseler idiler, bu da: Allah'ın kendilerine nimet ihsan ettiği kimseler... demek olur. Nimet ve ihsan sahibi kimseler, diye de açıklanmıştır. Çünkü onlar gerçekten kendilerine ihsanda bulunulmuş ve önceden (dünyada iken) hayır işlemiş kimselerdir; Taberî'nin tercih ettiği açıklama da budur.

46

Çünkü Biz onları bir hasletle ihlaslı kıldık ki, bu da yurdu anmaktır.

"Çünkü Biz onları bir hasletle ihlaslı kıldık ki, bu da yurdu anmaktır" âyetindeki:

"Bir hasletle" lâfzı genel olarak tenvinli okunmuştur. Ebû Ubeyd ile Ebû Hatim'in tercih ettiği şekil de budur. Nafî', Şeybe, Ebû Cafer ve İbn Amir'den Hişam ise: " Yurdu anma hasleti ile" anlamında izafet ile okumuşlardır. Bu durumda

"bir hasletle" âyetini tenvinli okuyanlar

"yurdu anmak" anlamındaki terkibi ondan bedel olarak kabul ederler. îfade: Biz âhiret yurdunu hatırlamaları ve onun için hazırlanarak hem kendileri ona rağbet etsinler, hem de insanların ona rağbetlerini arttırmaları şeklindeki bir haslet ile ihlaslı kıldık, takdirinde olur.

Bununla birlikte:

"Bir hasletle" âyetinin: " Halis oldu, kurtuldu, arındı" fiilinin mastarı, buna karşılık:

" Anmak" âyetinin da fail olarak ref konumunda olması da mümkündür. Anlam da şöyle olur: Yurdu hatırlamak yani âhiret yurdunu hatırlatmak onlar için halis olmak suretiyle onları ihlâsa erdirdik, arındırdık, kurtardık. Yine

"bir haslet"in: " Kurtardım, arındırdım, halis kıldım" fiilinin mastarı olması ve fazla gelen hemzenin hazfedilmiş olması da mümkündür. Bu takdirde "anmak" anlamındaki lâfız, nasb konumunda olur. İfade de: Yurdu hatırlamayı halis kılmaları suretiyle... takdirinde olur.

"Yurt" ile dünyanın kastedilmesi de mümkündür. Yani onlar dünyayı hatırlasınlar ve ona rağbet etmesinler. Böylelikle dünya da onlardan güzel övgülerle sözedilmek suretiyle, dünya onlar için halis olsun (kötülüklerden arınsın). Yüce Allah'ın:

"Ve onlara doğruyu söyleyen yüce bir dil verdik. (Yahut onlardan doğru olarak ve övgü ile sözedilmesini sağladık)" (Meryem, 19/50) âyetine benzer.

"Yurt" ile âhiret yurdu ile bu yurdun insanlara hatırlatılması anlamı da kastedilmiş olabilir.

"İhlas ile" lâfzını

"yurt"a izafe ile okuyan kimselerin bu okuyuşuna göre

"ihlâs" anlamında bir mastar olur,

"anmak" da mastarın kendisine izafe edilmiş olduğu mef'ûlün bih olur. Bu da âhiret yurdunu ihlâs ile (anmaları) suretiyle... demek olur. Yine mastarın faile izafe edilmesi "ihlâs ile" anlamındaki lâfzın "hulus (halislik)" anlamında mastar olması da mümkündür. Yani yurdu anmak işi, onlar için halis olması suretiyle...

Burada da

"yurt" önceden geçtiği üzere ya âhiret ya da dünya yurdudur. İbn Zeyd dedi ki: Anlamı âhiret yurdunu anmak suretiyle Biz onları ihlâsa erdirdik, şeklindedir. Yani onlar âhireti hatırlarlar, ona rağbet ederler, dünyaya karşı da zahiddirler (radıyallahü anhğbet etmezler). Mücahid de şöyle demiştir:

Biz onlara cenneti zikredip hatırlatmak suretiyle onları ihlâsa erdirdik, demektir.

47

Muhakkak onlar yanımızda seçkinlerden, hayırlılardan idi.

"Muhakkak onlar yanımızda seçkinlerden, hayırlılardan idi." Merhum, müfessir bu ayetin tefsirini önce yapmış bundan önceki ayetin tefsirini sonya bırakmıştır. Biz de bu sırayı bozmadık Yani yüce Allah'ın kirlerden arındırıp temizlediği, risaleti için seçtiği kimseler idi.

" Seçkinler" lâfzı "mustafa: seçkin"in çoğuludur. Bunun aslı "te" ile şeklindedir. Buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/130. âyetin tefsirinde) yüce Allah'ın:

"Allah sizin için bu dini beğenip seçti" (el-Bakara, 2/132) âyetinin tefsirinde geçmiş bulunmaktadır. Merhum müfessirin ibaresi böyle olmakla birlikte sözkonusu açıklama 130. âyetin tefsirindedir.

"Hayırlılar" ise " Hayırlı" lâfzının çoğuludur. el-A'meş, Abdu’l-Varis, el-Hasen ve Îsa es-Sakafî vasl ve vakıf hallerinde: " Güçlü" lâfzını sonunda "ye"siz olarak okumuşlardır ki yüce Allah'a itaat hususunda güç sahibi kimseler demektir. Bununla birlikte ye'nin hafifletmek maksadıyla hazfedilmiş olup anlamın cemaatin kıraatinin anlamı gibi olması da mümkündür.

48

İsmail'i, Elyesa'ı ve Zülkifl'i de an. Hepsi de hayırlılardan idi.

"İsmail'i, Elyesa'ı ve Zülkifl'i de an" âyetinde sözü geçen

"Elyesa'"den el-En'am Sûresi'nde (6/84-86. âyetler, 3. başlıkta) Zülkifl'den de el-Enbiya Sûresi'nde (21/85. âyetin tefsirinde) söz edilmiş bulunmaktadır.

"Hepsi de hayırlılardan" peygamberlik için seçilmiş kimselerden

"idi."

49

Bu bir zikirdir. Şüphe yok ki takva sahibleri için elbette güzel bir dönüş yeri vardır;

"Bu bir zikirdir." Yani bu dünyada güzel bir şekilde anılıştır ve ebediyyen kendisi ile anılacakları bir şereftir.

"Şüphe yok ki takva sahipleri için elbette güzel bir dönüş yeri vardır."

Yani bu dünyadaki güzel anılış ile birlikte onlar için kıyâmette de güzel bir dönüş yeri olacaktır. Daha sonra yüce Allah bunu şu buyruklarıyla açıklamaktadır:

"Adn cennetleridir." Bu âyetteki "Adn" sözlükte ikamet demektir. Mesela: "O yerde ikamet etti" demektir.

Abdullah b. Ömer dedi ki: Cennette Adn ismi verilen bir köşk vardır. Onun etrafında yüksek burçlar ve çok güzel bahçeler vardır. Beşbin kapısı vardır. Herbir kapının üzerinde çizgili Yemen kumaşından beşbin örtü vardır. Oraya ancak bir peygamber yahut bir sıddîk ya da bir şehit girer.

50

Kendileri için kapıları açılmış haldeki Adn cennetleridir.

"Kendileri için kapıları açılmış haldeki Adn cennetleri" âyetinde geçen:

"Açılmış halde" lâfzı haldir.

"Kapılar" anlamındaki kelimenin merfu gelmesi ise meçhul bir fiilin ismi (naib-i faili) olduğundan dolayıdır.

ez-Zeccâc dedi ki: Yani oranın kapıları onlar için açılmış halde olacaktır. el-Ferrâ'' da: Onun kapıları onlar için açılmış haldedir, diye açıklamıştır, el-Ferrâ'' "kapılar" anlamındaki kelimenin nasb ile okunmasını da câiz kabul etmektedir. O dedi ki: Bu, " Kapıları açılmış halde" demek olup sonradan (yuvarlak te üzerine) tenvin ile ("kapılar" anlamındaki lâfzın son harfi olan "be" üzerine) nasb getirilmiştir. el-Ferrâ'' ve Sîbeveyh (buna örnek olmak üzere) şu beyiti zikrederler:

"Biz ondan sonra bir yaşayışın kuyruklarına asılırız ki

Hörgücü bulunmayan zayıf düşmüş sırtı düz bir devenin."

Yüce Allah burada:

" Açılmış haldeki" diye buyurup diye buyurmamış olması, kapıların onlara el değdirilmek suretiyle değil, emir verilmek suretiyle açılacağından dolayıdır. el-Hasen dedi ki: Bu kapılara: Açıl denilecek, kapılar açılacak, kapan denilecek, kapanacaklar.

Kapıları onlara meleklerin açacağı da söylenmiştir.

51

Onlar oralarda yaslananlar olarak; orada çokça meyve ve içecek isterler.

"Onlar orada yaslananlar olarak" anlamındaki âyet da onda amel eden lafızdan önce gelmiş bir haldir ki, amili yüce Allah'ın:

"orada... isterler" anlamındaki âyettir ve: "Cennetlerde yaslananlar olarak... isterler" demektir.

"Çokça meyve" çeşitli meyveler

"ve içecek" yani çokça şarab isterler. Buradaki

"çok" lâfzının hazf edilmesi ifadenin ona delalet etmesinden dolayıdır.

52

Yanlarında da aynı yaşta, gözleri yalnız eşlerine bakanlar vardır.

"Yanlarında aynı yaşta, gözleri yanlız eşlerine bakanlar vardır." Yani gözlerini sadece eşlerine dikmiş ve başkalarına bakmayan kadınlar vardır. Buna dair açıklamalar es-Saffat Sûresi'nde (37/48. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Aynı yaşta" yani hepsinin doğumu aynı, hem güzellikleri, hem gençlikleri itibariyle birbirine eşit, otuzüç yaşında kızlar olacaklardır. İbn Abbâs dedi ki: Bununla Âdemoğlu kadınları kastedilmektedir.

" Aynı yaşta" lâfzı'in çoğulu olup

"gözleri yanlız eşlerine bakanlar" anlamındaki lâfzın sıfatıdır. Çünkü

"gözleri yanlız eşlerine bakanlar" anlamı verilen lâfız her ne kadar marifeye muzâf ise de nekredir. Buna delil de "elif" ile "lam"ın başına gelebilmesidir, şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Gözlerini eşlerinden başkasına düşmeyenlerden (öyleleri vardır ki)

küçücük bir karınca dahi,

Gömleğinin üzerinden yürüyecek olsa (teninin narinliğinden)

mutlaka üzerinde iz bırakır."

53

İşte hesab günü için size vaadolunan budur.

"İşte hesab günü için size vaadolunan budur." Yani size vaadolunan mükâfat işte budur. Genel olarak: Vaadolunduğunuz" şeklinde okunmuştur. Ey mü’minler! İşte vaadolunduğunuz şey... demektir.

Ancak İbn Kesîr, İbn Muhaysın, Ebû Amr ve Yakub haber vermek anlamında ("te" yerine) "ye" ile (vaadolundukları anlamında) diye okumuşlardır. es-Sülemî'nin kıraati de bu olup Ebû Ubeyd ile Ebû Hatim'in tercih ettiği de budur. Buna sebep de yüce Allah'ın:

"Şüphe yok ki takva sahibleri için elbette güzel bir dönüş yeri vardır" âyetidir. Bu âyet bir haberdir.

"Hesab günü için" âyeti da hesab gününde anlamındadır. el-A'şa şöyle demiştir:

"Kötü zamanlar için kendilerinin olan şeyleri değersiz kılanlar,

Nihayet o ayıkınca ayıkanlar."

Şair burada "kötü zamanlarda" demek istemiştir.

54

İşte muhakkak bu bizim rızkımızdır, tükeneceği yoktur.

"İşte muhakkak bu bizim rızkımızdır, tükeneceği yoktur" âyeti cennet nimetlerinin sürekli ve kesintisiz olduğuna delildir. Yüce Allah'ın:

"Bu arkası kesilmeyen bir bağıştır." (Hud, 11/108);

"Çünkü onlar için sonu gelmez bir mükâfat vardır" (et-Tin, 95/6) âyetinde olduğu gibi.

55

Bu böyledir. Azgınlar için muhakkak en kötü dönüş yeri vardır.

"Bu böyledir. Azgınlar için muhakkak en kötü dönüş yeri vardır" âyetinden önce yüce Allah takva sahiblerine hazırlanmış mükâfatları sözkonusu etti. Bununla da azgın kimselere neler hazırlandığını sözkonusu etmektedir.

ez-Zeccâc dedi ki:

"Bu" hazfedilmiş bir mübtedanın haberidir. Yani durum budur. Buna göre burada vakıf yapılır.

İbnu'l-Enbarî dedi ki:

"Bu" lâfzı üzerinde vakıf güzeldir. Sonra da:

"Azgınlar için muhakkak..." âyeti ile okumaya başlar. Bunlar peygamberleri yalanlayan kimselerdir.

"En kötü dönüş yeri vardır." Onların sonunda varacakları yer en kötüdür. Daha sonra bu yeri şöylece açıklamaktadır:

56

Cehennemdir o. Onlar oraya girecekler, o ne kötü yataktır.

"Cehennemdir o. Onlar oraya girecekler, o ne kötü yataktır!" Kendileri için hazırladıkları ne kötüdür veya o yatak onlar için ne kötü bir yataktır!

"Çocuk beşiği" lâfzı buradan gelmektedir.

Burada bir hazfin olduğu da söylenmiştir. Yani o yatağın yeri ne kötüdür. Manası: İşte takva sahibleri için, niteliklerini belirttiğim bu mükâfatlar vardır, dedikten sonra azgın kimseler için de hiç şüphesiz çok kötü bir dönüş yeri vardır! şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamaya göre de "bu" lâfzı üzerinde vakıf yapılır.

57

Bu (onlar içindir). Tatsınlar onu! Kaynar su ve irindir o.

"Bu (böyledir). Tatsınlar onu, kaynar su ve irindir o" âyetinde de: " Bu" mübteda olarak ref konumundadır, haberi de:

"Kaynar su...dur" lâfzı olup takdim ve tehir sözkonusudur. Yani bu kaynar sudur ve irindir, onu tatsınlar takdirindedir. Bu durumda

"tatsınlar onu" anlamındaki âyet üzerinde vakıf yapılmaz. Bununla beraber

"bu" anlamındaki lâfzın mübteda olarak ref konumunda,

"tatsınlar onu" anlamındaki âyet da haber konumunda olabilir.

"Tatsınlar onu" anlamındaki âyetin başına "fe" harfi de "bu" lâfzının mahiyetine dikkat çekmek için gelmiştir. Buna göre

"tatsınlar onu" anlamındaki âyet üzerinde vakıf yapılır ve

"kaynar su" anlamındaki âyet da "bu kaynar sudur" takdiri üzere merfu okunur.

en-Nehhâs dedi ki: Manası: Durum budur. Kaynar su ve irindir, şeklinde olması da mümkündür. O takdirde

"kaynar su ve irin" anlamındaki lâfızlar haber yapılmamış olur. Merfu gelmeleri ise: " kaynar su ve irindir" anlamına geldiğinden ötürüdür. el-Ferrâ'' ise bu ikisini: " Onun bir bölümü kaynar sudur, bir bölümü irindir" anlamında merfu okumakta ve şu beyiti zikretmektedir:

"Nihayet sabah alaca karanlıkta aydınlık verince,

Ve bakliyat (kimi) bükülmüş ve (kimi) biçilmiş iken bırakıldığında."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Onun (dişi devenin) üzerinde eşyası var ve sabah o eşyaları beraberinde getiren yardımcıları,

(Bunların kimi) sulama aracıdır ve (kimi) büyük kovadır, boşaltıldığı vakit uzaklara kadar (suyu) giden."

Bununla birlikte

"bu" lâfzının

"tatsınlar onu" fiilinin açıkladığı bir fiil takdir edilerek nasb konumunda olması da mümkündür. Nitekim: "Zeyd'i vur" demeye benzer. Bu durumda nasb daha uygundur. O takdirde:

"Tatsınlar onu" anlamındaki âyet üzerinde vakıf yapılır ve "kaynar su ve irindir" anlamındaki âyet ile yeniden okumaya: "Durum şu ki (o) kaynar su ve irindir" takdirinde olur.

Medinelilerin, Basralıların ve bazı Kûfelilerin kıraatinde " İrindir" âyetinde "sin" harfi şeddesiz okunmuştur. Yahya b. Vessab, el-A'meş, Hamza ve el-Kisaî ise bunu şeddeli okumuşlardır. İki ayrı söyleyiş olup el-Ahfeş'e göre aynı anlamdadır. Anlamlarının farklı olduğu da söylenmiştir. Şeddesiz okuyanların kıraatine göre bu, azâb, cevab, sevab gibi bir isimdir. Şeddeli okuyanlar ise şöyle demektedir: Bu ism-i fail olup mübalağa için "fe'al" veznine nakledilmiştir. " Çokça vuran, çokça öldüren" gibi. Bu da: fiilinden "fe'al" vezninde bir kelimedir. Buna göre ismi-i failleri: ...diye gelir.

İbn Abbâs dedi ki: Bu zemherirdir. Yüce Allah onları zemheririn soğuğu ile korkutmaktadır.

Mücahid ve Mukâtil , "son derece soğuk kar" demektir, demişlerdir. Başkaları ise: Nasıl ki "Hamim (kaynar su)" harareti ile yakıyor ise, bu da soğuğu ile yakıcıdır.

Abdullah b. Amr da şöyle demiştir: Bu oldukça katı bir irindir. Ondan ufak bir parça doğu tarafına düşecek olursa, batıda bulunanlar onun pis kokusundan rahatsız olurlar. Batıda ondan bir damla düşecek olursa, doğuda bulunanlar o pis kokudan rahatsız olurlar.

Katade de şöyle demiştir: Bu zinakarların ferclerinden, kâfirlerin etlerinden ve derilerinden akacak irinler ve kötü kokulardır.

Muhammed b. Ka'b dedi ki: Bu, cehennemliklerin usaresidir. Bu açıklama dildeki anlamı itibariyle en yakın açıklamadır. Mesela: Yaradan sarı su (irin) çıktı, çıkar" denilir. Şair de şöyle demektedir:

"Hayatı ve hayatın bana güzel geldiğini hatırladım mı

Geceden soğuk bir gözyaşı akar."

Burada yazılı ibare: "Minelleyl" olup geceden" demektir. Arapça baskıyı hazırlayanların da dikkat çektikleri gibi "mine’l-ayn: gözden" olması ihtimali daha güçlüdür.

Görüldüğü gibi burada "soğuk" anlamındadır. Nitekim: "Soğuk gece" denilir, çünkü gece gündüzden daha soğuktur.

es-Süddî dedi ki: "Ğassak (irin)" cehennemliklerin gözlerinden akan şeyler ve onların gözyaşlarıdır. Hamim (kaynar su) ile birlikte onlara içirilecektir. İbn Zeyd de dedi ki: Hamim onların gözyaşlarıdır. Cehennem ateşindeki havuzlarda toplanılır ve onlara içirilir. Sadid ise derilerinden çıkan sulardır. Bu tercihe göre "ğassak" lâfzı (vezin itibariyle) "seyyal" gibi olur.

Ka'b dedi ki: Ğassak cehennemdeki bir pınardır. Oraya akrep yılan ve buna benzer her zehirli hayvanın zehiri akar.

Bu kelimenin karanlık ve siyahlıktan alınma olduğu da söylenmiştir. Çünkü "ğasek" gecenin ilk karanlığıdır. " Gecenin karanlığı bastırdı, bastırır" demektir. Tirmizî'de Ebû Said el-Hudrî'den gelen hadise göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Eğer ğassaktan bir kova dünyaya dökülecek olursa, dünyadaki herkes o pis kokudan rahatsız olur." Tirmizî, IV, 706; Müsned, III, 28, 83.

Derim ki: Açıkladığımız gibi bu birinci iştikak (kelimenin türediği köke) daha yakın bir açıklamadır. Bununla birlikte ğassakın akıcılığı ile birlikte oldukça koyu siyah olması da mümkündür. O takdirde her iki iştikak (kelimenin türediği kök) doğru olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

58

O türden başka çeşit çeşit daha vardır.

"O türden başka çeşit çeşit daha vardır" âyetindeki

"Başka" lâfzını Ebû Amr; şeklinde " Başka, diğer" lâfzının çoğulu olarak; " Büyük"ün çoğulunun diye gelmesi gibi okumuştur. Diğerleri ise; Başka" lâfzını müfred ve müzekker okumuşlardır. Ancak Ebû Amr yüce Allah'ın:

“Çeşitler (mealde: çeşit çeşit)" âyeti dolayısı ile bu okuyuşu kabul etmemektedir. Yani tekil bir lâfız ile çoğul hakkında haber verilmediğine işaret etmektedir. Âsım el-Cahderî de (Ebû Amr'ın) kıraatini kabul etmeyerek: Eğer diye olsaydı, onun gibi (çoğul) olurdu.

Bununla birlikte her iki red de bağlayıcı değildir, her iki kıraat de sahihtir.

"Başka" kaynar su ile irinin dışında bir başka azâb daha vardır demektir.

"O türden" âyeti hakkında da Katade: Ona benzer, o kabilden diye açıklamıştır. İbn Mes’ûd da: Kasıt Zemherirdir, demiştir.

"Başka" anlamındaki lâfız mübteda olarak merfu gelmiştir.

"Çeşit çeşit" anlamındaki lâfız da ikinci mübtedadır.

"O türden" anlamındaki lâfız ise onun haberidir. Cümle olarak da

"başka"nın haberidir. Bununla birlikte

"başka" anlamındaki lâfzın mübteda, haberin de

"bu tatsınlar onu, kaynar su ve irindir o" âyetinin delalet ettiği gizli bir lâfız olması da mümkündür. Çünkü bu ifadede bunun onlar için hazırlanmış olduğuna delil vardır. Sanki: "Onlar için başka... da vardır" denilmiş gibidir. Bu durumda "o türden... çeşit çeşit" ifadesi ise "başka"nın sıfatı olur. Buna bağlı olarak da mübteda sıfat ile bir özellik kazanmış olur. "Çeşit çeşit" anlamındaki lâfız da zarf olmak suretiyle merfudur.

"Diğerleri" şeklinde (Ebû Amr gibi) okuyanlar ise, bununla azaptan başka çeşitler de vardır, demek istemektedir. Zemheriri kastetmekle birlikte çoğul okuyanların bu okuyuşu ise zemheriri çeşitli türler kabul etmelerine binaen böyle okumuş olurlar, cinsleri farklı olduğundan dolayı çoğul yapmış demek olur. Yahutta herbir parçasını ayrı bir zemherir olarak değerlendirip ondan sonra çoğul yapmış olur. Nitekim: " Onun saçının ayrıldığı yerler ağarmıştır" demeleri bu kabildendir. Yahutta bunu çoğul kullanması ifadedeki çoğulun yapılabileceğine delaletten ötürüdür. Zira ileri derecede soğuk demek olan zemheriri yüce Allah'ın:

"Bu, tatsınlar onu, kaynar su ve irindir o" karşılığında zikretmiş olduğundan dolayı böyle okumuş olur. "Ö türden" lâfzındaki zamirin de "kaynar su" yahutta "irin"e ait olması mümkündür. Yahutta belirttiğimiz gibi "o türden başka" lâfzının anlamına raci olabilir.

"Diğerleri" şeklindeki çoğul kıraatine göre merfu gelmesi mübteda olması dolayısı iledir. "O türden" lâfzı ise onun sıfatı olur. Bunda mübtedaya ait bir zamir bulunmakta ve "çeşit çeşit" lâfzı da haberi olmaktadır. Bununla birlikte bu okuyuşa göre: Onlar için başkaları da vardır ve "o türden" lâfzının "başkaları" lâfzına sıfat yapılması "çeşit çeşit" lâfzının da -tekil okuyuşta câiz olduğu gibi- zarf ile merfu kabul edilmesi mümkün değildir. Çünkü sıfatta "çeşit çeşit" lâfzının merfu kılınmasına sebep teşkil eden kelime türünden müfred bir zamir bulunmamaktadır. Bu açıklamayı Ebû Ali yapmıştır.

"Çeşit çeşit" yani türlü ve çeşitli azaplar anlamındadır. Yakub dedi ki: Şekil (şın harfi) üstün olarak benzer demektir. Esreli okunursa güzel geçim ve davranış anlamına gelir.

59

Bu da atılırcasına sizinle birlikte giren bir grubtur. Merhaba (radıyallahü anhhat) yok onlara. Çünkü onlar ateşi boylayacaklardır.

"Bu da atılırcasına sizinle birlikte giren bir gruptur" âyeti hakkında İbn Abbâs şöyle demektedir: İleri gelenler, kumandanlar cehenneme girdikten sonra onlara tabi olanlar girecekler. Bu sefer cehennemin bekçileri ileri gelenlere:

"Bu da... bir gruptur" diyeceklerdir. Kastedecekleri kimseler ise onlara tabi olanlardır.

"Fevc (grub)" cemaat ve topluluk demektir.

"Atılırcasına sizinle birlikte giren" sizinle birlikte ateşe giren anlamındadır.

Bu sefer ileri gelenler, efendiler, önderler:

"Merhaba yok onlara" diyeceklerdir, yani cehennemdeki yerleri geniş olmasın.

(Merhabanın geldiği kök olan): "er-Rahb" genişlik demektir. Mescidin ve başka yerlerin rahbesi onların geniş yeri demek olup buradan gelmektedir. Bu ifade dua kabilinden olduğundan ötürü

"merhaba" anlamındaki lâfız nasb ile gelmiştir. Şair en-Nabiğa da şöyle demiştir:

"Ne yarına merhaba olsun, ne de safa geldin derim,

Eğer sevilenlerin ayrılması yarın olacaksa."

Ebû Ubeyde dedi ki: Araplar: " Sana merhaba olmasın, sana merhaba yok" derken, yer senin için geniş ve rahat olmasın, demek isterler.

"Çünkü onlar ateşi boylayacaklardır" âyeti denildiğine göre ileri gelenlerin söyleyecekleri sözlerdendir. Yani çünkü onlar da bizim boyladığımız gibi ateşi boylamışlardır. Meleklerin söyleyecekleri söz olduğu da söylenmiştir ve bu meleklerin:

"Bu da atılırcasına sizinle birlikte giren bir gruptur" şeklinde söyleyecekleri söze muttasıldır.

60

"Hayır, asıl siz rahat bulamayasınız. Bunu önümüze siz getirdiniz. Ne kötü bir duraktır burası" diyecekler.

Ve yine onlar:

"Hayır, asıl siz rahat bulamayasınız" diyeceklerdir. Bu; ileri gelenlere uyanların söyleyecekleri sözlerdendir.

en-Nekkaş'ın naklettiğine göre ilk atılacak grub müşriklerin ileri gelen önderleri ve Bedir günü savaşa çıkan müşriklere yemek yedirenleridir. İkinci grub ise Bedir günü onların arkasından gidenlerdir. Ancak âyet-i kerimeden zahir olan bunun, uyan ve kendisine uyulan herkes hakkında umumi olduğudur.

"Bunu önümüze siz getirdiniz." Yani isyankârlığa bizi çağıran sizlerdiniz.

"Ne kötü bir duraktır burası!" Hem bizim, hem de sizin için,

"diyecekler."

61

Diyecekler ki: "Rabbimiz, bunu önümüze kim sürdü ise onun ateşteki azabını kat kat arttır."

Tabi olanlar

"diyecekler ki: Rabbimiz bunu önümüze kim sürdü ise..."

el-Ferrâ'' bu işi bize kim gösterdi ve bu yolu önümüze kim açtı ise, diye açıklamıştır. Başkası da: Bizi masiyetlere çağırmak suretiyle azâbı önümüze kim getirdi ise... diye açıklamıştır.

"Onun ateşteki azabını kat kat arttır." Bu azâbın birisi de onun bizi çağırmasından ötürü olsun. İşte böylece azâbı iki kat artmış olacaktır.

İbn Mes’ûd da şöyle demektedir: Cehennem ateşinde azâbın kat kat arttırılmasının anlamı yılanlar ve ejderhaların musallat olması demektir.

Bu âyet-i kerimenin bir benzeri de yüce Allah'ın:

"Rabbimiz, işte bizi bunlar saptırdılar. Onun için bunlara ateş azabını iki kat ver" (el-Araf, 7/38) âyetidir.

62

Diyecekler ki: "Kendilerini kötülerden saydığımız adamları ne diye göremiyoruz?

Müşriklerin ileri gelenleri

"diyecekler ki: Kendilerini kötülerden saydığımız adamları ne diye göremiyoruz?" Bu âyet hakkında İbn Abbâs dedi ki: Bu sözleriyle Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabını kastedeceklerdir. Ebû Cehil diyecek ki: Nerde Bilal? Nerde Suhayb? Nerde Ammar? Onlar Firdevstedirler. Ebû Cehil'in haline hayret doğrusu! O zavallı birisidir. Oğlu İkrime, kızı Cuveyriye müslüman oldu. Annesi müslüman olduğu, kardeşi müslüman olduğu halde kendisi kâfir olmuştur. (İbn Abbâs devamla) dedi ki:

"Bir nûr ki doğudan batıya kadar yeryüzünü aydınlattı,

Benim ayağımı bastığım yer ise,

(nurun aydınlatmadığı) simsiyah ve karanlık bir yerdir."

63

"Biz onları alaya aldık? Yoksa gözler onlardan başka tarafa mı kaymıştır?"

"Biz onları alaya aldık." Mücahid dedi ki: Dünyada iken onları alaya aldık, bu bakımdan hata ettik.

"Yoksa gözler onlardan başka tarafa mı kaymıştır" da biz de onların nerede olduklarını bilemiyoruz?

el-Hasen dedi ki: Onlar bütün bunları yaptılar. Mü’minleri alaya aldılar, dünyada -onları küçümseyerek, hakir görerek- gözleri başka taraflara kaydı.

"Yoksa gözler onlardan başka tarafa mı kaymıştır?" âyetinin şu anlama geldiği de söylenmiştir: Onlar bizimle birlikte cehennem ateşindedirler de biz onları göremiyoruz.

İbn Kesîr, el-A'meş, Ebû Amr, Hamza ve el-Kisaî: "Kötülerden... biz onları... aldık" âyetini vasıl halinde okudukları takdirde; (kat') "elifini hazfederek okumuşlardır. Ebû Cafer, Şeybe, Nafî', Âsım ve İbn Amir ise istifham (soru) olmak üzere kat' elifi ile okumuşlar ve vasl elifi düşmüş olmaktadır, çünkü ona ihtiyaç kalmamıştır. Elifi hazfederek okuyanlar " Kötüler" lâfzı üzerinde vakıf yapmaz. Çünkü " Biz onları... aldık" lâfzı da haldir. en-Nehhâs ile es-Sicistanî ise bunun "adamlar" lâfzının sıfatı olduğunu söylemişlerdir. İbnu'l-Enbarî ise: Bu bir hatadır, çünkü sıfat ne mazi, ne müstakbel (müzari) bir fiil olabilir, der.

"Biz onları... aldık" anlamındaki lâfzı kat' elifiyle okuyanlar: "Kötülerden" lâfzı üzerinde vakıf yapar.

el-Ferrâ'' dedi ki: Burada istifham azar ve taaccüb anlamındadır.

"Yoksa gözler onlardan başka tarafa mı kaymıştır" âyeti da eğer (âyetin başı) istifham ile okunmuş ise bu durumda "yoksa" eşitlik anlamını verir. İstifhamsız olarak okunmuş ise bu durumda "Hayır" anlamında olur.

Ebû Cafer, Nafî', Şeybe, el-Mufaddal, Hubeyre, Yahya, el-A'meş, Hamza ve el-Kisaî: "Alaya" lâfzını "sin" harfini ötreli olarak okumuşlardır, diğerleri ise esreli okumuşlardır. Ebû Ubeyde dedi ki: "Sin" harfini esreli okuyan kimseler bunu Alaya almak"tan gelen bir kelime kabul etmişlerdir. Ötreli okuyanlar ise: "Emir altında angaryada çalıştırmak" anlamından geliyor kabul etmiş olurlar. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

64

Cehennem ehlinin bu davalaşmaları hiç şüphesiz bir gerçektir.

"Cehennem ehlinin bu davalaşmaları hiç şüphesiz bir gerçektir" âyetindeki

"Bir gerçektir" âyeti

"Şüphesiz" lâfzının haberidir. " Davalaşma" ise hazfedilmiş bir mübtedanın haberidir. O bir davalaşmadır demektir. Bununla birlikte

"bir gerçek"den bedel olması da mümkündür, haberden sonra gelen bir haber olması da mümkündür.

"Bu" lâfzının mahallinden bedel olması da mümkündür. Yani şüphesiz cehennem ehlinin cehennem ateşinde davalaşmaları elbette bir gerçektir. Bununla da onların:

"Hayır, asıl siz rahat bulamayasınız" (Sad, 38/60) âyetinde ve benzeri âyetlerde sözü edilen cehennemliklerin söyleyeceği sözleri kastetmektedir.

65

De ki: "Ben ancak bir uyarıcıyım. Bir tek, Kahhar olan Allah'tan başka hiçbir ilâh da yoktur."

66

"O, göklerin yerin ve aralarında olan şeylerin Rabbidir, mutlak galibtir, çok mağfiret edendir."

"De ki: Ben ancak bir uyarıcıyım." Allah'a isyan eden kimseleri Allah'ın azâbı ile korkutucuyum. Daha önce geçmişti.

"Bir tek, kahhar olan" hiçbir ortağı bulunmayan

"Allah'tan başka hiçbir ilâh" mabud

"da yoktur. O göklerin, yerin ve aralarında olan şeylerin Rabbidir. Mutlak galibtir, çok mağfiret edendir."

Buradaki

"Mutlak galibtir, çok mağfiret edendir" buyrukları sıfat olarak ref ile okunur. Eğer birincisi nasb ile okunursa, bunlar da nasb ile okunur. Bununla birlikte birincisinin ref ile gelmesi, ondan sonrakilerin övgü olmak üzere nasbedilmeleri de mümkündür.

"Mutlak galib (el-Aziz)" eşi bulunmayan ve gücü herşeyin üstünde olan demektir.

"Çok mağfiret eden (el-Ğaffar)" ise kullarının günahlarını örten demektir.

67

De ki: "O büyük bir haberdir.

"De ki: O büyük bir haberdir." Yani ey Muhammed onlara

"de ki: O büyük bir haberdir." Yani benim sizi kendisiyle korkuttuğum hesab, sevab ve ceza, değeri çok büyük olan bir haberdir. Onun hafife alınmaması gerekir. Bu anlamdaki açıklamayı Katade yapmıştır. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın:

"Birbirlerine neyi soruyorlar? O büyük haberi" (en-Nebe’, 78/1-2) âyetidir.

68

"Siz ise ondan yüz çevirenlersiniz.

İbn Abbâs, Mücahid ve Katade dediler ki: Yani benim size haber verdiğim bu Kur'ân-ı Kerîm çok üstün ve değerli bir haberdir. Faydası çok büyüktür, diye de açıklanmıştır.

"Siz ise ondan yüz çevirenlersiniz."

69

"Onlar birbirleri ile tartışırlarken benim Mele-i A'la'ya dair bir bilgim yoktur.

"Onlar birbirleri ile tartışırlarken benim Mele-i A'la'ya dair bir bilgim yoktur" âyetinde sözü geçen "Mele-i A'la" İbn Abbâs ve es-Süddî'nin açıklamasına göre meleklerdir. Onlar Âdem (aleyhisselâm) yaratıldığında durumu hakkında tartışmışlardı ve:

"Orada bozgunculuk yapacak... bir kimse mi yaratacaksın?" (el-Bakara, 2/30) demişler, İblis de:

"Ben ondan hayırlıyım." (el-Araf, 7/12) demişti. İşte bu, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Âdem ve diğerlerinin kıssaları hakkında haber verdiğini açıklamaktadır. Böyle bir şey ise ancak ilâhi bir te'yidin varlığı ile mümkün olabilir, düşünülebilir. O halde bu yolla onun doğru söylediğine dair mucize de ortaya konulmuş olmaktadır. O halde peygamberin doğruluğunu bilmek için Kur'ân'ın üzerinde gereği gibi düşünmekten ne diye yüz çevirdiler? İşte bundan ötürü (bu âyetler) yüce Allah'ın:

"De ki: O büyük bir haberdir. Siz ise ondan yüz çevirmektesiniz" âyeti ile bitişik gelmiştir.

İkinci görüşü Eşheb, el-Hasen'den rivâyet etmektedir. el-Hasen dedi ki: Rasulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Rabbim bana sordu ve dedi ki: Ey Muhammed! Mele-i A'la da neyin hakkında tartışmışlardır? Ben: Keffaretler ve dereceler hakkında dedim. Keffaretler nedir? diye sordu. Ben: Yürüyerek cemaat namazlarına gitmek, soğuklarda iyice abdest almak, bir namazı kıldıktan sonra diğer namazı beklemek suretiyle ardı arkasına mescidlere gitmektir. Peki dereceler nedir? diye sordu. Ben: Selamı yaymak, yemeği yedirmek ve insanlar uykuda iken geceleyin namaz kılmak dedim." Bu hadisi bu manası ile Tirmizî, İbn Abbâs'tan rivâyet etmiş ve hakkında garib bir hadistir demiştir. Tirmizî, V, 368 Muaz b. Cebel'den de rivâyet etmiş olup: Bu hasen, sahih bir hadistir demiştir. hadisi "Kitabu'l-Esna fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsna" adlı eserimizde bütünüyle kaydettik ve açıklanması gereken yerleri orada açıkladık, yüce Allah'a hamdolsun.

Daha önce de Yâsîn Sûresi'nde (36/12. âyet, 2. başlık ve devamında) mescidlere yürüyerek gitmeye, atılan adımların kötülüklere keffaret olup dereceleri yükselttiğine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Âyet-i kerimede sözü edilen

"Mele-i A'la"nın melekler olup

"tartışırlarken" lâfzındaki zamirin iki ayrı fırkaya ait olduğu da söylenmiştir. Bununla da aralarından: Melekler Allah'ın kızlarıdır diyenler ile melekler (Allah'tan başka kendilerine) ibadet edilen ilâhlardır diyenler kastedilmektedir.

Buradaki Mele-i A'la'nın Kureyşliler olduğu da söylenmiştir. Bununla onların kendi aralarındaki tartışmaları kastedilmiş olmaktadır. Allah da peygamberini bu tartışmadan haberdar etti.

70

"Bana, ben ancak apaçık bir korkutup uyaran olduğum için vahyolunuyor."

"Bana, ben ancak apaçık bir korkutup uyaran olduğum için vahyolunuyor." Yani bana ancak korkutup uyarmam (inzar) vahyediliyor, demektir.

Ebû Cafer b. el-Ka'ka,

" Ancak" lâfzındaki ikinci hemzeyi kesreli olarak okumuştur. Çünkü vahiy de bir söz (sözden sonra gelen "elif, nun"un elifi esreli okunur)dür. Sanki şöyle demiş gibidir: Bana deniliyor ki: Sen ancak apaçık bir uyaransın.

Bu hemzeyi üstün okuyanlar ise, ref konumunda kabul ederler. Çünkü meçhul bir fiilin ismi (naib-i faili, sözde öznesi) olmaktadır.

el-Ferrâ'' dedi ki: Şöyle demiş gibidir: Bana ancak korkutup uyarmak vahyolunuyor. en-Nehhâs dedi ki:

" Ancak... için" anlamında nasb konumunda olması da mümkündür.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

71

Rabbin o zaman meleklere demişti ki: "Şüphesiz ki Ben çamurdan bir beşer yaratacağım."

"Rabbin o zaman meleklere demişti ki..." âyetindeki

"O zaman" edatı "tartışırlarken" anlamındaki âyetin sılasındandır. Tartıştıkları zaman ve

"Rabbinin meleklere: Şüphesiz Ben çamurdan bir beşer yaratacağım" dediği zaman Mele-i A'la'ya dair benim bir bilgim yoktu, demektir.

" O zaman... demişti ki" âyetinin "tartışırlarken" lâfzından bedel olduğu ve "tartışırların mahzuf bir kelimeye taalluk ettiği de söylenmiştir. Çünkü anlam: Benim tartıştıkları zamanda Mele-i A'la'nın sözlerine dair bir bilgim olmamıştı, şeklindedir.

72

"Ben onu tamamlayıp ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secdeye kapanın."

"Ben onu tamamlayıp" âyetinin başındaki: edatı, mazi olan fiile müstakbel (muzari) anlamını verir. Çünkü bu edat şart harflerine benzemektedir. Bunun cevabı da şartın cevabı gibidir. "Onu yarat(aca)ğımda demektir.

"Ona ruhumdan üflediğim zaman" yani ancak Benim malik olduğum, Benden başka kimsenin malik olmadığı ruhtan... İşte izafetin anlamı budur. Buna dair yeterli ve güzel açıklamalar en-Nisa Sûresi'nde Îsa hakkındaki:

"Ve kendinden bir ruhtur" (en-Nisa, 4/171) âyeti açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.

"Hemen ona secdeye kapanın" âyetindeki:

"Secdeye varanlar olarak" lâfzı hal olarak nasbedilmiştir. Buradaki secdeden kasıt, ibadet maksadıyla yapılan bir secde değil, tahiyye (selamlama) secdesidir. Buna dair açıklamalar da daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/34. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

73

Meleklerin tümü hep birlikte secdeye kapandılar.

"Meleklerin tümü hep birlikte secdeye kapandılar." Yani hemen emre uydular, yüce Allah'a tazim ve itaat ile secdeye kapandılar.

74

İblis müstesna. Büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.

"İblis müstesna." Âdem'e secdenin yüce Allah'a itaat olduğunu bilmeyerek, önünde secdeye varmayı büyüklüğüne yedirmedi. Allah'a itaat etmeyi büyüklüğüne yedirmeyerek kabul etmemek ise, bir küfürdür. Bundan dolayı o yüce Allah'ın emrine karşı büyüklenmesi sebebiyle kâfirlerden olmuştur. Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/34. âyet, 7. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

75

Buyurdu ki: "Ey İblis! Kendi ellerimle yarattığıma secdeden seni ne alıkoydu? Büyüktendin mi, yoksa yücelerden mi oldun?"

"Buyurdu ki: Ey İblis! Kendi ellerimle yarattığıma secdeden seni ne alıkoydu?" Secde etmeni ne önledi, ne engel oldu?

Yüce Allah herşeyin yaratıcısı olmakla birlikte Âdem'e ikram olmak üzere onu yaratmayı bizzat kendi zatına izafe etmektedir. Bu ruhu, beyti (Kabeyi), nakayı (Allah'ın dişi devesi) ve mescidleri kendi zatına izafe etmesi gibidir. İnsanlara karşılıklı ilişkilerinde bildikleri, alışkın oldukları bir üslub ile hitab etmektedir. Yaratılmışlardan başkanlık konumunda olan bir kimse ancak büyüklüğünü ortaya koymak ve ona ikramda bulunmak üzere herhangi bir işi doğrudan kendi elleriyle yapar, işte burada da "el"in zikredilmesi bu anlamdadır.

Mücahid dedi ki: Burada el teekküd ve ilişki anlamındadır. Bu da bizzat benim yarattığıma... demektir. Bu bakımdan yüce Allah'ın:

"Rabbinin vechi kalıcıdır" (er-Rahmân, 55/27) âyeti gibidir ki Rabbin kalıcıdır demek olur.

Bir diğer açıklamaya göre; yüce Allah'ın yaratmasında "el"deki benzetme, bu yaratmanın nimet, güç ve kudret manasına olmadığını, aksine bunların yüce Allah'ın zat sıfatlarından iki sıfat olduğunu göstermektedir.

Bir başka açıklamaya göre "el" ile kudreti kastetmiştir. Mesela, bu işe benim elim yetmez, ağır yükü kaldırmaya benim iki elim yoktur, denilir. (Buna güç yetiremem demek istenir.) Buna da yaratmanın ancak kudret ile gerçekleştiğine dair icmaın varlığı delil teşkil etmektedir. Şair de şöyle demektedir:

"Afra'dan benim de o sapasağlam dağların da,

İki elimin yetemediği (güç yetiremediğim) şeyleri yüklendim."

"Kendi ellerimle yarattığıma" âyetinin vasıtasız olarak yarattığıma anlamında olduğu da söylenmiştir.

Secde etmekten

"büyüktendin mi yoksa" Rabbine karşı büyüklük taslayarak

"yücelerden mi oldun?"

Muhammed b. Salih'in Şibl'den onun İbn Kesîr'den rivâyet ettiğine göre ve Mekkeliler: "Kendi ellerimle... büyüklendin mi?" şeklinde "elifi vasl elifi olarak okumuşlardır. Bu da haber anlamını ifade eder. O vakit "Yoksa" munkatı' olup " Hayır" anlamında olur. Buna göre anlam şöyle olur: Kendi ellerimle yarattığıma secdeden seni ne alıkoydu? Sen büyüklendin, hatta yücelik taslayanlardan oldun.

O takdirde:

"Yoksa onlar onu kendiliğinden uydurdu mu derler?" (es-Secde, 32/3) âyeti ve benzerleri gibi olur. Bunu soru olarak kabul edenlere göre ise: "Yoksa" lâfzını istifham hemzesi gibi kabul ederler. Bu ise bir takrir ve bir azardır. (Mealde olduğu gibi) Yani sen Âdem'e secde etmeyi kabul etmeyince, kendi kendine büyüklendin? Yoksa sen büyüklük taslayanlardan olup bundan dolayı büyüklendin?

76

Dedi ki: "Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın."

"Dedi ki: Ben ondan hayırlıyım." el-Ferrâ'' dedi ki: Araplar arasında: "Ben ondan hayırlıyım ve ben ondan şerliyim" diyen (ve bu arada hayırlı ve şerli lâfızlarının başına ismi tafdil hemzesini getirenler) vardır. Asıl olan budur, ancak çokça kullanım dolayısıyla (âyet-i kerimede de olduğu gibi) bu hemze hazfedilmiştir.

"Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın" diyerek ateşin çamurdan üstün olduğunu ileri sürdü. Bu ise onun bir cahilliğidir, çünkü cevherler (madde özleri) cins olarak birbiriyle aynı değerdedir. O bunları kıyas etmekle yanlış bir kıyaslama yapmış oldu. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Araf Sûresi'nde (7/12. âyet, 3. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

77

Buyurdu ki: "Defol oradan, çünkü sen artık kovulansın.

"Buyurdu ki: Defol oradan" cennetten

"çünkü sen artık kovulansın" Yıldızlarla ve yıldızlardan atılacak alevli ateşlerle kovulacak, uzaklaştırılacaksın.

78

"Ve kıyâmet gününe kadar da lanetim şüphesiz senin üzerinedir."

"Ve kıyâmet gününe kadar da lanetim" seni kovmam ve rahmetimden uzaklaştırmam

"senin üzerinedir." Bu âyetle onun küfür üzere ısrar ettiği bize anlatılmaktadır. Çünkü kıyâmet gününde lânetleme kesilmiş olacaktır, sonra da cehennem ateşine girmesi ile bu lânetleme gerçekleşmiş olacaktır.

79

Dedi ki: "Rabbim, o halde tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver."

"Dedi ki: O halde Rabbim, tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver!" Lanetli yaratık ölmemeyi istedi, ancak onun bu isteği kabul olunmadı. Bilinen bir vakte kadar eceli ertelendi. Bu ise bütün mahlukatın öleceği gündür. Ona hiçbir şekilde önem verilmediği için bu vakte kadar ertelendi.

80

Buyurdu ki: "O halde sen kendisine mühlet verilenlerdensin.

81

"O belli zamanın gününe kadar."

82

Dedi ki: "İzzetin hakkı için hepsini mutlaka azdıracağım.

"Dedi ki: İzzetin hakkı için hepsini mutlaka azdıracağım." Âdem'den ötürü yüce Allah onu kovup uzaklaştırınca, o da Allah'ın izzetine Âdemoğullarını arzu ve isteklerini kendilerine süslü göstermek, kalblerine şüpheler sokmak suretiyle saptıracağına yemin etti. Buna göre

"hepsini mutlaka azdıracağım" âyeti onları masiyetlere çağıracağım demektir.

83

"Aralarından ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna."

Bununla birlikte kendisi ancak vesvesede bulunabileceğini ve vesvese vermese dahi bir türlü ıslah olmayacak kimseleri ancak bozup ifsada uğratacağını bilmişti. İşte bundan dolayı:

"Aralarından ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna" dedi. Yani senin kendine ibadet için halis kıldığın ve bana karşı koruduğun kimseler müstesna. Buna dair açıklamalar da daha önceden el-Hicr Sûresi'nde (15/40. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

84

Buyurdu ki: "Hak budur. Ben de şu hakkı söyleyeyim:

"Buyurdu ki: Hak budur. Ben de şu hakkı söyleyeyim" âyeti Haremeyn ehli, Basralılar ve el-Kisaî'nin okuyuş şeklidir.

İbn Abbâs, Mücahid, Âsım, el-A'meş ve Hamza ise birincisini merfu okumuşlardır. el-Ferrâ'' bunun esreli okunmasını da câiz kabul etmektedir.

İkincisinin:

"Söyleyeyim" ile nasbedildiğinde görüş ayrılığı yoktur. Birincisinin nasb ile okunması ise iğra olmasındandır. Yani hakka tabi olun ve hakkı dinleyin. İkincisinin nasbi ise "söylemek" fiilinin üzerinde cereyan etmesi (mef'ûlu) olması dolayısıyladır. Bunun (birincisinin) "ben hakkı hak ediyorum" yani hakkı yapıyorum anlamında olduğu da söylenmiştir.

Ebû Ali dedi ki: Birinci "hak" kelimesi hazfedilmiş bir fiille nasbedilmiştir. Yahut kasem ve cer harfinin hazfi dolayısıyla nasbedilmiştir. " Allah adına yemin ederim ki mutlaka yapacağım" demeye benzer. Bunun anlamı da şöyle olur: Yüce Allah hakka yemin ederim ki... diye buyurdu. Bu da yüce Allah'ın kendi zatına yemin etmesi demektir. "Ben de şu hakkı söyleyeyim" anlamındaki cümle de kasem ile hakkında kasem edilen (yemin edilen) şey arasına ara cümlesi olarak gelmiştir. Bu da anlatılan şeyleri te'kid etmek demektir. Şayet "hak" hazfedilmiş bir fiil ile mansub kabul edilecek olursa, o takdirde "yemin olsun ki... dolduracağım" kasem anlamı kastedilmiş bir ifade olur.

el-Ferrâ'' ve Ebû Ubeyd "hak" lâfzının "Gerçekten ve yemin olsun ki cehennemi... dolduracağım" anlamında mansub olabileceğini kabul etmişlerdir. Ancak bu bazı nahiv âlimlerine göre bir yanlışlıktır. Çünkü: " Yemin olsun ki Zeyd'i döveceğim" anlamında kullanılması câiz değildir. Zira "lam"dan sonra gelen ifadenin öncekiyle bir ilişkisi yoktur. O bakımdan onda ameli olmaz. el-Ferrâ'' ve Ebû Ubeyd'in görüşlerine göre ise ifade: "Yemin olsun ki cehennemi gerçekten dolduracağım" takdirindedir.

"Hak" lâfzını merfu okuyanlar da mübteda olarak merfu okumuşlardır. Yani ben hakkım yahutta hak Bendendir. Bu iki açıklama da Mücahid'den rivâyet edilmiştir. İfadenin, bu haktır takdirinde olması da mümkündür.

Sîbeveyh ve el-Ferrâ'nın kanaatlerine göre üçüncü bir açıklama şekli de Gerçek şu ki, yemin olsun Ben cehennemi dolduracağım" şeklindeki ifade: "Gerçek şu ki, cehennemi dolduracağım" anlamında olur.

Esreli okunuşa gelince, bu da İbn es-Semeyka' ve Talha b. Mûsarrif'in kıraati olup açıklaması ile ilgili iki görüş vardır. Birincisine göre burada kasem harfi hazfedildiği için mecrur okunmuştur. Bu el-Ferrâ'nın görüşüdür. Bir kimsenin: " Aziz ve celil olan Allah hakkı için yemin ediyorum ki, mutlaka bunu yapacağım" demesine benzer. Bu türden bir ifadeyi Sîbeveyh de uygun karşılamıştır. Ancak Ebû'l-Abbas bu konuda onun yanlış olduğunu söylemiş ve esreli okunuşu câiz kabul etmemiştir. Çünkü cer edatları (ki yemin harfleri de bunlardandır) hazfedilmezler. Diğer görüşe göre ise baştaki "fe" harfi kasem (yemin) "vav"ından bedel olarak gelmiştir. Nitekim şairin zikrettikleri şu mısraında da böyledir:

"Senin gibi nice gebe ve süt emzikli kadına geceleyin gitmişimdir."

85

"Yemin olsun ki cehennemi senden ve onlar arasından sana uyanların hepsinden dolduracağım."

"Yemin olsun ki cehennemi senden" yani bizzat senden ve senin soyundan gelenlerden

"ve onlar arasından" Âdemoğullarından

"sana uyanların hepsinden dolduracağım."

86

De ki: "Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum ve ben kendiliğimden bir şeyler uyduranlardan da değilim.

Yüce Allah buyuruyor ki:

"De ki: Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum." Vahyi tebliğ etmem karşılığında bir mükâfat istemiyorum. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan daha önceden sözedilmediği halde ondan zamir ile sözedilmiştir. Bunun yüce Allah'ın:

"Aramızdan bu zikir onun üzerine mi indirildi?" (Sâd, 38/8) âyetine raci olduğu da söylenmiştir.

"Ve ben kendiliğinden bir şeyler uyduranlardan da değilim." Yani ben bir şeyler uydurmak için kendimi zorlamıyorum ve emrolunmadığım şeyleri uydurup söylemiyorum.

Mesrûk, Abdullah b. Mesud'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bilmediği şey hakkında kendisine soru sorulan bir kimse bilmiyorum desin ve tekellüfe kaçmasın (bir şeyler uydurmaya kendisini zorlamasın). Çünkü onun: Bilmiyorum demesi dahi bir ilimdir. Zaten yüce Allah peygamberine:

"De ki: Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum ve ben kendiliğimden bir şeyler uyduranlardan da değilim" demesini emir buyurmuştur.

Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Mütekellih (bilmediği şeyleri söylemek için kendisini zorlayan kimse)'in üç tane alameti vardır. Kendisinden yukarıda olanlarla tartışır, asla nail olamayacağı şeyleri elde etmeye kalkışır ve bilmediği şeyleri söyler." Deylemî, Firdevs, III, 328.

Dârâkutnî, Nafî'den, o İbn Ömer'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) seferlerinden birisinde bir gece yol aldı. Büyükçe bir havuzunun başında oturmakta olan bir adamın yanından yolları geçti. Ömer ona: Ey bu havuzun sahibi, bu gece yırtıcı hayvanlar gelip senin bu havuzundan su içtiler mi diye sordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Ey havuzun sahibi, bu adama sorduğunun cevabını verme. Çünkü bu gereksiz yere kendisini zora koşan bir kimsedir. (Eğer içmişlerse) karınlarında taşıdıkları kendilerinindir, geriye kalan da bizim için hem bir içecektir, hem bir temizlenme suyu" Dârâkutnî, I, 26.

Muvatta’'da Yahya b. Abdurrahman b. Hatıb'dan rivâyete göre Ömer b. el-Hattâb aralarında Amr b. el-As'ın da bulunduğu bir kafile ile birlikte yola çıkmıştı. Nihayet bir havuzun başına geldiler. Amr b. el-As: Ey havuzun sahibi, yırtıcı hayvanlar senin bu havuzuna geliyorlar mı? diye sordu. Ömer: Ey havuzun sahibi, bize haber verme, çünkü biz yırtıcı hayvanların olduğu yere gittimiz gibi, onlar da bizim yanımıza gelirler, demiştir' Muavatta, I,23..

Sulara dair gerekli açıklamalar daha önce Furkan Sûresi'nde (25/48. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

87

"O ancak âlemlere bir öğüttür.

88

"Onun haberini bir süre sonra elbette bileceksinizdir."

"O" yani Kur'ân-ı Kerîm

"ancak âlemlere" cinlere ve insanlara

"bir öğüttür. Onun haberini bir süre sonra elbette bileceksinizdir." Zikrin yani Kur'ân'ın haberinin hak olduğunu mutlaka "bir süre sonra" bileceksinizdir.

Katade: Ölümden sonra diye açıklamıştır. ez-Zeccâc da böyle demiştir. İbn Abbâs, İkrime ve İbn Zeyd de: Kıyâmet günü diye açıklamışlardır. el-Ferrâ'' da: Ölümden önce ve sonra diye açıklamıştır. Yani

"bir süre sonra" söylediğimin hakikati sizin için açıklık kazanmış olacaktır. Bir süre sonra bu böyle olacaktır, bu da müslümanların kılıçları tepenize ineceği zaman açığa çıkacaktır, demektir. es-Süddî: Bu da Bedir günü olacaktır diye açıklamıştır.

el-Hasen şöyle derdi: Ey Âdemoğlu, ölüm esnasında sana kesin haber gelecektir.

İkrime'ye: Bir süreye kadar (hîn) mutlaka bu işi yapacağına dair yemin eden kimse hakkında soru sorulmuş o da şöyle demiştir: Bazı "bir süre (hîn)" lâfzının ne demek olduğu anlaşılamaz (veya onun gerçekleşeceği zamana yetişilemez). Yüce Allah'ın:

"Onun haberini bir süre sonra elbette bileceksinizdir" âyeti gibi. Kimisi de ne demek olduğu bilinebilir. Yüce Allah'ın:

"O ağaç Rabbinin izniyle her zaman (hîn) meyvelerini verir" (İbrahim, 14/25) âyetinde olduğu gibi. Buradaki hîn'den kasıt hurmaların toplanmasından tekrar tomurcuklanmasına kadar geçen altı aylık zamandır. Bu hususa dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/36. âyet, 6. -başlıkta ve İbrahim Sûresi'nde 14/25- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Yüce Allah'a hamdolsun.

0 ﴿