MÜ’MİN SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın ismi ile el-Mu'min Sûresi, Ğafir Sûresi ve et-Tavl Sûresi diye de adlandırılır el-Hasen, Atâ, İkrime ve Cabir'in dediklerine göre Mekke'de inmiştir, el-Hasen'den yüce Allah'ın: "... Rabbini hamd ile tesbih et" (el-Mu'min, 40/55) âyeti müstesnadır, dediği rivâyet edilmiştir. Çünkü beş vakit namaz emri Medine'de inmiştir. İbn Abbâs ve Katade de şöyle demişlerdir: Medine'de inmiş iki âyet bundan müstesnadır. Bu iki âyet ise: "...Allah'ın âyetleri hakkında tartışanlar..." (el-Mu'min, (40/36) ayeti ile bundan sonraki ayettir. Seksenbeş ayettir. Seksen iki ayet olduğu da söylenmiştir. Dârimi, Müsned'inde diyor ki: Bize Cafer b. Avn, Mis'ar'dan anlattı, o Sa'd b. İbrahim'den dedi ki: "el-Havamim (Hâ, Mîm diye başlayan sureler)" el-Arais (süslü gelinler) diye adlandırılırdı. Dârimi, II, 550. Enes yoluyla gelen hadisteki rivâyete göre de Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Hâ, Mîm'ler Kur'ân'ın atlasıdır." Hakim, Müstedrek, II, 474; Beyhaki, Şuabu'l-lman, II, 483 (her ikisi de Abdullah b. Mes'ûd'un sözü olarak). İbn Mes’ûd'dan da bunun benzeri bir rivâyet nakledilmektedir. Bir öceki nota bakınız. el-Cevherî ve Ebû Ubeyde dedi ki: Âlû Hâ, Mîm (Hâ, Mîm ailesi) Kur'ân'daki birtakım sûrelerdir. İbn Mes’ûd dedi ki: Âlû Hâ, Mîm (Hâ, Mîm ailesi) Kur'ân'ın dîbâcı (atlası)dırlar. el-Ferrâ'' da şöyle demiştir: Bu filanın âli, filanın âli demeye benzer. Sanki (böyle başlayan) bütün sureleri "Hâ, Mîm'e nisbet etmiş gibidir. el-Kümeyt şöyle demiştir: "Bizler Hâ, Mîm hanedanında sizin lehinize öyle bir âyet bulduk ki, Bunu bizim takiyye yapanımız da, uzak duranımız da (hakkınızda) yorumlamıştır." Ebû Ubeyde dedi ki: Bu beyitin son kelimesini el-Umevî böylece "ze" harfi ile rivâyet etmiştir. Ebû Amr ise bunu "re" harfi ile rivâyet etmiştir. O takdirde: takiyye yapanımız da, içindekini açıkça ifade edenimiz de... anlamında olur. Genel olarak kullanılan "el-Havâmîm" ifadesi ise Arapların kullandıkları bir kelime değildir. Ebû Ubeyde: el-Havâmîm Kur'ân-ı Kerîm'de birtakım surelerin ismi olup, bu kıyasa uygun değildir, dedikten sonra da şu mısraı zikretmektedir: "Ve yedi tane olan havamim ile..." (Ebû Ubeyde) devamla dedi ki: Daha uygunu çoğulunun "zevatu Hâ, Mîm" şeklinde yapılmasıdır. Rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Herşeyin bir meyvesi vardır. Şüphesiz Kur'ân'ın meyvesi de zevatu Hâ, Mîm'dir. Bunlar güzel, verimli ve birbirine komşu bahçelerdir. Cennet bahçelerinden otlamak isteyen kimse Hâ, Mîm'leri okusun." Deylemi, Firdevs, III, 539 (sadece son cümlesi) Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kur'ân-ı Kerîm'de Hâ, Mîm'lerin örneği elbiseler arasında çizgili Yemen kumaşlarına benzer." Bu iki rivâyeti de es-Sa'lebî zikretmiştir. Ebû Ubeyd dedi ki: Bana Haccac b. Muhammed Ebû Maşer'den anlattı, o Muhammed b. Kays'dan dedi ki: Bir adam rüyasında oldukça süslü, gayet güzel yedi kız görmüş. Onlara: Siz kimlere aitsiniz? Allah sizi mübarek kılsın, demiş. Onlar da: Biz, bizi okuyanlara aitiz. Bizler Hâ, Mîm'leriz demişler. 1Hâ, Mîm. "Hâ, Mîm" anlamı hakkında farklı görüşler vardır. İkrime dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Hâ, Mîm. Yüce Allah'ın isimlerinden bir isimdir. Bunlar Rabbinin hazinelerinin anahtarlarıdır." İkrime'den gelen bu rivâyet mürseldir. Hadis olarak tesbit edemedik. İbn Abbâs dedi ki: "Hâ, Mîm" Allah'ın İsm-i Azamidir. Yine ondan rivâyete göre "Elif, Lam, Ra", "Hâ, Mîm" ile "Nun" er-Rahmân isminin mukatta' harfleridir. Yine ondan rivâyete göre "Hâ, Mîm" yüce Allah'ın isimlerinden bir isim olup, onunla yemin etmiştir. Katade: Hâ, Mîm. Kur'ân isimlerinden bir isimdir; Mücahid: Sûrelerin başlangıcıdır, demişlerdir. Atâ el-Horasanî de der ki: Ha, yüce Allah'ın Hamîd, Hannan, Halim ve Hakim isimlerinin başıdır. Mim ise yüce Allah'ın Melik, Mecid, Mennan, Mütekebbir ve Mûsavvir isimlerinin başıdır. Buna şu rivâyet de delil teşkil etmektedir: Enes'ten rivâyete göre bedevi bir Arap Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: "Hâ, Mîm" nedir? Biz dilimizde böyle bir şey bilmiyoruz, diye sormuş. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle demiştir: "Birtakım isimlerin başı ve bazı sûrelerin de başlangıcıdır. " Hadis olarak tesbit edemedik. ed-Dahhak ve el-Kisaî dedi ki: Bu olacak olan şeyler hükme bağlanmıştır, demektir. O bununla sanki "Hâ, Mîm"in hece harfi olduklarına işaret etmektedir. Çünkü bu harfler "ha" harfi ötreli, "mim" harfi de şeddeli okunduğu takdirde; şeklini alır ki; bu da "hükme bağlandı ve meydana geldi" demektir. Ka'b b. Malik dedi ki: "Karşı karşıya gelip de aramızda savaş başlayınca, Allah'ın hükme bağladığı bir işi kimse geri çeviremez." Yine ondan gelen rivâyete göre: "Allah'ın emri yakındır" anlamındadır. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Benim günüm yaklaştı, sevindi birtakım kimseler, Gaflet içinde ve uykuda olan kimseler." "Humma" ismi de buradan gelmektedir. Çünkü bu ölüme yakın gelir. Bu Bedir gününde olduğu gibi, Allah'ın dostlarına yardım ve zaferi, düşmanlarından da intikam alması zamanı yakındır, demektir. Bunların hece harfleri olduğu da söylenmiştir. el-Cermî dedi ki: İşte bundan dolayı harfleri sakin olarak okunur, hece harfleri durumundadır. Eğer bir sûre bu harflerden herhangi birisi ile adlandırılacak olursa, o vakit ona i'rab verilir. Bu bakımdan "Hâ, Mîm"i okudum, dediğin vakit (Hâ, Mîm) lâfzını nasb ile okursun. Şair de şöyle demiştir: "Mızrak çekilmişken hatırlatıyor bana Hâ, Mîm'i Gelmeden önce niye okumadı Hâ, Mîm'i" Îsa b. Ömer es-Sakafî de "Hâ, Mîm"i "mim" harfini üstün olarak: "Hâ, Mîm'i okuyorum" anlamında, yahutta arka arkaya iki sakinin gelmesi dolayısıyla üstün okumuştur. İbn Ebi İshak ve Ebû's-Semmal ise esreli okumuşlardır. İki sakinin arka arkaya gelmesi veya kasem anlamında da imale ile ve kesreli okumuştur. Ebû Cafer ise "ha"yı "mim"den kat' ile okurken, diğerleri vasl ile okumuşlardır. "Ha, mim, ayn, sin, kâf'da da böyledir. Ebû Amr, Ebû Bekr, Hamza, el-Kisaî, Halef ve İbn Zekvan ise "ha'yı imaleli okumuşlardır. Ebû Amr'dan ise ikisi arasında okuduğu rivâyet edilmiştir ki; bu da Nafî', Ebû Cafer ve Şeybe'nin kıraatidir, diğerleri ise açık (işba') fethalı okumuşlardır. 2Kitabın indirilmesi, hükmünde galib, en iyi bilen Allah'tandır. "Kitabın indirilmesi" mübteda, "hükmünde galib, en iyi bilen Allah'tandır" âyeti ise haberdir. Bununla birlikte "indirilmesi" âyeti hazfedilmiş bir mübtedanın haberi de olabilir. Bu "kitabın indirilmesidir" demek olur. "Hâ, Mîm"in mübteda "indirilmesi" âyetinin haberi olması da mümkündür, anlam da şöyle olur: Kur'ân'ı Allah indirmiştir. O başka bir yerden aktarılmış olmadığı gibi, yalanlanması câiz olmayan sözlerdendir. 3O günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azâbı çetin ve nimeti pek bol olandır. Ondan başka ilâh yoktur. Dönüş yalnız O'nadır. "O, günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azâbı çetin... olandır." el-Ferrâ'' dedi ki: Yüce Allah bunları nekre oldukları halde marifeye sıfatmış gibi zikretmiştir. ez-Zeccâc da şöyle demiştir: Bunlar bedel olarak cer ile gelmişlerdir, en-Nehhâs dedi ki: Bu husustaki açıklamaların tahkiki ve özeti şudur: "Günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden" anlamındaki âyetler daha önce geçmiş lâfızlara ait olmak suretiyle iki marife olabilirler. O takdirde iki sıfat olurlar. Ayrıca bunların müstakbel (gelecek zaman) için ve hal için olmaları da mümkündür. O vakit bunlar nekre (belirtisiz) olurlar. Fakat buna göre sıfat olmaları mümkün olmaz. Ancak mecrur olmaları bedel olmalarına göredir. Hal olarak nasbedilmeleri de caizdir. "Azâbı çetin" âyeti ise nekredir ve mecrur gelmesi bedel olmak üzeredir. İbn Abbâs dedi ki: "La ilahe illallah" diyen kimse için "günahları bağışlayandır. "La ilahe illallah" diye kimselerden "tevbeleri kabul eden"dir. "La ilahe ilallah demeyen kimseler için ise "azâbı çetin olan"dır. Sabit el-Bünanî de dedi ki: Mus'ab İbn ez-Zübeyr'in, bineklerin yanından geçmediği çadırının yakınında bulunuyordum. "Hâ, Mîm. Kitabın indirilmesi hükmünde galib, en iyi bilen Allah'tandır" âyetini okumaya başladım. Yanımdan bineği üzerinde bir adam geçti. Ben: "o günahları bağışlayan" diye okuyunca, o: Ey günahları bağışlayan, günahımı bağışla de, dedi. Ben "tevbeleri kabul eden" diye okuyunca, o: Ey tevbeleri kabul eden tevbemi kabul et de, dedi. Ben "azâbı çetin" deyince, o: Ey azâbı çetin olan beni affet de, dedi. Ben: "Nimeti pek bol olandır" diye okuyunca, o: Ey nimeti bol olan, bana bol bol hayırlar ver de, dedi. Onun yanına gitmek üzere kalktım, gözüm bir şey görmez oldu. Sağa ve sola baktıysam da hiçbir şey göremedim. İşaret ehli şöyle demişlerdir: "O" lutfuyla "günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden" edeceğini vaadeden, adaleti gereği "azâbı çetin" olandır. "Ondan başka hiçbir ilâh yoktur, dönüş yalnız O'nadır." Başkasına dönüş olmayacaktır. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'dan rivâyet edildiğine göre bir gün Şam ehlinden oldukça güçlü bir adamı araştırıp sordu. Ona: Bu adam şu içkiyi artık bırakmaz oldu, dediler. Bunun üzerine Ömer kâtibine şöyle dedi: Yaz, Ömer'den filana, selam sana. Ben kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah'a hamdettiğimi sana bildiriyorum. "Rahmân ve Rahîm Allah'ın ismi ile. Hâ, Mim. Kitabın indirilmesi hükmünde galib, en iyi bilen Allah'tandır. O günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azâbı çetin ve nimeti pek bol olandır. O'ndan başka ilâh yoktur, dönüş yalnız O'nadır." Sonra mektubu mühürleyip, elçisine dedi ki: Bu adamı ancak ayık bulacağın vakitte bu mektubu ona ver. Sonra yanında bulunanlara o şahıs için tevbe etmesi için dua etmelerini söyledi. Mektub bu şahısa ulaşınca, bu mektubu okuyup: Allah bana günahlarımı bağışlayacağını vaadediyor. Cezasından da sakındırıyor, demeye başladı. Bu sözleri tekrar edip durdu. Sonra ağladı, sonra da günahından en güzel bir şekilde el çekti ve güzel bir şekilde tevbe etti. Adamın bu durumu Ömer'e ulaşınca şöyle dedi: Sizden herhangi birinizin ayağının bir defa kaydığını görecek olursanız, işte böyle yapınız. Onu doğrultmaya çalışınız ve yüce Allah'a onun tevbesini kabul etmesi için dua ediniz. Onun aleyhine şeytanın yardımcıları olmayınız. " Tevbe" lâfzının: "Tevbe etti, eder, tevbe etmek"in mastarı olması mümkündür. Aynı şekilde "tevbe"nin çoğulu olma ihtimali de vardır. "Sedir ağacı"nın çoğulunun:) şeklinde; "Azm"in çoğulunun şeklinde gelmesi gibi. Şairin şu mısraı da bu kabildendir: "Bir an diner ve bir çok an yeniden eser." Bununla birlikte bunun "tevbe" anlamına gelmesi de mümkündür. Ebû'l-Abbas dedi ki: Kalbimde daha ağır basan ihtimal bunun mastar olmasıdır. Yani yüce Allah bu fiili kabul eder demektir. Nitekim: "Dedi, demek" gibidir. Eğer bu çoğul ise, o takdirde tevbeleri kabul eder, anlamındadır. "Ve nimeti pek bol olandır" anlamındaki âyet da hem bedel, hem de sıfat olabilir, çünkü marifedir. 'in asıl anlamı nimet vermek ve lütufta bulunmaktır. Bu kökten olmak üzere: "Allah'ım bize nimet ihsan et, bize lutufta bulun" denilir. İbn Abbâs dedi ki: "Ve nimeti pek bol olandır." Yani bol nimetlerin sahibi olandır. Mücahid de: Zenginlik ve bolluk sahibi olan, diye açıklamıştır. Yüce Allah'ın: "İçinizden bir bolluğa güç yetinmeyenler." (en-Nisa, 4/25) âyetindeki: "Bolluk" lâfzı zenginlik ve genişlik anlamındadır. Yine İbn Abbâs'dan nakledildiğine göre; "nimeti pek bol olan" âyetini "la ilahe illallah" demeyen kimselere muhtaç olmayan diye açıkladığı rivâyet edilmiştir. İkrime de şöyle demiştir: "Nimeti pek bol olan" lütuf sahibi olan demektir. el-Cevherî dedi ki: lâfzı "ti" harfi üstün ile olursa minnet ve ihsan demektir. Bu kökten olmak üzere: "Ona lütuf ve ihsanda, minnette bulundu" denilir. Muhammed b. Ka'b da dedi ki: "Nimeti pek bol olan" pekçok lütuflarda bulunan demektir. el-Maverdî dedi ki: Burada minnette bulunmak ile lütufta bulunmak arasındaki farka gelince, minnette bulunmak günahı affetmektir. Lütufta bulunmak ise hak kazanılmayan şeyi ihsan etmektir. "Tavl (pek bol nimet)" lâfzı "uzun"lukdan alınmadır. Sanki o ihsan ettiği nimetleriyle başkasına uzun gelmiş gibidir. Nimet ihsan ettiği süre uzadığından dolayı böyle denilmiştir, diye de açıklanmıştır. "O'ndan başka ilâh yoktur, dönüş yalnız O'nadır." 4Allah'ın âyetlerinde ancak kâfirler (inatla) tartışır. O halde onların şehirlerde dönüp, dolaşması seni aldatmasın. "Allah'ın âyetlerinde ancak kâfirler tartışır." Allah, Allah'ın âyetleri hakkında mücadele edip tartışanların kâfirliklerini tescil etmektedir. Maksat Allah'ın âyetlerine dil uzatmaktan ötürü batılı ileri sürerek tartışmak ve hakkı çürütmek, yüce Allah'ın nurunu söndürmek kastı ile mücadeleye girişmektir. Buna yüce Allah'ın: "Ve bâtılı hakkı onunla çürütmek kastıyla ileri sürüp mücadele ettiler" (el-Mu'min, 40/5) âyeti delil teşkil etmektedir. Kapalı kalmış bir hususu açıklamak, içinden çıkılamayan bir noktayı çözmek, âyetlerin anlamlarını ortaya çıkarmak sapık kimselerin sapıklıklarını reddetmek için bu âyetler ile ilgili tartışma ve mücadeleye gelince, bu Allah yolunda yapılan cihadın en büyüğüdür. Bu anlamdaki açıklamalar yeteri kadarıyla daha önceden yüce Allah'ın: "Allah kendisine hükümdarlık verdi diye Rabbi hakkında İbrahim ile mücadele edeni görmedin mi?" (el-Bakara, 2/258) âyeti açıklanınca geçmiş bulunmaktadır. "O halde onların şehirlerde dönüp dolaşması" çeşitli şekillerde tasarruflarda bulunması "seni aldatmasın." Çünkü Ben onlara mühlet versem bile onları cezalandırmayı ihmal etmem, onları cezalandırırım. "Seni aldatmasın" lâfzı: (........) diye de okunmuştur. İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah bu âyeti ile (Kureyşlilerin) Mekke'den Şam'a ve Yemen'e ticaretlerini kastetmektedir. "Seni aldatmasın" âyeti, içinde bulundukları iyi durum ve rızık genişliği seni aldatmasın, çünkü o dünyadaki az bir faydalanmadır, diye de açıklanmıştır. ez-Zeccâc dedi ki: Kâfir olmalarından sonra esenlikte olmaları "seni aldatmasın." Çünkü sonunda onlar helâk olacaklardır. Ebû'l-Aliye dedi ki: İki âyet-i kerîme vardır ki, Kur'ân-ı Kerîm hakkında mücadele edenlere karşı pekçok ağır ve çetin ifadeler taşımaktadır. Birisi yüce Allah'ın: "Allah'ın âyetlerinde ancak kâfirler tartışır" âyeti, diğeri ise; "Muhakkak ki kitab hakkında anlaşmazlığa düşenler, elbette (haktan) uzak bir ayrılık içindedirler" (el-Bakara, 2/176) âyetidir. 5Onlardan önce Nûh'un kavmi, onlardan sonra da güruhlar yalanladılar. Her ümmet peygamberlerini alıp yakalamak istedi ve bâtılı, hakkı onunla çürütmek kastıyla ileri sürüp mücadele ettiler. Sonunda Ben de onları yakaladım. Nasılmış Benim azabım? "Onlardan önce Nûh'un kavmi onlardan sonra da güruhlar yalanladılar." “ Yalanladılar" fiilinin müenneslik "te"si ile gelmesi (fail olan) çoğulun müennesliği dolayısı iledir. Nûh kavmi ile Âd ve Semud ile onlardan sonrakiler ve benzerleri, peygamberleri yalanlamak suretiyle peygamberlerine karşı gruplar oluşturan diğer ümmetler de peygamberlerini yalanladılar. "Her ümmet peygamberlerini alıp yakalamak" onu hapse atmak ve ona işkence etmek "istedi." Katade ve es-Süddî de onu öldürmek istedi diye açıkladılar. "Alıp yakalamak" helâk etmek, öldürmek anlamında da kullanılabilir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Sonra onları yakaladım. Benim cezalandırmam nasılmış?" (el-Hac, 22/44) Araplar esire de "yakalanmış kimse" anlamında: derler. Çünkü esir öldürülmek üzere alınır. Kutrub da şairin şu beyitini zikretmektedir: "Beni alıp yakalarsanız öldürürsünüz, Nice alıp yakalayan var ki; benim ebedi kalmamı arzular." Bu kavimlerin peygamberlerini alıp yakalamaları zamanı hususunda da iki görüş vardır. Birincisine göre onlar kendilerini tevhide davet ettiği vakit alıp yakalamak istemişler. İkincisi ise azâbın başlarına indiği vakit alıp yakalamak istemişlerdir. "Ve batılı, hakkı onunla çürütmek" izale etmek ve yok etmek "kastıyla ileri sürüp mücadele ettiler." Buradaki: "Çürütmek kastıyla" anlamı verilen fiil ile aynı kökten olmak üzere kullanılan: "Kaygan yer" demektir. Batıl da: "Kayıp, gidendir." Çünkü batılın kendisi kayar ve yerinden zail olur, yerinde karar kılamaz. Yahya b. Sellam dedi ki: Îmanı çürütmek maksadı ile peygamberlere karşı şirk ile mücadele verdiler. "Sonunda Ben de onları" azâb ile "yakaladım. Nasılmış Benim azabım!" Yani yalanlayan ümmetlerin akıbeti nasılmış? Onlar Benim azabımın hak olduğunu görmediler mi, demektir. 6Böylece kâfirler hakkında Rabbinin azâb sözü: "Elbette onlar cehennemliklerdir" diye hak olmuştur. "Böylece kâfirler hakkında Rabbinin azâb sözü: Elbette onlar cehennemliklerdir, diye hak olmuştur" âyetindeki: " Hak olmuştur" vacib olmuştur, gerekli olmuştur, demektir. Bu da "haktan" alınmıştır. Çünkü hak gerekli olan bir şeydir. "Rabbinin... sözü" anlamındaki âyet, genel olarak tekil okunmuştur. Nafî' ve İbn Amir ise: "Sözleri" diye çoğul olarak okumuşlardır. "Elbette onlar" âyeti hakkında el-Ahfeş şöyle demiştir: Bu, çünkü onlar ve onların böyle olmaları sebebiyle... anlamındadır. ez-Zeccâc dedi ki:."Muhakkak onlar" diye hemzenin esreli okunuşu da caizdir. "Cehennemliklerdir" âyeti, cehennemde azâb göreceklerdir, anlamındadır. Burada ifade tamam olmaktadır. Daha sonra yeni bir cümle olarak şöyle . buyurulmaktadır: 7Şu Arş'ı yüklenenler ve etrafında bulunanlar Rabblerini hamd ile teşbih ederler, O'na îman ederler. Mü’minlere de mağfiret dilerler. "Rabbimiz, rahmetin ve ilmin herşeyi kuşatmıştır. Tevbe edenlere ve senin yolunu izleyenlere, mağfiret buyur ve onları cehennem azabından koru! "Şu Arş'ı yüklenenler ve etrafında bulunanlar Rabblerini hamd ile teşbih ederler, O'na îman ederler, mü’minlere de mağfiret dilerler." Rivâyet olunduğuna göre Arş'ın taşıyıcılarının ayakları yerin en aşağısında, başları ise Arş'ı delmiş durumdadır. Onlar huşu' içinde olup gözlerini kıpırdatmazlar. Meleklerin en şereflileri ve faziletlileridirler. Hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmaktadır: "Şanı yüce ve mübarek olan Allah, bütün meleklere Arş'ın taşıyıcılarına gidip gelip selam vermelerini emretmiştir. Bunu sair meleklere göre onlara bir üstünlük olarak vermiştir. " Hadis olarak tesbit edemedik. Denildiğine göre yüce Allah Arş'ı yeşil bir mücevherden yaratmıştır. Onun ayaklarından ikisi arasında hızlıca uçan kuşun uçuşu ile seksenbin yıllık bir mesafe vardır. Yine denildiğine göre Arşın etrafında yetmişbin saf melek vardır. Bunlar tehlil ve tekbir getirerek etrafında tavaf ederler. Onların arkasında da yetmişbin saf ayakta dururlar, ellerini omuzlarına koymuşlar, seslerini tehlil ve tekbir ile yükseltmişlerdir. Onların arkasında yüzbin saf sağ ellerini, sol ellerine koymuşlar ve onların herbiri mutlaka diğerinden ayrı bir teşbih ile teşbih edip dururlar. İbn Abbâs "Arşı" "ayn" harfini ötreli olarak "el-urş" diye okumuştur. Bütün bunları ez-Zemahşerî merhum zikretmiş bulunmaktadır. Denildi ki: Kâfirlerden sözedildikten sonra Arş'tan sözedilmesi -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- anlamın şöyle oluşundan dolayıdır: "Şu Arş'ı yüklenenler ve etrafında bulunanlar" kâfirlerin söylediklerinden yüce Allah'ı tenzih ederler. "Ve mü’minlere de mağfiret dilerler." Yani Allah'tan onlar için günahlarının bağışlanmasını isterler. Tefsir âlimlerinin açıklamalarına göre Arş, şerir (taht) ile aynı şeydir. O yüce Allah tarafından yaratılmış mücessem bir cisimdir. Meleklere onu taşımalarını emretmiş, onu tazim etmek, etrafında dolaşmakla kendisine ibadet etmelerini dilemiştir. Nitekim yeryüzünde bir Beyt (kabe) yaratıp Âdemoğullarına etrafını tavaf etmelerini emredip namazda da ona dönmelerini istediği gibi. İbn Tahman, Mûsa b. Ukbe'den rivâyet ediyor. O Muhammed b. el-Münkedir'den, o Cabir b. Abdillah el-Ensarî'den dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bana Arş'ın taşıyıcılarından olup Allah'ın meleklerinden bir melek hakkında (sizlere) sözetmem için izin verildi. Onun kulağının yumuşağı ile omuzu arasındaki mesafe yediyüz yıldır." Bunu el-Beyhakî zikretmiş olup Abdullah b. Muhammed el-Askalani, el-Azame, III, 94cS; Deylemi, Firdevs, I, 401. daha önceden Bakara Sûresi'nde (2/255. âyet olan) Ayete'l-kürsî'de, Arş'ın büyüklüğü ve onun yaratılmışların en büyüğü olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Sevr b. Yezid, Halid b. Ma'dan'dan, o Ka'b el-Ahbar'dan rivâyetine göre Kâb şöyle demiştir: Yüce Allah Arş'ı yaratınca: Allah benden daha büyük bir yaratık yaratmayacaktır, dedi ve sarsıldı, yüce Allah onun etrafına bir yılan doladı. O yılanın yetmişbin kanadı vardır. Herbir kanatta yetmişbin tüy vardır. Herbir tüyde yetmişbin yüz vardır. Herbir yüzde yetmişbin ağız vardır. Herbir ağızda da yetmişbin dil vardır. Onun dillerinden her gün yağmur damlaları sayısınca, ağaç yaprakları sayısınca, çakıl ve toprak taneleri sayısınca, dünya günleri sayısınca ve bütün melekler sayısınca teşbihler dökülmektedir. Bu yılan Arş'ın etrafına dolandı, Arş bu yılanın yarısına kadar ulaşıyor ve bu yılan onun etrafını sarmış bulunuyor Bu ve benzeri haberlerin İsrailiyattan olduğu açıkça ortadadır. Mücahid dedi ki: Yedinci sema ile Arş arasında yetmişbin hicab vardır. Bir hicab nûr ve bir hicab karanlık, bir hicab nûr ve bir hicab karanlıktır. Derler ki: "Rabbimiz rahmetin ve ilmin herşeyi kuşatmıştır." Rahmetin ve ilmin herşeyi kapsamıştır. Fiil, rahmet ve ilim üzerinde amel etmeyince bunlar temyiz olarak nasbedilmişlerdir. "Tevbe edenlere" şirk ve masiyetlerden dönenlere "ve senin yolunu" İslâm dinini "izleyenlere mağfiret buyur ve onları cehennem azabından koru." Bu azâbı onlardan çevir ki, onlara ulaşmasın. İbrahim en-Nehaî dedi ki: Abdullah (b. Mesud)'ın arkadaşları şöyle diyorlardı: Melekler İbnu'l-Kevva (şeytan)dan hayırlıdırlar. Çünkü onlar yeryüzünde bulunanlar için mağfiret dilerler. İbnu’l-Kevvâ ise onların aleyhine kâfirlik ile şahitlik eder. İbrahim dedi ki: Yine diyorlardı ki: Kıble ehlinden olan hiçbir kimseden mağfiret dilemeyi esirgemezler. Mutarrif b. Abdillah dedi ki: Biz Allah'ın kulları arasında Allah'ın kullarının iyiliğini en çok isteyenlerin melekler olduğunu gördük. Allah'ın kulları arasında da Allah'ın kullarını en çok aldatan kimsenin şeytan olduğunu görüyoruz; deyip bu âyet-i kerimeyi okumuştur. Yahya b. Muaz er-Razî de arkadaşlarına bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demiştir: Bu âyeti iyi kavrayınız, çünkü dünyada bu âyetten daha çok ümit verici bir kalkan yoktur. Şüphesiz tek bir melek yüce Allah'tan bütün mü’minlere mağfiret buyurmasını dileyecek olursa, onlara mağfiret eder. Hele bütün melekler ve Arş'ı taşıyanlar mü’minlere mağfiret diliyorlarsa durum ne olur! Halef b. Hişam el-Bezzâr el-Karî' dedi ki: Ben Süleym b. Îsa'ya Kur'ân okuyordum. Yüce Allah'ın: "Mü’minlere de mağfiret dilerler" âyetine ulaşınca ağladı ve sonra da: Ey Halef dedi. Mü’min Allah katında ne kadar da değerlidir. O döşeğinde uyurken melekler onun için mağfiret diliyorlar. 8"Ve ey Rabbimiz, onları da, babalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden salih olanları da kendilerine vaadettiğin Adn cennetlerine girdir. Çünkü Sen emrinde galib, hikmeti sonsuz olansın. "Ve ey Rabbimiz, onları da babalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden salih olanları da kendilerine vaadettiğin Adn cennetlerine girdir." Rivâyet olunduğuna göre Ömer b. el-Hattâb, Kab el-Ahbar'a: Adn cennetleri nedir? diye sormuş, o da şöyle demiş: Bunlar cennette altından köşklerdir. Bunlara peygamberler, sıddîklar, şehidler ve âdil devlet yöneticileri girecektir. "Kendilerine... vaadettiğin" âyetindeki: lâfzı "cennetler"e sıfat olmak üzere nasb mahallindedir. "Salih olanlar" lâfzındaki ...anlar" ise "...lan girdir" âyetindeki "he" ve "mim"(...ları) zamirine atf ile nasb mahallindedir. "Salih olanlar" ise îman ile salih olanlar anlamındadır. er-Rad Sûresi'nde bu âyetin bir benzeri (13/23. âyet) geçmiş bulunmaktadır. Said b. Cübeyr dedi ki: Kişi cennete girer. Rabbim babam, dedem, annem nerede? Oğlum, oğlumun oğlu nerede? Eşlerim nerede? der. Onlar senin amelin gibi amelde bulunmadılar, denilir. Bu sefer: Rabbim ben hem kendim için, hem onlar için amel ediyordum, der. Bu sefer: Onları cennete girdirin, denilir. Daha sonra: "Şu Arş'ı yüklenenler ve etrafında bulunanlar... babalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden salih olanları da kendilerine vaadettiğin Adn cennetlerine girdir" âyetini okudu. Yüce Allah'ın: "Îman edenlerin soyları da îman ile kendilerine uyanları Biz evlatlarına da kendilerine katarız..." (et-Tur, 52/21) âyeti da bu âyet-i kerimeye (anlam itibariyle) yakındır. 9"Bir de onları kötülüklerden koru. Sen kimi kötülüklerden korursan, o günde o kimseye rahmet etmiş olursun. Bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir." "Bir de onları kötülüklerden koru!" Katade dedi ki: Yani onları kötü görecekleri, hoşlarına gitmeyecek şeylerden koru. İfadenin takdirinin şöyle olduğu da söylenmiştir: Onları kötülüklerin azabından koru. "Onları koru" lâfzı; "Allah onu korudu, korur, korumak" fiilinden emirdir. Onu hıfzetti, himaye etti, anlamındadır. "Sen kimi kötülüklerden korursan, o günde o kimseye" cennete girmesi suretiyle "rahmet etmiş olursun. Bu ise büyük kurtuluşun ta kendisidir." En büyük kurtuluş budur. 10Şüphesiz kâfirlere şöyle seslenilir: "Allah'ın buğzu sizin kendinize olan buğzunuzdan elbette daha büyüktür. Çünkü siz îmana çağırılıyordunuz da, küfürde direniyordunuz." "Şüphesiz kâfirlere şöyle seslenilir: Allah'ın buğzu sizin kendinize olan buğzunuzdan elbette daha büyüktür" âyeti ile ilgili olarak el-Ahfeş şöyle demektedir: " Buğz" lâfzındaki bu "lâm" ibtidâ (başlangıç) lamı olup, "seslenilir"den sonra gelmiştir. Çünkü bu: Onlara... denilir anlamındadır. Çünkü seslenmek (nida) da bir sözdür. Başkası da şöyle demiştir: Anlam şu şekildedir: Onlara denilecek ki: Dünyada iken size "Allah'ın buğzu îmana çağırılıp da küfürde direndiğinizden ötürü" kıyâmet gününde sizin birbirinize buğzunuzdan "daha büyüktür." Çünkü onlar kıyâmet gününde birbirlerine düşmanlık edeceklerdir. Biri diğerine buğzedecek, öfkeleneceklerdir. O vakit kulak verecekler, zilletle boyun eğecekler ve cehennemden çıkartılmayı isteyeceklerdir. el-Kelbî dedi ki: Cehennem ehlinden herbir kişi kendi nefsine: Ey nefs! Sana ne kadar çok buğzediyorum! diyecek. Melekler de onlara -onlar cehennem ateşinde oldukları halde- şöyle diyeceklerdir: Allah'ın siz dünyada iken size rasûller gönderip îman etmediğiniz için size olan buğzu, bugün sizin kendinize buğzetmenizden daha ileri derecededir. el-Hasen dedi ki: Kendilerine kitabları verilecek, işledikleri günahlarına bakacakları vakit kendi kendilerine buğzedecek, öfke duyacaklar. Bu sefer onlara "Allah"ın dünyada iken size "buğzu..." îmana çağırılıp da küfürde ditür." Bu anlamdaki açıklamayı Mücahid de yapmıştır. Katade de şöyle demiştir: Yani "îmana çağırılıp" da küfürde direndiğiniz zaman "Allah'ın" size "buğzu sizin" ateşi gözle gördüğünüz bu vakitteki "kendinize olan buğzunuzdan daha büyüktür." Şayet onların kendilerine buğzetmeleri nasıl uygun olabilir? diye sorulacak olursa, bu husus iki türlü açıklanabilir: 1- Onlar günahları sebebiyle kendi nefislerini buğzedilecek bir konuma getirdiler. 2- Onlar artık hevanın etkisinin üzerlerinden kalktığı bir duruma gelip masiyetlerde kendilerini bıraktıranın nefisleri olduğunu bilecekler ve nefislerine buğzedeceklerdir. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî dedi ki: Cehennem ehli cehennemliklerden ümitlerini kesip de Malik onlara: -ileride geleceği üzere- kendilerine: "Sizler muhakkak böyle kalacaklarsınız" (ez-Zuhruf, 43/77) diye söyleyeceğinde, bu sefer birbirlerine şöyle diyeceklerdir: Ey adamlar, başınıza işte gördüğünüz şu azâb ve belalar gelmiş bulunuyor. Haydi sabredelim, belki itaat ehli Allah'a itaat üzere sabrettiklerinde sabrın faydasını gördükleri gibi biz de sabrın faydasını görebiliriz. Nihayet sabretmek üzere görüş-birliğine varacaklar ve sabredecekler. Sabırları uzunca sürüp gidecek. Sonra artık sabredemez olacaklar ve bu sefer: "Şimdi biz sızlansak da, sabretsek de bizim için birdir. Sığınacak hiçbir yer yoktur" (İbrahim, 24/21) diyeceklerdir. Bunun üzerine İblis şöyle diyecektir: "Doğrusu Allah'ın size verdiği söz gerçekti. Ben de size vaatte bulunmuştum ama size verdiğim sözde durmadım. Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir nüfuzum da yoktu... Artık ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz." (İbrahim, 14/22) Yani benim size hiçbir faydam olmayacaktır... "Esasen ben daha önce beni (Allah'a) ortak tutmanızı da kesinlikle kabul etmemiştim." (İbrahim, 14/22) Onlar İblisin bu sözlerini işitecekleri vakit kendilerine buğzedecekler. (Muhammed b. Ka'b devamla) dedi ki: Onlara şöyle seslenilecek: "Allah'ın buğzu sizin kendinize olan buğzunuzdan elbette daha büyüktür. Çünkü siz îmana çağırılıyordunuz da küfürde direniyordunuz... Artık çıkış için bir yol var mı?" Bu sefer onlara şöyle cevab verilecek: "Bunun sebebi şudur: Bir olarak Allah'a dua edildiği vakit inkâr ediyordunuz. Eğer O'na ortak koşulsa îman ederdiniz. İşte hüküm çok yüce ve büyük olan Allah'ındır." Bunu İbnu'l-Mübarek zikretmiştir. 11Derler ki: "Rabbimiz, bizi iki kere öldürdün, iki kere de dirilttin. İşte günahlarımızı itiraf ettik. Artık çıkış için bir yol var mı?" "Derler ki: Rabbimiz bizi iki kere öldürdün" âyetine gelince, te'vil âlimleri söyleyecekleri sözler olan "bizi iki kere öldürdün, iki kere de dirilttin" âyetinin anlamı hakkında farklı görüşlere sahiptirler. İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, Katade ve ed-Dahhak dedi ki: Bunlar önce babalarının sulblerinde ölü idiler. Sonra Allah onları diriltti, sonra dünyada kaçınılmaz olan ölüm ile onları öldürdü. Sonra da ba's ve kıyâmet için onları diriltti. İşte iki hayat ve iki ölüm bunlardır. Yüce Allah'ın: "Nasıl oluyor da Allah'ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki siz daha önce ölüler idiniz de sizi O diriltti. Sonra sizi yine öldürecek, sonra tekrar sizi O diriltecek" (el-Bakara, 2/28) âyeti da bunu ifade etmektedir. es-Süddî de şöyle demektedir: Onlar dünya hayatında öldürüldüler. Sonra sorgulanmak üzere kabirde onları diriltti. Sonra tekrar öldürüldüler, sonra da ahirette tekrar diriltildiler. es-Süddî'nin bu kanaate varmasının sebebi "meyyit: Ölü" lâfzının örfen nutfe hakkında kullanılmayışıdır. İlim adamları buradan kabir sualinin sabit olduğunun delilini çıkarmışlardır. Çünkü sevab ve ceza beden hakkında sözkonusu olmayıp sadece ruh hakkında sözkonusu olsaydı, diriltmenin ve öldürmenin bir anlamı olmazdı. Ahiret ile ilgili ahkamı sadece ruhlara münhasır kabul eden kimselere göre ruh ne ölür, ne değişikliğe uğrar, ne de bozulur ve ruh bizatihi ruh olduğu için hayattadır. Ölüm ona hiçbir şekilde ulaşmaz, baygınlık ve yok olmak onun için sözkonusu olmaz. İbn Zeyd de yüce Allah'ın: "Rabbimiz, bizi iki kere öldürdün..." âyeti hakkında şöyle demektedir: Onları önce Âdem'in sırtında yarattı, sonra onları çıkartıp onlara hayat verdi ve onlardan söz aldı. Sonra onları öldürdü, sonra tekrar dünyada onları diriltti, sonra tekrar onları öldürdü. Bu açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/28. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "İşte günahlarımızı itiraf ettik." Ancak itirafın kendilerine fayda sağlamayacağı bir zamanda itirafta bulunacaklar, pişmanlığın fayda vermeyeceği bir zamanda pişmanlık duyacaklardır. "Artık çıkış için bir yol var mı?" Yani sana itaat ile amel edelim diye dünyaya geri döndürülecek miyiz? Şu âyetler da buna benzemektedir: "Acaba geri dönüşün bir yolu var mı?" (eş-Şura, 42/44)... "Artık bizi geri döndür, salih amel işleyelim." (es-Secde, 32/12); "Keşke biz geri döndürülseydik..." (el-En'am, 6/27) 12Bunun sebebi şudur: Bir olarak Allah'a dua edildiği vakit inkâr ediyordunuz. Eğer O'na ortak koşulsa, îman ederdiniz. İşte hüküm çok yüce ve büyük olan Allah'ındır. "Bunun sebebi şudur: Bir olarak Allah'a dua edildiği vakit inkâr ediyordunuz" âyetindeki " Bunun (bu halinizin)" lâfzı ref konumundadır. Yani durum sizin bu haliniz gibidir. Veya içinde bulunduğunuz bu azâb küfrünüz sebebiyledir. İfadede takdiri birtakım sözler de vardır: Onlara geri dönüşün yolu yoktur, diye cevab verilecektir. Çünkü siz "bir olarak Allah'a dua edildiği vakit" yani Allah tevhid edildiğinde "inkâr ediyordunuz" ulûhiyetin yalnızca O'na ait olduğunu kabul etmiyordunuz. Herhangi bir müşrik de O'na bir şeyi ortak koştu mu onu doğruluyor ve onun söylediğine inanıyordunuz. es-Sa'lebî dedi ki: Bir ilim adamını şöyle derken dinledim: Eğer siz faraza dünyaya geri döndürülecek olsaydınız bile bu döndürülmeden sonra "Ona ortak koşulsa îman ederdiniz" yani o müşrik kimseyi tasdik ederdiniz. Bunun bir benzeri yüce Allah'ın: "Eğer geri döndürülürlerse yine kendilerine yasaklanan şeylere geri dönerler" (el-En'am, 6/28) âyetidir. "İşte hüküm" eşinin yahut çocuğunun olmasından münezzeh olan "çok yüce ve çok büyük olan Allah'ındır." 13O, âyetlerini size gösteren ve gökten size bir rızık indirendir. Buna rağmen ancak dönenler öğüt alır. "O, âyetlerini" tevhid ve kudretinin delillerini "size gösteren ve gökten size bir rızık indirendir." Yüce Allah bu âyetinde âyetleri açıkça göstermeyi ve rızkı indirmeyi bir arada zikretmiş bulunmaktadır. Çünkü âyetlerle din ayakta durur, rızık ile de beden ayakta durur. Burada sözü edilen âyetler gökler, yerler, onlarda bulunanlar, ikisi arasında bulunan güneş, ay, yıldızlar, rüzgarlar, bulutlar, buharlar, nehirler, pınarlar, dağlar, ağaçlar ve helâk olmuş toplumların bıraktıkları izlerdir. "Buna rağmen" bu âyetlerden "ancak" yüce Allah'a itaate "dönenler öğüt alır" ve Allah'ı tevhid eder. 14Öyle ise kâfirler hoş görmese de dini yalnız Allah'a halis kılanlar olarak O'na dua edin. "Öyle ise kâfirler" Allah'a ibadeti "hoş görmese de dini" ibadeti, bir görüşe göre de itaati "yalnız Allah'a halis kılanlar olarak O'na dua" yani ibadet "edin." Sizler O'ndan başkasına ibadet etmeyin. 15O, dereceleri yükseltendir, Arş'ın sahibidir. Kavuşma günü ile korkutmak için kendi emrinden ruhu kullarından dilediği kimseye gönderir. "O, dereceleri yükseltendir, Arş'ın sahibidir." "Arş'ın sahibidir" anlamındaki âyet hazfedilmiş bir mübtedaya göre (haber)dir. el-Ahfeş dedi ki: Medh olmak üzere nasbedilmesi de mümkündür. "Dereceleri yükseltendir." Yani sıfatları çok yüce olandır, demektir. İbn Abbâs, el-Kelbî ve Said b. Cübeyr ise: Yedi semayı yükseltendir, diye açıklamışlardır. Yahya b. Sellam da şöyle demiştir: Bu O'nun gerçek dostlarının cennetteki derecelerinin yüksekliğini ifade etmektedir. Bu anlama göre: "Yükselten" âyeti. "Yükseltici" anlamında olup, vezninde ve kalıbının anlamında kullanılmıştır. Birinci açıklamaya göre bu yüce Allah'ın zat sıfatlarındandır. Kendisinden daha üstün ve yüce hiçbir kimse olmayan demek olur. Her türlü övgü ve sena mertebelerine layık olandır. Övgülerin mertebeleri (dereceleri) ise sınıfları ve yollarıdır. O'ndan başka hiçbir kimse bunlara layık değildir. Bu açıklamayı el-Halimî yapmıştır. Biz bunu "el-Esna fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsna" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Allah'a hamdolsun. "Arşın sahibidir." Arş'ın yaratıcısı ve mutlak malikidir, yoksa ona muhtaç olduğundan dolayı onu yaratmamıştır. Bir açıklamaya göre bu, Arapların: "Filanın Arş'ı yok oldu" yani mülkü ve gücü zail oldu, tabirleri ile alakalıdır. Şanı yüce Allah "Arş'ın sahibidir" demek, onun mülkünün ve egemenliğinin sabit olması demektir. Biz bunu "el-Esna fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsna" adlı eserimizde açıkladık. "...Ruhu" yani vahiy ve nübüvveti "kullarından dilediği kimseye gönderir." Yüce Allah'ın buna "ruh" ismini vermesi insanların bununla hayat bulmalarından dolayıdır. Yani bedenler ruhlarla hayat buldukları gibi, ölüm demek olan küfürden de onunla (vahiy ve nübüvvetle) hayat bulurlar. İbn Zeyd dedi ki: Ruh, Kur'ân-ı Kerîm'dir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sana da böylece emrimizden bir ruh vahyettik." (eş-Şura, 42/50). Ruhun Cebrâîl olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah buyurdu ki: "Onu ruhu'l-emin indirdi. Uyarıcılardan olasın diye, kalbin üzere." (eş-Şuara, 26/193); "De ki: Onu Ruhu'l-Kudüs (Cebrâîl)... Rabbinden hak olarak indirmiştir " (en-Nahl, 16/102) "Kendi emrinden" kendi söz ve âyetinden demektir, kazasından diye de açıklanmıştır. Buradaki: "...den" lâfzının "be" anlamında yani "kendi emriyle" anlamında olduğu da söylenmiştir. "Kullarından dilediği kimseler" ise peygamberlerdir. O peygamber olmalarını diler (ve onlara peygamberlik verir). Onların bu durumları hususunda hiçbir kimsenin herhangi bir müdahalesi ve isteği sözkonusu değildir. "Kavuşma günü ile korkutmak için." Yani peygamber öldükten sonra diriliş günü ile uyarıp korkutmak için gönderilir. Buna göre "korkutmak için" âyeti rasûle racidir (yani korkutmayı o yapar). Bunun "kavuşma günü" ile insanlara rasûlleri göndermek suretiyle Allah'ın uyarıp korkutması için anlamında olduğu da söylenmiştir. İbn Abbâs, el-Hasen ve İbn es-Semeyka "Korkutman için" diye Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitab olarak "te" ile okumuşlardır. "Kavuşma günü" ile ilgili olarak İbn Abbâs ve Katade şu açıklamayı yapmışlardır: Semadakiler ile yeryüzündekilerin kavuşacakları gündür. Yine Katade, Ebû'l-Aliye ve Mukâtil de şöyle demişlerdir: O gün mahlukat ile yaratıcı birbiriyle karşılaşacaklardır. Bir başka açıklamaya göre ibadet edenler ile ibadet olunanlar, bir diğerine göre zâlimlerle mazlumlar karşılaşacaklardır. Her insan amelinin karşılığı ile karşılaşacaktır, şeklinde de açıklanmıştır. Bir başka açıklama da şöyledir: Öncekiler de, sonrakiler de aynı düzlükte birbirine kavuşacaklardır. Bu anlamdaki açıklama da İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir. Bütün bunlar mana itibariyle doğru açıklamalardır. 16O gün onlar oraya çıkarlar. Onların hiçbir şeyleri Allah'a gizli kalmaz. "Bugün mülk kimindir? Tek ve kahhar olan Allah'ındır." "O gün onlar ortaya çıkarlar." Buradaki "o gün" bir önceki "gün"den bedeldir. Buradaki "onlar"ın mübteda olarak ref konumunda "ortaya çıkarlar" âyetinin da haberi olduğu söylenmiştir. Cümle ise izafet olarak cer mahallindedir. Bundan dolayı "o gün" lâfzından tenvin hazfedilmiştir. Ancak bunun böyle olması Sîbeveyh'e göre zarfın: "Zaman" anlamında olması halinde sözkonusudur. Mesela: "Zeyd'in emir olduğu günü seninle karşılaştım" denilir. Eğer: "...diğinde" anlamında olursa câiz olmaz. Mesela: "Zeyd'in emir olduğu günde seninle karşılaşacağım" ifadesinde olduğu gibi. "Ortaya çıkarlar" kabirlerinden çıkarlar ve hiçbir şey onları örtmez, anlamındadır. Çünkü o gün yeryüzü hiçbir tümseği ve hiçbir inişi, çıkışı olmayan dümdüz bir yer olacaktır. Daha önceden Ta-Ha Sûresi'nde (20/105. âyet ve devamının tefsirinde) geçtiği gibi. "Onların hiçbir şeyleri Allah'a gizli kalmaz." Denildiğine göre "o gün onlar ortaya çıkarlar" anlamındaki âyette amil olan budur. Yani "ortaya çıkacakları günde" ne kendilerinden, ne amellerinden hiçbir şey O'na gizli kalmayacaktır. "Bugün mülk kimindir?" Bu, bütün mahlukatın yok olacakları vakit " söylenecektir). el-Hasen dedi ki: Soruyu soran yüce Allah olacaktır, cevabı da O verecektir. Çünkü O, bu soruyu kendisine cevab verecek hiçbir kimsenin olmayacağı bir zamanda soracak, şanı yüce, kendi kendisine cevab vererek: "Tek ve Kahhar olan Allah'ındır" diye buyuracaktır. en-Nehhâs dedi ki: Bu hususta yapılmış en sahih açıklama Ebû Vail'in, İbn Mes’ûd'dan rivâyet ettiği şu sözüdür: İnsanlar üzerinde yüce Allah'a isyan edilmemiş, gümüş gibi bembeyaz bir yer üzerinde haşredileceklerdir. Bir münadiye emir verilmesi üzerine o da: "Bugün mülk kimindir?" diye seslenecek, mü’minleriyle, kâfirleriyle bütün kullar: "Tek ve Kahhar olan Allah'ındır" diyeceklerdir. Mü’minler bu cevabı sevinç ve zevk duyarak verecekler, kâfirler ise kederle, boyun eğerek ve zilletle itaat arzederek söyleyecekler. Bu sözün insanların mahlukatın olmayacağı bir zamanda söylenecek olma ihtimali uzaktır. Çünkü bunun bir faydası olmaz. Bu söz İbn Mes’ûd'dan sahih olarak nakledilmiştir. Böyle bir şey kıyasla ya da te'vil ile söylenebilecek sözlerden de değildir. Derim ki: Birinci görüş de oldukça kuvvetli görülmektedir. Çünkü maksat, iddiacıların, iddialarının mülkü kendilerine nisbet edenlerin bu nisbetlerinin ardının arkasının kesileceği bir zamanda, yüce Allah'ın tek başına, ortaksız olarak mutlak malik olduğunu ortaya koymaktır. Çünkü o vakitte her hükümdar ve hükümdarlığı, her mütekebbir ve mülkü ortadan kalkmış olacak, onların nisbetleri, iddiaları da bitmiş, tükenmiş olacaktır. Buna şanı yüce Allah'ın yeri ve ruhları kabzedip, semayı da katlayıp, düreceği vakit: "Ben melikim, nerde yeryüzünün hükümdarları?" sözleri delil teşkil etmektedir. Nitekim daha önce bu Ebû Hüreyre ve İbn Ömer yoluyla gelen hadiste de (ez-Zumer, 39/67. ayetin tefsirinde) geçmişti. Sonra yüce Allah yeri solu ile katlayıp, dürecek, semavatı da sağı ile sonra da şöyle buyuracak: Ben melik olanım, nerde cebbar (zorba)lar? Nerde büyüklük taslayanlar? Buhârî, IV, 1812, V, 2389, VI, 2688; Müslim, IV, 2148; Ebû Davud, IV, 234; İbn Mace, I, 68, II, 1429; Dârimi, II, 418; Müsned, II, 374. Ayrıca ez-Zümer, 39/67. ayetin tefsirinde de geçen bu hadisin diğer bazı kaynakları için oraya da bakılabilir. Yine ondan rivâyete göre yüce Allah'ın: "Bugün mülk kimindir?" âyeti dünyada zamanın kesilmesi esnasında olacaktır, öldükten sonra diriliş ve kabirlerden kalkış da ondan sonra olacaktır. Muhammed b. Ka'b dedi ki: Yüce Allah'ın: "Bugün mülk kimindir?" sözü bütün mahlukatın yok olacakları ve geriye sadece yaratıcının kalıp malik olsun, memlûk olsun kendi zatından başka hiçbir kimsenin kalmayacağı iki nefha arasında olacaktır. İşte o vakit: "Bugün mülk kimindir?" diye soracak, kimse ona cevab veremeyecektir. Çünkü bütün yaratıklar ölmüş olacaklardır. Kendisi cevab vererek: "Tek ve Kahhar olan Allah'ındır." Çünkü sadece o kalmış olacaktır, bütün yaratıkları kahretmiş (öldürmüş) olacaktır. Şöyle de açıklanmıştır: Bir münadi seslenerek: "Bugün mülk kimindir?" diye soracak, cennetlikler ona: "Tek ve Kahhar olan Allah'ındır" diye cevab vereceklerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bunu da ez-Zemahşerî zikretmiştir. 17Bugünde herkese kazandığının karşılığı verilir. Bugün zulüm etmek yoktur. Şüphesiz Allah hesabı pek çabuk görendir. "Bugünde herkese kazandığının karşılığı verilir." Yani onlara o gün mülkün yalnızca Allah'ın olduğunu ikrar ve itiraf edecekleri vakit: "Bugün herkese" hayır ya da şer türünden olsun "kazandığının karşılığı verilir" denilecektir. "Bugün zulüm etmek yoktur." Hiç kimsenin amelinden birşey eksiltilmeyecektir. "Şüphesiz Allah hesabı pek çabuk görendir." Düşünmeye, hesap yapanların elleriyle, parmaklarıyla saydıkları gibi saymaya ihtiyacı yoktur. Çünkü O, bilgisinden hiçbir şeyin gizli ve saklı kalmadığı alimdir. Başkasıyla meşguldür diye kimsenin amelinin karşılığını vermeyi geciktirmez. Hepsine aynı anda rızık verdiği gibi, aynı şekilde hepsini de aynı anda hesaba çeker. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/202. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Haberde belirtildiğine göre: Daha gün ortalanmadan cennetlikler cennette öğle vakti istirahatine çekilecekler, cehennemlikler de cehenneme gitmiş olacaklar. 18Onları yaklaşan günle korkutup uyar. O vakit kalpler gam ve kederle dolu olarak gırtlaklara kadar gelip dayanacaktır. Zâlimlerin ne candan bir dostu, ne de şefaati kabul edilir bir şefaatçisi olacaktır. "Onları yaklaşan günle korkutup, uyar" âyetindeki "yaklaşan gün (yevmu'l-azife)" kıyâmet günü demektir. Ona bu ismin veriliş sebebi yakın oluşudur. Çünkü gelecek olan herşey yakın demektir. "Filan kişi yaklaştı" demektir. " Yaklaşır, yaklaşmak" anlamındadır. en-Nabiğa dedi ki: "Artık yola koyulma zamanı yaklaştı, şu kadar var ki, bizim yük taşıyan develerimiz, Hâlâ üzerindeki yüklerle duruyor, nerdeyse gitti, gidecek." Burada görüldüğü gibi bu kökten gelen fiil "yaklaştı" anlamında kullanılmıştır. Bu âyetin bir benzeri de yüce Allah'ın: "Yakın olan (el-azife) yaklaştıkça yaklaştı (ezifet)." (en-Necm, 53/57) Bu da kıyâmet yaklaştı, demektir. Kimileri bir misal olarak: "Artık yola koyulma zamanı geldi, fakat yok hiçbir azığım, Günahlardan başka; sebebi ise uğursuzluğum ve bedbahtlığım." okur ve derdi ki: "O vakit kalpler gam ve kederle dolu olarak gırtlaklara kadar gelip dayanacaktır" âyetindeki: " Gam ve kederle dolu olarak" âyeti hal olarak nasbedilmiştir ve manaya göre böyle gelmiştir. ez-Zeccâc dedi ki: Âyetin anlamı şöyledir: O gün insanların kalpleri gam ve kederlerini bastırmış oldukları halde "gırtlaklara kadar" gelip dayanacaktır. el-Ferrâ'' ifadenin takdirinin: Onlar kederle, gamla dolu oldukları halde "onları korkutup, uyar" anlamında olmasını uygun kabul ettiği gibi; "kalpler"e dair bir haber olmak üzere "gam ve kederle dolu olarak" anlamındaki lâfzın merfu gelmesini de uygun görmüş ve anlamın, o vakit onlar gam ve kederle dolu olduklarını saklamış olacaklar, şeklinde olduğunu söylemiştir. el-Kisaî de şöyle demiştir: "Gam ve kederle dolu olarak" âyetinin merfu gelmesi mübteda kabul edilmesine göre mümkündür. Şöyle de açıklanmıştır: "Yaklaşan gün"den kasıt, ölümün geleceği gündür. Bu açıklamayı da Kutrub yapmıştır. Aynı şekilde "o vakit kalpler... gırtlaklara kadar gelip dayanacaktır" âyetinde belirtilen hal de ölümün geleceği vakit ortaya çıkacaktır. Ancak birinci görüş daha kuvvetlidir. Katade de şöyle demiştir: Kalpler korkudan dolayı gırtlaklara gelip dayanacaktır. Ne dışarı çıkabilecekler, ne de yerlerine geri dönebilecekler. Bu ise ancak kıyâmet gününde olacaktır. Yüce Allah'ın: "Kalpleri ise bomboş olacaktır" (İbrahim, 14/43) âyetinde olduğu gibi. Bunun tahammül edilemeyecek kadar sıkıntıların en ileri derecesini haber vermek mahiyetinde olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Yürekler de gırtlaklara varmıştı" (el-Ahzab, 33/10) âyetinde olduğu gibi. Burada günün "el-âzife: yaklaşan"a izafe edilmesi "âzife: yaklaşan" kıyâmet günü takdirine yahutta "yaklaşan (âzife) mücadele, tartışma günü" takdirine göredir. Kûfelilere göre ise bu, bir şeyin kendi kendisine izafe edilmesi kabilindendir. "Mescidu’l-Cami (cami mescidi)" ile "salatu’l-ûlâ (ilk namaz)" gibidir. "Zâlimlerin ne" fayda verecek yakın ve "candan bir dostu, ne de" haklarında "şefaati kabul edilir" kendilerine şefaat edecek "bir şefaatçisi olacaktır." 19O, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediklerini bilir. "O, gözlerin hain bakışını... bilir." el-Müerric dedi ki: İfadede takdim ve tehir vardır. Şöyle demektir: O hain bakan gözleri bilir. İbn Abbâs dedi ki: Bu şu demektir: Kişi bir topluluk ile birlikte oturmakta iken yanlarından bir kadın geçer, o da beraberinde oturduğu kimselere farkettirmeden gizlice o kadına bakar. İşte yüce Allah bunu dahi bilir. Yine ondan gelen rivâyete göre burada kastedilen kişi kadına bakan, arkadaşları da kendisine baktığı vakit gözünü ona bakmaktan geri çeviren, onların kendisini farketmediklerini görünce, gizlice tekrar o kadına bakan, arkadaşları kendisine bakınca bakışını geri çeviren kimsedir. Yüce Allah onun keşke bu kadının avretine bakmayı dahi temenni ettiğini bile bilir. Mücahid dedi ki: "Gözlerin hain bakışı" Allah'ın yasakladığı şeylere gözün gizlice bakmasıdır. Katade de şöyle demiştir: Bu yüce Allah'ın sevmediği bir yerde farkettirmeden bakmaktır. ed-Dahhak da şöyle demiştir: Bu insanın görmüş olduğu halde görmedim demesi, görmediği halde de gördüm demesidir. es-Süddî: Bu gözle yapılan işarettir, der. Süfyan ise bundan kasıt ardı arkasına bakmaktır, demiştir. el-Ferrâ'' dedi ki: "Gözlerin hain bakışı" ikinci bakıştır. "Kalblerin gizledikleri" ise birinci bakıştır. Yine İbn Abbâs şöyle demiştir: "Kalplerin gizledikleri" eğer onunla başbaşa kalacak olsa, onunla zina eder mi etmez mi, demektir. "Kalplerin gizledikleri"nin kalplerin içlerinde sakladığı şeyler anlamına geldiği de söylenmiştir. Abdullah b. Ebi Şerh, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Mekkeliler eman aldıktan ve getirilip Osman (radıyallahü anh) da onun için (radıyallahü anhsûlullah -sallallahü aleyhi ve sellem-dan) eman istedikten sonra, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) uzun süre susmuş ve sonra da: "Evet (ona eman veriyorum)" demişti. Abdullah b. Ebi Şerh ayrılıp gidince Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) etrafında bulunanlara şöyle demiştir: "Susmamın tek sebebi sizden birinizin kalkıp onun boynunu vurması(nı beklemem) idi." Ensardan bir kişi: Niye bana işaret etmedin ey Allah'ın Rasûlü? diye söyleyince, Peygamber şöyle buyurdu: "Peygamberin hain bir bakışı olmaz." Ebû Davud, III, 59, IV, 12; Nesâî, VII, 106; Hakim, Müstedrek, III, 47; Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, VI, 169 -ravileri sikadır kaydıyla-, Abdullah b. Ebi Şerh, önceleri Medine'de vahiy katipliği yaparken irtidad edip Mekke'ye sığınmıştı. Mekke fethi sırasında görüldükleri yerde öldürülmeleri emredilenlerdendi. 20Allah hak ile hükmeder. O'ndan başka çağırdıkları ise hiçbir şeye hükmedemez. Muhakkak Allah herşeyi işitendir, görendir. "Allah hak ile hükmeder." Yani gözünü haramdan alıkoyanları da, haramlara bakanları da, güç yetirdiği vakit hayasızlıkları işlemek kararını verenleri de cezalandırır, amellerinin karşılığını verir. "Ondan başka çağırdıkları" putları "ise hiçbir şeye hükmedemez." Çünkü hiçbir şey bilmezler, hiçbir şeye güç yetiremezler ve hiçbir şeye malik değildirler. Burada (çağırdıkları anlamındaki) fiil genel olarak zâlimlerin durumunu haber vermek üzere "ye" ile okunmuştur. Ebû Ubeyd ile Ebû Hatim'in tercih ettiği okuma şekli de budur. Nafî, Şeybe ve Hişam ise "te" ile: " Çağırdığınız" diye okumuşlardır. "Muhakkak Allah herşeyi işitendir, görendir" âyetindeki : zamiri fazladan gelmiş bir fasl zamiridir. Mübteda olarak ref konumunda ondan sonra gelen ifadenin haber olması, cümlenin hepsinin: "Muhakkakın haberi olması da mümkündür. Buna göre anlamı şöyle olabilir: Muhakkak Allah O'dur ki, herşeyi işitendir, görendir. 21Acaba yeryüzünde gezip dolaşarak kendilerinden önce gelenlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmazlar mı? Onlar güç ve yeryüzündeki eserleri itibarı ile bunlardan daha üstün idiler. Allah yine de onları günahları sebebiyle alıp yakaladı. Allah'a karşı onları koruyan da olmadı. 22Buna sebeb şuydu: Peygamberleri onlara apaçık mucizelerle geliyorlardı da onlar kâfir oldular. Bunun üzerine Allah da onları alıp yakaladı. Çünkü O güçlüdür, cezalandırması pek çetindir. "Acaba yeryüzünde gezip dolaşarak... bakmazlar mı?" âyetindeki "bakmazlar mı" anlamındaki fiil başta geçen "gezip dolaşarak" anlamındaki fiile atf ile cezm konumundadır. Cevab olarak nasb konumunda olması da mümkündür. Bu gibi fiillerin tesniye ve çoğullarında nasb ve cezm halleri aynıdır. "Akıbetlerinin nasıl olduğuna" âyetindeki "akıbet" lâfzı: "Oldu, idi"nin ismi, haberi ise; "Nasıl" lâfzındadır. "Koruyan" lâfzı lâfza atıf ile cer konumundadır. Bununla birlikte mahalline ref ile ref konumunda olması da mümkündür. Ref ve cer halleri de aynıdır. Çünkü (her iki durumda da) "ye" harfi hazfedilir ve o "ye"ye delâlet etmek üzere geriye ("kaf" harfi sonundaki) kesre kalır. Bu âyetin anlamına dair açıklamalar daha önceden bir kaç yerde (mesela er-Rad, 13/34. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunduğundan bunları tekrar etmeye gerek yoktur. Müfessir 22. âyetin tefsirini daha önce benzerleri geçtiğinden dolayı tefsir etmemiş olmalıdır. Bir bölümü buna benzediği için, özellikle Al-i İmrân, 3/11. âyetin tefsirine bakılabilir. 23Yemin olsun Biz Mûsa'yı âyetlerimizle ve apaçık bir belge ile gönderdik; "Yemin olsun Biz Mûsa'yı âyetlerimizle... gönderdik" âyetinde sözü edilen "âyetler" daha önce geçen yüce Allah'ın: "Yemin olsun ki Biz Mûsa'ya apaçık dokuz âyet verdik" (el-İsra, 17/101) âyetinde sözü geçen âyetlerdir. Bunların muayyen olarak hangileri olduklarına dair açıklamalar da (el-İsra, 17/101. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Ve apaçık bir belge" açık ve seçik bir delil demektir. Buradaki "sultan: belge" hem müzekker, hem müennes gelebilir. "Sultan: belge" ile Tevrat'ın kastedildiği de söylenmiştir. 24Fir'avun'a, Haman'a ve Karun'a. Onlar: "Çok yalancı bir sihirbaz bu!" dediler. "Fir'avun'a, Haman'a ve Karun'a" özellikle bunların sözkonusu edilmesi Mûsa (aleyhisselâm)'a yapılan düşmanlığın düzenlenip, uygulamaya konulmasının esasını onların teşkil etmelerinden dolayıdır. Fir'avun kral, Haman vezir, Karun ise mal ve hazinelerin sahibiydi. Allah onu da öbürleriyle birlikte sözkonusu etmiştir. Çünkü onun küfür ve yalanlamak hususunda yaptıkları, diğer ikisinin yaptıkları gibi idi. "Onlar: Çok yalancı bir sihirbaz bu! dediler." Mûsa (aleyhisselâm)'a karşı koymaktan acze düştüklerini anlayınca, onun getirdiği mucizeleri büyü diye yorumladılar. 25İşte o kendilerine nezdimizden hakkı getirdiğinde: "Onunla birlikte îmana gelenlerin oğullarını öldürün, kadınlarını diri bırakın" dediler. Halbuki kâfirlerin hilesi durum ne olursa olsun boşa çıkar. "İşte o kendilerine nezdimizden hakkı getirdiğinde" bu ise apaçık mucize idi. "Onunla birlikte îman edenlerin oğullarını... öldürüp... dediler." Katade dedi ki: Bu öldürme daha önceki ilk öldürmeden ayrıdır, çünkü Fir'avun, Mûsa (aleyhisselâm)'ın doğumundan sonra çocukları öldürmeye son vermişti. Allah Mûsa'yı peygamber olarak gönderince onlara bir ceza olmak ve insanların îman etmekten uzak kalmalarını sağlamak maksadı ile tekrar İsrailoğullarının çocuklarını öldürmeye koyuldu. Ayrıca bununla sayılarının artarak çoğalan erkek nüfusu ile güçlerinin artmasını da önlemeye çalışmıştı. Yüce Allah ise onların üzerine indirmiş olduğu çeşitli azaplarla -kurbağalar, haşerat, kan ve tufan gibi İsrailoğulları Mısır'dan çıktıkları zamana kadar- bu planlarını uygulamalarına imkan vermedi ve sonunda yüce Allah onları suda boğdu. İşte yüce Allah'ın: "Halbuki kâfirlerin hilesi durum ne olursa olsun boşa çıkar" âyetinin anlamı budur. Yani onların hile ve tuzaklarının sonucu hüsrandır ve yok oluştur. İnsanlara karşı bu gibi uygulamalar yapılsa dahi onlar îman etmekten geri kalmazlar. Bu gibi planları uygulamaya çalışanların bütün hile ve tuzakları batıl olur, boşa çıkar. 26Fir'avun dedi ki: "Bırakın beni, Mûsa'yı öldüreyim. O da varsın Rabbini çağırsın. Çünkü ben onun dininizi değiştirmesinden veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmasından korkuyorum." "Fir'avun dedi ki: Bırakın beni Mûsa'yı öldüreyim. O da varsın Rabbini çağırsın" âyetindeki: "Öldüreyim" fiilinin cezm ile gelmesi (bırakın anlamındaki) emrin cevabı olduğundan dolayıdır. "Çağırsın" fiili de cezm ile gelmiştir, çünkü o da bir emirdir. Ancak: " Bırakın beni" fiili ise -emir olsa dahi- meczum değildir. Merhum müfessirimizin bu son fiil hakkında "meczum' olmadığını söylemişini Arap dili kurallarına göre açıklamak zordur. Sona gelen zamir ile vikaye "nun'unu gözönüne getirmeyecek olursak, fiilin cemi' halinin sonuna gelen 'nun" harfi cemi' miizekkerde cezm alameti olarak hazf edilmiştir. Sondaki "beni" anlamını veren "ye" zamirinin telaffuzunun mümkün olabilmesi için fiil ile zamir arasına bir "nun" getirilmiştir, Bu da bu gibi hallerde yapılan bir uygulamadır. Ancak lâfzı meczum lâfzı gibidir, mebnidir. Şöyle açıklanmıştır: İşte bu, Fir'avun'a: Biz onun sana beddua edeceğinden ve bu bedduasının kabul edileceğinden korkuyoruz demiş olduklarına delildir. Onlar bunu söyleyince, o da: "O da varsın Rabbini çağırsın" diye cevab vermiştir. Yani onun Rabbine dair sözünü ettiği hususlar sizi korkutmasın. Böyle bir şeyin gerçeği yoktur, en yüce rabbiniz benim. "Çünkü ben onun dininizi" sizin bana ibadet etmenizi "değiştirmesinden" Rabbine ibadete sizi yöneltmesinden "veya yerde bozgunculuk çıkarmasından korkuyorum." Yani şayet o dininizi değiştirmeyecek olursa, hiç şüphesiz yerde bozgunculuk çıkartacaktır. Yani ondan dolayı insanlar arasında anlaşmazlık baş gösterecektir. Medinelilerin, Ebû Abdurrahman es-Sülemî'nin İbn Amir ve Ebû Amr'ın kıraati "Ve yerde bozgunculuk çıkarmasından" şeklinde; Kûfelilerin kıraati ise: " Veya bozgunculuğun baş göstermesinden" şeklinde fiilin "ye" harfi üstün, "fesad" lâfzının "dal" harfi de ötreli okumuşlardır. Kûfelilerin mushaflarında da aynı şekilde: " Veya" şeklinde elif iledir. Yani Medinelilerin ve diğerlerinin okuyuşu gibi "elif'siz sadece ve (vav harfi) ile değildir. Ebû Ubeyd'in kabul ettiği de budur, o şöyle demiştir: Çünkü burada bir harf ziyadesi vardır ve bu faslı (öncekinden ayrı bir mananın kastedildiğini) nifade etmektedir. Diğer taraftan: " Veya" aynı zamanda "vav" anlamında da olabilir. en-Nehhâs dedi ki: Ancak nahivcilerin ileri gelenlerine göre "vav" anlamında olması mümkün değildir. Çünkü bu durumda (lâfızların) anlamlan iptal edilir. Şayet "vav" anlamında olsaydı, burada ayrıca buna gerek duyulmazdı. Çünkü "vav" anlamı kabul edilecek olursa, ben her iki işten de korkuyorum demek olur. "Veya" ise iki işten birisinden korkuyorum demek olur. Yani "çünkü ben onun dininizi değiştirmesinden korkuyorum" eğer bunu yapamayacak olursa, yeryüzünde bozgunculuk çıkartacaktır demektir. 27Mûsa: "Gerçekten ben hesab gününe îman etmeyen, her büyüklenenden benim de, sizin de Rabbinize sığınırım" dedi. "Mûsa" Fir'avun kendisini öldürülmekle tehdit edince Allah'a sığınarak: "Gerçekten ben hesap gününe îman etmeyen" vasfına sahib ve Allah'a îman etmeyi büyüklüğüne yedirmeyen "her büyüklenenden benim de, sizin de Rabbinize sığınırım, dedi." 28Fir'avun ailesinden olup imanını gizleyen mü’min bir adam dedi ki: "Siz benim Rabbim Allah'tır, dedi diye bir adamı öldürür müsünüz? Halbuki o size Rabbinizden apaçık belgelerle geldi. Eğer o yalancı ise yalanı kendi aleyhinedir. Eğer doğru söylüyor ise onun size vaadettiğinin bir bölümü gelir, sizi bulur. Şüphesiz Allah haddi aşan ve yalan söyleyen kimseleri doğru yola iletmez." Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "...Mü’min bir adam dedi ki..." âyeti ile ilgili olarak kimi müfessirler şunu belirtmişlerdir: Bu adamın ismi Habib idi. Adının Şem'an olduğu da söylenmiştir. es-Süheylî: Bu hususta en sahih görüş budur, demektedir. Taberî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun-'nin Tarih'inde ismi Habrek idi, denilmektedir. Hazkiyel olduğu da söylenmiştir, bunu da es-Sa'lebî, İbn Abbâs'tan zikretmiş ve birçok ilim adamı da bu kanaati benimsemiştir. ez-Zemahşerî adının Sem'ân ya da Habib olduğunu söylemiştir. Hurbil ve Hazbil olduğu da söylenmiştir. Ayrıca bu kişinin İsrailoğullarından mı yoksa Kıbtilerden mi olduğu hakkında da görüş ayrılığı vardır. el-Hasen ve başkaları bu Kıbti bir kimse idi, demişlerdir. Bunun Fir'avun'un amcasının oğlu olduğu da söylenmektedir. Bu açıklamayı da es-Süddî yapmıştır. Ayrıca şöyle demektedir: Mûsa (aleyhisselâm) ile birlikte kurtulan kişi de budur. Bundan dolayı burada: "Fir'avun ailesinden olup" diye buyurmaktadır. Yüce Allah'ın: "Derken şehrin uzak tarafından bir adam seyirterek geldi, dedi ki: Ey Mûsa..." (el-Kasas, 28/20) âyetinde kastedilen adam da budur. Bu Mukâtil 'in görüşüdür. İbn Abbâs da şöyle demiştir: Fir'avun ailesinden bundan, Fir'avun'un hanımından ve Mûsa'yı uyararak: "İleri gelenler seni öldürmek için hakkında danışıyorlar" (el-Kasas, 28/20) diye uyaran mü’minden başka îman eden kimse yoktu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Sıddîklar Yasin Sûresi'nde îman eden kişi olduğu belirtilen Habib en-Neccar, Rabbim Allah'tır dediği için bir adamı öldürecek misiniz diyen Fir'avun ailesinden îman eden kişi ile üçüncüleri olan Ebû Bekir es-Sıddîktır. Bu da onların en faziletlisidir." Deylemi, Firdevs, II, 421; Münavi, Feydu'l-Kadir, IV, 238; ancak üçüncü kişi olarak Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'i saymakta; Fir'avun hanedanından îman eden kişinin ismini da Deylemi "Hurbil" Munavi, "Hazkiyel" olarak vermektedir. Bu rivâyetin hadis olarak sıhhatinin değerlendirilmesine dair herhangi bir bilgiye rastlayamadık. Ancak merhum müfessirin bunu "ruviye: rivâyet edildi" diyerek kaydetmesi, hadis olmadığı ihtimalini kuvvetlendiren hususlardan biri olarak değerledirilebilir. Bu âyet Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir tesellidir. Yani sen kavmin arasından müşrik olanlara hayret etme! Burada sözü edilen kişinin Fir'avun nezdinde bir yeri vardı. Bundan dolayı Fir'avun ona kötülük yapmak maksadı ile ilişmedi. Bu adamın Fir'avun ailesinden imanını gizleyen İsrailoğullarına mensub bir kimse olduğu da söylenmiştir. Bu da es-Süddî'den nakledilmiş bir görüşdür. Bu görüşe göre ifadede takdim ve tehir vardır, ifadenin takdiri şöyledir: Fir'avun hanedanına karşı imanını gizleyen mü’min bir adam dedi ki: Adamı Kıbtilerden kabul edenler: " ...den" edatının adama sıfat olan hazfedilmiş bir lâfza taalluk ettiğini kabul ederler. İfadenin takdiri de şöyle olur: Fir'avun ailesine mensub mü’min bir adam dedi ki ...Bu da onun yakınlarından ve akrabalarından bir kimse demek olur. Bu adamın İsrailoğullarından olduğunu kabul eden kimse ise bu edatın "gizleyen" anlamındaki lâfza taalluk ettiğini ve "gizleyen" fiilinin ikinci mef'ûlü konumunda olduğunu kabul eder. el-Kuşeyrî dedi ki: Bu kişinin İsrailoğullarından olduğunu söyleyenlerin görüşü uzak bir ihtimaldir. Zira Arapçada: "Ondan şu işi gizledi" denilir. Bunu anlatmak için:denilmez. Yüce Allah da (bu kullanıma uygun olarak) şöyle buyurmaktadır: "Allah'tan hiçbir sözü de gizleyemeyeceklerdir." (en-Nisa, 4/42) Aynı şekilde Fir'avun, İsrailoğullarından bir kimseden böyle bir sözü dinlemeye tahammül göstermezdi. 2- "Rabbim Allah'tır" Diyen Bir Adamı Öldürmek, Fir'avun ve Hanedanını Azâb ile Tehdit: "Siz benim Rabbim Allah'tır dedi diye bir adamı öldürür müsünüz?" Bir adamı "Benim Rabbim Allah'tır" dediği için öldürür müsünüz" demektir. Bu bakımdan başından harf-i cerrin kaldırılması suretiyle nasb konumundadır. "Halbuki o size Rabbinizden apaçık belgelerle" dokuz mucize ile "geldi. Eğer o yalancı ise yalanı kendi aleyhinedir." Mü’min şahıs bu sözünü Mûsa (aleyhisselâm)'ın risaletinde ve doğru söylediğinde şüphe ettiği için söylemiş değildi. Ancak bu gelecek eziyeti güzel bir şekilde önlemek ve bunu bertaraf etmek için kullanılan yumuşak bir üslub idi. Âyet-i kerimedeki: " İse" eğer "nun" ile şeklinde gelmiş olsaydı yine câiz olurdu. Şu kadar var ki Sîbeveyh'in görüşüne göre kullanım çokluğu dolayısıyla "nun" hazfedilmiştir. Ebû'l-Abbas'ın görüşüne göre: İ'rabin alametinin üzerinde görüldüğü bir harftir. "Eğer doğru söylüyor ise onun size vaadettiğinin bir bölümü gelir, sizi bulur." Yani onun sizi kendisi ile tehdit ettiği azâbın sadece bir bölümü dahi size isabet edecek olursa helâk olursunuz. Ebû Ubeyde'nin kanaatine göre "size vaadettiğinin bir bölümü" size vaadettiğinin tamamı anlamındadır. Ebû Ubeyd (bu kanaatine delil olmak üzere) Lebid'in şu beyitini zikretmektedir: "Beğenmedim mi bir yerleri hemen terkederim oraları, Yahutta bazı nefislere ölümü gelir yapışır." Buradaki "bazı" hepsi anlamındadır. Çünkü onlara azâbın bir bölümü isabet edecek olsa şüphesiz ki tehdit olunan azâbın kapsamına girdikleri için kaçınılmaz olarak onlara azâbın tümü isabet edecektir. Böyle bir üslub, öğüt verirken sözü yumuşatmak kabilindendir. el-Maverdî'nin naklettiğine göre de "bazı" hitabı yumuşatmak ve ifadede bir genişlik olmak üzere "bütünüyle, tamamıyla" yerinde kullanılabilmektedir. Nitekim şair şöyle demiştir: "Teenni ile hareket eden bir kimse elde edebilir ihtiyaçlarının bazısını, Yanılgı da bazan acele edenle birlikte olabilir." Yine denildiğine göre o, bu şekilde herbirisi helâk edici olan türlü azaplarla kendilerini sakındırdığı için böyle konuşmuştur. Sanki onları bu çeşitli azaplardan birisinin gelip kendilerine isabet etmesinden onları sakındırmış gibidir. Bir başka açıklamaya göre Mûsa (aleyhisselâm) kâfir oldukları takdirde dünya azâbı ya da ahiret azabından birisi ile tehdit etmişti. O halde anlam, sizi iki azaptan birisi gelip bulur, demektir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Onun söylemiş olduğu bu azâb dünyada gelip sizi bulacaktır ve size yapılan tehdidin bir kısmı da budur. Sonra ayrıca ahirette de azâb sizi gelip bulacaktır. Bir başka açıklamaya göre onları kâfir olmaları halinde azâb ile tehdit ettiği gibi, îman etmeleri halinde de mükâfat vaadinde bulunmuştur. İşte kâfir olacak olurlarsa onlara vaadolunanın bir bölümü kendilerini gelip bulmuş olacaktır. "Şüphesiz Allah" kendi aleyhine "haddi aşan ve" Rabbine karşı "yalan söyleyen kimseleri doğru yola iletmez." Bu sözleriyle Mûsa (aleyhisselâm)'a işaret etmektedir. Bu durumda bunlar da mü’min kişinin söylediği sözler arasındadır. Bir başka açıklamaya göre inadında "haddi aşan ve" iddiasında da "yalan söyleyen" sözleri ile Fir'avun'a işaret etmektedir. O vakit bu sözler yüce Allah'ın âyetleridir. 3- Îmanın Dil İle İfade Edilmesi: "Îmanını gizleyen..." âyeti ile ilgili olarak Kadı Ebubekir b. el-Arabî şöyle demektedir: Bazıları mükellef olan bir kimse imanını gizleyip dili ile bunu ifade etmeyecek olursa, (sırf kalbindeki) itikadı ile mü’min olmayacağını zannetmişlerdir. Malik ise şöyle demiştir: Kişi kalbinde hanımını boşamayı niyet edecek olursa, -kalbiyle mü’min ve kâfir olduğu gibi- bu boşama da gerçekleşir. Böylelikle o, imanın nazar-ı itibara alınmasında kalbi esas olarak kabul etmiştir, durum da böyledir. Ancak bu mutlak olarak (her zaman) bu şekilde olmaz. Biz buna dair açıklamalarımızı Fıkıh Usulü adlı eserimizde yapmış bulunuyoruz. Bunun özeti de şudur: Mükellef olan bir kimse kalbiyle kâfir olmayı niyet edecek olursa -dili ile bunu ifade etmese dahi- kâfir olur. Ancak kalbinden îman etmeyi niyet edecek olursa, dili ile bunu ifade etmedikçe hiçbir şekilde mü’min olmaz. Takiyye yapmak ve korku içerisinde bulunmak kendisi ile yüce Allah arasında dili ile bunu ifade etmesine engel değildir. Takiyye yapmak, sadece diliyle söylediği bu sözü başkasına işittirmemesine sebeb teşkil edebilir. Îmanın teklif hükmü olarak sahih olması için başkasının onu işitme şartı, sadece (mü’min olmaması halinde) can ve malına gelecek taarruzları önlemek içindir. 4- "Rabbim Allah'tır Demek" ve Bu Uğurda Sıkıntılara Katlanmak: Buhârî ve Müslim'in rivâyetine göre Urve b. ez-Zübeyr şöyle demiştir: Abdullah b. Amr b. el-As'a dedim ki: Bana müşriklerin Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karşı yaptıkları en ağır işi haber ver. Dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kabe'nin avlusunda iken Ukbe b. Ebi Muayt geldi, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın omuzunu yakaladı. Elbisesini boynuna doladı ve boynunu onunla sıktıkça sıktı. Ebû Bekir geldi, onu omuzundan yakalayıp Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın üzerinden onu itti ve: "Siz benim Rabbim Allah'tır dedi diye bir adamı öldürür müsünüz? Halbuki o size Rabbinizden apaçık belgelerle geldi." dedi. Buhârî'nin lâfzı ile hadis bu şekildedir Buhârî, III, 1345, 1400, IV, 1814; Müsned, II, 204. Tirmizî el-Hakim de bunu Nevadiru'l-Usul adlı eserinde Cafer b. Muhammed'den o babasından, o Ali (radıyallahü anh)'dan diye rivâyet etmiştir. Buna göre Ali (radıyallahü anh) dedi ki: Ebû Talib'in vefatından üç gün sonra Kureyşliler bir araya gelip toplandılar. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı öldürmek istediler. Kimisi gelip onu dövüyor, kimisi onu yerinden kaldırıp sarsıyordu. O gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yardım istedi, Ebû Bekir (radıyallahü anh)'ın dışında kimse onun yardımına gelemedi. İki tane örüğü vardı. Birisini vuruyor, diğerini yerinden kaldırıyordu. Sesinin çıkabildiği kadar da: Yazıklar olsun sizlere! "Siz benim Rabbim Allah'tır dedi diye bir adamı öldürür müsünüz" Allah'a yemin ederim ki şüphesiz ki o Allah'ın Rasûlüdür, diyordu. O gün Ebû Bekir'in örüklerinden birisi kopmuştu. Ali (radıyallahü anh) dedi ki: Allah'a yemin ederim, Ebû Bekir'in bir günü Fir'avun ailesinden îman edenden daha hayırlıdır. Çünkü o adam imanını gizlemişti. Yüce Allah buna rağmen Kitabında ondan övgüyle sözetmektedir. İşte Ebû Bekir imanını açığa vurdu, malını, kanını Allah uğrunda cömertçe feda etti. Tirmizi el-Hakim, Nevadiru'l-Usul, III, 10; Bezzar, Müsned, III, 15 "bu hadisin sadece kaydedilen bu rivâyet yolunun bilindiğini" kaydederek; Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, IX 47de: "ravileri arasında tanımadığı vardır" kaydıyla. Derim ki: Ali (radıyallahü anh)'ın o kişinin imanını gizlediğini sözkonusu etmesinden kastı, Ebû Bekir es-Sıddîk'ın aksine davranarak işin başında imanını gizlemiş olduğudur. Ebû Bekir ise ta işin başında imanını açığa vurmuş ve gizlememiştir. Yoksa Kur'ân-ı Kerîm Fir'avun ailesinden îman eden kişi -ileride açıklanacağı üzere- Mûsa (aleyhisselâm)'ı öldürmek istediklerinde imanını açığa vurmuştur. Yine "Nevadiru'l-Usul" adlı eserde Ebû Bekir (radıyallahü anh)'ın kızı Esma (radıyallahü anhnhâ)'dan rivâyete göre ona şöyle sormuşlar: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a müşriklerin verdiğini gördüğün en ağır zarar ne idi? O şöyle cevab verdi: Müşrikler Mescidde oturuyorlar, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ilâhları hakkında neler söylediğini kendi aralarında müzakere ediyorlardı. Onlar bu halde iken Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) (bulundukları yere) girdi. Hep birlikte onun üzerine kalkıp yürüdüler. Ona bir şey sordukları vakit onlara doğru cevab verirdi. Ona: Sen bizim ilâhlarımız hakkında şunları, şunları söylemiyor musun? dediler, o: "Söylüyorum" dedi. Hep birlikte onun üzerine atıldılar. Feryad edip, imdat isteyen kişi Ebû Bekir'e gelerek: Arkadaşına yetiş, dedi. Ebû Bekir yanımızdan çıkıp gitti. O sırada örükleri de vardı. Mescide: Yazıklar olsun sizlere "Siz benim Rabbim Allah'tır dedi diye bir adamı öldürür müsünüz? Halbuki o size Rabbinizden apaçık belgelerle geldi" diyordu. Bu sefer Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı bırakıp Ebû Bekir üzerine yürüdüler. Bize geri döndüğünde elini hangi örüğüne atsa mutlaka elinde kaldığını görüyorduk. Bu arada da o: Ey celal ve ikram sahibi şanın ne yücedir! Ey ikram sahibi, ikram sahibi, diyordu. Humeydi, Müsned, I, 155; İbn Abdi’l-Berr, el-lstiab, II, 967. 29"Ey kavmim! Bugün bu yerde üstünlük sağlayanlar olarak mülk sizindir. Eğer Allah'ın azâbı bize gelirse, bize kim yardım eder?" Fir'avun dedi ki: "Ben size ancak gördüğümü gösteriyorum ve ben sizi doğru yoldan başkasına da iletmiyorum." "Ey kavmim! Bugün... mülk sizindir" sözleri Fir'avun hanedanından îman eden kişinin sözleridir. Onun: "Ey kavmim!" diye hitab etmesi Kıbti oluşuna delildir. Bundan dolayı onları kendisine izafe ederek: "Ey kavmim" demiş, böylelikle öğüdünü kabul etmeleri ihtimalini yükseltmeye çalışmıştır. "Bu yerde üstünlük sağlayanlar" galib gelenler "olarak mülk sizindir." Buradaki "Üstünlük sağlayanlar olarak" âyeti hal olarak nasb ile gelmiştir. Üstün olduğunuz bu halinizde... anlamındadır. "Yer"den kasıt es-Süddî ve başkalarının görüşüne göre Mısır topraklarıdır. Bu da yüce Allah'ın: "İşte Biz böylece Yûsuf’a o yerde imkan hazırladık." (Yusuf, 12/21) Yani Mısır topraklarında... âyetine benzemektedir. "Eğer Allah'ın azâbı bize gelirse, bize kim yardım eder?" Allah'ın azabına karşı bizi kim koruyabilir? O bu sözleriyle eğer Mûsa doğru söyleyen birisi ise, Allah'ın intikamından onları sakındırmak istemiş, öğüt vermiş ve onları sakındırmış idi. Fir'avun delilinin kuvvetli olduğunu bildiğinden: "Ben size ancak gördüğümü gösteriyorum..." diye cevab vermiştir. Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem'in açıklamasına göre: Benim size gösterdiğim yol kendim için uygun gördüğüm yoldan başkası değildir, "Ve ben sizi" Mûsa'yı yalanlamak ve bana îman etmek "doğru yoldan başkasına da iletmiyorum." 30Îman eden o kimse dedi ki: "Ey kavmim! Muhakkak ben sizin için o grubların günü gibi bir günden korkuyorum; "Îman eden o kimse" öğüt vermeyi daha da ileriye götürerek "dedi ki: Ey kavmim! Muhakkak ben sizin için o grupların günü gibi bir günden korkuyorum." Daha sonra sözü gelecek ve peygamberlere karşı gruplar oluşturmuş kimselerin azâb günleri gibi günlerle karşılaşmanızdan korkuyorum. "Ey kavmim! Muhakkak ben sizin için bağrışıp, çağrışma gününden korkarım." Öğüt ve korkutmayı daha ileri götürüp îman ettiğini açıkça ifade etmektedir. Bu ifadeleri ise ya öldürüleceğine kendisini hazırlayarak teslimiyetini ifade etmek üzere söylemiştir, veya onların kendisine kötülük maksadıyla ilişmeyeceklerine güvenerek söylemiştir. Yüce Allah da "Sonunda Allah kurdukları tuzakların kötülüklerinden korudu onu" (el-Mu'min, 40/45) hak âyeti gereğince onların kötülüklerine karşı o mü’mini korumuştur. 31"Nûh kavmi, Âd, Semud ve onlardan sonra gelenlerin başına gelenin benzerinden. Allah kullara zulüm dilemez. 32"Ey kavmim! Muhakkak ben sizin için bağrışıp, çağrışma gününden korkarım. "Bağrışıp, çağrışma" âyeti genel olarak "dal" harfi şeddesiz okunmuştur, bundan kasıt kıyâmet günüdür. Umeyye b. Ebi's-Salt: "Ve derken orada yaratıklarını yaydı, orayı (yeri) yayıp, döşediği vakit İşte onlar o bağrışıp, çağrışmaya (kıyâmete) kadar, oranın sakinleri kalacaklardır." Kıyâmet gününe bu adın veriliş sebebi, insanların birbirlerine yüksek sesle çağrışacaklarından dolayıdır. Araf'ta bulunanlar simalarından tanıdıkları birtakım kimselere seslenecekler, cennetlikler cehennemliklere: "Rabbimizin bize vaadettiğini hak bulduk." (el-Araf, 7/44) diye seslenecekler, cehennemlikler de cennetliklere: "Bize biraz su... akıtın." (el-Araf, 7/50) diye sesleneceklerdir. Yine münadi kimlerin bedbaht ve kimlerin de mutlu olduklarını ilan ederek şöyle diyecektir: Şunu bilin ki filan oğlu filan ardından ebediyyen mutlu olmayacak bir bedbahtlıkla bedbaht olmuştur ve yine şunu bilin ki, filan oğlu filan ardından ebediyyen bedbaht olmayacak bir mutlulukla mutlu olmuştur. Bu, amellerin tartılacağı vakit olacaktır. O vakit melekler de cennetliklere: "Yapmaya devam ettiklerinize karşılık mirasçısı kılındığınız cennet işte budur" (el-Araf, 7/43) diye sesleneceklerdir. Ölümün boğazlanacağı vakitte şöyle seslenilecektir: Ey cennetlikler! Artık sizin için ebedilik vardır, ölüm olmayacaktır ve ey cehennemlikler, artık sizin için ebedilik vardır, ölüm olmayacaktır Buhârî, IV, 1760, V, 2396, 2397; Müslim, IV, 2188; Tirmizi, IV, 691; Dârimi, II, 424; İbn Mace, II, 1447; Müsned, II, 118, 368, 513, III, 9. Herbir topluma kendi İmâmlarının (önderlerinin) arkasından gitsinler diye seslenileceği gibi daha başka çeşitli seslenişler de olacaktır. el-Hasen, İbn es-Semeyka', Yakub, İbn Kesîr ve Mücahid ise "bağrışıp, çağrışma" anlamındaki : âyetini aslına uygun olarak "ye" harfi ile okumuşlar ve vakıfta da aslına göre vakıf yapmışlardır. İbn Abbâs, ed-Dahhak ve İkrime ise dal harfini şeddeli okumuşlardır. Bazı Arapça bilginleri bunun lahn olduğunu söylemişlerdir. Çünkü o takdirde kaçıp gitmek anlamında kullanılanfiilinden gelmiş olur. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Çökmüş ve uykuda develer ki beni korkutmuştur, Onların kaçıp, gidenlerinin üzerine ben kınından sıyrılmış keskin kılıçla koşarken." Bu kanaatte olan kimseler kıyâmet gününde böyle bir şeyin anlamı yoktur, derler. Ebû Cafer en-Nehhâs ise dedi ki: Bunun lahn olduğunu söylemek yanlıştır. O gün nefretle uzaklaşıp kaçmak günüdür, anlamında böyle bir okuyuş güzeldir. ed-Dahhak dedi ki: Bu, onların cehennemin uğultusunu işitecekleri vakit kaçarak uzaklaşmalarını anlatmaktadır. Yerden hangi bölgeye giderlerse mutlaka orada saf saf meleklerle karşılaşacaklar ve nihayet tekrar ilk bulundukları yere geri gelecekler. İşte yüce Allah'ın: "Bağrışıp, çağrışma günü (bu okuyuş ve anlama göre ise: kaçışma günü)" âyetinde anlatılan bu olduğu gibi; "Ey cin ve insan toplulukları eğer göklerle yerin kenarlarından kaçmaya gücünüz yetiyorsa, kaçın!" (er-Rahmân, 55/33) âyeti ile: "Melekler de onun çevresinde olacaklar" (el-Hakka, 69/17) âyetleri de buna benzemektedir. Bunu İbn Mübarek bu manada zikretmiş ve şöyle demiştir: Bize Abdurrahman b. Yezid b. Cabir haber verdi, dedi ki: Bize Abdu’l-Cebbar b. Ubeydullah b. Selman yüce Allah'ın: "Muhakkak ben sizin için bağrışıp çağrışma gününden korkarım. O günde arkanızı dönüp gideceksiniz" âyeti hakkında dedi ki: Sonra gözleri gözyaşları ile onlara karşılık verecekler ve gözyaşları bitene kadar ağlayacaklar. Daha sonra gözleri kan ağlayarak onlara cevab verecek ve kan bitinceye kadar ağlayacaklar. Sonra irin akıtarak gözleri onlara karşılık vereceklerdir. (Abdu'l-Cebbar b. Ubeydullah devamla) dedi ki: Yüce Allah tarafından üzerlerine bir şey gönderilir, onlar da arkalarını dönerek kaçarlar. Sonra gözyaşları irin akıtmaya başlar. İrin bitinceye kadar ağlamaya devam ederler, gözleri çamurdaki çatlaklar gibi yuvalarında kaybolur gider. Şöyle de denilmiştir: Bu İsrafil (aleyhisselâm)'ın Sur'a Feza' (korku ve dehşet) üfürüşünü üfüreceği vakit gerçekleşecektir. Bunu da Ali b. Ma'bed, et-Taberî ve başkaları Ebû Hüreyre yoluyla gelen bir hadis olarak zikretmişlerdir. Bu hadiste şu ifadeler yer almaktadır: "O vakit yeryüzü dalgaların sağa sola ittiği denizdeki bir gemi gibi olacaktır. İnsanlar yerin sırtında çalkanıp, duracaklar. Emzikliler emzirdikleri yavrularını unutacaklar. Hamile olanlar karınlarındaki yavrularını bırakacaklar. Küçük çocukların saçları ağıracak. Şeytanlar etrafa, sağa sola kaçışıp gidecekler. Melekler ise onların suratlarına, suratlarına vuracaklar. İnsanlar arkalarını dönüp kaçacaklar, bağrışarak birbirlerine seslenecekler. İşte yüce Allah'ın: "Bağrışıp çağrışma gününden korkarım... o günde arkanızı dönüp gideceksiniz ve sizi Allah'a karşı koruyacak kimseniz olmayacaktır. Allah'ın saptırdığını doğru yola iletecek kimse bulunmaz" âyeti ile dile getirdiği durum budur." İshak b. Rahveyh, Müsned, I, 86. deyip, hadisi bütünü ile zikretmektedir. Biz bu hadisi "et-Tezkire" adlı eserimizde zikretmiş ve orada buna dair açıklamaları yapmış bulunuyoruz. Ali b. Nasr'dan, onun da Ebû Amr'dan rivâyet ettiğine göre Ebû Amr sadece vasl halinde olmak üzere: "Bağrışıp, çağrışma" kelimesinin "dal" harfini sakin olarak okuduğunu rivâyet etmiştir. Ebû Ma'mer ise Abdu'l-Varis den sadece vasl halinde "ye" harfini ziyade ettiğini rivâyet etmiştir, Verş'in benimsediği şekil de budur. Şu kadar var ki Ebû Amr'dan gelen meşhur rivâyet her iki halde de "ye"yi hazfettiği şeklindedir. Zikrettiğimiz üzere Verş'den gelen rivâyet ile daha önce kaydettiğimiz İbn Kesîr'den gelen rivavet dışında, yedi kıraat İmâmlarının diğerleri de böyle okumuşlardır. Denildiğine göre kıyâmet gününe "yevmu't-tenad (bağrışıp, çağrışma günü)" adının veriliş sebebi, kâfirin o günde "veyl (vay başıma, veyl bana), sübur (keşke ölseydim) ve hasret (yazıklar olsun bana)" diye seslenecek olmasıdır. Bu açıklamayı İbn Cüreyc yapmıştır. Bir başka açıklamaya göre burada hazfedilmiş lâfızlar vardır. Gerçek şu ki: ben sizin için bağrışıp çağrışma gününün azabından korkuyorum, demek Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 33"O gün arkanızı dönüp gideceksiniz ve sizi Allah'a karşı koruyacak kimseniz olmayacaktır. Allah'ın saptırdığını doğru yola iletecek kimse bulunmaz." "O gün arkanızı dönüp gideceksiniz" âyeti "bağrışıp, çağrışma gününden" bedeldir. "Allah'ın saptırdığını doğru yola iletecek kimse bulunmaz." Yani yüce Allah'ın, kalbinde sapıklığı yarattığı kimseyi kimse hidaye erdiremez. Bu âyetin kim tarafından söylendiği hususunda da iki görüş vardır. Birisine göre bunu söyleyen Mûsa (aleyhisselâm)'dır, ikincisine göre ise dar-u zahir (güçlü) olan görüşe göre Fir'avun ailesinden îman eden kimsedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 34Yemin olsun önceden Yusuf da size apaçık belgelerle gelmiş idi. O zamanlar da size getirdiğinden şüphe edip durmuştunuz. Nihayet o vefat ettiğinde de: 'Allah ondan sonra artık asla bir daha peygamber göndermez' dediniz. Allah haddi aşan, şüpheci kimseleri işte böyle saptırır. "Yemin olsun önceden Yusuf da size apaçık belgelerle gelmiş idi" âyeti ile ilgili olarak denildiğine göre bu sözler, Mûsa (aleyhisselâm)'ın sözleridir. Fir'avun ailesinden olup îman eden kişinin verdiği öğütlerin geri kalan bölümü olduğu da söylenmiştir. Onlara eskiden beri peygamberlere karşı baş kaldırmış olduklarını hatırlatmaktadır. Onun burada kastettiği kişi, kendilerine apaçık belgelerle gelen ve "darmadağınık birçok Rabbler mi hayırlıdır, yoksa bir tek olan (ve herşeyi hükmü altında tutan) kahhar Allah mı?" (Yusuf, 12/39) deyip onlara apaçık belgelerle gelen Yakub oğlu Yusuf (aleyhisselâm)'dır. İbn Cüreyc dedi ki: Kastedilen kişi Yakub oğlu Yusuf'tur. Yüce Allah onu Mûsa (aleyhisselâm)'dan önce, kralın ölümünden sonra Kıbtilere apaçık belgelerle -ki bu da rüyadır- rasûl olarak göndermişti. İbn Abbâs da şöyle demiştir: Bundan kasıt Yakub oğlu Yusuf oğlu İfrahîm oğlu Yusuf'tur. O aralarında yirmi yıl süre ile peygamberlik yapmıştı. en-Nekkaş ed-Dahhak'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Yüce Allah kendilerine Yusuf diye adlandırılan cinlerden bir rasûl göndermişti. Vehb b. Münebbih de şöyle demiştir: Mûsa (aleyhisselâm)'ın çağdaşı olan Fir'avun Yusuf (aleyhisselâm)'ın çağdaşı olan Fir'avun'un kendisidir. Ona uzunca bir ömür verilmişti. Başkası ise: Bu başka birisidir, demektedir. en-Nehhâs da şöyle demektedir: Ayet-i kerimede bu Fir'avun'un Yusuf dönemindeki hükümdar olduğuna delâlet edecek bir ifade yoktur. Çünkü bir peygamber gerek kendisiyle birlikte bulunanlara, gerekse sonradan gelenlere apaçık delillerle gönderilmiş ise, onların hepsine bu apaçık delillerle gönderilmiş demektir ve hepsinin onu tasdik etmeleri gerekir. "O zamanlar da size getirdiğinden şüphe edip durmuştunuz." Yani sizden öncekiler de bunlar hakkında şüphe etmişlerdi. "Nihayet o vefat ettiğinde de: 'Allah ondan sonra artık asla bir daha peygamber" yani peygamber olduğunu iddia edecek bir kimse "göndermez dediniz." "Allah haddi aşan" şirke sapan "şüpheci" yüce Allah'ın birliği hakkında şüphe eden "kimseleri işte böyle" bu saptırma gibi "saptırır." 35"Onlar ki kendilerine gelmiş bir delil olmaksızın Allah'ın âyetleri hakkında tartışırlar. Gerek Allah indinde, gerek mü’minler yanında (buna) öfke oldukça büyüktür. Allah büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler." "Onlar ki kendilerine gelmiş bir delil" herhangi bir belge ve kanıt "olmaksızın Allah'ın âyetleri" apaçık delil ve belgeleri "hakkında tartışırlar" âyetindeki: "Onlar ki" lâfzı, "Kimseleri" lâfzından bedel olarak nasb konumundadır. ez-Zeccâc dedi ki: İşte yüce Allah, Allah'ın âyetleri hakkında tartışan kimseleri böylece saptırır demektir. Buna göre "onlar ki" nasb mahallindedir. (Yine ez-Zeccâc) şöyle der: Bununla birlikte: Onlar öyle kimselerdir ki" anlamında, yahutta mübteda olarak ref konumunda olması da mümkündür. Bu durumda haber de "... oldukça büyüktür" anlamındaki lâfızlardır. Diğer taraftan: Bunlar Fir'avun ailesinden olup îman eden kişinin söylediği sözlerdendir denildiği gibi, yüce Allah'tan yeni bir hitab olduğu da söylenmiştir. " Öfke" temyiz olarak nasb edilmiştir. Yani onların bu tartışmaları "öfke olarak oldukça büyüktür" demek olur. Yüce Allah'ın: " Söz olarak ne büyüktür!" (el-Kehf, 18/5) âyetine benzemektedir. "Yüce Allah'ın öfkesi" onları yermesi, onları kınaması ve onların başına azâbı getirmesidir. "Allah büyüklük taslayan her zorbanın kalbini" doğruyu akletmesin ve hakkı kabul etmesin diye "işte böyle" yani o tartışanların kalplerini mühürlediği gibi "böyle mühürler." "Büyüklük taslayan... herkesin kalbini" âyeti genel olarak "kalb"in "büyüklük taslayan"a izafe edilmesiyle okunmuştur. Ebû Hatim ve Ebû Ubeyd de bu okuyuşu tercih etmiştir. İfadede hazfedilmiş lâfızlar vardır ki, anlamı şöyledir: "Allah büyük taslayan her zorbanın" herbirisinin "kalbini işte böyle mühürler." Burada daha önce buna delâlet eden lâfzın geçmiş olması dolayısıyla "Herbiri" lâfzı hazfedilmiştir. Eğer bu lâfzın hazfedildiği kabul edilmeyecek olursa mana düzgün olmaz. Çünkü o vakit bu âyet o kimsenin kalbinin tamamını mühürler demek olur ki, maksat kalbin tamamını ifade etmek değildir. Maksat zorba ve büyüklük taslayan herkesin kalplerinin teker teker mühürlendiğidir. Bu şekilde, "herbir" anlamındaki lâfzın hazfedileceğine delil teşkil eden sözlerden birisi de Ebû Duad'ın şu beyitidir: "Yoksa sen her kişiyi yiğit mi sanırsın? Ve geceleyin alevlenen ateşi ateş mi sanırsın?" Görüldüğü gibi burada şair "ve herbir ateşi" demek istemiştir. İbn Mes’ûd'un kıraatinde ise ("herbir" anlamındaki bu lâfzın ilavesi ile): "Büyüklük taslayan herbir kimsenin kalbi üzerine" şeklindedir. Ancak bu tefsin bir kıraat olup, bu lâfız izafe yapılmıştır. Ebû Amr, İbn Muhaysın ve Şamlılardan naklen İbn Zekvan "Kalbi"nin tenvinli olup, "Büyüklük taslayan"ın "kalbin sıfatı" diye okumuşlardır. Bu durumda "kalp" insanın tümünün ifadesi olur. Çünkü büyüklenen kalptir, diğer organlar ise ona tabidir. Bundan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz vücutta bir çiğnemlik et parçası vardır. O düzelirse vücudun tamamı düzelir, o bozulursa vücudun tamamı bozulur. İyi bilin ki o kalptir." Buhârî, I, 28; Müslim, III, 1219; Dârimi, II, 319; İbn Mace, II, 1318; Müsned, IV, 270, 274. Muzafın nasbedilmesine binaen böyle okumak da caizdir. Yani: "Kalp sahibi olup büyüklenen herbir kimsenin üzerine..." şeklinde de kabul edilebilir, bu durumda sıfat "kalp sahibi"ne ait olur. 36Fir'avun dedi ki: "Ey Haman! Benim için yüksek bir köşk yap. Belki o yollara ulaşırım; 37"Göklerin yollarınaleyhisselâmonunda belki Mûsa'nın ilâhının yanına çıkarım. Doğrusu şu ki, ben onu yalancı sanıyorum." İşte böylece Fir'avun'un kötü ameli kendisine süslendirildi ve doğru yoldan alıkonuldu. Fir'avun'un hilesi ancak bir hüsranla içice idi. Fir'avun ailesine mensub îman eden kişi sözlerini söyleyip Fir'avun da mü’min kişinin bu sözlerinin, çevresinde bulunanların kalplerini etkilemesinden korkuya kapılınca, Mûsa'nın getirdiği tevhidi sınayacağını ve eğer doğru olduğu ortaya çıkarsa, bunu çevresindekilerden gizlemeyeceğini, doğru olmadığı ortaya çıkarsa da dinleri üzerinde sabit kalmalarını sağlayacağını hissettirmek maksadı ile: "Fir'avun dedi ki: Ey Haman! Benim için yüksek bir köşk yap" sözleri ile veziri Haman'a yüksekçe köşk yapması emrini verdi. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Kasas Sûresi'nde (28/38. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Belki o yollara ulaşırım; göklerin yollarına" âyetindeki "göklerin yolları" lâfzı birincisinden ("yollar" anlamındaki kelimeden) bedeldir. "Göklerin yolları" ise Katade, ez-Zührî, es-Süddî ve el-Ahfeş'in görüşüne göre kapıları demektir. el-Ahfeş şu beyiti zikretmektedir: "Kim ölüm sebeblerinden çekinirse gelir onu bulurlar, İsterse merdivenle semanın kapılarına tırmansın." Ebû Salih de "semanın sebepleri" yolları demektir diye açıklamıştır. Semavatın, kendileri sayesinde ayakta durabildiği hususlardır, diye de açıklanmıştır. Burada "yollar" lâfzı şanlarını yüceltmek için tekrarlanmıştır. Çünkü bir şey önce müphem olarak zikredilip sonra açıklanacak olursa, bu o şeyin durumunu daha bir yüceltmek demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Sonunda belki Mûsa'nın ilâhının yanına çıkarım" da ona yukarıda olup aşağıda bulunana bakanın baktığı gibi bakarım. Böylelikle o yüce Allah'ın belli bir mekan tarafından kuşatılan bir cisim olduğunu zannetmiş olmaktadır. Fir'avun ilâhlık iddiasında bulunuyor ve yüksekçe bir yerde oturmak ile bunun gerçekleştiği görüşünde bulunuyor idi. lafa. cetvelde "aytv" harfi ötreli olarak, yüce Allah'ın: "Ulaşırım" âyetine atıf ile merfû' okunmuştur. Ancak el-A'rec, es-Sülemî, Îsa ve Hafs ise bunu nasb ile okumuşlardır. Ebû Ubeyde dedi ki: Bu şekilde okuyuş: " Belki" lâfzının cevabı olarak ve başına "fe" getirilmiş şekliyle okunmasından ötürüdür. en-Nehhâs da şöyle demiştir: Nasb ile okunuşun manası, reF ile okuyuşun anlamından farklıdır. Çünkü nasb ile okumanın anlamı, ben o yollara ne zaman ulaşırsam, o vakit çıkar ve bakarım, demek olur. Ref ile okuyuşun anlamı ise "belki o yollara, ulaşırım" sonra bunun ardından belki bakarım, demektir. Ancak: "Sonra"nın verdiği terâhî (arada zaman süresinin bulunması) anlamı "fe"nin bu anlamı vermesinden daha ileri derecededir. "Doğrusu şu ki; ben onu yalancı sanıyorum." Yani bununla birlikte ben Mûsa'nın benden başka ilâh bulunduğu şeklindeki iddiasında yalan söylediğini zannediyorum. Ben bu işi sadece bu husustaki kapalılığı gidermek için yapacağım. Bu da Fir'avun'un yüce Allah'ın varlığı hususunda şüphe içinde olmasını gerektirmektedir. Şöyle de açıklanmıştır: Buradaki "zan"; "yakın (kesinlikle bilmek)" anlamındadır. Ben onun yalancı olduğundan eminim, kesinlikle o bir yalancıdır, demektir. Bu sözlerimi ise sadece benim kesin olarak inandığım şeylere kesin olarak inanmayanların şüphesini ortadan kaldırmak için söylüyorum. "İşte böylece Fir'avun'un kötü ameli kendisine süslendirildi." Yani Fir'avun bu sözleri söyleyip şüphe içerisine düştüğü şekilde şeytan ona kötü amelini süslü gösterdi, yahutta yüce Allah kötü amelini yani şirkini ve yalanlamasını ona süslü gösterdi. "Ve doğru yoldan alıkonuldu" âyetindeki: " Alıkonuldu" âyeti Kûfeliler tarafından meçhul bir fiil olarak okunmuştur. Ebû Ubeyd ile Ebû Hatim'in tercih ettiği şekil de budur. Bu okuyuşa göre "Sad" harfinin esreli okunması da mümkündür. Bu durumda "dal" harfinin kesresi "Sad"a nakledilmiş olur. Yahya b. Vessab ile Alkame'nin kıraati de bu şekildedir. İbn Ebi İshak ile Abdurrahman b. Bekre ise tenvinli ve ref ile diye okumuşlardır. Diğerleri ise: "Ve alıkoydu" şeklinde "sad" ve "dal" harflerini üstün ile okumuşlardır. Fir'avun insanları doğru yoldan alıkoydu, demek olur. "Fir'avun hilesi ancak bir hüsran ile" yani bir ziyan ve bir sapıklık ile "içice idi." Yüce Allah'ın şu âyetinde de bu kökten gelmiş lâfızlar kullanılmıştır: "Ebû Leheb'in iki eli kurusun (helâk olsun)."(Mesed, 111/1) "Zarara uğratmaktan başka şeylerini de arttırmadılar." (Hud, 11, 101) Bir başka yerde de: "...zarardan başka" (Hud, 11/63) diye buyurmaktadır. Yüce Allah onun yaptığı köşkü (kuleyi) yıktı, kavmi ile birlikte onları suda boğdu. Daha önceden (el-Kasas, 28/36-42. âyetlerin tefsirinde) geçtiği gibi. 38O îman eden dedi ki: "Ey kavmim! Bana uyun, ben sizi doğru yola eriştireyim. "O îman eden dedi ki: Ey kavmim bana uyun" sözleri Fir'avun ailesinden îman eden kişinin söylediklerinin devamıdır. Yani din hususunda bana uyun. "Ben sizi doğru yola" cennet yolu olan hidayet yoluna "eriştireyim." Bu sözlerin Mûsa (aleyhisselâm)'ın sözleri olduğu da söylenmiştir. Muaz b. Cebel "doğru yol" anlamındaki lâfzı: şeklinde "şın" harfini de şeddeli olarak okumuştur. Ancak bu Arap dili bilginlerinin çoğunluğuma göre bir lahndir. Çünkü kullanım: " Eriştirdi, eriştirir" şeklindedir. Halbuki gelmez. Bu şekil ancak sülasiden gelir. Şayet rubaiden çokluk anlamı vermesi istenen kip yapılmak istenirse; vezni kullanılır. en-Nehhâs dedi ki: şeklinin Eriştirir" anlamında olması -ondan müştak (türetilmiş) olduğu manasına olmayarak- caizdir. Ancak: "İncici" kelimesinin: “İnci" lâfzından getirildiği gibi söylenebilir. Bu da o manaya gelmekle birlikte, bu kipe göre söylenemez. Bununla birlikte bunun:'den gelip, "Doğru yola erişmiş" anlamında olması da mümkündür. Şairin şu mısraında olduğu gibi: Burada şair, şiiri şerhedenlerin de belirttiği gibi yorgunluk anlamına gelen "nasıb" kelimesini "yorgunluk sahibi, yorgunluğu olan" anlamında kullanmıştır. Onun için bu mısraı belirttiği hususa delil gösterebilmiştir "Ey Umeyme! Beni oldukça yorgunluğu bulunan, bir kederle başbaşa bırak." ez-Zemahşerî dedi ki: şeklinde, vezninde, fiilinde "şın" harfi kesreli kökten gelmiş gibi de okunmuştur, gibi. Yahutta "şın" harfi üstün olarak: 'den gelmiş kabul edilebilir. geldiği gibi. Ancak bu, pek kabul edilebilecek bir görüş değildir. Çünkü "fe'al" vezninin 'den gelmesi ancak çok az lâfızlardadır,) gibi. Ancak bu kadar az sayıdaki kullanıma kıyas yapmak doğru değildir. Diğer taraftan bu kullanımın: fiiline bakılmaksızın nisbet olması da mümkündür, "Fildişi satıcısı, " Kaba elbise satıcısı" gibi. Mushaf'ta: "Bana uyun" lâfzı "ye"siz olarak yazılmıştır. Ancak Yakub ile İbn Kesîr vasl ve vakf hallerinde de "ye"yi sabit olarak okumuşlardır. Ebû Amr ve Nafî' ise vakf halinde hazfetmiş, vasl halinde sabit okumuşlardır. Ancak Verş her iki halde de hazfetmiştir, diğerleri de böyle okumuşlardır. Çünkü mushafta "ye"siz olarak kaydedilmiştir, "ye"yi sabit olarak okuyanlar ise asıl kullanıma göre okumuşlardır. 39"Ey kavmim! Bu dünya hayatı ancak bir geçimliktir. Ahiret ise doğrusu asıl kalınacak yurdun ta kendisidir. "Ey kavmim! Bu dünya hayatı ancak bir geçimliktir." Onunla kısa bir süre faydalanılır, geçinilir, sonra ardı arkası kesilir, yok olur, gider. "Ahiret ise doğrusu asıl kalınacak" karar kılınıp ebedi yaşanılacak "yurdun ta kendisidir." Burada "ahiret"den kasıt cennet ve cehennemdir, çünkü her ikisinin de sonu gelmez. Bunu da şu buyruklarıyla açıklamaktadır: 40"Kim bir kötülük işlerse, ona ancak onun benzeri ile karşılık verilir. Erkek veya kadın kim mü’min olarak salih amel işlerse işte onlar cennete girerler. Onlar orada hesapsız rızıklanırlar. "Kim bir kötülük" şirki kastediyor "işlerse, ona ancak onun benzeri" olan azâb "ile karşılık verilir." "Erkek veya kadın kim mü’min olarak" yani kalbinden Allah'ı ve peygamberleri tasdik ederek "salih amel işlerse" İbn Abbâs dedi ki: La ilahe illallah demeyi kastediyor. "İşte onlar cennete girerler." Buradaki "cennete girerler" anlamındaki âyet, meçhul bir fiil olarak "ye" harfi ötreli: " Girdirilirler" diye de okunmuştur. Bu, İbn Kesîr, İbn Muhaysın, Ebû Amr, Yakub ve Âsım'dan Ebû Bekr'in kıraatidir. Buna da "onlar orada hesabsız rızıklanırlar" âyetindeki: "Rızıklanırlar" âyetinin bu şekilde okunmuş olması delil teşkil etmektedir. Diğerleri ise ("girerler" anlamını verecek şekilde) "ye" harfini fethalı olarak okumuşlardır. 41"Ey kavmim! Ne oluyor böyle ki, ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz ise beni ateşe çağırıyorsunuz? "Ey kavmim! Ne oluyor böyle ki ben sizi kurtuluşa" yani cennetlere ulaştıran îman yoluna "çağırıyorum. Siz ise beni ateşe çağırıyorsunuz" sözleri ile Fir'avun'un söylediği: "Ve ben sizi doğru yoldan başkasına da iletmiyorum" (el-Mu'min, 40/29) şeklindeki sözlerinde geçen Fir'avun'un yolunun aslında sonucu cehenneme götüren sapıklık yolu olduğunu açıklamaktadır. Kendisini de Fir'avun'un yoluna uymaya çağırmış idiler. Bundan dolayı devamla: 42"Siz beni Allah'a kâfir olmaya ve ona bilmediğim şeyi ortak koşmaya çağırıyorsunuz. Halbuki ben sizi mutlak galib, çok mağfiret edici olana davet ediyorum. "Siz beni Allah'a kâfir olmaya ve O'na bilmediğim şeyi ortak koşmaya" bu da Fir'avundur "çağırıyorsunuz. Halbuki ben sizi mutlak galib, çok mağfiret edici olana davet ediyorum." 43"Elbette beni kendisine davet ettiğiniz şeylerin dünyada ve ahirette herhangi bir daveti yoktur. Dönüşümüz muhakkak Allah'adır. Şüphesiz haddi aşanlar da ateşin dostlarıdır. "Elbette, şüphesiz..." lâfzına dair açıklamalar daha önceden (Hud, 11/22. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Gerçekten, muhakkak, şüphesiz, elbette anlamındadır. "Beni kendisine davet ettiğiniz şeylerin" âyetindeki: " Şeyler" lâfzı: " Kimse" anlamındadır. "Dünyada ve ahirette herhangi bir daveti yoktur." ez-Zeccâc'ın açıklamasına göre onun fayda sağlayacak şekilde yapılacak duayı kabulü söz konusu olmayacaktır. Başkası da şöyle açıklamıştır: Onun ilâh olmasını gerektirecek herhangi bir daveti yoktur. el-Kelbî de şöyle açıklamıştır: Onun dünyada da, ahirette de şefaati olmaz. Fir'avun önceleri insanları putlara ibadet etmeye çağırıyordu. Sonra onları ineklere tapmaya davet etti. Bir ineğe gençken ibadet ediliyor, yaşlandı mı boğazlanmasını emrediyordu. Sonra ibadet edilsin diye bir başka ineğin getirilmesini emrediyordu. Aradan uzunca bir zaman geçtikten sonra bu sefer: En yüce rabbiniz benim, diye ortaya çıktı. "Şüphesiz haddi aşanlar da ateşin dostlarıdır." Katade ve İbn Şîrîn müşrikleri kastetmektedir, demişlerdir. Mücahid ve en-Nehaî ise bunlar beyinsizler ve haksız yere kanları döken kimselerdir diye açıklamışlardır. İkrime bunlar zorbalar ve büyüklük taslayan kimselerdir diye açıklamıştır. Bunların Allah'ın sınırlarını aşan kimseler oldukları da söylenmiştir. Bu ise daha önce geçen açıklamaları kapsamaktadır. Bu âyette geçen (........)'ler, harf-i cerrin düşürülmesi ile nasb mahallindedir. Sîbeveyh'in, el-Halil'den naklettiğine göre ise: "Elbette" lâfzı daha önce geçen ifadeleri reddetmek anlamında olduğundan ötürü " Sizin beni kendisine davet ettiğiniz şeyin... olması gerekir" takdiri ile ref mahallinde olması da mümkündür. "Kendisine davet ettiğiniz şeyin batıl olması icab etmiştir, dönüş Allah'a aittir, haddi aşanların cehennemin arkadaşları olması da vacibtir." demiş gibidir. 44"Yakında benim size söylediğimi hatırlayacaksınız. Ben işlerimi Allah'a ısmarlıyorum. Muhakkak Allah kullarını çok iyi görendir." "Yakında benim size söylediğimi hatırlayacaksınız." sözleri tehdittir. "...mi" lâfzının; anlamında olması mümkündür. Size söylediklerimin... demek olur. Mastar anlamını veren edat olması da mümkündür, yani azâb gelip sizi bulacağı vakit, benim size söylediğim sözümü hatırlayacaksiniz, demek olur. "Ben işlerimi Allah'a ısmarlıyorum." Ona tevekkül eder ve işimi O'na teslim ediyorum. Bu sözlerinin onu öldürmek istediklerine delil teşkil ettiği de söylenmiştir. Mukâtil de dedi ki: O mü’min kişi dağa kaçtı ve onu öldüremediler. Bu sözleri söyleyenin Mûsa (aleyhisselâm) olduğu da söylenmiştir. Ancak daha zahir olan bu sözlerin Fir'avun ailesinden îman eden kişinin sözleri olduğudur, İbn Abbâs'ın görüşü de budur. 45Sonunda Allah kurdukları tuzakların kötülüklerinden korudu onu; Fir'avun hanedanını ise kötü azâb kuşattı. "Sonunda Allah kurdukları tuzakların kötülüklerinden" ona çeşitli şekillerde azâb ve işkence etmelerine karşı "korudu onu." Onu alıp yakalamak istediler ancak bulamadılar. Çünkü o işini Allah'a ısmarlamıştı. Katade dedi ki: Bu kişi Kıbti idi, İsrailoğulları ile birlikte Allah onu kurtardı. Buna göre buradaki "he (onu)" zamiri Fir'avun ailesinden mü’min olan o kişiye ait olur. Bunun -daha önce geçen farklı kanaate binaen- Mûsa'ya ait bir zamir olduğu da söylenmiştir. "Fir'avun hanedanını ise kötü azâb kuşattı" âyeti ile ilgili olarak el-Kisaî şöyle demektedir: Bir şey inip (gelip, çatar) ve lazım (gerekli ve ayrılmaz) olursa, o takdirde: "Kuşattı, kuşatır, kuşatmak" denilir. 46Ateştir o. Onlar sabah-akşam ona arzolunurlar. Kıyâmetin kopacağı günde: "Fir'avun hanedanını azâbın en şiddetlisine sokun" (denilecek). Daha sonra bu azâbın mahiyetini açıklayarak dedi ki: "Ateştir o, onlar sabah-akşam ona arzolunurlar" âyetindeki "ateştir o" anlamındaki lâfzının okunuşu ile ilgili altı görüş vardır: 1- "Kötü" lâfzından bedel olarak merfû' okunması. (O kötü azâb, ateştir, demek olur.) 2- " O ateştir" anlamında da olabilir. 3- Mübteda olarak merfu' gelmiş olabilir. 4- el-Ferrâ'' dedi ki: "O ateş ki, ona arz olunurlar" anlamında merfu' olabilir. Bunlar ref' ile okunuşuna dair dört açıklama şeklidir. 5- el-Ferrâ'' nasb ile okunmasını da câiz kabul etmektedir, çünkü ondan sonra "ona" ait bir zamir bulunmakta ve ondan önce de onunla ilişkili olan ifadeler yer almaktadır. 6- el-Ahfeş: "Azâb'dan bedel olarak esreli okunabileceğini de kabul etmiştir. Cumhûrun kanaatine göre burada "sunulmak", Berzah'ta gerçekleşmektedir. Bazı ilim ehli de kabir azabının sabit oluşuna yüce Allah'ın: "Ateştir o, onlar sabah-akşam ona arzolunurlar" âyetini delil göstermişler ve bunun dünya devam ettikçe süreceğini söylemişlerdir. Mücahid, İkrime, Mukâtil ve Muhammed b. Ka'b da böyle demişlerdir. Hepsi de: Bu âyet-i kerîme dünyada kabir azabına delil teşkil etmektedir. Nitekim ahiret azâbı hakkında da daha sonradan: "Kıyâmetin kopacağı günde: Fir'avun hanedanını azâbın en şiddetlisine sokun" diye buyurulduğunu görmekteyiz. İbn Mes’ûd'dan rivâyet edilen hadiste belirtildiğine göre de Fir'avun hanedanı ile onlar gibi olan kâfirlerin ruhları sabah ve akşam cehennem ateşine arzolunur (cehennem onlara gösterilir) ve onlara: Bu sizin yurdunuzdur, denilir. Yine ondan gelen rivâyete göre onların ruhları siyah kuşların kursaklarındadır. Hergün sabah ve akşam olmak üzere iki defa cehenneme giderler, işte cehennemin onlara arzedilmesi bu demektir. Şu'be, Ya'la b. Atâ'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ben Meymun b. Mehran'ı şöyle derken dinledim: Ebû Hüreyre sabah oldu mu yüksek sesle: Yüce Allah'a hamdolsun sabahı ettik. Fir'avun ailesi de cehenneme arzedildi, derdi. Akşam oldu mu da yine yüksek sesle: Akşamı ettik, Allah'a hamdolsun. Fir'avun hanedanı da cehennem ateşine arzolundu, derdi. Kim Ebû Hüreyre'nin bu sözünü işitiyorsa mutlaka cehennem ateşinden Allah'a sığınıyordu. Sa'd b. Cüveyriye'nin hadisinde de Nafî'den, onun İbn Ömer'den rivâyetine göre İbn Ömer şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kâfir öldü mü sabah ve akşam cehenneme arzedilir." Daha sonra yüce Allah'ın: "Ateştir o, onlar sabah-akşam ona arzolunurlar" âyetini okudu. Mü’min de öldü mü ruhu sabah ve akşam cennete arzolunur." Buhârî ve Müslim'in rivâyetine göre Ömer (radıyallahü anh) Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu zikretmektedir: "Sizden herhangi bir kimse öldü mü sabah ve akşam ona kalacağı yer gösterilir. Eğer cennet ehlinden ise cennet ehlinden birisi olarak (ona yer gösterilir). Şayet cehennem ehlinden ise yine cehennem ehlinden birisi olarak (yeri gösterilir) ve: Yüce Allah'ın kıyâmet gününde buraya seni sokacağı vakte kadar senin (ebediyyen) kalacağın yer burasıdır, denilir." Buhârî, I, 464, III, 1184; Müslim, IV, 2199; Nesâî, IV, 106, 107; İbn Mace, II, 1427; Muvatta’, I, 239; Müsned, II, 16, 113, 123 el-Ferrâ'' dedi ki: Buradaki sabah ve akşam vakti dünyada bu kadarlık süreler kadardır. Mücahid'in görüşü de budur. O: "Sabah akşam" yani dünya günlerinden (bu kadar sürelerle) demektir. Hammâd b. Muhammed el-Fezarî dedi ki: Bir adam Evzaî'ye şöyle dedi: Biz kafileler halinde beyaz ve küçük birtakım kuşların denizden çıkıp batı tarafına doğru gittiklerini gördük. Bunların sayılarını Allah'tan başka kimse bilemez. Akşam oldu mu onlar gibi siyah kuşların döndüğünü görüyoruz. Şöyle dedi: O kuşların kursaklarında Fir'avun hanedanının ruhları vardır. Sabah ve akşam cehennem ateşine arzolunurlar. Sonra da geriye yuvalarına dönerler. Döndüklerinde de tüyleri yanmış ve kararmış oluyorlar. Geceleyin yine tüyleri beyaz olarak çıkar ve o siyah tüyleri döker. Sonra o kuşlar sabah olunca tekrar gider ve sabah-akşam ateşe arzolunurlar. Tekrar yine yuvalarına geri dönerler. İşte dünya kaldığı sürece bunlar böyle devam edip gideceklerdir. Kıyâmet günü olacağında da yüce Allah: "Fir'avun hanedanını azâbın en şiddetlisine sokun" diye buyuracak ki, bu da el-Haviye(deki azâb)dır. (el-Evzaî devamla) dedi ki: Bize ulaştığına göre bunların sayısı ikimilyon altıyüzbin kişidir. " Sabah" aslında mastar olup anlamı genişletilerek zarf olarak kullanılmıştır. "Akşam" lâfzı da ona atfedilmiştir ve ifade burada tamam olmaktadır. Daha sonra da: "Kıyâmetin kopacağı günde" âyeti ile okumaya başlanılır ve: "Gün" lâfzı yüce Allah'ın: "Sokun" anlamındaki âyet ile nasbedilerek okunur. Bununla birlikte bunun "arzolunurlar" âyeti ile nasbedilerek dünyada ateşe "arzolunurlar, kıyâmetin kopacağı günde de" anlamında olup, üzerinde vakıf yapılmaması da mümkündür. Nafî, Medineliler, Hamza ve el-Kisaî "Sokun" âyetini kat elidi fi ile ve "hı" harfi kesreli olarak:Soktu" fiilinden gelmiş bir fiil diye okumuşlardır. Ebû Ubeyd'in tercih ettiği görüş budur. Yani yüce Allah meleklere, onları ateşe sokmaları için emir verecektir. Bunun delili de yüce Allah'ın: "Ateştir o... ona arzolunurlar" âyetidir. Diğerleri ise "elifi vasl ile "hı" harfini ötreli olarak: "Girin" şeklinde: "Girdi" fiilinden gelmiş diye okurlar. Yani onlara: ey "Fir'avun hanedanı, azâbın en şiddetlisine girin" denilecek. Ebû Hatim’în tercih ettiği de budur. Birinci kıraat ile ilgili olarak da şunları söylemektedir. Birinci kıraatteki: " Hanedanını" birinci mef'ûl; " En şiddetlisine" ise cer harfinin hazfi ile ikinci mef'ûldür. İkinci kıraatte ise muzafın nidası olduğundan dolayı mansuptur. "Fir'avun hanedanı" onun din ve mezhebini kabul eden kimselerdir. Dini ve mezhebini "gidiş yolu'nu izleyen kimseler azâbın en şiddetlisinde olacaklarına göre; onun böyle olması öncelikle sözkonusudur. İbn Mes’ûd, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şunu rivâyet etmektedir: "Kul mü’min olarak dünyaya gelir, mü’min olarak yaşar, mü’min olarak ölür. Bunlardan birisi Zekeriya oğlu Yahya'dır. Mü’min olarak doğdu, mü’min olarak yaşadı, mü’min olarak öldü. Kimi kul da kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar, kâfir olarak ölür. Fir'avun bunlardan birisidir. Kâfir olarak doğdu, kâfir olarak yaşadı, kâfir olarak öldü." Yakın lâfızlarla, aynı manada: Hakim. Müstedrek, IV, 5S1; Tirmizi IV, 483; Müsned, III, 19 Bunu en-Nehhâs zikretmiştir. el-Ferrâ'' ise âyet-i kerimede bir takdim ve tehir olduğunu kabul etmektedir. Buna göre âyetin anlam sıralanışı şöyledir: "Fir'avun hanedanını azâbın en şiddetlisine sokun"; "ateştir o, onlar sabah akşam ona arzolunurlar." O böylece ateşe arzedilmeyi ahirette kabul etmiş olmaktadır. Ancak bu daha önceden geçtiği üzere ifadelerin sıralanışına uygun olarak Cumhûrun benimsediği kanaatten farklı bir kanaattir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 47Ateşin içinde karşılıklı deliller getirip tartışacaklarında zayıf olanlar büyüklük taslayanlara şöyle diyecekler: "Biz size uyan kimseler idik. Şimdi bu ateşin bir kısmını olsun, bizden kaldırabilir misiniz?" "Ateşin içinde karşılıklı deliller getirip tartışacaklarında" orada birbirlerine karşı iddialarda bulunacaklarında "zayıf olanlar" peygamberlere uymayarak "büyüklük taslayanlara şöyle diyecekler: Biz" dünyada iken bizi kendisice davet ettiğiniz şirk koşmak hususunda "size uyan kimseler idik. Şimdi bu ateşin bir kısmını" azâbın bir parçasını "olsun bizden kaldırabilir misiniz?" Siz bizim yerimize onu taşıyabilir misiniz, yüklenebilir misiniz?
"Uyan kimseler" Basralıların görüşüne göre hem tekil, hem çoğul anlamındadır. Lâfız olarak tekili " Uyan kimse" şeklindedir. Kûfeliler; bu mastar gibi tekili olmayan çoğul bir isimdir. Bunun çoğulu yapılmaz, eğer çoğulu yapilacak olsaydı: " Uyanlar" demek gerekirdi, derler. 48O büyüklük taslayanlar diyecekler ki: "Muhakkak biz, hepimiz bunun içindeyiz. Şüphesiz Allah, kullar arasında hüküm vermiş bulunuyor." "O büyüklük taslayanlar diyecekler ki: Biz, hepimiz bunun" cehennemin "içindeyiz." el-Ahfeş dedi ki: "Hepimiz" lâfzı mübteda olarak merfudur. el-Kisaî ve el-Ferrâ'' " Muhakkak biz, hepimiz bunun içindeyiz" şeklinde sıfat olarak nasb ile okumayı câiz kabul etmişlerdir. "Muhakkak biz" lâfzındaki te'kid ise zamire aittir. İbn es-Semeyka ve Îsa b. Ömer de böyle okumuşlardır. Kûfeliler ise tekide de na't (sıfat anlamında) ismini verirler. Ancak Sîbeveyh bunu kabul etmeyerek şöyle der: Çünkü: “ Hepimiz" sıfat olmaz ve sıfat da almaz. Burada bedel de câiz olmaz, çünkü kendisi hakkında haber veren kimseden başkası bedel olarak getirilmez. el-Müberred de bu anlamda açıklamada bulunarak şöyle demiştir: Burada zamirden bedel getirmek sözkonusu olmaz, çünkü muhatapdır. Muhatapdan bedel olmadığı gibi, o da bedel olarak gelmez. Çünkü bunlarda anlaşılmayacak (müşkil) bir taraf yok ki, onlardan bedel getirilsin. Onun ifadesi lâfzan bu şekildedir. "Şüphesiz Allah kulları arasında hüküm vermiş bulunuyor." Yani kimse başkasının günahından dolayı sorumlu tutulmaz. Hepimiz başlı başına kâfirleriz. 49Ateşte olanlar cehennem bekçilerine diyecekler ki: "Rabbinize dua edin ki, üzerimizden bir gün olsun azâbı hafifletsin." Kâfir ümmetler arasından "ateşte olanlar" âyetinde yer alan: " ...anlar" lâfzını Araplar arasından mu'reb ve salim, müzekker çoğul olmak üzere: diye kullananlar da vardır. Ref halinde bunu diye kullananlar, bunun tekilini mebni olarak kullandıkları gibi, bunu da mebni kullanmış oluyorlar. el-Ahfeş dedi ki: Burada "nun" harfi katılmak sureti ile " Onbeş" lâfzına benzemiş olduğundan fetha üzere mebni kılınmıştır. "Cehennem bekçilerine" âyetindeki: " Bekçiler" lâfzı, 'in çoğuludur. Çoğul olarak; şekilleri de kullanılır. "Diyecekler ki: Rabbinize dua edin ki üzerimizden bir gün olsun azâbı hafifletsin" âyetindeki " Hafifletsin" âyeti (emrin) cezm ile gelmiş cevabıdır, "fe" ile gelirse nasb olur. Şu kadar var ki, Arapların konuşmalarında emrin ve benzerlerinin cevabında görülen, cevabın "fe'siz gelmesidir. Kur'ân-ı Kerîm de söyleyişlerin en fasihi olarak buna göre gelmiştir. Şairin şu mısraında olduğu gibi: "Durun arkadaşlar, ağlaşalım o sevgiliyi yadetmekten ve konakladığı yere geldiğimizden ötürü." 50Bekçiler de diyecekler ki: "Peygamberleriniz size apaçık deliller getirmediler mi?" Onlar: "Evet" diyecekler. (Bekçiler) diyecekler ki: "Şimdi siz dua edin." Kâfirlerin duası -ne olursa olsun- boşunadır. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî de şöyle demiştir: Bana ulaştığına ya da anlatıldığına göre cehennemdekiler cehennem bekçilerinden yardım isteyecekler. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Ateşte olanlar cehennem bekçilerine diyecekler ki: Rabbinize dua edin ki, üzerimizden bir gün olsun azâbı hafifletsin." Onlar böylelikle azâbın üzerlerinden bir gün dahi hafifletilmesini isteyecekler, fakat onların bu istekleri geri çevrilecektir: "Peygamberleriniz size apaçık deliller getirmediler mi? (diyecekler). Onlar: Evet, diyecekler. (Bekçiler) diyecekler ki: Şimdi siz dua edin, kâfirlerin duası -ne olursa olsun- boşunadır" diye haberi uzun uzadıya nakletmektedir. Ebû'd-Derda yoluyla gelen, Tirmizî ve başkalarının rivâyet ettiği hadiste de (Ebû'd-Derda) şöyle demektedir: Cehennemlikler üzerine açlık salınacak, öyle ki bu açlıkları içinde bulundukları azaba denk gelecek. Bu açlıktan kurtarılmak için imdat isteyecekler, bu sefer onlara ne semirten, ne de açlığa karşı bir faydası olan dari' denilen yiyecek verilecek. Onu yiyecekler, fakat onlara hiçbir faydası olmayacak. Yine imdat dileyecekler, bu sefer onlara boğazda tıkanıp kalan bir yiyecek verilecek ve bu boğazlarına tıkanıp kalacak. Dünyada iken boğazlarına tıkanan lokmaları su ile aşağı doğru indirdiklerini hatırlayacaklar. Bu sefer imdat isteyerek kendilerine içecek bir şeyin verilmesini dileyecekler. Bu sefer onlara kancalar ile hamîm (kaynar su) getirilecek. Bu kaynar su yüzlerine yaklaştırıldı mı yüzlerini yakıverecek. Karınlarına ulaştı mı bağırsaklarını ve karınlarında bulunan ne varsa herşeyi paramparça edecek. Bu sefer meleklerden yardım isteyecekler ve: "Rabbinize dua edin ki üzerimizden bir gün olsun azâbı hafifletsin" diyecekler, onlara şöyle cevab verilecek: "Peygamberleriniz size apaçık deliller getirmediler mi?" denilecek, onlar: "Evet diyecekler. (Bekçiler) diyecekler ki: Şimdi siz dua edin, kâfirlerin duası -ne olursa olsun- boşunadır" zarardadır ve yok olmaya mahkumdur. Tirmizi, IV, 707. 51Muhakkak Biz peygamberlerimize ve mü’minlere dünya hayatında ve şahitlerin ayağa kalkacakları günde mutlaka yardım ederiz. "Muhakkak Biz peygamberlerimize... mutlaka yardım ederiz" âyetindeki: "Peygamberlerimize" lâfzındaki damme'nin ağırlığı dolayısıyla hazfedilerek; demek de uygundur. Maksat Mûsa (aleyhisselâm)'dır. "Ve mü’minlere dünya hayatında" âyeti "peygamberlerimiz"e atf ile nasb mahallindedir. Maksat îman etmiş olan o mü’min kişidir. Âyetin bütün peygamberlerle mü’minler hakkında genel olduğu da söylenmiştir. Onların ilâhi yardıma mazhar olmaları ise -Ebû'l-Aliye'nin görüşüne göre- delillerin üstün gelmesi ve başarılı olması iledir. Düşmanlarından intikam alınmak suretiyle olduğu da söylenmiştir. es-Süddî dedi ki: Bir kavim, bir peygamberi yahutta mü’minlerden hakka davet eden bir topluluğu öldürdü mü, mutlaka Allah onların üzerlerine onların intikamını alacak kimseler gönderir ve böylelikle -öldürülmüş olsalar dahi- bu konuda onlara yardım edilmiş olur. "Ve şahidlerin ayağa kalkacakları günde" âyetinden kasıt, kıyâmet günüdür. Zeyd b. Eslem dedi ki: "Şahitler" dört tanedir. Melekler, peygamberler, mü’minler ve bedenler. Mücahid ve es-Süddî de: "Şahitler" meleklerdir, bunlar peygamberlerin tebliğ ettiklerine, ümmetlerin de onları yalanladıklarına dair şahitlik edeceklerdir demişlerdir. Katade: Melekler ve peygamberlerdir, demiştir. Diğer taraftan buradaki " Şahidler"in şehid"in”çoğulu olduğu söylenmiştir. "Şerifin çoğulunun "eşraf" şeklinde gelmesi gibi. ez-Zeccâc ise şöyle demektedir: Burada "şahidler" lâfzı "şahid"in çoğuludur. "Sahib"in çoğulunun "ashab" şeklinde gelmesi gibi. en-Nehhâs da şöyle demektedir: "Fail" vezninde gelen bir kelimenin "ef'al" diye çoğulunun yapılması sözkonusu değildir ve buna kıyas da yapılmaz. Ancak bu türden semai olarak gelen lâfızlar işitildiği gibi kullanılır ve bu çoğul şekli, fazla harfin hazfedilmesine binaen böyle yapılır. el-Ahfeş ile el-Ferrâ'' "Şahidlerin ayağa kalkacakları günde" âyetindeki; " Ayağa kalkacağı" lâfzının, çoğulun müennesliğine binaen "te" ile kullanılmasını câiz kabul etmişlerdir. Ebû'd-Derda'dan gelen hadiste ve bazı muhacldislerin naklettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim müslüman kardeşini ırzını (namus, şeref ve haysiyetini verilmek istenen bir zarara karşı) savunacak olursa, o kimse üzerinden cehennem ateşini savmak da aziz ve celil olan Allah'ın üzerindeki bir hak olur." Müsned, VI, 449 Daha sonra da yüce Allah'ın: "Muhakkak Biz peygamberlerimize ve mü’minlere... yardım ederiz" âyetini okudu. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Her kim mü’min bir kimseyi onu gıybet eden bir münafığa karşı koruyacak olursa, yüce Allah kıyâmet gününde o kişiyi cehennem ateşine karşı koruyacak bir melek gönderir. Her kim bir müslümandan onu küçük düşürecek bir şekilde sözedecek olursa, yüce Allah onu o söylediğinden çıkıncaya (cezasını çekinceye) kadar cehennemdeki bir köprü üzerinde durduracaktır.” Ebû Davud, IV, 270; Müsned, III, 441 (lâfız ve manada az farkla). 52O günde özür dilemeleri kâfirlere fayda vermez. Hem lanet onlaradır, hem de kötü yurt onlarındır. "O günde" âyeti bir önceki âyette geçen "günde" âyetinden bedeldir. "Özür dilemeleri kâfirlere fayda vermez" âyetindeki: "Fayda vermez" lâfzını Nafî' ve Kûfeliler "ye" ile diğerleri ise "te" ile okumuşlardır. "Hem lanet onlaradır, hem de kötü yurt onlarındır" âyetindeki "lanet" Allah'ın rahmetinden uzak oluştur. "Kötü yurt" ise cehennemdir. 53Yemin olsun Biz Mûsa'ya hidayet verdik. İsrailoğullarına da kitabı miras bıraktık. "Yemin olsun Biz Mûsa'ya hidayet verdik." İşte bu, dünya ve ahirette peygamberlere yardımın kapsamı içerisindedir. Yani Biz ona Tevrat'ı ve peygamberliği verdik. Tevrat'a "hidayet" denilmesi onun ihtiva ettiği hidayet ve aydınlık dolayısıyladır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Şüphesiz Tevrat'ı Biz indirdik ki, onda bir hidayet ve bir nûr vardır" (et-Tevbe, 5/44) diye buyurulmaktadır. "İsrailoğullarına da kitabı" Tevrat'ı "miras bıraktık." 54Özlü akıl sahiplerine bir hidayet ve bir öğüt olmak üzere. "Özlü akıl sahiblerine bir hidayet" âyetindeki "hidayet" anlamındaki lâfız "kitab"tan bedeldir. Bunun "o bir hidayettir" anlamında olması da mümkündür ki o kitab kastedilmektedir. "Ve bir öğüt olmak üzere" akıllı kimselere bir nasihat olmak üzere demektir. 55O halde sen sabret. Şüphesiz Allah'ın vaadi haktır. Günahın için de mağfiret dile, akşam ve sabah Rabbini hamd ile tesbih et. "O halde sen sabret. Şüphesiz" Yani ey Muhammed, senden öncekiler sabrettiği gibi, sen de müşriklerin eziyetlerine karşı sabret. "Şüphesiz Allah'ın" Mûsa ve İsrailoğullarına yardım ettiği gibi sana yardım ve zafer verip, seni üstün kılacağı şeklindeki "Allah'ın vaadi haktır." el-Kelbî dedi ki: Bu âyet kılıç (cihadı emreden) âyeti ile nesholmuştur. "Günahın için de mağfiret dile" âyeti ile ilgili olarak şöyle denilmiştir: Ümmetinin günahı için... demektir diye açıklanmıştır. Muzaf hazfedilmiş, muzafun ileyh onun yerine getirilmiştir. Peygamberlerin küçük günah işlemelerinin câiz olduğunu kabul edenlerin görüşlerine göre de, bizzat kendi günahın için mağfiret dile, demek olur. Peygamberlerin küçük günah işlemeleri câiz değildir, diyenlerin görüşlerine göre: Bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a dua ile Allah'a ibadet etmesi için bir emirdir. Yüce Allah'ın: "Vaadettiğini de bize ver" (Al-i İmrân, 3/194) âyeti gibidir. Bunun faydası ise derecelerin daha da artması, duanın da kendisinden sonrakiler için sünnet olmasıdır. Peygamberlikten önce işlemiş olduğun günahlar dolayısıyla Allah'tan mağfiret dile, anlamında olduğu da söylenmiştir. "Akşam ve sabah Rabbini hamd ile tesbih et!" Âyeti ile sabah namazı ile ikindi namazını kastetmektedir. Bu açıklamayı el-Hasen ve Katade yapmıştır. Şöyle de açıklanmıştır: Bundan kasıt Mekke'deki namazdır. Beş vakit namaz farz kılınmadan önce sabah iki rekat, akşam iki rekat namaz kılınıyordu. Yine bu açıklama el-Hasen'den gelmiş olup bunu el-Maverdî zikretmiştir. O takdirde bu nesholmuş âyetlerden olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Rabbini hamd ile" âyeti O'na şükür etmek ve O'nu övmek ile... demektir. "Rabbini hamd ile tesbih et." Namazda olsun, namazın dışında olsun devamlı olarak Rabbini tesbih et. Böylece bunlarla uğraşırken ilâhi yardımın çabuk gelmesini istemek hatırına gelmeyecektir. 56Kendilerine kesin bir delil gelmemiş iken Allah'ın âyetleri hakkında tartışanlar var ya; Şüphesiz onların göğüslerinde asla kendisine ulaşamayacakları bir kibirden başka bir şey yoktur. Derhal Allah'a sığın, çünkü O, herşeyi işitendir, görendir. "Kendilerine kesin bir delil" bir belge "gelmemiş iken, Allah'ın âyetleri hakkında tartışanlar" çeşitli iddialarda bulunanlar "var ya; şüphesiz onların göğüslerinde asla kendisine ulaşamayacakları bir kibirden başka bir şey yoktur" âyeti hakkında ez-Zeccâc şöyle demektedir: Yani onların göğüslerinde bulunan o hususta istediklerine asla ulaşamayacakları bir kibirden başkası değildir. Buna göre o, hazfedilmiş bir ifade takdir etmiş olmaktadır. Başkası ise şöyle demektedir: Onlar bu kibire asla ulaşamazlar demektir, bu durumda hazf sözkonusu değildir. Çünkü bunlar öyle bir topluluk idi ki, kendi görüşlerine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a uyacak olurlarsa, yüksek mertebeleri azalır, durumlarında bir eksilme olur. Ona tabi olmayacak olurlarsa, yükseleceklerini zannediyorlardı. Yüce Allah onların yalanlamak suretiyle ulaşacaklarını ümid ettikleri yüksek mertebeye ulaşamayacaklarını haber vermektedir. Burada kastedilenler müşriklerdir. Yahudilerin kastedildiği de söylenmiştir. Bu açıklamaya göre -sûrenin baş tarafında geçtiği üzere- âyet-i kerîme Medine'de inmiş olur. Anlamı da şöyle olur: Eğer onlar (yahudiler) Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a uymayı büyüklüklerine yedirmeyip: Deccal pek yakında çıkacak ve mülk bize geri verilecek, nehirler onunla birlikte akacak ve o Allah'ın âyetlerinden bir âyet olarak çıkacaktır, diyor iseler bu onların asla erişemeyecekleri bir büyüklenme olur. Buna göre âyet-i kerîme onlar hakkında inmiş olmaktadır. Bu açıklamayı Ebû’l-Aliye ve başkası yapmıştır. Al-i İmrân Sûresi'nde (3/45-46. âyetler ile 55. âyetlerin tefsirinde) Deccal'in çıkacağına, Mekke ile Medine dışında her tarafı çiğneyip geçeceğine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Ona dair haberleri yeteri kadarıyla "et-Tezkire" adlı eserimizde de zikretmiş bulunuyoruz. Deccal yahudidir, ismi ise Saf olup, künyesi Ebû Yusuf'tur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı inkâr eden her kâfirin Deccal olduğu da söylenmiştir. Bu da güzel bir açıklamadır, çünkü geneldir. Mücahid de şöyle demektedir: Âyetin anlamı şöyledir: Onların kalplerinde asla ulaşamayacakları bir büyüklük vardır. Anlam birdir. Buradaki "kibir"den kastın, büyük iş anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani onlar peygamberliği yahut kendisi vasıtası ile seni öldürmek noktasına veya benzeri bir noktaya ulaşabilecekleri pek büyük bir iş peşindedirler, fakat buna ulaşamayacaklardır ya da onlar senin dinin tamamlanmadan önce ölmeni temenni ederler, fakat maksatlarına ulaşamayacaklardır. "Derhal Allah'a sığın." Ayet-i kerîme yahudiler hakkında inmiştir, diyenlerin görüşlerine göre Deccal'in fitnesinden Allah'a sığın, demek olur. Diğer açıklamaya göre ise kâfirlerin şerrinden Allah'a sığın, demek olur. Onların mübtela oldukları küfür ve kibir gibi hallerinden Allah'a sığın, anlamında olduğu da söylenmiştir. "Çünkü O, herşeyi işitendir, görendir" âyetindeki: "(........): O" fasl zamiri olur. Mübteda da olabilir. Bu durumda ondan sonrası haberi olur. Cümle de bütünüyle: "Çünkü, muhakkak"ın -önceden de geçtiği üzere- haberi olur. 57Göklerle yerin yaratılması yemin olsun ki insanların yaratılışından daha büyüktür, fakat insanların çoğu bilmezler. "Göklerle yerin yaratılması yemin olsun ki insanların yaratılışından daha büyüktür" âyeti mübteda ve haberi birlikte gelmiş bir cümledir. Ebû'l-Aliye de şöyle demektedir: Yani yahudilerin büyük gördükleri Deccal'in yaratılışından daha büyüktür. Yahya b. Sellam da şöyle demektedir: Bu öldükten sonra dirilişi inkâr edenlere karşı getirilen bir delildir. Yani bu ikisinin yaratılması insanların yaratılışının tekrarlanmasından daha büyüktür. Niçin Benim insanları tekrar dirilteceğimden yana acz içinde olduğumu sanıyorlar? "Fakat insanların çoğu" bunu "bilmezler." 58Kör ile gören de bir olmaz, îman edip salih amel işleyenler ile günahkar olan da. Ne az düşünüyorsunuz! "Kör ile gören de bir olmaz." Mü’min ile kâfir, sapık ile hidayet bulan bir olmaz demektir. "Îman edip salih amel işleyenler" iyi işler yapanlar "ile günahkar olan" kötülükleri yapan "olan da" bir olmaz. "Ne az düşünüyorsunuz!" Âyeti genel olarak haber vermek üzere "ye" ile ("ne kadar az düşünüyorlar!" anlamında) diye okunmuştur. Ebû Ubeyd ile Ebû Hatim de bu okuyuşu tercih etmiştir. Çünkü gerek ondan önceki ifadeler, gerek bundan sonraki ifadeler haber veren ifadelerdir. Kûfeliler ise hitab olmak üzere "te" ile ("düşünüyorsunuz!" anlamında) okumuşlardır. 59Elbette kıyâmet mutlaka gelecektir. Bunda hiç şüphe yoktur, ama insanların çoğu îman etmezler. "Elbette kıyâmet mutlaka gelecektir" âyetindeki: "Mutlaka gelecektir" lâfzındaki "lam" te'kid lamıdır. "Elbette"nin haberinin başına gelmiştir. Ancak bunun ifadenin başına gelmesi gerekir, çünkü bu, cümlenin te'kidi içindir. Şu kadar var ki bazan yerinden kaydırılabilmektedir. Sîbeveyh böyle demiştir. Mesela: "Şüphesiz Amr elbette çıkıyor" denilir. Bu şekilde yerinden kaydırılarak sonraya bırakılmasının sebebi bu "lam" ile: "Elbette, muhakkak"ın arka arkaya getirilmemesi içindir. Zira her ikisi de aynı anlamı ifade eder. Yine Basralılara göre: ile bir gerçektir" kullanımını uygun karşılamıştır. Eğer: " Bir gerçektir" lâfzını hazfedecek olursan, bildiğim kadarıyla hiçbir nahivci bunu câiz kabul etmez. Bu açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır. "Bunda hiç şüphe" tereddüt ve tartışma "yoktur, ama insanların çoğu îman etmezler." Onu tasdik etmezler. Halbuki o vakit itaat eden ile isyan eden arasındaki fark ortaya çıkmış olacaktır 60Rabbiniz buyurdu ki: "Bana dua edin, Ben de duanızı kabul edeyim. Şüphesiz Bana ibadeti büyüklüklerine yedirmeydiler yakında hor ve hakir olarak cehenneme gireceklerdir." "Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin, Ben de duanızı kabul edeyim." âyeti ile ilgili olarak en-Numan b. Beşir'in şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Dua ibadetin kendisidir." Sonra da yüce Allah'ın: "Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin, Ben de duanızı kabul edeyim. Şüphesiz Bana ibadeti büyüklüklerine yedirmeyenler yakında hor ve hakir olarak cehenneme gireceklerdir" âyetini okudu. Ebû Îsa dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, V, 211, 374, 456; Ebû Davud, II, 76; İbn Mace, II, 1258; Müsned, IV, 267, 271, 276 İşte bu âyet, duanın ibadetin kendisi olduğunun delilidir. Müfessirlerin çoğunluğu da böyle demiştir. Anlam da şudur: Beni tevhid edin ve Bana ibadet edin, Ben de sizin ibadetinizi kabul edip günahlarınızı bağışlayayım. Burada duanın zikir, dua ve Allah'tan dilekte bulunmak demek olduğu da söylenmiştir. Enes dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizden herbir kimse Rabbinden ne ihtiyacı varsa hepsini O'ndan istesin. Hatta ayakkabının bağı koptuğu takdirde dahi onu O'ndan istesin." İbn Hibban, Sahih, III, 148, 176, 177; el-Makdisi, el-Ehadisu'l-Muhtara, V, 9, 10; "İbn Hibban tarafından güvenilir ravilerin rivâyeti olarak kaydedilmekle beraber, doğrusunun mürsel olduğunu" kaydetmektedir Duanın günahları terketmek olduğu da söylenmiştir. Katade'nin naklettiğine göre Ka'b el-Ahbar şöyle demiştir: Bu ümmete kendilerinden önce peygamber olması müstesna- hiçbir ümmete verilmemiş üç şey verilmiştir: Önceden bir peygamber gönderildi mi ona: Sen kendi ümmetine şahitsin denilirdi, yüce Allah ise bu ümmete: "Bütün insanlara karşı şahitler olasınız" (el-Bakara, 2/143) diye buyurmuştur. Yine peygambere: Dinde senin için bir zorluk yoktur denilirdi, bu ümmete de: "Dinde size güçlük vermedi" (el-Hac, 22/78) diye buyurulmuştur. Yine peygambere: Bana dua et, Ben de senin duanı kabul edeyim, denilirdi. Bu ümmete de: "Bana dua edin, Ben de duanızı kabul edeyim." diye buyurulmuştur. Derim ki: Böyle bir şey kişinin görüşüne dayanılarak söylenmez. Nitekim bu (peygambere) merfu bir rivâyet olarak da gelmiştir. Bunu Leys, Şehr b. Havşeb'den, o Ubade b. es-Samit'ten diye rivâyet etmiştir. Buna göre Ubade b. es-Samit dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Ümmetime ancak peygamberlere verilmiş üç şey verilmiştir. Yüce Allah bir peygamberi gönderdi mi ona: Bana dua et, Ben de senin duanı kabul edeyim, diye buyururdu. Bu ümmete de: "Bana dua edin, Ben de duanızı kabul edeyim" diye buyurmuştur. Bir peygamber gönderdi mi: Senin üzerine dinde herhangi bir zorluk kılmamıştır, denilirdi. Yüce Allah bu ümmete de: "Dinde size güçlük vermedi" (el-Hac, 22/78) diye buyurmuştur. Yüce Allah bir peygamber gönderdi mi onu kendi kavmine şahit kılardı. O bu ümmeti de, bütün insanlara karşı şahit kılmıştır." Bunu et-Tirmizî el-Hakim "Nevadiru'l-Usul" adlı eserinde zikretmiş bulunmaktadır. Tirmizi Hakim, Nevadiru'l-Usul, IV, 124 Aynı şekilde Halid er-Rıb'î de şöyle derdi: Bu ümmetin işine şaşılır. Ona: "Bana dua edin, Ben de duanızı kabul edeyim." denilerek hem dua etmelerini emretti, hem de dualarını kabul edeceği vaadinde bulundu. Her ikisi arasında da herhangi bir şart bulunmamaktadır. Birisi ona: Ne gibi? diye sorunca, o da şöyle dedi: Mesela yüce Allah: "Îman edip salih amel işleyenlere de şunu müjdele..." (el-Bakara, 2/25) diye buyurmaktadır. Görüldüğü gibi bu âyette bir şart bulunmaktadır. Diğer taraftan: "Îman edenlere Rabbleri katında kendileri için muhakkak bir kadem-i sıdk olduğunu müjdele" (Yûnus, 10/2) âyetinde ise amel şartı bulunmamaktadır. Diğer taraftan yüce Allah'ın: "Öyle ise... dini yalnız Allah'a halis kılanlar olarak Allah'a dua edin" (el-Mu'min, 40/11) âyetinde şart vardır. Buna karşılık yüce Allah'ın: "Bana dua edin, Ben de duanızı kabul edeyim" âyetinde herhangi bir şart yoktur. Daha önceki ümmetler herhangi bir ihtiyaçlarının görülmesi için peygamberleri o hususta kendilerine dua etsin diye peygamberlerine gider başvururlardı. Şöyle de denilmiştir: Bu âyet daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/186. âyet, 3. başlıkta) açıklandığı üzere mutlak ve mukayyed ifadeler kabilindendir. Yani eğer dilersem "duanızı kabul edeyim" demektir. Bu bakımdan yüce Allah'ın: "O da dilerse yalvardığınız şeyi giderir" (el-En'am, 6/41) âyetine benzemektedir. Kimi zaman dua Ebû Said el-Hudrî'nin rivâyet ettiği ve el-Bakara Sûresi'nde (2/186. âyet, 3- başlıkta) geçtiği üzere, bizatihi istenen şeylerin dışında da duanın kabul edilmesi sözkonusu olabilir. Bu hususu oradan tetkik edebilirsiniz. İbn Kesîr, İbn Muhaysın, Yakub'dan Ruveys, Ebû Amr'dan Ayyaş ile Ebû Bekir ve Âsım'dan el-Mufaddal "gireceklerdir" anlamındaki âyeti: "Girdirileceklerdir" şeklinde meçhul bir fiil olarak "ye" harfini ötreli, "hı" harfini de üstün olarak okumuşlardır. Diğerleri ise "ye" harfini üstün, "hı" harfini de ötreli olarak "gireceklerdir" anlamında okumuşlardır. "Hor ve hakir olarak" de küçülmüşler ve zelil kılınmışlar olarak demek olup, buna dair açıklamalar daha önceden (en-Nahl, 16/48. âyet ile en-Neml, 27/87. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 61Allah O'dur ki, içinde rahat bulasınız diye geceyi yaratandır, gündüzü de aydınlık (kılandır). Muhakkak Allah insanlara lütufkardır, fakat insanların çoğu şükretmezler. "Allah O'dur ki içinde rahat bulasınız diye geceyi yaratandır." âyetinde geçen: "Kıldı" burada (mealde olduğu gibi) "yarattı" demektir. Araplar bu kelime "yaratmak" anlamında kullanılması hali ile bu anlamda kullanılmaması hali arasında fark gözetirler. Eğer "yaratmak" anlamında kullanırlarsa bunun ancak tek bir mef'ûle geçişi sözkonusu olur. Şayet yaratmak anlamında değil ise o takdirde iki mef'ûle geçiş yapar. Yüce Allah'ın: "Muhakkak Biz onu... Arapça bir Kur'ân kıldık." (ez-Zuhruf, 43/3) âyetinde olduğu gibi. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden bir kaç yerde (mesela el-Bakara, 2/22'in tefsiri; el-En'am, 6/1. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Gündüzü de aydınlık" yani o zaman içerisinde ihtiyaçlarınızı görüp geçiminizi sağlamak için, gerekli tasarruflarda bulunabilmeniz için aydınlık kılandır. "Muhakkak Allah insanlara lütufkardır. Fakat insanların çoğu" onun lütfuna ve üzerlerindeki nimetlerine "şükretmezler." 62İşte Rabbiniz Allah budur. Herşeyin yaratıcısıdır. O'ndan başka ilâh yoktur. O halde nasıl döndürülüyorsunuz? "İşte Rabbiniz Allah budur. Herşeyin yaratıcısıdır" âyeti ile birlik ve kudretine delâleti açıklamaktadır. "O'ndan başka ilâh yoktur. O halde nasıl döndürülüyorsunuz?" Bu şekilde O'nun delilleri size apaçık gösterildikten sonra nasıl olur da imandan geri dönüyor, imanı bırakıp başka tarafa yöneliyorsunuz? Yani sizler bu hususta deliller ortada olmakla birlikte haktan döndürüldüğünüz gibi; 63Allah'ın âyetlerini bilerek inkâr edegelenler işte böyle döndürülür. "Allah'ın âyetlerini bilerek inkâr edegelenler işte böyle" haktan "döndürülür." 64Allah O'dur ki, yeri sizin için bir karargâh, göğü üstünüze yüksek bir bina yapmış, size suret verip suretlerinizi güzelleştirmiş ve hoş şeylerden sizi rızıklandırmıştır. İşte Rabbiniz Allah. Âlemlerin Rabbi Allah'ın şanı ne yücedir! "Allah O'dur ki yeri sizin için bir karargâh" âyeti ile vahdaniyetini tanıtmak ve buna dair delilleri pekiştirmeyi daha da arttırmaktadır. Yani O gerek hayatınız için, gerek ölümden sonra yeryüzünü sizin için bir karargâh "göğü üstünüze yüksek bir bina yapmış" bulunmaktadır. Buna dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara, 2/22. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "...Size suret verip suretlerinizi güzelleştirmiş" yani sizi en güzel surette yaratmıştır. Ebû Rezin ile el-Eşheb el-Ukeylî "suretlerinizi" anlamındaki âyeti "sad" harfini kesreli olarak;diye okumuştur. el-Cevherî dedi ki: "Sad" harfi kesreli olarak; söyleyişi " Suretler" diye gelen "suret" kelimesinin çoğulunun bir söyleyişidir. İşte bu söyleyişe uygun olarak cariyelerin nitelikleri ile ilgili şu beyit de nakledilmektedir: "Gözleri el-Halsa ineklerinden daha da güzeldir, Ve onlar suretleri itibariyle onların sürülerinden de güzeldir." Buradaki lâfzı 'in çoğuludur, bu da inek sürüsü demektir. Yine bu kelime, miskin konulduğu kap anlamında da kullanılır. Şair her ikisini de şu beyitte bir arada zikretmiş bulunmaktadır: "İnek sürüsü göründü mü hatırlarım Leyla'yı, Miskin konulduğu kabın hoş kokusu geldi mi yine hatırlarım onu." da bunun bir söyleniş şeklidir. "Ve hoş şeylerden sizi rızıklandırmıştır. İşte Rabbiniz Allah! Âlemlerin Rabbi Allah'ın şanı ne yücedir!" âyetine dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/22. ayet 4. başlık, el-Araf, 7/54. âyetin tefsiri ile el-Furkan, 25/1. âyetin tefsiri ve benzerlerinde) geçmiş bulunmaktadır. 65O diri olandır. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O halde dini yalnız O'na halis kılanlar olarak O'na dua (ibadet) edin. "Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun" (deyin). "O diri olandır." Bakidir ve ölmeyendir. "O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O halde dini" itaat ve ibadeti "yalnız O'na halis kılanlar olarak O'na dua edin. Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun." el-Ferrâ'' dedi ki: Bu haber anlamını ihtiva eden bir cümledir. (O takdirde anlam: Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'adır, şeklinde olur.) Hazfedilmiş bir emir vardır. O'na dua edin, O'na hamdedin demektir. Bütün bunlara dair yeterli açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde ve başka yerlerde (mesela el-Fâtiha, 1/2. âyet 7. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. İbn Abbâs da: Kim "la ilahe illallah" derse, hemen "elhamdulillahi Rabbi'l-alemin: Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun" deyiversin, demiştir. 66De ki: "Rabbimden bana apaçık deliller gelince, Allah'tan başka dua ettiklerinize ibadet etmek bana yasak kılındı ve âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolundum. "De ki" -ey Muhammed- "Rabbimden bana apaçık deliller" birliğinin belgeleri "gelince, Allah'tan başka dua ettiklerinize ibadet etmek" Ondan başkasına tapınmak "bana yasak kılındı." Kendisinden başka ilâh olmayan hayy ve kayyum olan Allah bunu bana yasakladı. "Ve âlemlerin Rabbine teslim olmakla" Ona zilletimi arzetmek ve boemrolundu. 67O ki sizi topraktan, sonra bir nutfeden, sonra (sülük gibi) bir kan pıhtısından yaratan, sonra sizi bir bebek olarak çıkarandır. Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız, sonra da ihtiyar olmanız için (yaşatandır). Sizden kiminiz daha öncesinden vefat eder, belirli bir ecele ulaşmanız için ve belki akıl erdirirsiniz diye. "O ki sizi topraktan, sonra bir nutfeden, sonra (sülük gibi) bir kan pıhtısından yaratan, sonra sizi bir bebek olarak çıkarandır." Sizi bebekler olarak dünyaya getirendir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Hac, 22/5. âyet, 12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız..." Bu çağ gücün ileri derecesine ulaştığı, aklın da tam anlamıyla olgunlaştığı bir haldir. Buna dair açıklamalar da daha önceden el-En'am Sûresi'nde (6/151-153- âyetler, 11. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Sonra da ihtiyar olmanız için" âyetindeki "ihtiyarlar" anlamına gelen lâfzı "şın" harfi ötrelidir. Bu Nafî', İbn Muhaysın, Hafs, Hişam, Yakub ve Ebû Amr'ın asla uygun olarak okuduğu şekildir. Çünkü bu kelime (tekili olan şeyh kelimesi): veznindeki kelimenin çoğuludur, "Kalp, kalpler, baş, başlar" gibi. Diğerleri ise "ya" harfine riayet olmak üzere "şın" harfini esreli olarak okumuşlardır. Her iki okuyuş da çokluk çoğuludur. Az sayıdaki çoğul için: denilir. Aslı ise; şeklindedir. "Fels ve felsler" gibi. Şu kadar var ki "ye" harfinde hareke ağır gelir. (Bundan dolayı "ye"den sonra med harfi olarak "elif" ilave edilmiştir.) Bu lâfız tekil olarak; diye de okunmuştur. Yüce Allah'ın "bebek olarak" anlamındaki; (vût) lâfzı gibi, anlamı ise "sizden herbiriniz (bu şekilde olur)" demektir. Tekil olarak kullanılması ise maksadın, türün durumunu açıklamak olduğundan dolayıdır. "es-Sihah"da şöyle denilmektedir: "Yaşlı"nın çoğulu, şekillerinde gelir. "Yaşlı kadın" demektir. Abid (b. el-Abras) dedi ki: "Sanki o ölür korkusuyla yavrusunu bekleyen bir yaşlı dişidir." "Adam yaşlandı, yaşlanır, yaşlanmak" denilirken (mastarı) asla uygun olarak harekeli söylenir. "Yaşlılık" demektir. "Ye" aslı itibariyle harekelidir, fakat sakin okunmuştur. Çünkü Arapçada "fa'lul" vezninde bir kelime yoktur. "Yaşlandı, yaşlanmak" demektir. "Ona saygıdan dolayı ona şeyh (yaşlı adam) diye seslendim" anlamındadır. Küçültme ismi ile şeklinde "şın" harfi kesreli olarak söylenir, diye kullanılmaz. en-Nehhâs dedi ki: Eğer şair mecbur kalırsa: (........) diyebilir. (........) ile demek gibi. Ancak bunun bu şeklinin kullanılması " Göz" kelimesinde kullanılması güzeldir, zira kelime olarak müennesdir. "Yaşlı (şeyh)" kırk yaşını geçmiş olan kimseye denilir. "Sizden kiminiz daha önceden vefat eder" âyeti hakkında Mücahid şöyle demektedir, yani yaşlanmadan önce veya düşük olması halinde bu hallerden geçmeden önce ölür, demektir. "Belirli bir ecele ulaşmanız için" âyeti hakkında da Mücahid: Ölüm herkes içindir demiştir.
"Ulaşmanız için" lâfzındaki "lam", lam-ı akıbet (sonuçta ulaşılacak hali bildirmek için)dir. "Ve belki akıl erdirirsiniz diye" bunu aklınızla kavrayarak O'ndan başka hiçbir ilâh olmadığını bilirsiniz diye. 68O, dirilten ve öldürendir. Bir işe hükmettiği zaman ona yalnız "ol" der, o da hemen oluverir. "O dirilten ve öldürendir." Bu açıklama fazladan dikkat çekmek için yapılmıştır. Yani öldürmeye ve diriltmeye güç yetiren O'dur. "Bir işe hükmettiği zaman" o işi yapmayı dilediği zaman "ona yalnız ol der, o da hemen oluverir." İbn Amir: " O da hemen oluverir" âyetini emrin cevabı olarak nasb ile okumuştur. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/117. âyet, 4. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. 69Allah'ın âyetleri hakkında tartışanları görmez misin? Nasıl da döndürülüyorlar? "Allah'ın âyetleri hakkında tartışanları görmez misin? Nasıl da döndürülüyorlar?" İbn Zeyd dedi ki: Burada kendilerinden sözedilenler müşriklerdir. Buna delil de yüce Allah'ın: 70Kitabı ve peygamberlerimizle gönderdiklerimizi yalanlayanlar; onlar yakında bileceklerdir. "Kitabı ve peygamberlerimizle gönderdiklerimizi yalanlayanlar" âyetleridir. Ancak müfessirlerin çoğunluğu: Kaderiyye hakkında inmiştir, demişlerdir. İbn Şîrîn der ki: Şayet bu âyet-i kerîme Kaderiyye hakkında inmemiş ise kimler hakkında inmiş olduğunu bilemiyorum, demiştir. Ebû Kubeyl de şöyle demiştir: Ben kaderi yalanlayan kimselerin îman edenler ile tartışan kimselerden başkaları olacaklarını zannetmiyorum. Ukbe b. Amir de şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bu âyet Kaderiyye hakkında inmiştir." Bunu da el-Mehdevî zikretmiştir. Hadis olarak tesbit edemedik. 71O zaman boyunlarında tasmalar ve zincirler bulunacak, sürüklenecekler; "O zaman boyunlarında tasmalar ve zincirler bulunacak." Yani pek yakında onlar cehenneme girecekleri, elleri ve boyunları zincire vurulacağı vakit içinde bulunacakları bu halin batıl olduğunu bileceklerdir. et-Teymî dedi ki: Eğer cehennem tasmalarından bir tanesi bir dağın üzerine bırakılacak olursa, karasuya ulaşıncaya kadar o dağı yerin dibine geçirir. "Zincirler" âyeti genel olarak; " Tasmalar"a atf ile merfu olarak okunmuştur. Ebû Hatim dedi ki: "Sürüklenecekler" anlamındaki âyet, bu kıraate göre yeni bir cümledir. Başkası ise şöyle demiştir: Bu, hal olarak nasb konumundadır. İfadenin takdiri de şöyledir: "O zaman boyunlarında tasmalar ve zincirler bulunacak." " Sürüklenerek (götürüleceklerdir)" İbn Abbâs, Ebû'l-Cevza, İkrime ve İbn Mes’ûd ise "zincirler" anlamındaki lâfzı nasb ile okuduğu gibi "sürüklenecekler" anlamındaki fiili "ye" harfini de fetha ile okumuştur. Bu okuyuşa göre ifadenin takdiri, onlar zincirlerini sürüklerler şeklindedir. İbn Abbâs da şöyle demiştir: Eğer zincirlerini kendileri sürükleyecek olurlarsa, bu onlar için daha da ağır bir azâb olacaktır. Bazı kıraat âlimlerinin "zincirler" anlamındaki lâfzı cer ile okudukları da nakledilmiştir. Bu da manaya hamledilerek böyle okunmuştur, diye açıklanır. Çünkü âyetin anlamı: " Onların boyunları tasmalar içinde ve zincirler ile (vurulmuş olacak)dır" şeklindedir. Bu açıklamayı el-Ferrâ'' yapmıştır. ez-Zeccâc da şöyle demiştir: "Zincirler" anlamındaki lâfzı cer ile okuyanların okuyuşuna göre anlam: " Zincirler içerisinde sürüklenirler" şeklindedir. İbnu'l-Enbarî dedi ki: Bu anlama göre cer ile okumak câiz değildir. Çünkü bir kimse "Zeyd evdedir" demek istediği vakit harf-i cerri zikretmeksizin:diye söylemesi güzel kaçmaz. Bununla birlikte şu anlamda olmak üzere bu kelimenin cer ile okunması caizdir: "O vakit onların boyunları tasmalar içinde ve zincirler içinde olacaktır". Bu durumda "zincirler" lâfzı da "tasmalar" lâfzına atf-ı nesak ile cer ile okunmuş olur. Çünkü "zincirler" anlamındaki lâfız cer konumundadır. Nitekim: " Aklı başında Abdullah ile Zeyd birbirleriyle tartıştılar" diyerek "aklı başında iki kişi" anlamındaki 'ı nasb ile kullanmak gibi. Bununla birlikte her ikisinin merfu okunması da caizdir, çünkü biri diğeri ile tartışacak olursa karşısındaki de onunla tartışmış olur. el-Ferrâ'' da şöyle bir beyit nakletmektedir: "Onun ayağı yılanlarla barış yaptı, O yılanlarla, büyük yılanlarla, koca koca yılanlarla." Görüldüğü gibi burada: "Yılanlarla" kelimesi daha önce geçen diğer "yılanlar (anlamındaki el-hayyat)" lâfzına tabi kılarak nasb ile okumuştur. Çünkü yılanlar ayaklarla barışacak olursa ayak da onlarla barış yapmış olur. Buradaki bu barış yaptı anlamındaki kelime yılanın sokması anlamında da kullanılır Buna göre "zincirler" anlamındaki lâfzı nasb ya da cer ile okuyanlar orada vakıf yapmazlar. 72Kaynar sudaleyhisselâmonra ateşte yakılacaklar. "Kaynar suda" anlamı verilen: lâfzı son derece sıcak demektir. Bunun kaynamış durumdaki irin anlamına geldiği de söylenmiştir. "Sonra ateşte yakılacaklar." Yani ateşe atılacaklar ve ateş için tutuşturulma malzemesi olacaklar. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. "Tandırı yaktım" demektir, yine: "Onu doldurdum" anlamındadır. "Ve dopdolu denize (de yemin olsun ki)" (et-Tur, 52/6) âyetinde de bu anlamdadır. Buna göre: Cehennem ateşi onlarla doldurulacaktır, demek olur. Şair de bir dağ keçisini anlatırken şöyle demektedir: "Diledi mi dolu dolu (iyice açılmış) bir gözle bakar, Etrafında kayın ağacını da, susamı da görür." Burada görüldüğü gibi "dolu göz (dikkatle bakan ve irice açılmış göz)" anlamındadır. 73Sonra onlara denilecek ki: "Hani ortak tutageldikleriniz nerede? "Sonra onlara denilecek ki: Hani ortak tutageldikleriniz nerede?" 74"Allah'tan başka?" Onlar: "Önümüzden kaybolup gittiler. Hayır, biz zaten önceden hiçbir şeye ibadet etmiyorduk" diyecekler. Allah kâfirleri işte böyle şaşırtır. "Allah'tan başka." Bu ifade bir sitem ve azardır. "Onlar: Önümüzden kaybolup, gittiler... diyecekler." Yani yok oldular, bizi azapta bırakıp gittiler. Buradaki "Kaybolup gittiler" ifadesi; "Su sütün içinde kayboldu" tabirinden alınmıştır. Onları bulamayacağımız bir hale geldiler, diye de açıklanmıştır. "Hayır, biz zaten önceden hiçbir şeye ibadet etmiyorduk." Yani bizim ibadet ettiğimiz şeyler görmüyor, işitmiyor, zarar veremiyor, fayda sağlayamıyordu. Bu ifade onların putlara ibadet ettiklerini inkâr anlamında değildir. Aksine onların putlara yaptıkları ibadetin bâtıl ve boş olduğunu bir itiraftır. Yüce Allah da şöyle buyuracak: "Allah kâfirleri işte böyle şaşırtır." Yani bu kimseleri şaşırttığı gibi her kâfire de böyle yapar. 75Bu halinizin sebebi şudur: Siz yeryüzünde haksız yere şımarıyor ve taşkınlık gösteriyordunuz. "Bu halinizin" azabınızın "sebebi şudur: Siz yeryüzünde haksız yere" masiyetlerle "şımarıyor" dunuz. Bu söz onlara azar olmak üzere söylenecektir. Şu demektir: Sizin bu hale düşmeniz dünya hayatında iken masiyetleriniz ile mal ve tabilerinizin çokluğu ve sağlık ile şımarırcasına açıkça sevindiğinizi ortaya koymanızdır. Şöyle de açıklanmıştır, onların peygamberlere karşı şımarmaları peygamberlere: Biz biliyoruz ki öldükten sonra diriltilmeyecek ve azâb da görmeyeceğiz, demeleri idi. Mücahid de yüce Allah'ın: "Peygamberleri onlara apaçık deliller ile geldiğinde onlar yanlarındaki ilim dolayısı ile şımardılar." (el-Mu'min, 40/83) âyeti ile ilgili olarak böyle açıklama yapmıştır. "Ve taşkınlık gösteriyordunuz" âyeti hakkında Mücahid ve başkaları haddi aşıyor ve azgınlaşıyordunuz. Buna dair açıklamalar daha önceden el-İsra Sûresi'nde (17/37. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. ed-Dahhak dedi ki: "Ferah" sevinç demektir. "Merah" ise haksızlık, haddi aşmak demektir. Halid, Sevr'den o Muaz'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz Allah böbürlenip şımaranları sevmez. Kederli herbir kalbi de sever. (Buna karşılık) çok et yiyen ev halklarına ve şişman her ilim sahibine de buğzeder." Maverdi, Nüket, V, 165. Burada "çok et yiyen ev halkı"ndan kasıt gıybet ederek insanların etlerini yiyen kimselerdir. "Şişman ilim sahibi"nden kasıt ise oldukça bilgili olmakla birlikte bildiğini insanlara söylemeyen kimse demektir. Yani çok bilgili olmakla beraber, insanların bilgisinden faydalanamadığı kişidir. Bunu el-Maverdî zikretmektedir. "Çok et yiyen kimseler" ifadesi ile kastedilenlerin gerçekten çokça et yiyen kimseler oldukları da söylenmiştir. Ömer (radıyallahü anh)'ın söylediği: "Sizler bu et kesilen yerlerden uzak durunuz. Çünkü bunların içkinin alışkanlık yapması gibi bir alışkanlık yapmaları sözkonusudur.'" Bunu da el-Mehdevî zikretmiştir. Birinci açıklama Süfyan es-Sevrî'nin açıklamasıdır. 76Cehennem kapılarından, orada ebedi kalıcılar olarak giriniz. Büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür! "Cehennem kapılarından... giriniz." Yani o gün onlara böyle denilecektir. Yüce Allah da: "Onun yedi kapısı vardır." (el-Hicr, 15/44) diye buyurmaktadır. "Büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür" Bütün bunlara dair açıklamalar (el-Hicr, 15/43-44. âyetlerin tefsiri ile en-Nahl, 16/29. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 77Bu sebeble sabret! Muhakkak Allah'ın vaadi haktır. Eğer onlara vaadettiğimizin bazısını sana gösterirsek veya seni vefat ettirirsek, sonunda onlar Bize döndürüleceklerdir. "Bu sebeble sabret! Muhakkak Allah'ın vaadi haktır." Bu âyet, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir tesellidir. Yani şüphesiz bizler ya sen hayatta iken yahut ahirette onlardan senin intikamını alacağız. "Eğer sana gösterirsek" âyeti şart dolayısıyla cezm konumundadır. te'kid için fazladan gelmiştir. -Fiilin sonundaki- "nun" da böyledir. Bundan dolayı da cezm ortadan kalkmış, fiil fetha üzere bina edilmiştir. "Veya seni vefat ettirirsek" âyeti da ona atfedilmiştir, "sonunda onlar bize döndürüleceklerdir" âyeti da şartın cevabıdır. 78Yemin olsun Biz, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan kiminin kıssalarını sana anlattık, kiminin de kıssalarını sana anlatmadık. Allah'ın izni olmadıkça hiçbir peygamberin kendiliğinden bir âyet (mucize) getirmesi mümkün olmaz. Allah'ın emri geldiğinde hak ile hükmolunur. İşte bâtılcılar orada hüsrana uğrayıverirler. "Yemin olsun Biz senden önce de peygamberler gönderdik." Yine yüce Allah bu âyeti ile de kendisinden önce gelmiş peygamberlerin karşılaşmış oldukları durumları hatırlatarak teselli etmektedir. "Onlardan kimisinin kıssalarını sana anlattık." Onlara dair haberleri, kavimlerinden çektiklerini sana bildirdik. "Kiminin de kıssalarını sana anlatmadık. Allah'ın izni olmadıkça hiçbir peygamberin kendiliğinden" kendi başına âyet olarak "bir âyet (mucize) getirmesi mümkün olmaz. Allah'ın emri geldiğinde" yani yüce Allah'ın onları azaplandırmak için tesbit ettiği vakit geldiğinde, Allah onları helâk eder. Helaklerinin ertelenmesi ise, yüce Allah'ın aralarından İslâm'a gireceğini bildiği kimselerin İslâm'a girmeleri ve onların sülblerinden gelecek olan mü’minler dolayısıyladır. Bununla Bedir'de öldürüleceklere işaret edildiği de söylenmiştir. "Hak ile hükmolunur. İşte bâtılcılar" yani batıla uyan ve şirk içinde olan kimseler "orada hüsrana uğrayıverirler." 79Allah davarları bazısına binesiniz, bazısını da yiyesiniz diye sizin için yaratandır. "Allah davarları" âyeti hakkında Ebû İshak ez-Zeccâc dedi ki: Burada "el-en'am: davarlar"dan kasıt develerdir. "Bazısına binesiniz, bazısını da yiyesiniz diye sizin için yaratandır." Atların etinin yenilmeyeceğini söyleyip develerin yenileceğini mubah kabul eden kimseler, yüce Allah'ın davarlar hakkında "bazısını da yiyesiniz diye" buyurmuş olduğunu, buna karşılık atlar hakkında ise: "Hem binmeniz için hem de süs olmak üzere atları, katırları ve merkebleri (yarattı)" (en-Nahl, 16/8) diye buyurmuş, buna karşılık bunların yenilmelerinin mubah olduğunu sözkonusu etmemiş olduğunu delil gösterirler. Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden en-Nahl Sûresi'nde (16/8. âyet, 5- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 80Ve sizin için onlarda faydalar vardır. Kalplerinizdeki arzuya onların üzerine ulaşmanız için... Üstelik hem onların üzerinde, hem gemilerin üstünde taşınırsınız. "Ve sizin için onlarda faydalar vardır." Tüylerinde, yünlerinde, kıllarında süt, yağ, tereyağı, peynir ve buna benzer daha başka faydalar vardır. "Kalplerinizdeki arzuya onların üzerinde ulaşmanız için." Yani bunlar yolculuklarda yüklerinizi taşırlar. Bütün bunlara dair açıklamalar daha önce en-Nahl Sûresi'nde (16/7-8. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bunları burada tekrarlamanın bir anlamı yoktur. Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Üstelik hem onların" karada davarların "üzerinde, hem" denizde "gemilerin üstünde taşınırsınız." 81Sizlere âyetlerini gösteriyor. Allah'ın âyetlerinden hangisini inkâr ediyorsunuz? "Sizlere âyetlerini gösteriyor." Sözü geçen bu hususlarda O'nun birliğine ve kudretine delâlet eden âyetlerini, belgelerini gösteriyor. "Allah'ın âyetlerinden hangisini inkâr ediyorsunuz?" âyetindeki " Hangisi" âyeti; " İnkâr ediyorsunuz" ile nasbedilmiştir. Çünkü istifhamın (sorunun) sözün başında gelmesi gerekir. O bakımdan ondan önceki amiller onda amel etmezler. Şayet fiil ile birlikte "he" ("onu" anlamında) gelmiş olsaydı, o zaman 'nin ref ile okunması tercih edilirdi. Eğer istifham elif ya da: " mi, mı..." ile gelmiş olsaydı, onlardan sonra da bir isim gelip sonra da he zamiri bulunan bir fiil gelseydi, o takdirde tercih edilen okuyuş nasb okuyuşu olurdu. Âyetin anlamı şudur: Sizler bütün bunların Allah tarafından yaratıldıklarını inkâr etmediğinize göre; O'nun öldükten sonra diriltmeye ve ameller dolayısıyla hesaba çekmeye kadir olduğunu ne diye inkâr ediyorsunuz? 82Kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmaları için, yeryüzünde gezip, dolaşmadılar mı? Onlar bunlardan daha çok, kuvvetçe de, yerlerinde eserleri itibarı ile de daha güçlü ve daha çetin idiler. Ama kazanageldikleri şeyler onlara fayda vermedi. "Kendilerinden öncekilerin" geçmiş ümmetlerin geriye bıraktıkları izlerini görsünler diye "akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmaları için yeryüzünde gezip, dolaşmadılar mı? Onlar bunlardan" sayıca "daha çok kuvvetçe de yerlerinde eserleri itibarı ile de daha güçlü ve daha çetin idiler; ama kazanageldikleri şeyler" inşa ettikleri yapılar, mallar, sahib oldukları çocuklar ve onlara tabi olan kimseler "onlara fayda vermedi." Buna göre; "(........): ...me..." olumsuzluk edatı, red ve inkâr içindir. Yani bunların onlara hiçbir faydaları olmadı. Bu edatın istifham (soru edatı) olduğu da söylenmiştir. Yani helâk edildikleri vakit kazandıklarının kendilerine ne faydası oldu? "Daha çok" lâfzı munsarıf değildir, çünkü: veznindedir. Kûfelilerin iddia ettiklerine göre munsarıf olmayan herbir lâfzın munsarıf olması mümkündür, ancak bundan daha üstün anlamını ifade eden kipin vezni olan: veznindeki lâfızlar eğer beraberinde; " ...den, dan" var ise şiirde olsun, başka yerde olsun hiçbir şekilde munsarıf gelemez. Ebû'l-Abbas dedi ki: Eğer munsarıf gelmesinin engeli: "...den, dan" edatı olsa idi, o takdirde: "Senden daha iyisine ve senden ve Amr'dan daha kötüsüne yolum düştü" demlememesi icab ederdi. 83Peygamberleri onlara apaçık deliller ile geldiğinde onlar yanlarındaki ilim dolayısı ile şımardılar ve alay edegeldikleri şey onları kuşatıverdi. "Peygamberleri onlara apaçık delillerle" açık seçik belgelerle "geldiğinde onlar yanlarındaki ilim dolayısı ile şımardılar" âyetinin anlamı hakkında üç görüş vardır. Mücahid dedi ki: Yanlarındaki ilim ile sevinen, şımaran: Biz onlardan daha iyi biliriz. Ne azâb ediliriz, ne de öldükten sonra diriltiliriz, diyen kâfirlerdir. Bir başka açıklamaya göre kâfirler, ellerinde bulunan dünya bilgisi dolayısı ile şımarıp sevindiler. Yüce Allah'ın: "Dünya hayatından görünen kısmı bilirler." (er-Rum, 30/7) âyetinde dile getirilen bilgi gibi. Bir diğer açıklamaya göre; sevinenler peygamberlerdir. Kâfirler onları yalanlayınca, yüce Allah onlara kâfirleri helâk edip kendilerini ve mü’minleri kurtaracağını haber verdi. Buna göre "onlar" mü’minlerin kurtulacağına dair "yanlarındaki ilim dolayısı ile sevindiler" demek olur. "Ve alay edegeldikleri şey" yani peygamberlerin kendilerine getirdikleri şeyler ile alay etmelerinin cezası "onları" kâfirleri "kuşatıverdi." 84Onlar Bizim azabımızı gördüklerinde: "Bir olarak Allah'a inandık. O'na eş tutmakta olduğumuz şeyleri de inkâr ettik" dediler. "Onlar bizim azabımızı" gözleriyle "gördüklerinde: Bir olarak Allah'a inandık. O'na eş tutmakta olduğumuz şeyleri de" yani ibadette O'na ortak koştuğumuz putları da "inkâr ettik, dediler." 85Ama bizim azabımızı gördüklerinde îmanları onlara fayda vermedi. Bu, Allah'ın kulları hakkında geçerli olagelen sünnetidir ve kâfirler işte burada hüsrana uğradı... "Ama bizim azabımızı gördüklerinde" azâbın geldiğini ve azâbın kendisini gözleriyle gördükleri vakit Allah'a "îmanları onlara fayda vermedi." "Allah'ın sünneti" âyeti bir mastardır, çünkü Araplar: Sünnet kıldı, sünnet kılar, sünnet kılmak" derler. Yani yüce Allah kâfirler hakkında şu sünneti (kanunu) tesbit etmiştir: Azâbı gördükleri takdirde îman edecek olurlarsa, imanlarının kendilerine bir faydası olmaz. Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden en-Nisa Sûresi (4/17-18. âyetler, 2. başlık ve devamında) ile Yûnus Sûresi'nde (10/98. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yine yüce Allah'ın sünnetinin bir gereği olarak, azâbın görülmesinden ve geleceğinin kesin olarak anlaşılıp bilinmesinden sonra tevbe kabul edilmez. Şöyle de açıklanmıştır: Ey Mekkeliler! Kâfirlerin helâk edilmesi hususunda Allah'ın sünnetinden sakınınız. Buna göre "Allah'ın sünneti" anlamındaki âyet (sakındırmak) ve iğra (teşvik) olarak nasbedilmiştir. "Ve kâfirler işte burada hüsrana uğradı" âyeti hakkında ez-Zeccâc şöyle demiştir: Onlar önceden de hüsran içinde idiler. Şu kadar var ki, onların azâbı görecekleri vakit hüsranda oldukları bizim için de açıklık kazanmış olur. İfadede takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir. Yani "ama bizim azabımızı gördüklerinde îmanları onlara fayda vermedi" ... "ve kâfirler işte burada hüsrana uğradı" bütün kâfirler hakkındaki sünnetimiz böylece olduğu gibi. Buna göre "sünnet" lâfzının nasb ile gelmesi, başındaki harfi cerrin (gibi anlamını veren kef harfinin) kaldırılması dolayısıyladır. Allah'ın bütün ümmetler hakkındaki sünnetleri gibi demek olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. el-Ğafir (el-Mu'min) Sûresi'nin tefsiri burada sona ermektedir. Yüce Allah'a hamdolsun. |
﴾ 0 ﴿