FUSSILET SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın ismi ile Herkese göre Mekke'de inmiştir. Ellidört âyettir, elliüç âyet olduğu da söylenmiştir. 1Hâ, Mîm. Âyetin tefsiri için bak:2 2Rahmân, Rahîm olan tarafından indirilmiştir. "Hâ. Mîm. Rahmân, Rahîm olan tarafından indirilmiştir" âyeti ile ilgili olarak ez-Zeccâc şöyle demiştir: İndirilmiştir" âyeti mübteda olarak merfudur. Haberi ise "âyetleri gereği gibi açıklanmış bir kitabtır" âyetidir. Basralıların görüşü budur. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: "Rahmân, Rahîm olan tarafından indirilmiş olan (bu kitab), âyetleri gereği gibi açıklanmış bir kitabtır" el-Ferrâ'' da şöyle demektedir: Bunun merfu olarak gelmesi; "Bu" lâfzının takdirine binaen de olabilir. Ayrıca Bir kitaptır" âyetinde yüce Allah'ın "İndirilmiştir" âyetinden bedel olduğu da söylenebilir. Bunun yüce Allah'ın: "indirilmiştir" âyetinin sıfatı olduğu da söylenmiştir. "Hâ. Mîm" Yani bu "Hâ. Mîm"dir anlamındadır, diye de açıklanmıştır. Tıpkı "şu bölüm" dediğimizde bunun "o şu bölümdür" anlamında olmasına benzer. Buna göre "Hâ. Mîm" gizli bir mübtedanın haberidir. Yani " o Hâ, Mîm'dir" demek olur. " İndirilmiştir" âyeti da bir başka mübteda olur. "Bir kitaptır" lâfzı da onun haberi olur. 3Bilen bir kavim için âyetleri gereği gibi açıklanmış, Arapça bir Kur'ân olarak (indirilmiş) bir kitabtır. "Gereği gibi açıklanmış" beyan edilip açık açık ifade edilmiş anlamındadır. Katade dedi ki: Bu da açıkça helal ve haramının neyin itaat, neyin masiyet olduğunun açıklanması ile gerçekleşmiştir. el-Hasen: Vaad ve vaid (tehdit) ile Süfyan: sevab ve ikab ile açıklanmıştır, demişlerdir. "Gereği gibi açıklanmış" anlamındaki âyet; diye de okunmuştur. Hak ile batılı birbirinden ayırmış veya anlamlarının farklılığı ile kimisi kiminden ayrılmış, demek olur. Bu da: Şehirden uzaklaştı" ifadesinden alınmıştır. "Arapça bir Kur'ân olarak" anlamındaki: âyetinin nasb ile gelmesi, çeşitli şekillerde açıklanmıştır. el-Ahfeş dedi ki: Bu övgü olmak üzere nasb ile gelmiştir. Bir fiil takdiri ile mansup olduğu da söylenmiştir. "Arapça bir Kur'ân"ı an demek olur. Fiilin iadesi dolayısıyla (anlamca tekrar edildiği kabul edilmekle) nasbedildiği de söylenmiştir. Biz "Arapça bir Kur'ân"ı geniş geniş gereği gibi açıkladık" demek olur. Hal olarak nasb ile geldiği de söylenmiştir. Yani, "onun âyetleri Arapça bir Kur'ân" olduğu halde "gereği gibi açıklanmış"tır. Şöyle de açıklanmıştır: "Gereği gibi açıklanmış" fiili âdeta bir fail (gerçekte naib-i fail, yani sözde özne) konumuna gelinceye kadar "âyetleri" ile (amel etmek suretiyle) meşgul olunca, bu sefer beyanın (temyiz suretiyle açıklamanın) üzerinde gerçekleşmesi dolayısıyla; "bir Kur'ân olarak" anlamındaki lâfız nasb ile gelmiştir. Nasb ile gelmesi kat' üzere (önceki âyetle ilişkisi bulunmaksızın) olduğu da söylenmiştir. "Bilen bir kavim için" âyeti hakkında ed-Dahhak dedi ki: Yani Kur'ân Allah tarafından indirilmiştir. Mücahid de şöyle açıklamıştır: Tevrat ve İncil'de O'nun bir ve tek ilâh olduğunu bilen bir topluluk için demektir. Arapçayı bilen ve onun benzerini meydana getirmekten aciz kaldıklarını anlayan kimseler için, diye de açıklanmıştır. Çünkü Arapça olmasaydı, bunu bilemezlerdi. Derim ki: Bu daha doğru bir açıklamadır. Sûre de Kur'ân'ın i'cazı hususunda Kureyşlileri azarlamak üzere inmiştir. 4(Hem de) müjdeleyici ve korkutucu olmak üzere (indirilmiştir). Ama onların çoğu yüz çevirmişlerdir. Bundan dolayı onlar işitmezler. "Müjdeleyici ve korkutucu olmak üzere" buyrukları "âyetleri" âyetinden haldir. Bunda âmil ise "gereği gibi açıklanmış" anlamındaki fiildir. Bunların Kur'ân'ın sıfatları olduğu da söylenmiştir. Allah'ın dostları için "müjdeleyici ve" onların düşmanları için de "korkutucu olmak üzere (indirilmiş bir kitaptır)." "Müjdeleyici ve korkutucu olmak üzere" anlamındaki âyetler "kitab"ın sıfatı olmak üzere: "Müjdeleyici ve korkutucudur" diye de okunmuştur. Bu şekilde hazfedilmiş bir mübtedânın haberi de olabilir. Yani "(bu kitab) müjdeleyici ve korkutucudur" demek olur. "Ama onların" Mekkelilerin "çoğu yüz çevirmiştir. Bundan dolayı onlar" faydalanacakları bir şekilde "işitmezler." Rivâyete göre er-Reyyan b. Harmele şöyle demiştir: Kureyşlilerden ileri gelenler ile Ebû Cehil, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın durumu bizim için içinden çıkılmaz bir hal aldı. Şiiri, kâhinliği ve büyüyü bilen bir adam araştırıp bulsanız da onunla konuşsa, sonra da gelip bize onun durumunu açıklasa, dediler. Utbe b. Rabia dedi ki: Allah'a yemin ederim ben kâhinliği, şiiri ve büyüyü bilen birisiyim. Eğer böyle ise, onun durumu bana gizli kalmayacak şekilde bunları biliyorum. Bunun üzerine ona: Haydi ona git ve onunla konuş, dediler. O da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a giderek ona: Ey Muhammed dedi. Sen mi hayırlısın yoksa Kusey b. Kilab mı? Sen mi hayırlısın yoksa Haşim mi? Sen mi hayırlısın yoksa Abdulmuttalib mi? Sen mi hayırlısın yoksa Abdullah mı? Sen ne diye bizim ilâhlarımıza dil uzatıyorsun? Atalarımızın sapık olduğunu söylüyorsun. Bizi akılsızlıkla itham ediyorsun, dinimizi yeriyorsun. Şayet sen eğer bize başkan olmanın peşinde isen bütün sancaklarımızı senin emrine veririz ve hayatta kaldığın sürece bizim başkanımız olursun. Eğer evlenmek istiyor isen Kureyş kızlarından istediğin on tanesi ile seni evlendiririz. Şayet servet sahibi olmak istiyorsan, seni senden sonra gelecek olan soyunu sopunu zengin edecek kadar sana mal toplarız. Eğer sana geldiğini söylediğin şahıs cinlerden birisi olup seni etkisi altında almış ise, seni tedavi etmek için bu uğurda mallarımızı harcarız veya bu yolda kendimizi tüketiriz. Bu arada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) susmuş, sesini çıkarmıyordu. söyleyeceklerini bitirdikten sonra peygamber ona: "Ey Ebû'l-Velid! Söyleyeceklerini bitirdin mi?" diye sordu. O da: Evet deyince, Peygamber: "O halde kardeşimin oğlu beni dinle", dedi. : Dinleyeyim dedi, Peygamber şöyle buyurdu: "Rahmân ve Rahîm Allah'ın ismi ile Hâ. Mim. (Bu kitab) rahman, Rahîm olan tarafından indirilmiştir. Bilen bir kavim için... Eğer yüz çevirirlerse sen de de ki: Ben Âd ve Semud'a gelen yıldırım gibi bir yıldırımla sizi korkutup uyarırım" (Fussilet, 41/1-13) âyetine kadar okudu. Utbe ileri atılarak elini Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ağzına koydu. Allah hakkı için akrabalık bağı için susmasını ondan istedi. Utbe evine geri döndü, Kureyşlilerin yanına çıkmadı. Ebû Cehil ona gelerek: Muhammed'in dinine mi girdin? Yoksa onun yemeği hoşuna mı gitti? dedi. Utbe bu işe kızdı ve ebediyyen Muhammed ile konuşmayacağına yemin etti, sonra şunları söyledi: Allah'a yemin ederim, siz de biliyorsunuz ki ben Kureyşliler arasında malı en çok olanlardan birisiyim. Fakat ben ona durumu arzedince bana öyle bir sözlerle cevab verdi ki, Allah'a yemin ederim o söz ne şiirdir, ne kâhinliktir, ne de büyüdür. Sonra onlara Muhammed'den duyduklarını "Âd ve Semud'a gelen yıldırım gibi..." âyetine kadar okudu. (Devamla dedi ki): Sonra ben ağzını tuttum, akrabalık bağını hatırlatarak okumamasını ondan istedim. Siz de bilirsiniz ki, Muhammed bir şey söyledi mi yalan söylemez. Allah'a yemin ederim, üzerinize bir azâbın ineceğinden -yıldırımı kastediyor- korktum. Bu haberi Ebû Bekir el-Enbarî de "er-Raddu (Alâ Men Halefe Mushafe Osmane)" adlı eserinde Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den diye rivâyet etmiştir. Orada belirtildiğine göre; sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ha. Mim. Fussilet" sûresini secde âyetine varıncaya kadar okudu. Peygamber secdeye kapandı, Utbe ise arkadan ellerine dayanmış olarak söylediklerine kulak verip dinliyordu. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) okumasını bitirince ona: Ey Ebû'l-Velid dedi. Sana okuduklarımı dinledin, artık seni onlarla başbaşa bırakıyorum." Utbe mecliste bulunan Kureyşlilere gitti. Onlar da Allah'a yemin ederiz Ebû'l-Velid yanınızdan gittiğinden bir başka türlü yanınıza dönüyor. Sonra: Ne haberler getirdin? Ey Ebû'l-Velid, dediler. O da şöyle dedi: Allah'a yemin ederim Muhammed'den öyle bir söz duydum ki, onun benzerini asla duymuş değilim. Allah'a yemin ederim ondan duyduğum sözler ne şiirdir, ne kâhinliktir. Gelin, bu hususta bana itaat ediniz ve benim dediğimi kabul ediniz. Muhammed'i yapmak istediğinde serbest bırakınız, ona ilişmeyiniz. Allah'a yemin ederim, ondan duyduğum bu sözlerin haberleri mutlaka yankı getirecektir. Şayet Araplar onun başına bir iş açarlarsa, başkaları vasıtası ile ondan kurtulmuş olursunuz. Eğer bir kral yahut bir peygamber olursa, onun sebebiyle insanların en mutluları olursunuz, çünkü onun mülkü sizin mülkünüz, onun şerefi sizin şerefinizdir. Bu sefer: Heyhat dediler, ey Ebû'l-Velid, Muhammed seni de büyüledi. Ebû'l-Velid de: Bu benim sizin lehinize ileri sürdüğüm görüşümdür, istediğinizi yapınız diye karşılık verdi. 5Dediler ki: "Bizi davet edegeldiğin şeye karşı kalplerimiz örtüler içindedir. Kulaklarımızda bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda da bir perde vardır. O halde sen yapacağını yap! şüphesiz biz de yapanlarız." "Dediler ki: Bizi davet edegeldiğin şeye karşı kalplerimiz örtüler içindedir" âyetindeki: "Örtüler" lâfzı,'in çoğuludur. Bu da "örtü" demektir. Daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/88. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Mücahid dedi ki: Kalb için örtüler, oklar için kalkan gibidir. "Kulaklarımızda bir ağırlık vardır." Sağırlık demektir. Bundan dolayı senin sözlerin kulaklarımızdan içeriye girmiyor. Kalplerimiz de onu anlayıp kavramayacak şekilde örtülü bulunuyor. "Bizimle senin aranda da bir perde vardır." Yani din ayrılığı vardır. Çünkü onlar putlara tapıyor, kendisi ise yüce Allah'a ibadet ediyordu. Bu anlamdaki açıklamayı el-Ferrâ'' ve başkaları yapmıştır. Senin çağrını kabul etmemizi engelleyen bir örtü (vardır), diye de açıklanmıştır. Denildiğine göre Ebû Cehil başına bir örtü sararak -onunla alay olsun diye-: Ey Muhammed! Bizimle senin aranda bir perde vardır, demişti. Bunu en-Nekkaş naklettiği gibi, el-Kuşeyrî de zikretmiş bulunmaktadır. O halde burada hicab (perde), elbise demektir. "O halde sen yapacağını yap şüphesiz biz de yapanlarız." Bizi helâk etmek için çalış. Biz de seni helâk etmek için çalışanlarız. Bu açıklamayı el-Kelbî yapmıştır. Mukâtil de şöyle demiştir: Seni peygamber olarak gönderen ilâhın için çalış, biz de tapındığımız ilâhlarımız için çalışacağız. Bir başka açıklama: Senin dinin neyi gerektiriyorsa onu yap, biz de dinimizin gerektirdiğini yapacağız. Beşinci bir ihtimal de şudur: Sen ahiretin için çalış, biz de dünyamız için çalışacağız. Bunu da el-Maverdî zikretmiş bulunmaktadır. 6De ki: "Ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana, sizin ilâhınız ancak bir tek ilâhtır diye vahyolunuyor. O halde O'na dosdoğru yönelin ve O'ndan mağfiret dileyin. O müşriklerin vay haline!" "De ki: Ben ancak sizin gibi bir insanım." Yani ben bir melek değilim. Ben Âdemoğullarından birisiyim. el-Hasen dedi ki: Yüce Allah ona (böylece) alçak gönüllülüğü öğretmektedir. "Bana sizin ilâhınız ancak bir tek ilâhtır diye" semâdan melekler aracılığı ile "vahyolunuyor. O halde" O'na îman edin ve "O'na dosdoğru yönelin." O'na dua etmek ve O'ndan dilekte bulunmak suretiyle yüzlerinizi O'na çevirin. Bu da bir kimsenin: Evine yönel, demesine benzer. Yani dosdoğru evine git, başka bir tarafa sapma, demektir. "Ve O'ndan" koştuğunuz şirkten ötürü "mağfiret dileyin. O müşriklerin vay haline." 7Onlar ki hem zekâtı vermezler, hem de onlar ahireti inkâr edenlerin ta kendileridir. "Onlar ki hem zekâtı vermezler." İbn Abbâs dedi ki: Yani onlar Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik etmezler. Çünkü nefislerin zekâtı odur. Katade de şöyle demiştir: Zekatın farz olduğunu ikrar edip kabul etmezler, ed-Dahhak ve Mukâtil de şöyle demiştir: Onlar ne sadaka verirler, ne de itaat uğrunda bir harcamada bulunurlar. Yüce Allah, fazilet sahibi kimselerin kendilerine yakıştırmadığı cimrilik sebebiyle onları azarlamaktadır. Ayrıca bu âyette, kâfirin zekâtın ona farzolduğu kabul edilmemekle birlikte, küfrü sebebiyle azâb edileceğine delalet vardır. el-Ferrâ'' ve başkaları şöyle demiştir: Müşrikler çeşitli harcamalar yapıyor, hacılara su içiriyor, yemek yediriyorlardı. Ancak Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman eden kimseleri bunlardan mahrum edince, haklarında bu âyet-i kerîme nazil oldu. "Hem de onlar ahireti inkâr edenlerin ta kendileridir." İşte bundan dolayı itaat uğrunda infak etmezler, dosdoğru Allah'a yönelmezler ve mağfiret de dilemezler. ez-Zemahşerî dedi ki: Eğer: Ahireti inkâr etmekle birlikte müşriklerin diğer nitelikleri arasından zekât vermeme sıfatlarını, neden özellikle sözkonusu etti, diye sorulursa, şöyle cevab veririz: Çünkü insanın en çok sevdiği şey kendi malıdır, o canın yongasıdır. Malını Allah yolunda harcayacak olursa, o kişinin sebat üzere dosdoğru, niyetinin samimi, içindeki duyguların apaydınlık olduğunun en güçlü delili olur. Nitekim yüce Allah: "Allah'ın rızasını arayarak ve nefislerinden bir sebat ile mallarını infak edenlerin durumu..." (el-Bakara, 2/265) diye buyurmakta değil midir? Yani onlar nefislerine böylece sebat vermekte, mallarını infak etmek suretiyle de nefislerinin sebatını belgelendirmektedirler. Kalpleri İslâm'a ısındırılmak istenen kimseler (müellefe-i kulub) ancak basit birtakım dünyalıklarla bağlanmıştır. Böylelikle îmanları güçlenmiş ve İslama karşı yumuşamış oldular. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sonra irtidad edenler ise, ancak zekâtı vermemeyi açığa vurmuşlardı. Bundan dolayı ise onlara karşı savaş ilan edilmiş, onlara karşı cihada girişilmişti. Bu uğurda mü’minler zekâtın eda edilmesi için birlikler halinde gönderilmişti. Onu vermek istemeyenler de böylelikle oldukça korkutulmuştu. İşte bundan ötürü zekât vermemek, müşriklerin niteliklerinden olarak tesbit edilmiş ve ahireti inkâr etmekle birlikte sözkonusu edilmiştir. 8Şüphesiz ki îman edip salih amel işleyenler, onlar için kesilmeyen bir ecir vardır. "Şüphesiz ki îman edip salih amel işleyenler onlar için kesilmeyen bir ecir vardır" âyetindeki: “Kesilmeyen" âyetini İbn Abbâs "ardı arkası kesilmeyen" diye açıklamıştır. Bu da: İpi kestim" ifadesinden alınmıştır. Zu’l-İsba'ın şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır: "Ömrün hakkı için kapım kilitli değildir benim, Arkadaşıma karşı; hayrım da kesilen değildir." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Onun arkasındaki pislikleri ve küçük çakıl taşlarını görürsün de, Sanki onlar kesintili, ince bir toz bulutu gibidir." Burada şair -aynı kökten gelen-: lâfzı ile "kesintili ve cılız toz"u kastetmektedir. Yine İbn Abbâs ve Mukâtil 'den "eksilmeyen" diye açıkladıkları nakledilmiştir. ": Çok minnet eden, ölüm" de burada gelmektedir. Çünkü o insanın gücünü azaltır. Kutrub da böyle açıklamış ve Züheyr'in şu beyitini zikretmiştir: "Asil olanların ağır giden atlara üstünlüğü şu ki, Bunlar gücü eksik ve aklı başında olmayana verilmezler." el-Cevherî dedi ki: "Kesmek" demektir, eksiklik anlamında olduğu da söylenir. Yüce Allah'ın: "Onlar için kesilmeyen bir ecir vardır" âyetinde de bu anlamda kullanılmıştır. Şair Lebid de şöyle demektedir: "(O yırtıcı hayvanlar) siyaha çalan boz renkli ve yırtıcıdırlar, Kimse onlara yiyeceklerini veriyor diye minnet etmez." Mücahid dedi ki: "Kesilmeyen" sayısız, hesapsız demektir. Başlarına kakılmayan diye de açıklanmıştır. es-Süddî dedi ki: Bu âyet kötürüm, hasta ve kocamış yaşlılar hakkında inmiştir. İtaat etmek noktasında zayıf düştükleri takdirde sağlıklı iken işledikleri ameller ne ise, en güzel şekliyle yine onlara aynı ecirler yazılır. 9De ki: "Siz yeri iki günde yaratan Allah'ı gerçekten inkâr ediyor musunuz ve O'na ortaklar koşuyor musunuz?" İşte O, âlemlerin Rabbidir. "De ki: Siz yeri iki günde yaratan Allah'ı gerçekten inkâr ediyor musunuz?" âyetindeki: Siz... gerçekten... musunuz" âyeti iki hemzeli olup ikinci hemze belli belirsiz okunur. ise iki hemze arasında bir "elif" ile okunur, bu ise azar anlamında bir istifhamdır. Yüce Allah ona (peygamberine) onları azarlamayı ve yaptıkları işten dolayı hayret etmesini emretmiştir. Yani O, gökleri ve yeri yaratan olduğu halde ne diye Allah'ı inkâr ediyorsunuz? "İki günde" pazar ve pazartesi günleri kastedimektir. "Ve O'na ortaklar" zıtlar ve eşler "koşuyor musunuz? İşte O, âlemlerin Rabbidir." 10Orada üstünden sabit dağlar yerleştirdi, orayı bereketlendirdi ve gıdalarını isteyenler için müsavi olarak dört günde takdir etti. "Orada" yani yeryüzünde "üstünden sabit dağlar yerleştirdi." Vehb dedi ki: Allah yeri yaratınca, suyun üzerinde çalkalandı. Cebrâîl'e: Ey Cebrâîl onu sağlamlaştır, dedi. Bunun üzerine yere inip onu tuttu, fakat rüzgarlara karşı koyamadı. Rabbim dedi, sen daha iyi biliyorsun ya bu konuda ben karşı koyamadım. Bunun üzerine yüce Allah yeri dağlarla tesbit edip sağlamlaştırdı ve oraya dağlan kazık gibi yerleştirdi. "Orayı" içinde yaratmış olduğu faydalı şeylerle "bereketlendirdi." es-Süddî dedi ki: Orada ağaçları bitirdi. "Ve gıdalarını... takdir etti." es-Süddî ve el-Hasen dedi ki: Orada yaşayanların rızıklarını ve işlerinin görülmesi için gerekenleri takdir etti. Katade ve Mücahid de şöyle demiştir: Orada oranın ırmaklarını, ağaçlarını ve diğer canlı varlıkları salı ve çarşamba günlerinde yarattı. İkrime ve ed-Dahhak dediler ki: "Orada gıdalarını... takdir ettik" âyetinin anlamı orada yaşayanların rızıklarını ve geçimleri için uygun olan çeşitli ticaretleri, ağaçları ve her beldede diğerinde bulunmayan türlü menfaatleri yaratmıştır. Böylelikle ticaret ve bir yerden bir yere yolculuk yapmak suretiyle birbirlerinden sağlayacakları menfaatlerle yaşayabilsinler. İkrime dedi ki: Hatta bazı yerlerde altın ile tuzu dengi dengine alıp satıyorlar, Mücahid ve ed-Dahhak dediler ki: Sabur elbisesi Sabur'dan, Taylasan Rey'den, Yemen elbiseleri Yemen’den gelir... "Dört günde" dördüncü günün bitiminde demektir. Bunun bir örneği de bir kimsenin: Basra'dan, Bağdad'a on günde çıkıp, gittim, Kufe'ye de onbeş günde yani onbeşinci günün bitiminde (Kufe'ye vardım) demektir. Bu anlamdaki açıklamayı İbnu'l-Enbarî ve başkaları yapmıştır. "İsteyenler için müsavi olarak" âyeti ile ilgili olarak el-Hasen dedi ki: Tam ve eksiksiz dört günde demektir. el-Ferrâ'' da diyor ki: İfadede takdim ve tehir vardır. Yani ihtiyaç duyanlar için eşit olarak gıdalarını orada takdir etmiştir. Taberî de bunu tercih etmiştir. Hasan-ı Basrî ile Yakub el-Hadramî: "İsteyenler için müsavi olarak" anlamındaki âyeti: şeklinde cer ile okumuşlardır. İbnu'l-Ka'ka'dan ise; şeklinde ref’ ile okuduğu nakledilmiştir. Nasb ile okunması ise mastar kabul edilmesine göredir. "Müsavi olarak"; "Eşit olarak" demek olup, Müsavi oldu" demektir. Bunun hal olarak ve kat' ile nasbedildiği de söylenmiştir. Cer ile "dört" ya da "günde" anlamındaki lâfızların sıfatı olarak okunmuştur. Yani" Tam ve müsavi dört günde" demek olur. Ref ile okunması ise mübteda kabul edilmesine göredir, haberi ise; "isteyenler için" anlamındaki lafızdır yahutta "işte bu, isteyenler için müsavidir" takdirine binaen böyle okunabilir. Meanî âlimleri derler ki: "İsteyenler için müsavi olarak" âyeti ve istemeyenler (bu konuda soru sormayanlar) için de böyledir, demektir. Yani yeri ve içinde bulunanları isteyenler için de istemeyenler için de yaratmıştır, O, dilekte bulunana da bulunmayana da verir. 11Sonra duman halinde bulunan semaya yöneldi de ona ve yere: "İsteyerek veya istemeyerek gelin" dedi. İkisi de: "İsteyerek geldik" dediler. "Sonra duman halinde bulunan semaya yöneldi." Yani onu yaratmaya yöneldi ve orayı düzenlemeyi kastetti. Buradaki "istiva" bu husustaki görüşlerin bir çoğuna göre yüce Allah'ın fiil sıfatlarındandır. Buna da yüce Allah'ın: "Sonra göğe yönelip de onları yedi gök halinde düzenleyen O'dur" (el-Bakara, 2/29) âyeti delil teşkil etmektedir. Orada (el-Bakara, 2/29. âyet, 5. başlıkta) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Ebû Salih, İbn Abbâs'tan yüce Allah'ın: "Sonra... semaya yöneldi" âyeti hakkında: Yani emri semaya yükseldi, dediğini rivâyet etmektedir, el-Hasen de böyle demiştir. Bunun zâid bir zatî sıfat olduğunu söyleyenler de şöyle derler: O ezelde sıfatlarıyla istiva etmiştir. “Sonra" âyeti semanın duman halinden kesiflik haline getirilmesi ile alakalıdır. Bu duman ise, daha önce Bakara Sûresi'nde (az önce belirtilen yerde) İbn Mes’ûd'dan ve başkalarından nakledildiği üzere, suyun nefes alıp vermesinden (buharlaşmasından) meydana gelmiş idi. "Ona ve yere: İsteyerek veya istemeyerek gelin, dedi." Ben sizde yaratmış olduğum menfaatler ve maslahatlar ile birlikte geliniz ve onları yaratıklarım için ortaya çıkartınız, demektir. İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah semaya: Güneşini, ayını ve yıldızlarını çıkart. Rüzgarlarını ve bulutlarını yürüt, dedi. Yere de: Irmaklarını yar, ağaçlarını ve meyvelerini çıkart. Her ikiniz de isteyerek veya istemeyerek bunu yapınız, dedi. "İkisi de: İsteyerek geldik, dediler." İfadede hazfedilmiş lâfızlar da vardır. Biz senin emrine "isteyerek geldik" dediler, demektir. Bir başka açıklamaya göre: Buradaki emir müsahhar kılmak demektir. Yani onlara: Olun dedi, onlar da oluverdiler. Yüce Allah'ın: "Bir şeyi dilediğimiz zaman sözümüz ona sadece: "Ol " dememizden ibarettir, o da derhal oluverir" (en-Nahl, 16/40) âyetinde olduğu gibi. Buna göre yüce Allah bunu, onları yaratmadan önce söylemiş olur. Ancak birinci görüşe göre bu sözleri onlara, onları yarattıktan sonra söylemiştir. Cumhûrun (çoğunluğun) kabul ettiği görüş budur. Yüce Allah'ın bu buyrukları onlara nasıl verdiği hususunda da iki açıklama vardır. Bu açıklamaların birisine göre o, kelam ile söylediği bir sözdür, ikincisine göre ise onlar tarafından anlaşılan onlara zahir olan O'nun bir kudreti ile olmuştur. Bu da maksadın gerçekleştirilmesi bakımından söz söylemek durumunda olmuştur. Bunu el-Maverdî zikretmektedir. "İkisi de: İsteyerek geldik dediler" âyeti hakkında da iki türlü açıklama sözkonusudur. Birincisine göre emre itaat ederek, emri kabul ederek itaatleri ortaya çıkması ile bunu söylemiş gibi oldular. Böylelikle onların itaati söz söyleme yerini tutmuştur. Recez vezninde şairin şu beyiti de bu anlamdadır: "Havuz doldu ve yeter bana dedi. Yavaş ol, yavaş karnımı doldurdun (dedi)." Bu husus (yani dolduğu) onda açıkça göründü demektir. İlim ehlinin çoğunluğu da şöyle demiştir: Yüce Allah yerde ve gökte konuşma kabiliyetini yarattı. Onlar da yüce Allah'ın irade buyurduğu şekilde konuştular. Ebû Nasr es-Seksekî dedi ki: Yerden Ka'be'nin bulunduğu yer konuştu, semadan da onun karşısındaki yer konuştu. Yüce Allah da Haremini oraya koydu. Yüce Allah'ın: "İsteyerek geldik" diye buyurup, (üç ve yukarısı için kullanılan çoğul kipi ile) kullanarak lâfza uygun olarak: "İkimiz isteyerek geldik" diye, ya da anlama uygun olarak: diye buyurmaması, her ikisinin de (tek sema değil) birçok semalar (yerin de bir yer değil, birçok) yerler olduklarından ötürüdür. Çünkü O, hem onlar hakkında, hem de onların içinde bulunanlar hakkında haber vermiş olmaktadır. Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah akıl sahibi varlıkların niteliklerinden olan söz söylemek ve cevap vermekle onları nitelelendirince, onlar için kullanılan zamir bakımından da akıl sahibi varlıklar gibi değerlendirmiştir. Yüce Allah'ın: "Gördüm ki, onlar bana secde ediyorlardı" (Yusuf, 12/4) âyeti da buna benzemektedir. Daha önceden (bu hususa dair açıklamalar -belirtilen âyetin tefsirinde-) geçmiş bulunmaktadır. Bir hadiste de belirtildiğine göre Mûsa (aleyhisselâm): Ey Rabbim demiş, eğer gökler ve yer Sen kendilerine: "İsteyerek veya istemeyerek gelin" dediğinde Sana karşı gelmiş olsalardı, onlara ne yapacaktın? Yüce Allah: Yarattığım canlılardan birisine emrederdim, o ikisini yutardı diye cevab verdi. Tekrar: Rabbim, peki bu canlı varlık nerede? diye sordu. Yüce Allah: Benim meralarımdan birisinde, dedi. Mûsa (aleyhisselâm): Rabbim o mera nerede? diye sordu. Yüce Allah: İlmimden bir ilim içinde, diye buyurdu. Bunu es-Sa'lebî zikretti. İbn Abbâs, Mücahid, Said b. Cübeyr ve İkrime "gelin" anlamındaki âyeti: şeklinde med ve üstün ile okumuşlardır. "İsteyerek geldik" âyetini da böylece okumuşlardır. Yani itaat ettiğinizi ortaya koyunuz, demek olur. Onlar da "isteyerek" itaat ediyoruz "dediler". Buna göre iki mef'ûl birlikte hazfedilmiş olmaktadır. Bundan daha güzeli bunun: şeklinde olması da mümkündür, bu durumda tek bir mef'ûl hazfedilmiş olur. Bu şekilde okuyanların okuyuşuna göre, içimizdekilerle birlikte geldik, demek olur. Daha önce birden çok yerde açıklaması geçtiği gibi. Yüce Allah'a hamdolsun. 12Böylece onları yedi gök olmak üzere iki günde yarattı. Herbir göğe ona ait olan emri vahyetti. Dünya göğünü de kandillerle süsledik ve koruduk. Bu, gücüne karşı konulamayan mutlak galibin, herşeyi en iyi bilenin takdiridir. "Böylece onları yedi gök olmak üzere iki günde yarattı." Yani onları tamamladı ve bitirdi. Onları sağlamlaştırdı, muhkem kıldı, diye de açıklanmıştır. Nitekim şair (aynı kökten gelen kelimeyi kullanarak) şöyle demektedir: "Üzerlerinde iki zırh var ki, onları sağlam yapmıştır, Davud ya da boydan boya örten zırhları çok güzel yapan Tubba' (yapmıştır)." "İki günde" yani yeri yarattığı dört günün dışında iki günde. Böylece göklerle yerin yaratılması altı günde tamamlanmış olmaktadır. Nitekim yüce Allah daha önce el-Araf Sûresi'nde açıklandığı gibi: "Gökleri ve yeri altı günde yarattı" (el-Bakara, 2/54) diye buyurmaktadır. Mücahid dedi ki: Bu altı günün bir günü sizin saymakta olduğunuz bin yıl gibidir. Abdullah b. Selam'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Allah yeri iki günde yarattı. Orada gıdalarını da iki günde takdir etti, gökleri de iki günde yarattı. Yeri pazar ve pazartesi gününde yarattı, gıdalarını orada salı ve çarşamba günleri takdir etti, gökleri de perşembe ve cuma günleri yarattı. Cuma gününün son anında da yüce Allah Âdem'i acelece yarattı. İşte kıyâmetin içinde kalkacağı saat da budur. Yüce Allah'ın yaratmış olduğu bütün canlılar -insanlarla, cinler müstesna- cuma günü mutlaka korkar ve dehşete kapılırlar. Tefsir bilginleri bunu kabul etmişlerdir. Ancak Müslim'in rivâyet ettiği Ebû Hüreyre yoluyla gelen hadiste şöyle denilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) elimi tuttu ve: "Allah toprağı cumartesi günü yarattı..." diyerek hadisi zikretmektedir. Biz bu hadisin senedine dair el-En'am Sûresi'nin baş taraflarında (6/1. âyet, 3. başlıkta) gerekli açıklamaları yapmış bulunmaktayız. "Herbir göğe ona ait olan emri vahyetti" âyeti hakkında Katade ve es-Süddî şöyle demektedir: Herbirisinde güneşini, ayını, yıldızlarını ve yörüngelerini yarattı. Herbir semada oraya ait olan melekleri ve içinde denizlerin, dağların, dolu ve karların bulunduğu yaratıkları yarattı. İbn Abbâs'ın görüşü de budur, o şöyle demektedir: Yüce Allah'ın her semada meleklerin hac ve tavaf ettikleri ve Kabe'nin hizasında bulunan bir evi vardır. Dünya semasında olan ise el-Beytu’l-Ma'mur'dur. Bir başka açıklamaya göre Allah herbir semada vahiy indirdi. Yani orada dilediği şeyleri ve emrettiği hususları vahyetti. Vahyetmek, emir vermek anlamında olabilir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir." (ez-Zilzal. 99/5) Bir başka yerde de: "Hani havarilere... diye vahyetmiştim” (el-Mâide. 5/111) Bu da, onlara emrettim anlamındadır ve bu emir tekvini bir emirdir. "Dünya göğünü de kandillerle süsledik." Aydınlatan yıldızlarla süsledik demektir. Her semada aydınlık saçan yıldızlar olduğu söylendiği gibi, hayır yıldızlar dünya semasına mahsustur da denilmiştir. "Ve koruduk" âyeti Ve orayı özel bir şekilde koruduk" demektir. Yani Biz gökten gizlice haber çalmak isteyen şeytanlara karşı koruduk. Bu da daha önce el-Hicr Sûresi'nde (15/17. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere şeytanların kendileri ile taşlandığı yıldızlarla korumaktır. Bu âyet-i kerimenin zahiri dünyanın semadan önce yaratıldığına delildir. Bir başka âyet-i kerimede de: "Yoksa göğü mü ki, onu bina etti" (en-Naziat, 79/27) diye buyurduktan sonra: "Bundan sonra da yeri yayıp döşedi" (en-Naziat, 79/30) diye buyurmaktadır. Bu ise semanın önce yaratıldığına delildir. Bazıları da şöyle demiştir: Yer semadan önce yaratılmıştır. Yüce Allah'ın: "Bundan sonra da yeri yayıp döşedi" (en-Naziat, 79/30) âyetinde geçen "ed-dahvu: yayıp, döşemek" yaratmaktan başka bir şeydir. Yüce Allah önce yeri yarattı, sonra semaları yarattı. Sonra yeri yaydı, yani onu uzatıp yaydı, döşedi. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Bu anlamdaki yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/29. âyet, 5 ve 6. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. "Bu, gücüne karşı konulamayan mutlak galibin (Azizin), herşeyi en iyi bilenin takdiridir." 13Eğer yüz çevirirlerse, sen de de ki: "Ben Âd ve Semud'a gelen yıldırım gibi bir yıldırımla sizi korkutup uyarırım." "Eğer" Kureyş kâfirleri -ey Muhammed- senin kendilerini davet etmekte olduğun imandan "yüz çevirirlerse, sen de de ki: Ben Âd ve Semud'a gelen yıldırım gibi bir yıldırımla sizi korkutup uyarırım." Yani Âd ve Semud'un helâk edilmesine benzer bir şekilde helâk olmakla korkuturum. 14Hani onlara peygamberleri önlerinden ve arkalarından gelip: "Allah'tan başkasına ibadet etmeyin" dediklerinde onlar: "Eğer Rabbimiz dileseydi, elbette melekler indirirdi. Bu sebebten muhakkak biz sizinle gönderilenlere kâfir olanlarız" dediler. "Hani onlara peygamberleri önlerinden ve arkalarından gelip" âyeti ile hem kendilerine, hem kendilerinden sonra gönderilen peygamberler kastedilmektedir. "Allah'tan başkasına ibadet etmeyin" âyetinde yer alan: cer harfinin düşürülmesi ile nasb konumunda olup, "İbadet etmeyin diye..." anlamındadır. "Onlar: Eğer Rabbimiz dileseydi, elbette" rasûller yerine "melekler indirirdi. Bu sebebten muhakkak biz sizinle gönderilenlere" uyarma ve müjdelemelere "kâfir olanlarız, dediler." Denildiğine göre bu, onların bir alaylarıdır. Bir başka açıklamaya göre bu, onların peygamberlerin Allah tarafından gönderildiklerini kabul ettiklerini daha sonra ise inkâr ve inada saptıklarını ifade etmektedir. 15Âd kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve dediler ki: "Gücü bizden daha üstün kim vardır?" Kendilerini yaratan Allah'ın onlardan daha üstün güce sahip olduğunu görmezler mi? Onlar âyetlerimizi bilerek inkâr ediyorlardı. "Âd kavmine gelince, yeryüzünde" Allah'ın kulları Hud ve onunla birlikte îman edenlere "haksız yere büyüklük tasladılar ve dediler ki: Gücü bizden daha üstün kim vardır?" Hud (aleyhisselâm) kendilerini azâb ile korkutunca, cüsselerine aldandılar ve: Bizler gücümüz sayesinde bize gelecek olan azâbı önleyebiliriz, dediler. Çünkü onlar büyük cüsselere sahip uzun boylu ve oldukça iri yapılı bir yaratılışa sahib idiler. el-Araf Sûresi'nde (7/65-69- âyetlerin tefsirinde) İbn Abbâs'tan şöyle dediğine dair rivâyet kaydedilmişti: Onların en uzun boyluları yüz zira, en kısa boyluları ise altmış zira idi. Yüce Allah da onların bu sözlerini red etmek üzere şöyle buyurmaktadır: "Kendilerini yaratan Allah'ın onlardan daha üstün güce sahib olduğunu" ve onlardan daha kudretli olduğunu "görmezler mi?" Çünkü kulun kudreti ancak Allah'ın ona o gücü vermesi ile olur. O halde Allah daha kudretlidir. "Onlar âyetlerimizi" mucizelerimizi "bilerek inkâr ediyorlardı." Onlara kâfir oluyorlardı. 16Bu yüzden Biz de dünya hayatında kendilerine horluk azabını tattıralım diye üzerlerine uğursuz günlerde ıslıklı bir rüzgar gönderdik. Ahiret azâbı ise elbet daha horlayıcıdır. Onlara yardım da olunmaz. "Bu yüzden Biz de... kendilerine... ıslıklı bir rüzgar gönderdik." Bu âyet onların üzerine gönderilen "yıldırım"ın mahiyetini tefsir etmektedir. Yani onların üzerine gönderdiğimiz rüzgar, hem son derece soğuk idi, hem de şiddetle esen ve çok ses çıkartan bir rüzgar idi. Denildiğine göre: ": Islıklı" lâfzının aslı: Çok soğuk yaptı" olup bu da soğuk anlamındaki: 'den gelmektedir. Ortadaki "re" harfinin yerine faul fiili (yani kelimenin birinci harfini) koydular. Bu da onların: Üstüste yığdılar, döktüler" fiilinin aslının; olması; Elbise kurudu" aslının: olmasına benzer. Ebû Ubeyde dedi ki: ": Şiddetlice esen (fırtına)" demektir. İkrime ile Said b. Cübeyr de son derece soğuk anlamına geldiğini söylemişlerdir. Kutrub da el-Hutay'a'nın şu beyitini zikretmektedir: "Oldukça soğuk rüzgar esti mi yemek yedirenler, Diyet ödemeleri istendiği vakit insanlara (diyetleri) yüklenerek taşıyanlar." Mücahid, etkisi derinin gözeneklerinden içeriye doğru işleyen şiddetli rüzgar, diye açıklamıştır. Ma'mer de, Katade'den soğuk (rüzgar) dediğini rivâyet etmektedir. Atâ da böyle demiştir. Çünkü bu lâfız Arapçada den alınmıştır, bu da soğuk demektir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Onun (atımın) eğere yakın yelesinin tüyleri kadınların örükleri gibidir, Rüzgarlı ve soğuk bir gündeki dağınık örükleri gibi." es-Süddî: Çok yüksek sesli demektir, diye açıklamıştır. Mesela: Kalem (yazarken) cızırtı çıkardı, kapı ses çıkardı, çıkarır, ses çıkarmak" ifadeleri de buradan gelmektedir. Ayrıca, kalitesi anlaşılmak istenen bir dirhem mihenke vurulduğunda ses çıkaracak olursa, onun için: "Ses veren dirhem" denilir. İbnu's-Sikkit dedi ki: soğuk demek olan: 'den gelmesi mümkün olduğu gibi, kapının ses çıkarması demek olan: 'den gelmesi ve sayha, çığlık anlamına gelen; 'den de gelmesi mümkündür. Yüce Allah'ın: "Bunun üzerine hanımı feryad ile yönelip..." (ez-Zariyat, 51/29) âyetinde de bu anlamda kullanılmıştır. Ayrıca "Sarsar" Irak'ta bir ırmağın da adıdır.
"Uğursuz günlerde" onlar için uğurlu olmayan günlerde, anlamındadır. Bu açıklamayı Mücahid ve Katade yapmıştır. Bu günler şevvalin son günlerinden çarşambadan bir dahaki çarşambaya kadar devam etmişti. Yüce Allah'ın: "O rüzgarı onlara yedi gece ve sekiz gün peşpeşe musallat kıldı" (el-Hakka, 69/7) âyeti bunu anlatmaktadır. İbn Abbâs dedi ki: Azâb edilen herbir kavim mutlaka çarşamba günü azâb edilmiştir. Bu âyetteki: " Uğursuz" lâfzının soğuk günler anlamında geldiği de söylenmiştir. Bu açıklamayı en-Nekkaş nakletmiştir. Peşpeşe demek olduğu da söylenmiştir ki, bu da İbn Abbâs ve Atiyye'den rivâyet edilmiştir. ed-Dahhak ise çok şiddetli ve çetin diye açıklamıştır. Tozlu, dumanlı diye de açıklanmıştır. Bunu da İbn Îsa nakletmiştir. Recez vezninde şairin şu beyitinde de bu anlamdadır: "Güneş doğmadan önce sabah çıkıp gitti avlanmak için, Tozu dumanı az bir günde." ed-Dahhak ve başkaları ise şöyle demiştir: Allah üç yıl boyunca onlara yağmur yağdırmadı. Rüzgarlar ise yağmursuz olarak üzerlerine esip durdu. Onlardan bir kesim Mekke'ye orada kullar için yağmur istemek üzere çıktı. O dönemde insanlara bir belâ gelip çattığı vakit yahutta kıtlık olduğunda yüce Allah'tan bu sıkıntıdan kendilerini kurtarmasını isterlerdi. Müslümanlarıyla, kâfirleriyle bu isteklerini yüce Allah'tan Beyt-i Haramın yanında isterlerdi. Mekke'de hepsi de Mekke'yi tazim eden, oranın saygınlığını, Allah nezdindeki konumunu bilen, dinleri farklı çok çeşitli insanlar toplanır (ve dua ederlerdi). Cabir b. Abdullah ile et-Teymî şöyle demişlerdir: Yüce Allah bir kavim hakkında hayır dileyecek olursa, onlara yağmur gönderir ve üzerlerine çokça rüzgar göndermez. Bir kavim hakkında da kötülük diledi mi onlardan yağmuru alıkoyar ve onlara çokça rüzgarı musallat eder. Nafî, İbn Kesîr ve Ebû Amr "uğursuz" anlamındaki kelimeyi: diye "ha" harfini sakin olarak ve mastar ile nitelendirilmiş olmak üzere: 'in çoğulu gibi okumuştur. Diğerleri ise "ha" harfini esreli olarak "uğursuzluğu olan günler" anlamında okumuşlardır. "Ha" harfi sakin olarak: şeklinin mastar olduğunun delillerinden birisi de yüce Allah'ın: "Uğursuz olan ve sürekli olan bir günde..." (el-Kamer, 54/19) âyetidir. Eğer bu sıfat olsaydı, "gün" ona izafe edilmezdi. Ebû Amr, kıraatinin lehine bunu delil gösterirdi. Ebû Hatim de bu kıraati tercih etmiştir. Ebû Ubeyd ise ikinci kıraati tercih etmiş ve şöyle demiştir: Ebû Amr'ın delili doğru değildir. Çünkü o "gün"ü "uğursuz" anlamındaki "en-nahs"e izafe etmiş ve sakin okumuştur. Eğer "gün" anlamındaki lâfzı tenvinli okuyup, (uğursuz anlamındaki nahs lâfzını) sıfat ve ("ha" harfini) sakin okuyarak: Uğursuz bir günde" demiş olsaydı lehine delil olurdu. Ancak bildiğimiz kadarıyla kimse böyle okumuş değildir. el-Mehdevî de şöyle demektedir: "Uğursuz" lâfzının ancak (ha harfi) sakin olarak kullanıldığı işitilmiştir. el-Cevherî de şöyle demektedir: Şanı yüce Allah'ın: "Uğursuz bir günde" âyetinde sıfat olarak okunmuştur. Ancak izafe şekli daha çok ve daha güzeldir. Belli bir şey uğursuz oldu" şeklinde (ha harfi) esreli okunur. Buna da: "Uğursuz" denilir. Şair de şöyle demektedir: "Haber ver Cüzam'a ve Lahm'a ki onların kardeşleri olan Tayy ve Behrâlılar yardımları uğursuz olan bir topluluktur." İşte bu anlamda olmak üzere: " Uğursuz günler" denilmiştir. "Bu yüzden Biz de dünya hayatında" o kısır rüzgar ile "kendilerine horluk azabını tattıralım diye ıslıklı bir rüzgar gönderdik. Ahiret azâbı ise elbet daha horlayıcıdır." Daha büyük ve daha çetindir. "Onlara yardım da olunmaz." 17Semud kavmine gelince, Biz onlara hidayet verdik, ama onlar körlüğü hidayetten daha sevimli buldular. Bunun üzerine kazandıkları sebebi ile horlayıcı azâbın yıldırımı onları aldı. "Semud kavmine gelince, Biz onlara hidayet verdik." İbn Abbâs ve başkalarından rivâyete göre- onlara neyin hidayet, neyin sapıklık olduğunu açıkladık. el-Hasen, İbn Ebi İshak ve başkaları "Semud kavmine gelince" anlamındaki âyeti: şeklinde nasb ile okumuşlardır. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Araf Sûresi'nde (7/73. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Ama onlar körlüğü hidayetten daha sevimli buldular." Yani küfrü îmana tercih ettiler. Ebû'l-Aliye: Onlar körlüğü açıkça anlatılanlara tercih ettiler. es-Süddî masiyeti, itaate tercih ettiler, diye açıklamışlardır. "Bunun üzerine kazandıkları sebebi ile" önceden geçtiği üzere Salih'i yalanlayıp dişi deveyi boğazlamak gibi işlediklerinden dolayı "horlayıcı azâbın yıldırımı onları aldı." Bu âyette "horlayıcı" anlamındaki: şeklinde "ne" harfinin ötreli hali, horluk, hakirlik demektir. Hun (ise) Huzeyme'nin oğludur, o Müdrike'nin, o İlyas'ın, o Mudar'ın oğludur. O (Hun) Kinane ve Esed'in kardeşidir. Onu hafif kıldı (küçük düşürdü)" demektir. İsmi ise: (aynı anlamda) hafiflik, hakirlik demektir. Burada saika (yıldırım)'nın azaba izafe edilmesi yıldırımın yok edip helâk eden şeyin ismi oluşundan dolayıdır. Sanki "helâk edici azâb" anlamında olmak üzere: demiş gibidir. Horluk" her ne kadar mastar ise de anlamı hor kılmak (ihanet) demektir. Bu da azâb anlamındadır. Bundan dolayı birinin diğerine sıfat yapılması uygundur. Sanki: "Horluğun yıldırımı" demiş gibidir. Bu da bir kimsenin: "Benim kesin bilgim vardır" demesine benzer. Ayrıca bu lâfzın: "Aşağı" kelimesi gibi isim olması da mümkündür. Buna göre: " Horluk azâbı" denilir ve: Horlayıcı, hor kılıcı" demek olur. Yüce Allah'ın: " Bu horlayıcı azâb içinde devam etmezlerdi" (Sebe', 34/14) âyetinde olduğu gibi. Bunun, horlayıcılık özelliğine sahib azâb yıldırımı, anlamında olduğu da söylenmiştir. 18Îman edip sakınanları da kurtardık. "Îman edip sakınanları da kurtardık." Bununla da Salih ve ona îman eden kimseleri kastetmektedir. Yani Biz onları kâfirlerden ayırdık. Kâfirlerin başına gelenler onların başına gelmedi. İşte ey Muhammed, Biz senin kavminden îman edenlere ve inkâr edip küfre sapanlara böyle yapacağız. 19Allah'ın düşmanları Cehenneme sürülmek üzere toplanacakları günde hepsi biraraya getirilirler. "Allah'ın düşmanları cehenneme sürülmek üzere toplanacakları günde hepsi bir araya getirilirler" âyetindeki "toplanacakları" anlamındaki kelimeyi Nafi’ "Haşredeceğimiz" şeklinde "nun" ile "düşmanları" anlamındaki kelimeyi de nasb ile; diye okumuştur. Diğerleri ise; Haşredilecekleri" şeklinde ötreli "ye" ile: "Düşmanları" kelimesini de yine ötreli okumuşlardır. Her ikisinin de anlamı açıktır. "Allah'ın düşmanları" onun peygamberlerini yalanlayıp emrine aykırı hareket edenlerdir. "Hepsi biraraya getirilirler" cehenneme itilerek sürülürler, demektir. Katade ve es-Süddî de şöyle açıklamışlardır: Biraraya gelip toplanmaları için ilkleri, sonuncuları gelinceye kadar bekletilir, alıkonulur. Ebû'l-Ahvas da şöyle demiştir: Sayıları tamam olduğunda günahları itibariyle en büyük olanlarından sırasıyla başlanır. "Biraraya getirilirler" lâfzına dair açıklamalar daha önceden en-Neml Sûresi'nde (27/17. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 20Nihayet onlar oraya geldiklerinde kulakları, gözleri, derileri, işlediklerini bildirerek aleyhlerine şahidlik edecektir. "Nihayet onlar oraya geldiklerinde" âyetindeki: zaiddir. "Kulakları, gözleri, derileri, işlediklerini bildirerek aleyhlerine şahidlik edecektir" âyetinde "deriler" ile müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre; bizatihi derilerin kendileri kastedilmiştir. es-Süddî, Ubeydullah b. Ebi Cafer ve el-Ferrâ'' ise bunlarla fercler kastedilmiştir, demişlerdir. Kimi edebiyatçı Amir b. Cüeyye'ye ait şu beyitleri zikretmektedir: "Kişi esenliğe kavuşmak için çalışır, Esenliğe kavuşmak ona yetişir. Yahut o derisi katlanmış selamette olan Ve saçları ağarmış birisidir" Sözü geçen bu edebiyatçının burada zikrettiği "derisi" kelimesi fercinden kinayedir. 21Derilerine: "Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?" diyecekler, onlar da diyecekler ki: "Herşeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu. Sizi ilk defa yaratan O'dur. İşte yalnız O'na döndürülüyorsunuz." Kâfirler "derilerine: Niçin aleyhinize şahitlik ettiniz" halbuki biz sizin için mücadele ediyor, tartışıyorduk? "diyecekler. Onlar da diyecekler ki: Herşeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu." Burada derilere hitab edilip derilerin kendileri de hitab edip, konuşunca (kipler itibariyle) akıl sahibi varlıklar gibi kendilerinden sözedilmiştir. "Sizi ilk defa yaratan O'dur." Daha önce nutfe halinde iken size hayat veren O'dur. Buna kadir olan kimse elbetteki derileri de, daha başka organları da konuşturmaya muktedirdir. "Sizi ilk defa yaratan O'dur" âyetinin yüce Allah'ın söylediği (söyleyeceği) söz olduğu da söylenmiştir. "İşte yalnız O'na döndürülüyorsunuz." Müslim'in Sahih'inde Enes b. Mâlik’ten şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında bulunuyorduk. Bu arada güldü ve: "Niye güldüğümü biliyor musunuz?" dedi. Biz: Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dedik. Şöyle buyurdu: "Kulun Rabbine hitab ederek, Rabbim Sen beni zulümden alıkoymadın mı diye söylemesinden. Bunun üzerine yüce Allah: Evet diye buyuracak. Bu sefer kul şöyle diyecek: Ben kendi aleyhime ancak benden olup tanıklık edecek kimseyi kabul ederim. Yüce Allah da: Kendi nefsine karşı bugün sen şahid olarak ve Kiramen Kâtibin de şahidler olarak yetersiniz. (Peygamber devamla) buyurdu ki: Ağzına mühür vurulur ve organlarına: Konuş denilir. Onlar da yaptıklarını söylerler. Sonra kendisi de serbestçe konuşmak üzere bırakılır. O (azalarına) der ki: Benden uzak olunuz, benden uzak durunuz. Ben sizin için mücadele edip, duruyordum." Bu hadis daha önceden Yasin, 36/65-68. ayetlerin tefsiri yapılırken geçmiş ve kaynakları orada gösterilmişti. Kaynakları için oraya bakınız. Ebû Hüreyre yoluyla gelen hadiste de şöyle denilmektedir: Sonra şöyle denilecek: "Bugün biz sana karşı şahidimizi göndereceğiz. O da: Bana karşı kim şahitlik edecek, diye kendi kendisine düşünürken ağzına mühür vurulur, baldırına, etine ve kemiklerine: Konuş(un), denilir. Baldırı, eti ve kemikleri konuşarak işlediklerini söylerler. Bu ise bizzat kendi organlarının şahitliği ile ileri süreceği bir mazereti bırakılmasın, diye böyle olacaktır. Bu durumdaki kişi münafıktır, yüce Allah'ın kendisine gazab edeceği kimse de odur." Bu hadisi de Müslim rivâyet etmiştir Müslim, IV, 2279. 22"Siz kulaklarınız, gözleriniz, derileriniz aleyhinizde şahitlik eder diye gizlenmiyordunuz. Fakat Allah yapmakta olduğunuzun çoğunu bilmez sandınız. "Siz kulaklarınız... aleyhinizde şahitlik eder diye gizlenmiyordunuz" şeklindeki bu ifadeler organların sahiplerine söyleyecekleri sözlerden olması mümkün olduğu gibi, yüce Allah'ın, yahut meleklerin söyleyeceği sözlerden olması da mümkündür. Müslim'in Sahih'inde yer alan rivâyete göre İbn Mes’ûd şöyle demiştir: Beyt’in (Kabe'nin) yanında üç kişi bir araya geldi. İkisi Kureyşli, birisi Sakifli yada ikisi Sakifli, birisi Kureyşli idi. Bunların kalblerinin anlayış ve kavrayışı kıt, yarınlarının yağı çoktu. Onlardan birisi: Görüşünüz nedir? Allah bizim söylediğimizi duyar mı? demiş, diğeri: Eğer yüksek sesle konuşursan duyar, gizli konuşursan duymaz dedi. Öteki ise: Eğer yüksek sesle konuştuğumuzu duyuyor ise gizli konuştuğumuzu da duyar, dedi. Bunun üzerine yüce Allah: "Siz kulaklarınız, gözleriniz, derileriniz aleyhinizde şahitlik eder diye gizlenmiyordunuz" âyetini indirdi.' Müslim, IV, 2141; Buhârî, IV, 1H18. Ayrıca bk. Müsned, 1, 3H1, 408, 426, 442, 443. Tirmizî de bu hadisi rivâyet etmiş ve şöyle demiştir: Beyt'in yanında üç kişi kendi arasında tartıştı, dedikten sonra hadisi aynı lâfızlarla harfi harfine zikretti ve: Hasen, sahih bir hadistir dedi. Tirmizi, V, 375. (Sonra da şu diğer rivâyeti kaydetti): Bize Hennâd anlattı, dedi ki: Bize Ebû Muaviye el-A'meş'ten anlattı. O İmare b. Umeyr'den o Abdurrahman b. Yezid'den naklen dedi ki: Abdullah dedi ki: Ben Kabe'nin örtüleri altında gizlenmiş idim. Karınlarının yağı bol, kalplerinin anlayışı kıt üç kişi geldi. Bunların birisi Kureyşli idi, onun diğer iki damadı ise Sakifli idi. Yahutta birileri Sakifli idi, diğer iki damadı ise Kureyşli idi. Ne dediklerini anlayamadığım şeyler konuştular. Sonra onlardan birisi şöyle dedi: Ne dersiniz? Allah bizim bu konuşmamızı duyuyor mu? Diğeri: Bizler seslerimizi yükseltirsek işitir. Seslerimizi yükseltmezsek onu işitmez, dedi. Öteki de: Eğer konuşmamızın bir bölümünü duyuyor ise hepsini duyar. Abdullah dedi ki: Ben bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a aktardım. Bunun üzerine yüce Allah: "Siz kulaklarınız, gözleriniz, derileriniz aleyhinizde şahitlik eder diye gizlenmiyordunuz... de ziyan edenlerden oldunuz" âyetlerini indirdi. (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Tirmizi, V, 375. es-Sa'lebî dedi ki: Sakifli kişi Abdu Yalil idi. Onun enişteleri ise Rabia ve Safvan b. Umeyye idiler. "Gizlenmiyordunuz" âyeti ilim adamlarının çoğunun açıklamasına göre gizli ve saklı kalmıyordunuz, demektir. Yani sizler azalarınızın aleyhine şahitlik edeceğinden çekinerek kendinizden bu işleri gizlemiyordunuz. Çünkü insanın işlediği ameli kendisinden gizlemesine imkan yoktur. Bu durumda gizlenmek masiyeti terketmek anlamında olur. Gizlenmenin, "ittika (sakınmak ve takvalı hareket etmek)" anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani sizler âhirette azalarınız aleyhinize şahitlik eder diye dünyada iken sakınıp bu şahitlikten korkarak masiyetleri terketmiyordunuz. Mücahid de bu anlamda bir açıklama yapmıştır. Katade de şöyle demektedir: "Siz kulaklarınız" ben hakkı işittim fakat bellemedim. Bununla birlikte masiyet türünden olup câiz olmayan şeylere kulak verdim demek suretiyle "kulaklarınız"; Allah'ın âyetlerini gördüm ve ibret almadım. Bununla birlikte câiz olmayan şeyleri de gördüm demek suretiyle "gözleriniz". Önceden açıklanan şekliyle "derileriniz aleyhinizde şahitlik eder diye gizlenmiyordunuz." Yani şahidlik edeceklerini zannetmiyordunuz. "Fakat Allah yapmakta olduğunuzun" yani amellerinizin "çoğunu bilmez sandınız." Buna dayanarak da mücadeleye giriştiniz, tartıştınız. Nihayet azalarınız aleyhinize yaptığınız amelleri söyleyerek şahitlik ettiler. Behz b. Hakim babasından, o dedesinden rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın: "Kulaklarınız, gözleriniz, derileriniz aleyhinizde şahitlik eder diye..." âyeti hakkında dedi ki: "Kıyâmet gününde ağızlarınız üzerlerinde bir tıkaç ile bağlanmış olarak çağırılacaksınız. İnsan vücudundan ilk konuşacak şey onun baldırı ve elidir." Taberani, Kebir, XIX, 40H; Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, X, 35, Kivilerinin "sika; güvenilir oldukları" kaydıyla Abdullah b. Abdu’l-A'la eş-Şamî şu beyitlerinde ne güzel söylemiş: "Ömür eksiliyor, çoğalmakta günahlar, Delikanlının tökezlemeleri affedilir de o tekrar (günaha) dönüyor, Bir tek günah olsun inkâr edebilir mi? Bir kimse; çünkü azaları şahitlik eder aleyhinde. Kişiye geçirdiği yıllardan soru sorulacak o ise arzulayacak, Keşke azaltılmış olsalardı ve keşke ölümden kurtulabilseydi." Mâkil b. Yesâr'dan rivâyete göre o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Âdemoğlunun karşı karşıya kaldığı herbir yeni günde mutlaka o gün şöyle seslenilir: Ey Âdemoğlu! Ben yeni bir yaratığım ve ben yarın neler yapacağın hususunda sana karşı şahitlik edeceğim. Bende hayır işle ki yarın senin hakkında böyle şahitlik edeyim. Çünkü ben geçip gidecek olursam ebediyyen beni bir daha göremeyeceksin. Gece de bunun gibi söyler." Bunu Hafız Ebû Nuaym zikretmiştir.' Ebû Nuaym, Hilye, II. 303, garibdir" kaydıyla Biz de bunu "et-Tezkire" adlı eserimizin "yer, geceler, gündüzler ve malın şahitliği" başlığında zikretmiş idik. Muhammed b. Beşir de şu beyitleri çok güzel söylemiş: "O pek yakın olan dünün, adil kabul edilen bir şahit olarak geçip gitti, İçinde bulunduğun bugün ise yapmakta olduğun işlere tanıktır. Eğer dün bir kötülük işledi isen, Bu ikincisinde iyilik yap, sen övülmüş olursun. Sen iyiliği yarın yapacağım diye ümide kapılma. Olur ki yarın gelir ve sen olmayabilirsin." 23"Sizin Rabbiniz hakkındaki bu zannınız sizi helâk etti de ziyan edenlerden oldunuz." "Sizin Rabbiniz hakkındaki bu zannınız sizi helâk etti." Sizi helâk etti de cehenneme getirdi. Katade dedi ki: Burada "zan" bilmek anlamındadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse ancak Allah hakkında güzel zan besleyerek ölsün." Bu kadarıyla: Müslim, IV, 2206; İbn Hibban, Sahih, II, 404; Ebû Davud, III, 189; İbn Mace, II, 1395; Müsned, III, 334; Tayalisi, Müsned, I, 246. Çünkü bir takım kimseler Rabbleri hakkında kötü zan beslediler de O da onları helâk etti." İşte yüce Allah'ın: "Sizin Rabbiniz hakkındaki bu zannınız sizi helâk etti" âyeti bunu anlatmaktadır. Hasan-ı Basrî de: Temenniler birtakım kimseleri öyle oyaladı ki, sonunda dünyadan hiçbir haseneleri dahi olmaksızın çekip, gittiler. Buna karşılık bunlardan herhangi bir kimse: Ben Rabbim hakkında hüsn-ü zan besliyorum der, halbuki o yalan söylemektedir. Eğer Rabbi hakkında güzel zan beslemiş olsaydı, güzel amellerde bulunurdu, diyerek yüce Allah'ın: "Sizin Rabbiniz hakkındaki bu zannınız sizi helâk etti de ziyan edenlerden oldunuz" âyetini okudu. Katade dedi ki: Her kim Rabbi hakkında güzel zan besleyerek ölebiliyor ise öylece ölsün. Çünkü zan iki türlüdür. Bir zan kurtarır, bir zan da helake götürür. Ömer b. el-Hattâb da bu âyet-i kerîme hakkında şunları söylemektedir: Bunlar masivetlerin tiryakileri olmuş ve bu masiyetlerden tevbe etmeyip onunla birlikte mağfiret olunacaklarını dillerine dolamış bir topluluktu. Sonunda dünyadan müflis olarak ayrılıp gittiler. Daha sonra yüce Allah'ın: "Sizin Rabbiniz hakkındaki bu zannınız sizi helâk etti de ziyan edenlerden oldunuz" âyetini okudu. 24Şimdi onlar sabretseler de ateş onların yurdudur (etmeseler de). Kendilerinden razı olunmasını isterlerse, onlardan razı olunmaz. "Şimdi onlar sabretseler de ateş onların yurdudur." Yani eğer dünya hayatında cehennem ehlinin amelleri üzerinde sabredip böylece devam edecek olurlarsa, ateş onların yurdu olacaktır. Bunun bir benzeri de daha önceden geçtiği üzere: "Onlar ateşe karşı ne kadar da dayanıklıymışlar!" (el-Bakara, 2/175) âyetidir. "Kendilerinden" dünyada küfürleri üzere devam ettikleri halde "razı olunmasını isterlerse, onlardan razı olunmaz." Bir başka açıklamaya göre anlam şöyledir: "Şimdi onlar" cehennem ateşinde "sabretseler de" sabretmeseler de "ateş onların yurdudur." Yani ondan asla kurtulamazlar. Onların sabretmeme hallerine yüce Allah'ın: "Kendilerinden razı olunmasını isterlerse" âyeti delildir. Çünkü "Kendisinden razı olunmasını isteyen kişi" sabırsız bir kimsedir. "Razı olunmasını isteyip de bu isteği kabul edilen kimse" demektir. Şair Nabiğa şöyle demiştir: "Ben eğer mazlum isem, senin zulmettiğin bir kulum Ve eğer sen razı olması istenen bir kimse isen senin gibi bir kimse böyle bir isteği kabul eder." Yani senin gibi bir kimseden böyle bir talebde bulunulacak olursa, barışı ve bu konudaki müracaatı kabul eder. el-Halil dedi ki: (Mastar olan): "itab" karşılıklı konuşmak ve olumsuz duyguları sözkonusu etmektir, "Ona bir şekilde sitem ettim" denilir. Yine: "Aralarında bir sitemleşme vardır ve bundan dolayı onlar birbirine sitem ediyorlar" denilir. "Karşılıkla sitemleşince itab aralarını düzeltti" denilir. " Filan kişi kötülükten vazgeçerek beni sevindirecek şeye döndü" demektir. Bundan isim: ...diye gelir. Bu ise kendisine sitem edilen kimsenin sitem edeni razı edecek bir hale dönmesi demektir. (........) ile aynı anlamdadır. "Kendisinden razı olunmasını istedi" anlamındadır. Mesela: "Kendisinden benden razı olmasını istedim, (ya da beni razı etmesini istedim) o da beni razı etti" denilir. Buna göre "kendilerinden razı olunmasını isterlerse" şu demek olur: Onlar kendilerinden razı olunmasını isteyecekler, fakat bunun onlara faydası olmayacak. Ateşe atılmaları kaçınılmaz bir şey olacaktır. Tefsirlerde şöyle denilmektedir: Onlar Rablerinden kendilerini geri çevirmesini isteyecekler, fakat bu istekleri kabul edilmeyecektir. Ubeyd b. Umeyr ile Ebû'l-Aliye "Onlardan razı etmeleri istense" diye, ikinci te harfini üstün ve "ye" harfini de ötreli olarak meçhul bir fiil şeklinde; "Onlar razı edecek değillerdir" şeklinde "te" harfini kesreli okumuşlardır. Yani yüce Allah onları tekrar dünyaya geri çevirecek olursa, bedbahtlıkları Allah tarafından ezelden beri bilindiğinden ötürü ona itaat mahiyetinde olacak ameller işlemeyeceklerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer geri döndürülürlerse, yine kendilerine yasaklanan şeylere geri dönerler" (el-En'am, 6/28) bunu el-Herevî zikretmiştir. Saleb dedi ki: Kızdığı zaman da: denilir, hoşnut olduğu zaman da: denilir. 25Biz onlara yakın arkadaşlar kıldık. Onlar da önlerinde ve arkalarında olanı kendilerine süslediler. Onlardan önce gelen cinlerden ve insanlardan ümmetler arasında onlar üzerine söz (azâb) hak olmuştur. Şüphesiz onlar zarar edenlerdi. "Biz onlara yakın arkadaşlar kıldık." en-Nekkaş dedi ki: Onlara şeytanlar hazırladık. Bir başka açıklamaya göre Biz onlara yanlarındaki masiyetleri süslü gösteren arkadaşları musallat ettik. Bunlar ise cinlerden, şeytanlardan ve hatta insanlardan olan arkadaşlardır. Yani onlar için birtakım arkadaşları sebeb kıldık. Mesela; Allah filan kimseye filanı getirdi ve onu emrine verdi" denilir. Yüce Allah'ın: "Biz onlara yakın arkadaşlar kıldık" âyeti da buradan gelmektedir. el-Kuşeyrî dedi ki: "Allah bana istediğim şekilde bir rızkı elde etme imkanını verdi" denilir, " Değiştirmek" demektir, "Değiş tokuş" buradan gelmektedir. "O adamla karşılıklı olarak eşya verip aldık." Bu şekilde alışveriş yapan kimselere:Alışveriş yapan iki kişi" denilir. 'in aynı anlamda kullanılması gibi. "Onlar da önlerinde" bulunan dünya işlerini "ve arkalarında olanı kendilerine süslediler." Dünya işlerini onlara o kadar güzel gösterdiler ki, âhirete onu tercih edecek hale geldiler. Ölümlerinden sonraki hallerini de onlara aynı şekilde güzel gösterdiler ve âhiret ile ilgili halleri yalanlamaya çağırdılar. Bu açıklama Mücahid’den. nakledilmiştir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: "Biz onlara" cehennem ateşinde "yakın arkadaşlar kıldık. Onlar da önlerinde" dünyada amellerini "...kendilerine süslediler." Yani Biz onlar hakkında bunun olacağını takdir ettik ve onlar aleyhine böylece hüküm verdik. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Biz onları bu şekilde yakın arkadaşlara muhtaç kıldık. Yani fakiri zengine ondan bir şeyler elde etmesi için muhtaç kıldığımız gibi, zengini de fakire onun yardımını alsın diye muhtaç kıldık. Böylelikle bunlar birbirlerine masiyetlerini süslü gösterdiler. Yüce Allah'ın "ve arkalarında olanı" âyeti "önlerinde" olana atfedilmiş değildir. Aksine anlam şöyledir: Onlara arkalarında olanı unutturdular. Bu duruma göre burada hazfedilmiş ifadeler vardır. İbn Abbâs dedi ki: "Önlerinde olan" âhireti yalanlamalarıdır. "Arkalarında olan" ise gelecekte iyi işler yapacaklarını söyleyip dünyaya rağbetlerini arttırmaktır. ez-Zeccâc dedi ki: "Önlerinde olan"dan kasıt yaptıkları işlerdir. "Arkalarında olan"dan kasıt ise yapmayı kararlaştırdıkları şeylerdir. Mücahid'in bu husustaki görüşü de daha önce geçmişti. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Daha önceden işledikleri masiyetlerin bir benzerini işlemeye devam ediyorlar. "Arkalarında olan" ise onlardan sonra yapılacak olan işlerdir. "Onlardan önce gelen... ümmetler arasında onlar üzerine söz hak olmuştur." Yani bunların kâfir oldukları gibi kendilerinden önce kâfir olan ümmetlerin aleyhine vacib olan azâb, bunlar hakkında da vacib olmuştur. Buradaki: "Arasında' lâfzının "birlikte, beraberinde" anlamında olduğu söylenmiştir. Yani: Onlar kendilerinden önceki kâfir ümmetler neyin içine girmiş iseler onlarla beraber gireceklerdir. "Ümmetler arasında" ifadesinin diğer ümmetlerle birlikte, anlamında olduğu da söylenmiştir. Şairin şu beyiti de buna benzemektedir: "Eğer sen en güzel işi yaptın diye, sana iftira edilmiş ise; Şunu bil ki; başkaları arasında da (böylece) iftiraya uğramışlar vardır." Demek istiyor ki: Sen de bu konuda başkaları ile aynı konumdasın, aynı durumdasın. Bu hususta yalnız başına değilsin. "Ümmetler arasında" lâfzı "onlar üzerine" anlamındaki âyetin zamirinden hal olarak nasb mahallindedir. Yani diğer ümmetler arasında oldukları halde (azâb) söz(ü) aleyhlerine hak olmuştur. "Şüphesiz onlar zarar edenlerdi." Dünyada amellerini, kıyâmet gününde ise kendilerini ve yakınlarını kaybedenler ve yitirenlerdi. 26Kâfir olanlar dediler ki: "Bu Kur'ân'ı dinlemeyin ve o okunurken anlamsız sesler çıkarın. Belki baskın çıkarsınız." "Kâfir olanlar dediler ki: Bu Kur'ân'ı dinlemeyin ve o okunurken anlamsız sesler çıkarın." Yüce Allah Hud ve Salih kavimleri ile başkalarının küfre saptıklarını haber verdikten sonra, Kureyş müşriklerinin de durumunu haber vererek onların Kur'ân-ı Kerîm'i yalanlayıp: "dinlemeyin" dediklerini bize bildirmektedir. Buradaki "dinlemeyin" âyetinin itaat etmeyin, anlamına geldiği söylenmiştir. Mesela, sana itaat ettim anlamında: "Seni dinledim" denilir. "O okunurken anlamsız sesler çıkarın" âyeti hakkında İbn Abbâs şöyle demiştir: Ebû Cehil dedi ki: Kur'ân okunduğu vakit onun (Muhammed -sallallahü aleyhi ve sellem-in) yüzüne karşı yüksek sesle bağırınız ki ne söylediğini o da bilemesin. Denildiğine göre Kur'ân onları (benzerini getirmekten) aciz bırakınca bu yola başvurdular. Mücahid dedi ki: "O okunurken anlamsız sesler çıkarın" âyeti şu demektir: Islık çalarak, el çırparak konuşmalarınızı birbirine karıştırarak bu işi yapınız; ta ki boş bir söz durumuna düşsün. ed-Dahhak dedi ki: Söyledikleri birbirine karışsın diye çokça konuşun. Ebû'l-Aliye ile yine İbn Abbâs da: Ona dil uzatın ve onu ayıplayın, diye açıklamışlardır. "Belki" bu yolla Muhammed'e Kur'ân okurken "baskın çıkarsınız." O da anlaşılmaz hale gelir ve böylelikle kalplerin ilgisini çekmez. Îsa b. Ömer, el-Cahderî, İbn Ebi İshak, Ebû Hayve ve Bekr b. Habib es-Sehmî "anlamsız sesler çıkarın" anlamı verilen kelimeyi: şeklinde "ğayn" harfini ötreli okumuşlardır ki, bu da bunun kökünü teşkil eden: " Anlamsız söz söyledi, iş yaptı, söyler, yapar..." fiilinden gelen bir söyleyiştir. Fakat genel olarak (cemaatin) kıraati: köküne göredir. el-Herevî dedi ki: "O okunurken anlamsız sesler çıkarın" ifadesinin, ne anlama geldiği anlaşılmayacak sözlerle ona karşı koyun, demek olduğu söylenmiştir. Bu fiil üç türlü olmak üzere: "Anlamsız söz söyledim, söylerim, söyledi, söyler" diye kullanılır. Lağv'in (anlamsız söz ve işin) ne demek olduğuna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/225. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu ise gerçek anlamı anlaşılamayan ve hiçbir mana ifade etmeyen şeyler demektir. 27Elbette Biz kâfirlere şiddetli azâbı tattıracağız ve onları yapageldiklerinin en kötüsü ile cezalandıracağız. "Elbette Biz kâfirlere şiddetli bir azâbı tattıracağız." Daha önceden "tatmak: Zevk"in maddi bir şey olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Şiddetli azâb ise, ardı arkasına gelen ve hiçbir şekilde kesintisi olmayan azâb demektir. Bütün cüzlerinde hissedilecek azâb demek olduğu da söylenmiştir. "Ve onları yapageldiklerinin en kötüsü ile cezalandıracağız." Yani Biz âhirette onlara dünyada işlemiş oldukları amellerin kötü cezasının karşılığını vereceğiz. Yapılan işlerin en kötüsü ise şirktir. 28İşte bu, Allah düşmanlarının cezasıdır: Ateştir. Bizim âyetlerimizi bilerek inkâr etmeleri sebebi ile bir ceza olarak. Onlar için orada ebedilik yurdu vardır. "İşte bu, Allah düşmanlarının cezasıdır, ateştir." Bu şiddetli azâb böyledir, demektir. Bu azâbı da "ateştir" âyeti ile açıklamaktadır. İbn Abbâs bu âyeti; "İşte bu Allah düşmanlarının cezasıdır, ateştir" dedikten sonra; "ebedilik yurdudur" diye okumuştur. Böylelikle ebedilik yurdu diyerek bu ateşin ne olduğunu ifade etmiş olmaktadır ki; âyetten anlaşılan da budur. "İşte bu" mübtedâdır, "cezasıdır" onun haberidir, "ateştir" lâfzı da "ceza'dan bedeldir yahutta hazfedilmiş bir mübtedanın haberidir. Cümle bütünüyle ilk cümlenin beyanı konumundadır. 29Kâfirler diyecekler ki: "Rabbimiz, cin ve insanlardan bizi saptıran iki kişiyi bize göster ki, en aşağılarda olanlardan olsunlar diye onları ayaklarımızın altına alalım." "Kâfirler diyecekler ki" âyetinde cehennemde söyleyeceklerini kastetmektedir. Yüce Allah burada bunu ("dediler" diye) mazi lâfzı ile zikretmekle birlikte, maksat gelecekte diyecekleridir. "Rabbimiz, cin ve insanlardan bizi saptıran o iki kişiyi bize göster" sözleri ile iblis ve kardeşini öldüren Âdem'in oğlunu kastetmektedirler. Bu açıklama İbn Abbâs, İbn Mes’ûd ve başkalarından nakledilmektedir. Bu görüşün lehine şu merfû' hadis de delil teşkil eder: "Zulmen öldürülen herbir müslümanın günahından bir pay da mutlaka ilk (katil olan) Âdem oğlunun üzerine konulur. Çünkü öldürme işini ilk başlatan odur." Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiştir. Buhari, I, 431 (muallak bir hadis olarak), III, 1213, VI, 2669; Müslim, III, 1303; Nesâî, VII, 81; İbn Mace, II, 873; Müsned, I, 383, 430, 433 Bunun saptırıcıların türü anlamında kullanıldığı da söylenmiştir. Tesniye olarak gelmesi ise türlerin farklı oluşundan ötürüdür. "...ki" ateşin en alt basamağında "olsunlar diye onları ayaklarımızın altına alalım." Onları ayakları altına almakla yüreklerini soğutsunlar diye bu istekte bulunacaklardır. Yüce Allah'tan sapıtmalarına sebeb olan cin ve insanlardan bu varlıkların üzerindeki azâbı kat kat arttırmasını isteyeceklerdir. İbn Muhaysın, Ebû Amr'dan es-Susî, İbn Amir, Ebû Bekr ve el-Mufaddal: "Bize göster" anlamındaki âyeti; şeklinde "ra" harfini sakin olarak okumuşlardır. Yine Ebû Amr'dan "ra" harfini (esresini) gizlice (belli belirsiz, ihtilas ile) çıkardığı da rivâyet edilmiştir. Diğerleri ise kesresini açıkça (işba' ile) çıkarmışlardır. Buna dair açıklamalar daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (asıl nüshalarda böyle olmakla birlikte doğrusu el-Bakara Sûresi, 2/128. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 30Muhakkak "Rabbimiz Allah'tır" deyip sonra dosdoğru olanların üzerine melekler: "Korkmayın, üzülmeyin ve size vaadolunan cennetle sevinin" diye inerler. "Muhakkak Rabbimiz Allah'tır deyip sonra dosdoğru olanların.." âyeti ile ilgili olarak Atâ, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bu âyet-i kerîme Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh) hakkında inmiştir. Şöyle ki; müşrikler: Rabbimiz Allah'tır, melekler onların kızlarıdır ve onlar Allah'ın katında bizim şefaatçilerimizdir, dediler ve böylelikle onlar "dosdoğru" olmadılar. Ebû Bekir ise şöyle demişti: Rabbimiz Allah'tır. O bir ve tektir, O'nun hiçbir ortağı yoktur. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) da O'nun kulu ve Rasûlüdür. Böylece o da "dosdoğru" olmuştur. Tirmizî'de Enes b. Malik'ten gelen rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Muhakkak Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru olanların..." âyetini okuyup, şöyle demiştir: "İnsanlar bunu söylemişler, fakat sonradan onların çoğu kâfir olmuştur. Kim bu söz üzere ölürse, o dosdoğru olanlardandır." (Tirmizî) dedi ki: Bu garib bir hadistir. Bu âyet-i kerîme ile ilgili olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali'den rivâyete göre "dosdoğru olanlar"in anlamına dair açıklamalar rivâyet edilmiştir Tirmizi, V, 376. Ayrıca bk. İbn Receh el-Hanbeli, Camiu'l-Ulumi ve'l-Hikem, s. 204; Ebû Yala, Mu'cem, I, 122, VI, 213 Müslim'in, Sahih'inde Süfyan b. Abdullah es-Sakafî'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü! İslâm hakkında bana öyle bir söz söyle ki, bu hususta senden sonra -bir rivâyette de: senden başka kimseye- soru sormayayım. Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'a îman ettim de, sonra da dosdoğru ol." Müslim, I, 65; Müsned, III, 413 Tirmizî ayrıca şunu da kaydetmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü! Benim için en çok korktuğun şey nedir? diye sordum. O kendi dilini tutarak: "Bu" diye buyurdu. Tirmizi, IV, 607; Dârimi, II, 386; İbn Mace, II, 1314; Müsned, III, 413, IV, 384. Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh)'dan: "Sonra dosdoğru olanların" âyetini Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayanlar... diye açıkladığı rivâyet edilmiştir. el-Esved b. Hilal'in ondan rivâyet ettiğine göre arkadaşlarına şöyle sormuş: Şu "muhakkak Rabbiniz Allah'tır deyip sonra dosdoğru olanların..." âyeti ile "îman edenler ve imanlarına da zulüm karıştırmayanlar" (el-En'am, 6/82) âyetleri hakkında ne diyorsunuz? Arkadaşları: Dosdoğru olanlar, günah işlemeyenler, imanlarına zulüm karıştırmayanlar da imanlarına hiçbir günah bulaştırmayanlar, demektir, dediler. Bunun üzerine Ebû Bekir şöyle buyurdu: Yemin olsun siz bu âyeti olmadık şekilde yorumladınız. "Muhakkak Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru olanlar" başka hiçbir ilâha iltifat etmeyenler, yönelmeyenler demektir. "Îmanlarına zulüm karıştırmayanlar" ise imanlarına şirk karıştırmayanlar demektir. "İşte onlaradır güvenlik ve onlardır hidayete ermiş olanlar." (el-En'am, 6/82) Ömer (radıyallahü anh)'dan da minber üzerinde hutbe irad ederken şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Muhakkak Rabbimiz Allah'tır deyip sonra dosdoğru olanlar" âyeti hakkında dedi ki: Allah'a yemin ederim O'na itaat için dosdoğru yol üzerinde gidenler, sonra da tilkilerin sağa sola kıvrılıp gittikleri gibi kaçışmayanlar demektir. Osman (radıyallahü anh) da: Sonra Allah için amellerini ihlâs ile yapanlar, diye açıklamıştır. Ali (radıyallahü anh)'ın da: Sonra farzları edâ edenler... diye açıkladığı rivâyet edilmiştir. Tabiînden gelen açıklamalar da bu anlamdadır. İbn Zeyd ve Katade dedi ki: Allah'a itaat üzere dosdoğru olanlar. el-Hasen: Allah'ın emri üzere dosdoğru yürüyerek O'na itaat olan işleri yapıp O'na masiyet olan işlerden kaçınanlar demektir, diye açıklamıştır. Mücahid ve İkrime de şöyle demişlerdir: Ölünceye kadar Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Şehadeti üzerinde dosdoğru gidenler demektir. Süfyan es-Sevrî de; söylediklerine uygun olarak amelde bulunanlar, diye açıklamıştır. er-Rabî' dedi ki: Allah'tan başkasından yüz çevirenler, diye açıklarken, el-Fudayl b. İyad da şöyle demiştir: Fani olana rağbet etmediler, ebedi olana yöneldiler. Bunun: İkrarları ile dosdoğru oldukları gibi gizli hallerinde de dosdoğru olanlar anlamında olduğu söylenmiştir. Yine: Sözleriyle dosdoğru oldukları gibi, fiilleriyle de dosdoğru yürümüşlerdir, diye de açıklanmıştır. Enes de şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme nazil olunca, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kabenin Rabbine yemin ederim ki bunlar benim ümmetimdir" diye buyurmuştur. İmâm İbn Furek de şöyle demiştir: Buradaki ("dosdoğru olanlar" anlamındaki: "istekamu" lâfzında bulunan) "sin" harfi taleb anlamındadır. "İsteska: su istedi, aradı" kelimesindeki "sin" gibidir, yani yüce Allah'tan kendilerine din üzere sebat vermesini istediler, demektir. el-Hasen de bu âyet-i kerimeyi okudu mu: Allah'ım, sen bizim Rabbimizsin! İstikameti bize ihsan et, diyordu. Derim ki: Bu görüşler her ne kadar biri diğerini kapsıyor ise de şöyle özetlenebilir: Onlar Allah'a itaat üzerinde itikaden sözleriyle ve fiilleriyle mutedil olanlar, dengede olanlar ve böylece devam edenlerdir. "Üzerine melekler... inerler" âyeti ile ilgili olarak İbn Zeyd ve Mücahid: Ölüm esnasında inerler, diye açıklamıştır. Mukâtil ve Katade de: Diriltilerek kabirlerinden kalktıklarında diye açıklamışlardır. İbn Abbâs da şöyle demiştir: Bu âhirette melekler tarafından kendilerine verilecek bir müjdedir. Vekî' ve İbn Zeyd de şöyle demişlerdir: Müjde üç yerde olacaktır. Ölüm esnasında, kabirde ve diriliş vaktinde. "(........): Korkmayın... diye" âyeti; "Korkmayın demekle" anlamında olup cer harfi hazfedilmiştir. Mücahid: Ölümden korkmayın, diye açıklamıştır. "Üzülmeyin" çocuklarınız için üzülmeyin. Sizin yerinize Allah onların üzerinde halifeniz olacaktır. Atâ b. Ebi Rebah dedi ki: Sevabınızın yüzünüze geri çevrileceğinden korkmayın, o kabul edilecektir. Günahlarınız için de korkmayın, Ben günahlarınızı size bağışlayacağım. İkrime de şöyle açıklamıştır: Bundan sonra karşılaşacağınız şeylerden korkmayın, günahlarınız için üzülmeyin. "Ve size vaadolunan cennetle sevinin, diye inerler." 31"Dünya hayatında da, âhirette de sizin velileriniz (yakın dostlarınız) biziz. Orada canlarınız neyi arzu ediyorsa, orada neyi istiyorsanız sizin için vardır. "Dünya hayatında da, âhirette de sizin velileriniz biziz." Yani melekler müjdeleyerek üzerlerine inecekleri kimselere "sizin velileriniz biziz" diyeceklerdir. Mücahid dedi ki: Yani dünya hayatında sizinle birlikte olan bizler, sizinle beraber olmaya devam edeceğiz. Kıyâmet günü olacağı vakitte: Sizi cennete girdirinceye kadar sizden ayrılmayacağız, (diyecekler). es-Süddî dedi ki: Yani bizler dünya hayatında iken amellerinizi tesbit edenler idik, âhirette de sizin velileriniz (en yakın dostlarınız) olacağız. Bunun yüce Allah'ın söyleyeceği bir söz olması da mümkündür. Çünkü mü’minlerin gerçek velisi, dost ve yardımcısı Allah'tır. "Orada canlarınız" zevk veren şeylerden "neyi arzu ediyorsa, orada neyi istiyorsanız" dileyip temenni ediyorsanız "sizin için (hepsi) vardır." 32"Çok bağışlayan, çok merhamet ediciden ikram ve ihsan olmak üzere." "İkram ve ihsan olmak üzere" bir rızık ve misafire ağırlamak maksadıyla verilen ziyafet olmak üzere, demektir. Buna dair açıklamalar daha önce Al-i İmrân Sûresi'nde (3/190-200. âyetlerin tefsiri 20. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu anlamdaki âyet, mastar olarak yani: "Biz onu ikram olmak üzere verdik" anlamında nasbedilmiştir. Hal olarak nasbedildiği de söylenmiştir. Bunun: 'in çoğulu olduğu da söylenmiştir. "Sizler konaklamak üzere inenler olarak sizin için istediğiniz şeyler vardır" demektir. O vakit: "İstiyorsanız" âyetindeki merfu zamirden, yahut; " Sizin için" lâfzındaki mecrur zamirden hal olur. 33Allah'a davet eden, salih amel işleyen ve: "Şüphesiz ki ben müslümanlardanım" diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir! "Allah'a davet eden, salih amel işleyen... kimseden daha güzel sözlü kim olabilir!" âyeti Kur'ân-ı Kerîm, okunurken anlamsız sözler çıkarmayı birbirlerine tavsiye edenlere bir azardır. Şu demektir: Kur'ân'dan daha güzel söz hangisidir! Allah'a ve O'na itaat etmeye davet eden kimseden -ki o da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir- daha güzel sözlü kim olabilir! İbn Şîrîn, es-Süddî, İbn Zeyd ve el-Hasen şöyle demişlerdir: Burada sözü edilen kişi Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. El-Hasen bu âyet-i kerimeyi okuduğunda: İşte bu Rasûlullah'tır. İşte bu habibullahtır, işte bu veliyullahtır, işte bu safvetullah (Allah'ın seçtiği)dır. İşte bu hîretullah (Allah'ın en hayırlı kıldığı)dır. İşte bu Allah'a yemin olsun, yeryüzündeki varlıkların Allah tarafından en sevilenidir. Allah'ın çağrısını kabul etmiş ve insanları da kabul ettiği şeye davet ettiği kimsedir. Âişe (radıyallahü anha) ile İkrime, Kays b. Ebi Hazim ve Mücahid de: Bu müezzinler hakkında inmiştir, demişlerdir. Fudayl b. Rufeyde de şöyle demiştir: Ben Abdullah b. Mesud'un arkadaşlarına müezzinlik yapıyordum. Âsım b. Hubeyre bana: Ezan okuduğun vakit: Allahuekber, Allahuekber la ilahe illallah dediğinde "Ve ben müslümanlardanım" de, dedi. Sonra bu âyeti-i kerimeyi okudu. (Ebû Bekr) İbnu'l-Arabî dedi ki: Birincisi daha doğrudur. Çünkü âyet-i kerîme Mekke'de inmiştir, ezan ise Medine'de okunmaya başlamıştır. Ancak mana itibariyle onun kapsamına girer. Yoksa (âyetin sözkonusu ettiği) söz söyleme zamanında bu kastedilmiş değildi. Ayetin kapsamına Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında o lanetli kişinin peygamberi boğmak isterken "Siz benim Rabbim Allah'tır, dedi diye bir adamı öldürür müsünüz?" (el-Mu'min, 40/28) diye, Ebû Bekir es-Sıddîk da girer. Ayrıca tevhid ve imanın muhtevasında yer aldığı her güzel sözü de kapsar. Derim ki: Bu hususta aynı zamanda en güzelleri olan üçüncü bir görüş daha vardır. el-Hasen dedi ki: Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın yoluna davet eden herkes hakkında umumidir. Kays b. Ebi Hazim de böyle demiştir. O: Her mü’min hakkında inmiştir. Ayrıca "salih amel işleyen"in anlamı ise ezan ile ikamet arasında namaz kılan demektir, demiştir. Ebû Umame de böyle demiştir: Ezan ile kamet arasında iki rekat namaz kılan kimse kastedilmektedir. İkrime de: "Salih amel işleyen" namaz kılıp oruç tutan kimse demektir diye açıklamıştır. el-Kelbî de farzları eda eden, diye açıklamıştır. Derim ki: Bu, haramlardan kaçınmak ve mendub amelleri çokça işlemek ile birlikte olmak şartıyla açıklamaların en güzelidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Şüphesiz ki ben müslümanlardanım diyen" âyeti ile ilgili olarak İbnu'l-Arabî şöyle demiştir: Daha önce geçen ifadeler ayrıca müslüman olmaya delalet etmektedir. Şu kadar var ki; İslama davet hem sözlü, hem de kılıçla yapıldığından dolayı bu davet şekli de itikadda da yapılabilir, delille de yapılabilir. Amel de riya için de yapılabilir, ihlâs ile de yapılabilir. O bakımdan bu âyet, bütün bu hususlarda Allah'a inanıldığının açıkça ifade edilmesinin ve yapılacak amelin yalnız O'na yapılmasının kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. "Müslümanım" Diyenin "İnşaallah" Demesi Gerekir mi?: Yüce Allah: "Şüphesiz ki ben müslümanlardanım diyen" diye buyurmakta fakat: İnşaallah demesi şartını koşmamaktadır. İşte bu "inşaallah ben müslümanım" demeyi öngörenlerin kanaatini reddetmektedir. 34İyilikle kötülük bir olmaz. Sen en güzel olan ile (kötülüğü) defet. O zaman seninle kendisi arasında düşmanlık olan kimse, sanki candan bir dost oluverir. "İyilikle kötülük bir olmaz." el-Ferrâ'' dedi ki: İkinci: olumsuzluk edatı sıladır (fazladan gelmiştir). Âyet " İyilikle, kötülük bir olmaz" takdirindedir. Daha sonra şu beyiti zikretmektedir: "Rasûlullah onların yaptıklarını beğenmiyordu. O çok iyi iki insan Ebû Bekir de, Ömer de." Şair araya olumsuzluk edatı sokmaksızın Ebû Bekir ve Ömer de demek istemiştir. Âyet şu demektir: Senin kabul ettiğin tevhid ile müşriklerin kabul ettikleri şirk bir olmaz. İbn Abbâs dedi ki: İyilik (hasene); la ilahe illallah'tır, kötülük (seyyie) ise şirktir. İyiliğin itaat, kötülüğün şirk olduğu da söylenmiştir. Bu da birinci görüşün aynısıdır. İyilik idare etmektir, kötülük ise kabalıktır, diye açıklanmıştır. İyiliğin affetmek, kötülüğün ise intikam almak olduğu da söylenmiştir. ed-Dahhak dedi ki: İyilik ilimdir, kötülük ise çirkin söz ve işlerdir. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: İyilik Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın âlini sevmektir, kötülük ise onlara buğzetmektir. "Sen en güzel olan ile defet" âyeti kılıç âyeti ile neshedilmiştir. Fakat bu âyetin kapsamından müstehab olmak üzere geriye: Güzel geçim, sıkıntılara katlanmak ve kusurları görmemek kalmıştır. İbn Abbâs dedi ki: Yani halim (kötülüğe kötülükle karşılık vermemek) olmak suretiyle sana karşı cahillik edenlerin cahilliğini defet. Yine ondan rivâyete göre: Bu bir kişiye sövüp de, kendisine sövülen diğer kişinin: Eğer söylediklerin doğru ise Allah beni bağışlasın. Eğer söylediklerin yalan ise Allah seni bağışlasın, diye cevap vermesidir. Yine rivâyete göre Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh) bunu kendisine kötü söz söyleyen bir adama söylemiştir. Mücahid: "En güzel olan ile" kendisine düşmanlık eden kimse ile karşılaştığı vakit ona selam vermek diye açıklamıştır. Atâ da böyle açıklamıştır. Kadı Ebû Bekir İbnu'l-Arabî'nin "Ahkâm(u'l-Kur'ân)"ın da zikrettiği üçüncü bir görüş de musafahalaşmak (tokalaşmak)dır. Nitekim rivâyette: "Mûsafaha yapınız, bu (kalplerdeki) kini giderir." denilmektedir. Muvatta’, II, 908 (mürsel bir rivâyet olarak). Malik, musafaha yapılacağı görüşünde değildi. Süfyan ile bir araya gelmişler, musafahayı söz konusu ettiklerinde Süfyan şöyle demiş: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Habeşistan'dan geldiği vakit Cafer ile musafaha etmişti. Bunun üzerine Malik ona: Bu ona hastır, demişti. Bu sefer Süfyan ona şöyle demişti: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) için has olan bir şey bizim için de hastır, onun için genel olan bir şey bizim için de geneldir. Mûsafaha yaptığı ise sabittir, onu inkâr etmenin anlamı yoktur. Katade de rivâyetle şöyle demektedir: Ben Enes'e: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı arasında musafaha var mıydı? diye sordum. O: Evet, dedi ve bu, sahih bir hadistir Buhârî, V, 2311. Diğer taraftan "elele tutmak (musafahalaşmak) muhabbetin kemalindendir." denildiği rivâyet edilmiştir. Önder İmâmlardan birisi olan Muhammed b. İshak'ın ez-Zührî'den, onun Urve'den, onun da Âişe'den rivâyetine göre Âişe (radıyallahü anha) şöyle demiştir: Zeyd b. Harise Medine'ye geldi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da benim odamda idi. Zeyd kapıyı çalınca, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) elbisesini arkasından sürükleyerek çıplak olarak ayağa kalktı. -Allah'a yemin ederim, ne ondan önce, ne de daha sonra onu çıplak olarak görmedim.- Onunla kucaklaştı ve onu öptü. Derim ki: Malik'ten musafahanın câiz olduğu görüşü de rivâyet edilmiştir. İlim adamlarından bir topluluk da bu kanaattedir. Bu hususa dair açıklamalar daha önce Yusuf Sûresi'nde (12/100. âyet, 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Ayrıca orada el-Bera b. Azib'in rivâyet ettiği şu hadisi de zikretmiştik: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İki müslüman birbirleriyle karşılaşır da biri arkadaşının elinden sevgi ve samimiyet ile tutacak olursa, mutlaka aralarından günahları dökülür." Tirmizi, V, 74; Ebû Davud, IV, 354; İbn Mace, II, 1220; Müsned, IV, 289, 30 "O zaman seninle kendisi arasında düşmanlık olan kimse sanki candan bir dost oluverir." Çok yakın bir arkadaş oluverir. Mukâtil dedi ki: Bu Ebû Süfyan b. Harb hakkında inmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a eziyet eden birisi idi. Önceleri onun düşmanı iken, sonraları kendisi ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) arasında meydana gelen sihri akrabalık sebebiyle (peygamber onun kızı Um Habibe ile evlenmişti. Bundan dolayı) onun yakın bir dostu olmuştu. Daha sonra İslâm'a girmiş ve İslâm'da da akrabalık sebebiyle candan sıcak bir dost oluvermişti. Bu âyet-i kerimenin Ebû Cehil b. Hişam hakkında indiği de söylenmiştir. Ebû Cehil, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a eziyet ediyordu. Yüce Allah ona karşı sabredip onu affetmesini emretti. Bunu el-Maverdî zikretmektedir. Birincisini ise es-Sa'lebî ile el-Kuşeyrî zikretmişlerdir. Daha kuvvetli görünen görüş odur. Çünkü yüce Allah: "O zaman seninle kendisi arasında düşmanlık olan kimse sanki candan bir dost oluverir" diye buyurmaktadır. Bir diğer görüşe göre bu, cihad emri verilmeden önce idi. İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah bu âyet-i kerîme ile kızgınlık esnasında sabretmesini, cahillik edilmesi halinde tahammül ile karşılaşmasını, kötülük yapılması halinde affetmesini emretmektedir. İnsanlar bu şekilde davrandıkları takdirde yüce Allah onları şeytana karşı korur, düşmanları da onlara boyun eğer. Rivâyet edildiğine göre bir adam Ali b. Ebî Tâlib'in azadlısı Kanber'e sövmüştü. Ali (radıyallahü anh) ona: Ey Kanber! Sana söven kimseyi bırak. Başka şeylerle oyalan, böylelikle Rahmânı razı etmiş, şeytanı öfkelendirmiş olursun. Sana söven kimseyi de cezalandırmış olursun. Çünkü ahmaka suskunlukla cevab vermek gibi bir ceza verilmiş değildir. Şöyle bir beyit zikredilmektedir: "Yemin olsun ki aşağılık kimsenin sövmesini alçalmamak düşüncesiyle terketmek, O kimseye sövülmesinden daha büyük bir zarar verir." Bir başkası da şöyle demektedir: "Beyinsiz bir kimse daha çok sevmez hiçbir şeyi, Asaletli kimseye sövdüğü vakit kendisine cevap verilmesinden. Beyinsizi cevapsız terkedip bırakmak, Ona sövmekten daha ağırdır." Mahmud el-Verrak da şöyle demektedir: "Nefsimi her kusurluyu affetmeye mecbur kılacağım, Onun bana karşı suçları çok olsa bile. Çünkü insanlar şu üç kişiden birisidir, Şerefli bir kimse, şerefi daha az ve karşı duran denk birisi. Benden yüksek olan kimsenin kadrini bilirim. Ona karşı hakka uyarım, hakka uymak da gereklidir. Benden daha aşağıda olana gelince, söz söyleyecek olursa korurum haysiyetimi, Ona cevap vermekten; isterse kınayan kınayıversin. Benim dengim olana gelince, ayağı kayar ya da yanılırsa, Ona karşı faziletli davranırım, çünkü Mim ile birlikte faziletli davranmak, hakim olmaktır." 35Buna ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak büyük bir pay sahibi olanlar kavuşturulur. "Buna" bu asaletli davranışa ve bu şerefli haslete "ancak" öfkelerini yutmak, eziyetlere katlanmak suretiyle "sabredenler kavuşturulur. Buna ancak" İbn Abbâs'ın dediğine göre hayırdan "büyük bir pay sahibi olanlar kavuşturulur." Katade ve Mücahid de: Büyük pay cennettir, demişlerdir. el-Hasen de şöyle demiştir: Allah'a yemin olsun, cennet olmaksızın hiçbir pay büyük olamaz. "Buna... kavuşturulur" lâfzındaki zamir cennete aittir. Yani ona ancak sabredenler kavuşturulur. Anlamlar birbirlerine yakındır. 36Eğer şeytandan bir vesvese seni dürtüp tahrik ederse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. "Eğer şeytandan bir vesvese seni dürtüp tahrik ederse" âyetine dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Araf Sûresi'nde (7/200. âyet, 1 ve 2. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır. "Hemen" onun (şeytanın) hile ve kötülüklerinden "Allah'a sığın. Çünkü O" senin sığınmanı "işitendir." Senin yaptıklarını ve sözlerini "bilendir." 37O'nun âyetlerinden bir kısmı da gece ile gündüz, güneş ve aydır. Güneşe de secde etmeyin, aya da. Eğer yalnız O'na ibadet ediyorsanız, onları yaratan Allah'a secde edin. "O'nun âyetlerinden" birliğine ve kudretine delâlet eden alametlerinden "bir kısmı da gece ile gündüz, güneş ve aydır." Daha önce birkaç yerde (meselâ, el-Bakara, 2/164. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Daha sonra yüce Allah bunlara secde etmeyi yasaklamaktadır. Çünkü bunlar her ne kadar iki mahluk iseler de bu, onların bizatihi sahip oldukları ve bundan ötürü de Allah ile birlikte ibadet edilmeye hak kazandıkları bir üstünlüklerinden ötürü değildir. Çünkü onları yaratan Allah'tır. Dilese onları yok eder, yahut nurlarını giderir. "Eğer yalnız O'na ibadet ediyorsanız, onları yaratan Allah'a secde edin." Onları bu şekilde şekillendiren ve bu şekilde müsahhar kılan Allah'a ibadet edin. Buradaki zamir güneşe, aya, gece ve gündüze aittir. Özellikle güneşe ve aya ait olduğu da söylenmiştir. Çünkü "iki" de çoğul demektir. Zamirin "âyetler"in ihtiva ettiği anlama ait olduğu da söylenmiştir. "Onları yaratan" âyetindeki zamirin müennesliği çokluk çoğulu olmasına binaendir. Burada müzekker ile müennese ait tağlib kipinin kullanılmayış sebebi bu zamirin akıl sahibi olmayan varlıklar hakkında kullanılmasından dolayıdır. 38Şayet büyüklenmek isterlerse, Rabbinin yanında bulunanlar hiç usanmadan O'nu gece ve gündüz teşbih eder, dururlar. "Şayet" kâfirler yüce Allah'a secde etmeyerek "büyüklenmek isterlerse, Rabbinin yanında bulunanlar hiç usanmadan O'nu gece ve gündüz teşbih eder dururlar." O'na ibadet etmekten usanç duymazlar. Şair Züheyr de şöyle demiştir: "Hayatın vurduğu yüklerden usandım, zaten kim yaşarsa, Seksen yıl boyunca; -babasız kalasıca- usanır." Buradaki Secde Ayeti: Bu âyetin secde âyeti olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Fakat neresinde secde edileceği hususunda ihtilâf edilmiştir. Malik âyetin secde edilecek yeri: "Eğer yalnız O'na ibadet ediyorsanız" âyetidir, çünkü bu önceki emre bitişiktir. Ali ile İbn Mes’ûd ve başkaları: "İbadet ediyor(sa)nız" âyetinde (bitiminde) secde ediyorlardı. İbn Vehb ile Şâfiî secde yeri "hiç usanmadan" anlamındaki âyettir. Çünkü burada ifade tamam olmaktadır ve ibadet ile emre itaatin en ileri ifadesi dile getirilmektedir. Ebû Hanife de böyle demiştir. İbn Abbâs da yüce Allah'ın: "Usan(maz)lar" âyetinde (bitiminde) secde ederdi. İbn Ömer de "secde" lâfzından sonuncusu zikredilmekle birlikte (yani: "secde edin" emrinin geçtiği yerde) secde edin, demiştir. Mesrûk, Ebû Abdurrahman es-Sülemî, İbrahim en-Nehaî, Ebû Salih, Yahya b. Vessab, Yanıklardan Talha ve Zübeyd, el-Hasen ve İbn Şîrîn'den de böyle rivâyet edilmektedir. Ebû Vâil, Katade ve Bekir b. Abdullah da yüce Allah'ın: "Usanmadan" âyeti okununca, secde ederlerdi. İbnu'l-Arabî dedi ki: Görüş ayrılıkları birbirinden uzak değildir. İbn Huveyzimendad'ın naklettiğine göre bu âyet-i kerîme güneş ve ay tutulmaları dolayısıyla kılınan namazı ihtiva etmektedir. Şöyle ki Araplar: Güneş ile ay ancak büyük bir şahsiyetin ölümü dolayısıyla tutulurlar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bu sebeple (böyle bir şeyin sözkonusu olmadığını ortaya koymak için) küsuf (güneş ve ay tutulmaları) namazını kılmıştır. Derim ki: Küsuf namazına dair sahih hadisleri ihtiva eden Buhârî, Müslim ve başkalarında sabittir. Bu namazın nasıl kılınacağı hususunda rivâyetlerin farklılığı sebebiyle fukahâ da çokça ihtilâf etmişlerdir. Bununla birlikte bu konuda Müslim'in Sahih'inde bulunanlarla yetinmek gerekir, çünkü bu hususta en önemli dayanak odur. Doğruya muvaffak kılan Allah'tır. 39O'nun âyetlerinden biri de yeri kupkuru görmendir. Biz üzerine suyu indirdiğimizde sarsılır ve kabarır. Onu dirilten şüphesiz ki, ölüleri de dirilticidir. Çünkü O, herşeye kadirdir. "O'nun âyetlerinden biri de yeri kupkuru görmendir" âyetinde hitab akıllı herbir varlığadır. Yani "O'nun" ölüleri dirilttiğine delâlet eden âyetlerinden biri de "yeri kupkuru" ve verimsiz "görmendir." Bu yerin ("kupkuru" diye meali verilen) huşu" ile nitelendirildiği bir ifadedir. Şair Nâbiğa da şöyle demektedir: "Göz sürmesini andıracak kadar (kararmış) bir kül ki Çok zorlandıktan sonra farkedebiliyorum. Bir de izi kalmamış, yerle dümdüz olmuş Havuzun dibini andıran çadır etrafındaki bir çukur." "Hiçbir bitkisi olmayan arazi" demektir. " Herhangi bir ev ya da kalınacak yer bulunmayan belde" demektir. "Hâşi; yer" tabiri de kullanılır. "Biz üzerine suyu indirdiğimizde" Mücahid'in dediğine göre bitki ile "sarsılır." Mesela; "İnsan sarsıldı" denilir, "hareket etti" demektir. Şairin şu beyiti de bu anlamdadır: "Onun cömertlik için sallanan kılıç gibi olduğunu görürsün, Kötü kimse yanında yiyecek bir şey bulamadığı vakit." "Ve kabarır" yani bitkisini çıkarmadan önce şişer ve yükselir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Yani ölümünden sonra bitkiyi çıkartmak için yukarı doğru yükselir. Bu açıklamaya göre ifadede takdim ve tehir var, demektir. Buna göre ifade: Kabarır ve sarsılır şeklindedir. Sarsılmak ve kabarmak bitkinin yerden Çıkmasından önce de olabilir, bitkinin yerin üzerine çıkmasından sonra da olabilir. Yerin kabarması yükselmesi demektir. Nitekim yüksekçe yere: denilir. Buna göre bitki önce ortaya çıkmak için harekete geçer, sonra da enine boyuna cismi büyür ve gelişir. "Ve kabarır" anlamındaki âyeti Ebû Cafer ve Halid: diye okumuşlardır ki bu: " Yüksekçe yer" tabirinden gelen bir lâfız olup, "büyüdü" anlamındadır. "Sarsılır" lâfzının yağmur dolayısı ile sevinir "kabarır" âyetinin da bitki ile şişer anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü yer yarılıp bitki çıkaracak olursa, gülmekle nitelendirilir. O halde onun sevinmekle nitelendirilmesi de câiz olur. Bununla birlikte şişip kabarmanın aynı şey olduklarını ve bunun da bitkinin çıkış hali anlamını ifade ettiğini söylemek de mümkündür. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-Hac Sûresi'nde (22/5- âyet, 12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Onu dirilten şüphesiz ki ölüleri de dirilticidir. Çünkü O herşeye kadirdir." Bu âyet (ve açıklamaları) da daha önceden birkaç yerde (mesela, er-Rum, 30/50. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 40Âyetlerimiz hakkında doğru yoldan sapanlar, muhakkak onlar Bize gizli kalmazlar. O halde ateşe atılacak kimse mi hayırlıdır; yoksa kıyâmet gününde emin olarak gelen kimse mi? Dilediğinizi yapın. Çünkü O ne yaptığınızı çok iyi görendir. "Ayetlerimiz hakkında doğru yoldan sapanlar" yani delillerimiz hususunda hakkı bırakıp, başka tarafa sapanlar... demektir. "İlhâd: Sapmak" meyletmek ve başka tarafa ayrılıp gitmek demektir. "Kabirde lahd" tabiri de buradan gelmektedir. Çünkü lahd bölümü kabrin bir tarafına doğru daha çok meyillidir (kaymış olur). "Allah'ın dininde yan çizdi ve başka tarafa saptı" demektir. şekli bu tabirin bir başka söyleniş tarzıdır. Bu âyet daha önce kendilerinden sözedilen: "Bu Kur'ân'ı dinlemeyin ve o okunurken anlamsız sesler çıkarın" (Fussilet, 41/26) diye söyleyen kimseler hakkındadır. İşte Allah'ın âyetleri hakkında doğru yoldan sapıp hakkı bırakarak başka tarafa giden kimseler ve: Bu Kur'ân Allah tarafından indirilmemiştir yahutta o bir şiir ya da bir sihirdir diyenler, onlardır. O halde buradaki "âyetlerden kasıt Kur'ân'ın âyetleridir. Mücahid dedi ki: "Âyetlerimiz hakkında doğru yoldan sapanlar" Kur'ân-ı Kerîm'in okunması esnasında ıslık çalarak, gürültü koparanlar, boş söz söyleyip, şarkı söyleyenler demektir. İbn Abbâs dedi ki: Bu, sözü değiştirmek ve onu olması gereken yerden başka bir yere koymak demektir. Katade dedi ki: "Âyetlerimiz hakkında doğru yoldan sapanlar" âyetlerimiz hakkında yalan söyleyenler demektir. es-Süddî dedi ki: İnatlaşanlar ve ayrılık içerisinde olanlar, demektir. İbn Zeyd'e göre hem şirk koşan, hem de yalanlayan kimselerdir. Anlamlar birbirlerine yakındır. Mukâtil dedi ki: Bu âyet-i kerîme Ebû Cehil hakkında inmiştir. Burada sözü edilen "âyetler"in mucizeler olduğu da söylenmiştir. Bununla birlikte bu açıklama birinci açıklamanın kapsamı içerisindedir. Çünkü Kur'ân zaten mucizedir. "O halde" yüzü üzere "ateşe atılacak kimse" -İbn Abbâs ve başkalarının görüşüne göre bu Ebû Cehil- "mi hayırlıdır? Yoksa kıyâmet gününde emin olarak gelen kimse mi?" Mukâtil 'in dediğine göre; bununla da kastedilen Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Bundan kastın Osman, Ammar b. Yasir, Hamza, Ömer b. el-Hattâb olduğu söylendiği gibi; Ebû Seleme b. Abdi’l-Esed el-Mahzumî olduğu da söylenmiş, bütün mü’minlerin olduğu da söylenmiştir. Âyet-i kerimenin umumi bir anlam ifade ettiği de söylenmiştir. Yani cehennem ateşine atılan kişi kâfirdir, kıyâmet gününde emin olarak gelen kimse de mü’mindir; Bu açıklamayı da İbn Bahr yapmıştır. "Dilediğinizi yapın" emri, tehdit ihtiva eden bir emirdir. Sizler bu ikisinin eşit olmayacağını bildikten ve amellerin karşılığının mutlaka verileceğini öğrendikten sonra (istediğinizi yapabilirsiniz) demektir. "Çünkü O, ne yaptığınızı çok iyi görendir." Bu, tehdit mahiyetinde bir âyettir. 41Muhakkak ki kendilerine geldiğinde o zikri inkâr edenler (Bize gizli kalmazlar). Halbuki o hiç şüphesiz eşsiz bir kitaptır. "Muhakkak ki kendilerine geldiğinde o zikri inkâr edenler..." âyetinde geçen "zikir" herkese göre Kur'ân-ı Kerîm'dir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de kendisine gerek duyulan bütün hükümler vardır. Bu âyette haber hazfedilmiştir. Takdiri: Helâk olmuşlardır yahut azaba uğratılacaklardır, şeklindedir. Bir görüşe göre haber: "İşte onlar kendilerine uzak bir yerden seslenilir (gibidirler)" (Fussilet, 41/44) âyeti olup, araya: "Sana senden önceki peygamberlere söylenmiş olandan başka bir şey söylenmiyor" âyeti girmiştir. Daha sonra tekrar zikri sözkonusu ederek: "Eğer Biz onu Arap dilinden başka bir Kur'ânyapsa idik..." diye buyurduktan sonra da: "İşte onlar kendilerine uzak bir yerden seslenilir (gibidirler)" diye buyurulmuştur. Ancak tercih edilen birinci görüştür. en-Nehhâs: Bildiğim kadarıyla bütün nahivciler tarafından (tercih edilen görüş odur), demiştir. "Halbuki o, hiç şüphesiz eşsiz bir kitaptır." Yani Allah nezdinde çok değerli bir kitaptır. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Yine ondan gelen rivâyete göre: Allah tarafından gönderilmiş çok değerli bir kitaptır. Allah için son derece değerli diye de açıklanmıştır. Buradaki "(eşsiz bir kitaptır" diye anlamı verilen) "Aziz"in Allah tarafından aziz kılınmış, dolayısıyla batılın kendisine ulaşamadığı... anlamına geldiği de söylenmiştir. Bir başka açıklamaya göre bu kitabın aziz tutulması, ona üstün bir saygı gösterilmesi ve onun hakkında anlamsız bir tutum takınılmaması gerektiği... diye de açıklanmıştır. "Aziz"in şeytanın değiştirmeye güç yetiremediği kitab anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu açıklamayı da es-Süddî yapmıştır. Mukâtil dedi ki: Bu kitab şeytana ve batıla karşı korunmuştur. es-Süddî: Bu kitab mahluk değildir, benzeri yoktur, demiştir. Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre: "aziz" insanların benzerini söylemeleri imkansız olan kitab demektir. 42Önünden ve arkasından da batıl ona erişemez. Hikmeti sonsuz, her hamde layık olan tarafından indirilmedir. "Önünden de, arkasından da batıl ona erişemez." Allah tarafından daha önceden indirilmiş hiçbir şey onu yalanlamaz, ondan sonra da herhangi bir kitab inmeyecek, onu iptal etmeyecek, onu neshetmeyecek demektir. Bu açıklamayı el-Kelbî yapmıştır. es-Süddi ve Katade de: "Önünden de, arkasından da batıl" yani şeytan "ona erişemez" onu değiştiremez, ona bir şey ekleyemez, bir şey eksiltemez. Said b. Cübeyr de şöyle demiştir: "Önünden de arkasından da" yalanlama ona erişemez. İbn Cüreyc: Geçmişe dair verdiği haberlerde de, gelecekte olacaklara dair verdiği haberlerde de "bâtıl ona erişemez." İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre: "Önünden" yani yüce Allah tarafından "arkasından" Cebrâîl (aleyhisselâm)'dan ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan "bâtıl ona erişemez." "Hikmeti sonsuz, her hamde layık olan tarafından indirilmiştir." İbn Abbâs dedi ki: Yaratmasında "hikmeti sonsuz (Hakîm)" onlara yaptıklarında "her hamde layık olan"dır demektir. Katade ise: Emrinde "hikmeti sonsuz (Hakîm)" yarattıklarına yaptıkları dolayısı ile "her hamde layık olan" diye açıklamıştır. 43Sana, senden önceki peygamberlere söylenmiş olandan başka bir şey söylenmiyor. Muhakkak senin Rabbin hem mağfiret, hem can yakıcı azâbın sahibidir. "Sana, senden önceki peygamberlere söylenmiş olandan" onlara söylenmiş eziyet verici sözlerden ve yalanlamadan "başka bir şey söylenmiyor." Bu âyet ile yüce Allah Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı teselli etmektedir. "Muhakkak senin Rabbin hem" sana ve ashabına "mağfiret hem" senin düşmanlarına "can yakıcı" acıtıcı ve incitici "azâbın sahibidir." Şöyle de açıklanmıştır: Sana verilen ibadeti yalnızca Allah'a ihlâs ile yapmak emri ancak yüce Allah'ın senden öncekilere vahyettiğidir. Tevhid ile ilgili hususlarda şeriatlar arasında bir ayrılık yoktur. Bu da yüce Allah'ın: "Yemin olsun sana ve senden öncekilere vahyolundu ki: Eğer şirk koşarsan, andolsunki amelin boşa çıkar..." (ez-Zümer, 39/65) Yani senin onları kendisine davet ettiğin şey senden önceki bütün peygamberlerin davet ettiği şey ile aynıdır. O bakımdan onların sana karşı inkârda bulunmalarının bir anlamı yoktur. İfadenin soru anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani "sana, senden önceki peygamberlere söylenmiş olandan başka" ne söyleniyor ki? "Muhakkak senin Rabbin" diye başlayan âyetin yeni bir ifade olduğu söylenmiştir. Ondan önceki ifade ise haber gizli kabul edildiği takdirde tam bir anlam ifade etmektedir. Bunun; "muhakkak senin Rabbin hem mağfiret, hem can yakıcı azâbın sahibidir" âyetinin "sana, senden önce... başka bir şey söylenmiyor" âyeti ile muttasıl olduğu da söylenmiştir. Yani sana emredilen ancak uyarıp korkutmak ve müjdelemektir 44Eğer Biz onu Arapça olmayan bir Kur'ân yapsa idik, elbette: "Ayetleri açıklanmalı değil miydi? Arapça olmayan ile Arap olan bir kimse mi olur?" diyeceklerdi. De ki: "O îman edenler için bir hidayet ve bir şifadır. Îman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır ve o onlar için bir körlüktür." İşte onlar kendilerine uzak bir yerden seslenilir (gibidirler). Yüce Allah'ın: "Eğer Biz onu Arapça olmayan bir Kur'ân yapsa idik, elbette: Ayetleri açıklanmalı değil miydi? Arapça olmayan ile Arap olan bir kimse mi olur? diyeceklerdi..." âyetine dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1- Kur'ân'ın Mucize Oluşunun Ortaya Çıkması: "Eğer Biz onu Arapça olmayan" yani Arapların dışındakilerin dilinde "bir Kur'ân yapsa idik, elbette âyetleri açıklanmalı değil miydi?... diyeceklerdi." Ayetleri bizim dilimizde açıklanmalı değil miydi? Çünkü biz Ara biz, Arapça olmayan dili anlayamayız "diyeceklerdi." Böylelikle yüce Allah bu kitabı onun mucize oluşunun ortaya çıkması için onların diliyle indirmiş olduğunu açıklamış olmaktadır. Çünkü onlar hem nazım, hem nesir itibariyle söz söyleme türlerini insanlar arasında en iyi bilenlerdi. Onlar Kur'ân-ı Kerîm'e karşı çıkarak onun benzerini ortaya koymaktan âciz olduklarına göre; bu, Kur'ân'ın Allah tarafından gönderilmiş olduğunun en açık bir delili demektir. Eğer Arap olmayanların diliyle indirilmiş olsaydı, bu sefer: Biz bu dili bilmiyoruz, diyeceklerdi. 2- Kur'ân Başka Bir Dile Tercüme Edildiği Takdirde O Tercümeye Kur'ân Denemez: Bu husus böylece sabit olduğuna göre; bu Kur'ân-ı Kerîm'in Arapça olduğuna, onun Arap diliyle indirilmiş olduğuna, Arapça dışındaki bir dil ile gelmediğine, Arapçadan bir başka dile aktarıldığı takdirde Kur'ân olmadığına açık bir delildir. 3- Arab Peygambere Arapça Olmayan Bir Kur'ân ve Kur'ân-ı Kerîm'de Arapça Olmayan Lâfızların Varlığı: "Arapça olmayan ile Arap olan bir kimse mi olur?" anlamındaki âyeti Ebû Bekr, Hamza ve el-Kisaî hafif iki hemze ile okumuşlardır. "Acemi" ister fasih olsun, ister olmasın Araplardan olmayan kimse demektir. A'cemi ise Araplardan olsun, olmasın fasih konuşamayan kimse demektir. Buna göre a'cem "fasih"in zıttıdır. Bu da ifadeleri, sözleri açık seçik olmayandır. Mesela konuşmayan hayvana "a'cem" denilir. "Gündüz namazı acmâ'dır" ifadesi de buradan gelmektedir. Yani gündüz namazında açıktan Kur'ân-ı Kerîm okunmaz. Buna göre "a'cem" kelimesine nisbet (acem kelimesine göre) daha bir pekiştirmeli olmaktadır. Çünkü Araplardan olmayan "acemi" bir şahıs Arapçayı fasih olarak konuşabilir. Arap olan bir kimse de fasih olmayabilir. Bundan dolayı "a'cemi" şeklindeki nisbet daha vurgulu bir ifade olmaktadır. Âyet: Arapça olmayan bir Kur'ân, Arap olan bir peygambere mi indiriliyor? demektir. Bu ise inkârı bir sorudur. el-Hasen, Ebû'l-Aliye, Nasr b. Âsım, el-Muğire ve İbn Ajnir'den Hişam, "haber vermek" anlamında olmak üzere tek bir hemze ile diye okumuşlardır. (Anlamı: Arapça olmayan bir Kur'ân ile Arap bir peygamber birarada... diyeceklerdi, olur). "Ayetleri açıklanmalı değil miydi?" âyetinin anlamına gelince, bu âyetlerin bir bölümü Arapların anlayabileceği Arapça, bir bölümü de Arap olmayanların anlayabileceği Arapça dışındaki bir dille olmalı değil miydi? Said b. Cübeyr dedi ki: Kureyş dedi ki: Kur'ân hem Arapça dışında, hem de Arap diliyle indirilseydi olmaz mıydı? Bu durumda onun âyetlerinin bir bölümü Arapça dışındaki bir dilden, bir bölümü de Arapça olurdu. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indirilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de çeşitli dillerden kelimeler de indirilmiştir. Bunlardan birisi "siccîl" kelimesidir. Bu kelime Farsçadır ve aslı "seng-kîl" olup, çamur ve taş demektir. "Firdevs" kelimesi de Rumcadır. "Kıstas" kelimesi de böyle. Hicazlılar, Ebû Amr, İbn Zekvan ve Hafs ise ("Arapça olmayan ile Arap olan bir kimse mi olur?" anlamındaki âyeti) soru kipi halinde okumuşlardır. Şu kadar var ki onlar kıraatlerinde kabul ettikleri esasa göre hemzeyi yumuşak çıkarmışlardır. Sahih kıraat, bunu istifham ile okumaktır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "De ki: O îman edenler için bir hidayet ve bir şifadır" âyeti ile yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm'in ona îman eden herkes için şüphe, tereddüt ve rahatsızlıklara karşı bir hidayet ve bir şifa olduğunu bildirmektedir. "Îman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır." Yani Kur'ân’ı dinlemeye karşı sağırdırlar. Bundan dolayı Kur'ân okunurken anlamsız sesler çıkarmayı birbirlerine tavsiye etmiş bulunuyorlar. Bu âyet-i kerimenin bir benzeri de yüce Allah'ın: "Kur'ân'da, mü’minler için bir şifa ve rahmet olanı kısım kısım indiririz. Zâlimlerin ise ancak hüsranını arttırır" (el-İsra, 17/82) âyetidir. Buna dair yeterli açıklamalar daha önceden (el-İsra, 17/82. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Bir körlüktür" anlamındaki âyet genel olarak mastar olmak üzere: diye okunmuştur. Ancak İbn Abbâs, Abdullah b. ez-Zübeyr, Amr b. el-As, Muaviye ve Süleyman b. Katte: "Ve o onlar için bir körlüktür" diye "mim" harfini kesreli olarak okumuşlardır. Onlar için açıklık kazanmayan bir kitaptır, demek olur. Ebû Ubeyd, birinci okuyuşu tercih etmiştir. Çünkü bu okuyuş üzerinde insanların icmaı vardır. Ayrıca daha önceden -yine mastar olarak-: "Bir hidayet ve bir şifadır" diye buyurulmuştur. Eğer bu anlamdaki lâfızlar: " Hidayete ileten ve şifa veren" diye olsaydı o vakit "bir körlüktür" anlamındaki lâfzın kesreli okunuşu -bunlar gibi mastar olması için- daha güzel olurdu. Âyetin takdiri şöyledir: Onu kabul etmeyi terk hususunda îman etmeyenler, "kulaklarında bir ağırlık" bulunan kimseler durumundadır. "Ve o" Kur'ân-ı Kerîm "onlar için bir körlüktür." Buradaki "bir körlüktür" anlamındaki lâfız: "Körlük özelliklidir" takdirindedir. Böyle olması ise onların Kur'ân-ı Kerîm'i fıkhetmeyen, anlayamayan kimseler oluşlarından dolayıdır, buna göre burada muzaf hazfedilmiştir. Bir açıklamaya göre de anlam şöyledir: Buradaki "o" zamirinden kasıt "ağırlık"dır ve bu da onlar için bir körlüktür. "İşte onlar kendilerine uzak bir yerden seslenilir (gibidirler)." Bu ifade temsilden (verilen örneklerden) anlamayan kimseye söylenir. Dilcilerin naklettiklerine göre konuyu iyice anlayıp kavrayan bir kimseye: Sen yakından anlarsın denilir, anlamayan kimseye de: Sen kendisine uzaktan seslenilen bir kimseye benzersin, derler. Yani ona kendisinden uzakça bir yerden seslenildiği için bu seslenişi duymayan ve anlamayan kimseye benzer. ed-Dahhak dedi ki: "Kendilerine uzak bir yerden" çağrıldıkları isimlerin en kötüsü ile kıyâmet gününde "seslenilir." Bu da; onları azarlamak ve rezil etmek için daha ağır bir üslub olacaktır, diye açıklamıştır. Şöyle de açıklanmıştır: Kur'ân-ı Kerîm üzerinde düşünmeyen bir kimse, Arap olmayan ve sağır bir kimse gibidir. Böylesine uzak bir yerden seslenilir, fakat ona seslenen kimsenin seslenişi bittiği halde, o yine bu seslenişi işitmeyen bir kimse gibidir. Ali (radıyallahü anh) ile Mücahid şöyle demişlerdir: Kalplerinden uzak bir yerden... demektir. Tefsir'de de şöyle denilmiştir: Sanki onlara semadan sesleniliyor da bundan dolayı onlar işitmiyorlar gibi. Bu anlamdaki bir açıklamayı da en-Nekkaş nakletmiştir. 45Yemin olsun Biz Mûsa'ya kitabı verdik de hakkında ihtilafa düşüldü. Eğer Rabbinden bir söz geçmiş olmasa idi, bunların da aralarında elbette hüküm olunurdu. Halbuki onlar bundan yana şüphe ve tereddüt içindedirler. "Yemin olsun Biz Mûsa'ya kitabı" Tevrat'ı "verdik de hakkında ihtilafa düşüldü." Yani birtakım kimseler ona îman etti, birtakım kimseler onu yalanladı. Buradaki zamir ("hakkında" anlamı verildi) kitaba aittir. Bu ifade Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir tesellidir. Yani senin kavminin de kitabın hakkında anlaşmazlığa düşmesi seni üzmesin, çünkü onlardan önceki kavimlere indirilen kitaplar hakkında böyle anlaşmazlıklar olmuştur. Zamirin Mûsa (aleyhisselâm)'a ait olduğu da söylenmiştir. "Eğer Rabbinden" onlara mühlet verileceğine dair "bir söz geçmiş olmasa idi" acilen onlara azâb gönderilmesi hususunda "bunların da aralarında elbette hüküm olunurdu." "Halbuki onlar bundan" Kur'ân-ı Kerîm'den "yana şüphe ve tereddüt" ileri derecedeki bir şüphe "içindedirler." Bu hususa dair açıklama daha önceden (Hud, 11/12 âyeti açıklanırken) geçmiş bulunmaktadır. el-Kelbî bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demiştir: Şayet Allah bu ümmetin azabını kıyâmet gününe kadar ertelememiş olsaydı, diğer ümmetlere yapıldığı gibi bunların da azâbı onları gelir bulurdu: Azaplarının ertelenmesinin sulblerinden gelecek mü’minler dolayısıyla olduğu da söylenmiştir. 46Kim salih amel işlerse kendi lehine, kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin kullarına asla zulmedici değildir. "Kim salih amel işlerse, kendi lehine" âyetinde şart ve cevab birarada zikredilmiştir. Aynı şekilde "kim de kötülük yaparsa, kendi aleyhinedir" âyeti da böyledir. Şanı yüce Allah esasen kulların itaatine muhtaç değildir. Kim itaat ederse onun için mükâfat vardır, kim de kötülük işlerse onun aleyhine ceza vardır. "Rabbin kullarına asla zulmedici değildir." Yüce Allah azıyla çoğuyla zulmün kendisi hakkında sözkonusu olmadığını bildirmektedir. Buradaki nefy ifadesi mübalağa kipi ile gelmiştir. (Yani en ufak bir zulüm dahi onun hakkında sözkonusu olmadığına göre) başkası da sözkonusu değildir. Bunun delili de şanı yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah insanlara en ufak bir şey kadar dahi zulmetmez."(Yûnus, 10/44) Adil ve sika (güvenilir) raviler ile sağlam İmâmlar, zahid ve adaletli yeryüzünün emininden (Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan), o semanın emininden (Cebrâîl -aleyhisselâm-'den), o yüce Rabbden: "Ey kullarım! Şüphesiz ki Ben zulmü kendime haram kıldım. Aranızda da onu haram kıldım. O bakımdan birbirinize zulmetmeyiniz" Müslim, IV, 1994; Müsned, V, 160. hadisini rivâyet etmişlerdir. Aynı şekilde o Hakim ve Malik olandır. Mâlik'in mülkünde yaptığı şeyler dolayısıyla da itiraz edilmez, zira kendi mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunmak hakkına sahibtir. 47O saatin bilgisi O'na havale olunur. O'nun bilgisi dışında hiçbir meyve tomurcuğundan çıkmaz. Hiçbir dişi de ne gebe kalır, ne de doğurur. "Benim ortaklarım nerede?" diye onlara sesleneceği gün onlar: "Bizden şehadet edecek kimse olmadığını Sana arzederiz" derler. "O saatin" kıyâmetin kopacağı vaktin "bilgisi O'na havele olunur." Çünkü onlar: Ey Muhammed! Eğer sen bir peygamber isen kıyâmetin ne zaman kopacağının haberini bize ver, demişlerdi. Bunun üzerine bu âyet nazil olmuştu. "Onun bilgisi dışında hiçbir meyve tomurcuğundan" içinde bulunduğu kaplardan "çıkmaz." “Hiçbir meyve" lâfzındaki kelimesi fazladan gelmiştir. "Hiçbir meyve... çıkmaz" anlamındadır. "Tomurcuk(lar)" diye anlam verilen: lâfzı "meyvenin içinde barındığı kaplar'" demektir. Tekili: ...diye gelir. Bu da bal ya da başka türden herbir şeyin içinde saklandığı zarf (kab) demektir. Bundan dolayı yeni çıkan hurma meyvesinin içinde bulunduğu ve çatladıktan sonra meyvenin içinden çıktığı kabçığa: ismi verilmiştir. İbn Abbâs dedi ki: ("tomurcuk" anlamı verilen): "Çatlamadan önceki meyve kabı" demektir. Çatladığı takdirde ona bu isim verilmez. Buna dair daha geniş açıklamalar ileride er-Rahmân Sûresi'nde (55/11. âyetin tefsirinde) gelecektir. Nafî', İbn Amir ve Hafs "meyve" anlamındaki lâfzı çoğul olarak: "Meyveler" diye okumuşlardır, diğerleri ise tekil olarak: "Meyve" diye okumuşlardır, ancak maksat çoğuldur. Yüce Allah'ın: "Hiçbir dişi de ne gebe kalır..." âyeti dolayısıyla böyledir, burada da maksat çoğuldur. Yüce Allah şunu demektedir: Meyvelerin ve doğan çocukların bilgisi Ona ait olduğu gibi; "o saatin bilgisi de O'na havale olunur." Dünya hayatında iken şefaat edecek ilâhlar olduklarını ileri sürdüğünüz "Benim ortaklarım nerede? diye onlara" Allah'ın müşriklere "sesleneceği gün onlar" yani putlar bir başka açıklamaya göre müşrikler; ibadet edenlerin de, kendilerine ibadet olunanların da hepsini kastetmiş olma ihtimali de vardır; "bizden" senin ortağının bulunduğuna "şehadet edecek kimse olmadığını Sana arzederiz" sana bildiririz, sana söyleriz "derler." " Sana arzederiz" Sana söyleriz, Sana bildiririz, demektir. "Bildirdi, bildirir" demektir. Şair de şöyle demektedir: "Bizden ayrıldığını bize bildirdi Esma, Nice bir yerde kalan kişi vardır ki; onun kalışından usanılır." Müşrikler kıyâmet gününü görecekleri vakit, putlarla ilişkilerinin olmadığını söyleyecekler, putlar da onlarla bir ilişkilerinin olmadığını açıklayacaklardır. Daha önceden birkaç yerde (mesela Sebe', 34/31-33. âyetlerin tefsirinde) geçtiği gibi. 48Önceden dua (ve ibadet) ettikleri şeyler önlerinden kaybolur. Kaçacak bir yerlerinin bulunmadığını da anlarlar. "Önceden" dünyada iken "dua ettikleri şeyler önlerinden kaybolur" yokolur, gider. Ateşten "kaçacak bir yerlerinin bulunmadığını da anlarlar" bilir ve kesinlikle idrak ederler. “Kaçacak bir yerlerinin bulunmadığını" âyetindeki: '...ma, ..." burada bir harftir, isim değildir. Bundan dolayı buradaki zan (mealde: anlamak) bunda amel etmeyip fiil(in ameli) lağvolmuştur. İfade: Onların kaçacak ve kurtulacak bir yerlerinin bulunmadığını anlarlar" takdirindedir. "Kaçtı, kaçar, kaçmak, kaçacak yer" denilir. Buradaki "zan"ın ağırlıklı görüş anlamına geldiği de söylenmiştir. Onlar cehennemlik olduklarında şüphe etmeyecekler ama oradan çıkartılacaklarını da ümit edeceklerdir. Bununla birlikte cehennemden çıkarılacakları konusunda ümitleri kesilinceye kadar böyle bir zan ve ümitlerinin olması da uzak bir ihtimal değildir. 49İnsan iyilik dilemekten usanmaz. Eğer ona kötülük dokunsa, hemen ümidini keser, ye'se düşer. "İnsan iyilik dilemekten usanmaz." Yani usanmaksızın iyilik ister. Burada: "iyilik (hayr)" mal, sıhhat, otorite ve güç anlamındadır. es-Süddî de şöyle demektedir: Burada insandan kasıt kâfirdir. Maksadın el-Velid b. Muğire olduğu söylendiği gibi, Rabia'nın çocukları Utbe ve Şeybe ile Ümeyye b. Halef olduğu da söylenmiştir. Abdullah (b. Mesud)'un kıraatinde: "insan mal dilemekten usanmaz" şeklindedir. "Eğer ona kötülük" fakirlik ve hastalık "dokunursa, hemen" Allah'ın lutfundan "ümidini keser." Rahmetinden "ye'se düşer." Bir başka açıklamaya göre; duasının kabul edileceğinden "ümidini keser." Rabbine hüsn-ü zan beslemeyerek de "ye'se düşer." İçinde bulunduğu kötü durumun bitip gideceğinden yana "ümidini keser" bunun devam edip gideceğini zannederek "ye'se düşer" diye de açıklanmıştır. Anlamlar birbirlerine yakındır. 50Yemin olsun ki kendisine dokunan bir darlıktan sonra ona rahmetimizden tattırsak o elbette şöyle der: "Bu benimdir. Ben kıyâmetin kopacağını da sanmıyorum. Eğer Rabbime döndürülsem de şüphesiz benim için O'nun yanında iyilik vardır." Yemin olsun Biz kâfir olanlara ne yaptıklarını haber vereceğiz ve yemin olsun onlara çok şiddetli azaptan tattıracağızdır. "Yemin olsun ki kendisine dokunan bir darlıktan" zorluk, hastalık, sıkıntı ve fakirlikten "sonra ona rahmetimizden" güzel bir akıbet bolluk ve zenginlik "tattırsak, o elbette şöyle der: Bu benimdir." Yani Allah benim amelimden razı olduğundan ötürü zaten benim hakettiğim bir şeydir. Böylelikle o Allah'ın kendisine bu nimeti vermesini, Allah'ın üzerindeki bir hakkından dolayı olduğu görüşüne kapılır. Yüce Allah'ın nimetlerle, sıkıntılarla onu sınayıp böylelikle onun şükredip, sabreden bir kişi olup olmadığını ortaya çıkarmak istediğini bilmez. İbn Abbâs dedi ki: "Bu benimdir" bu benden kaynaklanan bir şeydir, demektir. "Ben kıyâmetin kopacağını da sanmıyorum. Eğer Rabbime döndürülsem de şüphesiz benim için O'nun yanında iyilik" yani cennet "vardır" âyetindeki "Şüphesiz... iyilik vardır" lâfzındaki "lam" ("şüphesiz" anlamında) te'kid içindir. O böylelikle hiçbir ameli olmaksızın yersiz birtakım temennilerde bulunur. el-Hasen b. Muhammed b. Ali b. Ebî Tâlib şöyle demiştir: Kâfirin iki tane temennisi vardır. Dünyada o şöyle der: "Eğer Rabbime döndürülsem de şüphesiz benim için O'nun yanında iyilik vardır." Ahirette de şöyle diyecektir: "Keşke biz (dünyaya) geri döndürülseydik, Rabbimizin âyetlerini yalanlamazdık, mü’minlerden olurduk." (el-En'am, 6/27); "Ah keşke toprak olsaydım." (en-Nebe', 78/40) "Yemin olsun Biz kâfir olanlara ne yaptıklarını haber vereceğiz." Onlara yaptıklarının karşılığını vereceğiz. Buna dair yüce Allah yemin etmiş bulunuyor. "Ve yemin olsun onlara çok şiddetli azaptan tattıracağızdır." 51Biz insana nimet verdiğimizde yüz çevirir, yan çizip uzaklaşır. Eğer ona kötülük isabet ederse, bu sefer de uzun uzadıya dua eder. "Biz insana" kâfiri kastediyor "nimet verdiğimizde yüz çevirir, yan çizip uzaklaşır." İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah Utbe b. Rabia, Şeybe b. Rabia, Umeyye b. Halefi kastetmektedir. Bunlar İslâm'dan yüz çevirdiler ve ondan uzaklaşıp gittiler. "Yan çizip, uzaklaşır" âyeti: Hakka boyun eğmeyi kendisine yedirmez, Allah'ın peygamberliğine karşı büyüklenir, demektir. "uzaklaştı" anlamında olduğu söylenmiştir. " Ondan uzaklaştım, uzaklaşmak"; "Onu uzaklaştırdın, o da uzaklaştı"; " Uzaklaştılar" demektir, "Pek uzak yer" anlamındadır, en-Nabiğa şöyle demiştir: "Sen bana yetişen gece gibisin, Senden uzakta kalınacak yerin geniş olduğunu sansam bile." Yezid b. el-Ka'ka'da "yan çizip, uzaklaşır" anlamındaki âyeti: diye hemzeden önce bir "elif" ile okumuştur. Bunun "Kalktı" fiilinden gelmesi mümkün olduğu gibi, birincisinin anlamında fakat hemzenin kalbedilmesi (yer değiştirmesi) ile okunmuş olması da mümkündür. "Eğer ona kötülük" hoşuna gitmeyen bir şey "isabet ederse, bu sefer de uzun uzadıya" pekçok "dua eder." Araplar çokluğu ifade etmek maksadı ile uzunluk ve enlilik lâfızlarını kullanırlar. Mesela: "Filan kişi sözü uzattı ve enlice dua etti" denilir. Bunları çok yaptığı anlatılmak istenir. İbn Abbâs dedi ki: "Uzun uzadıya dua eder" çokça yalvarıp yakarır, demektir. Kâfir zorlu ve sıkıntılı zamanlarda Rabbini tanır, fakat bolluk ve rahatlık zamanlarında O'nu tanımaz. 52De ki: "Söyleyin bana eğer o Allah tarafından ise sonra da siz onu inkâr ederseniz, uzak bir ayrılığa düşenden daha sapık kim olabilir?" Ey Muhammed! Onlara "de ki" ey müşrikler! "Söyleyin bana eğer o" bu Kur'ân-ı Kerîm "Allah tarafından ise sonra da siz onu inkâr ederseniz, uzak bir ayrılığa düşenden daha sapık kim olabilir?" Hangi insan bundan daha sapık olabilir? Yani bedbahtlığınızın ve düşmanlığınızın aşırılığından ötürü sizden daha sapık hiç kimse olmaz. Yüce Allah'ın: "Eğer o Allah tarafından ise" ifadesinin yüce Allah'ın: "Yemin olsun Biz Mûsa'ya kitabı verdik" (Fussilet, 41/45) âyetinde sözü edilen kitaba ait olduğu da söylenmiştir. Ancak birinci görüş daha güçlüdür ve İbn Abbâs'ın görüşü de budur. 53Onun gerçeğin ta kendisi olduğu kendilerine apaçık belli oluncaya kadar âyetlerimizi onlara hem âfâkta, hem kendi nefislerinde göstereceğiz. Rabbinin herşeyi görüp gözetici olması sana yetmez mi? "Onun gerçeğin ta kendisi olduğu kendilerine apaçık belli oluncaya kadar âyetlerimizi" vahdaniyet ve kudretimizin birliğini "onlara hem âfâkta" geçmiş ümmetlerin kaldıkları yerlerin harabe oluşunda, "hem kendi nefislerinde" belalarla, hastalıklarla "göstereceğiz." İbn Zeyd dedi ki: "Hem âfâkta" semadaki varlık ve birliğimizin belgelerinde "hem kendi nefislerinde" dünyada cereyan eden olaylarda demektir. Mücahid dedi ki: "Hem âfâkta" çevredeki toprakların fethedilmesinde... Yüce Allah Rasûlüne ve ondan sonraki Raşid halifeler ile dünyanın dört bir yerinde ve genel olarak doğuda ve batıda dininin yardımcılarına özellikle de batı tarafında daha önceki yeryüzünde bulunan halifelerden hiçbir kimseye benzeri görülmedik şekilde fetihler kolaylaştırılmıştır. Aynı şekilde zorbalara ve kisralara karşı zaferler kazanmışlar, onların az sayıdaki toplulukları öbürlerinin bir çoğuna galib gelmiş, bu ümmetin zayıfları zorba ve kisraların güçlülerine egemen kılınmıştır. Onlar vasıtası ile alışılmadık ve olağanüstü birtakım olaylar gerçekleştirmiştir. "Hem kendi nefislerinde" de Mekke'nin fethedilmesi demektir. Taberî'nin tercih ettiği açıklama da budur, el-Minhal b. Amr ve es-Süddî de böyle demişlerdir. Katade ile ed-Dahhak ise şöyle demektedirler: "Hem âfâkta" Allah'ın geçmiş ümmetlerin başına getirdiği olaylarda, "hem kendi nefislerinde" Bedir gününde... demektir. Atâ ile yine İbn Zeyd de şöyle demişlerdir: "Hem âfâkta" göklerin ve yerin çeşitli yerlerinde, güneş, ay, yıldız, gece, gündüz, rüzgarlar, yağmurlar, gök gürültüsü, şimşekler, yıldırımlar, bitkiler, ağaçlar, dağlar, denizler ve daha başkalarında... demektir. es-Sıhah'da "afak" çevre ve etraftaki yerler demektir. Bunun tekili 'ufk ve ufuk" ...diye gelir, "usr ve usur" gibi. Hemze ile "fe" harfleri üstün olarak: " Yerin ufuklarından (uzak yerlerinden) olan adam" demektir. Bunu en-Nasr nakletmiştir. Bazıları ise hemze ve "fe"nin ötreli olarak; diye söyleneceğini belirtmişlerdir. Kıyasa uygun olan şekil de budur. el-Cevherî'den başkaları da şöyle bir beyit zikretmektedir: "Önünüzde semanın ufuklarını kapatmış bulunuyoruz, Oranın iki ayı (güneşi ve ayı) ve doğan yıldızları bizimdir." "Hem kendi nefislerinde" ilâhi sanatın inceliklerini, hikmetinin harikuladeliklerini -küçük ve büyük abdestin çıkış yollarını- dahi göstereceğiz. Çünkü kişi belli bir yerden yer içer, fakat bunlar iki ayrı yerden çıkarlar. Yine yüce Allah'ın sanatının harikuladeliğini bir su damlasını andıran gözlerinde de göstereceğiz. O bunlarla sema ve arzda beşyüz yıllık bir mesafeyi görebilmektedir. Kendileri vasıtasıyla farklı sesleri birbirinden ayırdedebildiği kulaklarında ve buna benzer yüce Allah'ın insan yapısındaki harikulade diğer hikmetlerinde de göstereceğiz. Bir başka görüşe göre "hem kendi nefislerinde" onların nutfe iken diğer başka hallere geçişleri anlamındadır. Nitekim bunlara dair açıklamalar daha önceden el-Mu'minun Sûresi'nde (23/12-14. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Anlamın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendilerine haber vermiş olduğu çeşitli fitneler ve gaybe dair haberleri göreceklerdir, şeklinde olduğu da söylenmiştir. "Onun gerçeğin ta kendisi olduğu kendilerine apaçık belli oluncaya kadar..." âyeti ile ilgili dört açıklama vardır: 1- O Kur'ân-ı Kerîm'dir. 2- Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendilerine getirdiği ve kendisine davet ettiği İslâmdır. 3- Allah'ın kendilerine gösterdiği ve bu hususta yaptıkları hakkın kendisidir. 4- Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gerçek rasûlün ta kendisidir. "Rabbinin herşeyi görüp gözetici olması yetmez mi?" âyetindeki: " Rabbinin" âyeti; "Yetme" fiilinin faili olarak ref mahallindedir ise "Rabbin" lâfzından bedeldir. Eğer mahalline bedel kabul edersek, ref konumundadır. Eğer lâfzından bedel kabul edersek, cer konumundadır. "Lam" harfinin hazfi takdiri ile nasb konumunda olması da mümkündür. Âyetin anlamı da şudur: Rabbinin tevhidine dair onlara gösterdiği delilleri onlara yetmez mi? Çünkü o "herşeyi görüp, gözetici"dir. Herşeyi görüp gözettiğine göre de herşeyin karşılığını verir. Manası: "Rabbinin" kâfirleri cezalandırmak hususunda "herşeyi görüp gözetici olması yetmez mi?" anlamında olduğu da söylenmiştir. Bir başka açıklamaya göre âyetin anlamı şöyledir: Ey Muhammed! "Rabbinin herşeyi" kâfirlerin amellerini "görüp, gözetici olması" sana "yetmez mi?" Yine bir başka görüşe göre anlam şöyledir: Kur'ân-ı Kerîm'in Allah tarafından gelmiş olduğuna şahid olarak "Rabbin... yetmez mi?" Şöyle de açıklanmıştır: Rabbinin kulların işledikleri "herşeyi görüp, gözetici olması sana yetmez mi?" Görüp gözetici (şehid) de bilen anlamındadır. Yani bu lâfız hazır bulunmak demek olan şehadetten gelmektedir. 54Bilin ki muhakkak onlar Rabbleri ile karşılaşmaktan şüphededirler. Uyanık olun! Muhakkak O, herşeyi kuşatandır. "Bilin ki muhakkak onlar Rabbleri ile" âhirette es-Süddî'ye göre ölümden sonra diriliş ile "karşılaşmaktan şüphededirler." Tereddüt etmektedirler.
"Uyanık olun! Muhakkak O herşeyi kuşatandır." İlmi herşeyi kuşatmıştır. Bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır. el-Kelbî de şöyle demiştir: Onun kudreti herşeyi kuşatmıştır. el-Hattabî şöyle demiştir: Kudreti bütün mahlukatını kuşatan O'dur. Bilgisi herşeyi kuşatan O'dur. Herşeyi sayısıyla bilen O'dur. Yüce Allah'ın bu ismi çoğunlukla tehdit ifade eden âyetlerle birlikte gelir. Gerçek anlamı ise herşeyi kuşatıcı olması ve kuşatılan şeyin kökten imha edilmesidir. "Kuşatıcı (anlamındaki fnuhît)" asıl şekli; olup, "ye"nin harekesi "ha"ya nakledilerek "ye" harfi sakin (med harfi) olmuştur. Buradan: Kuşattı, kuşatır, kuşatmak'" denilir. " Evin etrafını çeviren duvar" da bu kökten gelmektedir. "Oranın ahalisi onu kuşatır" demektir. "Atlar filan kişiyi kuşattı" ifadesi her taraftan etrafının sarıldığını anlatmak için kullanılır. Şanı yüce Allah'ın: "Onun mahsulü kuşatıldı (bütün serveti yokedildi)" (el-Kehf, 18/42) âyetinde de bu kökten gelen kelime kullanılmıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Fussilet Sûresi burada sona ermektedir. |
﴾ 0 ﴿