ŞÛRA SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın ismi ile

el-Hasen, İkrime, Atâ ve Cabir'in görüşüne göre Mekke'de inmiştir. İbn Abbâs ve Katade ise: Medine'de inmiş:

"Deki: Ben sizden buna karşılık -akrabalıkta sevgiden başka- bir ücret istemem" (eş-Şûra, 42/23) âyetinden itibaren dört âyet müstesna, demişlerdir. 53 âyet-i kerimedir.

1

Hâ, Mîm.

Âyetin tefsiri için bak:2

2

Ayn, Sîn, Kâf.

Yüce Allah'ın:

"Hâ, Mîm, Ayn, Sîn, Kâf" âyeti hakkında Abdu'l-Mu'min şöyle demektedir: Ben el-Huseyn b. el-Fadl'a şunu sordum: Niçin

"Hâ, Mîm" âyeti

"Ayn, Sîn, Kâf"den ayrı olarak yazıldı da buna karşılık: "Kef, He, Yâ, Ayn, Sâd", "Elif, Lam, Ra" ile "Elif, Lanı, Mim, Sad" ayrı yazılmadılar? Şu cevabı verdi: Çünkü

"Ha, Mim, Ayn, Sin, Kâf" âyeti

"Ha, Mim" ile başlayan birtakım sûreler arasında yer almaktadır. Bundan ötürü gerek kendisinden önce, gerek kendisinden sonra kendisine benzeyen sûreler gibi (baştarafı) yazılmıştır. Sanki

"Ha, Mim" mübteda, buna karşılık

"Ayn, Sin, Kâf" da onun haberi gibidir. Ayrıca burada bu harfler iki ayrı âyet olarak sayılmışken buna benzer fakat bir arada yazılan âyetler tek bir âyet olarak sayılmışlardır.

Bir diğer görüşe göre; bütün harfler açıklamanın temeli, söz söylemenin dayanağı olmaları bakımından aynı durumdadır. Bu açıklamayı da el-Cürcanî zikretmiştir.

"Hâ, Mîm, Ayn, Sîn, Kâf" birbirinden ayrı, buna karşılık; "Kef, He, Ya, Ayn, Sâd" bitişik yazılmıştır. Çünkü

"Hâ. Mîm" denildiğine göre; "Olacak olan hükme bağlandı" demektir. Bundan dolayı yazılışında fiil takdir edilen ile takdir edilmeyen harfleri ayrı yazmış olmaktadırlar. Diğer taraftan bu ayrı yazılsa, öteki de bitişik yazılsa yine caizdir. Bu açıklamayı da el-Kuşeyrî nakletmiştir.

İbn Mes’ûd ile İbn Abbâs'ın kıraatinde "Ha, Mim, Sin, Kâf şeklindedir. İbn Abbâs dedi ki: Ali da) bunlar ile fitneleri (meydana gelecek karışıklıkları) biliyordu.

Ertae b. el-Munzir dedi ki: Bir adam yanında Huzeyfe b. el-Yeman bulunduğu sırada İbn Abbâs'a şöyle sordu: Bana yüce Allah'ın:

"Hâ, Mîm, Ayn, Sîn, Kâf" âyetinin tefsirinin ne olduğunu haber ver, dedi. İbn Abbâs ona iltifat etmedi. Bu sorusunu ona üç defa tekrarladığı halde yine ondan yüz çevirdi. Bu sefer Huzeyfe b. el-Yeman şöyle dedi: Onun tefsirini ben sana haber vereyim: Ben senin soruna niçin cevab vermediğini biliyorum. Bu âyet-i kerîme Abdu’l-İlah ya da Abdullah diye anılan onun yakınlarından birisi hakkında inmiştir. Bu kişi doğudaki nehirlerden birisi üzerinde konaklayacak ve bu nehir kıyısında iki şehir inşa edecek, nehir bu iki şehrin ortasını yarıp geçecek. Allah onların mülklerinin son bulmasını, devletlerinin ardı arkasının kesilmesini murad edeceği vakit, bu şehirlerden birisi üzerine geceleyin bir ateş gönderecek, sabahı simsiyah ve kararmış olarak edecektir. Sanki orada böyle bir şey yokmuş gibi yanacaktır. Diğer şehir ise buna; bu şehir nasıl bu hale geldi, diye hayret edecek. O aynı günün aydınlığında her zorba ve inatçı orada toplanıp biraraya gelecek, sonra da yüce Allah o şehri ve bu inatçı ve zorbaları birlikte yerin dibine geçirecek. İşte yüce Allah'ın

"Ha, Mim, Ayn, Sin, Kâf" âyetinin açıklaması budur. Yani; bu yüce Allah'ın hükme bağladığı kararlarından ve hükmü verip, bitirdiği fitne ve kazalarından birisidir. İşte burada

"Ha, Mim": " Hükme bağlandı" demektir.

"Ayn" ondan adaletle;

"Sin" olacaktır,

"Kâf" bu iki şehirde vukua gelecektir, demektir.

Bu tefsirin bir benzeri de Cerir b. Abdullah el-Becelî'den gelen rivâyettir. O şöyle demiştir: Ben Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Dicle, Duceyl, Kutrabbu ve es-Sarat arasında bir şehir inşa edilecektir. Bu şehirde yeryüzünün zorbaları toplanıp bir araya gelecektir, hazineler oraya getirilecek ve orası yerin dibine geçirilecektir. -Bir rivâyette ahalisi ile birlikte de denilmektedir.- Bu yerin dibine geçirilen şehrin yerin içinde yol alması yumuşak bir arazide oldukça güzel bir kazığın girmesinden daha hızlı olacaktır." Hatib Bağdadi, Tarihu Bağdat, I, 28, 29, 30... İbn Abbâs da "Hâ, Mîm, Sin, Kâf" diye "Ayn'sız olarak okumuştur. Taberî'nin nakline göre Abdullah b. Mesud'un Mushaf'ında da böyledir.

Nafî'nin, İbn Abbâs'tan rivâyet ettiğine göre (o şöyle demiştir):

"Ha" Allah'ın hilmi,

"Mim" O'nun vecdi,

"Ayn" O'nun ilmi.

"Sin" O'nun nuru ve aydınlığı,

"Kâf" ise kudretidir. Yüce Allah bunlara yemin etmektedir.

Muhammed b. Ka'b'dan da şöyle dediği nakledilmiştir: Yüce Allah hilmine, vecdine, yüceliğine, nuruna ve kudretine, kalbinden ihlâs ile la ilahe illallah'a sığınan kimseleri azablandırmayacağına yemin etmektedir.

Cafer b. Muhammed ile Said b. Cubeyr de şöyle demişlerdir:

"Ha" rahmandan,

"Mim" mecidden,

"Ayn" alimden,

"Sin" kuddüsten,

"Kâf" da kaahirdendir. Mücahid de şöyle demiştir: Bunlar sûrelerin başlangıcı olan harflerdir. Abdullah b. Bureyde de şöyle demiştir: Bu dünyanın etrafını kuşatan dağın adıdır. Lâfız es-Sa'lebî'nin olmak üzere el-Kuşeyrî'nin zikrettiğine göre bu âyet-i kerîme nazil olunca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın üzülüp kederlendiği yüzünden anlaşılmıştı. Ona: Ey Allah'ın Rasûlü, seni üzen nedir? diye soruldu. Şöyle buyurdu: "Ümmetimin başına inecek yerin dibine geçirilmek, semadan bir şeyler atılması, onları bir yerlere toplayacak bir ateş, denize doğru sürükleyecek bir rüzgar ve Îsa'nın inişi ile Deccal'in çıkışının hemen ardından gelecek biri diğerinin akabinde ortaya çıkacak birtakım belgeler, alametler bana haber verildi." Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Yine denildiğine göre bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ilgilidir. Buna göre

"ha" onun ümmetinin etrafında toplanacağı havzıdır.

"Mim" uçsuz bucaksız mülkü,

"ayn" onun izzeti,

"sin" onun görülen aydınlığı,

"kâf" onun Makam-ı mahmudda ayakta durması ve mutlak melik (herşeyin sahibi) ve ma'budun huzurunda şan ve şerefiyle yakınlığı demektir.

3

Mutlak galib, sonsuz hikmet sahibi olan Allah sana ve senden öncekilere işte böyle vahyeder.

İbn Abbâs dedi ki: Kendisine kitab verilmiş ne kadar peygamber varsa mutlaka ona; "Hâ, Mîm, Ayn, Sin, Kâf da vahyedilmiştir. Bundan dolayı yüce Allah:

"Allah sana ve senden öncekilere işte böyle vahyeder" diye buyurmuştur.

el-Mehdevî dedi ki: "Haberde nakledildiğine göre,

"Hâ, Mîm, Ayn, Sin, Kâf", Ben daha önce geçmiş olan peygamberlere vahyettim şeklindedir."

İbn Muhaysın, İbn Kesîr ve Mücahid:

"Vahyeder" âyetini meçhul bir fiil olarak: Vahyolunur" diye okumuşlardır. Bu okuyuş İbn Ömer'den de rivâyet edilmiştir. Bu durumda câr ve mecrûr ("sana..." âyeti) failin konumunda olacağından dolayı ref mahallinde olur. Bununla birlikte meçhul fiilin (nâib-i) failinin gizli olması da mümkündür. Yani, bu surenin muhtevası arasında yer aldığı Kur'ân-ı Kerîm sana vahyolunur. Bu durumda

"Allah" ismi de fiil takdiri ile merfu olur, takdiri de: " Onu Allah sana vahyediyor" şeklindedir. Nitekim İbn Amir ile Ebû Bekr yüce Allah'ın;

"Sabah akşam onu oralarda teşbih ederler. (Bunlar)... yiğitlerdir" (en-Nûr, 24/37) âyetini; "Sabah akşam oralarda ona teşbih edilir... yiğitlerdir." O'nu birtakım yiğitler teşbih eder demektir. Sîbeveyh de şu beyiti zikretmektedir:

"Yezid için ağlansın, düşmanlık sebebiyle zayıf düşmüş bir kimse,

Ve Eş'as için de, musibetlerin şaşkın gibi çöle saldığı kimseler (ağlasın)."

Şair burada önce "Yezid için ağlansın" dedikten sonra, onun için kimlerin ağlaması gerektiğini açıklamaktadır. Yani zaafa düşmüş ve helâk olacak kimse onun için ağlasın.

Bununla beraber (bu kıraate göre) bunun mubteda olması, haberin de hazfedilmiş olması da mümkündür. Sanki: "Allah onu vahyediyor" denilmiş gibidir. Yahut bir mübteda takdirine göre de olabilir; "Vahyeden Allah'tır" demek olur. Yahut kendisi mübteda olup, haberi de "mutlak galib, sonsuz hikmet sahibi(dir)" âyetidir.

Diğerleri ise "ha" harfi esreli olarak; "Sana vahyeder" şeklinde ve yüce Allah'ın ism-i fail olmak üzere ref ile okumuşlardır.

4

Göklerde olanlarla, yerde olanlar yalnız O'nundur. O en yücedir, en büyük olandır.

"Göklerde olanlarla yerde olanlar yalnız O'nundur. O en yücedir, en büyük olandır" âyeti da daha önceden birkaç yerde (mesela, el-Bakara, 2/107 ve 255. âyetlerde) geçmiş bulunmaktadır.

5

Gökler nerede ise üstlerinden çatlayacaklar. Melekler de Rabblerini hamd ile teşbih ederler, yeryüzünde olanlar için mağfiret isterler. Şunu bilin ki; muhakkak Allah günahları mağfiret edendir, çok çok rahmet edicidir.

"Gökler nerede ise" âyeti(nun ilk kelimesi) genel olarak "te" ile okunmuştur. Nafi’, İbn Vessab ve el-Kisaî "ye" ile okumuşlardır.

" Çatlayacaklar" anlamındaki âyeti Nafi’ ve başkaları (önce) "ye" ve (sonra) "te" ile "ti" harflerini de şeddeli olarak okumuştur. Genel olarakta böyle okunmuştur. Ancak Ebû Amr, Ebû Bekr, el-Mufaddal ve Ebû Ubeyd;

"Çatlayacaklar" şeklinde; " Çatlamak"dan gelen bir fiil olarak okumuşlardır.

Yüce Allah'ın:

"Gök yarıldığı zaman" (el-İnfitar, 82/1) âyetinde olduğu gibi. Buna dair açıklamalar daha önceden Meryem suresinde (19/90. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

İbn Abbâs dedi ki:

"Gökler nerede ise üstlerinden çatlayacak" yani müşriklerin:

"Allah evlat edindi" (el-Bakara, 2/116) sözleri dolayısı ile herbiri kendisine bitişik olan diğerinin üstünde nerede ise çatlayacak (ve üzerine düşecek) hale gelmiştir.

ed-Dahhak ile es-Süddî de şöyle demektedir:

"Çatlayacaklar" yani üstlerinde yüce Allah'ın azametinden dolayı çatlayacaklar.

"Üstlerinde" âyetinin, eğer akıl sahibi varlıklar olsalardı Allah'tan korktuklarından ötürü çatlayıp yer üzerine düşeceklerdi, anlamında olduğu da söylenmiştir.

"Melekler de Rabblerini hamd ile teşbih ederler." Onu nitelendirilmesi câiz olmayan ve celaline yakışmayan şeylerden tenzih ederler. Müşriklerin cesaretlerinden ötürü hayret ederler, diye de açıklanmıştır. Çünkü hayret edilen şeyler görüldüğünde teşbih ile zikir yapılır.

Ali (radıyallahü anh)'dan rivâyete göre o şöyle demiştir: Onların teşbihleri, müşriklerin Allah'ın gazabına maruz kalacak şekilde neler yaptıklarını görüp, hayret etmelerinden dolayıdır. İbn Abbâs da şöyle demektedir: Onların teşbihleri, gördükleri yüce Allah'ın azameti karşısında zilletle boyun eğmelerinden ötürüdür.

"Rabblerini hamd ile" âyeti da Rabblerinin emri ile, anlamındadır. Bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır.

"Yeryüzünde olanlar için istiğfar ederler" âyetini ed-Dahhak yeryüzünde bulunan mü’minler için mağfiret dilerler diye açıklamıştır. es-Süddî de böyle demiştir. Bunun açıklaması da daha önce el-Mu'min Sûresi'nde geçen: "Mü’minlere de mağfiret dilerler" (el-Mu'min, 40/7) âyetinde zikredilmiştir. Buna göre burada meleklerden kasıt Arş'ın taşıyıcılarıdır. Semadaki bütün melekler olduğu da söylenmiştir, el-Kelbî'nin açıklamasının zahirinden anlaşılan budur. Vehb b. Münebbih ise şöyle demektedir: Bu âyet yüce Allah'ın:

"Îman edenlere de mağfiret dilerler" âyeti ile neshedilmiştir. el-Mehdevî şöyle demektedir: Doğrusu bunun neshedilmiş olmadığıdır, çünkü bu, bir haberdir (haberler nesholınaz) ve bu mü’minlere has bir özelliktir.

Ebû'l-Hasen el-Maverdî'nin el-Kelbî'den naklen belirttiğine göre; denenen ve yeryüzündeki insanlar arasında hükmetmek üzere gönderilip de Zühre (yıldızı)'ye kendilerini kaptıran ve -Nûh'un babası olan- İdris'e kaçıp da kendilerine dua etmesi için ondan istekte bulundukları sırada, diğer melekler Rabblerine hamd ile teşbihte bulundular ve Âdemoğulları için mağfiret dileğinde bulundular.

Ebû'l-Hasen İbnu'l-Hassar da dedi ki: Bir hususu farketmeyen bazı kimseler bu âyet-i kerimenin Harut ve Marut sebebiyle indiğini ve el-Mu'min Sûresi'ndeki âyet ile nesholduğunu sanmışlardır. Halbuki bunlar Arş'ın taşıyıcısı olan meleklerin özellikle mü’minlere mağfiret dilemek gibi bir hususiyete sahib olduklarını, diğer taraftan yeryüzünde bulunan kimseler için mağfiret dileğinde bulunan başka meleklerin bulunduğunu bilememişlerdir.

el-Maverdî dedi ki: Meleklerin yeryüzünde bulunan kimseler için mağfiret dileğinde bulunmaları ile ilgili olarak iki görüş vardır. Bu görüşlerden birisine göre günah ve hatalarından ötürü mağfiret dilerler. Mukâtil 'in görüşünden anlaşılan da budur. İkincisine göre ise bundan maksat, onlar için rızık talebinde bulunmak ve azıklarının genişletilmesini istemektir. Bu açıklamayı el-Kelbî yapmıştır.

Derim ki: Daha kuvvetli görülen görüş budur. Çünkü yer kâfir olanı da olmayanı da barındıran genel bir yerdir. Mukâtil 'in açıklamasına göre ise bunun kapsamına kâfir girmez. Bu hususta Âsım el-Ahvel'in rivâyet ettiği bir haber de nakledilmektedir. O Ebû Osman'dan onun da Selman'dan rivâyetine göre Selman şöyle demiştir: Şayet kul rahatlık ve bolluk zamanlarında Allah'ı anan birisi olup da ona bir sıkıntı gelip isabet ederse melekler şöyle derler: Bu Âdemoğlunun tanınan zayıf bir kimsenin sesidir. Bu, rahatlık zamanlarında Allah'ı zikreden birisi idi. İşte buna bir sıkıntı gelip çatmış bulunuyor. Bunun üzerine o kişiye mağfiret dilemeye koyuldular. Şayet bu şahıs eğer rahatlık zamanlarında Allah'ı zikretmeyen birisi olup da başına bir sıkıntı gelmiş ise bu sefer melekler: Bu, Âdemoğullarından daha önce tanımadığımız birisinin sesidir. Bu kişi rahatlık zamanlarında Allah'ı zikretmiyordu. Şimdi de başına bir sıkıntı gelmiş bulunuyor (derler) ve onun için Allah'tan mağfiret dilemezler.

Bu açıklama âyet-i kerimenin yüce Allah'ı darlık zamanlarında ve rahatlık zamanlarında zikreden kimse hakkında olduğunu göstermektedir. O halde bu âyet-i kerîme yeryüzünde bulunan bir takım mü’minler hakkında özeldir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Meleklerin mağfiret dilemek ile yüce Allah'ın:

"Muhakkak ki Allah göklerle yeri zeval bulmasınlar diye tutar... Muhakkak o Halimdir, mağfiret edicidir." (Fatır, 35/41) âyetinde ve:

"Muhakkak senin Rabbin zulümlerine rağmen insanlara yine de mağfiret edendir" (er-Ra'd, 13/6) âyetinde sözü edilen Allah'ın hilmini ve bağışlayıcılığını taleb etmeyi kastetmeleri ihtimali vardır. Onlara hilm ile muamele edilmesinden maksat, onlardan intikam almayı çabuklaştırmamasıdır. Bu durumda âyet, umumi olmaktadır. Bu açıklamayı da ez-Zemahşerî yapmıştır.

Mutarrif dedi ki: Allah'ın kulları arasında Allah'ın kullarının en samimi şekilde iyiliklerini isteyenlerin melekler olduğunu görüyoruz. Allah'ın kulları arasında Allah'ın kullarını en çok aldatmaya çalışanların da şeytanlar olduklarını görüyoruz. Bu daha önceden (Fatır, 35/7. âyetin tefsirinde) de geçmiş bulunmaktadır.

"Şunu bilin ki, muhakkak Allah günahları mağfiret edendir, çok çok rahmet edicidir" âyeti ile ilgili olarak bir ilim adamı şöyle demiştir: Yüce Allah önceleri heybet ve ta'zim ile söze başladı, sonraları da lütfunu hatırlatıp müjde verdi.

6

O'ndan başka veli edinenlere gelince, Allah onların üzerinde bir hafizdir, sense onların üzerlerinde bir vekil değilsin.

"O'ndan başka veli" yani tapındıkları putlar

"edinenlere gelince, Allah onların üzerinde bir hafizdir." Yani kendilerine karşılıklarını vermek üzere amellerini iyice tesbit eder.

"Sense onların üzerlerinde bir vekil değilsin." Bu âyet kılıç (cihadı emreden) âyeti ile nesholmuştur. Haberde: "Sema gıcırdamaktadır, gıcırdamakta da haklıdır'" Tirmizi, IV, 556; İbn Mace, II, 1402; Müsned, V, 173. diye buyurulmaktadır. Yani orada sakin olanların çokluğunun ağırlığından dolayı ses çıkarmakta(gıcırdamakta)dır. Onlar çokluklarına rağmen Allah'a ibadetten usanmazlar, kesintisiz ibadet ederler. Bu kâfirler ise buna rağmen O'na ortak koşmaktadırlar.

7

Hem şehirlerin anasını ve onun etrafında bulunanları uyarıp korkutasın, hem de kendisinde şüphe bulunmayan toplanma günü ile uyarıp korkutasın diye sana da böylece Arapça bir Kur'ân vahyettik. (O gün insanların) bir kısmı cennette, bir kısmı da cehennemde olacaktır.

"...Sana da böylece Arapça bir Kur'ân vahyettik" âyeti şu demektir: Biz sana ve senden öncekilere bu hususları vahyettiğimiz gibi, yine sarıa Arap dili ile güzel bir şekilde açıkladığımız Arapça bir Kur'ân da indirmiş bulunuyoruz.

Bir başka açıklamaya göre de; Biz senin üzerine kavminin dili ile Arapça bir Kur'ân indirdik. Tıpkı herbir peygambere kendi kavminin dili ile indirdiğimiz gibi. Anlam birdir.

"Hem şehirlerin anasını..." yani Mekke'yi... Mekke'ye şehirlerin anası denilmesinin sebebi, yeryüzünün onun altında düzenlenmeye başlandığından dolayıdır.

"Ve onun etrafında bulunan" diğer insan

"ları uyarıp korkutasın, hem de kendisinde şüphe bulunmayan" gerçekleşeceğinde tereddüt olmayan

"toplanma günü" o da kıyâmet günüdür

"ile uyarıp korkutasın diye... vahyettik."

"Bir kısmı cennette bir kısmı da cehennemde olacaktır" âyeti mübteda ve haberdir. el-Kisaî

"bir kısmı" anlamındaki: ("ferik" kelimesinin) nasb ile okunmasını câiz kabul etmektedir.

Buna göre ifade; " Bir kısmının cennette olacağını, bir kısmının da cehennemde olacağını belirtip korkutasın diye..." takdirindedir.

8

Eğer Allah dileseydi onları tek bir ümmet kılardı. Fakat dilediği kimseyi rahmetine girdirir. O zâlimlerin ise hiçbir dost ve hiçbir yardımcıları yoktur.

"Eğer Allah dileseydi onları tek bir ümmet kılardı" âyeti ile ilgili olarak ed-Dahhak şöyle demiştir: Tek bir din mensubu yapardı onlar da ya sapık kimseler yahut hidayet bulan kimseler olurlardı.

"Fakat dilediği kimseyi rahmetine girdirir." Enes b. Malik: İslâm'a girdirir, diye açıklamıştır.

"O zâlimlerin" âyeti mübteda olarak merfudur, haberi ise

"hiçbir dost ve hiçbir yardımcıları yoktur" âyetidir.

"Hiçbir yardımcı" âyeti bir önceki kelimenin lâfzına atfedilmiştir. Bununla birlikte mahalline atıf ile; şeklinde okunması da mümkündür. Buradaki; de zaiddir.

9

Yoksa onlar O'ndan başka veliler mi edindiler? İşte Allah... Veli O'dur. Ölüleri de O diriltir. O herşeye gücü yetendir.

"Yoksa onlar O'ndan başka veliler" yani putlar

"mı edindiler?" Hayır... edindiler, anlamındadır.

"İşte Allah... Veli O'dur." Yani ey Muhammed, senin de gerçek dostun, sana uyanların da gerçek dostu O'dur. O'ndan başka veli (dost ve yardımcı) yoktur.

"Ölüleri de O diriltir." Maksat diriliş esnasında ölülerin diriltilmesidir.

"O, herşeye gücü yetendir." O'nun dışındaki diğer veliler ise, hiçbir şeye güç yetiremezler.

10

Herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, O'nun hakkında hüküm vermek (hakkı) Allah'ındır. İşte benim Rabbim olan Allah O'dur. Yalnız O'na tevekkül ettim ve ben yalnız O'na dönerim.

"Herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz..." âyeti Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mü’minlere söylemiş olduğu bir sözü aktarmaktadır. Şu demektir: Ehl-i kitab mensubu olan kimseler ile müşrik olan kâfirlerden din ile ilgili hususlarda size muhalefet ettikleri herhangi bir hususta siz de onlara: Buna dair hüküm vermek yetkisi Allah'ındır, sizin değildir. O dinin sadece İslâm olduğunu, başkasının geçerli olmadığını hükme bağlamıştır. Şeriata dair emirler ve âyetler ise ancak Allah'ın açıklamalarından öğrenilir, deyiniz.

"İşte benim Rabbim olan Allah O'dur." Yani bu sıfatlara sahib olan bir ve tek olarak benim Rabbimdir. Bu âyette hazfedilmiş takdiri ifadeler de vardır. Yani ey Muhammed, onlara de ki: İşte Allah O'dur, ölülere hayat verendir. Anlaşmazlığa düşenler arasında hüküm verir O. O benim Rabbimdir.

"Yalnız O'na tevekkül ettim." Güvenip dayandım

"ve ben yalnız O'na dönerim."

11

Gökleri ve yeri yaratandır, size kendi nefislerinizden eşler ve davarlardan da çiftler yaratmıştır. O sizi bu yolla üretip çoğaltıyor. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur ve O, herşeyi işitendir, görendir.

"Gökleri ve yeri yaratandır." âyetindeki:

"Yaratandır"" âyeti yüce Allah'ın isminin sıfatı olarak merfû'dur yahutta: "O yaratandır" takdirindedir. Nida olmak üzere nasb ile okunması da caizdir. "Ona" lâfzındaki "he" (o) zamirinden bedel olarak cer ile okunması da caizdir.

Fator (yaratan); yoktan var eden ve yaratan demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-En'am, 6/14: Yusuf, 12/101; İbrahim, 14/10; er-Rum, 30/30; Fatır, 35/1) geçmiş bulunmaktadır.

"Size kendi nefislerinizden eşler yaratmıştır." Bunun dişiler yaratmıştır, anlamında olduğu söylenmiştir.

"Kendi nefislerinizden" diye buyurması ise Havva'yı Âdem (aleyhisselâm)'ın kaburga kemiğinden yaratmış olmasındandır. Mücahid de: Ardı arkasına gelen nesiller diye açıklamıştır.

"Ve davarlardan da çiftler yaratmıştır." Bundan kasıt daha önce el-En'am Sûresi'nde (6/143-144. âyetlerde) sözkonusu ettiği deve, inek, koyun ve keçi türlerinin erkek ve dişilerinden ibaret sekiz (tekin oluşturduğu) çiftlerdir.

"O sizi bu yolla üretip çoğaltıyor." Yani O sizi

"bu yolla" yani rahimde yaratıyor ve çoğaltıyor. Karında diye de açıklanmıştır. el-Ferrâ'' ve İbn Keysan ise buradaki: "Orada" lâfzının; " (mealde olduğu gibi) Bu yolla" anlamında olduğunu söylemişlerdir. ez-Zeccâc da aynı şekilde

"O sizi bu yolla üretip çoğaltıyor" âyetini, bununla sizi çoğaltıyor diye açıklamıştır. Yani sizi çoğaltmakta ve sizi eşler yani birbirine helal olan eşler kılmaktadır. Çünkü eşler neslin devamına sebebtir.

"Bu yolla" lâfzındaki "he" zamirinin yaratmaya ait olduğu da söylenmiştir. Buna da: "Yaratmıştır" âyeti delil teşkil etmektedir. O bu şekilde yaratmakla sizi çoğaltmaktadır, diye buyurmuş gibidir.

İbn Kuteybe ise şöyle açıklamıştır:

"O sizi bu yolla üretip, çoğaltıyor" âyeti eşiniz bünyesinde üretip çoğaltıyor demektir. Yani O sizleri dişilerin karınlarında yaratır, demek istemektedir. Buna göre; " Orada" rahimde demek olur. Ancak bu uzak bir ihtimaldir, çünkü "rahim" kelimesi müennestir ve daha önceden de kendisinden sözedilmiş değildir (ki ona ait bir zamirin varlığı sözkonusu olsun).

"O'nun benzeri hiçbir şey yoktur ve O, herşeyi işitendir, görendir" âyetinde denildiğine göre;

" O'nun benzeri" lâfzındaki "kef (benzetme edatı)" te'kid için fazladan gelmiştir. Yani; " O'nun benzeri hiçbir şey yoktur" demektir. Şair de şöyle demiştir:

"Ve o ocak taşları ki sizin iki taşınız gibi,

Tencere koymak için kurulurlar."

Görüldüğü gibi şair burada "kef'in başına benzetmeyi te'kid etmek için bir (benzetme edatı) "kef daha getirmiş bulunmaktadır. Bir diğer görüşe göre buradaki: "Benzer" kelimesi fazladan tekid için getirilmiştir. Bu da Sa'leb'in görüşü olup; "O'nun gibi hiçbir şey yoktur" takdirindedir.

Yüce Allah'ın:

" Artık eğer onlar da sizin buna îman ettiğiniz gibi îman ederlerse muhakkak hidayet bulurlar." (el-Bakara, 2/137) âyetine benzemektedir. İbn Mes’ûd'un kıraatinde ise bu " Artık onlar sizin kendisine îman ettiğiniz şeylere inanırlarsa hidayet bulmuş olurlar" şeklindedir. Evs b. Hacer de şöyle demektedir:

"Ve öyle maktuller ki, hurma ağaçları gibidirler,

Onları sağanak yağan yağmur örtmektedir."

Burada ("gibi" anlamı verilen kelime fazladan getirildiği için): " Hurma ağaçları gibi" demektir.

Bu hususta inanılması gereken şu ki; şanı yüce Allah azametinde,kibriyave melekutunda güzel isimleri ve yüce sıfatları ile mahlukatında hiçbir şeye benzemez ve hiçbir şey O'na benzetilemez. Şeriatın gerek yaratıcı, gerek yaratılmış hakkında kullandığı ifadelere gelince, bu noktada gerçek anlamı itibariyle yaratan ile yaratıcı arasında hiçbir benzerlik sözkonusu değildir. Çünkü aziz ve celil olan O, kadim zatın sıfatları, yaratılmışların sıfatlarından farklıdır. Zira yaratılmışların sıfatları garez ve arazlardan ayrı değildir. Şanı yüce Allah ise bundan münezzehtir. Hatta O, "el-Kitabu'l-Esna fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsna" adlı eserimizde açıkladığımız gibi; her zaman isim ve sıfatlarına sahiptir. Bu hususta O'nun hak sözü "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur" âyeti, delil olarak yeterlidir.

Kimi muhakkik ilim adamı şöyle demiştir: Tevhid, diğer zatlara benzetilmeyen ve sıfatlardan da muattal (sıfatsız) kabul edilmeyen bir zatı kabul etmektir. el-Vasıtî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bunu daha da açıklayarak şöyle demektedir: Onun zatı gibi bir zat, O'nun ismi gibi bir isim, O'nun fiili gibi bir fiil, O'nun sıfatı gibi bir sıfat olamaz. Sadece lâfız bakımından bir uyum sözkonusu olabilir. Kadim olan zat hadis (sonradan yaratılmış) bir sıfata sahib olmaktan yüce ve münezzehtir. Tıpkı hadis (sonradan yaratılmış) zatın kadim bir sıfatının olmasının imkansız oluşu gibi. Bütün bunlar hak ehli sünnet ve cemaatin kabul ettiği görüşlerdir. Allah onlardan razı olsun.

12

Göklerle yerin anahtarları O'nundur. Dilediğine rızkı yayar ve daraltır. Çünkü O, herşeyi çok iyi bilendir.

"Göklerle yerin anahtarları O'nundur" âyetine dair açıklamalar, ez-Zümer Sûresi'nde (39/63- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

en-Nehhâs dedi ki: Anahtarlara sahib olan hazinelere de sahiptir. Anahtara "ıklid" denilir, çoğulu da kıyasa göre gelmez. Tıpkı tekil olan "hasen" kelimesinin çoğulunun "mehasin" diye gelmesi gibi.

"Dilediğine rızkı yayar ve daraltır. Çünkü O, herşeyi çok iyi bilendir."

Yine buna dair açıklamalar daha önceden bir kaç yerde (el-Bakara, 2/29- âyet, 10. başlık; er-Rad, 13/26. âyet gibi) geçmiş bulunmaktadır.

13

O: "dini dosdoğru tutun, onda ayrılığa düşmeyin" diye dinden Nûh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi İbrahim, Mûsa ve Îsa'ya tavsiye ettiğimizi size de şeriat yaptı. Senin onları kendisine davet ettiğin şey, müşriklere büyük geldi. Allah dilediği kimseyi buna seçer ve döneni buna hidayet eder.

"O... dinden Nûh'a tavsiye ettiğini... size de şeriat yaptı" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Din ve Şeriat:

"Dinden... size de şeriat yaptı" âyeti şu demektir: Göklerin ve yerin anahtarları kendisinin olan O yüce zat Nûh, İbrahim, Mûsa ve Îsa kavimleri için dinden şeriat yaptığı şeyleri size de şeriat yapmıştır. Daha sonra da bunu:

"Dini dosdoğru tutun..." diye açıklamaktadır.

Dinin dosdoğru tutulması, Allah'ın tevhidi, O'na itaat, rasûllerine, kitaplarına, âhiret gününe ve kişinin yerine getirmekle müslüman olmasını sağlayan diğer hususlara îman etmektir. Bu âyetle yüce Allah, en güzel halleri ile ümmetlerin maslahatları demek olan şer'î hükümleri kastetmemektedir. Çünkü bunlar farklı ve ayrıdır. Yüce Allah bir başka yerde:

"Sizden herbiriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik" (el-Mâide, 5/48) diye buyurmaktadır. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

"Şeriat yaptı" yol yaptı, açıkladı, gidilecek yerleri beyan etti, demektir. "Onlar için bir şeriat yaptı, yapar"; onlara yol gösterdi demektir. "Şart'" en büyük yol demektir. Çıkmaz olmayan bir yol üzerinde bulunan eve: denilir. "Develerin büyük ve geniş yola gitmelerini sağladım" demektir, "Deriyi yüzdüm" anlamındadır. Yakub dedi ki: İki ayağın arasını yardığın vakit bu tabir kullanılır. O şöyle der: Ben bu tabiri Bekroğullarından Um el-Humaris'ten duydum. "Bu işe daldım, giriştim" demektir.

“Dini dosdoğru tutun... diye" âyetindeki; "Diye" lâfzı: "Nûh'a tavsiye ettiği ise dini dosdoğru ayakta tutun demekti" takdiri ile ref konumundadır. Bu açıklamaya göre "Îsa'ya" lâfzı üzerinde vakıf yapılır.

Bunun nasb konumunda olduğu da söylenmiştir. O, size dini ayakta tutmayı şeriat yaptı, demek olur. Bir başka görüşe göre;"ettiğini" âyetindekinin karşılığı- lâfzındaki "he"den bedel olarak cer konumundadır. "Siz de onunla dini dimdik ayakta tutunuz" diye buyurmuş gibidir. Bu son iki açıklamaya göre "Îsa'ya" âyeti üzerinde vakıf yapılmaz. Bununla birlikte bu: "Diye" lâfzının müfessire (açıklayıcı) olması da mümkündür.

"Yürüyün diye" (Sad, 38/7) âyetinde ifadesinde olduğu gibi. Bu durumda i'rabta mahalli olmaz.

2- Peygamberler ve Şeriatler:

Kadı Ebû Bekr İbnu'l-Arabî dedi ki: Sahih hadiste meşhur uzunca şefaat hadisinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu sabittir: "...Fakat Nûh'a gidiniz, çünkü o, yüce Allah'ın yeryüzündekilere gönderdiği ilk rasûldür. Bunun üzerine Nûh'a giderler ve ona: Sen Allah'ın yeryüzündekilere gönderdiği ilk rasûlsün derler..." Müslim, I, 180; Buhari, IV, 1624, V, 2401, VI, 2696, 2708; İbn Mace, II, 1442; Müsned, III, 116, 244, 247. Bu doğrudur, bunda anlaşılmayacak bir taraf da yoktur. Tıpkı Âdem'in ilk nebi (peygamber) olduğunda anlaşılmayacak herhangi bir taraf olmadığı gibi. Çünkü Âdem'e sadece nübüvvet verilmişti. Ona birtakım hükümler farz kılınmamış, haram şeylere dair şer'î hükümler bildirilmemişti. Ona bildirilenler sadece birtakım işlere dikkat çekmek ve hayatın birtakım zorunluluklarını bildirmek, hayatta kalmanın gereklerini yerine getirmek için bazı uyarılardan ibaretti. Bu Nûh (aleyhisselâm)'a kadar böylece devam etti. Yüce Allah Nûh (aleyhisselâm)'a annelerle, kız kardeşlerle, kızlarla evlenmenin haram olduğu hükmünü gönderdi. Ayrıca ona farz olarak yerine getirilmesi gereken görevlerini bildirdi, dini hususlarda uyulması gereken adabı açıkladı. Bu husus daha sonra gelen rasûllerle daha da pekişip durdu, gelen peygamberle güçlenip devam etti. Peşpeşe gelen peygamberler ve şeriatlerle bu böylece sürüp gitti; ta ki yüce Allah rasûllerin en değerlisi peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) vasıtası ile dinlerin en hayırlısı olan bizim dinimizle bütün bu şeriatleri nihai şekline kavuşturuncaya kadar. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Ey Muhammed! Sana da. Nûh'a da aynı dini tavsiye ettik. Bununla şeriatın hakkında farklılık göstermediği usul (yani inanç ile ilgili ana meselelerini) kastetmektedir. Bunlar tevhid, namaz, zekat. oruç. hac, şanı yüce Allah'a salih amellerle yaklaşmak, kalbi ve organları yüce Allah'a döndüren yakınlaştırıcı işler, doğruluk, ahde vefa göstermek, emaneti yerine getirmek, akrabalık bağlarını gözetmek, küfrün, öldürmenin, zinanın, yapılan tasarruflarda yaratılmışlara eziyet etmenin haram kılınması, nerede olursa olsun hayvanlara gereksiz saldırıda bulunulması, bayağı işlerin yapılmaya kalkışılması, şeref, haysiyet ve mertliğe aykırı adiliklerin işlenmesinin yasak kılınması... gibi hükümlerdir. Bütün bunlar tek bir din ve aynı millet (şeriat) olarak teşri kılınmıştır. Peygamberler şahısları itibari ile ayrı olsalar dahi onların dile getirdikleri şeriatlerde bu hususlarda ayrılık yoktur. İşte yüce Allah'ın:

"Dini dosdoğru tutun, onda ayrılığa düşmeyin" âyeti bu demektir. Yani onu dimdik ayakta tutun. Bu her zaman, sürekli olarak onda ihtilafa ve tartışmalara düşmeksizin istikrarlı bir şekilde uygulayın demektir. İşte insanlardan kimisi bunu eksiksiz yerine getirir, kimisi de bu hususta verdiği sözünde durmaz.

"Kim ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur." (el-Feth, 48/10)

Çeşitli zamanlarda ümmetler hakkında öngörülmesini hikmetin gerektirdiği ve maslahatın öngördüğü şekilde, Allah'ın muradına uygun olarak bunun dışında kalan hususlarda ise şeriatler arasında farklılıklar ortaya çıkmıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Mücahid dedi ki: Yüce Allah ne kadar peygamber gönderdiyse mutlaka ona namazı dosdoğru kılmayı, zekatı vermeyi, yüce Allah'a itaat etmeyi kabul etmeyi de emretmiştir. İşte Allah"ın önceki peygamberlere şeriat kıldığı dini budur. el-Valibî de bunu İbn Abbâs'tan naklen söylemiştir. el-Kelbî'nin görüşü de budur.

Katade de şöyle demektedir: Bununla helalin helal, haramın haram bilinmesini kastetmektedir. el-Hakem de şöyle demektedir: Maksat annelerle, kızkardeşlerle ve kızlarla evlenmenin haram kılındığıdır. Kadı (Ebû Bekir İbnu'l-Arabî)'nin sözünü ettiği hususlar bütün bu görüşleri birarada fazlasıyla toplamaktadır.

Ayet-i kerimede özellikle Nûh, İbrahim, Mûsa ve Îsa'nın sözkonusu edilmesi bunların şeriat sahibi peygamberler oluşlarından dolayıdır.

"Senin onları kendisine davet ettiğin şey" olan tevhid ve putları reddetmek

"müşriklere büyük" ağır

"geldi."

Katade dedi ki: Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına tanıklık etmek, müşriklere çok büyük ve ağır geldi. İblis ve askerleri buna şahidlikten dolayı çok sıkılmışlardır. Yüce Allah ise onu zafere kavuşturmaktan, yüceltmekten ve ona karşı mücadele verenlere karşı üstün getirmekten başkasını kabul etmez.

Daha sonra yüce Allah:

"Allah dilediği kimseyi buna seçer." diye buyurmaktadır. Bu âyetteki: "Seçer" demektir; de seçim ve seçmek anlamındadır. Yani O, tevlvde dilediği kimseleri seçer.

"Ve döneni buna hidayet eder." Yani kendisine dönen kimseleri dini için arındırır, halis kılar.

14

Onlar ancak ilim kendilerine geldikten sonra aralarındaki düşmanlık sebebi ile ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinden belirli bir süreye kadar bir söz geçmiş olmasaydı, elbette aralarında hükmolunurdu. Onlardan sonra kendilerine kitab miras verilenler de muhakkak O'nun hakkında bir şüphe ve tereddüt içindedirler.

"Onlar" İbn Abbâs'a göre Kureyşliler

"ancak ilim kendilerine geldikten sonra... ayrılığa düştüler" âyetinde ilim'den kasıt Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Çünkü onlar kendilerine bir peygamber gönderilmesini temenni ediyorlardı. Buna delil de yüce Allah'ın Fatır Sûresi'nde yer alan:

"Onlar eğer kendilerine bir korkutucu gelse, mutlaka... yeminlerinin en büyüğü ile Allah'a andiçtiler." (Fatır, 35/42) âyetidir. Burada korkutucudan kasıt peygamberdir. el-Bakara Sûresi'nde de yüce Allah:

"İşte o tanıdıkları (peygamber) kendilerine gelince onu inkâr ettiler" (el-Bakara, 2/89) diye buyurmaktadır. Nitekim orada açıklaması yapılmıştır.

Bir diğer açıklamaya göre maksat, önceki peygamberlerin ümmetleridir. Onlar aradan uzun bir zaman geçince kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler. Kimileri îman etti, kimileri inkâr etti.

Yine İbn Abbâs şöyle demektedir: Bununla kitab ehlini kastetmektedir. Delili de el-Beyyine Sûresi'nde yer alan:

"Ama kendilerine kitab verilenler, ancak kendilerine apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler" (el-Beyyine, 98/4) âyetidir. Müşrikler: Ne diye özellikle ona peygamberlik verildi, dediler. Yahudiler de peygamber olarak gönderilince onu kıskandılar. Hristiyanlar da aynı şekilde.

"Aralarındaki düşmanlık sebebi ile ayrılığa düştüler." Yani onlar başkanlık isteği ile birbirlerine düşmanlık ettiler. Yoksa onların ayrılığa düşmeleri açıklama ve getirilen delillerdeki bir eksiklikten kaynaklanmıyordu. Buna sebep onların azgınlıkları, kıskançlıkları, zulümleri ve dünya ile uğraşmaları idi.

"Eğer Rabbinden" bunlara verilecek cezanın ertelenmesi hususunda

"belirli bir süreye kadar bir söz geçmiş olmasaydı..." yüce Allah'ın:

"Asıl onlara vaadolunan vakit kıyâmettir" (el-Kamer, 54/46) âyeti dolayısıyla bu sürenin kıyâmet olduğu söylenmiştir.

Yüce Allah'ın kendilerini azablandıracağı süreye kadar, diye de açıklanmıştır.

"Elbette aralarında" yani îman edenler ile azâbın indirileceğini inkâr edenler arasında

"hüküm olunurdu."

"Onlardan" yani hak hususunda anlaşmazlığa düşenlerden

"kendilerine kitab miras verilenler" yani yahudiler ve hristiyanlar

"de muhakkak onun hakkında" yani peygamberlere tavsiye edilen husus hakkında

"bir şüphe ve tereddüt içindedirler."

Bu âyette sözü edilen

"kitab" Tevrat ile İncildir.

Bir diğer açıklamaya göre:

"Kendilerine kitab miras verilenler"den kasıt, Kureyşlilerdir.

"Onlardan sonra" âyeti ise yahudiler ve hristiyanları kastetmektedir.

"Onun hakkında bir şüphe ve tereddüt içindedirler" âyeti ile de Kur'ân ya da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a işaret edilmektedir.

Mücahid dedi ki:

"Onlardan sonra" âyeti onlardan önce demektir. Yani Mekke müşriklerinden önce (kendilerine kitab miras verilenler), anlamındadır. Bunlar da yahudiler ve hristiyanlardır.

15

İşte bundan dolayı sen davet et. Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların arzularına uyma ve de ki: "Ben Allah'ın indirdiği bütün kitaplara îman ettim. Aranızda adalet yapmakla emrolundum. Allah bizim de Rabbinizdir, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz de sizindir. Bizimle sizin aranızda artık bir delile gerek yoktur. Allah hepimizi bir arada toplayacaktır ve dönüş yalnız O'nadır."

(Bir önceki âyet-i kerimede sözü geçen) şüphenin yahudiler ve hristiyanlar ya da Kureyşliler açısından sözkonusu olabileceği dolayısıyla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hitaben:

"İşte bundan dolayı sen davet et" diye buyurulmuştur. Yani sen onların şüphe içerisinde olduklarını açıkça öğrendiğine göre artık, Allah'ın yoluna davet et. Yani yüce Allah'ın bütün peygamberler için şeriat yaptığı ve kendilerine tavsiye ettiği o dine çağır. Buna göre âyetin başındaki ("fe" harfinden sonra gelen) "lam" harfi; "e, a" anlamındadır. (Buna göre âyet: İşte bundan dolayı sen buna -bu dine- davet et, demek olur.) Nitekim yüce Allah'ın:

"Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir" (ez-Zilzal, 99/7) âyetinde de "lam" harfi bu anlamdadır.

(Uzak için işaret ismi olan):"Bu" anlamındadır. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/2. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Anlam da: İşte bundan dolayı sen, bu Kur'ân-ı Kerîm'e artık davet et.

İfadede bir takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir. Anlam şöyle olur: Senin müşrikleri kendisine davet ettiğin şey onlara pek ağır gelmektedir. İşte bundan dolayı sen davet et.

"Lam" harfinin asli anlamında kullanıldığı ve anlamın şu şekilde olduğu da söylenmiştir: Daha önce sözü edilenlerden ötürü artık sen de davet et ve dosdoğru ol. İbn Abbâs dedi ki: İnsanları Kur'ân'a davet et, demektir.

"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" âyeti da ona bir hitabtır. Katade dedi ki: Allah'ın emri üzere dosdoğru ol, demektir. Süfyan: Kur'ân üzere dosdoğru yürü anlamındadır, demiştir. ed-Dahhak da: Risaleti tebliğ üzere dosdoğru devam et, diye açıklamıştır.

"Onların arzularına uyma!" Yani sana muhalefet eden kimselerin sana aykırılıklarına bakma, aldırma.

"Ve de ki: Ben Allah'ın indirdiği bütün kitablara îman ettim. Aranızda adalet yapmakla emrolundum" âyetindeki:

"Adalet yapmakla"

lâfzı: anlamındadır.

Yüce Allah'ın:

"Ve âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolundum" (el-Mu'min, 40/66) âyetinde olduğu gibi.

Bu âyetteki "lam" harfinin lam-ı key olduğu, anlamın da: aranızda adalet yapmak için bana emir verildi, şeklinde olduğu da söylenmiştir.

İbn Abbâs ve Ebû'l-Aliye şöyle demişlerdir: Din hususunda aranızda eşitlik yapmakla ve bütün kitaplarla, bütün rasûllere îman etmekle emrolundum. Başkaları da: Bütün durumlarda adalet yapmakla emrolundum diye açıklamışlardır. Buradaki adaletin verilen hükümlerde adalet olduğu söylendiği gibi, tebliğde olduğu da söylenmiştir.

"Allah bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz de sizindir. Bizimle, sizin aranızda artık bir delile gerek yoktur." İbn Abbâs ve Mücahid'in dediklerine göre burada hitab yahudileredir. Yani bizim dinimiz bizimdir, sizin dininiz de sizindir. Bu âyet daha sonra yüce Allah'ın:

"Kendilerine kitab verilmiş olanlardan Allah'a ve ahiret gününe îman etmeyen ...lerle... savaşınız" (et-Tevbe, 9/29) âyeti ile neshedilmiştir.

Mücahid dedi ki: Yüce Allah'ın:

"Bizimle sizin aranızda artık bir delile gerek yoktur" âyeti bizimle sizin aranızda bir husumet yoktur, anlamındadır.

Bu âyetin nesholmadığı da söylenmiştir. Çünkü deliller açıkça ortaya çıkmış, belgeler ikame edilmiştir. Geriye sadece (inanılmaması halinde) inat kalmaktadır. İnat karşısında ise delilin bir faydası da yoktur, tartışmaya gerek de yoktur.

en-Nehhâs dedi ki: Bu açıklamaya göre

"bizimle, sizin aranızda artık bir delile gerek yoktur" âyetinin şu anlama gelmesi de mümkündür: Artık o size karşı delil getirmekle ve sizinle savaşmakla emrolunmamıştır. Sonra da bu nesholmuştur. Nitekim kıble değiştirilmeden önce bir kimse birisine: Kabe'ye doğru namaz kılma demiş olsa bile, sonra da insanların kıblesinin değişmesinden sonra; bu, nesholmuştur, denebilir.

"Allah hepimizi bir arada toplayacaktır" âyeti ile kastedilen kıyâmet günüdür.

"Ve dönüş yalnız O'nadır." Huzuruna varacağımız vakit aramızda hüküm verecek olan O'dur ve herkesi üzerindeki sorumluluklar dolayısıyla cezalandıracaktır.

Bu âyet-i kerimenin el-Velid b. Muğire ve Şeybe b. Rabia hakkında indiği de söylenmiştir. Bunlar Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Velid, kendisine malının yarısını vermesi, Şeybe de onu kızı ile evlendirmesi şartı ile, yaptığı davet ve dininden vazgeçerek Kureyş'in dinine dönmesini teklif etmişlerdi.

16

Onun çağrısı kabul edildikten sonra Allah hakkında tartışanların delilleri Rabbleri nezdinde batıldır. Onların üzerine bir gazab ve onlar için çok çetin bir azâb da vardır.

"Onun çağrısı kabul edildikten sonra Allah hakkında tartışanlar" âyeti ile tekrar müşrikler sözkonusu edilmektedir. Mücahid dedi ki:

"Onun çağrısı kabul edildikten sonra" âyeti insanlar İslâm'a girdikten sonra... demektir. (Mücahid devamla) dedi ki: Bunlar cahiliyenin tekrar geri döneceğini vehmetmişlerdi.

Katade de şöyle demektedir: Allah hakkında tartışanlar yahudiler ve hristiyanlardır. Onların getirdikleri delil ise şu sözleriyle ifade edilmektedir: Bizim peygamberimiz sizinkinden, kitabımız da sizin kitabınızdan öncedir. Onlar ehl-i kitab olmaları ve peygamberlerin soyundan gelmeleri dolayısıyla kendilerinin üstün oldukları kanaatine sahih idiler. Müşrikler ise;

"Bu iki kesimden hangisinin makamı (oturup kalktığı yeri) daha hayırlı, oturup kalktığı kimseleri daha iyidir?" (Meryem, 19/73) diyorlardı. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Onun çağrısı kabul edildikten sonra Allah hakkında tartışanların delilleri Rabbleri nezdinde batıldır." Yani tıpkı bulunduğu konumdan ayrılıp giden herhangi bir şey gibi, onların delillerinin bir sebatı yoktur.

"Onun" âyetindeki "he" zamirinin yüce Allah'a ait olması mümkündür. O zaman: Allah'ı tevhid etmelerinden ve Allah'ın birliğine tanıklık etmelerinden sonra... demek olur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ait olması da mümkündür. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Bedir'e katılanlar ile Allah'ın mü’minlere yardım etmesi için yapmış olduğu dua kabul edildikten sonra... demek olur.

Delili batıl oldu" denilir. " Allah onu (o delili) çürüttü" demektir. " Kaydırmak" anlamındadır, "Kaygan yer" demektir. "Ayağı kaydı, kayar"; "Güneş semanın ortasından kaydı" denilir.

"Onların üzerinde bir gazab" âyeti ile dünyadaki halleri;

"Ve onlar için çok çetin bir azâb da vardır" âyeti ile de âhiretteki sürekli azabları kastedilmektedir.

17

Allah, hak ile kitabı ve mizanı indirendir. Ne bilirsin, saat belki de yakındır.

"Allah hak ile" doğruluk ile

"kitabı" Kur'ân'ı ve diğer peygamberlere indirilmiş bütün kitaplar

"ve mizanı" İbn Abbâs ve müfessirlerin çoğuna göre adaleti

"indirendir." "Adalet'e mizan (terazi) ismi da verilir. Çünkü mizan hakların, hak sahibleri arasında bölüşülmesinin ve adaletle paylaştırılmasının aracıdır.

Mizanın insanın gereğince amel etmesi gereken hususlara dair kitaplarda yapılmış açıklamalar olduğu da söylenmiştir.

Katade dedi ki: Mizan kişiye verilen emir ve yasaklar hususunda adalettir.

Bu görüşler anlam itibariyle birbirine yakındır.

Bir başka açıklamaya göre mizan, itaate sevab ile masiyete de ceza ile karşılık vermektir. Bununla kendisi ile eşyanın tartıldığı terazinin kendisinin kastedildiği de söylenmiştir. Allah onu semadan indirmiş ve kullara onunla tartıyı öğretmiştir. Böylelikle aralarında herhangi bir haksızlık ve hakların eksik verilmesi sözkonusu olmasın. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Yemin olsun Biz peygamberlerimizi apaçık delillerle gönderdik. Onlarla birlikte insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye kitabı ve mizanı indirdik." (el-Hadid, 57/25) Mücahid dedi ki: Mizan kendisiyle tartılan (terazi)dir. Allah'ın mizanı indirmesinin anlamı ise, insanlara mizan (terazi) yapmalarını ve gereğince amelde bulunmalarını ilham etmesidir.

Mizanın Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu da söylenmiştir. O sizin aranızda Allah'ın kitabı gereğince hüküm vermektedir.

"Ne bilirsin saat belki de yakındır" diyerek, ona saatin (kıyâmetin) ne zaman kopacağını haber vermemiş olduğunu bildirmektedir. Böylelikle hesabın gerçekleşeceği, amellerin tartılacağı, tam yapana karşılığının eksiksiz verileceği, eksik davranana da ona göre karşılık verileceği gün ile umulmadık bir zamanda karşılaşmadan önce, kitab ile adalet ve eşitlik ile ve şer'î hükümlerin gereğince amel etmeye onu teşvik etmektedir. Çünkü

"ne bilirsin saat belki de" sen farkında olmadığın halde sana pek

"yakındır."

Yüce Allah burada

" Yakındır" diye buyurmakta ve -müennes olarak-;diye buyurmamaktadır. Çünkü Saatin müennesliği hakiki değildir. Zira o da "vakit" kelimesi gibidir. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır.

Âyetin anlamı şudur: Belki öldükten sonra diriliş ya da kıyâmetin gelişi yakındır.

el-Kisaî de şöyle demektedir:

"Yakındır" lâfzı hem müzekker, hem müennes ve hem de çoğulun sıfatı olarak aynı lâfız ile gelir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz Allah'ın rahmeti iyi hareket edenlere pek yakındır." (el-Araf, 7/56)

Şair de şöyle demektedir:

"Yurd(u) uzak iken biz yakın idik,

Onların gözlerinin önünde bir yere varınca, bu sefer kaybolduk (bizi görmez oldular.)"

18

Ona îman etmeyenler onun çabucak gelmesini isterler. Ona îman edenler ise ondan yana korku içindedirler ve onun hiç şüphesiz hak olduğunu bilirler. Bilin ki o saat hakkında tartışanlar, elbette uzak bir sapıklık içindedirler.

"Ona îman etmeyenler" kıyâmetin gelmeyeceğini zannederek alay etmek üzere yahutta zayıf kabul ettikleri kimselere gerçekleşmeyeceği izlenimini vermek maksadı ile

"onun çabucak gelmesini isterler. Ona îman edenler ise, ondan yana korku içindedirler." İtaat yolunda gayretlerini ortaya koymakla birlikte, yaptıkları iyi işleri küçük gördüklerinden ötürü, korkarlar ve endişe duyarlar. Nitekim yüce Allah:

"Verdiklerini verirlerken Rabblerinin huzuruna dönecekler diye kalpleri ürperenler..." (el-Mu'minun, 23/60) âyeti ile benzeri bir durumu dile getirmektedir.

"Ve onun" kendisinde şüphe ve tereddütün sözkonusu olmayan

"hiç şüphesiz hak olduğunu bilirler."

"Bilin ki o saat hakkında tartışanlar" kıyâmetin saati hakkında tartışıp şüphe edenler

"elbette" haktan ve ibret almak yolundan

"uzak bir sapıklık içindedirler." Çünkü onlar eğer öğüt alacak şekilde düşünselerdi kendilerini önce topraktan, sonra bir nutfeden yaratıp ulaştıkları seviyeye kadar ulaştıranın, onları ölümden sonra tekrar diriltmeye kadir olduğunu da elbetteki bilir ve kabul ederlerdi.

19

Allah kullarına çok lütufkârdır. Dilediğine rızık verir. O Kavidir, hüküm ve iradesinde galib olandır.

"Allah kullarına çok lütufkârdır." İbn Abbâs dedi ki: Onlara çokça lütuflarda bulunandır. İklime: Onlara çok iyilik yapandır. es-Süddî: Onlara çok acıyıp şefkat gösterendir, diye açıklamıştır. Mukâtil de şöyle demiştir: İyiye de, kötüye de lütuflarda bulunandır. Çünkü masiyetleri sebebiyle onları açlıklarından öldürmüyor. el-Kurazî de şöyle demektedir: Arz (amellerinin kendilerine sunulmasın)da ve hesaba çekilmeleri halinde onlara karşı çok lütüfkâr olacaktır. Şair de şöyle demektedir:

"Yarın kulların insanların mevlası huzurunda bir duracakları konum vardır,

O celil olan o halde onlara soru soracak ve lütufta bulunacaktır."

Cafer b. Muhammed b. Ali b. el-Huseyn de şöyle demiştir: O rızık hususunda iki bakımdan onlara lütüfkârdır. Birincisi O rızıklarını hoş ve temiz olan şeylerden kılmıştır; ikincisi O, rızkı sana bir defada vermeyerek senin onu saçıp savurmanı önlemektedir.

el-Huseyn b. el-Fadl da şöyle demiştir: Kur'ân-ı Kerîm'de onu geniş geniş açıklayıp tefsir edilmesi suretiyle onlara çokça lütufkârdır. Cüneyd der ki: O gerçek dostlarına o kadar lütufkârdır ki, nihayet onu bilip tanıdılar. Eğer düşmanlarına da lütufkâr olsa onu inkar etmezler.

Muhammed b. Ali el-Kettanî der ki: Başkalarından ümit kesip de kendisine tevekkül edip dönen kullarından kendisine sığınanlara karşı latif (lütüfkâr) demektir. O vakit bu kulunu kabul eder ve kuluna yönelir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hadîs-i şerîfte şöyle buyurduğu zikredilmektedir: "Yüce Allah izi, eseri silinmiş kabirlere bakar ve şöyle buyurur: "Onların izleri silindi, suretleri çürüyüp gitti. Azâb ise üzerlerinde kalmaya devam etti. Ben ise Latif olanım, Ben erhamu'r-rahimin'im. Onların azablarını hafifletiniz" Bunun üzerine azabları hafifletilir.” Kaynağını tesbit edemedik

Ebû Ali es-Sakafî (Allah ondan razı olsun) da şöyle demiştir:

"Kabirlerin bulunduğu alanlardan geçiyorum sanki ben,

Kavrayışlı birisiyim ve elbise orada ipinceciktir.

Allah kime ağız vermişse onun da rızkını takdir etmiştir,

Rabbim hiç şüphesiz kendisine sığınana karşı çok latiftir."

Latif (lütufkâr)in, kullarının güzel hallerini yayan ve kötü hallerini de örten demek olduğu da söylenmiştir. İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Ey güzel olanı açığa çıkartıp çirkin olanı setreden!" Hakim, Müstedrek, I, 729; el-Askalani, Lisanu'l-Mizan, I, 262 (Hakimin hadisin sahih olduğuna ve diğer değerlendirmelerine itirazı ile birlikte, hadisin ravileri arasında yalancılıkla itham edilmiş olanlarının bile bulunduğunu kaydetmektedir.) âyeti da bu anlamdadır.

Latifin azı kabul eden, buna karşılık pek çok ihsan ve lütüflarda bulunan demek olduğu söylendiği gibi, kalbi kırık olanın kalbini onaran, zor şeyleri kolaylaştıran demek olduğu, adaletinden başka bir şeyinden korkulmayan, lütfundan başkasına da ümit bağlanılmayan anlamına geldiği, kuluna gayretinden fazla nimet ihsan eden ve takatine göre de onu itaat ile mükellef kılan olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışırsanız onları sayamazsınız." (en-Nahl, 16/18);

"Açık ve gizli olarak nimetlerini üzerinize bol bol tamamlamış olduğunu..." (Lokman, 31/20);

"Dinde size güçlük vermedi." (el-Hac, 22/78);

"Allah yükünüzü hafifletmek ister." (en-Nisa, 4/28)

Yapılan hizmete yardımcı olan ve övgüyü çokça yapan olduğu da söylenmiştir. Bir diğer açıklamaya göre: Kendisine isyan edenleri cezalandırmakta acele etmeyen, kendisine bağlanan umutları boşa çıkarmayan anlamında olduğu , dilekte bulunan kimseyi geri çevirmeyen, kendisinden ümit edenleri de teselli eden demek olduğu, yanılan kimseleri affeden anlamına geldiği söylendiği gibi, kendisine acımayan kimselere dahi merhamet eden, ariflerin müşahede sırlarından bir kandil yakan, sırat-ı müstakimi onlara yol yapan, iyilik bulutlarından onlara bol bol su indiren demek olduğu da söylenmiştir. el-En'âm Sûresi'nde (6/103- âyetin tefsirinde) Ebû'l-Aliye ve Cüneyd'in sözleri daha önceden geçmiş bulunmaktadır, biz bütün bunları "el-Esna fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsna" adlı eserimizde yüce Allah'ın "el-Latif" ismini açıklarken zikretmiş bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun.

"Dilediğine rızık verir." Dilediğini de mahrum bırakır. Birtakım kimselere daha fazla mal vermesinde bir hikmet vardır ta ki, insanların bir kısmı diğer bir kısmına ihtiyaç duysun. Nitekim yüce Allah;

"onların bir kısmı diğer bir kısmına iş gördürsün diye..." (ez-Zuhruf, 43/32) diye buyurmaktadır. İşte bu da kullara bir lütufkârlıktır. Aynı şekilde yüce Allah zengini fakirle, fakiri de zengin ile imtihan etsin diye böyle takdir etmiştir. Daha önce geçen yüce Allah'ın:

"Bazınızı bazınıza imtihan (aracı) kıldık. Sabredecek misiniz?" (el-Furkan, 25/20) âyetinde açıklandığı gibi.

"O Kavidir (güçlüdür) ve iradesinde galip olandır (Azizdir)."

20

Kim âhiret ekinini isterse, onun ekinini arttırırız. Kim de dünya ekinini isterse, kendisine ondan bir şeyler veririz. Ahirette ise onun hiçbir payı yoktur.

"Kim âhiret ekinini isterse, onun ekinini arttırırız" âyetinde sözü geçen "el-hars: ekin" amel ve kazançtır. Abdullah b. Ömer'in: "Ebediyyen yaşayacakmış gibi dünyan için ekin ek, yarın ölecekmiş gibi âhiretin için çalış" şeklindeki sözünde de bu anlamda kullanılmıştır. Adama "haris (ekin eken)" diye ad verilmesi de buradandır.

Âyetin anlamı şudur: Bizim kendisine verdiğimiz rızık ile âhireti için ekin isteyen ve böylelikle Allah'ın haklarını tastamam yerine getirip dini güçlendirmek uğrunda infakta bulunan kimseye, bu yaptığı işin mükâfatını bire karşılık on, yediyüz kat veya daha fazlası olmak üzere sevap veririz.

"Kim de dünya ekinini isterse" Allah'ın kendisine vermiş olduğu mal ile dünyada başkanlık ve haram kılınmış şeylere ulaşma isteğinde bulunursa, böylesini Biz kesinlikle rızıksız bırakmayız, fakat bu kimsenin kendi malından âhirette herhangi bir payı da olmaz. Yüce Allah söyle buyurmaktadır:

"Kim bu dünyayı isterse Biz de burada islediğimiz kimseye dilediğimizi çabucak veririz. Sonra da onu cehenneme koyarız. O burayı kınanmış ve kovulmuş olarak boylar. Kim de mü’min olarak ahireti diler ve bunun için gereği gibi çalışırsa, işte onların çalışmaları makbul olur." (el-İsra, 17/18-19)

"Onun ekinini arttırırız" âyetinin onu ibadete muvaffak kılar ve ibadeti ona kolaylaştırırız, anlamında olduğu söylenmiştir. Ahiret ekininin itaat olduğu söylenmiştir, yani kim itaat ederse onun için de mükâfat vardır.

Bir açıklamaya göre:

"Onun ekinini arttırırız" âyetinin âhiret ile birlikte dünyada ona da veririz, anlamında olduğu söylenmiştir. Bir açıklamaya göre âyet-i kerîme gazaya çıkmak hakkındadır. Yani her kim gazada bulunurken âhireti murad ederse, ona mükâfat verilecektir. Kim de gazasında maksadı ganimet elde etmek olursa, ondan kendisine bir şeyler verilir. el-Kuşeyrf'nin belirttiğine göre: Zahir olan âyet-i kerimenin kâfir hakkında olduğudur. Yüce Allah dünyada ona da genişlik verir; ama insanın bunlara aklanmaması gerekmektedir, çünkü dünya kalıcı değildir.

Katade der ki: Yüce Allah âhiret niyeti ile yapılan hayırlı işler karşılığında dünya nimetlerinden dilediği şeyleri de verir. Fakat sadece dünyalık isterse, dünyalıktan başkasını vermez. Yine o şöyle demektedir: Yüce Allah'ın bu âyeti şu demektir: "Kim âhireti için çalışırsa, Biz onun amelini daha da arttırırız. Dünyadan onun lehine yazdığımız şeyleri ona veririz. Kim de dünyasını âhiretine tercih ederse, o kimseye ateş, dışında âhirette bir pay ayırmayız. Üstelik o dünyalıktan kendisine pay etmiş olduğumuz ve âhireti ister tercih etsin, ister etmesin her durumda kendisine vermemiz kaçınılmaz olan kendisi için pay olarak ayırdığımız rızıktan başkasını da elde edemez."

Cüveybir, ed-Dahhak'tan o İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Yüce Allah'ın:

"Kim âhiret ekinini isterse" yani her kim iyi hareket edenler arasından salih ameli ile âhiretin mükâfatını elde etmeyi istiyor ise;

"onun ekinini arttırırız." Burada ekinden kasıt, hasenattır.

"Kim de dünya ekinini isterse" yani her kim güzel amelleriyle dünyalığı isteyip göz önünde bulunduran günahkar kişilerden ise

"kendisine ondan bir şeyler veririz."

Daha sonra bu âyet yüce Allah'ın:

"Kim bu dünyayı isterse, Biz de burada istediğimiz kimseye dilediğimizi çabucak veririz" (el-İsra, 17/18) âyeti ile bu neshedilmiştir. Doğrusu ise bunun nesh olmadığıdır. Çünkü bu haber üslubundadır ve herşey yüce Allah'ın iradesi ile olur. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sahih olarak şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Sizden herhangi bir kimse: Allah'ım arzu edersen bana mağfiret buyur, Allah'ım arzu ediyorsan bana rahmet buyur, demesin" Buhârî, VI, 2718; Tirmizi, V, 526; Muvatta’, I, 213- Katade az önce anılan açıklamaları yapmıştır. Ayrıca bu açıklamalar ortada neshin olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Biz Hud Sûresinde bu âyetlerin mutlak ve mukayyed kabilinden olduklarını, haber olarak verilen âyetler hakkında neshin sözkonusu olmadığını belirtmiş idik. Yardım talebimiz Allah'tandır.

Bir mesele: Bu âyet-i kerîme Ebû Hanifenin: "Bir kimse serinlemek maksadıyla abdest alırsa, yerine getirmekle yükümlü olduğu farz olan abdestin yerini tutar, şeklindeki görüşünün batıl olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü farz abdest âhiret ekinindendir. Serinlemek ise dünya ekinindendir. Bunlardan birisi diğerine katılıp karışmaz. Bu âyet-i kerimenin zahiri gereğince bu niyetle yapılırsa, farz niyetinin yerini tutmaz. Onun bu (serinlemek kastıyla) yaptığı niyeti bu âyetin zahiri gereğince (farzın niyetinin) yerini tutmaz. Hanefi mezhebinde niyet abdestin farzlarından değildir. Dolayısıyla niyet etmeksizin abdest almış gibidir ve böyle bir abdest, Hanefi mezhebine göre yeterlidir. Bu açıklamaları İbnul-Arabî yapmıştır.

21

Yoksa onların Allah'ın izin vermediği şeyleri kendilerine dinden şeriat yapan ortakları mı vardır? Eğer ayırdedici söz olmasaydı, muhakkak aralarında hüküm olunmuştu bile. Doğrusu zâlimler için can yakıcı bir azâb vardır.

"Yoksa onların... ortakları mı vardır?" âyetindeki:

"Yoksa onların... mı vardır" âyeti; anlamında olup hemzeden sonra gelen "mim" sıladır. Hemze (soru edatı) de azar içindir.

Bu âyet daha önceden geçen yüce Allah'ın:

"O... dinden Nûh'a tavsiye ettiğini... size de şeriat yaptı." (eş-Şura, 42/13) ve:

"Allah hak ile kitabı ve mizanı indirendir" (eş-Şura, 42/17) buyrukları ile ilişkilidir. Halbuki onlar buna inanmıyorlardı. Acaba bunların Allah'ın izin vermediği şirki kendilerine şeriat yapan uydurma ilahları mı vardır? Böyle bir şeyin olması imkansız olduğuna göre bilinmelidir ki, Allah şirki şeriat kılmamıştır. Peki, bunlar şirki bir din olarak nasıl ve nereden benimsiyorlar?

"Eğer ayırdedici söz" yani kıyâmet günü... Çünkü yüce Allah:

"Asıl onlara vaadolunan vakit kıyâmettir" (el-Kamer, 54/46) diye buyurmuştur.

"...muhakkak aralarında" dünyada iken

"hüküm olunmuştu bile." Zalime çabucak ceza verir, itaatkarı da mükâfatlandırırdı.

"Doğrusu zâlimler" yani müşrikler

"için can yakıcı bir azâb vardır." Dünyada öldürülmek, esir alınmak, yenik düşürülmek, âhirette ise cehennem ateşi azâbı vardır.

İbn Hürmüz:

"Doğrusu" âyetini şeklinde, hemzeyi üstün olarak:

"Eğer ayırdedici söz olmasaydı" âyetine atf olmak üzere üstün ile okumuştur. Atfedilen ile kendisine atfedilen lâfzın:

" Olmasaydı" lâfzının cevabı ile ayrılması caizdir.

Ayrıca; 'in mahallen: "Zâlimler için can yakıcı bir azâb vacib olmuştur" takdirinde merfu olması da caizdir. Bu durumda hemzenin esreli okunuşu gibi kendisinden öncekiler ile de bir anlam ilişkisi bulunmamış olur, bunu belleyelim.

22

Kazandıkları şeylerden ötürü zâlimleri korkuya düşmüş görürsün. Halbuki o tepelerine inecektir. Îman edip salih amel işleyenlere gelince, onlar cennetlerin bahçelerindedir. Onlar için Rabbleri yanında istedikleri herşey vardır. İşte bu büyük lütuf ve ihsanın ta kendisidir.

"Kazandıkları şeylerden" kazandıkları şeylerin karşılığından

"ötürü zâlimleri korkuya düşmüş" korkuya kapılmış

"görürsün." Burada zâlimlerden kasıt, kâfirlerdir. Bunun delili ise mü’min ile kâfir kısımlarının sözkonusu edilmesidir.

"Halbuki o tepelerine inecektir." Yani gelip onları bulacaktır.

"Îman edip salih amel işleyenlere gelince, onlar cennetlerin bahçelerindedir" âyetinde geçen ("bahçeler"in tekili olan): " Yeşilliği bol, kıra çıkılan yer" anlamındadır. Buna dair açıklamalar daha önce er-Rum Sûresi'nde (30/15. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Onlar için Rabbleri yanında" nimetler, uçsuz bucaksız mükâfatlar kabilinden

"istedikleri herşey vardır. İşte bu" nitelendirilmesi mümkün olmayan, niteliklerinin özüne akılların eremediği

"büyük lütuf ve ihsanın ta kendisidir." Çünkü Cenab-ı Hak böyle bir şey hakkında

"büyük" diye nitelemede bulunduğuna göre onun niteliklerini, ölçülerini kim tesbit edebilir ki?

23

İşte Allah'ın îman edip iyi ameller işleyen kullarına müjdelediği şey budur. De ki: "Ben sizden buna karşılık -akrabalıkta sevgiden başka- ücret istemem." Kim bir güzellik kazanırsa, Biz de kendisine onun güzelliğini arttırırız. Muhakkak Allah çok mağfiret edicidir, iyiliklerin mükâfatını verendir.

"İşte Allah'ın îman edip iyi ameller işleyen kullarına müjdelediği şey budur" âyetindeki:

"Müjdelediği" âyeti bu şekilde:

" Ona müjde verdi" fiilinin muzari'i olarak okunduğu gibi, şeklinde muzari'i olarak ve: şeklinde 'in muzari'i olarak da okunmuştur.

İfadede hazfedilmiş lâfızlar vardır. Anlamı şöyledir: Allah mü’min kullarına bunu müjdeliyor ki; dünyada iken sevinsinler ve bundan dolayı daha çok itaat etmek arzusunu duysunlar.

"De ki: Ben sizden buna karşılık -akrabalıkta sevgiden başka- ücret istemem" âyeti ile ilgili olarak açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Risaletin Karşılığı ve Peygamber ile Akrabalık Bağı:

"De ki: Ben sizden buna karşılık -akrabalıkta sevgiden başka- ücret istemem." Ey Muhammed, risaleti tebliğ karşılığında sizden bana vereceğiniz bir şey istemiyorum, demektir.

"Akrabalıkta sevgiden başka" âyeti ile ilgili olarak ez-Zeccâc şöyle demektedir:

"Sevgiden başka" anlamındaki âyet, birincisinin (müstesna minh'in) türünden olmayan bir istisnadır. Yani ben sizden sadece akrabalık bağım dolayısıyla bana sevgi beslemenizi ve böylelikle beni korumanızı istiyorum. Âyette hitab özel olarak Kureyş'edir. Bu açıklamayı İbn Abbâs, İkrime, Mücahid, Ebû Malik, en-Nehaî ve başkaları yapmıştır.

en-Nehaî dedi ki: Bu ayet-i kerîme hakkında insanlar bize çokça soru sormaya başlayınca biz de âyet hakkında soru sormak üzene İbn Abbâs'a mektub yazdık. O da bize şunu yazdı: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün insanlar arasında Kureyş ile akrabalık bağı en çok olan idi. Onların bütün kolları ile mutlaka neseben bir akrabalığı vardı. Yüce Allah kendisine:

"De ki: Ben sizden buna karşılık -akrabalıkta sevgiden başka- ücret istemem" âyetini indirdi. Yani ben sizden sizinle olan akrabalığım dolayısı ile bana gerekli sevgiyi göstermenizi istiyorum. Bu da: Benimle sizin aranızdaki bu bağlara gereği gibi riayet ederek beni tasdik etmenizi istiyorum, demektir.

Buna göre buradaki

"akrabalık" neseb akrabalığıdır. Sanki onlara şöyle demiş gibidir: Eğer peygamber olduğum için bana uymuyor iseniz, hiç olmazsa akrabalığım dolayısıyla bana uyunuz.

İkrime dedi ki: Kureyşliler akrabalık bağlarını gözeten bir kabile idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilince bu akrabalık bağını kopardılar. Peygamber de onlara: "Önceden yaptığınız gibi, benim akrabalık bağımı gözetin" dedi. Buna göre anlam şöyle olur: De ki: Ben buna karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum, fakat sizlere -birincisinden olmayan bir istisna olarak- akrabalık bağımı hatırlatıyorum. Bu açıklamayı en-Nehhâs zikretmiştir.

Buharî'de de Tavus'tan, onun İbn Abbâs'tan rivâyetine göre İbn Abbâs'a yüce Allah'ın:

"Akrabalıkta sevgiden başka" âyeti hakkında soru sorulmuştu. Bunun üzerine Said b. Cübeyr dedi ki: Akrabalık Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın âlî midir? İbn Abbâs şöyle dedi: Biraz acele etti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın akrabalık bağı bulunmayan Kureyş kollarından hiçbir kol yoktur. O dedi ki: Ancak ben sizin kendi aranızdaki akrabalık bağını gözetmenizi ve bunun gereğini yerine getirmenizi istiyorum, demiş oldu. Buhârî, III, 1289, IV, 1819; Tirmizi, V, 377. Bu. bu husustaki görüşlerden birisidir.

Bir diğer görüşe göre akrabalardan kasıt, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yakın akrabalarıdır. Yani ben sizden yakın akrabalarımı ve Ehl-i Beyt'imi sevmenizden başka herhangi bir ücret istemiyorum. Tıpkı yakın akrabalarını tazim etmelerini emrettiği gibi. Bu da Ali b. Huseyn, Amr b. Şuayb ve es-Süddî'nin görüşüdür.

Said b. Cübeyr'in, İbn Abbâs'tan rivâyetine göre yüce Allah:

"De ki: Ben sizden buna karşılık -akrabalıkta sevgiden başka- ücret istemem" âyetini indirince, ey Allah'ın Rasûlü dediler. Bizim kendilerini seveceğimiz bu kişiler kimlerdir? diye sordular. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Ali, Fatıma ve çocuklarıdır" diye buyurdu.

Ayrıca Ali (radıyallahü anh)'dan söylediği rivâyet edilen şu sözü de buna delil teşkil etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a insanların beni kıskandıklarından ötürü şikayette bulundum. Şöyle buyurdu: "Sen cennete ilk girecek dört kişinin dördüncüsü olmaya razı değil misin? Ben, sen, Hasan ve Hüseyin. Eşlerimiz ise sağlarımızda ve sollarımızda olacaklar, soyumuzdan gelenler ise eşlerimizin arkasında bulunacaktır." Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, IX, 131, (radıyallahü anhvilerinden bazılarının zayıf olduğu kaydıyla).

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Benim Ehl-i Beyt'ime zulmeden, yakınlarım hususunda bana eziyet eden kimselere cennet haram edilmiştir. Her kim Abdu'l-Muttalib soyundan gelenlerden herhangi bir kimseye bir iyilikte bulunur da o şahıs bu iyiliğin karşılığını o kimseye veremezse, yarın kıyâmet gününde benimle karşılaşacağı vakit, o iyiliğine karşı o kimseyi ben mükâfatlandıracağım." Acluni, Keşfu'l-Hafa, II, 295 (Salebinin Tefsirinde yer aldığını ve senedinde yalancı raviler olduğunu belirterek).

el-Hasen ve Katade de şöyle demişlerdir: Yani yüce Allah'a karşı sevgi beslemeleri ve O'na itaat etmek suretiyle O'na yakınlaşmaya çalışmalarından başka...(sini istemiyorum), demektir. Bu açıklamaya göre uakrabalık"dan kasıt, Allah'a yakınlık (kurbet) demektir. Bundan dolayı; ile aynı anlamda olmak üzere yakınlık, yakınlaşmak (akrabalık), anlamındadır. Tıpkı de aynı anlamda oluşu gibi.

Kazea b. Suveyd, İbn Ebi Necih'ten, o Mücahid'den, o İbn Abbâs'tan, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "De ki: Ben sizden size getirdiklerimin karşılığında (Allah için) birbirinizi sevmenizden ve O'na itaat ile yakınlaşmanızdan başka bir ücret istemiyorum. " Deylemi, Firdevs. V, 142-143; Taberani, Kebir, XI. 90; Müsned, I, 26.

Mansur ile Avf, el-Hasen'den:

"De ki: Ben sizden buna karşılık -akrabalıkta sevgiden başka- ücret istemem" âyeti hakkında dedi ki: Yüce Allah'a sevgi beslemelerini ve O'na itaat etmek suretiyle O'na yakınlaşmalarını istemiştir.

Bazıları da, âyet-i kerîme nesholmuştur, demişlerdir. Çünkü âyet-i kerîme Mekke'de inmiştir. Müşrikler de Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a eziyet ediyorlardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme inmiş ve yüce Allah onlara Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı sevmelerini, onun akrabalık bağını gözetmelerini emretmiştir. Mekke'den, Medine'ye hicret edip ensar onu barındırıp ona yardım edince, yüce Allah da onu:

"Ben sizden bunun için herhangi bir ücret de istemiyorum. Benim mükâfatım ancak âlemlerin Rabbine aittir" (eş-Şuara, 26/109, 127, 145, 164, 180) diyen diğer peygamber kardeşlerine katmayı murad edince, üzerine: "De ki: Ben sizden buna karşılık -akrabalıkta sevgiden başka- ücret istemem" âyetini indirdi. Böylelikle bu âyet, hem bu âyet-i kerîme ile hem de yüce Allah'ın:

"De ki: Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum ve ben kendiliğimden bir şeyler uyduranlardan da değilim." (Sad, 38/86);

"Yoksa sen onlardan ücret mi istersin? Rabbinin verdiği rızık daha hayırlıdır." (el-Mu'minun, 23/72) ile:

"Yoksa sen onlardan ücret mi istiyorsun da bu nedenle onlar borçtan dolayı ağır bir yük altına mı girmişler?" (et-Tur, 52/40) buyrukları ile nesholdu. Bu açıklamayı ed-Dahhak ile el-Huseyn b. el-Fadl yapmışlardır. Ayrıca Cuveybir bunu ed-Dahhak ve İbn Abbâs'tan da rivâyet etmiştir.

es-Sa'lebî dedi ki: Bu, pek kuvvetli bir görüş değildir. Yüce Allah'a itaat etmek suretiyle peygamberine sevgi beslemek ve Ehl-i Beytini sevmek suretiyle Allah'a yakınlaşmak nesholmuştur, demek kadar çirkin bir şey ne olabilir? Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kim Muhammed âline sevgi besleyerek ölürse şehid olur. Kim Muhammed âline sevgi besleyerek ölürse, yüce Allah melekleri ve rahmeti kabrinin ziyaretçileri yapar. Kim de Muhammed âline buğzederek ölürse, kıyâmet gününde gözlerinin ortasında (alnında) Allah'ın rahmetinden ümit kesmiştir, yazılı olarak gelecektir. Kim Muhammed âline buğzederek ölürse, cennet kokusunu almayacaktır. Kim benim âl-i beytime buğzederek ölürse, benim şefaatimden onun hiçbir payı yoktur." Merhum müfissirin rivâyetin hem senedini hem de kaynağını zikretmemesi, ayrıca hadisin muhtevası, peygamber kelamı olmadığı kanaatini pekiştirmektedir.

Derim ki: Bu haberi ez-Zemahşerî Tefsir'inde bundan daha uzun bir şekilde zikretmektedir. O şöyle diyor: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da buyurdu ki: "Kim âl-i Muhammed'e sevgi duyarak ölürse o şehid olarak ölür. Kim Muhammed âline sevgi besleyerek ölürse, imanını tamamlamış bir mü’min olarak ölür. Kim Muhammed âline sevgi duyarak ölürse, ölüm meleği ona cenneti müjdeler, sonra da münker ve nekir (ona aynı müjdeyi verirler). Kim Muhammed âline sevgi duyarak ölürse, bir gelinin kocasının evine zifafa götürülmesi gibi cennete götürülür. Kim Muhammed âline sevgi duyarak ölürse, kabrinde cennete açılan iki kapı açılır. Kim Muhammed alîne sevgi üzere ölürse, Allah onun kabrini rahmet meleklerinin ziyaretgâhı yapar. Kim Muhammed âline sevgi üzere ölürse, sünnet ve cemaat üzere ölür. Kim de Muhammed âline buğzederek ölürse, kıyâmet gününde gözlerinin arasında "Allah'ın rahmetinden ümit kesmiştir' yazılı olduğu halde gelir. Kim Muhammed âline buğz üzere ölürse, kâfir olarak ölür. Kim Muhammed âline buğz üzere ölürse, cennetin kokusunu almaz." Bu rivâyet için de bir önceki rivâyete dair değerlendirme geçerlidir. Zemahşerî'nin bunu zikretmiş olması, rivâyete hiçbir kuvvet kazandırmaz.

en-Nehhâs dedi ki: İkrime'nin görüşüne göre ise âyet nesholmuş değildir. O şöyle diyor: Kureyşliler akrabalık bağlarını gözeten kimselerdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilince, onunla bağlarını kestiler. O da onlara şöyle dedi: "Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Yalnızca bana sevgi beslemenizi, akrabalık bağım dolayısıyla beni koruyup, beni yalanlamamanızı istiyorum."

Derim ki: İbn Abbâs'ın Buhari'deki görüşü ile en-Nehaî'nin ondan naklettiği görüşün aynısıdır. Buna göre nesh sözkonusu değildir.

en-Nehhâs dedi ki: el-Hasen'in görüşü güzel bir görüştür. Onun doğruluğuna da Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan müsned olarak (muttasıl bir sened ile) rivâyet edilen hadis de delil teşkil etmektedir. Nitekim bize Ahmed b. Muhammed el-Ezdî anlattı, dedi ki: Bize er-Rabî' b. Süleyman el-Muradî haber verdi, dedi ki: Bize Esed b. Mûsa haber verdi. Bize Kazea -ki o İbn Yezid el-Basrî'dir- anlattı, dedi ki: Bize Abdullah b. Ebi Necî" Hasılı nüshada "Necî" olmakla birlikte, doğrusu "Necih'dir. Bir sonraki notta gösterilen rivâyetin yer aldığı kaynaklara bakınız Mücahid'den naklen anlattı. Mücahid'in, İbn Abbâs'tan rivâyetine göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ben size peygamber olarak getirmiş olduğum apaçık deliller, belgeler ve hidayet karşılığında herhangi bir ücret istemiyorum. Ancak yüce Allah'ı sevmenizi ve O'na itaatte bulunarak O'na yakınlaşmaya çalışmanızı istiyorum." Müsned, I, 268; Hakim, Müstedrek, II, 481; Taberani, Kebir, XI, 90. İşte yüce Allah'tan aldıklarını beyan eden peygamber bunu söylerimiş bulunuyor. Diğer peygamberler de ondan önce böylece.-

"Benim mükâfatımı vermek ancak Allah'a aittir" (Sebe', 34/47) demişlerdir.

2- Âyetin Nüzul Sebebi:

Bu âyetin ne sebeple indiği hususunda (tefsir âlimleri) farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbâs dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye geldiğinde öyle birtakım olaylarla karşı karşıya geliyor ve öyle birtakım hakları yerine getirmek durumunda oluyordu ki; elinde bulunanlar bunları yerine getirmeye yetmiyordu. Bunun üzerine ensar şöyle dedi: Şüphesiz Allah bu zat sayesinde sizi hidayete iletmiştir. Ayrıca o sizin kardeşinizin oğludur. O elindeki imkanların el vermediği birtakım olaylarla ve yerine getirmek durumunda olduğu haklarla karşı karşıya kalmaktadır. Haydi onun için bir mal toplayalım, dediler ve bunu yaptılar. Sonra da bu topladıkları malı götürüp ona verdiler, bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.

el-Hasen de şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme ensar ile muhacir karşılıklı olarak öğülmeye koyulunca nazil olmuştur. Ensar: Biz şunları yaptık, diye öğündü, muhacirler de Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a olan yakınlıkları ile öğündüler. Miksem'in, İbn Abbâs'tan rivâyetine göre o şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) birtakım sözler kulağına gelince, bir hutbe irad etti ve ensara şunları söyledi: "Sizler önceden zelil olup benim sayemde Allah sizi aziz kılmadı mı? Sizler önceden sapık olup benimle Allah sizi hidayete eriştirmedi mi? Sizler önceden korku içerisinde iken benimle Allah sizi emniyete kavuşturmadı mı? Niçin bana cevap vermiyorsunuz?" Onlar, sana ne diye cevap verelim? diye sordular. Şöyle buyurdu: "Diyebilirsiniz ki: Senin kavmin seni kovunca biz seni barındırmadık mı? Senin kavmin seni yalanlayınca biz seni tasdik etmedik mi?" diye onlara pek çok şey sayıp döktü. Bunun üzerine (ensar) dizleri üzerlerine çöküp şöyle dediler: Canlarımız ve mallarımız senindir. Bu sefer:

"De ki: Ben sizden buna karşılık -akrabalıkta sevgiden başka- ücret istemem" âyeti nazil oldu. Müsned, III, 76; İbn Ebi Şeybe, Mûsannaf, VII, 41H; Taberani, Evsat, IV, 159; Kebir, VII, 151; Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, X, 29, 31, 32.

Katade dedi ki: Müşrikler dediler ki: Muhammed bu yaptıkları sebebiyle belki de bir ücret almak istiyor. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme onları Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ve onun akrabalarına sevgi beslemeye teşvik etmek üzere nazil oldu.

es-Sa'lebî dedi ki: Bu, âyetin muhtevasına daha uygun görülmektedir, çünkü sûre Mekke'de inmiştir.

"Kim bir güzellik kazanırsa..." âyetindeki: " Kazanır"ın mastarı olan: " Kesbetmek, kazanmak" demektir. Mesela: "Filan kişi ailesi için kazanır" denilir.

"İktisab (kazanmak)" demektir. Bu da Arapların, yol ve çare bulmaya çalışan kişiyi anlatmak üzere kullandıkları: ifadelerinden alınmıştır. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-En'am Sûresi'nde (6/113- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

İbn Abbâs dedi ki:

"Kim bir güzellik kazanırsa" âyetinde kastedilen Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın âline sevgi beslemektir.

"Biz de kendisine onun güzelliğini arttırırız." Yani onun iyiliğini ona ve daha fazlasına katlarız.

"Muhakkak Allah çok mağfiret edicidir, iyiliklerin mükâfatını verendir" âyeti ile ilgili olarak Katade: Günahları bağışlayandır (Gafûr), iyiliklerin karşılığını verendir (Şekur).

es-Süddî de şöyle demiştir: O Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın âlinin günahlarını bağışlayandır, onların iyiliklerinin karşılığını, mükâfatını verendir, demektir.

24

Yoksa onlar: "Allah'a yalan iftira etti" mi diyorlar? Allah dilerse senin kalbini mühürler. Allah batılı mahveder ve hak olanı kelimeleri ile gerçekleştirir. Çünkü O, kalplerin özünü çok iyi bilendir.

"Yoksa onlar Allah'a yalan iftira etti mi diyorlar?" âyetindeki:

"Yoksa" lâfzında "mim" harfi sıla (fazladan)dır. İfade: "İftira etti mi diyorlar?" takdirindedir.

Âyet daha önceki âyetlerle ilişkilidir. Çünkü yüce Allah daha önceden:

"De ki: Ben Allah'ın indirdiği bütün kitablara îman ettim." (eş-Şura, -12/15) diye buyurduktan sonra

"Allah hak ile kitabı ve mizanı indirendir" (eş-Şura, 42/17) diye buyurmaktadır. İşte bunların açıklamalarını tamamlamak üzere de burada:

"Yoksa onlar Allah'a yalan iftira etti mi diyorlar?" diye buyurmaktadır. Yani Kureyş kâfirleri: Muhakkak Muhammed Allah'a karşı yalan uyduruyor, demişlerdi.

"Allah dilerse senin kalbini mühürler" âyeti şart ve cevabını ihtiva etmektedir. Katade: Kalbini mühürleyip sana Kur'ân'ı unutturur, diye açıklamaktadır. Yüce Allah böylelikle onlara şunu haber vermektedir: Eğer Muhammed, Allah'a karşı yalan iftira edecek olursa, bu âyet-i kerîme ile onlara haber verdiği işi ona yapardı.

Mücahid ve Mukâtil de şöyle demişlerdir:

"Allah dilerse" onların eziyetlerine karşı sabır ile senin kalbine metanet verir, ta ki onların söylediklerinden ötürü senin kalbine herhangi bir zorluk ve ağırlık girmesin.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Eğer Allah dilerse, senin (akıl ile) ayırdetme gücünü ortadan kaldırır. Manası: Eğer içinden Allah'a karşı yalan uydurup iftira etmeyi geçirecek olursan, şüphesiz Allah senin kalbini mühürler, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı İbn Îsa yapmıştır.

Bir diğer açıklamaya göre eğer Allah dilerse, kâfirlerin kalplerini ve dillerini mühürler ve acilen onları cezalandırır. Bu durumda hitab Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a olmakla birlikte, maksad kâfirlerdir. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî zikretmiştir. Daha sonra yüce Allah yeni bir hususu dile getirerek şöyle buyurmaktadır:

"Allah batılı mahveder." İbnu'l-Enbarî dedi ki:

"Senin kalbini mühürler" (âyeti üzerinde vakıf) tamdır.

el-Kisaî de şöyle demiştir: Âyette takdim ve tehir vardır. İfadenin mecazen anlamı şöyledir: "Allah batılı mahveder." Burada Mushaf'ta ("mahveder" anlamındaki kelimenin sonundan) "vav" hazfedilmiştir. Halbuki âyet ref mahallindedir. Buradan "vav"ın hazfedilmesi yüce Allah'ın:

"Biz de zebanileri çağırıveririz" (el-Alak, 96/18) âyeti ile; " İnsan... dua eder." (el-İsra, 17/11) âyetinde "vav"ın hazfedildiği gibi hazfedilmiştir. Burada "vav"ın hazfedilmesinin sebebi ise daha önce geçen " Senin kalbini mühürler" âyetine (ki "mühürler" anlamındaki fiilin meczum olup) atfedilmiş olmasından dolayıdır.'r)

ez-Zeccâc da şöyle demiştir: Yüce Allah'ın:

"Yoksa onlar Allah'a yalan iftira etti mi diyorlar?" âyetinde ifade tamam olmaktadır. Buna karşılık

"Allah batılı mahveder" âyeti ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın getirdiklerini inkâr eden kimselere karşı bir delil getirmedir. Yani eğer onun getirdiği batıl olsaydı, yüce Allah'ın iftiracılara uygulamayı adet ettiği şeyler onun da başına aynı gelirdi.

"Ve hak olanı" yani İslâm'ı

"kelimeleri ile" Kur'ân-ı Kerîm'den indirdibuyrukları ile

"gerçekleştirir" sağlamlaştırır.

"Çünkü O, kalplerin özünü çok iyi bilendir" âyeti umumidir. Yani kulların kalplerinde olan herşeyi bilendir. Hususi olduğu da söylenmiştir, yani eğer sen içinden Allah'a karşı yalan düzüp uydurmayı geçirecek olursan, şüphesiz ki onu bilir ve senin kalbini mühürler.

25

O, kullarından tevbeyi kabul eden, kötülükleri affeden ve de işlemekte olduğunuzu bilendir.

"O, kullarından tevbeyi kabul eden...dir" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs şöyle demektedir: Yüce Allah'ın:

"De ki: Ben sizden buna karşılık -akrabalıkta sevgiden başka- ücret istemem" (Şura, 42/23) âyeti nazil olunca, birtakım kimseler kendi kendilerine: Olsa olsa bununla kendisinden sonra akrabalarına dikkat edelim diye bizi teşvik etmek istiyor, diye düşündüler. Cebrâîl, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a durumu haber verdi ve onların Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı böyle bir itham altında tuttuklarını bildirdi. Bunun üzerine yüce Allah:

"Yoksa onlar: Allah'a yalan iftira etti mi diyorlar?" (Şura, 42/24) âyetini indirdi. Bazıları: Ey Allah'ın Rasûlü! Bizler senin doğru sözlü olduğuna şahitlik ediyoruz ve tevbe ediyoruz, dediler. Bu sefer de:

"O kullarından tevbeyi kabul eden...dir." âyeti nazil oldu.

İbn Abbâs dedi ki: Gerçek dostlarından ve kendisine itaat eden kimselerden (tevbeyi kabul eder) demektir. Bununla birlikte âyet-i kerîme umumidir. Tevbenin anlamı ve hükümleri ile ilgili açıklamalar daha önceden (en-Nisa, 4/17-18. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bu lâfız da bundan önce et-Tevbe Sûresi'nde (9/104. âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır.

"Kötülükleri" İslâm'dan önceki şirki

"affeden ve" hayır ve şer türünden

"ne işlemekte olduğunuzu bilendir."

"Ne işlemekte olduğunuzu" âyetini Hamza, el-Kisaî, Hafs ve Halef muhatab kipi olarak "te" ile okumuşlardır. İbn Mes’ûd ve arkadaşlarının kıraati de budur. Diğerleri ise "ye" ile haber kipi şeklinde ("ne yaptıklarını" anlamında) okumuşlardır. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim de bu okuyuşu tercih etmişlerdir. Çünkü bu âyet birincisi:

"O kullarından tevbeyi kabul eden...dir" âyeti, diğeri ise

"îman edip salih amel işleyenlere icabet eder." (eş-Şura, 42/26) âyeti olan iki ayrı haber arasında yer almaktadır.

26

Îman edip salih amel işleyenlere icabet eder ve onlara lütfundan daha fazlasını da verir. Kâfirlere gelince, onlar için çok çetin bir azâb vardır.

 " lere" nasb konumundadır. Yani Allah, îman eden kimselere icabet eder. Bu da Allah kalbinden ihlâs ile ibadet edip bedeni ile itaat eden kullarının ibadetini kabul eder, demektir.

Kendisine dua ettikleri vakit dualarında dileklerini verir, diye de açıklandığı gibi, O, mü’minlerin birbirlerine yaptıkları duayı kabul eder, diye de açıklamıştır.

(........) aynı anlamda olup

"icabet etti, kabul etti" demektir. Daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/186. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

İbn Abbâs dedi ki:

"Îman edip, salih amel işleyenlere icabet eder" onları kardeşleri hakkında şefaatçi kılar.

"Ve onlara lütfundan daha fazlasını da verir." Kardeşlerinin kardeşleri (kardeş gibi belledikleri dostları, din kardeşleri) hakkında onları şefaatçi kılar, demektir.

el-Müberred dedi ki:

"Îman edip salih amel işleyenlere icabet eder" âyeti îman eden kimseler icabetin gereğini yerine getirsinler, demektir. İşte (bu fiilin kipini teşkil eden):kipinin anlamı budur. Bu durumda: "...enler" ref' mahallindedir.

"Kâfirlere gelince, onlar için çok çetin bir azâb vardır."

27

Eğer Allah kullarına rızkı yaysaydı, yeryüzünde elbette azgınlık ederlerdi. Fakat O, dilediğini bir ölçü ile indirir. Muhakkak O, kullarından haberdardır, çok iyi görendir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Ayet-i Kerîme'nin Nüzul Sebebi:

Bu âyetin nüzulü ile ilgili olarak şöyle denilmiştir: Ayet, Suffe ehlinden birtakım kimselerin geniş rızık sahibi olmayı temenni etmeleri üzerine inmiştir. Habbab b. el-Eret dedi ki: Ayet bizim hakkımızda indi. Biz Nadiroğulları, Kureyza ve Kaynuka oğullarının mallarına baktık, o mallara sahib olmayı temenni ettik. Bunun üzerine bu âyet indi.

"Eğer Allah kullarına rızkı yaysaydı" genişletseydi. Çünkü:

"O şeyi yaydı" anlamındadır. ("Sin1" yerine) "sad" ile de aynı anlamdadır.

"Yeryüzünde elbette azgınlık ederlerdi." Haddi aşarlar ve isyan ederlerdi. İbn Abbâs dedi ki: Onların azgınlık etmeleri bir mevkiden sonra bir diğerini istemeleri, bir binekten sonra ötekini, bir vasıtadan sonra diğerini, bir elbiseden sonra bir başkasını temenni etmeleri demektir.

Bir başka açıklamaya göre yüce Allah şunu anlatmak istemektedir: Şayet onlara çok şeyler vermiş olsaydı, onlar yine ondan daha fazlasını isteyeceklerdi. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Eğer Âdemoğlunun iki vadi dolusu altını olsaydı, onların yanına bir üçüncüsünü isteyecekti." bu lafızla: İbn Hibban, Sahih, VIII, 30; Tirmizi, IV. 569; Müsned, IV, 368, V, 117; "altın" yerine "malı" «şeklinde: Müslim, II, 725, 726: Buhârî, V, 236-t, 2365; Müsned, III, 122. 243, 272, VI, 55. İşte burada sözü geçen "bağy; istemek, haddi aşmak" bu demektir. İbn Abbâs'ın açıklamasının anlamı da budur.

Bir başka açıklama da şöyledir: Eğer Biz onları mal konusunda birbirine eşit kılmış olsaydık, biri diğerine boyun eğmez ve böylelikle sanatlar, meslekler işlemez olurdu.

Bir diğer açıklama: Yüce Allah rızık ile rızkın sebebi olan yağmuru kastetmiştir. Yani eğer O sürekli yağmur yağdırsaydı, onunla uğraşırlar ve dua etmezlerdi. Bundan dolayı kendisine yalvarıp yakarsınlar diye kimi zaman yağmur yağdırmaz, kendisine şükretsinler diye de kimi zaman bol bol rızık verir.

Şöyle de açıklanmıştır: Onlar bol mahsûl elde ettiklerinde birbirlerine baskın düzenlerlerdi. Bundan dolayı buradaki

"azgınlık"ın bu anlamda yorumlanması uzak bir ihtimal değildir.

ez-Zemahşerî dedi ki: " Elbette azgınlık ederlerdi" âyeti zülüm demek olan 'den gelmektedir. Yani bu ölekine, o da diğerine haksızlık eder, zulmederdi, demektir. Çünkü zenginlik azgınlaşmanın ve başkalarina karşı haksızlığa yönelmenin bir sebebidir. İbret olarak Karun yeter. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyeti da bu anlamı dile getirmektedir: "Ümmetim için en çok korktuğum şey, dünya hayatının süsü ve bolluğudur." Az farkla: Müslim, II, 728; Müsned, III, 7; Humeydi, Müsned, II, 325. Araplardan birisi de şöyle demiştir:

"Baharın ilk yağmurları bizimle, Dûdânoğulları arasında

(ok ve yay yapımında kullanılan) Neb' ve şevhat (kayın ağacı) ağaçlarını bitirir."

Âyet şu demektir: Onlar o vakit canlanırlar ve kendi kendilerine azgınlık etmeyi ve birbirlerini aldatmayı telkin ederler. Üstünlük ve büyüklük, kibirlilik demek olan bağyden geliyor olabilir. Yani o vakit onlar yeryüzünde büyüklük taslarlar ve büyüklüğe tabi olarak orada üstünlük sağlamaya çalışır, bozgunculuk çıkartırlar.

"Fakat o dilediğini bir ölçü ile indirir." Yani o azıklarını onlara yetsin diye dilediği kadarıyla indirir. Mukâtil dedi ki:

"Dilediğini bir ölçü ile indirir" dilediği kimseyi zengin, dilediğini de fakir kılar, demektir.

2- Cenab-ı Allah'ın Fiillerindeki Maslahatlar:

İlim adamlarımız der ki: Şanı yüce Rabbin maslahat olanı yapması vacib olmamakla birlikte, O'nun fiilleri maslahatlardan uzak değildir. O herhangi bir kuluna eğer genişçe bir rızık verecek olursa, bunun o kimseyi fesada götüreceğini bilir. Bundan dolayı bu kimsenin maslahatına olmak üzere ona dünyalığı az verir. O halde rızkın darlığı bir küçüklük olmadığı gibi, rızkın genişliği de bir fazilet değildir. O rızıklarını fesad yollarında kullanacaklarını bilmekle birlikte, birtakım kimselere zenginlik verir, eğer bunlara yaptığından farklı bir muamelede bulunmuş olsaydı, belki kendileri salaha daha yakın olurlardı. Genel olarak bu konuda iş Allah'ın meşietine havale edilmiştir. Yüce Allah'ın yaptığı bütün fiillerinde maslahatı öngören yaklaşımı esas alarak açıklamaya (bizim için) imkan yoktur.

Enes, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, Peygamber de şanı yüce Rabbinden şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Benim herhangi bir dostumu hakir düşüren bir kimse bana karşı savaş ilan etmiş olur ve Ben kendi dostlarımın yardımına herşeyden çabuk koşarım ve şüphesiz Ben kızgın arslanın kızdığı gibi onlar için gazaplanırım. Ölümden hoşlanmayan, bununla birlikte Benim de kendisine kötülük yapmak istemediğim fakat kendisi için de ölümün kaçınılmaz olduğu mü’min kulumun ruhunu kabzetmekte tereddüt ettiğim kadar yaptığım hiçbir işte tereddüt etmem. Mü’min kulum Bana kendisine farz kıldığım şeyleri eda etmekle yaklaştığı gibi hiçbir şeyle yaklaşmaz. Mü’min kulum nafilelerle Bana yakınlaşmaya devam eder durur. Nihayet Ben onu severim, onu sevdim mi onun işitmesi, görmesi, dili, eli olurum. Onun destekçisi olurum. Benden bir şey isterse veririm, Bana dua ederse duasını kabul ederim. Mü’min kullarım arasından Benden bir tür ibadette bulunmayı ister ve Ben çok iyi biliyorum ki eğer o ibadet türünü ona verecek olursam, bu sefer ucb (kendini beğenmek) ona gelir ve onun o amelini ifsad eder. Yine mü’min kullarım arasından ancak zenginliğin kendisini düzelttiği kimseler vardır ve eğer Ben onu fakir kılacak olursam, fakirlik onu ifsad eder. Aynı şekilde mü’min kullarım arasından ancak fakirliğin ıslah ettiği kimseler de vardır. Onları zengin edecek olursam, zenginlik onu ifsad eder. Ben kullarımı, onların kalplerini bildiğime göre tedbir ederim. Şüphesiz ki Ben herşeyi çok iyi bilenim, herşeyden haberdar olanım.'" Daha sonra Enes şöyle dedi: "Allah'ım, ben ancak zenginliğin kendilerini ıslah ettiği mü’min kullarındanım. Rahmetin ile Sen beni fakir kılma." Muhtevası itibariyle buradakine yakın rivâyet: Abdullah b. Ebid-Dünya. el-Evliya, 1. 9; Hakim et-Tirmizî, Nevâdiru'l-Usûl, 11, 232. Çeşitli bölümleriyle rivâyeti için bk.: Heysemi, Mecmeu'z-Zevâid, II, 248, X, 270; Beyhâki, es-Sünen, 111, 346. X. 219; Taberâni, Evsat, I, 192; Kebir, VIII, 221; Beyhâki, Kitab-üz-Zühd-il-Kebir; II. 269. (Kimi rivâyetler Ebû Hüreyre'den).

28

O ümitsizliğe düşmelerinden sonra yağmuru indiren ve rahmetini yayandır. O, gerçek dost ve yardımcıdır. Hamde layık olandır.

İbn Kesîr, İbn Muhaysın, Humeyd, Mücahid, Ebû Amr, Ya'kub, İbn Vessab, el-A'meş ve başkaları ile el-Kisaî "indiren" anlamındaki âyeti; (........) şeklinde şeddesiz olarak okumuşlardır. Diğerleri ise şeddeli okumuşlardır. Yine İbn Vessab, el-A'meş ve başkaları

"ümitsizliğe düşmeleri" anlamındaki âyeti "nun" harfini esreli olarak: diye okumuşlardır.

Bütün bunlara dair açıklamalar daha önceden (el-Hicr, 15/55. âyetin; en-Nahl, 16/2. âyetin; er-Rum, 30/36. âyetin tefsirlerinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Yağmur" demektir. Ona bu ismin veriliş sebebi, insanların imdadına yetişmesinden ötürüdür, "Yağmur yere isabet etti" demektir. Allah ülkeye yağmur yağdırdı, yağdırır" denilir.

"Yere yağmur yağdırıldı, yağdırılır" demektir. Yağmur yağdırılan yere de: denilir. el-Esmaî'den şöyle dediği nakledilmektedir: Ben Arap kabilelerinden birisine uğradım. Önceden onlara yağmur yağdırılmıştı. Aralarından yaşlı birisine: Size matar (yağmur) geldi mi (yağdı mı)? diye sordum. O yaşlı kadın şöyle dedi: "Bize istediğimiz kadar yağmur yağdırıldı" dedi.

Zu'r-Rimme de şöyle demiştir: Yüce Allah filanoğullarının cariyesini kahretsin. Ne kadar da fasihtir. Ben ona sizin bulunduğunuz yerde yağmur (matar) nasıldı, diye sordum, o bana: “Bize istediğimiz kadar yağmur yağdı" dedi. Bu rivâyetlerin birincisini es-Sa'lebî, ikincisini de el-Cevherî nakletmiştir. Kimi zaman buluta ve bitkiye de ismi verildiği de olur.

"Ümit kesmek" demektir. Bu açıklamayı Katade ve başkaları yapmıştır. Katade dedi ki: Nakledildiğine göre bir adam Ömer b. el-Hattâb'a şöyle demiş: Ey mü’minlerin emiri! Yağmurun damlası yağmadı. Bulut çok az ve insanlar artık ümit kestiler. Bunun üzerine: İnşaallah size yağmur yağdırılması yakındır dedi, sonra da: "O ümitsizliğe düşmelerinden sonra yağmuru indiren...dir" âyetini okudu.

"(Ğays) Yağmur" vaktinde ve faydalı olana denir. "(Matar) yağmur" ise kimi zaman faydalı olabilir, kimi zaman da zararlı olabilir. Vaktinde de yağabilir, vakitsiz de yağabilir. Bu açıklamayı da el-Maverdî yapmıştır.

"Ve rahmetini yayandır." Bir görüşe göre bundan kasıt yağmurdur, es-Süddî'nin görüşü de budur. Yağmurdan sonra güneşin çıkmasıdır, diye de açıklanmıştır. Bunu da el-Mehdevî zikretmektedir.

Mukâtil dedi ki: Bu âyet, Mekke ehline sonunda ümit kesinceye kadar yedi yıl süre ile yağmur yağmaması, sonra da yüce Allah'ın yağmuru yağdırması üzerine inmiştir.

Bir başka görüşe göre âyet-i kerîme Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan -istiska ile ilgili rivâyette geldiği gibi- cuma gününde yağmur yağdırılması için peygamberden dua etmesini istemesi Sözkonusu İm rivâyet için bk.: Müslim, II, 614; Buhârî, I. 315. 343, 344, 346, 349, III, 1313, V, 2261, 2235; Ebû Davud, I, 304; Nesâî, III, 159, 160, 162, 165; İbn Mace, I, 404; Müsned, III, 104, 187 194, 261. 271, IV, 235. üzerine inmiştir. Bunu da el-Kuşeyrî zikretmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"O gerçek dost ve yardımcıdır" âyetindeki "el-Veli" dostlarına yardım eden demektir.

"Hamde layık olandır" anlamı verilen "el-Hamid" de her dil ile öğülen demek

29

Göklerle yerin yaratılışı ve onlarda yaydığı herbir canlı O'nun âyetlerindendir ve O dilediği zaman onları toplamaya gücü yetendir.

"Göklerle yerin yaratılışı... O'nun âyetlerindendir." Kudretine delil olan alametlerindendir, demektir.

"Ve onlarda yaydığı herbir canlı" âyeti ile ilgili olarak Mücahid şöyle demektedir: Bunun kapsamına melekler ve insanlar girmektedir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde:

"Ve bilemeyeceğiniz daha nice şeyleri de yaratır" (en-Nahl, 16/8) diye buyurmaktadır.

el-Ferrâ'' dedi ki: Yüce Allah burada sema bir tarafa sadece yeryüzünde yaydığı canlıları kastetmektedir. Yüce Allah'ın:

"O iki denizden inci ve mercan çıkar." (er-Rahmân, 55/22) âyetine benzemektedir. Halbuki bunlar tatlı sudan değil, tuzlu sudan çıkarlar. Ebû Ali de şöyle demiştir: İfade: O ikisinden birisinde yaydıklarında... takdirindedir. Burada muzaf hazfedilmiştir. Yüce Allah'ın:

"O iki denizden çıkar" âyeti da ikisinden birisinden çıkar anlamındadır.

"Ve O" kıyâmet gününde

"dilediği zaman onları toplamaya gücü yetendir."

30

Size isabet eden her musibet ellerinizle kazandıklarınız sebebi iledir. Çoğunu da affeder.

"Size isabet eden her musibet ellerinizle kazandıklarınız sebebi iledir"

âyetindeki:

"Kazandıklarınız sebebi iledir" âyetini Nafî' ve İbn Amir "fe"siz olarak; diye okumuşlardır. Diğerleri ise "fe" ile okumuşlardır. Ebû Ubeyd ile Ebû Hatim harf fazlalığı ve ecir fazlalığı dolayısıyla bunu tercih etmiştir.

el-Mehdevî dedi ki: Eğer baştaki: (........)'ın mevsule olduğu kabul edilirse, o takdirde "fe" harfinin hazfedilmedi de. kalması da caizdir. Bununla birlikte kalması daha güzeldir. Eğer şart edatı olduğu kabul edilirse, Sîbeveyh'e göre hazfedilmesi câiz olmaz. Bununla birlikte el-Ahfeş bunun câiz olacağını kabul etmiş ve delil olarak yüce Allah'ın:

"Eğer onlara itaat ederseniz, elbette siz de müşrikler olursunuz" (el-En'am, 6/121) âyetini delil göstermiştir.

Burada sözü edilen;

"musibet" el-Hasen'in açıklamasına göre masiyetlere karşılık verilen had cezalarıdır. ed-Dahhak şöyle demiştir: Kişi Kur'ân-ı Kerîmi öğrendikten sonra onu unutursa ancak işlediği bir günah sebebiyle unutur. Çünkü yüce Allah:

"Size isabet eden her musibet ellerinizle kazandıklarınız sebebi iledir" diye buyurmaktadır. Acaba Kur'ân-ı Kerîm'i unutmaktan daha büyük hangi musibet olabilir! Bunu İbnu'l-Mübarek, Abdu’l-Aziz b. Ebi Revvad'dan... yoluyla zikretmiş bulunmaktadır.

Ebû Ubeyd dedi ki: Bu açıklama ancak Kur'ân okumayı terketme halinde kabul edilebilir, yoksa Kur'ân okumaya devam edip hıfzını unutmamaya çalışan birisi olmakla birlikte, elinde olmayarak unutuyor ise, onun bu tehditle hiçbir ilgisi yoktur. Bunun doğruluğunu ortaya koyan hususlardan birisi de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Kur'ân-ı Kerîm'den bazı yerleri unutması sonra da hatırlamasıdır. Bu hususu ortaya koyan rivâyetlerden birisi de Âişe (radıyallahü anhnhâ)'nın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yaptığı şu rivâyettir: Peygamber bir seferinde bir adamın mescidde Kur'ân okuduğunu işitince şöyle buyurmuştur: "Allah'ın rahmeti bunun üzerine olsun. O bana şu şu sûreden unutmuş olduğum birtakım âyet-i kerimeleri bana hatırlattı." Buhârî, IV, 1922; Müslim, I, 543, Müsned, VI. 138.

Buradaki 'nın, anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna göre mana şöyle olur: "Geçmişte sizin başınıza gelmiş olan herbir musibet ellerinizin kazandıkları sebebi iledir."

Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme, yüce Allah'ın kitabında en çok umut veren bir âyet-i kerimedir. Çünkü eğer musibetler sebebiyle benini günahlarım bağışlanıyor ise ve pek çoğunu da Cenab-ı Allah'ın kendisi affediyor ise, artık o günahın keffareti ve yüce Allah'ın affından sonra geriye ne kalır ki!

Bu anlam yine ondan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a merfu olarak da rivâyet edilmiştir. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) dedi ki: Ben sizlere Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bize söylediği şekliyle Allah'ın kitabındaki en üstün âyeti haber vereyim mi? (O yüce Allah'ın):

"Size isabet eden her musibet ellerinizle kazandıklarınız sebebi iledir" âyetidir. (Peygamber devamla buyurdu ki): "Ey Ali! Size isabet eden hastalık yahut ceza ya da dünyadaki bir bela ellerinizin kazandıkları sebebi iledir. Yüce Allah ise âhirette sizi ikinci defa cezalandırmayacak kadar kerimdir. Dünyada affettiği bir şeyi affettikten sonra ise yüce Allah onun cezasını tekrar vermeyecek kadar da Halimdir."' Hakim, Müstedrek, IV, 429; Müsned, I, «5.

el-Hasen dedi ki: Bu âyet-i kerîme nazil olunca, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bir damarın (radıyallahü anhhatsızlıktan dolayı) seyirmesi, bir dalın çiziği, bir taşın tökezletmesi mutlaka bir günah sebebi iledir. Hiç şüphesiz Allah'ın affettikleri ise bundan da çoktur." Hennad b. es-Serri, Zühd, 1, 249; Beyhaki, Şuabu'l-îman, VII, 153, -ayetin nüzulundan söz etmeksizin- biri Ubeyy b. Kabın sözü olarak; diğeri Katade'nin Peygamber Efedimizden mürsel bir rivâyeti olarak.

el-Hasen dedi ki: İmrân b. Husayn'ın huzuruna girdik. Bir adam şöyle dedi: Sende gördüğüm bu ağrıların neden olduğunu sormak benim için kaçınılmaz bir şeydir. İmrân dedi ki: Kardeşim yapma! Allah'a yemin ederim ben ağrıları severim. Ağrıları seven de insanlar arasında Allah'ın en sevdiği bir kimse olur. Çünkü yüce Allah:

"Size isabet eden her musibet, ellerinizle kazandıklarınız sebebi iledir. Çoğunu da affeder" diye buyurmaktadır. Bu ellerimin kazandıkları sebebiyledir, geriye kalanları Rabbimin affetmesi ise daha da çoktur.

Murre el-Hemdanî dedi ki: Şureyh'in elinde bir yara gördüm. Bu ne oluyor, ey Umeyye'nin babası, diye sordum, şöyle dedi: Bu "ellerinizin kazandıkları" sebebi iledir ve O, pek çoğunu da affeder.

İbn Avn dedi ki: Muhammed b. Şîrîn çokça borca batınca, bundan ötürü kederlendi ve şöyle dedi: Şüphesiz ben bu kederi çok iyi tanıyorum. Bu kırk sene öncesinden işlediğim bir günah sebebi iledir.

Ahmed b. Ebi'l-Havarî dedi ki: Ebû Süleyman ed-Daranî'ye şöyle soruldu: Akıl sahibleri acaba neden kendilerine kötülük yapan kimseleri kınamaktan vazgeçiyorlar? Şöyle dedi: Çünkü onlar yüce Allah'ın kendi günahları sebebiyle belaya maruz bıraktığını biliyorlar. Yüce Allah:

"Size isabet eden her musibet ellerinizle kazandıklarınız sebebi iledir. Çoğunu da affeder" diye buyurmuştur.

İklime dedi ki: Herhangi bir kula isabet eden en ufak bir musibet ve daha büyüğü mutlaka o olmaksızın Allah'ın kendisini bağışlamayacağı bir günah sebebiyle yahutta o olmaksızın Allah'ın kendisini oraya ulaştırması sözkonusu olmayan bir dereceye nail olması sebebiyle isabet eder.

Rivâyete göre bir adam Mûsa (aleyhisselâm)'a şöyle demiş: Ey Mûsa! Sen benim için yüce Allah'tan, ne olduğunu kendisinin daha iyi bildiği bir ihtiyacımı görmesini dile. Mûsa bunu yaptı. Münacattan geri döndüğünde, adamın bir arslan tarafından paramparça edilip öldürülmüş olduğunu gördü. Mûsa: Bu neden böyle oldu Rabbim, diye sordu. Şanı yüce Allah ona şöyle buyurdu; Ey Mûsa! O benden öyle bir dereceye erişmeyi diledi ki, onun o dereceye ameli ile ulaşmayacağını biliyordum. Bundan dolayı o dereceye ulanmasına sebeb kılmak üzere onu gördüğün şekilde bir musibet ile karşı karşıya bıraktım.

Ebû Süleyman ed-Daranî bu hadisi zikrettiği vakit şöyle derdi: Böyle bir bela olmadan da o kulunu o dereceye ulaştırabilmeye kadir olanın şanı ne yücedir! Ama O dilediğini yapar.

Derim ki: Anlam itibariyle bu âyet-i kerimenin bir benzeri de yüce Allah'ın:

"Kim bir kötülük yaparsa, onun cezasını görür" (en-Nisa, 4/123) âyeti ile dile getirilmiştir. Buna dair açıklamalar daha önceden (belirtilen âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

İlim adamlarımız der ki: Bu mü’minler hakkında böyledir. Kâfire gelince, onun cezası âhirete ertelenmiştir. Bunun kâfirlere hitab olduğu da söylenmiştir. Çünkü kendilerine bir kötülük isabet ettiğinde, bu Muhammed'in uğursuzluğundan ötürüdür, diyorlardı. Yüce Allah böylelikle onlara cevap vermekte ve aksine bu sizin küfrünüzün uğursuzluğundan ötürüdür, demiş olmaktadır. Ancak birinci görüştü kabul edenler) daha çoktur, daha kuvvetli ve daha yaygın bir görüştür.

Sabit el-Bunanî dedi ki: Eziyet zamanları günahın işlendiği zamanları silip götürür, denirdi.

Diğer taraftan bu hususta iki görüş vardır: Birincisine göre bu âyet kendilerine ceza olmak üzere ergenlik yaşına gelmiş olanlar hakkında özeldir. Çocuklar hakkında ise. musibet onlar için bir sevab sebebidir. İkinci olarak da bu ergenlik yaşına gelmiş olanlar hakkında kendi nefislerinde, küçük çocuklar hakkında ise baba ve anne gibi onların dışındakiler hakkında olmak üzere umumidir. (Yani çocukların başına gelen musibetler, anne ve babaların günahları sebebi iledir). (Allah en iyisini bilendir).

"Çoğunu da affeder." Mahiyetlerin bir çoğunu onlar için hadleri gerektiren cezalar olmamak sureti ile de affeder. el-Hasen'in yaptığı açıklamanın gereği budur. Bir diğer açıklamaya göre O; dünyada onları cezalandırmamak sureti ile isyan edenlerin çoğunu affeder anlamındadır.

31

Siz yeryüzünde aciz bırakabilecekler değilsiniz. Sizin Allah'tan başka ne bir veliniz, ne de bir yardımcınız vardır.

"Siz yeryüzünde aciz bırakabilecekler" yani Allah'ın azabından kendinizi kurtarabilecekler

"değilsiniz." Asla O'nu aciz bırakamazsınız, O'nun (kaza ve hükmünden) kendinizi kurtaramazsınız.

"Sizin Allah'tan başka ne bir veliniz, ne de bir yardımcınız vardır" âyetine dair açıklama daha önceden başka yerde (el-Bakara, 2/107. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

32

Denizde dağlar gibi akıp giden gemiler de O'nun âyetlerindendir.

"Denizde dağlar gibi akıp giden gemiler de O'nun âyetlerindendir." Yani O'nun kudretine delalet eden alametlerinden birisi de büyüklükleri dolayısı ile denizde sanki dağlarmış gibi akıp giden gemilerdir.

Görüldüğü gibi burada:

"Dağlar" demektir. "Akıp gidenlerin tekili de 'dır. Yüce Allah:

"Şüphesiz ki (tufanda) su haddini aştığı sırada sizleri gemide Biz taşıdık" (el-Hakka, 69/11) diye buyurmaktadır. Görüldüğü gibi burada (gemiden) (lâfzı anlamıyla)

"akıp giden" diye söz etmektedir. Çünkü gemi de suda akıp gitmektedir. Bu kelime aynı zamanda "genç kadın" demektir. Ona bu adın veriliş sebebi ise "gençlik suyu'nun onda akmasından ötürüdür.

Mücahid dedi ki: (dağlar değil de) "saraylar" demektir. Bunun tekili de: 'dır. Bunu es-Sa'lebî zikretmiştir.

el-Maverdî'nin ondan naklettiğine göre ise bu, dağlar anlamındadır. el-Halil de şöyle demiştir: Araplar yüksekçe olan herbir şeye "alem" ismini verirler. el-Hansa da kardeşi Sahr'a yazdığı mersiyesinde şöyle demektedir:

"Şüphesiz Sahr yol bulanların kendisine uyduğu birisi idi,

Sanki o başında ateş bulunan bir alemdir."

33

Dilerse rüzgarı durdurur da o gemiler de üstünde akmaksızın kalırlardı. Şüphesiz ki bunlarda çok sabreden ve çok şükreden herkes için âyetler vardır.

"Dilerse rüzgarı durdurur" âyetindeki

"rüzgar" anlamındaki lâfzı Medineliler çoğul olarak " Rüzgarlar" diye okumuşlardır.

"O gemiler de üstünde akmaksızın kalırlardı." Gemiler denizin üstünde akmadan hareketsiz dururlardı.

"Su durgunlaştı. hareketsizleşti" demektir. Rüzgar ve gemi hakkında da (durduklarını anlatmak üzere) bu fiil kullanılır. Tam öğle vaktindeki güneşin hali de böyle anlatılır. Kısacası belli bir yerde sabit olan herşey'dir. "Terazi dengede durdu" demektir, " İnsanlar sakinleşti" anlamındadır. "İnsan ve başka varlıkların durduğu yerler" demektir.

Katade

"kalırlardı" anlamındaki âyeti: şeklinde birinci "lam" harfini esreli olarak okumuştur ki, bu da bir söyleyiştir. Tıpkı: "Şaşırdım, şaşırıyorum" fiili gibidir. Ancak meşhur olan söyleyiş "lam" harfinin üstün telaffuz edilmesidir.

"Şüphesiz ki bunlarda" belalara karşı

"çok sabreden ve" nimetlere de

"çok şükreden herkes için âyetler" delaletler ve alametler

"vardır."

Kutrub dedi ki: Kendisine verildiği vakit şükreden, belalara maruz kaldığı vakit sabreden, o çok sabreden ve çok şükreden kul ne güzel bir kuldur!

Avn b. Abdullah da şöyle demiştir: Kendisine nimet verilmiş nice kişi vardır ki, şükredici değildir, kendisine bela verilmiş nice kişi vardır ki, o da sabredici değildir.

34

Yahut kazandıkları sebebi ile o gemileri helâk eder. Bir çoğunu da affeder.

"Yahut kazandıkları sebebi ile o gemileri helâk eder." Yani eğer dilerse, o rüzgarları fırtına halinde estirir ve oradakilerin günahları sebebi ile o gemileri de batırır. Gemide bulunanları batırır, diye de açıklanmıştır.

"Bir çoğunu da affeder." Gemidekilerin bir çoğunu bağışlar, onları gemilerle birlikte batırmaz. Bu açıklamayı el-Maverdî nakletmiştir. Bir başka açıklamaya göre;

"bir çoğunu da affeder" günahların bir çoğunu bağışlar ve böylece Allah onları helâk olmaktan kurtarır, demektir.

el-Kuşeyrî dedi ki:

"Affeder" âyetinin yaygın okunuş şekli cezm iledir. Ancak bunun açıklanması biraz zordur. Çünkü âyet: Dilerse rüzgarı durdurur, o gemiler hareketsiz kalıverir ve o gemilerde bulunanların günahı sebebiyle gemileri yok eder, demektir. Bu durumda

"affeder" âyetinin buradaki "dilerse" anlamındaki cezm edilmiş fiile) atfedilmesi güzel olmaz. Çünkü o takdirde anlam: Dilerse affeder demek olur. Halbuki kastedilen bu değildir. Aksine anlam meşiet (Allah'ın dilemesi) şartı bulunmaksızın affettiğini haber vermektedir. O halde bu mana bakımından değil de lâfız bakımından cezmedilmiş bir fiile atfedilmiştir. Bazıları da

"Affeder" diye ref ile okumuşlardır ki, bu okuyuş anlamı itibariyle güzeldir.

35

Ta ki âyetlerimiz hakkında tartışanlar, kendileri için kaçacakları bir yer olmadığını bileler.

"Ta ki âyetlerimiz hakkında tartışanlar kendileri için kaçacakları bir yer olmadığını bileler." Kasıt kâfirlerdir yani onlar denizin ortasında bulunup da herbir yandan dalgalar kendilerini bürüyünce yahutta gemiler hareketsiz olarak denizin üzerinde kaldıkları vakit, artık kendileri için Allah'tan başka bir sığınak olmadığını ve Allah kendilerini helâk etmeyi dileyecek olursa, hiçbir kurtarıcı bulunmadığını anlarlar ve bunun üzerine O'na ihlasla ibadete koyulurlar.

Bu anlamdaki açıklamalar daha önce birkaç yerde (Yûnus, 10/22-23; en-Neml, 27/62-64. âyetlerin tefsirinde) geçtiği gibi: denizde yolculuk yapmaya dair açıklamalar da daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/164. âyet, 4. başlıkta) ve başka yerlerde -burada tekrara gerek bırakmayacak şekilde-geçmiş bulunmaktadır.

Nafî' ve İbn Amir

"bileler" anlamındaki âyeti:şeklinde ref ile diğerleri ise nasb ile okumuşlardır. Ref ile okuyuş şart ve cevabdan sonra yeni bir cümle başlangıcı diye okunur. et-Tevbe Sûresi'nde yer alan:

"Onları rezil etsin, size onlara karşı zafer versin" (et-Tevbe, 9/14) diye buyurduktan sonra;

"Allah dilediğine tevbe nasib eder" (et-Tevbe, 9/15) diye fiilin merfu okunmasına benzer. Buna göre konumuz olan âyet-i kerimenin meali şöyle olur: "Ayetlerimiz hakkında tartışanlar kendileri için kaçacakları bir yer olmadığını bilecekler."

Günlük konuşmada bunun benzeri: " Sen bana gelirsen ben de sana gelirim, Abdullah da gider" ifadesidir. Yahutta bu âyet (ref ile okunduğu takdirde) hazfedilmiş bir mübtedanın haberi olabilir. (Onlar... bilecekler, demek olur). Nasb ile okunması ise sarf üzere (yani meczum olması gereken harekenin nasba nakledilmesi suretiyle)dir. Yüce Allah'ın:

"Allah içinizden cihad edenlerle sabredenleri belli etmeden" (Al-i İmrân, 3/142) âyetinde olduğu gibi; meczum fiillerin arka arkaya gelmesi hoş görünmediğinden hareke hafifliği olsun diye cezm halinden, nasb haline dönüştürülmüştür Bununla "belli etsin" anlamı verilen ikinci "ya'lem" fiilinin meczum gelmesi gerekmekle birlikte, harekesinin nash ile okunmasına işaret etmektedir.

en-Nabiğa'nın şu sözlerinde de böyledir:

"Eğer Ebû Kabus (unvanlı en-Numan İbnu'l-Münzir) ölürse

ölür onunla birlikte, İnsanların baharı ve haram ay.

Ondan sonra ise bizler hörgücü bulunmayan, hörgücü kesilmiş bir hayatın,

Arkasından yakalarız."

Tercemeye esas aldığımız baskıda "yakalarız" diye karşıladığımız, ikinci beyitin ilk kelimesi "yakalar" anlamında "nun" harfi yerine "ye" ile kaydedilmiştir. Ancak aynı beyitin şahid olarak gösterildiği diğer kaynaklarda (Fena. Meanil'l-Kur'ân, 111. 23; Nehhas, Î'rabu'l-Kur'ân, III, 63...) "yakalarız" anlamını verecek şekilde "nun" iledir. Bu haliyle şahit gösterilmesi uygun düşer. Tercümemizi de ona göre yaptık.

el-Ferrâ'nın açıklamaları bu anlamdadır. O: Bununla birlikte: "Bi-refer” âyeti meczum olsa da caizdir,demiştir.

ez-Zeccâc der ki: Âyetin nasbedilmesi: nasb edatının takdirine binaendir. Çünkü ondan önce (gelen fiil) meczumdur.

Mesela: "Sen ne yaparsan, ben de onun benzerini yaparım ve sana ikram ederim" denilir. Bununla birlikte cezm ile: "Sana ikram ederim" de denilebilir. Bazı mushaflarda bu âyet: " Bilsinler'" diye şeklindedir. Bu ise nasb ile okuyuşun: " Bilsinler" diye veya " Bilmeleri için" anlamında olduğunu göstermektedir.

Ebû Ali ve el-Müberred de şöyle demişlerdir: Bu âyetin: takdiri ile nasb ile okunması, birinci fiilin de mastar takdirinde kabul edilmesine binaendir. Yani: “Ve ondan bir bağışlama olur (ve onların da) bilmesi..." takdirindedir. Fiil bu şekilde isme atfedilince, takdir etmiş oluyoruz. Nitekim: "Sen bana gelir ve bana (bir şeyler) verirsen, ben de sana ikramda bulunurum" derken " Bana (bir şeyler) verirsen" fiilinin nasb ile söylenmesi buna benzer.

Bu da "Eğer senden bir geliş olur ve sen bana vermek durumunda olursan..." demektir.

"Kaçacak bir yer" âyeti onların kaçış ve kendilerini kurtarmaları anlamındadır. Bu açıklamayı Kutrub yapmıştır. es-Süddî ise; sığınak diye açıklamıştır. Bu da Arapların: "Deve onu attı, fırlattı" tabirlerinden alınmıştır. Yine Arapların "Filan kişi haktan sapar" tabirleri de buradan gelmektedir.

36

Size yerilmiş herhangi bir şey, dünya hayatının geçimliğidir. Allah'ın nezdindekiler ise îman edip Rabblerine tevekkül edenler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır.

"Size verilmiş herhangi bir şey" dünyada zenginlik ve bolluk

"dünya hayatının geçimliğidir." O ancak geçip giden az sayıdaki günlerde bir geçimliktir. Dolayısıyla onunla övünmemek gerekir. Hitab müşrikleredir.

"Allah'ın nezdindekiler" itaate verilecek mükâfat kastedilmektedir,

"ise îman edip" tasdik eden ve tevhid eden

"Rabblerine tevekkül edenler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır." Bu âyet da yüce Allah'a itaat uğrunda malının tamamını infak edince, insanların kendisini kınadığı Ebû Bekr es-Sıddîk hakkında inmiştir. Hadîs-i şerîfte belirtildiğine göre o, seksenbin (dirhem) infak etmiştir.

37

Onlar ki büyük günahlardan, hayasızca davranışlardan uzak dururlar. Öfkelendiklerinde de onlar bağışlarlar.

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Büyük Günahlar ve Hayasızlıklar:

"Onlar ki... uzak dururlar" âyetinde yer alan:

"Onlar ki" lâfzı, daha önce geçen:

"îman edip... edenler için" âyetine atfedilmiştir. Yani ve: O

"büyük günahlardan... uzak duranlar içindir" demektir. Büyük günahlara dair açıklamalar daha önceden en-Nisa Sûresi'nde (4/31. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Hamza ve el-Kisaî

"büyük günahlardan" âyetini Günahın büyüğü'" diye okumuşlardır. Bununla birlikte izafet yapıldığı takdirde, hazan tekil ile çoğul kastedilebilir. Yüce Allah'ın:

"Allah'ın nimet(ler)ini saymaya kalkışırsanız, onları sayamazsınız" (en-Nahl, 16/18) âyetinde ve Hadîs-i şerîfte: "Irak dirhemini ve kafizini alıkoydu." Ebû Davud,166; Müsned,262; Tahavi, Şerhu Meani’l-Asar,120 geçtiği gibi. Diğerleri ise gerek burada, gerekse en-Necm Sûresi'nde (53/32. âyet-i kerimede) çoğul olarak okumuşlardır.

"Hayasızca davranışlardan" âyeti ile ilgili olarak es-Süddî, zinayı kastetmektedir, demiştir. İbn Abbâs da böyle açıklamıştır. Yine İbn Abbâs: Büyük günah şirktir demiştir. Bazıları da günahların büyükleri kendilerinden uzak kalınması halinde küçüklerin bağışlandığı günahlardır. Hayasızlıklar (el-fevahiş) da büyük günahların kapsamı içerisindedir. Bununla birlikte yaralamaya kıyasla öldürmek, zina etmek isteğine nisbetle zina etmek gibi, bazan daha hayasızca ve çirkin olabilir.

Bir diğer görüşe göre

"hayasızlıklar" ile

"büyük günahlar" aynı anlamdadır. Lâfzın farklılığı dolayısıyla tekrarlanmıştır. Yani onlar büyük günah ve hayasızlık olduğu için masiyetlerden uzak dururlar, demektir.

Mukâtil ; fevahiş (hayasızlıklar) hadleri gerektiren günahlardır, demiştir.

2- Kızgınlık Halinde Bağışlamak:

"Öfkelendiklerinde de onlar bağışlarlar." Yani kendilerine zulmedenlere karşılık vermez, affederler.

Denildiğine göre bu âyet Mekke'de iken Ömer (radıyallahü anh)'a hakaret edilip sövülüp sayıldığı vakit inmiştir. Bir başka görüşe göre malının tamamını infak etmesi üzerine insanlar onu kınayınca ve kendisine hakaret edildiği halde kendisi affedip bağışlayınca inmiştir.

Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bir seferinde Ebû Bekir'in elinde toplu bir mal bulundu. O bunun tamamını hayır yolunda sadaka olarak verdi. Müslümanlar bundan dolayı onu kınadı, kâfirler de yanlış yaptığını söyledi. Bunun üzerine:

"Size verilmiş herhangi bir şey, dünya hayatının geçimligidir. Allah'ın nezdindekiler ise îman edip Rabblerine tevekkül edenler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır... Öfkelendiklerinde de onlar bağışlarlar" (eş-Şura, 42/36-37) buyrukları nazil oldu.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Müşriklerden birisi Ebû Bekr'e hakaret etti, ona hiçbir karşılık vermedi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi.

Bu, ahlakın güzel yönlerindendir. Onlar kendilerine zulmedenlere karşı şefkatli davranır, kendilerine cahillik edenleri bağışlarlar. Bu yolla da yüce Allah'ın sevabını ve affını isterler. Çünkü yüce Allah Al-i İmrân Sûresi'nde:

"...Öfkelerini yutanlar ve insanları affedenlerdir" (Al-i İmrân, 3/134) diye buyurmaktadır. Bu ise bir adamın sana dil uzatırken senin ona karşı duyduğun öfkeni bastırmandır. Şairlerden birisi de şöyle demiştir:

"Bana zulmedene yaptığı zulmü affettim ben,

Onun bu davranışını bile bile bağışladım ben.

Ona acıyıp durdum, o bana zulmederken,

Nihayet aşırı zulmünden onun için ağladım ben."

38

Onlar ki, Rabblerinin çağrısını kabul ederler. Namazı dosdoğru kılarlar, işleri de aralarında meşveret iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da infak ederler.

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1- Rabblerinin Çağrısını Kabul Edip Dosdoğru Namaz Kılanlar:

"Onlar ki, Rablerinin çağrısını kabul ederler. Namazı dosdoğru kılarlar" âyeti ile ilgili olarak Abdurrahman b. Zeyd dedi ki: Bunlar Medine'deki ensardır. Bunlar kendilerine hicretten önce, kendilerinden olan oniki nakib geldiğinde, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman etme çağrısını kabul ettiler.

"Namazı dosdoğru kılarlar" yani onu vaktinde şartlarına ve rükünlerine uygun olarak eda ederler.

2- Mü’minler ve İstişare:

"İşleri de aralarında meşveret iledir." Yani işlerde kendi aralarında birbirleriyle istişare ederler, danışırlar.

"Şura"; " Onunla müşavere ettim" fiilinin mastarıdır. Tıpkı "büşra (müjde)" ve "zikra (öğüt)" vb. kelimeler gibi.

Ensar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendilerine hicret etmeden önce bir iş yapmak istediklerinde, hakkında istişare eder, sonra da ona göre hareket ederlerdi. Yüce Allah bu tutumlarıyla onları övmektedir. Bu açıklamayı en-Nekkaş yapmıştır.

el-Hasen der ki: Yani onlar kendi aralarındaki işlerde ortaya çıkan görüşlere bağlılıklarından ötürü ittifak halindedirler, ihtilaf etmezler. Böylelikle onlar sözbirliği etmelerinden ötürü öğülmüş olmaktadırlar.

el-Hasen dedi ki: Bir kavim istişare edecek olursa, mutlaka işlerinde en doğru olana iletilirler.

ed-Dahhak dedi ki: Bu Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamber olarak ortaya çıktığını işitip, nakibler kendilerine geri döndüğü sıradaki istişarelerine işaret etmektedir. Sonunda Ebû Eyyub'un evinde ona îman etmek ve ona yardım etmek noktasında görüş birliğine vardılar.

Karşı karşıya kaldıkları durumlarda birbirleriyle istişare edip aralarından kimilerinin birtakım haberleri kendilerine saklamak ve başkalarına duyurmamak cihetine gitmemeleri hakkında olduğu da söylenmiştir.

İbnu'l-Arabî dedi ki: İstişare cemaat için bir ülfet, akılların derinliklerini ölçmek için bir alet, doğruya ulaşmaya sebebtir. Bir toplum istişare edecek olursa, mutlaka doğruya iletilirler. Hakimlerden birisi şöyle demiştir:

"Görüş, meşveret noktasına geldi mi yardımını al,

Zeki kimselerin görüşünün yahutta kararlı kimselerin istişaresinin.

Kendin için bir düşüklük kabul etme istişarede bulunmayı,

Çünkü güç kaynağıdır, kuşun görünmeyen tüyleri, kanadının öndeki tereklerine."

Şanı yüce Allah istişareye riayet eden topluluğu övmek suretiyle karşılaşılan işlerde istişarede bulunmayı övmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) savaşın maslahatları ile ilgili görüşler hususunda ashabı ile istişarede bulunurdu. Bu husustaki görüşler ise pek çoktur. Bununla birlikte ahkam ile ilgili onlarla istişarede bulunmazdı. Çünkü ahkam farz, mendub. mekruh, mubah ve haram gibi bütün kısımları ile Allah tarafından indirilmiştir.

Yüce Allah, peygamberini kendi yanındaki nimetlere aldıktan sonra ashab da hükümler ile ilgili hususlarda istişare ediyor ve bunları Kitab ve sünnetten çıkartıyorlardı. Ashab-ı kiramın hakkında istişare ettikleri ilk husus halifeliktir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) halifenin kim olacağı ile ilgili açık bir ifade kullanmamıştır. Öyle ki daha önce açıkladığımız şekilde (Al-i İmrân, 3/144. âyet, 2. başlık ve devamında) Ebû Bekr ile ensar arasındaki o olaylar cereyan etmiş, Ömer (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: Bizler Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dinimiz için beğenip seçtiğini dünyamız için de beğenip seçeriz.

Peygamber efendimizin vefatından sonra irtidad eden kimseler hakkında da istişare ettiler ve sonunda Ebû Bekir (radıyallahü anh) onlarla savaşmak görüşünde karar kıldı. Dede ve dedenin mirası hususunda, içki dolayısıyla vurulacak haddin mahiyeti ve sayısı hususunda istişare ettikleri gibi Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sonra savaşlar hakkında da istişare etmişlerdi. Halta Ömer (radıyallahü anh) yanına müslüman olup gelen Hürmüzan ile yapılacak gazalar hususunda istişare etmiş, Hürmüzan ona şöyle demişti: Bunun örneği ile orada bulunan müslümanlara düşman olan insanların örneği şuna benzer: Tüyleri, iki kanadı ve iki ayağı bulunan bir kuşun iki kanadından birisi kırılacak olursa, iki ayak, bir kanat ve baş kalkar. Eğer diğer kanat kırılırsa, iki ayak ve baş dikilir. Şayet baş yarılacak olursa, iki ayak ve kanatlar da gider. Baş Kisradır, tek kanat Kayserdir, diğeri ise perslerdir. Sen müslümanlara Kisranın üzerine gazada bulunmalarını söyle... diyerek, olayın geri kalan bölümlerini zikretmektedir.

Akıl sahiblerinden birisi şöyle demiştir: Ben hiçbir zaman hata yapmadım, çünkü bir iş ile karşı karşıya kaldım mı yanımdakilerle istişare eder, onların öngördüğünü yapardım. Bunun sonucunda eğer doğru yaparsam, doğruyu onlar yapmış olurlar. Hata işlersem, hatayı da onlar yapmış olurlardı.

3- Şuranın Önemi:

Al-i imran Sûresi'nde yüce Allah'ın:

"Ve iş hususunda onlarla müşavere et" (Al-i İmrân, 3/159) âyeti açıklanırken, şuraya dair ihtiva etmiş olduğu hükümler de geçmiş bulunmaktadır. Meşveret berekettir, meşveret şura ile aynı anlamdadır. "Meşuref de bu şekildedir. Bu kökten olmak üzere; "İş hususunda onunla istişare ettim" denilir, şekli de 'onunla istişare ettim" anlamındadır.

Tirmizî'nin rivâyetine göre, Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizin emirleriniz, hayırlılarınız, zenginleriniz, cömertleriniz olursa, işlerinizi istişare ile yürütürseniz, yerin üstü sizin için içinden hayırlıdır. Eğer emirleriniz, kötüleriniz, zenginleriniz cimrileriniz olur, işlerinizi kadınların eline verecek olursanız, yerin içi sizin için üstünden hayırlıdır." (Tirmizî) dedi ki: Garib bir hadistir Tirmizi, IX. S29

"Kendilerine yerdiğimiz rızıktan da infak ederler." Yani onlara verdiklerimizden tasadduk ederler. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/3. âyet, 23- başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

39

Ve onlar ki, kendilerine zulüm isabet ettiğinde yardımlaşarak zulme karşılık verirler.

Bu âyetlere dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:

1- Haksızlıklara Karşılık Vermek:

"Ve onlar ki kendilerine zulüm isabet ettiğinde" müşriklerin zulmü onları gelip bulduğunda... demektir.

İbn Abbâs dedi ki: Müşrikler Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, onun ashabına zulmetmiş, onlara eziyet etmiş, onları Mekke'den çıkarmışlardı. Yüce Allah da Mekke'nin dışına çıkmalarına izin verdi, yeryüzünde onlara imkan ve iktidar verdi. Kendilerine haksızlık edenlere karşı onlara yardım etti. İşte bu el-Hac Sûresi'nde:

"Kendileri ile savaşılanlara zulme uğradıkları için (cihada) izin verildi. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir. Onlar ki yurtlarından haksızyere... çıkarıldılar" (el-Hac, 22/39-40) buyrukları ile dile getirilmektedir.

Bunun, kâfir olsun olmasın haksızlık eden herkesin haksızlığı ile ilgili olarak umumi olduğu da söylenmiştir. Yani bir zalimin zulmü onlara isabet edecek olursa, onun zulmüne teslim olmazlar. İşte bu. iyiliği emredip kötülükten alıkoymaya ve hadleri uygulamaya bir işarettir.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Yüce Allah yapılan haksızlıklara karşılık vermeyi övgü sadedinde sözkonusu etmiştir. Buna karşılık bir başka yerde yapılan kötülüğü affetmeyi yine övgü sadedinde sözkonusu etmiştir. Bundan dolayı birinin diğerinin hükmünü kaldırma ihtimali olduğu gibi, onun iki farklı durum hakkında olma ihtimali de vardır. Birincisine göre haksızlık yapan ve haddi aşan günahı açıktan açığa işleyen birisi olup ve herkes arasında yüzsüzce bunu işlerken küçüğe de, büyüğe de eziyet eden birisidir. Böyle birisinden intikam almak daha faziletlidir. İbrahim en-Nehaî böyle birisi hakkında şöyle demiştir: Onlar, kendilerini zelil kılarak fasıkların kendilerine karşı cesaret kazanmalarından hoşlanmazlardı. İkinci durum ise istemeyerek yahutta hata işlediğini kabul edip bağışlanmayı dileyen bir kimse hakkında söz konusu olabilir. İşte bu durumda af daha faziletlidir.

"Sizin bağışlamanız ise takvaya daha yakındır." (el-Bakara, 2/237);

"Fakat kim onu sadaka olarak bağışlarsa, bu ona keffaret olur." (el-Mâide, 5/45) ile;

"Affetsinler ve görmezlikten gelsinler. Allah'ın size mağfiret etmesini sevmez misiniz?" (en-Nûr, 24/22) buyrukları bu gibi haller hakkında inmiştir.

Derim ki: Bu güzel bir açıklamadır. el-Kiya et-Taberî de "Ahkam(u'l-Kur'ân)" adlı eserinde böylece açıklamıştır: Yüce Allah'ın:

"Ve onlar ki kendilerine zulüm isabet ettiğinde, yardımlaşarak zulme karşılık verirler" âyetinin zahiri böyle bir durumda intikam almanın daha faziletli olduğuna delil teşkil etmektedir. Nitekim yüce Allah bu âyeti Allah'ın çağrısını kabul etmek ve namazı dosdoğru kılmak birlikte zikretmiş bulunmaktadır. Bu da İbrahim en-Nehaî'nin sözünü ettiği şekilde onların (ashabın) mü’minlerin kendi nefislerini küçük düşürerek, fasıkların kendilerine karşı cesaret kazanacak duruma gelmelerinden hoşlanmadıkları ile açıklanır. Bu hüküm haksızlık yapıp bu durumda ısrarlı olan kimseler hakkındadır. Affetmenin emrolunduğu yer ise, haksızlık yapan ve cinayet işleyen kimsenin pişman olup yaptığından vazgeçen birisi olması halindedir. Yüce Allah bu âyet-i kerimenin sonunda da:

"Kim de zulme uğradıktan sonra intikamını alırsa, işte onların aleyhine yol yoktur" diye buyurmaktadır. Bu ise zulmün intikamını almanın mubah olmasını ve bunun emredilen bir iş olmamasını gerektirmektedir. Bundan sonra ise yüce Allah;

"Bununla beraber kim de sabreder ve bağışlarsa, muhakkak bu üzerinde kararlılıkla durmaya değer işlerdendir" diye buyurmuştur. Bu da ısrar etmeyen kimsenin bağışlanması hakkında yorumlanır. Haksızlık ve zulmünde ısrar eden kimseye gelince, daha faziletli olan bundan önceki âyet-i kerimenin delaleti ile ondan intikam almaktır.

Şöyle de denilmiştir: Yani onlara haksızlık isabet ettiği vakit, o haksızlığa karşı birbirleriyle onu üzerlerinden kaldırıp uzaklaştırıncaya kadar yardımlaşırlar. Bu açıklamayı İbn Bahr yapmıştır ki, bu açıklama da daha önce sözünü ettiğimiz genel açıklamanın kapsamı içerisindedir.

40

Bir kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür. Kim affedip düzeltirse, artık onun mükâfatını vermek Allah'a aittir. Şüphe yok ki O, zâlimleri sevmez.

2- Kötülüğün Karşılığı Ona Denk Bir Kötülük Olmalıdır:

"Bir kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür" âyeti ile ilgili olarak ilim adamları şöyle demektedir: Yüce Allah mü’minleri iki sınıfa ayırmıştır. Bir sınıf zâlimleri affeder, bundan dolayı yüce Allah:

"Öfkelendiklerinde de onlar bağışlarlar" (Şura, 42/37) diye buyurarak öncelikle onları sözkonusu etmiştir. Bir diğer kesim ise kendilerine zulmedenden intikam alırlar. Bundan sonra da yüce Allah alınacak intikamın sınırını:

"Bir kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür" âyeti ile açıklamaktadır. Kendisine zulmeden kişiden haddi aşmaksızın intikamını alır.

Mukâtil ve Hişam b. Huceyr şöyle demişlerdir: Bu yaralanıp da kendisini yaralayan kimseden kısas yoluyla intikam alan ve ayrıca sövüp saymayan kimse hakkındadır. Bu açıklamayı Şâfiî, Ebû Hanife ve Süfyan yapmıştır. Süfyan dedi ki: İbn Şubrume şöyle derdi: Mekke'de Hişam gibisi yoktur. Şâfiî de bu âyet-i kerimeyi tevil ederek insanın kendisine hainlik eden kimsenin malından onun bilgisi olmaksızın hainlik ettiği kadarı ile alabileceği hükmüne varmıştır. Bu hususta da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Ebû Süfyan'ın hanımı Hind'e söylemiş olduğu: "Onun malından sana ve çocuğuna yetecek kadarını al." Müslim, III, 133«; Buhârî, II, 769, V, 2052, VI, 2626; Ebû Davud, III, 289; Nesâî, VIII, 246; İbn Mace, II, 769; Müsned, VI, 39, 50, 206. Ebû Nuaym, Hilye, III, 139-140. âyetini delil göstermiştir. Peygamber bu hadisiyle Hind'e kocasının izni olmaksızın malından belli bir miktar almayı câiz kılmıştır. Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/194. âyet, 2. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

İbn Ebi Necih dedi ki: Bu yaralamalara karşılık vermek hakkında kabul edilir. Eğer bir kimse: "Allah onu rezil etsin" yahut "Allah ona lanet etsin" diyecek olursa, onun benzerini ona söyler. Bununla birlikte zina iftirasına aynı şekilde karşılık vermez, yalana yalan ile karşılık vermez.

es-Süddî dedi ki: Yüce Allah kendisine haksızlık yapılan kimsenin Arapların yaptığı gibi yapmayıp kendisine yapılan haksızlık miktarından fazlasını işlemeyip haddi aşmaksızın intikam alan kimseleri övmektedir.

Burada kötülüğe karşılık vermeye yine "seyyie: kötülük" adının veriliş sebebi, bunun da kötülüğe karşılık olmasından dolayıdır. Birincisi diğerine mali ya da bedeni bir konuda kötülük yapmıştır. Ona uygulanan kısas ise aynı şekilde kısas uygulanan için bir kötülüktür ve onun hoşuna gitmez. Yine bütün bunlara dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (az önce gösterilen yerde) geçmiş bulunmaktadır.

3- Affedip, Düzeltmenin Mükâfatı:

"Kim affedip düzeltirse" İbn Abbâs'ın dediğine göre kısası terkedip kendisi ile kendisine zulmedenin arasını affetmek suretiyle düzeltirse,

"artık onun mükâfatını vermek Allah'a aittir." Yani şüphesiz Allah bunun ecrini o kimseye verir.

Mukâtil dedi ki: Buna göre affetmek salih amellerden olmaktadır. Daha önce bu hususta yeterli açıklamalar Al-i İmrân Sûresi'nde (3/134. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamclolsun.

Hafız Ebû Nuaym'in zikrettiğine göre Ali b. el-Huseyn (radıyallahü anhüma) şöyle demiştir: Kıyâmet gününde bir münadi: Hanginiz fazilet ehlidir? diye seslenir. İnsanlar arasından birtakım kimseler ayağa kalkar, onlara: Haydi cennete gidin denilir, melekler onları karşılarlar ve: Nereye? diye sorarlar. Onlar: Cennete diye cevab verirler. Melekler: Peki hesaptan önce mi? diye sorunca, onlar: Evet, derler. Yine melekler: Peki siz kimsiniz? diye sorarlar. Onlar: Biz fazilet ehli kimseleriz, derler. Peki sizin faziletiniz ne idi? diye sorarlar: Bizler bize karşı cahillik yapıldığında tahammül gösterirdik, zulmedildiğinde sabrederdik, bize kötülük yapıldığında da affederdik, derler. Bunun üzerine melekler: Haydi cennete giriniz, amelde bulunanların mükâfatı ne güzeldir, diyecekler... diye bu rivâyetin tamamını zikretmektedir. Ebû Nuaym, Hilye, III, 139-140.

"Şüphe yok ki O, zâlimleri" Said b. Cübeyr'in dediğine göre ilk olarak zuline başlayan kimseleri

"sevmez." Bir başka açıklamaya göre: O kısasta haddi aşan ve haksızlık yapan kimseyi sevmez, demektir. Bu açıklamayı da İbn Îsa yapmıştır.

41

Kim de zulme uğradıktan sonra intikamını alırsa, işte onların aleyhine bir yol yoktur.

4- Zulmeden Kâfir ve Müslümandan İntikam Almanın Hükmü:

"Kim de zulme uğradıktan sonra intikamını alırsa..." Yani Müslüman kâfirlerden intikam alacak olursa, onu kınamaya imkan yoktur. Aksine kâfirden intikam aldığından ötürü övülür, fakat zalim bir müslümandan intikam alırsa, bundan dolayı da kınanmaz. Buna göre kâfirden intikam almak kati bir emirdir, müslümandan intikam almak mubahtır, affedilmesi mendubtur.

5- İntikam ve Cezanın Bizzat Zulme Uğrayan Tarafından Uygulanması:

Yüce Allah'ın:

"Kim de zulme uğradıktan sonra intikamını alırsa, işte onların aleyhine bir yol yoktur" âyetinde kişinin intikamını bizzat alabileceğine delil vardır. Bu ise üç kısımdır:

1- Bir insanın bedeninde hakettiği bir kısas olması. Eğer bu hakkı da hakimler tarafından sabit görülmüşse haksızlığa sapmaksızın bizzat bu kısası kendisi uygulayabilirse, bu kimse için bunda bir vebal yoktur. Fakat bundan dolayı İmâm böyle bir kimseyi bizatihi kısası uyguladığından dolayı azarlar. Çünkü böyle bir uygulamada kanların dökülmesi konusunda cesareti arttıran bir taraf vardır. Şayet hakim tarafından böyle bir hakkı sabit görülmemiş ise (ancak kendisi bunu sabit görüyorsa) o takdirde (bizzat kısas yaparsa) kendisi ile Allah arasında onun için günah yoktur. Fakat zahiren kendisinden bu yaptığına karşılık hak taleb edilir, ettiğinden sorumlu tutulur ve ona ceza verilir.

2- Eğer kul hakkı olmayan yüce Allah'ın hadlerinden -zina ve hırsızlık haddi gibi- bir had olup bu had hakim nezdinde sabit görülmemiş ise (bizzat haddi uygulamaya kalkışan) bundan dolayı sorumlu tutulur ve cezalandırılır. Şayet hakim tarafından sabit görülmüş ise, duruma bakılır, eğer bu hırsızlık dolayısıyla el kesme cezası ise kesilmesi gereken organın ortadan kalkması dolayısıyla had ortadan kalkar. Bundan ölürü de o kimsenin üzerine herhangi bir hak (ceza) terettüb etmez. Çünkü tazir bir tedibdir. Eğer bu ceza sopa cezası ise uygulanacağı yerin mevcudiyeti ile birlikte haksızca uygulanmasından ötürü bu yolla had düşmez ve bu sebeblen ötürü de (intikam alan) uygulamasından sorumlu tutulur.

3- Hak, mali bir hak olup hak sahibi bu hakkını bilen bir kimse ise, hakkını elde edinceye kadar gücünü kullanabilir. Eğer hakkını bilmeyen birisi ise duruma bakılır. Şayet islemesi halinde bu hakka ulaşması mümkün ise,bunu gizli saklı bir şekilde almaya kalkışma hakkı yoktur. Eğer hak sahibinin lehine tanıklık edecek bir delil bulunmadığından ve üzerinde hak bulunan kimsenin inkarı dolayısıyla, istemekle hakkını elde edemiyor ise hakkını gizlice almasının câiz olup olmadığı hususunda iki görüş vardır. Bir görüşe göre bu câiz olup Malik ve Şâfiî bu görüştedir. İkincisine göre ise câiz değildir. Bu da Ebû Hanife'nin görüşüdür.

42

Ancak insanlara zulmedenler ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık gösterenler aleyhine yol vardır. İşte bunlar için çok acıklı bir azâb vardır.

6- İnsanlara Zulüm ve Haksızlık Yapanlar:

"Ancak insanlara" ilim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre haksızlık yapmak suretiyle; İbn Cureyc'e göre ise dinlerine aykırı olan şirk ile zulmetmekle

"insanlara zulmedenler ve yeryüzünde" çoğunluğun görüşüne göre can ve mallar hususunda

"haksız yere taşkınlık gösterenler aleyhine yol vardır." Mukâtil şöyle demiştir: Onların taşkınlık göstermeleri, masiyetler işlemeleridir. Ebû Malik de şöyle demiştir: Bu, Kureyş kâfirlerinin Mekke'de İslâm'dan başka bir dinin olması şeklindeki ümitleridir. İbn Zeyd de buna binaen şöyle demiştir: Bütün bunlar cihad ile neshedilmiştir ve bunlar sadece müşrikler hakkındadır. Katade'nin görüşüne göre ise bu âyetler umumidir, ifadelerin zahiri de buna delalet etmektedir. Yüce Allah'a hamdolsun ki, biz bunu açıklamış bulunuyoruz.

7- İyilik Yapanlar İle Zulmün İntikamını Alanlar:

İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu âyet-i kerîme daha önce et-Tevbe Sûresi'nde geçen yüce Allah'ın:

"İyilik edenler aleyhine bir yol yoktur" (9/91) âyetinin karşılığını teşkil etmektedir. Yüce Allah iyilik yapanların aleyhine yol olmayacağını belirttiği gibi, zulme karşılık vererek intikamlarını alanların aleyhine de bir yol olmadığını belirtmiş ve böylelikle her iki kısım eksiksiz bir şekilde açıklanmış olmaktadır.

8- Haksız Vergiden Kurtulmanın Hükmü:

(Mâlikî mezhebimize mensub) ilim adamlarımız bir belde halkına belli bir mal ödemeyi tayin edip bundan dolayı onları sorumlu tutan ve malları oranında da bu ödemede bulunmalarını isteyen yönetici(ye ödeme yapmaktan kurtulmanın hükmü) hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Böyle bir kimse acaba bu ödemeden kurtulabilirse, böyle yola başvurabilir mi? Çünkü bu kimse bu ödemeden kurtulduğu takdirde, beldenin diğer ahalisi haklarında tayin edilen miktarın tamamını ödemekten sorumlu tutulurlar. Durum bu ise kurtulmaya kalkışması câiz değildir, denilmiştir. Bu da bizim (mezhebimiz) âlimlerimizden Suhnun'un görüşüdür. Evet. kurtulabilme gücünü bulursa, yapabilir de denilmiştir. Önceleri ed-Davudî (Davud ez-Zahirî mezhebinden) olan, sonra da Maliki mezhebine giren Ebû Cafer Ahmed b. Nasr bu kanaattedir. O şöyle demektedir: Buna delil de Îmanı Malik'in ortaklardan birisinin koyunlarından, koyunlarının tamamı nisaba erişmemiş olmakla birlikte, bir koyun almasının bir haksızlık olacağını ve koyunu haksızca alınmış olan kimsenin belli bir miktarda arkadaşlarından (ortaklarından) rücu edip bir şeyler alma hakkının bulunduğuna dair görüşü delil teşkil etmektedir. (Ebû Cafer devamla) dedi ki: Ben Suhnun'dan gelen rivâyet gereğince hüküm vermiyorum. Çünkü başkasının zulme uğraması bir gerekçe teşkil etmez. Kendisinden başkalarının zulmü katlanır korkusu ile kişinin kendisini zulme atması gerekmez. Çünkü şanı yüce Allah da: "Ancak insanlara zulmedenler... aleyhine yol vardır" diye buyurmaktadır.

9- Hakların Helal Edilmesi:

İlim adamları hakların helal edilmesi hususunda farklı görüşlere sahihtir. İbnu'l-Müseyyeb ister şeref ve haysiyetle alakalı, ister mal ile alakalı olsun kimseye hakkını helal etmezdi. Süleyman b. Yesar ve Muhammed b. Şîrîn ise hem şeref ve haysiyet (ırz) ile ilgili, hem mal ile ilgili hakları helal ediyorlardı. Malik'in görüşü ise maldan helallik vermek, fakat ırz (şeref, haysiyet ve namus) ile ilgili hususlarda helallik vermemek şeklindedir.

İbnu'l-Kasım ve İbn Vehb'in, rivâyetlerine göre İmâm Mâlik'e Said b. el-Müseyyeb'in: "Ben kimseye hakkımı helal etmiyorum" sözü hakkında sorulmuş, o da şöyle demiştir: Bu farklılık arzeder. Ben ona: Ey Abdullah'ın babası, kişi bir adama borç verir de o adam ödeyecek bir mal bırakmaksızın ölür giderse ne olur? Malik dedi ki: Görüşüme göre ona helallik versin. Bence bu daha faziletlidir. Çünkü yüce Allah:

"Onlar sözü işitip en güzeline uyarlar." (ez-Zümer, 39/18) diye buyurmaktadır. Bu sefer ona: Peki bir adam bir adama zulmederse ne dersin? Malik: Bu hususta helallikte bulunacağı görüşünde değilim. Kanaatimce de bu birincisinden farklıdır. Çünkü yüce Allah:

"Ancak insanlara zulmedenler... aleyhine yol vardır" diye buyurmuştur. Yine yüce Allah:

"İyilik edenlerin aleyhine bir yol yoktur" (et-Tevbe, 9/91) diye buyurmaktadır. O bakımdan böyle bir kimseye yaptığı haksızlıktan ötürü helallik verebileceği görüşünde değilim. İbnu'l-Arabî dedi ki: Böylece bu mesele hakkında üç görüş ortaya çıkmaktadır.

1- Hiçbir şekilde ona helallik vermez. Bu Said b. el-Museyyeb'in görüşüdür.

2- (Her durumda) ona helallik verir. Bu da Muhammed b. Sîrîn'in görüşüdür.

3- Eğer hak, bir mal ise ona helallik verir. Şayet bir zulüm ise ona helallik vermez. Bu da Malik'in görüşüdür.

Birinci görüşün açıklaması Allah'ın haram kıldığını helal kılmasın, diyedir. Böylelikle (helallik verirse) Allah'ın hükmünü değiştirmek gibi olur. İkinci görüş şöyle açıklanır: Bu hak o kimseye aittir. Nasıl ki kan ve kendi ırzına ait bir hakkı düşürebiliyor (onu almaktan vazgeçiyor) ise, bunu da düşürebilir.

Malik'in tercih ettiği üçüncü görüşün açıklamasına gelince, eğer kişi senin hakkını vermeyecek olursa, ona yumuşak davranmanın gereği olarak ona helallik verirsin. Şayet zalimlik yapan bir kimse ise, zâlimler buna aldanmasın ve çirkin işlerinde serbestçe ileriye gitmesinler diye onu hakkını almadan terketmek hakkın bir gereğidir.

Müslim'in Sahih'inde Ebû'l-Yeser yoluyla gelen uzunca bir hadis vardır. O hadiste belirtildiğine göre Ebû'l-Yeser borçlusuna: Çık yanıma gel, ben senin nerede olduğunu biliyorum, demiş. Borçlu da çıkıp gelince, ona: Benden saklanmaya seni iten nedir? demiş. Adam: Allah'a yemin ederim, sana anlatacağım ve asla sana yalan söylemeyeceğim. Allah'a yemin ederim, sana bir şeyler söyleyip yalancı olmaktan sana söz verip sözümde durmamaktan korktum. Sen Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabındansın. Allah'a yemin ederim ben de ödeyecek durumda değilim. (Ebû'l-Yeser) dedi ki: Allah adına yemin ediyor musun? dedim. O: Allah adına yemin ederim dedi. Bunun üzerine Ebû'l-Yeser'e bir kağıt getirildi, o da kağıdın üzerindeki yazıları sildikten sonra şöyle dedi: Ödeyecek imkanın olursa ödersin, aksi takdirde sana helal olsun... diyerek hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir. Müslim, IV, 2302.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu, kişinin sağlığı dolayısıyla ödeme ümidi ve bazı yollara başvurma ihtimali bulunduğundan ötürü hayatta olan kimseye karşı yapılacak bir uygulamadır.

Peki helallik verilmesi ve hakkını ödeyebilme imkanı sözkonusu olmayan ölünün durumu ne olacaktır?

10- Üzerinde Başkalarına Ait Haklar Bulunan Ölünün Durumu:

Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Zulmedilip malı alınmış olan bir kimsenin hiç şüphesiz ölünceye kadar kendisine verilmeyen hakkının sevabı ona verilir. Sonra bu sevap onun mirasçılarına, sonra aynı şekilde sonuncularına kadar ulaşır. Çünkü ölenin bıraktığı miras kendisinden sonraki mirasçıya aittir.

Ebû Cafer ed-Davudî el-Mâlikî dedi ki: Bu aklen doğrudur. Bu görüşe göre zalim eğer kendisine zulmedenden önce ölür de geriye bir şey bırakmazsa ya da zulmen mirasçısı da bilinmeyen bir şeyler bırakacak olursa, mazlumun alacakları zalimin mirasçılarına intikal etmez. Çünkü zalimin, mazlumun mirasçılarının almaları gereken bir şeyi kalmamıştır.

43

Bununla beraber kim de sabreder ve bağışlarsa, muhakkak bu üzerinde kararlılıkla durmaya değer işlerdendir.

11- Sabretmek ve Bağışlamak:

"Bununla beraber kim de" eziyete

"sabreder ve" yüce Allah'ın rızası için intikam almayı terkederek

"bağışlarsa..." Bu husus müslüman tarafından zulme uğrayan kimse hakkındadır.

Nakledildiğine göre bir adam el-Hasen -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- in meclisinde bir adama sövmüş, sövülen ise öfkesini yutuyor, terliyor ve terini siliyormuş. Sonra da ayağa kalkıp bu âyet-i kerimeyi okumuş. el-Hasen: Allah'a yemin ederim ki cahillerin bunu kaybettikleri bir zamanda o bu âyeti akletmiş ve iyice kavramış bulunuyor.

Özetle söylenecek olursa, affetmek teşvik edilmiş bir şeydir. Diğer taraftan bazı hallerde durum tam aksine döner. Bu durumda -az önce geçtiği üzere- affın terkedilmesi mendub olur. Bu ise haksızlığın artmasının önlenmesi ve eziyetin kökünün kazanmasına ihtiyaç duyulması halinde böyledir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da buna delalet edecek şekilde bir rivâyet gelmiştir. Buna göre Zeyneb, Âişe (radıyallahü anha)'a onun huzurunda birtakım sözler işittirirken, kendisi bu işten vazgeçmesini istediği halde o bir türlü vazgeçmiyordu. Bunun üzerine Âişe'ye: "Serbestsin, sen de intikamını al" demişti. Bu hadisi bu manada Müslim, Sahih'inde rivâyet etmiştir.' İbn Mace, 1, 637; Müsned, VI, 93

"Kim de sabreder" âyeti masiyetlere karşı direnir ve kötülükleri örterse... diye de açıklanmıştır.

"Muhakkak bu üzerinde kararlılıkla durmaya değer işlerdendir." Allah'ın üzerinde kararlılıkla durmayı emrettiği hususlardandır. Allah'ın (gerçekleştirme) başarısını verdiği büyük ve üzerinde kararlılıkla durulması gereken doğrulardandır, diye de açıklanmıştır.

el-Kelbî ile el-Ferrâ'nın naklettiklerine göre bu âyet-i kerîme, kendisinden önceki üç âyet-i kerîme ile birlikte Ebû Bekr es-Sıddîk (radıyallahü anh) hakkında inmiştir. Ensardan bir kişi ona sövmüş, o da önce kendisine karşılık vermiş, sonra da susmuştu. Bu sûrenin Medine'de inen âyetleri de bunlardır.

Bu âyetlerin müşrikler hakkında olduğu da söylenmiştir. Savaş emredilmeden İslâm'ın başlangıç dönemlerinde bu böyle idi. Daha sonra kıtal (savaşı emreden) âyeti bunları neshetti. Bu İbn Zeyd'in görüşü olup daha önceden de geçmişti.

"Kim de zulme uğradıktan sonra intikamını alırsa..." âyetinin tefsiri ile ilgili olarak İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre, bu âyetle Hamza b. Abdi'l-Muttalib, Ubeyde, Ali ve bütün muhacirler -Allah hepsinden razı olsun- kastedilmektedir.

"İşte onların aleyhine bir yol yoktur" âyetinde de Hamza b. Abdi'l-Muttalib, Ubeyde ve Ali -Allah hepsinden razı olsun- kastedilmektedir.

"Ancak insanlara zulmedenler..." âyetinde Utbe b. Rabia, Şeybe b. Rabia, el-Velid b. Utbe, Ebû Cehil ve (yalancı peygamber) el-Esved ile Bedir günü müşriklerden savaşa katılanların tümü kastedilmektedir.

"Ve yeryüzünde" zulüm ve küfür ile

"haksız yere taşkınlık gösterenler aleyhine yol vardır."

"İşte bunlar için çok acıklı" acıtıcı, can yakıcı

"bir azâb vardır."

"Bununla beraber kim de sabreder ve bağışlarsa" âyeti ile Ebû Bekir, Ömer, Ebû Ubeyde b. el-Cerrah, Mus'ab b. Umeyr ve Bedir’e katılan bütün mü’minler -Allah hepsinden razı olsun- kastedilmektedir.

"Muhakkak bu üzerinde kararlılıkla durulmaya değer işlerdendir."

Çünkü onlar (Bedir'de alınan esirler karşılığında) fidyeyi kabul etmişler ve eziyetlere sabretmişlerdi.

44

Allah kimi saptırırsa, bundan sonra artık onun için hiçbir veli olmaz. Azâbı gördüklerinde zâlimlerin: "Acaba geri dönüşün bir yolu var mı?" dediklerini görürsün.

"Allah kimi saptırırsa" hidayete ilelmeyip. yardımsız bırakırsa

"bundan sonra artık onun için hiçbir veli (dost ve yardımcı) olmaz."

Bu âyet, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın davet ettiği Allah'a îman ile yakın akrabalara sevgi duymak hususunda davetinden yüz çeviren, öldükten sonra diriliş ve dünya faydasının az olduğu hususunda onu tasdik etmeyen kimseler hakkındadır. Yani Allah kimi bu hususlarda şaşırtır ve saptırırsa hiçbir kimse onu hidayete iletemez.

"Azâbı" cehennemi, bir görüşe göre ölüm esnasında azâbı

"gördüklerinde zâlimlerin" yani kâfirlerin

"acaba geri dönüşün bir yolu var mı? dediklerini görürsün." Bu sözleri ile yüce Allah'a itaate uygun amellerde bulunmak maksadı ile dünyaya geri döndürülmeyi isteyecekler, fakat onların bu istekleri kabul olunmayacaktır

45

Onları ona arz olunduklarında zilletten boyunlarını bükmüş, göz ucuyla gizlice baktıklarını görürsün. Îman edenler derler ki: "Muhakkak hüsrana uğrayanlar kıyâmet gününde hem kendilerini, hem yakınlarını kaybedenlerdir." Haberiniz olsun ki, muhakkak zâlimler sürekli bir azâb içindedirler.

"Onları ona arz olunduklarında... görürsün" âyetindeki:

"Ona" lâfzından kasıt, ateşe arzolunmalarıdır. Çünkü ateş onların azabıdır. Daha önce sözü edilen azaba müennes bir zamir gönderilmiştir. Çünkü bu azâb ateş azabıdır. Buna cehennem azâbı da denilebilir. Şayet lâfza riayet edilerek, zamir kullanılmış olsaydı: diye buyurulması gerekirdi.

Bu hususta yapılan açıklamalara göre bu âyette kastedilenler bütün müşriklerdir. Hepsi oraya gidecekleri vakit cehenneme arzolunacaklardır, çoğunluk böyle demiştir. Bir diğer görüşe göre kastedilenler özellikle Fir'avun hanedanıdır. Onların ruhları sabah, akşam cehenneme gidip gelen siyah kuşların içlerinde hapsolunur. Onların cehenneme arzolunmaları işte budur. Bu açıklamayı da İbn Mes’ûd yapmıştır.

Bunun bütün müşrikler hakkında umumi olduğu ve günahlarının kabirlerinde kendilerine arzolunduğu, kabirlerinde de azaba arzolundukları da söylenmiştir. Ebû'l-Haccac'ın bu husustaki açıklamasının anlamı budur.

"Zilletten boyunlarını bükmüş" âyeti ile ilgili olarak kimi kıraat alimi:

"Boyunlarını bükmüş" âyeti üzerinde vakıf yapılacağı kanaatindedir.

"Zilletten" âyeti da

"baktıklarını" anlamındaki âyete taalluk etmektedir. Bunun

"boyunlarını bükmüş" âyetine taalluk ettiği de söylenmiştir. Farklı taalluklara (ilgili oluşa) göre anlamlar şöyle olabilir:

a. Zilletten âyeti "bakmak" ile alakalı kabul edilirse ilgili bölümün meali şöyle olur: "Onları ona boyunlarını bükmüş halde arzolunduklarını görürsün. Zilletlerinden ötürü gözuruyla gizlice bakarlar."

b. "Boyunlarını bükmek" ile alakalı olursa meal, metinde gösterildiği şekilde yapılabilir.

" Boyun bükmek" kırılmak ve alçak gönüllülük göstermek demektir.

"Gözucuyla gizlice baktıklarını" âyetinin anlamına gelince, yani onlar bakmak için tam anlamıyla gözlerini kaldırmazlar. Çünkü başlarını önlerinde eğmiş olacaklardır. Araplar da zelil kimseyi

"gözucuyla bakmak"la nitelendirirler. Nitekim bunun zıddı halde olan bir kimse hakkında küçülmesine sebeb teşkil edecek bir şüphe ile itham altında bulunmuyor ise "keskin bakışlı olmak (hadidu'n-nazar)" tabirini kullanırlar.

Mücahid dedi ki:

"Gözucuyla gizlice baktıklarını..." zelilce baktıklarını... anlamındadır. Onlar kalbleriyle bakarlar, çünkü kör olarak haşredilecekler. Kalb gözü ise gizli bir bakıştır.

Katade, es-Süddî, el-Kurazî ve Said b. Cübeyr de şöyle derler: Aşırı korkularından dolayı farkettirmeden bakmaya çalışırlar. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Onlar görmesi zayıf bir göz ile bakacaklardır. Yûnus dedi ki: "...den, dan (mealde... uyla)" âyeti "be" anlamındadır. Gizli bir bakışla bakarlar yahutta zillet ve korkudan dolayı zayıf bir bakışla bakarlar, demektir. Buna yakın bir açıklama el-Ahfeş'den nakledilmiştir. İbn Abbâs da: Sönük ve alçalmış bir bakışla... diye açıklamıştır. Bir diğer açıklamaya göre onlar görecekleri türlü türlü azaplardan ötürü bütün güçleri ile cehenneme bakmaktan korkacaklardır.

"Îman edenler derler ki: Muhakkak hüsrana uğrayanlar kıyâmet gününde hem kendilerini, hem yakınlarını kaybedenlerdir" âyeti şu demektir: Mü’minler cennette kâfirlerin başına geleni görecekleri vakit şöyle diyecektir: Gerçekte hüsran şunların ulaştıkları sonuçtur. Onlar ebedi azapta kalacaklarından dolayı kendilerini kaybettikleri gibi yakınlarını da kaybetmişlerdir. Çünkü eğer yakınları cehennemde bulunuyor ise, onlardan fayda sağlayamazlar. Eğer cennette ise zaten onlar ile cehennemdekiler arasında bir engel vardır.

Bir diğer açıklamaya göre, yakınların kaybedilmesi şu demektir: Eğer onlar îman etmiş olsalardı, cennette huru'l ıyn'den onların yakınları bulunacaktı.

İbn Mace'nin, Sünen'inde yer alan rivâyete göre Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizden herbirinizin mutlaka biri cennette, biri cehennemde olmak üzere iki konağı vardır. Şayet ölümden sonra cehenneme gidecek olursa, cennetlikler onun oradaki yerine mirasçı olurlar." İşte yüce Allah'ın:

"İşte bu kimseler mirasçılardır" (el-Mu'minun, 23/10) âyeti bunu anlatmaktadır. İbn Mace, II, 1453: Hakim. Müstedrek, II, 427. Bu hadis daha önceden (el-Mu'minun, 23/10. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Dârimî'nin, Müsned'inde yer alan rivâyete göre Ebû Umame şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Yüce Allah her kimi cennete girdirirse, mutlaka ona huru'l ıyn'den yetmişiki zevce ve yetmiş tane de cehennem ehlinden miras alacağı zevce verecektir. O zevcelerinin hepsinin de şehveti harekete getiren fercleri erkeklerin de bükülmeyen zekerleri olacaktır. " İbn Mace, II, 1452; Ahmed b. Ebi Beki" el-Kinani, Misbahu'z-Zücace II, 266'da senedinde tenkide maruz kalmış ravilerinin bulunduğunu belirtmektedir.

Hişam b. Halid dedi ki: Cehennemliklerden 'mirası" ile kastedilen, cehenneme girmiş ve böylelikle cennetliklerin hanımlarına mirasçı olduğu kimseler kastedilmektedir. Fir'avun'un hanımının miras alınacağı gibi.

"Haberiniz olsun ki muhakkak zâlimler sürekli" kesintisiz ve devamlı

"bir azâb içindedirler."

Bunun mü’minlerin söyleyeceği sözlerden olması mümkün olduğu gibi yüce Allah tarafından verilen yeni bir haber ifadesi olması da mümkündür.

46

Onların Allah'tan başka kendilerine yardım edecek hiçbir velileri olmaz. Allah'ın saptırdığı kimselerin yol bulmalarına imkan yoktur.

"Onların Allah'tan başka" O'nun azabından kendilerini kurtarabilecek

"kendilerine yardım edecek hiçbir velileri" yardımcıları, destekleyicileri

"olmaz. Allah'ın saptırdığı kimselerin" dünyada hakka, âhirette cennete ulaştırabilecek

"yol bulmalarına imkan yoktur." Çünkü böylelerinin önünde kurtuluş yolu kapatılmıştır.

47

Allah'tan geri çevrilmesi mümkün olmayan bir gün gelmezden önce Rabbinizin davetine icabet edin. O gün sizin sığınacak bir yeriniz de olmaz, hiç inkâr da edemezsiniz.

"Allah'tan geri çevrilmesi mümkün olmayan" Allah'ın onu hükme bağlamasından ve onun için belli bir süre ve vade tesbit etmiş olduktan sonra, kimsenin geri çeviremeyeceği gün olan kıyâmet günü

"gelmezden önce Rabbinizin davetine icabet edin." Sizi davet etmiş olduğu kendisine îman ve itaati kabul ederek çağrısına karşılık verin.

" Davete icabet etti, çağrıyı kabul etti" ile: aynı anlamda olup daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

"O gün sizin sığınacak bir yeriniz" Allah'ın azabından sizi kurtaracak bir sığınağınız

"da olmaz, hiç inkâr da edemezsiniz." Mücahid'in açıklamasına göre size yardım edecek bir yardımcınız olmayacaktır.

Buradaki: 'in: "İnkar eden" anlamında olduğu söylenmiştir. Tıpkı: "Can yakıcı" lâfzının, anlamında olması gibi. Yani; "o gün sizler başınıza gelecek olan azap dolayısı ile inkar edecek kimse bulmayacaksınız." Bu açıklamayı İbn Ebi Hatim nakletmiş ve el-Kelbî de böylece açıklamıştır. ez-Zeccâc da şöyle demektedir: Anlamı: Onlar kendilerine işledikleri bildirilecek olan günahları inkar edemeyeceklerdir.

Âyetin, size isabet edecek olan azâbı inkar edemeyeceksiniz, anlamında olduğu da söylenmiştir. ile"münkerin (hoş görülmeyen şeyin) değiştirilmesi" demektir.

48

Eğer yüz çevirirlerse Biz seni onların üzerine bir bekçi göndermedik. Sana düşen ancak tebliğdir. Muhakkak Biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımızda bundan dolayı o sevinir. Şayet ellerinin önden gönderdikleri sebebi ile onlara bir kötülük isabet etse, o zaman insan şüphesiz nankörlük eder.

"Eğer" imandan

"yüz çevirirlerse Biz seni onların üzerine bir bekçi"

amellerini gözetleyip bundan dolayı onları hesaba çekecek; bir diğer açıklamaya göre; îman etmedikçe onlardan ayrılmayacak, üzerlerinde bir görevli olarak

"göndermedik." Yani onları îman etmeye zorlamak, senin işin değildir.

"Sana düşen ancak tebliğdir" âyetinin kıtal (savaşı emreden) âyeti ile neshedildiği söylenmiştir.

"Muhakkak Biz insana" kâfire

"tarafımızdan bir rahmet" rahatlık ve sağlık

"tattırdığımızda bundan dolayı o sevinir" şımarır.

"Şayet ellerinin önden gönderdikleri sebebi ile onlara bir kötülük" bela ve sıkıntı

"isabet etse, o zaman insan şüphesiz" daha önceki nimetleri inkar eder, musibetleri sayıp döker, nimetleri unutur ve

"nankörlük eder."

49

Göklerle yerin mülkü yalnız Allah'ındır. Dilediğini yaratır. Dilediğine kızlar ihsan eder, dilediğine de erkek evlat bağışlar.

Şanı yüce Allah'ın:

"Göklerle yerin mülkü yalnız Allah'ındır. Dilediğini yaratır" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı Allah'ın izni ile dört başlık halinde sunacağız:

1- Herşeyin Mülkü Allah'ındır O Dilediğine, Dilediği Gibi Evlat Verendir:

"Göklerle yerin mülkü yalnız Allah'ındır." âyeti mübteda ve haberdir.

Yaratıklardan

"dilediğini yaratır, dilediğine kızlar ihsan eder. Dilediğine de erkek evlat bağışlar" âyeti hakkında Ebû Ubeyde, Ebû Malik, Mücahid, el-Hasen ve ed-Dahhak şöyle demişlerdir: O dilediği kimselere erkek vermeksizin hep dişiler bağışlar. Dilediği kimselere de dişi vermeksizin hep erkek bağışlar.

"Erkekler" anlamındaki kelimenin başına "elif-lam" gelmekle birlikte "dişiler" anlamındaki kelimenin başına "elif-lam"ın gelmeyiş sebebi, onların daha üstün olduklarından dolayıdır. Böylelikle yüce Allah onları tarif alameti ile ayırmış bulunmaktadır.

Vasile b. el-Eska dedi ki: Bir kadının erkekten önce dişi doğurması o kadının bereketindendir. Çünkü yüce Allah:

"Dilediğine kızlar ihsan eder, dilediğine de erkek evlat bağışlar" âyetinde öncelikle kızlardan söz etmiştir.

50

Veya onlara erkekler ve dişiler olarak her ikisinden de verir. Dilediğini de kısır bırakır. Muhakkak O, çok iyi bilendir, herşeye gücü yetendir.

"Veya onlara erkekler ve dişiler olarak her ikisinden de verir" âyeti hakkında Mücahid dedi ki: Bu bir hanımın önce erkek, sonra kız çocuk doğurması, sonra erkek, sonra da kız çocuk doğurmasıdır. Muhammed b. el-Hanefiyye de; bu kadının biri erkek biri kız olmak üzere ikiz doğurması demektir, demiştir.

"Veya onlara erkekler ve dişiler olarak her ikisinden de verir" âyeti ile ilgili olarak el-Kutebî şöyle demiştir: Burada her ikisinden de vermek, erkek ve kız çocukları bir arada vermesi demektir. Araplar -aynı kökten olmak üzere-: "Küçük ve büyük develerimi bir araya topladım" derler.

"Dilediğini de kısır bırakır." Yani onun çocuğu olmaz.

"Kısır erkek" ile; "Kısır kadın" denilir.

"Kadın kısır oldu, kısırlaşır, kısırlaşmak" denilir. Bu fiilin kullanımı; "Hamdetti, hamdeder" fiiline benzemektedir. Aynı şekilde: şeklinde; " İrileşti, irileşir, büyük oldu, büyük olur" fiili gibi de kullanılır. Asıl anlamı (ardı arkası) kesmek'tir. Mesela: "Arkası kesilmiş mülk" ifadesi de buradan gelmiştir. Bu da mülke zarar gelir korkusu ile öldürmek ve haklara riayet etmemek suretiyle akrabalık bağının kesilmesi demektir. "Kısır rüzgar" bulut ve ağacı aşılamayan rüzgar demektir. Kıyâmet günü de: " Kısır bir gün"dür, çünkü o günden sonra bir gün yoktur. (Çoğul olarak): "Kısır kadınlar" denilir. Şair şöyle demiştir:

"Kısırlaştı kadınlar, artık benzerini doğuramazlar,

Çünkü kadınlar benzerini doğurmaktan yana kısırdırlar."

en-Nekkaş'ın naklettiğine göre bu âyet-i kerîme -hükmü umumi olmakla birlikte- özellikle peygamberler hakkında inmiştir. Yüce Allah Lut'a erkek evlat vermeksizin sadece kız evlat vermişti. İbrahim'e de sırf erkek evlat vermiş ve kız çocuk vermemişti. İsmail ve İshak'a hem erkek, hem kız evlat vermişti. Îsa ve Yahya ise kısır idiler.

Benzeri bir açıklama İbn Abbâs ile İshak b. Bişr'den de nakledilmiştir. İshak dedi ki: Ayet-i kerîme (özellikle) peygamberler hakkında inmiş olup umumidir.

"Dilediğine kızlar ihsan eder" âyeti ile Lut (aleyhisselâm)'ı kastetmektedir. Onun erkek çocuğu olmamıştı, sadece iki kızı olmuştu.

"Dilediğine de erkek evlat bağışlar" âyeti ile de İbrahim (aleyhisselâm)'ı kastetmektedir. Onun kız çocuğu olmamış, sekiz oğlu olmuştu.

"Veya onlara erkekler ve dişiler olarak her ikisinden de verir." Bununla da Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kastetmektedir. Onun dört oğlu ve dört kızı olmuştu.

"Dilediğini de kısır bırakır" âyeti ile de Zekeriya oğlu Yahya'yı -ikisine de selam olsun- kastetmektedir.

(İshak) Îsa'dan sözetmemektedir.

İbnu'l-Arabî dedi ki: İlim adamlarımız dedi ki:

"Dilediğine kızlar ihsan eder" âyeti ile Lut (aleyhisselâm)'ı kastetmektedir. Onun kız çocukları vardı, fakat oğlu olmamıştı.

"Dilediğine de erkek evlat bağışlar" âyeti ile İbrahim (aleyhisselâm)'ı kastetmektedir. Onun oğulları vardı, fakat kız çocuğu yoktu. "Veya onlara erkekler ve dişiler olarak her ikisinden de verir" âyeti ile de Âdem (aleyhisselâm)'ı kastetmektedir. Havva her seferinde biri erkek ve biri dişi olmak üzere ikiz doğururdu. Bir batındaki dişiyi bir diğer batındaki erkekle evlendirirdi. Nihayet yüce Allah Nûh (aleyhisselâm)'ın şeriatında bu husustaki haram kılıcı hükmü indirinceye kadar bu böylece devam etti. Aynı şekilde Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da hem erkek, hem kız çocukları vardı: Kasım, Tayyib, Tahir, Abdullah, Zeyneb, Um Külsum, Rukayye ve Fatıma. Hepsi de Hatice (radıyallahü anh)'dan doğmuştu. İbrahim ise Mariye el-Kıbtî'den olmuştur.

İşte yüce Allah Âdem (aleyhisselâm)’dan günümüze kadar ve kıyâmete kadar insanları bu şekilde taksim etmiştir. Onun sonsuz hikmeti ve yerini bulan meşieti dolayısı ile bu sınırlı şekilde nesil devam eder. Bu yolla nesilin kalıcılığı sağlanmakta ve insanın soyu devam etmekte, yüce Allah'ın vaadi gerçekleşmekte, emir hak olmakta, dünya da mamur olmaktadır. Cennet ve cehennemin herbirisi de kendilerini dolduracak olanı alır ve geriye de (bir miktar) kalır. Nitekim Hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz (cehennem) ateş Cebbar olan Allah ayağını oraya koyuncaya kadar dolmayacaktır. O vakit de: Artık yeter, artık yeter, diyecektir. Cennete gelince, onda geriye bir boşluk kalacaktır. Yüce Allah orası için başka bir takım yaratıklar var edecektir." Müslim, IV, 2187, 2188; Buhârî, IV, 1836; Müsned, II, 31'i, III, 141, 234.

2- Yüce Allah'ın İnsanları Bu Yolla Yaratmasındaki Hikmet:

İbnu'l-Arabî dedi ki: Yüce Allah kudretinin genelliği, gücünün çetinliği dolayısı ile yaratıkları ilk olarak yokluktan yaratır. Lutfunun büyüklüğü, hikmetinin sonsuzluğu ile de -buna ihtiyacı olduğundan dolayı değil- bir şeyi bir başka şeyden yaratır. Çünkü O, ihtiyaç duymaktan uzak ve noksanlıklardan arınmış Kuddustur. Kendisinin de buyurduğu gibi o el-Kuddus ve es-Selamdır. Âdem'i yerden yarattı, Havva'yı da Âdem'den yarattı. Sonraki insanları ise onların arasındaki ilişkiye bağlı olarak hamilelik yolu ile meydana gelerek ve ceninin de doğurulması sureti ile yaratmasını sürdürmüştür. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Erkeğin suyu kadının suyundan önce gelirse, o ikisinden erkek doğar. Kadının suyu erkeğinkinden önce gelirse, o ikisinden dişi doğar." Müslim, I, 252. Yine Sahih(-i Müslim)'de de böyledir: "Erkeğin suyu kadının suyuna baskın gelirse, erkek amcalarına benzer. Kadının suyu erkeğin suyundan baskın olursa, çocuk dayılarına benzer."' Müslim, I, 251; Müsned, I, 274, VI, 92.

Derim ki: Bu Âişe (radıyallahü anha)'nın rivâyet ettiği hadisin manasıdır. Lâfzı bu şekilde değildir. Müslim'in rivâyet ettiği şekliyle Urve b. ez-Zübeyr'in Âişe'den yaptığı rivâyete göre; bir kadın Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sordu: Kadın ihtilam olup da (kendinden gelen) suyu görürse, gusletmesi gerekir mi? Peygamber: "Evet" diye buyurdu. Âişe (radıyallahü anha) ona: Hay elin toprakla dolasıca dedi ve inledi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Onu bırak, zaten benzerlik bundan başka sebepten dolayı mı olur ki? Kadının suyu erkeğin suyuna baskın gelirse, çocuk dayılarına benzer. Erkeğin suyu kadınınkine baskın gelirse, amcalarına benzer." ' Müslim, I, 251; Buhârî, I, 108, Müsned, VI, 92

İlim adamlarımız dedi ki: Bu hadise göre suyun baskın gelmesi benzerliği gerektirir. Yine Müslim'in rivâyet ettiği Sevban tarafından rivâyet edilen hadise göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), (bu hususta soru soran) yahudiye şöyle demiştir: "Erkeğin suyu beyaz, kadının suyu sarıdır. Bunlar bir araya gelip de erkeğin menisi, kadının menisine baskın gelirse, Allah'ın izni ile çocukları erkek olur. Eğer kadının menisi, erkeğin menisine baskın gelirse, Allah'ın izniyle çocukları kız olur..." ' Müslim, I, 252

Böylelikle bu hadiste baskın gelmenin erkeklik ve dişiliği etkilediğini göstermektedir. Her iki hadis gereğince eğer erkeğin suyu baskın gelirse, çocuğun amcalara benzemesi ve erkek olması gerekmektedir. Aynı şekilde kadının suyu baskın gelecek olursa, çocuk dayılara benzer ve dişi olması gerekir. Çünkü her ikisinin illeti aynıdır. Fakat durum böyle değildir, görülen bundan farklıdır. Zira bizler erkek olmakla birlikte bir kimsenin dayılarına benzediğini, dişi olmakla birlikte amcalara benzediğini görüyoruz. O halde bu iki hadisin tevil edilmesi gerekmektedir. Sevban'ın rivâyet ettiği hadisin tevili şu şekilde yapılır: Bu "baskın geliş"in anlamı suyun rahime erken ulaşmasıdır. Bu da şöyle açıklanır: Baskın gelmek (el-uluvv) Arapların: "Filan kişi benimle yarıştı ve ben de onu yendim" ifadelerinden anlaşıldığı gibi "galib gelmek" anlamında olduğuna göre, yüce Allah'ın:

"Ve kimse bizi geçemez" (el-Vakıa, 56/60) âyetinde de kimse bizi yenemez anlamındaki tabir de buradan geldiğinden ötürü bunun hakkında: "Üstün geldi, baskın geldi" tabiri kullanılmıştır. Bu tevili Hadîs-i şerîfte geçen: "Erkeğin suyu eğer kadınınkinden önce gelirse, çocukları erkek olur. Eğer kadının suyu erkeğin suyundan önce gelirse, çocuk dişi olur" ifadesi de desteklemektedir. Kadı Ebû Bekr İbnu'l-Arabî bu hadislere dayanarak şunları söylemektedir:

Her iki suyun dört hali vardır.

1- Erkeğin suyunun önce çıkması,

2- Kadının suyunun önce çıkması,

3- Erkeğin suyunun önce çıkmakla birlikte daha da çok olması,

4- Kadının suyunun önce çıkmakla birlikte daha çok olması.

Bu kısımlara ayırma, erkek suyunun önce fakat kadının suyunun ondan sonra çıkması ve çok olması ile bunun aksi ile tamamlanmaktadır. Şayet erkeğin suyu ilk çıkıp da daha çok olursa, o vakit çocuk erken çıkma hükmü ile erkek olup, çokluk gereğince de amcalarına benzer. Şayet kadının suyu ilk olarak çıkıp da daha çok olursa, çocuk erkenlik gereği dişi olur, çokluk gereği de dayılarına benzer. Eğer erkeğin suyu ilk çıkmakla birlikte kadının suyu ondan sonra çıkıp daha fazla olursa o takdirde çocuk erkenliğin gereği olarak erkek olur, kadının suyunun daha fazla olması gereğince de dayılarına benzer. Şayet kadının suyu erken gelmekle birlikte erkeğin suyu kadınınkinden daha fazla olursa, o vakit çocuk kadın suyunun erken olması dolayısıyla dişi olur, erkeğin suyunun çokluğu gereğince de amcalarına benzer. (İbnu'l-Arabî devamla) dedi ki: İşte bu kısımların bu şekilde düzenlenmesi ile ifade kesinlik kazanmakta, hadislerdeki (görünürdeki) çelişki ortadan kalkmaktadır. Her şeyi yaratan ve herşeyi çok iyi bilenin şanı ne yücedir!

3- Erkek de, Dişi de Olmayan (Hünsa) Çocuklar:

İlim adamlarımız der ki: İlk cahiliye döneminde (erkek de olmayan, dişi de olmayan) hünsa görülünceye kadar hilkat erkek ve dişi olarak devam edebildi. Hünsa ortaya çıkınca, Arapların feraiz (miras hukuku) bilgini ve oldukça uzun ömürlü olan Amir b. ez-Zarib'e geldiler. Bu hususta ne söyleyeceğini bilemedi. Onlardan bir süre mühlet istedi. Gece bastırınca yatağında rahat edemedi ve gözlerini uyku tutmadı. Yatağında kıvranıp dönüp durdu. Kafasına çeşitli düşünceler gelip gidiyordu. Nihayet hizmetçisi onun durumunda bir farklılık olduğunu anlayınca, neyin var? dedi. Ona: Bana durumu öğrenilmek üzere gelinen bir iş dolayısıyla gözüme uyku girmiyor. Bu hususta ne diyeceğimi bilemiyorum. Hizmetçisi: Nedir diye sordu? Ona: Hem erkeklik, hem dişilik organı olan bir kişinin mirastaki hali ne olacak? dedi. Cariyesi (hizmetçisi) ona: Küçük abdestini nereden bozuyorsa, ona göre miras ver, dedi. Onun bu dediği kafasına yattı ve belledi, sabah olunca durumu meseleyi soranlara arzetti, onlar da gönül hoşluğu ile ayrılıp gittiler.

İslâm bu durum böyle iken geldi. Böyle bir olaya Ali (radıyallahü anh)'ın halifeliği dönemine kadar rastlanılmadı. Ali (radıyallahü anh) bu durum hakkında (böylece) hüküm verdi. Feraiz âlimlerinin el-Kelbîden, onun Ebû Salih'ten, onun İbn Abbâs'tan, onun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyetine göre Peygambere hem dişilik, hem erkeklik organı olarak doğmuş bir çocuğa neye göre miras verileceği sorulmuş, o da: "küçük abdestini bozduğu yerden" diye cevab vermiştir. Beyhaki, Sünenu'l-Kübra, VI, 261.

Yine rivâyet edildiğine göre ona ensardan bir hünsa getirilmiş, o da: "İlk olarak küçük abdestini nereden bozarsa, ona göre ona miras veriniz" diye buyurmuştur. İbn Adiyy, el-Kamil, VI, 119.

Muhammed b. el-Hanefiyye de Ali'den böylece rivâyet ettiği gibi, buna yakın bir açıklama İbn Abbâs'dan da rivâyet edilmiştir. İbnu'l-Müseyyeb, Ebû Hanife, Ebû Yusuf ve Muhammed de bu görüştedirler. Bu görüşü el-Müzenî de Şâfiî'den rivâyet etmiştir.

Bir kesim de; küçük abdestin bozulduğu yerin delil olacak bir tarafı yoktur, demişlerdir. Eğer küçük abdest aynı anda iki yerden de çıkacak olursa, Ebû Yusuf: Çoğunluğu nerden yapıyorsa, ona göre hüküm verilir demiş, ancak Ebû Hanife bunu kabul etmeyerek: Sen bunu neyle ölçeceksin, diye sormuştur. Şâfiî mezhebine mensub ilim adamları da çoğunluğun bir hüküm ifade etmeyeceğini kabul etmişlerdir.

Ali ve el-Hasen'den nakledildiğine göre onlar kaburga kemikleri sayılır, demişlerdir. Çünkü kadının kaburga kemiği erkekten bir fazladır. Bu hususta ilim adamlarının farklı görüşleri en-Nisa Sûresi'nde yer alan miras âyetinde (4/11-14. âyetler, 12. başlıkta) etraflı ve güzel açıklamalarıyla geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.

4- Hünsanın Varlığını Kabul Etmeyenlere Cevab:

Kadı Ebû Bekr İbnu'l-Arabî dedi ki: Avamın ileri gelenlerinden bazıları hünsa diye bir türün varlığını kabul etmemişlerdir. Çünkü yüce Allah insanları erkek ve dişi olmak üzere iki kısma ayırmıştır. Biz deriz ki: Bu, dili bilmemek ve fasahatın açıklamaları hakkında bilgisiz olmak, ilahi kudretin genişliğini yeterince anlayamamaktan kaynaklanan bir iddiadır. Şanı yüce Allah'ın kudretini ele alalım. O vasi' (kudreti pek geniş) olandır ve alimdir (herşeyi çok iyi bilendir). Kur'ân-ı Kerîm'in ifadelerinin zahiri ise hünsa diye bir türün var olmadığını ortaya koymamaktadır. Çünkü yüce Allah:

"Göklerle yerin mülkü yalnız Allah'ındır" diye buyurmaktadır. Bu genel bir övgü ifadesi olup bunun tahsis edilmesi câiz değildir. Çünkü ilahi kudret bunu gerektirmektedir. Yüce Allah'ın:

"Dilediğine kızlar ihsan eder, dilediğine de erkek evlat bağışlar veya onlara erkekler ve dişiler olarak her ikisinden de verir. Dilediğini de kısır bırakır" âyetine gelince, bu varlık aleminde çoğunlukla görülenler hakkında verilen bir haberdir. İlk ifadenin genel kapsamı çerçevesine girdiğinden ötürü de nadir olarak görülen ayrıca sözkonusu edilmemiştir. Diğer taraftan varlık aleminde gözle görülenler bu türün var olduğuna tanıklık etmekte ve bu türün varlığını inkar edenleri yalanlamaktadır. Ebû Said Rihat'ında Mağrib ülkelerinden olan bir hünsa, İmâm eş-Şehid'den bizimle birlikte ders okurdu. Bunun sakalı olmadığı gibi, memeleri çıkmış ve hem cariyesi de vardı. Durumunun ne olduğunu Rabbin en iyi bilir. Uzun arkadaşlık dönemimizde utancımdan onun durumuna dair soru soramadım. Bugün ise; keşke durumunu bana açıklaması için ona soru sormuş olsaydım, diye üzülüyorum.

51

Allah bir insanla ancak (ya) vahiy yolu ile konuşur, ya bir perde arkasından yahut bir elçi (melek) gönderip İzniyle dilediğini vahyeder. Şüphesiz O, çok yücedir, hikmeti sonsuz olandır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Yüce Allah'ın İnsanla Konuşma Yolu:

"Allah bir insanla ancak (ya) vahiy yolu ile konuşur..." âyetinin nüzul sebebi şudur: Yahudiler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Mûsa Allah ile nasıl konuşup O'na nasıl baktı ise, sen de eğer gerçek bir peygamber isen O'nunla böyle konuşmalı ve O'na böyle bakmalısın. Bunu yapmadığın sürece biz sana îman etmeyeceğiz, dediler. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki Mûsa yüce Allah'a bakmadı. (O'nu görmedi.)" Bunun üzerine yüce Allah'ın:

"Allah bir insanla ancak (ya) vahiy yolu ile konuşur..." âyeti indi. Bu rivâyeti en-Nekkaş, el-Vahidî ve es-Sa'lebî zikretmişlerdir.

"Vahiy yolu ile" âyeti hakkında Mücahid şöyle demektedir: Yani kalbinde üfleyeceği bir nefes ile konuşur, bu da ilham olur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Şüphesiz ki Ruhu'l-Kudüs benim kalbime şunu üfledi: Hiçbir nefis rızkını ve ecelini tamamlamadıkça asla ölmez." O bakımdan Allah'tan korkun ve rızkınızı güzelce taleb edin. Helal olanı alın, haram olanı bırakın" Aynı manada yakın lâfızlarla: İbn Ebi Şeybe, Mûsannaf, VII, 79; Ma'mer b. Raşid, el-Cami, XI, 125; Beyhaki, Şuabu'l-lman, VII, 299; ayrıca: İbn Kesîr, Tefsir, I, 124 ve 122’de: İbn Hibban bunu Sahih'inde zikrettiğini belirtmektedir. âyeti da bu kabildendir.

"Ya" Mûsa ile konuştuğu gibi

"bir perde arkasından yahut" Cibril (aleyhisselâm)'ı göndermesi gibi

"bir elçi gönderip..."

"Vahiy yoluyla" rüyasında göreceği bir rüya diye de açıklanmıştır. Bu açıklama Muhammed b. Züheyr'e aittir.

"Ya bir perde arkasından" Mûsa ile konuştuğu gibi;

"yahut bir elçi gönderip" Züheyr dedi ki: Bu elçi Cibril (aleyhisselâm)'dır.

"İzniyle dilediğini vahyeder" âyetinde sözü geçen bu vahiy, gönderilen elçilerin peygamberlere hitapları olup onlar bu vahyi söz olarak işitirler ve (meleği) açık açık görürler. Cibril (aleyhisselâm) peygamberimize vahiy indirdiğinde durum bu şekilde idi.

İbn Abbâs dedi ki: Cibril (aleyhisselâm) her peygambere inmiştir. Ancak aralarından onu görenler sadece Muhammed, Îsa, Mûsa ve Zekeriyya (aleyhimu's-selam)'dır. Diğerlerine gelince, onların aldıkları vahiy rüyadaki bir ilham idi.

Bir başka açıklama da şöyledir: "(Ya) vahiy yolu ile" Cebrâîl'i göndermek suretiyle

"konuşur ya da" Mûsa ile konuştuğu gibi "perde arkasından yahut" bütün insanlara

"bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder."

ez-Zührî, Şeybe ve Nafî':

“Yahut... gönderip" âyetini: şeklinde;

"Vahyeder" âyetini da; şeklinde her iki fiili merfu olarak okumuşlardır. Diğerleri ise bu iki fiili nasb ile okumuşlardır.

Merfu okuyuş yeni bir cümle başlangıcı (istinaf)e göredir. Yani: "Ve o... gönderir" takdirinde olur. " Gönderip" âyetinin ref ile okunmasının hal konumunda olduğundan ötürüdür de denilmiştir. İfade ise; "Vahyedici olarak ya da elçi göndererek" takdirinde olur. Nasb ile okuyanlar ise "vahiy yolu" kelimesini mahalline atf ile okumuşlardır. Çünkü o: "Allah bir insanla ancak ona vahyetmesi yahut... göndermesi... yoluyla konuşur" anlamındadır. Bununla birlikte gizli bulunan: "...me"den önceki cer harfinin hazfeclildiği kabul edilerek de nasbedilmesi mümkündür. Bu durumda da hal konumunda olup ifade: "Yahut bir elçi göndermek sureti ile..." takdirindedir.

Ayrıca

" Yahut... gönderip" âyeti nasb ile okunduğu takdirde; " Bir insanla konuşur" âyetine atfedilmesi câiz değildir, çünkü mana bozulur. Zira o takdirde anlam; " Allah'ın bir insanı elçi olarak göndermesi ya da ona elçi göndermesi olacak şey değildir" şeklinde olur. Halbuki yüce Allah hem insanlardan elçi göndermiştir, hem de onlara elçi göndermiştir.

2- Konuşmamaya Yemin Ettiği Kimseye Elçi Göndermek Suretiyle Konuşmanın Hükmü:

Bir kimse ile konuşmayacağına dair yemin edip ona elci gönderen kimsenin yeminini bozmuş olacağı görüşünü benimseyenler, bu âyeti delil gösterirler. Çünkü (âyet-i kerimede) elçi gönderen kimse, kendisine elçi gönderilen ile konuşan diye söz konusu edilmiştir. Ancak yemin eden kimse yüzyüze konuşmayı niyet etmişse (yemini bozulmuş olmaz).

İbnu'l-Münzir dedi ki: Filan ile konuşmamaya dair yemin edip de ona bir mektup yazan yahut bir elçi gönderen kimsenin durumu hakkında ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. es-Sevrî, elçi söz değildir derken, Şâfiî: Böyle birisinin yeminini bozmuş olacağı açıkça söylenemez demiştir. en-Nehaî mektub göndermesi ile ilgili hüküm yemininin bozulacağı şeklindedir derken, Malik de: Hem mektub göndermekle, hem elçi göndermekle yeminini bozmuş olur, demiştir. Bir seferinde de: Elçi göndermenin durumumektubdandaha hafiftir demiştir. Ebû Ubeyd de: Söz. yazı ve işaretin dışında bir şeydir. Ebû Sevr de: Mektub yazmakla yemini bozulmaz demiştir. İbnu'l-Münzir dedi ki: Mektub göndermekle de, elçi göndermekle de yemini bozulmaz.

Derim ki: Bu Malik'in de görüşüdür. Ebû Ömer (b. Abdi'l-Berr) dedi ki: Bir kimse bir adamla konuşmayacağına yemin etse, kasten ya da yanılarak ona selam verse yahut o kimsenin aralarında bulunduğu bir topluluğa selam verse, Malik'e göre bütün bu hallerde yeminini bozmuş olur. Eğer ona bir elçi gönderir yahut namazda iken ona selam verirse, yeminini bozmuş olmaz.

Derim ki: Ayet-i kerîme gereğince yemininde yüzyüze konuşmayı niyet etmesi hali müstesna, elçi gönderecek olursa, yeminini bozmuş olur. Malik ve İbnu'l-Macişun'un görüşü de budur. Meryem Sûresi'nin baş taraflarında (19/1-15- âyetler, 4. başlıkta) bu hususa dair ilim adamlarımızın açıklamaları yeterince sözkonusu edilmişti. Yüce Allah'a hamdolsun.

52

Sana da böylece emrimizden bir ruh vahyettik. Kitabın da, imanın da ne olduğunu bilmezdin. Fakat Biz onu kendisiyle kullarımızdan dilediğimizi hidayete ilettiğimiz bir nûr kıldık ve muhakkak ki sen dosdoğru yola iletirsin;

Bu âyetlere dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Vahiy ve Ruh:

"Sana da böylece emrimizden bir ruh vahyettik." Senden önceki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da bir ruh vahyettik. İbn Abbâs'a göre nübüvvet verdik. el-Hasen ve Katade, tarafımızdan bir rahmet verdik diye açıklamışlardır. es-Süddî vahiy, el-Kelbî kitab diye açıklamışlardır, er-Rabî, o Cebrâîl'dir demiştir. ed-Dahhak o Kur'ân'dır demiştir, Malik b. Dinar da bu görüştedir.

Yüce Allah'ın ona

"ruh" ismini vermesi cehalet ölümünden diriltici hayatı ihtiva etmesi dolayısıyladır. Yüce Allah bunu

"kendi emri"nden diye kılmış olması, onu dilediği şekilde, dilediği kimse üzerine mucizevi bir anlatım düzeni ile akıllara hayret veren bir söz dizisi halinde indirmiş olması demektir. Diğer taraftan yüce Allah'ın:

"Birde sana ruh hakkında soru soruyorlar" (el-İsra, 17/85) âyetindeki

"ruh"un da Kur'ân hakkında yorumlanması mümkündür. "De ki: Ruh Rabbimin emrindendir." Yani onlar sana bu Kur'ân nereden geliyor, diye sorarlar, de ki: O Allah'ın emrindendir, o bu kitabı benim üzerime mucize olarak indirmiştir. Bunu el-Kuşeyrî zikretmiştir.

Malik b. Dinar şöyle dermiş: Ey Kur'ân ehli! Kur'ân sizin kalbinize neler ekti? Şüphesiz yağmur yeryüzünün baharı olduğu gibi, Kur'ân da kalplerin baharıdır.

2- Vahiy Gelmeden Önce Peygamberlerin İnanç Bakımından Durumları:

"Kitabın da, imanın da ne olduğunu bilmezdin." Yani îmana götüren yolu biliniyordun. Bunun zahiri, kendisine vahiy gelmeden önce îman vasfına sahih olmadığını göstermektedir.

el-Kuşeyrî dedi ki: Bu akıl tarafından câiz (mümkün) kabul edilen şeylerdendir. Ancak çoğunluğun kabul ettiği kanaate göre yüce Allah ne kadar peygamber gönderdi ise mutlaka ona peygamberlik verilmeden önce mü’min idi. Şu kadar var ki bu kanaat bu husus kesin bir haber ile sabit olmadıkça, bir parça tehakküm (dayanaksız bir iddia) ihtiva eder.

Kadı Ebû’l-Fadl Iyad dedi ki: Peygamberlikten önce bu kabilden masum oluşlarına gelince, bu hususta insanlar farklı kanaatlere sahihtir. Doğrusu, peygamberlerin peygamberlikten önce Allah'ı, sıfatlarını tanımamak ve bu hususlardan herhangi birisi hakkında şüpheye düşmekten masum olduklarıdır. Peygamberlerin doğduklarından itibaren bu eksikliklerinden münezzeh olduklarına ve tevhid ve îman üzere yetiştiklerine dair haber ve rivâyetler birbirini desteklemektedir. Hatta onlar marifet nurlarının parıltıları ve mutluluk ve bahtiyarlığın ince esintilerine sahih idiler. Küçüklüklerinden itibaren peygamber olarak gönderildikleri zamana kadar onların sîretlerini tetkik eden bir kimse, bunun bir gerçek olduğunu görecektir. Nitekim Mûsa, Îsa, Yahya, Süleyman ve diğer peygamberlerin hallerinden bilinen budur. Yüce Allah:

"Biz ona hikmeti daha çocuk iken verdik" (Meryem, 19/12) diye buyurmaktadır. Müfessirler şöyle demişlerdir: Yahya (aleyhisselâm)'a Allah'ın kitabına dair bilgi çocukluk halinde iken verilmişti. Ma'mer dedi ki: Yahya iki ya da üç yaşında iken çocuklar kendisine: Ne diye oynamıyorsun? diye sormuşlar. O da: Ben oyun için mi yaratıldım diye cevab vermiştir.

Yüce Allah'ın:

"Allah'tan bir kelimeyi doğrulayıcı" (Al-i İmrân, 3/39) âyeti hakkında denildiğine göre; Yahya üç yaşında iken Îsa (aleyhisselâm)'ı tasdik etmişti. Onun Allah'ın kelimesi ve ruhu olduğuna şahitlikte bulunmuştu. Bir diğer görüşe göre o daha annesinin karnında iken Îsa (aleyhisselâm)'ı tasdik etmişti. Yahya'nın annesi Meryem'e şöyle diyordu: Ben karnımda bulunan yavrumun, senin karnında bulunana selamlamak üzere secde ettiğini hissediyorum.

Yüce Allah'ın:

"Altından" anlamındaki âyeti:

"Altında bulunan kimse" (Meryem, 19/24) diye okuyanların kıraati ile nida eden kişi Îsa'dır, diyenlerin kanaatlerine göre Îsa (aleyhisselâm)'ın doğumu esnasında annesine

"Üzülme" (Meryem, 19/24) diye seslenerek konuştuğunu açıkça ifade etmektedir. Yine yüce Allah Îsa (aleyhisselâm)'ın henüz beşikte iken konuşmuş olduğunu ve:

"Muhakkak ben Allah'ın kuluyum. Bana kitabı verdi ve beni peygamber kıldı" (Meryem, 19/30) dediğini bildirmektedir. Bir başka yerde de yüce Allah:

"Biz onu hemen Süleyman'a kavratmıştık. Bununla beraber herbirine hikmet ve ilim verdik" (el-Enbiya, 21/79) diye buyurmuştur. Süleyman (aleyhisselâm)'ın henüz oyun çağında bir çocuk iken taşa tutulan kadın ve küçük çocuk ile ilgili olayda hüküm verdiği ve onun bu hükmüne babası Davud (aleyhisselâm)'ın uyduğu nakledilmiş bulunmaktadır. Taberî'nin naklettiğine göre Süleyman (aleyhisselâm)'a mülk (krallık) verildiğinde oniki yaşında idi.

Mûsa (aleyhisselâm)'ın Fir'avun ile başından geçen olay ve küçük çocukken onun sakalını yakalaması da bu türdendir. Müfessirler yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki Biz İbrahim'e daha önceden doğru yolu bulma imkanı verdik" (el-Enbiya,21/51) âyeti hakkında: Küçükken ona hidayet verdik, demişlerdir. Bu açıklamayı Mücahid ve başkaları yapmışlardır. İbn Atâ şöyle demektedir: Yüce Allah onu daha yaratmadan önce seçmiş idi. Kimisi de şöyle demiştir: İbrahim dünyaya geldiğinde yüce Allah ona Allah'ı kalbi ile tanıması, dili ile zikretmesini emretmek üzere bir melek göndermiş, o da: Ben bu işi yaptım, diye cevab vermiş, yaparım dememişti. İşte onun doğru yolu bulması bu idi.

Bir diğer açıklamaya göre; İbrahim (aleyhisselâm)'ın ateşe atılması ve imtihan edilmesi onaltı yaşında iken olmuştu. İshak'ın kurban edilmekle sınanması İlgili yerlerde geçtiği üzere, merhum müfessirimiz. kurban edilmekle imtihan edilenin, İsmail değil İshak olduğu görüşündedir.. ise yedi yaşında iken olmuştu. İbrahim (aleyhisselâm)'ın yıldızı, ayı ve güneşi Allah'ın varlığına delil görmesi ise onbeş yaşında iken olmuştu. Yine denildiğine göre Yusuf (aleyhisselâm)'a kardeşleri tarafından kendisi kuyuya atılmak istendiği sırada henüz küçük bir çocuk iken vahyedilmiş idi. Çünkü yüce Allah:

"Yemin olsun ki bu yaptıklarını kendilerine haber vereceksin diye vahyettik" (Yusuf, 12/15) diye buyurmaktadır ve daha buna benzer peygamberlerin haberlerine dair âyetler...

Siyer âlimlerinin naklettiklerine göre (Peygamber efendimizin annesi) Vehb kızı Amine şunu haber vermiştir: Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) doğduğu sırada ellerini yere doğru açmış, başını da semaya doğru kaldırmış olarak doğdu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da hadisinde şöyle buyurmuştur: "Yetişkinlik çağına erişince, içime putların nefreti yerleştirildiği gibi şairlere karşı da nefret uyanmıştı. Cahiliye dönemi insanlarının yaptıkları işlerden bir şeyler işlemek iki defa dışında içimden geçmedi. İkisinden de Allah beni korudu, tekrar böyle bir işi yapmaya kalkışmadım."

Daha sonra peygamberlerin işi sapasağlam yerine oturur ve yüce Allah'ın onlar üzerindeki inayeti ardı arkasına gelir. Marifet nurları kalblerinde parlamaya başlar, nihayet en ileri dereceye ulaşır, yüce Allah'ın peygamber olarak onları seçmek sureti ile şerefli hasletleri elde etmek bakımından -bu hususla herhangi bir eğitim ya da uygulama sözkonusu olmaksızın- en ileri noktaya ulaşırlar. Yüce Allah:

"Tam erginlik çağına varınca kendisine hüküm ve ilim verdik" (Yusuf, 12/22) diye buyurmaktadır.

Kadı Iyad dedi ki: (Peygamberlere dair) haber nakillerini bilenlerden hiçbir kimse daha önceden kâfir ya da müşrik olduğu bilinenler arasından herhangi bir kimsenin seçilerek ve peygamberlik verildiğini nakletmiş değillerdir. Zaten bu bahsin dayanağını nakil teşkil eder. Bazıları da kalblerin bu yolu izleyen kimselerden nefret ettiğini delil diye göstermişlerdir. Kadı Iyad (devamla) dedi ki: Ben de diyorum ki: Kureyşliler Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı her türlü iftiraya maruz bıraktılar. Ümmetlerin kâfirleri de kendi peygamberlerini ellerindeki bütün imkan ve uydurmalarla ayıpladılar. Yüce Allah bunları nasslarıyla bize bildirmiş ya da raviler bizlere bunları nakledegelmişlerdir. Fakat bütün bunlar arasında onlardan herhangi bir peygamberin kendi ilahlarını reddedip daha önce onlarla birlikte yapmış olduğu bir işi terkettiğinden ötürü yerilmek sureti ile azarlandığına dair herhangi bir rivâyet bulunmamaktadır. Böyle bir şey olmuş olsaydı, hiç gecikmeden bu tenkidlerini yaparlar, çeşitli mabudlara ibadet etmiş olmasını delil diye ileri sürerlerdi. Bu daha önceden tapınmış olduğu varlıklardan onları uzak tutuyor diye, o peygamberleri azarlamalarından, kendi ilahlarını ve daha önce atalarının tapındıklarını terketmekten vazgeçmelerini söyleyerek onlara karşı çıkmalarından daha ağır ve delil olarak daha katı bir delil olurdu. Peygamberlere muhaliflerin tamamının böyle bir delil getirmemiş olmaları onların böyle bir delil getirme imkanı bulamamış olduklarını göstermektedir. Çünkü böyle bir şey olmuş olsaydı, onların böyle bir delil getirdikleri nakledilir ve yüce Allah'ın naklettiği:

"Onları daha önce yöneldikleri kıblelerinden döndüren nedir?" (el-Bakara, 2/142) sözlerini söyleyerek kıblenin değiştirilmesi hakkında susmadıkları gibi, bu konuda da susmazlardı.

3- Peygamberimiz Kendisine Vahiy Gelmeden Önce Herhangi Bir Dine Göre İbadet Ediyor muydu?:

İlim adamları Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vahiyden önce herhangi bir dine göre ibadet edip etmediği hususu hakkında açıklamalarda bulunmuşlardır.

Kimisi mutlak olarak böyle bir şeyin olmadığını ve aklen de bunun imkansız olduğunu belirtmiştir. Bunlar derler ki: Çünkü başkasına tabi olduğu bilinen bir kimsenin sonradan metbu (kendisine uyulan bir kimse) olması uzak bir ihtimaldir. Onlar bunu talisin ve takbih (eşya ve olayların güzel ve çirkin görülmesi) ilkesine bina ederek söylemişlerdir.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın durumu hakkında bir şey söylenemez ve bu hususta onun hakkında katı bir hüküm vermeyi terketmek gerekir. Zira akıl bu ikisinden herhangi birisini imkansız kabul etmediği gibi, nakil yolu ile bunlardan herhangi birisi de açıklık kazanmış değildir. Ebû'l-Mealî'nin kabul ettiği görüş budur.

Üçüncü bir kesim de şöyle demektedir: O kendisinden öncekilerin şeriatine göre ibadet ediyor ve ona göre amelde bulunuyordu. Ancak bu kanaati benimseyenler muayyen olarak hangi şeriat olduğunu tayin etmekte farklı görüşlere sahibtirler. Bir kesimin kanaatine göre o Îsa'nın dini üzere idi. Çünkü Îsa'nın dini kendisinden önceki bütün din ve şeriatleri neshetmiştir. Dolayısıyla bir peygamberin neshedilmiş bir din üzere olması mümkün değildir. Bir diğer kesim ise onun İbrahim (aleyhisselâm)'ın dini üzere olduğunu kabul etmiştir. Çünkü o İbrahim'in soyundandı ve o peygamberlerin babasıdır. Bir diğer kesim ise onun Mûsa'nın dini üzere olduğu kanaatindedir. Çünkü onun dini dinlerin en eskisidir.

Mutezile'nin kanaatine göre ise; belli bir din üzere olması kaçınılmaz bir şeydir. Aneak muayyen olarak hangi din üzere olduğu bizim tarafımızdan bilinen bir husus değildir.

Şu kadar var ki, bizim İmâmlarımız (mezhebimizin önde gelen ilim adamları) bu görüşlerin hepsini çürütmüşlerdir. Zira -her ne kadar akıl bunların hepsinin mümkün olduğunu kabul ediyor ise de- bunlar çelişkili görüşlerdir ve bunlarda katı bir delalet bulunmamaktadır.

Katî olarak söylenebilecek şu ki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); ümmetinden bir fert ve bütün şeriatine muhatab birisi olmasını gerektirecek şekilde herhangi bir peygambere müntesib değildi. Aksine onun şeriati kendi başına bağımsız bir şeriat olup hüküm koyucu yüce Allah tarafından ayrıca ona verilmiş bir şeriattir. Peygamberimiz (salat ve selam ona) yüce Allah'a îman eden bir mü’min idi, hiçbir puta secde etmedi, Allah'a ortak koşmadı, zina etmedi, içki içmedi. Gece eğlencelerine katılmadı, el-Matar diye bilinen hilfte de el-Muttayyib'in Hilfinde de bulunmadı.

Aksine yüce Allah onu bu hususlardan uzak tutmuş ve korumuştur. Denilse ki: Osman b. Ebi Şeybe senedini kaydederek Cabir'den rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) müşrikler ile birlikte onların birtakım merasimlerinde bulunuyordu. Biri diğerine şöyle diyen iki meleğin seslerini arkasında duydu: Git, bunun arkasında dur. Öteki ise: Henüz putları daha yeni selamlamış iken nasıl gider onun arkasında dururum? demişti. Bundan sonra bir daha putların selamlama töreninde bulunmadı.

Buna cevab şudur: Bu hadisi İmâm Ahmed b. Hanbel oldukça münker kabul etmiş ve: Bu uydurma yahutta uydurmaya benzer bir hadistir, demiştir.

Darakutnî de şöyle demiştir: Osman bu hadisin isnadında yanılmıştır. Hadis genel olarak münkerdir, senedi üzerinde ittifak yoktur, ona iltifat edilmez. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bilinen hali ilim ehlince bunun aksinedir. Çünkü o: "Putlara nefret içime yerleştirildi" diye buyurmuştur. Ayrıca Bahira kıssasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a amcası Ebû Talib ile birlikte henüz küçük bir çocukken Şam'a yaptığı yolculuk sırasında onunla karşılaştığında, Lat ve Uzza adına yemin verdirip onda peygamberlik alametlerini görüp bu konuda onu sınamak isteyince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine şöyle demişti: "Onlar adıyla bana hiçbir şey sorma. Allah'a yemin ederim onlara buğzettiğim gibi hiçbir şeye buğzetmiyorum." Bunun üzerine Bahira ona şöyle demişti: O halde Allah adına sana soracağım sorulara cevap vermeni istiyorum. Peygamber: "İstediğini sor" demişti. Aynı şekilde onun sîretinden ve yüce Allah'ın kendisine verdiği ilahi tevfikten de bilinen şu ki: O nübüvvetinden önce hac esnasında Müzdelife'de vakfe yapmak hususunda müşriklere muhalefet ediyor, kendisi Arafe'de vakfe yapıyordu. Çünkü Arafe İbrahim (aleyhisselâm)'ın vakfe yaptığı yer idi.

Denilse ki: Şanı yüce Allah:

"De ki: Hayır, (biz) hanif olarak İbrahim'in dinine (uyarız)" (el-Bakara, 2/135);

"Hanif olarak İbrahim'in dinine uy... diye vahyettik" (en-Nahl, 16/123);

"O... diye dinden... size şeriat yaptı." (eş-Şura, 42/13) diye buyurmaktadır. Bütün bunlar ise onun belli bir şeriate göre ibadet etmesini gerektirmektedir. Buna cevab şudur: Burada sözü edilen hususlar şeriatler arasında ayrılığın sözkonusu olmadığı, tevhid ve dinin dimdik ayakta tutulması hususları ile ilgilidir. Nitekim daha önce bu birkaç yerde açıklandığı gibi bu sûrenin:

"...dinden... size de şeriat yaptı." (eş-Şura, 42/13) âyeti açıklanırken de ifade edilmişti. Yüce Allah'a hamdolsun.

4- Bu Âyet-i Kerîme'de Sözkonusu Edilen "Kitab" ve "Îman'ın Mahiyeti:

Bu husus böylece açıklandığına göre şunu belirtelim ki; ilim adamları yüce Allah'ın:

"Kitabın da, imanın da ne olduğunu bilmezdin." âyetinin tevili hususunda farklı görüşlere sahibtirler. Bir kesim bu âyet-i kerimede îman , imanın şerail ve alametleridir, demişlerdir. Bu görüşü es-Sa'lebî nakletmektedir. Bunun bu şeriatın tafsili hükümleri olduğu da söylenmiştir. Yani sen bu tafsilatı bilmeyen birisi idin. Çünkü îman lâfzının şeriatın tafsili hükümleri hakkında kullanılması mümkündür. Bu görüşü de el-Kuşeyrî zikretmiştir.

Bir diğer görüşe göre: Sen vahiyden önce Kur'ân-ı Kerîmi okuyacağını bilemediğin gibi, insanları îmana nasıl davet edeceğini de bilemiyordun. Benzeri bir görüş de Ebû'l-Aliye'den nakledilmiştir.

Kadı Ebû Bekr de şöyle demektedir: Buradaki imandan kasıt farzlar ve hükümlerdir. Çünkü o daha önceden yüce Allah'ı tevhid ile mü’min idi. Sonraları önceden bilmediği farzlar nazil oldu. Gelen yeni mükellefiyetlerle imanı artmış oldu.

Bu dört görüş de birbirine yakındır. İbn Huzeyme de şöyle demektedir: Îman ile namazı kastetmiştir. Çünkü yüce Allah:

"Allah imanınızı boşa çıkaracak değildir" (el-Bakara, 2/143) diye buyurmaktadır. Buradaki imandan kasıt ise, Beytu'l-Makdis'e yönelerek kıldığınız namazdır. O halde lâfız umumi olmakla birlikte maksat hususidir.

el-Huseyn b. el-Fadl şöyle demektedir: Yani sen bundan önce kitab nedir bilmediğin gibi, îman ehli kimdir de biliniyordun. Bu da muzafın hazfedilmesi kabilinden bir ifadedir. Yani kimler îman edecektir? Ebû Talib mi? Abbas mı? Yoksa başkaları mı?

Sen beşikte iken ve ergenlik yaşından önce hiçbir şey biliniyordun, diye de açıklanmıştır.

el-Maverdî buna yakın bir açıklamayı Ali b. Îsa'dan nakletmektedir. Dedi ki: Sen eğer risalet olmasaydı kitabın ne olduğunu, eğer ergenlik yaşına gelmeseydin imanın ne olduğunu bilmeyecektin. Bir diğer açıklama da şöyledir: Eğer bizim sana nimetimiz olmasaydı kitabın ne olduğunu, bizim sana hidayetimiz olmasaydı imanın ne olduğunu bilmeyecektin. Bu açıklama da ihtimal dahilindedir.

Bu imanın ne olduğu konusunda da iki açıklama sözkonusudur. Birincisine göre Allah'a imandır. Bunu buluğdan sonra ve peygamberlikten önce biliyordu. İkincisi ise İslâm dinidir, bunu ise ancak nübüvvetten sonra bilebilmiştir.

Derim ki: Sahih olan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yetişme çağından ergenlik çağına kadar -önceden geçtiği üzere- Allah'a îman eden bir kişi olduğudur. Yine denildiğine göre: "Kitabın da, imanın da ne olduğunu bilmezdin" âyeti şu demektir: Sen kitabı tanımayan, imanı bilmeyen, ümmi bir kavimdendin. Dolayısıyla onlara getirmiş olduğunu, aralarından bunu bilenlerden bir kimseden almış olamazsın. Bu da yüce Allah'ın:

"Sen bundan önce hiçbir kitab okumuş değildin ve sağ elinle de onu yazmamıştın. O zaman batıl söyleyenler elbette şüphe ederlerdi" (el-Ankebut, 29/48) âyetine enzemektedir. Bu anlamdaki bir açıklama İbn Abbâs (radıyallahü anh)'dan rivâyet edilmiştir.

"Fakat Biz onu" İbn Abbâs ve ed-Dahhak'ın dediğine göre imanı, es-Süddî'ye göre Kur'ân'ı, bir görüşe göre vahyi

"kendisiyle" yani bu vahiy ile

"kullarımızdan dilediğimizi" yani peygamberlik için seçtiğimizi

"hidayete ilettiğimiz bir nûr kıldık." Bu âyet yüce Allah'ın:

"O rahmetini dilediğine has kılar" (Al-i İmrân, 3/74) âyetini andırmaktadır.

"Kendisiyle" âyetindeki zamirin tekil gelmesi şundan dolayıdır: Bir fiilin birçok isimlerinin bulunması aynı fiilin tek isminin bulunması gibidir. Nitekim: Senin gelişin ve gidişin hoşuma gider, denildiği vakit (hoşa giden şey) iki husus olduğu halde tek zamir kullanılır.

"Muhakkak ki sen dosdoğru yola" hiçbir eğriliği bulunmayan bir dine

"iletirsin." Davet eder ve o yolu gösterirsin.

Ali: Dosdoğru kitaba iletirsin diye açıklamıştır. Âsım, el-Cahderî ve Havşeb meçhul bir fiil olarak: " Muhakkak ki sen... iletilirsin" yani o yola çağırılırsın, diye okumuşlardır. Diğerleri ise faili malum bir fiil olarak: " İletirsin" diye okumuşlardır. Ubeyy'in kıraatinde ise: " Ve muhakkak ki sen... davet edersin" şeklindedir.

en-Nehhâs dedi ki: Bu şekilde okunmaz. Çünkü bu ümmetin büyük çoğunlukla kabul ettiği şekle muhaliftir. Benzeri okuyuşlar okuyan kimsenin bir çeşit tefsiri olarak yorumlanır.

"Ve muhakkak ki sen... iletirsin" âyetinin, davet edersin şeklinde açıklanması gibi.

Ma'mer, Katade'den yüce Allah'ın:

"Ve muhakkak ki sen dosdoğru yola iletirsin" âyeti ile ilgili olarak:

"Esasen herbir topluluğun bir yol göstericisi olmuştur" (er-Ra'd, 13/17) âyetini okuduğunu rivâyet etmektedir.

53

Göklerde ne var, yerde ne varsa kendisinin olan Allah'ın yoluna. Şunu bilin ki, bütün işler Allah'a döner.

"Allah'ın yoluna..." âyeti daha önce

"...dosdoğru yola" ifadesinden marifenin nekreden bedel olması şeklinde bir bedeldir. Ali, o Kur'ân-ı Kerîm'dir, demiştir. İslâm'dır, diye de açıklanmıştır. en-Nevvas b. Sem'an bunu "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan..." diye de rivâyet etmiştir.

"Göklerde ne var, yerde ne varsa" mülkiyetleri, kullukları ve yaratılışları itibariyle

"kendisinin olan Allah'ın yoluna. Şunu bilin ki, bütün işler Allah'a döner." Bu âyet öldükten sonra diriliş ve amellerin karşılığının görüleceğine dair bir tehdittir. Sehl b. Ebi’l-Ca'd dedi ki: Bir mushaf yandı, ondan sadece yüce Allah'ın:

"Şunu bilin ki bütün işler Allah'a döner" âyeti yanmadan kaldı. Yine bir mushaf suya düştü ve yüce Allah'ın:

"Şunu bilin ki bütün işler Allah'a döner" âyeti dışında tamamen silindi.

Hamd, sadece Allah'adır.

Şûra Sûresi burada sona ermektedir.

0 ﴿